Print Friendly and PDF

Nihal Atsız

Bunlarada Bakarsınız

 

Hazırlayan: Sâkin ÖNER

 

ÖNSÖZ

Nihal Atsız, Türk milletinin yaşıyla eşit bir yaşa sahip olan Türk milliyetçiliği fikrinin, Cumhuriyet döneminde yetişen en güçlü temsilcisidir. İlim, fikir ve aksiyon planında Türk ülküsünün kavgasını veren Atsız, tarihçi, şair, romancı ve mütefekkir yanlarını, sahip olduğu yüksek İnsanî vasıflarla bütünleyen mümtaz bir şahsiyettir.

Başlangıçta milletimizin bütün fertlerine hâkim bir fikir olarak görülen Türk milliyetçiliği, tarihin akışı içinde temasa gelinen yeni kültür ve medeniyet çevrelerinin tesiri ve devletimizin çeşitli ırkları, dilleri ve dinleri için alan âlem-şümûl bir imparatorluk haline gelmesi sebebiyle, zaman zaman mevcudiyetini fazla hissettirememiştir. Fakat her asırda yetişen birkaç Türkçü san’atçı ve bunların Türkçülük vâ-disinde verdikleri birkaç edebî mahsûlle, Türkçülük pınarının içten içe akışını sürdürdüğünü ortaya koymuştur. Ancak 19. yüzyılın başlarında - O da Avrupa'da hızlanan milliyetçilik hareketleri ve Türkoloji sahasındaki çalışmalar dolayısiyle- yeniden canlanan ıbu kutsal fikir, 20. yüzyılın başlarında, milletimize geçmişte olduğu gibi, güç ve ümit veren bayrak ve meş’ale fikir olmuştur. Tarihin en büyük destanının yaratıldığı, Türk İstiklâl Savaşı’mdan sonra kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti, Türk milliyetçiliğini benimseyen ilim ve fikir adamlarının temellerini attığı esaslar üzerinde yükselmiştir.

Cumhuriyetin ilânından önceki dönemde yetişen Türkçü şahsiyetler içinde Ziya Gökalp, zirve isimdir. Çünkü o, kendinden önce Türkçülük sahasında yapılan çalışmaları, getirilen yeni fikirleri ve ileri sürülen teklfileri bir senteze götürerek bu sentezi milletinin yeni hayatında tatbik edilecek bir reçete olarak sunmuştur. Böylece Gökalp, yeni kurulan rejimin bir nevi ideologu olmuştur. Fakat O’nun, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında vefatı, fırsat kollayan Türklük düşmanı mason, komünist ve kozmopolit mihrakların harekete geçmesine yol açmıştır. Bu mihraklar, bir taraftan yapıcı, birleştirici ve bütünleştirici Türk milliyetçiliğinin yurt sathındaki olumlu tesirlerini silmeye çalışırken, diğer taraftan da devlet müessese-lerindeki çeşitli köşebaşlarını ele geçirmek ve baskı gruplarına hâkim olabilmek için sinsi bir faaliyete girişmişlerdir. İlk yıllarda bu faaliyetler o günün milliyetçilerinin, hem devletin mes’ul makamlarını ikaz yoluyla, hem de fikrî sahadaki çalışmalarıyla pek fazla başarılı olamamıştır- İşte Dr. Rıza Nur, böyle bir ortamda Türkçü mücadeleyi sürdürmüş ve Gök-alp'le Nihat Atsız arasında bir köprü vazifesi görmüştür.

Nihal Atsız’ın Türkçülük mücadelesinin bayrağım açtığı yıllar, Türklük düşmanlarının -bilhassa komünistlerin- gayeleri yolunda oldukça uzun bir mesafe aldıkları yıllara rastlar. Fakat ülküsü uğrunda her türlü şahsî endişenin ve menfaat hesaplarının üzerine çıkarak, sahip olabileceği bütün mevki ve makamları bir yana itmeyi başaran büyük Türkçü Türklük düşmanlarıyla amansız bir mücadelenin içine girmiştir. İtalyan Faşizmine sempati duyulduğu, Alman Nazizmine medhiyeler yazıldığı, Rus komünizmine kur yapıldığı bir dönemde, ortaya koyduğu Türkçü mücadele ile bir kahramanlık destanı yaratan Atsız, daha sağlığında, Türkçülüğün tarihî kadrosu içinde lâyık olduğu mevkie yerleşmiştir.

Tabutluklar, zindanlar, sürgünler ve marhumiyet-lerin süslediği âbidevî bir hayatın sahibi olan Nihal Atsız, yakın çağın Türkçülük mücadeleleri tarihinde parlak bir yıldız olarak, gelecek Türk nesillerinin sonsuza uzanan yollarını aydınlatacaktır. Her nesil, O’nda heyecanının, coşkunluğunun, düşüncesinin terennümünü bulacak ve Türk'ün meselelerine Türk gözüyle bakışın metodunu öğrenecektir. Ve herkes O’nun yetmiş yılı dolduran fâni hayatında, kahramanlığın feragatin yüce ve ölümsüz tablosunu seyredecektir.

Henüz ölümünün üzerinden bir yıl gibi kısa bir süre geçmiş olan bir kişinin şahsiyeti hakkında fikir yürütmek İlmî bir tavır değildir. Çünkü duygu ve düşüncenin ürünü olan insan tavrı, ölümünün üzerinden kısa süre geçen kişiler hakkında umumiyetle objektif bir hükme ve kanaate ulaşamaz. Böyle durumlarda, verilecek hüküm, tarihe ve gelecek nesillere bırakılır. Fakat Türkçülük tarihinin büyük ismi Hüseyin Nihal Atsız hakkındaki hükmü, tarih, daha sağlığında vermiştir. Bu sebeple biz Atsız’ın hayatı, san'-atı, mücadelesi ve eserleri üzerinde yaptığımız bu kısa araştırmayı hazırlarken, tarihin hükmünü net olarak ortaya koymaya çalışmaktan başka bir şey yapmadık.

Bugün, bütün Türk ülkesini bir yangın alevi gibi saran Türk Ülkücü Hareketinin fikrî temellerinin teşekkülünde, en büyük hizmeti ifâ eden Büyük Türkçü Hüseyin Nihal Atsız üzerinde yaptığımız bu kısa çalışma ile, O'nun aziz hatırasını yâd edebilir ve yeni yetişen ülkücü nesillerin gönüllerine O’nun ülkü volkanından küçük bir kıvılcım düşürebilirsek ne mutlu bize.

Sâkin Öner

Fikirtepe-lstanbul, 1 Ocak 1977

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ
  • I — HAYATİ

Türk milliyetçilik tarihinin Cumhuriyetten sonraki döneminde verdiği edebî, fikirî ve İlmî mahsuller, yaptığı şerefli mücadele ve yaşadığı örnek hayatla ölümsüz bir isme sahip olan Büyük Türkçü Hüseyin Nihâi Atsız, 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Gümüşhane ilinin Dorul ilçesinin Midi köyünde oturan Çiftçioğulları ailesinden Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi ise Trabzon’un Kadıoğulları ailesinden Fatma Zehra Hanım’dır.

Anne ve baba tarafından asker bir âileye mensup olan Atsız, ilk tahsiline Kadıköy’deki Fransız okulunda başladı. Ancak bir türlü rsınamadığı bu okulun yanması üzerine yine aynı semtteki Alman okuluna yazıldı. Babası Nâil Bey’in Kızıldeniz'de görevli Malatya gambotunun süvariliğine tayin edilmesi ve Türkdtalyan savaşı dolayısıyle bu gambotun Süveyş’e sığınması üzerine ilk tahsiline buradaki bir Fransız ilkokulunda devam etti- Süveyş sokaklarında İtalyan çocukları ile yaptığı kavgalar, Atsız’m çocuk ruhunda ilk milliyetçilik kıvılcımlarının tutuşmasına yol açtı. İstanbul’a dönmeleri üzerine önce Kasımpaşa’daki Cezayirli Gazi Haşan Paşa okuluna, daha sonra da OsmanlI İttihâd Mektebi’ne gitti. Orta tahsilini Kadıköy ve İstanbul sultanî (liselerinde yaptı.

1922 yılında orta tahsilini tamamlayan Atsız, aynı yıl imtihanla Üniversiteye, oradan Tıbbiye’ye, oradan da Askerî Tıbbiye’ye girdi. Fakat üçüncü sınıfta iken, Ziya Gökalp’in cenaze töreninin yapıldığı günün akşamı, Türk öğrenciler ile solcu ve azınlık milliyetçiliği güden öğrenciler arasında çıkan bir kavgadan dolayı Askerî Tıbbiye’den çıkarıldı.

Atsız, bu hadiseden sonra kısa bir süre Kabataş Lisesi’nde öğretmen vekilliği yaptı. Daha sonra Deniz Yolları’nın Mahmut Şevket Paşa gemisi kâtip muavini olarak görev yapan Atsız, denizlerde geçen bu mücadelesiz hayatın kendisini tatmin etmemesi üzerine 1926 yılında İstanbul Üniversitesinin Edebiyat Fakültesi'nin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydoldu. Tecil isteğinin kabul edilmemesi üzerine 1926-1927 yıllarında, dokuz ay süreli olarak, İstanbul Taşkışla'da askerlik görevini yaptı. Askerlik görevini tamamladıktan sonra tekrar Yüksek Muallim Mektebi’ndeki talebelik hayatına dönen Atsız, Ahmet Naci isimli arkadaşı ile birlikte hazırladığı «Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri» başlıklı makalesinin Türkiyat Mecmuası’nda yayınlanması üzerine hocası Prof. Dr. M. Fuad Köprülü'nün dikkatini çekti. 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin Divan-ı Türkî-i Basit isimli eseri üzerinde mezuniyet tezi hazırladı. Aynı yıl fakülteden mezun oldu.

Mezuniyetinden bir yıl sonra Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün asistanı olan Atsız, bu arada ilk eşi Meh-pare Hanım’la evlendi. Atsız, bu eşinden 1933’ten itibaren ayrı yaşamaya başladı ve 1935’te tamamen ayrıldı Bu arada, 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932 tarihine kadar 18 sayı devam eden Atsız Mecmua’yı çr karmaya başladı. Bu «Türkçü ve Köycü» dergi, devrinin ilim, fikir ve sanat hayatında Türkçü bir çığır açtı.

1932 yılında Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresinde, dünyadaki bir sürü kavmin, hattâ tarihe mâlolmuş birçok kavmin Türk olduğunu savunan gayrı İlmî bir tarih tezine karşı çıkan Prof. Dr. Zeki Velidî Togan’a Dr. Reşid Galib’in yaptığı haksız ve seviyesiz hücum üzerine Atsız, birkaç arkadaşı ile birlikte Dr. Reşid Galib’e “Zeki Velidî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz» ifadesini taşıyan bir protesto telgrafı çekti. Bu hadise üzerine hocası Köprülü ile arası açılan Atsız, 1933 yılında Dr. Reşid Galib-Hik-met Bayur ve Haşan Ali Yücel üçlüsünün işbirliği sonucu asistanlıktan çıkartıldı-

Asistanlıktan ayırtılan Atsız, Malatya Ortaokulu'-na Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi. Burada Atsız Mecmua’nın devamı mahiyetinde olan Orhun dergisini yayınladı. 9. sayısında Bakanlar Kurulu tarafından kapatılan bu dergide yayınlanan, Türk Tarih Ku-rumu’nun çıkardığı dört ciltlik tarih kitabının yanlışlarını ortaya koyan tenkit yazısından dolayı, vekâlet emrine alındı. Dokuz ay kadar vekâlet emrinde kaidiktan sonra, 1934 yılında Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okuluna Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi.

Atsız, 1936 yılında ikinci eşi İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu Bedriye (Kadızade) Hanımla evlendi. Bu evlilikten 1939 yılında Yağmur ve 1946 yılında Buğra isimli iki oğlu oldu. Atsız, bu eşinden de 1975 martında ayrıldı.

Atsız, Kasrmpaşa’dakv Deniz Gedikli Hazırlama Okulundan, 1938 yılında, azınlıkların okula alınıp alınmaması meselesinden dolayı müdürle arasının açılması üzerine ihraç edildi- Bunun üzerine 1944 yılına kadar özel liselerde öğretmenlik yaptı. Bu devrede Özel Yüce-Ülkü ve* Boğaziçi liselerinde edebiyat okuttu.

Boğaziçi Lisesi'nde Türkçe öğretmenliğine devam eden Atsız, bir taraftan da, daha önce kapatılan, Orhun dergisini yayınlamaya başladı. 1 Ekim 1943 tarihinde 10. sayıdan itibaren sürdürülen Orhun dergisinin Mart 1944’te yayınlanan 15. sayısında Atsız, komünistlerin, İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun bir konferansında yaptıkları küstahça hareketler üzerine, zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben bir «açık mektup» neşretti. Bu mektupta, komünistlerin, bilhassa II. Dünya savaşı sıralarında artan faaliyetlerini belirtti. Orhun’un Nisan 1944’teki 16. sayısında ise ikinci «açık mektub»u yayınlayarak Ah-med Cevad Emre, Pertev Nailî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl’in komünizan faaliyetlerini bütün belgeleriyle açıklayarak devrin Millî Eğitim Bakam Haşan Ali Yücel’i istifaya davet etti.

Nihal Atsız'ın Başbakan Saraçoğlu’na hitaben yayınladığı bu iki açık mektup, yurt çapında millî bir galeyanın uyanmasına, büyük şehirlerde komünist faaliyetleri ve bunlara- göz yuman yöneticileri protesto eden gösteriler yapılmasına ve Atsız’a yurdun her köşesinden binlerce mektup ve telgrafın gönderilmesine sebep oldu. Bu durumdan çok tedirgin olan Haşan Ali Yücel, Atsız’ın özel Boğaziçi Lisesindeki Edebiyat Öğretmenliği görevine de son verdi. Bakanlar Kurulu da Orhun dergisini kapattı.

Komünist yazar Sabahattin Ali, bazı yazarların ve Haşan Ali Yücel'in teşvikiyle, Atsız aleyhine hakaret davası açtı. Duruşmaya katılmak üzere Ankara’ya giden Atsız, Türkçü gençler tarafından karşılandı. İlk duruşma 26 Nisan 1944’te yapıldı ve çok olaylı geçti. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944’te yapılan ikinci duruşmaya gençler alınmadı. Bu sebeple Ankara'daki iktidarı büyük ölçüde korkutan büyük gösteriler yapıldı- Bu gösterilerden dolayı yüzlerce kişi tevkif edildi.

Sabahattin Ali ile Nihat Atsız arasındaki davâ, bu gelişmeler dolayısiyle mahiyet değiştirerek «Komünizm ve Türkçülük davası» haline geldi. Davanın 9 Mayıs 1944’te yapılan karar oturumunda Atsız, Sabahattin Ali’ye «vatan haini» dediği için 6 aya mahkûm edildi. Ancak bu ceza, hâkim tarafından «millî tahrik» bulunduğu gerekçesiyle 4 aya indirildi ve bu da tecil edildi. Fakat serbest bırakılacağı anda tevkif edildi. Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim -ıMahkemesi'nde yargılanmaya başladı. Çeşitli işkencelere tâbi tutulan Atsız ve Türkçü ar-dadaşlarının 7 Eylül 1944 günü başlayan ve 65 oturum devam eden mahkemesi, 29 Mart 1945'te sona erdi ve Atsız, 6,5 yıla mahkûm oldu.

Atsız, 6,5 yıllık mahkûmiyet kararını Askerî Yargıtay nezdinde temyiz etti ve kararı esastan bozdurt-tu. Bunun üzerine 23 Ekim 1945'te tahliye edildi. Atsız ve arkadaşlarının davası 5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yeniden başladı ve hepsinin beraatı ile sonuçlandı. Bu olaydan sonra iki yıl işsiz kalan ve bu arada Türkiye Yayın-evi'nde çalışan Atsız, 25 Temmuz 1949’da Süleymaniye Kütüphanesi’ne uzman olarak tayin edildi. Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne tayin edildi ise de, 4 Mayıs‘l952'de Ankara Atatürk Lisesi’-nde verdiği “Türkiye’nin Kurtuluşu» konulu konferans üzerine tekrar görevden alınarak Süleymaniye Kütüp-hanesi’ndeki görevine muvakkat kaydıyla iade edildi. Emekli olduğu 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye iKütüphanesindeki memuriyetinde kaldı.

Atsız, Ötüken dergisinin Nisan 1967’de yayınlanan 40. sayısından itibaren Türk devletinin birliğine ve bütünlüğüne yönelmiş bazı ihanet hareketleri konusunda yöneticileri uyarah yazılar yayınladı. Bu yazıların, oyunlarını bozacağından korkan bölgeci komünist teşekküllerin yaygaraları üzerine, Atsız ve Ötüken dergisinin sorumlu müdürü Mustafa Kayabek hakkında tahkikat açıldı ve ikisi de 15 ay hapse mahkûm edildi.

Romatizma, hipertansiyon ve enfarktüs gibi çeşitli rahatsızlıkları bulunan ve 68 yaşını doldurmuş olan Büyük Türkçü Nihal Atsız, Haydarpaşa Numune Hastahanesi’nin 4 aylık raporuna rağmen, cezaevine konuldu- Fakat fikirlerinden ve mücadelesinden feyz alan Türkçü teşekkül ve şahısların kendisi talebetme-diği halde Cumhurbaşkanı tarafından affedilmesini istemeleri üzerine, 2,5 ay cezaevinde yattıktan sonra Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından affedildi.

Bütün hayatı Türkçülük mücadelesinin şeref tabloları ile dolu olan ve 20. yüzyıl Türkçülüğünün en büyük isimlerinden bulunan Hüseyin Nihal Atsız, 11 Aralık 1975 günü ardarda geçirdiği kalb krizleri sonucunda öldü ve 13 Aralık 1975 günü Türkiyenin her yerinden gelen Türkçülerin katılmasıyle yapılan kalabalık bir cenaze töreninden sonra Karacaahmet Mezarlığına, kardeşi Büyük Türkçü Necdet Sançar’ın yanma gömüldü.

Türk nesillerine Türk olmanın şuur ve gururunu aşılayan ve Türklük ülküsünün meş’alelerini gönüllerde tutuşturan Büyük Türkçü’nün ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

  • 11 — TÜRKÇÜ MÜCADELESİ

Türkçülük tarihinin 20. yüzyılda Ziya Gökalp ve Dr. Rıza Nur'dan sonra en güçlü temsilcisi olan Hüseyin Nihal Atsız, hayatı boyunca tâviz vermeden Türkçülük fikrinin mücadelesini yaptı. Hiçbir baskı, engel, işkence ve mahrumiyet O’nu bu mücadeleden döndüremedi.

Türkçülük fikrinin ilk kıvılcımları, Atsız'ın gönlünde, o daha 7-8 yaşlarında iken tutuşmaya başladı. Babasının görevli bulunduğu Süveyş sokaklarında İtalyan çocuklarıyla yaptığı kavgalar, Fransız ilkoku-lu’nda Rum çocuklarının kendisine karşı düşmanca tutumları, Onun çocuk gönlünde büyük akisler bıraktı. Türk milletine mensup olmanın idrâkine daha o yaşlarda vardı.

Atsız, yüksek öğrenim çağına gelip, Askerî Tıb-biye’ye kaydolunca komünizm ve azınlık milliyetçiliği ideolojisi peşinde koşan Türk düşmanı kişilerle karşılaştı. Türklük şuuru olgun bir seviyeye ulaşan Atsız, Türk devletinin birlik ve bütünlüğüne yönelen bu zararlı akımlarla fikrî ve fiilî mücadeleye başladı, Ziya Gökalp’in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi, Türk düşmanı öğrencilerle yaptığı kavga, onun okuldan atılmasına ve istikbalinin yönünün değişmesine yol açtı.

Askerî Tıbbiye’nin üçüncü sınıfından uzaklaştırılması, O’nun Türkçü mücadelesinin sürmesini önleyemedi. Edebiyat Fakültesi’nden 1931 yılında mezun olur olmaz Atsız Mecmua’yı çıkararak edebiyat ve tarih sahasında otorite olan isimlerden oluşan bir Türkçü yazı kadrosu meydana getirerek fikir planında güçlü bir mücadele başlattı. Bu mecmuada, bir taraftan Türklük şuurunu yaymaya çalışırken diğer taraftan da artan komünist faaliyetlere karşı devletin mes’ul kişilerini uyarmaya gayret ediyordu.

Ankara'da 1932 yılında toplanan Birinci Türk Tarih Kongresinde ileri sürülen, Türk tarihi hakkındaki gayrı ilmî tarih tezine karşı çıkan Prof- Dr. Zeki Ve-lidî Togan’ın yanında ilk yer alan Atsız oldu. Togan'a yapılan insafsız hücumlara, arkadaşları ile birlikte yiğitçe göğüs germesi, O’nun İstanbul Edebiyat Fakültesinde Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün asistanlığından atılmasına sebep oldu. Bu hâdise üzerine Atsız, Edebiyat Fakültesinin dekanını Tokatlryan’daki bir çayda yüzlerce kişinin önünde tokatladı.

Malatya'ya ve oradan Edirne'ye sürülen Atsız, ülküsünü yaymak üzere bu defa Edirne’de Atsız Mec--1 mua’nın devamı mahiyetinde olan Orhun dergisini çıkardı. Fakat bu dergide, Türk Tarih Kurumu'nun yayınladığı lise tarih kitabının yanlışlarını ortaya koyan bir tenkid yazısının çıkması derginin kapatılmasına ve kendisinin vekâlet emrine alınmasına yol açtı.

Vekâlet emrinde 9 ay kaldıktan sonra Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na tayin olunan Atsız, Türkçü mücadelesinin gereği olarak, bu okula Türk olmayan ve azınlık şuuru taşıyanların girmesini önleme yolunda çalışmalar yaptı. Fakat okulun azınlık şuuru taşıyan müdürünün tepkisiyle karşılaştı. Dört yıl çalıştığı bu okuldaki vazifesinden de ihraç edildi.

Yaptığı Türkçü mücadele Atsız'a, daha yirmi yaşından itibaren, ihraç ve sürgün gibi dertlerden başka bir şey getirmedi. Amma o, her ihraç ve sürgünden sonra daha bilenmiş, daha azimli ve daha güçlü bir tarzda mücadelesine devam etti. Her türlü mevki ve menfaat hissinden uzak olan büyük kavga adamı, hiç bir zaman tâviz vermeyerek şerefine ve mücadelesine leke düşürmedi..

Bütün dünyayı kana ve ıstıraba boğan II. Dünya Savaşının başladığı yıllarda faaliyetlerini büyük ölçüde arttıran yerli komünistlerin karşısına tek başına çıkma cesaretini Atsız gösterdi. Orhun dergisi’nin 1944 mart'mda yayınlanan 15. sayısında, devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben bir açık mektub yayınladı. Bu açık mektubun yazılmasına, komünistlerin İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun bir konferansı sırasında yaptıkları küstah hareketler sebep oldu- Bu ilk açık mektupta Atsız, komünistlerin gayelerine ulaşma yolunda ülkemizde aldıkları mesafeyi belirtiyor ve dergi kapatılmadığı takdirde bir sonraki sayıda belgeleriyle komünistlerin faaliyetlerini açıklayacağını bildiriyordu.

Nihâi Atsız'ın Türk milliyetçilik tarihinde önemli bir yeri olan bu açık mektuplardan ilki aynen şöyle-dir:

Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na «Birinci açık mektup»

Sayın Başvekil,

Hem Türkçü, ıhem de Başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum.

Yalnız Başvekil olsaydınız bunları yazmak eme-' ğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir Başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü faydasız kalacak olduktan sonra, sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare makinesinin başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor, onun için size hitap ediyorum.

Millet Meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta,

«Biz Türküz-Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız! Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir!» demiştiniz. Türk tarihi ile uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki, ne ırkımız, ne de devletimizin tarihinde, Türk Milliyetçiliği resmî bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiç bir zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlern Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığım anlatmaya lüzum yoktur. Fakat aradan bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği halde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler iş haline geldiği zaman mânalanır buna Ülkü deriz. İş haline gelmeyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir. Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü durumuna erişen kuvvetli Türkçülüğün artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir. İşte bu satırların güttüğü istek size, Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak, bugünün imkanları nisbetinde iş haline gelmediğini sormak ve Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını anlatmaktadır. Bir Başvekile hangi sıfat ve cüretle bu soruyu soruyorsun diyemezsiniz. Halkçı bir hükümetin Başvekili, iseniz, mensup bulunduğunuz partinin gazeteleri tarafından bir çok defa tekrarlandığı gibi rejimimiz demokrat bir rejimse ve siz de birçok kere söylediğiniz gibi halk arasından yetişmiş olmaktaki gururu belirten’sözlerinizde samimi iseniz ve eğer Miilet Meclisinin azalan hakikaten bizim vekillerimiz iseler, siz de bir Başvekil, halk adamı, demokrat halkçı ve Türkçü olmak dolayısryle beni dinlemeye mecbursunuz. Yok, bunlar doğru değil de birer gösterişten ibaretse, şüphesiz, benim bu hitabım cüretkârlığı da aşan bir küstahlıktır ve bunun ilk karşılığı da Orhun’un susturulmasıdır.

Sayın Başvekil,

Esefle söylemeye mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam ederken, bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Halbuki, sizin Türkçü ve partinizin altı okundan birinin de milliyetçilik olmasına göre bunun böyle olmaması1 icap ederdi. Pek uzun konuşarak esastan ayrılmaktansa örnek vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından size memleketimizin, kanunlarımızın milliyetçiliği ile, sizin Türkçülüğünüzle bağdaşması kabil olmayan olayları göstereceğim:

Birkaç gün önce, Baltacıoğlu İsmail Hakkı’mn Eminönü Halkevi’nde verdiği konferansta mühim bir hadise oldu. Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yer alan bu hadiseyi bilmem işittiniz mi? Herhalde işitmemiş olacağınız bu vakayı ben size kısaca anlatayım; Baltacıoğlunun milliyetçilik lehinde söz söyleyeceğini haber alan bazı zümreler (Yani solcular, komünistler, yani vatan hainleri), bu konferansta bir hadise çıkartmaya karar veriyorlar. Konferans günü salonun sol tarafım (Dikkatinizi çekerim!) dolduruyorlar ve konferansçıyı kürsüye geldiği zaman lüzumundan fazla dakikalarca süren alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar. Fakat bu nümayiş alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. Herkes bunu terbiyesiz bir sevgi gösterisi sanıyor. Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu hoşa giden bir jest ve teşbih yapınca herkes gülümsüyor. Fakat sol taraf bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun müddet devam ettiriyor. Yine kimsenin aklına bir şey gelmiyor. Herkes bunu da kıt terbiyelerin bir gülüşü sanıyor. Fakat biraz sonra Baltacıoğlu, Türk tiyatrosundan bahsettiği sırada yine sol tarafta bir öksürme başlıyor, çoğalıyor, gürültü halini alıyor. Yine kimse bunun bir komünist nümayişi olduğunun farkında değil. Konferansçı gürültüden dolayı susmaya mecbur oluyor. Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde iken sol tarafın en arkasında bir nefer kalkıyor ve öksürenlere doğru: «ÜNİVERSİTE GENÇLERİ! DİNLEMEYE MECBURSUNUZ!» diye bağırıyor. İşte o zaman, sa-londakiler ilk önce alkışın, daha sonraki kahkahaların ve şimdiki öksürüklerin manâsını anlıyor. Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer gencin sert ihtarı üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi kavrayanlardan milliyetçi bir Tıbbiyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere: «NAMUSSUZ KOMÜNİSTLER! MİLLİYETÇİLİK HAKKINDA SÖZ SÖYLENDİĞİNDEN BÖYLE YAPIYORSUNUZ, DEĞİL Mİ?» diye haykırıyor- Tabiidir ki, haysiyet ve namusu bir burjuva uydurması diye telakki eden komünistlerden kimse bu tahkire aldırmıyor. Yalnız kendilerine bakan ateşli bakışlar altında sinip susuyorlar. O zaman Baltacıoğlu nümayişçilere bakarak şöyle diyor:

«KORKTUĞUM İÇİN SUSTUĞUMU SANMAYIN! SADECE ACIDIĞIM İÇİN SUSTUM!» Hatip konferansa devam eder. Kendisine has olan belâgatle komünistliği paçavraya çeviren bir kaç söz söylüyor. Artık bu kadarına dayanamayan ve konferansın bitmek üzere olduğunu sezen marksist taslakları salonu terk etmeye başlıyorlar. Fakat bunu da nümayiş şeklinde ve kasdî bir gürültü ile yapıyorlar. Salonun dışında, holde ikişer üçer kişilik gruplar halinde toplanan bu güruhun arasında merak dolayrsıyle dolaşan milli-, yetçi bir üniversite genci bu taslaklardan birinin Bal-tacıoğlu’ya tulumbacı ağzıyla bir küfür savurduktan sonra: «... bize milliyetçilik dolması yutturacaktı.» dediğiniî işitiyor. Bu sırada içeriye resmî kılıklı dört beş polisin geldiği görülünce taslaklar çabucak sokağa fırlayıp kayboluyorlar.

Fakat şaşılacak nokta şu ki: Halk Partisinin bir mebusu, Halk Partisinin bir müessesesinde vatan ve millet düşmanları, tarafından tahkir olunduğu halde kimsenin kılı kımıldamıyor. Ne Halkevi, ne polis bir takibat veya tahkikat yapmaya lüzum görmüyor. Aynı gece leylî Tıp Talebe Yurtları’nda milliyetçilerle solcular arasında başlayan münakaşa dövüşe binmek üzere iken her yerden daima görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle mesele kapanıyor.

Sayın Başvekil!

İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele bir çoğunun devlet parasıyle talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki devlet bilmeden koynunda yılan besliyor. Kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar. Bu yılanlar yarın birer doktor olup yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk işleri baltalama hareketlerine girmek olacak, vatanı arkadan vurucaklar, bekledikleri kızıl sabahı Türkiye’ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir. Zaten toplu ve teşkilatlı bir halde daha şimdiden konferanslarda nümayiş yapmaları da bu günden ajanlık etmeye başladıklarının delilidir. Bu nümayişi yapanların arasında, Almanya’ya tahsile gönderilecek komünistlik yaptığı için talebe müfettişi tarafından geri alman, fakat bazı mebus amcalar sayesinde Ankara Üniversitesine doçent olarak giren bir komünistin iki kardeşinin bulunması da bilmem ki ibretle bakılmaya değmez mi?

Acaba, böyle bir vaka başka ülkelerde olabilir miydi? Rusya’da Marksizme, Almanya ve İtalya’da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir hareket nasıl karşılık görürdü?

Hattâ şu küçük Bulgaristan’da Bulgarlık aleyhindeki bir söz veya hareket tasarlaması nasıl karşılanırdı? Herhalde kökünden kazınmak suretiyle karşılanırdı. Yazık ki anayasamızda yasak edilmiş olan yabancı fikirleri benimseyen ve yarın devlette münevver tabakayı teşkil edecek olan çocuklar milliyetçiliğe karşı geldikleri halde onlara bir şey yapamıyoruz.

İstanbul'da Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar bu kadar değildir. Yine Halkevi’nde İstiklâl Marşı çalınırken ayağa kalkmayan melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle^alay ederek: «Arabacı araba olmadığı gibi, Türkçü de Türk değildir!» diyen tarih öğretmeni, bir kız ortaokulunda talebesine: «Türk değil misiniz? Allah belânızı versin. Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım...» diyen başka bir tarih öğretmeni hep milli şerefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için küstahlığını arttırmakta devam eden mikroplardır.

'Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda ve durumda değiliz. Vaktiyle Başvekil İsmet Paşa: Hava tehlikesi vardır en aşağı 500 uçağımız olmalı! diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulünü koymuş, sizden önceki Başvekil Refik Saydam da: Devlet teşkilatı A’dan -Z’ye kadar bozuktur, düzeltmek ister diyerek açık konuşma usulünde bir adım daha atmıştı. Siz de ihtikârla başa çıkamadığınızı, zeytinyağı ticaretiyle uğraşan bazı kimselerin devletin başına belâ olduğunu söylemekle bu çığırda devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz. Bunlara bakarak kuvvetle umuyorum ki sizinle açık konuşmak kaabildir. Gerek Reisjcumhur İsmet İnönü, gerekse siz nutuklarınızda milletin işbirliğini istememiş mi idiniz? İşte ben sizin samimi sözlerinize bütün milli ve şahsi samimiyetimle cevap vererek işbirliği yapıyor, devet işlerine yukardan baktığınız için ancak aşağıdan görülmesi kaabil olan ve sizin nazarınıza ulaşamayan bazı olayları size haber veriyorum.

Sayın Türkçü Başvekil!,

Yukarda anlattıklarımı münferit vakalar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına «yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz!» demek cüretini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayrımemnunlan, gayrıtürkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimi düşünce halinde kalmayarak hareket haline geçiyor. Boy boy dergileri çıkıyor-Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına saldırıyor. Taassubla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor? Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz? Niçin bu memelekete istiklali çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette ilmi alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşıla-1 nırsa daha söyleyecek çök sözlerim vardır. O zaman ben size İlmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri halde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddi deliller ile ispat edebilirim. Fakat bunun için bu ön sözümün nasıl karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği karşılık Türkiye’de ciddi bir yazı hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükümete yardım etmesi kaabil midir, bunu ortaya koyacak, sizin de hakiki bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaların aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi takdirde, eski bir tarihi efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki, 700 yıl önce Anadolu’ya gelen 400 arslana karşılık, bugün 400 koyun halinde çadırlarımızı yeniden dererek ars-lanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir.

Maltepe, 20 Şubat 1944

ATSIZ

Memlekette bir bomba tesiri yapan bu açık mektuptan sonra Orhun dergisinin hemen kapatılması beklenirken, kapatılmaması üzerine Atsız, derginin 1944 Nisan tarihli 16. sayısında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben şu ikinci açık mektubu yayınlandı:

Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na «İkinci Açık Mektup»

Sayın Başvekil,

Orhun’un mart sayısında size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük bir efkârı umumiyeye tercüman olduğumu bana anlattı. Size gelince, bunu sizin de iyi karşıladığınızı biliyorum. Orhun'u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş, yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inanırım. Çünkü ben acı gülümseyişin mânasını anlarım. Çünkü, gönlünüzün bizimle birlikte çarptığına, yurt meselelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancımız vardır-

Orhun’un resmi makamlar tarafından tamamen normal karşılanması da Türkiye'de yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükümetin samimi Türkçülüğünü belirtmek bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir Türk ülkesinde, bir Türk hükümeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün davâsını haykıran Türklük düşmanları üzerine resmî bakışları çekmek isteyen Orhun gibi bir dergi ancak Türk düşmanlarının hakim olduğu bir ülkede, meselâ çarların veya haleflerinin ülkesinde kapatılabilirdi.

Sayın Başvekil:

Bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye'de yasaktır. Ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususî yapısına, ahlaki ve milli temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye’ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi kanun nazarında da haindirler. Hiçbir millet kendi milli yapısına düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz. Hürriyetin ve demokrasinin anayurdu olan İngiltere'de bile, savaş başlar başlamaz faşist fırkası lâğvedilip âzaları hapise atıldı. Bütün dünyada, yurt düşmanlarına müsamaha gösteren hatta onlara mevki ve selahiyet veren tek devlet Türkiye’dir. Bu müsamaha devletin kuvvetinden, kendine güvencinden de doğabilir. Fakat, Türkiyenin en kuvvetli olduğu bir çağda, büyük ve şanlı Fatih’in yaptığı mü-’ samahanın sonradan başımıza ne belalar getirdiği düşünülürse, yurt ve millet düşmanlarına müsamaha göstermekteki büyük tehlike derhal anlaşılır. En sağlam gözdeleri yere vuran şey de küçük birkaç mikrobun o gövdede bir köprübaşı kurmasıdır. Derhal temizlenmezlerse zamanla çoğalıp uzviyetin can alacak bir noktasını tahrip ederler. Sonrası yıkım ve ölümdür.

Türkiye'de komünistler var mıdır sorusu birtakımları tarafından sorulabilir. Şunu unutmamalı ki, komünistler hiçbir zaman biz komünistiz diye açıkça kendilerini ortaya vermezler. Onlar Halk Partisinin çok elastikî olan altı okundan halkçılığı alıp kendilerini halkçı yurtseverler gibi ortaya atarlar- Fakat onların hakiki benliğini anlamak için dâhi olmaya lü~ zum yoktur. Irk ve aile düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında milliyeti baltalama, yurdumuzdaki azınlıklara aşırı sevgi, her şeyi iktisadi gözle görüş onları açığa vuran damgalardır. En büyük düşmanlan olan milliyetçilere ırkçılık noktasından saldırmaları, milliyetçilikle ırkçılığın temel olduğunu bilmelerinden dolayıdır. Temeli yıkılan yapının bir anda çökeceğini de çok iyi kestirmişlerdir.

İşte bu usta komünistler, komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye'de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler,tuttukları köprübaş-larından Türkiyeyi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Fakat bunlar sınırlardan gelen mert bir düşman olmadıkları için kolayca sezilemez-ler. Bunlar, paraşütle inen bozguncu casuslar gibi ülkenin üniformasını giymiş .olduklarından her Türk bunları seçemez. Onun için bunlar sinsi silâhlarıyle birçok Türk'ü vurup milliyetçilikten ayırabilirler.

Sayın Başvekil!

Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Bunlar, vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekâletinin gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. Maarif Vekâleti Türklük düşmanlarına karşı o kadar gaflet içinde bulunuyor ki, size yazdığım ilk mektupta talebesine: «Türk değil misiniz? Allah belânızı versin! Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım» diyen bir tarih öğretmeninden bahsettiğim halde şimdiye kadar bu öğretmenin kim olduğunu araştırmak zahme-metine bile katlanmadı. Bununla beraber Maarif Vekâletine hak vermemek de elden gelmiyor. Çünkü onun kullandığı memurlar arasında öyleleri var ki, bu zavallı tarih öğretmeni onların yanında vatan kahramanı kadar asil kalıyor. Örnek mi istiyorsunuz? İşte sırasıyla veriyorum:

1 —> Bugün Maarif Vekâletine bağlı Dil Kurumu âzasından ve Ankara’daki Devlet Konservatuvarı öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen bütün kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali 1931 yıllarında Konya'da 14 ay hapse mahkûm edilmişti. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur Atatürk olduğu halde bütün devlet erkânını ve rejimi tehzil eden manzum bir hezeyanname yaz-masıydı. Bâzı mısralarını bugünkü bâzı mebusların da bildiği bu hezeyannamenin tamamını Konya’daki adliye arşivinden bulup çıkarmak kaabildir.

Sayın Başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük bir ıstırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi tica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu:

İsmet girmedi mi hâlâ hapise

Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?

Maarif Vekâletinin sevgili memuru bulunan bir komünistin, hapise girmesini temenni ettiği İsmet, pek kolaylıkla anlayacağınız gibi, o zamanki başvekil, şimdiki Reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin başkumandanı İsmet İnönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvahk’da Yunana ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinka-ya’dır. Bu gün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Haşan Ali'nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.

  • 2 — Bugün Ankara'daki Dil Fakültesinde folklor doçenti olan bir Pertev Naili Boratav vardır. Nasıl bir komünist olduğunu bilhassa ben çok iyi bilirim. 1936 da Maarif Vekâleti tarafından Asur ve Sümer dillerini öğrenmek için Almanya'ya gönderilmişti. Fakat daha Türkiye’de iken başladığı komünistliği orada azıttığı için arkadaşları Ziya Karamuk (şimdi Samsun Lisesi Müdürü), Fazıl Yinal (şimdi Ankara’da arşiv mütehassısı) ve Şükrü Güllüoğlu (şimdi İstanbul’da ticaretle meşgul), tarafından kendisine ihtar yapılmış, aldırmayınca resmen şikayet edilmiş ve Maarif Vekâleti tarafından gönderilen müfettiş Reşat Şemsettin (şimdi mebus) tarafından suçu sabit görülerek derhal Türkiye’ye döndürülmüştür. Pertev Naili 6 yıl tahsil ettikten sonra doçent olacaktı. Fakat komünizmin faziletine bakınız ki yarıda kalan iki yıllık bir tahsilden sonra Türkiye’ye dönünce ilk önce Maarif Vekâletinde bir ambar memuru tayin edilmişken bazı mebusların araya girmesiyle folklor doçentliğine getirildi ve dört yıl kazanmış oldu. İlk mektubumda size anlatmış olduğum Eminönü Halkevi'ndeki nümayişte, salonun sol tarafında oturup gürültü çıkaranlar arasında işte bu Pertev Naili Boratav’ın iki tıbbiyeli kardeşi de vardır.

3—Bugün İstanbul Üniversitesinin pedagoji enstitüsü başında bir profesör Sadrettin Celal vardır.. Türkiye'de bu kürsüye layık birçok kimseler varken onun buraya getirilmesinin sebebi sırf maarif vekili ile arasındaki şahsi dostluktur. Bu Sadrettin Celal 1920 de Moskovada’ki enternasyonal komünist kongresine Türkiye mümessiliyim diye giden, 1921-1924 yıllarında İstanbul’da Aydınlık diye azgın bir komünist dergisi çıkararak Türk milliyetini baltalamaya çalışan, Türkiye’de bir sınıf ihtilali yaparak Türk milletini birbirine kırıdırmaya uğraşan birçok askeri tıbbiyelinin komünist olarak okuldan kovulmasına sebebiyet veren (şimdiki Rusça’dan yaptığı tercümelerle edebî komünizm yapan Haşan Ali Ediz ve Anadolu’da bir kasabada mahpus olan Hikmet Kıvılcımlı bu askeri tıbbiyelilerdir.) sonunda bu yüzden kendisi de hapse giren bir vatan hainidir. Bir vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji enstitüsünün başına getirmek şaheser bir gaflettir.

4 — Bugün Ankara’daki Dil Kurumunun âzasından ve geçen devrenin mebuslarından (evet sayın başvekil, partinizin mebuslarından) bir Ahmet Cevat vardır. Türkçeyi tıpkı İstanbul Rumları şivesiyle konuşan bu dilci de 1920yıllarında Rusya’ya kaçmış ve orada «Türk Komünist Fıtkası Merkezi Komitesinin Harici Bürosu» âzası olmuştur. Trabzon’da 1921 de halk tarafından linç edilen 16 komünist hakkında Rus komünistlerinden Pavloviç’e yazıdığı mektubu, Orhun'un 20 Şubat 1934 tarihli dördüncü sayısında neşret-miştim- Pavloviç’in İnkılâpçı Türkiye adı ile 1921 de Moskova’da neşrettiği kitabın 119-121. sayfalarından alınan bu mektubu tekrar neşrediyorum:

Aziz yoldaşım Pavloviç,

28 Kânunusanide Trabzon civarında vahşicesine öldürülerek denize atılmış olan yoldaş Suphi ile Türkiye Komünist Fırkasının merkezi komitesi âzaların-dan 4 kişi ve 12 diğer komünist yoldaşlar hakkında sizinle ciddi görüşmek istiyorum.

Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman malûmat alamadık. Fakat sonra onların Trabzon burjuvazisi tarafından elde edilmiş cellatlar tarafından öldürüldükleri anlaşıldı.

Ta Erzurum’dan başlayarak bizim yoldaşlarımız aleyhinde nümayişler başlamıştı. Halka diyorlardı ki: «Rusya’dan gelmiş olan komünistler bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapamak için geldiler. Kimsenin almak ve satmak selahiyeti olmayacaktır. Sonra ta-harriyata başlanacak, herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah’a inananları hapse atacaklardır. Din, ticaret ve hususi mülkiyet bolşevikler tarafından menedilmiştir.»

Nümayişçiler arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis teşkilatı tarafından komünistler aleyhine tevcih edilmiş cahil şahsiyetler çoktu. Bunlar bizim yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeye kalkmışlardır. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyordu. Hükümet ise bolşevikleri himaye rolünü takınmaya çalıştığını göstermek istiyordu. Komünistleri müdafaa için hükümetin tedbir aldığı yalandır. Bizim mevsuk menbalardan aldığımız haberlere göre polisler ahaliyi dükkanları kapamaya teşvik ettikleri gibi, müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak için de halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir ve kasa-

bada maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşi hücuma Trabzon’da uğramışlardır. Bunlar Trabzon'a gelir gelmez ahalinin bağırıp çağırmaları ve tahrikleri altında limana sevk edilmişlerdir. Burada onların üzerinde bulunan birkaç tabancayı aldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar. Bu motorun arkasından ikinci bir motor da sahilden ayrıldı. Bu motorda silahlı adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize attılar. Ve bunların tayfası herkese Türk komünistlerinin denizin dibine gittiklerini anlatıyorlardı. Rusya Şûralar Cumhuriyeti mümessili, yoldaşlarımı istikbal etmek istemiş, fakat vali buna mani olarak mümessilin evinden çıkmamasını emretmiş. Aksi halde halk tarafından parçalanacağını bildirmiştir. Rus mümessilinin bu vakayı Moskova ve Ankara’ya haber vermesi ve bizim yoldaşların cellatlar elinden alınmasına çalışması lazımdı. Fakat yazık ki o sırada Trabzon’daki Rus mümessili cesur bir adam değildi. Trabzon’da bunu bilmeyen yoktur. Motorlar ve sahipleri malumdur. Bu hadisenin Belediye Reisiyle Milli Müdafaa Cemiyeti Riyaset divanı tarafından yapıldığı söyleniyor. Burada (Rusya’da) ise bu meseleye dair henüz bir karar alınmamıştır. Fakat artık susmak da imkan haricindedir.. En iyi ve cesur arkadaşlarımızdan 16 yahut 17 sini kaybettik. Bizimle hemfikir olup cellatların tecziyet-I erin i istemelisiniz.

Trabzon’a gelecek her komünistin öldürülmesine karar verilmiştir. Anadolu burjuvası barbarca yaptığı cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden komü-nisleri şiddetle takipte devam ediyor. Cellatlar tarafından öldürülmüş olan bizim en değerli yoldaşlarımızı müdafaa etmeyi üzerinize alacağınızı ümit ederim. Komünist selamları ve hürmetler.

,                        Ahmet Cevat

Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Büro Azası

Görülüyor ki Giritli Ahmet Cevat, milli ve dini geleneklerine çok bağlı olan Trabzon halkının, din ve mukaddesat aleyhine tahrikat yapan 16 komünisti yok etmesini «Anadolu burjuvalarının barbarlığı» diye vasıflandırıyor. Bu hareketi Türk polisi ve Milli Müdafaa Cemiyeti (yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) yaptırmış diyerek kurtuluş savaşında önderlik eden ve Halk Partisinin başlangıcı olan teşkilatı tahkir ediyor. 16 serseri gebertildi diye yabancı bir devleti Türkiye işlerine karıştırmaya kışkırtıyor. Bütün bunları yaptıktan sonra da yılan gibi Türkiye’ye süzülerek sizin partinize girebiliyor ve geçen devrede mebusluğa kadar yükseliyor. Şimdi de Türk dilini yaratacak olan Dil Kurumanda bütün dillerin Türkçeden çıktığını ispata yeltenecek kadar milliyetçilik yapıyor. Biz buna razı değiliz, Sayın Başvekil, Akıl ve mantık da buna razı değildir. Müstakil Türkiye’yi yaratan ve bu gazâ topraklarının altında sıra dağlar gibi yatan şehitlerimizin ruhları da buna razı değildir. Siz demokrat Türkiye'nin cidden demokrat olduğuna inandığımız başvekili, herhalde milletin arzusunu yerine getireceksiniz. Buna inanıyoruz.

Sayın Başvekil!

Bu saydıklarım komünist oldukları müsbet vakalar ve vesikalarla bilinen kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kaabildir. Boğaziçi Lisesinin son sınıfında iken arkadaşlarına karşı komünizmin müdafaa ve propagandasını yapan onların milli mukaddesat diye bildikleri şeyleri tahkir eden, »günün birinde hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz» diye bağıran ve hükümete haber verilmekle tehdit olunduğu zaman: «Ben karakola girersem onbeş dakikada çıkarım ama siz girerseniz kolay kolay çıkamazsınız» diye mukabil tehdit savuran Doğan Aksoy, nihayet Rusya’ya kaçarken yakalandığı evrakı arasında Moskova damgalı mek typ zarfları bulunduğu, dolabında Lenin vesairenin fotoğrafları yakalandığı ve milli mukaddesata karşı olan hareketleri arkadaşlarının şahitliği ile sâbit olduğu halde maalesef, mahkûm edilmedi. Davasında şahit olarak benim de bulunduğum bu komünistin bilâkis lise imtihanlarını vermesine müsaade edildi. Şimdi felsefe talebesi olarak üniversitede bulunuyor. Esefle söylemek icap eder ki bugün Kars valisi olan babasının nüfuz ve hatırı kullanılarak, mahkûm edilmesi gereken bu mikrop serbest bırakıldı.

Sayın Başvkeil! Bunları gören vatanperver Türk çocuklarının kafasından neler geçtiğini bir lahza düşündünüz mü? Bu çocuklar bana: «Testiyi kıranla suyu getiren bir olduktan sonra niçin çalışalım? Niçin yurdumuza bağlı olalım?» diye sordukları zaman ben makûl bir cevap veremedim. Bu cevabı sizden rica ediyorum.

Evet! Komünistler gizli propagandalarla ordumuzun arasına kadar sokulmaya çalışıyorlar. Yine esefle söylüyorum ki hükümet bir ordu mensubunu komünistliğe başlamış gördüğü zaman ciddileşiyor da binlerce maarif mensubunu kıpkızıl komünist gördüğü zaman aldırış etmiyor. Maarif Şûrasında «aile bir zehirdir» diyerek cemiyetimizin temelini yıkmak isteyen bir Sadrettin Celâl’i pedagoji profesörlüğünde tutmakla bütün alay kumandanlarını komünistten seçmek arasında ne fark var? Talim heyeti arasında komünistler kaynaşan Dil Fakültesinde solcu doçentlerin yapacağı zarar iki yedek subay talebesinin komünistliğinden bin kere korkunç değil midir? Daha birkaç gün önce İstanbul Tıbbiyesinde kimya doçenti Halil, asker talebelere hitaben: «Askerden nefret ederim» diye bağırdı. Bu sözün altında solcu temayülün açığa vuruluşunu sezmiyor musunuz?

Bu solcuların, artık eski fikirlerinden caymış oldukları da müdafaa makamında söylenebilir. Fakat «sözü namus saymak» hususundaki geleneğimizi «burjuva budalalığı» diye gören komünistlerin verdiği söze inanmak vatan ve millet karşısında en büyük gaflet değil midir? Dün dönenlerin yarın yine dönmeyeceklerine hangi teminatla inanabiliriz? Onlar samimi olarak dönmüş olsalar bile vaktiyle işlemiş oldukları suçtan dolayı, hiç olmazsa bugün millet işlerine karışmak hakkından mahrum edilmeli değil mi idiler? Tövbekâr olmuş bir fahişe artık namuslu sayıldığı halde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerin de devlet harimine alınmamaları gerekirdi. Yüz-ellilikler acaba komünistlere göre daha mı suçludurlar? unutmamak lâzımdır ki bu komünistler yurdumuzun içinde kalıp devlette yer işgal ettikçe yarın sınırlarda yurdu korumaya koşacak olan Türk çocuklarını kendilerini ve cephe gerilerini emniyette say-mıyacaklardır. Acaba hangi düşünce ve hangi taktik, vatan çocuklarının bu emniyetsizlik duygusunu gidermekten daha üstün tutulabilir? Fransa’da olup bitenler, hükümette yer almış komünistlerin bir vatanı nasıl batırdıklarını parlak bir örnek halinde göstermiyor mu? Bu komünistleri ilerde Türkiye için seve seve can verecek Türkçü gençlerin tutabileceği yerlerden uzaklaştırmak, farzı muhal, bir mesele doğur-sa bile, Türk oğullarını ıstırap içinde bırakmaktan doğacak millî zaaf kadar tehlikeli olabilir mi?

Sayın Başvekil!

Bütün milliyetçi Türkler sizinle beraberdir. Sizden, tarihimizin bu çetin anında vatan düşmanı komünizmin ezilmesini, bir daha baş kaldıramayacak şekilde ezilmesini istiyorlar. Mevcut kanunlar kâfi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız. Kanun, millî vicdanın mâkesi olursa mânâsı olur. Millî vicdan vatan düşmanlarının tepelenmesini istiyor. Yurtsever Türk çocuklarının gözü önünde kötü bir örnek olan «komünistlere mevki vermek» usulünü derhal kaldırınız. Yukarda verdiğim örnekler yarının neslini yetiştirecek olan maarif sahasının mikroplarla nasıl bulaşmış olduğunu gösteriyor.

Haydarpaşa Lisesi’ndeki son hâdise bu bulaşık-lığın görülüp bilinen son delilidir. Bu olaylar karşısında Maarif Vekaletine de bir vazife düşüyor. Bu vazife klasiklerin tercümesinden, sanki yabancı dil ve hattâ Türkçe öğretimi pek yolunda gidiyormuş da sıra kendisine gelmiş gibi bâzı liselere konulan lâtince ve yunanca derslerinden daha ileri ve üstün bir vazifedir. Bu vazife Türk maarifini öğretmen olsun, öğrenci olsun, bütün komünistlerden temizlemek vazifesidir. Maarif Vekâleti bir yandan, dersine bir tek gün gelmeyen öğretmenlerden doktor raporu isteyecek kadar güvensizlik gösterirken, bir yanran kanunlarımızla yasak edilen fikirleri Türkiye’ye sokmaya çalışmış olanlara karşı şaşılacak bir güvenle hareket ediyor. Bunu maarif vekâletinin -kötü niyetine veya kasdî hareketine yoramayız. Çünkü o takdirde maarif vekâletinin de vatan ihanetinde ortaklığını kabul etmek icap eder. Bunu olsa olsa, gaflete verebiliriz. Her ne kadar bir vekilin gafleti mazur görülmezse de -kendisine yapılan ihtarlarla bunu tamir ederek iyi niyetini göstermesi her zaman kaabildir. Aksi takdirde vekillik sandalyasının, dilediğine dilediği mevkii vermek için kurulmuş bir lüks sandalyası olarak telâkkisi mânâsı çıkar ki bunu da demokratik ve halkçı Türk hükümetine yakıştıramayız. Maarif Vekâleti şimdiye kadar İnönü Ansiklopedisiyle ve birçok kitapların ithafiyle devlet başkanına karşı olan bağlılığını göstermeye çalıştı. Bu bağhlı-lığın samimi olduğunun ispat zamanı gelmiştir. Millî şefe karşı o hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere bütün bu saydığım komünistleri hâlâ mühim vazifelerde tutmak bu bağlılıkla tezat teşkil eder. Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhal son verilmesi zaruridir. Hattâ şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri olarak bunları vazifede tutmaktan doğan utancı silebilmek için bizzat -Maarif Vekilinin de o makamdan çekilmesi çok vatanper-verâne bir jest olurdu.

Maltepe, 21 Mart 1944

ATSİZ

Bu İkinci açık mektup, komünistlerin bütün kirli çalışmalarını ortaya koyuyordu. Milliyetçi kamuoyu bu gerçeklerin ortaya çıkması üzerine komünizmi ve komünistlerin protesto eden gösteriler yapmaya başladılar. Devrin yöneticilerine geniş halk tabakalarından yüzbinlerce protesto mektup ve telgrafı gönderildi. Ayrıca Atsız'a, yaptığı mücadeleyi desteklediklerini bildiren binlerce teşvik mektubu ve telgrafı geldi. Bu gelişmeler iktidarın tedirgin olmasına ve Millî Eğitimdeki komünist faaliyetlerden dolayı Millî Eğitim Bakanı Haşan Ali Yücel’in partisi tarafından sert tenkitlere maruz kalmasına sebep oldu.

Büyük Türkçü mücahit Atsız, ilk iş olarak özel bir okul olan Boğaziçi Lisesindeki Edebiyat Öğretmenliği görevinden alındı. İkinci açık mektubunda «vatan haini» şeklinde hitap ettiği komünist yazar Sabahattin Ali, Atsız’ı komünist yazarlar ve Haşan Ali Yücel’in kışkırtması sonucu mahkemeye verdi. Atsız, aleyhine açılan hakaret davasının duruşmalarına katılmak üzere Ankara’ya gitti. Türkçü gençler, O’nu Ankara garında büyük bir nümayişle karşıladılar.

«Sabahattin AIi-Nihaî Atsız davâsı»nın ilk duruşması 26 Nisan 1944 günü yapıldı ve çok olaylı geçti. Milliyetçi gençler salonu doldurarak Sabahattin Ali ve komünistler aleyhine gösterierde bulundular. Bunun üzerine bu milliyetçi gençler 3 Mayıs 1944’te yapılan ikinci oturuma alınmadı. Fakat çok sıkı emniyet tedbirleri alınan Adliye binası, milliyetçi gençler tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu. Türkçü Orhun başyazarı soğukkanlı, sade ve vakur tavrıyla milliyetçi gençlerde büyük bir sevgi ve saygı hissi uyandırdı. Gençlik bu büyük milliyetçi lideri, büyük bir coşkunlukla alkışlıyor ve lehinde tezahürat yapıyordu. Kısa bir süre ‘sonra bu heyecan fırtınası bütün Ankara sokaklarını sardı. Artık davâ, bir şahıs davâsı çlmaktan çıkmış, Türklük düşmanlan ile Türkçülüğün davası haline gelmişti.

  • 3 Mayıs 1944 günü meydana gelen bu millî patlama, pusuda bekleyen millî şefin adamlarının harekete geçmesine yol açtı ve Nihal Atsız tevkif edildi. Türkçü gençler insafsızca, kıyasıya dövüldü. Da-vâmn 9 Mayıs 1944’te yapılan karar oturumunda Atsız, Sabahattin Ali’ye hakaretten 6 ay hapse mahkûm edildi. Fakat -millî tahrik» bulunduğu gerekçesiyle, bu ceza 4 aya indirildi ve bu ceza da tecil edildi. Buna rağmen Atsız, mahkemenin kapısından çıkarken, millî şefin direktifi ile, tevkif edildi.

14 Mayıs 1944 tarihinden itibaren Necdet Sancar, Zeki Velidî Togan, Hamza Sadi Özbek, Nurullah Banman, Orhan Şaik Gökyay, Fethi Tevetoğlu ve Fazıl Hisarcıktı gibi milliyetçi öğretmen, doktor, subay ve ilim adamlarının evleri arandı. 18 Mayıs 1944 günü yayınlanan resmî bir tebliğle Atsız ve arkadaşları, «Irkçılık ve Turancılık» gayeleri gütmek, kurulu nizamı yıkmaya mâtuf gizli teşkilât kurmak ve anlaşmalar yapmakla suçlandılar.

19 Mayıs 1944 günü yapılan Gençlik Bayramı töreninde bir konuşma yapan devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını çok ağır bir dille suçladı. Bu nutkun arkasından yurt çapında bir milliyetçi avı başladı. Birçok milliyetçi üniversite genci de yakalanarak ağır işkencelere maruz bırakıldı. Ancak Ortaçağdaki engizisyon mahkemelerinde uygulanabilecek işkencelerin sergilendiği bu tevkifât sadece milliyetçi öğrencilere mâtuf değildi. Bu arada birçok milliyetçi ilim adamı, doktor, mühendis, memur, sanatkâr ve subay da tevkif edilmiş, ancak bir kişinin ayakta durabileceği genişlikte olan ve tavanında 2000 mumluk ampullerin bulunduğu «tabutluklara» tıkılmıştı. Her türlü insanlık dışı işkenceye maruz bırakılan 23 Türk milliyetçisinin şeref listesi şöy-ledir:

  • 1. Zeki Velıidî Togan: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Tarihi Profesörü (vefat etmiştir.)

  • 2. Haşan Ferit Cansever: Yedek Tabib Yüzbaşı, 1. Sınıf Dahiliye Mütehassı (vefat etmiştir.)

  • 3. Nihal Atsız: Boğaziçi Lisesi Edebiyat Öğretmeni (vefat etmiştir.)

  • 4. Hüseyin Namık Orkun: Gazi Terbiye Enstitüsü Tarih Öğretmeni (vefat etmiştir.)

  • 5. Necdet Sancar: Balıkesir Lisesi Edebiyat Öğretmeni, Ankara Millî Kütüphanede uzman (vefat etmiştir.)

  • 6. Dr, Fethi Tevetoğlu: Samsun’da Tabib Üsteğmen (halen Almanyada doktor.)

  • 7. Alparslan Türkeş: Erdek’te üsteğmen (halen MHP Genel Başkanı, Başbakan Yardımcısı ve Adana Milletvekili.)

  • 8. Reha Oğuz Türkkan: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Doktora talebesi (halen Yaykur Genel Sekreteri.)

  • 9. Heybetullah İdil: San'atkâr -vefat etmiştir.)

  • 10. İsmet Rasın Tümtürk: İstanbul Belediyesinde Murakıb (halen İstanbul’da Avukat.)

  • 11. Cihad Savaş Fer: Yüksek Mühendis 4. sınıf talebesi (halen Yüksek Mühendis.)

  • 12. Muzaffer Eriş: Yüksek Mühendis Mektebi 4. sınıf talebesi (halen İstanbul Tekel Başmüdürlüğünde Yüksek Mühendislikten emekli.)

  • 13. Zeki Özgür (Sofuoğlu): Yedek Asteğmen (halen Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı.)

  • 14. Hikmet Tanıyu: Dahiliye Vekâleti Evrak Kalemi memurlarından (halen İlahiyat Fakültesinde Dinler Tarihi Profesörü.)

  • 15. Said Bilgiç: Ankara Adi iyesi hâkim namzetlerinden (eski İsparta Milletvekili, halen İstanbul’da Avukat.)

  • 16. Cemal Oğuz Öcal: Gazi Terbiye Enstitüsü Pedagoji bölümü talebesi (İstanbul’da öğretmen iken vefat etmiştir.)

  • 17. Cebbar Şenel: Adana Adliyesi hâkim namzetlerinden (halen Adliye Müfettişi, Yüksek Soruşturma Kurulu üyesi.)

  • 18. Hamza Sadi Özbek: Aydın Maliye tahsil şefi (İzmir ve Muğla’da maden ticaretiyle meşgul iken vefat etmiştir.)

  • 19. Nıtrullah Banman: Yedek Asteğmen (halen Son Havadis gazetesi yazan.)

  • 20. Fehiman Altan: Yüksek Mühendis Mektebi

  • 4. sınıf talebesi (halen yüksek mühendis.)

  • 21. Fazıl Hisarcıkh: Yedek Asteğmen (halen Yüksek Orman Mühendisi.)

  • 22. Saim Bayrak: Temyiz mahkemesi evrak me-murlanndan (nerede bulunduğunu tesbit edemedik.)

23. Yusuf Kadıgil: Lise talebesi (halen Bakırköy semtinde ticaretle meşgul.)

Bu 23 Türk milliyetçisinin dışında Osman Yüksel (Serdengeçti), İlhan Egemen Darendelioğlu, Şevki Ersoy, Ziya Özkaynak, Mehmet Külahlıoğlu ve Necdet Özgelen de tutuklanan ve bir müddet işkenceye tâbi tutulduktan sonra serbest bırakılan Türk milli-yetçilerindendi.

. Atsız ve 22 arkadaşı hakkında açılan «Irkçılık-Turancılık Davâsı» adı verilen davanın ilk duruşması 7 Eylül 1944 günü başladı. Haftada üç gün olmak üzere 65 oturum devam eden bu davâda Atsız ve arkadaşları, İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi Savcısı Kâzım Alöç’ün ağır ithamlarına karşı kendilerini, asla tâviz vermeden, yiğitçe savundular-Bu konuda bir fikir vermek üzere Atsız’m bu davâ sırasında yaptığı savunmanın bir bölümünü buraya alıyoruz:

«Bu davâ, savcının iddiaya uğraştığı gibi yeni bir rejim ve yeni bir nizam kurma davâsı değil, Türkçülük düşmanlarının yaygarasına aldanarak kuruntuya kapılanların hiç yoktan ortaya attıkları bir «açık kapıları zorlama» davâsıdır- Bu davâ, gizli cemiyet, şifre, parola, telsiz, hükümet darbesi, vatan ihaneti gibi efsanelerle dünyayı velveleye veren şahsi düşmanlarının boş ve hayali iddialarını zorla isbat etmek için masum insanlara, gerçek yurtseverlere savurdukları iftiraların davasıdır.

Kâzım Alöç’ün Turancılar davâsını anlaşılmaz bir taassupla ne kadar yanlış bir zaviyeden gördüğünü, iddialarının ne kadar çürük olduğunu belirtmek bunun sonunda da müdafaa hakkımı gereğince kullanmak için iddiasının mahiyetini açığa vurup mahkemenin ve bütün dünyanın önüne sermek icap ediyor.

Savcı yerinde duran bu adam her şeyden önce yazılı vesikaları tahrif etmiştir.

Ben »Türkiye'nin dünkü, bugünkü sınırları» diyorum. O bunu «yarınki sınırlar» diye tahrif ediyor.

Ben «Milli ülkelerin üçüncü merhalesi cihanı kaplamaktadır» diyorum. Cihanı istilaya kalktığımızı ilân ediyor.

«Ölmüş devlet reisi» nden bahsediyorum. «Ölmüş Reisicumhur» haline getiriyor.

Ne ben acemi bir lise öğretmeniyim, ne de o benim tahrir vazifelerimi düzelten bir edebiyat öğretmenidir. Taşıdığı soyadı bile yanlış olan öğretmenler benim yazılarımı düzeltemez.

Kâzım Alöç yalnız metin tahrifiyle kalmamıştır. Almanlar ve İtalyanlar aleyhindeki manzum ve mensur yazılarım kendisince malûmken ve Almanların Balkanlara inerek Türkiye’ye saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda yazılmış olan vasiyetnamem gözünün önündeyken, hele bu vasiyetnamenin oğluma ait bölümünde Almanlar ve İtalyanlar da milli düşmanlarımız arasında sayılmışken bana faşist taklitçisi diyerek metin tahrifinden daha kötü bir hakikat tahrifine tenezzül etmiştir.

Savcının ırkçılıktan dolayı bana yakıştırdığı 142. maddenn ırkçılıkla ilgisi olamaz. Ceza Kanununu iyi karıştırsın! Irkçılığı suç sayan başka bir madde bulabilirse onu ileri sürsün. Çünkü 142- maddede zik-rolunan içtimai ve iktisadi zümreler Türkiye’deki ırklar değil, işçi-patron gibi sınıflardır. Irklar içtimai zümreler değil; millî, ırkî veya kavmî zümrelerdir. 142. madde memleketin iktisadi nizamını bozmak ve içtimai bir zümre olan amele sınıfının diğerleri üzerine tahakkümü mümkün kılmak için faaliyete geçen komünistlere karşı konmuştur. Komünistler için kullanılan madde, komünst düşmanları için de kullanılamaz.

Turancılığa gelince: Bunun hakkında fazla söz söylemeye lüzum görmüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde, kendi devletini büyütmek isteyenlere «vatan haini» denilmemiştir. Biz Ziya Gökalp’in Mehmet Emin'in şiirleriyle beslendik. Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere baktık. Milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk ve milli kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.

Irkçı ve Turancı1 olduğumuz için vatan ve millet haini olduğumuzu gazetelerde ilan eden örfi idare kumandanlarıyla duruşmamızı yapan hakimlerin garip bir tesadüfle hep Turancılığa ait adlar taşıması Allah’ın bir lütfü ve bir ihtarıdır. «Noyon» veya «Noyan» (1) Turan kumandanlarına verilen bir rütbedir. Mahkeme reisi generalin soyadı «Yazgan» katip manasına geien bir kelimenin Türkistan telaffuzudur. General pekâlâ «Yazan» ve «Yazgan» diye bir soyadı alabilirdi. Bunun Türkistan telaffuzu ile olan şeklini almakla hiç şüphesiz kalbinde oraya karşı olan sevgiyi göstermiştir. Albayın soyadı olan «Kaan» Turan imparatorlarının ünvanı olan kelimedir. Ha-

TOK» YATtHLAKt

kim Osman Cevdet’in soyadı olan «Erkut», Altay destanlarındaki bir kahramana aittir. Fazla olarak Millet Meclisi reisvekilinin «Günaltay», bir orgeneralin «Altay», Genelkurmay başkan'ının «Omurtak», İsparta mebusunun «Turan» soyadlarını taşıdığını, «Turan» diye bir vilayet gazetesi çıktığını zikredebiliriz. Görülüyor ki Turan ülküsü ve sevgisi bütün milletin gönlünde, şuurunda, tahteşuurunda yaşamakta; biz farkına varmadan soyadlarımıza kadar geçmektedir.

Bir gözcü nasıl yalnız sağ gözü tedaviyle iktifa edemezse bir Türkçü de öylece yalnız Türkiye Türklerini düşünmekle kalamaz- Nietkim hükümet de dış Türkleriyle ilgisini kesmemiş, ilk uygun fırsatta Antakya sancağını ilhak etmiştir. Halep ve Musul da milli misaka dahildir. Antakya’yı istemekle ırkımızın beşiği olan ülkeleri istemek arasında mahiyet farkı yoktur. Kimseden haksız bir şey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın mefahirimizin gömülü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Onları unutmamak istiyoruz. Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana vatan haini diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyorum. Çünkü kimin hain, kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hatta etmiştir bile...

Mahmut Esat Bozkurt’un «Atatürk İhtilali» adlı kitabında ve Atsız Mecmua, Orhun, Bozkurt, Çınar-altı ve Tanrıdağ dergilerinde Turancılık için çıkan yazılardan hiçbirinin takibe uğramaması bir gaflet eseri değildir. Çünkü bir devletin 1931 den 1944'e kadar gaflet etmesine imkan yoktur. Kanunlarımızda Turancılığı suç sayan musarrah bir madde olmadığı için şimdiye kadar kanuni takibat yapılmamıştır. Anayasamızda Turancılıktan bahis yoktur. Kâzım Alöç’ün mantığı ile yürürsek ahlâkı müdafaa eden insanları da anayasanın anavasıflarını bozmakla itham ederek cezalandırmak icap eder.

Turancılığın yüksek bir ülkü uğrunda milli bir fazilet olduğunu ben tesbit ettim. Suç olup olmadığını da mahkemeniz takdir edecektir-

Kimsenin görüp bilmediği vasiyetnamemde bazı şahısları sevmediğim için beni hiç bir kanun, hiçbir mahkeme mahkûm edemez. Ben herkesin sevdiği insan sevmeğe mecbur değilim. Hele psikanalizin ortaya koyduğu hakikatlerden sonra, tahteşşuurlarındaki zulmetlerle, gönüllerinde yaşayan ifritlerle hiçbir insanı sevilmeğe lâyık bulmuyorum. Bütün didinmelerden sonra büyük kâinat manzumesinde meçhul bir zerre olacağımızı düşünüyor ve bu kadar boş bir neticeye varmadan önceki şu kısa misafirlikte insanların vicdanına karışmak hamakatini gösterenlere acıyorum. Hiçbir hakiki bahtiyarlığın bulunmadığına kâni olduğum dünyada tek vazife ve teselli bulduğum ülkü, şahıslardan sıyrılmış yüksek bir duygu ve düşüncedir. O, çirkin yüzlü ölümü bile güzelleştirip bir sevgili gibi bağrına bastırır. Hayatın zehir zemberek kasırgalarını ruhumuzda nisan rüzgarı gibi estirir. Acıların önünde bizi granit heykeller gibi susturur. Ben bu yolun üzerindeyim. Mazide ve istikbalde yaşayarak, fakat bugünden iğrenerek bu yolun üze-rindeyim. Onun içindir ki oğluma zengin olmasını, bahtiyarlık içinde çalışmasını değil, Turan'ı kurtarmak için yapılacak kutlu savaşta şehid olmasını vasiyet ediyorum. Savcı beğenmese de, bütün dünya hoşlanmasa da ben böyleyim işte! Vasiyetnameyi suç saymak insanların beyinlerinden geçen düşünceleri suç saymağa benzer- Acaba Kâzım Alöç 23 maznunun kafalarında kendisi için dolaşan mahrem fikirlerden dolayı da herhangi bir kanuni maddenin tatbikini isteyebilir mi?

Bu kadar büyük, âdeta cihanşümul bir davânın sorgusunu üzerine alan Kâzım Alöç davânın azameti ile uygun şahsî bir ikbal temini hevesi ile işe başlamış, müzelerdeki heybetli mankenlerin altından iki deynek parçası çıktığı gibi bu hailevi tahkikatın altından da bir iki manyakla masum vatanperverler çıkınca inanamamış, muhakkak resmî sözlere uygun ifadeler almak için maznunlara emniyet müdürlüğündeki yardımcıları ile birlikte her türlü işkenceler yapmaktan çekinmemiştir. İnsanların insan gibi hava ve güneş görerek yaşayacağı kocaman bir askeri cezaevi varken maznunları sıkışık, pis, bir karyolanın ancak sığdığı hücrelerinde güneş bulamayan, yaz günlerinde musluklardan su akmayan emniyet müdürlüğü nezarethanesine niçin götürdüğü elbette mahkeme-nizce takdir olunmuştur.

Bütün bunlardan sonra iddianamesinin ikinci sayfasında benim için: «...Muvazenesizliği ile maruf olan Nihal Atsız şecaat arzetme kabilinden huzurunuzda ölmüş bir Reisicumhura karşı hakaretimi kanunlarımız suç saymaz demek suretiyle kendi şahsi kin ve ihtirası uğrunda milli mukaddesata bile dil uzatmaktan haya etmeyen, vicdansız olduğunu ortaya koymuştur.» diyerek bana hakaret etmekten çekinmemiştir.

Gerçi savcı Kâzrm’ın haykırarak savurduğu bu küfürlerle benim şerefimin safiyeti bulanmaz. Çünkü benim şerefim bir değil birkaç yüz Kâzım Alöç’-ün alçaltamayacağı kadar yüksektir. Beşinci sınıf askeri adli hakim Bay Kazım Alöç bu dünyadan şöylece bir gelip geçecektir. Fakat ben muhteşem anamızın bağrında, yani vatan topraklarında yatarken yarınki nesiller benim ektiğim tohumun yemişlerini devşire-ceklerdir.

«Ölmüş olan devlet reislerine hakaret kanuni bir suç değildir» derken ben kanuna uygun bir söz söyledim. Kanun adamı olması gereken ve hukuki bir cevap vermesi icap eden Kâzım buna hâyâ etmeyen, vicdansız kelimeleriyle karşılık verdi. Bu iki çirkin sıfata tarih denilen yıkılmaz ve aşınmaz kayanın duvarlarına çarptı. Fakat henüz bir yankı halinde dönmüş ve bize erişmiş değildir. O yankı bize eriştiği zaman bu davâ yeniden görülecek, fakat bu sefer yanılmaz tarihin temyizsiz hüküm verdiği bu mahkemede maznun ve mahkûm mevkiinde Kâzım Alöç oturacaktır.

Mahkemede Fehiman'ın sorgusunun yapıldığı 29 Eylül 1944 tarihli celsede hepimize birden «katiller, caniler» diye bağıran:

Bize Perapalas Otelini tahsis edemeyeceğini ileri sürerek kaabiliyetini isbata yeltenen;

«Elbette her türlü işkenceyi göreceklerdir» diye şecaat arzeden;

İstediği şekilde ifâde almak için anayasamızla yasak edilen işkence yollarına saparak Reha'yı, Ham-za’yı, Hikmet’!, Osman’ı, Yüksel’i, Orhan Şaik’i «tabutluk» denilen, tepesinde beş yüzer mumluk üç ampul yanan, bir insanın ancak ayakta durabileceği kadar dar bir hücreye sokan;

O âmme şahidi diye ifadesini okuttuğu Külahlı oğlu Mehmet’e falaka attıran;

Nejdet Sancar’ı ne bir penceresi, ne hava deliği olmıyan bir hücrede 22 gün tutan;

Zeki Velidî’yi iki gün aç bırakan;

Beni toprağın beş metre altında, küflü ve rutubetli kibrit yanmayan ve eşyalar küflenen, duvarlarından lağım borusu sızan bir mezarda bir hafta tutan;

Masum zevcemi tevkif ettirerek yavrusundan ayırıp o zaman dört yaşında bulunan küçük oğlumu anası babası sağken öksüz bırakan bu adamın vicdansız diyerek beni tahkire cüret etmesi vicdana karşı bir iftira ve işgal ettiği makama hakarettir.

Netice olarak şunları söylüyorum:

Türkçüyüm. Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve Turancılık da bunun şümulüne dahildir. Memleket ya bu iki temel üzerinde yükselecek veya yıkılacaktır. Irkçılık ve Turancılık anayasaya aykırı değildir. Ceza Kanununda sarahatle suç olduğu yazılmayan bir hareketten dolayı kimse suçlandırılamaz. Devlet de icraatı ile açıkça Irkçı, Hatay’ı ilhak etmekle de Tu-rancıdır.

Sözlerimi bitirirken tarihi bir misal zikretmekten kendimi alamıyorum: Taşa tutularak öldürülecek bir maznun hakkında İsâ Peygambere fikrini sordukları zaman ilk önce hiçbir söz söylememiş. İsrar olununca «içinizde hiç günahsız olan kimse, ilk taşı o atsın» diye cevap vermiş.

Siz de, eğer bir parça olsun benim gibi düşünmüyorsanız, iyi veya kötü daima doğruyu söylediğime kani değilsiniz, istediğiniz şekilde karar verniz. Siz hakimler de insan olduğunuz için belki insanlık icabı zühullerde bulunabilirsiniz. Fakat yanılmaz hâkim olan zaman, hepimzi hakkında en âdil kararı verecek, İrkçı ve Turancı olduğum için mahkûm olursam bu mahkûmluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.»

s

Türkçülük tarihinde önemli bir yeri olan «Irkçılık- Turancılık Davâsı» 29 Mart 1945 tarihinde tamamlandı. Türkçü lider Atsız, 6,5 yıl hapse mahkûm oldu. Fakat mücadeleyi bırakmadı; kararı temyiz etti ve Askerî Yargıtay kararı esasından bozdu.

23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilen Atsız, bu defa kendini arkadaşları ile birlikte yeni bir davânın içinde buldu. «Kenan Öner-Hasan Ali Yücel Davâsı» adı ile bilinen bu yeni davâ, 31 Mart 1947 tarihinde sona erdi ve mahkeme Atsız ve arkadaşlarının be-raetlerine karar verdi.

İki yıl işsizlik ve geçim sıkıntısı ile mücadele eden Atsız, 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Par-ti’nin iktidara gelmesinden sonra da Türkçü mücadelesine devam etti. Millî şefin partisinin gazabına uğrayan büyük Türkçü, milliyetçi halk ve aydınlık kitlesinin desteğiyle iktidara gelen Demokrat Partinin şimşeklerini üzerine çekmekte de gecikmedi. 1952 yılında Ankara Atatürk Lisesi’nde verdiği «Türkiye'nin Kurtuluşu» konulu konferans dolayısiyle, görev yaptığı Haydarpaşa Lisesi’nden alınarak, pasif bir görev olan Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki uzmanlığa verildi. Nihal Atsız'm Süleymaniye Kütüphanesi’ne tayin edildiği günler, yurtta milliyetçilik şuurunu yaymak gayesiyle kurulan Milliyetçiler Derneği'nin D.P. Hükümeti tarafından kapatıldığı günlere rastlar.

Hiçbir mahrumiyetin yıldıramadığı Türk ülküsünün büyük devi Nihal Atsız, yaptığı mücadeleyi giderek artan bir imânla sürdürmeyi başardı. Türklük düşmanlarının yurt bünyesinde yapmak istedikleri büyük tahribâta sesini çıkarmadığı takdirde, en yüksek mevkilere namzet olan Atsız, gayesiz, yaşamaya ölümü tercih ettiğinden, her türlü sindirme hareketine karşı «YÜCE DİLEK»e doğru yaptığı yürüyüşünü devam ettirmiştir.

Bütün benliğini adadığı Türk milletini, ömrü boyunca yıkıcı ve bölücü hareketlere karşı uyarmayı en kutsal vazife bilen Nihal Atsız, 1967 yılında Ötü-ken’de yayınlanan seri makalelerinde, Kürtçü komünistlerin Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki zararlı faaliyetlerini de bifbir sergiledi. Devletin mes'ul kişilerini uyarma gayesi ile yazılan bu yazılar en ılımlısından en aşırısına kadar bütün sol teşekkül ve basın organlarının kızıl yaygaraya başlamalarına yol açtı. Hattâ birkaç Doğulu senatör, Senato kürsüsünde Atsız aleyhine konuşmalar yaptı. Bu gelişmeler üzerine harekete geçen Adalet Bakanlığı, Atsız’ı mahkemeye verdi. Atsız ve Ötüken dergisinin sorumlu müdürü Mustafa Kayabek 15'er ay hapse mahkûm edildi. Yargıtay tarafından bozulan bu kararda mahkeme ısrar edince Atsız ve Kayabek hapse girmeye mecbur oldular.

Yıllar önce tehlikesini belirttiği komünizm ve kürtçülük akımların militan güçlerinin, 12 Mart 1971 muhtırası verildikten sonra kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde isyana varan davranışlar içinde bulunduğu bir devrede, böyle bir mahkûmiyet kararı ile karşı karşıya kalan Atsız, «Bu haller mücadele yapan her insanm başına gelebilir» diyerek devlet nizamına bağlılığını ortaya koymuştu.

Çeşitli hastalıklarla mücadele eden ve ilerlemiş bir yaşa sahip olan Atsız, «cezaevine konulamıyaca-ğını belirten» sağlık kurulu raporuna rağmen hapishaneye konuldu. Fakat Onun yetiştirdiği Türkçü aydınlar ve Türkçü teşekküller, hemen harekete geçerek Cumhurbaşkanı nezdinde af talebinde bulundular. Fakat o bizzat af talebinde hiç bir zaman bulunmadı. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk milliyetçi kamuoyunun bu haklı talebini yerinde görerek Atsız'ın cezasını affetti.

İM

Ömrünün son günlerinde bile davâsı uğrunda çile çekmekten zevk alan Atsız, yetmiş yaşında, ardında destanlaşmış bir Türkçü mücadelenin ölümsüz hâtıralarını bırakarak aramızdan ayrıldı. O’nun çile, ıstırap, işkence, eziyet, mahrumiyet, sügrün ve ihraçların süslediği mücadele hayatı, «TÜRK ÜLKÜ-SÜ»nün karasevdalılarına kıyamete kadar en mümtaz misâl olacaktır. Bütün ülkücü nesiller «sıkılınca, dar günlerde», O’nun Türkçü mücadelesini hatırlayarak yeni bir şevk ve heyecanla «YÜCE DİLEK»e doğru koşacaklardır.

ili — FİKİRLERİ

Türk ülküsünün en güçlü savunucularından biri olan Nihal Atsız, aynı zamanda büyük bir fikir adamıdır. O'nun çeşitli konularda getirdiği yeni fikirler, Cumhuriyet döneminde yetişen bütün ülkücü nesiller üzerinde çok büyük bir tesir yaratmıştır. Atsız'ın getirdiği yeni fikirleri şu konular etrafında toplayabiliriz:

  • a.  Ülkü, Ülkücülük ve Türk Ülküsü,

  • b.  Türkçü ve Türkçülük,

  • c.  Turancılık ve Türk Birliği,

ç. Din ve Ahlâk,

  • d.  Dil,

  • e.  Toplumculuk,

  • f.  Komünizm, Siyonizm ve Masonluk,

  • g.  Türk Tarihine Bakış Tarzı,

  • h.  Osmanlı Padişahları ve «Gök Sultan» Abdül-harnid Han,

ı. Millî Kalkınma Programı.

Şimdi Atsız’ın bu konular üzerindeki fikirlerini sırasıyle belirtmeye çalışalım.

  • a. Ülkü, Ülkücülük ve Türk Ülküsü:

Atsıza’a göre ülkü, bir milletin yürütücü kuvvetidir. Ülküsüz topluluk yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı «and» ve «uzak hedef» demek olan «ülkü», topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler.

«Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz» diyen Atsız, bir şiirinde «Ülkü denen azlı gelin erde şân ister/Büyük DEVLET kurmak için büyük kan ister» mısraları ile ülkünün gerçekleşmesi için gerektiğinde ölümün göze alınmasının şart olduğunu belirtir. O’na göre milletler ölebildikleri nisbette yaşama hakkına sahiptirler.

Atsız, ülkü yolunda ölenlerin, ebedî karanlık içinde kaybolurken hafızalarda bir ışık gibi parlamalarının güzel, fakat hafızalardan ve gönüllerden de uzak bulunarak karanlıkla bir olmalarının ondan daha güzel olduğunu söyler. «Yurt ve şeref uğrunda sen seril de toprağa/Varsın hiç bir dudakta anılmasın er adın» mısraları da, bu düşüncenin şiir halinde söylenmiş biçimidir.

Türk ülküsünü, «Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancı» olarak tarif eden Atsız, Türk milletinin, ülküsü olan mutlu toplumlardan biri olduğunu ve bütün tarihi boyunca büyüklük ülküsü ardından koştuğunu söyler- Bir millet için en büyük tehlikelerden biri O'na göre, barış ve dostluk afyonunu yutmaktır. Büyümek istemeyen milletler küçülmeye mahkûmdur. Saldırmayan millete saldırılır.

  • b. Türkçü ve Türkçülük:

Atsız, «Türkçü kimdir?» sorusuna şöyle cevap verir: «Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Türkçü, millî çıkarları şahısların üstünde tutan, millî mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlâkı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.»

Türkçülük ülküsünün sağlamlaşması ve Türklüğün güçlenmesi için, her Türkçünün, bulunduğu yerdeki görevini inançla yapmasını şart koşan Büyük Türkçüye göre, Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arın-, mış bir gönül ve inanmış bir yürekle yapmalarıdır.

«Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır» diyen Atsız, Türkçülüğün dışardan gelmemiş olan tek yerli ve millî düşünce olduğunu belirterek Türkçülüğü şöyle tarif eder:

«Türkçülük, büyük Türkelinde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür. Türkçülük, Türklüğün geçmişteki haklarının mirasını istemek bakımından haklı, meşrû ve tarihî bir davadır. Türkçülük, Türk soyunun ruhunda, kanında, beyninde yaşayan hayat prensiplerinin fikir haline gelmiş bir şeklidir. Bundan dolayı da »sıra» ve «saygı» esaslarını ihmal edemez. Türkçülerin, daha eski Türkçülere saygı göstermesi bunun için şarttır.»

fi*""

Türkçülüğün, -bazı maksatlı çevrelerce iddia edildiği gibi- bir hayal olmayıp, geçmişte birkaç kere gerçek olduğu için sağlam bir mesnede dayandığını belirten Atsız, Türkçülüğün teşkilâtlanması mecburiyeti üzerinde durarak, bunun için de her zaman en güçlü milliyetçi teşekkülün çatısı altında toplanılmasını, bu teşkilâtta geçimsizlik gösterilmemesini, benlik davası güdülmemesini tavsiye eder.

  • c. Turancılık ve Türk Birliği:

Atsız, Turancılığı, «tarihî mirasları da dahil olduğu halde bütün Türkleri bir devlet halinde birleştirmek ülküsüdür ve her ülkü gibi nesillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heyecan katan bir inançtır» şeklinde tarif eder.

Türklerin vaktiyle birkaç kere birleştiklerini ve mutlu olduklarını belirterek «Millî ülkümüzün ilk maddesini «Bütün Türkler birleşecektir» diye ifade edebiliriz.» diyen Büyük Türkçü, Türk birliği ve Turancılık ülküsüne karşı olanlar hakkındaki teşhisini şu şekilde ortaya koyar:

«Turancılık ülküsü gibi milleti hızlandırıcı, ahlâka ve fazilete dayalı kutlu bir ülküyü yermek için, ya damarlarındaki kanı yabancı hissetmek, ya komünist, yâni vatan haini, yahut da millî tarihi Malazgirt’ten başlatacak kadar cahil ve budala olmak lâzımdır.»

ç. Din ve Ahlâk:

Dini, millet hayatını yükselten ve yücelten bir değer olarak gören Atsız, dinin şahsî çıkarlar adına istismarına, yozlaştırılmasına ve yobazlaştırılmasına kar-

şıdır. Hurafelerden arınmış, saf bir İslâmiyetten tarafadır. İslâmiyet adına «Arapçılık» propagandasının yapılmasının şiddetle karşısına çıkar.

Her inancın ahlâkla yürüyeceğine göre, Türkçülükte de sağlam bir ahlâkın bulunmasını birinci şart koşan Atsız, Ahlâk konusunda şunları söyler:

«Ahlâk millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz. Ordu, bilgi, teşkilât gibi şeyler ahlâktan sonra gelir. Biz Türk ahlâkına tam olarak sahip bulunduğumuz sürece yükseldik. Yabancıların ahlâkını alarak bozulduğumuz zaman ise geriledik.»

«Bir milletin özellikle gençliğinin ahlâkı önemlidir. Gençlik, kendini saran maddî ve manevî çevrede ahlâk disiplini, ahlâk örnekleri görürse, ahlâksızlığın daima ezileceğinden emin olursa, o zaman kendisi de sağlam ahlâklı olarak yetişir.»

«Sözün kısası: Kendimize dönelim. Ahlâk, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile, görenek, gelenek ve her şeyde millî olalım.»

«Geçmişin değerlerine saygı... İşte milliyetçiliğin ve ahlâkın baş şartı...»

  • d. Dil:

Atsız'ın dil konusundaki fikirlerini şu şekilde özetleyebiliriz:

«Büyük devlet olmanın şartlarından biri de, zengin ve kudretli bir dile sahip olmaktır. Millî ihmaller dolayısıyla gelişmemiş olan kökü kuvvetli dilimizi, büyük bir bilim ve sanat dili haline getirmek ihmal olunamıyacak bir davâmızdır. Ne melezleştirilmiş eski dil, ne de öztürkçe denilen uydurma dil, büyük bilim ve edebiyat dili olamaz. Terimleri Türkçe köklerinden üretme, konuşma dilinde Türkçeyi veya Türkçe-leşmişf seçme esasında olan bir »Arınmış Türkçe»ye taraftarız. İnsanın yüreği ne ise, milletin dili de odun Bu değerli varlık, gerçek değerlerden meydana gelecek bir akademi ve millî şuura malik uzmanlar ve sanatçılar eli He korunmalıdır.»

  • e.  Toplumculuk:

Atsız, ekonomik meselelere toplumcu bir gözle bakar. O’nun toplumculuk anlayışının esasları şöyle tesbit edilebilir:

«Millî gelirin adaletle üleştirilmesi, Türk toplumu için de elbette millî bir gayedir. Ferdî ihtiyaçların rahatça karşılanabildiği, refahın yaygın bulunduğu bir ülkede, toplumsal adalet davâsı gerçekleşmiş olur ve böyle bir davâdan bahsetmeye de lüzum kalmaz. Bu sebeple, bir yandan toplumsal adalet tedbirleri alır ve onları sağlam kanunî esaslara bağlarken, diğer taraftan da eğitim ve öğretimi yayarak ve ayrıca memleketimizi İktisadî alanda hızla kalkındırarak, toplumsal adaletin ortamım' hazırlamamız gerekir-

Aksi takdirde toplumsal adalet davâsının özellikle geri ve yoksul ülkelerde, komünizm silâhı haline geleceği asla unutulmamalıdır. Çünkü komünizm; yoksulluk, gerilik ve bilgisizlik bataklıklarında açan bir çiçektir.»

  • f.  Komünizm, Siyonizm ve Masonluk:

Atsız, bütün Türk düşmanlarına ve bunların en başında da komünizm, Siyonizm ve masonluğa düşmandır.

«Komünizm, artık bütün dünya ve bilhassa bizim için İktisadî bir fikir veya toplumsal bir düzen olmaktan çıkmıştır. Komünizm bugün, yalnız moskof-çuluk demektir» diyen ve komünizmi, ruh ve seciye bakımından soysuzlaşmış binlerce casusu bulunan bir moskof emperyalizmi olarak vasıflandıran Atsız, moskofun bizim soy düşmanımız olduğunu, ona taraftarlık edenin vatan haini olacağını belirterek, Türk-' çülük bakımından en alçak vatan hainleri olan komünistlerin yok edilmesi gerektiğini söyler.

Masonluk konusunda ise: «Masonluğu da düşman sayıyoruz. Masonluk, kökü dışarda olan gizli bir cemiyettir ve milliyetçilikle bağdaşmayanların başvurduğu Türkçülük düşmanı bir teşekküldür. Başlangıçta, Yahudilerin millî çıkarlarını gizli olarak korumak için kurulmuş, zamanla milletlerarası bir hale gelmiştir» diyen Atsız, onların gizlice her yere el atıp orayı ele geçirmeye çalışmakta ve bunu başarmakta olduklarını belirtir.

Türkiye’de sacayak, halinde Türk düşmanlığı yapan akımlardan biri de Siyonizmdir. Atsız, siyonizmi, Yahudi soyunun rahatını ve mutluluğunu, dünya milletlerinin huzursuzluğunda arayan teşkilâtlı ve insanlık düşmanı bir fikir olarak tarif eder. O’na göre, siyonizmin kendisini, bir devletin millî ülküsü göstermek yolundaki gayreti, emperyalist isteklerini gizlemek içindir. Birinci Dünya Savaşı’nda, her türlü kılığa girerek Filistin cephesindeki ordumuzu arkadan vuran ve düşmana casusluk eden siyonistlerin ortaya koyduğu korkunç gerçek, Türkçüleri bu akıma karşı da her zaman uyanık ve tedbirli bulunmaya zorlamıştır.

£9,

  • g. Türk Tarihîne Bakış Tarzı:

Türkçülüğün bir dünya görüşüne malik olmasını ve onun kıyafetten takvime, soyadından aile telâkkisine kadar her şeyi kendi açısından mütalâa eden fikirlerinin bulunmasını gerekli gören Atsız, bugüne kadar sahip olduğumuz tarihî görüşümüzün yanlış olduğunu ileri sürer ve bü görüşünü şöyle açıklar: «Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek millî menfaatlarımız için daha uygun olduğu halde, biz, millet tarihi şöyle dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız sülâle ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülâleyi bir devlet sayarak, şimdiye kadar, sülâleler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri sürdük- Fakat düşünmedik ki o kadar devlet kurduksa, bunların hiç birisini de yaşatmamış olduk. Halbuki elimizde, her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk.»

Bu açıklamanın sonucu olarak Atsız, tarihte 16 devlet kurduğumuz iddiasının bir masal ve bunların bayrakları olarak ilân edilen şekillerin bir uydurma, olduğunu, tarihte sadece bir tek Türk devletinin bulunduğunu; sadece hanedan ve rejim değişikliklerinin meydana geldiğini belirtir.

Atsız'a göre, Türkiye tarihinin başlangıç tarihi de, 1071 Malazgirt Zaferi değil, Tuğrul Beğin Horasan’da istiklâl ilân ettiği 1040 yıldır. Ayrıca ilk teşkilâtlı Türk ordusu iddia edildiği gibi, 1363’te değil, Milâttan önce 209’da Tannkut Mete tarafından kurulmuştur.

Atsız, Türk tarihi üzerindeki bu fikirleri ile birçok karanlık ve yanlış noktaya ışık tutmuştur.

  • h. Osmanlı Padişahları ve «Gök Sultan» Abdülhamid Han:

Osmanlı padişahlarının horlanması, küçük görülmesi hattâ onların ihanetle suçlanması karşısında en cesur çıkışı yapan Nihal Atsız olmuştur.

Osmanoğullarından hiçbirinin hain olmadığını ve aynı ülkede, tek koldan hükümet sürmüş hükümdar ailelerinin en uzun ömürlüsü olmak bakımından dünya tarihinde birinciliği aldıklarını belirten Atsız’m bu konudaki görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:

«Osmanlı Hanedanı, Türk tarihindeki ailelerin en büyüğüdür. Tarihî vazifesini şerefle yapıp çekilmiştir. Şüphesiz onların da kusurları vardır. Fakat OsmanlI padişahlarını topyekûn küçük görmek ve göstermeye çalışmak, nihayet, kendi tarihimize ve geçmişimize karşı nankörlük olur. Hele okul kitaplarında bu gibi düşüncelerin yer alması, millî terbiye bakımından büyük bir tehlikedir.»

Osmanlı İmparatorluğundaki Rum, Ermeni ve Ya-hudilerin, kendi siyasî emellerine sed çektiği için kızdıkları Sultan Abdülhamid hakkında çıkardıkları «Kızıl Sultan» tâbirine de Atsız şiddetle karşı çıkar. Toplumun en büyük haksızlığına uğramış şahsiyetlerden biri olan Sultan Hamid hakkında, «o kızıl de-ğil, Gök Sultan’dır» diyen Atsız, Gök Sultan Abdülhamid Han'ın bütün hayatında tek bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlamak için yaşadığını, siyasî dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalarken, bir yandan da demiryolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalıştığını belirtir.

ı. Mîllî Kalkınma Programı:

Atsız, Türk Ülküsü isimli tanınmış eserinde Türkçülüğün millî kalkınma programını şöyle özetliyor:

  • 1.  Türkçüyüz.

  • 2.  Arınmış Türkçeciyiz.

  • 3.  Yasacıyız.

  • 4.  Toplumcuyuz.

  • 5.  Millî gelenekçiyiz.

  • 6.  Şuurlu1 demokrasiye taraftarız.

  • 7.  Ahlâkçıyız.

  • 8.  Bilimciyiz.

  • 9.  Teknikçiyiz.

  • IV — DİLİ, ÜSLÛBU VE EDEBÎ ŞAHSİYETİ

Türkçülük davasının kavgasını yalnız fikir ve aksiyon planında değil, aynı zamanda edebiyat sahasında da yapan Nihal Atsız, nazım ve nesir halinde-birçok eser vermiştir. Türk dili, edebiyatı ve tarihine-son derece vâkıf olan o, verdiği eserlerle bilhassa yetişen genç nesiller üzerinde son derece müessir olmuştur-

“Arınmış ve geliştirilmiş Türkçe»ye taraftar olan Atsız, eserlerinde bu düşüncesine uygun bir dil kullanmıştır. Türk -Dil Kurumu’nun ve İlmî ehliyeti bulunmayan şahısların ortaya attığı uydurma kelimelere itibar etmemiş ve uydurmacılık akımıyla sonuna kadar mücadele etmiştir. Aynı zamanda koyu Osman-lıcayı da benimsememiş ve Türkçede karşılığı bulunan yabancı kelimenin yerine mutlaka Türkçesinin kullanılmasını savunmuştur. Bu görüşlerinin sonucu olarak, herkesin anlayabileceği bir dil kullanmıştır. Türk dilinin kurallarını ve sözdizimini çok iyi bildi- i ğinden, çok sağlam cümleler kurmuştur. Eserlerinde konunun geçtiği tarihî döneme uygun deyim, terim-ve kelimeleri kullanmaya büyük dikkat göstermiştir. Cümleleri arasında kuvvetli bir mantık örgüsü vardır.

Atsız, üslûb yönünden kuvvetli bir sanatkârdır. Şiirlerinde akıcı, berrak ve lirik bir üslûb kullanır. Coşkun bir heyecanın çerçevelediği kuvvetli bir romantizm, onun şiir, roman ve hikâyelerindeki üslûbun karakteristik çizgileridir. İlmî eserleri ve incelemelerinde ise sıfattan çok, fiile ağırlık veren ve sağlam belgelerle desteklenen bir ilim üslûbu görülür. Üslûbunun diğer bir özelliği de, süsten ve özentiden uzak, tabiî ve canlı olmasıdır.

Şairliği: Nihal Atsız, 1931 yılından ölümüne kadar, şiir türünün -az miktarda da olsa- başarılı örneklerini vermiştir. Çok temiz bir Türkçe ile meydana getirilen bu şiirlerde, millî veznimiz olan hece vezninin 7, 8, 11, 13 ve 14’lü kalıpları kullanılmıştır. Bu arada az sayıda aruz vezni kullanılarak yazılan şiirleri de mevcuttur. Aruzla yazılan şiirler daha çok gazel ve kaside tarzında düzenlenmiştir. Hece vezin ile düzenlenen şiirler ise, umumiyetle beyit esasına göre ve mesnevi tarzında kafiyelenmiştir. Ayrıca çok mısralı bentlerden meydana gelen karma şekiller de hece vezni ile yazılmışlardır.

Koşma ve varsağı gibi halk şiirinin klâsik nazım şekilleri uygulanarak yazılan şiirlerinde Atsız, içli ruhu ve karakteristik halk söyleyişi ile âşık tarzının en başarılı örneklerini vücuda getirmiştir. Tarihî bir romantizm ve destanlar devrinin esrarlı dünyasından süzülen büyüleyici havasını coşkun ruh dünyası ile bütünleştiren Büyük Türkçü, daha çok vatan, Türklük, Türkçülük, Turancılık, ülkü ve kahramanlık temalarını işlemiştir. Ayrıca ölüm, gurbet ve aşk da O’nun şiirlerinde işlediği konular arasındadır.

Kısaca Atsız, hiçbir zaman büyük bir şâir olma iddiasında bulunmamışsa da, O’nun şiirleri de, diğer eserleri gibi, Cumhuriyet devrinin bütün nesilleri üzerinde bir heyecan kaynağı olmuştur.

Nesir Yazarhğu Nihal Atsız'ın nesir yazarlığı yönü, şairlik yönünden daha ağır basar. O, kendi çıkardığı Atsız Mecmua, Orhun, Orkun ve Ötüken dergileri ile diğer dergilerde yayınlanan makaleleri, çeşitli ansiklopedilerdeki maddeleri, roman, hikâye, tarih, edebiyat tarihi, tenkid, tedkik, biyografi ve bibliyografya türlerinde yazdığı eserlerle nesir sahasındaki gücünü ortaya koymuştur.

Türkçenin imlâ kurallarına ve cümle yapma yollarına vâkıf olmanın verdiği rahatlıkla zengin, değişik ve sağlam cümleler kurmayı başaran Atsız'ın, nesir halindeki eserlerinde kuvvetli bir mantık örgüsü vardır. O’nun cümlelerindeki ifade kuvveti ve sağlamlığı, biraz da, bol belge ve vesikaya dayanmasından gelir. Aynı zamanda mizacı, İlmî birikimi, şiiri ve şairliği O’nun nesir üslûbunu zenginleştiren unsurlardır.

İlmî bir vukufiyet ve üstün bir medenî cesaretle meselelere eğilen Atsız, yanlışın, yalanın ve ihanetin karşısına dikilmiştir. Türkçü bir gözle yaptığı tarih, edebiyat tarihi, tenkid ve tedkik çalışmaları, kullandığı samimî, ciddi ve canlı ifade tarzı sayesinde Türk nesrinin mümtaz örnekleri arasında yer almıştır..

Atsız, nesir sahasındaki en büyük başarısını, her neslin zevkle okuduğu ve beğendiği roman ve hikâyelerinde göstermiştir. Bozkurtlarm Ölümü, Boz-kurtlar Diriliyor ve Defi Kurt tarihî, Ruh Adam ise psikolojik türde romanlardır. Bozkurtlarm Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor isimli romanlarında Türk tarihinin Göktürkler dönemini romanlaştıran Atsız, Deli Kurt isimli romanında ise Osmanlı tarihinin ilk devrelerini romanlaştırmıştır. Atsız bu romanlarında kullandığı dil, mekân, şahıs ve ünvan isimleri ile konunun geçtiği tarihî dönemi yaşatmaya çalışmıştır. Bu husus, romanlarına büyük bir canlılık ve tabiîlik kazandırmıştır. Ayrıca yarattığı kahramanların mizacına uygun tipler olması ve onların şahsında kendi hayat felsefesini açıklaması, eserlerini daha da çarpıcı ve tabiî yapmış, yağmacılıktan uzaklaştırmıştrr. Tarihin esrar perdesi altında kalan kahramanlan çıkararak onlara tarihî tablo içinde belli bir muhteva kazandırmaya çalışmıştır. Bunları yaparken hiç bir zaman tarihî gerçeklere ters düşmemeye dikkat etmiştir. Tarihin romanlaştığı bu eserlerinde, teknik yönden büyük bir başarı göze çarpar. Ruh Adam isimli romanı, tarihî romanlarından daha farklı bir görünüm içindedir. Psikolojik öğenin ağır bastığı bu romanında Atsız, bilhassa değişik ruh hallerini tahlilde büyük başarı göstermiştir. Dil ve üslûb yönünden de büyük san’-atkârlık gösterilen romanda Atsız, eser kahramanı Selim Pusat’ın şahsında kendi ruh yapısını dile getirmiştir.

Nihal Atsız, her nesil ve devirde okunan ve beğenilen nesir türündeki eserleriyle, Cumhuriyet dönemi Türk nesrinin klâsikleşmiş isimleri arasındadır.

  • V — ŞÖHRETİ VE TESİRİ

Hüseyin Nihal Atsız, komünizm, bölgecilik ve mezhebçilik gibi Türk devletinin varlığına yönelmiş zararlı akımlara karşı verdiği büyük Türkçü mücadele, Türk ülküsü ve tarihi üzerinde yaptığı İlmî çalışmalar, «Kızılelma» ve «Turan» ideallerinin meş'alesini genç gönüllerde tutuşturmak için yazdığı roman ve şiirlerle haklı bir şöhrete ve ölümsüz bir isme sahip olduğu gibi, Cumhuriyet döneminin bütün nesilleri üzerinde çok derin tesirler bırakmış mühim bir şahsiyettir.

Türkçü mücadelesini başlattığı ilk günden itibaren çevresinde milliyetçi bir halka meydana getirmeye muvaffak olan Atsız, çıkardığı dergiler ve yaptığı Türkçü neşriyat vasıtasıyla milliyetçi bir toplum şuurunun doğmasını gerçekleştirmiştir. Bu arada bir taraftan yerli komünistlerin artan faaliyetlerini sergileyerek devletin mes'ul kişilerini uyarmaya çalışırken, diğer taraftan da bu faaliyetlerin artmasını önlemeye büyük gayret sarfetmiştir. Atsız’ın bu çalışmaları, kısa zamanda Türk düşmanlarına karşı uya-

nık, Türklük şuuruyla dolu, Türk milletinin değerlerine bağlı, Türkçü bir kadronun yetişmesini sağlamıştır.

Şiir, roman, hikâye ve makale türlerinde yayınladığı eserlerle, Türkçü bir edebiyatın doğmasını da sağlayan Atsız'ın, 1930 yılından itibaren yurdumuzda meydana getirilen millî konulu eserlerin büyük çoğunluğunda giderek artan bir tesiri mevcuttur. Günümüzde isim yapmış veya istikbal vaadeden milliyetçi şair ve yazarların en büyük ilham kaynağı, Atsız külliyâtıdır.

Atsız’ın Türk düşünce hayatına yaptığı en büyük tesir, bütün mes’elelere Türkçü bir gözle nasıl bakılabileceği metodunu vermiş olmasıdır. Yabancı kültürlerin yozlaştırdığı bulanık zihinlerin kozmopolit dünyasından değil, tarihin derinliklerinden süzülerek gelen Türkçü bir gözün berrak çerçevesinden mes'-eleleri değerlendirmeyi başaran Büyük Türkçü, bilhassa Türk tarihinin karanlık ve yanlış bilinen noktalarını bu metodla aydınlatmış ve Türk düşmanlarının Türk nesillerini tarihinden soğutma yolundaki oyunlarını bozmuştur.

Türkçülük fikrinin yaygınlaşabilmesi için yapılan teşkilâtlanma çalışmalarında da Atsız'ın rolü büyüktür. O, Türkçülük fikrinin siyasî bir aksiyona geçiş döneminde de önemli hizmetler ifa etmiştir. Türk Ülkücü Hareketi'nin lider kadrosunda görev alan birçok eleman, yetişme dönemlerinde, büyük ölçüde, Atsız’-ın eserleri ve fikirleri ile beslenmişlerdir.

Atsız, ülküsü için, asla tâviz vermeden sürdürdüğü büyük mücadele ile gerek sağlığında, gerekse

100 BÜYÜK EDİP 100 BÜYÜK ŞAİR ölümünden sonra, bütün ülkücülere imrenilecek, örnek alınacak bir ülkücü tipi çizmiştir- Düşmanına bile «O’nu bîr kaşık suda boğarım, fakat davâsından kirpik ucu kadar tâviz vermediği için de takdir ederim» dedirtecek kadar abidevî bir hayat yaşayan Atsız, milliyetçileri bunaldığı dar günlerde aydınlığa kavuşturan bir bozkrut, bir öncü olmuştur.

Türkçülük tarihinin çağımızdaki en büyük isimlerinden biri olan Hüseyin Nihal Atsız, yaptığı millî kıyamlarla milletinin hayatında yapıcı tesirler meydana getirdiği gibi, bilhassa Türk gençliğinin millî bir yola girmesinde büyük emek sarfetmiştir. O’nun ülkü dağıtan ateşinden yalnız gününün nesilleri değil, geleceğin bütün nesilleri etkilenecektir. Çünkü ülküsü daima ufukların ötesine taşan bir ülkücünün, tesiri de, gününü aşarak sonsuza doğru uzanır.

Dünya tarihinin meşhurlar listesinde, Atsız kadar kalıcı ve sürekli tesire sahip olanların sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Aynı zamanda, sahte kahramanların gerçek kahramanların yerini aldığı bir keşmekeş döneminde, kimsenin inkâr edemiyeceği haklı bir şöhrete sahip olması, O'nun büyüklüğünü bir kat daha arttırmaktadır.

Arınmış bir gönül ve inanmış bir yürekle yaptığı Türkçü mücadele ile Türklüğün tarihî kadrosu içinde lâyık olduğu yeri alan ülkü devi Nihal Atsrz'ın şöhreti ve tesiri, sonsuzluğa kadar devam edecektir.

  • VI — BİBLİYOGRAFYA
A — HÜSEYİN NİHAL ATSİZ’IN ESERLERİ

Türklük ülküsünün his ve fikir planında gelişmesini ve yeni yetişen nesillerin zihin ve gönlüne yerleşmesini sağlamak gayesiyle Büyük Türkçü Hüseyin Nihal Atsız, nazım ve nesir sahalarında birçok değerli eser meydana getirdi. Atsız'ın roman, hikâye, tarih, inceleme, tenkid ve şiir türlerinde meydana getirdiği bu eserlerinden başka Türk (İnönü) Ansik-lopedisi’nde bazı maddeleri ve çeşitli dergilerde yayınlanan makaleleri vardır.

Türkçü düşünce hayatının teşekkülüne ve meselelere Türkçü açıdan bakış tarzının meydana gelmesinde büyük hizmetleri dokunan bu eserlerde büyük Türkçü, Atsız, H. Nihal, Nihal Atsız, Çiftçioğlu, Çift-çioğlu H. Nihal ve H. Çiftçioğlu (Hüseyin Çiftçioğlu) imzaları ile Y. D., T. Bayındırlı, Selim Pusat, Sururi Ermete, Bozkurt ve Adsız Dergi takma isimlerini kullandı.

Atsız, 1928 yılından, öldüğü 1975 yılına kadar

yazdığı çeşitli makalelerini şu dergilerde yayınladı:

Adsız, Altın Işık, Atsız Mecmua, Azerbaycan Yurt Bilgisi, Büyük Doğu, Çmaraltı, Ergenekon, Gözlem, Halk Bilgisi Haberleri, Hayat Tarih Mecmuası, İstanbul Enstitüsü Dergisi, Kızı! Elma, Kopuz, Komünizm ve Komünistlere Karşı Türk Basım, Kür Şad, Orhun, Orkım, Ötüken, Özleyiş, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Şarkiyat Mecmuası, Tanrıdağ, Turan, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, Türkiyat Mecmuası, Türk Sazı, Türk Yurdu.

Hüseyin Nihal Atsız’ın eserlerini türlerine ve ya-yınlanış tarihlerine göre dört grupta toplayabiliriz:

  • a.  Romanlar:

  • b.  Hikâyeler,

  • c.  Şiirler,

  • d.  İlmî, fikrî, tarihi ve edebi eserler.

  • a. Romanları:

  • 1. Dalkavuklar Gecesi, İstanbul, 26 Mayıs 1941, 56 s.

  • 2. Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946. Eserin diğer baskıları 1950, 1953, 1957, 1962, 1965, 1969 ve yıllarında yapıldı. Sekizinci ve dokuzuncu baskılar 1973 ve 1974 yıllarında İstanbul’da Ötüken Yayınevi tarafından Bozkurtlar Diriliyor romanı ile birlikte Bozkurtlar adı altında yayınlandı.

  • 3. Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949. Eserin diğer baskıları 1950, 1953, 1956, 1962, 1965, 1969 ve 1971 yıllarında yapıldı. Dokuzuncu ve onuncu baskılar 1973 ve 1974 yıllarında İstanbul’da Ötüken Yayınevi tarafından Bozkurtların Ölümü romanı ile birlikte Bozkurtlar adı altında yayınlandı.

  • 4. Deli Kurt, İstanbul 1958, 208 s. Eserin diğer baskıları 1968, 1974 ve 1975 yıllarında yapıldı.

  • 5. Z Vitamini. Bu küçük roman, Selim Pusat imzası ile 1959 yılında Büyük Doğu mecmuasının 18, 19 ve 20. sayılarında tefrika edildi.

  • 6. Ruh Adam, İstanbul 1972, 301 s. İkinci baskı 1974 yılında yapıldı.

  • b. Hikâyeleri:

  • 1. Dönüş: İlk defa 1931 yılında Atsız Mecmua’-hın 2. sayısında Y. D. imzası ile ve ikinci defa 1943 yılında Orhun dergisinin 10. sayısında Atsız imzası ile yayınlandı.

  • 2. Şehitlerin Duası: İlk defa 1931 yılında Atsız Mecmua’nın 3. sayısında Y. D- imzası ile ve ikinci defa 1931 yılında Atsız Mecmua’nın 6. sayısında, ikin-sız imzası ile yayınlandı.

  • 3. Erkek Kız: 1931 yılında Atsız Mecmua’nın 4. sayısında Y. D. imzası ile yayınlandı.

  • 4. İki Onbaşı, Galiçya... 1917...: Bu hikâye ilk defa 1931 yılında AtsızMecmua'nın 6. sayısında, ikinci defa 1942 yılında Çrnaraltı mecmuasının 67. sayıcında ve üçüncü defa 1966 yılında Ötüken dergisinin 30. sayısında yayınlandı.

  • 5. Her Çağın Masalı: Boz Oğlanla Sarı Yılan: 1966 yılında Ötüken dergisinin 28. sayısında imzasız «olarak yayınlandı.

Atsız’ın bu hikâyeleri henüz kitap halinde yayınlanmadı-

  • c. Şiirleri:

Hüseyin Nihal Atsız’ın çeşitli dergilerde yayınlanan sinlerinin büyük çoğunluğu 1946 yılında İstanbul’da 131 sahife olarak Yolların Sonu adı altında toplandı ve yayınlandı. Yolların Sonu kitabının bu ilk baskısında Atsız’ın 1931-1946 yılları arasındaki şiirleri yer aldı. Bu kitabın diğer baskıları 1952 ve 1963 yıllarında Ankara’da ve 1975 yılında İstanbul’da yapıldı.

  • d. İlmî, fikrî, tarihi ve edebi eserleri:

  • 1. Divan-ı Türkî-i Basit, gramer ve lügati, 1930, Mezuniyet Tezi, Türkiyat Enstitüsü no 82, 111 s.

  • 2. «Sartbaşı»na Cevap, Yerli doktorlar olmadığı için ölen «merhum» Atsız Mecmua Müdürü’nden, ecnebi doktorlar sayesinde yaşayan Yaş Türkistan Mü-dlürü’ne, İstanbul 1933, 8 s.

  • 3. Çanakkale’ye Yürüyüş, İstanbul 1933, 54 s.

  • 4.  XVI. ncı Asır Şâirlerinden Edirneli Nazmî’nin Eseri ve bu eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemmiyeti, İstanbul 1934, 16 s.

  • 5. Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, Birinci bölüm, En eski zamanlardan başlayarak Apar sülâlesinin düşmesi tarihi olan milâdî 552’ye kadar, İstanbul 1935, X+138s.

  • 6. Komünist Donkişotu Proleter Burjuva Nâzım Hikmetof Yoldaşa, İstanbul 1935, 16 s-

  • 7. XV. inci Asır Tarihçisi Şükrullah, Dokuz Boy Türkler ve Osmanh Sultanları Tarihi, Eski Türklerle Fatih Sultan Mehmedln tahta oturuşuna kadar olan Osmanh tarihinden bahseder, İstanbul 1939, IV+72 s.

  • 8. Müneccimbaşı, Şeyh Ahrned Dede Efendi, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1940, 51 s.

  • 9. 900 üncü Yıl Dönümü (1040-1940), İstanbul 1940, 32 s., 2. baskı 1955.

  • 10. İçimizdeki Şeytanlar, İstanbul 1940, 16 s.

  • 11. En Sinsi Tehlike, İstanbul 1943, 53 s.

  • 12. Hesap Böyle Verilir, İstanbul 1943, 48 s.

  • 13. Türk Edebiyatı Tarihi, En eski çağlardan başlayarak Büyük Selçukluların sonuna kadar, Birinci basım. İstanbul 1940, 46 s-; 2. basım İstanbul 1943, 76 s.

  • 14. Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir (Türk-Rus Savaşlarının özeti), İstanbul 1946, 30 s.

  • 15. Osmanlı Tarihleri, İstanbul 1949. (Bu eserde Atsız, Ahmedî’nin Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman, Şükrullah'ın Behçetü’t-Tevârîh ve Âşıkpaşa-oğlu Ahrned Âşıkî’nin Tevârîh-i Âl-i Osman isimli tarihlerini bugünkü yazı ile yayınlandı.)

  • 16. 900 üncü Yıl Dönümü-Devletimizin Kuruluşu, İstanbul 1955, 64 s.

  • 17. Türk Ülküsü, İstanbul 1956, 146 s. 2. baskı 1966’da, 3. baskı 1973’te yapıldı.

  • 18. Osman (Bayburtlu), Tevârîh-i Cedîd-i Mir’ât-i Cihan, İstanbul 1961, 84 s.
  • 19. Osmanlı Tarihine Ait Takvimler I, 824, 835, ve 843 tarihli takvimler, İstanbul 1961, 84 s.

20- Ordinaryüs'ün Fahiş Yanlışları (Ali Fuad Baş-gil’e Cevap), İstanbul 1961, 123 s.
  • 21. Türk Tarihinde Mes’eleler, Ankara 1966, 158 s.; 2. baskı İstanbul 1976.

  • 22. Bsrgili Mehmed Efendi Bibliyografyası, İstanbul 1966.

  • 23. İstanbul Kütüphanelerine Göre Ebussuud Bibliyografyası, İstanbul 1967, 61 s.

  • 24. Âli Bibliyografyası, İstanbul 1968, 121 s.

  • 25. Âşıkpaşaoğlu Tarihi, MEB 1000 Temel Eser no 23, İstanbul 1970, V+234 s.

  • 26. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden Seçmeler I, MEB 1000 Temel Eser no 60/1, İstanbul 1971, XII+308 s.

  • 27. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ndem Seçmeler II, Türk Kültürü Kaynak Eserleri Dizisi, İstanbul 1972, 308 s.

28- Oruç Beğ Tarihi, Tercüman 1001Temel Eser no 5, İstanbul 1973, 141+XlV + 98 s.

B — ATSIZ’DAN BAHSEDEN KİTAP, GAZETE, DERGİ VE MAKALELER

  • 1. ATSIZ ARMAĞANI, Ötüken Yayınevi,İstanbul 1976,

  • 2. ATSIZ, Ocak Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 10, 4 Mayıs 1956.

  • 3. BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1948.

  • 4. DARENDELİOĞLU, İlhan Egemen, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Toker Yayınları, İstanbul 1975.

  • 5. ERSAVAŞ, Fahri, Hamasi Türk Şiiri Antolojisi, İstanbul 1961.

  • 6. GÜRBÜZ, Yılmaz, Atsız Kahramanlara Muhtacız, Ortadoğu, 21 Şubat 1975.

  • 7. ILGAR, Hayranı, Sözde ve Gerçek Milliyetçilik, İzmir 1964.

  • 8. KAFALI, Sevgi, Mütefekkir ve Âlim Atsız Beğ, Ortadoğu, 20-21 Ocak 1975.

  • 9. MERAM, Ali Kemal, Türkçülük ve Türkçülük "Mücadeleleri Tarihi, İstanbul 1969-

  • 10. MEYDAN - LAROUSSE Ansiklopedisi, Atsız maddesi.

  • 11. MUTLUAY, Rauf, Elli Yılın Türk Edebiyatı, İstanbul 1973.

  • 12. MÜFTÜOĞLU, Mustafa, Çankaya'da Kâbus, Yağmur Yayınları, İstanbul 1973.

  • 13. NECATİGİL, Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul Eylül 1968.

  • 14. ÖCAL, Cemal Oğuz, Olan Oldu Bizlere, İstanbul 1962.

  • 15. ÖNER, Sakin, Ülkücü Hareketin Şiirleri, İstanbul 1976.

  • 16. SUVER, Akkan, Nihal Atsız, Su Yayınları, İstanbul 1976.

  • 17. TÜRKEŞ, Alparslan, 1944 Milliyetçilik Olayı, II. Baskı, İstanbul 1976.

18- TÜRKKAN, Reha Oğuz, Tabutluktan Gurbete, İstanbul 1976.

  • 19. ÜÇ MAYIS TÜRKÇÜLER GÜNÜ ANTOLOJİSİ, Türkiye Milliyetçiler Birliği Ankara Ocağı Yayınları I, Ankara 1967.

  • 20. HERGÜN, MİLLET ve ORTADOĞU gazetelerinin 12-13-14 Aralık 1975 ve 11 Aralık 1976 tarihli nüshaları.

  • 21. ÖNCÜLER dergisi, Sayı: 1, Ocak 1976.

  • 22. TOPRAK dergisi, Yıl 19, Sayı 24, Aralık 1975.

  • 23. TURAN dergisi, Sayı: 6, Ocak 1977.

  • VII — NİHAL ATSIZIN ARDINDAN NE DEDİLER, NE YAZDILAR?

Büyük Türkçü H. N. Atsız'ın ölümü üzerine memleketimizin birçok tanınmış milliyetçi ilim, fikir, politika ve edebiyat adamı içine düştükleri büyük üzüntüyü terennüm eden beyanatlar verdiler, şiirler ve makaleler yazdılar, sözler söylediler. Çoğu Nihal At-sız’ın fikir ve kavga arkadaşı olan bu şahsiyetlerin tepkilerinden bir demet sunmayı, o büyük insanın ölümünün milliyetçi camiada uyandırdığı büyük üzün-: tüyü ortaya koymak için gerekli gördük.

«Nihal Atsız Beğ’in ölüm haberini duyduğumda inanamadım ve hâlâ inanmak istemiyorum. Atsız, Türk milliyetçiliğine hizmet etmiş, millî duyguların gençlik arasında yayılmasına gayret göstermiş, milliyetçi, Türkçü bir fikir adamımız ve yazarımız idi.

Nihal Atsız’ın erken denilebilecek bir yaşta vefatı bütün milliyetçileri yasa boğmuştur. Türk milliyetçilerine başsağlığı diler, sabırlar temenni ederim.

Alparslan TÜRKEŞ

M. H. P. Genel Başkanı ve

Başbakan Yardımcısı

«Nihal Atsız Beğ ham ilim hayatın.izin, edebiyat ve tarih sahasında değerli bir uzmanı, hem de kuvvetli millî romanları ile çok değerli eserler vermiş bir ülkücü idi. O’nun bütün hayatının mânâsı Türk milliyetçiliği yolunda bütün Türklük âlemine hizmet etmekti. Bu millî görevini hakkiyle hiçbir karşılık beklemeksizin şerefle yerine getirmiş ve Türk milletinin gerçek tarihi içinde lâyık olduğu yeri almıştır.»

Prof. Dr. Hikmet TANYU

«Nihal Atsız büyük bir Türk milliyetçisi olarak, Türk edebiyatı ve Türk tarihi sahalarında değerli eserler vermiştir. Türk milliyetçiliğine büyük hizmetler ifa etmiş olan Atsız Bey'in ölümü bizleri derin üzüntülere boğmuştur. Atsız’ın ölümüyle Türk milleti bir değerini kaybetmiş olmaktadır. Bütün Türk milletinin ve Atsız’ın yakınlarının başı sağolsun.»

Prof. Dr. Faruk K. TİMURTAŞ

«Atsız Türk milliyetçiliğinin yarım asırdır hiçbir kuvvetin burcundan indiremediği bayraklarından biri idi. O bayrağı, ölüm de burcundan indiremiyecek, bundan sonra o bayrak yeni yetişen nesillere daha büyük ışıklar tutmaya devam edecektir. Atsız milletimizin yetiştirdiği en hudut tanımaz idealist bir mütefekkirdi. «Türk bir vazife için yaratılmıştır, o vazife kâinat Türkleştiği zaman biter» diyen Atsız, Türk çocuklarına vatana hizmet için en imkânsıza kadar açılan bir kayıtsızlık ve sınırsızlık çizmek istemiştir. Türk milleti sıradan bir ferdini değil, asırlarda bir gelen bir büyük evlâdını kaybetmiştir. Milletimizin başı sağolsun.»

Prof. Dr. Muharrem ERGİN

«Türk milliyetçiliğinin fikir ve ahlâk cephelerinde derin bir boşluk bırakarak fâni hayata vedâ eden Nihal Atsız, ülkücü gençliğin kalbinde ebediyyen yaşayacaktır. O, millet davasında sağlam düşünce ve çelik iradenin timsaliydi. Doğra bildiğini hayatı boyunca söyledi, yazdı, yaydı ve milliyetçi gençliğin gönlünde sarsılmaz bir taht kurdu. Milliyetçiliği kad-rolayan Ziya Gökalp’ten sonra bu düşünceyi gençliğin ruhuna sindirmek için bütün ömrünü vakfeden fikir ve ahlâk kahramanı büyük Nihai Atsız’ı derin saygıyla selâmlıyorum.»

Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU

«Nihal Atsız, Fuat Köprülü ve Zeki Velidî Togan’-dan edebiyat ve tarih şuuru kazanmış Türkçü ve milliyetçi bir yazardır- Tek parti devrinin revâ gördüğü zulümlere boyun eğmeden Türkçülük ve milliyetçilik şuurunu yeni nesillere aşılamış karakter örneği bir tarih ve edebiyat adamıdır.

Ölümü, Türkiye ve Türk dünyası için büyük bir kayıptır.»

Prof. Dr. Şükrü ELÇİN

«Üzüntümüz çok büyüktür. Büyük bir Türkçüyü kaybetmiş bulunuyoruz. Müteessirim.

Başımız Sağolsun.»

Prof. Dr. Âmiran KURTKAN

«Nihal Atsız’ın vefatı her milliyetçiyi olduğu gibi beni de derinden sarsmıştır. Hayatı boyunca Türk milliyetçiliği ve onun yüceliği için mücadele vermiş olan merhum Nihal Atsız’ın bir lise öğrencisi olduğum sıralarda bende ve arkadaşlarım üzerinde yarattığı millî ülkü hisleri derin olmuştur. Türk’ün mazisinden aldığı bu ülküyü nesillere aktaracak daha nice Atsız, nice Atsızlar tarihimizde yer alacaktır.»

Prof. Dr. Nihat NURİN

«Nihal Atsız Bey’kı ölümü île Türk milliyetçiliği büyük bir fikir adamı ve yazarını daha kaybetmiş oluyor. Atsız, milliyetçilerin gönlünde, Türk gençliğine, heyecan ve millî şuur aşılayan eserleriyle daima yaşayacak ve saygı ile anılacaktır.

Bütün milliyetçilere bu acı kaybımızdan dolayı başsağlığı dilerim.»

Prof. Dr. Ahmet SON EL

«iBir sene içinde üç büyük kayıp arka arkaya geldi. Nejdet Sançar, Nurettin Topçu, Nihal Atsız. Bu zincirin başına 1960'ların büyük kaybı Peyami Sa-fa'yı da katarsak, Türk fikir hayatında meydana gelen boşluklar insanı dehşete düşürür. Halbuki kaht-ı rical var memlekette... (Hem «şerefli», hem de «kibirli» kimseye «onurlu» dendiği, böylece «şeref ve haysiyet ile», «kibir ve kendini beğenmişliğin» bir tutulduğu, «millet» tabir ve kavramının «halklar» ile değiştirilmeye çalışıldığı, müstehcen film rezaletinin caddeleri doldurduğu, kardeşin kardeşi vurduğu, neye, niçin düşman olduğu bilinmeden duvarlarda «kahrolsun» edebiyatının yapıldığı günümüzün Türkiye’sinde ne kadar muhtacız onlara halbuki... Bâri elimizde kalanların kıymetini gözetip,millî, mânevî değerlerimizin henüz tahrip edilmemiş olanlarına sahip çı-l kabilsek...

Atsız Hoca, meselâ Fransa’da yaşasaydı ve orada bir Fransız milliyetçisi olarak ölseydi, heykeli Pant-heon'a dikilir, daha sağlığında Fransız Akademisine alınır ve ölümünde devlet, resmî cenaze töreni düzenlerdi. Atsız’ı ise Türk milleti sinesine basacak, hâtırası tarihe, mefkûresi gelecek nesillere intikal edecektir.

İşte, Atsız Hoca’nın cenazesindeki üçüncü kuşak, genç kuşak, bana böylesine bir istikbal ümidi verdi. Kadıköy’den Karacaahmet’e daha bir dik, daha bir güvenli yürüdüm.»

Prof. Dr. Ayhan SONGAR

«Türk milliyetçiliği yetmiş yıllık ulu çınarım daha kaybetti. Acımız elbette büyük, üzüntümüz elbette derindir. Atsız Hoca, Ziya Gökaîp'in tutuşturduğu Türkçülük hareketini CHP'nin en baskılı devrinde bile büyük bir cesaretle devam ettiren üç beş yiğitten biriydi. Daha delikanlılık çağında başladığı Türkçülük ülküsünün hayata gözlerini yumuncaya kadar hiç tâviz vermeden devam ettiren nadir karakter sahiplerinin de en önde gelen temsilcisiydi. Bugün elli yaşın altındaki bütün Türk milliyetçileri Atsız Bey’in burcu burcu kokan eserleriyle beslenmişlerdir.

Merhuma Ulu Tanrı’dan rahmet ve bütün Türk milliyetçilerine de başsağlığı dilerim.»

Doç. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU

«Türk milliyetçiliğinin en büyük simalarından olan tarihçi, edebiyatçı, fikir ve mücadele adamı olan Nihal Atsız Bey, nesiller yetiştiren muhterem bir hoca idi... Kendisi üniversite dışında kalmakla beraber, ilmin üniversite dışında da yapılabileceğini gösteren bir ilim adamı idi. O’nun için söylenecek çok şey var. Hepmizin başı sağolsun...»

Doç. Dr. Nihat KARAMAĞARAU

«Çok üzgünüm. Kelimelerle anlatmaya imkân yok. Çok zor şey. Atsız hepimizin hocasıydı, büyüğü* müzdü. Bize düşen vazife O’nun vasiyetini yerine getirmek, O’nun yolunu takip etmektir. Allah hepimize sabır versin.»

Doç. Dr. Gülçin ÇANDARLIOĞLU

«Günümüzde fikir adamı çok ender yetiştiğinden, bir Türkçü fikir adamı olarak Atsız Bey’in kaybı çok üzüntülü olmuştur. Kendisini birkaç kelimeyle anlatmak mümkün değildir. Atsız Beyi genişçe bir makaleyle yakında anlatacağım.

Büyük bir fikir adamını kaybetmişizdir.

Türk milliyetçilerinin başı sağolsun.»

Doç. Dr. Mehmet ERÖZ

Nihal Atsız’m ani ölümü Türk milletini olduğu gibi, beni de derin üzüntülere boğdu. Kaybımız büyüktür. Hepimizin başı sağolsun...»

Doç. Dr. Erol GÜNGÖR

«Nihal Beğ insanlık tarihinin belki de pek nadir yetiştirdiği idealistlerden biridir. Hiç eğilmedi, ne rütbe, ne makam onu ilgilendirmedi. O’nun yalnız davâsı vardı. Belki davasının gerçekleştiğini göremedi- Ama yine idealist olarak mesut sayılabilir. Bir şiirinde, «Ektiğimiz tohumun yeşermesi haktır./İşte o gün ruhlarımız şâd olacaktır» diyordu.»

«Türk milliyetçiliğinin günümüzdeki en değerli ve büyük temsilcilerinden biri olan Sayın Atsız, Türk gençlerine ışık tutacağına inandığım «Türk Tarihi»ni bitiremeden kaybetmiş olmamız içimizdeki acıyı daha da derinleştirmektedir. Bu İlâhî tecelli karşısında Türk milletine ve milliyetçilerine başsağlığı dilemekten başka elimizden bir şey gelmemektedir.»

Doç. Dr. Nejat SBFERCİOĞLU

«ölümü bizi örnek bir ülkücüden ve güvenilir, mert bîr dosttan yoksun bırakmıştır- Türkiye’de olduğu kadar Türklük dünyasında da acısı derinden duyulacaktır.»

Avukat Sait BİLGİÇ

«Nihal Atsız Bey'in vefatını derin bir üzüntü ile öğrendim. Esir Türkler dâvasına çok değerli hizmetleri geçmiş, hayatını Türk milletinin lâyık olduğu şerefli mevkie ulaşması ülküsüne adamış bu büyük insanın kaybr, Doğu Türkistanlıları derinden yaralamıştır. Hizmetleri unutulmayacaktır. Ardından gelen ve O’nun dâvasını sırtlanan nesiller bütün Dünya Türklüğünün esaretten kurtulduğu, dün olduğu gibi kıt’alara hükmettiği günleri görecektir.»

Jsa Yusuf ALPTEKİN

«Türk milleti, değerli öncülerinden Nihal Atsız’ı kaybetti. Bayramın birinci günü, onu Osmanağa camiinden istirahat yerine uğurladık. Bir dostumun dediği gibi:

— Atsız Türk milliyetçilerine son bir hizmet ve himmet göstererek, onları bayram günü bir araya topladı, bayramlaştırdı.

Teşbih gerekse Nihal Atsız, o güm «Zigetvar’da Kanunî gibiydi» kendisi ölmüştü ama, telkin ettiği Türklük ülküsünün fetih orduları yürüyordu, yürüyecekti.

Türk milliyetçileri... Ankara’dan İzmir’den yurdun her yerinden gelen kafileler. Onu seven «dış Türk-ler» Doğu Türkistan, Batı Türkistan, Özbek, Kırgız, Balkanlı, Kerküklüler, Azerbaycan Türklerinin temsilcileri, hep Atsız’ın tabutu ardından yürüdüler...

Binlerce genç eller üzerinde Nihal Atsız’ın tabutunu Kadıköy (Altıyol’dan) tâ Karacaahmed’e kadar, bayraklara dolanarak taşıdı. Türk bilekler, İslâm yü reklerle, o milliyetçi başbuğ şanına uygun faziletle gömüldü.

1950 demokrasisi milliyetçi akımın büyük meyvesidir- Bu mücadelede Türkçülük akımının rakipsiz, genç, üstün karakterli lideri ise şüphesiz NİHAL ATSIZ beydir. Allah gani gani rahmet eyleye. Ondaki karakter sağlamlığını gençlerimize nasib eyleye »

Ahmet KABAKLI

«Atsız çok yönlü bir kişiydi. Ülkü adamıydı. Duygulu ve kuvvetli bir şâirdi. Kuvvetli dil bilginiydi. Çok kuvvetli tarihçiydi. Ama bunların hepsinin üstünde ülkü adamıydı. Gerçek ülkü adamı için başka herşey ülküsünün emrindedir. Atsız’ı da, muhakkak ki, övül-mekten ziyade hayatından ve çektiklerinden ülkünün gelecekteki mücadelesi için örnek ve ibret olarak dersler^lınması memnun eder.

Tanrı bir daha bu millete Atsız’ınki gibi bir hayat göstermesin. Zira o hayat ancak iki unsurun biraraya gelmesi ile (tam o şekilde) mümkün olmuştu. Hiç bir şeyden yılmayan, aynı zamanda devletine derin' bir sadakatla bağlı ruih yapısında bir kişiyle, Türklüğe düşman bir idare ve kayıtsız ve şuursuz bir umumî efkâr biraraya gelmişti. Bu ikinci unsur olmayınca, tam At-sız’ınki gibi bir hayat olmaz. Ama şunu Allah’tan dileyelim: Allah bu millete Atsız gibi gönül vermiş ve Atsız gibi mücadeleden yılmayan daha nicelerini görmeyi naşibetsin.

Şunu iyi bilelim ki, Türk milletinin kurtulması ve yaşaması bu son duamızın kabul edilmesine bağlıdır.»

İsmet TLIMTÜRK

«Ben 1944’te doğmuşum.

1944’te tabutluktaymış Atsız.

Ve benim 1973 ilk baharında cezaevine girdiğim günler, Atsız’ın cezaevinden ayrıldığı günlere rastlıyordu.

Hapisaneler, nezarethaneler, Sürgünlerle dolu şerefli bir ömür yani... En zâlim diktatörlerin hükmettiği, en zâlim gardiyanların nezaretinde geçen bir ömür... Hayat değil, bunaltan bir gözaltı... Ve bu gözaltı... Ve bu gözaltına rağmen, Türkçülük düşmanı hükümetlere, Türkçülük düşmanı başsavcılara rağmen Türklük için mücadele...

Atsız demek işte bu demektir bence.

Ve bence yetiştirdiği Türk gençleri de böylesi-ne idealist, böylesine cesur ve savaşçı olacaktır. Ona bağlılık, ardından ağlamak değildir. Bir ok gibi, kurşun gibi gitmektir gittiği yoldan. Ve o yolda ölmektir!

Türklük çok büyük bir evlâdını kaybetti. Türklük sağolsun.»

Necdet SEVİNÇ

«Bütün Türk âlemi ve hassaten biz Kerkük Türk-leri, idealist ve dâvasına bağlı önder-düşünür Nihal Atsız’ın vefatından son derece müteessiriz. Hiç bir şeyden çekinmeyen, her ne pahasına olursa olsun, tâviz vermeyen bir karaktere sahip olan Atsız Beğ, dış Türkler üzerindede büyük etkisi olan bir insandı.

Benim için bir ağabey, bir yol gösterici, bir teselli kaynağı idi. Tek sevincim, hiç bir tesir altında kalmadan binlerce Türk gencinin O’na sahip çıkmasıdır.»

Enver YAKUBOĞLU

«Türklük son yüzyılda yetiştirdiği en büyük evlâtlarından bîrini daha, Nihal Atsız’ı kaybetmiş bulunuyor.

Nihal Atsız, kendini bildiği günden son nefesine kadar ateşini hiç bir an küllemediği Büyük Türklük Ülküsünün sarsılmaz temsilcisi olmuş, bu ülküyü savunmada kendini daima bir ordu gücünde bulmuştur.

«ATSIZ MECMUA»dan başlayarak bugün çıkarmakta olduğu «ÖTÖKEN'e kadar bütün yazılarında, şiirlerinde, romanlarında, tarihî eserlerinde hep bu ülküyü ayakta tutmuştur.»

/Orhan Şaik GÖKYAY

«Atsız ismi milyonlarca Türk genci için son 30 yılda bir sembol gibiydi. Sokak politikasından kendini uzak tutuşu, kitapları, makaleleri, konferansları ve maddî, manevî ağır zorluklara aldırmadan çıkarmaya devam ettiği milliyetçi dergieri ile Türk milliyetçiliğinin, politikalar, müesseseler ve şahısların üstünde, geleceğin büyük milleti mal olması gereken bir ideal olarak benimsenmesi gerektiğini göstermiştir.»

Ahmet GÜNER

«Ömrü, «Bütün Türkler bir ordu» haykırışı ile geçen «Ne mutlu Türk’üm diyene!..» haykırışı ile gelişen büyük Türkçülük mücahidi, başarılı öğretmen ve yazara karşı bağımsız son Türk devletinin yapacağı, eserini özenle bastırmak ve yaymaktır.

Türkçülüğün bir büyük kalesi düşmüştür...

Ne gam!.. Ardında nice büyük ve sağlam kaleler kurarak...

Bir meşale sönmüştür...

Ne gam!

Ardında, Türkçülük meşalesini ve bayrağını taşıyan milyonlar vardır...

Tanrı Türk’ü ve öteki Türkçüleri korusun ve yüceltsin!»

Tahir Kutsi MAKAL

«Önceki gün fâni varlığından ayrıldığımız ve fakat buna mukabil gönüllerimizdeki tahtına buyur ettiğimiz Hüseyin Nihal Atsız, mensup olduğumuz Türk milletini sevenlerin, O’na âşık olanların birinci safında bulunuyordu. Zira; O hem özbeöz Türk, hem de yetkili bulunduğu ilim dallarında Türklüğü mazisiyle ve haliyle yakından tanımanın İlmî ve millî şuuruna erişmişti. O; elbette mensup olduğu Türk milletini di-, ğer milletlere tercih edecekti. Zira O; «Türklerin yeryüzünün en şerefli insanları» olduğunu meşhur Fransız Filozof ve Edibi Lâmartin'den öğrenmemiş, bizzat tetkik eyleyerek bu hakikate kavuşmuştu.»

M. Ali YÖRÜK

«Türk milliyetçiliği «Türkçülük» ülküsünün büyük evlâdı Hüseyin Nihal Atsız’ı beklenmedik bir anda toprağa verdik.

Köklü bir maziye sahip, yüce Türk milletinin yüz-yıllardanberi şuuraltında yerleşen, içimizdeki yabancıların ve Türk düşmanlarının ihanetlerine karşı duyulan ve birkaç asırdanberi çekilen sıkıntıların ve fe lâketlerin meydana getirdiği tepki ile ortaya çıkan «Türkçülük hareketleri» nin, büyük ülkücü Ziya Gök alp’ıin son zamanlarında ve onun ölümünden itibaren, bayrağım teslim alan hiç şüphesiz ki, Nihal Atsız’dır.

Ziya Gökalp’in cenaze merasiminde olaylar çıkaran milliyetçilik düşmanlarım evire çevire dövenlerin başında Nihal Atsız vardı.

Devrin kozmopolit teşekkülleriyle, millî duygularını incitecek olaylara karşı çıkan o zamanki «Boz-kurt amblemli» Millî Türk Talebe Birliği, bu defa da Ziya Gökalp’in tabutuna karşı saygısızlık yapanlara gereken dersi vermişti.

Onun Ziya Gökalp’ten devir aldığı kıvılcım; ardından «Büyük Türkiye Ülküsü» nü yakan meş’alelerle semaya doğru yükseliyor.

Atsız Hoca’mız müsterih uyusun.

Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun.»

Cemal ANADOL

«Atsız Beğ’in, bizim nesilden olup da Türk milliyetçiliğine gönül vermiş olan herkeste büyük hissesi vardır.

Büyük Türkçü, ölünceye kadar Türk’e ve Türk milliyetçiliğine karşı gelen hiç bir kişiye ve hiç bir fikre tâviz vermeden yaşamış, ruhunda ve kafasında Türkçülük duygusunun heyecanını, geçirdiği büyük sıkıntılara ve baskılara rağmen yitirmemişti.

Hattâ tam 68 yaşında iken, Ötüken’de yayınlanan bir yazısından dolayı mahkûmiyet kararını duyduğu gün, «Bu haller mücadele yapan her insanın başına gelebilir» demiş, komünistlerin devlet nizamının temeline dinamit koydukları bir devirde hakkmdaki karara isyan etmemişti.»

İlhan E. DARENDELİOĞLU

«Ben yazıma bu klişeleşmiş beylik lâflarla başlamayacağım. Solcu gazeteciler gibi «Ben Hoca’yı Hil-ton’da Park Otel’de tamdım» demiyeceğim.

Kader bizi çok zor şartlar altında Bayrampaşa zindanlarının karanlık uzun dehlizlerinde karşılaştırdı. Daha önce de tanışıyorduk. Ne var ki bu hürriyetten yakınlarımızdan uzak bir sürü dertli ve perişan insanların kümelendiği mahpusta solcular içinde aynı dâvaya gönül vermiş, insanlar olarak birbirimizi çok daha iyi anlıyor ve yaklaşıyorduk.

Hoca yalnızdı. Bu yalnızlığı zindan da daha da ken-

dini hissettirmişti. Kendisini revire yerleştirmişlerdi.

Atsız’ın bir dâva ve ülkü adamı olarak en fazla hayranlık uyandıran tarafı hiç bir zaman tâviz vermemiş olmasıydı. O dâvasını, mücadelesini mertçe ve dürüstlükle yürütmüştür-

Ahlâk ve karakter bakımından aydınlarımız arasında onun kadar sağlam olan bir kimse bulmak zordur. Para ve mevki hırsından uzak yaşamış, dâvasına ve ahlâkına en küçük bir leke düşürmemiştir.

Başımız sağolsun.»

Abdülkadir BİLLURCU

ATSIZ TANRIDAĞ1NDA

Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;

İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.

TANRI katından gelen bir yüce buyruk üzre, Aramızdan ansızın çadırını deren var.

Orada ecdat ruhu şâdümanhk içinde Burada tamu içre gönüllerde boran var.

Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep TANRI korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.

Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?

Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.

Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt

  • i             Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.

>             O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda,

Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.

{;            Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı

Kür Şad’la Kül Tiğin’le diz vururken gören var.

Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet

Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR’AN var.

Dayanılmaz olsa da Atsız’hğın acısı

Ulu Tanrı’ya şükür yine soy var, Turan var.

Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

ATSIZ’A AĞIT

«Hem erkişiliğine, hem ruhkişiliğine gözyaşlarımla...»

Gayri neş’e kalmadı gözde de gönülde de

Atsız öldü bir güneş battı bizim beldede

Kutsal Tanrıdağı’ndan akıp gelen bir nurdu

Sıcaklığı kalacak ateşte de külde de

Alev alev yanacak bu topraklar üstünde

Uyurken sessiz sessiz selvili bir gölgede

Tanrı katına aldı alnından öpmek için Bir erkişi bulunsun diye sözden ötede

Tanrıkut Mete gibi tarihte devleşecek

Sırlaşacak Kürşad da, Tonyukukda, Bilge de

Eski Türk usulünce ağlamak gerek amma

Sözlerin bağrı yanık kalemde de, dilde de

Gayri neş’e kalmadı gözde de gönülde de

Atsız öldü bir güneş battı beldede

Mustafa KAYABEK

,                            Tünel, 17 Aralık 1975

GÖK BİLGE ATSIZ

Gök

Gök bilge

Gök bilge Atsız

Gök bilge Atsız uçmağa vardı. Duydun mu? Ey Tanrı dağı!. Duydun mu? Tanrı dağından kutlu Gök Tanrı, Görklü Tanrı... Tanrı.. Gök bilge Atsız uçmağa vardı. Gök bilge Atsız

Gök bilge

Gök

Ülkü sütunları ayakta bir-bir Çilenin sabrını örmek içindir. Doğanın susması ikindi vakti Horyatlarda, ağıtlarda gizlidir. Acıyla yoğrulan yürek bizimdir Tunçlaşmış yürek senindir-senindir Dağların ardında, yollarda sükût

Secdeye kapanan tümen tümendir. Sonsuz zamandı

Sonsuz zamandı.

Yücelere ululandı Yücelere ululandı. Gök çınarın tohumlaması Gök çınarın tohumlaması.

Bpzkurt çoğalmasıdır

Bozkurt çoğalmasıdır.

Vey’de su ağlar Vey’de su ağlar. Kız ağlar, oğul ağlar Kız ağlar, oğul ağlar.

Ak kız ağlaması sudur, yağmurdur Kurt oğul durması hisardır, sûrdur Türkçülük ışığı sönmeyen kaynak Atsız’m gönlünde alevdir, kordur. Türk ırkı en yüce, en soylu ırktır Bizde kutsallaşan üç, yedi, kırktır Savaşta sulanıp doyunca toprak Acunda egemen yine Göktürk’tür. Gök

Gök bilge

Gök bilge Atsız

Gök bilge Atsız uçmağa vardı. Duydun mu? Ey Tanrı dağıl.

Duydun mu? Tanrı dağından kutlu Gök Tanrı, Görklü Tanrı.. Tanrı.. Gök bilge Atsız uçmağa vardı.

Gök bilge Atsız

Gök bilge Gök

HAYATİ BAKİ

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Yıl 1975. Ay, Aralık. Gün Cuma.

Büyük Türkçü Nihal Atsız Bey de öldü....

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Tanrı dağı dumanlı... Ötüken yaylaları yaslı...

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Kürşatların gözleri kanlı... Almılalar, Ay Hanımlar karalar bağlıyor...

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Türkçülüğün son kalesi de düştü... Düşman kıvançlı..-

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Sarsın, yeryüzü, öpsün gökyüzü, Atsız’dan kalan bunca öksüzü...

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Üzgün, kucaklar Oğuzata, Bilgehan, Alpaslan...

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Ey Gök Tanrı, Gökçe Tanrı!

N’olurdu Atsız Bey'i Bozkurtlara bağışîasan, almasanL.

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Atsız Bey, Atsız Bey!..

Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe,

Öldüğün yolda, eserlerini bir meş’ale edeceğiz, Türk doğduk, Türk öleceğiz...

BOZKURTLAR AĞLIYOR

Yaşayacak Bozkurtlar’da, yaşayacak Türk Soyu...

Tanrı’nın rahmeti üstüne olsun... Sen rahat uyu!.

A. Rahim BALCIOĞLU

VIII— ESERLERİNDEN SEÇMELER

A — ŞİİRLERİ

YOLLARIN SONU’ndan

YOLLARIN SONU

Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize. Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden İtler bile gülecek kimsesizliğimize.

Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların... Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda. Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların Yalnız bir hâtırası kaldı artık yanımda.

Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz; Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağına. Halbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin Değişilir topu da bir sokak kaltağına.

İster düşün... kendini ister hayale kaptır...

Uzar, uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların.

Bakarsın aldanmışsın, gördüğün bir seraptır Sevimli bir hayale açılırken kolların.

Ey doğunun alnımı serinleten rüzgârı!

Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!

Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları, Düştüğü yer uzakta «DİLEK» adlı bir saray.

O. sarayda bulunca tanrılaşan erleri

Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek.

Hepsi sussa da «Kür Şad» uzatarak elini: «Hoş geldin oğlum ATSIZ, kutlu olsun» diyecek.

1932

TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ

Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa, Türke boyun eğdirir yalnız töreyle yasa; Yedi ordu birleşip karşımızda parlasa Onu kanla söndürüp parçalarız, yeneriz.

Biz Turfanı yarattık uyku uyurken Batı Nuh doğmadan kişnedi ordularımızın atı. Sorsan şöyle diyecek gök denilen şu çatı: Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz.

Delinse yer, çökse gök; yansa kül olsa dört yan Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.

Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan, Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz...

YARININ TÜRKÜSÜ

Arkadaşlar, haydi artık saflar dizilsin! Uzak, yakın ufuklardan koşup gelerek Belde çelik kılıç, içte çelikten yürek Taşıyanlar saflardaki yerini bilsin!

Bir çığ gibi yürüyelim gözler ilerde;

Keder, elem, her ne varsa geride kalsın! Tehlikeler duman gibi tüterken yerde Arkadaki her düşünce sönüp ufalsın.

Kahramanlar yürür gider ölüme karşı, Bir sevgili gibi onu basar bağrına! Bak, uzaktan çalınıyor bir zafer marşı, Yürüyelim şu doğmakta olan yarma...

Sen ne kadar güzel şeysin ey şanlı ölüm! Bizim bütün talihimiz sende saklıdır.

Ey dünyada her yiğite nişanlı ölüm, Zevki sende arayanlar elbet haklıdır.

Köprü Köy'den Pilevne’den gelen ses nedir?

Çanakkale şehitleri dirildiler mi?

Çocuklarda yeni doğan bu heves nedir?

Kocamışlar bir sır için gençlik diler mi?

Saflarımız seyretse de yine ileri!..

Düşenlerin kanlarından doğar bir şafak! Haydi sarssın yeri, göğü cenk türküleri; Kanımızla hurda yarın güller açacak.

1941

SELÂM

İçim yine sevinçlerle dolup yanıyor; Ruhum sanki deniz olmuş, dalgalanıyor.

Uzak uzak ülkelere döndüm seferden;

Yaralarım ağır, fakat mestim zaferden;

Zafer, ümit kaynağının bir çeşmesidir.

Zafer bir çok gönüllerin birleşmesidir.

Gönülleri birleşenler ölse de bir gün Gök kubbede kalacaktır seslerinden ün.

Gönülleri birleşenler! Selâm sîzlere!

Uzaklarda dertleşenler! Selâm sîzlere!

Selâm sana hücrelerde benzi solan genç!

Selâm sana ey yılları hebâ olan genç!

İstikbalim gitti diye yaslanma sakın!

İstikbalin değil, ruhun Tann'ya yakın!

O yalancı istikbale bir perde indir! «Gerçek yarın» unutma ki bir gün şenindir!

Selâm sana yavrusundan ayrılan kadın!

KimbiHr sen gizli gizli nasıl ağladın!

Ne bir damla gözyaşı dök, ne yasla dövün;

Sen yaşamken öksüz kalan yavrunla övün!

Gür sütünle aşladığın erlik cevheri Yapacaktır onu yarın yaman bir çeri...

Tek bir kadın değilsin sen... Sen bir ocaksın!

Madem ki bir adın Atsız, katlanacaksın!

Kafkasya'da can veren bir şehidin kızı

Bir çeliktir... Yüreğinde erir her sızı...

Varsın, bağrın firkatiyle yavrunun yansın...

Yansın, dayan! Çünkü sen de bir kahramansın!

Ey ekmeği almanlar! Selâm sîzlere!

Ey rütbesi çalınanlar! Selâm sîzlere!

Kardeş yahut arkadaştır diye evleri1,

Ocakları dağıtılan ülkü devleri!

Selâm size! Üstünüzde bütün bakışlar, Bir gün olur, tarih sizi elbet alkışlar!

Ey ciğeri parçalanan kahpe veremden Ne beklersin dünyadaki sahte keremden?

Ciğerlerin sönüyorken Tanrı'yı andın;

Tasa etme, gerçekleşir mukaddes andın.

Hepinize sevgilerle coşkun selâmlar!

Şehitlerimiz bile sizi belki selâmlar

İçtiğiniz ıztıraplar size kımızdır.

Bu acılar mazimize selâmrmrzdır.

En tatlı bir hayalimdir bu selâm benim

Kırk derece sıcaklıkta erirken tenim...

Çekiyoruz bunalarak, fakat ne çıkar?

Ulu Tanrı bir gün elbet bizi yargılar.

Bütün dünya sağırlaşsa o bizi dinler, Onun rahmet denizinde ruhlar serinler.

Ey hırçın genç, ey güzel kız! Bırakın yası...

Yeter temiz gönüllerin bizi anması...

Toprak ana uyuturken koynunda bizi

Yarınkiler biçecektir ektiğimizi,

Yeşermesi ektiğimiz tohumun haktır, İşte o gün ruhlarımız şad olacaktır!

Selâm şanlı mazimize! Selâm yarına!

Selâm zafer ordusunun silâhlarına!

Ey geçmişin yiğitleri! Selâm sîzlere

Ey yarının şehitleri! Selâm sîzlere!

Siz tarihe yazryorken şanlı bir satır

Aranızda bulunacak güleç bir batır;

Atsız oğlu Yağmur denen bu yağız çeri

Atılarak hepinizden daha ileri

Güldürecek babasının yanık ruhunu;

Ruh ve yürek sağırları anlamaz bunu...

Karışınca gövdem yurdun topraklarına

Ruhum uçar ırkımızın bayraklarına,

Varlığının sevgisi onlara taşır;

Kendisi de ay-yıldıza belki karışır.

Bir gün gelip ırkımızın gürbüz erleri

Adım adım dolaşırken kutlu yerleri

«Vaktiyle bir Atsız varmış...» derlerse ne hoş!

Anılmakla hangi bir ruh olmaz ki sarhoş?

Haydi artık dinsin bütün ıztıraplarm-

Ufuklardan şanlı bir gün doğacak yarın

Güzellikle, sıcaklıkla ve ihtişamla... ıKumandasız hazır olup onu selâmla!

Gönlündeki yaraların kanını dindir...

Yüzdeyüz Türk olduğun gün cihan şenindir...

1 Ağustos 1944

KÖMEN (•)

Analım Tunga Er efsanesini;

Duyalım geçmişin erkek sesini.

Bürüyüp Tanndağ'ın çevresini Yine Gök Türk olalım, El kuralım.

Ötüken-Yrş durak olsun da bize Yürüsün ordular ordan denize. Çinli baç vermese, gelmezse dize Kağanın buyruğu vardır: Vuralım.

Anlatılmaz, yüce bir erdem olan Bu akmlanda bulunmaz yorulan. Günü geldikçe de bizden sorulan Kan ve can vergisi olsun... Verelim!

Ülkü uğrunda gönüller delidir.

Kişiler ülkü için ölmelidir.

Tanrı'nın insana değmiş elidir Şu ölüm adlı güzel şey... Saralım.

(x) Kömen: Hayal-

Hiç düşündün mü niçindir yaşamak? Bir görev yapmak içindir yaşamak.

Er kişiysen görevin neyse, başar.

Zevke, eğlenceye hayvan da koşar.

Görüyorsun nice hayvan yığını

Ki yapar sadece hayvanlığını.

Fakat onlar bile kendince yine

Tükürürler Kadeş'in itlerine.

O nasıl olmalı bir ruhu ölü,

Ya da bir canlı, fakat kahpe dölü

Ki sanar durduğu yer it inidir.

Oysa bir şanlı şehitler sinidir.

O fuhuş uzmanı çikleti! dişi,

Dişinin en kötü, en köhnemişi,

Kaplamış ruhunu çirkef yosunu, Hiç umursar mı şehit ordusunu?

Var mıdır onca tivistin ötesi?

Adı1 üstünde: Köpek sosyetesi!

Yok sayıp sen de bu ruhsuz sürüyü Kılavuz yap ebedî Gök Börü’yü.

Çıkarıp Ergenekon’dan ulusu Türk’ü kılsın yine dünya ulusu.

İzleyip Gök Börü’nün gölgesini

Gezelim gel o Kümen ülkesini.

Gönlümün özlemi yerdir orası, Gürler ufkunda yiğitlik borası.

Orda erdem gözükür, başkası çıkmaz alana.

Kapanıktır kapılar her kovu, her bir yalana.

Orda erler: Kimi arslan, kimi pars'rn eşidir.

Orda kızlar: Güneşin kendi, ayın onbeşidir.

Uğramaz ufkuna asla o yerin yüz karası;

Orda yoktur ne siyaset, ne fikir maskarası.

Yaşamaz öyle bir ortamda küçüklük, kötülük;

Bir alaydan daha üstün savaşır orda bölük!

Sungurun uçtuğu yerlerde barınmaz yarasa;

Ve bütün dirliğin üstünde yürür sade yasa...

Bir düşün başların üstünde kağanlık tuğunu, Ruh duyar orda ölürken bile Türk olduğunu;

Ölümün zevkini bir süs gibi gönlünde taşır.

Dirilerden daha çok orda şehitler dolaşır.

Bu şehit ordusu varken kuramaz kimse pusu, Yurt için kan dökülür orda denizler dolusu.

Günümüzden, düşünüp birçok asırlar geriyi

Analım bin kere ölmüş o ölümsüz çeriyi:

Ebedî yiğit!

Adı yok şehit!

Kefenin: Vatan...

Tabutun: Cihan...

Yaşıyor ünün.

Düşünüp övün,

Damarında kan Bir alev midir?

Yaşaman: Roman;

Ölümün: Şiir.

Sana yok ne taş, Ne de bir mezar.

Bu hayat: Savaş!

Ebedî uzar.

Eşit olduğun

Şu güneş-’ Tuğun.

Tabutun: Vatan,

Mezarın: Cihan-

Adı yok yiğit!

Ebedî şehit!..

Onu anmakla görür Türk soyu gökçek Kömeni:

Doludizgin yarışan Tanrıkut’un dört tümeni...

Bin asır geçse de rastlanmaz onun bir eşine, Buyruk aldım diye ok fırlatıyor evdeşine...

Bidev atlarla kılıp her yolu bir günde yan

Yıldırımlar gibi dağlardan aşan orduları...

Saygı olsun bu çelik atlıların gök tuğuna, Tuğu kaldırmış olan orduların başbuğuna.

O nasıl bir yürüyüştür, ne yiğitler katarı!

Kun’u, Gök Türk’ü, Oğuz-Uygur'u, Kırgız, Tatar’ı...

O hatırlar ki basıp bağra kucaklar ölümü.

Özgelerden sakınıp kendine saklar ölümü.

Her zaman öyle ağırdır ki yiğitlik kefesi, Kahramanlar gibi ölmek o günün felsefesi...

Onların sanki başak canları... Durmaz, biçilir...

Toprağın içkisidir kanları, al al içilir.

Târihin bir olağanüstü ve şâhâne işi

Kür Şad'ın, Kül Tegin’in, Çağrı Beğ’in ok çekişi...

Şubat 1964

ADALAR DENİZİNDEN ALTAYLARIN DAHA ÖTESİNE KADAR BÜTÜN TÜRK GENÇLİĞİNE

I

Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset.

Sen bütün varlığınla yurdumuzun malısın.

Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de et; Tunçtan bir heykel gibi ebedî kalmalısın.

Iztırap çek, inleme... Ses çıkarmadan aşın. Bir damlacık aksa da, bir acizdir göz yaşın; Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın Tek başına dileğe doğru at salmaksın.

Ezilmekten çekinme... Gerilemekten sakın!

İradenle olmalı bütün uzaklar yakın, Dolu dizgin yaparken ülküne doğru akın Ateşe atılmalı, denize dalmaksın.

Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan utan!

Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan? ıMefkûresinden başka her varlığı unutan Kahramanlar gibi sen, ebedî kalmalısın...

Sen ne elde ve dilde gezen billûr bir sağrak, Ne de sıska bir göğse takılan bir çiçeksin; Senin de bu dünyada nasibin var: Savaşmak!.. Kayalarla güreşip dağlarda öleceksin.

Yoldaşlık ederekten gökte güneşle, ayla Aşarsın tepe, ırmak; yürürsün ova, yayla... Hayata ne biçimde geldinse bir borayla Daha sert bir kasırga içinde biteceksin.

KIZIL ELMA uğrunda kılıç çekince kından Bahtiyarlık denen şey artık geçmez yakından; Mesut olup gülmeyi sök, çıkar hatırından.

Belki öldükten sonra bir parça güleceksin.

Yüz paralık kurşunla gider «HAYAT» dediğin; «Tanrı yolu» uzaktır; erken kalk, sıkı giyin. Yazık, bütün ömrünce o kadar özlediğin Güzel Kızıl Elma'na varmadan öleceksin.

Belki bir gün çöllerde kaybedersin eşini, Belki bir gün ağlarsın kaçtı diye karına. Işıksız kulübende boranın esişini.

Dinleyerek çıkarsın bir ümitsiz yarma.

Gün olur ki mertliğin uğrar kahpe bir hınca;

Nâmert bir el arkandan seni vurur kadınca;

Bir gün sabrın tükenir... Silâhını kapınca

Haykırarak çıkarsın yurdunun dağlarına...

Hayatın kamçısıyla sızar derinden kanlar, Senin büyük derdinden başkaları ne anlar?

Vicdanını «Parise, «Moskova»ya satanlar Küfür diye bakarlar senin dualarına.

Hey arkadaş!.. Bu yolda ben de coşkun bir selim, Beraberiz seninle, işte elinde elim.

Seninle bu hayatta gel beraber gülelim Ölümüne, gamma, tipisine, karma...

Atandan kalmış olan kılıcı iyi bile, Onu bütün gücünle vuracaksın çağında.

Savaş... Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın Ne sevgili yanında, ne baba ocağında...

Savaşmaktan kaçınır, kim varsa alnı kara;

Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara...

Kazanmanın sırrını bilmiyorsan git, ara «Çanakkale» ufkunda, «Sakarya» toprağında.

Siyasette muhabbet... Hepsi yalan, palavra...

Doğru sözü «Kül Tegin» kitabesinde ara...

Lenin’den bahsederse karşında bir maskara Bir tebessüm belirsin sadece dudağında.

Yatağında ölmeyi hatırından sök, çıkar!

Döşeğin kara toprak, yorganındır belki karşı kar... Sen gurbette kalırsan, ben ölürsem ne çıkar? Ruhlarımız buluşur elbet «Tanrıdağı»nda...

!                                                                   1931

116

l

t

i.

I                                                                                 

Mukadderat isterse seni yoldan çevirsin, Sen hele -bu yollarda yıpranarak aşın da, Varsın bütün ömrünce bir an nasip olmasın Yorgunluğu gidermek serin bir su başında.

Bir gülüşten ne çıkar, ne çıkar ağlamaktan? Kullar kancıklık eder, belâ bulursun Hak'tan. Gün olur ki bir yudum su ararsın bataktan, Gün olur ki bir tutam tuz bulunmaz aşında.

Bir çığ gibi yürürsün bir lâhza durmaksızın, Bir İlâhi kaynaktan geliyor çünkü hızın. Duyguların ölmüştür... Tapınılan bir kızın Bir füsun bulamazsın gözlerinde, kaşında.

Iztırabı kanına kat da göz kırpmadan iç!

Varsın gülsün ardından, ne çıkar, bir iki piç... Bu varlık dünyasında yalnız senin hiç mi hiç Bir şeyin olmayacak... hattâ mezar taşın da...

BAHTİYARLIK

Bahtiyarlık ne zafer kısrağına binmektir; Ne yaşarken bir dünya uçmağına inmektir. Şekli olmaz, rengi yok, belirsizdir ve tektir. Bahtiyarlık: Ömründe bir kere sevinmektir.

Bir karanlık geceye akıyorken bu varlık Bulunur mu dünyada ebedî bahtiyarlık? Mükâfatın yapsan da en yüce bir yararlık Nihayet zafer adlı bir kısrağa binmektir.

Her şeyin bir şekli var, her derdin bir ilâcı...

Türlü türlü yemişler verir dünya ağacı.

Zafer çetin, ilim güç, bozgun kötü, aşk acı. Halbuki bahtiyarlık: Belirsizdir ve tektir.

Bahtiyarlık: Boraca yüce dağlan aşmak, Varılmadan ölünen uzak yerlere koşmak, Tanrı'nın sofrasında mest olarak konuşmak Ve ömründe bir kere, bir kere sevinmektir...

1933

KAHRAMANLIK

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir, ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.

Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından Koşaradrm gitmeli onların arkasından. Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmek doğanlık...

Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık;

Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık: Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir.

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir. Bunun için ölüme bir atılış gerektir.

Atıldıktan sonra da bir daha dönmemektir...

YAKARIŞ

Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;

Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı. Rahat yatakta ölmek acap olmaz mı çile? Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı.

Âşık nasıl bulursa iç açan bir serin su Sevdiği bir güzelin som yalaz dudağında, Sönecektir bizim de gönlümüzün tamusu Tanrıların gezdiği yüce Tanrı Dağında.

Tanrı Dağı! Tanrılar, tanrılaşanlar dağı! Orda ofıüç asırdır bizi bir gözleyen var. Savaş türküleriyle aylı kızıl bayrağı, Kefensiz ölülerin ruhunu özleyen var.

Ulu Tanrı! Kür Şad'ın yenilmeyen ruhunu Yüce Tanrı Dağında daha biraz barındır!

Geleceğiz yakında! Yarın bütün oralar Demir bileklerdeki çelik kılıçlarındır!

NİHÂL ATSIZ

Tasa mıdır yakarsa bir kurşun kalbimizi? Ne çıkar süngülerle delinirse bağrımız? 6u kurşunlar, süngüler öldüremezler bizi, Belki diner onlarla ezelî kalb ağrımız.

Gözümüzde bir hasret parlayarak, düşünce Toprak ana elbette bize açar kolunu.

Onun kadar düşünmez bizi hiçbir düşünce, Kendi koynunda saklar can veren her oğlunu.

Yurt ve şeref uğrunda sen seril de toprağa Varsın hiçbir dudakta anılmasın er adın! Kan sızarak göğsünden huzuruna varınca Iztırabı dinecek belki o gün Kür Şad'ın.

Gam mı ceylan gözlüler bizlere yar olmasa?

Yeter ki kılıçlar süngüler yar olmalı.

Rahat yatakta ölmek sanki değil mi tasa? Savaş ve er meydanı bize mezar olmalı.

1936

TÜRK KIZI

Pınar başına geldi Bir elinde güğümü;

Çattı yay kaşlarını

Görünce güldüğümü, Bağlamıştı gönlümü Saçlarının düğümü. Bilmiyordum bu örgü Acaba bir büğü mü?

Sordum: Nerdedir yerin? Nedir senin değerin? Yedi kıral vurulmuş, Ne bu ceylan gözlerin? Hangisine varırsın Bu yedi ünlü erin? Şöyle dedi bakarak Göklere derin derin:

Kıralların taçları

Beni bağlar büğü mü?

Orduları açamaz Gönlümdeki düğümü. Saraylarda süremem Dağlarda sürdüğümü. Bin cihana değişmem Şu öksüz Türklüğümü...

YAŞAYAN TÜRKÇÜLERE AĞIT

Bir mahşere binlerce kader tutsağı gelmiş, Titrek ve metin cümle adımlar ona doğru... Gitmekte bütün kafile, meçhûle yönelmiş, Nerden gelerek hangi karanlık sona doğru?

Her şey kopuyor istemeden kendi yerinden;

Herkes geliyor, sonra da herkes gidecektir, Milyonla asır geçse de arzın üzerinden Bir kerre giden bir daha ses vermeyecektir.

Meçhul kaderin çizdiği yoldan gideceksin;

Bilmem ki bu meçhulleri hep Tanrı mı yazmış? Öyleyse bırak, ruh bütün işkenceyi çeksin, Bin bir kere ölmeksizin insan yaşamazmış...

Cuma, 16 Eylül 1955, Süleymaniye

TÜRKÇÜLÜK BAYRAĞI

Türk duygusu her Türkçüye en tatlı kımızdır;

Türk ülküsü candan da aziz bayrağımızdır.

Bayrak iki onun gölgesi Bözkurtlan toplar;

Bayrak ki bütün kaybedilen yurtları toplar.

Nerden geliyor? Tanrıkut’un ordularından!

Lâkin bize bir beyt Okuyor kutlu yarından:

Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!

Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!...

6/7 Aralık 1973

DÜN GECE

Dün gece ne kadar güzeldi âlem, Göklerin şanlı mehtâbı vardı-Sevdanın topraktan taştığı bu dem Günâh-ı aşkın da sevabı vardı.

Dağlar birbirine yaslanıyordu,

Kuşlar çiçeklere sesleniyordu, Tabiat gizlice süsleniyordu, Eşyada vuslatın serâbı vardı.

Gönlümü göklere açmak istedim, Dağları bağrımda koçmak istedim, Mehtabı doyası içmek istedim, Nûrunda sevginin şarâbı vardı.

«O»nu duydum öten kuşun sesinde, «O»nu gördüm göğün mor çehresinde, Eczâ-yi hilkatin her zerresinde Mecnun’un Leylâ’ya hitâbı vardı1.

Kâinat aşk ile gelmişti dile, Bülbül şi’r okuyordu bir gonca güle Rüzgârın hıçkıran sesinde bile Sevdanın nağme-i rebabr vardı.

Bitmeyen yolların oldum yoldaşı, Dinledim uzaktan munis bir kuşu, Benimle konuştu ayın on beşi, Sandımki bana 'bir itâbı vardı.

Gözlerim esrar-ı hüsn ile şaşkın Dolaştım pür-sükûn, bî-huzur, coşkun; Gönlümde ezelî, lâyemût aşkın Husuf kabul etmez mehtabı vardı.

Gönlümde güneşler ve aylar battı, Yıldızlar derdime yeni dert kattı. Rüzgârlar otlara beni anlattı, Her şeyin neşve-i şebâbı vardı.

Dün gece tabiat nasıl vakurdu? Allahın da nabzı aşk ile vurdu... Yollarda bir garip dolaştı, durdu, Elinde sevdanın kitâbı vardı.

O GECE

O gece ne kadar güzeldi mehtap Gönülden fışkıran nağmeler gibi. Ruhumu yıkayan bir seldi mehtap En tatlı ilk ve son buseler gibi.

O gece o müthiş deniz durgundu, Ömründe susmayan rüzgâr yorgundu, En kara gönüller aya vurgundu Leylâ’yı içinde bulan er gibi.

O gece zevkini duydum hayatın, Sırrını anladım mükevvenatın. Gönlümde yıkılan bir kâinatın Sesini işittim giryeler gibi.

O gece hayatım sanki masaldı, Şuûrum o ânın içinde kaldı, Kalbime ışıktan bir füsun doldu İnsanı çıldırtan handeler gibi.

O gece felekten bir gece çaldım, Ömrümde son defa bahtiyar oldum; Ölürken yaşadım, yaşarken öldüm Ve, sustum, sükûtu besteler gibi.

O gece ne kadar güzeldi mehtap, Sandım ki ruhumda yükseldi mehtap, Gönlümü yıkayan bir seldi mehtap, Rüyada çalınmış buseler gibi.

O gece gönlüm de aya vuruldu; İçimde küllenen ateş dirildi. Dünyada ne varsa yere serildi, «O» kaldı... Kalbimi seyreder gibi.

O gece sevgim coşkun ırmaktı, Kalbimden taşarak o kalbe aktı;

Gözlerime en keskin bakışla baktı: «Ren de seni Atsız, ben de...» der gibi...

ESKİ BİR SONBAHAR

Sonbahardı... Seninle geçiyorduk o yoldan; Topraklardan, havadan bir hüzün taşıyordu.

Bize yaklaşıyordu. Gönlümüzde yepyeni bir duygu yaşıyordu. Rüzgârların değildi bu musiki, bu hüzün; Hatırladın değil mi? Kuşlar ağlaşıyordu... Havada bir serinlik... Tatlı bir hayal gibi... Toprak nasıl meçhuldü tıpkı istikbal gibi? O gün tabiat başka bir türlü yaşıyordu.

Kalbin acı, gözlerin yaşla dolmuştu senin; Yapraklar gibi yere dökülüyordu enin; O nağme mesafeyi, zamanı aşıyordu. O bir beste değildi: Kuşlar ağlaşıyordu. En hazin şey muhakkak öksüz kalan ocaktır. Bu ocak hüzünlerle dolup boşalacaktır. •Eski bir sonbaharı, küçük kuşları anmak Belki veda etmektir sana birkaç satırla... Yine bir sonbaharda ordan yalnız geçersen ©eraber geçtiğimiz serin günü hatırla!..

KARANLIK

Son ışık söneli nice zamandır; Rüyalar! Yeniden önüme düşün! Yardan ayrı geçen uzun yıllarda Hülyası bulunmaz bir anlık düşün.

Yayım kalbime Ayzıt asalı

Başka bir eldenim, katı yasalı.

Burda koskoca bir gönül masalı (Kaybolur içinde bir damla yaşın.

Aşk için verince bu kadar emek Varlıktan sıyrılıp ruh olmak gerek.

Ey zaman, ey dünya! Geri gelmemek Üzere sîzler de benimle koşun!-.

KADER

Dünyada gerçi olmadı bir şeyde kârımız Ukbâda belki olsa gerek itibârımız.

Ağyâr gül kopardı dikenden demet demet, Hâr oldu bağrımızda çiçek yüzlü yârımız.

Yükseldi arşa neşvesi dûnun, esâfilin;

Toprakta gizli kaldı bizim âh ü zânmız.

Baş eğmedik edâniye ikbâl ü câh için;

'Maziye, ırka, sancağadır iftihârrmız.

Şâd olmamak olur mu, Kızıl Elma semtine Bir gün dönerse râyet-i âlî-tebârımız.

'Hiçbir emel gönülde karâr etmiyor bugün, Ermektedir şitâya hazin sonbahârımız.

Hakanların dikilmeli Altay’da tuğlan. Varsın cihanda olmayagörsün mezârımız.

ısı

SONA DOĞRU

Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim: Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.

Dünya denen mezellete dalsın her isteyen;

Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.

Herkes bir özleyişle yaşar... Ben de öylece

Altay’ların ve Tanndağ’ın çevresindeyim.

Merdânelikle şöyle bakıp ayrılıklara

Son menzilin hüzün dolu kâşânesindeyim.

Artık vedâ zamanına pek fazla kalmadı;

Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim...

KOŞMALAR:

AĞIT
I

Gönlümde yazdığım bu son ağıta Nazire yaparak coşan dalgalar!

Hastası olup da geç vakit hekim Arayanlar gibi koşan dalgalar!

Sizin de elbette var bir sızınız. Bundan mı geliyor korkunç hızınız? Beni de beraber alır mısınız Kederle kabarıp şişen dalgalar?

Sizinle paylaşsak bu korkunç gamı;

Bitmiyor bu sonsuz ecel akşamı. Bilmem ki bundan mı titriyor gemi Ey dalgakıranı aşan dalgalar?

Hey Atsız! Çöküyor eski bir direk. Baksan da dünyaya titremeyerek Hepimiz beraber haykırsak gerek Ey belâ dehrinde pişen dalgalar!..

SESLENİŞ

İl

Yalnızım, ne kadar aranıp dursam Baş ucumda seni bulamıyorum. Güneşten vazgeçip susuz olsam da Seninle olmadan olamıyorum.

Şu yollar bilmem ki dağ mı, ova mı? Gitsem bulur muyum kendi yuvamı? Kuş! Yolun nereye? Bizim eve mi? Sen götür, ben haber salamıyorum.

Her gece orda bir yaslanan mı var? Sessizce kirpiği ıslanan mı var? Uzaktan bana bir seslenen mi var? Ne diyor? Sesini alamıyorum.

Acaba yaşlı mı kara gözlerin? İçimde bir derin yara gözlerin... Daldı mı uzak bir yere gözlerin? Görmüyor, bilmiyor, bilemiyorum.

Günleri sayarım, geceler iner;

Beklerim geceyi, yıldızlar söner;

Gizli bir yaram var, durmayıp kanar;

Neresi? Bulup da silemiyorum.

Ulaşsa da sana yolların ucu

Varmağa yetmiyor Atsız'ın gücü.

İçimde dururken bu kadar acı Hâlâ yaşıyorum, ölemiyorum.

25 Ağustos 1944

VARSAĞILAR:

I

Gel be dilber zevkedelim, Orda yalnız ne yatarsın?

Acı şarap kadehime Dudağından bal katarsın.

Kızlar bana bakarsa da, Yasemin, gül kokarsa da, Yarın gönül bıkarsa da Bugün için sen yetersin.

Dudakların: O ne meydir!

Bu şendeki nice huydur?

Gönlüm nişan, kaşın yaydır, Kirpiğinle ok atarsın.

Dersem sana: «Şevişelim!» Dersin: ^Hayır, konuşalım!» Desem: «Kız gel öpüşelim!» O dem hemen kaş çatarsın.

Yarın bir savaş olursa, Meydanda kan, baş olursa, «Atsız»a bir iş olursa Kız yine sen yas tutarsın...

II

Erlik günü geldiğinde Yiğitlere şan görünür. Yığın yığın harcanmağa Nice yüz bin can görünür.

Kopunca bir büyük savaş Er tez gider, korkak yavaş.

Yüreksize akçayla aş, Erlere meydan görünür.

Bir gün olur yılda, ayda Birleşiriz hep Altay’da. Güz ayında, kurultayda Başı börklü han görünür.

Atsız der ki: Ne var canda?

Yatarız taze çimende.

Rus’un adı her geçende Gözlerime kan görünür.

DÖRTLÜKLER:

Üç ömre bedel kırkyedi yıl gün gibi geçti, Dünyadaki her zevke dedim: Yok kadar azmış-Bir başka hayat, başka cihan özlüyorum ben, Bildim ki ölümden öte gerçek olamazmış...

  • 12 Ocak 1952

Yürür gün doğmadan yollarda her gün Sakat, sessiz ve aksak bir hayalet.

İçerden: Bir ziyan olmuş ömürdür, Dışardan: Neymiş artık var, hayal et.

26 Aralık 1953

Kimi sessiz yaşayıp öyle göçer;

Kimi teşyi olunur kollarda...

Biri vardır: Yaşamış fırtınalı;

Kalacaktır tükenip yollarda...

24 Haziran 1954

Ne güzeldir anarak Tunga Er efsanesini

Yürümek...

Ruh olup, ordu olup Tanrrdağ’ın çevresini

Bürümek...

1 Kasım 1954

Beşeriyet denilen fertlerde

Var mıdıı- olmayan ahmak ve alık?

Bu cihan sanki salaş bir sahne

Ve piyes maskaralık, maskaralık...;

8 Aralık 1954

Darmadağınık ve perişan aklım,

Beni sersem ediyor bunca acı.

Çare yok: Yazdı ezelden Yaradan,

Çare yok: Sade ölümdür ilâcı...

28 Temmuz 1955

B — NESİRLERİ

  • I — İLMÎ ve FİKRİ YAZILARI:

TÜRK TARİHİNDE MESELELER’den TÜRK TARİHİNE BAKIŞIMIZ NASIL OLMALIDIR?

XV. Yüzyılda, bizde, belirli bir tarih görüşü vardı: Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han destanından bahsolunur, sonra pek kısa bir Selçuk tarihi anlatılarak OsmanlIlara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, OsmanlIları daha mühim ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde gözden geçirirlerdi.

Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca Sadeddin gibi bir müverrihin, eserine doğrudan doğruya OsmanlIlarla başlamasından sonra, bizim için Türk tarihi sadece «OsmanlI tarihi» olarak kaldı. Ve daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi bahsedilmeye başlandı.

XIX- Yüzyılda Müşir Süleyman Paşa ile başlayan tepki, bu yanlış görüşü sarsmaya başladı. Varlık ve başlangıcımızın OsmanlIlardan daha ilerde olduğu anlaşıldı. Eski Türklerden bahseden bölümler okul kitaplarına kadar girmekle beraber, Türk tarihi, sıralanmış bir bütün haline konulmadı. Çünkü çeşitli hükümdar sülâlelerinin zamanları ayrı ayrı devletlermiş gibi ele alınıyor ve Türkler birçok yerlerde birçok devletler kurup bunlardan hiçbirisini uzun müddet yaşatamamış bir millet gibi gösteriliyordu.

Halbuki, gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibarettir.

Türk tarihine bakışımız nasıl olmalıdır? Bu, pek mühim bir meseledir- Çünkü Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi gibi ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi kadar basit olmayışıdır.

Bugün, dünyadaki belli başlı milletlerin nasıl meydana geldiğini biliyoruz. Çünkü bu, tarihin gözleri önünde olmuştur. Halbuki Türk milleti tarih başladığı zaman teşekkül etmiş bulunuyordu.

Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir alanda geçtiği için, onların tarihlerini sıraya koymak kolaydır. Fakat, Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazan Çin’de, bazan Mısır'da, bazan Avrupa’da gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir ,iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde kırk devlet kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir düzene sokmak teşebbüsü görülmemiştir.

Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bugün; birçok bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için artık, o eski görüş ile yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak zorundayız. Milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine inandığımız için de, tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir.

Birçok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar için vatan tarihinden başka bir tarih usulü gütmek mümkün değildir. Bundan dolayı da Fransızlar için millet, o vatan içinde oturan ve birbirine karışan insanların topluluğundan doğan var-1 lık demektir. Çünkü Fransızlar ne Gol, ne Lâtin, ne de German olduklarını iddia edebilirler- Bu unsurların hepsinin aynı vatanda karışmasından doğan bir millet oldukları için, vatan tarihini esas olarak almaya mecburdurlar.

Araplar için tarih, bir millet tarihidir. Çünkü, vatanlarının sınırları değişik kalmakla beraber, bu millet, uzun asırlar devletini kaybetmiş, fakat millî varlığını saklamıştır.

İngilizler içinse tarih, bir devlet tarihidir. Çünkü, vatan dışına çıkınca kültür bakımından İngiliz’den başka bir isim taşıyan İngilizler esas varlıklarını ana devletlerinde korumuşlardır.

Bununla beraber bu hükümler kesin sayılmaz. Fransızlar için vatan-devlet, İngilizler için devlet-va-tan esasının varlığı da söylenebilir. Kesin olan şudur ki, tarihî kuruluşları başka olan milletler için, tarih sistemi de başkadır.

Bize gelince: Bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz «tarihî görüşlümüz yanlıştır. Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek millî menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde, biz, millet tarihi şöyle dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız sülâle ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülâleyi bir devlet sayarak, şimdiye kadar, sülâleler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri sürdük. Fakat düşünmedik ki, o kadar devlet kurduksa, bunların hiç birisini de yaşatamaz olduk!

Halbuki elimizde, her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk. Tarihî hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi, bizde de birtakım hükümdar sülâleleri gelmişti. Başka milletler onları hükümdar sülâleleri diye saydıkları halde, biz, ayrı devletler diye kabul ettik. Bu çeşit hükümdar sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletler olarak kabul etmek elbette ki yanlıştır. İngiltere'de, Fransa'da, sülaleler nasıl birbirlerinin ardından gelmişse ve Kapet, Burbon, Orleon: Almanya'da Saksonya, Frankonya, Baviyera, Habsburg; İngiltere’de Anju, Tudor, Stuart devletleri yoksa ve bunlar sadece hanedanlar ise; bunun gibi, Türkelinde de Kun, Göktürk, Uygur Selçuk, Osmanlı devletleri yok, sülâleleri vardır. Bazan iki veya daha çok sülâle idaresinde iki veya daha çok siyasî Türk zümresinin bulunması ve bunların birbirleriyle çarpışmaları, bu kuralı bozamaz. Nasıl ki Almanya’da dünü kadar aynı zamanda hâkim olan bir çok sülâleler bazan birbirle-riyle çarpıştıkları, hattâ bunlardan bazıları Fransız-lar ile birleşerek öteki Alınanlara karşı yürüdükleri halde Alman devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak gerekir. Eğer bütün milletler tarihlerini bizdeki gibi değerlendirselerdi, o zaman, mesela İngiltere’de İki Gül Savaşı'nda iki devlet bulunduğunu kabul etmek lâzım gelirdi. Yine Fransa'da, Kontlukların kuvvetlenip kıral nüfuzunun gücünü kaybettiği zamanlarda, birkaç devlet bulunduğunu kabul etmek gerekirdi. Hele XVIII. ve XIX. yüzyıllar Almanyası, içinden çıkılmaz bir hal alır, belki de Almanya denilen varlığın inkâr edilmesi lüzumu başgösterirdi.

Bizim tarihlerimizin, böyle aykırı bir şekilde yazılmasında hanedancılık zihniyeti büyük rol oynamıştır. Hanedanın kutsal bir varlık sayılması, onun düşmesiyle devletin yok olduğu düşüncesini doğurmuştur. Halbuki, bu gibi hallerde değişen şey, zamanımızın kabine değişmeleri ile kıyaslanacak kadar basittir. Mesela Doğu Türkelinde Göktürk hanedanının düşüp Dokuz Oğuz hanedanının kurulması yeni bir devlet doğması gibi sayılır. Gerçekte ise aynı devlette hanedan değişmiştir. Halkı, sınırları, toprağı, teşkilâtı, dili, geleneği aynı olan bu iki devre arasındaki ayrılık, yalnız, başlarındaki hanedanın ayrı oluşundandır. Onun için, Göktürkler ile Dokuz Oğuzlara, nasıl, ayrı iki devlet diye bakabiliriz? Düşünmeli ki, Dokuz Oğuz devresi Göktürk devresinin tekâmülünden başka bir şey değildir. Ve nihayet, eğer, bizdeki hanedan değişmeleri başka milletlerdeki hanedan değişmeleri ile aynı şartlar içinde olmuyorsa, bunun sebeplerini milletlerin ruhî farklarında aramalıdır.

Şu halde, hanedanları ayrı devlet saymak, ha-nedancılık zihniyetiyle hareket etmek değil midir?

Bir de günümüzün tarihinden örnek alalım: Bizde hâkim olan yanlış tarih telâkkisini göre, Osmanlı devleti yıkılmış, onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir. Bu düşünüş de yanlıştır. Çünkü, bir OsmanlI devleti yoktu ki, yıkılmış olsun. Sadece OsmanlI hanedanı vardır. Yıkılan odur. Yani devlette rejim değişmiştir. İşte o kadar...

Sonra şunu da unutmamak gerekir ki, eğer biz, yıkılan sülâleleri devletler gibi gösterirsek, bundan, Türklerin siyasî hayatta istikrara sahip olmadıkları, devletlerini uzun zaman yaşatamadıkları sonucu da çıkar. Milletlerin ruhiyâtı yüzyıllar içinde değişmediğine veya pek az değiştiğine, bu, Türkiye Cumhuriyetini de uzun zaman yaşatamıyacağımız gibi bir düşünceye yol açabilir. Bundan kazanacak olan da elbette, biz olamayız.

Milletlerin hayatında iç savaşlar ve karışıklıklar görülür. Takat bundan hiç bir zaman o devletin ikiye ayrıldığı mânâsı çıkmaz. Eğer, böyle olursa, merkeziyetçi olmayan eski Türk idare şekline göre milletimizin, pek dağınık bir hayat yaşadığı, birleşip devlet kuramadığı gibi bir mânâ da çakabilir.

Yine, bazı iç karışıktılar ve ayrılıkların uzun sürdüğü de olur. Anadoludaki Beylikler devri gibi. Bu beyliklerin hepsini birer devlet sayabilir miyiz? Bu, büyük bir yanlış olabilir. Çünkü gerçekte olan şey Batı Türklerinin başsız kalmalarından ibarettir. Nitekim 1806-1871 arasında Almanya da başsız kalmış fakat kimse Prusya, Baviyera, Saksonya, Vurtemberg vesaireyi ayrı birer devlet saymamıştır. Tarih yine Almanya Tarihi olarak sayılmış ve okunmuştur. Halbuki biz hâlâ, her sülâleyi ayrı devlet sayıyor ve Türkiye Tarihi deyince, pek pek OsmanlI hanedanı ve Cumhuriyet devrini anlıyoruz.

$ **

O halde, bu yanlış görüşü nasıl doğrultmalıyız?

Türk tarihini, ancak, kendi şartlarımıza göre gereken değişiklikleri gözönünde tutarak, başka milletlerin kendi tarihlerini ele aldıkları usul gibi bir usulle değerlendirmek suretiyle bir düzene sokabiliriz.

Bu yolda yürüyünce, Türk tarihini ilk önce ikiye ayıracağız:

  • 1 — Anayurttaki Türk tarihi,

  • 2 — Yabancı illerdeki Türk tarihi.

Anayurttaki Türk tarihi, en eski çağlardan XI. yüzyıla kadar yalnız Doğu Türkelinde geçen Bu Doğu Türkeli deyimine, bugünkü Moğolistan ile Moskof Avrupasının doğu bölümleri de girer.

XI. Yüzyılda batıda, ikinci bir anayurt kurulmuştur: Türkiye... Bu da Anadolu, Eran, Azerbaycan, İrak ve Kuzey Suriye'den meydana gelen yurttur.

Doğu Türkeli ve Türkiye tarihleri, aralıksız bir bütün halinde Türklerin tarihidir. Hem de bu iki vatanın hazan birleşmeleri haliyle...

Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, hâkim Türk sülâlelerinin yabancı milletlere dayanarak kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, bir Türk sülâlesiyle o sülâlenin buyruğundaki bir Türk ordusunun başka milletlere hükmetmesiyle başlayarak, sonunda bu Türklerin yabancı çoğunluklar arasında dillerini ve milliyetlerini kaybetmeleri şeklinde devam etmiştir. Bu devletleri, bütün hayatları boyunca Türk devleti saymaya imkân yoktur. Meselâ bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir Türk hanedanı tarafından kurulduğu halde, bugün Mısır tamamiyle bir Arap devleti olmuştur. Bunun için Çin, Hindistan, İran, Doğu Avrupa ve Mısır’da kurulan Türk devletlerini, hanedan ve ordu Türk karakterini taşıdığı müddetçe Türk tarihi kadrosuna sokabiliriz. Hanedan ve ordu Türklüğünü kaybettikten sonra, onları Türk tarihi içinde görmeğe imkân yoktur.

Buna göre, Doğu Türkeli ve Türkiye tarihlerinin şemalarını şöyle çizebiliriz:

Doğu Türkelinde:

Sakalar Çağı ...........  M.Ö. VII. M.Ö. III Yz.

Kunlar Çağı ........................... M.Ö- III. M.S. 216

Siyepinler Çağı ................................. 216-394

Aparlar Çağı .................................... 394-552

Gök Türkler Çağı ................................. 552 - 745

Dokuz Oğuzlar - On Uygurlar Çağı ......... 745 - 840

Uygurlar Çağı ................................. 840-940

Karahanlılar Çağı .............................. 940- 1123

Karahıtaylar Çağı ........................... 1123-1207

Sekizler Çağı   ................................. 1207- 1218

Çengizliler Çağı  .............................. 1218-1370

Aksak Temirliler Çağı -........................ 1370- 1501

Özbekler Çağı  ................................. 1501 -1920

Türkiye’de:

Selçuklular Çağı  .............................. 1040-1249

İlhanlIlar Çağı   ................................. 1249- 1336

Büyük Beğlikler Çağı ........................ 1336 - 1515

OsmanlIlar Çağı  .............................. 1515-1922

Cumhuriyet Çağı ..................... 1923 ten itibaren

*

**

Ciddi ilim adamlarından meydana gelecek küçük bir tarihçiler gurubu, bu şemayı tartışıp, eksik ve yanlış taraflarını bulup düzelttikten sonra, Türk ta-' rihi bu esaslar üzerinde yeniden ele alınmalıdır. Bu yapılmadıkça, okullarda tarihimizi Türk çocuklarına hazmettirmek imkânsız olmaya devam edeceği gibi, milletçe geçmişimize saygısızlık göstermiş olmaktan da kurtulamayız.

(Çınaraltı, 1. sayı, 9 Ağustos 1941}

TÜRK TARİHİNİN MESELELERİ

Bütün medenî milletler kendi tarihleri hakkında son ve kesin kararı vermişlerdir. Yani, tarihlerinin nereden başladığını, hangi çağlara bölündüğünü, kimlerin kendi tarihlerine maledilmiş olduğunu imlâ ile yazılacağı hususunda değişmez kanaatlara maliktirler. Bize gelince, her hususta olduğu gibi tarihimizi anlayış konusunda da acıklı bir kargaşalık içinde bulunuyoruz. Tarihimizin bölündüğü devirler, herkesin keyfine göre değişmektedir. Bazılarının millî kahraman saydığı şahsiyetler, diğerleri tarafından millî düşman sayılıyor: Cengiz Han gibi... Tarihe malol-muş kahramanların ve şahsiyetlerin adlarını yazmak hususunda da aramızda birlik bulunmuyor. Meşrutiyetten sonra karışmaya başlayan tarih sistemi, cumhuriyetten sonra tamamen bozuldu ve Tarih Kurumu'-nun ilk çalışmaları ile de bugünkü acıklı halini aldı.

Halbuki, eskiden tarih anlayışımız oldukça düzgün ve istikrarlı idi: Eski tarihimiz, efsanevî Oğuz Han ile başlatılır, Selçuklular ve Cengiz ile bitirildi. Cengiz, Müslüman olmadığı için bazan lânetlense bile çok defa kendisinden bile hele çocuklarından saygı ile bahsolunurdu.

Türkiye tarihi ise Anadolu Selçukluları hakkrn-daki kısa bir başlangıçtan sonra hemen OsmanlIlara devam ettirilir, Anadolunun öteki beğliklerinde ve özellikle bunların büyük olanlarından Türkiye'nin bir bölümünün meşru hükümetleri olarak bahsedilir, beğ-leri saygı ile anılırdı. Anadolu beğliklerinin gayrimeşru sayılması hakkındaki telâkki Fatih'ten sonra başlamıştır.

Hiç şüphesiz, bu tarih telakkisi ilmi değildi. Fakat umum tarafından kabul olunmuştu. Yani tarihi anlayışımızda bir kanun vardı. Kanun, ne de olsa, kanunsuzluktan iyi olduğu için, o zamanki kıt bilgilerle kabul edilen tarih sistemi, bugünkü gelişmiş bilgilerimiz arasındaki şuursuz kargaşalıktan daha doğru idi.

Türk tarihinin, bugünkü, halli hemen gerekli ve pek de güç olamayan meselelerinden bir kısmı şunlardır:

a — Türk Tarihinin Başlangıcı Meselesi:

Bugünkü tarih kitaplarında Türk tarihi umumiyetle Hanlardan, yani Orta Asya Bunlarından başlatılmaktadır. Fakat, bu başlangıcı tanımayan tarihçiler de vardır. Bazıları, Türk tarihinin VI. Yüzyılda Gök Türklerden başlaması gerektiğini söyledikleri gibi, diğer bazıları da Hanlardan daha önceki zamanlarda, Sakalar çağında başlaması fikrini hükmetmektedir. Hattâ son zamanlarda değerli tarih bilgini Porf. Zeki Velidî Togan, Türkistan'da Sakalardan önce yaşayan ve Milattan Önce 1200-800 aralarındaki varlıkları tesbit olunan Şu veya Çu adındaki kavmin ilk Türkler olduğunu iddia etmektedir. Şu veya Çu'-lardan daha önceki Sümerler’in de Türk olduğu, veya aralarında Türkler bulunduğu hakkında bazı ciddî ilim adamlarının fikir, nazariye ve iddiaları vardır. Bütün bu karşı fikirlerin bir sonuca bağlanması, ancak İlmî bir tarih kurultayının ciddî ve uzun ta' tışmalar sonundaki kararı ile mümkün olabilir. Belki bazı meselelerin çözülmesi için, bugünkü tarih bilgisi yetmez. Fakat ne de olsa işler bir prensibe bağlanır ve önüne gelenin Türk tarihine ayrı bir başlangıç çizmesi gibi korkunç bir olayın önüne geçilir. Bu yapılmazsa, Türk dünyasında birbirine aykırı na-zariyeler ve fikirler doğacak ve aralarında gittikçe büyüyen ve soysuzlaşan tartışmalarla belki de milletin aydınları birbirine iki veya üç takıma bölünecektir. Millet, bir çok unsurlarla birlikte, ortak tarihin de mahsulü ve sonucu olduğuna göre, ortak tarih telâkkisi olmayan insanların bir millet halinde toplu yaşamaları mânevî bir rahatsızlık doğuracak ve uzak gelecek için fesat tohumları atılmış olacaktır.

b — Türk Tarihinin Kadrosu Meselesi:

Türk tarihinin başlangıcındaki anlaşmazlık, Türk tarihinin kadrosu hakkında da anlaşmazlık demek olmakla beraber, daha sonraki çağlarda kimlerin Türk tarihine sokulacağı meselesi bütün çapraşıklığı ile karşımızda durmaktadır. Meselâ, Karahıtaylılar’ın Türkistan'da hâkimiyeti zamanını Türk tarihinin bir devri gibi kabul etmek doğru mudur? Yoksa Karahıtaylar Moğol oldukları için bu devir bir yabancı hâkimiyeti devri midir? Yahut Gazneliler devleti Türk tarihi kadrosuna girer mi, yoksa yabancı halkın oturduğu yerlerde hâkim oldukları için bunların millî kadrodan çıkarılması mı gerekir? Hangi Türklerin tarihi anavatan tarihidir ve hangilerininki sömürge veya sadece hanedan tarihi olarak göz önüne alınmalıdır? Bunlar Türk tarihinin ciddî meseleleridir ve henüz hallolunup kesin bir sonuca varılmış değildir.

Türk tarihinin kadrosu konuşulurken akla gelecek en mühim meselelerden biri Çengiz ve Temir’in millî tarihin kahramanları mı, yoksa ırkımızın düs-manian mı olduğunun tesbitidir. Çünkü bu iki mühim şahsiyet hakkında bizim tarihçilerimiz ortak kanaat sahibi değildir- Bir kısım tarihçler bu iki şahsı Türk sayıyorlar ve onların yarattığı vakalar ve kurdukları devletleri Türk tarihi kadrosuna sokuyorlar. Bazı tarihçiler ise tamamiyle aksini savunuyorlar. Onlara göre Çengiz ve Temir Türk değildir; Moğol veya Tatardır. İkisi de ırkî düşmanlarımızdır. Tarihçilerimizden birisi ise Cengiz’i yabancı, Temir'i Türk sayıyor. Aynı milletin tarihçileri arasındaki bu fikir ayrılığı ve görüş farkı, hiçbir millette eşi görülemeyecek bir milli anarşidir. Çünkü mesele belirli şahısların iyi mi, kötü mü; büyük mü, küçük mü olduğu meselesi değil, doğrudan doğruya millî tarihe mal edilip edilemeyeceği meselesidir. Bu anlaşmazlıklar Türk tarihinin başlangıcına, mitoloji ile karışık çağlarına ait olsaydı, bir dereceye kadar hoş karşılanabilirdi. Fakat XIII. ve XIV. yüzyıllarda yaşamış olan şahıslar üzerindeki bu fikir kargaşalığı, millî şuurun henüz gereğince uyanmamış olduğunu gösterir. Bu zıt kanaatlardan, hiç şüphesiz, bir tanesi doğru, diğerleri yanlıştır. Yakın geçmişteki en büyük ana meseleler üzerinde doğruyu bulup çıkaramamak ise tarih belgelerinin eksikliğini değil, tarihî ve millî şuurun azlığını veya yokluğunu gösterir.

c — Türk Tarihînin Çağları Meseleleri:

Tarihin ilk çağ, orta çağ gibi devirlere ayrılmasının pek indî olduğu artık anlaşılmıştır. Çünkü bu ayrılışlar bütün insanlığa göre değil, bîr kıta veya bir kısım milletlere göre yapılmıştır. Taş devri, maden devri nasıl bütün kavimlerde aynı zamanlarda başlamıyorsa; orta çağ, yeni çağ gibi zamanlar da «eğer fikir hayatındaki tekâmül merhalelerini göstermek için kullanılıyorsa» bütün milletlerde aynı devri gösteremez. Eski Türk tarihini, ilk çağda Türk tarihi, orta çağda Türk tarihi diye bölümlere ayırmak İlmî değildir. Batı Avrupa’nın kendisine göre yaptığı bir sınıflandırmaya körü körüne uymak elbette doğru olmaz.

Tarihimizi millî görüşe göre sınıflandırma teşebbüsü şimdiye kadar yalnız Dr. Rıza Nur ile Prof. Zeki Velidî Togan tarafından yapılmıştır. Rıza Nur, Türk tarihini «Eski Türk Tarihi» «-Türe ve Yasa Devri- Millî Devir», «Yeni Türk Tarihi (Müslümanlık DevriOinî Devir) ve «Taze Türk Tarihi» (-Yeni Doğuş ve Uyan-ma-İkinci Millî Devir) olarak başlıca üç çağa ayırdığı gibi Zeki Velidî Togan da XVI. Yüzyıl ortasına kadar ilerleme ve yükselme çağı, Birinci Cihan Savaşı sonuna kadar gerileme ve çökme çağı ve Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra da üçüncü bir çağ olmak üzere üç ana çağa bölmektedir. Fakat bu iki sınıflandırma kimse tarafından dikkate alınmamıştır.

ç — Adların İmlâsı Meselesi:

Türk tarihindeki birtakım özel adların belli bir imlâya malik olmayışı da millî ayıplarımızdan biridir. XIII. Yüzyıl kahramanının adı Çengiz mi, Çingiz mi, Cengiz mi? Sonra Temir mi, Temür mü, Timur mu? Tıpkı bunlar gibi prens ünvanı olan kelime «ti-gin» mi, «tegin» mi? Karahanlı kahramanının adı

NİHÂL ATSIZ

Buğra mı, Boğra mı, yazılmak gerek? Bu fikrî kararsızlıklar bir çok yanlışlara yol açıyor. Bir yanlışın nasıl kökleştiğine en güzel örnek, Gök Türk-lerin ilk kağanı Burnun veya Bumm’rn adında görünmektedir. Eski harflerle yazıldığı zaman «ı» ve «i» farkı belli olmadığı için yeni harflerden sonra bu kağanın adı Bumin şeklinde yazılmış ve tarih kitaplarına, piyeslere, soyadlarına kadar bu yanlış şekliyle girip yerleşmiştir.

*

Görülüyor ki, tarihimizi anlayış ve ele alış tarzımız karışıklık içindedir. Bu karışıklığın içinden ne şahıslar, ne de özel teşekküller çıkamaz. Bu karışıklığı önlemek için resmî bir teşekkül lâzımdır. Böyle resmî bir teşekkül, Türk tarihinin meselelerini karara bağlamak için bir kurul toplamalı ve kurultayda meseleler ilmî açıdan ele alınarak değerlendirilmeli ve tartışılmalı, karşılıklı iddialar basılarak umumî efkâra sunulmalıdır. Ancak, millî ve ilmî fikrin hâkim olacağı böyle bir kurultaydır ki, Türk tarihinin meselelerine bir çözüm yolu bulabilir.

(Yeni Sabah, 29 Kasım 1948)

TÜRKİYE TARİHİNİN MESELELERİ

Umumî Türk tarihinin olduğu gibi Türkiye tarihinin de çözülmemiş meseleleri vardır ki, bunlar, bir sonuca bağlanmadan ne okullarda millî menfaat he-

sabına tarih öğretilebilir ne de Türkiye Türklerinde millî tarih şuuru yaratılabilir-

Bu gün, umumî Türk tarihinin olduğu gibi, Türkiye tarihinin başlangıcı da belli değildir. Hattâ daha acıklı olarak, tarihî bir çağda kurulmuş olan Türkiye’nin başlangıcı hususunda, bugün, aramızda ikilik vardır. Bir millet kendi tarihinin başlangıcını, tarihî bilgilerin azlığı yüzünden bilmezse, bu, o kadar mühim bir eksiklik sayılamaz. Fakat tarihin çok iyi bilinen çağları içinde gelişmiş bir devletin kurulduğu zaman üzerinde fikir ayrılığı varsa, bu, ancak bir fikir kargaşalığının ifadesidir. Devletlerin kuruluş yılında anlaşmazlığa düşmek dedelerinin kim olduğu hakkında anlaşmazlığa düşen torunlara benzemek demektir.

Türkiye tarihinin meseleleri şunlardır:

a — Türkiye Tarihinin Başlangıcı Meselesi:

Türkiye tarihi Fransa, İngiltere ve Almanya’ya nisbetle yenidir. Eski ve yeni olmak büyük bir mânâ ifade etmez. Böyle olduğu halde, nedense, insanlarda ve milletlerde, devletlerinin eski olması ruhî isteği vardır. Ancak, bu ruhî hal, tarihî değiştirmeye kadar varmamalıdır. Bir zamanlar, Anadolu’daki varlığımızı Milâttan 2.000 yıl önceye götürmek düşüncesiyle Hititlerin Türk olduğu iddia edilmişti. Halbuki, bir memleketin tapusuna malik olmak için mutlaka ilk ahalisi olmak lâzımdır diye düşünmek de boştur. Böyle olunca, bugün var olan milletlerin hemen hepsinin, yaşadıkları topraklarda yabancı sayılma-lan gerekir, hele Amerikalıların durumu büsbütün güçleşirdi.

Sonra Hititler Türk bile olsa, onlar ortadan kalktıktan ikibin yıl sonra aynı topraklarda kurulan yeni Türk devleti eskisinin devamı sayılamaz.

Türkiye tarihinin Selçuklularla başladığı, bugün, bütün ciddî tarihçiler tarafından kabul edilmiştir. Bunu ilk defa ortaya atan merhum Dr. Rıza Nur’dur. İlmî ve tarihî gerçek de bundan ibarettir. Ancak, kesin bir tarih söylemek gerekince, bunda birliğe rast-lanamyıor.

Birçoklarının fikrine göre, tarihimiz 1071 Malazgirt Savaşı ile başlamaktadır. Fakat bu fikirde kesin bir isabet olduğu söylenemez. Çünkü Malazgit savaşı, kurulmuş bir devletin, yani Selçukluların, komşuları Bizans ile yaptıkları bir savaştır ve bu çarpışmadan sonra yeni bir devlet kurulmuş değil, zaten var olan bir devlete Küçük Asya’nın kapıları açılmıştır.

1940 yılında «Dokuz Yüzüncü Yıl Dönümü» adı ile yayınlandığım bir broşürde, devletimizin kuruluş yılı olarak, Horasan'da Tuğrul Beğ’in istiklâl ilân ettiği 1040 yılını almış ve 1940’ta bu devletin 900. yılım tamamladığını, fakat resmî teşekküller tarafından bir anma töreni yapılmadığı için o küçük broşürün bu görevi yerine getirmek üzere yazıldığını bildirmiştim.

O zaman savunduğum fikir şuydu:

Bu devlet 1040 ta Horasan’da Selçuklu Tuğrul Beğ’in padişahlığı ile kurulmuş, sonra büyüyerek diğer birçok topraklarla birlikte Anadolu’yu da kendisine eklemiştir. Fakat, tarihin garip bir cilvesi olarak bu devlet, üzerinde kurulmuş olduğu toprakları kaybetmiş, kuruluşundan sonra fethettiği yerlerde tutunmuştur.

Bu garip tarihi gidiş, başka devletlerin tarihinde yoktur. Almanya, Fransa, İngiltere ilk kuruldukları toprakları sonra elden çıkarmamışlardır. Tarihçilerimizi şaşırtanın bu olduğunu sanıyorum.

Türkiye tarihini Malazgirt'ten başlatmak isteyen tarihçilerimiz, fbu tarihten sonra Anadolu’da ayrı sultanlar bulunduğunu, bundan dolayı da bunun yeni ve ayrı bir devlet demek olduğunu ileri sürüyorlar. Anadolu’da ayrı sultanlar bulunması bu ülkenin tamamen ayrı ve bağımsız bir devlet olduğunu göstermez. Eski Türk devlet sisteminin merkeziyetçi olmadığını hatırlamak, Anadolu sultanlığının ayrı bir devlet demek sayılamayacağını belirtmeye yeter. Gök Türklerde de iki, hattâ bazan dört kağan bulunuyordu- Kağanlar, iç işlerinde bağımsızdırlar. Fakat bu ayrı ayrı iki veya dört devlet demek değildi. Bunun gibi, Selçuk devletinde de dört sultan bulunuyor, fakat bunların üçü Horasan'daki büyük sultana tâbi olarak yaşıyordu.

O halde, Türkiye’nin başlangıcı olarak hangi tarihi kabul edeceğiz? 1040 yılını mı, yoksa 1071 ’i mi?

Bana göre doğru olan birincisidir. Fakat benim bu fikirde bulunmam, hattâ çoğunluğun bana taraftar olması hiçbir mânâ taşımaz. Aramızda tek fikir hâkim olmadıkça, evvelce de söylediğim gibi, uzak gelecek için fesat tohumları atılmış olur. Bu anlaşmazlığı ve fikir kargaşalığını da ancak bir tarih kurultayı önleyebilir. Kesin bir sonuca vardıktan sonra, Bütün tarih kitapları artık o başlangıç yılına göre kale me alınır. Bir devletin hangi tarihte başladığını tesbit etmek pek mühimdir. Başlangıç yılı belli olmayan devlet, medenî bir teşekkül sayılamaz.

b — Türkiye Tarihinde Hegemonyalar Meselesi:

Bu mesele, Türkiye tarihinin ana çağlara bölünmesi meselesidir. Türkiye tarihinin yalnız OsmanlIlardan ibaret olmayıp Selçuklulardan da ötelere uzadığını Osmanlı Meb'ûsan Meclisi'nde bir nutukla söyleyen ve bu fikri ilk defa ortaya atan merhum Rıza Nur Beğ, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra yayınladığı 12 ciltlik Türk Tarihi’nde, Türkiye tarihini Selçuklular, beğlikler, OsmanlIlar diye üç ana bölüme ayırmaktadır ki, onun bu sınıflandırması birçokları tarafından kabul olunmuştur.

Başka bir tarihçi ise, Türkiye’de sırasıyle, Daniş-mentli, Selçuklu, Karamanlı, Osmanlı hegemonyalarının bulunduğunu söylemektedir. Bu fikre göre Anadolu'daki Türklerin Horasan'daki büyük Selçuk devletine bağlantısı yoktur.

Ben ise, bu hususta ancak Selçuklu, İlhanlı, beğlikler ve Osmanlı hâkimiyetlerinin bahis konusu olabileceğini ileri sürüyorum. İlhanlIları yabancı ve hattâ düşman sayan Anadolucu zihniyete göre, bu sınıflandırmanın büyük itirazlara uğrayacağı muhakkaktır. Fakat bu çeşitli fikirlerden hangisinin doğru ve İlmî olduğu ise, ancak bir tarih kurultayında anlaşılabilir-

Burada konuşacak bilginler fikirlerin/ savunmak: için büyük çalışmalara koyulacaklarından, belki yeni tarihî belgeler ve gerçekler de ortaya çıkar.

Medenî milletler kendi tarihlerindeki hükümdar sülâlelerini kesin şekilde bilirler. Bilmedikleri şey, çok defa, ilk hanedanın ilk hükümdarlarına ait tahta çıkış ve ölüm tarihleridir. Biz ise, Türkiye’de hangi hanedanların yüksek hâkimiyeti elinde tutmuş olduğunu bile bilmiyoruz.

c — Osmanlı Padişahlarının Sayısı Meselesi:

Şimdiye kadar.kaç OsmanlI padişahı geldiği hakkında dahi ortak kanaatimiz yoktur. Klâsik telâkkiye göre Osman Gazi ile başlayan ve VI. Mehmed ile biten Osmanlı padişahları 6 Mehmed, 5 Murad, 4 Mustafa, 3 Osman, 3 Ahmed, 3 Selim, 2 Bayazıd, 2 Süleyman, 2 Mahmud, 2 Abdülhamid, 1 Orhan, 1 İbrahim, 1 Abdülmecid, 1 Abdülaziz olmak üzere 36 kişidir- Fakat acaba bu telâkki doğru mudur? Yıldırım Bayazıd’ın oğullan olan Süleyman, Mûsâ ve Mustafa Çelebiler ile Fatih’in oğlu Sultan Cem de Osmanlı padişahları arasında değil midir? Şimdiye kadarki Osmanlı tarihi, saltanatı ele geçiren padişahların meşru olduğunu belirtmek düşüncesiyle yazıldığından, bazı tarihî gerçekler kasden örtbas edilmiş olamaz mı? Bizce Osmanlı padişahları kılâsik 36 kişiden ibaret değildir.

Nitekim XIV. yüzyılda yaşayıp bugünkü bilgimize göre ilk Osmanlı tarihini yazan meşhur şair Ahmedî, Yıldırım Bayazrd’dan sonraki Osmanlı padişahı olarak Süleyman Çelebi’yi tanıdığı gibi, II. Murad ve Fatih devirlerinde yaşayıp Behçet-üt-Tevârih adlı umumî tarihi yazan Şükrullah da Yıldırım’dan sonra Süleyman Çelebi’nin hükümdar ettiğini kabul etmektedir. Şükrullah, Süleyman Çelebi’den sonra Anadolu’da Çelebi Sultan Mehmed, Rumeli’de de Mûsâ Çelebi olmak üzere iki padişahın birden tahta çıktığını yazmaktadır.

Şükrullah'tan biraz daha sonraki müverrih Âşık-paşaoğlu’nda da Süleyman Çelebi’nin Osmanlı padişahı sayıldığına dair bazı imâlar vardır.

Daha sonraki Osmanlı müverrihleri tarafından Süleyman Çelebi ile Mûsâ Çelebi’nin padişah sayıl-mayışının sebebi, iç kavgalardan sonra diğerlerinin öldürülerek Çelebi Sultan Mehmed neslinin hâkimiyete geçmiş olması ve ihtimal ki o zaman meşru sayılmayan bir saltanatın meşru gösterilmek istenmesidir. Son devir tarihçilerinin çoğu ve bu arada «OsmanlI Tarihi Kronolojisi» adı ile bir eser yayınlayan İsmail Hamdi Danişmend, Süleyman ve Mûsâ Çelebileri Osmanlı padişahları arasında saymamakta, sebep olarak da bunların bütün Osmanlı ülkesine sahip olamadıklarını ileri sürmektedir. Halbuki eski Tarih Encümeni üyelerinden merhum Ali Şeydi Beğ, 1329’da yayınladığı Osmanlı Tarihi’nde Yıldırım Ba-yazıd'dan sonra Çelebi Süleyman'ı beşinci padişah olarak, ondan sonra da Mûsâ Çelebi’yi altıncı padişah olarak kabul etmektedir. O zaman devletin başkenti Edirne olduğundan, başkente hâkim olan şehzadenin meşru hükümdar sayılması da bir dereceye kadar doğrudur. Yine Yıldırım Bayazıd’ın oğullarından Mustafa Çelebi’nin Rumeli’de, Fatih’in oğlu Cem’-

in de Anadolu’da padişahlıklarını tanıttırmış olmaları ve aylarca, hattâ yıllarca hükümdarlık etmiş bulunmaları dolayısıyla, bunların da bir kalemde hükümdarlar silsilesinden atılmaları doğru değildir. Birçok beğlere ve vezirlere hükümdarlıklarını kabul ettiren, para bastıran, ordusu olan ve memleketin büyük bir kısmında uzun zaman padişahlık eden bir prensin padişah sayılıp sayılmayacağı, ancak, ilmi bir kurultayda karar altına alınabilir.

Fakat mesele bu kadar da değildir. Son yıllarda Osman Gazi ile Orhan Gazi arasında başka bir padişahın da hükümdarlık ettiği iddia olunmuştur. Amasya tarihi müverrihi merhum Hüseyin Hüsa-meddin Efendi, Tarih Encümeni Mecmuası’ndaki bir etüdü ile Osman Gaziden sonra Osmanh tahtına oğlu Ali Erden Beğ’in geçtiğini, dört yıl padişahlıktan sonra diğer Anadolu beğlerinden yardım gören kardeşi Orhan Gazi tarafından tahttan indirildiğini iddia etmiştir. Bizans kaynaklarında da buna benzer bir vakıa kayıtlı olduğu için Hüseyin Hüsameddin Efendinin iddiası ciddiyetle tartışılmaya değer mahiyetteidr.

ç — OsmanlI Tarihîndeki Terimlerle Özel Adların İmlâsı Meselesi:

Umumî Türk tarihinde de bulunan bu mesele, Osmanlı tarihinde belki daha şiddetle kendini göstermektedir. Okul kitaplarında olsun, İlmî eserlerde olsun özel adlardaki «d-t» meselesi keyfî imlâya tâbi olmakta devam etmektedir. Tarihteki Ahmed, Meh-med, Mahrnud adlarının sonu «d» ile mi, «t» ile mi yazılacaktır? Bu hususta ortak bir kanaat yoktur. Yeni harflerin kabulünden sonra azalacağına, büsbütün artan imlâ anarşisi, tarihî adlara da sirayet etmiştir. Ben, tarihî şahsiyetlerin adlarının asılların-daki şekilleriyle, yani Ahmed, Mahmud şeklinde yazılmasına taraftarım. Bugün yaşayanlar ise kendi adlarını istedikleri imlâ ile yazmakta serbesttirler. Başkaları da onların bu hakkına uymaya mecburdur.

Tarihî terimlerin imlâsı da ayrı bir meseledir. Osmanlı devrinin başbakanları olan şahısların unvanı hangi imlâ ile yazılacaktır? Bazıları bunun da aslındaki imlâ ile «sadr-ı âzam» şeklinde yazılmasını uygun buluyor. Ben ise Türkçeleşip halka mal olmuş bulunan bu kelimeyi umumun söyleyişi üzere «sad-nazam» şeklinde yazmayı doğru sayıyorum. Bunun gibi, diyanet işleri başkam olan zatın unvanı, eski okuyuşa göre «şeyhülislâm» mı, yoksa halk söyleyişi şeklinde «şehislâm mı yazılmalıdır? Türlü türlü prensiplere göre yazılan ve mânevî bir güçsüzlüğün belirtisi olan bu hale de ancak İlmî bir kongre son verebilir.

(Yeni Sabah, 4 Aralık 1948)

TURANCILIK

Turancılık, Türkiye’de 60 yıldan beri tartışılan 'bir konudur- Zaman zaman, Türklerle akraba milletleri de içine alan bir sistem halinde düşünülmekle beraber bugün «Turancılık» deyince Türkiye’de anlaşılan şey, tarihî mirasları da dahil olduğu halde bütün Türkler’i tek devlet halinde birleştirmek ülküsüdür ve her ülkü gibi nesillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heyecan katan bir inançtır.

Tarihi, savaşları ve fütuhatı dolayısıyla hemen bütün dünyaya antipatik gelen Türk milletinin yeniden birleşerek şahlanması birçok milletleri korkuttuğu için, bu şahlanış sonunda bazı devletler ortadan kalkacağı veya küçüleceği için, hattâ dünya çapındaki büyük ticaret ortaklarının çıkarları baltalanacağı için Turancılık ülküsü büyük bir direnişle karşılanmakta, bu propoganda Türkiye için de tesirli olmaktadır.

Turancılık ülküsüne karşı Türkiye’de muhalefet ya bunun Türkiye'yi büyük tehlikelere atacak bir macera sayılmasından, yahut Türkiye dışındaki Türkle-rin de en az bizim kadar «bir bakıma bizden çok» Türk olduklarının bilinmeyişinden, yahut da bugünkü sınırlarımız içinde 4000 yıldan beri üst üste yığılan etnik zümreleri ve kültürleri karıştırıp bunlardan şimdiki gibi Türkçe olan bir «halk»ın peydalandığını kabul etmekten doğmaktadır.

Moskof uşağı oldukları için Turancılığın Rusya'yr devirmesinden korkanların muhalefetini kaale almıyorum.

Önce, Turancılık bir macera mıdır, onu ele alalım:

Turancılığın macera olduğu hakkındaki düşünce, Birinci Cihan Savaşı’nda Enver Paşa’nın Kafkas cephesindeki hareketlerinin başarısızlık ve büyük kayıplarla sona ermesinden çıkmıştır. Bir çiçekle bahar gelmediği gibi bir başarısızlıkla bir düşüncenin yanlışlığına hükmetmek de-sağlam bir mantığın eseri sayılamaz. Enver Paşa'nın cesur bir asker, fakat ehliyetsiz bir kumandan olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Bundan başka Enver Paşa’yı saf bir Turancı saymak da yanlıştır. İttihatçılar hem Turancı, hem de İslâm birlikçisi idiler. <Hem Kafkasya’yı hem de Mısır’ı almak istiyorlardı. Bundan başka zamansız Kafkas taarruzu Turancılık düşüncesiyle değil, müttefikimiz Almanlar üzerindeki yükü hafifletmek amacıyla yapılmıştı.

Maceracılığa gelince, bu kelime üzerinde iyi ve ciddi düşünmek lâzımdır. Her maceracılık bir hatâ olmadığı gibi her ihtiyat da tedbirli bir davranış değildir. İnsanlığın tarihi siyaset, askerlik ve ilim alanındaki maceralarla doludur. Kristof Kolomb’un batıya giderek Hindistan'a varmak istemesi bir macera idi. Bir sal ile Atiantiği geçmek de öyledir. Kendi yakın tarihimize bakarsak Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması da bir maceradır. Birçoklarının da buna katılmayışı yurtsever olmayışlarından değil, başarı ihtimali görememelerindendi. Fakat o, iyi hesap yapmasını bildiği için, başkalarının Türkiye’yi batıracak bir macera diye muhalefet ettikleri teşebbüsünü parlak bir şekilde bitirdi.

Daha eski tarihimizde Babur’un 10.000 kişiyle Hindistan'a dalması, Yavuz’un 30.000 kişiyle çölü geçerek Mısır’a girmesi birer macera değil miydi? Evet, Napoleon ve Hitler’in Moskova seferleri de macera idi ama onlar başarısızlıkla bitti diye berikilerin değeri azalır mı?

Yahudilerin artık Arap vatanı olmuş topraklarda İsrail devletini kurması şaşırtıcı bir macera değil midir?

Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur. Tehlike fertler için de, milletler için de, topraklar için de vardır. Korkunç bir deprem birkaç saatte Anadolu'yu suların altına gömebilir. Dünyaya yakın geçen bir kuyruklu yıldızın boğucu gazlan birkaç milleti birden yok edebilir. Dünyayı yörüngesinden çıkaracak büyüklükte bir göktaşı küremize çarparak dünyanın kıyametini koparabilir. Birkaç millet birîeşerek bir gece Türkiye’nin üzerine 500 Hidrojen bombası fırlattıktan sonra özel giyimli askerlerini yurdumuza sokabilir.

Bütün bu ihtimaller var diye uyuşuk oturup yanlız fabrika kurmak, futbol maçları seyrederek bağırmak, defile ve güzellik müsabakaları yapmak, üniversitelerde birtakım bayağıların eserlerini tahlil etmekle mi vakit geçireceğiz? Bunlarla millet yaşayamaz. 'Millet bir hayvan sürüsü değildir. Millet millî bir. hedef ister. Ancak o hedefi gördüğü zaman sürü olmaktan çıkıp insanlaşır, bencil olmaktan kurtulup fedakârlaşır.

Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek yine birleşeceğiz diye kendisini bir ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türk-leri birleştirmek hakkımız ve görevimizdir. Bizden zorla koparılanı zorla geri almak adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir. Büyüklük düşüncesi asil bir düşüncedir.

Turancılığı, bütün Türkleri yalnız kültür alanında

birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir kanundur ki kültür birliği ancak siyasî birlik sonunda doğar. Türk’e düşman milletlerin hâkimiyetindeki Türkleri kültürde birleştirmeye imkân var mıdır? Yabancı millet buna izin verir mi? Sovyetler Birli-ği'nde alfabesi ayrılmış, yerli lehçesi edebî dil haline getirilmiş Kazak, Özbek, Türkmen, Tatar ve Baş-kurt’u hangi kuvvetle, hangi metotla tek kültür içinde bizimle birleştirebilirsin? O kadar gücün varsa zaten ordularını yürütüp o ülkeleri kurtarmak elinde demektir. Ondan sonra kültür birliğini hiçbir zaman kuramazsın.

Bugün Türkler arasındaki kültür birliği ancak gönül birliği, tek millet olmak şuuru, biraz da dil birliği halinde yaşamaktadır. Fakat bu gidişle 50 yıl sonra diller ayrılacaktır. O zaman ne olacak? Onlar artık başka millet oldu diyerek miskin bir tevekkülle bu oldubittiyi kabul mü edeceğiz? Yoksa eski yurtları ve soyumuzun koparılmış parçalarını kurtarmak için, savaş da dahil, her şeyi göze mi alacağız? Elbette göze alacağız. Şüphesiz zamanı kollamak, hesapları iyi yapmak şartı ile.

Siyasî sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Hattâ Amerikan donanması engel olmasaydı Kıbrıs’a neden çıkılacaktı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük Türk-leriyle neden bu kadar ilgileniliyor? Dün «Hatay»dı. Bugün «Kıbrıs», yarın «Batı Trakya ve Kerkük». Öbür-gün «Azerbaycan» ve daha ötesi... Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.

Turancılığa muhalefetin bir türlüsü de Türkiye

dışındaki Türklerden habersiz olmanın sonucudur. Daha pek yakında bir bilgin kişinin, bir toplatında gençlerden birine «Hunlar'da mı Türk» diye sorduğunu anlattılar. Hunlar’ın Türk, hattâ kısmen Oğuzların ataları olduğunu bilmeden yaşayan bilgine ne denir? Meğer o, millî tarihi Malazgirt zaferiyle başlıyor sanırmış. Hayırlı uykular deyip geçelim...

Bir de Türk soyundan gelmemenin verdiği gayrı-miliî şuurla Anadolu’yu bir bardak, içindeki milleti bir kokteyl, Türklerî de bu kokteyle katılan en son içki saymak gibi hezeyan var ki taraftarları birtakım ruh hastalarından ibarettir.

Tarihimizi Malazgirt’le veya İznik şehrinin alınmasıyla başlatanlara soralım: İznik’i başkent yapanlar veya Malazgirt savaşını kazananlar daha önce ne idiler? Nerede idiler? Onbirinci yüzyıl, tarihin ışıldakları altındaki bir asırdır. O adamların nerede ve ne olduklarını gözler önüne derhal serer. Böylece de Türk devletleri denen nesnenin birbirini kovalayan Türk hanedanları olduğu, aslında bir tek devlet olup fetret zamanlarında ikiye üçe bölündüğü ve bunun Tanrıkut’a kadar gerilere doğru uzandığı ortaya çı-i                 kar.

'                   Turancılık ülküsü gibi milleti hızlandırıcı, ahlâ

ka ve erdeme dayalı kutlu bir ülküyü yermek için, ya damarlarındaki kanı yabancı hissetmek, ya komünist, yâni vatan haini, yahut da millî tarihi Malazgirt'ten başlatacak kadar cahil ve budala olmak lâzımdır.

30 Nls&n 1973

(Ötüken, sayı: 114, Haziran 1973)

166

r-

MİLLÎ BAYRAM

Bayram, Türkçe kökten gelme bir kelimedir. Toplu bir halde sevinme ve eğlenme anlamına gelir. Buna göre millî bayramların da bütün milletçe kutlanan gün olması gerekmektedir.

Nedendir bilinmez, bizdeki bayramlarda ortaklaşa sevinç yoktur. Bayramlar, aklı başında olanlara gizli bir hüzün, aklı başında olmayanlara aşırılık vermektedir. Bayramlar, iyi vatandaşlara değil, kalabalıktan çıkar sağlamak isteyen yankesicilerle kadınlara sarkıntılık eden aşağılık tabakaya yaramaktadır. Bayram bir külfettir.

Polis için, postacılar için bayramın geçmesi bayram olmaktadır.

Her şeyde olduğu gibi bayramda da «değer» onun azlığındadır. Roma ve Bizans, çöküş çağlarında bayramların çokluğu ile dikkate çarpıyorlardı. Yirminci yüzyılın huzursuz ülkelerden Meksika’da da bayramların pek çok olduğu söyleniyor.

Son yıllarda Türkiye’de de bayramların bollaşmış olması, üzerinde durulacak bir meseledir. Her olayı bayram yapmakla milletler hiçbir şey kazanamaz. «Deliye her gün bayram» atalarsözündeki gizli hüküm çok yerindedir. Bayramların çokluğu onun değerini baltalar. Bayram’rn bir zümre bayramı değil, millet bayramı olması için hiçbir ferdin «hayır» di-yemiyeceği günlere rastlaması şarttır. Bir zamanlar, meşrutiyetin ilân edildiği gün olan 23 Temmuz, bayramdı. Hattâ Cumhuriyetin ilânından sonraki birkaç yıl, bayram olarak kutlanmasına devam edildi.

Millî bayramların bütün milletçe itirazsız benimseneceği bir gün olması için bunun ya bir bağımsızlık günü, yahut da tesiri çok ileriye uzanan ve kader değiştiren, kesin sonuçlu bir zafer günü olması lâzımdır. Siyasî bir rejimin ilân edildiği gün millî bayram olamaz. O rejimi benimseyen, beğenmeyen, hattâ ona düşman olan vatandaşlar vardır ve nihayet siyasî rejimler de ebedî değildir. Uzun süre sonra olsa da eskiyip değişecektir. Fakat bağımsızlığın yahut büyük, bir zaferin kazanıldığı günün millî değeri asla değişmeyecektir.

Bundan sonraki yıllarda, bilim alanında kazanılacak zaferlerin de bayram olması beklenebilir. Meselâ insan ızdirabının büyük kaynağı olan kanser hastalığına kesin çarenin bulunduğu gün şüphesiz Dü-yük bir bayrma olacaktır.

Bizim, kökleşmiş olan iki dinî bayramımızın dışındaki millî bayramlarımızdan bazıları okullar ve öğrencilerin aleyhine olmaktadır. Okul tatillerinin yaklaştığı mayıs ayındaki «1», «19» ve «27» Mayıs bayramları öğretmenlere öğrencileri son kontroldan geçirme imkânını azaltmakta, hele 19 Mayıs’ın prova ve hazırlıkları birkaç güne mal olmaktadır.

19 Mayıs’ın, Atatürk’ün hâtırasına saygı ve Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı olduğu söylenecek. Başlangıca bakılırsa daha ileriki günlere gitmek -gerekeceği gibi Atatürk’ün hâtırasına saygı da daha saygılı bir şekilde ve başka türlü de yapılabilir. Onun, çok üstün Yunan kuvvetlerine karşı 13 Eylül'de kazandığı Sakarya zaferi (ki o zamana kadar cihan tarihindeki- en uzun meydan savaşıdır) elbette Türk tarihi bakımından 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkışından çok mühimdir. Kaldı ki Atatürk’ün Samsun'a çıkış tarihinin 17 Mayıs olması ihtimali de vardır. (1)

Burada asıl dokunmak istediğimiz konu, tarihimize yakışır millî bayramın hangisi olması gerektiğidir. Bu, öyle bir gün olmalıdır ki, siyasî inançlarla, zümrecilikle ilgisi olmasın ve bütün Türkler onu itirazsız kabul etsin, hiç olmazsa tedirgin olmasın.

Eski atalarımız Gök Türkler'de Kağanın, kızdırılmış demiri örse koyup çekiçle dövdüğü gün, kimbi-lir kaç yüzyıla dayanan millî bayram günü idi- Demiri eriterek kurtulmayı, belki Ergenekon'dan çıkışı temsil ediyordu. Bunun hangi güne rastladığını kesin olarak bulmak suretiyle yeniden ıbayram yapmak çok yerinde olur. Bu, bir millî tarihe yöneliş, geleneğe dönüş olacaktır.

23 Mayıs 1040 günü Selçuklular’ın kazandığı büyük Dendânekan zaferinin ve Selçuklu devletinin kuruluş günüdür. Bugünkü Türkiye bu Selçuk devletinin devamıdır. Gerçi bazı tarihçiler yalnız Anadolu

(1) Prof. Jaeschke’nin «Türk İnkılâbı Kronolojisi» adlı eserinde (1. fasikül, 39. sayfa) Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkış tarihi hem 17 Mayıs, hem de Atatürk’ün nutkuna göre 19 Mayıs olarak gösteriliyor. Atatürk, Samsun’a çıkış tarihini fırtınalı olaylardan ve yıllardan sonra anlatırken yanılmış olabilir. Kendisinin 16 Mayıs’ta İstanbul’dan hareket ettiği kesinlikle bellidir. Bandırma gemisi 14-15 mil hızında idiyse onu 24-30 saat sonra Samsun’a ulaştırmış olabilir. Herhalde bu tarih yeniden incelenmeye muhtaçtır.

Selçukluları’™ Türkiye olarak kabul ediyorlarsa da ben bu düşünceye katılmıyorum. Çünkü bir devlet daima aynı sınırlar içinde kalmaz. Türkiye, ilk kurulduğu topraklan kaybedip sonradan aldığı ülkelerde tutunmuş olmanın özelliğine sahiptir. 26 Ağustos 1071 Malazgirt zaferi şan ve şeref, aynı zamanda millî şuur bakımından millî bayram olacak bir gündür. 26 Ağustos aynı zamanda büyük taarruzun da başladığı gündür.

30 Ağustos 1922 Başkumandan -Rum Sındığı meydan savaşının kazanıldığı gündür.- Türkiye’nin kurtuluş senesidir.

  • 13 Eylül 1921 Sakarya Zaferi bir »sath-ı müdafaa» savaşıdır. Bir kahramanlık destanıdır. Sonuçlan bakımından da çok büyüktür. Bu zafer yalnız Türkiye’de değil, bütün Türk dünyasında sevinçle kutlanmıştır.

Bunların arasında en mühimleri Ergenekon ve Dendânekan günleridir.

Devlet tarafından kurulacak bir komisyonun millî bayram konusunu iyice inceleyip karara varmasından sonra Anayasa’da gerekli değişiklik yapılarak millî bayramlar son şeklini almalı ve bundan böyle de yeni millî bayramların sık sık sosyal hayatımıza girmesi önlenmelidir.

Bollaşanın değersizleşeceği unutulmamalıdır.

13 Mayıs 1966 (Ötüken, 29. sayı, Mayıs 1966)

BÜYÜK GÜNLER

Milletin tarifi ne olursa olsun, bir bakıma göre o «birlikte sevinip birlikte yas tutan insan topluluğu» demektir. Birlikte sevinmek, hele birlikte ağlamak insanları birbirine en sıkı bağlarla bağlayan şeydir. Milyonlarca insanın toplanmasından ibaret olan millet için müşterek sevinç büyük zaferlerle büyük adamların yıldönümleridir. Müşterek yas da büyük bozgunlardan, düşman istilâlarından başka bir şey olamaz. Bir millet için yalnız zafer günlerinin bayramı kâfi değildir. Bir millet tamamiyle şuurlanabilmek için büyük acı günlerini de yas töreni yaparak an-malıdır. Zafer veya bozgun olsun, bir milleti toptan ilgilendiren günlerin hepsine büyük günler diyoruz. Buradaki «büyük» kelimesi onun millet hayatındaki büyük ehemmiyetini göstermek için kullanılmıştır. Bundan dolayı milletin övüneceği büyük adamların doğum yıldönümleri kutlandığı gibi ölüm yıldönüm-leri de anılır.

Bir millet bunları anmakla ne kazanır diye şüpheye düşmek doğru değildir. Şüphesiz, millet bunlardan maddî olarak bir şey kazanmaz. Fakat manevî olarak bir şey kazanır ki, onun değeri hiçbir şeyle ölçülemez. Bu kazanç, milletin kendine güvenmesidir. Geçmişinde büyük günleri olan millet, bunların gelecekte de olacağına inanır. Geçmişindeki kara günleri anarken, düşmanlarını unutmayarak ilerde de aynı baskına ve bozguna uğarmamak için tedbirli davranır. Büyük adamların doğumları kutlanmak veya ölümleri anılmakla millet kendisine hizmet edenlere saygı borcunu Öder, yâni ahlâkî bir davranışta bulunmuş olur- Bir milletin, ölülerini saygı ile anması ilerde de büyükler yetiştireceğinin müjdecisidir. Millet için şahsî menfaat gütmeden fedakârlık edenlerin hizmeti büyükse onlar milletin hâtırasında. da yer almaya lâyık kahramanlarıdır. Bunun için mutlaka büyük mevkide bulunmaya lüzum yoktur. Bazan bir erin hizmeti birçok rütbelilerin hizmetinden daha büyük olmuştur. Çanakkale savaşlarındaki Mehmet Çavuş ve Müstecip Onbaşı gibi.

Bir milletin tarihindeki büyük günler içinde en çok yoruldukları zaman en çok mükâfata hak kazanıyorlarsa, milletler de en çok kan döktükleri zaman en büyük sonucu alırlar. Bazan tarihte çok kan pahasına kazanıldığı halde mükâfatı alınmamış gibi gözüken zaferler vardır. Onların büyük neticesini görmek için tarihin iç yüzüne dikkatle bakmak lâzımdır. Muhakkaktır ki o kan dökülmeseydi netice o millet için pek acı olacaktı. Meselâ kahramanlıkların boşuna harcandığı sanılan Çanakkale savaşlarında Türk ırkı o kadar bol kan dökmeseydi Rusya devrilmeyecek, savaş dört yıl uzamayacak ve biz yenildiğimiz anda Rusya ayakta olacağı için Kurtuluş Savaşı yapılmayacak ve Türkiye haritadan silinecekti.

*

Büyük günleri anmakta eskisi kadar ihmalci değiliz. Fakat daha çok büyük eksiklerimiz var. Hani Gök Türk Kağanlarının kızgın demire çekiçle vurdukları günü yâdı? Hani devletimizin 1040 yılında Horasan’da kurulduğu günün kutlanması? Tuğrul Beğ’in Bağdat’a girip İslâm dünyasının koruyuculuğunu kabul etmesi küçük şey midir? Malazgirt için neden dünyayı yerinden oynatacak bir yıldönmü yapmıyoruz? Çiçi Yabgu, Kür Şad, Çağrı Beğ, Oruç Reis gibi şanlı deliler neden anılmıyor? Kılıç Arslan’ın ve Sultan Mesud'un Haçlılar’ı tepelediği günler unutulma-lı mı? Sırp Sındığı, Kosova, Niğebolu, Varna, İstanbul, Haçova, Kanije, Silistre, Plevne ve daha böyle birçoklarının anılmaması yazık değil mi? İlk şairimiz Çuçu, ilk müverrihimiz Bilge Tonyukuk için birer taş dikemez miyiz?

Kendi ulularımızı aydınlığa çıkararak onlara gereken saygıyı göstermeden önce başkalarının büyüklerini saygılamak, hattâ onlar için en küçük bir ilgi göstermek ataların hâtırasına saygısızlıktır. Önlenmelidir. Yozlaşan tarikatçilik ve particilik taassubu ile günümüzde görülen alelâde önderleri geçmişin şanlı büyüklerine benzetmek ise tarih şuurundan ve fikir haysiyetinden mahrum zavallıların işidir.

(Ötüken, sayı: 116, Ağustos 1973)

ABDÜLHAMİD HAN «GÖK SULTAN»

Toplumun en büyük haksızlığına uğramış tarihî şahsiyetlerden biri, II. Abdülhamid’dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişah kaatil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhine işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır.

Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir?

Öğren yavrum kî On Temmuz bayramların en büyüğü,

Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü. Ondan evvel geçen günler, bilsen yavrum ne

siyahtı,

Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;

Halbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı, Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek

bîzârdı!

gibi saçmalar, kimbilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamid düşmanlığı aşılıyordu.

Bu düşmanlığı aşılayanlar ilk önce İttihatçılar, yani hürriyet kahramanları (!) yâni Sultan Abdül Ha-mid'in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yani, yabancıları işe karıştırarak Türkiye’yi batırmak için Osmanlı Bankasını basan, Anadolu’da kargaşalık çıkaran ve Avrupa’nın gık demesine meydan vermeden Sultan Abdül Hamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara saldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye'yi parçalamak isterken Sultan Harnid tarafından 1897’de tepelenen Yunanlılar «ve bizdeki adıyla Rumlar»; ve Filistin’de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Harnid tarafından önlenen Yahudilerdi.

Sultan Harnid, bin türlü siyasî tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarla birleşe-rek padişahı tahtından indiren kabadayılar:

Türk, Musevî, Rum, Ermeni,

Gördük bu rûz-ı rûşerri!

şarkısını, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor, Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum ve Ermeni vatandaşların nasıl bir «rûz-i rûşen» beklediklerini anlamamak, anlayamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı.

Sultan Hamid’i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lâzımdır. Sultan Aziz’in son zamanlarındaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan liberalizmi V. Murad, muhafazakârlığı II. Abdül Harnid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa’ya bakarak parlamento ile herşeyin düzeleceğine inanıyor, muhafazakârlar 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk'ün hâkimiyetini sağlamak için mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar, Sultan Murad’ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad’a göstermeyen masonluğun arkasında ise yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı.

İlk Meşrutiyet Meclisindeki Hıristiyan mebuslar, Türkiye’nin bir an önce parçalanması için Ruslar ile savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi elbette ki yanlış bir iş yapmış olurdu. Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışardan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere meclisi kapatması, Sultan Hamid'in en büyük başarısı ve hizmetidir. Bu meclis kapatılmasaydı ne olacaktı? 8 milyon Hıristiyan ve 12 milyon yabancıya karşı, kültür seviyesi hepsinden geri 10 milyon Türk-le bu devlet nasıl tutulacaktı? Demokrasi bir çoğunluk rejimi olduğuna göre, Türklerden çok olan Arap-lar meselâ, resmî dilin Arapça olmasını teklif etseler ve Arnavutları da yanlarına alsalar, sonuç ne olacaktı? Bütün Türk olmayanlar birleşerek Osmanlı İmparatorluğunun Avusturya - Macaristan gibi fede-tarif bir devlet olmasını isteseler, bunun, nasıl önüne geçilecekti? Karışmak için fırsat gözleyen Avrupa devletlerini kışkırtmak üzere demokratik nümayişler yapılsa, bu, ne ile önlenecektir?

İşte Sultan Hamid, Meclisi kapatarak bütün bu tehlikeleri önledi ve tahtından indirilmeseydi, daha da önleyecekti.

Fakat onun hizmeti bu kadar da değildi- 1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silâhları ile, meselâ mavzer tüfekleriyle silâhlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları mümkün taarruzlara karşı, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkâmlarla durduruldu.

.Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1S18 savaşı ve İstiklâl Savaşı’nı bunlar idare ettiler. Sultan Aziz’in, Ruslarla çarpışıp Kırım’ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin değişmesi karşısında değerini kaybetmişti. 8-10 mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı. Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastahane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. Görülmemiş bir haber alma şebekesi kurdu. Yabancı elçilerden bile casusları vardı. Avrupa’da kuş uçsa haberi oluyor, aleyhimizdeki kararları önceden öğrenerek tedbirlerini alıyordu. Hilâfeti, Osmanlı Hanedanından almak için Mısır’da kurulan gizli bir derneğin üyelerinden biri Sultan Ha-mid'in adamlarından biri idi. Balkanlıların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi; İngiliz Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimize birleşmelerini engelledi.

Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardı.

Çok namuslu ve dindar bir adam olduğu için, asla kan dökememiştir- Mithat Paşa’yı öldürttüğü hak-kındaki söylenti iftiradır. Gerçi o, Mithat Paşa'dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz’i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat, dindar bir insan olarak, kan dökmekten, bütün hayatınca çekinmiş, Mithat Paşa ile arkadaşlarının idam kararlarını müebbet hapse çevirmişti. İsteseydi idam kararını imzalayamaz mı savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi elbette ki yanlış bir iş yapmış olurdu. Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışardan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere meclisi kapatması, Sultan Hamid'in en büyük başarısı ve hizmetidir. Bu meclis kapatılmasaydı ne olacaktı? 8 milyon hıristiyan ve 12 milyon yabancıya karşı, kültür seviyesi hepsinden geri 10 milyon Türk-le bu devlet nasıl tutulacaktı? Demokrasi bir çoğunluk rejimi olduğuna göre, Türklerden çok olan Arap-lar meselâ, resmî dilin Arapça olmasını teklif etseler ve Arnavutları da yanlarına alsalar, sonuç ne olacaktı? Bütün Türk olmayanlar birleşerek Osmanlı İmparatorluğunun Avusturya - Macaristan gibi fede-tarif bir devlet olmasını isteseler, bunun, nasıl önüne geçilecekti? Karışmak için fırsat gözleyen Avrupa devletlerini kışkırtmak üzere demokratik nümayişler yapılsa, bu, ne ile önlenecektir?

İşte Sultan Hamid, Meclisi kapatarak bütün bu tehlikeleri önledi ve tahtından indirilmeseydi, daha da önleyecekti.

Fakat onun hizmeti bu kadar da değildi- 1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silâhları ile, meselâ mavzer tüfekleriyle silâhlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları mümkün taarruzlara karşı, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, Birinci Dünya Savaşında İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkâmlarla durduruldu.

Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1S18 savaşı ve İstiklâl Savaşı’nı bunlar idare ettiler. Sultan Aziz’in, Ruslarla çarpışıp Kırım’ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin değişmesi karşısında değerini kaybetmişti. 8-10 mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı. Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastahane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. Görülmemiş bir haber alma şebekesi kurdu. Yabancı elçilerden bile casusları vardı. Avrupa’da kuş uçsa haberi oluyor, aleyhimizdeki kararları önceden öğrenerek tedbirlerini alıyordu. Hilâfeti, Osmanlı Hanedanından almak için Mısır’da kurulan gizli bir derneğin üyelerinden biri Sultan Ha-mid’in adamlarından biri idi. Balkanlıların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi; İngiliz Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimize birleşmelerini engelledi.

Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardı.

Çok namuslu ve dindar bir adam olduğu için, asla kan dökememiştir- Mithat Paşa’yı öldürttüğü hak-kındaki söylenti iftiradır. Gerçi o, Mithat Paşa’dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz'i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat, dindar bir insan olarak, kan dökmekten, bütün hayatınca çekinmiş, Mithat Paşa ile arkadaşlarının idam kararlarını müebbet hapse çevirmişti. İsteseydi idam kararını imzalayamaz mı îdi? Buna hangi kuvvet engel olabilirdi? Bunu yapmayarak sonra, Taif’te suiskasta girişecek kadar az zekâlı mı. idi?

Memleketi doğudan tehdit eden Moskof emperyalizmi ile batıdan tehdit eden Avrupa emperyalizmi ve onun temsilcisi İngiltere’ye karşı devleti savunan Sultan Hamid, ayrıca azınlıklar ve gaafil hürriyetçiler ile de uğraşmaya mecbur olmuş, güneyden gelen siyonizme de göğüs germiştir.

Sultan Hamid için, Osmanh İmparatorluğunu, so-- yumuzun düşmanı, Moskoflarla hilâfetin düşmanı İngiltere’ye, devletimizin düşmanlan siyonizme ve azınlıklara, rejimin düşmanı hürriyetçilere karşı savunmak meselesi ve vazifesi vardı. Bunun için de, kendisinin devlet başkanı kalması gerekti. Kendisi çekilirse, devletin tutunamayacağı hakkındaki düşüncesinin doğruluğu, çok geçmeden gerçekleşmiştir.

Şimdi, bu kadar büyük bir davanın karşısında, Peyami Safa’nın ileri sürdüğü İsmail Safa’nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut Ermeni, Rum Bulgar, Yahudi ve Sırp’ın Türkiye’nin kaderi hakkında söz sahibi olması... Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir mi?

Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu’nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas’ta İsmail Safa’nın ölmesinde Sultan Hamid’in -kabahati var mıdır? Verem olan İsmail Safa, İstanbul’da kalsaydı, ölmeyecek miydi?

Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Pe-yarni Safa’nrn bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur?

-Bu dünyada herkes bir çok şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın!» Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille isbat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksek okul ve hattâ lise diploması yoktu. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattat ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün, Üniversite Kütüphanesi’nin temelini teşkil etmektedir. Bayazıd Umumî Kütüpha-nesi’ni de yine o kurdu- Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve İlmî eserler yazdırarak hizmet etti.

Onun kaatil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. AvrupalIların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı?

Sultan Hamid, kızıl değil, «Gök Sultan»dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şi şirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır. İsmail Safa, İngiliz- Boer savaşında, İngilizlerin bir başarısını, onların elçi-tiklerine giderek tebrik ettiği için, Sultan Hamid tarafından, haklı olarak, sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman, İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat, geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi.

Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zaptetmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek 'hangi, hürriyetçilik anlayışının sonucudur?

O günkü İngiltere’yi Boer'leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır?

Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlanmak için yaşardı. Siyasî dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demiryolu okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu.

Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter: Hürriyet kahramanları (1), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astırdıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan, bir tek siyasî idam yapmadan, en korkunç siyasî güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof Çarının Rusya’ya davetini; Selânikten Alman gemisiyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun davetini reddederek vatanında bir sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.

Türkiye, dört sınırda yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu.

Ve sokmadı da...

Ne diyelim? Durağı cennet olsun...

(Ocak, II. Sayı, 11 Mayıs 1956)

OSMANLI PADİŞAHLARI

Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla güdülen gayelerden birisi de, gençlere, millet ve yurt sevgisi aşılamaktır- Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerekir. Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olamayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiç bir erdem doğmaz. Çocuklar kendi edebiyatlarını ve tarihlerini okurlarken düşünürler, muhakeme yaparlar, sevinirler, kızarırlar, beğenirler tenkid ederler; fakat sonunda bütün zaferler ve bozgunları ile, iyi ve kara günleri ile Türk tarihi, Türk kültürü, Türklük sevgisi gönüllerinde yer eder. Hattâ bazan bütün o okunan cilt cilt kitaplardan, akıllarda hiçbirşey kalmaz da gönüllerde bir millî sevgi ve inanç kalır ki, istenilen ve beklenilen de esasen, odur.

Bir milletin çocukları, o milletin iyi oğulları ve kızları olabilmek için hem millî sevgi, hem de millî kin ile yetişmelidirler. Her milletin tarihî düşmanları vardır. Bir milletin çocukları kendi soylarına kötülük etmiş olanları bağışlayarak büyürse, onlara karşı hiç bir öç duygusu beslemezse, yahut kendine hizmet edenleri tanımaz da onları inkâr ederse, o millet yaşama hakkını kaybeder.

Osmanîı sultanları hakkındaki yersiz iddiaların okul kitaplarına kadar girmesi, işte bu tehlikenin delillerinden birisidir. Ali Canip Yöntem'in, liselerin dokuzuncu sınıflarında okutulan «Edebiyat» adlı kitabındaki bir kayıt, bunlardan birisidir.

Bu kitabın 1937 basımının «Siyasi Tanzimat» bölümünün 185. sayfasında şöyle bir satır var:

«...O aralık Abdülmecit tahta geçmişti. Bu, her Osmanh padişahı gibi gaafil ve bîçare bir adamdı...»

Ali Canip Yöntem, cahil zamane dalkavuklarından birisi bulunsaydı, bu sözün belki o kadar ehemmiyeti olmazdı. «Şuursuz maskaranın biri bir hezeyan savurmuş!» der geçerdik. Fakat bu hüküm, Ali Canip gibi vatansever, hattâ biraz Türkçü bir edebiyat öğretmeninin; Ömer Seyfeddin ile arkadaşlık etmiş, dilin sadeleşmesi hareketine karışmış, tarihini iyi bilen bir aydının kaleminden çıkınca, iş değişmektedir.

Demek, bütün Osmanlı padişahları gaafil ve bîçare! Demek, Türk ordularını zaferden zafere koşturan, Türklüğü ve Müslümanlığı bütün Avrupa'ya karşı savunanların başında bulunan, yurdun her yerini bilim ve sanat eserleriyle dolduran bu insan-larm arasında bir tanecik bile değerli insan yok, öyle mi?

Bu gaziler ve şehitler ocağına savrulan bu suçlama, vicdanlar için ne ağırdır! Osmanlı ocağında bir iki tane çılgın, bir iki tane iktidarsız insan çıkmakla, onların hepsini birden çürütmeye kalkışmak hangi mantığın işidir? Böyle bir suçlama yapmakla, bir kitabın yanlış bir cümlesine bakıp bütün kitabı çürütmek arasında ne fark olur?

Bunları üzülerek kaydettikten sonra, Osmanlı padişahları hakkında tarih yönünden verilmesi gerekli hükme geçiyorum:

Sultan Öyüğü’nde Rumları yenen, Karacahisar'ı kuşatan ve Söğüd’ü alan Ertuğrul Gazi’yi bırakıyorum. O resmen padişah sayılmadığı için Ali Canip Yöntem’in hakaret huzmeleri ona kadar erişememiştir. Onun için söze Osman Gazi ile başlıyorum.

Burada, Osmanlı padişahlarının katıldıkları veya doğrudan doğruya tesirleri bulunan olayları ele alacağım. Bu yazı bir tarih incelemesi olmadığı için de belki bazı eksiklerim ve yanlışlarım bulunacak. OsmanlI padişahlarının büyüklüklerine ait olan eksik ferimi Ali Canip Yönteme bağışlıyorum. Yanlışlarımı da tarih bilenler, bana bağışlasın.

*

* c

Osman Gazi: 1284’te 70 kişiyle İnegöl zaptına giderken Rumların pususuna düştü, fakat bozulmadı. Bu çarpışmada yeğeni Baykoca şehit düştü. Sonra 3000 kişiyle Kocahisar »veya Kulacahisar»! basıp al-di. Bir müddet sonra Rumlarla Büyük Eğizce Savaşı’nı yapıp kazandı. Bunda da kardeşi Sarubatı Savcı ıBeğ’i şehit verdi. Sonra İnegöl’ü zaptetti. 1291'de Mudurnu-Göynük seferini yaparak Rumları kılıçtan geçirdi. Kaldırık Derebendi’ndeki savaşta Rumları bozup Bilecik ve Yarhısar'ı aldı. 1299’da Yalova’da Rumları bozguna uğrattı. 1301’de Yenişehir ve Yundhi-sar'ı, 1302’de Köprühisar’ı aldı. 1303’te, alamamakla beraber, İznik’e saldırdı. 1306'da Koyunhisar’ı önünde üstün bir Rum ordusunu yendi- Bu savaşta kardeşi Gündüz Beğ ve Gündüz' Beğ'in oğlu Aydoğdu şehit düştüler. 1308’de Koçhisar’ı, 1313’te Akhisar’ı aldı. Geyve tekvürünü de bozup kaçırdı. Bütün hayatında adaleti ve iyi tedbiriyle Anadolu tımarlarını çevresine topladı. Düşmanlarından pek çok ganimet aldı. Fakat öldüğü zaman hiçbir şeyi çıkmadı. Acaba, Osman Gazi, bunun için mi gaafil olmaktadır?

Orhan Gazi: Daha babasının son yıllarında devlet işlerinin fiilî olarak başına geçmişti. 1327’den 1337’ye kadar on yıl çarpışarak, yani ok ve kılıç kullanarak, yani kendini ölümün kucağına atarak Ay-dos, İzmit, Hereke, İznik, Taraklı, Gemlik kalelerini Ramlardan aldı ve bir Türk beyliği olan Karasi’yi kendi ülkesine ekleyerek Anadolu’da Türk birliğine doğru kuvvetli bir adım attı. 1338'de oğlu kahraman Süleyman Paşa’yı Rumeli’ye göndererek Gelibolu, Bolayır, Malkara, İpsala ve Tekirdağı'nı zaptetdirdi. Acaba bu işleri yaptığı için mi Orhan Gazi de gaafil ve bîçare oldu?

Gazi Murad Beğ: Anadolu Türk birliği için bir adım daha atarak Ankara'yı kendi ülkesine ekledi. Sonra 1363 te Çorlu, Lüleburgaz ve Edirne'yi, daha sonra Niş kalesini aldı. 1382’de Germiyan Beğliğinin bir kısmını Osmanh ülkesine ekledi. 1389'da ise şanlı Kosova Meydan Savaşı'nı kazandıktan sonra şehit düştü. Memlekette kuvvetli bir teşkilât ile birlikte yeniçeriliği de I. Murad kurmuştu. Buna göre, hangi hareketinden dolayı gaafil ve niçin bîçare idi?

Yıldırım Bayazıd: Ortaçağın bu büyük adamı, Kosova’nın kazanılmasında en büyük rol oynayanlardan biridir. Anadolu’daki Türk beyliklerinin hemen hepsini Osmanh ülkesine ekleyerek Anadolu’da Türk birliğini kurdu- İstanbul’u kuşattı. 1396’da birleşik Avrupa ordularını Niğbolu’da darmadağın ederek, tarihimize altın bir yaprak yazdı. 1402’de Ankara Savaşanda da nasıl kahramanlıklar gösterdiği ve tutsaklığa katlanamadığı için intihar ettiği malûmdur. Acaba, bu dünyada kadınlarla cümbüş edip şarap içmek dururken, tatlı canına kıydığı için mi gaafil sayıldı?

Kahraman Yıldırım’ın, her biri az veya çok pa dişahlık etmiş olan oğullarından hepsi de «Süleyman, Mehmed, Mûsâ, Mustafa, İsa» birer kahramandı. Kahraman Süleyman Çelebi, şairleri çok sever korurdu. Mûsâ Çelebi ise koyu bir gâvur düşmanı ve durmadan onlarla çarpışan bir kahramandı. Mehmed Çelebi’ye gelince; hem bir artist kadar yakışıklı, hem de pehlivan ve nişancı bir kahramandı. 24 savaşa girip kırka yakın yara almış ve bu yaralar yüzünden erken ölmüştü.

IL Murad: İstanbul'u kuşattı. Aksak Temir’le yapılan çarpışmadan sonra bozulmuş olan Anadolu Türk birliğini kısmen yeniden kurdu. 1429'da Selânik’i aldı. 1444'te Varna, 1448’de İkinci Kosova Meydan Savaşlarını kazandı. Şairdi. Şiirleri, XV. Yüzyılda yazılmış olmasına rağmen XX. Yüzyılda yazılmış şiirlerin birçoğundan daha güzeldir. Musikiyi çok severdi. Saltanat sürmek düşüncesinden bile uzaktı. Acaba, eline geçmiş olan sultanlığı oğluna bırakarak çekildiği için mi gaafil ve bîçare idi?

Fatih: Fatih hakkında ben ne yazayım? O, kendi kendini zaten tarihe yazmış- Birtek Ali Canip değil, bütün insanlık Ali Canip’lerden ibaret olup onu inkâr etse bile, o, yine vardır ve büyüktür. Ali Canip Yöntem’in, Karacaahmet mezarlığından tek başına geçemediği yaşlarda, o, ülkeler ve devletler yıkıp topraklarını Türk ülkesine katıyordu. Bir gün onun heykellerini dikeceğimiz muhakkaktır. Ona heykeller de azdır. İstanbul’a onun adını verip meselâ «Fa-tihkent» des^k yine azdır. Ona, Türk sanatının, Türk dehâsının eşsiz bir eseri olacak büyük bir heykel mutlaka dikmeliyiz. Ne lâzımsa; altın mı, gümüş mü, granit mi, her ne gerekiyorsa bulup, ulu bir heykel dikmeliyiz. Fatih, bütün ataları, dedeleri, büyük amcaları gibi Belgrad savaşında yaralanmış bir gazi idi. Şair, bilgin ve yasacı idi. Acaba neden gaafil ve bîçare oluyor? Nefsine uyarak, yenilmiş Bizans’ta bir kumandan kızına gösterdiği muameleden mi? Ne yapalım? Yapmasa elbette daha iyi olurdu ama, nihayet bunu yirmi yaşlarında iken ve bir düşmana karşı yapıyordu. Kendi kumandanlarının kızlarına ve evdeşlerine saldırmıyordu ya...

II. Bayazıd: Fatih’in oğulları olan İl. Bayazıd ve Cem de gaafil ve bîçare değillerdi. İkisi de şair ve kahramandılar. IbBayazıd, Fatih ile Yavuz arasında sönük kalıyorsa da, gerçekten, bir tarihçinin dediği gibi, hiçbir davranışında lüzumsuz veya eksik bir nokta olmayan şuurlu bir padişahtı.

Yavuz: Yavuz'a gelince: bilmem ki gaafil ve bîçare sıfatlarına onun kadar yakışmayacak insan bulunabilir mi? İki dilde şair, tuttuğunu koparır, dünyayı bir padişaha dar görür, kahraman, o bilginler dostu arslan da gaafil ve bîçare ise, acaba, öteki insanlar nedir? 1514'teki Çaldıran, 1516'daki Merci Dabık meydan savaşlarını kazanan ve çelik iradesiyle devleti bölünmek tehlikesinden kurtaran Yavuz, belki de Türkiye tarihinin Alp Arslan ile birlikte en büyük şahsiyetidir. Kemalpaşaoğlu’nun dediği gibi ölümüne hem kılıç, hem de kalem ağlamıştır-

Kanunî Süleyman: Koca Yavuz’un oğlu Koca Süleyman’a, yasacı Süleyman’a gelince: 13 savaşa katılan bu, Belgrad, Rodos, Budin, Tebriz ve Bağdat fatihine, Mohaç’m şanlı kahramanına, Barbaros’un, Tur-gud’un, Sinan’ın ve Bakinin padişahına, bu şair cihan imparatoruna, insan nasıl gaafil ve bîçare der? Bir insanın herhangi bir hareketi, bir iki yüzyıl sonra kötü sonuç verdi diye, o insana gaafil demek, gafletten başka nedir? Dâhi denilen nice kimseler vardır ki, 25 yıl sonrasını görememişlerdir. Başka mil-'etler, kendi çocuklarına büyüklük ve kahramanlık örnekleri vermek için gerçekleri değiştirmekten çekinmeyerek, şöyle böyle kırallarını bile büyük kimselermiş gibi gösterirken, bizim kendi kahramanlarımızı küçültmeye kalkmamız, vatanseverliğe indirilmiş ağır bir baltadır. İnsanlar, çevrelerinde ne kadar çok kahraman örneği görürlerse, yiğit yetişme ihtimalleri o kadar artar. Tarihî kahramanları silmekle bir millet silmek arasında fark yoktur.

II. Selim: Hiçbir savaşa girmedi. Şair ve ayyaştı. Anası Rus olduğu için sevilmeyen bu hükümdarın, büyük bir tarafı yoktu. Zamanında Yemen, Kıbrıs, Tunus alınmış olmakla beraber, kendisinin hiçbir enerjisi görülmemiştir. Bununla beraber, devlet idaresini ehillerinin eline bırakmakla gaafil olmadığını göstermiştir.

SİL Murad: Devlet işlerine pek karışmazdı. Kadınlara pek düşkündü. Fakat pek gaafil ve bîçare denecek bir halini tarih kaydetmiyor.

İİL Mehmed: Babası ve dedesi gibi rehavetli değildi. Savaşa çıkarak 1597’de Eğri’yi fethetmiş ve Haçova Meydan Savaşı’nda Almanları bozguna uğratmıştır- Kusuru, anasını devlet işlerine karıştırmasıdır.

I. Ahmed: Şairdi. Çok dindar ve merhametli idi. 27 yaşında ölmüştür. Saltanatta veraset usulünü değiştirmesi ve şehzade idamlarına engel oluşu İnsanî bakımdan iyi bir hareketti. Fakat bu hareket, netice bakımından devletin aleyhine oldu. Devletin başına genç hükümdarlar yerine yaşlıların gelişi, herhalde hayırlı olmamıştır.

I. Mustafa: Ali Canip Yöntem’in sözlerine uygun düşer. Fakat hastaydı. Bir hastadan, normal insanlardan istenen şeyler beklenemez.

Genç Osman: II. Osman, eski Osmanlı padişahları gibi büyük yaratılışta bir kahramandı. 14 yaşında tahta çıktı. 17 yaşında Lehistan seferine yöneldi. Yeniçerilerin bozukluğunu ilk defa gören odur. Meyhaneleri kapatmış, aylık ve ikramiyeleri azaltmış, yani devleti sert bir elle tutmaya başlamıştı. Bozulmuş devşirmelerin fesadı ile daha 18 yaşında iken şehit edilmeseydi, muhakkaktır ki, devleti en şanlı derecesine çıkaracaktı.

IV. Murad: Yavuz’un küçük bir kopyasıdır. O da 14 yaşında padişah olmuştur. 23 yaşında devleti eline aldığı zaman nasıl bir demir adam olduğunu herkese gösterdi. 1636’da Revan’ı, 1639’da Bağdat’ı zaptetti. Osmanlı padişahlarının çoğu gibi o da pehlivandı. Rakı ve tütün içenleri idam ederdi. Fakat rind ve şairdi. 31 yaşında ölümü devletimiz için acı bir kayıp olmuştur.

İbrahim: Çok hamiyetli, yurtsever, sessiz bir insandı. Padişah olduktan biraz sonra başlayan ve bir türlü tedavi edilemeyen daimî bir baş ağrısı, sonunda sinirlerini bozmuş, onu Cinci Hoca’ya muhtaç bir hale getirmiş ve davranışlarında hiçbir disiplin kalmamıştır. Eğer, o sırada başka bir şehzade olsaydı herhalde padişah yapılır ve Sultan İbrahim 9 yıl tahtta kalmazdı.

Avcı Mehmed: Sultan İbrahim’in oğlu Avcı Meh-med’in 7 yaşında tahta çıkarılması devletin bir hasta tarafından idare edilmek felâketini önlemiştir. IV. Mehmed büyük bir padişah değildi. Osmanlı İmparatorluğunun o zamanki dağdağalı hayatı onu her-şeyden bezdirmiştir. Fakat çok şefkatli ve ilim sever bir adamdı. Meşhur tarihçi Müneocimbaşı’yı korumuş olması, hethalde, gaflet eseri değildi.

li. Süleyman ve il. Ahmed: 58 yaşında tahta çıkan ve 3 yıl padişahlık eden II. Süleyman ile 49 yaşında hükümdar olup 4 yıl bu mevkide kalan II. Ah-med’in devirleri devletimizin en karışık zamanlarına rastladığı ve ikisi de çok kısa bir müddet saltanat sürdükleri için leh ve aleyhlerinde bir söz söylemek kolay değildir.

İL Mustafa: 10 yıl tahtta kalan II. Mustafa, 22 yaşında padişah olmuştu. Atalarının meziyetlerine sahipti. Üç sefere çıkıp ikisini kazanmıştır. İnce zevkli, zeki ve hoş sözlü idi. Askerî bir isyan üzerine tahttan çekilip padişahlığı kardeşi İli. Ahmed’e bıraktığı zaman, ona çok kardeşçe ve akıllıca öğütler vermiş ve kardeşini tahta kendisi çıkarmıştı.

İÜ. Ahmed: Sefere çıkmadı. Fakat onun zamanı edebî ve İlmî bir kalkınma çağıdır. Arap ve Farsça’dan Türkçeye birtakım değerli kitapları çevirmek için heyetler kurulması, matbaanın Türkiye’ye girişi siyasetteki metin istikrar İli. Ahmed’in işidir. Kahraman olmayışı bir eksikliktir. Fakat meziyetleri de inkâr edilemez.

I. Mahmudl: Doğru görüşlülüğü ile devletin şanını yükseltenlerdendir. Kahramanlıktan çok ilme ehemmiyet verirdi. Yalnız İstanbul’da 4 kütüphane açmıştır.

SSL Osman: İhtiyarken padişah olmuş ve 3 yıl. tahtta kalmıştır. Parlak bir şahsiyet değildi. Fakat sefahat ve ahlaksızlığın önüne geçmek için aldığı tedbirler, gaafil değil, düşünceli olduğunu gösteriyor.

  • III. Mustafa: Frederik’in meziyetlerini anlamış ve onunla ittifaka çalışmış uyanık bir padişahtı- Avrupa'nın teknikçe bizden ileri olduğunu biliyor ve tek-, niği memlekete sokmağa çalışıyordu. Zamanında, ilk defa görülen büyük askerî bozgunlar yüzünden duyduğu üzüntü ölümüne sebep olmuştur.

I. Abdülhamid: 50 yaşında padişah olmuştu. Kaynarca Barışı gibi, o zamana kadar devletin görmediği bir barış kendi zamanında imzaladığı için talihsizdi. Kırım’ı kurtarmak ve Kaynarca’nın öcünü almak için devleti hazırlamış ve savaşa girmişse de, düşman ikileşince başarı kazanamamış ve Moskoflar zaptettikleri Özi kalesinde bütün ahaliyi kılıçtan geçirince,, 65 yaşında olan padişah bu haberi aldığı an bir ah çekerek inme ile ölmüştü.

I. Abdülhamid, askerî ıslahat yapmış ve Avrupa tekniğini kısmen memlekete sokmuştu. Hamiyetli bir imparator ve Ruhşah adındaki kıza olan büyük sevgisiyle romantik bir âşıktı. Hayatı ve hareketleri ve hele ölümü gaafil olmadığını gösteriyor.

III. Selim: 111. Selim’e asla gaafil denemez. O, büyük ve çok merhametli yaratılmıştı- Yaş barışı gibi felâketli bir barış zamanında imzalanmış, fakat o, devleti kurtarmak için sistemli çalışmaktan usanmamıştır- Yeniliği yurda yavaş yavaş sokmak istiyordu ve bunda haklıydı. Yalnız Selimiye Kışlası gibi büyük ve sağlam bir yapı bile onun yüce himmetine delildir. Musikişinas idi. Padişahlıktan çekildikten sonra bir takım alçak Arnavutlar öldürmek için odasına saldırdıkları zaman ney çalıyordu. Kılıçlara karşı bir zaman kendini bu hazin ney ile, kahramanca, bir Osmanlı padişahı gibi savundu.

I. Selim, işini başaramadan öldü. Fakat, başaracak İL Mahmud kendisinden ders almıştı.

  • IV. Mustafa: Bir yıl kadar sultanlık ettiği için ehemmiyeti yoktur.

!!. Mahmud; Osmanh padişahlarının en büyükle-rindendi. 23 yaşında padişah olmuştu. Tepedelenli gibi edepsizleri ve Yeniçeri Ocağı gibi bir bozgunculuk yuvasını kahretmesi ve bugünkü Türk ordusunun temelini atması büyüklüğünü gösterir. Bütün teşebbüslerine ve iyi niyetine rağmen bir çok felâketlerle karşılaşması, tarihin ve talihin II. Mahmud’a karşı haksızlığıdır. O, batı medeniyetini şuurlu bir surette almak, fakat milliyetimizden hiçbir şey kaybetmemek istiyordu- Türkiye’ye gazeteyi II. Mahmud sokmuştur. Bununla, halkın fikrini açmaktan başka bir gaye gütmüyordu. Yani yaptığı işleri taklit düşüncesiyle değil, memlekete yararlı olmak için yapıyordu.

Sultan Abdülmecit: Abdülmecid de gaafil ve bîçare değildi. Birçok okullar onun zamanında açıldı. Ve nihayet, yüzyıllarca hep birkaç düşmana karşı tek başına döğüşmekte olan Türkiye, ilk defa onun çağında AvrupalI müttefikler bularak tarihî düşman Moskof’a bir sille daha atmak imkânını elde etti. Bütün ömrünce adam seçmesini ve seçtiklerinin sözünü dinlemesini bildi.

Sultan Aziz: Zamanında devlet, Avrupa’nın büyük devletlerindendi. İlk kız okulu onun zamanında açıldı. Darülfünun, Hukuk, Mülkiye onun zamanında kuruldu. Kendisi de pehlivan olan Abdülaziz, Millî sporumuz olan güreşi teşvik etti ve kurdu. Rusya’ya karşı büyük bir savaş hazırlıyordu. Bunun için büyük bir donanma kurmuştu. Kırım'ı kurtarmak istiyordu. Büyük himmetii hakkında. En büyük kusuru devleti çok borca sokmasıydı.

  • V. Murad'- Sinirleri zayıf olan V. Murad, tahtta pek az kaldı. Hakkında bir şey söylenemez.

II. Abdüİhamid: Söylendiği ve yazıldığı gibi kötü bir hükümdar değil, aksine büyük ve dinî bir imparatordur. Onun hakkında, henüz, bütün belgeleri gözden geçirerek hazırlanmış tarafsız bir inceleme yapılmamıştır. 1908 Meşrutiyetinden beri «vur abalıya» kabilinden, aleyhine söyleyip yazmak moda olduğundan Abdülhamid’in görülmedik derecede fena kan dökücü bir padişah olduğu inancı uyanmışsa da, bu, tamamen yanlıştır.

Sultan Hamid’in fena olduğunu yazanlar, onun düşmanları olan ittihatçılardır. Yani Abdülhamid’in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu batırıp memleketten kaçanlardır. Abdülhamid, kendini savunmamış ve zaman onu haklı çıkarmış olduğu için bugün bir mazlum haline gelmiştir.

II. Abdülhamid’in haricî ve malî siyaseti dâhiyane, maarif ve bayındırlık siyaseti mükemmeldi. Büyük Avrupa devletlerini birbirine düşürerek Türkiye aleyhine birleşmelerini başarı ile önledi, AvrupalI siyaset adamlarından, elçilerinden, gazetecilerden para ile elde ettiği adamlar sayesinde, Satıhların

100 BÜYÜK EDİP 100 BÜYÜK ŞAİR hakkımızdaki karar ve düşüncelerini her zaman vaktinde öğrendi, bu kararları bozmanın ve önlemenin yollarını buldu. Denilebilir ki II. Abdülhamid, Avrupa devletlerini avucunda tutmuş ve onları istediği gibi oynatmıştır.

Malî siyaseti de böyledir. Sultan Aziz çağında alınan borçların üçte ikisini ödemiştir- Geriye kalan üçte birinin ödenmesi Cumhuriyet zamanının ortalarında tamamlanmıştır. Abdülhamid zamanında paramızın değeri yüksekti. Yüz kuruşluk lira 108 kuruşa geçiyordu. 33 yılda aşağı yukarı, hiç bir şeyin fiatı değişmemiştir. Bazı aylar aylık verilmediği halde, memlekette açlık ve sefalet denilen şeyler bilinmiyordu.

Abdülhamid zamanında açılan okullar ile yapılan ilmî yayınlar, şaşılacak kadar çoktur. «Sicill-i Osmânî», «Kaamûs ül-Âlâm», «Kaamûs-i Türkî», «Leh-çe-i Osmânî» gibi hâlâ ilk elde başvurduğumuz ana kaynaklar bu zamanda yayınlanmıştır. Sonra, padişah olur olmaz «Hamidet ül-Usûl» adı ile tarih metodolojisine ait bizdeki ilk eseri hazırlatması çok dikkate değer.

Abdülhamid’e en büyük kusur olarak, Meclis-i Meb usân-ı kapatması gösterilmektedir. Halbuki Meclis-i ıMebûsân-ı kapatması Sultan Hamid’in, en uzak görüşlü, milliyetçi ve dâhiyane hareketlerinden birisidir. «Meclisi kapattı, antidemokratik hareket etti, müstebit padişahtı!» teranesi, sathî görüşlülükten ve demagojiden başka bir şey değildir. Bu meclis kapanmasa ne olacaktı? Osmanlı İmparatorluğu medeniyet yolunda en üst dereceye mi çıkacakt'? Aksine, Türkiye İmparatorluğu XIX. yüzyılın sonunda batacak ve büyük bir ihtimalle, o zaman daha geri bir kültür seviyesinde bulunan Anadolu’yu kurtarmak da mümkün olmayacaktı- Çünkü o zaman 30.000.000 nüfuslu imparatorlukta 10.000.000 Türk, 12 000.000 müs-lüman gayrıtürk, 8. 000.000 da hıristiyan gayrıtürk vardı. Yani Türkier nüfusun ancak üçte birini teşkil ediyordu. Hıristiyan unsurlar kültür bakımından Türklerden ileri idi. Rusya ve diğer Avrupa devletleri tarafından korunuyorlardı. Avrupa’da okumuş aydınları çoktu. Arap nüfusu da kültür bakımından Türklerden geri değildi ve Arap milliyetçiliği, hattâ halifeliği Türklerden almak fikir ve düşüncesi başlamıştı.

Bu şartlar altında çalışacak bir meclisten acaba ne gibi kanunlar çıkabilirdi? İmparatorluğu parçalamak için bütün imkânlar hazırlanmaz, Türklük aleyhinde kanunlar çıkamaz mı idi? Mecliste temsilcileri bulunan bütün unsurlar, daha sonra örneklerini gördüğümüz azgınlıklara hemen başlamaz mı idi? İçinde 1,5 milyon Ermeninin de temsilcileri bulunan bir meclis olsaydı, acaba, Ermeni hâdisesi olduğu zaman Sultan Hamid, Avrupa’nın gözü önünde rahat rahat tarihî vazifesini yapabilir miydi? Bütün bunları ve diğerlerini düşünmeden hüküm vermek, elbette ki, insanı yanlış sonuçlara götürür.

II. Abdülhamid, Meclis’i kapattıktan sonra boş durmadı. Açtığı okullarda Türk halkını yetiştirmeye çalıştı. Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarının bütün kumandanları Abdülhamid’in yetiştirmeleri.

Sultan Hamid’in kanlı bir hükümdar ve bir «kızıl sultan» olduğu hakkrndaki iddialar da iftiradır. O, ancak, bu vatanı parçalamak isteyen Ermeniler için bir kızıl sultandır. Vatan düşmanları için kızıl sultan olan Abdülhamid, bizim için, olsa olsa, «ak sultan» olabilir-

Hürriyetçi Tıbbiye ve Harbiye öğrencilerini denize attırdığı söylentilerinin iftira olduğu da anlaşılmıştır. Sultan Hamid, siyasî idam yaptırmamıştır. Kendisine suikast yapanları bile bağışlamıştır. Mithat Paşayı Abdülhamid’in öldürttüğü hakkındaki is-nad, tarih bakımından müsbet değildir. İngilizler tarafından kaçırılırken Mekke şerifinin vurdurduğu yolundaki söylentinin de iyice incelenmesi gerekir.

Sultan Hamid’in verdiği en büyük ceza sürgündü. Sürgünlere de aylık bağlardı. Namık Kemal’in mezarını yaptırmak büyüklüğünü de göstermiştir.

1908’de Meclis açılıp mebuslarla konuştuğu zaman: «Geçen meclisteki gayrimüslim mebusların hemen hepsi Avrupa’da tahsil görmüş insanlar olduğu halde bizimkilerin çoğu ümmî idi. Bu haliyle mebuslarımız gayrimüslimlerin tezviratına ve devleti baltalamasına mukavemet edemezlerdi. Otuz yıldır birçok mektepler açarak müslüman halkı aydınlatmaya ça lıştım. Bilmem kâfi gelecek mi? Allah muvaffak etsin!» demesi doğru görüşüne delilidir. Bunun doğruluğunu anlamak için 1908 Meşrutiyet Meclisi'ndeki gayritürk unsurların küstahça hareket ve sözlerini hatırlamak yetişir.

İttihatçıların ve yamaklarının propagandası ile Sultan Abdülhamid, âdeta, Türklük düşmanı haline getirilmiştir. Halbuki o, Türklüğü bir silâh olarak kullanmış, Orta Asya Türkleriyle de ilgilenmiş ve ömrünce ancak Söğüt’teki Karakeçili’lerden kurulan Hassa Ertuğrul Alayı’na güvenmiştir.

Birgün, saray bahçesindeki hademelere iş gördürürken, içlerinden birisinin beceriksizliğine kızarak ona: »Eşek Türk!» diye bağıran ve galiba Arnavut olan saray memuruna: «Ben de Türküm!» diye seslenerek o memurun korkudan bayılmasına sebep olmuştur- Millî şuuru kuvvetli olmasaydı, pencereden tesadüfen seyrettiği olayı görmemezlikten gelebilirdi.

II. Abdülhamid’in şâhâne jestleri de vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda düşman donanması Çanakkale Boğazı’nı zorlarken ve durum buhranlı iken, hükümetin Anadolu’ya taşınması düşünülmüş ve o zaman Beğlerbeği Sarayı’nda münzevî bir hayat yaşayan Abdülhamid’e, kardeşi V. Mehmed tarafından bir heyet gönderilmişti. Bu heyet, sonradan paşa olan Talât Beğ'in başkanlığında idi ve durumu anlatarak Anadolu’ya geçmenin zaruretini söyleyecekti. Ab-dülhamid, heyeti sükûnetle dinledikten sonra şunları söyledi: «Ceddim Fatih Hazretleri İstanbul’u alırken son Bizans İmparatoru şehirden kaçmayı düşün memiş, ordusu başında ölmüştür. Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki bu şehri bırakmayı düşünüyoruz? Osmanlı Hanedanı İstanbul’u terkeder-se bir daha oraya dönemez. Muhterem biraderime söyleyin: İstanbul’dan bir adım bile dışarı atamam!»

Abdülhamid, öldüğü zaman, kendisine yapılan içten gelen muhteşem tören, onun hâtırasına karşı ve uğradığı haksızlıkları tamir için gösterilmiş bir saygı idi. Bu hazin törende eski düşmanlan olan ve ken-dişini tahttan indiren ittihatçıların iki büyük siması, Talât Paşa ve Enver Paşa, hüngür hüngür ağlamışlardır.

Sultan Hamid, gaflet ne kelime, en uyanık ve şuurlu insandı. Yıldız tepesinden tek başına Osmanlı İmparatorluğu'nu idare etti. Okullar, yollar ve İlmî yayınlar ile onu yüceltmeye uğraştı. Kuvvetli kurmay subaylar hazırladı. Ermenileri sindirdi. Balkan milletlerini birbirine düşürerek aleyhimize birleşmelerine engel oldu. Avrupa devletlerini kukla gibi oynattı. Türkiye’de ve Avrupa’da kuş uçsa haberi olurdu. İngiliz entellijensini gölgede bırakan bir haber alma şebekesini kurmuştu. Değerli insanları korudu. Para ile düşmanlarını kul haline getirdi. Çok namuslu idi. Kadınlan asla devlet işlerine karıştırmadı. Kan dökmedi. Kimsenin ekmeği ile oynamadı. Böylelikle 33 yıl, içten güçsüz ve dıştan tehlikelerle çevrili imparatorluğu ayakta tuttu. İslâm dünyası üzerinde öyle bir otorite kurdu ki, Avrupa devletleri bu nüfuzdan çekinir oldular. Onun kudreti sayesinde İstanbul ve Rumeli Hıristiyanları Türklere karşı bir aşağılık duygusu içinde idiler. Her ay yüzlercesi, kendi istekleriyle, Müslüman oluyorlardı.

Tahttan indirilmese ve aynı otorite -ile devleti on yıl daha idare etseydi, Balkan Savaşı çıkmayabilir, Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na girmez ve bu suretle imparatorluk kaybedilmezdi.

Sözün kısası, II. Abdülhamid, gafletin ve biçareliğin zıddı ne ise, onun en muhteşem temsilcisidir.

V. Mehmed: Çok iyi kalbli, iyi huylu, babacan, vatansever bir hükümdardı. Fakat tahta geçtiği zaman ihtiyar ve hastalıklı idi. Bundan başka İttihatçılar memlekete hakim olmuşlar ve devleti savaşa sokmuşlardı. Bazı müdaheleleri dışında, devlet işlerine 'karışmayan bu mübarek adam Balkan felaketini görmeden ölmüştür.

V!. Mehmed: Osmanlı padişahlarının en talihsizidir. Bu yüzden kendisine hain damgası vurulmuştur. 'Fakat hain değil, bütün Osmanlı padişahları gibi vatanseverdir. Veliaht iken Almanya’ya gittiği zaman, batı cephesinde ateş hattı siperlerini gezmiş, herhangi bir umulmadık tehlikeye karşı başını eğmesi söylendiği zaman: «Türk başı düşman karşısında eğilmez!» cevabını vermiştir.

Zeki ve otoriter bir padişahtı. İttihatçılardan nefret ediyordu. Fakat Talât Paşa’yı çok beğenirdi. «Talât Paşa, o zümre ile lekelenmiş olmasaydı bu devleti kurtarabilirdik» demiştir.

Mütarekede, Saltanat Şûrasr’nı toplayıp oturumu, kısa bir konuşma ile açtıktan sonra, salonu ter-kederken, yanında bulunan Veliaht Abdülmecid koluna girmeye mecbur olmuş ve gözlerinden yaşlar boşanan padişah: «KarıJgibi ağlıyorum» demekten kendini alamamıştır.,

Niçin İstanbul’u terkedip te Anadolu’daki millî hareketin başına geçmediği sorulabilir.

Sultan Vahideddin, bunu yapamazdı. İstanbul’u bıraktğı takdirde, düşmanlar bu şehri bir daha Türk-lere vermezlerdi- Şehzadeleri de millî hareketin başına yollayamazdı. İngilizlerin, bunu bahane ederek, kendisini atmaları ve askerî işgal altındaki İstanbul’u siyasî ve ebedî olarak işgal etmeleri de mümkündü. İstanbul’u ve hanedanı kurtarmak için baskılara katlanarak oturmuş ve Anadolu’da harekâta başlamaları için güvendiği kumandanları göndermiştir. Kâzım Karabekir Paşayı kabul edip de bütün ümitlerin genç paşalarda olduğunu söyledikten sonra, Anadolu'ya daha kimlerin gönderilmesini tavsiye edebileceğini sormuş; Kâzım Karabekir, Mustafa Kemâl Paşanın adını söyleyince, bunu memnunlukla karşılamış, zaten kendi yaveri olan Mustafa Kemal Pa-şa’ya büyük güveni olduğu için, onu huzuruna çağırıp konuşmuş ve Anadolu'ya gidip teşkilat kurması için kendisine 40.000 altın vermiştir. Bu paranın büyük kısmı, eskiden beri beslediği yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir. Vahideddin, iyi bir binici ve aynı zamanda da fıkıh bilgini idi.

Daha sonra millî harekete karşı takındığı tavırlar, hep, İngilizlerin baskısı ile olmuştur. Bunun hiçbir fiilî değeri olmadığı ve İngilizleri yatıştırmak için başka çare bulamadığını, gurbet yıllarında, büyük kızı Ülviye Sultan’a söylemiştir.

Gurbet felâketine büyük bir metanetle dayanan

  • VI. Mehmed, kendisini tahtından eden Mustafa Kemal Paşa aleyhinde hiçbir söz söylemediği gibi söy-letmemiştir de. «Bunu ilerde tarih halledecektir!» demiştir.

Son günlerinde, Ülviye Sultan’a, artık vatana dö-nemiyeceğini söyledikten sonra: «Siz dönünce benim bir vatan haini olmadığımı anlatın!» demiştir.

VI. Mehmed’in iki yanlışı vardır: Biri Damad Fe-rid Paşayı birkaç defa sadrazamlığa getirmesidir-Bunu anlamak güçtür. Çünkü Damad Ferid’den nefret ettiği malûmdur. Onu, İngilizlerin baskısı ile sadrazam yapmış olması mümkündür. Bu Damad Ferid Paşa, zekâsının kıtlığı ve şahsî kinlerini öne atması yüzünden devletin işlerini çıkmaza sokmuş; Sultan Vahideddin’in de felâketini hazırlamıştır.

İkinci yanlış İngilizlere sığınmasıdır. Hayatını tehlikede gördüğü için böyle yaptığı muhakkaktır. Hayatı tehlikede olan insanların her çareye başvurması da tabiîdir. Fakat Osmanoğulları gibi, yüzlerce yıldan beri ölümle kaynaşmış ve onu bir sevgili gibi bağrına basmaya alışmış bir hanedanın temsilcisi olarak Sultan Vahideddin’in ölümden korkması kendisine yakışmamıştır. Bununla beraber, bu meseleler, henüz objektif bir tarih görüşüyle incelenmediği için, bugünlük daha kesin bir hüküm verilemez. Şimdiden varacağımız sonuç şudur: Yanlışları ne olursa olsun, Sultan Vahideddin, bir hain değildir ve olamaz da.. Çünkü o bir Osmanoğludur.

Cumhuriyet devrinde kurulmuş cumhuriyetçi bir bilim kurumu olan Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı Sultan Vahideddin’in başkâtibi Ali Fuad Türkgeldi’nin hâtıraları olan «Görüp İşittiklerim» adlı eser, VI. Meh-med’in tarih mahkemesindeki beraat kararıdır.

Şimdi Osmanlı Hanedanı’nı, tarih bakımından tarafsız olarak gözden geçirelim:

Bu hanedan, aynı ülkede, tek koldan hükümet sürmüş hükümdar ailelerin en uzun ömürlüsü olmak bakımından dünya tarihinde birinciliği almaktadır. Her ne kadar Japonlar 2600 yıldan beri aynı hükümdar sülâlesiyle idare olunduklarını söylüyorlarsa da, bunun değeri yoktur. Çünkü Japonlar, son yüzyıla kadar, kimseyle temas etmeyerek adalarında yaşamışlardır. Başka milletlerin geçirdiği tarih fırtınalarını ıgeçirseydi Japonya ne hale gelirdi? Bu, düşünülecek bir meseledir. Bundan başka 2600 yıllık hanedan olmaları, tarihî bir iddia sayılmaz. Bu keramet, Japonların kendileri tarafından söylenmektedir. Tarih bakımından makbul değildir-

Dünyanın umumî akışına katılmış milletler için-'de Osmanlı Hanedanı kadar uzun ömürlüsü yoktur. Fransızların Capet Hanedanı «987-1789», 802 yıl sürmüşse de, bunlar Osmanlı Hanedanı gibi tek koldan inmemişlerdir. 1380’den itibaren Valois kolu geçmiştir. Demek ki asıl Capet’ler 393 yıl hükümdarlıkta kalmışlardır. Valois’lar da tek kol halinde değildir. ÎBourbon ve Orlean diye iki ayrı koldan hükümdarlar gelmiştir.

Almanların en uzun ömürlüsü Habsburg Hanedanı bir defa 1273-1308 arasında 35 yıl, bir defa 1438-1740 arasında 302 yıl, bir defa da 1745-1806 arasında 61 yıl hükümet sürmüştür. Yani aralıklıdır. Hepsi birden 398 yıl eder.                         (

Hollanda’nın Orange Hanedanı da aralıklı olarak dört seferde hükümdarlık etmiştir. Birincisinde 1559-1650 arasında 91 yıl, İkincisinde 1672-1702 arasında 30 yıl, üçüncüsünde 1747-1795 arasında 48 yıl, dördüncüsünde ise 1814-1975 arasında 161 yıl olmak üzere 330 yıldan beri hükümdarlık etmektedir.

Muhafazakârlığı ile tanınmış İngilizlerde bile en uzun ömürlü hanedan Anjou Hanedanı 1154-1483 arasında 329 yıl hükümdarlıkta kalmıştır.

En eski bir devlet olan Çin’de bile, efsanevî sülâleleri bırakıp tarihî sülâleleri alırsak, en uzun ömürlüsü olarak Tang sülâlesi’ni »618-907» görürüz. Bunun devam müddeti 298 yıldır. Çinlilerin Han Sülâlesi 427 yıl hüküm sürmüşse de bunlar Büyük Han, Küçük Han diye iki kol halindedir.

Türk hanedanları arasında en uzun sürenlerden olan iki tanesi, yani Moğolistan’daki Çengiz Sülâlesi 1206-1634 arasında 428 yıl, Güney Anadolu’daki Artuk Hanedanı ise 1108-1408 arasında 300 yıl hükümdarlık etmişlerdir.

Bu hususta daha iyi bir fikre sahip olabilmek için, türlü milletlerin uzun ömürlü hanedanlarının şu listesine göz atmak yeter:

Türklerden Osmanlı Hanedanı 623 yıl «1299-1922» Lehlilerden Piyast Hanedanı 528 yıl « 842-1370»

Danlardan Oldenburg Hanedanı 227 yıl «1448-1975» Araplardan Abbash Hanedanı 508 yıl « 750-1258» İrânlılardan Part Hanedanı 475 yıl «M.Ö- 249-M.S. 226» Norveçlilerden İtlink Hanedanı 456 yıl « 863-1319» Türklerden Kun Hanedanı 446 yıl «M.Ö. 220-M.S. 226» Türklerden Çengiz Hanedanı 428 yıl «1206-1634»

(Moğolistandaki kol»

İranlIlardan Sasan Hanedanı 425 yıl « 226- 651» Macarlardan Arpad Hanedanı 418 yıl « 890-1308»

Almanlardan Habsburg Hanedanı 398 yıl «1273-1308,

1438-1740, 1745-1906»

Fransızlardan Capet Hanedanı

İngîlizlerden Anjou Hanedanı

393 yıl « 987-1380»

329 yıl «1154-1483»

HollandalIlardan Orange Hanedanı 330 yıl

Türklerden Artuk Hanedanı     300 yıl

«1559-1650,

1672-1702,

1747-1795,

1814-1975» «1108-1408»

Ruslardan Romanof Hanedanı

294 yıl

«1623-1917»

Çinlilerden Tang Hanedanı

298 yıl

« 618- 907»

Portekizlerden Bragansa Hanedanı 270 yıl

«1640-1910»

Ispanya'da Bourbon Hanedanı

232 yıl

«1700-1932»

Bizans'ta Makedonya Hanedanı

189 yıl

« 867-1056»

İsveçlilerden Vasa Hanedanı

131 yıl

«1523-1654»

Demek ki, başka milletlerin en uzun zaman devam eden hanedanları bil, bu, şüphesiz, Osmanlı Hanedanının lehine bir noktadır. Çüknü onlar, kıyıda kalmış sessiz bir ülkede değil, yetmiş iki millete karşı gaza yapan bir memlekette padişahlık ediyordu. Bir avuç Türk ile 12 millet üzerinde hüküm sürüyorlardı.

Başka milletlerden çıkan hanedanların içindeki büyük, orta, küçük çaptaki adamların sayısı üzerinde bir şey söyleyemem. Fakat Osmanlı padişahları için şöyle bir liste yapabiliriz:

Osman Gazi, Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Ba-yazıd, Musa Çelebi, Mehmed Çelebi, II. Murad, Fatih, II. Bayazıd, Yavuz, Kanunî, |||. Mehmed, I. Ahrned, Genç Osman, IV. Murad, II. Mustafa, 111. Ahrned, |. Mahmud, IILSelim, II. Mahmud ve II. Abdülhamid, yani 21 tanesi büyük şahsiyetlerdir. Hele bunların da yarısı pek büyük ve şanlı kimselerdir.

Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, Sultan Cem, II. Selim, III. Murad, IV. Mehmed, III.Mustafa, I. Abdüîmecid, Abdüiâziz ve V. Mehmed yani 11 tanesi orta çapta kimselerdir. Meziyetleri kusurlarından üstündür. Bunlar hakkında hüküm verirken yaşadıkları çağın şartlarını gözönünde tutmak gerekir.

II. Süleyman, II. Ahrned, III. Osman ve IV. Mustafa yani 4 tanesi silik şahsiyetlerdir. Padişahlık süreleri pek kısa olduğu için haklarında doğru bir hüküm vermek güçtür.

I. Mustafa, İbrahim ve V. Murad, yani 3 tanesi akıl hastasıdır. I. Mustafa ile V. Murad tahtta pek az kalmışlardır. İlk zamanlar normal pek hamiyetli bir padişah olan Sultan İbrahim ise sonradan hastalanmış, sinirleri bozulmuş ve yerine geçirilecek şehzade bulunmadığı için tahtta kalmıştır. Bunların üçü de hasta olduklarından, haklarında normal insanlar gibi hüküm veremeyiz.

VI. Mehmed, henüz tarih olmamıştır. İngilizlerle işbirliği yaptığı hakkındaki sözler doğru değildir. Doğru olsa bile, İngilizleri Türkiye işlerine karışmaya çağıran Mithat Paşa büyük bir vatansever sayılırken, VI. Mehmed’in ihanetle suçlanması garip bir haksızlıktır. Onun hakkındaki hüküm, yakınları tarafından ıkesin savunulması yapıldıktan sonra verilecektir.

Buna göre, eğer bir öğretmen benzetmesi yapılacak olursa, bu 40 kişilik sınıftan 32 tanesi sınıf geçmiş, 4 tanesi bütünlemeye kalmıştır. Sınıfta kalanlar üç kişidir. Onlar da hasta olduklarından kalmışlardır. 1 kişinin sınav kâğıdı yeniden gözden geçirilecektir. O zaman onun da sınıf geçmesi en tabiî sonuçtur. Böyle bir sınıf, mükemmel bir sınıftır.

Osmanlı Hanedanından Gündüz Beğ, Savcı Beğ, Baykoca Beğ ve Aydoğdu Beğ, yani 4 tanesi şehittir.

Ertuğrul, I. Osman, Orhan, Süleyman Paşa, Yıldırım, Yakub Çelebi, Süleyman Çelebi, Mehmed Çelebi, Musa Çelebi, İsa Çelebi, Mustafa Çelebi, II. Murad, Fatih, Cem, II. Bayazıd, Yavuz, Kanunî, III. ıMehmed, Genç Osman, IV. Murad, II. Mustafa, yani 22 kişi gazidir.

  • I. Murad hem gazi, hem şehittir.

  • II. Murad’dan başlayarak hemen hepsi şairdir. Büyük bir kısmı hattat, musikişinas veya bilgindir.

Artık, böyle bir aile için hepsi gaafil ve bîçare demek insafsızlıktır. Bugün memlekette cumhuriyet yerleşmiştir- Osmanlı Hanedanı’nın yeniden gelmesi bahis konusu olamaz. Bu sebepten, tarihî övünçlerimiz olan hususları açıkça söyleyebiliriz.

Osmanlı Hanedanı, Türk tarihindeki ailelerin en büyüğüdür. Tarihî vazifesini şerefle yapıp çekilmiştir. Şüphesiz onların da kusurları vardır. Fakat Osmanlı padişahlarını topyekûn küçük görmek ve göstermeye çalışmak, nihayet, kendi tarihimize ve geçmişimize karşı nankörlük olur. Hele okul kitaplarında bu gibi düşüncelerin yer alması, millî terbiye bakımından büyük bir tehlikedir.

Artık, tarihimizi nasıl ele alacağımızı öğrenmeli, bu işi yola koymalıyız. Milletimizin tarihinin nereden başladığını, devletimizin kurulduğu yılı, büyük bayram günlerini tesbit etmeliyiz.

Geçmişin değerlerine saygı... İşte milliyetçiliğin ve ahlâkın baş şartı... Ne kadar inkılâpçı olsak, yine geçmişe bağlıyzı. Çünkü:

Kökü mazide olan âtiyiz!

(Tanrıdağ, 10. ve 11. sayı, 10 ve 17 Temmuz 1942)

II — MİLLİYETÇİLİK VE ÜLKÜCÜLÜK ÜZERİNE

YAZILARI:

TÜRK ÜLKÜSÜ’den TÜRK ÜLKÜSÜ

Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir.

Bunun; neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefî düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayatî prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız.

İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldanberi var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milletler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır.

Savaşmak, yaşamak için gereklidir. Çünkü, millî çıkarların çatıştığı davaları bitirmek için, savaştan başka çare bulunamamıştır. Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddîdir, buna «tekniktir» diyoruz. Biri ruhîdir, «ülkü» adını veriyoruz.

Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddî kuvvetler arasındaki çarpışmayı ruhî yönden üstün olan kazanır. Ruhî kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhî kuvvetten yoksunluk ise, maddî güç ne kadar büyük olursa olsun, bozgun demektir.

Ruhî kuvvet nedir?

Millî üstünlük inancı, büyümek isteği, yani millî ülküdür. Millî ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırıları yoketmek özelliğine maliktir.

Türk yaratıcı gücü, yani Türk ülküsü, yüzyıllar-danberi prensip haline gelmiş, uğrunda çarpışılmış, birkaç kere gerçekleşmiş bir düşüncedir. Ona hayal diyenler, hayal içinde gevşeyip tembelleşmiş olanlardır. Dedikleri gibi hayal olsaydı, hiç gerçekleşir miydi?                                                 ı

Bununla beraber yirminci yüzyıl bir mûcizeler zamanı olmuş, olmaz sanılanlar mümkün kılınmıştır. Bu bakımdan da, Türk ülküsünün gerçekleşmesini ummak, insanlar için, haktır.

Türk ülküsü; Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. İnancın ne büyük ruhî âmil olduğunu anlatmaya lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor-

Bir ülkünün çevresinde toplanmak ve onun için ölümü bile göze alarak savaşmak ne güzel şey-

fe

t .

dir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Millî bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ızdıraptan kaçar, kuvvetliden korkar. Ölümden korkmayan, ız-dıraptan kaçmayan, kuvvetli ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır.

Bir zamanlar, dinler, insanları hayvan olmaktan kurtarmak için çalıştı; onlara Tanrı’dan öğütler verdi. Bugünkü ülküler tamamiyle millîdir. Dinî inancı da içine almış olan milli ülkü, insanları sürükleyen, güçlendiren ve asilleştiren bu duygu ve düşüncedir.

Bugünkü kaba maddecilik arasında, Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün Doğu milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa çıkamayan Batının, içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, Türk ülküsüdür.

Arab'ı, Acem'i, Hind’i, Çin’i yenilerken, tek başına Avrupa’ya dalan ve yüzyıllarca tek başına bütün Avrupa milletlerine karşı Tanrının adını savunan Asya arslanları, zaman zaman gaflet uykusuna dalmışlar, fakat sonra sıçrayıp şahlanmışlardır.

Bu seferki dalgınlık biraz tehlikeli gibi görünüyor. Çünkü, içinde yabancıya hayranlık unsuru var. Tehlikeler nereden gelirse gelsin, ne kadar büyük olursa olsun, tek çare ve tek ilâcı -Türk ülküsü »dür.

Bir şair:

Bu toprak içim,

Bu bayrak için

Ölelim..

Fakat bilelim-

diyor. Güzel bir düşünce. Türk ülküsünün yoluna girdiğimiz gün, bu şiiri biraz değiştirerek şöyle söyleyeceğiz:

Bu toprak için,

Bu bayrak için

Ölelim.

Ne düşünelim, ne de bilelim!

(10 Kasım 1955)

KIZIL ELMA

Bir milletin yürütücü kuvvetine «ülkü» denir. Toplamlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne, sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür.

Ülküsüz topluluk yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı «and» ve «uzak hedef» demek olan «ülkü», topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler.

Ülkü, ilkönce, insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliğinde, şuuraltında, hayallerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanlar ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür; önce mânen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir.

Türk destanlarından çıkan anlama göre, Türklerin ülküsü, fetihler sonunda büyük ve üstün bir devlet kurarak bu devletin içinde bolluğa ve mutluluğa kavuşmaktır.

Aşağı yukarı, her millet, aynı şekildeki millî gayelerin ardındadır. Milletlerin çapına, kaabileyitine göre millî ülkülerin ayrıntılarında farklar olmakla beraber, ana çizgiler bakımından hepsi birbirine benzer: Büyümek ve rahatlığa kavuşmak!

Türkler, kendi ülkülerine niçin «Kızıleîma» demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz- Yalnız bu. addaki saflık ve tabiîlik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından mânâlıdır. Kızıleîma adı, ülkünün aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir.

Kızıleîma ülküsü, OsmanlIların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, İlâhî bir gayenin timsali haline gelmiştir. Bu büyük düşünce olmasaydı, XI. Yüzyılda Anadolu'ya gelen, ençok bir milyon Türk, Bizans’ın Asya ve Avrupa’daki topraklarında Tasladıkları diğer Türklerin birkaç tümenlik hıristiyanlaşmış döküntülerinin yardımı ile de olsa, bu dünya çapında devleti kurup dört kıta «dördüncüsü Okyanusya'dır» üzerindeki teşkilât ve medeniyet şaheserini yaratamazdı.

Milletlere millî inanç ve güvenç veren ülkünün ne büyük bir kuvvet olduğunu anlamak için bugünkü olaylara bakmak yeter:

60 milyonluk bir millet olmalarına rağmen dağınık, teşkilâtsız ve geri .olan Araplar, millî ülküleri olan Arap Birliği düşüncesi sayesinde toparlanma yoluna girmişlerdir. Ülkülerinden aldıkları güçle, Filistin işinde İngiltere ve Amerika’ya kafa tutmaktadırlar. Ülkü sahibi millet oldukları için de dünyada itibarları ve değerleri artmıştır. Bizim için çok büyük işret ve ders olan şu olay, Arapların itibarını göstermesi bakımından mânâlıdır: Birleşmiş Milletler teşkilâtının 11 üyeli Güvenlik Konseyi'nin beşi «Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin» daimî, altısı geçicidir. 1945 yılında, bu altı üyelik için seçim yapıldı. 900 yıllık büyük bir geçmişi ve tarihi olan, askerî devlet olarak nam kazanmış bulunan Türkiye bu seçimde ancak bir tek oy alarak Konsey’e giremediği halde, İngiliz işgalinden henüz kurtulamamış olan ordusuz, donanmasız Mısır, 45 oy alarak bu üyeliğe seçildi. Demek ki, o zamanki Birleşmiş Milletler teşkilâtına dahil bulunan 50 devletten 45’i, Mısır’ı bizden daha itibarlı ve üstün görmüştü-

1946’da geçici üyelik için yapılan seçimde de, Türkiye’ye kimse oy vermediği halde, Suriye 45 oy aldı. Bir iki yıllık bir devlet olan o zamanki üç milyon nüfuslu Suriyenin Türkiye'ye tercih edilmesinin sebebi açıktır: Suriye, bir ülkünün ardındadır. Yani prensip sahibidir. Bundan dolayı da, düşmanlarının bile saygısını kazanmıştır.

Yahudiler de, ülkü sahibi olmanın ikinci bir ibret verici örneğidir. Korkaklığı atasözü haline gelen bu millet, bugün, bir millî ülkünün ardında, herhangi bir millet kadar cesaretle çarpışıyor. Millî kahramanlar ve bu- millî kahramanlar, idama mahkûm edildikleri ve bağışlanma dileğinde bulunurlarsa ölümden kurtulacakları halde, İngiltere’den af dilemeyerek milletlerine şeref vermek suretiyle ölüyorlar. Bu millî ülkü sayesinde, Filistin’deki yarım milyon yahudi (1), yalnız Araplarla değil, koca İngiltere ile savaşı göze alıyor, Amerika’ya meydan okuyor. Millî ülküye yapışmak sayesinde Yahudi'ler o kadar kuvvetlenmişlerdir ki, bugün İngiltere imparatorluğu onlara karşı bir şey yapamıyor. Tabaasından bir tek kişinin hapse atılmasını savaş sebebi sayan İngiltere, bugün, İngiliz askerlerinin öldürülmesine, İngiliz subaylarının kaçırılıp dayak atılarak horlanmasına, masum İngiliz çavuşlarının Yahudiler tarafından canice asılmasına ses çıkaramıyor.

Bütün bunların en önemli sebebi Arapların ve Yahudilerin olağanüstü kuvvetli olmasıdır. Bu kuvvet maddî değil, manevîdir. Yani ülkü kuvvetidir.

Kızılelma ülküsüne «tehlikeli maceracılık» diyenler, bugünkü Araplar ile Yahudiiere bakıp düşünmelidirler. Hele Yahudiler 2000 yıl önce (kaybettikleri vatanlarını yeniden ele geçirmek ve yalnız kitaplarda kalmış olan İbranî dilini diriltip bir konuşma dili haline getirmek uğrundaki çalışmaları ile dünyaya örnek olmuşlardır.

Biz ise bir yandan: «Bir Türk dünyaya bedeldir» vecizesine inanmış görünürken, bir yandan da kendimizi baltalayıp inkâr ettik- Büyüklükten korktuk. Küçüklüğü benimsedik ve millî ülkü ile delilik diye alay ettik. Güvenlik Konseyindeki seçimler göstermiştir

(1) O «aman Filistin’de yarım milyon Yahudi vardı. ki, kimseden bir şey istememek, herkesle hoş geçinmek, ittifaklar yapmak bir millete itibar sağlamıyor (2). Kızılelma ülküsünü bir delilik sayacaksak, büyüklükten değil, yaşamaktan da vazgeçmeliyiz. «Tarihî görevini yapmış ve artık ölmeye yüz tutmuş bir topluluk» olmayı kabul etmeliyiz. Eski Asurlu-lar, Hititler, Romalılar gibi haritadan silinmeye razı olmalıyız. Buna razı değilsek millî ülkünün peşine düşmeliyiz ve demiryolu yapmakla birkaç fabrika kurmayı ülkü diye göstermek gafletinden çekinmeliyiz.

Ülküler için «maddî faydası nedir?», «uygulanabilir mi?» diye düşünmek doğru değildir. Hiçbir inanç riyazî mantığa vurulmaz. Tann’nın varlığı da riyazî metod ile isbat edilememiştir. Fakat yüz milyonlarca insan ona inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır.

Ülküler de böyledir.

Kızılelma ülküsünün gerisinde savaşlar ve büyük sıkıntılar görüp de korkanlar bulunabilir. Kendi rahatı ve keyfi kaçmasın diye insanlık davâsı (!) güdenler, ülküyü inkâr edenler her zaman, her yerde çıkabilir. Fakat bir milletin içinde büyük bir çoğunluk millî ülküye inandıktan sonra, geri kalanlar da ister istemez bu millî akıntıya uymaya mecburdurlar. Bizim için önemli olan, dost kılıklı yabancıların millî ülküyü güya millî çıkar adına baltalamasının önüne geğmektir.

(2) Nitekim, daha sonraki Türkiye herkesle dost geçinmediği, Kore savaşma katıldığı ve Kıbrıs yüzünden müttefiki Yunanistan ile çatıştığı halde, itibarı, eskisine göre, çok yükselmiş ve 1960 ile 1963’te iki kere Güvenlik Konseyine seçilmiştir.

Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşünce olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakârlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, iltimas ve namussuzluğun türlüsü alır yürür. Maddileşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı?,

Kızılelmâ, Türk milletinin mânevi besinidir. Açlar yiyecek bulamadıkları zaman nasıl faydasız, zararlı, hattâ zehirli nesneleri yerlerse; Türk milleti de «ıKızılelma» kendisine yasak edildiği için marksizm ve kozmopolitizm gibi zararlı ve zehirli fikirlere el uzatıyor.

Fakat artık bu devir kapanmıştır. Gittikçe uyanan millî şuur karşısında gaafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızılelmanın yolunu kapatamayacaklardır.

Ziya Gökalp'ın mısraları düsturumuz olacaktır:

Demez taş, kaya

Yürürüz yaya..

Türküz, gideriz

Kızılelmaya.

(Kızılelmâ, 1. Sayı, 31 Ekim 1947)

BÜYÜKLÜK ÜLKÜSÜ

Şahsi çıkara önem vermeyen, toplumun iyiliğini isteyen her düşünce insanidir. Bu insani düşünce, toplumun maddî kazançları ile yetinmeyip manevî kazanç davâsı da güderse, o zaman «ülkü» olur. Ülküler birer büyüklük davasıdır. Bundan dolayıdır ki, büyümek isteyen, büyüklük ardından koşan milletlerin ülküsü vardır. Bir Nepal’ın, bir Panama’nın veya İsviçre’nin ülküsü olamaz- Bunların millî davâlarmın son basamağı, nihayet, huzur ve bolluktur. Huzur ve bolluk ise ülkü olmak özelliğini taşımaz. Çünkü huzur ve bolluk isteği, milletleri heyecanlandırmaz. Vecd haline getiremez. Onları ölüme kadar varan fedakârlığa sürükleyemez.

Büyüklük davâsı. yani ülkü, savaşla elde edildiği içindir ki-, insanlık tarihinde büyük savaşçıların, kumandanların ve kahramanların daima seçkin bir yeri olmuştur. Savaşlar, kahramanlık ruhunu beslemiş, erdemli insanların yetişmesine sebep olmuş, destanî edebiyatı yaratmıştır. Yirminci Yüzyıla doğru yaklaştıkça savaşlar daha ıztıraplı bir hal almakla beraber, hiçbir şey onun ahlakî karşılığı olmamıştır ve uzun zamandır savaşmayan milletlerde ahlâkî bir bozulmanın başladığı gözden kaçmamaktadır. Meselâ İsveç’te kültür ve refah son dereceye vardığı, bu alanda Amerika ve Almanya’dan bile üstün bulunduğu halde, İsveç halkının ahlakındaki, günden güne çoğalan yozlaşma, düşündürücü bir durum almaktadır. Bazı bayramlarda İsveçli gençlerin topyekûn yaptığı rezaletler, memleketteki homoseksüel derneklerinin yasa ile tanınması, çocuk yetiştirebilecek kaabiIiyetteki aileler arasında bile sun’î ilkahla çocuk sahibi olmak gibi gariplikler, bu milletin bir iç sıkıntısı, bir mânevî bocalama içinde olduğunu gösteriyor. İsveç, iki yüzyıldan beri savaşmamıştır. Bir zamanlar «büyük devlet» olan İsveç’in artık hiçbir büyüklük emelinin kal-mayışı, uzun bir süredir devam eden tarafsızlık, atom savaşına tam mânâsıyla hazırlanacak kadar maddî güç göstermesine rağmen, mânevî kuvvetlerden yoksunluğu, bu sonuçlan hazırlamıştır. Soysuzlaşma durdurulmazsa, İsveç, günün birinde tıpkı Estonya, Le-tonya ve Litvanya gibi bolşevikliğin ağma düşüvere-cektir. Çünkü İsveç milletinin heyecan verici bir ülküsü, bir büyüklük emeli yoktur.

Bu örnekler epeyce çoğaltılabilir. Şu kadarını söyliyeyim ki, hükümet darbelerinin sanat haline geldiği belirli ülkelerde, bunun baş sebebi, bu ülkelerin bir büyüklük ülküsünden yoksun bulunuşlarıdır. İktisadî yoksulluk, siyasî buhran işin dış tarafıdır. Asıl ve gerçek sebep, millî ülküsüzlüktür-

Millî ülküler, milletleri yüzyıllar boyunca ayakta tutacak enerji kaynağıdır. Ülkücü milletler, fedakâr insanlarla doludur. Fedakâr insanların çokluğu, her türlü İnsanî meziyetlerin hâkimiyeti demektir. İnsan toplumları İnsanî meziyetlerle yaşar. Hayvanlaşmış toplumlar refah ve dıştan büyüklük içinde de olsa, yıkılmaya mahkûmdur. Eski Roma gibi...

Türk milleti, ülküsü olan mutlu toplamlardan biridir. Bütün tarihi boyunca büyüklük ülküsü ardından koşmuş, birlik ve fetih savaşları yapmış ve Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar da daima bir büyük devletin sahibi olmuştur.

Bugün, Türkler arasındaki mayalanmanın Kızılel-ma, Turancılık, Uluğ Türkistan veya Büyük Türkili adlarıyla adlandığını görüyoruz. Bunun mânâsı “büyüyüp birleşme» veya «birleşip büyümek istiyorum» demektir.

Ancak kaabiliyetli ve enerjik olanlar büyüklük ülküsü ardından koşar. Çünkü büyüklük ülküsü, büyük fedakârlıklar ülküsü demektir. Bundan dolayıdır ki, korkaklarla aşağılıklar büyüklükten korkar, daima küçük kalmak istör.

(Büyük Türkeli, 2. Sayı, 25 Nisan 1962)

ÜLKÜLER SALDIRICIDIR

Biyoloji bakımından canlıların, yani hayvanlarla bitkilerin gayesi, kendi soyunun bütün dünyayı bürü-mesidir. Hiçbir hayvan veya bitki cinsi dünyayı kaplamıyorsa, bunun sebebi, aynı gayeyi güden başka cinslerin mukavemetiyle karşılaşmasıdır. Cinslerin, aynı gaye için yaptıkları bu tesir ve karşılaştıkları tepkiden «hayat kavgası» doğuyor. Bu arada güçsüzler eziliyor, azalıyor; güçlüler yayılıp çoğalıyor. Bazı soylar ise yeryüzünden büsbütün kalkıyor.

Milletler arasında da aynı yasa hüküm sürer. Millet, adetâ bir şuuraltı itişiyle, dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat, yayılırken, başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır.

İnsan toplulukları, yani milletler, yüksek bir şuur derecesine eriştikleri için, onlar arasındaki hayat kavgası, yalnız tabiat yasaları içinde sürüp gitmekle kalmaz. Buna, insan şuurunun sistemi ve metodu da eklenir. Bundan da millî ülküler doğar. Demek ki millî ülkü, milletin şuuraltında bulunan «yayılıp hâkim olma» içgüdüsünün, başkanlar ve kılavuzlar tarafından şuurlandınhp sistemlendirilmiş şeklidir. Ülkeye kılavuzluk veya başkanlık eden kimselerin ifade ve kuvvet derecesi, ülkelerin başarısında birinci derecede rol oynar.

Millî ülkülerde, azdan çoğa doğru üç dönem vardır: Bağımsızlık, birlik, fetihler...

Millî ülkünün ilk dönemi bağımsızlık kazanmaktır. Bağımsız olmayanlar bunu kazanmak, kazanmış olanlar ise onu koruyup sağlamlaştırmak düşüncesi ardından koşarlar.

İrlandalIlar, sekiz yüzyıldan beri bağımsızlık için çalışıyorlardı. Küçük bir millet oldukları halde, fedakârlıkları sayesinde, koca İngiltere’nin elinden bağımsızlıklarını zorla söküp aldılar-

Estonlar, Letonlar, Litvanlar, yüzyıllardan beri bağımsızlık rüyası görmekte idjler. Birinci Dünya Sa-vaşı’ndan sonra ülkülerine kavuştular. 1940'ta kaybettikleri bağımsızlığı yeniden elde etmek için, şimdi içerde ve dışarda çalışıyorlar.

Eskiden bağımsız bulunup 150 yıl önce bunu kaybetmiş olan Lehliler, büyük fedakârlıklardan, kanlı ihtilâllerden sonra, Birinci Dünya Savaşının bitiminde bağımsızlıklarını kazanmışlardı. 1939’da yeniden kaybettiler. Fakat, sanki hiçbirşey olmamış, o kadar felâketli anlar yaşanmamış gibi yine bağımsızlık davası ardındadırlar. Bir yandan çete savaşlarıyla millî ruhu ayakta tutmaya uğraşırken, bir yandan da dı-şardaki teşkilâtları vasıtasıyla her fırsattan faydalanarak bağımsızlıklarını kurtarmaya çabalıyorlar (1).

Hindistan, Pakistan, Birmanya, İndonezya da aym yolun yolcusu olarak aynı gayeler için kan dökerek, sonunda emellerine kavuştular.

Bağımsızlık uğrundaki savaşın en dikkate değer örneğini Yahudi’ler vermiştir. Tutsaklıkları yirmi yüzyılı geçen, dünyanın her tarafına dağılarak bir anayurtları kalmayan ve dillerini de kaybeden Yahudiler, bağımsızlık içgüdüsünün tesirinde olarak yaptıkları uzun ve yıpratıcı mücadelelerden sonra, milli ülkünün ilk dönemine ulaştılar.

Bugün, milletlerin çoğu bağımsız olduğu için, milli ülkünün bu ilk dönemi ardında koşan toplumlar azdır.

Millî ülkünün ikinci dönemi birliktir. Yani bir milletin bütün fertlerinin tek bayrak altında, tek devlet haline gelmesidir. Bağımsızlığını kazanmış olan her milletin ilk işi, yabancı çizmesi altında kalmış olan ırkdaşlarını kurtarma yollarını aramaktır. Yahut, bir millet birkaç ayrı devlet halinde bağımsız bir hayat yaşıyorsa, bunların birleşmesi için siyasî ve askerî çalışmalara girişmektir.

XIV. Yüzyılda Türkiye Türkleri yirmi otuz ayrı, hükümetle idare olunuyordu. Birleşme yasası dolayısıyla, bunlar, bir buçuk yüzyıl birbirleri ile çarpıştılar-1515'te birliği tamamladılar.

(1) İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ve Rus işgali sırasındaki durum.

İtalyanlar da aynı şekilde hareket ettikten sonra, gözlerini yabancı hakimiyetinde kalmış olan soydaşlarına çevirdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda İtalyanların müttefiklerine ihaneti, Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüz bin İtalyanı kurtarmak içindi, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa ve Yugoslavya ile yaptığı savaşlar da o iki ülkedeki birkaç yüz bin İtalyan için olmuştur.

Ayrı bağımsız devletler halinde yaşayan Almanlar, 1870’te yaptıkları büyük bir atılışla, siyasî birliklerini ana çizgileriyle kurduktan sonra bunu tamam-1 lamak için 1938’den başlayan bir seri hamleler daha yaptılar. Gerçi bu büyük işi başaramadılar. Fakat başarmalarına az kalmıştı. Bugün, Avusturya ayrılmış ve Almanya da iki ayrı parçaya bölünmüş olduğu halde, Alman önderlerinin bir birlik ardında koştukları açıkça görülmektedir. Hattâ, Batı Almanya meclisinde Doğu Almanya ile birleşmek konusu üzerinde sözler söylenirken, bazı milletvekilleri Avusturya ile de birleşmek istediklerini haykırarak açığa vurmuşlardır.

Romen birliği, Eflâk ve Buğdan beğliklerinin birleşmesiyle başlamış ve Romanya bundan sonra uruk-daşlarıhı kurtarmak için 1913, 1914-1918 ve 1941 savaşlarına girmiştir.

Finler, Rusya idaresinde bulunan Karelya Finle-rini kurtarmak için, Almanya’nın yanına savaşa girmişlerse de kaybetmişlerdir. Fakat ilerde mutlaka kazanacaklar ve Büyük Finlandiya’yı kuracaklardır.

Macarların, Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların da, son yüzyılda aynı yasa ile hareket ettiklerini olaylar pek açık olarak gösteriyor.

Bazı çok yeni ve güçsüz, askeri kudreti sıfır derecesinde veya kültür seviyesi çok aşağı olan milletlerde de aynı yasa ile hareket edildiğini görüyoruz. Meselâ, Afganistan, aşağı yukarı 10-12 milyonluk geri bir memleket olduğu halde, 100 milyonluk Pakistan ile dâvâlıdır. Pakistan sınırları içinde yaşayan ve Peşto yani Afgan dili konuşan urukdaşlarım istiyor.

Yanında müttefikleri olduğu halde Yahudilere yenilen yenilen Mısır ise, İngiltere'den Sudan’ı ve Trablus’la Bingazi'yi istiyor- Bütün nüfusu 400.000 kişi bile olmayan Ürdün Beğliği Suriye ve Filistin'in hepsini istiyordu. Bu kadarını elde edemedi ama, Ya-hudilerden artakalan Filistin parçasını eklemesini becerebildi.

Habeşistan, Eritre'yi istemektedir. Yahudiler ise millî birlik için, İran ve Yemen’deki yüz bine yakın Yahudi’yi uçaklarla İsrail’e taşıdılar.

Millî ülkünün üçüncü dönemi ise fetihlerdir. Çünkü millî birliğini tamamlamış olan milletler, kendi soylarını yeryüzüne hâkim kılmak için istilâlar ve fetihler yapmak zorundadırlar. Hattâ, bir millet, hazan kendi millî birliğini tamamlamadan önce de fetihlere başlayabilir. Meselâ, OsmanlIlar, Türkiye'deki Türk birliğini tamamlamadan önce Avrupa’da geniş fetihler yapmışlardı. İtalyanlar ve Almanlar da, millî birlik işi bitmeden önce sömürge fetihlerine kalkışmışlardı. Fakat böyle tektük istisnalar, kuralı bozmaz.

İkinci Dünya Savaşı, millî birliklerini tamamlamış olan Alman, İtalyan, Japon ve Rus'ların, üçüncü döneme varmak gayretlerinden başka bir şey değildi. Şimdi yalnız Rusya bu yolda yürümek istiyor ve tabiî bir sonuç olarak başkalarının mukavemeti ile (karşılaşıyor. Başka millî ülkülerin zafere erişmesi de yakında Rusya'yı çökertecektir.

Görülüyor ki, ülküler saldırıcıdır. Bağımsız olmayan millet, onu kazanmak için, kendisine hâkim olan milleti yenmeye mecburdur. Yani saldırıcı bir maksatla hareket edecektir. Birliğini tamamlarrıamış olan millet, bu birliği elde etmek için, urukdaşlarını tutsak eden millet veya milletler ile çarpışacak onlardan toprak alacaktır. Millî birliğini kurmuş olanlar ise fetihler yapmak için başkalarını yeneceklerdir- Demek ki, millî ülkünün her üç dönemi de saldırıcıdır.

Acaba, savunucu ülkü olamaz mı? Bir millet, sahip bulunduğu sınırlar içinde yaşayıp bolluğa ve mutluluğa kavuşmak ülküsünü güdemez mi?

Hayır! Çünkü eldeki sınırları korumak ve zengin olmak düşüncesi hiçbir zaman bir ülkü olamaz. Bunlar bir millet için en küçük ve olağan isteklerdir. Ülkü ise küçük ve olağan bir istek değildir. Ülkü, biraz hayal ile karışık, uzak ve güç bir hedeftir. Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş millet fertlerini heyecan içinde yaşatan kutlu ve tatlı bir düşüncedir. Ülküler kanla, fedakârlıkla, kahramanlıkla beslenir. Bir millet, ülküsüne varmak için ırmaklar gibi kan akıtır, yığınlarla can harcar. Ülkülere kanla, kılıçla, döğüşle, milli kinle varılır. Ülkü çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler, yüksek ahlaklar ister. Ülkü bir dindir. Kahramanlar ve şehitler ister.

Geçmişte birlik kurmuş, fetihler yapmış olan milletler, eski ululuğu yeniden diriltmek için uğraşırlar. Çüknü «mazide tarihî hakikat olan şeyler, âtide de tarihî hakikat olabilirler.» Ülküler, hiçbir kayıtla, hiçbir siyasî ve İnsanî düşünce ile sınırlandırılamaz. Bir ülkeye bel bağlamış, gönül vermiş milletlerin tarihî düşmanlan vardır. O düşman milletle dostluk andlaşmaları yapılmış olabilir. Bu geçici dostlukların hiçbir değeri yoktur- Tarihî düşmanlar ancak dışişleri bakanlarının dostudur. Milletin, asla!

Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Büyümek istemeyen millet küçülmeye mahkûmdur. Saldırmayan millete saldırılır.

Hayat bir savaşken ve onu kazanmak için mutlaka saldırmak gerekirken, millî ülkü yolunda yapılacak saldırının çirkinliğini haykırmak ya gaflet, ya ihanettir. Devletlerin sorumlu yerlerinde bulunanlar, .siyasî nezaket veya çıkar dolayısıyla böyle sözler .söyleyebilirler. Fakat milletin gençliğine seslenenler, yani öğretmenler, şairler, gazeteciler, yazarlar bize barış afyonu yutturmak isterlerse, onların soy-kütüklerini ve evlerindeki gizli evrakı araştırmak tarihin, bilhassa Türk tarihinin değişmez gerçeğiri bir kere daha ortaya koyacaktır.

(Orhun, 14. sayı, 1 Şubat 1944)

TÜRKÇÜLÜK

Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimemin sonundaki ek, yerine göre mensupluk, sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre, kelime, yerinde kullanılmıştır- Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelime ile ifade olunmaz. Zaten başka milletlerin Türk’ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, çıkara, siyasî zaruretlere işarettir. Türk’ü, gerçek olarak, Türkten başkası sevmez.

Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevî gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi dahi silik ve sönük kalmaya mahkûmdur. Eğer bu millet talihli de değilse, onun sonucu yenilmek, ezilmek, hattâ yok olmaktır.

Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler,, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler.

Türkçülük, büyük Türkelinde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün; her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.

Bu ülkü, geçmişte, birkaç kere gerçekleşmişti. Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.

Türkçülük, dün bir kaynaktı; bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır.

Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:

  • 1 — Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik;

  • 2 — Tanzimat’tan sonra, Avrupa'daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik, etmesini isteyen milliyetçilik hareketi;

  • 3 — Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki;

  • 4 — Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.

Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle kaynaşıp yuğrularak bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir.

Bir millet yükselme iradesini taşımazsa, kendine güveni olmazsa, başkalarını taklitten başka bir şey yapmazsa, geçmişiyle övünmezse, başkalarından üstün olmak istemezse, ülkü için ölümü göze almazsa, savaştan korkarsa, o millet içinden çürümüş demektir-

Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara dayanılarak davâların öne atıldığı, hesapların görüldüğü günlerdeyiz. Kan çağlayanları, kılıç şakırtıları ve gülle sesleri içinde yarının neler hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin yalnız geçmişlerini hatırlayarak millî ülkülerine yapıştıklarını görebiliyoruz. Geçmişi olmayan, yahut olup da unutan, millî ülküsü bulunmayanlar devriliyor.

İnsanlığın tarihinde büyük kasırgalar eskiden zaman zaman gelip geçerdi. Gitgide bu kasırgalar sıklaşıyor. Bu gidişle tarih, ebedî bir kasırgadan ibaret kalacak gibi gözüküyor. Bugün ayakta kalabilmek için eskisi kadar sağlam olmak yetişmiyor. Çok güçlü, çok sağlam, çok sert, çok yürekli olmak gerekiyor. Bunun da bizim için birinci şartı, Türkçülük ülküsüne sıkısıkıya yapışmaktır. Şaşıran, ürken, sapıtan milletleri, tarih bağışlamıyor.

Türkçülük ülküsü bizden amansız bir görev ahlâkı istiyor. Subay hiç yorulmadan altı saatlik talimini yaptırırsa, öğretmen hiç bıkmadan öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık göstermeye devam ederse, doktor her şeyden önce dersini bellemeye çalışırsa ve bütün görevlerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne dalkavukluk, ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa, aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalâlık saymaz, yukarıdakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa, bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve konuşmalarda ne iki yüzlülüğe kaçan nezaket, ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa, görevin bizden istediği şey yapılmış olur.

Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamıyacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.

Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır, Türklük güçlenir.

Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır-

(Orhun, 10. sayı, 1 Ekim 1943)

DIŞARDAN GELMEMİŞ OLAN TEK DÜŞÜNCE

Türkçülük düşüncesi, bu fikrin düşmanları veya her şeyle alay etmek alışkanlığında olan prensipsizler tarafından saldırıya uğrarken, yapılan sataşmaların başlrcaları şunlar olmuştur:

  • 1 — Bunlardan birr «Türkçülük» kelimesine olan itirazdır. İtirazcılar şöyle demektedirler: «Türkçülük de ne demek oluyor? Bunlar Türk mü satıyorlar? Sütçü, süt satan demek olduğu gibi bunun mânâsı da Türk satan demektir. Böyle saçma bir düşünce olur mu?»

Bu itirazın hiçbir ciddi tarafı olmadığı meydandadır. Çünkü kelimelerin sonuna gelen «ci, cı, cü, cu, çi, çı, çü, çu» ekleri, yalnız o nesnenin satıcılığını göstermez; türlü türlü mânâlara da gelir. En yaygın ve geniş anlamı ise sevgi, taraftarlık, mensupluk belirtmesidir. Nitekim «cumhuriyetçi» ve «kıralcı» kelimeleri cumhuriyeti ve kıralı satan değil, tamamen aksine seven, taraftarlık eden demektir. Bunun gibi «Türkçü» kelimesi de «Türkü seven», «Türke taraftar olan» anlamına gelir.

  • 2 — İkinci ve pek olumsuz bir itiraz, Türkçülüğün, memleketteki başka unsurları gücendireceği fikridir. 'Bunun da hiç bir tutar yeri olmadığı ortadadır. Dünyanın hiç bir yerinde, yüzde on gücenecek diye yüzde doksanın kendi düşüncelerini ve çıkarlarını açıkça ileri sürmekten alrkonmak istenmesi görülmüş değildir. Bundan başka bir memleket, yalnız bir milletindir ve o milletin istek ve çıkarlarına göre idare olunur. Azınlıklar o ülkede, ancak, asıl sahiplerin millî haklarına saygı göstermek şartıyla adalet içinde yaşamak hakkına maliktirler ve hiçbir suretle, kendi özel ve millî şartlarını, çıkarlarını ileri süremezler. Hele memleketin asıl sahiplerinin hak ve çıkarları aleyhinde hiçbir dilekte bulunamazlar. Bu takdirde vatana ihanet etmiş olurlar.

Türkiye’de, yüzde on gücenecek diye yüzde doksanı Türkçülük yapmaktan alıkoymaya çalışmak, âde-tâ, yüzde onun manevî diktatörlüğünü kurmak demektir. Böyle bir düşüncenin ahlâkla ve kanunla ilgisi yoktur. Hiçbir türlü mantıkta da makbul bir prensip değildir-

  • 3 — Üçüncü ve mâkul gibi gözüken bir itiraz; Türkçülüğün, bütün dünya Türklerini ülkü edinmesi bakımından hayalî, boş, hattâ maceracı ve tehlikeli olması düşüncesidir.

Bu da yanlıştır. «Hayalî» demek, asla gerçekleşmeyecek ve gerçekleşmemiş demekse, Türkçülük hayalî değildir.

Türkçülük, Türklüğün geçmişteki haklarının mirasını istemek bakımından haklı, meşru ve tarihi bir davadır.

Türkçülüğün istekleri, geçmişte birkaç kere gerçek olduğu için, «hayal olmamak» gibi bir dayanağı var demektir.

Büyük millî ülkülerin hiçbirisi, gerçekleşmesi kolay işlerden değildir. Fakat hepsi birer birer gerçek olmaktadır. Hindistan ve îndonezya kaç yüzyıl sonra millî dileklerine kavuştular? Otuz yıl önce yalnız birkaç aydının kafasındaki hayal olan îndonezya bağımsızlığı nasıl gerçekleşti? Sekiz yüzyıllık bir tutsaklıktan, hatta dilini kaybettikten sonra, İrlandalIlar, nasıl kurtulup, kitaplarda kalan millî dillerini diriltmeye koyuldular? Ya hele, dilleriyle anavatanlarını da kaybedip dünyanın her tarafına dağılan Yahudi-ler, 2000 yıl sonra Filistin’de millî devletlerini kurup millî dillerini millî yazılan ile yazmaya başlamadılar mı? Bütün bunların yanında Türkçülük ülküsü ne kadar yumuşaktır?

Türkçülüğün, maceracı olduğu halkındaki iddia da hiçbir tarihî olaya dayanmamaktadır. Türkçülük, şimdiye kadar iş başına gelmiş değildir ki maceracı olduğu denenmiş olsun. Sınırdışı ırkdaşlarını düşünmek, onların bizimle birleşmesini veya hiç olmazsa bağımsız olmasını istemek ise hiçbir zaman maceracılık değildir. Dünyanın bütün milletleri, hattâ pek yeni devlet kuranları bile ilk iş olarak sınırdışı ırk-daşlarını düşünüyorlar. Biz de, geçmişi ve bugünü ile, büyük millet olmak dolayısıyla, sınırdışı ırkdaş-larımızı düşünmek ve hele insan hakları beyannamesinden sonra, onların da insan haklarından faydalanması için teşebbüslere girişmekle yükümlüyüz. Soydaşlarımızı, sistemli bir şekilde yok edenlere savaşa hazırlanmak maceracılık değildir. Milletimizin ve insanlığın en kutlu hakları uğrunda Kore savaşına katılmak nasıl maceracılık değilse; Türklüğün, insanlığın, medeniyetin, mukaddesatın düşmanı olan Moskoflarla hesaplaşmayı düşünmek de öylece maceracılık değildir. Kore’de nasıl Türkiye savunulduy-sa, kendi sınırlarımızda da Türkiye, Türklük ve bütün insanlık korunacaktır.

  • 4 — Solcular tarafından yapılan bir itiraz da, Türkçülüğün dışardan gelme bir fikir olduğudur. Güya bunu Almanlar icad ederek Türkiye'ye sokmuşlar! Türkçülüğün ırkçılık ilkesi de, Hitler Almanyasının ırkçılığından alınma imiş!

Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığı ve Türk ırkçılığının Alman ırkçılığından çok eski olduğu belgelerle meydandadır. Bir millî ülkünün, yabancı bir millet tarafından Türklere aşılandığı yolundaki bu itiraz, üzerinde durmaya değmeyecek kadar çürüktür-

*

Gerçekte ise, bugün, Türkiye’de fikir akımları arasında yerli ve millî olan tek fikir Türkçülüktür. Faydalı veya zararlı olsun, ötekilerin hepsi dışardan gelmiştir: Komünizm, bize, Rusya'dan aktarılmış ve bir vatan ihaneti halini almıştır. Milletlerarası Yahudi âleti olan Masonluk, Balkanlar yolu ile Türkiye’ye girmiştir. Bugün itibarda olan demokrasinin vatanı İngiltere, sonra Fransa’dır. Epey taraftarı bulunan İktisadî liberalizm ve devletçilik de yabancı köklüdür. Bir zamanlar gazetelerde ve Meclis içinde taraftarları görülen Faşizm, İtalya ve Almanya'da doğmuştur. Hattâ bugün Türklerce benimsenip millî bir hale gelmiş bulunan müslümanlık bile aslında Türk köklü değildir.

Türk köklü olan tek fikir, tek ülkü yalnız Türkçülüktür. Bu bakımdan da millî şuurumuzun gelişmesi nisbetinde büyüyecek, güçlenecek ve atılışlar yapacaktır.

(Orkun, 2. sayı, 13 Ekim 1950)

TÜRKÇÜ KİMDİR?

Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Bilir ki bugün görülen geri ve kötü ne varsa, hepsi, geçici bir hastalığın belirtisidir ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten erdemlerin hepsi kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkân ve fırsat aramaktadır,

Türkçü, millî çıkarları şahısların üstünde tutan, millî mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlâkı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir. Tarihimizde kahramanlık ve büyüklük bol bol bulunduğu için, bazı küçük milletlerin yaptığı gibi kahraman ve kahramanlık icadına lüzum görmeden, esasen var olanların hakkını vermekle yetinir. Böylelikle, millî kahramanlarına saygı gösterir, fakat millî kahramanların kusuru da varsa, söylemekten çekinmez ve hiçbir sebeple, kahraman olmayana kahramanlık pâyesi vermez- Hele Türklüğün mukaddesatım yıkanı asla bağışlamaz ve bunları bağışlayanları düşman sayar.

Türkçü, alçak gönüllü olmaya mecburdur. Çünkü, kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek veya takdir olunmak içindir. Halbuki takdir beklemek bir bencilliktir. Türkçü, milletine bir hizmet yaparken, bunu, beğenilmek için değil, görev bildiği için yapar ve yapacağı en büyük hizmetin bile, adı sanki bilinmeden ölüp mezarsız yatan şehitlerin hizmeti yanında pek küçük kalacağını bilir.

Türkçülük, yükselmek için değil, yükseltmek içindir. Topluluklar, fedakâr fertlerinin çokluğu nisbetin-de yükselir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkidsiz kabul olunur. Onun tartışılacak ve tenkid olunacak tarafı temeli, esası değil, ayrıntılarıdır.

Türkçüler, dayanışmalı, yaşamaya mecburdur. Dayanışma, az kuvvetle çok iş görmenin tek ve değişmez çaresidir. Dayanışma olmayan yerde, için için bir çekişme var demektir. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.

Türkçü, hiç şüphesiz, Türkten olur. Fakat her «Türkçüyüm» diyen Türkçü değildir. Samimi olması ve Türkçülüğün şartlarına uyması lâzımdır.

Türkçülüğün en büyük görevi Türklüğe hizmettir. Bunun da baş şartlarından biri, çevresinde bulunanlara Türklük sevgisini aşılamaktır. O, yorulmadan, bıkmadan, Türk soyunun üstünlüğünü anlatacak, yabancıların tehlikesini söyleyecek, Türk ahlâkının gereklerini bildirecek, barışmaz düşmanımızın Moskof olduğunu telkin edecektir.

Moskofçu komünistin vatan haini olduğunu en iyi ve herkesten önce anlayan Türkçülerdir. Onun için komünistlerle her yerde, her vasıta ile, her şekilde savaşacaklardır.

Kısacası, Türkçüler, XX. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır.

(Orkun, 3. sayı, 20 Ekim 1950)

TÜRK BİRLİĞİ

Dünya Türklüğü yalnız Türkiye’dekilerden ibaret değildir. Rusya, İran, Çin, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Rodos, Kıbrıs, Suriye, Irak ve Afganistan'daki Türklerin sayısı Türkiye’dekilerden daha çoktur. Mısır’da, Libya’da, Avrupa’da, Kuzey ve Güney Amerika’da, Uzakdoğuda yaşayan ve herhalde birkaç on bin tutarında olan Türkleri de, kadroyu tamamlamak için, bu listeye sokabiliriz.

Genel istatistikler olmadığı için dünyadaki Türklerin sayısını doğru olarak bilmiyoruz. Düşmanlar, kasdî olarak bu sayıyı azaltmaya çalıştıkları gibi, dostlar da körükörüne çoğaltmaktadırlar.

Türklerin, eskiden beri kalabalık bir millet oldukları hakkındaki düşünceler, tarihî incelemelerin ilerlemesinden sonra, çürümüştür. Türkleri ipek kalabalık gösteren şey, onların büyük siyasî rol oynamaları ve hareketli oluşlarıdır. Gerçekte ise Türk-ler, bütün kırgınlara rağmen, hiçbir zaman XX. yüzyılda oldukları kadar çok olmamışlardır.

Bugün, Türklerin sayısı hakkında en müsbet bilgiye, yalnız Türkiye ve Rusya Türkleri hakkında sahibiz. 1926 ve daha sonra Rusya’da, 1927’den beri de Türkiye’de yapılan genel nüfus sayımlarından sonra yayınlanan istatistiklere göre, bugün, toparlak hesapla Türkiye’de 25, Rusya’da ise 30 milyon Türk vardır. Başka ülkelerde yaşayan Türkler hakkında ise birbirinden çok uzak, türlü rakamlar ileri sürülüyor. Meselâ, Çin Türkistanında yaşayan Türkleri, bazıları 3 milyon olarak gösterdiği halde, bu rakamı 13, 15 hattâ 18 milyona çıkaranlar bile vardır. Türklerin sayısının çok göstermek eğiliminde olanlar, meselâ Rusyada 40-50 milyon Türk yaşadığını, Rusların siyasî düşüncelerle Türkleri az gösterdiklerini ileri sürüyorlar.

Rusların, siyasî endişelerle Türkleri az göstermek istemeleri hakkındaki iddia doğrudur. Ancak bunda da mübalâğaya kaçmak yersiz bir düşünce olur. Ruslar ne kadar çalışsalar, oradaki Türkleri yarı yarıya indirip gösteremezler. Biz de kendi millî ve ırkî gücümüzü hesaplarken, aşırılığa kaçmamak zorundayız. Bazılarının iddia ettikleri gibi, gerçekten 90 milyonluk bir milletsek ve buna rağmen büyük bir kısmımız tutsaksa, bu, geleceğimiz için ümit verici değil, ümit kırıcı bir durumdur. Bunu düşünerek, gerçekleri olduğu gibi göstremekten çekinmemeliyiz. Hele çocukça düşünceler uğruna, lehimizdeki gerçekleri değiştirmemeliyiz. Bu gerçek şudur:

Biz, azlık bir millet olduğumuz ve bazı sebeplerle teknikçe geri kaldığmıız için, kalabalık milletlerin tutsaklığına düştük. Fakat, bu azlığımıza rağmen kendi aramızda toplanabilirsek, dünyada yenemeyeceğimiz kuvvet yoktur.

Acaba, dünyadaki Türklerin sayısı hakkında, aşağı yukarı bir rakam söyleyemez miyiz? Bunun için, her ülkedeki Türklerin sayısı hakkında en az ve en çok olarak söylenen rakamları toplamak ve bunun üzerinde biraz durup düşünmekten başka çıkar yol yoktur.

Rusya’da 50, Çin’de 18 milyon Türk olduğu hak-kındaki hayalî sayıları bir yana bırakırsak, bu rakamlar şunlardır:

Enaz           Ençok

Türkiye’de

25-ooo.ooo

25.ooo.ooo

Rusya’da

3o.ooo.ooo

35.000.000

İran’da

3.000.000

6.000.000

Çin’de

3.000.000

5.000.000

Afganistan'da

1.000.000

2.000.000

Balkanlar’da

1.000000

2.000.000

Irak-Suriye’de

7oo.ooo

1.000.000

Kıbrıs’ta

9o.ooo

1 00.000

Başka ülkelerde

5o.ooo

1 00.000

Bütün Türkler

63.84o.ooo

76.2oo.ooo

Demek ki, Türkler en aşağı bir hesapla 63.840.000

kişi tutuyorlar. Şu

halde yabancı milletlerin, Türkleri

az göstermek gayretlerini de hesaba katarsak, mille-

timizin 65-70 milyonluk bir topluluk olduğunu söyle-

yebiliriz.

*

Dünya bir devler memleketi olmaya doğru gidiyor. Yüz milyonluk milletlerin kurulduğunu görüyoruz- İkinci, üçüncü derecedeki milletlerden bazıları da yaman bir hızla çoğalıyorlar. Böyle bir yüzyılda 65 milyonun önemi bir kat daha artar.

Yeryüzünde, ne kalabalık topluluklar bulunduğunu kavramak için, şu ülkelere bir göz atalım:

Çin

720

milyon

Hindistan

485

»

Rusya

230

»

İngiltere (İmparatorluk olarak)

200

»

Amerika

200

»

İndonezya

105

»

Pakistan

104

»

Japonya

100

»

Brezilya

83

»

Almanya

68

İtalya

50

»

Fransa

50

»

Bu kalabalık milletlerden Rusya sınırdaşımız, İngiltere, İtalya ve Fransa komşumuzdur. Acaba, dünyada dev devletler kurulurken, siyasetten dağınık 65 milyonluk Türk milletinin geleceği ne olacaktır?

Bize göre, millî programın hareket noktası bu soru olmalıdır. Bu sorunun cevabı, millî ülkümüzün adı demektir. Bu ad, «Türk Birliği» sözleriyle özetlenebilir.

Her milletin, yaşamak için, bîr ülküye ihtiyacı vardır. Bu ülkü, milletlere göre ayrıntılarında değişse bile, ana çizgilerinde hemen hemen bir gibidir. Çünkü şu tarihî gerçeği kimse inkâr edemez ki her tutsak milletin ilk ülküsü bağımsızlığını kazanmak, her bağımsız milletin ilk ülküsü, henüz tutsak yaşayan kardeşlerini kurtarmaktır. Fetihler, millî ülküde üçüncü dönemdir.

Bu, kabataslak bir sınıflandırmadır. Hayata, olaylara, milletlerin özel durumlarına göre bu dönemler biraz değişebilir. Meselâ, bir milletin fetihlere başlaması için, mutlaka bütün urukdaşlarını kendi sınırları içine almış olması gerekmez. İtalya, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce millî birliğini aşağı yukarı elde etmişti ama Avusturya’da, Fransa'da, Malta 'da, Tunus'ta epey İtalyan, başka milletlerin tutsağı olarak yaşıyordu. Buna rağmen İtalya, millî ülkünün üçüncü dönemi olan fetihlere başlamıştı. Habeşistan ve Türkiye ile yaptığı savaşlar bunu gösterir. Demek ki; millî ülkünün üç dönemi bağımsızlık, millî birlik ve fetihler olmakla beraber, bunlar, birbirleri içine girmişlerdir. Biri tamamlanmadan öteki başlayabilir.

Millî ülkülerde daima bu üç dönemin varlığına, tarihten, istediğimiz kadar örnek bulabiliriz:

İrlanda, yüzyıllarca uğraşıp İngiliz tutsaklığından kurtulduktan sonra, şimdi İngiltere elinde bulunan Kuzey İrlanda'yı almak, yani millî birliğini kurmak için uğraşıyor.

Yine İngiliz tutsaklığından kurtulan Mısır, ilk iş olarak Sudan’ı almak, sonra da bütün Arap ülkelerini kendi çevresinde toplamak davâsı ardındadır.

Almanların şimdiki davâsı, Rus tutsaklığındaki Doğu Almanya’yı kurtarmaktır. Arkasından sıra yine Avusturya ile birleşmeye gelecektir.

Finlerin, Karelya için, çalışan bir dernekleri vardır.

Macarlar, Transilvanya'dan hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir.

Yugoslavlar, çok eski zamanlarda olduğu gibi, yine bütün Makedonya'yı ve Selânik'i almak sevdası peşindedirler.

Bulgarların, Sırp ve Yunan Makedonyaları ile doğu ve batı Trakya'da gözleri vardır.

Yunanlılar, Kuzey Epir’i ve Doğu Trakya’yı istiyorlar.

Yahudi'lerin ilk hedefi, bütün Ürdün Krallığıdır.

Suriye, Hatay’ı ve hattâ Çukurova'yı kendi toprağı sayıyor.

Afganistan, Patanlar ülkesini, yani Pakistan’ın kuzey bölgelerini kendinden koparılmış sayıyor.

Tunuslular ile Faslılar ilk döneme ulaştılar. Şimdi, Büyük Sahra’nın bir bölümü ile Moritanya'yı istiyorlar.

Çok geri olan zenciler bile, artık bağımsız devletler haline girdiler.

Acaba, Türkler, bu safhaların hangisinde bulunuyor?

Bunun cevabını vermek için, haritaya bir bakmak yeter: Türkler Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı ile ülkelerinin ilk döneminde pek parlak bir başarı gösterdikten sonra, tabiî bir kayıtla, ülkülerinin ikinci basamağında bulunuyorlar- 1923'te gerçekleşen birinci dönemden sonra, ikinci dönem yolunda yalnız Hatay kurtarılmış, daha sonra da Kıbrıs üzerinde millî emellerimiz olduğu, kayıtlı şartlı olmakla beraber, resmen açığa vurulmuştur.

Millî birlik ve millî birlikten sonra cihan hâkimiyeti, milletlerin şuuraltında yaşayan bir ülküdür. Şuuraltındaki bu istek, zaman zaman şuura çıkar.

t

hân

Zamanı iyi seçilmişse muzaffer olur. İyi seçilmemişse milletin başını derde sokabilir. Fakat bu ülkü, milletin hız ve ahlâk kaynağıdır. Bir gaye için ıztırap çeken, fakat buna isteyerek katlanan insan gibi, milletler de millî ülküleri için hesapsız fedakârlığa katlanırlar, katlanmışlardır. Ülkü yolunda yürüyen milletler başka milletleri hem korkutur, hem de hayran bırakır. Ülkü yolunda yürüyen millet, kendisinde başka milletlere karşı mevcut aşağılık, duygusunu atmıştır. Kendisine inandığı ve hiçbir şeyden korkmadığı için düşmanlarının çokluğundan, tekniğinden ürkmez. Ölümü seven milletlere, hayat, kollarım açar. Böylelikle millî ülkü bir gün gerçekleşiverir.

Türkler vaktiyle birkaç kere birleşmişler ve mutlu olmuşlardı. Yeniden birleşeceklerdir. Millî ülkümüzün ilk maddesini: «Bütün Türkler birleşecektir» diye ifade edebiliriz.

(Orhun, 8. sayı, 23 Haziran 1934)

TÜRKÇÜLÜKTE' AHLÂK

Türkçülüğün tarihini yazmaya kalkarsak, ihtimal ki, Milâttan önceki yüzyıllara kadar gitmeye mecbur kalırız- Fakat çağdaş Türkçülüğe baktığımız zaman, bunun tarihine kuşbakışı bir göz atmak pek kolaydır.

Türkiye’de ve dışarı Türklerde aşağı yukarı aynı zamanda doğan Türkçülük, eski çağların Türkçülüğü ile ölçülmeyecek kadar güç şartlar içinde gelişmeye mecburdur. Fakat, Tanzimat’tan sonra başlayan bu hareket o kadar kuvvetli idi ki, Şemseddin Sami gibi bir Arnavut milliyetçisini bile tesiri içine almış ve ona ilmi ve edebî Türkçülük yaptırmıştır. Bu kuvvetli hareket, birçok engellere, ihanetlere uğramasına rağmen daima ilerlemiş ve bugünkü dereceye - varmak için pek sert savaşlar yapmaya mecbur kalmıştır.

Merhum Ziya Gö’kaip, Türkçülük fikrinin şimdiye kadar gelen ilk ve son teşkilâtçısıdır. Dağınık fikirleri sistem halinde toplayıp onlara çekidüzen veren ve Türkçülüğü ilmileştiren odur. Yaşasaydı, belki, bugünkü Türkçülük daha derlitoplu bir sistem halinde olacak ve, pek hızlı yürüyen zamandan gereğince faydalanabilecekti. Fakat onun erken ölümü ve Türkçülüğü yeni bir ruhla yuğuracak ikinci bir teşkilâtçının henüz gelmeyişi, bugün bu hareketin azçok aksamasına, hiç değilse geç büyümesine sebep olmaktadır.

Bununla beraber, artık Türkçülüğün gösterişli yürüyüşü başlamış ve inançlı bir kafile yola çıkmıştır. Bu kafile, güçlüklere Ve fırtınalara uğrasa da, eski büyük Türkçülerin hayatından ve verdikleri derslerden hız ve örnek alarak ülküye ulaşacaktır. Artık bu, bir ihtimal, bir ümit, bir kanaat veya bir inanç olmaktan daha ileri bir şeydir. Bu, artık, tarihî mukadderattır. Tarihî mukadderatın önüne ise hiçbir kuvvetin ge-çemiyeceğini herkes bilir.

*

Eski Türkçülerin hepsinde «tabiî ki gerçek Türkçülerden bahsediyorum» belki azçok şahsî kusurlar bulunsa da, ortaklaşa bir meziyet vardır ki, o da, öteki Türkçüleri, hele kendinden öncekileri inkâr etmemek erdemliliğidir. Bu, ahlâkî bir meseledir. Her inanç ahlâkla yürüyeceğine göre, Türkçülükte de sağlam bir ahlâkın bulunması birinci şarttır. Zaten, yeryüzünde zafere ulaşmış fikirler, daima, doğru ve iyi olanlar değil, sağlam ahlâklı taraftarlara sahip bulunanlardır. En güzel fikri' ve prensibi, en şâhâne ülküyü çürük bir çevreye sokun; hemen paçavraya döndüğünü, değersiz bir hal aldığını görürsünüz. Türkçülüğün de, mukadder olan tam zaferine rağmen, daha köklü olabilmesi için, Türkçülerin ahlâkça yüksek insanlar olması lâzımdır.

Türkçülük, Türk soyunun ruhunda, kanında, beyninde yaşayan hayat prensiplerinin fikir haline gelmiş bir şeklidir. Bundan dolayı da «sıra» ve «saygı» esaslarını ihmal edemez. Türkçülerin, daha eski Türkçülere saygı göstermesi, bunun için şarttır. Sırayı, saygıyı gözetmeden çığırtkanlık edenler, hele daha eskileri batırarak kendisini yükseltmek hayali ardında koşanlar Türkçü değil, Türk değil, alelâde insan bile olamazlar. Türk soyu, eskiyi inkâr eden, kendisine hizmet etmiş eski insanları küçük gören bir soy olmadığı için, böyle yapanların Türklüğünden daima şüphe eder.

Bir fikir, uzun uğraşmalardan sonra zafere doğru yürürken, onun zaferinden faydalanmak isteyen asalaklar her yerde bulunur. Bîr Yahudi, ihtikâra zekâsıyla, nasıl, herhangi bir malın yakında değerleneceğini kestirerek onu istif etmeye kalkarsa, bu ülkü asalakları da hangi fikrin zafere doğru gittiğini dale-veracı zekâlarıyle anlayarak, onun çığırtkanlığını yapmaya kalkarlar. Bunlar birdenbire meydana çıkarak ortalığı gürültüye boğarlar, haykırırlar, ötekini berikini baltalarlar ve ilk. önce bazı kimseleri de kendi samimiyetlerine inandırabilirler. Fakat en âdil hâkim olan zaman, bunların maskelerini sonunda indirir. O maskenin altındaki iğrenç yüzün gözlerinde parlayan âdî ihtiraslar, herkes tarafından hemen sezilir.

Bu dalavereciler çıkar ve yükselme yolunda her kalıba girerler:

Kimisi yobaz bir softa olduğu halde, lâik bir cumhuriyetçi kesilir.

Kimisi, zengin ve hovarda bir mirasyedi olduğu. ve maiyetinde birtakım zavallı işçiler çalıştırarak onların emeğini sömüren insafsız bir sermayeder olduğu halde, komünistlik taslar.

Kimisi, menfi ruhlu bir dedikoducu olduğu halde, hükümete dalkavukluk eder.

Kimisi de, kendinden başka bir şey düşünmeyen bir dalavereci veya çirkin yüzünden Türk olmadığı anlaşılan bir gayntürk olduğu halde, Türkçülük rolü yapar.

Bunların hepsi, Türklük ve Türkçülük için zararlı insanlardır. Türkçülüğün, sert bir ahlâkı vardır. Türkçü kendisini mühimsemez, alçak gönüllüdür, suç yapmışsa veya yanılmışsa itiraf eder- Geçmişe ve eski değerlere bağlıdır. Eski Türkçüleri devirerek yükselmeyi düşünmez. Kalbi yalnız milletine hizmet etmek duygusu ile vurur. Bencillik davâsında değildir. Her dinde ve her ahlâk prensibinde kötü olan yalan, iftira gibi küçüklüklerin yanındah bile geçmez. Kendisine soykütüğü uydurmaz ve hele babası veya dedesi şüpheli bir çevreden gelmiş birisi ise, bu şüpheyi gidermek için kendisini Anadolu’nun koyu Türk çevrelerinden birisine yamamak teşebbüsüne girişmez. Bilhassa, yıllarca çalışarak Türkçülüğe hizmet ettikten sonra az veya çok bir mânevi mevki kazanmak gibi namuslu ve şerefli bir yol dururken, bir hamlede yükselmek için eskileri baltalamak gibi çirkin ve şerefsiz bir harekete başvurmaz. .

Bunları yapan Türkçü değildir. Türk de değildir. Bu gibi insanların Türkçülerin kadrosunda yeri yoktur.

(Bozkurt, 5. sayı, 11 Haziran 1942)

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar