MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABİ’YE GÖRE DİL-HAKİKAT İLİŞKİSİ MARİFETİN İFADESİ SORUNU 2
İBNÜ’L-ARABî’YE GÖRE MÂRİFETİN İFADE İMKÂNI VE
TASAVVUFÎ SÖYLEMİN MAHİYETİ
Genel olarak mistik deneyim, tıpkı aktüel deneyimde olduğu gibi bir
anlamlandırma ve okuma olarak yorumlanabilir. Ancak bu anlamlandırmadan sonra
deneyimle ilgili bilgi verilebilmektedir. Deneyimin ifadelendirilmesi bir
ölçüde bir yorumdur, birazcık da değiştirmedir. Bizim dünya dediğimiz şeyler
de, bu anlamda “okuduğumuz anlamlardır, gerçek değil”.[2] Bu durum daha çok tasavvufî
tecrübenin mahiyetinden kaynaklanmaktadır. Zîrâ tasavvufî tecrübe zihinsel ve
mantıkî olarak idrak edilen durumlardan çok içten bir tecrübeyle hissedilen
durumlara benzemektedir. İnsanın iç dünyasında yaşayıp hissettiği şeyleri
anlatabilmesi için muhatabın en azından benzer durumları yaşaması ve ondan
haberdar olması gerekmektedir. İyi bir musıkî eserinin hakkını ancak iyi bir
müzik kulağı olan kimseler tam anlamıyla takdir edip anlayacaklardır. İşte
tasavvufî hâl ve tecrübelerini en önemli özelliği, insanın bütün benliğini
kuşatan son derece gerçek bir tecrübe olmasına rağmen târifi hayli zor bir ruh
hali olmasıdır.[3] Esasında bu
husus, sıradan duyu deneyimlerimiz için de geçerlidir. Bu tür tecrübelerimiz
daha ne olduğunu anlamadan bizde bir infial doğurur. Biz daha sonra onun
anlamını yakalarız ve ne olup bittiğini anlarız. Bu açıdan bakınca tüm duyumlar
bir anlamda bizim tarafımızdan bir anlamlandırma, bir okumadır. Duyum, bizim
tarafımızdan okunmadıkça, anlamlandırılmadıkça, ne demek olduğu açıkça belli
olmayan, çoğu kez şaşkınlık yaratan bir yaşantı olarak kalır.[4] Sûfîler de
kimi zaman ansızın, kendi içlerindeki etkiyi, yaşantıyı yorumlamak durumunda
kalacaklardır. Sûfî tecrübenin dile getirilmiş, ifadelendirilmiş, aklî, mantıkî
bir dizge haline sokulmuş, dil formuna dökülmüş halini de böyle anlamak
durumundayız. Ama onlar kendi içlerindeki ansızın buluverdikleri anlam ve
yaşantıdan emindirler. Zîrâ onlar ilimlerini kitaplardan ya da başka insanların
ağzından dolaylı olarak değil; bizâtihî yaşayarak, vecd ve fenâ halinin
kendilerini kuşutması sonucu doğrudan elde ederler. Onlar için sâdece emin
oldukları bu tecrübelerinden ve sırlardan bahsedip bahsetmeme konusunda bir
sınır vardır; zîrâ bu, ilâhî izne bağlıdır.[5] Yine hakikat üzere bulunan
sûfîler için, bu tecrübeleri hususunda ibâre ve ifadelerden, mecâz ve
sembollerden ya da işâretlerden kaynaklanan bir kapalılık ve dolaylılık söz
konusu değildir.[6] Çünkü onlar
kelâmı kalplerinde küllî tarzda doğrudan ve ansızın buluverirler; lisân ise
kalpte hâsıl olana başkaları için delil ve tercümân olur.[7] Dolayısyla sûfîler, kendi
içlerinde emin oldukları bu hakikatin yorumlanıp karşıdakine aktarılması ve
anlaşılması noktasındaki endişeleri sebebiyle bunları çeşitli vesilelerle
gizlemeye ya da bir takım kompleks ifadeler şeklinde sunmaya çalışırlar.
Esasında metafizik tecrübelerin, latîf mânâ ve hakikatlerin maddî
formlara bürünmesi sürecinden ibâret olan tasavvufî tecrübe ya da mârifetin
ifadelere döştürülmesi hususu, Hakk Teâlâ’nın, ses ve harf gibi maddî, şeklî
unsurlarla kayıtlanmamış olan sonsuz kelâmının peygamberlerinin beşerî
lisanlarında maddî sûretlere bürünmesiyle benzer bir husûsiyet arz eder. Zîrâ
aralarında esaslı bazı farklar olsa da vahiy ile ilhamın insana bahşedilme
sürecinde bazı benzerlikler sözkonusudur. Tezimizin ikinci bölümünde de
üzerinde durmaya çalıştığımız gibi İbnü’l-Arabî, ilâhî sonsuz kelâmın beşerî
dilde ses ve harflere bürünmesini bir çeşit tercüme faaliyetine benzetir.
İbnü’l-Arabî’ye göre tek ve küllî bir hakikat olarak kalbe inen Kur’an, Hz.
Peygamberin hayâlinde sûretlere bürünmüş ve parçalara ayrılmış ve yine Hz.
Peygamberin beşerî lisânında da harf ve seslere dönüştürülmek sûretiyle
insanların işitme yetileriyle kayıtlandırılmıştır.[8] Sûfîlerin tecrübe ettikleri
salt mânâ tecellîleri ile küllî tecellî ve fetihlerin ifadelere dönüşmesi de
benzer bir özellik arz eder.
A. Mârifetin İfadesi Noktasında Sûfîlerin Yaklaşımları
Tasavvufî tecrübe doğrudan yaşandığı için bütünüyle, olduğu gibi ifade
edilmesi imkânsızdır. Sûfiyâne ifadeler düşünceden çok hislerin ifadesidir.
Sûfî, sâhip olduğu dînî şuurun muhtevasının ancak bir yorumunu bize
aktarabilir, bu şuurun bizzat muhtevasını olduğu gibi aktaramaz.[9] Dolayısıyla
yaşanılan tecrübenin ifadesi bir yorum ya da bir tercüme ameliyesi
mesabesindedir.
Yaşanılan tecrübenin, elde edilen irfânın ifade edilmesi noktasında
sûfîlerin genel olarak üç kısma ayrıldıklarını görmekteyiz: Yaşadıkları halleri
ve mârifeti ızhar edenler, gizlenmesi hususuna özellikle vurgu yapanlar, irfânı
ifade etmede sembollere müracaat edilmesi gereğini söyleyenler.
Vecd ve cezbe hallerini, mârifetlerini ızhar edenler öncelikle, Allah
(cc.)’ın kula bahşetmiş olduğu bir nimetten bahsetmenin bizzat Kur’an’ın bir
emri olduğu noktasından hareket ederler: “Rabb ’inin (ihsân ettiği) nimetten
bahset” (Duhâ 93/11). Diğer taraftan bu sûfîler, tâlim ve irşâd kastıyla
bütün bu tecrübelerden bahsedildiğini söylerler. Zîrâ müridin bizzat dalacağı
engin tecrübeler ve varacağı nihâî gâye hakkında bazı bilgilere sâhip olmaya
ihtiyaç duyar. Bu bilgileri ise ancak mürşidinin yaşadığı hallerden ve
irfanından bahsetmesi sayesinde öğrenebilir. İşte Allah (cc.)’a yakınlık
makamının esintilerinden bahseden her bir sûfîyi bu grupta sayabiliriz. Başta
Hallâc-ı Mansur, Bâyezîd-i Bistâmî ve Rabiatü’l-Adeviyye gibi büyük
mutasavvıflar olmak üzere, hallerini doğrudan ifadeye çalışan sûfîler, tarih
boyunca anlaşılamadıkları için tâkîbâta uğramış, fizîkî tazyik ve şiddete maruz
kalmış, hattâ Hallâc, İbn Berrecân, Aynu’l-Kudât Hemedânî gibi bazı sûfîler de
bu yolun şehitleri olmuşlardır.[10]
Mârifetin ehli olmayanlardan gizlenmesi gereğini savunanlar, müşâhede ve
mükâşefe neticesinde hâsıl olan haller ve mârifetlerin Rabbânî sırlar olduğunu
ve muhafaza edilmesi gereğini ileri sürmektedirler. Ehil olmayanların muttalî
olmaması gereken bu sırlar açıklandığında emanete ihanet edilmiş olur. Ayrıca
sülûkunun henüz başında olan müridin kalbine gelen her varidâttan bahsetmesi,
iddia ve gurura sebebiyet verdiği, onun mânevî urûcuna engel olduğu için doğru
değildir. Dolayısıyla tasavvuf yolunda yaşanılan tecrübeden ve kalbe gelen
vâridâttan bahsetme izne bağlanmıştır. Böyle olmakla beraber, her hangi bir
nefsanî haz ve iddia söz konusu olmaksızın onlar, bazen derinden hissetttikleri
ruhânî bir etki sebebiyle mecbûren ve irticalen konuşurlar.[11] Öyleyse sırların saklanması
hususunda bir çok sûfî ısrarla vurgu yapmasına rağmen, kimi zaman kendi
iradeleri dışında, kimi zaman da irşad ve terbiye amacıyla yaşadıkları
hallerden bahsettikleri için tasavvufî tecrübenin ve mârifetin saklanması
mutlak anlamda değildir. Zîrâ, meselâ “Ben ve Hüseyin b. Mansur aynı idik.
Fakat o ızhar etti ben gizledim”[12] diyen Şiblî’nin
yaşanılan hallere ve mârifete taalluk eden sözlerine, hattâ şathiyyâtına
tasavvuf klasiklerinde sıkça yer verilmektedir.[13] Fakat yine de, şekli nasıl
olursa olsun, ister sükûtu tercih etmek, ister sembollere ve anlaşılması zor
teknik bir dile başvurmak sûretiyle olsun sırların ehil olmanyanlardan
saklanması sûfîlerce ittifak edilen bir meseledir. Hattâ bu hususa işâreten, “Ahrâr’ın
kalbi sırların kabristanıdır” denilmiştir.[14] Bu düşünceyi paylaşan sûfîler
genellikle, oldukça latîf mânâlar ihtivâ eden meârifin yayılmasının avam açısından
ancak, inkârı ve fitneyi artırabileceğini söylerler. Çünkü onlara göre ibâre bu
sırrların ancak gizliliğini artırmaktadır. Zevkî meselelerin ibâre ve
ifadelerle anlatılıp anlaşılması zor olduğu için ibâre, bu ilimlerin inkâr
edilip kötülenmesinden, hafife alınmasından ve fitneye düşülmesinden başka bir
işe yaramaz. Ayrıca sözü söyleyen sûfînin cahilce, zındıklık ya da dâlâletle
ithâm edilmesine, hattâ kanının helal sayılmasına sebebiyet verir. Çünkü bu
sırlar ve hakikatler avâmın idrâkinden
daha büyük ve daha
yücedirler.[15]
Bu hususta Nifferî (ö. 354/965), Allah (cc.)’ın şöyle hitab ettiğini
söyler: “Ben’im hakkımda harflerin söylediğiyle yetinme ve Benim haberimi
harflerden alma. Harfler kendilerinden haber vermekten acizdir, Ben ’den nasıl
haber versin. "[16]4 Yine bu minvâlde olmak üzere Nifferi, Hakk’ın şu hitabını
zikreder: “Sen makamları hakkında konuşmayanlardansın, eğer konuşursan bu
makamdan çıkarsın, eğer bu makamdan çıkarsan onun ehlinden olmazsın. Sâdece bu
makamı ziyaret edenlerden ve bu makam hakkında mâlumâtı olanlardan olursun.[17]
Yine mârifetin ehil olmayanlardan saklanması gereğini Şârânî şöyle ifade
eder: “Tarîkımız ehilinden olmayanların biz sûfiyye tâifesinin kitaplarına
bakması haramdır. Aynı şekilde bizim sözlerimizin ancak yolumuza inananlara
aktarılması caizdir. Her kim sözlerimizi bize inanmayan bir kimseye naklederse
kendisi de naklettiği kimse de inkâr cehennemine sürüklenirler... Bu sebeple
ehlullah ‘her kim sırrı ızhar ederse katledilmeyi hakeder.”[18]
Bu doğrultuda bazı sûfîler, mârifetin nihâî noktası olan mutlak tevhid
hakkında konuşmayı, hattâ imâda ve işârette bulunmayı bile sakıncalı sayarlar.
Bu hususta Şiblî söyle demiştir: “Tevhid nedir sorusuna ibâre ile cevap
veren mülhid, işâretle cevap veren senevî, imâ ile cevap veren ise
putperesttir... Bu konuda, en mükemmel mânâda aklınızla idrak ettiğiniz,
vehminizle ve mütehayyilenizle tasavvur ettiğiniz her şey, sizin gibi hâdis ve
mahluktur, size geri çevrilir. ”[19] Gazalî de benzer bir
şekilde ârifin ulaştığı nihâî makamı ifade etmeye çalışmasının onu kaçınılmaz
bir şekilde hulûl, ittihad gibi açık hatâlara götürebileceğini söyler.[20]
İbnü’l-Arabî’de benzer bir şekilde sırların saklanması gereğini sıkça
vurgular ve selefi büyük şahsiyetlerin bu husustaki tavırlarını zikreder. Çünkü
ona göre bu sırlar dipsiz bir deryâ olduğu için mahir yüzücü olmayanların
helakına sebebiyet verir. Bu noktada Hasan Basrî’nin şu tavrını örnek verir:
Hasan Basri, avam için gerekli olmayan sırlardan bahsedeceği zaman Malik b.
Dinâr ve Ferkâd es-Sebhî gibi zevk sâhiplerini yanına çağırır, kapısını kitler
ve onlarla bu meseleleri konuşurdu. Yine bu hususta İbnü’l-Arabî, Ebu Hureyre
(r.)’nin şu sözünü nakleder: “Hz. Peygamberden iki kap (ilim) aldım,
birinden size bahsettim, diğerine gelince bunu haber verip yaysaydım beni
boğazlardınız.” Ayrıca İbn Abbas’ın, “Yedi kat göğü ve yerden de bir o
kadarını yaratan Allah’tır. Allah’ın emri bunlar arasından iner... ” (Talak
65/12) ayeti hakkında, “şayet bu ayetin tefsirini size zikretseydim, benim
kâfir olduğuma hükmeder, beni taşlar ve öldürürdünüz” sözünü zikreder.[21]
İbnü’l-Arabî’ye göre ehlinden başka kimselerin idrak edemeyeceği bu sırları
açıklamaya imkân yoktur, zîrâ bu konuda sûfîlerin sapasağlam bir ahitleri
vardır.[22] Açıktır ki
İbnü’l-Arâbî, diğer sûfîler gibi mânevî tekâmül yolunda açılan bazı sırların
saklanması taraftarıdır. Fakat İbnü’l-Arabî, mârifetin ifadesi noktasında
mutlak sükut taraftarı değildir. Aksi halde bu kadar zengin bir tasavvufî
mîrâsa sâhip olamazdık. Kaldı ki diğer sûfîlerin çoğunun tavrı da bu yöndedir.
Onlar mutlak sükût ile değil semboller, veciz ifadeler, bir takım benzetmeler
ve oluşturdukları teknik ıstılahât yoluyla sırları ehil olmayanlardan saklama
yoluna gitmişlerdir. Zaten İbnü’l-Arabî, âlemde sükûtun aslî olmadığını,
sükûtun adem olduğunu ve kâinâtta kelâmın aslî ve sürekli olduğunu
vurgulamaktadır.[23] Ayrıca
ruhânî tekâmül yolunda oldukça yüksek makamlara çıkıp da irşad için geri
dönerek yaşadıkları hallerden bahsedemeyen vâkıfuriun kimseye bir
faydalarının dokunamayacağını vurgular. Ona göre muhabbetin saklanması bir
hicâptır. Çünkü muhabbet ahvâlinin saklanabilmesi onun kulun üzerindeki
otoritesinin kuvvetli olmadığının göstergesidir. Halbuki gerçek muhabbetin
insan üzerindeki otoritesi diğer bütün otoritelerden kuvvetli olduğu için ve
muhabbetin lisanı kuru bir sözden ibâret olmayıp hâl lisanı olduğu için onun
gizlenmesi mümkün değildir.[24] Kısacası
aşk ahvâlini gizleyen akıl ve nazar sahibidir, bazı hususları düşünüp
tartıyordur. Bu ise aşk hususunda bir nakısadır. Zîrâ sûfîlere göre aklın çekip
çevirdiği aşkta bir hayır yoktur.[25] Bu îtibârla
mutlak anlamda bir sükût söz konusu değildir ve sûfîlerce sıkça dile getirilen
sırrın saklanması meselesi ise bir faydaya istinadendir: Bu sırları ehil
olmayanlardan saklama. İbnü’l-Arabî, rûhânî tekâmülün ve mânevî arınmanın
gereklerini bilmeyenlerin bu sırlara muttalî olmalarından kaynaklanan
sakıncaları da şöyle dile getirir: “Tarîkımız ehlinin kitapları bu sırlarla
doludur. Fikir ehli fikirleriyle, zâhir ehli ise kelimenin muhtemel anlamlarından
ilkine hükmetmek sûretiyle bu sırlara musallat olurlar ve onlara saldırırlar.
Sûfiyyenin üzerinde uzlaştığı ıstılahlardan mücerred bir tanesinin anlamını
sorsanız bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Aslına hükmedemedikleri bir konuda
nasıl olur da konuşurlar.”[26]
İşte bütün bu sakıncalardan dolayı sûfîler sırların zevk sahibi sûfîler
arasında kalması, idrak seviyesi bu sırları anlamak için yeterli olmayan
kimselerden saklanması için bir takım sembollere baş vurmuşlardır. Sûfîlerin
çoğu, elde ettikleri mârifetlerini, vecd ve cezbe hallerinin gereği olarak
bazen de ifşâsı kaçınılmaz olan sırlarını, ancak benzer tekâmül sürecinin
belirli makamlarını elde etmiş olanların anlayabileceği özel bir dil ile,
semboller vasıtasıyla insanlığın idrakine sunmuşlardır. İşte mârifetin ifade
edilmesi noktasında zikredilen üç tavırdan bu üçüncüsü benimseyen sûfîlerden
olarak, İbnü’l-Fârid, Şihâbuddin Sühreverdî, Ferîdüddîn Attar, İbnü’l-Arabi ve
Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî...,gibi bir çok sûfîyi zikredebiliriz. Bu noktada İbnü’l-Arabî
zengin külliyâtıyla bu sûfîler arasında en velûd olanıdır.
İşte bu şekilde İbnü’l-Arabî’nin yanısıra bir çok sûfî, doğrudan
ifadesine muktedir olamadıkları latîf mânâları, yüce halleri ve makamları
ifadede sembollere baş vurmuşlar ve sırları saklamaya çalışmışlardır.
İbnü’l-Arabi bu sûfîler arasında, ifadelerindeki sembolik örgü, komplekslik ve
anlamı gizleme bakımından muhtemelen zirvededir. Bu açıdan sadece meşhur sûfî
filozof İbn Seb’în (ö. 669/1270)[27] ona yakın
görülmektedir.[28]
B. Dilin Kapsamı ve Mârifetin İfade İmkânı
Dil, bizi şekillendirip organize ettiği ve bize nüfûz ettiği için, biz
aynı zamanda kendi şahsımızda her an bizâtihî ifade edilen hakikati hem tecrübe
edip hem de yorumlayabiliyoruz. Öyleyse bizim beşerî dilimiz bizim ne olduğumuz
gerçeğine tercüman olabilir. Fakat kendi hakikatimizi tercüme etme, gerçekte
sadece maddî boyutu tasvir etmede yeterli fakat, her varlıkta mevcut olan
“dikey” boyutu tasvir etme de yetersiz olan günlük, maddî dil vasıtasıyla
meydana gelmez. Bu tercümenin, metafor, şiir ya da daha çok paradoksların
vasıtasıyla vuku’ bulması gerekecektir.[29]
Yaşanan derin tasavvufî hâl esnasında sûfîler çoğu zaman bu
tecrübelerinden bahsetmeye güç yetiremezler. Bu esnâda dillerinden gayrı irâdi
bazı sözler sadır olsa da bu bunlar açıklayıcı olmaktan çok paradoksal,
kompleks, anlaşılması güç sembolik ifadelerdir. Bazı derûnî hakikatler bir
birine zıt gerçeklikleri ihtiva ettiği için ve bazı tasavvufî haller de âniden
vuku’ bulup hemen kaybolduğundan dolayı tasavvuru zor olduğu için ibâre bütün
bunları tasvir etmede yetersiz kalır.[30] Bu sebeple hemen bütün
sûfîler, sûfiyâne tecrübelerini ve müşâhedelerini başkalarına anlatmada dili
yeterli ve zengin bulmazlar ve tecrübelerini tam anlamıyla tavsif etmenin
mümkün olmadığı gerçeğine vurgu yaparlar. Dolayısıyla başta W. James olmak
üzere bir çok yazar, sûfiyâne tecrübenin açıkça ifade edilemez, tavsif edilemez
(ineffabilitiy) oluşunu, mistisizmin bütün zaman ve kültürlerdeki ortak
ve genel özelliği olarak zikretmişlerdir.[31] Sûfiyâne tecrübenin ifade
edilemez oluşu genelde iki farklı bakış açısından müâlaa edilir: 1-En genel
anlamıyla mistik tecrübe ve bu tecrübenin konusu; normal, sıradan tecrübemiz
esnasında bizi çevreleyen her şeyden-ki bu çevrede biz kelime ve
kavramlarımızı, dilimizi inşâ ederiz-temelde farklı olduğu için, günlük
tecrübemize yabancı olan bu alanı mümkün olduğu ölçüde kuşatabilmek amacıyla
dilin imkân ve kullanımlarını genişletmek mecburiyetinde kalırız. Normal
tecrübemiz ve bu tecrübeyi çevreleyen şartlar içerisinde oluşturduğumuz
alışıldık kavramlarımız, benzetme, metafor ve semboller vasıtasıyla alışıldık
olmayan durumları ifade etmede kullanılır. Dolayısıyla tasavvufî tecrübe
hakkında ancak semboller ve îmâlar vasıtasıyla dolaylı olarak konuşabiliriz. 2-
Tasavvufî tecrübenin ifade edilemez oluşunu vurgulayan bir diğer görüşte ise;
mistik tecrübe ya da onun objesi söz konusu olduğunda hiçbir ifade mümkün
görülmez. Mistik literatürde karşılaştığımız dilin ise, çağrıştırıcı ve tesir
edici olmaktan başka bir özelliği yoktur. Dolayısıyla mistikler, muhâtaplarına
yaşadığı tecrübenin donuk bir yansımasını çağrıştırmak ya da onda bu tecrübe
hakkında bir tesir husule getirmek amacıyla söz söyleyen kişiler olarak
algılanmalıdır.[32]
Her hâlükârda tasavvuf! tecrübenin ifade edilemeyişi ya da ancak îmâ
yoluyla dolaylı olarak ifade edilebiliyor oluşu bütün mistik sistemlerin genel
bir özelliğidir. Özellikle bizzat mistik tecrübe esnasında ifadeden acziyet
hemen her sûfînin ısrarla vurguladığı bir husustur. Bu esnâda bazı sûfîlerin
dilinden irade dışı bazı sözler taşsa da, bunlar açıklayıcı olmaktan çok bir
sesleniş ya da haykırış şeklindedir. Tecrübe edilen mânevî hâl yada tecellî
kaybolup sûfî normal bilinç düzeyine döndüğünde ifadeler daha açık ve
açıklayıcı niteliktedir. Fakat bu seferde normal bilinci aşan şuur ötesi bir
halin sıradan bilinç düzeyinin kavramlarıyla ifadesi sorunu ortaya çıkmaktadır.
Zîrâ tasavvufî tecrübe esnasında ulaşılan saf bilinç hali ile normal bilinç
arasında her hangi bir müştereklik söz konusu değildir. Bu sebeple de bu saf
bilinç hali sıradan bilinç halinin alışıldık ıstılâhâtıyla doğrudan ifade
edilemez.[33] İbnü’l-
Arabî de, olağan üstü bazı tecellîler vuku’ bulduğunda yazmayı terk ettiğini,
kalemi kağıdı fırlatıp attığını söyler. Tecellî anında değil de tecellînin
etkisi kaybolduktan sonra yazmaya tekrar döner ve bu tecellîlerden kısa ve öz
olmak şartıyla bahseder.[34] Dolayısıyla
tecrübe esnasında hisler, aklî meleke güçlü bir metafizik tesir altında
olabilir, bu sebeple de bu anda sûfîden bazı anlaşılması güç, maksadını aşan
paradoksal ifadeler zuhûr edebilir. Fakat bu mânevî tecrübe sona erip sûfî eski
tabî haline döndüğünde yaşadığı hali kendi tâkâti ve tabiî dilin imkânları
ölçüsünde kavramlaştırmaya ifadelere dökmeye çalışır. Tıpkı uykusundan uyanan
bir kimsenin rüyasından bahsetmesi gibi. Aslında tezimizin ikinci bölümünde
dilin kapsamından bahsederken söylediğimiz gibi te’vil ve buna bağlı olarakta
dolaylılık dilin bizâtihî tabiatından kaynaklanır. İbnü’l-Arabî’ye göre, kendi
nefsinde hâsıl olan mânâyı karşısındakine aktarmak isteyen her kimse o mânâya
tahayyül yetisinde hayâlî harfler ve seslerden müteşekkil sûretlere
büründürmeden muhâtabına söyleyemez.[35] Dolayısıyla insan
içindeki mânâyı önce hayâlî, daha sonra ses ve çizgiler gibi hissî sûretlere
dönüştürür. Öyleyse insanın konuşması herşeyden önce bir tahayyül ameliyesidir
ve te’vili gerekir. Bu sebeple de dilde bir dolaylılık söz konusudur, bu
dolaylılığın kaldırılması için te’vil ve ta’bir gerekir. İşte nihâî tahlilde
tahayyülden ibâret olan her bir kelâmın doğasında te’vil vardır. Daha önce de
söylediğimiz gibi İbnü’l-Arabî’ye göre te’vil olunmayan söz düşünülemez.[36] Çünkü hiçbir
söz işâret ettiği gerçekliğe doğrudan katılmaz, zihnî bir soyutlamadan ibâret
olarak sadece ona işâret ederler ve “şey”leri soyut birer işâretlere
dönüştürürler.[37] Dolayısıyla
semboller ya da sözlü tasvirler ne kadar etkileyici ve şiirsel olursan olsun
doğrudan tecrübenin yerini tutamaz. Bir sembol açığa vurduğu kadar gizler de;
sözcükler ancak hakikat hakkındadır, hakikatin bizzat kendisi değil. Bu sebeple
sözcükler ancak bir harita gibi yol gösterir, doğrudan tecrübenin ve
gerçekliğin yerini alamazlar.[38] Bu, sâdece
doğrudan ifade edilmesi zor olan dînî ve tasavvufî tecrübeler için değil,
insanın bütün tecrübeleri için geçerlidir. Zîrâ sıradan günlük iletişimimiz
için en elverişli bir araç olan dil, bazen bu alanda bile yetersiz kalmaktadır.
Çoğu zaman hissettiğimiz ya da bildiğimiz ile söyleyebildiğimiz şey arasında
büyük bir uçurumun olduğunu fark ederiz. Söz gelimi bir mûsıkî âletinin nasıl
bir ses çıkardığını tecrübe eder ve biliriz, fakat bu sesin ondan nasıl
çıktığını ifade edemeyiz. Çünkü bu aletin nasıl bir ses çıkardığı hakkındaki
bilgi, sıradan kelime kombinasyonu ile uygun bir şekilde tasvir edebilecek
türden bir şey değildir.[39] Bu anlamda
dilin kendisi, işâretler, semboller ya da göstergelerden ibâret olan
sözcüklerden kurulu bir bütün olarak sembolik iletişimin bir türüdür. Tüm
işâret ve semboller gibi sözcükler ya da dil de işâret ettiği şeyden farklıdır.
Tıpkı bir haritanın gösterdiği bölgeden farklı olması gibi.[40] Kısacası bizâtihî dilin
mahiyetinden kaynaklanan bir dolaylılık insanın bütün tecrübelerine yansır.
Mahiyeti gereği farklılık arz eden, insanın güçlü metafizik tesirler altında
yaşadığı tasavvufî tecrübenin ifadesinde de bu dolaylılık daha da artmaktadır.
Zîrâ öncelikle sûfî, yaşadığı kompleks tecrübesini ta’bir ve te’vil etmede,
yâni onu hayâlî sûretlere dönüştürmede ve kendi hayâlinden muhatabının hayâline
aktarmada başarılı olmalıdır. Ayrıca sözü işiten de hayâlindeki bu sûretleri
doğru te’vil edip onlar hakkında doğru bir anlayışa sâhip olmalıdır. Muhâtabın
hayâli, mütekellimin hayâline bazen mutabık olur bazen olmaz; mutâbıksa
mütekellimin kastı anlaşılmış olur ve bu söz ibâre diye isimlendirilir, yok
eğer mutabık değilse kelâmdan kasıt anlaşılmamıştır ve bu söz ibâre değil,
mücerret bir lafız olarak isimlendirilir. Zîrâ ibârede olduğu gibi (a. b.
r.: karşıdan karşıya geçme) kelâm, anlamıyla birlikte muhatabın hayâline
geçmemiştir. Halbuki ibârede mütekellim kendi nefsinde, hayâlinde olanı
muhatabının hayâline taşır.[41] Fakat bu
aktarım da bizâtihî yaşanan tecrübenin değil, onun hakkında insanın tahayyülüne
nakşolunan ses ve harf gibi hayâlî sûretlerin nakledilmesinden ibârettir. Bu
îtibârla zevk ilmi olarak vasıflandırılan sûfiyâne ilimler ibâreleri kabul etse
de karşıdakine doğrudan nakledilemezler. Bu tecrübenin söz ve ibârelere
dökülmesi işitende bu tecrübe hakkında bir anlayışın husûle gelmesidir.
Tasavvufî tecrübenin doğrudan nakledilemez oluşu, bizzât zevken idrak edildiği
şekliyle lafız ve ıstılahlara dönüştürülemeyeceğinin farkında olan bir kimsenin
bu tecrübe hakkında bir tür bir anlayışa sâhip olmasına engel değildir. Zîrâ
tasavvufî tecrübe hakkındaki bu söz ve ibâreler o kimse için bir uyârıcı ve
hatırlatıcı olabilir.[42] Onda
bazı hisler ve düşünceler uyandırabilir. Nitekim daha sonra ifade edeceğimiz
gibi, bizzat tecrübeyi yaşayan bir sûfî olmadıkları halde bazı kimseler
sûfîlerin sözlerini işittiklerinde derûnlârında bazı şeyler hissettiklerini söylerler.
Bu sebeple tasavvufî deneyimin ifade edilememesi mutlak anlamda değildir. Zîrâ
sûfînin rûhânî tekâmül süreci içerisinde diğer bazı yetilerinde olduğu gibi dil
yetisi de inkişâf edebilir, Allah (cc.), dil yetisine mâtuf bazı açılımları
sûfîye bahşedebilir. Sûfînin sözü diğer söz söylenlere nispetle daha kuşatıcı
ve etkili olabilir. Nitekim daha önce İbnü’l- Arabî’nin böyle bir tecrübe (fütûhu’l-ibâre)
yaşadığından ve ifâdelerindeki kuşatıcılık ve insicâmdan bahsetmiştik. Aksi
taktirde sûfî müelliflerce geleneksel olarak oluşturulan tasavvufî zengin
külliyâta bu gün sâhip olamazdık. Hattâ bazı araştırmacılar, sûfiyâne şuurun
sûfî olmayanlara kullanılan kelimelerden hâsıl olan vicdânî tesir vasıtasıyla
aktarılabileceğini iddia ederler. Meselâ W. James, doğrudan mistik bir his ve
şuura sâhip olmamasına rağmen, bir başkasından bu anlamda bir söz, bir lafız
işittiğinde ruhunun derinliklerinde bir şeyler hissettiğini ve bunlarda hakikat
payı olabileceğini, içinden bir şeyin buna karşılık verdiğini söylemektedir.
Bir mistik konuştuğu zaman insanların çoğu ruhlarının derinliklerinde idrak
edilemeyen gizli bir ses duyarlar. [43] Bu sebeple sûfîlerin
kendilerine mahsus sembolik ifade tarzlarıyla sûfiyâne şuurlarını başkalarına
nakletmeleri imkânsız değildir. Bu tecrübeyi tavsif eden ifadelerin de
karşıdakinde hiçbir şey çağrıştırmaması mümkün değildir. Hiç şüphesiz bazı
kimseler mistik tecrübeye tamamıyla kapalıdır, ondan bir şey hissetmeye, hayâl
etmeye elverişli değildir. Fakat aynı zamanda musıkîyi gürültüden ibâret gören
kimselere de rastlanır ve bunlar musıkîşinasların aleyhine konuşabilir. Fakat
bundan musıkî aleyhine bir delil çıkartılamaz.[44] Bunun yanısıra bizzat bir sûfî
ya da musıkîsinaş olmasa da tasavvufî ifadelerden ve musıkîden derûnlarında bir
şeyler hissedenler de vardır. Aksi taktirde tasavvufî tecrübeyi yaşamayanların
bu zevklerin değerini hissedip tasavvufa yönelmeleri imkânsız olurdu. Bu
tecrübenin sûfî olmayanlara, en azından bir his, bir şuur uyandırma anlamında
naklinin mümkün olması tasavvuf donelerinin insan benliğinde gömülü olduğunun
delilidir.[45] Özellikle
nâmeleriyle, vezinleriyle, ifadelerindeki âhenk ve sembolik üslûbuyla tasavvufî
kasideler sûfînin hissettiklerini dinleyene aktarması bakımından oldukça
önemlidir. Bu kasideler mûsîkî eşliğinde zikir meclislerinde okunduğu zaman
etkisi daha da artmaktadır.[46] Makam ve
nağme ile okunan şiir ya da dînî metinleri dinleyip bunların tesiriyle coşup
deverân etmeden ibâret olan semâ’[47], Hakk’tan
gelen ve insanları Hakk’a çağıran bir mesaj olarak sûfî olmayanları da
etkilemektedir. Özellikle Mevlevî geleneği bu açıdan oldukça zengin örnekler
sunmaktadır.
Şu var ki, insanın benliğinde gömülü olan doneler, çeşitli ruhi
âmillerin tesiriyle gelişirken, bazen de şartların veya karakterin imkân
vermemesi sebebiyle gelişmeden kalırlar. Sembolizim âdetâ büyülüdür, akla ancak
hayâl ve vicdan aracılığıyla
ulaşırken
kalbe doğrudan temas eder ve tesiri derin olur.[48] Bu vicdânî tesir bazı
şiirlerin ve sanat eserlerinin sanatkâr ya da şair olmayan kimselerde
uyandırdığı hisse benzer. Sanatkâr ya da şair olmayan bir kimse incelikle
söylenmiş bir şiir ya da muhteşem bir sanat eseri karşısında ruhunun
derinliklerinde estetik duyguyu hissedebilir. Fakat bu onu şair yapmadığı gibi
bir sanatkâr da yapmaz. Tıpkı bunun gibi sûfîler de şiirleriyle, etkili vaaz ve
nasihatlarıyla, vecd halinde söylenmiş paradoksal ve muammalı ifadeleriyle
muhâtaplarının vicdanlarında bir tesir bırakabilirler. Fakat bu hiçbir zaman
karşıdakinin sûfînin yaşadığı şeyleri aynen idrak ettiği anlamına gelmez. Bu
sebeple de bir sûfîyi hakîki mânâda ancak başka bir sûfî anlar, hattâ eğer
makamları farklı ise, her biri kendine has bir yol tuttuğu için bazen bir
sûfîyi diğer bir sûfî de anlayamaz.[49]
C-Farklı Tasavvufî Tecrübeler ve
Mârifetin İfade İmkânı
Tezimizin birinci bölümünde mârifetten bahsederken de söylediğimiz gibi
tasavvufî tecrübe esnasında tecellî eden nurlar makamlarına göre farklı isimler
alırlar: Maddeden mücerred mânâların nurları, nûru’l-envâr, meleklerin nurları,
tabiî nurlar, ilâhî isimlerin nurları...vs. Câmiu’l-Ezdâd olan Hakk Teâlâ’nın
aslâ tekrar etmeyen tecellîleri de aklî, nefsânî, mânevî, rabbânî, suverî,
rûhânî, melekî, tabiî ve unsurî olabilecek şekilde umumîdir; istediği sûrette
zuhûr eder. İşte her bir farklı tecellînin de sûfî üzerinde ayrı bir hükmü ve
lezzeti vardır: Aklî olanları, fikir ve mizacın kayıtlarından kurtulmuş akıl
idrak edebilirken rûhânî olanlar akıl ve nefs perdelerinin açılmasından sonra
zuhûr eder. Mânevî olanlar sûfîyi vücûdunda fânî kılar, tabiî ve unsurî sûretler
şeklinde olanlar müşâhede anında büyük bir zevk husûle getirir, fakat rûhânî
sûretler şeklinde olanlarda ise zevkten bahsedilmez.[50] İşte bütün bu tecellîler ve
nurlar kulun kalbine ışıdığı zaman, kirlilik, pas ve körlük gibi hatâlardan
sâlim olan basîret gözü, her bir nurda ne tür bir tecellînin olduğunu, bu
nurlardaki mânâları ve bu mânâlara delâlet eden lafız ve kelimelerin bunlarla
olan irtibâtını da idrak eder.[51] İbnü’l-Arabî’ye
göre sürekli olan tecellîler aslâ tekrar etmediği için her bir tecellî için bir
kelâm vardır. Dolayısıyla kelâm mevcut hâl ve tecellîye bağlı olarak hem
sürekli hem de farklı farklıdır.[52] İşte tecellî
eden nurun farklılığına göre insanın idraki ve bu tecellîler sonucu kalbe doğan
mânâların ifadesi de farklılaşır. Zîrâ farklı bazı vâridâtın insan üzerindeki
etkileri de farklı olur. Meselâ bazı ilâhî vâridât vardır ki kuvvetinden
dolayı, sûfîyi kendinden geçirir, büyük ya da küçük olsun bütün sûfîler böyle
bir kuvvetli ilâhî varid karşısında hislerini kaybeder, hiçbir şekilde kımıldayamaz,
sadece kendinden geçmiş bir şekilde yatar. Diğer taraftan tabiî vâridât
karşısında ise insan, tıpkı mecnûnlar gibi, kendini kaybederek sürekli hareket
edip deverân eder, sağa sola vurur ve çarpar.[53] Bu îtibârla tasavvufî
tecrübenin nihâî noktasını ve zirvesini oluşturan vahdet hali, her türlü normal
tecrübî içerikten hâlî olduğu için ve bu vahdet halinde, obje-suje ikiliği gibi
her hangi bir ihtilaf, çokluk ve ayrışma söz konusu olmadığı için çokluk ve
temyizi gerektiren kavramlarla ifade edilemez.[54]
İbnü’l-Arabî’nin nûru’l-envâr dediği Zât’a ait tecellîler, idraki
ya da ifadesi şöyle dursun mümkünâtta varlık bırakmaz onları yakıp yok eder.
Bunun için bunlara yakıcı (muhrika) tecellîler denilir. Bu tecellîler
ile bizim aramızda bizâtihî mümkünâtın varlığı bir hicâbtır. Bu zâti tecellîler
ile aramızdaki perdenin kalkması demek bizim vücûdumuz da dahil bütün
mahlûkâtın varlığının yanıp yok olması demektir.[55] Zaten tezimizin birinci
bölümde mârifetten bahsederken Zât’ın bilinemez olarak kalmaya devam edeceğini
Zât’ı bizâtihî ancak yine Zât’ın kendisinin bilebileceğini söylemiştik. Bu
sebeple nihâî olarak idrak edilemeyen bu tarz tecellîlerin ifade edilme imkânı
da yoktur.
Zâtı îtibârıyla maddeden mücerret mânâ nurlarının tecellîsi de söze
sığmaz, doğrudan aktarılamaz. Çünkü bu tecellîler hissî ya da hayâlî her hangi
bir şekilde sûrete bürünmezler, tasavvur yoluyla da elde edilmezler ve tecellî
esnasında sûret üzere değil olduğu gibi akledilirler.[56] Eğer bu tecellîler söz ile
ifade edilmiş olsalardı maddeden mücerret olamazlarıdı; zîrâ ibâreler de maddî
formlardır. Halbukî bu mânâlar, sonradan soyutlanmış olduklarından değil
bizâtihî bütün bu sûretlerden mücerrettir, dolayısıyla onlara maddî formlar
giydirme imkânımız ortadan kalkmıştır. Eğer zâtı îtibârıyla değil de sonradan
maddeden soyutlanmış olsalardı böyle bir imkânımız olurdu. Bu sebeple bu
mücerret mânâlar özel bir şekilde bilinirler, fakat anlatılamazlar hattâ bunlar
teşbih ve temsil de kabul etmezler.[57] Bu vahdet hali sûfiyâne
tecrübenin zirvesini teşkil etse de tasavvufî tecrübe sadece bu saf vahdet
halinden ibâret değildir. Başta İbnü’l-Arabî olmak üzere sûfîler, farklı bir
çok tecellî, müşâhede, vâridât ve ilhamdan bahsederler. Bunların ru’yet ve
hitap gibi bâtınî hisslere hitap edecek tarzda sûretler şeklinde olanı,
dolayısıyla tasavvuru mümkün olanları da vardır. İşte bütün bu farklı
tecrübelerin ifade imkânı da farklı olmaktadır.
İbnü’l-Arabî, insanı kendinden geçiren bir aşk ve zevk ile husule gelen
müşâhede, vuslat ve bunlara bağlı olarak da fenâ hallerinde ifâde ve ibâre
imkânının ortadan kalktığını söyler. Müşâhede edilen, sıradan her hangi bir şey
değil Hakk Teâlâ olduğu için Meşhûdun azameti bu tecrübeyi yaşayan sûfîyi
bütünüyle kuşatır. Fenâ ve gaybet hali üzere sûfînin şaşkınlıktan dili tutulur,
âdetâ donup kalır, bir kelime bile söyleyemez.[58] Bu îtibârla müşâhede ile
mükâşefe arasında mârifetin ifadesi noktasında önemli bir ayırım ortaya çıkar:
Müşâhede de aklî fonksiyonlar kaybolur, bir tür şaşkınlık, baygınlık ve gaybet
hali yaşanır ve bu esnâda tecrübe edilen şey, ifadelere dökülemez. Sûfî için
artık Meşhûdundan ve tecrübe ettiği zevkinden başka bir şey mevcut değildir.
Zîrâ müşâhedenin sırrı şaşırıp dona kalmak iken, keşfin sırrı ilimdir.
Dolayısıyla kelâm ancak müşâhede makamından indikten sonra mükâşefe makamında
hâsıl olur.[59] Bu îtibârla
mârifetin ifadesi noktasında, bizzat sûfîyâne tecrübe esnasında ifade etme ile
tecrübeden sonra ifade etme arasındaki ayırım önemlidir. Ansızın vukû bulan ve
insanı bütünüyle kaplayarak onu normal bilincinin üstünde her türlü ihtilafın
ve çokluğun yok olduğu saf bir bilinç haline yükselten mânevî tecrübe esnasında
sûfînin, bu tecrübesi hakkında bir şeyler söylemeye ne zamanı ne de tâkâti
vardır. Sûfî ancak, kendisini bütünüyle kaplayan bu derûnî tecrübe geçtikten
sonra, normal bilinç düzeyine, aklî ve mantıkî düzlemine döndükten sonra bu
sıradışı tecrübesini düşünmeye ve onun hakkında birşeyler söylemeye güç
yetirebilir. Ancak normal bilinç düzeyine döndükten sonra bu tecrübesini
“vahdet”, “vuslat”, “fenâ”, “boşluk” gibi kavramlarla tavsif edebilir.[60] Bunu
yaparken de, yaşadığı bu sıradışı tecrübesine ancak bazı ıstılah, sembol ve
işâretler vasıtasıyla îmâda bulunur, bu îtibârla da normal bilinç düzeyinin
gereklerini yerine getirerek bu tecrübesini başkalarına aktarmaya çalışır. Zîrâ
sûfî sürekli bu vahdet hali üzere yaşıyor değildir. Hattâ hayatının büyük bir
bölümünü zaman ve mekan kayıtları içerisinde normal bilinç düzeyinde geçirmektedir.[61] Sarih bir
ifadeyle müşâhede ve ru’yet anında kelâmın söz konusu olamayacağını söyleyen
İbnü’l-Arabî, tecellînin misâlî bir sûret üzere olması durumunda kelâm ile
müşâhedenin bir arada olabileceğini de hemen ekler. Ayrıca, eş-Şeyh Şihâbuddîn
es-Sühreverdî (ö. 632/1234)’nin bu makamda olduğu, müşâhede ile kelâmı
birleştirdiği kendisine söylendiğinde, onda vukû’ bulan tecellîlerin suverî
tecellîler olması gereğinin altını çizer ve Ebu’l-Abbas es-Seyyârî (ö.
342/953)’nin şu sözünü, Kuşeyrî’nin Risâle’sine atfen zikreder:[62] “Aklî
melekelerinden fena bulmayan akıllı kişi Hakk’ı müşâhededen aslâ zevk alamaz.
Çünkü Hakk’ın müşâhedesinde fena hali vardır, zevk yoktur. ”[63] Öyleyse fenâ halinin
vuku’ bulduğu müşâhede de hitab sahih değildir; çünkü hitabın faydası akledilir
ve anlaşılır olmasındadır.[64] Aslında,
aklın gitmesi, hissin kaybolması, dilin tutulması gibi bu tür haller müşâhede
ettikleri şeyin azametinden dolayı peygamberlerde de zuhûr eder, fakat onlardan
risalet görevi ve tebliğ istendiği için Allah (cc.), onlara bu tecrübelerinden
varid olan şeyleri kabul istîdâdı ve kuvveti vermiştir. İşte bu kuvvetle onlar
Hakk’tan geleni alıp insanlara ulaştırır ve onlara öğretirler.[65] İbnü’l-Arabî
evliyâullâhın da, vâris-i rasûl olarak bu hâl üzere olanlarını kemâl sahibi
kabul eder.
İbnü’l-Arabî ayrıca celâl ve cemâl müşâhedesinden bahsederken de
bunların ifade edilebilmesi noktasında bazı izâhatlar getirir: Celâl
müşâhedenin nurları karartıp yok edici (muzlime/muhrika) olduğu için
nefste, insanı kendinden geçiren bir vecd, bir şuursuzluk hali meydana getirir.
Bu şuursuzluk hali meydana getiren celâl müşâhedesi, konusu îtibârıyla cemâl
müşâhedesinden daha yüce olsa da, mârifet ve müşâhede açısından daha az
mükemmeldir. Çünkü cemâl müşâhedesinin parlayan nurları (muşrika)
sâlikin şuurunu ortadan kaldırmaz.[66] Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin
ifadesiyle, Allah (cc.)’ın mutlak celâlinde bize değil kendisine dönen bir mânâ
varken cemâlinde O’ndan bize yönelik bir mânâ vardır. Bu sebeple mutlak celâl
mertebesinin müşâhede edilip tanınmasına imkân yokken cemâl mertebesi hakkında
bir mârifete ulaşmak mümkündür. Dolayısıyla mutlak celâl mertebesi hakkında
kulun bir şeyden bahsetmesi söz konusu değildir. Bu noktada İbnü’l-Arabî,
sûfîlerce sık sık celâl müşâhedesiyle alâkâlı görülen heybet halinin mutlak
celâlle değil, cemâlin farklı mertebesi olan celâlü’l-cemâl ile alâkası
olduğunu söyler. Dolayısıyla kendisinden bahsedilen, mârifete ve ifadeye sığan
ancak bu celâlü’l-cemâl makamıdır, mutlak celâlden aslâ bahsedilemez.[67] Bu
mertebeden bahseden kimse ancak kendi nefsinde hâsıl olan şeyden bahsediyordur,
zîrâ bu mertebeyi hiçbir sıfat kayıtlandıramaz ve hiçbir hususî isim de O’nun
hakikatine delâlet edemez, çünkü O, Azîz ve Subhân’dır.[68] Celâl mertebesi, Allah
(cc.)’ın mutlak mânâda bizden izzetini ifade ederken cemâl mertebesi ise bize
doğru zuhûr edip aşîkar oluşunu ifade eder. Kısacası, celâlü’l-cemâl’den
bahsetmek mümkünken mutlak celâlin müşâhede ve mârifetine hiçbir mahlûkâtın
tâkâti yetmez. Hakk Teâlâ bu mertebede tektir, bu mertebeyi Kendisinden başkası
göremez. Celâl üzere aslâ tecellî etmez, ancak celâlü’l-cemâl üzere tecellî
eder.[69]
İbnü’l-Arabî, cemâl mertebesini sürekli, münezzeh, azîz ve subhân gibi takdir
edilemez ve bilinemezliği ifade eden hükümlerle vasfeder.[70] Dahası
İbnü’l-Arabi, nefse ait bilinç olmaksızın Hakkı müşâhedenin mârifet açısından
sâlike bir faydasının dokunmadığını söyler. Mârifette kemâl derecesi ancak,
kulun Rabb’ini ve kendini müşâhede etmesi halinde (fenâ bi bekâi’r-resm)
gerçekleşir. Zîrâ hâl bakımından daha yüksek olan küllî fena hâlinde Allah
(cc.) kendi kendini müşâhede etmektedir, kula yönelik bir şuur ve mârifet söz
konusu değildir. Dolayısıyla da kula mârifet açısından bir faydası dokunmaz. Bu
hali İbnü’l-Arabi, hissleri ve nefsi bütünüyle kaplayan ve onları meşguliyetlerinden
bütünüyle alı koyan derin uyku haline benzetir. Bu halde ne hissî ne de hayâlî
idrak mevcuttur, rüyâ da görülmez. Zîrâ bu durumda nefs, her hangi bir düşünce,
tezekkür olmaksızın bu derin uykudan uyanır. Dolayısıyla nefsinin müşâhedesinden
âri olarak Hakkı müşâhede ettiğini söyleyen kimse tıpkı derin uykuya dalmış
kimse gibi ne Rabbi’ni müşâhede eder ne de kendisini.[71] Bu sebeple daha önce
mârifetten bahsederken de söylediğimiz gibi İbnü’l-Arabî’ye göre, mutlak olarak
itaate dayanan tecrübî şuurun korunmasıyla birlikte gerçekleşen müşâhede daha
mükemmel ve daha gerçektir. Bu halde iken sâlik hem müşâhede eder ve müşâhede
ettiğinin de şuuruna varır.[72] Kısacası
yaşanılan halin mârifete dönüşmesi ve daha sonra da ifade edilebilmesi için
müşâhedenin kulun, kendine yönelik bilincinin korunmasıyla gerçekleşen fenâ
halinde vuku’ bulması gerekmektedir. Böyle bir bilinç olmadığında ise kul ne
yaşadığı hali mârifete dönüştürebilir, ne de onu başkasına aktarabilir.
İfade edilebilme noktasında belkide en açık olan tecellîler
İbnü’l-Arabî’nin sıkça vurguladığı berzahî tecellîlerdir. Bu tecellîler,
mahiyeti gereği zıtlıkları bir araya getirebilen hattâ muhal olanı bile
kuşatabilen ‘ardu’l-hakîka: hakikat diyârı ’nda[73], kısacası hayâl âleminde zuhûr
etmektedir. İbnü’l-Arabî’nin ifade ettiğine göre maddî şekiller âleminde, yüce
semâvî ve muhteşem kürsî âlemlerinde, yine en yüce kuşatıcı arş âleminde zuhûr
eden tecellîler ârifi, müşâhedesinde fânî kılar, onu kendinden geçirir ve
şuurunu alır.[74] Dolayısıyla
bu tür tecellîlerde ru’yet ile kelâm bir arada olmaz; yaşanılan mânevî tecrübe
esnasında onu ifade etme imkânı yoktur. Halbuki hakikat diyarında, hayâl
âleminde gerçekleşen tecellî sûfîyi kendinden ve müşâhedesinden fânî kılıp
baygın bırakmaz; dolayısıyla hakikat diyarında zuhûr eden berzahî
tecellîlerde ru’yet ile kelâm bir arada olabilir.[75] Bu, daha önce hayâlden
bahsederken söylediğimiz gibi, hakikat diyarı/hayâl âleminin zıtlıkları, zâhir
ile bâtını, mânâ ile sûreti bir arada tutabilme özelliğinden kaynaklanmaktadır.
D-Sûfîlerin Farklı Meşreb ve Halerine
Göre İfâde İmkânı
İbnü’l-Arabî sûfîleri sık sık kendi aralarında bir takım
sınıflandırmalara tabî tutar. Geleneksel olarak yapıla geldiği gibi
İbnü’l-Arabî de, sûfîleri farklı hâl ve makamlarına göre “kutb”, “imam”,
“evtâd” vs. ya da “Muhammedî” ve “Îsevî” gibi hangi kadem üzere ise ona göre
isimlendirir. Tezimizin konusu ve kapsamı bakımından burada ehlullâhın bütün bu
farklı makam ve mertebelerine işâret etme imkânımız yoktur. Biz burada
ehlullahın bu farklı makamlarını, sadece yaşadıkları tecrübeleri ifadelere
dönüştürebilmeleri açısından ele almaya çalışacağız. Zîrâ mârifeti ifadelere
dönüştürebilme noktasında sûfîler arasında esaslı bazı farklılıklar vardır:
Kimisi işin hakikatini bilmekle beraber ondan bahsetmeye çalışır, kimisi ilâhî
bir emir üzere tecrübelirinden bahsetmeye başlar, kimisi vaktinin ve halinin
gereği olarak hâl ve zevk lisanıyla konuşur, kimisi konuşur, konuştuğunun ve
konuştuklarının farkında değildir.[76]
İbnü’l-Arabî’nin sûfîler arasından“vâkifûn” diye isimlendirdiği
bir zümre vardır. Bunlar bir kez nihâî gâyelerine ve arzularına ulaştımı oraya
sıkı sıkıya yapışırlar, geri dönmezler. Hakkikat denizinin en derin yerlerini
amaçlarlar; bir kere o derinliklere dalınca daha geri çıkmazlar.
Şeyhü’l-Ekber’e göre yaşadıkları tecrübe sadece kendilerine özel kaldığı için,
onları kuşatan derin vuslat ve fenâ halinden sonra ibâre ya da işâretlerle
halka dönemedikleri için bu zümrenin hiç kimseye faydası dokunmaz, kimse de
onları tanımaz.[77] Zâti nurlar
kendilerini kapladığı için tam bir fenâ ve vuslat hali üzere Hakk’ın huzurunda
gizlenmiş ve perdelenmiş olarak kalan bu tâifeyi İbnü’l-Arabî bazen arâisullâh:
Allah’ın gelinleri[78] diye isimlendirir. Bu
zümre sürekli Allah’la beraberdir; mahlûkât içerisine karışıp onlarla
muâşerette bulunsalar da onlarla beraber değillerdir, onları görseler de
hakikatte onları görmezler. Zîrâ onlar mahlûkâtı ancak Allah’ın fiillerinden
olmaları bakımından görürler.[79]
Yine Şeyhü’l-Ekber’in, cünûn sahibi akıllılar (ukalâu’l-mecânîn)
dediği bir zümre vardır ki bunlar, ilâhî aşkın şiddetinden akılları başlarından
gider, âdetâ çılgına dönerler. Maddî müşâhede âleminde, bu âleme yönelik her
hangi bir şuur, fikir ve ru’yetleri olmaksızın sadece hayvânî ruhlarıyla
tasarrufta bulunurlar. Bir tür cünûn hali yaşarlar, fakat onların cünûnu,
şiddetli açlık ve mizaca etki eden gıdaların alınması gibi her hangi bir kevnî
işten dolayı mizaçlarının fesada uğramasından değil, ansızın gelen ilâhî
tecellîlerden dolayıdır. Onların akılları, Hakk Teâlâ’nın müşâhedesinden
nimetlenmek üzere O’nun katında hapsedilmiştir. İrticâlen hikmetli sözler
söylerler, akılları mahpûs olduğu için bu sözleri hakkında her hangi bir
ilimleri yoktur. Dolayısıyla onların kayıtsız, hikemî ifadeleri, muhatabının
faydalanmasını amaçlayan sarih sözler olmaktan çok vecd ve cezbe halinde
söylenmiş nükteli ve şathiyyât türü sözlerdir.[80]
İbnü’l-Arabî ilâhî vâridâtı kabul edebilme noktasında sûfîleri üç gruba
ayırır: İlki az önce bahsetdiğimiz cünûn sahibi akıllılardır. Cünûn sahibi
olmakla beraber hayvanî ruhlarını, dolayısıyla hayvânî akıllarını korurlar.
Yeme, içme gibi tabiî ihtiyaçlarını giderebildikleri için “akıllı” diye
isimlendirilirler.
İkincisi küllî cünûn sâhipleridir. Bunlar, vârîdâtı kendi rûhî kuvvet ve
istîdâdından daha büyük olan kimselerdir. Dolayısıyla kuvvetli ve ânî gelen
vâridât onlara hakim olur. Bu kimselerin hali kendisine galip gelir, bu hâl
üzere tasarrufta bulunurlar ve onun hükmü üzere bulunurlar. Bu hâl devam ettiği
sürece bizzat kendileri hakkında, kendileri için elzem olan hususlarda bile her
hangi bir tasarrufları yoktur. Külliyyen kendilerinden geçmiş oldukları için
eğer bu halleri sürekli olursa onların bu halleri ölümle sonuçlanabilir. İşte
onların bu halleri sürekli olursa onlara cünûn sâhipleri denilir.[81]
Üçüncü grub ise vâridi devamlı olmayan, kendisine galip gelen hali yok
olduktan sonra akıllarıyla tekrar insanlara dönebilenlerdir. Kendi işlerini
düzenleyebilir, söyledikleri ve kendisine söylenenleri anlar, her insan gibi
tasarrufta bulunabilir. Nebîler ve evliyâdan hâl sahibi bazıları böyledir. Bu
grubdan bazılarının vâridâtının ve tecellîsinin kuvveti kendi kuvvetine eşit
olur. Dolayısıyla kendisine gelen vâridâtın eseri üzerinde görülmez. Fakat
kendisinde farklı bir durumun vukû’ bulduğu açıkça olmasa da gizli bir şekilde
hissedilir. Zîrâ o, ânîden kendisinde zuhûr eden bu vâridât ya da tecellîye
dikkat kesilir. Meclisde sohbet ederken ansızın durup başka şeylere yönelir ve
onlara dikkat kesilir, gözü ve bakışları ansızın tek bir noktaya odaklanır,
hisleri hayâlindeki sûretlere yönelir.[82] Diğer bazılarının ise kendi
rûhî kuvveti vâridâtından kuvvetli olur. Dolayısyla başkalarıyla konuşurken
bile ona bazı tecelî ve vâridâtın geldiği hissedilemez.[83] İbnü’l-Arabî işte bütün bu
zümrelereden akıllarıyla tekrar halka dönebilenleri peygamberlerin kâmil
vârisleri olarak görür. Zîrâ peygamberler de derin müşâhede ve ulvî
miraçlarından sonra tecrüblerini ilme dönüştürmüş ve insanlara faydalı olmak
üzere halka dönmüşlerdir.[84] Âlim ve
vâris olan bu zümre kemâl üzeredir; zîrâ bunlar insanlara faydalı olmak için
yaşadıkları tecrübelerinden bahsetmek ve onları ilme, ifadelere dönüştürmekle
beraber kendi kurbiyyet makamlarını ve sırlarını saklama fetanetini
gösterebilirler.[85]
Delâlet sözlükte, yol gösterme, klavuzluk ve rehberlik etmek demektir.
Terim olarak ise delâlet; bir şeyin biliniyor olmasının aynı zamanda başka bir
şeyin bilinmesini de zorunlu kılmasına denir.[86] Dolayısıyla bir şeyin
anlaşılmasından başka bir şeyin anlaşılması durumundan ibâret olan delâlet,
lafız-anlam ilişkisi bakımından husûsî bir nispet olup, lafzın anlamını
anlaşılır kılmasını sağlayan lafza ait bir sıfattır. Kısacası delâlet, anlamın
lafızdan anlaşılmasıdır.[87] Beyânı esas
aldıkları için Usul, Kelâm ve Fıkıh âlimleri delâlet ve çeşitleri hususunda
ayrıntılı bilgi verirler.[88]
Görebildiğimiz kadarıyla İbnü’l-Arabî, delâlet ve çeşitleri hususuna Usul,
Kelâm ve Fıkıh âlimlerinin yaptığı şekliyle ayrıntılı yer vermez. Zîrâ o, dilin
zâhirî bir unsuru olarak lafız üzerine yoğunlaşmaz. Zâten bilgilerinin söz ya
da yazılardan haraketle hâsıl olmadığını da vurgular.
İbnü’l-Arabî, bu hususta lafız hakkında araştırma yapıp tartışan kimse
ile tahkik ettiği şeyden haber vermeye çalışan kimse arasında bir ayırıma
gider. Şöyle ki; tahkik ehli dışında konuşan sıradan kimseler, lafız üzerinde
tartışmaktadır ve bu durumda fiil, dilin kendine has yapısı içerisine sokulmak
sûretiyle fail/özne olma ya da mef ul/nesne olma hakikati ikame edilir. Meselâ:
Kâle ’llâhu (Allah dedi) ya da Deavtu ’llâhe (Allah ’a dua ettim)
cümlelerinde olduğu gibi. İkinci cümle de “Allah” kelimesindeki Hâ harfi
aslında merfu iken cümle içerisindeki yapı gereği nasp edilmiştir. Böylece
lafızlarda, harekeler vasıtasıyla hakikatlerin gerçekten farklı olduğu bilinir.
İşte, tahkik ehli olmayan bazı kimselerin kullanmış olduğu ıstılâhât bu
şekilde, dilin kendi içindeki işleyişine göre sabit olmuştur. Halbuki tahkik
ehli için ise durum tamamen farklıdır; hakikatler lafızlara değil feleklere
bakmak sûretiyle bilinir. Bu hususta İbnü’l-Arabî şöyle der: “Eğer konuşan
biz isek, biz öncelikle özel feleklere bakmak sûr etiyle hakikatleri biliriz ve
onları gerektiği şekilde feleklerine sevk ederiz. Aslında her konuşan kimse,
her ne kadar bu ayrıntıyı bilmese de, bu mesabededir...”[89] İşte
bütün bu açıklamalarına binâen İbnü’l-Arabî, telaffuz edilen şeyleri iki kısma
ayırır: Telaffuz edilen şey, ya mânâya delâlet eden bir lafızdır, ya da her
hangi bir lafızla kendisine delâlet edilen bir mânâdır. Birinci durumda lafız
hakkında araştırma yapılır ve konuşanın anlamlar dünyasından hangi anlamı
kastettiğini görmek için, o lafzın işâret ettiği şey (medlül)
araştırılır. İkinci durumda ise tahakkuk ettirilen şeyden haber verilir.[90] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî’ye göre tahkik ehli için bir şeyi bilmek lafızdan hareketle,
lafzın delâletiyle değildir. Tahkik ehli öncelikle hakikat üzere, bizzat
tecrübe ve müşâhede ederek bir bilgiye, bir mânâya sâhip olur daha sonra o
mânâdan haber vermek üzere her hangi bir lafız kullanılır. Diğer bütün
sûfîlerde olduğu gibi İbnü’l-Arabî de lafız ya da lafzın delâletinden ziyade
bizâtihî tecrübenin kendisini önceler. Zîrâ ona göre, delâletin en açık olanı,
bir şeyin, zuhûr etmek sûretiyle bizzat kendine delâletidir.[91] Ne kadar
açık ve sarih olsa da, ne kadar fasih ve belâgatlı olsa da hiçbir lafız
doğrudan tecrübenin yerini tutamaz. Mevlânâ’nın ifadesiyle söz insanı talebe
sevkeder; yoksa matlûbu hâsıl edemez, mânânın hakikatinin lafız ve ibârelerden
doğrudan anlaşılması muhaldir. Aksi takdirde bu kadar mücâhedeye ve insanın
kendini fâni kılmasına gerek kalmazdı.[92]
1-Lafz, İşâret, Yazı ve Hâl ile Delâlet
İbnü’l-Arabî bazı hususları anlatmada ibâreyi yetersiz bulduğu gibi
işâreti de yetersiz bulur, bu hususları ancak keşfin idrak edebileceğini
söyler. Meselâ; Hakk’ın bilinmesi hususunu açıklarken bilme ile bilginin konusu
(ma’lum) arasında esaslı bir ayırıma giderek, insanın ancak kendisindeki
mevcut bilgiyi müşâhede edebildiğini, ma’lum’un hakikatini ise aslâ
müşâhede edemeyeceğini söyler. Çünkü bu bilgisi insan için bir perdedir. Burada
İbnü’l-Arabî, bilgi ile bilginin konusu (ma’lum) arasında derinliği
bilinemeyen denizler olduğunu, dolayısıyla bunu ancak keşfin idrak
edebileceğini, ibârenin ve işâretin bunu aslâ ifade edemeyeceğini söyler.[93] Zaten daha
sonra sembol ve işâretten bahsederken de üzerinde durmaya çalışacağımız gibi
sûfîler sık sık, sembol ya da işâretlerin yaşanılan tecrübeye doğrudan delâlet
etmediğini, tecrübenin yerini alamadığını, bu açıdan bakıldığında da hakîkî,
aynî delâleti değil uzaklığı ifade ettiğini söylerler. İşte bu sebeple sûfîler
hakikat söz konusu olduğunda ibâre, işâret ve yazı gibi dolaylı delâlet
yollarını değil de bir şeyîn bizzat kendine delâletini, aynî ve zâtî delâleti
esâs almak sûretiyle ifade ve ibâreler yerine, bizâtihî tecrübenin kendisine
vurgu yaparlar. İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle, delâletin en açık ve en kapsamlı
olanı, bir şeyin bizzat yine kendisine delâlet etmesidir.[94] Zîrâ bir şey, ancak yine
kendisiyle sahih bir şekilde idrak edilebilir. Göz, görür, akıl kabul eder,
fakat o şeye bizzat kendisinden başka kesin bir delil yoktur.[95] Bu
îtibârla da Şeyhü’l-Ekber, doğrudan yaşanılan halin delâletinin esas alındığı
hâl lisanını, dosdoğru ve oldukça fasih bir lisan olarak tanımlar.[96] Zâten lafzın
ya da dilin delâleti konusunda da İbnü’l-Arabî, donuk, sabit bir delâleti değil
değil, ilâhî isimlerin ve vücûdun zuhûr yerlerinin çokluğu ve farklılığına
paralel olarak değişken ve çoklu delâleti esas alır. Bu çoklu ve değişken
delâlete istinaden çok-anlamlılığı esas alır ve tek bir hakikat için muhtelif
îtibâr ve veçhelerine göre farklı isimler kullanır.[97]
Belirli bir mânâya delâlet eden bir lafzın başlangıçta mutlaka bir
nesneyi, bir hakikati, bir duyguyu ya da bir tasavvuru adlandırması, bir diğer
ifadeyle her kavramın bir lafızla anlatılmış olması akla en yakın gelen
açıklama yoludur. Ancak bu gün ister ilkel toplulukların dilleri, isterse en
gelişmiş diller sayılabilecek kültür dili haline gelmiş diller bu yönden
incelenecek olursa yalnız bazı terimlerin ve kelimelerin, özellikle araç-gereç
adlarının tek anlamlı olduğu dikkat çeker. Medeniyet gelişip kültür alışverişi arttıkça
yeni ve yabancı kavramlara karşılık bulabilmek amacıyla, insan zihninin çeşitli
eğilimleri sonucunda aynı kelimeler başka kavramların anlatımında da
kullanılmaya başlamış ve çok anlamlılık dediğimiz dil olayı meydana gelmiştir.
İnsan zihnine ağır gelebilecek, her kavram için ayrı bir sözcüğün vazedilmesi
sorununu bertaraf etmesi bakımından dilde tutumluluğun bir belirtisi olan çok
anlamlılık, dilin gelişerek varlığını sürdürebilmesi için de kaçınılmazdır.[98] Özellikle
edebî metinlerin çok anlamlılığı, bu metinlerin değerini artıran olağan bir
haldir ve bu çok anlamlılığı gidermeye çalışmak da boşunadır. Gerçek bir çok
anlamlığı bünyesinde barındıran edebî bir metin, ait olduğu dönemi sâhip olduğu
anlamlardan biriyle etkilerken başka bir dönemi de sâhip olduğu diğer bir anlam
seviyesiyle etkiler.[99] İşte bir
sözcüğün, delâlet ettiği asıl kavramı koruyarak yeni kavramları da ihtiva etme
özelliğine sâhip olmasına, diğer bir ifadeyle delâlet eden sözcüğün tek,
delâlet edilen şeylerin çok olması durumuna çok anlamlılık denir.[100] Fakat bizim
burada üzerinde durmaya çalışacağımız çok-anlamlılık, İbnü’l-Arabî’den önce
Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin (ö. 526/1131) de üzerinde durduğu şekliyle lügavî,
doğal ya da yatay çok-anlamlılık değil tabir caizse dikey çok-anlamlılıktır.
Zîrâ yatay çok-anlamlılıkta, sözgelimi “ayn” kelimesinin “göz” ve “su
kaynağı” anlamına gelmesinde olduğu gibi, kelime ile bağlantısı olan farklı
anlamların hepsi bir ve aynı düzlemde bulunmaktadır. Halbukî Hemedânî’nin ya da
İbnü’l-Arabî’nin anladığı ve eserlerinde kullandığı şekliyle çok-anlamlılık,
aynı kelimenin anlamlı bir şekilde ve aynı zamanda birbirinden farklı
düzeylerde kullanımına işâret etmektedir.[101] İbnü’l- Arabî’nin kullandığı
şekliyle meselâ “nikah” ya da “ubudiyyet: kulluk” kelimelerinin alışıldık anlam
düzeylerinin yanı sıra metafizik ve ontolojik düzeylerdeki kullanımlarına daha
sonra Şeyh’in ıstılahâtındaki anlam genişlemelerinden bahsederken değinmeye
çalışacağız. Bu sebeple gerek İbnü’l-Arabî’nin gerekse diğer sûfîlerin
özellikle de Hallâc ve Bâyezîd gibi şathiyyât sahibi sûfîlerin söylemleri
sözkonusu olduğunda en az iki düzeyde (aklî ve akıl ötesi metafizik) bir çok
anlamlığı hesaba katmak durumundayız. Dolayısıyla mesela Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk”
sözü, duyulur-üstü ve rasyonellik-üstü çok anlamlılık düzeyinde özgün bir
anlama sâhiptir.[102]
Çok anlamlılık genelde semantik, sentaktik ve pragmatik olmak üzere üç
kısma ayrılır.[103] Bizi
burada, mârifetin zengin bir şekilde ifade edilmesi noktasında daha çok;
lafızlara, lafızların işâret ettiği nesneyle olan ilişkisine dayanan
semantik/sözcüksel çok anlamlılık ile dildeki farklı söz dizim yapılarından
kaynaklanan sentaktik/yapısal çok anlamlılık ilgilendirmektedir. Bu sebeple
bunlar üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.
1-Semantik ve Sentaktik Açıdan Çok
Anlamlılık
Yukarıda da söylediğimiz gibi semantik çok anlamlılık lafza, lafzın
işâret ettiği nesneyle olan ilişkisine dayanırken sentaktik çok anlamlılık
dildeki hen hangi bir yapıdan kaynaklanmaktadır.[104] Dolayısıyla biri sözcükle,
bir sözcüğün cümlede birden çok anlama gelecek şekilde kullanılmasından
oluşurken diğeri, dilin yapısı ile, dildeki her hangi bir yapının birden fazla
kategoriye ait olmasından dolayı, bir sözcüğün birden fazla sentaktik görevde
kullanılmasından oluşur.[105]
Sözcüksel çok anlamlılık; tek bir lafzın birden çok anlama delâleti,
diğer bir ifadeyle birden fazla anlamın tek bir lafızla ifade edilmesi (iştirâk:
çok anlamlılık) iki durumda ortaya çıkar. Birincisi, bir lafzın delâlet
ettiği bütün anlamların her biri için vazedilip aralarında her hangi bir tercih
durumu olmamasıdır ki burada müştereklik söz konusudur. Sözgelimi Arapça
“el-ayn” lafzı delâlet ettiği farklı medlûlleri için vazedilmiş olup müşterek
bir lafızdır. Bu durumdaki lafızlar ihtivâ ettikleri anlamlarına hakikat
yönüyle delâlet ederler. İkincisinde ise lafızlar, delâlet ettikleri
anlamlardan herbiri için vazedilmiş olmaz; öncelikle belirli bir anlam için
vazedilmiş olup sonra başka anlamlara nakledilirler. İşte bu durumda da mecâz
söz konusudur.[106]
İbnü’l-Arabî’nin lafızları, varlık anlayışı ile paralel bir şekilde dört
ana unsura ayırdığını ve bunlardan çok anlamlı (müşterek) lafızların
İbnü’l-Arabî’nin hem te’vil metodu hem de tasavvufî tecrübesi sonucu kendisine
açılan hakikatleri ifade etmesi bakımından hayli önemli olduğunu söylemiştik.
Zîrâ, dilin kendi husûsiyetlerine göre tek bir lafız kipinde fakat bir çok
anlamı olan, meselâ; göz, pınar, öz,... vs. anlamlar taşıyan “ayn”
kelimesi gibi çok anlamlı lafızlar[107] İbnü’l-Arabî’ye hakikati
farklı bir çok yönden anlatma imkânı vermektedir. Hattâ İbnü’l-Arabî
kelimelerin çok anlamlığından hareketle, geleneksel olarak birlikte
zikredilmesi hayli zor görünen kavramları bir araya getirmek sûretiyle “Allah
dostları” için lügavî olarak “kafir” vasfını kullanır. Zîrâ “k.f.r.”
kökünün örtmek, gizlemek anlamları da vardır ve bu vasıf, Allah dostlarının
hakiki mânâda kıskanılmaya değer Mâşuk’larında müşâhede ettikleri vuslata dair
sırların gizlenmesini ifade etmek üzere kullanılır. Dolayısıya Allah
dostlarının kıskanılmaya değer halleri onlara Allah düşmanlarının vasıfları
verilmek sûretiyle gizlenmiştir.[108] Bütün bu açıklamaları yapıp
bu örnekleri vermekle beraber İbnü’l-Arabî, lafzî iştirâkin, mânâda her yönden
ve her zaman için geçerli olabilecek bir iştiraki gerektirmeyeceğini de
vurgular. Özellikle hem hâdis olan mahlûkât ve hem de kadîm olan Allah (cc.)
için ortak kullanılan bazı müteşabih lafızlar delâletleri bakımından aynı
anlamı vermezler. Sözgelimi Arapça’da hem Jüpiter gezegeni hem de alış veriş
yapan bir kimse için kullanılan “müşterî” lafzında, mânâ bakımından değil
sadece isimlendirme bakımından bir iştirâk söz konusudur. Öyleyse hem kadîm
olan Allah (cc.) için hem de insan için kullanılan “görme”, “işitme”, “el” vb.
gibi müşterek lafızların mânâ bakımından kadîm olana delâletiyle hâdis olana
delâleti arasında fark vardır.[109] Sözcüksel
çok anlamlılığa dayalı olarak bazı tasavvufî ıstılahlardaki anlam değişmelerine
ayrıca İbnü’l-Arabî’nin ıstılâhâtındaki anlam genişlemelerinden bahsedereken
değinmeye çalışacağız.
Diğer taraftan İbnü’l-Arabî, çok anlamlığın, lafzı, vazedildiği ilk
anlamdan başka anlamlara nakletme, yâni mecâz yoluyla yapılan ikinci şekli
hakkında da farklı mülâhazalarda bulunur. Arap dilinde bu tür çok anlamlılık
genel olarak mecâz konusu çerçevesinde işlenir. Mecâzın ise teşbih, istiâre,
kinaye gibi bir çok türleri vardır.[110] İbnü’l-Arabî bütün
bu çok anlamlılık türlerine ayrı ayrı değinmemekle birlikte eserlerinde bu tür
mecâzî ifadelere zengin bir şekilde yer verir. Bütünüyle düşüncesine ve te’vil
metoduna hakim olan zâhir-bâtın dengesine paralel düşecek tarzda da, hakikat ve
mecâzı bir arada ifade eden kinayeyi[111] ifade bakımından daha
kuvvetli kabul eder.[112] Zîrâ ona
göre sözün en güzel olanı, “Attığın zaman sen atmadın” (Enfal 8/17)
ayetinde olduğu gibi, iki durumu iki veçheden isbât eden sözdür.[113] Daha önce
gördüğümüz gibi İbnü’l-Arabî, “hayâl”i açıklarken onun farklı düzeylerinden
bahseder ve Allah’ın dışındaki bütün varlıkları hayâlin bir düzeyi sayar. Ona
göre, âlemde sabit, değişmez varlıklar yoktur, sadece değişen sıfatların akışı
vardır. Her şey iki anlamlıdır, her şeyin yorumlanması gereken sembolik bir
karakteri vardır, çünkü bütünüyle âlem bir hayâlden ibârettir.[114] Kısacası
âlemdeki herbir varlığın yorumlanması gereken, hakikatine hamledilmesi gereken
mecâzî/zâhirî bir varlığı vardır. Diğer taraftan, vücûd tek olup farklı
görünümlere sâhip olduğu için, âlemin farklı her bir mertebesi arasındaki
hakikatteki aynîlik ve paralelik; insan, hayvan ya da bütünüyle kâinâta ait
sıfatların bir biri yerine kullanılmasına imkân sağlar. Dolayısıyla her bir
sıfat ya da buna bağlı olarak her bir lafız, vazedildiği ilk anlamından başka
anlamlara taşınmak sûretiyle insan ile diğer varlıklar ya da bütünüyle âlem
arasındaki paralelliğe ve değişken sıfatların benzerliğine işâret etmek üzere
kullanılabilir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye göre mecâz ya da çok anlamlılık
sadece edebiyat ve belâgat ile, dilbilimcilerin ya da edebiyatçıların uzlaşım
ve teâmülleri ile ilgili bir husus değildir. O, çok anlamlılığa, onu kendi
varlık anlayışı içerisinde, farklı varlık mertebeleri arasındaki paralelliğe ve
hayâl âlemine bağlamak sûretiyle dilin sınırlarının da ötesinde ontolojik bir
statü kazandırmıştır. Bu sebeple ona göre semboller ya da mecâzî ifadeler,
tesâdüf ve teâmüllere dayanan sıradan benzetmeler ve mânâlar üzerine
yapıştırılan kaba etiketler değil, varlığın bâtınındaki vahdete dayanan
hakikatlerdir. Zîrâ ona göre zâhir, bâtına sonradan eklenmiş zaid bir şey
değil, bâtının aynıyla zuhûrudur.[115] Zâhir-bâtın düalizmi, hakikat
ile sûret arasındaki esaslı bir ayırımı değil, yegâne olan hakikatin farklı
veçhelerini ve onların anlamlı bütünlüğünü ifade eder. Bu bütünlük sayesinde
insan, kâinâtı, hem maddî hem de rûhânî olarak tecrübe eder; iki görünüm
arasındaki uyumu görür. Her iki veçhedeki ortak hakikati birlikte müşâhede eder
ve bu bütünlüğe binâen zâhirdeki ya da maddedeki bir sûreti bâtındaki bir
hakikati için sembol olarak kulanır. Söz gelimi su hemen her kültürde saflığın
sembolüdür. İnsanlar, önce soyut bir kavram olarak “saflık” kavramını ele
alıyor ve sonrada buna en uygun sembolün su olduğu kararına varıyor
değillerdir. Bu sembolizma temelde kâinâttaki zâhir-bâtın bütünlüğüne,
“saflığın” zâhirdeki ve bâtındaki bütünlüğüne dayanmaktadır. Kısacası fizîkî
nesneler hakikatler üzerine yapıştırılan kaba etiketler değildir. Sembolizm de
böylesi bir tesâdüf ve teâmüle değil kâinâttaki aslî birliğe ve bütünlüğe
dayanır.[116]
İbnü’l-Arabî, “âlem-i ekber” diye isimlendirdiği kâinâtta, diğer bir
ifadeyle “makrokozmoz”da bulunan bütün unsur ve özelliklerin “âlem-i insânî”de,
yâni “mikrokozmoz”da bulunduğunu söyler. Öyle ki tabiattaki tatlı, tuzlu ve acı
suyu, gelişip büyümeyi insanda bulmak mümkündür..[117] Tabiatta yırtıcılık, vahşet
ve kurnazlık...vs. olduğu gibi insanda da ihtiras, öfke, yırtıcılık ve
kıskançlık...vs. vardır. Bunun yanı sıra, âlemde melekler olduğu gibi insanda
da temizlik, itaat ve istikamet vardır...[118] Dolayısıyla insan âlemin
benzeri ve eşidir. Âlemde her ne var ise bir
benzerini insanda bulmak mümkündür. Öyleki bu, ne bir harfi bozuk ne bir mânâsı
eksik olmayan tam bir benzerliktir.[119] İşte özelde İbnü’l-Arabî
genelde diğer sûfîler âlem ve âdeme bu bakış açısıyla, bütünleştirici bir
tarzda baktıkları için, Arap dilindeki teâmüle uygun olarak çok anlamlılık türü
olan istiare ve mecazları sıkça kullanmaktadırlar. Çünkü Araplar
az bir benzerlikte dahi bu ifade tarzına başvururlar. Nitekim Arap dilinde
indirilen Kur’an-ı Kerîm’de de, bu teâmüle uygun olarak mecâz ve istiareli
ifadelere yer verilmiştir.[120] Meselâ
hayvanlar âleminde ne kadar sıfat varsa onun bir benzeri insanda da vardır.
Ahmaklık, yırtıcılık ve vahşet gibi hayvanlar âleminde müşâhede ettiğimiz
sıfatları insanda da gördüğümüz de, taşıdıkları bu sıfatlara istinaden onlara,
“aslan”, “eşek” gibi birtakım isimler veririz. Çünkü isim sıfatın zâhiri, sıfat
ise ismin bâtınıdır.[121] Bu husus
sadece hayvanlar âleminde görülen sıfatlar için değil bütün kâinâtta mevcut
sıfatlar için geçerlidir.
Bu husus sadece duyulur, hissedilir şeyler için değil, akıl ve ruh gibi
yüce sırlar hakkında da geçerlidir. Bu hususta ruh ve nefs hakkında
İbnü’l-Arabî’nin yapmış olduğu ince bir benzetmeyi aktarmak istiyoruz: “Meselâ;
güneşe ve aya bakarsın, “güneş”i insanın “ruh”una, “ay”ı da “nefs”ine
benzetirsin. Çünkü nefsin hem mükemmellik ve hem de eksiklik yönü vardır.
Mükemmelliği akıl ve ilim ile, eksikliği ise cehalet ve şehvet iledir. Ruh ise
mükemmel ve sürekli aydınlıktır. Ay ise aslında sürekli güneşe mukabil olup
ondan sürekli aydınlanır. Fakat yer yüzü ikisi arasına girmesinden dolayı ayın
aydınlığını eksiltir. Ay tutulması esnasında ise bu eksilme hat safhaya
ulaşmıştır. Çünkü yeryüzü âlemlerin en aşağısıdır.”[122] Görüldüğü gibi burada insan
ile kâinât arasında oldukça ince bir benzetme yapılmıştır. Bu benzetmede Ruh,
mükemmelliğine ve sürekli aydınlığına işâret etmek için güneşe benzetilmiş,
nefs ise aydınlık ve mükemmelliğin yanı sıra eksikliği ve karanlığı da
kendisinde barındırdığı için aya benzetilmiş. Eğer nefs, sürekli aydınlık olan
ruha yönelirse onun ışığından istifadeyle mükemmelliğe, “nefs-i mutmainne”
derecesine ulaşır. Eğer karanlık olan maddî âleme, maddî haz ve lezzetlere
yönelirse eksik olan yönü ortaya çıkar ve “nefs-i emmare” derecesinde kalır.
Daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi bizzat sözcüğün kendisinden
değil de dil içerisinde kullanılan her hangi bir yapıdan kaynaklanan
yapısal/sentaktik çok anlamlılık ise kısaca, “Bir sîganın, bir yapının, bir
terkibin ya da bir cümlenin, lafzî anlamları tek olduğu halde, birden fazla
anlama gelebilmesi, birden fazla işlev için kullanılabilmesidir.”
Dolayısıyla kelimelerin sîgalarıyla ya da edatlarla ilgili bir yapının birden
fazla anlama gelebilme ihtimali yapısal çok anlamlığı ifade eder.[123] Tezimizin
ikinci bölümünde İbnü’l-Arabî’nin te’vil metodundan bahsederken, dil içerisindeki
her türlü imkânı, lafızlar ya da dil içerisindeki farklı yapılardan kaynaklanan
çok anlamlılık imkânına istinâden âyetler ya da hadisler hakkında zengin
yorumlar getirdiğinden bahsetmiştik. Sözgelimi şeyhin, “Allah, Adem ’i kendi
sûretinde yarattı” hadisini yorumlama tarzı, hadisin metni içerisindeki
yapısal çok anlamlılıktan[124]
kaynaklanmaktadır. Zîrâ hadiste geçen “sûretihî” kelimesindeki zamirin,
Allah’a mı yoksa Adem’e mi râcî olduğunun belirli olmaması, hadise yapısal çok
anlamlılık imkânı tanımaktadır. İbnü’l-Arabî de bu imkânı kullanarak hadisi
kendi irfânı doğrultusunda farklı anlamlara gelebilecek şekilde yorumlamaktadır.
Diğer taraftan bu şekildeki bir yapısal çok anlamlılığa Şeyhü’l-Ekber’in
ifadelerinde de sıkça rastlamaktayız. Kastî olarak sıkça kullanılan ve mercii
belli olmayan zamirler onun ifadelerinin farklı bir çok düzeyde yorumlanmasına
imkân tanımaktadır. Zîrâ isimlerin ve sıfatların aksine zamirler aynı ifade
içerisinde bir çok delâlete ve dolayısıyla da yapısal çok anlamlılığa sâhip
olabilir. Sadece Allah (cc.) için değil, konuşma esnasında gâib olan her bir
zât için kullanılabilen gaib zamirleri (hüve), yine umûmî olarak
kullanılabilen işâret zamirleri (zâlike)[125]
şayet metin içerisinde İbnü’l- Arabî’nin sıkça yaptığı gibi ustaca
kullanılıyorsa metnin farklı bir çok şekilde yorumlanmasına imkân tanımaktadır.[126] Hattâ
İbnü’l-Arabî’ye göre bu zamirler zâta delâlet etmeleri bakımından özel
isimlerden bile daha kuvvetli olabilirler. Zîrâ özel isimler bazen zâta açıkça
delâlet etmek için bazı sıfatlara ihtiyaç duyabilir, halbuki zamirlerin böyle
bir şeye ihtiyacı yoktur.[127] Bu yapısal
çok anlamlılık aynı zamanda, özelde İbnü’l-Arabî’nin, genelde ise hakikat
lisanının, hakikatin farklı bir çok veçhesinden dolayı doğrudan, bire bir
söylenemeyen hakikatlerin söylemi (apophatic: language of unsaying) olma
karakteristiğini ortaya koymaktadır. Sûfiyâne söylemin bu özelliği hususunda
daha sonra ayrıca durmaya çalışacağız.
C-Kavramlaştırma: Mârifeti İfade Etmede
Kullanılan Istılahât
Tezimizin Birinci Bölümünde mârifetten bahsederken de vurgulanmaya
çalıştığımız gibi mârifetullah, insanın araştırıp üretmesi sonucu kesbî olarak
zuhûr eden bir bilgi olmayıp doğrudan Allah’ın bildirmesine bağlıdır. Fikir
yetisinin mantıki düzleminden ve sınırlarından kurtulan diğer algı yetileri (tasavvur,
tahayyül, hafıza, duyum) ve akıl, artık bilgiyi fikirden değil, saflaşmış
ve cilâlanmış olan kalp aynasından yansıyan sûretlerden almaktadır.[128]
Mârifetullah noktasında bilginin yeri ve vasıtası kalp olmakla beraber
İbnü’l-Arabi, fikir yetisinin kayıtlarından kurtulmuş saf akıl ile kalp
arasında esaslı bir ayırım yapmaz. Zîrâ bilgi üretmeye değil de bilgiyi alıp
kabul etmeye hazır hale gelen akıl artık, sûfî ile sûfî olmayan, mânevî
tecrübeyi yaşayan ile yaşamayan, bilen ile bilmeyen arasındaki yegâne köprü
olmaktadır. Şayet sûfî, bilgisini aklî formlarda sunmazsa akıl onu kabul
etmeyecek ve bu bildiklerini ifede ederken de hiç kimse onun ne söylediğine
dikkat kesilmeyecektir. Fakat diğer taraftan sûfî, bilgisini doğrudan akıldan
almadığı için sistematik bir şekilde aklî formlarla ifade edemez. Bu sebeple
sûfî ya mütemadiyen susacaktır ya da İbnü’l- Arabî’nin yaptığı gibi, kalbine
yansıyan mârifeti akıl köprüsü vasıtasıyla sunmaya çalışacaktır. Bu da
mutasavvıfların sekr ve sahv ayırımlarına uygun düşmektedir. Kalbe sekr halinde
tecellîler yansır, bu tecellîler ve mârifet ise akıl ile sahv halinde ifade edilir.[129] Bu sebeple,
sûfî mârifetin nihâî noktasına ulaşınca her şeyden kesilir, bütün hislerini
kaybeder ve dilsiz hale gelir. Mârifetin bu nihâî mertebesinden yavaş yavaş
aşağıya doğru inince mârifet konusunda konuşmaya ve bir çok söz söylemeye
başlar.[130] Sekr
halinden sahv haline dönmeyen her bilgi, ya da diğer bir deyişle kalbin
müşâhedesinden aklın kabul ve tasdikine dönmeyen her bir bilgi, sadece onu
bilen kimsenin içinde yaşayan ve ondan hiç ayrılmayan bir idrak olarak kalmaya
devam eder. Bu sebeple de bu kimse her ne kadar bu halleri yaşasa da, zevken
tatsa da tasavvuf sahasının âlimi sayılmaz. Her ne kadar bilginin her bir
mertebesini zevken idrak etse de müritlerine bir davranış şekli sunmak amacıyla
hislerine geri dönemez. Bu tarz bir dönüş ise, sahv haline, akla tekrar dönmeyi
gerektirir.[131] Mârifetin
aksettiği merkez kalp; bu mârifeti, düşünüp ifade edilebilir formlara
dönüştüren ise her türlü kayıtlardan, fikrî işleyiş tarzından kurtulmak
sûretiyle saf bir nur haline gelerek mârifeti kabul edebilir (akl-ı kâbil)
hale gelen akıldır. Mârifetullahın insana bahşedilmesi sürecinde her iki
yetinin (akıl-kalp) de arındırılıp kayıtlarından ve paslarından temizlenmesi
gerekmektedir. Kısacası, bir topluluğun belirli bir mânâyı karşılamak üzere
ittifak ederek oluşturdukları umûmî örfün ve umûmî dilin ötesinde, Kelâm,
Felsefe, Fıkıh, Tasavvuf vb. gibi belirli bir disiplinin uzmanlarının hususî
ittifakı üzere oluşturdukları ıstılâhât[132] her ilim için kaçınılmazdır.
Aksi takdirde bir ilimden bahsedilmesi söz konusu değildir. Bir ilim olarak
tasavvuf için de ıstılahlaştırma süreci kaçınılmazdır. Fakat bu hususta da
tasavvufu diğer disiplinlerden ayıran önemli bir fark vardır: Aklî
tasavvurların yerine vicdanî, rûhânî, tecrübî ve zevkî umûrun
ıstılahlaştırılması.[133]
Aslında kavramlaştırma ve tahliller yapma zekanın işlevidir. Realiteyi
doğrudan tanıtıcı olmayan kavramlar elverişli birer sembol olmaktan öteye
gidemezler. Bu sebeple, objelerin zihindeki soyut tasarım ve tasavvurları
olarak[134] kavramlar,
bir soyutlama, bir tercüme, bir nokta-i nazar veya esas îtibârıyla realitenin
bir gölgesi ya da pratik bir şemasıdır. Kavram, realitenin bütününden
koparılmış bir parça veya onun fotografik bir görünüşüdür. Dolayısıyla
kavramlar, realiteyi değiştirip bozmakta ve realite yerine onun sun‘î bir
kopyasını vermektedirler.[135] Bu sebeple
kavramlar, realiteyi bize ancak dışarıdan temâşa ettirir, onun içerisine
sokamazlar. Realitenin kabuğunu delip içine nüfûz ettiren şey ise dinamik
hayâllerdir.[136] İnsanı
kavramsal olarak değil, sezgisel olarak bilmeye götüren bu hayâllerin de
tasavvuru, hele târifi oldukça zordur. Daha önce hayâlden bahsederken de
söylediğimiz gibi hayâlî sûretler sabit kalmazlar, sürekli değişirler. Bu
yönleriyle de bizdeki akıcılığa ve sürekliliğe paraleldirler. [137] Bu sebeple
realitenin donuk, sabit bir gölgesini sunan kavramların aksine hayâller,
realitenin sürekli değişen ve onun bir birine zıt bir çok farklı veçhesini
canlı tasvirlerle sunarlar. Fakat hayâller de sürekli değişmeleri sebebiyle
sarih terimlerle anlatılamazlar. Bunları ifade etmek istediğimiz zaman da
semboller kullanmaktayız. Zîrâ bizim lisanımız ancak teşekkül etmiş halleri ve
fikirleri ifade etmeye muktedirdir. Dilimiz bunları ifade için meydana
getirilmiş bir takım kalıpları ihtiva eder. Hareket ve süreklilik için doğrudan
doğruya ifade vasıtamız yoktur. Bu sebeple filozof ve sanatkârlar, bazı soyut
gerçeklikleri ifade etmede bir takım mecâz ve benzetmelere başvururlar.[138] Dolayısıyla
zevken bilinen haller, doğrudan bir anlayış ve kavrayış olarak değil de semboller
vasıtasıyla ifadelere dönüştürülür ve özellikle bu sembollere uygun düştüğü,
onların sunduğu kadarıyla, bu zevkî umûrdan bir şeyler anlaşılır. Bu noktada
İbnü’l-Arabî, ancak, kavramlaştırılması mümkün olan müşterek zevklerin
bahsedilebilir olduğunu söyler.[139]
Sûfîler kendi müşterek tecrübelerini ve zevklerini ifade etmede bir
takım kavramlara başvurmuşlar, aralarında bir anlaşma aracı olarak ve hakikati
îtîbârıyla sâdece kendilerinin anlayabileceği zengin bir ıstılah ve teknik bir
dil oluşturmuşlardır. Araplarda bu usûl âdet olmuştur; onlar kendi aralarında
sarih ifadelerle konuşurlar, kendilerinden olmayan birisi meclislerine
katıldığı zaman teknik ıstılahlar, istare ve mecâzlarla dolu anlaşılması zor
bir dil kullanırlardı.[140] Sûfîler de
bu anlamda, farklı bir çok ıstılahla dolu, ağyârın anlayamayacağı teknik bir
dil meydana getirmişlerdir. Fakat onların temel vurgusu daha çok doğrudan
tecrübe üzerinedir. Zîrâ ne kavramlar ne de hayâlî tasvirler tecrübenin ya da
hakikatin kendisidir. Dinamik hayâller kavramlardan daha canlı tasvirler sunsa
da bunlar da hakikatin birer sembolü olmaktan öteye gitmemektedir. Bu sebeple
bir şeyi, her türlü tercümenin veya sembollerle ifadenin dışında yakalamak
için, onu düşünmek yerine doğrudan yaşamalı, o şeyle aramızda sempati
kurmalıdır.[141] Zîrâ
kişinin kendi kültürünün dînî ve felsefî alt yapısından elde edilen ve belirli
bir bakış açısı sunan soyutlamalardan ibâret terimler ve bu terimler arasındaki
farklılıklar çoğu zaman bizâtihî tecrübenin temel kimliğini gizler.[142] İşte sûfîlerin
doğrudan tecrübeyi esas olan bu yaklaşımları, onların ıstılahlarının ya da
teknik dillerinin öğrenilmesi hususunda da diğer disiplinlerden farklı bir
metodu benimsemelerine yol açar. Diğer bütün disiplinlerde ıstılahât, ta’lîmî
olarak o disiplinin uzmanlarından öğrenilirken, ehlullâhın aralarında
oluşturduğu ıstılâhı öğrenmek için Allah’ın kalbi açması yeterlidir. Öyle ki
eğer Allah ( cc.) her hangi bir mürîdin basiret gözünü açmışsa, bu sadık mürîd,
zevke dayalı bu yolun henüz başlarında bile olsa ehlullahın, irfân
meclislerinde kendi aralarında kullandıkları lafız ve ıstılâhâtı anlar.
İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle, hattâ bu sâdık mürîd, sanki bizzat bu ıstılâhâtı
kendi vaz’etmiş gibi, mecliste her hangi bir yabancılık hissetmeksizin sohbete
katılır. Zîrâ o, bu ilmi, lafız ve kelimelerden değil, kendi nefsinde zârûrî
olarak bulmuştur.[143] Bu sebeple,
canlı bir vicdâna değil de mücerret akla hitap eden kelâmî ve felsefî
kavramların hilâfına tasavvufî ıstılâhatın kökleri insan ruhunun ve şuurunun
derinliklerine dayanır. Dolayısıyla salt aklî soyut kavramlar olmaktan çok,
canlı ve derûnî bir histen, vicdandan; ruhun derinliklerinden fışkıran bu
ıstılâhât; diğer disiplinlerin kavramlarına göre, insanın dikkatini teksif
etmede, sezgisine işlerlik kazandırmada ve kalbe tesir etmede daha değerli,
maksadı farklı renklerde ifade etmede daha tam olmaktadır. Aslında sadece salt
aklî kavramlar değil, hissî olması bakımından sûfiyâne terminolojiyle bir
benzerlik arzeden, hiss-i zâhire hitap eden sanat ve edebiyât ıstılâhatı da
etki bakımından bu derûnî ıstılâhatın seviyesine ulaşamaz.[144]
İbnü’l-Arabî’nin kullandığı kavramların temel referans noktası ve tek
mutlak kaynağı, Kur’an, Hadis ve bunlarda zikredilen ilâhî isimlerdir. Zîrâ,
üslûbundan bahsederken de söylediğimiz gibi o, irfanının ve ifade tarzının
bütünüyle Kur’an’a dayandığını sıkça söyler. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî’ye
göre âlemin zuhûrunu sağlayan ilâhî isimler; soyut, durağan şeyler olmayıp,
Hakk ile âlem arasındaki ilişkileri açıklayan ilâhî nizamdır. Bu isimler
insanlara, her şeyin varlık sebebi olan Vâcibü’l-Vücûd ile olan ilişkileri
hakkında bilgi verir. İlâhî isimler ve bunları bilmemizi sağlayan vahiy
olmasaydı insanlar belirsizlik ve görecelikler denizinde boğulurlardı.[145] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî mârifetini ve dolayısıyla da bütün kavramlarını, Allah ile âlem
arasındaki ilişkileri açıklayan ilâhî nizam şeklinde tanımladığı ilâhî isimler
ile bunlardan haber veren Kur’an ve Sünnet’te dayandırır. Mânevî tecrübelerini,
derin irfânını muhatabına aktarmasında ve ıstılâhâtını oluşturmasında, Kur’an-ı
Kerim’in kelime ve ifadeleri onun için merkezî bir önem taşır. Bu, sadece
İbnü’l-Arabî’ye has bir özellik olmayıp, ilk dönem sûfîlerce kabul edilen ve
Şeyhü’l-Ekberin de kültürel arka planını oluşturan, tasavvufî gelenekte geçerli
olan ifade ve kavramlar, büyük ölçüde Kur’an’a ve onların Kur’an yorumuna
dayanır.[146] Bu
kavramlaştırma sürecinin alışılagelmişin dışında ve oldukça dikkat çekici bir
yönü vardır: Burada ıstılahlaştırma, Kur’an’dan doğrudan kelime ve kavramlar
iktibas etmekten çok, Kur’an’ın mefhum ve mekâsıdının anlaşılmasında önemli
olan tecrübî, amelî te’vil metoduna dayanır. İbnü’l-Arabî ya da her hangi bir
diğer sûfî, Kur’an’ın bir kelime ya da ifadesi üzerine yoğunlaşır ve onları derin
bir şekilde tefekkür eder. Çünkü bu kelimeler onun aktif hayâline etki
edecektir. Nihâyet bu derin murakabe sonrasında şaşırtıcı bir şekilde bu
kelimelere yakın bir çok kelime ve kavram onun zihninde canlanır. Büyük oranda
sistematik olmayan sûfiyâne tecrübesinin yanı sıra, metafizik dünyayı artık bu
kavramlarla görmektedir.[147]
Bu temel kaynakların dışında İbnü’l-Arabî kendisinden önce birkaç yüz
yıl boyunca gelişmiş olan tasavvufî kültürden de beslenmiştir. Onun eserleri,
ilk dönem büyük mutasavvıfların, özellikle sözlerini tartışıp yorumladığı
Hallâc’ın, hâtemü’l- evlıya görüşüne ayrıntılı yer verdiği Hakim
Tirmizî’nin[148],
vecizelerini sıkça tekrarladığı Bâyezîd’in ve Gazâlî’nin sözleri ve bu sözlerin
yorumlarıyla doludur. Ayrıca onun eserleri, İbn Meserre, İbnü’l-Arîf, İbn
Berrecân ve Ebu Medyen gibi haklarında pek az şey bilinen Endülüs’lü büyük
şeyhlerin sözlerinin geniş bir hazinesi konumundadır. Tarihi bir şahsiyet
olarak çağındaki bir çok meşhur sûfîyle görüşüp onların tecrübelerini ve dilini
mîrâs aldığı gibi kendiniden çok önce yaşamış sûfîlerle mânevî yolla görüşerek
onların tecrübelerini de mîrâs almıştır. Hattâ, Cüneyd-i Bağdâdî’yi gördüğü bir
tecrübesinden bahsederken onların ne güzel bir selef olduğunu kendilerininde bu
güzel geleneğin bir temsilcisi olarak ne güzel bir halef olduklarını bizzat
İbnü’l-Arabî’nin kendisi söyler.[149] Bu sebeple İbnü’l-Arabî’nin
olağanüstü özgünlüğü, onun aynı zamanda çok zengin bir geleneğin vârisi ve
nakilcisi olduğunu unutturmamalıdır. Fakat özellikle, nefes-i rahmânî,
feyz-i akdes, feyz-i mukaddes, hatem-i evliyâ, âyân-ı sâbite, tecdîd-i halk...
gibi bazı ıstılahlar âdetâ ekberi irfânın mümeyyiz vasfı olmuştur. Bu
ıstılahların bir eserde mevcûdiyeti, İbnü’l-Arabî tesirine dair genellikle hiç
yanıltmayacak bir göstergedir. Bu ıstılahlardan bazıları filvâkî İbnü’l-Arabî
öncesi metinlerde yer alımışsa bile, onlara belirli bir kullanım kazandıran ve
tasavvuf ıstılâhâtı içinde yer bulmalarını sağlayan ancak İbnü’l-Arabî
külliyâtı olmuştur. Meselâ velâyet telakkileri ve hususen de “hatmu’l-velâye”
mefhumu, bilindiği üzere, Hakim Tirmizî ile birlikte hicrî III. asırda ortaya
çıkmıştır, ama bu kavramı irfânî muhtevasıyla doldurarak daha sonraki velayet
telakkilerinin temel bir unsuru haline getirecek kişi Şeyh-i Ekber olacaktır.[150] Bu îtibârla
İbnü’l-Arabî, kendinden önceki zengin mîrâsın vârisi olarak bu mîrâsı
aktarırken bile pasif bir nakilci değildir, kendisine tekaddüm eden metinlerde
geçen tabir ve ifadeleri bizzat bir ıstılah haline getirmek sûretiyle de yeni
bir terminoloji ve dil oluşturduğunu söyleyebiliriz.
İbnü’l-Arabî ıstılah kullanmada oldukça serbest davranmaktadır. Bizzat
Kur’an, Sünnet ve selefi büyük mutasavvıfların sözlerinden devşirdiği ıstılahın
yanı sıra filozofların, özellikle İhvân-ı Sâfa gibi bâtınî nitelikte olan
ekoller ile Hermetizm ve Yeni Eflatunculuk gibi İslam öncesi felsefî ekollerin
ıstılahını da kullanmıştır.[151] Bütün
bunların yanı sıra derin vukûfiyeti olduğu Kelâm ilminin, özelliklede de Eş’ârî
kelâmının ıstılahına da eserlerinde rastlanır. Fakat kimi zaman eleştirel
mahiyette de olsa eserlerine aldığı bütün bu farklı yapı taşlarına, bu ham
maddeye şeklini verip devâsâ yapıyı inşâ eden şeyhin kendi sûfiyâne fütûhâtı ve
ilhamı olmuştur.[152] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî, tedris yoluyla seleflerinden devraldığı mîrâsa kendi derûnî
tecrübesinin damgasını vurmuştur. O, salt nakiller yapmak yerine devraldığı
mîrâsa kendi sisteminin damgasını vurur. Hattâ şeklen bir biriyle uzlaşmaz gibi
görünen farklı unsurlar, İbnü’l-Arabi’nin düşünce potası içerisinde eritilerek birliğini
ve bütünlüğünü muhafaza eden sistemine katılır. İşte bu ilginç karışımda saf
İslam düşüncesi ürünü fikirlerle felsefî fikirler, kelâmcıların ifade ve
ıstılahlarıyla sûfîlerin söz ve şatahâtları bir arada görülür. İşte o, bütün bu
söz ve ıstılahları kalıba döker ve bazı temsillerle sistemine dahil etmeye
çalışır. Çeşitli akımların ıstılahlarını derlemekten de geri durmaz. Kâdim
filozofların yanı sıra kendinden önceki sûfîlerin, Eş’ârî ve Mu’tezili
kelâmcıların ıstılahlarına, ayrıca geniş bir şekilde Kur’an ve Sünnet’ten
alıntılara eserlerinde yer verir. Hattâ fıkıh, nahiv ve matematikte kullanılan
bazı ıstılahları alarak onlara tasavvufî ve felsefî anlamlar yüklemek sûretiyle
anlam çerçevelerini genişletmiştir.[153] Zîrâ tasavvuf! tecrübe ile
diğer felsefî ve aklî sistemler arasında kavramlaştırma konusunda da esaslı bir
fark vardır. Felsefî ve aklî disiplinler, zihnî tasavvur ve ıstılahlara bağlı
ve onlarla kayıtlı kalırken, tasavvufî tecrübe esnasında sûfî, lafızlar ve aklî
tasavvurlar da dahil bütün kayıtlardan kurtulur, hakikati olduğu gibi müşâhede
eder. Tasavvufî tecrübenin sonrasında sıradan tecrübesine döndüğünde ise sûfî,
dil, üslup ve ıstılah farkı gözetmez. Yeter ki insan zihnini yaşadıklarına
yaklaştırmada ve ona işâret etmede kifâyet etsin, felsefe, kelâm, nahiv ya da
fıkıh farketmez, farklı her alandan lafız, ıstılah ya da sembol kullanmayı caiz
görür.[154] Bunu
yaparken de sûfîler, öncelikle diğer ilimlerin ıstılahlarını kelimenin lügavî,
kök anlamlarına ircâ ederler ve bu farklı anlamlara istinaden kelimeye sülûka
dair yeni bir anlam yüklerler.[155] Diğer bir
ifadeyle kelimeyi, husûsî örften (her hangi bir ilmin ıstılahî anlamı) umûmî
örfe (lügavi, kök anlam) ircâ edip, umûmi örfteki farklı mânâlara istinâden
kelime hakkında yeni bir husûsî örf (tasavvufî anlam) meydana getirirler.
İbnü’l-Arabî’nin sıkça kullandığı bu metod, sadece ona has olmayıp ondan çok
önce yaşayan Kuşeyrî’de de vardır. Özellikle en-Nahvu’l-Müevvel isimli
risalesinde Kuşeyrî, nahiv ilminin ıstılahlarını açık bir şekilde bazı tasavvufî
hakikatleri ifade etmede kullanmaktadır.[156] Bu, fıkhî kavramlar için de
geçerlidir. Meselâ bazı sûfîler, “salât: namaz” kelimesinin, (v.s.l.
sılatün) kökünden türediğini kabul etmek sûretiyle, fukahânın anladığı
şekliyle sadece duâyı değil, aynı zamanda vuslatı ve ittisâli de ifade ettiğini
söylerler.[157] Dolayısıyla
başta İbnü’l-Arabî olmak üzere sûfîler, farklı birçok alandan ıstılâhı
kullanmada ve onlara kendi irfânları doğrultusunda farklı anlamlar kazandırmada
hayli serbest davranırlar. Bu husûsiyet, onların ıstılahlarının tarihî kökeni
hakkında bir şeyler söylemeyi de zorlaştırır. Zîrâ ıstılâhâttaki şeklî
benzerlik muhtevâ ve maksat aynîliğini beraberinde getirmez. Felsefe ya da
Kelâm, diğer disiplinlerden devşirilen her hangi bir ıstılaha tasavvufî tecrübe
ve irfân ile artık bir çok farklı veçhe ve boyut kazandırılır; söz konusu
kavram mutevasıyla birlikte aynen iktibas edilmez. Bu îtibârla her sûfînin
tecrübesi kendine has ve ferdî olduğu gibi dilleri de kendilerine has ve
ferdîdir. Zîrâ her sûfî kendi özel halinden ve tecrübesinden bahseder.[158]
İbnü’l-Arabî’de kendi zengin tecrübesinden bahsederken bir çok farklı
disiplinden ıstılâhatı kullansa da onlara kendi şahsî tecrübesinin zenginliğini
ve derûnîliğini katmak sûretiyle âdetâ kendi teknik dilini oluşturur.
Sözgelimi, felsefede de sıkça kullanılan “el-aklu’l-evvel” kavramının
Şeyhü’l-Ekber’in terminolojisinde, bu kavramla ifade edilmeye çalışılan
yaratılmış ilk hakikatin farklı veçhe, nispet ve izafetlerine işâret eden;
“ruh-u küllî”, “el-kalemü’la’lâ”, “el-adl”, “arş” “kalem-i a’lâ”
“el-imâmü’l-mübîn”, “el-hakikatü’l- Muhammediyye”, “ed-dürretü’l-beydâ”, “nûr-u
Muhammed” gibi farklı birçok mürâdifi vardır.[159] Bu ıstılahların lafızları da
büyük oranda Kur’an’a (kalem, hakk, adl, imâm-ı mübîn) ve Sünnet’e
(ed-dürretü’l-beydâ, nûr-u Muhammed) dayanmaktadır. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî
bu ıstılahı, felsefî terminolojideki muhtevâ ve medlûlünün aynıyla kullanmaz,
aksine o, bu kavramı felsefedekinden farklı bir mutevada kullanır. Zîrâ “akl-ı
evvel”, zuhûr eden ilk mevcut olmasının yanısıra mukayyet ve fakîrdir. Diğer
bütün mevcûdât gibi bu küllî hakîkat de yaradanına karşı zâtî fakr, ihtiyaç ve
zilleti süreklidir.[160] Diğer
taraftan İbnü’l-Arabî’ye göre “el- aklu’l-evvel”, kemâl derecesi bakımından
“insan-ı kâmil”den nakıstır. Kemâl, “insan-ı kâmil”de bilfiil iken
“el-aklu’l-evvel”de bilkuvvedir; kuvve halinde olan ise bilfiil olandan daha
mükemmel olamaz.[161] Dolayısıyla
ıstılahlardaki zâhirî benzerlik her zaman için köklü bir etkileşim anlamına
gelmez.
Seyr-i sülûk’un nihâî hedefini kavramış olan sûfî yatay etkilere bağlı
olmadan ilhamı doğrudan ve dikey olarak aldığı için, hen hangi bir sûfî yazarın
ıstılâhâtı ya da eserlerinin kökenleri ve kaynakları hakkında tarihî olarak
konuşmak oldukça zordur.[162] Zîrâ
İbnü’l-Arabî’nin hayatından bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi bir
sûfînin hayatında tarih ile tarih ötesi bir birine karışmaktadır. Sûfî,
bilgisini kalbinin ilâhî tecellîlerle aydınlanması sonucunda kazanır ve sadece
bu iç tecrübesinin ifadesi ve formülasyonunda belki başkalarının yazılarına ve
kullandıkları kavramlara dayanır. Bu durum İbnü’l-Arabî için de aynıdır; onun
birinci derecedeki kaynağı derin tefekkürüyle kazandığı ve tasavvufî yola
girişiyle birlikte almaya başladığı Hz. Peygamberin ve Kur’an’ın bereketiyle
elde ettiği irfânıdır. Bu sebeple İbnü’l- Arabî’nin ancak irfânının
yorumlanması ve ifade biçimleri düzeyinde tarihsel kaynaklarından söz
edilebilir.[163] İşte bu
ifade biçimleri ve ıstılâhâtı konusunda İbnü’l-Arabî, oldukça geniş ufukludur
ve farklı disiplinlerden devşirdiği bir çok ıstılâha eserlerinde yer verir.
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesini anlamayı zorlaştıran hususlardan belki de
en önemlisi onun zengin ıstılâhatıdır. Hattâ onun bu zengin ıstılâhâtı,
Massignon tarafından, İskenderiye Felsefe Ekolü ıstılahlarını İslam Tasavvufuna
hakim kıldığı gerekçesiyle tenkit edilmiştir.[164] Halbuki temelde tecrübe
ettiği hakikatlerin sembolleri olarak gördüğü bu kavramları kullanmadaki
serbestiyeti, onun bu hakikatleri olabildiğince ifade etme hususundaki gayretkârlığı
ve geniş ufkunun göstergesidir. İbnü’l-Arabî’nin bu noktadaki ayrıcalığı salt
müşâhedelerini tasvir edip anlatmakla yetinmeyip her bir hal, nispet ya da
sıfat için ayrı bir isim vermesidir. İsimlendirme, yaşanılan halin ya da
müşâhedenin ifadesi noktasında oldukça önemlidir. Zîrâ isimlendirme, her hangi
bir mânâya bir damga vurmak, bir nişan ve alâmet takmak gibidir. Böylece
tecrübe edilen hâl ya da müşâhedeye dair zihinde, bir alâmet, bir işâret
oluşturacak isim ya da ıstılah kalır.[165] Böylece İbnü’l-Arabî her bir
ayrıntıya farklı bir isim vermek sûretiyle zengin ıstılâhâtını oluşturur.
Bütün bu zengin ıstılâhâtıyla İbnü’l-Arabî, aynı temel hakikati, değişik
veçhelerine binâen, bir çok farklı terimle ifade eder. Meselâ, hakîkatü’l-hakâik,
hakikatti ’l-Muhammediyye, el-kelimetü ’l-câmia, el-aklü ’l-küllî, el-kalemü
’l-a ’lâ, el- insânü’l-kâmil...gibi bir çok kelime ve kavramla hep aynı
hakikatin, Allah (cc.) ile mahlûkât arasındaki kuşatıcı ve mükemmel berzahın
farklı veçhelerine işâret edilir.[166] Bu kuşatıcı
berzahın hem bâtınî, hem de zâhirî; hem Zât’a dönük Rabbâni yönü, hem de
mahlukata dönük yaratılmış yönü olduğu için[167] fizik ile metafizik
arasındaki ilişkiyi açıklamaya oldukça elverişlidir. Bu berzaha, bütünüyle
âleme nispetle hakîkatü’l-hakâik, tasavvufî anlamda insana nispetle hakîkat-ı
Muhammediyye, genel anlamda insana nispetle insan-ı kâmil ya da Âdem,
âlemin her zerresine yayılmış salt metafizik düşünme kuvvetine nispetle küllî/ilk
akıl, her şeyin sayılıp yazıldığı bir kaydı olarak da kalem-i âlâ,
tasarrufu bakımından da Ruh der. Bütün vahiy ve irfânın kaynağı olması
bakımından mişkâtü hâtemi’n-nebiyyîn, âlemin neş’et ettiği aslî ilke ve
âlemin gâyesi olması bakımından ise nûr-ı Muhammedî der.[168] Ayrıca
İbnü’l-Arabî Tedbîrât’ta, Allah’ın yer yüzündeki halifesi olarak insanın
hakikati hakkında farklı bir sıfatına binâen bir çok ibâre kullanıldığını ve
her bir ibârenin bir mânâsı olduğunu söyler ve bunlara ayrıntılı bir şekilde
yer verir.[169]
Bütün bu farklı kavramlarla ayrı ayrı gerçekliklere değil, aynı
hakikatin farklı nispet ve veçhelerine işâret edilmektedir. Bu farklı
kavramlar, aynı hakikate işâret eden izafet, nispet ve îtibârdan başka bir şey
değildir. İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle, tek bir Zât (ayn) vardır, bu tek
olan Zât’a yapılan farklı izafeler O’nun farklı hakikatlerinden dolayıdır.
Farklı isimler de, bu tek Zât’ın (müsemma) hakikatlerinin çokluğundan
dolayıdır.[170] Zîrâ
nispetlerin farklılığı, ya farklı hakikatlerden ya da aynı gerçekliğin farklı
mertebelerinden dolayı olur.[171] Afifi, bu
kavramların, İbnü’l- Arabî’nin vahdet-i vücûd öğretisine uygun olarak,
bir tek hakikatin muhtelif cihetlerini gösteren işâretler şeklinde değil de,
farklı hakikatlere işâret eden isimler olarak görülmesi tehlikesine dikkat
çeker.[172] Bu noktada
Afifi, İbnü’l-Arabî’nin aynı hakikat için farklı ıstılahlar kullanmasının iki
farklı sebebi olduğunu ileri sürer: Bunlardan ilkine göre İbnü’l-Arabî, kelâm
nazariyesinde bir çok çeşitli kaynaktan yararlanmış ve buralarda kullanılan
ıstılahları mümkün mertebe korumaya özen göstermiştir. Nitekim bu ıstılahlardan
bazısı Kur’an’dan, bazısı kelâmcılardan, bazısının da Yeni Eflatunculardan
alındığı görülmektedir. Aynı hakikati ifade etmede farklı ıstılah kullanımının
ikinci sebebi ise, Şeyh’in varlık anlayışından kaynaklanmaktadır. Zîrâ onun
varlık tasavvuru varlığın hakikati için tek bir isim kullanmaya imkân
vermemektedir. Varlık her şeydir ve bütün zıt cihetleri kuşatır. Buna binâen bu
farklı ıstılahât, varlığın farklı cihetlerini ifade etmektedir.[173] Bütün bu
zengin ıstılahâtın çoğu zaman bir birinin eş anlamlısı olması onun sisteminin
anlaşılmasını zorlaştırmakta ve hattâ hakkında çabucak hüküm verilmesini
imkânsızlaştırmaktadır. Bu sebeple, İbnü’l-Arabî’nin ıstılahları üzerine Suad
Hakim tarafından hazırlanan kapsamlı sözlükte, aynı hakikatin farklı
veçhelerini ifade eden eş anlamlı ıstılahlara yer verilmekte ve bir kavram
açıklanırken sürekli, konuyla ilgili farklı kavramlara referanslarda
bulunulmaktadır. Bu anlamda mesela sözlükte ki “insan-ı kâmil” maddesine müracaat
edilmesi yeterli olacaktır. Zîrâ bu maddede “insan-ı kâmil” kavramının,
“hakikatü’l-hakâik, el-hakku’l-mahluk bih, el-hakikatü’l- küllî,
el-aklu’l-evvel, el-kalemu’l-â’lâ, er-ruhu’l-küllî, nûru Muhammed, el-
kelimetü’l-câmia,...vs. bir çok eş anlamlısı zikredilmektedir.[174] Çünkü her
bir ıstılah İbnü’l-Arabî’ye göre bir hakikatin sembolüdür. Bu sebeple de bütün
bu kavramlarla anlatılmak istenen hakikatte birdir, fakat bir çok farklı
veçhesi vardır. Meselâ hakikatü’l-Muhammediyye tektir, muhtelif veçheleri ve
nispetleri vardır. Her bir yön diğerinden temeyyüz etmesi îtibârıyla da farklı
isim alır.[175] Aslında
kullanılan bütün bu farklı ıstılâhât, yüz yıllar boyunca farklı din, kültür ve
felsefelerde kullanılan farklı semboller, bir birinin eşanlamlısı kavramlar
yaşanılan tecrübenin ya da elde edilen mârifetin ifadesinin oldukça zor
olduğunun da bir göstergesidir. Zîrâ sûfî, tecrübesi esnasında varlığın sadece
değişmeyen sabit yönünü, zâhirini değil; bütün zıtlıkları, farklı nispet ve
veçheleri kuşatan kompleks ve paradoksal yönünü tecrübe etmektedir. Bu îtibârla
da bu farklı yönleri ifade etme de bir çok farklı ve eşanlamlı ıstılahât
kullanmakta, hangi kültüre ait olursa olsun uygun bulduğu kavramı kullanmaktan
çekinmemektedir.
Her ne kadar İbnü’l-Arabî bazen, İbn Sinâ’nın yaptığı gibi Aristo
felsefesinin terminolojisini kullanarak Allah’a “Vâcibü’l-Vücûd”[176] ismini
verse de,[177] vücûdun
özelliklerini anlatırken felsefî terminoloji yerine dînî kavramları tercih
eder. Bu sebeple de, vücûdun sıfatlarından bahsederken, vücûda ait ilâhî
isimleri sayar.[178] Dolayısıyla
İbnü’l-Arabî’nin filozoflarla paylaştığı, ortak olduğu şey, beşerî dili
kullanması ve nihâî sorunları ele almasıdır. Kullandığı dil üslubundan da
anlaşıldığı üzere onun amacı bütünüyle başkadır. Hakikate erme yöntemlerinin
uygulanmasına dayalı olarak gerçekliğin müşâhedesi ya da gerçek bir teoridir.[179] Bu sebeple,
sadece İbnü’l-Arabî özelinde değil, diğer bütün sûfîlerle zâhir uleması ya da
filozof arasındaki yegâne benzerlik beşerî dili ya da yaygın ıstılahâtı kullanma
noktasında olacaktır. Bu noktada tasavvufî tecrübeyi doğrudan yaşayan ile bu
tecrübesinden bahseden arasında bir ayırıma gidilmesi önemlidir. Zîrâ bizzat
tecrübe ile bu tecrübenin ifadesi arasında bir ayırıma gidilmediğinde,
ifadelerdeki ve ıstılahlardaki bazı benzerliklere binâen bazı araştırmacılar,
İslam tasavvufunun Hint, Yunan... vb. gibi hârîci kaynaklarından
bahsetmektedirler. Halbuki tasavvufî tecrübe, sûfînin ilâhî aşkı ve mârifeti
muvacehesinde derûni ve bâtınî bir tecrübe olup mahiyet îtîbarıyla harflerden
ve kelimelerden uzaktır. Bu tecrübe temelde Kur’an ve Sünnet’ten zuhûr eden
irfân, muhabbet ve kurbiyyet tecrübesidir[180] Bu tecrübenin ifadesi ise,
sûfînin kendi ruhunun derinliklerine doğru deruni yönelişinden çıkarak
dışarıya, karşısındakine yönelişinin sonucudur. Diğer bir deyişle yaşanılan
mânevî tecrübeden bahsedilmesi, ifade edilmeye çalışılması, “enfüs/â’mâk’tan
âfâk’a” yöneliştir. Bu sebeple tecrübenin ifadesi ancak şekil bakımından içinde
yaşanılan toplumun diliyle, mevcut kültürün ıstılahlarıyla mümkün olmaktadır.
Dolayısıyla sûfî, tecrübesinden bahsetmeye başladığı an, döneminin irfânı ve
kültürü muvacehesinde kökleri kâdim kültür ve felsefelere dayanan bazı
ıstılahlar kullanmaktadır.[181] Fakat bu
ıstılahlar yaşanılan tecrübeyi doğrudan ifadede eksik kaldıkları için
İbnü’l-Arabî, sürekli mevcut ıstılâhatın anlam çerçevelerini genişletir, onları
mânâ uğruna sürekli değiştirir, aynı hakikate farklı bir çok kavramla işârette
bulunmaya çalışır. Bu anlamda o, dilin ve kelimelerin sınırlılığından şikayet
etmez, bilakis onun ifadelerinde kelime ve harfler, ihtivâ ettiği mânâyla
bütünleşir, kelimeler mânâyı kendi şekillerine soktuğu için, yaşanılan
tecrübenin ve hâsıl olan mânânın zuhûr yeri olarak âdetâ tazammun ettiği şeye
dönüşür. Bu sebeple onun ifadelerinde “eşanlamlı” görünen ıstılahlar mutlak
mânâda aynı şeye işâret etmezler. Bilakis, aynı hakikatin sembolü olarak
görülseler de her bir “eşanlamlı” ıstılah aynı hakikatin belirli bir vechesine
işâret ederler ve ona nispetleri farklıdır.[182] Bazen belirli durum ve
halleri ifade etmede yeni isim ve ıstılahlar kullanmakla beraber, mevcut dînî,
tasavvufî ıstılahın anlam çerçevesini değiştirip genişletmek sûretiyle de
İbnü’l-Arabî, anlam çerçevesi sürekli gelişen yeni bir ıstılâhât ve yeni bir dil
oluşturur. Zîrâ farklı bir çok veçhesi ve nispeti bulunan hakikatler, lafzın
statik zâhiriyle kayıtlandırılamazlar.
2-İbnü’l-Arabî’nin
Oluşturduğu Istılâhât
A’yân-ı sâbite,
İbnü’l-Arabî’den çok önce muhtelif din ve felsefelerde ya da çeşitli kelâm
ekollerinde kullanılan bazı ıstılah ve ibârelerle muhtevâ îtibârıyla yakın
anlamlar taşısa da, Afîfî ve Suad Hakim’in de vurguladığı gibi ilk kez İbnü’l-
Arabî’nin kullandığı bir kavramdır.[183] Ekberî irfânın bu önemli
ıstılahı iki lafızdan oluşmaktadır: “Ayn” ve “sâbit”. Bunlardan birincisiyle
hakikat, zât ve mahiyet kastedilirken ikisincisiyle henüz hâricî, somut bir
varlık kazanmamış olan aklî, zihnî vücûd kastedilir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî, a’yân-ı
sâbite ile, kendisinde eşyanın hakikati ya da zihnî mahiyetlerin bulunduğu
mâkul âlemi kasteder. Duyumlanabilir hâricî varlığın mukabili olarak bu aklî
âlemden hârîcî varlık soyutlandığı için İbnü’l- Arabî bunlara “mâ’dûmât” ya da
“ademî şeyler” der ve bu sabit özlerin hârîcî vücûdun kokusunu bile almamış
olduklarını kaydeder.[184] O, bu
kavramla, maddî âlemdeki bütün görünür varlıkların, somut bir varlık haline
gelmeden önce Zât-ı İlâhî’deki kuvve/sübût halindeki bulunuşlarına işâret etmek
ister.[185] Bu îtibârla
İbnü’l-Arabî’nin bazen “mahiyet” diye de isimlendirdiği “âyân-ı sâbite”,
Hakk’ın sonsuz isimlerinden her birinin ilm-i ezelîdeki sûretlerinden
ibârettir. İlâhî isimlerin hariçteki sûretlerine ise mezâhir denir.[186] Hissî
âlemde zuhûr eden her bir mahlûkât bu sabit özleri ne ise ona göre vücûd
kazanır; her bir mahlukât sübûf unda ne ise vücûd’unda da o şekil
üzere zuhûr eder.[187] Her kim a’yân-ı
sâbite’sinde, yâni “ademî” halinde mü’min ise vücûdunda da bu sûret üzere
zuhûr eder.[188] Dolayısıyla
“vücûd”, a’yân-ı sâbite’ye giydirilmiş bir elbise gibidir. Âyân-ı
sâbite, Şeyhin yine berzah/hayâl anlayışıyla açıklanabilmektedir. Bu sabit
özler hakkında söyleyebilecegimiz en kapsamlı şey, bunların Hakk ile Şehâdet
âlemi arasında bir konuma sâhip oluşlarıdır. İlâhî Zat’da bilkuvve mevcût,
sabit sûretler olması bakımından Hakk’a dönük bir veçheleri vardır ve bu
yönleri îtibârıyla pasif, edilgen, kabul edici (kâbil) dirler. Diğer
taraftan maddî müşâhede âleminde görünen her bir mevcud, ancak bu mâkul
düzeydeki sabit özlerine göre zuhûr edebildiği için âyân-ı sâbite’nin mahlûkata
yönelik etkin, aktif, belirleyici bir veçhesi vardır.[189] Ayrıca âyân-ı sâbite, Hakk’ın
âlemdeki tecellîsini de belirler. Zîrâ Hakk’ın kendini kevnî âlemde ızhar
etmesi, rastgele bir biçimde değil, ilk tecellî ile zuhûr etmiş olan ezelî
gerçekliklere, yâni âyân-ı sâbitelere uygun olarak vuku’ bulur. Ayân-ı sabite
bu anlamda çift yönlüdür. Bir yandan sübûtlarını Hakk’a borçlu olmaları
hasebiyle temelde O’nun tarafından belirlenmişlerdir. Ama diğer taraftan
bunlar, Hakk’ın kevnî âlemdeki zuhûrunu da belirlemektedirler.[190]
İbnü’l-Arabî’nin bu kavramla anlatmak istediği şey Eflâtun’un “ideler”
nazariyesini hatırlatsa da, a’yân-ı sâbite nazariyesi ideler
nazariyesinden daha derin ve daha komplekstir. Çünkü İbnü’l-Arabî’nin
nazariyesinde Eflatuncu olmayan unsurlar da vardır ve bu nazariye bazı
Mu’tezilî ve İşrâkî unsurlar da taşımaktadır.[191] Her şeyden önce a’yân-ı
sâbite, Eflatun’un “ideler”i gibi küllî anlamlar ya da sûretler değil, cüz’î
sûretlerdir. Bunların her birinin mahsûs âlemde bir mukabili vardır. Diğer
taraftan âyan-ı sâbite, bir olan Hakk’ın Zât’ındaki taayyünleridir. Şu
anlamda ki, Hakk, kendi Zât’ını düşündüğünde bu “âyân”ın zâtlarını da düşünür.
Bu yönüyle de İbnü’l-Arabî’nin a’yân-ı sabite nazariyesi “ideler”
nazariyesine benzemez.[192] Eğer bir
mukayese yapmak gerekecekse Eflâtun’un “ideler” nazariyesi, İbnü’l-Arabî’nin
düşüncesinde a’yân-ı sâbite’ye değil, âlem-i misâl'e karşılık
görülebilir.[193] Aslında
İbnü’l-Arabi, bünyesinde farklı bir çok unsuru taşayıyan bu nazariyesi ile,
vahdet-i vücûd şeklinde formüle edilen düşüncesinin gerektirdiği yeni bir
yoruma varmıştır. Özellikle a’yân-ı sâbiteyi tanımlamak üzere kullandığı
“âdemî şayler” ya da “mâ’dumlar” terimleri Mu’tezile’nin “mâ’dûmât”[194] nazariyesini
hatırlatmaktadır. Fakat ne İbnü’l-Arabî ne de Mu’tezile “mâ’dûm” ile mutlak
yokluğu kastederler; aksine bu terimlerle, harîcî olarak varlık kazanmamış
sabit özleri kastederler. İbnü’l- Arabî, âyân-ı sâbiteyi bu şekilde vasıflandırmakla
onların hariçte, zaman ve mekan içerisinde bir varlıklarının olmadığını
vurgular, yoksa mutlak yokluğu kastetmez. Zaten kavram anlamı gereği her hangi
bir “sübût”u gerektirmektedir. Fakat bunların
sâbit
oluşları, tıpkı kavramların insan zihninde var olması gibidir.[195]
İbnü’l-Arabî’nin, ilk kez kendisinin kullandığı a’yân-ı sâbite
kavramıyla temellendirmeye çalıştığı nazariyesi, kendisinden önce dile
getirilmiş olan farklı nazariyelerden bazı unsurlar taşısa da o, bu
nazariyesini çok ileri noktalara taşımıştır.[196]
b-İlâhu’l-Mu’tekadât/İlahu’l-Mahlûk/İlâhu’l-Mec’ûl
İbnü’l-Arabî, belirli bir hâl, makam, âlem, mertebe veya bir hükümden
bahsedeceği zaman ona bir isim verir, bu tür durumları ifade etmede yeni
ıstılahlar kullanır. İsimlendirme ve kavramlaştırma îtibâriyle oldukça mahir
olan İbnü’l-Arabî, bu yönüyle âdetâ yeni bir dil, yeni bir ıstılahât oluşturur.[197] Kimi zaman,
kendi şahsî tecrübesini, belirli halleri, makamları, âlemleri ifade ederken
değil, belirli bir mevcut durumu, inancı eleştirmek için de yeni bir isim, yeni
bir ıstılah kullanır.[198] Meselâ; her
bir insanın kendi nefsinde aklıyla ya da belirli bir şeyi taklit etmek
sûretiyle oluşturduğu “ilah” tasavvurunun, Mutlak Münezzeh olan Hakk Teâlâ’nın
küllî tezâhürünü ifade etmekten uzak olduğunu ifade etmek üzere
“ilâhu’l-mu’tekadât- ilâhu’l-mec’ûl-ilâhu’l-mahlûk” gibi ıstılahlar kullanır.[199] Bu
kavramlarla İbnü’l- Arabî, insanın ilmi ve tâkâti ölçüsünce zihninde
oluşturduğu ve muhtelif îtîkatlara paralel olarak farklı ve çok olan “ilah”
tasavvurunu kasteder. Özellikle de bu kavramları, akıl ve nazar yoluyla Allah’ı
bilme girişimlerinin kuşatıcı olmaktan uzak, cüzî tasavvurlar meydana
getireceğini vurgulamak üzere kullanır. Çünkü Allah’a nazar yoluyla yönelen
kimse îtikat ettiği şeyi kendi nefsinde yaratır. Bu sebeple de ancak kendi
nazarıyla yarattığı (ilâhu’l-mahlûk) ilaha tapar.[200] Bu kimse taptığı şeyin bizzat
kendisinin yapıp ürettiği (ilâhu ’l-mec ’ûl), kendi nefsinde yarattığı
bir tasavvur olduğunun farkında değildir.[201] Mutlak münezzeh ve tek olan
Allah (cc.), kendisine ibadet eden kullar nispetinde çok olmayacağına göre
İbnü’l-Arabî, insanların zihinlerinde oluşturdukları bu cüzî tasavvurları
“ilâhu’l-mu’tekadât: îtikâların ilahı” şeklinde isimlendirmek sûretiyle Hakk’ın
küllî tecellîsinden ve tasavvurundan ayırmaktadır.[202] Bu îtibârla her insanın kendi
nefsinde oluşturduğu ulûhiyyet fikri ve tasavvuru, ezelî ve ebedî olan, her
hangi bir şekilde sınırlamayı kabul etmeyen Hakk Teâlâ’nın tam bir sunumundan
çok, O’nun bir sembolüdür. Hakk Teâlâ, hakikati itibarıyla ve nihâî olarak
bilinemez kalmaya devam eder.[203]
İbnü’l-Arabî bu anlamda, kendi tasavvur ettiği “ilah”a ibadet etme anlamında,
herkes bir puta tapar der. Bu noktada da Hakk’ın kıyamet gününde insanlara
bilmedikleri bir sûrette tecellî ettiği zaman ondan Allah’a sığınmaları, kendi
bildikleri sûrette tecellî ettiğinde de hemen O’na secde ettiklerini ifade eden
hadisi zikreder.[204] Fakat
İbnü’l-Arabî, Allah ile kulların tasavvurları arasını bu şekilde kesin
çizgilerle ayırıp insanı Hakk’tan uzak bir noktaya itmez. Bu anlayışını kendi
vücûd anlayışı doğrultusunda açıklayarak insanlığı Hakk’tan ayrılık ve uzaklık
çukurundan kurtarır. Şöyle ki; bu “ilâhu’l-mu’tekadât” bütün mahlukât gibi
yaratılmış bir şeydir ve dolayısıyla da Hakk’ın tecellîlerinden bir tecellîdir,
Hakk’ın, cüzî de olsa belirli bir tecellîsini temsil eder. Öyleyse her bir
sûret, ibadet edilen her mâ’bud, ibadet eden kimse bunu bilse de bilmese de
Hakk’ın sonsuz tecellî yerlerinden sadece bir tanesidir. O halde ağaca,
yıldıza, puta tapan bir kimse, bunun farkında olsun ya da olmasın, hakikatte
Allah’tan başka bir şeye tapmaz. İbnü’l-Arabî, “Rabbin sadece kendisine
ibadet etmenize hükmetti...” (İsrâ 17/23) ayetini de bu doğrultuda
yorumlar. Allah bir şeye hükmetti mi o şey mutlaka vâkî olur. Hiçbir kimse
Allah’ın hükmettiği şeyin dışına çıkamaz.[205] Bu sebeple bilsin ya da
bilmesin, farkında olsun ya da olmasın herkes hakikatte Allah’a ibadet eder.
Ârif, Hakk’ı herşeyde görendir. Hattâ ârif, Hakk’ı her şeyin “ayn”ı gören
kimsedir.[206] Bu sebeple
ontolojik açıdan, hakikat düzeyinde herkes hattâ her bir varlık sadece Allah’a
ibadet ederken, teklif ve şuur düzeyinde sadece bu hakikati bilenler ve nefs-i
natıkalarıyla Allah’a ibadeti onaylayan tevhid ehli Allah’a ibadet etmektedir.
Bu noktada îman ve küfür arasındaki yegâne ayırım noktası ilim olmaktadır. Hz.
Musa zamanında Samiri’ye uyarak buzağıya tapanların bu ibadetleri teşriî
açından küfr olduğu halde, Hakk’ın tecellîlerini, velev ki bir put ya da bir
buzağı sûretinde olsun her bir sûrette gören ve bunun farkında olan âriflerin
ibadeti ise îmanın ve tevhidin ta kendisi olmaktadır.[207] O halde, her ne kadar her
türlü îtikâdın ötesinde ise de, ibadet edilen her bir sûret Allah’ın
tecellîlerini yansıtan bir mahaldir.[208] Dolayısıyla Allah’ın bütün
mahlûkattaki tecellîlerini anlamaya dayanan her inanç doğrudur. Her inanç
sahibi kendi inancında haklıdır. Çünkü her bir insan, sadece kalbinde Rabbî
hakkında bulduğu, kendi nefsinde oluşturduğu sûrete îtikât etmektedir.[209] Bu sebeple
kişinin kendi nefsinde, kendi kalbinde oluşan bu îtikât, Hakk’ın başka
tecellîleri olan diğer îtikâtları reddetmeye, onları yermeye sebebiyet verir.
Bu noktada İbnü’l-Arabî, Hakkı sadece kendi nefsindeki sûrettten ibâret görmeyi
ve bu îtibârla da diğer îtikâtları zemmetmeyi cehalet olarak görür. Zîrâ bu
insan İbnü’l-Arabî’ye göre Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Suyun rengi kabının rengidir”
sözünün hakikatini anlamamıştır. Eğer bu sözün hakikatini anlamış olsaydı her
bir îtikadı doğrulardı.[210] Yâni nasıl
ki su, içine konulduğu kabın rengini alır, Hakk Teâlâ da bir yönden, tecellî
ettiği her bir itikadın sûretine bürünür. Bu sebeple Allah (cc.) “Ben
kulumun Ben’im hakkımdaki zannı üzereyim” buyurmuşlardır. Bu sebeple Allah
(cc.) kula ancak îtikat ettiği sûret üzere zuhûr eder. İşte bu şekilde “ilâhu’
l-mu’tekadât” kayıtlandırılmış, sınırlandırılmış bir tasavvurdur, kulun
kalbinin vüs’atinde olan “ilah”tır. Halbuki Mutlak İlah’ı hiçbir şey kuşatamaz.
Çünkü O, hem eşyanın hem de bizzat kendinin “ayn”ıdır. Bir şey hakkında kendi
nefsini kuşatır ya da kuşatamaz denilemez.[211] O halde bütün mevcûdâtın
“ayn”ı olan Allah (cc.)’ın her hangi bir şeyin vüsatinde olması düşünülemez. Bu
noktada İbnü’l-Arabî, kendisinde önce ifade edilen “Allah, kulun kalbine kulun
tâkâti ve isti’dâdı nispetinde tecellî eder” şeklindeki bir anlayışa da
muhalefet eder. Zîrâ ona göre kulun kalbi Allah’ın sonsuz tecellîlerine paralel
olarak sürekli değişir, renkten renge girer.[212] İnsan ancak, Allah (cc.) ona
kendi nefsinde oluşturduğu sûrette tecellî ederse O’nu tanır ve ikrar eder.
Kalbinde oluşturduğu bu tasavvurun dışında tecellî ettiğinde ise O’nu inkâr
eder.[213] İşte bu
anlamda her bir insan, Sonsuz Varlığın sadece tek bir ontolojik imkânını temsil
eder. Bu sebeple insanların farklı inançları Sonsuz Varlığın birer
sınırlamaları ve kayıtları anlamında doğrudur.[214] Fakat İbnü’l- Arabî, kâmil
olan âriften, Hakk’ı husûsî bir îtikât üzere kayıtlandırmamasını, kendi
nefsinde her bir îtikat üzere Hakk’ı tanımaya çalışmasını ister. Zîrâ Allah
(cc.), sâdece belirli bir kayıtla sınırlandırılmaktan yücedir.[215]
Hangi dinden ve kültürden olursa olsun her bir insanın, kendi nefsinde
oluşturduğu itikadı Hakk’ın sonsuz tecellîlerinin bir veçhesini ifade ederken
ârif, Hakk’ı, her bir sûrette, her türlü îtikatta görmeye çalışır. Bu açıdan
ibnü’l-Arabi, Allah’a ibadet noktasında sadece akıl yolunu tutanların açık bir
hatâ üzere olduklarını vurgular. Zîrâ akıl, kayıtlandırıp sınır koyduğu için
Hakk’ı farklı sûretlerde idrak edemez. Buna rağmen kalp, Hakk’ın tecellîlerine
paralel bir şekilde sürekli değişir, halden hale girer.[216] İbnü’l-Arabi, Hakk’ı tanıma
noktasındaki bu kapsamlı anlayışını da şu şiiri ile ifade eder:
Her sûreti kabul edici oldu gönlüm
Ceylanların otlak yeridir; rahipler için bir kilise,
Putlar için bir ev; tavaf edenin Kâbesi
Tevrat’ın levhaları; Kur’an’ın mushafı
Muhabbet dinini din ediniyorum nereye yönelirse yönelsin
Kervanı.
Muhabbet dînim ve îmanımdır...[217]
Lügatte telaffuz etmek, söz söylemek anlamlarına gelen “f. v. h
(fâhe)”[218] kökünden
türetilmiş bir kelime olup bilebildiğimiz kadarıyla tasavvufî ıstılahlar arasına
İbnü’l-Arabî ile birlikte girmiştir.[219] İbnü’l-Arabî’den sonra ise
daha çok onun bu ıstılaha getirmiş olduğu tanım tekrar edilmiştir.[220]
İbnü’l-Arabî’nin terminolojisinde bu ıstılah, “Hakk Teâlâ’nın, misâl âleminde,
bizzat karşı karşıya, yüz yüze gelmek (mukâfeha) sûretiyle hâsıl olan
hitabı”[221] için
kullanılmaktadır. Bu îtibârla İbnü’l-Arabî fehvâniyye’yi, hadiste
“Allah’ı sanki görüyormuş gibi ibadet etme” şeklinde târif edilen “ihsân”
mertebesiyle açıklar.[222] Mahlûkât
henüz vücûd kazanmadan önce Hakk’ın onlara “Kün: ol” hitabı da bizzat
karşı karşıya gelmek sûretiyle vukû’ bulan fehvânî bir hitabdır. Bu
sebeple İbnü’l-Arabî, a’yân-ı sâbite’ye vücûd veren ve onları ızhar
ettiren “kun: ol” emrine kelime-i fehvânî der.[223] Ayrıca
İbnü’l-Arabî, Allah (cc.)’ın meleklere insanın hilafetini beyân ederken de
hitabının doğrudan (fehvânî) olduğunu söyler.[224] Varlık, insan ve ulûhiyyet
anlayışı doğrultusunda misâl âleminde Hakk’ın müşâhede edilebileceğini söyleyen
İbnü’l- Arabî, ilk kez kendisinin kullandığı bu ıstılahla da, Hakk’ın yine
misâl âleminde karşı karşıya gelmek sûretiyle hitabının işitileceğini
vurgulamaktadır. Tezimizin giriş bölümünde İbnü’l-Arabî’nin üslûbundan
bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi, Hakk’ın doğrudan hitabına işâret
eden ifadelere, İbnü’l-Arabî’den önce, Bayezîd-i Bîstâmî[225] ve Nifferî’de[226] de
rastlamaktayız. Fakat burada vurgulanması gereken önemli bir nokta var ki;
İbnü’l-Arabî’ye göre Hakk Teâlâ her nasıl idrak edilirse edilsin muhakkak bir
perde arkasından idrak ediliyordur. Sonsuz olan, her hangi birşekilde
kayıtlandırılamayan mutlak Zât mertebesini doğrudan idrak edip ihâtâ etmek
mümkün değildir. Hakk, Zât’ı îtibârıyla her hangi bir şekilde değişikliğe
uğrayıp bir sûrete bürünmez. Değişme ve sûrete bürünme ancak Hakk’ın zuhûr ve
tecellî yerleri olan mümkün varlıklarda söz konusudur. Dolayısıyla sıfatları
îtibârıyla varlıkta sonsuz şekillerde Zâhir olsa da Hakk Teâlâ, Zât’ı
îtibârıyla mutlak olarak Bâtın ve Gâib’dir. Bu sebeple gözün, aklın ya da
hayâlin idrak ettiği sûretlerin hepsi birer perdedir ve Hakk Teâlâ ancak bu
perdeler arkasından görülür. Bu perdeler sonsuz ve sürekli olduğu için de Allah
(cc.) ancak perde arkasından görülür ve perde arkasından konuşur.[227] Bu açıdan
İbnü’l-Arabî’nin şu açıklamaları oldukça kayda değerdir: Hakk’ın göründüğü ya
da hitabının işitildiği sûret, O’na işâret eden bir delil olmakla beraber aynı
zamanda O’nun için bir perde olmaktadır. Tıpkı maddî, şekli bir sûrette zâhir
olan nefs-i natıka gibi. Öyle ki, bu nefs-i natıka başka bir nefs-i nâtıka ile
konuşmak istediği zaman kendi bedeninin maddî perdesi arkasından, bu maddî
sûretin diliyle konuşur. Yaratılmış olan nefs-i natıka için hâl böyle iken
nasıl olur da Halik olan Hakk Teâlâ, bir sûret ve perde arkasından değil de
doğrudan konuşur. Bu sebeple ilâhî hitabın, bir sûret ve perde arkasından, bu
sûret vasıtasıyla hakikat ve sırların âdetâ tercüme edilip aktarılması yoluyla
olması fehvâniyye’nin sünneti gereğidir.[228] Bu sebeple gerek
Bayezîd ve Nifferî, gerekse İbnü’l-Arabî’nin ifade ettiği şekliyle Allah’la
karşılaşma, yüz yüze gelme ya da doğrudan O’nun hitabını işitme her ne sûrettte
olursa olsun mutlaka bir perde arkasındandır. Bu perde, İbnü’l-Arabî’nin fehvâniyye
târifinden de anlaşılacağı üzere misâl/hayâl âlemi perdesidir. Zâten İbnü’l-
Arabî’ye göre müşâhede ve kelâm (hitab), ikisi bir arada ancak berzahî
tecellîde, yâni misâl âleminde gerçekleşir.[229] Her ne kadar misâl âlemi,
maddî müşâhede âleminin katı, kesîf perdesine göre daha latîf bir perde olsa da
Hakk’ın ezelî, ebedî ve her hangibir şekilde ihâtâ edilmeyen mutlak Zât’ı
açısından bir perdedir. Bütün tecellîlerin kendisinde gizli olduğu Zât
tecellîsi ise ne akılla bilinir ne de gözle görülür.[230]
3-
Kelime ve
Kavramlardaki Anlam Genişlemeleri: Mi’râcü’l-Kelime
Anlam değişmelerinin bir çeşidi olarak anlam genişlemeleri her dilin
kendi doğal işleyişi içerisinde zamanla ortaya çıkan doğal bir durumdur.
Kelimelerin olgularla ilişkisi sürekli değiştiği için her bir kelimenin ayrı
bir hikayesi vardır. Kısaca anlam genişlemesi, her hangi bir lafzın;
başlangıçta bir nesnenin, bir varlığın, bir eylemin bir bölümünü ya da bir
türünü anlatırken zamanla onların bütününü anlatır duruma gelmesi şeklinde
târif edilir.[231] Sözgelimi
Türkçe’deki “dalga” sözcüğü önceleri yalnız, sudaki belli devinimler için
kullanılırken, Fransızca “onde”, İnfilizce “wave”, Almanca “welle” (dalga)
terimlerinin etkisiyle fizikteki “dalga” kavramını da yansıtan bir fizik terimi
durumuna gelmiştir.[232] Fakat bizim
burada üzerinde durmaya çalışacağımız husus dilin kendi doğal işleyişi
içerisindeki zamanla kazandığı anlam genişlemeleri değil, bunun da ötesinde
sûfînin mânevî tekâmülüne paralel olarak eşyâya bakış açısının genişlemesinden
kaynaklanan kelime ve ıstılahların delâletlerindeki genişlemelerdir.
İbnü’l-Arabi kendisinden önce asırlar boyunca oluşan zengin ıstılâhatı
kullanmakla beraber kendine özgü teknik bir lügat kullanmaktadır. Geleneksel
olarak kullanılan bu ıstılahlara mevcut anlamlarının yanı sıra farklı anlam
seviyeleri ve nüanslar kazandırmakta ve âdetâ yeni, teknik bir dil
oluşturmaktadır. Bu sebeple okuyucunun yalnızca sözcüklerin anlamlarını değil,
bu sözcüklerle bağlantılı nüans ve tasvirleri de bilmek zorunluluğu vardır.[233] O, sadece
mîrâs aldığı zengin ıstılahâtâ yeni anlamlar kazandırmak sûretiyle değil,
bizzat müşâhedelerini zengin bir şekilde isimlendirmek, yeni ıstılahlar
oluşturmak sûretiyle yeni bir dil vücuda getirir.[234]
İbnü’l-Arabî külliyâtında karşılaştığımız ıstılahâtın anlam çerçevesinin
semantik açıdan sürekli genişlemesi sûfînin rûhânî tekâmülüne paralel bir seyr
izler. Tıpkı sûfînin sonsuz rûhânî tekâmülü gibi kelimeler de hep aynı, belirli
ve sınırlı bir mânâya işâret etmez, sürekli tekâmül ederler. Sûfînin rûhânî
tecrübesinden ve mânevî kuvvetinden dolayı bu kelimelerin delâleti, daha düşük
anlam seviyelerinden daha yüksek ve latîf anlamlara işâret edecek şekilde
yükselir.[235]
İbnü’l-Arabî’nin kapsamlı sözlüğünü hazırlayan Suâd Hakim ıstılâhâtın bu
şekildeki anlam genişlemelerine tasavvufî terminolojiye uygun düşecek şekilde “mi’racü’l-kelime”
der.[236] Zîrâ beşerî
bütün tecrübelerin bir kuralı olarak, sâlikin mânen urûcu, eşyaya bakışını ve
onu algılayışını bütünüyle değiştirdiği için zorunlu olarak dilden anlaşılan
mefhumun da urûcunu gerektirir.[237] Bu anlayış
çerçevesinde, gelenek boyunca yerleşmiş bir mânâsı olan bir çok ıstılah,
İbnü’l-Arabî tarafından tamamen metafizik bir mânâyla yüklenmekte ve bu şekilde
irfânî meseleleri ifade etmede kullanılmaktadır.[238] Bu, bütünüyle
İbnü’l-Arabî’nin varlık ve dil anlayışına dayanmaktadır. Şöyle ki İbnü’l-
Arabî’ye göre âlemdeki hiçbir zât, vücûdunda müstakil değildir. Bu îtibârla bir
zata delâlet ve ona isim olan müfred bir lafız, başka bir zât, sıfat, hâl ya da
mertebe için isme dönüşebilir. Mesela belirli bir zaman dilimini ifade eden
“leyl: gece” kelimesi “gayb ve sırlar” için bir isim olabilir. Yine belirli bir
anlamı olan “beyt: ev” kelimesi “sükûnete” delâlet eden bir isim olablir. Fakat
bu dönüşüm, sıradan bir remz ya da işâret kabilinden değil, müsemmâlar, içinde
barındırdığı bir hakikatten dolayı bu farklı isimleri alabildiği için
gerçekleşir. Dolayısıyla her bir müsemmâ, ismini sadece kendisine has kılmaz,
bilakis mezkûr ismin hakikatini ya da sıfatını taşıyan her şey o isim hususunda
ona ortak olur.[239] Sûfî, bu
lügavî mîrâcı, kimi zaman kelimenin delâlet ettiği hissî medlûlü mânevî medlûle
ya da bunun tam tersini yaparak, kimi zaman kelime ya da terkipleri literal
anlamlarıyla paradoks sergileyecek mânâlara taşıyarak, kimi zaman da
kelimelerin tek tek harflerinde bazı mânâlar arayarak gerçekleştirir. Bu
îtibârla da ibâre, işâret, rumûz, latîfe ve hakikat gibi farklı anlam
seviyeleri ortaya çıkar.[240] Zîrâ rûhânî
tekâmül mertebelerini birer birer geçen kâmil sûfî, insandan ya da bütünüyle
âlemden zuhûr eden haberleri, ifade ya da lafızları sadece konuşanın ağzından
çıktığı şekliyle, onun kastıyla sınırlı olarak almaz. Bu ifade ve haberleri
vücûddaki mertebeleri bakımından aynî olarak alır. Kendini de mütekellimin
kastıyla sınırlandırmaz; zîrâ mahlûkattan her konuşan kimse konuştuğu şeyin
gerçek bilgisine sâhip değildir.[241] İşte bu doğrultuda
İbnü’l-Arabî, kullanmış olduğu bazı kelime ve kavramların anlamını, klasik
olarak kullanılagelen mantıkî düzleminden, aslî işâretinden çıkarıp ontolojik,
metafizik seviyelere kaydırarak kendine has teknik bir dil oluşturur. Bu yeni
dilde, kelimeler mârife ve nekra, müfred ya da cemî oluşlarına göre de farklı
ıstılâhî anlamlar kazanmaktadır. Kelime genellikle mârife ve müfred iken
belirli hakikat ya da şahıs kastedilirken; kelime nekra ve cemî olarak
kullanıldığında ise, kastolunan sıfat ya da mertebeye ulaşan her şey için
kullanılır. Meselâ, mârife ve müfred olarak “el-kalem” kelimesi ile,
kıyamete kadar olacakları levh-i mahfuza tevdî eden ve tedvin âleminde ilk
yaratılan hakikat, “el- kalemü’l-a’lâ” kastedilir. “Kalem/aklâm”
şeklinde nekra ve cemî olarak kullanıldığında ise, bu ulvî hakikatin farklı
mertebelerini ve vücûddaki infial mertebesine (levh) karşılık fiil mertebesini
temsil eder ki bu anlamda sonsuz sayıda “kalem” vardır.[242] Yine
tezimizin II. Bölümünde dil-varlık ilişkisinden bahsederken de söylemeye
çalıştığımız gibi İbnü’l-Arabî külliyâtında “kelime” lafzı, tekil-belirsiz (kelimetün),
tekil-belirli (el-kelimetü) ya da çoğul (kelimât) kalıplarında
olma durumuna göre farklı anlamlar taşımaktadır.
Fütûhât’ın sûfînin
seyr-i sülûkuyla alâkalı olarak yapması gerekenleri ihtiva eden II. (Muâmelât)
bölümünde nazarî açıklamalardan çok tasavvufun uygulamalarına, sûfîlere mahsus
ıstılahlara yer verilmekte ve sûfînin mânevî yolculuğu esnasında katettiği
merhaleler açıklanmaktadır. Tevbe, mücâhede, halvet, uzlet, takva, zühd,
fütüvvet, uhuvvet, haset, şehvet, tevekkül, şükür, sabır, murakabe, ihlas...
gibi tasavvufî bir çok konu ve kavram bu bölümde farklı veçheleriyle izah
edilmektedir.[243] Bu tür
konulara Risale, Keşfü’l-Mahcub, el-Luma’, et-Taarruf... gibi diğer
klasik eserlerde de yer verilmiştir. Fakat bütün bu kavram ve konular Fütûhât’da
ayrı bir boyut kazanır. Semantik açıdan bu kavramların anlam çerçeveleri
sürekli genişler, tabir caizse ontolojik, metafizik bir boyut kazanır.
Kavramlar hususundaki bu tür esnek bir anlayış İbnü’l-Arabî’ye, fıkhî
kavramlarla bile bazı tasavvufî anlamları anlatma imkânı verir. İbnü’l-Arabî,
meselâ namazın sırlarından ve fıkhî bir ıstılah olarak setr-i avret’ten
bahsederken tasavvufî açıdan sırların örtülüp saklanması gereği hususuna geçer.
Nasıl ki namazda avret mahallinin örtülmesi gerekmektedir, aynı şekilde Hakk’ın
sırları da cahillerden gizlenmelidir. Çünkü cahil bir kimse bu sırları işitir
de bilmeden onları ittihad ve hulûl gibi sakıncalı düşüncelere götürür. Bunun
için sırların setri gerekmektedir.[244]
İbnü’l-Arabî’nin kendine has üslûbu içerisinde kullandığı bazı kelime ve
kavramlardaki anlam genişlemelerine şu örnekleri zikredebiliriz:
Tevekkül:
İbnü’l-Arabî, klasik olarak belirli bir anlam çerçevesi olan “tevekkül”
kavramının, bu ilk ve klasik anlamını kabul edip açıklamakla birlikte anlam
çerçevesini genişleterek, ister arzu etsin ister dirensin her insanın
“mütevekkil” olduğu bir vakıadır der. Zîrâ, her şeyde gerçek fail ancak
Allah’tır.[245] Bu açıdan
İbnü’l- Arabî, “hakikat cihetinden mevcûdât için ancak tevekkül vardır”[246] der.
Fenâ-Bekâ:
İbnü’l-Arabî, seyr-ü sülûk açısından önemli iki psikolojik kavram olan “fenâ”
ve “bekâ” kavramlarını ontolojik düzeyde, “her an yeniden yaratılış” (halkı
cedid) düşüncesini açıklamada kullanır. Bu anlamda “fena” kavramı
mevcûdâtın her an yok oluşunu “beka” kavramı da, Allah’ın sonsuz tecellîleri
sayesinde tekrar yaratılışı ifade eder.[247]
Gurbet:
Şeyhü’l-Ekber’in eserlerinde “gurbet” kelimesinin, sûfînin mânevî tekâmülüne
paralel olarak kazandığı anlamlar önemlidir. İbnü’l-Arabî’nin terminolojisinde
bu kelime, en düşük anlam saviyesi bakımından diğer sûfîlerin de kullandığı
şekliyle, “Kalbi sadece Allah (cc.) ile meşgul etmek arzusuyla, asıl maksûdu talep
ederek vatandan ayrılışı, mevcut halden ve mekandan uzaklaşmayı”[248] ifade
eder. İbnü’l-Arabî’nin terminolojisinde bu bilinen, meşhur anlamının ötesinde
kelime, ontolojik bir anlam kazanarak âriflerin “gurbet” anlayışlarını ifade
eder. Bu seviyede kelimeyle, mevcûdâtın “kün:ol” emr-i ilâhîsiyle “aslî
imkân mertebelerinden ayrılarak yaradanım müşâhede etmek için vücûd ile
muttasıf oluşlarına”[249] işâret
edilir. Mümkünâtın vatanı aslî, ilk yokluğudur ve bu yokluk onun aslî
vatanıdır. Mümkünât bu aslî yokluğundan sıyrılıp vücûd ile muttasıf olduğunda
aslî vatanından ayrılmış “gurbet”e çıkmış olur.[250] “Gurbet” kelimesi, daha üst
bir anlam mertebesinde ise âriflerden kemâl derecesine vâsıl olanların gurbet
anlayışlarını sunmaktadır ve bu seviyede kelime şeyhin vahdet-i vücûd
anlayışını ortaya koyar. Şöyle ki; kâmil âriflere göre aslî olarak gurbet
mevcut değildir. Çünkü onlar kendi aslî mekanlarında âyan-ı sâbitelerdir.
Aslî vatanlarından (imkân) hiç ayrılmazlar. Dolayısıyla tahkik ehline göre
âlemde hakîkî mânâda “gurbet” vâkî değildir. Tahkik ehline göre vâcib,
vâcibdir; mümkün, mümkün; muhal de muhal. Hiç biri aslî vatanlarından ayrılmaz,
meselâ mümkün vücudla muttasıf olsa da aslâ vacib olamaz. Bu sebeple eğer
kelimenin bu en üst düzey anlamı bakımından “gurbet” vakî olsaydı hakikatler
değişmiş, vacib mümkün, mümkün de vacib olmuş olurdu. Bu ise Şeyhü’l- Ekber’e
göre imkânsızdır.[251] İşte bu
şekilde İbnü’l-Arabî, tasavvuf! seyr ü sülûkta uygulama açısından belirli bir
anlam çervesine sâhip olan bir kavramı kendi sistemi açısından oldukça değişik
anlam seviyelerine taşımakta, ona ontolojik anlam seviyeleri kazandırmakta,
âdetâ kendi rûhânî tekâmülüne uygun olarak kelimenin anlam çerçevesini
yükseltmektedir.
Halvet: Sûfînin,
kendini bütünüyle Allah’a verip O’ndan gayrı her şeyden uzaklaşmasını ifade
eden[252] “halvet”
kavramı, İbnü’l-Arabî külliyâtında sadece sûfînin yalnızlığını ifade etmede
değil, aynı zamanda, hattâ hakiki mânâda Allah’ın, mahlukatı yaratmadan önceki
zaman ötesi tekliği için, kullanılır. İbnü’l-Arabî, âlemin zarfı ve mekanı
konumunda olan fakat cisimden bağımsız her hangi bir hâricî varlığı söz konusu
olmayan vehmî boşluk[253] anlamında
teknik bir terim olarak kullanılan “halâ” kavramıyla “halvet” kelimesinin aynı
kökten türemiş olmasına istinaden bu tarz bir halvet anlayışını açıklamaya
çalışır.[254] Zîrâ, bu
vehmî boşluktan ibâret olan “halâ”, Hakk’ın mahlûkatı yaratmadan önce ezelî
tekliği ve yalınzlığı üzere bulunduğu ilk zuhûr yeri olan amâ’da[255] bulunduğu için aynı
zamanda Hakk Teâlâ’nın tekliğini ve yalnızlığını ifade eder.[256] Bunun da
ötesinde İbnü’l-Arabî’ye göre halvetin farklı bir çok derecesi vardır. Âlemin
zarfı ve mekanı “halâ” olduğu için, bu vehmî boşluk âlemle doldurulduğu için
bütünüyle kâinât, aslı îtibârıyla halvettedir. Sonra âlem, Hakk’ın tecellîsi
sonucu O’nun nûru ile boyandığı için, ezelî ve ebedî olarak Rabbi ile
halvettedir. İşte bunun idrakine varan kâmil ârifler de sürekli, kendi
nefisleriyle baş başa değil, Rabb’lerî ile halvettedirler. Onların bu mutlak
halveti, kırk gün vb. gibi zamanlarla kayıtlı olmaz. Hattâ dünyada olduğu gibi
ahirette de halvetten söz edilebilir.[257] Dolayısıyla İbnü’l-Arabi’ye
göre geleneksel anlamıyla “halvet”, her ne kadar o, bu kavramın alışıldık,
geleneksel anlamını kabul edip, bu yönde bazı açıklamalarda bulunsa da[258], bir tür
perdelenmişliği ifade eder.[259]
Fütüvvet:
Fedakârlık, diğergamlık, cömertlik anlamına kullanılan “fütüvvet” de İbnü’l-Arabî’ye
göre, bütün mahlûkata varlık bahşeden Allah (cc.)’ın mutlak cömertliğini ifade
için kullanılır. Zîrâ, vücûd bakımından tek ve mutlak olan Hakk Teâlâ, sonsuz
cömertliği ve îsârıyla âlemi yokluktan varlığa çıkarmıştır.[260] Yine tasavvufî literatürde fütüvvetle
birlikte sıkça zikredilen ve kardeşlik, dayanışma gibi anlamlara gelen uhuvvet
kavramı, metafizik düzeyde, bütünüyle âlemin zuhûrunu sağlayan sonsuz ilâhî
isimler ile mümkün varlıkların âyânının vücûdu kabul isti’dâdları arasındaki
dayanışmayı, âlemin vücûd kazanmasında bir birini destekleyip âhenkli bir
bütünlük oluşturmalarını ifade etmede kullanılır. Hattâ bu kavram, bir birinden
farklı fakat Zât’a nispetleri bakımından aynı olan ilâhî isimler arasındaki
bütünlüğü ve kardeşliği ifade etmede kullanılır.[261]
Nikah:
İbnü’l-Arabî, aralarında her hangi bir lafzî îştirak olmasa da, taşıdıkları
ortak vasıflardan dolayı âlemdeki bir çok şeyi aynı isimle isimlendirilebilir.
Sözgelimi âlemde etkin olan her şey “baba”, üzerinde her hangi bir etkinin
gerçekleştiği her şey “anne”, bu ikisi arasındaki etkileşim “nikah” ve bu
etkileşim sonucu ortaya çıkan her netice de “oğul” diye isimlendirilebilir. Bu
anlamda İbnü’l-Arabî sık sık, “ulvî babalar”, “süflî anneler” ve “nikâh-ı
mânevî”[262]den söz
eder. Müessir bir güce sâhip olan bütün ruhlar baba, değişim ve dönüşümün
mahalli olması bakımından da tabiat anadır. Aralarındaki mânevî nikah üzere
ruhların tabiattaki, değişim ve dönüşüm kabul edebilen tabiî unsurlara
taveccühü sonucu da, madenler, bitkiler, hayvanlar, cinler ve nihâyet en
mükemmeli insanlar gibi müvelledât zuhûr eder.[263] Bu anlayışı doğrultusunda
İbnü’l-Arabî, ruhu ve hakikati ilk yaratılan şey olması îtibârıyla Hz. Muhammed
(sav.)’i “ebu’l-ervâh” şeklinde isimlendirirken Hz. Adem (as.)’e “ebu’l- ecsâm”
der.[264]
Kelime anlamı bakımından, “evlenme”, “evlenme akdi”, “zevce edinmek”,
gibi anlamları olan ve yağmur yağarken damlaların toprakla buluşup birleşmesini
ifade için de kullanılan[265] “nikah”
kelimesi İbnü’l-Arabî’nin lügatinde, anlam bakımından genişleyerek, âlemin
bütün zerrelerine sirâyet etmiş olan, meselâ akl-ı küllî ile nefs-i küllî ya da
kalem-i âlâ ile levh-i mahfûz arasındaki mânevî bir birleşme ve ilkâ anlamına
gelmektedir.[266] Dolayısıyla
kalemden levhe tevdî edilen, yazılan her bir eser, kadının rahmine atılan su
gibidir.[267] Yine levh-i
mahfuz’un da ayrıca annelik ve babalık yönü vardır; bilici yönü baba, fiil yönü
ise annedir. Zîrâ bilicilik etkin iken fiil etkilenendir. Bu anlamda öğretme de
bir tür nikahtır; öğreticinin kelâmı baba, öğrenenin işitmesi ise annedir.[268] İşte
böylece İbnü’l-Arabî âlemde etkinlik ve kuşatıcılık vasfı taşayan her şeye,
mânâ ve sıfat iştirakinden dolayı “baba”, edilgenlik ve kuşatılan olma vasfını
taşıyan her şeye de “anne” ismini verir. Gece-gündüz, yer- gök hep bu isimlerle
isimlendirilebilir.[269] [270] Bu açıdan
bakıldığında, İbnü’l-Arabî’nin “Semâdaki yıldızların tamamıyla ve tek tek
bütün harflerle nikahlandım”1603 ifadesi de onun bu bakış
açısını yansıtmaktadır. Çünkü nikahlanma ve birleşmenin tabiî olanı olduğu gibi
rûhânî ve ilâhî olanı da vardır. Nikah ve vat’ kelimesi tenâsül için
kullanıldığı gibi mücerret zevk için de kullanılır. Nitekim Hakk Teâlâ, kâinâtta
aslî olan muhabbete dayalı iştiyâkı ve iradesiyle mümkünatın âyanına teveccüh
etmiş, bu “birleşme”den kâinât zuhûr etmiş ve mümkünat vücud bulmuştur. İşte
İbnü’l- Arabî’nin terminolojisinde Hakk Teâlâ’nın ezelî ve aslî muhabbettiyle
mümkünâta teveccühü de “nikah” olarak isimlendirilir.[271]
Ahlak:
İbnü’l-Arabî, ahlakın kökeni, dinler, ölüm sonrası hayat... vb. gibi diğer
bütün görüşlerini, vahdet-i vücûd şeklinde formüle edilen genel
sistemiyle bütünleştirerek anlatmaktadır. Dolayısıyla felsefî tabirle söyleyecek
olursak, onun epistemoloji, etik ve eskatolojisini ontolojisinden ayırmak
mümkün değildir. O, bazen bu hususlarda kullandığı kavramları, onların semantik
tahlilini yapmak sûretiyle genel sistemi içine yerleştirir. Meselâ; hem
“karakter, mîzaç” ve hem de “ahlak” anlamına gelen “hulk” kelimesi ile,
“yaratma, yaratılmışlar” anlamına gelen “halk” kelimesi[272] arasında sadece
küçük bir telaffuz farkı vardır. Aynı kökten türeyen bu iki kelime birbiriyle
bağlantılıdır. Dolayısıyla ahlakın kökeni yaratılışta ve eşyanın gerçek
doğasında bulunur. Bu sebeple İbnü’l-Arabî’ye göre ahlakın ontolojik yönü çok
önemlidir.[273]
Yine, bir ahlakı kendisine mâl etmek ya da başka bir şeyin ahlakıyla
ahlâklanmak anlamına gelen “tahalluk” kelimesi de, hem “ahlak” kelimesiyle hem
de yaratılmışlar anlamına gelen “halk” kelimesiyle aynı köktendir. Bu iki
kelime arasındaki ilişkiye vurgu yapan İbnü’l-Arabî, “ahlak” kelimesini, etik
alanın dışına taşan bir anlam yüklemek sûretiyle ontolojik bir seviyeye taşır.
Bu hususta şöyle der: “En güzel isimler Allah’ındır” (7/180) bu yüzden “Âlem o
isimler yoluyla zâhir olur ve onların ahlakıyla ahlâklanır ” (Fütuhat II/438)
Diğer bir ifadeyle, zâhir olan vücûdun tümü Allah’ın sıfatları ve ahlakıyla
uyum içinde görünür.[274] Görüldüğü
gibi İbnü’l-Arabî, insânî-etik bir kavram olan “ahlak”ı, kelimenin semantik
tahlilinden yola çıkarak bütün varlıklara teşmil etmektedir. Bir farkla ki
insanlar ahlâkî özelliklerini görünür kılmada bilinçli bir rol oynarlarken
diğer yaratılmışlar böyle değildir.[275]
Ubûdiyyet: Kulluk
etmek, ibadet etmek, tapınmak gibi mânâlara gelen “ubûdiyyet”in kökü İtibârıyla
(a.b.d), yumuşaklık ve zillet, şiddet ve sertlik gibi bir birine zıt iki
anlamı vardır. Klasik tasavvufî eserlerde geleneksel olarak insanın Allah (cc.)
karşısındaki mutlak fakirlik, zillet, kölelik ve itaatini ifade eden bir kavram[276] olarak
karşımıza çıkan “ubûdiyyet” İbnü’l-Arabî’ye göre bu anlamların yanısıra farklı
mânâları muhtevidir. İbnü’l-Arabî öncelikle kulluğu sadece insana ya da cinlere
has kılmaz; ona göre melekler, insan, hayvan, cemâdât, bütünüyle âlem, kısacası
Allah (cc.) dışında her bir varlık “abd”dır, âlemin hepsi mükelleftir.[277] O, bu
konudaki görüşlerini açıklarken sürekli “Rabbiniz ancak O ’na kulluk
etmenize hükmetti (kazâ) ” (İsra 17/23) ayetine istinaden ubudiyyetin
farklı veçhelerine işâret etmektedir. İbnü’l- Arabî ayette geçen “kazâ”
kelimesini geleneksel olarak “emretti” şeklinde tercüme etmek yerine kelimenin
lügat anlamıyla paralel düşecek tarzda, hükme bağlamak, karar vermek anlamına
“hükmetti” şeklinde tercüme etmektedir. İşte ayetin bu şekildeki bir yorumu,
her âbidin ibadetindeki yegâne gâyenin Allah (cc.) olduğunu ve Allah’tan başka
hiçbir şeye kendi zatı için ibadet edilemez oluşunu açıklamaya imkân tanır.
Zîrâ Allah (cc.) bir şeye hükmetti mi kulun bunun hilafına davranması mümkün
değildir. Müşriğin hatâsıysa, Allah’ın onun için teşrî etmemiş olduğu hususî
bir ibadet şekline bağlanmamasından ibârettir.[278] İbnü’l-Arabî, bu noktada
müşriklerin ibadetlerini kendi ağızlarından beyan eden ayet-i kerimeyi
zikreder: “Onlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”
(Zümer 39/3).
Şeyhü’l-Ekber’e göre ilâhî “kazâ” tanımı gereği mutlak olarak
geçerlidir ve her mahluk istesin ya da istemesin, bilsin ya da bilmesin ancak
Allah’a ibadet etmektedir. Daha açık söylecek olursak her bir varlık, Allah’ın,
hepsi aynı Müsemmâ’ya delâlet eden sayısız isimlerinden bir isme ibadet
etmektedir. Zîrâ İbnü’l-Arabi’ye göre her bir ilâhî isme has olan bir ubûdiyyet
vardır ve mahlûkat hususî bir şekilde ona ibadet eder. Bu îtibârla da “abdulkerim”,
“abdulkahir”den başkadır...vs. Abdullah ise, Allah ism-i celâlinin
kuşatıcılığına binâen ubudiyyette ism-i cami ’dir.[279] İbadetin şekli ve nesnesi ne
olursa olsun bu aslâ değişmez, istisnasız bütün mahlûkâtın yegâne ma’bûdu
Allah’tır.[280] Ma’bûd’un
mutlak tek olduğu görüşünü İbnü’l-Arabi ayrıca “...Debelenen hiçbir varlık
yoktur ki Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru bir yol
üzerindedir.” (Hûd 11/56) ayetine istinaden açıklamaya çalışır. Ayette
ifade edildiği şekliyle Allah (cc.), her bir varlığın perçeminden tutmuşsa ve
Allah (cc.) da dosdoğru bir yol (sırât-ı müstakîm) üzerinde ise
mahlûkâtın bu yoldan ayrılıp uzaklaşması mümkün değildir. Dolayısıyla her bir
mahlûkatın ameldeki gayretleri Rabb’in sırât-ı müstakîmi üzerinedir. Bu
yolda da kendiliklerinden değil Allah’ın “şiddetli tutuşu”ndan kaynaklanan cebr
ve sırat-ı müstakîmde olan Allah (c.)’a tâbî olma hükmü üzere yürürler.[281] Bu îtibârla
da İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle her bir kul, aslında “ihtiyârında mecbûrdur.
”[282] Kulun hakikati ve
aslî mertebesi kölelik olduğu için ancak Allah serbest bıraktığında özgür
olabilir. Mutlak özgürlük sadece Mutlak Efendi’nin vasfıdır. O, kulunu ancak
denemek maksadıyla serbest bırakır; hakikatte ise bu, ihtiyarında mecburiyet
anlamına gelir.[283] Zîrâ bu
halde iken kul kâinâtın bütününe sirayet etmiş olan mutlak ve aslî cebrden
değil husûsî cebrden ayrılmış olur.[284]
İbnü’l-Arabî kulluk noktasında insanları iki gruba ayırır: İnsanlardan
bâzısı üzerinde yürüdüğü yolu ve yolun nihâyetini, nereye götürdüğünü bilen
kimselerdir ve yürüdüğü bu yol onun sırat-ı müstakîmidir. Diğer bir grub insan
ise yürüdüğü yolun cahilidir; nihâyetini, nereye götürdüğünü bilmediği bir yol
üzere gitmektedir. Halbuki yürüdüğü yol, birinci grub insanların yürüdüğü ve
bildiği yolun aynısıdır.[285] İbnü’l-
Arabi aynı âyetten bahisle Fütûhat’ına şu ifadeyi kaydeder: “Mâ
fi’l-âlem illâ müstakîm: Âlemde dosdoğru olmayan hiçbir şey yoktur. ”[286] Allah’ın hikmetinin
bir gereği olan istikâmet bütün kâinâtta sâridir.[287] Bir diğer ifadesinde
İbnü’l-Arabî, âlemde ancak mü’minin bulunduğunu küfrün ise arazî olduğunu
söyler; zîrâ küfür şeriatin gelmesine bağlıdır. Eğer şeriat gelmemiş oysaydı
şekâveti gerektiren bu arazî küfür de mevcut olmazdı. İşte bu sebeple Allah (cc.),
“Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (İsrâ
17/15) buyurmuştur.[288] Dolayısıyla
küfür aslî olarak tekvînî düzeyde değil, arazî olarak teşrî‘î düzeyde
mevcuttur. Şer’î hükümleri inkâr ve onlara muhalefet dolayısıyla küfre müstehak
olan kâfirin dahi bütün âzâları Allah’ı tesbih eder, fakat o bunun farkına
varamaz. Aksi takdirde kıyamet gününde bu azalar kafirin aleyhine şahitlik
edemezlerdi. Öyleyse âlemde küfür aslî değil arazîdir.[289] Fakat o, kulluk hakkında
bütün bunları söylerken mükellefiyeti bütünüyle ortadan kaldırıyor değildir.
İbnü’l-Arabî’nin tekvînî ve teklîfî emr[290]
ayırımı onun bu tarz bir itiraza muhâtap olmasına mânîdir. Zîrâ her bir
mahlûkât tekvînî emr ’e muhâtap olduğu için farkında olsa da olmasa da
doğru yol üzeredir ve bu noktada bir itaatsizliği düşünmek söz konusu değildir.
Halbuki teklîfî emr itaate olduğu gibi itaatsizliğe de açıktır, bu
yönüyle de sorumluluğu gerektirir. Vücûdda emr-i meş’iyyetin, yâni emr-i
tekvînî’nin hilafına bir şey vâkî olamaz ve onun hükmünün dışına hiçbir
mahlûkat çıkamaz. Bu sebeple her hangi bir ma’siyete binâen söz konusu olan
ilâhî emre muhalefet ve itaatsizlik, vasıta ile vukû’ bulan emri
teklîfi’yedir, vasıtasız bir şekilde doğrudan tevcih edilen emr-i
tekvînî’ye muhalefet ise aslâ söz konusu olamaz.[291] Çünkü emr-i tekvinî
bütün vasıtaların ortadan kaldırılmasıyla Hakk’ın doğrudan (kün: ol)
hitabıdır, bu emre de hiçbir mahlukat muhalefet edemez. Hakk’ın bir vasıtayla,
nebi ve resulerinin diliyle hitabı ise Hakk’ın doğrudan emri ve hitabı değil,
mübelliğlerin lisanında varid olan emir siygalarıdır. Bu îtibârla da vasıta ile
varid olan bu emir siygalarına, yâni emr-i teklîfi’ye itaat ya da isyan
söz konusu olabilmektedir.[292] Öyleyse
kul, mahiyeti îtibârıyla, kendisinden hiç ayrılmayan mümkün vasfı îtibârıyla
zâtî, aslî kul/köleliğinden aslâ ayrılmazken, tasarruflarıyla teşriî düzeydeki
kulluktan ayrılabilir. Mümknât bu aslî varlığından aslâ çıkamadığı için ve
hakîkî mânâda tasarruf da Allah’a ait olduğu için, teşrî düzeyde emirlere itaat
etmek sûretiyle muvafakat ya da emirleri yerine getirmemek sûretiyle muhalefet
ve isyan söz konusu olsa da, zâhiren ve bâtınen bütün fiillerde cereyan eden
iktidârı ilâhî karşında mutlak “kulluk”tan başka bir isim kalmaz.[293] İşte bu
noktada İbnü’l-Arabî ibadeti iki kısma ayırmaktadır: Zâtî ibadet, emrî ibadet.
Fıtrî, umûmî ve aslî ibadet şeklinde de isimlendirdiği zâtî ibadet, bütünüyle
kâinâtta sârî olan ve her hangi bir mükellefiyet söz konusu olmaksızın zorunlu
ve fıtrî olan, kulun her hangi bir iradesinin söz konusu olmadığı ibadettir.
Vad’î, hususî ve ferî ibadet şeklinde isimlendirdiği emrî ibadet, ise emr-i
teklîfî ile nebiler ve resuller aracılığıyla vad’olunan emirlerin yerine
getirilmesinden ibâret olan ve mükellefiyet gerektiren ibadettir. Bu îtibârla
kâinâttataki her bir varlık; güneş, ay, yıldızlar ve dağlar Allah’a secde
etmekteler ve sürekli O’nu tesbih etmekteler. İşte onların bu ibadetleri kendi
varlıklarının bir gereği olarak, her hangi bir tekellüf söz konusu olmaksızın
zâtî ve fıtrî bir ibadettir.[294] Dolayısıyla
aslî ibadet mümkünâtın zâtının gereği olan aslî ibadetken ferî ibadet kulun
efendisine karşı yapması gerekenlerin nebî ve resullerin diliyle haber
verilmesini gerektiren vadî ibadettir.[295]
Görüldüğü gibi İbnü’l-Arabî, insanın Allah’a karşı mutlak fakirlik ve
itaatini ifade eden “ubudiyyet” kavramının anlam çerçevesini, zâtî ve emrî diye
ikiye ayırmak sûretiyle semantik açıdan genişletmiştir. Bu îtibârla da daha çok
dînî ve ahlâki bir veçhesi olan bu kavrama ontolojik bir boyut kazandırmıştır.
Bu anlayışa göre ontolojik olarak hiçbir varlığın zâtî kulluk ve köleliğinin
dışına çıkması ve isyan etmesi mümkün değlidir. İnsanın kendi hakikati söz
konusu olduğunda da durum aynıdır; o, gerçek mânâda vücûdu olmayan, yok
hükmünde, ölü, zayıf, aciz bir kul/köledir. Hakk’ın sonsuz isimleriyle
sıfatlanıp vücûd sahnesine çıksa da insan bu aslî hakikatinden, aslî
köleliğinden aslâ kurtulamaz.[296] Kâinât için
“kulluk”, hiçbir zaman yok olmayan aslî bir sıfattır.[297] Zîrâ hiç bir varlığın,
Hakk’ın “kün: ol” emr-i ilâhîsine muhalefeti düşünülemez; her bir varlık
bu emr-i tekvînîye zâtî olarak icâbet ederek hem varlık kazanmış hemde aslî
ibadetini yerine getirmiştir. İşte bu îtibârla ontolojik düzeyde her bir varlık
aslî olarak Allah’a kuldur ve bu aslî mertebesinden hiçbir zaman çıkamaz, her
zaman sırat-ı müstakîm üzeredir. İsyan ve muhalefet ise ancak emr-i teklîfî
düzeyinde olmaktadır. Teşriî düzeydeki emirlere itâatkâr ya da muhalif olsun
hiç kimse aslî köleliğinden kurtulamaz. Muhalefet eden kimse sadece Mutlak Efendisi
için yapması gereken kulluğunun gereklerinden uzaklaşmış olur, yoksa aslî olan
kulluk/kölelik vasfı ondan aslâ uzaklaşmaz.[298]
İbnü’l-Arabî “ibadet” kavramını bu şekilde ontolojik düzeye taşımakla
kalmaz, muhâliflerinin tepkisini çekecek tarzda bu kavramı Hakk Teâlâ için de
kullanır.[299] Geleneksel
olarak “ibadet”in bu alışılmadık kullanımı vahdet-i vücûd açısından
garipsenecek bir durum değildir. Zîrâ “ibadet”in bu tarz kullanımı, ilâhî bir
ismin bir diğerine “ibadet” etmesinde ifadesini bulur. Bâtın isimi zâhir ismine
“ibadet” eder; bâtın zâhire uymalıdır ki onu izhar etsin. Diğer taraftan
mahlukât, kendisini var kılacak olan bir Mûcid’e ve kendisini bu vücud üzere
koruyacak olan bir Kayyûm’a mutlak muhtaç olması anlamında Hakk’a ibadet eder.
Hakk ise mümkünâta âyan-ı sâbitelerine göre varlık bahşetmekle “ibadet” eder.[300] Bu sebeple
Hakk’ın “ibadet”i mahlûkatın ibadetine hiçbir yönden benzemez; tıpkı Allah’ın
“salât”ıyla (Ahzâb 33/56) kulun “salât’ının hiçbir yönden bir birine
benzememesi gibi. Öyleyse Rabb aslâ, teknik ve ıstılâhî bir kavram olarak insan
için kullandığımız anlamda abd olmaz. Diğer taraftan kul da aslî yokluk ve
kölelik vasfından sıyrılıp vücûd bulsa da aslâ Rabb olamaz. Çünkü Hakk Teâlâ
bizâtihî Rabbdir, kul da bizâtihî kul. Kul, her hangi bir sıfatla, Hakk’ın
kendisini vasfettiği anlamda sıfatlanamaz, Hakk Teâlâ da kulluğun hakikatinden
olan bir vasıfla vasıflanmaz.[301] Dolayısıyla
ekberî külliyâtta “ubûdiyyet” kavramı, diğer bazı kavramlar gibi, Allah (cc.)
için kullanıldığında farklı, insan için kullanıldığında farklı, cüz’i de olsa
bir iradeye sahib olsun ya da olmasın bütün mevcûdât için kullanıydığında
farklı anlama gelebilecek şekilde geniş bir semantik çerçeveye sâhiptir.
Kavramın bütün bu muhtelif kullanım şekilleri arasındaki esaslı farkların
gözden kaçırılması Şeyhü’l-Ekber’in engin irfanı hakkında yanlış kanaatlere
ulaşmaya sebebiyet verebilir.
III-
Tasavvufî Söylemin
Mahiyeti
Mutasavvıfların ve tasavvuf araştırmacılarının ittifak ettikleri üzere,
kısaca keşf ve ilham ilimleri olarak tanımlayabileceğimiz mârifetin, aklî ve
mantıki düzlemde doğrudan ifade ve kavramlara aktarılması mümkün değildir.[302] Bu, sadece
İslam tasavvufu için geçerli bir husus olmayıp bütün mistik eğilimlerin ortak
bir karakteridir. Nitekim meşhur Alman mistik Meister Eckhart[303] (1260-1327)
da içsel aydınlanma ile elde edilen irfanın aklen açıklama yoluna gidilmesinin
bir fayda vermeyeceğini vurgular.[304] Spesifik şekliyle tasavvufî
tecrübe, bir takım dînî ya da teolojik bilgiyi sıradan bir şekilde elde etme
girişiminden ziyade varlığın ilâhî kaynağıyla karşılaşma ve O’na doğru
yükselmedir. Bu sebeple bu tarz bir tecrübenin ifadesi ya da tasavvufî söylemin
oldukça paradoksal, sembolik ve şiirsel olması şaşılacak bir şey değildir. Bir
sûfî, kimi zaman sade ve sarih bir metafizik kavram kullansa da bu terim sadece
mantıkî düzlemde açık ve sarihtir. Halbuki o, bu terimi sıradan anlamının
ötesinde bir anlamda kullanmaktadır.[305] Bu sebeple tasavvufî eserler
de sarih ifadelere rastlansa da bunların bir takım derûnî anlamlar ihtiva edebileceği
ve sembolik bir örgüsünün bulunabileceği gerçeği yadsınmamalıdır. Hattâ,
realitenin tasviri olarak değil de bir bilinç halinin ifadesi olarak bazen
mistik dilin oldukça iyi anlaşılabilir olduğu ileri sürülebilir. Gerçekte,
mistik ifadelerin bazısı apaçık hissî ifadeler olsa da ve hattâ sûfî kendi
durumunu tasvir ediyor olsa da, bu ifadeler hâlâ sûfînin bilinç halinin ya da
bulunduğu durumun dolaylı ifadeleri olabilir. Zîrâ günlük tecrübelerimizde de
bu böyledir: “İçimde bunaltıcı, kaygı verici bir his var” demek yerine “bazı
şeylerin aşırı ters gittiğini hissediyorum” deriz. Ya da “kendimi huzursuz ve
güvensiz hissediyorum” demek yerine “sağlam basacak bir yer yok; her kes, her
şey aleyhime çalışıyor” deriz.[306]
Yaşanılan tecrübenin ya da bu tecrübenin ürünü olan mârifetin doğrudan
ifade edilemez oluşu öncelikle tasavvufî tecrübenin mahiyeti ile alâkalıdır.
Zîrâ tasavvufî tecrübe ferdî, vicdâni ve içsel bir tecrübedir. Bu îtibârla da
tasavvufî tecrübenin mantıkî düzlemde efrâdını câmî’ ağyarını mâni bir târifi
yapılamaz.[307] Yaşadığı
tecrübe hakkında sûfînin söyledikleri kendi ferdî ve içsel tecrübesiyle alâkalı
olduğu için, her bir sûfînin tasavvuf tanımı kendi şahsî tecrübesine göredir[308] ve diğer
tanımlarla tam bir benzerlik ve uyum arz etmez. Bu sebeple de bir çok farklı
tasavvuf tanımı getirilmiştir.[309] Diğer
taraftan tasavvufî tecrübe tasavvufî yolda rûhânî yükselme şeklinde devam bir
süreç olduğu için başlangıcı, ortası ve sonu farklıdır. Her bir mertebede
farklı tecrübeler yaşanır. Bu sebeple aynı zaman, mekan ve kültürü
paylaşmalarına rağmen bazı sûfîler makam ve halleri farklı olduğu için farklı
târifler ortaya koyarlarken farklı zaman, mekan ve kültüre sâhip sûfîler de
aynı rûhânî yükseliş mertebesinde iseler ve aynı halleri yaşıyorlarsa benzer
târifler yapabilmektedirler.[310] Bu sebeple
tasavvufî tecrübe hakkında söylenenler kimi zaman benzer olmakla birlikte çoğu
zaman farklı hattâ bazen de paradoksal olmaktadır. Tasavvufî tecrübenin bir
diğer özelliği derin, kompleks ve varoluşsal oluşudur. Bu özelliğinden dolayı
da tasavvufî tecrübe bütün yönleriyle kuşatılmaktan uzaktır. Dolayısıyla bu
tecrübenin her bir yönüne, her bir rengine işâret edecek kapsamlı bir târif
yapılamamakta,[311] bu
tecrübenin mahiyetini olduğu gibi yansıtacak bir söylem geliştirilmesi mümkün
görülememektedir. İşte bu şekilde tasavvufî tecrübenin tanımlanamaz oluşu âdetâ
bu tecrübenin temel karakteristiği haline gelmiştir.[312] Öyle ki yaşanılan tecrübeyi
ifadeden acziyet bu tecrübenin doğruluğunun ve derinliğinin delili olmaktadır.
Hattâ kimi sûfîler, sırları ifadeye ve izaha kalkışanları müşâhede ehli değil
istidlal ehli olarak tavsif etmektedirler.[313] Fakat bu ifade edilemezlik
mutlak değildir. Aksi takdirde tarih boyunca sûfîlerin söyledikleri sözler ve
sûfîlerce oluşturulan muazzam tasavvufî külliyâtın bir anlamı olmazdı.
Tasavvufî tecrübenin bütün bu sayılan özellikleri onun doğrudan ve mantıkî
düzlemde ifade imkânını ortadan kaldırmaktadır yoksa sûfîlerin genelinin
yaptığı gibi sembolik ifadelerle bu tecrübe hakkında bazı îmâ ve işâretlerde
bulunmak mutlak anlamda imkânsız değildir.
Sûfîler, yaşadıkları mânevî tecrübenin, ulaştıkları hakikatlerin
sırlarını kelimelere dökmenin oldukça zor olduğunu, sözel olarak ifade
ettiklerinin; hissettiklerini, bizzat yaşadıklarını anlatmada yetersiz kaldığını
çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir.[314] Bu durumda mârifeti ifade
etmede kimi sûfîler, oldukça kapalı, derin felsefî üsluplar kullanırken kimisi
de şiiri, remiz ve kinâyeleri, sembolik hikaye ve tasavvurları kullanmışlardır.
Sözgelimi Mevlânâ, dili, geleneksel benliği aşıp evrenselliğe ulaşmadaki
perdelerden, rûhî engellerden biri kabul etmekle birlikte[315] iletişim ve ifade için farklı
sembolleri kullanabilmektedir.[316] Bir şair
olmayı hiçbir zaman düşünmemekle birlikte, lirik şiir kanalıyla dil, onun ifade
vasıtası olmaktadır. Kelimeler onun düşüncelerini ifade etmede yetersiz kaldığı
için o, mecâzlara ve hayâlî üsluplara (language of ideation) başvurarak
kendi derûnî tecrübesini geniş halk kitlelerine aktarabilmektedir.[317]
Tasavvufî tecrübenin ifadelere dökülmesinde belki de en ayırıcı husus
otomatik yazma (automatic writing)dır. Sûfî kendisinde ânîden yazmaya
karşı konulamaz bir istek duyar. Hattâ kimi zaman literal anlamda kompozisyona
bütünüyle yeteneksiz olduğunu hissetmesine ve henüz yazacağı konuyu bilmemesine
rağmen bu eğilimi derinden hisseder. Bu eğilimi doğrultusunda olağan üstü bir
hızla, inceden inceye seçilmiş, münasip ifade ve argümanlarla önceden düşünüp
tasarlamaksızın hızla yazmaya başlar. Bu esnâda sûfînin bilinçaltı karışık ve
düzensiz olmayıp sıradışı bir şekilde duyarlı, kabiliyetli ve dikkatlidir.[318] Burada sûfî
yazdıklarının kendi eseri olmadığını, aksine yazdıklarının her kelimesinin
ilâhî ilkâ sonucu olduğunu, kendisinin bu konuda sadece bir araç olduğunu sıkça
vurgular. İbnü’l-Arabî’nin en önemli eserleri Fütûhât ve Fusûs’un
yazılması noktasında bu hususa sıkça vurgu yapmaktadır. Tezimizin birinci
bölümünde mârifetle ilgili kavramlardan “fetih”den bahsederken de söylediğimiz
gibi İbnü’l-Arabî bu durumu fütûhu’l-ibâre kavramıyla açıklar. Sûfînin
rûhânî tekâmül süreci sonucu bütün idrak yetilerinin yanısıra ifade gücünün
tekâmül ve yükselişini ifade eden bu kavram, özel bir mânevî tecrübeyi ifade
etmektedir. Bu tarz bir tecrübeyi yaşayan sûfî, bizzat kendi içinde bir söz
tasarlamak ve tasarladığı sözü fikri ile tertib ederek konuşmaz. Bilakis
mânânın kalbine doğmasıyla konuşması aynı andadır. Zihnen tasarlayarak söz
sözlemez, irticâlen konuşur.[319] İşte böyle
bir mânevî açılım sonucu sûfî, kalbinde bulduğu mânâları hem sözleriyle hem de
kalemiyle muhatabına ifade eder. Fakat muhatabın da “sem’: işitme” yetisinin
açık olması gerekmektedir.[320] İfade gücü
mânen açılan sûfî, ifadelerini bir düzene koymaya çalışmaz, sözü muhatabına hoş
gelsin diye özellikle îtînâ ile sözü güzelleştirmeye çalışmaz. Çünkü fetih,
ansızın gelir ve bu halde iken sûfî normal, sıradan bilinç düzeyinde değildir,
konuşması ve yazması irticâlendir.[321] Sözünü zihninde
tasarlayan, etkili olması için sözünü îtînâ ile güzelli ştirmey e çalışan
kimseyle, kendiliğinden irticalen konuşan sûfîyi, yeteneği olmadığı halde zorla
şiir yazmaya çalışan biriyle, Allah vergisi olarak edebî ve estetik
kabiliyetlerle donatılmış mahir bir şaire benzetebiliriz. Birisi sözlerinin
etkili ve güzel olması için zorla kelimeleri bir birine uydurmaya çalışarak bir
insicâm sağlamaya çalışacak ve bunda çoğu zaman başarılı olamayacak; diğeri ise
sözü güzelleştirme gibi bir kaygısı olmadığı halde, zihninde inceden inceye
tasarlamadan irticalen söylediği halde sözleri ağzından intizam, insicâm ve
muvazeneli olarak dökülecektir. Bu intizam ve ahenk kâinâta sirayet etmiş olan
ezelî ahengin tasavvufî tecrübe esnasında dildeki yansımalarıdır. Yoksa hiçbir
sûfî sözünü özellikle süslemeyi amaç edinmez. Sûfiyâne söylemde asıl amaç,
güzel ve hoş söz söyleme değil insana menşei va hakikatiyle temas kurup vuslata
ermede çağrışım yapıp yardımcı olmaktır.[322] Bu îtibârla tasavvufî
söylemde, içten gelen bir zorunluluğun yanısıra gerçeği arayanlara rehberlik
etmek üzere ifadelere yönelme temel unsurdur.
Tezimizin ikinci bölümünde de üzerinde durmaya çalıştığımız gibi İbnü’l-
Arabî’ye göre dilin; yatay, maddî, dolayısıyla da sınırlı yönünün yanı sıra bir
de dikey, ezelî boyutu vardır. İbnü’l-Arabî dilin bu iki boyutunu kendi genel
sistemi içerisinde birleştirmeye çalışır. Bu farklı iki boyutun
bütünleştirilmesinde, maddî, sınırlı ve ezelî, sonsuz yönü bulunan insan önemli
bir aracı rolü oynamaktadır. Bu noktada, dilin bu iki boyutunu birleştiren bir
vasıta olarak insanın, çok önemli bir konumu vardır. Tek Allah’a inanan bir
mü’min olarak insan, hassas bir pozisyonda bulunmaktadır. Çünkü ona,
metafiziğin oldukça subjektif meselelerini tasvir etmede yetersiz görülen maddî
ve sosyal dünyaya ait ifade ve kelimeleri kullanarak Allah (cc.) hakkında
konuşma öğretilmiştir. Şayet Allah, bütün kavram ve bedenleşmenin ötesinde
mânevî alana ait ise, bir kimse O’nun hakkında nasıl konuşabilir ve O’nu nasıl
tasvir edebilir? Kelâm, bu antropomorfik dil hususuna karşı savaş açmıştır.
Elbette ki Kur’an insanlara, Allah hakkında konuşmalarına ve ibadetlerde O’na
yakarmalarına imkân tanıyan kelimeler vermiş, Allah’ın “Acıyan” ve “Bağışlayan”
gibi isimlerinden bahsetmiştir. Fakat bunun ötesine gitmek ve Allah (cc.) ile
O’nun hitap ettiği yaratıkları arasında bütünüyle bir bağ kurmayı sağlayan bir
dil kullanmak mümkün müdür? Hanbelî’ler bunu kabul etmezler; inanan bir kimse
bu hususta, Kur’an’ın kelimelerini tekrarlayabilir, fakat bu kelimelere,
linguistik olarak ya da analoji yoluyla Kur’an’dan türetilmiş bile olsa, onda
olmayan bir kavram ekleyemez.[323]
Gördüğümüz kadarıyla İbnü’l-Arabî, bizzat kendisinin bu tarz îtirazlarla
sınırlandırılmasına izin vermez. Ona göre dil, tek anlamlı ve kullanımı,
kelimelerin lügat anlamı ya da söz dizimi (sentaks) kuralları ile
sınırlandırılmış değildir. Bunun da ötesinde dil, eşyanın kaynağına kadar giden
dikey bir boyuta sâhiptir. Tıpkı diğer sûfîler gibi İbnü’l-Arabî, mânevî
deneyimini, dilin kendisine özgü ahengini bozmaksızın, semboller ve paradokslar
vasıtasıyla ifade edebilmektedir. Öyle ki dilin bu ahengi, yaratmadaki mutlak
ahenge kadar geri götürülmektedir. İşte bu, insana eşyâya isim verme ve aynı
zamanda onları, kaynakları olan ilâhî isimlere kadar geri götürme yetkisi
verir. Kısacası, başlangıçtan îtibâren isimlendirme hususunda yetki verilmiş
olan Hz. Âdem ile birlikte, insana evrensel bir aracı rolü oynama yetkisi
verilmiştir (Kur’an, 2/31-33). Harflerin bâtınî anlamı üzerine tefekküre dalma
vasıtasıyla sûfî, gerçekten de harfleri ve kelimeleri makrokozmozun
karakteristiğine iştirak eden her şeye yaklaştırabilir; ve hattâ kendisini
onların efendisi yapabilir. İşte bu sûfî, kâinâta hayat veren, kâinâttaki bütün
varlıklara olduğu gibi, kendisine de nüfûz eden bu evrensel dilin ifadelerini
anlamaya başlar.[324]
İnsan dilinin âlemdeki diğer bütün dillerden üstünlüğü, insanın diğer
bütün yaratıklardan üstünlüğüne paraleldir. İnsan, bütünüyle kendisinde
kâinâtın yansıdığı bir mikrokozmoz olduğu için, beşerî dil, dokuz kat semanın
altına gizlice söylenen ya da fısıldanan, konuşulabilir bütün şeylerin
anahtarını sağlar. Bu seviyede beşerî dil, varoluşa kaynağını gösteren ve onu
bu kaynağa doğru yönlendiren “ilâhî kelâm”ın bir yansıması olmuştur. Bu bakış
açısından İbnü’l-Arabî’nin harflerle semâvî nikah şeklinde naklettiği
müşâhedenin anlamı açıklık kazanmaktadır:[325]
“597 senesi Ramazan ayı boyunca Bicâye (Bougia) şehrinde
idim. Kendimi bizzat gökyüzündeki her yıldız ile nikahlanıyor gördüm. Bu
birleşmeden muazzam bir rûhânî haz duyuyordum. Yıldızlarla nikahlanmam bitince,
bana harfler sunuldu ve ben onların hepsiyle de tek ve terkîbî hallerinde
nikahlandım.”[326] Fizîkî olarak alfabenin harfleriyle birleşme, bizzat ilâhî
yaratma eylemi ile aynileşme ve ferdî iradeleri Allah’ın iradesinin basitçe bir
uzantısı olan insan-ı kâmil’lerden biri olma ile eştir.[327]
Aynı zamanda bu anlamıyla harfler ilmi, Fütûhat’ın yirminci
bâbında iddia edildiği gibi Hz. İsâ’nın bir ilmidir.[328] Bizâtihî Hz. İsâ başlangıçtan
beri Allah’ın “kelâm”ıdır. Sûfî de ibadet ve gayretleri vasıtasıyla, Hz İsâ’nın
tabiatı gereği olduğu gibi, Allah’ın “kelâm”ı olmak ister. (Kur’an, 4/171).
Harfler ilmi, yaratılmış bir varlık olarak insanı, varoluşun nihâî kaynağına
kadar geri götürürken, aynı zamanda söylenen her kelime esasında geçici olduğu
için onun sonuna da işâret eder. Allah (cc.) yaratması vasıtasıyla kendi
söylemini açıp yayar; kıyamet bu büyük kitabın, kâinât kitabının sonunu
gösterecektir.[329]
Sûfî, yaşayıp hissettiklerini anlatmaya çalışırken iç mesaja ve mânâya
aracılık yapacak tarzda şeffaf olan formları seçer. İnsanı derûnî dünyaya sevk
edecek şekilde mesajla izdivaç edip bütünleşen formları kullanmaya gayret
ederler. Bu gâyeye mâtuf olarak kimi şiiri, kimi mûsikîyi, kimi de bu iç
hakikati olduğu gibi nakletmeyi arzuladıkları ve bunu da imkânsız gördükleri
için sessizliği tercih eder. Aslında bir çoğu farklı şekillerde olsa da, sözlü
ya da yazılı olarak kelâmın aracılığını tercih etmektedirler. Diğer taraftan
tasavvufun hat sanatından, mûsikî ve semâ’a kadar kelimelerle ifade edilmeyen
sanatlara sâhip olduğunu ve sadece âriflerin duyduğu sesiz musîkiyi de
unutmamak lazım.[330] Sûfîler
tasavvufî öğretilerini ifade için elbette nesri kullanmışlardır. Bu nesirler en
didaktik olandan en şiirsel olana doğru bir çeşitlilik arz etmekte ve
genellikle ilâhî aşk temasını ve irfân konusunu ele almaktadır.[331]
İbnü’l-Arabî söz konusu olduğunda nesir ve nazımın en zengin ürünlerine
rastlamaktayız. Özellikle nesirde irfânî öğretileri kaleme almadaki başarısı
tartışılmazdır. Aşk konusunda ise özellikle, Dîvân"ı ve Tercümânü’l-Eşvâk’ının
yanı sıra Fütuhât’ındaki bir dîvan oluşturacak kadar çok olan şiirleri
onun tasavvufî öğretilerini ifade etmedeki başarısının göstergesidir. Bir
bakıma ister şiir, ister nesir, isterse de vecize ya da hikaye tarzında olsun
tasavvuf edebiyatı bütünüyle arınmış ruhun Allah (cc.)’a olan iştiyakını, O’na
doğru olan mânevî yükselişini, insanın varoluşunun nihâî hedefi olan Mutlak Bir
ile karşılaşmanın meyvesi ve ayrılığın acısı anlatılıp tasvîr edilir. Bütün bu
farklı tecrübeler, müracaat edilen farklı ifade formlarına rağmen sadece tek
bir hakikat vurgulanmış ve tek bir mesaj verilmiştir: “Allah (cc.) ’a aitiz
ve sonunda O’na döneceğiz.” (Bakara 2/156).[332]
Kısacası, genelde bütün sûfîler, özelde İbnü’l-Arabî daha çok bizzat
tasavvuf! tecrübenin kendisine vurgu yapsalar da, bazen öğretici sarih
ifadeler, bazen veciz, muammalı paradoksal ifadeler, bazen hikaye ve şiirler ve
bazen de aşk ve vecd hallerinin terennümleri irticalî şathiyeler olarak bu
tecrübelerinden bahsetmeşlerdir. Bu noktada sûfiyâne söylemi şu şekilde bir
sınıflandırmaya tâbî tutmak mümkündür: 1-Bizzat yaşanan canlı tecrübenin yâni
sülûkun farklı merhaleleri, halleri ve makamlarından bahseden söylem. Ya da
kısaca söylemek gerekirse tasavvufun muamelât kısmını tavsif eden ifadeler.
2-Tasavvufî tecrübenin bir sonucu olarak mârifete taalluk eden hakikatler ve
tasavvufî zevkin ifadeleri olan işâretler ve semboller. 3-Tasavvufî hayatın
pratik kısmında önemli bir yeri olan dualar, hizibler ve evradlar. 4-İrşad,
tâlim ve terbiye kastıyla yazılan eserler.[333] Sûfînin kendi istîdât ve
neşvesinin yanı sıra, yaşadığı çağın ve toplumun kültür seviyesi, ihtiyaç ve
beklentilerinin de etkili olduğu bütün bu farklı ifade şekilleri sûfiyâne
söylemin mahiyeti hakkında ipuçları sunmaktadır. İşte bu bölümde
İbnü’l-Arabî’nin tasavvufî zevkini ve irfânını nakletmede kullandığı, gerek
nazım, gerekse nesir türündeki farklı ifade tarzları doğrultusunda sûfiyâne
söylemin mahiyeti hakkında bir şeyler söylemeye çalışacağız.
A-Tasavvufî Söylemin Apophatic Karakteri: Söylenemeyenin
Söylemi
Sûfîler, kimi zaman yaşadıkları halin etkisiyle mecbûren, kimi zaman
müritlerine mânevî terakkî yolunun husûsiyetlerini açıklamak amacıyla irâdî
olarak yaşadıkları bazı tecrübelerden bahsetseler de, kelimelerin tecrübenin
yerini alamayacağını, doğrudan yaşanmadıkça sûfiyâne tecrübe hakkında ancak
yüzeysel bir bilgilenme hâsıl olacağını sürekli tekrar ederler. Bu, tasavvufî
tecrübenin, benzer tecrübeyi yaşamayanlara doğrudan aktarılamaz, kelimelerle
açıkça ifade edilemez oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu yönden sûfiyâne söylem,
aklın kavramsal ve sistematik ifadelerden çok hissin duygusal ifadelerine
benzemektedir. Herhangi bir duyguyu hiç tecrübe etmemiş birine, o duygunun
içinde barındırdığı keyfiyet ve değeri açıklamak mümkün değildir. Sözgelimi,
bir senfoninin ya da klasik müzik şaheserinin gerçek değerini idrak edebilmek
için iyi bir müzik kulağına sâhip olmak gerekir. Ya da bir aşığın ifadelerini
hakikatiyle anlamak için bizzat aşık olmak gerekir. İyi bir müzik kulağına,
aşkı bizzat tadan bir kalbe sâhip olmadan bir müzisyeni ya da bir aşığı doğru
bir şekilde yorumlayamayız.[334] Sûfîler de
tasavvufî tecrübenin bu özelliğine binâen, soyut ifadeler ve yüzeysel ifadeler
yerine bizzat tecrübenin kendisine vurgu yaparlar. Bu îtîbarla, bütünüyle
faydadan hâlî olmayan tasavvufî söylem, nihâî tahlilde, bizâtihî yaşanması
gereken ve doğrudan söylenemeyen bir tecrübe hakkındaki söylemden ibâret
kalmaktadır. Diğer taraftan sûfîllerin nihâî kaygıları olan Hakk Teâlâ’nın her
hangi bir şekilde idrak edilmesi hep bilme-bilinemezlik, görme-hicap
paradoksları şeklinde ifade edildiği için sûfiyâne söylemin temel
karakteristiği de söylenemeyenin söylemi (apophatic: language of unsaying)[335] şeklinde karşımıza
çıkmaktadır. Grekçe’de bir şey hakkında konuşmayı reddetme, olumsuzlama
anlamına gelen “apo- phasis: un-saying” kavramı aslında salt
“olumsuzlama”yı değil, daha önce bir söylemin varlığına işâret eder. Her apophatic
karakterli söylem, daha önceki bir söyleme ihtiyaç duyar. Bu sebeple bu söylem
tarzı daha önceki bir önerme ya da söylemi tashih eden onun eksikliğini ya da
yalnışlığını ifade eden bir söylemdir. Bu söylem tarzı, “müteâl/transcendent”
olan hakkındaki tek bir söylemin bile, O’nun bizâtihî varlığı hakkında
olamayacağı şeklindeki bir kesinliğe ulaşabilir. Bu îtibârla her bir söylem,
hattâ selbî/tenzîhî ifadeler bile tashih edici bir önermeye ihtiyaç duyduğu
için aslında “söyleyememe: un-saying” dir. Fakat daha önceki söylemi tashih
eden bu önermeler de bizzat bir “söylem” olduğu için nihâî tahlilde bunların da
“müteâl” olan hakkında bir “söyleyememe”den ibâret olması gerekmektedir. İşte
bir önceki önerme ile bu önermeyi tashih eden ikinci önerme arasındaki bu
gerilim söylemi anlamlı kılmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında müteâl olan
hakkındaki her bir söylem, hem söylemeyi hem de söylememeyi içine alır. Bu
îtibârla apophatic yazarlar, ortak bir karakteristikleri olarak, söylemeye
çalıştıkları şeyin bizâtihî tecrübe edilmedikçe anlaşılamayacağı üzerinde
ısrarla vurgu yaparlar.[336]
İşin hakikatinden kaynaklanan bu paradoksal durum, tasavvufî söylem söz
konusu olduğunda söyleme-söylenememe şeklinde açık bir şekilde kendini
göstermektedir. Öyle ki, müşâhede ve mükâşefe neticesinde hâsıl olan haller ve
mârifetlerin Rabbânî sırlar olduğunu ve muhafaza edilmesi gereğini sıkça dile
getiren sûfîler dahi yaşadıkları hallerden bir şekilde bahsetmişlerdir. Meselâ,“Hallâc’ın
ızhar ettiğini ben gizledim”[337] diyen Şiblî’nin
mârifete taalluk eden sözlerine, hattâ şathiyyâtına tasavvufî literatürde
rastlamaktayız.[338] İşte bu
şekilde, başta İbnü’l-Arabî olmak üzere sûfîler, nihâî olarak ifade edilemez,
söylenemez gördükleri hakikatlerin söylemini geliştirmişlerdir. Doğrudan
delâlet edecek şekilde isimlendirilemez ve söylenemez olanın yine belirli
şekillerde ifade ediliyor olmasındaki felsefî açmaz (aporia) genelde şu
üç şekilde aşılmaya çalışılır: 1-Söylenmek istenilenin söylenenlerin çok
ötesinde olduğu vurgulanarak sükûta yönelme. 2-Felsefî terminolojiyle aşkın (transcendent)
olanın, her türlü isimlendirmenin ötesinde olan ve olmayan iki ayrı veçhesinin
(Zat-sıfat) olduğunu kabul etmek ve böyle bir ayırıma gitmek. Burada problem
genelde, Zât-sıfat ayırımı yapmak ya da Allah (cc)’ın bizâtihî isimleriyle,
mahlûkâtı yönünden isimleri arasında bir ayırım yapmak sûretiyle aşılmaya
çalışılır. Sözgelimi, kendisiniden hiçbir şekilde bahsedilemeyen bizâtihî Zât
olarak “ulûhiyyet” ve bizim zihnimizdeki ve tasavvurlarımızdaki “ulûhiyyet”
şeklinde bir ayırıma gitmek sûretiyle, Allah (cc.) hakkında söylenebilir
olandan ve söylenemeyenden bahsedilir. 3-Son olarak ise, bu felsefî problem ya
da açmaz, çözümlenemez, gerçek felsefî bir açmaz (aporia) olarak kabul
edilir. Bu yaklaşım tarzında problemi, Allah (cc.) için iki tür isim kabul
ederek çözme girişimleri reddedilir. Problemi bu şekilde kabul etmek, sükûta
yönelmek yerine ayrı bir söylem geliştirir.[339] Kısacası apophatic
söylem, “müteâl” hakkındaki her bir önermeyi, bir somutlaştırma ve bir tahrif
olarak kabul eden bir söylemdir. Bu çift önermeli (saying- unsaying) söylem
içerisinde anlam, söyleme ile söyleyememe arasındaki gerilimden hâsıl olur.[340]
İbnü’l-Arabî’nin bu noktada tutumu genelde, Zât-sıfat ayırımı yapmak ve
Hakk Teâlâ’nın tenzihî ve teşbîhî iki ayrı veçhesine vurgu yapmak şeklinde
olmuştur. Zât’ı îtibârıyla her türlü idrak ve söylemin ötesinde olan Allah
(cc.), sıfatları vasıtasıyla tecellî etmekte ve bizim tasavvurlarımıza
yaklaşmakta, dolayısıyla hakkında bir taasavvur ve söylem söz konusu
olabilmektedir. Bu, aynı zamanda O’nun tenzîhî ve teşbîhî iki ayrı veçhesine de
denk düşmektedir. Bu söylemi içerisinde İbnü’l-Arabî, bir sembolü sabit,
değişmez bir referansa sâhip olarak kullanmaz. Sürekli belirli bir mantıkî
çizgi doğrultusunda ilerleyecek tarzda sistematize edilmeyip paradoksal bir
görünüm arzetse de, eserlerindeki muhtelif bir çok pasaj dinamik olarak bir
biriyle alâkalıdır. Bu apophatic söylem içerisinde her yeni pasaj, bazı
şeyleri açıp açıklarken bazı şeyleri de gizler, örter.[341] Bu sebeple onun eserlerindeki
gerçek anlam, daha sonra üzerinde durmaya çalışacağımız, tenzih-teşbih,
vahdet-kesret, hakk-halk, perde- perdenin kalkması şeklindeki bir çok paradoks
arasındaki gerilimden doğar. Sözgelimi o, Kur’an âyetlerine istinaden, her ne
zaman Hakk’ın tenzîhî veçhesini ifade eden bir söz söylese hemen arkasından bu
cümlesini teşbîhî bir ifadeyle tashih edip tamamlar. Burada anlam, tenzih ya da
teşbihten birine mutlak anlamda meyletmekten değil ikisi arasındaki bu
paradoksal gerilimden bu ikisinin anlamlı bütünlüğünden doğar. İbnü’l- Arabi, Fütûhât’a
bu üslûbunu gösteren şu paradoksal cümlesiyle başlar: “Eşyâyı yokluktan,
yokluğun da yokluğundan (min ademin ve ademihî) îcâd eden Allah’a hamd olsun.”[342] Bu ifadesinde
İbnü’l-Arabî, önce “eşyanın yokluktan icâd edildiğini” (ademin) ifade
etmiş ve hemen ardından da bu ifadesini, “eşyanın yokluğun yokluğundan icad
edildiğini” (ademihi) söylemek sûretiyle tashih edip ikmâl etmiştir.
Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin ifadesindeki bu ikili yapı ve bu iki paradoksal ifade
arasındaki gerilim onun, yaratılış hakkındaki gerçek tasavvurunu ortaya koymaktadır.
Şöyle ki; Fütûhât’ın başka bir pasajında bu ifadesini açıklarken
İbnü’l-Arabî ifadede geçen “yokluğun yokluğu” ifadesiyle vücudu
kastettiğini açıkça söyler. Dolayısıyla eşyâ, âyân-ı sâbiteleri üzere Allah
için mevcut iken kendi nefisleri üzere gayr-ı mevcûttur.
Âlem,
bizâtihî kendi nefsine nispetle yokluktan yaratılmışken, Allah katındaki sabit
bulunuşuna nispetle yokluğun yokluğundan, yâni vücuddan yaratılmıştır.[343] Bu
paradoksal cümlede geçen “yokluk” ibâresi eşyanın henüz hâricî olarak
varlığın bir mertebesinde zuhûr etmediğini ifade ederken, “yokluğun yokluğu”
ibâresi ise ilm-i ezelîdeki sübûtu, yâni yokluğun mutlak olmayıp izâfî oluşunu
ifade etmektedir.
Bu şekilde paradoksal bir anlam, aynı zamanda, daha önce yapısal çok
anlamlılıktan bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi, İbnü’l-Arabî’nin,
mercii belli olmayan zamirlerin sıkça kullanıldığı ifadelerinde de ya da ayet
ve hadis yorumlarında da karşımıza çıkmaktadır. Bu söylem tarzı içirisinde
gerçek ve kuşatıcı anlam, mercii açık olarak belli olmayan zamirlerden
kaynaklanan muhtemel iki farklı anlam arasındaki gerilimden doğar. Meselâ
şeyhin, “Allah, Adem ’i kendi sûretinde (sûretihî) yarattı” hadisinde “sûretihî”
kelimesindeki zamirin, Allah’a mı yoksa Adem’e mi râcî olduğu husunda
İbnü’l-Arabî, anlamı muhtemel mercîlerden birine hamledip problemi çözmek
yerine, her iki durumu da esas alarak bu yönde açıklamalarda bulunmuştur.[344] Dolayısıyla
hadis, ne sadece Adem’in, diğer insanlar gibi farklı yaratılış aşamalarından
geçmeden, doğrudan “kendi küllî sûretinde” yaratılışına ne de sadece Allah’ın
bir halifesi olarak “O’nun sûretinde” yaratılışına işâret eder. Sûfiyâne
“vahdet” halinde “insan-ı kâmil”in, bütün paslardan arınmış, cilâlanmış bir
ayna konumunda olan kalbinde yansıdığı şekliyle her ikisine de (O’nun/onun
sûretinde) işâret eder.[345]
Aynı şekilde Fusûs’un “Adem Fassı”ndaki “ve yüzhira bihî sirrahû
ileyhi”: “ ve onunla sırrını ona ızhar eylemek...
istediğinde” ifadesi[346] de, mercii
belli olmayan zamirler sebebiyle; muhtelif bir çok anlama, dolayısıyla bu tür
felsefî açmaz sergileyen hakikatlerin ifadesindeki zorluğa ve bu ifadelerin
apophatic karakterli oluşuna işâret etmektedir. Kim, kime kimin sırrını izhar
eder? Sorusu ifadedeki muhtemel çok-anlamlılığa dayanan belirsizliği göstermesi
açısından önemlidir. Michael Sells’in açık bir şekilde ifade ettiği gibi
metinde,“bihî: onunla” kelimesindeki zamir kevn-i câmi
olan insana ya da Hakk Teâlâ’ya râci olabilir. Bu sebeple zuhûr, bizâtihî hem
Hakk’ın kendisiyle hem de kevn-i câmî’ olması hasebiyle insan-ı kâmil
vasıtasıyla olur. Diğer taraftan “ileyhi: ona”
kelimesindeki zamir de aynı şekilde hem Hakk’a hem de insan-ı kâmile işâret
edebilir. Dolayısıyla sırr, ne sadece Adem’e, ne de her türlü çokluğun,
dolayısıyla da zuhûra obje olmanın ötesinde olan Hakk’a ızhar olunmaktadır.
Tasavvufî “vahdet” hali üzere her ikisine de; hertürlü pas ve kirden uzaklaşmış
ve fenâ haline ulaşmış olması bakımından insan-ı kâmile, bu şaflaşmış ve gâyet
letâfet kazanmış vücûdu kuşatmış ve onda zuhûr etmiş olması bakımından da Hakk
Teâlâ’ya ızhar olunmaktadır. Yine aynı şekilde “sırrını: sırrahû ”
ızhar eden de ne Hakk Teâlâ’dır, ne de, saflaşmış, cilalanmış bir ayna olarak
sadece sonsuz ilâhî isimlerin yansıdığı bir mazhar olması bakımından insandır.
Vahdet hali üzere hem insan-ı kâmil hem de Hakk Teâlâ “cilalanmış ayna”da
sırrını ızhar etmektedir.[347]
İşte bu şekilde İbnü’l-Arabî’nin söylemi hep bir birini bütünleyici
paradoksal ifadeler şeklinde gelişmektedir. Hakk Teâlâ, “câmiu’l-ezdâd”dır
ve bu hakikat tecellî ve zuhûr vasıtasıyla başta insan olmak üzere bütünüyle
âleme sirâyet etmiştir. Eğer nihâî hakikat bir şekilde idrak ediliyorsa o,
bununla kayıtlı değildir, onun muhakak bu idrak şekliyle paradoks sergileyen
farklı bir veçhesi daha vardır. Diğer taraftan Hakk Teâlâ, ilâhî tecellîleri
vasıtasıyla müşâhede edilip, idrak edilse de, bu tecellîlerin formu, her ne
sûrette olursa olsun, aynı zamanda O’nun için bir perde olmaktadır. Zîrâ insan,
O’nu belirli bir alan (mevtın/mevâtın) ve husûsî bir bakış açısı üzere
tanır. İnsan bulunduğu alan ya da mertebenin hükmüne boyanır; her şeyi bu
hükümle görür. Meselâ, rüyâ ve hayâl âlemi hükmü mutlaka sûreti gerektirdiği
için bu âlemde Allah (cc.), ilâhî bir sûret üzere müşâhede edilir ve teşbîhen
tanınır. Hayâl mertebesinden çıkıp akıl alanına girildiğinde ise O, ancak, her
hangi bir sûretten uzak olarak tenzîhen tanınır. Görüldüğü gibi bir alanın
hükmü diğer alanın aynı değil, hattâ zıddıdır. Dolayısıyla akıl ya da hayâl
gibi belirli bir alan dışında idrak etmeye muktedir olamayan insan için bu
paradoksal durum sürekli olacak ve Allah (cc.), Zât’ı îtibârıya insan için
ebediyyen meçhul kalacaktır.[348] Böylece
hakikat, söylenemeyen ya da anlaşılmaz biçimde söylenenle özdeşleştirilir ve bu
sırrî hakikat ancak söylemin zâhirinin ötesine ya da arkasına geçerek
anlaşılabilir.[349] İdraki,
sürekli, görme- görememe, bilme-bilememe şeklinde gelişen sûfînin söylemi de
ifade etme-ifade edememe, söyleme-söyleyememe şeklinde apophatic
olacaktır. Öyleyse bütün gerçek metafizik kavramlaştırmalarda ifade edilmeye
çalışılan şeyin yanısıra ifade edilemez olarak kalanı da hesaba katmak şarttır.[350] Tasavvufî
tecrübe nihâî olarak anlatılıp aktarılamaz olduğu için, muhtelif sûfiyâne
söylemlerde, özellikle de vecd ve sekr hallerinin ifadelerinde bazı şeyler dile
getirilmeye çalışılırken, bilgi aktarma ya da bir önerme kurma anlamında bir
şey söyleniyor olmadığı, bu ifadeler altında başka şeylerin gizlendiği
gerçeğini de kabul etmek gerekecektir. Zaten böylesi bir tecrübenin terennümü
olan ifadeler de mantıkî olmaktan çok paradoksal, sembolik ve şiirseldir ya da
bir haykırışa benzer.[351]
İbâreler, belirli bir şeye delâlet etseler de, delâlet ettikleri şeyin
aynî varlığı düşünüldüğünde ibâreler de bir perdedir. Çünkü bu ibâreler,
insanda, delâlet ettikleri şeyin aynını değil nefiste hâsıl alan soyut bir
sûretini sunarlar. Öyleyse açma, açıklama vasıtası olan ibâreler, lafızlar,
harfler, yazılar aslında hep birer perdeden ibârettirler.[352] Bu vasıtalar, aynî olarak
delâlet edip, sarihçe açıklayamadıkları şeyleri söylemeye çalışırlar.
Hakikatte doğru fakat mantıki düzlemde bir birine zıt hükümleri ihtivâ
eden paradoksal ifadelere bütün dînlerde rastlamaktayız. Bu, nihâî gerçekliğin
bizim her hangi bir insânî söz ve kategorimiz içinde kavranmasının imkânsız
olmasından dolayıdır. Hangi söz veya sözcük olursa olsun, gösterdiği şeyi
nesnelleştirme ve bölümleme özelliği taşımasından dolayı bu konuda yetersiz
kalacaktır. Bu sebeple Allah (cc.), sûfîlerin sıkça tekrar ettikleri gibi ancak
dolaysız bir tecrübe içerisinde bilinebilmektedir.[353] Paradokslar olmaksızın âdetâ,
hem Allah (cc.) hem de tasavvufî tecrübe hakkında konuşma imkânımız ortadan
kalkmaktadır. Tasavvufî söylemin
paradokslarla
örülü olması sûfiyâne söylemlerin hakikat oluşuna karşı bir delil değildir.
Zîrâ sıradan, günlük dilin kuşatamadığı şeyleri ifade ederken şairin gramer ve
sentaks kurallarını zorlayarak onları eğip bükmesi gibi paradoksal ifadeler de
zorunludur. Tıpkı şiir dilinde olduğu gibi paradokslar da metafor, analoji ya
da zıt kelimelerin bir araya getirildiği deyiş tarzlarında (oxymoron)[354] olduğu gibi
yorumlanırlar. Tasavvufî tecrübe esnasında duyumlar, fikirler, tasavvurlar,
yargılar ve deliller gibi bütün cüz’î idraklerden uzaklaşılır ve sıradan
şeylerin idrakine benzemeyen aklî ve mantıkî şuur düzlemini aşan yeni, saf bir
bilinç haline ulaşılır. İşte bu sıradışı bilinç hali ancak paradokslarla tasvir
edilebilir, salt kelimelerle değil.[355] Bu îtibârla da bu
saf tecrübe aklın, mantığın ve sıradan bilinç halinin ölçüleriyle
değerlendirilemez.[356] Tasavvufî
tecrübenin mantıken uyumlu bir şekilde ifadesi mümkün görülmediği için sûfînin,
yaşadığı tecrübenin târif edilemediği ya da bütün dillerin ifade esnasında bu
tecrübeyi tahrif ettiği yönündeki iddiası oldukça mâkuldur. Bu sebeple sûfî,
yaşadığı tecrübe ya da Allah (cc.) hakkında bir çok zıt şey söyler; bu da nihâî
gerçekliğin mantıken tasvirinin imkânsızlığını gösterir.[357] Zîrâ sûfînin nihâî gâyesi ve
bütünüyle âlemin hakikati olan Allah (cc.) bizzat kendini bir birine zıt
sıfatlarla vasıflandırır. Bu îtibârla da ancak bu bir birine zıt vasıfların
birleştirilmesiyle (câmiu’l-ezdâd) tanınır ve vasıflandırılır. Bu
zıtlık, bir birini tamamlayan, hattâ nihâî tahlilde bir birinin aynı olan bir
paradoksal durumu ifade eder. Çünkü O, her yönden “Bir”dir ve farklı sıfatlarla
muttasıf olması O’nda her hangi bir çokluğu gerektirmez. O, ilk olması
bakımından son, zâhir olması bakımından da bâtındır.[358] Varlığın mahiyetinden kaynaklanan
bu zorunluluğun yanısıra paradoksal ifadeler, söylenmek istenen fikre ya da
hakikate dikkat çekme, okuyucunun zihnini çarpıcı bir şekilde meşgul ederek onu
derin düşünceye sevk etme gibi didaktik amaçlara da mâtuf görülebilmektedir.[359] Meselâ
İbnü’l-Arabî’ye göre; “işâret, hem yakınlaştırma ve hem de uzaklaştırmadır”[360], “asıl
hürriyet tam bir kulluk/köleliktir”[361]
Paradoksal ifadeler, metaforik, sembolik dil ya da şiir dili gibi ele
alınamaz. Çünkü bütün bu ifade şekilleri sembolik, metaforik ya da şiirsel
olmayan dile aktarılabilirler. Halbuki paradoksal ifadeler sadeleştirilemezler.
Bu yönleriyle de sûfînin tecrübesini ifade de baş vurduğu en uygun ifade tarzı
olarak görülürler.[362] Allah
(cc.), kâinâttaki her hangi bir sabit, somut, tasavvur edilebilir şeyin aksine
doğrudan tasavvur edilip idrak edilebilir değildir. Sûfîlerin paradoksal
söylemi nihâî olarak, Allah’ın Zât’ı ve metafizik konumu hakkındaki bu temel
iddiaya bağlıdır. Bu da O’nun hakkındaki ifadelerin semantik durumunu oldukça
kompleks ve değişken kılmaktadır.[363]
Genelde sûfîlerin özelde İbnü’l-Arabî’nin ifadelerindeki paradokslar
hakkında Titus Burchardt şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Şayetİbnü’l-Arabî’nin
eserlerinde her hangi bir sistem varsa bu, birbirine zıt ve bir birini
tamamlayan terimlerin yer değiştirmesidir. Paradoksların metotlu bir şekilde
böylece kullanılışı, tabiî olarak, belirli bir mefhûm üzerinde zihnini
sabitlemeye meyilli olan bir okuyucunun zihninde hiçbir fasılaya müsaade etmez.
İşte böyle bir metodun kullanılışı, okuyucuyu, aklî ve mantıkî düzeni aşan şey
karşısında bizzat İbnü’l-Arabi’nin “hayret” diye isimlendirdiği şeye doğru
sürükler...”[364] Şimdi burada
İbnü’l-Arabî’nin insanı “hayret”e sürükleyen bu paradoksal ifadelerinden
bazılarını tahlil etmeye çalışacağız.
Kelâm terminolojisinde, Allah’ın bilinemezliği ve her türlü kayıttan
uzak oluşu tenzih veya “karşılaştırılamazlık” olarak adlandırılır. Bu temel
prensibe göre Allah’ın hiçbir şeyle mukayesesi mümkün değildir. O, yaratılmış
hiçbir varlıkla aynı olamaz. Mutlak karşılaştırılamazlığa dayanan bu anlayış
İbnü’l-Arabî’den çok önce kelâm âlimleri tarafından belirlenmiş ve kabul
edilmiş olup, İbnü’l-Arabî de bu esası benimser. Fakat İbnü’l-Arabî,
kelâmcıların anladığı şekliyle mutlak anlamda tenzih ilkesinin eksik olduğunu,
İlâhî Hakikat’i tam yansıtmadığını ileri sürer. Bu tenzih ilkesi, Allah’ın
âlemdeki ve kutsal metinlerdeki görünür “ayetleri”ni tatmin edici bir şekilde
tanımlayamadığından Vücûd hakkında tam ve mükemmel bir anlayış ortaya koyamaz.
İbnü’l-Arabî, Kelâm âlimlerinin bu ilkeye aslında rasyonel bir analizle
ulaştıklarını, aklın ise Allah’ın sadece ne olmadığını idrak edebileceğini
söyler. Allah hakkında sadece selbî bir takım önermelere sâhip olan akıl, tek
başına Allah’ın sıfatları ilmine ulaşamaz. Bu sebeple akıl, bu hususta kutsal
metinlerden yardım almak zorundadır. Diğer taraftan birçok rasyonel düşünür,
özellikle Kelâm otoriteleri, Allah’ın âlemdeki bir şeye herhangi bir şekilde
benzediğini söyleyen tanımları reddederler.
İbnü’l-Arabî bu konudaki esas düşüncesini, Kur’an ve Sünnet’ten mülhem
olarak hem aşkınlık/benzemezlik hem de içkinlik/benzerlik esaslarının kapsamlı
bütünlüğü üzerine kurmuştur. Zîrâ ona göre Hakk Teâlâ câimu’l-ezdâddır
ve Hakk’ın bu iki bir birine zıt veçhesinden birine mutlak mânâda meyletme
ulûhiyyet hakkında eksik bir tasavvura sâhip olmaya sebebiyet verir.
İbnü’l-Arabî’ye göre kelâm âlimlerinin yanıldıkları nokta işte burasıdır. Çünkü
sonsuz vücûd sahibi olan Allah (cc.) hiçbir şekilde sınırlandırılamaz. Buna
mutlak teşbihle beraber mutlak tenzih telakkisi de dahildir; tek başına
alındığında her iki anlayış da Allah (cc.) için bir kayıt olacaktır. Zîrâ
teşbihin yanısıra, Allah (cc)’ın, mahlûkâtıyla hertürlü alâka ve ilişkisini
kesen bir tenzih anlayışı da, sonsuz vüs’at sahibi Allah’ı kayıtlandırıp
sınırlandırmaktan başka bir şey değildir.[365] Kısacası Şeyhü’l-Ekber’e göre
Allah (cc.), hiçbir şekilde kayıtlanamaz olduğu için mutlak bir tenzih anlayışı
ile de kayıtlanamaz, sadece tenzîhî bir anlayışa hasredilemez. Bu noktada
İbnü’l-Arabî temelde Kur’an ve Sünnete dayanan bu kuşatıcı Allah tasavvurunu şu
paradoksal cümleleriyle ifade eder: “O, teşbihi dışlayan bir tenzihle
münezzeh kılınamadığı gibi, tenzîhi dışlayan bir teşbihle de müşebbeh
görülemez. ”[366] Diğer
taraftan İbnü’l-Arabî bu anlayışını şu ifadeleriyle açıkca dile getirir: “Hakikat
ehline göre Cenâb-ı Ilâhî’yi tenzih, tahdîdin ve takyîdin ta kendisidir”[367], “Aynı şekilde her kim
O’nu teşbih eder de tenzih etmezse O’nu kayıtlandırmış, sınırlandırmış ve
tanımamış olur. Her kim de, O ’nu bu iki vasıfla, tehzih ve teşbih arasını
birleştirmek sûretiyle tanırsa Hakk’ı mücmelen tanımış olur...”[368] “Bârî Subhânehû (mutlak
ya da aklî) tenzihten münezzeh olduğu halde teşbihten nasıl münezzeh olmaz.”[369] Bunun da ötesinde
Hakk Teâlâ, bizzat kendisinden bir birine zıt bu iki telakkiye temel olacak
şekilde, bu iki anlayışı kuşatacak şekilde bahseder, bu vasıflardan sadece
birini mutlak olarak zikretmez. İbnü’l-Arabî bu noktada, hem tenzihi hem de
teşbihi ifade eden bir çok Kur’ânî ve nebevi referansların yanı sıra sık sık şu
ayeti zikreder: “O ’nun benzeri gibisi yoktur, O, işiten ve görendir. ”
(Şûrâ 42/11).[370] Ayet-i
kerimede, Hakk Teâlâ için her hangi bir benzerlik nefyedilmek sûretiyle tenzih
ilkesi ifade edilmekle beraber, O’na işitme ve görme izafe edilmek sûretiyle
teşbih ilkesi de ifade edilmiş olmaktadır. Hakk Teâlâ kendini, azamet, kibriyâ,
izzet ve ceberût gibi tenzîhî sıfatların yanısıra işitme, görme, sevinme, tuzak
kurma, birliktelik (maiyyet) gibi teşbihî sıfatlarla da vasıflandırır.
İşte bütün bunlar Hakk Teâlâ’yı tenzih ve teşbih üzere vasfeden kemâl
sıfatlarıdır ve O, bütün bu sıfatlarla Zât’ının gerektirdiği şekilde
vasıflanır. Öyleyse Hakk Teâlâ kendini bu şekilde vasıflandırırken, O’nun
kendisini teşbihle birlikte tenzih etmesi şeklindeki şer’î bir anlayış yerine,
mutlak olarak aklen tenzihe yönelmek haddi aşmaktır.[371] İşte bu sebeple İbnü’l-Arabî,
akılla idrak edilen tenzih anlayışının yanı sıra, hayâl ile idrak edilen teşbih
anlayışıyla mutlak tevhide ulaşılabileceğini ısrarla vurgular. Dolayısıyla
Allah (cc) bir yönden bilinemez iken, diğer bir yönden de bilinebilir: Zât’ı
îtibârıyla hakkında her hangi bir bilgiye sâhip olamadığımız Hakk Teâlâ’yı
sıfatları îtibârıyla tanıma imkânına sahibiz. Allah (cc.) hakkında gerçek bilgi
bu iki bakış açısının birleştirilmesi ile, bu da ancak nihâî olarak zıtlıkların
idrakini sağlayan keşf ile mümkündür.[372] İbnü’l-Arabî’ye göre akıl,
Allah’ın karşılaştırılamazlığını (tenzih) kavrarken ‘hayâl’in Allah’ın
benzerliğini (teşbih) kavrama gücü vardır. İbnü’l-Arabî, eserlerinde bilgiye
ulaşmanın bu iki zıt yolunu karşılaştırmaya çok yer ayırmıştır. En çok üzerinde
durduğu husus ise; Allah hakkındaki en mükemmel bilginin hem akıl (tenzihî) hem
de hayâl (teşbihî) ile elde edilebilmesidir. Mutlak vücûd olan Allah, Zat’ı
İtibârıyla hiçbir şeyle karşılaştırılamaz ama âlemde kendi sıfatlarını görünür
kılar, dolayısıyla bu yönden bir benzerlik söz konusudur.[373]
Bu anlayışı doğrultusunda İbnü’l-Arabî, mutlak anlamda bâtınî bir
anlayışa sâhip olan insanı, halleri ve fiilleri bakımından sadece mücerred
tevhidden bahseden kimse olarak tanımlamaktadır. Bu tutum insanı, şeriatin
hükümlerini inkâra kadar götürür. Mutlak anlamda zâhirî olan ise, “tecsim” ve
“teşbih”e götürecek sözler söyler. İbnü’l- Arabî, her iki tutumu da aşırı
bularak yerer. Bu hususta mutlak anlamda doğru ve övülecek olan Şârî’nin
izlemiş olduğu orta yoldur: Her ikisini (tenzih-teşbih) itidal üzere
birleştirmektir.[374] Bu hususta
Avni Konuk Tedbîrât’ın şerhinde şu açıklamalara yer verir: Mutlak anlamda
bâtınî olan kimse vahdet-i vücûd’u zevken idrak etmiş olup bütün fiillerinde
zevkine göre hareket eder. Bu tutum şeriatin inkârına sebebiyet verir. Çünkü
şeriat ikilik (zâhir-bâtın) zevki üzerine kurulmuştur. Mutlak olarak bâtınî
olan insanda ise bu ikilik kalkmıştır. Mutlak anlamda zâhirî olan ise Hakk’ı
şekille kayıtlandırır. Her iki hâl de yâni “tenzih-i sırf’ ve “teşbih-i sırf’
şer’an yerilmiştir. Bunlardan birisi ifrat, diğeri ise tefrittir. Oysa ki
Kur’an ve Sünnet’te hem tenzihten ve hem de teşbihten bir miktar
bildirilmiştir. Dolayısıyla tahkik ehli tenzih ile teşbih arasını birleştirir.
İşte bu övülen orta yoldur.[375] [376] Nitekim
Şeyhü’l-Ekber, Fusûsu’l- Hikem’in Nuh fass’ında şöyle demiştir:
“Tenzihe kâil olursan mukayyid olursun,
Teşbihe kâil olursan muhaddid olursun,
Her ikisi arasına kâil olursan müseddid (isabetli, doğru)
olur,
Mârifetde imam ve seyyid olursun.”11
İbnü’l-Arabî Futûhâtta, teşbihi çağrıştıran ayetler hakkında
geniş açıklamalarda bulunmuştur. Öncelikle bu husustaki farklı görüşlere yer
verdikten sonra, kendisinin ve ashabının bu konuda muhaddislerle aynı görüşü
paylaştığını söyler. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî, bu teşbihvârî ayetler hakkında,
kelimenin dil içerisindeki muhtemel anlamlarına istinaden, aklî her hangi bir
yoruma gitmenin uygun olmadığı kanaatini taşımaktadır. Bu noktada İbnü’l-Arabî,
bu ayetler hakkında her hangi bir te’vile gitme ihtiyacı hissetmeyen
muhaddislerle hemfikirdir.[377] İşin
hakikatinin Allah ve Rasûlüne havale edilmesinin daha doğru olacağını söyleyen
İbnü’l-Arabî bu noktada te’vîle yönelen müşebbiheyi de eleştirir. Zîrâ onlar,
tenzih ve teşbih de dahil muhtemel bir çok veçhesi ve anlam seviyesi olan bu
lafızların sadece teşbihi ifade eden veçhesine yönelmişlerdir. Bu şekilde bir
yöneliş ise zorlamadır ve Allah’a karşı haddi aşmadır.[378] Öyleyse Kur’an’da ve
hadislerdeki teşbihvâri ifadelerde geçen, “el”, “iki parmak”, “gadap”,
“taaccüb”... vs. gibi lügavî misliyyetin-ki İbnü’l-Arabî bunun aklî değil,
lügavî bir misliyyet olduğunun altını çizer.[379] Dolayısıyla tenzih ve teşbihin
hakikati, sûfîlerin mârifet anlayışlarına paralel olarak bizzat Allah’tan
öğrenilmelidir. İşte tahkik ehli sûfîler, kalplerini aklî düşüncelerden
tamamıyla boşalttıktan sonra, Allah (cc.) onların muallimi oluncaya kadar
zikir, edep, murakabe ve huzur ile kendilerini Hak’tan gelen şeylere
hazırlarlar. Nihâyet Allah (cc) keşf ve tahkik ile işin aslını öğretmeyi kendi
üzerine alır. Böylece Allah, onlara muallim olarak tecellî eder ve bu
teşbihvâri haberlerin anlamlarını müşâhedeye dayalı olarak öğretir. Dolayısıyla
onlar, Hakk katından herhangi bir ta’yin olmaksızın bu ayetleri tenzih
yönündeki ihtimaller doğrultusunda sürükleyip yorumlamaktan kaçınırlar. Bilakis
hem teşbihi çağrıştıran kelimeyi ve hem de ondaki tenzîhî mânâyı bilirler. Bu
teşbihvârî kelimeyi de kendisiyle kastedilen tenzîhî mânâyla sınırlı tutarlar.
Nihâyet bütün muhakkık âlimler şu ortak sonuca varmıştır: Teşbih ve tahdîd
araçları, hadis olan mahlûkat hakkında düşündüğümüz şekliyle Allah (cc) için
kullanılamaz. Fakat bu kelimelerdeki tenzih ve takdis anlamları O’nun için
kullanılır. Dolayısıyla bu teşbih izlenimi veren kelimeler muhâtapların
idrakleri için birer araçtır.[380] Nihâî
tahlilde, bu teşbih izlenimi veren ayet ve hadislerin zâhirî olarak
çağrıştırdığından başka bir anlam seviyesi olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî,
tenzihin ve takdisin hakikatine erenleri teşbihvârî haberler etkilemez der.
Çünkü lafızlar, harfler, edatlar ve bunlar vasıtasıyla konuşanlar, bunların
hepsi hâdistir ve Allah’ın mahlukâtıdır.[381]
İbnü’l-Arabî, Allah’ın tenzih ve teşbihini beraber zikretmede
ısrarlıdır. Hakk’ın tenzihi, zâtî ahadiyeti ve sonradan yaratılanlara
benzemezliğinde, teşbihi ise O’nun eşyanın süratlerinde tecellîsindedir.
İbnü’l-Arabî’nin tenzih ya da teşbihin hangisine daha çok vurgu yaptığı
bulunduğu hale göre değişmektedir. Bazen teşbih bazen de tenzih lisanı galip
gelir.[382] Ayrıca
İbnü’l-Arabî, ilâhî sıfatlar ve bunların Zât’a taalluku konusunda da benzer bir
yaklaşım sergiler. Şöyle ki; ulûhiyyetin bir veçhesini oluşturan her bir sıfat
mutlak münezzeh olan Zât mertebesinden soyutlanır. Diğer taraftan sıfatlara
sâhip olması bakımından Zât’tan bütünüyle ayrı her hangi bir sıfat düşünülmesi
söz konusu değildir. İşte bu şekilde İbnü’l-Arabî’nin Zât ve sıfatlar
konusundaki görüşü de tenzih ile teşbih arasında yatmaktadır; yâni Allah hem
münezzehtir, hem de bütün kozmik niteliklerin tezâhürünü sağlayan sıfatlara
sâhiptir.[383] Kur’an’da
zikri geçen tenzihi ifade eden âyetlerin, akılların idrak edemediği mutlak
ehadiyyeti açısından Zât’ı, başka bir ifadeyle harîcî âlemdeki kevnî
mazharların aslı olan yegâne Hakikâti nitelemektedir. İbnü’l-Arabî, teşbihi
hissettiren âyetlerin ise, Zâtî ehadiyyet açısından değil, mümkünlerin çok ve
çeşitli süretlerinde zuhûru, yâni sfatları açısından Hakk’ı vasfetmektedir.
İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde tenzih-teşbih dengesi, Mücessime’nin ileri sürdüğü
şekliyle teşbih ifade eden ayetlerin tamamen zâhirî anlamının kabul edilmesi
ile diğer bazı kelâmcıların ileri sürdüğü gibi bütün bu sıfatların keyfiyetsiz
olduğu şeklindeki iki aşırı anlayış arasında bir noktada değildir. Ya da
İbnü’l-Arabî’nin bu husustaki çabası, bu iki ayrı aşırı anlayışın
uzlaştırılması çabası değildir. Bu dengenin anlamı, Zât’ı îtibârıyla mutlak
münezzeh olan Hakk’ın sıfatları îtibârıyla her işiten ve görenin her el ve ayak
sahibinin sûretiyle zâhir olmasıdır. Şu halde İbnü’l-Arabî’ye göre tenzih ve
teşbih, tek bir hakîkatin iki yönünü ifade eden iki niteliktir. Bu yegâne
hakikate bir açıdan bakıldığında teşbih, başka bir açıdan bakıldığında ise
tenzih ifade edilmiş olur. Dolayısıyla hakikatin tam bir izahını vermek
istersek bunlardan hiç biri diğeri olmaksızın kâfî gelmez.[384] İbnü’l-Arabi’nin
ifadesiyle, tenzîhin teşbihten, teşbihin de tenzîhten hâli olması mümkün
değildir; tenzihte teşbîhî, teşbihte de tenzîhî yön her zaman için mevcuttur.[385] Bu noktada
İbnü’l-Arabi, İslam’ı, hakikatin bu iki veçhesini aynı derecede ortaya koyan
yegâne din olarak ortaya koyar. Bu îtibârla İbnü’l-Arabî, meselâ, Hz. Nuh’un
kavmini davetinin, sadece tenzih ilkesine dayanan tek yönlü bir davet olduğunu
vurgular.[386] Zaten Hz.
Nuh’ta da, Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan ârî bilerek “subhanallah” diye
anmak anlamına gelen “subbûhî hikmet” tecellî etmeştir.[387] Zîrâ Hz. Nuh, kavmi arasında
yaygın olan putperestlik tehlikesine karşı koymak için Hakk’ın sadece tenzîhî
yönüne vurgu yapıyordu.[388] İçinde
bulunduğu durum göz önüne alındığında “tenzih” sıfatının Nuh (as.) üzerinde
galip olmasından daha tabiî bir şey yoktur.[389]
Bu anlayışıyla İbnü’l-Arabî, kelâmcılarca dile getirilen mutlak tenzih
ve teşbih anlayışının ulûhiyeti ifade edemeyeceğini vurgulayarak, Kur’an’dan
mülhem olarak kendi irfânı doğrultusunda bir ulûhiyyet telakkîsi ortaya koymaya
çalışır. Allah’tan başka hiç kimse, O’nun gerçek tenzîhî yönünü, zâtî birliğini
bütünüyle idrak edemez. Fakat kâmil bir sûfî, vecd halinde, sâdece böyle bir
duruma has bir zihin üstü bir idrak aracılığıyla bu birliğin ânî bir
manzarasını yakalayabilir. Bu daha yüksek aşkınlık şekli aklî idrakten ve her
sözden bağımsızdır[390]
İbnü’l-Arabî’nin ulûhiyyet telakkîsinin, tenzih/teşbih anlayışına
paralel bir şekilde karşımıza çıkan bir diğer paradoksal anlayışı da varlık
hakkındaki vahdet/kesret ya da Hakk/halk şeklindeki düşüncesidir. Bu tür
ifadeleriyle o, hakikatte tek olan vücûdun hem vahdet hem de kesret yönünün
olduğunu vurgulmaya çalışır. İbnü’l-Arabî’ye göre var olan yalnızca bir hakikat
vardır ve biz bu hakikati iki açıdan görebiliriz: Ya bu hakikati kâinâtta
görünen bütün fenomenlerin Zât’ı olarak görürüz ve Hakk adını veririz; ya da bu
Zat’ın tezâhürleri olan zâhirî formlar şeklinde görürüz ve ona halk deriz. Bu
sebeple Hakk-halk, hakikat-tezâhür ya da Bir-çok yalnızca tek “Bir Hakikat”in
iki subjektiv manzarasını ifade eden isimlerdir. İbnü’l-Arabî’ye göre işte bu
yegâne hakikat Allah’tır.[391] Dolayısıyla
bize zâhiren görünen çokluk aslında varlığa nispet edilen tekliğin aynıdır. Bu
ayniyyeti de ancak ehl-i keşf idrak edebilir.[392] İbnü’l-Arabî’nin, Allah-âlem,
Bir-çok ya da Hakk-halk münasebeti noktasında ortaya koyduğu bu anlayışı,
Plotinus’un anlayışından esaslı bir şekilde ayrılmaktadır. Zîrâ İbnü’l-Arabi’ye
göre bu yegâne hakikat, maddî, âlemde müşâhede edilen sonsuz çokluğun sebebi
değil, özüdür.[393] Özü
îtibârıyla kendi başına bir varlığı olmayan çokluk, yegâne varlık olan Hakk’ın,
sıfatları ve bunların tecellîleri vasıtasıyla müşâhede edebildiğimiz bir
veçhesinden başka bir şey değildir. Bu sebeple çokluk aslî değil, îzâfidir. Bu
da bizim ferdî bakış açımızdan kaynaklanmaktadır. Çünkü insan ancak bütünün
parçalarını görmektedir ve üstelik görünen kısmın arkasında bulunan nihâî
gerçekliğe nadiren nüfûz edebilmektedir. İşte İbnü’l-Arabi’ye göre sadece
sûfîler, zâhiren görünen bu sonsuz çokluk arkasındaki Mutlak Tekliği bir anlık
da olsa idrak edebilmektedir.[394] Bu îtibârla
İbnü’l-Arabi, “ehadiyyet”i iki açıdan ele alır: Öncelikle “ehadiyyet”, Hakk’ın
mutlak Zâtî tekliğine işâret eder ve İbnü’l-Arabî bunu, ehadiyyetü’l-ayn,
ehadiyyetü’z-zât, ehadiyyetü’l-ehad gibi kavramlarla ifade etmeye çalışır.
Diğer taraftan “ehadiyyet”, sıfatları ve bu sıfatların tecellî yerleri
bakımından Hakk’ın tekliğini ifade eder. Bunu da İbnü’l-Arabî, ehadiyyetü’l-kesret,
ehadiyyetü’t- temyiz, ehadiyyetü ’l-esmâ, ehadiyyetü ’l-cem ’,
ehadiyyetü’l-mecmû’ gibi kavramlarla ifade etmeye çalışır.[395] Allah
(cc.)’ın bizi talep eden isimleri cihetinden tekliği, ehadiyyetü’l-kesret;
bizden, bütünüyle âlemden ve hattâ isim ve sıfatlarından müstağnî oluşu
îtibârıyla da O’nun tekliği ehadiyyetü’l-ayn’dır.[396] Dolayısıyla Allah (cc.)’ın
ehadiyyeti, bizâtihî kendisi îtibârıyla mutlak tekliği ifade ederken; sıfatları
îtibârıyla “çokluğu” da içinde barındıran bir küllîliği ifade eder.[397] Hakk’ın,
diğer varlıklar için söz konusu olmayan bu mutlak Zâtî tekliğinde hiç kimse
O’nu görüp idrak edemez. Zîrâ izzet perdesi sürekli O’nu perdeler.[398] Aslında
“ehadiyyet” bütün mevcûdâta nüfûz etmiştir, bu îtibârla insan ya da başka
varlıklar olsun bunlar için “ehadiyyet” söz konusudur.[399] Fakat kâinâtta her bir
varlığa sirayet eden teklik, Hakk’ın Zâtî tekliği gibi değil, sıfatların tecellîsinden
kaynaklanan ehadiyyetü’l-kesret’tir. Âlem, Hakk’ın sıfatlarının bir
tecellîsi olduğu için, âlemde ancak ehadiyyetü’l-cem’, ya da diğer bir
ifadeyle vâhidü’l-kesîr söz konusudur. Mahlûkât, kesret üzere bulunan bu
tekliği ile Hakk’ın tekliğini zevkan tanır.[400] Bu îtibârla da İbnü’l-Arabî,
Hakk’ın Zâtî tekliği ile sıfatlarındaki, dolayısıyla da âleme nüfüz eden teklik
arasında ayırıma gider; birincisine “ehadiyyet” derken ikincisine “vahdâniyyet”
der.[401]
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi aslında tek bir “Vücûd”
vardır ve O’nun; Vahdet/kesret, Hakk/halk, Bâtın/zâhir şeklinde ifade edilen
iki veçhesi vardır. İbnü’l-Arabî de keşf ve ilham yoluyla idrak ettiği bu
bütünlüğe ve vahdete bu şekilde paradoksal ifade ve ıstılahlarla işâret etmeye çalışmaktadır.
Aklımızın, varlığı bir bütün olarak kavrama yeteneğinden yoksun ve sınırlı
oluşundan dolayı, biz bu küllî hakikati çokluk olarak görürüz ve her birine,
onları diğerlerinden ayırt eden özellikler isnâd ederiz. Ancak bir sûfînin
kavrayışına, zihin üstü bir idrak seviyisine ve sezgiye sâhip olan bir kimse
bütün bu çokluğun arkasında yatan nihâî gerçekliği görebilmektedir. Görünüşe
göre, biri çok yapan şey, dış nesnelere yüklenen hükümlerdir; onları renk,
hacim, şekil kategorileri ile zaman ve mekan ilişkileri vb. altına
yerleştirmemizdir.[402] Bu sebeple
tâbir câizse, ontolojik olarak yegâne olan hakikatin epistemolojik olarak iki
farklı manzarası gözükmektedir: Âlemde görünen çokluk ve bu çokluğun ötesindeki
teklik. İşte İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde daha çok paradoksal ifadelerle dile
getirilen bu anlayış vahdet-i vücûd ibâresiyle formüle edilmeye çalışılmıştır.
Şeyhü’l-Ekberin ifadesiyle, “Çokluk için teklik söz konusu olup bu
‘ehadiyyetü’l-kesret’ şeklinde isimlendirildiği gibi Tek olan için de çokluk
söz konusudur ve bu da ‘kesretü’l-vâhid’ diye isimlendirilir. Dolayısıyla O,
çok olan bir ve bir olan çoktur.”[403]
İbnü’l-Arabî eserlerinde bir ıstılah olarak vahdet-i vücûd ibâresini
kullanmadığı halde geneli îtibâriyle eserlerinin muhtevası bu ifadeye uygun
düşer. Diğer taraftan “varlığın birliği” düşüncesi İbnü’l-Arabî’nin
ontolojisini tanımlamada yeterli görülmemektedir; çünkü aynı şekilde
İbnü’l-Arabî, “Vücudda “birlik” vardır desen doğrusun. Vücudda “ikilik” vardır
desen de doğrusun”[404] demek
sûretiyle bir veçheden çokluğu da kabul eder. Bu yüzden, İbnü’l-Arabî’nin vücûd
kelimesini en geniş anlamıyla vahdet/kesret, Hakk/halk şeklinde kullandığını
görürüz.[405] Bu sebeple
vahdet-i vücûd kavramı onun varlık anlayışının sadece bir yönünü ifade
etmektedir diyebiliriz.
İbnü’l-Arabî, kâinâtın Rahman’ın nefesinden vücûd bulduğunu anlatırken
hem birliğin ve hem de çokluğun gerçek olduğunu ifade eder. Şöyle ki; Rahman,
nefesiyle konuşur ve O’nun nefesinde bütün kâinât şekil alır. Allah’ın
kelimeleri hakikat olduğu için çokluk da haktır. Ancak, Hakkın nefesi kâinâtın
tek hakikatidir.[406] Sûfî fenâ
mertebesinde sadece mutlak birliğin farkındadır. Her yerde ve her şeyde
birlikten başka bir şey göremez. Fakat İbnü’l-Arabî’ye göre sûfî tasavvufî
tecrübesi esnasında bu mertebeye takılıp kalmamalıdır. Gerçek sûfî iki göz
sahibi (zü’l-ayneyn) olmalı ve birliğin ve çokluğun ahenkli bütünlüğünü,
zıtların birleşmesini (câmiu’l-ezdad) görebilmelidir. Bu sebeple burada
idrak edilen çokluk, birliğin tam karşısında bir yerde var olan bir çokluk
değildir. Daha önce de söyleye çalıştığımız gibi birlik ve çokluk tek ve aynı
gerçekliğin farklı görünümleridir. Bu gerçeklik aynı zamanda hem bir hem de
çoktur, âhenkli bir bütünlüğü ifade eder. Dolayısıyla zü’l-ayneyn olan
kâmil sûfî; birde çoğu, çokta biri, ya da diğer bir deyişle Hakk’ta halkı,
halkta Hakk’ı gören kişidir. Ya da İbnü’l-Arabî’nin meşhur metaforuyla
söyleyecek olursak, hem aynayı hem de aynada yansıyan görüntüyü gören kimsedir.[407]
Duyumlarımızın, hârîcî âlemde çokluk görmesine ve aklen de Allah ve âlem
(Hakk-halk) ikiliğini ikrar etmemize rağmen hakikatte varlıkta herhangi bir
ikilik ya da çokluğun olması söz konusu değildir. Hakk ve halk, aynı hakikatin
iki ismi veya veçhesidir. Hakk’a vahdet cihetinden bakılırsa “Hakk” diye isimlendirilirken,
taaddüt cihetinden bakılırsa “halk” diye isimlendirilir.[408] Fakat her ikisi de aynı
müsemmânın ismidir. Nefes metaforunu hatırlayacak olursak; âleme hakikati
cihetinden, rahmânın nefesi olması cihetinden bakıldığında o, ancak Allah’tır
denilir, diğer taraftan âleme
bu ilâhî nefeste şekillenmiş sûretler olması cihetinden bakıldığında ise o,
mahlûkattır denilir. Nefes, Hakk için bâtın, halk için zâhir olduğundan Hakk’ın
bâtını halkın zâhiri, halkın bâtını ise Hakk’ın zâhiridir.[409] Bu hususta İbnü’l-Arabî, bir
beytinde şöyle der:
Hakk, bu cihetle halktır, düşününüz! Şu cihetten de halk
değildir, anlayınız!
—
ister birleştir, ister tefrik et! Zîrâ asıl (ayn) birdir.
Aynı zamanda çokluktur da; bu hali üzere durup bakî kalmaz.[410] [411]
Kâşânî’ye göre Hakk’ın halk olması, O’nun a’yân-ı sâbite
sûretinde, bunların muktezâsına göre zuhûr etmesinden ibârettir. Halk olmaması
ise Zâtî ahadiyeti îtibârıyladır. Zîrâ bu îtîbarla O, mevcudâtı îcâd edip
yaratandır. Varlıkta O’ndan başkası olmadığı için de ister cem’ ile hükmedilsin
ister tefrika ile, tek bir hakikat
vardır.
O, hem tek hem çok olan “ayn”dır. Zât mertebesinde tektir, taayyünleriyle çok
İbnü’l-Arabî, eserlerinin özellikle de Fütûhât’ın temel
konularından olan ilâhî sıfatlar konusunda da benzer paradoksal ifadelere yer
vermektedir. Şeyhe göre ilâhî isimler varlıkları bakımından Zât’dan ayrı
değildirler. Aslında tek bir varlık vardır. O da her türlü kayıttan uzak,
mutlak tek olan Hakk’ın varlığıdır. Zât mertebesinde her bir kayıttan münezzeh
ve tek olan Mutlak Varlık, O’nun farklı ontolojik mertebelerine delâlet eden
bir çok isimle isimlenmiştir.[412]
Mutasavvıflarca özellikle de ekberî gelenekte sıkça zikredilen bir hadis-i
kutsiye istinaden mutlak Zât mertebesi, diğer bir çok ismin yanı sıra kenz-i
mahfî (:gizli hazine) diye isimlendirilir. Hazine tanımı gereği cevherler
ve zenginlikler ihtiva edecektir. İşte ekberî irfâna göre bu gizli hazine
içerisinde sonsuz cevherler olan ilâhî isimler saklıdır ve onlar Zât’ın ne aynı
ne de gayrıdırlar. İşte bu isimlerin hem mutlak münezzeh olan Zât’a hem de
büründüğü husûsî mânâya delâleti vardır. O halde her bir isim Zât’a delâleti
bakımından müsemmânın aynıdır ve bu yönüyle diğer bütün isimleri de ihtiva
eder. Diğer taraftan kendi taşıdığı husûsî mânâsı ve tecellî ettiği yerler (a’yân-ı
sâbite) üzerinde hükümlerini icra etmeleri bakımından bir birlerinden
farklılaşmaktadırlar.[413] Kısacası bu
isimler bir taraftan Zât’a yönelik yanları bakımından, eninde sonunda Hakk’a
ircâ edilebilmeleri dolayısıyla O’nunla ile aynı ve tek olurken diğer taraftan
da çokluğa yönelik yanları bakımından O’ndan ayrı ve çokturlar.[414] Dahası
İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde Allah (cc.)’ın farklı iki mânâda “tekliği”
vardır: Bizden, bütün mahlûkâttan hattâ ilâhî isimlerden dahî tümüyle müstağni
oluşu yönüyle Zâtî/aynî tekliğî (:ehadiyyetü’l-ayn)[415],
bizi, âlemin varlığını talep eden isimleri yönüyle küllî/çokluğun tekliği (:ehadiyyetü’l-kesret).[416] Burada bahis konusu
olan çokluğun tekliğine küllî/birleştirici teklik (:ehadiyyetü’l-cem’)
de denir ki bu, İbnü’l-Arabi’nin âlem telakkisinde olağanüstü önemli bir rol
oynamaktadır. Kısacası bu, aslen tek olan Hakk’da bilkuvve mevcut olan kesreti
tasdik eden bir makamdır. Varlık ve varlığın mertebelerinin ilk tezâhürleri
hususundaki bu spesifik anlayışındaki mutlak teklik mertebesine İbnü’l-Arabî, el-ehadiyye
derken kendisiyle isimlerin, dolayısıyla da âlemin ortaya çıktığı çokluğu
bütünleştiren tekliğe ise genellikle vâhidiyye ya da vahdâniyye
demektedir. [417] Bu sebeple
sûfîlerin kastettiği birlik, paradoksların ve ontolojik zıtlıkların bütünleşmesidir;
çokluğu karakterize eden bütün zıt niteliklerin birleşmesidir.[418] Âlemin
aynını, hakikatini gören onun ehadiyy etine, hükümlerini ve nispetlerini gören
ise bu aynî tekliğin aynı zamanda çokluğuna kail olur. Hakk Teâlâ’ya baktığında
da O’nu Vâhidü’l-Kesîr olarak görür.[419]
Allah ve âlem arasındaki bu ilişkiyi ya da başka bir ifadeyle tek olan
vücûdun farklı veçhelerini izaha mâtuf Hakk/halk, vahdet/kesret şeklindeki
paradokslarla ifade ettiği hakikati İbnü’l-Arabi, sayı sembolizmi ile
insanların zihnine yaklaştırmaya çalışır: Nasıl ki “bir” sayısı, yine “bir”
olarak kalmakla beraber çoğalarak sonsuz sayıları meydana getirmiştir, aynı
şekilde bir ve münezzeh olan Hakk da âlem diye isimlendirilen vücudî çokluğu
meydânâ getirmiştir. Hakîkatte tek bir sayı vardır o da “bir”dir. Diğer bütün
sayılar bu “bir” sayısının hayâlî mertebelerde zuhûr etmesinden dolayı îzâfî
olarak ortaya çıkmışlardır. Bu sebeple aslında tek olan “bir” sayısı bu hayâlî
mertebelerden dolayı sonsuz sayıda farklı isim almıştır.[420] “Bir” ile diğer sayılar
arasındaki ayırım îtîbârî olduğu gibi Hakk ile halk arasındaki ayırım da
izâfîdir. Çünkü tek bir Vücud vardır ve bu Vücûd farklı veçhelere sâhiptir. Bu
Vücûd, nihâî gerçekliği ve Zât’ı bakımından Bir ve münezzeh iken zuhûru,
tecellîleri ve sıfatları bakımından çoktur.
İbnü’l-Arabî bu görüşünü ayrıca sûfîlerin sıkça kullandığı “ayna”
sembolizmi ile de açıklamaya çalışır. Nasıl ki aynı varlık, farklı nitelik ve
şekillerdeki aynalarda farklı sûretlerde yansır, işte vücûd da böyledir. Meselâ
içbükey aynada görüntü ters görünürken dışbükey aynada düz görünür. Yine
parçalanmış bir aynada bir nesnenin bir çok yansıması görünür. Aynanın
büyüklüğü ve küçüklüğüne göre de aynı nesnenin yansımaları farklı olur. Tıpkı
bu misâlde olduğu gibi hakikatte de tek bir vücûd vardır, bu yegâne hakikat
zuhûr yerlerine göre farklı farklı yansır. Dolayısıyla âlemde müşâhede
ettiğimiz çokluk, farklı nitelikteki aynalarda yansıyan farklı görüntülerden
başka bir şey değildir.[421]
Kullandığı diğer bütün paradoksal ifadelerde de görülebileceği gibi
İbnü’l-Arabi görüşlerini, hayli dinamik ve canlı bir diyalektik metod
içerisinde; tez, anti tez ve bunların ahenkli bütünlüğünü ifade eden sentezler
şeklinde sunmaktadır. Özellikle Vahdet/kesret ya da Hakk/halk paradoksunu düşündüğümüzde;
ne bu her ikisini mutlak mânâda bir birbirinden ayıran, ne de aynı cinsten,
homojen bir birliği ileri süren bir “vahdet” anlayışı karşımıza çıkmaktadır.
İşte bu “vahdet” anlayışını ifade etmek için İbnü’l-Arabi bazı ıstılahlar ve
ibâreler kullanır: “el-Hakk fi’l-halk”, “el- halk fi’l-Hakk”, “Vahdet fî
kesret”, “kesret fi Vahdet”, “el-Vâhidü’l-kesîr”. Diğer taraftan ulûhiyet
anlayışı noktasında tenzih ve teşbihten bahsederken de aynı sentezlere ulaşır
ve bunu ifade etmek için benzer bazı kavramlar kullanır: “tenzih fî teşbih”,
“teşbîh fî tenzîh”.[422]
Felsefenin en müşkil problemlerinden biri olan, Allah-âlem-insan
münasebeti hususu İbnü’l-Arabî külliyâtının da temel konusu olmuş ve bu konu
çoğu zaman farklı ve yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek tarzda kapalı ve
kompleks bir yapı sergilemiştir. Öyle ki şeyhin bu konudaki bazı fikirleri
referans alınarak onun sistemi yanlış bir şekilde “panteizm” ya da “varoluşçu
monizm” şeklinde tanımlanmıştır. Halbuki, Allah’la âlem arasında cevher
îtibârıyla bir devamlılık öngörmek şöyle dursun, İbnü’l-Arabî, Zât îtibârıyla
Allah’ın (cc.), varlığın her bir mertebesinden mutlak anlamda münezzeh (Sübhân)
olduğunu her fırsatta tekrar eder. Bu sebeple, sıfatların tezâhüründen ibâret
olan âlemle, bunun aslî ilkesi olan Mutlak Vücûd arasında cevher bakımından bir
özdeşlik ya da devamlılığın görülmesi İbnü’l-Arabî ya da diğer sûfîlerin İlâhî
Zât hakkında söyledikleriyle bütünüyle çelişmektedir. Dolayısıyla eşya,
Allah’tan bağımsız/ayrı değildir, fakat âlem Allah’ı kuşatamaz anlamına
gelebilecek bir terim onun bu doktrininin tanımına uygun düşecektir.[423] Biz burada,
çalışmamızın muhteva ve sınırı gereği İbnü’l-Arabî’nin, Allah-âlem-insan
münasebeti hakkındaki görüşleri hususunda ayrıntıya sapmadan sadece, onun bu
konu çerçevesindeki paradoksal ifadelerini ele almaya çalışacağız.
Bu tarz paradoksal ifadeleri İbnü’l-Arabî, bizzat mahiyeti gereği
paradoksal bir durum sergilemesinden dolayı ‘hayâl’den bahsederken sıkça
kullanır. Bu durum hayâlin her bir düzeyi için geçerlidir. Zîrâ maddî müşâhede
âlemi ile metafizik gayb âlemi arasında bulunan misâl âlemi, mutlak vücûd
sahibi Allah (cc.) ile yokluk arasında buluna mutlak hayâl (ama: Rahmân’ın
nefesi), somut duyumlar ile soyut mânâlar arasında bir köpnü olan
epistemolojik düzeyde tahayyül ve yine Mutlak Vücud ile mutlak yokluk arasında
bulunan bütün âlem (izâfî vücûd) bir hayâl/berzahtır. Bu sebeple bütün
düzeyleriyle hayâlî gerçeklik bir berzah olarak bizzat iki farklı durum
arasında bulunmalırndan ve her iki tarafın da özelliklerini taşımalarından
dolayı paradoksal bir mahiyet arz ederler. Kısıcası hayâlî gerçeklik arasında
bulunduğu bu iki zıt gerçekliğin hem aynıdır hem de değil. Tıpkı aynadaki
görüntünün, ayna ve aynaya yansıyan nesnenin hem aynısı hem de gayrısı olduğu
gibi.[424]
İbnü’l-Arabî’nin hayâl anlayışından hareketle Allah-âlem-insan
arasındaki münasebette, ne tam bir aynılığın ne de mutlak bir ayrılığın söz
konusu olduğunu söyleyebiliriz. İbnü’l-Arabî, âlemin zuhûrundan ve zuhûr eden
ilk hakikatten bahsederken bu ilk hakikat için çeşitli veçhelerine göre farklı
tabirler kullanır: Amâ, mutlak hayâl ya da Rahman’ın nefesi
tabirleri aynı temel hakikati, her şeyin kendisinden yaratıldığı hakikati (el-hakku’l-mahlûk
bih) ifade etmede kullanılmaktadır.[425] Bu hakikate İbnü’l-Arabî, mutlak
hayâl der, çünkü Allah’ın, ilmi ezelîsine göre, mevcûdâtın sâbit
sûretlerini tahayyülüdür. Yine bu hakikate Rahmân’ın nefesi der, çünkü
bu hakikat, Rahmân’ın bilinme arzusundan kaynaklanan nefesidir. Amâ der,
çünkü bu ilk hakikat, bu ilâhî nefesten hâsıl olan latîf, metafizik buluttur. el-Hakku’l-mahlûk
bih der, çünkü bütün mahlûkat burada sûret ve varlık kazanır.
İbnü’l-Arabî bu ilk hakikatte (amâ) Hakkın tecellîlerini kabul
edebilme gücü görmektedir. Haddi zatında bu hakikat, Rahmân’ın nefesi olduğu
için Hakkın dışında bir şey de değildir. İbnü’l-Arabî, hem Hakkın var oluşunu
kabul edebilen ve hem de bütün kâinâtın kendisiyle zuhûr ettiği amâ’nın
oluşumunu sûfîler arasında sıkça dile getirilen; “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmiyordum. Bilinmeyi sevdim ve mahlûkâtı yarattım.”[426]
kutsî hadisiyle açıklar. Burada İbnü’l-Arabî, Rahmân’ın nefesi ifadesini
insanın nefes alışına benzeterek açıklar. Çünkü nefes alma, insanın içindeki
sıkıntıyı rahatlatma hareketi olduğu gibi, konuşma esnasında harflerin ve
kelimelerin de vasıtasıdır. Tezimizin İkinci Bölümünde de üzerinde durmaya
çalıştığımız gibi, Rahmân’ın nefesi de aynı şekilde hem kendindeki
bilinme iştiyakının dışarı vurumu, hem de kelimelerinin, dolayısıyla da bütün
varlığın kaynağı olmaktadır.[427] Hadiste
zikredilen bu ilâhî sevgiden, ilâhî nefes alma hâsıl olur. Çünkü sevginin
sevende bir hareket etkisi vardır. Nefes alma ise kendisine aşık olunan için
yapılan bir iştiyak hareketidir. İşte amâ, Hakkın bu ezelî sevgisinden hâsıl
olan nefestir, Rahmân’ın nefesi[428]
dir. İşte bu noktada İbnü’l-Arabî, âlemin hakikati olan bu ilk ilkeye her şeyin
kendisiyle yaratıldığı Hakk (el-hakku’l-mahlûk bih) der. Burada bu küllî
hakikate Hakk denilmesi Rahman’ın nefesinin aynı olmasındandır. Nefes ise,
nefes alanın içinde gizlidir. Bâtında iken bâtının, zâhirde iken de zâhirin hükmündedir.
Bâtında ilk, zâhirde ise sondur.[429] Allah ile mutlak yokluk
arasında bulunup, her ikisinin özelliklerini taşıyan bir berzah olduğu için
amânın iki yönü vardır: Hakka ait bâtın yönü, halka ait zâhir yönü. Bâtın
yönüyle Hakkın nefesidir, zâhir yönüyle bütün âlemin zuhûr ettiği ilk unsurdur.
Bu berzah vasıtasıyla bir taraftan Hakk, mahlûkâtının sıfatlarını kendine izafe
ederken (teşbih), diğer taraftan mahlûkat, O’nun sıfatlarıyla
sıfatlanabilir. Yine Hakk, zâtı îtibârıyla mutlak münezzeh kalırken bu mutlak
hayâlde kendini ızhar eder.[430]
İşte bu anlayışı doğrultusunda İbnü’l-Arabî, âlemin varlığından
bahsederken, aynı/aynı değil şeklindeki paradoksal ifadelere sıkça yer
verir.[431] Âlem,
‘Allah’tan başka her şey’ (mâ sivâ) olduğundan O’ndan ayrıdır. Ne var ki
âlem, Rahman’ın nefesinden zuhûr eden kelimeler olduğundan her yönden bir
ayrılık söz konusu değildir. Çünkü nefes, nefes sahibinden ayrı olmadığı için
Allah’ın sonsuz kelimeleri olan âlem O’nun nefesiyle aynıdır. Nefes de
Rahman’ın kendisi olduğundan kelimeler (âlem) Rahman’ın aynıdır. Başka bir
ifadeyle âlem, Hakk’ın zuhûr yeridir. Zât îtibârıyla Allah her şeyden mutlak
münezzeh olması sebebiyle âlem bu yönden Allah’tan başkadır. Fakat âlemde
Allah’ın isimlerinin tecellîsinden başka bir şey bulunmadığından âlem Allah’tan
ayrı değildir. İşte bu şekilde İbnü’l-Arabî, Allah- âlem münasebiti hususunda
sürekli aynılık ve ayrılığı vurgular, nihâyet bu husustaki görüşlerini O/O
değil şeklindeki paradoksal bir ifadeyle özetler.[432] Kısacası Allah, kâinât
karşısında mutlak münezzeh ve ayrı olmakla birlikte, kâinât O’ndan bütünüyle
ayrı değildir. Kâinât, esrarlı bir şekilde Allah’a katılmış durumdadır. Bu
doktrine göre Mutlak Gerçeklik’ten ayrı ve bağımsız bir gerçekliğe inanmak,
sûfîlerin nihâî olarak “Mutlak Varlık/Gerçeklik’ten başka bir var lık/ger
çeklik yoktur” anlamına yorumladıkları kelime-i şehâdete ters düşen büyük
bir günahtır. Kâinât ve içindeki eşya Allah (cc.) değildir, fakat gerçeklikleri
O’nunkinden başka da değildir. Aksi halde bütünüyle bağımsız varlıklar olurlar
ve böylece onları Allah’ın yanı sıra ilahlar olarak görme durumu ortaya çıkar.[433] Görüldüğü
gibi amâ, doğrudan Rahmân’ın nefesine bağlanmaktadır. Bu sebeple bu hakikat,
İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde klasik ya/ya da mantığı yerine, hem/hem de ya da
ne/ne de şeklinde ifadesini bulur. Dolayısıyla, iki karşıt alandan birini
mutlak olarak tercih yerine, temelde tek bir hakikat kabul edildiği için, bir
birinden ayrı gibi görülen her iki taraf uyumlu bir bütünlük şeklinde
algılanır. Bu ise, varlıkta iki yön bulunmasından dolayıdır: Kendine ait imkân
ve yokluk yönü ile Hâlikına yönelik varlık ve vücub yönü. Dolayısıyla her şey,
Şeyhü’l-Ekber’in hayâl anlayışının hakikatine uygun olarak çift anlamlıdır. Bu,
birden fazla anlama gelme ise, mutlak belirsizlik ve cehaletten değil, bizzat
varlığın temelinde bulunan ontolojik hakikatten dolayıdır.[434] İşte bu noktada İbnü’l-Arabî
sıkça, “o, o değil” (huve lâ huve), “o, odur/o, o değildir” (fehuve huve/ ve
mâ huve huve)[435] şeklindeki paradoksal
ifadeyi zikreder: “Vücûdla muttasıf her şey o/o değildir, âlemin hepsi o/o
değildir, belirli bir sûrette zuhûr eden hakikat o/o değildir,
smırlandırılamayan/smırlı, görülemeyen/görünendir. ”[436]
Allah (cc.) zâtı îtîbarıyla mutlak münezzeh ve sübhân olduğu için, âlem bu
yönden Allah’tan gayrıdır. Diğer taraftan âlem, bütünüyle ilâhî isimlerin
tecellîsinin sonucu olduğu için O’ndan bütünüyle ayrı da değildir. Ayrıca âlem,
Rahmân’ın nefesidir. Nefes ise, nefesin sahibinden ayrı değildir. Diğer
bir değişle âlem, Hakk’ın sıfatlarıyla zuhûr ettiği tecellî yeridir.
İbnü’l-Arabî bu anlayışını sıkça ayna ve nur-zulmet metaforlarına başvurmak
sûretiyle açıklar. Bu benzetmeye göre yokluk, vücûda nispetle ayna gibidir;
vücûdun sûreti onda görünür olur. İşte yokluk aynasında vücûda dair görünen bu
sûret, mümkünâtın âyânıdır. Bu sebeple mümkünatın ancak yokluk hali üzere bir
şeyiyyeti ve âyân-ı sâbitesi vardır ve aslen ma’dum olarak sıfatlandırılır.
Öyleyse mümkünâtın, vücûd sûretinde zuhûr etmekle birlikte yokluk vasfı da
vardır; mümkün varlıklar ne mutlak vücûdun ne de mutlak ademin aynıdır. Tıpkı
aynaya bakan kimsenin aynada yansımış olarak gördüğü, ne kendisinin aynı ne de
kendisinden başka olan sûret gibi.[437] Bu hakikate, nur-zulmet
metaforu[438]
penceresinden baktığımızda da durum aynıdır: Mümkünatın varlığı, mutlak nur
olan Vücûd ile mutlak zulmet olan yokluk arasında bir berzahtır; bizzat ne
mutlak nur ne de mutlak zulmet ile muttasıftır. Bir yönü nura, bir yönü de
zulmete bakar. Öyleyse mahlûkât ne nurdur, ne zulmet; ne mevcuttur, ne ma’dum.[439] Dolayısıyla
âlem, mutlak nur, vücûd ya da Hakk ile mutlak zulmet ya da yokluğun ne
aynısıdır ne de gayrısı.
İbnü’l-Arabî’nin bu paradoksal anlayışına paralel olarak bir şey
hakkında, ya nefy ya da ispat yerine, hem nefy ve hem de ispat söz konusu
olabilmektedir. İbnü’l Arabi bu konuda temel referanslarını Kur’an’dan
almaktadır. O, bu hususta sıkça şu ayetleri zikreder: “O’nun benzeri gibi
hiçbir şey yoktur. O, işiten ve görendir. ” (Şûrâ 42/11), “Attığın zaman
sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfal 8/17). İlk âyette hem tenzih ve hem
de teşbih söz konusu iken, bu son ayette “atma” eylemi Hz. Peygamber için hem
doğrulanmıştır (attığın zaman) hem de reddedilmiştir (sen atmadın).[440] Bütün bu
paradoksal durumlar, en açık bir şekilde ancak hayâlde zuhûr eder ve en açık
ifadesini de ancak hayâlde bulabilir. Çünkü bütün bu durumlar bizzat hayâlin
hakikatiyle aynıdır.
4-
Perde (Hicâb)/Görme
(Müşâhede-Ru’yet) Paradoksu
Daha önce mârifetten bahsederken Hakk’ın tanınması noktasında müşâhede,
ru’yet gibi Hakk’ı, hakikati “görme”yi ifade eden bazı kavramları
açıklamaya çalışmıştık. Yine İbnü’l-Arabî’nin Hakk’ın misâl âleminde, kuluyla
karşı karşıya gelmek sûretiyle (kifâhan) doğrudan hitabını ifade etmek
üzere fehvâniyye kavramını kullandığını biliyoruz. Fakat bütün bu
“bilmeyi”, “görmeyi” ve doğrudan Hakk’ın hitabını “işitmeyi” ifade eden
kavramlar kadar hicâb/perde kavramı da İbnü’l- Arabî’nin mârifet
anlayışının bütün yönlerini ifade etmesi bakımından önemlidir. Zîrâ Hakk’ın
tanınması, genelde bütün sûfîlerde olduğu gibi İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde de
hep bilme-bilinemezlik, idrak-idrakten acziyet ve görme-perdelenme (hicâb)
paradokslarıyla ifade edilegelmiştir.[441]
İbnü’l-Arabî’nin kaydettiğine göre mârifetin önemli bir veçhesini
oluşturan ve kul ile Mahbûb’u arasında bulunan “hicâb” kulun eşyâ ile meşgul
olmasından başka bir şey değildir. Zîrâ bu, literal anlamıyla bir perde olsaydı
Hakk Teâlâ’yı kuldan perdelediği gibi kulu da Hakk’tan perdelerdi.[442] Istılahî
olarak perdelerin arkasındaki sırlara ve hakikatlere muttalî olmak anlamına[443] gelen keşf
kavramı, kelime anlamından (perdeyi açmak, kaldırmak) da anlaşılacağı üzere
bizzat hicabların varlığını gerektirir.[444] “Hicâb”, insanı Allah’tan
ayıran, idraklerin açık, net ve keskin oluşuna engel olan, Matlûb’u örten her
şeydir. Bu îtibârla Hakk’ın tecellîlerinin kabûlüne mânî olan, kalbe tab’
olunmuş kevnî her sûret hicâbtır.[445]
Kur’an’da insanı Allah’tan ayıran hicâba atıfta bulunulur. (Şûrâ 42/51,
Mutaffifîn 83/15). Yine Hz. Peygamber de “Allah’ın nur ve zulmetten yetmiş
hicabı” olduğunu ya da “Allah’ın hicabının nur” olduğunu beyân etmiştir. Eğer
bu perdelerin tamamı açılsa Hakk’ın Subbûhî veçhesi ulaştığı herşeyi yakıp yok
eder.[446] Hz.
Peygamberin bu son hadis-i şerifi de paradoksal bir durumu ifade eder. Bizim
eşyayı görmemizi sağlayan ışık burada görmeye engel olan bir “perde” olarak
zikredilmiştir. Zîrâ normal şartlarda görmemizi sağlayan ışık, insanı kör
edecek ya da daha zayıf ışıkların görülmesine engel olacak derecede parlak da
olabilir. Tıpkı yıldızların ışığının, güneşin ışığıyla birlikte görülememesi
gibi. Allah’ın nuru söz konusu olduğunda da bunun böyle olması kaçınılmazdır.
Zîrâ Hz. Peygamber de bu gerçek nurun görülemez olmasına istinaden “O bir
nurdur, nasıl göreyim” demişlerdir. Çünkü Allah (cc)’ın izzet hicabı
sürekli örtülüdür aslâ açılamaz; Allah (cc.) gözlerin kendisine hükmetmesinden
aziz ve yücedir.[447] Dolayısıyla
burada tam bir paradoksal durum söz konusudur: Fizîkî anlamda görünen ve
görmemizi sağlayan ışık/nur, sûfiyâne bilinç düzeyinde görmeye engel bir perde
olurken, yine fizikî olarak görmemize engel olan karanlık/zulmet, bu bilinç
düzeyinde görünür olmaktadır. Hakikati îtibârıyla Nur, aslâ görülemez iken,
bizâtihî kâinâtın kendisinden başka bir şey olmayan zulmet/hicâb görülür; zîrâ,
gören kişinin hakikati de zulmetten ibârettir ve aralarındaki bu münâsebetten
dolayı zulmet, aslî mertebesi yine bir zulmet/yokluktan ibâret olan insan
tarafından görülebilir.[448] Diğer
taraftan “hicab” perde ve engel olduğu gibi Hakk’a götüren tek yoldur, zîrâ
Allah ancak perde arkasından görülür, perde arkasından konuşur. Dolayısıyla
insanı Allah’tan ayıran fakat aynı zamanda onu Allah’a götüren her şey
“hicâb”tır.[449] Bu sebeple
Allah’ı, O’nu her zaman gizleyecek olan bir hicâbın dışında bulmanın hiçbir
yolu, görmenin hiçbir imkânı yoktur.[450] Bilme ve görme açısından açık
bir şekilde paradoks sergileyen “hicâb”, İbnü’l-Arabî’nin varlık anlayışı
bakımından da açık bir paradoks ortaya koyar. Zîrâ Allah’ın dışındaki her
şeyden ibâret olan hicâb, nihâî tahlilde O’ndan başka bir şey de değildir. Dolayısıyla
biz O’ndan yine ancak O’nunla perdeleniriz. O da bizden zuhûruyla perdelenir.
Bu sebeple Allah (cc.) hicabın ta kendisidir. Zâhir ismiyle nûrânî, bâtın
ismiyle de zulmânî perdeler arkasına gizlenir.[451] Eğer perdenin arkasını
görebilseydik rahmetten başka hiçbir itici güç, Allah’tan başka hiçbir mahbûb
olmadığını görürdük; çünkü Hakk’tan başka gerçek diye nitelendirilebilecek bir
şey yoktur.[452] Allah (cc.)
bize “şah damarımızdan daha yakın olduğu” (Kâf 16) halde, aramızda
perdeler vardır, O’nu göremeyiz. O’nu göremememizin sebebi işte bu aşırı
yakınlıktır. Zîrâ aşırı uzaklık görmeye engel olan bir hicâb olduğu gibi aşırı
yakınlık da bir hicâbdır.[453] Hicâbın
sayısı ve ciheti sınırlı değildir. Bu sebeple de sâlikin hiçbir perdenin
olmadığı bir makama ulaşması söz konusu değildir. Mahcûb’tan kaldırılan her bir
perdenin arkasında mutlaka daha latîf ve daha yüce bir perde vardır. Zîrâ Hakk
Teâlâ aslâ bir perde olmaksızın tecellî etmez. İnsan ile Hakk Teâlâ arasındaki
en son perde de bizâtihî insanın kendi vücûdudur.[454] Bu îtibârla hangi âlemde
olrusa olsun tecellîler bir perde arkasındandır. Tabiî cisimler, maddî eşyâ
zulmânî ve en kalın perdeleri oluştururken, latîf ruhlar da nûrânî ve latîf
perdelerdir. Bu îtibârla latîf ile kesîf arasında bulunan bütün âlem, ma sivâ
hicâbın ta kendisidir.[455] Fakat
bunların bazısı zulmânî ve uzak, bazısı da latîf ve yakın hicâblardır. İlim de
bir hicâbtır, fakat ilimden yine ilimle perdelenmek yakın/latîf hicab iken,
ilimden cehaletle perdelenmek uzak/kalın bir hicâbdır.[456] İbnü’l-Arabî’ye göre aslında
insanı hakikate ve saadete götüren ilim de büyük bir perde olur ve insana
hiçbir fayda vermez. Çünkü insan çoğu zaman hakikati nasılsa öylece bilmek
yerine kendi ilmi ve tasavvurlarının sınırlarına göre bilmek ister. Meselâ
Yahûdîler Hz. Peygamberin hakk bir peygamber olduğunu bildiler fakat onu inkâr
ettiler. Bu bilgileri onlar için bir perde oldu, onlara fayda da vermedi. Bu
sebeple insanı cehaletten uzaklaştırdığı halde saadete götürmeyen ilim en büyük
perdedir.[457]
Daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi İbnü’l-Arabî’nin
terminolojisinde fehvâniyye kavramı “Hakk Teâlâ’nın, misâl âleminde,
bizzat karşı karşıya, yüz yüze gelmek (mukâfeha) sûretiyle hâsıl olan
hitabı”[458] [459] [460] için
kullanılmaktadır. Varlık, insan ve ulûhiyyet anlayışı doğrultusunda misâl
âleminde Hakk’ın müşâhede edilebileceğini dolayısıyla da Hakk’ın tecellîleri
vasıtasıyla tanınabileceğini söyleyen İbnü’l-Arabî, bu ıstılahla da Hakk’ın
yine misâl âleminde karşı karşıya gelmek sûretiyle hitabının işitileceğini
söyler. Fakat İbnü’l-Arabî’nin söylemi sürekli paradoksal bir zeminde gelişir.
Bu sebeple “bilme”, “görme” ya da “doğrudan işitme” şeklinde ifade edilen
hakikatin, bir de “gizlenme” ve “perdelenme” şeklinde ifade edilen yönü vardır.
Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre Hakk Teâlâ her nasıl idrak edilirse edilsin muhakkak
bir perde arkasından idrak ediliyordur. Mutlak Zât mertebesini doğrudan idrak
edip ihâtâ etmek mümkün değildir. Hakk, Zât’ı îtibârıyla her hangi bir şekilde
değişikliğe uğrayıp bir sûrete bürünmez. Değişme ve sûrete bürünme ancak
Hakk’ın zuhûr ve tecellî yerleri olan mümkün varlıklarda söz konusudur.
Dolayısıyla sıfatları îtibârıyla varlıkta sonsuz şekillerde Zâhir olsa da Hakk
Teâlâ, Zât’ı îtibârıyla mutlak olarak Bâtın ve Gâib’dir. Bu sebeple gözün,
aklın ya da hayâlin idrak ettiği sûretlerin hepsi birer perdedir ve Hakk Teâlâ
ancak bu perdeler arkasından görülür. Bu perdeler sonsuz ve sürekli olduğu için
de Allah (cc.) ancak perde arkasından görülür ve perde arkasından
konuşur.1797 Hiçbir idrakin ulaşıp ihâtâ edemediği Zât da hicâbu’l-izzet
ile perdelenir. Aslâ kaldırılmayan bu perde karşısındaki idrak de mutlak hayret
ve körlük olarak ifade edilir.1798 Başka bir ifade ile,
algıladığımız her şey, algı vasıtalarımızın hepsi birer hicâbdır. Hattâ bu,
Allah hakkında insanın ulaşabileceği bütün bilgileri, sûfîlere bahşettiği bütün
mükâşefeleri ve peygamberlere verilen bütün vahiyleri içine alır. Zîrâ
bunlardan hiçbirisi bizâtihî Allah değildir.1799 İbnü’l-Arabî’nin
selefi Nifferi, mârifetullahın bu paradoksal veçhesini açıkça şu şekilde ifade
eder: “Kendi nefsin hicâbındır, bilgin hicabındır, mârifetin hicâbındır,
isimlerin hicâbındır ve Benim sana Kendimi bildirmem hicâbındır...”1800
Bu hususta Nifferî’nin, eseri Mevâkıf’a kaydettiği vecizeleri hayli
paradoksaldır: “Cehâlet ru’yetin hicâbıdır, ilim dahî ru ’yetin hicâbıdır.
Ben zâhir olanım, hiçbir hicâb yoktur ve Ben bâtın olanım artık keşif yoktur.
Her kim hicâbı tanırsa keşifle müşerref olur. ”1801 Fakat
Allah’ın görülmesi ve hitabının işitilmesi ancak hicâb yoluyla olduğu için
“engel, “perde” anlamına gelen hicâb, aynı zamanda Mahcûb’a götüren bir yol ve
kapı olmaktadır. Mahcûb’a ancak hicâb ile ulaşılır. Öyleyse “hicâb” mutlak
mânâda örtüp, gizleyen, engel olan bir ayırıcı değil, Mahcûb’a götüren bir
ayırıcıdır.[461] Dolayısıyla
bu kavramla paradoksal bir şekilde hem gizlemeye hem de açıp ızhar etmeye
işâret edilir. Allah (cc.), câmiu’l-ezdâd olduğu için tecellî ile kulun
idrakine açılan her bir veçhe, bu veçhenin zıddı olan diğer veçheler için ve
temelde de Zât için bir perdedir. İşte Hakk’ın bilinmesi ve görülmesi husunda
İbnü’l-Arabî’nin söylemi sürekli ru’yet/hicâb, idrâk/ idrakden acziyet
paradoksları şeklindedir: Allah (cc.) zuhûr eder, nûrunun şiddetinden zuhûr bir
perdedir.[462] Yine
İbnü’l-Arabî’ye göre bir yönden Hakk’ın tanınmasını ve görülmesini, O’na
yakınlığı ifade eden mârifet ve ilim,[463] muhabbet,[464] müşâhede,[465] zuhûr,[466] ru’yet[467] ve kurbiyet[468] gibi haller
aynı zamanda hep birer hicâptırlar. Hakk Teâlâ’dan kula yönelik en açık
hitâblar bile ancak perde arkasından vukû’ bulur.[469] Hattâ İbnü’l-Arabî’ye göre
Hakk Teâlâ’nın hem
1797
Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. VII, s.
28.
1798
Cürcânî, Ta’rîfât, s. 96.
1799
Bkz., Chittick, Tasavvuf, s. 291.
varlık
hem de mârifete yönelik tecellîlerini sağlayan sonsuz isimleri bile O’nun için
bir perdedir.[470] Allah (cc.)
ile gerçekten konuşan (Nisâ 4/164) Hz. Musâ bile “ateş”, “ağaç”, “eymen
vadisi”, “tûr” gibi perdeler arkasından konuşmuştur. Nifferi’nin ifade ettiği
gibi; Hakk’ın ru’yetinin gerçekleştiği ilim O’na götüren bir yol iken, ru’yetin
gerçekleşmediği ilim büyüleyici bir hicâbtır.[471] Yine bu minvalde olmak üzere
halvet, umûmî tecellîye; celvet, husûsî tecellîye,[472] sahv da fenâya hicâptır.[473] Nihâî
tahlilde, her bir şey, her şeyden ebediyyen perdelenmiş olarak kalacaktır.
Mükemmel bir mükâşefe açıkça ilâhî bir niteliktir. Hiç kimse Allah’ı ve
hakikatleri, Allah’ın Kendini ve bu hakikatleri bildiği gibi bilemez. Her
hâlükârda insanın idraki “hicab”ın dışında bir şeye taalluk etmez.[474] Öyleyse
insanın bu âlemde, nihâî talebi ru’yete mâtuf keşf ya da tecellî ile bu ru’yete
engel olan hicâb arasında olmaktan başka bir imkânı yoktur.[475] Mânevî tekâmül yolunda da bu
böyledir. Her defasında bir hicâb kaldırılır; sâlikler aradıkları şeye biraz
daha yaklaşırlar. Fakat bir öncekine göre daha latîf bir mahiyet arzetse de
başka bir perdeyle karşılaşılır. Kısacası bir perdeden çıkmak, bir diğerine
girmektir.[476] Nifferî’nin
dediği gibi, sâlik, Allah’ın çağırmış olduğu bir yola dahî girmiş olsa, sonsuz
olan hicâblar bir kenara atılamaz. Zîrâ, “Hicâbları atmak da bir hicabtır,
atılacak yer de bir hicâbdır. Öyleyse Bana tâbî ol ki perdelerini kaldırayım.”[477] Görüldüğü gibi gerek
Nifferî’de gerekse İbnü’l-Arabî’de “hicâb” ve “keşf” sürekli bir birini
tamamlayan paradokslar şeklinde izah edilmektedir. Ru’yete ancak hicâbla
ulaşılır; hicâb, ru’yet; ru’yet de hicabdır.[478]
1-Tanımı ve Sûfîlerin Yaklaşımları
Tasavvuf tarihi içinde sûfîlerden nakledilen şatahât türü ifadelere,
farklı ve paradoksal anlam seviyelerine sâhip olmaları, dolayısıyla açık seçik
anlaşılmayıp tereddüde yol açmaları hasebiyle müteşâbihât da denilmiştir. Bu
ifadelerin anlaşılıp yorumlanması problemi, tarih boyunca sûfîlerle zâhir
uleması arasında süre gelen polemiğin âdetâ temel unsurunu oluşturmuştur. Öyle
ki, bu ifadelerin zâhirine taalluk eden yüzeysel yorumlamalar sebebiyle bazı
sûfîlerin şeriat ve din dairesi dışına çıktıkları iddiaları gündeme gelmiş,
muhtelif siyâsî ve sosyal sebeplerin yanısıra bu iddialar üzerine bazı sûfîler
tâkîbâta uğramış ve îdâm edilmişlerdir. Fakat şathiyeler, tasavvufî tecrübenin
ifadesi noktasında oldukça hassas ve bir o kadar da önemli konuma sâhiptirler.
Zîrâ bu ifadeler yaşanan derin bir vecd halinde söylenmektedir ve bu tecrübenin
mahiyeti hakkında bazı ip uçları vermektedir. Esasında tasavvuf disiplininin
temel problemlerine, ıstılâhâtına ve tasavvufî söylemin kompleks yapısına aşina
olmayanların muhalefetinin yanı sıra, tasavvuf tarihi boyunca bütün sûfîler de
bu konuda ittifak halinde değillerdir. Biz burada sûfîlerin, tasavvufî bir
söylem şekli olan şatahâta yaklaşımlarını genel olarak serdettikten sonra daha
çok İbnü’l-Arabî’nin konu hakkındaki görüşleri ve bu tür ifadelere yönelme
sebepleri üzerinde durmaya çalışacağız.
Lügat anlamı bakımından sarsılma, köpürme, kımıldama, hareket etme...
vs. gibi mânâları ihtivâ eden bu kelime, zamanla “hezeliyât” ve buna
bağlı olarak da “latîfe, şaka, eğlence, maskaralık etme” gibi anlamlarda da
kullanılmıştır.[479] Fakat biz
bu başlık altında daha çok vecd halinde söylenen ve zâhiri îtibârıyla teolojik
bazı sorunlar doğuran theopathic ifadelere yer vereceğiz. Latîfe,
muamma, bilmece vb. anlamlara kullanılan teolojik olarak değil aklen paradoks
sergileyen ifadeleri de ayrı başlık altında ele almaya çalışacağız.
Türrehât ya da tâmmât şeklinde de isimlendirilen şatahât, terminolojik
olarak, ne kastedildiği kolayca anlaşılamayan, kapalı, sembolik ifadeler için
kullanılır. Bunlar, ifade edilmesi zor, çoğu kimsenin söylemekten kaçındığı,
ilk kez işitildiğinde kulağa hoş gelmeyen sözlerdir. Bu îtibârla da bu tarz
sembolik ifadeleri İbnü’l-Arabî, “lafzı iğrenç, berbat; mânâsı eşsiz”
şeklinde tanımlar.[480] Vecd ve
istiğrak halinin etkisiyle, irade dışı, mânâsı düşünülmeden söylenilen, içinde
bir iddia bulunan ve dıştan bakıldığında akla ve şeriata muhalif gibi görünen
bu ifadeler, belirli bir halin ifadesi olduğu için kabul veya reddedilemediği
gibi, söyleyen de bu sözlerinden dolayı muaheze edilemez.[481] Çünkü, şath bir arbede[482] yahut kurbiyyet
makamında bulunan sûfînin Allah’a nâzıdır.[483] Diğer taraftan şath, derûnî
bazı haller yaşayan sûfînin Rabbî ile kendisi arasındaki sırların ifşâsı
şeklinde değerlendirilerek; “gaybet ve sekr hali istilâ ettiği için
söylenmemesi gerekenin söylenmesi ” şeklinde de târif edilmiştir.[484] Tasavvufî
tecrübe yaşayan kişinin ne söylediğini kontrol edemediği bir anda, vecd
halinde söylenmiş, ilham ürünü paradokslar olarak kabul edilen bu ifadeleri
tanımlamada, bu tarz ifadelerindeki aşırılık ma’zur görülsün diye “şatah”
teriminin kullanıldığı da söylenmektedir.[485]
Bu ifadeler, sözü söyleyen kişiyi tasarrufu altına alan, ona hakim olan
bir vecd halinin tavsifi için veya böyle bir hâl sonucu söylenmiştir. İnsanın
tabiatını, hissî ve aklî melekelerini etkisi altına alan bir vecd halinin
ifadesi olduğu için de, “Benim şânım... ”, “Ben... ” gibi birinci tekil
şahıs kalıpları ile ifade edilir. Çünkü bu esnâda artık ayrılık perdeleri
kalkmıştır ve tasavvufî tecrübesinin nihâî mertebesine vâsıl olan sûfî,
kendisini tahakkümü altına alan Hakk’ın lisanıyla, Allah’tan hikâye yoluyla
konuşmaktadır.[486] Artık,
Allah’la kul arasında ezâ kaynağı olan ve ayrılığa işâret eden izâfî benlik
fânî olmuştur ve her yerde hâzır ve nâzır olan ulûhiyyet, sûfîden “Ben” diye
hitab etmektedir.[487] Sûfîlere
göre bu, garipsenecek bir durum değildir. Zîrâ, Kur’an’ın beyân ettiğine göre
Hz. Musa’ya bir ağaçtan “Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan
Allah ’ım: İnnî enellâh” (Kasas 28/30) diye seslenen Allah (cc.),
Hallâc’dan da “Ene’l-Hakk” diye seslenmiştir.[488] Bu sebeple de Hallac’ın
meşhur şathiyesi hususunda, “söyleyen Nâsır idi Mansur ona tercümân oldu” denilmiştir.
Aslında Mahmud Şebusteri’nin (ö. 725/1325 ) de ifade ettiği gibi, sadece Hallâc
değil, gerçekte Hakk’tan başka bir varlık olmadığı için kâinâtın her bir
zerresinin “ene’l-Hakk” demektedir. Her kim hallâc olup varlık pamuğunu atarsa
Hallâc
gibi bu sözü söylemeye başlar. Öyleyse “O, Hakk’tır” demekle “ben, Hakk’ım”
demek arasında bir fark yoktur.[489]
İbnü’l-Arabî’nin ifâdesiyle; vücûdda Allah’tan başka bir şey olmadığı için ve
Allah’ı hakîkî mânâda ancak yine Allah’ın kendisi tanıyabildiği için bu sûfîler
hayret makamında ikiliği ortadan kaldırarak “subhânî” ve “enellâh”
demişlerdir.[490]
Sekr halindeki hissiyyâtın dildeki ihtiyatsız tezâhürleri olan bu
ifadelerin sahv halinde söylenmesi, sûfîlerce de kabul edilebilir değildir.
Zîrâ, ilâhî feyz ve güçlü tecellîlere bağlı olarak zuhûr eden ve sekr, vecd
hallerine mahsus bu ifadelerinden dolayı sûfîler, sahv hallerinde Allah’a tövbe
ederler. Gaybet ehli olan bir kimse ise muhâtap değil, mecbur ve ma’zurdur. Bu
sebeple fazileti ve itikadı malum olan mutasavvıfların bu ve emsali sözleri
güzel bir maksatla yorumlanır. Zîrâ, vecd hallerini ifade etmek üzere kelime
vaz’ olunmadığı için bu halleri ifade zordur.[491] Fazileti mâlum ve
meşhur olmayan, vecd, sekr ve gaybet hali yaşamayan, hislerine malik olan
kimselerin ise bu tür sözlerinden dolayı muaheze edilebilirler. Çünkü, bu
ifadeleri te’vile zorlayan şey artık açıkça ortadan kalkmıştır.[492]
Vecd ve cezbe halinde söylenen, lafzî anlamı bakımından üzerinde benlik
ve iddiâ kokusu bulunan bu sözler muhakkık sûfîlerin zellelerinden sayılır.
Çünkü bunlar, ilâhî bir izin olmaksızın ârifin irade dışı dile getirdiği
iddialar olup, ârif, bu durumu ancak sahv haline eriştiği zaman idrak edebilir.[493] Kısacası
şath, terminolojik olarak, kelimenin lügat anlamıyla paralel bir şekilde, vecd
ve istiğrak halinde bir takım güçlü tecellîlere maruz kalan kalbin harekete
geçip, sarsılmasını ifade eder. Bu halde iken sûfî, kalbi sarsılıp taştığı ve
hissiyâtını kaybettiği için, literal anlamda kastetmediği, dinleyenin garip
karşılayacağı paradoksal sözler söyler.[494] Bunların en çok bilinenleri,
Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 261/878)’nin “Subhânî mâ a’zame şânî: Kendimi her
türlü eksikliklerden tenzih ederim, şanım ne yücedir ”[495]
sözü ile Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922)’un “Ene’l-Hakk: Ben Hakk’ım”[496] sözüdür. Belirli hâl
ve makamların
sırlarını ifşâ eden bu kapalı ifadeler, bilâhare diğer sûfîler tarafından şerh edilme
yoluna gidilmiş ve bu hususta müstakil eserler de kaleme alınmıştır.[497]
Aslında mutasavvıflar bu ifadelerin rûhânî terakkide kemâl mertebesinin
ifadeleri olup-olmadığı hususunda ittifak halinde değillerdir. Kimi ihtiyatla
yaklaşarak şatha düşmeyi bidayet hali olarak tavsif eder, kimi makul bir
şekilde yorumlayıp açıklar, kimi de mânevî yolculuktaki en yüksek mertebenin
tezâhürleri olarak kabul eder. Gelenek vasıtasıyla nesilden nesile aktarılmak
sûretiyle bize kadar gelen bu tarz ifadeler, çoğunluk tarafından ihtiyatlı bir
üslupla söylenmekle beraber ruhânî öğretiler olarak dikkate alınmıştır.[498] Meselâ, el-Luma’da
sûfîlerin şathiyyatından örneklere genişçe yer veren Serrâc (ö. 378/988), şatha
düşmeyi bidayet hali olarak vasıflandırır ve temkin ve sahv halini kemâl
derecesi kabul eder.[499] Serrâc,
sûfîlerin bu sözlerini, yatağı dar olan bir ırmağın sel ile kenarlarına
taşmasına benzetir. Ona göre, vecd sahibi olan sûfî, vecdin kuvvetli etkisiyle,
kalbine gelen ilâhî nurları taşımaya güç yetiremez ve duyguları bu şekilde,
taşkın bir halde diline düşer. Yaşadığı hali, dinleyenlerin zor anlayacağı,
alışılmamış ibârelerle anlatmaya başlar. Sûfînin kalbinden diline taşan bu
sırlı sözlerin hakikatini ise ancak bizzat tecrübeyi yaşayan ve bu ilimde
derinleşmiş olan ehli anlayabilir. Dolayısıyla literal olarak anlaşılması pek
mümkün görülmeyen bu sözlere salt inkar ile yaklaşmak doğru bir tavır olarak
görülmez.1841
Kelâbâzî (ö. 380/990), Kuşeyrî (ö. 465/1072) ve
Hucvîri (ö. 465/1072) gibi bazı mutasavvıflar şatahât hakkında benzer bir tavır
sergilerler. Bu mutasavvıflar, öncelikle şathiyâne ifadeleri eserlerine almama
noktasında belirgin bir hassasiyet gösterirler.[500] Diğer taraftan bu
mutasavvıflar, bazı konularda sözlerini naklettikleri Hallâc’dan, taassup
sâhiplerinin tepkisini çekmemek için, onun halk arasında şöhret bulan bu ismini
zikretmek yerine, “Ebu’l-Mügis” ya da “Hüseyin b. Mansur” diye bahsederler.[501] Kuşeyrî’nin
bu husustaki tavrı biraz daha nettir; zîrâ Risâle’de şathiyâne ifadelere
yer verilmemesinin yanısıra, şathiyeleri ile meşhur Hallâc da “Ricâl-i
Kuşeyrî”[502] arasında yer almaz.[503]
Zâhir-bâtın, şeriat-tarikat dengesi noktasında Kuşeyrî benzeri bir hassasiyet
gösteren ve tasavvufun Ehl-i Sünnet muhitinde sağlam bir zemine yerleşip gelişmesinde
büyük katkıda bulunan Gazâlî’ye[504] (ö.
505/1111) göre bu tür sözler, insanı Allah’tan başka her şeyden uzaklaştıran,
aklın otorite ve hükmünü ortadan kaldıran aşk, vecd ve vahdet hallerinin zevki
ve sarhoşluğuyla söylenir.[505] İnsan
tabiatının bu gibi sözlerden hoşlandığını söyleyen Gazâlî, bu nevî söz ve
iddiaları özellikle avâm için zararlı görür ve sülûka girmediği halde bunlarla
meşgul olarak şeriatin sınırları dışına çıkan kimseleri eleştirir.[506] Yine
Gazâlî, sülûk neticesinde ulaşılan mertebelerin, yaşanılan hallerin ifade
imkânının olmadığını, bu sebeple de bunlardan bahsetmeye çalışanların ittihâd
ve hulûl gibi kaçınılması mümkün olmayan açık hatâlara
düşebileceklerini söyler.[507]
Daha çok coşkun kişiliği ve şiirleriyle meşhur olan Mevlânâ Celâleddin Rûmî
(ö. 672/1273) ise konuya, yaşanılan mânevî tecrübeyi dilin taşımayacağı, bu tür
hallerin söze sığmayacağı noktasından yaklaşır.[508] Kimi zaman kendisinden de bu
tür ifadelerin sadır olduğunu bizzat Mevlânâ’nın kendisi söyler: “Bu gün
olmayacak işlere giriştim, savaş arıyorum; sarhoşların sözlerine aldırış etme;
saçma sapan sözler söylüyorum. ”[509]
Coşkulu bir tasavvufî anlayışın temsilcisi konumunda olan Mevlanâ mânevî
sarhoşluk halinde söylenen sözleri daha tatlı ve daha neşeli bulur. Mânevî
sarhoşluğa gark olmadan söylediği sözleri tatsız-tuzsuz olarak nitelendirir.[510] Yine
Hallâc’ı meşhur şathiyesinden dolayı mazur kabul eder, onun îdâm edilmesini
kendine has üslûbuyla sorgular: “Ben Hakk’ım (ene’l-Hakk) sözünü sen
söylemedin, O’nun şarabının esintisi söyledi; a Hoca Mansûr, iş böyleyken neden
darağacındasın?”[511], “Fetvâ kalemi gaddârın
elinde bulununca, şüphesiz Mansûr dâra çekilir. Bu iş ve bu hüküm sefihlerin
olunca, peygamberlerin bile katli lazım gelir.”[512]
Hattâ Mevlânâ, Hallâc’ın bu sözünün büyük bir tevâzû örneği olduğunu vurgular.
Ona göre Mansur’un Hakk’a olan muhabbeti nihâî dereceye ulaşınca kendisini yok
kılıp, “ben fânî oldum Hakk kaldı” mânâsına gelen “ene’l-Hakk” ifadesini
kullanmıştır ki bu da kulluk makamının sonudur.[513] Görüldüğü gibi Mevlanâ’ya
göre şatahât sülûkta kemâl mertebesini ifade eder, zîrâ o, şatahâtı muhabbetin
nihâî derecesinin bir semeresi olarak görür.
Görüldüğü gibi şathiyeler hususunda sûfîler arasında da görüş birliği
yoktur. Fakat onların bu farklı yaklaşımları daha çok bu halin kemâl
mertebesini ifade edip- etmemesi noktasında olmuştur. Diğer taraftan, sûfîlerin
farklı mîzaçları doğrultusunda farklı neşveler taşıması onların bu konuda
farklı görüşler ortaya koymalarına temel teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Zaten
sekrin sahva ya da temkinin telvine öncelenmesi tarih boyunca sûfîler arasında
hep farklı bir tercih meselesi olmuştur. Bu doğrultuda bazı sûfîlerin genel
temâyülleri ya da tasavvuftaki meşrepleri târif edilirken; “sekri sahvına,
mahvı isbâtına galip ” ya da bunun tam tersi ifadeler kullanıla
gelmektedir. Esasında bu husus, insan doğasındaki farklı mizaç ve yönelimlerin
bir sonucudur. Yaşadığı hali direkt olarak dışa yansıtan, coşkun insanlar
olduğu gibi, bu hali içinde saklayan ve ona hakim olan insanlar da vardır. Bu sebeple
şatahât türü ifadelerin sûfîler arasında farklı değerlendirilmesi temelde
onların farklı meşrepleriyle alâkalıdır diyebiliriz. Ayrıca yaşadığı dönemin
konjonktürel özelliklerini dikkate alan ve eserlerini, şeriat-tarikat dengesi
ya da sûfîlerin îtikadî görüşleri gibi belirli perspektifler muvacehesinde
kaleme alan sûfîler, mutaassıp ve muhafazakâr çevrelerin dikkatini çekmemek ve
onların tahrik edilmelerine sebebiyet vermemek için şathiyeler konusunda böyle
ihtiyatlı bir üslûba yönelmişlerdir diyebiliriz. Meselâ Ta ’arruf gibi,
daha çok sûfîlerin akâidle ilgili görüşlerinin ele alındığı bir eserde ya da Kuşeyrî
Risâlesi gibi şeriatin ölçüleri dairesinde ihtiyatlı bir üslûbun hakim
olduğu, tasavvuf- şeriat dengesini koruma yönündeki bir hassasiyetin bariz bir
şekilde hissedildiği bir eserde şatahâta karşı böylesi bir tavrın sergilenmesi
kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu tarz yaklaşımlar, şathiyâne ifadelerinin doğrudan
batıl sayılmasıyla değil, eserlerin yazılış amacıyla ve dönemin şartlarıyla
paralellik arz etmektedir. Böyle bir hassasiyetin ve üslubun gözetildiği
eserlede bu tarz tartışmalı ifadelere yer verilmemesi gâyet tabîdir. Diğer
taraftan yine kendi dönemleriyle ilgili olarak tasavvufî anlayış ve yaşantıda
bir tür yozlaşma, asıldan uzaklaşma sezildiği vakitte sûfîler, bu tür problemli
konularda hassas davranmışlardır. Meselâ Kuşeyrî’nin hassasiyetini bu açıdan
değerlendirebiliriz. Çünkü o, yaşadığı dönemde tasavvufî yolda bir duraklama,
gevşeme ve bazı yozlaşmaların zuhûr etmesinden, dînî kayıtsızlıktan ve şeriate
hürmet hissinin kaybolmasından serzenişte bulunmaktadır.[514]Yoksa şathiyeleri eserlerine
alıp-almama hususunda ihtiyatlı davranan sûfîlerin bu nevî ifadelerin batıl
olduğu kanaatini taşıdıklarını söylemek zordur. Çünkü bu sûfîler eserlerinde sekr
ve vecd hallerinden ve bu hallerin sûfî üzerindeki etkisinden genişçe
bahsetmekte, aşk lisanın ma’zur görülmesi gereğini vurgulayan anektotlara
eserlerinde yer vermektedirler.[515]
İbnü’l-Arabî, (ö. 638/1240), şathiyeler konusunda ayrıntılı açıklamalar
yapmaktadır. Özellikle et-Tedbîrâtü’l-Ilâhiyye isimli eserinde, vecd
halindeki sûfînin ağlayıp inlemesini, sayhalar atmasını ve dilinden anlaşılması
güç bazı ifadelerin sudur etmesini insanın ve yaşadığı vecd halinin tabiatına
bağlı olarak izah etmeye çalışır. Ona göre vecd halinde iken kalp üzerinde
Allah’a yakınlıktan kaynaklanan bir serinlik hâsıl olur. Bu serinlik
vasıtasıyla kalbin üst tabakasındaki hava soğuyup aşağıya doğru meyleder. Buna
mukabil kalbin garîzî sıcaklığı dimağa doğru çıkar. Dimağa çıkan hararet,
aksü’l-amel ile kalbin yüzeyine sürtününceye kadar aşağıya meyleder. Akseden bu
sıcaklığın kalbin yüzeyine sürtünmesinden bir ateş meydana gelir. Bu sıcaklık,
bir geçit bulur da dışarıya çıkarsa, vecd halini yaşayan kişi âh edip inler.
Buna “teevvüh” ve “zeferât”[516]
denir.[517]
İbnü’l-Arabi, vecd halini yaşayan kimsenin ağlamasını, kendinden geçip bağırıp
çağırmasını da hep bu doğrultuda açıklar.[518] Bu haldeki bir sûfînin
şatahât türü ifadeler söylemesini de İbnü’l-Arabî kalpteki bu hareketlikle
açıklar: Kalbin garîzî sıcaklılığının, mârifetten hâsıl olan serinlik sebebiyle
harekete geçmesi ve nihâyet bu sıcaklığın kalbin yüzeyine sürtünmesiyle zuhûr
eden ateşin dimağa yükselmesi sonucunda, vecd halini yaşayan kişiden düzensiz
bazı hareketler ile hakîkatlere müteallık ve anlaşılması güç bazı sözler,
şathiyeler sadır
olur.[519]
Şathiyeler konusunda bu şekilde açıklamalar getirmekle beraber
Şeyhü’l-Ekber, bu tür hallerin muhakkik sûfîlerde nadiren bulunduğunu vurgular
ve şatahı: “Kendisinde düşüncesizlik ve iddia kokusu bulunan sözdür”[520] şeklinde tanımlar.
Ayrıca İbnü’l-Arabî, nadiren de olsa büyük, muhakkık sûfîlerden de sadır olan
şatahât türü sözleri, onların zellesi saymak sûretiyle bir eksiklik olarak
görür. Zîrâ ona göre bu tür sözlerle insan, nefsini, kendi aslî hakikatinden
çıkartarak ilâhî mertebelerde görür.[521] Halin galebesi altında
söylenen bu tür sözler, bulundukları makam ve hallerin edebine riâyet etmeye
güç yetirebilen ve hallerine hakim olabilen nebîlerden ve kâmil âriflerden pek
sadır olmaz.[522] Zâten onun,
kendi rûhî kuvveti varidâtına galip olan sûfîleri vâris-i kâmiller olarak
gördüğünü daha önce söylemiştik. Aslında Şeyhü’l-Ekber, şatahât hususunda açık
ve aynı zamanda ihtiyatlıdır. O, şatahâtı linguistik olarak aşırı, rûhânî bir
bakış açısından bakıldığında ise, gösterişli ve sıradan insanları yanlış yöne
sevk etmekten sorumlu kabul eder.[523] Bu noktada o, nefsânî dâvâ,
iddiâ ve övünme kastıyla münâsebetsizce söylenilen sözlerle, hâli sâdık üzere,
yaşanılan halin galebesiyle ehlullahın söylediği sözleri sürekli ayırır.
Ehlullahın bu tenzîhi hâl geçtikten sonra iddia, övünç ve benlik davası yerine
tekrar aslî fakirlik ve zillet mertebelerine dönmelerinin altını çizer.[524]
İbnü’l-Arabî, şatahâtı esas îtibârıyla yanlış söylemler olarak kabul etmez.
Onun eleştirdiği husus, onların sûfî olmayanlar tarafından anlaşılamama riski
taşımasıdır. Bizzat İbnü’l-Arabî, kendisinden önceki seçkin sûfîlerin söylemiş
oldukları bir dizi şatahâtı nakleder ve bunlardan kastedilen amacı kendi
doktriner vizyonu ile birleştirerek açıklar.[525] Mesela o, Ebû Yezîd el-
Bestâmî’ye bu sabah nasıl olduğu sorulduğunda onun; “bende ne sabah var ne
akşam; sabah ve akşam sıfatları olan kimseler içindir, benim ise hiçbir sıfatım
kalmadı” şeklinde vermiş olduğu cevabı uzunca yorumlar. Aynı zamanda o, “ben
Hakk’ım” ya da “şânım ne yücedir” şeklindeki vecd halinde söylenmiş (theopathic)
şatahât hakkında da detaylı açıklamalar verir.[526] Bu açıklamalarında
İbnü’l-Arabî’nin üzerinde ısrarla durduğu husus, bu sözlerin hakikat lisanıyla
değil, yaşanılan halin galebesiyle, hâl ve sekr lisanıyla söylenmiş olmasıdır.
Şeyhü’l-Ekber’e göre kadri yüksek, dâvâsı büyük olan Hallâc, Mahbûb’un nazar edip
onun beşerî varlığı ihâtâ etmesiyle ve vecd ateşinin vücûdunu sarmasıyla kalbi
yanarak bu tarz sözleri söylemiştir. Çünkü yaşadığı hali bu ifadelerin hâsıl
olmasına sebeptir.[527] Ayrıca
İbnü’l-Arabî, yaşanılan halin gereği gördüğü şatahât ibâreliri, fütûhu’l-halave
kavramıyla açıklar. Hakk Teâlâ kulunu kendisine cezbettiği zaman onda eşi
benzeri olmayan bir haz husule getirir. Bu, etkisi büyük mânevî haz esnasında
kulun bütün âzâlarında bir gevşeme ve uyuşma hâsıl olur.[528] İşte insanı kaplayan bu
mânevî zevk ile kul, Hakk’a doğru cezbedilir, kulu kaplayan bu ilâhî cezbenin
kuvvetiyle beşerî varlık parlar, ihtişam kazanır ve bu hali yaşayan kimse
kendinde bir tür tenzih (subhanî) hali görür. İşte bütün bu haller, bu
esnâda yaşanılan ve hissî zevklerin çok ötesinde olan mânevî zevkten
kaynaklanır. Bu esnâda söylenen sözler de bu halin sözleridir, hakikatin değil.
Bu sözler hakikat lisanıyla Allah’a huccet kabilinden söylenmiş sözler
değildir. Bu sebeple sûfîler bu hâl geçtikten sonra “Seni her türlü
eksiklikten tenzih ederiz, tövbe ettim” derler. Zîrâ Allah (cc.),
kendisinden başka hiçbir kimseye minnet etmez. Allah için apaçık delil (huccetü’l-bâliğa)
yine Allah’ın kendisidir, başka hiç kimse O’na delil olamaz.[529]
Şathiyâne ifadeler, doğrudan hüküm beyan eden teorik akıl ve ilim
dilinin ifadeleri değil, insanın aklını başından alan aşk dilinin ifadeleridir.[530] Sûfî ise
bizzat yaşadığı zevkini aşarak kendisini kaplayan halinin dışında bir lisan ile
konuşamaz. Dolayısıyla bu tür bütün sözler sûfînin yaşadığı hallere tevdî
edilir.[531]
İbnü’l-Arabî seleflerinin şathiyâne ifadelerini yorumlamakla kalmaz
bizzat kendisi Ebu Yezid, Hallâc ya da Şiblî’nin kullandığı şekliyle paradoksal
ifadeler kullanır. Hattâ onun şu ifadesi Hallâc’ın meşhur şathiyesine oldukça
yakındır: “Ben zelîl, seçkin kulum; ve ben hakkım (ve ene hakkun), Hakk ise
ben değil. ”[532] Fütûhâfa giriş olarak
başlayan şu şiir de, bu paradoksal ifadelerin en çok zikredilenidir:
Hakk
(cc.) haktır ve kul da hakk, Keşke bilseydim kimdir mükellef! Eğer kuldur
dersen o ölüdür (yokluk) Yok, Hakk’tır dersen; O, nasıl mükellef olur.[533]
Esasında kul ile yaratıcısı arasındaki özel bazı haller, bir takım
karşılaşma ve hitapların neticesinde sûfînin kalbinde hâsıl olan sırların ifşâ
edilmemesi hususunda sûfîler oldukça hassas davranmışlardır. Sadece bu hali
yaşayan sûfî ile Rabbi arasındaki özel bir hâl olduğu ve her hangi bir başkalık
ve ayrılık söz konusu olmadığı için bu sırların saklanması ve gizlenmesi
gerekmektedir. Bu sırları ifşâ sûfîlerce sakıncalı görülmüştür. Çünkü fenâ
halinde sûfînin vâsıl olduğu bu mânevî husûsiyetler herkesin elde edebileceği,
anlayıp yorumlayabileceği harcıâlem şeyler değildir. İşte her kim bu özel
sırlardan bahsederse maksadını aşan sözler söyler, şathiyyata düşmüş olur.[534] Fakat daha
önce de bahsedildiği gibi bu sırları ifşâ, yaşanan derin bir tasavvufî tecrübe,
şiddetli bir vecd hali neticesinde olduğu için bazen sûfînin iradesi dışında
kaçınılamaz bir hâl almaktadır. İşte sûfî burada bir ikilem yaşamaktadır:
Vecdin şiddeti onu bu sırları ifşâ etmeye zorlar. İfşâ edilecek şey ise kul ile
Rabb arasında bir sırdır. Dolayısıyla şatahât, sûfînin ifşâ etmekten
kaçınamadığı sırlardır.[535]
Sırları ifşâ ya da şathiyyeye düşme şu hallerde zorunlu ve kaçınılmaz
olmakta, ma’zur görülmektedir: Sûfînin şiddetli bir sekr, vecd ve fena halinde
bulunması ve Bayezîd Bistâmî’de olduğu gibi, sekrin sahvdan daha derin, daha
üstün bir hâl olarak görülmesi. Mutlak tevhid inancının bir neticesi olarak,
tek ve mutlak vücudun şuuruna erme anlamında ittihada[536] [537] vâsıl olan sûfînin benliğinin
kaybolması ve Hakkın ona galip gelmesi (: istibdâl-i edvâr)119.
Çünkü tezimizin I. Bölüm’ünde mârifetten bahsederken de söylediğimiz gibi,
Allah’ı bilme sıradan şeyleri bilmeden farklıdır. Bu farklı bilme, sıradan suje-obje,
gözlemci-gözlenen ilişkisi içerisinde değil, bu birlik hali üzerinde
temellenir. Çokluk ne denli ortadan kalkar ve birlik hali zuhûr ederse, bilgi
de o denli engin ve aydınlık olur. Ama bu kez de tanımlamaya daha az elverişli
bir durum söz konusudur.[538] Son olarak
da vâsıl olan sûfînin, Hakk’ın ismiyle, birinci tekil şahıs kipinde konuşması
ve kendi benliği ile şuurundan tam bir gaybet ve mahviyyet halinde bulunması.[539]
Şathiyyât mistik birlik halinin eşiğinde meydana gelir. Semâ, raks,
Kur’an tilaveti, zikir gibi sûfîyi vecd ve fenâ hallerine yaklaştıran tören,
ayin ve ibadetler esnasında ruh öyle bir hale yükselir ki bu halde iken sûfîde
Hakk’ın sesi işitilir. Bu halde iken sûfî şaşırmış ve dağınık bir haldedir. Dış
dünyaya tamamen ilgisizdir. Konuştuğunda ise, sıradan bilinç düzeyinin kabul
etmeyeceği tarzda paradoksal ve akıldışı konuşur.[540] Kısacası sûfiyâne tecrübe ve
sezgi anında, normal şuur alanı sıradışı bir vüs’ate sâhip olmuştur ve böylesi
bir şuur halinde sûfiyâne ifadeler ansızın zuhûr eder.[541] Zîrâ maddî dünyaya ait söz
dağarcığı ile zaman ve mekan sürekli kendisi için alt üst edilen ve sonsuzluğu
idrak eden kimselerin dili arasındaki ayırım önemlidir. Onlar için şatahât,
hayâle bağlı olarak zihinsel sıçrama ya da yükselme şeklinde vuku’ bulan ve
insanın kendisini korumasının olanaksız olduğu zihinsel kırılmanın bir
göstergesidir. Dolayısıyla maddeye ve zamana ait bütün kategorilerin yok olduğu
bir halin ifadesinde kullanılan dil de farklı bir mahiyet arz eder, ilâhî
söylem tarzına dönüşür. Fakat daha önce dilden bahsederken de söylediğimiz gibi
İbnü’l-Arabî, dilin bu iki boyutunu, beşerî ve ezelî boyutunu, ince ve çok
yönlü fakat içinde her hangi bir bölünme ve ayrışmanın bulunmadığı doktrinal ve
yorumlamacı bir yapı içerisinde birleştirmeye gayret eder.[542]
Ruh, münâcaat halindeyken Allah’a muhâtap sıygasında yakarışta bulunur,
zikir halinde de gaip sıygasıyla sürekli O’nu zikreder. Fenâ halinde iken ise
şuursuz bir şekilde ifadelerini ilâhi söylem tarzına dönüştürür ve birinci
tekil kipinde, sevgilinin diliyle konuşur. Zaten bu halde iken hitap eden ve
kendisine hitap olunan ayırımı da kalkmıştır. Bu makamda her hangi bir başkalık
düşünülemez. İşte bu halde meydana gelen şath, aynı zamanda tevâzu sahibi ruhun
en büyük imtihanıdır.[543] Sûfî kendi benliğinden
fâni olup Hakk ile bâkî olmuştur ve şuurunda olmaksızın O’nun lisanıyla
konuşmaktadır. Dolayısıyla şu söylenebilir ki, şathiye türü ifadeler bazı özel
tasavvufî hallere has ifadelerdir ve bu sözleri söyleyen sûfî sıra dışı bir
bilinç halindedir. Dolayısıyla bu ifadelerin normal, sıradan bilinç halinde
iken söylenmesi kabul edilebilir değildir.
Mânevî mîrâcına paralel olarak bir takım mertebelerden geçen sûfî nihâî
olarak
Allah’ın dışındaki bütün mahlûkattan, onları müşâhede etmekten ve kendi bilincinden
fânî olma halini yaşar. Bu makamda ilk olarak Hakk ona tecellî eder ve sûfî bu
esnâda müşâhede ettiği şeylere tahammül gösteremez. Ru’yetin vermiş olduğu
ateşle kendinden geçer, şiddetli bir vecd haliyle bağırmaya başlar. Kendisine
tevdî edilen emaneti içinde taşımaya güç yetiremez ve lisanı yaşadığı bu halden
tercümân olur ve Hakkın diliyle konuşmaya başlar. İşte şatahın zâhiri bu
ifadelerdir.1886 Dolayısıyla şatah, mânen yükselen sûfînin, vuslat
ile ulûhiyyet makamını ilk defa müşâhede ederken ru’yet hali alevlenip
parladığında hissettiklerinin bir ifadesidir.[544] Cem ve fark hallerinin peş
peşe gelişine göre sûfînin bu ru’yet hali de bazen alevlenir bazen söner. Eğer
sûfînin ru’yet hali, Allah’ın bir ihsânı olarak sönmeyip sürekli olursa bu sûfî
sürekli şath halinde olur.[545] Allah’ın
galebesi insanı kendi melekelerini kullanmaktan mahrum bırakır. Bu yüzden
sûfîler vecd halinde söylenen sözleri sürekli hayra yorar ve bunlardan dolayı
sûfîyi sorumlu tutmazlar. “Söyleyene değil, söyletene bak” sözünün aslı da
buradan gelmektedir. Dolayısıyla bu haldeki sûfînin “Ben Hakk’ım” sözü, onun
Tanrılık iddiasında bulunduğu anlamına gelmez. Sadece onun dilinde Hakk’ın
konuştuğu, ona bu sözleri Allah’ın söylettiği düşünülür.[546] Çünkü şatahât, sûfînin kendi
benliği de dahil bütün mâ sivâdan uzaklaşma anlamında gaybet ve fenâ halinin
eşiğinde söylenen ifadelerdir. Bu halde iken deneyimi yaşayan kişinin hislerine
hakim olan bir takım müşâhede ve hakikatlerin sıradan dil kalıplarıyla ifadesi
hayli zordur, hattâ kimi zaman imkânsızlaşır. Bu sebeple de sûfîler işâret veya
sembollerle ifadeye yönelmişlerdir.[547]
Şatahât fena halinin, sıradan his ve bilince sâhip
insanların anlayıp yorumlayamayacağı latîf mânâ ve tasavvurlarını ihtivâ eder.
Bunları yorumlama tasavvufî tecrübeyi yaşayan sıradan bilinç düzeyini aşmış
insanlara bahşedilmiştir. Sûfî, zaman ve mekan sınırlarına boyun eğmiş olsa da,
mânevî tecrübesi sonucu ulaştığı fena halinde zaman ve mekan kayıtları
bulunmaz. Bu sebeple zaman ve mekan sınırları dışında bir tecrübe yaşadığı için
zamansal ve mekansal bir algılamayı gerektirecek bir zorunluluk bulunmaz.
Dolayısıyla da yaşanan bu tecrübenin ifadelere dökülmesi algılama miktarınca
olacaktır.[548]
Zahîrî mânâsı tuhaf olmasına rağmen gizli anlamlar ihtivâ eden, vecd
halinde söylenmiş şatahâtın yanı sıra, bu ifadeler gibi tam bir metafizik ve
teolojik paradoks ihtiva etmese de metafizik ya da pratik hakikatlere işâret
eden vecîz ve muammâlı ifadeler de tasavvufî söylem içerisinde sıkça
kullanılır. Muammâlı sözler genelde tasavvuf erbâbını gafletten uyandırmak için
şok etme maksadıyla söylenir. Meselâ, Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Kâse şarabın
rengini alır” ifadesi böyledir.[549] Veciz ve hikemî sözlerle de,
etkili bir üslup içerisinde ve icmâlî tarzda bazı metafizik hakikatlere işâret
edilir. Bu tarz tasavvufî literatür asırlar boyu devam etmekle kalmamış, aynı
zamanda tasavvufun en meşhur ve en tesirli eserlerin ortaya çıkmasına da sebep
olmuştur. Bu anlamda IV/X. yüzyıl meşhur mutasavvıflarından Nifferî’nin (ö.
354/965) Mevâkıf’ı ve Muhâtabât’ı oldukça önemlidir.[550] Her iki
eser de, tasavvufî bir çok konu hakkında Allah (cc.)’ın Nifferi’ye yönelik
veciz emir ve hitaplarını ihtiva etmektedir.[551] Mesela, Mevâkıf’ta âlim
ile ârif arasındaki fark şu vecize ile ifade edilmektedir: “Allah (cc.)
bana, ‘âlim olan kimse Ben ’im varlığımın delillerini araştırmakta, fakat
bulduğu her delil Bana değil kendisine işâret etmekte; ârif ise delilleri
benimle aramaktadır ’ dedi. ”[552] İfade ediliş tarzından
anlaşıldığı kadarıyla ilham ürünü bu ifadelerin büyük bir kısmı kısa
cümlelerden oluşurken, genel olarak hayli teknik bir lügat ve tarzda yazılmış
olduğundan anlaşılması için yorumlanmayı gerektirmektedir. Özellikle bazı
pasajlar otantik bir güzelliğe sâhiptir ve bizzat tasavvufî deneyim işâretleri
taşımaktadır. Müellif kendini, çeşitli mânevî hallerde Cenab-ı Hakk’ın
huzurunda (mevkıf) ya da Rabbi ona hitap eder bulmaktadır.[553]
İbnü’l-Arabi de daha sonra, “kâle li el-Hakk: Allah (cc.) bana şöyle
dedi” ya da “eşhedenî el-Hakk: Allah (cc.) bana müşâhede ettirdi”[554] gibi ifadeler
kullanmak sûretiyle Nifferî’yi takip ederek aynı üslupta Kitâbu
Meşâhidi’l-Esrâriyye[555] [556]
isimli eserini yazacaktır. Nifferî’nin Mevâkıf’ını hatırlatan remizli
bir üslupla bir dizi müşâhedesini tasvir etmekte olan İbnü’l-Arabî, ayrıca
veciz sözlerini muhtevî olan el- Hikemu’l-Hâtımiyye199 isimli
bir eser de kaleme almıştır. Daha sonra bu tarz hikemî literatür, İbn Atâullah
el-İskenderî[557] (ö. 709/1309)
ile zirveye ulaşmıştır. Onun vecizeleri sadece çeşitli tarikatlarda değil, aynı
zamanda halk arasında da atasözü haline gelmiştir. İskenderî’nin, bu
vecîzelerini derlediği el-Hikemu’l-Atâiyye’si[558]'1 olağanüstü bir
rağbet görmüş ve bu esere çok sayıda şerh yazılmıştır.[559]
İbnü’l-Arabî’nin kaydettiğine göre bu tür veciz ifadeler, hem sûfînin
belirli zaman ve hallerde kalbinde vakî olan mânâya hem de delâletinin
kuvvetinden dolayı bu mânânın dışında daha derin, daha latîf, daha yüce ve
sırrî mânâlara delâlet eder.[560] Dolayısıyla
bu tür ifadelerde, farklı idrak seviyelerine sâhip insanlara hitap gücü
bulunur. Bu vecîz ve beliğ ifadelerle bir çok mânâ, fasih ve beliğ olarak haber
verildiği için mârifetin ifadesi noktasında da önemli bir işlevselliğe
sâhiptir: Melekûtî sırlar ehline açıklanırken ehli olmayandan saklanır. Bu
sebeple belâgât sahibi mahir sûfî, ancak sonucundan emin olduğu durumlarda
kitabına açık bir ifade yazar. Sonucundan emin olmadığı, yâni fitne çıkma
ihtimali bulunduğu durumlarda ise, iki ya da daha fazla anlamlara ihtimali olan
lafızlar kullanır. Böylece lafzın taşıdığı anlamlardan birisi kerih görülürse,
karışıklık ve fitne ortaya çıkma durumu varsa diğer anlama îtibâr edilir.[561] Hz.
Peygamber ve onun vârisleri velîler, “cevâmiu’l-kelim” oldukları için sözlerini
her idrak sahibine hitap edecek tarzda vecîz ve bir çok mânâya gelebilecek
tarzda söylerler.[562]
Diğer taraftan özelde İslam tasavvufunda genelde de bütün mistik
eğilimlerde kimi zaman teolojik olmaktan çok aklî paradoks sergileyen, muammalı
ifadelere de başvurulmaktadır. Bu tür ifadeler özellikle didaktik amaçlı
kullanılmakta ve sülûka yeni başlayan müridin dikkatini tek bir noktaya teksif
etmesini sağlayarak bazı hakikatlerin farkına varması amaçlanmaktadırlar. Bu
îtibârla, tasavvufî ve diğer mistik eğilimlerdeki bir çok söylemin, normal
şuuru, daha üst, derin ve metafizik düzeylere taşıma gibi temel bir amacı
vardır. Meselâ Japonya’da, Zen Budizm’in özellikle Rinzai mezhebinde rahip
adaylarının meditasyon eğitiminde kullanılan kısa ve çelişkili önerme ya da
sorulardan ibâret olan koanlar da bu ifadeler kategorisinde
değerlendirilebilir. Bu tür muammalı, kısa ve çelişkili ifade ya da soruları (koan)
çözme çabası, analitik zihni ve bencil iradeyi şaşırtarak ve yorarak zihni,
sezgisel düzeyde uygun bir karşılık kabul etmeye hazırlar. Karşıdakinde ânîden
sezgisel bir şuur uyandırırlar. Bu tür alıştırmalarla, hem Zen deneyiminin
değişik yönleriyle ilişkiye geçmeyi sağlamak, hem de rahip adayının
yetkinliğinin sınanması amaçlanmaktadır. Meselâ; “iki el çırpıldığında bir
ses çıkar; sen tek el çırpıldığında çıkan sesi dinle”, “Aydınlanmadan önce odun
yarar su taşırdım. Aydınlanmadan sonra odun yardım su taşıdım.” sözleri en
çok bilinen koan ifadelerindendir. Bu tür sözlerle mürşit, öğrencisini
salt zihnî yönden doyurmayı ve onu sıradan bir şekilde bilgilendirmeyi
amaçlamaz. Bu paradoksal ve muammalı ifadeleriyle mürşid, öğrencisinin sıradan
bilinç ketegorilerinden uzaklaşıp özgürleşmesini sağlayarak onda yeni bir idrak
ve şuur düzeyinin açılmasını amaçlar. Bu sebeple bu tür sözler, enformatik ve
tasvîrî olmaktan çok, tecrübî ve mistik şuur oluşturmayı hedefleyen
ifadelerdir.[563] Aslında
aklen paradoks sergileyen bu tür ifadeler kimi zaman şatahâtın bir türü olarak
değerlendirir. Fakat temelde bu tür ifadeler “ene’l-Hakk” ya da “subhânî...”
gibi vecd halinin eşiğinde söylenen (theopathic) ifadelerden temelde
farklılık arz ettiği için ayrı bir başlık altında ele almaya çalışacağız. En
azından bu tür ifadeler aklen paradoks sergileseler de, theopathic
şathiyyât gibi zâhiren de olsa bazı teolojik sorunlar doğurmazlar. Bâyezîd-i
Bistâmî’nin şu sözü bu tür muammâlı ifadelere örnek olarak zikredilir:
“Bir vesile ile bir gün Allah (cc.) beni huzuruna yükseltti
ve bana şöyle dedi: “Ey Bâyezîd! Mahlukatım seni görmek istiyor. Ben de dedim
ki: ‘Beni vahdaniyetinle tezyin et, bana inniyyet ’ini giydir, beni Senin
ahadiyetine yükselt ki mahlukatın beni görünce ‘Seni gördük’ desinler. Asıl
gördükleri Sen’sin ve ben orada yokum”[564] ve yine şöyle der: “O ’nun vahdâniyetine doğru seyrimin
başlangıcında, bedeni ahadiyetten, kanatları deymûmiyet (ebediyet)ten olan bir
kuş oldum. Keyfiyyet semasında on yıl uçtum. Hattâ bu şekilde yüz binlerce kere
havada uçtum. Nihâyet ezeliyet meydanına varıncaya kadar sürekli uçmaya devam
ettim. Orada ahadiyet ağacını gördüm... Baktım ve anladım ki bunların hepsi bir
hile imiş”[565] Burada, Bâyezîd,
günlük dilin ifadede yetersiz kaldığı bir tecrübesini tasvir etmekte ve bu
tecrübesinden elde ettiği anlamı, alışılmışın dışında bir dil üslûbu kullanarak
paradokslar vasıtasıyla ifade etmektedir. İbnü’l-Arabî’nin harfler ve dil
sembolizmi üzerini araştırma yapan Pierre Lory, onun bu ifadelerindeki
cüretkarlığının, Zen Budizm’in “koan” larındaki sezgisel şuuru
hatırlattığını söyler.[566] Bu îtibârla
bu ve benzeri sözler aynı zamanda, muhatabın, normal bilinç düzeyinden
metafizik sezgisel şuura ânî yükselişini sağlayan paradoksal ifadelerdir.
İbnü’l-Arabî söz konusu olduğunda ise onun sadece muammâlı birkaç sözü
değil, bütünüyle eserlerindeki üslûbu bu şekilde bir çağrışım yapmakta ve
insanın şuurunu âdetâ farklı idrak düzeylerine yükseltmektedir. Tezimizin Giriş
Bölümünde Şeyhü’l- Ekber’in eserlerindeki üslûbundan bahsederken de söylemeye
çalıştığımız gibi, onun ifade tarzı, okuyucudan olağanüstü aktif bir yaklaşımın
sergilenmesini ister. İbnü’l- Arabî’nin yazıları, özellikle ve şuurlu olarak öyle
yoğun bir üslup içerisnde inşâ edilmiştir ki, rûhî ve zihnî tekasüfü yeterli
olmayan bir okuyucu hemen sıkılır ve cesareti kırılır. Şeyhü’l-Ekber’in bu
yoğun üslûbu içerisinde metnin; entelektüel, mantıkî, zâhirî boyutunun yanısıra
bâtınî, tecrübî, şahsî ve rûhânî boyutunun da kabul edilmesi gerekir. Metnin bu
boyutunda her bir ciddî okuyucu, sıkça paradokslarla yüzleşir ve onlardan tesir
alır.[567] İşte ekberî
külliyâtta karşılaştığımız bütün bu yoğun, zor, muammâlı ve dolambaçlı üslup,
rûhânî tekâmülün mahiyetine paralel düşmektedir. Zîrâ okuyucu metnin asıl
derunî boyutunu anlayabilmesi için her yönden, rûhânî ve zihnî açıdan bütün
enerjisini metne vermelidir. Muhtelif semboller, veciz, yoğun ve paradoksal
ifadeler arkasına saklanan asıl mânâya ulaşma hususunda azimli ve kararlı
olmalı, daha işin başında bıkkınlık göstermemelidir. Okuyucusunun şahsî
gerçekleşme sürecine sırrî bir şekilde katkıda bulunmayı hedefleyen, bu
îtibârla da bir uyarıcı ya da rehber konumunda olan ekberi külliyât, kompleks
yapısıyla bir anda, hızlıca okunup geçilmesine izin vermez. Felsefî anlamda
sistematik olmayan, îmâlı ve dolambaçlı yapısıyla ekberî literatür, dikkatlice
ve tekrar tekrar okumayı gerektirecek tarzda kompoze edilmiştir. Bu üslûbu
içerisinde İbnü’l-Arabî, okuyucusuna ruhen ve zihnen kanca atar, onu
yavaşlatır, yeniden yönlendirir, diğer şeylerle alâkasını keser, sürekli
yeniden odaklanmasını sağlayarak normal alışkanlık ve bilinç düzeyini
dönüştürmek sûretiyle onu sıradışı idrak sürecine hazır hale 1911 getirir.[568]
İslam tasavvufu söz konusu olduğunda da bu tür muammalı ifadelere sıkça
rastlanmaktadır. Meselâ Yunus’un şu dizelerini bu tür ifadelere örnek olarak
verebiliriz:
Çıkdum erik
talına anda yidüm üzümi
Bostân ıssı
kakıyup dir ne yirsin kozumu.[569]
Doğu sufizminin simgesel anlatımında bu tür paradokslara yer vermek,
okuyucuyu gariplik, tuhaflık ve çelişki karşısında bir süre durdurup düşünmeye
sevk etmek içindir. Yâni bü tür ifadelerde, tefekkür ve buna bağlı olarak
anlama ve yorumlamanın tekâmülü gibi didaktik bir gâye hedef alınmıştır.[570] Yunus’un bu
dörtlüğü, başta Niyazî-i Mısrî (ö. 1105/1694) ve İsmail Hakkî-i Burûsevî (ö.
1137/1725) olmak üzere çeşitli sûfiyye büyüklerince şerh olunmuştur.[571] Yunus
Emre’nin bu dizeleri üzerine, Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre[572] adı
altında şathiyye[573] türü
müstakil bir eser yazan Niyazî-i Mısrî bu şiiri şu şekilde açıklamaktadır: Bu
dörtlükte zikredilen erik, şeriatı; üzüm tarikatı; ceviz ise hakikatı temsil
eder. Erik şeriata benzer, dışı yenir, içi, çekirdeği yenmez. Üzüm tarikata
benzer, hem yenir hem de ondan bir çok nimet yapılır. Ancak küçük bir çekirdeği
olduğu için, az da olsa bir tezkiyeye muhtaçtır. Ceviz de sırf hakikate benzer
ki, içinde faydasız bir şey yoktur, özü tamamen yenir. Ayrıca Mısrî bu dörtlüğü
şerh ederken, mürşidin lüzûmuna, mürşidsiz sulûku tamamlamanın mümkün
olamayacağına işâret eder ve bâtın ilmini sadece zâhirî amellerle elde ederim
diyerek bir çok zahmetlerle kendiliğinden zikir çekip, oruç tutup, halvete
giren kişinin halini erik ağacından üzüm yemeğe benzetir. Erik, erik ağacından,
üzüm de üzüm ağacından alınır. Bu sebeple bâtın da ancak bâtın ilmiyle
uğraşmakla elde edilir.[574]
Din, metafizik ya da kutsal alan söz konusu olduğunda sembollerden
bahsedilmemesi pek nadir bir durumdur. Hattâ denilebilir ki, ne tür bir biçim
altında olursa muayyen bir sembolü ihtiva etmeyen dînî tezâhürler bütünü pek
azdır.[575] Bu sebeple
din ve metafizikte sembolizm oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır. Kutsal
metinlerin sembolik örgüsünden tutun da ibadetlerdeki ya da kutsal mekanlardaki
sembolik tezâhürler[576] hep bu konu
kapsamına dahildir. Biz burada daha çok tasavvufî tecrübenin ifade aracı olarak
sembolizmden bahsetmeye çalışacağız. Genelde bütün sûfîlerin özelde
İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde kullanmış oldukları sembolik dilin mahiyetine
geçmeden önce “sembol” ve “işâret” kavramları hakkında bilgi
vermek yararlı olacaktır.
“Sembol”[577] terimi, “taşıyan” anlamına gelen, Latince “symbolus”,
Yunanca “symbolon” kelimesinden gelmektedir.[578] Görünmez ve müphem olan bir
gerçekliği, bir anlamı, bir düşünceyi görünebilir kılan ya da algılanması
imkânsız bir şeyi çağrıştıran somut bir göstergeye sembol denir.[579] Bu bakımdan
sembol, müşâhede olunamayan ve esrarlı bir olgu hakkında bize çok net olmayan
bir duygu, his ve izlenim vermektedir.[580] Yukarıdaki tanımlarından
anlaşılmaktadır ki sembol bir habercidir; bilincin iki düzeyi, maddî ve
kutsal düzeyi arasında aracı bir unsurdur. Sembol, objektif ve rasyonel
anlamlar dünyasına soyut gerçeklikleri taşır. Dolayısıyla o, bir köprüdür;
ayrılmış unsurları bir araya getirir. Soyut ile somutu, ruh ile maddeyi bir
birine bağlayan sembol, zıt eğilimlerin karşılaşmalarından ve belli bir oranda
topladığı zorunlu çelişik (antinomik)[581]
güçlerden doğar. Sembol, gizli bir anlamların tasviri, sırların tezâhürüdür.[582]
Dînî semboller rasyonel bilgi vermeyen, ancak doğrudan doğruya bir
algılanış olarak kutsalın ifadeleridir. Sembolik düşünce dilden önce gelir; o,
dînî hayatın özüne aittir. Sembolizm, kutsala ait farklı tezâhürlerin yorumunu
mümkün kılan teorik şifreyi vermektedir. Aşkın olan, ancak sembol sayesinde
zamana bağlanabildiği için sembol, insanın farklı düzeylerin farkına varmasına
yardımcı olur.[583] Semboller,
apaçık olmayan âlemin yapısını, maddî tecrübe düzeyinde gösterir. Böyle olmakla
beraber onlar objektif gerçekliği ortadan kaldırmaz, ona farklı bir boyut,
dikeylik boyutunu kazandırarak farklı varoluş düzeyleri arsında; ilâhî, beşerî
ve kozmik âlemler arasında akıl üstü ilişkiler kurmaktadır. Özellikle dînî semboller
sadece insan aklına değil, her yönüyle bütün bir insânî varlığa hitap
etmektedir. Dolayısıyla sembolizm, bütüncül bilincin, insan olarak kendini
keşfeden ve âlemdeki yerinin bilincine ulaşan insanın bir verisidir.[584] Bu sebeple
sembolik düşünce yalnızca, iptidâî, mitolojik kültürlerde görünen, çocuğa,
şaire ya da psikolojik olarak normal şuur düzeyinde olmayan kimselere ait olan
bir alan değildir; insanın özünün bir parçasıdır. Semboller, ya da sembollerin
fazlaca görüldüğü efsaneler, ruhta sorumsuz ve rastgele ihdâs edilen şeyler
değildir; bunlar bir gerçekliğe cevap vermekte ve bir işlev yerine
getirmektedirler.[585] Dolayısıyla
modern toplumlarda bile, efsaneleri ya da mânevî hayatın özüne ait olan
sembolleri gizlemek, geriletmek, değerden düşürmek mümkün olabilir, ancak
onları bütünüyle ortadan kaldırmak aslâ mümkün değildir.[586] Zâten modern
insanın bilinçaltında zengin bir mitoloji yaşamaya devam etmekte, en gerçekçî
insan bile sembollerle yaşamaktadır. Sembollar hiçbir zaman kaybolmazlar;
görüntüleri değişebilir, ama işlevleri aynı kalmaktadır. Yapılacak iş
sembollerin üzerindeki bu maskeleri çıkartmaktan ibârettir.[587]
Semboller, mahiyeti îtibâriyle oldukça farklı gerçeklikleri, yegâne
varlık nedenleri olan daha derin tek bir gerçeklikle bağdaştırarak bir biriyle
uyumlu hale getirirler. Varlıklar arasında olası bir tamamlayıcılık rolü ihtiva
eden semboller her zaman çok boyutludur. Bu çok boyutluluk sayesinde sembolizm,
farklı anlamları tutarlı bir sistem içinde bir araya toplama gücüne sâhiptir.
Sembolizmin birleştirmeye veya sistemleştirmeye yönelik tutumu kendisine
paradoksal durumları bile ifade etme yeteneği vermektedir. Semboller olmaksızın
sonsuza dek bizlere kapalı olan farklı tecrübe düzeylerine semboller
vasıtasıyla ulaşabilmekteyiz. Çünkü semboller bize bu farklı tecrübe
alanlarının bilincine varma imkânı vermektedir. Sembollerin temel işleyişi, hiç
düşünülmemiş bakış açılarını insanların anlayışına sunmayı sağlar.[588] Bu sebeple
semboller, bizâtihî yapıları gereği çok değerlidirler. Eğer insan nesnelerin
nihâî gerçekliğini kavramak için sembolleri kullanıyorsa bunun nedeni nihâî
gerçekliğin mahiyeti gereği kendini çelişkili bir şekilde göstermesi ve bunun
sonucunda da kavramlarla ifade edilemez olmasıdır. Bu sebeple nihâî ve kuşatıcı
gerçekliği (câmiu’l-ezdâd: coincidentia oppositorum), kavramsal olarak
ifade etme noktasında Doğu’daki ve Batı’daki bir çok ilâhiyat ve metafiziğin
umutsuz çabaları bilinmektedir.[589]
İbnü’l-Arabî’nin ıstılâhâtından bahsederken de söylemeye çalıştığımız
gibi ekberî külliyâtta, metafizik bir gerçeklik ifade edilirken, muhtelif
veçhelerine binâen bir çok farklı ıstılah kullanılması da gerçekliği kavramsal
düzeyde ifade etme zorluğunu göstermesi bakımından önemlidir. Halbuki bu
gerçeklik kendini, çok yönlü ve paradoksal mahiyetine uygun olarak semboller
vasıtasıyla dışa vurmaktadır. Dolayısıyla sembol, gerçekliğin sadece bir yönünü
değil, onu, bir çok, hattâ bir biriyle çelişik bir anlam demeti içerisinde
sunmaktadır. Bu sebeple sembolün, çok sayıdaki anlamlarından ya da atıf düzlemlerinden
sadece bir tanesi hiçbir zaman nihâî gerçekliği ifade etmede yeterli
olmayacaktır. Bu şekilde, nihâî gerçekliği sembollerin geniş anlam
referanslarından bir tanesine indirgeyerek somut bir terminoloji içerisinde
ifade etmek; mahiyeti gereği, bir çok farklı anlam seviyesine sâhip olduğu için
farklı yorumlara imkân tanıyan[590] sembolleri
sakatlamak, hattâ bütünüyle yok etmekten ibâret olacaktır.[591] Sözgelimi, Kur’an kaynaklı
“nur” sembolizmine istinaden Allah’ın nûrunu, ışığının ulaştığı nesneleri görünür
kılan lambanın ışığına benzetmek doğru değildir. Zîrâ Allah (cc.) kendisi
hakkında bu misâli getirirken lambanın husûsiyet ve şartlarına göre bu misâli
zikrediyor değildir.[592] Allah’ın
nuru aslîdir, lambanın ışığı ise izâfîdir; izâfî ve sonradan olanın, aslî ve
ezelî olana delâleti söz konusu olamaz ve ondaki cüzî bir mânâ bu semboldeki
müşabehet yönü sayılamaz. Öyleyse “nur” olarak adlandırılmaya tam mânâsıyla hak
kazanan bir şey varsa, bu şey, sûfînin tecrübe ettiği aslî ve rûhânî nurudur,
fiziksel anlamdaki ışık değil. Dolayısıyla burada alışılmışın dışında bir şey
olmakta, kelimenin literal anlamı mecâzî anlama, normal bilinç
düzeyinde mecâzî kabul edilen anlamı ise onun “gerçek” anlamı
olmaktadır. Bu özel bağlamda “nur” kelimesi, rûhânî nur için doğrudan işâret,
fiziksel ışık için ise dolaylı işâret olarak fonksiyon icrâ etmektedir.[593] Dolayısıyla
sûfîlerin kullandığı semboller
sıradan bir benzerlik ilişkisi içerisinde teâmül ve tesâdüflere dayanan
semboller değildir. Bu îtibârla İbnü’l-Arabî, özellikle Allah (cc.) hakkında
kendilerinin bir misâl getirme imkânlarının olmadığını, bizâtîhî Allah (cc.)’ın
kendisi hakkında getirmiş olduğu misâllere tâbi olduklarını ve muhtelif
tecellîlerle bu sembollerin keyfiyetini müşâhede edebildiklerini söyler.[594] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî ya da diğer sûfîler sembolleri kullanırken, sıra dışı sûfîyâne
müşâhedelerini mecâzî bir ifade ya da mecâzî ifadeler dizisi aracılığıyla
tasvir ediyor değillerdir; onların her hangi bir mecâzı kullanmaları hususunda
hür iradelerine yer yoktur. Tersine, söz konusu mesaj müşâhedesi esnasında
kendisini ona dikte ettirmiştir. Meselâ “nur” kelimesini kullandığı zaman o,
bunu muhtemel birkaç mecâz arasından kendi ihtiyarıyla seçmiş değildir;
bizâtihî gerçekliği bir nur olarak müşâhede eder.[595]
Gerçekliği kapsamlı bir şekilde ifade etmesi bakımından bir avantaj
sağlayan sembolün bu özelliği, aynı zamanda anlaşılma ve yorumlama problemi
gibi bazı zorlukları ve tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Sûfîlerin
kullandıkları sembolleri anlayıp yorumlama konusunda dikkatli ve hassas
olunmadığında kastedilenin dışında anlamlar çıkarılması kaçınılmaz olmaktadır.[596]
Sembol kendine has bir mantıkta hareket eder ve klasik mantıkçı
yaklaşımdan farklı olarak bilginin bağımsız bir şeklini temsil eder.[597] Semboller
ve hayâllerin alanı, kargaşanın ve anarşinin alanı değildir. Sembolik
düşünce işlevsel bir tutarlılığa sâhiptir. Ancak sembolün bu mantığı, rasyonel
düzene ait değildir; bu da onun varlık nedenine sâhip olmadığı ve aklın
kavramaya çalışabileceği bir düzenin dışında kaldığı anlamına gelmez. Her ne
kadar entelektüel dışı bir niteliğe sâhipse de semboller, tutarlı ve sistemli
bir dil oluşturmalarına imkân tanıyan bir yapı arz ederler.[598]
Sembolde “delâlet eden”le “delâlet edilen” arasında
sadece doğrudan olmayan analojik[599] bir
benzerlik bulunmaktadır. Bunun için, delâlet eden kendisini aşmakta
olan medlûle tam karşılık değildir.[600] Öyleyse sembolizmde, delâlet
eden sembol ile kendisine delâlet edilen bütünüyle bir birlerinin yerine
geçemez. Aksi takdirde sembol kendi mahiyetini yitireceği gibi, onun aksettirme
durumunda olduğu gerçek de gizlenilmiş olur.[601] Bu sebeple, sembolik anlatım
yolları dinin objektif taraf ve tatbikatlarının rûhî ve derûnî bir açılımı
sayılmalıdır. Sembolik dilde kullanılan imaj, delâlet etmekte olduğu hakikati
bire bir kapsayamadığından sembol için, “açıklanamazın ifade biçimi” şeklinde
bir tanım getirilmiştir.[602] Bu yönüyle
sembol, bir taraftan görünmeyen metafizik gerçekliklerin ifadesi olarak bizde
bir his, şuur ya da bir izlenim uyandırırken diğer taraftan örtüp
gizlemektedir. Zîrâ sonsuz ve mutlak olanı hiçbir şey kuşatamaz.
Semboller olmaksızın bize kapalı olan gerçeklik seviyeleri onlar
vasıtasıyla bize açılmaktadır. Böylelikle semboller ruhumuzun, bu gerçeklik
boyutlarına ve öğelerine karşılık gelen boyutlarını da açığa çıkarır. Meselâ;
içimizde, müzikteki ritimler ve melodiler gibi sembollerin aracılığı olmadan
farkına varamayacağımız boyutlar bulunmaktadır.[603] Diğer taraftan semboller,
bireysel ya da kolektif şuur altından kaynaklanır, isteğe bağlı olarak
üretilemez. Bunun bir sonucu olarak da semboller canlı varlıklar gibi doğar,
gelişir ve ortam onlar için elverişsiz hale gelirse yok olurlar. Meselâ: “kral”
sembolü tarihin belirli dönemlerinde yaygın iken, günümüzde çoğu yerlerde artık
yok olmuştur. Fakat semboller, bilimsel ya da pratik eleştiri nedeniyle değil,
anlamlı oldukları gruplarda artık makes bulamadıkları için yok olurlar.[604]
İnsan, nihâî kaygısını ancak sembolik dil vasıtasıyla
ifade edebilmektedir. Çünkü sembol, aslında işâret ettiği şeye iştirak ederken
kendisin de ötesinde bir şeye îmâda bulunur. Dolayısıyla literal değil
îmâlıdır.[605] Çünkü
sembol getirilen şeyin nihâî gerçekliği sembolün de ötesindedir. Allah (cc.)
kendi isminin ötesindedir, onu aşar. Dolayısıyla bizi nihâî anlamda
kaygılandıran şey hakkında ne söylersek söyleyelim o, sembolik bir anlama
sâhiptir. Kısacası îmanın dili sembollerin dilidir.1949 Esasında
tasavvur ettiğimiz, düşündüğümüz, ismini tekrarladığımız “Tanrı”
tasavvuru ve “Tanrı” lafzı, sonsuz bir gerçeklik olan Tanrı’nın bir
sembolüdür. Çünkü “Tanrı” mefhumunda iki düzeyi ayırmak durumunda
kalıyoruz: 1-Nihâîlik öğesi ki; doğrudan tecrübe meselesidir ve kendi içinde
sembolik değildir. 2-Somutluk öğesi; bizim normal tecrübelerimizden alınır ve
sembolik olarak Tanrı’ya atfedilir. Dolayısıyla bizim Tanrı tasavvurumuz nihâî
anlamda Tanrı’nın sembolü olmaktadır.[606]
Bir bakıma, hem düşüncesi hem de inancı bakımından bireye farklı ve de
sezgisel yönü güçlü olan bir alternatif sunan sembolleştirme gizli ve örtülü
olana ulaşmak için bir sondaj; sezilen, ama düşüncemizin hakimiyet alanı
dışında kalan bir olguya yaklaşabilme, onu his ve idrak alanımıza indirebilme
deneyimidir.[607] Sembol
gerçek anlamda, görülen bir sûrette görülmeyen bir hakikate işâret eder ve
ruhun derinliğine, şuur altındaki sahalarına kadar tesirler bırakıp bir çok
fikir ve duyguları uyandırır. Kutsal olanın her iki tarafını da; heybet ve
korku uyandıran celâl ile, hayranlık ve zevk bahşeden cemâli ihtivâ eder.[608] İşte
sûfîler de genel olarak tecrübelerini ifade ederken metafiziğin en ideal ifade
aracı olan sembollere sıkça başvurmuşlar ve daha sonra üzerinde durmaya
çalışacağımız muhtelif sebeplerden dolayı sarih ifadeler yerine bu sembollerin
işâretiyle yetinmişlerdir. Bu sebeple onların dilleri sembol ya da işâret dili
olarak tavsif edilmiştir.[609]
Sûfîlerin tasavvufî tecrübelerinden bahsederken sarih ifadeler yerine,
gerek semboller gerekse de vecîz, kompleks ve paradoksal ifadeler vasıtasıyla
işâretlere baş vurmaları onların, ilâhî hitabın sonsuz anlam seviyesine sâhip
olduğu yönündeki anlayışlarından kaynaklanan işârî tefsir metodlarıyla
paralellik arz etmektedir. Daha sonra ayrıntılı bir şekilde üzerinde duracağımız
gibi her iki durumda da işârete yönelmenin zâhirî gerekçesi aynıdır: Kendileri
gibi rûhânî tecrübeler elde etmemiş olanların fiziksel ve dilsel
taarruzlarından korunma çabası. Zîrâ mutasavvıflar, hem Kur’an’ı yorumlarken
hemde kalplerine atılan sırlardan bahsederken “işâret” terimine, mârifetlerini
buna ehil olmayanlardan gizleme yöntemlerinin bir göstergesi olarak baş
vurmaktadırlar. Bu îtibârla “işâret” kavramı, hem ilâhî hitabın sonsuz
şifrelerinin çözülüp açıklanması, hem de bu şifrelerin altındaki sırların ehil
olmayanlardan gizlenip örtülmesi anlamında paradoksal bir anlam taşımaktadır.
İşâret ilmi de, bu paradoksal anlama uygun düşecek şekilde bir taraftan açıklık
getirip yaklaştırmayı (takrîb) diğer taraftan da ayırıp uzaklaştırmayı (ib’âd)
ifade etmektedir.[610] Zîrâ daha
çok uzaklık sebebiyle baş vurulan işârete, yakınlık olsa bile mecliste yabancı
birinin olması hasebiyle marazî bir sebep dolayısıyla da başvurulur.[611] Zaten
İbnü’l-Arabî, hocası İbnü’l-Arîf’in Mehâsinü’l-Mecâlis isimli eserine
atfen “işâret”i, “Uzaklıktan dolayı seslenme ve bizzat marazî (illet) bir
durumun hâsıl olduğunu açıklayıp ifşâ etmektir.” şeklinde tanımlar.
İbnü’l-Arîf’in bu ifadesinde geçen “illet” kelimesini ehli nazarın kullandığı
şekliyle “sebep” anlamına değil bizzat “hastalık” anlamına kullandığını
vurgulayan İbnü’l-Arabî, buradaki marazî durumun, mecliste ehil olmayan yabancı
birinin bulunması olduğunu söyler.[612] Dolayısıyla uzaklıktan
kaynaklanan işâret, marazî bir hâl sebebiyle yakınlıkta da olur. Diğer bir
ifadeyle işâret, hakikî ve mecâzî uzaklık söz konusu olduğunda kullanılır.
Sözgelimi sağır olan bir kimse, hatibe yakın olsa bile onun söylediklerini
işitip anlayamaz. Bu sebeple, uzaklıktan dolayı hitabı işitemeyen için işârete
baş vurulduğu gibi ona da işâretle anlatmak gerekir.[613] İbâre ve ifadeye sığmayan her
ilimde, özellikle mârifetullahta durum böyledir. Zîrâ Hakk Teâlâ, her hangi bir
beşerî tanımlama ya da kaydın sınırlarına girmediği için Allah ile insan
arasındaki uzaklık gerçek bir uzaklıktır, dolayısıyla işâreti gerektirir.[614] Belirli bir
makama ulaşmış ve bir birlerini anlayabilecek durumda olan sûfîlerin bulunduğu,
sarih ifade için gerekli olan kurbiyyetin hâsıl olduğu irfân meclislerinde de
ağyarın bulunması, onların işâret diline yönelmesinin önemli bir sebebi
olmaktadır. Bu sebeple sûfîler, tıpkı dolaylılık ifade eden sembollerde olduğu
gibi uzaklık ifade eden “işâret”i kendi aralarında, kendileri için değil ağyâr
için kullanırlar.[615] Hattâ
onlar, Allah’a en uzak olanın O’na en çok işârette bulunan olduğunu söylerler.[616] Dolayısıyla
yabancı kimsenin bulunmadığı, gerçek bir halvetin gerçekleştiği meclislerde
işârete yönelme söz konusu değilken ağyarın müşâreketinin olduğu meclislerde
işâret söz konusu olur.[617] Kendi
aralarında sarih hakikat lisanını kullanan sûfîler, meclislerine ehil olmayan
biri geldiğinde ve her zaman için ehil olmayan birinin görüp okuması ihtimal
dâhilinde olan eserlerinde bu işâret dilini kullanırlar.[618]
Sûfîlerin “işâret” diline yönelmeleri de bizzat Kur’an’a dayanır. Zîrâ
yer yer Kur’an’da da aynı gizleme metoduna rastlamaktayız. Aslında sûfîlerin
bütün irfânı Kur’an’a dayandığı gibi, onların misâller, kıssalar, hikemî
sözler, işâret ya da istâreler şeklindeki farklı ifade tarzları da doğrudan
Kur’an’dan mülhemdir.[619] Bu îtibârla
da Kur’an’ın, hem aslı hem de sûfîlerin tecrübî te’vil metodları vasıtasıyla
inkişâf etmiş hali, bir diğer ifadeyle sürekli ezber olunan, derin murakabe ile
tefekkür edilen nihâyet tatbik edilen Kur’an tasavvufun her yönüyle temel
kaynağı olmaktadır.[620] Kısacası
sûfî hem Kur’an’ı yorumlarken hem de aslında bu yorumlama ameliyesinden
bütünüyle farklı olmayan mârifetini ifade ederken, bu şekilde paradoksal bir
mahiyet sergileyen “işâret” yerine tam açıklık yöntemini benimsemiş olsaydı
ilâhî hitabın doğasındaki şu hikmete ters düşmüş olacaktı: Bütün insanlığa
yöneltilmiş bir hitap olma sıfatıyla ilâhî hitâbın aynı zamanda beşer aklının
farklı bütün düzeylerine uygun düşmesi. Tasavvufî tecrübenin dile getirilmesi,
esas îtibârıyla sonsuz ilâhî hitâbın her boyuttaki (âfâk, enfüs, Kur’an)
işâret/ayetlerinin anlamını açıklamaktan ibâret olduğuna göre hikmete uygun
olarak “işâret” yolunu kullanmak ve açıklarken aynı zamanda örtmek her durumda
mantıklı bir yol olacaktır. Başka bir ifadeyle keşf tecrübesini dile getiren
sûfî dilinde “örtme” yöntemine başvurulması Allah’ın hitabında kullandığı
yöntemin taklit edilmesi anlamına gelmektedir. Okur, her hangi bir tasavvufî
tefsirde ya da metinde açıklığın hedeflenmediğini, aksine, hedefin okuyucuyu
kendi şahsî tecrübesini yaşamak üzere bir mâcerâya itmek olduğunu kolayca fark
eder.[621] Aslında
“işâret” kavramındaki bu paradoksal durum, tezimizin birinci bölümünde
vurgulamaya çalıştığımız gibi mârifetin bilme-bilinemezlik, görme- gizlenme
şeklinde dile getirilen paradoksal duruma da paralel düşmektedir. Sıradan
nesnelerin bilinmesinden farklı bir şekilde tecrübe edilen Vücûd, Kendini
doğrudan değil böyle paradoksal bir şekilde sunduğu için, bu tecrübeyi yaşayan
sûfînin yaşadıkları ve idrak ettikleri hakkındaki söylemi de paradoksal
olmaktadır.
Sûfîlerin iç dünyalarında hissettikleri derin duygu ve hakikatlerin
ifadesi güç olduğundan, bu duyguların ifadesi, örtülü, belirsiz ve kompleks bir
halde karşımıza çıkmaktadır. Bu tür ifadeler ancak işârî bir anlam taşımakta ve
sûfî bu anlamı, Mutlak Güzel’de fânî olduğu için insan ruhunda tesir bırakan
sanatlı bir dil ile, Latince logos spermatikus (dölleyici kelâm) denilen
veciz, etkileyici ve esrarlı bir üslûpla ifade etmektedirler.[622] Tasavvuf,
diğer disiplinlerden farklı bir epistemolojik yapıda yüksek bir idrak, sezgi ve
şuur neticesinde ortaya çıkan derunî bir ilim olduğu için kendine has bir
terminolojisi vardır. Sûfîlerin sıklıkla vurguladıkları gibi tasavvufî şuur,
kâl ile değil hâl ile elde edilir. Mutlak vücudun sırrı aklî ve entelektüel
terminolojiye sığmaz. Onun içindir ki, tasavvufî hal, ancak îmâ ile yetinir.
İşte bu îmâ, sembollere bürünerek tasvir ve teşbihlerle ifade edilir. Teşbih ve
îmâ ne derece teksif edilirse mânâ o derece yücedir.[623] Bu sebeple, bizzat tecrübeyi
yaşayan, hissedip müşâhede eden sûfînin nazarındaki gerçek anlamını dikkate
almayarak, zâhir şekline göre bunları anlamsızlıkla suçlamak yanlıştır. Bu tür
ifade ve manzûmeler, mânâ derinliğine nüfûz edemeyen “kâl ehli”ne göre saçma
gibi görünürse de, tasavvufun sembollerine lâyıkıyla âşinâ olanlar için, bu
ifadelerin apaçık bir anlamı vardır.[624]
Tasavvufî tecrübe doğrudan yaşanır, aklî ve mantıkî esaslar
doğrultusunda her hangi bir sınırlandırma kabul etmez. Bu bakımdan sûfiyâne
mârifetin bu tarz bir tecrübe yaşamayanlara aktarılması oldukça zordur, hattâ
kimi zaman imkânsız görülür. Fakat bir ilim için nakil de şarttır, mutlak
anlamda gizlilik eşyanın hakikatine aykırıdır. Var olan bilgi tezâhür etmek
için varolmuştur.[625] Ne var ki,
insanlığın idraki aynı seviyede değildir. Bu sebeple sûfîler önceleri, mârifete
taalluk eden oldukça spesifik meseleleri, kendi aralarında mektuplaşmalar
yoluyla îmâlı ve mücmel bir şekilde tartışmışlardır. Dolayısıyla bazı tasavvufî
metinler üzerindeki hararetli tartışmaları bu bağlamda mülâhaza etmek gerekir.
Çoğu aşırı görüşler, ifade edilmeye çalışılan durum, hâl ve hakikatin mahiyeti
hakkında henüz bir bilgi sahibi olunmadan peşinen verilmiş hükümler olarak
kalmaktadır. Çünkü bu hükümler verilirken, bu derûnî tecrübe bizzat yaşanmadığı
gibi tasavvufî söylemin veciz, îmâlı ve kompleks yapısı deşifre edilmiş de
değildir.
Metafizikten bahsedilirken, konunun seviyesi ve derinliği arttıkça
kelâmda tasarruf ve ifadede sembollere baş vurma zorunlu bir hâl almaktadır. Bu
durum sadece tasavvufa has olmayıp din, felsefe ve edebiyat için de geçerlidir.
Çünkü genel olarak dil ile tecrübe arasında tam bir örtüşmeden söz etmek
imkânsızdır; yâni dilin sınırları tecrübenin son sınırları demek değildir.
Dolayısıyla dille ifadesi imkânsız olan, dilin erişemediği hakikatlerin, başka
türlü anlaşılma ve kavranma şekilleri bulunabilir. Sanat ve edebiyatta olduğu
gibi, teoloji alanında da nesnel, soğuk ve katı gerçekliğe dayanan bir dil
yerine, bireye de hakkını veren, sıcak ve sezgiye dayalı esnek bir dil, bu
imkânı bize verebilir. Örneğin, Tanrı’nın mahiyeti ve O’na karşı yapılan ayin
ve ibadetlerin esrarengizliğini doğrudan, kuru ve yalın bir dille ifade etmek
imkânsızdır. Bu bakımdan Tanrı’ya karşı olan teveccüh, tavır ve ibadetlerimiz
nasıl sembolik bir özellik arz ediyorsa, O’nun hakkında kullandığımız dil de
aynı şekilde sembolik olmak durumundadır.[626] Örneğin tasavvufî söylem
içerisinde en üst düzeyde kompleks bir yapıya sâhip olan şatahât, bütünüyle
kulun Allah’a yönelişi ve vuslatı neticesinde zuhûr ettiği için salt metafizik
bir tecrübeye dayalı ve metafiziğe yönelik ifadelerdir. Genel dîni tecrübelerde
olduğu gibi bu tarz bir tecrübeyi, dili sözlük anlamlarıyla kullanarak anlatmak
imkânsızdır. Dolayısıyla sûfiyâne tecrübeyi ifade eden dil, sezgisel, sembolik,
veciz ve paradoksal olmak durumundadır. Aslında tüm dînî düşünce ve ifadelerde
bu unsurların bulunması, Tanrı’nın bizim her hangi bir insânî söz ve
kategorilerimiz içinde kavranmasının imkânsız olmasından dolayıdır. Tanrı ancak
dolaysız bir ilişki içinde bilinebilir. Doğrusu hangi söz veya sözcük olursa
olsun, gösterdiği şeyi nesnelleştirme ve bölümleme özelliği taşımasından dolayı
bu konuda yetersiz kalacaktır.[627] Allah’ın
her tecellîsi de bir şekilde idrak edilse bile sözlü ifadeye sığmaz. Özellikle
Zâtî tecellîler, ruhta ifade edilebilir hiçbir iz bırakmayabilir. Bunlar,
mukayese kabul etmeyen anlatılması imkânsız tecellîlerdir. 1972 Zât
mertebesi, ancak kendi mutlak birlik mertebesinde yine Zât tarafından
bilinebilir. Hakkın mutlak aşkın yönü bilinemez ve bu aşkınlık da her sözden
bağımsızdır.
Esasında doğrudan iletişime dayanan, sembol ve imajlardan yoksun basit
bir dil, öğretim için daha elverişli olmakla birlikte daha dayanıksızdır.
Bundan dolayı bütün düşünce ve öğretisini yalın, tek boyutlu, düz bir dille
anlatan bir din veya felsefe uzun süre yaşayamaz. Dînin; insan düşüncesinin ve
bilimin gelişmesiyle anlam kazanacak imaj ve sembollerle konuşması zorunlu
olduğundan dinlerin dili semboliktir.[628] [629] Sembol bir anlamda, soyut
gerçekliği somut göstergeler vasıtasıyla insan idrakine yaklaştırmayı
hedeflemektedir. Sembollerin bu genel karakteri dile, zaman ve mekan
sınırlarını aşan bir güç katmaktadır. Çünkü günlük dil kalıplarının ötesinde
âdetâ bir üst dil konumunda olan sembolik ifade, insan ile gerçeklik arasında
bir vasıta konumundadır. Sembol, görülemeyen bir hakikate, maddî bir formda
işâret eder ve insanın şuur altına tesir ederek bir çok fikir ve duygular
uyandırır.[630] Zîrâ
sembolik dilin zâhiri ve bâtını birleştiren kompleks ve paradoksal yapısı ona
bir çok yönden yorumlama imkânı tanımaktadır. Bir çok yönden yorumlanma
imkânına sâhip olan sembolik dil, sûfiyâne mârifetin doğasına paralel bir
şekilde, bir yönden bir şeyi ifade edip açıklarken aynı zamanda başka bir
yönden de bir diğer anlamı gizlemektedir. Bu sebeple tasavvufî sembolik dil,
doğrudan ifadenin aksine, aynı zamanda hem açıklayıp izhar etmekte hem de örtüp
gizlemektedir. Bu yönüyle de dîni ve tasavvufî semboller, bir şeye delâlet
ederken her hangi bir yorum ve açıklamayı kabul etmeyen mantıkî, matematiksel
sembollerden bütünüyle ayrılır.[631] Sembolik
dilin bu özelliği mârifetin mahiyetine de uygun düşmektedir. Zîrâ, I. Bölüm’de
mârifetten bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi Allah’ı bilmenin bir sonu
yoktur. Tıpkı deniz suyu içildiği zaman yer yudumda yeni bir susuzluk meydana
getirdiği gibi, sûfînin kalbine atılan her bir mârifette yeni bir bilinemezliği
beraberinde getirmektedir. Allah’ı bilmenin bir sonu ve sınırı olmadığı için
nihâî bir târif ve doğrudan bir açıklama mârifetullah için söz konusu değildir.
Bu sebeple bir taraftan îmâ edip açıklamaya çalışırken bir taraftan da örtüp
gizleyen sembolik dil mârifetin tabiatına daha uygun düşmektedir.
Şayet reel dünyanın ötesindeki metafizik âlemi algılamak istiyorsak,
tarih boyunca hemen hemen bütün din ve felsefelerin ifade tarzı olan sembollere
yönelmemiz ve onları irdelememiz gerekecektir. Aksi hâlde bu lafızlar, bizim
için hayâlî ve indî lafızlardan öte bir anlam taşımayacaktır. Hattâ derin,
mânevî bir tecrübe, tasavvufî terminolojiyle cem’ hali sonucu söylenen
şatahlar iddialı ve inkârâ götüren lafızlar olarak değerlendirilecektir. Burada
bu ifadelerinin ya da ıstılahâtın hangi anlama geldiği hususunda bizzat
sûfîlerin yapmış olduğu açıklamalar önemli olmaktadır. Eğer biz benzer
tecrübeler yaşamıyorsak ve lafızlar da bu hallerin hakikati hakkında sadece îmâ
ve işârette bulunuyorsa, bu lafızların ne anlama geldiğini bu tecrübeyi
yaşayanlardan öğrenmeye çalışmak daha insaflı bir yol olacaktır. Zîrâ şaire,
dilinin kullanımlarını bilgiç bilgiç öğretmek yerine, kullandığı kelimeleri
hangi anlamda kullandığını sormak gerekir.[632] Bu tarz ifadelerin zâhirine
takılarak toptan inkar yerine, kendine has sembolik örgüsü dikkate alınarak
anlamaya çalışılması yaşanan halin mahiyeti hakkında da ip uçları verecektir.
En etkili, tutarlı yorum, metnin lafzından ziyade ruhuna bağlanmaktır ve onu
söyleyenin dünya görüşü doğrultusunda doğru anlamaktır.[633] Yorum, metni bazen alegorik,
bazen sembolik yönteme göre inceler, bazen de kelimelerin altında halkın
anladığından çok daha yüksek, mânevî, mistik vs. denen anlamı bulur.[634] Böylece
hakikat, söylenmeyen ya da anlaşılmaz biçimde söylenenle özdeşleştirilir ve
metnin yüzeyinin arkasına geçerek anlaşılır.[635]
Tasavvufî tecrübeden bahsedilirken sembolik dile başvurma bütün mistik
eğilimlerin ortak karakteridir. Çünkü bu, daha önce de bahsedildiği gibi
tasavvufî tecrübenin doğasından kaynaklanan bir zorunluluk olarak karşımıza
çıkmaktadır. İslam tasavvufu söz konusu olduğunda ise sembolik ifadelerle dolu
zengin bir literatürle karşılaşmaktayız.
Bazı münekkitler, kulluğun gerekleri Kur’an’da apaçık bir beyan
bildirildiği halde sûfîlerin sembolik, kapalı ve muğlak ifadelerle meşgul
olmalarını anlamlı bulmazlar. Çünkü bu tarz ifadeler onlara göre şüpheden başka
bir şey doğurmayacağı gibi kulluğun gereklerinin yerine getirilmesinde de
faydalı olmaz.[636] Fakat
sûfîler, yaşadıkları hali ifade etmede semboller kullanmakla beraber bütünüyle
semboller dünyasında yaşamazlar. Çünkü kendi mânevî yükselişi içerisinde
bizâtihî hakikate katılan sûfî, bu tecrübesi esnasında nihâî gerçeklik düzeyindedir
ve kendisi için sembol söz konusu değildir. Fakat tecrübesinden bahsetmeye
başladığı an artık sembollerle bizzat müşâhede ettiği hakikatlere îmâlarda
bulunmaya başlar. Dolayısıyla bizzat tasavvufî tecrübeyi yaşayan sûfî için
herhangi bir kapalılık ya da sembolizm ya da şüphe söz konusu değildir. Çünkü
sûfî müşâhede ehlidir ve hakikatleri bizzat tecrübe eder. Ârif Hakk’ta yok olup
fena haline ulaşmakla küllî anlam düzeyine ulaşmış olur. Bu düzeyde, insânî
dilde somutlaşan bütün simgeler ve işâretler çözülür. Tıpkı Hz. Peygamberin
mîrâcda, bütün arızî unsurlardan arınmış olarak Kur’an’ın küllî hakikatini
müşâhede edip daha sonra onu tafsîlî tarzda hatırladığı (zikr) gibi ârif
de fena halinde meselâ, şiirdeki icmâl, bilmece ve sembol gibi unsurlardan arınmaktadır.[637] Öyleyse
sembol ya da mecâz hakikat üzere bulunan Peygamber ve onun takipçisi ârif için
değil, yaşanılan tecrübenin ve idrak edilen hakikatlerin başkası için tercümesi
için gereklidir. İbnü’l-Arabî, “Biz ona şiir öğretmedik. Hem şiir ona
gerekli de değildi.” (Yasin 36/29) ayetini bu duruma işâret edecek tarzda
yorumlar: Şiir Peygambere gerekli değildi; çünkü şiir, sembollerin, îmâlı,
kapalı ve sırrî (lügaz) ifadelerin çokça bulunduğu bir ifade tarzıdır. Allah,
peygamberine sembollerle, sırrî ifadelerle hitap etmiş değildir veya bir
şekilde hitap edip başka bir şeyi kastetmiş de değildir. Hz. Peygamber, Allah
onu kendine çekip huzuruna yükselttiğinde Kur’an’ın hakikatini bizzat müşâhede
etmiştir; bu anda o, hakikat üzeredir dolaylılığı ifade eden sembol ya da
işâret üzere değil.[638] İbnü’l-
Arabî’ye göre Hz. Peygamber Kur’an kendisine indirilmeden önce onun hakikatini
apaçık olarak müşâhede etmiştir. Dolayısıyla onun için Kur’an hakkında her
hangi bir kapalılık, îmâ ya da sembolizm söz konusu değildir. İbnü’l-Arabî
burada açıkça ifade etmese de, bütün bu gizlilik, îmâ ya da sembolizm,
Kur’an’ın hakikatini bizzat müşâhede edemeyip, onun sadece lafzî boyutuna
ulaşabilen sıradan insanlar için geçerlidir. Kur’an hakkında açıklamalar
getirdiği bu paragrafın sonunda İbnü’l-Arabî, “bu mukaddes ve münezzeh
yakınlaşmaya Hz. Peygamber nail olmuştur, bizim için ise; makamımızın saflığı,
güzelliği ve takvamız nispetince bu durumdan bir pay vardır”[639] der.
Dolayısıyla münezzeh ve mukaddes “yakınlaşma: kurb” makamına ulaşan sûfî
için de Kur’an hakkında bir kapalılık ve îmâ söz konusu değildir. Yine
mârifetleri hususunda da kendileri için bir anlaşılmazlık söz konusu değildir.
Anlaşılmazlık ve kapalılık bu mârifetlerini anlattıklarında ya da yazdıklarında
benzer bir tecrübeyi yaşamayan diğer insanlar için geçerlidir. Yoksa sûfîler
sembollerlele örülü, anlaşılmaz bir hayâl dünyasında yaşıyor değillerdir.
Sembollere baş vurma sadece tasavvufî tecrübe için değil genel anlamda
yaşanılan ya da idrak edilen bir şeyin ifadelere dönüştürülmesiyle doğrudan
alâkalıdır. Her bir kelime, ta’bir ya da ifade, gerçekliğin bir sembolü ya da
işâreti olmaktan öteye gidemez. Aslında İbnü’l-Arabî’nin sembollere yaklaşımı
sadece lafız ve metin düzeyinde değildir. Ona göre sadece lafızların değil
bütünüyle âlemin dış gerçekliği bir semboller dünyasıdır. Bu sebeple hakikati
müşâhede edemeyen biri için sadece Kur’an değil bütünüyle âlem bir sembol,
işâret ya da îmâdan ibârettir. Muhakkık sûfî ise, derunî tecrübesi sayesinde bu
sembollerin arkasındakî iç/nihâî gerçekleri müşâhede edebilmektedir.
Tezimizin Birinci Bölümünde İbnü’l-Arabî’nin hayâl anlayışından
bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi, Şeyhü’l-Ekber’e göre, Allah’ın
dışında bütün âlem ontolojik düzeyde mutlak bir hayâl olduğu için, her bir
varlığın bu âlemde zuhûr eden gerçekliği, onun hakîkati için bir semboldür.
Dolayısıyla da bu sembolün, yorumlanması (te’vil-ta’bir), arkasındaki
esas gerçekliğe geçilmesi gerekmektedir. Kâinâtta hiçbir şey yalnızca göründüğü
gibi değildir; yâni eşyanın gerçekliği zâhirden ibâret olamaz. Her zâhir (fenomen)
bir bâtına (nûmen) işâret eder. İşte te’vil ya da ta’bir dış
gerçeklikten iç gerçekliğe; varlığın başlangıcına ya da aslî kaynağına gitmek
demekteri.[640]
Haddizâtında İbnü’l-Arabî’nin de sıkça tekrarladığı gibi, te’vil
kelimesi kökü îtibârıyla aslî, ilk gerçekliğe dönme anlamına gelirken, ta’bir
kelimesi de karşıdan karşıya geçme anlamlarını taşımaktadır. Bu sebeple de her
iki kelime, İbnü’l- Arabî’nin öğretisinde sembolik düzeyden, temel ve hakîkî
gerçeklik düzeyine geçmeye işâret etmektedir. Ve bu, sadece bir metin ya da
rüyâ âlemi için değil, bütün âlem bir hayâl olduğu için hissî gerçeklik
düzeyi için de geçerlidir. İşte varlığın her bir düzeyindeki bütün bu
sembolleri ise sadece, kâinâtın bir hayâlden ibâret olduğunu algılayabilen
aktif hayâl sahibi Peygamberler ve onların vârisleri idrak edip yorumlayabilir.[641] Kısacası,
Henry Corbin’in ifadesiyle, bütün kâinâta hayâlî gerçeklik hakim olduğu için
yorumlama (te’vil) vardır, te’vîl olduğu için sembolizm vardır,
sembolizm olduğu için de her bir varlığın iki boyutu vardır.[642] Bu sebeple
İbnü’l-Arabi’nin dili zaman zaman soyut kalmakla birlikte, temelde semboliktir
ve şiirden geometrik ve hattâ matematiksel olana değin tüm sembolizm
biçimlerini kullanır. Diğer sûfîlerde olduğu gibi İbnü’l-Arabî için de
sembolizm hayatî önem taşır; o kadar ki, kâinât onlara sembollerin diliyle
konuşur ve ona göre âlemdeki her şey zâhirî değerinin yanı sıra sembolik bir
anlama da sâhiptir. Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre sembolik (remz) ya da muammalı
ifadelerin (lügâz) zâhiri, aslında kastedilmeyen mânâyı verdiği ve bu ifadeler
bizâtihî kastedilmeyip remzolundukları şey kastedildiği gibi, âlemin
varlığından da asıl kastedilen bizâtihî kendi varlığı değildir. Zîrâ Allah
(cc.) vücûddaki farklı mertebeleri bizzât âlemin kendisi için değil bizâtihî
Kendi Zat’ı için yaratmıştır.[643] Öyleyse
âlem, zâhiri değil bâtını ve hakikati kastedilen ve Hakk’ın varlığına işâret
etmek üzere yorumlanması gereken sembollerden başka bir şey değildir. Öyle ki;
İbnü’l-Arabî’ye göre bu sembolleri yorumlama işlemi tabiattaki her olguya ve
insanı bu geçici âlemde kuşatan her şeye uygulanabilir. Dahası dînî
prensiplerle insan ruhu içerisinde olup bitenler de bu sembolik yorumlama
işleminin konusu olmaktadır.[644] Kur’an-İnsan-Âlem,
bütün bunların hepsi geleneksel olarak zâhir-bâtın şeklinde ifade edilen bu
ikili yapıyı taşımaktadır ve zâhir değişen, çok ve farklı farklı görünen
sembolleri ifade ederken; bâtın değişmeyen, tek ve aynı nihâî hakikati ifade
etmektedir. Bu sebeple muhakkık sûfî gerek kendi nefsini, gerek harîci âlemi
gerekse ilâhî hitabı yorumlarken onların değişken düzeyine takılıp kalmaz
onların hakîkî gerçekliğine nüfûz etmey çalışır. Zaten Kur’ân’ın her bir
ifadesinin yanı sıra, insanın iç dünyasında olup biten şeylere ve kâinâttaki
her bir olguya “işâret” anlamına “âyet” denilmesi[645] de sûfîlerin, Kur’an-insan ve
bütün kâinâtın yorumlanması gereken semboller olarak algılamalarını
kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla sûfî, kâinâttaki farklı tezâhürlerin iç anlamlarına,
ilâhî hitapta ifade edilen hakikatlere, inanç ve ibadetlere, nihâî olarak da
kendi ruhunun derinliklerine nüfûz ederek bütün bu farklı sembollerin
içerisindeki aynı mânevî özü keşfetmeye çalışır. Çünkü İbnü’l-Arabîye göre
Kur’an-insan ya da âlem aynı gerçekliğin farklı düzeylerdeki tezâhürüdür.
İbnü’l-Arabî, işte bu sembolik ve kuşatıcı yorumlama metodunu, Kur’an’ın
metninin yanı sıra, yaratılışı “makrokozmik Kur’an”ın aslî nüshasına
dayanan kâinâta ve kendi içinde kâinâtın bütün gerçekliklerini ihtiva eden
insanın iç dünyasına uygular. Böylece bir taraftan vahy, hem makrokozmik hem de
mikrokozmik bir veçhede görülürken diğer taraftan hem makrokozmoz (âlem) hem de
mikrokozmoz (insan) vahyedilmiş ilâhî bir söylem olarak görülmektedir. [646] Zîrâ ikinci
bölümde de açıklamaya çalıştığımız gibi ilâhî “kun:ol” emri ile zuhûr
etmiştir ve kâinâttakî her bir varlık ilâhî söylemin içerisindeki birer kelime
ve ifadelerdir. Diğer tarftan ilâhî söylemin en büyük ve kuşatıcı (kevn-i
câmi’) kelimesi olan insan da kâinâttaki bütün hakikatleri kendi bünyesinde
deruhte etmektedir. Kısacası Kur’an- insan ya da âlem bütünüyle bir birinden
bağımsız olmadığı için bütün bunların zâhirindeki sembolleri yorumlama metodu
da bir birinden bağımsız olmayacaktır. Kur’an’ı ya da kâinâtı en iyi
yorumlayan, lafızların delâletini en iyi bilen ya da zâhiri şekillerle meşgul
olan kimse değil, mânevî yükselişini tamamlayarak kendi iç hakikatini tanıyıp,
yorumlayan Peygamberler ve onların vârisleri muhakkık sûfîler olacaktır.
İbnü’l-Arabî, bu alanların hepsine sembolik yorumlama metodunu uygulamasının
yanı sıra keşfettiği gerçeklikleri de kendi eserlerinde sembolik bir dille
ortaya kor. Bu yüzden onu eserleri de, tıpkı sembolik dil kullanan diğer bütün
sûfîlerin eserleri gibi, harf ve kelimelerin hâricî perdelerinin gerisinde
yatan nüfûz edebilmeyi gerektirmektedir.[647]
İbnü’l-Arabî sembol ile hakkında sembol getirilen şey arasında tam bir
münasebet görmektedir. Dolayısıyla sembol, sıradan bir hatırlatıcı ve
çağrıştırıcı değildir. İbnü’l Arabî bu hususta Hz. Peygamberin sütü ilim
şeklinde yorumlamasını hatırlattıktan sonra şöyle der: Eğer süt ile ilim
arasında gerçek bir münasebet, bütünleştirici tam bir ilgi olmasaydı, ilim
hayâl âleminde süt sûretinde zuhûr etmezdi.[648]
Sembolizm Şeyh’in eserlerine o derece hakîmdir ki, Fütûhât’ın
bölüm ve bâblarının sayısının dahi sembolik anlamlar taşıdığı ileri
sürülmüştür. Meselâ, altı ana bölüm Allah (cc.)’ın semaları ve yer yüzünü
yarattığı altı günü, Meârif bölümünün bâb sayısı îmanın 73 şubesini, Menâzil
bölümünün bâb sayısı Kur’an’ın 114 suresini, Makâmât bölümünün bâb sayısı ise
Allah’ın 99 ismini sembolize etmektedir. Yine müellifin doğum tarihiyle
(560/1165) feth suresinin kelimelerinin toplamının da Fütûhât’ın bâb
sayısıyla aynı (560) olması da dikkat çekicidir.[649]
Sûfîler genellikle sembolsüz ve imajsız yapamaz. Her ne kadar onlar
yaşadıklarını anlatmada yetersiz olsalar da, eğer hissettikleri veya görüp
algıladıkları şeyler başkasına aktarılabilir türden ise bunlar ifade
edilmelidir. Esasında bu tecrübelerin bazı tâlî yönleri hariç hakikatleri ve
bir bütün olarak tecrübe ifade edilemezdir. Bu sebeple görmemiz ya da bilmemiz
için bize aktarılan en yüce veya en derunî şey sembolik dilden başka bir şey
değildir. Tasavvufî tecrübenin ifadesinde bazı îmâ ve işâretler ya da
benzerlikler karşıdakinin ya da okuyucunun uyku halindeki sezgisini uyarıp
harekete geçirmektedir. Dolayısıyla muhteva, şiir dilinde olduğu gibi yüzeysel
zâhirî anlamın ötesinde olmaktadır.[650] Esasında yaşanılan tecrübenin
bütünüyle aktarılamazlığı tasavvufî tecrübe şöyle dursun sıradan heyecanlarımız
için de söz konusudur. Sıradan heyecanlarımız hakkında da îmâlarda bulunuruz,
onları bütünüyle tasvir edemeyiz. Sonuçta genelde sıradan heyecanlar özelde de
tasavvufî tecrübe kelimelerle ifade edilmeye çalışıldığı an onların hakikatleri
ve rayihaları buharlaşıp gider.[651] Bu sebeple
tasavvufî eserlerin büyük bir kısmı sembollerle ya da imajlarla dolu olduğu
için sûfiyâne ifadeler de bilimsel olmaktan çok tesir ve izlenime (impressionistic)
dayalıdır.[652] Sonuç
olarak tasavvufî tecrübenin ya da bu tecrübe sonucunda hâsıl olan bilginin
karşıdakine aktarımı, tecrübeyi yaşayanın ifade gücünden daha çok karşıdakinin,
kendisine sunulan işâret ve sembollerin hakikatini anlamaya hazır bulunuşuyla
âlakalıdır. Bu ise ancak benzer tecrübelerin yaşanmasıyla doğru orantılıdır.
Sûfînin ifade etmeye çalıştığı şey özü îtibârıyla beşerî her hangi bir
duygudan farklı olduğu için sembolik bir dil kullanması tabiîdir. Sembolik dil
açıklama ve izaha
dayanan diğer ifade tarzlarına nazaran daha etkilidir. Çünkü sembolizm büyüler.
Akla hayâl ve vicdan aracılığıyla ulaşırken, kalbe doğrudan temas eder, tesiri
derin olur, tekrar edildikçe mahiyeti ortaya çıkar. Bu doğrultuda sûfîler
yaşadığı halleri anlatmada daha çok aşk ve sevgi dilini kullanmışlardır. İlâhî
sevginin sembolik dili muhtelif din ve bölge mensubu sûfîlerin kullandığı
evrensel bir dildir.[653] Bu dil
ferdî, şahsî ve derin içsel durumları anlatmada en kuvvetli bir üsluptur. Çünkü
bu sevgi ve aşk dilinin vicdânî ve hayâlî durumları nakletme imkânı diğer ifade
şekillerine nazaran daha geniştir.[654] Tasavvufî tecrübelerin, bu
tecrübeyi yaşamamış ve tasavvufî hayatın dışındaki insanlara sembolizm
aracılığıyla aktarılması mutlak mânâda imkânsız değildir. Bu tecrübenin sûfî
olmayan insanlara naklinin mümkün olması tasavvuf donelerinin insan benliğinde
gömülü olduğunun delilidir. Şu var ki bu doneler çeşitli rûhî âmillerin
etkisiyle veya uysal bir karakterin yardımıyla neşvü nemâ bulurken bazen de
şartların veya karakterin imkân vermemesi sebebiyle gelişmeden kalırlar.[655]
Sûfî bütün yetersizliğine rağmen işâret ve semboller
kullanmaktan veya ahvalini ifade, vecd ve zevklerini tabir ederken temsîlî ve
tasvîrî üsluplardan müstağnî kalamaz. Çünkü bu tür tecrübe konuları, ıstılah ve
düz anlatımla ifadesi mümkün, aklî ve mahsûsât bilgilerini aşmaktadır.[656] Sûfîlerin
zevk dedikleri şey, aklın bir ürünü ya da onun bir işlevi değildir. Bilakis
irade ve vicdanın bir tezâhürü, mânevî vuslatın bir neticesidir. Bunun için
zevkî mârifeti aklın, dilin ve mantığın ölçülerine sığdıramayız. Onun kendine
has bir mantığı ve dili vardır.[657] Rûhî
hakikatlere işâret etmek amacıyla yazılan tasavvufî şiirde de durum böyledir.
Bu sebeple sûfînin ilâhî sevgiye dair sözlerini maddî, zahîri anlamlarda yorumlamak
veya zâhirî işâretinin çağrıştırdığı şeylerle uyuşacak te’villere girişmek
yanlıştır.2002 Fakat İbnü’l-Arabî’nin Tercümânü’l-Eşvâk
isimli eserindeki sembolizmini tetkik eden Zeki Necîb Mahmûd, İbnü’l-Arâbî’nin
bu eserindeki kasidelerinin çoğunda öncelikle zâhirî anlamda beşerî aşkı
kastettiğini ve daha sonra bu zâhire bâtınî te’viller getirdiğini söyler.[658] Fakat
Nicholson, İbnü’l-Arabî’nin bu kasidelerine yaptığı şerhlerle kasidelerin
zahîrî mânâları arasındaki farka haklı bir gerekçe göstermektedir. Zîrâ bu
kasideler yaşanılan bir tecrübe ürünüdür ve yukarıda bahsedildiği gibi dili
bütünüyle semboliktir. Şerh esnasında ise yaşanılan tecrübeyi ve elde edilen
mânâları taşıyamayan günlük, örfî dil kullanılmıştır. Nicholson, şiirin
anlaşılmasında, kelimeleri örfte kullanıldığı şekliyle açıklayarak yapılan
şerhin önemi inkâr edilemez der. Fakat örfte farklı anlamlarda kullanılan bir
çok lafız için sabit bir anlam vazederek yapılan te’vil metodunu mübâlağalı
bulur. Bu sebeple de, şiiri şerheden bizzat şairin kendisi bile olsa bazen
bunda muvaffak olamayacağını söyler ve buna da İbnü’l-Arâbî’nin Tercümanü’l-
Eşvâk’a yazdığı şerhi örnek verir.[659]
Tasavvufî tecrübeyi ifade ederken, gerek nazım gerekse nesir türünde
başvurulan sembolik mantığın örgüsü olduğu gibi korunmalıdır. Aksi takdirde
yanlış te’viller kaçınılmaz olacaktır. Bu gereklilik sadece tasavvuf için değil
diğer bütün mistik disiplinler için de geçerlidir. Kısacası Rabiatü’l-Adeviyye
ilâhî aşktan veya Azize Catherine mânevî evlenmeden bahsettiğinde bunun
tamamıyla cinsel ve maddî bir bilinç ürünü olduğunu söylemek oldukça zordur.
Sûfîler, nikah, gerdek, şarap veya bunlara benzer şeylerden bahsettiklerinde bu
insanların şehvet esaretine yakalandıkları da düşünülemez. [660] Çünkü yaşanılan tecrübe,
nasıl ifade edilirse edilsin, hangi edebî usullere başvurulursa vurulsun,
ifadelerin ötesindedir ve doğrudan yaşantıyı gerekli kılar.
2-Sembolik Dil Kullanımının Sebepleri
Sûfîleren yaşadıkları halleri, müşâhedelerini ve kendilerine bahşedilen
irfânı ifade etmede sembollere yönelmeleri öncelikle dilin ve tasavvufî
tecrübenin mahiyetî ile âlakalıdır. Bu temel sâikin yanı sıra sûfîlerin
sembollere yönelmesinin sebepleri hakkında şunları söylemek mümkündür:
Hakikati, dinleyende bir etki bırakacak şekilde daha etkili ifade edebilmek
için irşâd ve yönlendirme kastıyla. Anlaşılması zor olan hakikatlerin insanları
fitneye ve dalâlete sürüklemesi endişesiyle sarih değil de îmâlı ifade etmek
kastıyla. Sembollerle önce icmalî tarzda bir idrak sağlayıp sonra tahkik ve
zevk ile hakikatin elde edilmesi amacıyla. Burada birincisi yâni sembollerle
icmalî ifade zâhiri ve kabuğu; ikincisi, tahkik ve zevk ise özü ve bâtını ifade
eder. Sadece ehli olanın anlayacağı tarzda îmâlı ifade etmek sûretiyle hikmetin
hakkına riayet etmek amacıyla. Az söze bir çok mânâ dercederek bu mânâların
mülâhaza yoluyla elde edilmesini sağlamak amacıyla. Ya da sûfîler, çok değerli
buldukları bu hikmetleri ehil olmayanlardan kıskanmaları ve onların inkâr,
karalama ve hasetlerinden korumak amacıyla imâlı ve sembolik dile
yönelmişlerdir.[661]
a-Tasavvufî Tecrübenin Mahiyeti ve
Epistemolojik Sebep
Her şeyden önce şu söylenebilir ki, sûfîlerin sembolik dile
yönelmelerinin temel sebebi bizzat tasavvufî tecrübenin kendisidir. Tasavvufî
söylemin mahiyeti konusundan bahsederken de söylediğimiz gibi tasavvufî
tecrübenin temel karakteristiği böyle bir dile yönelmeyi zorunlu kılmaktadır.
Zîrâ öncelikli olarak tasavvufî tecrübenin ferdî, içsel, varoluşsal ve mânevî
hazza dayalı kompleks bir yapısı olması onun doğrudan aklî ve mantıkî düzlemde
sarih ifadelerle dile getirilmesini zorlaştırmaktadır. Tasavvufî tecrübenin bu
özelliğinden dolayı sûfî yaşadıklarını sembollerle ifadeye mecbur kalmakta, bu
sebeple de kalbin ve hayâlin işâret ettiği ilâhî aşk diline yönelmektedir. Sûfî
hiçbir lezzetin boy ölçüşemeyeceği ilâhî sevginin tadını “zevk” olarak idrak
eder. Bu tecellîde, ontolojik hakikatlerin mânâlarını da idrak eder. Sûfî bu
hali açıklamaya giriştiğinde, bazen anlaşılır bir dili kullanmayı tercih etse
de, genellikle sembolizmden başka bir ifade imkânı bulamaz.[662] Yaşadığı mânevî tecrübelere
ve ruhânî yükselişe bağlı olarak sûfî varlığı farklı bir gözle farklı bir
perspektiften müşâhede eder, görüş alanı genişler. Nifferî’nin ifade ettiği
gibi, görüş ne kadar genişlerse ifade de o kadar daralır.[663] Sûfîler ilâhî sevgiye dayalı
sözlerinden dolayı sıkça itham edilmişledir. Gerek bu sözlerin te’vil
edilmemesi ve gerekse kasıtlı kasıtsız kötü te’vil edilmelerinden
kaynaklanabilmektedir. Daha sonra bahsetmeye çalışacağımız gibi sûfîlerin ilâhî
sevgiyi sembolik dille ifade etmeleri ehil olmayanlara yasak olan sırlarını
kendilerine saklamalarından kaynaklandığı söylenir. Bazen de sembolik dili
açıkladıklarında öldürülmelerini gerektirecek inançlarını perdelemek için
kullandıkları ileri sürülmüştür. Benzer başka sebepler de ileri sürülebilir.
Fakat temelde sûfîlerin ilâhî sevgi, vecd ve hallerini bu üslupla
anlatmalarının gerçek sebebi tasavvufî tecrübenin
sanatsal
tecrübelere fazlaca benzemelerindendir.[664] Hattâ sûfıyâne tecrübe ile
sanatsal tecrübe arasındaki bu yöndeki bir yakınlığa binâen bazı filozoflar,
tasavvufî eserleri eşsiz müzik bestelerine benzetmektedirler.[665] Hem
tasavvufî tecrübe hem de sanatsal tecrübe, vicdânî hâl ve hislerin zuhûr ettiği
durumları ifade etmede kesin, doğrudan ifadeler yerine mahiyetleri gereği semboller
kullanır, bu îtîbarla da kesin, ilmî târifleri yapılamaz.[666] Kısacası sûfiyâne söylem
olayları zaman ve mekan sınırları içerisinde literal olarak tasvir ve târif
eden, doğrudan bilgilendiren kognitif bir dil olmaktan çok insanda belirli bir
his uyandıran estetik bir dildir.[667] Sembolizm bu tecrübelerin
yegâne ifade tarzıdır. Fakat sûfîlerin hepsi bu mîzaç ve yeteneğe sâhip
olmadığından sûfîlerden bir grup susmayı tercih ederken diğer grup sembolik
ifadeyi tercih etmişlerdir. İkinci grubun en meşhurları Arapça yazanlardan
Cüneyd, Bestâmî, Hallâc, İbnü’l-Fâriz, İbnü’l-Arabi; Farsça yazanlardan ise
Rûmî ve Attâr’dır.[668]
Sûfîlerin semboller ya da işâretler yoluyla anlamı gizlemeye
yönelmelerinin önemli bir boyutu daha vardır ki, o da, normal dilin, sûfîlerin
derin duygu ve bilgilerini hakkını vererek ifade etmede yetersiz kalmasıdır.[669] Uzlaşıma (vad‘î)
dayalı doğal dil, duyumlanabilir eşyayı ya da mâkul mânâları ifadeye mahsus
bir dildir. Dilde sözcükler öncelikli olarak duyularımızla idrak ettiğimiz
şeylere delâlet ettikleri için öncelikli olarak hislerimizle algılayıp
bilebildiğimiz şeylere delâlet etmek üzere söylenmişlerdir. Anlamlar dünyasının
ise sonu ve sınırı olmadığından söz onun sonunu görüp ihâtâ edemez.[670] Sözler,
zevkten hâsıl olan mânâyı hakikati üzere ifade edemediğinden gönül ehli bu
mânâları bir benzeriyle söyler, anlatırlar. Çünkü duygularımızla anladığımız,
bildiğimiz şeyler mânâ âleminin gölgesi gibidir.[671] Dolayısıyla
sözler, yaşanılan mânevî hallerin, zevk ile idrak edilen anlamların
gölgelerinden ibârettir ve onların hakikatlerine sadece îmâ ve işârette
bulunurlar. Sözü bütünüyle mânâya benzetme imkânı olmadığından, mânâya
bütünüyle uygun bir söz aramaktan vazgeçilmesi gerekir.[672] Tasavvuf! tecrübe sonucu
hâsıl olan mânâlar duyumlanabilir ya da düşünülebilir şeyler çerçevesine dahil
olmadığı için henüz ilk dönemlerden îtibâren sûfîler mânen gördüklerinin ya da
idrak ettiklerinin ifadelerle anlatılan şeylerin ötesinde olduğunu vurgulamaya
çalışmışlardır. Bu sebeple, “bizim ilmimiz işâret ilmidir. Söze dönüşürse
gizli kalır.” denilmiştir.[673] Yine bu
hususa işâret edilmek üzere “ârif söylediğinin fevkindedir.. ”
denilmiştir.[674] Hattâ
Gazzâli’ye göre, günlük dil sûfînin tecrübe ettiği halleri tavsif etmede eksik
ve sınırlı kaldığı için, bu yüce hallerini doğrudan ifadelerle anlatmaya
kalkışan kişi, hulûl ve ittihâd gibi kaçınılması mümkün olmayan
hatâlara düşebilmektedir.[675] Hattâ
tasavvuf! tecrübenin bu özelliğinden hareketle bazı ilim adamları, dildeki
mevcut kelimelerin mecâzen de olsa bu halleri tavsif etmede kullanılmasını
uygun görmezler. Meselâ İbn Haldun, melekût âlemine ait olup, keşf yolu ile
öğrenilen ilimlerin ifadeye sığdırılmasını zor, hattâ imkânsız görür. Çünkü her
hangi bir dilde kullanılan kelimeler, o lisanı konuşanlar tarafından anlaşılan
hissî, hayâlî ve aklî anlamları ifade için ortaya konulmuştur. Lisan,
karşılıklı anlaşma vasıtası ve ortak terimler meselesidir. O halde bir kelime
ancak bilinen ve tanınan bir şeyi ifade için ortaya konulur. Bu sebeple İbn
Haldun, bir asır veya bir nesil boyunca çok az sayıda kişinin idrak edebileceği
bir mânâ için kelime vazedilmesini mümkün görmediği gibi, lisandaki mevcut
kelimelerin bu yolda mecâzî olarak kullanımını da doğru bulmaz. Çünkü ona göre,
bir kelimeyi mecâzi anlamda kullanmak, ancak o kelimenin işâret ettiği anlamda
bulunan iştirak ve nispete uymakla mümkündür. Mülk âlemi ile melekût âlemi,
şehâdet âlemi ile gayb âlemi arasında ise hiçbir yönden bir iştirak ve nispet
olmadığını söyleyen İbn Haldun, melekût âlemine ait ahvali ifade etmenin ya çok
güç ya da imkânsız olduğunu vurgular. Ayrıca misâl getirme ve mücmel ifadelere
yönelmenin tasavvufu müphem bırakacağını da söyler.[676] Yine o, esas mükâşefe ve
müşâhede sahibi olan peygamberler, melekût âleminin sırları hakkında bu şekilde
konuşmadıkları halde, sûfîlerden bu ifadelerin sadır olmasını anlamlı bulmaz.[677] Dahası İbn
Haldun, Şifâü’s- Sâil’de, sûfîlerin sadece üzerinde iddia ve benlik
davası bulunan şatahât türü ifadelerini değil, onların, varlığın hakikat ve
mahiyeti, ruh, arş, melek ve kürsî... gibi konular hakkında konuşmalarını,
bunları tefsir ve te’villerini de uygun bulmaz.[678] Çünkü daha önce de
söylediğimiz gibi o, melekût âlemi hakkında konuşmayı oldukça zor, hattâ
imkânsız görmektedir. İbn Haldun’un konuya Mukaddime’deki yaklaşımı ise
daha ılımlı ve objektiftir.[679] İbn Haldun
burada, sûfîlerin varlıkların hakikatine, kâinâtın zuhûrundaki tertibe dair
sözlerini bir nevî müteşabih sayar. Çünkü bu gibi idrakler onlara göre
vicdanî/sezgiseldir ve bu tarz bir derûnî bilinci olmayanlar bu zevkten ve
idrakten çok uzaktırlar. Dil ve kelimeler ise, onların bundan kasıtlarının ne
olduğuna dair bir delâlet veremez. Bu sebeple İbn Haldun, Mukaddime’de,
tıpkı müteşabih ayetleri yorumlamadığımız gibi, bu sözleri de olduğu gibi
bırakmalıyız der.[680]
İşte günlük dil, tasavvufî tecrübeyi ifadede yeterli olmadığı için
sûfîler daha çok semboller vasıtasıyla kendi hallerine, yaşadıklarına ve idrak
ettiklerine îmâda ve işârette bulunmaktadırlar. Fakat İbn Haldun gibi bazı
âlimler ise mecâzen olsa bile zevken elde edilenler hakkında konuşmayı uygun
görmezler. Fakat yaşanılan tecrübenin ruhta bıraktığı tesir bazen o kadar
kuvvetli olur ki susmaya imkân tanımaz, bu esnâda sûfî, içindekini saklamaya
daha fazla sabredemez, takât gösteremez. [681] Bu sebple yaşanan hallerin ve
mârifetin ifadesi bazen sûfînin iradesi dışında da zarurî bir hâl
alabilmektedir. Diğer taraftan rûhen bizat tecrübe edilen şeyi ifadeye çalışma
bir yorumlama ve tercüme ameliyesi olduğu ve dil de sembollerden örülü bir
vasıta olduğu için mârifet ancak semboller vasıtasıyla ifade edilmektedir.
c-Avâm-Havâs Ayırımı ve Mârifetin
Anlaşılması Problemi
Sûfîler arasında sembolik dil kullanımı, sadece tasavvufun bir takım
felsefî kavramlarla ifade edilmeye başlandığı teorik dönemine has bir yaklaşım
değildir. İlk dönem klasik eserlerde de bu tarz sembolik dil kullanımı ve bunun
sebepleri üzerine bazı açıklamalar görmekteyiz. Bu hususta Taarruf’ta
Ebu’l-Abbas İbn Atâ’nın sözlerine yer verilir: Sûfîlerin sembollerle
konuşmalarını; ‘kendi bâtıl sözlerini yaldızlamak ve tuttukları yolun
kusurlarını gizlemek’ şeklinde yorumlayan bir kelâmcıya İbn Atâ, sûfîlerin bu
tavırlarının sebebini şu sözleriyle izah eder: “Bunun sebebi değerli
olduğuna kânî olduğumuz bilgileri başkalarından kıskanmamızdır. istiyoruz ki yoldaşlarımızdan
başkası bu bâdeden içmesin. ” Sözlerinin devamında İbn Atâ, çok değerli
saydıkları hakikatlerin, ehil olmayan kimselerce tahrif edilmesi yönündeki
çekincelerini dile getirir.[682] Kuşeyrî de Risale’
sinin ıstılahlar bölümüne başlarken benzer gerekçeler ileri sürmektedir:
Sûfîlerin işâret ve semboller kullanmalarındaki maksatları, kendilerine has
mânâları bir birlerine anlatıp açıklamak, kendi yollarına yabancı olanlardan
saklamaktır. Sûfîler, çok değerli saydıkları sırları ehli olmayanlardan
kıskandıkları için mânâsı müphem ve anlaşılmaz görünen ıstılahlar kullanmayı
özellikle tercih etmişlerdir.[683] Serrâc
tarafından yapılan sembol (remz) târifi de bu hususa işâret etmektedir: “Remz,
sözün zâhirinin altında yatan, ehlinden başka kimsenin anlayamadığı gizli
mânâdır. ”[684] Kendi aralarında
anlaşabilecekleri ıstılahî ve sembolik bir dil kullanmak sûretiyle sûfîler,
ister ilmiyye sınıfından olsun ister halk tabakasından olsun bu tecrübeye
yabancı kimselerin yanlış anlamalarına engel olmaya çalışmışlardır.
Mârifetin elde edilmesi ve anlaşılması hususunda avâm-havâs
ayırımı öteden beri yapıla gelmektedir. Fakat bu ayırım; eğitimli-eğitimsiz,
ilmiye sınıfı-halk... şeklindeki klasik ayırımdan esaslı bir şekilde farklıdır.
Tasavvufî çevrelerde avâm ile, ilmiye sınıfına mensup olsun ya da olmasın,
mânevî tecrübesi olmayan bütün zümreler kastedilmektedir. Hattâ sûfiyye taifesi
içinde de havâs ve havâssu’l-havâss, saflaşmış olanlar ve bu saflığın zirvesine
ulaşmış olanlar vardır. İbnü’l-Arabi’ye göre sûfîlerin mertebelerindeki bu tür
farklılar da bazen sükûta yönelmeye sebeptir.[685] Esâsında hitâbda, kelâmda
asıl olan anlaşılır olmaktır; iletişimde muğlaklık genelde arzu edilmeyen bir
durumdur.[686] Fakat
lisanda muğlak olmak bazen kaçınılmaz ve kasıtlı bir hâl alabilir. Sûfîler için
kelâmda muğlaklık hem kaçınılmaz hem de kasıtlıdır. Kaçınılmazdır; çünkü
sûfîlerin bizâtihî yaşadıkları tecrübeler çok komplekstir. Diğer taraftan bu
tecrübeleri sonucunda kendilerinde hâsıl olan ve varlığın bir çok veçhesine
mâtuf olan bilgi de kompleks ve paradoksaldır. Bir şey hakkındaki bilgi
derinleşip kuşatıcı bir hâl aldıkça o şey hakkındaki ifadeler de o derce
komleks ve muğlak olur. Yine sûfîler ifadelerinde kasıtlı olarak muğlak
olurlar; çünkü onlar özellikle sırlara dair ifadelerinde muhatab olarak
tasavvufî tecrübeye yabancı olanlardan ziyade kendileri gibi olanları
hedeflerler. Çünkü onlar bu ifadelerini gerçek mânâda sadece benzer tecrübe
yaşayanların anlayabileceğini düşünürler. Zâten, bir ifadenin (söz, yazı,
işâret, fiil vs.) işâret ettiği her hangi bir muhtevânın bir başkası tarafından
kavranmasından[687] ibâret olan
anlama faaliyetinin tam olarak gerçekleşebilmesi için anlayanın, sûfîlerce dile
getirilen bu derûnî tecrübenin ifadelerine sadece zihinsel açıdan değil her
yönden hazır bulunması gerekmektedir. Zîrâ anlayanın zihninde ve bilincinde var
olan şeyler, kültür birikimi ve bilgi dağarcığı, dünya görüşü, düşünce yapısı
ve değer yargıları, ilgi alanı ve öncelikli gündemi, içinde yaşadığı çağ ve bu
çağın dayatmaları, deneyimleri, bireysel ve toplumsal yaşantısı ile tarihsel ve
toplumsal şartlar anlama faaliyetinin gerçekleşmesinde önemli faktörlerdir.[688] Sıradan bir
metni ya da ifadeyi anlamada etkili olan bütün bu faktörler, mahiyyeti gereği
günlük tecrübelerden oldukça farklı olan, varlığa bakışı bütünüyle değiştiren
sûfiyâne tecrübelerin ifadelerini anlayıp yorumlada daha çok etkili olacaktır.
İşte bu sebeple sûfîler ifadelerinde, sûfiyâne tecrübenin mahiyetinden
kaynaklanan zorunluluğun yanı sıra kastî olarak da sembol ve işâretlere
yönelmişlerdir.
Mârifetin ifadesi noktasında sembollere başvurma yolunu seçenler,
mârifetin gizlenmesi gereğini savunan sûfîlerle aynı amacı gütmektedirler.
Fakat bunların gizleme metotları farklıdır. Her hâlükârda hangi yola baş
vurulursa vurulsun, yaşanılan hallerin ve müşâhede edilen sırların avamdan
gizlenmesi, benzer tecrübeler yaşamayan kişilerin bu ince sırların künhüne
vakıf olamayıp fitneye ve dalâlete düşmeleri endişesi sebebiyledir.
İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle onlar, farklı istî’dâdları sebebiyle bu hakikatleri
kabul etmeyenlere bir rahmet unsuru olarak sırları saklarlar. Zîrâ hakikatini
bilmedikleri şeyi işitmemiş olmaları avâmın bu hakikatlere karşı her hangi bir
saygısızlık ve inkarlarının önünü aldığı için, onların kınanmalarını da
gerektirmez. Dolayısıyla bu hakikatleri işitmemiş olmaları onlar için bir
rahmet unusuru olmaktadır.[689] Sûfîlerin
sembollere yönelmelerinden maksatları, kendilerine has, rûhî ve sırrî mânâları
bir birleriyle paylaşmak, kendi yollarına yabancı olanlardan da bu mânâları
gizlemek ve saklı tutmaktır. Sûfîler bu sırlara o kadar çok özen gösterir,
onları ehli olmayanlardan o kadar kıskanırlar ki bunları yabancılardan saklı
tutmak için müphem ve anlaşılmaz görünen ıstılahlar kullanırlar.[690] Bu tarz
ifadelere yönelmekle onlar, ne işin ehline ne de ehil olmayanlara zulmetmiş
olurlar. Bu hususta İbnü’l-Arabî, Hz. Peygamberin şu sözünü nakleder: “Hikmeti,
ehli olmayanlara verip de onlara zulmetmeyin, yine ehil olanlardan saklayıp da
onlara da zulmetmeyin. ” [691] İbnü’l-Arabî
bu hususu açıkça şu şekilde ifade eder: “Bulunduğum bu makamda sizin için
remzettiklerimi anlayınız ve onları iyice düşünüp hazinelerini çıkartınız...
Bilinen her şeyin yayılması, harcı âlem olması gerekmez; zîrâ her bir ilmin
ihtisas sahibi ehli vardır... Topluluklarda farklı fıtratta insanların ve
(söylenene) aşînâ olmayan zihinlerin olması kaçınılmazdır. Topluluğa (hitap
edilirken) maksat sadece bir kişidir. Kelâmımı sadece ona yöneltiyorum; zîrâ
remizlerimin anahtarı onun elindedir. Her makamın bir sözü, her ilmin de ricâli
vardır...”[692] İşte sûfîlerin kendi
mânevî tekâmül yollarına olan düşkünlükleri, hassasiyetleri ve davâlarının
yanlış anlaşılması korkusu onları bu şekilde semboller kullanmaya sevketmiştir.
Ya da sûfî, bu şekilde ifade etmek sûretiyle hikmetin hakkına riayet etmeye
çalışır, onu ehli olmayandan saklar, ehlini de ondan mahrum bırakmaz. Ayrıca
sûfî, bir çok mânâyı az, veciz ifadelerle sunmak sûretiyle yine hakikatin ve
hikmetin değerine ve çok yönlülüğüne binâen yoğun bir şekilde mülahaza edilerek
elde edilmesini arzular.[693] Kısacası
sûfîler bizzat Kur’an’dan mülhem olarak, insanların farklı idrrak seviyelerini
göz önünde bulundurmak sûretiyle “işâret” diline yönelmişlerdir. Zîrâ bütün
insanlığa yöneltilmiş bir hitap olma sıfatıyla ilâhî hitâbın aynı zamanda beşer
aklının farklı bütün düzeylerine uygun düşmesi hikmetine binâen bizzat Kur’anda
da “işâret” dili kullanılmıştır.[694] Bununla birlikte bu ikisi
arasında dikkat çekilmesi gereken önemli bazı farklar vardır: Her şeyden önce
sûfîlerdeki anlamı gizleme yöntemi; mârifetin tabiatı ve hikmetin sadece
ehliyle paylaşılması gibi temel gerekçelerin yanısıra, günlük dilin darlığı ve
kendileriyle aynı bakış açısına sâhip olmayanların saldırılarına karşı koyma
gibi sıkıntılara da mâtuftur. Halbu ki ilâhî hitap için bu tür sıkıntıların
olduğunu söylemek söz konu değildir; zîrâ Allah (cc.) bütün hakikatleri her
kesin anlayacağı bir üslupla ifade etmeyi dileseydi bunu yapardı; ama O, böyle
dilemedi. Sûfînin sıkıntısı, bir taraftan kendisine bahşedilen mârifetin sâhip
olduğu dilden geniş olması; diğer taraftan da, kendisinin bildiği hakikatleri
anlamaya henüz hazır durumda olmayan âlimler ile çatışmaya girmek
istememesidir.[695]
Sûfîleri anlamı gizleme ve işâret yöntemini benimsemek zorunda bırakan
ve onları sembolik dile mahkum eden pek çok sebebin yanısıra fukahânın ve
siyasal iktidarın tazyîkine karşı koyma saiki de önemli bir nedendir.
İbnü’l-Arabî’nin de bu yönde bazı açıklamaları vardır. Sûfîler, böyle kapalı
bir dil kullanmak sûretiyle muarızlarının ithamlarından da korunmaya
çalışmışlardır. İbnü’l-Arabî, bu noktada bazı siyasîlerin ve fukahânın
tahammülsüz tavırlarından ve insafsız tutumlarından dolayı açıkça
konuşamadıklarını söyler. Hattâ bu mutaassıp tutum sebebiyle, peygamberlerin
dilinde, şeriat dilinde varid olan teşbihvârî ifadelerin hakikatlerini bile,
her hangi bir sınırlamaya gidilmeksizin açıkça ifade edemediklerinden yakınır.[696] Tıpkı,
mülhidler ve müfteriler sebebiyle “işâret” dilini tercih eden Hz. Meryem gibi
irfân ehli de işâret diline yönelmiştir. Bunun da ötesinde kendileri açısından
bizzat hakikat ve apaçık bir tefsiri ifade eden Kur’an yorumlarına da mutaassıp
çevrelerin tepkilerini göz önünde bulundurmak sûretiyle “işâret” demişlerdir.[697] Aslında
daha önce de söylediğimiz gibi sembollere yönelme tasavvufî tecrübenin ve elde
edilen mârifetin mahiyeti ile doğrudan alâkalıdır. Fakat zâhir uleması ile
sûfîler arasında zuhûr eden tartışmalar, mevcut siyâsî mekanizmanın da devreye
girmesiyle bazı sûfîlerin îdâmıyla sonuçlanan zındıklık suçlamalarını dikkate
aldığımızda sûfîlerin böyle bir kapalı dili özellikle kullandıklarını
söyleyebiliriz. Bu durum sadece tasavvufa has değildir, benzer bir şekilde
diğer mistik sistemlerde de sırrî bir dil (esoteric language)
kullanılmıştır.[698] Aslında
“yalın dînî tecrübe” ile “sûfî dînî tecrübe” arasındaki çatışma anlama ve
açıklama düzeyinde ortaya çıkmıştır. Böyle olmakla berâber bu çatışma özellikle
Hallâc,[699] İbn
Berrecân[700] ve
Şihâbuddin Yahya es-Sühreverdî’nin[701] öldürülmesi hadiselerinde
görüldüğü üzere kanlı olaylara yol açabilmiştir. Bir yandan bu iki dînî tecrübe
arasındaki anlama ve yorumlama farkı nedeniyle, öte yandan yalın/fıkhî dînî
tecrübeyi önceleyen zâhir ulemasının fiziksel ve dilsel baskısı nedeniyle, mutasavvıfların
kendilerine özgü ve bu tür baskılardan kısmen kurtulmalarını sağlayacak bir dil
üretmeleri kaçınılmaz hale gelmiştir. Sûfîler bu sebeple geleneksel dil yerine
remz ve işâret dilini tercih etmek durumunda kalmışlardır. Onların tasavvufî
hâl ve makamlarını, rûhî keşiflerini dile getirmelerinin yanı sıra Kur’an’ı
yorumlamalarında da durum aynıdır; bu hususta da tefsir yerine “işâret”
kelimesini tercih etmişlerdir.[702]
Mutaassıp muhaliflerin fizîki tazyikinden dolayı sırları saklama
çabaları bazı sahabelere kadar geri götürülür. İbnü’l-Arabî, bu hususta sık sık
Ebu Hureyre (r.)’nin şu sözünü nakleder: “Hz. Peygamberden iki kap (ilim)
aldım, birinden size bahsettim, diğerine gelince bunu haber verip yaysaydım
beni boğazlardınız. ” Ayrıca İbn Abbas’ın, “Yedi kat göğü ve yerden de
bir o kadarını yaratan Allah ’tır. Allah ’ın emri bunlar arasından iner... ”
(Talak 65/12) ayeti hakkında, “şayet bu ayetin tefsirini size zikretseydim,
benim kâfir olduğuma hükmeder, beni taşlar ve öldürürdünüz” sözünü zikreder.[703] Yine bu
noktada o, şu sözü zikreder: “Nice ilim cevherleri vardır ki onları ifşâ
etsem, bana sen puta tapanlardansın denirdi. Müslümanlar kendi yaptıklarını
güzel, benimkini de hayli çirkin bularak kanımı helal sayarlardı.”[704]
3-
İbnü’l-Arabî’nin
Mârifeti İfade Etmede Kullandığı Bazı Semboller
Tasavvufî literatürde kullanılan sembollerin tabiatı hakkında oldukça
önemli bazı mülâhazalar yapılmaktadır. Bu yöndeki bir değerlendirmeye göre;
sûfî, zâhirî duyumlar ötesi, sıra dışı mânevî tecrübesini ifade ederken hissî
sûretler ve maddî formlar kullanmaya mecburdur. Buna göre sûfîler ancak, hissî
âlemden alınmış sûretler ve formlara, îmâ ve işâretlere başvurmak sûretiyle
tecrübesini anlatabilmektedirler. Maddî âlem de mânâ âlemi kadar mükemmel
olmadığı için bu hissî tasvirler metnin zâhirinde beliren anlamdan daha derin
bir anlama işârette ve îmâda bulunurlar.[705] Sembolize edilen şey genelde
soyut bir durum olmakta, sembol de bu durumun özelliklerini ve anlamlarını
müşahhas kılan mahsûs bir şey olmaktadır. Zahîrî anlamda duyumlanabilir olmayan
bir şeyin hissî bir örnekle ifade edilmesi gibi kompleks ve paradoksal bir
mahiyet arz eden bu sembolik ifade tarzı sanatta, edebiyatta, özellikle de
tasavvufî edebiyatta sıkça kullanıla gelmiştir.[706] Sûfî şarap, sarhoşluk ve
sarhoş sembollerini kullandığı gibi, Leylâ, Aslı, Selmâ, bahçeler ve çiçekleri
de duygularını ifade de hissî semboller olarak kullanır. Bunların yanında
vuslat, ittisal, kavuşmak, ayrılık, hicret, üns, kölelik gibi beşerî konulara
dönük şiir sembollerinde de yararlanmaktadır.[707]
İbnü’l-Arabi yaşadığı tecrübeleri ifade noktasında daha çok, ilmî, dînî,
felsefî, matematik ve geometrik sembolizm ile şiir ve beşerî aşk sembolizminden
geniş bir şekilde faydalanır.[708] Tezimizde
yer yer İbnü’l-Arabî’nin kullanmış olduğu sembollerden bahsetmeye çalıştık.
Özellikle “harfler”, “ilâhî nefes”, “semâvî nikah”, “beşerî aşk”, “ayna” ve
“sayı” sembollerine yeri geldikçe değinmeye çalıştık. Bu sebeple burada
kullanılan bu zengin sembollere ayrıca yer vermeyeceğiz. Bu başlık altında sarece
bir mukayese yapmak amacıyla Attâr ile İbnü’l-Arabî’nin mânevî yükselişin
sembolü olarak kullandıkları “sefer/seyahat” sembolizmini mukayeseli olarak ele
almaya çalışacağız. Bu noktada bir mukayese yapmak gerekirse; İbnü’l-
Arabî’nin, sûfînin rûhânî mîrâcını konu ettiği Kitâbu’l-Isrâ’sı ile
Ferîdüddin Attâr’ın yine aynı konuyu ihtivâ eden Mantıku’t-Tayr isimli
eseri, kullanılan semboller ve üslûp bakımından oldukça farklılık arz
etmektedir. İbnü’l-Arabî, bu eserinde sûfînin rûhânî mîrâcını anlatırken veciz,
anlaşılması zor, îmâlı ve müphem ifadeler[709] kullanırken
Ferîdüddin Attar ise, eserinde aynı konuyu daha açık ve anlaşılır bir üslupla,
fabl sanatından ve edebî bir tür olarak hikayeden faydalanmak sûretiyle
anlatmaya çalışmıştır.[710] İbnü’l-Arabî, sûfînin rûhânî
mîrâcından bahsederken konuyu, Feridüddin Attar’ın yaptığı şekliyle açık bir
üslupla hikaye ederek anlatmak yerine îmâlı ifadelerle izâhâ çalışır ve Hz.
Peygamberin isrâ ve mirâç hadisesi tasvir edilirken Kur’an ve Sünnet’de
zikredilen burak, sidretü’l-müntehâ, refref, kâbe kavseyn, ev ednâ,[711] gibi geleneksel mîraç
sembollerini kullanmak sûretiyle izah yoluna gider. İbnü’l-Arabî, yine
hadislerde zikredildiği şekliyle Hz. Peygamberin mîraç hadisesinden geniş
ölçüde faydalanmış ve burada zikredilen kalbin yarılıp temizlenmesi[712], herbir
semâda bir peygamberle karşılaşma[713] gibi hadiseleri de açık bir
şekilde sûfînin rûhânî yükselişinden bahsederken kullanır.[714] Fakat sûfîlerin mîrâcının Hz.
Peygamberin mîrâcından farklı olarak sâdece rûhânî bir yükseliş olduğunu da
hemen vurgular.[715] Ayrıca
İbnü’l-Arabî’nin bu eserinde, kibrîtü’l- ahmer, seferü’l-kalp, aynü’l-yakîn,
er-rûhu’l-küllî, nefs-i mutmainne... gibi dînî ve tasavvufî kavramlara da
rastlamaktayız.[716] Bazen de
mahirâne bir şekilde Kur’ân’da geçen kelimeleri kendi ifadeleri içine
yerleştirerek imâda bulunur. Meselâ, “tûr”, “sa’ikân” “vâdî”,
“na’lân/na’leyn”, “ânestü” gibi Ku’rân-ı Kerim’de geçen (Tâhâ 20/10-12, Kasas
28/29) kelimeleri kendi ifadeleri içerisine serpiştirmek sûretiyle[717] Hz.
Mûsâ’nın ilâhî vahye hazırlanmak için Huzûr-u İlâhiye yükseltilişine îmâda
bulunmaktadır. Diğer tarftan İbnü’l-Arabî, eserin başında Endülüs’ten ayrılıp
Kudüs’e yönelişini zikretmek[718] sûretiyle
rûhî/semâvi seyâhatin, yer yüzündeki ufkî seyahatle paralel bir seyr izlediği
yönünde îmâda bulunur. Bu sebeple ruhun mele-i ednâ’dan mele-i âlâ’ya
yükselebilmesi için önünde iki farklı cihete yönelik iki sefer vardır:
Bunlardan ilki dünyevîdir ve Endülüs’ten Kudüs’e yönelen, nihâyet şehirlerin
anası Mekke’de son bulan uzun bir ufkî seyahatle sembolize edilir. Diğeri ise,
resullerin bulunduğu feleklere ve oradan da yüce ruhların bulunduğu mertebelere
yükselişi temsil eden dikey/rûhânî seyahattir.[719] İbnü’l-Arabî, diğer hacı
adayları gibi Kahire’den ayrıldıktan sonra doğrudan Mekke’ye gitmek yerine
Filistin üzerinden, Hz. İbrahim’in kabrini ve Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettikten
sonra Hicaz’a gelmiştir.[720]
İbnü’l-Arabî’nin izlediği bu hac güzergâhı, başka harîcî âmiller de ihtimal
dâhilinde olsa bile mânevî sebepler doğrultusunda yorumlanmaya müsâittir.
Dolayısıyla bu yolculuk, Hz. Peygamberin miraç hadisesi paralelinde Şeyh-i
Ekber’in mânevî yolculuğuna işâreten sembolik olarak açıklanabilmektedir. İbnü’l-Arabi
hâricî seyahatinde Halilürrahman’da Hz. İbrahim’in kabrini ziyaret ederken
tahkik yolundaki mânevî seyahati esnasında, yedinci semada bizzat onunla
görüşür.[721] Mescid-i
Aksa’da namaz kıldıktan sonra Medine’ye yönelir, orada Hz. Peygamberin kabrini
ziyaret ettikten sonra nihâyet Mekke’ye sefer eder. Beytullah seferin son
noktasıdır ve mîrâc’ın zirvesinde gerçekleşen vusûle karşılık gelir.[722]
Attâr ise sûfînin mânevî yükselişini, fabl sanatını eşsiz bir şekilde
kullanarak Hüdhüd’ün rehberliğinde kuşların mutlak güzelliğin ve iyiliğin
kaynağına, sonsuzluğa doğru olan seyahatleriyle sembolize eder.[723] Burada
kuşların ulaşması gereken eşsiz güzelliği ve kemâli de Sîmurg (otuz kuş) kuşu
temsil eder.[724] Her türlü
tasvirin aciz kaldığı eşsiz güzellikte bir kuş olan Sîmurg, kuşların bu
seyahatlerindeki nihâî hedeflerini ve kemâl mertesini temsil eder. Kuşlar, bu
uzun yolculuklarında sûfînin mânevî mîrâcında geçmesi gereken yedi makamı
temsil eden yedi vadiden geçerler: Taleb, aşk, mârifet, istiğnâ, vahdet, hayret
ve son olarak da fena vadisi/makamı.[725] Bu uzun seyahat esnasında her
bir vadide binlerce kuş helak olur, en son vadiyi ancak otuz kuş geçebilir. Bu
makamda bu otuz kuş mum gibi eriyip yok olurlar, bütün eksikliklerinden
temizlenip arınırlar. Nihâyet sonsuz güzellikteki Sîmurg’un nuruyla yeniden can
bulurlar da O’nun eşsiz güzelliğini temâşa ederler. Fakat hayrete kapılırlar,
zîrâ gördükleri yine kendileridir: otuz kuş/Sîmorg. Çünkü o eşsiz
güzelliğin nihâî sınırına hiçbir göz ulaşamaz.[726] Görüldüğü gibi Mantıku’t-Tayr’ın
muhtevası Kitâbu’l-Isrâ’nın muhtevasıyla aynı olmakla beraber her iki
eser, kullanılan semboller ve üslûp bakımından bir birinden oldukça farklıdır.
Birinde soyut dînî ve felsefî semboller kullanılırken diğerinde ise somut
semboller ve eşsiz hayâlî tasvirlerle hikaye sembolizmi kullanılır.[727] Attâr bu
ruhânî yükselişe îmâda ve işârette bulunurken İbnü’l-Arabî, daha yoğun, daha
kompleks semboller ve hattâ Kur’an ve Sünnet’ten semboller kullanmak sûretiyle,
kendi varlık ve insan anlayışıyla paralel bir şekilde daha kesin ve şiddetli
telkinlerle mânevî mîrâcı anlatır.[728]
Sûfîler, kendi coşkun hallerini tasvir ederken ya da anlaşılamaması
endişesiyle ehli olmayanlardan gizlemek istedikleri mârifetlerini ifade ederken
sıkça şiir dilinden ve sembolizminden de faydalanmışlardır. Zîrâ klasik
edebiyatımızda, bir mânânın semboller, ritimli sözler (mevzûn) ve uyumlu sesler
(mukaffâ) yardımıyla aktarma eylemi içerisinde şekil bulan bir ifade biçimi
olarak târif edilen[729] şiir, âdetâ
dilin yeniden inşâsıdır. Başka ifadelerle söyleyecek olursak şiir, cârî olan
günlük dili yok edip, şahsî ve özel; son tahlilde de gizli yeni bir dil îcât
etmek için sarf edilmiş bir çabadır.[730] Bu îtibârla da doğrudan
bilgilendirmeyi amaçlayan ve doğrulanması ya da yanlışlanması mümkün olan
enformatik dile benzemeksizin şiir dili, sıradan olguları ifade etmeye
çalışmaz. Şiir dili, dilde bir nevî bir yaratıcılığa ve keşfe işâret eder.
Dolayısıyla bu iki dil arasındaki temel fark, basitçe ifadedeki açıklık ve
sadelik ile kapalılık ve süslülük değil, mânâdaki vüs’at ve derinliktir. Gerçek
bir şair, bir şeyi ifade ederken sadece karşısındaki enformatik olarak doldurup
doyurmayı değil, aynı zamanda, mânâdaki sonsuzluğa binâen bu husustaki açlığı
da tahrik edip yenilemeyi amaçlar.[731] Bu sebeple hakikatin ve
sonsuzluğun tecrübesinden ibâret olan sûfîyâne tecrübeye, doğrudan vakıayı
tespite yönelen enformatik dilden ziyade, coşkunluk, âhenk, vüs’at, derinlik,
paradoks, muammâ ve sembolizmin hakim olduğu şiir dili daha uygun düşmektedir.
Hattâ denilebilir ki; bir anlamda tasavvuf tek başına bir şiirdir; dine coşku,
anlam ve ahenk katmak sûretiyle onu şiirsel kılma eylemidir.[732]
Daha çok nesir türü eserler veren İbnü’l-Arabî de diğer sûfîler gibi,
keşf ve müşâhedelerinden hâsıl olan mârifetleri ifade ederken şiir diline ve
şiir sembolizmine de baş vurmuştur. Fütûhât’taki büyük bir dîvan
oluşturcak kadar çok şiirinin yanısıra Tercümânü’l-Eşvâk’ı ve Dîvân’ı
onun eşsiz şiirlerinden örneklerle doludur. Özellikle Divân’ında ki
şiirler hayli dikkat çekicidir. Tasavvufun hemen her konusunda şiir yazan
İbnü’l-Arabî’nin didaktik ve doktrinal muhtevâlı şiirlerinin yanısıra vecd ve
sekr hallerinin yansıması paradoksal şiirlerine de rastladığımız[733] bu eserde;
ilâhî isimler,[734] Kur’an’ın
her bir sûresi,[735] Arap
Alfabesinin yirmi sekiz harfi,[736] namaz,
temizlik, teyemmüm hattâ meshetmek gibi şeriatin ahkâmıyla ilgi konular[737] hakkında
bile şiirlere rastlamak mümkündür. Sırları ifşâ etmekten ve bu hususta haddi
aşmaktan çekindiği için o, bu sırları şiir dilinin esnekliği içerisinde sunmaya
çalışır.[738] [739] Ona göre
diğer bütün söz çeşitlerinde olduğu gibi, eğer şiir, latîf ve mükemmel
mânâlarla olağanüstü, hoş ve ince lafızları, insanı hayrete düşürecek derecede
bir araya getirebiliyorsa gerçek ve güzel şiirdir. Dolayısıyla ona göre
lafızlar insanı etkileyecek şekilde güzel ve beliğ olsa da mânâ mükemmel
olmayıp çirkinse mükemmel şiirden söz edilemez. lafzın letâfeti, sahih nazar
sahibi olan kimseyi, o hoş lafızlar altındaki çirkin mânâdan perdeleyemez. Zîrâ
mânâsız lafız, ruhu olmayan bir cesed ve sûret gibidir. İşte Kur’an’ın i’câzı
da bu noktada aranmalıdır: Hüsn-ü nazm 2084 ve mükemmel
mânâ.
Tasavvufta şiir sembolizmi genellikle aşk sembolizmi ya da aşk dili
üzerine kurulmuştur. Sûfîlerin büyük çoğunluğu metafizik vecd hallerinin
muhtevasını ifade etme gayretiyle aşk diliyle konuşmaya mecbur kalmışlardır.
Sonuçta da mükemmel aşık-maşuk birliği halinin, felsefenin yavan ve kesin
terimleriyle ifade edilemeyeceğini kabule mecbur kalmışlardır. Halbuki şiir
dilinin esnekliği içerisinde sûfîler, bir taraftan ilâhî birlik halinin oldukça
tehlikeli görünüşlerinden, meselâ panteistik görünümden kaçınırken diğer
taraftan bu hayret verici tecrübenin fevkalâde yanını ifade etmeye çalışır.[740] Sûfîller,
din, ırk, vatan ve dil farklılıklarına rağmen, yaşadıkları vecd hallerini ifade
etmede kullandıkları en etkili yol, şiir sembolizmi ya da sûfî şiiri denince
hemen akla gelen aşk sembolizmi olmuştur. Bu doğrultuda mutasavvıflarca
yazılmış Arapça ve Farsça muhteşem dîvânlar meydana gelmiştir. Bizim muhtevası
ve sınırları belirli bu tezimizde, bu eşsiz eserlerin hepsine değinme imkânımız
elbette ki yoktur. Bu sebeple burada bazı meşhur sûfî şairleri zikretmekle
iktifa edeceğiz.
Özellikle Ebu Saîd Ebu’l-Hayr’a nispet edilen Rubâîler, Senaî’nin,
Attar’ın, Mevlânâ’nın, Câmî’nin ve Şebusterî’nin şiirleri Farsça’da sûfiyâne
söylenmiş şiirlerin mükemmel bir koleksiyonunu oluşturmaktadır. Diğer taraftan
Arapça’da Hallâc, İbnü’l-Fârid ve İbnü’l-Arabî’nin şiirleri eşsiz sûfiyâne
şiirlerdir.[741] Kur’an ve
hadis-i nebevîlerin üslubundan mülhem olarak tasavvuftaki mânânın hakikati ile
şiir üslûbunun izdivâcı, Arap dünyasında meşhur Râbiâtü’l-Adeviyye (ö.
185/801)’ye kadar geri gitmektedir. Münzevî bir hayat yaşayan Râbiâ, Allah’a olan
aşkını ve niyazını münasip bir şiir üslubuyla dile getirmiştir. Onun açtığı bu
ilâhî aşk şiirleri geleneği, Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî (ö. 295/908) gibi III./IX.
yüzyıl Bağdat ekolü mutasavvıflarınca devam ettirilmiştir.[742] Böylece şiir, gündelik dilin
sıradan kalıplarıyla ifade edilemeyecek derecede ince olan tasavvufî
hakîkatleri, makam ve halleri ifade eden en uygun araç haline gelmiştir.[743] Bu sebeple
şiir ile tasavvuf hiçbir zaman birbirinden ayrılmamıştır. Hattâ tasavvuf,
özellikle İran ve Osmanlı edebiyatının esaslı bir rüknü olmuş, öyle ki hemen
her şair, mutasavvıf görünmek ya da mutasavvıfâne şiirler yazmak zorunda
kalmıştır.[744]
Aslında Kur’an-ı Kerim’in lisanı, ritmi ve musıkisî, metafor ve
sembolleri asırlar boyunca hep tasavvufî eserlerde yankılanmıştır. Kur’an,
kelimenin bilinen ve sıradan anlamı esas alındığında elbette şiir değildir.[745] Fakat
Kur’an’ın muvâzeneli lisanı, bir biriyle âhenkli ifadeleri, mûsikîsî, metafor
ve sembolleri, vecîzeleri bire bir paralellik arz etmese de şiir üslûbunu
hatırlatmaktadır. Kur’an’nı ilk tefsiri olan hadis, üslup bakımından Allah
Kelâm’ından farklı olsa da vecîze ve sembolik tasvirleri kullanmada İlâhî
Kelâm’a yakındır. Bu tespit özellikle tasavvuf edebiyatının doğması ve
gelişmesinde önemli bir rol oynayan hadis-i kutsiler için daha doğrudur. Meselâ
sûfîler, kenz-i mahfî sembolünün zikredildiği hadis-i kutsîyi[746] sıkça
zikrederler ve kendi irfânî görüşleri doğrultusunda yorumlarlar.[747] Dolayısıyla
Tasavvuf Edebiyatı hem muhteva hem de form bakımından Kur’an-ı Kerim’e ve hadislere
dayanmaktadır. Bu sebeple tasavvufun ilk edebî ifadelerinin vecîze ve şiirle
birlikte kısa tasavvufî ifadeler şeklinde olması şaşırtıcı değildir. Bu tür
ifadelerin ilk örneklerini Hz. Ali’nin Nehcu’l-Belağa isimli eserinde
görmek mümkündür. Mârifet, zühd, ahlak ve bazı siyasî tavsiyeleri muhtevî olan
bu eser IV/X. yüzyılda Seyyid Şerif Râdî tarafından bir araya getirilmiştir.[748]
Şiir, aslında kâinâtın her bir zerresine sirâyet etmiş olan ve
yaradılışı simgeleyen ezelî ilâhî kelâmdaki (kun: ol) âhenk ve uyumun,
beşerî dildeki tezâhüründen meydana gelir. Bu îtibârla her bir varlıktaki ahenk
ve uyumu aksettirmesiyle şiir, insanın saf şuur haline yönelmesine yardım
etmeye muktedirdir.[749] Geleneksel
doğu öğretilerinde şiir, mânevî ve zihnî ilkenin dilin maddesi ya da özü
üzerine atfedilmesinin bir sonucudur. Bu ilke, aynı zamanda kâinâttaki ezelî
ahenge eşlik eden ritimle ayrılmaz bir şekilde ilişkilidir. Bu nedenle
geleneksel şiirin ritmik yapısı kozmik bir hakikate sâhiptir ve salt insan
yapımı tertiplerden uzaktır. Kâinâttaki ezelî ahenk ve ritme paralel düşen
geleneksel şiirdeki uyum ve ritim, tahakkukun geleneksel yöntemlerinin de
yardımıyla insana mânevî ve zihnî ilkesiyle ilişkisinin yeniden keşfini mümkün
kılar. Bu nedenle bütün mistik eğilimlerde kabul edilen, meselâ, tasavvufta
zikir, hinduizmde japa, budizmde de nembutsa gibi kutsal
törenlerdeki usuller de bu âhenk ve ritme dayanır.[750] Çünkü sûfıyâne şiirler,
entelektüel bir mesajı taşımaya olduğu kadar, insan ruhunda bir dönüşüme
muktedir olan mânevî bir keşfin meyvesidir. Bu tarz şiirler, insan ruhunda
fıtrî olarak mevcut olan donelerin harekete geçmesini sağlayarak, en azından
bir dönüşüm hadisesinin başlamasına sebep olabilir. Sözcüklerin mantıkta hem
belirtme ve hem de çağrışım gücü varken, şiirde bunların yanı sıra sezgisel
bilgiler için ruhta zaten var olan olasılığı bilinçlendirme gücü vardır.
Mantıksal yeteneklerin ulaşamamış olduğu bilgi formlarıyla alâkalı olan şiir,
mantığı bütünler. Aynı zamanda şiir, bütünüyle mantıksal bir çalışmayla mümkün
olmayan bir tarzda ruhun ve onun duyumlarının bir dönüşümüne neden olur.
Geleneksel şiir, insan ruhunda bir teslimiyete yol açar. Öyle ki şiirin
simyasal niteliğini bu gün bile koruduğunu düşünen, şiirin gücüne, hakikati
ifade etme tarzına ve ruhu teşvik etme yeteneğine hâla duyarlı olunan
toplumlarda bir “şiir mantığı”ndan bahsetmek mümkündür.[751]
Şiir üslûbu açısından gâyet ince ve nazım bakımından gâyet güzel tarzlar
kullanılmakla beraber tasavvufî şiirleri salt sanatsal edebî ürün kabul etmek
zordur. Günlük tecrübede kinayeli ve istiâreli anlatımlar zorunluluk
arzetmezken dinî ve tasavvufî tecrübede bu zorunlu bir hâl alır. Çünkü başka
türlü açıklama imkânı yoktur. Bu sebeple İbnü’l Fârîd’in, İbnü’l-Arabî’nin,
Mevlânâ’nın ya da diğer başka sûf şairin kasideleri sanatsal kaygının değil
tasavvufî vecd hallerinden kaynaklanan bir ilhamın ürünüdür. Bu ise modern
Psikoloji’de otomatik yazma “automatic writing” diye isimlendirilir.[752] Çünkü
onların nihâî gâyesi Hakk’ın müşâhedesidir. Hakk Teâlâ’nın nuru da kulun kalbine
zuhûr ettimi edebî ve estetik kaygı şöyle dursun, kulun Kendisi dışındaki
şeylerden alâkasını bütünüyle keser.[753] Bu îtibârla tasavvufta şiir,
salt edebi bir ürün olmayıp keşf ve vecd halinin bir ürünü, idrak edilen mânevî
hakikatin açıklanmasının tâlî bir sonucu olarak düşünülür.[754] Bu sebeple sûfîler
kendilerini şair saymazlar; aslında şiir söylemek istemediklerini, gâyelerinin
şiir olmadığını, kafiyeli, vezinli ve süslü sözlerle uğraşarak sanatlı ve hoş
söz söyleme gayreti içerisinde olmadıklarını sürekli vurgularlar. Meselâ büyük
sûfî Mevlânâ Celâleddin Rûmî, kendisinin bir şair olmadığını söyler ve
kendisine rağmen şiir yazdığı gerçeğinde ısrar eder.[755] Mevlânâ, vezin, kâfiye, nazım
şekli kayıtlarından sıkça şikayet eder. Bu, onun benzeri görülmemiş güçte olan
duygu, seziş ve ilhamlarını, ne kadar geniş ve mükemmel bir üslupla da olsa
mısralar halinde söylemenin çaresizliğini hissetmesindendir.[756] Bazen de o,
bizzat kendisi istediği için değil, çevresindeki insanların bundan
hoşlandığını, onlara mesajını ulaştırmak ve onları sıkıp üzmemek, bıktırıp
ürkütmemek, onların gönüllerini hoş tutmak için şiir söylediğini vurgular ve
şöyle der: “Benden hiçbir kimsenin gönlü kırılsın istemem... Bunu o kadar
gözetirim ki, benim huzuruma gelen ahbâbın melûl olmalarından korktuğumdan,
onunla meşgul olsunlar diye şiir söylerim. Yoksa şiir nerede, ben nerede!...
Vallâhi ben şiirden bîzârım ve benim indimde şiirden daha kötü bir şey
yoktur...”[757] Hattâ sözlerinin
devamında Mevlânâ, kendisinin başkaları sebebiyle şiirle meşgul olmasını,
misafirinin canı işkembe çorbası çektiği için pislikli işkembeyle uğraşan ev
sahibinin durumuna benzetir.[758]
İbnü’l-Arabî de bir ifade aracı olarak şiire yönelme hususunda benzer
gerekçeleri söyler. O, insanlar gazel ve aşk şiirlerine düşkün olduğu için,
râbbânî mârifetleri, ilâhî nurları, rûhânî sırları... vs. bu vasıtalarla ifade
etmeye çalıştığı gerçeği üzerine vurgu yapar.[759]
İran sûfî şiirinin büyük şaheserlerinden biri olan Gülşen-i Râz ’ın
yazarı Mahmûd Şebusterî de, mânânın harfe, aruza, kâfiyeye sığmayacağını
vurgular ve şöyle der:
“Bilir herkes tüm hayatım boyunca hiç şiir yazmayı
istemediğimi,
Mîzâcım buna uygun olduğu halde, nadiren şiir yazmayı
seçtiğimi.[760]
Kendi isteksizliklerine rağmen hem Mevlânâ ve hem de Şebusterî, doğrudan
ilham aracılığıyla geleneksel tasavvuf edebiyatının kalıcı ve yaygın bir
şekilde okunan şaheserlerini oluşturmuşlardır. Kısacası bu, irâdi olmaktan çok,
daha önce de zikredildiği gibi sûfînin kendini alamadığı otomatik bir yazma
çeşididir. Buradaki uyum, bizzat iradî olarak süslemekten ziyade aslında
kâinâttaki ezelî âhengin dilde yansımasından ibârettir.[761]
Ezelî ve ilâhî aşkını, beşerî aşk ifadeleri içerisinde dile getiren
sûfî, şiirlerinde daha çok aşk sembolizmi kullanılmaktadır. Çünkü sûfîlere göre
Hakk Teâlâ mutlak ezelî güzelliktir ve bütün güzelliklerin kaynağıdır. Bu
sebeple de her bir hoşa giden, güzel görülen ve sevilen şeyin arkasındaki
hakîkî Mâşûktur. Hakk Teâlâ güzel olan her bir sûrette tecellî eder. Bu sebeple
beşerî aşk olarak isimlendirilen şey hakikatte ilâhî aşktan ve ona ulaştıran
bir berzahtan başka bir şey değildir.[762] Aslında bu husus
İbnü’l-Arabî’nin varlık ve insan anlayışıyla doğrudan âlakalıdır. Zîrâ ona göre
bütün mahlûkat tek bir İlâhî Hakikatin görünen yansımalarıdır. Hakk, mahlûkâtın
bâtınî veçhesi, halk da Hakk’ın zâhirî veçhesidir. Kısacası Hakk, halkta zuhûr
edip görünür olur. İnsan da, Hakk’ın kendisinde en çok tecellî ettiği kevni
câmî’ olduğu için onda görünen bütün güzellikler aslında Hakk’ın
tezâhürleridir.[763] Bu sebeple
İbnü’l-Arabi, beşerî bir sûrette müşâhede ettiği Hakk’ın tecellîlerini Tercümanü’l-Eşvak’
isimli dîvânında kendine has üslûbuyla ifade etmeye çalışır.
Hakk’ın diğer bütün sıfatlarında olduğu gibi Cemâl sıfatı da kâinâtta
müşâhede ettiğimiz bütün güzelliklerin kaynağıdır. Eşyada idrak ettiğimiz her
sıfat, mutlak ilâhî sıfatın veya ilâhî bir ismin özel bir görünümüdür. Her
sevilen şey de Mahbûb-u Mutlak’ın bir görünümüdür. Bu sebeple İbnü’l-Arabi,
bütün sevilen şeylerde hakikatte sevilenin, sonsuz güzellikte tecellî eden Hakk
olduğu görüşündedir. Bu sûretler ister hissî, ister rûhânî isterse de mânevî
olsun durum aynıdır. Bu sebeple şiirlerinde kullandığı zâhiren beşerî aşktan
bahseden bütün isimler gerçek sevileni sembolize eder. Kısacası o, zikrettiği
her bir sûret ile sûretin gerçek sahibine işâret eder.[764]
İbnü’l-Arabî’nin Tercümânü’l-Eşvâk isimli dîvânı bu tarz
sembolizmin zengin örneklerini sunar. Bu dîvanında İbnü’l-Arabî, Mekke’ye
geldiğinde Şeyh Mekînüddin Ebî Şüca’ Zâhir b. Rüstem’in kızını görünce
hissettiklerini sûfiyâne bir üslupla kaleme alır. Bu kızın zâhirî ve ahlakî
güzelliklerini genişçe tasvir eder. İbnü’l-Arabî’nin dikkatini çeken bu genç ve
güzel kızın sadece zâhirî güzelliği değildir; esasında onun bazı ahlâkî ve
rûhânî husûsiy etleri Şeyhü’l-Ekberi derinden etkiler. İbnü’l-Arabî’nin
kaydettiğine göre bu kız, aynı zamanda âlim, âbid ve zahiddir. Konuşması
oldukça veciz ve fasihtir, cömertlikte ve vefâda dengi yoktur.[765] Aslında
İbnü’l-Arabî, lakabı Aynü’ş-Şems ve’l-Bahâ, ismi de Nizam olan bu güzel kızda
kâinâtın ezelî dişil unsurunun arketipik bir tecessümünü bulmuştur. Bu kız,
ilâhî, ezelî hikmetin bir tecellîsi, bir sembolüdür. Bu sebeple
İbnü’l-Arabî’nin bu şiiri bütünüyle, hikemî ve ilâhî aşkının şiirsel ifadeleri
olmaktadır.[766] Bu dîvânda
bahsi geçen, ârif bir şeyhin abid ve zahid kızı Nizâm da ilâhî sırları ve
mârifetleri açıp ifşâ eden kadın imajından ibârettir.[767] Dante, Divine Comedy[768] isimli eserinde, İbnü’l-Arabî’den
mülhem olarak aynı sembolü, Beatrice’yi evrensel arketipik kadın imajı
olarak kullanmaktadır.[769]
İbnü’l-Arabî’nin dîvanında eşsiz bir şekilde tavsif ettiği Nizam, o dönemde
yaşamış bir şeyhin kızı olarak beşerî bir varlıktır. Fakat İbnü’l-Arabî’nin
dîvanında kullandığı bu aşk ve kadın sembolizması, bünyesinde hayli kompleks
metafizik unsurlar barındırmaktadır. Her şeyden önce Nizam’ın eşsiz rûhânî
kemâlâtının yanısıra,[770]
İbnü’l-Arabî’nin onunla karşılaşmanın, İslam’ın kutsal mekânı Kâ’be’de ve tavaf
esnasında olması,[771] Nizam’ın
rûhânî bir imaj olarak transfigürasyonu için oldukça müsâittir. Diğer tarftan
Nizam’ın, İranlı Şeyh Ebû Şücâ’ın kızı olması hasebiyle İranlı olması, İslâm’ın
merkezi Mekke’de yaşıyor olması ve kendini kutsal mekan Ka’be’de göstermesi,
ayrıca letâfet ve zerâfette Rum prenseslerine benziyor olması,[772] bu
şiirlerde onun ilâhî aşkın ve mârifetin sembolü olarak kullanıldığı gerçeğini
kuvvetlendirir. Dolayısıyla bu evrensel kadın imajı, İran’ın kadîm efsânevî
rûhânîliği ile Grek akıl ve hikmetinin İslâm’ın kalbi Mekke’de buluşmasını
simgeler.[773] Hakk’ın en
mükemmel müşâhede yeri olan kadın imajı Fusûs’ul-Hikem’in 27. Fass’ında
da vurgulanmaktadır. İbnü’l-Arabî’nin burada ifade ettiğine göre Hakk Teâlâ,
her hangi bir formdan mücerret bir şekilde Zâtî olarak aslâ müşâhede edilemez.
Hakk Teâlâ’nın en mükemmel ve en tam müşâhedesi ise, hakikatinde Yaratıcının
aktif (fail), mahlûkâtın pasif (münfail) yönünü toplamasından ve
cisimlerin zuhûrunda emr-i ilâhîye mahal olan tabiat gibi Hakk’ın tekvîn
sıfatının tezâhürü olmasından dolayı kadında görülür.[774] Dolayısıyla bu evrensel kadın
imajında müşâhede edilenler aslında Hakk’ın ve hakîkatin farklı veçheleridir.
Şeyhü’l- Ekber’in Tercümânü’l-Eşvak isimli divânında zikrettiği kadın
sembolleri de bâtınî hakikat ve hikmetleri simgeler.[775]
İbnü’l-Arabî’nin bizzat kendisi bu şiirinde zikrettiği bütün zâhirî
ifadeleriyle, ilâhî vâridâtlara, rûhânî tenezzülâtlara, ulvî münasebetlere
îmâda bulunduğunu açıkca söyler.[776] Şüphesiz ki İbnü’l-Arabî, bu
eşsiz beşerî güzellikte onun asıl ve nihâî kaygısı olan ilâhî mutlak cemâlin
bir tezâhürünü bulmuştu. O’na bir kadın olarak, fânî, hissî güzelliği için veya
şehvet ve hevâsının bir objesi olması bakımından aşık olmamıştı; kendisinde en
kâmil sûrette tecellî eden cemâl-i ilâhînin bir mazharı olması sebebiyle değer
veriyordu.[777] Bu sebeple Tercümânü’l-Eşvâk’ın
dili zâhirî mânâdan sarf-ı nazar edilerek te’vil edilmesi gereken sembolik ve
ıstılâhî bir dildir. Haleb fakihlerinin gazel hakkında ileri geri konuşmaları
üzerine yakın öğrencileri Abdullah Bedr el-Habeşî ve İbn Sevdekin,
İbnü’l-Arabî’den bu şiirini şerh etmesini istemişlerdir. İbnü’l-Arabî,
öğrencilerinin istegi üzerine yazdığı Zehâiru’l-Â’lâk isimli şerhte
bizzat kendi şiirlerini te’vil etmekte ve şiirlerinde geçen benzetmelerle,
kadın, şehir, yıldız ve nehir vb. gibi şeylerin isimleriyle farklı sûretlerdeki
meârifi ilâhiyyeyi kastettiğini söyler.[778] Aslında İbnü’l-Arabî’ye göre
mazharı çok olsa da mahbûb birdir, sûretler fazla olsa da güzel birdir, eşkâl
başka başka olsa da ma’bûd birdir.[779] Bu sebeple Şeyhin
bu dîvanında bahsettiği bütün güzellikler ve mükemmellikler aslında Hakk’a
aittir. Bazı hissî ifadelerle elemden, kederden, ayrılıktan, uzak kalmaktan
bahsetse hep hakîkî Mahbûb’un cemâline duyulan hasretten dolayıdır. Aynı
şekilde ünsten, muhabbetten, şevkten ve fenâdan bahsetse gerçek Mâşûka
yakınlıktan kaynaklanır ve bütün bu ifadeler tasavvufî anlamdadır.[780]
Aslında Şeyh’in düşünce sistemi göz önünde bulundurulduğunda, varlık
anlayışının yanı sıra onun tenzih/teşbih anlayışı, hayâl konusunda söyledikleri
kullanılan bütün bu sembol ve zâhirî ifadelerin bâtınî bir yönü olduğunu,
Hakk’a bir îmâ ve işârette bulunmaktan öteye gitmediğini açıklamaktadır. Zîrâ
tenzihî yönü itibarıyla bütün kayıt ve sınırlamalardan münezzeh olan Allah
(cc.) teşbihi yönü itîbarıyla bize şah damarımızdan daha yakındır. Bu yönü
îtîbarıyla bizzat Hakk Teâlâ kendisi hakkında Kur’an’da teşbihvârî ifadeler
kullanır. Diğer taraftan sûfîlerin sıkça zikrettikleri bir hadise göre Hz.
Peygamber Allah’ı (cc.), “en güzel bir şekilde”[781] ya
da “çok güzel bir genç sûretinde” [782] görmüştür. İbnü’l-Arabî’nin
hayâl anlayışı üzerine kapsamlı bir çalışması bulunan Henry Corbin, Allah
(cc.)’ın Hz. Musa’ya “...Beni aslâ göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o
yerinde durabilirse sen de Beni göreceksin. ” (Ârâf 7/143) şeklindeki
hitabıyla bu rivayeti İbnü’l-Arabî’nin görüşleri doğrultusunda genişçe
yorumlar.[783] Biri
Kur’an’dan diğeri Hz. Peygamberden gelen bu iki haber, İbnü’l-Arabî’nin
tenzih/teşbih anlayışı doğrultusunda yorumlandığında Şeyh’in sistemi açısından
pek sıkıntı meydana getirmez. Diğer taraftan Corbin, bu iki haberi Şeyh’in
ulûhiyyet telâkkisinin bir diğer veçhesiyle yorumlar: Hakk’ın bütün zıtlıkları
birleştiren câmiu’l-ezdâd: (coincidentia oppositorum) oluşu.[784] Bütün
açıklamalar doğrultusunda şunu söyleyebiliriz ki, İbnü’l-Arabî’nin ulûhiyyet
telâkkîsine göre, Zât’ı îtibârıyla her bir kayıttan mutlak mânâda münezzeh olan
Hakk’ın sıfatları vasıtasıyla bir “sûret”te tecellî edip “görünür” olması
imkânsız değildir. Diğer bir deyişle ister insan, ister diğer bütün varlıklar
olsun, zahîrî ve maddî güzellikler ya da sûretler arkasında Hakk’ın bâtınî
veçhesi gizlidir. İşte bu yaklaşım bize İbnü’l-Arabî’nin şiirlerindeki zâhirî ifadeleri,
zâhirî sûretleri bâtınî anlamlara te’vil etme gerekçelerini açıklar. Fakat,
Hakk’ın en güzel bir “sûret”te tecellî etmesi ya da görünür olması hissî
düzeyde değil hayâlî düzlemdedir.[785] Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre
“sûret” sadece maddî formlardan müteşekkil değildir. Sûret rûhânî, melekûtî ya
da hayâlî olabilir.[786]
İbnü’l-Arabî’nin hayâl anlayışından bahsederken de söylediğimiz gibi, sûfî’nin
aktif hayâli, ona bu latîf sûretleri açık bir şekilde keşfetmesine imkân tanır.
Aktif hayâli vasıtasıyla giderek daha latîf sûretlere yönelebilen sûfî, nihâyet
bu düzlemde Hakk’ın latîf sûretlerini de müşâhede edebilir.[787]
Bu sebeple İbnü’l-Arabi’nin Tercümânü’l-Eşvâk, isimli divanında
zikrettiği bütün beşerî aşk sembolleri, farklı ilâhî tecellîlerin bir
tezâhürünü ifade eder. İbnü’l-Arabî meselenin bu yönünü açıklamak üzere şiirini
uzunca te’vil etmektedir. Te’vil, literal olarak “bir şeyi nihâî
noktasına sevk edip geri götürme, lafzı, zâhirî mânâdan aslî mânâsına nakletme”[788] anlamına
gelmektedir. Teknik olarak ise, özel bir yorum şekline işâret etmekte olan te’vil,
ister bütünüyle bir metin, ister bir pasaj ya da cümle, isterse de tek bir
kelime olsun metnin zâhirde olup görünen kısmını görünmeyen gizli boyutlarına
götürmektir.[789] Bu bâtınî
hermenötik, yorumu sadece metnin zâhiriyle sınırlandırmaz. Aksine metnin bâtınî
boyutundaki gizli mânâyı keşfetmek için oldukça geniş ve esnek bir yorumlama
metodu inşâ eder. Bu metod, sadece sûfî metinlerine ve aşk şiirlerine değil
İslâm’ın temel kutsal metinlerine de uygulanabilirdir. Diğer taraftan şu da
vurgulanmalı ki İbnü’l-Arabî’nin hermenötiği, basitçe metne ya da kelimeye
dayalı olmaktan çok aynı zamanda ontolojik önemi de hâizdir. Ona göre kâinâtta
var olan her bir varlık ontolojik derinliklerinde derûni bir realiteyi saklar.[790] Bu
sebeple de sadece kelimeler ve metinler değil kâinâttaki her bir varlık
yorumlanmaya muhtaç bir semboldür. Metafizik idrakin karakteristik bir metodu
olarak ontolojik te’vîl, eşyanın görünen zâhirî boyutundan görünmeyen
bâtınî hakikatine götüren bir süreçtir. Bu yorumlama kabiliyeti ise ancak sülûk
mertebelerini geçmekle ve bazı vecd hallerini yaşamakla kemâle erer. Zîrâ
sıradan insan kâinâttaki çokluğu görürken sûfî bu tekâmül süreci sonucu bütün
bu çokluğun altında yatan nihâî tekliği müşâhede eder.[791] Kısacası beşerî sûretlere
yönelme ya da beşerî aşk bir mecâz olarak alınmalı ve, “mecâz, hakikatin
köprüsüdür” şeklindeki bir Arap atasözünün ifade ettiği gibi bu beşerî aşk
mecâzı, nihâî olarak ilâhî aşka ulaştıran bir köprü olarak algılanmalı ve bu
doğrultuda yorumlanmalıdır.[792]
G-Sözsüz İletişim: Sükût
Semboller ile îmâ ve işârete dayalı ifadelerle yaşanılan hali anlatmanın
yanı sıra derin bir sükûnet ve susma haline yönelme de sûfîler arasında
yaygındır. Esasında sûfîlerin sükûta yönelmeleri birkaç yönden mülâhâza
edilebilir. Her şeyden önce sûfîler, ilk dönem klasik eserlerde vurgulandığı
şekliyle gıybet, dedi-kodu, yalan, iftira, benlik iddiasında bulunma ve övünme
vesîlesi olma vb. gibi dilden gelen afetlerden korunmak ve övülen tefekkür ve
murakaba haline yönelmek için sükutu tercih etmişlerdir. Diğer taraftan onlar
sûfîyâne tecrübeliri doğrultusunda ulaştıkları sırları ifşâ etme noktasında çok
hassas davrandıkları için çok konuşmayı uygun görmeyerek sükuta yönelmişlerdir.[793] Bu sebeple
tahkik ehli sûfînin suskunluğu zahidin suskunluğundan farklıdır. Zahidin
suskunluğu dünyadan ve dilden gelen afet ve günahlardan kaçınmayı ifade ederken
ârifin suskunluğu ise mârifetin dil ile ifadesinin zorluğundan kaynaklanır ve
gayrı ihtiyarîdir.[794]
Ayrıca, ilk dönemlerden îtibâren sıkça vurgulanageldiği gibi tasavvufî
tecrübe zevkî bir tecrübedir ve bizzat rûhen yaşamayı gerektirir. Tasavvufî
tecrübe, tâlim yoluyla öğrenilen bir ilim olmadığı için müridin mârifete
ulaşmada seyr ü sülûk esaslarını yerine getirmekten başka bir çıkar yolu
yoktur. Bu sebeple de bu durumu anlatmada “tasavvuf hâl ilmidir, kâl ilmi
değil”, “sûfîler hâl ehlidir, kâl ehli değil” gibi ifadeler sıkça
kullanılmıştır.[795] Bu sebeple
bir sûfî için asıl önemli olan bizâtihî tecrübesi ve bu tecrübesi esnasındaki
derin sükûtudur. Tasavvuf lisanının kıymeti bu sükûtun yahut derûnî yaşayışın
mânâsını remizlerle ifade etmekten kaynaklanır.[796] Yine sûfîler,
Allah (cc.) hakkında konuşmayı imkânsız gördükleri, ma sivâyı da anlatmaya
değer bulmadıkları için sükûtu tercih etmişlerdir. Sûfîye göre kâinâttaki her
şey zatı îtibârıyla gerçek olmayıp hayâl ve vehimden ibâret olduğu için
bahsetmeye değmez. Zatı ile kâim olan Hakk Teâlâ da ifadeye sığmadığı için en
isabetli tavır susmaktır. Halka vaaz etmeyip susmayı tercih eden bir sûfîye
susmasının sebebi sorulunca şu şekilde cevap verir: “Şu gördüğün maddî âlem
hakikatte bir hayâl ve vehimden ibârettir. Hakikati bulunmayan bir şeyi
anlatmak doğru olmaz. Hakkı anlatmak için de kelimeler yetersiz kalır.”[797]
Sûfîlerin sükûta yönelmelerinin bir diğer, belki de en önemli sebebi,
yaşadıkları hali anlatma imkânlarının ortadan kalkmasıdır. Sûfîlerin bu noktada
sükuta yönelişleri irâdî olmayıp mecbûrîdir. Zîrâ sûfî, yaşadığı fenâ halinde
aklî ve hissî melekelerinden soyutlanır. Bu halde iken akıl, nazari ve
eleştirel fonksiyonlarını icrâ edemez, pasif bir konuma geçer ve sûfîyi zorunlu
olarak derin bir sükût hali kaplar. Aklî ve hissî melekeleri pasif bir hâl
aldığı için sûfî istese de konuşamaz, tecrübe ettiği, müşâhede ettiği şeylerden
bahsetmek istese de buna güç yetiremez. Bu yönüyle bazı sûfîler tasavvufî
tecrübenin nihâî noktasını ifade etmesi açısından sükûtun konuşmadan daha üstün
bir hâl olduğunu söylerler. Zîrâ hallerden bahsetme bidâyette zuhûr ederken,
nihâyet hallerinde vuslata erip keşfi açılan sûfî hayret içerisinde ne
söyleyeceğini unutur, konuşmaya güç yetiremez, sükût eder. Hissi ve şuuru
kalmadığı için doğal dil kalıplarıyla mantıkî ve düzgün ifadeler kuramaz,
olmayacak şeyler söyler.[798] Dolayısıyla
sükût hali yaşanılan tecrübenin derinliğinin ve doğruluğunun delilidir.[799] Fakat
bütün bu haller, aklın ve hisslerin kaybolması geçici hallerdir. Bu hallerin
sürekli olması beşer tâkâtinin taşıyabileceği şeylerden değildir. Bu haller de
sûfî ıstılâhâtında fenadan sonra bekâ, cem’den sonra fark gibi kavramlarla
karşılanır. Bu sebeple sükût hali sürekli değildir. Hattâ İbnü’l-Arabî’ye göre
mutlak anlamda sükût doğru değildir, bunun da ötesin de zâhiren bir nevî
mukayyed sükûttan bahsedilse de her şey hayy ve nâtık olduğu bâtınen Allah’ı
tesbîh süreklidir.[800]
Sûfî normal bilinç düzeyine ve hisslerine döndüğü zaman yaşadıklarından,
tecrübe ettiklerinden tâkâti miktarınca bahsetmeye başlar. Kendisi ile Rabbi
arasındaki sırları da muhafaza eder. Fakat sükût, sûfîlere göre aynı zaman da
bir iletişim aracıdır, hem de gerçek mânâda bir iletişim aracı. Zîrâ bu tür bir
iletişimle sûfîler, mânâya sadece işâret eden, bu sebeple de her zaman için bir
dolaylılığın söz konusu olduğu lafızların delâletini kullanmak yerine sükût
üzere kalbî bir bağ ile kendi kalbî sırlarını dostlarına aktarır ya da
dostlarının sırlarına muttalî olurlar. Nitekim İbnü’l-Arabî bu tarz
tecrübelerinden, mûtâd olan kelâm ve ıstılah olmaksızın bazı dostlarıyla bir
birlerine sorup sorup cevap aldıklarından ve aralarında sükût üzere ilim hâsıl
olduğundan bahseder.[801] Aslında
insanın dünyası özünde bir sükût dünyasıdır; kelâm ezelî sükûtu doldurur ve
sükûtu ifade eder. Sükût, daha derin, daha temelde olandır. Sükût, bilgi
nesnesi olacak bir şey değildir. Ama bu onun anlaşılmayacağını ya da anlam
yüklü olmayacağını göstermez. Sükût, içi boş ve iletişimi sekteye uğratan
olumsuz bir şey olabileceği gibi olumlu ve “doğurgan bir sükût” olabilir. Söz
gelimi sevgilinin karşısında yaşanan ya da olağanüstü güzel bir tabiat
manzarası karşısında “nutku tutulan” birinin sessizliği doğrugan bir sükût
olabilir. Bu îtibârla tasavvufî söylemin aslî mahiyetine (apophatic) de
uygun olarak dile gelmeyen daha doğru bir şekilde ancak sessizliğin diliyle
ifade edilebilir. Öyleyse anlamı sadece sözel olanda aramak yanıltıcı olabilir.[802] Bir diyalog
esnasında çok söz sarfetmek anlamın derinleşeceğinin garantisini vermez. Bir
şey hakkında çok uzun ve ayrıntılı konuşmak, o şeyin daha açık hale geldiği
yanılsamasını oluştururken aslında o şey hakkında muhtemel pek çok anlamın da
üzerini örter. Fakat bu az konuşmanın ya da sürekli konuşmamayı tercih etmenin
maharet olduğu anlamına gelmez. Hakiki sessizlik ancak hakiki bir söylem alanı
içinde mümkündür. Sessiz kalmak için insanın söylecek bir şeyi olması gerekir.
Diğer bir ifadeyle sükût, kendi benliğini, tüm özgünlüğü ve zenginlikleri ile
keşfetmiş olmanın insana kazandırdığı olgunluk ve rahatlığı dayanmalıdır.[803] Eşsiz
güzellikte binlerce beyit yazmakla birlikte coşkun sûfıyâne tecrübesi söz
konusu olduğunuda sükûtu tercih eden Mevlânâ ve yüzlerce eser kaleme almasına
rağmen bazı hakikatleri sükût ile ifade eden İbnü’l-Arabî gibi mânevî
tekâmülden nasipleri olanların sükûtudur değerli olan ve bir anlam ifade eden.
Tasavvufî bilginin ve söylemin nihâî karakteristiğine uygun bir söylem olarak
sükût, anlaşılabilir olmanın en açık ifadesidir; zîrâ sükût, sarih ve kâmil bir
iletişime, İbnü’l- Arabî’nin ve diğer bazı sûfîlerin şahsında müşâhede
ettiğimiz kalbî iletişime zemin hazırlar. Kısacası kâinâtta aslî olan sükûttur;
yaşam yerini ölüme bıraktığı gibi kelâm da yerini önünde sonunda sükûta
bırakır. Nasıl ki yaşam ölümle sarılı ise kelâm da sükût ile çevrelenmiştir.[804]
Mutasavvıfların ve tasavvuf araştırmacılarının ittifak ettikleri üzere
kısaca keşf ve ilham ilimleri olarak tanımlayabileceğimiz mârifetin, aklî ve
mantıki düzlemde doğrudan ifade ve kavramlara aktarılması mümkün değildir. Bu,
sadece İslam tasavvufu için geçerli bir husus olmayıp bütün mistik eğilimlerin
ortak bir karakteridir. Nitekim diğer dinlere mensup bir çok mistik de, içsel
aydınlanma ile elde edilen irfânın soyut aklî kavramlarla açıklama yoluna
gidilmesinin, bu derûnî tecrübenin doğrudan yaşanmasıyla mukayase edildiğinde
bir fayda vermeyeceğini sıkça vurgular. Spesifik şekliyle tasavvufî tecrübe, bir
takım dînî ya da teolojik bilgiyi sıradan bir şekilde elde etme girişiminden
ziyade, varlığın ilâhî kaynağıyla karşılaşma ve O’na doğru yükselmedir. Zîrâ
sûfîlere göre eşyânın hakikati, salt düşüncenin kategorileriyle değil, insanın
bütün benliğini kuşatan ve ona hakim olan derûnî bir tecrübeyle doğrudan
yaşanmak sûretiyle bilinebilir. Bu sebeple bu tarz bir tecrübenin ifadesinin,
ya da tasavvufî söylemin oldukça paradoksal, sembolik ve şiirsel olması
kaçınılmazdır. Söz konusu tecrübe ile sûfînin kalbine doğrudan yansıyan
hakikatler, düşünce ve aklın sınırlarını aştığı için, zihinsel kavramlaştırma
ameliyesinin ürünü ıstılahât, bu hakikatleri ifadelere dönüştürmede tabiatıyla
yetersiz kalır. Kelime ve kavramlar vasıtasıyla oluşturulan beşerî dilin
dışında bir anlaşma aracı olmadığına göre, bu tecrübeler ya sadece onu yaşayan
sûfîye mahsus, mutlak subjektif bir hakikat olarak kalacak, ya da dolaylı da
olsa bir şekilde ifade edilecektir. Bu gün karşı karşıya olduğumuz zengin
tasavvufî literatür, ikinci şıkkın gerçeklik kazandığını açık bir şekilde
göstermektedir.
Bizâtihî derinden hissedip yaşadığı zevki olması hasebiyle sûfînin
kendine özel tecrübeleri; kimi zaman bu tecrübenin doğasından kaynaklanan bir
zorunlulukla taşan aşk ve vecd ürünü şathiyâne ifadeler olarak, kimi zaman
tâ’lim ve irşad gâyesiyle sarih ifadeler olarak, kimi zaman da sûfîlerin sadece
benzer tecrübeyi yaşayan yakın dostları ve sırdaşları arasında kullandıkları
sırrî, sembolik, kompleks ve veciz ifadeler olarak zuhûr etmektedir. Esâsında
hitâbda, kelâmda asıl olan anlaşılır olmaktır; iletişimde muğlaklık genelde
arzu edilmeyen bir durumdur. Fakat lisanda muğlak olmak bazen kaçınılmaz ve
kasıtlı bir hâl alabilmektedir. Sûfîler için ise kelâmda muğlaklık hem
kaçınılmaz hem de kasıtlıdır. Kaçınılmazdır; çünkü sûfîlerin bizâtihî
yaşadıkları tecrübeler çok komplekstir. Dolayısıyla bu tecrübeleri sonucunda
kendilerinde hâsıl olan ve varlığın bir çok veçhesine mâtûf olan bilgi de
kompleks ve paradoksaldır. Bir şey hakkındaki bilgi derinleşip kuşatıcı bir hâl
aldıkça o şey hakkındaki ifadeler de o derce kompleks ve muğlak olmaktadır.
İşte bizâtihî tecrübenin doğasından kaynaklanan bu muğlaklık zorunlu olarak
onların ifadelerine yansır. Diğer taraftan sûfîler, ifadelerini kasıtlı olarak
da muğlaklaştırırlar; çünkü onlar, özellikle sırlara dair ifadelerinde muhatab
olarak tasavvufî tecrübeye yabancı olanlardan ziyade kendileri gibi bizâtihî
tecrübe sahibini hedeflerler. Zîrâ onlar, bu ifadelerini gerçek mânâda sadece
benzer tecrübe yaşayanların anlayabileceğini düşünürler. Zâten anlama
faaliyetinin tam olarak gerçekleşebilmesi için anlayanın, sûfîlerce dile
getirilen bu derûnî tecrübenin ifadelerine sadece zihinsel açıdan değil her
yönden hazır bulunması gerekmektedir. Anlayanın zihninde ve bilincinde var olan
şeyler, kültür birikimi ve bilgi dağarcığı, dünya görüşü, düşünce yapısı ve
değer yargıları, ilgi alanı ve öncelikli gündemi, içinde yaşadığı çağ ve bu
çağın dayatmaları, deneyimleri, bireysel ve toplumsal yaşantısı ile tarihsel ve
toplumsal şartlar, anlama faaliyetinin gerçekleşmesinde önemli faktörlerdir.
Sıradan bir metni ya da ifadeyi anlamada etkili olan bütün bu faktörler,
mahiyeti gereği günlük tecrübelerden oldukça farklı olan, varlığa bakışı
bütünüyle değiştiren sûfiyâne tecrübelerin ifadelerini anlayıp yorumlada daha
çok etkili olacaktır. İşte bu sebeple sûfîler ifadelerinde, sûfiyâne tecrübenin
mahiyetinden kaynaklanan zorunluluğun yanı sıra kastî olarak da sembol ve
işâretlere yönelmişlerdir. Sûfînin, dilin imkân ve sınırlarını genişletmek
sûretiyle başvurduğu bütün bu ifade şekilleri, semboller ve işâretler tecrübe
ettiği hakikati bire bir, doğrudan ifade etmekten ziyade yalnızca ona îmâda
bulunur. İbârenin yetersiz kaldığı yerlerde başvurulan işâretler, aslında
merâmın sadece arzulanan doğru kişiye, yârâna aktarılıp ağyârdan saklanması
bakımından oldukça önemlidir. Zîrâ zevken yaşanan bir duruma göndermede bulunan
bir işâret, benzer bir tecrübeyi yaşayana meramı doğrudan aktarırken, böyle bir
tecrübeyi yaşamayan için anlaşılmaz, muğlak ve pek çok anlama gelebilecek
kompleks bir ifadeden ibâret kalacaktır. Aslında sûfîler, sade ve sarih bir
metafizik kavram kullandıkları zaman da bile bu terim sadece mantıkî düzlemde
açık ve sarihtir. Halbuki o, bu terimi sıradan anlamının ötesinde bir anlamda
kullanmaktadır. Bu sebeple tasavvufî eserlerde sarih ifadelere rastlansa da
bunların bir takım derûnî anlamlar ihtiva edebileceği ve sembolik bir örgüsünün
bulunabileceği gerçeği yadsınmamalıdır. Bunun da ötesinde, realitenin tasviri
olarak değil, bir bilinç halinin ifadesi olarak bazen mistik dilin oldukça iyi
anlaşılabilir olduğu ileri sürülebilir. Gerçekte, mistik ifadelerin bazısı
apaçık hissî ifadeler olsa bile ve hattâ sûfî kendi durumunu tasvir ediyor olsa
da, bu ifadeler hâlâ sûfînin bilinç halinin ya da bulunduğu durumun dolaylı
ifadeleri olabilir.
Yaşanılan sûfiyâne tecrübenin ya da bunun ürünü mârifetin doğrudan ifade
edilemez oluşu öncelikle bu tecrübenin mahiyeti ile alâkalıdır. Zîrâ tasavvufî
tecrübe ferdî, vicdâni ve içsel bir tecrübedir; bu îtibârla da mantıkî düzlemde
efrâdını câmî’ ağyârını mâni bir târifi yapılamaz. Bu sebeple tasavvufî tecrübe
hakkında söylenenler kimi zaman benzer olmakla birlikte çoğu zaman farklı hattâ
bazen de paradoksal olmaktadır. Tasavvufî tecrübenin bir diğer özelliği derin,
kompleks ve varoluşsal oluşudur. Bu özelliğinden dolayı da tasavvufî tecrübe
bütün yönleriyle kuşatılmaktan uzaktır. Dolayısıyla bu tecrübenin her bir
yönüne, her bir rengine işâret edecek kapsamlı bir târif yapılamamakta ve
mahiyetini olduğu gibi yansıtacak bir söylem geliştirilmesi mümkün görülememektedir.
İşte bu şekilde tasavvufî tecrübenin tanımlanamaz oluşu âdetâ onun temel
karakteristiği haline gelmiştir. Öyle ki yaşanılan tecrübeyi ifadeden acziyet,
bu tecrübenin doğruluğunun ve derinliğinin delili olmaktadır. Tasavvufî
tecrübenin bütün bu özellikleri, onun doğrudan ve mantıkî düzlemde ifade
imkânını ortadan kaldırmaktadır, yoksa sûfîlerin genelinin yaptığı gibi
sembolik ifadelerle bu tecrübe hakkında bazı îmâ ve işâretlerde bulunmak mutlak
anlamda imkânsız değildir. Mutlak mânâda subjektif kalan bir tecrübe ise,
sadece o tecrübeyi yaşayana bir zevk verir, başkasına faydası dokunmaz.
İbnü’l-Arabî’nin bu konudaki tavrı oldukça nettir; ona göre, sûfîlerden “vâkifûn”
diye isimlendirdiği zümrenin, kendilerini kuşatan derin vuslat ve fenâ halinden
sonra ibâre ya da işâretlerle halka dönemedikleri için hiç kimseye faydası
dokunmaz, kimse de onları tanımaz. Halbuki sûfîlerin peşinden gittikleri ve
onlara vâris oldukları peygamberler mîrâçlarından sonra irşâd üzere halka
dönmüşlerdir. Kâmil bir verâset de bunu gerektirir. İbnü’l-Arabî’nin dil
telâkkîsi de tasavvufî tecrübenin mutlak ifade edilemez oluşuna engeldir. Zîrâ
ona göre dil, sıradan bir beşerî anlaşma vasıtasının da ötesinde varlıkla
bütünlük arzedecek şekilde canlı, yaşayan, gelişen, zâhirî boyutunun yanısıra
ruhu ve dikey bir boyutu olan bir varlık alanıdır. Öyleyse dilin
sınırlılığından şikâyet, sadece onun zâhirî boyutuyla ve doğrudan tecrübenin
yerini alamayışıyla alâkalıdır. Tekâmül mertebelerini sürekli geçen bir sûfînin
dil yetisini de inkişâf edebilir, bu yönde bir mânevî açılıma da sâhip
olabilir. Nitekim İbnü’l-Arabî, hakikati ifade edebilmede tekâmül anlamında fütûhu’l-ibâre
şeklinde kavramlaştırdığı bir tecrübe de yaşamıştır. İşte bu tecrübe onun,
mârifetini zengin bir üslup, muhtevâ ve bir bütünlük içerisinde ifâdelere
dönüştürmesine imkân tanımıştır. Kendi mânevî tekâmül sürecine paralel olarak,
bir çok kavramın anlam çerçevesini genişletmiş, âdetâ bu kelimeleri urûc
ettirerek sıradan anlamlarının üstünde farklı metafizik, ontolojik boyutlara
taşımıştır. Diğer taraftan kendi mânevî tecrübesine dayalı olarak, eşyânın
farklı ve bir birine zıt bir çok veçhesini müşâhede etmesi, eşyanın derûnuna
nüfûz eden bütün hakîmlerde olduğu gibi onun lisanında da hayli bol paradoksal
ifadelerin zuhûruna sebebiyet vermiştir. Böyle olmakla berâber başta
İbnü’l-Arabî olmak üzere bütün sûfîler, yaşadıkları mânevî tecrübenin,
ulaştıkları hakikatlerin sırlarını doğrudan kelimelere dökmenin zor olduğunu,
sözel olarak ifade ettiklerinin; hissettiklerini, bizzat yaşadıklarını
anlatmada yetersiz kaldığını çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. Zîrâ dilin
sınırları tecrübenin de nihâî sınırı anlamına gelmez. Bütün sûfîler, zevken
tecrübe edip hissetttikleriyle ifade ettikleri arasında derin farklılığın olduğunu
bilmekle, bir iletişim aracı olarak dili kullanmak arsındaki gerilimi ve
çelişkiyi sürekli yaşarlar. Bu durumda mârifeti ifade etmede kimi sûfîler,
oldukça kapalı, derin felsefî üsluplar kullanırken kimisi de şiiri, remiz ve
kinâyeleri, sembolik hikaye ve tasavvurları kullanmışlardır. Çoğu sûfî, dili,
geleneksel benliği aşıp evrenselliğe ulaşmadaki hicâblardan, rûhî engellerden
biri kabul etmekle birlikte, ifade aracı olarak sembolleri kullanmıştır. Bir
şair olmayı arzulamadıkları halde şiiri, bilinçaltının ifade vasıtası olarak
pek güzel kullanmışlardır. Kelimeler, düşüncelerini ifade etmede yetersiz
kaldığı için, mecâzlara ve hayâlî üsluplara (language of ideation) başvurmuşlardır.
Temelde mârifet noktasında bilme-bilinemezlik şeklinde tezâhür eden bu gerilim,
mârifetin ifadesi noktasında da kendisini ifade etme-ifade edilemezlik şeklinde
göstermektedir. Bu durum da tasavvufî söylemin en temel karakteristiğini ortaya
koymaktadır: Söylenemeyenin söylemi (language of unsaying: apophatic
language). Bu sebeple sûfiyâne ifadelerde söylenen kadar, söylenemez olarak
kalan da hesaba katılmalı ve tasavvufî literatür bu perspektiften bir
değerlendirmeye tabî tutulmalıdır.
Tasavvufî tecrübenin ifadelere dökülmesinde belki de en ayırıcı husus
otomatik yazma (automatic writing)dır. Sûfî, kendisinde ânîden yazmaya
karşı konulamaz bir istek duyar. Hattâ kimi zaman literal anlamda kompozisyona
bütünüyle yeteneksiz olduğunu hissetmesine ve henüz yazacağı konuyu bilmemesine
rağmen bu eğilimi derinden hisseder. Bu eğilimi doğrultusunda olağan üstü bir
hızla, önceden düşünüp tasarlamaksızın hızla yazmaya başlar. Bu esnâda sûfînin
bilinçaltı karışık ve düzensiz olmayıp sıradışı bir şekilde duyarlı,
kabiliyetli ve dikkatlidir. Burada sûfî yazdıklarının kendi eseri olmadığını, aksine
yazdıklarının her kelimesinin ilâhî ilkâ sonucu olduğunu, kendisinin bu konuda
sadece bir araç olduğunu sıkça vurgular. İbnü’l-Arabî, meşhûr eserleri Fütûhât
ve Fusûs'un yazılması noktasında bu hususa sıkça vurgu yapmaktadır.
İbnü’l-Arabî’nin açıkça ifade ettiği gibi, rûhânî tekâmül süreci sonucu bütün
idrak yetilerinin yanısıra ifade gücünün de tekâmül ve inkişâfıyla (fütûhu’l-ibâre)
sûfî, bizzat kendi içinde bir söz tasarlamaksızın irticâlen konuşur. Mânânın
kalbine doğmasıyla konuşması aynı andadır. İşte böyle bir mânevî açılım sonucu
sûfî, kalbinde bulduğu mânâları hem sözleriyle, hem de kalemiyle muhatabına
açıkca ifade eder. Fakat muhatabın da “sem’: işitme” yetisinin açık olması
gerekmektedir. Bu da ancak benzer bir tecrübenin yaşanmasıyla mümkün olur.
İfade gücü mânen açılan sûfî, ifadelerini bir düzene koymaya çalışmaz, sözü
muhatabına hoş gelsin diye özellikle îtînâ ile sözü güzelleştirmeye çalışmaz.
Çünkü fetih, ansızın gelir ve bu halde iken sûfî normal bilinç düzeyinde
değildir.
İbnü’l-Arabî’ye göre dilin; yatay, maddî, dolayısıyla da sınırlı yönünün
yanı sıra bir de dikey, ezelî boyutu vardır. İbnü’l-Arabî dilin bu iki boyutunu
kendi genel sistemi içerisinde birleştirmeye çalışır. Bu farklı iki boyutun bütünleştirilmesinde,
maddî, sınırlı ve ezelî, sonsuz yönü bulunan insan önemli bir aracı rolü
oynamaktadır. Tek Allah’a inanan bir mü’min olarak insan, hassas bir pozisyonda
bulunmaktadır. Çünkü ona, metafiziğin oldukça subjektif meselelerini tasvir
etmede yetersiz görülen maddî ve sosyal dünyaya ait ifade ve kelimeleri
kullanarak Allah (cc.) hakkında konuşma öğretilmiştir. Şayet Allah, bütün
kavram ve bedenleşmenin ötesinde mânevî alana ait ise, bir kimse O’nun hakkında
nasıl konuşabilir ve O’nu nasıl tasvir edebilir? Elbette ki Kur’an insanlara,
Allah hakkında konuşmalarına ve ibadetlerde O’na yakarmalarına imkân tanıyan
kelimeler vermiş, Allah’ın “Acıyan” ve “Bağışlayan” gibi isimlerinden
bahsetmiştir. Fakat bunun ötesine gitmek ve Allah (cc.) ile O’nun hitap ettiği
yaratıkları arasında bütünüyle bir bağ kurmayı sağlayan bir dil kullanmak
mümkün müdür? Görebildiğimiz kadarıyla İbnü’l-Arabî, bu hususta kendisini
sadece selbî dille sınırlandırılmaz. Ona göre dil, kelimelerin lügat anlamı ya
da söz dizimi (sentaks) kuralları ile sınırlandırılmış değildir. Bunun da
ötesinde dil, eşyanın kaynağına kadar giden dikey bir boyuta sâhiptir. Tıpkı
diğer sûfîler gibi İbnü’l-Arabî, mânevî deneyimini, dilin kendisine özgü
ahengini bozmaksızın, semboller ve paradokslar vasıtasıyla ifade
edebilmektedir. Öyle ki dilin bu ahengi, yaratmadaki mutlak ahenge kadar geri
götürülmektedir. İşte bu, insana eşyâya isim verme ve aynı zamanda onları,
kaynakları olan ilâhî isimlere kadar geri götürme yetkisi verir. Kısacası,
başlangıçtan îtibâren isimlendirme hususunda yetki verilmiş olan Hz. Âdem ile
birlikte, insana evrensel bir aracı rolü oynama yetkisi verilmiştir (Kur’an,
2/31-33). Harflerin bâtınî anlamı üzerine tefekküre dalma vasıtasıyla sûfî,
gerçekten de harfleri ve kelimeleri makrokozmozun karakteristiğine iştirak eden
her şeye yaklaştırabilir. İşte bu sûfî, kâinâta hayat veren, kâinâttaki bütün
varlıklara olduğu gibi, kendisine de nüfûz eden bu evrensel dilin ifadelerini
anlamaya başlar.
I-KİTAPLAR
ACLÛNÎ, İsmâil b.
Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, (I-II), (Dâr-u İhyâ-ı Türâbi’l- Arabî), Beyrut
1352.
ADDİNGTON, Jack
Ensign, % 100 Düşünce Gücü, çev: Birol Çetinkaya, (Akaşa yay.), İstanbul
1997
AFİFİ, Ebu’l-Alâ, Tasavvuf,
çev: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İslamda Mânevî Hayat, (İz Yayıncılık),
İstanbul 1996.
, The Mystical Phılosophy of Muhyiddin Ibnü ’l-Arabî, (Cambridge
University Press), Cambridge 1939. Türkçe tercümesi: Muhyiddin
İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi, çev: Mehmet Dağ, Ankara 1975.
------------- ,
Fusûsü ’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, çev: Ekrem Demirli, (İz
Yayıncılık) İst. 2000.
ALTINÖRS, Atakan, Dil
Felsefesi Sözlüğü, 1. Baskı, (Paradigma Yayınları), İstanbul 2000.
AKARSU, Bedia, Felsefî
Terimler Sözlüğü, (İnkılap Kitabevi), 4. Baskı, İstanbul 1988.
AKSAN, Doğan, Anlam
Bilim, (Engin Yay.), Ankara 1998.
___________ , Her
Yönüyle Dil, Ana Çigileriyle Dilbilim, (TDK. Yay.), Ankara 2000.
, Anlam Bilimi ve Türk Anlambilimi (Ana Çizgileriyle), Ankara
1978.
, Türkçenin Sözvarlığı, (Engin Yay.), Ankara 1996.
ANKARAVI, İsmâil, Minhâcu
’l-Fukara, Fakirlerin Yolu, çev. Saadettin Ekinci, (İnsan Yay.), İstanbul
1996.
eL-ALEVl, Hâdi, Medârâtu’s-Sûfiyye,
(Dârü’l-Medâ), Beyrut 1997.
ALİGHİERİ, Dante, İlâhî
Komedya-Cehennem, çev. Feridun Timur, (MEB. Yay.), Ankara 2001.
ARASTEH, A. Rezâ, Aşkta
ve Yaratılışta Yeniden Doğuş, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Kişilik Çözümlemesi,
çev: Bekir Demirkol-İbrahim Özdemir, (Kitâbiyât), Ankara 2000.
ARBERY, Arthur J., An
Introduction to The History of Sufism, (Oxford University Press), Oxford
1942.
, Tasavvuf, Müslüman Mistiklere Toplu Bakış, çev. İbrahim
Kapaklıkaya, (Gelenek Yay.), İstanbul 2004.
ARMSTRONG, Karen, Tanrı’nın
Tarihi, çev. Oktay Özel-Hamide Koyukan- Kudret Emiroğlu, (Ayraç Yay.),
Ankara 1998.
AŞKAR, Mustafa, Tasavvuf
Tarihi Literatürü, (KB. Yay.), Ankara 2001.
, Niyazî-iMısri ve Tasavvuf Anlayışı, (KB. Yay.), Ankara 1998.
ATAY, Hüseyin, İbn
Sina’da Varlık Nazariyesi, (Gelişim Matbaası), Ankara 1983.
ATEŞ, Süleyman, İşârî
Tefsir Okulu, (AÜİF. Yay.), Ankara 1974.
ATTÂR, Feridüddîn, Mantıku’t-Tayr,
Kuş Dili, çev. Yaşar Keçeci, (Kırkambar Yay.), İstanbul 2004.
, Tezkiretü’l-Evliyâ, çev. Süleyman Uludağ, (İlim ve Kültür
Yay.), Bursa 1984.
AUSTİN, Ralph W., Endülüs Sûfîleri, çev. Refik Algan,
(Dharma Yay.), İstanbul
2002.
AVDE, Emin Yusuf, Tecelliyyâtü’ş-Şi
’ri ’s-Sûfî, Kırâetün fi ’l-Ahvâl ve ’l- Makâmât, (Müessesetü’l-Arabiyye),
Beyrut 2001.
AYDIN, Mehmet S., Din
Felsefesi, (Selçuk Yayınları), 3. Baskı, Ankara, 1992.
AYNİ, Mehmed Ali, Şeyh-iEkberiNiçin
Severim, Haz: İsmail Kara, İbn Arabi’de Varlık Düşüncesi, (İnsan
Yayınları), İstanbul 1992.
__________ , İslam
Tasavvuf Tarihi, çev. H. R. Yananlı, (Akabe Yay.), İstanbul 1985.
AZAMA, Nezir, el-Mî’râc
ve’r-Remzü’s-Sûfî, (Dârü’l-Bâhis), Beyrut 1982.
AZZÂM, Muhammed
Mustafa, el-Mustalahu ’s-Sûfî Beyne ’t-Tecrübe ve ’t-Te ’vîl, Rabat
2000.
eL-BAĞDÂDÎ, Ali b.
İbrahim el-Kârî, ed-Dürru’s-Semîn fî Menâkıbiş-Şeyh Muhyiddin, Beyrut
1959. Türkçe tercümesi: Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Menkabeleri, çev.
A. Şener-M. Rahmi Ayas, (AÜİF Yay.), Ankara 1972.
el-BALYÂNÎ, Abdullah
b. Mes’ud, Mutlak Birlik, haz. Ali Vasfi Kurt, (İnsan Yay.) İstanbul
2003.
BARDAKÇI, Mehmet
Necmettin, İbn Meserre ve Eseri El-Müntekâ, (İnsan Yay.), İstanbul 1999.
BEDEVÎ, Abdurrahman, Şatahâtu’s-Sûfiyye,
(Vekâletü’l-Matbûa), Kuveyt 1978.
BERGSON, Ahlak ile
Dinin iki Kaynağı, çev. Mehmet Karasan,
(MEB: Yay.), Ankara 1949.
BOLAY, Süleyman Hayri,
Felsefi Doktrinler Sözlüğü, (Akçağ Yayınları), 5. Baskı, Ankara 1990.
, Emile Boutroux ’da Zorunsuzluk Doktrini, (MEB. Yay.), İstanbul
1999.
BOUTROUX, Emile, Çağdaş
Felsefede ilim ve Din, çev. Hasan Kâtipoğlu, (MEB. Yay.), İstanbul 1997.
BURCKHARD, Titus, İslam
Tasavvuf Doktrinine Giriş, (Kitabevi Yay.), 2. Baskı, İstanbul 1995.
BURSALI, Mehmet Tahir,
Terceme-i Hâl ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber, İstanbul 1898.
BURSEVİ, İsmail Hakkı, Kenz-i Mahfi, (Misvâk Neşriyat),
İstanbul 1980.
CÂMÎ, Abdurrahman, Nefehatü’l-Üns-Evliya
Menkıbeleri, tercüme: Lâmiî Çelebi, haz. S. Uludağ-M. Kara, (Mârifet Yay.),
İstanbul 1995.
eL-CABİRİ, Muhammed
Abid, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı, çev: B. Köroğlu-H. Hacak-E.
Demirli, (Kitabevi Yayınları), 1. Baskı, İstanbul 1999.
CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, (Rehber Yayınları), 1. Baskı, Ankara 1997.
, Hacı Bayram Veli,
(KB. Yay.), Ankara 1991.
eS-SUYÛTİ, Celâleddin
Abdurrahman, el-İtkân fi Ulümi’l-Kur’ân, (Dâru’l- Ma’rife), Beyrut, ts.
CERRAHOĞLU, İsmail Tefsir
Usülü, (TDV. Yay.), Ankara 1997.
CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe
Sözlüğü, (Ekin Yay.), Ankara 1996.
CEVDET, Naci Hüseyin, el-Ma’rifetü’s-Süfiyye,
Dirâsetün Felsefiyyetün fi Müşkilati’l-Ma’rife, (Dârü’l-Cîl), Beyrut 1992.
CEYLAN, Ömür, Tasavvuf
Şiir Şerhleri, (Kitabevi Yay.), İstanbul 2000.
CHITTICK, William, The
Sufi Path of Knowledge: İbn al-Arabi ’s Metaphsics, The State University of
New York, Albany 1989.
, Hayâl Âlemleri: İbn Arabî ve Dinlerin Çeşitliliği
Meselesi, çev: Mehmet Demirkaya, (Kaknüs
Yayınları), 1. Baskı, İstanbul 1999.
, Varolmanın Boyutları,
çev: Turan Koç, (İnsan Yay.), İstanbul
1997.
, The Self-Disclosure of God, Principles of Ibn al-‘Arabi’s
Cosmology, (State University of New Yor Press), New york 1998.
, Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, çev. Turan Koç, (İz
Yay.), İstanbul
2003.
CHODKİEWİCZ, Michel, Sahilsiz
Bir Umman, çev. Atilla Ataman, (Gelenek Yay.), İstanbul 2003. İngilizce
tercümesi: An Oceon Without Shore, Fransızca’dan çev. David
Streight, (State University of New-York), New-York 1993.
CİHAN, A. Kamil, İbn
Sina ve Gazâli’de Bilgi Problemi, (İnsan Yay.), İstanbul
1998.
el-CÎLÎ, Abdulkerim, Şerhu
Müşkilâti’l-Fütûhâti’l-Mekkiyye, thk. Yusuf Zeydân, (Dârü Seâd), Kuveyt,
1992.
, İnsân-ı Kâmil, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, haz. S. Eraydın-E.
Demirli-A. Kartal, (İz Yay.), İstanbul 2002.
CLAUDE, Addas, İbn
Arabî: Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, çev., Atila Ataman, (Gelenek y.),
İstanbul 2003. İngilizce tercümesi:, Questfor The RedSulphur: The
Life of Ibn ‘Arabî, çev., Peter Kingsley, (The Islamic Texts Society),
Cambridge 1993.
CORBİN, Henry, Creative
Imagination in the Sufism of Ibn ‘Arabi, İngilizce’ye çev., Ralph Manheim,
(Princeton University), Princeton 1969.
, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemî, İstanbul 1985.
el-CÜRCÂNÎ, Ali b.
Muhammed, et-Ta’rifât, Haz: Muhammed Abdü’l-Hakim El-Kâdî,
(Darü’l-Kitabi’l-Mısrî,) 1. Baskı, Kahire 1991.
ÇAĞATAY, Neşet, Bir
Türk Kurumu Olan Ahilik, (TTK. Yay.), Ankara 1989.
DAVUD, Abdulbarî
Muhammed, el-Fenâ inde Sûfyyeti’l-Müslimîn ve ’l-Akâidi’l- Uhrâ,
(Dârü’l-Mısriyyeti’l-Lübnâniyye), Kahire 1997.
DE SAUSSURE, Genel
Dilbilim Dersleri, çev: Berke Vardar, (Multilingual), İstanbul 1998.
DURAND, Gilbert, Sembolik
İmgelem, çev. Ayşe Meral, (İnsan Yay.), İstanbul 1998.
EBU ZEYD, Nasr Hamid, Felsefetü
’t-Te ’vîl: Dirâsetün fî Te ’vîli ’l-Kur ’ân inde Muhyiddin İbn Arabî, III.
Baskı, (Darü’t-Tenvîr), Beyrut 1993.
EFLÂKÎ, Şemsüddîn
Ahmed, Menâkibu’l-Ârifîn, haz. Tahsin Yazıcı, (TTK. Basımevi), Ankara
1980. Türkçe tercümesi: ÂriflerinMenkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı,
(Meb. Yay.), İstanbul 1966.
ECO, Umberto, Yorum
ve Aşırı Yorum, çev: Kemal Atakay (Can Yayınları), İstanbul 1996.
ELİADE, Mircea, İmgeler
Simgeler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (Gece Yay.), Ankara 1992.
, Kutsal ve Dindışı, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (Gece Yay.),
Ankara 1991.
EMİROĞLU, İbrahim, Sûfî
ve Dil, Mevlâna Örneği, (İnsan Yayınları), İstanbul 2002.
ERDEM, Hüsamettin, Bir
Tanrı-Âlem Münasebeti Olarak Panteizm ve Vahdet-i Vücûd, (KTB. Yay.),
Ankara, 1990.
ESMÂİL, Azîz, The
Poetics of Religious Experience, The Islamic Context, (The Institute of
Ismaili Studies), London 1998.
FAHRİ, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan,
İstanbul 1992.
FAZLURRAHMAN, İslam,
çev: M. Dağ-M. Aydın, (Selçuk Yayınları), 3. Baskı, Ankara 1993.
FERİT KAM, Vahdet-i
Vücûd, Sadeleştiren: Ethem Cebecioğlu, (DİB. Yayınları), Ankara 1994.
FERRE, Frederick, Din
Dilinin Anlamı, çev: Zeki Özcan, (Alfa Yayınları), 1. Baskı, İstanbul 1999.
FİLİZ, Şahin, İslam
Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, (İnsan Yayınları), İstanbul 1995.
el-GAZALİ, Ebu Hamid
Muhammed, el-Munkızu mine ’d-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, (MEB. Yay.),
İstanbul 1994.
, İhyau Ulûmiddîn, (Dârü’l-Mârife), Beyrut 1983.
, Mişkâtü’l-Envâr, çev. Süleyman Ateş, (Bedir Yay.), İstanbul,
1994.
, Düşünme, Konuşma ve Söz Üzerine, el-Meârifu ’l-Akliyye, çev. A.
Kamil Cihan, (İnsan Yay.), İstanbul 2002.
, Meâricu ’l-Kuds fî Medârici Mârifeti ’n-Nefs, çev. Serkan
Özburun, Hakikat Bilgisine Yükseliş, (İnsan Yay.), İstanbul 2002.
eL-GEYLANÎ, Abdülkâdir,
el-Fethu ’r-Rahmânî ve ’l-Feyzü ’r-Rahmânî, (Mektebetü’l-Îmân), Kahire
ts.
GİLİS, Charles-Andre, İslam
ve Evrensel Ruh, çev. Alpay Mut, (İnsan Yay.), İstanbul 2004.
GÖKBERK, Macit, Felsefe
Tarihi, (Remzi Kitabevi), 6. Baskı, İstanbul 1990.
GÖKTÜRK, Akşit, Okuma Uğraşı, (İnkılap Kitabevi), 3.Baskı,
İstanbul 1988.
GÖLPINARLI, Abdulbaki,
Hurûfîlik Metinleri Katalogu, (TTK. Yay.), Ankara 1989.
GUENON, Rene, İslam
Mânevîyatı ve Taoculuğa Toplubakış, çev: Mahmut Kanık, (İnsan Yayınları),
İstanbul 1989.
GURAB, Mahmud, el-Fıkh
inde Şeyh-i Ekber, (Matbaatı Nadr), 2. Baskı, Şam 1993.
, eş-Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Tercemetü Hayâtihî min
Kelâmihî, (Matbaatu Nadr), Şam 1983.
GÜBRÎNÎ, Ebu’l-Abbas
Ahmed b. Abdullah, Unvânu’d-Dirâye, thk. Adil Nüheyvid,
(Lecnetü’t-Te’lif ve’t-Tercüme), Beyrut 1969.
GÜNGÖR, Erol, İslam
Tasavvufunun Meseleleri, (Ötüken Yayınları) 2. Baskı, İstanbul 1984.
GÜRER, Dilaver, Fusûsu’l-Hikem
ve Mesnevî’de Peygamberlerin Öyküleri, (İnsan Yay.), İstanbul 2003.
GÖKTÜRK, Akşit, Sözün
Ötesi, (İnkılap Yay.), İstanbul 1989.
GÖRMEZ, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji
Sorunu, (TDV. Yay.), Ankara 2000.
HAKİM, Suad, El-Mu’cemu’s-Sûfî, (Daru’n-Nedra), Beyrut 1981.
, İbn Arabi ve
Müvellidü Lügati Cedide, (Camiatü ’d-Dirasât ve ’n- Neşr), 1. Baskı, Beyrut
1991.
el-HALLÂC, Ebü’l-Mügîs
Hüseyin b. Mansur, Ahbâru’l-Hallâc, derleme ve nşr. Louis Massignon,
(Librairie Philosophique J. Vrin), Paris 1957.
, Kitâbu’t-Tavâsîn, nşr. Louis Massignon, (Librairie Paul
Geuthner), Paris 1913. Türkçe tercümesi: Tavâsîn, Ene’l-Hakk,
çev. Yaşar Günenç, (Yaba Yay.), İstanbul 2002.
HANÇERLİOĞLU, Orhan, Felsefe
Sözlüğü, (Remzi Kitabevi), İstanbul 1996.
HATİB BAĞDÂDÎ, Ebubekir
Ahmed b. Ali, Târîhu Bağdâd, nşr. Muhammed Emin el-Hânecî,
(Mektebetü’l-Hânecî), Kahire 1931.
HÂŞÎMÎ, Ahmed, Cevheretü’l-Belağa
fi’l-Meâni ve’l-Beyân ve’l-Bedî, (Kahraman neşr.), İstanbul 1984.
eL-HEREVÎ, Abdullah b.
Muhammed el-Ensârî, Menâzilü’s-Sâirîn, (Matbaatu Mustafa el-Banî),
Kahire 1966.
HİLMİ, Muhammed Receb,
el-Burhânu ’l-Ezher fi Menâkıbi’ş-Şeyhi ’l-Ekber, Mısır, 1326. Türkçe
tercümesi: İbn Arabî’nin Menâkıbı, çev. Mahmut Kanık, (Hece Yay.),
Ankara 2004.
HİRTENSTEİN, S.-TİERNAN,
M., Muhyiddin Ibn ‘Arabi: A Commemorative Volume, London 1993.
HİRTENSTEİN, Stephen, The
Unlimited Mercifer, The Spiritual Life and Thought of Ibn ‘Arabî, (Anqa
Publishing), Oxford, 1999.
HODGSON, Marshall G.
S., İslam’ın Serüveni, çev: Komisyon, (İz Yay.), İstanbul 1995.
HUCVİRİ, Ali b. Osman
Cüllabî, Keşfu’l-Mahcûb, Haz: Süleyman Uludağ, Hakikat Bilgisi, (Dergah
Yayınları), İstanbul 1982.
HUXLEY, Aldous, Kalıcı
Felsefe, çev: Latif Boyacı, (İnsan Yayınları), 1. Baskı, İstanbul 1996.
___________ , Algı
Kalıpları, çev. Mehmet Fehmi İmre, (İmge Yay.), Ankara 2003.
IFRAH, Georges, Akdeniz
Kıyılarında Hesap III; Rakamların Evrensel Tarihi, çev. Kurtuluş Dinçer, 6.
Baskı, (Tübitak Yayınları), Ankara 1998.
IQBAL, Muhammed, The
Reconstruction of Religious Thought in Islam, (Hafeez Press), Lahor 1977.
İHVÂN-I SAFÂ, Resâil, tsh., Hayrüddin Ziriklî, (Matbaatu’l-Arabiyye), Kahire
1928.
IZUTSU, Toshihiko, Sufism
and Taoism: A Comparative Study of Key Philosophical Concepts, (California
University Press), London 1984. Türkçe çeviri: İbn Arabî’nin
Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, çev. Ahmed Yüksel Özemre, (Kaknüs Yay.),
İstanbul 1998, (I. Bölüm). Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar, çev. Ahmed
Yüksel Özemre, (Kaknüs Yay.), İstanbul 2001, (II. Bölüm).
İBNÜ’l-ARABİ,
Muhyiddin, Meşâhidü Esrâri’l-Kudsiyye, Süleymâniye Ktp., Es’ad Efendi,
No: 3633.
, Kitâbu’l-Mübeşşirat, Süleymâniye Ktp., Fatih, No: 5322.
, Fusûsü’l-Hikem, thk. Ebu’l-Alâ Afifi, (Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-
Arabiyye), Kahire 1946. Fransızca tercümesi: La Sagesse Des Prophetes
(Fuçûç al- Hikam), çev. Titus Burcthardt, (Albin Michel), Paris 1955,
(Introduction). Türkçe Tercüme: Fusûsü’l-Hikem, çev. Nuri
Gencosman, (MEB. Yay.), İstanbul 1992.
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, haz: Ahmed Şemseddin, (Darü’l- Kütübi’l-İlmiyye), I.
Baskı, I-IX, Beyrut 1999.
____________ el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, tahkik: Osman Yahya-İbrahim Medkur,
(el-Hey’etü’l-Mısrıyye), I-XIV, Kahire 1985.
Fütûhât’tan
Türkçe’ye tercüme edilen parçalar:
Alpay, Selahattin, Fütûhât-ı
Mekkiyye (Şakir Hoca Kitabevi), İstanbul 1986.
Bilginer, M. Sadeddin,
Ahadiyyet Risalesi ve Fütûhât-ı Mekkiyye ’den
Seçilmiş Tasavvufa Dair Bölümler, İstanbul 1983.
Erdoğan, Naim, Fütûhât-ı
Mekkiyye ’den Altın Sayfalar, (Pamuk Yayınrları), İstanbul trs.
Kanık, Mahmut, 178.
bâb, İlâhî Aşk, (İnsan y.), İstanbul 1992; 1., 2., 3. cüzler ile
muhtelif bazı bâblardan seçkiler, Mârifet ve Hikmet, (İz y.), İstanbul
1995; 1., 2., ve 26. bâblar, Harflerin İlmi, (Asa y.), Bursa 2000; 560.
bâbın ilk kısmı ile muhtelif bir çok bâbdan şeçkiler, Hakikat ve Tefekkür,
(Hece y.), Ankara 2003.
Tanık, İbrahim Aşkî, Tasavvuf, (Türkiye Ticaret Matbaası)
İstanbul 1955.
, er-Risaletü’l-Vücûdiyye, (Mektebetü’l-Kahire), Kahire, tarihsiz.
, Kitabü’l-Ba,
(Mektebetü’l-Kahire), Kahire 1954.
, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, thk. Bessâm Abdulvahhab el-Câbî, (Dârü’l-
İmâm Müslim), Beyrut 1990. Terkçe tercümesi: Kitab-ı
Istılâhâtı’s-Sûfiyye, çev: Seyfullah Sevim, Davud el-Kayserî, Mukaddemât,
içinde, (Kayseri Büyük Şehir Belediyesi Yayınları), Kayseri 1997.
, İcaze li ’l-Meliki ’l-Muzaffer, Istılâhâtu’ş-Şeyh Muhyiddin İbnü’l-
Arabî, içinde, thk. Bessâm Abdulvahhab el-Câbî,(Dârü’l-İmâm Müslim), Beyrut
1990.
,Teveccühâtü’l-Hurûf (Mektebetü’l-Kahire), Kahire, tarihsiz.
Şeceretü’l-Kevn, (Mektebe-i Muhammed Ali Sabîh), Kahire, 1967, (izafe).
____________ Resail,
tahkik: Muhammed İzzet, (Mektebetü’t-Tevfikiyye), Kahire, tarihsiz.
-Kitâbü’l-Fenâ fi’l-Müşâhede. Türkçe tercümesi: Fenâ Risâlesi, Arzuların
Tercümânı, çev. Mahmut Kanık, (İz. Yay.), İstanbul 2002.
-Kitâbü’l-Celâl
ve’l-Cemâl.
-Kitâbü’l-Elif/Kitâbü’l-Ehadiyye.
-Kitâbü’l-Celâle.
-Kitâbü
Eyyâmi’ş-Şe’n.
-Kitâbü’l-Kurbe.
-Kitâbu’l-İ’lâm
bi İşârâti Ehli’l-İslâm.
-Kitâbü’l-Mîm
ve’l-Vâv ve’n-Nûn.
-Risâletü’l-Kasemi’l-İlâhî.
-Kitâbü’l-Yâ.
-Kitâbü’l-Ezel.
-Risâletü’l-Envâr.
-Risâletü’l-İsrâ
ilâ Makâmi’l-Esrâ.
-Risâletün
ile’l-İmâm er-Râzî.
-Risâletün Lâ
Yeûlü Aleyhâ.
-Kitâbu’ş-Şâhid.
-Kitâbu’t-Terâcim.
-Kitâbu Menzili’l-Kutb ve Mekâlühü ve Hâlühü.
-Risâletü’l-Intisar.
-Kitâbü’l-Kütüb.
-Kitâbü’l-Mesâil.
-Kitâbü’t-Tecelliyyât.
-Kitâbü’l-Isfâr an Netâici’l-Esfâr.
-Kitâbü’l-Vasâyâ.
-Kitâbu Hilyeti’l-Ebdal.
-Kitâbu Nakşi’l-Fusus.
-el-Vasıyye.
, Risâletün fi Süali İsmail b. Sevdekîn, Resâil içinde, (Dâiretü’l- Meârifı’l-Osmâniyye), Haydarâbâd,
1948.
, Kitâbu’l-Hucub, Mecmûu’r-Resâili’l-İlâhiyye, tsh. Muhammed
Bedruddin en’Na’sânî, I. Baskı, (Matbaatu’s-Saâde), Kahire 1325 h.
___________ , Kitâbu’l-Kurbe,
Mecmûu’r-Resâili’l-İlâhiyye, tsh. Muhammed Bedruddin en’Na’sânî, I. Baskı,
(Matbaatu’s-Saâde), Kahire 1325 h.
, Kitâbu Şakki ’l-Cîyb, Mecmûu ’r-Resâili ’l-İlâhiyye, tsh.
Muhammed Bedruddin en’Na’sânî, I. Baskı, (Matbaatu’s-Saâde), Kahire 1325 h.
(İzafe).
, el-Bulga fi ’l-Hikme,
Neşreden: Nihat Keklik, (Edebiyat Fakültesi Basımevi), İstanbul 1969, (İzafe).
, Risaletü Ruhu’l-Kuds,
nşr.: Abdurrahman Hasan Mahmud (Âlemü’l-Fikr), 1. Baskı, Kahire 1989.
___________ ,
Tenbîhâtü alâ Uluvvi Hakikati’l-Muhammediyyeti’l-Aliyyeti, nşr. Abdurrahman Hasan Mahmud, Ruhu’l-Kuds içinde,
(Âlemü’l-Fikr), Kahire 1989.
, Dîvân, haz: Muhammed
Rikâbî er-Reşîdî, (Dar-ü Rikâbî), Kahire, tarihsiz.
___________ ,
Mişkâtü’l-Envar, tahkik: Mahmud Süleyman
Said el-Ganaimî, (Mektebetü’l-Kahire), 1. Baskı, Kahire 1999. Türkçe
tercümesi: Nurlar Hazinesi, çev. Mehmet Demirci, (İz Yay.), İstanbul
2001.
, ed-Dürretü’l-Fahire, Ralph W. Austin’in Endülüs Sûfîleri
içinde, çev. Refik Algan, (Dharma Yay.), İstanbul 2002.
, Mevakiü ’n-Nücûm ve Metaliu Ehilleti ’l-Esrar ve ’l-Ulûm,
tahkik: HalidEbu Süleyman, (Âlemü’l-Fikr), 1. Baskı, Kahire 1998.
, et-Tedbîrâtü ’l-Ilahiyye fi Islahi ’l-Memleketi ’l-Insâniyye,
nşr. H.
S.
Nyberg, Kleinere SchriftenDesIbn Al-‘Arabîiçinde, (E. J. Brill), Leiden
1919.
, Tedbîrât-ı Ilahiyye, Ahmed Avni Konuk Tercüme ve Şerhi, haz:
Mustafa Tahralı, (İz Yayıncılık), İstanbul 1992.
, Inşâü’d-Devâir, nşr. H. S. Nyberg, Kleinere Schriften Des
Ibn Al-‘Arabî içinde, (E. J. Brill), Leiden 1919.
____________ , Ukletü’l-Müstevfiz,
nşr. H. S. Nyberg, Kleinere Schriften Des Ibn Al-‘Arabî içinde, (E. J.
Brill), Leiden 1919.
, Ankâ’u Mugrib,
tahkik: Ahmed Seyyid Eş-Şerif, (Mektebetü’l- Ezheriyye li’t-Türas), Kahire,
tarihsiz.
____________ ,
el-Vasâyâ, tahkik: Muhammed İzzet,
(Mektebetü’t-Tevfikiyye), Kahire, tarihsiz.
, Zehairü ’l-A ’lâk Şerhu Tercümâni ’l-Eşvâk, haz: Halil İmran Mansur, (Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye), 1.
Baskı, Beyrut 2000.
, Abâdile, tahkik:
Abdülkadir Ahmed Atâ, (Mektebetü’l-Kahire), 3. Baskı, Kahire 1994.
, et-Tenezzülâtü’l-Leyliyye, haz: Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), Kahire,
tarihsiz.
____________ ,
Akidetü Ehli Islam, haz: Abdurrahman Hasan
Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), Kahire, tarihsiz.
, Hikemü’l-Hatimiyye,
haz: Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), 1. Baskı, Kahire 1987.
, el-Ucâle, haz:
Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), Kahire, tarihsiz. (Aidiyeti Şüpheli)
, el-Halvetü’l-Mutlaka,
Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l- Fikr), Kahire, tarihsiz.
, el-Mev’izetü’l-Hasene,
haz: Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), 1. Baskı, Kahire 1987.
, Künhü Ma La Büdde li’l-Müridi Minhü, haz: Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), 1. Baskı,
Kahire 1987.
Usûlü Zâhiriyye,
Mecmû ’u ’r-Resail fi Usuli ’l-Fıkh
içinde, (Matbaatü’l-Ehliyye), 1. Baskı, Beyrut 1324.
, Kitâbu ’l-Isrâ ile ’l-Makâmi ’l-Esrâ, nşr. Suad Hakim (Dendere Neşriyat), Beyrut 1988. Ayrıca Resâil
içinde.
___________ , et-Tecelliyatü’l-Ilâhiyye,
thk. Osman Yahya, (Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî), Tahran 1988. Ayrıca Resâil
içinde.
___________ , Kitâbu’l-Ahlâk,
(Matbaatü’t-Tekaddüm), Kahire 1238 h.
___________ , Tuhfetü’s-Sefere
ilâ Hadrati’l-Berere, çev. Abdulkadir Akçiçek, (Rahmet Yay.), İstanbul
1971. (Aidiyeti şüpheli.)
İBN HALDUN, Abdurrahman
b. Ebu Bekr, Mukaddime, çev. Zâkir Kadiri Ugan, (MEB. Yay.), İstanbul
1970.
, Şifâu’s-Sâil-Tasavvufun Mahiyeti, çev: Süleyman Uludağ, (Dergah
Yay.), İstanbul 1984.
İBN HAZM, Ebu Muhammed
Ali, el-Ihkâm fî Usûli’l-Ahkâm, (Mektebetü’l- Hânecî), Kahire 1344 h.
İBNÜ’L-IMÂD, Şihabüddin
Ebi’l-Felah el-Hanbelî, Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbârı men Zeheb, (I-IX),
(Dârü İbni Kesir), Beyrut 1991.
İBN SEVDEKİN, en-Nûrî,
et’Ta’lîkât ale’t-Tecelliyâtî’l-İlahiyye, et- Tecelliyatü’l-Ilâhiyye
içinde, thk. Osman Yahya, (Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî), Tahran 1988.
eL-İSKENDERÎ, İbn
Atâullah, el-Hikemu’l-Atâiyye, Tasavvufî Hikmetler, çev. Mustafa Kara,
(Dergah Yay.), İstanbul 1990.
JAMES, William, The
Varieties of Religious Experience, A Study in Human Nature, (The Modern
Library), New York 1929.
KADI ABDULCABBÂR, Ebu’l-Huseyn
b. Ahmed, Şerhu Usûli’l-Hamse, thk. Abdulkerim Osman, (Mektebetü Vehbe),
Kahire 1988.
KAM, Ferid, Vahdet-i
Vücud ve Panteizm, haz: Mustafa Kara, İbn Arabi’de Varlık Düşüncesi,
(İnsan Yayınları), İstanbul 1992.
KARA, Mustafa, İbn
Teymiyye ’ye Göre İbn Arabi, (Basılmamış Doktora Tezi), Uludağ
Üniversitesi, Bursa 1983.
KARADAŞ, Cağfer, İbn
Arabi ’nin İtikadi Görüşleri, (Beyan Yayınları), İstanbul 1997.
KARTAL, Abdullah, Abdülkerim
Cîlî, Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, (İnsan Yay.), İstanbul 2003.
KASIM, Mahmud, el-Hayâl
fî Mezhebi Muhyiddin İbn Arabî, (Ma’hedü’l- Buhûs), Kahire 1969.
el-KAŞÂNÎ,
Abdurrazzak, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, thk.: Abdu’l-Al Şahin, (Darü’l-
Menar), Kahire 1988.
, Reşhü ’z-Zülâl fi
Şerhi Elfazi ’l-Mütedavile beyne Erbâbi ’l-Ezvak ve’l-Ahval, tahkik: Said Abdülfettah, (Mektebetü’l-Ezheriyye
li’t-Türas), Kahire 1995.
, Tasavvuf Sözlüğü, Letâifü ’l-A ’lâm fî Işârâtı Ehli ’l-Ilham,
çev. Ekrem Demirli, (İz Yay.), İstanbul 2004.
, Şerhu
Fusûsi’l-Hikem, (Matbaatü Mustafa Elbânî),
3. Baskı, Kahire 1966.
KATİP ÇELEBİ, Keşfü’z-Zünun,
(Milli Eğitim Basımevi), I-II, 2. Baskı, İstanbul 1971.
KAYAALP, İsâ, iletişim
ve Dil, (TDV. Yay.), Ankara 1998.
eL-KAYSERİ, Davud, er-Resail,
haz: Mehmet Bayraktar, (Kayseri Büyük Şehir Belediyesi Yayınları), Kayseri
1997.
, Mukaddemât, çev: Hasan Şahin-Turan Koç-Seyfullah Sevim,
(Kayseri Büyük Şehir Belediyesi Yayınları), Kayseri 1997.
, Matla ’ı Husûsi
’l-Kelim fî Meânî Fususi ’l-Hikem, thk. Muhammed
Hasan es-Saidî, (Envarü’l-Hüdâ), yeri belli değil, 1416.
, er-Resâil, thk. Mehmet Bayraktar, (Kayseri Büyükşehir Belediyesi
Yayınları), Kayseri 1997.
KEKLİK, Nihat, Muhyiddin
Ibn’ül-Arabi’nin Eserleri ve Kaynakları Için Misdak Olarak el-Fütûhâtü’ l-Mekkiyye,
(Kültür Bakanlığı Yayınları), Ankara 1990.
, Muhyiddin
Ibnü’l-Arabî Hayatı ve Çevresi, (Çığır
Yayınları), İstanbul 1966.
Felsefede Metafor,
(İÜEF. Yay.), İstanbul 1990.
Felsefenin Tekniği,
(Doğuş Yay.), İstanbul 1984.
KELABAZİ, Muhammed b.
İshak Buhari, et-Ta’arruf li Mezheb-i Ehli’t- Tasavvuf, haz: Mahmud Emin
en-Nevâvî, (Mektebetü Külliyyâti’l-Ezheriyye), Kahire 1980. Türkçe
tercümesi: Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde Tasavvuf, Ta’arruf, (Dergah
Yayınları), 2. Baskı, İstanbul 1992.
KILIÇ, Mahmut Erol, Muhyiddin
İbnu ’l-Arabi ’de Varlık ve Mertebeleri, (Basılmamış Doktora Tezi),
İstanbul 1995.
, Sûfî ve Şiir, Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, (İnsan
Yay.), İstanbul 2004.
KILIÇ, Sadık, İslâm’da
Sembolik Dil, (İnsan Yayınları), İstanbul 1995.
, Kur’an Sembolizmi, (Kılıç Yay.), Ankara 1991.
KİRMÂNÎ, Evhadudîn, Heart’s
Witness, The Sufi Quatrains of Awhaduddîn Kirmânî, İngilizce’ye çev. Bernd
Manuel Weischer-Peter Lamborn Wilson, (Imperial Iranian Academy of Philosophy),
Tahran 1978.
KNYSH, Alexander, İbn
‘Arabî in The Later Islamic Tradition, (State University of New York
Press), New York 1999.
KOCABAŞ, Şakir, İfadelerin
GramatikAyrımı, (Küre Yay.), İstanbul 2002.
KOÇ, Turan, Din
Dili, (Rey Yayıncılık), Kayseri 1995.
KOÇ, Nurettin, Açıklamalı
Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü, (İnkılap Kitabevi), İstanbul 1992.
KONEVÎ, Sadreddin, Tercüme
ve Metn-i Kitabi’l-Fükûk yâ Kilîd-i Esrâr-ı Fusûsi’l-Hikem, tashih ve
tercüme, Muhammed Hocavî, (İntişarât-ı Mevlâ), Tahran 1413. Türkçe
tercümesi: Fusûsü’l-Hikem’in Sırları, çev., Ekrem Demirli, (İz
Yay.), İstanbul 2002.
____________ , İlâhî
Nefhalar, çev: Ekrem Demirli, (İz Yay.), İstanbul 2002.
KONUK, Ahmed Avni, Fusûsu’l-Hikem
Tercüme ve Şerhi, Haz: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, (MÜİF. Vakfı
Yayınları), 3. Baskı, I-IV, İstanbul, 1999.
KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, (DİB. Yay), Ankara 1984.
KURNAZ, Cemal-TATCI,
Mustafa, Türk Edebiyatında Şathiye, (Akçağ Yayınları), 1. Baskı, Ankara
2001.
KURT, Ali Vasfi, Endülüste
Hadis ve İbn Arabî, (İnsan Yayınları), İstanbul 1998.
el-KUŞEYRİ,
Ebu’l-Kâsım Abdulkerim b Hevâzin, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, haz. Halil
Mansur, (Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye) Beyrut 2001. T ürkçe tercüme si: Tasavvuf
İlmine Dair Kuşeyrî Risalesi, haz: Süleyman Uludağ, (Dergah Yayınları), 3.
Baskı, İstanbul 1991.
Letaifü’l-İşârât,
Tahkik: Saîd Kuteyfe, (Mektebetü’t-Tevfîkıyye), (I-VI), Kahire 1999.
, en-Nahvu’l-Müevvel, Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi, no:
2040.
KÜBRA, Necmüddin, Usulu
Aşere, Risale İle’l-Haim ve Fevaihu’l-Cemâl, çev: Mustafa Kara, Tasavvufî
Hayat, (Dergah Yayınları), 1. Baskı, İstanbul 1981.
, Fevâihu ’l-Cemâl ve Fevâtihu ’l-Celâl, thk. Yusuf Zeydân, (Dâru
Seadu’s-Sabah), Kahire 1993.
LORY, Pierre, Kâşâni’ye
Göre Kur’an’ın Tasavvufî Tefsiri, çev. Sadık Kılıç, (İnsan y.), İstanbul
2001.
MAKKÂRÎ, Ahmed b.
Muhammed, Nefhu’t-Tîb min Gusni’l-Endelüsi’r-Ratîb, thk. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid, Kahire 1949.
MAHMUD, Abdurrahman
Hüseyin, Min Eimmeti’l-Muvahhidîn, (Âlemü’l-Fikr), 1. Baskı, Kahire
1998.
MAHMUD, Zeki Necib, Mevkıf
mine’l-Metafizik, (Darü’ş-Şürûk), 4. Baskı, Kahire 1993.
MASSİGNON, Louis, Essay
on the Origins of the Technical Language of Islamic Mysticism, çev.
Benjamin Clark, (University of Notre Dame Press), İndiana 1997.
, The Passion of al-Hallâc, Mystic and Martyr of Islam, (I-IV),
Fransızca’dan çev. Herbert Mason, (Princeton University Press), New Jersey
1982.
el-MAKDİSÎ, Ebu Şâme
Şihabuddin Ebu Muhammed, Zeyl ale ’r-Ravzateyn, Teracimu Ricâli ’l-Karneyn
es-Sadis ve ’s-Sâbi ’, thk. Muhammed Zahid el-Kevseri, Beyrut 1947.
MEVLÂNÂ, Celâleddin
er-Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, haz. Abdulbaki Gölpınarlı, (Kültür Bakanlığı
Yay.), Ankara 2000.
, Mesnevî, Şerh ve Tercüme, Tahiru’l-Mevlevî , (Şâmil
Yay.), İstanbul trs.
, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, (MEB. Yay.), İstanbul 1960.
___________ , Fîhi
Mâ Fîh, çev. Ahmed Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, (İz Yay.), İstanbul
2003.
el-MUHASIBİ, Haris b.
Esed, Risâletü’l-Müsterşidîn, thk. Abdülfettah Ebu Gudde,
(Mektebetü’l-Matbûatü’l-İslâmiyye), Kahire 1982.
, el-Akl ve Fehmu’l-Kur’an, thk. Hüseyin Kuvvetli,
(Dârü’l-Kindî), Beyrut 1982.
MYERS, Gerald E. William
James, His Life and Thought, (Yale University Press) London 1986.
NASR, Seyyid Hüseyin, İslam
Kozmoloji Öğretilerine Giriş, çev: Nazife Şişman, (İnsan Yayınları),
İstanbul, 1985.
___________ , Makaleler
II, çev: Şehabeddin Yalçın, (İnsan Yayınları), İstanbul 1997.
, Three Muslim Sages: Avicenna-Suhrawardi-İbn Arabi, (Caravan
Books), 2. Baskı, New York 1969. Türkçe tercümesi: Üç Müslüman Bilge,
çev: Ali Ünal, (İnsan Yayınları), İstanbul 1985.
, İslam Sanatı ve Mâneviyatı, çev. Ahmet Demirhan, (İnsan Yay.),
İstanbul 1992.
, Bilgi ve Kutsal, çev. Yusuf Yazar, (İz Yay.), İstanbul 2001.
en-NEBHÂNÎ, Yusuf b.
İsmail, Câmiu’ Kerâmâti’l-Evliyâ, (Dârü’s-Sadr), Beyrut 1324 h.
NECATİ, Muhammed
Osman, ed-Dirâsetü’n-Nefsâniyye inde Ulemâi’l- Müslimîn, (Dârü’ş-Şürûk),
Kahire 1993.
NESEFİ, Azizüddin, İnsan-ı
Kâmil, çev: Mehmet Kanar, Tasavvufta İnsan Meselesi, (Dergah
Yayınları), İstanbul 1990.
NICHOLSON, Reynold A.,
Fi’t-Tasavvufî’l-İslami, çev: Ebu’l-Alâ Afifi, İskenderiye 1946.
, The Mystics of
Islam, (Schocken Books), I. Baskı, New
York 1975.
___________ , The
Idea of Personality in Sufism, (Kashmiri Bazar), Lahore 1964.
en-NİFFERİ, Muhammed
b. Abdulcebbar b. Huseyin, Kitâbu’l-Mevâkıf thk. Arthur J. Arbery,
(Dârü’l-Kütübi’l-Mısrıyye), Kahire 1934.
___________ , Kitâbu’l-Muhâtabât,
Kitâbu’l-Mevâkif içinde.
ÖZLEM, Doğan, Hermeneutik
Üzerine Yazılar, derleme, 1. Baskı, (Ark Yayınevi), Ankara, 1995.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, (MEB. Yay.), İstanbul 1983.
PALACİOS, M. Asin, İbn
Arabî: Hayatuhû ve Mezhebuhû, çev: Abdurrahman Bedevî, Kahire 1965.
PALMER, Frank Robert, Semantik,
Yeni Bir Anlambilim Projesi, çev. Ramazan Ertürk, (Kitâbiyât Yay.), Ankara
2001.
PORZIG, Walter, Dil
Denen Mucize, çev: Vural Ülkü, 1. Baskı, (Kültür Bakanlığı Yayınları), I.
cilt-Ankara 1985, II. cilt -Ankara 1986.
er-RÂZÎ, Fahreddin, el-Muhassal,
çev. Hüseyin Atay, Kelâm ’a Giriş, (AÜİF. Yay.), Ankara 1978.
RİCMAN, H. P., Anlama
ve İnsan Bilimleri, çev. Mehmet Dağ, (AÜ. Basımevi), Ankara 1992.
ROSENTHAL, Franz, Bilginin
Zaferi, İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı, çev. Lami Güngören, (Ufuk Yay.),
İstanbul 2003.
RUSSEL, Bertrand, Mistiklik
ve Mantık, çev: Yusuf Şerif, (İstanbul Devlet Matbaası), İstanbul 1935.
SALİM, Muhammed
İbrahim, el-Hediyyetü ’s-Seniyye fî Mecmûatu Eş ‘âri Evâili
Ebvâbi’l-Fütûhâti’l-Mekkîyye, Yeri belli değil, 1998.
SAMİ, Şemsettin, Kâmûsü’l-A
’lâm, (Mihran matbası), İstanbul 1306.
SÂRE bint Abdulmuhsin,
Nazariyyetü’l-İttisâl inde’s-Sûfiyye fî Dav’il İslam, (Dârü’l-Menâr),
Cidde, 1991.
SARTRE, Jean-Paul, Edebiyat
Nedir ?, çev: Bertan Onaran, 3. Baskı, (Payel yayınevi), İstanbul 1995.
SELLS, Michael A., Mystical
Languages of Unsayings, (The University of Chicago Press), Chicago, 1994.
eS-SERRÂC, Ebu Nasr
et-Tûsî, el-Luma’, thk. Abdulhalim Mahmud,
(Mektebetü’s-Sekâfetü’d-Dîniyye), Kahire 2002. Türkçe tercümesi: İslam
Tasavvufu, çev. H. Kamil Yılmaz, (Altınoluk Yay), İstanbul 1996.
SCHİMMEL, Annemarie, İslâmın
Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, (Kabalcı Yay.), İstanbul 2001.
SCHWARZ, Fernand, Kadim
Bilgeliğin Yeniden Keşfi, çev: A. Meral Aslan, (İnsan Yayınları), İstanbul
1997.
SEVİM, Seyfullah, İslam
Düşüncesinde Mârifet ve İbn Arabi, (İnsan Yayınları), İstanbul 1997.
SIBT İBNÜ’L-CEVZÎ, Şemsüddin
Ebi’l-Muzaffer et-Türkî, Mir’âtü’z-Zemân fî Târîhi’l-A’yân,
(Dâiretü’l-Meârifi’l-İslamiyye), Haydarâbad-Deccan 1952.
STACE, W. T., Mysticism
and Philosophy, (The Macmillan Press), London 1973. Arapça tercümesi: et-Tasavvuf
ve’l-Felsefe, çev: Abdülfettah İmam, (Mektebe-i Medbulî), Kahire 1997. Türkçe
tercümesi: Mistisizm ve Felsefe, çev: Abdüllatif Tüzer,
(İnsan Yay.), İstanbul 2004.
SUNAR, Cavit, İslam’da
Felsefe ve Farabî II, (AÜİF. Yay.), Ankara 1972.
es-SUYÛTÎ, Celâleddin,
Tenbîhu’l-Gabî fî Tahtıeti İbn Arabî, haz: Abdurrahman Hasan Mahmud,
Kahire 1990.
___________ , Buğyetü’l-Vüât fî Tabakâti’l-Lügaviyyîn ve’n-Nühât, thk. Muhammed Ebu’l-Fadl, (I-II), (Matbaatu Îsâ Elbânî),
Kahire 1965.
, el-İtkân fî
Ulûmi’l-Kur’ân, (I-II), (Dârü’l-Ma’rife),
Beyrut ts.
es-SÜHREVERDİ, Ebu
Hafs Şihabüddin Ömer, Avârifu’l-Meârif (Dârü’l- Ma’rife), Beyrut 1983. Türkçe
tercümesi: Avârifü’l-Meârif Tasavvufun Esasları haz: H. Kamil
Yılmaz-İrfân Gündüz, (Vefa Yayıncılık), İstanbul, 1990.
STEİNER, Rudolph, Onbir
Avrupa Mistiği, çev. Selma Övünç, (Dharma Yay.), İstanbul 2002.
ŞÂBÂN, Zekiyyüddin, İslam
Hukuk ilminin Esasları, çev. İ. Kâfî Dönmez, (TDV. Yay.), Ankara 2000.
ŞÂRÂ, Sayın, Yorumbilimsel
Söyleşi, (Macit Gökberk Armağanı), (TDK. Yay.), Ankara 1983.
eş-ŞA’RÂNÎ,
Abdülvehhab, El-Yevakıt ve ’l-Cevahir, (Matbaatı Mustafa Elbânî), I-II,
Kahire 1959.
, Kibritü ’l-Ahmer,
El-Yevakıt ve ’l-Cevahir hamîşinde,
(Matbaatı Mustafa Elbânî), I-II, Kahire 1959.
ŞEBUSTERİ, Mahmud, Gülşen-i
Râz, çev: Abdulbaki Gölpınarlı, (MEB. Yay.), İstanbul 1972.
ŞEHBENDERZÂDE, Filibeli
Ahmed Hilmi, İslam Tarihi, sad. M. Rahmi, (Sağlam Kitabevi), İstanbul,
1979.
eŞ-ŞEHRİSTÂNÎ, Muhammed
b. Abdulkerim, Kitâbu’l-Milel ve’n-Nihal, thk. Muhammed b. Fethullâh
Bedrân, (Matbaatu’l-Ezher), Kahire 1910.
ŞEMSEDDİN, Sami, Kâmûs-ı
Türkî, ( İkdam Matbası) İstanbul 1317 h.
ŞERİATÎ, Ali, Toplumbilim
Üzerine, çev. Kenan Sökmen, (Bir Yay.), İstanbul 1988.
ŞEYBAN, Lütfi, Reconquista,
Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, (İz Yay.), İstanbul 2003.
ŞEYH MEKKÎ EFENDİ, Ebu’l-Feth
Muhammed b. Muzafferuddîn, İbn Arabî Müdâfaası, mütercim: Ahmed Neylî
Efendi, haz.: Halil Baltacı, (Gelenek Yay.), İstanbul 2004.
ŞİMŞEK, Mehmet Ali, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık ve Karine İlişkisi, (Basılmamış Doktora Tezi), Konya
2000.
ŞİRAZİ, Ruzbihan
Baklî, Şerh-i Şathiyyât, (Gencine-i Nüviştehâ-yı İran), Tahran 1966.
eş-ŞUTÛRÎ, Ali Hatîb, Îtticâhü’l-Edebi’s-Sûfi
Beyne Hallâc ve İbn Arabi, (Dârü’l-Meârif), Kahire 1984.
et-TÂDİLİ, Ebu Yakub
Yusuf b. Yahya İbnü’z-Zeyyat, et-Teşevvüf ilâ Ricâli’t- Tasavvuf, thk.
Ahmed Tevfik, (Menşûrâtü Külliyyeti’l-Âdâb), Rabat 1984.
eT-TAFTAZÂNİ, Ebu’l-Vefâ,
İbn Atâullah el-Îskenderî ve Tasavvufuhû, (Mektebetü’l-Enclo), Kahire
1969.
et-TEHÂNEVÎ, Muhammed
Ali b. Ali, Keşşafu Istılâhâti’l-Fünûn, (Kahraman Yay.), Kalküta
1862’den tıpkı basım, İstanbul 1984.
TİLLİCH, Paul, Îmanın
Dinamikleri, çev. Fahrullah Terkan-Salih Özer, (Ankara Okulu Yayınları),
Ankara 2000.
et-TİRMİZİ, Muhammed
b. Ali el-Hakim, Beyanü’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l- Kalb ve’l-Fuadve’l-Lübb,
(Mektebetü Külliyyati’l-Ezheriyye), Kahire 1958.
, Kitabu Hatmi’l-Evliya,
thk.. Osman Yahya, (Matbaatu’l- Katolikiyye) Beyrut 1965.
et-TU’MÎ, Muhyiddin, Tabakatü’l-Kübrâ,
(Mektebetü’s-Sakafiyy e), Beyrut 1994.
TURAN, Orhan, Selçuklular
Zamanında Türkiye, İstanbul 1993.
TÜRER, Osman, AnaHatlarıyla Tasavvuf Tarihi, (Sehâ Yay.),
İstanbul 1995.
ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, (Mârifet Yayınları), İstanbul 1991.
, İbn Arabî, (TDV. Yay.), Ankara 1995.
, İslam Düşüncesinin Yapısı: Selef, Kelâm, Tasavvuf, Felsefe, Dergah
Yayınları, (2. Baskı), İstanbul 1985.
, İslam Açısından Mûsikî ve Semâ’, (Uludağ Yay.), Bursa 1992.
UNDERHILL, Eveleyn,
Mysticism, A Study in the Nature and Development of Man’s Spirutual
Consciousness, (Methuen & Co Ltd), London 1960.
UYGUR, Nermi, Dilin
Gücü, (Kabalcı Yayınevi), 4. Baskı, İstanbul 1994.
UYSAL, Muhittin, Tasavvuf
Kültüründe Hadis, (Yediveren Yay.) Konya 2001.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, İslam
Felsefesi, (Cem Yayınevi), 4. Baskı, İstanbul 1993.
WEBER, Alfred, Felsefe
Tarihi, çev. Vehbi Eralp, (Sosyal Yay.), İstanbul 1991.
VEKİL, Abdurrahman, Hazihi Hiye’s-Sûfiyye,
(Mektebetü’s-Sünneti’l-
Muhammediyye),
3. Baskı, Kahire 1955.
WİLCOX, Lynn, Sufısm
ve Psikoloji, çev. Orhan Düz, (İnsan Yay.), İstanbul 2003.
YAHYA, Osman, Müellefâtu
İbn ‘Arabî, Fransızca’dan çev. Ahmed Mahmud et- Tîb, (Dârü’l-Hidâye),
Kahire 1992.
YASA, Metin, İbn
Arabîve Spinoza’da Varlık, (Elis Yay.), Ankara 2003.
YETİK, Erhan, İsmail-i
Ankaravî: Hayatı Eserleri ve Tasavvuf Görüşleri, (İşâret Yay.), İstanbul
1992.
YILDIRIM, Ahmet, Tasavvufun
Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, (TDV. Yay.), Ankara 2000.
YILDIRIM, Kazım, Muhyiddin
İbnu’l-Arabi ve Sistemi: Gazali-Sühreverdi- Konevi ve Mevlânâ ile Mukayasesi,
(Basılmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul 1991.
YILMAZ, Hasan Kamil, Tasavvuf
ve Tarikatlar, (Ensar Neşriyat), 2. Baskı, İstanbul 1997.
, Tasavvufî Hadis Şerhleri ve Konevi ’nin Kırk Hadis Şerhi, (MÜ
İF. Yayınları), İstanbul 1990.
YILMAZ, Sevim, İbn
Atâullah ve el-Hikemü ’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvufı Açıdan
Değerlendirilmesi, (Basılmamış Y. Lisans Tezi), (AnkaraÜniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü), Ankara 2001.
YÖRÜKAN, Yusuf Ziya, Şihâbuddîn
Sühreverdî ve Nur Heykelleri, çev. A. Kamil Cihan, (İnsan Yay.), İstanbul
1998.
YUNUS EMRE, Dîvân, nşr. Mustafa Tatçı, (KB. Yay.), Ankara 1990.
YÜKSEL, Hasan Avni, Türk-İslam
Tasavvuf Geleneğinde Rüya, (MEB. Yay.), İstanbul 1996.
eZ-ZECCÂCÎ, Ebu’l-Kasım
Abdurrahman b. İshak, el-Cümel, thk. Muhammed İbn Ebi’ş-Şeneb,
(Librairie C. Klincksieck), Paris 1957.
ZERRÛK, Ebu’l-Abbâs
Ahmed b. Muhammed, Kavâidü’t-Tasavvuf, tsh. Muhammed Zehrâ en-Neccâr,
(Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye), Kahire 1968.
II. MAKALELER VE ANSİKLOPEDİ MADDELERİ
AFÎFÎ, Ebu’l-Alâ,
“İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye İsimli Eseri”, İslam Düşüncesi
Üzerine Makaleler içinde, çev. Ekrem Demirli, (İz Yay.), İstanbul 2000.
, “Müslümanların Logos/Kelime Nazariyeleri”, İslam Düşüncesi Üzerine
Makaleler içinde, çev: Ekrem Demirli, (İz Yay.), İstanbul 2000.
,“İbnü’l-Arabî’nin Sisteminde ‘Ayân-ı Sâbite’ ve Mu’tezile’deki
‘Mâ’dûmât’”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler içinde, çev: Ekrem
Demirli, (İz Yay.), İstanbul 2000.
___________ , “Melâmîlik,
Sûfîlik ve Ehl-i Fütüvvet”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler içinde,
çev: Ekrem Demirli, (İz Yay.), İstanbul 2000.
, “İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İslam
Düşüncesi Üzerine Makaleler içinde, çev. Ekrem Demirli, (İz Yay.) İstanbul,
2000.
, “İbnü’l-Arabî fî Dirâsetî”, Kitâbu’t-TizkârîMuhyiddin İbn Arabî, (Dârü’l-Kütübi’l-Arabî),
içinde, Kahire 1969. Eserin kısmî bir tercümesi: İbn Arabî Anısına
Makaleler, çev. Tahir Uluç, (İnsan Yay.), İstanbul 2002.
AKSU, Hüsameddin,
“Hurufilik” maddesi, DİA., c. 18, İstanbul 1998.
ALSTON, William P.
“Literal and Nonliteral in Reports of Mystical Experience”, Mysticism
andLanguage, ed. Steven T. Katz, (Oxford University Press), New York 1992.
ARMAĞAN, Mustafa,
“Izutsu’nun Semantik Çözümleme Yöntemi”, Gelenek ve Modernlik Arasında,
(İnsan Yay.), İstanbul 1995.
ATAKAY, Kemal, “Dante
ve Lirik Şiir Geleneği”, Cogito-Şiir, (Yapı Kredi Yay.), sayı: 38,
İstanbul 2004.
AUSTİN, Ralph, “Ibn
al-Arabi- Poet of Divine Realities”, Muhyiddin Ibn ‘Arabî, A Commemorative
Volume, ed. Stephen Hirtenstein-Michael Tiernan, (Element Books), Dorset
1993.
AUSTİN, Ralph, “The
Lady Nizam-An Image of Love and Knowledge”, Journal of The Muhyiddin Ibn
‘Arabî Society, v. VII, Oxford 1988.
AYDINLI, Osman,
“Mu’tezilî Anlayışta Zühd ve Takvâ Boyutu”, Tasavvuf, yıl: 4, sayı: 10,
Ocak-Haziran 2003.
BALTACI, Ahmet,
“İbnü’l-Arabî, Ebû Bekir” mad. DİA, c. XX.
BEDEVİ, Abdurrahman,
“Ebu Medyen ve İbn ‘Arabî”, Kitâbu’t-Tezkârî Muhyiddin İbn ‘Arabi
içinde, (Mektebetü’l-Arabiyye), Kahire 1969.
BEL, A., “Ebu Medyen”
mad. İA, c. IV.
BAYRAKTAR, Mehmet,
“İbn Arabi’de Oluş ve Varoluşsal Çeşitlenme”, AÜlFD., c. XXV, Ankara
1981.
“İbn Arabi’de Varlığın Birliğinin Onto-Linguistik Analizi”, AÜİF.
Dergisi, c. XXV, Ankara 1981.
BUCKE, Richard M.,
“Kendinin Bilincinden Kozmik Bilince”, Aydınlanma Nedir ?, ed. John
White, çev. Cengiz Erengil, (Ayna Yay.), İstanbul 2002.
BUMANN, Waltraud, “Dil
Felsefesi”, Doğan Özlem, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, çeviri ve derleme,
ss., 509-533, İkinci Baskı, (İnkılâp Kitabevi), İstanbul
1997.
BURNS, Gerald L.,
“Gazalî’nin Tasavvufî Hermenötiği”, çev. Turan Koç, İslâmî
Araştırmalar-Gazâlî Özel Sayısı, c. XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000.
CEBECİOĞLU, Ethem,
“Şemseddin-i Tebrizi’nin Bazı Kur’an Ayetlerine Getirdiği İşari Yorumlar II”, AÜİF.
Dergisi, c. XLI, Ankara 2000.
“Şemseddin-i Tebrizi’nin Kur’an-ı
Kerim Ayetlerine Getirdiği Bazı İşarî Yorumlar I”, AÜİF. Dergisi, c.
XXXIX, Ankara 1999.
“Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı
Tirmizi’nin Bazı Tasavvufî Kavramlara Getirdiği Metaforik Yaklaşımlar”, AÜİF.
Dergisi, c. XXXVIII, Ankara
1998.
“Some Reasons for the Inability
of Layman to Understand Sufism”, Tasavvuf , yıl:1, sayı:1, Ankara,
Ağustos, 1999.
CHITTICK, William C.,
“Two Chapters from The Futûhât al-Makkiyye”, Muhyiddin Ibn ‘Arabî, A
Commemorative Volume, ed. Stephen Hirtenstein-Michael Tiernan, (Element
Books), Dorset 1993.
, “Ibn ‘Arabi and His School”, Islamic Spirituality, Manifestations, ed.
Seyyid Hüseyin Hasr, (SCM Press), London 1991.
CLAUDE, Addas, “Abu
Madyan and Ibn ‘Arabî”, Muhyiddin Ibn ‘Arabî, A Commemorative Volume,
ed. Stephen Hirtenstein-Michael Tiernan, (Element Books), Dorset 1993.
ÇAKMAKLIOĞLU, M.
Mustafa, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayâl ve Düzeyleri”, Tasavvuf,
yıl: 4, sayı: 10, Ocak-Haziran 2003.
“Klasiklerimiz/X, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, Tasavvuf, yıl: 4,
sayı: 1, temmuz-aralık 2003.
ÇİÇEK, Hasan, “Kadîm
Üç Felsefe Problemi Bağlamında Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Metaforik Anlatım”, AÜİF.
Dergisi, (AÜ. Basımevi), c. XLIV, sayı: 1, Ankara 2003.
DEMİRCİ, Mehmet,
“Gazâlî’nin Şathiyelere Bakışı”, İslâmî Araştırmalar- Gazâli Özel Sayısı,
c. XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000.
,“Nûr-i Muhammedî”, DEÜİF. Dergisi, sayı: 1, İzmir 1983, ss.
239-258.
DINANI, Gholam
Hossein, “Mevlâna ve İbn Arabî’ye Göre Hayâl Âlemi”, çev.: Firdevs Pıshbın, Uluslararası
Mevlânâ Sempozyumu: Bildiriler, 15-17 Aralık 2000, ss., 509-517, (Kültür
Bakanlığı Yayınları), Ankara 2000.
DURUSOY, Ali, “Hayâl”
maddesi, DİA, c. XVII.
EBU ZEYD, Nasr Hamid,
“Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi Üzerine: İbn Arabi’de Dil, Varlık ve
Kur’an” Çev: Ömer Özsoy, İslamiyat, c. 2, s. 3, Ankara Temmuz-Eylül,
1999.
ELİADE, Mircea,
“Modern Dünyanın Mitleri”, çev. Sadık Kılıç, İslam’da Sembolik Dil,
(İnsan Yay.), İstanbul, 1995 içinde.
ERDEM, Hüsamettin,
“Gazzâlî’de Bilgi Meselesi”, İslamî Araştırmalar Gazâlî Özel Sayısı, c.
XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000.
ERNST, Carl W.,
“Mystical Language and The Teaching Context in The Early Lexicons of Sufism”, Mysticism
and Language, ed. Steven T. Katz, (Oxford University Press), New York 1992.
ERAYDIN, Selçuk,
“Fusûsü’l-Hikem’e Yapılan Bazı İtirazlar”, Fusûsü’l-Hikem AhmedAvni Konuk
Tercüme ve Şerhi IViçinde, (MÜİFV. Yay.), İstanbul 1992.
GALE, Richard M.
“Mysticism and Philosophy”, Contemporary Philosophy of Religion, Ed.,
Steven M. Cahn-David Shatz, (Oxford University Press), Oxford 1982.
GARDET, L., “Kalb”
mad., The Encyclopedia of Islam, (New Edition), (E. J. Brill), Leiden
1978.
GÖLPINARLI, Abdülbâkî,
“İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İÜİF. Mecmuası,
İstanbul Ekim 1949-Temmuz 1950, c. XI/1-4, sayı: 3.
GRIL, Denıs, “Adab and
Revelation or One of the Foundations of the Hermeneutics of Ibn Arabi”, Muhyiddin
Ibn ‘Arabî, A Commemorative Volume, ed. Stephen Hirtenstein-Michael
Tiernan, (Element Books), Dorset 1993.
GÜNDOĞDU, Cengiz,
“Mevlânâ’nın Şathiyye Türünde Yazdığı Bir Gazeli’nin Şerhi: Şerh-i Ebyât-ı
Celâleddîn-i Rûmî”, Tasavvuf, yıl: 3, sayı: 8, Ocak-Haziran 2002.
GÜNGÖR, Zülfikâr,
“Muhyiddin İbn Arabî Hakkında Louis Massignon’un Eleştirileri ve Veled Çelebi
(İzbudak)’nin Cevapları”, Tasavvuf, yıl: 4, s. 11, temmuz- aralık 2003.
GÜRER, Dilaver, “İbn
Arabî’de Lügat, Istılah ve Bâtın Anlamlarıyla Din Kavramı”, Mârife, yıl:
1, sayı: 3, kış 2002.
___________ “İbn
Arabi’de Dinlerin Aşkın Birliği ve İbadet Meselesi Üzerine Bir Değerlendirme”, Tasavvuf,
yıl: 1, sayı: 11, temmuz-aralık 2003.
___________ ,
“Klasiklerimiz/VII el-Fethu’r-Rahmânî ve’l-Feyzu’r-Rahmânî”, Tasavvuf,
yıl: 3, sayı: 8, ocak-haziran 2002.
HAKIM, Souad,
“Knowledge of God in Ibn ‘Arabî”, Muhyiddin Ibn ‘Arabî, A Commemorative
Volume, ed. Stephen Hirtenstein-Michael Tiernan, (Element Books), Dorset
1993.
HEPBURN, Ronald W.,
“Mysticism, Nature and Assessment Of’ mad. The Encyclopedia of Philosophy,
ed. Paul Edwards, (The Macmillan Company & The Free Press), New York 1967.
HİLMİ, Muhammed
Mustafa, “Künûz fî Rumûz”, Kitâbu ’t-Tizkârî Muhyiddin Ibn Arabî,
(Dârü’l-Kütübi’l-Arabî), içinde, Kahire 1969.
IZUTSU, Toshihiko,
“Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin Düşüncesinde ‘Mistisizm’ Ve ‘Çok-Anlamlılık’ Dilsel
Problemi”, İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev. Ramazan
Ertürk, (Anka Yay.), İstanbul 2001.
, “Ibn Al-‘Arabî” mad., The Encyclopedia of Religion, ed. Mircea
Eliade, (Macmillan Publishing), New York 1987.
, “Şebusterî’nin “Gülşen-i Râz” Adlı Eserinde Nur-Zulmet Paradoksu”, İslam
Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev. Ramazan Ertürk, (Anka Yay.),
İstanbul 2001.
JAMES, William, “A
Suggestion About Mysticism”, Collected Essays And Reviews, (Thoemmes
Press), Bristol 1994.
KARA, Mustafa, “İbn
Teymiyye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücûd’a Bakışı”, Ibn Teymiyye
Külliyyatı c. II içinde, 1987.
“Istılâhâtu’s-Sûfiyye” maddesi, DİA., c. XIX, İstanbul 1999.
, “İbn Atâullah el-İskenderî” mad., DİA., c. XIX, İstanbul 1999.
KATZ, Steven T.,
“Mystical Speech and Mystical Meaning”, Mysticism and Language, ed.
Steven T. Katz, (Oxford University Press), New York 1992.
KILIÇ, Mahmut Erol,
“Fusûsü’l-Hikem”, maddesi, DİA., c. XIII, İstanbul 1996.
, “İbnü’l-Arabî,
Muhyiddin”, maddesi, DÎA., c. XX, İstanbul 2000.
, “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye”,
maddesi, DÎA., c. 13, İstanbul, 1996.
, “Sûfî Şiirinin Poetikası”, Cogito-Şiir, (Yapı Kredi Yay.),
İstanbul 2004.
KILIÇ, Sadık, “Kabe’deki
Sembolizm Üzerine B:ir Deneme”, İslam ’da Sembolik Dil içinde, (İnsan
Yay.), İstanbul 1995.
, “Akıl İle Kalbin Uzlaşması”, İslam ’da Sembolik Dil içinde,
(İnsan Yay.), İstanbul 1995.
KÜÇÜK, Osman Nuri,
“Zaman Düşüncesinin Tasavvufî Açılımı”, Tasavvuf, yıl: 3, sayı: 9,
temmuz-aralık, Ankara 2002.
LANDAU, Rom, “The
Philosophy of Ibn ‘Arabî I”, The Muslim World, c. XLVII, no: 1, January
1957.
, “The Philosophy of Ibn ‘Arabî II”, The Muslim World, c. XLVII,
sayı: 2, April 1957.
LORY, Pierre, “The
Symbolism of Letters and Language in the Work of Ibn Arabi”, Journal of the
Muhyiddin Ibn Arabi Society, v. XXIII, Oxford 1998.
MACDONALD, D. B.,
“Ilham” mad., The Encyclopedia of Islam, (New Edition), (E. J. Brill),
Leiden 1986.
MAHMUD, Zeki Necib,
“Kelimât tahte Kelimât”, Kıyem mine ’t-Türas içinde, (Darü’ş-Şürûk),
Kahire 2000.
, “Tarikatü’r-Remz
inde İbn Arabi fi Dîvanı ‘Tercümâni’l- Eşvâk’”, Kıyem mine’t-Türas
içinde, (Darü’ş-Şürûk), Kahire 2000.
MATILAL, Bımal Krıshna
“Mysticism and Ineffability: Some Issues of Logic and Language”, Mysticism
and Language, ed. Steven T. Katz, (Oxford University Press), New York 1992.
MORRIS, J. Winston,
“How to Study the Futûhât: Ibn ‘Arabi’s Own Advice”, Muhyiddin Ibn ‘Arabî, A
Commemorative Volume, ed. Stephen Hirtenstein-Michael Tiernan, (Element
Books), Dorset 1993.
“Ibn ‘Arabî’s Rhetoric of
Realisation: Keys to Reading and “Translationg” the Meccan Illuminations
I”, Journal of the Muhyiddin Ibn Arabi Society, v. XXXIII, Oxford 2003.
“Ibn ‘Arabî’s Rhetoric of
Realisation: Keys to Reading and “Translationg” the Meccan Illuminations
II”, Journal of the Muhyiddin Ibn Arabi Society, v. XXXIV, Oxford 2003.
MURAT BAÇ-ITIR GÜNEŞ, “Sükût
ve Kelâm: Geçmişin ve Geleceğin Sessizlikleri İçin Görüngübilimsel
Önsöylemler”, Felsefe Tartışmaları, Vehbi Hacıkadiroğlu Armağanı, haz.
Doğan Özlem-Hayrettin Ökçesiz-Şükrü Argın, (Everest Yay.), İstanbul 2002.
NASR, Seyyid Hüseyin,
“Sûfîlikte Şiirden Hikayeye”, Tasavvufî Makaleler, çev. Sâdık Kılıç,
(İnsan Yay.), İstanbul 2002.
NETTLER, Ronald L.,
“The Figure and Truth of Abraham in Ibn Arabi’s Fusus al-Hikam”, Journal of
the Muhyiddin Ibn Arabi Society, v. XXIV, Oxford, 1998.
NlCHOLSON, Reynold A.,
“Tasavvufun Kaynağı ve Gelişimi Üzerine Tarihi Bir Araştırma”, Tasavvufun
Menşei Problemi, içinde, çev. Abdullah Kartal, (İz Yay.), İstanbul 2004.
ÖĞKE, Ahmet, “Bir
Tasavvuf Terimi Olarak Ricâlü’l-Gayb: İbnü’l-Arabî’nin Görüşleri”, Tasavvuf,
yıl: 2, sayı: 5, Ankara, Ocak 2001.
ÖZDEMlR, Mehmet, “İbn
Merdeniş”, mad., DİA., c. XX.
ÖZLEM, Doğan,
“Hermeneutik ve Şiir Sanatı”, Cogito-Şiir, (Yapı Kredi Yay.), İstanbul
2004, sayı: 38.
ÖZTÜRK, Mustafa,
“Tefsirde Zâhir-Bâtın Düalizmi ya da Tasavvufî Aşırı Yorum”, Islâmiyât,
cilt: 2, sayı: 3, Ankara, Temmuz-Eylül 1999.
, “Tefsirde Usûl(süzlük) Sorunu”, Islâmiyât, cilt: 6, sayı: 4,
ekim- aralık 2003.
PAÇACI, Mehmet,
“Çağdaş Dönemde Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?”, Islâmiyât, cilt:
6, sayı: 4, ekim-aralık 2003.
PEPİN, Jean, “Logos”, The
Encyclopedia of Religion, ed. Mircea Eliade, New York 1987, c. IX.
RİBOT, Theodere,
“Mistik Muhayyile” çev: M. Şekip Tunç, DlFM., sayı: XVII, yıl: 4, 1930.
ROBERTS, Elizabeth,
“Love and Knowledge”, Journal of the Muhyiddin Ibn Arabi Society, c.
VII, Oxford 1988.
ROSENTHAL, Franz, “Ibn
‘Arabî Between Philosophy and Mysticism”, ORIENS, Journal of The
International Society for Oriental Research, (E. J. Brill), Leiden 1988, c.
31.
SAYAR, Kemal,
“Geçmişin Bilgeliği Bugünün Psikoterapileriyle Buluşabilir mi?”, SûfîPsikolojisi,
haz.: Kemal Sayar, ss., 11-40, (İnsan Yayınları), İstanbul 2000.
SARUHAN, Müfit Selim,
“A Comparision of the Usage of Metaphor (İsti’are) in the Islamic Philosophers
and Mystics”, Tasavvuf, yıl: 1, s. 3, Ankara Nisan, 2000.
SCHİMMEL, “Dinde
Sembolün Fonksiyonu Nedir?”, AÜIF. Dergisi, c. 3, sayı: III-IV, Ankara
1954.
SEVİM, Seyfullah,
“Davud el-Kayserî’nin Vücûd Öğretisi”, Davud el-Kayserî’, Mukaddemat
içinde, (Kayseri Büyük Şehir Belediyesi Yayınları), Kayseri 1997.
SOBHANI, Tofıgh H.,
“Mesnevî’de Söz Söyleme Engelleri”, Uluslararası Mevlânâ Sempozyum:
Bildiriler, 15-17 Aralık 2000, ss., 137-142, (Kültür Bakanlığı Yayınları),
Ankara 2000.
SHAFİİ, Muhammed,
“Varoluşsal Vuslat: Benlikten Kurtuluş”, çev.: Nadir Denizli, Sûfî Psikolojisi,
haz.: Kemal Sayar, ss., 93-119, (İnsan Yayınları), İstanbul 2000.
ŞAHİN, Hasan, “Davud
el-Kayserî’ye Göre Allah’ın Kelâmı” Uluslararası Davud el-Kayserî
Sempozyumu, 24-26 Ekim 1997, Kayseri, 1997.
TAHRALI, Mustafa,
“Fusûsü’l-Hikem, Şerhi ve Vahdet-i Vücûd ile Alâkalı Bazı Meseleler”, Fusûsü
’l-Hikem Ahmed Avni Konuk Tercüme ve Şerhi I içinde, (MÜİFV. Yay). 3.
Baskı, İstanbul 1999.
“Fusûsü’l-Hikemde Tezadlı
İfadeler ve Vahdet-i Vücûd”, Fusûsü’l-Hikem Ahmed Avni Konuk Tercüme ve
Şerhi II içinde, (MÜİFV. Yay.), İstanbul 1997.
“Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, Fusûsü ’l-Hikem Ahmed Avni Konuk
Tercüme ve Şerhi III içinde, (MÜİFV. Yay)., İstanbul 1990.
“The Polarity of Expression in the Fusûs al-Hikam”, Muhyiddin Ibn
‘Arabî, A Commemorative Volume, ed. Stephen Hirtenstein-Michael Tiernan,
(Element Books), Dorset 1993.
TATÇI, Mustafa,
“Tasavvuf Edebiyatında Şathiyyâtı Sûfiyâne Geleneği”, Türk Kültürü,
Temmuz 1985, yıl: XXIV, sayı: 267.
,“Ledünnî Şiirde Şatah Problemine Dair Notlar”, Türk Kültürü, Temmuz
1985, yıl: XXIV, sayı: 267.
ULUÇ, Tahir,
“Abdülvahhâb eş-Şa’rânî ve el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir
Adlı Eseri”, Tasavvuf, yıl: 3, s. 9, temmuz-aralık 2002.
ULUDAĞ, “Hallâc-ı
Mansûr” maddesi, DlA., İstanbul 1997, c. XV.
, “Arbede” maddesi DlA, İstanbul 1991, c. III.
,“Âyân-ı Sâbite” mad. DlA, İstanbul 1991, c. IV.
, “Tasavvuf Karşıtı Akımlar ve İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Felsefesi”, Islâmiyât,
Tasavvuf Özel Sayısı, cilt: 2, sayı: 3, Ankara temmuz- eylül 1999.
ULUDAĞ, Süleyman-OCAK,
Ahmet Yaşar, “Fütüvvet” mad., DlA, İstanbul 1996, c. XIII., ss. 259-263.
UNDERHİLL, Evelyn,
“Bütünlenmiş Yaşam”, Aydınlanma Nedir ?, ed. John White, çev. Cengiz
Erengil, (Ayna Yay.), İstanbul 2002.
WATS, Alan W., “Bu
O’dur”, Aydınlanma Nedir ?, ed. John White, çev. Cengiz Erengil, (Ayna
Yay.), İstanbul 2002.
WEİL, Simon, “Okuma
Kuramı Üzerine Bir Deneme” çev. S. Öncü, Felsefe Tartışmaları II. Kitap,
İstanbul 1992.
YAHYA, Osman İsmail,
“Nusûsun Târîhiyyetün Hâssaten bi Nazariyyeti’t- Tevhid”, el-Kitâbu’t-Tizkârî
Muhyiddin İbn Arabi, içinde, (Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî), Kahire 1969.
YAVUZ, Yusuf Şevki,
“İlham” mad. DİA., İstanbul 2000, c. XXII.
YAZICI, Tahsin ,
“Ebu Medyen” mad., DİA, c. X.
, “Şatah” maddesi, İA, (MEB. Yay.), İstanbul 1979, c. XI.
YETKİN, Saffet
Kemalüddin, “Muhyiddin Arabi ve Tasavvuf’, AÜİF. Dergisi, c. I, s. I,
Ankara 1952.
660 Eliade, İmgeler Simgeler, s.
XXIX, XXX.
[2] Weil, Simon, “Okuma Kuramı Üzerine Bir Deneme” çev. S.
Öncü, Felsefe Tartışmaları II. Kitap, İstanbul 1992, s.
149.
[3] Emile, Boutroux,
Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında, çev. Hilmi Ziya
Ülken, (MEB. Yay.), Ankara 1947, s. 177, 178.
[4] Weil, “Okuma Kuramı” Felsefe
Tartışmalar, ıs. 149. Duyumlar esnasında ilk olarak hissedilen infial
ile bunların algılanıp yorumlanması duyu ve algı kavramlarıyla
karşılanmaktadır. Duyu, ilk izlenimi vermekte ve ham bir veri olmaktan ileri
gidememektedir. Dolayısıyla suje bunları yorumlayarak algı düzeyine
getirmektedir. Ancak algı, duyu organlarına dışardan yapılan müdahaleler ve subjektif
sapmalardan dolayı objeyi hakkıyla temsil edememektedir. Bkz., Filiz, Mistik
Bilgi, s. 173.
[5] İbnü’l-Arabi, Kitâbü’l-Mesail,
(Resâil), s. 383; Sevim, İslam Düşüncesinde Marifet,
s.145.
[6] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 251.
[7] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c.II, s. 155.
[8] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 160; Ebuzeyd, Felsefetü’t-Te’vil, s.
264.
[9] Iqbal, The
Reconstruction, s. 20, 21.
[10] Sâre bint
Abdulmuhsin, Nazariyyetü’l-İttisâl inde’s-Sûfyye fîDav’il İslam,
(Dârü’l-Menâr), Cidde, 1991, s. 214; eş-Şutûrî, İtticâhü’l-Edeb,
s. 458.
[11] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 62.
[12] Bkz., Hatib
Bağdâdî, Ebubekir Ahmed b. Ali, Târîhu Bağdâd, nşr. Muhammed Emin
el- Hânecî, (Mektebetü’l-Hânecî), Kahire 1931, c. VIII, s. 121.
[13] Meselâ bkz. Serrâc,
el-Lumâ’, s. 478 ve devamı.
[14] Sâre, Nazariyyetü’l-İttisâl,
s. 215.
[15] Sâre, Nazariyyetü’l-İttisâl,
s. 215, 217
[16] Nifferî, Mevâkıf
s. 60.
[17] age.,
s. 98.
[18] Şâ’rânî, Yevakıt
ve’l-Cevâhir, c. I, s. 17.
[19] Bkz., Kuşeyri, Risale,
s. 333.
[20] Gazâlî, Munkız,
s. 62.
[21] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Fenâfi’l-Müşâhede,
(Resâil), s. 6.
[22] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Mevakiu’n-Nücûm, s. 149.
[23] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. VI, s. 361.
[24] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Kitâbu’l-Hucub (Mecmû’ur-Resâil), s. 48.
[25] age.,
s. 49.
[26] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Fenâ,
(Resâil), s. 7.
[27] İbn Seb’in’in
hayatı ve tasavvufî görüşleri hakkında bkz. Taftazânî, Ebu’l-Vefâ el-Guneymî, İbn
Seb’în ve Tasavvufuhu, (Dârü’l-Kitâbi’l-Lübnânî), Beyrut 1973.
[28] eş-Şutûrî, İtticâhü’l-Edeb,
s. 477.
[29] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 38.
[30] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 325.
[31] Bkz., James,
William, The Varieties of Religious Experience, A Study in Human Nature (The
Modern Library), New York 1929, s. 371; Sells, Mystical Languages of
Unsaying, s. 2, 3; Katz, Steven T., “Mystical Speech and Mystical
Meaning”, Mysticism and Language, ed. Steven T. Katz, (Oxford
University Press), New York 1992, s. 3; Matılal, Bımal Krıshna “Mysticism and
Ineffability: Some Issues of Logic and Language”, Mysticism and Language,
s. 143, 144; Stace, W. T., Mysticism and Philosophy, (The
Macmillan Press), London 1973, s. 277, 278; Bu son eserinin Türkçe ve Arapça
çevirileri için bkz., Mistisizm ve Felsefe, çev. Abdüllatif
Tüzer, (İnsan Yay.), İstanbul, 2004; et-Tasavvuf ve’l-Felsefe,
çev. İmâm Abdulfettâh, (Mektebetü’l-Medbûlî), Kahire 1997
[32] Alston, William P.
“Literal and Nonliteral in Reports of Mystical Experience”, Mysticism and
Language, s. 82.
[33] Stace, Mysticism
and Philosophy, s. 281.
[34] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 293, 294.
[35] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. VI, s. 229.
[36] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 229.
[37] Bkz., Huxley,
Aldous, Algı Kalıpları, çev. Mehmet Fehmi İmre, (İmge Yay.),
Ankara 2003, s. 63.
[38] White, John, Aydınlanma
Nedir ?, ed. John White, çev. Cengiz Erengil, (Ayna Yay.), İstanbul
2002, s. 20.
[39] Bkz., Izutsu,
Toshihiko, “Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin Düşüncesinde ‘Mistisizm’ Ve ‘Çok-
Anlamlılık’ Dilsel Problemi”, İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler,
çev. Ramazan Ertürk, (Anka Yay.), İstanbul 2001, s. 116.
[40] Bkz., Wilcox,
Lynn, Sufism ve Psikoloji, çev. Orhan Düz, (İnsan Yay.), İstanbul
2003, s. 131. Dilin işaret, sembol ya da göstergelerden oluşan bir sistem oluşu
hakkında bkz., De Saussure, Ferdinand, Genel Dilbilim Dersleri,
çev. Berke Vardar, (Multilingual Yay.), İstanbul 1998, s. 46, s. 108 ve devamı;
Palmer, Frank Robert, Semantik, Yeni Bir Anlambilim Projesi, çev.
Ramazan Ertürk, (Kitâbiyât Yay.), Ankara 2001, s. 16, 39.
[41] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. VI, s. 230.
[42] Bkz., age.,
c. VI, s. 229.
[43] Bkz., Bergson, Ahlak
İle Dinin İki Kaynağı, çev. Mehmet Karasan, (MEB: Yay.), Ankara 1949,
s. 340, 341; Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye, s. 247.
[44] Bergson, Ahlak
İle Dinin İki Kaynağı, s. 341.
[45] Afîfî, Tasavvuf,
s. 212.
[46] Nicholson, fi’t-Tasavvufî’l-İslami,
s. 96.
[47] İslam
düşüncesinde mûsıkî ve semâ’ hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Uludağ,
Süleyman, İslam Açısından Mûsıkî ve Semâ’, (Uludağ Yay.),
Bursa 1992; Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam Sanatı veMânevîyatı, çev.
Ahmet Demirhan, (İnsan Yay.), İstanbul 1992, ss. 193-219.
[48] Afîfî, Tasavvuf, s. 212.
[49] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 248, 70 numaralı dipnot.
[50] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.),
c. VI, s. 150; a. mlf., İnşâu’d-Devâir, (KSDIA.), s. 35.
[51] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. IV, s. 171.
[52] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 117.
[53] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (thk.), c. III, s. 301, 302.
[54] Stace, Mysticism
andPhilosophy, s. 285, 286; Gale, Richard M. “Mysticism and
Philosophy”, Contemporary Philosophy of Religion, Ed., Steven M.
Cahn-David Shatz, (Oxford University Press), Oxford 1982, s. 113, 114.
[55] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. IV, s. 175.
[56] age.,
c. IV, s. 171.
[57] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 175, 176.
[58] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 143, 144.
[59] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Meşâhidü Esrâri’l-Kutsiyye, Süleymâniye Ktp., Es’ad
Efendi, No: 3633, v. 82 a, 83 b; A. mlf., Tedbîrât, (KSDIA.), s.
216.
[60] Bkz., Stace, Mysticism
and Philosophy, s. 297; Gale, “Mysticism and Philosophy”, Contemporary
Philosophy of Religion, s. 114.
[61] Bkz., Stace, Mysticism
and Philosophy, s. 305.
[62] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. V, s. 316; c. VI, s. 150; c.
VII, s. 282; A. mlf., Kitabu’l- Kütüb (Resâil), s. 374.
[63] Ebu’l-Abbas
es-Seyyârî’nin bu sözü için bkz., Kuşeyrî, Risâle, s. 80.
[64] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. V, s. 316.
[65] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Futûhât (thk.), c. IV, s. 91.
[66] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Celâl ve’l-C'emâl, (Resâil), s. 14;
Palacios, İbn Arabî, s. 218, 219.
[67] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Kitâbu’l-Celâl ve’l-Cemâl, (Resâil), s. 14.
[68] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 256.
[69] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Celâl ve’l-Cemâl, (Resâil), s. 15; A.
mlf., Fütûhât (byr.), c. IV, s. 256.
[70] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 255.
[71] İbnü’l-Arabi, Mevâkiu’n-Nücûm,
s. 33.
[72] Palacios, İbn
Arabî, s. 219.
[73] İbnü’l-Arabî’nin hakikat
diyarı hakkındaki açıklamaları hakkında bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 257 ve devamı; Hakim, Mu’cem, ss.
69-72.
[74] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 259.
[75] Aynı yer.
[76] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 393, 394.
[77] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. I, s. 328; c. IV, s. 108, 109; A. mlf., Risâletü’l-Envâr
(Resâil), s. 152.
[78] Sûfîlerden bu
zümreyi Allah (cc.) çok sevdiği ve kıskandığı için halka açıklamaz. Tıpkı
gerdek gecesi gelini damattan başkası göremediği gibi Allah âşıkı bu velîleri
de Hakk’dan başkası göremez. Bu sebeple onlara arâisullâh denilmiştir.
Bkz., Cebecioğlu, TTDS., s. 117.
[79] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Futûhât (thk.), c. II, s. 144.
[80] age.,
c. IV, s. 88, 89; (byr.), c. IV, s. 226, 227.
[81] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Futûhât (thk.), c. IV, s. 92.
[82] age.,
c. IV, s. 93.
[83] age.,
c. IV, s. 93, 94.
[84] age.,
c. IV, s. 107, 108.
[85] age.,
c. IV, s. 111; A. mlf., Risâletü’l-Envâr, (Resâil), s. 152.
[86] Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 116.
[87] Bkz., Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık, s. 41.
[88] Lafız-mânâ ilişkisi ve dilin delaleti
konusundaki geleneksel bu yaklaşımlar hakkında bkz. Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 116, 117; Câbîrî, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s.
53 ve devamı; Şâbân, Zeküyyiddin, İslam Hukuk ilminin Esasları,
çev. İ. Kâfî Dönmez, (TDV. Yay.), Ankara 2001, s. 311 ve devamı; Görmez,
Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji
Sorunu, (TDV. Yay.), Ankara 2000, s. 147 ve devamı; Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık , s. 42 ve devamı.
[89] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. II, s. 66.
[90] age.,
c. II, s., 66, 67.
[91] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. III, s. 459.
[92] Bkz., Mevlâna,
Celâleddin-i Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, çev., Ahmed Avni Konuk, haz.,
Selçuk Eraydın, (İz Yay.), İstanbul 2003, s. 225.
[93] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. I, s., 288.
[94] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. VI, s. 247.
[95] age.,
c. VI, s. 275.
[96] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. VI, s. 361, 362; (byr.), c. VI, s. 119.
[97] Bkz., Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vil,
ss. 315-317.
[98] Aksan, Anlambilim,
s. 71; Şimşek, Arap Dilinde Çok Anlamlılık, s. 171, 172.
[99] Özlem, Doğan,
“Hermeneutik ve Şiir Sanatı”, Cogito-Şiir, (Yapı Kredi Yay.),
İstanbul 2004, sayı: 38, s. 148, 149.
[100] Aksan, Ana
Çizgileriyle Anlam Bilimi, s. 123; A. mlf., Anlambilim,
s. 46; A. mlf., Her Yönüyle Dil, c. III, ss. 190-192; Palmer,
Frank Robert, Semantik, Yeni Bir Anlambilim Projesi, çev. Ramazan
Ertürk, (Kitâbiyât), Ankara 2001, ss. 82-89; Altınörs, Atakan, Dil
Felsefesi Sözlüğü, (Paradigma Yay.), İstanbul 2000, s. 18; Koç,
Nurettin, Açıklamalı Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü, (İnkılap
Kitabevi), İstanbul 1992, s. 71, 72; Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe
Sözlüğü, (Remzi Kitabevi), İstanbul 1996, s. 51; Akarsu, Felsefe
Terimleri Sözlüğü, s. 73.
[101] Bkz., Izutsu,
Toshihiko, “Aynü’l-Kudât Hemedanî’nin Düşüncesinde ‘Mistisizm’ ve ‘Çok-
Anlamlılık’ Dilsel Problemi”, İMDÜM., s. 120, 121.
[102] agm.,
s. 123, 124.
[103] Bkz., Cevizci,
Ahmet, Felsefe Sözlüğü, (Ekin Yay.), Ankara 1996, s. 119; Özcan,
Zeki, Teolojik Hermenötik, (Alfa Yay.), İstanbul 1998; s. 176.
[104] Bu iki dilbilim
kavramından semantik, dilin, işaretin (sözcük) gösterdiği nesneyle olan
ilişkisine dayanan boyutunu ifade ederken sentaktik ise işaretin, tüm sistemle,
yâni dille olan ilişkisine dayan boyutunu gösterir. Bkz., Buman, Waltraud, “Dil
Felsefesi”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri içerisinde, derleyen
ve çeviren: Doğan Özlem, (İnkılap Kitabevi), İstanbul 1997, s. 517; Altınörs, Dil
Felsefesi Sözlüğü, s. 7, 24.
[105] Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık, s. 176.
[106] Bkz., Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık, s. 46.
[107] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 69.
[108] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 208.
[109] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 438.
[110] Bu hususta ayrıntılı
bilgi için bkz., Şimşek, Arap Dilinde Çok Anlamlılık, s. 177 ve
devamı.
[111] Bir kelime
kullanıldığı anlam îtibârıyla ele alındığında karşımıza üç durum çıkmaktadır:
Hakîkat, mecâz ve kinaye. Kelime kendi vazî anlamında kullanılıyorsa hakikat,
bu anlamın dışında başka anlamlar için kullanılıyorsa mecâz, her iki anlam
birden kullanılır ve kastedilirse kinaye söz kosu olur. Bkz. Tehânevî, Keşşâf,
c. II, s. 1284; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 103, 201, 216; Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık, s. 189, 268 ve devamı.
[112] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 155, 156.
[113] age.,
c. VII, s. 155.
[114] Chittick, Hayâl
Alemleri, s., 69.
[115] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 38.
[116] Bkz., Esmail, Aziz, The
Poetics of Religious Experience, The Islamic Context, (The Institute of
Ismaili Studies), London 1998, s. 22.
[117] Ateş, hava, toprak ve
sudan oluşan bu dört unsurun insandaki varlığını İbnü’l-Arabî ayetlere
dayanarak açıklar: “O, sizi topraktan yaratandır...” Mü’min 40/67 ayeti toprağa
işaret etmektedir. “Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir özden
yarattık.” Mü’minûn 23/12 ayeti suya işaret etmektedir. Çünkü bu aşamada
toprağa su eklenmiştir. “Andolsun biz insanı yıllanmış bir çamurdan, bir
balçıktan yarattık.” Hıcr 15/26 ayeti havaya işaret etmektedir. Çünkü bu
aşamada toprak ile suyun karışımına hava eklenmiştir. “Allah, insanı pişmiş
çamurdan yarattı” Rahman 55/14 ayeti ise ateşe işaret etmektedir. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Tedbîrat, (KSDIA.), s. 108, 109.
[118] age.,
s. 109.
[119] Konuk, Ahmed Avni, Tedbîrat-ı
İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, Haz.: Mustafa Tahralı, (İz Yayıncılık),
İstanbul 1992, s. 35.
[120] İbnü’l-Arabî, bu
konuda Kur’an’da geçen şu ayetleri örnek verir: “Baş ihtiyar olarak alevlendi”
Meryem 19/4, ayetinde saçların ağarması ateşin alevlenmesine benzetilmiştir.
“İnkarcıların amelleri çöllerdeki serap gibidir, susayan kimse onu su
zanneder.” Nur 24/39 ayetinde inkarcıların amelleri sonuç vermeme açısından
seraba benzetilmiştir. “İnkarcıların amelleri fırtınalı günde külün rüzgar ile
savrulmasına benzer...” İbrahim 14/18 ayetinde inkarcıların amelleri hiçbir
eseri kalmaması açısından rüzgarda savrulan küle benzetilmiştir... Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Tedbîrât, (KSDIA.), s. 109, 110; Konuk, Tedbîrat
Şerhi, s. 37, 38.
[121] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 110; Konuk, Tedbîrat Şerhi, s. 38.
[122] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 110, 111; Konuk, Tedbîrat Şerhi, s. 39.
[123] Bkz., Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık, s. 317.
[124] Hadislerdeki
muhtelif şart, istisna edatları ya da zamirlerden kaynaklanan farklı yorumlar
ve hadislerdeki delâlet problemi hakkında bkz., Görmez, Sünnet ve Hadisin
Anlaşılması, s. 160-161. Zamirlerin merciine binâen bazı ayetler de
farklı farklı yorumlanmıştır. Bu husuta meselâ bkz. Cerrahoğlu, İsmail Tefsir
Usûlü, (TDV. Yay.), Ankara 1997, s. 182.
[125] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 452.
[126] Bkz., Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vil,
ss. 341-349.
[127] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 453.
[128] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV, s. 278, 279.
[129] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV., s. 279.
[130] Bkz. Kuşeyrî, Risale,
s. 343, 344.
[131] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV., s. 279.
[132] Istılahlaştırmanın
benzer tanımları için bkz., Cürcânî, Ta’rîfât, s. 44; Azzâm, Mustalahu’s-
Sûfî, s. 123.
[133] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 126.
[134] Bkz., Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 73; Öner, Necati, Klasik Mantık, (Bilim Yay.), Ankara 1996, s.
27; Aksan, Her Yönüyle Dil, c. III, ss. 151-153; Cevizci, Ahmet, Felsefe
Sözlüğü, (Ekin Yay.), Ankara 1996, s. 303; Akarsu, Felsefe
Terimleri Sözlüğü, s. 114
[135] Topçu, Bergson, s.
79.
[136] age.,
s. 85.
[137] age.,
s. 86.
[138] Topçu, Bergson,
s. 86. Filozofların kullanmış olduğu metaforlar hakkında bkz. Keklik, Felsefede
Metafor, s. 12 ve devamı; A. mlf. Felsefenin Tekniği, s.
132 ve devamı.
[139] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 147.
[140] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 275.
[141] Topçu, Bergson, s.
94, 95.
[142] Wats, Alan W., “Bu
O’dur”, Aydınlanma Nedir ?, ed. John White, çev. Cengiz Erengil,
(Ayna Yay.), s. 47.
[143] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 276, 277.
[144] Bkz., Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 10. (Tâhâ Abdurrahmân’ın takdimi.)
[145] Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 60.
[146] Azzâm, Mustalahu’s-Süfi,
s. 13, 147, 148. Meşhur bir çok tasavvufî ıstılâhın Kur’an kaynaklı olduğu
hususunda ayrıntılı bilgi için bkz., Massignon, Essay, s. 35 ve
devamı.
[147] Rosenthal, Franz,
“Ibn ‘Arabî Between Philosophy and Mysticism”, ORIENS, c. 31, s.
34; Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî, s. 65.
[148] İbnü’l-Arabî Fütûhât’ında,
Hakim Tirmizî’nin, nübüvvet ve velayet konularını etraflı bir şekilde ele
aldığı Hatmü ’l-Evliya ’sındaki yüz elli beş soruya ayrıntılı bir
şekilde cevap vermiştir.
Bkz., İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. III, ss. 61-207. İbnü’l-Arabî, akıl ve nazar yoluyla değil
ancak zevkan bilenlerin cevap verebileceğini söylediği (bkz. age.,
s. 61.) bu sorulara ayrıca el- Cevâbü ’l-Müstekim ammâ Seele anhü ’t-Tirmizî
el-Hakîm isimli eserinde daha ayrıntılı bir cevap vermiştir. Bu eser
hakkında bkz. Yahya, Müellefât, ss. 279-281. Tirmizî’nin Hatmu
’l-Evliyâ ’sını neşreden OsmanYahya ilgili bölümde İbnü’l-Arabî’nin hem Fütûhât’ta
hem de el-Cevâbü’l- Müstekîm’de bu sorulara verdiği cevaplara yer
vermiştir. Bkz. Tirmizî, Ali b. Hüseyin el-Hakim, Kitabu Hatmi’l-Evliya,
thk.. Osman Yahya, (Matbaatu’l-Katolikiyye) Beyrut 1965, ss. 147-327.
1487
Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’t-Tecelliyât (Resâil),
428, 429; Hakim, Müvellidü Lügat, s. 42, 43.
[151] Chittick, “Ibn
‘Arabî and His School”, ISM., s. 57; Nasr, ThreeMuslim
Sages, s. 101.
[152] Chittick, “Ibn
‘Arabî and His School”, ISM., s. 57
[153] Afîfi,
“İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İDÜM., s.
213, 214.
[154] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 157.
[155] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 158.
[156] Bu eserinde
Kuşeyrî, meselâ Arapça dilbilgisi kuralları ile ilgili olan “bedel” kavramından
hareketle şu tasavvufî hakikatleri açıklar: “Bedel” dört çeşittir: 1-“Bedelü’l
küll mine’l-küll”: Bu, ariflerin “bedel” olmasıdır. Zîrâ onlar, kuşatıcılık ve
külliyyet kendisi için olan Hakk Teâlâ uğruna her şeyi terkederler. Dolayısıyla
onların birer halife olarak Hakk Teâlâ’yâ niyâbet etmeleri, O’na bedel olmaları
“küll mine’l-küll” şeklinde olur. 2-“Bedelü’l-ba’d”: Abidlerin bedelidir. Zirâ
onlar, ma’siyet yerine tââtı, lezzetler ve şehvetler yerine de mücâhedeyi
koyarlar. 3-“Bedelü’l-İştimâl”: Amelleri korku ve ümite dayanan kişilerin
bedelidir. Korktuklarından emin olurlar, ümît ettiklerine de kavuşurlar.
4-“Bedelü’l-galat”: Huzurdan kovulmuş olanların, zalimlerin bedelidir. Bkz.,
Kuşeyrî, en-Nahvu’l-Müevvel, Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi,
no: 2040, v. 71a, 72b.
[157] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 160.
[158] Bkz., Hakim, Müvellidü
Lügât, s. 35.
[159] Bkz., İbnü’l-Arabî,
İnşâü’d-Devâir, (KSDIA.), s. 51, 52, 55; A. mlf., Kitâbu’l-Mesâil
(Resâil), s. 385; Hakim, Mu’cem, s. 813.
[160] Bkz., İbnü’l-Arabî, İnşâü’d-Devâir,
(KSDIA.), s. 51.
[161] Bkz., Hakim, Mu’cem,
s. 814, 815; Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî, s. 204, 205.
[162] Afîfî bazı çalışmalarında
İbnü’l-Arabî’nin, kendisinden önceki büyük sûfîlerin yanısıra, Yeni
Eflatunculuk ve Hermetik kültür gibi farklı bir çok kaynağından bahseder.
Meselâ bkz. Afifi, Mystical Philosohy s. 174 ve devamı; A. mlf.,
“Müslümanların Logos Nazariyeleri”, İDÜM., s. 98 ve devamı: A.
mlf., “Hermetik Literatürün İslam Düşüncesi Üzerindeki Tesiri”, İDÜM.,
s. 123 ve devamı; A. mlf., “İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”,
İDÜM., s. 213 ve devamı.
[163] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 100, 101.
[164] Bkz., Güngör,
Zülfikar, “İbn Arabi Hakkında Louis Massignon’un Eleştirileri”, Tasavvuf,
s.
380.
[165] Hakim, Müvellidü
Lügât, s. 70, 71.
[166] Mesela, küllî
merâtibin, hakikatü’l-vücûd ya da hakikatü’l-hakâik’in farklı veçhelerine
binaen farklı isimler alması hakkında bkz., Kayseri, Matlau’Husûsi’l-Kelim,
ss., 25-27.
[167] age.,
s. 103, 104.
[168] Bkz. İbnü’l-Arabî, Ukletü’l-Müstevfiz
(KSDIA.), s. 52; A. mlf., Fusûs, s. 63; A. mlf., Ankâu
Muğrib, s. 47; A. mlf., Tenbîhât, s. 27, 57, 59; A. mlf.,
Kitâbu’l-Mesâil (Resâil), s. 385; Afifi, “Müslümanların Logos
Nazariyeleri”, İDÜM., s. 78, 79.
[169] Bkz., İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 121, 122.
[170] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 203.
[171] Bkz., ez-Zerrûk,
Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed, Kavâidü’t-Tasavvuf, tsh. Muhammed
Zehrâ en-Neccâr, (Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye), Kahire 1968, s. 7.
[172] Afifi,
“Müslümanların Logos Nazariyeleri”, İDÜM., ss. 78-80.
[173] agm.,
s. 78.
[174] Hakim, Mu’cem, s.
158.
[175] age.,
s. 159.
[176] İbn Sinâ’ya göre
Vâcibu’l-Vücûd, var olmamasının düşünülmesinden çelişki doğan varlıktır.
Kısacası var olup, yokluğu düşünülemeyen varlığa Vacibu’l-Vücûd denir. Bkz.,
Atay, Hüseyin, İbn Sina’da VarlıkNazariyesi, (Gelişim Matbaası),
Ankara 1983, s. 158 ve devamı.
[177] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütuhât (thk), c. III, s. 199, 220; c. V, s. 156,
157, 166, 168, 343; (byr), c. IV, s. 204, 205; c. VI, s. 151; A.
mlf., Risâletün fi Süâli İbn Sevdekîn, (Resâil Haydarâbâd),
içinde, s. 1.
[178] Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 61.
[179] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 104.
[180] Hakim, Mu’cem, s.
13, 14.
[181] age.,
s. 14. Tasavvufî ıstılâhât ve orijini hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.,
Massignon, Essay, s. 34 ve devamı; Ernst, Carl W., “Mystical
Language and The Teaching Context in The Early Lexicons of Sufism”, Mysticism
and Language, ss. 181-201.
[182] Hakim, Mu’cem,
s. 15, 16.
[183] Bkz., Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 47; A. mlf., “İbnü’l-Arabi’nin Sisteminde “Âyân-ı
Sabite” ve Mu’tezile’deki “Ma’dûmât”’, İDÜM., s. 259; Hakim, Mu’cem,
s. 831; Uludağ, “Âyân-ı Sâbite” mad. DİA, İstanbul 1991, c. IV,
s. 198.
[184] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 76; Hakim, Mu’cem, s. 831.
[185] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 47.
[186] Bkz., İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 44.
[187] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 83.
[188] age.,
s. 130.
[189] Bkz., Izutsu, Sufism
and Taoism, s. 159.
[190] Izutsu, Sufism
and Taoism, s. 160.
[191] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 47; A. mlf., “İbnü’l-Arabi’nin Sisteminde Âyân-ı
Sabite”, İDÜM, s. 260.
[192] agm.,
s. 270.
[193] Bkz., Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 245.
[194] Afîfî,
Mu’tezile’nin mâ’dûmât nazariyesinin genel hatlarını şu şekilde
belirlemeye çalışır: 1. Mâ’dum, “şey”dir; yâni, varlığı henüz tahakkuk etmemiş
olan, haricî âlemin dışında başka bir âlemde varlığı olan mâkul bir şeydir. 2.
Mâdum, zât, hakikat ve mahiyettir. Allah, onun zâtını yaratmaz, sadece bu
zâtlara varlık bahşeder. 3. Mâ’dumlar, kâdimdir, ezelîdir, sürekli olarak
bâkîdirler ve nihayetleri yoktur. 4. Mâdumların zâtî sıfatları, hâricî
varlıklarından önce vardır. Varlıklarına tâbî olan sıfatlar ise, arazları kabul
etmeleri ve yer kaplamalarıdır. Bkz., Afîfî, “İbnü’l-Arabi’nin Sisteminde
Âyân-ı Sabite”, İDÜM., s. 262, 263.
[195] Bkz., Izutsu, Sufism
and Taoism, s. 161.
[196] Afîfî,
“İbnü’l-Arabi’nin Sisteminde Âyân-ı Sabite”, İDÜM., s. 260
[197] Hakim, Müvellidü
Lügât, s.70, 71; A. mlf., Mu’cem, s. 17.
[198] Hakim, Mu’cem,
s. 20.
[199] Bu ıstılahlar için
meselâ bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 113, 121, 125, 192, 225,
226; Hakim, Mu’cem, s. 87 ve devamı.
[200] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 210.
[201] age.,
c. VII, s. 409.
[202] Hakim, Mu’cem, s.
87, 88.
[203] Esmail, The
Poetics of Religious Experience, s. 27.
[204] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 113. Eserlerinde sıkça zikrettiği bu hadisi İbnü’l-Arabî ayrıca, tasavvufa
temel olabilecek 101 hadisi derlediği Mişkâtü’l-Envâr isimli eserine de
almıştır. Bkz., İbnü’l-Arabî, Mişkatü’l-Envâr fî mâ Ruviye ani’llâhi
Sübhânehû mine’l-Ahbâr, nşr., Ebubekir Mahyûn, (Mektebetü’l-Kahire,
Kahire 1999, 18, 19. Eserin tercümesi için bkz., Nurlar Hazinesi, çev.
Mehmet Demirci, (İz Yay.), İstanbul 2001.
[205] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 192; Hakim, Mu’cem, s. 88.
[206] Bkz., İbnü’l-Arabi, Fusûs,
s. 192.
[207] Bkz. İbnü’l-Arabi, Fusûs,
s. 192; Hakim, Mu’cem, s. 90.
[208] Hakim, Suâd, Mu’cem,
s. 88.
[209] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 113, 121, 225,
[210] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 226.
[211] j
Aynı yer.
[212] Bkz., Hakim, Mu’cem,
s. 88.
[213] Bkz, İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 113.
[214] Chittick, Varolmanın
Boyutları, s. 125.
[215] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 113.
[216] Hakim, Mu’cem,
s. 88.
[217] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Zehâirü’l-A’lâk Şerhu Tercümâni’l-Eşvak, hz. Halil İmran Mansur,
(Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut 2000, s. 35, 36.
[218] Bkz., İbnü’l-Manzûr,
Lisânü’l-Arab, c. XIII, s. 525.
[219] Bkz., İbnü’l-Arabi, et-Tecellîyâtü’l-İlahiyye,
thk. Osman Yahya, s. 172, Dipnot: 243 (O. Yahya’nın notu); A. mlf., Fütûhât
(thk.), c. III, s. 119, Dipnot: 2 (O. Yahya’nın notu); Yahya, Müellefât,
s. 591; Hakim, Mu’cem, s. 401.
[220] Meselâ bkz.
el-Kâşânî, Kemâlüddin Abdürrezzâk, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, thk.
Muhammed Kemâl İbrahim, (el-Hey’etü’l-Mısriyye), Kahire 1981, s. 137; A. mlf., Reşhü’z-Zülâl,
s. 153; A. mlf., Tasavvuf Sözlüğü, s. 445; Cürcânî, Tâ’rîfât,
s. 184; Uludağ, TTS., s. 175 ; Cebecioğlu, TTDS, s.
267.
[221] Bkz., İbnü’l-Arabî, Istılâhâtu’s-Sûfiyye,
s. 74; Fütûhât (thk.), c. IX, s. 144; (byr.), c.
III, s. 191; et-Tecellîyatü’l-İlâhiyye, thk. Osman Yahya, s. 172,
s. 245; Zehâiru’l-Â’lak, s. 20; Dîvân, s. 40; Ankâu
Mugrib, s. 39.
[222] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 191.
[223] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, et-Tecellîyâtü’l-İlahiyye, thk. Osman Yahya, s.
172, 245; A. mlf., Kitâbu’l-Mîm ve’l-Vâv ve’n-Nûr, (Resâil) , s.
97.
[224] Bkz., İbnü’l-Arabî, Ukletü’l-Müstevfiz,
(KSDIA.), s. 43.
[225] Serrâc, el-Luma’,
s. 461.
[226] Bkz. en-Nifferi,
Muhammed b. Abdulcebbar b. Huseyin, Kitâbu’l-Mevâkıf thk. Arthur
J. Arbery, (Dârü’l-Kütübi’l-Mısrıyye), Kahire 1934; A. mlf., Kitâbu’l-Muhâtabât,
Kitâbu’l-Mevâkif içinde.
[227] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 28; A. mlf., Ankâu Mugrib, ss. 37-39.
[228] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 332.
[229] age.,
c. II, s. 339.
[230] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Yâ
(Resâil), s. 120.
[231] Bkz., Porzig,
Walter, Dil Denen Mucize, çev. Vural Ülkü, (TDK. Yay.), Ankara
1995 s. 211, 212; Aksan, Doğan, Anlam Bilim, (Engin Yay.), Ankara
1998, s. 90, 91; A. mlf., Her Yönüyle Dil, c. III, s. 214;
Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 15; Şimşek, Arap Dilinde
Çok Anlamlılık, s. 85 ve devamı.
[232] Bkz., Aksan, Her
Yönüyle Dil, c. III, s. 214.
[233] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 100.
[234] Hakim, Müvellidü
Lügat, s. 78, 79.
[235] Bkz. Hakim, Mu’cem,
s. 19; Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî, s. 11. (Tâhâ Abdurrahmân’ın
takdimi).
[236] Bkz. Hakim, Mu’cem,
s. 19.
[237] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 145.
[238] Addas, İbn
Arabî, s. 214.
[239] Hakim, Müvellidü
Lügat, s. 74, 75, 76.
[240] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 11. (Tâhâ Abdurrahmân’ın takdimi).
[241] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 301.
[242] Bkz., İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(thk), c. III, s. 313, 350, 351; Aynı müellif, Ukletü’l-Müstevfiz
(KSDIA.), ss. 53-56; Hakim, Mu’cem, s. 18, 19, 923 ve
devamı.
[243] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 208 ve devamı.
[244] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. VI, s. 173.
[245] Hakim, Mu’cem,
s. 17, 18, 1229.
[246] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 302.
[247] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 162; Hakim, Mu’cem, s. 18, 204.
[248] Bu şekilde bir
“gurbet” anlayışını İbnü’l-Arabî sınırlı ve eksik bulur. Bu anlayışa sahip
olanlar sanki Hakk Teâlâ vatanlarının haricinde imiş gibi nihâî maksatlarının
ancak vatandan ayrılmakla hasıl olacağını tahayyül ederler der ve bu görüşe
sahip olanların Hakk’ın eşyadaki veçhesini tanımamış oldukları ekler. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. IV, s. 234.
[249] age.,
c. IV, s. 235.
[250] age.,
c. IV, s. 236.
[251] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 237.
[252] Bkz., Kuşeyrî, Risâle,
s. 137 ve devamı.; Cebecioğlu, TTDS., s. 321.
[253] Bkz., Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 113.
[254] Bkz, İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 225 ve devamı; Hakim, Mu’cem, ss.
433-438; Addas, İbn Arabi, s. 214.
[255] Kavram hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. III,
s. 465 ve devamı; Çakmaklıoğlu, “İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayal”, Tasavvuf,
s. 319 ve devamı.
[256] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 225, s. 227, s. 466.
[257] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 227; A. mlf., el-Halvetü’l-Mutlaka,
nşr., Abdurrahman Hasan Mahmud, (Alemü’l-Fikr), Kahire ts., s. 7.
[258] Mesela bkz.,
İbnü’l-Arabî, el-Halvetü’l-Mutlaka, s. 3 ve devamı.
[259] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 227, 228.
[260] age.,
c. III, s. 349.
[261] age.,
c. V, s. 195, 197, 199.
[262] Aşık-Mâşuk
sembolizminin yanısıra tasavvufî vahdet halini ifade etmek üzere kullanılan
mânevî nikah sembolizmine hemen bütün mistik sistemlerde rastlanmaktadır. Orfik
mistiklerden Yeni-Platonculuğa ve Hristiyan mistisizmine kadar hemen bütün
mistik eğilimlerde bu sembolizm kullanılır. Bkz., Underhill, Evelyn,
“Bütünlenmiş Yaşam”, Aydınlanma Nedir ?, s. 104.
[263] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 308, 309, 311.
[264] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mîm
ve’l-Vâv ve’n-Nûn (Resâil), s. 98; A. mlf., Fütûhât (byr.), c.
V, s. 72, 73.
[265] Bkz., İbnü’l-Manzûr,
Lisânü’l-Arab, c. II, s. 625, 626.
[266] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 312, 313; c. IV, s. 348, 349; (byr.),
c. IV, s. 88, s. 426, 427; A. mlf., Kitâbu Eyyâmi’ş-Şe’n (Resâil),
s. 60; A. mlf., Kitâbu Menzili’l-Kutb, (Resâil), s. 319.
[267] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 314.
[268] age.,
c. II, s. 315.
[269] age.,
c. II, s. 319, 322, 323, 327; c. III, s. 102; (byr.), c. VII, s.
390.
[270] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Bâ,
s. 10, 11.
[271] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 319.
[272] Bkz., İbnü’l-Manzûr,
Lisânü’l-Arab, c. X, ss. 85-87.
[273] Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 60.
[274] age.,
s. 66.
[275] İbnü’l-Arabî, diğer
bazı görüşlerinde olduğu gibi, ahlak hakkındaki görüşlerini de varlık, yâni
“varlığın birliği” anlayışıyla bir bütünlük oluşturacak tarzda açıklamaktadır:
Allah’ın sûretinde yaratılmış olmalarından dolayı, insanlara Allah’ın güzel ahlâkına
ait bütün güzel nitelikler bağışlanmıştır. Bu sebeple, insanların görevi bir
takım ahlâk sistemleri üretmek veya ahlâkın anlamı hakkında tartışmalar yapmak
değil, sadece “yaşamak, olmak ve bulmak”tır... İbnü’l- Arabî’ye göre insan,
ilâhî isimleri tek tek kendisinde gerçekleştirmek sûretiyle kemal derecesine
ulaşır. İnsânî mükemmelliğin en yüksek makamı, varlık anlayışında sıkça
vurgulanan “mutlak birlik” derecesine ulaşmaktır. İnsanlar bu makamda
renksizdirler ve her hangi bir isimle kayıtlı değildirler. İlahî isimler
arasında bir dengeye ulaşmışlardır. Burası ise hiçbir sıfatın diğer bir sıfata
hakim olmadığı “makamsızlık makamı”dır... Kusur ve ayıp ise Vücûd’a değil
yokluğa isnat edilir. Bu sebeple İbnü’l-Arabî, Hz. Peygamberin “Bütün iyilikler
Sen’in elindedir, şerr ise Sana dönmez” hadisi hakkında şunları söyler:
“Peygamberin sözleri şerrin varlığını doğrular ama Hakk’a isnat edilmesini
kabul etmez. Bu da gösterir ki, şerr, sadece yokluktur. Eğer var olsaydı
Hakk’ın elinde olmalıydı, çünkü O, her şeyin hükümranlığı elinde olandır.
(23/88)” Ayrıntılı bilgi için bkz.: Chittick, Hayâl Alemleri,
ss., 59-72.
[276] Mesela bkz., Serrac,
el-Lumâ’, s. 424, 425; Usul hataları bahsi; Kuşeyrî, Risâle,
ss. 232-235.
[277] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 75; c. V, s. 113, 114.
[278] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 382; c. VI, s. 163; (byr.), c. V, s.
173; c. VII, s. 148. A. mlf. Kitâbu’l-Mesâil (Resâil), s. 389; A.
mlf., Kitâbu’l-Elif (Resâil), s. 32.
[279] İbnü’l-Arabî, Abâdile,
s. 41.
[280] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 64.
[281] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 106, 108; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. III, s. 326; c. VII, s.
401.
[282] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 272; (byr.), c. IV, s. 109.
[283] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IX, s. 239.
[284] age.,
c. X, s. 203, 204.
[285] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 108; Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman, s. 64.
[286] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 326.
[287] age.,
c. III, s. 327.
[288] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 373.
[289] age.,
c. III, s. 372.
[290] İbnü’l-Arabi, el-emrü’t-tekvînî’nineş
anlamlısı olarak şu ıstılahları kullanır: Emrü’l-meşîet, el- emrü bi
’t-tekvîn, el-Emrü ’l-hafî. el-Emrü’t-teklîfî’wn eşanlamlısı olarak da emrü
’l-vâsıta, el- emrü’l-celîıstılahlarım kullanır. Bkz. Hakîm, Mu’cem,
s. 95.
[291] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 165.
[292] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 326; Hakim, Mu’cem, s. 96.
[293] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 325, 326.
[294] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 57; c. VII, s. 149, s. 150, s. 151; Hakim, Mu’cem,
s. 776.
[295] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 326.
[296] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 424.
[297] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 216.
[298] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 184; c. VII, s. 293.
[299] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 83.
[300] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 149; Afîfî, Fusûs Okumaları, s. 148;
Hakim, Mu’cem, s. 775.
[301] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 389.
[302] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfyye,
s. 169.
[303] Ortaçağın büyük
Hıristiyan teologu Aquinolu Thomas (1125-1274) hayranı olan ve onun gibi
Dominiken tarikatına mensup olan Meister Eckhart’ın mistik düşüncesi hakkında
genel bilgiler için bkz. Sells, Michael A., Mystical Languages of
Unsaying, (The University of Chicaga), Chicago, 1994, s. 146 ve
devamı; Steiner Rudolph, Onbir Avrupa Mistiği, çev. Selma Övünç,
(Dharma Yay.), İstanbul 2002, s. 45 ve devamı.
[304] Nicholson, fi’t-Tasavvufî’l-İslâmî,
s.129.
[305] Hepburn, Ronald W.,
“Mysticism, Nature and Assessment Of” mad. The Encyclopedia of Philosophy,
ed. Paul Edwards, (The Macmillan Company & The Free Press), New York 1967,
c. V, s. 429.
[306] Hepburn, “Mysticism,
Nature and Assessment”, EP., c. V, s. 433.
[307] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 170.
[308] Kuşeyrî, Risale,
s. 312.
[309] Tasavvufun
kronolojik farklı tanımları için bkz. Nicholson, Reynold A., “Tasavvufun
Kaynağı ve Gelişimi Üzerine Tarihi Bir Araştırma”, Tasavvufun Menşei
Problemi, içinde, çev. Abdullah Kartal, (İz Yay.), İstanbul 2004, ss.
64-73; Cebecioğlu, Ethem, “Nicholson’un Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, AÜİF.
Dergisi, (AÜ. Basımevi), Ankara 1987, c. XXIX, ss. 387-406.
[310] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 171.
[311] Aynı yer.
[312] Bkz., James,
William, The Varieties of Religious Experience, A Study in Human Nature (The
Modern Library), New York 1929, s. 371.
[313] Sühreverdî, Avarifü’l-Meârif
s. 249
[314] Meselâ; Mevlânâ
ifade ettikleriyle hissettiklerini karşılaştırınca mutmain olmadığını şu
ifadeleriyle dile getirir: “Aşkın açıklanması ve yorumu için her ne söylesem de
sevmeye başladığımda o açıklamadan utanıyorum. Her ne kadar dilin yorumu onu
netleştiriyorsa da dilsiz aşk daha da açıktır. Kalem yazmada acele ederken,
sevmeye başlar başlamaz kendisini ikiye böldü.” Bkz., Arasteh, A. Rezâ, Aşkta
ve Yaratılışta Yeniden Doğuş, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Kişilik Çözümlemesi,
çev: Bekir Demirkol-İbrahim Özdemir, (Kitâbiyât), Ankara 2000, s., 64.
[315] A. Reza Arasteh bu
engelleri şu şekilde sıralar: 1-Toplumsal benlik, 2-Geleneksel benlik, 3-
Adetlerle ilişkili dînî benlik, 4-Zihnî benlik ve 5-Dil. Bkz., Arasteh, Aşkta
ve Yaratılışta, s., 46.
[316] age.,
s., 71.
[317] age.,
s., 49.
[318] Underhill, Mysticism,
s. 66.
[319] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 201.
[320] age.,
s. 201, 202.
[321] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 202.
[322] Bkz., Dupre, Adam,
“Expression and The Inexpressible”, JMIAS., Oxford 1989, c. VIII,
s. 60.
[323] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 40, 41.
[324] agm.,
c. XXIII, s. 41.
[325] agm.,
c. XXIII, s. 41, 42.
[326] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Bâ,
(Mektebetü’l-Kahire), Kahire 1954, s. 10, 11
[327] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 42.
[328] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 89.
[329] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 42.
[330] Nasr, Seyyid
Hüseyin, “Sûfîlikte Şiirden Hikayeye”, Tasavvufî Makaleler, çev.
Sadık Kılıç, (İnsan Yay.), İstanbul 2002, s. 191, 192.
[331] agm.,
s. 203.
[332] Nasr, “Sûfîlikte
Şiirden Hikayeye”, TasavvufîMakaleler, s. 206-207.
[333] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 63.
[334] Bkz., James, The
Varieties, s. 371.
[335] Taoizm ve Budizm’de
ayrıca Hıristiyan, Yahudî ve İslam mistik geleneklerinin hemen hepsinde bulunan
apophatic söylemin tarihî hakkında bkz., Sells, Mystical Languages of
Unsaying, ss. 4-6.
[336] Sells, Mystical
Languages of Unsaying, s. 2, 3.
[337] Bkz., Hatib
Bağdâdî, Ebubekir Ahmed b. Ali, Târîhu Bağdâd, nşr. Muhammed Emin
el- Hânecî, (Mektebetü’l-Hânecî), Kahire 1931, c. VIII, s. 121.
[338] Meselâ bkz. Serrâc,
el-Lumâ’, s. 478 ve devamı.
[339] Bkz., Sells, Mystical
Languages of Unsaying, s. 2.
[340] Sells, Mystical
Languages of Unsaying, s. 12.
[341] age.,
s. 63, 64.
[342] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 41.
[343] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 422.
[344] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 325; (byr.), c. III, s. 184, 185;
Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s. 314, dipnot: 183; Chodkiewicz,
SahilsizBir Umman, s. 60, 61; Sells, Mystical Languages of
Unsaying, s. 65, 66.
[345] Sells, Mystical
Languages of Unsaying, s. 65, 66.
[346] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 48.
[347] Bkz., Sells, Mystical
Languages of Unsaying, ss. 73-75.
[348] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 159, 160.
[349] Bkz., Eco, Umberto, Yorum
ve Aşırı Yorum, çev. Kemal Atakay, (Can Yay.), İstanbul 1996, s. 41.
[350] Bkz., Ecmel,
Muhammed, “Sûfî Ruh Bilimi”, çev. Seval Yılmaz, Sufî Psikolojisi
içinde, haz. Kemal Sayar, (İnsan Yay.), İstanbul 2000, s. 77.
[351] Wats, Alan W., “Bu
O’dur”, Aydınlanma Nedir ?, s. 58.
[352] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 315.
[353] Koç, Turan, Din
Dili, s. 212, 213.
[354] Daha çok anlamı
pekiştirmek için zıt kelimelerin bir araya getirildiği bir ifade tarzıdır.
Mesela; “öldürücü şefkat” ifadesi gibi.
[355] Stace, Mysticism
andPhilosophy, s. 256, 257.
[356] age.,
s. 265.
[357] Hepburn, “Mysticism,
Nature and Assessment” EP., c. V, s. 430.
[358] İbnü’l-Arabî, Risâletün
fî Süali İbn Sevdekîn, (Resâil, Haydarabâd), s. 3; A. mlf., Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 433.
[359] Bkz., Stace, Mysticism
and Philosophy, s. 253, 254; Rosenthal, Franz, “Ibn ‘Arabî Between
Philosophy and Mysticism”, ORIENS, c. 31, s. 35.
[360] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütuhat
(thk.), c. IV, s. 262.
[361] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-İ’lâm
bi İşârâti’l-İlham, (Resail), s. 86; A.mlf., Fütûhât (thk.),
c.
V, s. 272; (byr.), c. IV, s. 109.
[362] Hepburn, “Mysticism,
Nature and Assessment”, EP., c. V, s. 431.
[363] Hepburn, “Mysticism,
Nature and Assessment”, EP., c. V, s. 431.
[364] Bkz., İbnü’l-Arabî,
La Sagesse Des Prophetes (Fuçûç al-Hikam), çev. Titus Burchardt,
(Albin Michel), Paris 1955, s. 10, (Introduction). Ayrıca bkz., Tahralı,
“Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücud ile Alâkalı Bazı Mes’eleler”, FHTŞ
I, s. 42 ve devamı; A. mlf., “Fusûsu’l- Hikem’de Tezadlı İfadeler ve
Vahdet-i Vücûd”, FHTŞ II, ss. 9-15.
[365] Izutsu, Sufism
and Taoism, s. 50
[366] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 324.
[367] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 68.
[368] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 69.
[369] Bkz., İbnü’l-Arabî, Ankâu
Mugrib, s. 40.
[370] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 324.
[371] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 51, 168, 169
[372] Chittick, “Ibn
‘Arabi and His School”, ISM, s. 59.
[373] Afîfî, Fusûs
Okumaları, s. 53, 54; Chittick, Hayâl Alemleri, s. 40,
41.
[374] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 175.
[375] Konuk, Tedbîrât
Şerhi, s. 238.
[376] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 70.
[377] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. II, s. 73.
[378] age.,
c. II, s. 103, 104.
[379] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. II, s. 114.
[380] age.,
c. II, ss., 71-75.
[381] age.,
c. II, s., 70, 71.
[382] Afîfî, Tasavvuf, s.
169.
[383] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 109.
[384] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 19; A. mlf., “İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin
Kaynakları”, İDÜM.,, s. 255.
[385] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 182.
[386] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 70; Sells, Mystical Languages of Unsaying, s. 100 ve devamı.
[387] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 68.
[388] Kâşânî, Şerhu
Fusûs, s. 55; Izutsu, Sufism and Taoism, s. 49, 50;
Gürer, Dilaver, Fusûsu’l- Hikem veMesnevî’de Peygamberlerin Öyküleri,
(İnsan Yay.), İstanbul 2003, s. 144, 145.
[389] Bkz., Konevî, Fukûk,
s. 195, 196.
[390] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 22.
[391] age.,
s. 10.
[392] Bayraktar, Mehmet,
“İbnü’l-Arabî’de Oluş ve Varoluşsal Çeşitlenme”, AÜİF. Dergisi,
c. XXV, Ankara 1981, s. 356.
[393] Landau, “The
Philosophy of Ibn ‘Arabî I”, The Muslim World, s. 54.
[394] age.,
s. 55.
[395] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 90, 105; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. III, s. 456; c. V, s.
287, s. 427; c. VI, s. 74, s. 124, s. 246; c. VII, s. 195, s. 259, s. 340; c.
VIII, s. 14, 15; Hakim, Mu’cem, s. 1165.
[396] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 105.
[397] age.,
s. 90.
[398] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif,
(Resâil), s. 32.
[399] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif
(Resâil), s. 32.
[400] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 407.
[401] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif,
(Resâil), s. 32.
[402] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 12.
[403] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 340.
[404] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. X, s. 208.
[405] Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 30.
[406] age.,
s., 34, 35.
[407] Izutsu, “Ibn
Al-‘Arabî” mad., ER., c. VI, s. 555.
[408] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 410, 414; Afîfî, Tasavvuf, s. 162.
[409] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 85.
[410] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 79.
[411] Kâşânî, Şerhu
Fusûs, s. 84. İbnü’l-Arabî’nin bu beyitleri hakkında benzer
açıklamalar için ayrıca bkz. Konuk, Fusûs Şerhi, c. II, s. 33,
34.
[412] Chittick, “Ibn
‘Arabi and His School”, ISM., s. 60. Varlığın bu farklı
mertebeleri ve muhtelif veçhelerine göre aldıkları farklı isimler hakkında
bkz., Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık, s. 168 ve devamı.
[413] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 129; Addas, İbn Arabi, s. 284.
[414] Izutsu, Sufism
and Taoism, s. 101; Afifi, Fusûs Okumaları, s. 175.
[415] İbnü’l-Arabî
genellikle çok zengin bir ıstılah kullanmaktadır. Aynı hakikate, farklı
veçhelerine binaen farklı isimler vermektedir. Bu ehadiyyetü’l-ayn
mertebesi için kimi zaman ehadiyyetü’l- ehadya da ehadiyyetü’z-zatiyye
de demektedir. Bkz., Hakim, Mu’cem, s. 1165
[416] İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem,
s. 105; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. V, s. 427; c. VI, s. 48;
Chittick, Self-Disclosure, s. 167, 168.
[417] Izutsu, Sufism
and Taoism, s. 102; Addas, İbn Arabî, s. 283, 284; Hakim,
Mu’cem, s. 1157 ve devamı.
[418] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 105
[419] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 48.
[420] İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-Fenâ
fi’l-Müşâhede, (Resâil), s. 5, 6; Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 17; A. mlf., Fusûs Okumaları, s. 52.
[421] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 161; Afifi, Mystical Philosophy, s. 16;
Landau, “The Philosophy of Ibn ‘Arabî I” TheMuslim World,
s. 55.
[422] Hakim, Mu’cem,
s. 21, 22.
[423] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 105.
[424] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 161; Chittick, Hayâl Alemleri, s. 42.
[425] Corbin, Creative
Imagination, s. 186.
[426] Bkz., Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ,
c. 2, s., 132.
[427] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 183; c. IV, s. 79, 80; Lorry, “The Symbolism of
Letters” JMIAS., c. XXIII, s. 32; Afifî, MysticalPhilosophy,
s. 73; Chittick, SûfîPath, s. 127; Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 263 ve devamı.
[428] Bir çok hadiste bu
tabir kullanılmaktadır. İbnü’l-Arabî, genellikle Fütûhât’da, “Rahmân’ın
nefesini Yemen tarafında buluyorum ” hadisini zikreder ve yorumlar. Bu
tabirin geçtiği hadisler için bkz., Kurt, Endülüs’te Hadis, s.
678, dipnot: 861.
[429] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr), c. III, s. 466, 468; Corbin, Creative Imagination,
s., 186.
[430] Chittick, The
Sûfî Path, s. 126.
[431] Melâ bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. V, s. 69.
[432] Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 42.
[433] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 106, 107.
[434] Chittick, SûfîPath,
s. 112.
[435] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(byr.), c. III, s., 418, 470, 474; c. IV, s., 12; c. VI, s. 73.
[436] age.,
c. IV, s. 12.
[437] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(byr.), c. V, s. 69, 161.
[438] Özellikle işrâkî
gelenekte yaygın bu metafor hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Izutsu,
Toshihiko, “Şebusten’nin “Gülşen-i Râz” Adlı Eserinde Nur-Zulmet Paradoksu”, İMDÜM.,
ss. 53-80.
[439] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 405.
[440] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(byr.), c. IV, s., 12, 85, 101, 288; Chittick., SûfîPath,
s., 113, 114.
[441] Özellikle Nifferî
ve İbnü’l-Arabî’de olduğu gibi açık bir şekilde paradoksal bir durum
sergilemese de “hicab” kavramına bir çok sûfî eserlerinde yer vermiş ve bu
kavramla Hakk’ın tanınması noktasındaki sonsuz engellere işaret etmişleridir.
Meselâ bkz. Serrâc, Luma’ s. 428; Kelâbâzî, Taarruf,
s. 47, 48; Hucvurî, Keşfu’l-Mahcûb, ss. 78-80.
[442] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Hucub,
(Mecmûu’r-Resâil), s. 31, 32.
[443] Bkz., Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 198.
[444] Bkz., Tasavvuf,
s. 278
[445] Cürcânî, Ta’rifât,
s. 96.
[446] Bkz., İbnü’l-Arabî, Ukletü’l-Müstevfiz,
(KSDIA.), s. 47.
[447] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 56, s. 106; A. mlf., Kitâbu’l-Celâl ve’l-Cemâl
(Resâil), s. 18.
[448] Chittick, Tasavvuf,
s. 281, 282.
[449] Hakim, Mu’cem,
s. 314.
[450] Bkz., Chittick, Tasavvuf,
s. 277.
[451] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c.III, s. 239, 240.
[452] Bkz., Chittick, Tasavvuf,
s. 277.
[453] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c.III, s. 239.
[454] age.,
c. VII, s. 63; Hakim, Mu’cem, s. 315.
[455] İbnü’l-Arabi, Fusûs,
s. 54, 55.
[456] Nifferi, Muhâtabât,
s. 167.
[457] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’t-Terâcim,
(Resâil), s. 276.
[458] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, s. 74; A. mlf., Fütûhât
(byr.), c. III, s. 191; A. mlf.,
[461] Hakim, Mu’cem, s. 314.
[462] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Hucub,
(Mecmûu’r-Resâil), s. 28.
[463] age.,
s. 32; A.mlf., Kitabu’t-Terâcim, (Resâil), s. 276.
[464] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Hucub
(Mecmûu’r-Resâil), s. 32, 33.
[465] age.,
s. 40, 41.
[466] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 240
[467] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Hucub
(Mecmû’ur-Resâil), s. 43.
[468] age.,
s. 45; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. III, s. 239.
[469] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 313.
[470] Bkz., Chittick, Self-Disclosure,
s. 104.
[471] Nifferi, Muhâtabât,
s. 202.
[472] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Hucub
(Mecmû’ur-Resâil), s. 36. “Halvet” ve “celvet” terimleri tasavvufta,
mâsivadan alâkayı keserek tamamen Allah’a yönelme kasdıyla toplumdan uzaklaşıp
yalnız yaşamayla (halvet) bazı manevî tecrübe ve vasıflarla halvetten
çıkarak topluma karışmayı (celvet) ifade eden iki kavramdır. Bu îtibârla
Allah (cc.), kula tek başına halvetteyken özel bir şekilde, husûsî bir
veçhesiyle tecellî ederken; kul, halkla beraberken, ona umûmî olarak tecellî
eder. İşte bu sebeple İbnü’l-Arabî, halvet, umumî tecellîye; celvet de husûsî
tecellîye hicabtır demiştir.
[473] age.,
s. 37.
[474] Chittick, Tasavvuf,
s. 293.
[475] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil
(Resâil), s. 397, 398.
[476] Chittick, Tasavvuf,
s. 296.
[477] Bkz., Nifferi, Mevakıf
s. 38.
[478] age.,
s. 55, 92.
[479] Şemseddin, Sami, Kâmûs-ı
Türkî, ( İkdam Matbası) İstanbul 1317, s. 778, 1508; Pakalın,
Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,
(MEB. Yay.), İstanbul 1983, c. III, s. 310-311.
[480] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 221.
[481] Tehânevî, Keşşâfu
Istılâhâtü’l-Fünûn, (Kahraman Yayınları, Kalküta 1862
baskısından tıpkı basım), İstanbul 1984, c. II, s. 735; Yazıcı, Tahsin, “Şatah”
maddesi, İA, (MEB. Yay.), İstanbul 1979, c. XI, s. 351; Pakalın, OTDTS.,
c. III, s. 310.
[482] Arbede: “Kurbiyyet
makamında bulunan salikin ilâhî aşkla kendinden geçerek Hakk’a serzenişte
bulunup, tartışması” anlamında kullanılmaktadır. Bkz., Uludağ, Süleyman
“Arbede” maddesi, DİA, İstanbul 1991, c. III, s. 347, 348; A.
mlf., TTS., s. 50, 51; Cebecioğlu, TTDS, s. 117.
[483] Kurnaz,
Cemal-Tatçı, Mustafa, Türk Edebiyatında Şathiyye, (Akçağ
Yayınları), Ankara 2001, s. 4.
[484] İbn Haldun,
Abdurrahman b. Ebu Bekr, Şifâu’s-Sâil li Tehzîbi’l-Mesâil, hz.,
Muhammed et- Tancî, (Osman Yalçın Matbası), İstanbul 1957, s. 54, 55.
[485] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 38.
[486] Bkz., Gazâlî, İhyâ,
c. I, s. 36; Davud, Abdulbarî Muhammed, el-Fenâ inde Sûfiyyeti’l-
Müslimîn ve’l-Akâidi’l-Uhrâ, (Dârü’l-Mısriyyeti’l-Lübnâniyye), Kahire 1997,
s. 322.
[487] Nasr, Bilgi ve
Kutsal, s. 339.
[488] Bkz., Attâr,
Feridüddîn, Tezkiretü’l-Evliyâ, çev. Süleyman Uludağ, (İlim ve
Kültür Yay.), Bursa 1984, s. 617.
[489] Şebusterî, Mahmud, Gülşen-i
Râz, çev: Abdülbaki Gölpınarlı, (MEB. Yay.), İstanbul 1988, s.
37, 38. Bu noktada Şebusterî, birlikten
bahsederken söylediklerinin hulûl ve ittihad şeklinde yanlış anlaşılmaması
uyarısında bulunur. O, birlikte ikilik düşüncesini sapıklık olarak algıladığı
için vahdet-i vücûd anlayışında hulûl ve ittihada imkan olmadığını vurgular.
Birden başka bir şey daha olmalı ki hulûl ve ittihad söz konusu olabilsin.
Halbuki birlik, sülûk neticesinde tahakkuk eder... Ne Hakk kul olmuştur, ne de
kul Hakk. Mahlukatın varlığı ve çokluğu görünüştedir. Bkz., age.,
s.
38,
39.
[490] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 224.
[491] İbn Haldun, Mukaddime,
c. II, s. 559.
[492] age.,
c. II, 560.
[493] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 350; c. IV, s. 24, 25; Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 139.
[494] Serrâc, Luma’
s. 459; Yazıcı, Tahsin, “Şath” maddesi, İA., c. XI, s. 369.
[495] Serrâc, Luma’,
s. 472; Bedevî, Şatahât, s. 37.
[496] Hallâc, daha sonra
bir çok tartışmalara sebep olacak bu sözünü eseri Tavasîn’de şu şekilde ifade
eder: “Eğer Allah’ı tanımadınsa, en azından işaretlerini tanı. İşte o işaret
benim. Ben Hakk’ım (ene’l-Hakk), çünkü ben ebediyyen Hakk ile Hakk’ım.” Bkz.
Hallâc, Tavâsîn, s. 51. Eserin Türkçe çevirisinde Hallac’ın bu
ifadesi “Benim Doğru!” şeklinde tercüme edilmiştir. Bkz. Hallâc, Tavâsîn,
Ene’l-Hakk, çev. Yaşar Günenç, (Yaba Yay.), İstanbul 2002, s. 43.
[497] Şathiyelere dair
yazılmış ilk şerhin Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909)’nin Şerh-i Şathiyyât-ı Ebî
Yezîd el-Bistâmi isimli eseri olduğu bilinmektedir. Bayezîd’in şathiyeleri
üzerine Cüneyd’in yapmış olduğu şerhlere Serrac, Luma’ında genişçe yer
verir ve hatta Cüneyd’in bu şerhlerine vakıf olduktan sonra onu bırakıp
kendisinin bu hususta îzahlar yapmasını uygun bulmaz. Cüneyd’in bu şerhlerini
esas alarak kendisi de bazı sufîlerin şatahâtını şerh eder. Bkz., Serrâc, Luma’,
s. 459 ve devamı.
[498] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 38.
[499] Serrâc, Luma’,
s. 458.
[500] Meselâ, Bayezîd-i
Bistâmî’nin hayat hikayesine Risale’de yer verilir, fakat eserde onun
meşhur şathiyesinden hiç bahsedilmez. Bkz., Kuşeyrî, Risâle,
ss. 37-39. Yine Kuşeyrî’nin çağdaşı Hucvîrî, Bayezîd-i Bistâmi ve Hallâc’dan
övgüyle bahseder ama onların meşhur şathiyelerine eserinde yer vermez. Bkz.,
Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, ss. 204-206, ss. 253-257. Fakat Hucvîri
ile Kuşeyrî’nin şathiyyâta ve şatahât sahibi sûfîlere yaklaşımları arasında
bazı önemli farklılıklar vardır. Öncelikle Hucvîrî, Kuşeyrî’nin aksine eserinde
Hallâc’ın terceme-i haline yer verir ve ondan, “Elhamdülillah benim kalbimde
o çok azizdir” şeklinde övgüyle bahseder. Hucvîrî, Hallâc’dan bahsederken,
onun “ene’l-hakk” sözünü eserine almaksızın bu tür sözler hakkında bazı
açıklamalarda bulunur. Ona göre bu tür ifadeler, kuvvetli tecellî anında mağlup
ve meczup olan bir insanın sözleridir. Bu durumda olan bir insanın ise ifade ve
ibare imkanı yoktur ki bu esnâda ibaresi sahih, ifadesi düzgün olsun. Bu
sebeple de Hucvîrî bu tarz sözlere tabî olmayı uygun bulmaz. Böyle bir halin
galebesi altında söylenen tuhaf ifadeler karşısında takınılacak en sıhhatli
tavrın, ifadelere ve ibarelere takılıp kalmamak, onlara taaccüple uğraşmamak,
inkâr veya ikrar etmemek olduğunu söyler. Bkz., age., s. 255,
256.
[501] Bkz., Kelâbâzî, Ta’arruf,
s. 165, 167. Ayrıca bkz., Uludağ, Süleyman, “Kelabazî’nin Hayatı ve Ta’arruf’, Doğuş
Devrinde Tasavvuf, Ta’arruf, hz. Süleyman Uludağ, (Dergah Yay.),
İstanbul 1992, s. 20, (takdim); Kuşeyrî, Risâle, s. 344.
[502] Risâle’nin
hâl tercümeleri kısmında hayat hikayelerinden bahsedilen seksen üç sûfîye “Ricâl-i
Kuşeyrî”, “Ehl-i Risâle”, “Şuyûh-i Risâle” gibi isimler verilmektedir.
Tasavvufta “Ricâl-i Kuşeyrî” denildi mi kimse bunlara dil uzatamaz. Bu
sûfîler İslam tasavvufunun hakiki temsilcileri sayılırlar. Zâhir ulemasının
tamamına yakın bir kısmı da bu sûfîlerin şahsında temsil edilen tasavvuf
anlayışına karşı çıkmamışlardır. Bkz. Uludağ, Süleyman, “Kuşeyrî’nin Hayatı ve
Risalesi”, Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risalesi, hz., Süleyman
Uludağ, (Dergah Yay.), İstanbul 1991, s. 63, (takdim). Meselâ İbn Haldun, “Ricâl-i
Kuşeyrî”den övgüyle bahsetmektedir. Bkz. İbn Haldun, Abdurrahman b. Ebu
Bekr, Mukaddime, çev. Zâkir Kadiri Ugan, (MEB. Yay.), İstanbul
1970, c. II, s.559.
[503] Kuşeyrî, Risâle,
ss. 21-88.
[504] Fazlur Rahman, İslam,
çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, (Selçuk Yay.), Ankara 1993, s. 195, 196.
[505] Bkz., Gazâli, Mişkâtü’l-Envâr,
çev. Süleyman Ateş, (Bedir Yay.), İstanbul, 1994, s. 31, 32. Gazâli’nin
şathiyelere yaklaşımı hususunda ayrıntılı bilgi için bkz., Demirci, Mehmet,
“Gazâlî’nin Şathiyelere Bakışı”, İslâmî Araştırmalar-Gazâli Özel Sayısı,
c. XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000, ss. 448-450.
[506] Gazâlî, İhya,
c. I, s. 36.
[507] Gazâlî, Munkız,
s. 62.
[508] Mevlâna’nın dilin,
sözün tasavvufî tecrübeyi anlatmada yetersiz kaldığı yönündeki sözleri hakkında
bkz. Emiroğlu, İbrahim, Sûfî ve Dil, Mevlâna Örneği, (İnsan
Yayınları), İstanbul 2002, 123-152; Sobhânî, Tofigh H., “Mesnevî’de Söz Söyleme
Engelleri”, Uluslararası Mevlânâ Bilgi Şöleni, Bildiriler,
(Kültür Bakanlığı Yay.), Ankara 2000, ss. 137-142.
[509] Mevlânâ, Celâleddin
er-Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, hz. Abdulbaki Gölpınarlı, (Kültür
Bakanlığı Yay.), Ankara 2000, c. III, s. 247, b. 2320.
[510] age.,
c. II, s. 367, b. 3059.
[511] Mevlânâ, Dîvân-ı
Kebîr, c. VII, s. 69, b. 939.
[512] Mevlânâ, Mesnevî,
Şerh ve Tercüme, Tahiru’l-Mevlevî , (Şâmil Yay.), İstanbul trs. c. VII,
s.
449, b. 5353, 5354.
[513] Mevlânâ, Fîhi
Mâfîh, çev. Ahmet Avni Konuk, hz. Selçuk Eraydın, (İz Yay.), İstanbul
1994, s. 176.
[514] Bkz., Kuşeyrî, Risâle,
s. 8, 9.
[515] Meselâ Kuşeyrî, Risâle’sinde
bu hususta şu bilgiye rastlamaktayız. Aşkından dolayı eşine “ben istesem şu
kubbeyi Süleyman’ın başına yıkarım” diyen bir serçe Hz.Süleman’ın huzuruna
getirildiğinde “Ey Allah’ın Resûlü! Aşıklar sözlerinden dolayı hesaba
çekilmezler” der ve Hz. Süleyman’da onu tasdik eder. Bkz., Kuşeyrî, Risâle,
s. 357.
[516] Zefir/zeferât:
Ağlamak, inlemek, şiddetli ses ve nara atma gibi anlamlara gelen kelime
tasavvuf ıstılâhatında, aşk ile içi yanan sufînin âh-vâh edip inlemesi
anlamında kullanılır. Bk. Uludağ, TTS., s. 535; Cebecioğlu, TTDS,
s. 779.
[517] İbnü’l-Arabi, Tedbîrât,
(KSDIA.), s. 224. Ayrıca bkz., Konuk, Tedbîrât Şerhi, s.
420.
[518] İbnü’l-Arabi, Tedbîrât,
(KSDIA.), s. 224, 225. Ayrıca bkz., Konuk, Tedbîrât Şerhi,
s. 420 421.
[519] İbnü’l-Arabi, Tedbîrât,
(KSDIA.), s. 225; Konuk, Tedbîrât Şerhi, s. 421, 422.
[520] Bkz., İbnü’l-Arabi, Istılâhât,
s. 56; Hakim, Mu’cem, s. 650, 651.
[521] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 350; c. IV, s. 24, 25.
[522] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 245.
[523] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 39.
[524] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 25, 26.
[525] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 39.
[526] Meselâ o,
Bâyezîd’in “subhanî” ifadesini, “her kim tenzin üzere amelde bulunur ve Hakk
Teâlâ için gerekli olmayan bir îtikat üzere bulunmaktan münezzeh olursa,
tenzihiyyet o kimseye döner.” demek süreliyle açıklar. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 126. Yine Bâyezîd’in, “Şüphesiz Rabbinin tutup
yakalayışı şiddetlidir.” (Burüc 85/12) ayetini işitince “Benim tutuşum
daha şiddetlidir” demesini oldukça güzel bir şekilde yorumlar: Her ne kadar
Hakk’ın tutuşu şiddetli olsa da onda muhakkak bir rahmet unsuru vardır. Halbuki
mahlükâtın tutuşunda her zaman için rahmet unsurunun bulunması mümkün değildir.
Bu sebeple rahmet ve ittisâ’ı ilahiden yoksun olan; intikam, zorluk ve sıkıntı
gibi halleri izale etmek üzere baş vurulan mahlûkatın tutuşu daha şiddetlidir.
Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. IV, s. 61, 62.
İbnü’l-Arabî yine Bâyezîd’e atfettiği “Enellah” sözünü, kâmil süfinin
Allah (cc.)’a, mücerret “Allah” lafzından daha sarih bir delil olduğu yönünde
açıklar. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. VII, s. 175, s.
385.
[527] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Hucub,
(Mecmûu’r-Resâili’l), s. 29, 30
[528] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 202.
[529] Bkz., İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 203.
[530] age.,
c. III, s. 537. Bazı linguistik çalışmalarda ifadeler gramatik olarak; hayâli,
tarihî, teorik, mantıkî, matematiksel ifadeler, mecâz ve benzeşim ifadeleri,
durum ve hâl ifadeleri ve temel inanç ifadeleri gibi kategorilere
ayrılmaktadır. Bkz., Kocabaş, Şakir, İfadelerin Gramatik Ayırımı, (Küre
Yay.), İstanbul 2002, s. 33 ve devamı. Akli ve mantıkî bir statüye dahil
olmadığı için teorik bir hüküm beyan etmeyen şathîyâne ifadeleri burada
zikredilen her hangi bir kategoriye dahil etmek oldukça zor görünmektedir.
[531] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 161.
[532] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 259.
[533] age.,
c. I, s. 42.
[534] Davud, Fenâ,
s. 323.
[535] Bedevî, Abdurrahman,
Şatahâtu’s-Sûfiyye, (Vekâletü’l-Matbûa), Kuveyt 1978, s. 10.
[536] Burada ittihad
ile, farklı iki asli varlığa sahip olan şeyin birleşmesi kastedilmemektedir.
Sûfîler genelde, ittihad ile vahdet-i vücûd’u yâni, kendi kendine var
olan mutlak, bir ve gerçek varlığın temâşasını ve aslî olarak varlığı söz
konusu olmayan, fakat mutlak vücûd sayesinde gölge varlık kazanan mevcudatın bu
temaşâ esnasında bir ve tek olarak görülmesini kastederler. Bkz., Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 26, 27; Kâşânî, Reşhü’z-Zülâl, s. 137; A. mlf., Tasavvuf
Sözlüğü, ss. 31-34; Uludağ, TTS., s. 265; Cebecioğlu, TTDS,
s. 409.
[537] Massignon bu hali,
maşuka duyulan şiddetli aşk sebebiyle aşık ile maşukun rollerinin değişimi (switching
of roles) şeklinde tanımlar. Bkz., Massignon, Essay s. 83.
Ayrıca bkz., Bedevî, Şatahâtu’s-Sûfiyye, s. 18; Hodgson, Marshall
G. S., İslam’ın Serüveni, çev: Komisyon, (İz Yay.), İstanbul
1995, c. I, s. 372.
[538] Filiz, Mistik
Bilgi, (İnsan Yay.), İstanbul 1995, s. 205.
[539] Bedevî, Şatahâtu’s-Sûfiyye,
s. 10 ve devamı; Davud, Fenâ, s. 323.
[540] Shafii, Muhammed,
“Varoluşsa! Vuslat”, çev. Nadir Denizli, Sûfî Psikolojisi içinde,
hz. Kemal Sayar, (İnsan Yay.), İstanbul 2000, s.99.
[541] James, William, “A
Suggestion About Mysticism”, Collected Essays And Reviews, (Thoemmes
Press), Bristol 1994, s. 500.
[542] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 40.
[543] Massignon, Essay,
s. 82, 83; Bedevî, Şatahâtu’s-Sûfyye, s. 10.
[545] Bkz., Azama, Nezir, el-Mîrâc
ve’r-Remz.ü’s-Sûfî, (Dârü’l-Bâhis), Beyrut 1982, s. 55.
[546] Güngör, Erol, İslam
Tasavvufunun Meseleleri, (Ötüken Yayınları), İstanbul 1993, s. 151.
[547] Davud, el-Fenâ,
s. 325.
[548] Davud, el-Fenâ, s.
325.
[549] Nasr, “Sûfîlikte
Şiirden Hikayeye”, TasavvufîMakaleler, s. 193, 194.
[550] agm.,
s. 194.
[551] Bkz., Nifferi, Mevâkıf;
A. mlf., Kitâbu’l-Muhâtabât.
[552] Bkz., Nifferî, Mevâkıf,
s. 28.
[553] Arbery, Arthur J., Tasavvuf,
Müslüman Mistiklere Toplu Bakış, çev. İbrahim Kapaklıkaya, (Gelenek
Yay.), İstanbul 2004, s. 61.
[554] Bkz., İbnü’l-Arabî, Meşâhidü
Esrâri’l-Kudsiyye, Süleymâniye Ktp., Es’ad Efendi No: 3633, v. 80 a, 81
b, 85 b ve devamı; Addas, İbn Arabî, s. 140, 141.
[555] Eser, başta Şeyh’in
önde gelen öğrencilerinden olan İbn Sevdekin en-Nûrî (ö. 646/1248) tarafından
olmak üzere birkaç kez şerh edilmiştir. Bu şerhler ve eser hakkında bkz. Yahya,
Osman, Müellefât, ss. 558-560.
[556] Bkz., İbnü’l-Arabî,
el-Hikemü’l-Hâtımiyye, hz. Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-
Fikr), Kahire 1987.
[557] Şazıliye
tarikatının, kurucusu Ebu’l-Hasan eş-Şazıli (ö. 656/1258) ve onun halifesi
Ebu’l- Abbas el-Mürsî’den (ö. 686/1287) sonra üçüncü önemli şahsiyeti olan İbn
Atâullah el-İskenderî (ö. 709/1309) ve tasavvufî görüşleri hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. et-Taftazâni, Ebu’l-Vefâ, İbn Atâullah el-İskenderî ve
Tasavvufuhû, (Mektebetü’l-Enclo), Kahire 1969; Kara Mustafa, “İbn
Atâullah el-İskenderî” mad., DİA., c. XIX, İstanbul 1999, ss.
337-338; Yılmaz, Sevim, İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin
Tasavvufî Açıdan Değerlendirilmesi, (Basılmamış Y. Lisans Tezi),
(AÜSBE.), Ankara 2001.
[558] Bkz., el-İskenderî,
İbn Atâullah, el-Hikemu’l-Atâiyye, Tasavvufî Hikmetler, çev.
Mustafa Kara, (Dergah Yay.), İstanbul 1990. Eser hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz., Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, ss. 96-98.
[559] Nasr, “Sûfîlikte Şiirden
Hikayeye”, TasavvufîMakaleler, s. 194; Arbery, Tasavvuf,
s. 83.
[560] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 44.
[561] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 179.
[562] Konuk, Tedbîrat
Şerhi, s. 259, 260.
[563] Bkz., Katz, Steven
T., “Mystical Speech and Mystical Meaning”, Mysticism andLanguage,
s.
6, 7; White, John, Aydınlanma Nedir ?;
s. 22; AnaBritanica, “Koan” mad., c. XIII, s. 407.
[564] Serrâc, el-Luma’,
s. 461.
[565] age.,
s. 464.
[566] Lorry, “The
Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 39.
[567] Morris, “How to
Study The Futûhâf, MIACV., s. 73, 74.
[568] Morris,“Ibn ‘Arabi’s
Rhetoric of Realisation I”, JMIAS., c. XXXIII, s. 59, 60.
[569] Yunus Emre, Dîvân,
nşr. Mustafa Tatçı, (KB. Yay.), Ankara 1990, s. 405.
[570] Yunus Emre’nin bu
tür paradoksal ifadelerinin ayrıntılı bir tahlili için bkz., Cebecioğlu, Ethem,
“Some Reasons For The Inability of Layman to Understand Sufism”, Tasavvuf,
yıl: 1, sayı: 1, ağustos 1999, s. 21, 22.
[571] Bu şerhler hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz. Ceylan, Ömür, Tasavvufî Şiir Şerhleri,
(Kitabevi Yay.), İstanbul 2000, s. 36 ve devamı.
[572] Bkz., Aşkar,
Mustafa, Niyazî-i Mısri ve Tasavvuf Anlayışı, (KB. Yay.), Ankara
1998, s. 171.
[573] Edebiyatta,
mutasavvıfların derûni tecrübelerini dile getirirken kullandıkları sembolik,
gizemli, hissî ve meczûbâne ifadeler olan şath/şatah’ların yer aldığı tasavvufî
manzûmelere şathiyye adı verilmektedir. Edebiyatta şathiyye geleneği
hakkında Bkz., Tatçı, Mustafa “Tasavvuf Edebiyatında Şathiyyâtı Sûfiyâne
Geleneği”, Türk Kültürü, Temmuz 1985, yıl: XXIV, sayı: 267, ss.
481-486; Tatçı, Mustafa, “Ledünni Şiirde Şath Problemine Dair Notlar”, Türk
Kültürü, Ağustos 1986, yıl: XXIV, sayı: 280, ss. 500-5002;
Ceylan, Ömür, Tasavvufî Şiir Şerhleri, (Kitabevi yay.),
İstanbul 2000; Kurnaz, Cemal-Tatçı, Mustafa, Türk Edebiyatında Şathiyye, (Akçağ
Yayınları), Ankara 2001.
[574] Bkz., Aşkar, Niyazî-i
Mısri, s. 277; Cebecioğlu, “Some Reasons”, Tasavvuf, yıl:
1, sayı: 1, s. 21, 22.
[575] Kılıç, Sadık,
“Kabe’deki Sembolizm Üzerine Bir Deneme”, İSD., s. 58.
[576] Bu hususta meselâ
bkz., Hamidullah, Muhammed, “İslam’da Sembolik Anlatım”, İSD.,
ss. 217-231.
[577] Trafik işaretleri
ile matematiksel işaretler gibi, millî ya da evrensel teâmüllere dayalı olarak
belirlenen işaretler bazen sembol diye adlandırılmaktadır. Halbuki bu tür
yaklaşım sembol ile bu tür işaretler arasındaki esaslı ayırımı
zorlaştırmaktadır. Kesin olan şudur ki: işaretler, îmâda bulundukları şeyin
gerçekliğine katılmazken, semboller gerçekliğe iştirak ederler. Dolayısıyla
işaretler, dünyevî ve koşula bağlı olup, tedbir veya uzlaşma gibi sebeplerle
değiştirilebilirken, semboller bu şekilde değiştirilemezler. Meselâ temsil
ettiği ulusun gücüne ve îtibârına iştirak eden bayrak, sıradan bir işaret değil
semboldür. Dolayısıyla da sembolize ettiği ulusun gerçekliğini değiştiren büyük
tarihî olaylar hariç değiştirilemez. Bkz., Tillich, Paul, İmanın
Dinamikleri, çev. Fahrullah Terkan-Salih Özer, (Ankara Okulu
Yayınları), Ankara 2000, s., 45.
[578] Schwarz, Kadim
Bilgelik, s. 282.
[579] Durand, Gilbert, Sembolik
İmgelem, çev. Ayşe Meral, (İnsan Yay.), İstanbul 1998, s. 9; Akarsu, Felsefe
Terimleri Sözlüğü, s. 160; Kılıç, Sadık, “Kabe’deki Sembolizm”, İSD.,
s. 56.
[580] Kılıç, “Kabe’deki
Sembolizm”, İSD., s. 56.
[581] Antinomi: Çatışkı:
Tesavü-i Nakîzeyn: Aklın kendi içinde zorunlulukla düştüğü çelişmeler. Kant’a
göre dört çeşit antinomi vardır ve bunların savları da karşı savları da aynı
kesinlikle kanıtlanabilir. Meselâ; “âlem, uzay ve zaman bakımından sonludur”
tezine karşı “âlem sonsuzdur” anti tezi aynı kesinlikle savunulabilir. Bkz.:
Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, s. 44.
[582] Schwarz, Kadim
Bilgelik, s. 283.
[583] age.,
s. 284.
[584] Eliade, Mircea, Kutsal
ve Dindışı, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (Gece Yay.), Ankara 1991, s. 107;
Schwarz, Kadim Bilgelik, s. 285.
[585] Eliade, İmgeler
Simgeler, s. XIX.
[586] age.,
s. XVIII.
[587] Eliade, İmgeler
Simgeler, s. XXV.
[588] Schwarz, Kadim
Bilgelik, s. 285.
[589] Eliade, İmgeler
Simgeler, s. XXIII.
[590] Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfiyye,
s. 127.
[591] Eliade, İmgeler
Simgeler, s. XXIV.
[592] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 76.
[593] Bkz., Izutsu,
“Şebusterî’nin “Gülşen-i Râz” Adlı Eserinde Nur-Zulmet Paradoksu”, İMDÜM.,
s. 55, 56.
[594] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 76.
[595] Bkz., Izutsu,
“Şebusterî’nin “Gülşen-i Râz” Adlı Eserinde Nur-Zulmet Paradoksu”, İMDÜM.,
s. 57.
[596] Afîfî, “İbn Arabî fî Dirasetî”, KTMİA, s. 7.
[597] Schwarz, Kadim Bilgelik, s. 285.
konamayan şeyler arasındaki az ya da çok uzaktan benzerlik.
Mesela, insanın kolunun kuşun kanadına, sinir sisteminin de telgraf ağlarına
benzetilmesi gibi. Bkz. Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü,
s. 32.
[600] Kılıç, “Kabe’deki
Sembolizm”, İSD., s. 56.
[601] Schimmel, Annemarie,
“Dinde Sembolün Fonksiyonu Nedir?”, AÜİF. Dergisi, c. 3, sayı:
III- IV, Ankara 1954, s. 68.
[602] Kılıç, “Kabe’deki
Sembolizm”, İSD., s. 56.
[603] Tillich, İmanın
Dinamikleri, s., 46.
[606] Tillich, İmanın
Dinamikleri, s., 48, 49.
[607] Kılıç, “Kâbe’deki
Sembolizm”, İSD., s. 57.
[608] Schimmel, “Dinde
Sembolün Fonksiyonu”, AÜİF. Dergisi, c. 3, sayı: III-IV, s. 70.
[609] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, cilt: 2, sayı: 3, s.
17.
[610] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 262
[611] İbnü’l-Arabî, Istılâhât,
s. 71; A. mlf., Fütûhât (thk.), c. IV, s. 262, 263.
[612] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 263.
[613] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 199; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vil, s.
266.
[614] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 199.
[615] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 275.
[616] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 410.
[617] Bkz., Îbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 189.
[618] Bkz., Îbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 277.
[619] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 64, 65.
[620] Massignon, Essay,
s. 73.
[621] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 19, 20.
[622] Kılıç, Sûfî ve
Şiir, s. 164; Gündoğdu, Cengiz, “Mevlânâ’nın Şathiyye Türünde Yazdığı
Bir Gazeli’nin Şerhi: Şerh-i Ebyât-ı Celâleddîn-i Rûmî”, Tasavvuf,
yıl: 3, sayı: 8, Ocak-Haziran 2002, s. 30.
[623] Tatçı, “Tasavvuf
Edebiyatında Şathiyyât”, Türk Kültürü, yıl: XXIV, sayı:
267, s. 49.
[624] Köprülü, Fuad, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, (DİB. Yay), Ankara 1984, s. 297.
[625] Tatçı, “Ledünnî
Şiirde Şatah”, Türk Kültürü, yıl: XXIV, sayı: 267, s. 32, 33.
[626] Koç, Din Dili, s.
89.
[627] age.,
s. 212, 213.
[628] Chittick, Varolmanın
Boyutları, s. 318; A. mlf., Hayâl Alemleri, s. 110, 111.
[629] Şeriatî, Ali, Toplumbilim
Üzerine, çev., Kenan Sökmen, (Bir Yay.), İstanbul 1988, ss. 76-78.
[630] Kılıç, Kur’an
Sembolizmi, Ankara 1991(Kılıç Yay.), ss. 16-17.
[631] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 186, 187,
[632] Ferre, Frederick, Din
Dilinin Anlamı, çev. Zeki Özcan, (Alfa Yay.), İstanbul 1999, s. 87.
[633] Emiroğlu, Sûfî
ve Dil, s. 145.
[634] Özcan, Zeki, Teolojik
Hermenötik, İstanbul 1980, s. 16.
[635] Eco, Umberto, Yorum
ve Aşırı Yorum, çev., Kemal Atakay, (Can Yay.), İstanbul 1996, s. 41.
[636] Bkz., Vekil,
Abdurrahman, Hâzihîhiye’s-Sûfyye, s. 70.
[637] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 265; A. mlf., “Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât,
s. 36.
[638] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 251.
[640] Chittick, “Ibn ‘Arabi and His School”, ISM.,
s. 62; Nasr, ThreeMuslim Sages, s. 103.
[641] Corbin, Creative
Imagination, s., 208; Chittick, Sûfî Path, s. 119; Ebû
Zeyd, Felsefetü’t- Te’vîl, s. 226.
[642] Corbin, Creative
Imagination, s. 209.
[643] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 120; 196.
[644] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 103, 104.
[645] “Onlara ufuklarda
(âlemde) ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz.” (Fussılet 41/53)
[646] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 104.
[647] Aynı yer.
[648] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 257.
[649] Bkz, İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 37, 38 (takdim); Chodkiewicz, Sahilsiz Bir
Ummân, ss. 89-91; Hirtenstein, Stephen, The Unlimited Mercifer,
The Spiritual Life and Thought of Ibn ‘Arabî, (Anqa Publishing),
Oxford, 1999, s. 215.
[650] Underhill, Mysticism,
s. 79.
[651] age.,
s. 336.
[652] age.,
s. 335.
[653] Afîfî, Tasavvuf, s. 212.
[654] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfyye, s. 184.
[655] Afifi, Tasavvuf, s. 212.
[656] age.,, s. 212, 213.
[658] Bkz. Mahmud, Zeki
Necîb, “Tarikatu’r-Remz inde İbn Arabî fi Dîvânihi Tercümâni’l-Eşvâk”, Kıyem
mine’t-Türâs, içinde, (Dâru’ş-Şuruk), Kahire 2000, s. 90.
[659] Nicholson, fi’t-Tasavvufî’l-İslâmî,
s. 96.
[660] Afîfî, Tasavvuf,
s. 213, 214.
[661] Bkz., Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf,
s. 122; Sâre, Nazariyyetü’l-İttisal, s. 222.
[662] Af Tasavvuf,
s. 211, 212.
[663] Bkz., Nifferî, Mevâkıf
s. 51.
[664] Afîfî, Tasavvuf, s.
213, 214.
[665] Bkz., James, The
Varieties, s. 411, 412; Myers, Gerald E. William James, His Life
and Thought, (Yale University Press) London 1986, s. 470.
[666] Mahmud,
“Tarîkatü’r-Remz”, Kıyem mine’t-Türâs, içinde s. 49; Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 184.
[667] Gale, Richard M.
“Mysticism and Philosophy”, Contemporary Philosophy of Religion,
Ed., Steven M. Cahn-David Shatz, (Oxford University Press), Oxford 1982, s.
117.
[668] Afîfî, Tasavvuf,
s. 213, 214.
[669] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi” İslâmiyat, s. 20.
[670] Şebusterî, Mahmud, Gülşen-i
Râz, çev: Abdülbaki Gölpınarlı, (MEB. Yay.), İstanbul 1988, s.
60.
[671] Aynı yer.
[672] Şebusterî, Gülşen-i Râz,
s. 61.
[673] Serrâc, Luma’,
s. 414.
[674] Kuşeyrî, Risale,
s. 346; İbnü’l-Arabî, Meşâhidü Esrâri’l-Kudsiyye, Süleymâniye
ktp., Es’ad Efendi blm., no: 3633, v. 73 a, b.
[675] Gazâlî, Munkız,
s. 62.
[676] İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil,
s. 55.
[677] age.,
s. 55, 56.
[678] İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil,
s. 57, 58.
[679] Hem Şifâu’s-Sâil
hem de Mukaddime’yi dilimize kazandıran Süleyman Uludağ, İbn Haldun’un
bu iki farklı eserinde aynı konuya farklı tarzda yaklaşmasının sebebini şu
şekilde tespit eder: İbn Haldun, Mukaddime’de konuları birer içtimâî
hadise ve beşeri vakıa olarak görmekte; bir sosyolog, bir tarih felsefecisi
olarak konuyu objektif bir şekilde incelemektedir. Şifâu’s-Sâil’de ise,
tasavvuf hakkında şer’î bir fetva vermekte, bu sebeple de kendisini sıkı bir
şekilde naslarla kayıtlı gören bir kadı gibi hareket etmekte, verdiği fetvanın,
tasavvufun İslâmî çehresini belirtmesi için gerekli olan gayret, dikkat ve
ihtiyatı göstermektedir. Bunun neticesi olarak da bazı mutasavvıflara ve
onların tasavvuf anlayışlarına karşı sert bir tavır takınmaktadır. Bkz., İbn
Haldun, Şifâu’s-Sâil-Tasavvufun Mahiyeti, çev: Süleyman Uludağ,
(Dergah Yay.), İstanbul 1984, 26, 27, (takdim).
[680] İbn Haldun,
Abdurrahman b. Ebu Bekr, Mukaddime, çev. Zâkir Kadiri Ugan, (MEB.
Yay.), İstanbul 1970, c. II, s. 558.
[681] Bkz.,Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf
s. 122; .Sâre, Nazariyyetü’l-İttisal, s. 221.
[682] Kelâbâzî, Ta’arruf,
s. 107.
[683] Bkz., Kuşeyrî, Risâle,
s. 89
[684] es-Serrâc, el-Luma’,
s. 414.
[685] Bkz., İbnü’l-Arabî, Risâletü’l-İntisar
(Resâil), s.324, 325.
[686] Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık, s. 21.
[687] Bkz., Ricman, H. P.,
Anlama ve İnsan Bilimleri, çev. Mehmet Dağ, (AÜ. Basımevi),
Ankara 1992, s. 42.
[688] Bkz. Şârâ, Sayın, Yorumbilimsel
Söyleşi, (Macit Gökberk Armağanı), (TDK. Yay.), Ankara 1983, s. 106;
Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması, s. 310, 311.
[689] Bkz., İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. IV, s. 169; c. VIII, s. 215; A. mlf., Risaletü’l-İntisâr
(Resâil), s. 327; A. mlf., Ankâu Muğrib, s. 30.
[690] Kuşeyrî, Risâle,
s. 89.
[691] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 106.
[692] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 371.
[693] Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf,
s. 122; Sâre, Nazariyyetü’l-İttisal, s. 221
[694] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 19.
[695] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 21.
[696] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 224, 225.
[697] age.
c. IV, s. 264, 265.
[698] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 185, 186.
[699] Hallâc’ın
öldürülmesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Bağdâdî, Târîhu Bağdâd,
c. VIII, s. 132 ve devamı.
[700] İbn Berrecân’ın
öldürülmesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Tâdilî, Teşevvüf
s. 170.
[701] Sühreverdî’nin
öldürülmesi hakkında bkz., Yörükan, Yusuf Ziya, Şihâbuddîn Sühreverdî ve
Nur Heykelleri, çev. A. Kamil Cihan, (İnsan Yay.), İstanbul 1998, s. 35
ve devamı.
[702] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 17.
[703] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Fenâ
fi’l-Müşâhede, (Resâil) s. 6; A. mlf., Fütûhât
(thk.), c. III, s. 248, 249; A. mlf., Meşâhid, v. 83 a.
[704] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 249.
[705] Nicholson, TheMystics
of İslam, s. 103.
[706] Mahmud,
“Tarîkatu’r-Remz”, Kıyem mine’t-Türâs, s. 49; Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 186.
[707] Afîfî, Tasavvuf,
s. 212.
[708] İbnü’l-Arabî’nin
kullandığı farklı semboller hakkında meselâ bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 238, 251; c. III, s. 194; c. IV, s. 119, 127, 155,
156, 158, 350; (byr.), c. III, s. 456; c. IV, s. 52; c. IV, s.
94, s. 97, s. 193; c. V, s. 69, s. 161, s. 177, s. 186, s. 187, s. s. 211, s.
278, ss. 405-407; c. VII, s. 191; Mahmud, “Tarîkatu’r-Remz”, Kıyem
mine’t-Türâs, ss. 49-90; Hilmi, Muhammed Mustafa, “Künûz fî Rumûz”, KTMİA.,
ss. 37-65; Keklik, Felesefede Metafor, ss. 102-109; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, ss. 203-225.
[709] Bkz., İbnü’l-Arabî, İsrâ,
(Resail), s. 156 ve devamı.
[710] Bkz., Attâr,
Feridüddin, Mantıku’t-Tayr.
[711] Bkz. İbnü’l-Arabî, İsrâ,
(Resail), s. 162, 180, 189, 191, 194.
miracıyla paralelilk arzetse de, her bir velînin fethi
hiçbir zaman bir birinin aynı olmadığı gibi her bir velînin miracı da
diğerlerinden farklıdır. İşte bu sebeple bütün velîler, Hz. Peygamberin
miracındaki yolu takip etseler de her bir velî bu yolda farklı manevî
tecrübelerle karşılaşır. Zîrâ söz konusu olan bu çetin seyahat, “Nefsini
bilen Rabb’ini bilir” hadisinin fehvasınca her bir velînin külli ve kâmil
tahakkukundan başka bir şey değildir. Bu mânâda mîraç velînin kendisini
keşfetmesinden başka bir şey değildir. Bkz., Addas, İbn Arabî, s.
162. Bizzat İbnü’l-Arabî, velîlerin mirâcının rûhen olduğunu Hz. Peygamberin
miracının ise hem rûhî hem de bedeni olduğunu söyler. Kendilerinin nübüvvet
makamından zevkleri olmadığı için bu makam hakkında konuşamadıklarım söyler.
Nübüvvet makamı hakkında ancak nebî olanlar konuşabilir der. Sufîler için ise
bu makamdan ancak veraset hazzı vardır. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr),
c. VII, s. 111; İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-İsrâ ile’l-Makâmi’l-Esrâ,
nşr. Suad Hakim, (Dendere Neşr.), Beyrut 1988, s. 33 (takdim)
[715] Bkz., İbnü’l-Arabî, İsrâ,
(Resail), s. 157.
[716] age.,
ss. 157-160, 164.
[717] age.,
s. 159.
[718] age.,
s. 157.
[719] Azama, Mîrâc
ve’r-Remzü’s-Sûfî, s. 41.
[720] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, 72; Hirtenstein, The Unlimited, s. 146,
147.
[721] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kit.abü’l-İsra,
s. 176.
[722] Bkz., Addas, İbn
Arabi, s. 206, 207.
[723] Bkz., Attâr, Mantıku’t-Tayr,
s. 42 ve devamı.
[724] age.,
s. 43.
[725] age.,
s. 215 ve devamı.
[726] Attâr, Mantıku’t-Tayr,
s. 271, 272.
[727] Bkz., Azama, Mîrâc,
s. 43, 44. 46.
[728] age.,
s. 51.
[729] Bkz., Kılıç, Mahmut
Erol, “Sûfî Şiirinin Poetikası”, Cogito-Şiir, (Yapı Kredi Yay.),
İstanbul 2004, sayı: 38, s. 84.
[730] Eliade, Mircea,
“Modern Dünyanın Mitleri”, İSD., s. 296.
[731] Bkz., Esmail, The
Poetics, s. 9, 10, 12.
[732] Bkz., Kılıç, Sûfî
ve Şiir, s. 11.
[733] Austin, Ralph, “Ibn
al-‘Arabi-Poet of Divine Realities”, MIACV, s. 183.
[734] Bkz., İbnü’l-Arabî, Dîvân,
s. 182 ve devamı.
[735] age.,
s. 123 ve devamı.
[736] age.,
s. 193 ve devamı. Tek tek her bir harf üzerine yazılmış olan bu şiirlerdeki
mısraların başlangıcı ve sonu şiirde hangi harf konu ediliyorsa o harfle
başlayıp bitmektedir.
[737] age.,
s. 64 ve devamı.
[738] Şutûrî, İtticâhü’l-Edeb,
s. 440.
[739] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 35.
[740] Underhill, Miysticism,
s. 425.
[741] Arapça ve Farsça
tasavvufî şiir gelenekleri hakkında bilgi için bkz., Nicholson, fi’t-
Tasavvufî’l-İslâmî, s. 91; Arbery, Tasavvuf, ss. 103-115;
Afîfî, Tasavvuf, s. 23. Nasr, “Sûfîlikte Şiirden Hikayeye”, TasavvufîMakaleler,
ss. 195-202.
[742] Nasr, “Sûfîlikte
Şiirden Hikayeye”, TasavvufîMakaleler, s. 195.
[743] agm.,
s. 195, 196.
[744] Bkz., Şehbenderzâde,
Filibeli Ahmed Hilmi, İslam Tarihi, sad. M. Rahmi, (Sağlam
Kitabevi), İstanbul, 1979, c. II, s. 388; Kılıç, Sûfî ve Şiir, s.
31.
[745] Nasr, “Sûfîlikte
Şiirden Hikayeye”, TasavvufîMakaleler, s. 192.
[746] İbn Teymiyye’nin,
sahih ya da zayıf her hangi bir senedinin olmadığını söylediği bu hadis
hakkında İbnü’l-Arabi, “naklen sahih değilse de keşfen sahihtir” der. Senedi
bilinmeyen bu sözün manen doğru olduğu da vurgulanmaktadır. Hadis hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz. Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, s. 98, 99; Uysal, Tasavvuf Kültüründe
Hadis, ss. 268-271. Hadis, sufî müelliflerce ayrıntılı bir şekilde
yorumlanmış, hatta Bursevi, bu sözü açıklamak üzere müstakil bir eser kaleme
almıştır. Bkz., Bursevî, İsmail Hakkı, Kenz-i Mahfî, (Misvâk
Neşriyat), İstanbul 1980.
[747] Nasr, “Sûfîlikte
Şiirden Hikâyeye”, TasavvufîMakaleler, s. 192.
[748] Aynı yer.
[749] Nasr, İslam
Sanatı ve Mâneviyatı, s. 121, 122.
[750] Nasr, İslam
Sanatı ve Maneviyatı, s. 122, 123.
[751] age.,
s. 128.
[752] Nicholson, fi’t-Tasavvufî’l-İslâmî,
s. 95, 96
[753] Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf,
s. 85.
[754] Şutûrî, İtticâhü’l-Edeb,
s. 487; Nasr, İslam Sanatı, s. 126.
[755] Nasr, İslam Sanatı,
s. 127.
[756] Emiroğlu, Sûfî
ve Dil, s. 22.
[757] Mevlânâ, Fîhi
Mâ Fîh, s. 70.
[758] Aynı yer.
[759] Bkz., İbnü’l-Arabî, Zehâiru’l-Â’lâk,
s. 9, 10.
[760] Şebusteri, Gülşen-i
Râz, s. 7.
[761] Nasr, İslam Sanatı,
s. 127.
[762] Nicholson, fi’t-Tasavvufî’l-İslâmî,
s. 92.
[763] Kirmânî, Heart’s
Witnes, s. 6, (Weischer’in takdimi).
[764] Afîfî, Tasavvuf,
s. 202.
[765] Bkz. İbnü’l-Arabî, Zehâiru’l-Â’lâk,
s. 8, 9.
[766] Bkz. Corbin, Creative
Imagination, s. 138; Izutsu, “Ibn Al-‘Arabî” mad., ER.,
c. VI, s. 554.
[767] Austin, Ralph, “The
Lady Nizam-An Image of Love and Knowledge”, JMIAS., Oxford 1988,
c. VII, s. 36.
[768] İbnü’l-Arabî’nin
bir çok görüşü, Dante’nin bu eserindeki görüşlerine ilham kaynağı olmasının
yanı sıra Dante, cennet, cehennem ve ârâf hakkındaki görüşlerini bütünüyle
İslâmî kaynaklardan özellikle de İbnü’l-Arabi’den almıştır. Asin Palacios bu
hususa işaret etmek üzere İslam and Divine Comedy isimli bir eser
yazmıştır. Bu hususta bkz. Landou, “The Philosophy of Ibn ‘Arabî I”, The
Muslim World, s. 51, 52; Palicos, İbn ‘Arabî, s. 14. (A.
Bedevi’nin takdimi); Arbery, An Introduction, s. 57; Alighieri,
Dante, İlâhî Komedya-Cehennem, çev. Feridun Timur, (MEB. Yay.),
Ankara 2001, ss. 50-57. (Mütercimin takdimi).
[769] Austin, “The Lady
Nizam”, JMIAS., Oxford 1988, c. VII, s. 37; Atakay, Kemal, “Dante
ve Lirik Şiir Geleneği”, Cogito-Şiir, (Yapı Kredi Yay.), İstanbul
2004, sayı: 38, s. 78, 83.
[770] Bkz., İbnü’l-Arabî, Zehâir,
s. 8, 9.
[771] age.,
s. 9.
[772] age.,
s. 7, s. 11.
[773] Bkz., Austin, “The
Lady Nizam”, JMIAS., Oxford 1988, c. VII, s. 38.
[774] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 217; Austin, “The Lady Nizam”, JMIAS., Oxford 1988, c. VII, s.
39; Alevî, Medâratü’s-Sûfiyye, s. 88; Avde, Tecelliyyâtü’ş-Şi’ri’s-Sûfî,
s. 317. Mevlânâ kadındaki bu yönü şu şekilde ifade eder: “Kadın, Hakk
nurudur... Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil.” Bkz., Mevlânâ, Mesnevî,
çev. Veled İzbudak, (MEB. Yay.), İstanbul 1960, c. I, s. 195, byt. 2435.
[775] Divanda geçen kadın
sembolleri ve delalet ettikleri ilâhî hakikatleri gösteren bir tablo için bkz.,
Avde, Tecelliyyâtü’ş-Şi’ri’s-Sûfî, s. 316, 317.
[776] Bkz., İbnü’l-Arabî, Zehâiru’l-Â’lâk,
s. 9.
[777] Afîfî, Tasavvuf,
s. 202.
[778] Bkz., İbnü’l-Arabî, Zehâiru’l-Âlâk,
s. 9; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. VI, s. 389.
[779] Afîfî, Tasavvuf,
s. 203.
[780] Şutûrî, İtticâhü’l-Edeb,
s. 440, 441.
[781] Tirmizî ve Ahmed b.
Hanbel tarafından rivayet edilen bu hadisi ve benzeri diğer rivayetleri
özellikle mu’tezilî kelamcılar teşbih ifade ettiği gerekçesiyle tenkit
etmişlerdir. Bkz. Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, s. 82, 83.
[782] Bazı
araştırmacılar bu tarzda bir rivayetin Hz. Peygambere isnadının asılsız
olduğunu vurgularlar. Bkz., Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s.
206.
[783] Bkz., Corbin, Creative
Imagination, ss. 272-277.
[784] age.,
s. 272.
[785] Corbin, Creative
Imagination, s. 275.
[786] Kirmânî, Heart’s
Witness, s. 8, (Weischer’in takdîmi). İbnü’l-Arabî’nin bu şekilde
melekûtî, rûhâni ya da hayalî sûretlerle karşılaşma tecrübesi çoktur. Nitekim
o, tavaf esnasında Kâbe’nin ya da Kur’an’ın hakikatini bir genç (fetâ)
sûretinde müşahede eder. Kendinden önce yaşamış evliya ya da peygamberlerin
ruhâni sûretleriyle karşılaşır.
[787] Bkz., Corbin, Creative
Imagination, s. 187; Çakmaklıoğlu, “İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayal”, Tasavvuf,
yıl: 4, sayı: 10, ocak-haziran 2003, s. 308.
[788] Bkz. İbnü’l-Manzûr, Lisânü’l-Arab,
c. XI, s. 32, 33.
[789] Izutsu, “Ibn
Al-‘Arabî” mad., ER., c. VI, s. 554.
[790] agm.,
s. 554, 555.
[791] Izutsu, “Ibn
Al-‘Arabî” mad., ER., s. 554.
[792] Kirmânî, Heart’s
Witness, s. 8, (Weischer’in takdimi).
[793] Sûfîlerin bu
yöndeki açıklamaları ve sözleri hakkında meselâ bkz., Kuşeyrî, Risale,
ss. 156160.
[794] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 188.
[795] Meselâ bkz., Gazâlî,
Munkız, s. 56.
[796] Bkz., Ülken, Hilmi
Ziya, Türk Tefekkür Tarihi, (Matbaa-i Ebu’z-Ziyâ), İstanbul 1933,
c. I, s. 149
[797] Bkz. Kelâbâzî, Taarruf
s. 166.
[798] age.,
s. 106, 107; Kuşeyrî, Risale, s. 157; İbnü’l-Arabi, Fusûs,
s. 186.
[799] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 187.
[800] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 271.
[801] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 331.
[802] Bkz., Murat
Baç-Itır Güneş, “Sükût ve Kelam: Geçmişin ve Geleceğin Sessizlikleri İçin
Görüngübilimsel Önsöylemler”, Felsefe Tartışmaları, Vehbi Hacıkadiroğlu
Armağanı, haz. Doğan Özlem-Hayrettin Ökçesiz-Şükrü Argın, (Everest
Yay.), İstanbul 2002, s. 153, 154.
[803] Murat Baç-Itır
Güneş, “Sükût ve Kelam”, Felsefe Tartışmaları, s. 157.
[804] agm.,
s. 159.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar