MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABİ’YE GÖRE DİL-HAKİKAT İLİŞKİSİ MARİFETİN İFADESİ SORUNU 1
Hazırlayan: M. Mustafa ÇAKMAKLIOĞLU
Tasavvufî düşünce, İslam Düşünce Tarihi içerisinde diğer disiplinlerden
farklı yapısıyla dikkat çekmektedir. Bu düşüncenin genel seyri içerisinde,
varlık, alem, insan, bilgi ve dil gibi konulara farklı bir perspektiften
yaklaşılmış ve bu doğrultuda eserler kaleme alınmıştır. Tasavvufî bilgi
sayesinde bilginin imkânı, sahası ve kaynakları genişletilmiş, bilginin
kaynaklarına kalp de eklenerek mârifet teorisi geliştirilmiştir. Mahiyeti ve
konusu gereği farklı bir epistemolojik sistemde hareket edilmesi, farklı
terminoloji ve ifade şekillerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu sebeple
de, kültür tarihimiz içerisinde felsefe, sanat, ahlak, psikoloji... gibi farklı
alanları içine alan ve üslûbu açısından bambaşka bir özellik arz eden, oldukça
zengin bir literatürle karşılaşmaktayız. Bu eserlerin anlaşılması ve
yorumlanması, İslam’ın derûnî boyutunun anlaşılması yönünden oldukça önemlidir.
Dolayısıyla, tasavvufî içerikli eserlerde kullanılan dilin mahiyeti, kullanılan
kavramların anlam çerçeveleri ve bu disiplin içerisinde geliştirilmeye
çalışılan dil teorileri büyük önem arz etmektedir.
Tasavvufî bilgi, mahiyeti îtibârıyla felsefî, analitik bilgiden oldukça
farklı olduğu için doğrudan sûfînin kalbine atılan anlamlardan ibâret olan
mârifetin ifadesi de farklılık arz etmektedir. Dolayısıyla sûfî, analitik
olarak düşünüp sistemleştirdiği bilgilerini değil, yaşadığı, müşâhede ettiği
halleri ve doğrudan kalbine doğan anlamları, kısacası kalp aynasına yansıyan
hakikatleri lafız kalıplarına dökmektedir. Bu noktada sûfîler, yaşadığı engin,
derûnî tecrübeyle bu tecrübelerini sınırlı vasıtalarla ifade etme arasındaki
gerilimi sürekli yaşarlar. Bu sorun, tarih boyunca sûfîlerce, “Tasavvuf, kâl
ilmi değil, hâl ilmidir” şeklinde formüle edilmiştir. Buradaki temel sorunu şu
şekilde özetlemek mümkündür: Derûnî ve rûhânî olan bir tecrübe kelimelerle
nasıl ifade edilebilir? Rûhânî, sınırsız ve sonsuz olan, maddî, geçici ve
sınırlı olanla nasıl yansıtılabilir? Kısacası kâinatın bütününe sirâyet etmiş
olan mânâ ve hakikat, kelimelerle nasıl ifade edilebilir? İşte, farklı bütün
çeşitleriyle sûfiyâne söylemde bu soruların cevapları yatmaktadır. Sûfiyâne
tecrübelerin ifadesi mahiyeti gereği hayli zor olduğu için, tasavvufta diğer
disiplinlerden farklı olarak geneli itibarıyla sembolizmi esas alan bir ifade
üslûbu kullanılmaktadır ki bu üslûba felsefede de rastlamaktayız. Bu doğrultuda
tasavvufî literatürde sadece teorik ve pratik yönden uzmanlaşmış kişilerin
anlayabileceği teknik terimler geliştirilmiş, sembolik ve paradoksal ifadelere
yer verilmiştir. Ayrıca sembolik bir anlatım aracı olarak şiire de sıkça
başvurulmuştur. Dolayısıyla tasavvufî düşünceyi anlatan eserlerin doğru
anlaşılması, bu disiplindeki söylem tarzının mahiyeti ile kullanılan terim ve
sembollerin hangi anlamları taşıdığının bilinmesine bağlıdır. Genel olarak
tasvir etmeye çalıştığımız bu probleme tezimizde İbnü’l-Arabî örneğinde cevap
aramaya çalışacağız.
Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabi (ö. 638/1240), Tasavvuf Tarihi
içerisinde ortaya atılan önemli teorilerin geliştirilmesi açısından oldukça
önemli bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendisinden önceki bazı
sûfiler tarafından sekr ve vecd hallerinin terennümleri olarak ifade edilen
düşünceleri geliştirmiş ve kendinden sonra gelen bir çok sûfîyi etkileyerek bir
geleneğin oluşmasını sağlamıştır. Özellikle tasavvufî düşünce açısından hem
nazım hem de nesir türünde önemli bir çok eser kaleme almış bulunan
İbnü’l-Arabi, mârifetin ifade edilebilmesi noktasında oldukça velûd bir müellif
olmasının yanısıra bu problem hakkında aydınlatıcı bilgiler de vermektedir. Bu
sebeple tezimizde ele almaya çalışacağımız sûfiyâne söylemin mahiyeti,
mârifetin ifade şekilleri vs. gibi konuların tahlil edilmesi bakımından
İbnü’l-Arabî’nin eserleri hem kemiyet hem de keyfiyet açısından iyi bir örnek
teşkil etmektedir. İleri sürdüğü kapsamlı fikirleri ve orijinal telakkîleri
bakımından her zaman dikkat çekmiş olan İbnü’l-Arabi, Doğu’da, Batı’da ve
ülkemizde farklı yönleriyle çalışılmıştır. Ülkemizde İbnü’l-Arabi’nin varlık ve
bilgi anlayışı, îtikâdî görüşleri, hadis anlayışı... gibi konular akademik
bazda çalışılmıştır. Batı’da da özellikle entelektüel düzeyde her zaman ilgi
kaynağı olan İbnü’l-Arabî’nin, eserlerinin ilmî neşri ve tercümelerinin
yanısıra, özellikle hayatı, eserleri, tasavvuf felsefesi, marifet ve hayal
anlayışı gibi mevzûlar ilmî çalışmalara konu olmuştur.
Ancak
tespit edebildiğimiz kadarıyla konumuzla doğrudan alâkalı bir çalışma mevcut
gözükmemektedir. Konuyla doğrudan alâkalı olmasa da tezimize ışık tutacak
önemli çalışmalar vardır. Bu çalışmalara tezin kaynakları bölümünde dikkat
çekmeye çalıştık. Kısacası İbnü’l-Arabi’nin, varlık, bilgi, ahlak ve tasavvufî
tecrübe konularında olduğu kadar, marifetin ifadesi sorunu hakkındaki
düşüncelerinin, marifetini ifade etmede kullandığı farklı ifade şekillerinin ve
dil telakkîsinin tespiti de, tasavvuf disiplinin doğru anlaşılıp yorumlanması
bakımından hayli önemi hâizdir.
İbnü’l-Arabi’nin dil konusuna yaklaşımından ve tasavvufî tecrübesini
ifade şekillerinden bahsederken onun mârifet anlayışından da bahsetmek
zorundayız. Çünkü bu konu sûfîlerin bilgi anlayışları ile doğrudan alâkalıdır.
Fakat biz burada İbnü’l-Arabi’nin epistemolojisinden bahsederken keşfi bilginin
mahiyeti, bilgi felsefesi açısından değeri ve istidlalî bilgi ile mukayesesi...
gibi problemlere sadece araştırma konumuz çerçevesi içerisinde değinmeye
çalışacağız. Dolayısıyla bu araştırmamızda mârifet teorisini, konuya temel
oluşturması bakımından ve ifade edilebilmesi açısından incelemek suretiyle
istidlâlî bilgi ile bu açıdan bir mukayeseye tâbî tutacağız. Yine İbnü’l-Arabî,
diğer bütün görüşlerinde olduğu gibi dil konusunu da hep varlık anlayışı
doğrultusunda, meselâ harfleri tekâbül ettikleri varlık mertebeleriyle birlikte
açıklar. İnsanı, hattâ bütün kâinatı sonsuz ilâhî söylemin bir kompozisyonu
addeder. Dolayısıyla çalışmamızda İbnü’l-Arabi’nin varlık anlayışına da yer
vermek durumundayız. Fakat müstakil, kapsamlı bir araştırma konusu niteliğinde
olduğu için, bu konuya da tezimizin sınırları çerçevesinde değinmeye
çalışacağız. Bu doğrultuda “İbnü’l-Arabî’ye Göre Marifetin İfadesi Sorunu”
konulu tezimiz, araştırmanın önem ve metoduyla, İbnü’l-Arabî’nin hayatı ve
eserlerinin konu edildiği Giriş Bölümü dışında üç ana bölümde şekillenecektir.
Birinci Bölüm’de farklı bir bilgi anlayışı çerçevesinde sûfilerce geliştirilen
mârifet teorisi, İbnü’l-Arabî özelinde ve kavramsal bazda ele alınmıştır.
İkinci Bölüm’de İbnü’l- Arabi’nin varlık ve dil telakkîsi ile bu iki telakki
arasındaki paralelliğe yer verilmiştir. Yine bu bölümde, İbnü’l-Arabî’nin,
sonsuz ilâhî söylemin farklı boyutlardaki kelimeleri olarak algıladığı
İnsan-Varlık-Kur’an arasındaki paralellik ve onun bu temel esas çerçevesindeki
te’vil metodu incelenmiştir. Üçüncü Bölüm’de ise tasavvufî tecrübenin ve bu
tecrübe neticesinde hasıl olan mârifetin ifade edilebilmesi imkânına,
kullanılan ıstılâhât ile bu ıstılâhâtın semantik tahliline ve sûfiyâne
söylemdeki farklı ifade şekillerine yer verilmiştir.
Bütün eksiklikler bizden, bütün güzellik ve kemâlât O’ndandır.
M. Mustafa Çakmaklıoğlu Ocak 2005 Ankara
I-
Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’nin Hayatı ve Eserleri
İbnü’l-Arabî çoğunlukla “vahdet-i vücûd” ( varlığın birliği)
doktrininin kurucusu olarak bilinir. Ne var ki böyle bir ifadeye kendi
eserlerinde rastlanmaz. Bu ifade İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin içeriğini
bütünüyle temsil etmese bile, kendisinden sonra gelen takipçilerini temsil
etmek için kullanılır.[1] Zîrâ bu
terim, İbnü’l-Arabî’nin takipçileri tarafından, onun düşüncesine sistematik bir
biçim vermek amacıyla îcat edilmiş bir terimdir.[2]
Tam künyesi: eş-Şeyhu’l-Ekber Muhyiddin Muhammed b. Ali b. Muhammed
el- Arabî et-Tâî el-Hâtımî şeklindedir. Meşhur Mâlikî kadısı ve mütekellim
Ebûbekir İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148)[3] ile
karıştırılmaması için ismi, kayıtlarda genelde galat-ı meşhur olarak “İbn
Arabî” şeklinde geçmektedir. Ayrıca kimi zaman, memleketi olması hasebiyle “el-Endelûsî”
nispet eki de künyesine eklenir. “İbn Sürâka”[4] ve “İbn
Eflatun”[5] gibi lakaplar ise bazı
araştırmacıların yakıştırmalarından ibârettir.[6]
İbnü’l-Arabî’nin hayatını genel olarak üç ana dönemde ele almak
mümkündür: 1- Endülüs’teki ilk entelektüel ve rûhânî formasyonu. 2-Doğuya
seyahatleri, Kâ’be etrafındakî önemli rûhânî açılımları ve aşk tecrübesi.
3-Şam’da ikâmet ve mistik- metafizik olgunluk.[7]
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin doğup büyüdüğü ve gençlik yıllarını geçirdiği
Endülüs, demografik açıdan oldukça gayri-mütecânis bir yapıya sâhiptir.
Endülüs’ün sayısal olarak en önemli topluluğunu oluşturan İslam’a girmiş İspany
ollar, azınlıkta olan Hıristiyan ve Yahudiler, Endülüs’ün nüfusuna dışarıdan
gelip katılan Sudanlı zencîler, Kuzey Afrikalı Berberîler ve halis Araplar, bu
yapının unsurlarıydı. İspanya’nın fethi[8] ile birlikte genelde Suriye ve
Yemen bölgelerinden gelmiş olan halis Araplar, imtiyazlı ve zengin bir azınlık
oluşturmaktadır. En iyi topraklara sâhip büyük aileler zümresini teşkil etmekte
olan bu Araplar, çoğunlukla önemli idarî makamlara sahiptir.[9]
Ayrıca XI. yüzyıldan İtibaren, Endülüs’teki Berberilerin sayısı, önce
Murabıtların, ardından da Muvahhidlerin iktidara gelişiyle önemli ölçüde
artmıştır. Genellikle ordu kurmakta kullanılmış olan bu Kuzey Afrika
göçebeleri, onları kaba vahşiler olarak gören Araplar ve Endülüslüler nazarında
pek sevilmezlerdi. Muvahhid hanedanının tahta çıkmasıyla birlikte toplumsal
mevkilerinde belirgin bir değişiklik olan berberiler, artık kadılık gibi
görevler üstlenebiliyor ya da dİnİ ilimlerdeki vukûfiyetleriyle
sivrilebiliyordu. İleride bahsedeceğimiz gibi, İbnü’l-Arabi’nin manevî
üstatlarından bir çoğu bu kültürsüz ve tahsilsiz Berberiler arasından
çıkmıştır.[10]
Herşeyden önce Muhyiddin İbnü’l-Arabİ’nin hayatı ve eserlerinin doğru
bir şekilde tespitini kolaylaştıracak önemli sebepler vardır. Öncelikle bizzat
İbnü’l-Arabİ, yeri geldikçe eserlerinde kendisi, ailesi, yakınları, yaşadığı
yerler, tanışmış olduğu şahsiyetler ve eserleri hakkında bilgiler veren bir
sûfidir.[11] Bizzat
İbnü’l-Arabİ’nin vermiş olduğu bu otobiyografik bilgilerden istifade edilmek
sûretiyle onun hakkında muhtelif menâkıpnâme ve biyografiler de hazırlanmıştır.[12] Özellikle
İbnü’l-Arabİ’nin hayatını ele alan bu tür müstakil eserlerin yanı sıra diğer
pek çok kaynakta[13] da Şeyh-i
Ekber’den ayrıntılı bir şekilde bahsedilmiştir.
Halis bir Arap olduğunu, asil bir soydan geldiğini ve soyunun,
cömertliği ve mertliği ile meşhur Hâtem-i Tâî’ye dayandığını, Benû Tayy
kabilesinden geldiğini İbnü’l-Arabî’nin kendisi söyler.[14] Ailesi, Endülüs toplumunun en
yüksek tabakasını oluşturan hâssaya dahildir. İbnü’l-Arabi’nin titiz bir
biyografisini kaleme alan Claude Addas’a göre, Şeyh-i Ekber’in mensup olduğu
Benû Tayy kabilesinin bir kısmı, kesin olmamakla beraber, ilk fetih yıllarında
İspanya’ya gelip yerleşmiş olmalıdır.[15] İbnü’l- Arabî’nin İspanya’daki
hayatı, Kuzey Afrika’dan gelerek Murâbıtların (1090-1147) varlığına son veren
Muvahhidler dönemine (1147-1238) rastlamaktadır. İbnü’l- Arabî’nin 1165 yılında
doğduğunu ve 1200 yıllarında Endülüs’ü kesin olarak terk etmesini de dikkate
aldığımızda onun, Muvahhid hükümdârlarından Ebû Yakub Yusuf b. Abdülmü’min
(1163-1184) ile Ebu Yusuf Yakub el-Mansur (1184-1199) dönemlerinde, kısa bir
süre de Muhammed en-Nâsır döneminde (1199-1214) Endülüs’te yaşadığını
görmekteyiz. [16]
Babası, Abbasî halifesi Müstencid Billah’ın komutanı ve Muvahhidlere
muhalif olarak Şarkü’l-Endülüs’e belirli bir süre hükmeden Muhammed b. Sa’d İbn
Merdeniş[17] katında
hatırı sayılır bir mevkii olan ve ayrıca dönemin meşhur filozof ve kadısı İbn
Rüşd’ün (ö. 595/1198) yakın dostu[18] Ali b.
Muhammed’dir. Her ne kadar hangi vazifeyi yerine getirdiği tam olarak bilinmese
de babasının, önce İbn Merdeniş’in yönetiminde, onun yönetimden düşüşünün
ardından da Muvahhid Sultanı Ebu Yakup Yusuf döneminde önemli bir resmî görevi
yerine getirdiği bazı kaynaklarda kaydedilir. Zîrâ İbn Merdeniş’in, Sultan Ebu
Yakub’a yenilmesinin ve muhasara altında bulanan kalede 569/1171 yılında vefat
etmesinin ardından oğlu İbn Hilâl, isyanı sürdürmekten vazgeçmiş, babasının ele
geçirmiş olduğu bütün kaleleri Muvahhidler’e teslim ederek Sultan Ebû Yâkub’a
tâbî olmuştur.[19] İbn Hilâl’in
bu şekilde tâbiiyyetini bildirmesinin ardından Sultan Ebu Yakub Yusuf,
İbnü’l-Arabî’nin babasının yanı sıra, muhalifi İbn Merdeniş’in sarayında görev
yapmış bir çok kimseyi kendi hizmetine almıştır.[20] Sarayla bu yakın ilişkisinin
yanı sıra İbnü’l-Arabî’nin babası, çok Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle
meşgul takvâ sahibi bir zâttır. Hattâ İbnü’l-Arabî’nin kaydettiğine göre, ölüm
gününü önceden haber vermiştir ve öldüğünde cenazesi, bakanı ölü mü yoksa canlı
mı olduğu hususunda tereddütte bırakacak bir haldedir.[21] [22] İbnü’l-Arabî, babasını sürekli
hürmetle yâd etmekle beraber, irfân noktasında her zaman aynı görüşleri
paylaşmadıklarını yine bizzat İbnü’l- Arabi’den öğrenmekteyiz. İbnü’l-Arabî,
babasının, hayatının son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaştığında, şunları
söylediğini kaydetmektedir: “Şimdiye kadar senden hiç bilmediğim şeyler
işittim ve belkide söylediklerinin bir kısmını inkâr da ediyordum. Ama işte şu
an dediklerinin hepsini bizzat müşâhede ediyorum oğlum!”31
Şeyhin annesi hakkında ayrıntılı bir bilgiye sâhip değiliz. Döneminin
hanım sûfîlerinin sohbetlerine devam eden takva sahibi biri olduğu, kocasının
ölümünden bir müddet sonra vefat ettiği[23], İbnü’l-Arabî’nin de mânevî
hocalarından olan Fâtıma bintü’l-Müsennâ el-Kurtûbî isimli kadın veliyyenin
sohbetlerine katıldığı[24], isminin ise
Nûr olduğu bilinmektedir.[25]
İbnü’l-Arabî, Fatıma bintü’l-Müsenna isimli bu hanım sûfîye çok büyük değer
verir ve doksan yaşının üzerindeki bu hanım sûfîye öz evladı gibi hizmet eder.
Öyle ki bu hanım sûfîyle İbnü’l-Arabî bir birlerine sürekli ana-oğul gibi hitap
ederler. Hattâ bu zahide hanım İbnü’l-Arabî’ye, “mânevî annen benim, Nûr ise
maddî annendir” der.[26] 590/1194
yılında babasının, hemen ardından da annesinin vefatından sonra, ailenin tek
erkek çocuğu İbnü’l-Arabî’ye iki kız kardeşine bakma yükümlülüğü kalır. Halbuki
o, yıllar önce fakirlik yolunu seçip bütün variyetini terk ederek maişetini
Allah’a havale etmiştir. Yakın çevresi onu, tercih ettiği yolu terk etmesi
hususunda ikna etmeye çalışır, bu sebeple yakın çevresiyle bazı problemler
yaşar. Fakat o, şeyhlerinden Salih el-Berberi’nin yıllar önce yapmış olduğu
tavsiyelere uyarak seçtiği yolu terk etmez.[27] Fakat iki kız kardeşinin bakımını
da ihmal etmez, onları daha sonra Fas’ta evlendirir.[28]
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, ilk evliliğini memleketinin ileri gelenlerinden
olan Muhammed b. Abdun el-Bicâî’nin kızı Meryem ile yapmıştır. Bu ilk
hanımından sürekli övgüyle bahseder ve tasavvuf! yönden makam ve şuhûd ehli
olduğunu söyler.[29] İkinci
defa evlenmesi ise Mekke’de, Haremeyn Emîri Yunus b. Yusuf’un kızı Fatıma ile
olacaktır. Bu evliliğinden Muhammed İmâdüddîn (ö. 667/1268) adında bir oğlu
dünyaya gelir. İbnü’l-Arabi daha sonra bu oğluna Fütûhât’ın ilk
nüshasını verir.[30] Üçüncü
evliliğini Sadreddin el-Konevî’nin dul annesiyle, dördüncü evliliğini ise Şam
kadısı ez-Zevâvî’nin kızıyla yaptığı rivayet edilir. Bu son iki evliliğinden
hangisinden olduğu açıkça belli olmayan Muhammed Sa’deddin (ö. 656/1258) isimli
ikinci bir oğlu vardır.[31] Ayrıca
hakkında fazla bir mâlûmâta sâhip olamasak da Zeynep isimli bir kızının olduğu
da bilinmektedir.[32]
Amcası Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Arabî ve dayıları Ebu Müslim
el-Havlânî ile Yahya b. Yâgân da devrin önemli sûfîleri ve hatırı sayılır
şahsiyetlerden sayılırlar. Bu şahsiyetlerin İbnü’l-Arabî’nin yetişmesinde büyük
tesirlerinin olduğu, bizzat İbnü’l-Arabî’nin kendi ifadelerinden
anlaşılmaktadır. İbnü’l-Arabî, gençlik yıllarında özellikle amcası Abdullah b.
Muhammed el-Arabî’den etkilenmiştir. Nitekim İbnü’l-Arabî, onun, kesin bir
tevbe ile geçirdiği mânevî değişim hadisesine[33] ve mertebesine Rûhu’l-Kuds[34], ed-Dürretü ’l-Fahire[35], ve Fütûhât’ta[36] yer vermektedir.
Oldukça ilerlemiş bir yaşta sülûka giren Ebu Muhammed el-Arabî,
İbnü’l-Arabî’nin gerçek anlamda sülûkundan (h. 580) önce vefat etmiştir.[37] Amcasının
hayatındaki mânevî değişime benzer bir hadise, dayısı Tlemsen Meliki Yahya b.
Yâğân es-Senhâcî (ö. 537 h.)’nin hayatında da görülmektedir.[38]
İbnü’l-Arabî, diğer dayısı Ebû Müslim el-Havlânî’nin ise, “abidler”den olup
bütün geceyi kıyam ile geçirdiğini söyler.[39] Görüldüğü gibi İbnü’l-Arabî,
henüz çok erken denilebilecek yaşlarda, âbid, zahit ve velîlerden oluşan yakın
çevresinden mânevî olarak etkilenmektedir. Ayrıca onun seçkin ve soylu bir
aileden geliyor olması, döneminin seçkin sîmâlarıyla, devlet ricâli ve ilmiye
sınıfıyla irtibatını, dolayısıyla da iyi bir eğitim almasını sağlamıştır. Bunun
yanı sıra, sûfiyâne hayat yaşayan yakın çevresi ve mânevî etkilenmelere açık
kişiliği onun, oldukça genç yaşlarda bir takım olağan üstü tecrübeler
yaşamasında etkili olacaktır.
İbnü’l-Arabî, Muvahhidlerin kuşatması ve tehdidi altında ve oldukça
müstahkem bir şehir olan Mürsiye’de 560/1165 yılında, ailesinin ilk ve tek
erkek çocuğu olarak dünyaya gelir.[40] Muvahhidlere muhalif olarak
Şarkü’l-Endülüs’e hükmeden, Muhammed b. Sa’d b. Merdeniş zamanında Mürsiye’de
doğduğunu bizzat kendisi söyler.[41] Şam’da
görüştüğü tarihçi İbn Neccâr’a da (ö. 643/1245) tam doğum vaktini söylemiştir:
17 Ramazan 560/27 Temmuz 1165 Pazartesi gecesi.[42]
İbnü’l-Arabî’nin çocukluğunun ilk sekiz yılı doğduğu şehir Mürsiye’de
geçmiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi, 563/1163’de Muvahhidler’in başına
geçen Ebu Yakub Yusuf’un, İbn Merdeniş’i yenmesi ve akabinde 567/1171’de İbn
Merdeniş’in vefatından sonra Mürsiye eşrafı ve İbn Merdeniş’in oğulları,
Muvahhid sultanına bağlılıklarını bildirmek için İşbiliyye’ye giderler.[43]
İbnü’l-Arabî’nin ailesi de bu sıralarda, muhtemelen 568/1173’de[44] Mürsiye’den
kesin olarak ayrılıp başkent İşbiliyye (Seville)’ye gider ve İbnü’l-Arabî’nin
babası burada Sultan Ebu Yakub’un hizmetine girer.[45] Ebu Yakub Yusuf, felsefe, tıp,
astroloji, edebiyat konularına özel bir ilgisi olan, kültüre önem veren bir
siyaset adamıydı. Dînî ilimlerde bilgiliydi, Sahîhayn’i ezbere bilmekle
övünürdü. Etrafına İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Zühr gibi meşhur ilim erbâbını
toplamış ve pek çok şair, mûsîkîşinas, âlim ve filozofu bir araya getirmişti.[46]
İbnü’l-Arabî, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını işte böylesi bir kültürel-
siyasi ortam içerisinde geçirmekteydi.
İbnü’l-Arabî, bu yıllarını, Arap, Berberî ve Endülüslülerin; müslüman,
hıristiyan ve yahudilerin bir birine karıştığı, en meşhur fakihlerin şair ve
filozoflarla görüştüğü, en sefih insanların en büyük velîlere komşu olduğu
devasa, kalabalık, fitnesi büyük, neredeyse karşı konulmaz bir şehirde,
İşbiliyye’de geçirmekteydi.[47] Bu ortamda
genç İbnü’l-Arabi, kendi ifadesiyle kısa bir cahiliyye dönemi[48] geçirir: “Bazı
geceler kötü arkadaşlarımla birlikte çok oynayıp, raks etmekten dolayı yorgun
düşer, gece bittiğinde, sabah namazı vakti girerken uyuya kalırdık. Zar zor
uyanır, adına abdest bile denemez bir şekilde baştan savma bir abdest alırdık.
Ekseriyetle, cemaate yetişmek yerine, evde, bir ‘Fatiha ’ bir de ‘Kevser ’
suresiyle namazımızı kılardık. Bazen kendimi diğer arkadaşlarımdan daha iyi
hissettiğimde abdestimi alır ve yalnız başıma camiye giderdim...”[49] Bu samimi ifadelerinin
devamında İbnü’l-Arabî, yine bu delikanlılık dönemlerinde, namazlarını huşû
içerisinde kılamadığından, kimi zaman namazdayken geçirdiği eğlenceli geceyi
düşündüğünden, bazen de uzun sureler okuduğu için kendi kendine imama
kızdığından yakınır.[50] İşte bu
gençlik dönemlerinde o, dünyanın eğlencelerine yönelik arzusu ile Allah’a
yönelik iştiyakı arasında gidip gelmekte, hakikati belli belirsiz sezmesine
rağmen onu tahkik edememektedir. İşte İbnü’l-Arabî’nin cahiliyye olarak
adlandırdığı dönem budur. Allah’a salt itaatsizlik değil, itaatin asgariliği,
tabir caizse bir gaflet ve oyalanma dönemidir söz konusu olan.[51]
3-Tahkik Yoluna Girişi ve İlk Hocaları
Asil ve zengin bir ailenin çocuğu olan İbnü’l-Arabî, huzurlu ve kaygısız
bir gençlik geçirmiş, bütün yüksek tabaka ailelerinin çocukları gibi, özel
öğretmenlerle eğitilmiştir.[52] Çocukluk
çağlarında Ebu Abdullah el-Hayyat isimli tasavvuf ehli bir zattan Kur’an-ı
Kerim dersleri almıştır. İbnü’l-Arabî, Ebu Abdullah el-Hayyat ve onun
kardeşinden o kadar etkilenmiştir ki ehlullahtan bu iki zata benzemeyi ister.[53] Yine bu
yaşlarında, amcasının arkadaşı ârif bir zât olan Ebu Ali eş-Şakkâz ile
tanıştırılmıştır.[54] Ayrıca
İbnü’l-Arabî, bizzat kendisinin kaydettiğine göre, henüz yüzünde tüy bitmemiş
bir çocukken Kurtuba Kadısı İbn Rüşd (ö. 595/1198) ile görüşüp, onunla sembolik
tarzda konuşur.[55] Oldukça
yüksek bir makam işgal etmesine rağmen, bilgiye doymayan ve son derece mütevazı
olan İbn Rüşd’ün bizzat kendisi, o sıralarda henüz on beş yaşlarında[56] bulunan genç
İbnü’l-Arabî ile görüşmek ister. Daha sonra, gerek Müslüman gerekse Hıristiyan
dünyasında takip edilecek olan hakikati arama yollarını sembolize eden bu
karşılaşmada biri aklın kurallarının izleyicisi ve Latin Batı’ta bütün müslüman
düşünürlerin en etkilisi olan bir filozofla, bilgiyi keşften ibâret gören ve
tasavvufun en etkin şahsiyetlerinden olan henüz genç bir ârif karşı karşıya
gelmektedir.[57] Böylesi bir
karşılaşma ve aralarındaki sembolik konuşmalar şüphesiz genel bir ilgi çekmiş
ve İbnü’l-Arabî’nin hayatından bahseden her bir araştırmacı önemine binâen bu
karşılaşmaya değinmeden geçememiştir.
İbnü’l-Arabî’nin İbn Rüsd’le karşılaşması hususunda vermiş
olduğu bilgiler ile Fütûhât’taki diğer bazı kayıtlardan, kısa süren
ergenlik çağı bocalamalarından sonra, mânevî bir işâretle inzivaya çekilip
kendi iç dünyasını dinlemeye karar verdiğini ve bunun neticesinde de, henüz çok
gençken mânevî açılım (fetih)lar ve makamlar elde ettiğini
öğrenmekteyiz. Zîrâ yukarıda da ifade edildiği gibi İbnü’l-Arabî’nin henüz çok
gençken kazandığı fethi ve halleri, dönemin meşhur ilim adamı İbn Rüşd’ün
dikkatini celbetmiştir[58] Bu değişim
sonrası kendisinde bir takım mânevî hallerin vuku’ bulduğunu, henüz riyâzete
girmeden kendisine bazı fetihlerin, mârifet kapılarının açılmaya başladığını
söylemektedir.[59]
İbnü’l-Arabî, daha sonra da bir çok kez halvete çekilir. Fakat sülûkunun başlarında,
muhtemelen İşbiliye mezarlığındaki inzivası esnasındaki fethi oldukça önemlidir
ve diğer sûfîlerin mânevî serüvenleri göz önünde bulundurulduğunda istisnâî bir
durumdur. Çünkü İbnü’l-Arabi, mârifete taalluk eden bütün ilimlerini, mânevî
yolculuğunun başlangıcındaki bu ilk inzivasında icmâlî tarzda elde eder.[60] Daha sonra
eserlerine tevdî edeceği sırlar, ona halvet esnasında cezbe halinde gerçekleşen
bir fetihle açılmıştır. Şeyh-i Ekber’in sülûkundaki ilk menzil dolaysız bir fetih
ya da bir cezbe olduğu açıktır. Bu mânevî açılımı bir halvet esnasında, her
hangi bir ön hazırlık yapmaksızın ve ânîden elde etmiştir. Yâni, onun bu fethi,
Allah’a giden yolu adım adım takip eden tedricî bir ilerlemenin, bir sülûkun
nihâyetinde değil, yolun henüz başlangıcında gerçekleşmiştir.[61] Kendi
ifadesiyle, “fethi, riyazetine takaddüm” etmiştir.[62] Daha sonra tecellî kavramından
bahsederken de söyleceğimiz gibi İbnü’l-Arabî bu küllî ve icmâli tarzda
gerçekleşen mânevî açılımı mânâ tecellîsiyle açıklar. Eğer tecellîler sûretler
şeklinde değil de mânâlar şeklinde ise tecellînin başlangıcı da sonu da
aynıdır, her hangi bir farklılık ve tedrîcîlik söz konusu olamaz.[63] Bu sebeple
mânen tecellîlere sâhip olan ârifler, bir anda gerçekleşen bu küllî, icmâlî
ifadeden başka bir şey istifade etmiş değildir. İlim adına sûfînin kalbinde ne
gerçekleşmisse bu küllî tecellî anında gerçekleşmiştir. Tafsilât ve ayrıntı ise
bu yegâne ve küllî durumun ifadelere dökülmesi esnasında meydana gelmektedir.[64]
Bütün bu tecrübeleri, mânevî halleri yaşarken İbnü’l-Arabî henüz bir
şeyhe intisap etmiş değildir. Muhtemelen yirmi yaşlarında iken, 580/1184
yılında artık bir şeyhe intisap eder.[65] Bu mânevî yolda elinden tutan
ilk cismânî mürşidi, eserlerinde özellikle de Fütûhât’da bir çok kez
zikrettiği Ebu’l-Abbas el-Uryebî olmuştur.[66] Bizzat
İbnü’l-Arabî’nin ifadesine göre bu zat, ne yazı ne de hesap bilen ümmî bir
köylüdür.[67] Her ne kadar
sülûka girişinin başlangıcında İbnü’l-Arabî’nin her hangi bir mürşidi olmasa da
zamanla muhtelif yerlerde bir çok sûfîyle görüşecek, her birinden ayrı ayrı
istifade edecektir.[68]
İbnü’l-Arabî, müstefît olduğu bu üstatlarını her zaman hayırla yad eder ve
eserlerinde onların mânevî hallerine genişçe yer verir.[69]
İbnü’l-Arabî’nin şeyhinden bahsederken, “ilk cismânî mürşidi” ifadesini
kullandık çünkü İbnü’l-Arabi’nin hayatında tarih ile tarih ötesi bir birine
karışmaktadır. Ekberî külliyâtta, İbnü’l-Arabî’nin, kendisinden çok önce
yaşayıp vefat eden sûfîlerle ve hattâ peygamberlerle karşılaşıp onlarla
konuştuğundan haber veren ifadelere sıkça rastlanır.[70] Fakat bütün bu karşılaşmalar
farklı bir düzlemde, hayâl ya da misâl âleminde
gerçekleşmektedir. Dolayısıyla onun mürşidlerinden bahsederken ve hattâ genel
hayat serüveni ele alınırken bu husus gözden kaçırılmamalıdır. Zaten
İbnü’l-Arabî’nin sülûka girişte ilk tövbe ve Allah’a yönelişinin, cismânî
anlamda bir mürşitle değil de Hz. İsa kademi üzere, onun eliyle olduğunu
kapsamlı eseri Fütûhât’tan öğreniyoruz: “Şu anda bulunduğumuz yola
girmemizde üzerimizde onun (Hz. İsâ) teveccühü vardı.”,[71] [72] “...Onun (Hz. İsâ) eliyle
tövbe ettim. Bu dünyada ve ahirette din üzere kalmam için dua etti ve beni
‘dostum ’ diye andı. Bana zühd ve tecridi emretti ”87, “O (Hz. İsâ) benim ilk şeyhimdi, onun eliyle Allah ’a
rücu ’ ettim. ”[73] Zîrâ Fütûhât’ın başında zikrettiği vâkıâsına göre
Hz. İsa ile İbnü’l-Arabi arasındaki makam müşareketini bizzat Hz. Peygamber
teslim etmektedir.[74] Diğer
taraftan İbnü’l- Arabî’ye göre her ikisinin de hâtemü’l-velâye sıfatını
taşıması aralarındaki makam müşareketine işâret etmektedir. Zîrâ, Hz. İsâ
umûmi, İbnü’l-Arabi ise Muhammedî velayetin hatemidir.[75]
İbnü’l-Arabî, nebî ve resüllerin velâyetini kapsayan umûmî hâtem’in Hz.
İsâ olduğunu açıkca beyan eder.[76] Diğer
taraftan İbnü’l-Arabî, umûmî hatem’den daha aşağı bir mertebede olan
husûsî, Muhammedî hâtemin kimliğine dair bazen kapalı bir şekilde
işârette bulunurken[77] bazen de
onun bizzat kendisi olduğunu apaçık ifade eder.[78] Kısacası İbnü’l-Arabî,
bulunduğu hakikat yoluna Hz. İsâ’nın kademi üzere girmiştir ve nihâî tahlilde
de hakikatü ’l-Muhammediyye’nin nurundan aydınlanmaktadır. Zîrâ yukarıda
ifade edildiği şekliyle, bizzat kendisi Muhammedî velayetin vârisi ve
hatemidir. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî’ye göre, her bir velî bir peygamberin
vârisidir. Fakat hakikatü’l- Muhammediyye, İbnü’l-Arabî’nin insan ve
âlem anlayışı bakımından farklı veçhelerinin yanısıra tasavvufî yönden bütün
enbiya ve evliyanın istifade ettiği bir kandil[79] olduğu için hangi peygamberin
vârisi olursa olsun bütün velîler dolaylı olarak Muhammedî veraseti sürdürmektedir.[80] Zaten
İbnü’l-Arabî hakîkî mânâda sülûka, Hz. Muhammed, Hz. İsâ ve Hz. Musa’nın ve
tasarrufu altındaki bir vakıayla başlamıştır.[81] Nitekim bizzat
İbnü’l-Arabî’nin kaydettiğine göre, şeyhi Uryebî’nin nihâyeti olan bu Îsevî
kadem tahkik yolunda kendisinin bidayet halidir. Sonra Mûsevî, Hûdî ve diğer
bütün peygamberlerin kademi üzere fetihlere nail olduktan sonra nihâyet
Muhammedî fethe nail olur.[82] İşte bu ilk
mânevî irşad ve yönlendirme ile İbnü’l-Arabî, kendini çevreleyen mal-mülkü ve
lüksü kesin bir şekilde terk etmeye karar verir. Bunu yaparken de sadece
babasıyla istişare eder. Çünkü henüz bir şeyhle tanışmamıştır ve kendi
ifadesiyle: “Allah’a bir şeyh vasıtasıyla rücu’ etmiş” değildir.[83] Bu şekilde
sülûka girişinin ardından şeyh, kısa bir fetret[84]
dönemi yaşar ve bu tehlikeli dönemden Allah( cc.)’ın inayetiyle kurtulur.[85]
İbnü’l-Arabî’nin yaşadığı dönemde, Mağrib tasavvufuna[86] başlıca iki
cereyan hakimdir. Bunlardan biri, Ebu’l-Abbas İbnü’l-Arîf (ö. 536/1142) ve
Ebu’l-Hakem İbn Berrecân (ö. 536/1142)’ın temsil ettiği Meriye ekolüdür.[87] Bu iki sûfî
arasında yakın bir ilişki vardır ve İbnü’l-Arîf kendisini İbn Berrecân’ın
mütevazı bir talebesi olarak görmektedir.[88] Meriye mektebi
temsilcilerinden İbnü’l-Ârif, Meriye’de etrafına geniş bir mürîdân halkası
toplamış, İbn Berrecân ise İşbiliye yöresinde, oldukça geniş bir
muhitte
imam olarak tanınmıştır.[89] Her iki sûfî
de, hem akîdeleri ihtiyatla karşılandığı ve hem de halk üzerindeki
nüfûzlarından endişe edildiği için Murabıtlar tarafından tâkîbâta uğramıştır.
Bu tâkîbât neticesinde İbn Berrecân îdâm edilmiş,[90] İbnü’l-Arîf ise serbest
bırakılmış, kısa bir süre sonra geçirdiği bir hastalık neticesinde vefat
etmiştir.[91]
İbnü’l-Arabî, kendisinin doğumundan kısa bir süre önce vefat eden bu iki
sûfînin görüşlerine, onların eserleri ve öğrencileri vasıtasıyla muttalî olur.
İbnü’l- Arabî’nin Meriye’de, Ebu Abdullah el-Gazâl ve Ebû Rebi’ el-Kefif gibi
İbnü’l-Ârif’in bazı takipçileriyle karşılaştığı bilinmektedir.[92]
İbnü’l-Arabi, Meriyye ekolü temsilcisi bu iki sûfîden en çok İbnü’l-Arîften
etkilenmiştir. İbnü’l-Ârif ten hep saygıyla bahseder[93] ve Fütûhât’ın pek çok
yerinde onun Mehasinü’l-Mecâlis isimli eserine atıfta bulunur.[94] İbn
Berrecân’a da eserlerinde atıfta bulunan İbnü’l-Arabî, onun Kitabu’l-Hikme’sini
Tunus’ta Abdülaziz el-Mehdevî’den okur.[95] İbnü’l-Arabî, tasavvufun
yanısıra Kıraat ve Hadis ilimlerine de vakıf olan ve Tenbîhü ’l-Efhâm ile
’t- Tedebbüri’l-Kitâb isimli bir tefsiri de bulunan[96] İbn Berrecân hakkında
İbnü’l-Ârife nazaran daha muktesit ifadeler kullansa da[97] onun el-hakku’l-mahlûk bihî
(her şeyin kendisinden yaratıldığı ilâhî hakikat) üzerine öğrettiklerinin
kıymetini teslim edecek[98] ve
bu mefhum Ekberî irfânında önemli bir yer tutacaktır.[99]
İbnü’l-Arabi’nin eserleri ve görüşlerinden etkilendiği bir diğer şahıs
ise, İbn Meserre el-Cebelî[100] (ö.
319/931)dir. İbnü’l-Arabî’nin derinden etkilendiği Meriye ekolü, kesin bir
delil olmamakla birlikte, Asin Palacios ve Henry Corbin tarafından, daha çok
bir filozof olarak tanınan İbn Meserre’ye dayandırılmaktadır.[101] Her ne
kadar bu şekilde bir alâka kesin olarak bilinmese de İbnü’l-Arabî’nin, İbn
Meserre’nin görüşlerine aşina olduğu kesindir. Hattâ ondan, “ilim, hâl ve
keşifte sûfîlerin büyük üstatlarından” şeklinde övgüyle bahsetmektedir.[102] Ayrıca
harfler ilminin sırlarını da İbn Meserre tarzında ele aldığını bizzat kendisi
söyler.[103]
İbnü’l-Arabî’nin yaşadığı dönemde, Mağrib’in bir diğer tasavvufî mektebi
ise, aslında özel bir öğreti ve yazılı bir esere sâhip olmadıkları için tam
anlamıyla bir ekol sayılmasa da, başlıca, İbn Hirzihim (ö. 559/1163), Ebu Yeza’
(ö. 572/1177) ve daha sonra da bu iki sûfînin öğrencisi Ebu Medyen (ö.
594/1198) tarafından temsil edilen ekoldür.[104] Bu tasavvuf ekolünün en büyük
temsilcisi Ebu Medyen olmuştur. Sırf Ihyâ’yı okumak niyetiyle îtikafa
girecek kadar Gazalî hayranlığı ile meşhur İbn Hirzihim’den[105], Muhasibî ve Gazalî’nin
eserlerini okuyan Ebu Medyen, Ebu Ye’za’nın mürididir.[106] İbnü’l-Arabî hiç karşılaşmasa
da[107],
eserlerinde sıkça zikrettiği[108] bu sûfîden
oldukça etkilenmiştir.[109] Zîrâ,
İbnü’l-Arabî’nin şeyhlerinin pek çoğu Ebu Medyen’in halifeleridir: Yusuf
el-Kûmî, Abdülaziz el-Mehdevî, Abdullah el-Mevrûrî ...vs.[110]
Görüldüğü gibi İbnü’l-Arabi, ilmî açıdan kendi mânevî tecrübesi ve
keşiflerinin yanı sıra oldukça farklı ve zengin kaynaklardan beslenmektedir ve
bu kaynakların tamamının tespiti oldukça zordur. Bu noktada Afifî şu tespitinde
oldukça haklıdır: “Felsefi tasavvuf akımlarını inceleyen bir araştırmacı
Ibnü’l-Arabî’yi belirli bir kaynağa ya da kaynaklara ircâ edemez. Bu kaynaklar
ister felsefî, ister tasavvufî, isterse de her ikisinin karışımı olsun, durum
aynıdır. Çünkü, gerçekten de bu büyük müslüman sûfî düşünür felsefesini pek çok
kaynaktan yararlanarak oluşturmuştur. O, sadece bir kaynakla sınırlı kalmamış
ve sadece bir kimseyi takip etmemiştir...”[111]
Bütün bu şahsiyetlerin dışında İbnü’l-Arabî; Musa b. Imrân el-Mirtulî,
Salih el- Adevî, Ebu’l-Haccâc Yusuf, Ebu Abdullah Muhammed, Fatıma
bintü’l-Müsenna, Ebu’l-Abbas es-Sebtî ve İbn Kassum... gibi bir çok şeyhle
görüşür ve kendilerinden istifade eder. Tahkikin nihâyetine hiçbir seyr ü
sülûktan geçmeksizin ulaştırılan İbnü’l-Arabî meczuplar gibi bütün menzilleri
aşmış ve tek bir seferde yolun sonuna varmıştır. Fakat bu şekilde yolun sonuna
varan İbnü’l-Arabî’nin, başkalarına rehber olabilmesi için yolu, bu kez adım
adım, sabırla tekrar geçerek sülûkunu tamamlaması ve tarikat üzere Hakk’a
yürümesi gerekecektir.[112] Nitekim
öyle olur; tıpkı ilk mânevî açılımında icmâlî tarzda elde ettiği meârifi hayatı
boyunca satır satır yazdığı gibi, ilk sülûkunda yine icmâlî olarak geçtiği
menzilleri tek tek geçer. Sıkça halvete girer, ibadet ve zikirle meşgul olur,
sürekli seyahat eder, ilim meclislerine katılır, Allah dostlarıyla görüşür.
İbnü’l-Arabî, tasavvuf! bir eğitim almakla kalmaz şer‘î ilimlerde de
derinlemesine vukûfiyet kazanır. Çocukluk yaşlarından îtibâren bu ilimleri
tahsile başlar. Hayatının sonraki dönemlerinde aldığı birtakım mânevî işâretler
sonrasında tam bir tecrit ve fakirlik yolunu seçen İbnü’l-Arabî, yine mânevî
bir işâretle kendisini ciddî bir şekilde hadis ilmine verir.[113]
İbnü’l-Arabî’nin geleneksel dînî ilimler sahasında istifade etmiş olduğu
hocalarının ve kendi eserlerinin kısmî bir listesini Melik Muzaffer’e
gönderdiği îcaze’sinde kaydeder.[114] Burada zikredilen hocaların
çoğu Muvahhidler devrinin en saygın âlimlerindendir ve bunların yedisi Muvahhid
iktidarı altında kadı ya da hatip olarak resmî görev îfâ etmiştir: Hacerî, İbn
Zerkun, İbn Ebî Cemre, Tâdilî, İbnü’l-Harrât, İbnü’l-Feres, İbn Semhûn. O halde
İbnü’l-Arabî’nin, Endülüs entelektüel elitinden uzak olmadığı hattâ ulemâ ve
resmî din görevlileri çevreleriyle yakın ilişki kurduğu aşikârdır.[115]
Şeyhin ilk tahsili Kur’an ve Hadis ilimleri üzerinedir ve henüz
Endülüs’ten ayrılmadan önce bu ilimlerde sağlam bir tahsil görür. 578/1182’de
İşbiliye’de dönemin meşhur kıraat âlimi Ebu Bekir Muhammed b. Halef el-Lahmî
(ö. 585/1189)’den yedi kıraati öğrenir. Bu zâttan meşhur kurrâ Ebu Abdullah
Muhammed b. Şureyh er-Rueynî’nin el-Kâfî’sini okur.[116] Yine aynı zaman diliminde
muhaddis Abdurrahman es-Süheylî (ö. 581/1185)’nin yanında hadis ve sîret
çalışır[117], ayrıca pek
çok hadis kitabı telif etmiş Abdülhak el-Ezdî el-İşbilî (ö. 581/1185)’nin ders
halkalarına devam eder. Bu zat kendi eserlerinin yanı sıra, meşhur zâhirî
müçtehit İbn Hazm (ö. 456/1064)’ın eserlerini de okutacaktır.[118] Genç
İbnü’l-Arabî’nin 578-580 yılları arasında talebelik yaptığı bütün bu âlimler,
Endülüs’te çoğunluğu elinde tutan malikî mezhebine mensuptur. Fakat
İbnü’l-Arabî, ne bu mezhebe ne de bir başkasına bağlanır,[119] bir anlamda onun mukallit
olmayıp kendi mezhebini takip ettiği söylenebilir.[120]
Eserlerinde Kur’an ve hadislere yapılan atıfların sıklığından da
anlaşılacağı gibi, irfânî meselelerin nasslardaki kaynaklarını göstermeyi ihmal
etmeme ve sünnete sıkı sıkıya bağlılık düşüncesi, şeyhte hat safhadadır. Şeyh,
bütün ömrü boyunca bu ilimlerdeki bilgisini derinleştirme çabası içerisinde
olmuştur. Meşrık’a gitmesinden sonra da, Bağdat’ta tanıdığı İbn Sukeyne (ö.
607/1210)’nin ders halkasına devam eder, Şam kâdi’l-kudâtı Abdussamed
el-Harestânî (ö. 614/1217)’den Buhârî’nin Sahih’ini, Mekke’de Nasr b.
Ebi’l-Ferec el-Hâşimî (ö. 619/1222)’den Ebu Davud’un Sünen’ini, Ebu’ş-Şüca’
Zâhir b. Rüstem el-Isfahânî’den de Tirmizi’nin Sünen’ini okur.[121] Fakat
İbnü’l-Arabî, daha sonra da üzerinde durulacağı gibi, Kur’an ve hadisi sadece
bir mâlûmâtlar yığını olarak algılamaz. Şüphesiz zahîren sabit olan metni ihmal
ve inkâr etmez, ama ona göre asıl ilim hitâb-ı ilâhî’den
kaynaklanmaktadır. Yoksa rivayetin sübûtu ve lafzın delâleti üzerine yapılacak
tartışmalar ancak bir dereceye kadar anlamlı kalmaktadır. Dolayısıyla onun bu
ve diğer bütün ilimlerdeki vukûfiyeti, zâhiren bu ilimleri tahsil etmekle
beraber daha çok mânevî inkişâfıyla mümkün olacaktır.
Bütün bu şer‘î ilimlerin yanı sıra İbnü’l-Arabî, edebî-lügavî ilimlerde
de devrinin meşhur âlimleriyle, nahiv, belâgat ve lügat âlimleriyle görüşür,
onlardan istifade eder. İbn Havtullah (ö. 613/1216) ve İbn Mada (ö. 593/1196)
gibi şifahen istifade ettiği ediplerin yanı sıra, edebî yönü açısından bir çok
yazılı kaynaktan da beslenmiştir. Bunlardan, Ebu’l-Abbas el-Müberred’in Kitâbu
’l-Kâmil li ’l-Edib ’i, Cahiz’in Kitâbu’l- Mehasin ve’l-Ezdad’ı, Ebu
Temmâm’ın Kitâbu’l-Hamâse’si ve Husrî’nin Kitâbu Zühreti’l-Edeb’ini
zikredebiliriz.[122]
İlk gençlik yıllarında, şer‘î ve lügavî ilimlerde iyi bir tahsil gören
İbnü’l- Arabî’nin Kelâm ve Felsefe hattâ Tasavvuf müdevvenâtına âşinâ olması,
nispeten geç bir tarihte olmuştur. Klasik tasavvufî eserlerin meşhurlarından
Kuşeyrî’nin er- Risale’sini ancak 586/1190’da, yâni sülûkundan on küsûr
sene sonra şeyhi Yusuf el- Kûmî vasıtasıyla tanıyacaktır: “Kuşeyrî’nin
Risale’sinden de benzeri bir eserden de bahsedildiğini hiç duymamıştım,
tasavvuf tabirinin mânâsını bile bilmiyordum... Namazı kıldık, namazdan sonra
(Şeyh Yûsuf el-Kûmî) Kuşeyrî Risalesi ’ni bana verdi ve okumamı istedi. iki
kelimeyi bir araya getirmeye muktedir olamadım, heybetten kitap elimden düştü.”[123] Fakat daha sonra
hocası Muhammed el-Bukrî’den dikkatli bir şekilde Risale’yi mütalaa
etmiş ve umûmî icazet almıştır. Ayrıca İbn Sükeyne diye meşhur Ziyâuddîn
Abdülvehhâb b. Ali’den Kuşeyrî’nin diğer eserlerini okur.[124] Bunun yanı sıra
diğer sûfî müelliflerin eserlerini de tetkik etmiştir. Eserlerinde zikrettiği
sûfî müelliflere baktığımızda büyük isimlerden hiç birinin eksik olmadığını
görürüz: Gazâlî, Tirmizî, Nifferî, Abdullah el-Ensârî, Sülemî, Kuşeyrî,
Muhâsıbî, Ebu Talib el-Mekkî...vs.[125]
Şeyhin Kelâm ilmine yaklaşım tarzı, hemen hemen Gazalî’nin el-Munkız’daki
yaklaşımı[126] ile
aynıdır: Faydalı ve şerefli bir ilimdir ancak bu faydanın sınırları oldukça
dardır. Ona göre bir beldeye bir kelâm âlimi kâfidir.[127] Dinin salt kelâm ilmi
sınırları içerisinde nazar ve istidlal ile sunulmasını hatâlı bulup keşf ve
müşâhede yolunu tercih eden İbnü’l-Arabî, meşhur kelâm âlimi Fahreddin Razî (ö.
606/1209)’ye de bu yönde bir tercihte bulunması hususunda bir mektup yazar.[128] Aynı
şekilde felsefî ilimleri de bütünüyle batıl saymayan İbnü’l-Arabî, nazarî ve
felsefî düşünceye karşı ilgisizdir. Eserlerinde filozoflara ve görüşlerine
yapılan atıflar genel niteliklidir ve onların tartıştığı meseleleri, reddetme
maksadıyla olsa bile eserlerine taşıyıp uzun uzadıya tartışmaz. Sürekli mânevî
tecrübe ve keşf yolu ile bilgi edinmenin önemine ve kuşatıcılığına vurgu yapar.
Zâhirî sûretlere takılıp kalmak sûretiyle istidlâli olarak, akılla hakikati
arayanların, hakikatin ancak en aşağı mertebesine ulaşabileceklerini söyler.[129] Genel
îtibârıyle ehl-i nazar’ın haller ilmi konusunda her hangi bir zevke dayalı
ilimlerinin olmadığını söyler fakat Eflatun’u bundan istisna tutar. Zîrâ ona
göre Eflâtun haller ilminden nasibini almıştır. Ancak İbnü’l-Arabî, filozoflar
arasında Eflâtun gibisine pek az rastlandığı kanaatindedir. Müslümanlardan bir
kısmının onun fikirlerini kerih görmelerini de “filozoffelsefe” kelimesinin
medlûlünü bilmemelerinden ve nebîlerin haber verdiği ilâhiyât konularındaki
bazı yanlış anlayışlarından kaynaklandığını söyler. İbnü’l-Arabî, bu noktada,
‘felsefe’ kelimesinin Yunanca’da hikmet sevgisi anlamına geldiğine vurgu yapar.[130]
İbnü’l-Arabî filozofların görüşlerini değerlendirme noktasında Gazalî
geleneğini takip ederek onların ilâhiyât alanında yaptıkları hatâların,
doğrularından daha çok olduğunu vurgular. Fakat bunu söylerken o, sadece
filozofları değil, Mu’tezilî ya da Eş’arî bütün ehl-i nazar’ı kasteder. Nihâyet
İbnü’l-Arabî, filozoflar, sevdikleri hikmeti nazar ve fikir yoluyla değil de,
Allah (cc.)’tan talep etmiş olsalardı her şeyde isabet ederlerdi, der.[131]
İbnü’l-Arabi hayatının büyük bir kısmını hakikati aramakla, sürekli
seyahatle geçirir. Kendisini belirli bir mekan ve şahısla sınırlandırmayan
İbnü’l-Arabi, bu seyahatlarende pek çok şeyh ve âlimle tanışır, onların ders
halkalarına katılır ve onlardan istifade eder. İlk kez 589/1193 yıllarında
Cezîretü’l-Hadrâ üzerinden Fas’ın önemli bir liman kenti Sebte’ye geçer. Bir
süre bu şehirde kalan İbnü’l-Arabî, Abdullah el-Hacerî (ö. 591/1194), İbnü’s-Sâiğ
(ö. 600/1203) ve Eyyub el-Fihrî (ö. 609/1212) gibi büyük muhaddislerin ders
halkalarına katılır.[132] Sonra
Tunus’a geçer ve burada, daha sonra Fütûhâtü’l-Mekkiyye[133] ve Rûhu’l-Kuds[134] isimli eserlerini
kendisine ithâf edeceği, “safiyyünâ, veliyyünâ” demek sûretiyle sürekli hayırla
ve hürmetle yâd ettiği şeyhi Abdü’l-Aziz el-Mehdevî ile tanışır.[135] Nitekim înşâü’d-
Devâir isimli eserini h. 598 yılında, Tunus’da bu büyük şeyhin evinde
yazmaya başlar.[136]
İbnü’l-Arabî Tunus’a iki kez gelir: İlk ziyaret 590/1194’te gerçekleşmiş ve bir
müddet sonra Şeyh tekrar Endülüs’e dönmüştür. İkincisi ise 598/1201 yılında
gerçekleşir ve İbnü’l-Arabî bu kez bir daha Mağrib’e dönmemek üzere Kahire’ye
geçer.[137]
590/1194’teki ilk ziyareti esnasında Şeyh Abdülaziz el-Mehdevî ve Mehdevî’nin
şeyhi, Ebu Medyen’in halifesi İbn Hamis el-Kinanî el-Cerrah’ın[138] sohbetlerine
devam eder.[139]
Daha sonra birkaç defa Fas’a gider ve burada kendisine yaklaşık yirmi üç
sene arkadaşlık ve yoldaşlık yapacak olan Abdullah Bedr el-Habeşî ile tanışır.
Azat edilmiş eski bir köle olan[140] Habeşî ile
arasında çok üst düzeyde bir sevgi ve saygı bağı vardır. Eserlerinde ondan
sürekli övgüyle bahseder ve hattâ bazı eserlerini ona ithaf eder.[141] Habeşî
hemen bütün seyahatlerinde İbnü’l-Arabî’nin yanından hiç ayrılmamış ve nihâyet
bu yirmi üç yıllık dostluk Habeşî’nin 618/1221 yılında Malatya’da vefatıyla son
bulmuştur.[142]
Müteaddit kereler gittiği Fas seyahatlerinin ardından İbnü’l-Arabî,
tekrar doğup büyüdüğü topraklara döner, İşbiliyye’ye, Mürsiye’ye ve Meriye’ye
uğrar ve hocaları Abdullah el-Mevrûrî, Ebu İmran el-Mirtulî ve İbn Kassum’la
görüşür.[143] Artık veda
ziyaretleri sayılabilecek bu kısa seyahatleri onun Endülüs topraklarındaki son
ikametleri olacaktır. Zîrâ artık o, Endülüs’ü bir daha dönmemek üzere terk
etmeye niyet etmektedir. Hattâ Sela’da ziyaret ettiği Ebu Yakub Yusuf
el-Kûmî’ye bir vedâ şiiri de yazacaktır.[144] İbnü’l-Arabî, Merâkeş’te iken
gördüğü mânevî bir işâretle 596 yılı sonları ya da 597/1200 yılı başlarında bir
daha Endülüs’e geri dönmemek üzere ve hac niyetiyle, Mekke’ye doğru yola çıkar.[145] Merakeş’ten
ayrıldıktan sonra Kahire ve Filistin üzerinden, burada Mescid-i Aksa’yı ve Hz.
İbrahim’in kabrini ziyaret ettikten sonra 598/1201’de Hicaz’a ulaşır.[146] Büyük eseri
el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye ilk defa Mekke’de kendisine ilham olunmaya
başlanmış ama bu eserin tamamlanması yirmi üç yılı almıştır. Yine bu kutsal
topraklarda, büyük övgüyle bahsettiği İmam Ebu Şüca’ Zâhir b. Rüstem’le tanışır
ve ondan Tirmizî’nin Sünen’ini okur.[147] İbnü’l-Arabî, mezkûr imamın
kızı Nizam’la da Mekke’de, tavaf esnasında karşılaşır. Şeyh-i Ekber’in ilim,
edep, mârifet ve güzellik bakımından eşsiz kabul ettiği bu kız, Tercümânü’l-Eşvâk’taki
şiirlerinin ilham kaynağı olacaktır.[148]
İbnü’l-Arabî bütün bu seyahatlerle de yetinmez, Bağdat’a,
oradan da Mısır’a geçer.[149] Daha sonra
601/1204 yılında
Urfa, Diyarbakır ve Sivas üzerinden Malatya’ya gelmiştir. Ona bu yolculuğunda
Sadreddin el-Konevi’nin babası Mecdüddin İshak da refakat etmiştir ki onunla
ilk kez 600/1204’te Mekke’de karşılaşmıştır. O sıralarda, ikinci defa Anadolu
Selçuklu Devleti tahtına çıkan I. Gıyâsuddin Keyhüsrev eski dostu Mecdüddin’i
Konya’ya davet edince İbnü’l-Arabi de onunla beraber Konya’ya yönelir.
602/1205’te Konya’da bulunan İbnü’l-Arabî, burada bir müddet sonra Şeyh
Evhadüddin Kirmanî[150] (ö.
635/1238) ile görüşür ve hattâ talebesi Konevî’nin eğitimini, bir müddet için
Kirmânî’ye tevdî eder.[151] Daha sonra
yine Halep, Kudüs, Mekke ve Bağdat seyahatinden ardından 612/1215’te tekrar
Konya’ya gelir.[152]
İbnü’l-Arabî, Mecdüddin İshak sayesinde Keyhüsrev zamanında Selçuklu saray
çevresini tanımış, daha sonra I. İzzettin Keykâvus (ö. 1220)’la da dostluk
kurmuş, onunla mektuplaşmıştır.[153] Asin
Palacios, İbnü’l-Arabî’nin Keykâvus’a yazdığı mektuplardaki hitap tarzının bir
tâbî-metbû ilişkisinden ziyade bir baba-oğul ilişkisini akla getirdiğini ve
Şeyh-i Ekber’in, Kevkâvus üzerinde olağanüstü bir etkisi olduğunu söyler.[154] Palacios[155],
İbnü’l-Arabi’nin İzzeddin Keykâvus’a yönelik, hıristiyanlara geleneksel zımmî
hukukunu uygulamasıyla ilgili tavsiyelerini[156] kabullenemez ve
hattâ hıristiyan bir din adamı hissiyatıyla, Fütûhât’ın hıristiyanlara
karşı siyasi nefreti yansıttığını[157] söyler. Halbuki İbnü’l-Arabî
kâmil bir ârifin, Hakk’ı her bir tecellîgâhında, her bir îtikatta tanımak
sûretiyle, diğer bütün inançların özüne vâkıf olması gerektiğini söylemiş[158] ve diğer
inanç mensuplarına karşı oldukça hoşgörülü bir tavır sergilemiştir. Hattâ bu
görüşlerinden yola çıkılarak onun vahdet-i edyân fikrini savunduğu ileri
sürülmüştür.[159] Onun Fütûhât’taki
bu tavsiyeleri, zaten hıristiyanlığın büyük bir tehdidi[160] altında bulunan İslam
âleminin siyaseten daha müteyakkız olmasını, bu îtibârla da hıristiyanlara
karşı tavizkâr gördüğü[161] Sultân’ın
mevcut konjonktür gereği daha dikkatli davranmasını sağlamaya yöneliktir.
Burada İbnü’l-Arabî, hıristiyanların yerli ahali arasındaki dindaşlarının da
desteğiyle İslam âlemine daha fazla zarar vermeleri yönündeki endişesini dile
getirmekte ve buna karşı Sultanı uyarmaktadır. Diğer taraftan onun bu yaklaşımı,
olaylara bâtınen ne kadar yüksek bir perspektiften baksa da zâhiren şeriatın
gereklerine derinden bağlı olduğunu ve mânevî siyasetin yanı sıra, dünyevî
siyasetin gereklerini ihmal etmediğini de göstermektedir. İşte bu vukûfiyeti
sayesinde o, hıristiyanların hükümranlığı altında olduğu sürece Kudüs’e gitme,
ya da oralarda oturmanın müslümanlara haram olduğunu söyleyerek[162] İslam
coğrafyasını tehdit eden unsurlara karşı ortak bir şuur oluşturmaya gayret
etmiştir.
İbnü’l-Arabi’nin Anadolu’dan tam olarak ne zaman ayrıldığı bilinmemekle
beraber 620/1221 yılında artık Şam’a yerleşmiş olduğu görülmektedir. Burada
627/1229 yılı muharrem ayında, mânevî bir işâretle Fusûsü’l-Hikem isimli
kitabını yazar.[163] Mekke’de
598/1201 yılında telife başladığı hacimli eseri Fütûhât’ın ilk nüshasını
Şam’da, 629/1231 yılında tamamlar. Üç yıl sonra 632/1234’te de bu eseri
bütünüyle gözden geçirerek ikinci kez yazmaya başlamış ve 636/1238’de
tamamlamıştır.[164]
Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî, 22 Rebiülâhir 638/ 8 Kasım 1240 tarihinde
Şam’da, Kadı Muhyiddin İbn ez-Zeki’nin evinde vefat etmiş ve Kadı İbn
ez-Zekî’nin Kasyûn dağı eteklerindeki aile kabristanına defnedilmiştir.[165] Dönemin
meşhur tarihçisi Sıbt İbnü’l-Cevzi’nin (ö. 654/1256) kaydettiğine göre
cenazesini, Muhyiddin İbn ez-Zekî, Cemâl b. Abdulhak ve Cemâl İbnü’n-Nahhas
birlikte yıkamışlardır.[166] Türbesi,
sonraki devirlerde oluşan ilmi taassub ve aleyhte propagandaların tesiriyle
unutulmaya yüz tutmuş ve bir süre bakımsız kalmıştır. Osmanlı Sultanı I. Selim
(Yavuz), Mısır seferi dönüşünde şeyhin türbesini tamir ettirmiş, yanına bir
cami bir de tekke ilave ettirmiştir.[167] Daha sonra II. Abdülhamid
tarafından bir kere daha tamir ettirilen bu türbe, halen ziyaret mahalli olmayı
sürdürmektedir.[168]
Oldukça velûd bir müellif olan İbnü’l-Arabî, hayatı hakkında bize
doğrudan bilgiler verdiği gibi eserleri hakkında da bizzat kendisi bilgi
vermektedir. Başta hacimli eseri Fütûhât olmak üzere muhtelif
eserlerinde müellefâtı hakkında bilgiler vermesinin yanı sıra iki kez kendi
eserlerinin listesini çıkarmıştır. Osman Yahya’nın tespit ettiğine göre 627
senesinde Şam’da, Sadreddin Konevî için oluşturulan ilk listede İbnü’l-Arabi,
248 tane eserinin ismini zikretmektedir.[169] Eserlerinin bir diğer
listesini ise İbnü’l-Arabi, Eyyûbî hanedânından Melik Adil’in oğlu, Şam Sultanı
Melik Eşref Muzaffer Bahauddin Musa’ya[170] verdiği icazetnamede
sıralamaktadır. 632 senesinde Şam’da yazmış olduğu bu icazetnamede ise 289
eserini zikretmektedir.[171]
Şeyh-i Ekber’in eserleri üzerine en kapsamlı çalışma, mezkûr bu iki
liste ve şeyhin diğer eserlerinin yanı sıra, Brockelmann’ın GAL’ı gibi
bazı önemli bibliyografik kaynaklar da esas alınmak sûretiyle Osman Yahya
tarafından Fransızca olarak kaleme alınmıştır.[172] Osman Yahya’nın oluşturduğu
genel fihristten, mükerrer ve izafeler[173] çıkartıldığında
İbnü’l-Arabî’nin yaklaşık 550 civarında eseri olduğu tahmin edilmektedir.[174] Fakat
maâlesef bu eserlerden sadece 245 kadarı günümüze ulaşabilmiştir.[175]
İbnü’l-Arabî, başta Tasavvuf olmak üzere Tefsir, Hadis, Fıkıh, Tarih vb.
gibi konularda yüzlerce eser kaleme almıştır. Genelde yazılarını nesir ile
yazmakla beraber nazıma da önem verdiğinden, bir hayli şiiri de bulunmaktadır.
İfadeleri veciz ve mücmel olmakla birlikte bazen belirgin bir şekilde yoğun ve
tezatlıdır. Zîrâ o, bütün eserlerini diğer kitap telif edenler gibi sistematik
olarak düşünüp yazmadığını, bunların düşünce mahsûlü olmaktan ziyade, birer
ilâhî dikte olduklarını özellikle belirtir.[176] En meşhur eserleri şunlardır:
el-Füluhalü'l-Mekkiyye. Füsûsü’l-Hikem, Inşâü ’d-Devair, Ukletü
’l-Müstevfiz, et-Tedbîrâtü ’l-Ilâhiyye, et-Tenezzülâtü ’l- Mevsıliyye, Ankâ-ı
Muğrib, el-Meârifü ’l-Ilâhiyye (Divan), el-Abâdile, Ruhu ’l-Kuds,
Tercümanü’l-Eşvâk...
1-
İbnü’l-Arabî’nin
Eserlerinde Üslûp
Sûfîler, öğretilerini ifade etmede hem nesrin hem de nazımın en güzel
örneklerini sunmuşlardır. Nesirler, en didaktik olandan, en şiirsel ve
muvazeneli olanına doğru bir çeşitlilik arz etmekte ve genellikle ilâhî aşk ve
irfân temasını işlemektedir. Bunlardan, Kûtu’l-Kulûb, el-Luma’,
Keşfu’l-Mahcûb ve Ihyâ gibi pratik ve ahlakî önemi hâiz didaktik
nitelik taşıyanlar olduğu gibi yine aynı nitelikte fakat Kur’an’ın bâtınî
anlamı üzerine yoğunlaşan nesirler, işâri tefsirler de vardır.[177] Yine bu
minvâlde olmak üzere mutasavvıflarca muhtelif biyografiler, menâkıpnânemeler,
hikâyeler, sohbetler, mektuplar; vasiyet, vaaz ve nasihatları muhtevi risaleler
ve veciz hikemî eserler kaleme alınmıştır. Diğer taraftan yine didaktik amaçlı
fakat daha formel ve ilmî eserler, sözlükler, ansiklopedik eserler, metafizik
ve doktriner boyutu ağır basan eserler kaleme alınmıştır.[178] [179] Şiir söz konusu olduğunda
ise, umûmiyetle ilâhî aşkı konu edinen muhteşem divânlara rastlamaktayız.
İbnü’l-Arabî’ye bu açıdan baktığımızda bu tür telifatın hemen hepsinden
bir örneğine rastlamaktayız. Onun kapsamlı eseri Fütûhât’ır94 metafizik ve doktriner yönü ağır basan Füsûs’u[180], biyoğrafi türünde
yazdığı Ruhu’l-Kuds ve ed-Dürretü’l- Fahira’sı[181],
döneminin meşhur ilim adamlarına yazdığı mektupları[182] [183], veciz sözlerini muhtevî el-Hikemu’l-Hâtımiyye’siV9\
öğrencilerine nasihat ve vasiyetlerini ihtivâ eden, kolay anlaşılır sarih
risaleleri[184] ve
tasavvufun âdâp, erkânı ve muâmelâtı hakkındaki kolay anlaşılır risaleleri[185], yine veciz
ve samimi yakarışlarını ihtivâ eden en-Nûru’l-Esnâ’sı[186]
onun mânevî tecrübesini ifade etmede olduğu kadar, ifade şekillerindeki
zenginliğini göstermesi bakımından da önemlidir. Diğer taraftan, Tercümânü’l-Eşvak’ı,
Dîvân’ı ve Fütühat’ın bâb başlarındaki bir divan oluşturacak kadar
çok şiirleri[187] Şeyh’in,
nazım bakımından da ne kadar velûd bir müellif olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu sebeple İbnü’l-Arabî gibi velûd bir mütefekkirin eserlerindeki
üslûbunu mütekâmil mânâda tespit etmek oldukça zordur. Fakat genelde sûfîlerin,
özelde de İbnü’l-Arabî’nin eserlerini anlamada kullandıkları üslubun tespiti
oldukça önemlidir. Bu sebeple biz burada özellikle İbnü’l-Arabi’nin bazı meşhur
eserlerinden hareketle üslubu hakkında bir şeyler söylemeye çalışacağız.
Muhtevâ bakımından olduğu gibi üslup bakımından da Fütûhat, merkezî ve
belirleyici bir konum işgal etmektedir. Eserlerinin en kapsamlısı olduğu için Fütûhât,
Şeyh’in zengin tasavvufî kültürünün yanı sıra, onun zengin ifade üslûbunu
sunması bakımından oldukça önemlidir.
İbnü’l-Arabî’nin eserleri içerisinde Fütûhât ve Füsûs,
üslup, muhtevâ ve fikrî işleniş dokusu bakımından hemen dikkat çekmektedir.
Aslında genel tasavvufî eserler içerisinde ihtiva ettiği madde ve konu
bakımından en zengin, ifade bakımından en titiz ve fikir bakımından da en
derini olan Fütûhât, tasavvuf tarihi açısından zirvede bir yerde, âdetâ
dönüm noktasında bulunmaktadır. Hattâ Fütûhât, İbnü’l-Arabî’nin
hayatının sonlarına doğru geniş tedris halkasında etüd edilip gözden geçirilerek
tekrar kaleme alındığı ve Şeyh’in son te’lifi ve diğer kitaplarında müstakil
olarak yer verdiği mesele ve konuları ele aldığı geniş bir kitabı olduğu için
onların genel bir hülâsâsı ve bütün yazılanların olgunlaşmış meyvesi
mesabesinde olmuştur.[188] Şeyh-i
Ekber’in vefatından günümüze kadar bir çok mutasavvıf, düşünür ve araştırmacı
onun eserlerine ve görüşlerine kayıtsız kalamamıştır. Zengin muhteva ve üslupla
kaleme alınan Fütûhât, bazen eleştirel mahiyette ve dolaylı tarzda da
olsa asırlar boyunca bir çok kimsenin ilgisini çekmiştir.
İbnü’l-Arabî, eserlerini muhtevalarına göre bazen sarih ve anlaşılır bir
şekilde sâde bir üslupla yazerken çoğu zaman da veciz ve muammalı bir tarzda
yazar. Şeyhin de ısrarla vurguladığı gibi muhteva, imlâ ve tertibi bakımından
bütünüyle ilham ürünü olan[189] Fütûhât’ın
fikrî akışı şaşırtıcı ve zor takip edilir bir mahiyet arz etse de eserin geneli
îtibârıyla bir üslup sadeliği içinde yazıldığını söylemek mümkündür. Özlü ve
dolaysız bir nesir üslûbu, şeyhin diğer bazı eserleriyle mukayese edildiğinde Fütûhât’ın
okumasını kolaylaştırmaktadır. Özellikle müellifin Fusûsü’l-Hikem[190], el- Ankâu’l-Mugrib[191] ya da Kitâbu’l-îsrâ[192] gibi veciz eserlerini
dikkate aldığımızda, Fütûhât’ın, bazı bölümleri istisna edilmek kaydıyla
sade bir nesir üslûbuyla yazıldığını söyleyebiliriz. Böyle olmakla beraber
eserin şerh edilmeye ihtiyaç duyulacak kadar kapalı pasajları da vardır.
Nitekim eserin bazı bölümleri şerh de edilmiştir.[193] İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin
söz gelimi âdap ve erkânla ilgili kısımları basit ve sade iken, metafizik
hakkındakiler oldukça çapraşık ve kesik kesiktir.[194] Fütûhât’ın
özellikle, İbnü’l-Arabî’nin merâmı ve metodu hakkında bazı önemli anahtarlar
sunan mukaddimesi, ifadeleri bakımından hayli yoğundur. Öyle ki bazı
araştırmacılar Fütûhât’ın tamamının, Şeyh’in nihâî gâyesi ve metodu
hakkında icmâlî tarzda önemli bilgiler sunan bu mukaddimenin şerhi niteliğinde
görülebileceğini söylerler.[195]
İbnü’l-Arabî’nin retoriği üzerine önemli bazı çalışmaları bulunan James
Morris’in tespit ettiği gibi Fütûhât’ın mukaddimesi, bu irfânî eserleri
yorumlama noktasında âdetâ okuyucu ile metni bütünleştiren olağanüstü aktif bir
yaklaşımın sergilenmesi gereğine işâret eder. Özellikle ve şuurlu olarak yoğun
bir üslûp içerisinde inşâ edilmiş olan bu külliyât, hem rûhânî hem de zihnî
yoğunluk bakımdan hırslı, bir o kadar da sabırlı okuyucular bekler, aksi
takdirde okuyucu hemen sıkılır ve bu muazzam irfânı anlayıp yorumlama
noktasında cesareti kırılır. Yine Morris’in bu husustaki şu tespitleri irfânî
eserlerin anlaşılıp yorumlanmasına katkıda bulunması bakımından hayli kayda
değerdir: “Şeyh’in retoriği, metinle bir bağ kurabilmeleri için
okuyucularını bizzat metnin en az iki farklı, fakat eş zamanlı boyutuna
hazırlamaları için kasten zorlar: îlki entelektüel, mantıkî, zâhirî ve objektif
(nazarî) boyuttur. Bu zâhirî boyutu içerisinde zihin, eserde yan yana sunulan
bir çok farklı teorik disiplini bir araya getirmeye ve bütün bu farklı
disiplinleri kozmozla ve içtimâî dünyayla ilişkilendirmeye yeltenir. Diğeri
ise, bâtınî, tecrübî, şahsî ve rûhânî (ahvâl ve esrâr) boyuttur. Metnin bu
boyutunda her bir ciddî okuyucu, bir anlayışa sâhip olmaktan çok, ilhamlar,
nasihatlar ve îbnü’l-Arabî’nin sıkça okuyucunun ilgisine sunduğu paradokslarla
yüzleşir ve onlardan tesir alır.”[196]
Kısacası bu gerçek ve nihâî boyutuyla metni anlamak, kavramsal ve zihinsel
olmaktan çok tasavvufun da mahiyetine uygun bir şekilde ruhânî bir idraktir.
Diğer taraftan ekberî külliyâtta karşılaştığımız bütün bu yoğunluk ve zorluk,
rûhânî tekâmülün mahiyetine paralel düşmektedir. Zîrâ okuyucu metnin asıl
derunî boyutunu anlayabilmesi için her yönden, rûhânî ve zihnî açıdan bütün
enerjisini metne vermeli, tâbir câizse himmetini âlî tutmalıdır.
Muhtelif semboller, veciz, yoğun ve paradoksal ifadeler arkasına saklanan asıl
mânâya ulaşma hususunda azimli ve kararlı olmalı, daha işin başında bıkkınlık
göstermemelidir. Kendini âdetâ metnin rehberliğine bırakmalı, düşüncesini katı
mantıkî kurallardan arındırmalı, en azından belirli bir süre kavramların
alışılmış ilk anlamlarını bir kenara bırakmalıdır. Zîrâ genelde irfânî
eserlerin özelde İbnü’l- Arabî’nin eserlerinin nihâî amacı, insânı salt
bilgilendirmek sûretiyle zihnen inkişâf ettirmek değil, her bir bireyin şahsî,
yegâne ve zorunlu olarak bir diğerininkinden farklı olan, hem zihnî hem de
rûhânî gerçekleşme sürecine, İbnü’l-Arabî’nin ifâdesiyle tahkîk sürecine
destek vermek ve bu süreci hızlandırmaktır.[197] James
Morris, okuyucusunun şahsî gerçekleşme sürecine sırrî bir şekilde katkıda
bulunmayı hedefleyen, bu îtibârla da bir uyarıcı ya da rehber konumunda olan
ekberî külliyâtın kompleks yapısını “hız kasisleri”ne benzetir. Bizâtihî
Şeyh’in eserlerinin üslûbundan kaynaklanan bu engeller, bu muazzam külliyâtın
bir anda, hızlıca okunup geçilmesine izin vermez. Zîrâ bu eserler, îmâlı ve
dolambaçlı yapısıyla dikkatlice ve tekrar tekrar okumayı gerektirecek tarzda
kompoze edilmiştir. Okuyucusuna ruhen ve zihnen kanca atar, onu yavaşlatır,
yeniden yönlendirir, diğer şeylerle alâkasını keser, sürekli yeniden
odaklanmasını sağlayarak normal alışkanlık ve bilinç düzeyini dönüştürmek
sûretiyle onu sıradışı idrak sürecine hazır hale getirir.[198]
İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin temelde iki farklı boyutunun olması hususu,
ibadet, ahlak, tarikat âdap ve erkânından derin metafizik konulara farklı bir
çok konuyu ihtiva ettiği için Fütûhât’ta açık bir şekilde müşâhede
edilmektedir. Tâbir caizse hem zâhirin hem de bâtının hakkını verdiği için, her
hangi bir meseleyi önce zâhir diliyle açıklar, muhatabına şeriat düzeyinden ve
anlayışından hitap eder, hemen ardından bâtın lisanıyla meseleyi ele alır, onu
özel bir yoruma tabî tutar, bu durumda kişiye, zevk ve tasavvufî keşf lisanı
düzeyinden hitap eder; sonra tekrar zâhir lisanına döner ve insanı hayrete
düşürür.[199] Bu üslûbu
içerisinde İbnü’l-Arabî, temizlik, namaz, zekat, oruç ve hacc gibi temel fıkhî
konular ve bunların sırları üzerinde genişce durmuştur. Ancak bu hususlarda
sadece zâhirî hükümleri zikretmekle yetinmez, kendi irfânı doğrultusunda
bunların sırlarından bahsederek tasavvufî yönden yorumlar. Meselâ, temizlik
konusundan bahsederken, az bir suya isabet eden pisliğin suyu kirleteceğini ve
kullanılamaz hale getireceğini, oysaki denize atılan bir pisliğin ise onda
kaybolup gideceğini, onu kirletemeyeceğini vurguladıktan sonra kuvvetli ve
zayıf kalp de böyledir der. Zayıf kalbe gelen bir vesvese ona hemen etki
ederken, ilimle, ruhû’l- kudsle teyit edilmiş sağlam bir kalbe gelen vesvese ve
şüphe onda kaybolup gider.[200] Yine
namazın vakitlerinden bahsederken, kendi varlık ve zaman anlayışı doğrultusunda
âlemin ezelîliği meselesini tartışır.[201] Ayrıca, ıstılahâtının
semantik tahlilini yaparken de göreceğimiz gibi, halvet, fütüvvet, ubûdiyyet
gibi bazı tasavvuf! kavramlar, onun bu üslûbu içerisinde bazı metafizik anlam
seviyeleri kazanabilmektedir.
Geneli îtibârıyla açık bir nesir üslûbuyla yazılmış olmasına rağmen Fütûhât
ilk etapta yüzeysel bir okumayla anlaşılıp ihtiva ettiği konular hakkında hemen
sıhhatli bir kanaate ulaşılabilecek tarzda bir eser de değildir. Çünkü
İbnü’l-Arabî’nin üslûbundaki kapalılık, bazı eserlerinde daha yoğun olsa da
hemen hemen bütün eserlerinde her zaman dikkati çekmiştir. Hattâ bazı
hususlarda açıkça ifade etmek yerine sadece “işâret” derecesinde kapalı
ifadeler kullanmıştır.[202] Bu noktada
aynı konuyu, sûfînin mânevî yükselişini ihtivâ etmelerine rağmen
İbnü’l-Arabî’nin Kitâbu’l-Isrâ’sıyla Feridüddîn Attâr(ö. 618/1221)’ın Mantıku’t-Tayr
isimli eseri arasındaki üslup farklılığı hemen dikkat çekmektedir.
İbnü’l-Arabî’nin kullandığı sembollerden bahsederken de üzerinde durmaya
çalışacağımız gibi o, soyut dîni, felsefî semboller kullanmak sûretiyle zor
anlaşılır, yoğun ve veciz ifadelerle konuyu anlatırken[203] Attâr, somut sembollerle ve
İbnü’l-Arabî’nin üslubuna göre daha kolay anlaşılır sembolik hikaye ve fabl
sanatını kullanarak aynı konuyu anlatmaya çalışır.[204] Yine Mevlânâ ile
mukayese edildiğinde de İbnü’l-Arabî’nin üslûbundaki kapalılık ve yoğunluk
hemen dikkati çekmektedir. Zîrâ çoğunlukla edebî bir ifade aracı olarak şiiri
kullanan Mevlânâ, ilmî ve felsefî hakikatleri kolay anlaşılır bir üslupla,
metafor ve hikayeler vasıtasıyla anlatmaya çalışmaktadır. Bu üslûbuyla da o,
geniş halk kitlelerine hitap etmeyi amaçlamaktadır.[205]
Diğer taraftan, dil üslubunun yanı sıra İbnü’l-Arabî’yi anlamayı
zorlaştıran başka etkenler de vardır. Söz gelimi özellikle Fütûhât’ın
bir ıstılahlar deryası olması, İbnü’l- Arabî’nin kendisinden önceki sûfîler
tarafından kullanılan ıstılahlara eserlerinde zengin bir şekilde yer vermesinin
yanı sıra, onlara kendi varlık, insan ve bilgi tasavvuru doğrultusunda özel
anlamlar yüklemesi ve anlam çerçevelerini semantik açıdan genişletmesi, onu
anlamayı zorlaştıran, ya da başka bir ifadeyle yanlış anlaşılmasını ve hakkında
bir çok tartışmaların husule gelmesini kolaylaştıran sebeplerdendir.
İbnü’l-Arabî’nin âdetâ kendine has bir literatürü vardır. Tezimizin üçüncü
bölümünde Şeyhü’l-Ekber’in ıstılâhâtından bahsederken de söyleyeceğimiz gibi o,
kelimelere kendi irfânı doğrultusunda “özel” anlamlar yükler, kendi ifadesiyle
“mücmel” lafızlar kullanır.[206] Bu
husûsiyet eserlerinin başka dillere tercümesini de zorlaştırmaktadır. Zîrâ
İbnü’l-Arabî terminolojisi içerisinde husûsî anlamları bulunan pek çok kelime
tercüme esnasında ya bir ıstılah olarak aynen korunacak ya da anlamlarıyla
birlikte verilecektir. Birinci durumda pek çok kelime orijinal haliyle kaldığı
için tam bir çeviriden söz edilemez, böyle bir tercümeyi okumaktan da bir fayda
hâsıl olmaz. İkinci durumda ise muhtemelen anlam kaymaları olacak, tercümenin
hacmi genişleyecek ve bugün tercüme eserlerde sıkça karşılaştığımız gibi
metinde ekstra bir ağırlık hissedilecektir.[207] Ayrıca onun temelde varlık ve
bilgi anlayışının zorunlu bir sonucu olarak gördüğümüz ve tezimizin üçüncü
bölümünde ele almaya çalışacağımız paradoksal ifadeleri de onu doğru anlamak
açısından oldukça önemlidir. Mantıkî açıdan birbiriyle çelişir görünen bu
ifadeler, onun genel sistemi açısından bakıldığında bir birini tamamlayan
ifadelerdir ve her biri hakikatin başka bir veçhesini ifade etmektedir. Daha
sonra tasavvufî söylemin mahiyetinden bahsederken de söyleme çalışacağımız gibi
İbnü’l-Arabî’nin ifadelerinde, doğrudan isimlerin yerine çok sayıda işâret
zamiri kullanması da,[208] cümle
muhtelif bir çok anlama işâret ettiği için anlaşılma ve yorumlama problemine
sebebiyet vermektedir. Ekberî külliyâtta, referans yeri belirsiz bir çok zamir
kullanılması tarih boyunca şarihleri de sıkıntıya sokmuş, şarihler gâyet
îtinâlı ve yorucu bir şekilde bu mücmel ifadelerin şifrelerini çözmeye
çalışmıştır. Çünkü bu zamirlerin mercii konusunda muhtemel bir çok “doğru”
cevap vardır. Diğer farklı unsurların yanısıra bu husûsiyet, Ekberî külliyâtı,
özellikle de bu mücmel ifadeleri başka dillere bütün vurgularıyla birlikte
çevrilmesini âdetâ imkânsız kılmaktadır.[209] Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin
yazılarının, daha sonra üzerinde durmaya çalışacağımız, şiirsel, ritmik
vurguların da başka dillere aktarılması imkânsızdır.[210] Diğer taraftan
İbnü’l-Arabi’nin de sıkça uyardığı gibi, özellikle metafizikten bahsederken
kullandığı “lemmâ:...olduğu zaman”, “Kâne: idi” ve “Sümme: sonra” gibi zaman
bildiren edatları izâfî zamana[211] işâret
edecek her hangi bir mânâda almak hatâlı olacaktır. Meselâ Hakk’ın, âyân-ı
sâbite'yi sübûttan vücûda çıkarması ifade edilirken kullanılan bu zaman
bildiren kalıplar[212] her hangi
bir zamansal ardışıklığa işâret etmezler. Zîrâ Hakk’ın âyân-ı sâbite’ye
varlık bahşetmesi ezelden ebede kadar devam eden sürekli bir ameliyedir.
Hakk’ın iradesi de sadece belirli bir zamana taalluk etmez.[213]
Bütün bunların yanı sıra daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi,
kendisi açısından esas teşkil eden görüşlerinin, başka bir ifadeyle onu diğer
düşünürlerden hattâ diğer bazı sûfîlerden ayıran esas itikadının, her hangi bir
konu bütünlüğü söz konusu olmaksızın eserlerinin bütününe yayılmış olması[214] onun temel
vurgularını anlamayı zorlaştırmaktadır. Afîfî bu açıdan İbnü’l-Arabî’yi, büyük
bir eser besteledikten sonra, insanlardan gizlemek için bu büyük bestenin
nâmelerini başka nâmeler arasına gizleyen sanatkâra benzetir. Bu büyük mûsıkî
bestesinden, onu diğer nağmeler arasından çıkararak derlemeye muvaffak olan
kimseler haz alır.[215] Bu açıdan
bakıldığında diğer veciz eserlerine göre biraz daha sarih bir dille yazılan Fütûhât,
Şeyh’in nihâî görüşlerinin yakalanması bakımından yoğun, kompleks ve
muammalıdır. Binlerce sayfalık bu muhteşem külliyât içerisine dağıtılmış olan
pasajları bir araya getirmek ve hattâ diğer eserlerindeki bazı pasajlarla
birleştirip mukayese etmek sûretiyle, İbnü’l-Arabi’nin asıl îtikâdı hakkında
bir şeyler söylemek mümkün olacaktır. İbnü’l-Arabî’nin salt metinsel olmayan ve
Kur’an’dan mülhem olan bu üslûbu okuyucusunu kendi mârifet anlayışına göre
âdetâ yeniden inşa eder. Okuyucusunu çoğu zaman çözümü zor ikilemlerle karşı
karşıya bırakan bu muammalı retorik insanda, zihinsel ve mânevî yükselişte
önemli bir aşamayı ifade eden şaşkınlık (hayret) hissi uyandırır.[216] Diğer
taraftan Fütûhât’ın farklı bir çok disiplini ve bunların ıstılahlarını
ihtiva etmesi, geniş konu çeşitliliği ve buna bağlı olarak da üslup çeşitliliği
de esere kompleks bir yapı kazndırır ve yoğunluk katar.[217] Meselâ, metafizik şiirler,
îmâlar ve işâretler, âyet ve hadislerin problematik analizleri, bizzat İbnü’l-
Arabî’nin ve karşılaştığı diğer sûfîlerin mânevî, rûhânî tecrübeleri hakkındaki
anekdotlar, dönemin bir dizi aklî ve geleneksel ilimlerine referanslar, meşhur
tarihî ve dîni figürler hakkında kıssalar... şeklinde karşımıza çıkan ve ânîden
değişen farklı retorik formlar, insanı etkilemekte ve şaşırtmakta,
idraklerimizi daha yüksek ve daha kuşatıcı rûhânî bir anlayış ve bakış açısına
açıp, hazırlamaktadır.[218] Aslında bu
yoğun ve çok yönlü retorik, eserin temel konusu olan hakikatin ve bu hakikati
sunacak olan keşfî bilginin çok yönlülüğüne işâret eder ve bizim bu husustaki
cehaletimizin farkına vardırır.[219]
İbnü’l-Arabî’nin sürekli zâhir-bâtın dengesini koruması; çift yönlü bir
düşünce, dil ve ifadeye sâhip olması, hakkında hemen bir kanaate ulaşmayı
zorlaştırmaktadır. Zîrâ Tercümânü’l-Eşvâk isimli dîvânında yaptığı gibi[220] çoğu zaman
zâhirî ifadeler kullanır ve bu maddî anlamları salt rûhî ve bâtınî anlamlara
yorumlar. Maksadını saklamak istediği zaman da zâhir-bâtın dillerini ustaca bir
birinin yerine kullanır.[221] İşte
bütün bu hususlar dikkate alınmayıp yüzeysel ve alandışı bir yaklaşımla
okunduğu zaman İbnü’l-Arabî, kendisiyle çelişen ve hattâ üzerinde ısrarla vurgu
yaptığı[222] din ve
şeriat dairesi dışına çıkan biri olarak değerlendirilebilmektedir[223]
İbnü’l-Arabî’nin iki önemli eseri Fusûsü’l-Hikem ve Tedbîrât-ıİlâhiyye’nin
şarihi Avni Konuk, Şeyhü’l-Ekber’in eserlerinde açıkladığı mârifetlerin ne
kadar ince ve anlaşılması zor olduğu hususunda şunları söyler: “Çoğu
kimseler, Şeyh ’in açıklamış olduğu hakikat ve mârifetlerden ürküp onları inkar
ederler. Ve birtakım kimseler ise anladıklarını zannedip, kulluğun gereği olan
tââtten uzaklaşarak dalâlete düşerler. Bu hakikat ve mârifetler, kıldan ince
kılıçtan keskin bir sırat-ı müstakîmdir. İlâhî tevfik rehber olmadıkça “aklın
ayağı ”nın kayma korkusu vardır.”[224]
Kısacası düşüncesini daha çok varlık üzerine yoğunlaştıran, varlığın
mahiyeti hususunu tasavvufî bir metotla anlatmaya ve izah etmeye çalışan
İbnü’l-Arabî’nin, yaşadığı tasavvufî tecrübeler sonucu elde ettiği mârifeti
ifade etmede kullandığı dil üslûbu, başlı başına bir problemdir. Özellikle Fusûs
ve Ankâu’l-Mugrib gibi kapalı bir üslûpla yazılmış eserlerinin yanı
sıra, Fütûhât’ın bazı bölümleri de oldukça veciz ve îmâlıdır.
İbnü’l-Arabî ve eserleri hakkında önemli çalışmaları olan Afîfî, Fusûs’un Arapça
olduğu halde anlayamadığı ilk eser olduğunu, bu problemi de başta Fütûhât olmak
üzere İbnü’l-Arabî’nin diğer eserlerine baş vurmak sûretiyle aştığını beyan
etmektedir.[225] Dolayısıyla
Fütûhât, bazı bölümleri îmâlı olmakla birlikte, İbnü’l- Arabî’nin başta Fusûs
olmak üzere veciz eserlerinin anlaşılması bakımından önemlidir ve hattâ onların
kapsamlı bir şerhi konumundadır. Bu noktada hemen vurgulamakta yarar var ki;
kapsamlı muhtevası bakımından Şeyh’in diğer veciz eserlerinin anlaşılmasında
oldukça önemli olan Fütûhât’ın, Fusûs’a ya da Şeyh’in diğer veciz
eserlerine mukaddime mahiyetinde olduğunu düşünmek hatâlı olacaktır. Böyle bir
düşünceye hem tarihen hem de, Fütûhât ve Fusûs’un yazılış metodu
bakımından imkân yoktur. Tarihen mümkün değildir zîrâ, Fütûhât’ın iki
adet müellif nüshasından ilki 598/1201 yılında telif olunmaya başlanmış ve
629/1231 yılında tamamlanmıştır.[226] İkinci nüsha ise
632/1234’te yazılmaya başlanmış ve 636/1238’de tamamlanmıştır.[227] Fusûs
ise h. 627/1229 yılında yazılmıştır.[228] Her ne kadar ilk nüsha Fusûs’tan
önce yazılmaya başlanmış olsa da eserin her iki nüshasının te’lifi Fusûs’tan
sonra tamamlanmıştır. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî’nin de vurguladığı gibi her
iki eseri de ilham ürünü olarak yazılmıştır.[229] Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’nin
bu kapsamlı eserini yazmaya iten sâik, başka bir eserine giriş yazma gibi her
hangi bir mantıkî gâye değil, doğrudan yaşadığı mânevî tecrübesi ve ilhamı
olmuştur. Bu sebeple Fütûhât ile Fusûs arasında mücmellik ve
mufassallık gibi bir üslup farklılığı vardır. Biri Şeyh’in engin irfânının
vecîz ve icmâlî tarzda ifadesi iken diğeri açık ve tafsilatlı ifâdesidir.[230]
Bütün bu kompleks, anlaşılması zor üslûbunun yanı sıra, İbnü’l-Arabî’nin
eserlerinin ayrıcalıklı bir yönü vardır: Hangi konudan bahsederse bahsetsin,
bu, felsefî-kelâmî bir konu olabileceği gibi, fikhî veya dil ile ilgili bir
konu olabilir, hepsinin temel bir fikrin, tevhid ve daha sonra
İbnü’l-Arabî takipçilerinin isimlendirdiği şekliyle vahdet-i vücûd
damgasını taşımasıdır. O, ele aldığı konuları, ya vahdet-i vücûd
anlayışından hareketle işlemekte ya da nihâî olarak vahdet-i vücûda bağlamaktadır.
Bu sebeple onun fikirleri, zaman zaman dağınık, bir birinden kopuk gibi görünse
de, bir biriyle ince bir mantıkî örgüyle bağlantılı ve insicâmlıdır. İlham
eserlerinin muhtevasını olduğu kadar üslûbunu da belirlediği için özellikle
hayli kapsamlı eseri Fütûhât, zâhiren farklı bir çok konuyu ihtiva
etmesine rağmen bâtınen bir insicâm söz konusudur. Dahası İbnü’l-Arabî, diğer
müelliflerin aksine, kendisi ve bazı tahkik ehli sûfînin bütün sözlerinin ircâ
edilebileceği tek bir küllî esasın bulunduğunu ve sözlerinin bir biriyle
irtibatlı olduğunu açıkça ifade eder. Eserlerindeki bu aslî insıcâmı, hangi
konudan bahsederse etsin sözlerinin aslî bir ilke (vahdet) etrafında
dönüyor olmasını da, daha sonra tecellîlerden bahsederken de söyleyeceğimiz
gibi, yaşadığı küllî mânâ tecellîsine dayandırır. Zîrâ bu mânâ üzere olan
tecellîde, sûretler şeklindeki tecellîlerin aksine bir tedrîcîlik söz konusu
değildir. Bu tecellî küllî tarzda bir anda olup biter ve daha sonraki olacak
bütün tecellîlerde de belirleyici olur.[231]
İbnü’l-Arabi’ye göre aslında bu insicâmın en güzel örneği nazm-ı ilâhî
olan Kur’an’da mevcuttur. Kelâmullâhın ayetlerindeki düzensizlik sadece
görünüşten ibârettir. Bir birini takip eden ve aralarında hiçbir rabıta yokmuş
gibi gözüken ayetler arasında yakın bir alâka vardır. Fakat oldukça gizli olan
bu alâkayı ancak, ayetleri öncesi ve sonrasıyla birleştirebilecek bir nazara
sâhip, ehlulluhtan yüksek mertebelere ulaşmış kişiler görebilir.[232] İşte bütün
irfânını Kur’an ve hazinel erine dayandıran İbnü’l-Arabî’nin eserlerindeki
insicâm da yine Kur’ân’dan mülhemdir. Hattâ ona göre ilâhî ilham eserin sadece
muhtevasını değil tanzimini de tayin etmektedir ve mesela bapların sıralanışındaki
zâhirî ahenksizliğin sebebi de bu ilhamdır. “Şer‘î ahkâmın sırları”na
dair 88. bâba ilişkin olarak şöyle yazar: “Bu bâbı ibadetlere dair bâbın
öncesine yerleştirseydik daha muntazam görünürdü, ama böyle varid oldu. Bu
benim şahsî bir tercihim değildir.”[233]
Bunu da bizzat Kur’an’ın tertibine benzetir. Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre, “namazlara
(özellikle) orta namaza (ikindiye) devam edin. Saygı ve bağlılık içinde Allah’a
kulluk edin” (Bakara 2/238) ayetinin talak ve nikah hakkında hükümler
ihtiva eden ayetler arasında gelmesi de, zâhiren irtibatsız gibi görünen bu
tertip de bir hikmete binâendir.[234] Dolayısıyla onun muazzam
eseri Fütûhât, ne bazılarının zannettiği gibi kitâbi ilimlerin düzensiz
bir ansiklopedisi, ne de bir arada bulunmaları ancak ilhamın tabiatıyla
açıklanabilecek parçalardan mürekkeb, uyumsuz ve karmakarışık bir derlemedir.[235]
Fütuhât, kapsamlı bir
eser olduğu için fıkıh, kelâm, tasavvuf vb. gibi bir çok ilmin konularını
muhtevîdir. Bu konular işlenirken de avam-havas her kesin kendi idrak seviyesine
göre anlayabileceği kapsamlı bir üslûp kullanılmıştır. Mesela müellif, Fütûhât’ın
mukaddimesinde, genel olarak müslümanların ve kelâm âlimlerinin îtikât
esaslarından açıkça bahsettikten sonra, çoğu insan idrakten aciz olduğu için
havassın akidesini kitabın bütününe yaydığını söylemektedir.[236] Böylesi
kapsamlı bir eserde yer yer kapalı sembolik ifadeler bulunsa da geneli
îtibârıyla açık ve sade ifadelere rastlanması şaşırtıcı değildir. Esasında
İbnü’l-Arabî böyle bir üslûbu benimsediğini Tedbîrâtında açıkça ifade
eder ve eserlerinde açık ifade (beyan) ile sembolik anlatımın (remz)
bir arada verildiğini söyler. Böylece hem avâm hem de havâs bu ifadelerden
kendi nasibini alır.[237] Farklı
bakış açılarını göz önünde bulunduran bu çok yönlü ifade tarzı, esası îtibârıyla
Kur’an ve Sünnet’in üslûbudur. Bunun içindir ki her âyet, ilk bakışta anlaşılan
genel anlamından sonra, başka pek çok anlama tefsir 253
edilmiştir.[238]
İbnü’l-Arabî elde ettiği mârifet hakkında konuşmasının Allah (cc.)’ın
emri ve iznine bağlı olduğunu, kendisi için bir sınır çizildiği zaman orada
konuşmasını kestiğini söyler.[239] Dolayısıyla
onun eserleri, üzerinde detaylıca düşünülüp, belirli bir plan dâhilinde
yazılmaya karar verilmiş sistemli konulardan müteşekkil değildir. Takip ettiği
metodun diğer müelliflerinkinden farklı olduğunu bizzat kendisi vurgular. Şöyle
ki, mârifetin dışındaki bilgileri kaleme alan diğer müellifler, her ne kadar
incelediği ilmin etkisinde kalsa da, istediği şeyi eserine alma, istediğini de
çıkartma hususunda özgürdür. İbnü’l-Arabî kendisi gibi sûfî müelliflerin böyle
olmadıklarını, İlâhî Hazret’in kapısında bütün his ve ilimlerinden
uzaklaştıklarını, ancak İlâhî bir emirle ve kendilerine çizilen sınıra göre
eserlerini yazdıklarını söyler.[240] Eserleri
hakkında hazırladığı ilk fihristte de bu hususta şu çarpıcı bilgileri verir: “Eserlerimin
hiçbirinde diğer müellifler gibi telif maksadı gütmedim. (Onlara tevdî ettiğim
şeyler) Hakk Teâlâ’dan bana gelen ve neredeyse beni yakacak olan vâridâttır.
Ben de mümkün olduğu kadar bu vâridâtı yazmaya çalıştım. işte böylece istemeden
eser yazma cihetine gitmiş oldum. Eserlerimden bir kısmını uyku ya da mükâşefe
anında Hakk Teâlâ’nın bana yönelttiği ilâhî bir emirle yazdım.”[241] Bu ifadelerinden de
anlaşılacağı üzere İbnü’l-Arabî’nin eserleri, bir anda hızla geliveren ilham ya
da aydınlanmaların ürünü olduğu için onun eserlerinde zâhirî İtibârıyla
sistematik bir bütünlüğü yakalamak oldukça zordur. En yakın öğrencisi Konevî
ile mukayase edildiğinde onun bu üslubu daha da belirginleşmektedir. Zîrâ, her
ne kadar keşfle meşgul olsa da Konevî, şeyhinin aksine ifadelerinde daha
sistematik ve rasyonel formülasyonlara yönelmiştir.[242]
İbnü’l-Arabî Fütûhât’ta, ele aldığı konunun mahiyeti, kendisi ve
öğrencilerinin halleri ya da onların sorularına binâen kimi zaman diyalog
üslûbunu, kimi zaman hakimâne ilmî üslûbu, kimi zaman da edebî ve hayâlî üslûbu
kullanmaktadır. Her ne kadar Massignon, şeyhin üslubunu, yaptığı felsefî
kıyasları ve meseleleri açıklarken lüzûmundan fazla nazarî tahlilleri sebebiyle
duygusuz ve donuk bulsa da, hattâ onun bu üslûbunun, vecd ve cezbe hallerinin
yansımalarında olduğu gibi doğrudan ilâhî müdaheleleri tasavvufî sahadan
uzaklaştırmasına sebebiyet verdiğini söylese de[243] eserde bir çok
farklı üslûbun, edebî ve hayâlî tasvirlerin bulunması ona canlılık katmaktadır.
Diğer taraftan İbnü’l-Arabî’nin Fütûhât’ında ve diğer eserlerinde,
özellikle şiirlerinde vecd ve cezbe ürünü sözlerine de rastlamaktayız.
Özellikle Şeyh’in ilâhî aşkının terennümleri olan Tercümânü’l-Eşvâk’ı bu
açıdan önemlidir. Bu sebeple belki de Şeyhü’l-Ekber’i diğer sûfîler arasında
ayrıcalıklı kılan şiirsel imajlarla felsefî üslûbu ve kavramları
birleştirmesidir. O, aynı zamanda hem şiirsel hem de mantıkî bir düşünce
sistemine sâhiptir ve bunlardan her biri diğerini besler. Sûfî şairlere
benzemeksizin, aynı zamanda analitik düşüncenin de bir üstadıdır. Diğer
taraftan o, sadece analitik düşünce yolunu tutan filozoflara da benzemez, zîrâ
o, aktif tahayyülün gerçeklerini de bilir. O, ne salt şairdir ne de filozof.[244] Şüphesiz
İbnü’l- Arabî, riyâzet, mücâhede ve halvet ehli bir sûfîdir. Mârifeti de
öncelikle fetih, keşf ve müşâhedelere dayanır. Fakat onun ifadelerinin ve
eserlerinin ayrıcalıklı bir yönü de vardır: O’nun eserleri felsefî açıdan da
oldukça değerli fikirler ihtivâ eder. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî, meselâ, şah
eserleri Fütûhât ve Fusûs’unda salt vecd, cezbe ve
müşâhedelerinden bahsetmez, bazı ilmî ve felsefî tahlillere de girer.
Şiirlerinin ya da nesirlerinin altında yatan felsefî örgü hemen dikkat çeker.[245] Fakat
İbnü’l-Arabî, nihâî amacı, bu amaca ulaşmada kullandığı metodları ve ifade
şekilleri bakımından öncelikle tam bir sûfîdir. Kaldı ki, meselâ onun en
kapsamlı eseri Fütûhât, sürekli anlaşılması zor, ilmî meselelerin
tartışıldığı soğuk, yorucu bir eser olmayıp, müellifin farklı mânevî
tecrübelerinin ve bunların canlı tasvirlerinin anlatıldığı, şeyhleri ve
dostları hakkında samimi ve duygulu ifadelerinin yer aldığı bir eserdir. Daha
sonra hayâlî üslubundan bahsederken de değineceğimiz gibi, ‘Allah’ın sıfatları’
meselesi gibi kelâmî bir konuyu hayâlî tasvirlerle, sembolik olarak anlatırken
eserin üslubu hiç de donuk değildir. Yine fütüvvetin[246] [247], şefkat, merhamet ve diğer
gamlığın zayıf güçlü bütün mahlukata şamil olması gereğini vurgulamak üzere
zikrettiği şu hadiseyi anlatırken de üslûbu soğuk değildir: “...Şeyhi
misafirlere sofrayı sermesini emretmişti. O ise sofranın üzerindeki
karıncalardan dolayı sofrayı hazırlamada gecikti. Sofranın üzerindeki karıncaları
dağıtmayı fütüvvete uygun görmüyordu. Çünkü hayvanlara dokunmamak, onları
serbest bırakmak da fütüvvettendir. işte bu sebeple, karıncalar
kendiliklerinden çıkıncaya kadar, onları sofradan zorla çıkarmaksızın
bekledi... Nihâyet şeyhi ona, ‘hassas davrandın ’ dedi. ”262 Şeyh-i Ekber hiç şüphesiz hâkimâne bir üslupla kendini
ifade etmektedir, zîrâ yolun nihâî menziline varıp hakka’l-yakîne ulaşmış
biri olarak konuşmakta, geçtiği yol üzerindeki hâl ve dereceleri tam bir
vukûfiyetle tasvir etmekte ve bu yolda rehberlik etme adına yazmaktadır.[248] Özellikle,
çoşkun ve duygusal eğilimi ağır basan Hallâc ya da Mevlânâ ile mukayese
edildiğinde, İbnü’l-Arabî’nin üslûbuna duygusal eğilimin değil, tefekkür ve
derin düşüncenin; kimi zaman felsefî, kimi zaman da kelâmî, mantıkî üslup ve
metotların hakim olduğunu görürüz.[249] Geniş bir muhayyile ve fikir
gücüne sâhip olduğu için ifadelerinde duygusal derinliğin yanı sıra sistematik
bir tahlil gücü de hemen dikkat çeker. Hattâ bu yönüyle onu, sistem sahibi ve
yeni bir ekol kurucusu bir filozof olarak görenler de olmuştur.[250] Özellikle
kelâmcıların görüşlerini tahlil ederken, onların ilim, metot ve tartışma
yöntemleri hakkında tam bir vukufiyet sahibi olduğunu gösteren ifadeler
kullanır. Bu yönüyle kelâmcıların metod ve üsluplarından etkilenmiş gözüken
İbnü’l-Arabî, kelâmcıların münâzaraya dayanan diyalektik üsluplarını salt
onların kullandığı şekliyle kullanmaz. Âdeti üzere bunları büyük ölçüde
tasavvufî öğelerle meczeder ve kendilerine özel bir renk veren “muhayyile”
kaynaklı unsurlar ekler.[251] Kısacası
İbnü’l-Arabî, tasavvufun sadece nazarî ve gnostik tarafıyla meşgul olan salt
bir sûfî filozof değil, aynı zamanda bizzat zevk ve vecd erbâbındandır. Akıl
dilini kullandığı gibi keşf ve işrak lisanıyla da konuşur, muhayyile gücünün
ifade şekillerine, şiirsel tasvirlere, sembol ve işâretlere sıkça baş vurur.[252] Vecd ve
fenâ hallerinin ürünü ifadeleri de mevcuttur.
Esasında Fütûhât, ilk müellif nüshası otuz yıllık uzun bir zaman
dilimi içerisinde yazılmış otuz yedi ciltlik kapsamlı bir eser olduğu için tek
bir yazı üslûbundan söz etmek mümkün değildir. Temelde müellifin yaşadığı
rûhânî tecrübe ve hallere ve bunun yanı sıra öğrencilerinin durumuna ve
sorularına bağlı olarak bir çok farklı üslûbu eserde görmek mümkün: Hayâlî,
ilmî, edebî üslubun yanı sıra Fütûhât’da kimi zaman diyalog üslubuna da
yer verilmektedir.
Bazen, “Eğer şöyle denirse biz de şöyle cevap veririz”, şeklinde diyalog
üslûbunu kullanır.[253] Genelde
hitabet sanatına ait olan bu üslûpta müellif, dinleyici ya da okuyucuların azim
ve gayretlerini harekete geçirmek için onlarla konuşur. Bu ifade tarzında
duruma göre istifham, taaccüp ve istihkâra kadar bütün ifade şekillerine baş
vurularak hitapta etki, zenginlik ve güzellik sağlanır.[254] Genelde istifhamlarla diyalog
üslûbunu kullanan İbnü’l-Arabî, kimi zaman öğrencilerinin soruları üzerine,
kimi zaman da bizzat kendisi muhtemel soruları dile getirerek, ortaya koyduğu
görüş hakkında akla gelebilecek yanlış anlaşılmalara tek tek işâret eder ve bu
yanlış anlaşılmaları gidermeye çalışır.[255] Meselâ, âlemin varlığı
konusunu işlerken muhtemel yanlış anlaşılmalara şu şekilde işâret eder: “Tevehhümî
olarak, âlemin varlığı Hakk’ın vücûdundan ne zaman sonra vücûd buldu? gibi bir
soru sorulursa şöyle deriz: ‘Ne zaman ’ sorusu zamana aittir, zaman ise
göreceli nispetler âlemine ait olup Allah’ın yaratıklarındandır. Nispetler
âlemi içinse yaratma takdîrîdir, îcâdî değil. Dolayısıyla bu soru batıldır.”[256] Yine kalpten ve ilmin
hakikatinden bahsederken muhtemel yanlış anlaşılmaları bu üslûbu içerisinde şu
şekilde dile getirir: “Kalp, fıtraten sürekli cîlâlı, parlak ve saftır...
Kalbin zâtî cilası ilimdir desen, buna imkân yok. Kalbin aslî cilâsı, bizzat
ilmin kendisi değildir fakat ilmin husûlünün sebebidir. Tıpkı ma ’lumun kalpte
zuhûrunun ilmin husulünün sebebi olması gibi. ilim, bilinen şeyi kalpte hâsıl
eden sebeptir desen buna da imkân yok. Yine ilim, ma ’lumun nefse tab ’ olunmuş
bir misâlidir desen, ki bu ma ’lumun tasavvurudur, bu da mümkün değil. Öyleyse
sana ‘ilim nedir? ’ diye sorulursa şöyle de: İlim bilinecek şeyin, eğer idraki
mümkün ise bizâtihî nasılsa öylece idrak edilmesidir. Fakat idraki mümkün
değilse o zaman idrak edemeyeceğini bilmek ilimdir.”[257]
Diğer taraftan İbnü’l-Arabî eserinde, misâl/hayâl âleminde yaşamış
olduğu bir çok tecrübesini anlatır, kimi zaman da bazı metafizik problemleri
hayâlî tasvirlere başvurmak sûretiyle zihinlere yakınlaştırmaya çalışır. Bu
yönüyle onun bu tasvirleri, tabiî mitlerin[258] [259] dilini anımsatmaktadır.
Tezimizin Üçüncü Bölüm’ünde sembolik dilden bahsederken de söylemeye
çalışacağımız gibi, Allah-âlem ve insan ilişkilerini sembolik tarzda anlatmaya
mâtuf olan mit’ler her zaman mevcuttur, zîrâ bizzat îman dili sembollerden
kuruludur. Mitolojik dil, zaman ve mekanın ötesinde olan metafiziği, sonsuzluk
iddialarını ortadan kaldırmadan zaman ve mekân çatısı altına yerleştirir.
Esasında tek Tanrı bile, hakkında konuşulmaya başlandığı andan îtibâren zaman
ve mekan çerçevesine çekilmiştir ve dolayısıyla da mitolojik dilin bir nesnesi 274
olmuştur.
İnsanın nihâî kaygısına ait sembollerin bir bileşimi olan mitler, insan
bilincinin dâimâ var olan formlarıdır, bütünüyle sökülüp atılamaz. Günümüzde
mit’in, doğrudan ifadesi imkânsız olan hakikatleri dile getirdiği olgusu göz
ardı edilse de, hattâ bazen masallarla karıştırılsa da geleneksel toplumlarda
mit, realitenin gerçek bilgisini ifade eder.[260] Aslında, özellikle rasyonel
bilinç düzeyini ve “realiteyi” önceleyen modern toplumlar da dahil, bir
toplumun mit’ten bütünüyle kurtulabilimiş olması mümükün gözükmemektedir.[261] Bu, günümüz
modern toplumu için de geçerlidir; içtimâî hayat düzeyinde kadîm dünya ile
modern dünya arasındaki süreklilik devam etmektedir. Kapsadığı her türlü
duygusal tecrübelerle birlikte millî bir bayrağın yerine getirdiği fonksiyonun,
kâdîm toplumlarda her hangi bir sembole iştirak etmekten hiç de farklı
olmadığını göstermek zor değildir.[262] Bu sebeple her dönemde, her
toplum ve dinlerde bir takım mitolojik öğelere rastlanmaktadır.
Metafizikle fiziki dünyayı bir birine yakınlaştıran bu mitolojik öğeler,
mitolojik olarak kalmalı, sembolik unsurları sürekli korunmalı ve bulunacak
bilimsel karşılıklarla yer değiştirilmemelidir. Çünkü sembollerin ve mit’lerin
yerini alabilecek bir şey yoktur. Sembolleri ve mit’leri, doğrudan zâhirde
gözüken anlamlarıyla algılamaya çalışan “literalist” bir yaklaşımda, sembolün
kendisinin ötesinde bir şeye işâret etme karakteri göz ardı edilmektedir.
Literalizm, Tanrı’yı sonsuzluğundan ve haşmetinden yoksun bırakmakta, O’nu
sınırlı ve bağımlı olanın seviyesine indirmektedir. Bu sebeple eğer îmanda
semboller literal anlamıyla alınacak olursa bir putperestin seviyesine inilmiş
olunur.[263] Bu îtibârla
mitler hem doğru hem de yanlıştır: literal olarak alındığında yanlış, varoluşun
sembolleri olarak alındığında ise doğrudurlar.[264] Özelde İbnü’l-Arabî’nin
eserlerinin genelde de dîni metinlerin anlaşılmasında, bu husûsiyet oldukça
önemlidir.
Bizim burada üzerinde durduğumuz konu tabiî mit’dir. Sûfîlerin ya da
İbnü’l- Arabî’nin kullanmış olduğu hayâlî/mitolojik üsluptan bahsederken, eski
Yunan, İran ya da Hint kültürlerinde rastladığımız tarihî miti değil, Paul
Tillich’in vurguladığı gibi, metafiziğin kendine has sembollerinin bileşimini,
yâni tabî miti kastediyoruz. Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde ne bir tanrılar
hiyerarşisini, ne de mutlak düalist bir anlayışı bulmak mümkündür.
İbnü’l-Arabî, Kur’an’dan ve kendi mânevî deneyiminden mülhem olarak, Allah-âlem
ve insan ilişkisi, Allah’ın sıfatları ve âlemin yaratılışı gibi hususları
hayâlî unsurlar kullanmak sûretiyle canlı bir şekilde anlatır. Ayrıca onun bu
anlatım üslûbunda, ayrı bir ontolojik gerçeklik olarak kabul ettiği hayâl
âlemi ve bizâtihî bu âlemde yaşamış olduğu tecrübeleri oldukça önemlidir.
Zîrâ İbnü’l-Arabî, duyular âleminden daha gerçek bir âlem olarak tanımladığı hayâl/misâl
âleminde[265] bir takım
metafizik hakikatleri, bizzat sembolik olarak müşâhede etmiştir. Çünkü
hakikatleri semboller şeklinde sunma, bizzat hayâlin doğasından
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla onun bu hayâlî/sembolik anlatımları, salt tâlim
kaygısıyla, ince metafizik hakikatleri zihinlere yaklaştırmak için seçilen
sıradan benzetmeler olmayıp, onun bizzat varlık ve hakikat anlayışıyla paralel
bir nitelik taşımaktadır. İbnü’l-Arabî’nin düşünme melekesi, âdetâ tahayyül
merkezli işlemektedir. Bu sebeple sistemindeki en ince meseleleri anlatırken
sürekli şiir üsluplarına, benzetmelere ve mecâzlara müracaat eder. Bu üslûbun
soyut şeylerin zihinde canlanmasında bir dereceye kadar katkısı olmasının yanı
sıra bütün bu benzetme ve mecâzların bütün sonuçlarını benimseyen bir okuyucu
için yanıltıcı olmakta, muhaliflerinin onun eserlerinden farklı yorumlar
çıkarmasına imkân tanımaktadır. Fakat diğer her bir sûfîde olduğu gibi,
İbnü’l-Arabî de buna mecburdur. Zîrâ, akıl ve mantık sınırları içinde kalan
dil, sûfînin vecd halinde idrak ettiği hakikatleri ifade etmede son derece
kısırdır. İbnü’l-Arabî bunu sadece sembol ve işâretle, yâni hayâl ve sevgi dili
ifade edebilir.[266] Şimdi,
İbnü’l-Arabî’nin kullanmış olduğu hayâlî anlatım tarzından bazı örnekler
vermeye çalışalım:
Meselâ, Fütühât’ın girişinde âlemin yaratılışı, ayet ve
hadislerden mülhem olarak oldukça canlı bir şekilde, hayâlî bir üslupla
anlatılmaktadır: “...sonra irade kalemini ilim mürekkebine daldırdı da
korunmuş, saklanmış olan levh-i mahfuza kudret sağıyla; olanı, olacak olanı ve
hali hazırda olmakta olanı, hattâ olmayacak olan her şeyi yazdı... işte bu yüce
kalemin, diğer isimlerden ayrı olarak yazdığı ilk isim şu oldu: ‘Ey Muhammed!
Ben, senin için, senin mülkün olan bir âlem yaratmak istiyorum ve su cevherini
yaratıyorum. Bu su cevherini eşsiz izzet perdesi olmasızın yarattım. Ve Ben,
amâda nasıl isem öyleyim, Benimle beraber hiçbir şey yoktur. ’ Yüce Allah suyu
soğuk ve donmuş olarak, tıpkı daire biçiminde dönen bir cevher gibi yarattı. Ve
bu cevhere, cisim ve ârâzların zâtlarını bilkuvve tevdî etti. Sonra arşı
yarattı ve Rahman ismi bu arşı kapladı. (Taha 20/5). Sonra kürsüyü dikti ve iki
ayak ona doğru sarktı. Sonra soğuk ve donuk olan bu cevhere celâl nazarıyla
baktı da o, utancından eridi, parçalarına ayrıldı ve su olup aktı. işte, yer
yüzü ve gökyüzü var olmadan önce O’nun arşı bu su üzerindeydi...(Hud 11/7)
Sonra Allah, bu suya bir nefes gönderdi de su, bu nefesin sarsıntısından
dalgalandı ve köpürdü. Dalgalar arş sahiline vurunca Hakk’ka, övülmüş bir
hamdle hamdederek nidâ etti. O zaman incik (es-sâk) titredi ve ona ‘Ben
Ahmed’im’ dedi. Su utandı, hemen geri çekildi, saf özü olan ve eşyanın pek
çoğunu
ihtiva eden köpüğünü sahilde bıraktı . Yüce Allah, boyu ve eni övgüye
değer bir büyüklüğe sâhip olan arzı yuvarlak olarak işte bu köpükten inşâ etti.
Sonra da arzın ondan ayrılırken ki sürtünmesinden oluşan ateşten dumanı inşâ
etti. O duman içinde de yüksek semâlar yarılıp meydana geldi... ”[267] Görüldüğü gibi İbnü’l-Arabî, âlemin yaratılışını oldukça
canlı bir şekilde, hayâlî bir üslupla anlatmaktadır. Denizin dalgalanması,
kıyıya vurması ve bu esnâda çıkardığı ses, geri çekilirken kıyıda bıraktığı
köpük gibi şeklî ve hissî unsurlar, âlemin yaratılışı anlatılırken sembolik
tarzda kullanılmıştır.
Yine ilâhî sıfatların âlemde tecellîsi de hayâlî olarak canlı bir
şekilde tasvir edilmektedir. Gizli hazine (kenz-i mahfî) içerisindeki
sonsuz cevherler olan bu ilâhî isimlerin, hem mutlak münezzeh olan Zât’a, hem
de büründükleri husûsî mânâya delâleti vardır. O halde her bir isim Zât’a
delâleti bakımından müsemmânın aynıdır ve bu yönüyle diğer bütün isimleri de
ihtiva eder. Diğer taraftan, kendi taşıdığı husûsî mânâsı ve tecellî ettiği
yerler (âyân-ı sâbite) üzerinde hükümlerini icra etmeleri bakımından bir
birlerinden farklılaşmaktadırlar.[268] Âlem, işte bu ilâhî isimlerin
tecellî yeridir. Âlemdeki her bir hakikatin, bu ilâhî isimlere mahsus bir ismi
vardır ve o ismin tekellüfü altındadır, ona ibadet eder, o isim de ona Rabb
olur.[269] İşte
İbnü’l-Arabi, Allah-âlem münasebetini, sıfatların âlemde tecellîsini Fütûhât’da
şu şekilde tasvir eder: “Bütün bu ilâhî isimler imamlarına[270], onlar da Allah ism-i
celâline sığındıklarında, Allah ismi de, bu isimlerin istedikleri yardımı talep
ederek bütün isimlerden müstağni olması İtibârıyla Zât ’a sığındı. Mutlak
iyilik ve cömertlik sahibi olan Zât, onlara istedikleri şeyle ihsânda bulundu
ve Allah ismi celâline şöyle dedi: ‘isimlerin imamlarına söyle, kendi
hakikatlerince âlemin ibrazına koyulsunlar. Allah ismi celâli, isimlere yöneldi
ve onlara bu haberi verdi. Onlar da hızla mutlu ve neşeli bir şekilde
ayrıldılar...”[271] Bu üslûba, sadece Fütûhât’ta
rastlamıyoruz. İbnü’l-Arabî, Ankâu Muğrib ve İnşâü ’d-Devâir
isimli eserlerinde de yine aynı konuyu, aynı üslup içerisinde anlatmaktadır.[272]
Bu hayâlî üslup Fütûhât’ta bariz bir şekilde müşâhede
edilmektedir. Ruhtan ve nefsten bahsederken, Ruhun Hakk ile ve nefs ile
konuşması, nefsle mücâdele edip onunla savaşmasını anlatırken de İbnü’l-Arabî
hep bu üslûbu kullanmaktadır.[273] Yine bu
üslûbu içerisinde o, kendisinden çok önce yaşamış olan insanlarla,
peygamberlerle, rûhânîlerle karşılaşmasını, onlarla diyalogunu ve bazı mânevî
tecrübelerini[274] anlatmakta,
âdetâ fizikle fizik ötesini ve tarihle tarih ötesini bir arada vermektedir. Bu
üslûpla salt metafizik konular, insan zihnine canlı tasvirlerle
yaklaştırılmaktadır. Diğer taraftan da anlaşılması zor ilmî/felsefî üslûbun
soğukluğu ve iticiliği aza indirgenmiş olmaktadır. Esasında bu hayâlî üslup,
daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi İbnü’l-Arabî’nin varlık, hakikat ve
mârifet anlayışıyla alâkalıdır. İbnü’l-Arabî’nin hayâl hakkında söylediklerini
hatırlayacak olursak, hayâlin belirsiz oluşu, iki ayrı alan arasında her
ikisinin özelliklerini taşır şekilde paradoksal bir mahiyette olması, diğer
taraftan sûretler ve semboller âlemi olması, şeyhin eserlerinde bariz bir
şekilde görünen hayâlî ifadelerinin mahiyeti hakkında da bize ışık tutmaktadır.
Bu ifadeler, temelde semboliktir ve derin tasavvufî tecrübeye dayalıdır. Bu
üslûbun mahiyeti göz ardı edilip ifadelerin doğrudan zâhirî anlamları esas
alındığında, şeyhin tarih hatâsına düştüğü, ya da metafiziği sonsuzluğundan
koparıp, sınırlı ve kayıtlı olan seviyesine indirgediği gibi bir yanılsamaya
düşmek kaçınılmaz olacaktır.
Diğer taraftan, her hangi bir edebî kaygı güdülmese de, başta Fütûhât’da
olmak üzere İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde edebî üslûba da rastlamaktayız.
Özellikle Fütûhat’ta İbnü’l-Arabî’nin Divân’ından çok daha fazla,
yaklaşık beş katı şiir bulunmaktadır. Bu şiirlerde İbnü’l-Arabî, ilgili
bâblardaki konuyu, şiir sembolizminden faydalanarak anlatmaktadır. Bu şiirler,
bulundukları bâbın âdetâ anahtarı niteliğindedir. İbnü’l-Arabi, her bâbın
başındaki bu şiirlerin, bâblarda tafsîlen anlatılanların icmâlî tarzda bir
tekrarı olmadığını, bâbların ayrı bir açıklaması olduğunu özellikle vurgular.[275] Bir bakıma
İbnü’l-Arabî, herkese değil sadece ehline söylemek istediği yüksek irfânla
âlâkalı konularda şiir dilinin esnekliğini ve sembolizmini tercih eder.[276] Ayrıca
sadece şiirlerini değil nesrini de kimi zaman edebî bir üslûpla yazar.
Döneminin bir özelliği olarak klasik bir çok eserde, hattâ Kur’an-ı Kerim’de de
rastlanan muvâzene[277] üslubunu kullanarak,
cümleleri bir biriyle uyumlu tarzda âdetâ şiir gibi kaleme alır.[278]
İbnü’l-Arabî, bütünüyle seciyeli yazdığı Kitâbu’l- İsrâ isimli eserinde,
önemli hakikatleri ihtiva eden eserin, kolay ezberlenmesi amacıyla bu muvâzene
üslubunu benimsediğini söylemektedir.[279] Henüz kesin olarak doğuya
seyahat etmeden önce h. 594 yılında Fas’ta yazılan[280] bu eserde, İbnü’l- Arabî’nin
beyân gücü dikkat çekmektedir. Şekil ve muhteva îtibârıyla İbnü’l- Arabi’nin
sâhip olduğu şahsî mevhibeleri somutlaştırması bakımından önemli olan eser;
rûhî, fikrî ve edebî açıdan okuyucuyu mükemmel bir şekilde kuşatmaktadır. Eser,
bütünüyle seciyeli yazılması itîbarıyla Şeyh’in diğer eserlerinden temeyyüz
ettiği gibi, konu bütünlüğü çerçevesinde, aynı konu etrafında peş peşe gelen
tâlî konuları ihtiva etmesi îtibârıyla da onlardan ayrılır. Zîrâ İbnü’l-Arabî,
diğer eserlerinde sıkça konudan konuya geçer, bazı müdahaleler ve açıklamalarda
bulunur. Her halükârda İbnü’l-Arabî, hem seciyeli hem de konu bütünlüğü
içerisinde yazmak sûretiyle, bu veciz eserinin sanki ezberlenmesini
istemektedir.[281] Belki de
aynı amaca mâtuf olmak üzere İbnü’l-Arabî, Fütûhât’ın muhtasarı saydığı
559. bâbı da ağırlıklı olarak muvazene üslûbuyla yazmıştır.[282] Aslında ifadelerdeki bu ahenk
ve ritim, hislerin ifade aracı olarak kullanılan musıkî ve şiirin insanda
uyundırdığı hisleri uyandırmakta ve âdetâ insanı yeni ve üst bir idrak şekli
için hazırlamaktadır.
Kur’an ve Sünnet, İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin temel kaynaklarıdır. Zîrâ
Mutlak Vücûd, kendini insanlara kutsal metinler aracılığıyla, onların konuştuğu
bir dil formunda açar. Vücûdun mutlak hakikati aslâ bilinemez olmasına rağmen,
Kur’an ve Hadis’te zikredilen her ilâhî isim, Vücûdun hakikati hakkında bir
şeyler söyler. Bu yüzden İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin çoğu Kur’an ve Hadis’in
yorumundan ibârettir.[283] Hattâ
bütün irfanının, yazdığı ve söylediği her şeyin, Kur’an hazretinden, onun
hazinelerinden kaynaklandığını bizzat kendisi söyler.[284] Bu îtibârla da İbnü’l- Arabî
görüşlerini sürekli ayet ve hadislere dayandırır. Hattâ, bazen ayet ve
hadisleri, kendi seciyeli ve muvazeneli ifade kalıpları içerisinde zımnen
verir, doğrudan zikretmek yerine, onlara mâhirâne bir şekilde îmâda, telmîhde bulunur.[285] Meselâ, Kitâbu’l-
İsrâ’sında kendi rûhânî yükselişinden bahsederken; “tûr”, “sa‘ikân”
“vâdî”, “na’lân/na’leyn”, “ânestü” gibi Ku’rân-ı Kerim’de geçen (Tâhâ
20/10-12, Kasas 28/29) kelimeleri kendi ifadeleri içerisine serpiştirmek
sûretiyle[286] Hz. Mûsâ’nın
ilâhî vahye hazırlanmak için Huzûr-ı İlâhiye yükseltilişine îmâda
bulunmaktadır. Hallâc’da da rastladığımız bu üslup, hem seciyeli hem de ayet-i
kerimeleri zımnen muhtevî olan bu ifadeler, bir belâğât türü olarak, söze yeni
bir renk ve letâfet kazandırmak sûretiyle, onun muhatabdaki etkisini
artırmaktadır.[287]
İbnü’l-Arabî’nin telifâtıyla Kur’an âyetlerinin tertibi arasındaki uygunluk,
aynı zamanda Şeyhü’l-Ekber’in beslendiği ilham kaynağıyla ilâhî vahyin
kaynağının aynı olduğuna da işâret etmektedir.[288] Aslında İbnü’l-Arabî’nin
eserlerinde açıkça yapılan Kur’ânî referanslar eserlerinin örgüsünü bütünüyle
Kur’an’a dayandırdığını göstermesi bakımından yeterlidir. Fakat doğrudan değil
de bu îmâlı referanslar hayli dikkat çekicidir. Zîrâ Michel Chodkiewicz’in tespitlerine
göre Fütûhât’ın altı ana bölümünden dördüncü bölümü (Faslünfi’l-Menâzil)
bütünüyle Kur’ânî kurguyla yazılmıştır. 273-383. bâblar arasında bulunan[289] bu 114
bâblık hacimli bölümün bâb sayısı Kur’an surelerinin sayısıncadır ve bu 114 bâb
ile 114 sure arasında tam bir mütekâbiliyet bulunmaktadır. Meselâ, menzilü’l-istihbâr
Gâşiye sûresi gibi bir soruyla (Hel etake hadîsü’l-gâşiye) başlayan
sureleri ihtiva etmektedir. Beş alt menzilden oluşan menzilu’l-hamd ise (el-
Hamdu lillah) ile başlayan beş sureyi (Fatihâ, En‘âm, Kehf, Sebe’, Fâtır)
bir araya toplamaktadır.[290] Bu
paralelliğin dikkat çekici bir diğer tarafı da, bu 114 bâbın Kur’an’ın 114
suresiyle mütekâbiliyeti baştan sona doğru değil de sondan başa doğru
olmasıdır. Zîrâ vahiy Allah’tan insana doğru inmiştir, bu îtibârla da her bir
sûre bir menzildir.[291] Öyleyse
insanın bu menzilleri kat etmesi de bu inişi simetrik olarak takip eden bir
yükseliş, nüzûlün aksi yönde gerçekleşen bir urûc şeklinde olacak
ve Kur’an’daki sûre tertibinin tersi istikamette olacaktır. Mürîdin Nas
suresinden başladığı seyr ü sülûku nihâî fethi ifade eden Fatiha sûresinde
kemâle erecekter.[292] Kur’an’la,
Fütuhât arasında kurulan bu tekâbüliyetin bir benzeri Şeyh’in Abadile
isimli eserinde de görülmektedir. Abâdile’nin Kahire’de yayınlanan
yegâne baskısının bir çok hatâları olduğunu vurgulayan Chodkiewicz, en eski
yazma nüshalarının tetkiki sonucunda eserin bâb sayısının 100 değil 114 olması
gerektiğini tespit etmiştir.[293] Ayrıca
eserin ilk bâbında, doğrudan iktibaslar şeklinde değil de îmâlı bir şekilde
âdetâ Fatiha sûresi tefsir edilmiştir.[294] Kısacası Kur’an, ekberî
külliyâtın âdetâ kalbini oluşturmakta ve onun zâhiren insicâmsız gibi gözüken
yapısını biçimlendirmektedir. Bu îtibârla da İbnü’l-Arabî’yi eklektik bir
filozof, ya da kendisinden hiçbir insicâm beklenmeyecek mutlak meczub bir
mistikten ibâret zannedenlerin bu metinleri anlamaları hayli zordur.
İbnü’l-Arabî’nin yazılarını, dâimâ bu metinlerin içinde barınan Kur’ânî
çekirdeği teşhis ederek okumak, farklı metinleri biri birine bağlayan bu
Kur’âni çekirdek etrafında teşekkül etmiş grift ağı sezmek gerekecektir.[295]
İbnü’l-Arabî, başta Fütûhât ve Füsûs’undaki vecîz
üslûbunun yanısıra, müstakil olarak vecîz, hikem tarzı eserler de kaleme
almıştır. Kur’an ve Hadislerden mülhem olarak gelişen bu tarz tasavvufî
literatürün ilk örneğini Hz. Ali’nin Nehcu’l-Belağa isimli eserinde
görmekteyiz.[296] Bu anlamda
IV/X. yüzyıl meşhur mutasavvıflarından Nifferî’nin (ö. 354/965) Mevâkıf’ı
ve Muhâtabât’ı oldukça önemlidir. Fakat Nifferî’nin eserlerinin veciz
üslûbunun yanı sıra dikkati çeken bir yönü daha vardır. Bu da bu eserlerin
Hakk’ın bizzat müellife yönelik doğrudan emir ve hitaplarını ihtivâ etmesidir.[297]
İbnü’l-Arabî, Nifferî ve benzeri sûfîlerin sahibu’l-makâm değil, maddî
âlemden bütünüyle elini eteğini çekmiş, sürekli Hakk’ın huzurunda bulunan sahibu’l-
hâl olduklarını vurgular.[298] Dolayısıyla
onların bu üslupları, hallerinin kendilerine galip olmasındandır. Aslında bu
üslup, tasavvuf tarihi içerisinde Bâyezîd-i Bistâmî’ye kadar geri gitmektedir.
Zîrâ o da bazı mânevî tecrübelerinden bahsederken benzer bir üslûbu
kullanmaktadır: Bâyezîd’in, “Bir vesile ile bir gün Allah (cc.) beni
huzuruna yükseltti ve bana şöyle dedi...”[299]
ifadesi bu hitap şeklini göstermektedir.
İbnü’l-Arabi de daha sonra, “kâle liye’l-Hakku: Allah (cc.) bana
şöyle dedi” ya da “eşhedenîye’l-Hakku: Allah (cc.) bana müşâhede
ettirdi”[300] gibi ifadeler
kullanmak sûretiyle Nifferî’yi takip ederek aynı üslupta Kitâbu Meşâhidi’l-
Esrâriyye[301] isimli eserini
yazacaktır. Mutaassıp okuyucuların tepkisini çekmemek için İbnü’l-Arabî, bu
gibi ifadelere (kâle lîy ’el-Hakku) başvurmakla, Nifferî gibi bazı
seleflerini takip etmiş olmaktan başka bir şey yapmadığını vurgular. Bu
eserinde İbnü’l-Arabi, Nifferî’nin Mevâkıf’ını hatırlatan remizli
üslupla bir dizi “meşhed”i tasvir etmektedir.[302] Fakat İbnü’l-Arabî, Hakk’ın
doğrudan hitâbına işâret eden bu ifade şekilleriyle, sadece seleflerinin yolunu
takip etmiş olmaz. Zîrâ tezimizin Üçüncü Bölüm’ünde, İbnü’l-Arabî’nin
terminolojisinden bahsederken de üzerinde durmaya çalışacağımız gibi, Hakk’ın
misâl âleminde doğrudan hitabını ifade etmek üzere “hitâbu’l-fehvanî”
ıstılahını kullandığını görmekteyiz. Fakat yine ilgili bölümde vurgulamaya
çalışacağımız gibi, burada ifade edilmeye çalışılan doğrudan hitap, ya da karşı
karşıya gelme mutlaka bir perde arkasındandır. Her âlemin, mahiyet îtibârıyla
diğer âlemlerden farklı olsa bile, yine de bir perde olma özelliği vardır.
Kısacası Bayezîd-i Bistâmî ve Nifferî gibi sûfîlerde de karşılaştığımız bu
üslup, İbnü’l- Arabî’nin de sıkça vurguladığı gibi sûfîlerin eserlerinin,
farklı âlemlerde yaşanan farklı tecrübeler ve ilham ürünü olmasının bir
sonucudur.
Her ne kadar sûfîlerin ifade şekillerini temelde onların tabiî
eğilimleri ve neşveleri belirlese de, bu hususta dönemin sosyo-kültürel ve
ilmî-edebî özellikleri de önemlidir. Bu açıdan, “insan, çevresinin çocuğudur”
denilmiştir. Özellikle Hallâc ile mukayese edildiğinde İbnü’l-Arabî’nin
eserlerindeki üslûbunun oluşmasında döneminin etkisini de müşâhede etmekteyiz.
Hallâc, sıkıntılar, zorluklar ve sefalet içerisinde bir hayat sürmüştür. Hayatı
boyunca, aleyhine verilen fetvalarla yüz yüze gelmiş ve nihâyet bu fetvâlar
onun haksız yere îdâm edilmesine yol açmıştır. Hallac’ın hayatının bu çeşitli
ve çalkantılı dönemleri, onun rûhânî tecrübesini ifade üslûbunda muhakkak
etkili olmuştur. İbnü’l-Arabî ise hayatının ilk dönemlerini, tasavvufî açıdan
olduğu kadar; ilim, kültür, edebiyat, zevk ve üslup bakımından da İslâm
âleminin en verimli bir bölgesinde, ilmî ve edebî ürünlerin âdetâ dolup taştığı
bir çevrede, Endülüs’te geçirmiştir. Sonra, mârifet, hikmet ve hakikat uğruna
İslam coğrafyasının merkezine, yâni doğuya seyahat etmiş ve oldukça geniş bir
coğrafyada, mânevî ilimilerin yanı sıra dönemin ilmî ve kültürel hayatından da
beslenmiştir.[303] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî, hem kullandığı farklı üsluplar bakımından hem de eserlerinin
sayısı bakımından oldukça velûd bir mütefekkir olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şeyh’in eserleri, mânevî tecrübe ve duygularını olduğu kadar döneminin ilmî,
fikrî ve edebî birikimini de yansıtmaktadır. Hallâc’ın ifadeleri ise, fikrî ve
felsefî örgüden çok, hissettiklerini ve yaşadıklarını doğrudan aksettirir
niteliktedir. Bu sebeple de bazen muammâlı ve anlamı gizleyen sırrî ifadeler
kullansa da Hallac, İbnü’l-Arabî’ye göre daha açık, akıcı, kolay anlaşılır,
coşkun ve ince bir üslûba sâhiptir.[304]
Kısacası İbnü’l-Arabî’nin farklı, ânîden değişen, yoğun, muammâlı,
insanı hayrete düşüren, bazen de seciyeli ve ritmik retoriği, sıradan bir
bilgilendirme ameliyesine mâtuf olmaktan çok, insanın kendi şahsî ve rûhânî
tekâmül sürecine yardımcı olan bir retoriktir. Bu retorik, insanın hakikat
peşindeki yolculuğunun, zihinsel ve mânevî tekâmülünün âdetâ literatürdeki
izdüşümüdür. Bu yolculuğun farklılığı, zorluğu, giriftliği ve sonsuzluğuna, ya
da diğer bir ifadeyle aşılan her bir mertebeden sonra, başka mertebelerin zuhûr
edecek oluşuna âdetâ bu retorik içerisinde işâret edilmektedir. Yine bu
retorik, insanın hakikate ulaşma serüveninin salt zihinsel ve mantıkî düzlemde
gerçekleşen bir süreç olmayıp, hissî ve tecrübî bir iş olduğunu da îmâ
etmektedir. Eşsiz şiirlerin yanısıra, kimi zaman nazımın da bu kapsamlı retorik
içerisinde seciyeli yazılması, kâinâtın her bir zerresine sirayet etmiş olan
ezelî âhenge, ritim ve mûsıkiye işâret edercesine insanın ruhunu harekete
geçirmekte ve onu âdetâ bu metinlerde sunulacak bilgiye hazırlamakadır. Diğer
taraftan, bu retoriğin muammalı ve kompleks yapısı, insanda “hayret” hissi
uyandırmakta ve mârifet teorisine paralel bir şekilde, bu ifadelerle sunulmaya
çalışılan her bir bilginin, aslında insanı yeni bir bilinemezin kapısına
götüreceğine işâret etmektedir. Bütün bu husûsiyetler içerisinde
İbnü’l-Arabî’nin söylemi, okunmasını zorlaştırmasının yanısıra bir o kadar da
zevkli hale gelen harika terkibiyle temâyüz eder. Belki de bu zevk, bu söylemin
şifrelerini çözmeye sabretme zorluğundan kaynaklanmaktadır; çünkü bu zorluk,
insanı meydan okumaya kışkırtmakta ve okumayı gerçek bir yaratıcı eylem haline
getirmektedir.[305] Bu hususta
sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, İbnü’l-Arabî’nin söylemi hakkında
zikredilen bütün bu husûsiyetler, insanda esaslı bir dönüşümü hedefleyen
hitâb-ı ilâhî’de, Kur’an-ı Kerim’de en mütekâmil mânâsıyla bulunmaktadır.
İbnü’l-Arabî’nin bu üslubu ise, bütün irfânını ısrarla dayandırdığı bu aslî
kaynaktan mülhemdir.
İBNÜ’L-ARABİ’DE MÂRİFET: (KAVRAMSAL ÇERÇEVE)
Mârifet[306] çok genel
hatlarıyla söyleyecek olursak; başkasından ya da kitaplardan öğrenme şeklindeki
bilgi edinme yollarının dışında, ilâhî tecellîler sonucu, vasıtasız
olarak insanda husule gelen, insanı Allah’a götüren, bu sebeple de gerçek
mutluluğun kaynağı olan, teorik olmaktan çok pratiğe, seyr ü sülûkâ, riyazat ve
mücâhedeye dayalı olarak cüzî ruhun Küllî Ruh’a yükselmesiyle elde edilen kesin
bilgidir.[307] İbnü’l-Arabi
genel itîbarıyla iki çeşit bilme şeklinden bahseder: Akıl yoluyla elde edilen
ve hatâ ve şüphe ihtimali her zaman bulunan aklî bilgi ile sadece rûhânî,
mânevî tecrübeler, ilâhî tecellîler ve müşâhedeler vasıtasıyla elde edilen
keşfî bilgi, mârifet. Bu iki genel bilme şekline de ayrıca, Allah’ın (cc.)
bizzat resullerinin diliyle bildirdiği şeriatin bilgisini ekler[308] Keşfî
bilginin en önemli özelliği, ilmin doğrudan Allah’ın bildirmesine
bağlanmasıdır. Hattâ İbnü’l-Arabî’ye göre içtihâdî ve nazari bilgi dahi bu
yolla, ilâhî tecellîlerin parıldamasıyla hâsıl olur. Fakat ehl-i nazar,
bilgilerini cehaletleri sebebiyle kendi nazar ve istidlallerine atfederler.
Halbuki insanın bir eylemi olan içtihat ve nazar akabinde ilmi yaratan ise
Allah (cc.)’tır.[309] İşte
mârifet, keşf esnasında insanın ruhunda hâsıl olan ve şüphe götürmez bir
kesinliğe sâhip olan zarurî bilgidir. İnsan bu bilgiyi ruhunda, kalbinde açık
ve zorunlu olarak bulduğu için, bu bilgisi hakkında bizzat kendi içinde
hissettiğinden başka bir delili de yoktur.[310] Bu tecellîler ve keşifler
ilmi İbnü’l-Arabî’ye göre mârifetullaha ulaşmanın en mükemmel yoludur; ne akıl
hattâ ne de haber bu hususta tecrübe ve zevke dayalı bu ilmin yerini tutabilir.[311] Gerçek ve
faydalı bilgiye ulaştırması bakımından daha kuşatıcı ve daha üst bir mertebede
görülen bu ikinci tür bilgi edinme şekline, genel olarak; keşf, zevk, feth,
basiret, müşahede gibi farklı kavramlarla işâret edilmektedir.[312] Bazı farklı
husûsiyetlerine binâen bu tarz farklı kavramlarla ifade edilen mârifet,
kısacası, akıl ya da diğer idrak yetilerinin aracılığı söz konusu olmaksızın,
delil ve eserleri inceleyip fikir üreterek bir sonuca ulaşmak yerine, bizzat
Allah tarafından öğretilen gerçek bilgi, Allah’ın doğrudan dilediği kulunun
kalbine attığı bir nurdur.[313] Bu noktada
İbnü’l-Arabî, enbiyâ ve evliyânın hakikati araması ile akıl ve fikir yolunu
tutan filozofların arayışları arasındaki esaslı metot farklılığını şöyle izah
eder: Her bir varlığın iki yönü vardır: Sebepler dâiresindeki sonradan
yaratılmış izâfî yönü ile yaratıcısı olan Rabb’ine dönük yönü. Enbiyâ ve evliya
dışındaki bütün insanlar eşyânın geçici, sonradan yaratılmış, sebepler
dairesindeki yönünde gerçeği ararlarken, nebiler ve velîler eşyanın Hakk'a
dönük veçhesinde ararlar. Bu îtibârla insanların bir kısmı, Allah’ı bizâtihî
O’na yönelmek sûretiyle değil de sebeplere yönelmek sûretiyle “kalbim
Rabb’imden bahsetti” der. Halbuki kâmil sûfî, mârifeti doğrudan Hakk’ın
veçhesinde aradığı için O’ndan haber verenin bizâtihî Rabbi olduğunu söyler. Bu
noktada İbnü’l-Arabî, Bâyezîd Bistâmî’nin, “Siz, ilminizi ölüler olarak yine
sizin gibi ölülerden aldınız. Biz ise ebediyyen ölmeyecek olan Hayy’dan aldık”
sözünü zikreder.[314] Bu îtibârla
tasavvufî bilgi lafızlardan, ölümlü insanların ağzından, defter ya da kitaptan
alınmaz. Fenâ halindeyken vecd sultânı insanın vücûdunu kapladığında doğan
tecellîlerle, mertebeye göre misâllerle, ya da misâlsiz olarak bu bilgi hâsıl
olur.[315] Bu tür
bilgi edinme genel îtibârıyla, üç kısımda ele alınmaktadır: mânevî, hayâlî ve
cismânî. Mânevî olanlar şekilsiz olup zihinsel olarak gerçekleşir, nadiren
husûle gelir ve zor anlaşılır. Bunları saf düşünce eyleminden ayırmak oldukça
zordur. Bu zihnî, mânevî vizyonda mânâ, her hangi bir araştırma söz konusu
olmaksızın zihinde ânîden husule gelir. Bu tarz idrak, ne görme ne de hissetme
şeklindedir, fakat her ikisinin karakterine de iştirak eder. Bu şekilde idrak
edilen mânâya işârette ya da îmâda bulunulabilir, fakat onu tasvir etmek ve
tanımlamak imkânsızdır.[316] Bu tür
mârifet, hayâlî olanın aksine hemen görünüp kaybolmaz, belirli bir süre kalır,
hattâ bazen uzunca bir müddet devam edebilir.[317] Bu tür bilgi edinme şekli;
tasavvufî tecrübe, tezkiye ve tasfiyeyle kalbin arınması sonucu hâsıl olan
mânevî bir açılımla elde edilir. Bu tecrübeyi yaşayan kimse, daha önce hiç
görüp bilmediği şeyler hakkında kesin bilgi elde eder. Mârifetin husûle
gelmesinde, insan kendisini sâdece bu açılıma hazır hale getirir, yoksa mârifetin
ortaya çıkmasında insanın hiçbir müdahalesi söz konusu değildir. İbnü’l-Arabi,
bu bilgi çeşidini keşf diye isimlendirmektedir ki buna daha sonra mârifetle
ilgili temel kavramlardan bahsederken değinmeye çalışacağız.
Bilgilenmenin ikinci türü olan hayâlî tecrübe, tüm sanatçıların ve hayâl
gücü gelişmiş olan kimselerin sâhip oldukları hayâl gücünün anlık ve otomatik
olarak işleyişi şeklinde tanımlanmaktadır. Zihinsel açılımın aksine, âdetâ şuur
altından kaynaklanan bir rüyâ gibi anlık olarak hayâlî sûretler şeklinde zuhûr
eder.[318] Burada
tecrübeyi yaşayan kimse az önce zikredilen zihinsel açılıma göre daha aktif bir
durumdadır. Mânevî tecrübeyi yaşayan kişinin hayâl gücü, ilâhî olana sevgisi ve
arzusuyla birleşince bir takım hayâlî tecellîler ortaya çıkabilmektedir.
İbnü’l-Arabî de bu tarz tecellîlerden, yaşadığı hayâlî tecrübelerinden sıkça
bahseder, özellikle Fütûhât’da bu tecrübelerine geniş bir şekilde yer
verir. Bu konuya ileride hayâlden bahsederken değinmeye çalışacağız.
Mârifete taalluk eden tecellîlerin üçüncü şekli ise; maddî, zâhirî hitap
şekillerine tekâbül eden maddî vizyondur.[319] İbnü’l-Arabî, hem yaşadığı
tasavvufî tecrübelerinden hem de bu tecrübelere bağlı olarak elde ettiği
bilgilerden ayrıntılı bir şekilde bahsetmesi îtibârıyla gâyet velûd bir
mütefekkirdir. Bu sebeple, onun eserlerinde mârifetin bu üç şeklini ifade eden
zengin tecrübelerine rastlamaktayız. Biz, burada onun bu mânevî tecrübeleri ve
mârifet hakkında söylediklerinden hareketle, mârifet anlayışının genel
hatlarını tespit etmeye çalışacağız. Bu doğrultuda İbnü’l- Arabî’nin mârifet
anlayışının tespiti, aynı zamanda mârifetin ifadesi sorununun da temelini
hazırlayacaktır.
Her şeyden önce İbnü’l-Arabî mâlûmatı dört temel kategoride toplar:
1-Mutlak vücûd sahibi Hakk Teâlâ, 2-Küllî hakikatler: Hakîkatü’l-Hakâik,
3-Âlem, 4-İnsan.[320] İbnü’l-Arabî
insanın idrak yetilerini, genel olarak bu dört sınıf mâlûmattan Allah’ı
bilebilmeleri açısından dikkate alıp değerlendirir. Daha sonra bahsetmeye
çalışacağımız gibi o, bu noktada akıldan çok kalp ve hayâli esas almaktadır.
Varlıkla mutlak olarak nitelenen ve kendi zatı ile mevcut olan Allah (cc.)’ı
bilme ise O’nun varlığını bilmekten ibârettir. Hakk’ın, ulûhiyyet sıfatlarıyla
muttasıf olarak bilinme imkânı varken, Zât-ı İlâhî her hâlükârda bilinemez
olarak kalmaya devam eder. Zîrâ, her hangi bir benzerlik söz konusu olmayan
Zât’ın bir delil ile, aklî burhân ile bilinmesi söz konusu değildir.
Dolayısıyla da İbnü’l-Arabî, hiçbir şeye benzemez olan Zat’ın eşyanın bilinme
vasıtalarıyla bilinemeyeceğini söyleyerek[321] kendi mârifet anlayışının
temelini oluşturur.
I-
İbnü’l-Arabî’de
Bilginin Kaynağı ve Sınırı
İbnü’l-Arabî, Fütûhât’ın mukaddimesinde mâlûmâtı üç temel
kategoride ele alır: Akıl, hâl ve sırların bilgisi. Akıl bilgisi, zarurî olarak
ya da bir delilin delâletini bilmek şartıyla hâsıl olan bilgidir. Hâl bilgisi
ancak zevk ile elde edilir. Meselâ balın tatlılığı, aşkın, vecdin ve şevkin
lezzeti hep böyledir, ancak tadılarak bilinir. Sırların bilgisi ise, aklın
tavrının ötesindedir. Ancak Rûhu’l-Kuds’un insan rûhûnun derûnuna nefhasıyla
hâsıl olur.[322] O, bu üç
mâlûmât çeşidini de ifade edilebilmeleri açısından sınıflandırır. Eğer bir ilim
kolaylıkla ifadelere dökülebiliyor, ifadeler sarih oluyor kolayca
anlaşılıyorsa, ya da bu ifadeleri işiten kimsenin idrakine ters düşmüyor ve hoş
geliyorsa, işte bu ilim nazarî, aklî ilimdir. Bunun aksine sırlar ilmi ise
ibârelere döküldüğü zaman, anlam içinden çıkılmaz derecede karışık ve problemli
olur, bu ifadeler kulağa hoş gelmez. Bu sebeple aklı zayıf ve mutaassıp
kimseler faydasız olduğu gerekçesiyle bu ilimlere karşı çıkarlar. Sırlar ilmine
muttalî olanlar, bu sebeple sembollere ve şiirlere yönelirler. Hâl ilmi ise,
aklî ilimle sırlar ilmi arasında olup zorunlu aklî ilimlere daha yakındır. Zîrâ
bu ilimler, bizzat tecrübe eden için zorunludur. Fakat hâl ilimlerine akıl,
ancak bizzat bu halleri tecrübe edip bilen nebi ve velîlerin haber vermesiyle
ulaşabildiği için zorunlu aklî ilimlerden ayrılır.[323]
İbnü’l-Arabî, insanın algılama yetilerinin kendi alan ve sınırları
içerisinde elde ettiği idrakleri tartışmaz. Meselâ, ona göre duyu yetilerinin
nesnelerden elde ettiği algıların tümü zarurîdir. Yine aklın kendine has bedîhî
önermeleri vardır ve bunlar da kesindir. Fakat aklın bir de bizâtihî
kendisinden kaynaklanmayan, zorunlu olmayan önermeleri vardır ki bunlara
duyular ve düşünme yetisi (fikr) vasıtasıyla ulaşır. İşte aklın bu tarz
önermelerinin doğruluğu, akıl yürütme kurallarının doğru işletilmesine ve
ilgili duyu algısı tarafından doğrulanmasına bağlıdır. Aksi taktirde aklın bu
zorunlu olmayan önermeleri yanlış kabul edilir ve reddedilirler. İbnü’l-Arabî,
aklın bu iki tarz önermeleri arasındaki ayırımı sürekli korur. Fakat onun temel
ilgisi, daha önce de vurgulandığı gibi gerçek/ilâhî bilgiye ulaşma
noktasındadır. Bu noktada o, özellikle fikre dayalı önermeleri açısından aklı
sürekli sınırlı görüp eleştirmekle beraber, onu bir nur diye isimlendirir ve
aklın alıcı (kabil) yönüne işâret eder.[324] Bu özelliğiyle akıl, Haktan
gelen bazı hakikatleri alıp kabul etme yeteneğine sâhiptir. İşte bu doğrultuda
İbnü’l-Arabî, bilgiye ulaşmada üç temel şeklin geçerli olduğunu kabul eder.
Bunlar; akıl, vahiy ve keşf ya da ilâhî bilgiye ait kapının açılmasıdır.[325] İlk iki
bilgi şeklinin söylemi içinde İbnü’l-Arabî, mantık ve fıkıh gibi alanlardaki
uzmanların ortaya koydukları ilke ve kuralları takip eder. Böylece o, doğru
veya yanlışı her sistemin kendi söylemi içerisinde değerlendirir. Meselâ vahiy
kaynaklı bilgi açısından doğrunun ne anlama geldiği, vahyin kendi söylemi
içerisinde değerlendirilmelidir. Keşfe dayalı bilginin söylemi içinde ise
İbnü’l-Arabî, orada varolan her görüşün geçerliliğini kabul etmektedir.[326] Zîrâ ona
göre kâmil ve muhakkık bir sûfî, her halin ve vaktin gereklerini yerine getiren
ve onları bir birine karıştırmayandır.[327] Bu doğrultuda meşhur eseri Fütûhatü
’l-Mekkiyye’de şu bilgileri verir: “(Biz sûfıler) ân ile yaşarız; akıl
ile aklın inkâr ettiklerini inkâr ederiz; çünkü şu ânımız akıldır, fakat keşf
veya vahyedilmiş dine göre değil. Vahyedilmiş din ile de, dinin inkâr
ettiklerini inkâr ederiz; çünkü şu anımız vahyedilmiş dindir, fakat keşfe veya
akla göre değil.
Keşf ise hiçbir şeyi inkar etmez. Aksine, her şeyi kendi yerine koyar. ” [328] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî, fukahânın şer’î hukuku ayrıntılarıyla öğrenme şeklindeki bilgi
anlayışlarını, kelâmcıların ya da Meşşâî filozofların, aklı, bilgi edinmenin
temel aracı olarak kullanmalarını ve bu yolla bilgiyi arayışlarını, kendi alanı
ve söylemi içerisinde kullanışlı ve iyi bulur. Fakat aynı zamanda bütün bu
bilgi edinme şekillerini gerçek bilgiye, mârifetullaha ulaşmada engel görür.[329] Bu gerçek
bilgiye ise ancak, yukarıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı gibi oldukça geniş
ve kuşatıcı gördüğü keşfî bilgiyle ulaşılabilecğini savunur.
İbnü’l-Arabî âlemi genel olarak üç kısma ayırır: Ulvî gayb âlemi, süflî
şehâdet âlemi ve bu ikisi arasındaki berzah (misâl) âlemi.[330] İbnü’l-Arabî, maddî âlemle
metafizik âlemi farklı kavram çiftleriyle tanımlar. Bu iki varlık alanını
gayb-şehâdet, ulvî-süflî şeklinde isimlendirdiği gibi, bu iki alana sûfî
terminolojisinde sıkça kullanılan zâhir-bâtın kavramlarıyla da işâret eder.
Zâhir şehâdet denilen duyusal alanı, bâtın da gayb denilen aklî alanı
oluşturur. Bir de bu iki âlem arasında yer alan bir âlem vardır ki
İbnü’l-Arabî, bu âleme misâl, berzah ya da hayâl âlemi demektedir. İşte
bilginin objesi olabilecek bir konumda olan bu üç varlık alanına tekâbül eden
üç ayrı idrak yetisi bulunmaktadır: Duyu, akıl ve hayâl. Bu üç idrak yetisinin
dışında genel olarak mânevî açılım şeklinde tanımlayabileceğimiz bir idrak
çeşidi vardır ki genelde bütün sûfîler özelde de İbnü’l-Arabî bilginin değeri
açısından bu idrak seviyesini merkeze almaktadır. Daha sonra ayrıntılı bir
şekilde bahsetmeye çalışacağımız gibi bu idrak şekli sûfînin kendi maksadı
açısından en kesin ve en açık olan idrak şeklidir. Sûfînin rûhen kendini
gerçekleştirmesiyle paralel bir şekilde husule gelen bu bilgi edinme şekli, bu
aydınlanma yalnızca bir kerelik bir olay olmayıp sonsuz bir süreçtir. Rûhî
açıdan kemâle ermiş kişiler bile içinde bulundukları tekâmül düzeyinin ötesinde
bazı hallerin bulunduğunun farkındadırlar.[331]
Diğer bütün bilme vasıtalarının kabul edip sınırlarını belirlemeye
çalışan İbnü’l- Arabî bu son idrak tarzını bütün irfanının kaynağı sayar. Şunu
söyleyebiliriz ki İbnü’l- Arabi, bilginin alanını, hem deney ve gözleme konu
olan duyusal alanı hem de, metafizik alanı kapsayacak tarzda belirler. Bu
noktada İbnü’l-Arabî, metafizik ve en üst düzeyde de Allah hakkında mutlak
bilinemezci (agnostik)[332] anlayışa
sâhip düşünürlerden ayrılır. Yine o, bilgiyi tasavvur ve tasdik olarak
tanımlayan geleneksel düşünceden de ayrılır.[333] Çünkü, Kitâbu’l-Mesâil
isimli eserinde ilmin tasavvurdan ibâret olmadığını açık bir dille reddeden
İbnü’l-Arabî’ye göre tasavvur edilemeyen ama yine de bilgiye konu olan şeyler
vardır. Bunlar özü gereği biçim kabul etmez varlıklardır. Şeyhe göre her
bilinen şey tasavvur olunan değildir.[334] Çünkü hakikati îtibârıyla
sûret kabul etmeyen, dolayısıyla tasavvur olunamayan, fakat bilinen şeyler
vardır. Bu sebeple Şeyhü’l-Ekber’e göre ilim, tasavvurdan ibâret değildir.
Hakk’ın tanınması noktasında ise tasavvurdan aslâ söz edilemez.[335] [336] Bu noktada
İbnü’l-Arabî ilmin tanımını şu şekilde yapar: “ilme konu olan şeyin idraki
mümkün ise, onu, bizâtihî nasılsa öylece idrak etmek ilimdir. Fakat idraki
mümkün değilse o zaman idrak edemeyeceğini bilmek ilimdir. ”351 Diğer taraftan gerçek anlamda bilgi, bütün tanım ve
sınırları kuşatıp ihtivâ ettiği için, bilinen şeyin asıl tabiatını tasavvur
etme, ya da onun sınırlarını belirleme şeklinde tanımlanamaz. Bu sebeple hiçbir
bilgi, kalbe doğrudan bir nur şeklinde atılan keşfî bilgiden daha açık değildir.[337] Çünkü
Şeyhü’l- Ekber’e göre ilim, birşeyi bizâtihî ne ise öylece tanımaktır. Öyleyse
her kim bir şeyi, o şeyin zâtına zaid bir şeyle tanırsa, o kimse bu zait olan
şeyi taklit ediyordur, onun verdikleriyle yetiniyordur.[338] İdrak, bir algılamadır. Ama
algılamanın da değişik dereceleri vardır. Aslında her bir canlı, hattâ canlı
olmayanlar bile kendi varlık derecelerine uygun olarak algılarlar, her ne kadar
bu algılamalarının farkına varmasalar da. Her bir varlığın kendine özgü algısı
ve her varlık alanına uygun algı yetisi vardır.[339] Bilgi, bu açıdan da bir
derecelenme içerir ve en üst derecesi de Hakk’ın tanınmasıdır ki bu bilgiye en
temelde tecellî ve keşf ile ulaşılabilir. Akıl ise, alıcı (kâbil) ve
aydınlanıcı olması îtibârıyla bu bilgiye ulaşabilir. Zîrâ, fikir îtibârıyla
sınırlı olan aklın aydınlanıcı olması îtibârıyla sınırı yoktur.[340] Bu îtibârla
müşâhede yoluyla gerçek bilgiye, mârifetullaha ulaşmak isteyen akıllı kişi,
kalbini düşünme yetisinin (fikir) verilerinden arındırmalı ve hayâlinde
bir takım somut sûretler şeklinde tecessüd eden mânâlara yönelmelidir.[341] Latîfe-i
insâniyye, düşünme yetisinden soyutlanmış olarak, bilmediği bir şeyi öğrenmek
arzusuyla Allah’a yöneldiğinde münâzele[342]
hükmünce tekâmül mertebelerinden birine yükselir, buna karşılık Allah’ın güzel
isimlerinden biri onda zuhûr eder ve sırlarını ona hîbe eder. İlâhî ismin
sırlarını insana bahşetmesi, kulun tecrîdi, kastının sıhhati ve tekâmül
yolundaki korunmuşluğu miktarıncadır. Bu şekilde farklı bir mertebeye yükselen
insan, Rabb’inin Kendisi hakkında, ya da kâinât hakkında daha önce bilmediği
bir bilgiyle kevnî âleme tekrar döner. Bu îtibârla nübüvvet ve velâyette
iktisap söz konusu değildir. Kul ancak kendisine bildirilene tâbî olur.[343]
İbnü’l-Arabî, bilginin değeri bakımından genelde keşfi bilgiye vurgu
yapsa da diğer bilgi alanlarını da doğrular, fakat onların sınırlarını belirler
ve gerçek bilgiye, Hakk’ın tanınmasına ulaşması bakımından onları eksik ve
sınırlı kabul eder. Bu noktada İbnü’l-Arabî, idrak edilen şeyleri (müdrek)
üç ayrı kategoriye ayırır: Zâtıyla idrak edilen, fiiliyle idrak edilen ve idrak
edilemeyen. Bunlardan birincisi maddî, duyumlanabilir olan şeylerin idrâkidir.
İkincisi maddî ve şeklî unsurları olmayan latîf ve mâ’kul şeylerin idrakidir.
Üçüncüsü de Zât’ın idrakidir ki, ne mahsûsât gibi zâtıyla, ne de mâkûlât gibi
fiiliyle bilinir.[344] Bu îtibârla
Allah (cc.)’ın, Zât mertebesinde aslâ bilinemeyeceğini sürekli vurgulayan
İbnü’l-Arabî, mârifet anlayışını Hakk’ın sonsuz isimleriyle tecellîsine
dayandırır ve bu noktada Hakk’ın tanınmasından bahseder. Hakk’ın bu şekilde
tanınması ise, aşağıda bahsedileceği üzere ne duyumlar ne de akıl
vasıtasıyladır, enbiya ve evliyaya has olan keşf iledir.
Sûfîler gerçek bilgiye, mârifetullaha ulaşma noktasında sıradan bilgi
yetilerini eleştirip onları sınırlı bulmakla beraber, bu yetilerin kendi
alanlarındaki algılarını inkâr edip bütün duyularını dış dünyaya kapatıyor
değillerdir. Çünkü sûfîler, ister istemez tabiattaki nesneleri duyuları ile
karşılayacaklardır.[345] Genelde
sûfîlerin özelde İbnü’l-Arabî’nin şehâdet âlemi ve bu âlemin algılanması
noktasında yaptıkları açıklamalar da bunu göstermektedir.
İbnü’l-Arabi’nin tabiriyle şehâdet âleminin algılanması duyumlar
vasıtasıyla olur ve sûretler biçiminde olan bu algılama muhayyile tarafından
zihinde canlandırılabilir. Bunları akılla algılamak mümkün değildir.[346] Aklın
idrakinin hilafına duyuların algısı, doğalarından kaynaklanan bir zorunluluk
ihtiva eder. Dolayısıyla duyu algıları doğrudandır ve bunlara hatâ ve yanılgı
isnâd edilemez. İbnü’l-Arabî, yanılgı ve hatânın duyulardan değil, duyu
verilerine dayanarak yargıda bulunan akıldan kaynaklandığını söyler.
İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, gerçekte hatâ şahide (duyulara)
değil, hâkime (akla) aittir.[347] Hatâ, ancak
dolaylı ve aracılı olarak hükmedende aranmalıdır. Öyleyse duyumların doğrudan
verilerini aracı olarak kullanarak, onların üzerinde bir yargıya varan akıl,
hatânın kaynağıdır. Bu noktada İbnü’l-Arabî, duyu yanılgısı şeklindeki
anlayışın aklın duyulara hakim bir konumda oluşundan ileri geldiğini söyler.
Zorunlu olarak işleyen duyulara hatâ isnâd edenlerin[348] yanıldıklarını söyler ve bu
hususta ayrıntılı açıklamalar yapar.[349] Duyularımızın
yanılmayacağını, aklımızın yanılacağını söyleyen İbnü’l-Arabî, bu düşüncesiyle
katı rasyonalizmi tenkit ederken buna karşılık bilgi teorisinde duyuları
merkeze alan sensualizmi benimsiyor değildir. İbnü’l-Arabî, ne sensualist bir
düşünürdür, ne de rasyonalist.364 [350] Zîrâ o, yeri geldiğinde hem
duyuların hem de aklın kendi alanları içerisindeki idraklerini doğrulayarak bu
iki alandan mutlak mânâda birini esas almaz. Bütün sağlam ve doğru
bilgilerimizin “beş duyu” sayesinde meydana geldiğini de söylemiş değildir.[351]Ayrıca bilgi
teorisi açısından kendi tasavvufî mârifet anlayışını sürekli vurgular. Bu
îtibârla İbnü’l-Arabî, her idrak yetisinin kendi alanı içerisinde ifade ettiği
bilgiyi doğrularken onların sınırlarını da belirler, hatâ yapabilecekleri
alanlara işâret eder. Buradan hareketle İbnü’l-Arabî, tıpkı Gazzâlî’nin el-Munkız’da
ki ifadelerine[352] benzer bir
şekilde, “eğer aklın üstünde küllî bir idrak yetisi bulunursa, aklın da
hatâsını söyleyecektir” demek sûretiyle her bir idrak yetisinin alanını ve
sınırını belirlemeye çalışır. Burada, geleneksel İslâmî literatürde sıkça
tekrarlanan Cebrâil (as.)’in Dıhye ya da bir bedevî kılığında görülmesi
hadisesini örnek gösterir. Zîrâ Cebrail (as.)’i mezkûr sûretlerde görenler onun
Dıhye ya da daha önce hiç tanımadıkları bir bedevî olduğuna hükmetmişlerdi.
Oysa ki duyumlarına hükmeden akıllarının ötesinde bir yetiye sâhip olsalardı,
Hakk, onların duyması ve görmesi olsaydı, onun Cebrail (as.) olduğunu
bilirlerdi ve “Dıhye olduğunu söyleyen ya da onun gibi görünen birisini gördük”
derlerdi.[353] Hz.
Peygamber böyle bir idrak seviyesine sâhip olduğu için bu yanılgıya düşmemişti.
Diğer taraftan İbnü’l-Arabî, mârifetle ilgili temel kavramlardan
bahsederken de göreceğimiz gibi, müşâhedenin duyumlar üzerinde gerçekleştiğini
vurgular. Müşâhedeyi ise mükâşefeye yâni ilme götüren yol olarak tanımlar.[354] Kısaca şunu
söyleyebiliriz ki duyumlar, tasavvufî bilginin ilk aşamasını ve belki de
başlangıç noktasını oluşturmaktadır.[355] Hattâ İbnü’l-Arabî’ye göre
duyumlar, kendi mekanizmi içerisinde belirli bazı sınırlamalara tabi olsalar
da, sûfînin rûhânî tekâmülü sonucu, bizzat Allah’la görüp işitecek kadar latîf
bir hâl alabilirler. Bu yönüyle İbnü’l-Arabî duyumları, diğer yetiler (hafıza,
tasavvur, tahayyül, fikir) arasında en mükemmel olanı görür.[356] Belki de bu
noktada belirleyici olan ayırım, her hangi yeti olursa olsun, bu duyumlar,
hayâl ya da akıl olabilir, maddî, fiziki sûretler yerine metafizik latîf
sûretlere yönelmeleridir. Bu ise tasavvufî hâl ve uygulamalarla mümkün
olmaktadır. Sülûku neticesinde terakki eden sûfînin gözleri artık daha
keskindir, kulakları Hakk’ın hitabını işitecek kadar letâfet kazanmıştır,
hayâlî somut sûretlere takılıp kalmaz daha latîf sûretleri alabilir. Diğer
taraftan keşfî bilgiden bahsederken de söyleyeceğimiz gibi, aklın hizmetine
sunulmuş olan yetiler (hafıza, tasavvur, tahayyül, duyum), tasavvufî tekâmüle
paralel bir şekilde inkişâf eder ve fikir yetisinin sınırlamalarından
kurtularak gerçek bilgiye, mârifete ulaşmak üzere, daha latîf ve daha kalıcı
sûretlere yönlendirilebilirler. Bu yönüyle tasavvufî bilgide, her ne kadar kalp
merkeze alınmış ise de diğer yetilerin fonksiyonları âtıl görülmemiş, aksine
onların daha yüksek idrak seviyelerine doğru yükseldikleri kabul edilmiştir.
Genelde bütün sûfîler, özelde İbnü’l-Arabi, her bir idrak yetisinin
kendi alan ve sınırı içerisindeki algılama ve kavramalarını doğrularlar.
Sûfîler aklın ve hissin duyumlanabilir, zâhîri âlemle ilgili, tecrübî
ilimlerdeki fonksiyonunu reddetmezler. Onlar daha çok aklın, bilginin yegâne
kaynağı olarak görülmesine karşı çıkarlar ve aklın metafizik konularda kesin
bir yargıya ulaşmadaki acziyetini vurgularlar. Bu noktada bir sûfînin her bir
idrak yetisini veya aklın apaçık verilerini mutlak anlamda reddetmesi, akla her
hâlükârda hatâ isnâd etmesi söz konusu değildir. İbnü’l-Arabî’nin de
vurguladığı gibi, sûfîlerin bu husustaki gayretleri akla mutlak hatâ isnâd etme
girişimi olmayıp, akıl ya da diğer bütün idrak yetilerinin hatâsını doğrusundan
ayırtedebilecek bir mertebeye dikkat çekmektir. Bu da ancak Hakk’ın kulun idrak
yetileri haline gelmesiyle, gören gözü, işiten kulağı olmasıyla mümükündür.[357] Aklın
insana bahşedilmiş önemli bir idrak yetisi olduğunu kabullenmek başka, ona
insan hayatını bütünüyle yönlendiren bir konum atfetmek başka bir şeydir.
İnsanın yapıp- etmelerinden salt akla dayananlar olduğu gibi hissî, kalbî ve
vicdânî olanlar da vardır. Meselâ sanat ve edebiyattaki eşsiz estetik duygu
akıl ve mantık düzleminde tenkit edilemez.[358] Kaldı ki sûfîler, aklın bir
nur olduğunu, şerefli bir varlık olduğunu[359], hattâ mânevî olarak
arındırılmış nefsten destek aldığı zaman Mutlak Vücûd hakkında bile bir tür
mârifete sâhip olabileceğini sıkça tekrarlarlar.[360] Diğer taraftan İbnü’l- Arabî
aklı, beden ülkesini çekip çeviren, bu ülkenin yükünü taşıyan, ülkenin
hükümrânının (ruh) emirlerini infaz etmesi ve onun lisânı olması
bakımından kendisine sığınılan vezire benzetir.[361] Dahası, irfânî gelenekte
akıl, rasyonalist tavrın belirlediğinden daha geniş bir anlamda
kullanılmaktadır. Şöyle ki; rasyonalist yaklaşım aklı, kategorileriyle sınırlı,
dolayısıyla bu ilkelerin uzanamadığı metafizik âlemi muhayyel sayarken,
geleneksel irfânî öğreti, aklı, sadece analitik fonksiyonu ile sınırlandırmaz,
ona pek çok fonksiyon yükler. Akıl, tasavvur fonksiyonuyla eşyanın hakikati
hakkında bilgi edinir, sentez fonksiyonu ile sanatları ortaya çıkarır. Nihâyet
karşılaştırma fonksiyonuyla metafizik hakikatler hakkında izlenimler elde
edebilir.[362] Her
şeyden önce akıl, din karşısında sorumlu tutulabilmenin, ubudiyyeti ikâme
edebilmenin olmazsa olmaz şartıdır, bu îtibârla da kula Allah’tan bir
huccettir.[363] Bizzat
Kur’an-ı Kerim, insanları akıllarını kullanmaya; bu yolla içine düştükleri
çelişkili, sapık hayat tarzı ve telakkîden kurtulmaya davet etmektedir. Bu
sebeple, kendi imkân dairesi çerçevesinde aklın lehinde düşünmemek imkânsızdır.
Akıl nimetinin, Allah’ın bizdeki bir nuru ve aydınlanma kaynağı olduğu müsellem
bir durumdur.[364] Bu sebeple
aklın metafizik konulardaki sınırlılığından, acziyetinden bahsederken bu
sınırlılığın mutlak olmadığını vurgulamak lazım. Zîrâ daha sonra da üzerinde
durulacağı gibi İbnü’l-Arabî, aklın fikre dayalı önermelerinin dışında bir de
metafizik hakikatleri kabullenici (kabil) yönünden ve Hakk’ı tenzihi
yönden idrak edebileceğinden bahseder. Kısacası sûfîlerin bazı yönlerden aklı
sınırlı görmeleri onların, mutlak olarak akıl karşıtı görüşlere sâhip oldukları
anlamına gelmez. Aksine onlar, aklı eleştirdikleri gibi ona büyük bir değer de
atfederler. Bu paradoks, onların akıl anlayışı ile filozof ve kelâmcıların akıl
anlayışları arasındaki esaslı farktan kaynaklanır. Bu îtibârla onlar aklı,
enbiyâ ve evliyâ için, irfân ehli için kullandıklarında ona büyük bir değer
atfederler ve onda kalbe yansıyan mârifeti kabul etme ve Hakk Teâlâ’yı tenzihen
tanıma gibi ulvî istîdâdlar görürler. Diğer taraftan aklı; müşâhede âlemi,
duyumların verileri ve fikir yetisiyle sınırlı gören bazı filozof ve kelâmcılar
için kullandıklarında ise aklın eksikliklerini dile getirirler ve onu
eleştirirler.[365]
Sûfîlerin ilim ve bilgi noktasında en temel ilgileri ve nihâî kaygıları
Hakk’ın tanınması hususundadır. İşte bu noktada sûfîler, her bir idrak
yetisinin sınırlılık ve yetersizliğinden bahsetmişler ve Allah’ın ancak
Allah’la, O’nun aydınlatmasıyla ve O’nun dilediği oranda tanınabileceğini
vurgulamışlardır. Bu hususta Kelâbâzî’nin et- Taarruf’unda söyledikleri
kayda değerdir: “Allah Teâlâ aklı yaratınca ona; ‘Ben kimim ’ diye sordu.
Akıl sustu. Sonra aklın gözünü vahdâniyet nuru ile sürmeledi. Bunun üzerine
akıl gözünü açtı ve; ‘Sen Allah ’sın, Sen ’den başka ilah yoktur ’ dedi. Hulâsâ
akıl için Allah ’ı Allah ’la tanımaktan başka yol yoktur. ” [366] Bu sebeple
Allah’a delil yine sadece Allah’tır. Hakkı tanıma noktasında diğer bütün idrak
yetileri gibi akıl da delile muhtaçtır. Çünkü akıl sonradan yaratılmıştır.
Yaratılmış olan şey ise ancak kendisi gibi yaratılmış olan şeylere delil
olabilir. Bu sebeple insan, eğer aklın sınırlarını zorlayarak, onun
rehberliğiyle Hakk’a varmak isterse akıl ona hayret ve şaşkınlıktan başka bir
delil sunamaz. [367]
Tıpkı diğer sûfîler gibi İbnü’l-Arabî de aklın, Hakkı tanıma girişiminin
sonuçsuz kalacağını sürekli vurgular. Çünkü bu yönüyle akıl belirli kayıtlar
koyar. Aklî yargı, ya zorunlu (vacip) ya imkânsız (mümtenî) ya da mümkün olmak
üzere üç türlüdür. Akıl her hangi bir varlık hakkında bu üç yargıdan birini
verir ve birçok aklî bilgi bu mukaddimeler üzerine bina edilir.[368] Allah ise
hiçbir şekilde kayıtlanamaz. Bu sebeple başta İbnü’l-Arabî olmak üzere bir çok
sûfî, ârif olmanın temel şartının, hiçbir inanç ve kayıtla kendini sınırlamamak
olduğunu söyler.[369] İşte aklın,
bazı hususları, meselâ cennetteki duyusal tasvirleri, fikrî işleyişi açısından
kavraması mümkün değildir. Bunlar ancak Allah’ın kalbe bahşettiği başka bir
ilâhî yetiyle kavranır. Yine uhrevî cezalara ilişkin hususları da akıl
kavrayamaz. Bunlar, ancak aklın ötesinde bir nur ile, îman nuru ile
kavranabilir.
İbnü’l-Arabî, aklı esas alan filozofların, her hangi bir şey hususunda
ittifak edememelerin zikretmek[370] sûretiyle
aklın ancak çelişkiler ve şaşkınlık kaynağı olabileceğini vurgular. Bu sebeple
de ona göre ârifin özellikle mârifetullah hususunda akıl ve fikir mertebesinde
kalıp rahata, huzura kavuşması mümkün değildir.[371] Diğer bir ifadeyle aklın, bir
biriyle çelişik farklı görüşler arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırması mümkün
değildir. Çünkü aklî bir delilin, bu delile karşıt başka bir delil ile ortadan
kaldırılması mümkündür. Diğer taraftan aklın ve duyumların, bilginin nihâî
kaynağı olduğu ve buna bağlı olarak da aklın kabul etmediği her şeyin batıl
olduğu hususunda kesin bir delil yoktur.[372] Gazâli’nin el-Munkız
isimli eserinde de sıkça vurguladığı gibi, tıpkı hislerin üstünde ona hükmeden
aklın bulunması gibi aklın da ötesinde, onun sınırlarını aşan bir hakim vardır
ve bu idrak yetisi ortaya çıktığı vakit aklı verdiği hükümlerden dolayı tekzip
eder. Bu idrak yetisi ise Hakk’ın kulun kalbine attığı bir nurdur.[373] Bu nura,
Gazâlî nübüvvet nuru derken[374]
İbnü’l-Arabî ise kalpte zuhûr eden îmân nuru der.[375]
Aklın nuru insanı ancak belirli şeylerin bilgisine, Allah’ın varlığının
bilgisine, O’nun, ulûhiyyetinin gerektirdiği Kadîr, Mürîd, Alîm... gibi
niteliklerle O’na verilmesi uygun olan ve olmayan sıfatların olduğunun
bilgisine götürür. Zât hususunda ise ancak O’nun benzeri olmadığını idrak eder.[376] İmânın nuru
ise, Hakk’ın bizzat kendisi hakkında teşbih ve tenzih cinsinden zikrettiği sıfatları
bilmeye götürür. Bu sebeple aklın nurundan daha parlak olan ve nebîler ve
velîlerin sâhip olduğu îman nurunun idrakinin her hangi bir sınırı ve bir
engeli yoktur. Allah’a kurbiyet makamına ve dolayısıyla da asıl mutluluğa ancak
îman nuru ulaştırabilir.[377] Akıl
nuruyla sadece rasyonel kanıtlara sâhip olan biri, kendisini saran
karşıtlıkların gölgesinden hiçbir zaman kurtulamaz ve bu onu tamamen spekülatif
bir konuma sürükler. Spekülatif bilginin karşıtı olan ve geleneksel olarak
vahyedilmiş verilerin küllî kabulü şeklinde tanımlanan fakat daha derin planda
bizzat metafizik ve insan-üstü orijinli bir bilinci ifade eden îman nuru ise
hiç kesintiye uğramaz.[378] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî bir çok vesileyle akıl ve fikir yetisinin bilgisiyle vahyin
bilgisi arasında açıkça ayırıma gider. Fikir yetisine dayalı önermeleri
bakımından akıl sadece Hakk’ın münezzeh oluşunu, hiçbir şeye benzemediğini ve
tek bir ilah oluşunu selbî yönden idrak ederken, Allah (cc) hakkında gerçek
bilgiye ve ahiret ahvali hakkındaki bilgiye götüremez. İnsanı ebedî saadete
götürecek olan bu bilgileri ise vahiy vermektedir. Vahiy, Allah’ın yardımı
olmaksızın ulaşılamaz olan ve insanı gerçek mutluluğa götürecek olan bilgiyi
sağlamaktadır.[379]
Mârifetullah noktasında sem‘î delillerin delâleti ise sarih değil îmâ
yoluyladır. Fakat sadık elçilerinin diliyle ya da kitaplarıyla bildirdiği bu
haberler, bizzat Allah’ın kendi hakkındaki vasıflandırmaları olduğu için îman
ve tasdik gerekir. Bu haberlerin aklî te’vili Allah’ın kasdı olabilir de
olmayabilir de.[380] İbnü’l-Arabi’ye
göre aklın, gerçek bilgiye ulaşmada yetersiz oluşunun en büyük delili Allah
(cc.)’ın hakikati beyan etmek üzere peygamberler göndermesidir. Zîrâ eğer akıl,
insanın gerçek saadetini sağlamada müstakil ve yeterli olsaydı, Allah’ın
insanlar arasından, onlara hidayet yolunu göstermesi için peygamberler seçmesi
abes olurdu.[381] Diğer
taraftan akıl, diğer bütün sûfîlerin de ortak kanaati olarak tasavvufî bilginin
merkezine koydukları “aşk”ı idrak edemez. Hiç kimse aklın gözetiminde Allah’a
aşık olamaz.[382] Bu
sebeple gerçek bilgiye ulaşma hususunda, her hangi bir yaratılmış şeyin değil,
sadece Hakk’ın bildirmesini ve otoritesini tanıyan nebîler ve velîler, Hakk’ın
tecellîlerini îman nuru ile idrak ederken, Hakk’ı tanıma noktasında, akıl ve
fikirlerini rehber edinen filozoflar ve onlarla aynı metodu kullananlar hakikat
yolundan saparlar. Çünkü onların bu iddialarında fikirlerinden başka rehberleri
yoktur.[383] Bir idrak
seviyesi olarak akıl, sebepler dairesi içerisinde kendi doğal işleyiş tarzının
gerekliliklerini aşamazken îmân, bütün bu sınırları aşar ve harikulâde olana
ulaşır.[384] Esasında
duyu bilgisinden mârifet bilgisine kadar bütün bilgi türleri, mutlak benliğe
dayandırıldığı için tasavvufta îmanla bilgiyi bir birinden ayrı ve kopuk olarak
değerlendirmek mümkün değildir.[385]
Burada aklın sınırlılıklarından bahsederken, İbnü’l-Arabî’nin aklın iki
farklı işleyiş tarzından, iki farklı algılama biçiminden bahsettiğini ve bu
ayırımı sürekli koruduğunu unutmamak gerekir. Aklın öncelikle, hâricî her hangi
bir şeye ihtiyaç duymaksızın mahiyeti gereği idrak ettiği kendine has bedîhî,
kesin, zarûrî önermeleri vardır. Akl-ı selîm bu apaçık delilleriyle şeytandan
gelebilecek şüpheleri dahi kovarak Allah’ın varlığını ve birliğini idrak
edebilir.[386] Diğer
taraftan akıl, duyumlar ve fikir yetisi gibi muhtelif vasıtalarla da idrak
eder. Mesela fikir, duyumlardan ya da tahayyülden elde ettiği verileri aklî
sonuçlara ulaşmak için bir araya getirir ve böylece akıl, nazar ve fikir
yoluyla bilgi edinmiş, bazı sonuçlara ulaşmış olur.[387] Allah (cc.) sadece insana
mahsus olmak üzere, onda bir düşünme gücü (fikir) gücü yaratmıştır ve bu
kuvveti akla tâbî ve hâdim kılmıştır. Allah (cc.) aklı “hükmedici” (siyâdet)
yaratmasına rağmen bir yönüyle, verdiği bilgileri kabul etmesi bakımından
düşünme gücüne (fikir) mecbur kılmıştır.[388] Fikir pasif bir idrak
vasıtası olmadığı ve diğer bütün bilgi vasıtalarını kullanıp kontrol edebildiği
için insanın sâhip olduğu en kuvvetli bilgi vasıtasıdır. Bu yönüyle de fikir,
insanın en büyük imtihan vesilesi olmuştur; başka hiçbir varlık bu imtihanla
sınanmamı ştır[389] “İlâhî
sûrette” yaratıldığı için sadece insana mahsus olan bu yetiyi İbnü’l-Arabî,
Hakk Teâlâ’nın “...işi düzenleme (tedbîr), âyetleri açıklama (tafsîl)”
(Ra’d 13/2) şeklindeki ilâhî hakikati mertebesinde görür. Öyle ki bu husûsiyet
diğer mahlûkât şöyle dursun akl-ı küllî ve nefs-i küllî’de bile
yoktur. İşte insan diğer bütün mahlûkâtın hilafına bu yetisiyle bazı ilimleri
iktisap edebilir.[390] Aklın
düşünme (fikir) vasıtasıyla elde ettiği bilgiler maddî duyular âlemine
yönelik bilgilerdir. Şöyle ki; karşımızda bulunan nesneler ile bizim aramızda
ilk teması sağlayan duyularımız, bilginin hâsıl olmasında ilk basamağı teşkil
etmektedir. İşte, duyulardan aldığımız bu ilk intibâlar, ya doğrudan cüzî
sûretler şeklinde ya da musavvira yetisinin terkîb ettiği sûretler
şeklinde “hayâl” merkezine gitmektedir. Bu merkez ise bilgi hadisesinde ikinci
kademeyi teşkil etmektedir. Beş duyudan bu hayâl havuzuna, ya da
İbnü’l-Arabî’nin tâbiriyle söylecek olursak hayâl hâzinesine[391] sürekli
veriler gelir. Bu hâzinede biriken, üzerinde fikir yürütülmemiş ham hayâller
daha sonra özel bir şekilde düşünce merkezine (fikir) gitmektedir. Bu
merkezde ise hayâl hazinesinden gelen tasavvurlar üzerinde bir düşünce başlıyor
ve bu sûretle de bu ham tasavvurlar bir dereceye kadar işlenmiş oluyor. İdrakin
bu derecesinde meselâ ağırlık, hafiflik, şekil, renk gibi bazı tasavvurlar
bulunsa da henüz bir hüküm söz konusu değildir. Nihâyet akıl bu çeşitli
intibâlar arasında bir seçme yaparak bir hüküm verir; meselâ, “bu cisim
şöyledir” der.[392] İşte bu
yöndeki bir hükmünde akıl, bütünüyle düşünme gücüne dolayısıyla da duyumlara
dayanır. Çünkü Allah (cc.) basît, saf bir cevher olarak yaratmıştır; bir cevher
olarak onda nazarî her hangi bir ilim yoktur. Bu îtibârla da akıl, nazari
ilimlerde düşünme gücünün (fikir) hayâl hazinesinde biriken tasavvurlar
arasından doğru ile yanlışı ayırmasına dayanır. Fikir yetisi ise bu hususta
bazen şühpeye düşer bazen de bir delil elde edebilir, fakat bu hususta kesin
bir ilim sahibi değildir. Şüpheli olan ile delile dayanan bilginin farkında
olduğunu zannederek bir ilim elde ettiğini zanneder. İlim elde etme hususunda
dayandığı materyalin kusurlarına hiç bakmaz. Halbuki bilgi edinme sürecinin her
aşamasında başka bir yetiye muhtaçtır ve muhtemel bir hatâyla karşı karşıyadır.
Öncelikle daha önce de söylemeye çalıştığımız gibi düşünme yetisi duyumlara
muhtaçtır. Sesleri, renkleri...vs. hep duyumlar vasıtasıyla idrak eder, bu
yönüyle duyumlara muhtaçtır. Ayrıca duyumların gerçekleşmesinden sonra
saklanması, farklı terkiplere ulaşılması ve hatırlatılması noktasında, hayâl,
hafıza ve müzekkire gibi farklı yetilere ihtiyaç duyar. İşte düşünme
yetisi tasavvur etmede bütün bu yetilere muhtaçtır, onlara göre bir delil
sunar. Akıl da o delili alır bir hükümde bulunur. Halbuki her bir yetinin bir
engeli ve bir hatâsı vardır; bu sebeple de hatâlı olanın sahih ve sabit olandan
ayırtedilmesi gerekir.[393] Akıl
düşünme yetisinden bu şekilde şüphe ve zanna dayalı olarak gelen verilere
dayanarak bir hükme varır. Bu hükmünde de farklı bir çok şeye muhtaçtır. Bu
sebeple aklın bu yönüyle bilgisizliği bilgisinden daha çoktur.[394]
Aklın, bizâtihî kendisinden kaynaklanmayan, zorunlu olmayan önermeleri,
duyular ve düşünme yetisi fikr) vasıtasıyla ulaştığı önermelerinin
doğruluğu, akıl yürütme kurallarının doğru işletilmesine ve ilgili duyu algısı
tarafından doğrulanmasına bağlıdır. Aksi taktirde, aklın bu zorunlu olmayan
önermeleri yanlış kabul edilir ve reddedilirler. İşte akıl bu yönüyle
sınırlıdır ve İbnü’l-Arabî, eserlerinde düşüncenin bu sınırlılığına tekrar
tekrar vurgu yapar. Bu anlamda fikir, hakikati idrak etmek şöyle dursun
hakikatin önünde bir perdedir.[395] Çünkü akıl
ve fikir, benzerlik ve misliyyet kurmak yoluyla bu tür özelliği olan mevcûdâtı
idrak edebilir. Halbuki bilmeyi istediği Hakk’ın ise ne bir benzeri vardır ne
de bir misli. Bu sebeple İbnü’l- Arabî’ye göre, akıl ve fikir yolunu tutanlar
bilgilerini mevcûdâta hasredip Hakk’ı bilme noktasında da selbî/tenzîhî idrakle
yetinirlerse kurtuluşa ererler, bu sınırı aşarlarsa helak olurlar.[396] Hakikat
bilgisinin nihâî noktası, düşünme yetisinin kavramayacağı kadar muazzam olduğu
için, belirli bir noktadan sonra fikir yetisi insanı taklide ve gerçeklere
kulak tıkamaya götürür. Bu îtibârla fikir yetisi aktif olduğu sürece aklın
mutmain olup sükûnete ermesi mümkün değildir. Bu sebeple akl-ı selim kişinin
aklın her hangi bir sınırı olmayan alıcı yönüyle ilâhî nefhalara yönelmesi ve
nazar ve fikir yetisinin prangalarından kurtulması gerekir.[397] Allah hakkında fikir yoluyla
ulaşılabilecek yegâne bilgi O’nun ne olmadığını ifade eden selbî ve tenzihi
bilgidir.[398] Fikrin
bütün bu sınırlılıklarını zikrederken İbnü’l-Arabî, onun kendi idrak sınırı
içerisindeki öneminden ve Kur’an-ı Kerim’in de bu öneme yaptığı vurgulardan
habersiz değildir. Fütûhât’ın 144. bâbında “fikir” makamı ve sırlarından
bahsederken fikrin bu önemine dikkat çeker.[399] Burada İbnü’l-Arabî, ilim
gibi ilâhî bir sıfat olmasa da tabiî bir sıfat olan fikrin, tefekkür eden bir
kimse için kendisinde daha önce bulunmayan bir ilmi ifade edeceğini söyler ve
bu hususta şu ayet-i kerimeyi zikreder: “...Yeryüzü ve semâların
yaratılışını tefekkür edenler ( şöyle derler): Rabbîmiz! Sen bunu boşuna
yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru! ” (Âl-i İmrân
3/191). Fakat fikir makamı, Allah’ın bir ilah olarak, ulûhiyyet sıfatları üzere
düşünülmesinin ötesine geçemez. Dolayısıyla fikrin Zât hususunda ne bir hükmü
ne de böyle bir hükme mecâli vardır. Çünkü mahlûkâtın zâtıyla Hakk’ın Zât’ı
arasında her hangi bir münasebet yoktur.[400] Bu noktada İbnü’l-Arabî, her
bir makamın sınırının aşılmamasını ister. Fikir yetisi ve bu yetinin bir
işleyiş tarzından ibâret olan, hâricî âlemi ibret ve tefekkür nazarıyla
tetkikten ibâret olan nazar[401] makamının
sınırları ise Kur’an’da bir çok âyet-i kerimeyle çizilmiştir.[402] Çok genel
bir ifadeyle söyleyecek olursak Kur’an’da fikir ve nazarın idrak seviyesi,
insanın kendi nefsindeki ve dış âlemdeki ayetlerle sınırlanmıştır ve bunu
aşamaz. Ayrıca insan, bu düşünme ve temyiz gücü vasıtasıyla, iyiyi kötüden
ayırabilir, nefsine tab’ olunmuş behimî duygulardan uzaklaşabilir. Bu yönüyle
de fikir yetisi, insanı hayvanlardan ayıran ve onun ahlâkî yönünü belirleyen
bir yetidir.[403] Bu anlamda
İbnü’l-Arabî, fikir yetisinin âyetlerde kendisine çizilen bu sınırlar
içerisinde kullanılmasını ister. Bu îtibârla da, Kur’ân-ı Kerîm’de; “akletme”,
“işitme”, “bilme” ya da “imân etme”yi isteyen âyetlerde belirlenen alanlara
müdahale etmek sûretiyle fikrin kendi alanı dışında kullanılmasının bütünüyle
hatâ olduğunu vurgular.[404] Çünkü
Şeyh’e göre insanın sâhip olduğu her bir idirak yetisinin bir alanı vardır ve
bu yetiler bu alanlarının dışında kullanılırlarsa hatâya düşmek kaçınılmazdır.
Akıl, sâdece mâkulatı, hisler, mahsûsâtı, hayâl de sûretleri idrak edebilir bu
alanlarının dışına çıkamazlar. Düşünme yetisinin de belirli bir alanı vardır,
bunun dışındaki alanlarda fikir yürütülürse hatâ kaçınılmazdır.[405] Fikrin
mahlûkâtı idrâkinin en yüksek seviyesi onu Hakk’ın varlığı için delil olarak düşünmesidir.
Fikrin bu en yüksek idrak seviyesinde bile eksikliği vardır. Zîrâ delil
(mahlûkat) ile Medlûl (Hakk Teâlâ) bir birine zıttır, aslâ birleşemez. Bu
sebeple, ehlullah belirli bir mertebeden sonra tefekkürü terk ederek zikirle
meşgul olur. Sürekli fikrin sınırlılığından ve mârifetullah noktasındaki
acziyetinden bahseden İbnü’l-Arabî, bir adım daha ileri giderek, “ âyetleri
tefekkür halinde iken ölen bir kimse, Allah’ın dışında bir şeyin hali üzere
ölmüştür” der.[406] Zîrâ akıl
ya da fikrin, duyuların ve muhayyilenin verileri kendi alanları içerisinde
gerçek verilerdir; fakat bunlar nihâî veriler değildir. Bu sebeple, sûfiyâne
küllî bakış açısıyla bu hususta şu söylenebilir: Eğer bütün bu nîhâî olmayan
izâfî ve geçici veriler nihâî hedef yapılırsa putperestliğe düşmek
kaçınılmazdır; zîrâ bu küllî bakış açısına göre sadece irade, arzular ve
fiillerin kontrol edilip frenlenmesi yeterli değildir; duyumlama, tasavvur
etme, düşünme ve bilme alanlarında da tam bir riyâzet üzere olunmalıdır.[407] Öyleyse
duyularca algılanabilen ve aklın kavrayabileceği nesnelerin teemmülünde
kalakalmak Allah’tan başkasıyla yetinmek demektir.[408] Bu sebeple de mârifetullah
noktasında fikir yürütmeyi bütünüyle terk etmek gerecektir.
Fikir ve nazarın en büyük hatâsı, vahyedilmiş şeriati kendi işleyişleri
doğrultusunda yorumlayarak, vahyin, kendi işleyiş
tarzlarına uygun olmayan alanlarını açıklamaya çalışmasıdır. Akıl (reason), fikir (reflection) ve nazar
(consideration) yetilerinin hatâdan
kurtulmalarının tek yolu, şeriatin sunduğu bilgiler karşısında tevazuyla
eğilmeleri ve ona sımsıkı yapışmalarıdır. İnsana ancak bu şekilde doğrudan
Allah’tan bilgi alma yolu açılabilir. İşte bu da, keşif ya da herşeyde Allah’ın
tecellîlerini müşâhede etme yoludur.[409] Bu îtibârla da Kur’an-ı
Kerim’de sıkça emredilen “tefekkür”, Allah’ın ancak bizzat Kendisini
tanıtmasıyla bilinebileceği yönündeki bilgiye götür.[410] Bu noktada İbnü’l-Arabî,
Allah dostlarının mârifetullahı fikirde değil, tam bir acziyet ve fakirlik hali
içerisinde, Allah’a yönelmekte aradıklarını ve Allah’ı Allah’la bildiklerini
söyler. Ayrıca, sık sık insanın Allah’ı tanıma noktasında acziyetinin farkına
varmasının da bir idrak olduğunu zikreder. İşte tefekkür, insanı ancak bu
bilgiye götürebilir. Allah dostları bunu bildikleri için tefekkürü kendi
alanında bırakmak, kendi sınırlarının dışında olan alanlara taşımamak
sûretiyle, onun hakkını verirler.[411]
Kısacası, kendi alanı içerisinde belirli bir idrak seviyesine tekâbül
eden fikirden hâsıl olan ilimler, mertebe bakımından, zikir, vahiy ve ilâhî mevhibe
ürünü ilimlerin yerini aslâ alamaz.[412] Fikir yetisinin, bir çok
sınır ve kayıtlarının olması hususu, İbnü’l-Arabî külliyâtının sıkça
tekrarlanan bir temasıdır. Böyle olmakla beraber İbnü’l-Arabi, sahih bir fikir
yürütme ve istidlal olması şartıyla fikrin, muayyen alanlarda kullanılışı ve
perde arkasından da olsa ehline (nuzzâr) mârifet vereceği hususuna vurgu
yapar.[413] Öyleyse
zekâ sınırlı da olsa, Allah’ın insana bahşetmiş olduğu bir idrak vasıtadır.
Dolayısıyla insanın “rasyonel ruh”una Allah (cc.) tarafından yerleştirilmiş
olan bu yeteneğin sürekli kullanılması gerekmektedir. Fakat bu yeteneğin bir
çok aşikâr kusurunun olduğu unutulmamalı, keşf zuhûr ettiği zaman aklın inşa
ettiği delillerin harab olacağı[414], keşfin
diğer idrak seviyeleri üzerine açık bir hakimiyetinin olduğu[415] zihinden
çıkarılmamalıdır.[416]
İbnü’l-Arabî’ye göre, fikir yönüyle aklî bilginin kaynağı duyumlardır.
Zîrâ insan ancak varolan bir şeyi düşünebilir. Düşündüğü bu şeyi de duyumlar ve
aklın bedîhî önermeleri cihetinden değerlendirir ve böylece başka bir şey
hakkında ilim elde eder.[417] Dolayısıyla
akıl, fikri yönü îtibârıyla her ne idrak ederse etsin duyumlara bağlıdır,
onlardan kurtulamaz. Meselâ harfleri bir birinden ayırmada, lafızların
farklılıklarını, dillerin çeşitliliğini tanımada ve sesleri bir birinden
ayırmada işitme yetisine ihtiyaç duyar. Bu anlamda aklın duyumların kendisine
ulaştırmadığı bir şeyi idrak edemez.[418] Hattâ, İbnü’l-Arabi’nin ilk
dönem öğrenci ve şarihlerinden İbn Sevdekin en-Nurî (ö. 646/1248)’nin
kaydettiği gibi, “Muhakkıklara göre akıl, duyumların huzurunda bir
öğrencidir.”[419] Aslında aklın bu
pasif ve mekanik yönü sadece duyumlar için değil, diğer bütün melekelerin
zorunlu algıları hususunda da geçerlidir. Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre bu yönüyle
akıl; müfekkîre, musavvira, hafıza, hayâl, vehm, hissi müşterek[420] ya da duyumların
doğrudan, mekanik olarak sunduğu verileri kabul ya da reddeden “hakim”den başka
bir şey değildir. Bu yönüyle de akıl, kendisine zorunlu olarak sunulan verileri
ihtivâ eder, bilgi üretemez. Akıl, hüküm vermede yukarıda zikredilen bütün bu
yetilerin mekanizmine ihtiyaç duyar. Mesela, duyumların mekanizmi olmasa akıl,
renkleri ya da sesleri aslâ idrak edemez.[421] İbnü’l- Arabî’nin sıkça
vurguladığı gibi duyumların, duyumlara bakan yönü ile tahayyülün, hafızanın ya
da tasavvurların Zât’a taalluku aslâ mümkün değildir.[422] İbnü’l-Arabî, bu anlamda
fikirden kaynaklanan bilgiler ile ledünnî ilmi, yağmur örneğiyle açıklar. Şöyle
ki; ledünnî ilim yağmurun semadaki saf hali gibidir, onda her hangi bir
karışıklık söz konusu değildir. Fikirden kaynaklanan ilimlerin ise, düştüğü
toprağa göre farklı tat ve renklere bürünen yağmur suyu gibi saflığı bozulur,
değişikliğe uğrar. Çünkü burada akıl, fikre dayalı önermelerini hayâle
resmedilmiş olan duyumlardan alır. Artık bilgide saflık yoktur, işin içine
kişinin mizacı da karışmıştır. İşte bu sebeple fikre dayalı ilimler kişilerin
mizacına göre farklı farklı olur. Öyle ki ilimlerini fikirlerine dayandıranlar,
tek bir şey hakkında bile ittifak edemezler. Aynı konuda, bir birine zıt deliller
ileri sürerler. Hattâ aynı kişinin, bir şey hakkındaki fikirleri zamanla
değişir. Bu ise mizaçlarının yaratılışdaki farklılık ve karışıklılığından
dolayıdır.[423] Bunlar,
fikir yetilerini alanı dışında kullanmak sûretiyle, peşinen verilmiş hükümlerle
Allah (cc.) hakkında konuşmaya çalışırlar. Bu sebeple de ilâhiyât alanında
hatâları doğrularından daha çoktur. Fikir, mîzaçtan kaynaklandığı için, mizacın
farklılığına göre fikrin idrak ve hükümleri de farklılaşır.[424] Burada İbnü’l-Arabî sadece
filozofları değil akıl ve nazar yolunu tutan Kelâmcıların da aynı hatâya
düştüklerini kaydederek, Mu’tezile’nin delilleri Eş’ariyye’yi, Eş’ariyye’nin
delilleri de Mu’tezile’ninkileri nefy ettiğini, hattâ aynı mezhebin imamları
arasında bile esaslı ihtilaflar olduğunu söyler.[425] Halbuki enbiyâ ve
evliyâya mahsus ledünni ilim yağmurun semadaki safiyeti gibi tek tat ve tek
renktedir. Çünkü doğrudan kalbe inen bu ilim, tabiî mizacın hükümlerinden
halistir. Bu sebple enbiyâ ve evliya mârifetullah konusunda hemfikirdirler,
ihtilafa düşmezler. Zevken tad aldıkları şeyler değişse de onların bu
zevklerinden kaynaklanan ilmin tek bir tadı vardır.[426] Onların ilimleri şüphe
götürmeyen safî bir nurdur. Onlar, Allah (cc.) hakkındaki mârifetlerinden aslâ
şüphe duymazlar.[427] Bu sebeple
keşf ve müşâhede yolunda cedel ve münakaşa yoktur. Kâmil sûfî kendinde hâsıl
olan mârifetle bahtiyardır, kimseyle münakaşaya girmez.[428] Diğer bir deyişle, “zevk”
olarak isimlendirilen sûfiyâne tecrübe, metafizik bilginin değişmez ve temel
ilkelerini sağlarken, bu bilginin peşine düşen akıl, oldukça değişken
detaylarla ilgilenmek ve temel prensipleri ihmal etmek sûretiyle yanlış yola
sapmıştır.[429] Allah
(cc.), eşyâya cömertliğini her yönden mutlak bir feyz ile yaydığı halde akıl,
sadece sûret ve kavramlara takılarak sınırlı bir şekilde O’nu idrake çalışır.[430]
İbnü’l-Arabi’nin temel ilgisi, daha önce de vurgulandığı gibi
gerçek/ilâhî bilgiye ulaşma noktasındadır. Bu noktada o, özellikle fikre dayalı
önermeleri açısından aklı sürekli sınırlı görüp eleştirmekle beraber onu bir
nur diye isimlendirir ve aklın sınırsız olan, alıcı (kâbil) yönüne
işâret eder.[431] Bu
özelliğiyle akıl, Hakktan gelen bazı hakikatleri alıp kabul etme yeteneğine,
yâni sıradan işleyiş tarzının ötesine geçerek aydınlanma özelliğine sâhiptir ve
bu yönüyle fikrin ulaşamayacağı hakikatlere vâsıl olur. Aklın, bu şekilde
hakikatleri kabul etmesi ise, Hakk’ın inâyetiyle ya da zikir ve tilavet ile
kalbin cilâlanmasıyla mümkün olur. Zîrâ bu noktada akıl artık fikirden değil
kalb ve ruh aynasından yansıyan hakikatleri almaktadır.[432] İşte bu şekilde eşyayı tanıma
noktasında izzet, otorite ve ifade sahibi olan akıl, Yaratıcısı karşısında
zillet ve acziyet içerisinde mutlak muhtaç olarak, bizzat kendi fikir yetisinin
sınırları dışında bulunan tecellîleri, ilâhî mevhibeleri kabul eder.[433] Düşünme
yetisinden değil Rabb’inden alıcı olması yönüyle akıl, fikren Allah’a izafe
edilmesini muhal saydığı şeyleri kabul eder. Zîrâ insanlar arasından seçilmiş
olan nebîler ile keşf ehlinin akılları, her hangi bir şüphe içerisine düşmeksizin
Allah’ın kendi hakkındaki tenzih ya da teşbih olsun bütün vasıflandırmalarını
kabul etmiştir.[434]
İbnü’l-Arabi akl-ı selim sahibinin mârifetullah hususunda; duyumlar, hafıza,
musavvira ve mütehayyile gibi yetiler üzerine her hangi bir otoritesi
olmamasına ve bir şeyi idrak etmede bunlara bağlı olup bu sınırlarını
aşamamasına rağmen fikrini taklit edip de doğrudan Rabb’inden alıp idrak
etmemesine taaccub eder.[435] Zîrâ ona
göre ilim, her halükârda bir otoriteyi takip etmektir, bir taklittir. O halde
özellikle mârifetullah hususunda, Hakk Teâlâ’yâ isnâd edilmesi gereken vasıflar
noktasında bu kadar mâlûl ve başka vasıtalara mecbur olan fikrin otoritesini
takip etmektense bizzat Rabb’i taklit etmek daha doğrudur.[436] Çünkü eşyayı bizâtihî ne
iseler öylece bilen sadece Allah’tır. İnsan eşyayı, bizâtihî ne iseler öylece
değil, duyumları, fikir yetisi ve aklı vasıtasıyla, dolayısıyla da eşyanın
zatına zaid bir unsur aracılığıyla idrak etmektedir. İnsan eşyayı tanıma
noktasında bu zâid unsurun otoritesini takip etmekte, o ne verirse onu
almaktadır. Dolayısıyla insan için ilim her halükârda bir taklitten ibârettir;
ya hatâdan sâlim olmayan ve eşyanın zâtına zaid olan bu vasıtaları taklit
edecek, ya da eşyâyı bizâtihî ne iseler öylece bilen Allah (cc.)’ı taklit
edecektir. Bu da ancak takva, tezkiye, tasfiye, nihâî derecede tâât ile Hakk
Teâlâ kulun işitmesi, görmesi ve diğer bütün yetileri olunca mümkün olur. Artık
kul, Allah’ı ve eşyayı, nâkıs vasıtalarla değil bizzat Allah ile bilir.[437] Alıcı
yönüyle akıl, idrak noktasında müstakil değildir, sadece kendisine verileni
pasif bir alıcı konumunda kabul eder. Aklın işleyiş tarzı olan temsil veyâ
kıyasın ötesinde olduğu için akıl, kendisine bahşedilen bu mârifet hakkında ne
bir delil ne de burhan getirebilir.[438] Bu anlamda gerçek ve ideal
akıl, hakîkî bilgiyi duyumlardan ve fikir yetisinden değil, Allah’tan alan bir
yetidir. Bu sebeple aklın gerçek değeri onun kendisine Allah (cc.) tarafından
sunulan vahiy ve keşifleri kabul etmesinde yatar.[439] Burada akıl, artık salt akıl
olmaktan çıkar, bilgi üretemez sadece verilenleri kabul eder. Akla bu değişimi
ve daha geniş güç kazanmasını sağlayacak olan da Allah’tır.[440] Aklın bu ikinci özelliğinin
ihmali, insanı şüphe içerisinde
bırakacaktır.
Bu sebeple gerçek anlamda akıllı insan, fikre dayalı çıkarımsal düşüncenin
sınırlarını aşmak için çaba sarf edendir. Aklın Allah’dan alan olması gerekir
ki bu, onun diğer yeti ve duyu organlarından gelenlere tabi olup onları taklit
etmesinden daha iyi olacaktır. Nihâî gâye, fikrin ihâtâ edemeyeceği kadar ulvî olduğu
için bu noktada fikr, diğer yeti ve duyumların verilerini taklitten başka bir
şey yapamaz, mutmain olup sükûnete ulaşamaz. Bu sebeple de fikir, bu yönüyle
akla bir sınır çizer.[441] Hâl böyle
olunca, aklın ulaşabileceği nihâî ilim sonradan yaratılmış olmaktan halî
değildir ve kadîm olan Hakkın ehadiyyetini olduğu gibi idrak edemez.[442] İşte bu
noktada aklın, fikirden kaynaklanan sınırlı yönü ile bizâtihî, gerek metafizik
âlemden gerekse diğer algı melekelerinden kendine gelen sonsuz verileri kabul
edici olan yönü arasındaki ayırım önemlidir. Zîrâ İbnü’l-Arabi’ye göre akıl, bu
ikinci yönü îtibârıyla, kendisine her ne sunulursa sunulsun, her nasıl bilgi
verilirse verilsin kabul eden, sınırsız, devâsâ bir güçtür. Fakat aklı sınırlı
kılan ve onu gerçek bilgiye ulaşmada bir engel, bir pranga haline dönüştüren,
yine bizzat kendisinin fikir yetisine bakan yönüdür. İşte gerçek bilgiye
ulaşmada yeteneksiz olan ve bir engel teşkil eden bizâtihî akıl değil fikir
yetisidir. Bu sebeple eğer biz bu devâsa gücü, fikir yetisinin sınırlarından ve
engellerinden kurtaracak olursak, bilginin başka bir kaynağını arayacaktır ve
fikir yetisinin sınırlı bilgileri yerine bu yeni bilgi kaynağını tercih
edecektir.[443] Fikir
yetisi, mantıkî bir statüye sâhip olduğu ve bu mantıkî yönüne uyan şeyleri
kabul edip uymayanları reddedeceği için, ilâhî vahiyde sunulduğu şekliyle,
metafiziğin her yönünü kuşatıcı bir teoriye sâhip olması mümkün değildir. Aynı
zamanda fikir, kendi mekanizmi içerisinde bütünü kuşatmaktan uzak, sadece cüzî
bir anlayış, bir karar ya da hüküm inşa etmesinden dolayı da gerçek bilgiye
ulaştıramaz.[444] Kısacası
İbnü’l-Arabî’ye göre, kendi mantıkî ve fikrî statüsü içerisine sıkışmış,
entelektüel ve felsefî akıl, Hakk’ı tanıma noktasında yeterli değildir.
Entelektüel, felsefî ya da teolojik akıl, mantıki statüsüne uymayan şeyleri
yorumlamaksızın bir imaj inşâ edemez.[445] Öyleyse belirli kurallar
içine sıkışmış, eşyayâ kendi katı ilkelerini dikte eden akıl, insan ruhunun
değişmez, ebedî ve ayırtedici bir niteliği değildir. Sınırsız bir güç, bir nur
olarak nitelendirilen akıl, teşekkül edip olgunlaşan, bazı gerçeklerle beslenip
gelişen, mükemmelleşen ve yükselen akıldır.[446]
Akıl, bu iki veçhesi İtibârıyla; sınırlı, maddî müşehede âlemine
yönelmiş olan duyumlar, hafıza, tasavvur, tahayyül ve fikir yetileriyle,
görünmeyen âleme metafiziğe yönelmiş kalp arasında bir yerdedir. Eğer akıl,
yüzünü maddî âleme çevirirse, bu sınırlı âlemin cüz‘î bilgileri diğer yetilerin
mekanizmi içerisinde kendisine sunulur. Yok eğer bu kayıtlardan kurutularak yüzünü
daha önce idrak edemediği görünmeyen, metafizik âleme çevirirse, kalp
vasıtasıyla bu âlemi idrak eder.[447] Kalp ise, daha sonra
açıklanacağı üzere, sürekli değişmesi, sınır koyup kayıtlamaması îtibârıyla
metafizik âlemden farklı etkiler alabilen bir ayna konumundadır.
Sûfîlere göre meselâ mücerred tevhid, aklın idrake güç yetiremediği
şeylerdendir.[448] Zîrâ muhdes,
mahlûk ve mürekkeb olan akıl, Hakk’ın rubûbiyetini idrak edemez. Bilakis akıl,
rububiyyetin idraki için değil ubudiyyetin ikamesi için yaratılmış bir âlettir.[449] Bu sebeple
kategorileri ile sınırlı olan, bu sınırların dışına çıkamayan, yalnızca
mütenahî olanı bilip sonsuzu idrak edemeyen akılla, metafizik alanın bilgisine
ulaşılamaz. Bu sınırlı âlemin kategorilerini, mahiyet îtîbarıyla bu
kategorilere sığmayan başka âleme tatbik eden filozofun başarısızlığı da bu
noktadadır.[450] Esasında
büyük mutasavvıf Şiblî’nin de vurguladığı gibi, mutlak tevhid hakkında kulun
aklı, hayâli ya da vehmiyle tasavvur ettiği her şey, Hakk’a ait olmaktan çok
kula ait olan, onun gibi hadis ve mahluk olan, kendisine geri çevrilen
nispetlerden ibârettir [451] Sonradan
yaratılmış olan mahlûkat ile Allah arasında her hangi bir münâsebet, her hangi
bir uygunluk yoktur ki Allah, akıl vasıtasıyla idrak edilsin[452]
İbnü’l-Arabî bu noktada Ebu’l-Abbas İbnü’l-Arîfin şu sözünü nakleder: “Allah
ile kulu arasında inayetten başka bir nispet, hükümden başka bir sebep,
ezehyyellen başka bir zaman yoktur”[453]
Kısacası akıl, mahluk ve muhdes olduğu için gücünün nihâî sınırında bile, ancak
sonradan yaratılmış bir sûret ortaya koyabilmektedir. Bu sûret ise, Kadîm olan
Hakk Teâlâ’nın mutlak birliğini aslâ temsil edemez.[454] Hakk her bir varlığa, kendi
varoluş sınırlarını aşamayacak bir yapı vermiştir. Akıl da çıkarımsal işleyişi
bakımından bu sınırlamaya dahildir. Ancak aklın işleyiş bakımından sınırlı
olduğu hususlarda, onun kabul ve te’vil gücü ile bir de îman yetisi devreye
girer. Böylece sınırlar ortadan kalkar.[455] İşte akıl kendi varoluş
sınırlarını aşan hususları ancak kabul eder ve yorumlar.
Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi tasavvufî tecrübe, temelde akıl
ötesi bir tecrübedir ve aklî ve mantıkî düzlemde doğrudan anlaşılıp açıklanması
zordur. Haddi zâtında salt aklî metodun, sadece mistik tecrübeyi değil, diğer
metafizik meseleleri de kesin çözüme kavuşturma noktasında aciz kaldığını, bu
yönüyle de bir sınırı olduğunu Kant ve hattâ ondan çok önceleri de Gazali
ortaya koymuştur.[456] Dolayısıyla
akla karşı olan bu yaklaşım sadece sûfîler tarafından sergilenmiş değildir. Her
ne kadar sûfîlerin iddia ettiği şekliyle ayrı bir bilgi edinme şeklini kabul
etmeseler de, aklın metafizik konularda kesin çözüme ulaşamayacağını iddia eden
filozoflar da vardır. Nitekim Kant, zihinlerimizin yalnızca uzay ve zamanda
varolan şeyleri anlayabileceğini ve bu kategorinin ötesinde yatan gerçekleri
düşünmeye elverişli olmadığını, dolayısıyla da metafizik hakkında nazari akıl
düzleminde konuşmanın imkânsız olduğunu savunmuştu.[457] Bu sebeple aklın, en son adım
olarak kendi imkânlarını aşan sonsuz sayıda şey olduğunu itiraf etmesi
gerekmektedir.[458] Tıpkı diğer
metafizik meseleler gibi tasavvufî tecrübenin de akıl ve hissin sınırlarının
ötesinde oluşu onun, aklî ve mantıkî delillerle eleştirilmesi imkânını da
ortadan kaldırmaktadır. Bu îtibârla aklın, bütün kompleks yönleriyle varlığı ve
metafizik hakikatleri kendi telkinlerine ve mantıkî statüsüne uydurmaya
yeltenmesi yerine kendi telkinlerini bu gerçekliklere uyarlaması gerekir.[459] Bu konuda
İbnü’l-Arabî, keşf ve şühûd hallerinin cedel ve münakaşaya açık olmadığını ve
bu yollarla reddedilemeyeceğini sarih ifadelerle vurgular. Zîrâ ona göre sâhibu’l-vücûd
kendisinde hâsıl olan hallerden dolayı mesut ve bahtiyardır. Bu yolda fikir
ehli için ise mahrûmiyetten başka bir şey yoktur.[460] Bu sebeple sûfîler,
müritlerine ısrarla, münekkitlerden uzak durmalarını tavsiye etmişlerdir.
Esasında tasavvufî tecrübenin tabiatıyla doğrudan alâkalı olan bu husus, sûfîlerin
eleştiriden mutlak olarak kaçtıkları şeklinde yorumlanmış ve eleştirilmiştir.[461] Fakat sıkça
vurgulandığı gibi tasavvuf, tecrübî bir ilimdir ve başkasına anlatılması
zordur. Bu sebeple tecrübeyi yaşayan kimseden başkası bunun hakikatini idrak
edemez, bu hakikate, hâricî yollarla tedris edilip ulaşmak da imkânsızdır. Bu
tecrübenin mahiyeti hakkında bizde bir fikir, bir kanaat oluşturduğunu
zannettiğimiz bütün hâricî işâretler de onun hakikatini keşfetmekten acizdir.[462] Dolayısıyla
sûfîlerin münazara ve münâkaşadan kaçınması tasavvufî tecrübenin doğası
gereğidir. İbnü’l-Arabî’nin de vurguladığı gibi: “Iş (tasavvuf tecrübe),
fikrin vâkıf olamayacağı kadar büyüktür. Fikir mevcut olduğu sürece mutmain
olup sükûnete ulaşmak imkânsızdır.”[463] Bu
son ifadeden de açıkça anlaşılacağı gibi yakînî bilgiye ulaştıramayan eleştirel
aklın cedel ve münakaşası, insanı tatmin edip sükûnete ulaştırmaz. Aklî delil
ve burhânlara dayanan Kelâm âlimlerinin îmânı da karşı yöndeki delillerle etki
altında kalır. Merkezi kalp olan nefsî, tecrübî îman ise böyle değildir. Hiçbir
tesir ve etki altında kalmaz, insanı sükûnete ulaştırır[464].
Böyle olmakla beraber İbnü’l-Arabî, aklı bütünüyle aciz kabul etmez.
Aklın alıcı ve aydınlanıcı yönüne işâret eden İbnü’l-Arabî, ayrıca aklın kendi
doğasına uygun bir mârifeti olduğundan bahseder: Akıl, Hakk’ın varlığını ve
birliğini idrak edebilir, soyut ve selbî ifadelerle O’nu tenzîhî yönden
tanıyabilir, fakat Hakk’ı aslâ tasvir edemez.. Ancak Şârî, bizzat kendisini
tasvir edebilir. İnsanın Allah hakkındaki bilgisi de şeriatte tasvir edildiği
şekliyle artar.[465] Akıl,
mahiyeti gereği, Hakkı ancak tenzîhî yönden, “O’nun misli gibi hiçbir şey
yoktur” esasıyla idrak eder. Oysa ki Allah (cc.) Kur’an-ı Kerîm’de kendisi
hakkında teşbihvarî ifadeler de kullanmıştır. Akıl, kendi idraki doğrultusunda
bizzât Şârî’nin kendisi hakkındaki bu tasvirlerini O’na layık görmez ve Allah’ı
bütün bu vasıflandırmalardan münezzeh görür.[466] Dolayısıyla aklın Hakk’ı
tanıma girişimi tek yönlüdür ve kuşatıcı olmaktan uzaktır. Meselâ iki zıt şeyin
Hakk’a aynı anda nispeti, Allah hakkında teşbihvâri ifadeler, nübüvvet ve
velayet gibi hususlar aklın sınırlarının ötesindedir. Çünkü akıl, Zât’ı idrak
edemez, o, uluhiyyeti, bir yaratıcının olduğunu ispat edebilir ancak Zât
hakkında aklın yargısı ancak olumsuzlama şeklindedir. Bu noktada İbnü’l-Arabi,
Hakk’ın ancak, aklın tenzîhî idrakinin yanı sıra, hayâlin teşbîhi idrakiyle,
her ikisinin birbirini tamamlamasıyla tanınabileceğini vurgular. Zîrâ
İbnü’l-Arabî, paradoksal ifadelerinden bahsederken zikredeceğimiz gibi, mutlak
mânâda tenzih ya da teşbihe yönelmeyi tevhide aykırı bulur.
C-Tasavvufî Tecrübe ve Bilgi:
Keşf/Mârifet
Tasavvufî gelenekte, insanın başkasından ya da kitaplardan
öğrendiklerinden daha çok, erdemli bir yaşantı neticesinde doğrudan, vasıtasız
ve sezgisel olarak Allah (cc.) tarafından ihsân edilen bilginin, gerçek anlamda
bilgi adını almaya layık olduğu vurgulanarak, özel bir bilgi anlayışı
geliştirilmiştir. Sûfîlere göre rûhânî tecrübeye dayanan ve mahiyeti îtibârıyla
zihnî bilgiden tam anlamıyla farklı olan bu bilgi, her ne kadar ulemâ karşı
çıksa da, sezgiye dayalı bir kesinliğe sâhiptir[467] Dolayısıyla gerçek bilgi veya
mârifet bizzat Allah’ın bahşetmesiyle yâni yine Allah’la mümkün olur. Bu açıdan
sûfîler mârifetin Allah vergisi olduğu, Allah’ın yine ancak Allah’la, Allah’ın
bildirmesiyle bilinebileceği noktasında hem fikirdirler.[468] Bu noktada genelde bütün
sûfîler, özelde İbnü’l-Arabi, gerçek ve faydalı bilginin, amel, takvâ ve sülûk
neticesinde bizzat Allah tarfından öğretilen ve kişiyi gerçek mutluluğa ve
Allah’a götüren bilgi olduğunu vurgular. Üstelik İbnü’l-Arabi’ye göre, ebedî
saadet yolu vasıtasıyla Allah’a götürmeyen her bilgi, “bilgi” şeklinde
isimlendirmeye bile layık değildir.[469] İbnü’l-Arabî’ye göre
orijiniyle, yâni ilâhî kaynağıyla alâkasını kesmiş olan her ilim faydasızdır ve
tevhid dışındaki her bilgi de insanı Allah’tan uzaklaştırır, O’na
götürmez. Tevhid dâiresi içerisinde olan her bilgi de sahibini, her şeyi
ilâhî kaynağıyla alâkalı görmeyi sağlayan bir anlayışa kavuşturur. Her bir
varlık, varlığını Allah’tan aldığı gibi her gerçek ve faydalı bilgi de
Allah’tan gelir, ârif de bunu bildiği için her gerçek bilgiyi Allah’a ircâ
eder. Bu îtibârla her ilim, ilm-i ilâhîde dercolunmuştur ve oradan yayılır.[470] İşte her
bir gerçek ilim; bu tabiî, riyâzî ya da metafizik ilim olabilir, farketmez,
hemen hepsi Allah’ın sonsuz ilminden kaynaklanmaktadır ve ilâhî bir orijini
vardır. Eğer biz bu alâkanın farkına varamazsak ve her bir varlıkta olduğu gibi
her bir bilginin Allah’a götüren yönünü idrak edemezsek, bu bilgiler, fayda
vermek bir tarafa, zararlı bile olabilir.[471] Dahası İbnü’l-Arabî’ye göre
Hakk’ın bildirmesi olmasa, Hakk Teâlâ sonsuz rahmet ve cömertliğinin bir eseri
olarak bilgiyi insana bahşetmese sadece akıl ve nazar yolunun değil müşâhede ve
tecellîlerin de bir anlamı olmaz..[472] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî ya da diğer bütün sûfîlerin gerçek bilgiyi ifade etmek üzere
kullandıkları mârifet, mahiyet îtibârıyla diğer bilgilenme şekillerinden
farklıdır. Her şeyden önce bu bilgi teorik değildir, daha işin başından
îtibâren pratiğe; ahlakî, dînî ve tasavvufî bir takım ibadet ve uygulamalara
dayalı olarak elde edilir. Bu sebeple İbnü’l-Arabî’nin de sıkça vurguladığı
gibi tasavvufî anlamda bilgi ve pratik bir biriyle yakından alâkalıdır.[473]
Diğer taraftan sûfîler, çıkarımsal bilginin her zaman parçalı ve eksik
olduğunda ısrarlıdırlar. Esasında bu anlayış, daha önce de vurgulandığı gibi,
nazari ilimler sahasında hükümranlığını sürdüren aklın değerini reddetmez;
fakat ilmin ve aklın üzerinde net bir idrak şeklini, sade bir keşfi kabul eder.[474] Tıpkı diğer
sûfîler gibi İbnü’l-Arabî de aklın sâhip olduğu bilgiden tamamıyla farklı olan
bir bilgi çeşidinin imkânına inanmaktadır ki bu bilgi çeşidi artık zâhirde
görünen nesnelerin değil, bizzat hakikatin kendisinin vasıtasız idrakini
sağlamaktadır. Başka bir deyişle, keşfî bilgi, aklın muhtemel ve tasavvurî
bilgisine karşılık, eşyânın, ne iseler o olmaları halindeki hakikatlerinin
bilgisini ifade eder.[475] Sûfîlerin
keşfî bilgiden, mârifetten kasıtları nihâî noktada hakkın tanınmasıdır.
İbnü’l-Arabî de gerçek anlamda bilgiden, ya da mârifetten bahsettiğinde, Bir,
Sonsuz ve Mutlak olan Hakk’ın bilgisinden başka bir şey kastetmez. Bu bilgi ise
sıradan eşyanın bilgisinden farklı olarak ancak, bilen ile bilinen arasında
belirli bir şekilde sağlanan yakınlık ve alâkaya dayalı olarak tesis
edilebilmektedir. Bu yakınlık, bir taraftan bizzat Hakk’ın kendisiyle, diğer
taraftan da varlık vasıtasıyla O’nun tezâhürl erinin özü, yâni hakikatiyle
kurulan bir alâkadır.[476] Bu
îtibârla Hakk’ın bilinmesinin iki farklı yönü vardır ve bu iki farklı yön
muvacehesinde de Allah’ın bilinmesi noktasında iki farklı tutum sergilenir:
Allah (cc.), hem bilinir hem de bilinemez. Bütün sınır ve kayıtlanmışlığın
dolayısıyla da bütün tasavvurların ötesinde olması îtibârıyla Zat, her hangi
bir bilen-bilinen ikiliğini de reddettiği için bilinemez. Bu anlamda O, sürekli
bizim idraklerimizin ötesindedir ve biz aslâ O’nu kuşatıcı bir şekilde
bilemeyiz. Diğer taraftan Allah (cc.), bütün varlıkların Hakikati olması
îtibârıyla, muhtemel her bir vasıflandırmayı kabul ettiği için bilinebilirdir.[477] Hakk’ın
bilinmesi noktasında sadece kavramsal bir değeri olan bu ayırımı yapmakla
beraber, yegâne olan Hakikat’i farklı bölümlere ayırma gibi bir hatâdan
kaçınılması gerekmektedir. Zîrâ daha sonra İbnü’l-Arabi’nin paradokslarından
bahsederken de söylemeye çalışacağımız gibi tenzih ve teşbih, ya da vahdet ve
kesret Hakk’ın iki vechesidir, iki ayrı parçası değil.
İbnü’l-Arabî, Allah’ın zâtının bilinmesiyle varlığının ve ilah oluşunun
bilinmesi arasında ayırıma gider. Maddî âlemle hiçbir ilişkisi olmadığı için
Zât’ın idrak edilmesi de söz konusu değildir. Allah (cc.), Zât mertebesinde her
türlü zuhûrdan ve belirlenmişlikten münezzeh olduğu için hiçbir şekilde ihâtâ
edilip idrak edilemez. Zât’ın idraki konusunda İbnü’l-Arabî, tıpkı diğer
sûfîler gibi bilinemezcidir. Hakk’ın ancak var, bir ve ilah olduğu bilinebilir,
sıfatları ve fiilleri açısından tanınabilir, fakat nasıl bir Zât olduğu aslâ
düşünülemez. Bu sebeple, insan bilgisinin Allah hakkında ulaşabileceği nihâî
nokta, ulûhiyyet ve sıfatlar mertebesidir. O’nun sıfatlarının bilinmesi ise,
ancak Allah’ın kendisini bize açmasıyla (keşf) mümkündür.[478] Zât’ın
bilinemezliği ve mahlukâta ait sıfatlarla her hangi bir şekilde nitelenemez
olduğu hususunda, İbnü’l-Arabî, geleneksel anlayış doğrultusunda tenzihten
yanadır. Bu îtibârla Zât ancak selbî sıfatlarla nitelendirilebilir ve insana
Zâtî tecellî de söz konusu değildir. Aksi takdirde Allah ile kulu, Rabb ile
merbûbu bir birinden ayırma imkânı kalmazdı. Bu sebeple her nekadar genelde
sûfîler ve özelde İbnü’l-Arabî, metafizik alanda diğer bilgi vasıtalarından
daha geniş imkâna sâhip olan bir mârifet teorisi geliştirmiş olsalar da,
insanın bilgisinin her hâlükârda sınırlı olduğunu vurgulamaktadırlar. Biz kalp
vasıtasıyla ancak, her bir ilâhî sıfatın hakikatinin toplamı olan ulûhiyet
mertebesini idrak edebilmekteyiz. Ruhânî tekâmül boyunca bir takım fetihler,
müşâhedeler ve tecellîler gerçekleşir ve bilgi hâsıl olur, fakat sûfî O’nu,
hâlâ bizâtihî değil, isimleri vasıtasıyla idrak edebilmektedir.[479] Tasavvufî
bilginin “obje”si olan Allah (cc.) sonsuz ve sınırsız olduğu için mârifetullaha
da nihâî bir sınır çizilemez. Dolayısıyla, ilâhî isim ve sıfatlarının tezâhürü
ve tecellîsî vasıtasıyla da olsa, her nasıl idrak edilirse edilsin Zât, mutlak
sonsuzluğu içerisinde bilinemez olarak kalmaya devam edecek, Allah’ı tanıma
ameliyesi de buna paralel olarak sonsuz olacaktır.[480] Her bilgi, yeni bir
bilinemezliği de beraberinde getirecek ve hâlâ Zât’a perde olmaya devam
edecektir. Hakikati arayan sûfînin susuzluğu da aslâ son bulmayacak, tıpkı
deniz suyunun her yudumda insanın susuzluğunu artırdığı gibi keşif ve müşâhede
yoluyla elde edilen her mârifet de insanın bilgisizliğini ve hayretini artıracaktır.
Çünkü ilim talebi, kanması olmayan bir susuzluktur.[481] Sûfînin nîhâî bilgiyi araması
sonsuz bir süreçtir; bir şeyin bilgisine sâhip olduğu her defasında daha yüksek
ve daha gizli olanı almaya yetenekli hale gelir. Elde ettiği bilgi onda
kozmolojik ya da metafizik yeni bir bilgiyi istemek üzere yeni bir istidâdı da
doğurur.[482] Tasavvufî
bilgi, hep bilinemezlik-bilgi, tenzih-teşbih diyalektiği şeklinde geliştiği
için, Zât’ı îtibârıyla Allah’ın her şeyden münezzeh ve bilinemez olduğunu,
tecellîleri ve tezâhürleri îtibârıyla da teşbihî yönden tanınabileceğini
söylemek zorundayız.[483] Bu îtibârla
da tasavvufî bilginin nihâî noktası, “acziyet” ve “hayret” kavramlarıyla ifade
edilir. Çünkü Allah (cc.) kendisine, aklın doğrudan kabul edemeyeceği, ancak
bazı uzak te’villerle yorumlayacağı bir birine zıt sıfatlar izâfe eder. İşte
bu, insanı hayret ve acziyete düşürür. Bu hayret makamı mârifetullahın nihâî
derecesini teşkil ettiği için Allah Resûlü, “ilmin artırılması” (Tâhâ
20/114) ile eşdeğerde olarak “Allah’ım! Senin hakkındaki hayretimi artır.”
diye dua etmiştir. Çünkü ilmin artması, hayretin artmasını da beraber getirir.
Tekâmülün her bir mertebesinde de ayrı bir hayret vardır; vusûlden önce, vusûl
esnasında ve rücû’da hep başka başka hayretler vardır.[484] Sûfî kendisine bahşedilen ilk
tecellîde Maksûd’a ulaştığı hayâline kapılır. Halbuki Allah (cc.), câmiu’l-ezdâd
olarak sonsuz ve bir birinin aynısı olmayan tecellîlere sâhip olduğu için bu
yolda durulacak her hangi bir nihâî nokta yoktur. Bu noktada İbnü’l-Arabî sık
sık, Ebu Saîd el-Harrâz’ın “Allah’ı, zıtlıkları birleştirmek (câmiu’l-ezdâd)
sûretiyle tanıdım” sözünü zikreder.[485] Peş peşe farklı tecellîler
sonucu sûfî, Zat’ın ihâtâ edilemeyeceğini idrak eder ve hayrete kapılır. Fakat
bu hayret hissi sûfîye, akıl yolunu tutanların hazzıyla mukayese edilemeyecek
kadar muazzam bir haz verir ve insanı saadete götürür. Çünkü tecellîlerin
farklılığından kaynaklanan hayret, delillerin farklılığından kaynaklanan
hayretten daha şiddetlidir.[486]
Genellikle sûfîlerin, bilgiye ulaşma yollarının zirvesine yerleştirdiği
mârifet ve keşfî bilgi noktasında böyle bir durumla karşılaşılırken, diğer
bilgi vasıtalarının Hakk’ı idrak etmesi söz konusu olamaz. Bu sebeple
İbnü’l-Arabî’ye göre mesela, Allah (cc.) hakkında, her hangi bir biçimde kanıtlamaya
yönelik veya bir önermeden hareketle, çıkarıma yönelik olan her aklî bilgi
kuşatıcı olmaktan uzak olarak, her zaman karışıklığı ve bulanıklığı beraberinde
getirmektedir. Zîrâ düşünce yoluyla ulaşılan bilgi, tasavvufî yöntemle ulaşılan
bilgi, ya da vahiy ve ilâhî bağışla ulaşılan bilgiye eşdeğerde olamaz.[487] İşte
İbnü’l-Arabî, tefekkür, nazar, istidlal, aklî delil gibi kavramlarla ifade
ettiği çıkarımsal düşüncenin, Hak’la ilgili yetersizliğini ve hatâdan sâlim
olmayışını belirttikten sonra, bir başka bilme tarzının da imkânını
temellendirmiş olmaktadır.[488] Bu bilme
şekli genel olarak zevk, ilm-i ledün, ilm-i esrâr, mârifet, müşâhede, ya
da keşf gibi kavramlarla ifade edile gelmiştir. Tasavvufî bilginin bir
yönüne işâret eden bütün bu kavramlardan, özellikle “zevk” ifadesi,
keşfî bilginin, aklî bir kavrama ameliyesinden çok, doğrudan yaşanan bir iç
idrak hali olan vasıtasız bir tecrübeye ve idrak şekline işâret etmektedir.[489]
Bizi, bir taraftan Hakk’ın varlığı, ya da sıfatları konusunda birtakım
cüzî bilgilere ulaştırmada bir yol olan çıkarımsal düşünce diğer taraftan
doğrudan idrakin, müşâhedenin engelidir. Bu noktada İbnü’l-Arabî, aklın
idrakinden de bahsederken sıkça vurguladığı gibi, Allah’ı bilmekle, Allah’ın
varlığını bilmek arasındaki ayırımı sürekli korur.[490] Akıl insanı, Allah’ın
varlığının bilgisine sadece selbî olarak[491] götürebilmekteyken,
bizzat Allah’ın bilgisine götürmekten acizdir, bu hususta engel bile sayılır.
Hattâ sem’î deliller bile her ne kadar Hakk’a işâret ve îmâda bulunsalar da,
açıkça O’nu tasvir etmekten uzaktır.[492] Hâl böyle olunca, Hakk’ı
doğrudan tanıma hususunda geriye sadece, halvet, Kur’an tilâveti, zikir, kalbi
arındırma... gibi tasavvuf! yöntemlerle, fikrin verilerinden uzaklaşarak
ulaşılacak bilgi, mârifet kalmaktadır.[493] Fakat, her nasıl
idrak edilirse edilsin, Hakk, Zât’ı îtibârıyla bütün idrak ve sınırlamaların
ötesindedir. Bu îtibârla bilimsel, felsefî, ya da mistik bilgi olsun, Hakk’ın
bizâtihî tam, kesin ve kuşatıcı bir idrakini aslâ sunamaz. Hattâ,
Peygamberlerin dilinden bize aktarılan ilâhî hitap bile, bizim dilimizle ifade
edildiği ve bizim idrak kabiliyetimiz ve seviyemiz doğrultusunda anlaşıldığı
için, Hakk’ın bizâtihî varlığı hakkında tam ve kesin ifadeler olarak
görülmezler. Bu sebeple, ne bir fikir, ne de bir tasavvur ve tahayyül Hakk’ın
bizâtihî bilgisini sunabilmektedir.[494] Böyle olmakla
beraber sûfîler sürekli, tasavvuf! tecrübe sonucu elde edilen bilginin, diğer
idrak seviyelerine göre daha kuşatıcı olduğunu vurgularlar. Hakk’ın bilinebilir
olan vechesinin, tecellîlerinin ancak tasavvufî tecrübeyle elde edilebileceği
üzerinde ısrarla dururlar.
Zâhirî dünyanın bilgisini elde etmeye yarayan metotlara ancak belirli
bir yere kadar önem veren sûfî, Hakk’a doğru yükseldikçe, artık soyut ve mutlak
varlık alanına girdiği için bilgi metodu da değişmiştir. Buradaki bilgi metodu,
felsefî terminolojiyle söyleyecek olursak artık ne sansuel, ne empirik ne de
rasyonel bir hüviyet taşır. Burada, yâni hakikate ulaşmada bundan böyle keşf ve
müşâhede metodu geçerli olacaktır.[495]
Bu tarzda bir bilgiye ulaşmak, esasında bütün bu seyr ü sülûk âdâb ve
esaslarının yerine getirilmesinin yanı sıra, insanın kendini tanımasıyla
mümkündür. Zîrâ Allah’ın, âlemin her bir zerresine yayılmış olan ayetleri,
küçük âlem olan insanda toplu halde bulunmaktadır. Âfâk’ta dağınık halde
bulunan bütün ayetler, kevn-i câmi’ olan insanda (enfüste) toplu olarak
bulunmaktadır. Yaratılış mertebelerinde kuşatıcı mertebe (mertebe-i câmia)
olarak en son zuhûr eden insanla varlık dairesinin bir yarısı (kavs-i nüzûl)
tamamlanmıştır. Diğer yarısı ise, ancak insanın psikolojik ve buna bağlı olarak
da epistemolojik yükselişiyle tamamlanacaktır. Tabir caizse kavs-i nüzul
ontolojik iken, kavs-i urûc psikolojik ya da epistemolojiktir.[496] Aslında
İbnü’l- Arabî’nin düşüncesinde var olan, ya da bilinen her şey, Allah’ın sonsuz
tecellîlerinden başka bir şey değildir. Hakikatte tek mutlak vücûda sâhip olan
Hakk’ın tecellîleri iki farklı şekilde zuhûr etmektedir: Felsefî tâbirlerle
söyleyecek olursak ontolojik ve epistemolojik. Asıl îtibârıyla tek bir hakikat
olduğu için, İbnü’l-Arabi genelde bu iki zuhûru kesin hatlarla bir birinden
ayırmaz. Bu sebeple ontolojisini epistemolojisinden kesin hatlarla ayırmamız
mümkün değildir. Herşeyden önce “vücûd” kelimesi kökü îtibârıyla (v.c.d.)
hem “var olma”, hem de “bulma” anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla “vücûd”,
objektif bir oluşu ifade ettiği kadar subjektif, psikolojik bir tecrübeyi de
ifade etmektedir. Bu sebeple, Hakk’ın varlığını ifade etmek üzere kullanılan “vacibu’l-vücûd”
kavramı, “bulunuşu” yâni farkında oluşu zorunlu olan şeklinde de
yorumlanmaktadır. Allah’ın vücûdu zorunlu olduğu gibi kendini bilmesi de
zorunludur. Varlığı zorunlu olmayan mümkün varlıkların ise kendilerini, ya da
Rabb’lerini bilmeleri zorunlu değildir. Onların bilmeleri, ancak Allah’ın bir
vergisi olarak vücûdun (olmak/bulmak) yokluğa/cehle üstün gelmesiyle
mümkün olur. İşte bu sebeple eşyanın hakikati kendilerine açıldığı ve Allah’ı
hem kendi nefislerinde, hem de kâinâtta buldukları için; vücûdu, hem bulmak hem
de olmak anlamında gerçekleştirdikleri için Allah dostlarına “ehlü’l-keşf
ve’l-vücûd” denilmiştir.[497] Olma ve
bulma, aynı hakikatin iki farklı vechesi olduğu için, tıpkı insanın Hakk’ın “kün:
ol” ezelî hitabını işitmek sûretiyle ontolojik olarak varlık kazanması gibi
vücûdun psikolojik ve epistemolojik tarafını ifade eden “bulma” da Hakk’ın
hitabını, ilhamını içinde hissetmek sûretiyle yaşanan vecd halinde
gerçekleşecektir.[498] Bu hususta
İbnü’l-Arabi’nin şu veciz sözü, bütün bu anlatılanları özetler mahiyettedir: “Kendisinden
vecd, bu vecdden de vücûd kaynaklanmayan her işitme (semâ ’) hakîkî bir işitme
değildir.”[499] İşte vücûdun bilgisi,
doğrudan Hakk’ın bildirmesiyle ve zorunlu olarak, bir kendini idrak etme,
kendini tanıma bilgisi şeklinde gerçekleşmektedir. İnsanın, önce kendini ve
buna bağlı olarak da Rabb’ini tanıması, varlık dairesinin aslında bir birinden
farklı olmayan ikinci yarısını yükselerek katetmekle, varlık tecellîleriyle
gelinen yolu (kavs-i nüzûl: vücûd olmak) tekrar gerisin geriye
psikolojik/epistemolojik (kavs-i urûc: vücûdbulmak) olarak izlemekle
mümkün olacaktır. Bu da her hangi bir karışma ya da katışma hali söz konusu
olmaksızın vahdet[500] haline
ulaşmakla söz konusudur. İşte bu noktada İbnü’l-Arabî, Hakk’ın bilinmesini,
nefsin bilinmesine dayandırır ve sûfîler arasında geleneksel olarak sıkça dile
getirilen “Nefsini tanıyan Rabb’ini tanır”[501]
hadisini zikreder. Hattâ bu hususta İbnü’l-Arabî, Hakk’ın tanınmasının
kendimizi tanımamızdan önce olduğunu iddia eden Gazâlî’yi ve diğer bazı
sûfîleri eleştirir. Çünkü ona göre, tanıma ameliyesi bir yerden, belirli bir
noktadan başlamalı, önce bir öz tanınmalı ki daha sonra mutlak olan Hakk
tanınsın. İbnü’l-Arabî, “eşyâ her hâlükârda Allah’la irtibatlıdır, O ise her
hâlükârda eşya ile irtibatlı değildir”[502] demek sûretiyle bu husustaki
görüşünü destekler. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî, Allah’ın Kadîm bir Zât olarak
tanınması ile bir İlah olarak, ulûhiyet sıfatlarıyla tanınması arasında ayırıma
gider ve Hakk’ın yegâne “Vâcibu’l-Vücûd” olarak tanınması ve bunun önceliği
noktasında insaf sahibi hiçbir kimsenin itirazda bulunamayacağını, fakat
Allah’ın âleme Rabb olarak tanınması söz konusu olduğunda ise bunun ancak,
âlemin tanınmasından sonra gerçekleşebileceğini vurgular. Bu îtibârla da Hz
Peygamberin “Nefsini tanıyan Rabb ’ini tanır” dediğini, bunun tam
tersini söylemediğini kaydeder.[503] Bu noktada
İbnü’l-Arabî, mezkûr hadisin yorumu çerçevesinde Hakk Teâlâ’yı, her hangi bir
tezâhürün söz konusu olmadığı mutlak Zât mertebesinde bilmenin imkânsızlığını
vurgular. Bu sebeple kendi nefsimizin derinliklerine inerek O’nu, bu özel
sûrette izhar ettiği şekliyle idrak edebilmekteyiz. Bizim, kendimiz dışındaki
hâricî bir varlığa nüfûz ederek bunlardaki ilâhî tecellîyi yaşamamız mümkün
değildir. Biz, ancak kendi bilincimizle kendi nefsimize nüfûz edebilir ve
buradaki tecellîyi yaşayıp tadabiliriz. Bu anlamda nefsimizi bilmek Rabb’imizi
bilmenin ilk adımı sayılır. İşte kendi nefsindeki tecellîlerin sadece, sonsuz
ilâhî tecellînin büründüğü bir sûret olduğunun farkına varan kimse, daha ileri
gidebilir ve kâinâtın her yerinde (her bir îtikâtta) zuhûr eden ilâhî
tecellîlerin sırrına dalabilir.[504]
Esasında, Hakk’ın bilinmesi daha önce de vurgulandığı gibi Zât
mertebesinde olmayıp sıfatlar mertebesindedir ve her bir bireyin kendi yeteneği
ve kapasitesi doğrultusundadır. Zîrâ İbnü'l-Arabî’ye göre, Hakk'ın
tecellîlerinin sonsuzluğu ve aslâ tekrarlanmayı şı sebebiyle, her bir insanda
ve hattâ her bir varlıkta ortaya çıkan tecellî bir birinin aynı değildir. Hattâ
aynı insanda farklı zamanlarda zuhûr eden tecellî de bir birinin aynı değildir.[505] Bu sebeple
Allah hakkındaki hiçbir idrak nihâî değildir ve O’nun hakkında bir sınırlama ya
da belirlemeyi gerektirmez. Dolayısıyla her bir insan, kalbinde bulduğu
tecellîyi idrak eder ve ona inanır. Kendi imkân sınırlarını aşan ve Hakk’ın
sıfatlarıyla sıfatlanan ârifin kalbi ise, bu hakikati bildiği için Hakk’ın
bütün tecellîlerini ve buna bağlı olarak da her bir inancın sûretini kabul
eder.[506]
Aslında tasavvufî gelenekte ilim, gerçek anlamda bütünüyle Allah’a izafe
edilmektedir. Bütün mahlûkât Allah’ın sonsuz sıfatlarının bir tecellîsi
olduğundan, insanın bilme özelliği de Hakk Teâlâ’nın alîm sıfatının farklı
şekillerde tecellîsinden ibârettir. Bu anlayış sayesinde, tıpkı varlık
konusunda olduğu gibi mârifet konusunda da bütün çelişkiler ve ayrılıklar nihâî
noktada ortadan kaldırılmış olur. Bu noktada bilen (suje)-bilinen (obje)
ikiliği ortadan kalkar ve sûfîlerin mutlak tevhid dediği bir şuur hali ortaya
çıkar. Tevhid gerçek ve fiili olarak yaşanır. Bilen, bilinen ve bilgi ayırımı
ortadan kalkar, mutlak birlik ve yalınlığı içerisinde Zât’ı bilen yine Zât’dan
başkası değildir.[507] Çünkü
İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle, yakıcı Subbûhî tecellîler zuhûr ettiğinde, Celâl
tecellîsi müşâhede edilirken mahlûkât kendi vücûduyla değil, ancak O’nun
Vücûduyla sabit olabilir.[508] Bu sebeple
Allah’ı, kalbine tecellî ettiği oranda bilen sûfînin O’nu bilmesi, müşâhede
etmesi veya O’nunla vuslatı aynı şeydir. Başka bir ifadeyle bütün bunlar aynı
hakikatin farklı tabirleridir.[509]
Allah’ın bilinmesi, sıradan şeyleri bilmemizden oldukça farklıdır. Bu
farklı bilgi az önce de vurgulandığı üzere, sadece “birlik” hâli diye
adlandırılan hâl üzerinde temellenir. Bilen ve bilinen, ne kadar çok bir birine
karışıp kaybolursa, bilgi o denli engin ve aydınlık olur. Fakat bu kez de
tanımlanmaya daha az elverişli bir durum arz eder.[510] Tasavvufî bilgide suje-obje
ilişkisi, kavramsal bilgideki ilişkiye benzememektedir. Allah’ı, bilen insan
karşısında hareketsiz olarak bilinmeyi, akledilmeyi ya da tecrübe edilmeyi
bekleyen bir nesne olarak düşünmemiz mümkün değildir. O, bilme sürecinin
yasalarına boyun eğen pasif bir obje değil, aksine, idraki sağlayan nûru veren
ve mârifeti bildirendir.[511] Öyleyse
Allah’ı tanıma, sıradan nesneleri bilmenin hilâfına ancak O’na yükselerek,
O’nun vasıflarıyla vasıflanarak, O’na benzeyerek gerçekleşir. Allah’a
yükselebilmek içinse gerçekte asıl tabiatımızı oluşturan, fakat başka şeylere
yönelmekten dolayı bizzat kendi ilgisizliğimiz içerisinde farkına varamadığımız
ilâhî unsurla aynîleşmekle mümkün olacaktır.[512] Tabiî ölüm
hadisesinde olduğu gibi vücûdî olmayıp psikolojik/mârifî olan bu tedrîcî
yükseliş ve maddeden soyutlanma sayesinde insan, maddeye taalluk eden bayağı ve
aşağı alâkalarından uzaklaşmış olarak, “ahsen-i takvîm” (Tîn 95/4-5)
üzere, Hakk’ı tanımaya çalışır.[513] Aslında
tasavvufî tecrübe, başlı başına bir bütünlük olarak görünmektedir ve bu
bütünlüğün mahiyetini kavramak da oldukça zordur, tahlil edilemez. Bu tecrübe
anında, fikir her ne kadar canlı ve zengin olursa olsun asgarî seviyeye inmekte
ve böyle bir analiz imkânsız hale gelmektedir. Fakat tasavvufî tecrübenin
alelâde rasyonel bilinçten farkı, normal şuurla ilgisizlik anlamına gelmez.
Çünkü her iki durumda da bize hakim olan şey, Mutlak Realitedir. Sıradan bilinç,
insanın pragmatik ihtiyaçları ve çevreyle adaptasyonunu sağlamak için bu
realiteyi parçalı ve cüz‘î olarak algılar. Tasavvufî hâl ise, suje-obje ayırımı
da dahil bütün zıtlıkların ortadan kalktığı tahlili imkânsız bir birlik halinde
Mutlak Realitenin küllî yanıyla temasa geçmemizi sağlar.[514] Bu halde iken bilen, bilinen
ve bilgi bir bütündür ve bu da bilgi melekelerinin aynı amaca yönelik olarak
organizeli bir şekilde çalışmasıyla gerçekleşmektedir.[515] Esasında İbnü’l-Arabî’ye
göre, bilgi melekeleri birdir ve aynı bilgiye ulaştırır. Tek bir idrak nuru
vardır ve bu nur, duyumlanabilir şeylere nispetle duyum, kavramlara nispetle
akıl, keşfî bilgiye nispetle de kalp adını alır. Hem duyumlar hem de zihin,
idrak edici karakterlerini, İbnü’l-Arabî’nin kimi zaman ruh, kalp ve
kimi zaman da aynü’l-basiret dediği bu nura borçludurlar.[516] İşte biz,
hakikat îtibârıyla bu “nur” ile düşünür, hisseder, işitir, görür, hatırlar ve
farklı imajları idrak eder, düzene sokarız.[517] İnsanın idrak edici latîf
gerçekliği (el-latîfetü’l- insâniyye) farklı şekillerde idrak eder. Bu
latîfe, tefekkür yoluyla idrak ettiği zaman “akıl”, doğrudan Allah’ın
bildirmesiyle idrak ettiği zaman ise “kalp” adını alır. İnsanın bu idrak edici
latîfesi, her nasıl ve her ne vasıtasıyla bilirse bilsin, bilen suje tekdir.
“Kalp” ya da “akıl” vasıtasıyla bilinen iki farklı varlık, iki farklı mahiyet
de yoktur. Sadece bilme şekillerinde belirgin bir ayırım söz konusudur. Akıl,
sınırlayarak, zapt edip bağlayarak (a.k.l.)[518]
idrak etmeye çalışırken kalp, her hangi bir sınırlamaya gitmeksizin sürekli
değişerek (k.l.b.) Hakk’ın aslâ tekrar etmeyen tecellîlerini yakalamaya
çalışır.[519] Bu sebeple
tasavvufî bilgi anlayışında duyu ile tecrübe, tecrübe ile akıl arasında bir
rekabet ve mücâdele değil bir konsensüs ve dayanışma vardır. Bunlar aynı
zamanda iç tecrübe ile de dayanışma içindedirler. Bu melekeler ve bunların
ürünü bilgiler, bir birinden kesin hatlarla ayrılmış değişik varlık sferlerini
göstermezler.[520]
İbnü’l-Arâbî’nin varlık anlayışında olduğu gibi mârifet anlayışında da bütün
zıtlık ve çokluklar ortadan kaldırılarak idrak tek bir nura ircâ edilmiştir. Bu
sebeple, tasavvufî bilgide keşf ve mârifete vurgu yapılırken, diğer bilgi
yetileri mutlak olarak reddedilmez. Bütün yetiler, birbiriyle bütünlük
oluşturacak şekilde daha yüksek seviyelere yönlendirilir. Bu doğrultuda mesela,
hayâl sadece somut sûretlere takılıp kalmaz, daha latîf sûretlere yönelir. Yine
akıl, sadece fikir yetisine ve katı mantık kurallarına bağlı bilgiyle yetinmez,
aydınlanmayı ve daha kuşatıcı bilgileri kabule yönelir. Demek oluyor ki,
tasavvufî bilgi, insan melekelerinden her birinin ürettiği çeşit çeşit, parçalı
bilgileri organizeli bir bütün halinde yeniden yorumlamakta ve onlara metafizik
boyutlar kazandırmaktadır. Tasavvufî bilginin küllî yapısı içinde duyum,
tecrübe ve aklın bilgisinden söz edebilmekteyiz. Bu bilgi vasıtalarının her
biri, kaynak ve değeri açısından en asgari düzeyde kabul edilir; yadırganıp
inkar edilmediği gibi bunların mârifetle çatışması da düşünülemez. Çünkü hepsi
bir birini destekler. İşte bu müştereklik, tasavvufî eylem ve uygulamaların da
sâikiyle suje-obje bütünlüğünü de peşinden getirir ve ortaya yekpâre bir bilgi
türü çıkar. İşte bu tasavvufî bilgidir.[521] Kısacası ister nur, kalp/kalp
gözü ya da nefs-i nâtıka diyelim, isterse yalınlaşmış yekpâre bilinç diyelim
kastedilen hep aynı şeydir: İnsanın idrak edici yönü, cevheri. Sûfîlere göre
insan, işte bu cevherle düşünür, hisseder, işitir, görür, imajlar edinir ve
ezberler.[522]
Sûfiyâne tecrübe esnasında “vahdet” hali o kadar kuvvetli bir şekilde
hissedilir ki, daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğimiz gibi artık sûfî,
kendi lisanıyla değil, Hakk’ın lisanıyla konuşmaya başlar. Bu hal, sadece
üstünkörü bir karşılaşma olmayıp, kulun ferdiyyetinin bütün izlerini yok eder.
Bu, sûfînin kâinâtın her zerresine nüfûz eden tevhidin şuuruna ulaşmasıdır. Bu
birlik hali ulûhiyyete iştirak etmek değil, kendi sahte benlik bağından
kurtularak saflaştırılması ve böylece, Bir ve Sonsuz Varlık’ta yeniden olmak
anlamına gelir.[523] İşte
insanın benliğinin bu şekilde saflaşması zâhirî varlıktan bâtınî varlığa
geçişin bir ifadesi olduğu gibi zâhirî bilgiden bâtınî bilgiye (mârifet)
de geçişi ifade etmektedir.[524] Kısacası
mârifetin nihâî noktası, bilen-bilinen birliğinin (vahdetü ’l-ârif ve ’l-ma
’ruf) zevkî olarak idrak edilmesidir. Madem ki varlıkta O’ndan başkası
yoktur; O’ndan başka fail de yoktur öyleyse bilen de, bilinen de O’dur. İşte
sûfîlere göre gerçek bilgi, mârifet, Hakk’ın kendi kendisini
bilmesi/bildirmesidir. Bu sebeple himmet sahibi olan sûfî, gerçek mârifeti,
sahih ilmi sadece Allah’tan alır, başka şeylere muhtaç olan, yaratılmış olan
vasıtalara ihtiyaç duyan cüzî idrak yetileriyle yetinmez. Çünkü gerçek ilim,
Allah’ın dilediği kullarının kalbine attığı ilâhî bir nurdur.[525]
Burada hemen şunu da vurgulamakta fayda var ki, fenâ, ittihad, mutlak
tevhid hali, obje-suje bütünlüğü...vs. kullanılan bütün bu kavramlar,
yaşanılan tecrübeye îmâda ve işârette bulunan birer kelimeden öteye gitmezler.
Yaşanılan hal, bu hali tavsif etmede kullanılan kelime ve kavramların
ötesindedir. Literal olarak kelime ve kavramlardan hareket ettiğimiz zaman hem
felsefî hem teolojik hem de epistemolojik bazı problemlerle karşılaşmamız
kaçınılmaz olacaktır. Özellikle tarihte bu konuda teolojik şiddetli
tartışmaların olduğu, hattâ bu tartışmaların, sûfîlerin zındıklık
suçlamalarıyla ve nihâyet katledilmeleriyle sonuçlandığını düşündüğümüzde bu
problemin ne kadar önemli, bir o kadar da hassas olduğunu görürüz. Bu soruna,
yaşanılan halin ifade edilmesi ve kullanılan lafızların bu hale delâleti
konusuna, tezimizin diğer bölümlerinde değinmeye çalışacağız.
Her hâlükârda insan için bilgi, bir tabî olmadır ve bir taklitten öteye
gitmemektedir. Öyleyse insan için iki seçenek vardır. Ya duyularını ve aklını
taklit edecek ya da Allah’ı. Birincisinde bilgisi tesâdüfîdir, burada doğruluk
ancak bir tür ittifaka dayanır. Oysa ikincisinde bilgi kesindir, kesinlik ifade
eder. Şu halde Allah’ı tanıma noktasında takınılacak en akıllıca tavır,
Allah’ın peygamberlerinin diliyle bizzat kendisi hakkında haber verdiği şeylere
tabî olup onları takip etmektir. Eşyayı tanıma noktasında ise, bunların
hakikati duyumların ve aklın aracılığıyla tanınamayacağına göre, insanın
görmesi ve işitmesi Hakk oluncaya kadar O’na itaat etmesi ve ibadet etmesi
gerekir. Böylece bütün işler Allah’la bilinir. Allah da ancak zorunlu olarak
Kendisiyle, Kendisinin bildirmesiyle bilinir.[526] İbnü’l-Arabî, bu şekildeki
bir mârifetin yanılgıdan uzak olabilmesini bizzat mutlak bilen olan Hakk’ın
insanın yetileri olmasına, dolayısıyla mutlak otoriteye sığınmaya ve kişinin
kendisini tanımasına bağlamaktadır. Bu sebeple mârifet, seyr u sülûk âdâbını
sabırla ve titiz bir şekilde yerine getirmesi, kişinin derûnundaki âyetlere
dönüp nefs bilgisini, kendini tanımayı gerçekleştirmesi ve nihâyet Hakk
Teâlâ’nın, mânen yükselen bu insanın “işitmesi” ve “görmesi” olması hasebiyle
hakikati, Hakk Teâlâ ile tanıması anlamına gelecektir.[527] Hakk’ın, insanın yetileri
olması ise ancak, insanın sonradan edindiği bir takım yanlış anlayış ve
şartlanmışlıklardan kurtulup, her bir yetinin kendi doğal ve cüz‘î işleyişinin
sınırlarını zorlayarak inkişâf etmesiyle mümkün olacaktır. Duyumlarda olduğu
gibi diğer bütün yetiler, tahayyül, tasavvur, ya da hafıza, maddî sûretler
yerine tekâmül eden sûfînin kalbinin hizmetine verilirse, gerçek bilgiye
ulaşmada engelleri ve prangaları üzerlerinden atabilirler. Sanki bu yetenekler
bizzat değişmiştir, insanın rûhânî tekâmülüne paralel olarak gelişmiş, inkişâf
etmişlerdir. Ya da kalbin hizmetine giren bu yetiler, riyazât, mücâhede ve
nihâî olarak da sûfînin himmet’i vasıtasıyla bir âlemden başka bir âleme
yönelmişlerdir. Artık tasavvur gücü, duyumlara dayalı olarak elde ettiği
sınırlı şeyleri değil, duyumlardan elde edilmeyen görünmeyen mânâları da
tasavvur edebilir.[528] Daha sonra
açıklamaya çalışacağımız gibi tahayyül daha latîf sûretlere yönelebilir. Yine
hafızanın mekanik işleyişi de artık dayanıksız, geçici ve zayıf değil, maddî ve
geçici etkilerden kurtulmuş canlı imajları tutacak derecede inkişâf etmiştir.[529] Akıl, artık
düşünme yetisinin farklı bir çok vasıtaya dayanan ve hatâdan sâlim olmayan
verilerine değil, arındırılmış kalbe yansıyan ilâhî tecellîlere yönelir,
idraklerini doğrudan oradan alır.[530] İşte bu şekilde, kendi
mekanik işleyişleri içerisinde akla idrak verileri sunan bütün yetenekler,
sûfînin mânevî tekâmülüne ve bütün yetilerini tek bir noktaya, nihâî hedefe
yoğunlaştırmasına paralel olarak inkişâf ederler. Her bir yetinin mekanizmi de,
bilginin “obje”sine intibak sağlayacak derecede inkişâf eder. Bilginin objesinin
her değişimi bizim bilgi vasıtalarımızın değişimini de gerekli kılar. İşte bu
noktada İbnü’l-Arabî bilgi vasıtalarımızın merkezine kalbi yerleştirir.
İbnü’l-Arabi’ye göre, kalp ile; daha önce maddî, geçici ve cüzî sûretlere
yönelmiş olan ve akla mekanik veriler sunan yetiler, fikir yetisi hariç (tahayyül,
tasavvur, hafıza, duyum), âdetâ yeniden inşâ ve inkişâf ettirilerek,
olağanüstü yeni bir bilgi için bir birleriyle uyumlu bir şekilde seferber
edilir. Çünkü fikir yetisi kendi işleyiş tarzı içerisinde kendi delilleriyle
iddiaları tekzip edip çürütmeye devam etmektedir. Mârifete ulaşma noktasında
insanın fikir hariç bütün yetilerinin inkişâfının temel tek bir sebebi vardır:
Genellikle sûfîlerin vurguladığı üzere, ulûhuyyete taalluk eden ilimler ve mârifetullah,
insanın kespetemesi anlamında elde edilemez.[531] Fikir pasif bir idrak
vasıtası olmadığı ve diğer bütün bilgi vasıtalarını kullanıp kontrol edebildiği
için insanın sâhip olduğu en kuvvetli bilgi vasıtasıdır. Bu yönüyle de fikir,
insanın en büyük imtihan vesilesi olmuştur; başka hiçbir varlık bu imtihanla
sınanmamı ştır.[532] “İlâhî
sûrette” yaratıldığı için sadece insana mahsus olan bu yetiyi İbnü’l-Arabî,
Hakk Teâlâ’nın “...işi düzenleme (tedbîr), âyetleri açıklama (tafsîl)”
(Ra’d 13/2) şeklindeki ilâhî hakikati mertebesinde görür. Öyle ki bu husûsiyet
diğer mahlûkât şöyle dursun akl-ı küllî ve nefs-i küllî’de bile
yoktur. İşte insan, diğer bütün mahlûkâtın hilafına bu yetisiyle bazı ilimleri
iktisap edebilir.[533] Bu sebeple
fikir yetisi, İbnü’l-Arabi’ye göre diğer yetiler gibi inkişâf ederek kalbin bir
idrak yeteneği haline dönüşmez, yeni bilgiyi (mârifet) idrak etme
noktasında yüksek bir mertebeye çıkmaz. Ayrıntılı bir şekilde tahlil ettiğimiz
zaman, diğer dört algı yetisi (hafıza, tasavvur, tahayyül, duyum),
keşfetme ve bilgi üretme aktivitesinden ziyade alıcı, kabul edici anlamında
cüz‘î bir mekanik işleyişe sâhiptir. Halbuki fikir, kendi işleyişi ve kendi
alanı içerisinde bilgi üretme aktivitesine sâhiptir. Bu îtibârla şayet fikir
yetisi, diğer dört yetiyle birlikte inkişâf etmiş olsaydı, kesinlikle bu
yetileri kontrolü altına alacak ve onları kendi mantıkî düzeni ve zorunlu
kurallarına bağlayacaktı. Bu sebeple bütün algı yetilerini mârifete yönelme
noktasında harekete geçirecek, fikir yetisine alternatif bir yetinin olması
gerekmektedir. İbnü’l-Arabi, kendi alanı ve işleyişi içerisinde bilgi üreten
fikir yetisi yerine daha çok alıcı konumda olan fehm (anlayış) kavramını
kullanır. İşte mârifete ulaşma noktasında, en yüksek derecede inkişâf etmiş
hallerinde, bütün algı melekelerini yönlendirip harekete geçirme işi fikre
değil, fehm’e verilmiştir. Çünkü fehm (anlayış), müktesep bir akıl
olmaktan çok ilâhî bir ihsân, ilâhî bir fetihdir. Sûfî bu anlayışı, nasıl zuhûr
ettiğinin farkında olmaksızın bir anda kalbinde buluverir. Bu sebeple eğer,
bilginin alanını fikrin hatâlarından temizlersek, kalbi her an farklı
kanallardan gelen karışık fikirlerden arındırırsak ve kendimizi gerçek mârifete
adarsak bize “fehm” bahşedilir ve nasıl zuhûr ettiğinin farkında olmaksızın
ilâhî bilgi bize ilham edilir.[534] Bu şekilde
idrak yetileri, insan bilgisini çevreleyen fikir yetisinin zincirlerinden
kurtulur. Mârifetullah ise insanda, fikir kanalıyla müktesep olarak değil,
Allah (cc.)’ın bahşettiği keskin bir anlayış vasıtasıyla elde edilir.
Her ne kadar insanın tekâmül süreciyle mârifetin elde edilmesi paralel
bir görünüm arz etse de sûfiyâne yolda mârifet, aşılan her bir mertebeye
zorunlu bir şekilde bağlı olarak üst üste yığılan mekanik bir görünüm arz etmez.
Yine tasavvufî tecrübeye ve seyr ü sülûka nispetle mârifet, mantıktaki
öncüllere nispetle ulaşılan sonuçlar gibi de değildir. Zîrâ mârifet nihâî
noktada kesbî değil ilhama ve mevhibei ilâhiyyeye dayalıdır.[535] Kısacası
genelde sûfîler özelde İbnü’l-Arabî, nihâî kaygıları ve gerçek bilgiye ulaşma
noktasında Allah tarafından bilgilendirilmeyi, yâni mânevî açılımı esas
almışlardır. En basit düzeydeki eşyanın bilgisinden, Hakk’ın bilgisine kadar en
kapsamlı ve kuşatıcı bilgiyi ancak bu tür mânevî açılımlar vermektedir. Seyr ü
sülûk esaslarının fonksiyonu ise sâlikin ruhunun ve kalbinin, ta’lim ya da
kitapların tedrisiyle elde edilmesi mümkün olmayan ilhama dayalı keşfî mârifete
uygun, onu taşıyabilecek bir mahal olarak hazırlanmasından ibârettir.[536] Mârifet, tasavvufî
yolun gâyesi ve hedefidir. Fakat sâlik, bu hedefe bazen ulaşamayabilir. Çünkü
vusûl, Allah’ın dilediğine bahşettiği bir mevhibedir, kesbî olarak ulaşılamaz.[537] Tasavvufî
yolun âdâb ve esasları kesin bir şekilde mârifete götürmese de mârifetin hâsıl
olması, arınma ve temizlenme yolunun katedilmesini zorunlu olarak gerektirir.
Zîrâ idrakin saflığı ve aydınlanmanın kuvveti, maddî ilgi ve arzulardan
soyutlanmaya ve maddî hisler ve bunların meşguliyetlerine mukavemet oranında
gerçekleşir. İşte bu sebeple, mârifetin parıltılarını elde etmek için sâlikin,
sûfiyâne mücâhedeye ve mücâdeleye, yolun esaslarına tabi olması gerekmektedir.[538]
Diğer sûfîler gibi İbnü’l-Arabî de tasavvufî bilginin, hakikatin en üst
basamağını oluşturduğunu sürekli vurgular. Ayrıca mârifetin de farklı
derecelerinden bahsederek en üst seviyesine işâret eder. Bu hususta
İbnü’l-Arabî şöyle der: İlmi kendi nefsinden değil de Allah’tan alan kimsenin
sözü nasıl son bulur? İbnü’l-Arabî’nin bu ifadesi, sûfîlerin çok eser vermeleri
şeklinde yorumlanabileceği gibi, sözlerinin farklı anlam seviyeleri bulunduğu,
dolayısıyla sürekli yorumlanabileceği, değişik anlamlar çıkarılabileceği
şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim öyle olmuştur; hemen hemen en velûd ilim
adamları sûfîler arasından çıktığı gibi sûfîlerce, hayli vecîz ve sembolik
tarzda kaleme alınan eserler, sürekli şerh edilip yorumlanmaktadır. “Falan bana
filândan nakletti” diyen kimse ile “kalbim bana Rabb’imden nakletti” diyen
kimse arasında ne kadar fark vardır. Yine derecesi çok yüksek olsa bile, ilmini
kalbinden alan bu kimse ile de “Rabb’im bana Rabb’imden, yâni bizzat kendisi
kendisinden nakletti” diyen kimse arasında da çok fark vardır.[539]
İbnü’l-Arabî, müşâhede ehlini, en üst mertebeye yerleştirir.
Şeyhü’l-Ekber’e göre, nasıl ki, Allah (cc.) bütün yönlerden bilinemez, Zât’ı
müşâhede eden bu kimselerin de meşrep ve mezhebleri tam olarak anlaşılamaz.[540]
Kavramsal bilgi, maddî âlemin bilinmesini ifade eden zâhirî (egzoterik)
bilgidir. Mârifet ise bâtınî (esoterik) bilgi olup, ilâhî âlemi bilmeyi
hedefler. Sûfî’nin nihâî amacı mârifetullaha ulaşmak olsa da, tıpkı diğer
insanlar gibi sûfî de fizîkî dünya içerisinde yaşamaktadır ve bu fizîkî dünyayı
idrak etmektedir. Fakat fiziki düzlemde de onun asıl amacı kâinâtın
görüntüsünden çok, gerçek anlamına, hakikatine ulaşmaktır. Bu doğrultuda sûfî,
bilme faaliyetini, eşyâdan aldığı zâhirî duyumlar seviyesinde bırakmaz,
sürdürür. Sûfînin saflaşmış benliği, eşyayı ve hakikatini idrak eder ve onun
artık Mutlak Varlıkla ilişkisi oranında bir gerçekliği olduğunu bilir.[541] Kısacası,
mârifete dönüşmeden kendi alan ve şartları içinde sıkışan kavramsal bilgi,
eşyânın hakikatini verecek olgunluğa sâhip değildir.
Her bilginin kendine mahsus bir alanı vardır. Tasavvufî bilgi de, bir
bütün olarak ele alındığında her bir bilgi kaynağına ancak kendi prensiplerinin
geçerli olabileceği alanlar tahsis edilmektedir. Tasavvufî bilgi; ileriye, daha
soyuta, daha mutlağa doğru sürekli bir ilerleyiştir.[542] Bu ilerleyiş, tasavvufî
tecrübe temelinde bütün idrak yetilerinin tek ve mutlak bir hedefe doğru
organizeli ve bütünleyici tarzda yönelişiyle mümkün olur. Modern psikoloji de,
insan nefsinin etkinliklerinin bir birinden bağımsız ve tek tek işlediği
görüşünü reddeder. Nefsî tezâhürler bölünmeyen bir benliğin ifadesidir.[543] Yoksa
tasavvufî bilgide her hangi bir idrak kabiliyetinin mutlak olarak inkarı söz
konusu olmadığı gibi, sıradan bilgi kabiliyetleriyle yetinme de söz konusu
değildir. Sûfîyi nihâî hedefine ulaştıran şey bu bütünlük içerisindeki ahlâki-
epistemik mücâdelesidir. Sûfîlerce temellendirilen ve kesin bir bilme şekli
olarak ortaya konulan mârifet teorisi, en genel tâbiriyle zâhir ulemâsınca ya
da tasavvuf karşıtı bazı akımlarca[544] kabullenilmiş değildir.
Özellikle, Kur’an’da dikkatli bir akıl yürütmeye ters düşecek bir şey
olmadığını ispata kalkışan[545] ve
akılcılığını, dînî hakikatin keşfinde, akılla vahyin eşit düzeyde olduğunu
iddia edecek kadar ileri götüren[546] Mu’tezile mezhebi,
mârifetullah konusunda sûfîlerle hem fikir değildir. Zîrâ Mu’tezîlî âlimlere
göre mârifetullah ancak aklın huccetiyle elde edilebilir.[547] Diğer taraftan
Zâhiriyye mezhebine mensup âlimler de Kur’an’ın yorumlanması meselesinde olduğu
gibi, mârifet konusunda da sûfîlerle aynı fikirde değildirler. Mesela,
mutasavvıfların sözlerinde zâhirî delâleti bakımından bir çok ihtilaf ve
çelişki olduğu görüşünde olan İbn Hazm, ilham aldıklarını ileri süren
sûfîlerin, iddia ettikleri şey üzere ittifak edemediklerini söyler. Bu sebeple
de sûfîlerin bu iddialarının delilsiz ve yalan bir iddia olduğunu ileri sürer.[548]
Sûfîler aslında sözlerinde bazı farklılıkların ve zıtlıkların
bulunduğunu inkâr etmezler. Fakat bunun sebebini kendi sistemleri doğrultusunda
açıklamaya çalışırlar. Şöyle ki; onlar her hangi bir sonu ve sınırı olmayan bir
mârifetten ve bunun sınırsız bir zevkle idrakinden bahsettiklerini ileri
sürerler. Yine bu tecrübe ferdî ve şahsî bir tecrübe olduğu için herkes kendi
imkân ve kabiliyetine göre bir hâl yaşar ve hakikatin bir veçhesini idrak eder.
Diğer taraftan sûfîler, sözlerindeki bu farklılıkları tasavvufî tecrübeleri
boyunca yaşadıkları haller ve geçtikleri makamlara ircâ etmişlerdir. Sûfînin
rûhânî şeyrinde izlediği yol, ferdî ve şahsî yoldur. Bu sebeple her sûfî, bu
mânevî yolda diğer sûfîlerden farklı olarak kendi şahsî tecrübesini yaşar. Bu
sebeple de haller, makamlar hattâ tasavvufun tanımı noktasında her bir sûfî
farklı görüşler ileri sürer.[549] Hattâ tek
bir sûfî, yaşadığı farklı hallere ve bulunduğu farklı makamlara göre aynı
konuda farklı sözler söyleyebilmektedir. Bütün bu farklılıklar hakikatin birer
veçhesidirler. Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre Hakk’ın tecellîleri sonsuzdur ve aslâ
tekrar etmez. Her bir şahısta farklı tecellîler zuhûr eder, tecellî aynı
şahısta farklı zamanlarda da tekrar etmez.[550] Bu, Hakk’ın sonsuzluğunun (ittisa’-ı
ilâhî) ve kuşatılamazlığının bir göstergesidir. Bütün bu farklılıkların
zıtlıklar şeklinde olması da Şeyh’in öğretisine göre normaldir. Çünkü Hakk, “O,
ilktir, Sondur, Zâhirdir ve Bâtındır.” (Hadîd 57/3) olması îtibârıyla camiu’l-ezdâddır.
İbnü’l-Arabî’ye göre her ne kadar Hakk zâtı îtibârıyla tek ise de O’nun bize
yönelik bir çok veçhesi vardır. O’nun bizdeki Rabb olması îtîbarıyla hükmü ile
Müheymin olması îtibârıyla hükmü bir değildir. Tüm sıfatlar için bu durum
geçerlidir. Dolayısıyla her bir sıfat Zâta delâleti bakımından tek ve aynı,
tecellî edip hükümlerini icrâ ettikleri yerler bakımından farklı ve çoktur.[551] Sûfîlerin
bilgisi ma’lûl olma ihtimali her zaman için geçerli olan muhtelif vasıtalara
dayalı kesbî ilim olmaktan ziyâde, Allah katından doğrudan verilmiş bir ilim
olduğu için farklı görünüm ve ifadelerine rağmen biriciktir. Derece
farklılıkları olsa da söz konusu olan, aynı zevktir. Bu bilgi saftır,
bozulmamıştır ve her türlü karışım ve etkiden korunmuştur. Peygamberlerin ve
velîlerin ilâhî ilham altında açıkladıkları her şey, Allah hakkında aynı dili
ve aynı zevki taşır. Böyle olduğu için de birbirlerini doğrularlar. Tıpkı
biricik ve saf olan yağmur suyunun yağdığı mekâna göre farklılaşması gibi,
bütün nebî ve velîler de aynı şeyi öğretirler, tek bir bilgi yolundan
bahsederler. Zîrâ bilgileri verilmiştir ve biricik kaynaktan gelmektedir.[552] Kısacası
tasavvufî tecrübe ferdî ve vicdânîdir. Bu derûnî tecrübe doğrultusunda sûfîler
temelde varlık, insan ve ulûhiyyet konularında farklı bakış açılarına sâhip
olmuşlardır. Geleneksel olarak bütün sûfîlerin vurguladıkları gibi yaşanan
haller, mahiyeti îtibârıyla bu halleri ifade etmede kullanılan lafızların ötesindedir.
Dolayısıyla sûfîler ile münekkidlerinin eşyayı algılayış biçimi bütünüyle
farklı olduğu için ve bu münekkidler eleştirilerinde, bizzat tecrübenin
kendisini değil, tecrübeye sadece imâda ve işârette bulunan lafızları esas
aldıkları için, aralarında bu ihtilaflar zuhûr etmektedir.
Bütün bu anlattıklarımız doğrultusunda tasavvufî tecrübeye dayanan keşfî
bilginin bazı husûsiyetlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Her şeyden önce
mârifet, sonradan kazanılmış olmayıp doğuştandır ve bütün mahlûkâtın varlığını
aydınlatan ilâhî feyze aittir. Bu fıtrî bilgi insanda bazı şartlarda; aklen,
kalben ve rûhen tam bir arınmışlık halinde tezâhür eder. Böylece, keşf derken,
İbnü’l-Arabî’nin bütün kastettiği, kuvve halindeki bilginin açılması ve insanın
kalbinde uyumakta olan derûnî bilincin uyanmasıdır.[553] Çünkü insan yaratılışı
îtibârıyla ilâhî emanetlere sâhip bir varlık olduğu için bilgi onun
yaratılışında mündemiçtir ve bilgiyi doğuştan getirir. Bilgi insanda zaten
verilmiş konumdadır, fakat bu potansiyel bilginin açığa çıkmasını engelleyen
unsurların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu ise kalbin arındırılmasını,
ruhun madde ile alâkasını gâyet latîf hale getirerek saflaştırılmasını
gerektirmektedir. Bu yönüyle keşfî bilgi, salt kavramsal ve teorik düzeyde
olmayıp; ahlâkî, amelî, rûhânî ve estetik yönü de bulunan komplike bir olgudur.
Keşfî bilginin estetik yönü, nihâî tahlilde aşk, muhabbet ve iştiyaka
dayanmasındandır. Zîrâ sûfîlere göre, aralarında hiçbir zaman tam bir kopma
olmayan aşk ve bilgi, gerçek değerini saf, latîf ve mutlak “güzellik”te
bulmaktadır.[554] Güzellik
perdelemekten ziyade açığa çıkarır, güzellikte şüphe ve kararsızlık yoktur.
Güzelliğin eşsiz nuru bütün şüphe gölgelerini ve vesveseleri yok eder, bu
sebeple de yakînî bilgiyi verir. Diğer taraftan mutlak güzellik insan ruhundaki
katılığı eritir ve hikmetin meyvesi olan vahdet sırrının zevkini açığa çıkarır.
Bu sebeple kutsalın bilgisi güzellikten ayrılamaz.[555] Bilgi, aşk ve
güzellik arasındaki alâka, sûfîlerce sıkça zikredilen kenz-i mahfî
hadis-i kutsîsinde açıkca zikredilmiştir: “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmeye iştiyâk duydum ve bilineyim diye mahlûkâtı yarattım”.[556] Hadiste zikredildiği
şekliyle “hazine”, tanımı gereği güzelliği barındırır. Hazinede saklı olan
güzellik, Allah’ın mutlak güzelliğidir ve O, bu güzelliğin bilinmesi
iştiyakındadır. Bu sebeple gerçek bilgiye, Hakk’ın bilgisine vâsıl olma eylemi,
tâ baştan bir aşk ve iştiyak hareketidir ve mutlak güzellikle alâkalıdır.[557] Düşünceye
dayalı bilgi, sevgi ya da sevmeye dayalı niteliklerden bağımsız olarak
varolabilmekteyken mânevî bilgilenme yolunda sürekli bir sevgi öğesi bulunur.
Burada bilginin amacı, ben-sen/suje-obje dualitesi içerisinde sıradan ve
vasıtalı bir bilgilenme değil, insanı zevk yoluyla doğrudan bilgilendiren ve
insanın bütün varlığını saran “vuslat”tır.57 Bu sebeple de
hikmet, İbnü’l-Arabî’ye eşsiz beşerî güzellik, sonsuz rûhânî yetkinlik formunda
tecellî eder. Şeyhi Mekînüddin Ebu Şüca’ın kızı Aynu’ş-Şems Nizâm’ın şahsında
tecrübe ettiği eşsiz cemâl tecellîsi, İbnü’l-Arabî’nin hem ilâhî aşkının hem de
kendisine açılan ilâhî sırların en güzel sembolünü oluşturacaktır.[558] [559] Bu sebeple
“güzellik” ve “aşk” temeli üzerinde sırrî bilgilere ulaşan sûfî yine aşkın
diliye konuşur ve her türlü doktrinel diyalektiği bir kenara atar.[560] İyiliğin kötülükten
daha gerçek olması gibi, çirkinlikten daha gerçek ve aslî olan güzellik, insanı
hem zevk hem de idrak bakımından yücelere yükselten önemli bir fenomendir.
Allah’ın sonsuz cemâli şöyle dursun, O’nun bir tecellîsi olarak fânilerde zuhûr
eden, meselâ bir insan yüzünün, bir tabiat manzarasının ve bir sanat eserinin
güzelliği insan ruhunda ömür boyu silinmez izler bırakır ve insan egosunun sert
kabuğunu eritir. İşte bu nedenle güzelliği hep Allah’la olan ilişkisi
içerisinde gören hikmet gözüyle bakıldığında, güzellik, insanı İlâhî Huzur’a
yükselten önemli bir “ibadet” objesi olur.[561] İşte mârifet açısından
güzelliğin değeri, insanı, güzelliğin aslî kaynağına, yâni temel gerçeklik
alanına götürmesinden kaynaklanmaktadır. Güzel sûretler, insanın ne olduğunu,
indiği semâvî ikâmetgâhını ve varlığının derinliklerinde ne gibi bir cevher
taşıdığını hatırlatma yollarıdır. Bu anlamda güzellik, bilgi elde etme
aracıdır. Bu nedenle hikmet yolunun bazı üstâdları, güzel bir melodi veya şiir,
hattâ herhangi bir geleneksel sanat yapıtının insanda bir tefekkür durumunu
tebellür ettireceğini söylemişlerdir. Tabiî ki burada konu olan insan, nefsini
arındırmış, onu mânevî değerlerin güzelliğiyle giydirmiş ve semavî güzelliğin
yansıması olan dünyevî güzelliği takdir etmeye muktedir olan insandır.[562]
Diğer taraftan keşfi bilgi, aklın sınırlarının ötesindedir. Aklın bir
sınırı vardır, onun ötesine aşamaz ve akıl sadece kolay ulaşılabilir az bir
bilgi verir. Halbuki hakikatler ancak Rabbânî keşiflerle zuhûr eder.[563]
İbnü’l-Arabî, aklın da geçerli önermelere sâhip olduğunu ve aydınlanabileceğini
vurgulamakla beraber, onun hükümlerinin cüz‘î ve arızî olduğu söyler. Bu
sebeple akıl, ilâhî bilgiye ulaşamadığı gibi onu yorumlamaya da
kalkışmamalıdır. Dolayısıyla verse verse muhtemel bir bilgi veren nazarî
bilginin tersine, keşf kesin bir bilgi verir. Aklın hedefi, Hakk’ın gölgesi
konumunda görünen şu maddî âlem iken, keşfin nihâî gâyesi bu görünen âlemin
altında yatan hakikatin kendisidir. Bu bilgiyi elde etmenin tek yolu da
hakikatin vasıtasız müşâhedesidir. Sûfî, keşfi bilgisi vasıtasıyla ulûhiyyet
hakkında tam bir bilgi elde eder. Zîrâ akıl, Hakk’ın sadece tenzihi yönünü
tanırken, sûfînin kalbi bilgisini ifade eden keşf, O’nu hem tenzihî hem de
teşbihi yönünü tanır, hakikatin birliği ve çokluğunu aynı anda küllî olarak
idrak eder. Akıl, tek olan Hakk’ın “İlk”, “Son”, “Zâhir”ve “Bâtın” gibi bir
birine zıt veçhelerini idrak edemez.[564] Bu sebeple rasyonel
düşünürler, Allah’ın tenzihen olduğu kadar, tecellîleri îtibârıyla teşbihî
yönünü idrak edemediklerinden Allah hakkında gerçek ve kuşatıcı bilgiye
ulaşamazlar.[565] [566] Sûfî, kalbî
müşadeleriyle ve aktif hayâli vasıtasıyla kâinâtta sonsuz çokluk içerisine ayrı
ayrı saçılmış olan İlâhî kemâli, İlâhî hakikati bir anda, doğrudan bütüncül bir
şekilde .. .. 581
görür.
Keşfi bilgi, riyâzet, halvet, zikir vb. gibi bazı tasavvufî temrinler ve
bunlara bağlı olarak da; ahlâkî erdemlilik, ruhânî tekâmül ve kalbî arınmışlığı
gerektirir. Dolayısıyla, bilgi ile eylem bir birinden ayrı değildir, aksine bir
birinin vazgeçilmez tamamlayıcı unsurlarıdır. Fakat burada riyâzet vb. gibi
amelî usuller, ezelî bilgi ve kemâllerin tezâhürünü engelleyen perdeleri
kaldırmaya yardım eder, keşfî bilgide doğrudan belirleyici bir role sâhip
değillerdir. Mârifet, insan ruhunun derinliklerinde yatmaktadır ve onun
tezâhürünün yegâne belirleyicisi de İlâhî İrâde’dir.[567] Farklı türleri varmış gibi
görünse de tek olan bu keşfi bilgi, aslında Allah (cc.)’ın bilgisiyle aynıdır,
O’nun ezelî bilgisinin bir tecellîsidir. Zîrâ, hiç kimse, vahdet ve fena halini
yaşamadan, Allah, onun “işitme”, “görme” gibi bütün melekeleri haline gelmeden
bu bilgiye ulaşamaz. Kısacası bu keşfi bilgi, Allah’ta ve Allah’la elde
ettiğimiz bir bilgidir.[568] Keşfi
bilginin, tezimiz açısından da önemli olan bir diğer husûsiyeti ise doğrudan
açıklanamaz oluşudur. Keşfî bilgi, duyu idraklerine benzer bir şekilde
vasıtasız bir tecrübe ile doğrudan bilinebilir. Doğuştan kör olan bir kimseye
kırmızı rengin ne anlama geldiği nasıl açıklanamazsa, tasavvufî tecrübeyi
yaşamamış bir kimseye de keşfi bilgi doğrudan aktarılıp izâh edilemez.
Yaşanılan tecrübeyi ve hâsıl olan irfânı tavsif etmenin tek yolu, sûfîlerin
sıkça yaptıkları gibi muğlak ve kompleks ifadeler ve metaforlara baş vurmaktır.[569]
Tasavvufî gelenekte bilginin sadece bir akıl, mantık ve duyumlama işi
olmadığı, bilakis bir sezgi, derûnî bir idrak ve algılama işi olduğu sürekli
vurgulana gelmiştir. Bu tür doğrudan idrakin cereyan ettiği merkez de kalp
olarak belirlenmiştir. İnsanın bu merkezle bilgi elde edebilmesi için ruhî
açıdan bazı tekâmül safhalarını geçirmesi gerekir ki tasavvufta buna genel
olarak tezkiye ya da tasfiye denilmektedir. İnsan duyarlılığının
merkezi olan kalp, aynı zamanda bilme ve ilâhî âlemle insanın bağlantısını kurma
özelliğine sâhiptir. Onun bilmesi, doğrudan doğruya, vasıtasız, kavramsız
bilmedir. Bilenle bilinen arasına hiçbir vasıtanın girmediği ve mârifet denilen
bir bilgi türüdür.[570] Kalp,
duyumlar vasıtasıyla kevnî âleme yönelir. Hayâl hazinesi duyumlar vasıtasıyla
gelen ve ilâhî sûret ve tecellîler arasında bir engel olan bu maddî sûretlerle
dolar. Halvet ve zikir gibi muhtelif tezkiye ve tasfiye usulleriyle nefs bu
maddî alâkalardan arındırılır. Nefs saflaşınca insan ile melekût âlemi arasında
bulunan tabîî perdeler kalkar ve cilalanmış ayna konumunda olan kalbe melekût
âleminin sırları nakşolur. Böylece insan, kalp aynasının saflığı miktarınca
hakikatlere muttalî olur.[571] Her
mütelevvin cismin sûretinin aynaya yansıyan bir misâli olduğu gibi, her malumun
da bir hakikati vardır ve bu hakikat onun sûretidir, işte bu sûretler de kalp
aynasına tab’ olunur.[572] Fakat,
hakikatlerin sûretlerinin kalp aynasında yansıması için bazı şartlar
gerekmektedir. Tıpkı sûretlerin aynada yansımasına engel olan bazı durumlar
olduğu gibi kalp aynasında hakikatlere dair sûretlerin yansımasına engel olan
hususlar da vardır. Aynanın yüzünün cilalanarak parlatılmamış olması, kirli ya
da paslı olması, aynaya sûreti yansıyacak olan cismin aynanın parlak yüzü
karşısında olmaması, cisimle ayna arasında bir perdenin olması, cismin aynanın
görüş açısının dışında olması gibi durumlarda aynada sûret yansımaz. Tıpkı
bunun gibi, kalbin bazı aslî ve fıtrî noksanlıkları, şehevî arzuların sebep
olduğu kötülüklerin kalbin saflığını ve cilasını gidererek kirletmesi, pas
tutturması, kalbin hakikatlere değil de başka, geçici hedeflere yönelmesi,
kalpte taklîdî olarak bazı batıl îtikâtların husule gelmesi ve nihâyet
hakikatlere giden yolları bilmemek, yâni cehalet, kalp aynasına hakiki
sûretlerin aksetmesinde bir engeldir.[573] İşte kalp bu şekilde,
şehvetle ya da maddî dünyânın sebepler bilgisiyle meşgul olup Allah’ın
bilgisiyle ilişiğini keserse paslanır, bu pas da hakîkâtin kalbe yansımasına
engel olur. Zîrâ, Allah (cc.) sürekli tecellî ettiğinden, kalp aynası
saflaştırıldığı sürece bizden gizli kalması düşünülemez. Dolayısıyla başka
şeylere yönelen ve kirlenen kalp, sürekli olan bu tecellîleri göremez ve “pas”,
“örtü”, “kilit”, “körlük”, “kabuk” vs. gibi engellerle nitelendirilir.[574]
Sûfîlere göre mârifetin husûle geldiği yer, akıl değil kalptir. Kalp
aynı zamanda ilâhî sevginin ve ilâhî tecellînin de merkezidir. Aslında sevgi,
rûhânî tekâmül ya da seyr ü sülûk ve tecellî sûfiyâne mârifetin temel
unsurlarıdır. Tekâmül sürecinin her bir aşamasından geçmek sûretiyle kalbin
aynası paslarından temizlenip parlatılır ve mârifeti yansıtacak bir nitelik
kazanır. Aşksız bu yolda her hangi bir mesafe almak mümkün değildir. Nihâyet,
arınan kalbe Hakk’ın tecellîsiyle mârifet hâsıl olur. Sûfîler zaman zaman
mârifeti kalbe, aşkı ruha, tecellîyi de sırra ait görerek tafsil etseler de
gerçekte mârifet, muhabbet ve tecellî aynı hakikatin üç ayrı mazharıdır ve ya
en genel anlamıyla kalp denen mânevî melekenin tezâhürüdür.[575] Tezkiye veya tasfiye yoluyla
kalp, maddî bağlarından ve paslarından temizlendiği zaman, insanı düştüğü şüphe
ve belirsizliklerden kurtaracak, gerçek ve vasıtasız bilgiye götürecek bir
aydınlanma gücüne sâhiptir. Gazâlî’nin (ö. 505/1111) kendi hayat serüveninden
bahsederken söylediği gibi, hissî ve aklî delillere olan güveninin
sarsılmasıyla düştüğü şüpheden, ancak kalbinin aydınlanması sayesinde
kurtulmuştur.[576]
Kalp, genel olarak iki anlamda kullanılmaktadır: 1. Sadece insana has
olmayıp, hayvanlarda da bulunan, göğüs kafesinin sol tarfındaki boşlukta
bulunan konik et parçası. Tabiî ve hayvâni ruhun devamı için gerekli olan
buharı taşır. 2. Rabbânî ve rûhânî bir latîfe olarak insanın idrak eden, bilen
ve kavrayan yeteneği, insanın emaneti yüklenen hakikati.[577] Bu yönüyle kalp, muhâtap
olan, cezalandırılan, kınanan ve sorumlu tutulan rûhânî latîfedir. Bu rûhânî
yetinin, maddî kalbe olan ilintisi, renklerin cisimlere, sıfat ve niteliklerin
mevsûflara, aleti kullananın alete olan ilintisine benzemektedir. Ya da
İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle söylecek olursak, bir benzeri hayvanlarda da
bulunan bu maddî kalp, beden ülkesinde hükümrân olan ruhânî sırrın sarayı
konumundadır. Bu îtibârla da maddî kalbin, asıl idrak edici ve hükümrân olan
rabbâni latîfeye mekân olmaktan başka bir önemi yoktur.[578] Tasavvufî literatürde kalp,
daha çok bu ikinci anlamında; Hakk’ın tecellî ettiği rûhânî latîfe, rûhânî,
kevnî ve tabiî hâl ve husûsiyetler ile Rabbânî tecellî ve vasıfları bir arada
taplayabilen insânî hâkikat ya da hakikati idrak eden yeti anlamında
kullanılmaktadır.[579] İnsanın
idrak edici yönünü ifade eden kalp, maddî âleme ait ve bedene bağlı olan “zekâ”
ile aynı olmayıp, bir bedenle işlevini yerine getirdiği halde varlığı bir
bedene ait olmayan ve her hangi bir şekilde maddî kayıtlarla sınırlanmayan
“Evrensel/Küllî Akıl İlkesi”nin ayrılmaz bir parçasıdır.[580]
Genelde mutasavvıflar özelde İbnü’l-Arabî, kalbin alışılagelmiş
anlamının dışında insânî bir idrak yetisi olduğu yönündeki görüşlerini
Kur’an’dan ayetlerle desteklerler. Mesela; “Şüphesiz ki bunda kalbi olanlar
veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kâf 50/37)
meâlindeki ayette kastedilenin, her kalp sahibi değil, gerçeği idrak eden kalp
sâhipleri olduğu vurgulanmaktadır.[581] İbnü’l-Arabî’ye göre ayette
akıl yerine kalbin zikredilmesi de aklın idrakiyle kalbin idraki arasındaki
farka işâret eder. Çünkü akıl bağdır ve eşyayı tek bir vasfa hasreder,
sınırlandırır. Halbuki hakikat böyle bir tahdidi ve inhisarı kabul etmez. Kalp
ise, sürekli bir halden başka bir hale geçmesinden dolayı her türlü sûretleri
ve sıfatları kabul eder, sınır koymaz. Saflaşmış kalbini sonsuz ve sürekli
değişen tecellîlere bırakan sûfî, ontolojik olarak her an yeni bir yaratılış
üzere olduğu gibi epistemolojik olarak da her an yeni bir ilim üzere olur.
Çünkü Allah’ın sonsuzluğu (ittisa’-ı ilâhî) tecellîlerin aynen
tekrarlanmasına izin vermez, bu îtibârla da Allah (cc.), “Her an yeni bir
iş” (Rahman 55/29) üzere olur. Hakk Teâlâ’nın bu veçhesi de varlıkta her an
“yeni bir yaratılış” (Kâf 50/15), bilgide de her an yeni bir ilim
şeklinde tezâhür eder.[582] Sürekli
değişen kalp, sürekli değişen ilâhî tecellîleri idrak etmek için en uygun bir
melekedir. Zîrâ her kim, bu sonsuz ve biribirinin aynı olmayan tecellîleri,
kalbi ile müşâhede etmezse aklı ile inkâr eder. Çünkü akıl kayd koyar, kalb ise
hiçbir şekilde sınırlandırmaz; tecellîlerin değişmesiyle o da değişir.[583] Dolayısıyla
hiçbir şekilde sınırlandırılamayan, belirli bir ölçü ve kalıp içine sokulamayan
ilâhî tecellîler, ilmî, akıl ve fikir mîzanında tartılamaz. Ancak onu kalp,
kendindeki değişmelerle paralel olarak doğrudan ve kayıt altına sokmaksızın
idrak eder.[584] Kalp,
hakikatlere akıl gibi bir çıkarsama ya da istidlâl yoluyla ulaşmaz. Kalbin
hakikatlerle ilintisi, sûretlerin aynayla olan ilintisi gibidir. Her bir
hakikatin bir sûreti vardır ve eğer kalp bu sûretleri yansıtacak saflığa ve
temizliğe ulaşırsa bu hakikatlerin sûretleri cilâlanmış kalp aynasına yansır.
İlim, Gazâlî’nin vukûfiyetle vurguladığı gibi, hakikatin kalpte husûlünden
değil, kalbe vusûlünden ibârettir. Hakikat zaten mevcuttur, dolayısıyla mâlum
aynıyla kalpte hâsıl olmaz, onun aynı değil bir sûreti kalbe ulaşır. İşte bu
şekilde kalpte “bilinenin hakikatine mutabık bir sûretin oluşması” ilim diye
isimlendirilir.[585] Bu sebeple
İbnü’l- Arabî, hakikat ve mârifet arzusuyla her türlü maddî kayıtlardan
uzaklaşan ve tecrit hayatı yaşayan sûfîye, bilgiyi kendi nefsinde hâsıl etmeye,
bilgi üretmeye, araştırma ve nazariye üretmeye çalışmak yerine tam bir sadâkat
içerisinde Hakk’ın ilâhî tecellîlerini ve ihsânlarını beklemesini tavsiye eder.[586] Bu sebeple
kalbin idraki, aktif bir şekilde bilgi üretme şeklinde değil, ayna sembolüyle
anlatılmaya çalışıldığı gibi pasif bir şekilde yansıtma şeklindedir. Çünkü daha
önce de vurgulanmaya çalışıldığı gibi mârifetullah, insanın araştırıp üretmesi
sonucu kesbî olarak zuhûr eden bir bilgi olmayıp doğrudan Allah’ın bildirmesine
bağlıdır. İşte fikir yetisinin mantıki düzleminden ve sınırlarından kurtulan
diğer algı yetileri (tasavvur, tahayyül, hafıza, duyum) ve akıl, artık
bilgiyi fikirden değil, saflaşmış ve cilalanmış olan kalp aynasından yansıyan
sûretlerden almaktadır.[587] Zâhirî
dünyanın maddî verilerinden ve düşünme yetisinin verilerinden arınmış olarak
“ümmîlik” (A’raf 7/157, 158) vasfı kazanan kalp, en mükemmel tarzda ilâhî fetihleri
kabule hazır hale gelir, hızlı ve aracısız olarak idrak eder.[588]
Mârifetullah noktasında bilginin yeri ve vasıtası kalp olmakla beraber
İbnü’l-Arabi, fikir yetisinin kayıtlarından kurtulmuş akıl ile kalp arasında
esaslı bir ayırım yapmaz. Bilgi üretmeye değil, bilgiyi alıp kabul etmeye hazır
hale gelen akıl artık, sûfî ile sûfî olmayan, mânevî tecrübeyi yaşayan ile
yaşamayan, bilen ile bilmeyen arasındaki yegâne köprü olmaktadır.[589] Diğer
taraftan kalp, insan mikrokozmosunun merkezi olduğu için irâde ve derin
duyguların olduğu kadar aklın da mahallidir. İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle,
fikrin ve buna bağlı olarak da duyumların verilerinden özgürleşerek ilâhî
hakikatleri olduğu gibi kabul edici bir konuma yükselen aklın, ya da diğer bir
ifadeyle vahiyle ve îman nuruyla kutsallaşmış olan aklın mahalli, tüm
geleneksel öğretiler tarafından teyit edilmiş olduğu gibi dimağ değil kalptir.
Ayrıca aklın îman nuruyla karşılaştığı yer de kalptir.[590] Kavramlaştırma aklın işlevi
olduğu için, sûfî aklî formlara müracaat etmek zorundadır. Fakat diğer taraftan
sûfî, bilgisini doğrudan akıldan almadığı için sistematik bir şekilde aklî
formlarla ifade edemez. Kalbe sekr halinde tecellîler yansır, bu tecellîler ve
mârifet ise akıl ile sahv halinde ifade edilir.[591] Bu sebeple, sûfî mârifetin
nihâî noktasına ulaşınca her şeyden kesilir, bütün hislerini kaybeder ve dilsiz
hale gelir. Mârifetin bu nihâî mertebesinden yavaş yavaş aşağıya doğru inince,
mârifet konusunda konuşmaya ve bir çok söz söylemeye başlar.[592] Sekr
halinden sahv haline dönmeyen her bilgi, ya da diğer bir deyişle kalbin
müşâhedesinden aklın kabul ve tasdikine dönmeyen her bir bilgi, sadece onu
bilen kimsenin içinde yaşayan ve ondan hiç ayrılmayan bir bilgi olarak kalmaya
devam eder. Yaşanılan tecrübenin başkasıyla paylaşılabilir bir bilgi haline
dönüştürülmesi, sahv haline, akla tekrar dönmeyi gerektirir.[593] Kısacası,
mârifetin aksettiği merkez kalp, bu mârifeti düşünülüp ifade edilebilir
formlara dönüştüren ise her türlü maddî kayıtlardan kurtularak bu mârifeti
kabul edebilir hale getirense akıldır. Mârifetullahın insana bahşedilmesi
sürecinde her iki yetinin de arındırılıp kayıtlarından ve paslarından
temizlenmesi gerekmektedir. Her an ilâhî, melekî, nefsânî ve şeytanî etkiler
alabilen ve aynı zamanda ahlâki eylemlerin de merkezi konumunda olan kalp, kir
ve paslarından arınmak sûretiyle, Hakk’ın tecellîlerini yanısatabilecek bir
letâfet kazanmalı. Akıl da maddî âleme yönelik verilerden ve fikir yetisinin
sınırlamalarından kurtulmalıdır. Bu sebeple mârifetin hâsıl olması için
öncelikle kalbin bu latîf bilgiyi yansıtabilir bir hale getirilmesi
gerekmektedir. Bu, ancak, seyr ü sülûk için gerekli olan, en genel anlamıyla
kalbî ve bedenî bütün fiil ve çabalarla mümkün olmaktadır. Fakat insanın bu
yöndeki bir çabası, sadece kalbi mârifet için hazır hale getirmekle sınırlıdır.
Sâlike mârifetin ihsân edilmesinde temel belirleyici olan ise, Hakk’ın
iradesidir. Bu sebeple mârifet, ilâhî bir ihsândır.[594]
Kalbin iki kapısı vardır: Birincisi melekût âlemine, levh-i mahfuza ve
melekler âlemine açılan kapıdır. Diğeri de maddî şehâdet âlemine yâni duyumlara
açılan kapıdır.[595] Kalbe ilim,
duyumlardan gelebileceği gibi, halvet ve uzlet ile duyumlara açılan kapının
kapatılması ve kalbin maddî bağlardan temizlenerek perdelerinin
kaldırılmasıyla, kalbin derûnundan da gelebilir.[596] İşte kalbin bu iki farklı
kapısı, parçalı, çıkarımsal ve eksik olan felsefî ilimle; küllî, kuşatıcı ve
doğrudan olan enbiyâ ve evliyânın ilimleri arasındaki ayrılma noktasını
göstermektedir. Zîrâ filozoflar, ilimlerini kalbin maddî dış dünyaya açılan
kapısından (âfâk) alırken, nebîler ve velîler ilimlerini kalbin
derûnûndan, melekût âlemine açılan kapısından (enfüs) almaktadırlar.[597] Kısacası
sûfîlerin kalpten muradı, insanın kendisiyle varlığın hakikatini kavradığı,
Hakk’ın kuluna tecellî ettiği latîf , ilâhî ve mânevî bir şeydir. Kalp, insanda
muhabbetin ve zevkî idrakin merkezidir.[598]
İbnü’l-Arabî ‘kalp’ kelimesini; ruhun idrak eden, bedeni çekip çeviren
yönü şeklinde, oldukça geniş bir anlamda kullanır. Bu yönüyle kalp, fizikî
anlamının çok ötesinde idrak edici basît bir cevherdir, rasyonel nefstir.[599] Kalp,
sûfîlerce geleneksel olarak sıkça tekrar edildiği gibi, Rahman’ın iki parmağıyla
çekip çevirdiği, her türlü ilâhî etkinin cereyan ettiği bir alan olarak
Allah’ın mahlûkat içerisindeki en kapsamlı tecellîgâhıdır.[600] Sürekli değişmesi ve çekip
çevrilmesi yönü îtibârıyla hem negatif hem de pozitif etki almaya meyillidir.
Rahmanın tecellîgâhı olabileceği gibi, şeytanın evi olarak hüsran kaynağı da
olabilir. İbnü’l-Arabî’nin Mevâkiu’n-Nücûm’da kaydettiklerinden
hareketle, tasavvufî terminolojide ‘kalb’in, insanın fiîlî, hissî ya da ilmî
olsun bütün yapıp etmelerinin kaynağı olan özü, cevheri anlamına kullanıldığını
söyleyebiliriz. Şeyhü’l-Ekber’e göre kalp, Allah’ın evi, O’nun nazargâhı, ilim,
nûr ve sırlar hazinesidir. Hz. Peygamberin de işâret ettiği gibi bedenin salâhı
ve fesâdı hep ondandır.[601] Zîrâ bedene
sâhip olan ve onu yöneten, kalptir. Her bir organ ancak onun emriyle harekete
geçer. Yine her bir hareket, gizleme ya da açma, hüküm ya da tesir ancak onun
emriyle gerçekleşir. Bu îtibârla İbnü’l-Arabî, insandaki karar merkezi olarak
gördüğü kalbin diğer organlar üzerindeki hakimiyetini Hakk Teâlâ’nın mutlak
iradesine benzeterek; “o, (kalp) bir şeye ol dedimi o şey hemen oluverir”
ifadesiyle açıklar. Ayrıca kabz, bast, recâ, havf, şükür, sabr gibi tasavvufî
hâl ve makamların mahalli de yine kalptir. Sekr, sahv, mahv, üns, heybet isbât,
isra ve nüzûl... ile tavsif olunan hep kalptir.[602] Övülen ve yerilen bütün
vasıf, hâl ve husûsiyetler hep kalpten kaynaklanır. Bütün organları harekete
geçiren merkez olduğu için itaat ve isyanın da kaynağıdır.[603] Zîrâ bu merkez, ruhun bâtınî
hakikatini ifade eder ve zâhirî, bâtınî diğer bütün yetiler[604] onun elçileri olarak ona
bağlıdırlar.[605] Kısacası
İbnü’l-Arabî’nin burada vasfettiği şekliyle kalp, insanın bütün
yapıp-etmelerinin kaynağı olan özü, cevheridir. Bir idrak yetisi olarak ise
kalp, tüm kâinâtı hattâ Hakk’ı kuşatacak şekilde geniş, fakat Hakk’ın
karşısında pasif ve alıcı bir konumda olan insânî duyarlılık anlamına
kullanılmaktadır. Kısacası sûfîlere göre kalp, cesetteki maddî organla sırrî
bir
şekilde bağı olsa da sadece etten ve kandan ibâret değildir. Duygu ve heyecanın
merkezi olmaktan çok idrak edeci rasyonel bir tabiatı vardır ve her şeyin
hakikatini idrak kapasitesine sâhiptir.[606]
İnsan kalbi olumlu-olumsuz her türlü etkiye açık bir yapıdadır. Ona
ilâhî/melekî etkiler tesir edebileceği gibi nefsânî ve şeytânî etkiler de onu
kuşatabilir. Kalbe ansızın gelen bu etkiler, nefs, şeytan, ruh, akıl ya da
Hakk’tan olabilir. İnsanda neşe, sevinç, üzüntü veya sıkıntı doğuran bütün bu
etkiler sûfî ıstılâhatında genel olarak varid/vâridât ve hâtır/havâtır kavramlarıyla
karşılanmaktadır.[607] Kalbe gelen
bütün bu etkiler insanda birtakım özel haller doğurur ve bu hallere ilişkin
bilgiyi sûfîler vehbî olarak alırlar. İşte bütün bu etkiler ve tasavvufî seyr ü
sülûk uygulamaları sayasinde, sûfîde hakikate ilişkin açılımlar meydana gelir.
Sürekli halvet ve zikirle uğraşan sûfîye “Ayetlerimizi ufuklarda ve kendi
nefislerinde göstereceğiz” (Fussılet 41/53) ayetinin işâret ettiği gibi her
türden işâretin anlamı açılmaya başlar. İşte bu şekilde hakikat, sûfîye mânevî
bir tecrübe, bir zevk halinde tecellî eder.
İbnü’l-Arabî’ye göre eşyayı olduğu gibi idrak eden yeti kalptir. O, ilmi
şu şekilde tanımlar: “ilim, kalbin her hangi bir şeyi, o şey bizâtihî kendi
içinde ne ise; ister ma’dûm, ister mevcut olsun, o şekilde elde etmesidir.
Bilen kalptir, ilim ise kalbin elde etmesi gereken bir sıfat.” [608] Ona göre kalp,
sûfîler arasında sıkça kullanılan bir sembolizme göre cilâlanmış, aslâ pas
tutmayan bir aynadır. Eğer kalp; pas, kir, körlük, perde ve kilit gibi
idraksizliğine işâret eden kötü vasıflarla vasıflanırsa bu, onun, Allah’ın ilmi
yerine sebeplerin ilmiyle meşgul olmasından dolayıdır. Kalbin Allah’ın dışında
başka şeylere yönelmesi, onun için pas ve kirdir. Çünkü bu, Allah’ın kalbe
yönelik sürekli tecellîsine engeldir. Kalp aslî olarak cilâlanmış olduğu için
bu pas ve kir mutlak değildir. Fakat kalpler, taalluk ettiği şeylere göre kir
tutabilirler.[609] Kalbin ruh
ile irtibatı kuvvetlenince ilhâma mazhâr olur, nefsle irtibatı artınca da,
ilhamı ve ru’yeti engelleyen şehvet ve kötülüklerin kaynağı olur. Sûfîler
arasında kalbin bu ikinci yönü aynanın pas tutması ya da tozlanması şeklinde
sembolize edilmiştir. Kirlenen ve pas tutan ayna karşısındaki sûreti
yansıtmadığı gibi paslanan kalp de ilâhî sûretleri ve mârifeti yansıtamaz. Bu
kalp aynasının temizlenmesi ve cilâlanması, yâni nefsin ona olan tesirinin
azaltılıp yok edilmesi miktarınca kalp ârifin kalbine dönüşür ve Hakkı tanır.[610]
Sûfîler mârifetin cereyan ettiği merkez olarak kalbi merkeze alsalar da
mârifeti ifade etmede bir çok kavram kullanmaktadırlar. Sırr, kalp gözü,
basîret, ruh vs. bir çok lafız mârifetin mahalli olarak zikredilmektedir. Bazı
sûfîler, kendi ferdî tecrübeleri doğrultusunda bu kavramları bir birinden
ayırırlar ve onlara farklı bazı fonksiyonlar yüklerler. Zaman zaman mârifeti
kalbe, muhabbeti ruha, tecellîyi sırra ait görerek bu kavramları bir birinden
ayırırlar. Kimi zaman da müşâhedeyi kalbe, mükâşefeyi sırra ve muayeneyi de
basirete ait görürler. Hattâ bazen bunlar arasında letâfet ve değer açısından
hiyerarşik bir sınıflandırma yapsalar da[611] gerçekte mârifet, sevgi ve
tecellî bir şeyin üç ayrı mazharı ve genel anlamda kalp denen bir melekenin
tezâhürleridir[612] Bu
sebeple kalp, bütün bu bir birine yakın anlamlı ıstılâhâtı kuşatıcı bir ıstılah
olarak karşımıza çıkmaktadır. Zîrâ Tirmizî bu konuda şöyle der: “Kalp ismi,
bâtınî makamların hepsini gerektiren ismi câmi ’dir. ”[613]
Dolayısıyla kalp ve ruh, mârifetin, bir birinden açık bir şekilde ayrılması
mümkün olmayan iki vasıtasıdır.[614]
Kısacası mârifetin en temel ve kuşatıcı aracı olarak kalp, nazarî aklın
idrak etmekten aciz kaldığı hususları idrak eden, aklın tavrının üzerinde olan
bir yetidir.[615] Kalbin
idraki, kavramsal olmaktan çok zevkî, hissî bir idraktir. Zevkî idrak denilen
bu duyguya modern psikolojide kozmik aşkın duygu (cosmic transcendental
sense) denilmektedir. Bu duygunun “kozmik” diye isimlendirilmesinin sebebi,
varlığı mutlak ve küllî anlamda bu duyguyla idrak etmemizdendir. Bu duygunun
müteâl olması ise tabiî sınırları aşarak, insanı sınırlı ve sonlu bir varlık haline
getiren benlik ve ferdiyet özelliklerinin ortadan kalktığı bir başka âleme
taşıma özelliğine sâhip olmasından dolayıdır. [616] Akıl ve hissin idrakinin
üstünde olan bu idrak yetisi her bir insanda potansiyel olarak bulunsa da
bilfiil her insanda bulunmaz. Ruhî tekâmülünü gerçekleştirenler ancak bu tarz
bir tecrübeden bahsedebilirler.[617] Rabbânî ve
rûhânî mahiyeti sebebiyle, eşyanın özünü bir anda ve bütünlüğü ile sezip
kavrayan, mâkulleri ve sonsuzluğu idrak eden kalp, ruhun en yüksek idrak
derecesi ve bizzat insanın özü olarak hakikatlerin algılandığı bir merkezdir.
Bir bakıma sorumlu bir varlık olarak insanın özü iken, aynı zamanda aralarında
fonksiyonel bir bağlantı bulunan aklı da ihâtâ etmektedir. Kalp, dışa ait
bilgilerde duyulara ve akla dayanırken, içe ait bilgide ilham ve keşfe dayanır.[618] Bir bakıma
akıl, kalbin kendisiyle görebildiği bir meleke, onun eşyaya yönelik gözü,
kavrama ve bilme aracı olmaktadır.[619] Bilgi edinme tarzı olarak
sürekli sorgulayan, irdeleyen ve tahlillerde bulunan akıl, ölçülebilir bir
kemiyeti olmayan değerler ve bilgi türlerini sınayıp doğrulama hususunda
yetersizdir.[620] Bu
hakikatler, başka bir ilâhî kuvve ile idrak olunur. İşte sûfîler buna, îman
nuru, basiret ya da kalp gözü demişlerdir.
İbnü’l-Arabî’nin düşünce sisteminin belki de en önemli özelliklerinden
biri, hayâle verilen önemdir. Esasında İbnü’l-Arabî, bu konu hakkında fikir
ileri süren ilk düşünür değildir. Kendisinden önce bir çok filozof hayâlden
bahsetmiş ve özellikle hayâlin epistemolojik düzeyde önemine dikkat çekmiştir.[621] Yine birçok
çağdaş araştırmacı, dînî ifade açısından hayâlin önemine değinmiş ve genellikle
kendi duyarlılıkları doğrultusunda, hayâli sadece insan öznesine göre
değerlendirmiştir. Meselâ bazı çağdaş yazarlar, “hayâl gücünden yoksun olan”
kimseyi, sınırlı, vasat, hüzünlü, mutsuz bir varlık şeklinde tavsif edip, ondan
yakınarak söz etmektedirler. Başta C. G. Jung olmak üzere psikologlar, modern
dünyanın dramlarının, başta hayâl gücünün artan bir kısırlaşmasının yol açtığı
derin bir ruhsal dengesizlikten kaynaklandığını göstermeye çalışmışlardır.[622] Dolayısıyla
tıpkı ilk dönem müslüman düşünürler gibi; edebiyat, sanat, bilim ve teknolojide[623] yaratıcı
hayâl gücünden bahseden bir çok çağdaş araştırmacı da hayâlin insânî düzeyine
vurgu yaparken, ontolojik statüsü hakkında pek bir şey söylememişlerdir.
İbnü’l-Arabî, mârifet teorisi açısından hayâlin epistemolojik önemine
dikkat çekmekle beraber, hayâlî, nesnel gerçeklik zemininde tartışmak sûretiyle
hem kendisinden önceki filozoflardan hem de çağdaş düşünürlerden ayrılır. Çünkü
ona göre hayâl, sadece düşüncenin temel kurucu öğesi değil, aynı zamanda âlemin
de bir öğesidir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî hayâli, hem psikolojik hem de
ontolojik düzeyde oldukça geniş bir anlam çerçevesi içerisinde, önemli bir
kavram olarak ele almaktadır. Esasında İbnü’l-Arabî’nin öğretilerine âşinâ
araştırmacıların da takdir edeceği gibi, onun hayâl/berzah anlayışı, hemen
hemen bütün sistemiyle alâkalıdır denilebilir. Meselâ ruh ile beden, akıl ile
hisler arasında bir berzahta olan nefs, hayâl mertebesindedir.[624] Ulvî ve
süflî âlem arasında bir berzahta bulunan insan, hayâl mertebesindedir.[625] Yine,
âlemde zuhûr eden ilâhî sıfatların toplamından ibâret olan ulûhiyyet,
Allah ile âlem arasında, hakikat-i Muhammediyye ise, Allah ile insan
arasında bir berzahtır.[626] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî’nin bu hususlardaki görüşleri, bizzat hayâlin de berzah olmasından
dolayı, onun hayâl anlayışıyla paralel olarak açıklanabilmektedir. Bunun da
ötesinde, İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde bu kavramın önemi ve kapsamlılığına
binâen bazı araştırmacılar onun felsefesine hayâl felsefesi ismi
vermişlerdir.[627]
İbnü’l-Arabî’nin hayâl kavramıyla anlatmak istediği, sadece zihne ait bir
kurgu değildir. O, hayâli kendi varlık tasavvuru açısından oldukça önemli bir
konuma yerleştirir. Bu kavramla, ontolojik düzeyde, Hakk’ın ilk zuhûr
mertebesine (amâ: mutlak hayâl), bütün âleme (mâ sivâ) ve duyular
âlemi ile metafizik âlem arasında, kendine özgü bir takım işleyiş biçimleri
olan üçüncü bir âleme işâret edilmektedir. Hem bilgi hem de varlık tasavvuru
açısından bakıldığında, İbnü’l-Arabî’nin genel düşünce sisteminde hayâl kavramı
oldukça önemli ve bir o kadar da geniş bir muhtevaya sâhiptir. Esasında yapılan
bütün bu ayırımlar mutlak değildir. İbnü’l- Arabî’nin genel varlık tasavvurunda
olduğu gibi, hayâl anlayışında da tek bir ezelî hakîkat ve onun farklı
tezâhürleri söz konusudur. Bu sebeple biz tezimizde, İbnü’l- Arabî’nin öğretisi
içerisinde oldukça geniş bir alanı kapsayan hayâlin bütün bu farklı düzeylerini[628] değil,
sadece İbnü’l-Arabî’nin mârifet teorisi ile paradoksal ve sembolik ifadelerinin
kaynağı olması bakımından mârifetin ifadesi sorunu açısından ele almaya
çalışacağız.
a-Hayâlin Mahiyeti ve Hayâlî İdrak
Epistemolojik olarak tahayyül, duyu organları kadar gerçek, hattâ
onlardan daha aktif çalışan bir bilgi yeteneği ve bir algılama yetisidir.
İnsandaki bu yeti, algılanabilir verilerin değişimini gerçekleştirmek sûretiyle
onları, deşifre edilmesi gereken sembollere dönüştürür.[629] Bu anlamda hayâl, en dar
anlamıyla hissî olarak algılanabilen, şekil ve sûretleri olan şeylerle, şekle
ve sûrete sâhip olmayan bilinci, kısacası dış dünyanın çokluğu ile öznenin
birliğini bir araya getiren yeteneği temsil eder. Maddî dünyanın karanlığı ile
ruhun aydınlığı arasında bulunan bir berzah[630] olarak tahayyül,
maddî duyumlar ile mücerret mânâları, karşılıklı olarak bir birine yaklaştırır.
Bu sebeple İbnü’l-Arabi’ye göre tahayyül, iki karşıt idrak düzeyini (mâlûmât-mahsûsât)
birbirine yaklaştırıp, uzlaştıran üçüncü bir idrak düzeyidir.[631]
İbnü’l-Arabî, özellikle Fütûhat’ta hayâli; duyumlar, akıl, müfekkire,
müzekkire ve musavvira gibi diğer insânî yetilerle, hakikati
algılayabilmeleri açısından mukayese eder ve insanın diğer rûhânî yetileri gibi
hayâlin de kendine mahsus bir idrak gücü olduğunu vurgulayarak[632], kendi
mârifet teorisi açısından değerlendirir. Daha önce aklın düşünme yetisi (fikir)
vasıtasıyla idrakinden bahsederken hayâlin duyumlardan kaynaklanan sûretleri
saklaması, yâni maddî âleme dönük fonksiyonuna değinmiştik. Burada daha çok
hayâlin, mârifet teorisi açısından önemli bir diğer fonksiyonundan, mânâları
sûretlere döüştürme, yâni metafizik âleme yönelik fonksiyonundan bahsetmeye
çalışacağız.
Hayâlin algılaması hep sûretler şeklinde olur. Bir taraftan duyumlardan
aldığı formları daha latîf bir hale dönüştürürken diğer taraftan maddî
unsurlardan arınmış haldeki salt mânâları belirli bazı form ve semboller
şeklinde algılayabilir. Bu sebeple hayâl âlemine inen mânâlar, bir takım hissî
sûretlere büründükleri için ne metafizik ne de maddî âleme aittirler. Artık bu
soyut mânâlar, hayâl âlemine özgü bir gerçeklik kazandığı için, maddeden
mücerret mânâların hayâlde bir takım hissî formlar ve semboller şeklinde
tezâhürü, algılayan yönünden arızî bir durum olup hayâl âlemine ve hayâlî
algılamaya mahsustur.[633] Bu sebeple
semboller ile, hakkında sembol getirilen şeyin hakikati arasında doğrudan bir
alâka kurulup, hissî gerçeklik düzeyinde de sembol ile sembol getirilen şey
arasında bir ayniyet görülmesi hatâlı olacaktır. Çünkü mânâların şeklî
sûretlere bürünmesi sadece hayâlde gerçekleşir.[634] Hayâl âleminde eşya,
mahiyetinin hilafına idrak edildiğinden görüldüğü şekil üzere hükmedilmez,
aslını öğrenmek için ta’bire ve te’vile ihtiyaç vardır. Allah (cc.), hayâlî
sûretleri yorumlama gücünü dilediğine verir.[635]
İbnü’l-Arabî; hayâli tanımlamada, iki ayrı varlık alanı, iki ayrı durum
arası anlamında berzah[636] kavramını da
kullanır. Bu îtibârla hayâl, bizâtihî müstakil bir alan ya da mertebe değil,
iki farklı mertebe arasındaki ara bir alan/berzahtır.[637] Ona göre berzah, güneş
ışığı ile gölge arasını ayıran çizgi gibi, ayırdığı iki şeyin tam ortasındadır,
taraflardan her hangi birine aşırı bir şekilde yönelmez, taraf olmaz.[638] Bu sebeple
hayâlin temel karakteristiği belirsizlik ve sürekli değişimdir. İbnü’l-Arabî,
hayâlin bu şekildeki belirsizliğini ayna sembolizmi ile anlatmaya çalışır.
Şöyle ki; aynaya bakan kimsenin, orada yansıyan sûretin kendisine ait olduğu ya
da olmadığı yönündeki yargısı ne doğrudur, ne de yanlış. Çünkü aynada yansıyan
sûret onun bir yönden aynısıdır ve bunu bu şekilde idrak eder, diğer yönden
kendisinden farklıdır. Çünkü aynanın evsafına göre orada yansıyan sûret
farklılaşır. Eğer ayna küçük ise kendi sûretinin aynada gördüğünden daha büyük
olduğunu kesin olarak bilir. Bunun tam tersi de olabilir.[639] Aslı îtibârıyla tek ve
parçalanmaz olan berzah, aralarında bulunduğu iki tarafa yönelik husûsiyetleri
sayesinde iki farklı durumu birleştirebilir. Bunu da her iki tarafı bir birine
karıştırmak sûretiyle değil, bizâtihî kendi hakikati îtibârıyla yapar. Meselâ;
beyazla siyahı birbirine karıştırarak gri tonu elde etmez. Kendisi zâtı
îtibârıyla, tabir caizse, hem siyah, hem beyaz olup, zıtlıkları kendi hakikati
üzere birleştirir.[640]
Hayâl, mâkûlat ile mahsûsât ve fizik ile metafizik arasında oldukça
hassas ve bir o kadar da önemli bir noktada bulunmaktadır. Çünkü hayâlin berzah
olma özelliği ona, bir birinden oldukça bağımsız iki ayrı âlem arasında bir
geçişlilik imkânı tanımaktadır. Meselâ, zihin de tasarlanan bir sûret oldukça
latîftir. Bu sûretin, kesîf olan maddî hisler âlemine doğrudan aktarılması
mümkün değildir. Hayâl ise, daha önce de zikredildiği gibi, duyumların maddî
formlarını, latîf bir hale dönüştürebildiği gibi, oldukça latîf olan zihnî
sûretleri de daha kesîf bir hale dönüştürebilmektedir. İşte bu şekilde hayâl,
soyut zihnî formları biraz daha kesîf, hayâlî sûretlere dönüştürerek maddî
âleme yaklaştırır. Mesela zihinde tasarlanan bir ev planını hayâl, hissî
sûretlerden daha latîf, aklî tasavvurlardan ise daha kesîf bir hale sokar,
böylece bu tasavvuru maddî âleme yaklaştırmış olur. Daha sonra bu hayâlî ev
tasavvuruna göre de bina maddî âlemde gözle müşahhas olarak inşâ edilir.[641]
İbnü’l-Arabî, bu anlamda mahlukat içerisinde tahayyül yetisi olan olan insanın
benzersiz, inşâ ve icât eden anlamında bedî’ ismini alabileceğini
söyler. Çünkü hayâl yetisi, hendesî ilimlerde insanın terkip yoluyla yeni
sûretler inşâ ve îcat etmesini sağlar. Diğer taraftan hayâlin bu ibdâ’
özelliğinin, mârifetin ifadesi noktasında da önemi büyüktür. Zîrâ, lafız
kalıpları da dahil bütün maddî sûretlerden mücerret mânâların eşsiz bir şekilde
lafzî sûretlere büründürülmesi, hayâl vasıtasıyla olur.[642] Daha sonra tezimizin üçüncü
bölümünde mârifetin ifade edilmesinden bahsederken de söyleceğimiz gibi, ifade
ancak hayâlî, berzahî tecellîlerde vukû’ bulur.
Birbirine mutlak anlamda zıt olan ve aralarında hiçbir şekilde bir
münasebet ve irtibat bulunmayan iki alan ve durumun, aralarında hiçbir bağ
bulunmaksızın bir birini etkilemesi mümkün değildir. Hayâl, epistemolojik
olarak mâkûlât ile mahsûsât arasında bir geçişlilik sağladığı gibi metafizik ve
ontolojik düzeyde de aynı işlevi görür. Mutlak münezzeh ve Sübhân olan Allah
(cc.), hayâl vasıtasıyla mahlûkâta, hem ontolojik, hem de psikolojik düzeyde
tecellî etmektedir. Mümkün varlıklar, hayâl vasıtasıyla hem varlık kazanmakta
hem de Rabb’ini tanıma imkânına kavuşabilmektedir. Zîrâ insan, Rabb’inin bazı
tecellîlerini ancak hayâl yetisi vasıtasıyla müşâhede edebilmektedir. İşte
hayâl bu şekilde, Allah ile âlem arasında münasebet ve irtibat
alâkası[643]
sağlamaktadır. Tasavvufî tecrübe ve mârifet açısından
önemli olan “aşk” da hayâl vasıtasıyla
sürekli ve canlı tutulabilmektedir. Zîrâ hayâl, geçmiş, gelecek ve ânı bir
bütün olarak sürekli kuşatabildiği için, âşık, Mâşûk’undan hiç ayrılmaz, O’nu
sürekli tahayyül edebilmekte, O’na olan iştiyâkını sürekli canlı
tutabilmektedir.[644] Yine
insan, bu asıl ve zaman aşımına uğramayan yetisi vasıtasıyla dînî sembollerini
sürekli canlı tutmakta, kâdîm dînî sembolleri yaşatmaya devam etmektedir. Bu
sebeple etkin bir hayâl gücüne sâhip olmak, bir iç zenginliğine sâhip olmak,
sembollerin kesintisiz ve kendiliğinden olan akımından faydalanmak demektir.
İnsan, mahiyeti îtibârıyla doğrudan kavramsallaştırmaya gelmeyen âlemi, hayâl
gücü vasıtasıyla bütünselliği içinde görmektedir. Çünkü insan hayâl yetisiyle,
âlemi, tek bir anlama indirgeyerek değil, bir çok anlam çerçevesi içerisinde
sunan semboller idrak etmektedir. İşte hayâl gücünden yoksun insanın
talihsizliği bu Hayatın ve kendi ruhunun bütünlüğünden, derin gerçekliğinden
kopmuş mârifetin en temel öğesi olan ilâhî aşkı, sûfînin Allah’a duyduğu
muhabbeti sürekli canlı tutma gibi temel bir işleve
sâhiptir. Diğer taraftan hayâl, metafizik ile maddî âlem arasında ara bir âlem
olması özelliğinden dolayı vahiy ve ilhamın geliş sürecinde de önemli bir
dönüştürücü işleve sâhiptir. İbnü’l-Arabî’ye göre vahyin başlangıcı da ilk
olarak, hissî âlemde değil, hayâl âleminde gerçekleşmiştir. Çünkü mâkul mânâlar
hayâle duyumlardan daha yakındır; çünkü hayâl bu mânâlara sûret verebilir.
Duyumlar en aşağı ve kesîf, mânâlar ise en yüksek ve oldukça latîf mertebededirler.
Hayâl ise her ikisi arasında, mutlaklık ile mukayyetliğin en uç sınırlarını bir
araya getirme özelliği olan[645] ara bir
durumdur. Dolayısıyla salt mânâ olan vahyin hisler âlemine inebilmesi için her
ikisi arasındaki hayâl mertebesinden geçmesi gerekmektedir. İşte bu şekilde
eğer vahyin gelişi uyku halinde ise rüyâ[646],
Cebrail (as.) insan sûretinde gözükmesi gibi uyanıklık halinde ise tahayyül
adını alır. Bundan dolayı vahyin başlangıcı gerek sâdık rüya gerekse tahayyül
ile olsun hayâl vasıtasıyla olmuştur. Burada İbnü’l-Arabî, Hz. Âişe’den
nakledilen, “Rasûlullah’a vahyin ilk gelişi sadık rüya şeklinde olmuştur. O
hiçbir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi açık seçik zuhûr etmesin. ”663 şeklindeki rivayeti zikreder.[647] [648]
İbnü’l-Arabî’ye göre her bir insânî yetinin muhakkak hatâ
yapabilme imkânı, bir engeli ve bir sınırı olduğu için[649] hayâl de, sınırlı ve
kayıtlıdır. Her bir insânî yeti diğer yetilerin sıhhati oranınca doğru algılama
imkânına sâhip olduğu için hayâl gücü de, duyumlar, hafıza ve hatırlama (müzekkire)
yetisine ihtiyaç duyar.[650] Böyle
olmakla beraber İbnü’l-Arabî, kendi hayâl anlayışını, sadece duyumlardan
kaynaklanan somut sûretlerle sınırlı tutmaz, sûfînin seyr ve mîrâcına
paralel olarak, hayâlin giderek daha latîf sûretleri algılayabileceğini söyler.
Hayâlin, sadece duyumlardan kaynaklanan formları kabul edebileceği şeklindeki
bir yaklaşım, ona göre hatâlı ve sınırlıdır. Bu anlamda bir hayâl yetisiyle
Hakkı tanıma girişiminin akamete uğrayacağı açıktır. Zîrâ, duyumlarla sınırlı
bir hayâl gücü, her neyi idrak ederse etsin hâlâ hissî olan bir şeyi idrak
ediyor olacaktır. Allah (cc.)’la ilintili olması mümkün olmadığı için
duyumların sınırları içerisinde kalan bir hayâl gücünün Allah (cc.)’a taalluku
aslâ mümkün olmayacaktır.[651]
Şeyhü’l-Ekber’e göre ise insânî algılama yetisi olarak hayâl, bütünüyle âlemi
kuşatan mutlak hayâlden ayrı ve bağımsız değildir. Hattâ bu mutlak gerçekliğin
farklı bir düzeyde tezâhürüdür. Dolayısıyla, mahiyeti gereği sûretlerle
algılayabilen bu yeti, sadece duyumların verdiği maddî, somut sûretlerle
kayıtlı değildir. Sürekli daha latîf, ilâhî ve rûhânî sûretlere yönelebilir.
Ontolojik düzeyde mutlak hayâl, bütün âlemin zuhûrunu sağladığı gibi,
insânî düzeyde de hayâl, aktif ve gerçekleştirici konumdadır. Bir idrak yetisi
olarak tahayyül, mutlak hayâlin bir kısmı, onun bir uzantısıdır. Dolayısıyla
burada söz konusu olan hayâl, bütünüyle zihnin ürettiği salt bir kurgu, sınır
tanımayan bir fantazi değil, metafizik hayâlin bir uzantısı olarak
algılayabilen ve algıladığı şeyleri gerçekliğe dönüştürebilen aktif bir
hayâldir.[652] Çünkü muttasıl
ve munfasıl hayâlden bahsederken de göreceğimiz gibi; meselâ, melek gibi
rûhânîlerin sûretlerini, bu insânî yetiye, ancak ontolojik düzeydeki ayrık
hayâl yükseltebilmektedir.[653] İşte insan,
mutlak hayâlden bütünüyle bağımsız olamayan hayâl gücü vasıtasıyla, bütün
âlemleri, onların sembollerini ve hattâ Rabb’ini tahayyül edebilmektedir.
Dahası, esasında hayâlin bu her iki düzeyi, tek ve aynı ezelî sürecin farklı
görünümleridir. İnsan, insanın idrak ettiği şeyler, bütün kâinât hep hayâldir.
Kısacası, hayâl içinde hayâl söz konusudur.[654] Mahlûkât, hissî
gerçeklik düzeyinde de hayâlde, mutlak hayâl mertebesindedir. Bu sebeple Hz.
Peygamber, “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanacaklar”[655] diyerek
hissî gerçekliğin de bir hayâl olduğuna işâret etmişlerdir.[656] İbnü’l-Arabî bu görüşünü “Gece
ve gündüz uyumanız ve Allah ’ın lutfundan (nasibinizi) aramanız da O’nun
delillerindendir”[657] (Rûm 30/23) ayeti ile
destekler. Şeyhü’l-Ekber’e göre uyanıklık hali de Allah’ın âyetlerinden olduğu
halde ayette zikredilmemi ştir. Çünkü gerçek anlamda uyanıklık hali dünyada
değil ancak ölümden sonra ahirette gerçekleşecek olan ayetlerdendir.
Dolayısıyla da insan, ölmediği sürece sürekli uyku halindedir. Hz Peygamberde
yukarıda zikredilen hadisi bu hakikate binâen söylemiştir. Bu sebeple ayette
zikri geçen gece uykusuyla alışıldık, herkesçe bilinen uyku kastedilirken,
gündüz uykusuyla Hz. Peygamberin açıklayıp dile getirdiği uyku
kastedilmektedir.[658]
Bu hayâl yetisi, kendisi de bir perde olmakla birlikte sürekli, mutlak,
gizli ve bilinemez olanı ızhâr edip açtığı için, bir birine zıt iki farklı
imkâna sâhiptir: Hem örter, gizler hem de açar, ızhar eder. Hayâl, latîf ya da
kesîf olsun muhakkak bir sûreti, bir formu gerektirdiği için mutlak hakikat
için bir perdedir. Bu düzeyde hayâlî idrak, eğer somut ve yoğun bir sûret
şeklinde olursa, insanı putperestlik tehlikesine hapsedebilir. Fakat aynı
zamanda bu hayâl perdesi gittikçe latîf bir hâl alabilir ve sonuçta insanı
kurtuluşa götüren, varlığı hakikati üzere bilmeye, yâni mârifete ulaştırabilir.[659] Daha yüksek
seviyede hayâl dünyası, bir fert olarak insanın bağımsızlığını ifade eder.
İnsan rûhânî terakkî yoluyla elde edebileceği vizyonlar vasıtasıyla bu yüksek
hayâl alanına yaklaşır. Bu alan onun hayâlini belirler ve tanımlar. Bunun tam
tersinin, yâni insanın hayâlinin bu metafizik alanı belirlemesi mümkün
değildir. Çünkü bu yüksek hayâl alanı, sûfînin rasyonel zihninden ziyade daha
yüksek bir ontolojik düzlem üzerinde var olmaya devam eder. Bu sebeple Hakk’ın
hayâl vasıtasıyla teşbîhî yönden idraki, basit şiirsel bir imaj, ya da tasavvur
şeklinde değil bizzat ontolojik düzlemde de gerçekleşen bir “tahayyül” şeklinde
olmaktadır. Allah, kâinâtta ve bizde tecellîleri vasıtasıyla zuhûr ettiği için
her bir şeyde O’nun tecellîleri vardır. Gördüğümüz her şey, O’nun
tecellîlerinin hayâlî sûretleridir. Dolayısıyla her nereye baksak, O’nun,
Mutlak Varlık’ın “rüya”sını görürüz. Aşık olduğumuz her şeyde O’na aşık oluruz.[660] İşte bu şekilde,
sadece maddî duyumların algılarıyla kayıtlı olmayan metafizik yönü itibârıyla
hayâl, akıl gibi Allah’ı tanıma gücünü ifade eden bir yeti olarak
tanımlanmaktadır, bir farkla ki; akıl Allah’ın karşılaştıramazlığını (tenzih)
idrak ederken hayâl, O’nun benzerliğini (teşbih) kavrar. Allah
hakkındaki en mükemmel bilgiye ise bu iki yeti vasıtasıyla ulaşılır. Çünkü
Allah, Zat’ı îtibâriyle hiçbir şeye benzemezken, sıfatları îtibârıyla bir
dereceye kadar O’nun benzerliğinden bahsetmek mümkündür.[661] İşte Hakk’ın sıfatları
îtibârıyla bu benzerliğini, farklı sûretlerdeki tecellîlerini, ne akıl ne de
duyumlar algılayabilir. Bu durumu ancak, mahiyeti ve kapsamlılığı gereği
zıtlıkları birleştirme kabiliyeti olan hayâl idrak edebilir.[662] Tezimizin
üçüncü bölümünde İbnü’l-Arabî’nin paradoksal ifadelerine yer verirken
açıklamaya çalışacağımız gibi, temelde Allah-âlem münasebeti hususunda sıkça
dile getirilen aynı/gayrı, var/yok, o/o değil, bir/çok ya da tenzih/teşbih
şeklinde dile getirilen bütün bu paradoksal durumlar, en açık bir şekilde ancak
hayâlde zuhûr eder ve en açık ifadesini de ancak hayâlde bulabilir. Bütün bu
durumlar, bizzat hayâlin hakikatiyle aynıdır. Bu şekildeki zıtlıkların idraki,
rüyada daha tam ve daha geneldir. Çünkü rüya sadece âriflerin değil avamın da
idrakini sağlar. Ârifler ayrıca bu durumu, gaybet, fenâ, mahv vb. gibi
hallerde de idrak edebilirler.[663]
Hayâl yetisi, Allah’ın Zât’ını idrak edemese de tecellîlerini
görebildiği için, hayâlin mahiyetine uygun olarak, Hakk’ı hem görme hem de
görmeme söz konusudur. Burada, İbnü’l-Arabî, ihsân hadisinde geçen, “Allah’a
sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet et” ifadesini hayâl anlayışı
doğrultusunda yorumlar. İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Peygamber, Allah’ı sanki
kıblede görüyormuş gibi tahayyül ederek namaz kılmayı buyurmuşlardır. Çünkü Hz.
Peygamber, insandaki hayâlin hakikatini bilmektedir. Akıl teşbihe düşmekten dolayı
Hakka herhangi bir sûret atfetmeyi reddeder, maddî göz ise zâhirde gözüken
eşyadan başkasını göremez. Akıl açısından tasavvuru imkânsız görünen Hakk
Teâlâ’yı ancak hayâl tasavvur edebilmektedir.[664] Burada yine hayâlin
belirsizliğine ve sürekli değişkenliğine işâret edilmektedir. İbnü’l-Arabî’nin
sıkça kullandığı paradoksal ifadeleri hatırlayacak olursak, şeyhin bu hadisi:
“sen Allah’ı görmüyorsun/ama görüyorsun” şeklinde yorumladığını söyleyebiliriz.
Çünkü hayâlin hakikati bunu gerektirmektedir.
Allah (cc.) câmi’u’l-ezdâd olduğu ve sürekli bir birinden farklı
sûretlerde tecellî ettiği için sûfînin bilgisi hep zıtlıkların birleştirilmesi
şeklindedir. Burada İbnü’l- Arabî, çeşitli vesilelerle Ebû Said el-Harrâz’ın
(ö. 277/890) “Allah’ı ancak zıtlıkları birleştirmek sûretiyle tanıdım”
(camiu’l-ezdâd) ifadesine yer verir.[665] Ne duyumlar, ne de aklın
algılayıp idrak edebildiği bütün bu zıtlıkları ve paradoksları, ancak hayâl
kabul edebilmektedir. Fakat hayâl, Allah (cc.)’ın câmi’u’l-ezdâd olma
yönünü kabul edebilecek bir mahiyyete yaratılmıştır; hayâlin mahiyeti bu tarz
paradoksal durumları idrak etmeye mânî değildir. Bu îtibârla hayâl, “İlk,
Son, Zâhir ve Bâtın” (Hadîd 57/3) olan Allah’a delâleti bakımından en yakın
olan bir idrak yetisidir. Zîrâ böyle bir paradoksal durum, bizâtihî hayâl için
de geçerlidir. Çünkü hayâl, kendisini tanımlayan iki yönle yâni hem aynı hem de
ayrı olduğu için bizzat zıtlıkları birleştirir bir mahiyet arz eder.[666] Mâkûlât,
mahsûsât, birbirinden farklı alanlar, zıtlıklar ve sürekli değişme ancak
hayâlin vüsatiyle kuşatılabilir. Hayâl o kadar geniştir ki, var olması imkânsız
olan bile ancak hayâlde varlık kazanabilir. Aklen imkânsız görülen, bir cismin
iki ayrı mekanda bulunması hayâlde mümkündür. Nitekim Hz. Adem’in, kendini ve
neslinden gelecek olan zürriyetini Hakk’ın elinde görmesi[667] bu şekildedir. Hakkın eli
içinde olan da, dışında olup kendisini Hakk’ın eli içinde gören de Hz. Adem’dir.
Yine evinde uyuyan bir kimsenin, kendisini başka bir şehirde görmesi de aynı
şekildedir. İşte bu şekilde aklen imkânsız olan şeyler hayâl mertebesinde
mümkün olabilmektedir.[668] Hayâlin
bir diğer özelliği, bir diğer hakikati ise sürekli değişmedir. Hattâ İbnü’l-Arabî,
hayâlin bu değişme özelliğini onun ayırıcı vasfı olarak zikreder.[669] Hayâlin bu
özelliği tecellîlerin sürekli değişme ve her an yenilenme, aslâ tekrar etmeme
gibi husûsiyetlerine paraleldir. Bu îtibârla peş peşe gelen ve sürekli değişen
ilâhî tecellîler, ancak hayâl ile idrak edilebilmektedir.
İbnü’l-Arabî, işte bu şekildeki geniş idrak gücü açısından hayâli, “nur”
diye isimlendirir. Bunun da ötesinde ona göre hayâl, nur ismine, bu isimle
vasıflanan diğer bütün mahlûkâttan daha çok layıktır. Çünkü hayâl her ne olursa
olsun, her şeyi idrak edebilme gücüne sâhiptir. Hattâ onun nuru, mutlak yokluğa
bile nüfûz eder de onu bir varlık olarak tasavvur edebilir.[670] Tecellîler de bu nur
vasıtasıyla idrak edilebilir. Duyumlar ve hayâl de dahil bütün idrak yetileri,
Allah (cc.)’ın bahşetmiş olduğu nur vasıtasıyla algılayabilirler. Hayâlin nuru,
hissî nur gibi somut ve maddî değildir. Bu noktada İbnü’l-Arabî, tıpkı
duyumlarda olduğu gibi hayâle de hatânın atfedilemeyeceğini söyler ve kimi
zaman kendisi de kullanmakla[671] beraber, “fasid
hayâl” tanımlamasını yanlış bulur. Çünkü hayâlin idraki, duyumların
idraki gibi doğrudur. Hüküm ise, ne duyumlara ne de hayâle aittir, hükmü akıl
verir. Dolayısıyla yanılgı akla isnâd edilir.[672]
İbnü’l-Arabî hayâli, “eşyanın hem en geniş ve hem de en dar olanı; ne
vardır, ne yok; ne bilinendir, ne bilinmeyen; ne ispat edilendir, ne de
reddedilen” şeklinde paradoksal ifadelerle açıklamaktadır. Hayâl, eşyanın
en geniş olanıdır, çünkü o aklen imkânsız olanı bile tasavvur edebilir. Daha
önce de bahsedildiği gibi zıtlıkları birleştirir ve mâdûmu tasavvur edebilir.
Yine hayâl eşyanın en dar kapsamlı olanıdır, çünkü o, hissî ve mânevî şeyleri,
nispetleri ve izafetleri ve hattâ Allah’ın celâlini latîf bir şekilde de olsa
ancak bir sûret üzere kabul edebilir. Onun hakikati bunu gerektirir, istese de
bu hakikatinin dışına çıkamaz. İşte bu şekilde, sûretlerle kayıtlı kalması
sebebiyle, hayâlin kapsamı oldukça sınırlı ve dardır. Zîrâ hayâl, mânâyı
maddeden soyutlayamaz. Bu sebeple de ilmi süt, bal, şarap ya da inci şeklinde;
İslam’ı kubbe ve direk; Kur’an’ı yağ ve bal; dini bağ; Hakk Teâlâ’yı ise insan
ve nur[673] sûretinde
görür. Dolayısıyla ona en yakın olan şey hislerdir, çünkü sûretleri hislerden
alır.[674] Fakat
hayâlin sınırlılığı mutlak değildir. Hayâlin hakikati çift anlamlı, çift yönlü
olmasından dolayı hem sınırlı, hem sınırsızdır. Hem duyulara yakın somut, hem
de soyut anlamlara yakın latîftir. Sûretlere bağlı kalmasından dolayı sınırlı,
bu sûretleri sürekli aşarak latîfleştirebildiği için sınırsızdır.
İbnü’l-Arabî’nin hayâl anlayışı aynı zaman da onun sembolizminin esasını
belirlemektedir. Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde, Allah’ın dışında bütün
âlem, ontolojik düzeyde mutlak bir hayâl olduğu için, her bir varlığın bu
âlemde zuhûr eden gerçekliği, onun hakîkati için bir semboldür. Dolayısıyla bu
sembolün, yorumlanması (te’vil-ta’bir), arkasındaki esas gerçekliğe
geçilmesi gerekmektedir.[675] Haddi
zatında İbnü’l-Arabî’nin de sıkça tekrarladığı gibi, “te’vil” kelimesi
kökü îtibârıyla aslî, ilk gerçekliğe dönme; lafzı, zâhirî mânâsından
vad‘olunduğu aslî mânâsına nakletme gibi anlamlara gelirken[676], “ta’bir” kelimesi de
karşıdan karşıya geçme, nehri geçme anlamlarını taşımaktadır.[677] Bu sebeple
de her iki kelime, sembolik düzeyden, temel ve hakîkî gerçeklik düzeyine
geçmeye işâret etmektedir. Bu sembolizm sadece rüyâ âlemi için değil, bütün
âlem bir hayâl olduğu için, hissî gerçeklik düzeyi için de geçerlidir.
Âlemin de tıpkı rüya gibi yorumlanması gerekmektedir.[678] Sembollerin ötesine geçme,
onları yorumlama ise, sadece, kâinâtın bir hayâlden ibâret olduğunu
algılayabilen aktif hayâl vasıtasıyla olabilir. Aktif hayâl, bütün kâinâta
yayılmış olan sembolleri aşarak, onların arkasındaki nihâî gerçekliğe geçebilir
ve böylece bütün eşyaya sirâyet etmiş olan Hakk’ın tecellîlerini idrak
edebilir. Sembolik gerçeklikleri ta’bir ise, herkesin elde edebileceği
sıradan bir şey değil, peygamberlik nurundan kaynaklanan önemli bir ilimdir.[679]
Peygamberler ve vârisleri, bu ilmin sâhipleridir. Bu hayâlî gerçeklik ve onun
yorumlanması vasıtasıyla ârifler, sürekli değişen, maddî çokluk düzeyinden,
değişmeden kalan aslî birlik mertebesine yükselirler.
Makrokozmik ve mikrokozmik düzeyde bütün hakikatler, mutlak hayâl
âleminde sûretlere, şekillere ve perdelere büründüğü için hakikat ancak, en
genel anlamıyla semboller ve mecâz vasıtasıyla zuhûr etmektedir; âlemdeki her
şey sembollerden ibârettir. Bu sebeple semboller ve perdeler arkasındaki
gerçekliğe geçebilmek için hayâlî bir terkip olan mecâz ve sembollerin
yorumlanması gerekecektir. Zîrâ aslî olan, maddeden mücerret halinden çıkıp
sûretlere büründüğü için hakikat, bizâtihî değil, bozulmuş ve değişmiş bir
halde tezâhür etmektedir.[680] Kısacası,
bütün kâinâta hayâlî gerçeklik hakim olduğu için sembolizm ve yorumlama (te’vil)
vardır, sembolizm olduğu için de her bir varlığın iki boyutu vardır. İşte bu
iki boyutluluk İbnü’l- Arabî’nin öğretisinde Hakk-halk, Lâhût-nâsût,
Rabb-kul şeklinde çift kutuplu kavramlarla karakterize edilir. Bu çift
kavramlar, temelde birliğe (vahdet) işâret eder ki Corbin bu birliğe,
karşılıklı sevgi ya da münasebet ilişkisine dayalı, ahenkli birliktelik
anlamına gelebilecek şekilde unio sympathetica demektedir. Burada her
iki terimin birliği, mutlak anlamda ayrılığın ve başkalığın değil, eş zamanlı
ve zıtlıkları bütünleştirici (camiu’l-ezdâd) birliğe işâret etmektedir.[681] Yine
varlığın bu iki boyutunun (Hakk-halk) eş zamanlı ve bütünleştirici
birliğini de idrak edebilen insanın aktif, yaratıcı hayâlidir. Çünkü bu şuur
düzeyinde hayâl, tıpkı ontolojik yaratmada olduğu gibi ilâhî tecellîye
dayalıdır.[682]
İbnü’l-Arabî hayâlin bu yaratıcı fonksiyonunu, kendi terminolojisi
içerisinde himmet[683] kavramıyla ifade
eder. Ona göre, her insanda, gerçekte olmayan şeyleri vehmederek hayâl
yoluyla yaratabilme gücü genel olarak mevcuttur. Diğer mahlûkatın hilâfına,
tahayyül yetisi insanda Hakk’ın “Bedî’: Benzersiz inşa ve îcât eden”
isminin bir tecellîsidir.[684] Fakat bu
hususta yetkinlik, mârifette olduğu gibi, bütün mertebeleri elde etmiş olan
ârife mahsustur. Ârif, kalbin mânevî bir gücü olan himmet ile, dış
dünyada mevcut olmayan şeyleri husûle getirebilir.[685] Fakat İbnü’l-Arabî’nin,
varlık ve mertebeleri anlayışını[686] düşündüğümüz zaman bu eylem,
esasında vücûdun farklı mertebelerinde var olan bir objenin, hayâl ile
algılanıp, himmet ile üzerinde hakimiyet kurularak hissî varlık düzeyinde
ortaya çıkarılmasından ibâret olduğunu söyleyebiliriz. Zîrâ, esasında her bir
varlık mertebesi, temelde ilâhî tecellînin yansımasından ibâret olduğu için hayâl/himmet
ile hissî âlemde hûsûle gelen şey, zaten farklı varlık mertebelerinde, ilâhî
tecellî sonucu yaratılmıştır. Ayrıca ârifin bu yaratıcılığı, temelde ilâhî
yaratma sıfatının bir tecellîsidir. Çünkü İbnü’l-Arabî’ye göre âlem, bütün
nispetleriyle birlikte, Hakk’ın sıfatlarının tecellîsinin sonucudur.
Dolayısıyla ârifin aktif tahayyülü, âlemde her an tecellî etmekte olan Hakk’ın
yaratıcılığından ibârettir. Ârif bu mertebeye, mânevî yolculuğuna binâen
Hakk’ın sıfatlarının kendisinde tecellîsi ile ulaşır.[687]
Daha önce bir çok vesileyle vurgulamaya çalıştığımız gibi, mâkûlat ile
mahsûsât arasında berzah olan hayâlin idraki, latîf de olsa sûrete bağlıdır.
Mücerret mânâlar bile hayâlde sûret kazanmıştır. İşte bu sûretten, saf ve
gerçek mânâya geçiş, ilmin elde edilmesi ise ancak kalp ile mümkün olur. Daha
önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi sûfîler, mârifet açısından, akıl ya da
fikir yerine, merkeze kalbi almışlardır. Hayâl, akıl ile duyular arasında bir
berzah olduğu için bu çerçevenin dışına çıkamaz. Nitekim İbnü’l-Arabî bu yönü
İtibarıyla hayâlin bir takım sınırlılıklarından da bahsetmiştir. Hayâl eğer
duyumların sınırları içerisinde kalmış ise, bu, en çok sınırlı ve kayıtlı olan
avâmın hayâlidir. Ârifin hayâli ise, idrakini ruhtan ve kalpten alarak, eşyayı
mahiyeti üzere tanır. Mânevi yolculuğu ve mîrâcına binâen; ârifin kalbinde
Rabbânî tecellîler zuhûr eder ve kalp, Hakk’ın mârifet düzeyinde tecellîgâhı
olur. Hayâl ise kalpte olanı yansıtan aynadan ibârettir. Sonuçta ârif, hayâlî
idraki ile ilimden müşâhedeye yükselir. Müşâhede, sûfînin bulunduğu hâl ve
makama bağlıdır. Fenâ haline ulaştığı zaman, müşâhededen mükâşefeye
ulaşır ve her şeyde Allah’ı görür. Artık hayâlî idrakteki sürekli değişiklilik
ve çeşitlilik kalmaz. Değişiklik içinde değişmeyip aynı kalanı idrak eder.
Bütün bu farklı ve belirsiz sûretlerin, değişmeyen tek bir hakikatten ibâret
olduğunu idrak eder. İşte bu açılım, kalbin idraki sonucu gerçekleşir. Hayâlî
mârifette, te’vile ihtiyaç varken, kalbî mârifet açıktır, te’vile ihtiyaç
duymaz. Fakat kalbî mârifet, hayâlî mârifet sonucu hâsıl olur.[688]
Hayâl ile kalp arasındaki alâka, zâhir ve bâtın alâkasına paraleldir.
Hayâl bir yönden varlığın, bir yönden de insanın zâhirine eşittir. Kalp ise
insanın bâtını ve Hakk’ın insandaki tecellî yeridir. Zâhir ve bâtın ise
bütünüyle bir birinden bağımsız değildir. Zâhir/hayâl, bâtına ulaşmak için bir
köprüdür. Kalp ise bâtına, ancak zâhirin aracılığı ile ulaşır. İşte hayâlin
tasavvufî mârifet açısından önemi bu noktadadır.[689]
İbnü’l-Arabî hayâlin iki farklı çeşidinden bahseder: Muttasıl ve
munfasıl hayâl. Esasında İbnü’l-Arabî’nin bu iki kavramla anlatmak istediği,
hayâlin insânî ve ontolojik düzeylerinin dışında bir şey değildir. Bitişik (muttasıl)
hayâl ile insânî düzey, ayrık (munfasıl) hayâl ile de ontolojik düzey
kastedilmektedir.
İbnü’l-Arabî, mâkûl olan şeyleri sûretlere büründüren, duyumları da
latîf bir hale sokmak sûretiyle mücerret mânâlara yaklaştıran insânî yetiye
bitişik (muttasıl) hayâl derken, Cebrâil (as.)’in Dihye sûretine
bürünmesi gibi, insanın idrak yetisinden bağımsız olarak zâhiren husule gelen
hayâle de ayrık (munfasıl) hayâl demektedir.[690] Yine Kur’an’da
zikredildiği üzere Hz. Musa ile sihirbazlar arasında geçen hadise de[691] ayrık
hayâl düzleminde gerçekleşmiştir. Bu noktada İbnü’l-Arabî, bitişik hayâl ile
ayrık hayâl arasındaki farkı şu şekilde açıklar: Bitişik hayâl, insan zihniyle
alâkalı bir durum olduğu için, tahayyül edenle birlikte yok olur. Fakat ayrık
hayâl ise, maddeden mücerret mânâları ve ruhları sürekli kabul edebilen zâti
bir mertebedir.[692] Dihye veya
bir a’râbî sûretinde görünen Cebrail (as.)’i hem Hz. Peygamber’in ve hem de
etrafındakilerin görmesi hadisesinde olduğu gibi ayrık hayâl, bizâtihî hissî
olarak zuhûr eder ve tahayyül eden şahıstan ayrı olarak idrak edilir.[693] Bu
mertebede ruhlar ve mânâlar kendi özelliklerini yitirmeden somut bir hale
gelebilmektedirler. [694] Haddi
zâtında, daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi, insânî bir yeti olan
bitişik hayâl, ayrık hayâlden mutlak mânâda bağımsız değildir, bilakis ondan
meydana gelmektedir.[695] Âdetâ ayrık
hayâlin insânî düzeyde bir uzantısı gibidir.[696] Hattâ, bazı yönlerden oldukça
şümullü bir mertebe olan mutlak hayâle benzediği için bitişik hayâl, Hakk
Teâlâ’yı farklı sûretlerde kabul edebilir. Nitekim bunu şeriat da
doğrulamıştır.[697]
İbnü’l-Arabî’ye göre insan uykuda iken veya uyanıkken bu ara âlemi,
hayâl âlemini müşâhede edebilmekte, kendi zihnî tahayyülünden bağımsız hayâlî
sûretler görebilmektedir. Ârif, muttasıl hayâlî ile eşyayı hakikati üzere
munfasıl hayâlde müşâhede edebilmektedir. Bu şekilde ârifin muttasıl hayâli
ilim ve mârifetinin çoğunu bu mutlak hayâlden almaktadır. Nitekim, meleğin bir
insan sûretinde görülmesi bu şekildedir. Burada sûret ayrık hayâlde
gerçekleşir, bitişik hayâlde algılanır. Yâni hayâl, ayrık hayâlden bitişik
hayâle doğrudur. Meleğin insan şekline bürünmüş sûretini bitişik hayâle, hissî
olarak gerçekleşen ayrık hayâl yükseltir. Eğer ayrık hayâlin bu özelliği
olmasaydı bitişik hayâl bu sûreti algılayamazdı. Dolayısıyla, bitişik hayâli de
idare eden, onu devam ettiren, müstakil sadece tek bir hayâl vardır, o da ayrı,
zâtî bir gerçekliği olan, hiçbir şekilde kayıtlanmayan mutlak hayâldir.[698] Çünkü
mutlak hayâl, sadece vücûdun değil, aynı zamanda bütün bilinir şeylerin de
kaynağıdır. Vâcibu’l-Vücûd ile mümkinü’l-vücûd arasında bir
berzah olduğu gibi, sonsuz ilâhî ilim ile sınırlı beşerî ilim arasında da bir
berzahtır. İşte bu sebeple mutlak hayâl için, hem genel anlamda varlığa ve hem
de insan ve mârifete nispetle; amâ, hakîkatü ’l-hakâik, hakîkat-ı
Muhammediyye, akl-ı evvel ya da kalem-i a ’lâ şeklinde farklı
kavramlar kullanılır. [699] Bütün bu kavramlarla
ifade edilmek istenen şey mutlak berzah/hayâldir. İbnü’l-Arabî, bu anlayışı
doğrular tarzda, hakîkatü’l-hakâiki, hayâlin hakikatine uygun olarak şu
şekilde vasıflandırır: “Hem Hakk, hem âlem içindir. Ne varlık, ne yoklukla,
ne hüdûs ve ne de kıdem ile vasıflanır; kadîm ile kadîm, hâdis ile hâdistir...
O, âlemdir, ya da âlem değildir desen doğru söylemiş olursun. Yine o, Hakk’tır,
ya da Hakk değildir desen de doğru söylemiş olursun. O, bütün bunları kabul
eder... ”[700] Hayâl mertebesinde
gerçekleşen ilâhî tecellîler de hep bu şekildedir. Burada İbnü’l-Arabî, Cenâb-ı
Hakkın, ahirette farklı sûretlerde tecellî etmesini[701] de bu şekilde hayâl
anlayışıyla açıklar.[702] Çünkü zatı
aynı kalmakla birlikte farklı sûretlerde tecellî, ancak ayrık hayâlde
gerçekleşebilir ve bu bitişik hayâl ile idrak
edilebilir.
Bitişik (muttasıl) hayâli İbnü’l-Arabî iki kısma ayırır: 1-
İnsanın kendi zihnî tahayyülünün ürünü olan, tahayyülde gerçekleşen hayâl.
Bitişik hayâlin bu türü insanın kendi iradesine bağlı olarak gerçekleşir. Bu
yetisiyle insan duyumlarıyla algıladığı şeyleri, duyumlar kaybolduktan sonra da
zihninde tutabilmeye muktedir olabilir. Burada insan, ya duyumlardan
kaynaklanan sûretleri tek tek hayâlinde muhafaza eder, ya da hislerden elde
edilen bu sûretlerden tasavvur yetisinin (musavvira) onları birleştirmek
sûretiyle elde ettiği yeni sûreti muhafaza eder. Tasavvur yetisi tarafından
oluşturulan küllî sûretin, bütün parçaları duyumlardan kaynaklanan sûretler
olmakla beraber, tasavvur yetisinin oluşturduğu yeni sûret hissî olarak
algılanmayabilir, hissî bir gerçekliği olmayabilir. İşte bitişik hayâlin bu
kısmı bütünüyle iradî olarak insanın tahayyülünde gerçekleşmektedir. 2- Bitişik
hayâlin ikinci kısmı ise, uykuda görülen sûretler gibi insanın salt tahayyül
ürünü olmayan hayâldir.[703] Bu tür
hayâlde sûretler, iradî olarak değil, uyku haliyle birlikte duyumların sükûnete
erip hayâl gücünün güçlenmesiyle kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.[704] Görüldüğü
gibi, bitişik hayâl insânî/psikolojik bir düzeydedir, bir çeşit idrak ve
mârifet yetisidir. Ayrık hayâl ise fizikî ve metafizik veçhesiyle ontolojik bir
seviyededir. Fakat bu iki ayrı hayâl türü mutlak anlamda bir birinden bağımsız
değildir. İkisi arasındaki ayrıklık ve başkalık alâkası yoktur. Aksine her
ikisi de, tek bir hakikatin farklı iki yönüdür. Bu her iki hayâl arasındaki
alâka parçanın (muttasıl) bütüne (munfasıl) nispeti gibidir.[705]
Daha önce de zikredildiği gibi, İbnü’l-Arabî, ayrık hayâlin, insanın
dışında, müstakil, ontolojik ve zâtî bir mertebe[706] olduğunu vurgulamasına rağmen
Affifî, ayrık hayâli insânî/psikolojik hayâlin bir türü olarak algılamıştır.[707] Fakat
anlayabildiğimiz kadarıyla insânî düzeyde olan bitişik (muttasıl) hayâldir.
Ayrık (munfasıl) hayâl ise ontolojik seviyededir.[708] Öyle anlaşılıyor ki ayrık
hayâl ile, en aşağısından en yükseğine kadar varlığın bütün mertebelerine
işâret edilmektedir.
Kısacası
ayrık hayâl, maddî duyular âleminden, metafizik, mutlak hayâl mertebesine kadar
bütün varlık mertebelerine yayılmıştır ve süreklidir. İbnü’l-Arabî’nin
tasavvurunda varlık ilk kez, mutlak hayâlde zuhûr ettiği ve varlıkta her an
yeni bir yaratılış (halk-ı cedîd)[709] söz
konusu olduğu için ve yine yaratma, mutlak yokluktan değil, bir varlık
mertebesinden diğer bir mertebeye doğru olduğu için[710] hayâl mertebesi süreklidir.[711]
c-Hayâl (Misâl/Berzah) Âlemi
Hayâlin berzah olma fonksiyonuna mukabil olarak, İbnü’l-Arabî’nin
kozmolojisinde, maddî müşâhede âlemi ile metafizik gayb âlemi arasında ara bir
âleme ya da düzeye işâret edilmektedir. Fakat bu misâl âlemi, hisler âlemiyle
gayb âleminden bağımsız müstakil bir mertebe değildir. Mahiyeti gereği
zıtlıkları birleştirme fonksiyonuna paralel olarak, bu her iki âlemi aynı
zamanda bir araya toplamasından kaynaklanır.[712] İşte müstakil olmayan bu
âlem, varlıkların gerçek sembollerinin bulunduğu nûrânî misâl/hayâl âlemidir.
Ruhlar âleminde bulunan her bir ferdin, cisimler âleminde bürüneceği
sûretlerinin bir benzeri, bir örneği burada bulunduğu için bu âleme misâl
âlemi denilmiştir.[713]
Hayâlin metafizik yönü bütünüyle bu âleme bağlıdır. Çünkü, bütün
varlıkların temel gerçeklikleri, gerçek semboller olarak burada zuhûr
etmektedir. Bu âlemdeki semboller, bu temel, basit sûretlerinin ötesinde,
onları aşan anlamlar taşırlar, dolayısıyla da yorumlanmaları (te’vil-ta’bir)
gerekmektedir. İşte bu sembolik gerçeklik, aktif hayâlin idrakine işâret
etmektedir.[714] Aynı
zamanda bu âlem, şekil, boyut ve alana sâhip olduğu için, cismi ve cevheri
olan, ayrıca rasyonel bütün ideleri sembolize eden bir evrendir. Dolayısıyla imajinal
âlem, uyumlulukların ve sembollerin dünyası olarak karşımıza çıkmaktadır;
gerçekliğin çeşitli düzeylerini bir birine bağlayan dünyanın merkezidir.[715]
Misâl âlemi, yarı bağımsız bir alan olarak tanımlanan ara bir âlemdir.
Görünmeyen ruhlar âlemi ile görünen maddî âlem arasında, hem ruh hem de
maddenin sıfatlarını ve özelliklerini taşıyan bir âlemdir. Örneğin cinler, bu
âlemde yaşarlar.[716] Genel
olarak insanlar bu âleme uykularında ulaşırlar, seçkin kullar ise uyanıkken (yakaza)
de ulaşabilirler. İşte bu hayâlî gerçeklik kendisini tanımlayan iki âleme
(gayb-müşâhede) ne bütünüyle benzer, ne de onlardan tamamen farklıdır. Bu her
iki âlemin toplamından ibâret olduğu için en geniş varlık mertebesidir. İnsan,
bu en geniş mertebeye diğer varlıklardan en çok layık olandır. Çünkü insanda bu
hayâl âlemine paralel bir şekilde hayâl yetisi vardır. Ne salt mânevî
varlıklar, ne de mele-i âlâdaki rûhânî varlıklar böyle bir yetiye sâhip olmakla
muttasıflardır. Böyle olmakla beraber onlar hayâl mertebesinde hayâlî sûretlere
bürünebilirler. İşte buradan hareketle İbnü’l-Arabî, insanın bu en geniş
hazrette hayâlî sûretlere bürünmeye diğer varlıklardan daha layık olduğu
sonucuna varır. Hayâl yetileri olmadığı halde rûhânî varlıklar bu âlemde
temessül edebiliyorlarsa, kendisinde hayâlin hakikati olan insan bu şekilde
sûretlere bürünmeye onlardan daha layıktır. Fakat bu özelliğe en ileri düzeyde
ancak havâs sâhiptir. Sıradan insanlar bu âleme sadece uykularında
girebilirler.[717]
İbnü’l-Arabî bizâtihî kendisinin bu tarz hayâlî tecrübelerinden Fütûhât’ında
sıkça bahseder. Bu âlemde Hz Peygamber[718] ve diğer nebilerle görüşür,
kendisinden çok önce yaşamış Allah dostlarıyla buluşur, Kâbe’nin hakikatini
müşâhede eder ve onunla konuşur...[719]
İbnü’l-Arabî hayâl âlemini en mükemmel âlem olarak tanımlar. Gerçek
varlık alanı olarak görür. Hayâl âleminin bütün her şeye tahakkümünün olduğunu
iddia eder: Bu âlemde, mânâlar ete kemiğe bürünür, somut bir hâl alır,
varlıkları bizâtihî kendilerinden kaynaklanmayan varlıklar kendi zâtları ile
kaim olarak gözükürler, şekli olmayan şekle bürünür ve muhal olan mümkün olur. [720] Kısacası bu
anlamda hayâl, rûhânî âlemle fizîkî âlem arasında, her ikisine de yönelik olan
ve kendine has özellikleri bulunan bir varlık mertebesidir. Hayâlin bütün mertebelerinde
olduğu gibi bu âlem de; aydınlık-karanlık, görünen-görünmeyen, zâhir-bâtın,
yüksek-alçak ve latîf-yoğun gibi birçok zıtlar çiftine dayanarak dile
getirilir.[721]
Sonuç olarak, İbnü’l-Arabî’ye göre hayâl, hangi düzeyde olursa olsun ara
bir durumdur ve paradoksal bir şekilde iki anlamlılığa işâret eder. Bu yönüyle,
İbnü’l- Arabî’nin hayâl hakkındaki bu açıklamaları, epistemolojik ve ontolojik
düzeyde, hemen bütün felsefî sistemlerde karşılaştığımız bir problemi; mâkûlât
ile mahsûsât ve fizik ile metafizik arasındaki ikilik ve karşıtlık problemini
çözüme kavuşturma çabasına mâtuf gözükmektedir.
Epistemolojik düzeyde, maddeden mücerret mânâlar ile maddî âleme taalluk
eden duyumlar arasında, hayâl vasıtasıyla karşılıklı bir geçişlilik sağlanır.
Şöyle ki; bu seviyede hayâl, soyut mâkul şeyleri, hissî sûretlere dönüştürüp,
sembolleştirmek sûretiyle hislere, duyumlardan kaynaklanan kesîf sûretleri de
daha latîf bir hale sokmak sûretiyle düşünülür şeylere yaklaştırır. Bu sayede
mâkûlât ile mahsûsât arasındaki ikilik ve çelişki mutlaklıktan çıkarılmış olur.
Ayrıca hayâl âlemi, hakikatin sembolleri ve delâletleri âlemidir. İnsandaki
hayâl yetisi, bu âleme bitişmek sûretiyle oradan mârifet elde edebilmektedir.
Dolayısıyla vahiy ve ilham gibi mârifete taalluk eden tecellîler de bu kavramla
açıklanır. Ayrıca hayâl, iki karşıt durumun özelliklerini taşımasından dolayı;
Allah-âlem ilişkisi, teşbih-tenzih, zât-sıfatlar, birlik-çokluk, cebr- hürriyet
gibi paradoksal durumları idrak edebilmektedir.
Yine genelde sûfîlerin, özelde İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde sıkça
rastladığımız paradoksal ve sembolik ifadeler ile zengin şiirler hayâlin
kendine has işleyiş tarzından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple hayâl hakkında
söylenen bütün bu değerlendirmeler bizi, bu tarz ifadelerin bir biriyle çelişen
ifadeler ve sıradan benzetmeler olmayıp bizâtihî âlemin mahiyetinden
kaynaklanan hakikatler ve semboller olduğu şeklinde oldukça önemli bazı
sonuçlara götürmektedir. Zîrâ bu husus, tasavvufî metinlerin doğru okunup
yorumlanması açısından önem arz etmektedir.
II-
Mârifetle İlgili
Temel Kavramlar
Sülûk esaslarının yerine getirilmesini gerektiren fakat nihâî noktada
vehbî olan mârifeti ifade etmede sûfîler arasında müşâhede, mükâşefe, tecellî
ya da işrâk gibi bir çok farklı lafız kullanıla gelmiştir. Esasında mârifet,
hakikati îtibârıyla tabiî dilin kuşatıp taşıyamadığı bir idrak şeklidir. Daha
ilk dönemlerden îtibâren sûfîlerin sıkça tekrar ettikleri gibi, vuslat ve vecd
halleriyle bilinen müşâhede ve mükâşefe ilimlerine, gerçek anlamda ifade edilmesi
imkânsız olduğu için işâret ilmi denilmiştir.[722] Arifin halleri, aklın
idrakinin üstünde olup nazar ve kıyas yoluyla idrak edilemediği gibi[723] bu
mârifetler de ilmen kuşatılabilecek ve lafızlarla ifade edilebilecek şeylerden
değildir.[724] Bu sebeple
burada mârifeti ifade etmede kullanılan bütün bu lafızlar, mârifetin hakikatini
ifade etmekten çok ona ve onun farklı bazı şekillerine işâret eden lafızlardan
ibârettirler. İbnü’l-Arabî mârifeti ifade etmede bir çok farklı ıstılahât
zikreder; kimi zaman bu ıstılâhâtı bir birlerinin eş anlamlısı olarak, kimi
zaman da aralarındaki nüansa işâret ederek kullanır. Bütün bu farklı ıstılâhât
arasında keyfiyet bakımından bazı farklılıklar bulunsa da çoğu zaman bir
birinin eş anlamlısı olarak kullanılır.[725] Fakat mârifetullahı ifade
etme noktasında hangi terim kullanılırsa kullanılsın unutulmaması gereken
husus, mârifete ancak Allah (cc.)’ın, tecellîleri vasıtasıyla kendini açıp
ızhar etmesiyle ulaşılabilmesidir. Yine bir diğer önemli husus mârifetin ancak
tecellîlere taalluk etmesidir, Zât’a değil. Bu îtibârla biz ancak ilâhî isimler
ve bunlara taalluk eden tecellîleri bilebiliriz.[726] Bu zengin ıstılâhât
içerisinden kimi zaman “ru’yet” “müşâhede”den daha yüksek ve geniş anlamda; ya
da “müşâhede”, “keşf’ten daha geniş ya da dar anlamda kullanılabilir, fakat
bütün bu kavramlarla ifade edilmeye çalışılan farklı bilgi şekilleri Zât’ın
dışındaki başka bir şeyle alâkalıdır. Bu sebeple Zât bilinemez olarak kalır ve
Hakk Teâlâ’nın Zât’ını kendisinden başka hiç kimse bilemez.[727] Çünkü Allah (cc.) bizâtihî ne
ise öylece aslâ tecellî etmez, ancak bir sıfat üzere tecellî eder. Her bir fert
Allah’ı, kendi bulunduğu hâl ve mertebe üzere mukayyet bir şekilde idrak
edebildiği için Allah (cc.) insanlara bizâtihî tecellî etse bile insanlar bu
tecellîyi taşıyamaz, onu inkâr ederler.[728] Yine İbnü’l-Arabî’ye göre
eğer Allah (cc.) kendisini bize bizâtihî tanıtmak isteseydi elçilerini bizim
bulunduğumuz mukayyet hâl üzere, bizim lisanımızla göndermezdi.[729] Dolayısıyla
idrakler her ne sûrette olursa olsun ancak bütün isimleri kuşatan bu kuşatıcı
mertebeye değil, tek tek isimlere ve bu isimlerin hakikatlerine taalluk eder.
Bu sebeple de ism-i câmi ’ olan “Allah” isminin mânâsı aslâ bilinemez,
mutlak olarak müşâhede edilemez.[730] Normal şartlarda görme,
görülen şey hakkında bir ilim sağlar. Fakat Allah (cc.) sürekli değişen
sûretlerde müşâhede edildiği için O’nu her yönden kuşatacak, bizâtihî bir ilme
götürmez.[731] Öyleyse
mârifet de Allah’a ancak bir isim vasıtasıyla, bir yönden taalluk eder, irfanın
O’na, bütün taayyun ve tecellîlerini kuşatacak tarzda külliyyen taalluku mümkün
değildir.[732] Zat
hakkında doğrudan bir şey söylenemez; ibâre şöyle dursun işâretin bile Zât’a
taalluku mümkün olamaz.[733] “Maiyyet”,
“istivâ”, “nüzûl” gibi Allah’a nispet edilen hükümlerin O’na olan nispeti de
tam olarak bilinemez.[734] Bu şekilde
Allah’a isnad edilen hükümleri ancak Allah’ın bildirmesiyle şer’an, îman
nuruyla biliriz, aklen değil. Dolayısıyla ayetlerde bahsi geçen bu teşbihvâri
ifadeler aklen herhangi bir te’vile gitmeksizin olduğu gibi kabul edilmelidir.[735] Çünkü
burada söz konusu olan benzerlik lügavîdir aklî, değil. Zîrâ Allah (cc.)
hakkında aklî misliyyet muhaldir.[736] Öyleyse Allah hakkında
söylenen bütün bu ibâreler, O’nun hakikatini ifade etmekten çok O’nu insanların
zihnine yakınlaştırmak içindir.[737] Hakk’ın
kendini gösterdiği sûretler bizâtihî Hakk’ın kendisi değil, aksine O’nu
gizleyen sonsuz perdelerdir. Ârif ise, Zât için yine bir perde olan sonsuz
tecellîleri müşâhede ettiği için O’nu doğrudan göremez.[738] Ru’yet, ya da müşâhede gibi
kavramlarla ifade edilmeye çalışılan ve Zât’a taalluku çağrıştıran mârifet de
O’nu kuşatamaz[739]
Sûfîler, tasavvufî irfânı ifade etmede işrâk, ilham, şuhûd, tecellî,
mükâşefe, feth... vb. gibi zengin bir ıstılah kullanmalarına rağmen, hads
(sezgi) kavramını kullanmama noktasında hassasiyet gösterirler. Zîrâ sûfîlere
göre müfekkirenin, her hangi bir öncül kullanmadan ve kıyasa gitmeden bazı
ilkelere ulaşmasından ibâret olan hads, keşf mertebelerinin en
aşağısıdır.[740] Öteden beri
bilinmekte ve bazı düşünürler tarafından sıkça kullanılmasına rağmen sûfîlerin
bu hassâsiyetini fark edemeyen ya da dikkate almayan bazı çağdaş araştırmacılar
hatâlı olarak hads kavramını tasavvufî anlamda kullanmışlardır.[741]
Arap literatüründe hads, ıstılâhi olarak, “her hangi bir fikr söz
konusu olmaksızın zihne ânîden gelen idrak”, “bilinenden bilinmeyene ânî,
doğrudan intikal ya da zihnin bilinen bir ilkeden bilinmeyene hızlıca, anîden
intikali” şeklinde tanımlanmaktadır. Sezgisel olarak bilinen şeyler (hadsiyyât)
de, “aklın, kesin hüküm vermede her hangi bir vasıtaya ihtiyaç duymadığı
şeyler” şeklinde tanımlanır.[742] Sezgiyi
fikrin mukabili[743] gören
Cürcânî fikri de, “bilinmeyene ulaşmak üzere bilinen şeylerin tertîbi”
şeklinde tanımlar.[744] Cürcânî’nin
fikri bu şekilde tanımlaması ve onu sezginin mukâbili sayması sezginin (hads)
tanımlanması bakımından oldukça önemlidir. Zîrâ fikrin mukabili olarak sezgi,
her hangi bir tasavvufî delâlet söz konusu olmaksızın, akıl ve his yoluyla
ulaşılan ânî ve doğrudan idraki ifade etmektedir.[745]
Arapça’da mârifeti ifade etmede geleneksel olarak kullanılan bir çok
kavram bulunmaktadır ve sûfîler de özellikle bu zengin ıstılâhı tercih
etmişlerdir. Cürcânî ve Tehânevi’nin tanımlarından anlaşıldığı gibi hads
kavramı delâleti bakımından sadece aklî ve hissî doğrudan idraki ifade
etmektedir. Böyle olmasına rağmen bazı çağdaş Bazı araştırmacılarının bu
kavramı hatâlı olarak tasavvufî anlamda kullanmışlardır. Bu hatâ, İngilizce intuition
(sezgi) kelimesinin Arapça’ya hads şeklinde tercüme edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Halbuki intuition kelimesinin bir çok delâleti vardır
ve mistik sezgi de dahil bir birine zıt bir çok farklı tecrübeyi karşılamada
kullanılmaktadır.[746] Nitekim
Batı Felsefesi’nde aklî, hissî, matematiksel, psikolojik, estetik, keşfedici ve
mistik sezgiden (intuition) bahsedilmektedir.[747]
Kur’an-ı Kerim’de bir çok farklı anlamda kullanılmış olan vahy, genel
olarak; tâbî olmayı gerektirecek ilmin bir şekilde karşıdakine ilkâ edilmesi
anlamına kullanılmaktadır.[748] Vahyeden
Allah (cc.) da[749] olabilir
şeytan da[750]. Fakat
Kur’an’da tebcîl edilen ve üzerinde daha çok durulan ilâhî vahiydir. Yine
Kur’an’da bildirildiğine göre vahiy, Allah’ın dilediği kuluna şu üç hitap etme
şekillerinden biridir: vahy, perde gerisinden hitap, elçi vasıtasıyla konuşma.[751] Kur’an-ı
Kerim’de vahiy, insan[752], hayvan[753] ya da diğer
mahlukata[754] şamil
olacak şekilde genel anlamda kullanıldığı gibi, sadece nebilere has ilâhî vahy[755] anlamında
husûsî olarak da kullanılmaktadır.[756]
İbnü’l-Arabî “vahiy” kelimesini Kur’an’daki kullanımına
paralel olarak hem bütün mahlûkâtı kapsayacak şekilde umûmî hem de sadece
peygamberlere has olmak üzere husûsî anlamda kullanmaktadır. İlham da bu umûmî
vahyin bir çeşididir ve daha sonra vurgulamaya çalışacağımız gibi hususî
vahiyle aralarında bazı önemli farklar vardır. İbnü’l-Arabi’ye göre vahiy, en
genel anlamıyla, bütün mevcudâta yönelen, umumî, her şeye şamil olan ilâhî
hitaptır. Bu hitabın idraki doğrudandır, hattâ hitabın bizzat kendisi, her hangi
bir ayırım ya da tabir olmaksızın, idrakin ta kendisidir.[757] Mânânın vasıtasız
olarak, belirli bir biçimi, tanımı ve hayâlî sunumu verilmeksizin kalbe âniden
atılmasını ifade eder.[758] Hâl böyle
olunca Hakk’ın; semâya, arza, ağaca, hayvana,... kısacası bütün mahlukata
hitabı caizdir, hattâ bu tarz umûmî hitap vuku’ da bulmuştur. Bu hususta
İbnü’l-Arabî yukarıda zikredilen Kur’an ayetlerine istinat etmektedir.
Vahiyde her hangi bir dolaylılık söz konusu değildir; ibârenin yerini,
doğrudan ilkâ etme anlamında işâret alır. Zîrâ işâret, metinle sınırlı olmama,
vad’î lisâna, ıstılâha muhtaç olmama anlamında ibâreden daha fasihtir.[759] Kelimenin
kök anlamından da anlaşılacağı gibi “ibâre” (ubûr: karşıdan karşıya geçme),[760] kastedilen mânâya
geçişi, bu sebeple de bir dolaylılığı ifade eder. Oysa ki kalbe doğrudan
işâretten ibâret olan vahiyde böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü burada
işâret, kendisine işâret edilen şeyin bizzat kendisidir. Dolayısıyla vahiy,
doğrudan ilk anlayış ve ilk kavrayıştır.[761] Bu îtibârla “işâret” her
hangi bir belirleme, sınırlama ve doleylılık olmaksızın anlamın içe doğmasını
ifade eder; bunun en önemli sonucu, anlamı sürekli açık bir ufuk haline
getirmesidir. İbâre ise anlamın tayin ve tahdid yoluyla elde edilmesidir ki, bu
da anlamı sonsuza dek kapalı kılar.[762] Bildirme, bildirilen ve
bilmenin aynı olması, her hangi bir ayırım olmaksızın bir anda gerçekleşmesi
bakımından vahiyden daha süratli bir şey yoktur. Dolayısıyla vahiy, Hakk
Teâlâ’nın farklı hitap şekillerinden etkisini işitenin nefsinde en çabuk
hissettirendir.[763] Bu sebeple
vahiy, her hangi bir vasıta olmaksızın, hattâ kelâm, ibâre ya da tahayyül
edilebilecek herhangi bir sûreti olmaksızın mânânın kalbe zâti olarak doğrudan
atılmasıdır. Kendisine vahyedilen kişi, her hangi bir duyu ve idrak yetisinin
aracılığı olmaksızın ânîden mânâyı kalbinde bulur, nasıl, ne sebeple geldiğini
bilmeden bu mânâyı akleder.[764]
Bu genel anlam çerçevesi doğrultusunda vahyin bir zâtî/fıtrî olanı, bir
de fıtrî olmayıp sonradan sunulan anlamında arazî olanı vardır: Meselâ yeni
doğmuş bir çocuğun hemen annesinin göğsüne yapışması fıtrî vahiy sonucudur.
Kur’an’da zikredildiği üzere bal arısına vahiy de fıtri vahiydir. Bu, âniden
vukû’ bulan, bir anda gelen ve başka birtanesinin gelmesiyle de kaybolan ilham
gibi değildir; yaratılışta zarûrî olarak bulunan, sabit ve sürekli olan ilm-i
ledündür.[765] Yine
İbnü’l-Arabî’nin kaydettiğine göre insanın bütün organları Allah’ı fıtrî olarak
tanırlar. İşte onların bu tanımaları da zatî/fıtrî vahiy sahibi
olduklarındandır. Bu fıtrî vahiy onların zâtları gereği olduğu için bu hususta
mükellef değillerdir. Bilakis bu durum onlar için nefes alıp verme gibi
zaruridir. İbnü’l-Arabî bu hususta insanın azâlarının kendileri aleyhine
şehâdetini (Fussılet 41/21; Nûr 24/24) örnek gösterir. Öyleyse insanın bütün
organları tafsîlî olarak fıtrî bir vahiy üzere Hakk’ı ve hakikati
bilmektedirler.[766] Arazî vahiy
ise insana mahsustur. Bu da iki türdür: Allah’tan geldiği hususunda delil
olanlar ki bunlar enbiyânın getirdiği şeriatlerdir. Diğeri de Allah’tan geldiği
hususunda delili olmayanlardır ki bunlar da, Allah’ın Hakîm ve Bâtın isimleri
gereğince hukemânın kalbine attığı, hikmeti gerektiren vad‘î kanunlardır.[767]
İnsan cinsinin bazılarına mahsus olan ilâhî vahyin mahalli kalptir. Bir
çok farklı türü ve derecesine göre mübeşşirat, ilkâ, inzâl, ilhâm gibi farklı
isimlerle zikredilen ilâhî hitabın genel ismidir.[768] İlâhî vahiy, diğer ilâhî
vâridâttan iki bariz vasıfla ayrılır: Sür‘at ve otorite. İlâhî vahiy öyle
süratlidir ki yukarıda da söylediğimiz gibi mânânın idrâk ânı, ilkâ ânının ta
kendisidir. Yine ilâhî vahyin insan üzerinde öyle bir otoritesi vardır ki her
şeye, hattâ insanın tabiatına bile galip gelebilir. Burada İbnü’l-Arabî, Hz.
Musâ’nın annesine, henüz kundakta bebek olan Mûsâ’yı denize (Nil nehrine) bırakması
hususundaki vahyi (Kasas 28/7) hatırlatır. Küçük bebeğinin nehre bırakılmasının
normal şartlarda onun helak olması anlamına geleceği ve normal
şartlarda bir annenin bunu yapamayacağı gerçeğine rağmen,
vahyin otoritesi altında bulunan Hz. Musâ’nın annesi hiç tereddüt etmemiş ve
kendisine vahyedileni . 785
yapmıştır.
İbnü’l-Arabî, Peygamberlere mahsus ilâhî vahyin yanı sıra Allah
Teâlâ’nın dilediği velî kulunun kalbine de vahyedebileceğini söyler. Allah velî
kullarından birine vahyetmek istediği zaman ona tecellî eder ve velî, bu
tecellî sayesinde daha önce bilmediği bir şeyi bilir.[769] [770] Vahiy esnasında
peygamberlerde hâsıl olan sarsıntı, titreme gibi haller aynen velîlerde de
vuku’ bulur. Fakat aynı haller yaşansa da aralarında esaslı bazı farklar
vardır. Zîrâ teşrî sadece nebîlere hastır. Velîlere gelen ilham ise sadece bu
şeriati târif etmek içindir.[771] Risalete
has vahiy, rasullere mahsustur, başka hiçbir kimse bu hususta onlara ortak
olamaz. Bu vahiy, her bir fazilette olduğu gibi vahiy konusunda da kemâl
mertebesine ulaşan Rasulullah’ın (sav.) vefatıyla birlikte kesilmiştir.
Risalete has vahiy, özellikle Cebrail (as.) vasıtasıyla gelmesi ve şeriat
getirmesi dolayısıyla da tebliğ edilme gereği îtibârıyla diğer vahiy
çeşitlerinden ayrılır. İbnü’l-Arabi, vahyin Rûhu’l-Kuds vasıtasıyla gelmesini
risaletin ayırıcı vasfı olarak görür. Rûhu’l-Kuds, risaleti peygamberin kalbine
indirir. Bunu kimi zaman bir beşer sûretinde temessül ederek yapar. İşte bu
vasfı taşımayan hiçbir vahiy, husûsî risalet[772] ismini alamaz. Bunun
dışındakiler vahy, ilham, ilgâ...vb isimler alabilir fakat risalet ismini
alamazlar. Şeriat getiren, helali ve haramı belirleyen bu risâlet de Hz.
Peygamber ile birlikte son bulmuştur.[773] Vahiy ile ilham arasındaki
bir diğer önemli fark ise vahyin, her hangi bir şekilde şeytânın telbîsinden
mahfuz olmasıdır. Halbuki ilhamda böyle bir mahfûziyet söz konusu değildir.
Çünkü nebînin kalbi vahyin nüzulü esnasında mahfuzdur, şeytan ona muttalî olup
müdahele edemez. Velînin kalbi ise ilham esnasında böyle değildir, şeytanın
ilkâlarına da maruz kalabilir.[774] Diğer
taraftan ilâhî keşfe nail olan sûfî kendi beşerî kabiliyetine göre keşfi ta’bir
ve te’vil ederken de hatâ edebilir; hatâ keşfin kendisinde değil ona muttalî
olan sûfînin ta’bir ve te’vil gücünde aranır[775]Vahiy, özü îtibâriyle makul
anlamların ilkâsından ibâret olduğu için duyusal olarak algılanamaz. Salt
mânânın duyusal olarak algılanabilmesi için öncelikle bu mânânın, nesneler
dünyası ile saf anlamlar dünyası arasındaki hayâl/misâl âleminde, bu âleme
mahsus sûretlere dönüştürülmesi gerekmektedir. Çünkü daha önce hayâlden
bahsederken de zikrettiğimiz gibi hayâl, hakikati gereği kendisine ulaşan her
şeye, maddeden mücerred mânâlar da dahil olmak üzere sûret verir. Bu durumda
misâl âleminde gerçekleşen vahiy, uykuda iken rüya, uyanıkken tahayyül adını
alır.
Kısacası İbnü’l-Arabî, Kur’an’dan mülhem olarak, vahyle oldukça geniş
bir mânâyı kasteder. Bütün mahlukat için geçerli olan fıtri/zâtî, umumî vahiy,
velîlere has ilhamlar ve geleneksel anlamıyla risaletin kaynağı olan nebilere
has vahiy hep bu genel anlam çerçevesine dahildir. Ancak aralarında esaslı
farklar vardır. Genel anlamı îtibârıyla her vahiy, risaletin ve şer‘î esasların
kaynağı olamaz. Diğer umûmî vahiy çeşitleri göz önünde bulundurulduğunda,
mahiyet itîbariyle nebevî vahye en yakın olan velînin kalbine doğan vahiy de bu
eksiklikten hâlî değildir, şeriat getiremez. Fakat Allah dilediği kuluna
vahyetmek sûretiyle ona bilmediği bir şeyi öğretebilir. Bu, Allah’ın sonsuz ve
sürekli olan ilmî tecellîsi sayesindedir. Sürekli olan bu tecellîler ancak,
kendi imkân kalıplarını aşmış, rûhânî tekâmül mertebelerini bir bir geçen insan
üzerinde, yine kendi idrak yeteneği miktarınca zuhûr eder. Bu sebeple husûsî
risalet Hz. Peygamberin irtihali ile kesilmiştir fakat umûmî risalet sonsuza
dek devam edecektir. Çünkü Allah’ın tecellîleri süreklidir (feyyâz ale
’l-istimrâr). Dolayısıyla her bir varlık, varlık düzeyi ne olursa olsun
vahye muhâtaptır. Beşer olarak her bir birey için bu söz konusudur. Henüz vahyin
başlangıç mertebelerinden olup teşri’ ifade etmese de ve hattâ kişi bunun
farkında olmasa bile her bir birey vahy almaktadır. Bu vahy, Allah’dan
gelebileceği gibi şeytandan ve kişinin kendi nefsinden de kaynaklanabilir.[776] Bu sebeple
sûfînin vasıtasız olarak kalbinde bulduğu bilgi mutlak anlamda tartışılmaz
değildir. Çünkü velînin benliği ne kadar yalınlaşırsa yalınlaşsın melekî
benliğe dönüşmez. Meselâ Cebrail (as.), Allah’tan vahyi alırken son derece
pasif
ve edilgindir; olduğu gibi alır ve yansıtır. Bu bilgi üzerinde fikir yürütülüp
tartışılamaz. Halbuki sûfînin benliğinin, ne kadar yalınlaşırsa yalınlaşsın bu
konumda olduğunu söylemek zordur. Çünkü o, kendine has duyusu, tecrübesi ve
aklı olan bir insandır. Her ne kadar sekr halinde bu özellik ve ilgilerinden
fânî olsa da sahv haline döndüğünde bu husûsiyetlerinin tekrar farkına varır.
Dolayısıyla sûfî, mârifet hususunda sırf edilgin değildir.[777] Sûfî kendi imkân, kabiliyet,
arınmışlık ve donanımına göre bu bilgileri alıp yansıttığı için onun benliği de
mârifet hususunda belirleyici olmaktadır.
Risaletin dışında her bir bireyin alabileceği vahye geleneksel olarak
ilham denilmektedir. İbnü’l-Arabi, velîye gelen vahiy için ilham kelimesini
kullanma noktasında özel bir hassasiyet göstermez. Kimi zaman bu kavramı
kullansa da bu hususta genel anlamda vahy kelimesini de kullanır. İbnü’l-Arabi
nebî ile velî arasında, vehbî ilme nail olma, himmet ile fillerde bulunma ve
hayâl âlemini müşâhede etme gibi bazı ortak yönler bulunduğunu vurgulasa da bu
ikisi arasındaki farkları da sürekli gözetir: Velî şeriat getiremez, helal ve
haramı tayin edemez, şeriat tarafından konulmuş bir hükmü de nesh edemez. Nebî
şer‘î esaslar getirir; velî ancak bu esasları açıklayıp târif eder, velî tâbî
olandır, nebî ise tabî olunan.[778] Bu sebeple
kapanan şeriatin kapısıdır, ilâhî bildirimin ya da mânevî aydınlanmanın değil.
Lügatte “yutmak”, “yutup yok etmek” anlamına gelen (l-h-m)
kökünden türeyen ilham kelimesi “kalbe atılan şey” anlamına kullanılmaktadır.[779] Istılahta
ise; feyz yoluyla kalbe atılan şey, kalpte hâsıl olan ilim anlamına
kullanılmaktadır. Aklî bilginin aksine, her hangi bir delil ya da tefekkür
olmaksızın takvâ, riyâzet ve mücâhedeye dayalı olarak kalpte ânîden hâsıl olan,
sürekli olmayıp bir anda gelip kaybolan ilmi ifade etmede kullanılan genel bir
kavramdır.[780] Bu noktada
İbnü’l- Arabî, hiçbir sebebe bağlanmaksızını Allah katından bahşedilen
ledünnî/vehbî ilimle ilham arasında bazı esaslı farklar belirirler: Her şeyden
önce ilm-i ledün sürekli ve sabit iken ilham bir an gelir ve kaybolur. İlhamın
belirli bir sûrette olması gerekirken, ilm-i ledünnün belirli bir sûrette
olması gerekmez. Belki de en önemlisi ilm-i ledünde hatâ ihtimali yokken, zîrâ
ta baştan ilim diye isimlendirilmiştir, ilhamda isabet olduğu gibi hatâ da
olabilir. İsabet edeni ilm-i ilham diye isimlendirilirken hatâlı olanı ilim
diye isimlendirilmez.[781] Her nasıl
tanımlanırsa tanımlansın, bütün tanımlarda ittifak edildiği üzere ilhamın
metafizik bir tabiatı vardır. Delillere dayalı ya da nazar yoluyla kespî olarak
ulaşılan bilgiyi değil ânîden kalpte hâsıl olan vehbî ilmi ifade eder. Bu genel
kavramın yanı sıra sûfîler, bu özel bilgi edinme şeklinin hususî bazı
şekillerine işâret etmek üzere, işrâk, şuhûd, tecellî, mükâşefe, feth...
vb. gibi müteradif kavramlar kullanmaktadırlar. Bu kavramlara da ayrıca
değinmeye çalışacağız.
Tecellî kavramı İbnü’l-Arabî’nin sisteminde hem varlıkla ilgili, hem de
bilgi ile ilgili, diğer bir ifadeyle vücûdî ve şuhûdî[782] olarak kullanılmaktadır. Bu
sebeple İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde “tecellî” kavramı en genel kavramlardan
bir tanesidir. Tıpkı “vücûd” ve “nur” kavramları gibi “tecellî” de hem
ontolojik hem de epistemolojik boyuta sâhiptir.[783] Biz bu bölümde daha çok tecellî’nin
mârifetle ilgili anlam çerçevesi üzerinde durmaya çalışacağız.
Her şeyden önce “tecellî” kavramı hem ontolojik hem de epistemolojik
düzeyde, hem varlığın ve hem de bilginin asıl kaynağı olan Hakk Teâlâ açısından
bir duruma işâret etmek için kullanılır. Mârifetle ilgili meselâ; “keşf”,
“feth”, “zevk” gibi kavramlarla mukayese ettiğimiz zaman “tecellî” kavramı
idrak edilen, bilginin kaynağı olan Allah (cc.) göz önünde bulundurulmak
sûretiyle kullanılan bir kavramdır. Diğer kavramlar ise idrak eden insan
açısından kullanılan kavramlardır.[784] Bizzat Allah’ın
kendini bildirmesi, açık ve âşikar olması anlamında da tecellî, mârifetullaha
ulaşmanın en yüce, en mükemmel ve en şerefli yolu olup, Allah (cc.)’ın kulunun
kalbine gayb âlemine ait nurları açıp, âşikâr kılmasından ibârettir.[785] Kulun
kalbine tecellî eden bu nurlar, farklı makamlara göre farklı isimler alırlar:
Maddeden mücerred mânâların nurları, nûru’l-envâr, meleklerin nurları, tabiî
nurlar, ilâhî isimlerin nurları...vs. İşte bütün bu nurlar kulun kalbine
ışıdığı zaman, kirlilik, pas ve körlük gibi hatâlardan sâlim olan basîret gözü
her bir nurda ne tür bir tecellînin olduğunu, bu nurlardaki mânâları ve bu
mânâlara delâlet eden lafız ve kelimelerin bunlarla olan irtibâtını da idrak
ederler.[786] Vücûdî
tecellînin zâhiri ve bâtını olduğu gibi mârifete taalluk eden tecellînin de
zâhiri ve bâtını vardır. Zâhirî olanı, meselâ tahayyülde olduğu gibi nefsin
zâhirinde vuku’ bulur ve bu tecellîyle eşyanın â’yânı hakkında bir tür mârifet
elde edilir. Bâtınî olanı ise kalpte zuhûr eder ve kula sırlar ilmini bahşeder.
Zâhirî tecellînin hilâfına bâtına, yâni kalbe yönelik tecellî te’vil gerekmez
ve bunda hatâ ihtimali de yoktur. Doğrudan kalbe gelen bu bâtınî tecellî
kendisinde herhangi bir müşkil bulunmayan nass-ı sarih gibidir.[787]
Bu nurların ve tecellîlerin çeşitliliği mârifetin ifadesi noktasında da
bazı önemli ipuçları vermektedir. Bu konuya tezimizin üçüncü bölümünde
ayrıntılı bir şekilde yer vermeye çalışacağız. Meselâ İbnü’l-Arabî’nin nûru’l-envâr
dediği Zât’a ait Subbûhî tecellîler[788], idraki ya da ifadesi şöyle
dursun mümkünâtda varlık bırakmaz onları yakar. Bunun için bunlara yakıcı (muhrika)
tecellîler denilir. Bu tecellîler ile bizim aramızda bizâtihî mümkünâtın
varlığı bir hicâbtır. Bu zâti tecellîler ile aramızdaki perdenin kalkması demek
bizim varlığımız da dahil bütün mahlûkâtın varlığının yanıp yok olması
demektir.[789] [790] Bu sebeple
zâtî tecellîlerden bahsedilse de bu ancak kendisinde tecellî gerçekleşen kulun
isti’dâdı miktarınca olur; dolayısıyla da bu esnâda kul ancak, Hakk’ın
aynasında bizâtihî Hakk Teâlâ’yı değil kendi sûretini .. .. 806
görür.
Mücerred mânâ nurlarının tecellîsinden doğan ilimlerin ise; her hangi
bir şekilde cisimle, sûretle ya da tahayyül ile alâkası yoktur, bu sebeple
tasavvur yoluyla bilinemez, olduğu gibi mücerred mânâlar şeklinde akledilirler.
Zâtı îtibârıyla maddeden mücerret mânâ nurlarının tecellîsi de söze sığmaz,
doğrudan aktarılamaz. Çünkü bu tecellîler, ibâreler de dahil hissî ya da hayâlî
her hangi bir sûretten mücerred mânâların tecellîsidir.[791] Bu nurlardan kaynaklanan
ilimlerin idraki için kalbin de bir nur haline dönüştürülmesi gerekir. Çünkü
her ne sûrette olursa olsun hakikatin idraki ancak tecellî eden bir nur ile bu
nuru kabul edebilecek başka bir nurun birleşmesiyle mümkün olur.[792] Diğer bir
ifadeyle tecellî eden Hakk Teâlâ’nın nuru iken bu tecellî sonucunda bazı mânevî
açılımlar elde eden, bir haz ve zevk yaşayan, bir bilgiye ve idrake ulaşan
insandaki nurdur. İnsanın bu tecellîyi yakalayabilmesi için bütün yetileriyle
bir nur haline dönüşmesi gerekir. Zîrâ sürekli olan tecellîden insan ancak
kendi isti’dâdına göre faydalanabilmekte ve idrak edebilmektedir.[793]
Bazen tecellî, ilâhî isimler ve mânâ tecellîlerinde olduğu gibi, arada
her hangi bir uzaklık ve vasıta söz konusu olmaksızın doğrudan olur; tecellînin
husûlü ile ilmin husûlü aynı anda olur, aralarında her hangi bir fasıla
düşünülmez. İlâhî isimlerin tecellîsi bir anda, bir defada olup biter; bu anda
tecellî bütün tafsîlatıyla inkişâf etmiştir. Bu tarz tecellîye mazhar olan
kimse daha sonra tedrîcî olarak, tahlil ya da terkib yoluyla hüküm çıkartmak
sûretiyle yeni bin mânâya ulaşamaz; bütün mânâ tecellî anında külliyen hâsıl
olur. Diğer taraftan sûretler ve hitap şeklinde vukû’ bulan berzahî/hayâlî
tecellîler de vardır. Bu tür tecellîlerde bekâ hali üzere şuur korunur,
müşâhede ile kelâm bir arada olur. Bu tarz hayâlî tecellîler ise sûretler
şeklinde zuhûr ettiği için mânâ ve isim tecellîlerinin hilafına iki merhalede
tamamlanır. Birinci merhalede sûfî, hayâlî sûreti, her hangi bir düşünme
ameliyesi söz konusu olmaksızın küllî ve muğlak bir şekilde tecrübe eder.
İkinci merhalede ise bu ilk hayâlî tecrübe esnasındaki küllî ve kapalı sûret,
şuurlu bir tahayyül ameliyyesiyle tafsîlâtlandırılır. İşte tecellînin bu ikinci
aşamasını teşkil eden aktif tahayyülün mükemmelliği miktârınca icmalî tecellîyi
tafsilâta dönüştürme işi de mükemmel ve bir biriyle uyumlu olur.[794] Fakat
sûfîlerin bu husustaki kudret ve isti’dâtları farklı farklıdır. Bu îtibârla
yaşadıkları tecrübeden aldıkları zevkleri, onu tafsilâta dönüştürüp ifade etme
imkânları da farklı farklı olur.
Farklı mertebelere göre bir çok farklı nurun tecellîsinden bahsedilirken
insanın idraki açısından tecellî, temelde iki gruba ayrılır. Eğer tecellî
nefsin zâhirine yönelik olursa, idrak hislerde, bir sûret üzere, hayâlde
temessül etmek sûretiyle gerçekleşir ve zevk hayâlî olur. Şayet nefsin bâtınına
yönelik olursa idrak hislerle değil, maddeden mücerred olarak kalp gözüyle (basîret)
gerçekleşir ve zevk aklî olur. Bu durumda tecellîye mazhar olan sûfî herhangi
bir fikrî yorgunluk hissetmeksizin mânâyı âniden kalbinde bulur.[795]
İşte hem mârifet ve hemde varlık noktasında Hakk’ın bir durumunu ifade
eden “tecellî”, tecellînin kaynağının sonsuz oluşundan (ittisa’-ı ilâhî)
dolayı bir kerelik ve kişiye özeldir, aslâ tekrar etmez. Hiçbir kimse bir
diğerinin tecrübe ettiğini tadamadığı gibi, Hakk Teâlâ aynı kişiye aynı biçimde
de tecellî etmez.[796] İlâhî
tecellînin etkisiyle kul kalbinde ansızın bir şeyler buluverir ki buna zevk
denir. Zevk de tecellîye göre farklılaşır. İster gayb isterse de şehâdet
âleminden olsun tecellî, Allah’ın“Zâhir” isminden dolayı gerçekleşir. “Bâtın”
isminin hakikati üzere ise aslâ tecellî gerçekleşmez. Bu sebeple tecellî,
Hakk’ın “Zâhir” ismiyle zuhûr etmesinden ibârettir.[797] İbnü’l-Arabî’ye göre aklî,
şer ‘î, zevkî bütün ilimler Hakk’ın tecellîsiyle ziyadeleşir. Ârif olmayan ve
bu tecellîleri müşâhede edemeyenler cehaletle ilimlerindeki ziyadeleşmeyi
fikirlerine isnâd ederler.[798]
Ulûhiyyet mertebesindeki soyut anlamların, ilâhî sıfatların maddî âlem
ile rûhânî âlem arasındaki ayırıcı bir konumda bulunan berzah/misâl âlemine
inişi, tecellîsi bir tür tecessüd, Allah’ın eşyada tecessüdü olarak
anlaşılmamalıdır. Bu, Allah’ın sonsuz sıfatlarının bir tecellîsi yâni
yansımasıdır. Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin sisteminde yaratma, bütünüyle bir tecellî,
bir tezâhürdür. Tecellî eden bir ve tek olmakla beraber, tecellînin gerçekleştiği
biçim zaman ve mekan sınırlarına tâbî olmak sûretiyle çeşitli olduğundan
farklılaşma ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi Hakk’ın konuşan olarak tecellîsi bir
ve tek iken; emir, nehiy, haberler... vs. olarak farklılaşması tecellînin
gerçekleştiği bilinç ve dile bağlı olarak farklılaşmaktadır.[799] Sonuçta
tecellî, mutlak nurun ışıması ve bu nurun insânî özle yâni mukayyet nurla
buluşmasıdır. Çünkü algılama iki nurun bir birini karşılaması buluşması
demektir. Mutlak nurun ışımasının, değişik biçimleri vardır. Hangi biçimde
olursa olsun, insanın basiret nuruyla karşılaşınca insan kendine ulaşanı
kavrar. Kısacası tecellî, tasavvuf! bilginin kaynağıdır. İbnü’l-Arabî bu
hususta şunları söyler: “Bizim ilmimiz ne lafızlardan, ne insanların
ağızlarından ne de defter ve sayfalardan alınıp elde edilmiştir. Aksine bizim
bilgimiz, vecd sultânı kaplayıp vücûddan fânî olunduğunda kalbe doğan
tecellîlerden kaynaklanmaktadır. Bu durumda anlamlar, tenezzülün vuku ’ bulduğu
mertebeye göre şekle bürünmüş ya da her hangi bir şekil almamış olarak kalpte
oluşurlar. Yine bu tecellîlerden bazısı konuşma bazısı da sohbet tarzında olur,
bazısı nakledilebilir, bazısı da nakledilemez.”[800]
Özellikle tasavvuf! bilginin kavramsal bilgiden farklı olarak bizzat
insanın iç dünyasında gerçekleşen bir his, bir tecrübe olduğunu vurgulamak
üzere İbnü’l-Arabî, mârifeti ifade etmede kullandığı bu genel “tecellî” ve daha
sonra açıklamaya çalışacağımız “keşf” kavramlarının eş anlamlısı olarak “zevk”
kavramını kullanmaktadırlar. Bu doğrultuda İbnü’l-Arabî, “keşfi olmayanın
bilgisi olmaz”[801], “zevkten
kaynaklanmayan her bilgi de ehlullahın bilgisi değildir”[802] der. İbnü’l-Arabî “zevk”
kavramını genel olarak; tecellînin ilk başlangıcında husule gelen, kulun
kalbinde ânîden bulduğu hâl şeklinde tanımlar. Bu îtibârla her bir tecellînin
bir başlangıcı vardır ve bu da o tecellînin zevkini ifade eder. İbnü’l-Arabî,
“zevk” kavramıyla hemen hemen aynı anlama gelebilecek “içme: şürb” ve “kanma:
riyyün” gibi kavramları bu tür tecellîlerin tedrîcîliğini ifade etmede
kullanır: “Zevk”, yaşanılan tecrübenin ve tecellînin ilk mertebesini ifade
ederken, biraz daha kalıcı bir zevk olan “içme” orta, “kanma”[803] da nihâî
mertebesine işâret eder.[804] Fakat
İbnü’l-Arabi’ye göre tecellînin başlangıcının yaşanan bir zevk halinde
gerçekleşmesi ve sonra gerçekleşen bu tedrîcîlik sadece, ilâhî ya da kevnî
isimler şeklinde ve sûretler şeklinde olan tecellîlerde söz konusudur. Fakat
eğer tecellîler mânâlar şeklinde ise tecellînin başlangıcı da sonu da bizzat
tecellînin kendisi de aynıdır, her hangi bir farklılık söz konusu olamaz. Her
hangi bir tedrîcîlik söz konusu olmaksızın tecellînin başlangıcı bizzat
tecellînin kendisinin aynısı olduğu için bu tarz mânevî tecellînin
başlangıcının ötesinde insanın tedrîcî olarak istifade edeceği her hangi bir
hükmü yoktur.[805] Dolayısıyla
İbnü’l-Arabî’ye göre kevnî, ilâhî isimler ya da sûretler şeklindeki
tecellîlerde bir tedrîcîlik söz konusu iken mânâda tecellîde böyle bir
tedrîcîlik söz konusu değildir; bunun başlangıcı ve sonu aynıdır. Bu sebeple
mânen tecellîlere sâhip olan ârifler, bir anda gerçekleşen bu küllî, icmâlî
ifadeden başka bir şey istifade etmiş değildir. İlim adına sûfînin kalbinde ne
gerçekleşmisse bu küllî tecellî anında gerçekleşmiştir. Tafsilât ve ayrıntı ise
bu yegâne ve küllî durumun ifadelere dökülmesi esnasında meydana gelmektedir.[806]
İbnü’l-Arabî sûfiyye içerisinde de bir çok kimsenin böyle bir kuşatıcı
tecellîye sâhip olmaktan uzak olduğunu vurgulamaktadır. İbnü’l-Arabî’ye göre
böyle bir küllî ve icmâlî tecellîye sâhip olamamanın yegâne emaresi, kişinin
sözleri arasındak insicâmsızlıktır. Zîrâ böyle kimselerin eserlerinde ve
sözlerinde, hangi konuda söylemiş olursa olsun sözlerinin tamamının ircâ
edileceği aslî ve küllî bir ilke, bir esas bulmak zordur. Halbuki İbnü’l-Arabî,
kendisi ve kendisi gibi bu tarz küllî ve mânevî tecellîyi yaşayan mukakkık
sûfîlerin sözlerinin insicâmlı ve birbiriyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu söyler.
Çünkü hangi alanda olursa olsun bütün bu sözler tek ve küllî bir özden, küllî
bir tecrübedendir, bütün bu sayısız sözler de bu tek ve icmâlî hakikatin
tafsilatıdır. İbnü’l-Arabî’ye göre işte bu hakikat anlaşıldığında Kur’an-ı
Kerim ayetlerinin tertibindeki münasebet de anlaşılır. Bu tarz tecrübeler
yaşayanlar, her nekadar ayetlerin tertibinde zâhiren bir uzaklık görülse de ayetler
arasındaki münasebeti görebilirler.[807] Daha sonra “fetih”
kavramından bahsederken de söyleceğimiz gibi İbnü’l-Arabî bu tarz mânevî, küllî
tecellî ve fetihler yaşamıştır. Hattâ Fütûhat isimli kapsamlı eserini de
böyle bir küllî tecellî sonrasında yazmaya başlamıştır. İbnü’l-Arabi eserine
yazdığı bütün sözlerini bu küllî tecellîye ircâ eder. Gerçekten de
İbnü’l-Arabî’nin bu tarz küllî tecellîlerin bir emaresi olarak zikrettiği bütün
sözlerin tek bir asla ircâ edilebilmesi Şeyh’in eserlerinde açıkca müşâhede
edilebilmektedir. O’nun bu temel ve aslî ilkesi “tevhit/vahdet”tir. Her hangi
konudan bahsederse bahsetsin konuyu bu pencereden ele alır ve ifade eder.
Burada mârifetten bahsederken kullandığı ifadelerden de hemen sezilebileceği
gibi ona göre; cüzî ve tafsîlî bazı farklı tecellîler ve fetihler olsa da
muhakkık sûfîlerin aslında küllî ve tek bir tecellîleri vardır ve onların bütün
sözleri ve eserleri temelde bu küllî tecrübeye dayanır.
Daha önce de söylediğimiz gibi hem ontolojik hem de epistemolojik boyuta
sâhip olduğu için İbnü’l-Arabî’nin mârifet noktasında zikrettiği kavramlardan
en genel olanı “tecellî” kavramıdır. Tecellîlerin mârifete taalluk eden
kısımlarını ifade etmek üzere, “feth, keşf, şuhud, yakîn, tahkîk gibi
farklı bazı kavramlar kullanılagelmektedir. Şimdi bu kavramlar ve aralarındaki
farklara değinmeye çalışacağız.
Daha önce “tecellî”den bahsederken söylediğimiz gibi hem ontolojik hem
de epistemolojik boyuta sâhip olduğu için, İbnü’l-Arabî’nin mârifet noktasında
zikrettiği kavramlardan en genel olanı “tecellî” kavramıdır. Tecellîlerin
mârifete taalluk eden kısımlarını ifade etmek üzere de farklı bazı kavramlar
kullanılagelmektedir. İşte bunlardan en çok kullanılanı ve en genel olanı
“keşf” kavramıdır. Bu kavram, “fetih” ve diğer bazı kavramlarda olduğu gibi
mârifeti idrak eden insanda gerçekleşen bir durumu ifade etmek üzere
kullanılmıştır.[808] Aynı
zamanda kavram Allah (cc.)’ın sonsuz hicablarının açılması anlamında da
kullanılır. Kelime anlamı bakımından “açmak”, “kaldırmak”, “ perdeyi/peçeyi
açmak” anlamlarına gelen keşf sözcüğü, “engel”, “perde” anlamlarına
gelen hicab ile birlikte (keşfu’l-hicâb), ıstılahî olarak
perdelerin arkasındaki sırlara ve hakikatlere muttalî olmak anlamında
kullanılır.[809] Mârifet
açısından önemli bir ıstılah olan “keşf’, kelime anlamı îtibârıyla bizzat
hicabların varlığını gerektirmektedir.[810] Bu anlamda “keşf’ kelimesinin
Kur’an-ı Kerim’de tasavvufî açıdan önemli bir kullanımı vardır: “Sen bundan
gaflette idin; bu yüzden senden örtünü (gıtâ ’) kaldırdık (keşf) ve bu gün
görüşün keskindir. ” (Kâf 50/22). Ayet-i kerîmede ölmüş olan nefse hitab
vardır. Bu hitabda “hicâb”ın bir çok eş anlamlısından biri olan örtünün (gitâ’)
ölümle kaldırılmasından (keşf ve gözün keskinleşmesinden bahsedilir.
İşte bu ayete istinaden sûfîler, perdelerin kalkıp gözün keskinleşmesi için
tabiî ölümden önce ihtiyârî ölümü (fenâ) yaşamak isterler. Bu
görüşlerini de ayetin sadece işârî yorumuna dayanmak sûretiyle değil, “ölmeden
önce ölün” gibi hadislerle[811]
desteklerler.[812] Bu îtibârla
keşf, ya tabiî ölümle ya da sûfînin seyr-ü sülûkuna paralel olarak iradî ölümle
gerçekleşen kesin ve açık bir idraki ifade eder. Allah’ın dışındaki her şey,
bütün kâinât[813] ve bizâtihî
insanın kendi nefsi[814] Allah’ı
perdeleyen sonsuz hicâbları “keşf” ile açılır ve sûfî böylesi bir keskin idrake
kavuşur. Fakat daha sonra İbnü’l-Arabînin paradoksal ifadelerinden hicâb/ru’yet
paradoksundan bahsederken de söyleceğimiz gibi, hicâplar sonsuz olduğu ve Allah
(cc.) da ancak hicab yoluyla idrak edilebileceği için, burada sûfînin bilgisi
hep idrak ve idrakten acziyet, ru'yet ve perde paradokslarıyla ifade edilir.[815] Ne kadar
latîf ve mânevî keşifler[816], tecellîler
gerçekleşmiş olsa da insan hâla bir perde arkasından idrak ediyordur. Keşf ya
da mükâşefe sadece uzak ve zulmânî hicâblardan, yakın ve latîf hicaplara
geçmeyi sağlar. Fakat perdelerin sürekli oluşu O’na teveccühe engel değildir.
İbnü’l-Arabi’nin ifadesiyle: “Varlık bütün yönlerden dâimâ O’na yönelmiş
durumdadır; O, bilinemese bile. Her himmetle dâimâ arzulanan O’dur; O’na
ulaşılamasa bile. Aynı şekilde her dilde konuşulan da O ’dur, sözle
anlatılamasa da. Perde kalkıp göz gördüğüyle birleşince... insan ne şiddetli
bir hayret içine düşer, ne büyük bir özlem duyar. işte o zaman O, kendini
değişik sûretlerde gösterir de Kendisine tuzak kuranlara tuzak kurulur (mekr),
îmân eden kazanır, inkâr eden kaybeder.”[817] Bu
şekilde Zât, kendini sonsuz tecellîleriyle perdeler. Zîrâ Zât’ı, hicabsız bir
şekilde doğrudan ancak Zât’ın Kendisi bilir. O, yine sadece kendisinin hakkıyla
görebileceği bir müşâhede yeridir.[818] Mükemmel bir mükâşefe de
açıkça ilâhî bir niteliktir. Hakikatlerin gerçek yurdu Allah’ın sonsuz
bilgisidir. Hiç kimse hakikatleri Allah’ın bildiği gibi bilemez.[819]
İbnü’l-Arabi mükâşefeyi, mânevî olması ve sürekli mânâlara has olması
yönüyle mârifetle ilgili diğer kavramlardan ayırır.[820] Mükâşefe ilâhî hakikatleri
temsil eden mânâlardır. Buna mukabil müşâhede tecrübî, açık bir ru’yettir.[821] Bu îtibârla
mükâşefe mânâlara ve isimlere taalluk ederken müşâhede zâtlara ve müsemmâya
talluk eder. Zâtlara ve müseemmaya taalluk etmesi bakımından daha doğrudan bir
ilim ifade eden müşâhedenin isimlere taalluk eden müşâhededen daha tam olması
gerikirdi. Fakat İbnü’l-Arabî mükâşefe müşâhededen daha tamdır der. Çünkü
zâtlara taalluk eden müşâhedenin, sûfînin nihâî gâyesi olan Hakk’ın Zât’ına
taalluku mümkün değildir. Bu îtibârla İbnü’l-Arabî, “Hakk’ın Zât’ının
müşahedesi sahih olsaydı ki bu sahih değildir, müşâhede daha tam olurdu”
der. Bu sebeple İbnü’l-Arabî’ye göre, kesîf olanı latîf hale dönüştüren
mükâşefe, latîf olanı kesîf olana dönüştüren müşâhededen daha tamdır.[822] Derece
bakımından aralarındaki farklılıklara rağmen bu lafızların delâlet ettikleri
anlamlar arasında kesin ayırımlar yapmak pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu
farklı lafızların anlamları arasında açık bir uygunluk olduğunu gösteren çok
sayıda metin mevcuttur. Nitekim Serrâc, eseri el-Luma’da “yakîn mükâşefe
demektir,...yakîn müşâhededir”[823] diyerek mükâşefe ile
müşâhedeyi aynı anlama gelebilecek şekilde kullanmaktadır. Bu farklı lafızların
anlamlarının benzeşmesi bu lafızların bu veya şu sûfîye göre bazı kesin
ayırımlarının olmasını ortadan kaldırmaz. Sûfîlere göre bu farklılıklar, uyku
yada uyku ile uyanıklık arasında görülen rüya gibi mârifetlerin de çeşitli hâl
ve şartlarda kalbe akmasından dolayıdır.[824]
İbnü’l-Arabî’ye göre dış âlem gerçekte tek bir sûret üzere bulunmaz,
sürekli değişir. Zîrâ Allah (cc.)’ın tecellîleri sürekli ve bir birinden
farklıdır. Ne aynı sûrette iki defa ne de iki farklı şahsa tek bir sûrette
tecellî eder. İşte bu değişiklik sürekli ve son derece gizli olmasından dolayı
peş peşe gelen bu sûretleri his ve akıl idrak edemez. Bu değişme ancak kalbin
mârifeti olan keşf ile bilinir. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi kalp de
sürekli değişmektedir.[825] Keşf bazen
küllî tarzda olur ve bu keşf esnasında sâlike sonsuz âlemler açılır, zaman ve
mekandan kaynaklanan perdeler kalkar. Bu halde iken sûfî geçmiş, hâl ve
gelecekle ilgili gizli haberlere muttalî olur.[826] Öyleyse bu tarz
bir mârifet zaman ve mekan kayıtlarına bağlı değildir ve bu mârifet, âlemin
“mutlak varoluş” mefhumu ile tasavvuru üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla da
bu tarz idrak çeşidinde varlık hakkındaki, sürekli yaratılış, yeniden yaratılış
vb. gibi felsefî ya da kelâmî kavramlar söz konusu değildir.[827] Keşf, nur
vasıtasıyla vuku’ bulmaktadır. Allah, bütün varlıkların nurudur, bu nur hem
ontolojik hem de epistemolojik düzeyde tecellî ederek mahlûkatı her yönden
aydınlatır. Zâhirî, bâtınî bütün idrak yetileri bu nur vasıtasıyla idrak eder,
keşf de bu nur sayesinde gerçekleşmektedir. Eşyâ ya da mahsûsât, ilâhî nurun
tecellî yeri olduğu için ya da varlığını Mutlak Vücûd’un nurundan aldığı için
mevcudâttaki bâtınî nur ile idrak yetilerindeki nurun karşılaşmasıyla idrak
ameliyesi gerçekleşmiş olur. Bu îtibârla da her hangi düzeyde olursa olsun
bütün bilme şekilleri Mutlak Nur’a dayandırılır; bu nur olmasa hiçbir şekilde
idrak gerçekleşmez.[828] İşte keşf
de aynı şekilde Mutlak Nur’a bağlıdır. Fakat keşfin gerçekleşebilmesi,
Allah’tan gelen nuru kalbin tam anlamıyla alabilmesi için kalbin nurunun bu
ezelî nura uygun bir mahiyette olması lazımdır. Bazen tecellînin nuru o kadar
fazla ve parlak olur ki kalpte hiçbir bilgi bırakmaz. Bu, kalpteki nurun
dışardan gelen nura denk olmamasından kaynaklanmaktadır.[829]
Sûfîlere göre, görülebilir şeylere nispetle görme ne ise gayba nispetle
de müşâhede odur.[830] Buna göre
müşâhede, tıpkı görülebilir şeylerin gözle görülmesi gibi gaybî şeylerin mânevî
basiret gözüyle görülmesinden ibârettir. Bu sebeple müşâhede de maddî göze
dayalı bir görmeye îtibâr edilmez.[831] İbnü’l-Arabi’ye göre
müşâhede, meşhûdun yâni görünen şeyin bilinmesine götüren yoldur.[832] Kısacası
müşâhede eşyayı maddî hislerle değil de tevhid delilleri sayesinde görmektir,
diğer bir ifadeyle de eşyâda Hakk Teâlâ’yı görmektir. Bu ise insanı içinde her
hangi bir şüphe bulunmayan yakîn bilgisine götürür.[833] Müşâhede hakiki anlamda
ancak, zaten geçici ve izâfî olan beşerî varlıkta fânî olup Sonsuz ve Bâki
olanla bekâ bulunca gerçekleşir.[834] Tasavvufî bilgi yolunun nihâî
amacı olan Hakk’ın müşâhedesi ancak mümkün varlığın nisbî ve geçici yönünden
aslî yönüne meyletmesiyle gerçekleşebilir. İlâhî Hakikat ancak, bir yandan
varlıkta ya da müşâhede eden gözde nisbî ve mümkün olan şeylerin fenası; öte
yandan yine aynı varlıkta mutlak ve zorunlu olan şeylerin bekasından ibâret
olan bir mânevî tahakkuk sâyesinde müşâhede edilebilir. Bu, kesinlikle hiçbir mahiyet
değişimini, hiçbir şekilde özün bozulması ya da ortadan kaldırılmasını ihtiva
etmeyeceği gibi önceden var olmayan bir sonucu da çıkarmaz. Fenâ haliyle yok
edilen şey zâten tanımı gereği izâfîdir ve sürekli yokluk halindedir. Diğer
taraftan kalan ve gerçekleştirilen şey de zaten sürekli bekâ halindedir.[835] İbnü’l-
Arabî bu durumu İbnü’l-Arîfe atfettiği, “Aslâ var olmamış olan fânî olup,
sürekli vâr olan bâkî kalınca...” sözüyle[836] açıklar. İbnü’l-Arabî’ye göre
burhân güneşi müşâhede edenin gözünde, İbnü’l-Arîfin yukarıdaki sözüyle işâret
ettiği hâl gerçekleşince parlar. İşte böyle bir durumda müşâhede
gerçekleştiğinde ise “mutlak tenzih, mutlak cemâl içinde vuku’ bulmuş”
olur.[837]
İbnü’l-Arabî’nin bu son ifadesinden de anlaşılacağı üzere müşâhedeyle
gerçekleşen idrak paradoksal bir durum arzetmektedir. Zîrâ bu son ifadede (mutlak
tenzih mutlak cemâl içinde vukû’ bulur) Allah’ın mutlak aşkınlık ve
bilinemezlik yönü, bir şekilde müşâhedeye taalluk eden eşsiz ve mutlak güzellik
(cemâl) yönünde vâkî olmaktadır. Öyleyse, fânî, izâfî ve geçici olandan
soyutlanıp sürekli vâr olana yönelmek sûretiyle müşadeye eren sûfî, burhan
güneşinin parlamasıyla Hakk’ın mutlak güzelliğini ve bu güzellik içerisinde de
O’nun mutlak münezzehliğini görmektedir. Bu îtibârla gerçek mânâda tenzih
ilkesine de akılla değil müşâhedeyle ulaşılır. Çünkü akıl deliller karşısında
hayrete kapılarak tenzih ilkesine yönelirken, müşâhede de bizzat görülen
şeyler, farklı tecellîler karşısında hayrete düşülür ve tenzih idrak edilir.
Tecellîlerin farklılığından kaynaklanan hayret, delillerin farklılığından
kaynaklanan hayretten daha şiddetlidir.[838]
Müşâhede bilgiye giden bir yoldur. Keşf ise bu yolun hedefidir. Yâni
yolun sonucunda bilginin ruhta hâsıl olmasıdır. Müşâhede, bütünüyle hissî
kuvveler yâni duyumlar içindir başka bir yeti için değil. Mükâşefe ise mânevî
kuvveler içindir. Müşâhede sadece görmeye dayalı bir idrak değil aksine bütün
hisleri kuşatan bir idraktir. Hakk hitap ettiği zaman Kendi hitabını kuluna
işittirmesi de işitme müşâhedesidir.[839] Kısacası müşâhede, hislerin
maddî sûretlerden daha latîf sûretlere yönelmesi ile gaybın ve eşyanın
hakikatinin mânevî bir his olarak idrak edilmesidir. Bu sebeple müşâhede, görme
ve eşyanın iç yüzünü, hakikatini kavramayı ifade edecek tarzda geniş bir anlamda
kullanılır.[840] Müşâhede üç
anlama gelir: İlki mahlûkâtın Allah’ta müşâhede edilmesi, ikincisi Allah’ın
mahlûkâtta müşâhede edilmesidir. Üçüncüsü ise mahlukât söz konusu olmaksızın
Allah’ın müşâhede edilmesidir. Bu da yakînin şüphesiz bir şekilde müşâhede edilmesidir.[841] Mahlûkâtın
Allah’ta müşâhede edilmesi, yâni eşyanın tevhid delilleri üzere görülmesinden
kasıt, her bir varlıktaki “ehadiyyet”in[842] Hakk’ın ehadiyyetine delil
olduğunu görmektir. Bu da Hakk’ın ehediyyetine delildir “ayn”ına değil. Hakk’ın
eşyâda müşâhedesi ise, her bir mevcûdâttaki Hakk Teâlâ’ya yönelik veçheyi
görmektir. Halk söz konusu olmaksızın Hakk’ın müşahedisi ise her hangi bir
şüphe olmaksızın hakîkatü’l-yakîn üzere Allah’ın müşâhedesidir. Bu ise
müşâhede, farklı sûretlere temessül ya da farklı tecellîler mertebesinde
olmadığı zaman vuku’ bulur. Bu noktada İbnü’l-Arabî müşâhede ile ru’yet
arasında esaslı bir ayırım yapar: Müşâhede Hakk’ın nefiste hâsıl olan bir delil
üzere tanınması iken ru’yet böyle bir delil üzere değil Hakk’ın dorudan görülmesini
ifade eder. Bu sebeple ru’yete tâkat getirilemezken müşâhede kulun tâkâti
dahilindedir. Çünkü müşâhede de kul kendi nefsindeki bir delil üzere Hakk’ı
müşâhede eder. Hakk başka sûrette tecellî ettiğinde de onu inkâr eder.
Dolayısıyla müşâhede de kul, Hakk’ın bizâtihî kendisini değil, O’nu belirli bir
şeye hasretmiş olarak nefsinde bulduğu delili ikrar eder.[843] Bu sebeple ru’yet müşâhedeye
göre daha tamdır fakat ru’yete mahlûkâtın tâkâti yetmez. Hakk apaçık bir nûr
iken kâinât zulmettir; gece ile gündüzün birleşmediği gibi nur ile de zulmet
birleşemez. Bunlardan her biri, bir diğerini örttüğü zaman kendi nesini ızhar
eder. Nur zulmeti örterek kendini ızhar eder, gündüz de geceyi. Bu sebeple her
kim mahlûkâtı müşâhede ederse Hakk’ı göremez, Hakk’ı müşâhede ettiğinde de
mahlûkâtı müşâhede edemez. Bu sebeple İbnü’l-Arabî’ye göre Hakk ve Halk
birlikkte aslâ müşâhede edilemez; ya eşyâ Hakk’ta ya da Hakk esyâda müşâhede
edilir.[844]
İbnü’l-Arabi’ye göre kalbin arındırılmış aynasına doğrudan yansıyan
müşâhede iki çeşittir: Birincisi cemâl sıfatlarının müşâhedesinden ibâret olan
aydınlatıcı, parlayan müşâhede (muşrika), diğeri ise ilâhî celâl
sıfatlarının müşâhedesinden ibâret olan yakıp yok edici müşâhede (muhrika).
Bu ikinci müşâhedenin nurları karartıp yok edici (muzlime) olduğu için
nefste, insanı kendinden geçiren bir vecd, bir şuursuzluk hali meydana getirir.
Bu şuursuzluk hali meydana getiren celâl müşâhedesi, konusu îtibârıyla cemâl
müşâhedesinden daha yüce olsa da, mârifet ve müşâhede açısından daha az mükemmeldir.
Çünkü cemâl müşâhedesi sâlikin şuurunu ortadan kaldırmaz.[845] Allah (cc.) mutlak celâlinde
bize değil kendisine dönen bir mânâ vardır. Cemâl’de ise O’ndan bize yönelik
bir mânâ vardır. Bu sebeple mutlak celâl mertebesinin müşâhede edilip
tanınmasına imkân yokken cemâl mertebesi hakkında bir mârifete ulaşmak
mümkündür. Bu sebeple mutlak celâl mertebesi hakkında kulun bir şeyden
bahsetmesi söz konusu değildir. Bu noktada İbnü’l-Arabî sûfîler arasında yaygın
olan bir yanlış anlayışa dikkat çeker. Ekseri sûfîler muhtelif haller,
müşâhedeler ve tenezzülât esnasında kulda hâsıl olan ünsiyeti cemâl
müşâhedesine, heybeti de celâl müşâhedesine atfederler. Halbuki az önce de
söydiğimiz gibi İbnü’l- Arabî’ye göre mutlak celâl mertebesinde bize yönelik
her hangi bir mârifetin husulü söz konusu değildir ki onun hakkında bir şekilde
konuşulsun. Bu sebeple heybet yada üns şeklinde ifade edilen haller mutlak
celâle değil, cemâlin iki farklı mertebesinden celâlü’l-cemâl ile
alâkası vardır. Dolayısıyla kendisinden bahsedilen ancak bu celâlü ’l-cemâl
makamıdır, mutlak celâlden bahsedilemez.[846] Bu mertebeden bahseden kimse
ancak kendi nefsinde hâsıl olan şeyden bahsediyordur, zîrâ bu mertebeyi hiçbir
sıfat kayıtlandıramaz ve hiçbir hususî isim de O’nun hakikatine delâlet edemez,
çünkü O, Azîz ve Subhân’dır.[847] Celâl
mertebesi, Allah (cc.)’ın mutlak mânâda bizden izzetini ifade ederken cemâl
mertebesi ise bize doğru zuhûr edip aşîkar oluşunu ifade eder. Kısacası, celâlü’l-cemâl’den
bahsetmek mümkünken mutlak celâlin müşâhede ve mârifetine hiçbir mahlûkâtın
tâkâti yetmez. Hakk Teâlâ bu mertebede tektir, bu mertebeyi Kendisinden başkası
göremez. Celâl üzere aslâ tecellî etmez, ancak celâlü’l-cemâl üzere tecellî
eder.[848]
İbnü’l-Arabî, cemâl mertebesini sürekli, münezzeh, azîz ve subhân gibi takdir
edilemez ve bilinemezliği ifade eden hükümlerle vasfeder.[849] Dahası İbnü’l-Arabi, nefse
ait bilinç olmaksızın Hakkı müşâhedenin mârifet açısından sâlike bir faydasının
dokunmadığını söyler. Bu hali İbnü’l-Arabi, hissleri ve nefsi bütünüyle kaplayan
ve onları meşguliyetlerinden bütünüyle alı koyan derin uyku haline benzetir. Bu
halde ne hissî ne de hayâlî idrak mevcuttur, rüyâ da görülmez. Zîrâ bu durumda
nefs, her hangi bir düşünce, tezekkür olmaksızın bu derin uykudan uyanır.
Dolayısıyla nefsinin müşâhedesinden âri olarak Hakkı müşâhede ettiğini söyleyen
kimse tıpkı derin uykuya dalmış kimse gibi ne Rabbi’ni müşâhede eder ne de
kendisini. Zîrâ böyle bir hâl üzere gerçekleşen müşâhedede Hakk Teâlâ kendi
kendini müşâhede etmektedir, kul Rabb’ini değil.[850] Bu sebeple, mutlak olarak
itaate dayanan tecrübî şuurun korunmasıyla birlikte gerçekleşen müşâhede daha
mükemmel ve daha gerçektir. Bu halde iken sâlik hem müşâhede eder ve müşâhede
ettiğinin de şuuruna varır. Aynı zamanda bu halde iken mutlak itaate dayanan
bir şuurla da kendini Allah’ta müşâhede eder.[851]
Tıpkı keşf kavramı gibi “fetih” kavramı da mârifet açısından Hakk’la
ilgili bir durumu değil insanda gerçekleşen bir durumu ifade etmektedir. Bu
kavram, muhtelif dinî, ahlaki ve tasavvufî tecrübeleri sonucu sûfînin kalbinin
kesin bilgiyi kabul edecek bir konuma gelmesi durumunu ifade etmek üzere
kullanılmaktadır. Aslında çoğu zaman keşfin eş anlamlısı olarak kullanılan bu
kavram, Allah (cc.)’ın, tecellî etmek sûretiyle kalp için görünmeyen âleme bir
“kapı açması”, ya da kendisi hakkında doğrudan bilgi için kalbi “açması”
anlamına kullanılmaktadır. İbnü’l-Arabî’nin en kapsamlı eserine isim olan
feth/fütûhât kelimesi, etimolojisi îtibârıyla “açılış” anlamına gelmekte,
tasavvuf ıstılâhâtında ise, Allah’ın ilim ve mârifet gibi mânevî lütûflarını
kuluna açması anlamına gelen mânevî aydınlanmayı ifade etmektedir.[852] Kavram
aynı zamanda kelime anlamından da anlaşılacağı üzere rûhânî yükselişin ilk ve
başlangıç mertebesini ifade etmek için kullanılır. Sûfîye bu mânevî “kapı” ya
da hazineler üzerine vurulmuş olan “kilit” açılır ve o, çok geçmeden kendi
dışındaki kuvvetli bir otorite tarafından cezbedilir, artık sûfî bu otoriteyi
takip etmeye başlar.[853] “Kapının”
ya da “kilit”in açılması sonucu ilâhî tecellîler hâsıl olur, bu “kapı”da
sabırla bekleyen sûfî Allah (cc.) hakkında daha önce bilmediği şeyleri öğrenir,
daha önce O’na nispet etmeye cür’et edemediği şeyleri nispet etmeye başlar,
değerli birer hazine olan sırlara ve ilimlere muttalî olur.[854] İbnü’l-Arabî’nin bizzat, bir
kapının (hazretü’l- ilâhiyye kapısı) açılması şeklinde kullanmasının da
çağrıştıracağı gibi kavram, ilâhî keşif ve ilhamlar öncesinde, maddî bütün
alâka ve bilgilerden uzaklaşmış bir şekilde sabırlı ve arzulu bekleyişe de işâret
etmektedir. Zaten İbnü’l-Arabî’nin de ifadesiyle, kendilerinin bütün irfanı, bu
ilâhî kapının önünde, sadece O’na adanmış bir kalp ile, sürekli kapının
açılmasını ümîd edip bekleyerek, her türlü bilgiden uzaklaşmış, fakîr ve muhtaç
olarak bekleyişlerinden kaynaklanmaktadır.[855] Burada “kapı” kulun beşerî
varlığından başka bir şey de değildir. Burada İbnü’l-Arabî, “ilim” ile “şuur”
arasında bir ayırım yapar. Hakk Teâlâ’nın sonsuz rahmeti ve cömertliğine bağlı
olarak “kapı”nın açılması sonucu keşfen hâsıl olmayan her idrak ilim değil bir
şuurdur. Zîrâ bu idrak kapalı olan kapı arkasından hâsıl olmuştur. Kul, burada
zâhirî sûreti ve beden “kapı”sı arkasından bir şuura ulaşmıştır. Halbukî bu
kapının açılmasıyla her şey olduğu gibi ilmen bilinir.[856] Bu şekilde mânevî bir açılım
elde eden sûfîlerden kimine ilâhî bir isimin hakikati açılır ve bu ilâhî isim
onun zevki, meşrebi olur, onda bu isim galip olur ve bu ilâhî isimle anılır.
Mesela; Abdurrezzâk, Abduşşekûr, Abdulganî... gibi.[857] Kimine nisbetler âleminden
sırlar açılır[858], diğer
bazısına nebîlerin latîf hakikatleri açılır ve böylece bazı hakikatlere
ulaşırlar da; Mûsevî, Îsevî ya da Muhammedî kadem üzere olurlar.[859]
İbnü’l-Arabî’ye göre feth, peygamberlerin ve muhakkık sûfîlerin akıl ve
fikir yolu dışında, kalbin keşf kabiliyetinin mânevî olarak açılmasıyla Hakk’ın
bilgisini elde etmeleridir. Bu itîbarla İbnü’l-Arabi fethi, “her hangi bir
çaba, gayret ve kesp, taleb ya da tedkîk olmaksızın kula gelen zâhirî ya da
bâtınî her durum” şeklinde tanımlar ve fethin ayırıcı vasfını da fikirden ya da
başkalarının fütûhatından kaynaklanmaması şeklinde belirler.[860]
İbnü’l-Arabî fethin üç çeşidinden bahseder: İbârenin açılması (fütûhu’l-ibâre),
zevkin açılması (fütûhu’l-halâve) ve keşfin açılması (fütûhu’l-
mükâşefe).[861]
İbnü’l-Arabî’nin Muhammedî, kâmil velîlere has gördüğü ibârenin açılması
“fütûhu’l-ibâre”, tezimizin asıl konusunu oluşturan mârifetin ifadesi
noktasında hayli önem arz etmektedir. Zîrâ bu tarz bir açılımı yaşayan sûfî
yaşadığı tecrübelerini, mârifetini oldukça etkili ve zengin bir şekilde
ifadelere dökme melekesi kespetmektedir. İbnü’l-Arabî de bizzat bufütûhu’l-ibâre
mânevî tecrübesini yaşayan sûfîlerdendir.[862] Fütûhu’l-ibâre
tecrübesini yaşayan sûfî, bütün söz ve hareketlerinde sıdk üzeredir. Böyle bir
fethe nail olan bir kimse bizzat kendi içinde bir söz tasarlamak ve tasarladığı
sözü fikri ile tertib ederek konuşmaz. Bilakis kendi içinde bulduğu mânâyı
ifade etmek üzere lafızları tasavvur edip konuşma zamanı bu mânânın kalbine
doğmasıyla aynı andadır. Zihnen tasarlayarak söz sözlemez, mânâ kalbine düşer
düşmez hemen irticâlen konuşur. Çünkü bu fethe nail olan sûfînin kalbine
tenezzülât, Kur’an’ın indiği mertebeden gelmektedir.[863] İşte böyle bir mânevî açılım
sonucu sûfî kalbinde bulduğu mânâları hem sözleriyle hem de kalemiyle
muhatabına açıkca ifade eder. Fakat muhatabın da “sem’: işitme”yetisinin açık
olması lazım.[864] İfade gücü
mânen açılan sûfî, kalbinde hâsıl olan mânâyı ifade ederken zihnen düşünerek
ifadeleri bir düzene koymaya çalışmaz, sözü muhatabına hoş gelsin diye
özellikle îtînâ ile sözü güzelleştirmeye çalışmaz. Böyle yapan kimseler fütûhu’l-
ibâre sahibi değillerdir. Çünkü fetih, ansızın gelir ve bu halde iken sûfî
normal, sıradan bilinç düzeyinde değildir, konuşması ve yazması irticâlendir.[865]
Fethin ikinci çeşidi olan fütûhu’l-halâve, daha çok tasavvufî
bilginin tecrübî yönünü ve tecrübe esnasında yaşanılan mânevî hazzı ifade eder.
Bu zevk, fetih esnasında Hakk’ın karşı konulmaz otoritesi ile kulunu kensine
doğru çekip cezbetmesinden kaynaklanan mânevî bir hazdır. Haz mânevî olsa da
hisslerde de tesiri görülür; uzuvlarda gevşeme, mafsallarda uyuşukluk ve
karıncalanma şeklinde hissedilir. Mânen yaşanan bu haz maddî lezzetlerin hiç
birine benzemez, onlardan dah eşesiz ve daha yücedir. Fetihten kaynaklanan
hazzın en belirgin alâmeti sonuçta ilim hâsıl olmasıdır, eğer ilim hâsıl
olmazsa bu zevkfütûhu’l-halâve değildir.[866]
Fütûhu’l-mükâşefe ise,
insanı Hakk’ın tanınmasına götürür. Fakat bu noktada İbnü’l-Arabi, sürekli
yaptığı gibi Hakk’ın bizâtihî nasılsa öylece tanınamayacağı, Hakk’ın sadece
sıfatları vasıtasıyla eşyadaki tecellîlerinin tanınabileceği uyarısında
bulunur. Öyleyse mükâşefe, Hakk’ın eşyadaki tecellîlerini tanımaya götürür.
Aslında eşyâ Hakk Teâlâ için bir perdedir; bu perde kalktığında, perdenin
arkasında bulunanın keşfi gerçekleşir. Böylece Hakk, eşyâda keşfen görülmüş
olur. Muhakkık sûfîler gördükleri her bir eşyânın arkasında husûsî bir şekilde
Hakk’ın Veçhe’sini görürler.[867] İşte
fütûhu’l-mükâşefesi gerçekleşen sûfî, tıpkı Rasûlullah gibi, her hangi
bir cihet kaydı olmaksızın arkasındakini de görür. Avâmın gözü eşyanın
hükümlerine tabî olup bu kayıtlara göre görürken, fütûhu’l-mükâşefesi
gerçekleşen ârifin gözü eşyaya takılıp kalmaz, eşyada sadece Hakk Teâlâ’yı
görür. Çünkü âlemde hiçbir varlık yok ki onun Hakk Teâlâ cihetinden dayandığı
bir aslı olmasın. İşte keşfi açılan ârif artık eşyâdaki bu aslî yönü görmeye
başlar.[868]
İbnü’l-Arabî külliyâtının baş yapıtı konumunda olan Fütûhât’ın
yazılış serüveni hakkında bizzat bu kapsamlı eserde bulduğumuz bilgiler, keşfî
bilginin temel kavramlarından olan “fetih”in mahiyeti hakkında oldukça önemli
ip uçları vermektedir. Fethin yukarıda zikredilen üç türüne de nâil olan
İbnü’l-Arabî, Mekke’deki mânevî tecrübesi sonrası elde ettiği ilhamları,
mâriftetleri ihtiva ettiği için en kapsamlı eserini bu kavramı kullanmak
sûretiyle isimlendirmiştir. Nitekim Fütûhâtü’l-Medeniyye[869],
Fethu’l-Fâsî[870] ve Tenezzülâtü’l-Mevsıliyye[871] gibi eserlerini de
kendisine fetihlerin geldiği yerlere (Medine, Musul, Fas) göre
isimlendirmiştir. Fütûhât’ın bu özelliğini çeşitli vesilelerle
vurgulayan İbnü’l-Arabî, sadece ihtiva ettiği bilgilerin ilham ürünü olması
bakımından değil, bu bilgilerin işleniş biçimi, üslûbu, imlâsı, kısacası
noktası virgülüne kadar bütün husûsiyetleri bakımından eserinin tam bir mânevî
feth ve ilâhî ilham ürünü olduğunu söyler.[872] Bu özellik sadece Fütûhât için
değil onun diğer eserleri için de geçerlidir. Fusûsü’l-Hikem’in yazılışı
hakkında da bu türden bilgiler vermektedir.[873]
İbnü’l-Arabî, Mekke’deki ilâhî fetihler sonucu kendisinde hâsıl olan
mârifetleri kaleme aldığı Fütûhât’ın ilk yazılış serüveni hakkında misâl
âleminde yaşamış olduğu bazı tecrübelerini sembolik tarzda anlatır. Esasında
hayatından bahsederken de değindiğimiz gibi İbnü’l-Arabî’nin, bütün eserlerine
ve irfânına temel oluşturacak olan küllî tarzdaki ilk fethi henüz Mekke’ye
gelmezden önce İşbiliyye mezarlığındaki uzleti esnasında gerçekleşmiştir.
Mânevî yolculuğunun henüz başlangıcındaki inzivâsında küllî tarzda gerçekleşen
bu ilk fethi sonrasında şöyle söyler: “O mezarlıkta dört gün kaldım, sonra
oradan bütün bu ilimlerle çıktım”[874] Bu
şekilde sâhip olduğu bütün ilimlerini bu ilk fethine bağlayan İbnü’l-Arabî,
daha sonra da çeşitli vesîlelerle bu tarz tecrübeler yaşayacak, icmâlî tarzda
elde ettiği meârifini tafsîlî olarak gerçekleştirecek ve bu bilgilerini uzun
bir telif hayatı boyunca, ömrünün sonuna kadar yazacaktır. Daha sonra hayatı
boyunca eserlerine tevdî edeceği sırlar, ona halvet esnasında, cezbe halinde gerçekleşen
bir fetihle açılmıştır. Şeyh-i Ekber’in sülûkundaki ilk menzil dolaysız bir fetih
ya da bir cezbe olduğu açıktır. Bu mânevî açılımı bir halvet esnasında, her
hangi bir ön hazırlık yapmaksızın ve ânîden elde etmiştir. Yâni, onun bu fethi,
Allah’a giden yolu adım adım takip eden tedricî bir ilerlemenin, bir sülûkun
nihâyetinde değil, yolun henüz başlangıcında gerçekleşmiştir.[875] Daha önce
hayatından bahsederken de söylediğimiz gibi henüz tam mânâsıyla riyâzet
girmeden bazı fetihlere nâil oymuştur.[876]
Mekke’de yaşadığı bu tecrübelere İbnü’l-Arabi, Fütûhât’ta genişçe
yer vermektedir. Bunların ilkinde, 598 senesinin hac mevsiminde[877] yaşadığı
bir tecrübesinde hem Fütuhat’ı yazmaya başlaması ve hem de kendisinin
velayetin nihâî derecesine ulaştırılması hususunda açık bilgiler vermektedir.
Misâl âlemindeki bu vakıasında İbnü’l-Arabî, Hz. Peygamberi oldukça yüce bir
makamda görür; diğer peygamberler ile Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali onun huzurundadırlar. Melekler Hz. Peygamberin makamını çevrelemişler ve
onun önünde saf tutmuşlardır.[878] Bu
tecrübesini İbnü’l-Arabî, şöyle anlatır: “...Hz. Peygamber, Hâtem (Hz. Isa)
ile aramızdaki makam ortaklığı sebebiyle beni Hâtem ’in arkasında gördü ve ona
şöyle dedi: ‘Bu senin benzerin, oğlun ve dostundur. Onun oturması için kürsüyü
getir ve önüme koy. ’ Sonra bana işâret etti ve sözlerine şöyle devam etti:
‘Kalk ey Muhammed, kürsüye çık ve beni gönderene, seni vazifelendirene hamd et;
çünkü sende benden bir parça vardır ve artık benden uzak kalmaya sabrı kalmamıştır.
Senin zatındaki hakikate hükmeden de o parçadır’... Hâtem kürsüyü yerleştirdi.
Kürsünün alınlığında parlak bir nurla ‘bu en saf Muhammedî makamdır, buraya
oturan onun vârisidir, Allah bu zatı şeriatın muhafazası için göndermiştir’
yazıyordu. O anda bana hikmet vergileri bahşedildi. Sanki bana cevâmiu’l-kelim
verilmişti...[879] Nihâyet bu
yüce vakıadan geri gönderilerek bu dünyaya döndüm ve bu mukaddes hamdı kitabın
giriş kısmı yaptım”[880] Fütûhat’ın girişini
bu şekilde misâl âlemindeki bir vakıasından sonra kaleme alan İbnü’l-Arabî,
Kâbe’de, tavaf esnasında yaşadığı esrarengiz bir tecrübesini de Fütûhât’da
anlatır. Bu tecrübesinde İbnü’l-Arabî, Hacer-i Esved’in önünde bir vecd hali
yaşar, ve olağan üstü vasıfları olan, sıra dışı bir gençle (fetâ)
karşılaşır. Bir görünüp bir kaybolan bu genç, hem susan hem konuşan, hem basit
hem mürekkeptir, aynı zamanda ne canlıdır ne de ölü. Yaratılışı gereği işâret
ve remizlerle konuşur.[881] Kendisinden
kâh bir melek, kâh bir insan gibi bahsedilen bu gencin kim olduğu konusunda;
Rûhu’l-Kuds’ün bir tecessümü[882],
İbnü’l-Arabî’nin rûhânî eşi, semâvî ikizi (divine alter ego)[883], Kâbe’nin
hakikati ya da levh-i mahfuzun tecessüm etmiş bir şekli olabileceği yönünde
farklı görüşler ileri sürülmüştür.[884] Esasında
İbnü’l-Arabî’nin bu tecrübesini anlatırken kullandığı ifadeleri oldukça
semboliktir ve feta ile kimi ya da neyi kastettiği doğrudan anlaşılmamaktadır.
İbnü’l- Arabî’nin üslûbundan bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi
İbnü’l-Arabî bazı hususları doğrudan ifade etmek yerine bir muammâ halinde
eserinin ayrı ayrı pasajlarına şifreler şeklinde yayar. İşte bu esrarengiz feta’nın
kim ya da ne olduğu yönündeki bilgiler de Fütûhât’ın çeşitli pasajlarına
yayılmış sembolik ifadelerden ibârettir.[885] Bu îtibârla da yukarıda
zikredilen farklı görüşleri destekleyen ifadeleri pasajlardan çıkarmak
mümkündür. Muhtemelen İbnü’l-Arabî, tek bir hakikati ifade etmede farklı bir
çok ıstılah kullanması gibi, bu üslûbu içerisinde de aynı hakikatin farklı
veçhelerine işâret etmek istemiştir. Bu îtibârla fetâ’nın kimliği
hususundaki açıklamalar aslında bir biriyle çelişir değildir.[886]
İbnü’l-Arabî’nin bu pasajlardaki esrarengiz fetâ hakkındaki ifadeleri
varlık-dil/insan-Kur’an paralelliğine işâret etmesi açısından önemlidir. Bu
yöndeki tahlillere tezimizin ikinci bölümünde yer vermeye çalışacağız. Burada
bizim için önemli olan husus, bu tecellîden, fetâ ile gerçekleştirilen
bu sessiz/sembolik diyalog sonucunda İbnü’l-Arâbî’de hâsıl olan mânevî “fütûhât”
ve bu rûhânî inkişâftan Şeyh’in kalbinde eşsiz mârifetin hâsıl olması ve
nihâyet Fütûhâtü’l-Mekkiyye gibi devâsa bir eserin husûle gelmesidir.
Çünkü, ibâre ehline kapalı olan, en beliğ hatiplerin dahi hiçbir nasibinin
olmadığı bu sembolik konuşmayı İbnü’l-Arabî anlamış ve onun hakikati kendisine
açılmıştır.[887] Fetâ,
İbnü’l-Arabî’ye şunları söyler: “Peşimden ayak izlerimi takip ederek benimle
birlikte tavaf et. Bana bizzat benim ay ışığımla bak ki neşetimden kitabına
yazacağın ve katiplerine dikte ettireceğin (bilgileri) alasın.[888] ...Şimdi üzerimdeki
perdeleri kaldır ve sûretimin ihtiva ettiklerini oku.[889] Bende
göreceklerini kitabına koy ve arkadaşlarına öğret.[890] O zaman
perdelerini açtım ve göz ucuyla onun yazılarına, satırlarına baktım. Kendisine
tevdî edilmiş olan nuru, o satırların ihtivâ ettiği gizli ilimlere gözlerimin
nüfûz etmesini sağladı . Onun sûretinde okuduğum ilk satır ve muttalî olduğum
ilk sır, şimdi gelecek olan ikinci bapta anlatacağımdır.”[891] Fütûhât’ın
bu ikinci bâbı ise harfler ilmine tahsis edilmiştir.[892] İşte bu ilim vasıtasıyla
vahyin anlaşılmasındaki temel ilkeler öğrenilmekte ve “Kur’an’ın hazineleri”nin
anahtarları edinilmektedir.[893]
İbnü’l-Arabi’nin, esrarengiz genç ile olan sembolik diyaloguna yer
verdiği birinci bâba “Bu kitaba yazdığım şeyleri, neşetinin inceliklerinden
aldığım ruhun tanınması ve benimle onun arasındaki sırlar”[894]
şeklinde bir başlık seçmesinden de anlaşılacağı gibi Fütûhât bu tarz
mânevî tecrübe ve fetihlerin ürünüdür. Bu kapsamlı eserin ve hattâ
İbnü’l-Arabî’nin diğer bütün eserlerinin ihtiva ettiği meârif bu ve benzeri
tecrübeler neticesinde onda icmâlî tarzda hâsıl olmuştur. İbnü’l-Arabî’nin bu
tecrübesi hakkındaki ifadelerinden de anlaşılacağı gibi burada öğrenme, zâhirî
anlamda bir eğitim faaliyeti ve zihinsel bir eylem değildir ve mânevî açılımlar
sonucu hâsıl olan keşfi bilginin bazı husûsiyetlerini sunması açısından
önemlidir. Yâni bu tecrübesinde şeyh, beş yüz altmış bâblık devâsâ eserini bir
kişiden veya bir kitaptan satır satır okuyup öğrenmiş değildir. İbnü’l-Arabî
eserine dercedeceği sırları bir kitapta değil bir kimsede mütalaa etmiştir.[895] Yine o, bu
kimsenin ona bu sırları okuması ya da telkin etmesi şeklinde değil, bizzat bu
kimsenin neşetinde ve hakikatinde bu sırları müşâhede etmiştir. Çünkü fetâ,
sırlarını öğrenmek istediğinde İbnü’l-Arabî’ye “neşetimin inceliklerine ve
görünüşümdeki tertibe bak, istediğin şeyin bende yazılmış olduğunu görürsün.
Çünkü ben ne söz söyleyenim ne de söyleten”[896]
der. Zaten daha önce de bahsettiğimiz gibi bu diyalog sessiz/sembolik bir
diyalogdur. Aslında bu karşılaşmada kelime bile kullanılmamıştır, zîrâ
yaratılışı gereği sadece sembol ve îmâ ile konuşmakta olan fetâ, konuşmaz ama
oldukça fasihtir.[897] Şeyh-i
Ekber’in muttalî olacağı ve bizim için tercüme edeceği ilimler fetanın bizzat
neşetinde sembolik olarak ve icmâlî tarzda bulunmaktadır. Fakat bu vakıayı
nasıl yorumluyor olursak olalım, neticede bu devâsâ eserin, hemen o anda
müellifin zihninde nihâî şeklini aldığını iddia etmemiz oldukça zordur. Burada
gerçekleşen küllî ve icmâlî bir fetihtir ve bu kuşatıcı ruhânî inkişâf, daha
sonra İbnü’l-Arabî’ye kendi nefsindeki, Kur’an’daki ve kâinâttaki “ayetler”i
doğru okumasını sağlayacak ve onlara hep aynı perspektiften (vahdet) bakmasını
sağlayacak, bu da bütün eserlerinin ana temasını oluşturacaktır. Tıpkı insan,
bir kapı açıldığında tek bir bakışla kapının arkasındaki bütün şeyleri gözle
kuşatıp bildiği gibi icmâli tarzdaki mânevî fetih gerçekleştiğinde de tek bir
bakışla yer yüzünden feleklere kadar olan sırları idrak eder.[898] Yoksa
eserlerine tevdî ettiği bütün bilgilerin tafsili olarak zihnine nakşolunduğunu
söylemek zordur. Pek çok seneye yayılacak bir yazım süreci içinde sık sık
husûsî birtakım noktalarda başka ilhamlar ve açılımlar söz konusu olacak ve
bunlar bazen İbnü’l-Arabî için bile beklenmedik bir nitelik taşıyacaktır.[899] Bazen de
bir mesele hakkında daha önceki bir bapta söylemiş olduklarını, talebelerinin
soruları ya da ihtiyaçlarına göre bir başka bapta tamamladığını ya da tasrih
ettiğini görmek mümkündür. Mesela 296. bâbın sonunda halku’l-efal meselesine
değinirken, talebesi İbn Sevdekin’in bir tespiti üzerine bu meseleyi 2. bapta
ele almış olduğundan başka bir tarzda açıklar. Hattâ tıpkı şeyhlerinin
kendisinden istifade ettiği gibi kendisinin de talebesinden istifade ettiğini
ve Allah’ın inayetiyle daha önce bilmediği bir şeyi öğrendiğini söyler.[900] Fakat daha
önce tecellîden bahsederken de söylediğimiz gibi bu tarz küllî tecellî ya da
fetihler, sonraki tecrübeler için bir esas teşkil etmektedir. İbnü’l-Arabî’nin
ifadesiyle mânâ üzere olan bu küllî tecellî ya da fütûhat şeyhin bütün irfânın
temeli olacak ve onun bütün sözlerindeki insicâmı sağlayacaktır. Aslında bu
icmâlî fetih, Ekberî irfândaki “bilgi” anlayışına da paralel düşmektedir. Zîrâ
bu anlayışa göre tıpkı varlıkta olduğu gibi bilgide de çoğalma aslî değildir.
Esasında özünde tek olan “az” ya da “çok” diye nitelendirilemez, çünkü onda
çokluk bulunmaz. Bilgi basît bir mânevî gerçekliktir, çoğalma yada azalma
ihtiva etmez. Bu biricik olan mânevî gerçeklikte görülen çokluk sadece
bilinebilir olan nesneler açısındandır.[901] [902] Bu îtibârla “icmâlî fetih”
esnasında bilginin bu biricik ve nihâî yönü bir anlık müşâhede edilir ve bu
mânevî açılım sûfîye küllî bir bakış açısı sağlar, varlığın bütün mertebelerini
bu pencereden görür. Daha sonraki tafsilî tecrübelere bu küllî açılım esas
teşkil eder. Bilgide çokluk gibi gözüken de bu yegâne bilginin farklı mertebe
ve durumlardaki yansımasıdır.
İbnü’l-Arabî eserinin ve daha genel olarak, ister şifâhî ister yazılı
olsun bütün irfânının ilhama, bu tarz mânevî açılımlara dayandığını pek çok
defa vurgulamaktadır: “Sohbetlerimde ve eserlerimde söylediğim her şey Kur
’an hazretinden ve bana fehim anahtarlarının verilmiş olduğu hazinelerinden
gelmektedir. ”918 İşte İbnü’l-Arabî,
Mekke’deki mânevî fütûhâtı neticesinde 598/1201 yılında Fütûhât’ı telife
başlamış ve bu muhteşem eserini Şam’da 629/1231 yılında uzun bir tahkik
neticesinde tamamlamıştır. İşte bu mânevî fetihler, tasavvufî bilginin temelini
oluşturmaktadır. Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin de sıkça vurguladığı gibi muhakkık
sûfîler eserlerine, sistematik olarak düşünüp tartışarak elde ettikleri
bilgileri değil, uzun süren bir arınma sürecini takip eden açılım neticesinde
kalplerinde hâsıl olan mârifeti dercetmektedirler. Esasında İbnü’l-Arabî’nin
hayat hikayesini göz önünde bulundurduğumuz zaman bu mânevî açılım diğer sûfîlere
nazaran istisnâî bir durum arz etmektedir. Zîrâ o, uzun bir seyr ü sülûkun
ardından değil sülûkunun başlangıcında, henüz yolun başında bu mânevî dereceyi
elde etmiştir. İbnü’l-Arabî’nin bütün ilimlerini dayandırdığı bu ilk fetih,
daha sonraki dönemlerdeki bazı husûsî ilhamlarının da dayanağını teşkil
etmektedir. Zîrâ bu ilk fetihte İbnü’l-Arabî bütün irfânını icmâlî tarzda elde
edecektir. Daha sonra mânevî yolculuğu esnasında kendisinde hâsıl olan bir
takım husûsî açılımlar, bu ilk fethin icmâli bilgilerini tafsili hale
dönüştürecektir. Kısacası fethin bu şekilde icmâli ve küllî tarzda olanında ânî
bir aydınlanma sonucu çok kısa bir zamanda aylarca hattâ yıllarca yapılacak
incelemeyle elde edilecek olandan daha çok şey öğrenilmektedir. Özellikle de
“küll/bütün” kavramı elde edilerek her şey bu perspektiften görülür ve kâinâtı
zihinsel olarak, cüzî bir şekilde anlamlandırmaya çalışmak artık önemsiz bir
hale gelir.[903]
Sûfîler genelikle her türlü bilme şeklinin kesinliğini ve kesin olan bu
bilginin her türlü şüphe ve endişeden uzak olmasından dolayı ruhta hâsıl olan
sükûneti ifade etmek üzere[904] “yakîn”
kavramını kullanırlar. Öyleyse “yakîn”, istikrarlı olan, her hangi bir şekilde
değişmeye maruz kalmayan, bu sebeple de sübût ve sükûnet üzere bulunan her
şeydir.[905] Sûfîler
arasında “yakîn” genelde üç ayrı derecede mütâlaa edilir: İlme’l- yakîn,
ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn.[906] Her üç
tabir de Kur’an’da geçmektedir.[907] İbnü’l-Arabî
“yakîn”i her türlü şüphe, ızdırap, endişe ve korkudan uzak bir makam olarak
gördüğü için, açlık, susuzluk, sıcaklık soğuk vb. gibi korku ve endişeleri bu
makama aykırı bulur. Yakîn mertebesine ulaşan kimse her türlü kaygılardan uzak
olarak tam sükûnet üzere bulunur.[908] Böyle olmakla beraber
Şeyhü’l-Ekber’e göre, hakîki anlamda “yakîn” mertebesine ulaşmak mümkün
değildir. Zîrâ kul kendi aslî meretebesi, hakikati îtibârıyla sürekli bir
ızdırap ve korku içerisindedir, gerçek anlamda sükûnete ulaşması mümkün
değildir. İbnü’l-Arabi bu husustaki görüşünü varlık anlayışıyla da destekler:
Her an yeni bir oluş üzere yeniden yaratılan ve her an değişme ve yenilenme
üzere bulunan kulun gerçek anlamda sükûnete, dolayısıyla da yakîne ulaşması
mümkün değildir. Mümkün varlık olmasından dolayı sürekli yeniden yaratılan
kulun aslî mertebesinden, hakikatinden çıkması da mümkün değildir. Çünkü bir
şeyin hakikatinin dışına çıkması muhaldir. Hattâ İbnü’l-Arabî’ye göre melekler
bile “yakîn” üzere değillerdir. Zîrâ onlar da mekri ilâhî’den emin
olmayıp korku içerisindedirler; korkuyla birlikte de sükûnet ve yakîn olamaz.[909]
İbnü’l-Arabî’ye göre sûfîler arasında sıkça zikredilen bu üç yakîn mertebesi
ise “yakîn”in bizâtihî kendisi değildir. İzâfî ve alt mertebeler olarak
“yakîn”e yapılan izâfetlerdir. Bir şeye izâfe edilen şey ise o şeyin bizâtihî
kendisi değildir; zîrâ bir şey kendine izâfe edilemez.[910] Bu îtibârla
İbnü’l-Arabî’ye göre sıkça zikredilen bu üç kavram “yakîn”in kendisini değil
ona izafe edilen farklı mertebelerini ifade etmektedir. Dolayısıyla bir
dereceye kadar kesin bilgiyi ifade eden bu üç ilim mertebesinin ilki nazar ve
istidlâl yoluyla hâsıl olan ilme’l-yakîn’dir. Bu mertebe mârifetullah
noktasında kulun Allah’ı kendi beşerî varlığı üzere bilmesini ifade eder. Çünkü
kulun zâtı, Hakk’ın keyfiyyeti bilinmeyen Zât’ına delildir. Bir üst mertebedeki
ayne’l-yakîn, keşf ve ilham yoluyla elde edilen ilmi ifade etmekte kullanılır.
Bu ise, kulun küllî bir fenâ haliyle beşerî varlığından çıkarak, Hakk’ı yine
Hakk ile müşâhede etmesini ifade eder. Fakat bu mertebede henüz ulûhiyyet
nispeti aklediliyor değildir. İşte ulûhiyyetin nispeti, müşâhede/ayne’lyakîn
mertebesinden sonra, bu üç mertebenin nihâî noktası olan hakka’l-yakîn
mertebesinde husule gelir. Bu mertebe, kesin bilginin ilk iki mertebesinin
işâret ettiği şeyin hakikati ve esrarını ifade eder.[911] Çoğu zaman mârifetin nihâî
noktasını ifade etmek üzere müşâhede ile aynı anlamda kullanılan Hakka’l-yakîn,
görülebilen şeylerin gözle görülmesi gibi gaybın da öylece müşâhede
edilmesidir.[912]
Ayne’l-yakîn mertebesinin bir üst derecesi olan hakka’l-yakîn ile ilme’l-yakîn
arasında esaslı fark varıdır: İlmin, suje-obje ayırımı da dahil bütün
ayrılıkların ortadan kaldırılarak doğrudan elde edilmesi.[913] Aslında her üç mertebe de bir
çeşit kesinliği ifade eder, fakat seyr ü sülûkun ve mârifetin nihâî noktasını
ifade etmesi açısından apaçık olan hakka’l-yakîn mertebesidir. Yakînî bilginin
ilk aşamasında entelektüel sezgi aracılığıyla insanın zihninde göz kamaştırıcı
bir netlik oluşur. Gerçekleşme sürecinde bu bilgi insanın bütününü çevrelmeye
başlar, şüphe ve vesvesenin dolaşacağı hiçbir yer bırakmaz. İşte sûfîler,
Kur’an’ın mesaj ve terminolojisine de dayanarak kesinliğin derinleşmesinin
aşamalarına işâret etmek üzere bu üç kavramı kullanırlar: “Bilme kesinliği” (ilme’l-yakîn),
“görme kesinliği” (ayne’l-yakîn) ve “kesinliğin tahakkuku” (hakka’l-yakîn).
Bu kavramlarla ifade edilmeye çalışılan şey, ateşin tanımı bilmeye, ateşi
görmeye ve ateşte yanıp tükenmeye benzetilebilir. Şüphesiz ateş tarafından
yanıp yok edilen kişi nihâî anlamda ateşin ne olduğunu bilir.[914] İbnü’l-Arabî
bu mertebeleri şu şekilde bir benzetmeyle anlatır: İnsanlar Ka’be’nin Mekke’de
olduğunu bilirler, gidip görmeseler de onun varlığından şüphe etmezler; işte bu
ilme’l-yakîn’in bilgisidir. Sonra bizzat Mekke’ye gitmek sûretiyle onun
varlığını bizzat görürlerve onun bazı husûsiyetleri nefiste görmeye dayalı bir
yakîn üzere hâsıl olur; bu da ayne’l-yakîn bilgisidir. Nihâyet Allah (cc.)
basiret gözünü açmasıyla Ka’be’nin hakikatini, diğer evlerden farkını yakîn
üzere bilir. İşte nazar ve içtihat yoluyla değil de Allah’ın bildirmesiyle
bilinen bilgi de hakk’al-yakîn bilgisidir.[915]
İBNÜ’L-ARABİ’YE GÖRE DİL VE DİL-VARLIK
İLİŞKİSİ
İnsanoğlunun kullandığı sembolik iletişim yollarından hiç biri, iletişim
gücü ile esnekliği yönünden dili aşacak ölçüde değildir. İnsan, yaşamının çok
değişik kesimlerinde, sanıldığından daha çok dil içinde yüzer; coşkular,
tutkular, duygular, en soyut tepkilerin bile dile uyarlanmış biçimini bulmak
mümkündür.[916] Sosyal
ilişkilerinden ibâdetlerine, içten yakarışlarına, soyut düşüncelerinden coşku
ve tutkularına kadar insanı bütünüyle saran, fakat sınırları, hiçbir zaman
beşerî tecrübelerin nihâî sınırı anlamına da gelmeyen dilin kaynağı husunda
farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Düşünce tarihimiz içerisinde dilin kaynağının
insanların, belirli kelimeleri kullanma noktasındaki uzlaşımları (muvâdaa)
mı yoksa ilâhî bir belirleme ve ilham mı olduğu tartışılmıştır. Bu tartışma,
dilbilimsel ya da sosyolojik mülâhazalara bağlı olmaktan ziyâde rey ehli ile
hadis ehli ya da Mu’tezile ile Ehl-i Sünnet arasındaki geleneksel tartışmanın
bir uzantısı şeklindedir. Uzlaşımı savunanlar, bir grup bilgin ve filozofun
belirli mânâları ifade etmek üzere belirli lafızların kullanılması konusunda
anlaştıklarını ve bunu halk arasında yaydıklarını öne sürmüşlerdir. Dilin
kaynağının ilâhî belirleme ve ilham olduğunu savunanlar ise Allah’ın,
peygamberine varlıkların isimlerini öğrettiğini ve peygamber ve ashabının bunu
insanlar arasında yaydığını kabul ederler. Bu görüşlerini de çoğunlukla şu
ayete dayandırırlar: “Adem ’e isimleri öğretti” (Bakara 2/31).[917] Bir diğer
görüşe göre de dil, hem ilâhî, hem beşerî boyutlu olup; dilin başlangıcı
Allah’ın tâlimi ile sonrası ise uzlaşım ya da bunun tersi bir yolla meydana
gelmiştir.[918] Zîrâ dil,
bir yandan mânevî bir eylem, bir yandan da organik bir sestir. Bundan dolayı
dil, hiçbir zaman sadece yapılmış bir şey olamaz; içten meydana gelen, zorunlu
olarak olmuş bir şeydir. Meydana getirilmiş bir şey değil, mânevî bir kuruluşun
belirtisidir.[919] Dilin vahiy
ürünü olduğunu söylemek ve Hz. Adem’e bütün varlıkların adlarının öğretilmiş
olduğunu kabul etmek, Eş’arî kelâmında dilin sabit, değişmez ve bizim dışımızda
bir gerçekliği olduğu şeklinde bir fikri beslemiştir.[920] Dolayısıyla dil, tesâdüf ve
teâmüllere dayalı sıradan bir işâretler sistemi ve toplum içerisinde iletişimi
sağlayan sırradan bir araç olmaktan çok, kâinâta düzenini verip onu kosmos
kılan ezelî bir ilkenin, bir “ide”nin, “logos”un, evrensel aklın bir görünüşü,
bağımsız oluşan rûhânî bir yaşamın meyvesi, daha Antikçağ’da ifade edildiği
gibi, mutlak ve ilâhî bir özün tezâhürüdür.[921] “Logos/kelime”, kâinâta
düzenini veren ezelî ilke olduğu kadar, bu kâinâtın söz ile ve söz içinde
temsîlidir de. Dolayısıyla da dil ve kosmos, aynı ezelî ilkenin tezâhürü, âdetâ
aynı bıçağın iki yüzü gibidirler.[922] Hattâ bu hakikatine binâen
dilin zâhirî çeşitliliği altında bir tür değişmez prensip ve “evrensel bir
gramer” arayışları söz konusu olmuştur.[923] Dilde tamamen tesâdüf ve
teâmül hakim değildir. Dili meydana getiren unsurların altında bir felsefe
yatar. Bu felsefe bazen şuuru, bazen de şuur altını ifade eder.[924]
İbnü’l-Arabî bu husustaki görüşlerini genel olarak, bu son görüş üzerine, dilin
sabit, değişmez bir gerçekliği olduğu fikrine dayandırmıştır. Zîrâ ona göre
dil, zâhirî formları İtibârıyla uzlaşmaya dayalı olarak ortaya çıktığı gibi[925] bâtını
İtibârıyla da dikey bir boyuta sâhiptir ve Allah’ın sonsuz kelâm sıfatının bir
yansımasıdır.[926] Tıpkı
varlık yegâne olup zâhirî ve bâtınıyla bir bütünlük arz ettiği ve aralarında
mutlak anlamda bir ayrılık ve çelişki olmadığı gibi, dil de zâhirî ve bâtınıyla
bir bütündür, bu ikisi arasında mutlak bir başkalığın olması söz konusu
değildir. Geleneksel anlam boyutuyla pozitif, insânî dil, sonsuz ilâhî kelâmın
tecellîsinden başka bir şey değildir. İnsânî dil, pozitif boyutu îtibârıyla
zâhirî anlamı verse de aynı zamanda bâtınî, ilâhî anlama da işâret etmektedir.[927]
İbnü’l-Arabî, insanlar arasındaki uzlâşım ve teâmüllerin, beşerî dilin zâhirî
formlarını belirlediğini kabul etse de bu uzlaşımın her zaman hakikat üzere
olmadığını da vurgular. Fakat kimi zaman hakikat üzere olmasa da bu uzlaşım bir
teâmül oluşturur ve insanlar arasında bir anlaşma aracı olarak kabul görür.
Hattâ bu teâmül o kadar belirleyici olur ki Allah (cc.) bile kuluna, hitaptan
fayda hâsıl olması için, her zaman hakikat üzere olmayan bu uzlaşım hükmünce
hitap eder. Nitekim Hz. Peygamber de bir bedevîye, o bedevînin tasavvuru ve
dilsel uzlaşımı hükmünce “Allah nerede?” diye sormuş ve bedevî semâyı işâret edince
de “Muhakkak ki o mü’mindir” demiştir. Allah’a eyniyyet: neredelik isnâd
etmek aklen muhal olduğu halde Allah’ın rasûlü, hitaptan fayda hâsıl olması
için, bir bedevinin hakikat üzere olmayan uzlaşımı hükmünce ona bu şekilde
hitap etmiştir.[928]
İnsan, Allah’ın sûretinde yaratıldığı için, kelâm sıfatı da dahil
ulûhiyyete nispet edilen bütün isim ve sıfatları kabul eder. İşte konuşma
eylemi de Allah’ın sonsuz kelâmının bir tezâhürü olarak varlıkların en
mükemmeli olması hasebiyle insana verilmiştir. Bu sebeple İbnü’l-Arabî,
Allâh’ın sonsuz kelâm sıfatının bir tezâhürü olan beşerî lisân ile Rahmân’ın
nefesinde şekillenen ve haddizâtında yine Allah’ın sonsuz kelimelerinden ibâret
olan varlık arasında açık bir paralellik görür. Daha sonra üzerinde durulacağı
gibi insanın nefesinde farklı mahreçlere göre yirmi sekiz harf şekillendiği
gibi varlıkta da temel yirmisekiz mertebe zuhûr eder. Tıpkı bizâtihî tek olan
insan nefesinde mahreçlere göre yirmi sekiz farklı görünüm ortaya çıktığı gibi
varlıkta da tek ve ezelî bir hakikat ve onun farklı görünümleri vardır.[929] Âlem,
Rahmân’ın nefesinde âyân-ı sâbitelerinin imkân ve istîdâdınca zuhûr ettiği gibi
harfler de insanın nefesinde mahreçlerin istîdâdınca zuhûr eder.[930]
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde varlık ile dil arasındaki paralellik bu kadarla
da sınırlı kalmaz. Harflerin mahreçleri, boğazın en iç kısmı ve ağzın en dış
kısmı dudaklar ile bu ikisi arasında kalanlar olmak üzere üç kısımdan oluştuğu
gibi ilâhî mertebeler de üç temel kısma ayrılır: Zâhir, bâtın ve bu ikisi arasında,
her ikisinin özelliğini taşıyan berzah, yâni insan-ı kâmil; ilâhî isimlerle
zuhûr eder hakk/bâtın olur, kendi aslî imkân hakikati üzere zuhûr eder
halk/zâhir olur.[931] O halde
dilin bütün unsurları varlığın farklı mertebelerine denk düşmektedir ve dili varlığa,
nihâî tahlilde de ilâhî bir orijine bağlayan İbnü’l-Arabî’ye göre dilde, bu
hakikat veçhesi îtibârıyla bir tesâdüf ya da teâmüle rastlamak mümkün değildir.
Zîrâ ona göre, harflere ses ve canlık veren, bu îtibârla da maddî kelimelerin
ruhu olarak gördüğü harekeler ile tabî âlemdeki feleklerin hareketleri arasında
bir münasebet vardır. Bu sebeple İbnü’l-Arabî, harflere ruh ve anlam katan
harekeleri/hareketliliği bir tesâdüfe ya da teâmüle değil de feleklerin
hareketlerine ve ezelî bir prensibe; “ilk hakikatler ve onların ulvî
teveccühleri”ne bağlar.[932] Bu düzeyde
dil, artık kâinâtla bütünlük arz eden bir gerçeklik olarak karşımıza
çıkmaktadır. İbnü’l-Arabî’ye göre insanın konuşması ezelî bir ilkeye bağlı
olarak şu şekilde gerçekleşir: İlâhî ilk hakikatler, letâfette kendisine daha
yakın olan insânî nefeslere yönelirler, bu yöneliş sayesinde de nefesler
âlemine uygun olan felek harekete geçer ve sonra bu felek arzulanan amaç
doğrultusunda, istenen uzvu (dil) harekete geçirir. İnsan konuşurken ilgili
uzvu harekete geçiren ulvî feleklerdir, fakat bu ulvî felekler ise ancak ilk
hakikatlerin insanın nefesine yönelmesi sonucu harekete geçerler.[933] Bu
tahlillerden de anlaşılmaktadır ki dilin sadece teâmüllere dayanan zâhirî formu
yoktur, aynı zamanda varlığa paralel tarzda dilde de ilâhî, ezelî bir işleyiş
hakimdir.
Kısacası İbnü’l-Arabî kelâmı iki düzeyde ele alır: Lafız ya da yazı
olsun her hangi bir şeklî formla alâkası olmayan, maddeden mücerret kelâm ve
şeklî formlara, maddî unsurlara bürünmüş kelâm. Maddeden mücerret olan asıl
kelâm nefiste hâsıl olan kelâmdır; lafızlar, rumuzlar, rakamlar ya da işâretler
bu kelâm-ı nefsîye delâlet edip ona tercümân olan zâhirî sembollerdir.[934] Dil
hususundaki bu ayırım, iki farklı türe değil iki farklı düzeye işâret eden,
dilin mahiyeti ile sûreti ya da dilin yegâne cevheri ile farklı ârâzları
arasında yapılan bir ayırımdır. Birinci düzeyde dil, bütünüyle varlığı kuşatan
ve özü îtibârıyla tek olan ilâhî kelâmı ifade etmek için kullanılır. İkinci
düzeyde ise dil, vahiyle ya da vahyin dışında her konuşan kimsenin farklı ve
çok olan sözüne denk düşer.[935] Öyleyse
dilin iki farklı türü değil, iki farklı düzeyi vardır ve beşerî dil, özü
îtibârıyla yegâne olan maddeden mücerred ilâhî kelâmın farklı sûretlerdeki
tecellî ve tezâhüründen ve farklı bir çok formda maddeye bürünmesinden
ibârettir. Bu anlamda İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle, tıpkı varlıkta olduğu gibi
kelâmda da birlik (vahdâniyyetü’l-kelâm) asıldır, hakikidir. Farklılık
ise bu sonsuz ve yegâne kelâm sıfatının tecellî yerlerinden kaynaklanmaktadır.[936] Bu îtibârla
mahlûkât içerisinde, sonsuz ilâhî hitâbın en mükemmel tezâhürüne sâhip olan
insanın beşerî lisanı, kuşlara (Neml 27/16) ve insanın derisine (Fussılet
41/21) nispet edilen “nutk”, karıncaya (Neml 27/18) ve yere-göğe (Fussılet 41/11)
nispet edilen “kavl”, âlemdeki canlı-cansız her şeye nispet edilen ve yine bir
söz cinisinden olan “tesbih” (İsrâ 17/44), bütün bu hitap ve söz şekilleri,
Allah (cc.) sonsuz kelâmının farklı şekillerdeki tecellîlerinden başka bir şey
değildir. Biz, kelâmın Zât’a nispetini değil ancak bu farklı görünümlerini
idrak edebiliriz.[937] Öyleyse
kâinâttaki her bir söz Allah’ın kelâmıdır.[938] Hattâ bu anlamda
olmak üzere İbnü’l-Arabî bazen, ehlullahtan “mutlak işitenler” diye
isimlendirdiği bir zümreye atfettiği “Vücûdda Allah ’tan başka mütekellim
yoktur: Mâ fi’l-vücûdi mütekellimün illallâh” sözünü zikreder.[939] Hattâ bu
anlama gelebilecek şekilde “Allah ’tan başka söz söyleyen, Allah ’tan başka
konuşan yoktur” diyen İbnü’l- Arabî, bir adım daha ileri giderek âlemdeki
her bir sözün hatâdan sâlim olduğunu, her
bir
sözün güzel olduğunu söyler. Zîrâ ona göre âlemdeki her bir kelâm, bir hikmete
ya da en fasih nihâî söze (faslu’l-hitâb)[940]
dayanır.[941] Dolayısıyla
beşerî dil ya da ilâhî dil denildiğinde yapılan ayırım mutlak olmayıp sadece
tek bir hakikatin iki farklı düzeyine işâret eder.
İbnü’l-Arabî’ye göre dilin, yazılı ya da sözlü maddî formlardan
müteşekkil zâhirî düzeyi mârifet açısından insana belirli bir anlayış (fehm)
kazandırırken, maddeden mücerret söz daha kuşatıcı görülen ilim verir. İster
vücûd, isterse metin düzeyinde zuhûr etmiş olsun maddeden mücerret söz, sözün
aslî kaynağına vuslât ile ilmen bilinir. Maddî formlarda zuhûr eden söz ise,
ilme göre daha cüzî bir idrak şeklini ifade eden, dildeki örfî delâlet üzere
fehmen bilinir.[942] Bu sebeple
anlam, dilin sadece bu cüzî ve zâhirî düzeyinde değil, sûfîlerin yaptığı gibi
her iki düzeyinde de aranmalıdır ve Hakk Teâlâ’nın kelimeleri olmaları bakımından
Kur’an ya da varlık maddeden mücerret küllî kelâm üzere ilmen okunmalıdır.
Kısacası beşerî dil ile ilâhî dil arasında zâhir-bâtın ilişkisi vardır ve bu
ilişki, dilin ve varlığın temel unsuru olan harfler düzeyinde başlar. Zîrâ daha
sonra üzerinde durmaya çalışacağımız gibi varlık mertebelerine ve ilâhî
isimlere tekâbül eden harfler, beşerî dilde konuşulan, yazılan, maddî formları
olan harflerin ruhu, yâni bâtınıdırlar. Bu anlamda harflerin bir dikey bir de
yatay boyutundan söz edilir. Harflerin bu şekilde yatay ve dikey boyutu olduğu
fikrinin, tasavvuf ehli arasında Hallâc’a kadar geri gittiğini kaydeden
İbnü’l-Arabî, harflerin yatay boyutunun onların maddî cisimler âlemindeki
fiillerinden, dikey boyutunun ise ruhlar âlemindeki fiillerinden ibâret
olduğunu söyler.[943] Her ne
sûrette olursa olsun sözde ve yazıda zuhûr eden harfler, harflerin
rûhânî/melekûtî boyutunun birer bedeninden ibârettir. Harflerin hakikatini
oluşturan bu rûhânî melekler, ruhlar âleminde, melekü’l-hâ ve hemze,
melekü’l-ayn, melekü’l-hâ...vs. gibi harflerin isimleriyle
isimlendirilirler.[944] Hattâ
sadece harfler değil kelimeler ve ifadeler de İbnü’l-Arabî’ye göre salt
semboller ve işâretlerden ibâret değil, nihâî tahlilde, güzel ve çirkin söz
olmaları durumuna göre, Hakk’ın yaratmasıyla rahmet ve azap unsuru birer meleğe
dönüşebilen, güzel ya da çirkin söz olmasına göre tecessüd edebilen,
hakikatlerdir.[945] Dolayısıyla
zâhir-bâtın, sûret-hakikat düalizmi dilde henüz harfler ve kelimeler düzeyinde
kendini gösterir. Harflerin rûhânî dikey boyutu, ya da diğer bir ifadeyle bizim
beşerî dilimizde kullandığımız harflerle isimlendirilmiş olan bâtınî/rûhânî
harfler, aynı zamanda ilâhî isimlerin ve varlık mertebelerinin de bâtınıdırlar.
Beşerî dilimizde konuşulan ve yazılan harfler ise, bu rûhânî harflerin temessül
ettiği bedenleri ve zâhirî sûretleridir. Harfin zâhiri sûfîyi harfin ruhuna, o
da varlık mertebesine ve ilâhî isme götürür. Öyleyse beşerî dildeki harfler,
ilâhî dildeki ruhânî harflerin hissî ve zâhirî sûretlerinden başka bir şey
değildir.[946] İlâhî dil
ile beşerî dil arasında, henüz harfler düzeyinde başlayan paralellik ve
zâhir-bâtın ilişkisi Nasr Hamid Ebû Zeyd tarafından şu şekilde
gösterilmektedir:[947]
Bâtın--İlâhî dilin harfleri // İlâhî isimler-Varlık mertebeleri //
Beşerî dil--Zâhir
Bu şekilde bir dil anlayışında anlam arayışı da kelimelerin sadece
zâhirî formuyla sınırlı kalmaz. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin te’vil metodundan
bahsederken de söylemeye çalışacağımız gibi anlam, lafzın sadece ıstılâhî
anlamıyla sınırlı değildir. Bilakis İbnü’l-Arabî’ye göre anlamın, kelimelerin
tek tek harflerin anlamlarından; hattâ onların telaffuz edilen, yazılan, gizli
ve açık harflerinin anlamlarından bağımsız olmadığını görürüz. Terkîbî olarak
oluşturulan bir kelimede, o kelimeyi oluşturan harflere zaid bir durum söz
konusu olmayıp sadece cemiyyet nispeti vardır. Kelimedeki bu toplu ve terkîbî
hallerinde harfler, tek başlarına bulunduklarında sâhip olmadıkları bir sûret
kazanırlar. Aslında bu husus âlem için de geçerlidir; mürekkeb varlıklar, basît
unsurların cemiyyet nisbetinden başka bir şey değildirler.[948] Öyleyse Şeyhü’l-Ekber’e göre
terkîb halinde birer kelime olarak mânâ kazanan harfler tek başlarına birer
ruha, dolayısıyla da mânâya sâhiptirler.[949] Yine bizâtihî nefesin aynı
olmayan harfler, mutlak mânâda ondan ayrı olmadığı gibi kelimeler de tek tek
harflerin ne aynısıdır ne de onlardan mutlak mânâda bağımsız.[950] Diğer
taraftan yazılan ve telaffuz edilen dildeki kelimelerin anlamları da mürekkeb
varlıklar olan varlıktaki kelimelerin anlamlarından ayrı düşünülemez. Yine söz
ya da yazıdaki kelimelerin delâletleri de, vücûdî kelimelerin/varlıkların
delâletinden mutlak mânâda ayrılmaz. Bu anlamda varlıkla bütünleşen bir
delâletin de beşerî dildeki zâhirî delâlet gibi örfî ve vad‘î olması söz konusu
değildir. Kısacası ilâhî dilin zâhirinden ibâret olan olan beşerî dilde
delâlet, uzlaşıma ve örfe dayalı iken, beşerî dilin bâtını olan ilâhî dilde
delâlet, her hangi bir beşerî ittifaka değil, kelimelerin Allah’ın ilm-i
ezelîsindeki sâbit özlerine ve mânâlarına dayalıdır.[951] İlâhî dilin zâhiri olması
îtibârıyla beşerî dilde de delâlet aslında sadece zâhirle, ıstılâhi anlamla
sınırlı değildir. Bu îtibârla mânâyâ delâlet, kelimenin sadece ıstılahî
anlamında değil farklı unsurlarında aranır. Meselâ bir kelimenin delâleti, kelimeyi
oluşturan harlerin delâletinden ayrı düşünülemez. Hattâ denilebilir ki
kelimenin delâleti, bu kelimenin telaffuz edilen, yazılan, gizli ya da açık
harflerin delâletinin toplamından ibârettir.[952] Aslında bu bölümde ayrıntılı
bir şekilde göreceğimiz dil // varlık // ilâhî isimler paralelliğini, beşerî
dildeki lafzî, hayâlî ya da yazıdaki harflerin, varlık mertebelerini ve ilâhî
isimleri muhafaza eden bâtınî, ilâhî harflerin somut sûretlerinden ibâret
olduğunu düşündüğümüzde beşerî dildeki vad‘î delâlet ile ilâhî dildeki aynî ve
zâtî delâlet arasında bir çelişkinin olmadığını görürüz. Zîrâ ilâhî dil ile
beşerî dil arasında, buna bağlı olarak da örfî delâlet ile zâtî/aynî delâlet
arasında İbnü’l-Arabî’nin hemen bütün sistemine hakim olan zâhir-bâtın alâkasının
dışında bir şey düşünülmesi imkânsızdır. Bu sebeple beşerî dilde delâletin
sadece teâmül ve ittifaktan ibâret görülmesi zâhire yoğunlaşıp bâtını ihmal
etme vehminden kaynaklanmaktadır. Kemâl mertebelerini tek tek geçen ve vücûdun
bâtınına paralel olarak kendi bâtınının tahakkukunu gerçekleştirmek sûretiyle
dil ya da vücûddaki gerçek delâleti idrak edebilen insan-ı kâmil, hangi
mertebede olursa olsun zâhir ve bâtın arasındaki vehmî çelişkiyi izâle
edebilmektedir.[953] Bunun en
güzel örneği sonsuz ilâhî kelâmı kendi beşerî lisanıyla Mushaf’a dönüştüren,
onu bizim için tercüme eden Hz. Peygamberin şahsında görülmektedir. Zîrâ
insan-ı kâmil olarak Hz. Peygamberin, Hakk ile halk arasında hem varlık hem de
mârifet düzeyinde bir berzah olma konumu vardır. Allah (cc.) Kur’an’ı bizâtihî
kendi lisanıyla söylemediğine göre, mahlûkât ile Allah (cc.) arasında bir
berzah olan Hz. Peygamberin beşerî lisanıyla okudukları kelâmullah diye
isimlendirilmektedir. İbnü’l-Arabî sık sık şu âyeti zikretmek sûretiyle bu
hususa istişhâdda bulunur: “Eğer müşriklerden biri emân dileyerek sana
sığınırsa ona emân verki Allah’ın kelâmını işitsin...” (Tevbe 9/6). Âyette
Hz. Peygamberin kıraati kelâmullah olarak isimlendirilmiştir.[954] Tercümânın
kelâmı kendisinden tercüme edilenin kelâmının yerine geçmiştir.[955] Çünkü
insan-ı kâmil olarak Hz. Peygamber, vücûdî kelimelerin zuhûrunda Hakk’ın vekîli
olduğu gibi sözleriyle de nutk bakımından Hakk’a niyâbet etmekte ve bizim için
onları tercüme etmektedir.[956] Tek ve
küllî bir hakikat olarak, kalbe inen Kur’an, Hz. Peygamberin hayâlinde
sûretlere bürünmüş ve parçalara ayrılmış ve yine Hz. Peygamberin beşerî
lisânında da harf ve seslere dönüştürülmek sûretiyle insanların işitme
yetileriyle kayıtlandırılmıştır.[957] Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin bir
Arap şiirine istinaden söylediği gibi asıl kelâm kalptedir, lisan kalpte olana
delil olur. Eğer kalpte hâsıl olan söz, lisan ile tercüme edilirken, yâni
harflere ve seslere dönüştürülürken kalpte olana tam bir mutâbakât üzere
tercüme edilmiyorsa o zaman lisan delil değildir.[958] İbnü’l- Arabî’nin vahyin
nüzûl sürecini açıklayan bu ifadeleri aslında mârifetin ifadesi açısından da
hayli önemlidir. Zîrâ aralarında esaslı bazı farklar olsa da vahiy ile ilhamın
insana bahşedilme sürecinde bazı benzerlikler sözkonusudur. Bu hususa tezimizin
üçüncü bölümünde yer vermeye çalışacağız. Kısacası beşerî dilin bu şekilde
zâhir bâtın ilişkisi içerisinde ele alınması delâletin beşerî uzlaşım ve
teâmüllere dayalı olmasıyla, ilâhî dilde olduğu gibi zâtî ve aynî oluşu
arasındaki zâhirî çelişkiyi ortadan kaldırır. Uzlaşım ve teâmüller lisanın
zâhirî boyutunu oluştururken delil ile delil getirilen arasındaki zâtî ve aynî
delâlet bâtınını oluşturur. Çünkü beşerî dil, bâtınî ilâhî dilin maddî ve hissî
zâhirinden başka bir şey değildir. Öyleyse lisan, insânî ruhu nefheden ilâhî
nefesin hakikati üzere sadece insana bahşedilmiş bir lütuftur.[959] Zîrâ
insanın nefesi, metafizik ilâhî düzeyde nefesü’r-Rahmân şeklinde
isimlendirilen mânânın bir sûretinden ibârettir.[960] Nihâî tahlilde nefes-i
ilâhîye dayanan insânî nefes ise farklı mahreçlerine göre bu lisanın harflerini
ve kelimelerini oluşturur. Nefes alan kimse, konuşmak istediği zaman, farklı
mahreçlerden çıkan nefesi vasıtasıyla, kalben bilip konuşmak üzere karar
kıldığı şeyleri harf, ses ve sözlere dönüştürür.[961] İbnü’l- Arabî’nin bu
şekildeki dil anlayışı, onun Kur’an’ı yorumlamasında ve kendisinde hâsıl olan
mârifeti ifade ediş şekillerinde açıkça kendini gösterir. Daha sonra üzerinde
durmaya çalışacağımız gibi Kur’an’ı anlama bakımından sadece zâhirî ve istılâhî
delâletle yetinmez, kelimenin dil içerisindeki muhtemel bütün anlamlarını kabul
eder ve zengin bir te’vil metodu geliştirir. Diğer taraftan kendi bazı
hallerinden ve irfânından bahsederken tasavvufî kavramların teâmüllere dayalı
ıstılâhî anlamlarıyla yetinmez, sürekli anlamlarını genişletir.
İbnü’l-Arabî’nin harflere, harflerin telaffuz esnasında zuhûr eden gizli
harflerine, meselâ “kef’ harfinin telaffuzu esnasında ortaya çıkan “kef’,
“elif’ ve “fe” harflerine yüklediği anlamlara, daha sonra dil-varlık ilişkisinden
bahsederken değinmeye çalışacağız. Burada sadece, İbnü’l-Arabî’nin, anlamı
kelimenin çok farklı unsurlarında aramasına örnek teşkil etmesi bakımından
Fâtiha Suresi’nin ilk âyeti saydığı ve fâtihâtü’l-fatiha şeklinde
isimlendirdiği[962] besmele
tefsirine kısaca yer vermekle iktifa edeceğiz.
İbnü’l-Arabî, mushafda yazılı olan besmeledeki “bismi”
kelimesindeki “elif’ harfinin hazf olunması, buna mukabil aynı kelimenin
besmele dışında bazı ayetlerde (ikra’ bismi rabbik, bismillâhi mecrâhâ)
“elif’ harfiyle hazf olunmadan yazılmasını kendi anlayışı doğrultusunda
yorumlar. İbnü’l-Arabî besmelede “elif’ harfinin hazf edilmesini buradaki “bismi”
kelimesindeki “elif’in Zât’a, “be’ harfinin ise ilâhî sıfatlara, dolayısıyla da
zuhûr ve icâda, harfin altındaki noktanın ise bütünüyle mevcudata[963] ve insâna[964] delâlet
etmesiyle alâkalı olduğunu söyler. Böyle olunca, özellikle besmelenin Kur’an’da
ve geleneksel olarak müslümanlar arasındaki yaygın kullanımı göz önünde
bulundurulduğunda, uluhiyete işâret eden “elif” ile insana işâret eden “be”
harfinin aynı anda tezâhür etmesi uygun olmayacaktır. “Elif’ harfinin “be” harfiyle,
besmele dışındaki yaygın olmayan kullanımı ise kulun varlığının yalnızca zâhirî
olduğunu, buna mukabil Allah’ın, çok sayıdaki sûretin gerisindeki gerçek fail
olduğunu göstermek içindir. Bu sebeple bu âyetlerdeki bismi
kelimesindeki “elif’ zâhir olmasaydı, insan, hakikatini bilemez; gaflet
uykusundan uyanamazdı.[965]
Bizzat kendisinin sıkça ifade ettiği gibi Şeyhü’l-Ekber’in mârifetinin,
bunun da ötesinde bütünüyle ifade şekillerinin ilham kaynağı olan Kur’an, onun
dil ve lafız- anlam ilişkisi hususundaki görüşlerinin belirlenmesinde de
oldukça önemlidir. Zîrâ İbnü’l-Arabî dili daha çok; bâtını îtibârıyla Allah’ın
sonsuz ilmini ve kadîm, küllî bir hakikati ifade etmesinin yanı sıra zâhiri
îtibârıyla hâdis ve dilsel bir metin olan Kur’an bağlamında tartışmaktadır.
Daha sonra üzerinde durmaya çalışacağımız gibi varlıklar Allah’ın kelimeleri
olduklarına ve O’nun kelâmı da aynı zamanda hem hâdis ve hem de kâdim olduğuna
göre varlıkların/kelimelerin hem Allah’ın ezelî ilmindeki ilk varoluşları
îtibârıyla kadîm bir yönleri, hem de tek tek varlıklar olarak tecellî etmeleri
îtibârıyla hâdis bir yönleri vardır. Yine beşerî dil, bâtını ilâhî dil olan bir
zâhir olduğuna göre, beşerî dildeki anlamın terimselliği, gelenekselliği ve
literal olarak lafza dayalı oluşu da îtibârî bir sorun olarak kalmaktadır.[966]
İbnü’l-Arabi bunu yine Kur’an’dan bir örnek vermek sûretiyle açıklar: Şöyle ki;
Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun’un, Hz. Musâ’ya “Âlemlerin Rabbi dediğin de
nedir?” (Şu‘arâ 26/23) şeklindeki sorusu ve Hz. Musâ’nın da ona “...O,
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi’dir” (Şu‘arâ
26/24) şeklindeki cevabı zikredilir. Firavun’nun sorusunda ( ve mâ Rabbü’l-âlemîn)
mahiyet soran “mâ” soru edatı Hakk Teâlâ için kullanılmıştır. Halbuki
İbnü’l-Arabi’ye göre diğer temel soru edatları (ümmehâtü’l- metâlib: hel,
mâ, keyfe, lime) gibi mahiyet soran “mâ” edatının da Hakk Teâlâ için
kullanılması uygun değildir.[967] Âyette
ifade edildiği gibi Hz. Musâ bu hakikati bildiği için, geleneksel olarak lafız
ve terimler sorununu, edâtın literal ve uzlaşıma dayalı anlamını esas alarak
mahiyet bildirir tarzda cevap vermemiş, bilakis hakikati esas almak sûretiyle
Hakk Teâlâ’nın eserlerini beyân etmek sûretiyle Firavun’un sorusunu
cevaplamıştır: “O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi
’dir. ” Ayette ifade edildiği gibi Firavun’nun bu uygun olmayan sorusu
cevapsız bırakılmadı; fakat bu soruya, lafızlar, terimler ve teâmüller esas
alınarak da cevap verilmedi, bilakis teâmülün dışına çıkılma pahasına hakikat
ifade edildi. Öyleyse lafızlar ve terimler bizâtihî arzulanan değildir; bilakis
uzlaşım teâmülleri bakımından îtibârî olan bu lafızlar, vazolunduğu mânâya
delâleti bakımından arzulanırlar.[968] İlâhî dilin zâhirinden ibâret
olan beşerî dilin anlamı için durum böyle olunca insânî dilin bâtını olan ilâhî
dilin anlamının nihâî tahlilde uzlaşma ile temellendirilmesi ise söz konusu
olamaz; ilâhî kelimelerin anlamları Allah’ın ezelî ilmindeki varlıklarına ve
anlamlarına dayanmaktadır.[969] Bu hususa
daha sonra İbnü’l-Arabî’nin Kur’an anlayışından ve Kur’an’ı yorumlama
metodundan bahsederken yer vermeye çalışacağız.
Beşerî dil, hakîkî ve sonsuz ilâhî kelâmın belirli bir şekilde
zuhûrundan ibâret olduğu için sadece zâhirî idrak düzeyine denk düşer. Bu
düzeyde, âdetâ kelimelerin pozitif yapılarının ortaya çıkmasıyla bizde anlam
belirir. Halbuki hakikat veçhesi îtibârıyla varlıkların/kelimelerin vazolunması
uzlaşma ya da seçim gereği değil, bizâtihîdir; çünkü bunlar değişmez bilgiyi ve
sözü kendi özleriyle verirler. Zâhirî dil ise bu varlıklara işâret etmekten
başka bir şey yapamaz.[970] Zîrâ bu
boyutuyla dil, varlığın, soyut birer göstergeler ve işâretler olarak söze
dönüştürülmesinden ibârettir, bir soyutlamadır. Bu anlamda dilin anlattığı
gerçek ancak, insan zihninin süzgecinden geçmiş bir gerçektir. Bu îtibârla da
zâhirî boyutuyla dil, gerçeği doğrudan göstermez, sadece soyut işâretlerle
aktarır.[971] Kısacası bu
yönüyle dil, insanın içinde varolduğu dünyayı anlama ve tasvir etme aracı
olarak dünyayı dile getirmedir, bir çeviridir.[972] Bu yönüyle dil, bir tercüme,
eşyayı soyut kavramlara dönüştürme eylemi olduğu için doğrudan yaşantı ve
tecrübeyle mukayese edildiğinde aynı zamanda bir dolaylılığı da ifade eder.
Diğer taraftan insan, gerçekleri kendince algılamakta ve bu gerçekleri
anadilinde oluşmuş kavramlarla anlatmakta, kısacası, dünyayı kendi dilinin
penceresinden görmekte olduğu için dil aynı zamanda bir şartlanmışlığı da ifade
eder.[973] İşte
genelde sûfîler, dilin bu yöndeki bir sınırlılğından şikâyet etmişlerdir.
İbnü’l-Arabî’nin dil ve anlam sorununa yaklaşımı onun varlık, insan ve
insanın hem varoluşsal hem de epistemolojik konumuna yaklaşımından bağımsız
değildir. Dil, tıpkı insan gibi varlıkla paraleldir ve onun hakikatini
simgeler. Metin de dilsel olarak tecellî eden bir varlıktan başka bir şey
değildir.[974] Öncelikle
insanın hakikati ile bütünüyle varlığın hakikati arasında bir paralellik söz
konusudur.[975] Özellikle
tecellîlerin nihâî gâyesini ve hedefini ifade eden küllî bir kelime ve en son
mertebe olarak insan, hem bütün mertebelerin ve hakikatlerin tecellî ettiği yer
olması, hem de Allah’ın sonsuz sıfatlarının en mükemmel tecellîgâhı olması
bakımından Allah’ın sûretinde yaratılmış en mükemmel varlık olmak durumundadır.[976] Bu îtibârla
Allah ile âlem arasında bir berzah olan[977], ruhsuz bir siluet gibi
parlamadan duran âleme can ve parlaklık kazandıran insan, âlem aynasının
cilâsıdır ve ondaki bütün hakikatleri kendisinde toplayan küçük bir âlemdir.
Âlemde dağınık halde bulunan bütün hakikatler insanda toplu halde bulunur.[978] Bu sebeple
Allah’ın en mükemmel tecellîgâhı olan insanın dil de dahil bütün yetilerinin
bir zâhir bir de bâtını vardır; zâhir îtibârıyla bir takım beşerî organların
maddî işleyişinden ve seslerden müteşekkil olan dil, bâtını îtibârıyla Hakk
Teâlâ’nın sonsuz kelâmının bir şekildeki tezâhürüdür. Öyleyse zâhiren bir takım
ses ve lafızlarla sınırlı olan beşerî dil; bâtını îtibârıyla, tıpkı mârifet
teorisinde olduğu gibi, seyr ü sülûka ve tecellîlere dayalı olarak inkişâf
eden, nihâî tahlilde de Hakk’ın sonsuz kelâm sıfatının tezâhürü olan bir yeti
olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakk Teâlâ, sûfîye mânevî mîrâcına paralel olarak
tecellî etmek sûretiyle, sadece metinle sınırlı kalmayan, varoluşsal dili
yorumlama ve bunu ifade etme gücü verebilir. Nitekim tezimizin Birinci
Bölümü’nde fetih kavramından bahsederken de söylediğimiz gibi
İbnü’l-Arabî bu anlamda bir inkişâf fütûhu’l-ibâre) yaşamış ve
kendisine, hakikatleri insicâmlı, bir biriyle bütünlük arz eder tarzda ifade
edebilme yeteneği bahşedilmiştir. Öyleyse mârifeti ifade etme noktasında dilden
şikayet etme mutlak değildir ve bu şikayet dilin sadece zâhirî boyutuna
mâtuftur. Diğer bir taraftan da sûfîlerin bu konudaki ifadeleri tasavvufî
tecrübenin doğrudan yaşanması gereğini ifade etmek içindir.
Kendi derûnûnda hâsıl olan mânâyı karşısındakine aktarmak isteyen her
kimse bizzat kendi nefsinde o mânâyı tahayyül etmeden, mânâyı harfler ve
lafızlar şeklinde hayâlî sûretlere büründürmeden muhâtabına söyleyemez.[979] İnsan
içindeki mânâyı önce hayâlî, daha sonra ses ve çizgiler gibi hissî sûretlere dönüştürür.
Öyleyse insanın konuşması herşeyden önce bir tahayyül ameliyesidir. Zîrâ dil,
maddenin, özel linguistik algılarla ruhsallaştırılması, rûhî olan mânâların da
bir takım maddî formlara dönüştürülmesinden ibâret olduğu için fizik ile
metafizik arasında bir algı-vergi merkezidir.[980] İbnü’l-Arabî’nin
terminolojisiyle söylersek dil, fizik ile metafizik, mânâ ile sûret, akıl ile
hisler arasında bir berzahtır.[981] Daha önce
hayâl hakkında söylediklerimizi hatırlayacak olursak, varlık da dahil tahayyül
olunan her şey ta’bir ve te’vile muhtaçtır. Zîrâ ta’bir (a. b. r.: karşıdan
karşıya geçme) ve te’vil (e. v. l.: aslî gerçekliğe dönme)
kelimelirinin kök anlamlarının da çağrıştırdığı gibi gerek mâddî gerçeklik
düzeyinde gerekse rüyâ düzleminde olsun tahayyülde bir dolaylılık söz
konusudur. Bu dolaylılığın kaldırılması için te’vil ve ta’bir gerekir. İşte
nihâî tahlilde bir tahayyülden ibâret olan kelâmın da doğasında iki anlamlılık
ve te’vil vardır. Dilin iki anlamlı oluşu sadece dilin hayâlî doğasından değil,
aynı zamanda bütünüyle âlemin ve insan idrakinin erişebildiği her şeyin hayâlî
doğasından kaynaklanır.[982] İbnü’l-
Arabî dildeki bu aslî iki anlamlılığı ve te’vili, “Kâinâtta te ’vil
olunmayan her hangi bir kelâm yoktur” sözüyle ifade etmeye çalışır.[983] Çünkü
hiçbir söz işâret ettiği gerçekliğe doğrudan katılmaz, sadece ona işâret eder.
Bu, sâdece doğrudan ifade edilmesi zor olan dînî ve tasavvufî tecrübeler için
değil, insanın bütün tecrübeleri için geçerlidir. Bu anlamda dilin kendisi bir
işâretler, semboller ya da göstergeler bütünüdür. Kısacası bizâtihî dilin
mahiyetinden kaynaklanan bir dolaylılık insanın bütün tecrübelerine yansır.
İbnü’l-Arabî dil hususundaki görüşlerini harfler, sesler, sözcükler,
zamirler, soru, atıf ve olumsuzluk edatları, bağlaçlar ve söz dizimine kadar
dilin bütün düzeylerini kapsayacak tarzda ortaya koymaya çalışır. Fakat o, bu
konuda fikir beyan ederken bir dil bilimci gibi değil, en genel anlamıyla kendi
varlık anlayışı doğrultusunda bazı fikirler beyân eder. Bu îtibârla da her
fırsatta dil ile varlık arasındaki paralelliği vurgulamaya çalışır. Bu
yaklaşımı onun dil anlayışını da belirler.
Gerçekte, İbnü’l-Arabî’de harflerin önemi, harflerin sözcükleri
oluşturan temel yapı taşları olmalarıyla bağlantılıdır; zîrâ dilin zâhirî
varlığı içerisinde sözcükler, harflerin farklı terkiplerinden oluşmaktadır.
İbnü’l-Arabî’ye göre dilin yapısıyla varlığın yapısı arasındaki benzerlik temel
varlık mertebelerine benzeyen harfler düzeyinde başlamaktadır. Temel varlık
mertebelerinin etkileşiminden mürekkeb varlıkların zuhûr etmesi gibi harflerin
özel bir biçimde sıralanmasından da sözcükler çıkmaktadır. Böyle olunca
İbnü’l-Arabî’nin varlığa Allah’ın varoluşsal kelimeleri olarak bakması mümkün
olmaktadır.[984]
İbnü’l-Arabî, varlığın bütün mertebelerinde bir bütünlük ve birlik gördüğü
için, bu farklı varlık düzeylerini sürekli birbiriyle mukayese ederek, aralarında
benzerlikler kurarak anlatmaya çalışır. Lafızlar ve onları oluşturan harflerden
bahsederken de onları, insanın yaratılışına benzetmek sûretiyle canlı bir
şekilde anlatır. Bu noktada; “Onu (insan şeklinde) düzenleyip (tesviye) ona
ruhumdan üflediğim (nefh) zaman, hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr
15/29) ayetini zikreder. İbnü’l-Arabî, harflerden kelimelerin meydana gelmesini
ve küçük harfler dediği harekeler vasıtasıyla onlara bir canlılık/ses ve
belirlilik kazandırılmasını bu ayet muvacehesinde açıklamaya çalışır. Harflerin
bir birine eklenip düzenlenmesiyle kelime meydana gelir. Kelimenin harflerden
düzenlenmesi, ayette geçen, insan şeklinin düzenlenmesine (tesviye)
benzetilmektedir. Belirli bir biçim kazanmış, bir kelime oluşturmuş olan bu
harflere harekelerin konulması ise, düzenlenmiş olan insan sûretine ruhun
üflenmesine (nefh) benzetilmiştir. Düzenlenen sûretin, ruhun
üflenmesinden sonra insan ismini alması gibi, harflerden müteşekkil kelime
sûretleri de ancak kendilerine ruhun üflenmesinden, yâni harekelerin
konulmasından sonra yeni bir neş’et olarak kelime ismini alırlar. îşte bu
şekilde, harfler âleminden kelimeler âlemi meydana gelmektedir.[985]
îbnü’l-Arabî, lafızlar âlemini diğer varlıklar âlemiyle o kadar
bütünleştirici bir tarzda anlatır ki, hazret-i ilâhiyye, insanlara, cinlere ve
meleklere has olan harflerden, harfler ile felekler ve âriflerin mertebeleri
arasındaki paralellikten bahseder, kelimelerin büyük bir çoğunluğunun insana,
az bir kısmının ise meleklere ve cinlere benzediğini sırrî bir şekilde söyler.
Harfi cer olan ba ve lâm, te’kid için olan lâm, yemin için
olan vâv, bâ ve tâ, atıf için olan vâv ve fâ, emir
siygaları tek harften müteşekkil olan el-vikâye, el-veşyü ve el-va
’yü kelimelerinin emir siygalarındaki kâf, şın ve ayn gibi
müfred kelimeler[986] cinlere ve
meleklere, bunların dışındaki bütün müfred kelimeler ise insanlara benzer der.[987]
Tabiî varlık âlemiyle lafızlar âlemi arasında sürekli benzerlikler
kurar. Dil ile ilgili bazı kuralları varlık/insan âlemindeki bazı kavramları kullanmak
sûretiyle açıklar. Meselâ lafızların muğrab ya da mebnî oluşların
telvin ve temkîn gibi tasavvufî kavramlarla açıklamaya çalışır. Muğrab
olma hali değişmeyi gerektiğinden telvîn ile, mebnî olma hali ise
değişmeyip aynı kalmayı gerektirdiğinden temkin kavramlarıyla
açıklanmıştır. Sürekli farklı âlemler arasında bir bütünlük ve benzerlik
görmeye çalışır. Tabî varlık âleminde, insan âleminde görülen özellikler ve
haller lafızlar âleminde de mevcuttur.
İbnü’l-Arabî tabiatta olduğu gibi lafızlar âleminde de dört ana unsurdan
bahsetmek sûretiyle lafızları dört kısımda ele alır: 1-Mütebâyin Lafızlar: Bir
birinden farklı olan bu lafızları müstakil lafızlar şeklinde tercüme
edebiliriz. İbnü’l-Arabî bu tür lafızları, ‘müsemması birden fazla olmayan
lafızlar’ şeklinde tanımlar. Dolayısıyla bu tür lafızlar kendi ilk anlamı
dışında başka anlam ihtiva etmeyen lafızlardır. Meselâ; “anahtar” ve “makas”
kelimeleri gibi. 2-Mütevâtı’ lafızlar: İbnü’l-Arabî bu lafızları, ‘türlerden
her birine verilmesi hususunda teâmül oluşmuş olan her lafız’ şeklinde
târif etmektedir. Meselâ; “erkek” ve “kadın” kelimeleri gibi tür
isimleri bu tür lafızlardandır. 3-Müşterek Lafızlar: Bu tür lafızlar, dilin
kendi husûsiyetlerine göre tek bir lafız kipinde (sîga) olan, fakat bir çok
anlamı olan lafızlardır. Meselâ; göz, pınar, öz,...gibi anlamlar taşıyan
“ayn” kelimesi bu çok anlamlı lafızlardandır. 4-Müterâdif Lafızlar:
Lafız kipleri farklı olmalarına rağmen anlamları aynı olan lafızlardır. Meselâ;
“aslan” anlamına gelen el-esedü, el-hizberü, el-gazanferü ve “kılıç”
anlamına gelen es-seyfu, el-hısâmü, es-sârimü kelimeleri bu eş anlamlı
lafızlardandır.[988]
İbnü’l-Arabî zikretmiş olduğu bu dört çeşit lafzı lafızlar âleminin ana
unsurları (ümmehâtü’l-elfâz) olarak kabul eder. Tıpkı tabiatta bulunan sıcaklık,
soğukluk, kuruluk ve yaşlık şeklindeki dört ana unsur gibi, mütebâyin,
mütevâtı’, müşterek ve müterâdif lafızlar da lafızlar âleminin dört
ana unsurudur. Dilin kendi özel yapısı içerisinde kullanılan bütün lafızlar bu
dört ana unsura dahildir. Meselâ; müteşabih, mecâzî ve aslî
anlamlarından başka anlamlara nakledilen menkûl lafızlar, aslında
yukarıda zikredilen dört ana lafız gurubundan birine dahildir. Söz konusu
lafızlardan müteşabih bir lafzı, meselâ “nûr” kelimesini ele
alalım. Bu kelime hem ilim ve hem de malum için kullanılır. Çünkü, basiret
gözünün mâlûmu nur ile keşfetmesinden dolayı, ilim nura benzer. Tıpkı cismânî
gözün ancak ışık olduğu zaman eşyayı görüp keşfetmesi gibi. İşte bu benzerlik
açık olduğu için ilim “nur” diye isimlendirilmektedir. Dolayısıyla da bu
müteşâbih lafız, çok anlamlı (müşterek) lafızlara dahil edilirler. Bu
sebeple bütün lafızlar bu dört ana lafız grubundan birine dahil edilir, ondan
aslâ ayrılmaz.[989]
Lafızlar hakkındaki bütün bu genel taksîmâtı kabul etmekle beraber
İbnü’l-Arabî, kendisi gibi sûfîlerin hakikatlere muttalî oluşları açısından
diğerlerinden bazı artı bilgilerinin olduğunu söyler. Çünkü ona göre diğer
âlimler hakikatlere onlar gibi muttalî olmamışlardır. Lafızların taksîmâtı
açısından tahkik ehlinin elde ettiği fazla bilgiyi İbnü’l-Arabî şöyle ifade
eder: “Konuşmada çok anlamlı (müşterek) olsalar da aslında bütün lafızlar
müstakil (mütebâyin) birer lafızdır. Diğer bir yönden ise her ne kadar
konuşmada müstakil (mütebâyin) olsalar da bütün lafızlar çok anlamlı
(müşterek)dır.”10(06
Lafızların bu dört temel unsurundan çok anlamlı olan müşterek lafızlar,
İbnü’l- Arabî’nin hem te’vil metodunu hem de kendi ifade şekillerini
dayandırması bakımından hayli önemlidir. Zîrâ daha sonra üzerinde durulacağı
üzere Şeyhü’l-Ekber zengin Kur’an yorumlarını lafız îtîbarıyla Arap dilindeki
bu çok anlamlılığa dayandırır. Yine o, bu çok anlamlığa binâen ıstılahların
anlam çerçevelerini genişletirek kalbine açılan hakikatleri bir çok veçhesiyle
ifade etmeye çalışır. Bu son hususa tezimizin üçüncü bölümünde ayrıca yer
vereceğiz.
1-
Zât: (İsim) ve
Hades: (Fiil)
İbnü’l-Arabî’nin anlayışında dil-varlık paralelliği daha sonra
göreceğimiz gibi henüz müfred harfler düzeyinde başlar ve bu paralellik
mürekkeb kelimeler ve cümleler düzeyinde de görülür. Zîrâ İbnü’l-Arabî kelâmı,
yâni cümleyi[990] [991] kendi
varlık anlayışına uygun olarak üç kısma ayırır. Nahivcilerin cümleyi isim, fiil
ve harf[992] şeklinde
bölümlere ayırmalarının yerine İbnü’l-Arabî, zât, hades ve rabıta şeklinde bir
tasnife gider.[993] Bu tarz bir
tasnif daha dikkatlice yapılmış ve vakıaya daha uygun bir tasniftir. Çünkü
İbnü’l-Arabî’nin kelâm âleminde yapmış olduğu bu taksim varlıktaki taksime
paralel düşmektedir. Varlığın hakikatinde de aynı üçlü tasnif söz konusudur: Zât-ı
Fâile, zât-ı kâbile ve fiil-i akdes. Diğer bir ifadeyle dildeki
isnadın benzerini varlıkta da müşâhede etmekteyiz: Her şeyin kendisine isnad
edildiği Zât-ı ilâhî, varlığı isnad edilen âlem/hades ve bu ikisi arasındaki
alâka ya da bağ/harf.[994] [995]
İbnü’l-Arabî, insan ve varlık anlayışının merkezine koyduğu hakikatü’l-
Muhammediyye’nin, nebi ya da velîlere mahsus bütün hakikatleri kuşatan yönü
olarak yorumladığı cevâmiu’l-kelim’i harfler âlemine de tatbik eder.
Şeyh’e göre harfler âleminde cevamiü’l-kelim üç ayrı zâttır: Kendi nefsi
ile kaim olan zengin zât, bu zengin olan zâta muhtaç olup fakir olan zât ve bu
her iki zât arasında irtibatı sağlayan bağdır. Kelâm âleminde karşılaştığımız
bu üç zât farklı cihetlerden bir birine muhtaçtırlar. Bu sebeple âlemdeki bütün
zâtlar için fakr ve muhtaç olma hali söz konusudur. Bu husus mutlak olarak
sadece Allah (cc.) için uygun değildir. Çünkü O, Zât’ı îtibâriyle mutlak
zengindir. İşte bundan dolayı, İbnü’l-Arabî, mutlak anlamda zenginliği zât,
fakirliği hades, bu ikisi arasındaki üçüncü zâtı ise râbıta diye
isimlendiriyoruz der. Böylece İbnü’l-Arabî bütün varlık âleminde görmüş olduğu
bu üçlü ayırımı ve isimlendirmeyi aynen kelâmın kısımlarına tatbik eder. Ona
göre kelâm da bu üç hakikate hasredilmiştir: zât, hades ve râbıta.wn
İbnü’l-Arabî bu husustaki görüşlerinin nahivcilerin ve mantıkçıların
görüşleriyle mukayese edilmesini ister ve bu hususta şu bilgilileri verir: “Onların
isim dedikleri biz deki zâtın karşılığıdır. Onların fiil dedikleri bizdeki
hades, onlardaki harf ise bizdeki rabıtadır.” Ayrıca İbnü’l-Arabi, kelâmın
kısımları hususunda sadece isimlendirme yönünden değil, tanımlamada da
nahivcilerden ayrılır. Nahivciler fiili: “belirli bir zamanla mukayyet olan
her kelime” şeklinde tanımlayıp, “kıyam, kuûd, darb... ” gibi
mastarları fiil değil, isim kategorisine dahil etmelerine karşılık[996]
İbnü’l-Arabî, mastarları hades/fiil kabul eder. Fakat aralarında belirli
ya da belirsiz bir zaman la mukayyet olma ayırımına gider. Dolayısıyla
İbnü’l-Arabî’ye göre mastar, belirsiz bir zamanda meydana gelen hades/fiil
iken, “kâme, yekûmu...” gibi diğer fiiller, belirli bir zamanda meydana
gelen hades/fiillerdir. Ayrıca İbnü’l-Arabî, zikretmiş olduğu bu
kelimelerle (zât, hades, râbıta) bunlarda bulunan hakikatlere uygun olan
şeyi kastettiğini söyler.[997] Dolayısıyla
kelâmda yapılan bu tarz bir ayırımın hakikate ve vakıaya daha uygun olduğunu
bizzat İbnü’l-Arabî söyler. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi bütün âlemde
de bu tarz bir ayırım söz konusudur.
Bu münasebetle İbnü’l-Arabî, fiilin mi yoksa mastarın mı esas olduğu
konusuna geçer ve bu hususta ekser nahivcilerin aksine ez-Zeccâcî’ın[998] görüşünü
benimseyerek mastarın fiilin aslı olduğunu söyler. İbnü’l-Arabî ez-Zeccâcî’nin
görüşüne ayrıntılı bir şekilde yer verir ve onun bu husustaki görüşünü şerh
ederek[999] dil
hakkındaki görüşlerini varlık anlayışı paralelinde, hattâ bazen birini
diğerinin kelime ve kavramlarıyla açıklamaya çalışır.
Harfler kelimelerin temel unsurlarıdır. İbnü’l-Arabî’ye göre kelimeleri
oluşturan harfler, tabî âlemdeki cisimlerin dört ana unsuru mesâbesindedir.
Maddî cisimler âlemi için su, toprak, ateş ve hava ne ise
kelimeler için harfler de odur.[1000] Bu bölümde dil-varlık
ilişkisinden bahsederken harfler konusuna ayrıca yer vereceğimiz için burada
sadece bu genel açıklamayla iktifa edip İbnü’l-Arabî’nin küçük harfler dediği
harekeler hakkındaki görüşlerine yer vermeye çalışacağız.
İbnü’l-Arabî, harekeler küçük harflerdir der. Fakat harfler âlemiyle
harekeler âlemini birlikte ele almanın faydasız olduğunu da hemen ekler. Çünkü
bu küçük harfler ancak, harflerin belirli bir düzen dâhilinde birbirlerine
eklenip kelime oluşturmalarından sonra varlık kazanır, ancak kelimeler üzerinde
varlıklarını ızhar ettirebilirler. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye göre,
harekelerin, harfler faslında değil, harflerden müteşekkil olan lafızlar
faslından sonra zikredilmesi daha uygundur. Nitekim kendisi de böyle yapmıştır.[1001] Harekeler
kelimelerin ruhudur. Çünkü harflerden müteşekkil kelime sûretleri ancak
harekeler vasıtasıyla belirlilik ve ses, yâni hayat kazanırlar. Zaten
İbnü’l-Arabî bu hususu, insanın yaratılıp ruhun üflenmesi olayına benzeterek
açıklamaktadır.[1002] Bu konuyu
lafızlar bölümünde ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız.
İbnü’l-Arabî, aynı kökten gelmeleri îtibâriyle (hareketün/harekâtün)
tabî âlemdeki cismânî ve rûhânî hareketler ile lafızlar âlemindeki cismânî ve
rûhânî harekeleri bir birlerine yakınlaştırarak açıklama cihetine gider.
Nitekim lafızlar âlemindeki harekeler de lafızlara belirlilik ve hareket
kazandırmaktadırlar. Her iki yerdeki hareketleri/harekeleri mutlak olarak bir
tesâdüfe ve alışkanlığa bağlamaz. Bilakis bu hareket/harekeler genel ezelî bir
kanuna boyun eğmektedirler ki bu ezelî kanunu “küllî ilk hakikatler ve
onların ulvî teveccühleri ” diye tanımlar. [1003] Buna göre İbnü’l-Arabî, dil
ile ilgili bazı kuralları tesâdüfe ya da adete/uzlaşıma dayalı görmüyor. Bütün
kâinâtta olduğu gibi lafızlar âleminde de ezelî bir kanunun işleyişi etkili
olmaktadır.
III-
İbnü’l-Arabî’de
Dil-Varlık İlişkisi
İbnü’l-Arabî’nin dil anlayışını onun âlemin kaynağı hakkındaki
görüşünden ayırmak mümkün değildir. Çünkü ona göre Allah’ın yaratma eylemini,
O’nun ezelî kelâm sıfatından ayırmak olanaksızdır ve bu iki varlık türü (dil-kâinâtın
varoluşu) organik olarak birbirine bağlıdır. O, hem varlığın zuhûru hem de
bu zuhûrun ilâhî kelâm sıfatından ayrı olmadığı görüşünü, “Allah (cc.) bir
şey murâd edince, sadece “ol!” demesiyle o şey hemen oluverir” (Âl-i İmran
3/47) ayetine dayandırır. Allah, tek bir kelimeyle (kun: ol), varlık
alanında henüz bir belirlenim kazanmamış, fakat ilm-i İlâhîde mevcut olan
sûretlere (âyân-ı sabite) varlık kazandırır. İşte ilâhî, vücûdî ‘ol’ sözü
ile âlemde zuhûr etmiş olan bütün bu varlıklar, kâinâtta, yâni uçsuz bucaksız
İlâhî söylem içinde birer “kelime” olur.[1004] Bu vucûdî “ol” sözü tıpkı
Arap dilinde bütün vezinlerin yerine kullanılan “f. a. l. ” fiili gibi
ilâhî bütün emirlere niyâbet eder.[1005] Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye
göre kâinât, aynı zamanda dilin de en temel öğeleri olan harflerden zuhûr
etmiştir.[1006] Sözdeki
harflerden ruhlar âlemi, yazıdaki harflerden hissî âlem ve zihindeki harflerden
ise aklî âlem var olmuştur.[1007]
Allah( cc.)’ın sonsuz ilminde değişmeyen özler (ayân-ı sâbite)
şeklinde bulunan varlıkları, imkân mertebelerinden zuhûr mertebesine çıkartan
ezelî ilke, ilâhî kelime olmaktadır. İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde
yaratılış, mutlak yokluktan değil, izâfî yokluktandır. Âyân-ı sâbite,
hariçte henüz zuhûr etmediği için varlık adını almaz, fakat ilm-i ezelîde sabit
olduğu için mutlak yokluk anlamına da gelmez. Yukarıda zikri geçen ayette geçen
“kun: ol!” ve “şey” ibâreleri de Şeyh’in bu düşüncesini
desteklemektedir. Zîrâ emre muhâtap olan bir “şey”dir, dolayısıyla mutlak
yokluk söz konusu değildir. Yine bu “şey”e “ol!” emr-i ilâhîsi teveccüh etmiş
olması da bu “şey”in, ilm-i ilâhîde sabit olsa da henüz hâricî varlık
mertebesinde zuhûr etmediğine işâret etmektedir. [1008]İbnü’l-Arabî’ye
göre bu şekilde zuhûr eden varlıklar, “ilâhî isimler” vasıtasıyla düzenlenip,
her biri kendi yerine yerleştirilir. Burada “isimler”, beşerî dilde kullandığımız
şekliyle, spesifik terim anlamında (Rahman ya da Kadir gibi) alınmamalıdır.
Daha doğrusu harflerin terkibinden oluşan ve beşerî lisânımızda dua ve niyâzda
bulunduğumuz isimler, “ilâhî isimlerin” ismi (esmâü’l-esmâ)dir. Öyle ki
Allah (cc.), bu isimlerin farklı şekilleri vasıtasıyla kâinâttaki varlığı sevk
ve organize eder. Bu isimler, hem varlığa (being) varoluş (existence)[1009] kazandırma
hususunda gerekli olan enerjiyi, hem de varlıklar arasındaki düzen ve uyumu
tanzim eden genel yapıyı sağlamaktadır.[1010]
Bu şekilde Allah’ın sonsuz ilminden sürekli inkişâf eden her varlık,
“büyük kozmik söylemin” kompozisyonundaki bir harfi teşkil eder. Harflerin
potansiyel varoluş düzeyinden görülür âlemdeki belirlenmiş varlık düzeyine
geçişi feleklerin (spheres) dönme eylemi vasıtasıyla vuku’ bulur.[1011]
İbnü’l-Arabî bu süreci açıkça konuşma eylemi ile eş tutar ve bu ilâhî hitap
sadece sembolik bir ifade değildir. İlâhî yaratma ile insanın konuşması
arasındaki bu benzerlik sürekli tekrarlanır. Allah, “nefesü’r-Rahman”
olarak bilinen ve kâinâtın varlığını sürekli muhafaza eden “ilâhî nefes alma”
vasıtasıyla mahlûkatı yaratır. İlâhî kelimelerin “telaffuzu”nu mümkün kılan
işte bu “nefes” tir.[1012] Bu rahmânî
nefes İbnü’l-Arabî’nin terminolojisinde amâ diye isimlendirir. Bu latîf
ve metafizik bulut, Hakk’ın zuhûrunu (:keynûnet)[1013] [1014] kabul eden ilk
mahaldir. “Mahlûkâtı yaratmadan önce Rabbimiz nerede idi? ’ şeklindeki
bir soruya Hz. Peygamberin, “altında ve üstünde hava bulunmayan amâda idi””'003
cevabı İbnü’l-Arabî’nin bu konu hakkındaki görüşlerinin temel dayanağı
olmaktadır. Bu metafizik bulut, bütün sûretleri kabul eder, aynı zamanda
varlıklara şekillerini verir; hem aktif hem pasiftir, hem alıp, kabul edicidir
hem de gerçekleştirici.[1015] Allah (cc.)
işte bu latîf amâda kendi dışındaki bütün âlemin sûretlerini açar.
İbnü’l-Arabî bu ilk, metafizik unsurun zuhûrunu, diğer
bütün sûfîlerde olduğu gibi âlemin varlığının temel ilkesi sayılan ilâhî aşk
anlayışıyla açıklar. İbnü’l-Arabî, hem Hakkın var oluşunu kabul edebilen ve hem
de bütün kâinâtın kendisiyle zuhûr ettiği amâ’nın oluşumunu açıklarken, sûfîler
arasında sıkça dile getirilen; “Ben gizli bir hazine idim, bilinmiyordum.
Bilinmeyi sevdim ve mahlûkâtı yarattım.”11032 kutsî hadisi ile “Rahmân’ın
nefesini Yemen tarafında buluyorum” hadisini[1016]
[1017] zikreder ve
yorumlar. Diğer taraftan Allah (cc.) Kur’an-ı Kerim’de, kendisine bir nevi
nefes alıp verme olan “nefh”i izafe eder. Bu “nefh” ile de âleme varlık ve
canlılık verir.[1018] İşte
hadiste zikredilen nefes; bir taraftan hitapla, kelâmla, diğer taraftan da
varlık ve canlılık veren “nefh” ile âlâkalıdır. İbnü’l-Arabî, her iki hadisten
ve ayetlerden mülhem olarak, mevcûdâtın varlığını Hakk’ın bilinme iştiyakına,
bu iştiyakın bir zuhûru olarak da ilâhî nefese/amâ’ya bağlar. Dolayısıyla
İbnü’l-Arabî, nefes sembolünü kullanmak sûretiyle mahlukâtın varlığını ilâhî
hitaba bağlar. Zîrâ her nefes sahibi, aynı zamanda nefes almanın bazı
gereklerine de sâhiptir. Meselâ insan, bir taraftan nefes alıp vermek sûretiyle
içindeki sıkıntıdan kurtulur, diğer taraftan da konuşma esnasında nefes
vasıtasıyla harflerin ve kelimelerin sûretlerini zuhûr ettirir. İşte Hakk Teâlâ
da, bir taraftan ezelî muhabbetinin hükmünü izâle etmekte, âdetâ kendi içindeki
bilinme iştiyakının verdiği sıkıntıyı nefesiyle dışa vurmakta, diğer taraftan
da bu nefesiyle âyân-ı sâbite ’ye, harfler ve kelimeler olarak
varlıklarını vermektedir.[1019]
İbnü’l-Arabi, burada söz konusu olan sıkıntının, ilâhî nispet ve izafetlerin,
yâni ilâhî isimlerin âlemin sûretini îcât etme yönündeki taleplerinden[1020] kaynaklanan
bir sıkıntı olduğunu söyler. Zât-ı Bârî de bu sıkıntıyı, nefes almak sûretiyle
ve ilâhî isimlerin bu yöndeki taleplerine merhamet etmek sûretiyle Rahmân
ismiyle izale eder.[1021] İşte bu
sebeple bütün mevcudât Allah’ın sonsuz rahmeti sonucu varlık kazanmış birer
harf ve kelimeden ibâret olmaktadır.
Rahmân’ın nefesi/amâ,
tıpkı insan nefesinin, konuşma esnasında sadır olan bütün harf ve kelimeleri
ihtiva etmesi gibi bütün mevcûdâtın sûretlerini ihtivâ eden bir cevherdir.[1022] Bu sebeple
varlığın cevheri hakikatte Rahman’ın nefesinden başka bir şey değildir. Çünkü
ilâhî nefhanın nüfûzuyla birlikte, en ulvîsinden en aşağısına kadar bütünüyle
âlemin sûreti bu cevherde zuhûr etmiştir.[1023] Diğer taraftan İbnü’l-Arabî,
kelâmın Arap dilinden kaynaklanan bir husûsiyetine binâen her bir varlığın bir
kelime olduğu yönündeki görüşlerini açıklar. Zîrâ Arap dilinde “kelâm”, kesik,
yara, yaralama anlamına gelen[1024] “k.l.m.”
kökünden türemiştir. Bu sebeple tıpkı yaranın bedende bir etki husûle getirmesi
gibi “kelâm”da da müessir bir güç vardır. İşte mümkünât ilk olarak “kelâm”ın bu
müessir gücünden etkilenmiş ve mümkün varlıkların ilk işittikleri hitap “kun”
kelimesi olmuştur ve âlem bu şekilde İlâhî Kelâm sıfatından zuhûr etmiştir. Bu
hitap ise Rahman’ın nefesinin âyân-ı sâbite ’ye teveccühüdür.
İbnü’l-Arabî kelâmın bu varlık düzeyindeki etkin gücünü, “kelâm olmasaydı biz
bügün yokluk üzere olurduk, ne bir hüküm ne de haber olurdu” sözüyle ifade
etmeye çalışır. İşte bu sebeple bütün kâinât kelâm ile tâbir olunmuştur. Tıpkı
insanın nefesinden harflerin ve kelimelerin zuhûr etmesi gibi. Kelâm, nihâî
tahlilde Rahmân’ın nefesine dayanan müessir bir güç olduğu için himmeti tam ve
kelâmı da ilâhî olan kimsenin sözü de aynı şekilde müessir olur.[1025]
Daha sonra üzerinde durmaya çalışacağımız gibi, temel varlık
mertebelerinin nefes-i ilâhîde ki harfler olması gibi, mürekkeb varlıklar da
mürekkeb bir kelime-i ilâhiyye olan “kun: ol” emrinden var olmuştur.
Mevcûdâtın âyân-ı sâbite’leri zâtları îtibârıyla emr-i ilâhîyi işitme ve
kabul etme istîdâdında olduğundan Allah (cc.) onları ademî hallerinden vücûda
çıkartmak istediğinde onlara “kun: ol” der, onlar da hemen olup zuhûr
ederler. Âyân-ı sâbitenin ilk idrak ettiği şey bu kelâm-ı ilâhîdir. Diğer bir
ifadeyle her bir mevcûdât asılları ilâhî “kun: ol” emrine dayanan birer
kelimeden ibârettir.[1026]
İbnü’l-Arabi’nin terkip düzeyleri bakımından “kun” fiilini tahlil edişi,
hem onun te’vil vasıtalarından birini, hem kelimelerin başka bir anlam
boyutunu, hem de onun dilin farklı anlam boyutuna ilişkin tasavvurunu ortaya
koyması bakımından önemlidir. Zîrâ “kun” kelimesinin zâhir ve bâtın
olmak üzere iki farklı veçhesi vardır: Zâhir îtibârıyla kelime iki harften (kef
ve nûn) oluşmaktayken bâtın îtibârıyla üç harften (kef, vâv ve nûn)
müteşekkildir. Zîrâ kelimenin etimolojik kökeni “kevn” olup, biri kısa
(zamme), diğeri uzun (vâv) iki sesli harfin bir araya gelmemesi için “vâv”
harfi hazfedilmiş ve kelime zâhiren iki harften müteşekkil olarak (kef ve nûn)
yazılmıştır.[1027] Kelimenin
bir zâhiri, bir de bâtını olması, onun bâtını ile gayb ve melekût âlemine;
zâhiri ile de, mülk ve şehâdet âlemine tekâbül etmesi anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan mülk ve şehâdet âleminin de bir zâhiri ve bir de bâtını olduğuna
göre “kun” kelimesinin zâhiri ayrıca bu iki boyutu yansıtmak
durumundadır. Bu yöndeki bir paralellik ise İbnü’l-Arabî’nin “kef’ ve “nun”
harflerinin sesleriyle ilgili tahlillerinde görülmektedir. Nitekim “kef” harfi
mahreci îtibârıyla damağın en iç kısımlarından çıkan harflerden olduğu için
şehâdet âleminin bâtınına paralel düşmektedir. “Nûn” harfinin mahreci ise,
ağzın dış kısmına yakın üst kesici dişlerin kökleri olduğu için bu harf de
şehâdet âleminin zâhirini temsil etmektedir. Ayrıca “nûn” harfi yarım daire
şeklindeki yazımı bakımından vücûdun zâhirini temsil ederken, yarım daire
üstündeki nokta ile birlikte düşünüldüğünde ise dairenin diğer görünmeyen bâtınî
yarısına dönüşmektedir.[1028]
İbnü’l-Arabî’nin “kün” kelimesini tahlilinde “vâv” harfinin hazfi de
varlığa ilişkin bazı anlamlar kazanır; zîrâ bu harf “kef” ile “nûn” harfi
arasında bâtınî bir bağdır ve bu açıdan o, ister aslî varlık mertebelerinin
zuhûrunda isterse de hitâbın, sözün zuhûrunda olsun her şeyin özündeki bâtınî,
ilâhî tecellîyi temsil etmektedir. İşte “vâv” harfinin bu bâtınî konumu,
İbnü’l-Arabî’nin her var olanın iki yönü bulunduğuna ilişkin görüşüyle
paralellik arz etmektedir: İllete ve doğrudan sebebe dönük zâhirî yön ve fiilen
varlık verene, yâni Allah’a dönük bâtınî yön.[1029]
İbnü’l-Arabî’nin “kun” kelimesi üzerine yaptığı bâtınî tahlilleri
bu kadarla da sınırlı kalmaz. Bu kelime aynı zamanda âlemdeki her bir oluş ve
değişimi intaç eden dokuz felekle de benzerlik gösterir. Zîrâ toplam üç harften
oluşan kelime harflerinin açık yazılımı îtibâriyle dokuz harfe, sayıların basit
unsurlarının sonuncusu olan dokuz sayısına, yânî dokuz feleğe denk düşer. Zîrâ
kelimeyi oluşturan üç harfin telaffuzunda ayrıca üçer harf zuhûr etmektedir:
“Kef” harfinin telaffuzunda üç harf (kef, elif, fe), “vâv” harfinin
telaffuzunda üç harf (vâv, elif, vâv) ve “nûn” harfinin telaffuzunda üç harf
(nûn, vâv, nûn) olmak üzere toplam dokuz harf, yedi hareketli feleğe ek olarak felek-i
atlas ve felek-i kevâkibden oluşan toplam dokuz feleğe denk düşmektedir.[1030] Kısacası “kun:
ol” Hakk’ın emridir, emri kelâmıdır, kelâmı ilmi, ilmi ise Zât’ıdır.
Dolayısıyla Hakk’ın kelimelerinden ibâret olan âlem O’nun sûretinde zuhûr 1047
etmiştir.10
Sûfîlerce sıkça zikredilen kenz-i mahfî hadisinde zikredilen
bilinme arzusundan, ilâhî sevgiden, ilâhî nefes alma hâsıl olur. Çünkü sevginin
sevende bir hareket etkisi vardır. Nefes alma ise arzulanan ya da kendisine
aşık olunan için yapılan bir iştiyak hareketidir. İşte mahlukatın varlığı
Hakkın bu ezelî sevgisinden hâsıl olan nefese, Rahmân’ın nefesine
bağlanmaktadır. Burada mahlûkatın yaratılışı, açık bir şekilde nefes almaya ve
sesin insan ağzından çıkışına benzetilmektedir. Nasıl ki, insanın nefesiyle
henüz ayrışmamış durumdaki harfler bir birinden ayrışarak farklı farklı zuhûr
ediyorlarsa tıpkı bunun gibi, Rahmân’ın Nefesi de, harflerle sembolize edilen,
henüz sübût halinde olan fakat hâricî her hangi bir varlık kazanmamış olan âyân-ı
sâbite’ye varoluş kazandırır. Nasıl ki, harflerden ve maktalardan meydana
gelen kelimeler, asılları olan nefes için birer işâret ve sembollerdir, sonsuz
ilâhî hitabın kelimeleri olan mahlukât da asılları olan Hakk’a delâlet eden
sembol ve işâretlerdir. Diğer taraftan nebiler ve velîler de asılları olan kelime-i
câmî’e, hakîkatü’l- Muhammediyye’ye işâret eden delil ve sembollerdir.[1031] [1032] Yine nasıl
insan nefesi büzülme (kabz) ve gevşeme (bast) çevirimi içerisinde
dışarıya çıkıyorsa kâinâtta benzer bir çevirimin bütünleyici aşamalarından
geçmektedir. İki aşama arasında her hangi bir zaman farkı olmaksızın her an yok
edilmekte (kabz) ve yeniden yaratılmakta (bast) dır. Büzülme
aşamasındayken bütün mahlûkât her an İlâhî Zât’a rücû’ etmekte, genişleme
aşamasında tekrar zuhûr etmektedir. Bu sebeple İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde
yaratılış mutlak değil, izâfî yokluktandır ve süreklidir, her an yenilenir (halk-ı
cedîd).[1033]
Kısacası İbnü’l-Arabi’nin öğretisinde varlık, bütünüyle sonsuz ilâhî
hitabın birer harf ve kelimeleri olarak görülmüştür. Bu îtibârla da o, insan,
Kur’an ya da âlem arasında mahiyet îtibârıyla bir fark görmez. Zîrâ hepsi de
Allah (cc.)’ın sonsuz hitabının farklı veçhelerdeki ayet ve kelimeleridir.
Hattâ bu îtibârla İbnü’l-Arabi, bütünüyle canlı, âkil ve nâtık olarak gördüğü[1034] âleme, hâl
tilâveti ile okunan, vücûda harf harf nakşolunmuş olan ve bu şekildeki yazılışı
da sonsuza dek sürecek olan el- Mushafu’l-Kebîr, el-Kur’anu’l-Kebîr der:
“Vücud bütünüyle harfler, kelimeler, ayetler ve surelerdir: Dolayısıyla o
(varlık), Büyük Kur’an’dır.”[1035] Diğer taraftan
âlemin ruhu, cilâsı ve gâyesi olarak âlemdeki bütün hakikatleri ve mertebeleri
kuşatan[1036], bu
îtibârla da küçük âlem, nüsha-i câmia[1037], kuşatıcı kelime[1038] ve
kuşatıcı kitap[1039] olan insan
da muhtasar-ı şerîf, yâni Kur’an’dır.[1040] Bu anlamda İbnü’l-Arabî,
insan-varlık-Kur’an/dil paralelliğini ve gerçek bir hermenötiğin sınırlarını Mevâkiu’n-Nücûm
isimli eserindeki şu açık ifadeleriyle belirler: “Ey oğulcuğum! Hakk
Teâlâ’nın sana ve bütünüyle insan oğluna yönelik tilâvetini sadece bu azîz
Kur’an’dan ibâret sanma. Sûfinin tilavetten payı bundan ibâret değildir.
Bilakis bütünüyle vücûd “satır satır yazılmış, yayılmış ince deri (rikkin
menşûr) üzerine yazılmış bir kitaptır.” (Tûr 52/2-3.) Hakk Teâlâ Subhanehû
akletmen için sana onu (varlık kitabını ) da tilâvet etmektedir. “...Onu
(varlıktaki hitabı) ancak âlim olanlar aklederler” (Ankebût 29/43). Bu satır
satır yazılmış olan (varlık kitabının) bir kısmı olan ve haddizatında senden
başkası da olmayan muhtasar-ı şerîften perdelenmiş bir konumda olma. Zîrâ Hakk
Teâlâ sana bazen dışarıdaki kitâb-ı kebîrden, bazen de bizzat senin nefsinden
tilâvet eder. Öyleyse hangi makamda olursan ol Mevlâ’nın (varlık, insan ya da
Kur’an’daki) hitâbına kendini hazırla ve O’nun sana hitabına kulak ver, ağır
işitmekten (vakr) (Fussilet 41/5) ve sağırlıktan (summün) (Bakara 2/18) sakın.
Sağırlık (summün) Hakk’ın sana büyük kitaptan olan tilavetini işitmene engel
olan bir âfet, ağır işitme (vakr) ise Hakk’ın sana kendi nefsinden olan
tilavetini işitmene engel olan bir afettir... ”[1041]
İşte bu sebeple gerçek bir hermenötik, daha sonra da üzerinde durulacağı gibi
ilâhî hitabın bütün veçhelerini, âlem-insan ve Kur’an’ı iyi anlamakla mümkün
olacaktır.
A-Ontolojik Bir Varlık Olarak Dil
İbnü’l-Arabî düşünce sistemini genel olarak varlık tasavvuru üzerine
kurmuştur. Bu îtîbarla eserlerinde herhangi bir konudan bahsetmesin ki o
konunun vücûdî seviyesine değinmesin ya da bu boyuta işâret etmesin. Bu sebeple
İbnü’l-Arabî’nin düşünce sistemi bakımından hayli önemli, bir o kadar da
kompleks ve geniş bir muhtevâya sâhip olan varlık tasavvurunu, tezimizin hem
konusu hem de kapsamı açısından bütün yönleriyle ele alma imkânımız yoktur.
Zâten İbnü’l-Arabî’nin varlık ve mertebeleri hakkındaki görüşleri müstakil ve
kapsamlı bir çalışmaya da konu olmuştur.[1042] Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’nin
vücûd hakkındaki görüşlerine[1043] biz burada
dil-varlık ilişkisini göstermesi açısından kısaca yer vereceğiz.
Vücûd kelimesine değişik anlamlar yüklenmesine rağmen İbnü’l-Arabî,
Vücûd’un bir olduğu gerçeğinden yola çıkarak kelimeyi genelde en temel
anlamıyla alır. Kelimeye yüklenen değişik anlamlar ise sadece tek bir gerçeklik
olan Vücûd’un değişik şekillerde belirmesinden (zuhûr) ibârettir. Bu îtibârla
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde mutlak anlamda “vücûd” kavramıyla oldukça genel
ve yegâne olan hakikat kastedilir. En yüce, metafizik düzeyden en basit maddî
düzeylerine kadar farklı bir çok mertebesi ve görünümü olsa da “vücûd” tektir.
İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle Mutlak Vücûd, Hakk için Hakk’tır, insan için insandır,
Kur’an için Kur’an’dır, ya da insanın hakikati idrak eden gözüdür, kulağıdır.[1044] Öyleyse
“vücûd” İbnü’l-Arabî’ye göre, Hakk’ın varlığından, âlemin varlığına, insanın
varlığına ve yetilerine, dilsel ya da zihnî varlıklara işâret eden oldukça
genel bir kavramdır. Bu îtibârla da İbnü’l-Arabî varlığı şu dört genel
kategoriye ayırır: Aynî, zihnî, kelâmî ve kitâbî varlık. Aynî vücûd, bir şeyin
kendi hakikati üzere, bizzat kendi nefsindeki varlığıdır. Zihnî vücud, bir
şeyin zihinde bizzat ne ise, hakikati üzere tasavvurundan ibârettir. Eğer
zihindeki tasavvur o şeyin hakikatine mutâbık değilse o şey için zihnî bir
vücûd olamaz. Kelâmî vücûd, lafızlardaki vücûddur. Vücûdun bu kategorisine
yokluk, hattâ aynî vücûdu olmayan muhal de dahil her şey girer. Kitâbî vücûd
ise yazılardaki vücûddur. Bu ise vücûdun rakam, yazı ve çizgilere nisbetinden
ibârettir.[1045] Görüldüğü
gibi İbnü’l-Arabî’ye göre dil, sıradan bir iletişim vasıtası değil, tıpkı
kendinden önceki bazı filozof ve mantık âlimi ile onların etkisinde kalan usûl
ve belâgât âlimlerinde olduğu gibi,[1046] vücûdun belirli bir
mertebesine tekâbül eden bir hakikattir. İbnü’l-Arabî’nin dil ile varlık
arasında gördüğü bu bütünlük ve paralellik harflerden başlamak üzere dilin her
bir yapısında kendini gösterir.
İbnü’l-Arabî’ye göre harfler sadece bir takım somut göstergelerden
ibâret değildir. Sözde, yazıda ya da hayâlde olsun bütün harfler, tıpkı diğer
varlıklar gibi bir “ümmet”tir. Onların da peygamberleri, şeriatleri vardır.
Onların da avamı, havassı vardır, onlar da muhâtap ve mükelleftirler. Onların
da latîf ve kesîf varlıkları vardır; mülk âlemine ait olanları olduğu gibi
melekût ve ceberût âlemine ait olanları da vardır. İbnü’l-Arabî ayrıca
harflerin farklı âlemlerinden de bahseder. Meselâ; He ve Hemze
harfleri, bizzat İbnü’l-Arabî’nin azamet âlemi diye isimlendirdiği ceberût
âlemindendir. Ha, Hı, Ayn ve Gayn harfleri ise melekût âlemindendir...[1047] Tıpkı
insan âlemi gibi harfler âleminin de bütün hakikatleri kabul edebilmesinden
dolayı bu iki âlem arasında bir müşâreket görür. Mükellef olma yönünden değil
de hitap olunma yönünden gördüğü bu benzerliğe istinaden İbnü’l-Arabî, ricâlü’l-gayb[1048] düşüncesini aynen
harfler âlemine de uygular. Harfler âlemindeki gayb silsilesinin kutb’u
Elif’dr. Kutb himmetiyle bütün âlemlerde dolaşır. Çünkü o, “kayyûmî
hayat” makamındadır. İbnü’l-Arabî’ye göre Elif de rûhâniyeti ile her
yönden sereyân eder. Bunu, Elif harfinin mahreciyle, mahrecin ilk
başlangıç yerinden nefesin en son çıktığı yere kadar sereyân etmesiyle açıklar.
Aynı zamanda bu harfin yazılışı da onun bu yönüne işâret etmektedir. Çünkü
bütün harfler ondan meydana gelir ve nihâyet ona dönüşür. Kendisi ise aslâ
başka bir harfe dönüşmez. Sadece kendisinin rûhâniyeti olan takdîri noktaya
dönüşür. İşte Elif de bu şekilde bir kayyûmiyyete sâhiptir.[1049]
Dolayısıyla İbnü’l- Arabî’ye göre; sayılar için “bir” ne anlama
geliyorsa harfler için de “Elif” o anlama gelir. İllet harfi olan Vâv
ve Yâ iki imam, i’rab alâmeti olan Elif, Vâv, Yâ ve Nûn
dört evtâd’dır. Yedi ebdâl ise; tesniye Elifi, cem’i müzekker
için olan Vâv, cem’i müzekker için olan Yâ, ve ef’ali hamsede raf
alâmeti için olan Nûn[1050] ile zamir
olan Te, Kâf ve He harfleridir.[1051] İbnü’l-Arabî farklı
makamlarda tekrarlanan harflerin birbirinin aynı olmadığını hemen vurgular.
Dolayısıyla kutb olan Elif ile evtad ya da ebdâldan
olan Elif birbirinin aynısı değildir. Çünkü Elif, i’rab ve
tesniye alâmeti olan Eliflerden farklıdır. Tıpkı aynı ana-babadan doğan
iki kardeş gibi.[1052]
B-Harfler ve Varlık Arasındaki
Paralellik
İbnü’l-Arabî dil, varlık ve insanı bir birinden ayrı bağımsız alanlar
olarak algılamaz. Bu üç alanı bir bütün olarak ele alır. Onun bu yaklaşımı
dilden, lafız, harfler ve harekelerden bahsederken iyice belirginleşmektedir.
O, dilden bahsederken varlık ve insan anlayışı ile ilgili kullandığı
terminoloji rahatlıkla kullanabilmektedir. Gerçekte, İbnü’l-Arabî’ye göre
harfler, sözcükleri oluşturan temel yapı taşları olması, farklı terkipleriyle
sözcükleri oluşması hasebiyle önemlidir. Diğer taraftan İbnü’l- Arabî’ye göre
harfler varlık açısından da ayrıca bir önemi hâizdir. Zîrâ ona göre dilin
yapısıyla varlığın yapısı arasındaki benzerlik temel varlık mertebelerine
benzeyen harfler düzeyinde başlamaktadır. Temel varlık mertebelerinin
etkileşiminden mürekkeb varlıkların zuhûr etmesi gibi harflerin özel bir
biçimde sıralanmasından da sözcükler çıkmaktadır. Böyle olunca İbnü’l-Arabî’nin
varlığa Allah’ın varoluşsal kelimeleri olarak bakması mümkün olmaktadır.[1053] Arap
alfabesinde, muhtelif terkipleriyle kelime ve isimleri oluşturan harflerin
sayısı gibi kâinâtta da yirmi sekiz tane temel mertebe/harf vardır. Bu yirmi
sekiz temel mertebe de muhtelif terkiplerle sonsuz mahlûkâtı meydana getirir.
Her bir harf mahrecine göre özel bir çıkış noktasından zuhûr ettiği gibi,
kâinâttaki her bir gerçeklik de Rahman’ın nefesi ’nden, bir diğerinden
farklı özel bir şekilde zuhûr eder. Bir birine benzemeyen bu spesifik “form”lar
ise Allah’ın sonsuz isimleridir. Öyleyse her bir harfin ve kâinâttaki temel her
bir gerçekliğin tekâbül ettiği ilâhî bir isim vardır.[1054] Fakat varlığa
ve ilâhî isimlere tekâbül eden bu harfler, harflerin beşerî dildeki yazılan ya
da telaffuz edilen zâhirî formları değil, bu harflerin ruhlarıdır. Bunlar,
bizim bildiğimiz harflerle isimlendirilen ruhlardır. Diğer bir ifadeyle bu
harfler, ilâhî isimlerin ve varlık mertebelerinin bâtınıdırlar. Beşerî
dilimizde konuşulan ve yazılan harfler ise, bu rûhânî harflerin temessül ettiği
bedenleri ve zâhirî sûretleridir. Harfin zâhiri sûfîyi harfin ruhuna, o da
varlık mertebesine ve ilâhî isme götürür.[1055] Öyleyse bu rûhânî/ilâhî
harfler ile beşerî farfler, dolayısıyla da ilâhî dil ile beşerî dil arasında
zâhir-bâtın ilişkisi vardır. İbnü’l- Arabî harfler, varlık mertebeleri ve ilâhî
isimler arasında gördüğü paralelliği Fütûhât’ta ayrıntılı bir şekilde
zikreder.[1056] Varlığın
yirmi sekiz harf sayısına ulaşan mertebelerini, bu mertebenin zuhûrunu sağlayan
ilâhî ismi ve tekâbül ettiği harfi, Fütûhât’taki muhtelif pasajlardan
hareketle şu şekilde bir tabloyla göstermek mümkündür:
Harfler |
|
Allah İsmi |
Mertebesi |
|
|
Sultanın Zuhûru |
|
Âlemi |
|
|
|
Elif (Harf Değil) (Ebced: 1) |
|
Allah (Cem’ makamı) |
Bütün mertebeler |
|
|
Bitkiler |
|
Terkip, Çözüm |
|
|
|
Hemze |
1 |
El-Bedîu’ |
İlk akıl/kalem-i âlâ |
|
|
Cin, Bitki, Cansızlar |
|
Şehâdet, Melekût |
|
|
|
He (Ebced: 5) |
2 |
El-Bâisü |
Nefs-i Külliyye/Levh-i mahfûz, |
|
|
Bitkiler |
|
Gayb, Melekût |
|
|
|
Ayn (Ebced: 70) |
3 |
El-Bâtınu |
Küllî Tabiat |
|
|
Hayvanlar |
|
Ş ehâdet, Melekût |
|
|
|
Ha (Ebced: 8) |
4 |
El-Âhiru |
Heyûlâ-yı Küll/Hebâ, |
|
|
Cansız Maddeler |
|
Gayb, Melekût |
|
|
|
Gayn |
5 |
Ez-Zâhiru |
Küllî Cisim |
|
|
Hayvanlar |
|
Şehâdet, Melekût |
|
|
|
Hı (Ebced: 600) |
6 |
El-Hakîmu |
Şekil/ Sûret |
|
|
Cansızlar |
|
Gayb, Melekût |
|
|
|
Kaf (Ebced: 100) |
7 |
El-Muhîtu |
Arş |
|
|
Cinler |
|
Şehâdet, Ceberût |
|
|
|
Kef (Ebced: 20) |
8 |
Eş-Şekûru |
Kürsî |
|
|
Cinler |
|
Gayb, Ceberût |
|
|
|
Dad (Ebced: 800)' |
9 |
El-Alîmu |
2. Sema/Müşterî |
|
|
Hayvanlar |
|
Şehâdet, Ceberût |
|
|
|
Cim (Ebced: 3) |
10 |
El-Ganiyyu |
Atlas Feleği/Felek-i Burûc |
|
|
Cinler |
|
Şehâdet, Ceberût |
|
|
|
Şin (Ebced: 300)* |
11 |
El- Mukaddiru |
Sabit Yıldızlar/ Kevâkib-i Menâzil |
|
|
Hayvanlar |
|
Gayb, Ceberût |
|
|
|
Ya (Ebced: 10)[1059] |
12 |
Er-Rabbu |
1. Sema/Zuhal |
|
|
Cansızlar |
|
Ş ehâdet, Ceberût |
|
|
|
Lam (Ebced: 30)’ |
13 |
El-Kahiru |
3. Sema/Merih |
|
|
Hayvanlar |
|
Ş ehâdet, Ceberût |
|
|
|
Ra (Ebced: 200)* |
14 |
El- Musavviru |
5. Sema/Zühre |
|
|
Cansızlar |
|
Şehâdet, Ceberût |
|
|
|
Nun (Ebced: 50) |
15 |
En-Nûru |
4. Sema/Şems |
|
|
İlâhî Hazret |
|
Mülk, Ceberût |
|
|
|
Tı (Ebced: 9) |
16 |
El-Muhsıyu |
6. Sema/Utarid |
|
|
Cansızlar |
|
Mülk, Ceberût |
|
|
|
Dal (Ebced: 4) |
17 |
El-Mübînu |
7. Sema/Kamer (Semâ-yı Dünyâ) |
|
|
Hayvanlar |
|
Mülk, Ceberût |
|
|
|
Te (Ebced: 400) |
18 |
El-Kâbidu |
Esîr/Kürre-i Nâr |
|
|
Cansızlar |
|
Gayb, Ceberût |
|
|
|
Sad (Ebced: 90)& |
19 |
El-Mümîtu |
Toprak |
|
|
Hayvanlar |
|
Gayb, Ceberût |
|
|
|
Za (Ebced: 7) |
20 |
El-Hayyu |
Hava |
|
|
Hayvanlar |
|
Ş ehâdet, Ceberût, Kahr |
|
|
|
Sin (Ebced: 60)“ |
21 |
El-Muhyi |
Su, |
|
|
Hayvanlar |
|
Gayb, Ceberût, Lütuf |
|
|
|
Zı (Ebced: 900/ |
22 |
El-Azîzu |
Madenler |
|
|
Cansızlar |
|
Ş ehâdet, Ceberût, Kahr |
|
|
|
Zâl (Ebced: 700) |
23 |
El-Müzillu |
Hayvanlar |
|
|
Hayvanlar |
|
Ş ehâdet Ceberût, Kahr |
|
|
|
Se (Ebced: 500) |
24 |
Er-Rezzâku |
Bitkiler |
|
|
Cansızlar |
|
Gayb, Ceberût, Lütuf |
|
|
|
Fa |
25 |
El-Kaviyyu |
Melekler |
|
|
Cansızlar |
|
Şehâdet, |
|
|
|
(Ebced: 80) |
|
|
|
|
|
|
|
Ceberût, Gayb, Lütuf |
|
|
|
Ba (Ebced: 2) |
26 |
El-Latîfu |
Cinler |
|
|
Cansızlar |
|
Mülk, Şehâdet, Kahr |
|
|
|
Mim (Ebced: 40) |
27 |
El-Câmiu’ |
İnsanlar |
|
|
|
|
Mülk, Şehâdet, Kahr |
|
|
|
Vav (Ebced: 6) |
28 |
Er- Refî’u’d- Derecât |
Yüksek Dereceler |
|
|
Cinler |
|
Mülk, Şehâdet, Kahr |
|
|
|
İbnü’l-Arabî harfleri ayrı bir âlem, bir topluluk (ümmet) kabul ettiği
için onların feleklerinden, tabiatlarından, mertebelerinden sûretlerinden ve
ruhlarından bahseder. Sıradan ve tesâdüfî sembollerden ibâret olmayan
harflerin, ayrı birer ruhları ve hakikatlerinin olması, ayrı birer
gerçekliklerinin olması âlemle paralellik arzetmesinin yanısıra söze de
süreklilik ve tabir caizse kişilik katar. Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre konuşma
esnasında havada şekillenen lafzî harfleri, onların ruhları ayakta tutar. Söz,
muhatabın kulağına ilişip işlevini tamamlasa da ayrı birer ruha sâhip olan
harfler havada sürekli dururlar. İşte böylece kelimeler, kıyamet gününde
kendilerini söyleyenlerin görecekleri azap ya da nîmetleri, cezâları ya da mükâfâtları
bekler dururlar.[1060] Sözlerin
Hakk’ı tespih üzere hoş ve güzel olanı Allah’a yükselirken[1061] inkâr
üzere olan çirkin söz ise sahibine döner ve onu cehenneme sürükler.[1062] İşte bu
şekilde İbnü’l-Arabî harfleri sürekli, hakikat ve ruhları olan, âleme katılan
ayrı birer gerçeklik ya da kişilik olarak mütâlaa eder. Öyleki onların sûret ya
da bedenlerinin ölümünden ve ruhlarının berzah âlemine intikalinden bahseder.
Yazıdaki harfler silinmekle sûretleri ortadan kaltığı için ölürler ve bunların
ruhları berzah âlemine yükselir. Havâda sûret kazanan sözlü harfler zihnî
harfler ise yazıdaki harflerin hilafına bekâ üzerdirler ölmezler. Zîrâ yazıdaki
harfler değişme ve yok olmayı kabul ederken sözdeki harfler böyle bir
husussiyeti kabul etmezler. Dolayısıyla hava bütünüyle söz ile doludur. Keşf
sahibi sûfîler onları kâim birer sûret olarak görebilirler.1076
Diğer taraftan İbnü’l-Arabî varlıkla paralel düşecek tarzda harfleri,
feleklerin sayısına göre şu şekilde tasnife tâbî tutar: Yedi feleği kaplayan
harfler: Elif, Zâ, Lâm. Sekiz feleği kaplayan harfler: Nûn, Sâd, Dâd.
Dokuz feleği kaplayan harfler: Ayn, Gayn, Sin ve Şın. On feleği kaplayan
harfler: Alfabenin diğer on sekiz harfi. Her harfin ayrı ayrı; sıcaklık,
soğukluk, kuruluk, nemlilik gibi aslî tabiatları ve bu tabiatlarına uygun
tarzda; ateş, hava, su, toprak gibi aslî unsurları vardır. Meselâ yedili
mertebedeki harflerden Zâ ve Lâm’ın tabiatı sıcak ve kuru iken, Elif
bu dört aslî tabiatın hepsini ihtiva eder, kendisine yakın olan âlemin
tabiatına göre değişir, dolayısıyla da sıcakla sıcak olur, soğukla soğuk.1077
Ayrıca İbnü’l-Arabî yedi, sekiz, dokuz ve on feleği kaplayan bu harflerin dört
ayrı varlık mertebesine karşı geldiğini ifade eder. Mertebeleri yedi feleği
ihtiva eden harfler, Elif, Zâ ve Lâm, İlâhî hazrete; sekiz feleği
ihtiva edenler, Nûn, Sâd ve Dâd insan âlemine; dokuz feleği
ihtiva edenler, Ayn, Gayn, Sin ve Şın cinler âlemine; on feleği
ihtiva eden diğer on sekiz harf ise melekler âlemine tekâbül etmektedir. Bütün
bunların anlaşılması zor hakikatler olduğunu bizzat kendisi söyler.1078
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde, her bir varlık mertebesine belirli sayıda
harf düşmesinin bile özel bir anlamı vardır. Mesela o, İlâhî hazret mertebesine
üç harfin tekâbül etmesini, bizzat bu mertebenin üçlü hakikat üzere olduğunu
ifade ederek açıklamaya çalışır. Şöyle ki bu mertebe de; Zat, Sıfat ve her
ikisi arasındaki bağ mevcuttur. Meselâ; irade sıfatı, irade edene (Mürîd) ve
irade edilen şeye (murad) bu
1076
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. III, s. 207.
1077
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. I, s., 232,
233. İbnü’l-Arabî Fütûhât’vn bir diğer pasajında harflerin tabiatını şu
şekilde bir tabloyla gösterir: Bkz., age., c. III, s. 205.
Yaş |
Kuru |
Soğuk |
Sıcak |
Dal |
Cim |
Be |
Elif |
Ha |
Ze |
Vâv |
He |
Lam |
Kef |
Yâ |
Tı |
Ayn |
Sin |
Nun |
Mim |
Rı |
Kaf |
Sad |
Fe |
Hı |
Se |
Te |
Şın |
Ğay n |
Zı |
Dat |
Zel |
1078 İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. I, s., 235,
236.
bağ
vasıtasıyla bağlanır. Yine İbnü’l-Arabî, bu mertebeye tekâbül eden “Elif, Ze
ve Lâm” harflerinin, O’nun başlangıcının olmamasına, “Ezeliyet” e
işâret ettiğini söyler.[1063]
Yine İbnü’l-Arabî, insan mertebesine de tıpkı İlâhî hazrette olduğu gibi
üç harfin tekâbül etmesini, fakat insan mertebesindeki harflerin, İlâhî
hazretteki harflerden farklı olmasını kendine has üslûbuyla açıklar: Öncelikle
bu harflerin farklı oluşu, bu iki mertebe arasında özü îtibârıyla bir
farklılığa işâret eder. Çünkü kul olma, Rab olmayla aslâ ortak bir özellik arz
edemez. Her iki mertebedeki harflerin sayısının eşit olması ise “kulun
Allah’ın sûretinde yaratılmış olmasıyla” alâkalıdır. Dolayısıyla her ne
kadar tek bir Varlığa, (el-ayn) nispet edilmiş olsa da Rabbin ve kulun
hakikatlerinin birbirlerinden farklı olması gerekmektedir. İşte bu sebeple
Allah “kıdem” sıfatıyla insanlardan, insanlar da “hudûs: sonradan
olma” sıfatlarıyla O’ndan ayrılırlar.[1064]
Aynî varlıklar, yukarıda zikredilen ve her biri sırasıyla Rahmân’ın
nefesi (amâ)’nde oluşan varlık mertebelerinden bazılarının bir araya
gelmesinden oluşmaktadır. Buradan hareketle İbnü’l-Arabî aynî varlıkları, her
biri bir varlık mertebesine tekâbül eden harflerin bir araya gelmesinden oluşan
kelimelerle aynı görür. Bu nedenle varlıklar, Allah’ın sonsuz kelimeleridir ve
dilde bunlara karşılık gelen sözcükler vardır.[1065] Mürekkeb olmayan basît
varlık mertebeleri, tıpkı harfler gibi yirmi sekiz tanedir ve gerek varlık,
gerekse dil anlamında bu harflerden oluşan kelimelerin sınırı yoktur. Diğer
taraftan Arap alfabesinin bu yirmi sekiz sessiz harfi anlamlı bir kelime
oluşturabilmek için harekelere muhtaçtır; dilde peş peşe gelen iki sessizden
oluşan tek bir kelime dahi yoktur. İşte ilk varlık düzeyi olan berzâh-ı a’lânın
(berzah-ı berazıh), rolü burada önem kazanmaktadır; zîrâ bu düzeye
tekâbül eden her hangi bir sessiz harf söz konusu değildir. Berzahın mahiyetine
uygun olarak bu âlemin içinde veya dışında olmakla nitelenmeyen harekeler bu
düzeye tekâbül etmektedir.[1066]
Varlık ve dil arasındaki paralellik sadece harflerin sayısı ile varlığın
mertebeleri arasında kurulan benzerlik şeklinde değil, dilin hemen her
düzeyinde görülmektedir. Meselâ harfler üzerine konan harekeler sessiz duran
harfleri harekete geçirir; onlara hayat verir, aynı zamanda onlara birer ad
verir. Nasıl ki balçıktan yaratılmış olan Âdem’in sûretine üflenen ruh o sûrete
hayat vermişse, harekeler de harflere üflenen
bir
ilâhî ruhtur, onlara ses ve hayat verir. Sözlü ya da yazılı olarak verilen
harekeler o harflerin bu âlemde ortaya çıkmasını sağlar. Fakat tıpkı bizim
“a’yan-ı sâbite”lerimiz gibi, o harflerin hakikatleri de hiç değişmez, aynı
kalır.[1067]
İbnü’l-Arabî küçük harfler dediği ve cansız maddeye üflenen ruhlar gibi gördüğü
harekeleri de bu anlayışı doğrultusunda açıklar. Harekeleri rûhânî ve cismânî
diye ikiye ayıran İbnü’l-Arabî, yazıdaki harekeler cisimler, sözdeki harekeler
ise ruh gibidir der.[1068] Aynı
şekilde İbnü’l-Arabî hareke alan kelimeleri de iki kısma ayırır: Sabit (mütemekkin)
ve değişken (mütelevvin) kelimeler. Burada yine İbnü’l-Arabî’nin dilden
bahsederken telvîn ve temkîn gibi tasavvufî kavramlar kullanması
dikkat çekicidir. Değişken olanlar (mütelevvin), harekelerin hepsiyle ya
da bir kısmıyla harekelenen bütün kelimelerdir. Meselâ “Zeyd”
kelimesindeki Dâl harfi bütün harekeleri kabul eder. Arapça dil
kuralları içerisinde çekimi olmayan gayr-ı munsârif isimler ise, çekime (sarf)
girmedikleri zaman sadece bazı harekeleri kabul ederler. Çünkü bu isimler
izafet ve nekre halinde olmaları gibi durumlarda çekime girebilirler.
İbnü’l-Arabi bu şekilde harekelerin bazısını alabilen değişken kelimelere de “Ahmed”
kelimesindeki Dâl harfini örnek gösterir. Sabit olanlar (mütemekkin)
ise, mebnî olan isimler gibi sadece tek bir hareke alıp değişmeyen
kelimelerdir. Meselâ “hâülâi” kelimesinde olduğu gibi. Yine mu’reb
isimlerde î’rab harfinden önceki harfler, meselâ “Zeyd” kelimesindeki “Zâ”
ve “Yâ” harfleri gibi.[1069]
İbnü’l-Arabî’ye göre, zât/isim için geçerli olan telvîn ve
temkîn aynı şekilde hades/fiil ve râbıta/harf için de
geçerlidir. Fakat bu ikisi için özellikle ref, nasb ve hazf (vasfen
ve yazı olarak hazf) geçerlidir. Aslında İbnü’l-Arabi’ye göre harfler için temkîn,
değişmezlik esastır. Harflerin bu aslî değişmezliğini İbnü’l-Arabî, bizdeki
fıtrata benzetir. Tıpkı ebeveynin, mutlak fıtratı değil, mukayyet fıtratı
değiştirmeleri gibi, konuşmacı kendi içindekini dinleyiciye ulaştırmak istediği
zaman telvîne ihtiyaç duyar ve harflerin aslî tabiatını, temkin
halini bozar. Çünkü harfler kendi makamlarında sabit olup değişmezler, kendi
hallerinde sükûn içindedirler. Burada İbnü’l-Arabî, harflerin harekeleri ile
tabî âlemdeki feleklerin hareketleri arasında bir münasebet görür ve
harflerdeki harekeleri/hareketliliği bir tesâdüfe ya da teâmüle değil de
feleklerin hareketlerine ve ezelî bir prensibe; “ilk hakikatler ve onların
ulvî teveccühleri” bağlar.[1070]
İbnü’l-Arabi, harfler de esas olanın temkîn olduğunu, konuşma
esnasında telvîne ihtiyaç duyan kimsenin onları bu şekilde hayâl
ettiğini, aslında onların hakikatlerini ve hallerini değiştiremediğini sürekli
vurgular. Bu hususta o, Zeyd kelimesindeki Dâl harfini örnek
verir. Fail/özne, meful/nesne konumunda olan ve “kesre” ile harekeli
olan Dâl harflerinin bir birlerinin benzeri değil de aynısı olduğuna
inanan kimse İbnü’l-Arabî’ye göre hatâ etmiştir. Varlık hakkında bu tarz bir
düşünce hatâlıdır. Dolayısıyla ona göre; bütün bu harfler benzer olmakla
beraber bir birlerinin aynısı değillerdir ve her biri kendi hali/harekesi üzere
sabittir. Özne konumundaki “ref” (Kâme Zeydün), nesne konumundaki “nasb”
(Raeytü Zeyden), “kesre” ile harekelenmiş olan diğeri ise, “cer”
hali üzere sabittirler.
Buradan hareketle İbnül-Arabî, var olan her şeyde esas olanın
değişmezlik, temkîn olduğu sonucuna varır. Kul için de bu geçerlidir.
Onun değişmezliğinin ve mülkünün hakikati kulluktadır. O, rabbanî bir sıfatla
vasıflansa da, bu sıfat ona ödünç verilmiş değildir. Çünkü kulda bu rabbânî
vasfı kabul eden ve kendisinde sabit olan bir hakikati vardır ki o da
kulluktur. Haddizatında bu hakikat (kulluk), bu rabbanî sıfatta sabittir. Her
ne zaman bu hakikatin (kulluk) özü (ayn) zuhûr etse bu süsle (rabbânî sıfat)
süslenir. İşte buna binâen İbnü’l-Arabi, her hangi bir kimse için “Rabbi’nin
sıfatıyla sıfatlanmak sûretiyle kendi halinden (tavr) uzaklaştı”
denilmesini uygun bulmaz. Çünkü Hakk Teâlâ, kendi sıfatını çıkarıp bir
başkasına vermez. Sonuç olarak Rabb hiçbir zaman kul olmaz.[1071] Görüldüğü
gibi İbnü’l-Arabî, ele aldığı konuları bütünleştirici bir tarzda ortak
kavramlarla açıklama cihetine gitmektedir. Bir biriyle alâkasız gibi görünen
konular ince bir mantıkî örgüyle bir birine bağlanmıştır. Dil, varlık, insan,
kulluk ve rubûbiyet gibi farklı bir çok konu aynı mantık örgüsü içerisinde
ortak kavramlarla anlatılmıştır. Lafızlar âleminde, insanda ve hattâ bütün
âlemde temkin/sübût esastır. Her şey kendi hakikati üzere sabittir.
İbnü’l-Arabî, harflerin almış oldukları harekeleri, insanın ruh
hallerine göre sûretlerindeki değişiklerle mukayese ederek açıklar. Kimi
harfler kendi harekesinden başka bir hareke kabul etmez. Meselâ, “Hâzâ”
zamirindeki Hâ harfi gibi. Bazı harfler de cismî ve rûhî sûreti
açısından iki veya üç hareke alabilir. İbnü’l-Arabî bu tür harflere de “lehû”,
“lehâ” ve “bihî” kelimelerindeki Hâ zamirini örnek verir.
İşte tıpkı insanın bir takım ruhânî halleri kabul etmesiyle sûretin de bir
takım değişiklikler meydana gelmesi gibi, harfler de kendi varlık mertebelerine
göre, cümle içinde bulundukları konuma göre bir takım haller alabilirler ve
buna bağlı olarak sûretlerinde bir değişiklik meydana gelebilir.[1072]
1-Varlığın Kaynağı Olarak Harfler
İnsan nefesinde şekillenen harfler ile Rahmân’ın nefesi arasında yapılan
analoji İbnü’l-Arabî’nin kâinât tasvirinin ana temasını oluşturur. Arap
alfabesinde, muhtelif terkipleriyle kelime ve isimleri oluşturan harflerin
sayısı gibi kâinâtta da yirmi sekiz tane temel mertebe/harf vardır. Bu yirmi
sekiz temel mertebe de muhtelif terkiplerle sonsuz mahlûkâtı meydana getirir.
Her bir harf mahrecine göre özel bir çıkış noktasından zuhûr ettiği gibi,
kâinâttaki her bir gerçeklik de Rahman’ın nefesi ’nden, bir diğerinden
farklı özel bir şekilde zuhûr eder. Bir birine benzemeyen bu spesifik “form”lar
ise Allah’ın sonsuz isimleridir. Öyleyse her bir harfin ve kâinâttaki temel her
bir gerçekliğin tekâbül ettiği ilâhî bir isim vardır.[1073] Rahmân’ın
Nefesi’nden, yâni Hakk’ın zuhûrunu kabul eden ilk mahal olan latîf buluttan (amâ)[1074] fışkıran bir çok
görünüm vardır. Zîrâ bu metafizik, latîf unsur âlemdeki varoluşsal bütün harf
ve kelimeler ile âlemin zuhûrunu sağlayan ilâhî isimlerin sûretlerini
potansiyel olarak taşır.[1075] Nefes/amâ
sembolü, farklı bir çok hakikati içerisinde barındıran oldukça önemli bir
semboldür. Öncelikle bu sembol, İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde oldukça önemli
bir yer tutan varlığın tek ve ilâhî kaynağına işâret etmesi bakımından
önemlidir. Zîrâ İbnü’l-Arabî Rahmân’ın Nefesi’ne (amâ) her şeyin
kendisiyle yaratıldığı hakk (el-hakku’l-mahlûk bih) der. Bu ifadeden de
anlaşılacağı üzere Rahmân’ın nefesi/amâ hem Hakktır, hem de mahlûk
bih. Zîrâ “nefes” bâtında iken bâtının, zâhirde iken de zâhirin
hükmündedir; bâtında ilk, zâhirde ise sondur.[1076] Bu îtibârla da Rahmân’ın
Nefes’inin iki veçhesi vardır: Hakka ait bâtın yönü, halka ait zâhir yönü.
Bâtın yönüyle Hakkın nefesidir, zâhir yönüyle bütün âlemin zuhûr ettiği ilk
unsurdur.[1077] Zîrâ Allah
(cc.) kendi dışındaki bütün varlıkları, bu sonsuz rahmet unsuru taşıyan
nefesinde (amâ) zuhûr ettirmiştir.[1078] Diğer taraftan “nefes”
sembolü, sûfîlerin sıkça üzerinde durduğu, hem ontolojik hem de epistemolojik
açıdan hayli önemli olan “ezelî ilâhî aşk” gerçeğine işâret eder. Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye
göre Rahmân’ın nefesi, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmiyordum. Bilinmeyi
sevdim ve mahlûkâtı yarattım.”[1079]
kutsî hadisinde bahsi geçen Hakk’ın bilinmeye duyduğu “aşk”tan kaynaklanır.
Nasıl ki insan içindeki iştiyak ve sıkıntıyı hızlı hızlı nefes alarak dışa
vurur, âdetâ Hakk Teâlâ da nefesiyle kendi bilinme iştiyakını dışarı vurmuş ve
mahlûkâtı yaratmıştır.[1080] Nihâyet,
harf ve kelimelerin vasıtası olan “nefes” bütünüyle mevcudâtın Allah’ın birer
kelimeleri oluşana, yâni dil-varlık ilişkisine işâret etmesi bakımından da
önemlidir.[1081] Tıpkı
insanın göğsünden çıkan ve ağız vasıtasıyla yayılan nefesinde harf, kelime ve
cümlelerin şekillenmesi gibi âlem de varlığın farklı düzeylerinde şekillenip
belirginleşir. Yaratma ile konuşma arasındaki bu benzerlik dinamiktir. Çünkü
tıpkı peş peşe gelen cümlelerle gelişen bir söylem gibi, yaratma da sürekli
aynı kalmayıp değişir. Yaratılış her an yenilenir ve bu yenilenme bir birinin
aynı ve tekrarı değildir. Zîrâ tecellîde aslâ tekrar olmaz. Tecellî farklı
şahıslarda tekrar etmediği gibi aynı şahısta farklı zamanlarda da tekrar etmez.
Bu, Rahmân’ın vüs’ati (ittsa’ı ilâhî) sebebiyledir.[1082] İşte
Râhmân’ın nefesi, bu apaçık, ilâhî, kozmik söylem, her şeye varlığını
bahşetmekte ve varlık, sayısız şekil ve mertebede harfler, kelimeler, ibâreler,
cümleler ve kitaplar halinde taksim edilmektedir. Bu sebeple İbnü’l-Arabi, bu
şekilde ontolojik anlamda harfler ve kelimeler sembolizmi üzerine dayanan
anlaşılması güç bir kozmoloji geliştirmiştir.[1083]
Harflerin sembolik anlamlarına gösterilen özen, İbnü’l-Arabî’den çok
daha eskidir; nitekim o, bu hususta İbn Meserre’yi takip ettiğini, kendisinden
önce Hakim Tirmizî’nin bu ilmi “evliyânın ilmi” olarak isimlendirdiğini
kaydeder.[1084] Ayrıca
eserlerinde, Cafer es-Sâdık, Câbir b. Hayyan ve Ebu’l-Kâsım İbnü’l-Kasîy gibi
kendisinden önce yaşamış sûfîlerin bu konudaki bazı görüşlerine yer verir.[1085] İbnü’l-
Arabî’nin ilm-i Îsevî ve ilmü’l-evliyâ olarak adlandırdığı[1086] “Harfler
İlmi” tasavvufun en îmâlı ifade biçimlerinden birini içerir, çünkü bu ilim
açıklanamaz olandan açıklanabilir olana geçişin en zor ve oldukça sembolik
kipini temsil eder. Başta İbnü’l-Arabî olmak üzere bir çok sûfî hakikati ifade
etmek üzere harfler ilminin sembolizminden faydalanmıştır. İbnü’l-Arabî farklı
bir çok eserinde bu hususta açıklamalar yapar: Fütûhât’ın muhtelif bazı
bâblarının yanı sıra özellikle ikinci ve yirmi altıncı bâbları[1087] harfler
ilmine ayrılmıştır. Ayrıca İbnü’l-Arabî bu konuda müstakil risâleler de kaleme
almıştır. Mesela şu eserleri harfler ilmiyle ilgilidir: Teveccühâtü’l-Huru/[1088], Kitâbü’l-Ba[1089], Kitâbü’l-Elif,
Kitâbü’l-Mim ve’l-Vav ve’n- Nûn, Kitabü’l-Ya[1090].
Kısacası İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde harfler ilmi ve harflerin bâtınî
anlamları hakkında ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. Fakat biz burada harfler
ilmi[1091] hakkında
ayrıntılı bilgi vermekten ziyade, Şeyhü’l-Ekber’in dil anlayışını yansıtması
açısından daha çok harfler ile varlık ve varlık mertebeleri arasında görülen
paralellik üzerinde durmaya çalışacağız.
Herşeyden önce kâinât bütünüyle harfler ve kelimelerden müteşekkil
olduğu için harfler ilmi sûfîyi kâinâtın âyânına götüren sırrî bir ilimdir.[1092]
İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle her kim, Allah’ın gizli hazineleri olan harflern
hakikatini müşâhede ederse ulvî ve süfli varlık alanlarında tasarrufta
bulunabilir.[1093]
Dolayısıyla harfler, sözde veyâ yazıda farklı sûretleri olan basit sembollerden
ibâret olmayıp insanı bilinmeze doğru götüren hakikatlerdir. İbnü’l-Arabî, Arap
dilinde harflerin “hurûf-u mu’cem” diye isimlendirilmesinin bu hakikate binâen
olduğu söyler. Zîrâ, harflerin anlamlarının onlara ulaşmaya çalışanlara kapalı
kaldığı, ilk bakışta anlaşılamayacağı görüşünü savunur.[1094] Burada
İbnü’l-Arabî “mu’cem” kelimesinin “anlaşılmayan/müphem” mânâsına yönelmek
sûretiyle harflerin, mürekkeb olarak kelimelerde zuhûr ettiğinden farklı olarak
tek başlarına anlamlarının olduğunu, fakat bu anlamların çoğu kimseye kapalı
kaldığını ifade etmektedir. İbnü’l-Arabî’ye göre, yatay boyutu îtibârıyla
kelimelerin cüzleri olan harfler, dikey boyutları îtibârıyla ilâhı hitabın kelimelerinin
cüzleridir ve ona göre sâdece lafızlar âleminde değil hangi âlemde olursa olsun
her bir müfret hakikat “harf” diye isimlendirilir. Bu müfret hakikatlerin
terkibiyle de mürekkeb hakikatler, kelimeler zuhûr etmektedir. Söz gelimi insan
ya da her hangi bir varlığın âyânı müfret hakikati îtibârıyla harf, terkîbî
îtibârıyla da kelime diye isimlendirilir.[1095] Bu bölümde üzerinde
durulacağı gibi meselâ insan, bir çok hakikati kendisinde toplayan bir
kelime/mürekkeb hakikat’tir.[1096] İşte bütün
bu hakikatler tek tek ele alındığında harf, terkibi îtibârıyla ele alındığında
ise kelime denilir.
Onun dil hakkındaki düşüncesi ve bunun tabii bir sonucu olan mistik harfler
ilmi, elbette Şeyh-i Ekber’in eserlerinin en temel ve aynı zamanda oldukça
anlaşılması güç bölümlerinden biridir. Fütûhat’ın harfler ilminin konu
edindiği ikinci bâbını anlamak için özellikle, Arapça dilbilgisinin bazı teknik
terim ve kurallarının, hattâ harflerin yazılış şekillerinin iyice bilinmesi
gerekmektedir. Esasında sadece bu da yeterli değildir. Geleneksel olarak Hz.
Ali’ye kadar dayandırılan bu ilim, bir düşünce ya da nazariyye ürünü olmayıp
Allah vergisidir. Bu ilmi ancak ona istidadı olanlar anlayabilir. İbnü’l-Arabî
bu hususa sıkça vurgu yaparak; “harfler ilminde öyle acayip sırlar vardır ki,
ancak teslimiyet şalvarını kuşananlar bu sırları işitmeye güç yetirebilir” [1097] der. Yine
İbnü’l-Arabî, Fütûhatta, Hakk Teâlâ’ya özgü saydığı “Elif’, “Za”, “Lam”
harfleri ile kula özgü saydığı “Nûn”, “Sâd”, “Dâd” harflerindeki hakikatlerden
bahsederken, bunlarda kitaplara kaydedilmesi yasaklanmış olan bazı sırların
olduğunu söyler. Fakat ârif olan bu sırları sadece kendi ilmi ve meşrebine
denk, teslimiyeti mükemmel olan kimselere açabilir. Ehil olmayanlara bu sırları
açmak haramdır.[1098] Böyle
olmakla beraber İbnü’l-Arabî, harfler âlemini, lisan bakımından en fasih, beyan
bakımından en açık bir âlem olarak nitelendirir. Fakat bu açıklığın ve
fesahatın keşf ehli için geçerli olduğunu da hemen ekler.[1099] Mutasavvıflar
bu şekilde harflerin sembolik anlamlarını araştırmakla kalmamışlar; “kun:
ol” emrinde ifadesini bulan ilâhî hitap ile mümkünâtın varlık kazanması
arasındaki alâkayı düşünmek sûretiyle varlığın sırlarını çözmeye heves etmişler
ve harfler ile ilâhî isimler ve varlık mertebeleri arasında bir bağ
kurmuşlardır.[1100]
Varlığın kaynağı olarak harflerden bahsederken de söylediğimiz gibi
İbnü’l- Arabî, yaratma ile konuşma arasında dinamik bir benzerlik görmektedir.
Tıpkı peş peşe gelen cümlelerle gelişen bir söylem gibi, yaratma da sürekli aynı
kalmayıp değişir. Bu bakış açısından, Fütûhat-ı Mekkiyye"nin
özellikle ikinci bölümünde harfler hakkında ileri sürülen fikirleri anlamak
daha kolaydır. Bu bölümde Şeyhü’l-Ekber, harflerin, varlık mertebelerine ve
kozmik hareket seviyelerine tekâbül etmesi hususunda oldukça geniş açıklamalar
yapar.[1101] Bu, dilin
bir çeşit kozmik matematik rolü olması sebebiyledir. Bu şekliyle harfler ilmi:
“fizîkî dünyanın ve dil bilimin prensiplerinin metafizik ve metalingüistik bir
formülasyonu” şeklinde tanımlanmaktadır.[1102] Aynı zamanda bu harfler,
tıpkı bir sayının sayısal değerlerin sınırsız çeşitliliğinde ortaya
çıkabileceği gibi, bütünüyle bir birinden bağımsız süreçleri açıklamak için de
kullanılabilmektedir. Ayrıca harflerin, bilgiyi kendine has bir şekilde
somutlaştırması anlamında da “harfler ilmi”nin yerini tutacak başka bir şey
yoktur. Bunun da ötesinde harfler, semantik ve sembolik anlamlar taşıdıkları
için bâtınî bilginin bütün alanlarına ulaştıran bir vasıtadır.[1103]
İbnü’l-Arabî bize, işâretler yoluyla mistik harfler ilminden bir dizi örnek
verir. Onların bâtınî anlamlarından bahseder, hattâ harflerin telaffuzları
üzerine derin tahliller yapar. İbnü’l-Arabî’nin harflerin bâtınî anlamları
üzerine vermiş olduğu çarpıcı açıklamalara çalışmamızın harfler ilmi ile
ilgili bölümünde genel hatlarıyla yer verilecektir. Kısacası, Fütûhafın ikinci
bâbının ikinci bölümünde ana hatlarıyla bir “dilbilgisi metafiziği” tasvir
edilmektedir.[1104]
Her harf, kelime ve ismin, kısacası dilin zâhir ve bâtın olmak üzere iki
görünümü vardır. Sözgelimi ilâhî isimleri ele aldığımızda her ismin iki formu
olduğunu görürüz. Bunlardan birincisi, bir araya getirdiğimiz harflerden
nefesimiz vasıtasıyla şekillendirdiğimiz bize ait isimlerdir. Bu isimler
vasıtasıyla biz O’na dua ederiz. Aslında bizim dilimizde telaffuz ettiğimiz
isimler, Hakk’ın mütekellim olması vasfıyla bizâtihî kendini isimlendirdiği
ilâhî isimlerin isimleridir.[1105] Beşerî
lisânımızdaki bu isimler ilâhî isimler üzerine örtülmüş perdeler gibidir.
Bunlar vasıtasıyla ilâhî isimleri tasvir ederiz. İsimlerin ikinci şekli ise;
Rahmân’ın konuşma anına kadar gizlidirler ve O’nun konuşması vasıtasıyla
nitelik kazanırlar. Bu formların ötesinde anlamlar vardır ki onlar şekillerin
ruhları gibidirler. Allah’ın bizzat kendi kelâmı Kur’an içerisinde, Zât’ına
işâret etmek üzere kullandığı bu isimlerin sûretleri, Rahman’ın Nefesi’nde
varlıklarına kavuşurlar.[1106] Zîrâ
telaffuz ettiğimiz isimlerin de ötesinde, hakikat îtibârıyla ilâhî isimler[1107], âleme
tesir eder. Âlemdeki her bir varlığın, kendi hakikatine mahsus, ilâhî
isimlerden bir ismi vardır. Bu varlığın hakikati kendisine mahsus olan ilâhî
ismin ihtiva ettiği ilâhî bir hakikate işâret ederken o ilâhî isim bu varlığın
Rabbi olur, varlık bu ismin tekellüfü altına girer, ona ibadet eder.[1108]
Şayet, İbnü’l-Arabî’nin harflerin rûhânî anlamı hakkındaki
spekülasyonları onun eserlerinde özel bir öneme sâhipse, ve gerçekten bu
husustaki açıklamalar, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin başlangıcında, eserin
diğer bölümleri için geniş bir giriş niteliğinde olarak muntazaman yer alıyorsa
bu, harfler ilminin, sûfînin rûhânî gelişim sürecinde anahtar bir rol oynaması
ve harfler ilminin onun genel sisteminin sadece spekülatif bir formülasyonundan
ibâret olmaması sebebiyledir. Ontolojik olarak her insan ilâhî bir isimdir; bu
anlamda bir ayetin ya da bir terimin bâtınî anlamını ortaya koyma, sûfîye kendi
bâtınî boyutunu görme ve tanıma imkânı tanıyabilir. Bu, özellikle Kur’an’ın
metni hususunda geçerlidir. Bütünüyle ilâhî kelâmı ihtiva ettiği için Kur’an,
potansiyel olarak bütün evrensel hikmetleri ihtiva eder.[1109]
Dolayısıyla harflerin bâtınî ilmi, sûfînin hem kendisini, hem Kur’an’ı ve
dolayısıyla da bütünüyle varlığı anlamlandırma hususunda anahtar bir rol
oynamaktadır.
Bu harfler ilmi, inanan bir kimseye rûhânî gelişiminde yardım etme ve
kendi şahsî yazgısını anlama hususunda nasıl bir anahtar verir? Bu sorulara
cevap vermek için bakılacak ilk yer, ilâhî kelâmın insanın kolayca
ulaşabileceği bir parçası, yâni Kur’an’ın lafızları olmalıdır. Bu konuya,
İbnü’l-Arabî’nin Kur’an anlayışı ve Kur’an’ı yorumlama metodunu incelerken yer
vereceğiz.
a-Harflerin Bâtınî Yorumlarından Bazı Örnekler:
Elif-Vâv-Yâ: Bu üç
harf, her bir varlık mertebesinde ayrı bir gerçekliğe delâlet ederler.
Ulûhiyyet âleminde elif Zâtı, vâv sıfatları, yâ ise fiilleri
sembolize eder. Diğer taraftan emr âleminde elif Rûh-u Küllî’ye, vâv
Nefs-i Küllî’ye, yâ ise Cism-i Küllî’ye işâret eder. Aynı delâlet ve
paralellik insanda da söz konusudur: Elif insanın ruhunu, vâv
nefsini, yâ ise cisimini simgeler. Varlığın farklı mertebeleri ile bu üç
harf arasında görülen paralellik aynı zamanda bu üç harfe tekâbül eden
harakeler için de söz konusudur. Elif harfine karşılık olan Rûh’un
sıfatı akıldır ve bu sıfat fetha ile sembolize edilir. Vâv harfine
karşılık olan nefsin sıfatı kabzetmekdir ve bu sıfat zamme ile sembolize
edilir. Yâ harfine karşılık olan cismin sıfatı fiildir ve bu sıfat ise
kesra ile sembolize edilir. Vâv harfi ve onun harekesi olan zamme,
ulûhiyyet, nefs-i küllî ve beşerî nefsin berzah oluşuna mukabil olarak
elif/fetha ile yâ/kesra arasında berzahî bir harftir.[1110] Harfler ve
varlık mertebeleri arasındaki bu paralelliği şu şekilde bir tabloyla göstermek
mümkündür:
|
Melekût/Gayb |
Berzah |
Mülk/Şehâdet |
Harfler |
Elif (Fetha) |
Vâv (Zamme) |
Yâ (Kesra) |
Ulûhiyyet
Âlemi |
Zât |
Sıfatlar/Ulûhiyyet |
Fiiller |
Emr Âlemi |
Rûh-u Küllî |
Nefs-i Küllî |
Cism-i Küllî |
İnsan |
Ruh |
Nefs |
Beden |
İbnü’l-Arabi, illet harfleri olarak bilinen bu üç harfle âlemin farklı
mertebelerinde gördüğü paralellikten hareketle “illet” kavramının lügavî
anlamından felsefî anlamına geçerek âlemdeki sebepliliği açıklamaya çalışır.
Buna göre Zât/elif, sıfatların; sıfatlar/vâv, fiillerin; fiiller/yâ ise şehâdet
âleminde sadır olan bütün şeylerin varlığının sebebi (illet)dir. Fiiller
sıfatlara, sıfatların da nihâî tahlilde Zât’a râcî olması gibi, illet harfleri
olan vâv ve yâ harfleri de dahil bütün harfler de hem ses hem de
yazılış bakmından son tahlilde elif harfine râcîdirler. İbnü’l-Arabî,
hareke, sükûn, mebnîlik ve muğreblik gibi diğer bir çok lügavî ıstılahta olduğu
gibi “illet” kavramını da, dil-varlık paralelliğini sürekli korumak sûretiyle,
özel bir kullanımla lügavî 1127 boyuttan vücûdî boyuta
taşımıştır.
Zât’a delâlet ettiği için harfler içerisinde “elif” harfinin özel bir
yeri vardır. O, bütün harflerin kutbudur, bütün harfler ondan türemiştir.
İbnü’l-Arabî, Zât’a delâlet etmesi bakımından “elif” harfinin aslî ve değişmez
konumunu, bütün mertebelere sirâyet edişini harfin fonetiği hakkındaki
tahlilleriyle açıklamaya çalışır. Şöyle ki “elif” harfi ses bakımından insan
nefesinde tam bir bağımsızlığa sâhiptir ve bütün harflerin mahreçlerine sirayet
eder. Bu îtibârla “elif” tek olan aslî harf/mertebe iken, diğer
harfler/mertebeler bu yegâne harfin sadâsının farklı mahreçlerdeki tecellîleri
sonucu ortaya çıkmıştır.[1111] [1112] Zât’ın
ezelî tekliğine ve vücûdun bütün mertebelerine sirâyet edişine İbnü’l-Arabî
aynı şekilde sayı sembolizmi ile de işâret eder. Sayıların aslı saydığı “bir”
sayısının farklı mertebelerdeki tecellîleri ile ancak diğer sayılar zuhûr
edebilmektedir. Öyleyse aslî olarak sadece “bir” sayısı vardır; iki, üç, dört,
on, yüz, bin... sonsuza dek bütün sayılar “bir”in farklı mertebelerdeki
zuhûrunda başka bir şey değildir.[1113] Tıpkı “bir” sayısı,
sayıların sonsuz mertebelerinden biriyle kayıtlanmayıp her birine sirayet
etmesi ve ismi bütün bu mertebelerde gizli kalması gibi eilf de harflerin her
hangi bir mertebesiyle kayıtlanmaz, hepsine sirâyet eder ve “elif”, kendi ismi
gizli kalmak sûretiyle “bâ”, “cîm”, “hâ”...vs. diye isimler alır.[1114]
“Elif” harfi Zât’a delâlet ettiği için Allah (cc.), kâinâtı “elif’ ile
değil sıfatları temsil eden “be” harfi ile yaratmıştır, vücûd “bâ” harfi ile
zuhûr etmiştir.[1115] “Elif’
harfi tekliği simgelemektedir, çokluğa geçiş ise “be” harfiyle olmuştur. Tıpkı
insanın âlemde Allah’ın halifesi olması gibi, harfler âleminde de “Elif”in
halife olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî, bu harf hakkında şu bilgileri verir: “Elif”
hareke kabul etmez. (Anacak hemze vasıtasıyla harekelenip, telaffuz
edilebilir). Harf harekelenmediği müddetçe meçhuldür. Ancak harekelendiği zaman
kendisine bağlanan harekeyle belirginleşir. Zât ise hakikati îtibâriyle aslâ
bilinemez. İşte “Elif” de buna işâret eder. Dolayısıyla Zât meçhul
olduğu gibi onun halifeleri olan “insan” ve “Elif” de meçhuldür.
Harekesiz bir harf telaffuz edilemeyeceğinden “Elif”in ancak ismini
telaffuz edebiliriz. Harekeyle ise ancak “hemze” telaffuz edilir “Elif”
değil. Dolayısıyla “Elif” Zât’a işâret ederken “hemze” ilk
yaratılana (el-mübdeü’l-evvel) harekesi ise ilmî sıfatına işâret eder.[1116]
İbnü’l-Arabî, “Bir”i sayı olarak kabul etmediği gibi “Elif”i de harflerden
kabul etmez. “Elif”in cem makamına işâret ettiğini söyler ve hakikat ehlinin,
“Elif”in ancak cümle içerisinde geçmesinden dolayı harf olarak telakki
edebileceğini, yoksa aslî îtibârıyla harf olarak kabul etmeyeceklerini söyler.[1117] “Elif”in
harfler ilmine göre bir takım özelliklerinden, mertebelerinden bahsettikten
sonra, harfler âleminin bütün mertebeleri ve toplamının onda mevcut olduğunu
söyler. Nihâyet İbnü’l-Arabî, sıfatlar konusunda olduğu gibi diğer bazı
hususlarda da kullanılan şu paradoksal ifadeye yer verir: “Elif, ne
harflerledir ne de onların dışında.”[1118]
Lâm-Elif:
İbnü’l-Arabi mürekkeb “lâm-Elif” harfinde “Lâm” ile “Elif”in birleşmesini
tasavvufun temel konusu olan insanın Allah’a, Allah’ın da insana taalluku ve
yönelişiyle açıklar.[1119] “Lâm-elif”
mürekkeb bir harftir ve bu yönüyle de zâhir ve bâtından, lâhûtilik ve
nâsûtilikden mürekkeb olan insana delâlet eder.[1120]“Lam”ın, yâni insanın
yönelişi zâtî, “Elif”in, yâni Allah’ın yönelişi ise ârızîdir. “Lâm”ın
“Elif”e, diğer bir ifadeyle insanın Allah’a olan aşkı ve yönelişi iyice
pekiştiği zaman ancak“Elif”, “Lâm”a doğru yönelir, nüzûl eder. Aslında
Allah (cc.)’ın bu yönelişi de, “Lâm”ın, yâni insanın aşkına ve
fiillerine zorunlu olarak bağlı değil, bizzat “Elif” in, bizzat Allah
(cc)’ın kendi lütfuyla “Lâm”a doğru inişiyledir. İbnü’l-Arabî “lâm-elif”
harfinin, Allah ile insan arasındaki bağı sembolize eden bâtınî karakteri
hususundaki açıklamalarını harfin Arapça’daki yazılışından hareketle şu şekilde
sürdürür: “Lâm”ın “Elif”e olan iştiyakı o kadar kuvvetlidir ki, O’nu
elinden kaçırmamak için bacağını “Elif”in ayağına dolar ve O’na sımsıkı
sarılır, kucaklar. Ayrıca İbnü’l-Arabî, “Elif”in “Lâm”a inişini, bir
hadis-i kutsî’ye atıfta bulunarak; “Hakk Teâlâ’nın gecenin son üçte birlik
bölümünde dünya semasına inişi”nr7ne benzetir.[1121] [1122]
İbnü’l-Arabî genellikle mârifet ehlini üç sınıfa ayırır: sûfîler, tahkik
ehli ve tahkikin en üst mertebesinde bulunan kendisi ve ashabı. “Lâm-Elif”
harfinin yazılışından yola çıkarak açıkladığı, insanın Allah’a, Allah’ın da
insana yönelişi hususunda bu üç sınıf arasında sadece yönelişin sebebi yönünden
bir ihtilafın mevcut olduğunu vurgular. Sûfîler, “Lâm”ın bu eğilimini
vecd ehlinin ya da vecde gelmeye çalışanların (mütevacid) eğilimi
şeklinde algılar. Ve bu eğilim aşk makamını ve halini gerçekleştirmek içindir.
Sûfîler, “Elif”in meylini de kavuşma ve birleşme eğilimi şeklinde alır.
Bunun için de “lâm-Elif” harfinin Arapça’da “Lâm” ile “Elif”in
birbirinden ayırt edilemeyecek şeklideki bitişik yazılışını örnek gösterirler.
Öyle birleşmişlerdir ki hangisi “Elif” hangisi “Lâm” fark
edilemez. İşte sûfîlere göre meylin sebebi aşktır. Bu aşktaki samimiyet ve
sadâkat aşığı, maşuğu istemeye yöneltir. Bu yönelişteki samimiyet ise maşuktan
aşığa doğru bir kavuşmayı sağlar. Tahkik ehli ise, bu meylin sebebinin mârifet,
tanıma ve bilme olduğunu söyler. İbnü’l- Arabî kendisi ve tahkikin en üst
mertebesinde bulunan ashabının görüşlerinin bunlardan farklı olduğunu söyler.
O, muhakkik ve sûfîlerin bu konudaki görüşlerini doğru, fakat eksik bulur. Çünkü
ona göre aşk ve mârifet bütün varoluş mertebeleri (hazarât) içerisinde
cüzî bir mertebe (hazret)dir. Dolayısıyla “Elif” ile “Lâm”ın
birleştikleri ilk varlık mertebesine gitmek lazımdır ki o da var etme (îcâd)
mertebesidir. Dolayısıyla Mutlak Vücûd’un-ki bu mertebede “Elif”tir-
meyli var etmeye doğru yöneliktir. Mukayyet vücud’un-ki bu “Lâm”dır-
meyli ise var etme esnasında var etmeye doğru yöneliktir.[1123]
Elif-Lâm: Arapça
dilbilgisi kurallarına göre cins:tür bildirme fonksiyonunu harflere
atfettiği gizli anlamlar muvâcehesinde açıklamaya çalışır. Elif Hakk’a, Lâm
da insana işâret ettiğinden cins ifade ederler ve dolayısıyla bu iki
harf zikredildiği zaman bütün kâinât ve onu var eden Hakk Teâlâ zikredilmiş
olur. Lâm harfinin yazılışını da insanın çift yönlü mahiyetini anlatmada
kullanır. Şöyle ki insanın nasibi olan, ona işâret eden Lâm harfinin dik
olan, Elife benzeyen kısmı Hakk’a aittir. İnsanın İlâhî yönüne işâret
eder. Lâm harfinin Elife benzeyen kısmı alındıktan sonra kalan Nûn
harfine benzeyen yarım daire şeklindeki kısmı ise yaratılmışlara ait yönüne
işâret eder. Ayrıca İbnü’l-Arabî, Lâm harfinin altında görünen Nûn
şeklindeki yarım dairenin üstünde onu tamamlayan, görünmeyen bir daire tahayyül
eder. Bu daire ise melekût âlemine işâret etmektedir.[1124] Nihâyet
İbnü’l-Arabî, maddî yönlerinin bağlarını söküp atmak sûretiyle kendilerindeki
îlahî yönü uyandırmalarını istediği muhâtaplarına şu sembolik ifadeyle
tavsiyede bulunur: “Elif’ini uykusundan uyandırıp ayağa kaldır ve Lâm’ını
düğümlerinden çözüp kurtar.[1125]
IV-
İlâhî Kelimeler
Olarak Varlıklar
A- el-Kelime (İnsan)-Kelime/Kelimât
(Bütün Mahlûkât)
İbnü’l-Arabî’nin, genel îtibârıyla bütün mahlûkâtı, husûsen de insanı
“kelime” şeklinde isimlendirmesinin birkaç sebebi vardır: Her şeyden önce
İbnü’l-Arabî bu şekilde bir anlayışa sâhip olması bakımından tek değildir.
Kendisinden önce, kadim din ve kültürlerde bu şekilde bir telakkî olduğu gibi,
aynı anlayışa sâhip olan İslam filozofları da mevcuttur. İbnü’l-Arabî, bu görüşlerini
temellendirirken bütün bu felsefî ve dînî mîrâstan faydalanmış olabilir.[1126] Diğer
taraftan Kur’an-ı Kerim’de, İbnü’l- Arabî’nin bu görüşlerine temel
oluşturabilecek ayetlere rastlamaktayız. Her şeyden önce Kur’an’da Hz. İsa,
Allah (cc.)’ın “kelime” si olarak isimlendirilmiştir: “Mesih ancak Meryem’in
oğlu Isâ’dır. O, Allah ’ın resûlü ve kelimesidir... ” (Nisa 4/171). Yine “De
ki: Rabb ’imin kelimeleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave
getirsek dahi, Rabb ’imin sözleri bitmeden bu deryâ tükenir. ” (Kehf
18/109) ayetinde “kelime” lafzının icmâli tarzda zikredilmesi de doğrudan
olmasa da ayetin bu şekilde yorumlanmasına imkân tanımaktadır. Ayrıca
İbnü’l-Arabî’nin sıkça tekrar ettiği ve bu konudaki görüşlerine temel aldığı, “Allah
(cc.) bir şey murâd edince, sadece “ol!” demesiyle o şey hemen oluverir”
(Âl-i İmran 3/47) ayeti de genel olarak varlık ile kelime arasında bir irtibat
görülmesi şeklindeki telakkileri destekler mahiyettedir. Yine İbnü’l-Arabî’nin
sıkça zikrettiği bir hadise[1127] göre Hz.
Peygamber cevâmiu’l- kelim:kuşatıcı kelime olma özelliğini taşımaktadır.[1128] İşte bütün
bu ayetleri ve hadisi sıkça zikretmek sûretiyle İbnü’l-Arabî, genel olarak
bütün varlıkları özelde ise insanı sonsuz ilâhî hitabın “kelime”leri olarak
görür. İbnü’l-Arabî külliyâtında “kelime” lafzı, tekil-belirsiz (kelimetün),
tekil-belirli (el-kelimetü) ya da çoğul (kelimât) kalıplarında
olma durumuna göre farklı anlamlar taşımaktadır.
Tekil-belirsiz (kelimetün) kalıbında, (kelimât) şeklinde
çoğul haliyle birlikte her bir varlık kastedilmektedir. Bu anlamda kâinâttaki
her bir varlık Allah’ın sonsuz kelimelerinden bir kelimedir.[1129] Çünkü
bütün mevcûdât, bu bölümde yeri geldikçe ifade etmeye çalışacağımız gibi,
ilâhî/tekvînî “kun: ol” hitabının hâricî mazharıdır. Bütün mevcûdât “kun: ol”
hitabındandır, “kun” ise Allah’ın kelimesidir.[1130] Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye
göre bütünüyle vücûd, yayılmış ince deri (rikkun menşûr) iken âlem,
ilâhî isimlere ve ulvî mertebelere yönelik â’yânı îtibârıyla bu ince deriye
satır satır yazılmış bir kitap (kitâbun mestûr), aşağı, maddî âleme
yönelik tabiatı îtibârıyla da tek tek, harf harf yazılmış bir kitap (kitâbun
merkûm)tır.[1131] İbnü’l-
Arabî’nin bu anlayışı maddî âlemi, âlemü’t-tedvîn ve’t-tasdîr (kayda
geçirip yazma âlemi) şeklinde isimlendirmesine de uyumlu gözükmektedir. Zîrâ,
ilk yaratılan şey, farklı veçhelerine göre farklı isimler alsa da, “kalem”dir.
Bu “kalem”in “levh”e yazmasıyla mahlûkât neş’et etmiştir. “Kalem”den de ancak
harfler ve kelimeler zuhûr eder.[1132] Bu îtibârla Allah’ın sonsuz
kelimeleri mevcûdâtın âyânından başka bir şey değildir.[1133] Bu
doğrultuda İbnü’l-Arabî, “De ki: Rabb’imin kelimeleri için derya mürekkep
olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabb ’imin sözleri bitmeden bu
deryâ tükenir.” (Kehf 18/109) ayetinde zikredilen, Allah’ın bitip
tükenmeyen kelimelerinin mümkünât olduğunu söyler.[1134] Kendine
has bir nutku olan kelimeler olması îtibârıylala mevcudâtın, lafzının/zâhirinin
yanısıra bir de bâtını/mânâsı vardır ve ve mevcûdât işitebilen için sürekli
natıktır. Fakat onun nutku zatıyla değil Mütekellim’e mazhar olması
îtibârıyladır.[1135] Ayrıca
İbnü’l-Arabî varlık-kelime aynîliğini açık benzetme ve tasvirlerle ifade eder.
Bu münasebetle, İbnü’l-Arabî, “ Onu (insan şeklinde) düzenleyip (tesviye)
ona ruhumdan üflediğim (nefh) zaman, hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr
15/29) ayetini zikreder. İbnü’l-Arabî, harflerden kelimelerin meydana gelmesini
ve küçük harfler dediği harekeler vasıtasıyla onlara bir canlılık/ses ve
belirlilik kazandırılmasını bu ayet muvacehesinde açıklamaya çalışır. Harflerin
bir birine eklenip düzenlenmesiyle (tesviye) kelime meydana gelir.
Belirli bir biçim kazanmış, bir kelime oluşturmuş olan bu harflere harekelerin
konulması ise, insan sûretine ruhun üflenmesi (nefh) gibidir. Zîrâ
harflerden teşekkül eden fakat henüz bir anlam taşımayan kalıba harekeler ses
ve anlam katmaktadır. Tesviye edilen cansız sûretin, ruhun üflenmesinden sonra
insan ismini alması gibi, harflerden müteşekkil kelime sûretleri de ancak
kendilerine ruhun üflenmesinden, yâni harekelerin konulmasından sonra yeni bir
neş’et olarak kelime ismini alırlar. Kelimeler ve lafızlar âlemi işte bu
şekilde harflerden meydana gelmektedir. Bedenimizin su, ateş, hava ve toprak
gibi ana unsurlardan oluşması gibi harfler de kelimelerin asıl unsurlarıdır. [1136]
Diğer taraftan yine bu tekil-belirsiz (kelimetün) kalıbında
“kelime”, ilâhî hikmetin bir yönünü temsil eden her bir peygamberin hakikatini
ifade eder. Bu hususa açık bir şekilde Fusûs’ta işâret edilmiştir.
Meselâ “Âdemî Kelime”, ulûhiyyet sıfatını, “Nûhî Kelime” de subbûhiyyet
sıfatını temsil eder...[1137] Bu yönüyle
kelime, nübüvvete ve vahiye muhâtap olan peygamberler/insan-ı kâmiller’dir.
Yâni Allah’ın sonsuz evrensel hitabının mükemmel ve kuşatıcı kelimeleridir. Bu
anlamda kelime, Allah’ın, her bir husûsî veçhesi bir peygamberle özdeşleşen
sonsuz fiilidir.[1138] Bu yüzden
İbnü’l-Arabî, bütün metafizik sisteminî icmâlî tarzda kaleme aldığı muhteşem
eseri Fusûsül- Hikem’in her bir bölümünü insan-ı kâmil’in bir yönüne,
ilâhî hikmetin, kendi iç gerçekliğinde cisimleşmiş bir yönünü açıklayan bir
peygambere ayırmıştır. Yine burada ezelî hikmetin bir yönünü temsil eden her
bir peygambere de bu anlamda kelime denilmiştir.[1139]
Belirli ve tekil (el-kelime) olarak kullanıldığı zaman ise
kelimeyle, İbnü’l-Arabî külliyâtında ilk yaratılan Ruh-u Küllî ya da hakikatü’l-Muhammediyye
kastedilmektedir.[1140] İbnü’l-Arabî,
bu hakikati ifade etmede bir çok ıstılah kullanır. Mesela, hakikatü
’l-hakâik, rûh-u Muhammedî, nûr-u Muhammedî, Rûh-u Küllî, Akl-ı Evvel, Kalem-i
Â’lâ, Halife, insan-ı kâmil, berzah, el-hakku’l-mahlûk bih,...vs. gibi bir
çok ıstılah bu hakikati ifade etmede kullanılanlardan sadece bazılarıdır. Fakat
bütün bu kavramlarla ifade edilmek istenen itibâr, izafet ve nispetlerden başka
bir şey değildir. Zîrâ Hakikat tektir ve O da Zât-ı İlâhî’dir.[1141]
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var ki, İbnü’l-Arabî’den önce Yahudî,
Hıristiyan ve kadîm Yunan düşüncesinde “kelime/logos”[1142]
nazariyeleri vardır.[1143] İbnü’l-
Arabî’nin ortaya koyduğu “kelime” nazariyesi diğer kültürlerin ortaya koyduğu
nazariyelerden daha önemsiz ve değersiz değildir. Hattâ, İbnü’l-Arabî, “kelime”
nazariyesini kendisinden önce hiç kimsenin taşıyamadığı bir noktaya taşıdığı
gibi, kendisinden sonra da hiç kimse bu nazariyeye bir ilave yapmamıştır.
Bilakis, İbnü’l- Arabî’den sonra bu noktada görüş beyan edenlerin hepsi,
nazariyyenin genel çerçevesi noktasında onun görüşlerini tekrar etmişlerdir.[1144]
İbnü’l-Arabî’den sonra bu konuda kapsamlı ve sistematik tarzda görüş beyân eden
ve hattâ Afîfî’nin ifadesiyle, vücûd konusunda bütünüyle İbnü’l-Arabî’nin
etkisi altında kalsa da insan-ı kâmil nazariyesini binâ etme noktasında kimi
zaman ondan ayrılan ve müstakil bir görünüm arz eden[1145] Abdumkerim
Cîlî (ö. 855/1451) dahi nazariyyenin genel çerçevesi îtibârıyla
İbnü’l-Arabî’nin gönüşlerini esas alır.[1146] Fakat, İbnü’l-Arabî’nin,
oldukça geniş ve sistemli bir tarzda ortaya koyduğu bu nazariyesinde Hallâc’ın
hiçte küçümsenemeyecek bir etkisi vardır. Hallâc, İbnü’l-Arabî’nin zirveye
taşıdığı bu nazariyenin âdetâ alt yapısını hazırlamış, onun özellikle Tavâsîn
isimli eserindeki ifadeleri[1147] bu
nazariyenin çekirdeğini oluşturmuştur.[1148] Daha önce de söylediğimiz
gibi, İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde, âlem “ilâhî kelime” vasıtasıyla zuhûr
ettiği için bütün varlık evrensel ilâhî söylemin birer kelimeleridir. Bu ilâhî
söylem içerisinde en tam ve en mükemmel kelime ise bütün varlıkların en
şereflisi olan insan-ı kâmil/hakikatü’l-Muhammediyye’dir.1165 En ulvîsinden en aşağısına kadar bütün kâinâtta, bütün
nebî, resul ve velîlerde sârî olan, Hz. Muhammed (s.)’in tarihi şahsiyetinde
ise kemâl derecesinde tecessüd etmiş olan[1149] [1150] bu rûhânî hakikati İbnü’l-
Arabî, el-kelime diye isimlendirir. Hakikatü’l-Muhammediyye,
Hakk’ın zuhûr ettiği en mükemmel tecellî yeri olup en hususî mânâsıyla insan-ı
kâmildir. Her bir varlık belirli bir ismin tecellî yeri olmasına karşın hakikatü’l-Muhammediyye
Allah’ın ism-i câmî’sinin mazharı olması bakımından tektir ve zâhir ile
bâtını birleştiren ilk ve en mükemmel tecellîyi temsil eder.[1151] Mutlak
kuşatıcılık mertebesi mahlukat içerisinde sadece bu ilk hakikat için söz
konusudur. Bu sebeple İbnü’l-Arabî’ Fusûs’un, “Muhammedî Kelime”yi
açıkladığı son fassında Hakk’ın ferdiyyet yönünü açıklamaya çalışır ve onun
mahlûkatın en mükemmeli olduğunu söyler. Yine burada İbnü’l-Arabî, Hz.
Peygamberin “Âdem, henüz su ve toprak arasında iken ben peygamber idim” hadisini
de zikrederek onun “kuşatıcı kelime” (cevâmiu’l-kelim) oluşundan
bahseder.[1152] Bu
îtibârla Hz. Âdem, bütün isimlerin taşıyıcısı iken Hz. Peygamber, cevâmiu’l-kelim
olarak bu isimlerdeki bütün hakikat ve mânâların taşıyıcısıdır.[1153]
Bu anlamıyla el-kelime/hakikatü’l-Muhammediyye’nin
İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde üç
farklı anlam seviyesi vardır: Ontolojik/metafizik,
epistemolojik/nübüvvet-vahy
ve insanın rûhânî tekâmülü açısından.[1154] Öncelikle İbnü’l-Arabî’ye
göre el-kelime/hakikatü’l-Muhammediyye’nin ontolojik ve metafizik bir
anlamı vardır. Bu anlamda el-kelime, tekil-belirsiz (kelimetün)
şeklinde kullanımının birinci anlamına (her bir varlık) paralel düşecek tarzda,
Hakk Teâlâ ile mahlûkât arasındaki bir berzah ve yaratılışın vasıtası anlamında
kullanılmaktadır. Bu metafizik/ontolojik düzeyinde el-kelime’ye
İbnü’l-Arabî, farklı veçhelerine binâen farklı isimler verir: îlk Akıl,
hakikatti’l-Muhammediyye, hakikatü’l-insâniyye, insan-ı kâmil, mişkâtü’l-envâr,
hakikatü’l-hakâik...vb. İlâhî Zât ile âlem arasındaki bu pozisyonundan
dolayı hakikatü’l-Muhammediyye’ye İbnü’l-Arabî berzah/hayâl demektedir.
Daha önce hayâlden bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi İbnü’l- Arabî, Vâcibu’l-Vücûd
ile mümkinü’l-vücûd arasında bir berzah olan mutlak hayâle de, hem genel
anlamda varlığa ve hem de insan ve mârifete nispetle; amâ, hakîkatü’l-
hakâik, hakîkat-ı muhammediyye, akl-ı evvel ya da kalem-i âlâ
şeklinde farklı kavramlar kullandığını söylemiştik. İşte bütün bu kavramlarla
aynı hakikatin farklı veçheleri ifade edilmektedir. Bu ıstılahlar içerisinde en
genel ve en kuşatıcı olanı hakîkâtü’l-hakâik kavramıdır. Bu îtibârla da
bu kavram, bir yönden bütün hakikatleri ve mahiyetleri kuşatan, tüm isim ve
sıfatların kendisinde kaybolduğu ehadiyyet mertebesine işâret ederken, diğer
taraftan da isim ve sıfatların zuhûr ettiği vahidiyyet mertebesine işâret
etmektedir.[1155] Zîrâ bu
kavramla, Allah’la hem insan hem de genel anlamda varlık arasındaki bir berzah
kastedilmektedir. Bu sebeple, ister mutlak hayâl isterse de hakikat-i
Muhammediyye, insan-ı kâmil ya da el-kelime denilsin hakîkatü’l-
hakâikin temel özelliği, Zât-ı Bârî ile mâ sivâ arasında berzah olarak
vücûdda ilk ve en mükemmel neş’eti temsil ediyor olmasıdır. Bu sebeple
İbnü’l-Arabî, hakîkatü’l- hakâik’i şu şekilde tanımlar: “Hem Hakk,
hem âlem içindir. Ne varlık, ne yoklukla, ne hüdûs ve ne de kıdem ile
vasıflanır; kadîm ile kadîm, hadîs ile hadîstir... O, âlemdir, ya da âlem
değildir desen doğru söylemiş olursun. Yine o, Hakk’tır, ya da Hakk değildir
desen de doğru söylemiş olursun. O, bütün bunları kabul eder... ”[1156] Zîrâ tek bir Vücûd
vardır, onun bir zâhirî, bir bâtını ve bir de bu her iki arsını ayıran kuşatıcı
berzahı vardır. Bu tek olan Vücûd’un zâhiri âlem, bâtını ilâhî isimler, bu
ikisini ayıran berzahı ise insan-ı kâmil,hakikatü’l-Muhammediyye ’dir.[1157] Bu sebeple
el- kelime/hakikatü’l-Muhammediyye, en mükemmel ve en küllî ve eşsiz
tarzda neş’et eden ilk hakikattir. Bu yönüyle de her bir âlem ve her bir
hakikat bu küllî hakikatten tafsilatlı bir şekilde neş’et etmiştir.[1158]
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesini anlamayı zorlaştıran hususlardan belki de en
önemlisi onun zengin ıstılâhatıdır. Daha sonra İbnü’l-Arabî’nin ıstılâhâtından
bahsederken değinmeye çalışacağımız gibi o, aynı temel hakikati, değişik veçhelerine
binâen, bir çok farklı terimle ifade eder. Burada da aynı husus söz konusudur.
Temelde bu kavramlarla, Allah ile mâ sivâ arasındaki bir berzaha (kelime)
işâret edilmektedir. Bu berzaha, bütünüyle âleme nispetle hakîkatü’l-
hakâik, tasavvufî anlamda insana nispetle hakîkat-ı Muhammediyye,
genel anlamda insana nispetle insan-ı kâmil ya da Âdem, âlemin her
zerresine yayılmış salt metafizik düşünme kuvvetine nispetle küllî/ilk akıl,
her şeyin sayılıp yazıldığı bir kaydı olarak da kalem-i âlâ ve âlemdeki
tasarrufu bakımından da Ruh der. Bütün vahiy ve irfanın kaynağı olması
bakımından mişkâtü hâtemi’n-nebiyyîn, âlemin neş’et ettiği aslî ilke ve
âlemin gâyesi olması bakımından ise nûr-ı Muhammedî der.[1159] Bütün bu
farklı kavramlarla ayrı ayrı gerçekliklere değil, aynı hakikatin farklı nispet
ve veçhelerine işâret edilmektedir. Bütün bu farklı kavramlar, aynı hakikate
işâret eden izafet, nispet ve îtibârdan başka bir şey değildir.
İbnü’l-Arabî’nin berzah/hayâl anlayışının hemen hemen bütün düşüncesine
hakim olduğunu daha önce söylemiştik. Bu sebeple burada bu konuda ayrıntıya
girmeyeceğiz. İbnü’l-Arabî bu mertebe de el-kelime’yi, berzah/hayâlin
mahiyetine de uygun düşecek tarzda, paradoksal bir şekilde, aynı zamanda hem
birleştirip bütünleştiren (el-câmia) hem de ayıran (el-fâsıla)
anlamında el-kelimetü’l-camiatü’l- fâsılâ, diye isimlendirir. Buna göre el-kelime,
bir taraftan âlemde ayrı ayrı bulunan hakikatleri birleştirip bütünleştirirken
diğer taraftan da Hakk ile mahlûkât, gayb âlemi ile şehâdet âlemini bir
birinden ayırmaktadır.[1160] İlâhî
isimlerin kendisinde küllî olarak zuhûr etmesinden dolayı Hakk, imkân vasfıyla
zuhûr etmesinden dolayı da halktır. Bu sebeple el-kelime/insan-ı kâmil, zâhiri
hadis olan âlem, bâtını ise kadîm olan Hakk’ın sûretidir ve Hakk ile âlem
arasında kuşatıcı bir berzahtır.[1161] Bu münasebetle Şeyhü’l-
Ekber, aynı zamanda âlemin bir nüshası (mikrokozmoz) olan insan-ı
kâmil’i, Hakk’ın bütün isimlerini kuşatan Allah ism-i celâlinin mazharı olarak[1162] el-kelimetü’l-câmiâ
şeklinde isimlendirir ve Allah’ın ona iki farklı mertebeye yönelebilme
kuvvetini verdiğini söyler: Hakk’tan alıp kabul eder, ve O’ndan alıp
öğrendiklerini mahlukata arz eder. Zâhir ve bâtın arasında bir berzah olması
hasebiyle her ikisinin özelliklerini taşır. İlâhî isimlerin tamamıyla zuhûr
eder Hakk/bâtın olur, kendi aslî imkân mertebesini sürekli korur halk/zâhir
olur.[1163] Hakîkati
îtibârıyla bu kadar ulvî ve kuşatıcı bir mertebeye hâiz olan Hz. Muhammed, aslı
îtîbarıyla “abd: kul” olarak yaratıldığı için bu aslî hakikatinden bir an için
sıyrılıp, seyyid ve rabb olmaya yönelmez. Rabb’i karşısında mutevâzı ve zelîl
bir şekilde, aslî mertebesinin farkında olarak sürekli ibadet ve secde
halindedir.[1164]
İbnü’l-Arabî’nin el-kelime olarak isimlendirdiği bu kemâl mertebesindeki
insan, ilâhî isimlerin toptan tecellîsine sâhiptir ve nihâî birliği içinde
kâinâtın bütünüdür. însan-ı kâmil/hakikatü’l-Muhammediyye varoluşun
bütün arketiplerini ihtiva eden bir prototip, bir küllî bir gerçekliktir. O, bu
bakımdan; kökleri semâda, ilâhî Zât’ta, dalları ise kâinâta yayılmış “varlık
ağacı”nın çok sayıdaki dalları yâni varlığın bütün kozmik mertebelerini
kuşatır.[1165] Bu
kuşatıcı yönüne binâen, her bir peygambere bir kelime verilirken Hz.
Peygambere bu kelimelerin toplamı, yâni bütün hakikat ve mârifetleri kendisinde
toplayan cevâmiu’l- kelim verilmiştir. Allah Teâlâ, varlığa, insana ve
mârifete delâlet eden Kur’ân-ı Kerîm’de diğer bütün ilâhî kitaplarda indirdiği
hakikatleri toplamıştır. Bu îtibârla Kur’an, her şeyin kendisinde toplandığı cevâmiu’l-kelim’dir.[1166] İşte bu
metafizik ilke İbnü’l-Arabî’nin öğretisinde Hz. Peygamberle
ilişkilendirilmiştir. Konuya bu açıdan bakıldığında, temelde metafizik bir ilke
olan hakîkatü’l-Muhammediyye, maddî âlemde İslam Peygamberi’nin şahsında
zuhûr etmektedir. Zîrâ, her bir peygamber/kelime’de bir yönden zuhûr eden bu
ilk/küllî hakikat (hakîkâtü’l- Muhammediyye) yer yüzünde bütün
yönleriyle peygamberlerin sonuncusu olan Hz.
Muhammed’de
zuhûr etmiştir.[1167] O halde
Hz. Adem’den îtibâren insanlara gönderilmiş olan bütün peygamberler bu hakikat-i
Muhammediyye ’nin tarihin belirli bir anındaki nâibleri, taşıyıcıları,
tecellîleri ve cüzleri olmaktadır.[1168] Hz. Muhammed (sav.), daha
bir üst derecesi olmayan en mükemmel insan-ı kâmil iken, diğer insan-ı
kâmiller, yâni diğer peygamberler bu mertebenin altındadır.[1169] Hakikat-i
Muhammediyye Hz. Muhammed (sav.)’in şahsında en kâmil ve en küllî zuhûruna
kavuşuncaya kadar tarih ve nesiller boyunca seyretmiştir. Hz. Peygamberin
şahsında küllî zuhûruna kavuşan bu ilk hakikat, Hz. Peygamberin irtihaliyle
birlikte nübüvvetü’t-teşrî yönündeki seyrini tamamlar, artık bu kapı
kapanır. Fakat seyrine hâlâ açık olan velâyet vasıtasıyla devam
edecektir.[1170] Her ne
kadar bazı araştırmacılar, bu ezelî hakikatin Hz. Peygamberin tarihi
şahsiyetinden bütünüyle farklı olduğunu söylese[1171] de, esasında bu ikisi
arasında tabir caizse zâhir-bâtın ilişkisi vardır. Zîrâ İbnü’l-Arabî, bu ezelî
hakikatle Hz. Peygamberin şahsiyeti arsında bir ayırım yapmaz. Çoğu zaman bu
ikisini, bir birinin eşanlamlısı olarak, aralarını mutlak olarak ayırmaksızın
kullanmak sûretiyle Hz. Muhammed (sav) der ve hakikatü’l-Muhammediyye’yi
kasteder.[1172] Dahası Tenbîhât
da, hakîkatü’l- Muhammediyye hakkında “ulvî süflî her bir hakikat bu
küllî hakikatten ayrılarak zuhûr eder” dedikten sonra açıkça “işte bu hakikat
efendimiz Muhammed (sav.)’dir” der.[1173] Özellikle Fusûs’un
hakîkatü’l-Muhammediyye’yi anlattığı yirmi yedinci fassında bariz bir
şekilde zaman ve mekan bakımından Hz Peygamberin hallerinden bahseder.[1174]
Ayrıca el-kelime’nin ikinci bir yönü, nübüvvet ve vahyin kaynağı
anlamında epistemolojik bir yönü vardır. Bu îtibârla el-kelime, her
türlü vahyin ve mârifetin kaynağıdır, irfânî bilgilenmenin vasıtasıdır. Bu
anlamda el-kelime, tekil-belirsiz (kelimetün) şeklinde
kullanımının ikinci anlamına (her bir nebinin hakikati)) paralel düşecek tarzda
her bir nebi ve velînin nurunu aldığı bir kandildir. Bu da tabir caizse, insan-ı
kâmil/hakikatü’l-Muhammediyye" nin epistemolojik veçhesini teşkil
etmektedir. Her bir peygamberde temsil edilen kelimenin hakikatini, bütün
hakikat ve mârifetleri kendisinde toplamasından dolayı İbnü’l-Arabî el-kelimeye,
yâni hakikatü’l- Muhammediyye’ye cevâmiu’l-kelim, her bir nebi velî
nurunu ondan almasından dolayı da ona mişkât(:kandil) der.[1175] İşte bu
hakikat, bu ilk akıl vahy ve mârifet açısından Zât-ı Bârî ile mahlukat
arasındadır. Mutlak ilim sahibi Zât’tan alır, aydınlanır, istifade eder;
mahlukata verir, onları aydınlatır. Bu sebeple o, fakir ve zengin, aziz ve
zelil, kul ve efendidir.[1176] Zât-ı
Bârî’ye karşı zelil, fakir ve kul-köle iken mahlukata karşı zengin, azîz ve
efendidir.
Rûhî gerçekleşme, hakikate erme açısından ise el-kelime/hakikatü’l-
Muhammediyye, mânevî hayatın temel modelidir. Çünkü o, varlığın bütün durum
ve imkânlarını gerçekleştirmiş, insan olmanın anlamını kemâl mertebesinde
öğrenmiş kişidir. Bu sebeple insan-ı kâmil öncelikle peygamberlerdir, özellikle
de ilâhî hikmetin küllî mazharı olması bakımından İslam Peygamberi’dir. İkinci
olarak da peygamberlerin vârisi olarak kendi iç tekâmülünü tamamlayan büyük
velîlerdir. Zîrâ İbnü’l-Arabî, insan-ı kâmil kavramını hem hakikatü’l-Muhammediyye,
hem diğer peygamberler ve hem de Bayezîd gibi kemâl derecesine ulaşmış velîleri
kasteder. Öyleyse gerçek mânâda insan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir ve diğer bütün
nispî kemâl sâhipleri onun hakikatinden istifadeyle bu mertebeye
ulaşabilmektedirler. Bu sebeple tek tek her bir fert insan-ı kâmil olma
potansiyeline sâhip olmakla birlikte bunu gerçekleştiren yalnızca Peygamberler
ve velîlerdir.[1177]
İbnü’l-Arabi, “kelime”nin, her bir mevcudât ve her bir nebinin hakikati
anlamlarında belirsiz (kelime) kullanımında bu lafzın çoğulunu da
kullanır. Fakat hem ontolojik hem de epistemolojik anlam seviyelerine işâret
edecek şekilde belirli (el- kelime) kullanımında ise lafzın çoğulunu
kullanmamaya özen gösterir. Zîrâ bu anlamda kelime, küllî bir hakikati ifade
etmektedir. İbnü’l-Arabî’nin “kelime” lafzının çoğulunu genellikle kelim
ve kelimât şeklinde iki farklı kalıpta kullandığını görmekteyiz. Eğer bu
lafızla “her bir varlık” anlamını kastediyorsa kelimât, yok eğer “her
bir nebinin hakikati” anlamını kastediyorsa kelim şeklindeki çoğul
kalıbını tercih etmektedir. Dolayısıyla belirli bir çoğunluk kastediliyorsa kelim,
mutlak bir çoğunluk kastediliyorsa da kelimât şeklinde bu lafzın
çoğulunu kullanmaktadır.[1178] Bu
îtibârla o, mesela Fusûs’a, “Hikmetleri kelimelerin (kelim) kalplerine
indiren Allah’a hamdolsun” ifadesiyle başlar[1179] ve burada kelim ile
peygamberlerin hakikatlerini kasteder. Diğer taraftan Fütûhât’ta ve
diğer bazı eserlerinde “Kelimeler (kelimât) mevcudattır”[1180] diyerek kelimât
ile mutlak olarak bütün mahlûkâtı kasteder.
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde ileri sürülen dil-varlık/insan-Kur’an paralelliği
açık bir şekilde onun Kur’an anlayışında ortaya konulmaktadır. Ona göre Kur’an-
varlık-insan bir birinden mutlak mânâda ayrı birer hakikat değildir; aksine
bunlar tek bir hakikatin farklı görünümleridir. Birer hitâb-ı ilâhî olarak
vücûdun bu üç farklı mertebesi, her biri diğerlerinin farklı bir sûreti olması
hasebiyle birbirine paraleldir. Vücûdun bütününe sirayet etmiş olan ilâhî
hitaptan da maksat insandır. Bu îtibârla umûmî ilâhî hitâba muhatab olan
insanın iki yönü tebârüz eder: Diğer iki hitâbın ve beyânın (Âlem ve Kur’an)
mânâlarını kuşatan ilâhî küllî “el-kelime” olması ve bu iki hitâbın
mânâlarını elde etmede özel bir kabiliyetle donatılmış olması.[1181]
İbnü’l-Arabî Kur’an-varlık paralelliğine o kadar çok vurgu yapar ki
hattâ bazen kâinâtın âyet ve sûrelerinden bahseder ve bu husustaki ifadelerinin
sembol ya da mecâzen değil, keşf üzere anlayanlar için sarahaten söylediğini
vurgular.[1182] Kur’an ya
da insan en genel anlamıyla Mutlak Vücûd’un farklı görünümleridir. Bu görüşünü
İbnü’l-Arabî şu şiiriyle açıkça ifade eder:[1183]
(Mutlak Vücûd), varoluş ânında Hakk için Hakk ’tır, insan
için insandır, Kur ’an için Kur’an.
Münâcaât esnâsında kulaklar için kulak olduğu gibi Müşâhede
esnâsında gözler için gözdür.
Öyleyse sen bize aynü ’l-cem ile bak ki bizi fark (makâmında)
takdir edebilesin, işte buna sıkıca yapış, çünkü Kur’an Furkân’dır.
İbnü’l-Arabî, sık sık “insan-ı kâmil”in aynı zamanda Kur’an olduğunu
söyler. Bu sebeple onun Kur’an anlayışının ve Kur’an’ı yorumlama metodunun
belirlenmesi aynı zamanda dil-varlık/insan arasında gördüğü paralelliğin
tespiti açısından önemlidir. Diğer taraftan bizzat İbnü’l-Arabî’nin ifade
ettiği gibi, onun bütün irfânı ve bu irfânın ifade tarzı Kur’an’dan mülhem
olduğu için Kur’an anlayışının bilinmesi aynı zamanda tasavvufî tecrübesinin
ifade şekillerinin belirlenmesi açısından da önemlidir. Nitekim daha sonra
görüleceği üzere onun, farklı bir çok anlam seviyesine işâret edecek
potansiyele sâhip ifade tarzı bizzat bir rahmet unsuru olarak Kur’an’da
bulunmaktadır.
İbnü’l-Arabi’nin Fütûhât ve Kitabu’l-Isrâ’sının başında
zikrettiği esrarengiz fetâ Kur’an-insan paralelliğine işâret etmesi
bakımından hayli önemlidir. Tezimizin birinci bölümünde fetih
kavramından bahsederken fetânın kim oyduğu yönündeki farklı görüşlere
değinmiştik. Bu noktada Michel Chodkiewicz’in görüşleri, Fütûhât’taki
farklı pasajların bir araya getirilip incelenmesi bakımından önemlidir.
Chodkiewicz’in bu titiz tetkikine göre fetâ nihâî tahlilde Allah’ın
“Mütekellim” sıfatının ya da her bir hakikati ihtiva eden kuşatıcı “Kitab”ın
bir tecellîsidir.[1184] Zîrâ
İbnü’l-Arabî’ye göre bu fetâ, “imâm-ı mübîn ”dir. Imâm-ı mübîn
tâbiri ise “içinde her şeyin sayıldığı” (Yasin 36/12) ve “hiçbir şeyin eksik
bırakılmadığı” (En’am 6/38) Kitab’ı anlatmak için kullanılan Kur’ânî bir
ifadedir.[1185]
İbnü’l-Arabî’nin ıstılâhâtında imam-ı mübîn, ele alındığı veçheye göre
bazen ilâhî “kalem”, bazen kendisinde icmal üzere bulunan ilimlerin “kalem”
tarafından yazıldığı “levh-i mahfuz” ve bazen de “insan-ı kâmil” mânâlarına
kullanılmaktadır.[1186]
İbnü’l-Arabî, âlemde bulunan her şey, hiçbir şey eksik bırakılmaksızın
“insan”da mevcut olup sayıldığı için ona, herşeyin sayıldığı Kitab’ın bir vasfı
olan imâm-ı mübîn sıfatını verir.[1187] Aynı zamanda imâm-ı
mübîn, her bir hakikati kendisinde toplayan Kur’an’ı da ifade etmektedir.[1188] Fetâ’nın
kimliğiyle ilgili daha açık bir işâret İbnü’l-Arabî’yi Kabe’ye girmeye
çağırdığı zaman ve “Ben âlemi kuşatma mertebesindeki yedinciyim”[1189] dediği anda
verilmektedir. Bağlamından kopartıldığı takdirde tamamen muamma haline gelen bu
beyan, tavafın yedi şavtı ve Allah’ın kelâm ilminde ifade edilen yedi sıfatına[1190] işâret
eden yedi isim arasında kurulmuş sembolik mütekâbiliyet bilindiğinde aydınlığa
kavuşur. Fetâ ile özdeşleşen “yedinci” hiç şüphesiz el-Mütekellim
ismidir. Geleneksel olarak bir “Kitap” şeklinde zuhûr eden “Kelâm”,
İbnü’l-Arabî’ye bir genç sûretinde gözükmekte, beşerî bir sûret içinde tecellî
etmektedir.[1191] Zaten fetâ,
İbnü’l-Arabî’nin hem Fütûhât’ta hem de Kitâbu’l-Isrâ’da
kaydettiği bir şiire göre kendisini “Kur’an” ve “Seb’ul-Mesânî” olarak
tanıtmaktadır:
“Ben
Kur’an’ım ve sebu’l-mesânî’yim Zamanların değil rûhun ruhuyum
Müşâhede
ettiğimin huzurunda mukîmdir kalbim O’nu müşâhede ederim (halbuki) sizinle
lisânım.[1192]
Genç bir insan sûretinde tecellî eden fetâ’nın bizzat Kur’an’ın
kendisi olduğunu ifade eden bu şiir, insanı “kelime şeklinde” (logomorphosis)
ele almamıza, ya da diğer bir ifadeyle Kur’an ve insanı bir birine paralel ve
eş hakikatler olarak ele almamıza oldukça uygun düşer. [1193] Zîrâ
İbnü’l-Arabi’ye göre âlemin toplamından ibâret olan “insan-ı kâmil” ile, bütün
kitapların toplamından ibâret olan Kur’an kardeştir, bir birinin aynıdır.[1194] İşte bu
îtibârla fetâ bir kitaptır, fakat sessiz bir kitap. İbâre ehline kapalı
olan, en beliğ hatiplerin dahi hiçbir nasibinin olmadığı şekilde sembolik
konuşan[1195], irfanı
satır ve ifadelerle, ya da konuşarak değil bizzat neş’etiyle veren[1196] bir
kitaptır. Bu “kitap”tan bilgi, satırlarını okuyarak değil, üzerindeki perdeleri
kaldırarak bizzat sûretinin ihtiva ettiklerinden[1197] öğrenilmektedir. İşte
İbnü’l-Arabî, bu “kitab”ın perdelerini açar ve onun sûretinde okuduğu ve
muttalî olduğu sırları, eserin ikinci bâbına derceder.[1198] Fütûhât’ın
bu ikinci bâbı ise harfler ilmine tahsis edilmiştir.[1199] İşte bu
ilim vasıtasıyla vahyin anlaşılmasındaki temel ilkeler öğrenilmekte ve
“Kur’an’ın hazineleri”nin anahtarları edinilmektedir.[1200] Bütün bu
ifadelerden anlaşılacağı üzere İbnü’l-Arabî eserine dercedeceği sırları bir
kitapta değil bir kimsede mütâlaa etmiştir.[1201] Yine o, bu kimsenin ona bu
sırları okuması ya da telkin etmesi şeklinde değil, bizzat bu kimsenin
neşetinde ve hakikatinde bu sırları müşâhede etmiştir. Çünkü fetâ, sırlarını
öğrenmek istediğinde İbnü’l-Arabî’ye “neşetimin inceliklerine ve
görünüşümdeki tertibe bak, istediğin şeyin bende yazılmış olduğunu görürsün.
Çünkü ben ne söz söyleyenim ne de söyleten ”[1202]
der. Zaten daha önce de bahsettiğimiz gibi bu diyalog sessiz/sembolik bir
diyalogdur. Aslında bu karşılaşmada kelime bile kullanılmamıştır, zîrâ
yaratılışı gereği sadece sembol ve îmâ ile konuşmakta olan fetâ, konuşmaz ama
oldukça fasihtir.[1203] Görüldüğü
gibi burada İbnü’l-Arabî, geleneksel olarak bir “kitap”, bir “lafız” olarak
telakkî edilen Kur’an’ın hakikatini bir insan şeklinde müşâhede etmektedir.
Zîrâ İbnü’l-Arabî’ye göre “insan-ı küllî”, “insan-ı kâmil” ya da en husûsî
şekliyle “hakîkatü’l-Muhammediyye” Kur’an’ın bizzat kendisidir. İbnü’l-Arabi’ye
göre Hz. Aişe’nin, Hz. Peygamberin ahlakı hususunda söylemiş olduğu “O’nun
ahlakı Kur’an’dır” sözü de bu hususa işâret eder.[1204] Bu
îtibârla, büyük âlemin bir nüshası olan insan-ı kâmil, bütün kitapları câmi bir
kitaptır. O, ruhu ve aklı bakımından “ümmü’l-kitâb” diye isimlendirilen aklî
bir kitap, kalbi açısından “levh-i mahfuz” kitabı, nefsi açısından da “mahv ve
isbat” kitabıdır.[1205]
Daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi harfler ilmi, sûfînin rûhânî
gelişim sürecinde anahtar bir rol oynamaktadır. Ayrıca harfler ilmi,
İbnü’l-Arabî’nin genel sisteminin sadece spekülatif bir formülasyonundan ibâret
de değildir. Ontolojik olarak her insan, ilâhî bir isim, ilâhî bir kelime
olduğu için aslında bir ayetin ya da bir kelimenin bâtınî anlamını ortaya
koyma, sûfîye kendi bâtınî boyutunu görme ve tanıma imkânı tanıyabilir. Bu,
özellikle Kur’an’ın metni hususunda geçerlidir. Bütünüyle ilâhî kelâmdan ibâret
olduğu için Kur’an, potansiyel olarak bütün evrensel hikmetleri ihtiva eder.
Dolayısıyla da Kur’an, insan varlığının tamamlayıcı ikinci bir nüshasıdır.
Kâinâtta zuhûr eden bütün şekilleri ihtiva eden insan, gerçekte bir mikrokozmozdur.
Varoluş sahasına çıkarılan ilk varlık, bazen “Hakikat-i Muhammediyye: Muhammedî
Gerçeklik” ya da “Mükemmel İnsan” diye isimlendirilir. Bu sebeple,
İbnü’l-Arabî’nin de kaydettiği gibi nihâî tahlilde Kur’an ve “Evrensel İnsan”,
bütünüyle kuşatıcı aynı ilâhî hikmete işâret eder görülebilmektedir.[1206] Bu
kuşatıcı yönüne binâen, her bir peygambere bir kelime verilirken Hz.
Peygambere bu kelimelerin toplamı, yâni bütün hakikat ve mârifetleri kendisinde
toplayan cevâmiu’l-kelim verilmiştir. Allah Teâlâ, diğer bütün ilâhî
kitaplarda indirdiği hakikatleri Kur’ân-ı Kerîm’de toplamıştır.[1207] Bu
îtibârla Kur’an kuşatıcılığı Hz. Peygamberin kemâl derecesine ve kuşatıcılığına
uygun düşer.[1208] Zîrâ
“Kur’an” kelimesi kökü îtîbarıyla (k.r.e) “okuma”, “kıraat” anlamlarına
geldiği gibi, “elde etmek”, “toplamak”, “bir araya getirip cem’ etmek”
anlamlarına da gelmektedir.[1209] Bu bakış
açısından Kutsal Kitab’ın, “toplama” anlamına gelen “Kur’an” ve “ayırma”
anlamına gelen “Furkân” isimleri ikisi birlikte Kur’an’ın hem her şeyi bir araya
topladığı, hem de açık ve ayrı alanlara ayırdığı anlamına gelir. İbnü’l-Arabî
Kur’an’ın, literal anlamına da uygun olarak daha çok “birleştirme”, “toplama”
ve “kuşatıcılık” anlamlarına vurgu yaparak onun câmi’ oluşundan
bahseder.[1210] Bu, aynı
zamanda bütün diğer isimleri ihtiva etmesinden dolayı “Allah” ism-i celâlinin
kuşatılıcılığı (Câmi’) ile bütün ilâhî sıfatların kendisinde tecellî
etmesinden ve kâinâtta dağınık halde bulunan bütün hakikatleri kendisinde
toplamasından dolayı insan-ı kâmil’in kuşatıcılığına paraleldir.[1211] Bu
îtibârla İbnü’l- Arabî’ye göre Kur’an, âyetler ve sûreler şeklinde çok ve ayrı
ayrı gözükse de o kuşatıcı tek bir kelâm (ehadiyyü’l-kelâm)dır; o,
Tevrât, Furkân, İncîl, Zebûr ve Suhuf diye isimledirilen küllî tek bir
kelâmdır.[1212] Bu küllî
hakikat, kalplerde Kur’an, lisanlarda kelâm, mushaflarda ise kitap diye
isimlendirilir.[1213] İşte
İbnü’l-Arabî dil- varlık/insan-Kur’an arasında gördüğü bu paralellik hem kendi
mârifetini ifade etmesi açısından hem de hermenötiğinin temellerini belirlemesi
açısından önemlidir. Zîrâ İbnü'l-Arabî’ye göre harflerin, dolayısıyla da
lafızların görünen zâhirî boyutlarının yanı sıra bir de hakikatleri ve bizâtihî
“varlık”ları vardır. Bu îtibârla da “dil” zâhiri îtibârıyla uzlaşıma (vad’)
dayalı ve sınırlı ise de hakikati îtibârıyla dikey, canlı ve sürekli değişen
bir boyuta sâhiptir. Bu sebeple İbnü’l-Arabî, mârifeti ifade etme noktasında
sürekli dilin sınırlılığından şikayet etmek yerine, zengin ifade şekillerine
başvurmak sûretiyle mânevî tecrübesini ve mârifetini ehline aktarmaya çalışır.
Dilin bu canlı ve değişken yapısından hareketle sürekli lafızların anlam
çerçevelerini genişletir. Kelimelerin, sadece alışıldık sıradan mânâlarına
işâret etmek sûretiyle değil, aynı zamanda onları birer “varlık” olarak gördüğü
için sûretlerinde barındırdıkları diğer bütün anlamlara işâret ederek
mârifetini ifade etmeye çalışır. Kur’an’ın kelimeleri söz konusu olduğunda ise
bu canlılık ve kuşatıcılık kemâl derecesindedir. Bu îtibârla da, Allah
tarafından ilham edilen ve sürekli bir yenileniş sayesinde her kıraatte yeni
mânâlar keşfedilmesini sağlayacak hermenötik, vahyi oluşturan kelimelerin
tecessüm eden “beden”lerine dolaysız olarak ve ayrılmaz bir şekilde bağlıdır.[1214]
1-İbnü’l-Arabi’nin Kur’an’ı Yorumlama
Metodu
Sûfîlerin Kur’an’ı anlama ve yorumlama metodu zâhir ulemasının yorumlama
tarzından oldukça farklıdır. Her şeyden önce sûfîlerin Kur’an yorumu salt metne
dayalı bir yorum değildir. Âlem-Kur’an ve İnsan anlayışlarındaki paralellik
muvacehesinde onlar, insanın tekâmül sürecinin, Allah’ın sonsuz ilminin
tezâhürü olan Kur’an’ın anlam seviyelerini anlamada etkili olduğunu iddia
ederler. Bu anlayış salt metinden ve kavramlardan hareketle ulaşılan aklî bir
anlayış olmayıp tıpkı mârifet teorisinde olduğu gibi, bizzat hitabın
işitilmesi, ya da İbnü’l-Arabî’nin sıkça vurguladığı gibi vahyin kalbe tekrar,
tekrar inişi şeklinde kalbî ve tecrübî bir anlayıştır. Bu tarz tecrübî bir
te’vil metodu, tecrübenin değişimine ve gelişimine binâen, her bir farklı
okumada metnin mânâsının da sürekli değişmesini ve farklı anlam seviyeleri
kazanmasını sağlar. Zîrâ burada yorumun iki farklı veçhesi vardır: Dil ve
yaşayan canlı tecrübe.[1215] Bu sebeple
kütüphanelerde korunan elyazmaları ya da iki kapak arasına alınmış matbû kitap
formlarına, lafızlara kafa yoran bir âlimin zihni aslında Kur’an’ın kabuğu ile
meşguldür. Kelâm ve hukuk âlimleri ise metnin akide ve amelle ilgili meseleler
bağlamında ne söylediğiyle ilgilenirler. Halbuki Kur’an’ın, sûfîlerin ısrarla
üzerinde durduğu mârifet teorisi açısından anlaşılmaya ve yorumlanmaya
çalışılması tecrübî bir vakıadır. Bu yorum metodu, salt okuma ile elde edilen
bir hâsıla değildir. Kısacası bu te’vil metodunun amacı metnin ne kastettiğini
salt bilgisel olarak öğrenmek değil, onun ne olduğunu, yâni bizâtihî Allah’ın
kelâmını tecrübe etmeketir.[1216] Bu te’vil
anlayışına istinaden sûfîler, Kur’an’ı âdetâ Rasûlullah’tan, ardından
Cebrail’den ve nihâyet bizzat Hakk’tan işitiyormuş gibi dinlemeyi tavsiye
ederler.[1217] Bu
îtibârla onlar, muhtelif sebeplerden dolayı sarih ifadeler yerine remz ve
işâret dilini tercih ettikleri gibi kendi tasavvufî tefsirlerine de işârî
tefsir demişlerdir.[1218] İşâret,
her hangi bir belirleme ve sınırlama söz konusu olmaksızın anlamın içe
doğmasını ifade ederken, ibâre anlamın tayin ve tahdid yoluyla elde
edilmesidir. Birincisi anlamı sürekli açık bir ufuk haline getirirken İkincisi
anlamı zâhirle sınırlandırmakta ve sonsuza dek kapalı kılmaktadır. Anlamın bu
şekilde sınırlandırılması ise, sonsuz sayıda anlam düzeyleri bulunan Kelâm-ı İlâhî’nin
hakikati ile çelişen bir durumdur. İşâret ve ibâre arasında yapılan bu ayırım,
sûfîlerin zâhirî anlam ile bâtınî anlam ayırımlarına dayanmaktadır. Zâhirî,
hitabın insânî boyutta, pozitif dildeki anlamı iken; bâtın daha derin bir
düzey, tasavvufî tecrübe sahibinden başkasına kapalı olan bir yolla işâret
edilen ilâhî dil düzeyidir. Bu yüzdendir ki, fukahânın/zâhir ehlinin Kur’an
hitabından anladıkları, dilin insânî boyuttaki pozitif anlamının sınırlarını
aşamazken; ârifler, ilâhî hitabın işâret ettiği derin anlamlara nüfûz
etmektedirler.[1219] Bu noktada
sûfîler, Eş’arîler’in hitâb-ı ilâhîyi, ezelî olan kelâm-ı nefsî ve hadis
olan kelâm-ı lafzî şeklinde ikiye ayırmak sûretiyle mütâlaa etmelerine
paralel olarak Allah’ın kelâmında ilâhî boyut-insânî boyut ayırımına
gitmişlerdir. Ezelî ve sonsuz olan ilâhî dil, yalnızca Kur’an hitabında değil,
bütün varlıkta tecellî etmektedir; zîrâ Kur’an, Allah’ın mushafta yazılı
kelimeleri iken, varlık, Allah’ın dış dünyada (âfâk) yazılı
kelimeleridir. Buna ilâveten bir de insanın kendi benliğinde yazılı kelimeler (enfüs)
vardır. Öyleyse hakiki anlamda bir anlayış ancak, Allah'’n ayet/kelimelerinin
bu üç farklı tezâhürünün eş zamanlı ve bütüncül “okuma”sıyla hâsıl olmaktadır.
Nasıl ki Allah’ın varlık âlemindeki kelimeleri tükenmez, sınırsızdır; aynı
şekilde, zâhiri îtibârıyla sınırlı sayıdaki Kur’an kelimeleri de sınırsız
anlamlara işâret eder.[1220]
Görüldüğü gibi, mutasavvıfların Kur’an’ı yorumlamalarında ibârenin yanı
sıra, “işâret” de hayli önemlidir. Burada “işâret”, sadece metinle, ibârenin
gösterdiği işâretlerle sınırlı değildir. Lafızdaki işâretlerin yanı sıra
varlıktaki ve insanın kendi nefsindeki işâretler (Fussılet 41/53); gerek
varlığın, gerek insanın kendisinin, gerekse de lafzın zâhirinden ilâhî hitabın
sonsuz bâtınî boyuna nüfûz etmeyi sağlamaktadır. Dolayısıyla işâret, doğrudan
olması, metinle sınırlı olmayıp ıstılaha muhtaç olmaması bakımından ibâreden
daha fasihtir.[1221]
Kur’an’daki bu iki anlamlılık, hem varoluşsal hem de epistemolojik bir boyuta
sâhip olan tasavvufî tecrübe sonucu birliğe dönüşmektedir. Sûfî, mânevî mîrâcı
esnasında âlemin zâhirine yönelik alâkalarından tedricen sıyrılarak bâtınına
nüfûz etmektedir. Bu mîrâcı esnasında sûfî, varlıkların hakikatlerine,
ruhlarına kulak verir ve eşyanın hakikati hakkında mârifet sahibi olur. Rûhânî
yükselişe paralel olarak insânî yetilerinde de bir inkişâf gerçekleşir, görmesi
keskinleşir, işitmesi gücünün netliği değişir ve nihâyet ilâhî dilin farklı
boyutlardaki şifrelerini çözme noktasına ulaşır, kâinâttaki ezelî nutku işitir.[1222]
Sûfîlere göre Kur’an’ın, lafzın zâhirî delâletinin işâret ettiği
şekliyle sadece zâhirî bir anlamı yoktur. Onun farklı anlam seviyeleri vardır.
Hattâ Kur’an’ın her bir harfinin altında saklanmış pek çok mânâ vardır.[1223]
İbnü’l-Arabî’nin açıkça ifade ettiği gibi, Kur’an’ın her bir sûresinin
bütününde o sûreyi oluşturan tek tek âyetlerde olmayan, her âyetinde o âyeti
oluşturan kelimelerde olmayan, her bir kelimesinde de o kelimeyi oluşturan
harflerde olmayan ayrı bir anlam vardır.[1224] Dolayısıyla Kur’an her harf,
kelime, âyet ve sûresinde müstakil bir çok anlamı barındırmaktadır. Çünkü
Kur’an, Allah kelâmıdır. Allah için nihâyet söz konusu olmadığı gibi kelâmının
mânâsı için de nihâyet söz konusu değildir.[1225] İbnü’l-Arabî, maalesef kayıp
olan Kitâbu ’l-Cem ’ ve ’t- Tafsîl fi Esrâri Me ‘âni ’t-Tenzil isimli
büyük tefsirinde her âyeti önce celâl, sonra cemâl ve sonra da îtidâl ya da
kemâl makamından ele alıp tefsir ettiğini söyler.[1226] Kur’an’ın
bu farklı ve sonsuz anlamları sûfîye tam bir inanç ve edep haliyle Kur’an’ı
sürekli okumasıyla açılmaktadır. Bu sebeple Kur’an tilâvetini ibadetin bir
çeşidi sayan sûfîler, ayet ve sûreleri tekrar tekrar okuyarak Kur’an’dan mânâ
istinbât yoluna gitmişlerdir. Kur’an’ı, herhangi bir şekilde sıradan
bilgilenmeyi amaçladıkları bir kitap olarak görmeyip ibadet şuuruyle ve onun
hakikatini bizzat tecrübe etme kastıyla okudukları için Kur’an tilâveti için
zâhirî ve bâtınî bir çok kural ve edepten bahsetmişleridir.[1227] Klasik
tasavvufî eserlerde, Allah (cc.)’a peygamberlerine, Allah dostlarına, mürşide
ya da ihvana gösterilmesi gereken saygının niteliğini ifade etmede kullanılan
“edep” kavramı İbnü’l-Arabî tarafından doktriner bir seviyede kullanılmaya
başlanmıştır. O, “edep” kelimesinin özellikle, Kur’an’a ve Hz. Peygamberin
sözlerine
karşı
gösterilmesi gereken saygı anlamında ısrar eder. Metne karşı gösterilen bu edep
metnin doğru anlaşılmasının önemli bir anahtarı olur.[1228] Metne
karşı gösterilen bu saygı, geleneksel toplumların “edep” anlayışının ileri bir
boyutunu ifade etmekle birlikte metni anlama ve yorumlamada okuyucunun sadece
zihinsel yetileriyle değil, ruhunun bütün katmanlarıyla ve bütün melekeleriyle
metni anlamaya ve hissetmeye hazır bulunuşunu ifade eder. Bu hazır bulunuş
okuyucuda bazı açılımlar sağlar. Fakat bu, okuyucunun aynı zamanda tasavvufî
tecrübe açısından hazır bulunuşu ile de doğrudan alâkalıdır. Dolayısıyla sûfî
hermenötiğinin belkide en önemli karekteristiği tecrübî, inşâî bir hermenötik
olmasıdır. Bu sebeple sûfîler, derin bir murâkabe haliyle her okuyuşta lafızlar
ve mânâları üzerinde tefekküre dalarlar. Bir âyetin mânâsını müşâhede etmeden
bir diğerine geçmezler. Huzûr-u kalp ve bütün himmetleriyle kendilerini
Kur’an’a vermeleri sonucu Allah’ın ezelî inâyetiyle okudukları âyetin anlamı
onlara açılır.[1229] Bu sebeple
tasavvufî gelenekte Kur’an tilaveti ve murâkabesi önemli bir ibadet şekli
olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, sadece bir âyet üç-dört gece sürekli
tilâvet edilebilir.[1230] Bir sûfî,
Hûd sûresini altı ayda ya da Kur’an’ın tamamını otuz senede hatmedebilir. Bu sûretle
de onlar Kur’an’ı kendi sınırlı akıllarıyla ya da bir müfessirin sözü
doğrultusunda değil, Allah’ın kendilerine bahşettiği bir ihsânla, doğrudan
Allah’tan anlarlar.[1231] Hattâ
İbnü’l-Arabî’ye göre, Kur’an’ı, mutlak mânâda ancak onu doğrudan Hakk Teâlâ’dan
işitenler[1232] ve tilavet
ile onun lafızlarını muhafaza ettikleri gibi amelleriyle de onun hükümlerini
koruyanlar, kısacası bizzat Kur’an olanlar anlayabilir.[1233]
Dolayısıyla bu tür bir anlam arayışında anlamaya çalışan insan ile anlaşılmak
istenen Kur’an arasında bir izolasyon yoktur. Diğer bir ifadeyle bu şekildeki
bir anlama ve yorumlama ameliyesinde, sûfîlerin mârifet teorilerinde olduğu
gibi özne-nesne ayırımı söz konusu değildir.[1234]
Sûfîlerin ilâhî hitabın sonsuz anlam seviyesine sâhip olduğu yönündeki
anlayışlarından kaynaklanan işârî tefsir yöntemi, daha sonra sûfîlerin sembol
ve işâret diline yönelmelerinden bahsederken de söylemeye çalışacağımız gibi
onların elde ettikleri sırlar ve mârifetleri ifade ederken işâretlere baş
vurmalarını da kolaylaştırmıştır. Kısacası sûfîlerin “işâret” diline
yönelmeleri de bizzat Kur’an’dan mülhemdir. Zîrâ bütün insanlığa yöneltilmiş
bir hitap olma sıfatıyla ilâhî hitâbın aynı zamanda beşer aklının farklı bütün
düzeylerine uygun düşmesi hikmetine binâen bizzat Kur’anda da “işâret” dili
kullanılmıştır.[1235]
İbnü’l-Arabî’ye göre, Allah (cc.) sonsuz kelâm sıfatıyla tecellî ettiği
ve ilâhî kelâmını indirdiği lügatteki kelimelerin muhtemel bütün mânâlarını bildiği
için lafzın ihtivâ ettiği bütün mânâları kastetmiş olmalıdır. Dolayısıyla
kelimelerin farklı birçok lügat mânâsına dayanan her yorum geçerlidir ve her
hangi bir âyetin farklı bir veçhesine dayanan idrak, bu idrake ulaşan kimse
için geçerlidir. Öyleyse ilâhî hitâba muhatab olan her bir kimse, lafza dayalı
çok anlamlılığın sınırları içerisinde kalmak şartıyla, ilgili âyetten kendi
anladığı veçhe üzere mükelleftir. Zîrâ, o kimse bu mânâyı, kelâmullahın lafzî
tezâhürünün muhtemel anlamlarından çıkartmaktadır.[1236] Bu sebeple
İbnü’l-Arabî’ye göre Kur’an’ı, lafzın muhtemel mânâlarının dışına çıkmadan
yorumlayan her kimse gerçek müfessirdir. Fakat her kim ki Kur’an’ı, o dili
konuşanların bilmediği ve örfî olarak ıstılahlaştırmadıkları bir mânâ üzere,
kendi görüşüne ve fikrine göre yorumlar ise o kimse küfre düşmüştür. Burada
İbnü’l- Arabî’nin “küfr” kelimesinin gizleme ve örtme anlamlarına yöneldiğini
vurgulamak gerekir.[1237] Kısacası
İbnü’l-Arabî te’vil konusunda mutlak bir bâtınî anlayışı benimsemez zâhir ve
bâtın dengesini sürekli vurgular. Kelâmullâhın bâtınen bir çok anlam seviyesine
sâhip olduğu görüşünde olan Şeyhü’l-Ekber, aynı zamanda Allah’ın kelâmının
indirilmiş olduğu lügat içinde geçerlilik taşıyan mânâlarından uzaklaşan
kimsenin artık ilimden ve fehimden nasibinin kalmadığını da vurgular.[1238] Arap
dilinin sâhip olduğu son derece zengin çok-anlamlılık da hesaba katıldığında
vahyin lafzına olan sadâkat hiçbir sûrette yorumun çokluğuna engel teşkil
etmeyecek, bilakis zorunlu olarak ortaya çıkacaktır.[1239] O halde Allah’ın
kelâmındaki her hangi bir âyetin, o ayetin vahyedilmiş olduğu lügati konuşanlar
tarafından muhtemel görülecek bütün mânâları Allah’ın ayete o mânâları veren
kimselere hitap ederken ki muradının ifadesidir.[1240] Dolayısıyla ne kadar
şaşırtıcı görünürse görünsün bu muhtemel mânâlardan hiç biri mutlak olarak
reddedilmemelidir; zîrâ yukarıda da ifade edildiği gibi Allah bir âyeti inzal
ederken, onu oluşturan kelime veya kelimelerdeki çok- anlamlılığı bilerek inzal
etmektedir. Hattâ Şeyhü’l-Ekber’e göre bu kaidenin doğruluğunu inkar etmek
ilâhî ilmin sonsuzluğunu inkar etmek anlamına gelecektir.[1241] Her akl-ı
selîm en azından Kur’an’ın ilâhî orijinli olduğunda kesin bir îtikât sahibidir.
Kur’an, Allah’ın hitâbı olduğuna göre, Allah (cc.) da metinden anlaşılabilecek
her muhtemel mânâyı bildiğine göre Allah (cc.), bu muhtemel mânâlardan her
birini, bir diğerine göre zorunlu kılmaksızın kastetmiş olmalıdır.[1242] İbnü’l-Arabî,
mahlûkâtın kelâmının hilâfına Kur’an’ın bu şekildeki kuşatıcılığını ve zengin
anlam seviyesini ifade etmek üzere onu “sahili olmayan deniz” şeklinde
vasfeder.[1243]
İbnü’l-Arabî hitâbın, kelimenin ıstılâhi anlamına binâen sınırlı ve cüzî olarak
anlaşılması ile kelimenin muhtemel bütün delâletlerini göz önünde bulundurmak
sûretiyle kuşatıcı tarzda anlaşılmasını ilim ve fehm[1244] ayrımıyla
ifade etmeye çalışır. İlim, hitabı maddeden mücerret kelâm-ı nefsî üzere
doğrudan Mütekellim’den, her hangi bir sınırlamaya gitmeksizin muhtemel bütün
delâletiyle anlamayı ifade ederken fehm, mütekellimin kastının ince bir şekilde
tahdidini ve kelimenin dildeki muhtemel bir çok delâleti içerisinden kastedilen
mânânın tayin edilmesini ifade eder. Bu da ancak kelimenin tazammun ettiği bir
çok mânâ arasından Mütekellim’in kastının açıkça bilinmesiyle mümkün olur.
Diğer bir ifadeyle, Mütekellim’in kastı tahdid ve tayin üzere bilinebiliyorsa
ifade sarihtir ve sınırlı bir mânâ üzere fehm gerçekleşmiş olur. Yok eğer
Mütekellim’in kastı açıkça bilinmiyorsa her hangi bir tahdid ve tayine
gidilmeksizin lafzın muhtemel bütün delâletleri esas alınır.[1245] Aslında
kelimenin muhtemel bir çok mânâya yorumlanması kelimenin vad‘ı İtibârıyla
zengin bir anlam çerçevesine sâhip olması ve dilin kuvvetine râcîdir. Yoksa Hz.
Hızır gibi ilmini doğrudan Allah’tan alan zevk ehli için böyle çok anlamlılığa
dayanan bir belirsizlik söz konusu değildir. Öyleyse İbnü’l-Arabî’ye göre bir
âyetin kelimelerin muhtemel mânâlarından birine yorumlanması, iş hakikatte öyle
olduğu için değil dilin, lafzın kuvvetinden dolayıdır.[1246] Lafzın
anlam zenginliği ve dilin kuvveti böyle bir imkânı verir. İbnü’l-Arabî
Kur’an’ı, lafzın çok anlamlılığı ve dilin kuvveti doğrultusunda umûmi delâlet
üzere ve buna mukabil keşfen Mütekellim’in kastı üzere yorumlanmasını şu
şekilde bir örnekle açıklar: Sahabe-i kirâm halis Arap oldukları ve Kur’an
kendi lisanlarıyla indirilmiş olduğu halde “inanıp da îmanlarına her hangi
bir zulüm bulaştırmayanlar, güvende ve doğru yolda olanlar işte onlardır.” (En’âm
6/82) ayetinden Hakk Teâlâ’nın neyi murâd ettiğini anlayamamışlardı. Ayette
“zulm” kelimesi muhtemel bütün zulüm şekillerini ihtivâ edecek tarzda
nekra/belirsiz olarak zikredildiği için sahabe kelimenin kuvvetinden hareketle
ayeti umûmî mânâsına yormuşlar ve “hangimiz zulme ya da haksızlığa bulaşmadı ki
?” demişlerdi. Halbuki Hz. Peygamber Hakk Teâlâ’nın âyetten kastını keşfen
bildiği için buradaki “zulm” kelimesini, “Oğulcuğum! Allah’a şirk koşma.
Muhakkak şirk en büyük zulümdür” (Lokman 31/13) ayeti doğrultusunda,
belirli ve husûsî bir şekilde şirk ile tefsir etmiştir.[1247] Kelimenin
kuvveti, muhtemel bütün delâleti içerisinde “zulm”kelimesinin umûmî anlamına
yorumlanmasına yol açarken keşf, Mütekellim’in kastının kelimenin hususî anlamı
olduğunu beyân etmiştir. Bu doğrultuda İbnü’l- Arabî, Hz. Peygamber’in vârisi
ve ehl-i keşf ve’z-zevk olarak kendilerinin, bütün söylediklerinde, lafızların
muhtemel bir çok mânâsına değil Allah’ın kaplerine attığı mânâlara
dayandıklarını söyler.[1248] Bu sebeple
anlayışını doğrudan Hakk’tan alan keşf ve zevk ehli sûfîler için lafzın
muhtemel bir çok veçhesinden kaynaklanan bir belirsizlik söz konusu değildir.
Zâten daha sonra da üzerinde durmaya çalışacağımız gibi hakikati müşâhede eden
Peygamber ve onun tâkipçisi sûfî için ıstılâhi dilden kaynaklanan kapalılık,
belirsizlik ya da mecâz söz konusu değildir.[1249] Sûfîler, Hakk Teâlâ’nın
kastını bizzat O’na yükselmek sûretiyle doğrudan, belirli bir mânâ üzere
alırlar. Fakat bazan Mütekellim, dildekî vad‘î bütün anlamları bilmesinden
dolayı lafzın muhtemel bütün mânâlarını da kastetmiş olabilir. İşte böyle bir
durumda İbnü’l- Arabî, kendisinin ve kendisi gibi sûfîlerin sözlerini bu
mânâların hepsine işâreten söyleridiklerinin altını çizer.[1250] Kısacası
başta Hz. Peygamber olmak üzere ehl-i keşf ve’z-zevk anlamı doğrudan Hakk’tan
alır. Böyle bir küllî ve doğrudan anlayışı ise maddî unsurlara dayanan fehm
değil, maddeden mücerret kelâma dayanan ilim verebilir. Bu tarz küllî mânâ ise
ancak, bütünüyle maddeden mücerret kelâm-ı nefsî esas alındığı için mânâyı
arayan kimsenin kelâm ile birleşmesiyle mümkün olur. Zîrâ bu düzeyde kelâm
gayr-ı maddî olduğu için hitâbı işiten kimse artık, her hangi bir uzuv
aracılığıyla işitmez. Burada artık işiten ile kelâm arasında tam bir uyum
vardır; bütün vasıtalar, ayırımlar ve ikilik ortadan kalkmıştır ve artık ilim,
Hakk Teâlâ'nın, ârifin işitmesi ve görmesi olması sûretiyle doğrudan elde
edilmektedir.[1251] Eğer Hakk
Teâlâ kulun işitmesi olmazsa kul kelâmullâhı idrak etmeye tâkât getiremez.[1252]
Çok-anlamlılık ve buna bağlı olarak da yorumun çokluğunu sağlayan bu
önemli husus yine de İbnü’l-Arabî hermenötiğinin temelini oluşturmaz; zîrâ
Şeyh, muhâtaplarını Kur’an’ın kıraati esnasında lügat temrinlerine değil her
yönden arınmaya (tasaffâ/tezekkâ) davet eder. Bu arınmışlık da, nihâî
derecesi Hz. Peygamberin şahsında görülen “ümmîlik”tir; yâni sırların
ortaya çıkıp, mânânın kalbe doğması için nazar ve fikri terk etmektir.[1253] Zîrâ,
literal anlamla çelişmeyen sonsuz anlamlardan birinin idrak etmek zihni bir
süreç değil, sûfîlerin mârifet anlayışlarıyla paralel düşecek tarzda, mânevî
bir yükseliş ve bizâtihî bir tahakkuk süreci sonucu Hakk Teâlâ’nın kulunun
kalbine bu anlamları “açması”na bağlıdır. Bu sebeple İbnü’l- Arabî’ye göre
Kur’an metninin, her hangi bir şekilde aklen yorumlanması, yaratılmış ve
sınırlı bir ufuk sergilediği için uygun değildir. Dahası aklî yaklaşımlar,
maddî ve bilimsel ön yargı ve ön kabullerce yönetildiği için, kesinlikle sahih
ve hatâdan sâlim kabul edilemez. Bu sebeple genelde bütün sûfîlerin, özelde de
Şeyhü’l-Ekberin hermenötiğinde aklî yaklaşımın bir ürünü olan tarihî ve literal
mülâhazaları önceleyen yaklaşımlar kabul edilebilir değildir. Kısacası onların
te’vîl metodu, lügavî ve zihni olmaktan çok amelî ve tahkîkî bir metodddur.[1254] Hz.
Peygamberin vârisi olarak, derin bir tefekkür, huşû, huzur ve edep ile sürekli
tilavet, ayrıca amelî olarak Kur’ân ahlâkıyla ahlaklanma hususunda azamî gayret
sûfiyâne te’vilin önemli esaslarını oluşturur.[1255]
Aslında İbnü’l-Arabî, Kur’an Arapça indirildiği için Arap dilinin
husûsiyetlerini taşıdığını kabul eder. Fakat bu husus, Kur’an’ın maddî âleme,
yâni bir beşer olarak bize yönelik veçhesi îtibârıyladır. Zîrâ Kur’an, zaman ve
mekân kayıtları içerisinde yaşayan insan hakkında inmiştir ve bu sebeple de
belirli bir zaman dilimi içerisinde insana gelişi îtibârıyla muhdestir. Fakat
Kur’an aynı zamanda Hakk’ın sonsuz kelâm sıfatının bir tezâhürü olduğu için
nüzûlü kadîmdir.[1256] Bu
îtibârla Kur’an sadece bir veçheden beşer dilinin husûsiyetlerini taşır. Hattâ
Kur’an, sadece Arap dilinin husûsiyetlerini taşımakla kalmayıp, bir veçhesiyle
Arap zihin yapısına uygun bir takım özellikler de taşır. Çünkü onlar, tarihsel
olarak Kur’an’ın ilk muhâtaplarıdır.[1257] Bu îtibârla da İbnü’l-Arabî
Hz. Peygamberin yaşadığı zaman diliminin tarihi koşullarının Kur’an’ın
anlaşılmasında bir yönden anlam ifade ettiğini bütünüyle reddetmez. Fakat,
insanı nihâî saadete götüren gerçek ve faydalı bilgiyle alâkalı olmaktan çok,
faydasız bilgilerle alâkalı olduğu için bütün bu tarihî koşullara İbnü’l- Arabî
tarafından pek îtibâr edilmez. Çünkü ona göre Kur’an’ın asıl “bağlam” (context)
’ı, hiçbir şeyin gizli kalmadığı Allah’ın sonsuz ilmidir ve bu açıdan,
Allah’ın metinden ne kastettiğini anlamak açısından, metindeki asıl mânâyı
gizleyen ve hâricî kabuk konumunda olan tarih ve çevre unsurlarına pek îtibâr
edilmez.[1258]
Hem varlık hem de Kur’an, mevcudâtın âyânının zuhûr ettiği ilâhî nefese
dayandığı için varlıkla Kur’an arasında kurulan paralellik mârifet düzeyinde
kalmaz, ontolojik bir boyuta da sâhiptir. Dolayısıyla Kur’an, anlamı sadece
Arap dilinin yapısındaki teâmüllere dayalı usûl ve kâidelere uygun olarak
belirlenen, salt dilsel ve tarihsel bir metin değildir. Zîrâ bizzat Arap
dilinin kendisi, sonsuz ilâhî kelâmın sâdece bir tecellîsi ve tezâhürünün
sonucudur. Kur’an Allah’ın kelâmıdır; aynı şekilde, varlık da Allah’ın
kelâmıdır. Ârif için önemli olan, Allah’ın kelâmını sadece dilin zâhiri
açısından anlamak değil; Mütekellim’e ve O’nun sözünün, varlık ve metin
düzeylerinin hepsine aynı anda kulak vermektir.[1259] Hakk Teâlâ’nın vücûd
düzeyindeki hitâbı, Allah’ın sonsuz varoluşsal kelimelerinin delâlet bakımından
âyân- ı sâbite’ye dayanması anlamında zâtî bir delâlete sâhiptir. Aynı
şekilde Kur’an’ın delâleti zâhiri îtibârıyla, beşerî bir dil formunda inmesi
bakımından uzlaşım ve örfe dayansa da bâtın îtibârıyla ilâhî ve vücûdî
hakikatlere delâlet eder.[1260] Bu sebeple
genelde sûfîler özelde de İbnü’l-Arabî’ye göre “okuma” ve “yorumlama” sâdece
metinle âlakalı zihnî bir süreci değil, bizzat sûfînin mîrâcında müşâhede
ettiğimiz varoluşsal bir süreci ifade eder. İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle sonsuz
hakikatlerine ulaşabilmek için Kur’an’ın, âyetlerde anlatılan haberler ve
hükümler açısından değil bizzat Allah’ın kelâmı olarak huzûr-u kalp ile
okunması gerekir. Haddizâtında lafızlarla anlatılan haberler ve hükümler de,
nihâî tahlilde Kur’an’ın hakikati için birer engel, birer pastan ibârettir.[1261] Bu sebeple
ârifin Kur’an okuyuşunun bizzat Mütekellim’in tilavetine kulak verme tarzında
bir okuyuş olması gerekir. Bu anlamda Hakk’ın hitabına kulak verme ise, ilâhî
hitâb Kur’an’la sınırlı olmadığı için sadece dilsel düzeyde metinle sınırlı
değildir; O’nun, bütün vücûda satır satır nakşolunmuş varoluşsal kelimelerine (âfâk/kitâb-ı
kebîr) ve bizzat insânın içinde merkûz bulunan kelimelerine (enfüs/muhtasar-ı
şerîf) de yönelmeyi ifade eder.[1262]
Daha önce hayâlden bahsederken de söylemeye çalıştığımız gibi bütünüyle
mevcûdât mutlak hayâl mertebesinde olduğu için te’vil zorunlu olarak varlığın
bütün mertebeleri için geçerlidir; sadece metinle sınırlı değildir. Zaten
İbnü’l-Arabî’ye göre te’vîl, bir şeyin aslî, nihâî hakikakatine nüfûz edip
bilmeyi ifade eder. Dolayısıyla vücûd düzeyinde hissî, zâhîrî boyuttan rûhânî,
bâtınî boyuta geçmeyi metin düzeyinde ise beşerî, örfî dilin sınırlı, ıstılâhî
delâletinden ilâhî dilin mutlak ve zâtî delâletine
nüfûzu ifade eder.[1263] Varlık ve Kur’an Allah’ın
farklı düzeylerdeki kelimeleri olduğu için Kur’an’ın yorumlanmasıyla varlığın
yorumlanması esasında bir birinden bağımsız değildir, bir birine tam bir
paralellik arz eder. Dolayısıyla te’vil, aynı hakikatin farklı iki veçhesi olan
Kur’an ve varlık düzeylerinde, bir birine tam bir uygunluk içerisinde zorunlu
olarak vardır.[1264] Bu
îtibârla da Kur’an, varlığın bütün mertebelerine delâlet eden lügavî bir sembol
olmaktadır. Sembol (Kur’an) ile sembol getirilen (varlık) arasındaki alâka ise
tesâdüfî, örfî ve apaçık bir alâka değildir. Bilakis olağanüstü bir gizlilik
içerisinde sembolize eden ve bir taraftan metnin içindeki sembolik unsurlar,
diğer taraftan da sembol getirilen varlık arasında aralıksız, peş peşe
süregelen bir alâkadır.[1265] Kısacası
varlığı yorumlamak, dînî metni yorumlamaktan, varlık düzeylerine nüfûz etmekten
ayrı düşünülmemektedir. İbnü’l-Arabî, Kur’an’da her bir ayetin, varlıkta her
bir kelimenin yorumlanması gereken üç vechesi, cemâl, celâl ve kemâl vechesi
olduğunu söylemek sûretiyle[1266] Kur’an ile
varlık yorumu arasındaki paralelliğe açıkça işâret eder. Bu ise ancak varlığın
zâhirini aşıp bâtınına ermiş kâmil insanın ulaşabileceği bir idrak seviyesidir.
Ârif Hakk’ta yok olup fena haline ulaşmakla küllî anlam düzeyine ulaşmış olur.
Bu düzeyde, insânî dilde somutlaşan bütün simgeler ve işâretler çözülür. Ârif
için Kur’an da artık geleneksel dilin zâhirî düzeyinin arkasındaki farklı
anlamları örten bütün bilmece ve sembollerden arınmıştır. Zâten İbnü’l-Arabî’ye
göre Kur’an “zikir”, yâni Hz. Peygamber’in mîrâcında müşâhede etmiş olduğu
küllî hakikatin hatırlanmasıdır. İşte bu husus Hz. Peygamberi adım adım takip
eden ârif için de aynıdır. Böylece Kur’an, Peygamber ve ârif için, meselâ,
şiirdeki icmâl, bilmece ve sembol gibi unsurlardan arınmaktadır.[1267] Hattâ
İbnü’l-Arabî Kur’an’ın i’câzını, onun her hangi bir şekilde gizlilikten ve
mecâzdan arınmış olmasıyla açıklar.[1268] İbnü’l-Arabî, “Biz ona
şiir öğretmedik. Hem şiir ona gerekli de değildi.” (Yasin 36/29) ayetini bu
duruma işâret ederek şu şekilde yorumlar: Çünkü şiir, sembollerin, îmâlı,
kapalı ve sırrî (lügaz) ifadelerin çokça bulunduğu bir ifade tarzıdır. Allah,
peygamberine sembollerle, sırrî ifadelerle hitap etmiş değildir. Veya bir
şekilde hitap edip başka bir şeyi kastetmiş de değildir. “O, bir hatırlatma
ve apaçık bir Kur’an’dır.” (Yasin 36/69). Çünkü Hz. Peygamber, Allah onu
kendine çekip huzuruna yükselttiğinde Kur’an’ın hakikatini bizzat müşâhede
etmiştir. Böylece Allah, onun gözü ve kulağı olmuştur. Sonra Allah (cc), Hz.
Peygamberi; işte bu Kur’an’la madde ve cehalet karanlıklarında doğru yolu
bulsunlar diye tekrar insanlara göndermiş ve Allah, Hz. Peygamberin insanlara
hitap ettiği dili olmuştur. Daha sonra Allah (cc.), ona müşâhede ittiği şeyleri
“hatırlatıcı” olarak bu Kur’an’ı indirmiştir. İşte bundan dolayı Kur’an onun
için bir “zikir/hatırlatma”dır. Yine o, “Kur’an”dır, yâni Allah katında
müşâhede ettiği şeylerin toplamıdır. Yine bu Kur’an, müşâhede edip gördüğü
şeyleri bildiğinden dolayı Hz. Peygamber için “apaçık”tır.[1269]
Hitâb-ı ilâhî, bir araya getirip toplama anlamına gelen “Kur’an” ve
ayırma anlamına gelen “Furkân” isimlerine uygun düşecek tarzda iki şekilde
indirilmiştir: Kadir gecesinde bir defada, âyet ve sureleri birbirinden
ayrılmamış, ses ve harflere dönüşmemiş bir şekilde, bir bütün olarak dünya
semasına inmiş, sonra da Hz. Peygamber’in kalbine parça parça inmiştir.
İbnü’l-Arabî, “Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur ’an ’ı (okumakta)
acele etme ve ‘Rabbim ilmimi artır ’ de ” (Tâhâ 20/114) âyet-i kerîmesini
bu doğrultuda açıklar. Buna göre Hz. Peygamber Kur’an kendisini icmâlî tarzda
indiğinde acele acele okumaya çalışıyordu. Halbuki bu icmalî şekliyle Kur’an
anlaşılamaz. Öyleyse ayet-i kerimede, Hz. Peygambere acele etmemesi, Kur’an’ın,
Furkân olarak mufassal bir şekilde vahyi tamamlandıktan sonra okuması tenbih
edilmiştir. İşte Kur’an’ın bu parça parça inişi, Kur’an hafî ya da cehrî olarak
okunduğu müddetçe aslâ kesilmeyecektir.[1270] Kadir gecesi de, arınıp
saflaştığı takdirde bizzat kulun kendi nefsidir.[1271] Kısacası Kur’an’ın her an
kalbe yeniden inişini sağlayacak olan ve İbnü’l-Arabî’nin hermenötiğini
belirleyen temel husus mârifet anlayışında da olduğu gibi nazar ve fikri terk
ederek tam bir arınmışlık içerisinde mânâyı bizzat Mütekellim’den almaktır. Bu
îtibârla da onun hermenötiği insan merkezli değil ilâhî hitab merkezlidir;
insan metne hükmetmek ve onu dilediği gibi te’vil etmek yerine, ilâhî hitabın
kendisini şekillendirmesine ve kendisine hükmetmesine izin vermelidir. Bu da
ancak, tam bir arınmışlık içerisinde ibadet ederek, takva üzere ve ibadet
kastıyla Kur’an’ı sürekli tilavet etmekle ve Allah’tan kendisine bu mânâları
açmasını samimi kalp ile istemesiyle mümkündür.[1272] Kısacası bütün kâinât bir
kitaptır, “büyük bir Kur’an”dır; buna karşılık Kitap da bir kâinâttır. Bu iki
kitap arasında bir aracı vardır: İnsan (insan-ı kâmil). O, her iki
kâinât/kitabın tabiatına katılmaktadır. Dolayısıyla hem Kur’an’ın hem de
kâinâtın tercümanı olmak durumundadır. İnsanın Hakk Teâlâ ile mevcûdât arasında
bir berzah oluşu gibi Hakk ile insan arasında bir berzah olan Kur’an, bizzat
Rahmân tarafından kulun kalbine indirilip öğretilmiştir. Ayrıca peygambere, onu
diğer insanlar için tercüme etme (beyân) yetisi de öğretilmiştir.
İbnü’l-Arabî, “Rahman olan Allah Kur’an’ı öğretti. insanı yarattı ve ona
beyânı öğretti” meâlindeki Rahmân Sûresi’nin ilk âyetlerini (Rahmân 55/1-4)
bu doğrultuda yorumlar. Buna göre insanların dillerindeki ve lafızlardaki
Kur’an, sonsuz hitâb-ı ilâhînin, yaratılış esnasında insana öğretilen beyân
vasıtasıyla tercümesinden başka bir şey değildir. Öyleyse Hz. Peygamberin
Rûhu’l- Emîn tarafından kalbine indirilen Kur’an’ı tebliğ etmesi insanların
kulaklarına tercümeden ibârettir. Bu çeviri esnasında Kur’an, kalpteki küllî
birlik (Kur’an) halinden seslere ve harflere yâni ayrışmaya ve çokluğa (Furkan)
geçmektedir. Şu halde Kur’an varlığa ve insana paraleldir; çünkü o, kulaklarda
seslere ve harflere dönüşmeden önceki küllî haliyle, ilâhî hakikatler ile lafız
ve sesler arasını birleştiren bir berzahtır. Kur’an harflere ve seslere
dönüşünce, yâni bâtınî hakikatinden çıkıp zâhir olunca onun tıpkı bütün kâinât
ve insan gibi iki yönü ortaya çıkmaktadır: Bütünlüğü ve kuşatıcılığı hâiz olan
bâtın yönü ve dildeki te’villeri bakımından zâhir yönü.[1273] [1274] Kur’an’ın
zâhir ve bâtın yönü ayırımı İbnü’l-Arabî’ye, Kur’an’ın kıdem ve hudûsü
ikilemini çözme imkânı vermektedir. Bütün varlık/kelimelerin bir kıdeme bir de
hudûse bakan iki yönü, yâni ilâhî âlemdeki varlıkları îtibârıyla kadîmlik,
maddî sûret âlemindeki zuhûrları îtibârıyla hadislik yönü olması gibi Kur’an’ın
da ilâhî âlemdeki küllî ve kadîm yönünün yanı sıra bir de dildeki te’vîli
bakımından hadîs 1290
yönü vardır:
İbnü’l-Arabî’nin ulûhiyyet anlayışıyla bu şekildeki küllî bir varlık
anlayışı bir çok ikilemi ortadan kaldırmaktadır. Zîrâ Allah’ın isim ve
sıfatlarının toplamından ibâret olan ulûhiyyet, bir berzah olarak[1275] Zât-ı
İlâhiyye’nin âlemle ve insanla arasındaki bağı kuran ilişkiler bütünüdür. Bu
bakış açısından zât-sıfât, kıdem-hudûs gibi ikilemlerin tamamı ortadan
kalkmaktadır. İbnü’l-Arabî’nin gerek dil ve varlık arasında, gerekse varlık
mertebeleriyle ilâhî isimler arasında kurmuş olduğu paralellik nedeniyle
Kur’an’ın delâleti düzeyinde de kıdem-hudûs ikilemi ortadan kalkmakta Kur’an
aynı zamanda hem kadim hem de hadis olma vasfını taşımaktadır. Varlıklar
Allah’ın kelimeleri olduklarına ve O’nun kelâmı da aynı anda kadim hem hadis
olduğuna göre; varlıkların ve kelimelerin hem Allah’ın ilm-i ezelîsindeki ilk
varoluşları îtibârıyla kadim bir yönleri, hem de tek tek varlıklar olarak
tecellî etmeleri îtibârıyla hâdis bir yönleri vardır.[1276] İşte bu
şekildeki bir dil ve varlık anlayışı, anlamın sadece lafzın literal sınırlarına
hapsedilmesine ve ilâhî hitâbın sadece teâmül ve tesâdüflere bağlı olarak
yorumlanmasına engel olmaktadır. Öyleyse anlam, özellikle de hitâb-ı ilâhî söz
konusu olduğunda, dilin ezelî ve sonsuz yönünü ifade eden
kelimelerin/varlıkların Allah’ın ezelî ilmindeki varlıklarına dayanmaktadır.
Dolayısıyla anlamın sadece beşerî uzlaşma (muvâdaa) ile sınırlandırılması
söz konusu olamaz.[1277] Zîrâ dilin
sınırlı ve hadis olan, teâmüle dayalı zâhirî veçhesi, Allah’ın ilmi
ezelîsindeki sonsuz anlamlardan sadece bir tanesini temsil etmektedir.
Kısacası İbnü’l-Arabî’nin te’vîl metodunun temelini şu sûfiyâne esaslar
oluşturur: Şeriatin gereklerini; dînî, ahlâki ve tasavvufî bütün pratikleri
eksiksiz yerine getirmek sûretiyle kesin bir îtikat, takvâ, kendi hiçliğini
îtiraf ve tam bir arınmışlık hali ile yorumu Allah’tan bekleme. İlâhî kelâmın
sonsuz anlamların kalbe her an inmesi için tam bir arınmışlık hali üzere hazır
bulunma. Ayrıca bütün ön kabul ve şartlanmışlıklardan kurtulma; zîrâ ön
kabuller; ihtimal dahilde olan, alışılmışın dışında, yeni ve orijinal bir
yorumun kabulüne engeldir. Bütün bunların bir gereği ve uzantısı olarak yorumun
daha önce yapılan yorumlarla ve metnin zâhiriyle bütünlük sağlayacak şekilde
olmasına riâyet.[1278]
2-Lafzî Boyutu ve Zâhirî Anlam/ Ezelî
Boyutu ve Bâtınî Anlam
Kur’an’ı ucu bucağı olmayan bir deniz olarak telakkî eden İbnü’l-Arabî,
nefesi geniş olanların bu denize dalmalarını, diğerlerinin ise Kur’an’ın zâhirî
anlamını açıklayan müfessirlerin eserleriyle yetinmelerini tavsiye eder. Aksi
taktirde helak olacaklarını söyler. Ona göre, eğer bu denize dalan kimse kıyıya
yakın yerleri amaçlamıyorsa aslâ geriye dönemez. Dolayısıyla herkesin kendi
istîdâdına göre Kur’an’dan nasibi vardır. İbnü’l-Arabî, Kur’an’ın uçsuz
bucaksız derinliklerine, nihâyetsiz anlamlarına ancak, âleme bir rahmet olarak,
peygamberler ve onların vârislerinin ulaşabileceğini söyler. Bir de
İbnü’l-Arabî’nin vâkıfûn diye teknik olarak isimlendirdiği bir zümre
vardır ki bunlar, bu denizin en derin yerlerini amaçlamış, daha doğrusu bu
yerlere yönlendirilmiş kimselerdir. Bu derinliklere dalmışlardır ve oradan hiç
çıkmazlar. İbnü’l-Arabî, vâkifûn terimi ile bir kez gâyeye ulaştı mı
oraya yapışıp kalan, geri dönmeyen kimseleri kasteder. Dolayısıyla ne onlar her
hangi bir kimseden, ne de her hangi bir kimse onlardan fayda görür.[1279] İşte
buradaki ifadelerinden de açıkça anlaşıldığı üzere İbnü’l-Arabî, “bâtınî” anlam
adına “zâhir”i iptal eden derin mânâyı bulmak için lafzı yok sayan salt bâtınî
akideye inanmaz. Her samîmî müslüman gibi vahyedilmiş metnin doğruluğundan ve
geçerliliğinden aslâ şüphe etmez, ona göre bu vahyedilmiş metnin literal
anlamının değeri sürekli korunmalıdır.[1280] Sûfînin tahakkuk süreci de
şeriatten yâni metnin zâhirinden başlar. Metnin zâhirinin anlaşılması ise,
fukahâ ve usûl âlimlerinin yaklaşımlarında görüldüğü üzere dilin vad‘î,
ıstılâhî verileriyle gerçekleşir. Fakat sûfînin Kur’an’dan hazzı bununla
sınırlı değildir. Zâhirin tahakkuku gerçekleştikten sonra, mânevî mîrâca
paralel olarak Kur’an, âdetâ Hz. Peygamberin kalbine indiği gibi sâlikin
kalbine de tikrar tekrar iner. Bu îtibârla sûfî, Kur’an’ı artık, vad‘î dilin
sınırlarını aşmış olarak tıpkı Hz. Peygamberin anladığı gibi anlar.[1281] Bu
îtibârla İbnü’l-Arabî’ye göre zâhir, tahakkuk sürecinin ilk ve önemli bir
aşamasını oluşturmaktadır. Üstelik, İbnü’l- Arabî’nin, Hz. Peygamber’in vahyin
nüzûlü sırasındaki işlevinin vahyedilen lafzı aynen aktarmak olduğu görüşü
dikkate alınırsa böyle bir bâtınîlik iddiasının onun için geçerli olmadığı
görülecektir. Çünkü Şeyh’in bu husustaki ifadeleri[1282] açıkça
lafzın önemini sezdirmektedir.[1283] Diğer taraftan İbnü’l-Arabî,
Kur’an’ın zâhiri ve bâtını kuşatan küllî bir hitap olduğunu ve bunlardan hiç
birisinin bir diğerine öncelenmesin söz konusu olamayacağını şu ifadeleriyle
açıkça ifade eder: “Bil ki Allah (cc.) insana bir küll olarak; zâhirini
bâtınına, ya da bâtınını zâhirine üstün tutmaksızın hitap etmiştir.”[1284] Bu îtibârla
İbnü’l-Arabî, sık sık zâhire müteallık ahkâmdan başka her şeyi yok sayanları
kınamakla beraber, vahyin sadece bâtınî mânâlarına îtibâr eden ve zâhirini
küçümseyenlere karşı da sert konuşur; onların yoldan çıktıklarını ve
başkalarını da yoldan çıkarttıklarını söyler.[1285] Şeyhü’l-Ekber’e göre insanı
mutlak sâadete götürecek olan kemâl mertebesi, ancak zâhir ve bâtını
birleştirmekle mümkün olur.[1286] Zîrâ
muhakkık sûfîler işâreti, lafzın zâhiri ile mânânın bâtınından, birini diğerine
tercih etmeksizin birlikte alırlar. Onlar her şeyi işârete hamleden, bu sebeple
de ne mânâyı, ne de ibâreyi tespit eden Bâtınîler gibi değillerdir.[1287] Kur’an’ın,
görünmeyen gerçekliğe, sonsuz anlamlar dünyasına açılan bir pencere konumunda
olan[1288]
lafzî/zahîrî unsurlarına karşı hayli titiz olan İbnü’l-Arabî’ye göre, Allah
(cc.) aynı anlama gelebilecek kelimelerden birini seçip diğerini tercih
etmemesi bile sebepsiz değildir. Allah (cc.) kuluna hitâb ederken, beşerî
uzlaşıma dayalı bir lisanın kelimelerinden birine teveccüh edip, başka bir
tanesini tercih etmezken abesle iştigal etmediğine göre lafza yapılan her türlü
müdahale; Kur’an’ın zuhûr ettiği kelimeler yerine, eş anlamlı da olsa başka
kelimelere yönelme ehl-i kitabın eleştirilmesine sebep olan (Bakara 2/75; Mâide
5/13) tahrif etme anlamına gelmektedir.[1289] Kelâmullah’ın sûreti
üzerindeki bu son derece hassas ve dikkatli tavrın sebebi, bu sûretin sadece
hakikatin en uygun ifadesi olmakla kalmayıp, Allah tarafından belirlenmiş
olması hasebiyle, bizzat hakikat olmasındandır; lafız sadece mânâyı taşımaz,
aynı zaman da bizzat mânânın kendisidir de. Bu îtibârla Şeyh’in tefsir usûlünün
bâtınî mânâyı lafzın kendisinden başka yerde arayan bir tefsir usûlü olduğunu
söylemek zordur. Madem ki Allah hem zâhirdir ve hem de bâtın, Kelâmullah’taki
zâhirî ve bâtınî mânâları, lafız ve ruhu, gösteren ve gösterileni ayırmak ve
hattâ bir biriyle çelişir görmek abes olacaktır.[1290] Bu sebeple, “metin dışı öznel
bilgilenmeyi (keşf), metnin zâhirî anlamını dışlayarak onun içsel ve derûnî
anlamına ulaşmayı esas alan bir yorum yöntemi ”[1291] şeklinde
ki bir tanım, mutlak bâtınî yorumu tercih eden bazı bâtınî grupların tefsir
metotlarını tavsif etmede kullanılsa da, özellikle başta İbnü’l-Arabî olmak
üzere diğer muhakkık sûfîlerin işârî tefsir anlayışlarını târif etmede doğru ve
yeterli bir tanım değildir. Zîrâ Kur’an’ın bâzı derûnî anlamlarına muttalî
olmuş sûfîler, bazı bâtınî akımların hilâfına âyetlerin zâhîrî anlamlarının
ihmal edilebileceği görüşünü kabul etmezler. Fakat onlar bu zâhirî anlamı
derinleştirmeye, bu zahîri boyutun ihtivâ ettiği rûhî yoğunluğu, metafizik
boyutu ortaya çıkarmaya çalışırlar.[1292] İşte Kur’an’ın zâhirî
unsurları da, bizzat Allah tarafından belirlendiği için bir hakikat ifade eder;
hattâ ifade ve harf tekrarları bile farklı bir anlam ihtiva eder. Müteşâbih
ayetlerden bahsederken, bu ayetlerde tekrarlanan harflerin birbirin aynı
olmadığını söyler. Mesela; “Elif Lâm Mîm Sâd”daki Sâd harfi ile “Kâf
Hâ Yâ Ayn Sâd”daki Sâd birbirinin aynı değildir. Her bir sûrenin
hüküm, hâl ve mertebesi farklı olduğu için, bu surelerin başlarında tekrarlanan
harfler de bir birinin aynı değildir der. Hattâ bu husus bütün harfler için
geçerlidir der.[1293] Yine Allah
(cc.)’ın ayetlerde kendisi için bazen birinci çoğul (innâ, nahnü), bazen
de birinci tekil (innî, ene) bazen de gaib zamiri olan üçüncü tekille (hû)
işâret zamirleri kullanması da sebepsiz değildir, hepsinin ayrı bir anlamı
vardır. Allah (cc.) kendine tekil şahıs zamiriyle işâret ettiğinde bu, O’nun
mutlak ahadiyyetine, çoğul zamirleriyle işâret ettiğinde ise isimlerinden
dolayı kesret veçhesine mâtufdur.[1294] Kısacası başta İbnü’l-Arabî
olmak üzere mutasavvıflar, ilâhî hitâbın yapısındaki zâhir/ibâre ve bâtın/işâret
arasında tam bir ayrılık ve çelişki olduğunu düşünmezler. Bu onların dil ve
varlık anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Tıpkı varlık yegâne olup zâhiri ve
bâtınıyla bir bütünlük arzettiği ve aralarında mutlak anlamda bir ayrılık ve
çelişki olmadığı gibi, dil de zâhiri ve bâtınıyla bir bütündür, bu ikisi
arasında mutlak bir başkalığın olması söz konusu değildir. Geleneksel anlam
boyutuyla pozitif, insânî dil, sonsuz ilâhî kelâmın tecellîsinden başka bir şey
değildir. Vahyin, aslında bir bütün ve tek olan ilâhî dilin zâhirî formuyla
yâni beşerin diline yansıyan boyutuyla inmesi zorunludur; çünkü vahiy bütün
insanlara rehber olarak inmiştir. İnsânî dil, geleneksel pozitif boyutu
îtibârıyla zâhirî anlamı verse de aynı zamanda bâtınî ilâhî alama da işâret etmektedir.
İşte bu yaklaşım, sûfîlerin bâtın düzeyine nüfûz edebilmek için zâhir boyutunun
önemine ısrar etmelerini açıklamaktadır.[1295]
İbnü’l-Arabî’nin, “O’nun misli gibisi yoktur: Leyse kemislihî şey’un”
şeklinde tercüme ettiği Şûrâ sûresi, 42/11. ayet-i kerimesi hakkındaki
açıklamaları da hem tefsir metodu açısından, hem de ayetlerde geçen tekrarların
ya da eş anlamlı kelimelerin sebepsiz olmadığını, bunların bir anlamlarının
olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Allah’ın her türlü benzerlikten
münezzeh oluşunu ifade eden ayet geleneksel olarak bu yönde, tenzih esasını
ifade eder tarzda yorumlanmıştır. Ayette geçen “gibi” mânâsındaki “ke”
harfi ise fazladan sarf edilmiş, “misl” kelimesinin mânâsını
pekiştirmeye yarayan ve tek başına bir anlamı olmayan bir harf şeklinde
görülmüştür. Letaifü’l-Işârât adında tasavvufî bir tefsiri bulunan
Kuşeyrî de bu kanaattedir.[1296]
İbnü’l-Arabî de ayetin bu şekilde anlaşılmasını reddetmez ve tenzih esâsını
vurgulamak üzere eserlerinde ayeti bu anlamda sıkça zikreder.[1297] Fakat İbnü’l-Arabî’ye
göre âyette geçen “ke” harfi boş yere sarf edilmemiştir, o halde bu
harfin mûtâd mânâsının tamamen geçerli olacağı bir mânâ da âyette mevcut
olmalıdır. Bu takdirde âyete şöyle mânâ verilecektir: “O’nun benzeri gibi
hiçbir şey yoktur.” Şeyhü’l-Ekber’e göre Allah’ın “benzeri” olan bu varlık,
Allah’ın yer yüzündeki halifesi olan ve kendi sûretinde yarattığı insan-ı
kâmilden başka bir şey değildir.[1298] İşte Hakk’ın aksinin
yansıdığı bir ayna[1299] konumunda
olan insan-ı kâmil, Hakk’ın sûretindedir (misl) ve onun gibi (ke)
de başka bir mevcut yoktur. Hattâ İbnü’l- Arabî’ye göre Allah (cc.) mahlûkâtın
her bir ferdini de bu esas üzere yaratmıştır. Hiçbir mahlûkatın aynıyla bir
benzeri mevcut değildir.[1300] İşte
İbnü’l-Arabî lügat açısından geçerli olan her hangi bir mânâyı bütün
diğerlerine rağmen mutlaklaştırmayan hermenötik ilkesine bu ayeti yorumlarken
uymaktadır. Ayeti hem “ke” harfinin “misl” kelimesinin mânâsını
tekît için konulmuş olabileceğini söyleyerek yorumlamakta, tenzih ilkesini
vurgulamakta; hem de konulduğu şekliyle literal olarak tercüme ederek
yorumlamakta ve insan-ı kâmilin benzerliğini nefy etmektedir. Her halükarda
İbnü’l-Arabî ayetteki “ke” harfini zaid saymaz, tekit için zikredilmiş
olsa bile zait değil, belirli bir sebebe mâtuftur der.[1301]
İbnü’l-Arabî, lügat ve dil içerisindeki çeşitli yapılar açısından
geçerli olan her hangi bir mânâyı bütün diğer mânâlar hilafına
mutlaklaştırmayan hermenötik ilkesine “Muhakkak ki Allah (cc.), Adem’i kendi
sûretinde yarattı”[1302] hadisini yorumlarken
de uymaktadır. İbnü’l-Arabî, el-Cevâbü’l-Müstekîm[1303] isimli eserinde
Hakim Tirmîzî’nin Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ’sında sıraladığı sorulara mücmel
tarzda cevap verirken, hadiste geçen “sûretihî” kelimesindeki zamirin
Adem’e râcî olduğu mânâyı dikkate almakta, fakat bunu bir keşfe dayanarak böyle
yaptığını ve hadisin başka veçhelerinin olduğunu da kaydetmektedir.[1304] Fütûhât’ta
ise zamirin Allah ya da Adem’e râcî olduğu her iki mânâyı da tespit ederek[1305] bu farklı
veçhelere işâret etmektedir. Buna göre zamirin Adem’e râcî olması durumunda
hadis İbnü’l-Arabî’ye göre, Hz. Adem’in, diğer insanlar gibi farklı aşamalardan
geçen bir oluşum sürecine dahil olmadan bir anda nihâî sûretinde yaratıldığını
ifade etmektedir.[1306] Diğer
taraftan zamir Allah (cc.)’a râci olduğunda ise, Hz. Adem’in diğer bütün ilâhî
isimleri kuşatan “Allah” ismi sûretinde yaratıldığını ve bu yönüyle de, ilâhî
isimlerin inkişâfından başka bir şey olmayan âlem-i kebîrin bir özeti (muhtasaru
âlemi’l-kebîr) oluşunu ifade eder. Ayrıca bu anlam zamirin Adem’e râcî
olması halinde de aynı ölçüde geçerli kalır; zîrâ bu takdirde hadis, Allah’ın
Hz. Adem’i, onun ilâhî ilimdeki sûretine göre yarattığını ifade edecektir.[1307] Görüldüğü
gibi İbnü’l-Arabî, lafzın muhtelif imkânlarından, dildeki yapısal çok
anlamlılıktan hareketle hadisi, hem âlem-i sağîr olarak gördüğü insanın
kuşatıcılığına, hem de Hz. Adem’in diğer insanlardan farklı yaratılışına işâret
edecek şekilde yorumlamaktadır. İşte bu anlayış onun mârifeti ifade ediş
tarzını da belirlemektedir. Zîrâ tezimizin üçüncü bölümünde göreceğimiz üzere
Şeyhü’l-Ekber’in bizzat kendi ifadelerinde de lafızlar, farklı bir çok anlama
yorumlanacak tarzda kaleme alınmış; zamirler bu gibi farklı yorumlara, yapısal
çok anlamlılığa imkân tanıyacak tarzda sıkça kullanılmıştır.
Lafzın ve zâhirî unsurların bu şekildeki bir katîlîği İbnü’l-Arabî’nin
hermenötiğinde metni tek anlamlı okumayı zorunlu kılmaz. Zîrâ İbnü’l-Arabî’nin
te’vil metodu; yorumu ister hakikat ister mecâz alanında olsun, dilin
sınırlarıyla yâni muvâdaa ile sınırlı gören beyânî[1308] bir metod
değildir. O, işârî ve irfânî metodu benimseyerek Kur’an’ın farklı anlamlarının
sûfînin kalbine sürekli bahşedilmesinden bahseder.[1309] Vahiy bir
kere kesin formlarıyla inzal edilmiştir ve artık dâimâ aynı şekilde tekrar
edilmelidir ve öyleyse her türlü yorum daha en baştan dışarıda bırakılmalıdır
şeklindeki bir anlayış İbnü’l-Arabî’nin yorum metodu değildir. Böyle bir
anlayış daha baştan “Şayet yer yüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep
olsa ve hattâ buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah ’ın kelâmı
tükenmez... ” (Lokman 31/27) ayetini unutmak anlamına gelir.[1310] Zîrâ
Şeyhü’l-Ekber’e göre Kur’an onu okuyanlar için her an yenidir. Şeriat getiren
risalet kesilmiştir, artık yeni bir şeriat gelmez, ancak peygamberler
vasıtasıyla gelen ve ikmâl olunan şeriati târif eden risâlet süreklidir. Bu
sebeple de teşriî düzeydeki nüzûlü Hz. Peygamberle tamamlanmış ve bu yönüyle de
mahfuz olan Kur’an’ın, târif etme mahiyetinde evliyanın kalbine nüzûlü
süreklidir, kesilmez.[1311] Ama her
okuyucu onun nüzûlünü idrak edemez, çünkü zihni kendi tabiatıyla meşguldür. Bu
durumda okuyanın üzerine sürekli inen Kur’an onun tabiatının hicâbı altında
kalmakta okuyucuda bir zevk hâsıl olmamaktadır. İşte Hz. Peygamber de, Kur’an
okuduğu halde Kur’an boğazından aşağıya inmeyen kimselerden bahsederken buna
işâret etmiştir. Bu, dillere inen Kur’an’dır, kalplere inen değil.[1312]
Dolayısıyla tilâvetiyle hallenmeyen kimsenin kalbine Kur’an tekrar tekrar
inmez., Kur’an’ı okusa da, okuduğu şeyler hakkında her hangi bir basiret ya da
tedebbüre sâhip olmaksızın hayâlindeki tab’olunmuş ya da kitaplara yazılmış
sûretlerden lafzen okur. Bizzât Kur’an ile hallenen sûfî ise nüzûlün lezzetini
tadar, dahası bizzat Kur’an olur.[1313] Kalp, anlamı lafızlarla
sınırlandırmaz. Her kimin kalbine Kur’an inerse, indirildiği dili bilmese de
onu tilavet esnasında anlar; zîrâ tilâvet esnasında Kur’an o kimsenin kalbine
onu anlamayı sağlayacak olan anlayışla birlikte inmiştir. İşte bu şekilde
makamı ve mertebesi Kur’an olan kimse aradığı her şeyi onda bulur. Zîrâ mü’min
kulun kalbine her an Kur’an’ın nüzûlü onun kalbine Hakk’ın nüzûlü demektir ve
böylece Hakk Teâlâ o kulunun sırrından hitap eder. Bu noktada İbnü’l-Arabî,
şeyhi Ebu Medyen’in şu sözünü nakleder: “Aradığı her şeyi Kur ’an ’da
bulamayan mürîd gerçek bir mürîd olamaz. Bu derecede bir umûmîlik ve
kuşatıcılık vasfını taşımayan her söz de Kur ’an değildir.”[1314] Hiçbir zaman
kesilmeksizin sürekli inzal edilmekte olan Kur’an’ın lafızlarında bir değişme
olmaz, hiçbir mü’min Hz. Peygamberin tebliğ etmiş olduğu kelimelerden başka bir
kelime işitmez. Çünkü, “Allah’ın kelimelerinde aslâ değişme yoktur”
(Yunus 10/64). Fakat bu değişmeyen lafızlar içerisinde en baştan beri mevcut
olan sonsuz mânâlar, hiç biri bir diğerini nakzetmeksizin tekrar tekrar iner.[1315]
İbnü’l-Arabî, hermenötiğinin önemli bir esasını, “kelâm”ı anlamak ile
“Mütekellim”i anlamak arasında ayırıma gitmek sûretiyle sunar. Ona göre asıl
olan “Mütekellim”i anlamaktır. Asıl olan bu anlayış ise ancak Kur’an’ın kalbe
her an yeniden nüzûlüyle gerçekleşir. Sadece kelâmı anlayan kişi Mütekillim’in
kastını açık seçik olarak anlayamaz, halbuki anlayışlarını Mütekellim’den alan
ârifler ise hem kelâmı anlar, hem de her okuyuşunda da yeni mânâlar idrak eder.
Zîrâ Şeyhü’l-Ekber’e göre Mütekellim’i anlamak, mânâyı Arap dilini konuşanların
uzlaşımı üzere lafzın ihtivâ ettiği muhtelif veçhelerden birine hasretmek
değil; Mütekellimin, lafzın muhtemel bu veçhelerinden hepsini mi yoksa bazısını
mı kastettiğini anlamaktır. Mütekellimin kastını anlamak, idraki doğrudan
Mütekellim’den almak ancak Kur’an’ın kalbe sürekli inişiyle mümkün olur. Bu,
havâssın işidir, kelâmı anlamak ise umûmun işidir.[1316] İşte
İbnü’l-Arabî’ye göre asıl kazançlı olan, anlayışı her okumada yenilenen
kişidir. Rabb’inden bir nur üzere olarak her tilavetinde daha önceki
tilâvetlerinde elde edemediği yeni bir idrak elde eder. İki ayrı tilavetteki
idraki bir birine denk olan ise zarardadır.[1317] Ancak sabit ve değişmez olan
kelâmdan sonsuz mânâları kulunun kalbine indirecek olan şüphesiz
Mütekellim'dir. Kul, bütün nazari kuvvelerini sonuna kadar zorlasa da kendi
başına böyle bir noktaya ulaşamaz. Üstelik böyle bir çaba beyhûde olmakla
kalmaz, o anda inen mânâyı idrak etme de engel teşkil eder.[1318]
İnsan, Allah’ın kelâmına eşit, ona denk olduğu için, sûfî gücü yettiği
kadarıyla ilâhî kelâma itaat etmeli, hattâ bizzat Kur’an olmaya niyet
etmelidir. İlâhî kelâm ile bütünleşirken o, aynı zamanda “insan-ı kâmil”
olma vasfını da kazanır. Böylece o, kendi ferdî mükemmelliğini
gerçekleştirirken bu spesifik isimle (insan-ı kâmil) isimlendirilir. Bu
sebeple Kur’an’ın bâtınî ilmi, özellikle de onun tertip edilip yazıldığı
harfler, basit tümevarım ve tümdengelimci akıl yürütmenin konusu olarak
görülmemelidir. Bu, sûfînin kendi şahsî değişim süreci içerisinde elde ettiği
mârifeti gerektirir. Hem insanın ve hem de Allah’ın kelâmının ferdî
gerçekliğini bu şekilde idrak etme, ilâhî kelâmı ibadet kastıyla okumayı ihtiva
eden uygulamalara İslam dininde verilen önemin sebebini izah eder. İşte bu,
“harfler ilmi” ile “harflerin büyülü anlamı” arasında neden hiçbir alâkânın
olmadığını açıklar. Öyle ki İbnü’l-Arabî, bu “harflerin büyülü anlamı”nın
getirebileceği tehlikelere karşı uyarılarda bulunmakla beraber aynı zamanda
etkili olduğunu da kabul eder. Aynı zamanda bu, konuşma gücü bahşedilmiş bir
varlık olarak gerçek bir insan felsefesine de götürür.[1319] Görüldüğü
gibi İbnü’l-Arabî Kur’an-ı sadece somut lafızlar manzûmesinden ibâret görmez.
Kur’an’ı insan ve âlemle eş tutar. Dolayısıyla Kur’an’ın anlaşılıp yorumlanması
ameliyesi de, sadece lafızlara, lafızlar üzerinde yapılan basit akıl
yürütmelere değil, insanın kendini ve kâinâtı yorumlaması esasına
dayanmaktadır. Bu ameliyede insanın mânevî gelişim süreci temel bir rol
oynarken harflerin bâtınî anlamları da anahtar bir rol oynamaktadır. Çünkü bu
harfler ve bâtınî anlamları, sûfîyi varlığın başlangıcına kadar geri
götürmekte; insan, kâinât ve Kur’an’ın dikey boyutunu ona açmaktadır.
İbnü’l-Arabî Kur’an’ın sadece tek bir bâtınî anlamından değil farklı
anlam seviyelerinden bahseder. Fütûhât’ın ikinci bâbında “Lâm-Elif”
harfindeki sırlardan bahsederken, şöyle der: Bu iki harf, İlâhî fiil, isim veya
Zât mertebelerinden hangisiyle ilgili bir kelimede ya da ayette geçiyorsa
bunları o mertebeye bağla. İbnü’l- Arabî bu farkı gözetmeksizin bu harfler
hakkında konuşanların kâmil olmadıklarını söyler ve ekler: “Onlar için bir
korku yoktur ” (Lâ havfün aleyhim) ifadesindeki Lâm- Elif ile “onlar
mahzun da olmazlar” (ve lâ hüm yahzenûn) ifadesindeki Lâm-Elif aslâ
bir değildir.” Ve yine Arapça’da, “nefy”, “nehy”, “îcâb” “târif” ve “te’kid”
gibi farklı fonksiyonları olan “Lâm-Elif” harflerinden hiç birisinin
birbirinin aynısı olmadığını vurgular.[1320] Sûfî, zâhirden bâtına
geçtikten sonra bâtınî te’villerle de yetinmez, bizzat Hz. Peygamberin şahsında
olduğu gibi Kur’ânî sıfatlarla sıfatlanır; Kur’ân’ı okumakla yetinmez, onunla
süslenir, onunla ahlaklanır. Kur’ân’ı sadece anlaşılması gereken bir metin
olarak görmez, onunla bütünleşir.[1321] Kur’an tilaveti artık
sıradan bir okuma ameliyesi değil insanın zâhir ve bâtın bütün yetileriyle
yerine getirdiği küllî bir tilavettir: Lisanın tilâveti olduğu gibi, bütün
uzuvların da bir tilaveti vardır. Nefsin, kalbin, ruhun, sırrın ve
sırru’s-sırr’ın hep ayrı tilaveti vardır. Lisanın tilaveti Kitab’ı tertil üzere
okumaktır, cismin tilaveti gerekli amelleri tafsilatıyla yerine getirmektir,
nefsin tilaveti ilâhî esmâ ve sıfatlarla ahlaklanmak, kalbin tilaveti ihlas ve
tedebbür, ruhunki tevhid, sırrınki ittihâd, sırru’s-sırr’ınki ise edebdir.[1322] Sûfî bu
şekilde tam bir tahakkuka yükselir ve artık ona bâtınından tilâvet eden bizzat
Hakk’ın kendisidir; zîrâ o artık Hakk’ın vücûdunda fâni olmuştur. Hakk Teâlâ
kulunu bu makama yükseltmek istediği ve tilâvetini ona doğrudan işittirmek
istediği zaman o kulunu beşerî varlığından soyutlar, bir gölge misâli onu kendi
varlığında fânî kılar.[1323]
[1] Bizzat İbnü’l-Arabî
özel bir ıstılah olarak “vahdetü’l-vücûd” ifadesini kullanmaz. Dolayısıyla bu
tabir onun yazılannın muhtevasından dolayı değil, takipçilerinin ilgisi ve
kendisinden sonra gelişen İslâmî düşüncenin yönünden ötürü seçilmiştir.
İbnü’l-Arabî’nin en etkili öğrencisi Sadruddîn Konevî (öl. 673/1274) bu terimi
en az iki vesileyle kullanmış, daha sonra Konevî’nin öğrencisi Sadeddin-i
Fergânî (öl. 695/1296), İbnü’l-Fârid’in Taiyye ’ si üzerine yazdığı iki
önemli şerhte bu terimi bir çok kez kullanmıştır. Ama ne Konevî, ne de Fergânî
bu terimi daha sonraki yüzyıllar içinde kazandığı teknik anlamında
kullanmışlardır. Bu arada İbn Seb’in (öl. 669/1270) ile Azizüddin Nesefî (öl.
700/1300) gibi İbnü’l-Arabî okulunun ikinci dereceden belli bazı şahsiyetleri
bu terimi, sûfîlerin dünya görüşlerini dolaylı yollardan anlatmak için
kullanmışlardır. Vahdet-i vücûdu, İbnü’l-Arabî’nin doktrinini ifade etmek üzere
teknik anlamda ilk kullanan kişi İbn Teymiyye’dir. Nitekim o, vahdet-i vücûd
ifadesini “vahdet-i vücûd ehli” şeklinde teknik anlamda bir doktrinin adı
olarak kullanmıştır. Bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz., Hakîm, Suâd, el-
Mu’cemü’s-Sûfî, el-Hikmef Hudûdi’l-Kelime, (Dendere Li’t-Tıbâa ve’n-Neşr),
Beyrut 1981, s. 1154, dipnot: 1, 2; Addas, İbn Arabî, s. 215;
Tahralı, Mustafa, “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücûd ile Alâkalı Bazı
Mes’eleler”, FHTŞ I, içinde s. 47,48; Kılıç, Mahmut Erol, Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri, (Basılmamış Doktora Tezi),
MÜSBE., İstanbul 1995, ss. 251-254; Chittick, Varolmanın Boyutları,
çev.: Turan Koç, (İnsan Yayınları) İstanbul 1997, s. 194,195; A.mlf., Hayâl
Alemleri, çev.: Mehmet Demirkaya, (Kaknüs Yayınları), I. Basım,
İstanbul 1999, s. 29; Bkz., A.mlf., “Ibn ‘Arabi and His School”, Islamic
Spirituality, Manifestations, ed. Seyyid Hüseyin Hasr, (SCM Press),
London 1991, s. 60
[2] Sells, Mystical
Languages, s. 88.
[3] Hayatı ve eserleri
hakkında bkz., Baltacı, Ahmet, “İbnü’l-Arabî, Ebû Bekir” mad. DİA.,
c. XX, ss. 488-491.
[4] Gübrinî, Unvânu’d-Dirâye
isimli eserinde İbnü’l-Arabî’nin Endülüs’te bu lakapla bilindiğini söyler. Bkz.
Gübrînî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdullah, Unvânu’d-Dirâye, thk.
Adil Nüheyvid, (Lecnetü’t-Te’lif ve’t-Tercüme), Beyrut 1969, s. 156.
Gübrinî’nin bu görüşünü Makkârî’de aynen nakleder. Bkz. Makkârî, Ahmed b.
Muhammed, Nefhu’t-Tîb min Gusni’l-Endelüsi’r-Ratîb, thk. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid, (Matbaatu’s-Saade), Kahire 1949, c. II, s. 379. Büyük
ihtimalle Gübrînî, İbnü’l-Arabi ile çağdaşı İbn Süraka’yı (ö. 662/1264) bir
birine karıştırmıştır. Zîrâ her ikisi de “Muhyiddin” lakabını kullanmaktadır.
İbnü’l-Arabî’nin çağdaşı İbn Süraka hakkında bkz. Addas, İbn Arabi,
s. 202.
[5] Bu lakabı kaynak
belirtmeden ilk kullanan M. Asin Palacios’tur. Bkz., Palacios M. Asin, İbn
Arabî: Hayatuhû ve Mezhebuhû, çev: Abdurrahman Bedevî,
(Mektebetü’l-Encelü’l-Mısriyye) Kahire 1965, s. 5. Daha sonra bu lakap bazı
araştırmacılar tarafından da tekrarlanmıştır. Meselâ bkz., Corbin, Henry, Creative
Imagination in the Sufism of Ibn ‘Arabi, İngilizce’ye çev., Ralph
Manheim, (Princeton University), Princeton 1969, s. 21.
[6] Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 8.
[7] Izutsu, Toshihiko,
“Ibn Al-‘Arabî” mad., The Encyclopedia of Religion, ed. Mircea
Eliade, (Macmillan Publishing), New York 1987, c. VI, s. 552.
[8] Müslümanların
İspanya’ya ilk çıkarması halife Velid b. Abdülmelik devrinde 91/710 tarihinde
gerçekleşmiştir. 91/710 yılına kadar Kuzey Afrika’nın hemen tamamını ele
geçirmiş olan Emevî’lerin Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr, halife Velid b.
Abdülmelik’ten aldığı izinle Tarîf b. Mâlik komutasındaki 500 kişilik bir
birliği 710 yılında keşif amacıyla İspanya’nın güney kıyılarına yollamıştır. Bu
küçük çıkarmadan olumlu sonuç alınınca fetih hazırlıkları başlamış ve 711
tarihinde Târık b. Zîyâd komutasında büyük bir orduyla hemen hemen İspanya’nın
yarısı fethedilmiştir. Bkz., Şeyban, Lütfi, Reconquista, Endülüs’te
Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, (İz Yay.), İstanbul 2003, ss. 44-46.
[9] Addas, İbn Arabi, s. 33.
[11] Özellikle ed-Dürretü’l-Fahire
(Esad Efendi, no: 105) ve Rûhu’l-Kuds, (nşr: Abdurrahman Hasan
Muhammed, (Alemü’l-Fikr), Kahire 1989) isimli eserlerinde İbnü’l-Arabİ, çeşitli
vesilelerle görüşmüş olduğu ve kendilerinden istifade ettiği şeyhlerden
bahsetmektedir. Ralph W. Austin, Rûhu ’l-Kuds’’ü, ed-Dürretü
’l-Fahire’den parçalarla birlikte, Sufis of Andalusia adı altında
İngilizce’ye çevirmiştir. İbnü’l-Arabİ’nin şeyhleri hakkında doğrudan bilgi
bulabildiğimiz mezkûr iki eseri esas alınarak oluşturulan bu kitap, dilimize de
çevrilmiştir. Bkz., Austin, Ralph W., Endülüs Sûfîleri, çev.
Refik Algan, (Dharma Yay.), İstanbul 2002. Ayrıca, Fütûhât ında da
İbnül- Arabİ’nin hayatı hakkında bir çok malûmat bulmak mümkündür. Mahmud el-
Gurab, İbnü’l- Arabİ’nin eserlerindeki bu tarz otobiyografik bilgileri derlemek
sûretiyle bir biyografi denemesi yapmıştır. Bkz. Gurâb, Mahmud M., eş-Şeyhü’l-Ekber
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Tercemetü Hayâtihî min Kelâmihî, (Matbaatu
Nadr), Şam 1983. Yine Fütûhât’daki bu tarz bilgilerin bir kısmı Nihat
Keklik tarafından taranarak bir araya getirilmiştir. Bkz., Keklik, Nihat, İbnü’l-
Arabî’nin Eserleri ve Kaynakları için Misdâk olarak el-Fütûhât el-Mekkiyye,
(KB. Yay.), Ankara 1990, ss., 257-305.
[12] Bkz., Ali b. İbrahim
el-Kârİ el-Bağdâdİ, ed-Dürrü’s-Semîn fî Menâkıbiş-Şeyh Muhyiddin, Beyrut
1959. Eserin Türkçe tercümesi için bkz.: Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin
Menkabeleri, trc. A. Şener-M. Rahmi Ayas, (AÜİF. Yay)., Ankara 1972;
Muhammed Receb Hilmi, el-Burhânu’l- Ezher fi Menâkıbi’ş-Şeyhi’l-Ekber,
Mısır, 1326; M. Asin Palacios’un İspanyolca El İslam Cristianizado
(Madrid 1931) isimli eseri. L ’İslam Chiristianise adı altında
Fransızca’ya tercüme edilmiş olan bu eser, Abdurrahman Bedevİ tarafından kısmen
Arapça’ya da çevrilmiştir. Bedevİ eserin, İbnü’l-Arabİ’nin muhtelif
eserlerinden seçilmiş metinlerden oluşan üçüncü bölümünü tercüme etmemiştir.
Bkz, Palacios, İbn Arabî; Bursalı, Mehmet Tahir, Terceme-i
Hâl ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber, İstanbul 1898; Keklik, Nihat, Muhyiddin
İbnü’l-Arabi: Hayatı ve Çevresi, (Çığır Yay.), İstanbul 1966; Ayrıca
Claude Addas’ın titiz biyografisi. Bkz., Addas, İbn Arabî.
Yine Stephen Hirtenstein’in, İbnü’l-Arabİ’nin düşünceleriyle hayat hikayesini,
bir birini tamamlayan unsurlar şeklinde görüp bir bütün olarak kaleme aldığı
eseri bu açıdan hayli önemlidir. Bkz. Hirtenstein, Stephen, The Unlimited
Mercifer, The Spiritual Life anda Thought of Ibn ‘Arabi, (Anqa
Publishing), Oxford 1999.
[13] İbnü’l-Arabî, hayatı,
eserleri ve görüşleri İtibârıyla dikkat çekmiş meşhur bir sûfî olduğu için bir
çok tabakât ve tarih kitabında onun hakkında geniş ölçüde kayda rastlamak
mümkündür. Meselâ bkz. Gübnnî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdullah, Unvânu’d-Dirâye,
thk. Adil Nüheyvid, (Lecnetü’t-Te’lif ve’t-Tercüme), Beyrut 1969, ss. 156-173.
Makkârî, Nefhu’t-Tîb, c. II, ss. 361385; Sıbt İbnü’l-Cevzî,
Şemsüddin Ebi’l-Muzaffer et-Türkî, Mir’âtü’z-Zemân fî Târîhi’l-A’yân, (Dâiretü’l-Meârifi’l-İslamiyye),
Haydarâbad-Deccan 1952, c. VIII, blm. II, s. 736; El-Makdisî, Ebu Şâme
Şihabuddin Ebu Muhammed, Zeyl ale’r-Ravzateyn, Teracimu Ricâli’l-Karneyn
es- Sadis ve’s-Sâbi’, thk. Muhammed Zahid el-Kevseri, Beyrut 1947, s.
170; İbnü’l-Imâd, Şihabüddin Ebi’l-Felah el-Hanbelî, Şezerâtü’z-Zeheb fî
Ahbârı men Zeheb, (I-X), (Dârü İbni Kesir), Beyrut 1991, c. VII, ss.
332-348; ez-Ziriklî, Hayruddîn, el-A’lâm, Kâmûsu Terâcim,
(Dârü’l-İlm li’l- Melâyin), Beyrut 1986, c. VI, s. 281. En-Nebhânî, Yusuf b.
İsmail, Câmiu’ Kerâmâti’l-Evliyâ, (Dârü’s-Sadr), Beyrut 1324 h.,
c. I, ss. 118-125; Câmî, Abdurrahman, Nefehâtü’l-Üns-Evliya Menkıbeleri,
tercüme: Lâmiî Çelebi, haz. S. Uludağ-M. Kara, (Marifet Yay.), İstanbul 1995,
ss. 757-768; Sami, Şemsettin, Kâmûsü’l-A’lâm, (Mihran Matbası),
İstanbul 1306, c. I, s. 647. İbnü’l- Arabî ile ilgili bu tarz literatür
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Knysh, Alexander, İbn ‘Arabî in The
Later Islamic Tradition, (State University of New York Press), New York
1999, s. 25 ve devamı.
[14] Bkz., İbnü’l-Arabî, Dîvân,
nşr., Muhammed Rikâbî er-Reşîd, (Dârü’r-Rikâbî), Kahire 1992, s. 50, 52.
[15] Addas, İbn
Arabî, s. 36.
[16] 541/1147 tarihnde
Murabıtlar’ın varlığına son veren Abdülmü’min b. Ali dönemi (1145-1163) ile
başlayan Muvahhidler Devleti’nin, İbnü’l-Arabî Endülüs’teyken bölgeye hakim
olan bu üç hükümdarı ve dönemleri hakkında bkz. Şeyban, Reconquista,
s. 229 ve devamı, 253 ve devamı, 270 ve devamı.
[17] İbn Merdeniş,
Murabıtların ardından hemen hemen bütün Endülüsü fetheden Muvahhidlere muhalif
olarak Şarkü’l-Endülüs’e hükmetmiştir. İspanya Hıristiyanlarından olan dedeleri
fetihden sonra mühtedî olmuşlardı. Dolayısıyla Endülüs müsta’reb topluluğuna
mensup olan İbn Merdeniş’in ailesi geçmişteki Hıristiyan müsta’reblerin hattâ,
ihtidâ etmiş yerli topluluk olan müvelledlerin çıkardıkları çok sayıdaki
isyanlarda büyük rol oynamış bir aileydi. İbn Merdeniş müslüman olmasına rağmen
giyim-kuşam, dil ve yaşantısında Hıristiyan âdetlerinden pek uzaklaşmadığı için
Hıristiyanlarca sevilen birisiydi. Bu sebeple Hıristiyan paralı askerleriyle
kuvvet bulan İbn Merdeniş, kendisine komşu olan Hıristiyanlarla iyi
geçinmesinden kaynaklanan rahatlıkla on beş yıla yakın bir zaman boyunca
Muvahhid devletine meydan okumuştur. 554/1159’da Kurtuba’yı almaya çalışmış,
ardından da İşbiliye üzerine yürümüştür. Fakat Abdülmümin’nin 558/1162’de
ölümünün ardından Muvahhidlerin başına geçen Ebu Yakub Yusuf’un Kuzey
Afrika’dan toplanmış askerlerle kuvvetlenen ordusu İbn Merdenişi, İbnü’l-
Arabi’nin doğduğu sene 560/1165’te mağlup etmiştir. İbn Merdeniş, Mürsiye’ye
sığınmak zorunda kalmış, oldukça müstahkem olan bu şehirde Muvahhidleri belirli
bir süre daha meşgul etmiştir. Nihayet İbn Merdeniş, Fahsu’l-Cellâb savaşında
Ebu Yakub Yusuf’un ordularına karşı koyamadı ve kuşatma altında bulunan kalede
569/1171 yılında öldü. Bkz., Şeyban, Reconquista, s. 222, 223,
229; Addas, İbn Arabî, s. 35, 36. İbn Merdeniş hakkında ayrıca
bkz., Özdemir, Mehmet, “İbn Merdeniş”, mad., DİA., c. XX, ss.
183-184.
[18] İbnü’l-Arabî,
Muhyiddin, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, thk. Osman Yahya,
(el-Hey’etü’l-Mısrıyye), Kahire 1985, c. II, s. 372. Tezimizde öncelikli olarak
Fütûhât’ın Osman Yahya tarafından hazırlanan bu ilmî neşrini kullanmaya
gayret ettik. Fakat bu tahkikli neşir çalışması maalesef yarım kaldığı için
ayrıca Ahmet Şemsettin tarafından hazırlanan Beyrut baskısını da kullandık. Bu
sebeple bu iki baskıyı tefrik etmek amacıyla sonraki atıflarda eser, Fütûhât
(thk.) ve Fütûhât (byr.) şeklinde kısaltılacaktır.
[19] Bkz., Şeyban, Reconquista,
s. 229.
[20] Bkz., Addas, İbn Arabî, s., 37;
Chittick, “Ibn ‘Arabî and His School”, ISM., s. 49. Bağdâdî,
İbnü’l-Arabî’nin babasının, Endülüs sultanın veziri olduğunu söyler. Bkz.,
Bağdadî, İbnü’l- Arabî’nin Menkabeleri, s. 21.
[21] İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. III,
s. 354.
[23] İbnü’l-Arabî, ed-Dürretü’l-Fâhire,
Endülüs Sûfîleri içinde s. 83.
[24] İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye,
hz. Ahmed Şemseddin, (Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut 1999, c. III, s.
521.
[25] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 521.
[26] İbnü’l-Arabî, bu çok
yaşlı hanım sûfîyle tanışmış ve bir müddet hizmetinde bulunmuştur.
Karşılaştıklarında bu hanım sufî doksan yaşının üzerindedir fakat,
İbnü’l-Arabî’nin kaydettiğine göre, genç bir kızın güzelliğine sahiptir.
İbnü’l-Arabî’nin arkadaşlarıyla beraber yaptığı kamıştan bir kulübede, fakr u
zaruret içerisinde, insanların kapısına bıraktıkları yemek artıklarıyla
hayatını idame ettiren zahide bir hanımdır. İbnü’l-Arabî’ye göre yüksek makam
sahibi olan bu hanım sûfî Fatiha suresiyle tasarrufta bulunmaktadır. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. IV, s. 236, (byr.), c.
III, s. 202, 520, 521; A.mlf., Rûhu’l-Kuds, nşr., Abdurrahman
Hasan Muhammed, (Alemü’l- Fikr), Kahire 1989, s. 138; A.mlf., Dürre,
ss. 238-240; Izutsu, “Ibn Al-‘Arabî” mad., ER., c. VI, s.
553.
[27] İbnü’l-Arabî, Dürre,
s. 83; Hirtenstein, The Unlimited, s. 109, 110; Addas, İbn
Arabi., s. 136.
[28] İbnü’l-Arabî, Dürre,
s. 84.
[29] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 348.
[30] age.,
c. VIII, s. 389.
[31] Makkârî, Nefhu’t-Tîb,
c. II, s. 369; Addas, İbn Arabi, s. 100, 101; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 17.
[32] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 172.
[33] İbnü’l-Arabi’nin
kaydettiğine göre, bir gün, genç bir çocuk, yaşlı bir adamın eczanesine girerek
bir ilaç sorar. O esnâda İbnü’l-Arabî’nin amcası da eczanededir ve çocuğun
ilaçlar konusundaki cehaletini istihzâ konusu yapar. Erken yaşta manevî bir
inkişafa sahip olmuş genç, kendisinin ilaçları bilmemekle her hangi bir şey
kaybetmediğini, ama yaşlı adamın, gaflet ve itaatsizliğinin ona pahalıya mal
olacağını söyler. Bu ifade İbnü’l-Arabi’nin yaşlı amcasına derinden tesir eder.
Genç çocuğun hizmetine girer ve üç yıl sonraki ölümüne kadar kendini ibadete
verir ve yüksek bir velayet derecesine ulaşır. Bkz., İbnü’l-Arabî, Dürre,
s. 124.
[34] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s., 110, 111.
[35] İbnü’l-Arabî, Dürre,
s. 124-125.
[36] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 179.
[37] İbnü’l-Arabî, Rûhul-Kuds,
s. 111.
[38] Senhâcî’nin
hayatındaki bu değişim hadisesi için bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.),
c. XI, s. 352, 353; Addas, İbn ‘Arabî, s. 40.
[39] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. XI, s. 350, 351.
[40] İbnü’l-Arabî,
eserlerinde sık sık aile üyelerinden, babası, annesi ve iki kız kardeşinden
bahseder. Fakat bu bilgileri verirken her hangi bir erkek kardeşe en ufak bir
atıf yapmaz. Babasının ölüm döşeği etrafında toplanan aile fertleri de
İbnü’l-Arabî’nin kendisi, annesi ve iki kız kardeşinden ibarettir.
İbnü’l-Arabî’nin, aile fertleri hakkında Fütûhât’ta yapmış olduğu
atıflar için bkz., Keklik, Misdâk, ss. 262-265.
[41] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 304.
[42] Makkârî, Nefhu’t-Tîb,
c. II, s. 362.
[43] Addas, İbn
Arabî, s. 45
[44] Makkârî, Nefhu’t-Tîb,
c. II, s. 361.
[45] Addas, İbn
Arabi, s. 43.
[46] Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 9; Addas, İbn Arabî, s. 44, 45.
[47] Addas, İbn
Arabî, s. 42, 43.
[48] İbnü’l-Arabî’nin bu
gençlik yıllarını cahiliye dönemi olarak zikretmesi hususunda bkz., İbnü’l-
Arabî, Fütûhât (thk.), c. III, s. 179.
[49] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s. 54.
[50] Bkz., age.,
s. 55.
[51] Addas, İbn
Arabî, s. 46, 47.
[52] age.,
s. 45.
[53] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Küds,s.
105, 106.
[54] age.,
s. 108, 109. Bu şahıs hakkında ayrıca bkz. İbnü’l-Arabî, Dürre,
s. 121, 122.
[55] “...Bir gün kadı Ebu’l-Velid İbn Rüşd’le
görüşmek üzere Kurtuba’ya gelmiştim. Halvetim esnasında Rabb ’imin bana
bahşettiği fetihlerden haberdar olmuştu ve bu sebeple de benimle görüşmek
istiyordu... O sıralarda henüz yüzünde tüy bitmemiş bir çocuktum. Yanına
girdiğim zaman oturduğu yerden kalktı ve muhabbet ve hürmetle beni kucakladı,
sonra “evet” dedi. Ben de ona karşılık “evet” dedim. Onu anladığımı düşünerek
mutluluğu daha da arttı. Ben, ona bu mutluluğu veren şeyin ne olduğunu
hissedince bu sefer “hayır” dedim... Bana ‘senin keşf ve feyz-i ilahî’de
bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir? ’ diye sordu. Ona hem
“evet” hem “hayır” diye cevap verdim. Bu ‘“evet” ve “hayır” arasında ruhlar
yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar ’ deyince benzi sarardı, titreme
geldi, birden sanki elli yaş yaşlandı. Ne demek istediğimi anlamıştı...”
Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. I, s. 153, 154.
[56] İbnü’l-Arabî, İbn
Rüşd’le bu meşhur karşılaşması hususunda herhangi bir tarih zikretmez. Fakat
bazı araştırmacılar, İbnü’l-Arabî’nin ifadelerindeki “o sıralarada henüz
yüzünde tüy bitmemiş bir çocuktum” ifadesine istinâden bu karşılaşmanın
575/1179 yıllarından daha ileriki bir tarihte gerçekleşmiş olamayacağını
söylerler. Bkz., Addas, İbn Arabî, s. 54.
[57] Hirtenstein, The
Unlimited, s. 58; Nasr, Seyyid Hüseyin, Three Muslim Sages,
Avicenna- Suhrawardî-Ibn ‘Arabî, (Caravan Books), New-York 1976, s. 93.
Eserin Türkçe tercümesi için bkz., Üç Müslüman Bilge, çev. Ali
Ünal, (İnsan Yay.), İstanbul 1985.
[58] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 153, 154; (byr.), c. IV, s. 81, 82; c.
V, s. 66.
[59] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. II, s. 349.
[60] Bağdâdî, İbnu’l-Arabi’nin
Menkabeleri, s. 21.
[61] Addas, İbn Arabî, s. 55, 57.
[62] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr), c. II, s. 349. İbnü’l-Arabî’nin ruhânî tekamül serüveni istisnâî
bir durum arzetmektedir. Bir şeyhin eliyle bu tekamül sürecine girmediği ve bu
uzun yolu belirli makamlardan geçerek adım adım katetmediği halde, henüz yolun
başında bazı fetihler elde etmesi istisnâî bir durmdur. Bizzat İbnü’l-Arabî bu
durumun istisnâî ve nadiren rastlanan bir durum olduğunu söyleyerek mübtedîleri
erken fethin tehlikelerine karşı uyarır ve bu hususta riyazetin önemini
vurgular. Bkz. İbnü’l-Arabî, Risâletü’l-Envâr, Resâilu İbn Arabî
içinde, thk. Muhammed İzzet, (Mektebetü’t-Tevfîkıyye), Kahire ts. s. 146.
[63] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütuhât
(byr.), c. IV, s. 265.
[64] Aynı yer.
[65] Addas, İbn
Arabî, s. 65. Esasında onun için sülûk, yâni şeyhlerin
rehberliği altında katedilen ve hakikate tedrîcî olarak yaklaşılmasını sağlayan
yol tahakkuka ulaşma adına izleniyor değildir. Zîrâ daha önce de vurgulandığı
gibi İbnü’l-Arabî, henüz yolun başlangıcında ve tek bir seferde tahkik derecesine
ulaşmıştır ve şeyhi Uryebî ile karşılaştığında sadece zâhir îtibârıyla mübtedî
sayılabilir. Fakat mânevî derecesi ne olursa olsun, her arifin, üveysîlerde
olduğu gibi merhum da olsa mutlaka bir şeyhin eliyle manevî eğitimden geçmeli,
kendisine lutfedilen hâl ve meârife hakim olabilmesini sağlayan usulleri
öğrenmesi gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, Şeyh-i Ekber’in durumunda, mürit
sıfatıyla şeyhlerine göstermesi gereken itaat, ârif sıfatıyla onlardan üstün
olmasına engel değildir. Bu anlamda bağlılığı, mahlûkât içerisinde sadece Hz.
Muhammed’edir denilebilir. age., s. 76. Nitekim misal alemindeki
bir tecrübesinde, sohbetinde bulunduğu şeyhlere intisap etmekten
menedilecektir. Bu tecrübesinde ayrıca karşılaştığı şeyhlerden hiç birisinin
kendisi üzerinde bir otoritelerinin olmadığı da vurgulanmaktadır. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. IV, s. 303.
[66] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kudus,
s. 88; Addas, İbn Arabî, s. 65; Chittick, William C. “Ibn ‘Arabî
and His School”, ISM., s. 51. Uryebî hakkında ayrıca bkz.
İbnü’l-Arabî, ed-Dürre, s. 70, 71; A. mlf., Fütûhât (byr.),
c. I, s. 282, 338, 369; c. VII, s. 181, 182, 354; c. VIII, s. 287. İbnü’l-
Arabî’nin bu ilk mürşidinin adı kimi zaman Ebu Cafer Ahmed el-Uryebî olarak da
verilmektedir. Bkz, Addas, İbn Arabi, s. 65.
[67] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s. 88.
[68] Şeyh-i Ekber’e göre
birden fazla şeyhe bağlanmanın her hangi bir sakıncası yoktur. Hatta ona göre
aksi tarzda bir kural cahiller tarafından icat edilmiştir. Bkz., Addas, İbn
Arabi, s. 78, İbnü’l- Arabî’nin Kitâb-u Nesebi ’l-Hırka isimli
eserine istinaden.
[69] Özellikle Rûhu
’l-Kuds, ed-Dürretü ’l-Fahire ve Fütûhaf ta kendilerinden istifade
ettiği bir çok sufîden bahseder. Bkz., 6 nolu dipnot.
[70] Meselâ Hz.
Peygamberi, Hz. İsa ile diğer bütün peygamberler ve melekler etrafında
bulunduğu bir halde müşahedesi hakkında bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 44, 45.
[71] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 379.
[72] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 76, 547.
[73] age.,
c. VI, s. 71.
[74] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 44, 45.
[75] Hâtem: Kelime
anlamı îtibârıyla hem bir şeyi tasdik eden mühür, hem de sonuncu mânâlarına
gelmektedir. Bu îtibârla hâtemü’l-enbiya, hem bütün nebileri tasdik eden
bir mühür hem de nebîlerinin sonuncusu, hâtemü ’l-evliya da bütün
velîleri tasdik eden bir mühür ve hem de velîlerin (Muhammedî kadem
üzere bulunanların) sonuncusu anlamına gelmektidir. Hatem, bir şeyin
nihâî mertebesini göstermesi bakımından mühürleyerek son verdiği o şeydeki
bütün farklı sıfatları muhtevîdir ve kemal mertebesine işaret eder, bu îtibârla
da diğer bütün mertebeleri muhafaza eder. Bu minvalde olmak üzere İbnü’l-Arabî
âleme nispetle insana, mühür olarak kullanılan yüzük kaşı (fassu hatem)
der. Bkz.İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, thk. Ebu’l-Alâ Afîfî,
(Dâru İhyâi’l- Kütübi’l-Arabiyye), Kahire 1946, s. 50.
[76] Bkz. İbnü’l-Arabî, Dîvân,
s. 257; A.mlf., Fütûhât (thk.), c. III, ss. 174-176; (byr.),
c. III, s. 75, c. VII, s. 287, 288. Bu pasajlarındaki ifadelerinde
İbnü’l-Arabî, Hz. İsâ’nın ahir zamanda yer yüzüne nebî ve resul sıfatıyla değil
de velî sıfatıyla ineceğini ve Hz. Muhammed (s.)’in şeriati üzere insanları
irşad edeceğini söyler. Bu itibârla belirli bir zamanda bizzat bir nebi ve
resul olarak zuhur eden Hz. İsâ, ahir zamanda bir velî olarak zuhur edecek ve
umûmî velâyeti sonlandıracaktır.
[77] Mesela bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. III, s. 177; (byr.),
c. III, s. 75. Buradaki ifadelerinde husûsî hatm’in kimliğini açıkca beyân
etmek yerine, “bizim zamanımızda doğmuştur, onu gördüm, onunla karşılaştım ve
ondaki hatmiyyet âlâmetini gördüm.. Arap’lardandır, onların da nesep ve
cömertlik bakımından en şereflilerindendir.” gibi ifadeler kullanmaktadır.
[78] Meselâ İbnü’l-Arabi, Fütûhât’ın 43.
bâbının başındaki şiirinde bu durumu şu şekilde açıkca ifade eder: “Şüphesiz
ben Hâşimî’nin ve Mesih ’in vârisi olarak hâtem-i evliyayım.” bkz. İbnü’l-
Arabî, Fütûhât (thk.), c. IV, s. 71. Yine Divân'mda da hatem
oluşunu kesin bir dille şu şekilde ifade eder: “Enbiya’nın hâtemi Hz.
Muhammed (s.) ’le ortaya çıktığı gibi ben de evliyanın hâtemiyim. Umûmî
velayetin değil husûsî velayetin hâtemiyim, zîrâ umûmî velayette hatem Hz.
İsâ’dır.” Bkz. İbnü’l-Arabî, Dîvân, s. 227, 257, 294.
Görüldüğü gibi İbnü’l-Arabî, Fütûhât’ında ve Divan’ında hatmü’l-velâye
konusunda açık bilgiler vermiş ve hatm’i genel olarak iki kısımda (umûmî-husûsî)
mütâlaa etmiştir. Hâtemü’l-velâye konusunda diğer bazı ekberî külliyât, Fütûhat’a
göre daha kapalı ve muğlaktır; hatemü’l-evliya’nın kim olduğu açıkça
beyan edilmeden kavram, genel olarak ve daha muğlak ifadeler içerisinde
kullanılır. Meselâ bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbü’t- Tecelliyât, (Resail),
s. 409; A. mlf. Ankâu Mugrib fi Hatmi’l-Evliyâi ve Şemsi’l-Mağrib,
thk. Ahmed Seyyid eş-Şerîf, (Mektebetü’l-Ezheriyye), Kahire ts., s. 28, s. 62,
80, 92, 93; A. mlf. Fusûs, s. 62. İbnü’l-Arabî’nin hâtemü
’l-velaye hususndaki görüşleri hakkında ayrıca bkz. Izutsu, Sufism
and Taoism, A Comparative Study of Key Philosophical Concepts,
(University of California Press) California, 1984, s. 269 ve devamı; Hakim,
Suâd, el-Mu’cemü’s-Sûfiyye, (Dendere nşr.), Lübnan 1981, s. 377
ve devamı.; Addas, İbn Arabî, s. 93 ve devamı, s. 208-209; Şeyh
Mekkî Efendi, İbn Arabî Müdafaası, s. 46 ve devamı.
[79] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 63,
64, 214; A. mlf., et-Tenbîhâtü alâ Ulivvi Hakîkati’l-
Muhammediyyeti’l-Âliyye, hz. Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr),
Kahire ts., s. 52, 53; Hakim, Mu’cem, s. 348.
[80] Addas, İbnü’l-Arabî,
s. 93, 94.
[81] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr), c. VII, s. 253; Fütûhât (thk.), c. I, s. 44, 45.
[82] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 361, 362.
[83] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr), c. IV, s. 266.
[84] Tasavvuf
ıstılahatındafetret, salikin kendini Rabb’i tarafından terk edilmiş
hissettiği ve Allah’a bir daha yakın olamamaktan korktuğu, kaçınılmaz bir
kimsesizlik ya da perdelilik halini ifade eder. Bu hâl iki şekilde
sonuçlanabilir: Ya bu hali bir hayret ve mücahede başlangıcı takip eder, ya da
bu fetret hali kalıcı olur. Ayrıca İbnü’l-Arabî “fetret”i, “yolun başında hasıl
olan yakıcı ateşin sönüp küllenmesi” şeklinde de tarif eder. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr), c. VII, s. 253; Ayrıca bkz.,
İbnü’l-Arabî, Istılâhât, thk. Bessâm Abdülvahhâb el-Câbî, (Dârü
İmâm-ı Müslim), Beyrut 1990, s. 62; el-Kâşânî, Abdürrezzâk, Reşhü’z-Zülâl
fi Şerhi’l-Elfâzi’l-Mütedâvile beyne Erbâbi’l-Ezvâk ve’l-Ahvâl, thk.
Saîd Abdülfettâh, (el-Mektebetü’l-Ezheriyye), Kahire 1995, s. 96; el-Cürcânî,
Ali b. Muhammed, et-Ta’rîfât, thk. Muhammed Abdülhakim,
(Dârü’l-Kitâbi’l- Mısriyye), Kahire 1991, s. 180
[85] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 253.
[86] Hicrî V. asra kadar
Endülüs ve Mağriplilerin gerçek anlamda nazari ve teorik yönü ağır basan bir
tasavvufî anlayışları yoktur. Beşinci asra, hatta bu asrın yarısına kadar
Endülüs’te sadece bir takım zühd ve mücahede hareketleri görülür. Bu asra kadar
bazı Endülüslülerin genel İslâmî kültür ve kelam ekolleriyle sınırlı bir
alâkaları olsa bile, genel anlamda felsefeyle bir ilişkilerinden bahsedilemez.
Bu sebeple Endülüs müslümanları ilk dönemlerden îtibâren felsefeyi sakıncalı
görmeleriyle bilinegelmişler, tutuculuklarıyla meşhur olmuşlardır. Öyle ki
onların bu tutuculukları Gazâli’nin eserlerini bile iyi görmemelerine sebep
olmuştur. Buna mukabil o dönemlerde Endülüs’te, fıkıh, hadis, tefsir, dil ve
özellikle geometri olmak üzere matematik ilimleri, astronomi, mantık ve tıp
alanında yetişmiş ilim adamları vardır. Beşinci asrın yarısından kısa bir süre
sonra Endülüs’te felsefeye yöneliş başlamış, bu yönelişin başlamasından henüz
bir nesil geçmeden fakihlerin tutuculuğuna, halk ve idarecilerin katılığına rağmen
İbn Bacce (ö. 533), İbn Tufeyl (ö. 531) ve İbnü’l-Arabî’nin de henüz gençken
görüştüğü büyük filozof İbn Rüşd (ö. 595) gibi düşünürler yetişmiştir. Yine V.
yüzyılın yarısına doğru İhvan-ı Safâ risalelerinin okunması yaygınlaşmıştır.
Diğer taraftan tasavvufî açıdan ise, V. yüzyılın sonlarıyla VI. yüzyılın
başlarında, daha sonra İbnü’l-Arabî’yi de etkileyecek olan Meriye ekolü
Endülüs’ün bütün bölgelerine yayılmıştır. Bkz., Afifi, Ebu’l-Alâ,
“İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İslam Düşüncesi
Üzerine Makaleler içinde, çev. Ekrem Demirli, (İz Yay.)
İstanbul, 2000, ss. 215-217.
[87] Ekol hakkında bkz.
Corbin, Henry, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin
Hatemi, İstanbul 1985, ss. 217-221.
[88] Addas, İbn
Arabî, s. 67.
[89] Corbin, İslam
Felsefesi, s. 217, 221; Addas, İbn Arabî,
ss. 67-71; Afîfî, “İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İDÜM.,
s. 216.
[90] İbn Berrecân idam
edildikten sonra cenazesi şehrin çöplüğüne atılmış, hatta sultan, cenazesinin
kılınmamasını emretmiştir. Bkz. et-Tâdili, Ebu Yakub Yusuf b. Yahya
İbnü’z-Zeyyat, et-Teşevvüf ilâ Ricâli’t-Tasavvuf, thk. Ahmed
Tevfik, (Menşûrâtü Külliyyeti’l-Âdâb), Rabat 1984, s. 170.
[91] Addas, İbn
Arabi, s. 67, 68. İbnü’l-Arîf’in de zehirlenerek öldürtüldüğü iddiaları
da vardır. Tu’mî, Tabakât’ında İbnü’l-Arabi’nin şeyhlerinden olan
İbnü’l-Arif’in 536 h. senesinde Marakeş’te zehirlenerek öldürüldüğünü söyler ve
onu şatahât ehli sûfîlerden sayar. Ayrıca onun meşhur şathiyelerine de eserinde
yer verir. Fakih, muhaddis ve Kurrâ olan İbnü’l-Arîf sonradan tasavvuf yolunu
seçmiştir. Tu’mî, zehirlenme hadisesini şu şekilde anlatır: Meriye kadısı
İbnü’l- Esved, İbnü’l-Arîf’i bazı sözlerinden dolayı halife Ali b. Yusuf b.
Tafşin’e şikayet eder. Halife onu çağırtır, halini görünce de serbest bırakır. Fakat
Kadı İbnü’l-Esved hile ola ona zehir içirterek öldürtür. Halife bunu öğrenince,
kadıyı da aynı şekilde zehirletir. Bkz., et-Tu’mî, Muhyiddin, Tabakatü’l-Kübrâ,
(Mektebetü’s-Sakafiyye), Beyrut 1994, c. III, ss. 88-90.
[92] Afîfî,
“İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İDÜM.,
s. 218.
[93] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. I, s. 345; c. III, s. 145; c. VIII, s. 384.
[94] Meselâ bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. III, s. 78; c. IV, s. 364;
c.VII, s. 123, 136.
[95] Addas, İbn
Arabi, s. 69.
[96] Bkz., Ateş,
Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, (AÜİF Yay.), Ankara 1974, s. 130.
İbn Berrecân hakkında ayrıca bkz. Karadeniz, Osman, “İbn Berrecân” mad. DİA.,
c. XIX, İstanbul 1999, s. 371.
[97] İbnü’l-Arîf için,
“muhakkiklerden” ifadesini kullanıp eseri Mehasinü’l-Mecâlis’e büyük bir
değer atfederken, İbn Berrecan hakkında ise feleklerin ilmine muttali
olduğundan bahseder. Bu ilmi sayesinde Selahaddin Eyyûbi’nin Kudüs’ü fethini
haber verdiğinden bahseder. Fakat yine de bu ilimde bazı hatalar yaptığını
söylemekten de kaçınmaz. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr), c.
VII, s. 324; (thk.), c. I, s. 268; İbn Berrecân hakkında ayrıca
bkz., A. mlf., Mevâkiu’n-Nücûm ve Metâl‘i Ehilleti’l-Esrar ve’l-Ulûm,
thk. Halid Şibl Ebu Süleyman, (Alemü’l-Fikr), Kahire 1998, s. 137; A. mlf., et-Tedbîrâtü’l-İlahiyye,
nşr. H. S. Nyberg, Kleinere Schriften Des Ibn Al-‘Arabî içinde,
(E. J. Brill), Leiden 1919, s. 125; Addas, İbn Arabî, s. 68, 69.
[98] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr), c. III, s. 91, s. 155; c. IV, s. 175; c. VI, s. 92.
[99] İbnü’l-Arabî, İbn Berrecân’dan aldığı bu
mefhumu, “el-amâ”, “el-aklü’l-evvel” ve “el-adl” için kullanır.
Bkz., Hakim, Mu’cem, s. 352. Meselâ “el-amâ” kendisiyle
her şeyin yaratıldığı hakktır. Çünkü âmâ’ın hem Hakk’a hem de halka dönük iki
veçhesi vardır: Rahman’ın nefesi olması sebebiyle hakk, âlemin bütün
sûretlerini kabul etmesi, onun cevheri olması îtibârıyla da mahlûk bihtir.
Bkz. İbnü’l Arabî, Fütûhât (byr.), c. III, s. 466, 468; Corbin,
Henry, Creative Imagination in The Sufism of Ibn ‘Arabi,
Fransızca’dan çev. Ralph Manheim, (Princeton University Press), Princeton 1969,
s. 186; Hakim, Mu’cem, s. 822. Burada olduğu gibi, farklı
ıstılahları tanımlarken aynı tabiri kullanması İbnü’l-Arabi’de sıkça
karşılaşılan bir durumdur. Mesela, varlıkta ilk zuhur eden şey için bir çok
isim zikreder: “el-aklü’l-evvel”, “el-kalemü’l- âla”, “el-hakku’l-mahlûk
bih,”, “el-adl”, “hakikatü’l-Muhammediyye”...vs. Aslında bütün bu farklı
isimler aynı hakikatin değişik veçheleridir. Her birinin delâlet ettiği ayrı
bir zât söz konusu değildir. Bkz., age., s. 813.
[100] İbn Meserre ve
tasavvufî görüşleri hakkında bkz., Bardakçı, Mehmet Necmettin, İbn
Meserre ve Eseri El-Müntekâ, (İnsan Yay.), İstanbul 1999; Corbin, İslam
Felsefesi, s. 217-221; Sevim, Seyfullah, İslam Düşüncesinde
Marifet ve İbn Arabî, (İnsan Yay.), İstanbul 1997, s. 85, 86.
[101] Corbin, İslam
Felsefesi, s. 217, 221; Addas, İbn Arabi, s. 70; Afîfî,
“İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İDÜM.,
s. 230.
[102] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 348.
[103] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mîm
ve’l-Vâv ve’n-Nûn, (Resail), s. 93.
[104] Addas, İbn
Arabi, s. 72.
[105] Ebu’l-Hasen Ali b.
İsmail İbn Hirzihim, Fas asıllıdır ve burada 559 h. senesinde vefat etmiştir.
Zühd hayatına düşkün bir fakih olan İbn Hirzihim tasavvufta melamî meşreptir.
Gazalî hayranlığı ile tanınan bu zât, sırf Ihyâ’yı okumak maksadıyla
îtikafa girmiştir. İbn Hirzihim, İbn Berrecân öldürüldüğünde, halife cenaze namazının
kılınmamasına dair emir vermesine rağmen onun cenazesine sahip çıkmış ve
hizmetçisine şehrin sokaklarında; “İbn Hirzihim, sizi şeyh, fâdıl, fakih ve
zahid Ebu’l-Hakem İbn Berrecân’ın cenazesine çağırıyor” şeklinde bağırmasını
emretmiştir. Bkz., Tâdıli, Teşevvüf, s. 169, 170.
[106] age.,
s. 320, 322.
[107] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s. 125, 126.
[108] Meselâ bkz,
İbnü’l-Arabî, Fütuhât (thk.), c. II, s. 134, c. III, s. 169, 349;
(byr.), c. IV, s. 200, 223, 270, c. V, s. 137, 173. A. mlf., Tedbîrât,
(KSDIA.), s. 126, 158-159.
[109] Ebu Medyen Şuayb İbn
Hüseyin el-Ensarî, aslen İşbiliye’lidir. Daha sonra Bicâye’ye gelip bir müddet
burada ikamet ettikten sonra Marakeş’e giderken Tilemsen yakınlarında 594 h.
yılında vefat eder. Yetim olarak büyüyen Ebu Medyen, kardeşlerine rağmen ilim
tahsili için doğduğu topraklardan ayrılır ve Fas’a gider. Fukaha’nın ilim
meclislerine katılır fakat onların sözleri pek kendisine tesir etmez. Dönemin
meşhur sufîsi İbn Hirzihim’den oldukça etkilenir ve onun ders halkasına
katılır. Daha sonra Ebu Yeza’, Ebu Abdullah ed-Dekkâk ve Ebu’l-Hasen es-Salevî
gibi sûfîlerle tanışır. Bkz., Tâdılî, Teşevvüf, ss. 319-322. Bu
meşhur sûfînin hayatı, fikirleri ve İbnü’l- Arabî ile irtibatı için ayrıca
bkz., Makkârî, Nefh, c. IX, ss. 342-351; Addas, Claude, “Abu
Madyan and Ibn ‘Arabi”, MIACV., ss. 163-181; Yazıcı, Tahsin ,
“Ebu Medyen” mad., DİA. c. X, s. 186187; A. Bel, “Ebu Medyen”
mad. İA., c. IV, ss. 36-38. Bedevi, Abdurrahman, “Ebu
Medyen ve İbn ‘Arabî”, Kitâbu’t-Tizkârî Muhyiddin İbn ‘Arabi,
içinde, (Mektebetü’l-Arabiyye), Kahire 1969, ss., 115-128. 1964 yılında
yapılması planlanan, ancak hayata geçirilemeyen “İbnü’l-Arabî Sempozyumu”
yerine editöryal bir çalışma olarak vücûda getirilen bu eserin kısmî bir
tercümesi hakkında bkz., İbn Arabî Anısına Makaleler, çev. Tahir
Uluç, (İnsan Yay.), İstanbul 2002.
[110] Addas, İbn
Arabi, s. 73. Ayrıca İbnü’l-Arabi’nin, Endülüs ve Mağrib’deki muhtelif
tasavvufî akımlarla ilişkisi hakkındaki bir çizelge için bkz., age.,
s. 329, 330.
[111] Afîfî,
“İbnü’l-Arabî’nin Felsefesinin Kaynakları”, İDÜM., s. 213.
[112] Addas, İbn Arabi, s.
61.
[113] age.,
s. 60; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık, s. 12, dipnot 37. Şeyhin
Kur’an ve Hadis ilimlerindeki hocaları ve eğitimi hakkında bkz.. İbnü’l-Arabî, İcaze
li’l-Meliki’l-Muzaffer, Istılâhât içinde, ss. 23-27.
[114] age.,
ss. 23-39.
[115] Addas, İbn
Arabi, s. 112, 113.
[116] İbnü’l-Arabî, İcaze,
s. 23; A. mlf., Fütûhât (thk.), c. V, s. 137.
[117] Addas, İbn
Arabi, s. 62.
[118] İbnü’l-Arabî, İcaze,
s.24.
[119] Her ne kadar bazı
araştırmacılar onun, fıkıhta Zâhirîye mezhebine bağlı olduğunu söyleseler de,
(bkz. Makkârî, Nefh, c. II, s. 363) hiçbir mezhep imamını taklit
etmediğini bizzat kendisi açık bir şekilde ifade etmiştir. Bkz., İbnü’l-Arabî, Divan,
s. 52. Fıkhî konulardaki farklı mezhepleri rahmet unsuru olarak gören
İbnü’l-Arabi, dönemin fakihlerinin, Allah’ın sonsuz rahmetiyle hep geniş
tuttuğu şeriat yolunu kendi içtihatlarıyla daraltmalarından şikayet eder. Bunu
söylerken kayıtsız geniş mezhepliliği kastetmez. Zaten kendisi ve talebeleri
söz konusu olduğunda azimeti esas alır ve azimetin bırakılmasına cevaz vermez.
Bkz. Addas, İbn Arabî, s. 63; Chodkiewicz, Sahilsiz Bir
Ummân, s. 77 ve devamı. Şeyhü’l-Ekber özellikle Fütûhât’ında
fıkhî konulara genişçe yer vermiş ve burada kendi görüşlerini serdetmiştir.
Ayrıca fıkıh usulü üzerine de küçük bir risale yazmıştır. Bkz. İbnü’l-Arabî, Usûlü’z-Zâhiriyye,
Mecmûu’r-Resâil fî Usûli’l-Fıkh içinde, (Matbaatu’l-Ehliyye), Beyrut
1324, ss. 18-35. İbnü’l-Arabî’nin fıkhî görüşleri hakkında ayrıca bkz., Gurâb,
Mahmud, el-Fıkhu inde’ş-Şeyhi’l-Ekber, (Matbaatu’n-Nadr), Şam
1993. Fakat Gurâb’ın bu çalışması, İbnü’l-Arabî’nin hayatı; insan, hayal ve
ilahî aşk anlayışı gibi diğer bazı konularda da yaptığı gibi, İbnü’l-Arabî
külliyâtından seçkiler ve iktibaslardan ibarettir. Bu îtibârla da bu
çalışmalar, ekberi killiyatın belirli konular çerçevesindeki muhtasarlardan
ibarettir. İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin başka muhtasarları da vardır. Bunlardan
en meşhurları Şa’rânî (ö. 973/1567)’nin Levâkihu’l-Envâr, el-Yevâkît
ve’l-Cevâhir ve el-Kibrîtü’l-Ahmer isimli muhtasarlarıdır. (Bkz.
eş-Şa’rânî, Abdülvehhab, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-
Ekâbîr, (Mektebetü Mustafa Elbânî), Kahire 1959; A. mlf., el-Kibrîtü’l-Ahmer,
el-Yevâkît ve’l- Cevâh'ır'in hamişinde,) Şa’rânî, Fütûhat’ı
önce Levâkihu ’l-Envâri ’l-Kudsiyye el-Müntekât mine ’l- Fütûhâti’l-Mekkiyye
isimli eserinde özetlemiş, sonra da bu eserini el-Kibrîtü ’l-Ahmer fî Beyâni
Ulûmi’ş-Şeyhi’l-Ekber adı altında daha da muhtasar hale getirmiştir. Bkz.
eş-Şâ’rânî, Kibrîtü’l- Ahmer, c. I, s. 2. Şâ’rânî el-Yevâkît
ve ’l-Cevâhir’de ise keşif ehli ile kelamcıların inançlarını uzlaştırmaya
çalışmak amacıyla, başta Fütûhât olmak üzere Şeyh-i Ekber’in diğer bazı
eserlerinden geniş alıntıları bir araya getirmiştir. Geleneksel tarzda bir
akâid metninin başlıklarına denk gelecek biçimde tasnif edilmiş çeşitli sorular
Fütûhât’tan seçilen parçalarla cevaplandırıldığı için eser, Fütûhât’ın
muhtasarı niteliğindedir. Zaten Şâ’rânî de Yevâkît’in, Fütûhât ekseninde
döndüğünü, her bir bölümü yazmak için Fütûhat’ı bir kez mütâlaa ettiğini
eserin sonunda belirtir. Bkz. Şâ’râni, el-Yevâkît, c. II, s. 201.
[120] Addas, İbn
Arabi, s. 62.
[121] İbnü’l-Arabî, İcaze,
s. 25; Addas, İbn Arabi, s. 113.
[122] Addas, İbn Arabi, s.
115, 116.
[123] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s. 92; Austin, Endülüs Sûfîleri, s. 77; Addas, İbn Arabi,
s. 117. Burada İbnü’l-Arabi, Risaleden henüz haberdar olmadığını beyan
ederken her hangi bir tarih vermez. Fakat onun, şeyhi Yusuf el-Kûmî’nin
sohbetlerine 586/1190 yılında devam ettiği bilinmektedir. bkz., Addas, İbn
Arabi, s. 311.
[124] Bkz., İbnü’l-Arabî, İcaze,
s. 26. Şeyh, bütün bu eserleri, dönemin ilim anlayışının bir gereği olarak
rivayet usûlü üzere okur ve her birinden icazet alır. Meselâ Kuşeyri Risalesi
’ni hocası Bukrî’den şu rivayet üzere okur: Muhammed b. Muhammed el-Bukrî,
Ebu’l-Es’âd Abdurrahmân b. Abdülvahid b. Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî
(Kuşeyrî’nin torunu), Abdülkerim Kuşeyrî. Bkz., Aynı yer.
[125] Addas, İbn
Arabi, s. 117.
[126] Gazalî, Ebu Hamid
Muhammed, el-Munkızu mine’d-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, (MEB.
Yay.), İstanbul 1994, ss. 23-25.
[127] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 161; Morris, James Winston, “How to Study The Futûhât:
Ibn ‘Arabi’s Own Advice”, MIACV., s. 81.
[128] İbnü’l-Arabî, Risâletün
ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), ss. 223-232. Bağdâdî’nin kaydettiğine
göre İmam Fahreddin er-Râzi bir gün bir mecliste iken birden bire ağlar.
Yanındakiler sebebini sorunca; “otuz yıldır îtikât ettiğim bir meselenin şu
anda içime doğan bir delil ile başka türlü olduğunu anladım. Belki bana şu anda
doğru gibi görünen de önceki gibidir” der. Bu hadise Şeyhü’l-Ekber’e
ulaşınca o, böyle bir entelektüel kriz yaşayan Râzî’yi uyarmak üzere bu
risalesini yazar ve risalede ona nazarî ilimlerden uzaklaşarak ilâhî nefhalara
yönelme tavsiyesinde bulunur. Bkz., Bağdâdî, ed-Dürrü’s-Semîn, s.
23.
[129] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 419 ve devamı.
[130] age, c.
IV, s. 227, 228.
[131] İlâhiyât alanında
hatâ etmeleri bakımından Mu’tezilî ya da Eş’arî kelamcılarıyla filozofları aynı
kategoriye koymakla beraber, bu müslüman kelamcıları, filozoflardan esaslı bir
şekilde ayırır. Zîra İbnü’l-Arabî’ye göre onlar öncelikle müslüman olmuşlar ve
kendi idrakleri kadarıyla şeriati müdâfaa etmişlerdir. Dolayısıyla ona göre bu
müslüman ehl-i nazar, esas bakımından isabet etmiş, fakat bazı fer’î
konulardaki aklî te’villeri bakımından hatâ etmişlerdir. Bkz. İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 228.
[132] Addas, İbn
Arabi, s.128.
[133] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 72
[134] Bkz., İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s. 31.
[135] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 119, 120, 230, 231.
[136] age, c.
II, s. 119, 230, 231.
[137] Addas, İbn
Arabi, s. 129.
[138] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s. 137; A. mlf., Dürre, s. 231, 232.
[139] Addas, İbn
Arabi, s. 131.
[140] İbnü’l-Arabî, Kitâbu
Hilyeti’l-Ebdâl, (Resail), s. 495.
[141] Bkz., İbnü’l-Arabî, Hilye,
s. 495; A. mlf., İnsâü’d-Devâir, (KSDIA.), s. 4; A. mlf. Mevâki’un-
Nücûm, s. 8.
[142] Austin, Endülüs
Sûfîleri, s. 275; Addas, İbn Arabi, s. 322.
[143] Addas, İbn Arabi, s.
182.
[144] İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-Kuds,
s. 94; Addas, İbn Arabi, s. 185.
[145] Nasr, ThreeMuslim,
s. 95; Addas, İbn Arabi, s. 184; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 19.
[146] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. I, s. 72; Hirtenstein, The Unlimited, s. 146,
147. İbnü’l-Arabî, diğer hacı adayları gibi Kahire’den ayrıldıktan sonra
doğrudan Mekke’ye gitmek yerine Filistin üzerinden, Hz. İbrahim’in kabrini ve
Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettikten sonra Hicaz’a gelmiştir. Şeyh’in hac
yolculuğunda izlediği bu güzergahın sembolik bir anlamı olduğu da ifade
edilmektedir. Meselâ Addas, onun bu hac seyahatini Hz. Peygamberin miraç
hadisesi ve Şeyh-i Ekber’in mânevî yolculuğuyla paralel tarzda sembolik olarak
açıklar. Bkz., Addas, İbn Arabi, s. 206, 207. Bu konuya İbnü’l-Arabî’nin
sembolizmini incelerken değinmeye çalışacağız.
[147] Bkz., İbnü’l-Arabî, İcâze,
s. 25; A. mlf., Zehâirü’l-A’lâkŞerhu Tercümânî’l-Eşvâk, thk.
Halil İmran Mansur, (Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut 2000, s. 7.
[148] İbnü’l-Arabî, Zehâir,
s. 8, 9.
[149] Gübrînî (ö.
704/1304), Unvânu ’d-Dirâye’smde, şifâhî ya da yazılı her hangi bir
kaynağa işaret etmeksizin Mısır’da Şeyhü’l-Ekber’in katline fetvâ verilmiş
olduğunu kaydeder. Bu rivayete göre Mısırlılar, şeyhin bazı sözlerini
eleştirmiş ve onun, tıpkı Hallâc ve diğer bazı sûfîler gibi katledilmesini
istemişlerdir. Fakat Şeyh Ebu’l-Hasan Ali b. Nasr Feth b. Abdullah el-Bicâî
onları yatıştırmış ve İbnü’l-Arabî’yi katledilmekten kurtarmıştır. Bkz.
Gübrînî, Unvân, s. 157, 158. Ayrıca bkz. ez-Ziriklî, Hayruddîn, el-A’lâm,
Kâmûsu Terâcim, (Dârü’l-İlm li’l-Melâyin), Beyrut 1986, c. VI, s. 281.
Bu rivayet pek inandırıcı gelmemektedir. Çünkü bu rivayetten bahseden ilk kişi
olan Gübrini, ne yazılı ne de şifahî her hangi bir mesnede işaret eder. Ayrıca
Gübrinî, bazı konularda yanlış bilgi verebilmektedir ki en azından bu onun
özensizsizliğine işaret eder. Meselâ, İbnü’l-Ebrar dışındaki hemen bütün
kaynaklar şeyhin vefat tarihini ittifakla 638 h. olarak vermesine rağmen
Gübrinî, şeyhin vefat tarihini 640 h. olarak kaydetmektedir. Bk. Gübrînî, Unvân,
s. 158. Üstelik Gübrîni, İbnü’l-Arabi’nin “İbn Süraka” ismiyle
bilindiğini söyler. Büyük ihtimalle o, İbnü’l-Arabi ile çağdaşı İbn Süraka’yı
(ö. 662/1264) bir birine karıştırmıştır. Zîrâ her ikisi de “Muhyiddin” lakabını
kullanmaktadır. İbnü’l-Arabi’nin Kahire’de bulunduğu sırada bazı fakihlerle
anlaşmazlığa düşmüş olması mümkündür. Fakat, Gübrinî’nin bazı konulardaki
dikkatsizliği, İbnü’l-Arabî’nin, kendi hayatından ve tanıştığı şahsiyetlerden
ayrıntılı bir şekilde bahsetmesine rağmen bu tür bir olaydan hiç bahsetmemesi
bu rivayetin mevsûkiyetini ihtiyatla karşılamaya sebebiyet vermektedir. Konuyla
ilgili detaylı tahliller hakkında bkz. Addas, İbn Arabi, ss.
201-202.
[150] Şeyh Evhaduddîn
el-Kirmânî, Şems-i Tebrîzî (ö. 645/1248)’nin de müridi olduğu Şeyh Rukneddin
es-Sicissî’nin müridlerindendir. Aynı şeyhin mürîdi olmalarına rağmen Kirmanî
ile Tebrîzî’nin görüşleri arasında esaslı farklar vardır. Kirmânî,
İbnü’l-Arabî’yle yakın arkadaşlık kurup onun görüşlerini benimsemişken Şems-i Tebrîzî,
İbnü’l-Arabî’nin öğretilerinden pek hoşlanmaz. Bkz. Kirmânî, Evhadudîn, Heart’s
Witness, The Suf Quatrains of Awhaduddîn Kirmânî, İngilizce’ye çev.
Bernd Manuel Weischer-Peter Lamborn Wilson, (Imperial Iranian Academy of
Philosophy), Tahran 1978, s. 1 (Weicher’in takdimi); Cebecioğlu, Ethem,
“Şemseddîn-i Tebrîzi’nin Kur’ân-ı Kerim Ayetlerine Getirdiği Bazı İşârî
Yorumlar I”, AÜİF. Dergisi, c. XXXIX, Ankara 1999, s. 109, 110.
Aslında, Şeyhü’l-Ekber’den farklı bir neşveye sahip olan Şems’in, İbnü’l-Arabî
hakkındaki kanaatleri bütünüyle olumsuz değildir. Şems, İbnü’l- Arabî’den, “iyi
bir dert ortağı, mûnis ve derin görüşlü, ulu bir insan” şeklinde övgüyle de
bahseder. Bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz., Eflâkî, Şemsüddîn Ahmed, Menâkibu’l-Ârifîn,
hz. Tahsin Yazıcı, (TTK. Basımevi), Ankara 1980, c. II, s. 676, 677. Eserin
tercümesi için bkz., Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı,
(Meb. Yay.), İstanbul 1966, c. II, s. 95, 96.
[151] Addas, İbn
Arabi, s. 235, 236, 237; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık,
s. 22. Şeyhü’l-Ekber’in önde gelen öğrencilerinden olan Konevi, Evhadudîn
el-Kirmânî’den de oldukça etkilenir. Hatta Konevî, şeyhi İbnü’l-Arabî’nin
elbiseleriyle Şeyh Kirmânî’nin seccadesiyle birlikte gömülmek ister. Bkz.
Kirmânî, Heart’s Witness, s. 10, 11, dipnot, 2. (Weicher’in
takdimi).
[152] Addas, İbn
Arabi, ss. 244-247; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık,s.
22.
[153] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 379 ve devamı.
[154] Palacios, İbnü’l-Arabî,
s. 70.
[155] İspanyol şarkiyatçı
Asin Palacios, aynı zamanda XIX. asırda İber yarımadasının ruhban okullarında
yetişmiş bir din adamıdır. Addas, İbn Arabi, s. 241.
[156] İbnü’l-Arabi bu
tavsiyelerinde Keykâvus’tan, müslümanlar ile ehl-i kitap arasındaki ilişkilerin
geleneksel kurallara, yâni şeriate göre düzenlenmesini ister, Halife Ömer
tarafından konulmuş olan geleneksel zımmî hukukunu ona hatırlatır: “...şehirde
ya da havalisinde yeni bir kilise ya da manastır inşa edilmemesi, harap
olanlarının onarılmaması..., hıristiyanların hiçbir casusa yataklık yapmaması
ve müslümanlara karşı düşmanlarıyla işbirliğine yeltenmemesi...” Bkz.
İbnü’l-Arabi, Fütûhât (byr.), c. VIII, s.
380.
[157] Palacios, İbnü’l-Arabi,
s. 73.
[158] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 113; A. mlf., Zehâir, s. 35, 36.
[159] Bu hususta ayrıntılı
bilgi için bkz. Hakim, Suad, Mu’cem, ss. 478-484; Chittick, Hayâl
Alemleri, ss. 195-201; Gürer, Dilaver, “İbn Arabi’de Dinlerin Aşkın
Birliği ve İbadet Meselesi Üzerine Bir Değerlendirme”, Tasavvuf,
yıl: 1, sayı: 11, temmuz-aralık 2003, ss. 9-54.
[160] Endülüs’te
hıristiyanlar her gün yeni topraklar ele geçirmektedirler. Hatta tam bu sırada,
yâni 609/1212 senesinde müslümanlar İkab’da çok ağır bir yenilgiye
uğramışlardır. Yine doğuda Frenkler, İslam dünyasının belli bölgelerini
ellerinde tutmakta ve Bizans da dikkate değer bir güç oluşturmaktadır. Bkz.,
Şeyban, Reconquista, s. 275 ve devamı.; Addas, İbn Arabî,
s. 242.
[161] Tarihçiler Sultan I.
İzzettin Keykâvus’un annesinin aslen Konya’lı bir Hıristiyan kızı olduğunu ve
yine Hıristiyan olan dayılarının da bir hayli siyâsî faaliyetlerde bulunduklarını
rivayet ederler. Bkz., Turan, Orhan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
İstanbul 1993, s. 458.
[162] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 255, 256.
[163] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 47.
[164] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 20, (O. Yahya takdimi); Yahya, Osman, Müellefâtu
İbn ‘Arabî, Fransızca’dan çev. Ahmed Mahmud et-Tîb, (Dârü’l-Hidâye),
Kahire, 1992, s. 434; Addas, İbn Arabi, s. 287, 289.
[165] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zemân,
c. VIII, blm. II, s. 736; Makdisî, Zeyl ale’r-Ravzateyn, s. 170;
Makkarî, Nefhu’t-Tîb, c. II, s. 363; İbnü’l-Imâd, Şezerâtü’z-Zeheb,
c. VII, s. 348. Kasyûn dağı eteklerindeki bu türbeye daha sonra
İbnü’l-Arabi’nin iki oğlu Muhammed Imâduddin ve Muhammed Sa’deddin de
defnedilmiştir. Makkârî, Nefhu’t-Tîb, c. II, s. 369, 370.
[166] İbnü’l-Cevzî, Mir’ât,
c. VIII, blm. II, s. 736.
[167] en-Nebhânî, Yusuf b.
İsmail, Câmiu’ Kerâmâti’l-Evliyâ, (Dârü’s-Sadr), Beyrut 1324 h.,
c. I, s. 120; Sami, Şemsettin, Kâmûsü’l-A’lâm, (Mihran Matbası),
İstanbul 1306, c. I, s. 647.
[168] Uludağ, Süleyman, İbn
Arabî, (TDV. Yay.), Ankara 1995, s. 58.
[169] Bkz.,Yahya, Müellefât,
s. 30, 31. İbnü’l-Arabi’nin bizzat kendi eserleri hakkında hazırlamış olduğu
ilk fihrist, biri Gorgis Avvâd (Mecelletü’l-Mecma’i’l-İlmî,c. XXIX, no:
3-4, Şam 1954, s. 355), diğeri de Afifi tarafından (Bulletin of The Faculty
of Arts, c. VIII, İskenderiye 1954, s. 109117) olmak üzere iki defâ
neşredilmiştir. Mezkûr fihristi Gübrinî, Unvânu ’d-Diraye’sine almıştır.
Burada fihristin, 689 h. tarihli Haydarâbâd, el-Mektebetü’l-Asıfiyye, no:
140’ta kayıtlı yazma nüshası kullanılmıştır. Bkz. Gübnni, Unvân,
ss. 159-173. Fihrist’te İbnü’l-Arabi bu eserini, isim belirtmeksizin
öğrencilerinden birinin isteği üzerine kaleme aldığını (age. s.
163) söyler ve burada kitaplarından 251’inin ismini zikreder. Bkz. age.,
s 173. Aynı fihristi Bağdâdî, ed-Dürrü ’s-Semin isimli eserine almıştır.
Bkz. Bağdâdî, ed-Dürrü’s-Semîn, s. 37 ve devamı. Fakat eserin
farklı nüshaları kullanılmış olsa gerek ki, buradaki fihristte Şeyh’in
eserlerinden 192’sinin ismi zikredilir.
[170] Eyyubî
hükümdarlarındandır. Önce 607-618 yılları arasında Meyyafarikin’de, ardından da
627’den 635/1238’deki vefatına kadar Şam’da hüküm sürmüştür. Meyyafakirin’de
kendisinden sonra, 627’den 645/1247’ye kadar hüküm sürmüş olan Melik Muzaffer
Şihabüddin’le karıştırılmamalıdır. Addas, İbn Arabi, s. 112.
[171] İbnü’l-Arabi, İcaze,
ss. 23-39; Yahya, Müellefât, s. 45. İbnü’l-Arabi’nin Melik
Muzaffer’e takdim ettiği bu Fihrist’i, Nebhânî, Câmiu’
Kerâmâti’l-Evliya isimli eserine almıştır. Bkz. Nebhâni, Câmiu’ Kerâmât,
c. I, ss. 121-125.
[172] Yahya Osman, Historie
et Classification de L’oeuvre d’Ibn ‘Arabî, (Institut Français de
Damas), Şam 1964. Tezimizde bu kapsamlı eserin Arapça çevirisini (Müellefât)
kullandık.
[173] Mesela şu eserler
İbnü’l-Arabî’ye izafe edilenlerdendir: Tefsîru İbni ’l-Arabî:
İbnü’l-Arabî’ye izafeten basılan bu tefsir (Beyrut 1968) Kâşânî’nin Te’vîlâtü’l-Kurân’ıyla
karıştırılmıştır. Bkz., Yahya, Müellefât, s. 254, 255; Lory,
Pierre, Kâşâni’ye Göre Kur’an’ın Tasavvufî Tefsiri, çev. Sadık
Kılıç, (İnsan y.), İstanbul 2001, s. 25, 26. İbnü’l-Arabi’nin bizzat kendi
eserlerinde zikrettiği ve 64 ciltten oluştuğunu söylediği (Bkz. İbnü’l-Arabi, İcaze,
s. 32) el-Cem ‘u ve ’t-Tafsil isimli tefsiri ise maalesef bu gün
kayıptır; Yahya, Müellefât, s. 276; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 30. Risaletü ’l-Ehadiyye, bkz. Yahya, Müellefât,
s. 323, 324. Risâletü ’t-Tevhîd: Şemseddin Fenârî (ö.
834/1431)’ye aittir. Bkz. Yahya, Müellefât, s. 331. Risâletün
fı ’l-Ehadiyye/Risaletün men Arefe Nefsehû Fekad Arefe Rabbehû:
Evhadüddin Balyânî (ö. 686/1287)’ye aittir. Bkz., Yahya Müellefât,
s. 342, 343; Chittick, “Ibn ‘Arabi and His School”, ISM., s. 54.
Bu yanlışlık, İbnü’l- Arabî’ye aidiyeti kesin olan Kitâbu’l-Ehadiyye/Kitâbu
’l-Elif (Resâil) isimli risale ile karıştırılmış olmaktan kaynaklanıyor
olabilir. İlk kez Michel Chodkiewicz tarafından Balyânî’ye ait olduğu tespit
edilip Fransızca’ya çevirilen eser (Epitre sur l’Unicie Absolue: Mutlak
Birlik Risalesi), A. Vasfi Kurt tarafından önemli bazı tahlillerle birlikte
Türkçe’ye kazandırılmıştır. Bkz. Balyânî, Abdullah b. Mes’ud, Mutlak
Birlik, Nefsini Bilen Rabbini Bilir, haz. Ali Vasfi Kurt, (İnsan Yay.),
İstanbul 2003. el-Bülga _fi’l-Hikme: İbnü’l-Arabi’ye ait olduğu
iddiasıyla Nihat Keklik tarafından yayımlanmıştır. Bkz., İbnü’l-Arabî, el-Bulga
fi’l-Hikme, nşr. Nihat Keklik, (İÜEF. Yay.) İstanbul 1969. Tahkik
edilen eserde her hangi bir müellif ismi olmadığını bizzat Nihat Keklik söyler.
Bkz., Age. s. 9. Fakat bu eser, M. Takî Dânişpejuh tarafından
işrâkî düşünür Yâkut
el-Ebheri’ye izafe edilerek Tahran’da neşrolunmuştur. Bkz.
Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık, s. 29, dipnot 112. Şeceretü’l-Kevn:
Eser, İbnü’l-Arabi’ye izafeten basılmıştır. Bkz. İbnü’l-Arabi, Şeceretü’l-Kevn,
(Matbaatu Muhammed es-Sabih), Kahire 1967. Osman Yahya bu eseri, İbnü’l-
Arabî’ye aidiyeti hususunda her hangi bir görüş belirtmeksizin Müellefât’ında
zikreder. Bkz. Yahya, Müellefât, s. 386. Fakat Chodkiewicz’in
kaydettiğine göre eser, Abdüsselam b. Ahmed b. Ganâim el-Makdisi’ye (ö.
678/1280) aittir. Bkz. Chodkiewicz, Sahilsiz Ummân, s. 61, 13
nolu dipnot. el-Ucâle/Risaletü’t-Teveccühi ’l-Etemm: Osman Yahya
eserin muhtelif bir çok nüshasının farklı isimlerle hem İbnü’l-Arabi’ye hem de
Sadreddin Konevi’ye nispet edildiğini kaydettikten sonra, Konevi’ye aidiyetinin
daha doğru olduğu yönündeki kanaatini söyler. Bkz. Yahya, Müellefât,
s. 330, 331. Her hâlükârda Ekberi geleneğin ilk dönem önemli eserlerinden olan
bu risâle, İbnü’l-Arabi’ye izafeten basılmıştır. Bkz. İbnü’l-Arabi, el-Ucâle,
nşr. Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), Kahire, ts. Tuhfetü
’s-Sefere ilâ Hadrati ’l-Berere: Eserin muhtelif bir çok nüshası farklı
müelliflere izafe edildiğinden İbnü’l-Arabi’ye aidiyeti şüphelidir. Eser,
İbnü’l- Arabi’ye izafeten Türkçe’ye çevrilmiştir. Bkz. İbnü’l-Arabi, Tuhfetü’s-Sefere,
çev. Abdulkadir Akçiçek, (Rahmet Yay.), İstanbul 1971. Eş-Şeceretü ’n-Nu
’mâniyye fi ’d-Devleti’l-Osmâniyye: Michel Chodkiewicz, başta Sadreddin
Konevi’ninki olmak üzere farklı bazı şerhlerinin de bulunduğu ileri sürülen (Bkz.
Yahya, Müellefât, ss. 334-336) eserin İbnü’l-Arabi’ye âidiyyetini
kesin bir dille reddeder. Bkz., Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman,
s. 36. Kitâbu Şakki’l-Cîb: İbnü’l-Arabi’nin, Kitâbu’l-İsrâ ’sından
pasajlar ihtivâ eden eser Osman Yahya’ya göre büyük bir ihtimalle
İbnü’l-Arabi’ye ait değildir. Bkz. Yahya, Müellefât, s. 395, 396.
Eser, İbnü’l-Arabi’ye izafeten basılmıştır. Bkz. İbnü’l-Arabi, Kitâbu
Şakki’l-Cîb, Mecmûu’r-Resâili’l-İlahiyye, içinde, tsh. Seyyid Muhammed
Bedrüddin, (Matbaatu’s-Saâde), Kahire 1325 h.
190 Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık,
s. 29; A. mlf., “İbnü’l-Arabi” mad. DİA., c. XX, s. 514.
191 İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(thk), c. I, s. 265; A. mlf., Fihrist I,
Gübrini’nin Unvânu’d-Diraye’si içinde s. 163.
[177] Nasr, Seyyid Hüseyin,
“Sufîlikte Şiirden Hikayeye”, Tasavvufî Makaleler, çev. Sâdık
Kılıç, (İnsan Yay.), İstanbul 2002, s. 203.
[178] agm.,
ss. 204-206.
[179] Fütûhât
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kılıç, “Fütûhât” mad., DİA,
c.XIII, ss. 254-255; Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Klasiklerimiz/X,
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, Tasavvuf, yıl: 4, sayı: 1, temmuz-aralık
2003, ss. 424-425. İbnü’l-Arabî’nin bu meşhur eseri müteddit defalar basılmış
fakat Osman Yahya tarafından hazırlanan ilmî neşri maalesef yarım kalmıştır.
Dilimizde eserin oldukça cüz’î bölümlerini ihtiva eden kısmî bâb tercümeleri
yapılmıştır. Meselâ bkz., Selahattin Alpay, Fütûhât-ı Mekkiyye,
İstanbul 1986; M. Sadeddin Bilginer, Ahadiyyet Risalesi ve Fütûhât- ı
Mekkiyye’den Seçilmiş Tasavvufa Dair Bölümler, İstanbul 1983; İbrahim
Aşkî Tanık, Tasavvuf, İstanbul 1955; Naim Erdoğan, Fütûhât-ı
Mekkiyye’den Altın Sayfalar, İstanbul ts.; Mahmut Kanık Fütûhât’ın
şu bölümlerini tercüme etmiştir: 178. bâb, İlâhî Aşk, İstanbul
1992; 1., 2., 3. cüzler ile muhtelif bazı bâblardan seçkiler, Marifet ve
Hikmet, İstanbul 1995; 1., 2., ve 26. bâblar, Harflerin İlmi,
Bursa 2000; 560. bâbın ilk kısmı ile muhtelif bir çok bâbdan şeçkiler, Hakikat
ve Tefekkür, Ankara 2003.
[180] Oldukça veciz olduğu
için bir çok kez şerhedilen bu eserini İbnü’l-Arabî ayrıca özetlemiştir. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Kitâbu Nakşi’l-Fusûs (Resâil), s. 503 ve devamı.
Eser Türkçe’ye çevirilmiştir. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem,
çev. Nuri Gencosman, (MEB. Yay.), İstanbul 1992.
[181] Şeyhin bu iki
bibliyoğrafik eseri hakkında bkz. Tez, s. 10, Dipnot 25.
[182] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Risâletün ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil),
ss. 223-232. Yine Abdullatif b. Ahmed el-Bağdâdi’ye de yazdığı risalesi de bu
minvaldedir. Bkz. İbnü’l-Arabî, Risaletü’l- İntisâr, (Resâil),
ss. 323-337.
[183] Bkz., İbnü’l-Arabî, el-Hikemü’l-Hâtımiyye,
hz. Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l- Fikr), Kahire 1987. Meselâ şu
vecizeleri zikredebiliriz: “Allah (cc.)’ın her bir atıyyesi güzeldir; sen hevâ
ve hevesine muvâfık olanı hayr, hevâ ve hevesine muvâfık olmayanı da şer kabul
edersin. ‘Her şey Allah katındandır’ de”. “Hevâna muvafık olan her atıyye
sıkıntı, hevâna muvafık olmayan her sıkıntı ise atıyyedir.” Bkz. age.,
s. 6. Muhtelif konularda veciz bazı sözleri ihtiva eden eserde aynı zamanda
bazı tasavvufî kavramlar da açıklanmaktadır. Bkz. age., s. 21 ve
devamı. Yine İbnü’l-Arabî, bir diğer eseri Kitâbu’t-Terâcim’de bazı
vecizelerini “latîfe” ve “işâret”ler şeklinde sunmaktadır. Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbü’t-Terâcim
(Resâil), s. 263 ve devamı. Bu eserdeki vecizelerden de şunları
zikredebiliriz: “Latife: O’na vâsıl olan O’na ulaşamayan kimsedir.” Bkz., age.,
s. 308. “İşâret: Hâl üzere ol ki Hakk yanında olsun, makâm üzere olursan
nefsinle baş başa olursun” Bkz., age., s. 305.
[184] Meselâ bkz.,
İbnü’l-Arabî, el-Vasıyye, (Resâil), ss., 513-517; Kitâbu’l-Vasâya,
(Resâil), ss., 491-494; el-Mev‘ızetü’l-Hasene, hz.
Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), Kahire 1987;
Künhü mâ lâ Büdde li’l-Müridî Minhü, hz. Abdurrahman Hasan Mahmud, (Âlemü’l-Fikr), Kahire 1987.
Ayrıca Fütûhât’vn müstakil bir kitap hacminde olan son bâbı da Şeyhin
hikemî vasiyetlerini ihtiva etmektedir. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, ss. 234-385. Bu bâb, ayrıca müstakil bir kitap halinde
basılmıştır. Bkz., İbnü’l-Arabi, el-Vasâyâ, thk. Muhammed İzzet,
(Mektebetü’t-Tevfîkiyye), Kahire ts. Yine İbnü’l-Arabî’nin, takip edilen tahkîk
yolunda rağbet edilmemesi, îtimâd edilmemesi gereken şeyleri sıraladığı Risâletün
Lâ Yeûlü Aleyh isimli risâlesi de bu yolda karşılaşılabilecek bazı
tehlikelere dikkat çekmesi bakımından önemli nasihatleri muhtevîdir. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Risâletün Lâ Yeûlü Aleyh (Resâil), s. 233 ve
devamı.
[185] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Ahlâk, (Matbaatu’t-Takaddüm), Kahire 1238;
Kitâbu Hilyeti’l-Ebdâl, (Resâil), s. 495 ve devamı; el-Halvetü’l-Mutlaka,
nşr. Abdurrahman Hasan Mahmud (Âlemü’l-Fikr), Kahire ts.
[186] Bkz., İbnü’l-Arabî, en-Nuru’l-Esnâ
bi Münâcâti’llâhi bi Esmâihi’l-Hüsnâ, (Matbaatu Muhammed Ali Subeyh),
Kahire 1978.
[187] Bu şiirler müstakil
bir kitap halinde toplanarak şerhedilmiştir. Bkz. Salim, Muhammed İbrahim, el-Hediyyetü’s-Seniyye
fî Mecmûati Eş‘âri Evâili Ebvâbi’l-Fütûhâti’l-Mekkîyye, Kahire 1998.
[188] Afîfî,
“İbnü’l-Arabi’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye İsimli Eseri”’, İDÜM.,
s. 273.
[189] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 215; (byr.), c. III, s. 245.
[190] Şeyhin en veciz ve
dolayısıyla da en çok şerh edilen eseri konumunda olan Fusûs ’un üslûbu
hakkında, İbnü’l-Arabî’nin felsefesi üzerine doktora tezi hazırlayan Afîfî’nin
şu sözleri oldukça dikkat çekicidir: “Fusûsu’l-Hikem’den başlayarak
îbnü’l-Arabî’nin kitaplarını okumaya başladım. Fusûsu’l-Hikem’i, Kâşânî’nin
şerhiyle birlikte defalarca okudum, fakat Allah bana bu kitaptan hiçbir
hakikati açmadı. Kitap, açık bir Arapça idi, tekil olarak aldığımda her lafzı
anlaşılıyordu, fakat her cümlenin veya cümlelerin büyük bir kısmının toplam
anlamı, deyimler ve sembollerden ibaretti... ” Afîfî, Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem
Okumaları İçin Anahtar, çev: Ekrem Demirli, (İz Yay.) İstanbul, 2000,
s., 43.
[191] Bkz., İbnü’l-Arabi, el-Ankâu’l-Mugrib,
thk. Halid Şibl Ebu Süleyman, (Alemü’l-Fikr), Kahire 1997.
[192] Bkz, İbnü’l-Arabî, İsrâ,
(Resail), ss. 156-222.
[193] Meselâ bkz. el-Cîlî, Abdulkerim, Şerhu
Müşkilâti’l-Fütûhâti’l-Mekkiyye, thk. Yusuf Zeydân, (Dârü Seâd),
Kuveyt, 1992. Fütûhat’ın diğer kısmî şerhleri hakkında bkz. Yahya,
Osman, Müellefât, ss. 468-471; Kılıç, “Fütûhât” mad., DİA,
c.XIII, ss. 254-255; Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Klasiklerimiz/X,
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, Tasavvuf, yıl: 4, sayı: 1, temmuz-aralık
2003, ss. 424-425.
[194] Nasr, Three
Muslim, s. 100.
[195] Morris, “How to Study
The Futûhât”, MIACV., s. 83.
[196] Morris, “How to Study
The Futûhât”, MIACV., s. 73, 74.
[197] Bkz., Morris, James,
“Ibn ‘Arabi’s Rhetoric of Realisation: Keys to Reading and ‘Translating’ the Meccan
Illuminations I”, JMIAS., c. XXXIII, s. 58.
[198] Morris, “Ibn ‘Arabi’s
Rhetoric of Realisation I”, JMIAS., s. 59, 60.
[199] Afifi,
“İbnü’l-Arabi’nin Fütûhât İsimli Eseri”, İDÜM., s. 276.
[200] Bkz, İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 152.
[201] age.,
c. VI, s. 60, 61.
[202] Tahralı, Mustafa,
“Fusûsü’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücûd ile Alâkalı Bazı Meseleler”, FH
TŞ. I, (takdim), (MÜİFV.Yay.), İstanbul 1999, s., 35.
[203] Bkz. İbnü’l-Arabî, İsrâ,
(Resail), s. 156
[204] Bkz. Attâr, Feridüddîn, Mantıku’t-Tayr,
Kuş Dili, çev. Yaşar Keçeci, (Kırkambar Yay.), İstanbul 2004. Sûfînin
mânevi yükselişinin anlatıldığı bu iki eserin, Mantıku’t-Tayr ile Kitâbu’l-
İsrâ’nın mukayasesi hakkında bkz. Azama, Nezir, el-Mî’râc
ve’r-Remzü’s-Sûfî, (Dârü’l-Bâhis), Beyrut 1982, s. 40 ve devamı.
[205] Keklik, Nihat, Felsefede
Metafor, (İÜEF. Yay.), İstanbul 1990, s. 110. Bazı felsefi
problemleri anlatmada Mevlânâ’nın kullandığı metaforlar hakkında bkz. age.,
ss. 109-112; Çiçek, Hasan, “Kadîm Üç Felsefe Problemi Bağlamında Mevlânâ’nın
Mesnevî’sinde Metaforik Anlatım”, AÜİF. Dergisi, (AÜ. Basımevi),
c. XLIV, sayı: 1, Ankara 2003, ss. 293-311.
[206] Bkz. Hakim, Suad, Mu’cem,
ss. 15-20; A. mlf., Müvellidü Lügât, s. 59 ve devamı; Tahralı,
Mustafa, “Fusûsü’l-Hikem Şerhi”, FHTŞ. I, s., 35.
[207] Bkz., Gürer, Dilaver, “İbn
Arabî’de Lügat, Istılah ve Bâtın Anlamlarıyla Din Kavramı”, Mârife,
yıl: 1, sayı: 3, kış 2002, s. 45.
[208] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s. 64; A. mlf., Fusûs,
s. 48.
[209] Morris, James, “Ibn ‘Arabi’s
Rhetoric of Realisation: Keys to Reading and ‘Translating’ the Meccan
Illuminations II” JMIAS., c. XXXIV, ss. 115, 117. James
Morris’in iki bölümde yayınladığı bu kapsamlı makalesi, Fütûhat’ın
anlaşılması ve özellikle batı dillerine tercümesi hususunda hayli önemli noktalara
dikkat çekmekte ve önemli anahtarlar sunmaktadır.
[210] agm.,
ss. 113, 114.
[211] Şeyhü’l-Ekber’e göre
zaman, göreceli nispetler âlemine ait olup izâfî, takdîrî, tevehhümî bir
varlıktır. Zaman feleklerin ve yıldızların hareketlerine bağlı olarak; gece,
gündüz, gün, ay, yıl gibi farklı isimler alan tevehhümî ve takdîrî bir varlık
olduğundan Allah (cc.) için zaman söz konusu değildir. Zaman bizim içindir, bu
hususta Allah için söyleyebileceğimiz yegane şey ise “ezeliyyet”dir. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s. 77; c. VI, ss. 58-60. Bu
îtibârla da İbnü’l-Arabî, zaman ve mekanla kayıtlı olmayan Allah (cc.)’ın âlemi
yaratmasının izâfî zaman şartlanmışlığıyla açıklanamayacağına vurgu yapar.
Sûfîlerin zaman anlayışı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Küçük, Osman Nuri,
“Zaman Düşüncesinin Tasavvufî Açılımı”, Tasavvuf, yıl: 3, sayı:
9, temmuz-aralık 2002, ss. 221-238.
[212] Mesela Fusûs ’un
Âdem fassının giriş cümlesinde geçen “lemmâ” edatı mücerret bir anlamda
kullanılmıştır, zaman ifade etmez: “Lemmâ şâe ’l-Hakku Subhanehû... en yerâ
a ’yânehâ... ” Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 48.
[213] Afîfî,
“İbnü’l-Arabi’nin Sisteminde Âyân-ı Sabite”, İDÜM., s.
268; A. mlf., Fusûs Okumaları, s. 74.
[214] İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 213.
[215] Afîfî, Fusûs
Okumaları, s. 34.
[216] Morris, “Ibn ‘Arabi’s
Rhetoric of Realisation II”, JMIAS, c.XXXIV, s. 104, 105.
[217] Morris, “Ibn ‘Arabi’s
Rhetoric of Realisation I”, JMIAS, XXXIII, s. 92.
[218] agm, s.
69, 70, 71.
[219] Morris, “Ibn ‘Arabi’s
Rhetoric of Realisation II”, JMIAS, XXXIV, s. 104.
[220] Meselâ bkz.,
İbnü’l-Arabî, Zehâir, s. 9, 10.
[221] Afîfî, “İbnü’l-Arabî
fî Dirâsetî”, KTMİA., s. 7, 8.
[222] İbnü’l-Arabî,
ısrarla vurguladığı keşfî bilgi dahi olsa, tevâtüren sabit olan şeriatın
hilafına olursa buna îtibâr ve îtimad edilmeyeceğini açıkça zikreder. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Risâletün Lâ Yeûlü Aleyh, (Resâil), s. 233.
[223] Genelde bütün
sûfîler özelde de İbnü’l-Arabî hakkında bir polemik süregelmektedir. O, bir
taraftan ruhanî tekamülün zirvelerine çıkmış mükemmel bir şeyh olarak
görülürken diğer taraftan din ve şeriat dairesi dışına çıkmış bir zındık
muâmelesi görmektedir. Meselâ, İbrahim el-Bikâi, bazı görüşlerinden dolayı
Şeyh-i Ekber’i tekfir eder. Fakat Bikâî’nin bu yaklaşımı bir çok alim
tarafından reddedilmiştir. Celâleddin es-Suyûtî bu doğrultuda küçük bir eser
kaleme almıştır. Bkz. es-Suyûtî, Celâleddin, Tenbîhu’l-Gabî fî Tahtıeti
İbn Arabi, haz: Abdurrahman Hasan Mahmud, Kahire 1990. Ayrıca Yavuz
Sultan Selim, İbnü’l-Arabi’nin görüşlerine tasavvuf kültürüne uzak zâhir
ulemasınca yöneltilen eleştirilere cevap niteliğinde, Şeyh Mekki Efendi’ye el-Cânibu’l-
Garbi fî Halli Müşkilâtı Şeyh Muhyiddin adı altında bir eser yazdırmıştır.
Farsça olarak yazılan eser, Şair Ahmed Neylî Efendi tarafından el-Fazlu
’l-Vehbi adı altında Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu önemli eser, muhteva
değerlendirilmesiyle birlikte günümüz Türkçe’sine aktarılmıştır. Bkz. Şeyh
Mekkî Efendi, Ebu’l-Feth Muhammed b. Muzafferuddîn, İbn Arabî Müdâfaası,
mütercim: Ahmed Neylî Efendi, haz.: Halil Baltacı, (Gelenek Yay.), İstanbul
2004. Tarih boyunca İbnü’l- Arabî hakkında süre gelen bu polemiğin bir
kanadında (aleyhte), başta İbn Teymiyye (ö. 728/1328) olmak üzere, Ali el-Bekrî
(ö. 724/1324), İbn Cemâ’â (ö. 733/1333), İbnü’l-Hayyât (ö. 811/1408),
el-Bulkînî (ö. 805/1403), Ebû Zur’a (ö. 826/1423) ve el-Bika’i (ö. 885/1480)...
gibi farklı asırlarda yaşamış bir çok müellifi görmekteyiz. Diğer kanadında ise
(lehte), İbnü’l- Arabî’nin yakın öğrencileri ve Ekberî geleneğin önemli
temsilcileri dışında, İbnü’z-Zemlakânî (ö. 727/1327), es-Safedî (ö. 764/1362),
el-Yâfî’î (ö. 768/1367), el-Hindî (ö. 773/1372), el-Fîrûzâbâdî (ö. 817/1415),
Ali el-Kârî el-Bağdadî, (ö. 9/15. asrın ilk yarısı) ve Şârânî (ö. 973/1565)...
gibi bir çok müellifi görmekteyiz. Bkz. Knysh, İbn ‘Arabî in The Later
Islamic Tradition, s. 135. İbnü’l- Arabî hakkında süregelen bu
polemiğin ayrıntıları ve literatürdeki iz düşümü hakında ayrıntılı bilgi için
Alexander Knysh’in mezkûr kapsamlı eserine bakılabilir.
[224] Konuk, Tedbîrât
Şerhi, s. 27.
[225] Afîfî, Ebu’l-Alâ, Fusûs
Okumaları, s., 44.
[226] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. I, s. 20, (takdim); Yahya, Müellefât, s. 434.
[227] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 389; Yahya, Müellefât, s. 434.
[228] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 47.
[229] Bkz., Aynı yer;
Fütûhât (thk.), c. I, s. 215; (byr.), c. III, s. 245.
[230] Bkz. Cîlî, Şerhu
Müşkilât, s. 14, (takdim)
[231] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 265.
[232] Bkz., Aynı yer;
Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman, s. 88.
[233] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 245.
[234] Aynı
yer.
[235] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 88, 89.
[236] İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 213.
[237] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât,
(KSDIA), s. 106. Mesela o, Tedbîrat’ta, bir yandan İslam
dünyasında hükümdarlık makamında bulunan “halife”ye nasihat ederken, bir yandan
da tasavvufî anlamda Allah’ın yeryüzünde halifesi olan “insan-ı kâmil”i göz
önünde bulundurmaktadır. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’nin nasihatleri sadece siyasi
halife ve hükümdara değil, insan-ı kâmile, insan-ı kâmil olacak kişiye ve kendi
vücûdunda halife olan insana hitaben söylenmiş olmaktadır. Böylece okuyucu
kendi anlayış ve irfanına göre, bu anlam seviyelerini anlayıp istifade edebilmektedir.
Konuk, Tedbîrat Şerhi, (Takdim), s., XXV.
[239] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 264.
[240] age.,
c. I, s., 265.
[241] İbnü’l-Arabî, Fihrist
I, (Unvânü’d-Dirâye) içinde, 163.
[242] Chittick, “Ibn ‘Arabî
and His School”, ISM., s. 55; Kartal, Abdullah, Abdülkerim
Cîlî, Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, (İnsan Yay.), İstanbul
2003, s. 48.
[243] Bkz. Massignon,
Louis, Essay on the Origins of the Technical Language of Islamic
Mysticism, çev. Benjamin Clark, (University of Notre Dame Press),
İndiana 1997, s. 214. Massignon’un İbnü’l-Arabî hakkındaki eleştirileri
hakkında ayrıca bkz. Güngör, Zülfikâr, “Muhyiddin İbn Arabî Hakkında Louis
Massignon’un Eleştirileri ve Veled Çelebi (İzbudak)’nin Cevapları”, Tasavvuf,
yıl: 4, s. 11, temmuz-aralık 2003, s. 405. Hallâc hayranlığıyla tanınan L.
Massignon, şeyhin üslubu hakkında ayrıca şunları söyler: “İbn Arabi, bir
taraftan hakimâne bir tavrı ve sıkı bir ölçülülüğü yansıtan, bir taraftan
teknik ıstılahlarla dolup taşan üslubu içinde genel görüşlerini ve şahsî
vakıalarını anlatmakta, daima duygusuz ve donuk bir edâ taşıyan bu üslup, onun
Hallac hakkındaki kanaatini nasıl oluşturduğuna dair en değerli ipucunu
sunmaktadır.” Bkz. Massignon, Louis, The Passion of al-Hallâc, Mystic
and Martyr of Islam, (I- IV), Fransızca’dan çev. Herbert Mason,
(Princeton University Press), New Jersey 1982, c. II, s. 395. Claude Addâs,
Massignon’un şeyh hakkındaki bu kanaatine, İbnü’l-Arabî’nin Hallâc hususunda
dile getirdiği bazı ihtiyat kayıtları sebebiyle ulaşmış olabileceğini söyler.
Yukarıda Massignon’dan iktibas edilen metnin son kısmı da bu yönde bir ipucu
vermektedir. Bkz., Addas, İbn Arabî, s. 212.
[244] Bkz., Esmâil, Azîz, The
Poetics of Religious Experience, The Islamic Context, (The Institute of
Ismaili Studies), London 1998, s. 26.
[245] Bkz. eş-Şutûrî, Ali
Hatîb, İtticâhü’l-Edebi’s-SûfîBeyne Hallâc ve İbn Arabi,
(Dârü’l-Meârif), Kahire 1984, s. 474.
[246] Fütüvvet: Fedakârlık,
ferâgat, mertlik. Bir kimsenin sırf insânî mülâhâzalarla başkalarının hak ve
menfaatını kendisininkinden önde tutması. İbnü’l-Arabî, “Şüphesiz rızık
veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (Zâriyât 51/58) ayetine
istinaden istinaden gerçek manâda sadece Allah’a mahsus bir özellik olarak
görür ve yine mezkûr ayete istinaden fütüvvetin şu üç temel esasını belirler:
Cömertlik (Rezzâk), kuvvet (zü’l-Kuvvet) ve metanet (Metîn).
Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. IV, s. 53, 54 ve devamı.
Ayrıca bkz. Fütûhât (byr.), c. III, s. 349 ve devamı. Tasavvufî
ve tarihî açıdan fütüvvet hakkında ayrıca bkz., Gölpınarlı, Abdülbâkî, “İslam
ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İÜİF. Mecmuası,
İstanbul Ekim 1949-Temmuz 1950, c. XI/1-4, sayı: 3, ss. 6-103; Çağatay, Neşet, Bir
Türk Kurumu Olan Ahilik, (TTK. Basımevi), Ankara 1989, s. 5 ve devamı;
Afîfî, Ebu’l-Alâ, “Melâmîlik, Sûfîlik ve Ehl-i Fütüvvet”, İDÜM., ss.
135, 194; Uludağ, Süleyman-Ocak, Ahmet Yaşar, “Fütüvvet” mad. DİA,
İstanbul 1996, c. XIII., ss. 259-263; Uludağ, Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, (Marifet Yay.), İstanbul 1991, s. 183; Cebecioğlu,
Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, (Rehber
Yay.), Ankara 1997, s. 280, 281.
[247] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.) c. IV, s. 68.
[248] Addas, İbn
Arabi, s. 212.
[249] Afîfî,
“İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İDÜM., s.
231.
[250] Afîfî, Fusûs Okumaları,
s. 31.
[251] Afîfî,
“İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi’nin Kaynakları”, İDÜM., s.
251, 252.
[252] Afîfî, Ebu’l-Alâ, The
Mystical Philosophy of Muhyiddin Ibn al-‘Arabî, (Cambridge University
Press), Cambridge 1939, s. XX. Eserin tercümesi için bkz. Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, çev. Mehmet Dağ, (Kırkambar Yay.),
İstanbul 1999; A. mlf., Tasavvuf, İslam’da MânevîHayat, çev:
Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, (İz Yay.), İstanbul 1999, s. 162. A. mlf., Fusûs
Okumaları, s. 31.
[253] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. I, s. 277.
[254] Hâşîmî, Ahmed, Cevheretü’l-Belağa
fi’l-Meâni ve’l-Beyân ve’l-Bedî, (Kahraman Neşriyat), İstanbul 1984, s,
44.
[255] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 76-78, 84, 85.
[256] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 77.
[257] age.,
s., 84, 85.
[258] Burada söz konusu
olanın tabiî mittir. Yoksa İbnü’l-Arabî’nin üslûbunu, eski İran ve Yunan’daki
tarihî mitolojilerle mukayesesini yapmak gibi bir niyetimizin olmadığını
özellikle vurgulamak istiyoruz. Tabiî mitlerin yanı sıra, bir de tarihî mitler
vardır. Eski İran’da olduğu gibi, yer yüzünü iki ilâhî gücün savaş alanı olarak
gören anlayış, yine eski Yunan’da olduğu gibi yer yüzünün bir birine eşit
olmayan bir tanrılar hiyerarşisi tarafından yöneltildiğini iddia eden
anlayışlar tarihî mit’lerdir. Bkz., Tillich, İmanın Dinamikleri,
çev. Fahrullah Terkan-Salih Özer, (Ankara Okulu Yay.), Ankara 2000, s., 55.
[259] age.,
s. 51.
[260] Eliade, Mircea,
“Modern Dünyanın Mitleri”, çev. Sadık Kılıç, İslam’da Sembolik Dil
içinde, (İnsan Yay.), İstanbul 1995, s. 280.
[261] Eliade, Mircea, İmgeler
Simgeler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (Gece Yay.), Ankara 1992, s. XXV;
A. mlf., “Modern Dünyanın Mitleri”, İSD., içinde s. 290.
[262] agm.,
s. 281.
[263] Tillich, İmanın
Dinamikleri, s., 53.
[264] Esmail, The
Poetics, s. 19.
[265] İbnü’l-Arabî’nin
düşüncesinde hayalin insanî ve ontolojik farklı düzeyleri için bkz, Corbin,
Henry, Creative Imagination in The Sufism of Ibn ‘Arabî,
Fransızca’dan çev. Ralph Manheim, (Princeton University Press), Princeton 1969,
ss. 179-237; Chittick, The Sûfî Path, ss. 112-139; A. mlf., Hayâl
Alemleri, ss. 97-112 Kasım, Mahmud, el-Hayâl fî Mezhebi Muhyiddin
İbn Arabî, (Ma’hedi’l-Buhûs), Kahire 1969; Çakmaklıoğlu, M. Mustafa,
“Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayal ve Düzeyleri”, Tasavvuf,
yıl: 4, sayı: 10, Ocak-Haziran 2003.
[266] Afîfî, Fusûs
Okumaları, s. 42.
[267] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 48-50.
[268] age.,
c. II, s. 129.
[269] age.,
c. II, s. 124.
[270] İbnü’l-Arabi’ye göre
ilâhi isimlerin imamları dört tanedir: Hayy, Mütekellim, Semî’ ve Basîr.
Bkz., age., c. II, s. 127.
[271] age.,
c. II, s. 131.
[272] Bkz. İbnü’l-Arabi, Ankâ,
s. 31 ve devamı; A. mlf., İnşâü’d-Devâir, s. 36 ve devamı.
[273] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s. 194, 195, 199.
[274] İbnü’l-Arabî’nin bu
tarz tecrübelerinden bazıları hakkında bkz., Chittick, Hayâl Alemleri,
ss. 113-128.
[275] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV s. 439.
[276] Kılıç, Mahmut Erol, Sûfî
ve Şiir, Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, (İnsan Yay.), İstanbul
2004, s. 53.
[277] Kafiye söz konusu
olmaksızın cümlelerdeki fasılaların bir birine uyumlu olması. Nesirde cümlenin
parçalarının bir birine eşit ve uyumlu tarzda yazılması. Meselâ; “ mesfûfeh
mebsûseh”, “ şedîd. karîb”
ifadelerinde olduğu gibi. et-Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşafu
Istılâhâti’l-Fünûn, (Kahraman Yay.), Kalküta 1862’den tıpkı basım,
İstanbul 1984, c. II, s. 1519.
[278] Bkz, İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c, I, s. 43, 44, 172; c. II, s. 117, 118.
[279] Bkz. İbnü’l-Arabî, İsrâ,
(Resâil), s. 157. İbnü’l-Arabî’nin bu veciz risalesi ayrıca Suad Hakim
tarafından da neşredilmiştir. Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-İsrâ
ile’l-Makâmi’l-Esrâ, nşr. Suad Hakim (Dendere Neşriyat), Beyrut 1988.
[280] Bkz. İbnü’l-Arabi, İsrâ,
(Resâil), s. 222.
[281] Bkz. İbnü’l-Arabî, İsrâ,
nşr. Suad Hakim, s. 34, 35. (takdim).
[282] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 63 ve devamı.
[283] Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 36.
[284] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 61.
[285] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 43; c. II, s. 117.
[286] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-İsrâ,
(Resail), s. 159.
[287] Bkz. eş-Şutûrî, İtticâh,
s. 462. Meselâ Hallâc’ın bu tarz etkileyici sözleri için bkz. el-Hallâc,
Ebü’l-Mügîs Hüseyin b. Mansur, Ahbâru’l-Hallâc, derleme ve nşr.
Louis Massignon, (Librairie Philosophique J. Vrin), Paris 1957 s. 11. Hallac’ın
hayli edebî ve etkileci sözlerini ihtiva eden bu eser, bizzat Hallac tarafından
telif edilmiş bir eser değildir. Onun muhtelif kaynaklardaki şiirlerinin
derlenmesiyle Massignon tarafından oluşturulan Divan gibi, Ahbâru’l-Hallâc
da, Hallac’ın farklı kaynaklarda rivayet edilen sözlerinin, yine Massignon
tarafından derlenmesiyle oluşan bir eserdir.Bkz. Uludağ, “Hallâc-ı Mansûr” mad.
DİA., İstanbul 1997, c. XV, s. 381.
[288] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 258.
[289] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 300 ve devamı.
[290] Bu hususta ayrıntılı
bilgi için bkz. Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman, s. 91 ve devamı.
[291] İbnü’l-Arabî
hadislere istinaden Hakk’ın dünya semasına tenezzülünden bahseder. Hakk’ın
vahiy yoluyla insanla konuşması da bir nevî tenezzüldür. Bu kavram, subhân olan
Allah (cc.) mahlukata bir şekilde teveccühünü ifade eder. Kulun nüzûlu,
yâni bu menzilleri katetemesi ise mânevî bir yükseliştir. İbnü’l-Arabî “nüzûl”un
bu karşılıklı iki yönünü ifade etmek üzere de “münâzele” kavramını kullanır
ve bu kavramı da bir birini arzulayan iki failin karşılıklı tenezzülü ve
karşılaşmaları olarak tanımlar. Münazelede kulun fiili mânevî bir yükseliştir,
ama ilâhî tenezzül olmasa kul pek bir mesafe katedemez. Bkz. İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 310; c. VI, ss. 331-335.
[292] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 92.
[293] age, s.
108.
[294] Bkz. İbnü’l-Arabî, el-Abadile,
thk. Abdülkadir Ahmed Atâ, (Mektebetü’l-Kahire), Kahire 1994, s. 42-43.
[295] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 120, 122.
[296] Nasr, “Sûfîlikte
Şiirden Hikayeye”, TasavvufîMakaleler, s. 192.
[297] Bkz. en-Nifferi,
Muhammed b. Abdulcebbar b. Huseyin, Kitâbu’l-Mevâkıf, thk. Arthur
J. Arbery, (Dârü’l-Kütübi’l-Mısrıyye), Kahire 1934; Aynı müellif, Kitâbu’l-Muhâtabât,
(Kitâbu’l- Mevâkif içinde.)
[298] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu
Menzili’l-Kutb ve Makâlühü ve Hâlühü, (Resâil), s. 319.
[299] Serrâc, Ebu Nasr
et-Tûsî, el-Luma’, thk. Abdülhalim Mahmud,
(Mektebetü’s-Sekafetü’d- Dîniyye), Kahire 2002, s. 461. Eserin tercümesi için
bkz., el-Luma’, İslam Tasavvufu, hz. H. Kamil Yılmaz, (Altınoluk
yay.), İstanbul 1996.
[300] Bkz., İbnü’l-Arabî, Meşâhidü
Esrâri’l-Kudsiyye, Süleymâniye Ktp., Es’ad Efendi No: 3633, v.
80 a, 81 b, 85 b ve devamı.
[301] Eser, başta Şeyh’in
önde gelen öğrencilerinden olan İbn Sevdekin en-Nûrî (ö. 646/1248) tarafından
olmak üzere birkaç kez şerh edilmiştir. Bu şerhler ve eser hakkında bkz. Yahya,
Osman, Müellefât, ss. 558-560.
[302] Addas, İbn
Arabi, s. 140, 141.
[303] Bkz., eş-Şuturî, İtticahü’l-Edeb,
s. 471, 472.
[304] age., s. 479, 488.
[305] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 37.
[306] Sufîler geleneksel
olarak bilgiye ulaşmanın iki farklı yolunu ifade etmek üzere “marifet” ve
“ilim” ayrımını yapmışlar ve en üst mertebeye de “marifet”i koymuşlardır.
İbnü’l-Arabî de bazen diğer sûfîler gibi bu iki kavramı bir birinden ayırmakla
beraber, çoğunlukla böyle bir ayırıma gitmeden her iki kavramı bir birinin
yerine kullanır. Dahası o, böyle bir ayırımın hakiki olmadığını, bu konuda
sufîler arasındaki ihtilafın da mânâdan çok isimlendirmeden kaynaklandığını
söyler. Hattâ kimi zaman ilmin daha tam olduğunu ifade eder. Söz gelimi ona
göre ilim, ru’yetten daha tamdır; zirâ ru’yet ilme götüren yollardan sadece bir
tanesidir. Diğer taraftan bir şey hakkında ru’yet gerçekleştiği halde o şey
hakkında ilim ve idrak husûle gelmemiş olabilir. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 230. Ayrıca bkz. Chittick, Sûfî Path,
s. 148, 149. Kuşeyri de böyle bir ayırıma gitmeksizin, marifet ile ilmin aynı
olduğunu ifade eder. Bkz. Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
hz. Halil Mansur, (Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut 2001, s. 342. İlim-marifet
ayırımı hakkında ayrıca bkz. Kelâbâzî, Ebûbekir Muhammed b. İshak, et-Taarruf
li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, haz. Ahmed Semseddîn,
(Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut, 1993, s. 72, 73; Rosenthal, Franz, Bilginin
Zaferi, İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı, çev. Lami Güngören, (Ufuk
Yay.), İstanbul 2003, s. 187 ve devamı; Sevim, Seyfullah, İslam
Düşüncesinde Mârifet ve İbn Arabî, (İnsan Yay.), İstanbul 1997, ss.
140-145.
[307] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’t-Tecellîyyât,
(Resâil), s. 421; A. mlf.; Fütûhât (byr.), c. III, s.
447.
[308] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 389; c..III, s. 79; c. IV, s. 215; c. V, s. 73, 74; (byr.),
c. III, s. 447, 448. A. mlf., Risaletü’l-Kasemi’l-İlahî,
(Resâil), s. 101; Chittick, The Self- Disclosure of Gad,
Principles of Ibn al-‘Arabi’s Cosmology, (State University of New York
Press), New York 1998, s. XXII; A.mlf., SûfîPath, s. 168.
[309] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. III, s. 81; A. mlf., Kitâbu’l-Kurbe (Resâil),
s. 73, 74. Eser ayrıca Seyyid Muhammed Bedrüddin tarafından tashih edilen Mecmûu’r-Resâil
içerisinde de vardır bkz. Kitâbu’l-Kurbe, Mecmûu’r-Resâili’l-İlâhiyye
içinde, tsh. Seyyid Muhammed Bedrüddîn, (Matbaatu’s-Saâde), Kahire 1325 h., s.
20, 21.
[310] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. V, s. 73, 74.
[311] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 133.
[312] Chittick, SufîPath,
s. 168.
[313] age.,
s. 170; Aynî, Mehmed Ali, İslam Tasavvuf Tarihi, çev. H. R.
Yananlı, (Akabe Yay.), İstanbul 1985, s. 53, 54.
[314] Bkz. İbnü’l-Arabî, Risaletün
ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s. 225. A. mlf., Fütûhât (thk.),
c. IV, s. 272.
[315] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitabu’l-Mesâil, (Resâil),
s. 383.
1 Underhill,
Eveleyn, Mysticism, A Study in the Nature andDevelopment of Man’s
Spirutual Consciousness, (Methuen & Co Ltd), London 1960, s. 281,
282.
[317] age.,
s. 283.
[318] age.,
s. 285.
[319] Underhill, Mysticism,
s. 281.
[320] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, ss. 223-225.
[321] age.,
c. II, s. 223.
[322] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. I, s. 146, 147; Yetkin, Saffet Kemalüddin, “Muhyiddîn-i Arabî
ve Tasavvuf’, AÜİF. Dergisi, c. I, sayı: 1, Ankara 1952, s. 23.
[323] İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 146, 147.
[324] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 380.
[325] Bkz., İbnü’l-Arabî, Risâletü’l-Kasemi’l-İlahî,
(Resâil), s. 101.
[326] Chittick, William
C., Hayâl Alemleri, çev.: Mehmet Demirkaya, (Kaknüs Yayınları),
I. Basım, İstanbul 1999, s. 23.
[327] Bkz. İbnü’l-Arabî, Risâletü’l-Envâr,
(Resâil), s. 154.
[328] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 351.
[329] Chittick, SûfîPath,
s. 147.
[330] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Ezel
(Resâil), s. 138.
[331] White, John, Aydınlanma
Nedir ?, ed. John White, çev. Cengiz Erengil, (Ayna Yay.), İstanbul
2002, s. 17, 18.
[332] Bilinemezcilik
(Agnosticism): Genel olarak, gerçek ve mutlak varlığın bilinemeyeceği öğretisi.
Özel anlamda, yeni İngiliz Felsefesinde Thomas Huxley ile Herbert Spencer’ın
oluşturdukları, bilginin ancak bilme yetimizin kesin olarak bilebileceği
konular içinde sınırlı kaldığını ve bunun dışındaki metafizik konuların
bilinemeyeceğini ileri süren akım. Bkz. Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri
Sözlüğü, (İnkılap Kitabevi), İstanbul 1988, s. 37; Bolay, S. Hayri, Felsefî
Doktrinler Sözlüğü, (Akçağ), Ankara 1990, s. 3, 4.
[333] Sevim, İslam
Düşüncesinde Marifet, s. 136.
[334] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 45, 46. İbnü’l-Arabî, idrak edilen ve idrak edeni
şu şekilde iki kısma ayırır: İdrak eden (müdrik): 1-İlmen idrak edip
tahayyül gücü olan. İlmen manâları idrak ettiği gibi hayaliyle görünebilir
sûretleri de tutabilir. 2-Sadece ilmen idrak edip tahayyülü olmayan cisimsiz
varlıklar. İdrak edilen (müdrek): 1-Sûret ile kayıtlı olan müdrek.
Bilinen bu şeyi tahayyülü olan sûretten bilir, tahayyülü olmayan ise sûretsiz
bir şekilde sâdece ilmen bilir. 2-Sûreti olmayan müdrek. Bunun ise tahayyülü
mümkün değildir, sâdece ilmen bilinir. Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 392.
[335] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 393; A. mlf., Kitâbu’t-Terâcim, (Resâil), s. 271.
[336] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 84, 85.
[337] Chittick, SûfîPath,
s. 148.
[338] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.),c. III, s. 448.
[339] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 392, 393.
[340] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, 100; A. mlf., Kitabu’l-Mesail, (Resâil), s.
380; A. mlf., Risaletü’ş-Şeyh ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s.
224; Sevim, İslam Düşüncesinde Marifet, s. 136.
[341] Bkz. İbnü’l-Arabî, Risaletü’ş-Şeyh
ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s. 224.
[342] Münâzele, ilahî
isimler ile kemâl derecesinde olan insanın hakikatinin karşılaşıp buluşmasını
ifade eden bir kavramdır. Kulun her yönden şeriatin hükümlerine uyması ve tam
bir tevhid ile yükselmesi, Hakk’ın da ona nüzûlu ile buluşma gerçekleşir. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Kitâbu’t-Terâcim, (Resâil), s. 263, 264.
[343] Bkz., age.,
s. 265. Kavram hakkında bkz. Hakim, Mu’cem, ss. 1053-1056.
[344] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 96.
[345] Filiz, Şahin, İslam Felsefesinde
Mistik Bilginin Yeri, (İnsan Yay.), İstanbul 1995, s. 175.
[346] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 392.
[347] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 394, 395, 397; c. III, s. 314, 315; (byr.),
c. IV, s. 386; Afifi, Mystical Philosophy, s. 104.
[348] Mesela Gazâli bu
görüştedir ve bu hususta duyuların en kuvvetlisi olan görme duyusunun yer
küreden kat kat büyük olan yıldızları küçük bir altın lira şeklinde görmesini
duyumların yanılgısına örnek olarak gösterir. Bkz., el-Gazzâlî, Ebû Hamid
Muhammed, el-Munkız mine’d- Dalâl, çev. Hilmi Güngör, (MEB:
Yay.), İstanbul 1994, s. 18. Fakat Gazâli duyuların bu hatasını, duyu yetisinin
zaafı, duyumlanan şeyin uzaklığı gibi gelip-geçici birkaç durumla sınırlı
görür. Bkz., Cihan, A. Kamil, İbn Sina ve Gazâli’de Bilgi Problemi,
(İnsan Yay.), İstanbul 1998, s. 128. Yine Fahreddin Râzi (ö. 607/1210) de
duyumların hatasına dair bu minvalde bazı örnekler getirmektedir: Meselâ, göz
bazen küçük olanı büyük görür; üzüm tanesi su içerisinde erik kadar büyük
görünür. Bkz., Râzî, Fahreddin, el-Muhassal, çev. Hüseyin Atay, (Kelâma
Giriş), (AÜİF. Yay), Ankara 1978, s. 18, 19. Filozofların duyular
hakkındaki bu tarz görüşleri için bkz. Keklik, Nihat, Felsefenin Tekniği,
(Doğuş Yay.), İstanbul 1984, s. 198 ve devamı. Nihat Keklik, Mevlâna’nın da
benzer bir şekilde duyumların hatasından bahsettiğini söyler. Bunun için de Mesnevî’deki
şu benzetmeleri zikreder: Güneş ışığına sarı cam arkasından bakılırsa sarı,
mavi cam arkasından bakılırsa mavi görülür. Bir meşâle hızla çevirildiğinde bir
ateş çizgisi görünür. Keklik, Felsefede Metafor, s. 112. Fakat bu
benzetmelerden hareketlerle Mevlanâ’nın duyulara hatâ isnad ettiğini söylemek
pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü Mevlânâ, bu benzetmeleri, doğrudan duyu
yanılmalarına örnek olmak üzere zikretmez. Birinci benzetmeyi Hz. Peygamberin
Mekke’yi fethetmek istemesini, bazı önyargılı kimselerin, onun dünya malına
tamah etmesi yönünde yorumlamalarının yanlış ve şartlı bakış açılarından
kaynaklandığını vurgulamak üzere zikreder. Bkz. Mevlânâ, Mesnevî,
çev. Veled İzbudak, (MEB. Yay.), İstanbul 1960, c. I, s. 314, 315 (byt.: 3955).
İkinci benzetmeyi ise, akıp giden ömrün daimi olmadığına, Allah (cc.)
tarafından her an sürekli yaratıldığı için (halk-ı cedîd) böyle
sürekliymiş gibi göründüğüne misal olmak üzere zikreder. Bkz. age.,
c. I, ss. 92-95 (byt.: 1144-1150)
[349] Bu izâhatlarında
İbnü’l-Arabî duyumlara hatâ isnad edenlerin vermiş oldukları örnekleri ele
alarak onların hatalarını göstermeye çalışır. Meselâ hareket eden bir gemide
bulunanların sahili de hareket eder şekilde görmeleri bu görüşü savunanlara
göre açıkça görme duyusuna hatâ isnat edilebileceğinin göstergesidir. Yine
safra hastalığından dolayı balın ya da şekerin insana acı gelmesi açıkça tatma
duyusunun hatasını gösterir. Fakat İbnü’l-Arabî bu görüşte değildir. Zîrâ o, bu
iki örnekte vurgulandığı şekliyle görme duyusunun sahildeki “hareketi” görmesi
ya da tatma duyusunun “acılığı” tatması hususunda şüphe yoktur der. Fakat ona
göre bunlar bir duyu yanılması değildir; göz bizzat bu “hareketi” idrak eder,
yine tatma duyusu da “acılığı” bizzat tadar, burada bir hatâ söz konusu
değildir. Çünkü meselâ tatma duyusuna yanılgı isnat ettikleri örneği alacak
olursak, burada safra tatma duyusuna hakim olmuş, tatma duyusuyla şeker arasına
girmiştir. Bu sebeple tatma duyusu bizzat safranın acılığını tatmaktadır,
şekerin tatlılığını değil. Eğer duyumların aldığı bu zarûri veriler üzerine
akıl, “sahil hareket edicidir” ya da “şeker acıdır” gibi bir hükümde bulunursa
hatâ etmiş olur. Dolayısıyla hatâ zarûrî olarak şahid olan hislere değil hakim
olan akla isnat edilmelidir. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.),
c. III, s. 314, 315. Ayrıca bkz., Keklik, İbnü’l-Arabî, Hayatı ve
Çevresi, s. 28, 29
[350] Yıldırım, Kâzım, Muhyiddin
İbnü’l-Arabî ve Sistemi, İÜSBE., (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul
1989, s. 81.
[351] Keklik, İbnü’l-Arabî,
Hayatı ve Çevresi, s. 29.
[352] Bkz.,Gazâlî, Munkız,
s. 18, 19.
[353] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, 185.
[354] Bkz., age.,
c. IV, s. 188.
[355] Filiz, Şahin, İslam
Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, (İnsan Yay.), İstanbul 1995, s. 262.
[356] Hakim, Suad,
“Knowledge of God”, MIACV., s. 274.
[357] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 447.
[358] Mahmud, Zeki Necib, Kıssatu
Akl, (Dâru’ş-Şurûk), Kahire 1993, ss. 140-142.
[359] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 197.
[360] Bu hususta meselâ
bkz. Muhâsıbî, Haris b. Esed, Risâletü’l-Müsterşidîn, thk.
Abdülfettah Ebu Gudde, (Mektebetü’l-Matbûatü’l-İslâmiyye), Kahire 1982, s. 97,
98; Aynı müellif, el-Akl ve Fehmu’l-Kur’an, thk. Hüseyin
Kuvvetli, (Dârü’l-Kindî), Beyrut 1982, s. 225 ve devamı. Gazâli, /hyâ ’sında
aklın öneminden ve hangi anlamlarda kullanıldığından ayrıntılı bir şekilde
bahseder. Sufîlerin akla olan eleştirilerinin daha çok, aklın kelam ilminin
sanatlarından olan, mücâdele, münazara ve münâkada için kullanılmasından
kaynaklandığını ileri sürer. Dolayısıyla buradaki karşıtlığın tesmiyeden
kaynaklandığını, yoksa sûfîlerin bir idrak yetisi olarak aklı mutlak anlamda
yermelerinin mümkün olamayacağını söyler. Bkz., el-Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed
b. Muhammed, İhyâu Ulûmiddîn, (Dârü’l-Mârife), Beyrut 1982, c.I,
s. 88, 89.
[361] İbnü’l-Arabî burada
aklı, beden ülkesinde “sığınılacak yer” ya da bu ülkenin “yükünü taşıyan” şey
olarak görmesi aklı vezire benzetmesinden dolayıdır. Zîrâ ona göre “vezir”
kelimesinin, “sığınılacak yer” anlamına gelen “vezer”den ya da “ağırlık,
yük” anlamına gelen “vizr”den türemiş olması muhtemeldir. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Tedbîrât (KSDIA.), s. 157, 158.
[362] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 305. Tasavvufî literatürde aklın, bu şekilde marifet,
tahalluk ve tahakkuk konularım kuşatıcı tarzda kullanımı, hattâ aklın “Kevnî”
ve “Kur’ânî” iki farklı mahiyeti olduğu şeklindeki genel kullanımı hakkında
bkz., Muhâsıbî, el-Akl ve Fehmu’l-Kur’an, s. 151 ve devamı, s.
166 ve devamı; Azzâm, Muhammed Mustafa, el-Mustalahu’s-Sûfî
Beyne’t-Tecrübe ve’t-Te’vîl, haz. Taha Abdurrahman, Rabat 2000, s. 195
ve devamı.
[363] Hakîm Tirmizî,
Muhammed b. Ali, Beyânu’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Fuâd ve’l-
Lübb, thk. Nicholas Lawson Here, (Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye),
Kahire 1958, s. 92.
[364] Kılıç, Sadık, “Akıl
İle Kalbin Uzlaşması”, İSD., içinde, s. 103.
[365] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 204.
[366] Kelâbâzî, Ta’arruf,
s. 71.
[367] age, s.
69.
[368] İbnü’l-Arabi, el-Bulga
fi’l-Hikme, Râgıp Paşa- 679/823’ten faksimile, nşr. Nihat
Keklik, (İÜEF. Yay.), İstanbul 1969, v. 114a. Daha önce de söylediğimiz gibi bu
eser esasında İbnü’l- Arabî’ye izafe edilen eserlerdendir. Nihat Keklik, el-Bulga
’nın, İbnü’l-Arabi’nin eserlerinin genel özelliklerini taşıdığını
söyleyerek Şeyhü’l-Ekber’e aidiyyetini kanıtlamaya çalışır. Bkz. age.
ss. 15-40. Elimizdeki faksimile metin İbnü’l-Arabî ismini taşıdığı için biz
burada ve daha sonraki referanslarımızda el-Bulga’yı İbnü’l-Arabî’ye
izafeten vereceğiz.
[369] Aynî, M. Ali, Şeyh-i
Ekber’i Niçin Severim, haz. İsmail Kara, İbn Arabî’de Varlık
Düşüncesi içinde, (İnsan Yay.), İstanbul 1992, s. 230.
[370] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Celal,
(Resail), s. 52.
[371] İbnü’l-Arabî, Risâletü’n
ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s. 225
[372] Tirmizî, Beyanü’l-Fark,
s. 92.
[373] Gazâlî, Munkız,
ss. 18-21; Erdem, Hüsamettin, “Gazâlî’de Bilgi Meselesi”, İslâmî
Araştırmalar, Gazâli Özel Sayısı, c. XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000, s.
295.
[374] Gazâlî, Munkız,
s. 66, 67, 71.
[375] İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-Mesâil
(Resâil), s. 402; A. mlf., Fütuhât (thk), c. I, s. 203,
c. II, s. 334, 335; (byr.), c. VIII, s. 25; A. mlf. Kitâbu’t-Tecelliyyât,
(Resâil), s. 431; A. mlf., Kitâbu’l-Vasâya, (Resâil), s.
491.
[376] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 92, 101, 102; c. IV, s. 216, 314, 315; (byr.),
c. VI, s. 26; A. mlf. Risâletün ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s.
224.
[377] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-Mesâil
(Resâil), s, 402; A. mlf., Kitâbu’t-Tecelliyât (Resâil),
s. 431; A. mlf., Fütûhât (thk), c. I, s. 203, c. II, s. 334;
Chittick, SufîPath, s. 196.
[378] Bkz., Gilis,
Charles-Andre, İslam ve Evrensel Ruh, çev. Alpay Mut, (İnsan
Yay.), İstanbul 2004, s. 29.
[379]Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. IV, ss. 216-219.
Ayrıca bkz., Chittick, Sûfî Path, s. 164, 171.
[380] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 215, 216.
[381] Bkz., İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 121.
[382] Chittick, SufîPath,
s. 180.
[383] İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-İsfâr
an Netâici’l-Esfâr, (Resâil), s. 449.
[384] İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-Mesâil
(Resâil), s. 402.
[385] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 230.
[386] İbnü’l-Arabî aklın bu
açık ve kesin önermelirine, aklın bedîhîyönü ya da evâilu’l-akl
der. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. II, 100, s. 389.
[387] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 314; Chittick, SûfîPath, s. 159, 160.
[388] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, 253.
[389] age.,
c. II, s. 253; Chittick, SûfîPath, s. 162; Ebu Zeyd, Felsefetü’l-Te’vîl,
s. 215.
[390] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 159.
[391] Bkz. İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 133. İbnü’l-Arabî bu eserinde insanı bir ülkeye, insanın
muhtelif melekelerini de bu ülkedeki farklı yöneticilere benzetir. Buna göre
beden, ülkeye; ruh, halifeye; akıl, vezire; hayal ve hafıza, hazineye; kalp,
saraya ... vb. benzetilmiştir. Bkz. age., 131 ve devamı.
[392] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 253; Keklik, İbnü’l-Arabî, Hayatı ve Çevresi,
s. 31, 32.
[393] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, ss. 317-319.
[394] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 253, 254; c. IV, s. 319.
[395] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 127.
[396] İbnü’l-Arabî, Kitâbü’t-Terâcim,
(Resail), s. 272; İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c.
II, 93, 100.
[397] Bkz., İbnü’l-Arabî, Risaletün
ile’l-İmam er-Razî, (Resâil), s. 224, 225.
[398] Chittick, Sûfî
Path, s. 163.
[399] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 346.
[400] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 346, 347; (thk.), c. II, 91, 92.
[401] Bkz., Chittick, SûfîPath,
s. 160.
[402] Meselâ bkz., Âl-i
İmrân, 3/ 191; Gâşiye 88/17; Â’râf 7/176, 185; Rûm 30/8; Nahl 16/69.
[403] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Ahlak,
(Matbaatü’t-Tekaddüm), Kahire 1238 h., s. 5, 6
[404] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 347.
[405] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-İsfâr
an Netâici’l-Esfâr, (Resâil), s. 454; A. mlf., Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 400; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. III, s.
423; Chittick, SûfîPath, s. 165.
[406] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 348.
[407] Huxley, Aldous, Kalıcı
Felsefe, çev. Latif Boyacı, (İnsan Yay.), İstanbul 1996, s. 112, 113.
[408] age.,
s. 136.
[409] Chittick, SûfîPath,
s. 166.
[410] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 254.
[411] age.,
c. II, s. 255.
[412] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 349.
[413] Bkz. İbnü’l-Arabî, Zehairu’l-Â’lâk
Şerhu Tercümâni’l-Eşvâk, hz. Halil İmran Mansur,
(Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut 2000, s. 105; Rosenthal, Franz, “Ibn ‘Arabî
Between Philosophy and Mysticism”, ORIENS, Journal of The International
Society for Oriental Research, (E. J. Brill), Leiden 1988, c. 31, s. 9.
[414] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütuhât
(byr), c. V, s. 46.
[415] Bkz., age.,
c. IV, s. 385.
[416] Rosenthal, “Ibn
‘Arabî Between Philosophy and Mysticism”, ORIENS, c. 31,
s. 9, 10.
[417] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 100.
[418] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. IV, s. 317, 318; Cevdet, Naci Hüseyin, el-Ma’rifetü’s-Sûfiyye,
Dirâsetün Felsefiyyetün fîMüşkilati’l-Ma’rife, (Dârü’l-Cîl), Beyrut
1992, s. 141.
[419] İbn Sevdekin,
Şemsüddin İsmail b. Abdullah en-Nûrî, et-Ta’lîkât
ale’t-Tecelliyyâti’l-İlâhiyye, İbnü’l-Arabî, et-Tecelliyâtü’l-İlâhiyye
içinde, thk. Osman İsmail Yahya, (Merkez-i Neşr-i Dânişgâhi), Tahran 1988, s.
368. Dipnot 629; Yahya, Osman İsmail, “Nusûsun Târîhiyyetün Hâssaten bi
Nazariyyeti’t-Tevhid”, KTMİA., s. 247.
[420] Hiss-i Müşterek:
Duyumlardan kaynaklanan cüzî sûretleri birleştirip, şekillendiren kuvvedir.
Yağmur damlalarının gök yüzünde düz bir çizgi, hızla dönen bir meşâlenin daire
şeklinde görülmesinde olduğu gibi. Her iki durum da gözde değil, hiss-i
müşterekte gerçekleşmiştir. Çünkü
göz eşyayı olduğu görür. Eğer duyumlardan kaynaklanan cüzî
sûretleri bir bütün olarak idrak eden bu kuvve olmasaydı, dokunarak
hissettiğimiz şeyin aynı zamanda renkli ya da renksiz oluşuna hükmedemezdik.
et-Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn,
(I-II), (Kahraman yayınları. Kalküta 1862 baskısından tıpkı basım), İstanbul
1984, c. I, s., 304. Vehm: Duyulardan, maddî ve hissî olmayan
cüzî anlamları idrak eder. Kurdun koyundan kaçtığını söylemek gibi. Yine maddî
olan insanda gayr-ı maddî olan “sadâkat” idrak etmek gibi. İnsandaki en
kuvvetli yetidir, idraki çok hızlıdır, bütün mevcûdâta tasarrufu vardır. Akıl,
fikir, müdrike ve musavvira gibi yetilere galip gelebilir. İnsan bu yetisine
hakim olursa bir çok tasarrufta bulunabilir, fakat bu yeti insana hakim olursa,
onunla dilediği gibi oynar ve onu şaşırtır. age., c. II, s. 1513.
Hafıza: vehmin idrak ettiği mânâları muhafaza edip hatırlatan
yetidir. Bu sebeple müzekkire/zâkire diye de isimlendirilir. Hayalin, hissi-i
müşterekin hazinesi olduğu gibi hafıza da vehmin hazinesidir. age.,
c.I, s. 311. Musavvira:kuvve-i hayal: Hayal ile aynı anlamda
kullanılır. Hiss-i müştereğin idrak ettiği sûretleri, duyumlar ortadan
kalktıktan sonra saklayabilen yetidir. Musavviranın sakladığı sûretler üzerinde
her hangi bir tasarrufu ve fiili söz konusu değildir. Sadece bu sûretleri
saklar. Mütehayyile: Musavviranın sakladığı hissî sûretler
üzerinde tasarruf ve fiilde bulunan yetidir. Onlar üzerinde, birleştirip,
ayırmak sûretiyle tasarrufta bulunur. Mütehayyilenin aynı zamanda, vehmin
duyumlardan idrak edip, hafızanın sakladığı cüzî mânâlar üzerinde de tasarrufu
vardır, bu mânâlara sûretler verir. Farabî, İbni Sinâ ve Gazalî mütehayyileyi,
rüyâ, vahiy ve nübüvvet açısından oldukça önemli görürler. Bkz., Necati,
Muhammed Osman, ed- Dirâsetü’n-Nefsâniyye inde Ulemâi’l-Müslimîn,
(Dârü’ş-Şürûk), Kahire 1993, s. 130, 131, 184. Bu kavramlar için ayrıca bkz.,
Gazâlî, Meâricu’l-KudsfîMedâriciMarifeti’n-Nefs, çev. Serkan
Özburun, Hakikat Bilgisine Yükseliş, (İnsan Yay.), İstanbul 2002,
ss. 37-40; İbnü’l-Arabî, el- Bulga, vr., 56 a ve devamı; Keklik, İbnü’l-Arabî,
Hayatı ve Çevresi, s. 32, 33. İbnü’l-Arabî, musavvira ile mütehayyile"yi
birbirinden ayırarak terkîb gücünü mütehayyile’ye atfediyor değildir.
Ona göre musavvira’nın duyulardan gelen sûretleri terkip gücü vardır.
Yine o, hafıza ile müzekkireyi de bir birinden ayırır; hafızanın
saklama görevi varken müzekkire'nin hatırlatma görevi vardır. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s. 253; c. IV, s. 318, 319.
436
Hakim, Suad, “Knowledge of God”, MIACV., s.
267.
[424] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 121.
[425] age.,
c. IV, s. 228; c. V, s. 120.
[426] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 148.
[427] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 120.
[428] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-Fenâfi’l-Müşahede,
(Resâil), s. 11.
[429] Rosenthal, “Ibn ‘Arabî Between Philosophy
and Mysticism”, ORIENS, c. 31, s. 10
[430] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu
Menzili’l-Kutb ve Mekâluhû ve Hâlühû, (Resâil), s. 311.
[431] İbnü’l-Arabî, Kitabu’l-Mesail,
(Resâil), s. 380; A. mlf., Risaletün ile’l-İmam er-Râzî,
(Resâil), s. 224; A. mlf. Fütûhât (thk.), c. IV, s. 320; (byr.),
c. V, s. 11.
[432] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. IV, s. 323. Ayrıca bkz., Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 214, 215.
[433] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 413; A. mlf. Kitâbu’t-Terâcim, (Resail),
s. 265.
[434] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 316.
[435] age, c.
IV, s. 316, 317.
[436] age.,
c. IV, s. 320, 321; (byr.), c. III, s. 436, 437.
[437] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 448.
[438] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, 100, 101.
[439] Bkz. Chittick, Sûfî
Path, s. 238.
[440] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 319, 321.
[441] İbnü’l-Arabî, Risâletün
ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s. 224, 225.
[442] Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfiyye,
s. 140
[443] Hakim, Suad,
“Knowledge of God”, MIACV., s. 269.
[444] Aynı yer.
[445] agm, s.
269, 270.
[446] Bkz., Boutroux,
Emile, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, çev. Hasan Kâtipoğlu, (MEB.
Yay.), İstanbul 1997, s. 132; Bolay, Süleyman Hayri, Emile Boutroux’da
Zorunsuzluk Doktrini, (MEB. Yay.), İstanbul 1999, s. 520, 521.
[447] Hakim, “Knowledge of
God ”, MIACV., s. 271.
[448] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 91; Nicholson, Reynold A., fi’t-Tasavvufî’l-İslâmî
ve Târîhuhu, Arapça’ya çev. Ebu’l-Alâ Afîfi, (Lecnetü’t-Te’lîf
ve’t-Tercüme ve’n-Neşr), Kahire 1969, s. 117.
[449] Tirmizî, Beyânü’l-Fark,
s. 92.
[450] Afîfî, Tasavvuf,
s. 20.
[451] Kuşeyrî, Risale,
s. 333.
[452] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 91, 96, 100.
[453] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 92.
[454] Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfiyye,
s. 140, 142.
[455] Sevim, İslam
Düşüncesinde Marifet, s. 139.
[456] Iqbal, Muhammed, The
Reconstruction of Religious Thought in Islam, (Hafeez Press), Lahor
1977, s. 5, 6; Armstrong, Karen, Tanrı’nın Tarihi, çev. Oktay
Özel-Hamide Koyukan-Kudret Emiroğlu, (Ayraç Yay.), Ankara 1998, s. 394.
[457] Armstrong, Tanrı’nın
Tarihi, s. 394; Mahmud, Zeki Necîb, Mevkif
mine’l-Mîtâfîzîkâ, (Dâru’ş-Şurûk), Kahire 1993, s. 50, 51. Yine bu
anlamda olmak üzere Emile Boutroux, insan zihninin, nesnelerle alâka kurabilmek
için bir çok soyutlamalar yaptığını, varlıkları bir takım kavramlara ircâ
ettiğini fakat bunların büyük bir bölümüne akıl erdiremediğini söyler. Yine bu
filozofa göre insan aklı mutlak “doğru”, “güzellik” ve “iyilik”i eksik idrak
eder. Bkz., Boutroux, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, ss. 137-139.
[458] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 207.
[459] Bkz., Boutroux, Çağdaş
Felsefede ilim ve Din, s. 136.
[460] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Fenâfi’l-Müşahede,
(Resâil), s. 11.
[461] Vekîl, Abdurrahman, Hâzihî
hiye’s-Sûfiyye, (Matbaatu’s-Sünneti’l-Muhammediyye), Kahire 1955, s.
176.
[462] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 195.
[463] İbnü’l-Arabî, Risâletü’n
ile’l-İmâm er-Râzî, (Resâil), s. 224.
[464] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 196.
[465] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV, s. 277.
[466] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV., s. 278.
[467] Fazlur Rahman, İslam,
çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, (Selçuk Yay.), İstanbul 1993, s. 197.
[468] Bkz., Serrâc, Luma’
s. 63; Kelâbâzî, Taarruf, s. 69 ve devamı; Hucvîrî, Ali b. Osman
Cüllâbî, Keşfü’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, hz. Süleyman Uludağ,
(Dergah Yayınları), İstanbul 1982, s. 399; Kuşeyrî, Risâle, s.
342 ve devamı; İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. III, s. 448, c. V,
s. 121; c. VII, s. 189.
[469] Chittick, Sûfî
Path, s. 150, 151.
[470] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 101; c. IV, s. 342, 343; Chittick, SûfîPath,
s. 150.
[471] Chittick, SûfîPath,
s. 150.
[472] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 45.
[473] Chittick, Sûfî
Path, s. 151.
[474] Sevim, İslam
Düşüncesinde Marifet, s. 140.
[475] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 105.
[476] Roberts, “Love and
Knowledge”, JMIAS, c. VII, s. 64.
[477] Roberts, “Love and
Knowledge”, JMIAS, c. VII, s. 64, 65.
[478] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 396, 397; Hakim, Suad, “Knowledge of God”, MIACV,
s. 281, 282; Chittick, SûfîPath, s. 153.
[479] Hakim, Suad,
“Knowledge of God”, MIACV., s. 281.
[480] Chittick, SûfîPath,
s. 153.
[481] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 271.
[482] Gilis, İslam ve
Evrensel Ruh, s. 43, 44.
[483] Chittick, SûfîPath,
s. 155.
[484] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 216, 217; A. mlf. Kitâbu’t-Terâcim, (Resâil),
s. 308; A. mlf., Kitâbu’t-Tecelliyyât, (Resâil), s. 414. Hayret
konusunda meselâ Kuşeyrî, Sehl b. Abdullah et-Tusterî’nin şu sözünü nakleder: “Marifetin
gayesi iki şeydir: Dehşet ve hayret. ” Bkz. Kuşeyrî, Risâle,
s. 344. “Hayret” konusunda ayrıca bkz. Serrâc, Luma’, s. 421; Ebu
Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 364, 365.
[485] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Risâletün fî Süâli İsmail b. Sevdekîn, Resâil
içinde, (Dairetü’l- Meârifi’l-Osmâniyye), Haydarâbâd, 1948, s. 3.
[486] İbnü’l-Arabî, bu iki
farklı “hayretsin iki farklı sonuca götürdüğünü şu ifadelerle vurgulamaya
çalışır: Akıl yoluyla hayrete düşen, “Her şeyde O ’nun bir olduğuna delâlet
eden bir ayet vardır” derken; tecellîlerle hayrete düşen, “Her şeyde O
’nun her şeyin “ayn ”ı olduğuna delalet eden bir âyet vardır” der. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. IV, s. 222, 223; (byr.),
c. VII, s. 273.
[487] Sevim, İslam
Düşüncesinde Marifet, s. 141.
[488] Sevim, İslam
Düşüncesinde Marifet, s. 142.
[489] Afîfî, MysticalPhilosophy,
s. 105.
[490] İbnü’l-Arabî, Risaletün
ile’l-İmâm er-Râzî, (Resâil), s. 224.
[491] Aynı yer.
[492] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 215, 216.
[493] age, c.
IV, s. 221.
[494] Roberts, “Love and
Knowledge”, JMIAS, c. VII, s. 65.
[495] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 205.
[496] Bkz., Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 171.
[497] Chittick, SûfîPath,
s. 212; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık, s. 167, 168.
[498] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 549. Chittick, SûfîPath, s. 212, 213.
[499] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 549.
[500] İbnü’l-Arabî her bir
vesileyle, her hangi bir şekilde iki ayrı zâtın bir biriyle birleşip karışması
anlamına gelebilecek “ittihâd”ı reddeder. Zîrâ ona göre böyle bir karışmanın
olabilmesi için öncelikle iki ayrı zatın var olması lazımdır. İttihad halinde
de iki ayrı zatın var olması imkansızdır.Halbuki onun vücûd anlayışına göre tek
bir Vücûd, tek bir Zât ve onun farklı mertebelerdeki zuhuru vardır. Öyleyse
“ittihâd” kulun; Allah’a has olan ilim, irade , kudret gibi sıfatlarıyla
vasıflanması; Hakk’ın da mahlukata ait olan, el, yüz, gülümseme, taaccüb gibi
vasıflarla nitelendirilmesinden ibarettir. Bu îtibârla “ittihâd” iki ayrı zâtın
bir birine karışmasından değil, Hakk ile halk arasında tedâhulü’l-evsaf
dan ibarettir. Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil, (Resâil), s.
398, 399.
[501] Hadis hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz., Uysal, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, (Yediveren
Yay.), Konya 2001, s. 326 ve devamı.
[502] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 204; A. mlf., Kitâbu’l-Celale ve Hüve
Kelimetullah (Resâil), s. 48.
[503] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 204, 205; A. mlf., Kitâbu’t-Terâcim, (Resâil),
s. 308.
[504] Izutzu, Sufism
and Taoism, s. 39, 40.
[505] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 117; c. VII, s. 28, 29.
[506] İbnü’l-Arabî, Zehâir,
s. 55, 56.
[507] Affifi, MysticalPhilosophy,
s. 22, 23; Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfyye, s. 140.
[508] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’t-Tecelliyât,
(Resâil), s. 414.
[509] Afifi, Tasavvuf,
s. 20, 21.
[510] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 205.
[511] Filiz, Mistik Bilgi,
s. 220.
[512] Huxley, Kalıcı
Felsefe, s. 23.
[513] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vil,
s. 198.
[514] Iqbal, Reconstruction,
s. 18, 19.
[515] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 223.
[516] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 408; Landau, Rom, “The Philosophy of Ibn ‘Arabî I”,
The Muslim World, c. XLVII, no: 1, January 1957, s. 57, 58; Affifi, Mystical
Philosophy, s. 124, 125.
[517] Bkz. Landau, “The
Philosophy of Ibn ‘Arabî I”, Muslim World, s. 58.
[518] “Akıl” kelimesinin
kökü itibârıyla (a.k.l.) “bağlamak” “hapsetmek”, “muhafaza etmek” gibi
anlamları vardır. Araplar azgın deveyi kontrol altında tutup muhafaza etmek
üzere kullandıkları ipe de “ıkâl” derler. Bkz., İbnü’l-Manzûr,
Cemâlüddin Muhammed, Lisânü’l-Arab, (Dârü’s- Sâdr), Beyrut 1954,
c. XI, s. 458, 459; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 166. İbnü’l-Arabi de
kelimenin bu anlamından hareketle aklı, insan ülkesini muhafaza edip kontrol
altında tutan, çekip çeviren, işlerini düzenleyen vezir gibi görür. Yine bu
anlamından hareketle aklı, Allah’ın hibe ettiği marifeti kabul eden ve bu
marifeti bağlayıp muhafaza eden bir yeti olarak görür. Bkz., İbnü’l- Arabi, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 157, 158; A. mlf., Fütûhât (thk), c. II, s.
100.
[519] Chittick, SûfîPath,
s. 159.
[520] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 224.
[521] age.,
s. 226.
[522] Bkz., Landau, “The
Philosophy of Ibn ‘Arabi I”, Muslim World, s. 58; Filiz, Mistik
Bilgi, s. 245, 246.
[523] Filiz, Mistik Bilgi,
s. 189.
[524] age, s.
191.
[525] İbnü’l-Arabî, Risâletün
ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s. 224; Aynı müellif, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 335; Chittick, SufîPath, s. 179.
[526] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 121; Chittick, SufîPath, s. 179.
[527] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 204, 205; A. mlf., Kitâbu’l-Celâle, (Resâil),
s. 48; A. mlf., Kitâbu’t-Terâcim, (Resâil), s. 308.
[528] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV, s. 274.
[529] agm.,
s. 275.
[530] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 323.
[531] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 121; Hakim, “Knowledge of God”, MIACV.,
s. 275.
[532] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 253; Chittick, SûfîPath, s. 162.
[533] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 159.
[534] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV, s. 276, 277.
[535] Cevhet, Ma’rifetü’s-Sûfiyye,
s. 158.
[536] age.,
s. 159.
[537] Nicholson,fi’t-Tasavvufî’l-İslamî,
s. 79.
[538] Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfiyye,
s. 159, Ebû Reyyân’ın, Usûlü’l-Felsefeti’l-İşrâkiyye inde Şihâbuddîn
es-Sühreverdî, Kahire 1959, s. 288’den naklen.
[539] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. I, s., 257.
[540] age.,
c. I, s., 258.
[541] Filiz, Mistik
Bilgi, s. 241.
[542] age.,
s. 315, 316.
[543] age.,
s. 334.
[544] Tasavvuf karşıtı bazı
akımlar ve itiraz noktaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Uludağ,
Süleyman, “Tasavvuf Karşıtı Akımlar ve İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Felsefesi”, İslâmiyât,
Tasavvuf Özel Sayısı, cilt: 2, sayı: 3, Ankara temmuz- eylül 1999, ss.
39-66.
[545] Hodgson, Marshal G.
S., İslâm’ın Serüveni, çev: Komisyon, (İz Yay.), İstanbul 1993,
s. 408.
[546] Fazlurrahman, İslam,
çev: Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, (Selçuk Yay.), İzmir 1993, s. 126.
[547] Kâdı Abdulcebbâr,
Ebu’l-Huseyn b. Ahmed, Şerhu Usûli’l-Hamse, thk. Abdulkerim
Osman, (Mektebetü Vehbe), Kahire 1988, s. 88. Mu’tezile içerisinde daha
sonraları “ashâbu’l-ilham” ya da “ashâbu’l-maârif” adı verilen bir grup, aklî
bilginin tefekkür sonunda ilâhî ilham yoluyla meydana geldiğini savunmuştur.
Nitekim Câhız’ın Kitâbu’l-llham adlı bir eser yazdığı da bilinmektedir.
Ayrıca akılcı, özgürlükçü ve sorgulayıcı özellikleriyle bilinen Mu’tezile
mezhebinde zühd ve takvaya da önem verilmiştir. Bkz., Yavuz, Yusuf Şevki,
“İlham” mad. DİA., İstanbul 2000, c. XXII, s. 98; Aydınlı, Osman,
“Mu’tezilî Anlayışta Zühd ve Takvâ Boyutu”, Tasavvuf, yıl: 4,
sayı: 10, Ocak-Haziran 2003, s. 99.
[548] İbn Hazm, Ebu
Muhammed Ali, el-İhkâm f Usûli’l-Ahkâm, (Mektebetü’l-Hânecî),
Kahire 1344 h., c. I, s. 17. Sûfîlerin iddialarında ittifak halinde
olamadıkları ve sözlerinde çelişkiler bulunduğu yönündeki diğer bazı tenkitler
için bkz. Vekîl, Abdurrahman, Hâzihî hiye’s-Sûfyye, (Matbaatu’s-Sünneti’l-Muhammediyye),
Kahire 1955, s. 21, 108. Ayrıca tasavvuf tarihi boyunca zuhur eden farklı
meselelere, hem sûfîlerce hem de sûfî olmayanlarca yöneltilen eleştiriler
hakkında bkz. Kara, Mustafa, İbn-i Teymiyye’ye Göre İbn Arabi,
UÜSBE., (Basılmamış Doktora Tezi), Bursa 1980.
[549] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 220.
[550] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-C'elâle,
(Resâil), s. 50; İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. III, s.
172; (byr.), c. III, s. 117; c. VII, s. 28, 29.
[551] İbnü’l-Arabî, Risâletün
ile’l-İmâm er-Râzî, (Resâil), s. 225, 226; Aynı müellif, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 129.
[552] Gilis, İslâm ve
Evrensel Ruh, s. 68.
[553] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 106, 107.
[554] Roberts, “Love and
Knowledge”, JMIAS., c. VII, s. 65; Burckhardt, Titus, İslam
Tasavvuf Doktrinine Giriş, çev. Fahreddin Arslan, (Kitabevi Yay.),
İstanbul 1995, s. 40.
[555] Nasr, Seyyid Hüseyin, Bilgi
ve Kutsal, çev. Yusuf Yazar, (İz Yay.), İstanbul 2001, s. 283.
[556] Hadis hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz., Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s.
268 ve devamı.
[557] Roberts, “Love and
Knowledge”, JMIAS., c. VII, s. 66.
[558] Nasr, Bilgi ve Kutsal,
s. 324.
[559] Bkz., İbnü’l-Arabî, Zehâiru’l-A’lâk,
s. 8, 9; Austin, Ralph, “The Lady Nizam-An Image of Love And Knowledge”, JMIAS.,
Oxford 1988, c. VII, s. 36 ve devamı; Kılıç, Sûfî ve Şiir, s. 56,
57.
[560] Burckhardt, İslam
Tasavvuf Doktrini, s. 40.
[561] Nasr, Bilgi ve
Kutsal, s. 284.
[562] age.,
s. 285.
[563] İbnü’l-Arabî, Kitâbu
Eyyâmü’ş-Şe’n, (Resâil), s. 58.
[564] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 433; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s.
368.
[565] Afifi, Mystical
Philosophy, s. 106, 107, 109; Chittick, SufîPath, s. 180.
[566] Bkz. Landou, “The
Philosophy of Ibn ‘Arabî I”, Muslim World,s. 58.
[567] Afifi, Mystical
Philosophy, s. 106, 107.
[568] age, s.
107, 108.
[569] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 108, 109.
[570] L. Gardet, “Kalb”
mad., The Encyclopedia of İslam, (New Edition), (E. J. Brill),
Leiden 1978, c. IV, s. 487.
[571] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 74.
[572] Gazâlî, Meâricü’l-Kuds,
s. 77; Erdem, Hüsamettin, “Gazzâlî’de Bilgi Meselesi”, İslamî
Araştırmalar Gazâlî Özel Sayısı, c. XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000, s.
293.
[573] Gazalî, Meâricü’l-Kuds,
s. 78, 79.
[574] Rosenthal, Bilginin
Zaferi, s. 209.
[575] Afîfî, Tasavvuf,
s. 216.
[576] Gazâlî, Munkız,
s. 20, 21; Uludağ, Süleyman, “Akıl” mad. DİA., c. II, s. 246.
[577] Bkz., Gazâlî, Meâricu’l-Kuds,
s. 16, 17.
[578] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 132.
[579] Meselâ bkz.,Tirmizî, Beyânu’l-Fark,
s. 82; Gazâlî, İhyâ, c. III, s. 3; İbnü’l-Arabî, Tedbîrât
(KSDIA.), s. 132; A. mlf., el-Ucâle, hz. Abdurrahman
Hasan Mahmud, (Alemü’l-Fikr), Kahire 1978, s. 12, 13, 14 (Aidiyeti kesin
değil); Kübrâ, Necmüddîn, Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l- Celal,
thk. Yusuf Zeydân, (Dâru Seadu’s-Sabah), Kahire 1993, s. 132, 133.
[580] Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 115.
[581] Tirmizî, Beyânu’l-Fark,
s. 93; İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. IV, s. 323. Kur’an’da,
kalbin imanın yeri, anlayış ve tadebbürün merkezi olduğunu, kalbin mânevî
olarak kirlenip hastalanmasının da Kur’an’ın hakikatlerinin anlaşılmasında ve
îmâni meselelerde sahih bir anlayış ve açık bir idrake engel olduğunu beyan eden
daha başka âyetler de vardır. Mesela bkz. “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, yoksa
kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed 47/22). “Onlar kalplerine iman
yazılanlardır.” (Mücâdele 58/21), “Bu, onların önce inanıp sonra inkâr
etmelerindendir. Allah da kalplerini mühürledi, onlar anlamazlar.”
(Münafikûn 63/3), “...Kur’an’ı anlamasınlar diye kalplerine perde koyduk...”
(En’am 6/24). “...Kalplerinde hastalık bulunanlar ‘Allah ve Resûlü meğer
bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar!’ diyorlardı.” (Ahzâb, 33/12).
[582] İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem,
s. 122.
[583] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 322, 323; (byr.), c. III, 169; c. VII,
s. 32.
[584] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 437; c. V, s. 295.
[585] Gazâlî, İhyâ,
c. III, s. 13.
[586] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV, s. 279.
[587] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 323; Hakim, “Knowledge of God”, MIACV.,
s. 278, 279.
[588] Gilis, İslam ve
Evrensel Ruh, s. 29.
[589] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV., s. 279.
[590] Bkz., Nasr, Bilgi
ve Kutsal, s. 164, 165.
[591] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV., s. 279.
[592] Bkz., Kuşeyrî, Risale,
s. 343, 344.
[593] Hakim, “Knowledge of
God”, MIACV., s. 279.
[594] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 120; Hakim, “Knowledge of God”, MIACV.,
s. 279, 280.
[595] el-Gazzâlî, İhyâ,
c. III, s. 21.
[596] age.,
c. III, s. 20.
[597] age.,
c. III, s. 22.
[598] Afîfî, Tasavvuf,
s. 212.
[599] Landau, “The
Philosophy of İbn Arabî I”, Muslim World, s. 57, 58.
[600] İbnü’l-Arabî, Mevâkiu’n-Nücûm
ve Metâliu Ehilleti’l-Esrâr ve’l-Ulum, thk. Halid Şibl Ebu Süleyman,
(Alemü’l-Fikr), Kahire 1998, s. 126; A. mlf. Fütûhât (thk.), c.
IV, s. 322, 323.
[601] Bkz., Buhârî, Sahih,
Îman, 39.
[602] İbnü’l-Arabi, Mevâkiu’n-Nücûm,
s. 126.
[603] age, s.
126, 127, 128.
[604] İbnü’l-Arabî burada
zâhirî/mülkî ve bâtınî/melekûti olmak üzere on idrak yetisi zikreder. Beş duyum
zâhirî elçiler iken; Hayvâni ruh, hayalî ruh, fikrî ruh, aklî ruh ve kutsî ruh
ise bâtınî elçilerdir. Bkz., age., s. 127.
[605] Bkz., age.,
s. 127; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 221.
[606] Nicholson, Reynold A., TheMystics
of İslam, (Schocken Books), New York, 1975, s. 68.
[607] Bkz., Kelâbâzî, Ta’arruf
s. 213, 214; Kuşeyrî, Risale, s. 119-121; Hucvurî, Keşfü’l-Mahcûb,
s. 537, 538; İbnü’l-Arabî, Istılâhât, s. 61; Kâşânî, Istılâhâtu’s-Sûfiyye,
nşr. A. Mahmud, Kahire 1984, s. 167; Aynı müellif, Reşhü’z-Zülâl,
s. 90, 91; A. mlf., Tasavvuf Sözlüğü, Letâifu’l-A’lâm fî İşârâtı
Ehli’l-İslâm, çev. Ekrem Demirli, (İz Yay.), İstanbul 2004, s. 229, 576
Cürcânî, et- Ta’rîfât, s. 109, 261; Uludağ, TTS.,
s. 212, 510-511. Cebecioğlu, TTDS, s. 331, 332, 746.
[608] İbnü’l-Arabî, Futûhât
(thk.), c. II, s., 82.
[609] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 82, 83; Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 166.
[610] Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfiyye, s.148.
6 Meselâ Kuşeyrî bu
hususta şöyle der: “Sırr ruhtan daha latif, ruh da kalpten daha şereflidir.”
Bkz., Kuşeyrî, Risâle, s. 124.
[612] Afîfî, Tasavvuf,
s. 25, 216; Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfiyye, s.150.
[613] Tirmîzî, Beyânü’l-Fark,
s. 33.
[614] Nicholson, fi’t-Tasavvufî’l-İslâmi,
s. 80.
[615] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 323.
[616] Afîfî, Tasavvuf, s.
24.
[617] Aynı yer.
[618] Sunar, Cavit, İslam’da
Felsefe ve FarabîII, (AÜİF. Yay.), Ankara 1972, s. 30.
[619] Kılıç, “Akıl İle
Kalbin Uzlaşması”, İSD., s. 103.
[620] Aynı yer.
[621] İslam düşüncesi
tarihi içerisinde, hayal hakkında ileri sürülen görüşleri şu üç genel
kategoride ele almak mümkündür: Başta Kindî, Ihvân-ı Safâ, İbn Bâcce ve İbn
Rüşd tartından temsil edilen bir görüşe göre, duyumlarla düşünce arasında bir
idrak gücü olan hayal, beş duyunun fonksiyonel bir devamından ibarettir.
Dolayısıyla duyularla algılanamayan hayal edilemez, hayal edilemeyen de
düşünülemez. Bkz., Necati, Dirâsetü’n-Nefsâniyye, s., 27, 104,
211, 238; Durusoy, “Hayal”, mad., DİA., c. 17, s., 1. Fârâbî ve
İbn Sinâ tarafından ileri sürülen bir diğer görüşe göre ise hayal gücü (musavvira)
ile mütehayyilenin fonksiyonları bir birinden ayrıdır. Duyumlarla akıl
arasında aracı olan hayal yetisi (musavvira) duyumlardan kaynaklanan
imajları saklar. Mütehayyile ise, bu imajları birleştirip, ayırmak
süreriyle serbest tarzda üretir. Bu işlem vehim için yapılırsa tahayyül, akıl
için yapılırsa tefekkür adını alır. Mütehayyile, duyumların süratlerini
saklayan hayal yetisi ile kavramları saklayan hafıza arasındaki
konumuyla sürekli yeni şeyler üretir. Dolayısıyla mütehayyile, hayal
yetisinden daha üst bir seviyeye işaret eder; soyut ve metafizik varlıklara ait
benzetmeler yapıp, semboller üretebilir. Mütehayyile, sâdece fizîkî alemden
değil, bunlardan daha önemli olarak metafizik âlemden de, mânevî etkilenmeler,
şâirâne ilhamlar şeklinde etkiler alır. Farabî, bu açıdan vahyin inişini de
mütehayyile ile açıklar. Bkz. Necati, age., s., 59, 130, 131;
Durusoy, agm., c. 17, s., 1, 2. Son olarak, Sühreverdî,
İbnü’l-Arabî ve Molla Sadra gibi süfî düşünürler ise, hayalin ayrıca kozmolojik
gerçekliğinden bahsetmişlerdir. Meselâ; Sühreverdî, ortak duyuya ait süratlerin
hazinesi olarak gördüğü hayalin dış dünyaya ait bir gerçekliği olduğunu ileri
sürer. Bkz., Durusoy, “Hayal”, mad., DİA., c. 17, s., 3.
[622] Eliade, İmgeler
Simgeler, s. XXIV, XXX.
[623] Bkz., Addington,
Jack Ensign, % 100 Düşünce Gücü, çev: Birol Çetinkaya, (Akaşa
yay.), İstanbul 1997, s., 79.
[624] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-İsfar
an Netâici’l-Esfâr, (Resâil), s. 476. İbnü’l-Arabî, nefsin bir hayal,
bir berzah oluşunu şu şekilde açıklar: Ruh tüm ilahî sıfatlara yaratılıştan
sahip, bölünmeyen ve terkibi olmayan bir gerçekliktir. Bu yüzden ruh
yaratılıştan aydınlık, diri, bilen, güçlü ve irade sahibidir. Buna karşılık
bedenin bir çok parçaları vardır, karanlık ve hareketsizdir. İbnü’l- Arabî’nin
‘hayalin yeri’ olarak tanımladığı nefs ise bu iki yönün karışımıdır. Ne saf bir
ışık ne de salt bir karanlık olup bu ikisi arasında berzah hâlindedir. Nefs iki
anlamlılık derecesi içinde her ilahî sıfata sahiptir. Nefs veya hayal, ne
ışıklı ne karanlık, ne diri ne ölü, ne latif ne kesif olan, ama her zaman bu
iki karşıt uçlar arasında bir yerde bulunan ara bir alana işaret eder. Bkz.,
Chittick, Hayâl Alemleri, s. 42, 43.
[625] Bkz., İbnü’l-Arabi, Risâletü’l-Kasemi’l-İlahî,
(Resâil), s. 114.
[626] Bu hususlar hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz., Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl s., 51 ve
devamı.
[627] age.,
s., 49.
[628] Hayal ve farklı
düzeyleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Corbin, Creative
Imagination, ss. 179-237; Chittick, Sûfî Path, ss.
112-139; A. mlf., Self-Disclosure, ss. 331-369; A. mlf., Hayâl
Alemleri, ss. 97-112 Kasım, Hayâl, s. 1 ve devamı;
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayal ve Düzeyleri”, Tasavvuf,
yıl: 4, sayı: 10, ocak-haziran 2003, ss. 299329.
[629] Schwarz, Fernand, Kadîm
Bilgeliğin Yeniden Keşfi, çev: Ayşe Meral Aslan, (İnsan Yayınları),
İstanbul 1997. s. 384.
[630] Chittick, Hayâl Alemleri,
s. 77.
[631] Chittick, SûfîPath,
s. 115.
[632] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, ss. 99-102, s. 253, 254; c.IV, ss. 315-324.
[633] age, c.
VI, s, 97.
[634] Örneğin ilmin süt
şeklinde idraki ancak hayalde mümkündür; maddî duyumlar aleminde ilim, aslâ süt
olamaz ve bu şekilde algılanamaz. Yine meselâ; hayalin zıtlıkları birleştirmesi
hakikatine binaen azın çok, çoğun da az gösterilmesi ancak hayal ile mümkündür.
Burada İbnü’l-Arabî, “Karşılaştığınızda onları sizin gözlerinizde az
gösteriyor, sizi de onların gözünde azaltıyordu...” (Enfal 8/44) ayetini ve
“Bunların gözüne ötekiler iki misli görünüyordu...” (Âl-i İmrân 3/13)
ayetini zikreder. Bu durumu ancak hayal takdir edebilir. Çünkü hissi âlemde
azın çok, çoğun da az gösterilmesi gerçek dışı, hayalde ise hakikattir. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât, (byr.), c. VI, s., 307.
[635] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s., 307.
[636] Berzah: Farklı iki
ortam arasında yer alan ve bu iki ortama bütünüyle benzemediği gibi tam olarak
onlardan farklı da olmayan ara ortam. İki şeyi yek diğerinden ayıran üçüncü
şey, ara bölge... İki hal, iki sıfat, iki mertebe ya da iki farklı âlem
arasında bulunan ara hal, sıfat, mertebe ya da âleme de berzah denilmektedir.
Bkz., İbnü’l-Arabî, Istılâhât, s. 73; Kâşânî, Tasavvuf
Sözlüğü, s. 107; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 59; Uludağ, TTS.,
s. 93, 94; Cebecioğlu, TTDS., s. 151.
[637] Bkz., İbnü’l-Arabî, El-Halvetü’l-Mutlaka,
hz. Abdurrahman Hasan Mahmud, (Alemü’l-Fikr), Kahire ts. s. 8.
[638] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(thk.), c. IV, s. 407.
[639] age.,
c. IV, s. 408, 409.
[640] Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s., 51.
[641] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(thk.), c. VI, s., 99-100.
[642] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 46.
[643] İbnü’l-Arabî bu
alâkaya kulun efendisine, yaratılmış olanın yaratıcısına, cüzî olanın küllî
olana ya da evlâdın babaya nispeti gibidir der. Bu alâka olmasa vücûdu ve
yaratmaya kabul edemezdik der. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.),
c. VII, s. 139. Bu durumu, İbnü’l-Arabî’nin ilk dönem öğrenci ve şarihlerinden
olan Konevî (ö. 673/1274), “münasebet” ve “irtibat” kavramlarıyla
açıklar. Tanrı’nın âleme tesirinin mümkün olabilmesi için veya âlemin Tanrı’yı
tanıyabilmesi için her ikisi arasında belirli bir münasebet bulunmalıdır.
Konevî bunu, “Bir şey, kendisine her yönden zıt başka bir şeye tesir edemez” ve
“Bir şey kendisinden bütünüyle zıt bir şey tarafından bilinemez” ifadeleriyle
dile getirmiştir. Bkz., Konevî, Sadreddin, Fusûsu’l-Hikem’in Sırları,
çev: Ekrem Demirli, (İz yay.), İstanbul 2002, s., 19, (mütercimin notu). Ayrıca
münasebet konusu hakkında bkz., Konevî, Sadreddin, İlâhî Nefhalar,
çev: Ekrem Demirli, (İz yay.), İstanbul 2002, s., 234 ve devamı.
[644] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 224, 225. Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Kasım, Mahmud, el-HayâlfîMezhebi Muhyiddin İbn Arabî,
Kahire 1969, s. 38 ve devamı.
[645] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 7; VI, s. 253.
[646] İbnü’l-Arabî rüyayı
üç kısımda ele alır: 1-İlahî müjde olan rüya (mübeşşirât): Hz. Peygambere
vahyin inişi rüyanın bu kısmına girer. Bu çeşit rüya da her hangi bir yanılma
söz konusu değildir. Çünkü bu rüya Allah tarafından görevlendirilmiş, Rûh
diye isimlendirilen melek vasıtasıyla görülür. İnsan uyuduğu zaman nefs-i
natıkası maddî duyumlardan uzaklaşarak beynin ön tarafında bulunan bitişik
(muttasıl) hayale yükselir. Rüya ile görevli melek, Allah’ın izni ve dilediği
kadarıyla bu kişinin hayaline ayrık (munfasıl) hayalden sûretler aktarır. İşte
bu şekilde müjde niteliğinde olan rüya gerçekleşmiş olur. Bu tarz rüya; uyku,
gaybet ve fenâ hallerinde olabildiği gibi yakaza halinde de olabilir. 2-İnsanın
uyanıkken algıladığı duyumlar hayaline nakşolur. Uyuduğunda ise duyu organları
maddî duyumlardan uzaklaştığı için hayalin hazinesine yönelir ve oradaki
sûretleri görürler. İşte bu şekilde hayale kazınan sûretlerin hissi müşterek
tarafından uykuda iken algılanması rüyanın bu ikinci kısmıdır. 3-Şeytandan gelen
rüyalar. Hiç kuşkusuz İbnü’l-Arabî rüyanın bu üç çeşidinden birincisine değer
verir. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. IV, s. 9; A. mlf., Kitâbu’l-Mübeşşirât,
Süleymâniye ktp. Fatih 5322, v. 90 a; Konuk, Ahmet Avni, Tedbîrât-ı
İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, Haz: Mustafa Tahralı, (İz Yayıncılık),
İstanbul 1992, s. 352. Tasavvuf geleneğinde rüya ile ilgili ayrıntılı bir
çalışma için bkz., Yüksel, Hasan Avni, Türk-İslam Tasavvuf Geleneğinde
Rüya, (MEB. Yay.), İstanbul 1996.
[647] Bu rivayet hakkında
bkz., Kurt, Ali Vasfi, Endülüs’te Hadis ve İbn Arabî, (İnsan
Yayınları), İstanbul 1998, s. 657, dipnot: 550.
[648] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 7; A. mlf., Fusûs, s. 99, 100;
el-Kâşânî, Abdürrezzâk, Şerhu Fusûsi’l-Hikem, Kahire 1966, s.
133, 134.
[649] İbnü’l-Arabî Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 319.
[650] age.,
c. IV, s. 318; A. mlf., el-Bulga fi’l-Hikme, v. 57a-b. (İzafe)
[651] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c.II, s. 99, 100.
[652] Corbin, Creative
Imagination, s., 187.
[653] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 468.
[654] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 104; Corbin, Creative Imagination, s., 188.
[655] Hadis hakkında bkz.,
Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s. 350 ve devamı.
[656] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 285, 286; Kâşânî, Şerhu Fusûs, s. 137.
[657] Ayet-i Kerime bir
çok mealde, ayette geçen “nehâr: gündüz” kelimesi İbnü’l-Arabî’nin
anladığı şekliyle “uyku” kelimesine atfedilerek değil de, “aramak” kelimesine
atfedilmek sûretiyle şu şekilde tercüme edilmiştir: “Geceleyin uyumanız,
gündüzün Allah ’ın lutfundan (nasibinizi) aramanız da O’nun delillerindendir.”
[658] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, ss. 284-287.
[659] Corbin, Creative
Imagination, s., 187.
[660] Chittick, Sufî
Path, s. 180, 181.
[661] Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 40.
[662] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 60.
[663] age, c.
IV, s., 12.
[664] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. IV, s., 417, 418.
[665] age, c.
I, ss., 260-263; (byr.), c. IV, s. 158.
[666] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 12; c. VIII, s. 60; Corbin, Creative
Imagination, s., 188; Chittick, Hayâl Alemleri, s. 42.
[667] Konuyla ilgili hadis
için bkz., Kurt, Endülüs’te Hadis, s. 680., dipnot: 882.
[668] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 467.
[669] age, c.
V, s., 294.
[670] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(thk.), c. IV, s. 419; Kasım, Hayâl, s. 9.
[671] Meselâ o, yüce
topluluklarla (mele-i âlâ) birlikte olduğunu iddia ettiği halde Rabbi
hakkında her hangi bir şekilde ilim elde etmeyen, ondan faydalanamayan kişinin
fasid hayal sahibi olduğunu, iddiasının da yalan olduğunu söyler. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât, (thk.), c. IV, s. 235.
[672] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(thk.), c. IV, 420; Kasım, Hayâl, s. 9, 10.
[673] Bu tarz benzetmelere
özellikle hadislerde sıkça rastlamaktayız. Bu ifadeler İbnü’l-Arabî’ye göre
sıradan benzetmeler değil, hayal âleminin kendi işleyiş tarzı içerisinde ortaya
çıkan sembollerdir.
[674] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s., 408, ss., 417-419; A. mlf. Risâletün
ile’l-İmam er-Râzî, (Resail), s. 224.; Kasım, Hayâl, s.
8, 9
[675] Chittick, William C.,
“Ibn ‘Arabi and His School”, Islamic Spirituality, Manifestations,
ed.
Seyyid Hüseyin Hasr, (SCM Press), London 1991, s. 62
[676] Bkz. İbnü’l-Manzûr, Lisânü’l-Arab,
c. XI, s. 32, 33.
[677] age, c.
IV, s. 529, 530.
[678] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 286.
[679] Chittick, The
SûfîPath, s. 119. Corbin, Creative Imagination, s., 208;
Ebû Zeyd, Felsefetü’t- Te’vîl, s. 226, 227.
[680] Avde, Emin Yusuf, Tecelliyâtü’ş-Şi’ri’s-Sûfî,
Kırâetün fi’l-Ahvâl ve’l-Makâmât, (Müessesetü’l-Arabiyye), Beyrut 2001,
s. 305.
[681] Corbin, Creative
Imagination, s., 209. Corbin’in, İbnü’l-Arabî’nin öğretisini bu şekilde
(unio sympathetica) algılaması hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., age.,
ss., 120-135.
[682] age.,
s., 212, 214.
[683] Himmet: Herhangi bir
şeyin ya da kemâl mertebesinin husûle gelmesi için kalbin, bütün rûhânî
kuvveleriyle Hakk’a yönelmesidir. Kalbî yoğunlaşmayı ifade eden bir terimdir.
Cürcânî, et- Ta’rîfât, s., 258; Kâşânî, Reşhü’z-Zülâl,
s. 116; A. mlf., Tasavvuf Sözlüğü, ss. 567-569
[684] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VIII, s. 46.
[685] Afifî, Fusûs
Okumaları, s., 165, 166. Hayal yetisi, himmet’de olduğu gibi vehim
esnâsında da faaldir ve İbnü’l-Arabî, her ikisi için de “yaratma”
kelimesini kullanmıştır, fakat sonuçları bütünüyle farklıdır. Bu her iki
durumda aktif hayalin, bir birinden oldukça farklı işleyiş tarzı vardır.
Sıradan insanın vehminde aktif hayalin fonksiyonu temsîlîdir ve
bütünüyle bitişik hayalin bir parçası olan semboller üretilmektedir. Arifin
yaratıcılığında ise aktif hayal, kalbin özel bir yeteneği olan himmetin
hizmetindedir. Kısacası arif, aktif hayal sayesinde, kalbine yansıyan şeyleri
tasarlamakta ve orada yansıyan objeyi, kalbinin mânevî bir yetisi olan himmetiyle
yoğunlaşması sonucu dış alemde, hayâlî bir gerçeklik olarak zuhur
ettirebilmektedir. Dolayısıyla sıradan insanın yaratıcılığı, bitişik (muttasıl)
hayal düzleminde, kendi subjektif dünyasından bağımsız değilken, arifin
yaratıcılığı ayrık (munfasıl) hayalde, ayrı bir zâtî mertebede
gerçekleşebilir. Bkz., Corbin Creative Imagination, s. 223.
[686] Konu hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz., Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık.
[687] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 126, 127; Affifî, Mystical Philosophy,
ss., 133136; A. mlf., Fusûs Okumaları, ss., 167-169; Corbin, Creative
Imagination, ss, 226-228; Kasım, Hayâl, s. 66, 67.
[688] Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 210, 211.
[689] age, s.
211, 212.
[690] Chittick, Self-Disclosure
of God, s. 332.
[691] Tâhâ 20/ 65, 66, 67.
Fakat burada İbnü’l-Arabî, sihirde her zaman için batıl bir yönün olduğunu
çeşitli vesilelerle vurgular. Sihir kelimesinin Arapça’da seher vakti anlamına
gelen seher kelimesinden geldiğini ve dolayısıyla da sihirde ışık ve
karanlığın yâni hem hak ve hem de batıl bir yönün bulunduğunu söyler. Gözün
sihri idrak etmesi onun hak yönü, işin esasında idrak edildiği gibi olmaması
ise onun batıl yönüdür. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c.
IV, s. 308.
[692] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 467, 468; Corbin, Creative Imagination,
s., 219.
[693] Hakîm, Mu’cem,
s. 449.
[694] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 467.
[695] age, c.
III, s. 468.
[696] Burada
İbnü’l-Arabî’nin varlık-insan ve hatta Kur’an anlayışının bir birleriyle
bütünlük arz edecek şekilde alâkalı ve paralel olduğunu hatırlamak lazım. Bu
benzerlik ve paralellik, insan da dahil olmak üzeri bütün varlıkların Allah’ın
kelimeleri olduğu ve temelde de tek bir hakikatin varlığın farklı bütün
mertebelerinde zuhur etmesi esasına dayanmaktadır. Dolayısıyla varlık, Allah’ın
kelime-i merkûma, Kur’an kelime-i melfûzu, insan da bütün
hakikatleri kendisinde toplaması îtibârıyla kelime-i câmi ’idir. O, bu
anlayışı çerçevesinde insana küçük âlem, âleme de büyük insan demektedir.
Dolayısıyla insandaki hayal yetisinin, varlıkta ara bir alem olarak kendine has
özellikleri bulunan ayrık hayal âleminden bağımsız olmaması, onun bir uzantısı
şeklinde düşünülmesi onun sisteminin gereğidir. İbnü’l-Arabî’nin varlık ve
insan hakkındaki bu tarz görüşleri için bkz., Izutsu, Sufism and Taoism,
s. 218 ve devamı; Affifî, Mystical Philosophy, s. 68 ve devamı;
Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 157 ve devamı; Sevim, İslam
Düşüncesinde Marifet, s. 132.
[697] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 466. Burada İbnü’l-Arabî, Cenâb-ı Hakk’ın, namaz
kılanın kıblesinde olmasıyla ilgili rivayete işaret eder. Hadisin farklı
rivayetleri için bkz., Kurt, Endülüs’te Hadis, s. 677, 678
dipnot: 857. Ayrıca İbnü’l-Arabî, daha önce de bahsettiğimiz gibi, ihsan
hadisinde geçen “Allah’a sanki O’nu görüyormuşçasına ibadet et” ifadesini bu
anlayışı doğrultusunda yorumlar. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.),
c. IV, s., 417, 418.
[698] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 468; Corbin, Creative Imagination, s.,
220; Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s., 85.
[699] Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 47 ve devamı.
[700] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(thk.), c., II, s., 223, 224; A. mlf., İnşâü’d-Devâir (KSDIA.),
s. 16, 17.
[701] Allah (cc.)’ın
ahirette değişik sûretlerde tecellî etmesiyle ilgili hadisler ve farklı
rivayetleri için bkz., Kurt, Endülüs’te Hadis, s. 680, dipnot:
880.
[702] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 468.
[703] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 468.
[704] Bkz., Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 54.
[705] Aynı yer.
[706] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 445, s. 467; c. 6, s. 213.
[707] Affifî, Mystical
Philosophy, s. 130.
[708] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 467, 468; Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s., 54, 55; Hakîm, Mu’cem, s. 449.
[709] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 70
[710] age., c.
III, 466.
[711] Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s., 55.
[712] Avde, Tecelliyyâtü’ş-Şi’r,
s. 303.
[713] Chittick, “Ibn ‘Arabi
and His School”, ISM., s. 62; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de
Varlık, s. 250.
[714] Corbin, Creative
Imagination, s., 190.
[715] Schwarz, Kadîm
Bilgelik, s. 384, 385.
[716] Chittick, Hayâl Alemleri,
s. 43.
[717] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(byr.), c. VI, s. 61, 62.
[718] Nitekim Şeyh, en
önemli iki eseri Fütûhât ve Fasûs’un kaleme alınışı hakkında bu
tarz tecrübelerine yer verir. Fusûs’un yazılışı hakkında bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 47. Fütûhâfvn yazılışı hakkında
ise bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât, (thk.), c. I, s. 46.
[719] age, c.
I, ss., 216-219.
[720] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III., s. 275.
[721] Chittick, Varolmanın
Boyutları, s. 309.
[722] Kelâbazî, Ta’aruf, s. 99, 100.
[723] Tirmizî, Beyânu’l-Fark,
s. 91.
[724] Nicholson, fi’t-Tasavvufî’l-İslâmî,
s. 97.
[725] Palacios, İbn
Arabî, s. 212.
[726] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), 396, 397.
[727] Bkz. Chittick, Sûfî
Path, s. 228.
[728] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 157.
[729] age, c.
VI, s. 168.
[730] İbnü’l-Arabî, Risaletün
fi Süâli İsmail b. Sevdekîn, Resâil, içinde, (Dâiretü’l-Meârifi’l-
Osmâniyye), Haydarâbâd, 1948, s. 5; A. mlf., Kitâbu’l-Celâle, (Resâil),
s. 48, 49; A. mlf., Risaletün ile’l-İmam er-Râzî, (Resâil), s.
226; Gilis, İslam ve Evrensel Ruh, s. 53.
[731] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 81.
[732] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’t-Tecellîyyat,
(Resâil), s. 405.
[733] İbnü’l-Arabî, Kitabu’l-Celâlve’l-Cemal,
(Resâil), s. 13.
[734] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 395.
[735] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 103.
[736] age, c.
II, s. 114.
[737] age.,
c. II, s. 92, 93
[738] Bkz. Chittick, SûfîPath,
s. 230.
[739] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. III, s. 57.
[740] Kayserî, Matla’u
Husûsi’l-Kelim, s. 91.
[741] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 201.
[742] Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 97; Tehânevî, Keşşâf, c. II, s. 300; Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 202, 203; Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, s. 88.
[743] Bkz., Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 97.
[744] age.,
s. 183.
[745] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 204.
[746] age.,
s. 204, 205.
[747] Bu sezgi çeşitleri
hakkında Bkz. Topçu, Nurettin, Bergson, haz. Ezel Erverdi-İsmail
Kara, (Dergah Yay.), İstanbul 1998, ss. 61-74. Aklî sezgi: Saf ve
dikkatli bir zihnin, anladığımız şey hakkında bizde hiçbir şüphe bırakmayacak
kadar kolay ve seçik kavramıdır. Bir birini takip eden hükümler
zincirlemesinden ibaret olan tümdengelime (dedüksiyon) mukabil aklî
sezgi bir anda meydana gelir. (s. 61, 62). Matematikte sezgicilik:
Başlarında Brouver’in bulunduğu bazı matematikçiler, matematiğin bütünüyle
sezgiye dayalı bir ilim olduğunu ileri sürmüşlerdir. Böylece onlar mantıkî
paradokslardan ileri gelen bir çok müşkilin önüne geçmiş oluyorlardı. Bunlar
deneye müracaat etmeden sadece zihnî faaliyet neticesi olarak matematiğin bir
çok hakikate eriştiğini kabul ediyorlar. (s. 63). Keşfedici sezgi:
Özellikle matematik bilimler sahasında kendini gösteren bu sezgi, pratik
veya zihnî bir meselenin hallini uzun zaman aradıktan sonra, bir nevî içten
gelen bir aydınlanma ile bir anda meselenin halline ulaşmaktır. (s. 65, 66). Estetik
sezgi: Tabiatta kendi kendisinin farkında olmayan şuur dışı bir zekâ
vardır. İnsanda bu zeka şuurlu hale gelir. Sanat eserlerinde şuur dışı zekaya
sahip tabiatla şuurlu benlik birleşir. Böylece tabiatla düşünce, ideal ile reel
arasında mevcut olan ezeli ahenk meydana çıkar. İşte bu ahengi doğurmak için
benliğin tabiatla kaynaşması estetik sezgiyi meydana getiriyor. (s. 67, 68).
[748] Hakim, Mu’cem,
s. 1182.
[749] “Allah (cc.) bir
insanla ancak vahiy yoluyla ve ya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip
izniyle ona dilediğini vahyeder...” (Şûrâ 42/51). “Andolsun ki biz Musâ’ya,
‘kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın
ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç’ diye
vahyetmiştir.” (Tâhâ 20/77).
[750] “...Gerçekten
şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için vahyederler...” (En’am
6/121).
[751] “Allah (cc.) bir
insanla ancak vahiy yoluyla ve ya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi
gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder...” (Şûrâ 42/51).
[752] “Mûsâ’nın anasına
‘onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize bırakıver,
hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu
peygamberlerden biri yapacağız’ diye vahyettik.” (Kasas 28/7).
[753] “Rabbin bal arısına
vahyetti:...” (Nahl 16/68).
[754] “Böylece onları, yedi
gök olarak iki günde var etti ve her göğe görevini vahyetti...” (Fussılet
41/12). “Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona ‘Benden başka İlah yoktur;
şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya 21/25).
[755] “Senden önce de,
kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak)
göndermedik...” (Nahl 16/43).
[756] Hakim, Mu’cem,
s. 1182, 1183.
[757] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 117;Hakim, Mu’cem, s. 1183.
[758] Gilis, İslam ve
Evrensel Ruh, s. 116.
[759] Bkz., İbnü’l-Arabî, Abâdile,
s. 183.
[760] “A..b.r.”
kökü Arapça’da nehir ve vâdî kenarı, karşıdan karşıya geçmek anlamları vardır.
Bu anlamda, gerçekliğin her iki tarafını etraflıca düşünme, sembolik gerçeklik
düzeyinden hakikat düzeyine geçişi ifade etme anlamına rüyâ yorumuna da
“ta’bir” denilmiştir. Bkz. İbnü’l-Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. IV,
s. 530.
[761] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 117; Gilis, İslam ve Evrensel Ruh, s.
125.
[762] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, cilt: 2, sayı: 3, s.
17.
[763] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 117; Gilis, İslam ve Evrensel Ruh, s.
124.
[764] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 7; Hakim, Mu’cem, s. 1184.
[765] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 311; (byr.), c. III, s. 117, 118.
İbnü’l-Arabî, ilm-i ledün’ü her hangi bir sebebe bağlı olmaksızın Allah
katından verilen ilim şeklinde tanımlar ve onda kesbî her hangi bir yönün
olmadığını vurgular. Hattâ bu vehbî/ledünnî ilimleri, farklı bir şekilde de
olsa kesbî bir unsur taşıdığı için takvâ sebebine bağlanmış ilimlerden ayırır.
Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. IV, s. 120.
[766] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 118, 175.
[767] age, c.
III, s. 175.
[768] Hakim, Mu’cem,
s. 1185.
[769] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 118; Gilis, İslam ve Evrensel Ruh, s.
128; Hakim, Mu’cem, s. 1186, 87.
[770] Hakim, Mu’cem,
s. 1186.
[771] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 359, 360; c. III, s. 265, 266; c. IV, s. 104; (byr.),
c. III, 383, 384; c. IV, s. 8.
[772] İbnü’l-Arabî’ye göre
risaletin bu şekilde şeriat ve hüküm koyma anlamında husûsî bir anlamı olduğu
gibi bir de umumî bir anlamı vardır. Bu umûmî anlamına göre âlemde insana hayat
verecek bir şeye çağıran her şey “er-resûl” dür. Çünkü “Hayat verecek
şeylere çağırdığı zaman Allah ve Resûlüne (er-Resûl) uyun” (Enfâl 8/24)
meâlindeki ayette “er-resûl” kelimesi cins ve şumûl bildirecek şekilde
elif-lâm takısıyla birlikte kullanılmıştır. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 236, 237.
[773] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. III, ss. 264-266; (byr.), c. III, s. 383, 384,
388; c. V, s. 56, 57, 353; Kayseri, Matla’u Husûsi’l-Kelim, s.
92, 93; Hakim, Mu’cem, s. 1188, 1189.
[774] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 378.
[775] Kasım, Hayâl,
s. 94.
[776] Sevim, İslam
Düşüncesinde Marifet, s. 154.
[777] Filiz, Mistik Bilgi,
s. 192, 193.
[778] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 265, 266, c. IV, s. 104; (byr.), c.
III, s. 383; A. mlf., Risâletü’l-Envâr (Resâil), s. 153. Nübüvvet
ve velayet meselesi Hakîm Tirmizi’nin (ö. 295/898) Hatmu ’l-Velaye
isimli eseriyle birlikte tasavvuf düşüncesine girmiş İbnü’l-Arabî ile birlikte
daha sistematik bir hâl almıştır. Daha sonra bu konuda bir çok sûfî görüş
belirtmiş ve tartışma farklı boyutlar kazanmıştır. Bu konu çerçevesinde bazen
sûfîlerin, velîlerin nebilerden üztün olduğunu ileri sürdükleri yönünde yanlış
kanaatler de hasıl olmuştur. Halbuki sûfîler, velîleri mertebe bakımından
nebilerden sonra zikretmede müttefiklerdir. Câbirî, Muhammed Abid, Arap-İslam
Kültürünün Akıl Yapısı, çev. B. Köroğlu-H. Hacak-E. Demirli, (Kitabevi
Yay.), İstanbul 1999, s. 444. Bu hususta başta İbnü’l-Arabî de olmak üzere bir
çok sûfînin açık ve kesin ifadeleri vardır. Meselâ Hacı Bayram-ı Velî’nin (ö.
833/1429) şu sözü kayda değerdir: “Bir velînin bin sene ömrü olsa, enva-i
mücâhedât ve riyâzât eylese, henüz enbiyadan birisinin ayağının vardığı yere
velînin başı varmak muhaldir.” Bkz. Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayram
Velî, (KB. Yay.), Ankara 1991, s. 150. Sûfîlerin konu hakkındaki bu
tarz kesin ifadeleri hakkında ayrıca bkz. Ankaravî, İsmâil, Minhâcu’l-Fukara,
Fakirlerin Yolu, çev. Saadettin Ekinci, (İnsan Yay.), İstanbul 1996,
322, 323; Yetik, Erhan, İsmail-i Ankaravî: Hayatı Eserleri ve Tasavvufî
Görüşleri, (İşaret Yay.), İstanbul 1992, s. 227. Böyle olmakla beraber
ine bu tartışma çerçevesinde Niyazî-i Mısrî, Kur’an’da geçen “el-esbât” (Bakara
2/136, Nisa 4/163) kelimesi üzerine yaptığı cifr hesapları doğrultusunda Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’in nebi oldukları sonucuna varır. Bkz. Aşkar, Mustafa, Niyazî-i
Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, (KB. Yay.), Ankara 1998, s. 268, 269.
İbnü’l-Arabî’nin nübüvvet-velayet konusundaki görüşleri oldukça nettir. O,
hiçbir zaman bir velînin bir nebiden üstün olduğunu iddia etmez. Fakat bir
kemal derecesi olarak “velayet” mertebesinin “nübüvvet” mertebesinden üstün
olduğunu vurgular; şahısları değil mertebeleri esas alır. Bu îtibârla başta Hz.
Peygamber olmak üzer bütün peygamberlerin “velayet” yönleri “nübüvvet”
yönlerinden üstündür. Çünkü “velî” sıfatları onları mukaddes huzûr-u ilâhiye ve
müşahede makamına yükseltirken “nebi” sıfatları onların kevnî âleme inmelerine
ve bu âlemdeki zıtlıkları müşahede etmelerine sebep olur. Diğer taraftan
“velayet” süreklidir, “nübüvvet” ise dünya hayatıyla, tebliğ ile sınırlıdır. Bu
îtibârla “nübüvvet”, “velâyet” ve “marifet” makamlarını kendisinde toplayan ve
kemal derecesinde bulunan Hz. Peygamberin sürekli olan ve onu Rabbi’nin
huzuruna götüren “velayet” yönü, onu maddî aleme indiren “nübevvet” yönünden
üstündür. Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Kurbe, (Resâil), s. 78, 79.
Nübüvvet-velayet tartışmaları hakkında ayrıca bkz. Hakim Tirmizî, Ali b.
Huseyin, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, thk. Osman Yahya,
(Matbaatu’l-Katolikiyye), Beyrut ts., ss. 449-512; İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 62 ve devamı; Necmüddin Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 245 ve
devamı; Kayseri, Matla’u Husûsi’l-Kelim, s. 111 ve devamı; Ebu
Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 233 ve devamı; el-Alevî, Hâdi, Medârâtu’s-Sûfiyye,
(Dârü’l-Medâ), Beyrut 1997, s. 79 ve devamı; Türer, Osman, Ana Hatlarıyla
Tasavvuf Tarihi, (Sehâ Yay.), İstanbul 1995, s. 216 ve devamı.
[779] Bkz. İbnü’l-Manzûr, Lisânü’l-Arab,
c. XII, s. 554, 555.
[780] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 311; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 49. Ayrıca
bkz. Macdonald, D. B., “Ilham” mad., The Encyclopedia of Islam,
(New Edition), (E. J. Brill), Leiden 1986, c. III, s. 1190; Yavuz, “İlham” mad.
DİA., c.XXII, s. 98.
[781] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. IV, s. 311, 312.
[782] Bkz. Hakim, Mu’cem,
s. 258, 259.
[783] Chittick, Self-Disclosure
of God, s. 52; A. mlf., SûfîPath, s. 216.
[784] Chittick, SûfîPath,
s. 220.
[785] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. III, 79, 80; (byr.), c. IV, s. 171; A. mlf., Fusûs,
s. 133.
[786] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 171.
[787] Bkz. Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 223, 224, 225.
[788] İbnü’l-Arabî ilahî
tecellîleri şu şekilde sınıflandırır: İlâhî her bir isme ait esmâ tecellîleri
ki bu tecellîlerin en yücesi küllî mükâşefe sağlayan ve bütün isimleri kuşatan
Allah isminin tecellîsidir. Zât tecellîsi ise bu kuşatıcı mertebenin de üstündedir.
Bkz. İbnü’l-Arabî, İnşâu’d-Devâir, (KSDIA.), s. 35, 36.
[789] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 175.
[790] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 61.
[791] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 175, 176.
[792] age, c.
IV, s. 171.
[793] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 134.
[794] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 282; Kâsım, Hayâl, s. 58.
[795] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. III, s. 81, 82.
[796] age, c. III, s. 172;
(byr.), c. III, s. 117; c. VII, s. 28, 29; A. mlf., Kitâbu’l-Celâle,
(Resâil), s.
[797] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. III, s. 81.
[798] Aynı yer.
[799] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 396.
[800] age, s.
383.
[801] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 335.
[802] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 305.
[803] Burada “kanma”,
marifette nihaî bir noktanın olduğu anlamında değildir. İbnü’l-Arabi “kanma”yı,
marifetin zuhur ettiği mahallin daha fazlasını taşyamayacak şekilde
daralmasıyla iktifânın hasıl olması şeklinde tanımlar. Dolayısıyla burada
“kanma” marifetin değil marifete talib olan insanın tahammül sınırına işaret
eder. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. IV, s. 270, 271.
[804] age.,
c. IV, s. 265; Chittick, Sûfî Path, s. 220, 221. İbnü’l-Arabi,
tecellîye göre zevkinde farklılaşacağını söyler. Eğer sûret şeklinde bir
tecellî söz konusu ise zevk hayalî, yok eğer kevnî ve ilâhî isimlerle tecellî
söz konusu ise zevk aklî olur. Hayali zevkin eseri nefste, aklî zevkin eseri de
kalpte gerçekleşir. Bkz. İbnü’l-Arabi, Fütûhât (byr.), c. IV, s.
266.
[805] age.,
c. IV, s. 265.
[806] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 265.
[807] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 265.
[808] Chittick, SûfîPath,
s. 220.
[809] Bkz., Kayserî, Matla’u
Husûsi’l-Kelim, s. 87; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 198.
[810] Bkz. Chittick,
William C. Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, çev. Turan Koç, (İz Yay.),
İstanbul 2003, s. 278.
[811] Hadis hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz. Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s.
341, 342; Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, (TDV. Yay.), Ankara 2000, s. 263, 264.
[812] Bkz., Chittick, Tasavvuf,
s. 279.
[813] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 54, 55.
[814] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 63; Nifferi, Mevâkıf s. 31.
[815] İbnü’l-Arabi’nin
Hakk Teâlâ’nın bilinme-bilinememe, görülme-perdelenme şeklinde dile getirdiği
paradoksal ifadeleri için meselâ bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Celâl
ve’l-Cemâl, (Resâil), s. 18; A. mlf., Kitâbu’l-Yâ, (Resâil),
s. 120; A. mlf., Fütûhât (thk.), c. IV, s. 410.
[816] Ekberi geleneğin
önemli temsilcilerinden Dâvud Kaysen, keşifleri mânevi ve suveri olmak üzere
ikiye ayırır: Suveri keşifler; misal aleminde meydana gelen ve duyumlar
vasıtasıyla algılanabilen keşiflerdir. Mânevî keşifler ise gaybî mânaların ve
aynî hakikatlerin zuhurundan ibarettir. Bu tarz manevî keşifler fikir, akıl,
kalp, ruh, sır ve hâfâ mertebelerinde zuhur edebilir. Kayseri bu mertebelerde
zuhur eden keşiflerin hepsine ayrı bir isim verir: Müfekkirede zuhur edene
hads, Akılda zuhur edene kutsal nur, kalpte zuhur edene ilham ve ruhta zuhur
edene de şuhût der. Sır ve hafa mertebesinde ortaya çıkan keşiflerin ise ibare
ya da işâret yoluyla ifade edilmesi mümkün değildir. Bkz. Kaysen, Matla’u
Husûsi’l-Kelim, s. 87, 91, 92.
[817] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Fenâfi’l-Müşahede,
(Resâil), s. 8.
[818] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-C'elâle,
(Resail), s. 48.
[819] Chittick, Tasavvuf,
s. 293.
[820] Bkz. Palacios, Asin,
İbn Arabî, Hayatuhû ve Mezhebuhû, Arapça’ya çev. Abdurrahman
Bedevî, (Mektebetü Ancelu’l-Mısriyye), Kahire 1965, s. 213.
[821] Palacios, İbn
Arabî, s. 218.
[822] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 187; Palacios, İbn Arabî, s. 213.
Mükâşefe ya da müşâhedinin daha tam olduğu noktasından sûfîlerce farklı
görüşler de ileri sürülmüştür. Meselâ Serrâc, mükâşefe ve müşahedeyi anlam
îtibârıyla bir birine yakın görse de mükâşefenin daha kapsamlı bir anlam
taşıdığını söyler. Bkz., Serrâc, el-Luma’, s. 412. Diğer
taraftan müşâhedeyi marifetin en yüksek mertebesi olan hakka’l-yakîn
mertebesine ait gören Sühreverdî, müşâhedeyi mükaşefeden daha üstün görür.
Bkz., es-Sühreverdî, Ebû Hafs Şihabuddin Ömer, Avârifu’l- Meârif,
(Dârü’l-Ma’rife), Beyrut 1983, s. 251. (İhyâu Ulûmiddîn’e ilâve ciltte);
Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye, s. 164.
[823] Serrâc, el-Luma’,
s. 102, 103. Benzer ifadeler için ayrıca bkz. Kelâbâzî, Ta’arruf
s. 121, 122; Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye, s. 164.
[824] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 165.
[825] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 117; c. VII, s. 28, 29; Kasım, el-Hayâl,
s. 81.
[826] Palacios, İbn
Arabî, s. 214.
[827] Cevdet, Ma’rifetu’s-Sûfiyye,
s. 165.
[828] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 222, 223.
[829] Chittick, SûfîPath,
s. 224.
[830] Bkz., Sühreverdî, Avârif,
s. 250.
[831] Bkz. İbnü’l-Arabî, Risâletün
Lâ Yeûlu Aleyh (Resâil), s. 246.
[832] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 188.
[833] Bkz., İbnü’l-Arabî, Istılâhât,
s. 64; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. IV, s.
[834] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’t-Tecelliyyât,
(Resâil), s. 443.
[835] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fenâ
Risâlesi, Arzuların Tercümânı, çev. Mahmut Kanık, (İz. Yay.), İstanbul
2002, s. 10. (Michel Valsan’ın takdîmi). Bu eserde İbnü’l-Arabî’nin Kitâbu
’l-Fenâ fı ’l- Müşahede ve Tercümânü’l-Eşvâk isimli eserleri
Türkçe’ye kazandırılmıştır. Çeviride Kitâbu’l- Fenâ fi’l-Müşahede’tin,
Michel Valsan tarafından yapılan Fransızca çevirisi de dikkate alınmış ve
Valsan’ın, eserin muhtevası üzerine yazmış olduğu kapsamlı giriş yazısı ve
zengin dipnotları da Türkçe’ye aktarılmıştır.
[836] Bkz., İbnü’l-Arabî, Ruhu’l-Kuds,
s. 90.
[837] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Fenâ
fi’l-Müşâhede, (Resail), s. 5.
[838] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. IV, s. 222, 223.
[839] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 188.
[840] Chittick, Sûfî
Path, s. 225.
[841] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 186.
[842] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif
(Resâil), s. 32.
[843] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 186. Burada İbnü’l-Arabî “ru’yet” ile “müşahede”
arasında bu ayırımı yaparken Hz. Mûsâ’nın “Ey Rabb ’im bana Kendini göster
Sana bakayım” (A’râf 7/143) sözünde müşâhedeyi değil ru’yeti (Rabbi
erinî) arzuladığını vurgular. Zîrâ o bir peygamber olması hasebiyle kendi
nefsinde hasıl olan bir delil üzere Rabb’ini zâten müşâhede ediyordu, bu
anlamda da Rabb’i ondan gâib değildi. Allah evliyadan müşâhedenin verdiği delil
üzere gaib olmadığı halde enbiyadan nasıl gâib olabilir. Bkz., Aynı yer.
[844] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 187
[845] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Celâl
ve’l-Cemâl, (Resâil), s. 14; Palacios, İbn Arabî, s. 218,
219.
[846] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Celâl
ve’l-Cemâl, (Resâil), s. 14.
[847] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 256.
[848] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Celâl
ve’l-Cemâl, (Resâil), s. 15; A. mlf., Fütûhât (byr.), c.
IV, s. 256.
[849] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 255.
[850] İbnü’l-Arabi, Mevâkiu’n-Nücûm,
s. 33.
[851] Palacios, İbn
Arabî, s. 219.
[852]Cürcânî, “fetih” kavramını genel bir şekilde, “Beklenmeyen,
umulmayan bir şeyin hasıl olması” şeklinde tarif eder. Bkz. Cürcânî, Ta’rifât,
s. 180. Ayrıca bkz., Kâşânî, Tasavvuf sözlüğü, s. 431, 432;
Uludağ, TTS, s. 177; Cebecioğlu, TTDS., s. 272,
273.
[853] Chittick, Sûfî
Path, s. 222, 223.
[854] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 221; (byr.), c. IV, s. 319.
[855] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. I, s. 265; c. IV, s. 112, 221.
[856] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 235.
[857] Bkz. İbnü’l-Arabî Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 109, 110. İbnü’l-Arabî bu husustaki görüşlerini Abadile
isimli eserinde ayrıntılı olarak açıklamıştır. Bkz. İbnü’l-Arabî, Abâdile.
[858] Bkz., İbnü’l-Arabî Fütûhât
(thk.), c. IV, s. 112.
[859] age, c.
IV, s. 114.
[860] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 200.
[861] Bkz., Aynı yer;
A. mlf., Istılâhât, s. 67; Kâşânî, Reşhü’z-Zülâl,
s. 119, 120; Hakim, Mu’cem, s. 868. İbnü’l-Arabî, fethi tarif
edip bu şekilde üç kısma ayırdıktan sonra fethin iki şekilde
gerçekleşebileceğini vurgular: İlki, her hangi bir istek ve taleb ile ilahî
kapıyı çalma sonucunda gerçekleşen fetih ki İbnü’l-Arabî buna pek îtibâr etmez.
Bu şekilde fethi gerçekleşen sûfî ne ile karşılaşacağını, kendisine neyin
açılacağını bilmektedir. Zîrâ kapıyı çalması bu bilginin delilidir. Diğeri ise,
kapı vurulmaksızın yâni her hangi bir gayret ve talep olmaksızın başlangıçta,
âniden zuhur eden fütûhâttır. Asıl arzulanan fetih budur. Bkz. İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 201.
[862] İbnü’l-Arabî, hamd ve
şükrederek bizzat böyle bir nimetin kendisine bahşedildiğini açıkça ifade eder.
Ayrıca Şeyh, ömrü boyunca karşılaştığı sûfîlerin hiç birinin üzerinde bu tarz
fethin eserini görmediğini söyler, ancak kendisinin karşılaşmadıklarından daha
sonra bu fethe nail olanların bulunacağını da haber verir. Bkz. İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 202. İbnü’l- Arabi’nin tam burada kasdettiği şekliyle
olmasa da büyük sûfîlerden Abbu’l-Kâdir el-Geylânî (ö. 561/1166)’nin de benzer
bir fetih yaşadığı rivayet edilmektedir. Fesahat sahibi olmadığını ileri
sürerek vaaz etmekten geri duran bu büyük sufî rüyasında Hz. Peygamberi görür, Hz.
Peygamber onun ağzına yedi defa üfler ve insanlara konuşmasını emreder. Bu
olaydan sonra Geylânî vaaz etmeye başlar, sözleri öyle etkileyicidir ki meclisi
değişik din mensublarını da cezbeder. Bkz. Gürer, Dilâver, “Klasiklerimiz/VII
el-Fethu’r-Rahmânî ve’l-Feyzu’r-Rahmânî”, Tasavvuf, yıl: 3, sayı:
8, ocak-haziran 2002, s. 165. Abdülkâdir Geylânî’nin bu irticalî vaazları daha
sonra derlenmiş ve onun bu fütûhâtına uygun olarak Fethu’r-Rabbânî
ismiyle yayınlanmıştır. Eser için bkz. el-Geylanî, Abdülkâdir, el-Fethu’r-Rahmânî
ve’l-Feyzü’r-Rahmânî, (Mektebetü’l-Îmân), Kahire ts.
[863] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 201.
[864] age, c.
IV, s. 201, 202.
[865] age.,
c. IV, s. 202.
[866] age.,
c. IV, s. 202, 203.
[867] İbnü’l-Arabî, Risâletün
fi Süâli İbn Sevdekîn, (Resâil-Haydarabâd) içinde, s. 1.
[868] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 204.
[869] Eser hakkında bkz.
Yahya, Müellefât, s. 474.
[870] Şeyhin harfler ilmi
üzerine yazdığı el-Mebâdî ve ’l-Gâyât isimli eserinin diğer ismidir.
Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitabu’l-Mim, (Resâil), s. 90; Yahya, Müellefât,
s. 541.
[871] Eser hakkında bkz.
Yahya, Müellefât, ss. 260-262
[872] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, 264, 265; (byr), c. III, s. 245; c.
VII, s. 109.
[873] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 47.
[874] Bağdâdî, ed-Dürrü’s-Semîn,
s. 21; Addas, İbn Arabî, s. 56, 57. İbnü’l-Arabî, yine bir
mezarlıkta halvetteyken rûhânîlerle görüşüp konuştuğundan bahseder. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. V, s. 66.
[875] Addas, İbn
Arabî, s. 55, 57.
[876] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr), c. II, s. 349. İbnü’l-Arabî’nin ruhânî tekamül serüveni istisnâî
bir durum arz etmektedir. Bir şeyhin eliyle bu tekamül sürecine girmediği ve bu
uzun yolu belirli makamlardan geçerek adım adım katetmediği halde henüz yolun
başında bazı fetihler elde etmesi istisnâî bir durmdur. Bizzat İbnü’l-Arabî bu
durumun istisnâî ve nadiren rastlanan bir durum olduğunu söyleyerek mübtedîleri
erken fethin tehlikelerine karşı uyarır ve bu hususta riyazetin önemini
vurgular. Bkz. İbnü’l-Arabî, Risâletü’l-Envâr, (Resâil), s.146.
[877] Addas, İbn
Arabî, s. 207.
[878] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 44.
[879] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 44, 45.
[880] age.,
c. I, s. 58.
[881] age.,
c. I, s. 215, 216.
[882] Addas, İbn
Arabî, s. 210.
[883] Corbin, Creative
Imagination, s. 278, 279.
[884] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 50; Kılç, Mahmut Erol, “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” mad., DİA.,
c. XIII, s. 251.
[885] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 215 ve devamı; (byr.), c. VIII, s. 63;
A. mlf. Kitâbu’l- İsrâ, (Resâil), s. 157, 158.
[886] Addas, İbn Arabî,
s. 210.
[887] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. I, s. 218.
[888] age.,
c. I, s. 219.
[889] age.,
c. I, s. 230.
[890] Bu ifade, Osman Yahya
tarafından hazırlanan tahkikli neşirde bulunmamaktadır. Bkz. Fütûhât
(thk.), c. I, s. 230; fakat, Bulak 1329 baskısında (c. I, s. 51) ve
Ahmet Şemsettin tarafından hazırlanan Beyrut baskısında vardır. Bkz., Fütûhât
(byr.), c. I, 85.
[891] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 230.
[892] age.,
c. I, s. 231 ve devamı.
[893] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 52.
[894] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 215.
[895] Addas, İbn Arabî, s.
211.
[896] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 219.
[897] age, c.
I, s. 222.
[898] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 58.
[899] Addas, İbn
Arabî, s. 211.
[900] İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 464.
[901] Gilis, İslam ve
Evrensel Ruh, s. 34.
[902] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 61.
[903] Bucke, Richard M.,
“Kendinin Bilincinden Kozmik Bilince”, Aydınlanma Nedir ?, ed.
John White, çev. Cengiz Erengil, (Ayna Yay.), s. 37.
[904] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 307; c. IV, s. 298.
[905] age.,
c. IV, s. 299.
[906] Meselâ bkz.,
el-Herevî, Abdullah b. Muhammed el-Ensârî, Menâzilü’s-Sâirîn,
(Matbaatu Mustafa el-Banî), Kahire 1966, s. 25; Kuşeyrî, Risale,
s. 121; Kelâbâzi, Ta’arruf, s. 121, 122; Sühreverdî, Avârif,
s. 250, 251.
[907] Bkz. Vâkıa 56/95,
Tekasür 102/5, 7.
[908] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 308.
[909] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 309, 310.
[910] age.,
c. IV, s. 299.
[911] Bkz., İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 403; A. mlf., Istılahat, s. 61; Sühreverdî, Avarif,
s. 250.
[912] Bkz. Sühreverdî, Avarif,
s. 250.
[913] Cevdet, Ma’rifetü’s-Sûfyye,
s. 136, 137.
[914] Nasr, Bilgi ve Kutsal,
s. 338.
[915] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 299; A. mlf. Kitâbu’l-Hucub,
(Mecmû’u’r-Resâil), s. 32.
[916] Bkz., Göktürk, Akşit, Sözün Ötesi, Yazılar,
(İnkılap Kitabevi), İstanbul 1989, s. 102.
[917] Bkz. el-Câbiri,
Muhammed Abid, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, çev. Burhan
Köroğlu- Hasan Hacak-Ekrem Demirli, (Kitabevi Yay.), İstanbul 1999, s. 54, 55.
[918] Şimşek, Mehmet Ali, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık ve Karine İlişkisi, (Basılmamış Doktora Tezi),
SÜSBE., Konya 2000, s. 3.
[919] Kayaalp, İsâ, İletişim
ve Dil, (TDV. Yay.), Ankara 1998, s. 63-65.
[920] Şimşek, Arap
Dilinde Çok Anlamlılık, s. 4.
[921] Bkz., Buman,
Waltraud, “Dil Felsefesi”, Günümüz Felsefe Disiplinleri, derleyen
ve çeviren: Doğan Özlem, (İnkılâp Kitabevi), İstanbul 1997, s. 514, 515.
[922] Bkz., Özlem, Doğan,
“Hermeneutik ve Şiir Sanatı”, Cogito-Şiir, (Yapı Kredi Yay.),
İstanbul 2004, sayı: 38, s. 121.
[923] Armağan, Mustafa,
“Izutsu’nun Semantik Çözümleme Yöntemi”, Gelenek ve Modernlik Arasında,
(İnsan Yay.), İstanbul 1995, s. 185, 186.
[924] Bkz., Bayraktar,
Mehmet, “İbnü’l-Arabî’de ‘Varlığın Birliği’nin Onto-Linguistik Analizi”, AÜİF.
Dergisi, c. XXV, Ankara 1981, s. 360.
[925] İbnü’l-Arabî
özellikle Kur’an’ın, hitaptan fayda hasıl olabilmesi için Arap dilindeki
uzlaşım hükmünce indiğini ve ilâhî hitabın bu beşerî uzlaşımın dışında bir
şekilde nüzûlunun muhal olduğu her fırsatta tekrarlar. Bu îtibârla da dilin,
zahirî husûsiyetleri bakımından uzlaşıma dayalı olduğunu kabul eder. Meselâ
bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. V, s. 221; c. VI, s. 272,
s. 341; c. VII, s. 77, 78.
[926] Bkz., Avni Konuk, Tedbîrât
Şerhi, s. 63; Chittick, Self-Disclosure, s. xxxii.
[927] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Dil-Hakikat İlişkisi”, İslâmiyât, s. 18.
[928] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 341.
[929] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 31.
[930] age.,
c. IV, s. 38.
[931] age., c. IV, s. 31.
İbnü’l-Arabî dil ile varlık arasında gördüğü paralelliği her fırsatta açıkça
dile getirir. Bu paralellik sadece aslî mertebeler düzeyinde kalmaz, âlemin her
bir veçhesinde bu paralellik müşahede edilebilir. Meselâ âlemde şiddetli
kasırga ve hafif rüzgarlar olduğu gibi harflerin de mahreci zor, şiddetli
olanları ve rahat olanları vardır. Âlemde şiddetli yıldırımsesleri ve hafif
esintiler olduğu gibi harflerin de cehrî olanları ve fısıltı şeklinde olanları
vardır. Bkz. Aynı yer.
[932] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 62-63.
[933] Aynı
yer.
[934] İbnü’l-Arabî, Meşâhidü
Esrâri’l-Kutsiyye, Süleymâniye Ktp., Es’ad Efendi Blm., No: 3633, v.
82 b; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. V, s. 418.
[935] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 283.
[936] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil,
(Resâil), s. 396.
[937] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 43, 44.
[938] age, c.
VII, s. 154, 207.
[939] age.,
c. IV, s. 294.
[940] Kur’an’da, Hz.
Dâvud’un açık-seçik, fasih ve etkili beyân gücünü ifade etmek üzere kullanılan
bir ifâdedir. Bkz., (Sâd 38/20).
[941] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 363; c. VII, s. 156.
[942] age, c.
VII, s. 37; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 283, 284.
[943] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 95.
[944] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 115.
[945] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 402; c. VII, s. 336.
[946] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 303, 336.
[947] age.,
s. 303.
[948] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 333.
[949] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 206.
[950] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 38.
[951] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 336; A.mlf., “Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi ”, İslâmiyât, s.
27, 28.
[952] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 334, 335.
[953] age.,
s. 337.
[954] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 7, 200, 346; c. V, s. 139, s. 160, 418, 419; c. VI,
s. 13, 14.
[955] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 285.
[956] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 338. Burada İbnü’l-Arabî, Allah’ın sonsuz kelâmını ifade etmede kullanılan
“kavl” ile “kelam” sıfatları arasında bir ayırıma gider ve bahsi geçen
tercümeyi “kelam”a nispet eder. “Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman ona
sözümüz (kavl) sadece “ol !” demektir. O da hemen oluverir. ” (Nahl 16/40)
âyetinde ifade edildiği gibi “kavl” ile hitap “ma’duma” işittirilirken “kelâm”
ile mevcûda işittirilir; bu da “Allah (cc.), Mûsâ ile gerçekten konuştu
(kelam)” (Nisa 4/164) ayetinde ifade edilmiştir. Yukarıda ifade edildiği
gibi “kelam” bazen beşer diline tercüme edilir ve bu îtibârla da “kelam”
mütercime (Hz. Peygamber) nispet edilir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerîm’de ifade
edilen “tahrif’ (Bakara 2/75) ve “tebdîl” (Fetih 48/15) bizâtihi Hakk Teâlanın,
taklid ve zâtî tavsif kabul etmeyen ezelî kavline değil bu beşerî dildeki
tercümeye, yâni kelâma nispet edilir. Zîrâ beşerî dildeki tercüme tebdil ve
tahrif kabul eder. Kısacası “kavl”, yok olana vücûd verme gibi bir etkiye
sahipken “kelam”, var olan ilim verme gibi bir etkiye sahiptir. Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. IV, s. 43; c. V, s. 341; c. VII,
s. 276. “Kelam”, “kavl” ve “nutk” ayırımı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.,
Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed, Düşünme, Konuşma ve Söz Üzerine,
el-Meârifu’l-Akliyye, çev. A. Kamil Cihan, (İnsan Yay.), İstanbul 2002.
[957] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 160. İbnü’l-Arabî’ye göre ilâhî hitâbın seslere ve
sûretlere dönüştürülmesinde bir beşer olarak Hz. Peygamberin bir dahli söz
konusu değildir. O, Kur’an’ı insanlara, her hangi bir ilâve ve eksiltme söz
konusu olmaksızın Allah’tan tahkiye yolu ile tebliğ eder. Kendisine inen
sûretten ayrılmaksızın kendisine ne söyleniyorsa onu söyler. Zîrâ Kur’an
harflerin terkibi, kelimelerinin terkibi âyetlerinin tanzimi ve sûrelerinin
inşasıyla birlikte inmiştir. Bkz., age., c. V, s. 234, 235.
Burada harfler ve sûretler bir mütercim olarak Hz. Peygamberin hayalinde
şekilleniyordur, fakat mütercimi konuşturan Allah’tır, kendi nefsinden
konuşmaz. Eğer bir kimse kendi nefsinde hasıl olan bir ilmi tercüme ediyorsa o
kimse burada kastedilen mütercim değildir. age., c. VI, s. 58.
[958] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 418.
[959] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 338, 339.
[960] Chittick, Self-Disclosure,
s. xxxiii.
[961] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 30.
[962] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 133.
[963] age.,
c. II, s. 135.
[964] İbnü’l-Arabî bu
görüşü Şiblî’ye nispet eder. Bkz., age., c. II, s. 134.
[965] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 136; Ebu Zeyd, “Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”,
İslâmiyât, s. 28.
[966] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi Üzerine”, İslâmiyât, s. 29.
[967] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 94. Bu hususta İbnü’l-Arabî Fütûhât’ta,
filozofların farklı bazı görüşlerine de yer verir. Bkz., age., c.
III, ss. 218-222.
[968] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 221.
[969] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi Üzerine”, İslâmiyât, s. 29.
[970] Aynı
yer.
9'87 Bkz.,
Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ana Çigileriyle Dilbilim, (TDK.
Yay.), Ankara 2000, c.
I, s. 71; A. mlf., Anlam Bilimi ve Türk Anlambilimi
(Ana Çizgileriyle), Ankara 1978, s. 33; Kayaalp, İletişim ve Dil,
s. 4, 5.
[972] Bkz. Uygur, Nermi, Dilin Gücü, Denemeler,
(Kabalcı Yay.), İstanbul 1994, s. 58 ve devamı; Göktürk, Akşit, Sözün
Ötesi, (İnkılap Yay.), İstanbul 1989, s. 187.
[973] Aksan, Doğan, Türkçenin
Sözvarlığı, (Engin Yay.), Ankara 1996, s. 8; Câbirî, Arap-İslam
Kültürünün Akıl Yapısı, s. 19, 20.
[974] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi ”, İslâmiyât, s. 33.
[975] Bu hususta bkz.,
İbnü’l-Arabî, İnşâü’d-Devâir, (KSDIA.), ss. 21-32; Ukletü’l-Müstevfiz,
(KSDIA.) ss. 45-47,50, 51; Tedbîrât, (KSDIA.) s. 108 ve
devamı, 209 ve devamı; Fusûs, s. 49 ve devâmı; Ankâu
Muğrib, s. 49 ve devamı.
[976] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 29.
[977] Bkz. İbnü’l-Arabî, İnşâü’d-Devair,
(KSDIA.), s. 21, 22; A. mlf. Ukletü’l-Müstevfiz, (KSDIA.),
s. 42, 43; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 92.
[978] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 49, 50; A. mlf., Ukletü’l-Müstevfiz, (KSDIA.) ss. 45-47; A.
mlf., Ankâu Muğrib, ss. 49-53; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 159, 160
[979] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 229.
[980] Bayraktar, Mehmet,
“İbnü’l-Arabî’de ‘Varlığın Birliği’nin Onto-Linguistik Analizi”, AÜİF.
Dergisi, c. XXV, Ankara 1981, s. 360.
[981] Bkz., Chittick, Self-Disclosure,
xxxiii.
[982] Bkz., Chittick, Hayâl
Alemleri, s. 104.
[983] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 229.
[984] Ebu Zeyd, “Sûfî Düşüncede Dil-Hakikat İlişkisi”, İslâmiyât,
s. 23.
[985] îbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 51-52.
[986] îbnü’l-Arabî’nin
açıklamalarından bu harflerin (harfi cer olan bâ, lâm...) müfred kelime
mi yoksa müfred harf mi oldukları açık bir şekilde anlaşılmamaktadır.
Kelimelerden bir kısmı insanlara, diğer az bir kısmı da cinlere ve meleklere
benzer dedikten sonra, bu harfleri cin ve meleklere benzeyen müfred
kelimelerden sayar. Fakat daha sonra bu harflere de diğer harfler gibi tek
başlarına ruh üflenmediğini, yâni hareke alamayacaklarını, ancak mürekkeb olan
bir kelimeye bitiştikten sonra hareke alabileceklerini söyler ve onlara müfredatü’l-hurûf
der. Dolayısıyla bu harflerin ruhları/harekeleri kendilerinden dolayı değil,
başka bir şey sebebiyle üflenmiştir ki o da mürekkeb bir kelimedir. Bu sebeple
de bu harekeler onlara ancak “lirabbike”, “billahi” ve benzerlerinde
olduğu gibi başka mürekkeb bir kelimeye muzaf olmalarından dolayı verilir.
Dolayısıyla tek başlarına kendi manalarının dışında bir anlamları yoktur.
Nihayet îbnü’l-Arabî, harficerlerin başka bir kelimeye izafeyle
harekelenmesini, harflerden birinin kelimeler alemine girmesi olarak
vasıflandırır. Bkz.: îbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s.,
52-54.
[987] age.,
c. II, s., 52. Bu hususta ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
ss. 305-313.
[988] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 69.
[989] Aynı yer.
[990] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 70.
[991] Arapça’da, bizâtihi
kendi başına yeterli olan anlamlı bir bütün, yâni cümle için “kelam”, kendi
başına anlamlı bir bütün oluşturmayan, kelamın her bir parçası için de “kavl”
kelimeleri kullanılır. Bu itibârla da meselâ Kur’an’a kelâmullah denilirken
kavlullah denilmez. Bkz. İbnü’l-Manzur, Lisânü’l-Arab, c. XII, s.
523.
[992] Meselâ bkz.
ez-Zeccâcî, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. İshak, el-Cümel, thk.
Muhammed İbn Ebi’ş-Şeneb, (Librairie C. Klincksieck), Paris 1957, s. 17.
[993] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, 55.
[994] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 24, (O. Yahya takdimi); Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 353, 354.
[995] age.,
c. II, s., 57, 58.
[996] Mesela ez-Zeccacî’ye
göre masdar fiilin ismidir. bkz. ez-Zeccâcî, el-Cümel, s. 17.
[997] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 58.
[998] Ez-Zeccâcî: Asıl
ismi, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. İshak’tır. Nahiv ve dil ilimlerini tahsil
ettiği hocası İbrahim ez-Zeccâc’a nispet edilmek sûretiyle kendisine
“ez-Zeccacî” denilmiştir. el- Cümel ve el-İzâh fi’l-İlel isimli
eserlerin sahibidir. el-Cümel isimli eserini Mekke’de yazmıştır.
Bağdat’ta da bulunmuş, sonra Taberiyye’ye yerleşmiştir. Taberiyye’de 339/951
yılında vefat etmiştir. Bkz. es-Suyûtî, Celâleddin Abdurrahman, Buğyetü’l-Vuât
fî Tabakâti’l-Lügaviyyîn ve’n-Nuhât, thk. Muhammed Ebu’l-Fadl,
(Matbaatu Îsâ Elbânî), Kahire 1965, c. II, s. 77; ez- Zeccacî, el-Cümel,
ss. 5-11. (Takdim).
[999] İbnü’l-Arabi,
ez-Zeccâcî’nin “el-hades/oluş-olay, bir mastardır ve bu bir fiilin ismidir.
Fiil ise ondan türemiştir.” (el-Cümel, s. 17) şeklindeki
ifadesini kendine has üslûbuyla şu şekilde şerh eder: “ ‘el-hades’ meselâ
bu ‘kıyâm’ kelimesi olsun, ‘bir mastardır’ bununla ez-Zeccâcî,
olayın/el-hades, olayı gerçekleştirenden/el-mühdisden sadır olduğunu
kastediyor, ‘ve bu, bir fiilin ismidir’ bu ifadesi ile ise ez-Zeccâcî,
meselâ ‘kıyâm/ayağa kalkma’ kelimesinin, ‘kâim/ayakta duran’ diye
isimlendirilen hareket halindeki bir kimseden sadır olan özel bir hareketin
ismi olduğunu kastediyor. Dolayısıyla ayağa kalkma hareketinin varolması haline
göre bu durum, ‘kıyâm/kalkma’, hareketin tamamlanıp yok olması haline göre ise
‘kâme/kalktı’ şeklinde isimlendirilir. Ayrıca hareketin vukû’ bulması halinin
tevehhümüne göre ise ‘yekûmü/kalkıyor’ ve ‘kum/kalk’ şeklinde isimlendirilir.
İşte bütün bunlar ancak hareket eden bir kimsede bulunabilirler. Dolayısıyla da
kendi başlarına kâim değillerdir. Fiil ise,’ bununla ez-Zeccâc, hareket
halindeki bir kimseden sadır olan fiilin, meselâ ayağa kalkma fiili gibi,
bizzat kendisini değil, ‘kâme’ ve ‘yekûmu’ lafızlarım kasteder, ‘ ondan
türemiştir’ buradaki zamir ise ‘fiilin ismi/mastar’ lafzına râcîdir.
Dolayısıyla ‘kâme, yekûmü’ gibi fiiller ‘kıyâm’ mastarından türemiş, ondan
alınmışlardır.” Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s. 59,
60.
[1000] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 52.
[1001] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s., 51-52.
[1002] age.,
c. II, s., 52.
[1003] age.,
c. II, s., 62.
[1004] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 79; A. mlf., Kitâbu’t-Terâcim (Resâil),
s. 294, 295; Lorry, “The Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII,
s. 32. Burada İbnü’l-Arabî, “Allah (cc.) bir şey murâd edince, sadece “ol!”
demesiyle o şey hemen oluverir” (Âl-i İmran 3/47) ayetini Arap
nahivcilerinin “isti’mâlü’s-sebep mekane’l-müsebbep” dedikleri kural
muvacehesinde yorumlamıştır. İbnü’l-Arabî, bir sebep olarak “kun:ol”kelimesini
müsebbep olan mahlûkât yerine kullanmak sûretiyle bütünüyle âleme “kelime”
demiştir. Afifî, Mystical Philosophy, s. 73.
[1005] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 79, 80.
[1006] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. III, s. 204.
[1007] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 183.
[1008] Yetkin, Saffet
Kemalüddin, “Muhyiddin-i Arabî ve Tasavvuf”, AÜİF. Dergisi, c. I,
sayı: 1, Ankara 1952, s. 25, 26.
[1009] İbnü’l-Arabî’nin
öğretisinde varlık anlayışını anlayabilmek için yapılan önemli bir ayırımdır.
Varlık (being), varoluşun gerçekliğine, veya onu bize arz eden şeylerden her
hangi birini hesaba katmaksızın “gizli varlığa” işaret eder. Varoluş
(existence) ise, aynı gerçekliğin âlemde bize sergilenen şekline, yâni “apaçık
varlığa” işaret eder.
[1010] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 39; Lorry, “The Symbolism of Letters”, JMIAS.,
c. XXIII, s. 33.
[1011] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s., 62-63.
[1012] Chittick, “Ibn ‘Arabi
and His School”, ISM, s. 59.
[1013] Bu noktada
İbnü’l-Arabî, Hakkın beş var oluş mertebesinden (:keynûnet) bahseder: 1-
Hakkın amâda var oluşu. Hakkın varlığını kabul eden bu ilk mertebeye
yazımızda mutlak hayali incelerken değinmeye çalışacağız. 2- “Rahman, Arş ’a
istivâ etti. ” (Tâhâ 20/5) ayetine istinaden Hakkın Arş’taki var oluşu. 3- “Rabbimiz
her gece dünya semasına iner” hadisine istinâden dünya semasındaki var
oluşu. 4- “O, göklerde ve yerdeki tek Allah ’tır” (En-âm 6/3) âyetine
istinâden yer yüzündeki var oluşu. 5-“Nerede olursanız olun O, sizinle
beraberdir” (Hadîd 57/4) âyetine istinâden bizde olduğu gibi her varlıkta
da kendi varlık mertebelerine göre var oluşu: umûmî keynûnet. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. III, s. 465, 466. Bütün bu
açıklamalardan sonra İbnü’l-Arabî, Hakkın bu mertebelerdeki var oluşunun kendi
celâline yakışır bir şekilde olduğunu, Zât’ının gerektirdiği gibi her hangi bir
tasavvur, teşbih ve keyfiyet söz konusu olmadığını hemen vurgular. Bkz., Aynı
yer.
[1014] Hadis
için bkz., Kurt, Endülüs’te Hadis, s. 677, dipnot: 849.
[1015] Corbin, Creative
Imagination, s., 185.
[1016] Bkz., Aclûnî, İsmâil
b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, (I-II), (Dâr-u İhyâ-ı
Türâbi’l-Arabî), Beyrut 1352, c. 2, s., 132.
[1017] Bu hadisin yanı sıra
bir çok başka hadiste de Rahmân ’ın Nefesi tabiri geçmektedir. Bu
tabirin geçtiği hadisler için bkz., Kurt, Endülüs’te Hadis, s.
678, dipnot: 861.
[1018] Mesela
bkz. Secde 332/9; Hicr 15/29; Sâd 38/72; Enbiya 21/91; Tahrim 66/12.
[1019] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 142, 143, 144; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. IV, s. 43. Ayrıca
bkz. Kâşânî, Şerhu Fusûsi’l-Hikem, s. 220, 221; Bâlî Efendi, Şerhu
Fusûsi’l-Hikem, Kaşânî’nin Şerhi’nin hamişinde, s. 220; Konuk, FHTŞIII,
s. 168, 169; Chittick, SûfîPath, s. 127.
[1020] İlahî sıfatların
Zât-ı Bârî’den alemin zuhurunu talep edişlerini ifade eden hayali anlatımlara,
tezimizin giriş bölümünde, İbnü’l-Arabî’nin eserlerindeki üslûbundan
bahsederken yer vermiştik. Bu tarz ifadeler için ilgili bölüme müracaat
edilebilir.
[1021] Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 112.
[1022] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 36, 46, 47.
[1023] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 219. Ayrıca bkz., A.mlf., Fütûhât (byr.), c. IV, s. 36.
[1024] Bkz.
İbnü’l-Manzûr, Lisânü’l-Arab, c. XII, s. 524, 525.
[1025] İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 272, 273; c. VII, s. 103; Chittick, SûfîPath,
s. 128.
[1026] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 89, 90, (byr.), c. III, s. 272; Ebu
Zeyd, Felsefetü’Te’vîl, s. 263, 298, 299.
[1027] Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s. 300, 301, c. III, s. 204.
[1028] “Nûn” harfiin yazım
biçimi hakkındaki tahliller için bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.),
c. I, s. 239.
[1029] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 332, 333; A. mlf., “Sûf Düşüncede-Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât,
s. 26, 27.
[1030] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 90, 95; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 333; A. mlf., “Sûfî Düşüncede-Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât,
s. 27.
[1031] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 48.
[1032] Afifi, “Müslümanların
Logos/Kelime Nazariyeleri''. İDÜM., s. 86.
[1033] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 112.
[1034] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s. 228,229.
[1035] age.,
c. II, s. 133.
[1036] İbnü’l-Arabi sadece
maddî âlemdeki mertebe ve hekikatlerin değil, ulvî-süfli bütün hakikat ve
mertebelerin insanda toplanmış olduğunu söyler. Bu îtibârla en yüce âlemi
temsil eden hakîkatü ’l- Muhammediyye’nin insandaki karşılığı ruh, arşın
karşılığı cisim, kürsînin karşılığı nefs, beyt-i ma’mûrun karşılığı kalp,
meleklerin karşılığı insanın rûhânî yetileri, zühâl yıldızı ve felekinin
karşılığı kuvve-i ilmiyye ve nefestir... vs. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 231, 232; (byr.), c. III, s. 102. Diğer
taraftan insanda, filin hafızası, merkebin belâdeti, aslânın cesareti, böceğin
korkaklığı vs. de karşılık bulmaktadır. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 233. İbnü’l-Arabî insan ve insan-âlem benzerliği
hususundaki görüşlerini diğer bir çok eserinin yanısıra özellikle Tedbîrât’da
etraflıca ortaya koyar. Alemde sürekli gelişen şeylere karşılık insanda kıl ve
tırnak vardır. Alemdeki tuzlu, tatlı, acı ve kokmuş suya mukabil insanın
gözlerinde tuzlu, burun deliklerinde kokmuş, kulaklarında acı ve ağzında ise
tatlı su vardır. bkz., İbnü’l-Arabî, Tedbîrât (KSDIA.), s. 108 ve
devamı, ayrıca bkz., s. 123 ve devamı, s. 132, 138, 178, 185-189, 194, 210213.
[1037] İbnü’l-Arabî, insanın
âlemi kuşatıcı olan bu yönünü, bünyesinde her bir mahlûkâttan bir veçhe
barındırmasıyla açıklar. Söz gelimi insanda semâdan, arzdan, arşdan ya da
anâsır-ı erbaa’dan bir yön vardır. Bir yönden semâya, bir yönden yere, bir
yönden ateş, hava, su ya da toprağa benzer. Yoksa bu kuşatıcı yönüne binaen o,
semâdır, arzdır vs. denilemez; zirâ nihâî tahlilde o da mahlûkât cinsindendir.
Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. III, s. 328. İnsan ile
âlem arasında görülen bu şekildeki bir benzerlik ve paralellik Yunan
filozoflarından Pythagoras’a (ö. mö. 500) kadar geri gitmektedir. Ona göre
insan, fıtratı îtibârıyla bütün âleme mukâbildir. İnsan, küçük âlemdir, âlem
ise büyük insan. Bkz. eş-Şehristânî, Muhammed b. Abdulkerim, Kitâbu’l-Milel
ve’n-Nihal, thk. Muhammed b. Fethullâh Bedrân, (Matbaatu’l-Ezher),
Kahire 1910, c. II, s. 854. Bu düşüncenin İslam düşünce tarihinde yaygınlaşması
ise İhvân-ı Safâ ile olmuştur. İhvân-ı safâ’ya göre insan ile âlem arasında tam
bir paralellik vardır ve insanın vücûdu bütünüyle âlemin özelliklerini taşır.
Meselâ; kemik, ilik, et, damarlar, kan, sinirler, deri, kıl ve tırnaklarından
ibaret olan ve insanın bedeni oluşturan dokuz cevher âlemdeki dokuz feleğe
tekâbul eder... Bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz., İhvân-ı Safâ, Resâil,
tsh., Hayrüddin Ziriklî, (Matbaatu’l-Arabiyye), Kahire 1928, c. II, ss. 20-22,
s. 318 ve devamı, c. III, s. 3 ve devamı; Fahri, Macit, İslam Felsefesi
Tarihi, çev. Kasım Turhan, İstanbul 1992, s. 159, 160; Nasr, Seyyid
Hüseyin, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, çev. Nazife Şişman,
(İnsan Yay.), İstanbul 1985, ss. 113-123.
[1038] Bkz., İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 33, 44, 54; A. mlf., Fütûhât (thk), c. II, s. 220, 221, 231,
252, 300; A. mlf., Tecelliyât, thk., Osman Yahya, s. 209, 210; A.
mlf., Fusûs, 49, 50, 214; A. mlf., İnsâü’d-Devâir, (KSDIA.)
13, 21, 23; A. mlf., Ukletü’l-Müstevfiz, (KSDIA.), 42, 45, 46; A.
mlf., Tedbîrât, (KSDIA.), s. 107 ve devamı.
[1039] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 102.
[1040] Bkz.
İbnü’l-Arabî, Ukletü’l-Müstevfiz, (KSDIA.) s. 51; A. mlf., Mevakiu’n-Nücûm,
s. 71.
[1041] İbnü’l-Arabi, Mevakiu’n-Nücûm,
s. 71, 72.
[1042] Bkz.,
Kılıç, İbnü'l-Arabî'de Varlık.
[1043] İbnü’l-Arabî’ye göre
varlık ve âlemin varlığı meselesi hakkında bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 76, c. IV, s. 49, 50; (byr.), c. III,
s. 82, 83, 240, 440; c. IV, s. 49, s. 148; c. VI, s. 184, 185, 214, 223, 224;
A. mlf., Fusûs, s. 76, 79; A. mlf., İnşâü’d-Devâir,
(KSDIA.), s.s. 19-21. İbnü’l-Arabî’nin varlık tasavvuru hakkında daha
sonra ortaya çıkan meseleler, özellikle de vahdeti vücûd ve panteizm
münâsebeti hakkında bkz., Nicholson, Reynold A., The Idea of Personality
in Sufism, (Kashmiri Bazar), Lahore 1964, s. 37; Izutsu, Toshihiko, İslam’da
Varlık Düşüncesi, çev. İbrahim Kalın, (İnsan Yay.), İstanbul 2003, s.
51 ve devamı, s. 89 ve devamı. Afîfî, Tasavvuf, s. 169; A. mlf.,
“Vahdetü’l-Vücûd Beyne İbn Arabî ve Spinoza”, KTMİA., ss.
367-380; Chittick, Hayâl Alemleri, s. 30; Tahralı,
“Fusûsü’l-Hikem Şerhi”, FHTŞ. I içinde, s. 58 ve devamı; Erdem,
Hüsamettin, Bir Tanrı-Âlem Münasebeti Olarak Panteizm ve Vahdet-i Vücûd,
(KTB. Yay.), Ankara, 1990, ss. 90-102; Kam, Ferid, Vahdet-i Vücûd,
sad., Ethem Cebecioğlu, (DİB. Yay.), Ankara 2003, ss. 41-61. Eserin farklı bir
şadeleştirilmesi için bkz., Vahdet-i Vücûd, İbn Arabî’de Varlık Düşüncesi
içinde, sad., Mustafa Kara, (İnsan Yay.), İstanbul 1992; Schimmel, Annemarie, İslâmın
Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, (Kabalcı Yay.), İstanbul 2001,
s. 264; Yılmaz, Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar,
(Ensar Yay.), İstanbul 1994, s. 314, 315; Kılıç, İbnü’l-Arabî’de Varlık,
s. 128 ve devamı; Yasa, Metin, İbn Arabî ve Spinoza’da Varlık, (Elis
Yay.), Ankara 2003, ss. 17-45; Aydın, Mehmet S., Din Felsefesi,
(DEÜİF. Vakfı Yay.), İzmir 1991, s. 190
[1044] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. I, s. 327.
[1045] Bkz., İbnü’l-Arabî, İnşâu’d-Devâir,
(KSDIA.), s. 7, 8, 9; A. mlf., Kitâbu’l-Ezel (Resâil), s.
136; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. III, s. 465; c. VIII, s. 46.
[1046] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 143.
[1047] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 260-263; (byr.), c. VII, s. 133; A.
mlf., Kitâbu’l-Mim ve’l-Vâv ve’n-Nûn, (Resâil), s. 89, 90.
[1048] Şeyhin “ricâlü’l-gayb”
konusu hakkındaki görüşleri için bkz. Öğke, Ahmet, “Bir Tasavvuf Terimi Olarak
Ricâlü’l-Gayb, İbn Arabî’nin Görüşleri”, Tasavvuf, yıl: 2, sayı:
5, Ocak 2001, ss. 161-201.
[1049] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 335, 336.
[1050] İbnü’l-Arabi bu
harfleri şu şekilde zikreder: “Racülân” kelimesindeki Elif, “el-amrûn”
kelimesindeki Vâv, “el-amrîn” kelimesindeki Yâ ve “yef’alûn”
kelimesindeki Nûn.
[1051] Aynı
yer.
[1052] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 337.
[1053] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 263; A. mlf., “Sûfî Düşüncede Dil-Hakikat İlişkisi”, İslâmiyât,
s. 23.
[1054] Chittick, SûfîPath,
s. 128; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 302.
[1055] Ebu
Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 303.
[1056] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, ss. 295-324; (byr.), c. IV, ss. 76-146. Bu
hususta ayrıntılı bilgi ve tablolar için ayrıca bkz., İbnü’l-Arabî, Tecelliyyâtü’l-İlâhiyye,
thk. Osman
Yahya, ss. 130-135; A. mlf., Teveccühâtü’l-Hurûf,
ss. V-VI; Ebu Zeyd, “Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât,
ss. 23-26.
*
İbnü’l-Arabî,
“gayn” harfinin sayısal değeri hakkında, bize ve sır ehline göre 900,
nur ehline göre ise 1000’dir der. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.),
c. I, s. 300.
' İbnü’l-Arabî, “dâd”
harfinin sayısal değeri hakkında, bize göre 90, nur ehline göre ise 800’dür
der. Bkz., age., c. I, s. 304.
[1058] İbnü’l-Arabî, “şın” harfinin sayısal değeri hakkında
bize göre 1000, nur ehline göre 300’dür der. Bkz., age., c. I, s.
305, 306.
*
İbnü’l-Arabî,
“yâ” harfinin sayısal değeri hakkında on ikinci felek için 10, yedinci
felek için ise 1’dir der. Bkz., age., c. I, s. 306.
*
İbnü’l-Arabî,
“lam” harfinin sayısal değeri hakkında on ikinci felek için 30, yedinci
felek için ise 3’tür der. Bkz., Fütûhât (thk.), c. I, s. 307.
[1059] İbnü’l-Arabî “ra” harfinin sayısal değeri hakkında
on ikinci felek için 200, yedinci felek içinse 2’dir der. Bkz., age.,
c. I, s. 308.
& İbnü’l-Arabî “sâd”
harfinin sayısal değeri hakkında bize göre 60, nur ehline göre 90’dır der.
Bkz., age., c. I, s. 311.
“ İbnü’l-Arabî, “s/n”harfinin
sayısal değeri hakkında nur ehline göre 60, bize göre ise; büyük ebcette 300,
küçükte 3’tür der. Bkz., age., c.I, s. 317.
p İbnü’l-Arabî
“zı ” harfinin sayısal değeri hakkında nur ehline göre 900, bize göre
büyük ebcette 800, küçük ebcette 8’dir der. Bkz., age., c. I,
318.
[1060] İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (thk.), c. III, s. 206, 207.
[1061] Bu husus âyet-i
kerîmede şöyle ifade edilir: “Her kim izzet ve şeref isterse, bilsin ki
izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır. Güzel sözler O’na yükselir, bu sözleri
Allah’a salih âmel yükseltir.” (Furkân 35/10).
[1062] Bu husus bir hadis-i
şerifte şu şekilde ifade edilir: “İnsan bazen, kendisinin hiçbir sakınca
görmediği, fakat Allah’ın gazabını gerektiren öyle bir kelime söyler ki, öyle
sözler konuşur ki o sözlerle birlikte dibi yetmiş yıllık mesafede bulunan
cehennem çukuruna iner.” Hadis için bkz., Sahih-Buhârî, Rikâk 23;
Sünen-i Tirmizî, Zühd 12; Sünen-i İbn Mâce, Fiten
12; Muvattâ, Kelâm 5; Müsned-i İbn Hanbel, 2/334,
3/369.
[1063] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 237.
[1064] age.,
c. I, s., 238.
[1065] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 29, 30.
[1066] Bkz., Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakîkat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 26.
[1067] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 51, 52.
[1068] age.,
c. II, s., 60.
[1069] age.,
c. II, s., 61.
[1070] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 62-63.
[1071] age.,
c. II, s., 63-64.
[1072] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s., 65.
[1073] Chittick, SûfîPath,
s. 128; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 102.
[1074] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 465 ve devamı. Hakk’ın ilk zuhur mahallini olan ve
bu îtibârla da ehadiyyet mertebesi de denilen amâ hakkında ayrıca
bkz.. Bkz. A. mlf. Ukletü’l- Müstevfiz, (KSDIA.), s. 57; A. mlf. Fusûs,
s. 111; Kay serî, Matlau’ Husûsi’l-Kelim, s. 25; Cürcânî, Ta’rîfât,
s. 170; Hakim, Mu’cem, s. 820 ve devamı.
[1075] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 43.
[1076] age.,
c. III, s. 466, 468; Corbin, Creative Imagination, s., 186.
[1077] Chittick, SûfîPath,
s. 126.
[1078] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 466.
[1079] Bkz., Aclûnî, İsmâil
b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, (Dâru İhyâi Türâbi’l-Arabî), Beyrut
1352, c. 2, s., 132.
[1080] Chittick, SûfîPath,
s. 127.
[1081] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 29, 30; Ebû Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 263 ve devamı.
[1082] Lorry, “The Symbolism
of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 34; Nasr, Three Muslim
Sages, s. 112.
[1083] Chittick, “Ibn ‘Arabi
and His School”, ISM., s. 59.
[1084] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mîm
ve’l-Vâv ve’n-Nûn, (Resâil), s. 90, 93.
[1085] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mim, (Rebâil), s. 91, 92, 95.
[1086] Hz. İsâ’ya,
mevcûdâta hayat veren nefha-i ilâhî ilmi verilmiştir. O her hangi bir sûrete
nefhettiği zaman o sûret Allah’ın izniyle hayat buluyordu. İşte Rahmanın
nefesinden ibaret olan nefha-i ilahi vasıtasıyla Hz. İsa’ya ölüleri diriltme
hasleti ve İbnü’l-Arabî’nin ilm-i Îsevî dediği harfler ilmi verilmiştir. Çünkü
harflerin âyânı da ancak kalbin ortasından çıkan ve hayat kaynağı havadan
ibâret olan nefhadan hasıl olur. Hava mahreçlerde inkıtaya uğradığında harfler
zuhur eder. Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.) c. III, s. 89, 91.
204.
[1087] age.,
c. I, s. 231; c. III, s. 196. Harfler ilmi ile alâkalı bu iki bâb, Türkçe’ye
tercüme edilmiştir. Bkz., Harflerin tlmi, çev. Mahmut Kanık, (Asa
Yay.), Bursa 2000.
[1088] Bkz., İbnü’l-Arabî, Teveccühâtü’l-Hurûf,
(Mektebetü’l-Kâhire), Kahire, ts.
[1089] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Bâ,
(Mektebetü’l-Kahire), Kâhire 1954.
[1090] Bu üç risale için
bkz. İbnü’l-Arabî, Resâil, s. 31 ve devamı, s. 89 ve devamı, s.
120 ve devamı.
[1091] İslam düşüncesinde
harfler ilmi ve hurûfîlik hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Guenon, Rene, İslam
Mânevîyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, çev. Mahmut Kanık, (İnsan Yay.),
İstanbul 1989, ss. 59-67; Ifrah Georges, Akdeniz Kıyılarında Hesap III,
Rakamların Evrensel Tarihi, çev. Kurtuluş Dinçer, (Tübitak Yay.),
Ankara 1998, s. 204 ve devamı; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vil, s.
297 ve devâmı; Gölpınarlı, Abdulbaki, Hurûfîlik Metinleri Katalogu,
(TTK. Yay.), Ankara 1989, ss. 2-8.
[1092] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 204.
[1093] Bkz., İbnü’l-Arabî, el-Hikemü’l-Hâtımiyye,
hz. Abdurrahman Hasan Mahmud, Alemü’l-Fikr, Kahire 1978, s. 13.
[1094] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 232.
[1095] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 32.
[1096] Hakim, Mu’cem,
s. 320.
[1097] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 239.
[1098] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. I, s., 241.
[1099] age.,
c. I, s., 260.
[1100] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 22.
[1101] Lorry, “The Symbolism
of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 34.
[1102] agm.,
s. 35.
[1103] Aynı
yer.
[1104] Lorry, “The Symbolism
of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 36.
[1105] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 86.
[1106] age.,
c. IV, s. 39.
[1107] İbnü’l-Arabî’ye göre
ilâhi isimler, Zât’a taalluku bakımından Zât ile birdir ve bu yönüyle de diğer
bütün isimleri ihtiva eder. Bu itibârla her bir isim diğer ilâhi isimlerle
sıfatlanır ve hayy, semî’, basîr, mürîd ve kadîr...vs. olur.
İbnü’l-Arabî her bir ilâhî ismin âlemdeki bir varlığa Rabb oluşunu isimlerin
Zât’a taalluk eden bu küllî yönüyle açıklar. İsimlerin Zât’dan ayrı ve farklı
oluşları ise taalluk ettikleri şeyler, meselâ Rahmân’ın merhûma, Alîm’ın mâluma
taalluku îtibânyladır. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. II,
s. 129, 130; A. mlf., Fusûs, s. 79, 80.
[1108] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. II, s. 124; A. mlf., Abâdile, s. 42.
[1109] Lorry,
“The Symbolism of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 36.
[1110] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.) c. II, s. 159; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 317, 318.
[1111] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.) c. II, s. 159; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s.
317, 318, 320.
[1112] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif (Resail), s. 42; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 318, 319.
[1113] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif
(Resail), s. 34; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. VIII, s. 11.
[1114] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Elif
(Resail), s. 42
[1115] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 134, 135.
[1116] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 277.
[1117] age.,
c. I, s., 295.
[1118] age.,
c. I, s., 296.
[1119] İbnü’l-Arabî’nin bu
husustaki tahlilleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, ss. 325-327, c. III, s. 134, 135, 136; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 325, 326, 328.
[1120] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 328.
[1121] Sahih-iBuhâri,
Kitâbü’d-De‘avât, 13; Sahih-iMüslim, Münâfıkûn, 168.
[1122] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 325; c. II, s. 152, 153. Bu mürekkeb harfin sembolik
mânâları hakkında ayrıca bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c.
IV, s. 405.
[1123] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 326, 327.
[1124] age.,
c. I, s., 331.
[1125] age.,
c. I, s., 330.
[1126] Afifi, “Müslümanların
Logos Nazariyeleri”, İDÜM., s. 85.
[1127] Hz. Peygamberin
husûsiyetleri ile ilgili olan bu hadis, değişik lafızlarla, Ebu Hureyre (r.),
Abdullah b. Amr b el-Âs (r.), Ömer İbnü’l-Hattâb (r.) ve Ebu Mûsâ el-Eş’ârî’den
rivayet edilmiştir. Bu hadisin farklı rivayetlerine Müslim, Buharî ve
Tirmizî gibi sahih hadis kitaplarında yer verilmiştir. Hadis hakkında
ayrıntılı tahric için bkz. Kurt, Endülüs’te Hadis, s. 658,
dipnot: 556.
[1128] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 356, 357.
[1129] age.,
c. V, s. 380.
[1130] İbnü’l-Arabi, Fusûs,
s. 142; İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. V, s. 381.
[1131] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 381.
[1132] Hakim, Mu’cem,
s. 976.
[1133] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 211.
[1134] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 245.
[1135] Bkz., Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 23.
[1136] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s., 51-52.
[1137] Hakim, Mu’cem,
s. 976.
[1138] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 110.
[1139] Mesela birinci
fass’ın başlığı şöyledir: “Âdemî Kelime’deki İlâhî Hikmet”. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 48. Burada Şeyhü’l-Ekber fass başlıklarında da, her bir peygamberin ilâhî
hikmetin bir yönünü temsil eden bir kelime olduğu yönündeki genel görüşüne
vurgu yapmaktadır. Bu sebeple, meselâ bu birinci fass’ın başlığının “Âdem
Kelimesindeki İlahî Hikmet” şeklindeki tercümesinin, Şeyhü’l-Ekber’in bu
husustaki görüşlerini de hesaba katarak, hatalı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
bu tür bir tercüme lafız tahlilini çağrıştırmaktadır. Halbukî İbnü’l-Arabi bu
görüşlerini bir lafızdan (meselâ “Âdem”lafzından) yola çıkarak ortaya koyuyor
değildir. Bu tür yanlış bir tercüme için bkz. Fusûsu’l-Hikem,
çev. Nuri Gencosman, (MEB. Yay.), İstanbul 1992, s. 22
[1140] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk), c. II, ss. 193-196.
[1141] Bkz. Afîfi,
“Müslümanların Logos Nazariyeleri”, İDÜM., s. 78, 79. Ayrıca Suad
Hakim’in kapsamlı sözlüğü Mu ’cem ’in, zikredilen bu ıstılahlarla
ilgili maddelerine bakılabilir.
[1142] “Akıl” ve “kelime”
anlamlarına gelen “logos” kavramının anlamları ve tarihi gelişimi hakkında
bkz., Pepin, Jean, “Logos”, ER., c. IX, s. 15.
[1143] Yunan felsefesinde,
“logos”, varlığın bütün yönlerine yayılan düşünme kuvvetidir. Kavramı bu
anlamda kullananların en meşhuru Heraklitus (MÖ. 475)’tur. Bu anlamıyla
“logos”, hayatın kaynağıdır, her şeyin kendisine boyun eğdiği ilahî iradedir.
Anaxagoras’a göre ise ilahî akıl (Nous)'dur. Varlığı idare eden kuvvet veya Zât
ile âlem arasında bir vasıtadır. Daha sonra bu ezeli ilkeye Faal Akıl ya da
Küllî Akıl’da denilmiştir. Bütün bu düşünürler, hikmet ile kelime (lafız
anlamında) arasında bir ayırım yapmıyorlardı. Bkz. Afîfî, “Müslümanların Logos
Nazariyeleri”, İDÜM., s. 62, 63. Logos doktrinini dînî düşünceye
sokan kişi ise Yahudi Filozof Philon’dur. Hristiyanlar, Hz. İsâ’nın logos
olduğu yönündeki düşüncelerini temellendirirken ondan etkilenmişlerdir.
Philon’un görüşleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Weber, Alfred, Felsefe
Tarihi, çev. Vehbi Eralp, (Sosyal Yay.), İstanbul 1991, s. 106;
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, (Remzi Kitapevi), İstanbul 1985,
s. 128-131. Farklı din ve kültürlerdeki “kelime/logos” nazariyeleri ve
İbnü’l-Arabî’nin “kelime” nazariyesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Afifi,
“Müslümanların Logos Nazariyeleri”, İDÜM., s. 61 ve devamı; A.
mlf., Mystical Philosophy, s. 68 ve devamı; Hakim, Mu’cem,
s. 974 ve devamı.
[1144] Afifi, “Müslümanların
Logos Nazariyeleri”, İDÜM., s. 61.
[1145] Bkz. Afifi, “İbn
Arabî fî Dirâsâtî”, KTMİA, s. 29.
[1146] İnsan-ı kâmil
nazariyyesi hususunda belki de Cîlî’yi selefi İbnü’l-Arabî’den ayıran en önemli
husus, onun bu nazariyyeyi genel düşünce sisteminin dayanağı ve başlangıç
noktası olarak oldukça sistematik ve mufassal bir tarzda ele almasıdır.
Cîlî’nin insan-ı kâmil nazariyyesinin ayrıntıları hakkında bkz., el-Cîlî,
Abdülkerim, İnsân-ı Kâmil, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, haz. S.
Eraydın-E. Demirli-A. Kartal, (İz Yay.), İstanbul 2002; Kartal, Abdullah, Abdülkerim
Cîlî, Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, (İnsan Yay.), İstanbul
2003, ss. 193-281. Halbuki İbnü’l- Arabî bu konudaki görüşlerini hayli veciz,
mücmel ve eserlerinin farklı pasajlarına serpiştirilmiş bir tarzda sunar.
Şeyhü’l-Ekber’in insan-ı kamil nazariyyesini ne kadar mücmel bir tarzda
işlediğini görmek bakmından şu eserlerine mürâcaat etmek yeterlidir: Bkz.,
İbnü’l-Arabî, et- Tenbîhâtu alâ Uluvvi Hakîkati’l-Muhammediyye,
A., mlf., Ankâu Muğrib, A. mlf., Fusûsu’l- Hikem.
[1147] “Gayb nûrundan bir
kandil; zuhur etti, geri döndü, diğer bütün kandilleri geride bırakıp da efendi
oldu. Aylar arasında tecellî eden bir dolunay; burcu sırlar feleğinde olan.
Himmetinin kuşatıcılığından dolayı Hakk Teâlâ onu “ümmî” diye isimlendirdi.
Nîmetinin azametinden dolayı “haramî” ve sürekli Kendisine kurbiyyet makâmında
oturduğu içinse “Mekkî” diye isimlendirdi... Nübüvvet nuru onun nurundan ortaya
çıktı. (Nebilerin) nuru onun nurundan zuhur etti...” Bkz., Hallâc, Ebu’l-Mugîs
Hüseyin b. Mansur, Kitâbu’t-Tavâsîn, nşr. Louis Massignon,
(Librairie Paul Geuthner), Paris 1913, ss. 9-15. Eserin Türkçe çevirisi için
bkz., Tavâsîn, Ene’l-Hakk, çev. Yaşar Günenç, (Yaba Yay.),
İstanbul 2002. Hallâc’ın bu husustaki görüşleri hakkında ayrıca bkz.,
Nicholson, The Idea of Personality, ss. 39-44.
[1148] Afifi, “Müslümanların
Logos Nazariyeleri”, İDÜM., s. 98.
[1149] Landau, “The
Philosophy of Ibn ‘Arabî II”, The Muslim World, c. XLVII,
sayı: 2, April 1957, s. 154; Hakim, Mu’cem, s. 347 ve devamı,
978.
[1150] Bkz., Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 87
[1151] Bkz., İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 33, 44, 54; Aynı müellif, et-Tecelliyyatü’l-İlâhiyye, thk.
Osman Yahya, s. 209, 210; Kayserî, Matlau’ Husûsi’l-Kelim,s. 103,
104.
[1152] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 214; Afîfî, MysticalPhilosophy, s. 73, 74.
[1153] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 171.
[1154] Landau, “The
Philosophy of Ibn ‘Arabî II”, The Muslim World, c. XLVII,
sayı: 2, s. 157; Hakim, Mu’cem, s. 348.
[1155] Bkz., Kayserî, Matlau’
Husûsi’l-Kelim, s. 25; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 103; Hakim, Mu’cem,
s. 345.
[1156] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,
(thk.), c., II, s., 223, 224; Aynı müelif, İnşâü’d-Devâir
(KSDIA.), s. 16, 17. Hallâc da buna yakın bir terim
kullanmaktadır. Bu terim “hakikatü’l-hakikaf’tir. Şu var ki İbnü’l-Arabî’nin
kullandığı kavramla Hallâc’ın kullandığı bu kavram arasında esaslı bir fark
vardır. Hallac bununla bizzat Allah (cc.)’ı kastederken İbnü’l-Arabî, Hakk’ın
özel bir mazharı veya tecellîgâhını kasdetmektedir. Afifi, “Müslümanların Logos
Nazariyeleri''. İDÜM., s. 80, dipnot 18. Bu küllî mertebe
hakkında ekberî gelenekte kullanılan farklı ıstılahlar için bkz. Kayserî, Matlau’
Husûsi’l-Kelim, s. 25 ve devamı. İbnü’l-Arabi’nin düşüncesinde hakikatü’l-hakâik
kavramının ayrıntıları hakkında ayrıca bkz., Hakim, Mu’cem,
s. 345 ve devamı.
[1157] Bkz. İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 38.
[1158] Bkz.
İbnü’l-Arabî, Ankâu Muğrib, s. 33, 34 ve devamı, s. 47.
[1159] Bkz. İbnü’l-Arabî, Ukletü’l-Müstevfiz
(KSDIA.), s. 52; Aynı müellif, Fusûs, s. 63; Aynı
müellif, Ankâu Muğrib, s. 47; Aynı müellif, Tenbîhât,
s. 27, 57, 59; Afifi, “Müslümanların Logos Nazariyeleri”, İDÜM.,
s. 78, 79. Nûr-i Muhammedî kavramı, Hz. Peygamberin “Allah’ın ilk
yarattığı şey benim nurumdur” hadisine istinaden daha erken dönemlerde,
özellikle Şia arasında yayılmış bir anlayışı temsil eder. Daha sonraları bu
anlayış Ehl-i Sünnet muhitlerinde de kabul görmüştür. Şia’ya göre diğer bütün
nebilerin sûretinde, nihayet Hz. Muhammed’in sûretinde zâhir olan bu hakikat,
Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’ye, ondan da onun varisleri olan ehl-i beyt’e
intikal etmiştir. Bu nazariyeye göre Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün
nebiler, Hz. Ali ve onun varisleri hakikatte tek bir şahsiyet olmaktadır. agm.,
s. 76, 77. Sûfîlerin Nur-i Muhammedî, hakkındaki görüşleri için bkz.
Demirci, Mehmed, “Nûr-i Muhammedî”, DEÜİF. Dergisi, sayı: 1,
İzmir 1983, ss. 239-258.
[1160] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 50; Hakim, Mu’cem, s. 977.
[1161] İbnü’l-Arabi, Ukletü’l-Müstevfiz
(KSDIA.), s. 42; Aynı müellif, Fûsûs, s. 55; İnşâü’d-Devâir
(KSDIA.), s. 22.
[1162] Bkz. İbnü’l-Arabi, Tenbîhât,
s. 44, 54.
[1163] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 31.
[1164] Bkz. İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 56, 57.
[1165] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 110.
[1166] Bkz. İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 52, 53; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 315.
[1167] Nasr, Three
Muslim Sages, s. 111.
[1168] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 330, 331.
[1169] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 277.
[1170] Addas, İbn
Arabî, s. 93.
[1171] Bkz. Afîfî, Mystical
Philosophy, s. 70; A. mlf., Fusûs Okumaları, s. 470, 471;
A. mlf., “Müslümanların Logos Nazariyeleri”, İDÜM., s. 83;
Landau, “The Philosophy of Ibn ‘Arabî II”, TheMuslim World, c.
XLVII, sayı: 2, April 1957, s. 155.
[1172] Özellikle Tenbîhât’ta,
hakikatü’l-Muhammediye ile Hz. Peygamberin tarihi şahsiyeti açık bir
şekilde, ikisi arasında her hangi bir ayırım yapılmaksızın anlatılmaktadır.
Bkz. İbnü’l-Arabî, Tenbîhât, s. 30, 33, 52, 56. Ayrıca bkz. Aynı
müellif, et-Tecelliyyâtü’l-İlâhiyye, thk. Osman Yahya, s. 206 ve
devamı.; A. mlf., AnkâuMuğrib, s. 49, 63
[1173] Bkz. İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 41.
[1174] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 214 ve devamı. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin zirveye taşıdığı hakîkatü
’l-Muhammediyye nazariyesinin çekirdeğini oluşturan Hallac’ın ifadelerinde
de bariz bir şekilde, Hz. Peygamberin tarihî kişiliği ile ezelî, bâtınî
hakikati arasında bir ayırıma gidilmediği müşahede edilmektedir. Hallâc bu
ifadelerinde, bu ezelî nurun, “ümmî” oluşundan, Mekke’li oluşundan, bütün
peygamberlik nurunun onun nurundan çıkan bu yol gösterici rehberin adının
Ahmed, sıfatının Muhammed oluşundan bahseder. Bkz. Hallac, Tavâsîn,
ss. 9-15.
[1175] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 63, 64, 214; Aynı müellif, Tenbîhât, s. 52, 53; Hakim, Mu’cem,
s.
274, 977.
[1176] Bkz. İbnü’l-Arabî, Ukletü’l-Müstevfiz
(KSDIA.), s. 52.
[1177] Nasr, ThreeMuslim
Sages, s. 111; Hakim, Mu’cem, s. 161.
[1178] Hakim, Mu’cem,
s. 978.
[1179] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 47.
[1180] Meselâ bkz.
İbnü’l-Arabî, Kitâbü’t-Terâcim, (Resâil), s. 294.
[1181] Bkz., Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 21.
[1182] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 88.
[1183] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 327.
[1184] Bkz.
Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman, ss. 50-52.
[1185] Bkz.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. VIII, 63; Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 51.
[1186] Meselâ
bkz., İbnü’l-Arabî, Ukletü’l-Müstevfiz, (KSDIA.) s. 52; A. mlf., Tedbîrât,
(KSDIA.) s. 125; A. mlf., Fütûhât (byr), c. VIII, 63.
“İmam-ı mübîn” ile “insan-ı kamil”in aynılığı hususunda ayrıca bkz. Cîlî, ŞerhuMüşkilat,
s. 73, 74; Hakim, Mu’cem, s. 112.
[1187] İbnü’l-Arabî, Tedbîrât,
(KSDIA.) s. 125.
[1188] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 149.
[1189] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 229.
[1190] Allah’ın, burada konu
edilen yedi ana ismi (eimmetü’l-esmâ) hakkında bkz., Fütûhât
(thk.), c. III, s. 268; c. XIII, s. 238; A. mlf. İnşâü’d-Devâir,
(KSDIA.) s. 28, 33.
[1191] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 52.
[1192] İbnü’l-Arabî bu
şiiri, esrarengiz bir vakıasında karşılaştığı fetâ’ya atfen zikreder.Bkz.
İbnü’l- Arabî, Fütûhât (thk.), c. I, s. 70. Şiir için ayrıca
bkz., A. mlf., Kitâbu’l-İsrâ (Resâil), s. 158.
[1193] Lorry, “The Symbolism
of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 40.
[1194] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 137, 138; A. mlf. Kitâbu’l-İsfâr, s.
456, 457.
[1195] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk), c. I, s. 218.
[1196] age.,
c. I, s. 219.
[1197] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk),c. I, s. 230.
[1198] Aynı
yer.
[1199] Bkz. İbnü’l-Arabi, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 231 ve devamı.
[1200] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 52.
[1201] Addas, İbn Arabi,
s. 211.
[1202] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 219.
[1203] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 222.
[1204] Bkz. İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-İsfâr,
s. 456, 457.
[1205] Bkz., Kayserî, Matla’u
Husûsi’l-Kelim, s. 71.
[1206] Lorry, “The Symbolism
of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 36, 37.
[1207] Bkz. İbnü’l-Arabî, Tenbîhât,
s. 52, 53.
[1208] Bkz. Chittick, SûfîPath,
s. 239.
[1209] Bkz., İbnü’l-Manzur,
Lisânü’l-Arab, c. I, s. 128; es-Suyûti, Celâleddin Abdurrahman, el-
İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, (Dâru’l-Ma’rife), Beyrut, ts., c. I, s. 68.
[1210] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 388, 389.
[1211] Bkz. Chittick, SûfîPath,
s. 239.
[1212] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 47.
[1213] age.,
c. V, s. 257.
[1214] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 52.
[1215] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 68, 69.
[1216] Bkz., Burns, Gerald
L., “Gazalî’nin Tasavvufî Hermenötiği”, çev. Turan Koç, İslâmî
Araştırmalar-Gazâlî Özel Sayısı, c. XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000, s.
423.
[1217] Serrâc, el-Luma’,
s. 114.
[1218] Tasavvufî
tefsirlere, ilk anda akla gelmeyen, fakat âyetin işâretinden kalbe doğan mânâlar
anlamında işârî tefsir denilmiştir. İşârî tefsir, sülûk erbabına açılan
zâhir mânâ ile bağdaştırılması mümkün bâtınî anlam ve işaretlere göre Kur’an’ı
tefsir etmektir. Bu itibârla bu tarz tefsirler sûfînin ön fikirlerine dayanmaz,
bulunduğu makama göre kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanır. Bkz., Ateş, İşârî
Tefsir, s. 19. Tasavvufî tefsirlerin bu yönüne işaret etmek üzere
Kuşeyrî, tefsirini Letaifü’l-İşârat diye isimlendirmiştir. Bkz. Kuşeyrî,
Abdülkerim b. Hevâzîn, Letâifü’l- İşârât, thk. Saîd Kuteyfe,
(Mektebetü’t-Tevfîkiyye), Kahire 1999. Sûfîlerin “tefsir” yerine “işaret”
terimini tercih etmeleri aynı zamanda zâhir ile bâtın arasında bir çatışma
olduğu yönündeki bir varsayıma dayanmamaktadır. Bu kelime, Kur’an’ın sembolik
yapısına delalet eden bir terim olarak kullanılmaktadır ve aynı zamanda tefsir
terimini kullandıkları takdirde kendilerine zâhir ulemâsınca yöneltilebilecek
muhtemel tazyîkin önünü alma çabasının da bir ifadesidir. İbnü’l- Arabî de
“işaret” teriminin kullanılması noktasında bu yönde açıklamalar yapar ve
ehlullahın, kelâmullah hakkında yaptıkları açıklamalar bizatihi hakikat ve
tefsir olsa da mutaassıp çevrelerin tepkisini çekmemek için ona “işâret”
dediklerini söyler. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. IV, s.
264, 265; Ebu Zeyd, Felsefetü’Te’vîl, s. 270; A. mlf., “Sûfi
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 17.
[1219] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 17.
[1220] agm.,
s. 17, 18
[1221] İbnü’l-Arabî, Abâdile,
s. 183.
[1222] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 19; Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 23.
[1223] Serrâc, el-Luma’,
s. 106; Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî, s. 26.
[1224] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 140
[1225] Serrâc, el-Luma’,
s. 107.
[1226] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fihrist
I, (Unvânu’d-Diraye) içinde, s. 164; A. mlf., Kitâbu’l-Cemâl
ve’l- Celâl (Resâil), s. 28.
[1227] Mesela Gazalî’nin
Kur’an tilaveti için gerekli gördüğü zâhirî ve bâtınî âdâb hakkında bkz.,
Burns, Gerald L., “Gazalî’nin Tasavvufî Hermenötiği”, çev. Turan Koç, İslâmî
Araştırmalar- Gazâlî Özel Sayısı, c. XIII, sayı: 3-4, Ankara 2000, ss.
423-426.
[1228] Bkz., Gril, “Adab and
Revelation”, MIACV., s. 228.
[1229] Afîfî, Tasavvuf,
s. 103.
[1230] Serrâc, el-Luma’,
s. 125.
[1231] Afîfî, Tasavvuf,
s. 104.
[1232] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 366.
[1233] age.,
c. VIII, s. 257.
[1234] Öztürk, Mustafa,
“Tefsirde Usûl(süzlük) Sorunu”, İslâmiyât, cilt: 6, sayı: 4,
ekim-aralık 2003, s. 71.
[1235] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi ”, İslâmiyât, s. 19.
[1236] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 294; Chittick, SûfîPath, s. 243.
[1237] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 294.
[1238] age.,
c. VII, s. 37.
[1239] Chodkiewicz, SahilsizBir
Umman, s. 53.
[1240] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. XIII, s. 92.
[1241] age.,
c. XI, s. 420.
[1242] Chittick, Sûfî
Path, s. 243.
[1243] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. IV, s. 315.
[1244] İbnü’l-Arabî’nin
ilim ve fehm ayırımı, küllîlik ve cüzilik yönünden aynı zamanda keşf ve zevke
dayalı marifet ile aklî istidlâl ayırımına da denk düşmektedir. Birincisi
(marifet), daha önce marifetten bahsederken de söylediğimiz gibi vasıtaların
ortadan kalkmasıyla, birlik hali üzere hasıl olan doğrudan, yakînî bilgiyi
ifade ederken, ikincisi (aklî istidlâl), dolaylı ve vasıtalı bir şekilde
ikiliğe dayanan cüzî bir bilgiyi ifade eder. Biz birincisinde ilmen bilirken
ikincisinde fehmen idrak ederiz. Birinci halde bildiğimiz hakikat, her hangi
bir tahdit, tayin ve tafsil söz konusu olmaksızın küllî bir hakikat iken,
ikincisinde bu küllî hakikatin sadece cüzî bir yönünü idrak ederiz. Bkz. Ebu
Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 285, 286.
[1245] Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (byr.), c. VII, s. 37; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 284, 285.
[1246] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 296.
[1247] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, 296.
[1248] age.,
c. II, 297, 298.
[1249] age.,
c. I, s. 251; Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 265.
[1250] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. II, s. 298.
[1251] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 284, 285.
[1252] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 72.
[1253] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 54, 55.
[1254] Chittick, SûfîPath,
s. 242; Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî, s. 26.
[1255] Azzâm, Mustalahu’s-Sûfî,
s. 37.
[1256] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 389; (byr.), c. VI, s. 106.
[1257] İbnü’l-Arabî, bu
hususta meselâ Kur’an’daki teşbih ve tecsim tevehhümü uyandıran
bazı ayetleri zikreder. Çünkü Araplar, akıl ötesi hakikatleri ancak, âşina
oldukları şeylerle birleştirilmek sûretiyle anlayabilecekleri düzleme
indirildiğinde anlayabilirler. İşte bu sebeple Kur’an’da bir takım teşbihvârî
ayetler bulunmaktadır. İbnü’l-Arabî bu hususta şu ayeti örnek verir: “Sonra
yaklaştı, ve sarkıp daha da yaklaştı. O kadar ki bir yayın iki ucu kadar, hatta
daha da yakın. ” (Necm 53/8) Hz. Peygamberin Rabb’ine olan yakınlığı ayette
bu şekilde ifade edilmiştir. Çünkü Arap melikleri sevdikleri kölelerini
kendilerine bu derece yakın oturturlardı. İşte bu tarz bir hitap ile Araplar,
Hz. Muhammed’in Rabb’ine olan yakınlık derecesini anlayabilmişlerdir. Bkz.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s., 68. Ayrıca bkz., Ebu
Zeyd, Felsefetü’Te’vîl, s. 272.
[1258] Chittick, SûfîPath,
s. 242; Ebu Zeyd, Felsefetü’Te’vîl, s. 272.
[1259] Ebu Zeyd, Felsefetü’Te’vîl,
s. 275, 276; A. mlf., “Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât,
s. 36.
[1260] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 268, 269.
[1261] Bkz. İbnü’l-Arabî, Abâdile,
s. 146.
[1262] Bkz. İbnü’l-Arabî, Mevâkiu’n-Nücûm,
s. 71; Ebu Zeyd, Felsefetü’Te’vîl, s. 275; A. mlf., “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi ”, İslâmiyât, s. 36.
[1263] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl, s. 383.
[1264] age., s. 230.
[1268] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 288.
[1269] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 251.
[1270] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s. 354, 355; (byr.), c. VIII, s. 286.
[1271] İbnü’l-Arabi, Kitâbu’l-İsfâr,
(Resâil), s. 455.
[1272] Chittick, SûfîPath,
s. 242.
[1273] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi”, İslâmiyât, s. 34.
[1274] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 332; Ebu Zeyd, “Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil
İlişkisi”, İslâmiyât, s. 34, 35.
[1275] Hayalden bahsederken
de söylemeye çalıştığımız gibi berzah anlayışı İbnü’l-Arabî’nin hemen bütün
sistemine hakimdir. İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde ulûhiyyet de, âlem de müessir
olan ilahî isim ve sıfatların toplamından ibaret olması bakımından âlemle Zât-ı
Bârî arasındaki ara bir âlem, bir berzahtır. Bkz. Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 47 ve devamı.
[1276] Ebu Zeyd, “Sûfî
Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi ” İslâmiyât, s. 28, 29.
[1277] agm.,
s. 29.
[1278] Bkz. Chittick, SûfîPath,
s. 232.
[1279] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 328.
[1280] Chittick, Sûfî
Path, s. 231.
[1281] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 290.
[1282] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 234, 235; VI, s. 58.
[1283] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 45, 46.
[1284] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. V, s. 158.
[1285] Aynı
yer.
[1286] age.,
c. V, s. 159.
[1287] Bkz., ez-Zerrûk,
Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed, Kavâidü’t-Tasavvuf, tsh. Muhammed
Zehrâ en-Neccâr, (Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye), Kahire 1968, s. 47.
[1288] Chittick, SûfîPath,
s. XVI.
[1289] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VII, s. 99; Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman,
s. 47. İbnü’l- Arabî’nin lafzı koruma noktasında gösterdiği bu hassasiyet
sadece Kur’an için değil hadisler için de geçerlidir. İbnü’l-Arabi bu konuda,
hadis rivayet ederken vâv harfi yerine fe harfini koymayacak
kadar titiz davrananları över. (Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.),
c. IV, s. 90.) Çünkü mânâ ile yapılan bir rivayet Hz. Peygamber’in sözünü
değil, ancak râvînin ondan anlamış olduğunu nakletmektedir. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. VI, s. 147.
[1290] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 47.
[1291] Bkz., Paçacı, Mehmet,
“Çağdaş Dönemde Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?”, İslâmiyât, cilt:
6, sayı: 4, ekim-aralık 2003, s. 89.
[1292] Lory, Kâşânî’ye
Göre Kur’an’ın Tasavvufî Tefsiri, s. 18. Tasavvufî tefsirler bâtınî
tefsirlerden sadece Kur’an’ın zâhirî formuna verdiği değer îtibârıyla ayrılmaz;
tasavvufî işârî yorum ayrıca Şi’î karakterli bâtınî yorumun aksine savunmaya
dönük veya siyâsî karakterdeki önyargılardan uzak olması bakımından da ayrılır.
Bkz., age., s. 17.
[1293] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 353.
[1294] İbnü’l-Arabi, el-Abâdile,
thk., Abdülkâdir Ahmed Atâ, (Mektebetü’l-Kahire), Kahire 1994, s.
42, 43; A. mlf., Fütûhât (byr.), c. VI, s.
342.
[1295] Ebu
Zeyd, “Sûfî Düşüncede Dil-Hakikat İlişkisi”, İslâmiyât, s. 18.
[1296] Bkz.,
Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, c. V, s. 344.
[1297] Meselâ
bkz., İbnü’l-Arabi, Fusûs, s. 70, 71, 111, 182.
[1298] İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. VI, s. 29, 30; Chodkiewicz, Sahilsiz Bir
Umman, s. 59.
[1299] İbnü’l-Arabî, Fusûs,
s. 49, 61 ve devamı; Fütûhât (thk.), c. II, s. 190, 191
[1300] Bkz., İbnü’l-Arabî, el-Hikemü’l-Hâtımiyye,
s. 20.
[1301] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. VI, s. 28, 29.
[1302] Hadis için bkz.
Müslim, Sahîh, Birr, 115, Cennet, 28; Buhârî, Sahîh,
İsti’zân, 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 244, 251, 215.
[1303] Eser hakkında bkz.
Yahya Müellefât, ss. 279-281. Osman Yahya, Hakim Tirmîzî’nin
sorularına cevap niteliğinde olan bu eseri ve yine bu sorulara cevap
niteliğinde olan Fütûhât’ın 73. bâbını, Kitâbu Hatmi ’l-Evliyâ ’nın
tahkikli neşrinin dipnot metnine almıştır. Bkz. Tirmizî, Kitâbu
Hatmi’l-Evliya, s. 142, Dipnot: 41 ve devamı.
[1304] Bkz. Tirmizî, Kitâbu
Hatmi’l-Evliyâ, s. 314, dipnot: 183.
[1305] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. III, s. 325; (byr.), c. III, s. 184, 185;
Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman, s. 60.
[1306] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 185.
[1307] İbnü’l-Arabî,
Fütûhât (byr.), c. III, s. 184, 185; Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 61.
[1308] İslam kültüründe;
dilciler, nahivciler, belâgatçılar, usul-i fıkıhçılar ve kelam alimlerinin
dahil olduğu “beyân âlimleri” ile bunların metodolojileri hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz., Câbirî, Arap- İslam Kültürünün Akıl Yapısı, ss.
17-313.
[1309] age.,
s. 388, 389.
[1310] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 48.
[1311] Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. III, s. 389.
[1312] age.,
c. V, s. 137, 160, 189; A. mlf., Kitâbü’l-İsfâr, (Resâil), s.
455, 456.
[1313] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 190; c. VI, s. 176.
[1314] age.,
c. V, s. 137.
[1315] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 49.
[1316] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(byr.), c. V, s. 190.
[1317] age.,
c. V, s. 191.
[1318] Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, s. 49.
[1319] Lorry, “The Symbolism
of Letters”, JMIAS., c. XXIII, s. 37.
[1320] İbnü’l-Arabî, Fütûhât
(thk.), c. I, s., 329.
[1321] Ebu Zeyd, Felsefetü’t-Te’vîl,
s. 292.
[1322] Bkz., İbnü’l-Arabî, Mevâkiu’n-Nücûm,
s. 85, 86.
[1323] age.,
s. 88.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar