KEMAL TAHİR'İN SOHBETLERİ İsmet BOZDAĞ
İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
KEMAL TAHİR ÜSTÜNE
Çevre ve insan münasebetlerinde
en güzel etkileşim örneği Kemal Tahir'dir. Marksist olduğu için 13 yıl hapis
yatan Kemal Tahir'in aralarında yaşadığı ilk entellektüel grup, Turancılardır
.. İlk fikir dostları, Atsız, Necdet Sancar, Arif Nihat Asya, Mükrimin Halil
İnan vb.'dir... Bir çok konuşmalarında bana, bu döneminden açtığı sıralar;
"AtsıZdan ve Mükrimin HaZi/den çok yararlandım. Onlar bana Tarihin nasıl
okunması gerektiğini öğrettiler" demiştir.
Tarih ona göre: belli bir açıdan
bakılmıyorsa, hikâyedir. Çünkü Hikâyelerin çoğu da, ya olup bitmiş olaylardan,
ya da olması mümkün olaylardan yararlanılarak yazılır. Tarihçi, olup bitmiş
olayları yazarken, kendi değer ölçülerini kullanacaktır; tıpkı bir hikâyeci,
hikâyesini, kendi değer ölçülerini kullanarak yazdığı gibi.
İnsan tarafsız olamaz. En azından
kardeşinden, annebabasından yanadır. İnsan, içinde yaşadığı toplumdan yana olmaktan
da kurtulamaz. böyle olunca, tarafsız tarih yazmak, insanı aşan bir olaydır!
Tarihçinin fikir yapısını bilmeden, yazdığı tarihi anlamak olası iş değildir!.
Kemal Tahir'in ilk tanıştığı
gerçek, işte bu gerçektir.
'Atsız'a: "Bencil ve
zeki" , Mükrimin Halil'e "Ayrıntılardan kurtulabilse, büyük
tarihçi"değerlendirmesini yapardı.
Daha sonraları Kemal Tahir,
Osmanlı hayranlığının, bu ilk dostlarıyla hiç bir ilintisi olmadığını bana bir
çok kez tekrarlamıştır. Anlattığına göre, 'Eğer Marksist olmasaydı, OsmanlI'yı
hiç bir zaman anlayamayacaktı. Çünkü Osmanlı Padişahı, materyalist açıdan
yaklaşılmadıkça Batı krallığı gibi görünür; kıl kadar farkı kalmaz.
"Osmanlının sınıfsız toplum oluşu benim gözümü açtt dediğini hatırlarım..
Kemal Tahir daha Galatasaray'da
okurken, şiir yazıyordu ve ^^uet Haşim'e hayrandı. Şiir yazmak hevesinde,
"başkasından farklı olmak', "güç işe koşulmak" eğilimi vardır.
Bu, içinde yaşayan aşağılık duygusunu yenmek çabasıdır. Kemal Tahir de hayatta
ezilmiş bir anne ve babadan geliyordu; anne sarayda kalfalığa bile yükselmeden
başgöz edilmiş bir Çerkez kızı; baba, 1908 darbesiyle Saray Marangozhanesinde
kazandığı rütbelerden ve aylığından )Oksun kalıp, sokaklarda iş arayan bir
dülger!. Bu ezilmişlik, evin büyük oğlu Kemal Tahir'e de ister istemez
sıçramıştır! Nitekim, ilk gençliğinde yazdığı şiirlerinin büyük bir bölümü,
toplumda ezilmiş insanların hikayesi, mersiyesidir!.
Şiire sıvanan kişi, düzyazı'nm da
hakkından gelir! Kemal Tahir de, gençliğinin ilk yıllarında bile iyi bir
düzyazı ustası olacağının işaretlerini vermişti; hikâye yazıyordu. Pek çok
hikâye yazmıştır. Bunların çok azı, bugün elimizdedir. Konuşmalarımız
sırasında: 'pek çok hikâye yazdığını, bunların çoğunda müsvedde kullanmadığını;
bu hikâyeleri, ya mektuplarında dostlara; ya yayınlanmak için gazete ve
dergilere gönderdiği için, elinde hemen hemen hiç bir şey kalmadığını yakınarak
söylerdi.'
İşte, Kemal Tahir'in ilk fikir
süreci, budur...
Bu fikir sürecinin bir başka
sürece geçmesi, Kemal Tahir'in ekmek parasını çıkarmak için Babıâ/iye
yerleştiği günlere rastlar. Nasıl yoğun bir çalışma içinde olduğunu anlamak
için, kendi anlattığı bazı
çalışmaları hatırlayalım: Tan Gazetesine ropörtajlar yapıyor; Cumhuriyet
Gazetesine hikâyeler yazıyor. 'Karagöz gazetesinin dört sahifesini her hafta
bibaşına dolduruyor. Ayrıca 'Karikatür' ve 'Yedigün' dergilerine hikâye ve
roman tefrikaları yetiştiriyor. Halk ve gençlik tarafından çok tutunup okunan
'Bir Çalgıcının Seyahatı' romanı da onun bu çalışmalar arasına sıkıştırdığı
kitaptır!
Söz dünyasına gönül vermiş
sanatçılar, neden neden vazgeçerler, fakat şiirden vaz geçmezler.. Ne işe
koşulurlarsa koşulsunlar, onlar için şiir tek sevgilidir. Kemal Tahir için de
öyleydi; ve Nazım Hikmet iyi şairdi!..
Gerçi Kemal Tahir için Marksist
dünya yabancı idi; içinde yaşadığı değer yargılarına ters düşüyordu ama, Nazım
Hikmet de hem Marksist, hem iyi şairdi!. Onun boyluposlu yapısı, şiirlerindeki
erkek sesi, tek başına kavgasını sürdürmesi, en ince lirizm ile, en katı
gerçekleri dile getirmesi, Kemal Tahiri büyülemiş gibiydi. Tanıştılar, sevdiler
birbirlerini ve ölünceye kadar bu beraberlik bazı gölgelere rağmen sürüp gitti;
Kemal Tahir'in ikinci süreci böylece başlamış oluyordu.
Kendisine, zaman zaman sormuştum:
"Nazım Hikmetle kaynaşıp Marksizme koşulunca, eski dostların ile kopuştun
mu?." Bu soru karşısında biraz dalar gider, sonra uzak bir sesle cevap
verirdi: "Kopuştuk sayılmaz! Eskiden buluşurduk, sonraları rastlaşır
olduk. Ayaküstü sohbetlerimizde, birbirimizi incitmeyecek konular seçmekte özen
gösteriyorduk!.."derdi"
Bu, Nazım Hikmet hayranlığından
doğan Marksist tutum, plâtonik olmaktan ileri bir safhada değildi. Daha
doğrusu, sistemler arasında bir bucalama yaşıyordu Kemal Tahir!. Yürek ve kafa
cengi başlamıştı. .. Fakat hayatının ağırlık noktası, Nazım Hikmet çevresine
artık kaymıştı. Polis, kendisini izliyordu. Kemal Tahir de sözünü esirgemiyor,
henüz gerçek yapısını kavrayamadığı Marksizmi, savunur görünüyordu.
Bu dönemde Kemal Tahir'in
Marksistliği, bir şair coşkunluğundan başka bir şey değildi. Toplumun göbeği
sayılacak bir ortamda yaşıyordu. İyisini de kötüsünü de görüyor, değerlendiriyor
ve eleştiriyordu. Çevresi de adı marksiste çıkmış kimselerle dolu olduğu için
komünist olmuş çıkmıştı!. Bir konuşması sırasında bana: "Komünistlik
suçundan 15 yıl hapse mahkum edildiğim gün kitaplığımı birisi elden geçirseydi,
yüzlerce sağ kitaba karşılık 56 sol kitap ya bulur, ya bulmazdı!."
demiştir. O kadar pisipisine 15 yıl hüküm giymişti..
Bu mahkumiyetten sonradır ki
Kemal Tahir, Marksizmi iyiden iyiye öğrenmeye koşuldu. Çok az kitap
bulabiliyordu. Çevresindeki kimselerden, Dr.Hikmet Kıvılcım'dan, Nazım
Hikmet'ten kaptığı fikirleri, kendi görüş açısı içinde değerlendirerek
geliştirmeye çalışıyordu. Daha sonraları, Marks'ın Kapitalini, Fransızcasından
hak etmeye çalıştı! Bana bir çok defalar: "İşte Nazımın bana yazdığı
mektuplar ortada... Marksizm den haberi bile olmadığı; sadece sloganlarla
düşünmeğe çalıştığı meydanda. Hem cezaevinde tezgâh kurup mahpusların sırtından
para kazanmanın, hem komünist olmanın mümkün olduğunu sanıyordu. Marksizmin bir
hayat biçimi olduğunun farkında bile değildi. Benim kendisine yazdığım
mektuplar kaybolmamış olsaydı, bu konuları kendisiyle tartıştığımı görecektiniz
.. Bunu söylerken, böbürlenmek istemiyorum; sadece o dönemdeki fikir
fukaralığımızı anlatmak istiyorum!" demiştir.
Fakat ne olursa olsun, Kemal
Tahir'in bu sınırlı Marksist eğitimi, kendisinde geniş bir fikir perspektivi
oluşturdu. Öğrendikçe, daha çok öğrenmek açlığını yaşıyordu. Marksizm, madem ki
bir sosyal sistemdi; sosyolojinin bir ürünü idi; öyleyse ham maddesi, TariUlü.
Nitekim sistemin bir adı da ' TarihîMaddeciliMti. Öyleyse, hem dünya tarihin,
hem ülke nirı tarihini çok iyi bilmek gerekti.
Kemal Tahiri, tarih
araştırmalarına iten fikir budur!. Dost
larına, arkadaşlarına mektuplar
yazdı ve kendisine tarih kitabı göndermelerini rica etti. Özellikle 'Cevdet
Tarihini arıyordu. Eski günlerinde Mükrimin Halil Osmanlıyı en iyi ve en doğru
anlatan Tarihçinin Cevdet Paşa olduğunu, altını çizerek söylemişti.
Cevdet Paşa, Batı'yı iyi bilen
bir doğulu Tarihçi idi. Osmanlının çöküş dönemini, hem batılı gözü ile, hem
Osmanlı gözü ile yazmıştı. Ama, nihayet Osmanlı idi ve kazandığı kültürünün
içinden bakıyordu. Üstelik, Osmanlıdan yana, Osmanlıya toz kondurmaya kıyamayan
bir yapıda idi. Oysa Kemal Tahir için gerekli olan, Osmanlı devlet ve toplum
hayatını yakından tanımak, hangi sosyal süreçlerle gelişip tarihe gömüldüğünü
araştırıp öğrenmekti...
Bu ihtiyacını karşılayacak bir
tarih daha vardı: "Tarihi Ebu Faruk'... Mizancı Muradın Midilli adasındaki
sürgün günlerinde yazmaya başladığı, fakat 1908 de sürgünlüğü bitince,
İstanbula gelip yerleştikten sonra, bir daha eline alamadığı 6 ciltlik bir
tarihi vardı. Sürgünde yazıldığı, kendisine haksızlık edildiğine inandığı için,
Osmanlıya öfkeli olduğu yıllarda kaleme alındığı ve üstelik kendisi de bir
fikir komprodoru olduğu için, Osmanlıyı yerliyersiz hırpalayan bir tarihti.
Batı kaynaklarına itibar edilerek kaleme alındığı için, karşıt görüş açısından
Kemal Tahir'in işine geliyordu.
Gelgelelim Kemal Tahir'in
dostları, bu tarihi bir türlü ele geçiremediler; çünkü az sayıda basılmıştı;
baskısı tekrarlanma mıştı; 6 cildi bir arada bulmak, define bulmak gibi güçtü!.
Bu yüzden Kemal Tahir, bu kitabı ancak 1950'den sonra, cezaevinden çıktıktan
sonra görebildi. Sahaflar çarşısını altüst etmiş, sonunda altı cildi tamamlayıp
bir araya getirmişti. Kemal Ta hir'i ziyaret edenler, bu ciltlerden birinin hemen
herzaman masasının_ sağ köşesinde durduğunun farkına varmış olmalıdırlar.
Kemal Tahir'in, sadece bu iki
tarihten Osmanlıyı kavradığı sakın sanılmasın! Batılı ve yerli bir çok tarihi
Kemal Tahir dikkatle okumuş, notlar almış, onları değerlendirmiştir. Bunu,
yayınlanan notlarında çok yakından görmek mümkündür. O kadar dikkatle okumuş ve
değerlendirmiştir ki, karşıt görüşlerden bir sentez yapmasını da becermiş ve
hayatı boyunca bu sentezi, sohbetlerinde dile getirmiştir.
Kemal Tahir'in Osmanlı hayranlığı
temelsiz değildir; belgelere dayalı bir Osmanlı kompozisyonu geliştirmişti; bu
mozaik kompozisyonun bazı parçaları eksikti. Osmanlı müverrihlerinin içinde
yaşadıkları için tabii saydıkları bazı Devlet ve toplum yapılarını; batılı
Tarihçiler görmezden gelmekte çıkarlarına uygun düştüğü için kasten el
atmadıkları günümüz tarihçilerinin günışığına çıkarmaya başlaması Kemal Tahir'i
mest ederdi. Hiç unutmam, Ahmet Mumcu'nun "Osmanlı Devletinde Siyaseten
Katl' adlı doçentlik tezi çalışması yayınlandığı zaman, sabaha kadar uyumamış,
kitabı bitirdiği Zaman da bütün dostlarını çağırarak onlara Osmanlı üzerinde
uzun bir konuşma yapmıştı..
Osmanlı karanlığı bugünde
sürmekte, Osmanlı belgeleri, kendilerini inceleyecek tarihçileri sabırla
beklemektedir.
Çorum cezaevindeyken arkadaşı
Naci Sadullah, kendisine Fransızca bir kitap gönderdi; kitapta marksizm
özetleniyor, inceleniyor, sisteme yapılan itirazlar tartışılıyordu. Kemal Tahir'in
Marksizm üzerindeki düşüncelerini pekiştiren işte bu kitaptır. Daha sonra ele
geçirip okudukları, hep bu düşünce çizgisini sürdürüp geliştirecektir.
Marksizm, madem ki bilimseldi;
madem ki kaynağını dünya tarihinden, Fransız Ansiklopedistlerinden, Alman
sosyal yapısından ve İngiliz ekonomisinden alıyordu. Acaba, Türk tarihine, Türk
ekonomisine, Türk entelijansiyasına ne ölçüde denk düşüyordu?.. Bunu araştırıp,
konu üzerinde bir karara
varmadan, ülke çapında yayılması,
siyasi sistem olarak benimsenmesi için gayrete koşulmasının, bir anlamı olmazdı.
Çünkü, Batı toplum yapısı ile,
Doğu toplum yapısı arasında farklar vardı. Batıda mülkiyet hukuku vardı;
Osmanlı top lumunda mülkiyet hukuku, bin sekizyüzlü yıllarda Padişah 2'ci
Mahmut döneminde yasallaşmıştı!
Batı, 'Feodalite' denilen ve
toprak köleliğini de içeren bir dönemden geçmişti; Osmanlı toplumu ve Avrupa
ülkeleri dışında kalan bütün ülkeler, bu dönemi yaşamamışlar; bu kabusun
cenderesinden geçmemişlerdi.
Batı, 16'cı yüzyıldan bu yana,
'İman toplumü olmaktan kurtulmuş, '"akıl toplumü haline gelmişti. Oysa
Avrupa dışındaki bütün ülkeler, hâlâ 'iman toplumu' sürecini yaşıyorlardı.
Daha da bazı farklar yüzünden,
Avrupa'nın kapitalist düzenine bir reaksiyon olarak doğmuş Marksizm, acaba
bizim toplumumuzda, hangi ihtiyaçlarımıza cevap getirmekteydi?. İşte Kemal
Tahir'in ömrü boyunca araştırıp soruşturduğu konu bu olmuştur. Bu çalışmalara
cezaevindeyken başlamış, öldüğü güne kadar bu yolda bulduklarını sohbetlerinde
konuşmuş, yazılarında parça parça kullanmıştır.
Osmanlı toplumu, 'soylu sınıfı'
olmayan bir toplumdu. Kapitalist sınıfı da yoktu! Tek soylu Padişah, tek
kapitalist, yine padişahtı! Soylular sınıfı ve kapitalistler sınıfı olmayınca,
böyle bir toplum, Marks'ın, ileride oluşacağını umduğu topluma benzemiyor
muydu?..
Osmanlı toplumu, iktidarın
soylular ve kapitalistler elinde toplandığı batı devletleri tarafından
parçalanmak istendiğine göre; Osmanlılar batı toplumuna alternatif olarak
geliştirilen Marksizme koşulacağına, acaba Tanzimatla neden düşmanının silahına
teslim oldu?. Bu hareket, bilinçli bir davranış mıdır; yoksa, batı ajanlarının
tuzağına düşmek ki?.
İşte, Kemal Tahiri 'Asya üretim
tarzınd kadar götüren uzun çalışmaların hareket noktası...
Marksizmin, ihtilal sonrası
Devlet ve Toplum ilişkileri konusunda hiç bir öneri getirmemesi; sistemin
uygulandığı ülkelerde kan derelerinin akması ve müstebit bir idarenin kurulması;
işçiler adına yapılan bir ihtilali yöneten idareci kadro içinde, 15
entellektüele karşı, tek bir işçi bulunması gibi olaylar, düşüncesini bazı
sorularla zaten dolduruyordu; bu yetmiyormuş gibi Ci/aSın 'Yeni Sınıf adlı
kitabı ile, işçi sınıfının ihtilal sonrasında kendisini çözemediği; üstelik,
burjuva sinıfı karakterinde, yöneticilerden ve teknisyenlerden kurulu yeni bir
'sınıfın doğduğunu öğrenince, çok kahırlandı! Çin'de, Mao'nun, ihtilal
gerekçesini işçiden köylü'ye kaydırması denemesini, büyük dikkatle izledi. Hele
"Kültür İhtilali" ile toplumu ters yüz etme denemesine girişince,
"Ha tamam!. Mao, doğuda Marksın yolunu açtı" diye epey ümide kapıldı
ama, sonradan: "Böyle bir rezillikten iyi bir şey çıkacağı nerden aklımıza
takıldı!. Yuh bize" deyip pişmanlığını belli etti.
Kemal Tahir'in,
"entellektüel üstüne sık sık söylediği bir cümle vardır: "Her sabah
açtığın gazetede ya da okuduğun bir kitap sayfasında, rastladığın bir gerçek,
seni, o güne kadar bütün öğrendiklerini unutmaya, alfabeye yeniden başlamaya
zorluyor ve sen buna razı olamıyorsan, entellektüel değilsin, "aydın"
değilsin, hatta namuslu bir okuryazar bile değilsin!..
Kemal Tahir böyle bir aydın
idi...
İsmetBOZDAĞ
KEMAL TAHİR'İN OLAYLAARA BAKIŞI
28 Haziran 1960
Bugün Kemal Tahir bendeydi. Orhan
Apaydın, Zihni Kanmaz, Sabahattin Selek bir ar^fa geldik. Kemal'in cümbüşlü
üslubu içinde saatlerin nasıl geçtiğinin farkında bile değiliz... Dahası,
günlük yaşantımızın farkında olmadığımızı ortaya çıktı. Kemal, bir aydır
gözümüzün önünde olup biten olayları kendi açısından değerlendirince, hepimizi
bir kuşkudur sardı. Gerçekten insanoğlu, "O mahiler ki derya içredir, deryayı
bilmezler" denildiği gibi, çevresini ve çevresinde olup bitenleri gereği
gibi kavrayamıyormuş! .. Kemal Tahir bugün, 27 Mayıs ve Millî Birlik Komitesi
üzerinde hepimizi şaşırtan bir konuşma yaptı.
Kemal, bizi şaşırtan düşüncelere
ulaşmak için taze haber kaynakları bulmuş değildi. Elindeki bilgi, hepimizin
elinde olan bilgi idi. Fakat bizden çok farklı bir değerlendirme yapıyor. Hemen
her sohbetimizden kendisinden yeni bir şeyler öğrendiğimi biliyordum. Fakat
bunları bir yere yazmayı şimdiye kadar hiç düşünmedim. Kemal Tahir, sıradan
adam değil... Önemli adam!... İster onun fikir çizgisini belirlemeğe yarasın,
ister ondan neler öğrendiğimi hatırlamama yardım etsin, önemli bulduğum
konuşmaları bundan
böyle yazacağım ve saklayacağım.
İçtenlikle bu karara vardığım için, yatmadan önce bunları çabuk çabuk
karalıyorum.
Gerçi Kemal'in sohbetlerini
yazmak kolay bir iş değil; çok renkli konuşuyor! En güç anlaşılır fikirleri,
kolayca döküveriyor sözcüklere... Hele, fikirlerin sizi yorduğunu fark edince,
orta anadolu türkçesine vurup konuyu bir hafifletmesi var ki, anlatılacak gibi
değil!.. Kendi kendime düşündüm, konuşmalarını özgün yanlarıyla özetleyeceğim.
Elverdiğince, kendi sözcüklerini aklımda tutmaya çalışacağım ki notlarda biraz
da sohbetir1.rüzgarı bulunsun..
Kemal Tahir bıyık altından zehir
gibi gülüyordu:
" Gördünüz mü arkadaşlar
gazeteleri?.. Gayri gözümüz aydın; gayri Türkeş albayımızın sayesinde canımızı
gölgeye attık. Bundan böyle şaşırma yok artık! Albayımızın yeni kuracağı
dernekten Demokrasi ilkelerini öylesine ezbere alacağız ki, yeniyetme medrese
uleması kaç parda!... "Adalet" dediler mi, "dürüstlük"
dediler mi, "demokrasi" dediler mi ağzımızdan ballar, şerbetler akacak!...
Türkeş albayımız bizi adam etmeğe karar vermiş canım!...
Bir kaç gündür gazeteler ve
radyolar, Türkeş'in denetimindeki Başbakanlık Dairesi, adalet, dürüstlük ve
demokrasi ilkelerini ayakta tutmak, özgür düşünce ve bilimin ışığı altında Türk
halkının manevi ve ruhi dünyasını sağlam temellere oturtmak amacıyla bir plan
hazırlanmasını, Millî Eğitim, Maliye ve İçişleri Bakanlıklarına görev verdiğini
duyuruyorlardı. Bu plan gereğince bir dernek kurulacak... Devlet tarafından
finanse edilecek bu dernek, Edirne'den Kars'a bütün ülkede şubeler açacak ve
burada aydını, genci, yaşlısı,
kadını, erkeğiyle bütün
vatandaşları eğitecek. Bu eğitim sona erdikten sonra seçimler yapılıp yeni
parlamento kurulacakmış... Kemal, bu habere deyinmek istiyordu.
"Kişiyi nasıl bilirsin"
hesabı, kim gelse koşuyoruz peşisıra; bu adam, "Kötüye karşı çıktı, iyidir
her hal" diye... Kimdir, nedir, neyin nesidir, arayıp sorduğumuz yok. Şu
Millî Birlik Komitesi, söz temsili, bir sabah paldır küldür geldi:
"Nato'ya bağlıyız, Sento'ya bağlıyız, kimseyle kavgalı değiliz, aranızda
kapıştınız, biz ayıracağız." dedi. Öylesine inandık W, parmak şıklatıp
oynamaya durduk sokaklarda.. Vaz geçtim, kimdir, nedir, neyin nesidir diye
araştırmayı, bari adamın sözüne baksak ya!. .. 'Sento'ya bağlıyım, Nato'ya
bağlıyım' diyor, sonra biz, sonra Marksist Kemal Tahir, gelenlerden bir şey
umuyor!... Akıl göğe çekilmiş olmalı hiç kuşkusuz, yoksa bu rezilliğe
düşmeyecek insanoğlu...' '
"Yahu, biz kaç uykumuzdan
kimin sesiyle uyandık 27 Mayıs'ta? ... Türkeş albayımızın sesiyle değil mi?...
Eee... Kim bu Türkeş albay?... İsmet Paşa'nın tabutluklarda tırnağını söktüğü
Turancılarımızdan biri!... Şu devrilen Demokrat Parti'yi ne ile suçluyoruz?..
Faşistlikle!.. Kimmiş bu faşist, Demokrat Parti'yi geceyarısı deviren?..
Faşisti de geçip Ergenokon türküleri çağıran Alpaslan Türkeş!.. Bizde hiç
şuncacık akıl olsa, bu yaş tahtaya basar mıydık?
Ben haftasına aydım aymasına ya,
ama aymaz olaydım diyesim geliyor.. Kimin kulağına çıtlattıysam, bel bel yüzüme
baktı da, "Ne söylüyor bu adam?" dercesine gözlerini belertti; sonra
yanımdan savuşup; gitti. "Al işte arkadaş, senin özgürlük melaikesi
dediğin Türkeş albayın!... Her kasabaya okul açacak da bize adamlık öğrete
cek, demokrasi, adalet, dürüstlük
dersi verecek; biz, ya bunları Türkeş albayın istediği biçimde öğreneceğiz, ya
da öğrenene kadar özgürlük melaikesi albay başımızda bağdaş kurup oturacak!..
İyi mi?.. Beğendiniz mi şimdi olanları?.."
"Hiç düşünmüyoruz: bu Türkeş
albay 27 Mayıs sabahı radyolarda hangi türküyü çağırıyordu?... "Nato'ya
bağlıyız, Sento'ya bağlıyız..." Yahu bizde akıl gibi bir akıl mı var?..
Nato'ya bağlısın, Sento'ya bağlısın da, senin gibi hem Nato'ya, hem Sento'ya
bağlı, üstelik de silahla değil, seçimle gelmiş bir iktidarı niye tepeliyorsun
bakalım?.. deyip yakasına sarılmıyoruz!.. Bırak, sarılmak şurada kalsın,
ardısıra geziniyoruz ki, Allah beterinden esirgesin!.. . (1)
Kemal Tahir'le birlikte, üç buçuk
saat hep aynı konuyu konuştuk. Değişik açılardan yapılmış eleştiriler hep Kemal
Tahir'den geldi. Kemal'e göre, "Alpaslan Türkeş, kendi başına böyle bir
kararı veremez." Besbelli ki, Komitede böyle düşünenler var... Böyle (1)
Kemal Tahir'in o günlerde yaptığı bu konuşmalar, belki kırk yılsonra bugün
doğal görülecektir. Bu fikirleri, 27 Mayıs'ın ikinci haftasında söylemeğe
başlayan Kemal Tahir'in, ne türlü etkilerden kolayca sıyrıldığını anlatabilmek
için, 27 Mayıs'ı yapanların içinde yaşamış yazar Bedii Faik'in 1967 yılında
yayınladığı anılarındaki şu cümleleri, "İhtilalciler Arasında Bir
Gazeteci" adlı kitabının 36'ıncı sayfasından aktarıyorum:
"Onlar söyledikçe,
gönderdikçe (yâni 27 Mayısçılar) biz yazıyor, biz yazdıkça da onlar söylüyorlardı.
Bugün ihtimal: "İnanmasaydı nız!" demek, çok kimseye kolay gelir. O
günleri anlayabilmek için, sadece yaşamış olmak yetmez; onlardan öncesini de
bizler gibi yaşamış olmalı."
Bu sözlere karşı şunu söylemekle
yetineceğim: Kemal Tahir: "o günlerin öncesi"ni de sayın yazar gibi
tedirgin yaşamış, hazırlanmış valizi kapının yanında, tutuklanıp cezaevine
götürülmesini haftalarca beklemişti...
"Derleyen"
düşünmeyenler olduğunu da
İsmet'in ve Sabahattin'in sınıf arkadaşı olan komite üyelerinden biliyoruz.
"Öyleyse, bölündü komite demektir" diye yorumunu ta mamladı.
"Komite bölünmüşse, Alpaslan
albay belki planını yürütemez. Ama biz buna bağlanacak değiliz. Devletin
arkaladığı resmi derneklerle eğitime koşulmak, aslında bahane.. Gitmek
istemiyorlar!. .. Bir yandan, partilerin ocakbucaklarını kapatıyorlar, bir
yandan köylere kadar uzanan devlete dayalı kendi ocakbucaklarını açmaya
hevesleniyorlar... Kimseye yutturamazlar bunu...Böyle bir işe koşulmak da
kimseye kalmamış... Millî Birlik Ko mitçsi bu işe bulaşırsa üfürükle dağılır
gider alimallah.. İsmet Paşa'nın sabrını tüketmesinler!..."
Kemal Tahir'in çözümü güç
yanlarından biri de, İsmet Paşa tutkusudur. İsmet Paşa'nın Başbakanlığı sırasında
1 7 yıl ceza giymiş, bunun on üç yılını Çorum, Malatya, Çankırı, Kırşehir
damlarında yatmış olduğu halde, başkaları gibi ne devlete küsmüş, ne İsmet
Paşa'ya öfkelenmişti. Tersine İsmet Paşa'nın yaman bir devlet adamı olduğuna
inanırdı. Önemli bir olay oldu mu Kemal Tahir hemen sorardı: "İsmet Paşa
ne diyor bakalım?... " Onun söylediğinde Kemal Tahir'e göre, daima bir
devlet kerameti vardı!
Damarına basmak için yüklendim:
Hani senin İsmet Paşan, Kemal?.. Sabrı ne za
man tükenecek ki?... Adamlar hükümeti ve Meclis çoğunluğunu Harbiyeye
kaptırıyorlar, İsmet Paşa susuyor!.. Tabutluklardan çıkan Türkeş "önce
okutup imtihan edeceğim, sonra seçimler olacak" diyor, İsmet Paşa yine
susuyor!... Ne zaman sabrı tükenecek bu mübarek Paşa'nın?... Mısır'ın Sfenksi
dile gelecek, İsmet Paşa gelmeyecek!..
Kemal Tahir tasarladığım gibi
hemen Paşa'yı arkaladı:
" Dur hele! ... Sana ne
göründü de böyle konuşuyorsun bakalım?.. Bu sıra İsmet Paşa'nın susması mı
önemli, yoksa konuşması mı?.. Konuştu mu, Paşa'nın ne düşündüğünü, olayı nasıl
yorumladığını şıp diye anlarsın... Ya susarsa?.. arkadaş... ya susarsa
n'aparsın?... Başlamaz mı karnın ağrımaya?^ ) "Bu devlet tilkisi neyin peşinde
bakalım, "diye dönenmez misin? .. İsmet Paşa neyi bilir, neyi bilmez,
tartışılır ama, lafın sırasını bilir! .. Neden vazgeçer, neden vazgeçmez bilmem
ama, dev let'ten vazgeçmediğini adım gibi bilirim. (Sonra bana döndü) Sen İsmet
Paşa'nın ardı sıra ne arıyorsun hele!?.. Menderes'in ebcedini bitamam aklına
sindirdin de İsmet Paşa'dan ""Kurt Kur"anı" hatmine mi
çökecek sın !...' 1
Kemal Tahir'in sözleri, hepimizin
kahkahalarıyla noktalandı.
MARKSİZM'İN BIRAKTIĞI AÇIK
KAPILAR
4 Temmuz 1960
Bugün, sabahtan gecenin ilerlemiş
saatlerine dek Kemal'le beraberdik. Koca gün ve gece, konuşuldu. O kadar ki,
Kemal öğle uykusundan bile vazgeçti; uyku yerine bezik oynadık.Yorgunum. Başım
fikirlerle, sohbet lezzetleriyle uğulduyor. Çeşitli konular dökül
dü önümüze. Her birinin başka
değeri, güzelliği, özelliği vardı. Ama Marksizm üzerine yaptığımız sohbeti ana
çizgileriyle yazmadan kesinlikle uyumayacağım.
" Ne kadar da çok Marksist
varmış bu memlekette de haberimiz yokmuş!.. Kime rastlasan, kiminle iki kalem
konuşsan, 'Ben de Marksistim' diye dikiliveriyor karşına.. Ne de çabuk
türediler mübarekler! Yarın hava ters dönse, bunlar çabuk türedikleri gibi,
çabukça da si liniverirler... "
"Herifin aklı fikri çalıp
çırpmakta, gözü başkasının lokmasında, eli başkasının cebinde; sonra lafa
gelince Marksist! ... Marksizm, fikir olmaktan önce Ahlaktır, ahlak!.. .
Bencilliğini yenmeden, yalan söylemeyi bırakmadan, ruh ve fikir disiplinine
girmeden Marksist mi olunurmuş!.. Ondan sonra okuma, ondan sonra teori, ondan
sonra eylem!.. Marksizmin zor yanı, teorisini bellemek değil, ahlakına sahip
çıkmaktır. Hem rezillikle Mak yavel'e taş çıkartacaksın, hem Marksist
olacaksın; yağma yok!.. Namussuz bir yoldan, hiç bir namuslu yere erişe
lebilemez. Bir kadın için ev bark kurmanın yolu , kerhaneden geçmez! Bir
Marksist de, 'süreci kısıltmanın yolu nereden geçiyorsa, orada olacaksın.'
diyemez. Marx, hiç bir zaman böyle rezilliği önermedi."
Bu sözleri, bir gün önce
kendisiyle konuşan M.Ali Aybar'ın ileri sürdüğü bazı fikirlere karşı
söylediğini sanıyorum. Çünkü dönüp dolaşıp 'eylemin namusu' noktasına geliyor
ve durmadan bu cümlenin altını çiziyordu. Aybar, bir parti kurmayı
tasarlıyormuş... Dün bir ara görüşmüşler. Aralarında neler geçmiş, sormadım,
bilmiyorum ama, anlaşamadıkları ortada... Çünkü durmadan dönüp dolaşıp eyleme
namuslu yoldan gidilebileceğini yineliyor. Sonunda, Marsizmin eleştirisine
geçti:
" Marx öleli seksen yıl
olmuş.. Bugün tartıştığımız fikirlerini ortaya atalı, belki yüz yıl!... Seksen
yıl, yüz yıl toplum hayatı için de, fikirlerin sağlığı için de önemli bir
zaman.. Hatta bir yılda öyle şeyler oluyor ki, ölümsüz gibi görünen fikirler
yıkılıyor, en azından bir budama geçiriyor... Yüz yıl sonra elbette Marx'ın ne
dediğine bir kez daha dönüp bakacağım.. Oysa böyle söyledin mi, seni dinden
çıkmış sayıyorlar! Vay zındık! ..."
"Düşünmezler ki, seksen yıl
önce, yüz yıl önce Darvin'in Tekamül Nazariyesi, bilim pazarında İngiliz lirası
gibi geçiyordu. Ama bugün bilimin rafında bile değil!... Maddenin en küçük
ünitesinin atom olduğu ve bunun parçalanarak bölünemeyeceği düşüncesi, kimsenin
kuşkusunu bile çekmiyordu. Ama bugün?!... Bir Einstein geliyor, yalnız fizik
kanunlarını değil, fizik laboratuvarları nı altüst ediyor. Newton'un
kanunlarını beş paralık ediyor. Bizmi bugün daha çok şey biliyoruz, yoksa yüz
yıl önce Marx mı?.. Elbette biz!.. Elbette daha çok bildiğimiz, bilmek zorunda
da olduğumuz için, her şeyi bir daha gözden geçireceğiz. Ne gitmiş, ne kalmış,
görüp anlayacağız..."
"Bizim Marksistlerimiz hoş Marksist demekle kendilerine haksızlık
ediyorum ya, artık her neyse gözlerini Sovyetlere dikmişler, maymun gibi oradakileri
taklit ediyorlar. Sovyetler kerhane işletmeğe kalksa, bizimkiler karılarını da
sermaye yerleştirip bu işe bulaşacaklar! Sovyetlere, bel bel, maymun gibi
baktıklarından, orada ne olup bittiğini de gördükleri yok... Marx, 'İşçi sınıfı
bir taraftan Burjuva sınıfını alaşağı edip bu sınıfı ortadan kaldırırken, bir
yandan da kendi sınıfını dağıtacak ve böylece sınıfsız bir topluma
ulaşılacak"' dediği halde Sovyetlerin, Burjuva sınıfının kaldırıldığını,
fakat onun
yerine teknokratların yepyeni bir
sınıf oluşturduklarını, işçi sınıfının da dağılmak şöyle dursun perçinlendiğini
fark etmiyorlar, bunun üstünde bir dakika bile düşünmek ihtiyacını
duymuyorlar.. O zaman nasıl olacak bu?.. Hem, maymun gibi gördüklerini kopye
edeceksin, hem, kafam eskir diye düşünmeyeceksin, yağma mı var!. .. Adamın başı
derde bulaşır ki, en hafifi, akla ziyan getir mecesıne ! ... ' 1
"'Biz bu Marksizmi kafamızı
süslemek için mi belledik, yoksa memleketimize insanca bir yönetim getirmek
için mi okuyup öğrendik?... Eğer memleketimiz insanı, şu Anadolu insanı içinse gözünü seveyim içinde biz de varız, sağına,
soluna iyice bakmamız gerekir. Sadece Marksizmin mi sağına soluna iyice
bakacağız?... Hayır !.. Memleketimizin de sağına soluna iyice bakacağız....
Anadolu insanı nasıl bir insandır? Yapısı nedir?.. Yüz elli yıldan beri devleti
ve aydını Batıcılığa koşulmuşken, halkı neden Batıcılığa direnir?... Anadolu
köylerinin kapalı ekonomi ile direnişe geçmesi, bazılarının söyledikleri gibi,
yolsuzluktan, ekonomik hareket imkansızlığından mı, yoksa, devlet ve aydınla mutabık olmadığı için
onlarla olan köprülerini atıp direnişe geçmek kararından mı?... Doğu dinlerinin
yarattığı altrüist ahlakın nasıl bir insan türü ortaya koyduğu, Batının egoist
ahlakiyle bu noktada nasıl bir çatışma içinde bulunduğu iyice araştırılıp su
yüzüne çıkarılmadıkça, değil Türkiye'de rejim tazelemek, abdest tazelemek bile
mümkün değildir! Binlerce yıllık birikimimizi bilmeden, nereye gidiyoruz,
arkadaş?.. İşte şu, bazı şeylerin konuşulur hale geldiği dönemde, bundan
yararlanıp, ülkemizin ve insanlarımızın yapısını iyicene öğreneceğiz, ondan
sonra Marksizm, ondan sonra eylem!... 'Sosyalist Parti' adıyle bir komüni zan
parti kurmayı tasarlıyorlar.... Kursunlar, görsünler!. ..
Kendi partilerine kendilerinden
başka oy verecek adam bulabilecekler mi bakalun!... 'İşçi sınıfı bizimle'
diyor! İşçi sınıfı ha, hem de "sınıf!... " Burjuva sınıfınız var da,
bir de karşısında işçi sınıfımız oluşmuş!.. Aferin!. .. Bu ayıp onlara yeter
ya, onlar farkında değil!.. Yahu, hiç işçi sınıfı olsa, daha on yıl önce bizim
Dr. Rebii (Barkın) ile Sabahattin (Selek) Halk Partisi parasıyle sendika kurmak
için işçilerin peşinde yalvaryakar dolaşırlar mıydı?... 0)
"Hiç işçi sınıfı olsa,
işçiler, 'sana grev hakkı, toplusözleşme hakkı vereceğim' diyen Halk Partisi'ni
bırakıp da 'Grev hakkı huzuru bozar' diyen Demokrat Parti'yi destekler
miydi?..."
"Bunlar, nerede yaşıyor
allasen!... Haşim'in dediği gibi: "Yarı yoldan ziyade maha yakın"
mı?... Hani, Yörü ğün denize yürüyüvermesi gibi, bunlar, aklı, bana zararı dokunur hesabı bir kenara koyup da mı gitmişler?..."
Koca gün bunları konuştuktan
sonra, akşam yemeğinde havadan sudan konuşuyorduk, kafamda bir soru vardı,
sordum:
27 Mayıs, sence, tarihin gelişim süreci içinde
hangi bülümü düğümlüyor?...
Durdu, düşündü; uzun uzun yüzüme
baktıktan sonra:
Nereden çıktı bu soru arkadaş?.. Bu, can
alacak bir soru!.. Şaşkınlığımıza bak ki, bunu ben de kendime sormamışım!...
Şimdi düşünüyorum: ister olumlu yanından
(1) CHP Genel Sekreterliği 1947
yılında Milletvekillerinden Dr.Re bii Barkın'ı İstanbul'da işçilere sendika
örgütlemekle görevlendirmiş, O da, yanına Sabahattin. Selek'i alarak bu işi
başarmaya çalışmıştır.
bir gelişimi belirlesin, ister
olumsuz yandan bir ilerlemeye işaret taşı olsun: süreç, Tanzimat'tan başlıyor.
Çünkü Tanzimat, Osmanlı düzeninin tasfiyesi, Avıupa düzenini topluma
yerleştirmek girişimidir. 'Genç Osmanlılar' bu türküyü çağırırlar, Jön
Türkler'bu türküyü söyler... Yani, senin anlayacağın, 'Devlet elden gidiyor,
aman çare?' diyenler, bula bula Batılılaşmdyı çare bulmuşlar. Birinci
Meşmtiyet, ikinci Meşrutiyet, Mithat Paşa'lar, Namık Kemal'ler, Ziya Paşa'lar,
İttihatçı akıldaneleri, taa Mustafa Kemal Paşa'ya kadar, Türk okumuşu ve
aydını, kerameti Batı düzeninde gördü... Halk katılmıyordu bu görüşe... Bu
yüzden yönetenyönetilen ikilemi çı1ftı ortaya... Buna Halkaydın çatışması da
diyebilirsin... Tanzimatla başlayan süreç, hiç bir değişiklik göstermeden,
imparatorluğun batılılaşması olarak Cumhuriyete kadar geldi dayandı."
"Aslında, Cumhuriyet
döneminde de pek bir şey değişmiş değildir; bu dönemde daha azgın bir Batıcılık
yapıldı. O kadar ki, takvimimizi, ağırlık ve uzunluk ölçülerimizi bile
değiştirdik; tek batıya benzeyelim diye... Bu yüzden yöneten yönetilen
çatışması bu dönemde daha da güçlenerek sürdü. Gerçi Osmanlı Devleti'nin son
bulması, Türkiye Cumhuriyeti'nin ortaya çıkması, yanıltmıştır bazılarımızı...
Padişahın gitmesi, Padişah gücünde bir Cumhurbaşkanının gelmesi içinse,
değiştirmez hiç bir şeyi! ... Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı ülkesinin en
küçük parçası üzerine kumlmuştur. Elden çıkarılan parçalar, hangi toplum
yapısında ise, elde kalan da o yapıdadır; bir insan mozayiğidir yani...Mustafa
Kemal Atatürkümüz bu mozayiğin üstünde çalıştı, İsmet Paşa da öyle... Yönetenyönetilen
çatışması, şiddetini arttırarak bu dönemde de sürmüştür, taa 1950'ye
kadar..."
"Milletin okumuşu, aydını,
hep egemen olmuştur 1950'lere kadar Halk üzerinde. Çatışma sürmüştür ama, aydın
kesimin üstünlüğü içinde ve onun istediği biçimde... 1950 Mayısındaki seçimler,
aslında batılılaşma sürecine dokunmadığı halde, Egemenliğin el değiştirmesine
yol açtı. Aydın halk boğuşması sürüyordu
ama, taraflar, bir tahtaravalli içinde yükselip alçalarak... Ya da, öyle
görünerek diyeceğim...' '
"Aslında, 1950 çok partili
parlamenter dönem, seçim aldatmacasına, özgürlük çığırışlarına rağmen, sahici
egemenliği halka götürememiş, aydını sandalyesinden indi rememişti.
İndirememişti, diyorum; çünkü, halk örgütlenmiş değildi ki, bu haklarını bu
örgütler aracılığı ile kullanabilsin ve okumuşun elinden yakasını sıyırsın!...
Dört yılda bir yapılan seçimler, kendisine yararlı insanları seçmesine değil,
daha az zararlı insanları seçmesine yarıyordu. Bu parlamenter sistem, olsa
olsa, halkın seksen yıldır yakasından düşmeyen Aydın'ın keskin dişlerini biraz
törpülemiş oldu; bu kadarı da Anadolu insanı için ferahlıktır...' '
"İşte, Halkın, aydını
sırtından taşımaktan kurtulduğu 1950 yılı, bu sürecin düğüm noktası, yeni bir
sürecin başlangıcıdır, bence.... Aydın egemenliği zedelenmiştir! Biçimsel
Batıcılık zedelenmiştir! Eğitim arttıkça, geniş halk kitlelerinin bilinçlenmesi
ihtimali çoğalmıştır. Benim gözümde bu, yeni bir halk sürecinin başlangıcı olarak
değerlenir."
"Bugün, içinde bulunduğumuz
27 Mayıs hareketi, taa Osmanlı'dan beri sürüp gelen aydın egemenliğinin yeni
baştan kurulmak istenmesidir. F ılktan umut kesenler, aydın'a umut
bağlıyorlar.. Göreceğiz! .. Aydının bizi yöneten bugünkü temsilcilerine
bakıyorum da, içim ka
rarıyor arkadaş!... Buradan,
tutarlı bir yere varamayacağımızdan çok korkuyorum. Kim bizi tutarlı yere
getirecek bakalım: generali ardında gezdiren, komite üyesi üsteğmen Muzaffer
Efendi oğlumuz mu?... Hadi canım sende!...1 '
İNSAN KÖŞEYE SIKIŞTIRILMAZ
27 Eylül 1960
Kemal, büroya girer girmez
elindeki gazeteyi masamın üstüne attı:
Okudun mu arkadaş?..
Evet...
Neyi sorduğunu biliyordum.
Gazeteler Bayar'ın Yassıada'da intihara giriştiğini yazıyorlardı.
" Nasıl bir rezillik bu
yahu?.. Anayasada Cumhurbaşkanları vatan ihanetinden başka hiç bir şeyden sorumlu
değildir' diye yazarsın. Sonra gece yarısı basarsın Çankaya'yı, elini kolunu
bağlayıp denizlerin ortasında bir adaya atarsın!.. Adama kimbilir neler
yaparsın ki, canından bezer,'Acaba bel kayışı ile asılıp kurtulmanın yolu yok
mu?, diye olmaz işlere koşulur... Beni dehşetli ürküten bir şey var bu olayda..
Komitacılıktan yetişmiş, politikada pişmiş Bayar gibi bir adamın az buz işlerde
canına kıyması düşünülemez!.. Demek eziyet ettiler adama!... Zora koştular,
canından bezdirdiler sonunda... Maddî, manevî işkence pisliğinin tutuklulara
yapıldığının kendi nefsimden bilirim... Bize daniskasını yaptılar ama, biz
kendilerinden değildik... Daha doğrusu onlar bizi kendilerinden saymıyorlardı.
Çizgiyi geçtiğimiz için, bize karşı kendileri de çizgiyi geçmekte bir sakıncı
görmüyorlardı. Bu nedenle zulmettiler, işkence yaptılar. Ama bugün Yassıada'ya
tıkılan politikacılar, kendilerinden
birtakım insanlar... Halk Partisi
ile Demokrat Parti arasında hiç bir ciddi fark yok!... Sadece kendi aralarında
çıkar kavgası yapıyorlar... Böyle olunca, birbirlerine, amansız biçimde
saldırmayacaklardı!... Bu iş, 'Bugün bana ise, yarın sana' hikâyesidir çünkü...
Kaldı ki, sittiret ortak suçluluğu, aynı yolun yolcusu olmalarını; insan bunlar
be!... İnsan! İnsanı, canından bezdirmek ne demektir!... Candan daha önemli ne
var hayatta ki, ölüm, yaşamaktan daha aziz hâle getiriliyor zorlayarak! ...
"
Ben susuyor, önüme bakıyordum.
Birden öfkesi bende patladı:
" Sen ne susuyor, suçlu
suçlu önüne bakıyorsun?.. İşkenceye, zulme uğrayan sen, ben olsaydık, o zaman
susmaya belki hakkımız olabilirdi. Ama zulüm yapıldığını, işkence edildiğini
görüyor, biliyorsak, bizim susmaya hakkımız olamaz! .. Biz bağırmalı,
çağırmalı, bunun namussuzluk olduğunu yere göre haykırmalıyız.
Ne yapayım yâni?.. Sokağa ç^ıp bağırıp çağırayım
mı?..
" Evet, sokağa çıkıp
bağırıp, çağıracağız .. Bir adamı canından bezdirmek namussuzluğun tâ
kendisidir arkadaş, diyeceğiz!.. İşte duydukduymadık demeyin, ben bu rezilliğe
katılmıyorum, diye yeri göğü inleteceğiz! .. Yoksa, düpedüz namussuz olmayı
benimsedik gitti demektir.. "
Sustu. Hiç konuşmadan
birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Neden sonra ikimizde gülmeğe başladl..İki
mizinde sinirleri boşalmıştı anlaşılan.. Neden sonra yine o konuşmaya başladı:
"Evden buraya gelene kadar
düşündüm: Acaba Ba yar'ın kendisini öldürmeğe girişmesi haberine bunca
üzülmemin nedeni, bir zamanlar bizimde ölümü araya
cak kadar eziyet çekmiş olmamız
mı?... Acaba ben "Yavuz Zırhlısı"nda tutuklu yaşamamış, denizlerin
ortasında tek başıma yargılanmamış olsaydım, Yassıada'da da Ba yar'ın ve
arkadaşlarımın böylece yargılanmalarını benimseyebilir miydim?... Bana öyle
geliyor ki, hayır.. İnsan'ı, insanlıktan çıkaran bir yönetim, hangi mazereti,
hatta hangi meşruiyeti olursa olsun, benim karşıma almayacağım bir sistem
olamazdı. 1 1
"938'de Nâzım'la (Nâzım
Hikmet Ran) tutuklanıp Yavuz zırhlısını kaçırma meselesinde 'Erkin' gemisine
kapatılmıştık. Erkin, Marmara açıklarına zincir döküp demir atmış, çelikten bir
dağ gibi güneşin altında duruyordu. Duruşma, genişçe bir salonda yapılıyordu.
Benim suçum, kardeşim Nuri Tahir'e ve bir arkadaşına, her yerde satılan
kitapları okumak için vermemden ibaretti. Bahriyedeydiler ve hafta başı izinli
çıktıkları zaman bana geliyorlar, benim kitaplığımdan seçtikleri kitapları gemide
okumak için alıp gidiyorlar, ertesi hafta kitapları, yenileriyle
değiştiriyorlardı. Çoğu zaman, hangi kitapları aldıklarını bile bilmezdim. Ben,
okur yazarlığa sıvanmış bir delikanlı olduğum için, kitaplığımda Adsız'ın
kitapları da vardı. Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali'nin kitapları da ..11
"Derken bir gün tutuklandım.
Benimle beraber kardeşim Nuri Tahir ve onun bir iki arkadaşı da tutuklandılar.
Kardeşim, Yavuz Zırhlısında assubaydı. Beni de, Nâzım'ı da Yavuz'a götürüp kapadılar.
Küçücük bir hücrede yaşıyor, sorguya götürülüp getiriliyorduk. O zaman suçumun
kitap vermek olduğunu öğrendim! Kitap vermek suç olunca, gerisi sorulamaz...
Kaderime katlanmak zorundayım! . ..1 1
"Aylar süren bu işkenceden
sonra, duruşmalar yine Erkin gemisinin bir salonunda başladı. Erkin, bütün gün
güneşin altında kızıyor; içerisi,
bildiğin ekmek fırını gibi yanıyordu. Bizi muhakeme eden subaylar, amiraller de
salonda idiler ama, onların tepesinde vantilatörler dönüyor, buzlu sürahilerin
içinde limonataların biri gidip biri geliyordu. Sıcaktan, dilimiz damağımıza
öylesine yapışıyordu ki, konuşamıyorduk. Onlar da bize bir yudum su bile
vermiyorlardı. "
"Başta Nâzım olmak üzere,
ben, kardeşim ve arkadaşları bir hizada sıralanmış taburelerde oturuyorduk. İki
yanımızda da iki bahriyeli er nöbetçi olarak dikiliyordu. Savcı ve hakimler,
karşımızda yüksek bir yerde idiler.. Dehşet bir sıcak vardı. Oturduğumuz yerde
tere batmıştık. Gemideki sıcaklık, belki 45, belki 50 dereceydi... Yâni,
yaşamadığımız türde bir sıcaktan iyice bunalmıştık. Birden, benim yanımda duran
er'in, durduğu yerde, depremde tavan lâmbası gibi sallandığını fark ettim.
Besbelli, bayılmak üzereydi, düşecekti.. Nitekim arka üstü devrildi de... Hemen
yerimden fırlayıp başının yere çarpmasına engel oldum ve dizime yerleştirdim.
Birden cıyak cıyak bir ses salonu doldurdu:
Bırak
onu orda, dokunma! ..
"Baktım, bana söylüyordu.
Zavallı er'in düşüp kafa sını parçalamasına engel olmuştum; ama savcı, benim
ona yardım etmemi bile hoş görmüyordu. Hiç oralı olmadım. Yanıma bir arkadaşı
gelince, er'i, ona teslim ettim ve yerime oturdum. Oturmadan, Savcı ile gözgöze
geldik. Hayır, 'gözgöze' demek yanlış bir iş.. Çünkü sav cınınkiler göz değil,
iki leş böceği gibiydi... Kendisine yüksek sesle,
Ne
bağırıyorsunuz? dedim, onu bu hale koyan ben değilim, sizsiniz!. ."
"Bu söz suçsa, benim tek
suçum budur!. Bir insanın öz kardeşine kitaplığını açması elbette suç olamazdı.
Sonunda hüküm okundu: 'Tan
gazetesi yazı işleri müdürü Kemal Tabir, kitaplar vasıtasıyla fikri telkinlerde
bulunduğu ve bu suretle maznunun, Asker'i, isyana teşvik suçunu işlediğine tam
vicdani kanaat basıl edilmiştir. İstihsal edilmek istenen neticenin vebameti,
takdiri şiddet sebebi addiyle, takdiren on altı yıl müddetle ağır bapis
cezasıyla cezalandırılmasına ve bidemâtı ammeden müebbeden
mabrumiyetine.."
"işte bu karar, bir zulüm
belgesidir. Fakat bu karar, beraat kararı da olabilirdi. O zaman da içeriği
değişmezdi kararın... Çünkü yargı biçimi, kararın meşruiyetini yok etmiştir.
Hem davaya başlarken 'duruşmanın ber kese açık olduğunu' söyleyeceksin, hem de
kimsenin yanından bile geçemeyeceği bir zırhlıda veya ıssız bir adada
duruşmaları sürdüreceksin, bu, olası değildir.. Kararı doğrudan doğruya etkiler
ve içeriğini değiştirir...11
"Ben, Bayar'ın Başvekilliği
sırasında, ispatlanabilir hiç bir suçum olmadığı halde on altı yıla mahkûm oldum.
On üç yıl yattıktan sonra, yine onun Cumhurbaşkanlığı sırasında çıkarılan bir
af kanunu ile özgürlüğüme kavuştum. Yine onun Cumhurbaşkanlığı sırasında ve
kendi düzenlerine sahip çıkamadıkları için bir devlet rezilliği haline dönüşen
6/7 Eylül olayları sırasında, taksiratım olmadan aylarca Selimiye Kışlası'nda
mahpus yattım. Eğer, Bayar'ın Çankaya'dan alınışı bir gün gecikse ve hükümet
darbesi başarıya uğramasaydı, ertesi gün yeniden hapse girecektim ve kimbilir,
kaç ay, ya da yıl damlarda çürüyecektim.. Ama görüyorsun ki, ben bunların
etkisi altında düşünüyorum. Bir insanın canından bezdirilmesini, namussuzluğun
en büyüğü sayıyorum. Benim dünyaya ve insana bakışım bu!.."
"Az önce de söylemek
istiyordum, laf karıştı; beni dehşete düşüren bir başka gözlemim var: hani
derler
ya, 'Türk Milleti, düşenden
yanadır, ya da Türk Milleti zayıftan yanadır, merhametlidir." gibi...
Gözlemlerim, fert olarak toplumun düşenden yana olmadığı sonucuna götürüyor
beni! .. Niçin mi diyeceksin, anlatayım..."
"Gemide ayrı ayrı kamaralara
kapalıydık. Kapımızda nöbetçi vardı ve yemeğimizi veriyorlar, konuşmuyorlar,
çekilip gidiyorlardı. Kardeşim Nuri Tahir, bu erlerin komutanıydı. Astına çok
anlayışlı davranmış, bütün sorunlarına koşmuştur. Kendisi de hapisti. Bu, her
dertlerine koştuğu neferler, bana da ona da âdeta düşmanca davranıyorlar ve
kibirlenerek bizi üzecek bir şey yapmayı marifet sayıyorlardı.11
"Osmanlı Padişahı Genç
Osman'ın başına geleni biliyorsun: Yeniçeriler, Yedikule zindanlarında
paraladılar zavallıyı... Paralanıncaya kadar gördüğü işkence ve haysiyetsizlik
de cabası!... Abdülaziz de tahttan indirilip Topkapı Sarayı'nda üçüncü Selim'in
öldürüldüğü odada son saatlerini yaşarken, iç bahçede dolaşan askerler, Padişahla
açıktan açığa alay ediyorlar ve böylece, 'Düşenin dostu olmaz"' atasözüne
hak verdiriyorlardı. Abdülha mid'in başına gelen de bundan başkası değil...
Demokrat Parti Meclis üyelerine ve hükümet üyelerine askerlerin nasıl bir
hınçla davrandıklarını gözümüzle görmekteyiz."
"Bu ne demek acaba?.. Sakın
sadizm, bizim mizacımıza işlemiş olmasın?..."
ÇENEBAZ OSMAN EFENDİ
28 Ekim 1960
Büyük güncel olaylar patladı son
bir ayda... Üniversitelerden 147 profesör, doçent, asistan bir kalem
de çıkarıldı. Suçlama ağır:
bunlar, tembel, yeteneksiz, reform düşmanı kişiler deniyor. Ama kulaktan kulağa
fısıldananlar daha da korkunç; öğrencileriyle çeşitli ilişkiler kurdukları,
bazılarının homoseksüel olduğu söyleniyor! Rektör Sıddık Sami Onar, komitenin
bu kararı üzerine, Rektörlükten istifa etti. Ardından Ankara Üniversitesi'nden
de Suut Kemal Yetkin Rektörlükten aynı nedenden ayrıldı.
Bu tasfiyeyi M.B.K.'den Muzaffer
Özdağ hazırlamış, diyorlar.. Bu gencin adı pek çok yerde geçiyor. Komitenin bu
en genç üyesi, 'Üniversiteden geçtik, Babıâli'den de geçeceğiz' diyormuş; 'daha
nerelerden geçeceğiz!' Toplum, politik çalkantılar içinde... Kamuoyunda
tedirginlik var..
Doğu Anadolu ayrı tedirgin;
buradaki şeyh ve ağaların nüfuzlarını kırmak için M.B.K., bir kanun çıkardı.
Hükümet gerekirse dilediğini memleketinden sürüp çıkaracak ve devlet de
kendisine iş vermeyecek!...
İşte bu olayların çalkantısı
içindeyken, Millî Birlik Komitesinden 14 üyenin sınırdışı edilmesi, ortalığı
iyice karıştırdı. Komitede kalanlar, bütün günahları gidenlerin sırtına
yüklediler. Seçimlerin yapılıp yönetimin sivillere bırakılmasına karşı
çıkanlar, bunlarmış!... Doğu Anadolu ağalarını ve şeyhlerini tedirgin eden
kanunu çıkaranlar, bunlarmış!... Demokrat Parti ile ilişiği olan on binlerce
insanı tutuklayıp aylarca sorgusuz sorumsuz yatıranlar da bunlarmış! ... Ülkü
Ocaklarını kurup halkı eğitimden geçirmeğe heveslenenler yine bunlar!.. Hangi
taşı kaldırsanız, komitenin bu on dört üyesi çıkıyor altından!...
Bunları, Balmumcu'dan yeni çıkmış
dostum Hayri
Terzioğlu ile büromda görüşürken,
ilkin Tahir Alangu geldi, ardından Kemal Tahir'le Bahri Bey... Öğle yemeği
sırasıydı, Bahri Beyin arabasıyla Bebek'te To ma'ya gittik.
Kemal'in bulunduğu topluluklara
Alangu da katılınca, sohbet renklenir. Nitekim de öyle oldu. Hikâyeler,
takılmalar arasında akıp gitti saatler... Kemal'den şu notları deftere
geçebilirim:
" Şu bir ay içinde olup
bitenlere bakıyorum da, sahiden dünyanın tersine döndüğüne inanasım geliyor. Şu
M.B.K.'nın bölünmesi nasıl bir akla zarar iş!... Kalanlar diyorlar ki, 'Bu
paketleyip yurt dışına çıkarttıklarımız var ya, işte bu arkadaşlarımız birtakım
şeyler yapmak istiyorlar ve iktidardan ayrılmamanın yollarını arıyorlardı. Biz,
demokrasiden yanayız. İktidarı sivillere vereceğiz; yani biz, bir şey yapmak
istemiyoruz! Bu arkadaşlarımızı, memleketin selâmeti için yurt dışına
çıkardık."
"Bu lafı duyuncu size dehşet
elvermiyor mu?.. Komitenin içinde bir şeyler yapmak isteyenler var; hiç bir şey
yapmak istemeyenler var!.. Normalde ne olması gerekir? .. Bir şey yapmak
isteyenler, hiç bir şey yapmak istemeyenleri paketleyip postalasınlar, sonra da
yapacakları şey için kollarını sıvasınlar değil mi? Ama hayır, öyle olmuyor!...
Hiç bir şey yapmak istemeyenler bir gecede, pek çok şey yapmak isteyenleri
armut gibi toplayıp çuvallıyorlar ve çıkarıyorlar sınır dışına! .. Yahu, Kemal
Tahir buna nasıl dayansın!.. Bu ne biçim iş yapmak isteyenlerdir ki, hiç iş
yapmak istemeyeni bile gayrete getirip kendilerini memleketten kovduruyorlar!..
Ya bunlar, iş yapmaya otursalardı, memleketin hâli n'olurdu acaba? .. 1 1
"Bir de kalanlardan
ürküyorum ki, olursa bu kadar
olur; bunlar iş yapmak
istemedikleri halde iş yapmak isteyenleri birkaç saatte yemini memini bozup,
kardeşliği, arkadaşlığı bir kenara itip 14 kişiyi postalayabildikle rine göre,
ya bir şeyler yapmak hevesine düşerlerse ne olur acaba? .... Anlaşılıyor ki,
biz öteki kaltabanların hakkından nasıl olsa gelirmişiz ama, bu kalanların
üstesinden gelmek her babayiğidin kârı olmasa gerek!.. Neden dersen, bunların
aklı bizim bildiğimiz gördüğümüz akıllardan değildir.. Bir başka, komitacı
aklıdır ki, müslüman, böylesi ile boğuşmayacak!...11
Alangu, Kemal Tahir'in son
sözleri üzerine, "Çenebaz Osman Efendi" hikâyesini anlatması için
diretti ve sonunda bizim ilk kez duyduğumuz bir hikâyeyi Kemal Tahir'in o
renkli anlatımında dinledik.
" Bu bizim Alangu, on
yedinci yüzyılın Yenişehirli Osman Efendisini pek sever!.. Neden sever,
bakalım?.. Kendine benzettiğinden besbelli!.. Benzetmese, şimdi durup dururken,
ille de Osman Efendi hikâyesi gelsin, diye tutturur mu?... Besbelli bi şey
canım!..11
Alangu, kıyametleri koparıyor,
sofra kahkahadan kırılıyordu. Kemal anlatmaya başladı:
"Meselemiz eski; on yedinci
yüzyılın bir işleri... Moskof gâvuru ile tutuşmuşuz ki, arapsaçına dönmecesi
ne!.. Bir onlar bizi bastırıyor, bir biz bastırıyoruz.. Yeni şememişiz sizin anlayacağınız.
İki yanın da soluğu tükenmiş..."
"Gelgelelim, Moskof
ordusunun Paşası Romanzof, müslümanı hak edemeyince, Çariçe Katerina,
"Nedir, n'oluyor? Osmanlı'ya ne görünmüş de bizim Romanzof Paşamızın
kılıcı bir türlü kına girmez!.. Varın şunu bir öğrenip gelin..11 diye, iki
sevgilisini birden, Orlofla Ab rişkofu savaş yerine göndermiş!... Bu Katerina
Çariçenin
gözde paşaları, gelip bakmışlar
ki, Moskof ordusu Osmanlı topraklarına girmiş, taa Yerköy'e kadar uzanmış ama,
burada da çakılmış kalmış... Zorlu bir Osmanlı or dusu var karşılarında, bir
adım bile ilerleyemiyorlar.."
"Bakmışlar, bu işin sonu yok ve de
zorlatacak yanı yok. "Çıkar yol barıştır. Aman Osmanlı'ya haber
salın" demişler. Nitekim öyle olmuş.. Bizim Paşa, gâvurun amana düştüğünü görmesiyle,
İstanbul'a, kuşun kanadında haberin uçması bir olmuş... Saray sevinmiş habere..
Sağlam bir barış kurabilmek ve de savaştan zararlı çıkmamak için yaman bir
müzakereci bulup yollamış Yerköy'e: Çenebaz Yenişehirli Osman Efendi.."
"Bu Yenişehirli Osman
Efendi, medrdesede Aristo mantığı okumuş ki bizim Alangu kaç para canım ağzından
akıl donduran laflar dökülüyor. Padişah da İstanbul'un altını üstüne
getirerekten ve gayet marifetli, nefesi güçlü bir hoca bulup ona bir muska
yazdırmaz mı! .. Musk^ı hemen bir uşakla Osman Efendi'ye gönderir ve de bunu
müzakerecilerin geçecekleri yola gömdürmesini, muskayı atlayanın aklı başından
uçacağını haber verir!..."
"Yenişehirli Osman Efendi,
zaten çene gücüne bel bağlayıp elde avuçta durmuyor, bir de muska erişince,
'Şimdi keferinin hakkından geldim' deyip yüreğini az biraz serinletip ertesi
sabah barış masasına oturmuş...' '
" .. derken, Orlofla
Abrişkof muskanın üstünden atlayıp barış görüşmeleri için gelmezler mi?.. Osman
Efendi düşünmüş: 'Bunlar muskayı geçti, akıl da bunlardan geçti demektir. Ne
kaldı, geride?.. Hırsı kalmıştır gâvurun, para hırsı! .. Sarı liralarla hırsını
da doyurdum mu, canını aldım gitti ben bu keferelerin!.."
Osman Efendi büyü ve çene gücüne
yaslanıp açar konuşmayı:
Şu Kırım meselesini görüşelim!?...
Ruslar, birbirlerinin yüzlerine
bakarlar: 'Ne diyor bu efendi' diye.. Sonra Osman Efendi'nin yüzüne bakıp sırıtırlar...
Besbelli bu efendi çok şakacı!.. Kırım meselesi çoktan sarılıp dürülmüş,
yeniden konuşulacak yanı yok.. Az biraz gülerler, az biraz hafiften öksürürler;
fakat gelgelelim bizim Osman Efendi, 'Kırım' diyor da ağzından başka söz
çıkmıyor... ' Şu Kırım meselesini canım, şunu bir görüşüp savuşturalım da
gerisi kolay bir iş.' deyip, bir sağ elini sağındaki altın torbasına, bir sol
elini, solundaki altın torbasına sokup sarı liraları durmadan
şakırdatıyor..?"
Ruslar: 'Her halde bu efendi
bugün hasta, yarın iyileşir inşallah, konuşmayı erteleyelim.' diyorlar,
erteliyorlar ama, ertesi sabah Osman Efendi'nin yine ilk sözü: 'Aman şu Kırım
meselesini bir savuşturalım, gerisi kolay...' oluyor ! Bir gün, iki gün, üç
gün; Ruslar bakıyorlar ki burdan bir yere çıkılmaz.. Çariçenin sevgilileri
OrloEla Abrişkof Moskova'ya dönüyorlar, Romanzof da ordularının başına geçiyor.
Osman Efendi saraya yazıyor: 'Her
şey tasarladığım gibi oldu. Çariçenin iki sevgilisi, Orlof'la Abrişkof'un
akılları başlarında olmayıp, Moskova yolundadırlar. Ro manzof'a gelince, onun
da geçeceği yola muskayı gömdüğümüzden, mecnun olup avareleşeceğinden şek kalmamıştır.."
Romanzof büyüyü atlayıp Osmanlı
cephesini yarıyor, tâ Kaynarca'ya kadar da dayanıyor... Biz bu Osman Efendi
yüzünden, Kaynarca Anlaşması'nı imzalamak zorunda kaldık..."
"Sonradan anılarını yazan
Rus Başkomutanı Roman
zof, Yenişehirli Osman Efendi
için şöyle söylüyor:
Bu efendi, delidir, desek, edepten dışarı!..
Ancak, şöyle deriz: Bunun aklı var, var ama, bu akıl, bizim bildiğimiz,
gördüğümüz akıllardan değildir!"
Alangu'nun kocaman sesi masadan
denize döküldü:
Bu
mu senin Osmanlı diye yere göğe sığdırama dığın!.. Bırak Kemal, bırak!.. Bu
senin Osmanlı'da iş yok!..
Kemal Tahir gülümseyerek kaşının
altından baktı:
" O Allah'ın bir işi Alangu,
senin aklın ona ner den ersin?.. Beş tane Osman Gazi gönderse peş peşe, dünya
yetmeyecek Osmanlı'ya.. Her yüzyılda yeni bir dünya gerek o zaman.. Arada bir
Osman Efendi gönderiyor ki, Osmanlı'yı dünya idare etsin!...
Kemal Tahir'li hafif ve güzel bir
gün geçirdik..
KEMALL TAHİR'İN ÖFKESİ
. 21 Şubat 1961
Dün, Alangu geldi. Kemal Tahir,
Fethi Naci için ağır bir yazı yazmış, yayınlanmasına engel olmamı istiyor.
Özetle dedi ki:
I
Kemal
Tahir romancıdır. Romancı demek, eleştirmenlerle iyi geçinmek demektir. Bana
sövüp saymasına bakma; onun dostuyum, ben de ona sövüp sayarım! Ama Fethi Naci
öyle değil.. Benim gibi hoş görmesini bilmez, düşman olur. Etkiler okuyucuyu..
Peki,
ben ne yapayım?..
Sen
git, her zamanki gibi ahbaplık et.. Konuyu
benimle tartıştığı için, her
halde sana da açar.. Sen o zaman cevap vermesine karşı çıkarsın, ikimizin
birleştiği bir konuda Kemal, direnecek kadar budala değil dir. Göndermez DOST'a
mektubu.
Pek
aklım kesmedi ya 'Alangu, deneyeceğim.. Sen de hep karmaşık işleri bana
getirirsin!..
Neresi
karmaşık, lokum, lokum!..
Kıs kıs gülüyordu. Alangu'nun
bana karşı o büyük dostluk davranışı olmasaydı, bu işlere sokulmayacağım ama,
ne çare, Alangu'ya boynum bükük!..
•
Kemal'e telefon edip akşam yemeğine
gittim. Se miha Hanım (eşi) mutfakta yemek ile uğraşıyor, biz de ordan hurdan
konuşuyoruz. Birden sordu:
Bu
ayın DOST'unu gördün mü?..
Gördüm.
Fethi
Naci'nin bir yazısı var, okudun mu?..
Ayrı
bir yazısı gözüme çarpmadı. Kitaplar için yazdığı yazı var. Senden de söz
ediyor...
Tamam,
ben de senden onu soruyorum..
Neresini
soruyorsun o yazının?....
Dikkatle yüzüme baktı. Şaka yapıp
yapmadığımı anlamaya çalışıyordu. Yüzümden bir şey çıkaramayın ca:
Yahu,
sen üç dört ay önce benim "Yeni Ufuklar" dergisinde çıkan yazımı
okumadın mı?... İşte o yazıya karşılık yazıyor o pislikleri Fethi Naci!..
Kusura
bakma ama Kemal seni anlamakta güçlük çekiyorum. Aleyhinde dünya kadar yazı
yazıldı, hepsine omuz silkip geçtin, Fethi Naci'nin bir kaç satırına
tutunmuşsun!...
" Haa, bak bunu iyi dedin,
arkadaş!.. Ben her yazıya kızmam, aldırmam ama böylesine sabrım yoktur.
Görmüyor musun yahu, adam beni açıkça tehdit ediyor, şantaj yapıyor bana!..
Yediği naneye bak sen edepsizin!.. Aynı dergide iki yıl önce, "Esir Şehrin
İnsanlar/ kitabımın yayınlanması sırasında "Kemal Tahir büyük sarsıntılar,
benzeri görülmemiş savaşlar çağının, yirminci yüzyılın yazarı!.. Kitabın sonuna
doğru zaferi duymağa başlıyoruz." diye yazıyordu; şimdi utanmadan kalkmış:
"Kemal Tahir'in romanlarını yeniden bir okumak gerek, diyorum." diye
bana uzaktan parmağını sallıyor. Niçin diyor bana bunu?..Toprak dağıtımına
karşı çıktığım, daha doğrusu toprak reformu işini, bu kaltabanlar gibi anlamadığım
için söylüyor....' 1
"Bak, baak!.. Görünecek de
beni hizaya getirecek!.. Romanlarım için yazdığı yazılarla ihya olmuşum da.,
şimdi onları baştan okuyup tersine yorum getirirse, perişan edermiş gibi!.. Bir
adam beğenmez, kızmam; anlamaz, hiç kızmam; sövüp sayar, dönüp bakmam bile..
Ama bir adam tehdit etmeğe , gözdağı vermeğe kalkarsa, çarparım suratına o
dakkaL. Haddini bilmemiş olmaz! .. Bilmeyene bildireceksin!.. Ne sanıyor bu
Fethi Naci beni acaba?..
Bu kerte sövüp saymalara girince,
işin ciddiyeti ortaya döküldü. Alangu'nun vakitsiz çıkış yaptığını fark ettim.
Benim de bugünlerde üstüne gitmemin âlemi yoktu... Kemal Tahir konuşmasını
sürdürdü:
'i Dün buraya Alangu geldi. ..
Fethi Naci'nin yazısına verdiğim karşılığı kendisine okuttum. Büyük bir ciddiyetle,
dikkatle okudu, bir daha okudu, bir daha okudu; sonra keramet yumurtluyormuş
gibi ne dese beğenirsin?.. 'Sen bu mektubu DOST'a gönderme!' neden gön
dermeyecekmişim?.. Fethi Naci
aleyhimde yazarmış! .. Pek umurumdaydı benim, Fethi Naci'nin, hatta Alan gu'nun
ne yazacağı? .. Bir güzel sıvadım!.. Neye uğradığını şaşırdı!.. Bir gidişi
vardı ki, görecektin!. ..."
Bir süre sustu ve yüzüme baktı:
"Gelmedi mi sana?.. Benden
zılgıtı yiyince soluğu hep sende, Asaflta alır.."
Yalan söyledim.
Hayır gelmedi..
"Gelir öyleyse, eli
kulağındadır. Al, bak, sende oku şu yazıyı... Alangu'yu ürküten ne var bunda..
Anlayana kurşun gibi ağır bir yazı ama, derli toplu, edebli.. "
(Buraya, daha iyi anlaşılsın
diye, "Yeni Ufuklar" dergisinin EkimKasım 1960 sayısında çıkan Kemal
Tahir'in, dergi sorusuna verdiği karşılıkla, bu karşılık üzerine Fethi Naci'nin
"DOST" dergisinde yazdığı yazıyı ve bu yazıya Kemal Tahir'in
hazırladığı cevabı. arka arkaya alıyorum.)
I.
("Yeni Ufuklar" (EkimKasım
1960):
" Bütün önemli memleket
meselelerimiz gibi,. topraksız köylüyü topraklandırmak meselesi de sadece
Devlet adamlarımızla, orta sınıftan gelen aydınlarımızın kaygusu olarak sürüp
gidiyor."
" 1945'den bu yana tcprak
dağıtılır. Bu dağıtılan toprakların yüzölçüsü gelip nereye dayandı?..
Kendilerine toprak dağıtılanların, dağıtılmadan önceki halleri ne idi, dağıtıldıktan
sonraki durumları ne oldu?.. Yani, toprak dağıtımından elde edileceği umulan
faydalar görüldü mü?... Görül mediyse neden?... Görüldüyse bunun yüzdesi ne
kadar?...
Memlekete Balkanlardan bunca
çiftçi, köylü geldi. Bunlar nerelere, nasıl yerleştirildiler? Kaçta kaçı
donatım, dönerser maye buldu?... Ötekiler, neden şehirlere, kasabalara göçtüler?...
Bunları bilmiyorum. Çok aradım, güvenilir rakamlara, gerçeği yansıtır bilgilere
rastlamadım. Onbeş yıldır, içine girdiğimiz çok partili devrede, altı ay
evvelsine kadar ana iktidar partisi ile ana muhalefet partisi, en uzak köylerde
ocaklar, bucaklar açtılar. Bunlar, altı ay öncesine kadar kongre yapıyorlar,
ayaklarına kadar gelen parti büyükleriyle dertleşiyorlar, delegelerini seçip
üst kademe toplantılarına yolluyorlardı. Bu uzun devrede, köylünün toprak
dağıtımı işi üzerindeki düşünceleri bir araya getirilip değerlendirildi
mi?"
Köylerden şehirlere köylü akını
var. Bunlar, toprağın dan sökülüp atılmış vatandaşlarımızmış.. Üstlerine,
çeşitli açılardan yanık ağıtlar yakılıyor. Devlet adamlarıyla aydınlar toprak
dağıtımından laf ederken, gecekondu'lara karasinekler gibi kümelenip büyük
şehrin karaborsa düzeninin kirli artıklarıyle geçinen bu köylü kalabalığı,
toprak dağıtımı meselesiyle neden hiç ilgilenmez?.. Bu lafların gerçekleşmesi,
dağıtımın hızla başlayıp sonuçlanması için, neden gövde gösterisi yapmaz, demiyorum,
bir dilekçe olsun neden vermez? Gazetelere, fıkra yazarlarına neden bir mektup
yazmazlar, demiyorum, ayaklarına kadar gelen fotoğraflı yazarlı ekiplere topraksızlıktan neden dert
yanmazlar? Sakın biz, milletçe aylaklığı zenaat edinmiş olmayalım?.. Eğer iş
böyleyse, toprak değil, her sabah ölçekle altın dağıtsalar, boştur."
"Kaldı ki tarihte, genel
olarak Reformlar, sosyoekono mik hayatın temelinde biriken, sonra yüze çıkan
isteklerin, rasyonel, gerçek güçlerin sonuçlarıdır!
Sosyal hayatın temelinde bu
birikimler yoksa, ya da
henüz güçsüzce, toprak
dağıtımları, birer bahşiş, birer sada ka olmaktan ileri geçemez."
II.
Fethi Naci, bu yazıya
"Dost" dergisinin Şubat 1961 tarihli sayısında şu satırlarla karşılık
veriyordu:
" (...) Kemal Tahir, tarihimize,
toplumsal oluşumumuzla ilgilenen bir yazar olarak bilinir; romanları da toplumu
muzdaki oluşları, değişimleri göstermeğe çalışır. Böyle olunca, bir şeyler
bekliyor kişi. Bir yandan tarih, reform, sosyoekonomik rasyonel gerçek güç,
temeldeki birikmeler gibi sözler ederken, öbür yandan toplumsal ve ekonomik bir
olguyu aylaklıkla açıklamaya kalkışması üzerine, Kemal Tahir'in romanlarını
yeniden bir okumak gerek, diyorum."
İşte Kemal Tahir bu yazıyı,
"Kolaya Kaçmayalım" başlıklı yazısı ile "Dost" ta
yanıtlıyordu.
KOLAYA KAÇMAYALIM
Fethi Naci,
"Dost"un Şubat 1961
sayısında, "Dergilerin Getirdiği" adlı yazını okudum. Biraz kolaya
kaçmış gibisin! Üzüldüm. Unutmamışsındır, tanıştığımız zaman "İnsan
Tükenmez" kitabındaki kolaya kaçmaları hiç beğenmiyordum. Konuşma.
larımızın hemen hepsinde, kolaya
kaçmayı, kaytarmaların en kötüsü sayar, ayıplardık. "Yeni Ufuklar"
dergisinin Toprak Meselesine ayırdığı EkimKasım 1960, 101102 sayısındaki iki
kısa yazı okuyunca, yeni hiç bir şeyi söylemediğini o kadar fark etmeden nasıl
çırpıştırdın?.. Bugün yalnız "Toprak dağıtmalı" demenin hiç bir şey
demek olmadığını, dünyanın da, Türkiye'nin de gerçeklerine hiç uymadığını
elbette bilirsin. Yazını bitirip yeniden okuyunca, kaçtığını
neden seçemedin? Düşündüm,
sebebini bulamadım. "Yeni Ufuklar" dergisinin sorularına karşılık
vermediğimi olsutı görmen lazımdı. Toprak dağıtımı üstünde hiç durmadığımı,
bölüştürmeyi çıkar yol saymadığımı, toprak dağıtılacak insanlarımızın
kişiliklerindeki özellikleri aradığımı nasıl olur da anlamazsın?... Ben,
"Toprak dağıtım lafı, son aylarda bu kadar ayağa düşmüşken, Anadolu'daki
toprağı yetersiz insanımız şurda kalsın, toprağından sökülüp kovulduğu söylenen
Gecekonducu vatandaşımız bile bu davaya uzaktan yakından sahip çıkmıyor.
Meselenin asıl burası önemli." demiştim. Bunun ne kadar önemli olduğunu ,
"Yeni Ufuklar" dergisinin gene o sayısındaki Bolivya toprak reformu
sonuçlarını anlatan yazı meydana koyuyordu. Bundan söz etmediğine göre, her
halde daha okumadın.
Peki sen ne diyorsun?..
"Bugüne kadar memleketimiz de 30 MİLYON DÖNÜM DAĞITILDI. Hem de senin dediğin
gibi 1945'ten bu yana değil, 1923 1959 arasında..." diyorsun. Bu ne
demek?.. Memleketimizde otuz beş yıldan beri toprak dağıtılıyor, dağıtılan
toprağın tutarı da otuz milyon dönümü buldu. Yani, bu iş epeydir, masallıktan
çıktı, artık sosyal bünyeye iyice mal oldu. Ama yetersiz.. Yetersiz olduğu için
de lafı yeniden edilir edilme, Anadolu'nun her yanından yediden yetmişe köylü
toprak istemeğe başladı. Hele toprağından sökülüp şehirlere sürülerek
gecekondulara tıkılan topraksızlar büsbütün ilgilendi." demek mi?.. Sanmam!...
Yoksa, "35 yıldır toprak
dağıtımı sürüp giderken, otuz milyon dönüm toprak dağıtılmışken, toprak
dağıtımı işini umursamayanlar, son ayların boş laflarına hiç kulak asar
mı?." diye benden yana mı çıkıyorsun?...
Olur. Çünkü kolaya kaçmanın ilk
durağı, bir yaman Osmanlı bilgini kesilmektir Osmanlı bilginlerinin en yaman
özellikleri ise, neden yana ve neye karşı olduklarını
hiç mi hiç bilmemeleridir.
"Herkesin bildiği
kelime" lafındaki rahatlık beni sahiden ürküttü. Demek bizi millet olarak
kelimelerde çoktan anlaşmış sayıyorsun!.. Bir milletin kelimeler üzerinde anlaşabilmesi,
çok, pek çok ileri konaktır. Biz, bu konaktan daha pek çok uzağız. Bunu,
Türkçenin özleştirilmesi yönünden söylemiyorum. (Son cümle için öteki
okurlardan özür dilerim.)
Sen, ilk kitabında ad olarak,
"İnsan Tükenmez" sözünü alırken de, kelimelerin anlamlarında iyice
anlaştığımıza, demek inanıyordun!.. O kitapta seni üzen yanlışların kaynağı şu
olsa gerek: "İnsan Tükenmez" sözü, ancak bütün insanlık gözönüne
alınırsa doğrudur. Yoksa kolaya kaçan kişiler, kendi kişiliklerini kolayca
tüketebilirler."
Sevgilerimle...
Kemal TAHİR
Not: Yazıda romanlarımı yeniden
okuyacağını söylüyorsun. Sen, bazı romanların tekrar tekrar okunmak için
yazıldıklarını elbette bilirsin. Kolaya kaçmayı sevmeyen Fethi Naci'ye benden
selam götür. Uyanınca unutma!...
("Dost", Mart 1961)
Yazıyı bitirdiğim zaman,
Alangu'nun telâşını hiç anlayamadım. Kemal Tahir, haksız değildi ki.. Üstelik
haklılığını öylesine ustaca, öylesine bilgili biçimde kanıtlamıştı ki, böyle
bir yazının çıkmaması haksızlık olurdu.
Fethi Naci,. Alangu'nun dostudur
desem, benim de dostum sayılırdı. Sonra yazı ile dostluğun ne ilişiği var?..Bu
yazıdan sonra Fethi Naci Kemal Tahir'e düşman olacaksa, ki, olsun varsın!..
Eski edabiyat kitaplarında, "Tecahülü ârifane"ye örnek olacak kadar,
bilip de bilmezlenen bir mektup döktürmüş Kemal..
Kemal,
harika, dedim, hemen mektubu postala, gitsin.. Bir dakika durması
yanlıştır.Hele tehdidini ters çevirip yorumlamana bayıldım!
Sende
Ankara'ya gidiş var mı bu günlerde..
Doğru,
var, var.. İki gün sonra gidiyorum. Sen ba na ver onu, Salim'e
("Dost" Dergisi sahibi Salim Şengil) elimle veririm.
III
Ben mektubu cebime koydum, Kemal
konuşmaya başladı:
Sen, benim toprak reformu denen
maskaralığın üstünde düşündüklerimi bilirsin. Bir adama değil toprak, bir kalem
vermek için bile, senin onu sahiden verdiğine inanması gerekir. İnanması için,
mülkiyet fikrinin sağlam olması zorunludur.
Mülkiyet fikri olmayan bir
insana, sen istediğin kadar, "Sana toprak vereceğim" de; bel bel
yüzüne bakar, işte o kadar... Sen bi kere kimin malını kime veriyorsun? Sonra
sen kim oluyorsun da ağanın malını başkasına verecekmişsin?.. Neyin nesisin
sen!.. Ya sonra ağa adamı n'apar?.. Eşekten düşmüşe dönmez misin?"
"Bu yeniyetme Marksistler,
ülke gerçeklerini hiç mi hiç bilmedikleri ve hele toplumumuzun, tıpatıp batı
top lumunun eşi olduğuna inandıkları için, öyle atıp tutuyorlar ki, düşman
başına... Hani Türkçede "Ben diyorum bayram haftası, o diyor mangal
tahtası" diye bir tekerleme var ya, işte bizim yeniyetme Marksistlerimizi
anlatmak için bu tekerleme bile az.. Çünkü 'bayram haftası' ile 'mangal
tahtası' arasında sıkı bir kafiye, yani hiç olmazsa, bir ses birliği
vardır!"
"Bir kere sen, neye
dayanarak toprak veriyorsun?.. Devlete dayanarak... Sen kimsin?_ İktidar olmuş
bir parti... Ya yarın ağadan yana bir parti iktidar olur da senin verdiğini
benim elimden almaya kalkarsa, n'olcak?.. Ben seni o zaman nerede bulayım!..
Sen bi başına padişah olsan, kral olsan, gücünü kendinden alsan yâni, o zaman
belki verdiğine bu halkı inandırabilirsin.. Ama hem çok partili sistemde
yaşayacaksın, hem elin toprağını alıp bana vereceksin, buna' inanmak akıl işi
değil... "
"Batı insanı, Roma
hukukundan gelen 'Mülkiyet' fikri ile bin yılı aşkın bir süre içiçe yaşamıştır.
Kilise ve Devlet, elele verip mülkiyet hakkını kutsamış, böylece mülkiyetin sağlamlığına
dayanan, tapu'nun ölümsüzlüğüne inanan bir insan türü ortaya çıkmıştır. Bu
insanların, kilisenin af beratlarını satın almaları, tapunun tartışmasız
geçerliğine inanmalarından kaynaklanmıyor mu? tl
"Doğu insanına gelince,
durum büsbütün değişiktir. Bir kere, 'Yeryüzünde ne var, ne yoksa hepsi
Allah'ın dır'O) İslâmın kutsal kitabı Kur'an, böyle söylemektedir. İslamiyetten
önceki dinlerde de bu fikir temel olarak alınmıştır. Hıristiyanlık, mülkiyeti
temelinden reddettiği gibi, ticareti de en büyük günah sayarak suçlar.. Eski İncil
metinleri bunu açıkça gösteriyor. Yüzyıllar sonra İslamiyet, orijinal bir
sosyal ünite ortaya koyarak ticareti günah olmaktan çıkarması üzerine 13üncü
yüzyılda Tomas D'aqin, İslamiyetin özel mülkiyeti meşrulaştırmasını Hıristiyanlığa
taşıyarak bir reform ortaya çıkarmış ve "Kilise Kanunlarının içine
almıştır. Yoksa İslamiyetin bu kurtarıcı fikri olmasa, Hıristiyanlık günümüze
kadar belki ortaçağ karanlığını çeşitleyerek sürükleyecekti.
Eğer Tomas D'aqin'in bu fikir
aşısı olmasa, Roma
(1) Kur'an: 41126
hukukunda kutsallaşan mülkiyet
hakkı da rafa kaldırılacaktı, belki.."
"Kitaplı dinlerin ilki olan
Yahudiliğe gelince, orada da mülkiyet hakkı yalnız Allah'ındır. O kadar ki,
yahudi dilinde özel mülkiyeti belirleyen bir kelime bile hala yoktur. Mirastan
düşen varlığa "Naşlah" derler. Özel mülkiyet için başka bir kaynak
gösterilmez.
"Böyle olunca mülkiyet fikri
nasıl doğacak? .. Hele yaşayıp yerleşecek ve Batıda olduğu gibi uğrunda dövüşülen
bir varlık haline gelecek?.. Doğuda, taşıtlı mal mülkiyeti vardır, ama taşıtsız
mal mülkiyeti hemen hiç olmamıştır. Bunu, ahlak, gelenek ve din gibi üç sağlam
müessese kurmuş ve korumuştur.
"Büyük kitaplı dinde
mülkiyetin reddi, İslamiyette sınırlı benimsenmesi, kişinin tutumunu
etkilediğinden başka, devleti de bir yerde etkilemiş gibime geliyor. Çünkü
bakıyorum; kitaplı dinlerden önce kurulan uygarlıklarda büyük sulama tesisleri
yapılıyor, su yolları açılıyor, sellere karşı barajlar kuruluyor... Bütün bu
söylediklerim, bugün yapılan kazılarda ortaya çıkmakta.. Fakat kitaplı
dinlerden sonra büyük sulama tesisleri, koruma barajları hemen hiç göze
çarpmıyor. İşte Mezopotamya denilen coğrafya parçası.. Buralara Yahudilik
yerleşmeden önce, büyük masraflarla meydana konmuş su yolları, sel barajları
var.. Bunlar zamanla harap olmuş, yıkılmış ama yenileri yapılmamış. Hem de bu
topraklar üstünde Arap İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu gibi iki uygarlık
yaşamışken.. Neden bu uygarlıklar toprağa yatırım yapmamışlar?.. Çünkü
yatırımın geri alınması uzun yıllara bağlı... Sanıyorum, 'Madem benim değil,
madem yalnız ondan faydalanma hakkı benim, öyleyse, ben faydalandığım kadar
faydalanayım, Allah
kendi topraklarını korusun' gibi
bir düşünce, devletin başındakileri bile etkisi altında tutmuş!.. Bunu
araştırmak gerekir."
Daha sonra yemeğe geçtik. masada
da aynı konu sürdü. Yemek arasında Bahri Bey geldi, bu yüzden biraz başka
konulara geçildi, fakat sonra, yine aynı yere dönüldü. Kemal anlatıyordu.
"Benim öfkemi kabartan,
bizim Marksistlerimizin, Batı'da neyin niçin yapıldığını bilmeden memleketimizde
de aynı şeylerin yapılmasını istemeğe kalkmalarıdır. 'Toprak dağıtılsın'
deniyor. Dağıtılacak olan toprak, kimin toprağıdır bir kere... Bizimkilere
sorarsan, "ağaların toprağı" derler hiç duraksamadan. Oysa bizde
toprakların büyük bölümü devlettedir. İnandıkları ideolojiye göre, devlet'de
olması gereken bir şeyi 'dağıtalım' demek, ya ideolojiden habersiz olmak, ya da
neyin niçin yapıldığını bilmemektedir."
"Batı'da toprak, soyluların
elindeydi. Soyluları zayıf düşürmek, hem Burjuva'nın, hem işçi kesiminin işine
geliyordu. İkisi ağızbirliği ettiler ve soyluların elindeki toprakları köylüye
dağıtmanın yolunu buldular. Batı toplumunun dengesi böyle kurulmuştur."
"Bize gelince, toprak madem
en büyük parçasıyle devletin elindedir, devletin topraklarını önce dağıtıp,
sonra da ellerinden alarak kolektifleştireceğine, beklersin, kendi devletini
kurduğun zaman kollektifleştirirsin, olur biter. Toprağın küçük parçalar
halinde bölünmesi, verimi düşürdüğü bilinen bir şeydir. Ayrıca topraksız
köylüye toprak vermek de yetmez, ona dönersermaye, donatım gideri de
vereceksin.. Bunun için de büyük bir fon ayırmak gerekli. Bütün bunlar en küçük
ayrıntılara kadar hesaplanıp planlanmadan, toprak dağıtımının ne faydası
olabilir?.."
"Türkiye'de bugün kim toprak
istiyor?.. Topraksız köylüden başka herkes!... Topraksız köylü niçin istemez?..
Gerçekçi olduğu için!.. Dişine vurup bu işin güçlüğünü canında denediği
için!... Büyük şehirlerin çevresinde yerleşip karaborsa, istifçilik, kaçakçılık
piyasalarının kırıntılarını toplamanın, bin kez kolay ve verimli olduğunu bildiği
için!.. Sonra, canım, bakmıyorlar mı Mısır'da, Bolivya'da olup bitenlere?..
Adamlar toprağı devletleştirdiler, parçalara böldüler, topraksız köylüler, kendi
tapularını eski sahiplerine götürüp vermişler, onların yanında yine yarıcı
olarak çalışıyorlar. İstemeyene bir şey vermek mümkün müdür?.. İsteyene bir şey
vermemek mümkün olmadığı gibi ..."
Kardeşi Nuri Tahir, Mahpusluk
arkadaşı Ali ve çoluk çocuğu geldiği için laf burada düğümlendi.
İMP^ARATORLU^^^ VE
OSMANLTI İMPARATOR lak’ĞU
16 Ocak 1962
Yemekte Cahit Tanyol, Asaf
Ertekin, Sabahattin Selek, Aziz Nesin vardı. Kemal'in Çınardibi'ndeki
evindeydik. Söz, günlük politikadan, Asyetik üretim biçimden döndü dolaŞtı,
Osmanlı yapısının getirdiği mesaja bağlandı. Kemal'in benim için yeni olan
sözleri, özetle şöyle:
" Yıllardır konuşuyoruz,
görüyorum ki, hala Osmanlı'yı hafife alanlarımız var. Dünyada kurulmuş imparatorluklar
en kabadayı yüzelli ikiyüz yılda
paramparça olduğu halde, Osmanlı İmparatorluğu'nun neden 600 yıl sürdüğünü hiç
düşünmüyor muyuz?.. Bütün impara
torluklardan gereken tarih
dersini almış, ve buna göre bir çekirdek model kurmuştur da ondan!.."
"İmparatorlukları ne böler,
eritir, bakalım?.. Soylu rakipler mi?.. Roma İmparatorluğu'nun parçalanması
böyle olmadı mıydı?.. Osmanlı İmparatorluğu'nda Padişahtan başka soylu yoktur:
Herkes reâya.. Ancak Padişah dilediğini reâya arasından çeker alır ve onu kendi
işinde kullanırken birtakım ayrıcalıklar kazanmasına gözyumar. Padişahın
çizgisinde kaldığı sürece, zenginliğe de kavuşur, üne de, ayrıcalığa da.. Ama
çizgiyi bir geçti mi, ya da görevinden bir uzaklaştırıldı mı; zenginliği de,
ünü de, ayrıcalığı da bitmiştir. Kellesi, Padişahın iki dudağı arasında... Bu
ortamda soylu aile yetişir mi?.. Demek Osmanlı, kurduğu imparatorluğu, soyluların
bir leşip elinden almasına ya da parçalamasına böylece kapıları kapamıştır..
"İmparatorlukları bölüp
parçalayan başka ne vardır? .. Aile mi?.. Yâni, imparator öldükten sonra,
'Yerine, sen geçeceksin, ben geçeceğim' kavgasına tutuşan oğullar mı?..
Osmanlı'nın gözüyle devlet, oğlundan da, kardeşinden de yücedir. Hiç bakmaz,
devlete zarar vereceğini sezdi mi keser, koparır kellesini... Bu neyi belirler;
Osmanlı'nın, devletin sürekliliği uğruna kendi ailesini bile feda ettiğini
değil mi?.. Bu nasıl bir devlet tutkusu, insanlık trajedisidir!"
"Başka ne götürür
imparatorlukları?.. Servet, zenginlik, maddi varlık mı? Osmanlı reâyasında ne
zengin vardır, ne zengin olmanın yolu! .. Para tutabilmek, küpü doldurabilmek
için, reâyadan çıkıp askerî sınıfa girmek gerekir; yâni yönetici kadroya
geçmek.. Reâyadan çıkıp yönetici kadroya geçtin mi, malamülke, refaha, paraya
kavuşursun ama, canın da Padişahın iki dudağından çı
kacak tek söze asılı kalır.
Yanıldın, ya da gözden düştün mü, kellen gider, paran, pulun, malın, mülkün de!
.. Böyle olunca, yönetici kadroya geçip zengin olmak elverişli ama, sürdürüp
gitmenin elvermesi yok.. Demek devlet yolundan zengin olup kalmanın da kapısı
örtük!1'
"Zengin olmanın başka yolu
ne? .. Büyük toprak sahibi olmak, ticaret yapmak. . Büyük toprak sahibi olmanın
yolları kapalı; çünkü toprak önce Allah'ın, sonra da onun adına Padişahın...
Padişah her çiftçiye, bir ailenin hak edebildiği ölçüde toprak verir. Aile
büyürse, toprak da büyür, aile küçülürse, toprak da küçülür. Dalavere ile
başkasının toprağını kapatmanın yolu yok ki, büyük toprak ağaları türesin!..
Öyleyse toprak yolu ile zengin olmanın da kapısı örtük.. Bu yol da
işlemiyor!.."
Zengin olmak için Osmanlı
insanına kalıyor ticaret.. Evet, ticarette her zaman para vardır. Ancak bu para
işi, Osmanlı töresinde, ahlâkında küçük görülen işlerdendir. Kınalızade Ali
Efendinin 1'Ahlâk" kitabına, "Ahlâkı Alâ'i"ye bakınız
göreceksiniz ki ticaret, Osmanlı ahlak ve töresinde üçüncü sınıf bir iş olarak
gösterilmiştir. Analar oğullarının beşiğini sallarken boşuna, 'Benim oğlum Paşa
olacak' demez. Çünkü 'Paşalık', devlet yönetiminin üst sırasında olmak
demektir. Devlet yönetimi de halkın gözünde birinci sınıf bir iş olunca, analar
elbette 'Benim oğlum Paşa olacak' diye kundak sarar!"
"Devlet yönetimine
koşulamayanların bazıları da, Hıristiyan reâya ile birlikte ticarete, esnaflığa
bulaşır. Zamanla bunlardan bazıları, insafsızlığı, kıyıcılığı, hırsızlığı
ölçüsünde para kazanmış, sonra da tefeciliğe vurup karun olmuştur. Ama onların
başına gelen nedir, bilir misiniz?.. Saray haber alır bu yeniyetme parababaları
nı!... Bir de bakarsınız, günün birinde bir Kethüdalık ve
rilmiştir saraydan bu
parababasına.. Bu parababası, Padişahın kâhyalığı gibi yüce bir makamı
reddedebilir mi?.. Bırak reddetmesini, bunu düşüncesinden geçirmesi bile ne
haddine!.. Elbette etek öpüp, 'bende' olurve Kethüda olarak da çıkar reâya
olmaktan, askerî sınıfa geçer; yani bütün hayatı Padişahın iki dudağı arasına
düşer.. O zaman, ticaret yolundan da zengin olmanın kapısı kapalı
demektir."
"Başka nasıl parçalanır
imparatorluklar, bakalım: Zulümle, adaletsizlikle!.. İster ekonomik, ister
sosyal ve politik olsun, adaletsizliğin devletleri de, hatta aileyi de son hesaplaşmada yıkar, öyle değil mi? ...
İşte, Osmanlı modeli, 'Adalet mülkün temelidir' demek suretiyle yalnız adalete
büyük önem verdiğini açıklamış olmaz, aynı zamanda adalet uygulamasının Devlet
görevlilerince eksiksiz yapılmasını zorunlu kılan bir yönetim formülü ortaya
kor... "
Nedir bu yönetim formülü?..
Demin, 'Askerî sınıfa girenlerin hayatı, Padişahın iki dudağı arasındadır' demedik
mi?.. Peki kim bu askerî sınıf'?.. Yönetici kadro!.. Yönetici kadrodan
Padişahın istediği tek şey nedir?.. Adalet!.. Adalet bırakılır da, zulüm ve
baskı rejimi kurulursa, bunu Padişah haber almaz mı hiç?.. Ne olur sonra?..
"
"Görüyorsunuz, Osmanlı
devlet ve yönetim düzeni, öylesine bir model oluşturmuştur ki, hem devletin sürekliliğini
sağlamak için gerekli bütün önlemleri almış bulunuyor, hem de zulüm ve baskı rejimine
gidecek kapıları, kendi bünyesinin gereği, kapamış oluyor. Bu, dünya devletine
açılan en gerçekçi penceredir."
Kemal Tahir durdu. O zamana kadar
Kemal'i sessizce ve dikkatle dinleyen sofrayı bir gürültü gezmeğe
başladı. Düşündüm, buradakiler,
iki eksiği ile Kemal Tahir'e: 'Kemal' diye seslenebilen insanların hemen hemen
tamamı idi. Aralarında bir de Tahir Alangu ile Dr. Hulusi Dosdoğru olsaydı.
Kemal'in en yakın arkadaşları eksiksiz bir araya gelmiş denebilirdi. Bu arkadaşlarının
arasında profesör vardı, genel müdür vardı, ünlü yazar vardı ve hepsi de
Kemal'i, can çınlayan bir dikkatle dinlemişlerdi. Birdenbire Sokrat ve öğrencilerini
düşündüm. Acaba onlar da Sokrat'ı, bizim Kemal Tahir'i dinlediğimiz gibi mi
dinliyorlardı?
İçimizden biri:
E, peki, sonra ne olmuş? ...
dedi.
Kemal Tahir hemen karşılık verdi:
Sonra
mı n'olmuş?... İşte, Türkiye Cumhuriyeti olmuş!...
Bir başkası:
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti değil.. dedi.
Kemal onu da karşıladı:
Elbette değil.. Olabilemez ki ..
Ben:
Kaçıyorsun
Kemal, dedim. Sabahattin'in dediği ne ben de katılıyorum. Osmanlı şöyle devlet
çekirdeği imiş, böyle kusursuzmuş, dünya devletine açılmış en gerçekçi
pencereymiş! ... Peki!.. Ama sonra n'olmuş?... Çökmemesi için alınan bütün
önlemlere rağmen nasıl çökmüş, niçin çökmüş?.. Bu açıklanmayınca, kuruluşundaki
hikmetlerin değeri küçülüyor...
Yanında oturuyordum. Kemal Tahir,
gözlüklerini çıkarıp kaşları altından bana bir süre baktı. Sonra konuyu
hafifletmek için her zaman yaptığı biçimde orta
Anadolu türkçesine kaydı:
" Bak hele! ... Allah
beterinden esirgesin, adam beni nereye sürüyor?.. Dağ başında kurda kuşa paralatacak
ki, her tüyüm bir dalda kalmacasına! .."
— Masada bir kahkaha koptu, Kemal Tahir gözlüklerini
taktı ve konuşmaya başladı:
"Batılı dediğimiz kravatlı
yamyam, insan eti yemek • ten başını aldığı bir sıra, her nasılsa nasıl,
Hıristiyan kilisesinin nas'larını, rafa kaldırmış ve onun yerine aktl bayrağını
göndere çekmiştir. Burjuva marifeti olan bu iş, kısa bir zamanda Batıya bir
üstünlük sağladı. Hıristiyanlığa dayanan Altrüist ahlak yerine, aklın piçi olan
Egoist ahlak geldi oturdu. Osmanlı devlet adamları bu olup biteni görüyorlardı.
İflas etmek üzere olan namuslu mahalle bakkalına, 'iflastan kurtulmak
istiyorsan kerhane aç' diyen namussuz gibiydi Batı, Osmanlı'nın karşısında! ..
Onurlu Osmanlı, insan eti yiyen yamyam olmayı onuruna yediremediği içiri,
benimseyemedi egoist ahlak düzenini. Ve sonunda Osmanlı, bu amansız açmazda
başına gelenin sebebini düşündükçe, "Tanrıya karşı bir kusuru olduğu'
inancına vardı."
"Biliyorsunuz, okuyanlarınız
görmüştür, Kur'anda, birçok yerlerde, bazı toplumların Tanrı buyruklarına karşı
geldikleri için cezalandırıldıkları yazılıdır. Osmanlı için Batılıya benzemek,
cezanın en büyüğü idi!. Kendisine zina önerilen namuslu bir kadının kendini
kaldırıp uçurumdan atması gibi, Osmanlı da kendisini tespihe, ibadete verdi ve
Tanrı'nın günahlarını bağışlayıp canını 'Batılı' rezilinden kurtarmasını
beyhude bekledi. Yâni, bizim anlayacağımız, bir kristalle bir taş çarpışmış,
taş kristali kırmış! ... Taş mı değerli, kristal mi, diyorum size .. Hadi,
cevap isterim!...11
KEMAL TAHİR'E GÖRE:
EYLEM NE DEMEKTİR?
Tarihsiz
Kemal Tahir'in çevresinde, zaman
zaman, yeni insanlar belirir. Bunlar birsüre çevrede kalırlar, gedikli konuklar
arasına da girerler, sonra da geldikleri gibi de çekilip giderler. Bunların
içinde üniversite çevresinden profesörler, doçentler, asistanlar, eski ve yeni
Milletvekilleri, Bakanlar, merkeze alınmış Büyükelçiler vardır. Bunlar, her
nasılsa Kemal Tahir'le tanışırlar, sohbetinin lezzetine, ya da fikirlerinin
etkinliğine bağlanırlar, çevrede sık görünürler. Bunların arasından, Kemal
Tahir'i etkileyip kendi düşüncesine çekmeyi düşünenler bile çıkmıştır.
Bugün Şaşkınbakkal'daki evine
uğradım. Kapı çoğu zaman açık dururdu; girdim, bir Büyükelçi, yüzü, alı al,
moru mor, evden çıkıyordu. Selâmlaştık. Ben yağmurluğumu portmantoya astım, o
aynı cins yağmurluğunu portmantodan alıp kapıdan çıktı. Meğer sosyalist
Büyükelçi, kendi yağmurluğunu alacağına, benim astığım yağmurluğu alıp
gitmiş!.. Onunki bana büyük geldiği gibi, benim yağmurluk da ona küçük
gelmiştir! ..Her neyse, ben yeni bir yağmurluktan oldum.
Odaya girince Kemal'i masanın
başında buldum. Başını kaldırmadan,
" Hoş geldin dedi, camdan
geçtiğini görmüştüm, bekliyordum. Bir dakika dur. Bu kitapta bir yere
bakacağım, görüşürüz..."
Koltuğa oturdum, Kemal bakacağına
baktı, konuşmaya başladık.
Senin
Sefir hazretleriyle kapıda karşılaştık. Papara yemişe benziyordu. Bir şey mi
oldu?...
Kemal, gülüyordu:
Bir
şeyin olduğu yok.. Geldi, oturdu, her zamanki gibi, konuştuk biraz.
Yok, bu kez Sefir hazretleri
hırpalanmış gibi az biraz.. Yenik düşmenin acı gülümsemesi vardı yüzünde..
Amma
yaptın ha!.. Sen hikâye yazıyorsun!.. Bir hikâye falan yazarsan, bu 'yenik
düşmenin acı gülümsemesi' deyimini kullan! ..
Bırak
şimdi, lafı gargaraya getirme... Ben Sefir'in gidişini hiç de beğenmedim. Adamın
beraberinde götürdüğü sıkıntı büyüktü.
Anlatayım, dedi, yakama böylesine
asılmasan, anlatmayacaktım..
Bir sigara yaktı, dikkatle
ağızlığına yerleştirdi, sonra anlatmaya başladı:
" Birkaç zamandır bizim
sosyalist Sefir, 'Seninle başbaşa konuşulacak bir konum var' deyip duruyordu.
Bende, 'Olur, konuşalım' diyordum, ama bir türlü buluşma gerçekleşemiyordu. Ya
benim işim çıkıyor, ya onu Ankara'ya çağırıyorlardı, her neyse.. Kısmet bu gün
müş...Dünden telefonlaştık ve kendisini sabah kahvalta sına çağırdım."
SemihaC1) kahvaltı sofrasını
hazırladı, çayı yaptı, deme oturttu ve Meldoşlara gitti(2) . Az sonra da senin
sosyalist Sefir geldi. Oturduk. Hoşbeşten sonra birden sözü Marx'a aktardı.
Marx ve Engels'in ne kadar bildiğimiz harcıhalem fikirleri varsa, bunları
özenle özetliyor ve
arada bir, bana, 'yanlış
hatırlamıyorum değil mi?..' diye sorup onaylamamı sağlıyordu. Bu bizim
sosyalist bürokrat, bir şey demek istiyor ama, bakalım nereye getirecek lafı
diyor, sabırla dinliyorum. Sonunda, adamın, 'İşte geldi veileyhi turceûn'
dediği gibi baklayı ağzından çıkardı: 'Siz Marksistseniz, çelişki
içindesiniz!"
"Ben Marksistsem! ... Kemal
Tahir Marksistse! .. Çelişki içindeymiş!.. Sonra diplomat bu adam!.. Ne demek
diplomat? İyi müzakereci, iyi konuşmacı, bilgili adam demek!.. Şu söylediği
lafa bak sen!.. Çabuk parladığımı bilirsin. Ama anamın Çerkez evinde akan sular
durur; Sıktım dişimi, adam şu çelişkiyi de anlatsın ki, duruma göre davranayım
... Nitekim anlattı.. Ben Marksistsem, eylemde olmalıymışım!.. İşte benimle
konuşmak istediği cevahir!... 1 '
"Sabrı elden çıkarmayıp,
eyleme nereden koşulmam gerektiğini de kendisinden sorup öğrenmem vardı ya,
artık o kadarına gidemedim, verdim veriştirdim!.. 'Bana bak' dedim. 'İslâmın
şartı beş, altıncısı haddini bilmektir' demişler. Marksist olmanın birinci
şartı, haddini bilmektir.
"Dehşetli şaşırdı. 'Beni
yanlış anladınız' derneğe oturdu. Hiç de yanlış anlamış değilim. O, bilgi
taslayacağı adamı yanlış seçmiş!.. İşte bu yüzden suratı biraz kar mançorman
evden çıktı. 1'
Demek eyleme çağırıyor seni sosyalist Hariciyeci?..
Acaba niçin çağırıyor? .. Senin sırtında eyleme girmek için mi, yoksa seni
sırtında eyleme götürmek için mi?..
Kemal üzgün görünüyordu.
Konuşmaya başladı:
" Yahu , aylardır burada
konuşup duruyoruz, eylem ne demek diye? .. Her şeyi öğrendik, araştırdık da,
sıra eyleme mi geldi?..
Biliyorsun, Boğaziçi Üniversitesinde konuşurken, beş on genç arka sıralara
doluştular ve konuşmanın ortasında 'Eylem, eylem!' diye bağırmaya başladılar.
Onlar, beni başlarına deynekçi olmaya çağırıyorlardı her halde.. Geçenlerde
İstanbul Üniversitesinden birkaç genç geldi vearkadaşları adına konuştuklarını
söyleyerek beni eyleme çağırdılar. Kendilerine ne dediğimi biliyorsun: 'Onlara
uygun bir yer açmaya karar verdiğim zaman kendilerine haber göndereceğim, hiç
telâş etmesinler!...' dedim."
"Beni bu kadar terbiyesiz
olmaya zorlamamalıydılar! Çünkü, eylemimdeyim ben! Mesleğimi en iyi biçimde
yapmaya çalışıyorum. Her önüme düşen sorunu, en iyi biçimde araştırmaya özen
gösteriyorum. Benim eylemim bu! .. Ben elime silahı alıp sokağa çıkacaksam,
benim işimi kim yapacak?... Hem bu çocuklar, silahla ne yapabileceklerini
umuyorlar?.. Birkaç kişiyi öldürünce, Devleti ele mi geçirmiş olacaklar?.. Kim
dürteliyor bu çocukları, kim akıl veriyor bu kızlara, oğlanlara?... Verecek
akılları olsa, hiç kendileri için kullanamazlar mıydı?..
"Silahı cebine sokmak,
silahla öldürülmeyi kabul et mek demektir. Bu gençler bunun farkında değil!..
Silah kendi ellerinde ya... Sanıyorlar ki, sadece onlar öldürecekler,
karşılarındaki insanların elleri armut toplayacak!... Yağma yok!... Tahtaya
yumruğumu vuruyorum, tahta direnmek suretiyle bana karşı koyuyor. İnsanlar
tahta değildirler üstelik... Yumruğa yumruk, silaha silahla karşılık gelir. Her
iki yandan yüzlerce insan ölür ve hiç bir şey de olmaz. Ölenler, öldükleriyle,
öldürenler cezaevlerinde çektikleriyle kalırlar. Oysa, eyleme dökülecek kadar
politize olmuş bir gençlik, çok önemli bir şeydir! Bunun boş yere harcanması,
cinayetin çok ötesinde bir suç olsa gerek!..."
"Çorum Cezaevi'ndeyken, bir
genci getirdiler dama. Çorum'un köylerindenmiş... Sevdiği kızı başkasına nişanlamışlar.
O da kızın nişanlısının yolunu beklemiş ve gece vakti taşla başını ezip
öldürmüş. Ağırcezalıların bölümüne verdiler. Hapislik güç zenaattir. Adamın
başına olmaz işler gelir. Delikanlı da yalabık bir şey... Kim akıl vermişse ya
da nasıl akıl etmişse etmiş ve azıcık efelenmeye durmuş ... Bir ses etmemişler,
iki ses etmemişler, üçüncüsünde kopuklardan biri çökmüş başına... 'Gücün yetti
de elin oğlunu gecenin karasında taşla öldürmüşsün, he mi?.. Hadi şimdi kıçını
kurtar bakalım!' Mahpus damı berbat şeydir. Olanlar duyuldu, Oğlanı birkaç gün
sonra Urfa Cezaevi'ne sürdüler..."
Ya
sen bu hikâyeyi neyin üstüne getirdin Kemal Tahir?...
Kemal Tahir kıskıs güldü:
"Şuncacık şeyi sen
bilmeyeceksin de, onu da sana Kemal Tahir mi anlatacak!. İnsan, yatkınlığı
olmayan yerde, eylemin hiç bir türlüsüne sokulmayacak! Sokuldun mu, insanın
başına gelecek şeylerin en hafifi, bizim Çorumlu oğlanın başına gelen! Gel
şimdi, lafı bırakılım da seninle bir bezik oynayalım!"
Öyle yaptık.
YORGUN SAVAŞÇI
21 Ağustos 1963
Pazar kalabalığı akşama doğru
savuşunca, Kemal'le başbaşa kaldık. Bahri Beyi bekliyoruz, akşam yemeğini
Kartal'da yiyeceğiz... Kemal sordu:
Yahu,
sende Kasap Osman için Özgün bilgiler var mı?..
Kasap
Osman da nereden çıktı?...
Kurtuluş
Savaşı ile ilgili bir roman yazmaya hazırlanıyorum. Romanın önemli bir bölümü
senin Bur sa'da geçiyor. Bekir Sami Bey, Yusuf İzzet Paşa, Kasap Osman'ın, o
yıllarda Bursa'daki durumlarını bilen insanlar gerekli bana... Var mı bunlar
hakkında sende bilgi?..
Bendeki
bilgi, yüzeysel... Derinlemesine bir araştırma istersen, düşünmeliyim...
Düşün, bir şey bulabilirsen çok
hora geçer...
Bu konuşma aramızda bir ay kadar
önce geçmişti. İş edindim, Bursa'daki dostlarımla konuştum; bir yangından
kurtulan eski notlarımı gözden geçirdim, bir sürü bilgi topladım sonunda...
Önemli belgeler vardı
topladıklarımın içinde.. "Bizim Mektep" adıyle kurulan bir özel
okulda öğretmenlik eden ve Ankara hesabına çalışan öğretmen Zehra Ba dunç'un o
yıllara ait yazıları.. Yine o yıllarda direnme örgütünde çalışmış Mümtaz Şükrü
Eğilmez'in kendi el yazısıyla anıları. Kurtuluş'tan sonra Bursa'nın ilk Belediye
Başkanı olan ve Yunanlıların Atina'ya sürgün ettikleri insanların başında
bilinen Hasan Sami Beyin kendi ağzından not ettiğim anılarını Kemal'in önüne
koydum. Çocuklar gibi sevindi:
" Yahu, bunlar nasıl bir
yazılar?... Nasıl bir işler! .. Bir eşek yükü defter alıp gelmişsin arkadaş!..
Her biri altın para ile satsan kapışılır
bir defterler...
Kemal, genellikle romanlarında kullandığı bu
Orta Anadolu dilini konuşmalarında kullanmaz. Konuşmayı bu kalıba döktü mü,
bilin ki, ya çok sevinmiştir, ya bir sözü gürültüye getirip kapatmak
istemektedir, ya anlattığı konunun ciddiyeti, dinleyenlerin üstüne fazla aban
mış, usandırıcı olmaya
başlamıştır; işte o sıralar Kemal, hemen bu Orta Anadolu dilinin ferahlatıcı
havasına gi rer...
Romanın adı ne oluyor?..
Romanın
adı... "Yorgun Savaşçı" arkadaş...
Güzel
isim... Hangi açıdan yanaşıyorsun, Kurtuluş Savaşı'na...
Böylece girdiğimiz konuyu
saatlerce konuştuk. Bu kitap üzerindeki konuşmalarını daha çok Sabahattin Se
lek'le yapıyor, ben kulak misafiri oluyordum. İlkkez karşılıklı olarak konuyu
ve mesajı ortaya koyan bir konuşmamız oldu. Özetle, sorun şu:
0 Gerek Osmanlı Tarihi içinde,
gerek Cumhuriyet Tarihi içinde "Halk Hareketi" diyebileceğimiz bir
sosyal patlamaya raslamıyoruz. Bütün hareketler, kadrolar tarafından
yapılmıştır. Hep bildiğimiz şeyler oldukları için üzerlerinde ayrı ayrı
durmuyorum. Kadrolar, bazen doğruya çatmışlar, bazen yanlışa düşmüşler..
Doğruya çattıkları zaman, ulusumuz için iyi sonuçlar ele geçmiş; yanlışa
düştükleri zaman da ulusça ziyan etmişiz. İşte Jöntürk hareketinin getirdiği
İttihat ve Terakki Cemiyeti hareketinin sonucu İttihat ve Terakki Cemiyeti
kadrosu, bütün vatanseverliğine, bütün idealist girişimlerine rağmen, koca bir
İmparatorluğu elden çıkarmamıza sebep olmuş, işte bir Mustafa Kemal ve arkadaşlarının
oluşturduğu kadro, yeni bir devlet kurmuş! Bu iki kadroyu da kuranlar az farkla hemen hemen aynı insanlar... Birinde
devleti elden çıkarıyorlar, birinde yeni bir devlet kuruyorlar..."
"Osmanlı İmparatorluğu
döneminde kurulan bütün kadroların Hemen hepsi, saray'a karşı azınlığın örgütlenmesi
olduğu halde, Kuvayi Milliye kadrosu, daha ilk
baştan saray'a karşı olmadığını
açıkça söylemiş, tersine sarayı kurtarmak görevini üslenmesinden başka, dış
düşmana karşı olduğunu yine açıkça
belirtmiş, anti emperyalist bir kadrodur. Bu, antiemperyalist yapısını
hazırlayan , elbette rezil Mondros Mütarekesi koşullarıdır. Bu mütareke,
Osmanlı İmparatorluğunu kesin biçimde tasfiye edip Türklere Anadolu'nun
ortasında boğulmuş birkaç vilayet bırakınca, o güne kadar içte, saray'a karşı
batıcılık, özgürlük, meşrutiyetçilik üstünde oynayan kadrolar, içeride bu
istediklerini verebilecek bir saray kalmayınca, emperyalist güçlere karşı bir
kadro oluştu.
"Mustafa Kemal Paşa'nın da
içinde bulunduğu bu kadronun ileri gelenlerine bakıldığı zaman, görüyoruz ki,
Birinci Dünya Savaşı'nda yenilip İmparatorluğun yok olmasında rol oynamış
İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri ve ileri gelenleriyle, İttihatçılığa koşulmuş
ve ordu suz kalmış subaylar, Ermeni göçünün yaygın olduğu illerin ileri
gelenleri, idealist aydınlar, öğretmenler ve her çağda maceraya koşan bir takım
başı bozuklar... Bu takım için hedef, bağımsız bir devlet haline gelmek, yahut
yenisini kurmaktır. İttihatçı olupta takıma katılanlar, bir zarın şansında
kaybettikleri devleti yeniden kurabilirlerse, vicdan azabından kurtulacaklar,
ordusuz, görevsiz, işsiz kalmış subaylar, varlıklarını icra edebilecekleri bir
ordu ile ülkeyi düşmandan kurtaracaklardır. Bir virtiöz için keman ne ise, bir
subay için ordu odur. Her ikisi de sanatlarını, bu vasıtalarla icra
ederler..."
"İttihat Terakki dönemindeki
Ermeni göçü, Orta ve Doğu Anadolu'da yeni bir ortam oluşturmuştu. Erme ni'lerin
boşalttıkları bu işyerlerini ve toprakları, o bölgede oturan Kürt'ler, Laz'lar,
Çerkez'ler, Gürcü'ler bölüş müşlerdi. Sovyet Rusya kurulmuş ve bir Ermenistan
meydana çıkmıştı, küçümsenmeyecek
güçte orduları vardı ve Türkiye üzerine yürümeye hazırlanıyordu. Bu insanlar da
Kuvâyi Milliyenin efektif gücü arasındadır."
"Buna, idealist
aydınlarımızı, yiğit öğretmenlerimizi, namuslu bürokrasi takımını eklemek
gerekir. Böylece, Kuvâyi Milliye çok yönlü, ama tek hedefli bir kadro hareketidir.
Hedef, emperyalizmin haysiyetsiz saldırısını durdurmak, güçlü ve bağımsız bir
devlete kavuşmaktır."
Bazıları Kuvâyi Milliye'yi bir
halk hareketi gibi görmek ve göstermek isterler. Bütün doğuda ve Türk milletinin
tarihinde tek bir halk harçketi yoktur ki Kuvâyi Milliye, halk hareketi olsun!
.. KuVâyi Milliye, halk hareketi olsaydı, 'İstiklâl Mahkemeldri'nin kurulmasına
ne gerek vardı?.. Hele kurulduktan sonra, savaşta ölenlerden çok daha fazla
insanı ipe çekmesinin bir anlamı olabilir mi?.. Kuvâyi Milliye bir (halk
hareketi olsaydı, orduya silahsız katılan askerdenfaazla silahı ile ordudan
kaçan asker görülmez, tersine . kırık dökük, silah ve oraklarla safları
dolduran gönüllü taburları kurulurdu. Kuvâyi Milliye bir halk hareketi olsaydı,
Sakarya Savaşı, bir subay savaşı olmazdı... Kuvâyi Milliye bir halk hareketi
olsaydı, Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Mec lisi'nin karşısına dikilip savaşı
^azanabilmekliğim için, Büyük Millet Meclisi olarak meycut gücünüzü belli bir süre için bana devretmeniz gerekir,
başka türlü sorumluluk kabul edemem' demezdi.
"Bak bizim Sabahattin de
(Selek) , kitabında Kuvâyi Milliye hareketini bir halk hareketi gibi göstermek
istiyor, hem de savaşta ölenlerden çok, İstiklal Mahkemesi kararı ile asılanlar
olduğunu yazıyor. Oysa bu: 'Hem dondurmayım, hem fırından çıktım' gibi bir laf
oluyor, düpedüz."
"Biliyorsun, ben
"Anadolu İhtilâli", "Kurtuluş Savaşı1', "27 Mayıs
İhtilâli11 gibi deyimlerin karşısındayım. Anadolu İhtilâli ne demek?.. Taa 1923
yılına kadar İstanbul'da bir saray var. Hâlife var ve Hâlife resmen devlet
bütçesinden tahsisat alıyor.. Sonra bunun adı İhtilâl! .. Saray için bir tek
kurşun bile yakılmamıştır ki, bu hareketin adına ihtilâl diyelim. İhtilâl
dışarıya karşı olmaz ki, içeriye karşı olur. İçerdeki güçleri saray temsil
ediyor ve Ankara Hükümeti Saray'a karşı olmadığını pekiştire pe kiştire
söylüyor. O zaman ihtilâl, neyin nesi?...11
"Kurtuluş Savaşı"
deyimi anlamı bakımından tam oturmuş değildir.Adı üstünde...Bir kez ele
geçeceksin ki, kurtulasın!... Türkiye hiç bir zaman Batılı düşmanların eline
geçmiş değildir. Ankara'dan top sesleri işitilmiştir ama, Ankara'dan sonra da
başka Ankara'lar vardır. Ordu dağılmamış, düşman vatanın bütün parçalarına
bilfiil girmemiş, Ankara'da bir Meclis, bir Hükümet var. Bu, Osmanlı
İmparatorluğu'nun en küçük parçasında savaş sürüyor demektir. Kaldı ki Mustafa
Kemal Paşa, Milli Misak diye bir vatan parçasının sınırlarını çizmiş ve bunu
amaçladığını bütün dünyaya söylemiştir. Kendisi, Ordusunun başında savaşıp
dururken, kurtuluş savaşı nasıl yapılabilir... Bu bir savunma veya saldırı
halinde gelişen ulusal savaştır, Kurtuluş Savaşı değil! ... Çünkü Kurtuluş
Savaşı, devleti çöktürmüş, bayrağı müzeye kaldırılmış, özerkliği yok edilmiş
bir ülkede yapılabilir.. Çok şükür Türk Milleti, tarihinii_ı;' hiç bir
döneminde böyle amansız bir yere düşmemiştir. Her zaman bağımsız bir devleti,
bir bayrağı olmuştur. Tanrı bu memleketi Kurtuluş Sava
—
şından korusun!..."
"27 Mayıs İhtilâli"
deyimi de öyle.. Ne demek İhtilâl?.. Halkın bir fikir sentezine inanarak mevcut
iktidara başkaldırışı.. Bir uydurma demokrasiden, bir başka uy
durma' demokrasiye geçmek için
ihtilal yapmaya ne gerek var?.. 27 Mayıs'ta olup biten, bir hükümet darbesidir...
'Hükümet Darbesidir' derken de, bol keseden davranıyorum ha!.. Çünkü bir darbe,
yalnız bir tarafın tasfiyesi değil, aynı zamanda öteki tarafın da iktidara
yerleşmesidir. Ama 27 Mayısçıların ileri sürdükleri bu değil: "Biz
gidiciyiz diyorlar . Yeni bir Anayasa
taslağı hazırlayacağız, Milletin oyuna sunacağız ve sonra seçime giderek yeni
Büyük Millet Meclisi'nin seçeceği iktidara devleti teslim edeceğiz... "
Bu olupbittide, 'Darbe'nin bile
koşulları tamam değil.. Nasıl ihtilal diyebiliriz o zaman?... "
"Ben bu düşüncelerimi
söylerken, bilimsel ve gerçekçi olmaktan başka hiç bir kaygum yok! Fakat benim
fikrime karşı çıkanlar düşünmeğe üşeniyorlar, resmi statükoyu korumakla
kendilerini yükümlü görüyorlar.. Her halde bundan bir çıkarları vardır. Çünkü
bu kişiler, fikirlerime karşılık vereceklerine, Kemal Tahir'e sövülerek, bu
işin içinden çıkılabileceğini sanacak kadar yalınkat insanlardır."
" Yorgun Savaşçt'ya, Kuvayi
Milliye'nin çekirdek günlerini konu olarak alıyorum. Bekir Sami'nin Batı
Anadolu'yu örgütlemek ve direnme kurmak için yaptığı girişimler, Bursa'ya
çekiliş, Ankara Hükümetinin olaylara el koyması.. Romana mihver olarak bir
Cehennem Yüzbaşı koymak istiyorum. Aslında bu Cehennem Yüzbaşı, kanal
harekatında gerçekten vuruşmuş, yaman bir asker! .. Romanın dramdaki adamı bu
olacak!..."
"Cehennem Yüzbaşı aslında,
ordusuz kalmış dövüşken askerin dramını sergileyecek.. Politikaya karışmadığı,
Devletin yüksek çıkarları için dövüştüğü, her türlü yokluğa, çeresizliğe
dayanarak canını hice saydığı halde,
bir yerde devleti ve ülkeyi
yitirmiş olmanın büyük şaşkınlığını yaşayarak.. Buna, küçük ve orta rütbeli
subayın görev tutsusu da diyebilirsin..."
"Savaşı devlet çıkarır, halk
yapar; ama sorumlusu subaydır. Bu çetrefil durum, subayın dramını kurar. Elinde
bir ordu varsa, has subay için bir sakınca yoktur; Devletini ölünceye kadar
korur. Ama Devleti yıkılmış ordusu dağılmış, halkı savaş yılgınlığına düşmüşse,
işte burda zordur subayın işi! .. Cehennem Yüzbaşı bu zorlukların içinde
debelenecek ve savaş yılgınlığının karabulutlarını dağıtmaya çalışacak...
Roman, Ankara'da Meclis kurulup hükümet çalışmaya başlayınca sona erecek. Çünkü
dram burada sona eriyor. Bundan gerisi bildiğin savaştır."
TÜRKİYE KİMSENİN
SÖMÜRGESİ DEĞİLDİR!
7 Ocak 1965, Cuma
Bugün Sabahattin Selek'le, Kemal
Tahirde buluşmayı kararlaştırmıştık; sonra, akşam yemeğine de orda kaldık,
Kemal, yemek boyunca ilginç konulara değindi. Bir ara dedi ki:
" Bizde her şey devletten
beklenir;onun için de her şey devletten gelir zaten.. Başka memleketlerdeki
devlet'le, bizim Anadolu insanımızın devleti bir değildirl Biz devlete
"baba" deriz: "Devlet Baba". Başka milletlerin dilinde
böyle bir deyim yoktur. Çünkü o ülkelerde devlet "Baba" değil,
"Kâhya"dır. Vermez, alır. Ama bizim memlekette, hem baba, hem
babacandır. Belki de Anadolu insanı, böylesine bir devlete alışık olduğu için,
bu
nun tam tersi olan Batı devlet
biçimlerine yüz elli yıldan beri direniyor, bir türlü bu biçimleri içine
sindiremiyor.
Batı'da ve Doğu'dan farklı
devletlerin ortaya çıkması, toplumların farklı olmasından ileri geliyor. Batı
toplumu sınıflıdır. Doğu toplumunda sınıf yoktur. Batı toplumu, sınıflı olduğu
için, orada devlet, sınıflar arasında bir tarafsızlık dengesi kurulabildiği
veya eşit ölçüde güven verebildiği zaman ayakta kalır. Müesseselere dayalı demokrasinin
kaynağı budur. Doğu toplumunda devlet, sınıflar olmadığı için, sadece adalete
dayanır. "Adalet mülkün temelidir" denmesinin nedeni de budur.
Toplumun bazı çıkarları var ki, bunu devlet sağlar ve topluma verir. O,
çıkarları daha iyi korursa, millet ondan yanadır. Ama Millet, kimden yana
olursa olsun, devlet sürekli olarak ilerici kadroların ellerinde kalmıştır.
İşte, İttihat ve Terakki Fırkası,
özgürlük bayrağı ile gelmiştir. Bütün davranışlarını bu temele dayamıştır.
Toplumda büyük değişiklikler yapmak amacındadır. Ama bunların hiç birini
yapamadığı , üstelik özgürlüğü getireceği yerde, özgürlüğe zincir getirdiği
halde, karşısındaki İtilâf Fırkası, İttihatçıların ellerinden düşürdükleri
özgürlük bayrağını ele almayı düşünmediler; tersine, muhafazakâr, geri ve
ileriye karşı reaksiyoner bir parti haline geldiler. İttihat ve Terakki,
gerçekte ilerici bir parti olmadığı halde, yan fikirleri ve yan çalışmaları
yüzünden, İtilâfçılar'dan ileride kalmasını bildi.
Bütün tarih boyunca da, böyle
olmuştur. Bizde her şey devlet'den beklendiği için, devlet, bir yerde ileri gitmeğe
mecbur kalmıştır. Buna karşı çıkanlar, devlet ve devleti yapan kuvvetlerle
beraber olmadıkları için, devlet, bir yerde ileri gitmek zorunluluğuna
düşmüştür. Buna karşı çıkan güçler devlet ve devleti yapan güçlerle
beraber olmadıkları için halk'la
beraber olmak zorunda kaldılar. Halk da, başta eğitim olmak üzere birçok nedenlerden
ötürü çağın gerisine de düştüğünden, onu temsil eden partiler de geriye, bazen
çağın gerisine düşmüşlerdir. Nitekim İtilâf Partisi, bu yapısı ve niteliği yüzünden,
hiç bir zaman devlet'i tam anlamıyla temsil edemedi.
Gelelim Halk Partisi'ne...
Halk Partisi de devlet'i temsil
etmek için kurulmuş bir partidir. Fakat kuruluşunun yedinci yılında, halkı
temsil eden güçler tarafından yıpratıldığı için Mustafa Kemal Paşa,
"Serbest Fırka"yı kurdurmak gereğini duydu. Fakat, garip bir toplum
kaderidir; İttihat ve Terakki Fırkası karşısında İtilâfçılar nereye
gitmişlerse, Serbest Fırka da oraya gitmiştir. Oysa Halk Partisi, hırsızlığı
sürdürüyordu. Karşısındaki parti buna karşı çıkacakken, kendisine bambaşka bir
plâtform seçti ve geri fikirlere tutunarak çıktı. Çünkü, devlet'i ilerici
fikirler kadrosu ■olarak
Halk Partisi temsil ettiği için,
Serbet Fırka'nın
milleti temsil etmesi gerekliydi. Millet, devlet çizgisine
bile gelemediği için,
Halk Partisi ilerdi, Serbest Fırka geride
kaldı.
Kâzım Karabekir Paşa'nin kurduğu
parti'nin de kaderi aynı olmuştur; Bayar ve arkadaşlarının kurduğu Demokrat
Parti'nin kaderi de bu çizginin dışına çıkamamıştır.
Bütün bunların sebebi, Türk
toplumunun devletsiz yapamamasıdır. Başka memleketlerde devlet olmayabilir
belki.. Toplum bir süre için bunu duymaz.. Ama bizde devlet şarttır, çünkü
devlet, her şey demektir!..."
Kemal bir ara durdu ve bu arada
Sabahattin'in sorduğu bir soruya karşılık olarak dedi ki:
" Biz bugün aksiyonda
değiliz. Bize düşen, hiç olmazsa doğruyu düşünüp bulmaktır. Bugün bazı arkadaşlarımız
Türkiye'nin, Amerikan sömürgesi olduğunu söylemekten çekinmiyorlar. Bu, ne
demektir?.. Eğer Türkiye, Amerika'nın sömürgesi olabiliyorsa, çok daha kolay
Rusya'nın sömürgesi olabilecek demektir. Çünkü Rûsya Türkiye'ye daha yakındır;
her iki toplumdaki ortak halklar, Sovyetlere bazı etkinlikler kazandırabilir:
yörüngesine alma gücü yüksektir...
Benim inancıma göre Türkiye, ne
Amerika'nın sömürgesi olmuştur, ne de herhangi bir ülkenin sömürgesi olabilir.
Gücü yetmeyip, devleti yıkılsa bile, Milletini yıkmanın imkânı yoktur. 32
milyon insanız! 32 milyon insa nın,değil olumlu, gerillâ savaşına başvuran
direnmesi, olumsuz direnmesi bile, insanı şaşkına çevirir! Demagojiden,
gürültüden yakamızı sıyırmaya mecburuz. Türkiye, bugün de Amerika'nın sömürgesi
değildir, yarın da Rusya'nın sömürgesi olmayacaktır! Arkadaşlarımızın böyle
yazmaları, iyi düşünmediklerini gösterir."
Kemal bunları, Sabahattin
Selek'in Basın İlân Kurumu Genel Müdürü olması sebebiyle basınla yakın
ilişkisine değinerek söylüyordu. Çünkü son günlerde sol kanat yazarları ve
özellikle İlhan Selçuk, Çetin Allan, İlhami Soysal Türkiye'nin Amerikan
sömürgesi haline geldiğini açık açık yazıyorlardı. Selek'in de bunlarla
tanışıklığı, hatta bazılarıyla dostuluğu vardı.
Söz, döndü dolaştı, Kurtuluş
Savaşı yıllarında Tür kiyeSovyet ilişkilerine geldi. Kemal Tahir'in bu konudaki
yorumu özetle şu:
" Mustafa Kemal Paşa,
Kurtuluş yılları sırasında, Rusya ile dostluk kurdu, parasal yardımlar sağladı.
Ama onun Sovyetler Birliği ile ilişkisi, sadece parasal yardım
sağlamak, sadece Doğu sınırını
güvenceye almak, hatta Ermeni sorununu çözmek bile değildi. O, Sovyetler Bir
liği'ni Batı'ya karşı kullanıyordu. Batı'ya: 'Eğer üzerime gelirseniz, gücüm
yetmezse, Sovyetleri çağıracağım; o zaman Kızıl Ordu ile kozunuzu
paylaşırsınız.' demek istiyordu."
*
"O sıralarda Türkiye'deki
Yeşil Ordu, İştirakiyun Fırkası, Türk Komünist Fırkası gibi bütün sol ve sol
eğilimli örgütlerin birbiri peşisıra kurulmaları, dağılmaları, dağıtılmaları
hep bu ürkütmenin tutması, tutmaması; gerek kalması, kalmaması gibi durumlara
bağlıdır. Mustafa Kemal Paşa, darda kalsaydı, Sovyetleri imdadına çağırır, Kızıl
Orduyu memlekete sokar, ama yine orduları geri göndermenin yolunu mutlaka
bulurdu. Çünkü o, bu yapıda bir politikacıdır."
"Nasıl Sultan Mahmut,
Yeniçeri Ocağını yok etmiş,iç düzende büyük işler başarmış olduğu halde,
kendisine başkaldıran bir valisinin ordusu ile baş edemeyince, o günün en büyük
düşmanı olan Rus Ordusunu yardıma çağırmış ve Ayastafanos'a kadar gelen Rus
ordusunu, İstanbul kapısından geldiği yere geri göndermişse, Mustafa Kemal Paşa
da Kızıl Ordu'yu hem çağırır, hem işini gördürdükten sonra geldiği yere geri
gönderirdi. Çünkü bizde Devleti korumanın anlamı büsbütün başkadır. Batıya hiç
benzemez. Biz bu gerçekleri bilmezsek, yarın yapacağımız her işde
yanılacağımızdan kuşkun olmasın! .."
Sofranın ilerlemiş saatleri idi.
Artık gülüşüyor, şakalaşıyorduk. Kemal, her halde anlattığı konu üzerinde
düşüncesini sürdürmüş olacak ki,birden bire konuştu:
"Düşündüm, bir yaman varta
atlatmışız!.. Mustafa Kemal Paşa, dar yerlere girmiş ama Sovyetleri imdada
çağıracak kadar dar yere gelmemiş! .. Ya o açmaza düşseydi, buna halkın direnci
büyük olacaktı. O zaman, Kurtuluş Savaşı'nın İstiklâl Mahkemeleri, kim bilir
nasıl işleyecek ve bu direnci kırabilmek için belki de onbinle rin kellesini
koparmak zorunda kalacaktı. Bir ülkede onbinlerin kellesi düştü mü, artık neyin
gideceği, neyin geleceği hiç belli olmaz!.. Bu arada bir de sosyalizmi benimsemeğe
kalksaydık, vay'dı sosyalizmin haline!.. Öyle bir sosyalizm yapardık kı,
Tito'nun sosyalizmi bizimkinin yanında solda sıfır kalırdı!..."
YUMRUKLU DEVRİMCİLİK
4 Temmuz 1965
Dünden sözleşmiştik. Kemal bana
geldi, birlite, Arnavutköy'de, "Kuyu Restoran"a gittik. O kadar sıcak
bir gün ki, burası bile esmiyor. Buna rağmen, rakıları doldurup sohbeti
koyulaştırdık.
Tahir Alangu, Kemal'in özel
hayatı için gerekli bilgileri benden beklediğinden, yine eski günlere sarkan
bir konuşma açtım. Önce sade ben konuştum; ama bir süre sonra Kemal yavaş yavaş
konuya girdi:
" Günümüzün yeniyetme
marksistlermm bizim için "eski tüfek" demeleri boşuna değil.. Ben
komünistlikten 16 yıl ceza giydiğim zaman bile, Marksizmi doğru dürüst
bilmiyordum. Ne öğrendirnse, mahpus damında ve çıktıktan sonra öğrenmişimdir.
Bizim o zamanki komünistliğimiz, bildiğin, Nâzım Hikmet komünistliği, canım...
Trum, trum, trum/ tram tiki tak/ makinalaşmak/ istiyo
rum!.. Bunu belledin mi, oldun
gitti komünist... Fevzi Çakmağın o zamanki hakimleri bu komünistliğe idâm bile
yazarlar! ..."
"Oysa biz o yıllarda
komünisttik (!) ama, Atatürkçü idik de!... Atatürk Devrimlerinin bekçiliğini
kimseye kaptırmazdık. Atatürk'ün aleyhinde konuşanın ağzını yırtabilirdim!. En
sevgili arkadaşım Ertuğrul Şevket, Atatürk'ün Partisi, CHP'nin karşısında
kurulan "Serbest Fır ka'ya" girdi diye, Aksaray yangın yerinde en sevgili arkadaşımla sabaha kadar
yumruklaştık; az kaldı ki birimiz öle! .. Böylesine bir Atatürk tutkusu vardı
bende..' '
Ertuğrul Şevket'le yumruklaşması
hikâyesini anlatmasını istedim. Direnmedi ve lezzetli bir üslup içinde anlattı:
"Ertuğrul Şevket'le beraber
''Vakit''de çalışıyorduk. "Serbest Fırka hikâyesi başlamış,kimi Halk
Partisi'ni, kimi Serbest Fırka'yı tutuyor. Ben Halkçıyım!.. Devrimcilerin
kurduğu parti varken, başka parti tutulur mu?.. Gazetede karşı fikirden
olanlarla dalaşıyoruz. Benim şakamın olmadığını bildikleri için, pek üstüme
varmıyorlar.. Ama bir gün İdare Müdürlüğü yapan Kör Hamdi bana en yakın dostum
Ertuğrul Şevket'in Serbest Fırka'ya yazıldığını söylemez mi?.. Dinden imandan
çıktım!
O gün Ertuğrul Şevket izinliydi.
Hemen akşam üstü evine gidip çıkardım ve bir meyhaneye girdik. Ertuğrul Şevket'in
hiç bir şeyden haberi yoktu:
Ne
o, Kemal, kaynananı çimenlikte mi gördün, bu hovardalık nerden esti?.. diye
takılıyordu, ben susuyordum.
İlk kadehler bitti, ikincileri
doldururken önem ver miyormuşum gibi sordum:
Sen
Serbest Fırka'"ya mı girdin Şevket?..
Boş bulundu. Ama yine de yüzümü
kolaçan ettikten sonra:
Hıı,
dedi.
Dikildim:
Ne
demek hıı.. Sen ne söylediğir.; biliyor musun arkadaş?..
O zaman Şevket, benim niye eve
uğradığımı, neden meyhaneye geldiğimizi, neden ilk kadeh bitene kadar fazla bir
şey konuşmadan düşünceli göründüğümü hemen anladı. Şakaya karıştırarak işi
kapatmaya niyetlendi:
Bilmez
olur muyum Kemalciğim, sen Halk Fırkasında kalacak, ben Serbest Fırkaya
geçeceğim ki, tartış manın tadı çıksın!..
Ben, senin gibi gülmüyorum...
Ne
yapalım, gül sen de!..
Gülmem
Şevket..
Ne
yapacağız?..
İstifa
edeceksin!..
Anlamadım,
neden istifa edeceğim?..
Serbest Fırkadan, hem de şimdi!
...
Şevket'in yüzünde gülümsemesi
dondu, bıyıklarını yemeğe başladı, sinirlendiği belli idi. Elinde tuttuğu kadehi
dudağına götürmeden masaya bıraktı:
Peki,
anlat bakalım,neden istifa etmeliymişim?.. Hem de şimdi!..
Coşkun bir Atatürk edebiyatı,
devrim bekçiliği heyecanıyla konuşmaya başladım. Bizim, her şeyin karşısında
olabileceğimizi, ama Atatürk'ün karşısında olmamızın imkânı bulunmadığını
anlatıyor, Serbest Fırka'yı, karşı devrimcilere bırakmak gerektiğini ve onlarla
pek yakın
da amansız bir hesaplaşmaya
girileceğini; işte o zaman, aynı safta dirseklerimizin birbirine değmesinin zorunlu
olduğunu ileri sürüyordum. Şevket dinledi, dinledi, demin masaya bıraktığı
kadehi bir yudumda boşalttı, sonra bana dedi ki:
Sen
ne söylüyorsun allasen, devrimci, karşı devrimci, yok şu, yok bu.. Gazi, İsmet
Paşa'ya gözdağı vermek istiyor. Fethi Beyin kendisine İsmet Paşa kadar bağlı
olduğunu bildiği için, ona bir parti kurduracak, hem demokrasi oyunu oynayacak,
hem de İsmet Paşa'ya, "Yalnız değilsin" diyecek.. Devrimi de bu,
karşı devrimi de bu..
Peki,
madem Gazi demokrasi oyunu oynuyor, sen böyle söylüyorsun, o halde niçin bu
oyuna âlet olmaktasın bakayım?..
Âlet
değilim, bilinçliyim.. Bugün Türk çoğunluğu baskı altındadır. Devrimci dediğin
bizim gibiler de baskının sıkıntısını yaşıyorlar.. Sen düşündüğünü yazabiliyor
musun, ben düşündüğümü söyleyebiliyor muyum?.. İki partili oyunda, baskı ne de
olsa hafifler.. Bundan devrimciler de yararlanır, devrimci olmayanlar da..
Bu
memlekette karşı devrimcilere hayat hakkı yok!. Sen benim arkadaşım, ülküdaşım
olarak karşı devrimciler arasına katılamazsın!. Senin yerin Halk Parti si'dir.
.. Asıl şimdi Halk Partisi, "parti" olacak!..
Böyle başlayan konuşma sürdü
gitti ve bir adımda ilerlemeden.. Kadehler kadehleri, şişeler şişeleri kovaladı,
sonunda meyhaneden çıktık... Ertuğrul Şevket, eve doğru yollandı, kolundan
tuttum:
Nereye?
... Gel hele!..
Nereye
gelecekmişim?..
Nereye'si
var mı, söyledim sana, vuruşacağız..
Çıldırdın
mı sen Kemal... Bunca yıllık arkadaşım sın, niye vuruşuyormuşuz?..
Hâlâ
mı anlamadın yahu, ya Serbest Fırkadan istifa edeceksin, ya da ölesiye
vuruşacağız seninle!.. Birimiz vuruştuğumuz yerde kalmacasına!..
İtelene, kakalana, sövüşe, sevişe
Aksaray'ın yangın yerlerine geldik. Burada geceleri kuş bile uçmazdı. Karşılıklı
durduk. Ertuğrul Şevket gülüyor, sarhoş olduğum için direttiğimi sanıyordu.
Oysa benim kararım gündüzdendi. Son defa sordum:
Serbest
Fırkadan istifa edecek misin?..
Etmeyeceğim!
..
Çenesine yumruğumu yedi.. Bir
eliyle çenesini yokluyor, hâlâ konuşuyordu:
Yahu
deli misin?.. Ne uğraşıyorsun benimle... Partiden ayrılsam ne olur, ayrılmasam
ne olur?..
Çenesine ikinci yumruğu yiyince
öfkelendi.. 'Bir adım geriye sıçrayarak:
Ama
sen çok oldun, dedi. Çenemi kıracaksın!.. Bu kadar da fazla!..
Sonra kontrollu bir yumruk
salladı. Şevket iyi boksördü. Beraber çalışıyorduk ama, o benden daha başarılı
yumruk sallardı. Fakat o akşam, kastı beni yıkmak değil, aklımı başıma getirmek
olduğu için, gücünü ve ustalığını kullanmıyordu. Ben, 'Ya Allah' deyip çetin
bir sol kroşe çıkardım. .. Baktı ki, elden gidiyor, toparlandı. O da var gücü
ile vuruşmaya başladı.
Gözünün önene geliyor mu,
meyhaneden çıkmışız, yangın yerine sapmışız.. Gökte bulutlara batıp çıkan bir
ay.. Bir aydınlanıyor yangın yeri ayışığı ile, bir kararıyor; biz durmadan
dövüşüyoruz... Şevket daha çok korun
mak için dövüştüğünden,ben daha
hırpalanmamıştım. Ama, vurduğum sert bir yumrukla yere düşünce tepesi attı:
Al ulan Allahsız! .. Mademki kaşındın,al,
al!..
Vuruyordu, vuruşuyorduk!.. Yaman
bir dövüştü bu!.. İkimizin yüzü, kan içinde kalmış, üstü başı toztoprağa
belenmşti.. Bazen birimiz düşüyor, ayakta duran, düşenin kalkmasını bekliyordu.
Kalkınca yeniden vuruşuyorduk. Lâf bitmişti. İkimiz de konuşmuyor, hızlı hızlı
soluyorduk. Böylece ne kadar vuruştuğumuzu hatırlamıyorum... Sonunda ikimiz de
düşmüşüz... Ayağa kalkmadan yerde vuruşmağa başladık. Çünkü ayağa kalkmaya
ikimizin de mecâli yoktu. En sonra gülmeye başladık.. Yediğim yumruklar,
anlaşılan aklımı başıma getirmişti. ' Birbirimizin boynuna sarılıp barıştık ve
arınmak için hamamın yolunu tuttuk. ..
İşte Atatürk devrimlerine bizim
bağlılığımız böyle bir bağlılıktı. En yakın arkadaşımızın bile çizgiden çıkmasına
razı olamazdık. Ölmek var, dönmek yoktu dev rimlerden! .. 11
Kemal Tahir eski günlere
dalmıştı; biraz durala yınca sordum:
Peki sonra?..
Yeniden anlatmaya başladı:
"Sonra?.. Sonrası, yaman
arkadaş! .. Sonrası, onuncu Cumhuriyet yılına girdik! Yangın yerinde
dövüştüğümüz geceden bu güne kadar, köprülerin altından çok sular akmıştı. Çok
şey değişmişti kafalarımızda.. Serbest Fırka denemesi, tepedeki paşalar için
sadece 'başarıya ulaşmamış politik bir deneme' idi. Ama bizim için anlamı
büsbütün başka!... Ben ne için vuruşmuştum en yakın arkadaşım Ertuğrul
Şevket'le^.. Halk Partisi, devrim parti
sidir. İlericidir, namusludur, bu
ülkenin yarını için çalışmaktadır. Onu, yarı yolda bırakıp karşı partiye gidemeyiz,
gidemezsiniz; istifa et, birlikte aynı partide devrimler uğruna mücadelemizi
sürdürelim.' diye... Derken partiler birbirleriyle kavgaya oturdular. Sonunda
belediye seçimleri geldi. Gazeteci idik bütün olup bitenlerle yüzyüze
yaşıyorduk. Bir de baktık ki, belediye seçimi gibi siyasi büyük değeri olmayan
bir seçimi kazanmış görünmek için bile Halk Partisi, öylesine rezil, öylesine
aşağılık, öylesine utandırıcı işleri, göğsünü gere gere yapmaya başladı ki,
aydım!.. Bunca namussuzluğu, gözünü bile kırpmadan yapanların devrimci,
mevrimci olmaları söz konusu olamazdı. Çalıyorlar, çırpıyorlar, yalan dolan
içinde yaşatmak için yaptıklarını söylemekten hayâ etmiyorlardı! Sonunda, bütün
pislikler, suyun yüzüne çıktı arkadaş, bizi de derin derin bir düşünce aldı!.
Mahallede devrimi biz savunacağız
ya, öyle olmadı bu iş; mahallenin kopuğu esrarkeşi aldı bu görevi sırtına ve
kapı kapı gezip Serbest Fırka'ya oy vereceklerin iflahını keseceklerini açıktan
açığa söylediler. Hatta ve hatta bunlardan biri de bana gelmek gafletinde
bulundu ve yediği tek yumrukla daracık sokağın ortasına boylu boyunca uzandı..
Para ile tutulmuştu bu serseriler. Bizim devrimci bildiğimiz bazı kimseler,
parayı partiden alıyor, yarısını ve belki de daha fazlasını cebe indirdikten
sonra, kalanını esrarkeşlere, ayyaşlara, yolsuz kopuklara dağıtıyordu. Bunun
adı, devrimleri korumaktı! ...
Daha saymakla tükenmeyecek
rezillikler!.. Yıkıldık velhasıl!.. Ardından Serbest Fırka kapatıldı. Haydi bir
ikinci rezilllik!.. Bu partiye girmiş insanlar perişan oldular. Devletin bütün
düşmanlığı bunların üzerine döndü. Şehzadebaşı'nda aşçı dükkânı işleten bir
Hamza Ağa vardı; nasılsa bu da Serbest Fırka'ya girmiş.. Sen misin
Serbest Fırka'ya giren! .. Parti
kapandıktan sonra dükkânına müşteri girmez oldu; sonunda top atıp, ömrünün son
günlerini sırtında ipi ile hamallık ederek tüketti.
Halk Partili olarak kendi
kendimle hesaplaşıyordum: Neydi bu Serbest Fırka meselesi?.. Gazi Paşa'nın,
toplumu devrimler açısından sınaması mı, yoksa bütün içtenliğiyle yavaş yavaş
demokrasiye geçmek hevesi mi?.. Eğer toplumu devrimler açısından sınaması ise ve belirecek
devrim düşmanlarını ezip yok etmek ise, ben kendi gözlerimle, tepelenen devrim
düşmanlarının (!), tepeleyen devrimcilerden daha namuslu olduklarını görmüştüm.
Namuslular temizlenmiş, meydan namussuzlara, kopuklara kalmıştı. Ters işlemişti
bu girişim!.. Fethi Beyin adamları değil, İsmet Paşa'nın adamları fiyasko
vermişti. Ama cezayı Fethi Beyin adamları gördü. Ben bu olayın karşısına
çeşitli yollardan çıkıyordum.
Bir kez, sınama ne demekti?..
Devlet'in aldatmaca yapmaya hakkı yoktu. Eğer devlet milleti, aldatabiliyor,
onu sınayabiliyorsa, aldatmasına, sınamasına sınır koymanın imkânı bulunamazdı.
O zaman, devlet'le, millet arasındaki bütünlük kurulamaz, yâni açıkçası devlet
de millet de yok olurdu .. "Gazi Paşa milleti sınadı" dedin mi bu
"Gazi Paşa devlet adamı olarak sıfır" demek olur. Ama Kuvâyı Milliye
günlerinin en amansız geçitlerinde Millet Meclisi kendisini bunalttığın hem de
çok bunalttığı halde,onu dağıtmaya yanaşmayan adamın, kesinlikle "Devlet
adamlığından" kuşkuya düşemeyiz!.. Ne kalıyor geride?.. Demokrasiye geçmek
hevesi!... Bu geçiş sırasında devrimlerin tehlikeye düştüğünü görünce, attğı
adımı geri almak zorunda kaldı. .. Yorumu..
Eğer Gazi Paşa, iki partili
parlamenter sistemi denemek istemiş ve bunda tehlike görüp dönmüşse, bu iki
partinin ikisinin de başında çok yakın iki arkadaşı var:
İsmet Paşa ve Fethi Bey.. Eğer
bunların birinden biri, Gazi Paşa'ya verdiği sözün dışına çıkmamışsa, olayların
böyle gelişmemesi gerekir. Eğer çıkmışsa, çıkan kimdir?.. Partisi kapanan Fethi
Bey mi?.. Fethi Beyi Londra Büyükelçiliğine göndermek için, elinden bir daha iç
politikaya girmeyeceğine dair senet alan, Halk Partisi Genel Başkanvekili İsmet
Paşa mı?.. Fethi Bey perişan gittiğine, İsmet Paşa kasıla kasıla kaldığına
göre, Fethi Beyin aldatması gerekli.. Ama gel gör ki, Serbest Fırka kapanmadan
sadece iki gün önce Cumhuriyet Gazetesinde bu gazetenin sahibi Yunus Nadi,
Gaz!, Mustafa Kemal Paşa'ya bir "açık mektup" yazıyor ve bu mektupta
kendisine açıkça, '"ya paıtinin başına geç, devrimleri koru, ya da biz
sensiz bu işi yapacağız." diyordu. Böyle bir meydan okuma gücünü Yunus
Nadi kendisinde bulamazdı. Mustafa Kemal Paşa kendi kendisine meydan okuyacak
değildi. Öyleyse Partiyi avucu içine geçirmiş İsmet Paşa, Gazi Paşa'yı göreve
çağırıyordu. Ne demek bu?.. Ya gelir işi götürürsün, ya da biz seni yok
sayarız!..
Çok haklı nedenlere bassa bile,
böyle bir meydan okumanın kaynaklandığı güç, ancak devlet gücü olabilir. Demek
İsmet Paşa, bu dönemde devlet güçlerini ele geçirmiş ve Gazi Paşa'yı kenara
itmeyi düşünebilecek kadar ileri gitmiştir. Gazi Paşa'yı o günlerde sarsmak kimin
haddine!.. Küçük bir işareti, gerçek bir devrimci gücünü çevresinde toplamaya
yeterdi. Bunu yapmadı, politika yaptı. Arkadaşı Fethi Beyi İsmet Paşa'ya kurban
verdi... Fethi beyle yola çıkan insanların da ezilip perişan olmalarına göz
yumdu. Sonra da çok yıl sonra İsmet Paşa'yı Başbakanlıktan alıp yerini Celal
Bayar'a verdi!
Bu söylediklerim, benim bugünkü
düşüncelerim değildir. O günlerde, bu konuyu böyle ele alıyorduk, gö
rüyorduk demek istiyorum.
Velhasıl, Serbest Fırka denemesi, benim idealizmimin aldığı ilk yaradır. Bu
yaranın acısını duyarak, ama çevreye fark ettirmemeğe çalışarak Cumhuriyetin
Onuncu yılına ulaştık.
Ben, onuncu yıldönümünde,
dünyanın yıkılmasını bekliyorum... Devrimlere sahip çıkan millet, öylesine bir
aşk ve şevkle onuncu yıldönümünü kutlayacaktı ki, yer yerinden oynayacaktı./ )
Ama bir de baktım ki tıss .. Resmi gırtlaklar "yaşasın" diye bağırdı
ama,elbette yırtı lırcasına değil.. Birkaç balon uçtu, birkaç maytap fişeği
parladı, sonra sanki "yurdu demirağlarla örmemişiz" de ruhlarımıza
demirden bir zindan örmüşüz. Cumhuriyetten ve onun yönünde yapılan devrimlerden
en az beklenen, hayatını devrimlere adamış bir kuşakken, derin derin düşündüm:
sakın yanılmış olmayalım?..
Sanırım, benimle beraber pek çok
okumuş kişi böyle düşündü ve o yıllarda manevi açlığını doyuracak başka
dünyalar aramaya çıktı. Ben de aralarındaydım!"
DEVLET ANA
22 Ağustos 1966
Dün sabah erkenden telefon etti:
Semiha börek yapıyor, öğle
yemeğine gel! ..
Böreği sevmesine severim de,
"düğün değil, bayram değil, eniştem beni niye öptü" hikâyesi, bu
çağrıyı bir yere bağlayamadım. Evvelki gün o bendeydi, börek mörek konuşmadık.
Bir gün sonra, hem de öğle yemeğine çağırmak da neyin nesi idi?.. Her halde
taze bir konu bulmuş olacak...
Kitaplı odaya girdiğim zaman,
Larous'un koca yapraklarını çeviriyor, bir yandan da konuşuyordu.:
Gel,
gel.. Hoşgeldin!.. Semiha'ya, rüyasında
ne görünmüşse, görünmüş "Öğleye börek var" deyince, aklıma sen
geldin! .. Otur, Bizanslı bir imparator piçinin doğum ve ölüm tarihlerini
arıyorum, bulunmasına az bi şey kaldı.
Neye
gerekti bakalım İmparator piçinin doğum ve ölüm yılları?
Tasarladığım
"Osmanlı çekirdeği" için.... Bir Bizanslı şövalye işleyeceğim
romanda... Yaşamış biri olursa, daha canlı olur romandaki kişiliği
Ne
yani?... Larous'tan aldığın şövalyeyi mi haya tıyle romana alacaksın?
İlgisi
yok canım!... Benim kendisini yaşatacağım yerleri Larous'taki şövalye,
rüyasında bile görmemiştir. Larous'tan arayışımın nedeni, bir kez, adının
uydurma olmaması içindir. Sonra benim romanın sürdüğü tarih sürecinde yaşamış
olmasını sağlamaktır. İmparator pi üç, şövalye olunca, soyluluktan ve
gizlilikten getirdiği bü tün namussuzluğu hayatında sergiler. Benim romanıma da
böyle bir Şövalye gerek... Namussuz, kıyı .cı, kalleş bir İmparator piçi!...
Eğer
yanlış anlamadıysam, romanın hayalî kişile
rini bile gerçek ve çağdaş
insanlardan seçiyorsun, öyle mi? ..
Evet, fakat sadece bundan ibaret
değil...
Yemekte ve yemekten sonra
konuştuklarımızı özetleyecek olursam, Kemal Tahir'in Tarih romanı üzerindeki
düşünceleri aşağı yukarı şöyle toparlanabilir:
" Tarih'i, Roman'da
kullanmakla, Tarihi romanlaştırmak başka başka şeylerdir. Bizde Turhan Tan
vardı. Ziya Şakir vardı, Feridun Fazıl var... Bunlar tarihi romanlaştırıyorlar..
Bir de Arif Oruç'un, Reşat Ekrem'in tarihe yanaşması var W, ötekilerden
farklıdır. benimkisi bunlardan büsbütün farklı.. Hatta ilişiği yok
denilebilir.. Ben, romanımda herhangi bir tarih dönemini anlatmıyorum; bir
toplumun o çağdan bu çağa yansıyan dinamiğini belirtmeğe çalışıyorum."
"Yâni açıkçası, tarihi roman
yazanlar, bir kuşun rengini, boyunu, posunu, gagasını, pençesini anlatırlar;
ben, sesini anlatırım, kanat gücünü anlatırım, yatkınlıklarını anlatırım.
Tutalım, tarih felsefesi yapan bir kimse, tarihe nasıl kendi felsefesine
yarayacak biçimde bakarsa, romancı da tarihe o biçimde bakar... Tarihî romancı,
okuyucusuna tarih öğretir; romancı okuyucusunu tarih üzerinde düşündürür.
Tarihî romancının mesajı yoktur, paralel kaygusu yoktur, günün sorunlarına ışık
getirmek hevesi yoktur... Buna karşılık romancı, konusunu tarihten de seçse,
günümüz olaylarına bir paralel koymuştur, sorunlarımıza bir spot ışığı düşürür.
"Bir sosyolog, tarihe
bilimsel açıdan yaklaşacağı için, sadece aklını kullanır, fakat bir romancı
tarihe bakarken ve onu kendi harcına katarken, hem aklını, hem sezgilerini
kullanır. Benim benimsediğim tarih romancı
sına, şair bir sosyolog,
diyebilirsin!..."
Masasının üstünde 3000 sayfaya
yakın not vardı. Kayı aşiretinin Asya göçünü, 13'üncü yüzyıl Bizansı'nı,
Selçukluları'nı, Moğol'unu, iyiden iyiye incelemiş, notlar almış, yapılan
gravür ve resimleri görmüş.. Anadolu Ahilik teşkilatını dikkatle araştırmış; O
çağ Asya ve Avrupa milletlerinin sosyal ve kültürel yapılarını gözden geçirmiş,
saz şairlerinin hayatlarını okumuş, cönkler karıştırmış ve böylece masanın
üstünü kaplayan 3000 sayfaya yakın notları roman için... Şimdilik adı:
"Osmanlı Çekirdeği." Fakat daha iyisi ile değiştirilecek... (1)
" Üslubu üzerinde çok
durdum. Osmanlının cenkçi takımını anlatırken,Dede Korkut'un üslubundan yararlanacağım.
Saray takımını konuştururken de Evliya Çelebi iyi düşecek sanırım.. Bu üsluba
alışayım diye, yüzlerce sayfa eski metin okudum. Evliya Çelebi'yi her okuyuşumda
biraz daha seviyorum. Gerçi bir ara, "Yedi Çınar Yaylası'nda yaptığım gibi
grotesk bir üslup denesem diye de düşünmüyor değilim.. Biliyorsun, o roman,
Gavur Ali'nin gözlerinden bakar. Olaylar, onun gözlerinden göründüğü gibi
anlatılmıştır. Yeni romanda da kullanılabilir bu! .. Yeri de var!.. Ama,
yapılmışı bir daha yapmakta yarar yok!..."
Sonra romanın konusunu anlattı
bana... Çok özgün bir konu.. Aksiyon ve gerilim, ilk sayfalarından başlıyor ve
sonuna kadar, arta arta sürüyor. Roman okunduğu zaman, sanıyorum, Osmanlı
İmparatorluğu'nun hangi çekirdekten fışkırmış olduğu ve temel kuralları, iyice
an laşılmış olacak. Asyetik Üretim Tarzı sorunu, bir başka açıdan tartışılmış
oluyor. Çok beğendim.
" Türk Milletinin bütün
tarih boyunca bayraksız ve
(1) Sonradan adı, "Devlet
Ana" oldu.
devletsiz kalmaması, rastgele ve
boşuna değildir. Onun çekirdeğindeki dinamizm, ona devlet kurma yatkınlığını
getirmiş.. Devlet kurmak başka bir şeydir, devleti yönetmek başka bir şeydir.
Türk Milleti tarih boyunca devleti hem kurmada, hem yönetmede ustalık
göstermiştir. İşte bu dinamizmi yeni romanımda işlemek ve aydınlığa çıkarmak
istiyorum?"
"Görüyorsun, toplumda büyük
bir gevşeklik var.. Kolayca dönmesi gereken devlet tekerleği, sakızlı çamurdan
geçiyormuş gibi bir tutukluk içinde.. İnsanlarda bir güvensizlik, bir tasa, bir
umutsuzluk debelenmesi!.. Bütün bunlar benim gözümde, bir doğum öncesi kargaşalığıdır.
Yeni romanımla bu umutsuzluğu silmeğe, topluma güven vermeğe, ruhlara taze bir
nefes üflemeğe çalışacağım. Onun için konu olarak Osmanlı'nın ilk kuruluş
yıllarını seçtim. Tarihe karşı yaptığım değişiklik, on yıllık bir dönemi, bir
yıl içine sığdırmaktan ibarettir. Hemen hiç bir şey, değişmiş değildir,sadece
yoğunlaşmıştır. Aslında önemli olan olayların üzerinde bir değişiklik
yapmamaktır. Bunu yapmak zorunda kalmadım."
Yemekten sonra kahvelerimizi
içerken, Sabahattin (Selek) kitabıyle (Anadolu İhtilali) gerektiği kadar ve
gerektiği gibi uğraşmadığını konuştuk. Sonra bir ara durdu ve kendi kendine
gülmeğe başladı:
"Yahu ben, sanatımdan başka
hiç bir şeye bağlı değilim. Roman da benim her aradığımı el yordamı ile bulabileceğim
bir sanat dalı.. Bütün hayatımı bu işe verdiğim halde, üstesinden gelemiyorum.
Birçok yanlışım, birçok eksiğim var. Her gün yeni bir şey öğreniyor, sanat
üzerindeki düşüncemi yeni baştan restore ediyorum. Sabahattin, tarih gibi son
derece dikkat isteyen, sürekli, uzun çalışmayı gerektiren bir işi, bunca öteki
işlerin arasında nasıl hak edecek?.. Kitaptan öte, yüzlerce işi ve
problemi var.. bunca patırtı ve
gürültünün içinde bu kadar başarması da ne devlet!.. Biz de galiba dostlarımızdan,
bazen mümkün olmayanı istiyoruz."
CELÂL BAYAR KENMAL TAIIIR
7 Eylül 1966
Baktım, Kemal Tahir'in masası
üstünde yeni bir kitap: "Ben de Yazdım".. O günlerde çok konuşulan,
çıkması beklenen kitaptı. Bayar'ın hatıralarını yayınlaması birçok çevrelerde
merak ve ilgi konusuydu. Kemal'e, "Okudun mu?" dedim, "Hayır, dedi, yeni aldım. Baktım şöyle.."
Ben de baktım.Birinci hamur
kağıda basılmış, cilt li,şömize bir kitaptı.Resimler ve belgeler ayrı bir bölümde
verilmişti. Görünüşü ile, ortanın
üstünde iyi bir baskı idi. "Aman, iyi ki gördüm. Ben de alayım."
dedim Kemal, "Aldedi, Bayar da iyi ki yazmış!...)
Kahvelerimizi içiyorduk, Kemal
konuşmaya başladı:
"Bayar, İsmet Paşa'ya güzel
bir ders veriyor. .Hak etmişti bunu İsmet Paşa ama.. Bizim Sabahattin'in (Selek)
ne kadar uğraştığını biliyorsun İsmet Paşa ile.. Dişe dokunur bir şey söyledi
mi?.. Söylemez!.. Bu bizim politikacılarımız, Bolulu aşçılarımıza pek benzer,
ikisi de iyi kötü bir şeyler kotarırlar, fakat nasıl yaptıklarını Allah
vermesin yazmazlar.. Neden yazmazlar, bilinmez; belki de devlet yönetiminin bu
kadar kolay olduğunu biz anlamayalım diye yazmıyorlardır!...' "
"Batı'da politikacı, bir tek
karalanmış kağıt parçasını bile atmaz, saklar, tarihe verir. Çünkü atmaya,
saklama
ya hakkı olmadığını bilir. Hele
yaptığı işin gizli, gizemli bir yanı olmadığını, işin amentüsü gibi
bellemiştir. Bizim politikacılara gelince, Batıdan çok Batı yanlısıdır. Batılı
gibi yemek yemeğe, giyinmeğe, müzik dinlemeğe özen gösterir. Ama politikada
yaptıklarına gelince öldüm Al lahsusar.. Bayar bizde bu geleneği yıkıyor. Onun
için İsmet Paşa'ye ders veriyor, dedim."
Bu konuşma, burada kapandı.
Aradan bir ay kadar geçti, bir sabah MİLLİYET'i açtım, baktım: Bayar'ın kitabı
için Kemal Tahir imzalı bir yazı.. Dikkatle baştan sona okudum ve telefona
sarıldım:
Kemal,
hiç haberimiz olmadı, gazeteyi açınca sahiden şaşırdım...
Şaşıran
bi sen misin? .. Sabahtan beri telefonlar yağıyor..
Ne
diyorlar?..
Ne
diyecekler, "Sen Kemil Tahir olarak Celal Bayar'ın kitabı için öyle bir
yazıyı nasıl yazarsın" diyorlar!..
Ne
varmış senin yazında, ben beğendim!..
Sen
elbette beğenirsin, aklı başında olan insan lar da elbet beğenecekler.. Bana
telefon edenler, akıl piyasının papazları! ... Onlar, Bayar'ı biz afaroz ettik,
sen nasıl onun kitabı için yazar, bizim zagonu bozarsın?" demek
istiyorlar.. Bak hele şu zibidilere!.. Kemal Tahir'e akıldanelik edecekler
boylarına bakmadan!.. Aldılar sabah sabah aradıklarını benden, şimdi rahat
etmişlerdir!. .."
Sonra benim işim olup olmadığını
sordu ve, "Ben evden ayrılmak istemiyorum. Telefon edecek dangalaklara
paylarını vermemek olmaz.. Hadi, sen bana gel!." dedi.
Ben Kemal'in orta Anadolu
türkçesiyle onun bir deyimini kullanarak karşılık verdim:
Nedir,
yahu!... Allah beterinden esirgesin, adam hınzır yutmuş gibi debeleniyor!
Tuttuğunu yıkıyor, ermediğine pabucunu fırlatıyor.. Dur hele arkadaş, er dim,
eriştim!..
Gittim. Ben ordayken de bazı
afarozcular telefon etti, Kemal de telefon edenleri bir güzel giydirdi. O günün
neşesi bu telefonlar oldu..
*
Bir hafta kadar sonra Sayın
Bayar'ı ziyarete gittim. Yazıyı okumuştu. Bana: "Bu Kemal Tahir
kimdir?" diye sordu anlattım. Nâzım Hikmet'le birlikte on üç yıl hapis
yattığını, Türkiye'nin en iyi ve Büyük Romancısı olduğuna inandığımı, bunun
dışında, fikir adamı olarak gerçekten bir değer taşıdığını söyledim. Çok ilgilendi,
"Bana bir kitabını getirebilir misin, okumak isterim " dedi.
Başka bir gün, Kemal'e, Bayar'la
aramızda geçen konuşmayı anlattım, bir kitabını okumak için götüreceğimi
söyledim. "Ben bir kitap imzalayayım, onu götür. Hangisini göndersem daha
hora geçer?" dedi. "Devlet And'yı imzaladı.
"Devlet And, Kemal'in en
hacimli kitabıydı; fakat hayret, sayın Bayar, verdiğimin haftasında kitabı okuyup
bitirmişti. Kendisinden eleştirisini dinledim. Kalemi, konuyu, anlatımı, mesajı
sevmiş ve benim işim değil, anlamam belki ama, ben bu Devlet And da, pek öyle
marksistlik falan görmedim. Bir de üstelik adamakıllı Devleti tutuyor.
Haklısınız
dedim Marksistler de zaten o yüzden
Kemal Tahir'e saldırıyorlar ya! ..
Ne
diyorsun, saldırıyorlar mı?... diye şaştı
Ben olup biteni kısaca özetledim,
çok ilgilendi.
Ben artık sayın Bayar'la Kemal
Tahir dostum arasında selam getirip götürmeğe başladım. Bir gün Kemal,
Yahu,
dedi, ben Bayar'la konuşmak istiyorum ama, acaba kendisi ister mi?..
Memnun olacağını sanırım. Onda da
, seni daha yakından tanımak eğilimi sezdim. Kitabını sana göndermek için
imzalarken, benden, nerede oturduğunu sordu..
Söylerim..dedim.
Söyledim de.. Tasarladığım gibi
davrandı: "Memnun olurum dedi, geleceği günü bilirsem, başkasına söz
vermem, uzun uzun konuşuruz. "
Bu; aracılığımla haberleşmenin
üstünden epey zaman geçti, bir türlü buluşma gerçekleşmiyordu.Bazen sayın
Bayar'ın İstanbul dışında olması, bazen Kemal'in roman yazmağa başlamış olması,
bazen benim işimin denk düşmemesi, bu buluşmayı bir hayli geciktirdi. Sonunda
bir gün Kemal,
Artık
biz rezilliği iyice ele aldık.. Celal Beyefen diden hem randevu istedik, hem de
hâlâ gidemedik. Aman İsmet, sen ilgilen, şu günlerde bir ziyaret yapalım.
İlgilenmeğe
ne gerek var? dedim.Ne zaman is tersen
gidebiliriz. Tutalım şimdi gidebilir misin?.. Eh, gitmeğe niyetin varsa, bal
gibi olur. Telefon ederim, haber veririm, durumu elverişli ise, kalkıp
gideriz..
Hadi,
telefon et öyleyse..
Açtım, karşıma Ahmet Bey (Gürsoy)
çıktı. Ziyaret etmek istediğimizi anlattım.
"Bir dakika11 dedi,
danışmaya gitti, az sonra döndü:
Bekliyorlar,
efendim, buyursanlar..
Kemal, giyinmek için odasına
gitti... Çabuk giyinip hazır olan insandı, ama bir türlü görünmedi. Neden sonra
çıktığı zaman, bir de baktım ki, en gözde elbiselerini giymiş, kravatını da
bağlamıştı. Bu ziyarete her bakımdan önem verdiği belli idi.
Şaşkınbakkal'dan, Çiftehavuzlar'a
gidecektik.. Her zaman dolmuşla gider gelirdik. Ben dolmuşlara bakarken.
Şurdan
bir taksiye binelim, dahi iyidir.. demez
mi, çok şaştım..
*
İki ayrı dünyanın insanının,
buluştukları zaman birbirlerine nasıl davranacakları, neler konuşacakları,
birbirlerinden hoşlanıp hoşlanmayacaklarını ben kendilerinden çok merak
ediyordum. Onun için aradan çekilmeğe, gerekmedikçe söze girmemeğe, gözlemde
kalmaya karar verdim.
Kapı açıldı; girdik. Biz salona
geçtiğimiz zaman, sayın Bayar, solana bakan çalışma odasının kapısında idi;
Kemal Tahir, tam bir saygı izlenimi verecek kadar eğildi ve elini sıktı. Bayar,
Kemal'e sağında, bana solundaki koltukta yer gösterdi. Sohbete kibriti ben çaktım:
Nihayet bugün şeytanın bacağını kırabildik, beyefendi..
Kemal Bey, uzun zamandanberi sizinle görüşmek istiyordu, biliyorsunuz, size de
duyurmuştum, ama bir türlü olmadı. Sonunda kısmet bugünmüş.. Sonra hemen konuya
girebilmek için sordum: " Ben
de Yazdım" ın yedinci cildi
çıktı mı beyefendi? Kemal Bey de benim gibi sıcağı sıcağına izliyor...' 1
Artık sohbet ateşi harlanmıştı,
konuşuyorlardı. Ben kenara çekilip izlemeğe başladım. Elbet izleme ağırlığı
Kemal'in üstünde idi. Önce nazik, fakat tutuktu, karşısındaki adamı anlamaya
çalışıyordu; anladıkça, düşüncelerini yerlerine oturttukça, rahatladı.
"Hay, siz çok yaşayın" derneğe başladı. ’
Çaylar geldiği zaman, artık tarih
konuşuluyordu. İyice ısınmışlardı birbirlerine. Kemal soruyor, Bayar
anlatıyordu. Kemal yeni şeylere rastladıkça, "Hay öu. rünüze bereket!..
Hay siz çok yaşayın!" diyor ve eliyle de sevgi ile Bayar'ın dizine dokunuyordu.
Üç buçuk saat sürdü bu sohbet.. Kemal:
Tedirgin
ettik beyefendi, bize izin.. dediği zaman,
ikisi de aradıklarını bulmuş insanların lezzetli doygunluğu içindeydiler
Ayrılıp sokağa çıktık. Kemal
içtenlik dolu bir sesle,
İyi
ettin de tanıştırdın bizi İsmet, dedi. Gerçekten tanımak gerikirmiş.. Gerçekten
yaman adam!... İnsan boşuna gelmez bu devlet çizgilerine... Cevheri olmasa, bir
dakka oturtmazlar adamı buralarda.. Görmüyor musun, nasıl yapmacıksız bir
kibarlığı, yüksekliğini yitirmeyen bir alçakgönüllülüğü var.. İnsan sonradan
kazanmaz bu nitelikleri.. Doğuştan getirir.. Çok sevdim!.. Sen aracılık et de,
arada bir buluşalım.. Bizim eve çağırsak bir gün, gelir mi acaba?.. Aman bizim
ev , Celal Beye göre değil, ağırlayamayız. Dur, sende buluşuruz yahu!.. Hiç
sana geldi miydi?.. İyi öyleyse.. Senin kitaplığa bayılır, sende buluşalım!...
Her iki taraf da buluşmak için,
bu iyi niyetlerini
bana açtıkları halde, yazık ki,
ikinci bir buluşmayı sağlayamadım. Engeller benden değil, her iki tarafın uygun
bir sırasının gelmeyişinden oldu.
BİZDE "SINIF İŞÇİSİ"
NEREDE?
6 Kasım 1966
Bir başımıza idik. Karısı,
bitişik odada durmadan dikiş dikti.
İşte bugün Kemal Tahir'den
özetleyebildiklerim:
"Sol takımın bir eksik yanı
var: otokritiği (özeleştiri), canalıcı noktalara kadar götürmekten korkuyorlar.
Bunun teori olarak yapılacak yanıvar, teorinin ülkeye uygulanması bakımından
yapılacak yanı var.. Tutalım teori bakımından.en önemli sorunlardan biri,gerçek
demokrasiyi getirmek iddiasında olan bir sistemin, uygulandığı bütün ülkelerde
Monarşiyi, bilemedin, Oligarşiyi getirmiş olması! .. Marksizmin uygulandığı hiç
bir ülke yoktur ki, politik üstyapıyı yoldaşların oyları ile belirlesin!.. Komuta,
çoğu zaman tek eldedir, ya da bir kaç kişinin elindedir. Kari Marx, ne böyle
bir şey düşünmüş , ne de önermiştir. Tersine, üretim araçları devletin eline geçince,
sömürünün kalkacağını, Devletin de gevşeyip dağılacağını ileri sürmüştür. Acaba
monarşik yönetimi gerektiren koşullar nelerdir?.. Bu koşullar aranmadı; bir,
bir bulunmadı mı, gerçeği kavramamız olası değildir.
"Komünizme, Sosyalizm
köprüsünden geçileceğini, sosyalizm köprüsünün dar, zahmetli, berbat bir köprü
olduğunu söyleyen Lenin'dir. Lenin'i böyle bir kuralı ortaya atmaya zorlayan
koşullar nedir acaba... Hele Sta lin'i, kanlı istibdatı ile ortaya atan
koşular, nedir?.. İnsa
nın birbirini sömürmemesi elbette
gereklidir de, insanın birbirini öldürmemesi de gereklidir. Eğer sömürüyü durdurmanın
tek yolu insanı öldürmekse, başka bir mesele düşer önümüze!.."
"Yeni kuramlar üretmek
zorunluluğu, teorinin uygulanması sırasında rastlanılan, güçlüklerden çıkıyor.
Güçlüklerin ortaya çıkması, teoriye hazır olmadığımızı gösterir. Teoriye hazır
olmamak demek, kendi gerçeklerimizi bilmemek demektir. Eğer Rus Aydını Çarlık
Rusya'sının sosyal ve kültürel gerçeklerini iyice bilmiş olsaydı, Marksizmin bu
gerçekler karşısında hangi güçlüklere çatacağını çok evvelden kavramış
olacaktı. Bütün güçlükleri ortadan kaldıran bilimsel yollar vardır. Yeter ki, o
güçlükler önceden bilinmiş olsun..."
Eğer, Çarlık Rusya'sı devrim için
hazırlıksız yakalanmışsa, işte olayın üstünden altmış yıl geçmiş .. Bize ne
oluyor da hâlâ toplumumuzun kendi gerçeklerini aramağa çıkmıyoruz!... Bu, ya
tembelliğimizi gösteriyor, ya yeteneksizliğimizi.. Marksizm, bu ikisi ile de
uyuşmaz!.. Bunlarla beraber değildir.
"Bizim şapşal sağımızla,
şaşkın sofumuz hık demiş, birbirinin burnundan düşmüş!... Ne yapmış bugüne kadar
bizde sağ?.. Burjuva yetiştirmeye çalışmış .. Şeytanla bir çuvala girmek
bahasına 1908 devrimini yapanlar (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ilk iş, 'Aman demişler, Burjuva yetiştirelim..' Başlamışlar
birtakım eşi, dostu, ahbabı zengin etmeğe.... Sanki zengin demek burjuva demektir!.
.. Sonunda koskoca imparatorluğu kaptırmışlar; yetiştirdikleri zenginler de ellerindeki para ile kendilerini zengin
edenleri yıpratmaya başlamış!"
"Ya bizim Sol'un yaptığı
ne?. Türkiye'de Burjuva sınıfını var sayıp, onun karşısındaki işçi sınıfını
kurtarma
ya sıvanmak!.. Bak sen şu işe!..
Bir işçi sınıfı var da kendisini kurtaramıyor, birkaç sapısilik bunları burjuva
canavarının elinden çekip alacak!... Bilmiyorlar ki, böyle bir sınıfın
olmadığı, kendilerini onu kurtarmaya sıvanmalarından belli!.. Koca bir sınıf
kendisini, kurtaramıyor da, birkaç zibidi, bunlara ön ayak olup kurtulmalarını
sağlayacak, öyle mi?.. İnsanın bunu düşünmesi için ne kadar şapşal olması
gerekir!..."
"Gerçek tir
"kölelik" döneminden, "Feodalite'' den geçmedikçe, ne burjuva
sınıfını kurmak olasıdır, ne işçi sınıfını kurmak!. .. Çünkü burjuva, 'zengin'
demek değildir. Burjuva, 'üretim' çılgınlığına kapılmış, üretmek satmak, üretme
satmak için, ahlak, namus, din, aile, millet, insanlık gibi sosyal varlıkların
topunu birden gözden çıkarmış bir rezillik toplamıdır.. Bunu yetiştirmek kolay
değil! .. Yetiştirilemez bu meret! .. Onu, şartlar hazırlar!.. O şaıtların
dışında hiç bir yerde, insandan sabun yapan canavar yetiştirilemez! Eğer
burjuva,zaten böyle canavar olmamış olsaydı, Marx, emekçi çoğunluğunu, bu
üretim çılgını azınlığın elinden kurtarmak için, 'Sınıf olarak Burjuva sınıfı
ile kafa kafaya gelmek zorunludur' diye fetva verir miydi?. Doğudaki zengin'le,
ekonomi'nin namusunda anlaşmak olasıdır, ama batıdaki burjuva ile namusta
anlaşmanın bugüne kadar yolu bulunamamıştır...
"
"Burjuva sınıfı olmasaydı,
elbette 'İşçi sınıfı' da olmazdı. Burjuva, bir üretim çılgınlığı içinde önüne
geleni sömürdüğü, "üretim, birikim, yatırım'' dairesinin içinden çıkılmaz
helezonlarına düştüğü için, çalıştırdığı insanları da sömürmekten utanmamış ve
sınıfını, bütün öteki sınıflara karşı kapalı tutmuştur. Burjuvanın dirsek temasıyla
yanyana gelişi, işçiyi sınıf değiştirme şansını tanı
madığı için, işçi bütün kuşaklar
boyu, işçi kalmış ve sermaye sınıfının insafsızlığı karşısında, gözüpek bir sınıf
olarak ortaya çıkmıştır. Savaş, böylesine kıyasıya, kendi siperlerine girmiş
iki sınıf arasında sürüyor."
"Aman ha, aldanmayalım; bu
iki sınıf yalnız batıda vardır; bizde işveren işçi alışverişi, Burjuva İşçi
alışverişine, hiç mi hiç, benzemez! Onların işi başka, bizim işi miz büsbütün
başka! .. Batıda, soyca işçi ailelere bol bol rastlarsınız da, Türkiye'de soyca
işçi kalmış aileler bulmak zordur. Çünkü bizde, batıda olduğu gibi sınıflara rası duvar
yoktur. Batı insanı, sınıfının içinde sıkışıp kalmıştır. Başka sınıfa atlamayı
düşünmez bile! .. Olası bir iş değildir!. 'Hiç olmaz,' demek istemiyorum. Bazı
olağanüstü insanlar, bir kolayını bulmuş, duvarı aşmayı becermiştir. Fakat bu
istisnalar, kaideyi değiştirmezler! Asıl kural, sınıfının içinde
yaşamaktır."
"Bizde, böyle sınıflararası
aşılmaz duvar yoktur. Bir insan köyünden kopar, gelir şehrin kenar mahallelerine..
Üretimle hiç bir ilişiği olmayan bir iş bulur kendisine... Tutalım bir apartman
kapıcısı olur, ya da varlıklının yanında, yanaşma ... Az sonra, devleti ve
vatandaşı soymanın yollarını öğrenmeğe başlar. Eğer bir de yatkınlığı varsa,
bir süre sonra bakarsın, şehrin göbeğinde koskoca bir apartman dairesine
kurulmuş, purosunu tüttürerek, teneke karaborsası, bilet, sigara, viski
karaborsasının kralı olmuştur. Soydan ticaretle uğraşagelmiş öteki insanlar, bu
zibidinin aralarına girmesine aldırış bile etmezler! İlk günlerde biraz dilinin
kabalığına, görgüsünün azlığına gülüverirler ama, sonraları bu da unutulur...
"
"Bizde bir işçi, oğlunu
pekala okutur ve başka bir sınıfın adamı yapar... Bunun örnekleri sayısızdır.
Türki
ye'de orta sınıfı işçi besler.
İşçi, bir kuşak sonra dükkan sahibidir. Ama batı işçisi, çocuğunu parası olsa
da dilediği okullarda okutamaz; almazlar! Alsalar bile, sınıf geçirmezler!..
Diplomayı ele geçirse bile, iş
vermezler; kurduğu işleri yıkarlar!.. Burjuva kızını ayartsa, evlenmelerine engel
olurlar!.. Görüyorsun, Batıda duvarı aşmak bir marifet!.. Bizde sınıf
değiştirmek, bir odadan öbür odaya geçmek kadar kolaydır."
"Bir sistem, farklı
toplumlarda farklı uygulamalar ister... Çarlık Rusya'sı, hadi diyelim Marksizm için fenersiz
yakalandı... Peki, Ekim İhtilalinin üstünden 50 yıl geçtikten sonra bizim,
fenersiz yakalanmak için şartlanmamız ne oluyor?. neden hala cahilliğimize
sımsıkı yapışmış, oturuyoruz?.. Neden toplumumuzun anatomisini
incelemiyoruz?... Neden hâlâ, 'Batı bulsun, biz kullanalım,' şaşkınlığına
sımıkı yapışmışız? .. Görmüyor muyuz ki, Batı'nın buldukları, ancak kendisine
yarar! Elbise yaptırırken terziye ölçü vermesini biliyoruz da, bir sistemi
almak istediğimiz zaman, sosyal bünyemizin ölçülerini araştırmak, neden
aklımıza gelmiyor?.."
Kemal Tahir, başka bir vesile ile
de şunları söyledi:
"Sosyalist olmak demek,
"o sınıfın içinden gelerek düşünmek" demektir. İşçi sınıfının içinden
gelmiyorsan, istediğin kadar sosyalizmi öğren, sosyalist olamazsın ve sosyalist
işçi gibi düşünemezsin!.. gerçekte Sosyalist, teorisini, tıpkı şoförün
arabasını kulandığı gibi kullanır; yâni, bilinçaltına indirerek. .. Şoför,
arabasını kullanırken bir dönemece rastladığı sıra, 'Şimdi gazdan ayağımı hafifçe
çekeceğim, direksiyonu kıracağım, dönemeci içerden alacağım' diye düşünmeden
bütün bunları bilinçaltı yığıntısı ile nasıl yaparsa, bir sosyalist de olaylar
karşı
sında, 'Marx şöyle demişti,
Engels'in açıklaması böyle, Lenin bu durum karşısında şu yolu tuttu, öyleyse
ben böyle davranmalıyım', gibi şeyler düşünmeden, bilinçaltı davranarak
sosyalizme denk düşer. Çünkü sosyalizm, işçi sınıfının düşünce biçimidir. Eğer
bir insan işçi sınıfından gelmiyorsa, işçi sınıfı ile özdeşleşmedikçe,
sosyalist olamaz ve sosyalist gibi düşünemez. Bu söylediklerim, bilimsel
sosyalizmin söyledikleridir."
"Şimdi sen düşün: Bir
memlekette işçi sınıfı yoksa, işçi sınıfı gibi nasıl düşünülebilecektir? Bir
memlekette sınıf işçisi yoksa, o memleketin adını, nasıl işçi ile özdeşleşerek
sosyalistçe düşünebilecektir? Yanıt isterim arkadaş?
"Çince yazılmış bir kitabı
okumanın şartı,nasıl Çin alfabesini öğrenmekse, Marksist olmanın şartı da, ya
sınıf işçisi olmak, ya sınıf işçisiyle özdeşleşmektir. Bunların ikisini de
yapamıyorsan, senin marksizmin, nasıl bir Marksizm acaba?..."
BOZKIRDAKİ ÇEKİRDEK
10 Aralık 1966
Büronun kapısı açıldı ve Kemal
Tahir'in lezzetli sesi içeriye doldu:
Yahu, siz ne biçim bir arkadaş olacaksınız..
Uyarmak yok mu?.. "Dur hele yahu..." demek yok mu? Yakamızdan tutup,
"Sana ne göründü de arkadaş, sen böyle, böyle ediyorsun.." demek yok
mu?.. Peki ne olacak bizim halimiz? Her şeyin, bi başımıza mı üstesinden geleceğiz?..
İki elinde, iki kitap paketi,
kendini terazilereyerek
odaya girdiği zaman böyle
konuşuyordu.Kitapları, kapının yanındaki küçük masaya bıraktı, elini yıkamak
için musluğa giderken,
Keyfin
yerinde anlaşılan!... dedim.
Bir yandan ellerini yıkıyor, bir
yandan laf eriştiriyordu:
İnsanın
sizin gibi arkadaşları olursa, keyfi mi kalır?.. Tünel'den bu yana yolboyu
düşünüyorum: "Yahu şu bizim arkadaşlar, beni Ramazan meddahı gibi söyletirler,
söyletirler; ama bana yarar bir işe gelince, kodunsa bul.. Hele şu Alangu!...
Bir ele geçsin, bunaltması benden!..."
Kemal'i kitaplarının dili ile
yanıtladım:
N'olmuş?.. Allaha şükür
burdayız.. Oğlumuz uyuz, kızımız kuduz olmadı ya!... Hele lafın gelsin!.
Gülmeğe başladı ama,
yakıntılarını sürdürdü:
Yahu
biz aylardır aranızda, "Bozkırdaki çekirdek, Bozkırdaki çekirdek"
diye gezinmiyor muyuz?..
Gezindinse
n'olmuş?
N'olmuş'u
var mı?... Bir Allah'ın kulu çıkıp "Bozkırın, hiç çekirdeği olsa, bozkır
olur muydu?"der mi bakalım?...
Bozkırın
yağmuru nafile olunca, çekirdeği neden olmasın?..
Kemal, bir yandan gülerek koltuğa
otururken, bir yandan da sekretere sesleniyordu:
Sen
bize bakma Süheyla kızım, hele kahveyi eriştir!..
Son bir iki haftanın hemen çoğu
gününü Alangu ve Kemal'le birlikte geçirdim.
Kemal, Köy Enstitüleri üstüne bir
roman yazacak.. Alangu, bir ara Köy Enstitülerinden birinde hocalık etmiş;
gördüklerini Kemal'e anlatıyor, ben de kulak misafiri oluyorum. Kemal'in
takılması bu yüzden.. Anlaşılan, "Bozkırdaki Çekirdek" romanı
üzerinde söyleyeceği taze şeyler var. Dört saate yayılmış bir konuşmayı ana
çizgileriyle özetleyeceğim:
" Eğitim, bütünlük ister.
Sen, devlet olarak, okuttuklarının bir bölümüne başka şey, bir bölümüne başka
şey söylemeğe başladın mı, namussuzluk edersin arkadaş! ... Devlel ile
Namussuzluk da birarada barınamaz! Namussuzluk, politika ile bile
barınamadıktan sonra, Devletle barınabilir mi?..."
"Köy Enstitüleri, günlük
politikanın eğitime bulaşmasından öte bir şey değil! İsmet Paşa, 'Devlet'in
şakası olmadığını bilir; ama 'milletin' şakası olmadığını öğrenmesi için 1950
yılını yaşaması gerekti!"
"İkinci dünya Savaşında
İsmet Paşa'nın Türkiye Politikası, çok civelek bir politikadır. Başlarda
Almanlar, Fransa'yı birkaç haftada çiğneyiverince, İsmet Paşa'nın gözü
Alman'lara döndü... Almanya'da Nazi Partisi var, Türkiye'de Halk Partisi..
Almanya'da Hitler'in sözü kanun, Türkiye'de İsmet Paşa'nın... Almanlar ülkeyi
ellerine geçirebilmek için her yere birer Nazi ajanı yerleştirmiş, millete
nefes aldırmıyor; İsmet Paşa şehirleri kasabaları Halk Partisi ile Halkevleri
ile avucu içine almış ama, köyler boş.. Paşa, askerlikten bir türlü kurtulamadığı
için, askerde çavuş rütbesine kadar çıkabilen açıkgöz köy çocuklarını bir
kurstan geçirip eğitmen yetiştirmeğe durdu; ve bunlardan her birini bir köye
yerleştirdi mi, işte sana, Alman'ların imrenecekleri bir SS ordusu!... Bu
eğitmenler, köyleri avuçları içine alacakları ve dev
letle bütünleşecekleri için, memlekette
sinek uçsa, İsmet Paşa'nın haberi olacak; Hitler de bunu görünce; 'Aman bu ne
yaman akıl, nasıl bir akıl!' deyip İsmet Paşa'yı alnından öpecek!..."
"Ama hesap yanlış çıktı.
Alman'lar, Sovyetler'in bozkırına yenildiler... Moskova'ya kadar gelmişken
yüzgeri olup çekilmeğe başlayınca, o zamana kadar sırtını sıvazladığı,
arkaladığı, 'Hadi göreyim seni' dediği Turancıları deliğe tıktığı gibi, bu
kere, yine aynı Milli Eğitim Bakanı (Hasan Ali Yücel) solcuları el üstünde
tutan bir Bakan haline getirdi ve Devleti, sol rüzgarın uğuldadığı Köy
Enstitüleri şampiyonu yaptı..."
"Aslında, Köy Enstitüleri
sorununun temelinde işte bu rezillik yatar!.... Önce savaşı Almanya'nın
kazanacağı hesabına yatırım yapılmıştır; sonra, Ruslarıın kazanacağı
üstüne!"
"Ruslar, savaşı kazanıp da
üç doğru ilimizle birlikte Boğazlar'da üs istemeğe bulaşınca, İsmet Paşa fırt
diye döndü ve İngiltere, Amerika üstüne oynamaya başladı. İsmet Paşa'nın
sırtında yumurta küfesi yok!... almaya da vermeye de alışık değildir...
Biliyorsun, Almanlar 12 Ada'yı önerdiler, içi gittiği halde, almadı. Rus'lara
üç vilayet verir mi hiç! ... Böylece İnönü için, Köy Enstitüleri esprisi de
oıtadan kalktı. Nitekim Demokrat Parti muhalefeti ağzını açar açmaz, bu Köy
Enstitülerini ağızlarını kapatmak için taviz olarak veriverdi; çünkü onun gözünde
verdiği şey, fonksiyonunu çoktan yitirmişti."
"Devlet, Millet'i
kullanamaz. Oysa Köy Ensitüleri, devletin millet'i kullanmasına örnektir; ve de
özgün örneklerden biridir! Türkiye'deki kırk bin köyün, sadece on bininde bile
ilkokul yokken, hükümet köye gidiyor, 'Sana öğretmen okulları açacağım, kızını
oğlunu burada
okutursan, senin köyüne öğretmen
olarak gelecek' diyor. Ama, binasının yapılmasında, yolunun açılmasında, okulun
kurulmasında çocuklarınız çalışacaklar, yardım edecekler,' diye sırıtıyor!
...."
"Düşün, bin yıllık
aldatılmış Anadolu'yu!.. Devlete güvenini çoktan yitirmiş! .. 'Kerîm Devlet'
gitmiş, yerine sömüren devlet gelmiş. Suyunu kendin getir, okulunu kendin yap;
ama, yol vergisi ver, arazi vergisi ver, hayvan vergisi ver, salma ver,
angaryaya gel, ver oğlu ver!.. Alışmış buna artık Anadolu Köylüsü;
homurdanamıyor bile, susuyor, dehşetli susuyor!.. İşte tam bu sıra Devlet,
köyün kapısını tahsildar olarak almak için değil, vermek için çalıyor...
'Ayağına Öğretmen okulu getirdim, kızın ya da oğlun öğretmen olup köyüne
gelecek, sana destek olacak.' diyor. Yani, sulamaya başlıyor bozkırdaki
çekirdeği.. Toprağı eşeliyor... Sonunda çekirdek patlıyor, arkadaş!.. Bir
filiz, baş veriyor bozkırın göbeğinde.. Çoluğu ile, çocuğu ile, kızı ile,
erkeği ile dağlan deviren bir güçle işe koşuluyorlar, koskoca binaları ortaya
çıkarıyorlar, okul cıvıl cıvıl seslerle doluyor. Sonra?..
"Sonrasını biliyorsun:
Stalin efendi şaşırıp toprak istedi, üs istedi diye, İsmet Paşa muhalefete
kurban veriyor bu koca teşebbüsü ve Anadolu köylüsü bir kez daha aldatıldığını
anlıyor!. Milletin kafasına, Devletin kendisini aldatabileceği bir kez girerse,
artık onu oradan çıkarmanın yolu kapanır. Bir Devlet aldatmacısı olduğu için,
Köy Enstitülerinin kuruluşunu eleştiriyorum. Bana, 'Sen Köy Enstitülerine neden
düşmansın?' diyorlar. Yahu, ben Köy Enstitülerine değil, bu enstitülerin
kuruluş biçimine karşıyım. Devletin, Milleti aldatmasından yana değilim..
Devlete, sorumsuzluğunun hesabını sormak istiyorum."
"Böyle yaparsam, politikada
paçamı kurtarırım" diye aklın kesecek, önünü sonunu düşünmeden ilköğretimde,
eğitmen sistemini kuracaksın.. Bölükte çavuş olan okuıyazardan köy öğretmeni
yapacaksın! Ona faşist bir eğitim vereceksin! Turan efsaneleri öğreteceksin,
salacaksın ortaya!.. Derken, sen hesabı yanlış yapmışsın, Faşistler değil,
Komünistler kazanıyor partiyi.. Bu kez, fırt diye dönüyorsun, marksist
düşünceli olanları iş başına, Turancıları cezaevlerine getiriyorsun.. Peki,
bugün cezaevine gönderdiğin, tabutluklarda işkence ettiğin insanlar, dün
sııtını okşadığın, 'Hadi göreyim seni.' diye gizlice göz kırptığın kişiler
değil mi?... Hükümet olarak bu rezilliği nasıl yapabilirsin?..
Aynı rejim ve aynı insanlar, Köy
Enstitülerinde müfredat programını bırakacaklar, onun yerine sosyalist tan
danslı kitaplar okutacaklar, ortak yaşam örnekleri verecekler, sonra da okulda
öğrendiklerini evinde konuşan öğrenciyi yakalayıp deliğe tıkacaksın!.. Bu
maskaralığın yanında olmak hangi abdalın işidir!"
"Bu Enstitülerin
kapanmasının üstünden yıllar geçmiş.. Hâlâ birtakım sosyalist şaşkınlar
"Köy Enstitüleri" diye yazılar yazıyor, konferanslar veriyor.. Eğer sosyalist
eğitimden yana isen, işte sana ortaokulu ile, lisesi ile, üniversitesi ile
binlerce okul! ... Değiştir müfredat programlarını ve sosyalist eğitime
başla!.. Eğer bunu yapmaya gücün yoksa, "Köy Enstitüleri" açılsın
diye ne yırtınıyorsun?.. Açılsa ne olur, açılmasa ne olur? .. İçinde bu
müfredat programları okutulacaksa, adı, öğretmen okulu olsa ne çıkar, Köy
Enstitüsü olsa ne çıkar!.. Sen bu kafayı değiştirmedikten sonra, faşist olsan
ne olur, marksist olsan ne olur?.. Anlatıyorum, anlatıyorum, ama bir türlü
anlatamıyorum.. Akılsız, hâlâ, "Köy Enstitüleri açılsın" di
ye tutturuyor. Bilmiyor ki, zihni
biraz açılsa, köy enstitüleri açılmasa da olur.!"
ROMAN VE OYUN
18 Şubat 1966
Bugün, Ayşe'nin Kemal'e piyes
okuyacağını bilseydim, gitmezdim. Ama gittim işte.. Ayşe, dediğim, Ayşe Şasa..
Piyes dediğim, "Yorgun Savaşçt' romanının sahneye uygulanması. Bugünkü
olayı anlatabilmek için,önce geçenleri özetlemem gerekir.
Altı ay kadar önceydi... Balkonda
akşam yemeğini yiyorduk. Hatırladığıma göre, Bahri Bey vardı, Muvaffak Şeref
vardı, Ayşe, Melda ben vardık ve Kemal, Ayşe ile "Yorgun Savaşçt' üstünde
konusuyordu. Ayşe'nin Kemal'e saygisı, sevgisi sonsuzdur, Kemal de Ayşe'yi
özelbir dikkatle sever. Snopsis çıkartırken, çetrefil bir araştırma yapmak
gerektiği zaman, Kemal'in aradığı insan Ayşe'dir. Bu güzel yakınlıklarını
bildiğim için, bir yandan Muvaffak Şeref'le bir şeyler konuşuyor, bir yandan da
istemeden de olsa Ayşe ile Kemal'in konuşmalarına kulak misafiri oluyordum.
Ayşe, entellektüel bir heyecanla
Yorgun Savaşçıyı övüyor, bu romandan güzel bir senaryo, nefis bir oyun
çıkabileceğini anlatıyordu. Kemal bir kalemde film sorununu kenara çekti:
Senaryo, film, sonranın işi!...
Eğer, senaıyo, film, sonranın işi
ise, demek piyes şimdinin işi idi. Nitekim konuyu Ayşe'de öyle aldı ve nasıl üç
perdede toparlanabileceğini anlatmaya başladı. Kemal ara sıra düşüncesini
söylüyor, eleştiriler ya
pıyor, romanın bozulmadan sahneye
nasıl aktarılabileceğini anlatıyordu. Bir ara ben de konuşmalara girdim.
O gece kararlaştı, Ayşe, romanı
yenibaştan ve Kemal'in bu akşam söylediği noktaları gözden kaçırmadan okuyacak,
sonra da gelecek hafta piyesin bir planını getirecekti. Kemal bana, "Sen
de bulun." dedi.
Haftaya buluştuk. Ayşe, romanı
yeni baştan ve Kemal'in uyardığı noktalar üzerinde durarak okumuş, bir plan
hazırlayıp getirmişti. Ayrıntılara kadar inerek plânı anlattı. Kemal'in bazı
uyarmaları oldu; onları da Ayşe defterine not etti. Kemal, bu yapısı ile
Piyesin iyi olacağına inanıyordu. Ayşe'ye; "Sen hemen başla" dedi.
Ben, sadece dinledim, karışmadım. Doğrusu karışmamı gerektirecek bir şey de
yoktu.
Aradan bir süre geçti, Ayşe
birinci perdeyi hazırlamış... Kemal bu perdeyi dinlemek istedi ve yine bir gün
buluştuk, Ayşe'den birinci perdeyi dinledik. Benim gözümle, fena değildi. Kemal
de fazla bir şey söylemedi. Ama tedirgin olduğunun farkındaydım. Ayşe gittikten
sonra bana:
Bu
iş olmuyor, arkadaş!... dedi.
Sordum:
Niye olmuyor?..
Olmuyor işte... Kolay iş değil...
Ayşe, sıvanırsam yaparım, sanıyor ama, yapamıyor...
Söyleseydin
ya kıza bu düşünceni...
Üzülecek...
Belki ilerde toparlar diye de bir umudum var...
Zaman ilerledi... Ayşe bir gün
Piyesi bitirdi. Ben, uzatmamak için "piyesi bitirdi" diyorum; çünkü
kaç
kez Ayşe, yazdı değiştirdi, bozdu
değiştirdi, Kemal'in dediği gibi yaptı, olmadı; kendi bildiğini yaptı, beğenilmedi...
Açıkçası, bu işte benim hiç rolüm yokken, ben, kızdan utanır oldum. Artık
bilmem kaçıncı kez son rötüşlar da yapılmış, oyun tamamlanmıştı. Okuna cağı gün
Kemal yine bana haber verdi, gittim.
Oturduk. ..
Ayşe okumaya, biz dinlemeğe
başladık. Kemal hiç karışmıyor, sadece dinliyordu. Birinci perde, ikinci perde,
üçüncü perde, oyun bitti. Ayşe soluk soluğa; durmuş, bizim yüzümüze bakıyordu.
Yüzümüzden bir şey anlamak isteyen bir hali vardı. Kemal de dönüp benim yüzüme
baktı:
Söyle
bakalım arkadaş, nasıl buldun?...
Ayşe, bütün canını gözlerine
toplamış bana bakıyordu. Doğrusu bu güne kadar gösterdiği Eyup sab rı'na
hayrandım... Kemal densizleştikçe O sabrının sağlamlığını artırıyor, ne dese
yapıyor, yine beğenmeyince de hiç direnmeden yeni biçimde çalışmaya başlıyordu.
Kemal'in, kendi fikrini söylemezden önce bana sormasının belki başlıca nedeni,
benim konuşmamdan kendi işine yarar bir şey çıkması ihtimali idi. kısadan,
keseden fikrimi açıkladım:
Güzel...
Pekala olmuş... Birkaç yerde küçük rötuşlar yapılsa da olur, yapılmasa da...
Benden beklediğini bulamayınca,
Kemal anlamlı anlamlı yüzüme baktı. Sonra Ayşe'ye dönüp kısaca konuştu:
Olmamış
Ayşe... Sen bu işi bırak!. .. Olmayacak bu iş!...
Ayşe, duyduğundan ürkmüş gibi
hafifçe geri çekilerek ürperdi:
Neresi
olmamış, Kemal Abi?..
Neresinin
olmadığını söyleyebilsem, olmamış der miyim hiç!...
Ayşe, fark edilebilir haklı bir
telaş içindeydi. Aylarca çalışmıştı. Bu konuyu işlediğini hemen herkes duymuştu.
Şimdi bunun olmadığını söylemek, elbette kolay değildi. Ayşe, cesaretsiz bir
sesle adeta mırıldandı:
Acaba,
bir kez daha gözden geçirsek!...
Bırak
Ayşe... Gözden geçirilecek yanı yok bunun... Aylardır çalışıyoruz, görüyorsun,
olmuyor. Niye üsteliyorsun?..
Üstelemiyorum,
Kemal Ağabey... Belki kurtarılacak bir tarafını bulup çıkarırız diye
düşünüyorum...
Yok
Ayşe'ciğim, görüyorsun, aylarca üstünde durduk. Kurtarılacak bir yanı olsa,
bugüne dek elimize geçmez miydi?... Biliyorum çok yoruldun, çok emek verdin
ama, bizim işlerimiz böyledir. Ben de bazen koskoca romanı tam bitirmek üzere
iken, yanlış raya oturttuğumu fark ediyorum, yırtıyorum hepsini, al yeni
baştan!. .. Bu yeni baştan alınacak gibi değil... Nasıl söyleyeyim sana: bu
konu, oyuna sığmıyor!..
Ayşe, bir Kemal'in yüzüne baktı,
bir benim yüzüme baktı, sonra kağıtlarını defterlerini toplayıp çantasına
koydu. Ben, fitili ateşlenmiş dinamit gibi patlayacak anı bekliyordum.
Ayşe'nin yerinde ben olsam,
kıyametleri koparırdım. Fakat Ayşe, hayran olduğum bir sabırla ve Hanı
mefendililikle sustu, yemeği de birlikte yedik ve evine gitti. O zaman sordum:
Bre
Kemal! .. Neydi senin bu günkü zulmün?...
Ayşe'yi lokma lokma doğrasaydın,
bundan fazla acı çekmezdi... Kızı, romanı oyunlaştırma işine sen iteledin; ilk
perdede, "Aferin Ayşe, burası yaman düşmüş! ... Hakkından
geliyorsun!" diye sen heveslendirdin! ... Kız, kırk kez yazdı bozdu,
sonunda da olmamış, ve de olmayacak dedin çıktın!.. Bu nasıl adalet, gözünü
sevdiğim?...
Söyle
arkadaş, söyle.. Yerden göğe kadar hakkın var! ... Halt ettik bu işte biz.
Ayşe'yi bu işe sürmeyecektik. Şaşırıp sürdük diyelim, ilk ağızda sonunu görüp,
durduracaktık kızı... Bunları hep Ayşe'yi üzmemek için yapmadık. Yanlış
buradaydı. Şimdi elbette haksızlıktır, bizim Ayşe'ye karşı davranmamız.
Peki
ama oyun, temelinden bırakılacak kadar hiç de .kötü değildi. Tersine beğendiğim
çok yer vardı benim. ..
Ben
Ayşe'nin gönlünü almak için bir şey dedim: "Bu konu, oyuna sığmıyor."
Doğru idi bu sözüm. Roman başka şey, oyun başka şey, senaryo büsbütün başka...
Her eser, kendi kanunları içinde tamamdır. Roman, roman kanunları içinde
düşünülür ve yazılır. İyi olur, kötü olur, konumuz değil... Ama bizim 'iyi',
'kötü' değerlendirmemiz de bu kanunlar içindedir. Ben, "Yorgun
Savaşçı"yı roman ve belki biraz da senaryo diye düşündüm. Oyun olarak
düşünmek aklımdan bile geçmedi. Nitekim Ayşe, oyunlaştıracağı yerde senaıyosunu
yapmaya otursaydı, kolayca başarabilirdi. Ama oyun' un sınırlı olasılıkları
var.. Sığınıyor roman içine...
Sığması
gerekli mi bütün roman'ın...
Not: Kemal Tahir'in ölümünden
sonra Ayşe Şaşa'mn hazırladığı "Yorgun Savaşçı" oyunu, Şebir
Tiyatrosunda hem de Kemal Tahir tarafından yazılmış gibi sahnelendi.
Mirasçılann, böyle bir saygısızlığa nasıl razı olduğuna hâlâ şaşıyorum
Haklı olabilirsin! ... Belki gerekmez. Ama ben
oyunu izlerken, roman olarak taşıdığı espirinin oyuna oturup oturmadığına
bakıyorum. Bir yerinde eksiklik gördü mü, "olmamış" deyip çıkıyorum.
Sen, romanın espri ve fikir ağırlıklarının oyuna girip girmediğine bakmıyorsun;
romandan ayrı, bunu bir oyun olarak değerlendiriyorsun... Beğeniyorsun belki.
.. Bir oyunda bu kadar fikir, bu kadar sürükleme gücü, bu kadar temiz dil
varsa, oyun senin gözünde tamamdır. Uzun konuşmalar yoksa, sahne kolay
doldurulup boşaltılı yorsa, senin için iyidir. Başkasının bir romanı olsaydı,
benim için de iyi olurdu. Fakat romanı ben düşündüğüm, yazdığım için, senin
aradıklarından çok başka şeyler de arıyorum."
"Açıkcası, benim için "
Yorgun Savaşçt'nın oyun .olması, bir erkeğin kadın kılığına girip kendisini
kadın diye yutturması gibi bir şey... Kadın kılığına girmiş erkeği, erkek
kılığına girmiş kadını nasıl ciddiye almazsak 11 Yorgun Savaşçı"yı da oyun
olarak öylesine ciddiye alamıyorum. Bence bu romanın bazı adaptasyonlara
yeteneği vardır ama, oyunlaşma'ya karşı yeteneği olduğunu sanmıyorum. Çünkü
insan, nasıl birtakım yeteneklerini doğuştan getirirse, bir sanat eseri de bazı
yeteneklerini doğuştan getirir. İyi oyun olur da iyi senaıyo olmaz, iyi roman
olur da senaryo yeteneği yoktur. Ben Yorgun Savaşçı'dan oyun yeteneği görmüyorum."
BATI BİZE BENZEMEZ
21 Mart 1968
Yemekte Asaf Ertekin, Metin
Erksan, Cahit Tanyol vardı. Konu önceleri Türk filmleri idi. Daha çok Metin
Erksan ile Kemal Tahir karşılıklı
konuşuyorlar, biz de dinliyorduk. Birden Doğu Batı sorunu ortaya çıktı. İlkin, hepimizin,
ucundan kenarından katıldığı konu, giderek Kemal'in tekeline geçti. Bu, fikir
ve üzüm salkımları arasında geçen öğle yemeğinde Kemal Ta hir'in Doğu ve Batı
toplumları üzerinde ortaya attıklarının özeti şöyle:
" (Biz Batı'dan
gördüklerimizi alırız, almakla kendi malımız olur.) düşüncesi o kadar yanlış
ki, yanlış kelimesi içine bile sığmaz bu şaşkınlık!... Batıdan gördüğünü alamazsın!
... Alırsın ama, sindiremezsin içine, kusarsın! ... Çünkü Batı esvabı,
dikenlidir. Onu giyebilmek için, gergedan derisi ile kaplı bir sırtın olması
gerekir. Oysa senin kelebek kanadı gibi incecik bir derin var... Olmaz!. ..
Sırtına alır almaz kan içinde kalırsın ki, bir avazın yerde, bir avazın gökte
bağırıp ağlamaya çökersin!..."
"Bizde Feodalite ile
Derebeyliği birbirlerine karıştırıyorlar. Derebeyi deyiminin kökeninde, suların
geçit veren sığ yerlerine oturup gelip geçenden haraç alan zibidi yatar! Bileği
güçlüdür, pazusu kuvvetlidir, ya da kılıcı keskindir, buyüzden haraç toplar.
Derken kılıcı keskin, pazusu güçlü başka bir zibidi çıkar karşısına, yenisi eskisini
yener; olan değişmez ama, haracı alan değişir. Hiç bir meşruiyeti yoktur! Hiç bir
zaman kurumlaşama mıştır!"
"Feodal öyle mi ya!.. Bir
kere meşruiyet temeli vardır: 'Ben sizi kılıcımla başkalarına karşı koruyorum,
sizde bana boyun eğeceksiniz.' diyor. Tek taraflı bir teklif de olsa, eninde
sonunda bir anlaşmadır. Sözünden kaytarmıyor; gerçekten kılıcı ile (soylular
olarak) koruyor başkalarından kendi halkını.. Ama bundan gerisi bir rezillik!.."
"Batılı Feodal, halkının
kayıtsız şartsız sahibidir. Halkının tek tek ne iş yapacağını, ne kadar
çalışacağını, ne alacağını o belirler. Evlenmek, boşanmak onun müsaadesine
bağlıdır. Gelinin 'ilk gece hakkı' onundur. Çocuğu doğduğu zaman, feodalin
damgasıyle damgalanır. Hiç kimse Feodalin izni olmadan, oturduğu yeri, yaptığı
işi değiştiremez. Hele başka bir Feodale kaçıp sığına maz. Daha, daha, Feodalin
savaş halinde olduğu başka Feodale bile kaçamaz; bu budalalığı yaparsa, bir
güzel kırbaçlandıkdan sonra, eski sahibine geri verilir. Tabiî, eski sahibi
Feodal, 'Ne iyi ettin de kaçtın!' demeyecektir, artık ölümlerden ölüm beğen!..."
"Ortaçağ dediğimiz tarih
mezarlığı, batıda bu düzen içinde geçmiştir. Ama sadece Batıda ve Uzakdoğu'nun
en ucundaki Japonya'da.. Dünyanın öbür bölgelerinde bu rezillik yoktu. Nitekim
bugün de Batı Avrupa ile, bu bölgeden giden insanların oluşturduğu Amerika ve
Japonya, teknokraside en ileri aşamalara varmışlar;ama öteki bölgeler, soluk
soluğa bunların peşinden yetişmeye çalışıyorlar."
"Batı insanı, özgürlüğüne
kavuşabilmesi için insanlığından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ortaçağ döneminde
bir Feodalin dayandığı soylular özgürdü ve bir de özgürlüğü verilmiş az sayıda
sanat erbabı vardı. Toprağa bağlı kölelik, çekilir rezillik değildir: Ölüm,
gülbahçesi gibi görünür insanlara.. Ama insanın bir de yaşama direnci vardır.
Yaşamının yolu, özgürlüğün satın alınmas nıdan geçer. Nasıl satın alacak
özgürlüğünü oranın insanı, bakalım?.. Ortaçağ kölesinin bütün hayatı Senyör'ün
elindedir. Kendisine ancak yaşayacağı kadar yiyecek verilmektedir. Ama
kendisine verilen bu yiyeceğin saklanmasına, biriktirilmesine kimsenin bir
diyeceği yoktur;
çünkü Roma Hukukundan kaynaklanan
Mülkiyet hakkı, Feodalite Kiliseyi de bağlar; özellikle bu hakkın bekçiliğini
kilise yapmaktadır. Çünkü Feodal,kendi kölesinin birikimini çekip almaya
kalkarsa, yarın da Kilisenin varlığını çekip almaya kalkar; bu büyük bir
felâkettir. Feodale gözdağı verebilmek için Kilise, "Hıristiyan dininin
temelde meşru saymadığı özel mülkiyeti , hem meşrulaştırmış, hem de kutsal hale
getirmiştir!"
"İşte Batı insanı, bu
ortamdan yararlandı. Feodalin kensine verdiği yiyeceğin bir bölümünü canından,
çocuklarından, anababasından esirgedi ve biriktirdi. Santim santim üstüne
koyarak topladığı paraları, gömdü ve üstünde yatarak bekçiliğini yaptı. Gözü
Feodalde idi. İpek yolundan gelen baharat ve kumaşları satın olmak için
Feodalin paraya ihtiyacı olduğu sırayı bekledi ve tam böyle bir sırada önünde
toprağa kapandı: 'Merhamet Senyör!' Senyör'e para, köleye özgürlük gerekti! değiş
tokuş ettiler! Böylece, ilkin özgürlüğünü ele geçirdi Batı insanı; sonra da
yine gıdım gıdım biriktirip, bir karış toprak sahibi oldu..."
"Bu yüzden Batı insanı,
özgürlüğün değerini bilir; gerekirse, canını verir özgürlük için.. Mülkiyet
fikri de böyledir Batı'da... Derindir, sağlamdır ve uğrunda ölüm göze alınır,
kertesi gelince, .. Bunları, dünya üstüne kalksa, savunur!. Çünkü, ele
geçirmesi hiç de kolay olmamıştır. İnsanlıktan çıkma pahasına, kölelikten çıkan
Batılı, sonraları yeniden o insanlık yerine gelebilmek için, Rönesans
sancılarını çekti, insanlığa ağzının suları aktı ama, bugün de fırsat ele
geçince, insandan sabun yapma marefetinden vazgeçmemiştir. Çünkü bu gaddarlık,
bu kıyıcılık, ona ortaçağ mirasıdır. Nitekim sonraları burjuva olmuş,
kapitalist olmuş, sömürgeci olmuş ama,
bir türlü "insan"
olamamıştır. Hıristiyanlığın altrüist ahlakını bile, Egoist ahlak haline
getirme rezilliğini sade bu Batı insanı başarabilmiştir!.."
"Batı, ailesiyle benzemez
bize, kurumlarıyle benzemez, devlet'i ile benzemez, sınıfları, sınıflar arası
kavga sıyle benzemez bize .. Hiç mi hiç, bize bu kadar benzemeyen Batı'dan, her
şeyi nasıl alabiliriz, nasıl almaya kalkarız!.. Aldığımız zaman bu sosyal
kurum, ya da sosyal ürün, nasıl bizde yaşayacak, kök salaGak, yerlileşecek! ..
Bunu umma saflığı da her hal bizim okumuşlara has işlerden olmalı! ..''
"Batı'nın toplum yapısı üç aşağı, beş yukarı bu! .. Bizim toplum
yapımıza gelince, bunu uzun boylu anlatmaya gerek yok.. Bizi ters çevirdikleri
zaman Batı, Batıyı ters çevirdikleri zaman biz çıkarız. İnsan'ı , toplum kalıbına
yerleştiren ahlak değil mi?.. Batının ahlakı egoist, Doğunun ahlakı altrüist/..
Batıda mülkiyet fikrinin iki bin yıllık tarihi var; Doğuda, batı anlamındaki
mülkiyet fikrinin tarihi yüz elli yıllık!.. Batıdaki insan, sınıfının içinde
savunur; doğudaki insan, ailesinin içinde savunur. Batı Devlet düzeni,
sınıfların dengeli yaşamasını sağlamak için kurulmuştur, doğuda Devlet,
ailelerin gelişmesini sürdürmek için ayaktadır. Hangi açıdan bakarsanız bakın,
bu iki toplum benzemez birbirine... "
"Öyleyse biz ne yapmalıyız?..
Yasalarımızı batıdan aktarmayacağız, biiir. .. Tutalım ceza kanununun batıdan
alsak, belik ceza geleneklerimize ters düşürür bizi ama, Medenî kanunu batıdan
aldık mı, bizi varımıza yoğumuza, bilgimize, kültürümüze ters düşürür; sonunda
kusar toplum bu kanunu.. Halka dayalı yönetim biçimini benimseyeceğiz ama,
Batının sınıflararası denge sağlamak için geliştirilmiş demokratik yapısını
aldık mı, sindire
meyiz bunu içimize, yıllar yılı
akıntıya kürek çekmiş oluruz. Bir aşağılık duygusu basar bizi boşuboşuna.. Demokrasiyi
öğrenemedik derneğe kalkarız. Yönetim, toplum ve insan yapısına göre olmayacak
mı?.. İnsan ve toplum yapısı başka olunca, yönetimin de başka olmasından öte
çıkar yol düşünebilir misiniz?.." (1)
"Ben, Romancı Kemal Tahir,
İstanbul'da oturacağım, batıdan küfe küfe kitaplar getirip okuyacağım, sonra da
Türk romanı yazacağım. Ona Türk romanı yazmak değil, Türkçe roman yazmak
derler. Bir kere, Batı'da roman nereden kaynaklanmış?.. Masaldan, halk hikâyelerinden^?..
Tamam!.. Benim de masalım var, halk hikâyelerim var.. Öyleyse romanımı
oturtacağım temel var bende..."
"Batı romanı neye dayanır?.
Drama mı? .. Batıda dram nereden kaynaklanıyor?. Sınıf çatışmasından, sınıf
içindeki insanın yalnızlığından... Benim toplumumda sınıf var mı?. Yok.. Sınıf
olmayınca, çatışması da yok.. Toplumda görünen tabakalaşmalar sınıf değil;
uyuşmazlıklar, çatışma değil.. Ayrıca benim insanım, toplumda yalnız da
kalmıyor.. O halde ben romanda Batının anladığı dram dışında bir dram
anlayışına varmam gerekir. Belki Batının kişi dramına karşılık, ben toplumun
dramını işlersem, kendi romanımı vereceğim.."
"Bu söylediklerim, kesin kes
doğrudur diye direnmem yok: Romanda yeni bir yol aramak benim için kesinkes
doğrudur, diyorum. Yâni Batıdan bir şey almak gerektiği zaman, benim roman için
düşündüklerimi, o alınacak şey için düşünmek, araştırmak zorunludur. Kolaya
kaçmayacağız, yolun kestirmesine imrenmeyeceğiz,
(1) Bu sözlerin üstünden 25 yıl
geçti. Bugün Kemal'in özetlediği tabloyu bütün ayrıntıları ile yaşamıyormuyuz?
İ.B.
gücümüzün erdiğince gerçekçiliğe
koşulacağız; o zaman geveze Batı papağanı yerine, ağırbaşlı Doğu insanı olmanın
rahatlığına kavuşacağız.. Ben, BatıDoğu konusunu böyle ele alıyorum..."
BİR JAPON DELİKANLISI
16 Nisan 1968
Bu sabah Kemal telefon edip öğle
yemeğine çağırdı, karısı börek yapmış. Gittim uzun uzun konuştuk. Dün, Mahmut
Dikerdem, bir Japon getirmiş Kemal Tahir'e.. Çok etkilenmiş Kemal, Japon'la
yaptığı konuşmadan; onu anlattı:
" Bu Japonlar, ufak tefek
olduklarından, şaşılacak kadar genç görünüyorlar. Ben, delikanlılığa yeni bulaşmış
on sekiz, yirmi yaşlarında biri sanmıştım; meğer otuzunu bulmuş!...
Yunanistan'dan bize gelmiş, her gittiği ülkede, bir politikacı, bir ekonomist,
bir tarihçi ve edebiyatçı ile konuşuyormuş. Tarih, edebiyat deyince de beni
salık vermişler. Mahmut Dikerdem almış bana getirmiş.. Bizim kötü çaylardan
ikram edip, buralarda ne alıp sattığını sordum."
"Lise ve Üniversite
öğrenimini Japonya'da yapmış. Uzmanlık dalı Ekonomi. Amerika'da, Yale
Üniversite si'ne asistan olarak girmiş, doktorasını orada vermiş.. Üç yıl
Amerika'da kaldıktan sonra, İngiltere'deki bir üniversiteye geçmiş ve burada da
doçentlik tezini hazırlayıp vermiş. Üç yıl kaldıktan sonra, dünyadaki bütün
memleketleri birer birer gezerek ülkesi Japonya'ya dönüyor muş.."
Gittiği her ülkenin coğrafyasını,
tarihini, sosyal yapı
sını önceden öğreniyor ve sonra
oraya gittiği zaman, bu bilgilerini yerinde genişletiyor, değerlendiriyor.
Türkiye tarihini de okumuş. Edebiyatını da az buçuk öğrenmiş.. Nazım Hikmet'i
de, Mehmet Akif'i de biliyor, diyeyim de sen gerisini kestir."
"Bildiğimiz kadarını
anlattık, memnun oldu. Bu sefer ben soruşturmaya başladım: 'Burdan nereye
gideceksiniz, gittiğiniz ülkede neleri araştırıyorsunuz?' gibi..
Oturdu/yaptıklarını, yapacaklarını bir güzel anlattı."
"Meslek olarak
politikacılığı seçtim, dedi. Benim amcam da politikacı idi, bende politikaci
yetişmek istiyorum. Onun için doktoramı Amerika'da, tezimi İngiltere'de
hazırladım; Anglosakson toplumlarını yakından tanımış olmak için!.. Dünya,
Anglosakson'lardan ibaret değil elbette. Av rupa ülkeleri var, Asya ülkeleri
var. Ne yazık ki, çok istediğim halde Sovyet Rusya'yı ve Kıt'a Çin'ini
göremiyeceğim. Çünkü bize vize vermiyorlar. Oysa bunları tanımadan insan
dünyayı tanımış olmaz. Bunlar, bugünkü dünyanın öbür yarısı.. Buralara gitmiş
olanların yazdıkları kitapları okuyorum. Fakat yine de insanın gözü ile görmesi
başka bir şey.."
"Gideceğim ülkelerin
tarihini, coğrafyasını, edebiya tını,ekonomik kaynaklarını, askerî gücünü ve
kültürünü, elverdiğince öğreniyorum. Sonra o ülkeye gidince, bu öğrendiklerimin
ne ölçüde doğru olduklarını araştırıyor, yanlışlarımı düzeltiyor, yeni bilgiler
alıyorum. Amerika ve İngiltere'de geçirdiğim 6 yıl içinde hem o ülke ve insanlarını
anlayıp değerlendirmeğe çalıştım, hem de memleketime giderken uğrayacağım
memleketler üzerinde bilgi edindim. Müze ve Kitaplık bakımından Amerika da
İngiltere de çok zengin .. Hemen aradığım bütün bilgileri fazla zahmet çekmeden
bulabildim. Japonya'da
böyle bir kitaplık kurulması için
dönüşte bir kampanya açacağım."
*
"Yahu sen şu bizim
Capon'u(1) gördün mü?" diye başladı Kemal Tahir. "Adam, üç yıl
Amerika'da, üç yıl İngiltere'de kalmış ama, üç saniyesini boş geçirmemiş. Bir
yandan doktorasını, doçentlik tezini hazırlamış, bir yandan da harıl harıl
gideceği ülkelerin" tarihini, coğrafyasını, kültürünü, ekonomisini
öğrenmiş. Şimdi de kalkmış, bu kitapların yazdığını gözü ile görüp değerlendiriyor.
Ben kendimi çalışkan insan bilirim, doğrusu Capon delikanlısının yanında
kendimden utandım.11
"Bir de bizim Amerikalara,
İngilterelere gönderdiğimiz delikanlıları düşün; üç yılda bir sınıf atlayıp
kadın kız peşinde pabuç eskiten bizim haytaları.. Dönüşlerinde ne getiriyorlar
memleketlerine? Mariuhana'nın pis kokusunu, viskinin faziletini ve yanlış bir
batı hayranlığını!.. Bu yüzden, biz İkinci Dünya Savaşına girmediğimiz halde,
ekonomik güçlükler içinde debeleniyor çalkalanıyoruz; Caponlar savaştan yenik
çıktıkları halde, ekonomileriyle Avrupa ve Amerika'ya meydan okuyorlar! ..
Dünden beri kafam, bu noktaya takıdı Kajdı.."
"Batı'da aile, dölyatağı
gibi bir şey! .. Hayvanlar, nasıl yavrularını, yürüyüp kendi başlarına
yaşayacak hale gelinceye dek bakıyorlar, sonra da onları yuvadan uzaklaştırıyorlarsa,
Batı adamı da çocuğunu belli bir yaşa kadar, bakıyor, yetiştiriyor, sonra kendi
başına bırakıyor. Ferdiyetin oluşmasında bunun elbette payı vardır ama, merhametsiz
insan yetişmesinde de elbet etkisi vardır.Doğu daki aile, fertlerden oluşuyor
ama, fertlerden farklı bir karaktere, bir ayrı bütünlüğe sahip oluyor.
Fertlerden birinin başına gelen, bütün aileyi ilgilendirir. Batıda sınıf
(l)Japon'a "Capon"
demeği severdi Kemal Tahir
ların yaptığı işi, doğuda aile,
üstüne yükleniyor gibidir."
"Japon aile çekirdeği
güçlüdür. Etkili bir eğitimi vardır. Babaerkil aile sistemi içindedir ama,
otorite çok bağlayıcıdır. Osmanlı ailesi de bir zamanlar öyleydi. Kı nalızade
Ali Efendi'nin "Aile Ahlakına" baktığımız zaman, bunu açıkça
görüyoruz. Fakat bizim Batıcılarımız, bu Capon delikanlısı gibi, uygarlığı
bilimde, teknikte, la boratuvarda aramıyor, genç kızların babalarının karşısında
bacak bacak üstüne atıp sigara içtiğinde; delikanlıların babaları ile içki
kadehi tokuşturduklarında buluyorlar... Ama o delikanlı kendi hayatını kendi
kazanıyor muş, ama genç kız evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş; bizim Batıcı
oğlanlar buna bakmıyorlar, hem baba kesesinden hovardalık etmek, hem babayla
kadeh tokuşturmak istiyorlar."
"Babaerkil \ e otoriter aileden
çıkıp, birinin Japon tipini vermesi, birinin Osmanlı tipini çıkarması üzerinde
düşünmek zorundayız. Osmanlı Devletinin Avrupa'ya okumak için gönderdiği
çocukların, çoğunlukla paşa çocuğu oluşu üzerinde durmalıyız. Japonlar daha çok
halk çocuklarını Batıya okumak için gönderdi. Bizim bugünkü üniversitelerimiz
de Anadolu çocuklarıyla büyük şehir çocukları arasında böyle bir farkın
olduğunun üstün de duracağız."
"Altürist ahlaktan
kaynaklanan aile ile, Egoist ahlaktan kaynaklanan ailenin aynı çekirdeği
vermeyeceği, meydanda bir şey... Ama Altürist ahlaktan kaynaklanan iki aileden
birinin bozulması, birinin bozulmaması üstünde durmak ve bu iki aile üzerindeki
toplum etkenlerini değerlendirmek, işimiz olmalı.."
Kemal Tahir'in pek beğendiği bu
Japon aydını, "Başbakan olmak için hazırlanıyorum." dediği zaman, onu
ne ölçüde şaşırttığını tasarlayabiliriz.
Diyordu ki:
"Yahu, adama bak, 'Başbakan
olmak için hazırlanıyorum' diyor. Sanki, başbakan okulu varmış da bitirip
başbakan olacağım der gibi. Benim hayret ettiğimi görünce dedi ki: 'Beni
Başbakan yapacaklar demiyorum, ben Başbakan yapacaklarmış gibi kendimi
hazırlıyorum. 30 yıldan beri Japonya'da Ekonomi okumamış bir polita kıcı
Başbakan olmamıştır. Bunun için ben de ekonomi dalını seçtim. Dünyanın bütün
ülkelerini ve devletlerini yakından görerek tanıdım. Yarın bu ülkelerle ilişki
kurarken bu bilgilerimden elbette yararlanabilirim. Böylece hazırlanıyorum. Ama
bütün bu hazırlanmalarıma rağmen, değil Başbakan, belki de Bakan, hatta
Milletvekili olamayabilirim. Ozaman bu edindiğim bilgiler yine benim işime
yarayacaktır.'
"Yahu, görüyor musun
adamları?.. Ekonomi bilmeyeni Başbakan yapmıyorlar! Bizim en büyük Devlet Adamı
diye tepindiğimiz İsmet Paşa, Başbakan olduğu zaman, dövizin ne olduğunu
bilmiyordu! N'olacak bu bizim işimiz böyle .."
"Çin işi, Japon işi"
diye hafife almışız Uzakdoğu'yu ama, yanlış etmişiz. Japonya üzerindeki bütün
çalışmalar, birkaç kitaptan ibarettir. Fransa için kitaplığımızda binlerce eser
vardır da Japonya için sadece birkaç kitap!.. O da ne ölçüde işimize yaradığı
da belli değil!.. Yarından tezi yok, sıvanıp, şu "Japon sorununa" bir
adamakıllı eğilelim arkadaş!.. Bugüne kadar bildiklerimizi temelden unutup
yeniden başlamak şartıyle eğilelim! .. Samuray'lar falan deyip işi savuşturmak
bize yakışmaz. "O)
(1) Dediğini yaptı da..
İstanbul'a indi, kitabevlerini dolaştı, bulduğunu satın aldı, bulamadıklarını
ısmarladı. Bir fikir sentezine de vardı. Fakat ne yazık ki bu konuşmasının
notları, elimde değil. Ta hirAlangu'ya verdiğim notlar içinde olması mümkündür..
ECEVİT VE KEMAL TAHİR
23 Temmuz 1968
Sayın Ecevit bu yıl, yaz
tatilini, bizim tatil köyünde geçiriyor^ ). Kendisi, CHP Genel Sekreteri ama,
tatil köyümüzde bir politikacı olarak değil, bir yazar olarak bulunuyor. Basın
İlan Kurumu Bayramoğlu Tatil Köyünde dinlenen Gazeteci, Yazar, Romancı ve Şairlerle
sohbetler yapmakta.. Kemal Tahirde tatil köyünde.. Hemen haftada bir, iki
akşam, büyük bir sofranın çevresinde politikacılar toplanıyorlar ama, politika
değil, sanat konuşuyorlar..
Ecevit, gündüzleri Parti Genel
Sekreterliği ile ilgili işlerini, çoğu zaman telefonla düzenledikten sonra,
bazen eşi ile, bazen yalnız, bazen ben veya tatil köyündeki gazetecilerden
biriyle küçük yürüyüşler yapıyor, voleybol oynuyor, böylece kafasının politika
yükünü boşaltıp hafifletmeğe çalışıyor.
Bu akşam, Kemal Tahir'in de
bulunduğu sayın Ecevit'in sofrasında epey politikacı vardı: İsmail Arar, Orhan
Birgit, İhsan Gögüş bunlar arasında.. Ayrıca Sabahattin Selek, Sadun Tanju ve
bazı gazeteciler vardı.
İsmail Arar, Ecevit'e,
"Devlet Ana" için yazdığı ya zıyı anarak övücü birkaç söz söyledi.
Kemal Tahirde kitabından ve kitabı için yazılan yazıdan söz edildiği için,
Güzel yazınız için size daha önce de teşekkür
etmiştim, Bülent Bey.. Gerçekten iyi bir yazıydı.. Kitaba, Devlet Adamı gözü
ile baktığınız, daha ilk satırda anlaşılıyordu.
Ecevit,
Gerçekten çok yararlandım dedi . Politikacılar için tarih, iyi bir
laboratuvardır ama, bu laboratuvara sizin gibi bir düşünür sanatçı girdiği
zaman, gerçekler elle tutulacak kadar canlanıyor. Özgün bir yapı olan Osmanlı
İİmparatorluğunu "Devlet Ana"dan sonra daha iyi biliyorum. Hiç
değilse, kuruluş yıllarını.. Yazımda da belirttim, bir de çökmenin başlangıcı
olan Kanunî Dönemini de sizin gözünüzden görsek, Osmanlı devlet yapısını
yaratan şartları bileceğimiz gibi, bu şartlar içinde de ortaya çıkan yapının
nasıl ve neden çöktüğünü de açık seçik görmüş olacağız..
Kemal Tahir'in, Osmanlı
konusunda, Ecevit gibi düşünmediğini biliyordum. Kanunî Döneminin çöküntü
başlangıcı olması sebebi meydanda idi. Portekizlilerin Ümit Burnu yolu ile
Hindistan'a varılması, tarihin ünlü "ipek yolu"nu öldürmüştü. Doğu
ekonomisinin önemli bir bölümü ipek yolunun gelirine dayandığı için Kanunî
Süleyman'ın ünlü Sadrazamı So kullu Mehmet Paşa, Don ve Volga nehirlerinin bir
kanalla birleştirilmesi, Süveyş Kanalı'nın açılması gibi büyük projeler üstünde
durmuş ve en sonunda yabancı gemilerden Türk limanlarında vergi alınmaması gibi
ekonomik önlemlere baş vurulmuştu. Bu önlemlerin ilk ikisi başarılamamış,
üçüncüsü de tek başına bir sonuç vermediği için, çöküntü başlamış ve sürüp
gitmişti. Ecevit, bu tarih gerçeğini ya bilmiyor, ya da Osmanlı
İmparatorluğunun çöküşünü ekonomiye bağlayarak, Marksist görüşün ortanın solıı
politikacısı olarar doğrulanmasında yarar görüyordu.
Kemal Tahir, verdiği karşılıkta
bu konulara hiç değinmedi. Politikacı olmadığı halde, politik bir dil kullandı
ve,
Haklısınız dedi, Kanunî dönemi önemli bir dönem.. Çöküşün
başlangıcı.. Büyük devlet adamları çağı.. Ama yine de ben Osmanlı tarihi içinde
bir roman daha yazmaya karar verirsem, her halde Yıldırım Beyazıt ile Timurlenk
arasında geçen "Ankara Savaşı"nı ele alırdım ve bizim "Fetret
Devri" diye belirlediğimiz tarih
için pek kısa olan dönemde, Osmanlı İmparatorluğu'nun
yeniden ve çok daha güçlü nasıl kurulduğunu büyülte cin altına koymak
isterdim."
Kemal Tahir'in, o gece karşılıklı
konuşmalarla ortaya çıkan tarih görüşünü, diyaloglardan sıyırarak ve ayrıntıların
üstünde durmadan, şöyle özetleyebilirim:
Kemal Tahir diyordu ki:
" Timurlenk adlı bu topal
ihanetin, elinde hangi mazereti olursa olsun, Batı'yı egemenliği altına almakta
olan bir Türk devletine saldırması, namussuzluktur. Büyük strateji, büyük
komutan derler; ben buna da inanmam! Kendi ırkından bir devleti parçalamak için
taa Anadolu'ya gelen, parçaladıktan sonra dönüp giden bir ordu komutanının, ne
büyük olması; ne akıllı olması mümkündür! Kalkıp Anadolu'yu ele geçirmesinin
bir anlamı vardı. Ama, sadece güçlü bir Türk devletini yok etmek ve güçsüz
birtakım beylere yıkılan devletlerinin yeniden kurulmasını sağlamak için savaş
veren bir Komutan, budalanın ta kendisidir. Nitekim ne oldu. Timur lenk'in
kurduğu imparatorluk dağılıp gitti.. Dağıtıp yok ettim sandığı Osmanlı
İmparatorluğu ne oldu?.. Eskisinden daha güçlü kuruldu ve altıyüz yıl yaşadı.
Bir Batı Türk'ü olarak ben, olaya başka türlü bakamam, olup biteni başka
ölçülerle değerlendiremem!."
"Aslında tarihin
"Fetret Devri' laboratuvarı, çok olumlu ve anlamlı gözlemlere
elverişlidir. Batıyı tir tir
titreten Yıldırım Beyazıt gibi
bir padişahın, Niğbolu zaferinin üstünden pek bir şey geçmeden Timurlenk'e
yenilmesi, şehzadelerin mülk kavgasına tutuşması, Osmanlı'nın namını dünya
yüzünden silecek ölçüde bir olaydır. ama hiç de öyle olmaz!.. Kardeşler
birbirleriyle amansız bir savaşa tutuştukları, birbirlerine ihanet ettikleri ve
ülkeyi Timurlenk fırtınasından sonra bir kere daha paramparça ettikleri halde,
çeyrek yüzyıllık kısa bir dönemde imparatorluğun sınırları Batıda Belgrad'a
dayanmaktadır. Bu, şunu ispatlar: Osmanlı Devleti kuruluşunun haklılığını!.. Bu
çekirdekte, mutlaka bir fikir kıvılcımının parla dığını!.."
"Aslında Timurlenk,
Anadolu'daki Türk Beylerine değil, Batı'ya hizmet etmiştir. Çünkü Osmanlı'nın
ortadan kalkması, Anadolu'da barışı sağlamaz; tersine, savaşı sürekli kılar.
Anadolu'nun küçük devletleri
durmadan birbirleriyle boğuşuyorlardı. Belki Osmanlı Devletini yıktıktan sonra,
Anadolu'nun beyleri yine birbirleriyle boğuşmaya başladılar. Bu boğulma,
Osmanlı Devleti yeniden kurulup Anadolu'nun birliğini sağlayana kadar sürdü.
Demek Timurlenk'in, Anadolu beylerinin yalvarıp yakarmaları yüzünden Ankara
Muharebesini göze aldığı doğru değil!. Çünkü Anadolu'da barışı
sağlayamamış.."
"Ama, Timurlenk'in Papa'ya
hizmet ettiği kesin! .. Avrupa'yı pençesinde tutan kilise devleti,
Osmanlı'ların Batı ülkelerini bir bir ele geçirmesi karşısında Papa, elbette
kendisine bir müttefik arayacaktı. Timurlenk budalasından daha iyi müttefik mi
olur! .. Bunun böyle olduğu nereden belli mi, diyorsunuz? Timurlenk'in,
Anadolu'dan Avrupa kıyısına geçmemesinden!.. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki
toprakları, Anadolu'daki topraklarından çok
daha geniş ve bereketli idi.
Timur, Osmanlılarla cenge tutuştuğuna, yendiğine ve bütün Anadolu'yu Adalar De
nizi'ne kadar ele geçirdiğine göre, şimdi dönüp Avrupa kıyısına geçecek ve
Osmanlı'yı iyice ufalayacak diye bekliyorsunuz; fakat hayır, öyle olmuyor.
Tersine Timur orduları, Batı toprakları kıyısından atlarının başını çevirip
geldikleri yere dönüyorlar.. Bu davranış, uzun seferin kimin için yapıldığını
göstermiyor mu?.. Timur'un Pa pa'ya bir borcu olmasa, niçin bereketli Avrupa
topraklarına geçmesin ve bu ülkeleri talana boğmasın?.."
"Bu topal ihanet, aslında,
Osmanlılara pek büyük bir şey kaybettirmedi. Çok kısa bir dönemde, elden çıkarılan
topraklar, hem de bu kez daha sağlam ve elden çıkmamacasına yeniden kazanıldı.
Ancak böyle bir deneme, Osmanlı'nın hem geleceği, hem de günümüz için çok değer
taşır. Dünya devleti olmak misyonunu yüklenmiş bu düzen, değil sadece
Osmanlıların, herhangi bir insanın veya takımın elinde aynı sonuçları verecek
iyi bir Devlet reçetesi olduğunu ispat etmiştir."
Kemal Tahir'in konuşması, zaman
zaman sorularla, zaman zaman güçlendirici katılmalarla kesildi ama, bütün sofra
tarafından büyük bir dikkatle dinlendi. En iyi izleyenlerin başında Ecevit'in
geldiği gözümden kaçmadı. Nitekim sofra dağılırken Kemal Tahir'i bir kez daha
kutladı ve bu gece dinlediklerinden çok yararlandığını söylemek gereğini
duydu..
Kemal Tahir daha sonra,
"Topal İhanet", yahut, "Topal Kasırga" adıyla, bu olayı
roman olarak işlemeğe başladı; yüzlerce sahife not aldı, yüzlerce kitap
karıştırdı; fakat tam bu sırada hasta olduğu ortaya çıktı. Ameliyat masasına
giderken bile, "Kuıtulursam, "Topal İhanet'i mutlaka yazacağım"
diyordu. Ameliyattan kurtuldu ama, ecelden yakasını sıyıramadı!.
"Topal İhanet" de not
halinde kaldı. Bana okuduğu bir parça, Yıldırım Beyazıd'ın ölüsünün katır ve
merkep sırtında Bursa'ya getirilişini anlatan ilk bölümü, gerçekten
muhteşemdir..
MUSTAFA SUPHİ'NİN KATİLİ KİM?
7 Kasım 1968
Dostum Halûk Şaman ve Kemal
Tahir'le bugün cümbüşlü bir gün geçirdik. Pek çok şeyler konuşuldu elbet; ve
bunların hemen hepsi özelliği olan değerli fikirlerdi; fakat ben sadece Kemal
Tahir'in Mustafa Suphi üzerinde konuştuklarını yazmakla yetineceğim.
" Bu memlekette bir adam
çıkıp bir laf ediyor.. Artık aynı konu insanların önüne düştükçe, bu laf durmadan
tekrarlanıyor. İçlerinden biri de çıkıp, 'Yahu, bu konu için şöyle denmiş ama,
acaba söyleyen doğru mu söylemiş, ya da araştırması gerçekten doğru mu?' diye
bir şey düşünülmüyor.. Mustafa Suphi'nin öldürülmesi işi de böyle..."
"Bu konu ile ilgilenenler,
sadece Mustafa Suphinin kişiliği üstünde duruyorlar. Sovyetler Birliği'nde ne
yaptığını, kimin arkadaşı olduğunu, kiminle beraber çalıştığını araştırmıyorlar
bile.. Bir insan bitki değil... Bitki bile çevresinin etkisi altında kalır.
Öyleyse, Sovyetler Birliği'nde Mustafa Suphi'nin izlediği politika, kiminle
işbirliği yaptığı, Türkiye'ye hangi gizli ve açık amaçla gitme kararına vardığı
iyice bilinecektir."
"Mustafa Suphi'nin çevresine
baktığımız zaman, Sultan Galiyef diye bir adam düşüyor önümüze.. Bu Sultan
Galiyef kim?.. Lenin'in yakın arkadaşlarından biri olduğu anlaşılan bu Sultan
Galiyef, Devrimin ilk günlerinden
beri Marksizmin yorumunda Lenin
ve arkadaşlarıyle bir leşemiyordu. Eldeki kıt bilgilerden anlaşıldığına göre,
bu Sultan Galiyef, Komünizmin, Batı toplumlarının sosyal şartları gözönünde
tutularak yazıldığını, oysa Doğu ile Batı toplumlarının birbirlerinden farklı
toplumlar olduklarını, farklı olunca da Komünizmin, yerleştirilmesi konusunda
da özel metotlar uygulamak gerekeceğini savunmuştur.
"Fransız Marksistleri,
Cezayir üzerinde çalışırken, kendi bildikleri metotların bu topraklar üzerinde
yürümediğine dikkat etmişler ve Marx'ı yeniden inceleyince, Asyetik Üretim
Biçiminden ayrıca söz ettiğini görmüşlerdir. Bugünlerde benim yüzdürmeye
çalıştığım bu fikir, memleketimiz için çok önemlidir. Düşünün ki, 1917'de bir
Sultan Galiyef, Lenin gibi bir teorisyene, Asyetik üretim biçimi ile Marksizm
uygulamaları arasında yeni bir dengenin kurulması gerektiğini söylüyor.
"Çok önemli bir konu bu! ..
Hele bunun 1917 ve daha sonraki yıllarda yüzdürülmüş, fakat kenara çekilmiş bir
fikir olması, her bakımdan ayrıca önemli.. Bu konu üstünde altını çizerek duruşumun sebebi, bugün yeniden
ciddî bir önem kazanan Asyetik Üretim Biçiminin daha 1917'lerde ortaya atıldığı
halde, itibar görmemesidir. Bilimsel değeri yoktur, diyemeyiz, çünkü teorinin
sahibi Marx, konuyu ele almakta ve türetim biçiminin toplum yapısını
derinlemesine etkilediğini söylemektedir. Bunca bilimsel bir konuya itibar
edilmemişse, Sov yetler Birliği için özel bir sakıncası var demektir... Nedir
bu sakınca?..11
"Bakıyoruz, Sultan Galiyef,
Stalin'in Başkanlık ettiği "Yabancı Uluslar Komitesi"nde İkinci
Başkan ve en göze batan üyesi.. Stalin Gürcü.. Sultan Galiyef, Tatar Türkü...
Stalin Hıristiyan, Sultan Galiyef
Müslüman.. Gürcü ve Er meni'leri bir kenara çekersek, yabancı uluslar çoğunluğunun
Türkler ve Müslümanlar kuruyorlar. Galiyefin Le nin'e önerisi, Türk ve Müslüman
olan bu uluslar üzerinde Marxism uygulamasının başka metotlarla yapılmasıdır.
Bu başka metotlar, Sultan Galiyef tarafından geliştirilecek ve
uygulanacağından, elbette Sovyetler Birliği'nin en büyük parçası ve nüfusun en
büyük bölümü üzerinde söz sahibi olacak demekti. Değil Lenin, Marx'ın kendisi
bile olsa, böyle bir nüfuzun doğmasını istemez, Sov yetler Birliği'nin bu
yoldan parçalanmasına razı olmazdı. Ayrıca bu elde edilecek güçle, partinin ve
devletin ele geçirilmesi de uzak bir ihtimal değildi. Yani Sultan Galiyef,
Sovyetler Birliğinin tehlikeli adamlarının en başında geliyordu."
"İşte Mustafa Suphi,
Sovyetler Birliği'nin en tehlikeli adamı Sultan Galiyef'in sekreteri idi. Bütün
mektuplaşmalar, telgraflar elinden geçiyor, en önemli konuşinalar, önünde
yapılıyordu. Sultan Galiyef, Türk ve Müslüman topluluklara bağımsızlık ve
özgürlük verilmesini isteyenlerin başında gelmektedir. Bir örgüt kurduğu,
örgütü yazışmalar, kuryeler, ayakta tuttuğu düşünülebilir. Bu örgüt
çalışmalarının da içyüzünü bilen, sadece Mustafa Suphi'dir."
"Sultan Galiyef, Sovyetler
Birliği'ni parçalayacak tehlikeli fikirler ortaya atmaya ve önerilerde bulunmaya
başlayınca, Lenin'in de Stalin'in de bu gaileden kurtulmak istemeleri doğaldır.
Nitekim kendisine : "Mademki denmiştir, birtakım fikirlerin, birtakım
bilimsel yorumların var.. Gel Moskova Üniversitesi'ne, bu fikirlerini ve
yorumlarını yeni Devrimci aydınlara öğret! .. İşte seni Moskova Üniversitesi
Rektörlüğüne getiriyoruz..1 1
"Sultan Galiyef gibi bir
ihtilalci, elbette kiminle boğuştuğunu, karşısına aldığı kişilerin kratını ve
değerini ölçmüştür. Moskova Üniversitesi için yapılan bu çağrıyı Sultan Galiyef
reddetmez. Çünkü 'Gelmiyorum' dediği an, bir art niyeti olduğunu açıklamış
olur. Gittiği takdirde, karşısındakiler kendisinden kurtulmak kararında iseler,
ortadan yok olacaktır. Lenin'in, eylemlerinden rahatsız olduğu ve kendini
Moskova'ya almakla, eylemlerden uzaklaştırmak amacını güttüğü de düşünülebilir.
Bu takdirde can korkusuna düşmek için sebep kalmaz. Sultan Galiyef, Lenin'den
gelen bu öneriyi kabul ettiğini bildirir ve Moskova'ya gider."
"Moskova'ya giderken Mustafa
Suphi'yi yanında götürmemesi çok şaşırtıcıdır. Mustafa Suphi, kendisinin yıllar
yılı özel sekreterliğini yaptığına ve bütün yazışmalaıı nı yönettiğine göre,
kendisiyle birlikte Moskova Üniver sitesi'ne gitmesinden daha doğal bir şey
düşünülemez. Oysa, Sultan Galiyef, Mustafa Suphi'yi beraberinde götürmemiştir.
Götürmeyişinin sebebi ne olabilir?. Aklımın iyice yattığı iki sebep
düşünebiliyorum: Birincisi, Moskova Üniversitesi'ne çağırılması bir pusu ise ve
kendisini eylemden uzak tutmak istiyorlarsa, Mustafa Suphi'yi kendi yerinde
bırakmak suretiyle, eylemin durdurulama yacağını, tersine belki ayaklanmaların
çabuklaştırılabile ceğini düşündürmek suretiyle can güvenliğini sağlamayı
amaçlamış olabilir!.. İkincisi, başına bir hal geldiği takdirde, Mustafa Suphi
de kendisi gibi bir Türk ve Müslüman olduğu, örgütün kuruluşunda bulunduğu,
örgüt yöneticileriyle kurye veya posta yolu ile yazıştığı için, ayaklanmaları
yönetebileceğini düşünmüş olması da olasıdır. Bir de, örgütle yazışma ve
haberleşmenin Moskova'ya nispetle, Kırım'dan daha kolay yürütülebileceğinin
düşünülmüş olması da, Mustafa Suphi'nin Mosko
va'ya götürülmemesine belki neden
olmuştur."
"Sultan Galiyef'in,
Moskova'ya geldiği bilinmektedir. Bir evede yerleşmiştir. Nitekim, bir sabah
yerleştiği evden rektörü olduğu Moskova Üniversitesi'ne gitmek üzere çıkmış,
fakat ne üniversiteye gitmiş, ne de akşama eve dönmüştür. Bir daha kimse
tarafından adına, izine rastlanmadığına göre, ilk sosyalist aziz olarak gökyüzüne
çekilmiş olmalıdır!."
"Eğer bir insan, taşıdığı
fikirlerden veya başlattığı bir eylemden ötürü ortadan kaldırılmışsa, bu
fikirleri paylaşacak ve başlattığı eylemi yürütecek başka bir kimsenin ortaya
çıkmasına elbette izin verilmez. Bu fikirleri paylaşan en yakın insan elbette
kendisi gibi Türk ve Müslüman olan ayrıca yıllardır yanında sekreterlik eden
kişidir. Onun da vücudunun ortadan kaldırılması gerektir."
"Ancak, ihtilalin o çapraşık
günlerinde bile Moskova'da bir insanı göğe ağdırmak, kanat takıp azizler arasına
katmak olasıdır da, tutalım Kırım gibi bir memlekette, o halkın çok tanıdığı,
sevdiği, uğruna başkoyduğu bir kişiyi ortadan kaldırmak olası değildir. O halde
bu adam için, başka bir formül bulmak gerektir. Ankara Hükümetine yeni bir elçi
gönderilecekti. Komintern'in Türkiye ile ilgili aldığı kararlar vardı. Mustafa
Suphi ve arkadaşları bu kararları bildirmek ve fırsat çıkarsa, iktidarı ele
geçirmek için Sefir ile birlikte Türkiye'ye yolcu edilebilirdi. Nitekim de öyle
oldu."
"Kars'a kadar, Sovyet Sefiri
"Budu Medivani" ile birlikte gelen Mustafa Suphi ve arkadaşlarının,
burada sefirden ayrılmaları çok dikkate değer... Apaçık sırıtıyor ki, Kars'a
kadar Mustafa Suphi ve arkadaşlarına güven vermek için Sefirle birlikte kafile
halinde gidilmiştir. Ama Kars'a gelir gelmez Sefir kafileden ayrılmış, o gün
den sonraki gezisini bir başına
sürdürmüştür. Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı birkaç hafta Kars'ta kalmışlar ve
neden sonra Erzurum'a geçmeyi kararlaştırmışlardır. Gerek Kars'ta ve gerekse
Erzurum'da, Kâzım Karabekir Pa şa'nın düzenlediği aleyhte gösteriler için Kâzım
Paşa'nın Erzurum Valisine yazdığı şifrede: "Bilhassa Trabzon'da
Bolşeviklerin gözleri önünde tezahüratı mezkûreden matlubu veçhile idare
edilmesi ve Bolşeviklik aleyhinden ziyade işbu şahsiyetler hakkında olduğunun izharını
münasip buluyorum" diyor.. Ne demek bu?..Halk, Bolşevikliğin aleyhinde
değilse, Mustafa Suphi ve arkadaşları, bu halk ne yapmışlar da bunların
aleyhine dönmüş bunca insan?... Hiç bir şey!.. O zaman bu düzenlemenin kaynağı
belli olduğu gibi, cinayeti kimlerin tasarladığı da belli değil mi?..
"Nitekim Mustafa Suphi ve
Arkadaşları, Trabzon'dan Yahya Kâhya'nın bulduğu bir motora bindiler, denize
açıldıktan az sonra da kâhyanın adamı Faik Reis, başka bir motorla peşlerine
düştü ve geriye sadece Mustafa Suphi'nin güzel Rus karısı ile döndü. Sovyetler,
böyle bir heyetin toptan katledilmesi karşısında, Türk Dışişlerine durumu
soruyor ve aldığı cevapla da yetiniyor. Rusların bize para yardımı yapmalarının
da bu olaydan sonra olduğunu söyleyeyim de, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının
kimin emriyle boğazlatıldığını siz kendiniz çıkarın!.. "
TARİHİ DEĞİŞTİREN BELGE
7 Kasım 1969
Aga
n'apıyorsun?
Kitap
okuyorum.
Bırak
kitabı, gel!..
Yine
ne göründü gözüne bakalım arkadaş?..
Göründü
ki, yaman!.. Bir belge geçti ele ki, Osmanlı tarihinin yüz yılı yeniden
yazılması gerekecek! ..
Deme?..
Deme'si
bu!.. Sen hangi vapurla geçersin?.
Saate baktım:
17,lO'da
bir vapur var, yetişirim ona..
Tamam,
Ratip'i gönderiyorum o seni iskeleden alır..
Hemen giyindim, yola düştüm.
Kemal, sık sık çağırır beni ama, bugün sesinde bile başkalık var. "Osmanlı
tarihinin yüz yılı yeniden yazılmak gerekecek" derken, sesinde bayağı
heyecan vardı. Nasıl bir belge bulmuş olabilirdi acaba?.. Kıytırık bir belge
için böyle heyecanlanmaz. "Yaman" dediğine göre, gerçekten büyük
önemi olan bir belge bulmuş olmalı..
17,10 vapuruna eriştim. Ratip
iskelede Kemal'in arabasıyla beni bekliyordu. Saat 18'e varmadan evdey
dim.Aralıksız, altı saat süren sohbetimizi ana çizgileriyle özetliyorum:
" Ne demiş şair: 'Kalmasın
alemde Allahım bir hakikat nihan!' demiş değil mi...Kalmıyor arkadaş, dünyada
hi'ç bir şey saklı kalmıyor. Üzerinden yüzlerce yıl da geçmiş olsa, adamın
biri, karıştırırken, karıştırırken bir şey buluyor. Kendisi belki bulduğu şeyin
ne ölçüde önemli olduğunu da bilmiyor ama,tutup yayınlayıveriyor bulduğu
belgeyi,.. Derken, bu belgenin ışığında tarih yeniden yazılmaya başlıyor.
Budapeşte Üniversitesi'nde
Türkoloji asistanı iken doktora vermeğe sıvanan bir genç, arşive girip bazı bel
128
geleri gözden geçirmeğe başlamış.
Bunların hepsi, bugüne dek yayınlanmamış belgeler: mektuplar, pusulalar,
küpürler ve benzerleri.. Delikanlı seçmiş bunların içinden birkaç tanesini,
yayınlamış... Yayınladıkları, kendisine önemlice görünenler.. 'Önemlice'
diyorum, çünkü önemli olduğunun farkına varsaydı, belge hakkında birkaç satır
yazı yazmak gereğini olsun duyardı. 'Arşivden belgeler' diye altalta
sıralayıvermiş birkaç tanesini. İşte sıraladıklarından biri de şu mektup ..
"
Bir dergiden koparıldığı
izlenimini veren bir basılı yaprak gösterdi, eğilip baktım, tanımadığım bir
dil.. Kemal'in söylediğine göre Macarca imiş..
Türkçesi de işte arkadaş! dedi.
Yarım sayfayı doldurmayan bir
yazı.. Kemal ikisini de önüme serdi.
'' Şuncacık yazının, 2'inci
Murad'dan Yavuz Sultan Selim'e kadar dört padişahın saltanatını kapsayan tarihi
baştan başa değiştireceğini kim düşünebilir. Bu bir Macar martalozunun
mektubu.. Hep Osmanlılar, Macar Beylerinin evlerine martaloz yerleştirecek
değiller ya; Macar kralı da ne yapmış yapmış, bir martalozunu, Edirne'deki
sarayın mutfağına sokmuş.. Aşçıbaşı mı, yamak mı belli değil, ama mutfakta
çalıştığı belli. .. Mektupları, Edirne'den Budapeşte'ye kadar gittiğine göre,
bunları taşıyan bir başka martaloz da vardır her halde.. Belki onun da
mektupları ya da raporları bu mektubun bulunduğu yerdedir. 11
"Mektup, şöyle başlıyor:
("Yoluna baş koyduğum,
efendim
Karıma yaptığınız iyilikler için
minnettarlığımı nasıl söyleyeceğimi gerçekten kestiremiyorum. Tarlalarımızı
sürmek için
bir adamınızı göndermeniz
karşısında hayatımı borçlansam, yine de az gelir. Mahşerde dahi, uluvvü
cenabınızın karşısında ezileceğim. Bastığınız çamurları öperim efendim.
Burada anlatılacak yeni bir şey
yok. Söylenenlere bakılırsa sadece, Hünkarla lalasının arası biraz açılmış ..
Hünkar Çan darlı Paşa'nın, Timurtaş Paşa'nın ve öteki beyler ve paşaların
malını mülkünü alası imiş .. Bu fitneyi de aklına Şemsettin Hoca Efendi
düşürmüş. "Sen bir fermanla, 'inkita' (ikta olacak/ ) usulünü ülkene
yerleştir ki, beylerinin elindeki malı mülkü geri alabilesin.." demiş...
Hünkar, Hoca'ya, "Böyle bir kaide var mıdır, şeriatta yeri var mıdır"
diye sormuş, Hoca'da, "Hay hay, vardır ve her şeyin Allah'a ait olduğunu
Kur'anı Azimüş şanımız yazar" demiş ve de yerini göstermiş.. Hünkar:
"Aman kimse duymasın, bunu ben usulünce kolaylarım." demiş ama Lalası Çandarlı Paşa duymuş!.. Duymasıyla
öteki beylere de haber salmış, hepsi bir olup Hünkarın karşısına dikilmişler.
Hünkar, inkar geldiyse de beyler inanmamış, bunun üstüne de Hünkanmız Murat
Han, on yaşındaki oğluna tahtını bırakmayı kararlaştırmış.. Daha bir değişiklik
olmadı ama, bunlar kulaktan kulağa fısıldınmakta..")
"Sen şu işe bak, arkadaş!...
Macar'a bu mektup, sade bir saray dedikodusu gibi görünmüş olacak ki,' İkinci
Murad, Beylerin mülkünden niye
ürkmüş, neden bunları ele geçirmek istemiş, "ikta" sistemi nedir, din
ile ve uygulama ile ilişiği nelerdir, diye araştırmamış bile... Yanılıp bir
araştırsa, Osmanlı tarihini doğrulamak şerefi Macarların olacak!... Şimdi bile
belgesini ona borçlu olmamız onlar için ne devlet!... "
"Seninle hep, şu İkinci
Murad'ın 49 yaşında tığ gibi bir padişahken ve durup dururken, 'Ben tahtımı 10
yaşındaki oğluma bırakıp, tespih çekmek için Manisa'ya gideceğim; dünyadan
elimi eteğimi çekeceğim,' demesindeki tuhaflığı konuşmaz mıydık canım?.. Sonra,
Çan darlı Kara Halil Paşa'nın, İstanbul'un ele geçirilmesinden sonra
asılmasının imlaya gelir bir yanı var mı?... Hele, büyük varlığı ile Bizans'ın
İstanbul piyasasını tutmuş Çandarlı'nın, bir balığın içine doldurulmuş altın
karşılığı Bizans'a casusluk ettiği iddiası, balıkları bile güldürmez mi? Ama
bugüne kadar Osmanlı kaynakları da, batı kaynakları da bu olayları, inandırıcı
olmaktan uzak açıklamalarla geveleyip durmuşlardır."
"Ama bu mektupta sorun iyice
anlaşılıyor... Türkler, kılıç zoru ile değil de isteyerek Müslüman oldukları
için, bir yandan İslam uygarlığını benimsemişler, bir yandan da kendi
uygarlıklarını, töreler ve gelenekler halinde sürdürüp götürmüşler. Osmanlı
yayılması, Orhan Bey zamanında başlar. Orhan Bey, ele geçirdiği topraklar
üzerindeki taşıtlı malları gaziler arasında bölüştürdüğü gibi, taşıtsız malları
da gaziler arasında bölüştürdü."
"Bölüştürme oranının, şeriat
oranı olduğu anlaşılıyor. Çünkü, önceleri Bey, sonraları Hünkar ve Sultan,
ganimetin beşte birini kendi payına çekiyordu. Beşte dördü de, dövüşen erlerle,
onlara komuta eden subay ve üst rütbedeki paşalara ayrılmıştı."
"Şimdi gözünün önüne geliyor
mu, Söğüt gibi ufacık bir kasaba nire, Belgrat gibi koca bir Avrupa şehri
nire?... Bütün bu geniş topraklar, 130 yıl gibi kısa bir zaman parçası içinde
Osmanlı'nın eline geçti. Osmanlı, sosyal koşullardan yararlanmasını pek iyi
bildiği için, sürekli savaş da olmadı, komuta kadrosundan çok insan da ölmedi.
Çandarlı gibi, Zağanos gibi, Köse Mihal gibi komutanlar ordunun başında
ihtiyarladılar ve pek çoğu, normal biçimde ölünce, yerlerine onların oğulları
kardeşleri geçti. Böylece komutan değişti ama, aile değişmemiş oldu."
"Şimdi bir düşün: her bölge
ele geçtikçe hisseni alıyorsun, taşıtsız mallarda en iyi parçalar sende kalıyor
ve üstelik Hünkâr gibi kimseye bir şey vermek zorunda değilsin!.. Sende,
yığıldıkça yığılıyor, Hünkar da eridikçe eriyor. Gerçi Hünkârın ganimet oranı,
Sadrazamından, ordu komutanlarınınkinden daha büyük ama, bir yandan gelen, öbür
yandan gitmekte ve böylece giderek Sadrazamın varlığı, Padişahın varlığının çok
üstüne çıkabilmektedir."
"Maddi güç çoğaldıkça,
merkezi otorite de gücünü yitiriyor. Daha Birinci Murad döneminde beylerin paşaların
servet üretmek hırsı ve yolsuzluklar, almış yürümüştü. Tarihi Ebufaruk;
Ulemadan Konyalı Kara Rüs tem'in, Çandarlı Kara Halil'in yolsuzluklarını
padişaha nasıl açtığını, vire ile alınmış kalelerde bile tutsak toplama
yolsuzlukları yapıldığını, bunları önlemek elvermeyince, tutsak başına 25 akçe
vergi almak yolunun tutulduğunu, bu da yapılmasa, memlekette adam kalmayacağını,
acı acı anlatır."
"Bu medreseden yetme Konyalı
Kara Rüstem Efendinin gözü Kazaskerlikteymiş!... Bir punduna getirip
Sadrazam Kara Halil'i Padişahın
gözünden düşürünce, gönlünün muradına erişmiş ve Rumeli Kazaskeri olmuştur.
Ben, bu Kara Rüstem Efendinin bile, büyük zenginlikler içinde yüzdüklerinden
iyice azmış Bey ve Paşaların hakkından gelmenin kestirme yolunun,
"İkta" sistemini benimseyerek mülkiyeti "intifa hakkı" na
(yararlanma hakkı) dönüştürmek olduğunu Padişaha söylemiştir, sanıyorum. Bu
fikir için hiç bir belgem yok. Bir tarih sezgisi ile söylüyorum, yanlış
olabilir. 11
"0 dönem beylerin paşaların
nasıl Kârun gibi zenginleştiklerini anlamak için Hayrullah Tarihı'ne bakmak
yeter. Sultan Murad Bursa'da yaman bir sünnet düğünü kurar... Acem Şahı ile
Mısır Sultanına bile mektuplar gönderip kendilerini düğüne çağırır. Her yandan
hediyeler yağar. Zamanın beyleri paşaları da padişaha hediyeler sunarlar.
Evrenos Bey bu düğüne bak neler hediye etmiş..."
Kemal Tahir kalktı, kitaplıktan
Hayrullah Tarihini çıkardı ve okudu; sadeleştirerek aynen veriyorum:
"Boylu poslu yüz tutsak
delikanlı ile, birbirinden güzel yüz tutsak genç kız ve kadın seçilmiş, bunlara
yeşil atlas elbiseler giydirilmiş.... On güzel delikanlı, her birinin elinde,
altınla dolu birer gümüş tepsi, on dilber genç kızın ise, her birinin elinde
gümüş tepsilere yığılmış filo riler (altın para) olduğu halde en önde
yürümüşler. Artlarından, on güzel oğlan ile, on genç kız, ellerinde altın
tepsiler, tepsilerin içinde işlenmiş gümüş öteberi ... Bunların da ardına, delikanlılar
ve genç kızlardan seçilmiş yirmişer kişilik gruplar konmuş, bunların ellerinde
de değerli ziynet eşyalarıyle yürüyorlar, böylece hepsi, Padişaha saygı
belirtisi olarak sunuldu."
"Tarihi Ebufaruk'da başka
bir örnek var: Timur
lenk, Kütahya’ya girip İsa Çelebi
takımının bıraktığı mal ve değerli eşyanın zenginliğini görünce, 'Bunca servet
cenk için kullanmak gerekken, yığıp seyrine bakmak, nice bir gaflettir!' demiş
ve Musa Çelebi'yi bir güzel azar lamış! ... "
"Yine bu dönemde Süleyman,
Musa ve İsa Çelebiler babalarının mülkünü paylaşamadıklarından, her gün yeni
bir Bizans oyunu sahneleniyordu. Beyler paşalar, bir şehzadeden öbürüne
transfer oluyor, daha kârlı öneriler karşısında her gün güçlerin dengesi
yeniden bozuluyordu. İşte kardeşlerden biri olan Musa Çelebi, Edime'de tahta
oturunca, önceleri kendisinden yana iken, sonradan öteki kardeşlerine geçmiş,
sonunda yine kendisine sığınmış paşaların, beylerin sancak ve zeametlerini defter
etti. Ama bu cesaretini de başı ile ödemiştir.
"Acaba Musa Çelebi, kardeşi
Mehmet Çelebi ile 'Ça murluova'da cenge tutuştuğu zaman, beylerin, paşaların
birer birer kendisini bırakıp karşı tarafa geçtiğini gördükçe, başına gelenin,
beylerin mallarına el atmaktan olduğunu biliyor muydu?...Hiç olmazsa ömrünün son
saatinde, bir beyin malını almanın, elindeki kılıcı almaktan daha dehşet verici
bir iş olduğunun idrakine varmış mıydı?... Düşün bir kez, bütün beyler bırakıp
kaçmışlar, askerlerini de beraber götürmüşler. Bir, Yeniçeri kalmış elinde..
Onu da almak için, karşı tarafa geçen Yeniçeri ağası Hasan ağa, bir tepeye
çıkmış, olanca avazıyle haykırıyor: "Zalim Musa Çelebi'yi bırakın, âdil
Mehmet Çele bi'ye gelin!' diye... Tarihler, ihanetin bu rütbesine dayanamayan
yiğit Padişah Musa Çelebi'nin atını mahmuzla yıp Hasan ağanın üstüne
yürüdüğünü, Yeniçeri ağasının yüzgeri etmesi üzerine de erişip bir vuruşta
adamı ikiye böldüğünü anlata anlata bitiremezler! Ama oracıkta onun da işi
bitiriliverir."
"Bu, Beyler Paşalar ihanetine uğramasaydı, yaman bir
padişah olurdu Musa Çelebi!... Yazık olmuştur! Devletin nasıl olması
gerektiğini biliyordu; ama o devlete nasıl ulaşılabileceğini kestirememişti.
'Mal canın yongasıdır' sözünü bilse ve de anlayabilseydi, Musa Çelebi, çok
Osmanlı oyunları çıkaracaktı!..."
"Görüyorsun, bu kardeş
kavgası döneminde Yıldırım Beyazıd zamanına kadar biriktirilmiş ne kadar mal ve
para varsa, hemen hepsi, son santimine kadar harcanmıştır. Kalan üç beş kuruş
varsa, o da harabeye dönen memleketin bayındırlığına kullanılmıştır. 2'nci Mu
rad 19 yaşında Padişah olduğu zaman, tamtakır bir hazine devralmıştı. Buna
karşılık karun gibi zengin ve güçlü Beyleri, Paşaları vardı."
"2'nci Murad, yaman bir
padişahtır. Çok genç yaşında savaşlara girmiş çıkmış, girdiği savaşları
kazanmış, savaşçılığı ve insanlığı ile ün yapmıştır. Ama Beyler ve Paşaları o
kadar güçlenmişlerdi ki, Murad, sözünü yürüten bir padişah olduğu halde,
buyruklarının dinlenmediği, hatta tersinin yapıldığı oluyordu. Jan Hunyad'ın
başarıları, başını dikmiş Beylerin, Paşaların kendi başına karar almalarına
bağlıdır. Mezit Bey fırkasının pusuya düşmesi; arkasından, Tuna yakası Muhafızı
Şahin Paşa'nın yenilgisi ile kendisinin tutsak, Damat Osman Çelebi'nin şehit
olması; ardından, Damat Mahmut Çelebi'nin düşmana tutsak düştüğü Şehir köy
bozgunu; hep, gemi azıya almış beylerin, paşaların padişah buyruklarını bile
dinlemeden kendi akıllarıyle, gaflet dolu kararlar almaları sonucudur."
"Mahmut Çelebi, Sadrazam
Çandarlı İbrahim Pa şa'nın oğlu ve Halil Paşa'nın kardeşi idi. Ayrıca Saray'a
damat olmuştu. Bu yüzden, Osmanlı tarihinin ilk "savaş
tazminatı" verilmiştir:
60.000 duka altın!... Ancak böylece tutsaklıktan kurtarılabildi. Üstelik bu
tazminatı da, kanın gibi zengin babası ve kardeşi değil, Padişah ödemek zorunda
bırakılmıştı! Bunun nasıl bir tuhaflık olduğuna dikkat ediyor musun?..."
"Ayrıntılara girmiş gibi
görünüyorum ama, aslında daha ayrıntılı bilgi verebilmeliyim ki, Budapeşte'ye
gönderilen mektubun anlamı iyice ortaya çıksın..."
"Bu dönemde Devşirme Devlet
Adamlarıyle Yerli Devlet Adamları arasında kıyasıya bir "idareyi ele geçirme"
yarışması başlamıştı. Devşirmeler için, millet, ülke, din kalmadığından, ancak
devleti ele geçirirler, Padişaha yaranırlarsa kendilerini güvende sayıyorlardı.
Yerli Devlet Adamları da (Çandarlı Ailesi gibi) devlet yolu ile ele
geçirdikleri servetlerini daha. da arttırmak ve hiç değilse eldekileri
koruyabilmek için, Devleti ellerinde tutmalarında kâr görüyorlardı. Bu
birbirine zıt çıkarlar, bitmez tükenmez bir yarışma yaratmıştır. Bizans'ın
topraklarıyle birlikte entrikalarını da giderek benimsemeğe başlayan Osmanlı
Sarayı, bu yüzden hemen hiç rahata kavuşmamıştır."
"Bütün bunlardan kurtulmak
için 2'nci Murad çare arıyordu. İyte bu sırada Şemseddin Fenari'ye çatmış olmalı.
.. Bilindiği gibi, Şemseddin Fenari, başka adıyle Molla Fenari, Osmanlı
devletinin ilk Şeyhülislamıdır. 2'nci Murad'ın dikkatini çekmiş ve Şeyhülislam
olmuştur. bazı tarihçiler, kendisini 2'nci Murad'dan çok önce, Yıldırım Beyazıt
zamanında yaşadığını ve şeyhülislam olduğunu yazarlarsa da, başta Cevdet Paşa
olmak üzere, güvenilir tarihçiler 2'nci Murad döneminde yaşadığını kesinlikle
saptamışlardır. Netekim ilk Şeyhülislam oluşu da bu gerçeği
pekiştirmektedir."
"Bir Padişahın başı dertte
ise, kime fikir sorar?.. Elbette en bilgili adam olan Şeyhülislama...
Şeyhülislam, Şemseddin Fenari olduğuna ve mektupta da, 'Bu fitneyi de aklına
Şemseddin Hoca düşürmüş' denildiğine göre, Padişahın fikir danıştığı kimse
başkası olamaz. Yine mektupta, Şemseddin Fenari'nin 'Inkita' sistemini ülkeye
yerleştirmesini salık verdiği yazılı olduğuna göre, (’lkta' ile ’intika' arap
harfleriyle yazılışları birbirine benzer,) sözü edilen sistemin İKTA sistemi
olduğundan kuşku yoktur. Çünkü "İntika" diye bir sistem zaten yoktur
ve yine ancak bu sistem benimsenebilirse, kur'an'da söylendiği gibi yeryüzünde
her şey Allahın ve Allah adına da Sultanın olduğu, kabul edilebilir; mülkiyet
hakkı intifa hakkına dönüşmüş olur; böylece büyük servetlerin yığılmasının önüne
geçilir."
"Kolayca tasarlayabiliriz
ki, Şemseddin Fenari Efendi, İkta sisteminin, taa Halife Ömer gününden başlayarak
nasıl uygulandığını, Büyük Selçuklular'da ve Selçu kiler'de askeri amaçlarla
yapılan değişiklikleri enine boyuna anlatmıştır. Yine hiç kuşku yok ki, ikta
sistemini uygulayabilmek için ya Halife veya Halifenin menşurunu taşıyan Sultan
olmak gerektiğini de elbette söylemiştir. Daha da ileri giderek, Yıldırım
Beyazıt'ın Niğbolu zaferinden sonra Mısır Sultanına zafer mektubu ile birlikten
20 deve yükü kıymetli eşya ve mücevher göndererek, oradaki Halife tarafından
kendisine bir saltanat menşuru verilmesini istediği, kendisine menşur yerine,
Mısır Sultanının ağzından bir mektup gönderildiğini, her halde anlatmış
olmalı!..."
"Mektuptan anlaşılıyor ki,
Şeyhülislam ile yaptığı bu konuşma duyulmuş ve Bey'ler, Paşa'lar, sonu gelmez
varlıklarının bir kalemde ellerinden alınmak istendiğini
duymuşlar ve duymakla beraber
harekete geçip Padişahın önüne dikilmişler. Padişah, bu dikilmenin nereye kadar
uzanacağını, herkesten daha iyi bilir!... Elbette bilmezlenmiş, yok mok demiş
ama, hangi belâ kuşunun başında pervaz ettiğini de hemen anlamış ve başlamış:
'Aman ben yaşımı, başımı aldım; Manisa'ya gitsem ve tespih çekmeğe çöksem, tam
sırasıdır. Aslan gibi oğlum var 11 yaşında.. O gelsin benim yerime Bey'lik
etsin, ben onun yerinde valilik hizmeti görürüm, oh ne güzel!...'
derneğe..."
"Padişah vücudu ortadan
kaldırmak zor iş!... Bıçak kemiğe dayanmadıkça bu çeşit işlere kimse bulaşmak
istemez! 'Madem inkârdan gelmekte ve de Manisa'da tespih çekmeyi yeğlemekte
olduğunu söylemektedir. Öyleyse bırakın gitsin Manisa'ya, Devletten uzaklaşsın,
canını da bağışlayalım!' Bey'lerin, Paşa'ların böyle düşünmüş olmaları ihtimali
var. Bırakmışlar İkinci Murad'ı Manisa'ya gitmeğe. On bir yaşındaki oğlunu da
Edirne'ye getirip tahta çıkarmışlar... Sadrazam, Çandarlı Kara Halil Paşa
olduğundan, ne Sultan Murad'ın bir işe koşulması söz konusudur, ne de on bir
yaşındaki padişahın.."
"Ama gelgelelim birtakım olaylar
hesabı altüst eder. Jan Hunyad, İncil üzerine ettiği yemini bozar ve Ehlisalip
ordusu hazırlamaya başlar. Beyler, Paşalar ve asker, on bir yaşında bir
padişahın bu işin üstesinden gelebileceğinden kuşkudadırlar. Çandarlı da bir
başına sorumluluğu yüklenmekten çekinir. Çağırırlar Murad'ı Manisa'dan, ordunun
başına geçirirler ve şu, tarihin ünlü İkinci Kosova Savaşı verilir. Yaman, çok
yaman bir savaştır bu!... İstanbul'un kapılarını açan savaş budur!... Avrupa'da
ve Bizans'ta artık hiç kimse, Türklerin yenilebileceğini
düşünmeyecektir!"
"İkinci Mehmed'in ilk
padişahlığı kısa sürmüştür ama, bu kısa sürede, Devşirme Devlet adamlarıyla
Yerli Devlet adamlarının birbirlerini yemeleri, kendisine çok şey öğretmiştir.
Tarihler, Zağanos Paşa'nın, bıyıkları terlememiş padişaha İstanbul'un zaptından
söz ettiğini yazarlar... Bu, ne yağ çekmektir, ne de akıldânelik etmeğe
heveslenmektir. Besbelli ki, Devşirme Beyler, Paşalar, Padişahın kendilerini
koruyacak kadar güçlenmesi için, İstanbul'u alması gerektiğini bilmektedirler.
Bunun yolu, babasının ikta sistemini kurmaya niyetlenirken Beyler, Paşalar
tarafından boş böğründen vurulduğunu söylemekten geçer. Nitekim babası da
ikinci kez tahta otururken oğluna, Kazasker Molla Hüsrev'i hoca tayin etmiştir!
Sarıca Paşa da lalası olacaktır. Bu iki isim, Murad'ın hiç bir kuşkuya
kapılmadan güvendiği insanlardı. Elbette Manisa'da öfke içinde gezinen genç
şehzadeye masal anlatmamışlardır.!
"Nitekim böyle olduğu,
Padişah olur olmaz İstanbul'u almaya yönelmesi ile ve İstanbul'u alır almaz Çan
darlı kara halil Paşa'yı ipe çekmesiyle belli oluyor. Çan darlı gibi,
Osmanlı'nın kuruluşu günlerinden beri aralıksız Devlete hizmet etmiş bir
ailenin son ferdi, rüşvet gibi basit bir sebep için asılamaz. kaldı ki
Çandarlı'nın o tarihteki varlığı, belki tek başına Padişahın varlığını bile
geçiyor ve onun serveti, İstanbul'un ticaretini Bizanslı aracılarla elinde
tutuyordu. böyle bir Sadrazama rüşvet vermek kolay bir iş değil! ... Hele bir
balığın içine sığabilecek sayılı altını Halil Paşa'ya verdikleri için Çandar
lı'nın İstanbul'un fethinden yana olmadığını, hatta Bizans'a casusluk yaparak
nereden ordunun saldıracağını önceden öğrenip Kostantin'e bildirdiğini düşünmek
akla zarardır."
"Çandarlı Kara Halil Paşa,
evet, İstanbul'un sarılma
sına karşı çıkmıştır. Sadrazam
Halil Paşa, belki İstanbul'un, Türklerin eline geçmemesi için casusluk bile etmiştir.
Ama bu, bir balığın içinde kendisine verilen birkaç altın için değil, sonsuz ve
hesapsız servetini ve daha önemlisi kellesini kaybetmemek, o zamana kadar bütün
söyledikleri çıkan bir Sadrazamın yanıldığını göstermemek ve en sonra ikta
sisteminin uygulanmasına engel olabilmek için yapmıştır! ..."
"Nitekim Fatih, Çandarlı'nın
yalnız kafasını vurmakla kalmadı, bütün malını mülkünü de hazineye aktardı. O
zamana kadar kafası vurulanların varlığı hazineye geçmiyordu. İlk kez
Çandarlı'nın idamı ile mal ve mülkünün hazineye alınması kararı birlikte çıktı.
Fatih bu tutumu ile, öteki Bey'lere, Paşa'lara belki şunu söylemek istiyordu:
'Siz malınızı koruyabilmek için babamı ufalamayı göze aldınız, öyle mi?... Ben
yalnız malınızı değil, kellenizi de alıyorum, hadi çıkın ortaya bakalım?...'
Bazı tarihler, İstanbul'un fethinden sonra öldürülen tek Devlet büyüğünün
Çandarlı Kara Halil olmadığını, onunla birlikte birçok bey ve paşaların da
kellesinin koparıldığını yazarlar. Tarihi Ebufaruk bunlardandır.
"Muahharan ayanı memleketin idamları^ ) demek suretiyle asılan tek
Sadrazam'ın Çandarlı olmadığına işaret ediyor. "
"Eğer Çandarlı'dan başka
devlet ileri gelenleri de o sırada asılmış ise, düşüncemizin doğruluğu iyice
perkitil miş olur. Babasının ikta sistemini getirmek için yaptığı girişimi
durduranlar, oğlu tarafından cezalandırılıyor, demektir. Ayrıca, idamla
birlikte varlığı da hazineye aktarı ■lan
Çandarlı'nın, daha sonra çocuklarına varlıklarının padişah fermaniyle geri verilmesi de
karşılıklı mücadelenin hangi keskin çizgilerde yürüdüğünü gösterir. "
"Çünkü Çandarlı'nın
asılması, yalnız saray çevresinde ve ordu komutanlıklarında hoşnutsuzluk
yaratmış değildir. Tarihler, Fatih'in Hocası diye belirttikleri ve İstanbul'un
alınışında büyük gayret ve hissesi olan Ak şemseddin'in, Fatih'in kendisini
ziyareti sırasında ayağa kalkmadığını, kendisine gereken itibarı göstermediğini
ve İstanbul'un alınmasındaki hizmetlerine karşılık Fatih'in kendisine verdiği
iki bin duka altını da almadığını yazarlar. ... Nitekim, Çandarlı'yı asılmak
üzere Yedikule Zindanlarına attırdığı günün ertesi, Enderun yetiştirmelerinden
olan Mahmut Paşa'nın Sadrazam seçilmesi de çok dikkate değer bir davranıştır.
Fatih, sarayda Yerli Devşirme
sürtüşmesini elbette biliyordu. Buna rağmen, Çan darlı ailesinden olağanüstü
nitelikleri olan Mahmut Pa şa'yı Sadrazam yapmayıp, sarayda adı bile geçmeyen
bir Devşirmenin sadrazamlığa getirilmesi, Beylere ve Paşalara herhalde yeni ve
başka bir meydan okuyuş gibi görünmüştür. İlmiyye sınıfı da bundan tedirgin
olmuş ki, Akşemseddin, Padişaha hürmette kusur edecek kadar ileri gitmek
cesaretini kendisinde bulmuş olabilsin..."
"Bu durum karşısında
Fatih'in, Çandarlı'ya ait serveti çocuklarına geri vermesi, 'Rumlara çok yüz
verdi' diye aleyhinde kışkırtma yapanları susturmak için, Bizans Başvekili
Notaras'ın evine gittiği, hasta karısını ziyaret edip hatırını sorduğu, evinde
yemek yediği halde, hepsini birden Celladın baltasına göndermesi, verilen
siyasal tavizlerden sadece iki tanesidir. Sonradan Tımar sistemini kurup İkta
sistemini osmanlı bünyesine adapte ettiği zaman, o güne kadar yalnız askeri
hizmetlerde bulunanlara timar ve zeamet vermek usulden iken, bunu Molla ve
Hocalara da yayması ve birçok Mollaya mukataalı toprak vermesi, İlmiye takımına
verilmiş başka bir taviz olsa gerektir. "
"İkta sistemini kurdum"
demek, yetmez; sistemi işletmezler; işletmek isteyenin vücudunu ortadan kaldırabilirler!.
.. Çünkü Fatih'e kadar Devlet, bazı ailelere ihale edilmiş gibiydi. Sadrazamlık
Çandarlı ailesinde, Çavuş başılık Samsama ailesinde; Beylerbeylik Aykut Alp
sülalesinde, serhat Beylikleri Evrenos oğulları, Mihal oğullarında değişmez
biçimde yerleşmişti. Fatih'in Devşirmelere yüz vermesi, bütün bu aileleri Saray
ve şahsı aleyline çevirmeğe yeterdi; çünkü bu mevkiler ellerinden alınıyor
demekti."
"Şimdi bütün bunların
üzerine, bir de ikta sisteminin getireceği tehlikeyi ekleyelim, Fatih'in
durumunu biraz kavramış oluruz. Fakat besbelli ki Fatih, bütün bu tehlikelerin
ortasında, bazen tâviz vererek, bazen tâvizleri geri alarak usta bir politikacı
ve Devlet adamı çizgisinde yaşamıştır. Padişah'la, Devlet adamları arasındaki
bu didişme, boğuşmayı, tarihe sıçramış bir iki sözden çıkarta mayız. Yoksa,
eski vakanüvisler, padişahın hoşuna gitmeyecek hiç bir şeyi, yazdıkları tarihe
almadıkları için, bu yaman çekişmeyi bazı olayların mantığından ve elimize
düşen birkaç satırlık pusula veya mektuplardan çıkarmak zorunda kalıyoruz. Bu
nedenle şu anda, hiç bir şeyi kesinlikle bilemeyiz: doğruyu da yanlışı da!. ..
"
"Bazı tarihçiler, Fatih'in
yetişkin Türk devlet adamları varken, birçok önemli mevkileri Enderundan gelen
devşirmelere vermesini şiddetle eleştirirler. İlk bakışta hakları varmış gibi
görünür. Ama bugün, Padişahın ikta sistemini uygulama yoluna girdiği
düşünülecek olursa, can güvenliği için Devlet'in devşirmeler elinde olmasından
başka çıkar yol düşünülemez. Hem o güne kadar devlete hizmet eden yerli takımın
elinden malını mülkünü alacaksın, hem de canını bunlara emniyet ede
ceksin!. .. Bunun akla aykırı
olduğu, bugün iyice görülüyor. Bununla beraber Fatih, zaman zaman yerli sadrazamlar,
zaman zaman devşirme sadrazamlar kullanmak ve bir denge kurmak yolunu da ihmal
etmemiştir. Fakat bugün, şüpheli görünen ölümü karşısında, son Sadrazamının
Karamani Mehmet Paşa olduğunu dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor ."
"Benim bildiğim, Fatih'in
bir toprak reformu yaptığı, ikta sistemini kabul ederek onu tımar sistemi
olarak yerlileştirdiğidir. Profesör Ömer Lütfi Barkan'ın 1937 yılı
"Ülkü" dergisinde yayınladığı bir yazısında, özetle şöyle
deniliyor^1)
"Fatih'in yapmış olduğu
derin ve manalı ıslahatın şümul ve vüs'ati hakkında kesin bir bilgiye
raslanmamakla birlikte, bu hareketin bir reaksiyonunu temsil eden Velî Beyazıt
zamanında yazılmış birkaç defterde, sahiplerine geri verilmiş mülk ve
vakıfların kayıtları üzerindeki tashihlerden istidlal ettiğimize göre, Fatih'in
bu nevi icraatı pek geniş mikyasta ve memleketin her tarafında vuku bulmuştur.
Tesadüf edilen kayıtlar şu mahiyettedir: "Mezkürun mülki imiş, alınıp
merhum Sultan Mehmet Han zamanında tımara verilmiş imiş. Haliya Padişahımız...
mülkiyetini muharrer tutup..."
Bu kayıtların çoğunda, genellikle
Evkaf ve emlak bozulduğu sırada, şeklindeki sarahat ile, Rumeli'nde olduğu
gibi, Anadolu'da da mevcut bulunuşu, Fatih icraatının şümülu hakkında bir fikir
vermektedir."
"Görülüyor ki, Fatih, bütün
Osmanlı İmparatorluğu topraklarını içine alan bir yeni düzenleme, bir reform
yapmıştır. Ama bu reformun dayandığı emirnameler, kanunlar, fermanlar ortada
değildir. "Fatih Kanunnamesi' adiyle bilinen kanunnamenin birinci
(teşrifatgörgü) bö
(J )"Ülkü" (Halkevleri
Dergisi) Cilt. 9, Sayı 49, Ankara 1937.
lümü elde olduğu halde, ikinci
toprak reformunu içeren bölümüne hiç bir yerde rastlanmaması, tarihçilerin büyük
bir dikkatle üzerinde durması gerekli bir noktadır. Kuşkuya düşmeden
varsayılabilir ki, Fatih'in, topraklarını ellerinden aldığı birtakım beyler,
paşalar, sadece Fatih'in vücudunu ortadan kaldırmamışlar, kendi aleyhlerine
çıkardığı ferman ve kanunnameleri de yok etmişler, tapu kayıtlarını da Veli
Beyazıt adıyla Fatih'in yerine tahta çıkan oğlundan aldıkları fermanlarla eski
haline getirmişler!.. "
"Fatih döneminde yaşamış
tarihçilerimizden Aşıkpa şazade'nin, Fatih'in, doktorları tarafından içirilen
"Şarabı fariğ" dediği ilaçtan sonra fenalaştığını ve ciğerlerinin
parça parça olduğunu duyarak acılar içinde öldüğünü yazması, son kertede
önemlidir. Ölüm haberi üzerinde Avrupa'daki bütün kiliselerin sevinç çanları
vurmalarına aldanan bazı tarihçiler de Fatih'in, Papa tarafından zehir
letildiğini yazmışlardır. Papa'nın, Fatih'in Sarayına kadar bu ölçüde sokulmuş
olduğunu kabul etmek çok zordur. Fakat servetleri alınan birtakım beylerin ve
paşaların saraydaki Hekimbaşıyı elde ederek intikamlarını aldıklarını düşünmek
daha akla yakındır."
Fatih, kırk dokuz yaşında
ölmüştür, yani çok genç yaşta... Ölümü sırasında, hedefi bilinmeyen bir doğu seferine
çıkıyordu. Üç yüz bin kişilik bir ordu ve görülmemiş büyüklükte toplarla yola
düzülmüştü. Demek ki, sağlığından hiç bir kuşkusu yoktu. Bana, bu koca seferin
hangi yöne olduğunun bilinmemesi de çok kuşku veriyor. Sadrazam, bir padişahın
üç yüz bin kişilik bir ordu ile nereye gitmek üzere olduğunu hiç bilmez mi?...
Ama tarihlerde kesin bilgi yoktur, sadece tahimenler vardır."
"Ölümün, Karamani Mehmet Paşa
gibi Türk soyundan bir sadrazamın zamanında oluşu, dün için belki bir önem
taşımayabilir; fakat bugün, Fatih'in bazı beylerin ve paşaların ellerindeki
mülkü geri almak için harekete geçtiğini bildikten sonra, bir Türk Sadrazamı
zamanında Fatih'in zehirlenerek ölmüş olması, tarih yazanlar ve araştıranlar
için çok mu çok önemlidir."
"Fatih, Roma'yı alıp
kendisini Roma imparatoru ilan ettirecek ve Hıristiyanlığı kabul edecek."
diye söylenti çıkaranlar kimlerdir?... Bellini'yi, İstanbul'a çıkaranlar kimlerdir?...
Bellini'yi, İstanbul'a çağırtan, Fatih'in portrelerini yaptıran, sonra da
"Fatih Gavur oldu!" diye oıta lığı karıştı ranlar kimlerdir?
Türklerin, savaşçı olmayan insanlara karşı ne kadar merhametli oldukları
bilindiği halde, 'Fatih, Sadisttir, zevk için iki yüz esiri gözleri önünde
testere ile ortalarından kestirerek öldürmüş ve onların can çekişmesi
karşısında zevk almıştır. ' diye kulaktan kulağa laf gezdirenlerin kimler
olduğunu da öğrenmek zorundayız... Ancak bunlar belli olduktan sonradır ki,
Fatih eceliyle mi öldü, zehirlendi mi sorunu çözülebilir."
"Bence Bey Paşa takımının Beyazıt'tan yana oluşu ve
Konya'daki Şehzade Cem'in babasının ölümünü geç haber alışı da rastlantı
değildir. Bütün bunlar, mal hırsının bir takım insanların gözlerini ne ölçüde
karalttığını açıklar. Bu nedenle, bir Macar martalozonun yazdığı sade mektup,
Tarihimizin büyük bir parçasına dehşetli bir ışık düşürmüştür. Bu zaman
parçasının taze bir açıdan ve her halde yeniden, dikkatle incelenmesi
gerekir."
"İşte görüyoruz ... Varlıklı
kimselerin kişisel çıkarları kımıldadı mı, tarih kımıldıyor ... O mertebe ki,
Fatih Sultan Mehmet gibi, ünü dünyayı tutmuş, çağ açmış pa
dişahın zehirlenmesine kadar
dayanıyor. İkinci Murad'ı 49 yaşında bunaltıp tahtından uzaklaştıran, oğlu
Fatih'i yine 49 yaşında Hekimbaşı'nın eliyle zehirleyen güç, Beylerin Paşaların elindeki servetin elden çıkma tehlikesi
karşısında, harekete geçirilen güçtür. Belki böyle bir zorunluk, yâni İkta
sisteminin benimsenmesi zorunluluğu olmasaydı, Fatih, İstanbul'u belki alacak,
belki de alamayacaktı... Tarih belki, başka türlü akacak, ya da farklı
sonuçlara varacaktı. .. 11
"Görüyorsun, olayın üstünden
beş yüz yıl geçmiş ama, gerçek, bir tek mektubun satırlarına sinerek bugün
sesini bize ulaştırmakta ve tarihi yeniden yazacak bilgileri ortaya
koymaktadır. Hiç bir şey , ama hiç bir şey gizli kalmıyor. Bunu, bugün
fısıltılarının duvarlar arasında kalacağını sanan politikacılar bir bilse, ah
bir bilseler... Ama yazık ki bilmiyorlar! ...11
YANILDIK MI ACABA?
1 Şubat 1970
Bugün Kemal Tahir Büroma geldi.
Selam sabahtan önce ilk söylediği şey,
Yahu,
biz yine yanılmışız galiba, arkadaş!.... oldu.
Karşılıklı koltuklara gömüldük,
anlatmaya başladı
Yanılmalarımız
arada bir ortaya çıkmasa, doğru düşündüğümüzü nerden bileceğiz! Şu Mustafa
Suphi işinde, biz yine yanılmış olacağız! ...
Nerden
yanılıyoruz?...
" Şundan ki, biz Sultan
Galiyef'in hangi yılda öldü
ğünü bilmeden Mustafa Suphi'nin
öldürülmesi işini çözmeye kalktık. Böyle olunca, önce Sultan Galiyef'in öldürüldüğünü,
sonra da Mustafa Suphi'nin Türkiye'ye yola çıktığını tasarlamak bize ters
düşmedi. Gelgelelim, Mustafa Suphi'nin Türkiye'ye gelmesi, Kâhya eliyle öldürülmesi
1920'1erde, Sultan Galiyef'in ölümü 1924'1er de... Böyle olunca, kurduğumuz
varsayım, yağmura kalmış kerpiç gibi dağılıp cıvışıyor. Şundan ki, biz Mustafa
Suphi'nin Türkiye'de öldürülmesini, Moskova'da Sultan Galiyef'in ortadan
çekilmesine bağlamıştık. İkisini de istemeyen, Lenin ve Stalin olmak
gerekiyordu. Ben bugün de Lenin ve Stalin'in hem Sultan Galiyef'i, hem Mustafa
Suphi'yi istemediklerine eminim. Çünkü Sultan Galiyef'in Marx yorumu, Büyük
Rusya'yı parçalayabilirdi. Parçalanmaktan kurtulmanın çaresi, Rusya'nın temellerine
konacak dinamitleri yapan Sultan Galiyef'le, Onun sekreteri Mustafa Suphi'nin
ortadan kalkmasıdır."
"Galiyef'i yalnız bırakmak,
en yakın arkadaşından ve yardımcısından etmek, az bir iş değildir! Bu yüzden
Mustafa Suphi'yi Moskova'nın, "Sen git Türkiye'yi kurtar" diye
kışkırtıp yola çıkardığını yine rahatça düşünebiliriz. O zaman da bizim önce
vardığımız sonuç değişmemiş olur."
"Dönüp bakmadığımız bir
nokta daha var: 1921'de Rus'larla bir Dostluk Anlaşması imzaladık. Tam tarihi:
16.3.1921'dir. Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının öldürülmesi 1921 Ocak ayında
olmuştur. Aradan bir buçuk, iki ay geçmeden Moskova'da, Türkiye adına Yusuf
Kemal Tengirşek, Dr. Rıza Nur ve Ali Fuat Cebesoy, Rusya adına G. Çiçerin ve
Celâl Korkmazof'un imzaladıkları ( o zamanın deyimi ile "Muhadenet
Ahitnamesi") Dostluk Andlaşmasının bir maddesine göre, "Her iki taraf
da karşı devrimcilere hayat hakkı tanımayacak'tı."
"Bu madde, Mustafa Suphi ve
arkadaşlarının topluca öldürülmelerini meşrulaştırmaktan başka nedir?... Türkiye'nin
hangi karşı devrimcisi, o günkü Rusya'ya gidecek de Türkiye aleyhinde
çalışacak!... Bu madde besbelli ki, Rus karşı devrimcilerinin Türkiye'ye gelip
yuvalanmalarını önlemek için konmuştur. Mustafa Suphi, Sultan Galiyef'in
düşüncesini paylaştığına göre, Rusya için karşı devrimci değil midir?... Böyle
olunca da 14 ar kadaşıyle denizde kaybolmasından daha doğal ne olabilir?!
..."
"Şimdi sana bir belge
göstereceğim, dudağın yarılacak! ..."
Kitap dolu çantasını açtı, bir
fotokopi tomarı çıkardı. Bu, yedi sayfalık eski harflerle yazılmış bir
mektuptu. Kâğıtlar antetli idi ve antetlerde: "Türkiye Komünist Fırkası Merkezi umumîsi" yazısı okunuyordu.
Fotokopinin bazı satırları kırmızı kalemle çizilmişti. Bana uzattı:
Al
oku bakalım!... Mustafa Kemal Paşa, Mustafa Suphi için neler düşünüyor?...
Mustafa Suphi'nin ortadan kalkması, hem Moskova'yı, hem Ankara'yı sevindirip
oynatmayacak mı?
Bu
hangi Türk Komünist partisi?... dedim Mustafa Suphi'nin Bakû'da kurulan gizli
Komünist partisi mi?... Yoksa Paşaların katıldığı Türkiye Komünist Partisi
mi?...
Elbete
Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında kurulan Türkiye Kominist Partisi!...
Bunu da nerden çıkardın?...
Mustafa Kemal Paşa, böyle bir parti kurdurmuş, yakın arkadaşlarını ve özellikle
İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Kâzım Paşa'yı partiye sokmuştur ama, kendisinin
başkanlığında kurulduğunu duymadım.
Sen yine duymamış ol! .. Ama bilen biliyor.
..(Bir fotokopi uzattı) Bak bakalım şuna bir... Antetinde ne
yazıyor?..."Türkiye Kominist Fırkası" değil mi?... Kime yazılmış
yazı, onu da oku: "Büyük Millet Meclisi Reisi Muhterem Mustafa Kemal
Yoldaşa" Öyle mi?... Eee... Fırkanın başında olmasa, resmi bir tezkerede
"Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Yoldaşa" diye yazı
yazılabilir mi?... "Yoldaş" deyimi kimlere kullanılır, bunu elbette
bilirsin!... Sen şimdi bunları bırak da Mustafa Kemal Paşa'nın "Türkiye
Komünist Fırkası'nda" Genel Sekreterlik yapan Hakkı Behiç Beyin imzası
bulunan şu mektubunun son sayfasına bir göz at... Mustafa Kemal Paşa, Mustafa
Suphi'nin Bakû'da kurduğu "Türkiye Komünist Fırkası" için ne
düşünüyormuş?...
Mektubu okumaya başladım... Daha
önce hiç bir yerde raslamadığım bu fotokopiyi Kemal, Millî Birlik Komitesi'nde
bulunmuş bir ahbabından edinmiş ... "Üzümünü ye de bağını sorma"
deyip adını söylemedi. Daha sonra kendisinden bir kopyasını aldığım bu önemli
belgeyi, buraya aynen alıyorum.
BELGE: 1*
TÜRKİYE
KOMÜNİST FIRKASI
(Merkezi Umumisi)
8
2129
(Doktor Fuat Sabit Beyin
mektubuna cevaptır. Kendisine tebliğ buyurulması)
Noktai nazarlarınızı umumiyet
itibariyle, kendi
(1) Belgelerin fotokopileri,
kitabın sonundaki BELGELER bölümündedir.
noktai nazarına muvafık bulan fırkamız,
evvela şurasını tasrihe lüzum görür ki, Türkiye ismine izafetle teşekkül eden
Komünist Fırkası Anadolu'da ve Anadolu için müteşekkildir. Binaenaleyh, Anadolu
haricinde bu nam ile teşkilât yapmak isteyenlerin Fırkamızla alâka ve
münasebetleri olmadığı gibi, Anadolu, kendi inkılâp hayatının merhalelerini
takip edip gitmekte iken, bundan gafı! olarak hariçten kendisine tesir yapmak
isteyecekleri taramamak azmindedir.
Bakû'de Mustafa Suphi adında
birinin Anadolu'da vücuda getirilecek bir inkılâbı istihdaf eden mesaisi,
Anadolu nazarında hiç bir kıymet ve ehemmiyeti haiz değildir. Anadolu başlı
başına, kendi mütefekkirlerinin ve kendi fedakâr rehberlerinin arkasında,
inkılâp hayatında ihraz etmek istediği mevkii kendisi intihab edecektir. Bu
esas malum olduktan sonra. Fırkamız, Memleketimizle inkılâp dünyası arasındaki
münasebâ tın esas noktalarını berveçhizir tayin eder:
1
Komünizm, herhangi bir sınıfın diktatörlüğü de
ğildir. Belki cemiyet hayatında
içtima prensiplerinin istilzam ettiği umumi kaide, umumi menfaat ve umumi hayat
esaslarının âmil ve hâkim olması, bunun için, her cemiyeti terkip eden halk
ekseriyetinin tayini mukadderat edebilmesidir. Rusya'da ve Avrupa'nın birçok
memleketlerinde komünizme vasıl olabilmek için, Proleteryanın Diktatörlüğünü
tesise ihtiyaç görülmesi, Komünizmin mutlaka bunu istilzam ettiğinden dolayı
değildir. Belki Komünizme ihtilâl ve inkılâp ile geçmek, bu intikal esnasında
her nevi irtica hareketine meydan bırakmamak mecburiyetlerinden mütevellittir.
Filhakika intikal devrinin hakimiyeti, böyle bir diktatörlüğe istinat
ettirilmezse inkılâp,
iktisadiyâti hâzıranın kuvvet ve
kıymet olarak tanıdığı müessesatı bir hamlede ortadan kaldırmak mümkün olmadığı
için vücuda gelemez. Nitekim Ruslar da bu dakikayı bildikleri için idarei
hâzıranın ancak bir intikal devresini temin edecek idarei muvakkate olduğunu
teslim ediyorlar. Bizim memleketimizde böyle bir intikal devresi için ihtilâli,
icabında kanları, canları, hayatları ve hayatı menfaatleriyle müdafaa edecek
olan bir kitleye tevdii hakimiyet ihtiyacı yoktur.
Bizim Anadolu'muz, esasen
komünizmin halk prensiplerine pek kolay yanaşmak kabiliyetindedir. Ve buna mâni
olacak kapitalist müessesat yoktur! Yahut, bir kuvvet addolunacak derecede
haizi ehemmiyet değildir. Şu halde Türkiye inkılâbının, hattâ bütün âlemi İslâm
inkılâbının hususî bir siması değil, hususi ve büsbütün başka bir mahiyeti
vardır. Bu mahiyet, komünizme, Anadolu şerâitinin daha yakın olması. Rus'larda
ve Avrupa'da olduğu gibi, ona vasıl olmak için i,ntikal devrelerine ve blı
intikal devrelerinin selâmeti için, herhangi kuvvetli bır ihtilâl kitlesinin
diktatörlüğüne ihtiyaç bulunmamasıdır.
Şu tafsilâta göre, Suphi
kafilesinin, Rusya'da gör düğü şekli Anadolu'da tatbike temayül etmesi cihaleti
nin ve ne inkilâbı ne Anadolu'yu anlamamış olmasının mahsulüdür. Fırkamız, bu
cehalete, bittabi düşmeyecektir...
2
İnkılâp, zaten tekâmül demektir. Ancak ekseriya, halihazır dediğimiz
vaziyetlerden müstefit olanlar tekâmülü kolayca kabul edemedikleri için, az çok
sarsıntılara, ihtilâlkârane harekâta ihtiyaç hasıl olur. Bundan dolayıdır ki
Komünizm'i bir tekâmül olarak kabul edenler, Üçüncü Enternasyonal'de ona doğru
her vasıta ile yürümek lüzumunda ittifat etmişlerdir. Bu,
"Her vasıta" kaydını
kabul etmemek, inkilabı senelerce, belki asırlarca yapmamak, mücadele etmek demektir.
Biz de komünizmi bir tekamül olarak telakki ediyoruz. Ve her vasıta ile ona
doğru yürümeyi kabul ettiğimiz için de üçüncü Enternasyonal'in Prensiplerini
kabul ediyoruz. Fakat memleketimiz şeraiti hususiye sine nazaran bu vasıtaları
vakıfane tetkik ve intihap etmek hakkı, şüphesiz bizimdir.
"Her vasıta" mutlaka,
ihtilâlcûyane vesait demek değildir. Edebiyata gelince: şüphesiz inkılaba saik
olan fikrî hareketlerin başında edebiyat vardır.
Fakat beşeriyetin ızdırabını
hissetmeyen, edeme yen yerlerde, bu izdırabatı açık görmeyen ve göstermeyen
muhitlerde buna ihtiyaç görülebilir... Anadolu o kadar muzdarip, filiyat ve
hadisatın en gafil ve bihaberler bile cebren izah ettiği vaziyeti elime içinde
o kadar müteessirdir ki, onu bir inkılaba hazırlamak için uzun boylu edebiyata,
felsefiyata hiç de lüzum yoktur. Garp emperyalizminin ayakları altında her gün
yüzlerce evladının can verdiğini gören, taa Harbi Umumiye menşe olan kapitalizm
rekabetlerinden beşeriyeti tahlis edecek olan inkılabı ta uzaktan, derinden
alkışlayan, nihayet, asırlardan beri emniyeti suisti mal eden sınıfların elinde
bazicei ihtiras ve menfaat halinde sürüklenmiş bulunan Anadolu hiç bir edebi
yatsız, hiç bir felsefesiz, belki yalnız kendi ihtiyacatı ruhiyesini inkılap
hayatının safahatında tatmin edilmiş görmekten mütevellit bir incizap ile yeni
fikirlere temayül etmiştir.
Fakat bu temayül, umumileşerek
kendiliğinden inkılabı vücuda getirecektir. Yoksa, herhangi bir ordunun,
herhangi bir kuvvetin, cebrî ve sun'i bir vaziyet vücuda getirmesine inkılap
denilemez. Binaenaleyh,
Anadolu'nun Komünistleri, Anadolu
inkılâp hayatının başından beri vaziyeti en yakından gören insanlardır ki,
memleketi ihtiyacı hakikisine tekabül edemeyecek harekâttan tahlis etmek, ve
hayatı inklâpta ona en salim istikameti vermek endişesiyle ortaya atılmışlardır.
Şu halde, Suphi Kafilesinin Kızıl Ordularla gelecek cebri ihtilâlinin ne
mânası, ne ehemmiyeti, ne de faidesi vardır.
3
Türkiye Komünist Fırkası, tıpkı Rusya'da olduğu gibi, Amele ve Rençber için bir
ay, diğer mensuplar için üç ay namzetlik müddeti kabul etmiştir. Binaenaleyh,
Mustafa Suphi Kafilesinin her önüne geleni
• fırkaya intisap ettirerek
serserilerden mürekkep manasız ve mahiyetsiz kitleler vücuda getirmiş olması,
bizim için mucibi ibret olmak lâzımdır. Bizim hakiki Komünist fırkamız
müteşekkildir. Fırka halinde toplanıp buraya kimsenin gelmesine ne lüzum, ne de
ihtiyaç vardır. Memleket, teşkilat halinde inkılâp hayatına hazırlanmaktadır.
Bu hayatın geçeceği ameli safahatı tayin etmek hakkı bize, Türkiye
Komünistlerine ait bir vazifedir.
4
Memleket haricinde serseri bir kuvvet şeklinde toplanan erbabi ihtirasın
temayülâtına tabi olmamak hususunda gösterdiğiniz isabet ve nüfuzu nazar şa yanı
teşekkürdür.
Fırkamızın bu esasları ve bu
noktai nazarları kanaatinize tevafuk ediyorsa, Fırkamız, Bakû'de kendisini
temsil etmek vazife ve salahiyetini uhdenize tevdi etmekle bahtiyar olur.
Cevabınıza intizar ederiz.
Türkiye Komünist Fırkası
Kâtibi Umumisi
Hakkı Behiç
BELGE : 2
Mektup olarak tebyiz edilmiş ve
Kâzım Karabekir Paşa vasıtasıyle gönderilmiştir.
3.12.1920 Hayati(l)
Yukarıya kopyasını çıkardığım
mektup, 29 Kasım 1920 tarihinde Komünist Fırkası Genel Sekreteri Hakkı Behiç
Beyin imzasıyla Büyük Millet Meclisi Başkanlığına şu tezkere ile gönderilmiş
bulunuyor:
Türkiye Komünist Partisi
Merkezi Umumisi
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Reisi
Muhterem Mustafa Ke^l Yoldaş'a
Doktor Fuat Beyin, sureti irsal
buyurulan mektubuna cevap olarak takdim edilen melfufun tensip bu yurulduğu
takdirde mumaileyhe Tebliğine müsaade buyurulması müsterhemdir.
Hakkı Behiç
Hayati Beye:
Postada çok zamanda gider. Mektup
olarak gönderelim. Arzu edilirse, aynı esasları tafsilatsız telgraf name
halinde yazarız. H.B. beyden sor!
2.12.1920
M.K.
Büyük Millet Meclisi Hükümetinin
Mustafa Suphi ve (1)"Hayati"; Kurtuluş Savaşı günlerinde Mustafa
Kemal Paşa'ya sekreterlik eden değerli bir aydınımızdır.
arkadaşları için ne düşündüğü
açık seçik belli oluyor ya, istersen bir de şu Şark Cephesi Komutanı Kâzım
Karabe kir Paşa'ya gönderilen şifreyi gör, sonra hepsi üzerinde oturup
konuşalım.
BELGE : 3
TÜRRKİYET BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
RİYASETİ
Kalemi mahsus
Şifre : 1152
29.12.1920Ankara
Şark Cephesi K.
Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerine
Cevap : 25.12.1920 şifreye :
Ankara'da Komünist ceryanları
arzu hilâfındadır. Bakû Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi'nin bu
ceryanları körüklemesi mahzuru varidi hatırdır. Bir defa, kendisini gördükten
sonra mütaleai devletlerinin iş'ar buyurulması rica ederim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Reisi
Mustafa Kemal
Yazıda sözü edilen 25.12.1920
tarihli yazı elde bulunmadığı için, verilen karşılık, hangi sorunun karşılığı
olduğu kapalı kalmakta ... Öyle ya, ne demiş Kâzım Karabettir Paşa W, Mustafa
Kemal Paşa bu yazı ile ona ce v:ı p veriyor? Karabekir Paşa'nın Mustafa Kemal
Paşa'ya
yazdığı bu yazı elimizde değil
ama, Kâzım Karabekir Pa şa'nın Büyük Millet Meclisi Reisliğine yazdığı yazının
bir kopyasını da Genelkurmay Başkanlığına göndermiş. Genelkurmay Başkanı Fevzi
Paşa da durumu yine B.M. Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'ya bildiriyor. 26.
12. 1920 tarihli bu yazı elimizde. Tıpkısı şöyle:
BELGE : 4
B.M.M.
Müdafaayı Milliye Vekâleti
No: 8992
Büyük Millet Meclisi
Riyaseti Celilesine
Bakû'de Türk Komünist Fırkası
Reisi Mustafa Suphi ve diğer refikinin 25.12.1920 akşamı Gümrü'ye muvasalatı
muhtemel bulunduğu ve Bakû'de sırf komünist âmaline hâdim olarak sarfı mesai
eden Mustafa Suphi yoldaşın, Büyük Millet Meclisi ile temas, ve memleketin
menafii hakikiyesini görerek hariçte avantür peşinde koşmaması için münasip bir
refaketle doğruca Ankara'ya izam edileceği, Şark Cephesi Kumandanlığından
mevrud
25.12.1920 tarihli şifreyi telgrafname ile bildirilmiş olmakla, arzı
keyfiyet olunur efendim.
Müdafaayı Milliye Vekili
Fevzi
30.12.1920 No: 4114
"Demek, Doğu Orduları
Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın bütün düşüncesi "Sırf komünist amaline
hizmet eden Mustafa Suphi Yoldaşın" avantür peşinden koşa maması için,
'Münasip bir refakatle doğruca Ankara'ya 156
izamı' olduğu açık şeçik
bellidir. Peki, onu yani, Kazım Karabekir Paşa'yı, bu, fikirden vazgeçiren ve
Mustafa Suphi'nin doğruca Ankara'ya gitmesini sağlamak varken, Trabzon'a
gitmesi için adeta ısrar etmesini hazırlayan nedir?... Elbette Mustafa Kemal
Paşa'nın yukarıda kopyasını gördüğümüz yazısı!... Ne diyor Mustafa Kemal Paşa,
Kazım Karabekir Paşa'ya?... Ankara'da Komünist cemanları istediğimiz gibi
değildir. Mustafa Suphi'nin bu cer yanları körüklemesi çok muhtemeldir.
Kendisini gör, kararını ver!" diyor. Yani düpedüz kararı Kazım Paşa'nın sırtına
yıkıyor. Ne demektir bu?... "Memleketin çıkarını nerde görüyorsan, ona
göre hareket et!" demektir. Ne yapmış Kazım Karabekir Paşa?... Mustafa
Suphi ve Arkadaşlarının karşısına sivil giyinmiş erbaş ve erleri çıkarmış,
aleyhte nümayiş yaptırmış ve Mustafa Suphi ile arkadaşlarını Ankara'ya
gidecekleri yerde, Trabzon'a ve oradan Bakü'ye dönmelerini sağlamaya çalışmış.
Bilmiyorum, Mustafa Kemal Paşa, bunu Moskova'nın umudunu bağladığı bir kafileye
mi yapar, yoksa, Moskova'nın başını ağırtan ve kendisinin de başını ağrıtmaya
gelen bir kafileye mi?... Bilmiyorum, sen ne diyorsun?...."
KEMAL TAHİR'İN TASARLADIĞI
FİKİR KAVGASI
I
11 Şubat 1970
Kemal'de, Dergi çıkarmak tutkusu
yeniden depreşti. "Tutku" diyorum, çünkü bu tutum "istek"
ve hele "heves" olmayı çoktan aştı. Birkaç yıl önce de böyle bir
havaya girmiş, koşulanlardan biri, Kemal'in birkaç yüz lirasını çarpınca, dergi
konuşmaları, öfkeli homur
tular arasında tavsamıştı. Bugün,
yeniden canlandığını görünce sordum:
Neden, ikide bir Dergi diye tutturuyorsun?...
Dergi, zaman alan bir iştir. Haftada bir yazılacak yazının kesinlikle özgün
olması gerekir. Özgün yazılar, uzun çalışmaların sonunda ortaya çıkarlar. Sen
zaten titiz bir insansın... Roman çalışmalarını aksatır diye korkuyorum.
Kemal,
Korkma, arkadaş diye söze başladı. Dergiyi
çıkaracak ben değilim! Çıkması için para yardımı yapacağım ve hedeflerini
belirleyeceğim. Hedeflerini derken, neyin yanında, neyin karşısında olacağını
hangi tür yazılara sayfalarını açacağını, sürekli olarak savunacağı fikirleri
anlatmak istiyorum. Böyle bir dergi çıksa, sen kendi hesabına almaz mısın?...
Alırım elbette. Böylesine özlenen bir dergi
değil, nicelerini alıp durmuyor muyuz!...
Al da oku öyleyse, ne biçim bir
dergi olacağını!...
Daktilo ile sık yazılmış, iki
büyük sayfayı bana uzattı. Güçlükle okunuyordu yazı; fakat dişimi sıkıp sonuna
kadar dikkatle okudum. İyi ki okumuşum!... Kemal Tahir'in bundan güzel bir
fikir özeti bulunamaz! Üstelik, kendi eliyle de yazılmış. Konuyu, ikiye
ayırarak kaleme aldığı bu düşüncelerini, olduğu gibi aktarıyorum.
BİR DERGİ NASIL OLMALI
VE NASIL ÇUKARUIAIALI?
1) Kesinlikle bir amatör dergisi havası verilmelidir. (Bu da
ancak, sürekli Yazarlar üstünde bir kişilik tutturmakla mümkündür.)
2) "sürekli yazarlarının tekelinde" etkisi
verilmemeli, bütün yazarlara Dergi'nin kendi görüşü değişmez kalmak şartıy le
açık bulunmalıdır.
3) Fikir kavgası yapmalı; fakat kesinlikle saldırgan olmamalıdır.
4) Dergi, kavgacılığını, görüşlerini sebatla savt.inmakla, en
küçük ayrıntıları görmezden gelmemekle göstermelidir.
5) Dergi'nin sürekli yazarları, polemiklerde mümkün mertebe
nazik (kibar), kesinlikle dürüst olmalı, bilhassa, çok haklı oldukları
konularda, genellikle bütün yazılarında, gelişi güzelliğe kaçmamalı, var
güçlerini harcadıklarını okurlarına her yazılarında duyurmaya çalışmalıdır.
6) İnsanlarla alay etmeye çok zor baş vurmalı, alayı katiy
yen her fırsatta kullanmamalıdır.
7) Dergi, kendi ana görüşü dışında, misafir yazarların fikirlerine
karşı mümkün olanın son boğumuna kadar hoşgö rür davranmalı, fakat bunu, bazı
kurnaz, ukala dergiler gibi, bir marifetmişcesine yutturmaya çalışmamalı, bir
gösteri konusu haline getirmemelidir.
8) Derginin sürekli yazarları, her çeşit sanatçı kaprisleri
(hele bunların geçici olanlarını) derginin tertibine , yazı yayını sıralarında
ve geri bırakılmalarda gemlemek zorunda olduklarını (birliğin sürekliliğini
sağlamak bakımından) unutulmamalıdır.
9) Aykırı fikrin yazılış tarzından çok, yazılış maksatları
üzerinde durulmalıdır. Bu suretle tarzı doğru görülenlerin aldatıcılığına kolay
kapılmamak mümkün olacağı gibi, iyi maksadın layık olduğu saygılı ilgiyi
görmesini de kolaylaştırır.
10) Dergideki sürekli yazarlar, imla ve dil birliğini müm kün
mertebe sağlayabilme için gayret göstermelidirler. Dergi için faydalı
gördükleri her fikri henüz ne kadar ham olursa olsun, arkadaşlarına hemen
ulaştırılmalı, bu fikrin arkadaş
tartışmaları, incelemeleriyle
olgunlaşmasını böylece mümkün kılmalıdır.
11) İlk bakışta en saçma görünen fikirler bile, bir başka
arkadaşın işini kolaylaştırabilir, küçük bir yardımla, çok ilgi çekici ve
faydalı hale gelebilir. Bu nedenle arkadaşlar, bütün düşünce kırıntılarının işe
yarar kılınır olduğunu akıldan hiç çıkarmamalıdırlar. Bunun gibi ,
okuduklarından gördüklerinden Dergi'yi yararlandırmak ödevinde olduklarını
unutmamalıdırlar.
12) Dergi'nin sürekli yazarları. dağıtımın, ulaştırımın yeterli
ve zamanında olup olmadığını her fırsatta araştırmalı, Dergi okurlarıyle
karşılaşınca Dergi hakkındaki fikirlerin herhangi bir tartışmaya girmeden
dikkatle dinlemeli(yani , önce Okur'u bol bol konuşturmalı), sonra, gerekirse,
aydınlatmalara girişmelidirler. Bu olayların sonuçlan Dergi'ye hemen ulaştırılmalıdır.
13) Dergi, toplantıları mümkün olduğu kadar izlemeli, (sözgelimi
millet Meclisi, Sendikalar, açık oturumlar, Seminerler, Sorulu Konferanslar,
Açıkhava toplantıları) bu arada, memleketin ekonomik, sosyal, tarihsel, politik
meseleleriyle ilgili fikirler, bunları söyleyen tarafından özetlenmiş biçimine
bağlı kalmak şartıyle, "Ayın Fikir incileri" başlığı altında toplamaya
çalışmalıdır. Bu arada, gündelik gazetelerde, dergilerde, gazetelere verilen
demeçlerde de bu taramalar mümkünse yapılmalıdır.
14) Kurumların, fakültelerin ve diğer yayın yapan kuruluşlarım
okurlara duyurulmayan yayınlarını, mümkün mertebe tam olarak öncelikle
Dergi'nin ana konularıyle ilgili olanlarıyla ilgili olanlarını, okurlara
iletmeye çalışmalıdır.
15) Belli bir tarihten bu yana, Üniversitelerde tez çalışmaları
üzerinde araştırmalara girişecek arkadaşlar bulmalı, bu tez konulan üzerinde
durmalıdır.
16) Dergi'ye gelen okuyucu mektuplanyle çok yakından ilgilenmeğe
çalışmalı, oradaki fikirler dikkatle, saygı ile belir tilmeli,böylece okurların
daha çok yazmaları sağlanmalıdır.
Yazının okuduğum bu bölümü, sanki
bir Der gihin tutumunu değil, Kemal Tahir'in insan ilişkilerindeki genel
davranışını özetliyor. Kemal tıpkı, Dergiye salık verdiği gibi kavgacıdır ama,
saldırgan değildir. Yazılı polemiklerde, son kertesine kadar titiz, bütün
gücünü harcayarak konusunu hazırlayan, nâzik(kibar) bir yazardır. Polemikte,
"alay"a, karşısındakini hafife almaya çok az baş vurur. Değer verdiği
dostlarının kaprislerine katlanır, yanlış konuşanları bir arka düşünceleri yoksa, sabırla dinler,
uyarır... Bulduğu her fikri, savsaklanmadan, aradaşlarına açar, tartışır,.fikri
geliştirmeğe çalışır. Okuduklarını, gördüklerini arkadaşlarına anlattığı gibi,
arkadaşlarının da okuduklarını, gördüklerini kendisine anlatmalarından çok
hoşlanır.
Elverdiğince gazete ve dergi
hareketlerinden haberli olmak, Kemal Tahir'in bir tutkusudur. Bunun üstesinden
gelemediği için üzüntüsünü saklamaz, dostlarından arkadaşlarından, okudukları
kitaplar, aldıkları dergi ve gazetelerde rastladıkları kitaplar, aldıkları
dergi ve gazetelerde rastladıklarından kendisine bilgi vermelerini ister.
Velhasıl Kemal Tahir,içinde yaşadığı dünya ve memleketinde fikir ve aksiyon
olarak olup biteni son kertesine kadar merak eden bir Yazardır.
Hele, ikinci Meşrutiyet'ten bu
yana gerek Darülfünun adını taşıdığı günlerde, gerekse Üniversite olarak
kurulduktan sonra, İstanbul Üniversitesi'nde öğrencilerin hazırladıkları
tez'lerı ne kadar merak ettiğini, hemen bütün dostları yakından bilirler. Çünkü
onun gözünde bu tezler, neyi içermiş olurlarsa ol
sunlar, sadece konulan ile bile
çok anlamlıdır. Ve yine çünkü bu tezler. Üniversite hocaları tarafından öğrencilere
verildiğine göre, bu Hocalarım, Türkiye'nin ve dünyanın nesine merak ettikleri,
ancak bu tezlerden belli olur. Bu çeşitlemeyi bilmeden fikir tarihimizi
yazmaya, hatta anlamaya imkân var mı?... Bu teZler, fikir tarihimizin namuslu
bir haritasını çizmek için bilinmesi zorunlu olan konulardır. Kemal Tahir'e
göre, Ünh crsitelerimizin tozlu raflarında uyuk 1.1 yan binlerce tezin içinde,
bugün beynimizi çatırdatacak kadar önemli olanları da bulunabilir. Safdil
araştırmacıların önüne nice gerçekler çıkmış, fakat bu araştırmacılar, bu
mücevher fikirlere, çakıl taşı kadar bile önem vermemişledir. Doğum sancıları
içinde geçen ikinci Meşrutiyet ve zafer heyecanları ve tutkuları içinde geçen
Cumhuriyet dönemi gençlerin birkaçında olsun, mücevher fikir ummamak mümkün
mü?... Onun için Kemal Tahir'e göre Üniversitelerimizin tez dolapları
araştırmacılarımızı özlemle beklemektedir! ...
KEMAL TAHİR'İN TASARLADIĞI
FİKİR KAVGASI
II
Yazının ikinci bölümüne ayrı
başlık koymuş: Meseleler Biraz göz gezdirince, bu Meselelerin, Kemal Ta hir'in
fikir sorunları olduğu kolayca fark ediliyor: ve apaçık görülüyor ki Kemal, bu
güne kadar tek başına ürettiği ve yürüttüğü fikirlerin kavgasını bundan böyle
yüklenecek bir dergi, bir kadro istiyor... Aslında bu dergi gayreti, Kemal'in
yeni bir fikir kadrosu oluşturma gayretinden başka bir şey değil... Şimdi,
Derginin, nelerin
yanında, nelerin karşısında
olacağını gözden geçirelim :
I) Dış güçlerce boğuşma... Dış güçlerin, içteki yerli ve yabancı
örgütlerin ve ajanlarının, Devleti, Hükümeti ve diğer resmi, özel kuruluşları
denetlemesi, sevk ve idaresi uzak yakın etkilemesi önüne kesinlikle geçilmeden,
yani, Türk Türk'e, daha doğrusu Yerli Yerliye kalmadıkça hiç bir köklü tedbirin alınamayacağı, alınacak
tedbirlerin ise müsbet sonuç vermeyeceği. ..
II) İçte, bütün tabu'larla, tabulaştırmaya yeltenen iç ve dış
kandırmacılarla boğuşma ... Bu boğuşma, sürekli olmalı, hiç bir gündelik çıkar
içirı savsaklamamalı...
III) Eski değerleri ve yeni değer kılığına sokulmak istenen
aldatmaları, saptırmacaları açıklamak, yeniden inceleyip kaynaklarına ışık
tutmak. Başlangıçlarından günümüze kadar gösterdikleri çeşitli, ibret alınacak
değişiklikleri aydınlatmak. ..
IV) Tarihimizle ilintimizi kesmemizirı nedeni? Bunun, kimin
işine yaradığı, ilerde yarayacağı, (Bir toı»lumun yolu, geleceğinde değil,
tarihirıde kesilir)...
Bir toplumu tarihsiz bırakmak,
onu, modern silahlarla si lahlıyor görünerek, kesinlikle silahsız bırakmak
demektir. Tarihten yararlanmak, toplumların var olmak şartlarından biridir.
Tarih, bir toplum içirı aleyhe işliyor görünüyorsa, tarihten yararlanmak dış
düşman ajanların eline geçmiş, tersine çevrilmiş demektir. Tarihi, tekerrür'den
ibaret saymak yobazlıktır. Bu yobazlığın hiç bir çıkış yolu olmadığı için,
esasta önemli bir zararı da dokunmaz. Bunun gerçek zararı, ancak, bunu izleyen
alıklar içindir. Bunu göstererek yeni kuşkuları tarihten uzak tutmak, dış
düşmanların oyununa gelmektir.
V) Osmanlı değerlerinin üzerirıde durmak meselesi...
VI) Üç büyük yanılgının aydınlanması: a) Doğu'da durgun toplum,
b) Genel Kölelik, c) Despotluk yanılgıları...
VII) Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı bilim ve fikir hayatındaki
yeri... Neden Osmanlı etrafında gayet kalın bir "unutturma duvarı"
çekilmiştir?... Bu duvar, bugün bile mümkün olduğu kadar kalınlaştırılmak istenmektedir...
VIII) Yakın tarihimizin tersine çevrilmiş gerçekleri...
IX) Tarihten kopuşumuzu, ona tekrar dönmeyi önlemek için
tutulan yollara bakarak, Dil, Harf Devrimi denilen bilgisizlikler, dünya fikir
ve edebiyat değerini dilimize çevirirken, tarihimizdeki yazılı değerlerin
bilgisizce, düşüncesizce, insafsızca görmezden gelinişi...
X) Osmanlı Türk
ilintileri. Bu ilintiye verilen yanıltıcı anlam. Türklerin Osmanlı
despotluğundan kurtulmaları, ya da kurtarılmaları aldatmacası... (Başka bir
Osmanlı Milleti varmış gibi. ..)
XI) Gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğuda, Milli Kurtuluş ve
Bağımsızlık hareketi gibi görülen davranışların, aslında birer parçalayıcı
Emperyalist planının uygulanmasından başka bir şey olmadığı gerçeği...
XII) Osmanlı edebiyatı, şiir (Divan, tekke, halk) düzyazı
(nesir), musiki, yazı, tezhip, resim, mimarlık üzerindeki aldatmacaların
foyasını meydana çıkarmak...
XIII) Osmanlıda Halk hareketleriyle Devlet ilintisine yeni bir
açıdan bakılması gereği. (Bilhassa tekkeler, aleviler, aşiretler meselesi.)
XIV) İmparatorluğun tasfiyesi işinin yeniden gözden geçirilmesi...
XV) Batılaşma'nın saraydan geliş nedenleri?... Buna karşı,
osmanlılığı sırtında taşıyan halkların haklı reaksiyonları...
XVI) Öğretmen ve öğrenci meselesi... (Yüksek okul öğrencisi)
Politika yapmak ve gerçekleri görebilmek için:
a) Gündelik gazeteler izlemenin, taraf tutmanın yetme
diğini, her zaman eski kalıplarla
yetinen, yazılarının yüzde onundan artığını dış olaylardan alan dergilerin
kolaya kaçma tembellik yöntemi beslemekten başka bir işe yaramadığını anlatmak,
öğretilen ve kabul edilen fikirlerin yaşamada ve mesleğini yapmakta
kolaylaştırıcı mı, yoksa zorlaştırı cı mı olduğunu gözden uzak tutmamayı
hatırlatmak.
b) Gazete fıkracılarıyle, ölülerini gezdiren tükenmiş yazarların
değerince önem vermeyi, bunların çoğu zaman hiç bilmediklerini, bilir gibi
yazdıklarını, bildiklerini de yaşama
şartları derbeder olduğu için doğru
yazmadıklarını, genellikle, en büyük gazetelerin ikinci sayfa allameliklerinin
kat'iyyen kolay sanılmaması gerektiğini, böylece basılmış yazının aldatma
etkisine karşı savunmaya geçmelerini. ..
c) Meslek arkadaşları arasında, meselelerimizi gerçekten
tarihsel oluşları içinde araştıranlarla, gündelik gazetelerin temelsiz
palavralarında kalanların madrabazlıklarını iyi ayırt etmelerini, böylelerini,
bir tek yoldan layık oldukları yere koyabileceklerini, bu yolun da artık
"gerçekten okuyorlar mı, yoksa kitapları şöyle bir süzüp ya da kulaktan
duyduklarıyle okumuş görünerek mi bir çeşit fikir dolandırıcılığına, bilgeçlik
numarası yapmaya mı kalkıyorlar?.. " Bunu erkenden ayırt etmeli,
laflarına, latife değerinden fazla önem verilmemesini sağlamalı, okunma
güçlerini yitirmiş fosiller için, okuma güçlerini, gerekli zamanlarını boş yere
harcamamalarını anlatmalı...
e) Böylelerinin hayatlarında
zamparalığın, kağıt oyunlarının, içkinin yerine bakarak, okuduklarını ileri
sürdükleri kitaplardan ayrıntılar üzerinde sorular sorup sınava çekerek
zararlarını aza indirmenin mümkün olduğunu
fa Hayatını yakından
tanımadıkları adamların, başların dan geçmiş gibi anlattıklan olayları örnek
göstererek gündelik sonuçlar göstermelerine papuç bırakmamak gerektiğini
öğretmeli
g) Hepsinden önce, okuttukları derslerin kitaplarında Türk
insanının dünya görüşünü yaşamakta başarılı olmasını, milli meselelere değil,
yabancı ideolojilerle ilgilenmesini sağlamak için, bilir bilmez sokuşturulmuş
fikirleri, görüşleri, propagandaları, büyük ve açık yanlışları hemen tespit
edip açıklamaları gerektiğini aralıksız hatırlatmalı....
h) Devletçe basılacak tek kitap sistemine gidilmesinin
aralıksız istenmesi lüzumunu savunmalarını, aralıksız söyle meli....
Yazıyı okuyup bitirince, başımı
Kemal'e kaldırdım,
Tamam
dedim, Böyle bir Dergiye ben de varım! Bize ne hizmet düşüyorsa koşuluruz...
Ne
koşulması, arkadaş!... Ben seni zaten Der gi'nin Kurucularından sayıyorum.
Gülüştük, bir süre sonra Dergi
üzerinde daha derli toplu konuşmaya başladık. Kısaca şöyle özetleyebilirim:
" Ben yıllar yılı, buraya
yazdığım fikirlerin kavgasını veriyorum zaten... Bu kavgayı, tek başıma
sürdükmek ten yorulduğumu söyleyemem ama, tek kürekle bu fikirlerin çok ağır
ilerlediğinin farkına vardığımı senden saklamayacağım. Eğer bu düşüncelere
inanıyorsak, niye evin içinde konuşulsun... Güneşin altına çıkması gerek! ...
Osmanlı Tarihimiz için, Yakın Tarihimiz için, Batı hesaplaşması, Dış güçler ve
yanılgılarımız için söylediklerimin hepsi, yalnız benim bulup çıkardığım
fikirler değil. .. Bunların arasında bize unutturulmuş fikirler de var.
Unutturanların nasıl bir hesabı olduğu, bu fikirler günışı ğına çıktıktan sonra
belli olacak! Bu fikirlerin güneş altına dökülmesinin yolu bir Dergi
çıkarmaktır."
"Birtakım işgaller,
boykotlar, sındırmalar, öldürmeler var!... Birtakım partilerde fikirleşme
çabaları, birtakım partilerde, eski fikirleri, eski pabuçlar gibi boyayıp, cilalayıp
göze hoş gösterme gayretleri var!... Toplumun hamuru değişiyor, ya da
değiştirilmeğe çalışılıyor. Ben bu olayların karşısında günü gününe tavır
alıyorum. Ama yeter mi bu?.. Benim aldığım tavrı senin gibi bir iki dostumdan
başka kim biliyor? Bizim, bu milletin okumuşu olarak bir görevimiz var. Doğru
bildiklerimizi sıcağı sıcağına söylemek.. Bunu Romanımla yapamam ben..
"Devlet Ana"yı okuyanlardan bazıları geliyor, "aman ne iyi oldu,
yazdın da Osmanlı'nın kuruluş günlerini senden öğrendik.." diyorlar. Sonra
ekliyorlar: "Bir de günümüzü anlatan bir roman yazsan da olayların
karşısında şaşırmaktan kurtulsak. ..."
"Elbette böyle düşünenler
Roman okuyucusu bile olamazlar..' Ama günlük olaylar içinde toplumun ne kadar
sıkışık olduğunu iyice ortaya koymuyorlar mı?... İşte bunlara da
düşüncelerimizi söylemek için Dergi gerek!..."
"Biz, tarihi çalınmış bir
milletiz. Hiç kimse hırsızların yakasına yapışmıyor. Biz yapışacağız; "Gel
bakalım arkadaş, diyeceğiz, beni anamdan, babamdan etmenin hesabını ver bir!
... Kimin uşağı olduğunu söyle ki, senin gibi bir pislikle elimi kirletmeyeyim,
efendini geçireyim avucuma..." Bunu söylemek, bu hesaplaşmayı yapmak da
bize düşüyor..Ağzımızın tıkacı sökülüp atılsın, dilimizin mührü kaldırılsın,
bizi değpeğe takılmış karagöz gibi oynatmaya hevesli düşmanların yığdıkları
rezil sis şöyle bir dağılsın da Türk Türke kalalım, yahu! Şu bugünkü ortama
bak!... Partilerden kişilere kadar bıçakla bölünmüş gibi ikiye ayrık... Biri, ötekini
kesinlikle anlamıyor! ....
Hiç Türk Türke kalsak,
birbirimizi anlamaz mıyız? Demek bizi
yalnız bırakmayanlar var!.... İşte on
ların yüzlerindeki maskeleri de
günü gününe çekip yere çalmak için, Dergiye gereksinmemiz var!... Bugün bizim
için dergi, bir zaman her derdin devası olan Asprin gibi bir şey!.. Alacaksın
şıp diye sancı kesilecek! Hiç değilse, kendi karnımızın ağrısı diner ya!.. Ona
bak sen!. ... (1)
SON YADA BAŞLANGIÇ
15 Kasım 1970
Bu sabah, onbir sularıydı.. Kemal
telefon etti... Kansermiş!... Nasıl da rahat söylüyor bunu!... "Kemal
Tahir kanser olmayacak da, nezle mi olacak?.."
Nezledir arkadaş! ... Ne demek?... Nezle elbet!...
Ciğer nezlesidir!... Kim düşürmüş de kanseri biz bula Ilım ağa!.. Bizim kanser
almaya paramız çıkışmaz bir kez; sonra ağırlaması tuzludur meretin!....
İşi şaklabanlığa döküp
savuşturmak istedim ama, ne gezer "Akşam
yemeğe gel, konuşuruz," dedi.
Gittiğimiz zaman, Asafla
(Ertekin) hanımı vardı. Kemal'in biraz rengi soluk.. Fark edilecek kadar da
tedirgin.. Elinden geldiğince belli etmemeğe çalışıyor, ikide bir sigara
paketini uzatıp ikrama davranıyor.
Anlattı. Cuma günü öksürürken
ağızından kan gelmiş.... Önem vermemiş baştan.... "Zorlarken damarlardan
biri patlamış olmalı?" diye düşünmüş. Ama ardından yeni bir öksürük ve
yeni bir kan gelince,
(1' Kemal Tahir çok istediği
halde bu dergiyi bir türlü çıkaramadı. Bir ara paralar toplandı, kadro oluşturuldu,
basacak matbaa arandı, fakat arkasından da hastalık bastırdı. Ameliyattan sonra
bana bir daha Dergiden söz açtığını hatırlamıyorum. (İ.B.)
Hekime başvurmuşlar...
"Sigarayı, içkiyi hemen bırakacaksın," demiş hekim... Pazartesi günü
de, "Göğüs Cerrahisi" ne gelip yatacaksın!"
Yemekte hepimiz ayrı ayrı neşeli
görünmeğe zorlanıyoruz, nafile ... Kemal, "Osmanlı'nın Batı
ürkekliği" üstünde konuşmaya çalıştı ama, kelimeler bile tutkala yapışmış
gibi ağızından güçlükle dökülüyor. Vay canına! .. Bu da mı başımıza gelecekti!
16 Kasım 1970
Gazeteye gömdem gitti. Aklım
Kemal'de.... Bugün hastaneye yatacak, belki de biyopsi yapılacak. ... Öğleden
önce ve öğleden sonra Siyami Beyle görüştüm, biyopsi yapılmış, sol ciğerde ■ ur var.. Sonuç daha belli değil..
"Akşama doğru telefon edin" dedi Siyami Bey....
Akşama, Siyami Bey'e telefon
etmeden önce, Kemal Tahir'i yoklamak istedim; sesi oldukça düzelmişti. Doktorla
konuştuktan sonra kendisine geleceğimi söyledim. O, kesin konuştu:
Doktora
uğramak gerekmez!.... Sen doğru bana gel!.. Doktorun anlatacaklarını ben sana
anlatırım!....
N'oldu?..
Biyopsi sonucu alındı mı yoksa?....
Gel,
hele yahu!... Sonuç tamam!...
Acı ve kaygı içinde hastaneye
koştum. Koridorun sonundaki odaya girdiğim zaman, Kemal başucu lambasını
yakmış, fransızca bir macera romanı okuyordu. Gülerek karşıladı beni...
Öpüştük.. Anlatmaya başladı:
" Kanser, arkadaş!...
Dediğimiz gibi... Ameliyata karar verdik. Doktorlar, beni bayılttılar bugün..
Ciğerden parça aldılar. Geldiler, gittiler, ameliyat gerekliymiş.. Ben de kabul
ettim!... İşin doğrusu bu! .."
Hiç bir şey olmamış gibi gülerek
yüzüme baktı. Sonra konuşmasını sürdürdü:
" Sen dün, "Böyle bir
hastalık gerçekleşirse, ameliyatı burda olmayacaksın, doğruca Londra 'ya gideceğiz."
diyordun ya.... Ben düşündüm, doğrusun ama, şimdilik gerekmez... Bu hastane,
iyi hastane, bir
Buranın doktoru Siyami desen,
yaman bir bıçakçı!... Burada hemen ameliyata girebilirim; oysa Londra'ya
gitmeğe kalksam, ne olsa zaman alır.. Hayırlısı ile ameliyatı burda atlatalım
da, gerekirse Londraya kont rol için gideriz "
Haklısın
" Doğrusu dün geceyi
tedirgin geçirmiştim. Nedense, bayılmak, bana güç geliyordu. Hayatımda lıiç
bayılmadım. Bayılmak, ölümün giriş kapısı gibi bir şey, diye düşünürüm hep....
Sonra bu düşüncenin saçmalığını fark ettim, bunu gözümde büyütmenin
yersizliğini... Elbette bayıltacaklar, açacaklar, ne olduğunu görecekler, ya
kapatacaklar, ya da bıçağı vuracaklar. .. Bıçağı vurdular, ne iyi.. Birkaç
zaman için paçayı kurtardın demektir. Vurmadılar, valizleri hazırla yavrum,
yolculuk uzun! ..."
Morali sağlam, keyfi yerindeydi.
Sanki kendi hastalığından değil, bir yabancının hastalığından söz ediyordu:
" Bugün geldiler, bir hap
yutturdular bana... San ki başıma odunla vurmuşlar gibi sersemledim...
"Dur aman, nasıl bir iş, bu iş..." derneğe kalmadı, geldiler, beni
tekerlekli arabaya attıkları gibi koridorlarda sürü meğe başladılar. .. Hasta
odalarının kapıları açılmış, bir sürü baş uzanmış koridora:
Ameliyata gidiyor.... Allah
yardımcısı olsun!
"Acınmaktan nefret ederim...
Nerdeyse koridorda tekerlekli hasta arabasından atlayıp, "Elbiselerimi
isterim!" diye tepinmeğe başlayacaktım...."
Kemal Tahir'in bir romanında,
Kamil beyin Cezaevinde, "kurabiyelerimi isterim!" diye koğuşu altüst
etmesini düşündüm. Demek sahiden Kamil Bey, Kemal Tahir'i iyice özümlemiş....
" Derken, bir küçük odaya
aldılar beni, birisi elime incecik deydi, sonra koskoca dünyayı koydunsa bul!
.... Gidivermişim!... Neden sonra baktım ki işte şu yatağımdayım, başucumda da
doktor var: "Geçmiş olsun!" Demek olmuş bitmiş bile... Aman ne
iyi!... Yüreğim dayanırmış benim bayılmaya demek?... Öyleyse tamam... Ameliyat
için de dayanır bu meret bayılmaya..."
"Önümüzdeki salı günü
açacaklar arkadaş.. O zamana kadar da bazı hazırlıklar yapacaklar.. Siyami
Beyin de Ankara'da bir işi varmış, o zamana kadar gidip gelecek. .. !il ıral
çok önemli... Moralimi sağlam tutmaya çabalıyorum. Moral çoktü mü, fizik
kendini kurtaramaz "
Biraz durdu, sonra kendi
kendisine konuşuyormuş gibi:
" Ameliyattan sağ çıkarsak,
iyi, gerisini sonra düşünürüz... Bana Borodin, Moskova'dan telefon etti. Her
türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını söyledi. Reddettim. Niçin gidecekmişim
canım!... Bıçak, her yerde bıçaktır. Atom çekirdeği olsa, haydi kalkıp oraya
gideyim! .. Hele bu bıçak, Siyami gibi bir doktorun elindeyse, gidilir mi
hiç?.. Öyle ya... Ameliyattan, hele sağsalim çıkalım; sonra gönlümüzce bir
Londra yaparız, iyisinden... Bu yaşta Londra'ya turist gib; gitmek
zaten gülünçtü. "Aaaa, bu
Vaterlo köprüsü!.. aaaa, bu müze!..." diye bel bel bakacaktık.. Olur mu
öyle! Ama hastayız diye gidersem, oralarını da sağesen görmüş olurum."
Bir süre havadan sudan konuştuk.
Sonra yine usulca kendinee döndü:
" Hastalık biraz soluk
verirse, notlarımı gözden geçirmeliyim. Onların bazılarının daktilosunu yaptıracağım..
Benden kalması gereken fikir çalışmalarımı, kendim elden geçirmek istiyorum.
Yine de zamanım artarsa, "Topal Kasırga" ile, "Batı
Çıkmazı"nı yazıp, Osmanlı İmparatorluğu ve devlet yapısı üzerindeki
düşüncelerimi tamamlamak niyetindeyim.. Notların düzenlenmesinde, sen de bana
yardım edersin, değil mi?.."
Ana çizgisi içinde
konuştuklarımız bunlar!.. Dehşetli üzgünüm!... O kadar ki, ağlayamıyorum.. Bu
Kemal Tahir, adam değil, dağ!....
22 Kasım 1970
Bugün kendisiyle ancak telefonla
görüşebildim. Yarın ameliyat... Moralini yitirmiş gibiydi.. Umutsuzluk çökmüştü
sesine.. Bütün gayretimle şakalaşmaya, Çorum ağzıyle lâf yuvarlamaya çalıştım.
O da, elden geldiğince bana koşulmaya zorlandı, kötümserliğe ye nilmemeğe
uğraşıyordu. Ben, "N'olmuş?.. Vurduk da vurduğumuz yerde mi yatıyor?.. Kim
n'apabilirmiş bize! ... Azrail olsa, senin gibi yiğidi görmesiyle dudağı yarılır!...
Sen bunu başka türlü belledin, he mi?..." deyince gülmeğe başladı....
Galiba eskilerin "zehri hand" dedikleri bu olsa gerek!....
23 Kasım 1970
O^^.. Çok şükür!
21 Nisan 1973
Evet, yazdığım doğru.. Kemal
Tahir bu sabah saat 5,30'da Enfraktüs'den gitti. Kanser değil, kalp....
Telefonla haber verdiler. Koştum.
Koç gibi yatıyordu. Ölüme inat güzeldi. Gülerek karşılamıştı. Azra ile;
"Hoş geldin, sefa geldin" demişti. Yüzünde hiç bir korku, hiç bir
yılgınlık yok!...
Aziz gelmiş (Aziz Nesin). Maskını
almışlar. Gereken yapılmış. 23 Nisan Pazartesi günü Erenköy Camiinden alınıp
"Sahrayı Cedid" mezarlığına götürülecek. Cenazenin gösteri konusu
haline getirilmemesi için didiniyoruz.
23 Nisan 1973
Kemal Tahir'in gövdesini gömdük.
Mezarına bıraktığım çelengin üstünde, tek bir kelime yazılıydı: ÖLMEDİN!....
•
KEMAL TAHIR'DEN
NOTLARR
*34
Halk yığınlarının karşısına düşen
aydınlar, eğer amaçları bu değilse, bütün işlerini, güçlerini, bilhassa hazır,
parlak fikirlerini bir yana bırakarak buraya nere den,nasıl, niçin geldiklerini
derin derin düşünmeli, durumlarını açıklığa kavuşturacak bir çıkar yol
bulmalıdırlar.
Karşıda kalan halk, aydına göre,
bu aydın kendini ne kadar ileri (!) sayarsa saysın, yüzde haksız olamaz.
*66
Ben, Anadolu halkının yazarıyım.
Bu halk, kimilerinin sandığı gibi bir yabancı imparatorluğun, zorla köle
edilmiş ve yüzyıllar boyu zorla çalıştırılmış bir kölehalkı değildir. Dünyanın
en büyük imparatorluğunu kurmuş, bu imparatorluğu kökleştirip geliştirmiş en az
altı yüzyıl kanıyla, canıyla,aklıyla, malıyla savunup yaşatmış kahraman ve
soylu bir halktır. Bu özelliğiyle çok, pek çok paşa görmüştür. Bunların iyisini
de, kötüsünü de pek çok görmüştür. Hiçbir paşa , ne yapmış olursa olsun, bu
halka, Allah olacak, Allah tanıtılacak güçte sayılamaz. Ancak ödevini
yapmıştır. (Buna) karşılık biz ona ne ka
dar şan ve şeref vermişsek o
kadar da eleştirmek hakkı kazanmışızdır.
• 68
Bana gelince: Ben bu memleketin
gerçekçi roman cısıyım! Köpoğlu köpeklerin hoşça vakit geçirmeleri, körpe
kızların heyecanlanmaları, şimdiye kadar öğrendikleriyle ölmeye karar
vermişlerin doğru bildiklerini yeniden tastikliyerek, onları ucuza sevindirmek,
güvendirmek için yazmıyorum.
*69 70
1 Roman
anlayışım tek insanın dramına dayanır. Tek insanın dramını inceleyip
derinleştirdikçe de insanoğlunun "tükenmezliğine" inancım artmıştır.
Bu açıdan insanların kişisel serüvenlerinin ana itici gücünü, yalnızca toplumun
ekonomik sosyal baskılarıyla kabataslak açıklamayı yetersiz bulurum. İnsan
kendi tarihini, ekonomiksosyal yasaların baskıları altında yapıyor ama, son
hesaplaşmada, gene kendisi, kişisel özelliği, sorumluluğu, içinde yapıyor.
Yoksa, sanatta çeşitlilik hemen de imkansız olurdu.
2 Evet,
insan dramı, ancak, insanın kapana kısıldığı yerde vardır. Buradaki
kıstırılmışlık,bence, insanın dış itilmelerle yakalandığı bir tuzak değildir.
Daha çok kendi kişiliğeindeki özelliklerle gelip girdiği bir kapandır. Bence,
bu kapanın çıkış yolları sımsıkı kapalı da değildir. Tersine, hemen her şeyi
açıktır. Hele başka insanlar için burada kapan bile sözkonusu olamaz.
Kıstırılmış herhangi bir insan gibi sadece debeleniyor demektir. Birisini
istemeyerek öldürdükten sonra düşülen vicdan acısı, ya da birisini isteyerek
öldürdükten sonra duyulan pişmanlık gibi...
*73
Ben romancı olduğum için, tarih,
sosyoloji, felsefe, ekonomi konularıyla ancak romancı olarak, roman
plânlarındaki yerleri açısından ilgilenmekteyim. Bu bilim dallarında
araştırmalar yaparken bilimsel metodu .kullandığım halde, araştırmalarımın
sonucunu açıklamakta, romanı, yani edebiyatın çok önemli bir kolunu
kullanıyorum. Bu bakımdan, konferanslarımı da bir bilgin gibi değil, bir
sanatçı gibi hazırlamaktayım. Yani, varmak istedğim sonuç, kesin bilimsel
sonuçları,ya da, bu yolda uğraşılan çeşitli hipotezleri değil,belli konuları
incelemek, yeni sorular getirmek, bunları hep beraber tartışarak, eleştirerek
derinleştirip genişletmeye çalışmaktır.
Böyle bir davranış kolay gibi
görünürse de, ileri sürülen fikirlerin büsbütün bilime, yâni gerçeklere aykırı,
kişisel fantezilerden ibaret olmadığı için, bilimsel çalışmaların zorunluğunu
da taşır. Buradaki fark bence, özde değil, üslûptadır.
• 76
Matbaayı dünyaya yayılmasından
250 yıl sonra lütfen alan bir toplumda bu sayılıp dökülenlere şaşılmız .
• 77
Belli bir zamandan beri, Türkiye insanlarını
anlatacak roman konularını yukarıda söylediğim amaca, en kestirme yoldan, en
yararlı olarak götürebilecek olanlar arasından seçiyorum. Önce böyle bir amaç
koydum koyalı, roman kişileri bir bakıma, birbirlerinden çıkıyor denebilir. Bu
arada yazma sırasında seçmede, içinde yaşa' dığımız iç ve dış olayların
etkisini de hesaba katmak lâzım..
• 78
Romanda romancı, her şeyden önce
gelir.
Burada bir büyük sanatçının
çöküntü veya yükseliş çağlarına rastlamamış olmasının payını da elbete
unutmamak lâzımdır.
Her mesele insansız olarak en
iyi, en doğru tesbit edildikleri anda eskimeye başlamışlardır.
• 79 •
Bir gerçeğin hâlâ sağlam,işe yarar gerçek
olması, hele herkes tarafından kabul edilmesi, onun roman gerçeği bakımından
eskimesini önleyemez. Hatta bu hal bu eskimeyi kolaylaştırır bile.. Bu sebeple
gerçekçi romanın gerçeği bir başka gerçektir. Eskimeyen sanat eserlerini bu
gerçekten de değerlendirmek lâzım!
Çünkü gerçekçilik, ileri
bilgilere, ileri dünya görüşlerine şuurla inanmaktan daha başka birşeydir. Çok
çetin çalışmalar sonuçda elde edilebilen bir kendi kendini değiştirme işidir.
Bu değişme, şuur denetlemesinin azaldığı, duyguların, tutkuların insanı eski
alışkanlıklarına, toplumdan gelen önyargılara doğru kaydırdığı yerlerde
sezişlerin, atılımların gerçekçi kalabilip kalamadığını meydana koyar.
*80 81
Gerçekler bir kere anlaşılınca
yan gelip keyif çatılacak birer tembellik durağı değil, her an didinme isteyen,
her an yeniden hak edilerek kazanılan, sorumluluğu gittikçe artan birer
ilerilik merhaledesidir.
Gerçekler canlı olduklarından
değişkendirler. Sürekli olarak işe yarar hazır kalıplara sığmazlar.
İnsanı çevreleyen gerçeklerin
hâlâ sağlam, hâlâ işe yarar olması, hele herkes tarafından kabul edilmesi, o
180
gerçeklerin çabuk eskimesini,
hele roman aracı olarak, kolayca işe yaramaz olmasını önleyemez. Hatta bu hal
eskimelerini çabuklaştırır bile..Bu sebeple gerçekçi romanın gerçeği bir başta
türlü gerçektir. Yani drama sürünmüş gerçek.
• 82
Ben romanlarımı belli bir büyük
plân içinde tutmağa çalışıyorum. Bu plân 1905'ten günümüze kadar yarım
yüzyıllık bir tarih çağının olayları içinde, toplumun çeşitli katlarından
çeşitli insanların dramlarını anlatmak için düşünüldü. Daha doğrusu ilk birkaç
romandan sonra, böyle bir plân meydana geldi.
*89
Gerçekçilik, kitapta okuyarak
elde edilir bir marifet değildir. Gerçekçilik insan ve toplumun bir ileri
basamağıdır. Basamağa erişmek, gerçekçiliği işe yarar hale getirebilmek için,
insanoğlunun yalnız şuuruyla gerçekçi olması yetmez, şuuraltıyla da gerçekçi
olması şarttır, çünkü gerçekçilik, insanoğluna rahatça düşündüğü gevşek
zamanlarda değil, şuuraltıyla, refleksleriyle hareket etmesi gerekli sert,
gergin hızlı zamanlarda işe yararlı olabilmelidir.
Gerçekçiliğin zorunluluğunu
gerekli gören kişilerin ilk ödevi, önce yakın çevrelerini, sonra bunlardan kendilerine
katılanların da desteğiyle bütün toplumu aralıksız gerçekçiliğe çekmek
olmalıdır. Gerçekçi roman işte bu ödevi yerine getiren araçların en
önemlisidir.
* 90
Gerçekçi roman,insanları toplum
yasaları içinde inceleyen, eleştiren, açıklayan, böylece zenginleştiren bir
araçtır.
Gerçekler sürekli olarak
değiştikleri için, romancı onları bir defada, ölene kadar idrak edip değişmez
bir halde, çekmecesinde tutamaz. Gerçekçi sanatkar, bütün gerçekleri tekrar
tekrar bulmak, yeniden eleştirmek, incelemek, gözlemek, işe yarar kılmak
zorundadır. Her yakaladığımız, işe yarar kıldığımız gerçek, ona tekrar dönmek
zorunda kalacağımız zamana kadar bizi, zorunluluklarımızdan birinin idrakine
götürür.Zorunlulukları, yani zaruretli idrak ettiğimiz kadar, onlara karşı hür
oluruz. Nice gerçekçi roman, aldığı konuda, bize zorunluluğumuzu idrak
ettirerek, ona karşı hür kılar. Böylece ödevini de yerine getirmiş olur. ■
*91
Gerçekçilik, ileri bilgilere
şuurla inanmak işi olduğu kadar , çok çetin çalışmalar sonunda elde edilecek
kendi kendini değiştirm işidir. Bu değişme, şuur denetlemesinin azaldığı,
duyguların, tutkuların insanı sürüklediği yerde bile, sezişlerle davranışların,
gerçekçi kalabilip kalamadıklarından anlaşılır.
ihsanların çeşitli sebeplerle,
çeşitli ön yargılardan ne kadar zor kurtuldukları, bir kere inandıkları gerçekleri
yeniden kontrol etmenin sonuçlarındaki tedirginliklerden farkında olarak, olmayarak nasıl kaçtıkları
akla getirilirse, gerçekçiliğin işe yarar surette kullanılmasının, yani işe
yarar halde tutulmasının ne kadar sürekli bir gayret istediği anlaşılır.
Gerçekçilik, bir kere ulaşılınca yan gelip keyfe bakılacak bir tembellik durağı
değil, her an didinme isteyen, yeniden hakedilip kazanılacak bir sorumluluk
meselesidir.
* 92
Onu yakalayan sanatçı her an
değişmektedir, yani yaşamaktadır. Gerçeği yakalamak için kullandığı dil,
canlı olduğu için değişmektedir,
gerçeği anlatacağı okur da canlı olduğu için değişmektedir.'
*93
Dünyanın gerçekçi sanatçılarının
hepsi için bu açıdan zorluk gösteren gerçekçilik, gerçegi sanatta kullanma’
olayı, bizde üçdört kat zorluk gösterir.
Bunların en başında, gerçekçi
Türk sanatçılarının, başka memleket sanatçıları gibi bir değil, iki ana gerçeğe
bağlanmış olmaları gelir. Bunlardan biri , yüzyıllar boyu dış baskılar, yerli
cahil politikacılar yüzünden yanlış olarak kullandığımız Batı gerçekleri,
öteki, gene dış baskılar ve aptal politikacılar yüzünden, esnafına kadar giren
bir bilgisizlik inadıyla tarihsel gerçeklerimizin bize unutturulmak istenmesi
olayıdır.
Böylece biz, tarih içinde
gelişmekte olan kendi milli gerçeklerimizin oluş şartlarını, kanunlarını çeşitli dönemlerde gösterdikleri,
gelecekte gösterecekleri özellikleri görüp anlayıp işe yarar ilerleyişimizi
kolaylaştırıp hızlandırır olarak kullanacağımıza; bunları önceden işe yaramaz
saymağa, umursamazlığa, tepemize çöktükleri, bizi uyaracak kadar kafamıza
vurdukları zaman da, gerek ilk etkilerini, gerekse geçmiş ve gelecekteki
özelliklerini bize yutturulmak istenen Batılı toplumların gerçeklerine
benzetmek s^ki onların tabiatları imişler gibi davranmak alışkanlığına
insafsızca ve haince zorlan makta bulunuyoruz.
*94
Batılı sosyalist gerçek kalıpları
da, bizi kendi gerçeklerimizi bulup anlamaktan uzaklaştırmağa, uzakta tutmağa
yaramıştır.
*96
Medeni kanundan önce biz, barbar
bir toplum mu idik?
*98 99 100
Türk romanı, kimilerin sandığı
gibi, salt Batı romanına benzer yönüyle güçlü değildir. Tersine büyük gücü,
Batı romanına benzemeyen özünden gelmektedir. Aslında herhangi bir zenaatın
tekniğindeki birikimleri alıp kullanmak, belli bir ustalık aşamasına ulaşmış
zenaatkâr, hele gerçek sanatkâr kişiler için zor olamaz. Sanatta zorluk,
dışkalıpların içine yerli özü koymak, bunu koyarken dış kalıpları da öze uygun
olarak değiştirmektir.
Türk romanındaki Türk öz,Türk
roman kişisinin dram durumu ile Batı roman kişisini kavrayan dram anlayışındaki
benzemezliktir. Batı insanı, tarihi oluşu içinde yalnız bırakılmış kişidir.
Batı insanı tarihinin hangi döneminde olursa olsun bu yalnızlığın bunalımını
çekmektedir. (Batı insanının hürriyet isteği tarihinin derinliklerindeki
kölelik döneminden geldiği gibi, toplum hayatındaki dayanışma örgütlerine,
bilhassa her sınıf dayanışmasına kendisini muhtaç görmesi bu yalnız kişi olmasındandır.
Şimdiye kadar hiç bir şey buyalnızlığına çare bulamamıştır.
Batı insanı, toplumun içinde
yalnız olduğu için bahtsızdır. Sömürücü olduğu için sürekli olarak sömürülme
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Varlığında sömürülmeden kurtulmak çırpınmasını
aralıksız yaşadığından, bunun tek yolu da sömürülenlerin arasından sıçrayıp
sömürenlerin arasına karışmak olduğundan bu elbette suç işlemekten başka bir şey
sayılmayacağından Büyük suçluluğun ilk suçun sürekli etkisi altındadır.
Yabancılaşmak, Batı insanının
ruhunda taşıdığı korkunç hastalıktır. Batı. insanı kendisini, kendi kişisel dramına
kolayca hapseder. Kendi çizdiği tebeşir çizgisine mahkûmdur. Bunu anlatan Batı
romanında insan dramı bu temele dayanır.
Oysa Türk insanı, toplumun
gerçekten ayrılmaz parçasıdır. Deli olmadıkça, kendisini, yakın çevresinden
kesinlikle ayıramaz. Ne kadar derin ve büyük yalnızlık duyarsa duysun,
çevresindeki insanların ilgisinden uzak olamaz. Bu hal o kadar olağan, o kadar
alışılmıştır ki, ciğerlerine hava alıp boşaltması kadar doğaldır. Kendisini
toplumun dışında duymayan insan güçlü olur. Bu yalnız kalamayan insanın da
dramı vardır ama, bu dram Batılı insanın yalnızlıktan gelen insan dışı müthiş
dramına benzemez. Bir başka dramdır. Türk romancısı derinliğine inceleyip
açıklamakla bütün Doğulu insanların dramını işlemiş ve dünya insanlık dramına
çok önemli bir parçayı, öteki yarım parçayı eklemiş olacaktır. Buradaki eklenti
o kadar büyüktür ki artık burada, katkıdan bile söz edilemez. Buradaki olay,
kayıp yarı parçanın bulunup yerine koyulmasıdır.
Bence roman, yaşamaya en çok
benzeyen bir sanat koludur. Çünkü gerçek roman hiç bitmez. Her gerçek, romanda
romanın dramını taşıyan kişi ölse de, yaşamayı sürdütren birkaç kişi vardır.
Türk romanına gelince, Türk insanı İmparatorluk kurmuş,yani yüzyıllar boyu
geliştirip yaşatmış bir topluluğun parçasıdır. Aslında önemli olan, toplumun
geçirdiği değişiklikler değil, bu değişikliklerin ulaştığı doruklar, bu
dorukların milli tarihte ve dünya tarihindeki yeridir. Bence Türk romancısının
ana ödevi, İmparatorluk kurmak gücüne sahip Türk insanının geleceği kuracak
cevherini, bu cevherin
tarih boyu taşıdığı insancıl
birikimi, bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup açıklamaktır.
Bizde batılaşma, bilmediklerimizi
alarak, bilgimizi zenginleştirmek yoluyla işimize yarayacakken, bizde kendi
milli bilgimizi tekmeleyerek bırakmak biçiminde uygulanmak istenmiştir.
Batılaşmacılarımızda, halkın yadırgadığı işte bu düşman davranıştır.
* 101
Batılaşma bizim insanımıza çok
şey kazandırmıştır ama, bir kötülük etmiştir ki bütün kazandırdıklarını ortadan
kaldırdı, sayılır: O da bizi, iki gerçekli toplum haline getirmiştir. Evet,
sanatta biziki gerçekli toplum haline getirilmişizdir. Batılaşmayı yanlış
kullanarak çoğu batı gerçeklerini, kendi gerçeğimiz saymaya başladık. Aslında
hiç bir topulm bir başka toplumun gerçeklerini kendi gerçekleri yerine koyamaz.
Onları, yabancı gerçekleri, işe yarar halde kullanamaz. Çünkü insanların
tarihsel sosyal gerçekleriyle olan ilintileri, salt şuurla değil, sezgi
aracılığı ile işe yarar hale getirilir. (Nice şuurla görülen işlerden sırasında
sezgiyle görülen işler daha gerçekçi sayılmalı. Çünkü bunaltılı dönemlerde,
sezgi, şuurdan daha uyanık kalır.
*102
(Osmanlıyı talancı saymakla,
talana karşı saymak arasındaki çelişkili anlamdan birini seçmedikçe, bir sanatçı
nasıl eser verecek?
*103
Eskimeyen nedir? Benzeri
olmadığından eskimez . Neye göre eskiyecek.. Rembrandt'ın tablolarındaki
giyimler eskimez. Oysa, beş yıllık moda dergileri giyimleri eskir.
* 108
Bence bunda, Türkçe'nin temel
yapısındaki sentez, cümle kuruluşundaki kesinlik, açıklık, hatta tek tek kelimelerin
taşıdıkları anlatış değeri bakımından kısalık çok önemli etki yapmıştır.
Türkiye
Batıya hiç benzemeyen bir toplumdar. (Anadolu Türk insanının tarihi, Batı
insanı tarihinih geçtiği aşalf1alara uğramamıştır. Bu sebepten insanlarımızın
olaylar karşısındaki davranışları, duygularını meydana vuruşları Batı
insanınınkine hiç benzemez. Bu açıdan bakılırsa, Türk romanının gerek iç, gerek
biçim bakımından köklü özellikler göstermesi şarttır. Bu da bizi kopyacılıktan
hızla kurtulmağa, batılı örnekleri Türk sanatına doğru aşmağa zorlar.
*109
Osmanlı düzyazısı, Osmanlı
şiirinden, Tanzimat düzyası, Tanzimat ve Edebiyatı Cedide şiirinden çok daha
güçlü, çok daha ileridir.
Türk
düzyazısı da, liılirçok milli varlıklarımız gibi, ■Tanzimat'ın getirdiği milli felaketin hışmına uğramış,
yazı dilimizin temel kuralları, Batı düşüncesi
kalıplarından
başka birşey
olmayan kozmopolit bir yazı diliyle değiştirilmek istenmştir. Bu uydurma, gereksiz,gayri milli dil, bugün gazetlerin yazı dili
olarak yaşamaktadır. Daha beteri, kara cahil bir batılaşmacı olan Nurullah
Ataç'ın gayretiyle rezillik uçurumun kıyısına kadar da sürmüştür.
Nurullah Ataç, batılaşmayı yanlış
bile değil, hiç anlayamamıştır, sömürgeci ajanlığına gönlünü kaptırmış bahtsız
vatandaşlarımızdan biridir. En basit dilbiliminden habersizdir. Batılaşmayı
anlamak, onun yararlı yolunu bulabilmek için 1826 Yeniçeri kırımıyla başlayan
ve halkımızın haklı olarak gavurlaşmak dediği batılaş
manın, OsmanlıTürk tarihinin
ekonomiksosyal isterlerinden gelmeyip dıştan, Batı emperyalistleri tarafından
zorla dayatıldığı, kendi çıkarları açısından, kendi çıkarlarına göre
hesaplanarak bize kabul ettirildiğini bilmek gerekir.
110
Tanzimat'tan sonra sanatamıza
giren roman türü, bu akımın dışında kalamamış, tersine, geleneği şiir kadar
bile varolamadığı için yüzde yüz uydu olarak doğmuştur. Bazı romanların üstünde
yazılan "millî" kelimesi, bunların Türk romanı olduğunu değil, Türkçe,
yalnız insan ve yer adları yazılmış olduklarını belirler. Nitekim, bunları
yazanlar da, eleştirenler de, Batı eserleriyle ölçerek öğünür ve öğerler.
Batı bizden,kendi ölçülerine,
bizim hakkımızdaki cehaletine, düşmanlığına, hiç değil küçümsemesine uygun
eğlendirici, şaşırtıcı, biraz da acındırıcı egzotik eserler ister.
Tanzimat, bütün kepazeliğine
rağmen, ancak bir açıdan haklı görülürdü: bugüne kadar 1826 Osmanlılığını
yaşatabilseydi! 1900'lerde Kongo'da toprağımız vardı.
111
Kaldı ki Batı da kişi, 3000
yıldır, kişisel mülkiyetin belirlediği bir sosyal katagori olarak, alabildiğine
incelenip iyice anlaşıldığı halde, yeni bir iktidar olarak burjuvaların tarih
yüzüne çıktığı çağlarda, 19'uncu yüzyıl
başlarında Batının bütün kişilerinden yüz kat daha kişiliklerine bağlı büyük
sanatçıları tarafından ancak tarihsel gelişleri oluşları içinde eleştirilip
incelenebilmiştir.
114
Müslüman sanatlarında trajik'in
ve trajedi'nin yokluğu, islamın Allah'tan başka gerçek tanımlaması, insana
dünyaya sahip olmak hakkı tanımamasındandır. Tasavvuf, sünni ideolojiden ileri
geçerek insanı Allah'ın varlığına katmış, onu orada eritmiştir.
115
Batılı olmayan toplumlar öteki
ideolojiler ve doktrinler gibi romanı da, yerlileştirmek mümkün olmazsa Batının
romanda elde ettiği yarar, elde edilemez.
120
Gerçekleden
her kaçış, bir bakıma yenilgidir. Gerçekler, ister politika zorunluklarıyla
ister romancının fantazileriyle gözden uzak tutulsun, yenilgiden başka hiç bir
şeyi ispatlamaz.
Toynbee:
Geçmişi bilirsek geleceği de biliriz sözü, ancak insanları ilerde nasıl
davranacaklarını, kesinlikle kestirebilirsek doğrudur. Bu sebeple de, bu
kestiriş çok önemlidir, çok yararlı sonuçlar verebilir.
Gerçekçi roman, belli tiplerden,
bir toplumun belli zümrelerinin gelecekte karşılacakları yeni durumlarda nasıl
davranabileceklerini kestirmesine, daha doğrusu, bu kestirmedeki yüzde oranının
biraz artmasına yarar. .
İnsan gerçeklerini görmezden
gelmek, onları, faydalar umarak çarpıtmak, ergeç cezası çekilecek bir suçtur. Aynı
zamanda düpedüz ahlaksızlıktır da..
Bir insanı tanıma demek, onun
hangi aşamalardan geçerek bugünkü hale geldiğini bilmek demektir. Bugünkü hali
de, gelecekteki davranışlarını kestirmemize ışık tutabilir. Büyük gerçekçi
romanların ödevi de işte budur.
123
Doğu insanlarının, Batı
insanlarının gerçekleriyle yetinmeye hakları yoktur. ■
Gerçekler, kendi taşıdıkları
değerlere göre değil, bizim üstünde durduğumuz fikir ve bilgi durağına göre
değerlidirler.
124 125
Gerçekçilik, insanlık tarihinde,
insanoğlunun varabildiği en yüksek basamaklardan biri, hattâ birincisidir.
Çünkü bütün uygarlıklar kendi çağlarının yalın gerçeklerine dayanırlar.
Buna karşılık uygarlıklar,
çağlarını tamamladıkları zaman, vaktiyle dedeleri, gerçekten gerçekçi olan
insanlar yavaş yavaş, belki de hiç farkına varmadan hayalper verliğe,
uydurmacılığa, düşlere sığınarak gerçeklerden kaçmaya çabalarlar. Bütün
gerçekten kaçmalarda yenilgi vardır. Bu kaçış, ister geçmişi, yasalarının
dışında kutsallaştırmak, ister geleceğin yolu bellisiz cennetini özlemek
biçiminde olsun, yenilgidir.
Gerçekçilik (Pozitivizm)
insanlığın tarihinde, insanı yücelten çok önemli bir aşamadır. (Merhale) Çünkü,
kötü romantizmde, uyudurmacılıkta, gerçekten kaçışlarda, hiçbir çıkar yol
yoktur.Ancak en kötü gerçeklerin bile zorunluklarını, zaruretlerini idrâk
edince onlara karşı hür oluruz.
187
Almanya'da devrimci
vatanseverlik, (sonuna kadar) Millî birliğin var olmamasına çalışıyordu. Bu
sebepten Almanya'nın küçük Prensliklerinin saraylarındaki kültür hareketleri,
Fransız büyük saraylarının kötü kopyacılığından ileri gidememiş, yüzyıllar boyu
sahte kültürler halinde kalmıştır.
Bu uydu kopyacılık, ister
istemez, birleştirici olamıyor, tersine, ayırıcı bir aktarma yabancı kültür
halinde kalıyordu.
Bu hal ister istemez, Alman
Edebiyatını eski tarihine dönmeye, oradan millî birlik için dayanaklar aramaya
zorladı.
190 191
Osmanlı ordusu belli bir süreden
beri Yeniçerilikte bile, artık bir kitle ordusuydu. Savaş, ancak iktidarlar tarafından,
gene kitleden yetişmiş Yeniçeriye mutlaka uzun uzadıya anlatıldıktan hatta
nasıl sürdürüleceği onlara danışıldıktan sonra aşılabiliyordu. O kadar ki, Yeniçeriler,
hatta düşman karşısındayken bile, bir savaştan ansızın vazgeçebiliyorlardı.
Tarihsel geleneğimiz böyle olduğu için, tamamiyle başka bir tarihsel geleneğe
dayanan Batıdaki orduhalk ilişkisi bile bugün birbirinden katiyen ayrılamazken,
bizim orduyla halkları (halk çıkarlarını) biribirinden ayrı ve uzak tutmağa
çabalamamız, büsbütün imkansızı zorlamaktır. Batıda ancak ihtilâlden sonra
Fransız köylüleri Mısır'da, Suriyed'de, İtalya'da, Rusya'da döğüşmüş, buna
karşılık Rus ve Alman köylüleri de gidip Paris'i işgal etmiş olduğu halde,
Osmanlılıkta Anadolu köylüsü, 500 yıldan beri aralıksız, Batıda, Rusya içinde,
hattâ Hindistan'da ve Afrika mıntıkasında döğüşmüştür.
194
Politikacılar, çok az roman
okurlar,çünkü romanı, hele gerçekçi romanı, hiç ciddiye almazlar. Politikacılar
için,tıpkı,körpe kızcağızlar gibi, roman, bir hayaller , uydurmalar toplamı
sayılır. Burada yadırganacak bir durum yok.. Gerçek romancılar da, en büyükleri
de araya alınsa, bütün politikacılara tıpatıp böyle bakarlar, onları
böyle değerlendirirler. İki
tarafın birbirini yararlı saymaması bundandır.
198
insanın dramı kişiseldir ama,
kişiliğinden değil, toplumsallığından gelir.
Bir şeyin insansı olup olmadığını
anlamak isterseniz, dramatik olup olmadığını arayın. Dramatik olan herşey, ne
kadar aykırı görünürse görünsün, yüzdeyüz insansıdır.
206
TÜRKİYE'DE GERÇEKÇİLİĞİN DRAMI
Gerçekçilik (Realizm, Realistlik)
dünyadan umudunu kesmemiş kişilerle insan toplumlarının ergeç varıp
dayanacakları bir "kendinden başlayarak dünyayı yeniden arayıp bulma,
genel bünyesiyle beraber dünyayı kökten değiştirme" gerçekliğin ilk
adımıdır. Bu, "Var mıyım, yok muyum" sorusuyla başlar ki, bu soruya,
bundan dörtyüz küsür yıl önce, "'Düşünüyorum , öyleyse varım"
karşılığı verilmiştir. Bunun önemli yönü, insanoğlunun gerçekleri aramaya,
kendi kişisel gerçeğinden, eliyle yoklayabildiği, sırtında taşıdığı maddi gerçeğinden
şüplenmekle işe giriştiği, ilk bakışta (. ..) gibi görünen bu adımdan sonra,
insanoğlunun gerçekçi olmağa çabalaması keyfi bir iş değildir. Yani insanoğlu
gerçekçiliğe gönül hoşluğuyla, güle oynaya, eğlene gitmez. Çünkü eski inançları
bırakıp yenisini aramak, önünü ardını düşünmeden konuştuğumuz sıralarda ileri
sürüldüğü kadar kolay değildir. Çünkü eski inançlarını, artık bu inançların işe
yaramadığını sezmek için gerçekten çok iyi, çok derinden bilmek şarttır.
"Ben var mıyım, yok muyum!" diye alıkça bir soruyle işe girişmesi
demek, toplumda kendisine onurlu
bir yer yapmış olan bundan önceki bilgilerden vazgeçmesi,bir dönemeçte
kendisini, bir anlamda "kara cahil" saymayı göze alması demektir ki
tarihte bunu çok az insanoğlu gerçekte göze alabilmiştir ama, alabilmiştir de..
207
Bizim
aydınların özelliklerinden birisi de, ikiyüz yıldan beri sürüp gelen, gittikçe
de cıvıklaşan romantiz mimizdir. Biz romantizmi kendimizi aldatmak, gerçeklerden
kaçmak, sorumluluklarımızdan sıyrılmak için iri yuvarlak laflara,
utanmazlıklarımıza sararak karşılıklı kullanıp durmaktayız.
Bundan
kurtulmak fırsatlarını vecizelere sararak gömmüş, küçüklü büyüklü çıkarlarımızı
yürütmek umuduyla bunun yerine Tanzimattan beri, çığ gibi büyüyüp hepimizi baskısı
altına alan pis bir romantizm ile gerçekçiliği değiştirmişiz.
228
Gerçeklerin dış görüntüleriyle
yetinmek, gerçeklerden kaçmanınen sefil biçimidir.
Burada karmasar romantizmden daha
berbar bir öl dürücülük vardır ki oda, birçoklarının kendilerini bu basamakta
gerçekten gerçekçi saymalarından gelir.
Gerçek
gerçekçilik
Yalancı
gerçekçilik.
Gerçekçilik, tek insanda olduğu
gibi, toplumlarda da çok önemli bir gelişmedir. Aşamaların temel şartıdır.
İnsanlar için olduğu kadar toplumlar , için de, kendilerini romantizme,
hayalperverliğe, gerçekten kaçmaya bilerek kaptırmak büyük tehlike değildir.
Asıl büyük tehlike, tek kişiler için de, toplumlar için de, kendilerini,
gerçekçi olmadıkları halde,
yüzdeyüz gerçekçi saymalarından gelir.
En büyük yanılmaların kaynağının,
bu yalancı gerçekçilikte aramalı... Çünkü kendisinin yalancı gerçekçiliğe
bilmeden kaptırmış insanlar gibi, buna hiç kuşkusuz, kendisini kapıp koy\ ermiş
toplumlar da, bu çizgide, bütün kurtuluş, kendilerine gelsin imkânlarım kaybetmiş
olurlar. Bu yaşama çizgisinde, sayılı istatistikler, sayılara dayanan planlar
başta olmak çizere, fizik kanunları, hatta kimya formülleri, tabiat bilimleri
bile gerçeğe karşı işler, yalancı gerçekçiliği güçlendirir, insanın ve toplumun
kendisini gerçeğe karşı aldatmasını sağlar, sürdürür.
229
GERÇEKÇİLİK
1 a) Bizdeki özelliği: Herkes
kendi değişen gerçeğini arar.Bizde bir de batılaşmadan gelen
"aldatılma" belası vardır. Biz çoğu zaman, kendi gerçeğimizin yerine
Batıdan aktarılan şeyleri koyarız. Bunu da çoğu zaman farkına varmadan yaparız.
(Gerçek zaten değişken olduğu için zor tutulan, zor anlaşılan, anlaşılırken
yeniden değişen bir şeydir. Bunun birde yabancı gerçekle yerdeğiştirir halde
olması, gerçekçi Türk sanatçısının işini çok zorlaştırır.
b) Batılılaşma, bilmediklerimizi
almak anlamında işimize yaraması gerekirken, bizim için bir de, bildiklerimizi
bırakmak,yani unutmak gereği haline getirilmiş tir.Böyece, iyi bilmemiz, kolay
öğrenmemiz gerekli olan gerçeklerimizin yerine, zor sezmemiz ve zor öğrenmemiz
olağan olan yabancı gerçekleri koyarak, gerçekçi olmak imkanımızı büsbütün
zorlaştırıyoruz.
230
Sağlam gerçek, ancak sağlam dille
anlatılır ve. anlaşılır. Bizdeki dil devrimi, hemen de bütün devrimlerimiz
gibi, gerçek bilimsel temellere değil, kolaya kaçma hastalığımıza dayanır.
Dil üzerinde dikkatle ve bilimsel
ölçülerle durmanın başka bir şey olduğunu söylemek elbette gereksizdir.
e) Batıdan, gerçeklerimizi
yakalamak, inceleyip eleştirrerek onlara akıl erdirebilmek için batıdan araç almak
(metot almak) başka bir şey, bilimsel gerçekler, yani sonuçlar hep birdir diye
kalıp almak başka birşeydir. İkiyüz yıldanberi bize zorla kabul e.ttirilmek
istenen, bizim birtakım aydınlarımızca da kendilerini ve çevrelerini zorlayarak
kabul edilmek istenen, Batıdan kalıp halinde gerçekler aktarmak, sonra
memleketimiz tarihinde, yaşayışımızda birtakım uydurmalarımızı bu gerçeklerin
benzeri olduklarını ispata çalışmaktır.
258 259 260
POLİTİKA ve HERGELELİK
Politikada,
uzun zaman iktidarla beraber yürüyüp sonra hergeleliğe uğrayanlar, hergeleliğe
uğramadan önce birçok hergeleliklere bilerek ya da bilmiyerek alet olmuşlardır.
(Bilmiyerek alet olmuşlarsa, sonunda uğradıkları akibet aptallıklarından,
bilerek alet olmuşlarsa bu akibet, kendi kazdıkları kuyuya düşmüş olmak olayından
ibarettir. İkisine de acımak gerekmez.)
Politikada
hergelelikten fayda ummak, aptallıktan, ya da çarpıp savuşucu olmaktan ileri
gelir. Aptallıkla, kapkaççılıkla iflah olmuşu ise hiç görülmemiştir.
Hergelelerin
politikayı kendilerine yatkın bir zena at görmeleri, politikanın bir hergele
zenaatı olduğundan
değil, politikacıların
çoğunluğunun hergele olmasındandır. (Burada politikacıların çoğunluğuna hergele
denmiş olmanın tehlikesinden korkmamalı, çünkü hergele politikacılar bunu
hakaret değil, bir çeşit övgü sayarlar. Çünkü bunlar politikayı hergelelikten
ayırmayı katiyen akıllarına getirmezler. Buradaki olay, marangozu marangozluğuyla
övmek gibi olağandır.)
Politikadaki
hergelelik toplumun idrak seviyesine göre büyük, ya da küçük, gizli, ya da açık
olabilir. Büyük ve açık hergeleliklerin geçerli olduğu toplumlarda,
oyundakilerin yüzde ezici çoğunluğu hergele demektir.
Bir
toplumda büyük politikacıların anıları ilgi görmüyorsa, toplum, o
politikacıların asıl gerçekleri açıkladığına inanmıyor demektir. Asıl gerçekleri
açıklamadan anılarını yayınlıyor görünmenin adına ne deneceği düşünülmeli!
Gerçeklerin
saklandığı dönemlerde, ortamlarda ve toplumlarda, hergeleliğe çıkar sağlamak
hâlâ geçerli demektir.
Hergelelik
gerçekleri saklamak, saklanamaz hale gelirlerse, hiç utanmadan değiştirmeye
çabalamak demektir. Herkesin kârı olmadığı için hergeleler çoğu zaman
zenaatlarını yürütürler, bundan çıkar sağlayabilirler.
Fıkara
politikacı, kendisini büyük sanatın da üstünde sanır. İnsanlara hükmederken,
kendisini onlardan üstün sayması ne kadar yanlışsa .. Sanatçıya da öteki insanlar
gibi hükmedebilmesi, daha başka bir bakışla;sa natçının hayatını da iyi, ya da
kötü etkileyebilmesi şaşırtır politikacıyı.. Politikacı kolaya kaçmanın,
zenaatının vazgeçilmez şartı saya saya, yalınkatlaştığının farkına, ancak
sanatla sıkı bağlar kurabilirse varır.
280
«Bugün Türk Osmanlı sanatı tarihi yazabilmek için elimizde
yeterince vesika yok» deniyor. Bence vesikalar sanat görüşü ve sanat tarihi
felsefesinden sonra gelir ve böyle bir görüş ve felsefe açısından değerlenir.
Bugün yokluk vesikalarda, araştırmalarda mıdır, yoksa sanat anlayışı, millî
sanat tarihi felsefesi yokluğundamıdır. Me henk olmayınca, vesikaları neye göre
değerlendireceğiz? Neyi, niçin aradığımızı bilmedikçe, hiç birşey bulama yız.
291
Divan şiirimizi, salt kullandığı
kelimelerde, yani dış görüntüsünde kalarak, Arap'tan hikmeti, Fars'tan sanat
ruhunu almış bir karmaşık kopya saymak, ancak bu şiirin ruhuna varamayan Batılı
düşman görüşüdür. Bizim Tazminat'tan bu yana, hele Cumhuriyet döneminde büsbütün
azgınlaşarak bu düşman suçlamaya katılmamız gerçekten ayıptır.
(Osmanlıyı kötülemek için
yazılmış, dönemin efen dilerindeki çapraşık, Batı devşirmesi eğilimini
okşayarak aferin almağa çabalanmış Musahipzade Tiyatrosunu bugün kullanmak da,
oturan uygarlıklardan yeni, ileri, sade olduğu için gerçekten dehayı ispatlayan
yeni terkipler yaratmışlar, durgun Doğulu toplumların ileriye sıçrama, yani
yaratma gücünü ispatlamışlardır.
Anadolu Türk sanatıyla
uğraşanlar, onun sade ve mantıklı oluşu üzerinde duruyorlar. Deha'yı, sadelik
ve mantıklı oluştan daha iyi ne belirler? Sadelik ve mantıklılık.
295
Edebiyat, kitleler tarafından
kolayca zevkle anlaşılır bir dilden ayrı olarak düşünülemez.
Bu şart için kitlelerin okumayazma
bilmeleri zorunlu değildir. Halk şairleri bu işi, sazla beraber, dille yaparlar.
Millî bir edebiyat, millî ve
millete yaygın bir dille meydana gelebilir.
Fransa'da, 880 yılında,
piskoposlar papazlara, halk diliyle vaız etmelerini emretmişlerdir.
Tarihçiler için Ortaçağ, 10 asır
sürmüştür. Fransız Edebiyatı için Ortaçağ Latince edebiyat sayılmazsa XI'inci yüzyılda başlar, ^XVI'ıncı yüzyılda
biter. Böylece beş asır sürmüştür. Bu devreyi yekpare saymak da hatadır. O çağların
dil ayrılıkları, gidişgeliş zorlukları edebiyattaki ilerlemeyi, çevrelere göre
değişik göstermektedir. Bu sebeple, topyekûn bir Fransız Ortaçağ Edebiya
tı'ndan bahsedilemez. Fransız Edebiyatının Ortaçağ'ını ııç büyük parçaya
ayırmak mümkündür. 1050'den 1200 \ ılları arasındaki çağ. Bu çağ doğrudan
doğruya feodal çığdır. Bu çağda büyük senyörler tamamiyle müstakildirler. Gerek
papazlar, gerekse edebiyatçılar tarafından öğülürler ve halka davranışları ve
dünya görüşleri bakımından, örnek olarak gösterilirler.
Bizde tersine, Bolu Beyleri alçak
gösterilir. At uşakları öğülür. Aslında, Bolu Beyi At uşağı tezadı, feodal toprağa bağlı köylü çelişmesi değildir.
Yabancı bir idareyle, yerli halk çelişmesidir. Bolu Beyi burada Osmanlı'yı
temsil eder.
İnsanoğlu başıyla hızlı yaşar.
Belinden aşağısıyla değil...
297
Büyük Osmanlı nesircilerinden
Evliya Çelebi'yi mübalâğacılıkla suçlarlar. Aslında Evliya Çelebi mübalağa
yapmamıştır. Osmanlı aydın ve
idreci çevrelerinin gerçek ölçülerini tesbit etmiştir. Bu gerçek ölçüler
içinde, kırk arşın boyunda mezarlar, okuma gücüyle bozulan fizik kanunları,
bilhassa insanın psikolojik dünyasına ait akıl almaz değer çarpıklıkları
görülür.
298
Divan Edebiyatı'nın Arap ve Acem
kopyası olduğunu söyliyenler, ilk aruz şairlerine baksınlar. Bunlarda, Acem ve
Arap etkisi daha çok olmak gerekirken, kaba Türkçenin, kaba Türk duygularının
ağır bastığını görürler. Anadolu Osmanlı
şiiri giderek kendi büyük şairlerini yetiştirmeye başladıktan sonra ise, Acem
ve Arap etkisinden hele koyacılığından söz edebilmek için, insanın Divan şiirinden
değil, en basit şiir bilgi ve duygusundan habersiz olması, hattâ dünyada şiir
diye birşeyin varlığını gerçekten bilmemesi gerekir.
299
Dünyadan haberi olmadan yerli,
yerli olmadıkça da dünyadan haberli olunamaz.
Öğrendiklerimizden ne kadarını
gerçekten işe yarar kılabiliyorsak, ancak o kadarını öğrenmişiz demektir.
324
İnsan, bir başkası tarafından
yaratılmamış bir yaratık olduğundan, bu açıdan bakılırsa, bir roman kişisinin
hür olması, hürriyetin bir bakıma romancı tarafından basit anlamıyla
yaratılmadığını meydana koyar. Roman kişisini yaratan varsa, bu, romancının, o
roman için bulup kurduğu roman dünyası roman kâinatıdır.
Roman insanı da, dünya insanı
gibi, bir bakıma desteksizdir. Bu sebeple kendi dünyasında durmadan insanı
aramak, insanı bulmak zorundadır. (Romana başlar
ken, romancının aklında hiç bir
yeri bulunmayan ikinci, üçüncü derecedeki kişilerin birden canlanıvermeleri, roman
kişisinin insanı aramasından, bunalmasından ileri gelmiyor mu acaba!
Nasıl insan için önceden
hazırlanmış bir gelecek yoksa... bu hazırlanmış sözü yüzdeyüz, bütün küçük
ayrıntılarıyla demektir roman kişisi için de böyle bir hazırlanmış gelecek
yoktur. Romancının, romancı tasarısı vardır. Bu tasarıyı gerçekten daha gerçek
bir roman dünyası kainatı haline getiren romanın yazılışındaki her cümledir. Bu
cümleler, kendi başlarına birer değer taşıdıkları gibi, hep bir araya geldikten
sonra, kendilerinde o zamana kadar mevcut olmayacak olan çok daha bü yük bir
değer kazanırlar.
Roman başlangıçta yüzdeyüz hazır
bir geleceği olmadığı için, akıl almaz derecede zenginleşmek istidadını
beraberinde getirir.
325
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
bazı bilgili okuyucuların, roman kişilerinden çok, Romancının kişiliği ile ilgilenmeleri bir bakıma asıl kaynağa kolayca
varmak kurnazlığından ileri gelse de büyük bir doğru sezgiyi gösterir. Bu istek
roman kişisinde romancıyı arayıp bulmak zorluğundan kurtulmak isteğinden başka
bir şey değildir.
Roman kişisi, romancısına göre
akıl almaz derecede güçlü ve derin olur.
Roman kişisinin dramındaki
büyüklük, bizi, sorumluluklarımız üzerinde uyardığı derecededir.
Büyük roman, bize kendisini,
hiçbir benzerliği ol madiği halde, rasladığımız insanlarda tekrar tekrar hatırlatıyorsa
büyüktür.
328
İnsanın, bütün gelenekleri
hiçlemesi, geleceği için yeni yasalar kurmamakta olduğu anlamına gelemez. İnsan,
idraki kadar hiçler, hiçlediklerine karşı, bu hiçleme şuuru aşıp şuur altına
derinden derine yerleşebildiği kadar insana hürlük verir. Ama bu hürlük,
yüzdeyüz boşluğa karşı bir hürlük değil, yeni yasaların zorunluğunu idrak
ölçüsünde bir hürlüktür. Bu hürlük, birçok martavalların saçmalığı meydana
çıktığı kadar;insanoğlunun büyüklüğü, iyiyi, doğruyu, rahatı, yaratıcılığı da
bir sarsılmaz gerçek olarak, bir yeni yasa temeli olarak idra kinde meydana
çıkmaktadır.
336
Sanatta dram dünyası, bütün
yolları kapalı bir dünyadır. Bir bakıma saçma bir dünya... Bu güçlü, yaşatıcı
dünyada, bir kadınerkek münasebeti karşısında Napol yon'un Moskova Seferi bile,
bir ara, fazlalık, gereksizlik halini alabilir.
Bu dünyalar, sahici dünyadan
kopmuş, aslında daracık insancıl sınırlara hapsedilmiş gibidir ama; geçmişe,
bugüne, geleceğe bütün yaşama ve yaşatma imkanlarıyla da açıktır.
Sürekliliğini, çeşitli devirlerde, çeşitli milletlerin çeşitli sınıflarıyle
konuşabilirliğini işte bu açıklık sağlar. Her çağda bir başka türlü
manalandırılır. Yaşaması sürer, ölümsüzlüğe ermiştir.
Roman kişisi, çoğu zaman hem
kendisini, hem de çevresindeki insanları sıkıştırır, tedirgin eder, kendi
dramlarından başka birşey bilmez; duymaz, görmez. Bunu karşılarındakine de
ister istemez kabul ettirir. (Sanat eserinde tecrübe işte budur.)
345
Kendi kendini yaratan insanın, bu
kendi kendini ya
ratmağa başlamasından önce hiçbir
şeyi yoktur. Özü de, Allah da, içinde yaşadığı fizik dünyası da...
Böylece insan, sebepsiz,
zorunsuz, anlamsız, geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlıktır. Özürsüzdür.
Bu dünyada kişiyi hiç kimse,
hiçbir şey, hiçbir şey için zorlamaz.
İnsanın varoluşu, önce kendi
kişiliğinden başlıyarak seçmesinde, bu seçmeyi, hiçbir baskı ve zorunluk altında
yapmamış olmasıyla başlar. İnsanda işte bu seçme, seçmeye sürekli atılış,
sonsuzdur. İnsan her an, seçme zorundadır. Bu seçmeyi özürsüz yaptığı,
yürüttüğü için de sonuna kadar sorumludur.
İnsan, kendi özünden önce gelir.
İnsanın varoluşu özünden öncedir.
349
Sartre'ın romanlarındaki
insanların varoluşçuluğu, büyük Rus romanlarındaki insanların kötü bir
kopyasını çıkarmak çabalamasından ibaret. .. Aradaki acıklı farksa, birinin Rus
ruhundan, ötekinin zorlama entelektüelliğinden geliyor.
352
Karşındakinin salya sümük aptal mı olduğunu, yoksa seni aldatmak
için pusuya mı yattığını anlamanın en kestirme yolu, inandığını söylediği
herneyse,ona uymaz fikirler ileri sürmektir. Eğer anlamazsa aptaldır, anlar da,
anlamazdan gelirse seni aldatmağa uğraşmaktadır. Gerçek inanmış aptal da,
gerçekten kimseye kesinlikle böyle davranmaz!
356
Bence Osmanlılığın tarihi ve
yıkılışı, softalığa bağlı
kalmasında değil, doğuşundaki bünye
özelliği sebebiyle, batı dünyasının eriştiği mülkiyet münasebetlerine, türlü
sebeplerle bir türlü erişememesinden, mülkiyet münasebetleri temellerine
dayanan belli sınıflar meydana getirememesindendir. Temeldeki bu çalkantı,
softalığı da etkilemiş, onun da gelişip yerleşmesini işe yararlı ğını
önlemiştir.
Açıkça konuşanlar varken
konuşmalarımız karanlıksa, kötü durumdayız demektir.
Bir toplumda insanlar bölüm bölüm
bölünmüşlerse, orada soyut insandan, insanseverlikten laf etmek avanaklık olur.
Söz rüşveti vermek, ancak çok
önemli sözleri edenler için ayıp değildir.
Herşey çalışan insanları mesud
etmek için olmalıdır. Aşkda, şarkılar da. Hatta esas ıstırapların tahlil ve
mukayesesi de.
Şiirde empresyonizm, insan
zekasını ve insan zekası denilen vakıanın reel fonksiyonunu inkar etmektir. Filhakika
hayat ve hadiseler karşısında ilk intibalarımız parça parça oluyor. Lâkin insan
zekâsının vazifesi, bu yarı parçalardan bir bütün çıkarmak, yani zihnimize yarım
yııtık akseden mevzuları bir sentez haline getirmektedir.
Dünyayı değiştirmek filhakika
güçtür. Lakin balmumu gibi kolay olsaydı da enerjimize mukavemet etmeseydi, onu
altüst etmek de bu kadar mukaddes ve kahramanca olmazdı.
364365366
Türk Atasözlerinden
Seçtikleri ve Yazdıklan
Toplumların (milletlerin) yolları
tarihlerinden vurulur.
Görünenden görünmeyen çoktur.
T.A.S.
Tarihlerini doğru bilmeyenler,
söylenenlerle yapı !anların doğru mu, yanlış mı olduğunu bilemezler.
Adam, yanılmakla adam olur.
T.A.S.
Ölünün malı da beraber ölür.
T.A.S.
İlk vuran okçudur. T.A.S.
Davasını bilmeyene tanık olma.
T.A.S.
Düştünse toprağa sarıl. T.A.S.
Dar yerde yemek yemekten
Bol yerde dayak yemek hayırlıdır.
T.A.S.
Kavgada silah ödünç verilmez.
T.A.S.
Tamahkar varken dolandırıcı aç
kalmaz. T.A.S.
Batılaşma, bizde anti emperyalist
ya da, emperyalist olamadığı için rezil olmuştur.
İnsanlar bildikleri kadarını
anlayabilirler.
Geri kalmak, biraz da kişilikteki
çürüklükten gelir. (mizaçtan)...
Alçakların, hırsızların,
delilerin ilerici olmaları mümkün değildir.
Yabancıya ölçüsüz hayranlık
kölelikten gelir.
İçinden çıktığı toplumda kölelik
yatkınlığı bulunmadığı halde, kişi olarak kimileri iğrenç kölelik eğilimi gösteriyorlarsa
bütün toplumlarda, uyulsun uyulmasın, doğru olan bütün değerlerden herhangi bir
nedenle dışarı düşmüş olanlardır.
Namussuzu, aptalı, değersizi
tutmak, hangi yarar hesabiyle olursa olsun, adamın bunlardan biri olduğunu
gösterir.
inanmadığını yazmak da elbet
mümkündür ama, reziller için...
Ortadan bir gerçeği bulup
söylemek önemlidir.
Çünkü başkasının bulduğu gerçeği
anlayabilip tekrarlamak bile, kimi kişilerin yetenekleri için önemlidir. Asıl önemlisi, gerçekleri bir sistem içinde
bulup söyleye bilmektir.
Dünya görüşlerinin dışında
yakalanmış bütün gerçekler, gerçek bilim adamları için boşuna harcanmış
gerçekler sayılır.
1
Marx'ın zavallı bir duruma, iyi
niyetli bir duruma, bütün gerçek maskaralıkları bırakarak saldırması, yakaladığı
bazı kopuk gerçeklerin sistem dışında kalması, gerçek sistemi bulandırması
nedeniyle açıklanabilir.
Kitaplar, Bunlar ne kadar güçlü
olurlarsa olsunlar aşamayanlar için, gerçekten faydalı olamazlar. Burada aranan
öyle bir faydadır ki, kitap yazanları da ilgilendirir.
Alçaklar başkalarında, hemen her
zaman, kendi alçaklıklarını eleştirirler! .. Bir müddet yutturabilmeleri bu
sayededir.
Kendisinden üstününe, kendisinin
düşmekten kur tulduğu yanlışı yüklemeye çalışmak aptallıktan gelmiyorsa
utanmazlıktan gelir.
Karlı bir işte geç kaldığını
zannederek debelenen rezilden daha sefil rezil yoktur.
Çok denenmiş yanlışları, hele
yanlışlıkları ortaya çıktıntan sonra savunmak... İşte gerçek aptallık...
Yanlıştan ve aldatmacadan kar
ummak, toplumu kendi aptallığı seviyesinde evham etmekten gelir.
Gerçeklere ulaşmakta geç kalmak
ayıp değildir. Geç ulaştığını bilmemek ayıptır.
Faydalı gerçeklerin en büyük
bahtsızlığı, toplumca
kabul edildikleri dönemden sonra,
o zamana kadar kendilerine karşı çıkanlarca savunulmalarıdır.
Bir sanatçıyı, kendi sanat
kolunda yermek için de, öğınek için de, aynı sanat kolunun eski büyükleriyle
karşılaştırmağa kalkmak aptallıktır. Buradaki aptallık, gerçek sanatçının,
kendi sanat kolunda bu karşılaşmaları hiç yapmamış sanılmasından çıkar.
Romanlarımın kıyıcılığı üzerinde
duran bir okurumla bir gün şöyle konuştuk:
Birisinin çıkıp sözgelimi, Sülük
oğlanı savunacağını umar mısın?
Olmaz öyle saçma şey' Deli
değilse...
Olur! Birgün Sülük'e sözgelimi
öküz dediğim için bana karşı çıkanlar görülecektir. Aslında bunlar Sülük'e
yatkın olanlardır. Kendi cinslerini savunurlar. Bunu bilerek yapsalar gene bir
başka akıl belirtisi sayılır. Bunlar bunu, çoğu saldırılarının bu anlama
geldiğini idrak etmeyecek kadar şaşkınlığa düştükleri yerde yaparlar! Ben işte bunlara
karşı kıyıcıyımdır. Biraz da kendilerini uyarmak mümkün mü denemesi için...
367
Fikirde kalpazanlık, bütün
toplumu aptal saymadıkça başvurulur rezillik değildir.
Kendisi inan^dığı halde, bir
fikri, başkaları inanıyor sanarak savunmaktan, daha beteri, yapmağa çalışmaktan
daha pis namussuzluk, olmaz.
Asıl orospuluk, iyi bilmediği,
gerçekten inanmadığı fikri savunmak, daha beteri yapmağa çalışmaktır. Foyası
kolay meydana çıkacak olduğu için,. ayni zamanda aptallığı da ispatlar.
(Aptallığı, yani aptallığın şiddetlisi olan aptal kurnazlığı)...
369
İki çeşit insanla dostluk edemem:
Bana kendisinden söz etmeyen, ya da, bana benden söz etmeyen...
Bir katolik yazar, konuşma
arasında şöyle demiş: «Katolik Kilisesinin kutsallığına gerçekten inanıyorum.
Bu kutsallığın delili şurada: Kutsal olmayan, yani insanlar tarafından kurulmuş
hiçbir müessese, bu kadar aptalca, namussuzca idare edildiği halde onbeş gün
ayakta kalamazdı.»
Bir insanın kendisinden daha
değersiz bir insan tarafından güdülmesine uzunboylu katlanması için:
Değersizin sorumluluğu arkasında
çok büyük kazanç yatması,
Kendisinin, ilerde çıkacağı yerin
yolundaki pislikleri temizletmesi,
Ya da, tehlikeyi onun kesesinden
savuşturduktan sonra, onun yerine geçip oturabileceğine emin olması lazımdır.
Bu şartlar, zor altına düşmüş
insan ile, alıklar tara fından meydana getirilen topluluklar için yürümez. Çünkü
alıklar arasında, az alık, çok alık ölçüsü yoktur.
Sanatta büyük maskaralıklar
dipteki buruşukluğu gizlemek için kulanılan ıslak bulaşık bezleridir.
373
MİLLET İÇİN MİLLETLE BERABER
Ne kadar iyi niyetle olursa
olsun, bir isteğin millet için olması tek başına millî olabilmesine yetmez. Bu
sözü, milletin içinde mi, dışında mı söylemekte olduğumuzu, yani içinde
söylemeğe, içinde kalmak niyetiyle söylemeye başladığımız halde, yavaş yavaş,
ya da, hızla dışarı düşüp düşmediğimizi aralıksız gözetmeliyiz.
Sözün ve davranışların milletle
beraber olup olmadığını, milletin birlik olduğumuz takımı, bu takımın her an
biraz daha milletin dertlerine kök salıp salmaması belirler. Bu (birlik) olup
olmadığımızı da ancak milletin derinlerine saldığımız köklerin reaksiyonlarıyla
anlarız.
KOLAY YARGI
Ah
Abdülhamit, Anayasa'ya ihanet etmeseydi...
Onu ortadan kaldırmasaydı..
İhanet
mi etti?
Allah,
Allah! Bundan şüphen mi var?
Demek
bu Anayasa son derece faydalı, istenen birşeydi. Abdülhamit bu çok faydalı,
herkesin çok istediği bir şeyi, ihanet ederek kaldırdı.
Canım
kaldırmaz olur mu? Tarihe yazıyoruz. Gerçek bul Peki! Herkesin istediği faydalı
bir şeyi bir tek Abdülhamit nasıl tutup kaldırır? Bu gücü nereden bulur?
Yabancı bir güç mü kullandı, bizden bir güç mü? Herkes isteseydi elbette
kaldıramazdı. Sakın herkes istememiş olmasın! Eğer bazılarımız istemediysek,
kaçta kaçımız istemedik? İstemeyenler, isteklerini nasıl bir yolla bize kabul ettirdiler?
İsteyenlerle istemeyenler karşılaştığı zaman, iki tarf vatan millet meselesinde, ölüm dirim kavgasına
girdikleri zaman bir fikri olmayanlar, hem fikirsiz yakalanmış oluyor, hem de
itlikten yana çıkmıyor?
GERÇEKÇİLİK
Gerçeklerin dış görüntüleriyle
yetinmek, gerçeklerden kaçmanın en sefil biçimidir.
Burada karamsar romantizmden daha
berbat bir öl dürücülük vardır ki o da, birçoklarının kendilerini, bu basamakta
gerçekten "gerçekçi" saymalarından gelir.
Gerçek
gerçekçilik
Yalancı
gerçekçilik
Gerçekçilik, tek insanda olduğu
gibi, toplumlarda da çok önemli bir gelişmedir. Aşamaların temel şartıdır.
İnsanlar için olduğu kadar, toplumlar için de, kendilerini romantizme,
hayalperverliğe, gerçekten kaçmaya bilerek kaptırmak büyük tehlike değildir.
Asıl büyük tehlike, tek kişiler için de, toplumlar için de, kendilerini,
gerçekçi olmadıkları halde, yüzdeyüz gerçekçi saymalarından gelir.
En büyük yanılmaların kaynağını,
bu yalancı gerçekçilikte aramalı.. Çünkü kendisini yalancı geçekçiliğe bilmeden
kaptırmış insanar gibi, buna, hiç kuşkusuz, kendisini kapıp koyuvermiş
toplumlar da, bu çizgide, bütün kurtuluş, imkânlarını kaybetmiş olurlar. Bu
yaşama çizisinde, sayılı istatistikler, sayılara dayanan plânlar başta olmak
üzere, fizik kanunları, hattâ kimya formülleri, tabiat bilimleri bile gerçeğe
karşı işler; yalancı gerçekçiliği güçlendirir, insanı ve toplumun kendisini gerçeğe
karşı aldatmasını sağlar, sürdürür.
GERÇEKÇİLİK
1 Bizdeki özelliği: Herkes kendi
değişen gerçeğini arar. Bizde bir de batılaşmadan gelen aldatılma belâsı
vardır. Biz, çoğu uzaman kendi gerçeğimizin yerine batıdan aktarılan şeyleri
koyarız. Bunu da çoğu zaman farkına varmadan yaparız. (Gerçek, zaten gerçek
olduğu için zor tutulan, zor anlaşılan, anlaşırlırken yeniden değişen bir
şeydir. Bunun bir de yabancı gerçekle yer değiştirir halde olması, gerçekçi
Türk sanatçısının işini çok zorlaştırır.
Batılaşma, bilmediklerimizi almak
anlamında işimize yaraması gerekirken bizim için bir de, bildiklerimizi bı
rakmak, yani unutmak gereği
haline getirilmiştir. Böyle ce, iyi bilmemiz, kolay öğrenmemiz gerekil olan
gerçeklerimizin yerine, zor sezmemiz ve zor öğrenmemiz olağan olan yabancı
gerçekleri koyarak, gerçekçi olmak imkânımızı büsbütün zorlaştırıyoruz.
Sağlam gerçek, ancak sağlam dille
anlatılır ve anlaşılır. Bizdeki dil devrimi, hemen de bütün devrimlerimiz gibi,
gerçek bilimsel temellere değil, kolaya kaçma hastalığımıza dayanır.
Dil üzerinde dikkatle ve bilimsel
ölçülerle durmanın başka bir şey olduğunu söylemek, elbette gereksizdir.
İnsanlar,
şuuruna vardıkları şeylerin pek azına çare bulamamışlardı (Bunlardan birisi:
Ölüm.)
Öteki
sanaat kollarını bilmem, romanda az bilmekle, rastlamaca da olsa, hiçbir şey
yapılamaz.
Bilgisiz
"büyük şair" belki olur, bilgisiz romancı kesinlikle olmaz.
Romanın
temeli bilgi, büyük romanın temeli bu bilgiyi de aşabilmektir.
Romanda
basithalkinsanlarını yazmak, dâhileri yazmaktan çok daha çetindir.
Balzac,
"Gerçek sanatçı çalışırken dinlenir, boş otururken yorulur" demiş.
Bir
sanat eserinin milli oluşu, (gerçek) yapılması derecesinde artar.
Bütün
hayatı, büyük yanılgılarla ve cinayetler işletmekle geçmiş ünlü bir politikacıdiplomat
şu topal Tal leyrand, "cinayetten de kötüsü yanılmaktır" demiş.
Gerçekten
dayanılmaz bunaltı, gerçeklerin bizi sürekli olarak yalanlaması halidir.
Bu
açıdan, "işe yarayan herşey gerçektir, gerçek olan her şey de işe
yarar." Sözünü yeniden değerlendirmeliyiz.
Gerçekçi
sanat, yaşayan işe yararlar tarafından en az yalanlanan sanattır.
Sanatın
temeli de, herşey gibi insandır.
Her
sanatçı içinden çıktığı toplumun insanlarını konu alır, onun için en büyük
gerçek kendi insanlarınım gerçeğidir. Yani, tarihsel bütün bilgiler ve sanat değeri,
bu gerçekten yanılma yüzdesiyle ölçülür. İnsanda yanılmamak için onun tarihsel
gelişmesini ve oluşunu gerçekten bilmek şarttır. Çünkü tarih bütün bilimlerin
anası ve tek kaynağıdır.
Ben,
gerçekçi birroman yazarı olarak bu inançla Anadolu Türk insanına, onun tarihine
eğilmek zorunluluğunu duydum.
Bunu
ararken şu gerçeğe vardım: kendi gerçeklerimizi, (teoride, doktrinde, buna
sanatı konuşurken kültürde demek mümkündür) derinlemesine ve genişlemesine
bilmedikçe hiçbir yabancı kültürden, bilimden hatta teknikten yararlanabilmek
sözkonusu olamaz. Hele, bizde olduğu gibi tarihsel şartlar içinde uzun süre
kendi gerçeklerini yabancı sekter kaliplara göre biçimlemeye uğraştığı
halde....
Evhama kapılmış romantik
toplumlarda.
Bu gerçek büsbütün vazgeçilmez hale
geliyor.
Türkiye,
her alanda bu bahtsızlığa uğramış, hâlâ bu çukurda debelenmekte bulunmuş, bir
ülkedir.
Roman
alanı, yabancı eserlerin baskısı altındadır. Eskidenberi de böyleydi.
İki
sebebi var: biri, yazarlar, aşırma eser yazdığı
için; İkincisi okur, Batı eserini
yücelttiği için. Egzotizm. Kendisini merak etmemek. Kendisine değer vermemek!
(sömürücü baskının en önemli silâhı..) Batı eserlerini yazarların aşamaması.
Aşmayı düşünmemesi! Oysa şartlar aynı olunca milli eserler, etki yapan eserleri,
ne kadar büyük olursa olsunlar, aşabilirler.
Uzun süre, bir memleket
gerçekleri, çeşitli müsbet menfi tabularla kale duvarları içine alınmışsa,
apansız gelen özgürlükler, yazar gibi okuyucuları da gafil avlar, şaşırtır.
Yazarın hiçbir hazırlığı olmadığı için memleket ve insan gerçekleri de ister
istemez kabukta kalır.
"Hürriyet, zaruretlerin
idrakidir.11
Osmanlı imparatorluğunun haksız
ve geri yanı, kendisini çeşitli nedenlerle savunamayıp çökmekten kurta
ramamasıdır. Yenmeler, nasıl savunmayı gereksiz kılarsa, yenilmeler de, haklı
olma hakkını yitirirler.
"Geçmişi
iyi bilmeden, yaşadığımız güne de, geleceğe de katiyyen akıl erdiremeyiz."
Doğrudur bu söz! Olmuşu bilmiyorsak, ona akıl erdirememişsek günümüzü nasıl
biliriz, nasıl öğreniriz, geleceği nasıl anlar, nasıl değiştiririz?
Tarih,
bilimlerin kaynağıdır (anasıdır) denilmiştir. Doğrudur. Çünkü ne kadar
kaytarılmak istenirse istensin, yalnız tarih bilimidir ki insandan koparılıp
uzaklaştı rılamaz! (Bu insan ister iyi, ister kötü olsun.)
Tarihten
kaçmak, namustan, doğruluktan, bilgiden kaçmaktır.
Tarihten
sıkılıyorsanız, kendinizi ya merak etmeyecek kadar budalasınız, ya da,
hatırlamaktan korkacak kadar suçlusunuz (alçaksınız.)_
Tarih,
kişiler için ölüme yakın önemlenir. (Bu,
•.•"")
milletler için de böyledir.)
Çünkü ölüme yaklaştıkça gerçek yaşamaya gerçekten sıkı sarılmak ihtiyacı
duyarız.
Tarih
gerçekleri, aslında tarihteki olaylara göre değil, bizim bilgilerimize,
aksiyonumuza, inançlarımıza göre gerçektir.
Tarihte
vesikalar, ancak insanların bilgileri kadar değerlidir.
Asıl verimli araştırma, önceden
bildiğini bulmak için yapılan araştırmadır. Yani araştırmadan önce bilinir;
Araştırmadan sonra değil... Aradığını bilmedikçe, araştırmaya nereden, nereye
doğru sürdürüleceğini bilemezsin!. Romanda gerçekler ancak böyle araştırılır.
Bir vakitler yapılmış
araştırmaların vardıkları kesin sonuçlar değişiyorsa, böyle araştırmalar
yapılmamış, temel gerçekler, o tuplumlara benzemeyen Asyaî toplum larda durum
daha da çapraşık sayılmalı, kesinliklerden, genellemelerden büsbütün
kaçınılmalıdır.
Bir durumun değiştirilebilmesi
için, onun, genel gerçeklerini bilmek hiçbir işe yaramaz. Özelliklerinden yola
çıkılmadıkça, hiçbir durum değiştirilemez. Hatta, buradan yola çıkmayanlar,
değiştirmek fikrine varmış bile sayılamazlar.
DİVAN EDEBİYATI ÜSTÜNE
Divan Edebiyatını Saray Edebiyatı
milletten kopmuş aristokrat takımın
edebiyatı saydık mı, 'modern şiiri de,
halktan kopmuş aristokrat takımın şiiri saymak lazım... Abdühak Hamit'ten bu
yana, İkinci Yeniye kadar... Oysa, hep biliyoruz ki böyle birşey imkansızdır,
çünkü bizim aristokrat (!) takım, hamdolsun okuma yazma bilmez. Okuma yazma
bilmediği için de, halktan kopmuş hazır bir şiir de olsa, bunu kendisine malede
mez. Başkaca "Dünya görüşü"
de yoktur. Burada bir başka imkânsızlık da, Abdülhak Hamit Bey'den İkinci
Yeni'ye kadar bütün şiir akımlarımızın, maaleseef Batı kopyacılığından başka
görüşlerin, hatta aristokrat bir dünya görüşleri bile yoktur. Bu çifte
imkânsızlık Divan Edebiyatı için de, aynen geçerlidir. Burada da karşımıza
dünya görüşünden habersiz edebiyat tarihçilerimiz çıkıyor. Bu kadar çok başlı
habersizlik, dünyada, çok az toplumun başına gelmiştir.
Osmanlı (Divan) Edebiyatında
İnsan
Osmanlı (bilhassa Divan)
edebiyatında insanın o kadar TİP'e bağlanması, insan üzerinde her çeşit spekülâsyonun,
bilhassa yabancılaşmanın önlenmesini kesinlikle sağlar.
Bu kesinlik, salt, tip üzerinde
oyunlar oynanmasını önlemekle kalmaz, insana bakanların kendi keyiflerince
uydurmalara gitmelerini de imkânsız kılar.
Osmanlı Edebiyatında erkekkadın
ayrılığının bile artık söz kon^u olamaması, Osmanlı'nın insana ne kadar insan
olarak baktığını belirler. (Hiçbir gerçek aydının işe karışmamasını, böylece,
bakanın kendi fantezisiyle maskaralıklara vurup asıl (temel insanın) bunalmasını
önler.
Osm^lı Edebiyatı, insana eşkıya
gibi bakmak şurada kalsın, bütün eşkıyaya ve doğaya insan gibi bakar, ve en
uzak benzerliklerden somutlanmış insanı kolayca bulur.
Osmanlı Edebiyatı, bu sebeple
sanatta her şeyi, somut insana deygin olarak alır. Konuyu insanın çevresinde
değerlendirir ve bütün görüntülerde, konuyu belirle
yen insanı ve sadece onun o
andaki psikolojisini belirte en eşyaları bırakarak, öteki gereksiz gerçekleri
silip atar.
Divan Edebiyatı
Osmanlılar, ilk şairlerini biraz
da Şaman gibi görüyorlar, her fırsatta eserleriyle fala bakıyorlardı. Bu hal,
ilk aruz şairlerinin, öz bakımından ne kadar TürkOs manlı olduklarını meydana
koyar. (Söz gelimi Şeyhî)
Tanzimat'a gelince, Şeyhî için,
Elfazı (gelir), kaba bigayet
Manaca da onda yoktur lezzet
denilmiştir. Oysa, Şeyhî, Ahmed
Paşa'dan başlayarak bütün büyük TürkOsmanlı şairlerini (bilhassa Fuzulî'yi)
etkilemişti. Şiirlerini, Necati ve Bakî de içlerinde olmak üzere 45 şair tanzir
etmiştir. Bunların hemen hepsi, 15 ve 16'ıncı yüzyıl şairleri idi. Bunlardan
başka Nabî ve Nedim de Şayhî'nin etkisini duyan şairlerdendi.
ROMAN
Dünyadan haberi olmadan yerli,
yerli olmadıkça da dünyadan haberli oiunamaz.
Öğrendiklerimizden ne kadarını
gerçekten işe yarar kılabiliyorsak, ancak o kadarını öğrenmişiz demektir.
Büyük romanlar, büyük ırmaklar
gibi akarlar. Yatakları hem geniştir, hem derinleştirip genişleyebilir.
Böylece, her büyük roman, zaman içinde okyanuslara kavuşan bir ana yoldur.
Gerçekten insan dramını bulmuş
romanlar, gündelik insanları bile dram kişiler haline getirebilen romanlardır.
1 Hem
yazar olacaksın, hem de Türk yazarı olacaksın, fazladan haddini bilmeden
insanlara akıl vermeğe kalkacaksın. 196070 yıllarında, Bizanslığı kötü anlama
kullanabileceksin. İstanbul
Dükalığı diye kocaman bir kültür ve insanlık merkezini, karalayabilirim
sanacaksın.
2 19601970
yıllarında hem bozuk düzenden söz edeceksin, hem de, bu bozuk düzenin düzelme
çaresinin Kemalizm'de olduğunu yutturmağa çalışacaksın. Bunu, önce bütün orduyu
önüne alarak yutturmanın mümkün olduğunu umacaksın, kendin gibi birkaç alığı
da, ardına katarak zinde kuvvetler yalanıyla meydana çıkacaksın, sonra ordunun
zinde kuvvetler diye yekpare olmadığını, ensende boza pişirerek sana
anlatacaklar, çadırı biraz daha aşağıya kurarak Albayları aldanırlar sanacaksın,
sökmeyince, kıçın kıçın gerileyerek yedek subay adaylarına kadar düşeceksin.
Bütün bunları yazınca da,
belgesel romanın en sefilini yazmış olduğunu gene de farkedemeyeceksin.
3 Bizde
belgesel romanın tarihi, belki de batıdan daha eski, daha da derinlerdedir. Çok
ırağa gitmek gerekmez, Abdülhamit baskısından kurtulduğunu zanneden bütün
sersem Osmanlı aydınları, kalemlere sarılarak kitaplar yazmışlardır. Bunların
hepsi de, belgesel romanlardır. Belgeseldirler, çünkü başlarından geçen tarihsel
olayları anlatırlar, romandırlar, çünkü yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları
gerçekleri sokmağa çabalarlar. Sakladıkları noktalar, hemen her zaman
Batılaşmadan bu yana, aydınlarımızın yüzde doksan çoğunluğuyla, bilir bilmez,
paralı parasız gavur ajanlığı yapmış oldukları noktalardır. Bu kitapların
başında Süleyman Paşa'nın Vekaiki Hakayık'ı daha sonra Mithat Paşa'nın iki
ciltlik hatıraları, Kamil Paşa'nın Şeyhülislâm Cemalettin Efen di'nin Şapur
Çelebi Küçük Sait Paşa'nın, daha sonra Cemal Paşa'nın, Talât Paşa'nın, Niyazi
Bey'in hatıraları gelir. Ahmet Refik denilen zavallı sarhoşun yazdığı bütün
tarih kitapları belgesel romanlardır. Cumhuriyet dönemi,
bu belgesel roman bakımından hiç
de yoksun değildir. Bu belgesel roman, türü, Cumhuriyette 1927'de, Mustafa
Kemal'in Halk Partisi Kurultayı'nda okumak için yazdığı büyük (!), hakikaten
büyük nutukla başlar. Bu nutuk yenilip yere serilmiş muhalifleri bir kere daha
çiğnemek için düzenlenmiŞ gayet kaba bir pholitika, belgesel romanıdır. Bundan
sonra bu belgesel romana karşı düzülen karşı belgesel romanlar sıra sıra boy
gösterir, söz ge limi Rıza Nur'un hatıraları, Kazı Karabekir'in hatıraları,
Rauf bey'in hatıraları, Halide Edip Hanım'ın hatıraları hep birer belgesel
roman niteliğindedir. Belgelere, hiç değil, olaylara dayanır görünürlerse de
asıl çabalamaları temeldeki büyük gerçeği örtbas etmektir. Bu sebeple uydurma
roman yönleri ağır basar. Karşılıklı sögüşmele re rağmen okurlar, gerçeği bir
türlü bulamazlar, büsbütün karanlığa düşerler. Bu belgesel roman türünün en son
en ciddi iki örneği Celal Bayar'ın hatıralarıyle, İsmet İnönü'nün
hatıralarıdır. İkisi de, milletimiz tarafından mensup oldukları uydurma
belgesel roman türünün layık olduğu akıbetten kurtulamamışlar, satılmamışlar
dır.
Belge yönlerinden roman yönleri
daha ağır basan, bu yüzden ancak pek bilgisiz, beyni pek yıkanmış bir kaç bin
kişiyi büsbütün şaşkına çeviren belgesel roman şaheserlerinin başında, Birinci
Adam, İkinci Adam, Üçüncü Adam, Üçbuçukunçu Adam ölçüleriyle, meya dana çıkmış
Şevket Süreyya'nın marifetleriyle, zinde kuvvetleri enayi belleyerek kaleme
alınmış Doğan Avcı oğlu'nun Türkiye'nin Düzeni, Devrim üzerine belgesel
romanların başa güreşenlerindendir.
Bunların iyice arkasından
birtakım dişili erkekli (cahil) asistanların toplumumuz üzerine çalakalem
çiziştir dekleri başı sonunu tutmaz, belgesel romanları gelir. As
lında bunların hepsi, birkaç
yaşlı profesörün birkaç kitap ve makalesine dayandıkları için, roman türüne
bile girmezler, bunlar, düpedüz masal türünde kalmış maskaralıklardır.
27 Mayıs olayından sonra yazılmış
hatıraların hepsi, tarihsel gerçekleri örtbas etmek için uydurulmuş belgesel
romanlar değilse, bu hatıralar, yazanların olayların gerçekleriyle uzaktan
yakıdan hiçbir ilintileri olmadığının, eğer doğrudan doğruya ilgileri varsa. ve
gerçekleri bilerek saklamıyorlarsa, karıştıkları işlerin gerçeklerinden katiyen
haberdar olmadan bu olayları yaşamış olduklarının belgeleridir.
Bunlar gibi, D. Parti ve Yassıada
olaylar gibi, Menderes ve arkadaşlarının asılma olaylar etrafında yazılmış
olanlar da belgesel roman değerini aşamaz. Burada da bilinen gerçekleri
korkudan veya bir çıkar umarak saklamak soz konusu değilse, insanoğlunun
ibretle inceleyeceği derin bir idraksizlik vardır.
Bütün bu hatıraların toplumumuzda
hiçbir derin etki yapmaması, bunlar üzerine tarihimizin gerçeklerine yeni bir
açıdan bakmak için hiç kimsenin eğilmemesi, bütün bu hatıraları çoktanberi
büyük bir kıyıcılıkla tarihi gerçeklerimizin örtülmek istenmesinden, bu
örtülmenin giderek ortaokul tarih kitapları seviyesine indirilmiş bulunması, bu
uydurmaları tekrar etme çabalamasından başka birşey olmadığı içindir. Dünyada
hiçbir toplumun tarihi bu derece sağlı sollu kancıklığa uğramamış, hiçbir
toplumun tarihi üzerinde birbirinin canına susamış taraflar, gerçeği örtbas
etmek için bizim tarihimizde olduğu gibi hayasızca işbirliği ve suç ortaklığı
yapmamışlardır.
Edebiyatın köklü değişmelerinde
fenersiz yakalananlar bizde, hemen her zaman edebiyat tarihçiliğine
benzer, ona yakın bir zenaat
yüklenmiş olanlardır. Çünkü bunların hemen hepsi orta, ya da lise edebiyat hocalarından
işi kolay sanarak sıvanmış kişilerdir. Hemen
hepsini köklü değişmeler, çocukları lise sonlarda, ya da üniversitelerdeyken,
daha acılısı, emekliliklerine birkaç yıl kalmışken yakalar. Bu yer, kapıya
sımsıkı bağlı kalmamak zorunluğunun yakaya sarıldığı yerdir.
Buradaki kıstırılmış insan için
söylenmiştir., viran olan hanede evlat ve ayal var sözü. Buradaki "Evlat
ve ayal" aslında devletle çatışmayı, resmi edebiyatla çatışmayı göze
alamamak, Anadolu'ya sürülmeyi, buna öğretmenlerin tabansız takımı, Kırın der;
gidecekleri yerdeki meslekdaşlarını insafsızca unutup
Okuttukları çocuklarda da
değişmeler olmuştur. Düne kadar, hatta, o sabaha kadar değişmez gerçek diye
okuttuğunuz yalanların apansız üstü açılmıştır. Bu yalanlar aslında,
.öğretmenin suçu değildir, gözü kapalı koşulduğu kapalı rejimin
kandırmacalarıdır. Kapalırejim ya büsbütün ya geçici olarak gürlemiş gitmiş;
yalanlar, devlet koruyucularından yoksun kalmıştır. Eskiden olduğu gibi densiz
sorular soran öğrencileri "sus otur bitiririm" diyerek susturmak da
artık mümkün değildir. Ne yalanda inat edebilirsiniz; nede gerçeği
kabullenebilirsiniz! .. Çünkü çocuklar çelmeyi atmasaydılar, eski yalanı
söyleyip sırıtarak gerinecek, bu eski yalanı,sınavlarda en iyi kimler
tekrarlarsa, en büyük numarayı onlara verecektiniz!..
Gavur romanlarından insan adları
değiştirilerek aşı rılmış, his romanlarımız, hele de millî romanlarımız, pek
çoksa da, asıl büyük roman hazinemiz; belgesel roman çeşidindendir. Belgesel
romanlarımız gerçekten yamandır, hele 1908'den bu yana her tarafımızı tıkabasa
dol
durmuştur. Daha önemlisi her
birinin yazarı da, tarihimize kılıç zoruyla girmiş, kendileri için altın
yaldızlı akıl alamaz, adam utandırır öğütleri, bizzat kendi elleriyle yazmakta
hiçbir sakınca bulmamış büyük, pek çok büyük tarihsel kişilerimizdir. Bu belgesel
roman yazmak tutkusundan ancak, elikalem tutmayanlarla okuma yazma bilmeyenler
kendilerini kurtarabilmiştir. Yazanların kalemle kağıtla, yazıyla olan
ilintileri derecesi de, eserleri ölçüsündedir. Burada, biraz daha şaşılacak
yönü, bunlar çoğu zaman bu belgesel romanları, birbirlerini kötülemek,
birbirlerinin foyalarını meydana çıkarmak için yazdıkları halde, temeldeki
gerçekleri Türk halkından saklamak özelliğinde birbirleriyle adeta yarış
etmişlerdir. Bu sebeple belgesel romanların belgelere dayanır gerçekleri
meydana vurmak işinden çok, kişisel foyaları örtbas etmek için kullanılır bir
yazı türü olduğu, sağlı sollu bütün dibi kara tencereler için, aynı suretle
kullanıldığı anlaşılmaktadır.
"Sanatçının büyüklüğü,
okurlarına tanıtacağı yeni dünyaları olmasından gelir. Sanatçı bunu, ne kadar
kendisini hatırlatmadan, ayrıca buluş değerini ileri sürmeden, farkına
varmamazlık etmeyin demeden yepabilirse, o kadar daha güçlü olur."
KAYTARMACILIKLARIMIZ
Yalnız kaytarmalarımız bize
dıştan zorla dayatılmaz. Onu biz kendimiz, kendi irademizle, kaytarmacı olduğumuz
için seçer, uygularız.
Kaytarmacının en belirli özelliği
tembelliktir. (Buradaki tembellik hatta, bilgisizlikten bile önce gelir. Çünkü
bir adam bilgisiz olduğu halde, kaytarmacı olmayabilir de, tembel olduğu için
kaytarmacılığı katiyen alt edemez.)
Kaytarmacı, telaşından,
şirretliğinden, bilhassa, sık değiştirdiği, Krallardan fazla her zaman Kral
taraftarlığı etmekle belli olur. Kaytarmacıda önemli olan, onuru değil, yani
utanması değil, geçerli saydığı akımın dışında kalmaktır. En geride debelenen
kaytarmacıyı, birden en öne tekerlenmiş, oralarda çabalıyor görebilirsiniz! Kendisini
ialdatan da, bu yanış görüntüdür. Bunu mümkün görecek kadar aptaldır
kaytarmacı... Çünkü çizgilerin. uzun uzadıya çalışarak aşılabileceği gerçeğini,
bu en basit gerçeği bilemez. (Bilse zaten kaytarmacı olmaz.)_
Kaytarmacının başbelası çalışan
adamdır. Çalışan adam kaytarmacıyı, herkesten iyi tanır. Hele kaytarmacıdan
yararlanmak isteyen kaytarmacılar elbette çok daha iyi tanır. Bu sebeple bütün
kaytarmacılar, kaytarmacılığa sıvandıkaları ilk adımda, en çok yaranmağa
çalıştıkları çalışanlar tarafından hemen bilinirler. Foyası meydana çıkmış bir
kaytarmacı için, hiçbir başarı umudu kalmadı ğıdan bütün kaytarmacılar, asıl
aldatmak istedikleri çalışanlar karşısında, daha ilk adımda yeniktirler. Kaytarmacılığın,
herkesin harcı olmayıp ayrı bir utanmazlık gücü istemesi bundandır.
Kaytarmacılar için en ideal
ortam, despotları getirdiği namussuz ortamlardır. Burada, kaytarmacı, utanmazlığını
gerine gerine kulanabilmek imkanına kavuşur. Kaytarmacılığın tembellikten,
tembelliğin utanmazlıktan gelmesi bundandır.
Bence sahici softalık, üçüncü bir zümre
olarak, halkla asilzadeler arasında yaşayan ve her zaman ezici çoğunluğuyla
asilzadelerin, iktidardakilerin tarafını tutan ve dini inançları savunuyor
göründüğü halde, dünya nimetlerinde hisse almağa, bunları sıkı sıkı elinde
tutmağa çabalayan bir teşkilatlı zümrenin zenaatidir.
İnsanlığın normal inkişaf
tarihinde, Papanın kumandasında, Katoliklerin temsil ettikleri bu zenaat,
toprak mülkiyetinden başlayarak, silâhşörlükten bankacılığa kadar her çeşit işi
muvaffakiyetle görmüştür. Görmektedir. Kendisine mahsus mektepleri,
üniversiteleri, malî mües seseleri, siyasî partileri vardır. Dünyaya ait bu
güçlü durumunu sürdürebilmek için, sırasında ve hasır altında çeşitli
reformaları becerir, vokabülerini değiştirir, kısacası hâlâ, yaşama gücüne
sahip olduğunu ispat eder.
Türkiye içinse durum, hiç bir
zaman böyle olmamıştır. Çeşitli vakıflara, tekkelere, medreselere rağmen,
Osmanlılıktaki mülkiyet hakkının hiçbir zaman sağlam temellere oturtulamaması,
mukaddes mülkiyet hakkından softalığın faydalanmasını önlemiş, iyice yerleşip
derinlere kök salmasına meydan vermemiştir. Osmanlılığın doğuşunda softalığın
yeri, her zaman görünüşten ibaret kalmış, özentiden ileriye geçmemiştir.
Halifeler, Arapta ve Osmanlılarda hiçbir zaman İslâm
dininin yapılmasını emrettiğini yapmamışlar, yasaklarını tutmamışlardır.
Şeyhülislâmlar, Kadılar, Hocalar, Padişahın basit birer memuru olmaktan,
onların en basit arzularına, kaprislerine uymaktan, korku veya kazanç duyguları
altında din emirleri inanışlarını değiştirmekten çekinmememişlerdir. (hileişer'iyeler....)
Bence Osmanlılığın tarihi ve
yıkılışı, softalığa bağlı kalmasında değil, doğuşundaki bünye özelliği sebebiyle,
batı dünyasının eriştiği mülkiyet münasebetlerine, türlü sebeplerle bir türlü
erişememesinden, mülkiyet münasebetleri temellerine dayanan belli sınıflar
meydana getirememesindendir. Temeldeki bu çalkantı, softalığı da etkilemiş,
onun da gelişip yerleşmesini işe yararlığını önlemiştir.
Atatürk'ün, batılaşmamıza doğru
meydana getirdiği çeşitli reformaların, başka memleketlerde olup bitenlere
bakılırsa, ne kadar kolay, kansız dayanmasız başarıldığı düşünülürse, Anadolu
Türkleri'nin softalıkla sahici ilgisi hemen meydana çıkar.
Ben uzun yıllar Anadolu'da
kasabalılar ve köylülerle bir arada yaşadım. Hiçbir yerde, hiçbir kişide, bunlar
eski şeyh takımından, hocalardan, hacılardan da olsalar sahici softalık
görmedim. İnancıma göre bizde softalık, en bilgisiz halk tabakalarında bile
ruhun derinliklerine işleyip, oraya iyice yerleşmemiştir. Hele, gerek ferdi, gerekse
sosyal krizlerde, refleks halinde tecelli edecek kadar şuur altına sokmamıştır.
İnsan, bazı bazı çok haklı olduğu
için çok haksız, bazı bazı haksızlığıyla haklı olabilir.
İleri diye bağırmak ne
ileriliktir, ne ilerlemektir, ne de nereye ilerlemenin doğru olduğunu göstermiş
olmaktır.
Hangi yarar düşüncesiyle olursa
olsun bir konuda yalan söylemek zorunda1 kalmaktansa, o konuya değmemek daha
namusluca bir iştir.
Bir dünya görüşünün başka bir
memlekette uygulanışı, hatta bilhassa bunun başarıları, bir başka memlekette
asla aynen kopya edilemez.
İdealizm, varolan gerçeği yok
saymaktır.
Pazar malı üretmeyince, bunu
pazara sürmedikçe kapitalist olmaz. (Kapitalizmde çünkü emek, vicdan, onur,
hatta bizzat kendisi bile pazar malıdır.)
Tarihin hiçbir çağında organize
iş olmadan toplumsal yaşayış olmamıştır. Ama insanlar ilk çağlarda bunun
farkında değillerdi. Bu sebeple de toplumsal yaşayışın
temelinde organize iş yerine
Mit'leri, majı'leri, tabu'ları görürlerdi. Olup bitenleri ilahların anlayışına
varamadıkları için, çalışmayı insanoğlunun başına gelen bir ceza, ya da, bazı
toplumsal katagoriler için, (Köleler, köylüler, serfler için) olağan kader
sayarlardı.
Okuduğum kitapların değerini,
bana verdikleri işe yarar orijinal fikirlerin sayısıyla ölçerim.
Açıkça konuşanlar varken
konuşmalarımız karanlıksa kötü durumdayız demektir.
Bir toplumda insanlar, bölüm
bölüm bölünmüşlerse orada soyut insandan, insanseverlikten laf etmek avanaklık
olur.
Söz rüşveti vermek, ancak çok
önemli sözleri edenler için yanlış değildir.
Alçaklar başkalarında hemen her
zaman, kendi alçaklıklarını eleştirirler!... Bir müddet yutturabilmeleri bu
sayededir.
Kendisinden üstününe, kendisinin
düşmekten kurtulduğu yanlışı yüklemeye çalışmak, aptallıktan gelmi
■
yorsa utanmazlıktan gelir.
Yanlıştan ve aldatmacadan kar
ummak, toplumu kendi aptallığı seviyesinde evham etmekten gelir.
Bir sanatçıyı, kendi sanat
kolunda yermek için de, öğmek için de, aynı sanat kolunun eski büyükleriyle
karşılaştırmak kalkmak aptallıktır. Buradaki aptallık, gerçek sanatçının kendi
sanat kolunda bu karşılaşmaları hiç yapmamış sanılmasından çıkar.
İnsanları ayırmadan sevmeye, ya
da, onları böylece bağışlamaya kalkmak, Hitler namussuzu ile, yağlarından sabun
yaptığı yedi yaşındaki çocuğu aynı ölçüye vurmak olur. Namussuza öfkelenmemek
namussuzluktur.
Asıl orospuluk, iyi bilmediği,
gerçekten inanmadığı fikri savunmak, daha beteri yapmağa çalışmaktır. Foyası
kolay meydana çıkacak olduğu için,aynı zamanda aptallığı da ispatlar.
(Aptallığı, yani aptallığın şiddetlisi olan aptal kurnazlığı)
Doğayı ustalıkla kopya etmekten
teknik şaheserler
• çıkar ama, sanat eseri çıkamaz.
Sanat, dış dünyayı anlamak, dış
dünyayı anlamaya çalışırken insanın kendisini anlamaya çalışması gayretidir.
Nopoleon : "En korkulan an,
zafer anıdır."
De Gaulle: "Otoriteyi
sükûnet kadar arttıran birşey yoktur. Söylemek fikri sulandırır, içteki ateşi
harice yayıp körletmek demektir. "Sakin bir yaradılış, kumanda etmesi
mukadder olan insan için en büyük meziyettir.", "Bir cemaat, zaruri
olarak kibirlidir."
Bir
toplumun uğrayacağı en büyük bela, geri, bilgisiz, hatta deli idarecilerle idare
edilmek değildir, o toplumda pek çok akıllı insan bulunduğu halde, bu akıllı
insanların çeşitli tarihsel nesnelerle idareyi hayvanların elinden çekip
alamamalarıdır.
Folklor
her toplumda derin bir kaynaktır. Ama, çoğu kez toplayanlar için değil, onu
kullanma yeteneğine sahip büyük sanatçılar için....
KİMİ TÜRK AYDINLARIN ÖZELLİĞİ
21 7 1972 CUMA
Yazarlarımızla
düşünürlerimiz, henüz 1972'lerde düşüncelerini, duygularını, dünya görüşlerinin
çok kabataslağında debeleniyorlar. Bu söz, kara cahil dememek için nezaket
göstermek anlamına gelir. Fikirlerin kabataslağında, olgunlaşıp incelmemisinde
debelenen
bilgisizlerdir ki ancak, bizdeki
dil sadeleştirmesiyle beraber yürüyebilirler. Türkiye, son yüzelli yıldır, iki
ayrı efendiye uşaklık eden bir bahtsıza benzemiştir. (Buradaki uşaklar,
aydınlarımız, bürokratlarımızı öncelikle de yazarlarımızdır.) Bunlar, eski
kültürü bırakmışlar, yeni kültüre batılaşma dediğimiz maskara yutturmacaya bile
güç yetirememiş zavallılardır. Bilgisizlikleri, bu iki ayrı efendinin gönlünü
etmek için debelenmelerinden geliyor. Eskiyi bıraktığımız için incelikleri
yitirdik, sözüm ona yeniyi, uyguladığımız biçimle batılaşmayı kavrayamadığımız
için ona, kabataslağında bile yanaşamadık. Durum böyle olunca, dilden bütün
ayrıntıları silip atmak, bilgisizliğimizin kolayına gidiyor. Bu alıklığı, köklerden
üretmek diye örtbas etmeye çabalıyoruz. (Sanki kavak'a incir aşılamak mümkün
değilmiş gibi. Ne kadar kabadan almak değil mi bu?)
ROMANCININ NOT DEFTERİNDEN
Bazı sanatçıların ayrıca sanat
yapmağa hiç ihtiyaçları yoktur. Bunlara büyük sanatçılar denir.
Romanda bir tek realite vardır:
İnsan. Çünkü roman insana insanı, insana kendisini açar.
1\
Yalnız gerçeği yazan bir roman
olamaz.1 Ayrıca roman değilse olmağa da mecburdur.
1959'un yazarları, 17'inci
yüzyılın silahşörleri gibi, hata yapmaktan değil, adlarının ödleğe çıkmasından
korkmalıdırla r
Büyük sanatın hiçbir şeyden
korkusu olamaz. Zamanın yıpratmalarından, yalancı çıkarmalarından bile...
Bunlar giderek onu, ayrıca ve başkaca değerlendirirler.
Sanatta dehalar herşeydir. Geçip
gittiler mi, yarattıkları mektepler çöker. Bunlar çağlarını öylesine kaplayıp anlatmış
olurlar ki, arkalarındaki sanat alanları bir zaman özü alınmış posalar gibi
kurur.
Tolstoy, Shakespeare'i hiç beğenmez,
tenkit ederdi. Romain Roland bu hususta şunu da kaydediniz ki diyor, Tolstoy,
Shakespeare'in bazı reel hatalarını (bizim hatta olduklarını söylemeye cesaret
edemediklerimizi) çok iyi görmüştür. Mesela : Bütün kişilerine aynı üniforma
gibi giydirdiği sunî şairane dil. .. (Ben bu inançta değilim. Bu iki büyük
adamın aynı meselede bu kadar yanılmalarını aşmamak mümkün değil.)
Shapekpeare'in "sunî şairane dili", üslûbundaki dehadan ibarettir.
Biz bunca bol yıl sonra ancak Shakespeare tarafından yaratılmış bu dile
katlanabiliriz. Yoksa, Times Irmağı kıyılarında dolaşan kendi çağı hamallarının
kullandıkları ağıza değil.. Bu nokta sanatçı ile realitenin karşılıklı
alışverişlerinde bir büyük meseleyi de aydınlatıyor.
Shakespeare: Hamlet'in
şahsiyetinde hiçbir karakter hususiyeti yoktur, Shahespeare, bu kahramanına
kendi fikrini fotoğraf gibi aralıksız söyletmiştir diye kınarlar. Yani Hamlet'i
yaşatan asıl gücü....
Tolstoy, "Shakespeare'de bir
tek reel kişi vardır, o da Talstaffdır. Çünkü Shakespeare'in soğuk esprileri aptal
kelime oyunlarıyla dolu eserlerini bir o insan gibi konuşur yaşar" diyor.
Bu Talstaff'ı birden kaç okuyucu hatırlayabildi merak ettim.
Sanatta sanatçı, kendisinde
ikinci kişilik halinde bulunan düşünürü her zaman aşmak zorundadır.
Bazı yazarlar eserini sadece
entellektüel güçleriyle yazmağa çabalarlar. Bu çabalama yaratmak için yaratmaktan
öteye geçemez, yani amatörce çabalamadan...
Fransız entellektüellerinden ve
edebiyatçılarından hemen hemen hiçbiri, 19. yüzyılın Fransasında Baudelaire'in
'ezici kapan' dediği can sıkıntısından (bunalımından) kurtulamamışlardır.
Batı tekniğini olduğu gibi alan,
bunun üzerinde şuurla düşünmeyen doğulu, bu tekniği insana karşı batılı gibi
gaddarca kullanamayacağı için tek tek yakalandığı takdirde son hesaplaşmada,
yenilmekten kurtulamaz.
Doğulu insanın batılı modeline
göre değişmeye çabalaması, insanlığa karşı işlenmiş en ağır suçtur.
Hayran olduğumuz, benzemeye
yeltendiğimiz batı uygarlığı (düşünce sistemi)
a) Eski Yunan sitelerinin kölelik sistemini, Hıristiyanlığı
kabullendikten sonra da Roma site İmparatorluğunun dağılmasına kadar,
b) Hıristiyan feodalizminde toprağa bağlı insan sömürücülüğünü
savunmuş.
c) Burjuva ferdiyetçilği ile de, gündelikçi emeği sömürmeyi
ileri ve kıyamete kadar değişmez bir sistem olarak dünyaya kabul ettirmeye
çabalamıştır.
BATIDA ve DOĞUDA ÜNİVERSİTE
OLAYLARI:
Batıdaki üniversite olayları,
dünya şartları dolayısıyla amaçları kalmamış, çıkar kaynakları kurumuş, (ya da,
pek çok azalmış) bu kaynaklardan gelecek kâr olsa da bu kârların güven içinde
bulunacağı metropol ilintileri güvensizliğe dönmüş olmaktan doğmaktadır.
Bizdeki üniversite olayları ise,
yüzeyde ezici çoğunluğu ile batılaşmanın yanlış uygulaması yüzünden hiçbir temele
dayanmadığı halde, toptan ve haksız olarak ilericilik sayılmasından, ayrıca çok
küçük şuursuz ya da, kendilerini şuurlu sanan gurupların, dıştan eyleme kışkırtılmaları
yüzünden meydana gelmektedir. Aslında bu hareketlerin ana kaynağı, amaçları
kalmamış veya amaçlarının ahlaksız soygunlara dayandığı meydana çıkmış toplum
şartlarına değil, yanlış uygulanmış batılaşmanın meydana getirdiği ters
amaçtan, değiştirilmiş amaçtan milli benliğe Doğululuğa uymaz amaca yöneltilmiş
olmaktan doğmaktadır ki, birbiriyle hiç ilintisi yoktur daha doğrusu birbiriyle
taban tabana karşıdır. Birbirine taban tabana karşı olayların bir çuvala
doldurulmağa kalkışılması, yabancı kalıp çareler'den medet umulması ise, milli
gerçeklere sırt çevirmenin sürdürülmesinden, hastalığın ağırlaşarak sürmesine
sebep olmaktan başka sonuç veremez.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar