ÖLÜM AHLAKI
Hepimiz ölmeye mahkûmuz. Bir kısmımız yaşamın içerisinde
kalırken diğer bir kısmımız bilinmeyen bir yerin tufanına doğru sürüklenmekteyiz.
Ölene üzülüşümüzün mahiyetinde, ölümün; bir gün
bize de gelecek oluşunu birden bire hatırlatmasının sarsıcı tesiri vardır. Birçok
musibetten kurtulduğuna sevinen insan ölümden kurtuluşuna tam olarak sevinemez.
Bu yüzden ölenin arkasından ağlarken aslında biraz da kendi istikbalimize
ağlarız.
Gidenler içinde bedbaht ve mesrur olanı fazla düşünür
görünmemiz yine bu nedenledir. İsyankâr yada kabul eden de olsak hepimizin
yazgısı olan ölümün, biz yeni günleri beklerken habersiz geldiğinde, hiçbir
şeye iltifatı artık kalmamıştır.
Ölüm, dost yada düşman, bilmeden herkesin sinesine
konmaktadır.
Ve bir düşünürün “ölümün çözdüğü dolaşık yumak”
dediği hayat bitmiş ve gelecek başlamıştır.
İşte bu nedenle düşünce tarihinde en fazla
tartışılan konu insanın ölümü ve ölüm sonrası hayat olmuştur.
Ölüm, bütün insanların kabul ettiği bir gerçektir.
İnsanın ölümlülüğü hususunda sahip olduğu bilgi, varlığı hususunda sahip olduğu
bilgi kadar kesindir.
İnsanı psikolojik olarak en çok etkileyen olayların
başında gelen ölüm kavramı, kişisel olarak insanların zihninde sorgulandığı
gibi, din ve felsefe alanında da sorgulanmıştır.
Geçmişte olduğu gibi gelecekte de tartışılmaya
devam edilecek olan ölüm ve ölümsüzlük problemi, insanın ne olduğu konusundaki çeşitli
görüşlerle ilintilidir. Bu bakımdan, insana ilişkin bilgimizin boyutları genişledikçe,
yeni boyutlar kazanarak gelişmektedir. Buna göre ölüm, yaşayan insanın zihninde
ve duygu dünyasında çok önemli bir yer tutar. Genellikle insanın ne olduğu
meselesiyle birlikte ele alınan ruh-beden ilişkisi ve buna paralel olarak ölüm
problemi, felsefe tarihinde birtakım sıkıntı ve tartışmaların kaynağı
olagelmiştir.
Ruh-beden ilişkisinin ölüm açısından ele alındığı
tartışmalarda bütün görüş ve öğretilerin açık yada kapalı bir biçimde ölümsüzlüğü
dillendirdikleri görülmektedir. Aslında ölümü anlamanın ondan sonraki yaşamı ve
ölümsüzlüğü hatıra getireceği kesin olmakla birlikte ölümü anlamak önemlidir. Ölümü
anlamayan kimse ölümden sonraki hayatı inkâr veya kabulden birini bir şekilde
seçmek zorundadır. Bu seçim onun Allah Teâlâ’nın varlığına olan inancını yada
inkârını belirler.
İnsan hayatının en önemli olayı olan ölümü
çözmeden hayatı çözmek mümkün değildir. Kulluk ve imtihan için yaratılan
insanoğlunun imtihan müddetinin son
bulmasının saiki olan ölüm; bir geçiş, bir uyanıştır.
Bu nedenle ölüm, tesadüfî bir hâdise, bir yok oluş
değildir. Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, onun da tıpkı hayat gibi, bir yaratılış, İlahî
irade ve takdirle vukua geldiğini belirtir.
“Hanginizin
daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi (hayatı) yaratan O'dur.
O, güçlüdür, bağışlayandır.”[1]
“Ölüm” gerçekliğini ele alırken ahiret hayatı ve
ölümsüzlükten ziyade bu gerçekliğin insana kattıkları üzerinde durmaya
çalışacağız.
Kur’ân-ı Kerim’de üç surede geçen; “Her
nefis ölümü tadacaktır” [2]
meâlindeki âyet, bizim dışımızdaki varlıklar için de ölümün söz
konusu olduğu hususuna ışık tutmaktadır.
Bu âyetlerde “nefis”, insanın ölümsüz
olan ruhunu ifade etmektedir. Ölümlü olan beden ise mürekkeptir; birçok zerreden,
molekülden, hücreden, organdan yaratılmıştır. Bu sebeple değişmeye ve sonunda
bozulmaya mahkûmdur. Bedenin aksine birleşik değil basit olan ruh çürüme ve
bozulmaya maruz kalmaz. Ruh adeta beden evininin misafiri konumundadır. Ev
yıkıldığında misafir de kendisine başka bir yer bulur. Bulduğu yer ise ruhlar
âlemidir. Buna göre ölüm, ruhun bedenden ayrılmasını ifade etmektedir.
“Her nefis ölümü tadıcıdır” ayeti
açıklanırken; bedenin fânî, ruhun ise bâkî olduğuna dikkat çekilmektedir. Bir
şeyi tadanın onu tadarken var olması gerektiği düşünüldüğünde bütün ruhların
ölümü tadacaklarını haber veren ayetlerde de bir açıdan insanı insan yapan unsurun
insanın bedeni değil, ruhu olduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Buna göre ölen,
yani fonksiyonunu icra edemez hale gelen bedendir. Ruh ise devamlı ve bâkî
olmakla birlikte ölümü tadandır. Zaten ölüm; ruhun bedenden ayrılması, mekân
değiştirmesi, dünya hayatını terk ederek yeni bir hayata başlaması fiillerinden
başka bir şey de değildir.
“Her nefis (canlı) ölümü
tadacaktır”, ayetiyle ilgili Elmalılı M. Hamdi
Yazır’ın Açıklamaları şu şekildedir:
“Her nefis (canlı) ölümü
tadacaktır.” (Yani herkes ölecektir) Nefs,
zat ve ruh manalarına geldiği için, bundan bazı kimseler ruhun ebedî olduğu manasını
anlamışlardır. Çünkü tatmak, bir hayat eseridir. Ve zevk anında tadıcının bakî
(ebedî) olduğunu anlatır, yoksa zevk tasavvur olunamaz. O halde mana; "Her nefis bedeninin ölümünü
tadacaktır" şeklinde anlaşılmalıdır. Bu da nefsin, bedenden
başka olduğunu ve bedenin ölümüyle onun ölmeyeceğini ifade etmektedir. Şu halde,
bu yoruma göre, ölüm zorunluluğunun cismânî hayata mahsus olduğunu, mücerred
(soyut) ruhların yok olmadığını söyleyebiliriz. Yine ahiret meselesi ruhun
ebedî oluşuna dayanan ruhanî (ruhlara ait) bir hayat olarak tasavvur edilmiş
olmakla birlikte diğer taraftan birçok tefsirci ve bilgin bu şekilde bir yorumunun
zorlama olacağını ifade etmişlerdir. “Ölümü tatmak” derken “ölecektir”
manasının kastedildiği açıktır. Bu durum bize, tadan kim ise ölenin de o
olacağını, açıklamaktadır. Bedenin ölmesiyle birlikte nefis ve ruhun büsbütün
yok olmayıp bir müddet varlık gösterdiği delillerle açıkça anlaşılıyor ise de ruhların
kesin olarak ölmediklerine dair ne aklen ne de naklen sabit bir ispat zorunlu
olarak söz konusu değildir.
“Ölümü
tatmak” şeklindeki ifade bize; tatmak eylemini gerçekleştiren nefsin ölümüne
işaret edildiğini düşündürmektedir. Rivayetlerin de bu manayı desteklediği
görülmektedir. Rivayet olunuyor ki, ne zaman "Yeryüzündeki her canlı
yok olacak." [3] ayeti
indi, melekler; “yeryüzündekiler öldü” dediler ve yine buna bağlı olarak; “biz
de öldük” dediler. Bu durum ruhların ölümünü de ifade etmeseydi, meleklerin
ölümü düşünülemezdi.
Ancak genelin ölümünden bahsederken ölüm hükmünün umum
üzere cereyan edemeyeceğini hatırlatmakta fayda görülmüştür. Nitekim, "Allah'ın diledikleri
hariç olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacak."
[4]
ayetinde Allah Teâlâ'nın diledikleri, bu genelden hariç tutulmuşlardır. Buna
göre ister göklere yada yere ait, ister melek yahut diğer bütün nefisler olsun;
bunların dışında da ölmeyecek olanların bulunabileceği konusunda İslâm
âlimlerinin çoğu görüş birliği içerisindedirler.
Özetle ruhun ebedî oluşu inkâr edilemez bir gerçek
olmakla birlikte umum için zorunlu değildir. Dinin ve ahiret imkânının, mutlak
olarak, ruhların ebedîliği teorisine dayanması da zorunlu değildir. "Kıyamet" kelimesi de tamamen
yok oluşu ve ondan sonra kıyam (öldükten sonra dirilme), neşr ve haşrı
(dağılıp, toplanmayı) ifade eder ki, ölüm ve öldükten sonra dirilme, özetle
ahiret inancı, bir ebedî olma inancıdır. Fakat bu ebedîlik, ilk oluşum değil,
ikinci oluşumdur.
“Her nefis ölümü tadacak”, dünyanın
ne üzüntüsü, ne sevinci hiç biri kalmayacak ve sevapların karşılığının tam
olarak ödenmesi de ancak kıyamette olacaktır. İyilik, kötülük ve dolayısıyla
sevap ve günahların tam karşılığının da yine bu dünyada görülmesi mümkün
değildir.
Ölüm; ayrılışların ve yeniden buluşmaların yaşanması
için gerçekleşen değişimin adıdır. Evet, yaratılanlar için bir değişim olan
ölüm, bizler için değişmeyecek tek gerçektir.
Hz.
Sevban radiyallâhu anh anlatıyor: "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdular ki:
"Size
çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi,
birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.” Orada
bulunanlardan biri:
"O
gün sayıca azlığımızdan mı?" diye sordu: Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem
"Hayır, buyurdular. Bilakis o gün
siz çoksunuz.
Lakin sizler bir selin getirip yığdığı
çerçöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çerçöpler durumunda olacaksınız.
Allah Teâlâ, düşmanlarınızın kalbinden
size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!"
"Zaaf da nedir ey Allah'ın
Resulü?" denildi.
"Dünya sevgisi ve ölüm
korkusu!" buyurdular." [5]
Ölümü anlamak ve güzellikle karşılayabilmek
için sevmenin gerekliliği ve bu sevgiye erişmenin zorluğu görülmektedir.
Cümle
nâsın[6]
hanesine
gün
gibi girer ölüm
Kurtulunmaz
kaçmakla
akıbet
erer ölüm
İ'timâd
etme yüzüne
güldüğüne
dünyânın
Cifedir
bir gün bu eyvandan[7]
seni
sürer ölüm
Geçmedin
tûl-i emelden
erdi
ömrün âhire
Şîşe-i
amalini[8]
taşa çalıp
kırar
ölüm
Zerrece
aklında fikrinde
yoğ-iken
hiç senin
Nâgehân
[9]
girip ömür
defterlerin dürer ölüm
sıhhate
itme gurur
Soyuban
türlü libâsı
bir
kefen sarar ölüm
Çevrilip
evlâd u ezvâc
başına
şâdân [12]
iken
Çok
da gitmez cümlesinin
boynum
burar ölüm
Tuhfetü'l-mü'min
[13]
dedi
âna
Hudâ peygamberi
Hâzır ol Kuddûsî
yâ
çün işine yarar
ölüm
Kuddûsî k.s.
Niçin ölmek zorundayız?
İnsanın varoluşunun temelinde yer alan yaşama ve ölüm içgüdüsü ilk
olarak, bebeğin doğumla birlikte gerçekleşen ve ileride kendisini ölüme
götürecek olan, ayrılığı kabullenememesiyle başlar. İnsanın doğumundan
başlayarak yaşadığı “birleşme-ayrılık” arasındaki
gerilim dünyayı terk edeceği vakte kadar devam eder. “Birlik-ayrılık”, “bağımlılık-bağımsızlık” kavramları
arasındaki diyalektik birlik, insan yaşamında cereyan eden hadiselerle sürekli
bozulmaktadır.
Bir
şeylerin olması için ayrılmak mecburiyeti neden gerekmektedir?
Yaşlanma
ve ölüm; kâinat kitabına yazılmış ve her yaratılmışın başına gelecek değişmeyen
bir kanundur. Sıkıntı ve acılarla dolu dünyaya rağmen insanların ölüme çare
aradıklarını görüyoruz. Bizler yaratılışın bir kanunu olarak ölüyoruz. Ama biyolojik
olarak niçin ölmek zorundayız? Hâlbuki vücudumuz kendini yenileme ve tamir mekanizmaları
ile donatılmıştır. Bütün bunlar ve çare arayışlarımız; yaşlanacak ve eninde
sonunda ölecek oluşumuzla ilgili gerçekleri değiştiremez.
Daha yakından, sebep-sonuç ilişkisi açısından,
ölümün hayatı sürdürdüğü ve yine ölümün canlıdan geldiği düşünülerek bakıldığında
ise ilkin; birinin diğerine karşıt olamayacağını ve hatta birbirinden bu kadar
kabaca ayrılamayacağını görürüz.
Öyle ise hayat, ölümden çıkabilir mi? Evet, ölü
bedenin öğelerinin, toprağın verimine katkıda bulunmak gibi faydaları
düşünüldüğünde, başka yaşamları doğurmak için dönüştüğünü söyleyebiliriz. Ölüm pek çok durumda
hayatiyete yardım etmektedir. Hayatın doğmasına izin veren ölümün aynı işlevi
canlı bedende de sürdürdüğünü görürüz. Evet, yaşam ancak ölen hücrelerin
yerini sürekli olarak doğan başka
hücrelerin almasıyla mümkün olacaktır. Yalnız burada, mükellefiyet sahibi
varlıkların, bu ayrıcalıklarından dolayı durumlarının farklı olacağını da unutmamalıyız.
Teklif ile sorumlu kısmın değişim kapsamındaki durumu ve dönüşümü hususundaki bu
fark ölüm gerçeğini etkilemez. Evet, hayat; kendinde var olan, ara vermeden
ortaya çıkan ve çözülen bir çelişkidir. Karşıtlık biter bitmez
hayatta biter ve ölüm baş gösterir.
“Allah müminlerden, mallarını
ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.
Çünkü onlar Allah yolunda
savaşırlar, öldürürler, ölürler.
(Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve
Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir.
Allah'tan daha çok sözünü
yerine getiren kim vardır!
O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış
verişinizden dolayı sevinin.
İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” [14]
Sayda[15] çıkmış nice yüz bin av
şikâr eyler
ölüm
Hâzır ol
kardaş sana da
intizâr [16] eyler ölüm
Sen idersin
gerçi dünyâ bahsini
tatvîl [17] bugün
Bu mutavvel
[18] bahsi yarın
ihtisar [19] eyler ölüm
Türlü
hayvan lahmini [20] yiyip
gıdâlandın
bugün
Şimdi kâr
itmez sana pend
yüz kitâb
okusalar
Bir gün
olur ki seni
hoş sâz-kâr
[23] eyler ölüm
Kimseye
göstermeyip
canın gibi sakladığın
Mâlını
meydâna döküb
aşikâr
eyler ölüm
Bunca zînet
bunca hışmet [24]
bu hadem [25] bu mülk ü mâl
Biri kalmaz
cümlesini
târümâr[26] eyler ölüm
Olma mağrur
gel şu dünyâ
câh u 'izz
ü nâzına
Meskenini
'akıbet sahn-ı
mezar
eyler ölüm
Şevk-ıle
bağrına basıp
kuçub öpüp
sevdiğin
Ehlini
ardına koyub
yâda yâr
eyler ölüm
Sevmediğin
kişileri
mâlına
vâris edip
Aç ü çıplak
müflis iken
bahtiyar eyler ölüm
Yüce
köşkler gerçi yaptın
bî-nazîr[27] amma seni
Çok da
gitmez çıkarıp
ağyara dâr [28] eyler ölüm
Rûh çıkacak
hep kaçar
atan anan
oğlun kızın
Bu güzel
cismini çün
mekruh
kokar eyler ölüm
Müsta'id [29] ol mevte
Kuddûsî gelir bir gün sana
Çünkü
her nefse gelüben
reh-güzâr[30] eyler ölüm
Kuddusî
k.s.
Ölümün
hakikati nedir?
“Ölmek
zorunda olan bir varlık” olarak insanı, bu bilgi derinden etkilemekte ve ister
istemez düşüncesini meşgul etmektedir. İnsanın zihninde ölüm düşüncesine yer
vermesinde kendi sonuyla ilgili endişelerinin ve beraberinde çevresindeki birtakım
uyarıcıların etkisi söz konusudur. Ölüm, kendi tecrübe alanı dışında gerçekleştiği
için kişi; başkalarının ölümleriyle elde ettiği dolaylı bir tecrübeden yola çıkarak
bu konuda tutumlar geliştirmekte ve yine ölümü ancak başkalarının ölümüyle
anlayabilmektedir.
Hayatın
akışı içerisinde insana ölümü hatırlatan ve hayatın sınırlı olduğunu düşündüren
pek çok olay vardır. İnsanoğlu ölüm konusunda, düşüncesindeki açmazlara kendince
çareler üretmekten de geri kalmamıştır. Bazı kimselerin kendilerince çare
olarak ölüm düşüncesini yokluk düşüncesiyle tıkadıklarını görüyoruz. Bunlara
göre:
"Ne
haşir vardır, ne neşir, ne hayır, nede şerrin neticesi vardır. İnsanların ölümü
hayvanların ölümü ve bitkilerin kuruması gibidir."
Yukarıdaki paragraf, inkâr
içerisinde olanların görüşüdür ve Allah Teâlâ'ya, son güne iman etmeyenlerin düşüncelerinin
temsili bir özeti şeklindedir.
Bazılarının da; ruh’un baki
olduğu, ölümle yok olmayacağı, ceza ve mükâfat görenin sadece ruh olacağı,
cesetlerin hiçbir şekilde diriltilemeyeceği gibi bir düşünceye sahip oldukları
görülmektedir. Fakat bu gibi düşünceler hakikati yansıtmaktan uzaktır.
Bize göre doğru; ölümün sadece
bir halin değişmesi hadisesi olduğudur. İnsanın hakikati nefis ve ruh olmakla
birlikte ruh bakidir. Ceset ölümle, haşre kadar yok olacak ve sonra Allah
Teâlâ’nın emri ile tekrar ruhla birleşecektir. İnsan bu halde sorgulanacak ve
kendisi için takdir edilen ebedi hayata yönelecektir.
"Biz Allah'a aitiz ve yine
O'na döneceğiz."
[31] âyeti
de, ölümün bir yok oluş değil; insanın aslına dönüşü, Allah Teâlâ’ya kavuşması,
gerçek hayatı ve ebediliği kazanması olduğunu ifade eder.
Ölümün
gerçekleşmesi yine ölümün varoluşu hakikatinin çok açık şekilde ortaya
çıkarılmasından başka bir şey değildir. Şu durumda hayat bir gerçeklik, ölümse bir tasavvurdur.
Yaşamadığını muhayyilesinde tasarlayabilme
yetisine sahip olan insan, yine de ölümü tam olarak kavrayamaz. İnsana
görmediği bir şeyi kafasında bir hayal yaratacak kadar anlatabiliriz, fakat bu
onu ikna etmeye yetmeyecektir. [32]
Ölümle insan ölümden kurtulur ve inanır. Ölüm belirsizdir, hayattan
soyutlanmıştır, hayatın bir şartı yada karşıtıdır. Bu yüzden ölümü tek başına
bilemeyiz. Ancak vardır ve birdenbire karşımıza çıkar. Doğmak aynı zamanda
ölmek demektir ve ölümü ancak hayatla kavrayabiliriz.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurduki;
“Lezzetleri
yıkan ölümü çokça hatırlayınız.” [33]
Ölümü öğrenmek
İnsanlara ait bazı bilgiler;
anlamaktan daha derin, belki de hayat boyu sürecek bir kavrayışı gerektirir. İşte
ölüm bilgisi de ancak uzun bir tecrübenin sonucunda edinilebilecek türdendir. İlk
bilinçlenmenin gerçekleştiği taklit safhasında; varlığımızın geçiciliği ve
ölümün kaçınılmaz bir sonuç olduğu gerçekliğini basit, yalın bir bilgi olarak
algılarız. Akıl yürütmelerimizle ve duygularımızla varlığımıza yerleşerek
kendine dair öğrenme sürecimizi işleten ve artık haberdar olduğumuz ölümle
aramızda böylelikle bir bağ kurulmuştur.
“İyi yaşamayı öğrenmek, aynı
zamanda iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmektir” diyen Stoacılar gibi Karl Jasper de “Felsefe
yapmak ölmeyi öğrenmektir” der.
Ölüm bilgisine en mükemmel
şekliyle “dışarıdan” erişebiliriz. Onu "içeriden" tecrübe
etmek ise susmak; yani ölümdür. Bu tecrübeyi “ölmeden önce ölünüz”
ayetindeki şekliyle yaşamak kâmil kişilik özelliği olduğundan çok kişi bu
bilgiden uzak kalır. Ölümle ilgili, mecâzi manada yaşanılarak, tecrübe kazanmak
imkânı olsa da hakiki ölümün gerçekleşme anında, çok daha farklı bir durum
olduğu anlaşılacaktır. Ölümden sonra görülen rüyalarda bu konu çok işlenmiştir.
Ölüm peşimizde
Ölüm, insanın bulunduğu yerde “Varlık’
ın bir sığınağı” dır. Daha açık ifadeyle ölüm Hiç’liğin kalesidir. "Ölüm haktır, her fani onu er ya
da geç bir defa tadacaktır" cümlesi, semavi dinlerin, hatta ilkel
dinlerin paylaştıkları öğretinin ve benimsenmelerinin temel dayanağını oluşturmuştur.
Ölümün kaçınılmazlığı, zaman olarak belirsizliği ve olayın ortaya çıkmasından
sonraki bilinmezliği, her düşüncede ve her inançtaki insanda, yüzyıllardır, şiirlerle,
nesirlerle, şarkılarla, inançlarla tanımlanmaya çalışılan, "korkuların
en büyüğü" nü yaratmıştır. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten
gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” [34]
Belirsizliğin
sürmesi ve kaçınılmaz sonun durumunun bir türlü doyurucu bir şekilde aydınlatılamaması
nedeniyle, uzun yada sonsuz yaşam için her türlü yol denenmiş, bunun için
sihirli maddeler aranmış, doğaüstü güçlerin yardımlarına sığınılmış veya
teoriler geliştirilmiştir. Fakat bu yolları deneyen-denemeyen yahut düşünen-düşünmeyen
herkesin hayatı, zamanı gelince sonlanmıştır.
“Aranızda ölümü Biz takdir
ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz
bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, Bize mani olacak hiçbir güç yoktur.”
[35]
İnsanların,
ölümün en çok nesinden korktukları üzerinde düşünüldüğünde; bilinmemesinden,
acısından, sevdiklerinden ayrılmaktan ya da yapmayı düşündükleri işleri
bitirememekten korktukları anlaşılmaktadır. Ne var ki, gerçekte bunların hepsi
buzdağının yalnızca görünen kısmıdır. Ölüm korkusuyla eşleştirdiğimiz ve asıl
anlamamız gereken bölüm; bastırılarak bilinçaltına, şuurun derinliğine itilmiştir.
“Başkalarına olabilir, ama asla bana
değil” şeklinde düşünme eğilimindeki insanın kendi ölümünü algılaması
son derece zordur. Kendi ölümü söz konusu olduğunda ise genellikle aklına ilk
gelen öldürülmektir. Savunma içgüdüsünün sevkiyle dünyevi bir perspektifte cereyan
eden bu derinliksiz ölüm düşüncesi dışında insanın kendi ölümünü düşünmediği
anlaşılmaktadır.
Hiç bilmezim sıra kimin
aramızda gezer ölüm
Halkı bostan edinmiştir
dilediğin üzer ölüm
Bir nicenin belin büker
bir nicenin mülkün yıkar
Bir nicenin yaşın döker
var gücünü üzer ölüm
Birinin alır kardaşın
revan döker gözü yaşın
Hiç onarmaz bağrı başın
habersizin gelir ölüm
Kanı anın sevdik yârı kıl
tâatın arı yürü
Miskin Yunus neye durur
ejderhalar yutar ölüm
Yunus Emre k.s
Ölüm korkusu
Ölümün bilinmesi zaman ve mekân içinde var
olmasından değil onun ve bizim tâbi olduğumuz kanunların aynı oluşundan ileri
gelir. Hayatımız bir hareketler bütünü olunca, ölüme karşı direnememek
ölüm korkusunu da beraberinde getirmiştir. Ölüm korkusu aslında, varlığımız olarak
gördüğümüz şeylerden ölüm nedeniyle mahrum kalma endişesinden doğmaktadır.
Kendi şahsı için yaşayıp başkalarını sevmediği ve yine başkalarının iyiliği
için çalışmadığı takdirde insanda ölüm korkusu fazlalaşır. Fakat ölüm,
başkalarının menfaati için çalışmak arzusunda olan birinin huzuruna mani
değildir. Nitekim süregelen hayatın içinde insan, kendi ölümüyle kâinatın
hayatına yeni bir kuvvet katacaktır. İnsanın nefsi her zaman kendine “ölüm
yoktur” diye hitap eder. “Ölsen de sonsuz hayat var”
şeklinde bir telkinle kendini teskin etmesi ve böylelikle korkularını yenmeye
çalışması insanoğlunun çelişkilerini açığa vurmaktadır. Ölecek biri her ne
kadar ebedi hayat arzusu ile kendini avutsa da “ölüm korkusu” nun
içindeki deprenişine engel olamaz. Kişinin, ölümden sonra bir hayatın var
oluşunun inanç noktasında kendisine sağlayacağı tatminin dışında, başka bir
çaresi kalmamıştır. Belki de ölümden korkanların bu korkularına neden olan şey,
onların ölümün hakikatini görmeleridir. Ölümün gerçeğini görememenin başlıca
nedeni yine hayatın gerçeğini de görememektir. Varoluşta; hayatın tam
karşısında bir zıtlık olan ölüm kayıtlıdır. Yaratılmış varlığın karşılığının
yine yaratılmış bir yokluk olduğu mantığın da kabul edeceği bir gerçektir. Bu
durumda doğmanın ve ölmenin eşitliği inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Cismanî
ölüm, maddî bedeni yıksa da insan varlığının Allah Teâlâ ile ilişkisini ortadan
kaldıramaz. Zaten hayatın esası da “ilâh-yaratılmış” ilişkisinden
ibarettir. İnsandaki ölüm korkusu; hayatın sınırlı
alanını kâinatın bütünü gibi algılayan dar bir görüş açısından ileri
gelmektedir. İnsan, ölmekle hayatla olan; kendince güçlü fakat pamuk ipliği
kadar zayıf tüm bağlarını koparmış, bunun yanında bildiği fakat görmediği daha
aktif bir hayata geçiş sağlamıştır. Burada önemli olan, nasıl
ölüneceğidir.
İnsanda "yaşama içgüdüsü" (Eros)
ile "ölüm içgüdüsü" (Thanatos) sürekli
savaş halindedir. Bu çerçevede insanı hayvanlardan ayıran bu hali, ölüm
düşüncesiyle baş etme çabasının bir parçası olarak, baskı altında tutulan
bilinçdışının kendisini dışa yansıtması niteliğindeki bir "ölümsüzlüğü isteme"
etkinliğinden başka bir şey değildir. Ölüm karşısında insan, kendisine yönelen
yok edici bir güçten ve bunun doğurduğu çaresizlik ve umutsuzluk hislerinden
kurtulmak ister. Ölümlü olmayı ölümsüzlükle eşleştirmekte ve başına gelenin,
yanlışlarının bir cezası olmadığını görmektedir. Fakat bununla beraber yine de bir korku ve çaba içerisindedir. Yine de
insan eninde sonunda öleceğini bilse bile bu korkuyu bilinçaltına iterek
bastırma yoluna gitmektedir. Bu bakımdan, bütün hayatı boyunca birbirine karşı
iki gücün arasında ve mücadele içindedir. İhtiyarladıkça, tıpkı kişiliğin
gelişiminde olduğu gibi bu durum daha da karmaşıklaşmakta ve paralelinde duygu
ve bastırma düzeyinde artış görülmektedir. İç yapıdaki çelişkiyi çözmek yerine
bastırma mekanizmasıyla tıkayan bir bakış açısını edinen insanın ruhu da
“nevrotik” bir nitelik taşıyarak hastalıklı bir biçim almaktadır.
Ölüm korkusunun psikolojik
açıdan bireyin tüm korku ve endişelerinin birleşme noktasında yer aldığını
söyleyebiliriz.
Ölüm korkusunun bütün
insanlarda var olan bir korku olduğu bilinmekle birlikte bunun sebepleri
irdelendiğinde; ölümün bilinemezliği, dünya ve maddî imkânlardan mahrum kalma
endişesi, ahiret hayatında karşılaşılabilecek ceza düşüncesi gibi etkenlerin
kişiye ızdırap verdiği görülmektedir. Yine bu korkuyu; belirsizlik, bedeni
kaybederek acı duyma, yalnızlık, yakınlarını, denetim gücünü ve kimlik
duygusunu yitirme gibi endişeler tetiklemektedir. Ölüm korkusuna karşı
geliştirilen psikolojik tepkiler, kişiden kişiye değişiklik gösterse de ölüm
korkusu ve ölümsüzlük arzusu tüm insanlarda mevcut temel duygulardır.
Tepkilerin farklılık göstermesini ise; yetiştirilme tarzı, sahip olunan maddi
güç ve dolayısıyla ölüme yüklenilen mana gibi faktörler etkilemektedir.
“Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu
arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp duruyorsunuz.” [36]
Ancak ölüm korkusuna karşı
inançsız insanların iki türlü psikolojik tepkileri söz konusudur.
Birincisi “Maskeleme” olup bu
durumda kişi kendini, tamamen dünya meşguliyetine yönelterek, ölümü düşünmeye
fırsat bulamaz hale getirir. Ancak bir taraftan, ölümün yine de gelecek
olduğunu bilmektedir.
“Nerede olursanız olun ölüm
size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” [37]
İkinci savunma mekanizması “Bastırma”dır
ve kişi yine ölüm düşüncesini bilerek şuur dışı bırakma, unutma eğilimindedir.
Ölümü hatırlatacak her şeyden uzaklaşmakla birlikte dinlerin ekserisi ölüm
konusunu işlediğinden bu durum kişinin dinsizliğine kadar varır. Bastırma
kavramının esası, insanın kendi tabiatının gerçeklerinden olan
ölümü inkârında yatmaktadır. Bu bakımdan insanın, “ölümsüzlüğü isteme”,
“kendinden başka bir şey haline gelme” gibi gerçekleştirme çabasında olduğu
isteklerinin aslında “ebedi kalma” düşüncesiyle ilintili olduğunu görüyoruz. Bu,
insanın; kendini duyurma, kendi damgasını dünyaya basma ve dolayısıyla da yaşamına
bir "değer"
kazandırma çabasından başka bir şey değildir. Bu durum bireyler için olduğu
kadar, genel olarak tüm insanlık için de geçerlidir. Kişiyi böyle bir
psikolojik sürece iten gerilimin nedeni ise; ruhun (ya da zihnin) "ölümsüz"
niteliğine karşın bedenin ölümlü olmasıdır. Burada insan bir çelişkiyle daha
karşılaşır; hayat tabiata dayanmakta fakat yine de tabiatın bir parçası
olamamaktadır. Ruh ve bedenin zıtlığı; Allah Teâlâ’nın “bir emrinden” olan ruhun,
“canlı
olmayan bedenin yanında bir yabancı durumuna” düşmesi, nihayetinde ise ruh
ve benliğinin ölümle gitmeleri olgusuna dayanır. Tabiatın bir parçası olan,
sürekli beslenmesi gereken, zamanla bozulan, yaşlanan, çürüyen bir bedenin
içine hapsedilmiş insan ruhunun, kendisinin de ölümlü olduğu gerçeğiyle yaşamak
zorunda oluşu insan tabiatının da temelini oluşturur. "İnsanın asıl korktuğu, yok
olup gitmek değil. Anlamsızlık
içinde yok olup gitmek.." olduğundan,
zihin; bilinçsiz de olsa bu sınırlanmışlığı aşmak, ölümsüzlüğe erişmek
istemektedir. Bu yüzden insan, zamanla yok olup gitmeyeceğine, çürüyüp
bozulmayacağına inandığı, böylelikle de kendisine ölümü aşabilecek bir araç
sağlayan, kültürel simgeler oluşturmaya çalışacaktır.
İnsan
kimliğinin yapı taşlarından olan korku, engellenemez şekilde sürekli açığa
çıkar. “En cesur insanlar bile korkar” ve “bilinmeyenden
korkma insanın tabiatında vardır” mantığı ile sürekli irdelenen insana ölümün
hakikatine inanmak daha kolay gelmektedir. Bastırılmış
ölüm korkusu, insanı rahatsız ettiği gibi bilinç dışı bir unsur olarak şeytanî
bir görünüme dönüşmekte ve vesvese, bunalım gibi psikolojik sıkıntılara neden
olmaktadır. Ancak insan, ölümlü olduğu gerçeğini tam anlamı
ile kavrayabilirse, bu onu diğer varlıklar arasından çekip çıkartır ve özgür
kılar.
Ma’nî eri bu yolda
melûl[38]
olası değil
Ma’nî duyan gönüller
hergiz ölesi değil
Ten fânîdir can ölmez
gidenler gene gelmez
Ölür ise ten ölür
canlar ölesi değil
Şol Hızır’la İlyas
Âb-ı Hayat içtiler
Bu birkaç gün içinde
bunlar ölesi değil
Yunus Emre k.s
Ölümü kabullenme
Ölümü kabullenme realiteye geçiş değildir, aksine
bu kabulleniş tüm realitenin onda yok oluşunu sağlamaktadır. Aslında ölümün realiteyle,
varlığa neden-sonuç ilişkisiyle bağlı bulunuşundan başka, herhangi bir ilişkisi
yoktur. Tüm imkânları kuşatan ölüm, bu
imkânların yaşamasını sınırlandırır ve önlerine engeller koyar. Bu bağlamda
ölüm var olmanın basit bir olumsuzluğudur.
Ölmenin
gerçeğine ulaşan kişi; özgürlüğünü elde etmiş, kendi sınırlarını tefekkür
edebilmenin verdiği rahatlıkla belirsizliklerden kurtulmuş ve böylece kendi zorunluluklarının
da bilincine varmıştır.
İnsan,
ölüm olgusunu tahlil ederken, ondan kaçma yahut ona karşı koyma gibi eğilimler
gösterse de, genellikle fazla bir şey yapamayacağını da anlamaktadır. Bu
anlayışa rağmen insanların ölümü unuttuklarını, hastalık yada çevrelerinde cereyan
eden bir ölüm hadisesiyle, ölümün varlığını yeniden hissettiklerini görüyoruz.
Dünya hayatına gelmiş olan insan, “iradeli
ayrılma” özgürlüğünü kaybetmiştir. Ayrılma yani ölüp dünyadan uzaklaşma
arzusunu gerçekleştirmek istediğinde “intihar” etmesi gerekir.
İntihar ise kabul edilmeyecek bir davranıştır. Normal yollardan beklenen ölüm
de kişiyi sıkıntıya düşürmekte ve akıl sağlığını kaybetmemesi için zorunlu
tedbirler almasını gerektirmektedir. Eğer ölüm isteminin sahibinin ancak Allah
Teâlâ olduğunu kabul etmezse delirir veya inancını kaybeder. Kabul edince de
kararan içini aydınlatacak bir ışık arar. Eğer bulursa “ölmeden önce
ölür”. Bir kez ölen kimse tekrar ölmeyeceğinden, bir sonraki hayatı tatmin
seviyesine çıkarak hayatın geçiciliğini anlar ve psikolojik rahatsızlık
tehlikesinden böylelikle uzaklaşır. Tedavi edici ışığı bulamayan, yaşadığı somut
hayatın dışında bir hayatın daha olduğunu kabul etmeyen kimsenin akıl sağlığı
tehlike altındadır. Ancak kalbin hissetmesiyle
açığa çıkan bir inanç olmadan, aklın sonsuzluk duyusunu sezmesi çok zordur. İnanç
olmadan ölümle ilişkiye giren ruh, çaresizlik ile isyan ederek dengesini
kaybeder. Kalbin tesiri olmadan sadece aklıyla kabullenirse de yine korkular
içinde delirme tehlikesi söz konusudur. Kişinin
bu çaresizliğinin tek çaresi “mahkûm olduğu aşkın güce” teslim olmasıdır.
İnancın olmadığı yerde ölüm, tüm
korkuların kaynağıdır. İnancın bu noktada tüm çıkmazları ortadan kaldırdığı
inkâr edilmez bir gerçektir.
Dinlerin manevi tesirleri ve insanoğlunun
korkularını yenmesinde en etkili faktörlerden olması, bununla birlikte bu inanç
sistemlerine tabi olanların sayılarının dünya üzerinde her zaman çoğunluğu
teşkil etmesi, yine inancın önemini açıklayıcı unsurlardır. Bu korkuların
giderilmesinde, inancın hak ve batıl olmasının fazla aranmadığı ayrıca
görülmektedir. Ölümlü olan insan yine de; görmediği ve aklı ile bağdaştıramadığı
bir gerçeği kabullenmede çok zorlanır.
Henüz ölüm birden bire önüne çıkmadan,
ölüm düşüncesiyle ciddi bir karşılaşma yaşayan kimsenin bunun neticesinde başlayan
kabullenme sürecinde beş ayrı dönem söz konusudur.
1-İnkâr etme
ve uzaklaştırma: Bu dönemde
kişi ölümün yakın olduğunu inkâr etmektedir. İlk tepki "Hayır, ben değil, doğru olamaz!" biçiminde ortaya
çıkmaktadır. Unuttuğu ölüm onu rahatsız etmeye başlamıştır.
Çünkü ölüm dönüşü olmayan bir yolun başlangıcıdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem buyurdu ki; “Ölüm korkunç ve ibret alınacak bir olaydır.
Dolayısıyla herhangi bir cenaze gördüğünüzde ayağa kalkınız.” [39]
“Ayağa kalkınız” şeklindeki
ifadeyle cenazeye saygının ve beraberinde “eyleme” geçmenin gerekliliği
anlatılmak istenmiştir. Cenaze, hayatımızın bir sona doğru ilerleyiş içerisinde
olduğunu kesin ve net bir şekilde haber veren en önemli semboldür.
2-Öfke: Bu dönemde
kişinin tepkisi; "Neden
ben?" biçimindeki bir soruyla ortaya çıkmaktadır. Odak duygu öfke,
haset ve küskünlüktür. Bu ölümün, iyi yada kötü ayırmadan herkesin başına
geldiği gerçeğini unutan insanın kızgınlığının bir neticesidir. Fakat kaderde
olacak bazı şeyler aslında herkes için aynıdır.
“Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Ey
insanlar! Sonra siz, kıyamet günü Rabbinizin huzurunda duruşmaya çıkacaksınız.”
[40]
Bu
ayetlerde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin de dünyayı terk
edeceğinin haberi verilerek, insanların ölümle karşılaşmalarının kaçınılmaz bir
son olduğu anlatılmıştır.
3-Pazarlık: Bu süreçte kişi Allah Teâlâ ile durumuna çare olabileceğini düşündüğü
doktor ya da başka kimselerle pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışılmaktadır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
"Âdemoğlu
ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı
hırs". [41]
Uzun bir hayatı elde
edebilmek için gayretler yaşın ilerlemesiyle birlikte artmakta ve bu durumu
dizginlemek ise mümkün olamamaktadır.
4-Depresyon: Bu dönemde kişi artık ölümlü olduğunu inkâr etmez fakat öfkenin yerini
depresyon almıştır. Kişi kendine farklı türden kurtarıcılar aramaya başlar.
Sağlığına yeniden kavuşmak için; spor yapmayan biri iken spor yapmak, dindar
olmadığı halde dine sarılmak, kendini beğenen bir kişi iken kutsal kişilerin
etrafında bulunmak vb. şekillerde tepkiler ortaya koyarak kimlik kaybına veya
değişimine uğrar. Bu nedenle "hazırlayıcı" depresyon
ile "tepkici"
depresyonu birbirinden ayırmak gerekir. Ölüme engel olabilme duygusuyla bu tür
davranışlar sergileyen kişi, depresif durumların giderilmesi için başvurulan
her şeyin, çözüme engel olacağı korkusuyla nevrozlar yaşar.
5-Kabul etme veya red etme: Bahsettiğimiz diğer 4 duygusal sürecin de
üstünde bir yoğunlukta yaşandığı bu son dönemde kişi yaklaşan sonu derin derin
düşünmektedir. Duygusal bir boşluk içerisinde kararsızlaşırken inançları
sarsılmakta yahut kuvvetlenmektedir. Bu başkalaşım dönemi, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem‘in bazı hadislerinde en güzel şekliyle
açıklanmaktadır.
"Sizden
birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem olur. Sonra bu kadar
müddette "alaka" olur. Sonra bu kadar müddette "mudga"
olur. Sonra Allah Teâlâ bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu melek) rızkını,
ecelini, amelini, şaki [42] veya said [43] olacağını yazar, sonra ona ruh üflenir.
Kendinden
başka ilah olmayan Zat'a yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin
ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir arşın [44]
mesafe kaldığı zaman ona yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel
ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem
ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir arşın mesafe kalınca
yazısı ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işleyerek cennete
girer." [45]
Bu hadisi şerifin ifade
ettiği gibi; senelerce edinilen menfi yada müspet kazancın ölüm korkusuyla son
anda hiç umulmadık şekilde kişinin durumunu değiştirebilmesinin söz konusu
olduğu görülmektedir. Yine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Kul
(bazen), Allah'ın rızasına uygun olan bir kelamı, ehemmiyet vermeksizin sarf eder
de Allah onun sebebiyle cennetteki derecesini yükseltir. Yine kul (bazan) Allah’ın
hoşnutsuzluğuna sebep olan bir kelimeyi ehemmiyet vermeksizin sarf eder de
Allah, o sebeple onu cehennemde yetmiş yıllık aşağıya atar." [46]Bu hadisi şerifler bize, ölüm hakikati üzerindeki
gaflet perdesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir.İnsana, ölüme hazırlanma
düşüncesi çoğu zaman ölümün gerçeğinden daha çok azap vermektedir. Ölüm
düşüncesinin acılığı bizim onu kurcalamamızdan kaynaklanmakta ve sürekli yüzleştiğimiz
ölümün varlığı bizi rahatsız etmektedir. Fakat aslında hayatta ölümden daha
kötü birçok musubet vardır. Ölüm herkes için olmasa da iyi olanlar için korkulmayacak,
çoğu zaman aranacak, pek emin olunacak bir yurttur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz, tutulduğu ateşli hastalığın artması üzerine, son günlerini
Hz. Aişe radiyallâhü anhanın yanında geçirmektedir. Bir an olsun biricik
babasının yanından ayrılmak istemeyen ciğerparesi Hz. Fatıma radiyallâhü anha,
o gün Efendimizin çektiği acının daha da fazlalaştığını hissederek,
“Vâh babacığım! Ne kadar çok
acı çekiyorsun!”
demiş ve gözyaşlarını tutamamıştı. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem,
“Üzülme kızım. Baban artık
sıkıntı çekmeyecek,”
diyerek teselli etmişti. Sonra kendisine yaklaşmasını istemiş ve kulağına bir
şeyler söylemiş bu kez Hz. Fâtıma radiyallâhü anhanın ağlaması daha da
artmıştı. Tekrar yaklaşmasını isteyerek yine kulağına bir şeyler fısıldamış, bu
defa yüzünde tebessüm belirmişti. İlkin artık Allah Teâlâ’ya kavuşma anının
yaklaştığını haber vermiş, ikincisinde ise O’na en önce kavuşacak kişinin Hz.
Fâtıma radiyallâhü anha olacağını kendisine müjdelemişti.
Sonraki saatlerde ise, şehadet
parmağını semaya kaldırarak “Allah’ım! Beni Refîk-i A’lâ’ya ulaştır.”
diyerek Allah Teâlâ’ya ruhunu teslim etmişti. O’nun arkasından şiirler söyleyen
bu biricik ciğerparesi, beş buçuk aylık bir hasretten sonra günden güne erimiş
bir mum misali tükenip-bitmiş ve yeniden ebedî bir hayata doğmak, Sevgililer
Sevgilisi’ne kavuşmak üzere, hayata gözlerini yummuştu.
O
gün; gökyüzünün ufukları bozardı.
Gün
ortasında, güneşin ziyası köreldi.
Evvel
zamanların ve sonraki vakitlerin,
kâinatı
karardı.
Rasülün
gidişinden sonra dünya,
Hüzün
ve kederden
bir
kum yığınına döndü.
Artık
şimdi;
Doğuların
ve Batıların bütün şehirleri
Ona
ağlasın!
Mudar
ve Yemen'in bütün kabileleri
matem
tutsun.
Üzerime
öyle musibetler döküldü ki;
Bu
elemler,
gündüzlerin
üstüne dökülseydi,
Nurlu
gündüzler,
simsiyah
gece kesilirdi...
Ey,
Rabbinin davetine icabet eden
Babam!
Ey,
Makamı Firdevs Cennetlerinde olan
Babam!
Ey,
Cebraile vefat haberini verdiğimiz
Babam!
Ey,
benim aziz Babam!
Sana
Rabbinin daveti!
Ey,
benim aziz Babam!
Yerin
Firdevs Cenneti
Ey,
benim aziz Babam!
Derdimizi
ancak Cebrail'e yanacağız!
Hz. Fâtıma aleyhisselâm
Ölümü karşılama
Dünyaya
geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız. Yaşadığımız her
an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Öyleyse hayatın içinde olan, ölümün
de içinde demektir.
Ölümlü
bir insanın bütün zevkleri de ölümlü olacağına göre bu ölümden sonra başka bir
hayatın başlayacağına işarettir. Ölüm, uzun yada kısa, yaşanmış bir hayatın
bitişinin habercisidir. Bu dünyaya kendi isteğimizle gelmediğimiz gibi ölüm de
isteğimize göre olmayacaktır. Ölümden kaçmanın aslında kişinin kendi kendinden
kaçması olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
Ölüm hususundaki bilinç düzeyinin kişiden kişiye
farklılık göstermesi yine farklı düşünme biçimlerinin oluşmasına neden
olmuştur.
1-Hayatının
sürmesi ya da bitmesi: Bu düşünce
biçimine sahip kişinin yorumlarında çoğunlukla dini inançların etkisi söz
konusudur. Örneğin, "Ölüm bu dünyadan bir başka dünyaya
geçiştir" ya da "öldüğüm zaman ruhumun ebedi olacağını
düşünüyorum" … vb.
2-Düşman
olarak ölüm: Kişi ölümü, hayatı
ve ilişkileri sona erdiren bir ezeli düşman, kötü bir son olarak görür.
"Bugün
ya da yarın hastalık ve ölüm sevdiklerime yahut bana ilişecektir; geriye
yalnızca kokuşmuş beden kalacaktır. Ne tür olursa olsun, çabalarım er ya da geç
unutulacak ve yok olacaklardır. Öyleyse bu çaba niçin?" şeklindeki düşünüş tarzları kendi içinde tutarlı görünse de inanç ve
yapıcılık hususunda yetersiz olmakla birlikte kişide kaos oluşturarak vahim sonuçlara
neden olabilecek niteliktedir.
3-Birleşme ya
da ayrı düşme: Burada kişi
ölümü daha önce ayrıldığı birine kavuşma yahut sevdiği birinden ayrılma olarak
algılamaktadır.
4-Ödül ya da
ceza: Kişi ölümü,
dünyadaki yaşantısının durumuna göre iyi veya kötü bir varoluş, bir geçiş olarak
görmektedir. Kişi, Allah Teâlâ’nın koyduğu; dünya hayatının
sonlu olması ve karşılığında başka bir hayatın kazanılması gibi kurallarla
bağlantılı olarak ölümü sevinç ya da sıkıntı duyarak algılar. Kur’ân-ı Kerim’
de buna işaret eden ayetler bulunmaktadır.
“ Ve her nefs, ne yapmış ise kendisine (karşılığı)
ödenmiştir ve o (Hâlik-ı Hakîm) yapar olduklarını çok iyi bilendir.” [47]
“Ve siz ancak Allah Teâlâ'nın rızası için infakta
bulunursunuz. Ve hayırdan her ne infak ederseniz size karşılığı ödenir ve siz
zulme uğratılmayacaksınız.” [48]
Ölümü temenni
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular:
"Sizden
hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü temenni etmesin. Mutlaka
bunu yapmak mecburiyetini hissederse, bari şöyle söylesin: "Rabbim, hakkımda
hayat hayırlı ise yaşat, ölüm hayırlı ise canımı al!"[49]
İslâm
akidesine göre, ecel, dua ve temenni ile değil, kaderle bağlıdır. Kişinin eceli
gelince, istese de istemese de, ne uzar ne kısalır. [50] Şu
halde ölümü temenni etmemenin gerekliliği ahlâki yönden ve müminlik edebi
açısından önemlidir. Bu açıdan ölümü temennî etmede iki mühim ahlâkî özür
bulunmaktadır.
1)
Kadere karşı bir itirazdır.
2)
Gayesi kişiyi çeşitli hallerle imtihan olan hayat vazifesinden kaçmak ruhen
yıkıma neden olan bir miskinliktir.
Kur'ân-ı Kerim, maldan, candan,
meyvelerden eksiltmeler, musibetler ve korkularla imtihan edilmek üzere insanın
yaratıldığını bildirmekte [51] bu imtihanı kazanmak için sabır tavsiye
etmektedir.
Ölüm ise tüm bu imtihanların sonlandığını
ve artık kaçırılan bu fırsatın iyi değerlendirilip değerlendirilemediği hususundaki
son durumunu insana acı bir şekilde haber vermektedir.
Ancak ölüm her yerde aynı olmakla
birlikte fakir ve zayıf insanların ölüm düşüncesine daha çok katlandıklarını
görürüz. Dünya onlara fazla bir şey vermeğinden kaybedecekleri çok şeyleri
yoktur.
Ölümle yüzleşme
Ölüm, insanın varoluştan
yokluğa veya başka bir yere sürgün edilmesi, fiziksel ayrılığın nihai
gerçekliğine varmasıdır. Ölümsüzlük varsayımı ahlaki çerçevede yaşayan kimse
için zorunlu bir olgudur. Dünyaya belli bir müddet için konumlandırılmış
insanın yaşıyor olduğu an içerisinde bu anlayışa erişmesi en önemli görevidir.
Ölümle yüzleşmenin iki temel faydası vardır:
Birincisi: Ölümle yüzleşen ve ölümden
korkmamayı öğrenen kişi, artık hiç bir şeyden korkmaz. Her durumda ölümün
varlığı aklında olan kişi huzuru bulmuş demektir.
Hz. Ali
kerreme’llâhü vechenin “Ha ben
ölümün üzerine gitmişim ha ölüm benim üzerime gelmiş, umursamıyorum!” [52] şeklindeki
ifadesi ölüme hazırlıklı bir hayat yaşayan kimsenin halini en güzel şekilde
yansıtmaktadır. Bu hal, ölüm korkusuyla yüzleşen kişinin, kaçınılmaz bir son
olan ölümü değil kendisini daha üstün tuttuğunun işaretidir.
İkincisi: Ölümü düşünen
kişi, hayatın kıymetini daha iyi anlar. Aslında hayatı kıymetsiz ve anlamsız
hale getiren, hiç ölmeyecekmiş gibi ve hedefsiz yaşamaktır.
“Dünyaya
çivi çakmak” deyiminin ifadede ettiği yanıltıcı hisle oluşarak, yine “vur
patlasın çal oynasın” şeklindeki mantıkla bir silsile halinde devam eden yanlışlar,
böylece günübirlik yaşamaya başlayan kişinin hayatını amaçsız, anlamsız bir koşuşturmacaya
çevirir. Oysa ölümü düşünen ve hayatının sınırlı ve geçici olduğunu hisseden
kişi, kendisine; “peki ben niçin yaşıyorum, hayatımın amacı nedir?”
sorusunu sormakla birlikte, hissederek yaşamaya ve anlamlı bir hayat sürmeye
başlar. Sonsuz nimetler içinde ölümün dahi bir nimet olduğunu anlayarak kaybedeceği
şeylerin, kaybedilme anı gelmeden şükür ehli olmak yolunu tercih eder.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Namaz kıldığında son namazınmış gibi
kıl.
Sonradan özür dileyeceğin bir şeyi söyleme.
İnsanların elindeki şeylerden ümidini
kes, bir beklenti içerisine girme,” [53]
Ölümü unutma
Unutma, bilgilerin
depolanmasının pasif bir yan etkisi değil, güçlü rahatsız edici şeyleri
bastırmak için çalışan kontrol mekanizmalarının bir sonucudur. Bir fikre
odaklanmak için, yanlışa götürecek düşüncelerin zihnimize girişini kontrol
etmemiz gerekir. Bazen unutmanın düşüncelerimizi ele geçirmesini önlemek için
çabalarız. Bazen de hatırlatıcılarla karşılaştığımızda, istenmeyen şeyi
düşünmemeye, başka olaylara odaklanmaya çalışırız. Bu nedenle bazı bilgileri duyguların
tesiri olmaksızın değerlendirebilmede zorlanırız.
Bir yönden faydalı gibi görünse
de unutma, bazı hayati noktalarda kişinin zararınadır. Unutmaya çalıştığımız
şeylerin başında gelen ölüm, insanın zihnindeki bir kavram olarak içerisinde
bilinmezlik ve acıyı barındırdığından kişinin bastıma mekanizmasını harekete
geçirmektedir. Ölümün kapalılığı, bu konudaki bilginin azlığı ve depresif [54]
duyguları çağrıştırması ölüm gerçeğini unutmaya çalışmamızdaki diğer
etkenlerdir.
Bellekte depolanan bilgiyi
nasıl unuttuğumuza dair çeşitli teoriler bulunmaktadır. Unutma gerçeğinin
altında yatan durumları açıklamaya çalışan bu teorilerden en çok bilinenleri silinme
ve bozucu etkidir.
Silinme etkisi teorisine göre; bilginin silinmemesi için
tekrar edilmesi gerekmektedir, aksi takdirde bilgi zamanla kaybolacaktır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Lezzetleri
yıkan ölümü çokça hatırlayınız.” [55]
Bozucu etki teorisine göre ise;
unutma, bellekteki bilgilerin rekabeti sonucu birbirlerini engellemeleri
nedeniyle oluşmaktadır.
Ölümü unutan
kişi kendi Narsizm [56] in
etkisi altındadır. Boş benliğinin kendine mabet edindiği tehlikeli
labirentlerine, kendi benliğine hapsolmuştur. Aslında biraz daha derinden
bakıldığında narsizmin kökeninde kişinin kendine olan sevgisi değil, kendine
olan nefreti yatar. Bir gün ölecek olduğuna dair bilgi bilinçaltında mevcut
kişi, ölümlü olduğunu hatırlamanın verdiği sıkıntı ile özgüvenini kaybedip
kendine karşı saldırgan olacaktır.
Narsizmi
gösteren; benmerkezcilik, ötekileri nesneleştirme ve güdüleme, gurur,
gösterişlilik, başarıya bel bağlama... vb. tutumlar göz önüne alındığında unutmanın
da kişinin narsist duygularının tesiriyle gerçekleştiğini söylemek abartılı
olmaz. Narsizm, ölümü unutmuş benliğin hastalıklı bir yapısıdır. Bu hastalıklı
durumdan kurtulmanın yegâne yolu insanın bilincine has sonluluk farkındalığının
etkinleştirilmesidir.
"Hz. Ebu Bekir radiyallâhü anh;
"Ey Allah'ın Resûlü, saçların ağardı,
yaşlandın" dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
"Beni, Hûd, Vakı'a, Mürselât, Amme ve İze'ş-Şemsü
Küvviret sureleri ihtiyarlattı" cevabını verdi."
[57]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin "Beni
şu sureler.. ihtiyarlattı" buyurması o surelerdeki muhtevanın
kendisini fazlaca düşündürüp, ağzının tadını kaçırdığını ifade etmek içindir.
Zira zikredilen bu sureler, ölümü, yok olmayı, eski milletlerin başına gelen
belâları ve bilhassa kıyamet hallerini haber vermekte, insanın hakiki
istikbalinde başına gelecek dehşetli hadiseleri safha safha anlatmaktadır.
Gerçek iman sahipleri onları düşündükçe Ehl-i Dünya gibi neşeli, eğlenceli
olamaz. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
"Benim bildiğimi bilseniz az güler çok
ağlardınız"[58] buyurmakta, hayatın fâni zevklerine olan
bağları zayıflatmak, kırmak için ölümü
çokça hatırlamayı tavsiye buyurmaktadır.
Yine
Hz. Ali kerremallâhü veche, insanları ölüm gelmeden önce gerekli
hazırlıkları yapmaları konusunda uyarmaktadır. “Sizden amel işleyen,
eceli dolup ölüm anı gelmeden, can boğaza dayanmadan, iş işten geçmeden ve
henüz vakit varken kendisine verilen sürede yapacağı iyi işleri gerçekleştirsin.
Kendisi için hazırlık yapsın ve ayrılık yurdundan, ikamet edeceği yer için
azığını hazırlasın”.[59]
“Allah’ın
kulları! Hesaba çekilmeden önce nefislerinizi hesaba çekin; zorla sürüklenip
alınıp götürülmeden, ölüm gelmeden önce sizden istenene tabi olun, Allah’ın
dini üzere yaşayın”.[60]
Hz.
Ali kerremallâhü veche, yine bu konuyla ilgili olarak;
“Çağrılmadan
önce kulaklarınıza ölüm çağrısını duyurun (Ölmeden önce ölünüz)”
diyerek her zaman ölümü hatırlamanın gerekliliğini ifade etmiştir.
Ölümü unutmanın
menfi bir etkisi söz konusu olmakla birlikte müspet hikmetleri de
bulunmaktadır. Unutma mekanizmasının insanın ruhi sisteminde bulunması bize
unutmanın, Allah Teâlâ’nın isteği doğrultusunda bir yaratılış hikmeti olarak
gerçekleştiğini göstermektedir. Niyazî-i Mısri kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu
konuda şunları söyler.
“Hz. Süleyman aleyhisselâm halkın gaflet
ve unutkanlığından şikâyetçi oldu. Allah Teâlâ bunların kalplerine ölüm gussası
[61]
musallat kıldı. Dağa ve sahralara dağılıp mağaralara girdiler. Bütün âlem ve bu
hoş tavır nefsi nefsi olup anası evlâdını, koyun kuzusunu terk ve her biri
ibâdat-ı Hakk’a yapıştılar. Nizam ve intizam kalktı. Süleyman aleyhisselâm
gördü ki nübüvvet ve sultanlık ve cümle saadetler ki kendine verilmiştir, hepsi
şeytanın (verdiği gaflet) sayesinde imiş.
Süleyman aleyhisselâmın san'atı
zembil örüp satmak idi, kimseler almaz oldu. Böyle olunca Süleyman aleyhisselâm
yüzünü secde-i Rahman'a koyup itti:
"Ey Bâri-i Hüdâ senin her işin
bir hikmete mebnî (dayanmakta) imiş, ben kusur eyledim.
Senden sana niyazım budur ki şeytanı
(gafleti) salıver. Herkes işi ile ile meşgul
olsun." dedi. Hak Teâlâ da izin verip hemen şeytan (gaflet
ve unutma) kurtulup serbest bırakıldıkta herkes acaba evimizden bir şeyimiz
gaip oldu mu? dediler.
Divân-ı saltanat ve nübüvvet yine kuvvet
buldu. Şeytanın (verdiği gaflet ve unutkanlık) cümle mahlûkat ve insanın
maslahatı görülsün içindir.”
Unutma kavramına bu zaviyeden bakıldığında
durumun ayrı bir boyutunun daha olduğu görülmekte ve dünya hayatının ikbali için
unutmanın istenilen bir faktör olduğu anlaşılmaktadır. “Bu dünya bin birlikleri
içerisinde sarılı bir gül goncasıdır” hikmetinden yola çıkarak bu çelişkili durum
üzerinde düşündüğümüzde burada da yine zıtlıkların birliği sağlayıcı unsurlar
olduğunu görüyoruz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Eğer
siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize,
günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler
yaratırdı." [62]
Bu hadisi
şerifin diğer bir karşılığı ise şu şekildedir;
“Beklenen şu yedi şey gelmeden
amellere koşuşun; her şeyi unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, bünyeyi bozan
hastalık, tüketen, eriten ihtiyarlık, yakaya yapışan ölüm ve bu beklenenlerin
en kötüsü olan Deccâl.
Kıyamet ise; daha dehşetli ve
daha acıdır.” [63]
İnsanın gaflet ve unutmada
sınırları görecelidir fakat Allah Teâlâ’nın rahmet sıfatı geniştir. Bu, Allah
Teâlâ’nın bizlere kıyamet günü “Rabb” lık özelliğinin geniş rahmetiyle muamele
edebilmesi içindir. Celal sıfatının cemal sıfatına galibiyeti muhakkak olup
bütün yaratmış olduğu mükemmel kâinatı bir emri ile yok edebilecek güce
sahiptir. Âdil olan Allah Teâlâ hesap günü hesapların sonucunda dilediği şekilde
hükmetme yetkisine sahiptir. Allah Teâlâ, kendisine mecburiyetler bulunmadığı
halde rahmet sıfatının gereği, koyduğu sınırları dilerse değiştirir. Bu durum
bize beşeriyetin de zihninde Allah Teâlâ’ya karşı katı bir mecburiyet şartlanmasının
olmaması gerektiğini göstermektedir.
Ölüm duygusu insanı sürekli
ayık tutacak kuvvette bir etken iken beşer olmamız hasebiyle zuhur edecek bir
kısım durumların daha bulunuşu, bizim noksanlıktan ve “kusursuzluk”
özelliğinden münezzeh olmadığımıza işaret etmektedir.
Ölüme bakış
Olaylardan
çıkarılan sonuçlar, kişinin bakış açısına göre değişiklik gösterir.
"İki
insan aynı manzaraya iki ayrı perspektiften bakmaktadır. Manzara birdir, ama
onların gördüğü aynı değildir. Biri ötekine gördüğünün yanlış olduğunu söylerse
bunun bir manası olur mu? Elbette olmaz. Her ikisinin gördüğü de gerçektir.
Yanlış perspektif, kendi görüşünün tek doğru görüş olduğunu söylemektir. Yanlış
olan ütopyadır, hiçbir gerçeğe dayanmayan hayalî bakıştır. Her hayat, kâinata
kendi açısından bir bakıştır. Bu ferdî bakışları bir araya getirerek mutlak ve
topyekûn gerçeğin kumaşını dokuyabiliriz.”
Ölüm korkutucu olmasına karşın sadece bir
anda olup biten bir şey değildir. Aslında her gün, her an ölüp ölüp
dirilmekteyiz. İbadetler bile ölümün sürekli yaşandığı hallerdir. Hırsla
kazandığımız maldan Allah Teâlâ’nın emri yahut rızası için vazgeçer ve onu
zekât yoluyla öldürürüz. Türlü şekillerde kopan ya da ayrılan her parçamızla
yine biz ölmekteyiz. Oruçta isteklerimiz, hacda mantığımız, namazda benliğimiz
ölür. Savaşta başarması zor bir görevi bir nevi intihar olan ölümü göze alırız.
Mazlumun zalim karşısındaki sabrı da bir nevi intihar olup âdilikten ulviliğe
yükselen ölümüne bir fedakârlıktır. Zulme başkaldırışta perişan duruma
düşeceğini, yerini yurdunu kaybedeceğini bildiği halde davası için “kutsal bir intiharı” gerçekleştirme gücünü
kendinde bulan kişi de yine ölmeden önce ölenlerdendir.
Saydıklarımıza daha birçok şey ilave
edebileceğimiz gibi tüm bunlar aslında bizim ölümü dolaylı olarak birçok defa
kabullenişimizdir. İnsan, benliğinden kurtulmak
için “ölmeden önce ölünüz” düsturunun gerektirdiği bir eylem
olarak her şeyden vazgeçebilmeli ve bu vazgeçişin sırrıyla anlaşılan aşkın güce
yaşarken teslim olabilmelidir. Kişi böyle ulvi bir tercih sonucunda içtimai
hayatta birçok tepkiyle karşılaşacaktır. Bu kimseler için Allah Teâlâ Kur’ân-ı
Kerim’de; “fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu.
Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan
köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir..” [64] buyurmuştur.
Allah
Teâlâ’nın ayetlerini unutan ve kabullenmeyenler için köpek benzetmesi çok
manidardır. Bu insanlar "cynic'ler [65]
den olmakla birlikte belli ölçüde sinikal davranış zarar vermeyebilir. Bu bizim
daha iyi düşünmemizi, peşin hükümlerden kaçınmamızı ve bilhassa her türlü
yalandan kurtularak gerçeği görmemizi sağlayabilir. Fakat bu ayette inkâr ve
itiraz eden insan için köpekleşme terimi kullanılmış olup bu nedenle ölümü
kabullenemesek bile öleceğimizi bilmeli ve ansızın gelecek ölümden önce ölmeye
alışmalıyız.
Aslında
bu ölümler için isteklerimizin intiharıdır diyebiliriz. İntihar gerçekte
olumsuz bir kavram iken burada; kendimizi aşkın bir güce karşı isyan etmekten
kurtuluşun bir yolu olarak kendi gerçek tabiatımıza teslimiyet göstermenin adî
olmayan bir biçimi; “kutsal intiharımız” dır.[66]
“Her kim Allah'a ve rasülüne
hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse,
kuşkusuz onun mükâfatı Allah'a düşer.
Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir.” [67]
İnsanın
kendisi için dünyada kalıcı hiçbir hedef seçmeyen, kendini herkes gibi
öleceğini hissetmekle mesut olmasıdır. Dünyada kalıcı hiçbir hedef seçmeyen,
ölümlü oluşunu hissetmekle mesut olan kimse bu dünyada bir yolcu olduğunu
anlamıştır. Yolu uzun ve tehlikeli olmakla beraber biteceğini tefekkür ederek
isteklerinden vazgeçer.
Düşünmeme
gafletinden uzaklaşarak kendi fikri yalnızlığına çekilen kişi herkes gibi
olmamayı göze almıştır. İşte bu “kutsal intiharı” başaran kimse
dünyaya güzel bakmaya başlar. Artık yaşayan bir ölü gibidir ve aşırı sinikal
davranışlardan kurtulmuştur. İtiraz etmek için itiraz etmez ve Allah Teâlâ
karşısında boyun büker durumdadır.
Sonsuzluğa bakış
Allah
Teâlâ buyurdu ki;
“Ehl-i kitap ve müşriklerden
olan inkârcılar, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem
ateşindedirler. İşte halkın en şerlileri onlardır.
İman edip sâlih ameller
işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.
Onların Rableri katındaki
mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları
Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut
olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler)
içindir.” [68]
Ölümden
sonra hayatın varoluşu düşüncesinin bütün dinlerde mevcut olduğunu görüyoruz. Dinlerin,
ilâh inancından sonra en çok üzerinde durdukları konu; ruh yada bedenin
ölümsüzlüğü, öldükten sonra yeniden dirilme ve sonsuz hayatın nasıl olacağı
meselesidir.
Yaratılmışlık
zümresi içinde olan her şey esas itibariyle sonludur.
Bu nedenle ahirette kazanılacak "sonsuz hayat" inancınıda
bir sembol olarak düşünmeliyiz. Sonsuz olan tek şey ise Allah Teâlâ’dır. Belki "Sonsuz
hayat" yokluk şokunun yol açtığı kaygıları bertaraf etmek isteyen
Allah Teâlâ tarafından insana lutfedilmiş ihsanıdır. Çünkü insan için yok olmak
katlanılabilir bir durum değildir. Sürekli tetiklenen bir ölüm korkusu insanı
çaresizlik içinde bırakacak ve bu nedenle isyanı ölçüsünde inkârı da
artacaktır. “Sonsuz hayat” inancı, hayatın genel olarak anlamsızlığının
ortaya çıkardığı sorunlara bir cevap niteliğindedir. Bu bağlamda varoluş sorunsalıyla
ilgili “belirsizlikleri” yine varoluşun sınırsız bir devamının olduğu
düşüncesi ve “sonsuz hayat” kavramı
ortadan kaldırmaktadır.
Yokluk
tehdidi insanı kuşatırken ölümden sonra hayat düşüncesi ölümlülük kavramıyla
çelişmekte ve kişi varoluşunun sürekliliğini kendisinin sağlayamayacağını bilerek
bu noktada acizliğini hissetmektedir. İnsan dünya şartlarından uzaklaştığı
oranda kendi hakikatini kavrayabilmektedir. Kişi ölümsüzlüğü zamanla değil kendi
bilgisi ile kavrayabilir. Bu bilgiyi kazanmak ise aklın gücüne bağlıdır. Allah
Teâlâ tarafından gönderilen rasüller ile terbiye edilen akıl, gerçeğe yakın olan
bilgiye böylelikle kavuşmuştur. Hakiki bilgi Allah Teâlâ’ya aittir ve ölümde
“hakiki bilgi” ye ulaşmadaki perdelerden birinin kaldırılmasıdır. Bu kaldırılan
perde, insana gönderilmiş bütün bilgilerin sırasıyla tekrar tekrar açıklanmasını
ve onu sonsuza götürecek bir zaman gerektirmektedir. Eş ve benzeri hiçbir şey
bulunmayan Allah Teâlâ, “yalnızlık ezel ve ebediliği” içindedir.
İnsana verilen “sonsuzluk” ise aklının ve bilgisinin kavrayacağı sınırlarla
kayıtlı bir “zaman aralığı” dır. Allah Teâlâ’dan başka her şey yok olmaya
mahkûm olduğundan bu zaman aralığının da sonlu olması gerekir. Hakikatte insan
ruhânî ve cismanî âlemden apayrı bir varlık değildir ve hatta bütünüyle bu
âlemlerin içindedir. İnsan geçmiş ve geleceği, tek bir zaman olan Allah
Teâlâ’nın “an” ında ve bu anlamda sonsuzluğun sınırsız alanı içerisinde yaşamaktadır.
Bu nedenle insanda iki ayrı varlık alanı yoktur. "İnsanın yaratılışı ve ölümü"
ise yalnızca bir değişimi ifade etmektedir. İnsan bu değişim durumunu yaşamakta
olup değişimin sona erdiği an ise; ölümden sonra gerçekleşecek olan yeni bir
hayat değil, “ölümden sonraki hayat” adıyla temsil edilen ve Allah Teâlâ tarafından
sonlandırılan zamandır.
İnsanın
ruhu dünyaya gelmeden önce, misal âleminde olduğu gibi yine daha birçok başka
âlemdedir. Ölüm dünya âleminden diğer âleme geçiş kapısı olup bu kapıdan
sonrası ise bizim "sonsuz hayat" ifadesiyle vasıflandırdığımız âlemdir. Bahsedilen "sonsuz
hayat" yaşamın süresiz devam
etmesi değil, geçmiş, şimdi ve geleceğin de ötesinde; Allah Teâlâ’dan gelip onda
yaşarken yine ona döneceğimiz gerçeğidir.[69]
Sadece Allah Teâlâ yalnız başına sonsuz olup bu bağlamda her yaratılan gibi
ölümlü olan insanın ölümsüzlüğe sahip olması düşünülemez. Ancak mahlûkat
yeryüzündeki hayattan önce de sonsuz hayat sahibi Allah Teâlâ’nın
iradesindeydi.
Yaşıyor olduğumuz, bizim için belirlenen zaman sona
erdiğinde sonsuz olduğu belirtilen bir yere gideceğimiz bildirilmiştir. Burada
ölümden sonraki hayatın "sonsuzluk" kavramıyla
tanımlanması, kalıplaşmış bir zaman anlayışını reddederek, zamanı aşan ve onu
içeren bir bütünü ifade içindir. Mahlûkat için bahsedilen zamanda aslında
geçmiş ve gelecek yoktur. Buna göre zaman kendi sınırlarıyla çerçevelenmiş bir
bütün olarak, kabul ettiğimiz sonsuzluk içinde kendi sonuna doğru akmakta ve "an"a
iştirak etmektedir. Zamanlı ifadelere başvurulması; “her şey zıddıyla bilinir”
gerçekliğinden hareketle zamanın sınırlılığına karşın Allah Teâlâ’nın tanımlanamaz
sonsuzluğu nedeniyledir. Bizim saatlere, günlere sonrasında da geçmiş, gelecek
ve şimdi şeklinde böldüğümüz zaman Allah Teâlâ için tek ve aynı şeyi ifade
eder.
İnsanlık
için söylenen “sonsuz hayat” ifadesi sembolik olup bizim sonluluğumuz ve
neticesinde gerçekleşecek “sonsuz hayat”, sınırlı manada zaman
kavramıyla açıklanamaz. Sonsuzluk Allah Teâlâ’ya aittir ve bunu kazanmış veya
kazanacak bir mahlûk yoktur.
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar.
Onların hiçbir şeyi Allah'a
gizli kalmaz.. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır.” [70]
Ebedilik insan için sembolik
bir ifade olup yapısında bulunan hırs ve ilahlaşma duygusuna karşın, Allah
Teâlâ, kişinin kulluğuna verilecek mükâfatın en yükseğini belirtmesi açısından,
“sonsuz hayat” ifadesini kullanmıştır.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“İlk tattıkları ölüm dışında,
orada artık ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur
(sürekli hayata kavuşmuşlardır).” [71]
Bu
ayetle dünyada yaşanacak ölümün dışında bir ölümün daha var olmadığı ifade
edilmiştir. Cehennemde bulunanları gördükleri azaptan artık ölümün bile kurtaramayacak
oluşu yine ölümün yalnız dünya için geçerli olduğunu göstermektedir. Dünyada sonsuz bir hayat sürmenin
sıkıntılı olacağı da ayrıca düşünülmelidir.
“Onu yudumlamaya çalışacak, fakat
boğazından geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir
(ki azaptan kurtulsun).
Bundan ötede şiddetli bir azap
da vardır.” [72]
Ahiret hayatına bakış
Ölüm gerçekliği ve bunun
neticesinde oluşan inanç noktasında ölümsüzlük düşüncesiyle meşgul olmaktan
ziyade öncelikli olarak bize bugünümüz için lâzım olan iman mevzuunu halletmek gerekmektedir.
Yalnız fonksiyonel olarak etkili olduğumuz fakat kısıtlı imkânlarımızı bile vasıflı
kullanamadığımız bu hayatta acziyetimiz göz önüne alındığında ölüme hazırlanmanın
gerekliliği görülmektedir. Çok eski zamanlardan günümüze değin, insanların
birbirlerine karşı bakış açılarında hastalıklı bir durum söz konusudur. Farklı
inanç sistemleri bir tarafa aynı inanca sahip insanların bile kendi içlerinde
mezheplere, fırkalara ayrıldıklarını görüyoruz.
Ahiret hayatının gerçekliği hakkında
bilgilerimiz sadece vahiy iledir ve iman konusuna girer. İnsanda gafletin
oluşmasının nedeni de bunun dolaylı bir bilgi oluşudur. Kişi her ne kadar iman
etse de bu dolaylı bilginin gerçekliğine olan kesin inancı hususunda bir
samimiyetsizlik söz konusudur. Görünmeyene gerçek bir imanın değeri de buradan gelmektedir. Ancak ölüm insan
için korkunç olmasına rağmen kavram olmanın ötesinde gerçekleştiğinde etki
alanı daha geniştir. Fakat buna rağmen yine de insanda unutma ve hatıra getirmeme
gibi bir eğilimin olması da garip bir durumdur.
Yahya Kemal’in;
“Dünyada sevilmiş ve seven
nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer
dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun
ki yerinden.
Birçok seneler geçti; dönen yok
seferinden”
mısralarında gidenlerin dönmediğini ifade edişi gibi
ölüm sonrası hakkında direkt bir bilgiye sahip olunamamasına karşın Allah Teâlâ’nın rahmet sıfatı
ile rasüllerini göndermesi bir rahatlatma alanı oluşturmuştur. Bu bilgilerin
dahi insanları yeri geldiğinde ikna edememesi ölümden sonraki hayatın
bilinmezliği nedeniyledir. Ölümden sonraki hayata iman aynı zamanda ilk
yaratılışımıza ışık olması ve bizi Allah Teâlâ’ya ulaştırması açısından önemlidir.
Ölüm kaygısını kaybetmek kişiyi inançsızlık iptilası, sıkıntı, idealsizlik ve
idraksizlik gibi menfi sonuçlara götürür.
Bu yüzden kişinin ölecek oluşuna
inancı imanının temel bir esası olup öleceğini unutmadığı gibi sürekli
hatırlayan biri için isyan söz konusu olamaz. İman konusunda bütün inanç
sistemlerinin kendi içlerinde tutarlı fakat diğerleri ile tenakuz içinde
oldukları görülmektedir.
Temeldeki inanç tohumundan
netice almak için ölümün, insan ruhunu diriltici, iksiri gereklidir. Ölümsüzlük
olarak ifade bulan bütün söylemler insanın hırs ve emel coşkunluğu
nedeniyledir. Bu bazen öyle bir sınıra varır ki ilahlaşmak isteği gibi
tehlikeli bir boyut alır. Bu nedenle “İttihat [73] ve
hulul [74]”
gibi akideler ölümün korkunç yüzünü yumuşatmak ve yok olma korkularını gidermek
için insanlar tarafından geliştirilmiştir.
Daha öncede belirttiğimiz gibi Allah
Teâlâ “ebedi cennet ve cehennem” ihsanı ile insana, korkularının
önüne geçecek nitelikte bir ideal sağlamış ve bu da insanın ölümün hakikatini
kabullenmesinde kolaylık oluşturmuştur. Böylelikle, doğumların ve ölümlerin
mutat bir şekilde gerçekleştiği fâni hayatta bu etkilerle sürekli sarsılan
insan ruhunun nevroz tehlikesinden kurtuluşu sağlanmıştır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem;
“ne
bana ve ne de sizlere ne yapılacağını bilmem.” [75]
şeklindeki hadisiyle ölümün
hakikati ve zahiri kesinliğinin yanında gelecek hayatın bilgisindeki belirsizliğe
işaret ediyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “kul” sıfatı
ile; dünyanın bir gerçeği olan ölümü açıklarken, ölüm sonrası hayattaki
sınırların ne olacağı hususunun kesin bilgisini vermemektedir.
Rasül, “bilgilendirilmiş
ve insanları bilgilendirilmesi istenilmiş seçilmiş kişidir.” Bu
kişilerin seçilmesi ve verdikleri bilgiler de Allah Teâlâ’nın koyduğu sınırladır.
“O, kendiliğinden konuşmamaktadır.” [76]
Rasüllerin geçmiş ve gelecek
hususunda bildirdikleri tüm bilgilerle ölüm gerçeğini görmek, bu bilginin dışında
bize meçhul olan sonraki hayatın üzerinde düşünmekten daha önemlidir. Bu
nedenle kişi öleceğine inanmalı ve ölümünden sonra kendisine avantaj ve
üstünlük sağlaması muhtemel olan hazırlıkları şimdiden yapmalıdır.
Ölümsüzlük, ebedilik veya bir
sonraki hayatta olabilecek başka durumlar ile meşgul olmaktansa vahyedilen
bilgi doğrultusunda bizden istenenlerle meşgul olmak daha önemlidir. Yunus Emre
kaddese ’llâhü sırrahu’l azîzi ilahisi bu durumu çok açık dile getirmektedir.
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni
Aşkın âşıklar öldürür
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni
Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni
Yunus'dur
benim adım
Gün
geçtikçe artar odum
İki
cihanda maksudum
Bana
seni gerek seni
Yunus Emre k.s.
Ölümden sonraki hayatın, değer
açısından, dünya hayatı ile kıyaslandığında daha kıymetli olduğu bir gerçektir.
Yine ölümün neticesindeki hayatla Allah Teâlâ’ya kavuşuruz.
Kısıtlı imkânlarla da olsa
dünyada sahip olunan özgürlüğe karşın “kazanç ve kâr” bilgisinin
bulunmadığı ahret hayatında kişi irade noktasında özgür olmayacaktır. Bu yüzden
kişinin iradesini nefsine rağmen doğru yönde kullanabilmesinin zorluğu göz
önüne alındığında dünya hayatı daha kıymetlidir.
“Kazanç ve kâr” bilgisinin
olmayacağı bir hayatın varlığı, içinde bulunduğu dünya hayatıyla nispet kurmaya
kalktığında inandırıcılık noktasında zayıf kaldığından kişinin, ölümün kesin
hakikati ile Allah Teâlâ’ya iman etmesi daha önemlidir. Bu bakımdan cennet veya
cehennem bilgisi ile Allah Teâlâ’ya iman ile kazanılacak takdir noksan olacağı
gibi bu durum kişide manevi zevk ve huzuru da tam olarak sağlayamaz.
Güzel insanların ahiret
yargılarında, mükâfata ve cezaya değer vermeyişlerinin altında yatan sebep; sonraki
hayatın belirsizliğinin yanında Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmanın daha uygun
olacağı düşüncesidir. “Ebedi bir hayatın” belirlenişindeki
sınırın ne olduğunun kesin olarak bilinmeyişi, beşere ebedidir demekle ilahlık
isnad etmek gibi bir tehlikenin söz konusu oluşu gibi nedenlerle yapılacak yorumların
çoğunda hata payı kendi içerisinde saklı kalmaktadır.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Bir günün gelmesinden
evvel ki, onda ne alım satım, ne dostluk, ne de şefaat vardır.” [77]
“Allah Teâlâ'dan başka ne bir dost ve ne de bir şefaatçi
yoktur.”[78]
“ Ve onları
o yakın gün ile korkut. O vakit ki, yürekler gırtlağa dayanmış olarak korku ile
dolmuş bulunur. Zalimler için ne bir yakın dost vardır, ne de itaat olunacak
bir şefaatçi vardır.”[79]
“ O gün bir dost, bir dosttan hiçbir şeyi bertaraf
edemez ve onlar yardım da olunmazlar.”[80]
İnsanın ölümden sonraki durumunun, şefaat
noktasında Allah Teâlâ’nın iradesinin, nasıl olacağı hususlarında kesinlik söz
konusu olmadığından yine kişinin ölümün hakikatine ererek iyi ve güzel bir
insan olmak gayretini göstermesi daha önemlidir.
“Hiçbir şefaat edici yoktur, illâ O'nun izninden
sonra (vardır)”[81]
“O gün şefaat fayda vermez, ancak Rahmân kime izin
verirse ve kim için söylemeğe razı olursa o müstesna.”[82]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir
seferinde çok itibarlı bir kadının, hırsızlık sebebiyle kolunun kesilmesine
hükmedince, kadını kurtarmak için şefaatte bulunanları şiddetle tevbih ve
reddetmiş:
"Allah'ın hududunda mı şefaatçi oluyorsunuz!
Allah'a kasem olsun, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı mutlaka elini
keserdim" diyerek dünyanın
gerçekliğinin önemini vurgulamıştır.
Ahret hayatında kişinin ceza noktasında nelerle
karşılaşabileceğini bilerek dünya hayatında daha dikkatli olmasının gerekliliği
hususuna, ders çıkarılabilecek nitelikteki bu olay ışık tutmaktadır. Bu
bakımdan kişinin öleceğine inanması nispetinde kazanacak olduğu unutulmamalıdır.
Hz. Ali kerremallâhü vechenin kendisiyle dalga
geçmek için; “Ya
Ali abdest alıp namaz kılıyor ve bunca zahmete giriyorsun ya Allah yoksa.” şeklinde soru soran
kimseye; “Allah Teâlâ yoksa benim kaybedeceğim bir şey
yok ama ya Allah Teâlâ varsa? ”sözüyle cevap vermesi oldukça manidardır.
Bu örnekte de vurgulandığı gibi; ölümden sonraki
hayatın hakikatinin yanında bizim için öncelikli olarak önemli olan dünya
hayatında yapılması gerekenlerdir. “Ya öyle ise”’nin yerine her gün
tekrarlanan ölüm hakikatini ve yapılması gerekenle ölümün birleştiği bu noktayı
göz önünde bulundurmak daha önemlidir.
“Öğüt veren olarak ölüm yeter” [83]
Bizler iyi birer insan olmak
mecburiyetindeyiz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem; “
De
ki: "Ben rasüllerden ilk evvel olan değilim ve ne bana ve ne de sizlere ne
yapılacağını bilmem. Ben başka değil ancak bana vahyolunana tâbi olurum ve ben
apaçık bir korkutucudan başka değilim.”[84]
Şeklindeki ifadesi ile ölümü
kabullenmenin gerekliliğini açıklıyor. Ölüm yazgısının her karşılığı cennet ve
cehennem olmayabilir. Çünkü onlar kulluğun neticesidir. Allah Teâlâ; “O, her gün yeni bir iştedir.” [85] buyurarak yarınların kendi
içinde çok şeyleri saklı tuttuğunun işaretini vermektedir. İrade-i
külliyenin vereceği kararda mahlûkatın etkisi yoktur. Herakleitos’un;
“Allah
Teâlâ koyduğu kanunları aşamaz”
ve Einstein’ın; “Allah Teâlâ kumarbaz değil ki zar atsın” demeleri,
Allah Teâlâ’nın kendisi için de bazı sınırlar koyduğu hususundaki gerçekliği destekler
niteliktedir.[86]
Fakat rabblığın hükmü olan sınırsız tasarruf kendine aittir. [87]
“ Dilediğini rahmetine sokar, zalimlere (gelince)
onlar için elem verici bir azab hazırlamıştır.” [88]
“ Ve Allah'ındır, o göklerin ve yerin mülkü.
Dilediğini yarlığar ve dilediğini de muazzeb kılar ve Allah çok yarlığayıcı,
çok merhamet edici olmuştur.” [89]
“ Ve Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onlar için
ise muhayyerlik yoktur. Allah onların şerik koştuklarından münezzehtir,
mütealîdir.” [90]
Bunu anlayabilmek için şartlarının olumlu etki
alanında kalabilmek için “sığınmak” prensibini unutmamak gerekir.
Kur’ân-ı Kerim’i okurken veya yapılacak ibadette sığınma istemi Allah Teâlâ’nın
tasarruf ettiği bilgisinin açıkça ilanıdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem salatı vitrini kılarken şu duayı okurdu:
"Allah’ım
gazabından rızana sığınırım. Cezandan affına sığınırım. Senden sana sığınırım.
Sana (yapılması gereken) senayı sayamam. Sen, kendi nefsine yaptığın övgüdeki
gibisin."[91]
Olumlu
ortamda olanın sığınmaya teşvik edilmesi Allah Teâlâ’nın sıfatlarının tezahürü
ile olan fiillerin birey açısından müspet olması dileğinin açığa çıkarılmasıdır.[92]
Tasarruf etmekte özgürlük bulunmaktadır.
"Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Uhud
günü dişi kırıldı, başından yaralandı. (Yüzüne akan) kanı, yüzünden siliyor ve:
"Allah, kendilerini Allah'a davet eden
peygamberlerinin (başını) yarıp, dişini kıran (ve yüzünü kana bulayan) bir
kavmi nasıl iflâh eder?" diyordu. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi:
"Allah'ın onların tevbelerini kabul veya
onlara azab etmesi işiyle senin bir ilgin yoktur.
Çünkü onlar zâlimlerdir. Göklerde olanlarda yerde
olanlar da Allah'ındır. Dilediğini bağışlar,
dilediğine azab eder. Allah bağışlayandır, merhamet edendir" (Âl-i İmran 128-129). [93]
Allah Teâlâ kullarını koyduğu sınırlar ile kendi
içinde korurken, zâtı açısından; “Bize, bu dünyada da iyilik yaz
ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük.” [94] diyenlere;
“Allah
buyurdu ki: “Ben dilediğim kimseyi cezalandırırım. Rahmetim ise her şeyi
kaplar. O rahmetimi de Allah’a karşı gelmekten korunan, zekât veren ve
özellikle Bizim ayetlerimize iman edenlere nasib edeceğim.” [95] buyurarak
rahmeti ile tasarruf edebilirliğinin önünü açmaktadır.
Ölümün
bazen korku bazen de reca oluşturan, imgelemimizdeki karanlık dehlizleri yada
aydınlık ufkunun, kısacası bizdeki gerçekliğinin, dışındaki hakikatine
hazırlanırken inanç ile kendimize gelmeliyiz. Ölümü “hiçlik”
[96] değil
de yok olma ve böylelikle yeni bir şeylerin başlangıcı olarak düşünürsek, yok olmanın
da yaratılmış olduğunu anlarız. Yaratılmışlardaki yokluğun kendi içinde sıralı
bir dizide olması ile; her gelen yokluktan sonra bir önceki varlığın tayini söz
konusu değildir.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Allah, nefisleri öldükleri zaman ve ölmeyenleri de
uykularında öldürüverir. Artık üzerine ölüm ile hükmettiğini tutuverir ve
diğerini de tayin edilmiş vakte kadar salıverir.
Şüphe yok ki, bunda elbette alâmetler vardır,
düşünücüler olan bir kavim için.” [97]
Burada uykunun ölümle eşleşmesi, iradeli ve
iradesiz olarak oluştuğu varsayılmakla birlikte ölümden sonraki dönüşümde varlığın
etkisi yoktur. Bu durumda ölümü kabullenmenin neticesi ilâhî kuvvete boyun
eğmek olmalıdır. Ancak inanç ile paralel olarak gelişebilecek bu boyun eğişin
neticesi hususunda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Allah Teâlâ hakkında hüsnü zan, güzel
ibadettendir." [98]
buyurmaktadır. Bu
nedenle iyilikle karşılaşmayı umut etmekten başka çaremiz yoktur.
Kus-i rihlet çaldı mevt ammâ
henüz
cân bî-haber,
Asker-i a’zâya lerze düştü
Sultan bî-haber.
Günde bir taşı binâ-yı ömrümün
düştü yere,
Can yatar gâfil
binâsı oldu virân bî-haber.
Dil bekâsın,
dost fenâsın
istedi mülk-i tenin,
Bir devâsız derde düştüm ah ki
Lokmân bî-haber.
Bir ticaret kılmadım ben
nakd-i ömr oldu hebâ,
Yola geldim lîk göçmüş
cümle karbân bî-haber.
Çün “gel” oldu yalnız girdim
yola tenhâ garîb,
Dîde giryân sine büryân akıl
hayrân bî-haber.
Azığım yok, yazığım çok
yolda türlü korku var
Yolum alırsa n’ola ger
dev ve şeytân bî-haber.
Yol eri yolda gerektirir
çağ ve çıplak aç u tok,
Mısrıyâ gel dedi sana
çünkü canân bî-haber.
Nasıl ölmeliyiz?
Her doğan ölmek için doğar. Bu yeryüzünde
olan hiçbir şey, baki değildir. Ölecek
olan birisi hiç güler mi? Yaşadığı hayattan aşırı şekilde tat alabilir mi?
Günler ömrünü yerken, kim kime acıyacak. Uzun yaşadığına sevinirken her gün
ömürden azaldığını unutup gülene ne söylenebilir.
Ebediyet kuramı ölüm için işlemez ölüm
gerçeği karşısında insan ne yapsa aciz kalmıştır.
İyide olsa kötüde olsa gerçekleşecek olan
ölüm karşısında içbenliğimizi huzura kavuşturmak için ve eğer Allah Teâlâ’nın
bildirdiği bir hayatın, sonrasında var olduğuna da inanmışsak; iyi bir insan
olabilmenin çarelerini aramak, güzellikleri tespit edilmiş veya bildirilmiş
şeylere uymak mecburiyetindeyiz. Ayrılık ve birleşmelerin çoğunluğunda kuvvet
faktörü çok zaman ele geçmediğine göre hayatımızda utanılacak ve yerilecek
işlerden kaçınmalı değil miyiz?
“İsa aleyhisselâm bir gün, otlakta otlayan
sürüden bir koyunu yakalayarak, kulağına bir şeyler söyledi. O günden sonra
koyun ot yemez, su içmez olmuştu. Bir zaman geçmişti ki yine aynı otlaktan geçmekte
olan İsa aleyhisselam, çobana koyunu göstererek:
“Bu hayvan hasta mı? Neden diğerleri gibi ot
yemiyor ve su içmiyor?” diye sordu.
Kendisini tanımayan çoban:
“Geçenlerde, buradan bir zat geçti ve bu koyunun
kulağına bir şeyler söyledi. O günden beri, bu hayvana bir durgunluk geldi,” cevabını verdi. Hazreti İsa aleyhisselâm
koyunun kulağına ne söylemişti?
İsa aleyhisselam, o koyunun kulağına:
“Ölüm var!” demiş ve hayvan olduğu halde, ölümü işiten koyun
yemeden, içmeden kesilmiş ve bu hale gelmişti.”
Hayvanların ağız tadını dahi bozan ölüm
olgusunu kabullenmeli ve Allah Teâlâ’nın murat ettiği ahiret hayatında mutlu
olabilmenin çarelerine başvurmalıyız.
Sonunda kıyamet olup, haşir ve hesap
bitip Allah Teâlâ’nın dilekleri gerçekleşince ölüm denilen gerçek koç şeklinde
getirilir ve kesilir. Bu bir dönemin bitirilmesidir. Ölümlü hayat gerçeği
yerini başka hayat şekillerine bırakır. Ebû Saîd radiyallâhu anh rivayet etti:
“Kıyamet
günü ölüm beyaz bir koç seklinde getirilip Cennet ve Cehennem ortasında
durdurulur.
Sonra
insanların gözü önünde boğazlanır. Sevincinden ölen birisi olsaydı o anda
Cennet ehli sevincinden dolayı ölürdü.
Eğer
üzüntüsünden dolayı ölen olsaydı, Cehennem ehli kederlerinden ölürlerdi.” [99]
Aristoteles bilimin üç temel sorusunun
olduğunu söyler. Neden? Niçin? Nasıl?
Neden ve niçin öleceğiz sorularına aklın
ve vahyin ışığında doğru cevaplar bulmak mümkündür. Fakat nasıl öleceğiz
sorusuna vereceğimiz cevap çok zordur. Bu soruya cevap ararken öncelikle Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduklarını dikkate almalıyız.
"Allah
Teâla hazretleri bir kulun hayrını diledi mi onu isti'mal eder!" buyurmuştu.
Kendisine;
"Onu
nasıl istimal eder?" diye sorulunca; " Ölümden önce salih amel
işlemede muvaffak kılar!" [100] buyurmuştur.
Yine başka bir Hadisi şerifte ise;
"Her kul, hangi hal üzere ölürse o hal üzere
diriltilecektir." [101]
buyurmuştur.
“Nasıl
öleceğiz” sorusuna felsefî, sosyolojik ve
psikolojik tahlillerle cevap bulunamaz. Bu fikri yaklaşımlar ayıklanarak bir
neticeye varılmasında ise ölümün hakikat bilgisinden başka diğer bilgiler teviller
durumundadır. Cevaplarda kişiler bazında farklılık olduğu için herkesin
anlayışına hitap etmek mümkün de olamamaktadır. Önemli olan; nasıl ölmek
gerektiği hususunda en güzel olanı bulabilmektir.
“Herhangi birinize ölüm gelip
de:
Rabbim! Beni yakın bir süreye
kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!
Demesinden önce, size
verdiğimiz rızıktan harcayın.”
Allah, eceli geldiğinde hiç
kimseyi (ölümünü) ertelemez.
Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır”. [102]
Ayette bahsedilen pişmanlık umumilik ifade eder. Bu
nedenle pişman olmamak için gayret sahibi olunmalı, ölümü bilmenin ve vakti
gelince güzel şekilde yani imanlı ölmenin yollarını bulmaya çalışılmalıdır.
“Kim
Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.
Yüz
çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” [103]
esir olup kalan insan,
Gel ey Dünya harâbında
yatıp
gâfil olan insan.
Gözün aç perdeyi kaldır
duracak yer
mi gör Dünya,
Kati mecnun durur buna
gönül verip duran insan.
Kafeste tutiye sükker verirler
hiç karar
etmez,
Aceb niçün karar eder
bu zindâna giren insan.
Ne müşkül hâl olur gaflette
yatıp hiç
uyanmayıp,
Ölüm vaktinde Azrâil gelince
uyanan insan.
Kararmış kalbin ey gâfil
nasihat
neylesin sana,
Hacerden katıdır kalbi
öğüt kâr etmeyen insan.
Bu derdin çâresin bul sen
elinde var
iken fırsat,
Ne ıssı sonra âh u zâr edüp
hayfâ diyen insan.
Niyâzî bu öğüdü sen ver
evvel kendi
nefsine,
Değil gayriye andan kim tuta
her işiten insân.
NİYÂZÎ-İ MISRÎ
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
[1] Mülk, 2
[2] Âl-i
İmran,185; Enbiyâ,35; Ankebut, 57
[3] Rahman,
26
[4] Zümer,
68
[5] Ebu Davud, Melâhim 5, (4297).
[6] nâs
insanlar.
[7] Eyvân: köşk.
Büyük sofa. Divanhâne, Saray.
[8] Şîşe-i
amalini: Ameller şişesini
[9] Nâgehan:
(far.) ka. - ansızın, birdenbire.
[10] Rif’ât: yükseklik.
[11] Cah. (Câhe)
f. Makam, mansıb. Kadr, itibar
[12] Şadan: f.
Sevinçli, bahtiyar.
[13] Tuhfetü'l-mü'min:
Müminlere hediye
[14] Tevbe, 111
[15] Sayd: Av.
Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek.
[16] İntizar:
gözleme, ümit ederek bekleme
[17] Tatvil: Uzatma.
Uzatılma.
[18] Mutavvel:
(Tul. dan) Uzatılmış, uzun uzun
[19] İhtisar:
Elini böğrüne koymak. * Muhtasar yapmak
[20] Lâhm: et.
[21] Mur: Karınca
[22] Mâr: Yılan
[23] Sâzkâr: (far.)
er. 1. uygun, münasip. 2. türk müziğinde birleşik bir makam. 3. saz çalan
sanatkar.
[24] Hişmet: Hürmet.
Heybet ve utanmak, istihyâ. Bozulup kalmak. Gadap ve şiddet.
[25] Hadem: Hizmetçiler
[26] Tarumar:
Karmakarışık, dağınık, perişan.
[27] Bî-nazir:
f. Benzeri olmayan.
[28] Dâr: yer,
mekân, yurt, konak.
[29] Müstaid:
istidat ve kabiliyet sahibi olan. Zeki ve akıllı
kimse, uyanık, anlayışlı.
[30] Reh-güzâr:
yol üstü.
[31] Bakara, 156
[32] “Ve o vakti de yâd et ki, İbrahim, "Yarabbi!
Ölüleri nasıl ihya edeceğini bana göster," demiş, (Allah Teâlâ’da)
"İnanmadın mı?" diye buyurmuştu. O da, "Evet. İnandım, fakat kalbim
mutmain olsun için," demiş; Allah Teâlâ da: "Kuşlardan dört tanesini
tut da onları kendine çevir, sonra her dağ üzerine onlardan birer parça at,
sonra da onları çağır, sana koşarak gelirler ve bilki Allah Teâlâ şüphe yok
azîzdir, hakîmdir," diye buyurmuştur.”(Bakara, 260)
[33] İbn Hibban, IV, 281, 282, h.n.: 2981, 2982, 2983, 2984.
[34] Kaf, 19
[35] Vakıa, 60
[36] Âl-i İmrân, 143
[37] Nisa, 78
[38] Melul: Usanmış.
Bıkmış. Bezmiş. Mahzun
[39] Müslim, Cenaiz: 24; Ebû Davud, Cenâiz: 47
[40] Zümer, 30-31
[41] Buharî, Rikâk 5;
Müslim, Zekât 115, (1047); Tirmizî, Zühd 28. (2340), : İbnu Mâce, Zühd 27,
(4234).
[42] Şaki: (Şekavet. den)
Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen.
[43] Said: Günahsız. Güzel insan. Yukarıdaki
temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak..
[44] Arşın: 68 santimetreye
denk olan eski bir uzunluk ölçüsü
[45] Buharî, Kader 1,
Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 1, Tevhid 28; Müslim, Kader 1, (2643); Ebu Davud, Sünnet
17, (4708); Tirmizî, Kader 4, (2138).
[46] Buharî, Rikak 23;
Müslim, Zühd 49, (2988); Muvatta, 4, (985); Tirmizî, Zühd 10, (2315).
[47] Zümer, 70
[48] Bakara, 272
[49] Buharî, Merdâ 19, Da'avat 30;
Müslim, Zikr 10, (2680); Tirmizî, Cenâiz 3, (971); Ebu Davud, Cenâiz 13, (3108,
3109); Nesâî, Cenâiz 1, (4, 3)
[50] Yunus 49, Nahl 61
[51] Bakara 155, Mülk 2
[52] Beydâvî, Nâsıruddîn Ebû Saîd eş-Şîrâzî, Envâru't-tenzîl
ve esrâru't-te'vîl, İstanbul, ts., I, 76.
(GÜLER)
[53] Cami’ul Ehadis; 1:419, Hadis No: 802
[54] Depressive: Kasvet verici,
kasvetli; durgunluk sebebi olan.
[55] İbn Hibban, IV, 281, 282, h.n.: 2981, 2982, 2983, 2984 Ebu
Seleme’nin Ebu Hureyre’den Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize
merfu olarak kaydettiği bir rivayettir. Son rivayette ise “Ölüm” lafzı fazladan
zikredilmiştir el-Albâni Sahihu’l-Cami, s.2648 h.n.: 1211 de sahih olduğunu
belirtmiş İbn Vehb İbn Hibban ve el-Bezzar tarafından nakledildiğini belirtmiştir.
[56] Narsisizm: Narsisizm veya özseverlik, kişinin kendisine
duyduğu cinsi arzu, kabaca tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak
tanımlanan bir terimdir. Farklı tanımları ve kullanımları mevcuttur. Sigmund Freud Narsizmi ‘Dış dünyadan soyutlanan libidonun (cinsel eneji) egoya (ben) yönlendirilmesi’ şeklinde açıklamıştır. Yani libidonun büyük bir depoda toplanır gibi egoda toplanması ve daha sonra
nesnelere yönlendirilmesi; fakat kolaylıkla tekrar soyutlanarak egoya
yönlenmesi durumudur.
[57] Tirmizî, Tefsir, Vâkı'a,
(3293)
[58] Ebu Zerr radiyallâhü anh anlatıyor: "Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
"Ben sizin görmediğinizi görür,
işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu.
Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah'a secde
için alnını koymuş bir melek vardır. Allah'a yemin olsun, benim bildiğimi siz
bilse idiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz
etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah'a yalvar
yakar olurdunuz."
[Ebu Zerr radiyallâhü anh ilâve etti:]
"Keşke sökülen bir ağaç olsaydım." [Tirmizî, Zühd 9,
(2313); İbnu Mâce, Zühd 19, (4190).]
[59] AKSU, Ali, Nehcü’l Belâğâ’da Hz. Ali’nin Bazı Tavsiye
Ve Uyarıları C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/2 - 2008, 35-54
[60] A.g.e
[61] Gam, keder, üzüntü,
[62] Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât 105, (3533)
[63]Tirmizi (2306) Hâkim(4/516) Beyhaki Şuabul İman(10572)
Cem'ül Fevaid(9672) Ramuzül Ehadis(3038) Camiüs Sağir (3121)
[64] Â’raf, 176
[65] Eski Yunanistan’da bazı
İnsanlar, fert hürriyetinin kapsadığı sahayı daha da genişleterek rahatlık ve
zenginliğe de sırt çevrilip dudak bükülmesi gerektiğini savunmağa, çalışma ve
gayretlerini böylesine maddi gayretlere hasredenleri küçümsemeğe, onlarla
istihzaya bağladılar. Onlar beşeriyete itimat etmiyor, insanların her iş ve
davranışlarında her zaman kendi çıkar ve menfaatlerini ön planda tuttuklarına
inanıyor, insanın asil ve ulvî gayeler peşinde de koşabileceklerine
inanmıyorlardı.
Atinalıların
bu kelime ile köpeklerin hırlayışı arasında benzerlik bulunduğunu göstermesine
dikkat eden eski Türkler, bunu "kelbî” diye Türkçeleştirmişler.
Kelimenin sıfat şekli: Sinikal
[66] İntihar gerçeği ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgilenen
herkes, kendi bakış açısından hareket ederek bir tanım yapmaya çalışmıştır.
Yani konuyla ilgilenen kişi sayısı kadar çeşitli intihar tanımları vardır.
Fakat bu tanımların çoğu, dikkatlice bakıldığında, ya dar kapsamlı ya da tanımı
olamayacak kadar geniştir.
İntiharı anlamak oldukça güçtür. Bunun kuşkusuz tek nedeni
insanların içinde yaşadığı uçsuz bucaksız ruhâni denizdir. Her insan olaylar
karsısında farklı tepkiler verir, farklı duygulara kapılırlar. Ve tüm bunların
tek bir açıklaması ne yazık ki olamaz. Kendini katletme, kendini öldürme
anlamına gelen intiharın tanımı, hayli tartışmalara yol açmıştır.
[67] Nisa, 100
[68] Beyyine, 6-8
[69] "Biz Allah içiniz ve biz nihayet ona döneceğiz," (Bakara, 156)
[70] Mü’min, 16
[71] Duhan, 56
[72] İbrahim, 17
[73] İttihat: birleşmek,
birlik, aynı fikirde olmak.
[74] Hulul: Girme. Dâhil
olma. İçine gizlice giriş. Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını
kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek.
[75] Ahkaf, 9
[76] Necm, 3
[77] Bakara, 254
[78] En’am, 70
[79] Mu’min, 18
[80] Duhan, 41
[81] Yunus, 3
[82] Taha, 109
[83] İbn Asakir Ebu’d-Derda radıyallahu anh’ın sözü
olarak rivayet etmiştir.
[84] Ahkaf, 9
[85] Rahman, 29
[86] “Senden, başlarına acele
azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla caymayacaktır.” (Hac, 47)
[87] “Allah Teâlâ dilediğini mahveder ve isbat buyurur ve
ana kitap O'nun nezdindedir.” (Râd, 39)
[88] İnsan, 31
[89] Fetih, 14; Maide, 40
[90] Kasas, 68
[91] Tirmizî, Da'avât
123, (3561); Ebû Dâvud, Salât 340, (1427)
[92] “Bakmadın mı o kimselere ki, nefislerini tezkiye eder
dururlar. Belki Allah Teâlâ dilediğini tezkiye eder ve kıl kadar zulüm edilmezler.” (Nisa, 49)
[93] Müslim, Cihâd 104, (1791); Tirmizî, Tefsir, Âl-i İmran,
(3005, 3006); Buhârî, muallak olarak kaydetmiştir. (Megazî, 21)
[94] Araf, 156
[95] Araf, 156
[96] “Yokluk” ile “hiçlik” tümüyle
farklı anlamdadırlar. Belli bir varlık türü ile yapısının ortadan kalkıp yerini
başka birine bırakması, ikincinin açısından birincinin “yokolma”sı yahut
“yokluğ”udur.
“Yokluk” İle “yokolma”, “varlık” ile “varolma”yı şart
koşar. “Varolma” ile “varlık” olmadan “yokolma” ile “yokluk” olmaz. “Hiçlik”se
varlığın olmaması, kesin ifâdeyle “varlıksızlık” demektir. “Yokluk”,
“varlığ”ın uzantısı, öyleki türevi demekken, “hiçlik”, zıddıdır. “Varolma” İçin
“varlık” şarttır. “Varlık” olmadıkça“varolma”dan bahsedilemez. “Hiçlik”,
“varlıksızlık” demek olduğuna göre, “varlığ”ın türevi “varolma”nın zıddı “hiç
olma” olamaz.
“Varolma”nın mantıkça meşrûu zıddı “yokolma” olup “hiç
olma” diye bir söz yahut deyiş yoktur; saçmadır. İmdi “yaratılış” “yokluk”tan
değil, “hiçlik”ten “varlık”tır. Olağan varolma sürecinde varlığı yokluk,
yokluğu da varlık izler. Parmenidesci teamül ile Aristoteles mantığı ile varlık
öğretisi uyarınca “varlık” dışına çıkmak imkânsızdır. “Hiçlik”, düşünmenin
uzanamadığı kesin anlaşılamaz, kavranılamaz, fehmedilemezliktir. (Mehmet
Sabri GENÇ, Sorun Çağının Anotomisi, Şule Yayın. İstanbul, 2009, s.114 Dipnot)
[97] Zümer, 42
[98] Tirmizî, Daavat
146, (3604); Ebu Davud, Edeb 89, (4993).
[99] Cami’ul Ehadis; 1: 419, Hadis No: 803
[100] Tirmizî, Kader 8,
(2134)
[101] Müslim,
Cennet 83
[102] Münafikun, 10-11
[103] Nisa, 80
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar