ORYANTALİSTLERİN (Günümüz İlahiyatçılarına da) Hz. PEYGAMBER İLE İLGİLİ İDDİALARINA CEVAPLAR
Yazan: Ali Osman Ateş
BİRİNCİ BÖLÜM
HZ. PEYGAMBERİN ŞAHSINA VE AİLE
HAYATINA YÖNELİK İDDİALAR
1.
Hz. Peygamberin ve
Çocuklarının İsimleri Hakkmdaki İddiaların Değerlendirilmesi, 19
2.
Hz. Peygamberin Putlara
Kurban Kesme ve Allah'tan Başkası İçin Kesilenlerden Yeme Konusundaki Tutumu,
41
3.
Hz. Peygamber'in Zeyneb
Bint Cahş İle Evlenmesi Hakkmdaki Rivayet ve Görüşlerin Değerlendirilmesi, 101
4.
Hz. Peygamber Niçin Çok
Hanımla Evlenmişti? 135
5.
Hz. Peygamber Hanımlarına
Ne Kadar Zaman Ayırıyordu? 147
6.
İslam'a Göre Büyü ve Hz.
Peygambere Büyü Yapılmasıyla İlgili İddiaların Değerlendirilmesi, 187
İKİN Cİ BÖLÜM
HZ. PEYGAMBERİN TEBLİĞ VE BAZI
TASARRUFLARIYLA İLGİLİ İDDİALAR
1.
Müsteşriklerin Hz.
Peygamberin Tebliğiyle İlgili Bazı İddia ve İtirazları, 237
2.
İslam Orucunun Menşei İle
İlgili İddiaların Değerlendirilmesi, 243
3.
Etnik ve Dini Arındırma İle
İlgili Hadisler, 295
4.
Rukye Konusuyla İlgili
Rivâyetler, 345
Sonuç, 371
Bibliyografya, 375
Yaklaşık olarak 1250 yılında Papanın emriyle Paris'te
bir Arapça kürsüsü kurulmasıyla faaliyete geçmiş olan Oryantalizm, günümüzde
kendisine Islâm ülkelerinden yerli destekçiler de bulmuş durumdadır. Kısaca
belirtmek gerekirse bu gayretleriyle Oryantalizmin ve yerli destekçilerinin
hedefi, müslüman halkı, onlara milli kim liklerini veren dini, tarihi ve
kültürel değerlerinden koparmaktır. Bunun için evlere ve işyerlerine parasız
broşür ve kitap göndermek dahil her yola başvurmakta, aileleri, öğrencileri,
işçileri ve aydınları yüce İslâm'dan ve Onun sevgili Peygamberi
Hz.Muhammed'den uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.* "
Elinizdeki bu çalışmada, onların Hz. Peygamber ve tebliğleri hakkmdaki
bazı temelsiz görüş ve iddialarıyla bunlara verilen cevapları bulacaksınız.
Bu araştırma, on iki yıldan fazla bir zaman dilimi içerisinde yapılan
çalışmaları ihtiva etmektedir. Çeşitli tarihlerde farklı kurumlara ait ilmi
dergilerde makaleler halinde de neşredilmiş bulunan bu incelemelerin, daha
faydalı olması açısından kitap halinde biraraya getirilmesi uygun görülmüştür.
Burada, bu konuları çalışırken gösterdikleri ilgi ve yardımlarından
dolayı muhterem hocalarım Prof. Dr. Kerim Yavuz ile Prof. Dr. M. Cemal
Sofuoğlu'na teşekkürlerimi arzederim. Bu makalelerin kitaplaştırılması hususunda
teşvik ederek, bir de "Takdim" yazmak lütfunda bulunan Diyânet
İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Ku ruhi Üyesi babam Mustafa Ateş'e ayrıca
şükranlarımı sunarım.
Adana, 31.1.1996
Misyonerliğin ileri karakolu olarak özellikle İslâm'ın eski kültür
merkezlerinde sinsi sinsi faaliyet gösteren müsteşriklerin esas gayesi,
İslâm'ın özünü teşkil eden esas kaynakları bulandırmak ve müslüman toplumlarm
vicdanında inandıkları değerlere karşı tereddüdler uyandırmak, onları şüphe girdabında^
boğmaktı. Nitekim müslümanlar arasındal öteden beri devam edegelen furûâta dair
ihtilâfları körükleyerek işe başladılar ve İslâm dünyasının dayanışmasını
sarsarak bu müstahkem kaleyi ve en azından dînî yönüyle mütecânîs olan unsuru
parçalamaya ve dînî vahdeti bozmaya çalıştılar. Şimdiye kadar İslâm bilginlerinin
ve inanan kitlenin dikkatini çekmeyen meseleleri, dînîn özünde ihtilâftı bir
konu imiş gibi gündeme getirdiler. Neticeye gitmek için İslâm dünyasının
içinde bulunduğu perişanlıktan, az gelişmişlikten, İslâm'ın müdafasını yapacak
yetişmiş fikir adamı yokluğundan istifade ederek kaynağı bulandırma
gayretlerini hızlandırdılar.
Hind'de, Mısır'da, Osmanlı ülkesinde misyonerlerin ve müsteşriklerin bu
türlü haince faaliyetlerine muttali olanlar kaleme sarıldı. Müsteşriklerin
eserlerini kimi tercüme etti, kimi "Reddiye" yazdı. Tabii bu arada
ilk müsteşriklerin kaynağa uzanması ile İslâm dünyasında bu hain planın
farkına varılmasına kadar, belki bir asır geçti. Çünkü misyoner ve
müsteşrikler, İslâm'ın kültür merkezlerinde İslâmî eserlere ulaşabilmek için
önce, kendi geliştirdikleri metodlarla İslâm kültürünün ana dili olan
Arapça'yı, Farsça'yı ve hâlâ geniş bir imparatorluk şemsiyesi altında bulunan
halkların ve özellikle Türkler'in dillerini, kültürlerini, sosyal yapılarını,
mahallî örf ve âdetlerini öğrendiler. Hangi ırkın hangi ahlâkî konularda
hassâsiyet gösterdiğini tesbit ettiler. Milletlerin zaaflarını yakalayacak
noktaları belirlediler. Kişi ve kuruluşlara hangi yol ve yönden hulûl edeceklerini
öğrendiler. İslâm dünyasının, doğu insanının kültür hâzinelerini keşfettiler.
Bu mânevi hazine ile birlikte müslümanlarm elinde bulunan toprakların yer altı
ve yer üstü kaynaklarını tesbit ettiler. Ayrıca bütün yokluk ve yoksulluğa
rağmen doğu insanının, hususiyle de Ortadoğu insanının üzerine titrediği
değerleri öğrendiler. Eski Dünya'nm kültür mirasını keşfederek onları tarihin
karanlık mahzenlerinden gün ışığına çıkardılar. Araştırdılar,incelediler,
arkeolojik kazılar yaptılar, okunamayan tarihî yazıları vetarihi kalıntıları
okudular. Kırık dökük eserleri birleştirip bütünleş tirdiler. Onların bu
gayretleri ve himmetleri olmasaydı, Doğu hâlâ keşfedilmiş olmazdı. Tabii bu
kadar emek ve zahmetten sonra da elde ettikleri belge ve bulguların büyük bir
kısmını serpildiği kültür muhitlerinden kendi dünyalarına, kendi
kütüphanelerine taşıdılar. Arkeolojik kazılar yaparken antik kentleri ve
eserleri çaldılar.
Doğu inşam yine de elinde kalanlara tam sahiplenebilmiş değildir. Kalan
eserler bugün bile bu tehlikeyle karşı karşıyadır.
Müsteşrik ve misyonerlerin Doğu kültür dünyasında faaliyete geçmesi, geç
de olsa İslâm dünyasında bir uyanış, kendi kültürüne yeteri kadar olmasa bile
bir sahipleniş ortaya çıkarmıştır. Böyle bir hareket başlamasaydı, İslâm dünyasının
-hususiyle kültür alanındauyanışını görebilmek için daha pek çok asırlar
beklenecekti. Belki de içinden bir güç, bu alemi dinamitleyin ceye kadar böyle
bir şok yaşamayacaktı. Oryantalistlerin Doğu kültürüne duyduğu hayranlığı, insanlığın
geçmişini öğrenmek ve geleceğe uzanan yolda bunlardan istifâde etmek gibi saf
bir düşünceye bağlamak ve tamamen insânî gayelere yönelmiş bir çalışma gibi
görmek çok saflık, hatta gaflet olur. Batı, almadan hiçbir şey vermez ve daima
verdiğinden fazlasını ister. Müsteşrik ve misyonerler, âdeta kendi geçmişlerini
Doğuda ve Kadîm Doğu kültüründe bulacakmış gibi heyecanla, sarhoşlukla aramaya
başlamıştır.
Misyonerlik ve Müsteşriklik, aşağı yukarı 1250'de Papanın emriyle
Paris'te bir Arapça kürsüsü kurulmasıyla başlamış ve çağımıza kadar Avrupa'nın
özellikle müstemleke arayışına giren İngiltere, Almanya, Hollanda, Fransa ve
İtalya hatta Rusya gibi memleketlerin büyük şehirlerinde konu ile ilgili
Akademiler, Enstitüler, Fakülteler, Araştırma merkezleri kurularak ve geliştirilerek
devam etmiştir. İlk defa Arapça kürsüsünün hem de -Papa'nm emriylekuruluşunun
sebebi, Sokrates, Aristo, Galinos, Eflatun, Ptolemios gibi klasik Yunan
filozoflarının yazdığı eserlerin, ancak o günlerde Arapça'ya çevrilmiş metinlerinin
mevcut oluşuydu, onun için Arapça'ya öncelik verilmişti. Bu tecessüs,
başlangıçta insanlığın geçmişini öğrenmek merakından doğmuş ise de sonraları
bir kültür istilasının atlama taşı olarak kabul edildi, giderek sistemleşti.
Çünkü misyoner ve müsteşrikler çok iyi bilir ki, bir kültürü, bir medeniyeti ve
bunların sahiplerini çökertmenin ilk şartı onları tanımaktır. Tanımak,
gâlibiyetin ve hâkimiyetin ilk şartıdır. Tanımak için, O toplumun bütün alt üst
yapısını, kültür ve medeniyetinin hangi temeller üzerine inşâ edildiğinin
bilinmesi gerekir.
Avrupalı, artan ihtiyaçlarını karşılamak ve birikimlerini değerlendirmek
için Doğuya ve Doğu kültürünü tanımaya yöneldi. Ve Doğuyu, Doğu insanını,
Doğululardan daha iyi tanıdı. Ama bu tanıma bir kültür, bir irfan
ahş-verişinden ziyâde o kültürü ezmek ve o insanları istismar etmek gayesiyle
kullanılmıştır. Batı daima böyledir. Kendi çıkarı için diğer kültürleri tahrib
etmekte bir beis görmez. Çünkü Avrupalı bir medeniyyeti, bir kültürü hareket
halinde incelemez. Onları öldürür, ölümlerini seyreder, bundan vahşîce bir
tatmin hissi duyar. Sonra da laboratuara alarak onu tedkîk eder. Onun temsil
ettiği teknolojinin mantığı budur. Doğunun tamamiyle İnsanî gayeler için
kurulmuş müesseselerini incelemek onun midesini bulandırır. Özellikle İslâm
Medeniyyeti, İslâm Kültürü gibi tamamiyle insanın istifadesine sunulmuş bir
manzûme karşısında şaşkına döner. Kuvvetini temsil ettiği adhaletten değil,
kurduğu geliştirdiği teknolojiden ve istibdaddan aldığı için bu devâsâ müesseselerin
içine girmek onun ruhunu daraltır. Öyle ise onları öldürmek, sonra incelemek
icab eder.
Batı bunu yaparken de kendisini kurtarıcı, ıslâh edici pozunda gösterir.
Şark insanı -maalesefAvrupalı'nın bu oyununu hâlâ anlamış değildir. Müsteşrik
ve misyonerlerin özellikle de İslâm âlemiyle ilgilenmelerinin sebebi, belki başlangıçta
ilmi ve dînî gayeler güdüyordu. Fakat çok kısa bir zamanda Doğunun kültür
zenginliği onların iştahlarını kabarttı ve hırslarını kamçıladı. Eski kültür
ve medeniyetlerin incelenmesi, bu zengin mirasın başta İngiltere olmak üzere
Amerika 'ya kadar uzanan müzelerin ve kütüphanelerin hatta özel
kolleksiyonlarm zenginleştirilmesi çabasına dönüştü. Bu kişiler, bizim dînî ve
millî kaynaklarımızı, imân ve ahlâkımızı dejenere etmekle kalmadılar,
buldukları tarihi eserleri de aşırdılar. İslâm Dünyası'nm içinde bulunduğu
buhran, Osmanh imparatorluğunun çöküş sürecine girmesi hırsızlığın boyutlarını
daha da arttırmıştır. Ancak bu hırsızlığın, bu soygununun yalnız Osmanh
ülkesinde yapıldığını zannetmek de yanlıştır. Çin'den, Ispanya'ya, Kuzey
Afrika sahillerine kadar uzanan geniş topraklar üzerinde kurulmuş bütün
kültürler de bu yağmadan nasibini almıştır.
Bugün, Doğu'ya ait en zengin yazma ve basma eser kolleksiyonları Batı'nın
kütüphane raflarını doldurmaktadır. Bu eserlere sahip olan Avrupa kütüphaneleri
şunlardır: Berlin, Cambridge, Gotha, Gottingen, Halle, Kopenhag, Leiden,
Leibzig, Leningrad, Londra, München, Oxford, Paris, Roma, Uppsula ve Viyana.1
Bu eserlerin, yazıldığı ve basıldığı kültür muhitinden bu kütüphanelere normal
yollardan gittiğini kabullenmek oldukça zordur. Bu kadar çok sayıda yazma ve
matbu eser elimizden çıktıktan sonra, genç ilim adamı araştırmacılar hangi
imkânlarla buralara ulaşabilir, nasıl araştırma yapabilir ve ilim nasıl inkişâf
edebilir? Ama buna rağmen, genç ve dinamik araştırıcılar Avrupahlar'ın yağmaladığı
ve fakat bir çok İslâmî mevzûları saptırıp, maksattan uzaklaştırarak, te'lîf
ettikleri eserlerdeki yanlışlıkları bulup çıkarıyor, bunları elde kalan İslâmî
kaynaklarla mukâyese ederek, kasıtlı olarak yapılan fâhiş hataları düzeltmeye
uğraşıyorlar.
Geç de olsa, dînî konularda Avrupalı'nın kasıtlı
olarak yaptığı isnâd ve iftirâlara cevap veren araştırmacılar yetişmeye
başlamıştır. Tabii bütün müsteşrikleri ithâm etmeyi de doğru bulmuyoruz.
Onların arasında da Hristiyanlık taassubundan kurtulan, gerçek mânâda insâf
sahibi ilim adamları vardır. Bu insaflı kişilerin eserle rinden de istifâde
edilerek hazırlanan bu araştırmaların kitap haline getirilerek okuyucuya sunulmasını
takdire değer bulduğumu arz etmek isterim. *
Mustafa Ateş
Diyânet İşleri Başkanlığı
Din İşleri Yüksek Kurulu
Üyesi
BİRİNCİ BÖLÜM
HZ. PEYGAMBERİN ŞAHSINA VE AİLE
HAYATINA YÖNELİK İDDİALAR
1-
HZ. PEYGAMBERİN VE
ÇOCUKLARININ İSİMLERİ HARKINDAKİ İDDİALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Sprenger, Hersfîld, Caetani, E. Dermenghem gibi bazı müsteşrikler,
Peygamberimizin asıl isminin "Muhammed" olmadığı, bunun son radan verilmiş
bir isim olduğu gibi, garib ve mesnedsiz iddialarda bulunmaktadırlar. Bundan
maksatlarının ise, Peygamberimizin, İncil gibi daha önceki dinlerin Kutsal
Kitaplarında peygamber olarak gönderileceğinin ve isminin bildirilmiş
olmasını iptal etmek olduğu açıktır.
Hristiyanların, Peygamberimizin peygamber olarak vazifelendirileceğinin
ve isminin bildirildiği, vasıflarının belirtildiği Barnab^ ve benzeri
İncilleri apokrifluydurma) olarak niteliyerek reddettikleri malumdur. Ancak
ellerinde mevcut muteber kabul ettikleri dört İncilden Yuhanna ve Matta
İncillerinde de Hz. Peygamberin gönderileceğine işâret ve İsâ Peygamberin bu
konuda müj desi vardır.[1]
Müsteşrikler, bu İncilleri de reddedip öteki İnciller gibi uydurma olarak
niteliyerek hristiyanları tamamen încil'siz bırakmaktansa İslâm Peygamberi'nin
ismini iptal etmek, isminin "Muhammed-Ahmed" olmadığım ileri
sürerek, bunu ispata kalkışmak daha akıllıca bir iş olur diye düşünmüş
olmalıdırlar.
Nitekim bu konuda Leon Caetani şunları söylemektedir:
"Muhammed'in asıl isminin ne olduğunu tayin etmek pek müşkil,
ihtimal ki, halledilmesi kabil olmayan bir meseledir. Fakat, Kur'ân ve hadisler
hakkında tenkidi araştırmalar inkâr edilmesi mümkün olmayan bir keyfiyeti
ortaya çıkarmıştır; ki o.da, isminin Muhammed olmadığıdır. Başka bir ismi
vardı. Anane* onu gizlemek ve unutturmak istemiştir. Muhammed ya sonradan
alınan, yahut verilen bir isimdi, hakikatte bir mahlas ve lakab demekti. Bu
şarkta pek yaygın bir âdettir. Orada her adam halini, meşgûliyetini ve mekânını
değiştirdikçe hemen daima ismini de değiştirirdi.
Asıl mesele Muhammed'in doğduğu zaman kendisine verilmiş olan isimde
değildir. O kadar meşhur olduğu, kendisinden korkulduğu, kendisine karşı
nefret veya muhabbet beslendiği zamanda ne isim ile anıldığı ehemmiyete
haizdir. Bazı son tenkidleri kısmen kabul edecek olursak, bu isim Muhammed
değildi. Her halde ilk seneler kullanılmıyordu. Kur’ân’da Muhammed isminin
geçtiği ayetler bu tenkitçilerin rivâyetince daha sonraki ilavelerdir. Mesele
gayet karışıktır, halli o kadar müşküldür ki, ihtimal ki hiç bir zaman
bulunamayacaktır.[2]"
Caetani'nin bu sözleri yukarıda kaydettiğimiz maksada yöneliktir. İsbât
edilebildiği takdirde Hristiyanlık açısından büyük bir kazanç olacaktır. Ancak
na yazık ki, Hz. Peygamber'in isminin başka bir isim olduğu , dolayısıyla Incil'de
geleceği belirtilen kimse olmadığı fikrini destekleyebilecek ciddî bir delil
bulunamamıştır. Bir takım tahminlerle, "herhalde"lerle, şarkta böyle
bir âdet vardı v.s. sözlerle, Kur'ân'a Muhammed ismi sonradan ilave edildi,
önceden yoktu gibi fikirlerle de böyle büyük bir iftirâ pek tabii olarak
ispatlanamaz. Caetani'nin kendisinin söylediği gibi, meseleyi karıştırmaktan,
halli müşkil bir hale sokmaktan başka bir işe yaramaz. Bu iddiaların doğru kabul
edilmesi için sağlam deliller gereklidir. Kur'ân'a, güya Kuran'm aslında olmayan
Muhammed ismini kimin, ne zaman koyduğu, önceden bu ismin ne olduğu, Kur'ân'm
hangi orijinal yazma nüshasında "Muhammed" ismi yerine başka bir isim
kaydedildiği, bu nüshaların nerede bulunup kaç yıllarına ait olduğunun ortaya
konulması gerekir.
Caetani, bu konuda okuyucularına Sprenger ve Hersfild'i okumalarını
tavsiye ettikten sonra şöyle devam etmektedir:
"İlk önce tenkid yolunu Sprenger açtı; Halebî tarafından zaptedilmiş
bir ananeden hareketle yeni bir çığır açtı. An'anede bildirildiğine göre
Abdülmuttalib Âmine’nin çocuğunu (rliî) diye çağırıyordu.
Bu, üç sene evvel vefât eden kendi çocuğunun ismi idi. Abdülmuttalib bu ismi
sonradan 'Muhammed'e' tebdil etmiştir... Yazdığı tercüme-i hâlin diğer bir
fıkrasında Sprenger (3/31,not:2) Muhammed'in ismi meselesine ve Muhammed'in
Mesih kelimesine tekâbül etmesi ihtimâline avdet ederek maddî bir mânâya delâlet
eden ve harf-i tariften mahrum olan daha bir çok kelimeler sayar."1
Caetani'nin bu sözleri ile yukarıda kaydedilen sözleri birbiri ile
tenâkuz halindedir. Yukarıda Kur'ân'a "Muhammed" isminin sonradan
ilave edildiğini, "Muhammed" isminin daha sonra alman bir lakab
olduğunu kaydederken, şimdi de Peygamberimize "Muhammed” isminin dedesi
Abdülmuttalib tarafından verildiğini söylemektedir. Bu konuda Sprenger'e itimat
ederek, kendi iddiasını çürütmüş oluyor. Peygamberimize Abdülmuttalib
tarafından sonradan "Muhammed" isminin verildiğini söylemekle,
Kur'ân'a "Muhammed" isminin sonradan ilâve edildiğini,
"Muhammed" isminin Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
tarafından değişen mekân ve şartlar sebebiyle alman bir lakab, bir mahlas
olduğunu iddia etmek apaçık bir tenakuzdur.
Abdülmuttalib Peygamberimiz sekiz yaşındayken öldüğüne göre,
müsteşrikler, özellikle Sprenger ve Caetani de, Peygamberimizin dedesi
tarafından verilen çocukluk isminin Muhammed olduğunu kabul etmiş oluyorlar ve
biraz önceki "Muhammed" isminin bir mahlas, bir lakab, sonradan
alınmış olan bir isim olduğuna dair iddialarını yıkmış oluyorlar.
el-Halebî'deki <rU5) "Kusâm" ismi konusundaki
rivâyet ile, müsteşriklerin dayandıkları bu konudaki diğer rivayetler temelsiz
ve kabûle şâyân değildir. Bu tür rivayetler Sahih kaynaklarda yer almamıştır.
Halebî de, burada sened verme yerek, sadece Makrizî'nin (v.845) el-İmta' adlı
eserine atıfla yetinmiştir. 1
Caetani'nin tenakuzuna eserinin diğer bir yerinde daha tekrarladığı şu
sözleri şahitlik etmektedir:
"Bütün bunlardan daha garib olmak üzere Muhammed
isminin de, Peygamberin asıl ismi olmayıp bir lakab olması ve asıl isminin
unutulmuş bulunması gibi garib bir vaka karşısındafO -
yız. -
Aslında garib olan Caetani ve Sprenger gibi düşünenlerin tenâkuza
düşmeleri ve tutundukları dalların ellerinde bu kadar çabuk kalmasıdır. Hz.
Peygamber'in isminin Ahmed, Kur'ân'da Muhammed olduğuna dair sayısız güvenilir
rivâyetler ve tarihî deliller vardır. [3] [4]
Ayrıca bu hususta, eldeki İnciller de müslümanların görüşlerini te'yid
etmektedir. Buna karşılık acaba Sprenger'in ve Caetani'nin ellerinde bu konuda
güvenebilecekleri hangi tarihî, ciddi vesikalar veya deliller vardır? Yukarıda
nakledilen görüşleri sebebiyle onların, İslâm'a ve İslâm Peygamberine karşı
duydukları kinden başka delillerinin olmadığı anlaşılmaktadır.
Emile Dermenghem'in de, bu konuda Caetani ve benzeri kimselerin
görüşlerini takib ettiğini görmekteyiz:
"Son söz olarak şunu söyleyelim ki, Muhammed'in ilk isminin
"Zobat" olduğuna dair bir rivayet vardır ve bu isim güya o daha
çocukken, yahut peygamber olduğu zaman Muhammed'e tebdil edilmiştir. Muhammed
bir isim olmaktan ziyade O'nun peygamberlik ünvanıdır. O'nu uzun müddet
Ebü'l-Kâsım (Kasımın babası) diye çağırmışlardır."[5]
E. Dermenghem'in bu sözlerine verilecek cevab, Caetani ve Sprenger'e
verilen cevabın aynısıdır. Çünkü o da, bu fikirlerinde Caetani ve Sprenger
gibi tenâkuza düşmekte ve aynen onların görüşlerini tekrarlamaktadır.
Dermenghem'in bizzat kendisi "güya" demek suretiyle bu konuda
tereddüd ve şüphesini belirtmektedir. Peygamberimizin ilk isminin
"Zobat" olduğuna dair rivâyetlerin asılsız ve güvenilir olmadığı,
sahih kaynaklarda yer almadığı hususu izaha muhtaç değildir.
Caetani, Sprenger ve bu tür iddialarda bulunan diğer kimselerin bu
mesnetsiz fikirlerine delil gösterdikleri el-Halebî'nin (v.1044) eserindeki
Çtu) "Kusâm" ismine dair rivâyete sarılırken, nedense "Muhammed
ve Ahmed" ismi hakkmdaki daha sağlam rivâyetleri görmemezlikten
geliyorlar. Yine el-Halebî'nin Peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
peygamber olarak geleceğini, adının "Muhammed" olacağını Ehl-i
Kitâb'dan öğrenen Arapların, çocuklarına "Muhammed" ismi koyarak,
gelecek olan bu peygamberin, kendi nesillerinden olmasını umduklarını
kaydetmesini hiç okumamış gibi davranıyorlar. Peygamberimizden, önce, hiçbir
kimsenin çocuğuna "Ahmed" ismi koymasını Allâh'm nasip kılmadığına
dair nakillerini hiç dikkate almıyorlar.[6] Bu da,
onların tarihî hakikatleri ters yüz etmek için ne kadar tarafgir
davrandıklarını, objektiflikten ayrıldıklarını gösteriyor.
İslâmî kaynaklar, Hz. Amine’nin, doğduğu zaman Hz. Peygamber'e
"Ahmed, Muhammed" diye isim koymakla emrolunduğu ve buna göre hareket
ettiği hususunda müttefiktirler.2 İslâmi kaynaklarda doğduğu zaman
Hz. Peygamber'e isim konulması olayı şu şekilde nakledilmektedir:
"Hz. Peygamber doğduğu zaman, babası birkaç hafta evvel vefat ettiği
için, Hz. Amine ile Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib meşgul oluyordu. Hz.
Peygamber dünyaya gelince, Hz. Âmine Abdülmuttalib'e haber gönderdi. Abdülmuttalib,
Kâbe'de yanında oğlu Ebû Tâlib ve Kureyş'in ileri gelenleri ile birlikte
otururken müjdeci gelerek, Hz. Âmmenin bir erkek çocuk dünyaya getirdiğini
söyledi. Abdülmuttalib buna çok sevindi ve yanındakilerle birlikte gelip çocuğu
görmek istedi. Hz. Âmine, Abdülmuttalib'e, Peygamberimize hâmile iken
kendisine: Sen insanların en hayırlısına, bu ümmetin efendisine hâmile kaldın.
O'nu dünyaya getirdiğin zaman her hasedçinin şerrinden Aİlâh'a sığınırım de,
sonra O'na Muhammed adını koy denildiğini anlattı. Bundan sonra Abdülmuttalib
Peygamberimizi bağrına basıp Ka'be'ye girdi, O'na duâ edip Aİlâh'a şükretti ve
Muhammed ismini koydu."1
Müsteşriklerin diğer bir iddiası da, Hz.Peygamber'in peygamber olmadan
önce çocuklarına putların ismini koyduğudur. Nitekim A.Sprenger, L. Caetani;
Fr.Buhl, MGaudefroy Demombynes, H.Lammens, Maxime Rodinson'un bu iddiayı
tekrarladıklarını görmekteyiz.
Kureyşliler'in Cahiliye devrinde taptıkları putlardan birisinin adı
"Menâf'tı ve Kureyşliler [7]
Cahiliye'de çocuklarına bu puta nisbetle "Abdü Menâf diye ad
koymaktaydılar.1
Caetani, Câhiliye devri arapları arasında yaygın olan bu "Abdü
Menâf' ismini Hz.Peygamber'in, de, İslâm gelmeden önce oğluna isim olarak
koyduğunu iddia ederek bu konuda şunları söylemektedir:
"Peygamber, gençliğini daima bir çok şebeklerden dolayı büyük bir
karanlıkla çevrili bir halde bırakmış, sonraki senelerdeki hareket tarzı ve
mezhebi ile tezâd teşkil eder gibi görünebile cek fiillerinin ve hareketlerinin
bütün izlerini ortadan kaldırmak istemiştir. Halebî'de zikredilen bir vak'a
bilhassa ehemmiyete haizdir. (III.Cilt.529; satır:8). Halebî, risâletten evvel
Muhammed'in bir oğlu olduğunu ve buna "Abdü Menâf', yani Menâf putunun
kulu adını verdiğini söylüyor. Abdullâh, Tâhir, Tayyib isimlerinin tek bir
çocuğa taalluk etmeleri ve Abdü Menâf isminin izlerini ortadan kaldırmak
maksadına yönelik bulunmaları kâbildir".[8] [9]
M.Gaudefroy Demombynes de aynı şeyleri tekrarlamakta ve
"Peygamber'in iki oğlu küçük yaşta öldü. Onlardan birisinin adı geleneğin
açıklamamak zorunda olduğu bir put ismi olan Abdü Menâf tı" diyor ve bu
görüşüne kaynak olarak Yakûbî’yi gösteriyor.[10]
Henri Lammens de, "Patıma et Les Filles de Mahomet" adlı
eserinde şunları söylemektedir:
"Tâhir, Mutahher, Tayyib, Mutayyeb, Abdü'l-Uzzâ ve Abdü Menâfin
varlığına inanma hususunda Sünnî'ler dâhi ittifâktan mahrumdur."1
Lammens, Peygamberimiz'in çocuklarına Abdü'l-Uzzâ veya Abdü Menâf ismi
vermiş olduğu iddiasını normal bir hakikatmiş gibi göstermeye çalışmaktan
başka, biraz daha ileriye giderek, bu çocukların tarihî birer şahsiyet olarak
mevcut olmayacağı şüphesini ortaya atmaktadır. Biz Lammens'in nefret ve kinle
hareket eden, din taassubu ile yazmış çizmiş bir papaz olduğu konusunda, yine
bir batılı müsteşrik olan Emile Dermenghem'in görüşlerini nakletmekle
yetiniyoruz:
"Mütehassısların en yeni ve en mütebahhırlarından olan Lammens,
maalesef onlar arasında en fazla tarafgir olanıdır. Bu papazın, parlak ve zekâ
dolu kitapları O'nun Müslüman dinine ve Peygamberine karşı duyduğu nefret
sebebiyle fena bir şekle girmiştir. Bu âlim cizvit, başkalarının Hriştiyanlığa
karşf kullandıkları müfrit tenkitçilik usûllerini müslüman tarihîne tatbik
etmiş, mesela herhangi bir rivâyetin Kur'ân'a uyduğunu görürse onu Kur'ân'dan
alınmış gibi göstermiştir."[11]
[12]
Bu konu ile ilgili olarak îbn Hazm'm kaydettiği bir rivâyet mevcuttur.
îbn Hazm bu rivâyetle ilgili olarak şunları söylemektedir: "Biz, Hişâm
b.Urve tarikiyle, Onun babasından, Peygamberimizin, nübüvvetten önce
Abdül-Uzzâ isminde bir çocuğu olduğunu nakletmiş bulunuyoruz. Bu gerçekten
uzak, mürsel bir haberdir. Mürsel rivâyet ise delil olamaz."1
Muhammed Hamidullah, î.Hazm'm bu rivâyetine şu şekilde açıklık
getirmektedir: "Hatice (RA), bu ilk oğluna kendi dedelerinden birinin
Abdü'l-Uzzâ (yani tanrıça Uzzâ'nın kulu) şeklindeki adını takmış ve fakat
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bunu Kâsım şeklinde değiştirmişti. Bu
adın mânâsı ise, dağıtan, bilhassa iyilik olsun diye sadaka dağıtan
şeklindedir."[13]
[14]
Görüldüğü gibi, müsteşriklerin Peygamberimiz'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) peygamberliğini red ve iptal gayesiyle hareket edip, delil olarak
gösterdikleri asılsız ve değersiz bazı rivâyetler bile bu konuda ittifaktan
mahrumdur. Bu tür asılsız rivâyetlere dayanarak bir takım iddialarda
bulunmalarının sebebi, Hz.Peygamberin peygamberlikten öne hâşâ bir müşrik gibi
hayat sürdüğünü, onlar gibi dini yaşayışı benimsediğini, Hanîflik diye bir şey
olmadığını, olsa bile Hz.Peygamber'in onlara mensup olmadığını ileri sürmek,
O'nun peygamber olarak getirdiği tebliğleri ile, önceki hayatının açık tezatlar
ve çelişkiler ile dolu olduğunu göstermeye çalışmaktır. Müsteşriklerin hedefi,
ciddi İslâm tarihçilerinin ve hadisçilerinin bu tür çe lişki ve tabir caizse
Peygamberimizin önceki hayatına dair can sıkıcı izleri yok etmek istediklerini
ileri sürmektir.
Muhammed Hamidullah tarafından kaydedilen yukardaki haberden
anlaşıldığına göre, Abdü'l-Uzzâ ismini veren, müsteşriklerin daha önce delil
olarak ileri sürdüklerinin aksine Hz.Peygamber değil, Hz.Hatice'dir. Ayrıca bu
konuda diğer bir tenâkuz da, bir kısım asılsız ve sahibi meçhul rivâyetlerde
"Abdü Menâf" adı verildiği ileri sürülürken, diğer bazı asılsız
rivâyetlerde de "Abdü'l-Uzzâ" adı verildiğinin ileri sürülmesidir.
Güvenilir sened ve kaynaklardan mahrum, rivâyet edeni meçhul, kendi
içinde bile ittifâktan mahrum, mezkûr ismi Hz.Peygamber mi koydu, Hz.Hatice mi
koydu? Bu isim Abdü'l-Uzzâ mıydı? yoksa Abdü Menâf mıydı? Abdü'ş-Şems miydi?
Kâsım'a mı, Tâhir'e mi? Abdullâh'a mı verilmişti? şeklinde bir çok şüpheler
arzeden bu haberler reddedilmekten başka bir değeri hâiz değildirler. Fakat
bunları gerekli titizlik ve ciddiyetle tenkid süzgecinden geçirmeden eserine
alıp, nakleden bazı İslâm tarihçileri sayesinde Müsteşrikler İslâm'a ve onun
Peygamberine hücum etmek için fırsat ve malzeme bulmuşlardır. Konumuzla ilgili
ilk iddiayı ortaya atandan itibaren, bu sahada kalem oynatan son müsteşrike kadar
hepsi aynı iddiaları tekrarlamışlardır. Nitekim Maxime Rodinson da,
Hz.Peygamber'in hayatına dair yazdığı eserinde "Başlangıçta tanrıça Menâfa
bir ubûdiyet gösterisi olarak Abdü Menâf ismi verilen bir oğlunun sonradan
Abdullâh ismini aldığını biliyoruz" demektedir.1
M.Rodinson, bu konudaki mesnetsiz ve asılsız iddiayı İlmî bir hakikatmiş
gibi, "Biliyoruz" şeklinde tam kesinlik ifade eden lafızlarla okuyucularına
sunarak onları yanıltmaktadır.
Görüldüğü gibi Müsteşrikler, İslâm tarihçilerinin bu tür haberlerin
sıhhati konusundaki değerlendirme ve tenkitlerini hiç dikkate almamaktadırlar.
Bu durum ise, İlmî zihniyetle bağdaşmamaktadır. Yalan haberler üzerine binâ
edilen görüşler, asılsız haberler üzerine telif edilen eserler, tarihî ve İlmî
değeri hâiz olamazlar, sonuç itibariyle temelsiz birer iftirâdan öteye gidemezler.
Bu konu ile ilgili olarak İbn Kesîr de Hişâm b.Urve'den iki rivâyet
nakletmiştir. İbn Kesîr'in kaydettiği haber şu şekildedir:
"Heysem b.Adî, Hişâm b.Urve'den, O da Saîd b.Müseyyeb'den O da
babasından nakletmiştir:
"Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in iki oğlu vardı; Tâhir ve
Tayyib. Onlardan birisi Abdü'ş-Şems, diğeri de Abdü'l-Uzzâ diye
isimlendirilmişti." İ.Kesîr bu haberin münker olduğunu bildirmektedir.[15]
[16]
<
İ.Kesîr'in bu konudaki diğer rivâyeti ise şöyledir:
"Hişâm b.Urve şöyle dedi: Irak Ehli, Tâhir ve Tayyib'in zikrinde
hadis uydurdular. Bizim şeyhlerimiz ise dediler ki, (Peygamberin oğulları)
Abdüluzzâ, Abdümenâfve Kâsım'dır. Kızları ise Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve
Fâtıma'dır. İbn Asâkir bunu münker olduğu halde rivâyet etmiştir, ancak münker
olduğunu kabul etmektedir, Zeyneb ise zikredilmemiştir."1
İ.Kesîr, kaydettiği iki haberin de münker olduğunu söylemiştir. Münker
haberlerin böyle mühim bir konuda delil olmayacağı açıktır. Hadis âlimleri
münker haberlere itimat etmemişlerdir.
Görüldüğü gibi, gerek îbn Hazm tarafından Cevâmiu's-Sîre'de, gerekse îbn
Kesir tarafından el-Bidâye ve'n-Nıhâye'de nakledilen bu konudaki haberler Hişâm
b.Urve'ye isnâd edilmektedir.
Hişâm b.Urve hakkında: "îmâmdır, hüccettir, Şeyhu'l-İslâm'dır,
yaşlılığında hıfzı noksanlaşmıştır, fakat hiç bir zaman ihtilât etmemiştir.
Hayatının sonlarına doğru Irâk'a gitmiştir. İmâm Mâlik, İraklılar tarafından
nakledilen hadislerini kerih görmüş, yadırgamıştır. Küfe'ye üç kere gelmiştir.
Babasından mürsel rivayetlerde bulunmuştur." denilmektedir.[17]
[18]
İbn Kesîr'in Hişâm b.Urve’den yapmış olduğu birinci rivâyetindeki râvî
Ebû Abdirrahmân Heysem b.Adî et-Tâî hakkında da şunlar zikredilmektedir:
"Kûfe'lidir. el-Buhârî, O sika değildir, yalan söyler demiştir.
Abbâs, Yahyâ'dan, sika olmadı ğım, yalan söylediğini rivayet etmiştir. Ebû
Dâvud ise, kezzâbtır demiştir. Nesâî ve başkaları metrûku’l-Hadistir, yani
hadisi terkedilmiştir demektedirler. Heysem b.Adî, Hişâm b.Urve ve Abdullâh
b.Ayyâş'tan rivâyet etmiştir. Münker hadisler nakleden Heysem, H.207 yılında
ölmüş tür.[19]
Bütün bu bilgilerden çıkaracağımız sonuç, Peygamberimizin çocuklarına
Abdü Menâf, Abdü'l-Uzzâ, Abdü'ş-Şems diye ad koyduğuna dair gelen ve
müsteşrikler tarafından dört elle sarılınan bu haberler, yalancılığıyla meşhur
ve metrûk, Irak'lı kimseler tarafından uydurulmuş ve Hişâm b.Urve ile başlayan
bir de râvîler zinciri eklenmiştir. Bu konuda gelen diğer rivâyetlerde ise,
uydurma bir sened bile yoktur.
S
Bu sebeble Caetani'nin ve benzeri kimselerin yukarda zikredilen görüş ve
iddialarına katılmak mümkün değildir. Çünkü Hz.Peygamber'in hayatının
peygamberlikten önceki devresini karanlıklarla çevrili olarak bıraktığı iddiası
doğru değildir. Hz.Peygamber’in bunu, sonraki senelerdeki Peygamberlik dâvâsma
ters düştüğü için yaptığını, geçmişteki
fiil ve hareketlerinin bütün izlerini ortadan kaldırmak istediğini İlmî
açıdan kabul etmek mümkün olamaz. Çünkü Hz.Peygamber'in hayatı kadar,
müsteşrikler de dahil olmak üzere ilim adamları tarafından üzerinde çalışılmış,
en ince teferruat ve detaylarına kadar didik didik edilip araştırılmış,
incelenmiş başka bir şahsiyet söz konusu olamaz. Ancak Müsteşrikler, peşin
olarak Hz.Peygamber'in peygamber oluşunu kabul etmeme taraftarı olduk-ları ve hareket
noktaları Hz.Peygamber’i reddetmek olduğu için bu tür yorumlara
kalkışmaktadırlar.
Bir kişi hakkında bir takım görüşler ileri sürmek veya iddialarda
bulunmak için ortada güvenilir delillerin olması gerekir. Aksi takdirde eldeki
iddialar mesnetsiz olduğu gibi, objektif ve İlmî olmaktan çok, ön yargılardan,
sübjektif kanaatlerden dolayı ortaya atılmış olur. Müsteşrikler ise,
güvenilir, delillere dayanılarak, isnâd metodu kullanarak yazılmış, kimin
neyi, ne zaman, ne için söylediğini, kimden aldığını, aldığı kimselerin
güvenilirliğini tesbit etmiş sağlam kaynakları beğenmemekte, bunları din
gayretiyle yazılmış, efsâne ile karışmış klasik kitaplar olarak
nitelendirmektedirler. Buna karşılık, Hz.Peygam-ber hakkmdaki asılsız iddia ve
iftiralara malzeme veren, kaynağı belirsiz, senedi ve râvîleri bulunmayan,
kendinden önceki orijinal kaynaklarda yer almayan haberleri ihtiva eden
eserler, müsteşriklerce makbûl ve orijinal eserlerdir.
Nitekim Caetani'nin, Hz.Peygamber hakkmdaki asılsız iddia ve iftirâlarına
kaynak teşkil edip malzeme veren el-Halebî'deki rivâyet de bu şekildedir.
el-Halebî, eserinde bu konuda şunları zikretmektedir:
"Denildi ki, bi'setten önce Hz.Peygamber'in oğlu Abdü Menâf dünyaya
geldi. (Hz.Peygamber'in çocukları) bi'setten önce henüz emzirilme çağmdayken
vefât ettiler."1
Görüldüğü gibi el-Halebî bu rivâyeti naklederken sened vermemiştir.
Böyle mühim bir iddiaya zemin teşkil eden bu rivâyeti kimlerin nak lettiğini,
müsteşriklere bu malzemeyi kimlerin verdiğini ortaya koymamıştır. Rivâyeti de
(Je[20]
"Denildi" lafzıyla nakletmiştir. Hadisçiler ve diğer İslâm
âlimleri, ("Denildi" lafzıyla yapılan rivâyetlerin zayıf ve güvenilir
olmayan rivâyetler olduğu kanaatindedirler. Senedi veya râvîsi belirtilmeyen
haberlerin, genellikle râvîler açısından, rivâyetin reddini gerektirecek, bir
kusura sahip oldukları görülmektedir. el-Halebî ise, bu rivâyetin senedini
vermediği gibi, kendisinden önceki İslâm Tarihçilerinden veya Siyer
müelliflerinden bunu nakleden olup olmadığı konusunda da hiç bir malûmat
vermemiştir. el-Halebî (v.1044 H.) muahhar bir kaynaktır ve kendisinden Önce bu
sahada güvenilecek bir çok İslâm Tarihi ve Siyer kaynağı mevcuttur. Bu sebeble
el-Halebî'nin verdiği haberlerin önceki kaynaklarımızda sağlam bir dayanağı
olması gerekir. 'Halbuki el-Halebî' nin verdiği "Denildi" lafzıyla
ifâde edilmiş bir uydurma haber, orijinal ilk Siyer ve İslâm Tarihi
kaynaklarında yer almamaktadır. Mesela, İbn îshâk'ın İbn Hişâm'm Sîreleri ile,
daha sonraki kaynaklardan İbn Kesir'in (v.774 H.) el-Bidâye'sinde
bulunmamaktadır.
Müsteşriklerden Fr.Buhl ise, Caetani ve Sprenger'e dayanarak bu konuda şu
iddialarda bulunmaktadır:
"Bu evlenmeden daha sonraki vak'alarda rol oynamış olan dört kız
ile, küçük yaşta ölen bir kaç erkek evlâd dünyaya gelmiştir, oğullarının
birinin tarihî şahsiyet olması muhtemeldir, çünkü O'nun taşıdığı müşrik ismi
Abdü Menâfin sonradan uydurulmuş olmasına ihtimal verilemez."[21]
Fr.Buhl, Hz.Peygamber'in diğer çocuklarının tarihî şahsiyet olmasını
kabul edemiyor. Fakat her ne hikmetse kaynağı bile belli olmayan uydurma bir
habere dayanarak, Hz.Peygamber'in güya Abdü Menâf adlı oğlunun tarihî bir
şahsiyet olarak mevcudiyetini kabul ediyor. A.Sprenger, Caetani ve benzeri
müsteşrik meslekdaşları gibi, Hz.Peygamber hakkmdaki asılsız iddialarına dayanak
teşkil edeceği için, aslı olmasa bile bu husustaki rivâyeti kabul etmeyi arzu
ediyor. Bir tarafta delilli olarak kaleme alınmış, senedi ve râvîleri belli,
cerh ve ta'dîle tâbi tutulmuş, üstelik, Hz.Peygamber devrine daha yakın
zamanlarda yazılmış Siyer ve İslâm Tarihi eserlerinde bildirilmiş olan
Hz.Peygamber'in çocukları ve onların isimleri uydurma olarak nitelendiriliyor,
diğer tarafta ise, kaynağı belirsiz, cerh ve ta'dîle tâbi tutulmak için
ortada râvîleri bulunmayan, Hz.Peygamber devrinden onbir asır sonra yazılmış,
diğer eserlere göre orijinal vasfı bulunmayan bir eserdeki rivâyete dayanarak
Hz.Peygamber'in Abdü Menâf diye bir oğlu vardı iddiasında bulu nuluyor. Durumu
gerçek ilim adamlarının takdirine havale ediyoruz.
Bu konu ile ilgili olarak, Türk yazarlarından Cemil Sena ise, yukarda
görüşlerini naklettiği-miz müsteşriklerin görüşlerini hiç bir tenkid ve
değerlendirmeye tâbi tutmadan aynen iktibas etmektedir:
"Hz.Muhammed, ilk doğan oğluna Abdi Menâf adını vermişti. Menîf o
tarihlerde Mekke tanrılarından birinin adıydı. Bundan anlaşıldığına göre, bu
dönemde, Onun henüz İslâm Dini hakkında planlanmış veya hazırlanmış bir
düşüncesi yoktu. Sonraları Yahudiler, biraz da O'nun peygamberliğini reddetmek
için Arap usûlüne uyarak kendisine Ebûl-Kâsım yani Kâsım'm babası adını
vermişlerdir."[22]
Cemil Sena, Hz. Peygamberin nübüvvetini red ve iptal gayesi ile hareket
eden müsteşriklerin peşinden giderek onların görüşünü kabulle kalmıyor,
Hz.Peygamber'in henüz İslâm Dini hakkında planlanmış veya hazırlanmış bir düşüncesi
olmadığını iddia ediyor. Böylece Hz.Peygamber'in, İslâm'ı Allâh'tan vahiy
yoluyla alan bir peygamber değil, semâvî olmayan dinler gibi, çeşitli
kaynaklardan aldığı bilgilerle planlayıp, te'sis eden bir kimse olduğu kanaatini
ortaya koyuyor. Cemil Sena ve benzeri müelliflere göre Hz.Peygamber, daha
önceden peygamber olma fikrinde olsaydı, peygamber olarak yapacağı işlerin
planlamasını yapacak, sonradan çelişkiye düşecek davranışlarda bulunmayacak ve
oğluna Abdü Menâf adını koymayacaktı. Ama ne yazık ki, Hz.Peygamber'in oğluna
Abdü Menâf adını koyduğuna dair rivayet sahih değil, uydurmadır. Çürük temeller
üzerine inşâ edilen binalar nasıl yıkılmaya mahkumsa, sağlam olmayan delil ve
haberler üzerine birtakım görüş ve iddiaları binâ etmek de öylece yıkılmaya
mahkum olacaktır.
Sonuç olarak, gerek Hz.Peygamber'in isminin aslında "Ahmed ve
Muhammed" olmadığına dair iddiaları, gerekse, kendisine Peygamberlik
verilmeden önce çocuklarına putların adını koyduğuna dair rivâyet ve iddiaları
muteber kabul etmek mümkün değildir.
Hz.Peygamber'in Peygamber olarak geleceği daha önceden müjdelenmiştir.
Kuran'da ismi Muhammed olarak zikredilmiştir,1 Kur'ân-ı Kerîm'in
bildirdiğine göre, Hz.îsâ, Peygamberimiz'in peygamber olarak gönderileceğini ve
isminin "Ahmed" olacağını müjdelemiştir.[23] Elimizde
mevcut ve Hristiyanlarca muteber Yuhanna İncilinde ise "Ahmed" ismi
"Paraclet" şeklinde geçmektedir.[24] Sonraları
Hıristiyanlar "Paraclet" kelimesini asıl mânâsından saptırarak
"Kutsal Ruh" şeklinde bir ilâvede bulunmuşlar, bununla Hz.îsâ'dan
sonra bir Peygamber'in geleceğini haber veren Incil metninin ilk ve asıl
anlamını de ğiştirmek gayesi gütmüşlerdir.1
Kısacası Hz.Peygamber, kendisine peygamberlik verilmeden önce de putlara
ibâdetten, onlara karşı muhabbet beslemekten uzak bulundurulmuştur.
Genellikle İnsanlar çocuklarına, sevdiği kişi ve hoşlandığı varlıkların ismini
koyduğuna göre, Hz.Peygamber'in putlara muhabbet besleyerek çocuklarına
onların ismini koyduğu düşüncesi, son derece mantıksız ve yanlış bir düşüncedir.
Bu tür iddia ve fikirlerin Hz.Peygamberin ismetine yönelik, Onun
Peygamberliğini iptâl gayesi taşımakta olduğu açıktır.
2-
HZ. PEYGAMBER İN PUTLARA
KURBAN KESME VE ALLÂHTAN BAŞKASI İÇİN KESİLENLERDEN YEME KONUSUNDAKİ TUTUMU
Müsteşrikler tarafından çeşitli vesilelerle Hz.Muhammed'in kendisine
peygamberlik verilmeden önce, içinde bulunduğu câhiliye devri Arap toplumunun
örf, âdet ve ibâdet tarzlarını takip ettiği ileri sürülmüştür. Hz.Muhammed'in
peygamber olmadan önceki hayatı ile, peygamberlikten sonraki yaşayışı
arasında tenâkuzlar bulunduğu iddia edilmiştir. Yine müsteşrikler,
Hz.Muhammed'in peygamber olmadan önce Allâh'ın İlâhî kontrolü ve günâh işlemeye
karşı ko ruması altında bulunmadığını, peygamberlerde bulunan 'ismet sıfatına
sâhip olmadığını isbât etmeye gayret etmişlerdir. Bazı İslâmi kaynaklarda
bulunan ve Peygamberimiz’in putlara kurban sunduğu, putlar adına kesilen
hayvanların etlerinden yediğine dâir asılsız rivayetleri de bu iddiâlarına
delil göstermişlerdir.
Yukarda genel hatları ile görüşlerini kaydetmeye çalıştığımız
müsteşrikler arasında, Leon Caetani, Fr.Buhl, Emile Dermenghem, Maurice
Gaudefroy-Demombynes, Maxime Rodinson, M.J.Kister'i zikredebiliriz. Bu araştırmamızda,
bu müsteşriklerin, delil olarak aldıkları rivâyetleri ve bu rivâyetlerden
çıkardıkları sonuçları incelemeye çalışacağız.
Bu konuda müsteşriklere malzeme olan rivâyetlerin ikisi, el-Buhârî'nin
Sahih'inde bulunmaktadır. Bu rivayetlerin ilki, Bahân'nin Sahîh'inde,
Kitâbü'z-Zebâih kısnundadır. Buhârî, bu rivâyeti Mu'allâ b.Esed, Abdülazîz
b.el-Muhtâr, Mûsâ b. ’Ukbe, Sâlim b.'Abdillâh, 'Abdullah b.'Ömer R.A.
vâsıtasıyla nakletmiştir. Buna göre 'Abdullah b.Ömer R.A. şöyle rivâyet
etmiştir:
"Rasûlullâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Beldah'm aşağısında, Zeyd
b.'Amr b.Nufeyl ile karşılaştı. Bu, Rasülüllah'a vahy indirilmeden önce idi.
Rasûlullâh salla’llâhü aleyhi ve sellem, Zeyd'i, içinde et bulunan bir sofraya
davet etti. Zeyd b.'Amr ondan yemekten kaçındı ve "Ben sizin (uUl) dikili
taşlarınız üzerine kestiğiniz şeylerden ve kesilirken üzerine Allâh'm adı
anılmayan şeylerden yemem" dedi", i
Buhârî'nin, Musâ b.'Ukbe-Sâlim b.'Abdillah-'Abdullâh b.Ömer isnâdıyla
rivâyet ettiği bu hadis, İbn 'Abd'il-Berr, İbn Sâd, el-Bekrî, îbn Kesir,
Ahmedb.Hanbel, îbn 'Asâkir, ez-Zehebî ve elHalebî tarafından da
kayde-dilmiştir.[25]
[26]
Buhârî şârihlerinden el-Aynî, buradaki (;>-afifoii)
sözünün ihtilâflı olduğunu, çoğunluğun rivâyetinin ise bu şekilde olduğunu
kaydediyor. (*jıj deki zamirin Zeyd b.'Amr'ı kasdettiğini, (JJlJj-j) lafzının
da merfû olduğunu, çünkü ((.jj) fiilinin fâili olduğunu belirtiyor. îbâre deki
(»>-) kelimesinin de mefûl olarak mansûb olduğunu kaydediyor.
el-Kuşmeyhenî'nin rivâyetinde (fJj) fiilinin meçlıûl sigası ile,
(;>-) kelimesinin de, merfû olarak (nâib-i fâil) kaydedildiğini, ibarenin
şeklinde oldu
ğunu belirtiyor. Bu iki şekildeki rivâyetin arasının ise, İbnü'l-Münîr
tarafından "Buradaki topluluğun Peygamberimize bir sofra takdim
ettikleri, bunu da, Peygamberimizin Zeydb.'Amr'a ikram ettiği, Zeyd'in de bu
topluluğa, bu sözü söylediği şeklinde telif edildiğini kaydediyor. >>-)
sözünün Ebû Zerrin rivâyetinde mevcut olup, başkalarının rivâyetinde
((J>A-1 şeklinde olduğunu ilâve ediyor. el-Aynî fiili ile kastedilen fâilin
Zeyd b.'Amr olduğunu da tesbit ediyor.1 Aynı görüşler İbn Hacer tarafından
da kaydedilmiştir.[27]
[28]
[29]
el-Aynî, el-Kirmânî, İbn Hacer bu konu ile ilgili olarak Hattâbî'nin
görüşünü kaydetmişlerdir. Bunu, el-Buhârî'nin bu konudaki diğer rivâyetini
kaydettikten sonra göreceğiz.
el-Buhârî, Sahih'inin Menâkıbu'l-Ensâr bölümünde Aluhammed b.Ebî Bekr,
Fudayl b.Süleymân, Musâ b.'Ukbe, Sâlim b.'Abdillâh, 'Abdullah b.Ömer
vasıtasıyla değişik bir rivâyet daha kaydetmiştir. Buna göre: "Nebi salla'llâhü
aleyhi ve sellem kendisine vahiy inmeden önce, Beldah'm aşağısında Zeyd
b.'Amr, b.Nufeyl ile karşılaştı. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e bir sofra
takdim edildi ve (Zeyd b.'Amr) ondan yemekten kaçınarak şöyle dedi: "Ben
sizin dikili taşlarınıza (ujU;Î) kestiğiniz şeylerden yemem, ancak üzerine Allâhın
adını zikrettiğiniz şeylerden yerim" dedi. Zeyd b.'Amr, Kureyş'i kestiklerinden
dolayı ayıplar ve "Koyunu Allâh yaratmış ve onun için gökten su indirmiş,
yerden otlar bitirmiştir. Sonra da kalkıp siz onu Allâh'tan başkasının adına
kesiyorsunuz" derdi".[30]
Görüleceği, üzere el-Buhârî'nin her iki rivâyeti de, Musâ b.'Ukbe'de
birleşmektedir. Bunu şöyle bir şema halinde göstermemiz mümkündür:
'Abdullah b.Ömer R.A.
Sâlim b.'Abdillâh
Musâ b.'Ukbe (v. 141) ü
'Abdülaziz b. El-Muhtâr (v.?) Fudayl b.Süleymân (v.183)
Muallâ b.Eşed (v.218) Muhammed b.Ebi Bekir v.(234)
el-Buhârî(v.256) el-Buhârî
(v.256)
Buharı deki bu iki rivâyet arasındaki ihtilâfın, Musâ b.'Ukbe'den bu
rivâyetleri alan 'Abdülazîz b.el-Muhtâr ile Fudayl b.Süleymân'dan meydana
geldiği düşünülebilir. Bu râviler, "Sofranın Peygamber'e salla’llâhü
aleyhi ve sellem. takdim edildiği", veya "Hz. Peygamberin, Zeyd
b.'Amr'a sofra takdim ettiği" şeklinde ihtilâf etmişlerdir. Hadis
şârihlerinin de kaydettiği gibi, Peygamber'e Kureyş tarafından takdim edilen ve
Peygamberin de, putlar adına kesilenleri yememesinden dolayı Zeyd b.'Amr'a
ikrâm ettiği sofra sebebiyle, Zeyd b.'Amr'ın dikili taşlara kesilenlerle,
üzerine Allâh'm adı anılmayan şeyleri yemediğini orada bulunan Kureyşliler'e
söylemesini râviler eksik ve kimin kime sofra takdim ettiğini karıştırarak
nakletmişlerdir. Tabii bu da, müsteşriklere malzeme olmuştur. Ayrıca konunun
Peygamberimize peygamberlik verilmeden önceki zaman gibi, eski bir devri
ihtivâ ettiği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Bu konuda İbn Battâl (v.449/1057), sofranın Kureyş tarafından Peygamber'e
takdim edildiğini, fakat Peygamber'in onu yemeyi reddettiğini ve sofrayı ondan
yemeyi reddeden Zeyd b.'Amr'a takdim ettiğini söylemektedir. İbn Battâl’m bu
görüşünü İbn Hacer, el-'Aynî, elKastallânî gibi şârihler kaydetmişlerdir. İbn
Hacer (v.856/1448) "Bu mümkündür, fakat ben, O'nun! buna
nereden kesin olarak karar verebildiğini bilmiyorum. Çünkü ben, hadisin bu
şeklini, hiç bir kimsenin rivayetinde bulamadım" demektedir.1
M.J.Kister, "el-Buhârî’nin hadisinin (…veya diğer
rivâyette …şeklinde okunuşu, İbn Hacer tarafından kaydedilen acâib bir
tefsirin yapılmasına fırsat vermiş tir." diyerek, İbn Battâl'm yukarda
kaydedilen yorumunu tenkit etmiştir.[31] [32]
el-Kirmânî (v.786/1384), Şerhinde, bu konuda şunları söylüyor:
"Eğer sen, Rasûlullâh salla’llâhü aleyhi ve sellem. ondan yedi mi? dersen,
derim ki, etin Rasûlullâh'm sofrasında oluşu, Peygamberin salla’llâhü aleyhi ve
sellem. ondan yediğine delâlet etmez. Bir çok durumda, yolcunun çantasına
konulan şeylerden yolcu yemez, fakat onu, yolcu ile beraber bulunan arkadaşları
yerler. Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem, maiyetinde bulunan kimselere
onu yemeyi yasaklamamıştır, çünkü o zaman, henüz vahiy almamış ve böyle bir
şeyin emredildiğine veya yasaklandığına dair malûmât kendisine
bildirilmemişti."[33].
Kister, îbn Battâl'ın açıklamasına karşı olan tutumunu burada da
sürdürüyor ve el-Kirmânî'nin buradaki ma'kûl açıklamasını "biraz
ilginç" buluyor.1
Hattâbî ise bu konuda: "Zeyd b.'Amr'ın sofrada bulunan eti yemekten
çekinmesi, orada bulunan etin, ibâdet kastıyla dikilmiş olan taşlardan (ujUuÎ) birisi
üzerine kesilmiş etlerden olmasından korkması sebebiyledir. Rasûlullâh salla’llâhü
aleyhi ve sellem. ise, onların putları adına kesmiş oldukları şeylerden
yemezdi. Onların sırf et ihtiyaçları için kesmiş olduklarına gelince; Hz,
Peygamberin bunlardan kaçındığını hadiste göremiyoruz. Ayrıca, Hz. Peygamberin
Kureyşliler'den sadece meyte etini yeme hususunda ayrıldığı da
zikredilmemiştir. Çünkü Kureyş, câhiliye devrinde, meytenin yenilmesinden
'kaçınıyorlardı..." demekte ve Peygamberin putlar adına kesilen hayvanların
etinden yemediğini, ancak bunun dışında, kesilme sırasında üzerine Allâh'm adı
zikredilmemiş bile olsa yiyecek gâyesiyle kesilenlerden yediğini ifâde
etmektedir. Buna sebeb olarak da, kesilme sırasında üzerine Allâh'ın adı zikredilmemiş
olan hayvanların etinin tüketilmesini yasaklayan hükümlerin, ilk vahiyden sonra,
uzun bir vakte kadar indirilmediğini göstermektedir.[34] [35]
Süheylî ise, bu hususta, el-Buhârî'nin Sahih'te naklettiği iki rivâyeti
sıraladıktan sonra şöyle demektedir:
"Bu konuda şöyle bir soru vardır, Rasûlullâh’m salla’llâhü aleyhi ve
sellem, câhiliye dey rinde Allâh'ın kendisini te'yid etmesi sebebiyle bu
fazilete daha lâyık olması gerektiği halde, Allâh cc. Zeyd b.'Amr'ı dikili
taşlar üzerine kesilen şeyden ve üzerine Allâh'ın adının anılmadığı şeylerden
yemeyi terketmeye nasıl muvaffak kılmış olabilir? Buna iki şekilde cevâp verilebilir:
1-
Vahiy inmeden önce, Beldah
mevkiinde Rasûlullah salla’llâhü aleyhi ve sellem. ile Zeyd b.'Amr karşılaştığı
zaman, kendilerine ikrâm edilen sofradan Rasûlullâh’m yediği hususu, hadiste
mevcut değildir. Bilakis hadiste, Zeyd’in kendisine sofra ikrâm edildiğinde
"Üzerine Allâh'ın adının anılmadığı şeyden yemem" dediği mevcuttur.
2-
Zeyd bunu, önceki bir
şeri'âta göre değil, kendi görüşüne dayanarak yapmıştır. Çünkü İbrâhîm'in (as)
dininde, meyte etinin yenilmesinin haramhğı mevcut olup, Allâh'tan başkası için
kesilen şeylerin haramhğı mevcut değildir. Bu hususun haramhğı, ancak İslâm
geldikten sonra kesinleşmiştir. Bazı usûlcüler de, bu hususta şöyle diyorlar:
"Eşya, şer'in vârid olmasından önce mübâhlık üzeredir, eğer bununla hüküm
versek ve Rasûlullâh salla’llâhü aleyhi ve sellem. dikili taşlar üzerine
kesilen şeylerden yerdi dersek, Peygamberimiz bunu, mübâh bir iş olarak
yapmıştır. Eğer bu şekilde kesilen lerden yememişse, o zaman problem yoktur.
Yine aynı şekilde onlar mübâh hükmünde değildir, harâm hükmünde de değildir, ki
doğru olan da bu dur, koyun, deve ve bizden evvelkilerin şeri'âtmda Allâh'ın
helâl kıldığı şeylerin benzerlerinde olduğu gibi, özellikle kesilen hayvanlar
hususunda, önceki şeri’atm helâl kılması esastır. Önceden bu konudaki helal
kılmaya müşriklerin kendiliklerinden uydurdukları şeyler tesir etmez. Nitekim
İslâm gelinceye kadar bu husus, bu şekildeydi ve Allâh Üzerine Allâh'm adı
anılmayan şeyleri yemeyiniz âyetini indirdi. Sen görmez misin ki Ehli Kitâb'm
boğazladıkları bizim nezdimizde, önceki şeri'âtla helâl kılınmasının aslı
üzerine nasıl bırakılmıştır? Bu helâl kılmada, onların uydurdukları küfür ve
haça ibâdetin tesiri yoktur. Aynı şekilde Kuran onu harâmlıkla tahsis edinceye
kadar, putperestlerin kesmiş oldukları şey de, önceki şeri at ile helâl
kılınmıştı."1.
Süheylî'nin er-Ravdu'l-Unufunu tahkik eden 'Abdurrahmân el-Vekîl ikinci
cevâbın makbûl olmadığını söylüyor ve İbrâhîm Peygamberin dininde, Allâh'tan
başkası adına boğazlanan şeyin harâm olmadığı zannınm değersiz bir söz olduğunu
bildiriyor.[36]
[37]
M.J.Kister, "Süheylî'nin delilleri âlimler tarafından ittifâkla
kabûl edilmemiştir. İbrâhîm'in şeri'âtıCŞer'u İbrâhîm) putlara kurban edilmiş
olan hayvanların etini değil de, kendi kendine ölmüş hayvanların (meyte)
etinin yenilmesini yasaklamıştır şeklindeki görüş, İbrâhîm putlara düşman bir
kimseydi ve İbrahim'in şeri'âtı da, Allâh'tan başkasına kurban edilmiş hayvanın
etini yemeyi yasaklamıştır diye delil getiren bazı bilginler tarafından
çürütülmüştür." demektedir.1 Kister bu ma'lumâtı
el-Kastallânî'den nakletmiştir.[38]
[39]
el-Kastallânî (v.923-517), "İbrahim'in dininde meytenin harâm olup,
Allâh'tan başkası adına kesilenlerin etinin harâm olmadığına dair" görüşün
zayıf olarak kabul edildiğini bildiriyor.[40]
Putlara kurban edilen şeylerin yenilmesini hem Yahudilik, hem de
Hıristiyanlık yasaklamıştır. Yûsuf el-Kardâvî, bu konuda:
"Fakat onlar, Tevrât'ı tenkid ederek, Incil'in neshetmediği ve
Tevrât'ta kendilerine harâm kılınan şeyleri helâllaştırmışlar, yiyecek ve
içeceklerin hükmü hususunda papazları Pavlos'a tâbi olmuşlardır. Bunun
dışında, bir put için kesildiği kesin olarak bilinen hayvanları yemezler"
demektedir. [41]
Pavlos ise, putlara kurban edilen şeyleri yemeyi tavsiye etmiyor:
"İmdi putlara kurban edilen şeylerin yenmesine gelince, biliriz ki put
dünyada bir şey değildir ve birden başka Allâh yoktur... Fakat bütün insanlarda
bu bilgi yoktur. Lâkin bazıları şimdiye kadar alışkanlıkla, puta kurban edilmiş
bir şey diye yiyorlar ve onların vicdânı zayıf olduğu içirt lekeleniyor. Fakat
yiyecek bizi Allah'a inakbûl kılmaz, yemezsek eksikliğimiz olmaz, yersek de
fazlalığımız olmaz. Fakat dikkat edin ki, bu selâhiyetiniz bir suretle
zayıflara tökez olmasın. Çünkü bir kimse, bilgi sâhibi olan seni puthânede
sofraya oturmuş görürse, putlara kurban edilmiş olan şeyleri yemek için, eğer
kendisi zayıf ise, vicdânı cesaret almaz mı?[42]
el-Buhârî’deki bu rivâyetle, diğer kaynaklardaki benzerî rivâyetler
müsteşrikler tarafından hatalı değerlendirilmektedir. Hadisçileri hadis
uydurmakla, hadisleri tahrîf etmekle suçlayan müsteşrikleri bu rivâyetler
bizzat yalanlamaktadır. Eğer hadisçiler hadis uydursalar, hadisleri tahrîf
etseler veya sadece işlerine gelen rivâyetleri kaydetselerdi, Hz.Peygamberin ve
İslâm'ın aleyhine fırsat arayan müsteşrikler, bü gün ellerindeki malzemeyi
bulamazlardı.
Bu tür, İslâm’ın ve Hz.Peygamber’in 'ismetinin aleyhine görünen ve
müsteşrikler tarafından aleyhte delîl olarak kullanılan bu rivâyetler,
bahisçilerin doğruluğuna, dürüstlüğüne, aldıkları hadisleri olduğu gibi
naklettiklerine, herhangi bir tasarrufta bulunmadıklarına şehâdet etmekte-dir.
Maxime Rodinson, bu rivâyetleri vesile ede-rek bu konuda şunları söylüyor:
"Müslüman rivâyetleri Muhammed'in, doğduğu şehirdeki pâyen dinlerle
hiçbir ilişkisi olmadığını iddia eder. Bu hiç de doğru olmasa gerektir ve
Peygamberin daha sonraki hayatında rastladığımız net işâretler, herkes gibi
O’nun da rastladığımız net işâretler, herkes gibi O'nun da babalarının dinine
bağlı bulunduğunu göstermektedir. Bir başka yerde, tanrıça Uzzâ'ya bir koyun
kurban ettiği rivâyet edilir. Gene bir başka rivâyete göre Muhammed, ilâhlara
kurban edilmiş bir hayvanın etinden, monoteizm mensubu bir hıristiyana vermek
isteyince adam tarafından terslenmişti!’. Nihâyet bir sonuncu rivâyet de,
Muhammed'in peygamberliğinden önce, Mekke'de özel âyinler düzenleyen bir
tarikata, humslara mensup olduğunu bizzat söylediğini bildirmektedir".1
Emile Dermenghem de aynı doğrultuda şunları ileri sürüyor:
"Muhammed, bir gün O'na (Zeyd b.'Amr'a), Mekke civârında rastgelmiş ve Onu
yemeğe dâvet etmişti. Fakat sofraya konan et, putlar için kesilen hayvanların
eti olduğundan Zeyd yemek yememişti. 'Ben ancak Allâh adını anarak kesilen
hayvanların etini yerim' diyordu. Kureyşliler'in dini neyse, o zamana kadar, Muhammed'in
dini de, o olmak icâbederdi. İhtiyar şairin bu hali Muhammed'e çok tesir etti.
Sonradan Zeyd'in bazı dostları ve talebeleriyle ahbâb olması O'nun şüphelerini
büsbütün artırdı.”[43]
[44]
Maurice Gaudefroy^Demombynes de, Ibn Kelbî'nin rivâyetini kaydederek
şöyle demektedir: "Muhammed'in peygamberlik misyonunu ve keşiflerini
hazırlayan derin düşünceleri, dînî değiştirmemişti. O zamana kadar geleneksel
kültü, Kâbe'ye olan hürmeti, 'umre ve hac merasimlerini derin bir huşûyla
pratik hale getirmişti... Kişilerin inancında kültün saygınlığı kadar hiç bir
şey sağlam temelli değildi. İbnü'lKelbî, bize Muhammed'in Uzzâ'ya kurban
adadığını bildiriyor."1. el-Buhârî'nin Sahihinin iki ayrı
kitâbmda yer alan ve müsteşriklere istismar fırsatı tanıyan bu iki rivâyet,
daha önce de kaydedildiği gibi Meğazî sahibi Musâ b.'Ukbe'den gelmektedir.[45]
[46]
Buhârî'nin Sahîh'in Kitâbu'z-Zebâih'inde bulunan ve lafzı ile hadisi rivâ
yet ederek, Peygamberin salla’llâhü aleyhi ve sellem, Zeyd b.Amr'a sofra
takdim ettiğini nakleden râviler 'Abdu'l-'azîz b.el‘Muhtâr el-Ensârî, Ebû îshâk
ed-Debbâğ el-Basrî ile, yine O'ndan nakleden Mu'allâ b.Esed Ebu'lHeysem el-Ammî
el-Basrî (v.218)dir. Hadisi Mûsâ b.'Ukbe'den (v.141) alan 'Abdu'l-'Aziz
b.elMuhtâr'ı İbn Hıbbân sika râviler arasında zikretmiş ve fakat onun
rivâyetinde hatâ yaptığını söylemiştir.[47] İbn Ebî
Haysöme, Yahyâ b.Ma'în'in "Abdül'aziz hadis ilminde bir değer
taşımaz" dediğini nakletmiştir.[48] Nesaî ve
Ebû Zür'a "Onda beis yoktur" demişlerdir.1 Ebû Hâtim ise,
"Hadisi elverişlidir, sikadır" demektedir.[49] [50]
el-'Acelî, İbnu'l-Berkî, ed-Dârekutnî kendisini sika olarak kabul
etmişlerdir.[51]
Buraya kadar nakledilenlerden, Abdülazîz* 'in rivâyetinde hatâ yaptığı,
hıfz ve zabtının kuvvetli olmadığı, bu sebeble bâzı hadis imâmlarının
tenkidine uğradığı, sika olmakla berâber rivâyet şartları yönünden orta bir
râvî olduğu anlaşılmaktadır. Buhârî'nin Sahîh'inde, Kitâbu'z-Zebâih'teki
rivâyetin ikinci râvisi olan Mu'allâ b.Esed (v.218) hakkında ise el-'Acelî,
"Şeyhtir, Basralıdır, sikadır, kendisi mu'allim ve hadiste güvenilir bir
kimseydi" demektedir.[52]
Ebû Hâtim ise, "sikadır, ben, O'nun bir hadisten başka, hatâsına muttali
olmadım" demektedir.[53]
Bunlardan anlaşıldığına göre, hadisin ikinci râvisi Mu'allâ b.Esed de
zabt yönünden kusurlu, hâfızası fazla kuvvetli olmayan, sika ve güvenilir
olmakla beraber huccetlik mertebesinde olmayan bir kişidir.
Bizce, bütün bu sebeblerden dolayı, Mûsâ b.'Ukbe gibi, tek bir kaynaktan
gelen ve tek bir hâdiseyi anlatan bu rivâyetler eksiktir. Râviler, olayın bir
bölümünü anlatmışlar, Peygamberimizin Zeyd b.'Amr'a sofra takdim ettiğini
rivâyet etmişler, ancak olayın daha öncesini, Kureyşliler'in Peygamberimiz'e
sofra takdim etmelerini, Onun, bundan yemeyerek, Zeyd b.'Amr'a ikram ettiğini
rivâyet etmemişlerdir. Bu duruma el-Buhârî'nin Kitâbu Menâkıbı'l-Ensâr’daki
diğer hadisi şâhitlik etmektedir. Bu durumda hadisin, olayın bir kısmını
nakletmesi müsteşriklere mâ'lûm mütâlâaları için imkân vermiştir. el-Buhârî'nin
Kitâbu Menâkıbı'l-Ensâr’daki diğer rivâyeti olayı aydınlatmakta ve hadiseye
bütünlük kazandırmaktadır. Bu iki rivâyet bir arada mütâlâa edildiğinde, mesele
aydınlığa kavuşmaktadır.
Ancak olayı daha net olarak aydınlatan diğer rivâyetin râvileri, daha
zayıf kabul edilmiştir. İbn Battâl, İbn Münir gibi, olayı te'lîf için iki hadisi
bir arada mütâlâa eden âlimler de, "Bu kanââte nasıl vardılar" diye
tenkit edilmiştir.[54]
Muhtemelen, iki hadisi te'lif eden âlimlere bunu düşündürten,
el-Buhârî'nin K.Menâkıbıl-Ensâr ’mdaki diğer rivâyetidir. Bu rivâyette açıkça, (ijL.(jJic-m)
denilmektedir. Böyle düşünülmesini gerektiren diğer bir sebeb de,s
her iki ri vâyetin de, Musâ b.'Ukbe'den nakledilmesi olabilir. el-Buhârî'nin
K.Menâkıbı'l-Ensâr'daki ikinci rivâyetinin, hadisi Musâ b.'Ukbe'den alan ilk
râvisi Fudayl b.Süleymân en-Nemirî el-Basrî, Ebû Süleyman'drr(v.l83). Fudayl
b.Süleymân hakkında, Yahyâ b.Ma'în, "sika değildir" demektedir.1
Ebû Hâtim ise, "Kavî değildir, ancak hadisi (i'tibâr için) yazılır"
demiştir.[55]
[56]
Ebû Zür'a "Hadisi gevşektir, Ondan 'Ali b.el-Medînî rivâyet etmiştir, ki
O, müteşeddidlerden idi" demektedir.[57] elAcurî,
Ebû Dâvud'dan "Abdurrahmân Ondan rivâyet etmezdi" diye
nakletmektedir.[58]
en-Nesâî de, "Kavî değildir" demektedir.[59] îbnu
Hıbbân ise, onu sikalar arasında zikretmektedir.[60]
Sâlih b.Muhammed "Münkeru'l-Hadis olduğunu, Mûsâ b.'Ukbe'den münker
haberler naklettiğini söylemiştir.[61] es-Sâcî,
Yahyâ b. Ma'în'den "O bir şey değildir, hadisi yazılmaz" diye bir
rivâyette bulunmaktadır.[62]
Yine es-Sâcî "O sadûktur, fakat münker rivâyetleri vardır"
demektedir.[63]
Îbnu'l-Kâni "zayıftır" demektedir[64]. İbn
'Adîy de Fudayl'dan kendisinde garâbet bulunan hadisler nakletmiştir, fakat bu
hususta bir görüş beyân, etmemiştir.1
Görüleceği üzere, Fudayl b.Süleymân, hıfzı sağlam olmamakla, münker
hadisler rivâyet et mekle, hadisinin yazılmaya değmez olması hususlarıyla
tenkit edilmiştir.
Hadisimizin ikinci râvisi Muhammed b.Ebî Bekr b.'Alî b.'Atâ b.Mikdam
el-Mikdamî Ebû 'Abdillah es-Sekafî el-Basrî (V.234)dir.
Yahyâ b.Ma'în ve Ebû Zür'a, Muhammed b.Ebî Bekr'in sika râvilerden
olduğunu söylemişlerdir.[65]
[66]
Ebû Hâtim, "Sâlihu'l-Hadîstir, doğru söyleyen bir kimsedir"
demiştir.[67]
ez-Zehebî de, "Güvenilir bir hâfız olduğunu" kaydetmiştir.[68]
el-Buhârî'deki diğer rivâyetin daha güvenilir kabul edilmesinin
sebebinin, yukarda durumunu kaydettiğimiz Fudayl b.Süleymân olduğu
anlaşılmaktadır. Bu rivâyette de, mezkûr olay eksik nakledilmiştir. Dal^a önce
kaydettiğimiz birinci rivâyette, "Peygamberimize sofra takdim
edildiği"
zikredilmemişken, bu rivâyette de, "Peygamberimizin kendisine takdim
edilen bu sofradan yemeyerek Zeyd b.'Amr'a verdiği"
aıı *ji fjü)
kaydedilmiştir. Sonuç itibariyle her iki rivâyet bir araya getirildiğinde, konu
bütünlük kazanmaktadır. Buna göre mez kür olay, şu şekilde cereyân etmiştir:
"Kureyşliler Peygamberimize, peygamberlik gelmeden önce Beldah'ta
içinde et bulunan bir sofra ikrâm etmişler, Peygamberimiz de, putlar adına
kesilen şeyleri yemediğinden, sofrayı o sırada yanlarına gelmiş bulunan Zeyd
b.’Amr b.Nufeyl'e ikrâm etmiş, Zeyd de, orada bulunanlara hitâben Ben
sizin.dikili taşlarınıza kestiğiniz şeyleri yemem demiştir." Nitekim,
yukarda, Peygamberimize "içinde putlar adına kesilmiş et bulunan
sofrayı" ikrâm ettiklerini kaydettiğimiz Kureyşliler, M.J.Kister' in de
kaydettiği gibi, Ra mazân ayı gelince, Hirâ dağına tahannüs yapmaya
çıkarlardı.1 İlk tahannüs yapanın 'Abdülmuttalib olduğu
kaydedilmektedir. Kureyşliler, Ramazân gelince Hira'ya gider, ayın sonuna kadar
oradan ayrılmaz, kendilerini ziyârete gelenleri ve fakirleri doyururlardı.
Peygamberimiz de, bu şekilde tahannüs yapardı.[69] [70]
Kureyşliler, Ramazan ayı sona erince Hirâ'dan aşağı inerler ve Kâ'be'yi bir
hafta tavâf etmeden evlerine girmezlerdi. Peygamberimiz de, tahannüsten sonra
Kâ'be'yi tavaf ederdi.1
Bu bilgilerden anlaşıldığı gibi, sofrayı takdim edenlerin Hz.Peygamberin
yanına gelmiş olan ve tahannüs yapmak için Mekke'den çıkmış bulunan Kureyşliler
olması ve Zeyd b.'Amr'm mezkûr sözü onlara sarfetmiş bulunması bizce tarihî
gerçeklere daha uygundur.
Tahannüsle ilgili bu bilgileri, mezkûr rivâyetlerle birlikte mütâlâa
ettiğimizde, hâdisenin Ramazân ayında cereyân ettiğini ve Peygambe rimize
sofrayı getiren Kureyşliler'in de,, o sırada tahannüs gâyesiyle orada bulunmuş
olabilecekleş rini, fakir ve misâfirlere sofra ikrâm edip, yemek yedirme
âdetleri gereğince de, mezkûr sofrayı getirmiş olabileceklerini düşünmekteyiz.
Rivâyetlerde ay veya gün gibi, zaman kaydı olmadığı mâlumdur. Tahannüs için,
Mekke dışında Hirâ'da ; bulunan Kureyşliler'e mensup bu kimselerle, Peygamber salla’llâhü
aleyhi ve sellem. ve Zeyd b.'Amr, belki Mekke'ye dönerken veya başka bir sebeb
dolayısıyle Beldah mevkiine geldiklerinde, karşılaşmış alabilirler.
; Nitekim, Peygamberimiz'in zaman zaman yiyecek ihtiyâcını temin için,
evine gelip tekrar Hirâya döndüğü kaydedilmektedir. Bu durum, tabii ki
Kureyşliler için de söz konusudur. Bildirildiğine
• göre, Zeyd b.'Amr da tahannüs yapan
kimselerdendi.[71]
[72]
Bu durumda, olayı tam olarak zaptedemeyen râvîlerin, Peygamberle, Zeyd b.'Amr'm
karşılaştığı yeri de karıştırmaları, burayı kesin olarak hatırlayamamaları
mümkündür.
Bu konuda diğer bir rivâyet, Ebû Dâvud et Tayâlisî'riin (v.2'04/819)
Müsned'inde bulunmaktadır. Ebû Dâvud et-Tayâlisî, el-Mes'ûdî, Nufeyl b.Hâşim
(b.Sa'îd b.Zeyd' b.'Amr b.Nufeyl el’Adevî), Hâşim b.Sa'îd b.Zeyd, Sa'îd b.Zeyd
vasıtasıyla şöyle nakletmektedir:
"Zeyd b.'Amr, yanında Zeyd b.Hârise bulunan Peygamberin salla’llâhü
aleyhi ve sellem. yanına geldi. O sırada, Peygamber ve Zeyd b.Hârise kendi
sofralarından yemek yiyorlardı. Zeyd b.'Amr! da yemeklerine dâvet ettiler. Zeyd
b.'Amr da Nebî (S.A.V)'e: ’Ey kardeşimin oğlu , biz, dikili taşlar üzerine
boğazlanan şeyden yemeyiz" dedi.1
Bu rivâyeti İbn Kesîr (v.774/1372), el-Bidâye
ve'n-Nihâye’de aynı senedle nakletmiştir.[73] [74]
[75]
Bu rivâyetin kaynağı et-Tâyâlisî'nin naklidir. Rivâyet az bir lafız
farklılığıyla, Ahmed b.Hanbel'in (v.241/855) Müsned'inde yer almıştır. Burada,
elMes'ûdî'den sonra senedde Yezîd ve Ahmed b.Hanbel yer almaktadır. Buradaki
lafız….
Şeklindedir.1 Râvî, Nufeyl b.Hâşim, burada Nufeyl b.Hişâm
şeklinde kaydedilmiştir.
îbn ’Abd'il-Berr ise (v.463/1071), el-İstiâb’da, Kâsım b.Muhammed, Hâlid
b.Sa'd, Ahmed b.'Ömer, Muhamıned b.Sahr, 'Ubeydullah b.Recâ, Mesûd, Nufeyl
b.Hişâm, Hişâm b.Sa'îd, Sa'îd b.Zeyd tarîkiyle rivâyet etmiş ve Zeyd b.'Amr'ın,
Hak Dîni aramaya gitmesini anlattıktan sonra, şöyle kaydetmiştir:
"(Zeyd b.’Amr), yanındaki Ebû Süfyân b.elHâris ile
birlikte bir sofradan yemek yemekte olan Nebî salla’llâhü aleyhi ve sellem.'e
uğradı. İkisi, Zeyd'i yemeğe çağırdılar. Zeyd b.’Amr bunun üzerine, Ey kardeşimin
oğlu, ben dikili taşlara kesilen şeyi yemem dedi. (Râvî), Peygamber salla’llâhü
aleyhi ve sellem. bu gününden sonra, peygamber olarak gönderilinceye kadar'dikili
taşlar üzerine kesilen şeylerden yerken görülmedi" dedi.[76]
[77] :
Farklı olarak, İbn ’Abdi'l-Berr'deki rivâyette, Peygamber'in yanında Ebû
Süfyân b.el-
Hâris'in bulunduğu zikredilmektedir. Bu rivâyetleri şöyle bir şema halinde
gösterebiliriz:
Sa’îd b.Zeyd
Hişâm (veya Hâşim) b.Sa’îd
Nufcyl b.Hişam (Hâşim) b.Sa’îd
cl-Mcs’ûdî İv.160)
Ebu Dâvud el-Tayâlisî |
Yû nus |
’Ubeydullah b.Reeâ |
' Yezîd |
(v.204) |
A h med |
Muhammed b.Sahr |
Ahmcd b.Hanbel |
İbn Kesir |
İbn îshâk |
Ahmcd b.Ömer 1 |
tv.241) |
t v.774 ’ |
(v.151! |
1 |
'Abdullah b. |
Hâlid b.Sa'd Hanbel
Kasım b.Muhammed
I
İbn ’Abdi’l-Berr
(v.463)
Aynı rivâyeti el-Mes udî'den îbn îshâk da nakletmiştir.[78]
Şemadan da anlaşılacağı gibi, yukarda kaydedilen bu rivâyetlerin kaynağı
el-Mes udidir. Nakleden hadisçilerin hepsi, bunları el-Mes’ûdî'den almışlardır.
el-Mes'ûdî, 'Abdurrahmân b.'Abdillâh b.'Utbe b.'Abdillâh b.Mes'ûd el-Hüzelî
el-Mes'ûdî el-Kûfî'dir.(v.l60).
el-Mes'ûdî, Ebû Dâvud et-Tayâlisî'nin şeyhlerindendir. Hadis imamları,
Mes udinin sika olduğunu, ancak ömrünün sonlarında hâfızasınm zayıfladığını,
.ihtilât ettiğini söylemektedirler. Mesudinin ihtilâfının Bağdat'ta meydana
geldiğini, daha önce Basra ve Küfe'de kendisinden hadis işitenlerin
rivâyetlerinin iyi olduğunu kaydetmişlerdir.1 Ya'kub b.Şeybe,
Yahyâ'dan elMes'ûdî’nin sikâ olduğunu, ancak, 'Asım, A'meş ve küçüklerden
(jUUJl) yaptığı rivâyetlerinde yanlışlıklar ve hatâlar yaptığını, el-Kâsım,
Ma'n ve büyük şeyhlerinden yaptığı rivâyetlerinin sahih kabul edildiğini
söylüyor. İbn Ma'în el-Mes'ûdî'nin, 'Abdülmelik ve el-A'meş'den rivâyet ettiği
hadislerin maklûb olduğunu, Ebû Husayn ve 'Asım'dan yaptığı rivâyetlerinin de
kıymeti olmadığını bildiriyor. Ali b. el-Medînî de babasından, Mesûdi'nin sika
olduğunu, ancak Asım'dan, Seleme'den yaptığı rivayetlerinde hata yaptığını
kaydediyor. İbn Numeyr ise, sikâ olduğunu, ömrünün sonuna doğru ihtilât
ettiğini, kendisinden, İbn Mehdi ve Yezîd b.Hârun'un muhtelit hadisler
işittiğini kaydediyor. Yezîd b.Hârun(v.26O), Ahmed b.Hanbel'in Müsned'indeki
rivâyetin râvisidir.
Muâz b.Muâz, "54 senesinde el-Mesûdî'yi gördüm, hâfızası bozulduğu
için kitâb mütâlâa ediyordu" demiştir. İbn Sâd, "sikâdır, hadis
rivâyeti çoktur, ancak, ömrünün sonuna doğru ihtilât etmiştir, Mütekaddimînin
Ondan rivayeti sahihtir" demiştir. İbn Ebî Hâtim babasından, Mes'ûdî'nin
hıfzının, ölümünden bir veya iki sene önce bozulduğunu nakletmiştir.1
İbnu 'Ammâr, "îhtilât etmeden önce güvenilir idi, kim ki, O'ndan Bağdat'ta
işitmişse, semâı zayıftır" demiştir. İbn Hıbbân ise "Hadislerinde
ihtilât etmiştir, onları temyiz edemezdi, bu sebeble terkedilmeyi hak
etmiştir" demektedir.[79]
[80]
el-Mes’ûdî, Bağdat'ta ölmüştür.[81]
ez-Zehebî de, hıfzının kötü olduğunu kaydetmiştir.[82] Yine
hadis âlimlerinden bazıları, ondan rivâyeti kerih görmüşlerdir.[83]
Ebu'l-Hasen b.el-Kattân, "Mes'ûdî, ihtilât etmişti, o derece ki, akıl
erdiremiyordu. Bu sebeble hadisi zayıf kabûl edildi. Çoğu kere, ihtilât
etmesinden önce rivâyet ettiğini, ihtilâfından sonra rivâyet ettiği şeyden
ayırd edemiyordu.” demiştir.[84]
el-Fellâs’m, Ebû Kuteybe’den naklettiği şu sözler çok mühimdir:
"el-Mes'ûdî’yi 153 yılında gördüm ve O’ndan sahih hadis yazdım. Ve yine
O'nu, 157 senesinde, kulağına karınca girerken gördüm, bu sırada Ebû Dâvud
et-Tayâlisî O'ndan hadis yazıyordu. Ebû Dâvud'a, Ben sağ olduğum halde, sen, hâlâ
Mes'ûdî'den rivâyet etmeyi arzu mu ediyorsun?" dedim."[85]
Ebû Kuteybe'nin bu sözünden, Tayâlisî'nin el-Mes udi den rivayetlerini,
el-Mes’ûdî ihtilât ettikten ve en azından kulağına karınca girecek ve buna
engel olamayacak kadar düşkünleştikten sonra yazdığı anlaşılıyor. el-Mes’ûdî,
Bağdad'da öldüğüne ve hadis âlimleri de, el-Mes'ûdî'nin Bağdâd’da ihtilât
ettiğini bildirdiklerine göre, etTayâlisî'nin rivâyeti de ihtilâfından
sonradır. Muâz b.Muâz, 154 yılında Mes'ûdî'yi ihtilât etmiş olarak gördüğünü bildirmişti.
Ebû Kuteybe de, 157 yılında Ebû Dâvud et-Tayâlisî'nin Ondan hadis yazdığını
haber veriyor.
Bütün bu bilgilerin ışığında, el-Mes udî'den gelen ve et-Tayâlisî'nin
Müsned'inde, İbn Kesîr'in el-Bidâye'sinde, İbn Abdi'l-Berr'in el-İstiâb’nda yer
alan bu rivâyetleri güvenilir kabul etmeye imkân yoktur. Ebû Kuteybe'nin,
ihtilât ettiği halde el-Mes'ûdî'den hadis yazdığını ifâde eden sözünden başka,
diğer hadis âlimleri de, et-Tayâlisî'nin hatâ yaptığını bildirmişlerdir. Ebû
Mes'ûd er-Râzî, "Ahmed'e ondan sordum, 'sikadır, sadûktur’ dedi, ’O, hatâ
yapıyor', dedim. Bunun üzerine ’O'nun hakkında muhtemeldir' dedi,"
şeklinde görüş beyân etmektedir.1 et-Tayâlîsî hakkında diğer hadis
âlimleri de, şunları söylemişlerdir:
İbrâhîm el-Cevherî, "Ebû Dâvud bin hadiste ’ hatâ yapmıştır"
diyor.[86]
[87]
İbn Sâd ise," Ebû Dâvud sikadır, hadisi çoktur, bazan hatâ yapardı"
de-
inektedir.1 'Abdurrahmân babasından, "Ebû Dâvud
muhaddistir, sadûktur, fakat hatâsı çok bir kimsedir" diye nakletmektedir.[88]
[89]
ez-Zehebî ise, "Ebû Dâvud'un tedlîs yaptığını" ileri sürmüş-tür.[90]
Yûnus b.Habîb "Ebû Dâvud bize geldi ve hıfzından yüz bin hadis
yazdırdı, yetmiş yerde yanıldı. Basra'ya döndüğü zaman bize Ben yetmiş yerde
hatâ yaptım, onları düzeltin diye yazdı" demektedir.[91] Ahmed
b.Hanbel’in Müsned'inde, rivâyeti el-Mes'ûdî'den nakleden Yezid
b.Hârûn'(v.260)un el-Mes'ûdî'den muhtelit hadisler aldığını daha önce
kaydetmiştik.[92]
Züheyr b.Harb "Yezîd gözlerini kaybettiği zaman, bazan bir hadis
sorulduğunda, onu bilemezdi, bu sebeble câriyesine emreder, o da, kendisine
kitâbmdan ezberletirdi, bu sebeble tenkid edilmiştir" demektedir. Yahyâ
b.Ma'în de, "Yezîd ashâbu’l-Hadîsten değildir. Çünkü O, temyiz edemez,
rivâyet edilen kimseleri ayırdedemezdi" diye bildirmektedir.[93]
Kendisi, Ahmed b.Kamberin şeyhlerinden idi.[94]
Elimizdeki rivayetin bütün tarîkleri, elMes'ûdî'den geçtiği için, daha
sonraki rivayetleri artık incelemeye gerek duymuyoruz.
Rivayetlerdeki ihtilât, îbn 'Abdi'l-Berr'in rivayetinde, Peygamberin salla’llâhü
aleyhi ve sellem. yanında, Ebû Süfyân b.el-Hâris'in bulunduğu zikredilirken,
et-Tayâlisî ve diğer kaynaklarda, Peygamberin salla’llâhü aleyhi ve sellem.
yanında Zeyd b.Hârise'nin bulunduğunun kaydedilmesinden de anlaşılmaktadır.1
Bunun sebebi, râvîlerin olayı tam olarak hâfızalarında tutamamaları, mâhiyet
ve meydana geliş şeklini, kimin kime ne söylediğini ve orada hazır bulunanların
kimler olduğunu karıştırmalarıdır. Bize göre, aslında olay tektir. Bu da,
el-Buhârî'nin Sahihinde, iki rivayetle, bize aktardığı hadisedir.
Peygaberimiz'e getirilip, yemesi için önüne konulan sofraya, o sırada
yanlarına gelen Zeyd b.'Amr da davet edilmiş, O da, orada bulunanlara el-Buhârî
tarafından kaydedilen sözü söylemiştir. Bu olay, insanların hafızalarında
dolaşa dolaşa, çeşitli şekillere bürünmüştür. Ayrıca, îbn 'Abdi'lBerr'in ve
Ahmed b.Hanbel'in rivayetindeki:
sözünü biraz mübâlâğa ile karşılamanın uygun olacağı kanaatindeyiz.
Çünkü, bu rivayetlerin, el-Mes'ûdî'den önceki râvîleri, Nufeyl, Hişâm ve Şa'îd
b.Zeyd, Zeyd b.'Amr'm oğlu Ve torunlarıdır. İnsanın yaratılışında, kendi
sülalesinden gelen bir yakınının sahih bulunduğu fazilet ve özellikleri
abartmak, olduğundan fazla göstermek duygusu vardır. Eğer bu yakın akraba bir
alim ise, çok büyük bir alimdir, bir veli ise, en büyük velilerden birisidir.
Bunları olduğu şekilde kabul etmek, gerçek değerleri ile ortaya koymak oldukça
gayret isteyen bir iştir. Zeyd b.'Amr'm yakınları da, buna benzer bir hisse
kapılmış ve dedeleri Zeyd b.'Amr'ı medhetmek, çevrelerine karşı onunla iftihar
etmek için biraz mübâlağa etmiş ve farkında olmadan Zeyd b.'Amr'a Hz.Peygamber'den
üstün faziletler isnâd etmeye kalkışmış olabilirler. Çünkü bu söze göre,
"Hz.Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem. Zeyd b.'Amr'm kendisini
ikâzından sonra, kendisine Peygamberlik gelinceye kadar bir daha dikili
taşlara kesilen şeyleri yerken görülmemiştir". Bu ise, Zeyd b.'Amr'a bir
üstünlük, onun yakınlarına iftihâr vesilesi olan bir durumdur. Hz.Peygamber'in
daha önceleri dikili taşlara kesilenleri yediğine dair, güvenilir hangi
deliller vardır ki, "Bir daha dikili taşlara kesilenleri yerken
görülmedi" sözünü doğru kabul edebilelim?
Yukarda arzetmeye çalıştığımız görüşümüzü, 'Arapların ataları ile övünme
üt’A-yaJl) alışkanlıkları da te'yid eder. 'Arapların tabiâtmda bu özellik çok
belirgin olduğu için, İslâm babalarla övünmeyi yasaklamak lüzumunu hissetmiştir.
Sonuç olarak, bu rivâyetleri sahih olarak kabul edemiyoruz.
Bu konuda diğer bir rivayetin, er-Rebî b.elHabîb'in Müsned'inde Ebû
’Ubeyde'ye isnâd edilerek kaydedildiği bildirilmektedir. M.J.Kister, bu konuda
şunları söylüyor:
"Zeyd b.'Amr'ın sorusu burada tamamen açıktır: (Ey kardeşimin oğlu
daha önce bunları putlarınız adına kestiniz mi?)
Bunun üzerine Peygamber Evet diye cevâb verdi. Bundan sonra Zeyd
b.’Amr, Onu asla yemeyeceğim (yani sofradaki eti), dedi. Sonra O, putları ve
onlara yiyecek takdim eden ve onlara ta'zimle yaklaşan kimseleri ayıpladı.
Peygamber şöyle dedi: "Allâh hakkı için, Allâh bana peygamberliği
bahşedinceye kadar, putların yanma (kurban olarak kesmek üzere) hiç bir şey
sürüklemedim."[95]
Bu rivâyet, diğer muteber hadis kitablarında yoktur. Daha önce
kaydettiğimiz Ahmed b.Hanbel ve İbn Abdi’l-Berr'deki rivayetlerde bulunan
cümlesi, burada doğrudan doğruya Hz.Peygamber'e atfedilerek, "Allâh
hakk^için, Allâh bana peygamberliği bahşedinceye kadar putların yanına hiç
bir şey sürüklemedim" şekline sokulmuştur. Daha önceki rivayetlerde yer
alan (uU;S‘i) lafzı da, burada (.uJ) şekline dönüştürülmüştür. Bunlar da,
cereyân eden bir tek olayın nasıl değişikliğe uğrayarak, gelecek nesillere aktarıldığını
gösteren güzel bir örnektir. Rivâyetin doğruluğunu kabul etsek bile, burada
kaydedilen "Ey kardeşimin oğlu , daha önce bunları putlarınız adına
kestiniz mi?" sorusunu Zeyd b.'Amr'm Hz.Peygambere sorduğuna dair,
elimizde bir delil yoktur. Bu soruyu mezkûr sofrayı Hz.Peygambere getiren
Kureyşli akrabalarına, veya orada hazır olduğu daha önceki rivâyetlerde
bildirilen Peygamberimizin azâdlı kölesi ve evlâdlığı Zeyd b.Hârise'ye sormuş
olması çok daha muhtemel-dir. Zeyd b.'Amr, Hz.Peygamber'i kardeşi, O'nun
evlâtlığı Zeyd b.Harise'yi de kardeşinin oğlu kabul ederek (>ît) 'Ey
kardeşimin oğlu' da demiş olabilir.
Ayrıca burada, el-Buhârî ve diğer kaynaklardan anlaşıldığına göre,
Hz.Peygamber'e sofrayı takdim eden kimse veya kimseler de meçhûlümüzdür. Sadece
Hz.Peygamber'e sofra takdim edildiğini biliyoruz. Sofrayı takdim eden, Zeyd
b.'Amr'm "Ey kardeşimin oğlu " hitâbma uygun düşecek bir kimse
olabilir.
Bu bakımdan buradaki sözü, hemen Hz.Peygamber'e hitâb edilmiş gibi bir
şekle sokmak doğru değildir. Muteber kaynaklarımıza zıt olan yukardaki
rivayeti, güvenilir ve makbul kabul etmediğimizi belirterek, bu konudaki diğer
rivayetleri incelemeye devam edeceğiz.
Kister'e göre "mufassal ve mühim bir hadisi", Ebû Sa'd
'Abdü'l-Melik b.Muhammed b.İbrâhîm en-Nisâbûrî el-Harkûşî eş-Şâfi'î
(v.406/1015), Şerefü'l-Mustafâ adlı eserinde, Usâme b.Zeyd'in, babası Zeyd
b.Hârise'den rivayeti ile nakletmiştir. Bu rivâyet, ehemmiyetsiz rivâyet
farklılıklarıyla Hâkim'in (405) Müstedrek'inde, el-Heysemî'nin(807) Zevaid’inde
ve ez-Zehebî'nin(748) Siyer ve Tarihu'l-İslâm'mda kaydedilmiştir.
Mecma'u'z-Zevâid'de senedsiz olarak nakledilen
bu rivâyeti Hâkim el-Müstedrek'te el-Asam, İbn ’Affân, Ebû Usâme, Muhammed
b.'Artır, Ebû Seleme, İbn Hâtıb, Usâme b.Zeyd, Zeyd b.Hârise vasıtası ile
kaydetmiştir. Hâkim, bu hadisin Müslim'in şartı üzere sahih olduğunu, fakat
Müslim tarafından tahriç edilmediğini ileri sürmektedir.[96]
el-Heysemî ve Hakim'in rivâyeti şöyledir: "Zeyd b.Hârise RA. şöyle
demiştir: "Peygamber ile beraber, O arkamda olduğu halde, dikili
taşlardan birine gittim ve onun için bir koyun kestik. Onu ateşte pişirdikten
sonra, bir çantaya koyduk. Sonra Rasûlullâh salla’llâhü aleyhi ve sellem,
vâdînin yukarısında, Zeyd b.'Artır b.Nufeyl'le karşılaşıncaya kadar yürüdü.
Sonra onlardan her biri, diğerini câhiliye selâmı ile selâmladı. Rasûlullâh salla’llâhü
aleyhi ve sellem, Zeyd b.’Amr'a: Niçin kavminin seni sevmediğini görüyorum?
dedi. Zeyd b.'Amrda: Allâh'a yemin olsun ki, bu mesele, benden onların
düşmanlıklarına sebeb olacak bir şey zuhûr etmeksizin oldu. Fakat ben, onları
dalâlet üzere gördüm. Bu sebeble de Hak Din aramaya çıktım "
Rivâyette, Zeyd b.'Amr'm Hak Dini aramak için gittiği yerler,
karşılaştığı kimseler nakledildikten sonra, Şam veya Hîre'deki bir bilgin kimsenin
ona, memleketine geri dönmesini, yakında orada bir peygamber çıkacağını, onun
aradığı dine göre ibâdet edeceğini, O'na imân etmesini söylediği kaydedilir. Bu
sebeble Zeyd b.'Amrin gelecek Peygamber'i beklediğini, ancak Allâh tarafından
kendisine henüz bir şey bildirilmediğini söylediği rivâyet edilir. Mezkûr
rivâyet Mecma'u'z-Zevâid'de; "O'na sofra sunuldu, Zeyd b.'Amr bunun
üzerine Ey Muhammed , bu nedir? dedi. Peygamber de, 'Dikili taşlardan birisi
için boğazladığımız bir koyundur' dedi. Bunun üzerine Zeyd b.'Amr da: Ben
üzerine Allâh'm adının zikredilmediği şeyi yemem, dedi" şeklinde devam etmektedir.1
el-Hâkim'in Müstedrek'inde ise; "Sofra takdim et tik, Zeyd b.'Amr bunun
üzerine 'Bu nedir?' dedi, Biz de 'Şöyle şöyle bir dikili taş için kestiğimiz
bir koyundur' dedik" diye devam etmektedir. el-Hâkim'in rivâyetinde, Zeyd
b.'Amr soruyu Hz.Peygamber'e yöneltmemiş, sadece "Bu nedir?" diye
sormuştur. Ayrıca, "Sofrayı takdim ettik, koyun boğazladık, dedik"
şeklinde çoğul sigası kullanılmış olup, olayı doğrudan Hz.Peygamber'e isnâd
eden bir ibâre mevcut değildir.[97]
[98]
Rivâyetin devamında "Zeyd b.Hârise, Hz.Peygamber'in daha sonra
kendisi ile beraber, Kâbe'yi tavâf ettiğini, müşriklerin tavâf ederken
yaptıkları gibi, Safâ ve Merve arasında bulunan İsâf ve Nâile adlı putlara
dokunmamasını kendisine emrettiğini, çünkü onların pislik olduğunu
söylediğini" nakletmektedir.1
Rivayetlerin bu son kısmı, yukarda, Hz.Peygamber'in dikili taşlara kurban
kestiğini ve bu eti pişirip Zeyd b.'Amr'a takdim ettiğini, Zeyd'in de bunu
yemeyi reddettiğini nakleden kısmıyla tenâkuz halindedir. Evlâdlığına İsâf ve
Nâile adlı putlara, müşriklerin âdetidir diye el dokundurtmayan Hz.Peygamber,
nasıl olur da müşrik âdeti üzere, dikili taşlara kurban kesebilir?
el-Heysemî rivâyetinin, Ebû Yâ'lâ, Bezzâr ve Taberânî tarafından da
nakledildiğini, Ebû Ya’lâ ve Bezzâr’ın isnâdlarıyla, Taberânî'nin isnâdlarından
birinin, hasenü'1-hadis olan Muhammed b.'Amr b. Alkame hâriç sahih olduğunu
kaydeder.[99]
[100]
M.J.Kister, ise, "Peygamberin, koyunu dikili taşa sunduğunu açıkça
ifade eden yegâne hadis, el-Harkûşî'nin hadisidir" iddiasında bulunmaktadır.[101]
Kister, bu rivâyeti şerheden İslâm âlimlerinin tutumlarını beğenmemekte ve bu
arada ez-Zehebî'nin Siyeru A'lâm'daki hadisle^ ilgili yorumunu şöyle tesbit
etmektedir: "Bu yol, bu hadisin ibârelerini açıp tefsir etmeye çalışan
ez-Zehebî tarafından da takip edilmiştir: Zeyd b.Hârise şöyle demiştir:
Peygamber'le beraber, o arkamda olduğu halde (bir binek hayvanına) bi nerek
dikili taşlardan birisine gittim ve onun için bir koyun kestik.
(»ti *) ujLojSn cpl *1)1
Problem, hiç şüphesiz kurban kesmedir. Cümlenin tefsiri için anahtar,
(*)) kelimesinin sonuna bitiştirilen (>) zamiridir. Eğer (*)), dikili taşa
(^) işaret ediyorsa, Peygamber ve Zeyd b.Hârise koyunu puta takdim ettiler,
mânâsına gelecektir. Bu durum, bitişik zamirin Peygamber’e isnâdı ile bertaraf
edilmiştir. ez-Zehebî, (*)) daki bitişik zamirin, Peygambere işaret ettiğini
söylüyor.
(*111 2^-lj *)
Zeyd, birinci çoğul sigası kullanmıştır, 'Biz, Peygamber için bir koyun
kestik', fakat koyunu boğazlayan kimse Zeyd idi. Bu sebeble Zeyd b.'Amr,
sofranın muhtevâsı hakkındaki konuşması sırasında, 'o nedir?' diye sorduğu
zaman, u »Li :Uij) 'Bir dikili taş için boğazladığımız bir koyundur dedik'
ibâresi, Zeyd b.Hârise'nin cevâbı veya dikili taşın yanında kurban kesmekten
sakınması için Allâh tarafından yol gösterilmemiş olan ve koyunu fiilen boğazlayan
Zeyd b.Hârise'nin yanındaki Peygamberin cevâbı olabilir." 1
Bu rivâyet, es-Süheylî'den (v.581/1285) üç yüz yıl önce İbrâhîm el-Harbî
(v.285/898) tarafından müzâkere edilmiştir. Tartışılan ibâre, birinci çoğul
sigasmdaki, "ve biz onun için kurban kestik" jj) dir.[102]
Bu konuda el-Harbî şöyle diyor: " (Biz
onun için koyun kestik.) sözü hakkında iki ihtimâl vardır:
1-
Birincisi, Zeyd
b.Hârise'nin, Peygamberin salla’llâhü aleyhi ve sellem. emri veya rızâsı
olmaksızın, kesme işini yapmış olmasıdır. Peygamber salla’llâhü aleyhi ve
sellem. de, Zeyd'le beraber olduğu için, bu iş O'na mal edilmiştir. Çünkü Zeyd
b.Hârise, günahtan ma'sûm değildi. Zeyd b.Hârise için, Peygamberin sahip
bulunduğu şey, yani günâhtan masûm olma hususu söz konusu değildi. Peygamber salla’llâhü
aleyhi ve sellem., Zeyd'e bir puta dokunmasını yasaklamış ve gerçekten kendisi
de peygamberlik vazifesini almadan önce bir puta asla dokunmamışken,
Peygamber'in Zeyd'e böyle yapmasını emrettiğini düşünmek nasıl mümkün olabilir?
Bu sebeble Peygamber, Zeyd'in bir puta kurban kesmesi fikrine nasıl râzı
olabilirdi? Bu imkânsızdır.
2-
İkincisi, Zeyd, koyunu, et
ihtiyâcı veya yol azığı için kesmiş ve bu işi, daha önceleri Kureyş'in kurban
kesmeyi âdet edindikleri bir putun önünde, put için kesme niyetiyle olmaksızın
yapmış olabilir. Bu, kelimesi (^l) manasına alındığı takdirdedir. Fakat
kelimesi, yanında hayvan kesilen taş manasına ise, o zaman o konuda söylenecek
bir söz yoktur. Bu sebeble Zeyd b.'Amr, eti Kureyşliler'in putları için
kestikleri şeylerden zannetti ve bunu yemekten kaçındı. Zeyd b.'Amr, işlerinin
bir çoğunda Kureyş'e muhâlefet ediyordu. Halbuki iş, Zeyd b.'Amr'ın zannettiği
gibi değildi."1
İbn Hacer ise, bu konuda şunları söylemektedir:" Biz birtakım
dikili taşlar üzerinde bir koyun kestik, yani put cinsinden olmayan, ancak üzerinde
hayvan kesilen kasap âletlerinden olan taşlar üzerinde demektir. Çünkü, aslında
, büyük bir taş mânâsmadır. Müşrik 'Arapların nezdinde put cümlesinden
olan şeyler bunlardandır. Onun için kurban keserler ve üzerine ismini anarlar.
Yine, ibâdet edilmeyen, bilakis, hayvan kesme âleti olarak kullanılan taşlar da
bunlardandır. Hayvan boğazlayan bir kimse, puta ibâdet gibi bir maksadı
olmaksızın bu taşlar U>u*î) üzerine hayvanını keserdi. Zeyd b.'Amr'ın
çekinmesi de, koyunun (put ve benzeri) maddelere ibâdet maksadı ile kesildiğini
zannetmesinden dolayı idi".[103]
[104]
İbnManzûr, İbrahim el-Harbî'nin görüşünü, İbnü'l-Esır tarafından
dajktibâs edildiği üzere kaydediyor; bu kayıtta, ikinci ihtimâl açık bir şekilde
tartışılmıştır: Zeyd b.Hârise, Kureyş'in kurban kesmeyi itiyat edindikleri bir
yerde, bir putun önünde koyunu kesmiştir. Fakat onu, bir put için kesmemiştir.
Eğer bir puta işaret ediyorsa, ibarenin açıklaması budur. Mamafih eğer
(>-—•) bir taşa işaret ediyorsa, mânâ cihetinden bir yanlış anlama söz konusudur.
Peygambere, Zeyd b.’Amr tarafından, "et" (^D hakkında sorulduğu
zaman, O salla’llâhü aleyhi ve sellem., koyunun, bir dikili taşın yanında
kesildiği cevâbını verdi. Fakat Zeyd b.’Amr, koyun, Kureyş’in put (^0 olarak
taptığı bir dikili taş (^) için boğazlanmıştır, şeklinnde anlayarak, kendisinin
putlar için kesilen hayvanların etini yemediğini söylemiş ve onu yemeyi
reddetmiştir.1
el-Hâkim’in, bu rivâyetin Müslim'in şartı üzere sahih olduğu iddiâsı, bu
rivâyetin metninin baş tarafı ile son tarafının tenâkuz halinde olması,
Peygamberin salla’llâhü aleyhi ve sellem. 'ismet sıfatına aykırı ifadeler
taşıması, ayrıca Müslim tarafından esSahih'de rivâyet edilmeyerek terkedilmesi
sebebi ile, muteber kabul edilemez. Ayrıca el-Hâkim'in el-Müstedrek'te
kaydettiği râvîlerden Ebû Seleme b.'Abdurrahmân b.'Avf b.'Abd ez-Zührî
elMedenî'nin(v.94 veya 104) mürsel ve munkatı' rivâyetlerinin olduğunu, hadis
imâmları haber vermektedirler.[105]
[106]
Ebû Seleme'den s nakleden Muhammed b.’Amr b.'Alkame b.Vakkâs
el-Leysî (Ebû ’Abdillah) (v.144 veya 145) hakkında Yahyâ el-Kattân "Sâlih
bir kimsedir, hadiste ise, insanların en iyi ezberleyeni değildir"
demiştir, îbn Ma'în'e, Muhammed b.'Amr'dan sorulduğunda "İnsanlar O'nun
hadisinden sakınmayı terketmediler" dedi. Bunun sebebi nedir? diye
sorulduğunda "O, rivâyetinde bir şeyi, bir seferinde Ebû Seleme'den
nakleder, daha sonra başka bir seferinde ise onu, Ebû Seleme'den, Ebû
Hureyre'den nakleder" demiştir.1 el-Cüzcânî "Hadisi kavi
değildir" demiştir. İbn Hıbbân, hatâ yaptığını söylemiştir.[107]
[108]
İbn Sâd ise, "Hadisi çoktur, fakat taz'if edilmiştir" demektedir.[109]
Yahyâ b.Sa'îd el-Ensârî, "Ezber ve tedlîs yapardı" demiştir.[110]
Bize göre, bu rivâyetler, aslında el-Buhârî'nin kaydettiği olayı
anlatmaktadır. Cereyân eden olay, tek bir hâdisedir. Bu husus, Peygamber salla’llâhü
aleyhi ve sellem. ile, Zeyd b.Hârise'nin Mekke'nin yukarı bölümünde Zeyd
b.'Amr'la karşılaştığının nakledilmesinden anlaşılmaktadır.
Bu rivâyetler, rivâyet zinciri yönünden güvenilir değildir, çünkü
ravilerden Ebû Seleme ile Muhammed b.'Amr b.'Alkame tenkid edilmişlerdir.
el-Hçysemî'nin Mecma'u'z-Zevâid'deki rivâyeti ise bilhassa;
j îJljû t *, —.* b U*L» aüI
ibaresinden dolayı, diğerini tün rivâyetlere aykırıdır. Çünkü diğer
rivâyetlerde, Zeyd b.'Amr'm soruyu açıkça Hz.Peygamber'e sorduğuna dair kesin
bir malûmat yoktur. Hadisçilerin, bu rivâyetlerin telif ve şerhi için gayret
ettikleri müşâhâde edi lirken, konuyu raviler yönünden pek ele almadıkları
görülmektedir.
MHamidullah da, el-Buhârî'de nakledilen hadisle, Ebû Ya'lâ, Bezzâr,
Hâkim, Heysemî gibi hadisçiler tarafından nakledilen, bizim de yukarda
kaydettiğimiz rivâyetlerin aynı vakaya işâret edebileceği düşüncesindedir.[111]
Bu konuda diğer bir rivâyet de, îbn îshâk'ın es-Siret'indedir. Bununla
ilgili olarak Kister şöyle demektedir:
"İbn İshâk'm Siret'inde bulunan bu rivâyet,
A.Guillaume tarafından, kendisinin New light on life of Muhammed adlı eserinde
neşredilmiş ve tercüme edilmiştir. Guillaume, bu rivâyeti Çok ehemmiyeti hâiz
bir hadis olarak mütâlaa etmiş ve onun, günümüzde hâlâ mevcut bir şâhit oldu
ğunu, bu rivâyetin, nasîhât yoluyla bir monoteistin Muhammed üzerindeki
etkisini ifâde ettiğini ileri sürmüştür. Guillaume bu konuda şunları
söylemektedir: s
'Bu hadis, İbn Hişâm'ın tashih edilmiş metninden tamamen çıkarılmıştır,
fakat onun izleri, es-Süheylî'nin er-Ravdu'l-Unuf u ile, el-Buhârî'de
mevcuttur ki, buralarda, 'Abdullah b.'Ömer'e uzanan, kabul edilmesi mecbûrî bir
isnâd vardır. Ki bu rivâyet, Peygamber'in Peygamberliğinden önce Beldah
mevkiinin aşağısında Zeyd ile karşılaştığını göstermektedir".1
Guillaume'nin bu iddiaları ile ilgili olarak, el-Buhârî'deki rivâyetlerin
ve bunların senedlerinin durumunu, konumuzun başında incelediğimizi
kaydetmeliyiz. îbn İshâk'ta bulunan mezkûr , rivâyeti, İbn Hişam es-Siret'ine
neden almamıştır? Bu, üzerinde durulmaya değer bir husustur. Bizce bunun
sebebi, İbn İshâk'ta bulunan rivâyetin güvenilir olmaması olabilir. Daha
sonraları bu rivâyetin eS-Süheylî ve benzeri müellifler tarafından
nakledilmesi, onu sahih hâle getiremez. Ayrıca bu durum, bu rivâyetin güvenilir
olduğuna delil sayılamaz. Kaldı ki, es-Süheylî, el-Buhârî'deki rivâyeti
nakletmiş, İbn İshâk rivâyetini nakletmemiştir.[112] [113]
İbn İshâk'tâki bu
rivâyet şöyledir:
"Yûnus tarikiyle, Ahmed bize İbn İshâk'm şöyle dediğini anlattı:
Rasûlullâh'ıri salla’llâhü aleyhi ve sellem, Zeyd b.'Amr b.Nufeyl'den
bahsederken şöyle buyurduğu bana anlatıldı: Bana, putları ayıplayan ve beni
onlardan nehyeden ilk kimse (Zeyd) idi. Yanımda Zeydb.Hârise olduğu halde
Tâiften gelmiştim. Ki o sırada Mekke'nin yukarısında bulunan Zeyd b.'Amr'a
uğradım. Kureyş, Zeyd b.'Amrîn kendi dinlerinden ayrıldığını ilân etmişti.
Sonunda O, Kureyş'in arasından ayrılıp, Mekke'nin yukarı bölgesine yerleşmişti.
Yanımda, içinde putlarımıza kestiğimiz kurbanlarımızın eti bulunan ve Zeyd
b.Hârise'nin taşıdığı bir sofra olduğu halde, Onunla beraber oturdum. (O
zamanlar) Ben, genç bir delikanlı idim ve eti Zeyd b.'Amr'a ikrâm ettim. Ey
Amca bu yemekten ye, dedim. Zeyd: Ey kardeşimin oğlu, bu, sizin putlarınız için
kestiğiniz kurbanlarınızdan mıdır? dedi. Ben de Evet dedim. Bunun üzerine O,
Ey kardeşimin oğlu , eğer sen 'Abdul-Muttalib'in kızlarına sorsaydm, sana,
benim bu kurbanlardan yemediğimi haber verirlerdi, benim o ete ihtiyacım yok
dedi. Sonra dikili taşları ve onlara ibâdet eden, kurban kesen kimseleri
ayıpladı. Ve "Onlar bâtıldır, zarar da vermezler, fayda da vermezler dedi,
veya buna benzer bir şey söyledi. Rasûlullâh salla’llâhü aleyhi ve sellem.
Onlar hakkında bilgi sahibi olduktan sonra artık, hiç bir puta el sürmedim,
onlar için kurban da kesmedim, bu durum Allâhü Teâlâ bana, peygamberliğini
ihsân edinceye kadar böylece devam etti buyurdu. "1
îbn İshâk'm es-Siret'inde bulunup, İbn Hişâm'm es-Siret'ine almadığı bu
rivâyet, sened yönünden kusurludur. Çünkü rivâyetin senedi,
şeklindedir. İbn İshâk, H.85-151 yılları arasında yaşamıştır.
Hz.Peygamber'i görmemiştir. Ashâbtan, Enes RA.’ı görmüş olduğu kaydedilmiştir.[114]
[115]
Kendisi tâbiindendir. Bu durumda, seriedde kopukluk vardır ve İbn İshâk,
rivâyeti aldığı, sahâbeden veya tâbiînden olan kimseleri atlayarak, doğrudan
doğruya Hz.Peygamber'den nakletmiştir. Arada atlanan râvî, eğer sadece sahâbî
ise, bu rivâyet mürseldir. Sahabiden başka, bir de tâbiî varsa o zaman hadis
munkatı durumuna da düşmektedir. Ya'kûb b.Şeybe, İbn Numeyr'den, "İbn
İshâk'm meçhûl kimselerden rivâyette bulunduğu zaman, bu rivâyetlerinin bâtıl
olduğunu" söylediğini nakletmektedir.1 Ahmed b.Hanbel de, İbn
İshâk'm çok tedlîs yaptığını söylemiştir.[116] [117]
Ayrıca kendisinin, Bağdâd'a geldiği zaman elKelbî ve diğerlerinden
nakleden kimseleri hatırlayamadığı da kaydedilmiştir.[118] Ebû
'Abdillâh, İbn İshâk'm hüccet olmadığını söylemiştir. İbn Ma'în "Muhammed
b.İshâk sikadır, fakat hüccet değildir" demiştir. Yine İbn Ma'în'den
"zayıftır" dediği nakledilmiştir. en-Nesâî de, "kavî
değildir" demiştir.[119]
ed-Dârekutnî de, "Hadis imâmları onun hakkında ihtilâf etmişlerdir, hüccet
değildir, ancak kendisiyle i'tibâr olunabilir" demiştir.[120]
Ebû Hâtim de, "hadisi yazılır" demiştir. el-Hâkim, "İbn İshâk,
hasenü’lHadîstir, garîb rivâyetleri vardır..." demektödir.[121]
Süleymân et-Teymî, "Kezzâbtır" demiştir. Hişâm b.'Urve de,
"Kezzâbtır" derken, Vüheyb, "İmâm Mâlike İbn İshâk'tan sordum,
O'nu ithâm etti" demektedir. ’Abdurrâhmân b.Mehdi de "Yahyâ b.Sa'îd
el-Ensârî ve. Mâlik, İbn İshâk'ı cerhediyorlardı" diye nakletmiştir. İbn
İdrîs, "İmâm Mâlik'in yanındaydım. O'na "İbn İshâk, 'bana Mâlik'in
ilmini arzedînîz, çünkü ben onun doktoruyum' diyor" denildi. Bunun üzerine
Mâlik, 'Deccâla bakınız' dedi," demektedir.1
İbn Ebî Fudeyk de, "İbn îshâk'ı Ehl-i Kitâb'dan bir kimseden
yazarken gördüm" demektedir. [122] [123]
İbn İshâk'ın, muzdarip ve münker rivâyetleri olduğu da, kaydedilmiştir.
İmâm Ahmed, "O, cidden tedlîsi çok olan bir kimsedir," dedi, O'na
"İbn İshâk (^>1) ve dediği zaman, o sika (güvenilir)mıdır? denildi.
İmâm Ahmed de, "O, böyle diyor ve sonra da muhalefet ediyor” dedi. Bunun
üzerine, İmâm Ahmed'e, "Yahyâ b.Sa'îd ondan rivâyet etti mi?" diye
soruldu. O da, "Hayır" diye cevab verdi.[124] Ebû
Dâvud Süleymân b.Dâvud, Yahyâ el-Kattân'm "Ben, Muhammed b.İshâk'ın
yalancı olduğuna şehadet ederim" de diğini nakletmektedir.[125]
Ebû Dâvud et-Tayâlisî, İbn İshâk'ın, Ehl-i Kitâbdan bir kimseden rivâyeti
hakkında şunları söylemektedir: "Bana haber verildiğine göre, İbn
İshâk'ın şöylç dediğini işittim. "Bana, sika bir kimse haber verdi.
Bunun üzerine O'na "Kim?" denildi. İbn İshâk ta, "Ya'kûb
el-Yahûdî'dir" dedi.[126]
ez-Zehebî de, tbn Ishâk'm, hasenü'1-Hadîs ve sâlihu'hâl ve sadûk bir kimse
olduğunu, infîrâd ettiği şeylerde münkerlik bulunduğunu, çünkü hıfzında bir
ârıza olduğunu, imâmların kendisiyle ihticâc ettiğini kaydetmiştir.1
Sonuç olarak, hem senedin durumu, hem de, rivâyeti nakleden İbn İshâk'm
hadis âlimleri nezdindeki konumu sebebiyle, bu rivâyete güvenilemez. İbn
Hişâm'ın, es-Siret'ine bu rivâyeti almaması sebebiyle tenkid edilmesi de, pek
âdil olmaz. Çünkü rivâyetin metni, Hz.Peygamber'in. 'ismet sıfatına yöneliktir.
Müslümanların inançlarını sarsıcı mâhiyetteki bu tür rivâyetler ciddî olarak
tedkîke tâbi tutulup, râvîlerinin durumu titiz bir şekilde incelenmelidir.
Hadis âlimleri, bu konularda titiz davranmışlardır ve bu tutumlarından dolayı
da asla ayıplanamazlar. Çünkü, bu tür rivâyetleri delil olarak alanlar, Bu
rivâyetlere güvenilir olmadıkları halde, bir takım isnâd ve hükümleri binâ
edenlerin gayesi, müslümanların inanç ve itikâdını zayıflatmak, onları bir şeye
inanmayacak hâle getirmektir. Nitekim, Louis Massignon "Onların her
şeylerini tahrib ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiç bir şeye
inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun hâle
geldiler."[127]
[128]
demektedir.
Kister, yukarda kaydedip, gerekli tenkidlerimizi yapmaya çalıştığımız bu
rivâyetlerle şu sonuca ulaşmaktadır:
"el-Harkûşî tarafından tarafından kaydedilen uzun bir hadis, aynı
kategoriye dâhildir. O, açıkça, Peygamber'in puta bir koyun sunduğunu ve onu
Zeyd b.'Amr'la konuşma içine dâhil ettiğini ifâde eder. Peygamber ve Zeyd
b.'Amr'ın birbirini câhiliye selâmı ile selâmladığını zikreden ibâreler
mânidârdır. Hadis, Peygamber'in peygamberliğinden önce kendi halkının
uygulamalarını ta' kip ettiği hususuna sarâhatle işâret eder. Ayrıca
İbnü'l-Kelbî'nin hadisi de, Peygamber'in kavminin dinindeyken Uzzâ'ya beyaz bir
koyun sunduğunu teyîd eder.
(jytH(jU Ülj • fjic»11 tfjiU JuJ)
el-Harkûşî'nin hadisi, daha sonra nisyân içine düşürülmüş veya yeniden
düzenlenmiş ve tahrif edilmiş hadislerin en evvelki tabakasını ilgilendiren,
Peygamber'in ilk vahiyden önce 'ismet sâhibi olmadığı fikri üzerine istinâd
etmektedir."[129]
Kister'in, "el-Harkûşî'nin hadisi daha sonra nisyân içine düşürülmüş
veya yeniden düzenlenmiş veya tahrif edilmiş hadislerin en evvelki ta bakasım
ilgilendiren...." tarzındaki sözleri doğru değildir. Bu sözlerin doğru
olmadığına, bizzat kendilerinin yazmış oldukları "Studies in Jâhiliyya and
early İslam" adlı eserdeki, "A Bag of Meat" "Bir Çanta
Et" adlı makâlelerinde sıraladıkları rivâyetler şâhittir. Eğer bu
rivâyetler, İslâm âlimleri tarafından herhangi bir şekilde nisyâna terkedilip
veya yeniden düzenlenip, tahrif edilseydi, Kister ve daha önceki müsteşrikler,
1314 asır sonra, İslâm'a yönelik düşünce ve çalışmaları için malzeme
bulamazlardı. İbn İshâk'ta bulunan ve İbn Hişâm'm almadığı hadîs, İbn İshâk'm
neşredilmiş olan es-Siret'inde bu gün aynen mevcuttur. Herhangi bir tahrif
veya düzenlemeye uğratılmamış, orijinal şekliyle MHamidullah tarafından
neşredilmiştir1.
Ayrıca, el-Harkûşî'nin(406) hadisinin, elHâkim'in el-Müstedrek'inde,
ez-Zehebî'nin Târîhu'l-İslâm'ında ve Siyer'inde, el-Heysemî'nin
Mecma'u'z-Zevâid'inde rivâyet edildiğini Kister kendisi söylemektedir.
Kendileri, bu rivâyetin, kaynaklarda aslına uygun şekilde geldiğini, aradaki
farkların ehemmiyetsiz olâuğunu tesbit etmişlerdir.[130] [131]
Kister'in elinde bu rivâyetlerin tahrif edildiğine veya yeniden düzenlendiğine
dâir delil yoktur, sadece tahmin ve iddiâlarda bulunmak tadır. Hadisçiler, bu
rivâyetleri olduğu gibi, aslına sâdık kalarak nakletmişler, senedinin sıhhat
derecesini incelemişler, görüşlerini ortaya koymuşlardır. Kister'in bu tür
rivâyetleri, "ilk vahiyden önce Peygamber'in 'ismet sâhibi olmadığı"
fikrine delil olarak alması da, bu tür rivâyetlerin sıhhatsiz ve güvenilir
olmayışı sebebiyle, yanlış ve mesnedsizdir. Eldeki bazı delillerden hareket
ederek bir hükme ulaşan kimsenin, delillerinin sağlam olmasının lüzûmu
tartışılmaz bir husustur. Özellikle, Hz.Peygamber'in, peygamberlik gelmeden
evvel, 'ismet sâhibi olmadığını ileri sürerken, sağlam delillere dayanmak
gerektiğini söylemeye lüzûm yoktur.
Bu konuda, İbnü'l-Kelbî'nin rivâyetine gelince, İbnü'l-Kelbî
Kitâbü'l-Asnâm'da şöyle demektedir:
"O (Uzzâ), Kureyş'in en büyük putuydu, onu ziyâret ederler, ona
hediyeler sunarlar, yanında kurbanlar keserlerdi. Allâh'm Elçisinin, bir gün
ondan bahsettiği bize ulaştı.
"Ben kavmimin dinindeyken el-Uzzâ'ya boz bir koyun sundum".[132]
İbnü'l-Kelbî'nin bu rivâyetini değerlendirmekte müsteşrikler hiç
gecikmemişlerdir. Fr.Buhl, bu konuda şunları söylemektedir:
"...İbnü'l-Kelbî'ye göre, Uzzâ'ya bir defa kurbanlık bir koyun
götürmüştür. Bu hususta, hayatının daha sonraki yıllarında da açıkça görülen
izler bulunmaktadır. O da, hemşehrilerinin cinlere veya şeytanlara ve fenâ
alâmetlere v.b. olan inançlarım kabul ediyordu. Mekke, Kâ'be ile birlikte,
O'nun için mukaddes bir yer idi, oradaki kurban kesme âdetini hakiki menâsıktan
sayıyor, (CVIII, 2) ve kendi taraftarlarının hac seferlerine iştirâk
ediyor..."1
Fr.Buhl'un bu görüşleri de delilsizdir. Hz.Peygamber'in hemşehrilerinin
cinlere veya şeytanlara ve fenâ alâmetlere v.b. olan inançlarını kabul
ettiğine dair iddiası gerçek dışıdır. Hz.Peygamber, bu âdetlerin tevhid
esasına, Hak Dinin rûhuna uygun olanlarını tasvib etmiş, tashihe muhtaç
olanlarını tashih etmiş veya reddetmiştir.
Emile Dermenghem de "Bir gün Nahle vâdisinde, el-Uzzâ tanrısı
şerefine bir âyin yapılıyordu. Bütün Mekke kabileleri bu âyine gelmiş,
Muhammed kurban olarak bir beyaz koyun kesmişti..."[133] [134]
demektedir.
Burada da Dermenghem'in, İbnü'l-Kelbî'deki rivâyete dayanarak,
Hz.Peygamber'e, put için koyun kestirttiğini görüyoruz.
M Gaudefroy-Demombynes de, "Muhammed bu döneme kadar, ataların
kültüne, Kâ'be'nin putuna, Hac ve 'Umre merasimlerine büyük ve derin bir
imânla bağlı kalmıştı. Nitekim, Uzzâ'ya bir koyun kurban ettiğini Îbnü'l-Kelbî
bize haber vermektedir." demektedir.[135]
Demombynes'in de, Îbnü'l-Kelbî'nin senedsiz ve güvenilir olmayan
rivâyetini fırsat bilip, genel bir sonuca ulaşarak, daha önceleri
Hz.Peygamberin tamamıyle câhiliye uygulamalarını benimsediğini, câhiliye halkı
ne yaparlarsa, aynen O'nun da yaptığını iddiâ ettiğini görüyoruz. Tabii,
Demombyneshn elinde bu kanââtini ispatlayarak güvenilir deliller yoktur,
Leon Caetani de, "Muasırlarının müşriklik âdetlerinden şiddetle
kaçındığına dair rivâyetleri muhtemel değildir, diye bertaraf edebiliriz. Çünkü
bu çeşit rivâyetler, daha sonraki fikirlerin bir yankısından ibarettir"
diyor.[136]
Caetani ve O'nun gibi düşünenlere göre, îslâmm ve Hz.Peygamber'in lehine
olan, O'nu medh ve iftirâlardan tenzih eden rivâyetler "muhtemel değildir,
sonraki fikirlerin bir aksidir", ama Hz.Peygamber'in ve İslâm'ın aleyhine
olan, müslümanların inancını sarsıcı rivâyetler sağlamdır, güvenilirdir. Bir
şeyin sağlamlığının ölçüsü, de mek ki, ilmi bir takım kriterlere uyması değil,
müsteşriklerin kafa ve gönüllerindeki duygu ve düşüncelere hizmet etmesidir.
Îbnü'l-Kelbî'nin rivâyetini M.Hamidullah şu açıklamalarla kaydetmektedir:
"Îbnü'l-Kelbî'nin bize naklettiğine göre, İslâm öncesinde bizzat
Hz.Muhammed, az kalsın burada, bir put (sanem) önünde kahverengi tüyleri olan
bir koyunu kurban olarak kesecekti. Burada anlatılanla, az önce naklettiğimiz
tuhaf bir takım kimselerin O'nun bu bayrama katılmasına mâni olmaları herhalde
aynı vakadır. Hiç şüphesiz kesilecek kurban, bâtıl itikâdlara sahip halaları
tarafından sağlanmıştı."1
İbnü'l-Kelbî'nin rivâyetine gelince, bu rivâyetin senedi yoktur.
İbnü'l-Kelbî’den başka râvisi de yoktur. Çünkü kendisi "Bize ulaştığına
göre, bir gün Allâh’m Rasûlü ondan bahsetti ve şöyle dedi" demektedir.[137]
[138]
Bizim, Hz.Peygamber'in, peygamber olmadan evvel 'ismetinin olmadığına
delil gösterilen bu rivâyete inanabilmemiz için, güvenilir bir se nedi olması
gerekir. Ayrıca bu rivâyeti, îbnü'lKelbî'den başka, kimse ne işitmiş ne de nakletmiştir.
Rivâyet, bu senedsiz hâliyle tam mânâsıyla merdûddur. Metin yönünden ise,
kabülü imkânsızdır. Ortada incelenecek, rivâyetin sıhhatini ortaya koyacak bir
tek râvî yoktur. Hakkında araştırma yapacak bir kişi kalıyor, O da,
İbnü'lKelbî'dir.
İbnü’l-Kelbî, H.204 veya 206 da vefât etmiştir. Hz.Peygamberden,
doğrudan doğruya bir sözünü nakletmesi için, arada sahâbe, tâbi'in, tebe'i
tabiinden râvîlerin olması gerekir. Ancak, bu râvîlerden hiç birisi
zikredilmemiştir. Acaba bu râvîlerin gizlenmesine, atlanmasına sebeb, onların
cerh ve ta'dîl yönünden güvenilmeyen kimseler olması mıdır? Araştırıcı bir
kimsenin kafasında ister istemez bu şüpheler meydana gelecektir. Bu rivâyeti
delil alan müsteşrikler, işin bu cephesini hiç dikkate almamakta, bu hususu
hatırlarına bile getirmemektedirler. Kendi kendilerine "acaba
İbnü'l-Kelbî, bu rivâyetin râvîlerini neden zikretmemiştir?" sorusunu
sormamışlardır.
İslâm âlimleri, genellikle senedde bir râvînin gizlenmesi veya atlanması
durumunda, bu râvînin durumunda hadis rivâyeti açısından bir kusur bulunduğunu
tesbit etmişlerdir. Hadisi nakleden kimseyi, seneddeki râvî veya râvîleri atlamaya,
zikretmemeye sevkeden sebeblerden birisi bu husustur. Bu durumda, İbnü'l-Kelbî
hakkında söyleyeceklerimizden başka bir söz kalmamaktadır.
İbnü'l-Kelbî'nin künyesi, Hişâm b.Muhammed b.es-Sâib b.Bişr el-Kelbî
el-Kûfî'dir. İbnü'lKelbî hakkında hadis imâmları şunları söylemektedirler:
Ahmed b.Hanbel, "Herhangi bir kimsenin ondan hadis naklettiğini
zannetmiyorum" demiştir. 1 ed-Dârekutnî ve hadisçilerden bazı
kimseler ise, "metrûktur" demektedir.[139] [140]
ez-Zehebî ise, "elBelâzürîTârîh'inde Ondan nakilde bulunmuştur, ancak,
Hişâm bundan dolayı mutemed kabul edilemez" demektedir.1 Yine
ez-Zehebî, "Metrûk kimselerden birisidir, sika değildir, bu sebeble hadis
hâfızları arasına almadım" demektedir.[141] [142]
İbnü'1-Kelbî babasından nakletmiştir. Babası da, hadis imâmları
tarafından tenkîd edilmiştir. Babası hakkında, hadis âlimleri şunları söylemektedirler:
el-Cüzcânî, Mu'temir vâsıtasıyla, Leys'den "Küfe'de iki tane yalancı
vardı, onlardan birisi öldü: Süddîve el-Kelbî" dediğini nakletmiştir.[143]
Yahyâ b.Ma'în "Bir şey değildir" demiştir. Muâviye b.Sâlih, Yahyâ'dan
"zayıftır" diye nakletmiş, el-Buhârî "Yahyâ ve İbn Mehdi’nin
O'nu terkettiğini" söylemiştir.[144]
el-Esmâî, Kurre b.Hâlid'den "el-Kelbî'nin yalan söylediğini rivâyet
ettiklerini" naklediyor.[145]
Yezîd b.Hârûn ise, "elKelbî yaşlandı ve ona unutmak galebe çaldı" demektedir.
Ebû Hâtim, "İnsanlar, onun hadisinin terki hususunda icmâ etmişlerdir, O,
zâhibü'lHadistir" demiştir. en-Nesâî "Sika değildir, hadisi
yazılmaz" derken, İbn Adîy "Hadise gelince, O'nun münker rivâyetleri
var" demiştir. İbn Hıbbân, "Onda yalanın âşikârlığı, onun vasfını ortaya
koymaktan daha açıktır" diye nakletmiştir. es-Sâcî,
"Metrûku'l-Hadistir, Şi'îlikte ifrâdmdan dolayı cidden zayıftır, nakil
ehli sikalar, onun zemminde, ahkâm ve furu konularında ondan rivâyeti terketme
hususunda ittifâk ettiler" deinektedir.1 el-Hâkim Ebû Abdillâh,
"Ebû Sâlih'ten mevzû hadisler rivâyet ettiğini" naklet miştir.[146]
[147]
Gerek kendisi, gerekse babasından nakletmesi dolayısı ile, babası
hakkında mâlûmat arzetmeye çalıştığımız İbnü'l-Kelbî'nin bu rivâyetine, gerek
sened gerekse metin yönünden güvenmeye, muteber kabul etmeye imkân yoktur. Bu
rivâyeti ele alarak, Hz.Peygamberin peygamber olmadan önce 'ismet sahibi
olmadığını iddia etmek ilmi nitelik taşımasa gerektir. Bu ve benzeri
rivâyetlerden M.J.Kister şü sonucu çıkarıyor:
"Sonuç olarak, Peygamber'in Zeydb.'Amr'la konuşmalarına taalluk eden
hadisle ilgili tartışmanın, esas itibariyle peygamberlik verilmeden önce
Peygamber'in ma'sûmiyeti problemi ile alâkalı olduğu söylenebilir. Müslüman
âlimlerin başlıca gayreti, peygamberliği almadan önce günâh işlemekten mâsûm
kılınması dolayısıyla, Peygamber'in putlar adına kesilen eti asla yemediğini
ve putlara kurban kesmediğini ispat etmekti."[148]
Kister şöyle devam ediyor: "Biziıp burada, bu hadisleri şârihlerin
'Peygamber putlar için kurban kesmemiş ve putlar için kesilen etleri de
yememiştir' tarzında tefsir etme teşebbüsleri ile karşı karşıya geldiğimiz
açıktır".[149]
Kister'in bahsettiği şârihlerin gayretleri, haklı ve İlmî gerçeklere
uygundur. Müsteşriklerin ise, İlmî gerçeklerle bağdaşmayan, târihî delil olma
vasfını taşımayan bazı rivâyetlere dayanarak, Hz.Peygamber'in peygamber
olmadan önce 'ismet sıfatına sâhip olmadığını ispatlamaya çalıştıkları
mâlumdur. Ancak İslâm âlimleri, Hz.Peygamberin ve diğer Peygamberlerin peygamber
olmadan önce de 'ismet sıfatına sâhip oldukları görüşündedir. Nitekim Şeyhü'l-İslâm
İbn Teymiye "Peygamberler, ömürlerinin başlangıcından sonuna kadar, hatâ,
sehiv ve büyük, küçük günâhlardan mâ'sûmdurlar" demektedir.1
el-Halebî, İnsânü'l-'Uyûn adlı eserinde, yukarda kaydedilen ve
müsteşrikler tarafından delil olarak alman rivâyetlerin zıddı bir rivâyeti
kaydetmiştir. Buna göre, Hz.Aişe'den nakledildiğine göre Peygamberimiz salla’llâhü
aleyhi ve sellem. şöyle demiştir:
"Zeyd b.'Amr b.Nufeyl'i, Allâh'tan başkası adına kesilen her şeyi
ayıplarken işittim. Kureyş'e şöyle diyordu: 'Koyunu Allâh yaratmış ve onun için
gökten yağmur indirmiş, yeryüzünde ot bitirmiştir. Sonra da onu, Allâh'tan
başkasının adına boğazlıyorsunuz', Allâh bana peygamberliğini ikrâm edinceye
kadar, dikili taşlar-yani putlarüzerine boğazlanan hiç bir şeyi
tatmadım."[150]
[151]
Taberî, İbn Humeyd,
Seleme, Muhammed b.İshâk, Muhammed b.'Abdillâh b.Kays b.Mahrame, el-Hasen
b.Muhammed b.'Ali b.Ebî Tâlib, Muhammed b.'Ali, 'Ali b.Ebî Tâlib RA. vâsıtasıyla
şöyle nakletmiştir:
"Ra.sûlullah'tan şöyle işittim: Ben. câhiliye halkının yaptıkları şeylerden
birisini yapmaya kaç sefer niyet ettiysem, Allâh, benimle, o işlemeyi
istediğim şeylerin arasına girdi. Bundan sonra, Allâhü Teâlâ beni peygamberliği
ile şereflendirinceye kadar hiç bir kötülüğe niyet etmedim." demekte ve
iki gece otlattığı develeri çoban arkadaşına bırakarak, Mekke'de yeni evlenen
iki kimsenin düğün eğlencesini seyretmeye gittiğini, ancak orada Allâh'ın
kendisine uyku vermesi sebebi ile uyuyakaldığını bildirmektedir.1
Yine el-Halebî, İnsânü'l-'Uyûn adlı eserinde, Peygamberimiz'in câhiliye
kötülüklerinden Allâh tarafından korunduğuna dair bir bâb açmıştır.
(«uJ>ULI ^*1 <~lcJJI »j***9 *4
el-Halebî, burada, bu konu ile ilgili çeşitli rivâyetleri nakletmektedir.[152]
[153]
el-Halebî, Ibn îshâk'tan yaptığı nakilde, Peygamberimizin salla’llâhü aleyhi ve
sellem, çocuklarla taş taşırken, diğer çocukların yaptığı gibi, izârı ile
çıplak olarak taşımaya başladığını, bunun üzerine meleklerin kendisini ikâz
ettiklerini, bu yüzden Peygamberimiz'in izârını üzerine aldığını bildiriyor.
el-Halebî, böyle bir durumun, Ebû Tâlib'in zemzemi ıslâhı sırasında da meydana
geldiğini bildirmektedir.1
el-Halebî, Mekke’lilerin Buvâne bayramından da bahsetmektedir, buna
göre, Mekke'lilerin yıllık bir bayramı vardı, herkes heyecan içinde buna
iştirâk ediyordu. Muhammed AS. buna katılmamak için her yıl bir mazeret ileri
sürmüştü. Yıllardan birinde halaları O'nu, diğer kimselerle birlikte, bu
bayrama katılmamak istemesi yüzünden azarladılar ve İlâhî gazap ile Onu tehdit
ettiler. İşte bu defasında Muhammed AS. bu bayrama katıldı, fakat, tam bayram
coşkunluğunun azâmî noktaya vardığı bir sırada, sapsarı bir yüzle bütün vücûdu
titremeler içinde akrabalarının çadırına kendînî dar attı ve dışarda tuhaf bir
takım kimseler gördüğünü, bunların Onun bu müşrik bayramına her hangi bir
şekilde iştirâk edip katılmasına mâni olduklarını anlattı. Amca ve halalar
ertesi yıllar O'nu bu çeşit merâsimlere katılmaya zorlamadılar...".[154]
[155]
Yine el-Halebî, Hz.'Alî'den naklen, Peygamberimiz'e: "Hiç puta
ibâdet ettin mi?" diye sorulduğunu, Peygamberimiz'in "Hayır" diye
cevâp verdiğini, yine "Hiç şarap içtin mi?" diye sorulduğunu
Peygamberimiz'in de: "Hayır" diye cevâp verdiğini kaydediyor.[156]
Bu arada konumuzla ilgili olarak Allâh'tan başkası adına kesilenlerin
haram kılındığını kaydedebiliriz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Size şunlar haram kılındı: Ölü hayvan, kan, domuz eti, Allâh'tan
başkası adına boğazlanan hayvan, boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir
hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanmış hayvanlar,
dikili taşlar üzerine kesilenler, fal okları ile kısmet aramanız, işte bunlar
yoldan çıkıştır..." buyurulmuştur.1
Bir hadisde de, Ebu't-Tufeyl 'Âmir b.Vasile şöyle demiştir: "Ben
'Ali b.Ebî Tâlib'in yanında idim, ona bir şahıs geldi ve 'sana Peygamberin salla’llâhü
aleyhi ve sellem, gizlice söylemiş olduğu şey nedir?' diye sordu. Bu sorudan
dolayı Hz.'Ali kızdı ve: 'Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem, hiç bir şeyi
insanlardan gizleyerek bana söylemedi, şu kadar ki, Hz.Peygamber bana dört söz
söylemiştir,' dedi. O zat: 'Ey Müminlerin emiri o dört sözcedir?' dedi.
Hz.'Ali, Peygamber, anasına babasına lânet edene Allâh lânet etsin, Allâhtan
başkası adına kurban kesene Allâh lânet etsin, bir bid'atçıyı barındırana
Allşıh lânet etsin, arâzî sınırlarını değiştirene Allâh lânet etsin buyurdu,'
dedi".[157]
[158]
Yine Hz.Peygamber'in 'ismeti ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de şöyle
buyurulmuştur:
"Eğer Biz sana sebât vermemiş olsaydık, andolsunki sen, onlara
(belki) biraz meyledecektin."1 Demek ki Allâh, Peygamberini
sapıkların arzusuna ve yoluna uymaktan korumuştur. Ayrıca "Peygamberler
fenâ bir muhitte yetişmiş olsalar bile şirkten, küfürden uzak, nezih bir hayat
yaşamışlar, güzel ahlâklı, dürüst ve güvenilir olmakla ün yapmışlardır."[159]
[160]
Burada bütün İslâm âlimlerinin, Hâricîlerden Ezârika hâriç,
Peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra, küfür ve şirkten mâsûm olduklarında
ittifâk etmiş olduklarını kaydetmeliyiz.[161]
Ayrıca, "Peygamberlerin vahiyden önce ve sonra, çocukluklarının
başlangıcından ömürlerinin sonuna kadar, küfürden ismetleri sâbit ve kesindir.
Ana-babalarına veya doğup büyüdükleri memleketin genel durumuna bakıp onların
da küfretmiş olabileceklerini sanmak ve küfre düş tüklerini söylemek asla doğru
ve câiz değildir".[162]
Nitekim Peygamberimiz salla’llâhü aleyhi ve sellem., Hz.Hatice ye
"Ey Hatice, Allâh’a yemin ederim ki, ben hiçbir zaman ne Lât'a ve ne de Uzzâ'ya
tapmadım" demiştir.1 Peygamberlerin hiçbir zaman küfre
sapmadığı, Allâh'a ortak koşmadığı, putlara tapmadığı açıktır. Aksini iddiâ
etmek, Allâh'a câhillik isnâd etmek ve Allâh'm da'vâsma zıt bir peygamber
gönderdiğini söylemektir. Zira Allâh şöyle buyurur: "Allâh,. peygamberliği
nereye (kime) vereceğini çok iyi bilendir"[163] [164]
Aksi halde, hâşâ Allâh'm dâvâsına zıt bir peygamber gönderdiği iddiâ edilmiş
olur.[165]
Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir kısmına göre, peygamberler nübüvvetten önce ve
sonra kasden büyük günâhlardan ve nef ret edilen küçük günâhlardan
mâ'sûmdurlar, doğru olan, peygamberlikten önce ve sonra, 'ismetin sâbit
olmasıdır.[166]
Sonuç olarak, Hz.Peygamberin putlara, dikili taşlara kurban kestiğini,
Câhiliye devri Arapları gibi yaşayıp, onlar gibi ibâdet ettiğini ileri süren
rivâyetleri muteber kabul etmek mümkün değildir.
3-
HZ.PEYGAMBER'İN ZEYNEB BİNT
CAHŞ İLE EVLENMESİ HARKINDAKİ BAZI RİVAYET VE GÖRÜŞLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Örf, âdet ve gelenekler uzun yıllar içinde toplumların hayatında
yerleşen, değiştirilmesi veya sökülüp atılması çok zor olan hususlardır.
Toplumların benimsediği örf ve âdetlerin terke dilmesi veya değişmesi çok yavaş
seyretmekte ve uzun bir vakte ihtiyaç göstermektedir. Geniş bir zaman dilimi
içinde benimsenmiş olan bu örf ve âdetlerin zamanın tabii akışı içerisinde
değil de, dıştan tesirle, baskıyla veya ikna yoluyla değiştirilmesi veya
terkedilmesi söz konusu olduğunda toplum direnmekte, bu yeni uygulamalara karşı
çıkmaktadır. İnsanlar uzun yıllardanberi babasından, dedesinden devralarak
benimseyegeldiği örf ve âdetlerini bir anda terketmemekte, kendisine dışardan
empoze edilen yeni uygulamaları eski bir elbiseyi çıkarıp, bir yenisini giyer
gibi derhal benimsememektedir. Tarih içerisinde toplamlarda örf ve âdetlerin
yerleşmesi, değişmesi veya terkedilmesine dair sosyolojik tabii kanunları göz
ardı ederek, kendi iradeleri doğrultusunda toplamları değiştirmeye, onları
benimsedikleri örf ve âdetlerini bırakmaya zorlayan kimselerin başarılı
olamamasının sebebi burada yatmaktadır. Kaldı ki toplumlar, Allâh’tan aldıkları
buyruklar doğrultusunda Allâh'ın irâde ve rızasına uymayan örf ve âdetleri
değiştirmeye veya kaldırmaya çalışan Peygamberlere direnmiş, atalarından
kendilerine intikal eden örf ve âdetlerini bırakmamaya gayret etmiş, bunun için
kanlı mücadelelere girişmişlerdir. Halbuki Peygamberler, onların bâtıl ve
yanlış olan örf ve âdetlerini ilgâya çalışmış ve kendilerinin davâlarında haklı
olduklarına, bu konuda Allâh tarafından vazifelendirilmiş bulunduklarına dair
birçok mucizeler göstermişlerdir. Toplumları irâdeleri doğrultusunda
değiştirmeye çalışan siyâsî ve askerî liderlerin elinde sadece siyâsî ve askerî
otorite mevcutken, Peygamberlerin elinde buna ilâveten bir de dînî otorite
vardı. Peygamberler, değiştirmek istedikleri toplumlara öteki dünyada ebedî
kurtuluş, saâdet, nimetler veya ebedî cezâ haberini vermekteydiler. Buna rağmen
yine de dâvet ettikleri toplumun hepsini peşlerinden sürükleyememişlerdi. Bazı
toplumlar, benimsemiş oldukları âdetleri, hayat tarzları bâtıl olmasına rağmen,
Peygamberlere karşı gelmiş ve direnmişlerdi. Bu husus Kur'ân-ı Kerîm tarafından
haber verilmektedir. Câhilî toplumun kendisine sunulan İlâhî mesaj gereği,
hayat tarzını, örf ve âdetini değiştirmesi isteğine karşı kendi direnmesini haklı
çıkarmak için "Biz atalarımızı bu hal üzere bulduk, onlar böyle
yapıyorlardı" dediklerini Kur'ân-ı Kerîm çeşitli âyetlerinde haber
vermektedir.x
5. Mâide 104;
7.A'râf 28; 10. Yûnus 78; 21. Enbiyâ 53; 26. Şuarâ 74; 31. Lokmân 21; 43.
Zuhruf 22-23.
Allah'ın insanlığa son mesajı olan Kur'ân-ı Kerîm ve son dînî İslâm
açıklamaya çalıştığımız sosyolojik sebeblerden dolayı, Tevhîde dâvet ettiği
topluma bir anda ve toptan indirilmemiş, yavaş yavaş 23 yıl boyunca nâzil
olmuştur. Fakat yine de hatalı örf ve âdetlerini bâtıl inançlarını bırakmak
istemeyen, menfaatlerinin ellerinden gideceği korkusuna kapılan câhilî toplumun
direnciyle karşılaşmış, bu 23 yıllık süre içinde fikre ve silaha dayanan bir
çok mücâdele meydana gelmiştir. Kur'ân-ı Kerîm, bir çok defalar Allâh'm
emirlerine karşı direnen toplumu aklını kullanmaya, düşünmeye çağırmış, aklını
kullandığı takdirde savunduğu inanç, örf ve âdetlerinin bâtıl ve yanlış
olduğunu anlayacağını bildirmiş, ancak toplumun Hz.Peygamber'e inanmayan kesimi
bunu kulak ardı etmiş, haklı ve doğru da olsa yeni olan şeylere karşı çıktığını
göstermiştir.
Allâh CC., câhilî toplumda yer etmiş bâtıl inanç, örf ve âdetleri hikmeti
gereği, bizzat Hz.Peygamber'e sağlığında ilgâ ettirmiş, buyruklarına uygun
olanları ise tasvîb ettirmiştir. Çünkü, değiştirilmesi, ilgâ edilmesi son
derece güç olan inanç, örf ve âdetleri ancak Allah'tan vahiy yoluyla buyruklar
alan Peygamberler değiştirmeye güç yetirebilir. İnananlar katında Allâh'tan
sonra ancak Peygamberin sözü "nass" hükmünde olabilir, tartışmasız
kabul edilebilir. Peygamberlerin sağlığında yapamadıklarını onların vefâtmdan
sonra, ümmetinden herhangi bir kim senin yapabilmesi çok zordur. Söz gelimi,
Hz.Peygamber'in sağlığında kaldırmadığı bir örf ve âdeti kaldırmak veya ilgâ
ederek yasakladığı bir örf ve âdeti tekrar serbest bırakmak imkân sızdır. Zira
Kur'ân-ı Kerîm, Allâh'tan sonra Hz.Peygamber'e itâatı emretmekte,
Hz.Peygamber'e itâatm Allâh'a itâat olacağını bildirmektedir. Hz.Peygamber’in
buyruklarına aykırı bir hususu işlemek ise açıkça O'na (sav) isyân anlamını
taşımaktadır. Bu bakımdan müslümanlar Hz.Peygamber’in yapmadığı hususları
yapmaktan, yaptıklarına muhâlefet etmekten son derece çekinmişlerdir. Mesela
Hz.Ebû Bekir, hilâfeti esnâsmda Kur'ân'ı Kerîm'in toplanması teklifine bu
yüzden karşı çıkmış ve Hz.Ömer e, Hz.Peygamberin yapmadığı bir işi kendisinin
de yapamayacağını söylemişti.1 Toplurûların direnmeleri sebebiyle,
yerleşmiş örf âdet ve inançların kaldırılmasının veya değiştirilmesinin ne
kadar güç olduğunu buraya kadar açıklamaya çalıştık. İşte İslâm'ın geldiği
sırada Arabistan'da karşılaştığı ve ilgâ ettiği örf ve âdetlerden birisi de
Câhili Arap toplumunda yerleşmiş olan evlâd edinme uygulamasıydı. Câhiliye
devrinde bir kimse bir başkasının oğlunu evlâd edinir, çocuk babasına değil,
evlâd edinen kimseye nisbet edilirdi. Evlâd edinilen çocuk babalığı ölünce, o
kimsenin öz çocukları gibi mirasçı olurdu. Bu devirde Hz.Peygamber’in Zeyd
b.Hârise'yi, Ebû Huzeyfe'nin de Sâlim'i evlâd edindiklerini bilmekteyiz.[167]
[168]
Hititler, Yunanlılar ve Romalılar'da da mevcut olan evlâd edinme âdeti
ge*reği Câhiliye devrinde evlâd edinen kimse, evlâdlığının hanımıyla da hiç bir
şekilde evlenemiyordu. Böyle bir davranış o zamanki toplum telakkilerine göre
büyük bir skandal sayılıyordu. İslâm, Câhiliye devrinde mevcut evlâdlık
müessesini kaldırmıştır.1 Allâh CC. Câhiliye devri toplumunda
yerleşmiş olan evlâdlıklarm hanımlarıyla evlenmeme âdetini de kaldırmış,
kökleşmiş ve sökülüp atılması son derece zor olan bu âdeti ilgâ etmek için,
buna aykırı uygulamayı bizzat Hz.Peygamber'e yaptırtmış, Hz.Peygamber'i
evlâdhğı Zeyd b.Hârise'nin boşadığı hanımı Zeyneb bint Cahş'la evlendirtmiştir.
Sökülüp atılmasına ancak Hz.Peygamber'in güç yetirip, toplumun direnmesine,
ayıplamasına ancak Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) göğüs gerebileceği,
ondan başkasının toplum telakkilerine aykırı olarak ilk defa böyle bir
davranışı yapmaya cesaret edemeyeceği hususuna Kur'ân-ı Kerîm işâret
etmektedir. Bu âdetin ilgâsıyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle
buyurulmaktadır:
"Ey Muhammedi Allâh'm nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin
kimseye, 'Eşini bırakma, Allâh'tan sakın diyor', Allâh’m açığa vuracağı şeyi
içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allâh'tan çekinmen daha
uygundu. Sonunda Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki,
evlâdlıkları-eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek hususunda
müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allâh'm buyruğu yerine
gelecektir."[169]
[170]
Görüldüğü gibi Allâh CC. evlâdlık müessesini kaldırmış, evlâdlıklarm
hanımlarıyla babalıklarımn evlenmelerinde bir sakınca olmadığını bildirmiştir.
Ancak bu husus, sadece işlerliği olmayan hukûkî bir kural olarak bırakılmamış,
söz, fiil ve takrirleri (Sünneti) dinde Allâh'm Ki tâbı'ndan sonra ikinci
kaynak olan Hz.Peygamber'e bizzat uygulattırılarak, yaşayan, İslâm toplumu
tarafından benimsenen bir uygulama haline getirilmiştir. Böylece de, ilgâ
edilen Câhiliye devrinde mevcut evlâdlık edinme âdetinin hortlatılarak yeniden
İslâm toplumunda yer alması önlenmiştir. Câhiliye döneminde mevcut ve o zamanki
toplumda yerleşmiş evlâd edinme âdetine aykırı ilk uygulamanın ilk defa bizzat
İslâm toplumunun önderi, dinî ve dünyevî lideri Hz.Peygamber'e yaptırtılması
diğer müslümanlara bu konuda rahatlık sağlamış, bu hususta toplum baskısından
çekinmeyi ortadan kaldırmıştır. Ayrıca böyle bir icrââtı da ilk defa ancak
Hz.Peygamber yapabilirdi. Hz.Ebû Bekir'in Kuran'ın toplanması esnasında
taşıdığı "Rasûlullâh'm yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım" düşüncesinden
de anlaşılacağı gibi, böyle bir işi yapmaya bir başkası öncülük edemezdi.
Hz.Peygamber’in dışında bir kimse böyle bir davranışın öncülüğünü yapsaydı,
toplum tarafından kabul edilip, benimsenmezdi. Halbuki Hz.Peygamber’in Sünneti,
İslâm'ın ikinci kaynağıdır. Allâh CC., müminlere: "Andolsun ki Allâh'm
elçisinde sizin için, Allâh'ı ve Ahireti arzu eden ve Allâhı çok anan kimseler
için uyulacak güzel bir örnek vardır"[171] buyurmuştur.
Dolayısıyle o zamanki toplum telakkilerine aykırı bile olsa, O'nun (sav) her
davranışı müslümanlar için güzel bir örnektir ve
tartışmasız benimsenmeye lâyıktır. Zaten realite olarak
da O'nun (sav) davranışları müslümanlar tarafından büyük bir aşkla örnek
alınmış ve zevkle benimsenmiştir. Onun için Allâh CC., bu âdetin ilgâsını fiili
olarak bizzat Hz.Peygambere yaptırtmıştır. O zamanki İslâm düşmanlarının
dedikodu, iftirâ ve aleyhte propagandalarına rağmen müminler Hz.Peygamber'in
yaptığı bu hususu çekinmeden benimsemişlerdir. Hz.Peygamber gibi, davranışları
Allâh tarafından mü'minlere kendisine
uyulacak en güzel örnek olarak gösterilmeyen, sözleri dinde Kurandan
sonra ikinci delil mevkiinde olmayan hiçbir sahâbî veya İslâm büyüğünün böyle
zor bir işe girişmesi mümkün değildi. Hz.Peygamber'in dışındaki kimseler böyle
bir işe girişselerdi, onların bu davranışı İslâm toplumu tarafından tartışmasız
kabul edilebilir, böyle bir Câhili âdetin kökten sökülmesini sağlayabilir
miydi? Bu sorulara "Evet" cevabını verebilmemiz pek mümkün
görünmemektedir. Çünkü o zaman yürürlükte olan Câhili toplum şartlarına göre, o
konuda önceki peygamberlerden herhangi bir yasaklama intikal etmediği için
Mekke devrinden itibaren bizzat Hz.Peygamber de Zeyd b.Hârise'yi evlâd
edinmiş, onun kendisine mirâsçı olduğunu ilân etmişti. Şu halde yasaklanmadan
önce Hz.Peygamber'in bile benimseyip uyguladığı bir müessesenin ilgâsmm ne
kadar zor olduğu açık tır. Bu âdetin kaldırılmasına yönelik ilk uygulamayı da
bizzat Hz.Peygamber'in yapması Islâm'ın getirdiği teşri sisteminin ve
sosyolojik şartların bir gereğidir. Hz.Peygamber böyle bir uygulamayı
yaparak, eski evlâdlığı Zeyd b.Hârise'nin boşadığı hanımı Zeyneb bint Cahş'la
evlenme şeydi, İslâm teşrî kuralları gereği müslümanlar bu konuda
Hz.Peygamber'in ilk uygulamasının geçerli olduğu kanaatine saplanacaklar, belki
de evlâd edinme müessesesinin hâlen devam ettiğini sanacaklardı. Ellerinde de
Hz.Peygamber'in de evlâd edindiği gibi kuvvetli bir gerekçeleri olacaktı.
Ayrıca bu durumda, Câhiliye devrindeki gibi evlâdlıkların hanımlarıyla
evlenmenin haram olduğu kanaatini taşıyacaklardı. Halbuki Hz.Peygamber'in
Zeyneb bint Cahş'la evlenmesiyle bütün bu hususlar bertaraf edilmiştir. Kısacası
İslâm gelmeden önce Hz.Peygamber'in de benimsediği köklü bir âdet, İslâm
geldikten sonra Hz.Peygamber'in o âdete aykırı fiilî bir sünneti ile sökülüp
atılmıştır. Durum böyleyken Leon Caetani, Emile Dermenghem, Savary gibi bazı
müsteşrikler bu tarihî ve sosyolojik olayı çarpıtarak, I Hz.Peygamber'in
evlâdlığı Zeyd b.Hârise'nin ha
nımı Zeyneb bint Cahş'a göz koyduğu iftirâsını ortaya atmışlar, bu
konuda İbn İshâk (v.151), İbn Sâd (v.230), Taberî (v.310) ve İbn Ebî Hâtim
(v.327) gibi bazı İslâm tarihçilerinin hiçbir İlmî değerlendirmeye tabi
tutmadan eserlerine aldıkları bazı rivâyetlere sarılmışlardır.
İlgili âyetten de[172]
anlaşılacağı üzere bu tür bir davranış, o zamanki câhiliye toplumunda ye
İslâm'ı kabul etmiş fakat henüz yasaklanmadığı için Câhiliye devrinin bu
âdetini terketmemiş müslümanlar arasında dedikodu, gürültü ve ayıplamalar
çıkarabilirdi. Hz.Peygamber de insanlardan bu yüzden çekiniyordu. Nitekim daha
sonra bu yüzden Islâm düşmanları, müşrikler, yahudiler, münâfıklar arasında
dedikodular baş ladı. Günümüzde de Caetani, Savary gibi müsteşrikler,
Hz.Peygamber aleyhine bir fırsat kabul ettikleri bü konuya sarıldılar, bu
bahaneyle Hz.Peygamber'e bol bol saldırdılar. Câhiliye toplumunun kaldırılan
bir âdetini, İslâm toplu munda yapılan bir inkılâbı göz önüne almayıp,
Hz.Peygamber'in bu davranışının hangi maksada yönelik olduğunu dikkate
almayarak, Hz.Peygamberin evlâdlığınm karısına âşık olduğunu, ona göz
diktiğini İslâm Tarihi ile ilgili birtakım kaynaklardaki asılsız ve değersiz
bazı rivâyetlere dayanarak ileri sürdüler. Burada, John Davenport, Montgomery
Watt, Maxime Rodinson gibi insaf sahibi bazı araştırmacıların konuya,
gerçeklere uygun ve hakkâniyet ölçüleri içinde yaklaştıklarını da kaydetmemiz
gerekmektedir.
Bu konuyu Hz.Peygamber'in aleyhine kullananlardan Leon Caetani şunları
kaydetmektedir:
"Zeyneb, evvelce Zeyd b.Hârise'nin zevcesi idi. Zeyd'e, o zaman Zeyd
b.Muhammed deniliyordu. Çünkü Muhammed'in evlâdlığ? idi. Peygamber birgün
Zeyd b.Hârise ile konuşmak lâzım geldiği için evine gitmişti. Zeyd evde
değildi. Pek hafif bir surette giyinmiş bulunan zevcesi Zeyneb bint Cahş
Peygamberi içeri girmeye dâvet etti. Ve zevcinin babası sıfatıyla ona gayet
samimi muamelede bulundu. Muhammed bu meşhur kadının câzibe-i hüsnünden
hayretlere düştü ve bunu 'Yâ Rabbe'l-Azîm, Ya kalbleri altüst eden Allâh!' diye
ifâde etti. Bu sözleri yavaşça telaffuz etmiş olmakla beraber zeki Zeyneb'in kulağından
kaçmadı. Peygamber çekilip gittikten sonra Zeyd eve dönünce karısı,
Peygamber'in ziyaretini haber j verdi. Zeyd, Muhammed'in bir şey söyleyip söylemediğini
sordu. Zeyneb işittiği sözleri hikâye etti. Bunların mânâsını anlamak kâbil
değildi. Zeyd, hiç vakit kaybetmeksizin Peygamberin yanma gitti. Zeyneb'e o
kadar hayran kaldığı için, onunla evlenebilmesini temin maksadıyla karısından
ayrılmak niyetinde olduğunu söyledi. Muhammed bu teklife râzı olmadı. Fakat
Zeyd ısrar etti. Zeyneb'in birçok meziyeti olduğunu, kendisine karşı
memnuniyetini bildirmekten başka birşey söyleyemeyeceğini temin edince,
Muhammed kâni oldu; ve teklife rızâ gösterdi. Zeyneb, Zeyd'den boşandıktan
sonra çok geçmeden Peygamberin zevcesi oldu... Diğer bir hadise göre Muhammed'in
aşkı Zeyd'in evine tesadüfen girdiği sırada bir rüzgâr eserek, Zeyneb'in
kapısındaki perdeyi havalandırması ve kadını âdeta çıplak bir halde i
Peygamberin gözüne göstermesi neticesinde vücud bulmuştur. Muhammed, kadının
güzellikle rini görünce şaşırdı. İzdivâca mâni olan müşkülat bu aşkı bütün
bütün artırdı. Fakat Zeyd, Muhammed'in aşkına vâkıf olunca Zeyneb'den ayrıldı
ve onu babalığına bıraktı."[173]
*
Caetani'nin bu rivâyeti, İslâm Tarihinin muteber kaynaklarının nakline
aykırıdır. İbn İshâk, Hz.Peygamber'in Zeyd b.Hârise'yi hasta yatarken ziyârete
gittğini ve onunla evde görüştüğünü nakletmektedir.[174] Caetani
ve diğer müsteşrikler ise, Zeyd'in evde olmadığını, bu sırada Hz.Peygamber’in
içeri girdiğini, Zeyneb’e âşık olduğunu, onu yarı çıplak olarak gördüğünü vs.
hikâye ediyorlar. Caetani ise yukardaki satırlarında görüleceği gibi, İslâm
Tarihi kitaplarında yer alan bir takım uydurma rivâyetlere hadis adını
vermektedir. Ancak hadis kitaplarımızda Câetani'nin yukarda naklettiği hayali
hikâyesini kaydeden herhangi bir hadis mevcut değildir.
Emile Dermenghem ise konuyu şu şekle sokuyor;
"Aynı sene Benî Nadirlerin memleketten çıkarılmasından sonra
Muhammed bir gün Zeyd b.Hârise'nin evine girdi... O gün Zeyd evde yoktu ve
Muhammed kabilesinin en güzel kızı olan Zeyneb bint Cahş ile karşılaştı.
Zeyd'in karısı örtüsüz ve yarı çıplaktı. Peygamber geldiği zaman süslenmekle
ve daha başka ev işleriyle meşgul bulunuyordu. Gençliğinin bütün tarâveti
içinde utanç ve şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilen bu dağınık kıyafetli güzel
kadın, Peygamber üzerinde büyük bir tesir hasıl etti. Muhammed: s
-Kalbleri değiştiren ve onları istediği istikâmete çeviren Allâha hamdü
senâ olsun! diye bağırdı. Peygamber bu sözlerden sonra hemen dışarı çıktı.
Zeyneb, Muhammed üzerindeki tesirini anlamıştı. Vak'ayı olduğu gibi kocasına
anlattı. Zeyd'i derin bir tereddüd ve düşüncedir aldı. Velinimetine nihâyet
derecede sâdıktı; sonra O'nun çabucak alevlenmeye istidâdlı bir yaratılışta olduğunu
biliyordu. Vaziyet fevkalâde nâzikti. Zeyd bu vak'a üzerine karısını nikânmda
tutamayacağını düşündü... Yalnız muhakkak olan şudur ki, zavallı mütereddid
Zeyd bu fenâ vaziyetten kur tulmak için, bundan başka çare görmemiş ve çirkin
bahtını güleryüzle karşılamayı tercih etmiştir. Zeyd, karısını Peygambere
bırakmak istedi ğini bildirdiği zaman O,
-Niçin? Karında ne kusur gördün? dedi.
-Hiç bir kusur görmedim. Fakat artık onunla bir arada kalamam.
-Haydi git. Karını alıkoy ve Allâh'tan kork.
Fakat Zeyd, bu sözlerin Peygamber'in asıl fikrine tercüman olmadığını,
O'nun saygı, muhabbet ve rezâlet korkusu gibi sebeblerden dolayı böyle
söyleyiverdiğini anlayı vermiş ti."1
Emile Dermenghem bu konuya şöyle devam ediyor:
"Zeyneb meselesinin bir rezalet şeklinde görülmesi ahret oğulluk
hakkmdaki bir konunun ihlâl edilmiş olmasından ileri geliyordu. Fakat kanun
değişince ortada hiçbir rn.esele kalmadı. Peygamber'in arkadaşları bu işlerde
reislerinin göz açıklığını takdir bile ediyorlardı."[175] [176]
Caetani ve E.Dermenghem'in bu fikirlerini Savary de, Mahomet Le Koran
adlı eserinde aynen benimsemektedir.1
Emile Dermenghem, Hz.Peygambere saldırıda bir adım daha ileri gidiyor ve
Hz.Peygamber'in bu konuda Allâhtan gelen vahiy doğrultusunda hareket eden bir
Peygamber değil, aksine kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda hareket ederek o
zamanki toplumun yerleşmiş ah lâk kurallarını çiğneyen, bu davranışlarını haklı
göstermek için Allâh'tan bu konuda vahiy aldığını söyleyen bir kimse olduğunu
imâ etmeye çalışıyor. Dermenghem'in ifâdesine göre Hz.Peygamberin ashâbı da O'nun
(sav) bu davranışlarına göz yuman, O'nu bir Peygamber değil, başlarına
geçirdikleri gözü açık bir lider olarak gören bir topluluktur. Tabiiki
Dermenghem'in bu düşünce ve sözlerinin ne kadar gerçekten uzak olduğu,
Hz.Peygamber'i ve O'nun ashâbını tarif etmekten uzak bulunduğu açıktır.
Kur'ân'ın ifâdelerine bir göz atmamız Hz.Peygamber'in vahiy konusundaki
statüsüne bir açıklık getirecektir:
"Ey Allâh'm Elçisi, Rabbinden sana indirileni duyur, eğer bunu
yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun." (6.Mâide, 67)
"Resûle düşen, sadece duyurmadır. Allâh neyi gizleyip neyi açığa
vurduğunuzu bilir." (6. Mâide, 99).
"Eğer yine yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen sadece açık
bir şekilde duyurmaktır" (16.Nahl, 82).
"Rösûle düşen, ancak açıkça duyurmadır." (24,Nûr, 54; 29.
Ankebût, 18)
"Allâh’a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine birşey
vahyedilmemişken Bana da vahyolundu diyenden ve Ben de Allâh'm indirdiği gibi
indireceğim diyenden daha zâlim kim olabilir?" (ö.En'âm, 93).
"O, hevâdan konuşmaz, O, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey
değildir." (53.Necm,3-4).
"Eğer O, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette onun
kuvvetini alırdık. Sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna
engel olamazdı." (69.Hâkka, 44-47)
Bütün bu âyetlerden anlaşılan Hz.Peygamber'in ancak tebliğle yükümlü bir
kimse olduğu, canı istediği zaman keyfine göre vahiy almaya, âyetler indirmeye
gücünün yetmeyeceği, bu hususun Allâhm irâdesine bağlı olduğu, Kur’ân'dan
olmayan bir hususu bu da Kur'ân'dandır diye Kur'ân'a dâhil edemeyeceği,
Allâh'tan indirilen hiç bir şeyi gizleyemeyeceğidir. Ayrıca ashâbm büyük
âlimlerinin de ifâde ettiği gibi, şayet Hz.Peygamber Kur'ân'dan olan bir şeyi
gizlemeye güç yetirebilse, veya Kur'ân'da kendi irâdesi doğrultusunda bir
tasarruf yapma yetkisi olsaydı, konumuzla ilgili olan şu âyeti Kur'ân'a almazdı
veya değiştirirdi:
"Ey Muhammedi Allâh'm nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin
kimseye 'Eşini bırakma, Allâh'tan sakın' diyor, Allâh'ın açığa vuracağı şeyi
içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun, oysa Allâh'tan çekinmen daha
uygundu."(33. Ahzâb, 37).
Sonuç olarak Caetani ve Emile Dermenghem'in bu hikâyeleri asılsız ve
kasdîdir. Bazı İslâm Tarihi kaynaklarında yer alan bu konudaki rivâyetler de
asılsızdır. Hz.Peygamber, kabilesinin en güzel kızı olan Zeyneb bint Cahş'la
karşılaşıyor, ona âşık oluyor, gençliğinin bütün tarâ veti içindeki olan
Zeyneb Hz.Peygamber'e etki yapıyor. Bütün bu iddialar doğru olmayıp,
Batıhlar'm Harem hikâyeleri gibi tamamiyle hayal ürünü iftirâlardan ibârettir.
Çünkü Hz.Peygamber, Zeyneb bint Cahş'ı Zeyd b.Hârise ile bizzat kendisi
evlendirmiştir, Zeyneb b.Cahş’da halasının kızıdır.[177]
Zeyneb bint Cahş, Medine'ye hicret eden nıü'min kadınlardı. Hicretten
sonra bizzat Hz. Peygamber tarafından Zeyd'le evlendirilmişti. İbn Sâd'm
kaydettiğine göre, Zeyneb (ra) ta baştan Zeyd b.Hârise ile evlenmeye karşı
çıkmıştır. Kendisinin Kureyş kabilesinden olduğunu ileri sürüp, Zeyd'le denk
olmadığını düşünerek bu evliliğe rıza göstermemişti. Ancak "Allâh ve
Resûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allâh ve Resûlüne karşı gelirse,
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33.Ahzâb, 36) âyeti nâzil olunca bu
evliliğe rızâ göstermiş ve Hz.Peygamber tarafından Zeyd b.Hârise ile
nikâhlanmıştı. Bu da Islâm'ın yaptığı bir diğer sosyolojik inkılâb maksadıyla,
Hz.Peygamberin Sünneti gereği insanların eşit olduğunu göstermek, bunu topluma
yerleştirmek maksadıyla yapılmıştı. Hz.Peygamber kendisi de, çeşitli millet ve
kabilelere mensup hanımlarla evlenerek, o zamanki toplumda geçerli olan Câhili
soysop düşüncesini yıkmış, inananların hangi ırk veya kabileye mensup olursa
olsun eşit olduğunu göstermişti.[178]
Hz.Peygamber, Zeyneb'le evlenmek isteseydi, Zeyd'le evlendirmeden onunla
evlenebilirdi. Madem ki Zeyneb bint Cahş, kabilesinin en güzel kızı imiş,
Hz.Peygamber bir görüşte kendisine âşık olmuşmuş, çok genç ve çekici imiş,
hangi sebeble Hz.Peygamber, onu Zeydle evlendirmeden önce kendisi nikâhlamamıştır?
Üstelik Zeyneb bint Cahş da zaten Zeyd'i (ra) istemiyordu. Hz.Peygamber'in,
Zeyneb b.Cahş'ı nikâhlamasma ne mâni vardı? Caetani, E.Dermenghem ve benzerleri,
Hz.Peygamber'in Zeyd b.Hârise'yi hanımı Zeyneb'i boşamaya mecbur ‘ettiğini,
bunu sözle demese bile davranışlarıyla imâ ettiğini söylemek istiyorlar. Bu
apaçık bir iftirâdır. Böyle olsaydı onu ilk baştan Zeyd'e (ra) nikâhlamazdı
veya "boşa" derdi. Halbuki "Allâh'tan kork, karını tut!"
demiştir. Kaldı ki, Zeyneb'i Zeyd'e (ra) istemeye bizzat Hz.Peygamber
gitmişti. Zeyneb ile kardeşi Abdullâh bin Cahş, Hz.Peygamber'i görünce kendisi
için dünürcülüğe geldğini sanmışlar, sevinmişler, fakat Zeyd b.Hârise için
geldiğini anlayınca canları sıkılmıştı. Bu hususta âyet nâzil olunca sonradan
râzı olmuşlardı.1 Müfessirler, Ahzâb sûresinin 36.âyetinin,
Hz.Peygamberin Zeyneb b.Cahş'ı Zeyd'e istediği zaman Zeyneb’le kardeşi
Abdullâh'm bundan kaçınmalarından dolayı nâzil olduğunu kaydetmektedirler.[179]
[180]
Kaydedildiğine göre, Zeyd b.Hârise ile Zeyneb b.Cahş (ra) ancak bir yıl
veya biraz daha fazla bir süre geçinebildiler^ Zeyneb, Zeyd'e sert muamele
ediyor, onu kendisine denk saymıyordu. Bunun sebebi de Zeyd'in kölelikten azâd
edilmiş bir kimse olmasıydı. Zeyneb (ra) arasıra, Hz.Peygamber'e akraba oluşuyla,
şeref ve asaletiyle Zeyd'e (ra) karşı büyüklenmek istiyordu.[181]
İbn Sâd'm kaydettiği gibi, Zeyneb'in (ra) ta baş tan beri kendisini Zeyd
ile denk görmeme hâdisesi vardır. Bu sebeble de Zeyd'le (ra) istemeyerek
evlenmişti. Hicretten sonra ö.yılda yapılan ve çok kısa süren bu evlilik ise,[182]
gönülsüz olduğu için huzursuzluk ve geçimsizlik içinde sürmüştür. Nitekim Zeyd
b.Hârise'nin Hz.Peygamber'e ^eyneb'i (ra) şikâyete geldiği kaydedilmektedir.1
Bu geçimsizliğin sonunun ayrılık ve boşanma getireceği tahminden uzak bir husus
değildir. Nitekim Zeyneb (ra), Zeyd b.Hârise'den (ra) boşanıp Hz.Peygamber'in
kendisiyle evlenmek istediği bildirilince sevincinden secdeye kapanmış ve iki
ay oruç tutmayı adamıştır.[183]
[184]
Bunu da Zeyd'i (ra) istemediği, onu kendisine denk görmediği, kendisine
Hz.Peygamber'i münasip ve denk gördüğü için yaptığı açıktır. Evlendiği zaman da
Zeyneb (ra) Arabistan şartlarına göre pek genç çağda değil, 35 yaşında idi.[185]
Bu yaş, gençlik ve güzelliğin nisbeten artık geçtiği bir yaştır. Hz.Peygamber (sav)
âyetten de anlaşılacağı gibi, onlar geçimsiz oldukça ve bu geçimsizlik ve
mutsuzluğun onları boşanmaya doğru götürdüğünü gördükçe, boşanırsa kendim
Zeyneb'i nikâhıma alayım, buna lâyıktır diye bir insan olarak düşünmüş, bu
duygu ve düşünceleri kalbinden geçirmiş olabilir.[186]
Cemil Sena da, Caetani ve benzerleri gibi Hz.Peygamber’in Zeyneb'e (ra)
meftûn olduğunu iddia ederek, şunları ilâve ediyor: "Açıkça anlaşılıyor
ki, bu evlenmede babalıkların evlâtlıklarının eşleriyle evlenmelerinde bir
sakınca olmayacağını bildiren şefî bir yenilik getirmiştir ki, bu, çağımızın
uygar kanununa uygundur."[187]
Şimdi de, yukardaki görüşlerimizi paylaşan insaf sâhibi batılı
yazarlardan bu konuda görüşler nakletmek istiyoruz. John Davenport bu konuda
şunları kaydetmektedir:
"Bu sıralarda Hz.Muhammed'in, evlâdlığı olan Zeyd'in boşadığı
karısını kendi nikâhı altına alması yüzünden, Peygambere gayet haince iftiralarda
bulunulduğundan, bu iftirâya karşı savunmak ve yalanlamak için biraz duralım:
İslâmlık'tan çok zaman önce Araplar arasında yaygın olan bir göreneğe göre bir
insan bir kadına 'Anam ol1 diyecek olursa, o adam artık o kadınla
evlenemezdi. Nasıl ki, bir çocuğa 'Oğlum ol' diyecek olursa, o çocuk evlâdlığı
olur ve gerçekten bir evlâdın bütün haklarını kazanırdı. Kuran, bu iki
göreneği de kaldırdı. Böylece bir insan bir kadına 'Anam ol' derse evlilik bağı
bozulmuyor, ya da bir evlâdlığı tarafından boşanan bir kadınla evlenebiliyordu.
Hz.Muhammed, Zeyneb adındaki müslüman kızma saygı ile duygulandığı için, onu
yine çok sevdiği bir genç olan Zeyd'e almıştı. Fakat bu karı-koca mutlu
olamadıklarından Zeyd, Hz.Muhammed'in sözlerini dinlemeyerek karısını boşamaya
karar vermişti. Hz.Muhammed, boşanma olduğunda evlenmenin yapılmasına kendisi
sebeb olduğu için, kendisine söz geleceğini düşünerek ve ayrıca da Zeyneb'in
etkili şikâyetini duyarak, onu nikâhı altına almakla sorunu çözümlemek
istemişti. Hz.Muhammed, yukarda bildirdiğimiz göreneğe göre, bu kadını aldığı
zaman Araplarca saldırılara uğrayacağım, suçlu sayılacağını bildiği halde ödev
ve görev yüzünden bütün bu karşı koymaları dinlemeyerek Zeyneb'le evlenmiştir.[188]
John Davenport, bu hadiseye sadece kişisel bir olay olarak bakmış,
Hz.Peygamberin vicdânî bir borcu ödemeye çalıştığı yaklaşımında bulunmuş,
hâdisenin İslâm Toplumunda yaptığı inkılâba değinmemiştir. Ancak yine de
insaflı hareket ettiği, adâlet duygusundan ayrılmadığı ortadadır.
MWatt ise bu konuda şu gerçekçi görüşleri ileri sürmektedir:
"Muhammed'in bütün evlenme leri arasında, üzerinde en çok tartışılanı 627
Martının sonuna doğru oldu. Bunda Muhammed başka bir Zeyneb'le, Zeyneb bint
Cahş'la evlenmişti. Bu olay hem Muhammed'in çağdaşlarınca kınandı, hem de
Avrupalı bilginlerin zehirli hücumlarına vesile oldu.... Zeyneb, Muhammed’le
kardeş çocuğu idi. Peygamberin babasının kız kardeşlerinden birinin kızıydı.
Hicret sırasında herhalde duldu ve ihtimal ki, müslüman olan kardeşleriyle
birlikte Medine'ye göçmüştü. Orada Muhammed'in zoruyla istemeye istemeye,
Muhammed’in evlâdlığı Zeyd b.Hârise ile evlendirilmişti. 626 yılı içinde
Muhammed Zeyd'le konuş mak için onun evine gider, Zeyd evde değildir, fakat
Muhammed, Zeyneb'i yarı giyinik olarak görür ve bazılarına göre ona âşık
olur... Bu kısa hikâyenin özünden şüphe edilemez, ama birçok ayrıntıları
güvenilir şeyler değildir ve tümünün mânâsı da tartışma konusudur. Muhammed'in
gerek kendisi, gerek yakınları için tertiplediği evlenmelerin hepsinde olduğu
gibi, bu evlenmede de siyâsi bir maksat vardı. Zeyneb, annesi tarafından
Muhammed'in yakın akrabası idi ve bu sebeble de Peygamber belki kendisini biraz
ondan sorumlu saymaktaydı. Zeyneb'in babası Ebû Süfyân'm himâyesindeydi, yahut
vaktiyle öyleydi. Ebû Süfyân'm, Muhammed'e karşı .Mekke'nin savaşını idâre
ettiği sırada bu evlenişin bu tarafı onun gözünden kaçmamıştı. O devre doğru
Zeyneb'in iki kız kardeşi de muhâcirlerin ileri gelen ikisiyle evlenmişti.
Kendisinin de Zeyd'le evlenişi önemli bir kişi sayıldığını gösterir. Çünkü
Zeyd, Muham-med'in çok değer verdiği bir insandı ve eğer vakitsiz ölmeseydi ona
halef olabilirdi. Ne yazık ki, Zeyneb'in Zeyd'i neden istemediğini bilmiyoruz.
Onun kendisine denk olmadığını düşünemezdi. Bununla beraber gözü yüksekte olan
bir kadındı ve ta önceden Muhammed'le evlenmeyi ummuş olabilirdi. Onun,
Muhammed’in siyâsî sebeblerle uygun bulmadığı biriyle evlenmek istemiş olması
da mümkündür. Her ne hal ise, Zeyneb 626 sonundan önce Muhammed'le evlenmenin
yolunu hemen hemen en emin şekilde bulmuştu. Muhammed'in, Zeyd evde yokken
Zeyneb'le rastlaşması ve onun güzelliği karşısında kendînî kaybetmesi
hikâyesini pek ciddiye almaya gelmez. Bunlar ilk kaynaklarda yoktur. Üstelik
Zeyneb, Muhammed'le evlendiği sırada otuz beş veya otuz sekiz yaşındaydı, ki o
devirdeki bir Arap kadını için bu ileri bir yaştı. Muhammed'in, Hatice'den
başka bütün eşleri evlendikleri sırada daha gençtiler; hatta içlerinden çoğu bu
evlenme sırasında da Zeyneb'ten daha genç yaştaydılar. Zey neb, güzelliğinin
geri kalanından faydalanmış olabilir ama, bu hikâyenin gerçek bir temeli olsa
bile, bunun daha sonradan bazı retuşlara uğradığından şüphe etmek lâzımdır....
Daha ilk bakışta, bu evlenmedeki aşk temasını Muhammed'in biyograflannm hayal
güçlerinde geliştirdikleri duygusu uyanmaktadır. Elli altı yaşında bir adamın,
otuz altı, belki de daha fazla yaştaki bir kadına karşı böyle bir tutkuya
kapılması pek de akla uygun gelmez.... Bu evlenmede beğenilmeyen taraf, bunun
mahremler arasında zinâ sayılması idi. Bir adamın kendi oğlundan ayrılmış bir
kadınla evlenmesi mahremler arasında zinâ idi, bir evlâdlık da öz evlâd gibi
sayılmaktaydı. İşte Medine halkından birçoklarını Muhammed aleyhine çeviren de
bu idi... Çok muhtemel olarak bu hısımlık anaerkil ve bunun sonucu olan
evlilik müessesesinin gevşekliğiyle sıkı sıkıya bağlıydı. Bu olayla ilgili
başka bir âyette de, insanların ancak kendi hakiki babalarının evlâdı
sayılmaları gerektiği söylenmektedir. Bu da bekleme müddeti zorunluluğu
içindeki bir adamın babasının kim olduğunun açıkça anlaşılması prensibiyle aynı
amacı gütmektedir. Bundan başka bir şey söylemenin imkânı yoktur. Sosyal
reformun bu noktası istenir bir şeydi, ama geciktirilmez bir şey miydi? Bunun
için hiçbir şey söyleyemeyiz. Ama bu işin içinde hem siyâsî, hem de sosyal
reform düşüncesi hâkimdi ve romantik aşka, olsa olsa pek küçük bir pay
ayrılabilir."[189]
Watt, bu konuda benzer görüşleri Mühammad at Medma adlı eserinde de
kaydetmiştir.[190]
Maxime Rodinson ise, Hristiyân Batıkların, Voltercilerin, Caetani ve
benzerlerinin kullandıkları malzemeyi İslâmî kaynakların verdiğini ve son
müslüman araştırıcıların Watt'ın görüşlerine şaşılacak derecede katıldıklarını
söyleyerek, şunları kaydediyor:
"Muhammed, evlâdlığmın karısıyla evlenmeyi reddediyordu.
Hoşnutsuzluk çıkmasından çekindiği belliydi. Evlâdlık edinmek Arap törelerine
göre öz evlâd sâhibi olmakla eş anlamlıydı. Zeyneble evlenmek, kendi kızı ile
evlenmek anlamına gelecekti ki, böyle bir şeyi asla istemiyordu. Fakat ileri
görüşlü bir ferdiyetçi olduğuna tanıklık ettiğimiz ve soyunun sayısız yanlış
inancına cesaretle karşı çıkmış bir zekâ olan Muhammed, sanıyoruz ki, evlâdlık
edinmekle öz evlâd sahibi olmanın eş anlamda değerlendirilmesindeki garâbeti
sezmiştir. Ve tabii bütün güç zamanlarda olduğu gibi Allâh gene onun yardımına
koştu... Günümüzün müslüman yazarları tuhaf bir rastlantı olarak W.Montgonıery
Watt'ın iddiasına katılarak, olayın seks dışı özelliği üzerinde ısrarla
durmuşlardır. Zeyneb otuzbeş yaşındaydı ve arzulanacak bir tazeliği yoktu. Bu
evlilik daha çok politik bir uzlaşmayı sağlamak amacına dayanıyordu (Çünkü
Muhammed, bu sayede Ebû Süfyân'm müttefiklerine akraba çıkıyordu), ayrıca
evlatlık almanın hukûki yönden yanlış yorumlamalara yol açabilecek kargaşalığını
da düzeltmiş, geçerli bir örnek yaratmış oluyordu."[191]
Maxime Rodinson, günümüz müslüman yazarlarının tuhaf bir raslantı olarak
W.M.Watt'm iddiasına katıldıklarını söylüyor. Bunda şaşılacak bir husus
yoktur. Çünkü Watt, gözleri İslâm düşmanlığı ve Hz.Muhammed'e kinle perdelenmediği
için gerçekleri bir ilim adamına lâyık şekilde ortaya koyarak, bu konuda doğru
olan hususu tesbit etmiştir. Zaten, bu konuda gerçek de bundan ibârettir,
müslümanlar da bunun böyle olduğuna inanmakta olup, sahih haberler de bunu
teyid etmektedir. Müslüman araştırıcılar doğruyu ortaya koyan Watt'm
iddialarına katılmayıp, Hz.Peygamber'e ve İslâm'a kin ve düşmanlıkla dolu
batılı hristiyan veya yahudilerin ortaya attıkları asılsız iddia ve iftiralara
mı katılacaklardı? Hiçbir kimsenin böyle bir şey istemeye hakkı bulunmadığı
gayet açık ve net bir husustur.
Maxime Rodinson bu konuya şöyle devam etmektedir: "Hristiyân
Batılılar ve Volterciler daha çok Peygamber'in yıldırım aşkına tutulduğu
şeklinde düşünerek bu olayı'yorumlamış ve biraz da alaycı bir tavır
takınmışlardır. Fakat yorum, kaynaklar gözden geçirilecek olursa görülecektir
ki, Batıhlann değil doğrudan doğruya Arap kaynaklarının yorumudur. Zeyneb'i
gördüğünde Mu hammed'in coşkunluğu üzerinde ısrarla duran, işin erotik yönünü
Zeyneb'in olağanüstü güzelli ğini ısrarla belirten bu kaynaklardır. Bütün bunlardan,
Muhammed'in söz konusu âyetleri icâd ettiği, kendi arzularının ifâdesini
Allâh'm ağzına yerleştirdiği ve dolayısıyla de sahtekârın biri olduğu sonucunu
çıkarmak doğru mudur? Bence Hayır."1
Maxime Rodinson'un, İslâm düşmanı Batıklara, Voltercilere malzemeyi Arap
kaynakları nın verdiği şeklindeki düşünceleri doğrudur kanaatindeyiz. Ancak bu
malzemelerin güvenilirlik açısından bir değeri yoktur.
Son devir âlimlerimizden Kâmil Miras da bu konuda şunları kaydetmektedir:
"Zeyneb, Benî Esed'in en şerefli bir aile kızı olmakla Zeyd'i kendisine
küfüv ve muadil addetmeyerek hırçınlık ediyor ve bir türlü geçinemiyordu.
Nihâyet Zeyd, Zeyneb’i bırakmakla Rasûlü Ekrem izdivâç ile taltif buyurdu. Bu
defa Yahudiler ve münâfıklar: Muhammed oğlunun karısı ile evlendi demeye
başladılar. Bunun üzerine Ahzâb sûresi âyetleri inip, arada nesebî ve hakikî
bir evlâdlık bulunmayıp, Câhiliyye âdeti üzerine tefevvuhâttan ibâret olduğu
bildirildi. Bundan böyle tebenhî edilen oğullukların, kendi vâlidleri olan
babaları adıyla çağrılması emrolundu. Aynı zamanda bu câhiliyyet çağrısıyla
beraber buna terettüp eden hukûki münasebetler de lağvolundu. Onun yerine dînî
kardeşlik ve dostluk ikâme edildi.[192] [193]
Abdullâh Draz ise bu konuda şunları tesbit ediyor:
"Bu neviden hükümler, Hz.Peygamberin evlâtlığı Zeyd'in karısını boşaması
halinde zirvesine ulaşmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de sadece bu evlilikten söz
edilmiştir. Onun bu evliliğe mâni olmak için elinden gelen bütün gayreti
gösterdiği malumdur, ancak Kur an-ı Kerîm, Câhiliye devrinin evlatlık
müessesesine son vermek amacıyla (Hz.Peygamber'in arzu ettiği gibi sadece nass
ile değil, fakat aynı zamanda örnekle) onu bu evliliğe icbâr etmiştir. İşte en
güçlü duygulara rağmen yapılmış olan zoraki evlilik diyebileceğimiz bir
durumdur..."1 Tirmizî'nin Sünen'inde bu hususu destekleyen
tarzda rivâyetler yer almıştır.[194]
[195]
Müsteşrikler tarafından Hz.Peygambere dil uzatılmasına vesile olan
rivâyetleri İbn İshâk, İbn Sâd, Taberî ve İbn Ebî Hâtim'in naklettiklerini
görmüştük. Bu rivâyetler arasında muhteva açısından bir birlik yoktur. İbn İshâk'm
yaptığı rivâyette, Hz.Peygamber'in Zeyd b.Hârise'nin hastalığı sebebiyle onu
ziyârete gittiğinden bahsedilirken, İbn Sâd ve Taberî'nin rivâyetlerinde
Hz.Peygamber ziyârete gittiğinde Zeyd b.Hârise'nin (ra) evde bulunmadığından
bahsedilmektedir.[196]
Bu durum ilk bakışta muhteva açısından bir bütünlük taşımayan bu rivâyetlere
güvenilemeyeceğini göstermektedir. Bu rivâyetlerden İbn İshâk’a ait olanında:
"Hz.Peygamberin evlâdlığı Zeyd b.Hârise hastalandığında onu ziyarete
gittiği, hanımı Zeyneb bint Cahş'm Zeyd’in başında oturduğu, Zeyneb'in bazı
işler için kalktığı, bu sırada Hz.Peygamber'in ona bakıp başını eğdiği ve
'Kalbleri ve bakışları çevirenin şanı ne yücedir' dediği, bunun üzerine Zeyd
b.Hârise'nin (ra), 'Onu senin için boşayayım ya Rasûlallah' dediği, bu sebeble
Cenâb-ı Hakk'm Ahzâb sûresi 37.âyeti indirdiği nakledilmektedir. İbn İshâk
(v.161) bu rivâyeti Yûnus, Şa'bî'nin kölesi Ebû Seleme elHemedânî vasıtasıyla
Şa'bî'den nakletmektedir.1
İbn İshâk'ın, Hz.Peygamber'in Zeyd b.Hârise (ra) hasta iken ziyârete
giderek, orada, sanki hayatında ilk defa görmüş gibi Zeyneb b.Cahş'a bakarak
"Kalbleri çevirenin şanı ne yücedir" dediğini ve Zeyd b.Hârise'nin
hanımını sırf bu yüzden boşamayı teklif ettiğini veya boşadığını nakleden
rivâyetini kabul etmeye imkân yoktur. Ayrıca bu rivâyetin senedi kopuktur.
Senedde ashâba mensup olup, olayı nakleden herhangi bir kimse yoktur. Bu
rivâyeti Şa'bî’den alan Ebû Seleme el-Hemedânî hadis âlimlerine meçhûl bir
kimsedir. Daha sonraki râvî Yûnus'un ise, "münkeru'l-hadîs" olduğu
kaydedilmektedir.[197]
[198]
îbn Sâd (v.230) ise et-Tabakâtü'l-Kübrâ adlı eserinde;
"Hz.Peygamber'in, evlâdlığı Zeyd b.Hârise'yi ziyâret maksadıyla evine
geldiğini, Zeyd'in bu sırada evinde bulunmadığını, bu sırada gündelik
kıyafetiyle evde bulunan Zeyneb b.Cahş'm Hz.Peygamber'e Zeyd'in evde olmadığını
söyleyerek içeri dâvet ettiğini, Hz.Peygamber’in de günlük ev kıyâfetiyle
kapıya çıkan Zeyneb bint Çalıştan yüz çevirdiğini ve eve girmediğini, bu esnâda
Zeyneb bint Cahş'm (ra) telaşla örtünmeye çalıştığını ve Hz.Peygamber'in
kendisini beğendiğini bu sebeble de Kalbleri çevirenin şanı ne yücedir diyerek
geri döndüğü, daha sonra evine gelen Zeyd b.Hârise'nin (ra) durumu hanımı
Zeyneb bint Cahş'tan öğrenerek, Hz.Peygamber'in huzuruna geldiğini ve 'Ya Rasûlallâh,
herhalde Zeyneb senin hoşuna gitmiştir, ondan ayrılayım' dediğini,
Hz.Peygamber'in de 'Karım nikâhında tut' buyurduğunu" nakletmektedir.1
İbn Sâd, bu rivâyeti hocası Muhammed b.Ömer el-Vâkıdî, Abdullâh b.Âmir
el-Eslemî ve Muhammed b.Yahyâ b.Habbân’dan nakletmiştir. Bu rivâyet te İbn
İshâk'ın rivâyeti'gibi sened bakımından kusurludur. Senedde Hz.Peygamber'in
ashâbından herhangi bir kimse mevcut değildir, isnâd da kopuktur. Ayrıca İbn
Sâd'm bu rivâyetinde yer alan râvîler hadis âlimleri tarafından tenkîd
edilmişlerdir. Bu rivâyetteki ilk râvî Mu hammed b.Ömer el-Vâkıdî, aynı zamanda
İbn Sâd'm hocasıdır ve îbn Sâd'm Hz.Peygamber'le ilgili haberleri
(ahbâru'n-Nebî) hocası el-Vâkıdî tarafından toplanan malzemelere
dayandırılmıştır. Hz.Peygamber'in Medine'deki faaliyetleri ve devlet adamlığı
ile ilgili bölümlerde kullandığı haberlerin tek râvîsi el-Vâkıdî'dir. Hadis
âlimleri ise, el-Vâkıdî'nin yalancılık ve sahtekârlıkla meşhûr bir kimse
olduğunu, onun, Abbâsîler'in ahlâka uymayan hareketlerini haklı göstermek için
bu gibi rivâyetleri uydurduğunu söylemişlerdir. Ahmed b.Hanbel onun
"Kezzâb" (yalancı) olduğunu söylemiştir. îmâm eş-Şâfi'î, el-Vâkı
dînin kitaplarının yalanla dolu olup, el-Beyhakî'nin onun kitaplarından
naklettiği şeylerin hepsinin yalandan ibâret olduğunu bildirmiştir. Ayrıca
elVâkıdî'nin isnâd uyduran yedi kişiden birisi olduğunu zikretmiştir. İmâm
el-Buhârî, el-Vâkıdî'nin "Metrûku'l-Hadîs" olduğunu, rivâyetinin
Ahmed b.Hanbel, İbnü'l-Mübârek, İbnNumeyrve İsmâîl b.Zekeriyyâ gibi hadis âlimleri
tarafından terk edildiğini söylemiştir. Yine el-Buhârî, yanımda el-Vâkıdî'den
aldığım bir tek harf bile yoktur, onun hadisinden de hiçbir şey bilmiyorum
demiştir. Müslim de, el-Vâkıdî'nin "metrûkü'l-hadîs" olduğunu
söylemiş, Yahyâ b.Ma'în ise hadisinin yazılamayacağını, kendisinin zayıf
olduğunu zikretmiştir. Ali b.el-Medînî, Ebû Hâtim, îshâk b.Râhûye,
el-Vâkıdî'nin hadis uydurduğıinu ifâde etmişlerdir. Ebû Dâvud, onun hadisini
yazmam, ondan hadis nakletmem derken, en-Nesâî, el-Vâkıdî'nin Rasûlullâh (sav)
üzerine hadis uydurmakla tanınan dört kişiden birisi olduğunu kaydetmiştir.
Ebû Zür'a, Ukaylî ve Ebû Bişr ed-Dolâbî, hadis âlimlerinin el-Vâkıdî'nin
hadisini terkettiklerini bildirmiştir. ez-Zehebî, İbn Mâce'nin Sünen'indeki bir
tek rivâyet (hadis no: 1095) hâriç, Kütüb-ü Sitte'de el-Vâkıdîden yapılmış bir
tek rivâyet yoktur, bu da el-Vâkıdî'nin âlimler tarafından zayıf kabul
edilişindendir, demiş ve hadis âlimlerinin el-Vâkıdî'nin zayıflığı üzerine
ittifak ettiklerini zikretmiştir.1 es-Sehâvî de, İbn Sâd için
"hocası el-Vâkıdî zayıf olsa bile kendisi sikadır" demiştir.[199]
[200]
Hadis âlimleri, İbn Sâd’m rivâyetindeki ikinci râvî olan Abdullâh b.Amir
elEslemî'nin zayıflığı üzerinde ittifâk etmişler-dir.[201] Üçüncü
râvî Muhammed b.Yahyâ b.Habbân ise munkatı hadis rivâyet etmekle tanınmıştır.[202]
Bütün bu sebeblerden dolayı İbn Sâd'm bu konudaki rivâyetine güvenmek
mümkün değildir.
Taberî (v.310) ise, Tefsirinde bu konuda İbn Sâd'm, hocası el-Vâkıdî'den
yaptığı rivâyet doğrultusunda hareket etmiş ve Yûnus, İbn Vehb, İbnZeyd
vâsıtasıyla müsteşriklere malzeme teşkil eden bir nakilde bulunmuştur.
Taberî'nin rivâyetinde de, Hz.Peygamber'in evlâdlığı Zeyd b.Hârise'yi ziyârete
gittiği, Zeyd'in bu sırada evde olmadığı, kapıdaki perdenin rüzgârdan açıldığı,
Hz.Peygamber'in de bu sırada yarı çıplak vaziyette içerde bulunan Zeyneb
b.Cahş'ı gördüğü ve içinden onu beğendiği, daha sonra Zeyd b.Hârise'nin
Hz.Peygambere gelerek, hanımı Zeyneb b.Cahş'ı boşamak istediğini söylediği gibi
hususlar kaydedilmektedir.[203]
Müsteşriklerin dört elle sarıldıkları bu rivâyeti Taberî'nin aslında
elVâkıdî'den yaptığı anlaşılmaktadır. el-Vâkıdî hakkmdaki görüşler ise yukarıda
kaydedilmiştir. Taberî'nin bu rivâyetinin senedinde de bu konuda zikredilen
daha önceki rivâyetlerde olduğu gibi ashâbtan kimse yoktur. Senedde hem
kopukluk, hem de hadisçiler açısından rivâyetleri makbûl olmayan meçhûl ve
münker kimseler vardır. Daha önce kaydedilen rivâyetlere güvenilemeyeceği gibi
Taberî'nin bu rivâyetine de güvenilemez. Bu asılsız rivâyeti Taberîden başka
kimseler de nakletmişlerdir. Ancak hadis âlimleri onları tenkîde bile lâyık
görmemişlerdir. İbn Hacer el-Askalânî "İbn Ebî Hâtim ile Taberî'nin
naklettikleri bazı rivâyetler vardır ki, müfessirlerin çoğu onları nakletmiş
iseler de, onlarla meşgul olmaya değmez" demiştir. İbn Kesîr ise,
"İbn Ebî Hâtim ile Taberî, burada seleften bazı garib haberler
nakletmişlerse de sahîh olmadıkları için biz onları nakletmeye lüzum
görmedik" demiştir. el-Buhârî, Müslim gibi büyük hadis imâmları da bu
rivâyetleri kitaplarına almamışlardır. Bu sebeble bu rivâyetlerin aslı yoktur.
Akıl da bunların uydurma olduğunu ortaya koyar. Çünkü bir kimsehin beraber
yürüyüp, yetiştiği bir akraba kızını ta evlenip te üzerinden aylar geçtikten
sonra görmüş olmasına âdeten imkân yoktur. Bekârlığında gördüğü farz edildiği
takdirde bile, bütün tazelik ve güzelliği üzerindeyken beğenmeyip te, yıllar
geçip yaşlandıktan sonra bir görüşte âşık olacak derecede sevmesi yine âdeten
mümkün değildir.[204]
Ayrıca şurası bir gerçektir ki, İbn îshâk, İbn Sâd ve Taberî, kendilerine
ulaşan rivâyetleri eserlerinde naklederek, gelecek nesillere aktarmakla
yetinmişler, bu rivâyetleri sıhhat açısından tenkide tâbi tutmamışlardır. Bu
bakımdan onların eserlerinde yer alan rivâyetlerin hepsi aynı derecede güvenilirlik
taşımazlar. Bu âlimler, eserlerinde naklettikleri rivâyetleri alırken, diğer
hadis imâmlarının bir rivâyetin kabulu için gözettikleri şartlar gibi, bir
takım şartlar ortaya koymamışlardır. Sadece, elde ettikleri rivâyetleri sahih
olup olmadığına bakmaksızın kitaplarında nakletmişler, bu yönüyle de o zaman
dolaşmakta olan bir takım rivâyet ve haberlerin kaybolmasını önleyerek,
günümüze ulaşmasını sağlamışlardır. Söz gelimi "hadis imâmlarından
el-Buhârî ve Müslim, el-Câmiu's-Sahîh'lerinde naklettikleri bir rivâyeti,
eserlerine, koydukları birtakım sıhhat şartlarına uyması halinde almışlar, aksi
halde bu rivâyeti kabul etmemişlerdir. Bu sebeble de onların Sahîhayn diye
adlandırılan el-Câmiu's-Sahîh'lerinde genel olarak İslâm âlimlerinin güvenini kazanmış
sahhih rivâyetler yer alır. Fakat bir rivâyetin kabulü için diğer hadis
iıîıâmlarınm sıhhat şartlarına benzer kabul prensipleri gözetmeyen İbn İshâk,
İbn Sâd, Taberî ve aynı durumdaki diğer âlimlerin eserlerinde aynı konüda
sahih, hasen, zayıf, metrûk, mevzû hükmünü taşıyan rivâyetler karışık bir halde
yer alabilmektedir. Bu yönden bir rivâyetin kabülü için sıhhat şartlarını
gözetmemiş, rivâyetin tenkidi açısından gerekli titizliği göstermemiş İbn
İshâk, İbn Sâd ve Taberî gibi âlimlerin eserlerinde yer alan her rivâyet aynı
derecede sahih ve güvenilir kabul edilerek, bunlar üzerine birtakım hükümler ve
görüşler bina edilemez. Bu rivâyetler, Hadis Usûlü açısından değerlendirmeye
tabi tutulup, tenkîd süzgecinden geçirilmek durumundadır. Aksi takdirde, konumuzla
ilgili olarak müsteşriklerin yaptığı gibi çok zayıf veya uydurma bir takım
rivâyetlere dayanarak, gerçekleri tahrif edebiliriz. Daha açık hir deyişle
tarihe yalan söyletmiş olabiliriz. Bu sebeble de iddiaları için müsteşriklere
malzeme veren, Ibn İshâk, İbn Sâd, Taberî ve benzeri âlimlerin eserlerinde yer
alan konumuzla ilgili rivâyetleri insâf ölçülerine göre tarafsız bir
değerlendirmeye tabi tutmamız gerekir.
Sonuç olarak, câhili bir âdetin kökünden sökülüp atılmasına yönelik olan
Hz.Peygamberin Zeyneb b.Cahş'la evlenmesi olayını müsteşriklerin yaptığı gibi
saptırarak anlamaya, bu konuda bazı İslâmî kâynaklardaki asılsız rivâyetlere güvenmeye
imkân yoktur. Bu konuda gelen rivâyetler Hz.Peygamber'in ismet sıfatı göz
önüne alınarak değerlendirilmelidir.
4-
HZ.PEYGAMBER NİÇİN ÇOK HANIMLA EVLENMİŞTİ?
Hz.Peygamber'in çok evlilik yapmasının siyâsî, İktisâdi, sosyal ve
İnsanî bir çok sebebe dayandığını görmemezlikten gelen Alexandre du Pont, Leon
Caetani, Regis Blachere, Savary, E.Dermenghem gibi bazı yazarlar,
Hz.Peygamber'in şehvetperest ve kadın düşkünü olduğunu ileri sürmüşlerdir.1
Çok evlilik uygulaması, İlk, Orta, Yeni ve Yakın çağlar boyunca hemen
hemen tüm toplumlarda yaygın bir âdet olduğu halde, müsteşrikler bu konuyu
Hz.Peygamber için bir kusur olarak görmüşlerdir. Gerek Yahudiliğin, gerekse
Hristiyanlığın çok evliliğe cevaz verdikleri ise ilim âlemince mâlumdur.
Hz.İbrâhîm, karısı Sâre'den başka, onun câriyesi Hacer'le de evlenmiştir. Ayrıca,
Ketura adlı bir hanımı da nikâhlamıştır.[205] [206]
[207]
Hz.Ya'kûb, dayısının iki kızı Rahel ve Lea'yı birbirine kuma olarak
almıştır.1 Hz.Dâvud ise, Makaa, Hagit, Abital, Egla adlı kadınları
almıştır.[208]
[209]
Yine Hz.Dâvud, Abigail, Ahinoam, Mikal, Batşeba, Abişag adlı hanımları da
nikahlamıştır.[210]
Hz.Süleymân da çok evlilik yapmıştır. Kitâb-ı Mukaddes'te, Hz.Süleyman'ın
1000 adet kadın aldığı kaydedilmektedir.[211]
Matta İncili'nden Hz.İsâ'nm da çok evliliğe cevaz verdiğini,
anlamaktayız.[212]
Buna göre Hz.İsâ, göklerin melekûtunu, bir adamla evlenmek isteyen on dört adet
kıza benzetmektedir. IX.Yüzyılda Charlamagne 'nin çıkardığı bir kanun
papazların çok kadınla evlendiklerini göstermektedir. Protestanlığın kurucusu
Martin Luther, çok evliliğin helâl olduğunu söylemiştir. Pavlos ise, çok
evliliği tavsiye etmemiştir. Kral VII. Edward ile Hitler'in çok evliliğin
uygulaması için teşebbüste bulundukları bilinmektedir. Hristiyân din
büyüklerinden Saint Chrisostum, Saint Agustin, Alman din büyüklerinden Bonifas,
Papa Gregoir çok kadınla evliliğin caiz olduğunu ifade etmişlerdir.[213]
Bizans ileri gelenleri, Alman İmparatorları, Frank ve Fransa Kralları da çok
kadınla evlenmişlerdir. 19.Asra kadar Avrupa'da halk çok evliliği ayıp
karşılamamışlar.1
Hz.Peygamber'in yapmış olduğu evlilikleri incelendiğinde O'nun asla
nefsine ve şehvetine düşkün bir kimse olmadığı görülür.. Eğer Hz.Peygamber
iddia edildiği gibi şehvet düşkünü olsaydı, Peygamberliğini ilân ettiği zaman,
ken dişini bu işten vazgeçirmek isteyen Mekke müşriklerinin "Seni şehrin
en güzel kızlarıyla evlendirelim" teklifini kabul ederdi.[214]
Halbuki O, "-Allah'a yemin olsun ki, bu işi bırakmak için sağ elime
güneşi, sol elime ayı koysalar, ölünceye kadar yine de vazgeçmem"
demiştir.[215]
Üstelik Hz.Peygamber'in evlendiği andan itibaren 25 yıl Hz.Hatice ile
evli kaldığı, onun vefâtmdan sonra gelişen şartlar sebebiyle çok evlilik
yaptığı görülür.[216]
Bir insanın cinsi arzularının gençliğinde daha fazla olduğu hususu herkesçe
mâlumdur. Bu sebeble, Hz.Peygamber’in evliliklerini şehvet düşkünlüğüne
bağlamak garâzkar ve haksız bir tutum olur. Üstelik İslâm, Hz.Peygamber'in
çağında mevcut olan sınırsız sayıda kadınla evlenme âdetini sınırlandırmıştır.[217]
Şehvet düşkünü bir kimse ise bu sayıyı sınırlandırmaz, aksine şehvetini
tatmin için bundan faydalanmaya bakardı. Hz.Peygamber'in bu tutumunun
mâhiyetini kavrayabilmek için Câhiliye dönemi Arap toplumunun bu konudaki
uygulamalarına göz atmak sanıyoruz ki faydalı olacaktır. Kaynaklarımız,
Câhiliye döneminde çok kadınla evliliğin yaygın olduğunu bildirmektedir. Bu
devirde, evlenilecek kadınların sayısı konusunda bir sınırlama mevcut olmayıp,
dileyen dilediği kadar kadınla evlenebilir, câriye alabilir, muta nikahı
yapabilir veya İslâm tarafından yasaklanmış şekillerde kadınlarla ilişki
kurulabilirdi.
Kaydedildiğine göre, Câhiliye döneminde Gaylân b.Seleme es-Sekafî'nin on
tane karısı vardı ve bunlar Gaylân ile beraber müslüman olmuşlardı.
Hz.Peygamber, Gaylân'a, bu kadınlardan dört tanesini seçip, diğerlerini
bırakmasını emretmişti. Mes'ûd b.Mürteb, Mes'ûd b.Amr, Urve b.Mes’ûd, Süfyan
b.Abdillâh, Ebû Ukayl b.Mes'ûd b.Amr (ra) da dörtten fazla karıları ol duğu
halde müslüman olmuşlardı. Yine Kays b.el-Hâris, sekiz hanımı olduğu halde
müslüman olmuştu. Nevfel b.Mu aviye ise beş hanımı olduğu halde müslüman olmuş,
Hz.Peygamber ona da hanımlardan birisini boşamasını emretmişti.[218]
Turan Dursun ise, "Muhammed bir peygamber idiyse evliliklerinde
böyle siyâsî sebeplere neden gerek duyuyordu?" tarzında, Hz.Peygamber
devrinde müşriklerin ortaya attıkları bazı iddiaları tekrarlayıp
durmaktadır.(Din Bu, I, 45) Vaktiyle müşrikler de, Allâh niye melek göndermedi
vs. gibi iddialarla O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini kabul
etmek istememişlerdi. Bir âyette "Ey Muhammedi Sana Kitabı kağıtta yazılı
olarak indirmiş olsak da, elleriyle ona dokunsalar, inkâr edenler yine de, 'Bu
apaçık bir büyüdür' derlerdi"[219]
buyrularak bütün bu iddialara cevap verilmiştir. Hz.Peygamber bir insandır.
O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamber olarak elbette bazı mucizeleri
vardır. Ancak bu mucizeler en aza indirilmiştir. O (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), bütün faaliyetlerini bir insan olarak yapmıştır. Dileseydi belki de
gayesine kolayca ulaşabilirdi. Ama o takdirde örnek bir insan olamazdı. Oysa O
örnek olarak gönderilmiştir. O'nun hayatı ve prensiplerinin müslümanlar
tarafından yaşanılabilir olması gerektiği açıktır. O, bütün dul kadınları
almayı hedeflememiştir. Zaten buna imkan da yoktu. Ancak o bu davranışıyla, dul
ve yetimlerin korunması konusunda Kıyâ-mete kadar ümmetine örnek olmak
istemiştir. Yine O, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zinâ, fuhuş ve hiçbir kayıt
tanımamacasına bir seks furyası içinde bocalayan, sınırsız kadınla evlenmeyi
meşru gören, âile sadâkatini, nâmus ve iffet duygusunu tanımayan, Allâh'm Evi
Ka'be'de bile kadınları çın? çıplak soyarak tavâf ettiren ve bunda bir
anormallik görmeyen ahlâken kokuşmuş ve çürümüş bir toplumun telakkilerine
karşı gençliğinde sadece Hz.Hatice ile evli,kalmak suretiyle bir iffet abidesi
olarak tek başına direnmiştir. İçinde yaşadığı toplumun bu konuda sağladığı
gayri ahlâki fırsatlardan yararlanmayı düşünmemiş, iffetli bir âile hayat sürmüştür.
O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz.Hatice'nin vefâtmdan sonra Medine
döneminde çok kadınla evlenmesinin temelinde İslâm'ın ve müslüman toplumunun
geleceği açısından önemli bazı sebepler yatmaktadır. Bu sebeplerin en önemlisi
ise Islâm'ın yayılıp güçlenmesidir. Hz.Peygamber'in bu evlilikleri kısaca
incelenecek olursa,
Hz.Aişe ile evlenmesi, O'nun, ilk defa imân edenlerden, Mekke müşrikleri
kendisini yalanlarken onu tasdik ederek "Sıddîk" ünvanına hak
kazanan, hicrette yoldaşı, mağarada arkadaşı olan Hz.Ebû Bekir'le bağlarını
güçlendirmişti. Ayrıca bu çok zekî hanimin müminlerin annesi olma şerefini
kazanması, .gelecekte İslâm toplumuna kadrü kıymeti yüksek bir ilim âbidesi ka
zandırmıştı. Peygamberin yanında yetişen eğitilen Hz.Aişe, sahâbe fakîh ve
müctehidlerinden, çok hadis nakleden âlimlerden (müksirûn) olmuş, Islâm'ın
kadınlarla ilgili hükümleri ve Hz.Peygamberin örnek âile yaşayışı konusunda
vazgeçilmez bir kaynak olarak, çok önemli hizmetler vermiş, birçok problemin
halledilmesinde rol oynamıştı. Asırlarca sonra bile dünyanın değişik
coğrafyalarında kadınlar insan mıydı, değil miydi? tartışması yapılırken,
bundan 14 asır öncesinde Hz.Peygamberin bu evliliği sayesinde İslâm toplumu
bir müctehideye, bir âlime hanıma sahip olma şansını elde etmişti. Ki İslâmm bu
annesi, devrinde ve daha sonraları bir çok öğrenci yetiştirmiş, câhiliye dönemi
anlayışının tesiri ile bazı idareciler tarafından kadınlarla ilgili bir takım
hatalı uygulamalara girişilmesine, onların haklarının daraltılmasına mâni
olmuştu. Kadınlarla ya da diğer hususlarla ilgili konularda erkek âlimlerin
ilmi yanlışlarını ortaya koyarak, onları uyarmıştı. Bu açıdan İslâmî ilimlerde
ve geleceğin İslâm toplumunun şekillenmesinde O'nun gözardı edilmesi mümkün
olmayan emeği geçmiş-tir. Bu sebeple Hz.Aişe, Hz.Peygamberin hanımı fakat aynı
zamanda en önemli talebesidir, demek durumundayız.
Hz.Peygamber'in Hz.Hafsa ile evliliğinde de, Hz.Peygamber'in en yakın
dostu ve yardımcısı olan Hz.Ömer'le bağlarını güçlendirmek istediği görülür.
Ki, Hz.Hafsa, Hz.Peygamberle evlenmeden önce Bedir savaşma kâtılan ashâptan
Huneys b.Huzâfe es-Sehmî ile evliydi. Medine'ye hicret eden hanımlardan olan
Hafsa (RA), kocası Huneys'in vefatı üzerine dul kalmıştı. Bü duruma üzülen
Hz.Ömer, kızı Hafsa'yı Hz.Ebû Bekir'le evlendirmek istemiş ve bu hususta
teklifte bulun muştu. Ancak Hz.Ebû Bekir, Hafsa'yla evlilik teklifini kabul
etmemiştir. Daha sonra Hz.Ömer, Hz.Peygamberin kızları ve Hz.Osmân'm hanımı
Rukayye'nin vefâtı üzerine kızı Hafsa'yı Hz.Osmân'la evlendirmek istemiştir.
Ancak Hz.Osmân da şimdilik evlenmeyi düşünmediğini söyleyerek Hz.Ömer'in
teklifini reddetmiştir. Bu duruma çok üzülen Hz.Ömer, Hz.Peygamber'e
üzüntülerini dile getirmiştir. Bunun üzerine Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), Ömer'e, Hafsa, Osmân'dan daha hayırlı bir kimse ile evlenecek
diyerek, Hz.Hafsa'yı nikâhlamıştı. Böylece Hz.Peygamber, yakın dostu ve
danışmanı daha sonra halîfesi, îs lâm'm yılmaz müdâafî Hz.Ömer'le bağlarını güçlendirmiş,
onun bu konudaki üzüntüsünü sevince çevirmiştir. Hz.Hafsa, kendisinden hadisler
nakledilmek suretiyle ilim hayatımıza katkıda bulunmuş bir hanımdır.1
Hz.Peygamberin Ümmü Habîbe ve Meymûne (ra) ile evlenmesi, Kureyş'in
müslümanlara karşı düşmanlığını yumuşatmıştı. Ümmü Habîbe (ra) ilk
müslümanlardan olup, Mekkelilerin reisi Ebû Süfyân'm kızı idi. İlk kocası
Ubeydullâh b.Cahş ile beraber Habeşistan'a hicret etmiş-lerdi. Fakat ilk kocası
Ubeydullâh b.Cahş, İslâm'dan irtidât ederek, Hristiyanlığa geçmiş ve burada
hristiyan olarak ölmüştü. Ancak Ümmü Habîbe, müslümanhkta direnmiştir. Bunun
üzerine Hz.Peygamber, Habeşistan İmparatoru Necâşi'ye bir mektup yazarak, Ümmü
Habibe'yi kendisine nikâhlatmış ve Medine'ye getirtmişti. Daha sonraları
Hudeybiye andlaşmasmın Mekke müşrikleri tarafından tek taraflı olarak bozulması
üzerine, Mekkelilerin reisi Ebû Süfyân, Medine'ye gelmiş ve anlaşma zemini
aramış, bunu gerçekleştirmek için de kızı Ümmü Habîbe’nin Rasuûullâh (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nezdinde aracılığını istemişti. Bu açıdan Hz.Peygamber'in
Ümmü Habibe ile yaptığı evlilik, gerek Ebû Süfyân, gerekse Mekke müşriklerinin
ileri gelenleri üzerinde tesirli olmuştu.[220] [221]
Meymûne bintü'l-Hâris (RA), Hâlid b.el-Velîd ile îbn Abbâs'm (RA)
teyzeleri idi. Daha önceleri Ebû Ruhm b.Abdiluzzâ ile evliydi. Dul kahnca,
Hudeybiye andlaşmasmdan sonra, h.7.senede yapılan Umre (Umretü'l-Kazâ) sırasında
Hz.Peygamber tarafından nikâhlanmıştı.1 Meymûne, bu sırada 36
yaşındaydı.
Bu evliliğin, Uhud, Hudeybiye vb. harekâtlarda Mekkelilerin süvâri
komutanı Hâlid b.elVelîd'in müslüman olmasında rol oynadığı hatıra gelmektedir.
Çünkü Halid b.el-Velîd'in (RA), bu evliliğin gerçekleştiği Umretü'l-Kazâ'dan
sonra müslüman olduğu kaydedilmektedir.[222] [223]
Ayrıca Meymûne (RA)’nin, 8 kızkardeşi vardı ve bunların hepsi de çeşitli
kabilelerin ileri gelenleriyle evlenmişlerdi. Ibn Habîb'in kaydettiğine göre,
Meymûne’nin annesi Hind gibi asil damâdlara sahip, hiç bir Arap kadını yoktu.[224]
Bütün bunlar, Kureyş'in düşmanlığını yumuşatma siyaseti açısından
Hz.Peygamber'in bu evliliklerinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.
Yine Peygamberimizin hanımlarından Ümmü Seleme (RA) Kureyş'in Mahzûm kabilesine
mensup olup, Hâlid b.Velîd'in yakın akrabalarındandı. Kendisi ve ilk kocası Ebu
Seleme ilk müslümanlardandı. Kocası Ebu Seleme (RA), Uhud savaşında şehid
düşünce, birçok çocuğuyla birlikte dul kaldı. Feryâdü-fıgâna başladı, bir yıl
boyunca devamlı ağladı. Bunun üzerine Hz.Peygamber kendisine çok acıdı ve yaşlı
bir hamm olmasına rağmen onu ve yetimlerini himâye etmek maksadıyla kendisine
evlilik teklif etti. Hâlid b.Velîd'in İslâma düşmanlığının yumuşamasında bu
evliliğin de rol oynadığı bildirilmektedir. Kendisinin okuması yazması vardı,
birçok hadis nakletmişti. İlk kocasından olan kızı Zeyneb sonradan büyük bir
İslâm hukukçusu olmuştu.1
Peygamberimizin Cüveyriyye ve Safîyye ile evlenmesinde ise, mağlûplarla
uzlaşma ve anlaşma siyâseti görülmektedir. Safîyye (RA), Hayber'in
reislerinden Huyey'in kızı idi. Kocası Kinâne savaşta ölünce genç bir hanım
olan Safîyye (RA) dul kalmış ve esir alınmıştı. Daha sonra da esirler
arasındayken ashâbtan Dıhye b.Halîfe’nin hissesine düşmüştü. Ancak kendisi
Kureyzâ ve Nadir Yahudilerinin ileri gelenlerinden şeref ve asâlet sahibi bir
hanım olduğu için, onun câriye olmasına râzı olunmamış ve Peygamber tarafından
nikahlanmıştı. Hz.Peygamberin Safîyye ile evlenmek suretiyle, Yahudilerle olan
gerginliği yumuşatıp, onları İslâm'a kazandırmak istediği düşünülebilir.[225]
[226]
Cüveyriyye ise (RA), Benî Mustalik kabilesinin reisi olan Hâris'in
kızıydı. Mensup olduğu Mustalikoğulları İslâma karşı savaş hazırlıkları
içindeydiler. Hz.Peygamber, onların Hendek savaşı öncesine rastlayan bu
hazırlıklarını öğrenince, karşı bir harekât düzenleyerek, onları mağlup etti.
Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu esirler arasında, başkanlannın
kızı Cüveyriyye de bulunuyordu. Daha önce Müsâfi b. Safvân'la evli olan
Cüveyriyye Hz.Peygamber'in huzuruna geldi, başına gelenleri anlattı, müslüman
oldu ve hürriyetine kavuşabilmesi için yar dım istedi. Hz.Peygamberde ona
evlilik teklif etti, Cüveyriyye (RA) tereddütsüz kabul edince, Hz.Peygamber
onunla evlendi. Bu haber ordu içinde yayılınca, müslümanlar, artık Hz. Peygamberin
hısımları oldukları gerekçesiyle ellerinde bulunan esirleri serbest
bıraktılar. Bunu duyunca Mustalikoğullarının savaşta kaçıp kurtulan erkekleri
de Resûlullâhin huzuruna varıp müslüman oldular. Böylece Hz.Peygamber, büyük
bir Arap kabilesini İslâm'a kazandırmış oluyordu. 1
Hz.Peygamber'in hanımlarından Zeyneb b.Huzeyme (RA) ise, Arabistan'ın en
güçlü kabi leşi olan Amir b.Sa’sa'a kabilesine mensuptu. Bu kabile ile
müslümanlar arasında şiddetli bir gerginlik vardı. Nitekim bu kabile h.3.yılda
İslâmî yaymakla görevlendirilen ashâbı haince kılıçtan geçirmişti. Bu büyük
kabile ile İslâm arasındaki hasımlık durumuna son verecek bir şeyler yapmak
gerekiyordu. Bu yüzden Hz.Peygamber Zeyneb b.Huzeyme ile evlendi. Zeyneb (RA)
Hz.Peygamberle evlenmeden önce Abdullâh b. Cahş ile evliydi. Abdullâh, Uhud
savaşında şehid düşünce 30 yaşında dul kalmıştı. Hz.Peygamber kendisiyle
evlenmek suretiyle Amir b.Sa’sa'a kabilesi ile bir dostulk tesisi istiyordu.
Ancak Zeyneb (RA) üç ay sonra vefât etmişti.1
Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ilk • hanımı Hz.Hatice'nin
vefâtı üzerine Şevde b.Zem'a (RA) ile evlenmiştir. Şevde (RA) ilk
müslümanlardandı ve kocası Sekrân ile Habeşistana hicret etmiştir. Sekrân
burada hristiyanlığa geçmiş, sonra da ölmüştü. Şevde ise, İslâmda sebât ederek
Mekke'ye dönmüştü. Bu sıralarda Hz.Hatice yeni vefat etmişti ve
Hz.Peygamberin bakıma muhtaç çok sayıda küçük çocuğu vardı. Gerek bu durum
sebebiyle, gerekse Hz.Sevde’nin İslâm’da sebât ve vefâsmdan dolayı Hz.Peygamber
ona verdiği yüce değeri göstermek isteyerek, kendisine evlilik teklif etmiştir.
Şevde (RA), bu sırada 50 yaşındaydı. Hz.Peygamber onunla hicretten üç yıl önce
nikahlanmıştı.[227]
[228]
Hz.Peygamberin yapmış olduğu evliliklerde, İslâm'ın yayılıp, güçlenmesi,
muhtaç, dul ve yetimlerin korunması ve bu konuda müslümanlara örnek olunması,
Akrabalık tesiri yoluyla İslâm'a çok hizmetleri geçmiş yakın arkadaşlarıyla bağlarını
kuvvetlendirmesi maksadının güdüldüğü açıktır ve bunu müsteşriklerde itiraf
etmektedirler.[229]
5-
HZ. PEYGAMBER HANIMLARINA NE KADAR ZAMAN
AYIRIYORDU?
Oryantalistlerin ve yerli uzantılarının insâf sâhibi olan pek azı
müstesnâ, sürekli bir şekilde Hz.Peygamber'i şehvetperest, kadın düşkünü bir
kimse olarak sunmak istedikleri gözlenmektedir. Bununla hedefledikleri,
Hz.Peygamber’in örnek alınacak ahlâk önderi bir şahsiyet olmayıp, şehvetini
tatmin peşinde koşan, her gördüğü güzel kadını elde etmeye çalışan ahlâken
düşük bir kimse olduğunu vurgulamaktır. Böylece, Âllâhm son mesajının
tebliğcisi Hz.Peygamber'e yönelik iftirâ ve karalamalarda bulunarak, insanlığa
sunduğu İslâm'ı yıkma peşindedirler. Peygamberinin davranışlarından nefret
eden bir insanın o dini benimsemesine imkân olmadığına göre, Oryantalistlerle
yerli işbirlikçilerinin Hz.Peygamber'e yönelik taarruzlarının maksadı da gayet
açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Nitekim Hz.Peygamber’in çok evlilik
yapmasını dillerine dolayıp istismar etmekle yetinmeyen İslâm karşıtları,
O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cinsel ilişkilere ne kadar zaman ayırdığı
konusuyla da uğraşmışlar ve elde mevcut birtakım rivâyetleri çarpıtarak
Hz.Peygamber’i "bir uçkur düşkünü" olarak göstermek istemişlerdir.
Konuyu incelemeye geçmeden önce, bunlardan Turan Dursun'un bu hususta söyledik
lerine bir göz atmak uygun olacaktır diye düşünmekteyiz.
Turan Dursun bu konuda şunları söylemek tedir:
"O dönem Araplannda şehvet, erkeklik gücü en başta gelen bir
özellikti. Bunu Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı ünlü kitabının Kitâbu Adâbi'nNikâh
bölümünde uzun anlatır. Bir dolu örnek verir.. Ali'nin oğlu Hasan’ın bir
alışta dört karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp
yenilerini aldığını, Muhammed'e bu torunu anlatıldığında Muhammed'in, 'O,
yaratılışta da huyda da bana benziyor!' dediğini, bu oğlanın, 200 kadar karı
elden geçirdiğini anlatan bir hadise, Muhammed'in, 'dünyanızda bana üç şey
sevdirildi' dedikten sonra bunlardan birinin de kadın olduğunu dile getiren
bir başka hadisine ve daha nice hadislere, öykülere yer veriyor. (Bkz. Gazâlî,
İhyâu Ulûmiddîn, Arapça, 28-29 ve öt). Gazâlî, Felâk sûresinin (Diyânet’in
çevirisiyle: 'Bastırdığı zaman karanlığın şerrinden de Ö'na sığınırım, de!'
anlamı verilen 3.âyetine Ve sertleşip kalkmış olan zekerin (erkeklik organının)
bu duruma geldiği zamanki bastırmasının şerrinden de Tanrı'ya sığınırım, de!'
anlamının verilebileceğini, bu anlamı îbn Abbâs'ın verdiğini; ünlü gizemci
Cüneyd-i Bağdâdî'nin (ölm.910.) 'Yemeye, içmeye ne denli gereksinim duyuyorsam,
cinsel ilişkiye de o denli gereksinim duyuyorum!' dediğini aktarıyor ve verdiği
örneklerle insanın rahatlaması için şehvetinin gereğini yerine getirmesinin
önemini anlatmaya çalıştığını belirtiyor.(Bkz. Aynı kitap, s.27)
Muhammed'in çok karı alışma, kadınlara yönelişine de bu açıdan bakmak
gerçekçi bir yaklaşım olur.
Hadislere baktığımız zaman, Muhammed'in cinsel ilişki' ye ayırdığı
zamanın, şaşılacak boyutlarda olduğunu görüyoruz. İşte bir hadis:
Enes anlatıyor:
Peygamber, 9 ya da 11 karısı varken, gecenin ya da gündüzün belli
saatinde tümünü dolaşıyor ve hepsiyle cinsel ilişkide bulunuyordu. Enes'e
soruluyor:
-İyi ama, Peygamber buna güç yetirebiliyor muydu?
Enes karşılık veriyor:
-Evet. Biz aramızda, Peygambere 30 erkek gücü (şehveti) verildiğini
konuşurduk.
Bu hadis Buhârî'nin e's-Sahîh'inde de yer alıyor. (Diyanetin bir
yayınında görmek için bkz. Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi
hadis no: 192.)
Başka hadislerde de Peygamberin 40 erkeğinki kadar şehvetinin olduğu
belirtilir. Bunda bir abartma oldukça açık. Müslümanlar, Peygamberin şehveti'ni
de mucizeli olarak göstermek istemişlerdir.
Muhammed, şehvet'i, ister sıradan, ister farklı olsun; âyetler ve
hadisler yönünden bakıldığında görülüyor ki Tanrı'sı katında ayrıcalıklı.
Âişe'nin sözünde bu ayrıcalık, en çarpıcı biçimde dile geliyor:
-Bakıyorum da Senin Efendi Tanrı'n (Rabb), senin şeyinin keyfî (hevâ)
için koşuyor yalnızca!ln
Turan Dursun'un, Peygamberimizin torunu Hz.Hasan'la ilgili olarak yukarda
kaydettiği naklinde kaynak tahrifi yaptığı görülmektedir. Gazâlî'nin ifadesi
aynen şöyledir:
obj :JlLj
>
^,.mıAU 4—dc kJb d<ı^***b u.*,*j
ûj—->j (>—>» (»Gj *Ac dJI Jüj «^Âİ»-
"Denilir ki, Hasen b.Ali (R.A) çok evlenirdi, hatta iki yüzden çok
kadını nikâhladığı zikredilir. Bazen bir anda dört kadınla birden evlenir,
bazan da bir anda dört kadını birden boşar, onların yerine başka kadınları
alırdı. Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Haşan b.Ali için, 'Sen
vücûdca da, huyca da bana benzedin' buyurmuştur. Yine Hz.Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): 'Hasen bendendir, Hüseyin' de Alî'dendir' buyurmuştur."[230]
[231]
Turan Dursun ise, sanki Hz.Haşan, Hz.Peygamberin sağlığında evlilik çağma
gelmiş ve çok kadın alıp, boşamaya çağma gelmiş ve çok kadın alıp, boşamaya
başlamış da Hz.Peygamber'e bu durum haber verilince, "O, yaratılışta da
huyda da bana benziyor" demiş, şeklindeki sözleriyle Gazâlî'nin İhyâ'daki
metnini tahrif etmiştir.
Halbuki Hz.Peygamberin Hz.Hasan'm çok evliliği ve çok kadın boşaması ile
ilgili bir söz sarfetmiş olması tarihen doğru olamaz. Çünkü Hz.Hasan
Hz.Peygamber vefat ettiğinde altı yaşında bir çocuktu ve henüz evlilik çağma
ulaşmamıştı.[232]
Dolayısıyle Hz.Peygamber bu sözü, Hz.Hasan küçükken, onu severken söylemiş
olmalıdır. Bu durum dilimizde de söz konusu olup, küçük çocukları severken
"aynı babasına benziyor, dedesine çekmiş, kaşları, gözleri aynı annannesi
gibi" sözler sarfederiz. Bu açıdan ibârenin yukardaki kısımları Gazâlî'nin
kendi görüşüdür. Kısacası Gazâlî, Hz.Hasan'm çok evlendiğini, çok boşandığını
kaydetmiş ve onun çok hanımla evlenmesi hususunu, Hz,Peygamber 'in çok hanımla
evlenmiş olmasına benzetmek istemiş ve Hz.Peygamberin, Hz. Haşan hakkında o
daha küçük bir çocuk iken söylediği "Sen vücudca da huyca da bana
benzedin" ve "Haşan bana çekmiş, Hüseyin de Ali'ye çekmiş"
sözlerini bu maksatla kaydetmiştir. Turan Dursun'da Gazâlînin bu ifadesini,
yukarda da görüldüğü gibi maksadlı olarak tahrif etmiştir.
Turan Dursun, "O dönem Araplarmda şehvet, erkeklik gücü en başta
gelen bir özellikti... Muhammed'in çok kan alışma, kadınlara yönelişine de bu
açıdan bakmak gerçekçi bir yaklaşım olur. Hadislere baktığımız zaman,
Muhammed'in cinsel ilişkiye ayırdığı zamanın, şaşılacak boyutlarda olduğunu
görüyoruz"1 demektedir.
Hz. Peygamberin çok evliliğinin sebebi, Turan Dursun'un iddiası gibi
sadece şehvet ve kadın düşkünlüğü olsaydı, Hz. Peygamberin bu işi gençlik
yıllarında yapması gerekirdi. Kişinin şehvetinin gençlik yıllarında daha fazla
olduğu hususunu izaha gerek yoktur. Bunu herkes hilir. İnsanın kadınlara,
cinsel arzulara düşkünlüğü gençliğinde daha fazladır ve yaşlandıkça insanın bu
eğilimi azalır. Bu husus yaratılışın tabii bir gereğidir. Hz. Peygamber ise,
delikanlılık ve gençlik yıllarını yalnız Hz. Hatice ile evli olarak
geçirmiştir. Hz. Hatice ile evliliği süresince başka herhangi bir kadın
almamıştır. Onun vefatından sonra yine yaşlı bir hanım olan Şevde (RA) ile evlenmiştir.
Daha sonra da gelişen siyasî ve sosyal şartlar sebebiyle çok evlilik yapmıştır.
İddia edildiği gibi Hz.Peygamber şehvetini tatmin pe şinde koşan bir kimse
olsaydı, bu hususu Hz. Hatice ile evli olduğu gençlik yıllarında
gerçekleştirirdi. Halbuki böyle bir durum söz konusu değildir. Bu açıdan Turan
Dursun'un iddiasına ka tılmak mümkün değildir.
Turan Dursun "Hadislere baktığımız zaman, Muhammed'in cinsel
ilişkiye ayırdığı zamanın şaşılacak boyutlarda olduğunu görüyoruz''[233]
[234]
diyerek, hadislerde, Hz. Peygamberin mahremiyeti bulunan âile hayatının
tamamının cinsel ilişkiden ibaret olduğu kaydediliyormuş gibi yanlış bir
izlenim veriyor. Turan Dursun sanki hadislerde, Hz. Peygamberin başka hiçbir
işi gücü yoktu da, o evden o eve hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmak için
durmadan dolaşıyordu, deniliyormuş gibi saptırmalara gidiyor. Turan Dursun'un
bunu, Hz. Peygamber’i (hâşâ) uçkur düşkünü, aklı fikri cinsel organında,
şehvetini tatmin peşinde koşan, bayağı, cinsel sapık bir kimse gibi göstermek
maksadıyla kasden yaptığı ortadadır. Din tebliğcisi, Peygamberlik gibi ağır bir
vazifeyi yüklenmiş, bir taraftan ruhânî açıdan Allâh'la irtibatta, diğer
taraftan toplumu ıslah ve eğitmekle, öte yandan daha sağlığında sınırları Arabistan'ı
kucaklamış bir devlet kurmakla ve onun idaresiyle meşgul, çağında dünyanın iki
süper devleti Bizans ve İran'ı, müşrik Arabistan'ı, Yahudileri karşısına almış
bir Allâh elçisi, bütün bunları bir kenara bırakacak, sabah, öğle, ikindi, akşam,
yatsı, gece aklına ne zaman gelirse hanımlarıyla cinsel ilişkiye koşacak, bunu
hergün devamlı yapacak 9 veya 11 hanımı ile mutlaka cinsel ilişkide bulunacak,
böylece günde 9 ya da 11 kere cinsel ilişkide bulunmuş olacak. Sonra da
Hz.Peygamber'in gençliğinde bile yapmadığı bu anormal davranışı gerçek gibi
göstermek için Hz.Peygamber'de 30 erkek gücü (şehveti) bulunduğu ileri
sürülecek. Bu iddiaları kabul etmek doğru değildir. Bunlar, Hz.Peygamber’i
Turan Dursun ve benzerlerinin göstermek istediği, sunmak istediği şekle
sokmaktan başka bir işe ya ramaz. Hz.Peygamber'in hanımlarının evini her
ziyaret ettiğinde onlarla cinsel ilişkide bulunduğunu ileri süren bu
rivayetler abartılı, asılsız, nakillerdir. Bunlara güvenmek doğru olmaz. Hayal
dünyasından ayrılıp, hayatın gerçeklerine dönelim ve Hz.Peygamber'in bu
konudaki davranışına şöyle bir bakalım:
1-
Hz.Peygamber her şeyden
önce bir âile reisiydi. Bu açıdan hilesinin maddî mânevi ihti yaçlarım
gidermek, rızıklarını temin etmekle yükümlüydü. Bir evin ihtiyacının nelerden
ibaret olduğunu ise herkes bilir. Hz.Peygamber çok evliydi ve günlerini
hanımları arasında âdil bir şekilde taksim etmişti. Her akşam bir hanımın
evinde kalırdı. Ancak bu akşam falan hanımın evindeyim diye diğer hanımlarıyla
ilgilenmeyi terketmezdi. Onların her birine namaz vakitlerinden sonra,
sabah-akşam uygun zamanlarda uğrar, hal ve hatırlarını sorar, onlara duâ eder,
evde olmayan eksikleri tamamlar, nafakalarını temin eder, ihtiyaçlarını
öğrenirdi. Gerekiyorsa onları tesellî eder, gam ve kederlerini alırdı.
Hastalık, sağlık durumlarıyla ilgilenirdi. Sefere çıkarken, seferden döndüğünde
hepsini dolaşır, ihtiyaçlarım giderirdi.
2-
Hz.Peygamber'in evine diğer
sahâbe hanımları, kızları gelir, ziyâret ederler, problemlerini, dinî-dünyevî
müşkillerini arzederler ve Hz.Peygamber'den bir peygamber, bir devlet başkanı,
bir hakem, bir hâkim olarak bunları halletmesini isterlerdi. Kadınların bu
problemlerini arzetmeleri için en elverişli yerlerin de Hz.Peygamber'in (S.A.V)
hanımlarının evleri olduğu açıktır. Hz.Peygamber bu sosyal ihtiyaca cevap
vermek maksadıyla da hanımlarının evine mutlaka uğrar, müslüman hanımların
meselelerine cevaplar verirdi.1 Yine hanımları, Hz.Peygamber o gece
hangi hanımının evinde kalacaksa geceleri yatma vaktine kadar o evde
toplanırlardı. Ayrıca Hz.Peygamber'in, ikindiden sonralarını tüm hanımlarına
ayırdığını, onların hepsinin bir yere toplanarak bu süre içinde Hz.Peygamberle
sohbet ettikleri de kaydedilmektedir.[235] [236]
Bu açıdan Hz.Peygamber'in hanımlarının evine her uğrayışmı mutlaka cinsel
ilişkiye bağlayarak, onun uğradığı her hanımıyla cinsel ilişkide bulunduğunu
iddia etmek doğru değildir. Bu konuda elimizde delil yoktur, olamaz da. Bu
konudaki hadislerin çoğu erkek sahabeden gelmektedir. Onların, Hz.Peygamber'in
özel hayatına vâkıf olmaları ise söz konusu olamaz. Hz.Peygamber'in evine
gittiğinde ne yaptığını, ne işle meşgul olduğunu onların bilmeleri mümkün
değildir. Bu durumda onların naklettikleri, ancak bir tahminden ibaret
olabilir. Tahmin ise doğru olabildiği gibi, çoğu zaman da yanlış olur. Çünkü
dışarıdaki bu sahâbî, kendilerinden ayrılıp evine giden, hilesinin yanında
bulunan Hz.Peygamber'in evinin içinde ne ile meşgul olduğunu nereden bilecek?
Bunu nasıl tesbit edecek? Bunu, Peygamberin hanımlarına mı yoksa Hz.Peygambere
mi soracak? Böyle bir şey aklen, âdeten imkân dahilinde değildir. Bu konuda
sadece ve sadece Hz.Peygamber'in hanımlarından gelen rivâyetler ölçü olabilir.
Onlar da bu konuda kesinlik ifade edemez, sadece o Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hanımının bu konuda kendi tecrübesine ya da zannına
dayanarak yaptığı bir tahminden ibaret kalır.
a Elimizde bu konuda bize ölçü olabilecek Hz.Aişe'den bir
rivâyet vardır. Buna göre, Hz.Aişe: "Peygamber ikindi namazından sonra
kadınlarının yanına girer bunlardan birine yaklaşırdı." demiştir.1
îbn Hacer, Hz.Aişe'nin "Onlardan birine yaklaşırdı" sözünün,
"cinsel birleşme yapmaksızın, onu öper, severdi", şeklinde
anlaşılması gerektiğini söylemektedir.[237] [238]
Bu konuda doğru olan da bu olmalıdır. Eğer Turan Dursun ve benzerlerinin
bu konudaki iddiası doğru olsaydı Hz.Peygamber'in hanımlarıyla cinsel ilişkide
bulunmaktan, peygamberlik vazifesini yapacak, mescidde namaz kıldıracak zamanı
kalmazdı. Çünkü bu durumda Hz.Peygamberin hanımlarıyla bir defa cinsel ilişkide
bulunmak için yaklaşık olarak günde beş buçuk saat harcaması gerekirdi. Bu ise
namaz vakitlerinin arasına sığmayan bir işlemdir. Bu iddiaları doğru sayarsak
Hz.Peygamber'in namazlarını geçirdiğini, mescide gitmediğini, namazı
başkalarının kıldırdığını kabul etmemiz gerekir. Bu konudaki rivâyetlerin
abartılı olduğu, gerçeğin ifadesi olmadığı ortadadır. Bu açıdan Turan Dursun
ve benzerlerinin bu konudaki iddiaları doğru değildir, saptırmadır. Turan
Dursun'un bu konudaki iddiasına delil olarak gösterdiği el-Buhârî hadisi
Enes'ten (R.A) gelmektedir. Hz.Peygamber'in sağlığında hizmetinde bulunan bir
çocuk olan Enes'in, Hz. Peygamberin bu yönüne vakıf olması ise söz konusu
olamaz. Turan Dursun Enes (RA)'in hadisini şu şekilde kaydederek tahrifte
bulunmaktadır:
"Hz.Peygamber, 9 ya da 11 karısı varken, gecenin ya da gündüzün
belli saatinde tümünü dolaşıyor ve hepsiyle cinsel ilişkide bulunuyordu."
Enes 'e soruluyor:
-
İyi ama Peygamber buna güç
yetirebiliyor muydu? Enes:
-
Evet, biz aramızda,
Peygambere 30 erkek gücü (Şehveti) verildiğini konuşuyorduk."[239]
Turan Dursun'un kaynak gösterdiği Tecrîd-i Sarih
Tercemesinde mevcut hadisin tercümesinde "hepsiyle cinsel ilişkide
bulunuyordu" ibaresi yoktur. Bunu Turan Dursun kasden, hadisi arzusu
istikametinde kullanmak için uydurmuştur. Hadisin Turan Dursun'un kaynak
gösterdiği yerdeki tercümesi aynen şöyledir: s
"Enes (b.Mâlik) R.A. den: Şöyle demiştir: Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), gecenin, yahud gündüzün bir saatinde (bütün) Zevcât-(ı
tâhirâtı)nı devrederdi. Bunlar da onbir ve diğer rivâyette dokuz (hatun) idi.
"Buna tâkat getirir miydi? diye soran râvî Katâde'ye: 'Biz, aramızda O'na
(Yani Rasûlullâh'a (S.A.V), otuz erkek kuvveti verilmiştir diye söyleşirdik',
cevabını vermiş".1
Görüleceği gibi Enes (RA), Hz.Peygamber'in gece veya gündüzün bir
saatinde bütün hanımlarını dolaştığından bahsetmektedir. Hadis'de
Hz.Peygamber'in dolaştığı hanımlarının hepsiyle cinsel ilişkide bulunduğu"
hususu yoktur. Bunu Turan Dursun, ideoloji adına uydurmuş, kaynak tahrifi
yapmıştır.
Halbuki Enes burada kendilerinin Hz.Peygamber'de vehmettikleri güç
konusundaki kanâatini aktarmıştır. Bundan Hz.Peygamber'in her gün, dolaştığı
bütün hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunduğu sonucu çıkmaz. Yukarda da kaydedildiği
gibi, eğer bu hadis sahihse, Enes'in bu konudaki sözleri ancak bir zandan
ibarettir. Kanaatimizce Enes'in (RA) bu konudaki sözleri isabetli değildir.
Çünkü bu sözler, bir takım problemleri beraberinde getirmektedir. Bu tür
rivâyetlere dayanan İbnü'l-Arâbî gibi bazı İslâm âlimleri, Hz.Peygamber'in 30
ya da 40 erkeğin sahip olduğu kadar cinsel güce sahip olmasını O' nun (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vücudca mükemmel oluşuna delil saymışlardır.[240]
[241]
Bu görüşün isabetli ülmadığı ortadadır. Ömrünün, cinsel gücünün daha
fazla olduğu gençlik yıllarını sadece Hz.Hatice ile evli olarak geçiren
Hz.Peygamber, Hz.Hatice’nin vefâtmdan sonra ancak Medîne döneminde çok hanımla
evlenmiştir. Hz.Peygamberin yapmış olduğu çok evlilik ise, onun şehvetperest
veya kadın düşkünü olmasından değil, siyâsî, sosyal, dînî, İlmî birçok sebebden
dolayı gerçekleşmiştir. Bu açıdan, çok evlilik yaptığı yaşlılık döneminde 30-40
erkeğin mâlik olduğu cinsel güce sahip olduğu ileri sürülen Hz.Peygamber,
acaba gençlik döneminde ne kadar cinsel güce sahipti? Yaşlılığmdakine oranla
gençliğinde kat kat daha fazla cinsel güce sahip olması gereken Hz.Peygamber,
bu dönemde sadece tek hanımla evli olduğu halde bu yöndeki ihtiyacını nasıl
gidermişti? Hz.Hatice'nin dışında ne bir hanımı ne de cariyesi bulunan
Hz.Peygamberin, gençliğinde, yaşlılık döneminde sahip olduğu cinsel güce sahip
olmadığı hatıra gelmeyecek midir? Bunun da insanın yapısına, yaratılışına ne
kadar aykırı olduğu açıktır.
Çok evlilik yapması, 30-40 erkeğin toplamı kadar cinsel güce sahip
olması, Onun vücudca mükemmelliğine delil sayıldığı takdirde, tek bir hanımla
evli olarak geçirdiği Mekke dönemi ve gençlik yıllarında Hz.Peygamber’in
vücudca mükemmel olmadığı hususu akla gelmez mi? Kaldı ki bu hususun
yanlışlığı ortadadır. Hz.Peygamber, hem gençliğinde hem de yaşlılığında
vücudca mükemmel bir yapıya sahipti. Kanaatimizce, bu konudaki rivâyetler hem
sahih değildir, hem de yanlış değerlendirilmektedirler. Gençliğinde cinsel
gücü az olan bir insanın, yaşlılığında birden bire cinsel gücünün 30-40 misli
arttığını kabul etmek ne kadar mantıklı olabilir? Üstelik cinsel gücün diğer
insanlardan kat kat fazla olması, farklı olması bazı kimseler tarafından
anormallik olarak da kabul edilebilir. Ayrıca, bir kimsenin çok hanıma sahip
olması, onun diğer insanlardan üstün ya da cinsel güç açısından farklı, olmasını
da gerektirmez. Eline imkân ya da fırsat geçen her erkek, fazla kadınla
evlenmiş, ya da cinsel ilişkiye girmiş olabilir. Nitekim o dönemde Câhiliye
Arapları arasında çok evliliğin yaygın olduğu bilinmektedir. Söz gelimi Gaylân
b.Seleme es-Sekafıînin 10 tane karısı vardı ve bunlar Gaylân ile beraber
müslümân olmuşlardı. Mes'ûd b.Mürteb, Mes'ûd b.Amr, Urve b.Mes'ûd, Süfyân
b.Abdillâh, Ebû Ukayl b.Mes'ûd b.Amr Nevfel b.Muaviye de dörtten fazla hanımı
olan kimselerdi.1
Yine bir çok İmparator, kral ve ileri gelen kimselerin çok kadınla
evlendikleri saraylarında bir çok cariyeye sahip oldukları kaydedilmektedir.
Kitâb-ı Mukaddes, Hz.Süleymân'm 1000 adet kadın aldığını naklediyor.[242]
[243]
Gerek câhiliye dönemi Arabistanında, gerekse dünyanın başka yerlerinde Hz.Peygamberin
sahip olduğundan daha fazla kadına mâlik olan kimselerin cinsel gücünün Hz.
Peygamber'den daha fazla olduğunu, bu seb.eble vücudca Hz.Peygamber'den daha
mükemmel olduklarını kabul mü edeceğiz?
Kanaatimizce cinsel gücün diğer insanlardan fazla oluşunun peygamberlik
vazifesiyle bir ilgisi yoktur. Bu bir üstünlük, ya da imtiyaz da değildir. Her
şeyin mükemmeli ifrâttan, aşırılıklardan, dengesizliklerden uzak olanıdır. Bu
konu da böyledir. Cinsel gücün azlığı, iktidarsızlıktır ve vücudca bir rahatsızlığın
ya da eksikliğin göstergesidir. Yine cinsel gücün çok fazla oluşu da bir
rahatsızlıktır, anormalliktir. Bunlardan Hz.Peygamberi tenzih ediyoruz. O, bu
konuda en mükemmel bir yapıda yaratılmıştı ve söz konusu olan bu
anormalliklerden de uzaktı. Ayrıca O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), diğer
insanlardan farklı bir vücud yapısına da sahip değildi. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm
de "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana Tanrınızın bir tek
Tanrı olduğu vahyediliyor."1 buyrularak bu hususa işaret
edilmektedir. Bilindiği üzere Hz.Peygamberin 9 hanımı vardı. Fakat Ahzâb
suresinin ilgili ayeti inince Hz.Peygamberin bu hanımlardan sadece 4 ü ile
cinsel ilişkiye girdiği, kendisini bu konuda diğer müslümanlardan ayırmadığı da
kaydedilmektedir. İlgili ayet şöyledir: "Ey Muhammed, eşlerinden
istediğini bırakır, istediğini yanma alabilirsin. Kendilerinden uzak durduğun
kadınlardan arzu ettiğini tekrar yanma almanda, senin üzerine bir günâh
yoktur. Bu onların gözlerinin aydın olmasını, üzülmemelerini ve hepsine
verdiğin şeylere razı olmalarını daha iyi sağlar."[244] [245]
Hz.Peygamberin yanına aldığı hanımlarının Âişe, Ümmü Seleme, Zeyneb ve
Hafsa olduğu kaydedilmektedir.1
Muhammed Hamîdullah ise, bu âyetle ilgili olarak, "Rasûlullâh,
bundan böyle dokuz zevceden dört hanımı ile zevci ilişkiler içinde bir âile
hayatı sürdürecekti. Bu fiilî ayrılık durumunda bile, Rasûlullâh'm hanımlarının
hepsi sadece hukûkî bakımdan zevce kalmayı tercih etmişlerdir. Bu arada şunu
hatırlatalım ki, bu şekil bir fiilî ayrılık içine giren zevceleri arasında en
gençleri olan Safiyye ve Cüveyriyye de bulunmaktadır."[246] [247]
demektedir.
Bu durumda Hz.Peygamber'in fiilî olarak sadece dört hanımı ile cinsel
ilişki içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu hususta da bir ayrıcalık, bir
üstünlük, ya da hâşâ bir anormallik söz konusu değildir. Çünkü Kuran zaten
müslüman erkeklere dörde kadar evliliğe müsâde etmiştir. Dört kadınla evli
olarak yaşamak da normal bir erkeğin gücünün dahilindedir. Her hanımına bir
gece taksim etmek suretiyle bir müslüman erkek, âile hayatını devam
ettirebilir. Hz.Peygamberin 9 hanımıyla birden cinseHlişkisini sürdürdüğü
farzedilse bile kanatimizce yine de bir anormallik söz konusu olamaz. Çünkü bir
günde iki hanımıyla cinsel alakaya girdiği takdirde, zaten dört hanımla evli
bir kimsenin nöbetleşe hanımlarım dolaşması gibi, dört günde sıra tamamlanmış
olmaktadır. Günde iki kere cinsel ilişkide bulunabilmenin de hangi yaşta olursa
olsun, sağlıklı her erkeğin gücü dahilinde olduğu açıktır. Zaten Hz.Peygamberin
akşamları nöbetleşe bir hanımında kaldığı, ikindiden sonraları da bir hanımının
yanına girerek, onunla yakınlıkta bulunduğu Hz.Aişe tarafından haber
verilmiştir.1
Ayrıca Enes 'in (RA), yukarda da kaydettiğimiz, "Rasûlullâh,
gecenin yahut gündüzün bir saatinde bütün hanımlarını dolaşırdı."[248]
[249]
sözünden, bunun, Hz.Peygamber'in her zaman yaptığı bir davranış olduğu
hususunu çıkaramayız. Çünkü İslâm âlimleri, Hz.Peygamberin bu davranışının,
seferden döndüğü zamanlarda meydana gelmiş olmasının muhtemel olduğunu söylemişlerdir.
Ki bu görüş çok isabetlidir ve dışardan memleketine gelen bir kimsenin
döndüğünde hısım akraba ve dostlarını ziyâret etmesinin ne kadar tabii bir
husus olduğunu açıklamaya gerek yoktur.[250]
Diğer kaynaklarda yer alan ve Hz.Peygamber'de, 30 ya da 40 erkeğin sahip
olduğu cinsel gücün mevcut olduğundan bahseden rivâyetler genellikle zayıf ve
asılsız rivâyetlerdir.[251]
İbn Mâce'nin Ebû Râfi'den naklettiği rivâyet hariç,[252] bu
konuda gelen nakillerin tamamı Enes'ten gelmektedir ki bunun metni yukarda
kaydedilmişti.
Enes (RA)den gelen ve belli başlı kaynaklarımızda yer
alan bu rivâyetler ilişikte şema halinde gösterilmiştir.(Bkz.Ek:1.2.3.) Bu
rivâyetleri Enes'ten (RA), Katâde b.Diâme, Hişâm b.Ebî Abdillâh, Hişâm b.Zeyd,
Zührî, Humeyd et-Tavîl, Matar b.Tahman el-Varrâk ve Sabit b. Eşlem
nakletmişlerdir. el-Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde yer alanlar da dahil
olmak üzere, bu rivâ yetlerin tamamında isnâdlardaki edâ sigalarıl^1
/ W-4*) gibi cezim ifade eden lafızlarla devam edip gitmemektedir.
İsimlerini yukarda kaydettiğimiz Tâbiûn nesline mensup olan Râvîlerin
tamamının, bu rivâyeti Enes'ten (RA) (Uo> / )
gibi, kesinlik ifade eden cezim sigala-
rıyla değil de, <<>*) lafzıyla naklettikleri görülmektedir. Bu
husus bazı istisnalar hariç olmak üzere, rivâyetin Tâbiûn neslinden Tebeut-tâbiîn
nesline aktarılmasında da söz konusudur. Kanaatimizce bu durum, rivâyetin
lafzıyla nakledilen bölümünde yer alan râvîlerle, rivâyeti aldıkları kim seler
arasında ittisâlin kesin olmadığına işaret etmektedir. Kısacası isnadlgCnn bu
bölümlerinde kopukluk şüphesi vardır ve bu husus bu rivâyet leri zayıf duruma
düşürmektedir. Sadece Enes'ten (RA) gelen mezkûr rivâyetlerdeki bu zayıflığı
ortadan kaldırıcı, kendisinde aynı zâfiyet bulunmayan başka rivâyetlere de
rastlanılamamıştır. Ebû Râfi'den (RA) bu konuda nakledilen yukarda işaret
ettiğimiz rivâyet de malesef ayni zâfiyeti taşımaktadır.1
Enes'ten gelen bu rivâyetlerde yer alan Râvîlerin bazılarında da zabt
kusuru olduğu görülmektedir. Bu rivâyetlerin Hişâm b.Zeyd tarafından
nakledilen isnâdında yer alan râvîlerden Şube b.Haccâc'm (v.160), senedlerdeki
ricâlin isimlerinde hata yaptığı bildirilmiştir.[253] Bu durumun
zabt açısından zararlı olduğu açıktır. Ayrıca rivâyeti Şu'be'den alan râvî
Miskin b. Bukeyr elHazza (v.198) da zabt yönünden tenkîd edilmiştir. Ahmed
b.Hanbel, onun hadisinde hata olduğunu söylemiş, Ebû Ahmed el-Hakîm ise, birçok
münker rivâyetler naklettiğini, vehim ve hatasının çok olduğunu belirtmiştir.[254]
Yine aynı isnadda yer alan râvîlerden[255] elHasen
b.Ahmed de garib hadis nakletmekle tenkîd edilmiştir.[256]
Aynı rivâyeti Şu'be'den alan râvîlerden Bakiyyetü'bnü'l-Velîd el-Hımsî
(v.224)de hadisçiler tarafından zayıf ve metrûku'l hadîs olan kimselerden
nakilde bulunduğu için tenkîd edilmiştir. Ebû Hâtim, hadisinin değerlendirmek
üzere yazılabileceğini, ancak kendisiyle ihticâc edilemeye ceğini söylemiştir.
îbn Huzeyme de aynı görüşte olduğunu bildirmiştir. A.b.Hanbel1 onun
sadece meçhûl kimselerden değil, meşhur kimselerden de münker haberler
naklettiğini kaydetmiş, İbn Hıbbân, onun, Şu'be, Mâlik ve benzerî kimselerden
yaptığı rivâyetlerde tedlîs yaptığını bildirmiştir. Yahyâ el-Kattân ise, onun
tedlis yaptığını ve bunu caiz gördüğünü, bu durumun ise onun adâletine zarar
vereceğini söylemiştir. Ebû Ahmed el-Hakîm ise, onun Evzaî gibi bazı hadisçi
lerden uydurmaya benzeyen bazı hadisler naklettiğini zikretmiştir. Alî b.
el-Medînî ise, Bakiyye'nin Hicâz ve İraklılardan yaptığı rivâyetlerde cidden
zayıf olduğunu bildirmiştir.2
Enes'ten (RA) nakledilen rivâyetlerden İbn Mâce'nin kaydettiğinde[257]
yer alan râvîlerden Sâlih b.Ebi'l-Ahdar el-Yemâmî (v. 140-150) de tenkîd
edilmiştir. Hadis âlimleri, onun zayıf olduğunu, kendisiyle ihticâc
edilemeyeceğini, kendisinin vehim sahibi olduğunu, hüccet olmadığını, maklûb
ve münker şeyler naklettiğini, Zührî'den işittiği şeylerde ihtilât ettiğini
söylemişlerdir. Bütün bunlar onun zabt yönünden kusurlu olduğunu, hâfızasınm
zayıf olduğunu ortaya koymaktadır.[258]
Aynı konuda Enes'ten (RA) rivâyet edilen hadislerden A.b.Hanbel
tarafından kaydedilenin[259]
isnâdmda yer alan Ebû Recâ Mataru'l-Varrâk elHorasânî (v.125) de tenkîde
uğramıştır. Ebû Zür'a, onun Enes’ten (RA) hadîs işitmediğini, ondan yaptığı
nakillerde isnâdm kopuk olduğunu söylemiştir. el-Acelî de, Mataru'l-Varrâk'm
Tâbiûndan olmadığını kaydetmiştir.1 en-Nesâî, kavi olmadığını
söylemiş, Ebû Dâvud ise, hüccet değildir demiştir. Yahyâ el-Kattân, Sûu'l-hıfz
olduğunu söylerken, İbn Hıbbân, bazen hata yaptığını belirtmiştir. es-Sâcî,
evhamlandığını bildirmiş, İbn Sa'd da hadîs konusunda kendisinde zayıflık
olduğunu nakletmiştir. Aynı isnâdda yer alan Muhammed b.Selîm Ebû Hilâl
er-Râsibî (v.167) de hadîs âlimlerince tenkîd edilmiştir. Yahyâ elKattân, ondan
hadîs nakletmemiş, el-Buhârî, edDuafâ'sına almış A.b.Hanbel, onun muztarib hadisler
naklettiğini söylemiştir. es-Sâcî, kendisinden münker hadisler nakledildiğini
kaydetmiş, en-Nesâî ve İbn Sa'd, zayıf olduğunu zikretmişlerdir.[260]
[261]
Bu rivâyetlerden birisini Enes'ten (RA) nakleden râvî Humeyd b.Ebî Hamîd
et-Tavîl elBasrî'de tedlîs yapmakla suçlanmıştır. Hammâd, bütün hadisleri
Enes'tendir, ancak o Sâbit'ten işitmiştir, demiştir. Şu"be ise, Humeyd,
Enesten 24'ten fazla hadîs işitmedi, kalan hadisleri Sâbit'ten alınmadır,
demektedir. Yine Şu'be'den, onun Enesten işittiği hadislerin sayısının sadece 5
olduğu nakledilmiştir.[262]
Aynı rivâyeti Humeyd' den olan Huşeym b.Beşîr el-Vasıtî (v.183) de tedlis
yaptığı için tenkîd edilmiştir. el-Halîlî, ölümünden önce Huşeym'in hâfızası
bozuldu, demektedir. 1
Mezkûr rivayeti Enes'ten alan râvî Sâbit b.Eşlem Ebû Muhammed el-Basrî
(v.127) ise ihtilat etmiştir. Yahyâ el-Kattân, Sâbit ihtilât ettiği için,
Enes'ten rivâyette Humeyd daha sikadır, demiştir. Yine Yahyâ el-Kattân,
Eyyûb’un Sâbitten rivâyeti terkettiğini, ondan hadîs yazmadığını söylemiştir.[263]
[264]
Aynı rivâyeti, Sâbit'ten olan râvî Hammâd b.Seleme de, yaşlandığı zaman
hâfızası bozularak, ihtilât etmiştir. Bu yüzden hadîs âlimlerinin tenkîdine
uğrayan Hammâd b.Seleme, el-Buhârî tarafından terkedilmiştir.[265]
Yine bu rivâyetin Katâde b. Diâme vasıtasıyla nakledilenlerinden
birisinin isnâdmda yer alan râvîlerden Muâz b. Hişâm ed-Düstüvâî (v.200) hadîs
âlimleri tarafından tenkide uğramıştır. Humeydî, ondan rivâyeti yasaklamış,
Yahyâ b.Maîn ise onun hüccet olmadığını söylemiştir. îbn Adî ise, onun
rivâyetinde sık sık hata yaptığını bildirmiştir.[266] Rivâyeti
Muâz b.Hişâmdan olan râvî Muhammed b.Beşşâr elBasrî (Bündâr) (v.252) da
hadisçiler tarafından tenkîd edilenlerdendir. Yahyâ b.Maîn, onun zayıf olduğunu
söylemiş, Alî b.el-Medînî de kendisini cerhetmiştir.1
Enes'in (RA) bu rivâyetini Katâde'den alan râvîlerden Ma'mer
b.Râşid(v.l52) de zabt açısından tenkîd edilmiştir. Ebû Hâtim, Ma'mer'in
Basralılar'dan naklettiği rivâyetlerde hatalar olduğunu bildirmiş, Yahyâ
b.Maîn de, ez-Zührî ve İbn Tâvus hâriç, Ma'mer, İraklılardan nakilde bulunduğu
zaman kabul edilmemesini istemiş Basra ve Kulelilerden yaptığı rivâyetlerin
doğru olmadığını söylemiştir. Ma'mer'in konumuzla ilgili rivâyetini aldığı
râvî Katâde b.Diâme (v.117) ise Basralıdır.[267] [268]
Aynı rivâyeti Ma'mer'den Süfyân es-Sevrî vasıtasıyla alan râvîler Ebû
Ahmed Muhammed b.Abdillâh b. ez-Zübeyr el-Kûfî (v.203) ile Muhammed b.
el-Müsennâ da tenkide uğramışlardır. Ahmed b.Hanbel, Ebû Ahmed ez-Zübeyrî'nin,
Süfyân es-Sevrî'nin hadisinde çok hata yaptığını söylerken, Ebû Hâtim onun
evhâm sahibi olduğunu zikretmiştir.[269] Sâlih
b.Muhammed de, diğer râvî Muhammed b.el-Müsennâ'mn (v.252) aklında bir zayıflık
bulunduğunu nakletmiş, enNesâî de onun hadîs naklederken kitabında değişiklik
yaptığını bildirmiştir.[270]
Ma'mer vasıtasıyla Katâde'den nakledilen bu rivâyeti Ibn Mâce rivâyet etmiştir.1
Yine aynı rivâyeti Süfyân es-Sevrî ve Ma'mer vasıtasıyla Katâde'den
alanlardan râvî Ebû Abdillâh Muhammed b.Yusuf el-Firyâbî (v.212) de Zabt
yönünden âlimler tarafından tenkîd edilmiştir. Bağdadlı hadisçiler, onun Süfyan'm
hadislerinden olan 150 hadiste hata yaptığını söylemişlerdir. Yahyâ b.Maîn de,
onun İbn Uyeyne, Ibn Ebî Necîh vasıtasıyla Mücahid'den aldığı cüzzamla ilgili
bir hadisini batıldır, diye rek reddetmiştir.[271] Muhammed
b.Yusuf vasıtasıyla gelen bu rivâyeti de Tirmizî kaydetmiştir.[272]
Yine Tirmizî, aynı rivâyeti Muhammed b.Beşşâr (Bündar) (v.252), Ebû Ahmed
ez-Zübeyrî, Süfyân, Ma'mer vasıtasıyla Katâde'den nakletmiştir.[273]
Tirmizi'nin Hasen-Sahih hükmünü verdiği bu rivâyetin Râvîlerinden
Muhammed b.Beşşâr ile Ebû Ahmed ez-Zübeyri'nin hadîs âlimleri tarafından
tenkîd edildikleri yukarda kaydedilmişti.[274]
Aynı rivâyeti Katâde'den olan râvîlerden Saîd b.Mihrân Ebî Arûbe (v.156)
de tenkide uğramıştır. Bezzâr, onun işitmediği kimselerden hadîs naklettiğini
söylerken İbn Ebî Hayseme onun mürsel hadîs naklettiğini kaydetmiştir. Diğer
hadîs âlimleri de onun ömrünün sonlarına doğru ağır şekilde ihtilât ettiğini,
hâfızâsının bozulduğunu bildirmişlerdir. Mezkûr rivâyetimiz Saîd b.Ebî
Arûbe'den Yezîd b.Zürey vasıtasıyla alınarak el-Buhârî ve en-Nesâî tarafından
nakledilmiştir. 1 Saîd b.Ebî Arûbe'nin hafızasının ne zaman
bozulduğunu kesin olarak tesbit etmek pek mümkün gibi görünmüyor. İbn Sa'd,
ömrünün sonlarına doğru ihtilât etti derken, Ebû Zür'a 145 yılında ihtilât
etti, demektedir. İbn Hıbbân ise, Said'in 155 yılında vefât ettiğini, ihtilât
ettikten sonra 5 yıl yaşadığını söylemektedir. Buna göre 150 yılında ihtilât
etmiş olması gerekmektedir. Yezîd b.Zürey ise, onun ihtilât ettiğini ilk defa
Süleymân et-Teymî'nin vefâtmda farkettiklerini bildirmektedir. Süleymân
et-Teymî 143 yılında vefât etmiştir. İbnü's-Sikkîn ise, Yezîd b.Zürey'den onun
132 yılında meydana gelen Tâûnda ihtilât ettiğini nakletmiştir. Ebû Bekr
elBezzâr ise, onun 133 yılında ihtilât etmeye başladığını söylemektedir. Yezid
b.Zürey'in (v.182), ondan hadîs almasının, hafızasının bozulmasından önce
olduğu kaydedilmektedir. Ancak Saîd b.Ebî Arûbe kesin olarak ne zaman ihtilât
etmiştir. İhtilât ettikten sonra durum ne zaman farkedilmiştir: Bu husularda
kesin bir kanaate varmak mümkün görünmüyor. en-Nesâî, "Kim ondan,
ihtilât ettikten sonra birşey işitmişse muteber değildir," diyor. İbn
Hıbbân ise, Yezîd b.Zürey gibi kendisinden önceden hadîs alanlarınkinin dışındaki
rivâyetlerle ihticac edilemeyeceğini, bunların tedkik maksadıyla
yazılabileceğini belirtmektedir. Gunder gibi, ihtilât ettiği halde ondan hadîs
alanlarda olmuştur.
Kaydetmek gerekirse, hafızasının bozulduğu tarih tam olarak belli
olmadığı için, Yezîd b.Zürey'in ondan aldığı rivâyetlerin tamamının ihtilât
etmeden önce kendisinden alındığına biraz şüpheyle bakmak gerekiyor.1
Aynı rivâyeti Yezîd b.Zürey'den alan râvîlerden Halîfe b.Hayyât (v.240) da
zayıf olduğu için tenkîd edilmiştir. Ebû Hâtim, zayıf olduğu için ondan hadîs
nakletmediğini bildirmiş, İbn Ebî Hâtim, ondan rivâyetin terkedildiğini
söylemiştir. Alî b.el-Medînî, hadîs nakletmeseydi kendisi için daha hayırlı
olurdu, demiştir. İbn Hacer ise, elBuhârî'nin' bir rivâyeti, şâyet başkaları da
nakletmişlerse ondan aldığını kaydetmiştir.[275] [276]
Sadece Enes’ten (R.A) gelen bu rivâyetin isnâd açısından bazı problemleri
olduğu ortadadır. Bu sebeble bunlara kesin olarak güvenilmemesi ihtiyatla
yaklaşılması gerektiği kanaatindeyiz.
Turan Dursun "Başka hadislerde de 'Peygamberin 40 erkeğinki kadar
şehvetinin olduğu' belirtilir. Bunda bir abartma olduğu açık. Müslümanlar,
Peygamberin şehvetini de mucizeli olarak göstermek istemişlerdir"[277]
demektedir.
Yukardaki ifadelerinde görüldüğü gibi Turan Dursun, her nasılsa
Hz.Peygamber'in şehveti konusundaki rivâyetlerin abartma olduğunu itiraf etmiş
bulunuyor. Madem ki kendisi bunların doğru olmadığım, abartma olduğunu
biliyordu, o zaman neden bunlar doğruymuş gibi bunlara dayanarak Hz.Peygamberi
kötülemek maksadıyla yazdı çizdi? Bilim ve aydınlanma dediği şey bu mudur?
Karşısındaki kimse ideolojisine uymayınca yalan söylemek, yalan ve iftiraları,
asılsız şeyleri doğru kabul etmek, bunlara dayanarak ■ saldırıda bulunmak hangi
bilim ahlakında vardır?
Bu konuda Enes'ten (RA) Müslim'de bir rivâyet kaydetmiştir. Bunda da Enes
(RA): "Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kadınlarını dolaşır,
sonunda bir gusûl yapardı" demektedir.[278]
Ancak bu hadisten de Turan Dursun ve benzerlerinin iddiaları için delil
çıkmaz. Yani Enes’in bu sözünden de, Hz.Peygamber’in bir günde bütün
hanımlarıyla mutlaka cinsel ilişkide bulunup, daha sonra guslettiğini
anlayamayız. Buna imkân yoktur. Enes'in sözünden sadece, Hz.Peygamber'in, ya
da birden fazla hanımla evli olan kimselerin, bir hanımıyla cinsel ilişkide bulunduktan
sonra, gusletmesine gerek olmadan doğrudan diğer hanımıyla da cinsel ilişkide
bulunabileceği hususunu çıkarabiliriz. Bu da yine namaz vaktini geçirmemek
şartıyla olabilir. Hz.Peygamber, bir hanımıyla ilişkide bulunduktan sonra
gusletmeden, diğer bir hanımıyla da ! cinsel yakınlıkta bulunup sonra yıkanmış
olabi lir. Bu mümkündür. Enes'in sözünden bunu anlayabiliriz. Ama Turan
Dursun'un iddia ettiği gibi, Hz.Peygamberin bütün hanımlarıyla mutlaka aynı
günde arka arkaya cinsel ilişkide bulunup, en sonunda guslettiğini kabul
edemeyiz. Hadisin yorumu buna müsait olmadığı gibi, Hz.Peygamberin yaşadığı
hayat ta, 9 ya da 11 hanımıyla aynı günde cinsel ilişkide bulunup sonra da
yıkanmasına elverişli değildir. Çünkü bu işlem altı saatten fazla sürer,
Hz.Peygamberin ise, giren namaz vakitleri, gelen vahiyler, ibâdet, oruç,
Kur'ân okuma v.s. sebeblerden dolayı konumu buna müsait değildi.
Yine Turan Dursun, "Muhammed'in şehveti ister sıradan, ister farklı
olsun âyet ve hadisler yönünden bakıldığında görülür ki Tanrısı katında
ayrıcalıklı. Aişe’nin sözünde bu ayrıcalık, en çarpıcı biçimde dile
getiriliyor:
'Bakıyorum da Senin Efendi Tanrın (Rab), Senin Şeyinin keyfi (hevâ) için
koşuyor yalnızca!' demektedir".[279]
Turan Dursun'un bahsettiği bu rivâyet kaynaklarımızda şu şekilde
yeralmaktadır: Hz.Aişe'den. "Ben, kendilerini Râsulullâh'a arz ve takdim
eden kadınları ayıplar, 'Hür bir kadın kendini (Mehirsiz olarak) hibe eder mi?
derdim. Nihâyet, 'Kadınlardan dilediğinin nöbetini geriye bırakabilirsin,
dilediğini de yanma alırsın. Geri bıraktığından yanına almak istediğin olursa,
sana bir günâh yoktur' (Ahzâb, 51) âyeti nâzil olunca, ben Rasûlullâh'a Rabbin
(Kadınların değil) senin arzunun gerçekleşmesini murad ediyor dedim".1
Turan Dursun'ün bahsettiği rivâyet, İlişikte arzettiğimiz şemadan da
anlaşılacağı gibi (Bkz.Ek.4), Hz.Aişe'den, sadece Urve b.Zübeyr ve onun oğlu
Hişâm b. Urve vasıtasıyla alınmıştır. Rivâyet Hişâm b.Urve'den itibaren, bir
kişi tarafından nakledilegelme durumundan çıkarak altı tane râvî tarafından
nakledilme konumuna gel mektedir. Ayrıca bu rivâyet, baştan sona kadar
/ Ula.-) gibi cezim sigalarıyla nakledilip gitmemekte, Hişâm b. Urve ile
hadisin kendisinden nakledildiği Hz.Aişe arasında tamamen lafzıyla
nakledilmektedir. Rivâyetlerin yarısından çoğunda da, Hişâm b. Urve'den sonraki
râvîlerden itibaren lafzıyla nakil başlamaktadır. Kanaatimizce bu durum
rivâyetteki bir kusura delalet etmektedir. Bu rivâyetin Hz.Aişe'den sadece Urve
ve Hişâm yoluyla nakledilip bundan başka bir yoldan bize ulaşmaması sebebiyle,
nakledilen hususun sıhhat ve doğruluğunu kontrol etmek de mümkün olmuyor.
Ayrıca rivâyetin senedinde eda sigası olarak yer alan (û*) lafzı, bunu kullanan râvîlerin
Hişâm'dan, Hişâm'm da babası olmasına rağmen bu rivâyeti Urve'den doğrudan
işit memiş olabileceğini hatıra getiriyor. Aynı durum, bunu Hz.Aişe'den
nakleden Urve için de söz konusudur. O da bunu teyzesi olmasına rağmen
Hz.Aişe'den bir başkası vasıtasıyla nakletmiş olabilir. Bu durumda da
Hz.Âişe'nin sözünün iyi zaptedilmemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim söz
konusu rivâyeti babası Urve vasıta; sıyla Hz.Aişe'den nakleden Hişâm
b.Urve hadîs âlimleri tarafından tenkîd edilmiştir. Yakûb b.Şeybe, Hişâm’m
Irak'a gitmesinden sonra babasından yaptığı rivâyetlerin yaygınlaştığını, ancak
Hicâz ehlinin bunları kabul etmediklerini kaydediyor. Yakûb b. Şeybe, 'öyle
sanıyoruz ki Hişâm, İraklılara nakilde bulunurken gevşek davranıyordu',
demektedir. Yine aslında Hişâm'm, babasından bizzat işitmediği şeyleri ondan
nakletmediğini ancak İraklılara nakilde bulunurken diğer şahısların babasından
işitip, Hişâm'a aktardıklarını da sanki babasından kendisi işitmişcesine
naklettiğini, yani aradaki raviyi atlayarak mürsel nakilde bulunduğunu, bunun
da onun gevşek yönü olduğunu söylemektedir. İbn Hıraş ise, İmâm Mâlik'in, Hişâm
b. Urve'yi beğenmediğini, onun İraklılar tarafından nakledilen rivâyetlerini
kerîh gördüğünü söylemiştir. Yine İbn Hırâş, Hişâm'm üç sefer Küfe'ye
geldiğini, ilk geldiğinde
"Bana babam anlattı, Aişe'den işittim dedi"
diye nakilde bulunduğunu, ikinci sefer geldiğinde (UîU "Bana babam haber verdi,
Aişe'den" dediğini, üçüncü sefer geldiğinde de (Li;uix.tyî"Âişe'den.
Babam (nakletti)" demeye başladığını zikretmektedir. Hz.Aişe'nin Mezkûr
sözünü Hişâm'dan nakleden râvîlerin tamamının Iraklı, ekserisinin de Küfeli
olması (Bkz. Ek:4), İmâm Mâlik'in bu konudaki sözleriyle birlikte
değerlendirildiğinde, Hişâm/m bu naklinin zayıf olduğunu, kendisinin
Hz.Aişe'nin bu sözünü babasından işitmemiş olduğunu hatıra getirmektedir.
Ebu'l-Hasen b. el-Kattân, 176
Hişâm'm yaşlandığında hafızasının bozulduğunu söylemiştir. ez-Zehebî ise,
Hişâm'm ihtilât ettiğini kabul etmemekle beraber, yine de yaşlılığında
hâfızasmn noksanlaştığını, vehimlendiğini, bazı şeyleri unuttuğunu kaydediyor.1
Yine, Hişâm b. Urve'nin râvîlerinden Hammâd b.Seleme'nin yaşlandığı zaman
hafızasının bozulduğu, bu sebeple el-Buhârî tarafından terkedildiği, hadîs
âlimlerinin kendisini tenkîd ettikleri daha önce de kaydedilmişti.[280]
[281]
Hişâm b. Urve’nin râvîlerinden Muhammed b.Fudayl da tenkîd edilmiştir.
İbn Sa'd, onun hadisinin çok olduğunu, ancak bunların bazılarıyla ihticac
edilemeyeceğini kaydetmiştir. İbn Hıbbân ise, onun aşırı bir şîî olduğunu
bildirmiştir. Ebû Hâtim ve en-Nesâî ise hakkında, beis yoktur, şeyhtir, gibi
ifadeler kullanarak kendisine fazlaca güvenilemeyeceğine işaret etmişlerdir.[282]
Hz.Aişe'nin sözünü Hişâm'dan nakledenlerden birisi de Ebû Saîd Muhammed
b.Müslim elMüeddib el-Cezeri'dir. el-Buhârî, "Onun hakkında biraz düşünmek
gerek" diyerek, kendisine güvenilemeyeceğine işaret etmiştir.[283]
Hişâm b.Urve'nin râvîlerinden Ebû Usâme Hammâd b. Usâme el-Kûfî (v.201)
ise, çok tedlis yapmak ve hadîs hırsızlığında bulunmakla itham edilmiştir.1
Ebû Usame'nin râvîlerinden olan Ebu'sSükkeyn Yahyâ b.Zekeriyya
el-Kûfî'nin de münker şeyler naklettiği, metruk olduğu, zabt yönünden kusurlu
ve zayıf olduğu, hadisleri hatalı şekilde naklettiği kaydedilmiştir.[284]
[285]
Sonuç olarak bu rivâyetlere güvenilemeyeceği, bunlara dayanılarak
Hz.Aişe'nin böyle söz sarfettiğini kabul etmenin mümkün olmayacağı açıktır.
Ayrıca Hz.Aişe gibi fakîh, müctehid bir Peygamber hanımının, kadınlık
gayretiyle, kıskançlık sebebiyle de olsa, müslüman olmayanların, Kur’ân'ı
Hz.Peygamberin şahsî arzuları doğrultusunda yazdırttığı iddialarına malzeme
teşkil eden böyle bir sözü söyleyeceğine ihtimal vermek mümkün görünmüyor.
Ayrıca bu rivâyetin metin açısından hiç bir değişikliğe uğramadan bize ulaşmış
olmasını kabul etmek de yukarda kaydettiğimiz sebepten dolayı uygun bir husus
değildir. Çünkü bu râvîlerin, ya da rivâyeti kitaplarına almış olan Müslim'in
dışındaki diğer hadisçilerin Hz.Aişe'nin bu sözünü onun ağzından çıktığı
şekilde, hiç bir değişikliğe uğratmadan, kelimelerini başka kelimelerle
değiştirmeden zabtettiklerini kabul etmek doğru olmamalıdır.
Lafız ile rivâyeti gözeten Müslim'in Sahîh 'inde Hz.Aişe'nin
sözü U "Allah'a yemin ederim ki
Rabbini ancak senin arzunun gerçekleşmesi hususunda sürat gösteriyor
görüyorum"1 şeklinde kaydedilmiştir. Müslim'in diğer
rivâyetinde ise, Hz.Aişe'nin sözü (ısJlj»a)gjüJ<ji) "Şüphesiz ki senin
Rabbin senin lehine, senin arzunun gerçekleşmesi hususunda sürat
buyurmaktadır"[286]
[287]
tarzında kaydedilmiştir. Müslim'in lafzan rivâyeti benimsediğini, bu sebeble
bu sözün hiç bir değişikliğe uğramadan aynen Hz.Aişe'nin ağzından çıktığı şekilde
nakledildiğini ileri sürenler bulunabilir. Ancak bunu doğru kabul etmek pek
isabetli görünmüyor. Çünkü ilgili rivâyetlerin topluca gözden geçirilmesinden
de anlaşılacağı gibi, Buhârî gibi lafızla rivâyeti şart koşmayan, mânâ ile
rivâyeti kafı^ gören hadîs âlimlerinin nakillerinde de Hz.Âişenin bu sözü aynen
Müslim'in kaydettiği lafızlarla kaydedilmiştir. İlgili şemamızın tedkikinden de
anlaşılacağı gibi, Hz.Aişe'nin sözü Müslim'in Sahîh'inin dışında, Buhârî,
Nesâî, îbn Mâce ve Ahmed b.Hanbel tarafından sekiz ayrı yerde daha nakledilmiştir.
Lafızla rivâyeti şart koşmayan mânâ ile rivâyeti yeterli gören bu âlimlerin
rivâyetlerinde bir veya bir kaç kelime olsun lafız farklılığı olması gerektiği
hususu hatıra gelmektedir. Bu âlimlerin rivâyetlerinin ta marnının lafzan
nakledilmemiş olduğu hususu hatıra gelmektedir. Bu durumda da, Hz.Aişe'nin
sözünün kelimesi kelimesine aynen onun ağzından çıktığı gibi nakledildiği
hususu şüphelidir. Râvîlerin Onun sözlerini kendilerince aynı ma-
naya geldiğini sandıklan kelimelerle değiştirmiş olmaları muhtemeldir.
Söz gelimi Hz.Aişe, nakledilen sözde kelimesi yerine kelimesini ya da başka
bir kelimeyi kullanmış ve Hz.Peygambere: "Şüphesiz ki senin Rabbin senin
lehine, senin arzunun gerçekleşmesi hususunda sürat buyurmaktadır" demiş
olabilir. Zaten hadisi yorumlayan ya da tercüme eden bütün âlimler,
kelimesinin mânâsına gelmesi gerektiğini söylemişler ve o şekilde hareket etmişlerdir.
Biz de yukarda Müslim'in rivâyetlerini kaydederken aynı görüşü benimsedik.
Çünkü kelimesi nefsin arzusu anlamına gelmektedir. Hz.Peygamber'in ise nefsinin
arzularına göre hareket etmediği açık bir husustur ve bu durum Kur'ân-ı
Kerîm'in bir çok âyetiyle sabittir. Ayrıca Hz.Peygamber’in çevresindeki
insanları nefislerinin arzularına uymaktan menederken, kendisinin aynı yolda
olinasını kabul etmek pek mantıklı görünmüyor. Böyle bir durum Kur'ân'm
"Yapmadığınız şeyleri niçin söylersiniz"1 [288]
buyruğuna aykırı olduğu gibi, Hz.Peygamberin örnek olma, lider olma vasfına da
aykırıdır. Sosyoloji ve Psikoloji ilmi, bir topluma ya da çevresindeki
insanlara kendisini örnek şahsiyet olarak, sunup, çevresindeki insanları bir
takım şeyleri yapmaktan menederken, aynı şeyleri kendisi yapan insanların
toplum tarafından önder ve örnek şahsiyetler olarak benimsenebileceğini kabul
etmese gerektir. Bu sebeple Hz.Aişe'nin böyle bir söz sarfetmişse değil demiş
olması kuvvetle muhtemeldir. Hz.Aişe'nin ile kelimesinin arasındaki farkı
bilmediğini sanmak doğru olmasa gerektir. Nitekim İmâm en-Nevevî, Hz.Aişe'nin
bu sözünün "Allah senin işini hafifletir ve işlerinde seni serbest
bırakır, sana genişlik, hareket serbestisi verir" anlamına geldiğini söylemiştir.1
Kurtubî de, Hz.Peygamber'in, ne hevâsmdan konuştuğunu, ne de onun hevâsma uydu
ğunu kabul etmenin mümkün olmadığını belirtmiştir.[289] Ayrıca
Hz.Peygamberin hevâsmdan konuşmadığı Kuran âyetiyle sabittir: "O, hevâdan
konuşmaz, Onun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir."3
Sonuç olarak söylemek gerekirse Hz.Aişe'nin yukarda kaydedilen sözü
sarfettiğini kabul etmek mümkün görünmemektedir. Öyle olsaydı bu sözünden
dolayı Hz.Peygamber tarafından uyarılırdı. Güvenilir rivâyetlerde ise, böyle
bir uyarının yapıldığına dair bir kayda rastlanılmamıştır.
6-
İSLÂM'A GÖRE BÜYÜ VE HZ.
PEYGAMBERE BÜYÜ YAPILMASIYLA İLGİLİ İDDİALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Günümüzde halkımız arasında sihir ya da büyü ile ilgili birtakım
kanaatler ve inanışlar mevcuttur. Ancak sihir ya da büyüyü kesin olarak haram
kılması, bunların şirk ve küfür olduğunu bildirmesi açısından, bunların kaynağı
İslâm değildir.
Bakara Sûresi 102. âyette Allâh (cc), büyü ile uğraşmanın küfür olduğunu
bildirmiştir: "Oysa Süleymân kâfir değildi, ama insanlara sihri öğreten
şeytânlar kâfir olmuşlardı."
Hz.Peygamber de bir çok hadislerinde büyü ile uğraşılmasını şiddetle
yasakmış, büyü yapmanın Allâh'a şirk koşmakla aynı derecede bir fiil olduğunu
bildirmiştir.[290]
Bu konuda Hz.Peygamer'den şöyle nakledilmektedir: Bir defasında Hz.Peygamber:
helâk edici yedi şeyden sakınınız! buyurdu. Ashâb, Bu yedi şey nedir? diye
sorunca Hz.Peygamber; 1-Allâh'a şirk koşmak, 2-Büyü yapmak, 3-Haksız yere bir
cana kıymak, 4-Fâiz yemek, 5-Yetim malı yemek, 6Hücum esnasında savaştan
kaçmak, 7-İffetli kadmlara zinâ isnâdmda bulunarak iftira etmek tir."
buyurdu.1 Diğer bir hadislerinde de, büyüye, gaybden haber verdiğini
iddia eden kâhinlere inananların Cennet'e giremeyeceğini haber vermişlerdir.[291]
Ayrıca sihirle uğraşan, büyücülüğü meslek edinenlerin de şiddetle
cezalandırılmasını istemiştir. Hz.Ömer de aynı uygulamayı sürdürmüştür.[292]
İslâm âlimleri de büyünün şiddetle yasak olduğunu kaydetmişlerdir.[293]
Şu halde sihir yada büyünün kaynağı İslâm değildir. İslâm bu konuda
herhangi bir cevâz da vermemiştir. Ancak büyünün kaynağının insanlık tarihi
kadar eski olduğu da bir gerçektir. Dinler tarihi sahasında yapılan
araştırmalar, ilkel dinlerin büyü ve çeşitli hurafelerden meydana gelmiş
unsurlar taşıdığını ortaya koymaktadır. Büyü ilkel dinlerde ve câhil
toplumlarda kendisine yer bulmuş, kudsiyet kazanmıştır. Ancak Allâh katından
gönderilen semâvî dinler bünyesinde sihir ya da büyüye yer vermemiş, aksine
bunu şiddetle yasaklarûışlardır.[294]
Bu husus, yukarıda kaydettiğimiz âyet ve hadislerden de anlaşılacağı gibi İslâm'da
da şiddetle vurgulanmıştır.
Sihir, Bâbil döneminde Gildâniler'de, Eski Yunan'da, Roma'da, İran'da,
Filistin'de, Yahudiler ve benzeri milletler arasında çokça yayılmış, câhil
halkın aldatılıp köle edilmesi, onların bilgisizliklerinin istismar edilmesi
yoluyla menfaat, makam ve mansıb temin etmekte, o dönemin iktidarlarını takviye
etmede kullanılmıştır. Kısacası küfre ve Allâh'a eş koşmaya, kendileri de birer
insan olan hükümdarları ilâhlaştırmaya vesile kılınmıştır.
Tarih boyunca, başvurulan sihir ya da büyünün pek çok çeşitlerinden
bahsedilmektedir. Bunları yapabilmek için çok geniş bir alandan yararlanılmıştır.
Ki bunların bir kısmı, günümüzde Psikoloji, Hitâbet, Fen ilimleri gibi
konuların meşguliyet sahasına girmektedir. Geçmişte yapılan büyü çeşitlerinin
bir kısmının tamamen asılsız hurâfelerden meydana geldiği günümüzde ortaya
çıkmıştır. Ancak büyü yapmak için başvurulan şeylerin bir kısmının aslının
olduğu, bir bilgiye dayandığı, bu bilgilerin istisriıar edilerek, hurafelerle
karıştırılıp halkı kandırmakta kullanıldığı da bugün bilinmektedir. Herkesin
vâkıf olamadığı bu ince ve yüksek bilgiler, halkı kandırmakta kullanılmış,
bunların uygulanması sonucu meydana gelen birtakım tesirler, dönemin câhil
halkına sihir ya da büyü olarak takdim edilmiştir. Söz gelimi, Musâ (as) ile
yarışmaya giren sihirbâzların, iplerin içine civa doldurdukları, güneşte ya da
ısıtılmış toprak üzerinde genleşen civadan dolayı titreşmeye başlayan bu ip
leri, sihirbâzların halka; 'İşte biz ipi yılana çevirdik' dedikleri
kaydedilmektedir.
Geçmişte maddelerin fiziksel, kimyasal özelliklerini bilmeyen halk, bu
konularda bilgi sahibi olanlar tarafından aldatılabilmiştir. Eroin, Afyon vb.
uyuşturucu maddeler, ilaçlar bu maksatla kullanılmış, Psikoloji ilminin meşgul
olduğu hususlardan yararlanılmıştır. İnsanlar telkin yoluyla kandırılmış,
şartlandırılmış, hipnotize edilmiştir. İnsanlar, gözlerinin yaratılışındaki
özelliklerden, algı yanılmalarından yararlanılarak etkilenmiştir. Bütün bunlar
da büyü olarak gösterilmiştir.[295]
Şu halde, bu şekilde çok geniş bir sahayı kapsayan, bünyesinde çok geniş
İlmî gerçekleri bulunduran büyünün aslı yoktu, insanlara hiç bir tesir söz
konusu değildi gibi genellemelere gitmek yanlıştır. Geçmişte büyü ya da sihir
olarak halka takdim edilen bu İlmî gerçeklerin günümüzde de tesiri olduğu
açıktır. Ancak ilmin yaygınlaşması, halkın bilgi seviyesinin yükselmesi
sonucunda, günümüzde bunların aslı, meydana geliş sebepleri öğrenildiği için,
artık bunlar kolay kolay halkı kandırmada kullanılamamakta, büyü ya da sihir
olarak gösterilememektedir. Ancak, civanın özelliği, ışın ve elektriğin
özelliği, telkin, şartlandırma, hipnotizma gibi konular «halen mevcuttur ve
bunların insanlar üzerinde tesirleri günümüzde de söz konusudur.
Geçmişte büyü ya da sihir insanları etkilemek, kandırmak için yapılırdı.
Bunun sonucunda da insanlar tesir altında bırakılarak, istenilen yöne
sevkedilirlerdi. Bu husus, tesir altına alınarak insanların yönlendirilmesi,
şartlandırılması istenilen yönde kamuoyu oluşturulması, günümüzde daha büyük
ve gelişmiş imkanlarla, daha etkili bir şekilde yapılabilmektedir. Bunun için
televizyondan, videodan, radyodan, teypten, sinemadan, tiyatrodan,
dergilerden, gazetelerden, reklamlardan, yarışmalardan vb. araçlardan yararlanılmaktadır.
Kısacası İnsanların düşünce ve kanaatleri değiştirilmek istenmektedir. İnsanların
etkilenmesi için şartlandırma, telkin etme vb. modern yöntemlere
başvurulmaktadır. Sonuçta insanlar arzu edilen yöne kanalize edilmekte, paralarını
harcamaları, evdeki eşyalarını değiştirmeleri, oylarını istenilen yere
vermeleri sağlanabilmektedir. Sihir ya da büyü insanları etkileme sanatı ise,
günümüzde geçerli olan yukarıda arzettiğimiz husus, çok daha modern bir büyü
yönteminin kullanıldığını göstermektedir. Geçmişte sihirbaz telkin ya da
şartlandırma yöntemini kullanıyor, halkı kandırıyordu, günümüzde ise bu
yöntemler belli gurup ya da kişilerin emrinde, onların çıkarları doğrultusunda
kullanılmaktadır. O zaman şu anlamıyla sihir veya büyünün tesiri yoktur demek
yanlış olur, çünkü günümüzde çok daha dehşetli bir şekilde tesirinin olduğu
görülmektedir.
Telkin ya da şartlandırma yoluyla günümüzde Medya dediğimiz sınır
tanımayan korkunç silahtan yararlanılarak kültür emperyalizmi yaplmakta, haram
ve yanlış şeyler, ahlâksız davranışlar empoze edilmekte, millî ve dînî duygu
ve inançlar yok edilmekte, insanlar midesinden ve cinsel organından başkasını
düşünemez hale getirilmekte, genç nesiller, körpe dimağlar köreltilmektedir.
Âile kurumu çatırdamakta, karı ile kocanın arası açılmakta, lüks ve sefahat
arzusu, kadın erkek eşitliği, sınırsız hürriyet isteği yuvaları yıkmaktadır.
Durum böyle olmasına rağmen, Turan Dursun’un bu konuyu ele alarak
saptırmaya çalıştığı görülmektedir. Turan Dursun bu konuda şunları
söylemektedir: "İslâm'da boş inanç (hurâfe) yoktur, derler. Oysa var olduğu
bir gerçek. İşte bir örnek: İslâm'da, 'Büyü' ve 'Büyüyle insanların etkilenebilecekleri’
inancı var. Hem de Kur'ân'da ve en sağlam kabul edilen hadislerde: Bakara
sûresinin 102. âyetinde, Bâbil’de, Hârût ve Mârût adlı iki meleğe, (gökten)
büyüyle ilgili birşeyler indirildiği, bu iki meleğin 'büyü öğrettikleri',
öğretilen büyüler arasında 'karıkocayı birbirinden ayıracak türden olanın da
bulunduğu' anlatılır...
'Babil'de büyü öğretmenliği' yaptıkları bildirilen Hârut ve Mârut adlı
iki melek, büyüyü öğrettikleri herkese, 'biz fitneyiz, kafir olma!’
diyorlarmış. Yani uyarı’da bulunuyorlarmış.
'Fitne'ye 'sınav' anlamı verilir. Ve buna dayandırılarak iki meleğin:
'Biz sınav olarak gönderildik' demiş oldukları ileri sürülür. Aslında 'fitne',
'bir şeyin iyi kötü yönüyle ortaya çıkmasıdır.' (Bkz.Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân
1/57 F.Râzî, 3/221) Buna göre büyü öğretmeni iki melek, 'biz birer
gerçeğiz!" demiş oluyorlar.
Her neyse, önemli olan, iki meleğin, 'büyü öğrettiklerinin açıkça
anlatılıyor olması. Ve öğretilen büyüler arasında, 'karı kocayı ayıracak türden'
etkili olanının da bulunduğunun açıklan ması.
Bu arada, 'büyünün etkisi’, hangi türden olursa olsun, ’Tanrı'nm
dilemesine bağlanıyor. Ama bunun önemi" yok. Çünkü bu büyünün resmen
tanındığı ve 'etkisinin varlığının kabul edildiği' gerçeğini değiştirmiyor.
Felâk sûresinin 4.âyetinin anlamı:
'(Ey Mhammed!) Düğümlere çokça üfüren büyücü kadınların kötülüğünden de
(tanrıya sığınırım! de).'
Görülüyor ki, 'Tanrı', Muhammed'e (dolayısıyla inanırlarına)'büyücü
kadınların' yapabilecekleri büyülerle başına getirebilecekleri kötülükten
kendisine sığınmasını buyuruyor!
Demek ki bu âyette 'büyü ve etkisi' kabul ediliyor."[296]
Turan Dursun, "İslâm'da boş inanç (hurâfe) yoktur derler. Oysa var
olduğu bir gerçek. İşte bir örnek: İslâm'da büyü ve büyüyle insanların etkilenebilecekleri
inancı var." demekte ve yanlış mânâ verdiği, parantez açıp ilâveler
yaparak anlamını saptırmaya çalıştığı Bakara 102. âyetini bu iddiasına delil
göstermektedir.
Turan Dursun'un iddiasının aksine, İslâm'da gerçekten boş inanç (hurâfe)
yoktur. İslâm'daki her inancın dayandığı bir temeli ve sonuç itibariyle kişi
ve toplum vicdânmda sağlamak istediği bir hedefi vardır. Bu sebeple de
İslâm'ın tasvib ettiği, bünyesinde yer verdiği her inancm bir gerçeği vardır.
İslâm kadar da, hurâfelerle mücâdele eden bir din yoktur. Hür bir vicdânla
hareket edilerek incelendiği zaman İslâm'ın, hurâfe ve asılsız inançların
yolunu değil, ilmin, hakikatin ve insanlığın kurtuluşun yolunu gösterdiği
açıkça görülür. Bu sebeple Turan Dursun'un bu konudaki görüşlerinin temelsiz ve
sığ olduğu ortaya çıkmaktadır. Evet, İslâm'da hurâfeye dayanan, asılsız büyü
ya da sihir inancına yer yoktur. Ancak, modern İlmî yöntemleri, çağın korkunç
silahlarını, imkanlarını kullanan, telkin veya şartlandırma yoluyla kitleleri
etkileyen, hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak sunan, geleneklerimizi, örf
âdetlerimizi parça parça eden, millî varlığımızın temeli olan âile müessesesini
yıkmayı hedefleyen bu modern sihir ya da sihirbazlar söz konusu olunca, o zaman
sihir veya büyünün aslı yoktur, hurâfeden ibarettir demek, aldanmak ve gaflet
içerisinde uyuyarak, düşmana teslim, olmaktır. Bunun için bunların şerrinden
Allâh'a sığınır, bunların zararlarından korunmak ve insanlarımızı büyüleyerek tesir
altına almalarını engellemek için çalışmamız gerektiğini itiraf ederiz.
Hz.Peygamber; "Güzel konuşmadan bir kısmı sihirdir."[297]
buyurarak telkin veya şartlandırma yoluyla insanların tesir altına alınabileceğine
işaret etmiştir.
Durum böyle olunca, yukarıdaki ifadelerinden de anlaşılabileceği gibi
Turan Dursun, Bakara 102. âyetini maksadı doğrultusunda saptırmış, yanlış
mânâ vererek İslâm'a saldırı vesilesi yapmıştır. Turan Dursun âyete şu şekilde
mânâ vermiştir: "Süleymân'm kırallığına ilişkin olarak şeytânların
söylediklerine uydular. Çünkü insanlara büyüyü öğretiyorlardı. Ve Bâbil'deki
iki meleğe, Hârût ve Mârufa indirileni. Bu iki melek de Biz fitneyiz! kâfir
olma!' demedikçe, kimseye (büyüyü) öğretmiyorlardı (insanlar) bu iki melekten
kişiyle karısının arasını ayıracak türden (büyü) öğreniyorlardı..."
(Bakara; 102).[298]
Yukarıda da kaydedildiği gibi, Turan Dursun'un bu âyete verdiği mânâ
yanlış ve saptırmalarla doludur. Parantez içine alarak yaptığı ilâveler de
âyeti kendi arzusu doğrultusunda tahrif amacına yöneliktir. Bu âyette
bahsedilen Hârut ve Mârut adlı meleklere büyü indirilmediği gibi, onlar kimseye
büyü de öğretmemişlerdir. İnsanlar da bu iki melekten, kişiyle karısının
arasını ayıracak türden büyü vs. öğrenmemişlerdir, bunlar tamamen Turan
Dursun'un kendi uydurmasıdır.
Turan Dursun'un, "Babil'de büyü öğretmenliği yaptığı bildirilen
Hârût ve Mârut adlı iki melek, büyüyü öğrettikleri herkese 'Biz fitneyiz! kâfir
olma! diyorlarmış, yani uyarıda bulunuyorFarmış."1 şeklinde
saptırmalarına devam ettiği görülmektedir.
Yukarıda belirtildiği üzere, Islâm inancına göre sihir ya da büyü yapmak
küfür, şirk olduğu için bir defa Hârût ve Mârut adı bu meleklere Allah
katından büyü indirilmesi, onların da insanlara büyüyü öğretmeleri söz konusu olamaz,
insanlara büyü öğreterek kâfir olanlar ise melekler değil, insan ve cin
cinsinden şeytânlardır. Bu husus aynı âyetin baş tarafında açıkça ifade edilmektedir.[299]
[300]
O zaman, Bâbil'deki Hârût ve Mârut'a indirilen şey büyü değilse ne idi?
sorusu karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de kaydettiğimiz gibi merkezleri Bâbil
olan Gildânîler döneminde büyü çok yaygınlaşmıştı, büyü veya sihir yollarına
başvurularak insanlar kandırılıp küfre, sapıklığa sevkedilerk, Allâh'tan
başkalarına kulluk etmeye yöneltilmişti. Bu dönem sihirbazları da halkı
kandırıp sapık yollara sevketmek için başvurdukları büyüleri, cehâlet yaygın
olduğu için herkesin vâkıf olamayacağı birtakım İlmî gerçeklerden yararlanarak
yapıyorlar, bunları bazı hurâfelerle karıştırarak ortaya atıyorlardı. Böylece,
aslı iyi ve insanlık için faydalı olan İlmî gerçekler, tıb, psikoloji, fen
vb.ile ilgili bir takım bilgiler küfre alet ediliyordu, işte Allâh(cc) böyle
bir ortamda sihirbaz denilen bazı kâfirlerin halkı kandırarak sapıklığa
sürüklemelerini önlemek için, bu işlerin merkezi olan Bâbil'e Hârut ve Mârût
isimli iki
meleğini gönderdi. Onlara da, kendisine dayamlarak sihir ya da büyü
yapılan, halkın kandırılmasına vesile kılınan, kötüye kullanılıp istismar
edilen, herkesin vâkıf olamayacağı bir takım yüksek bilgileri, İlmî gerçekleri,
bunların mâhiyet ve sebeplerini bildirdi. Böylece sihirbâzların foyalarını
ortaya koydu. Bu bilgileri kötüye kullanarak, büyüye alet ederek halkı
kandırmalarına mâni oldu. O döneme göre yüksek seviyede olan bu bilgilerin,
İlmî gerçeklerin, öğrenenler tarafından istismar edilmesini, sihirbâzların
yaptığı gibi küfre alet edilmesini men etmek için Hârut ve Mârut bunları
öğrettikleri kimseleri tenbih etmişlerdi. Onları öğrenenlere, ortamın bu
bilgile-rin kötü yola kullanılmasına müsait olduğunu hatırlatmışlar ve 'Biz bir
imtihanız, sakın bunları sihir veya büyüye alet ederek, insanları kandırmada
kullanarak küfre gitmeyin’ diye titizlikle ikâz etmişlerdi. Fakat daha
sonraları Yahu diler veya benzeri küfür ehli kimseler bu bilgileri sihre alet
etmişler, aslında iyi ve faydalı olan bu bilgilerden bir kısmını kâfir insan ve
cin şeytanlarının öğrettikleri büyülerle kapştırıp, bunları kan ile kocanın
arasını ayıracak şeylerde kullanmışlardı. Şu halde karı ile kocanın arasını ayıracak
büyüleri insanlara öğretenler Hârut ve Mârut adlı bu iki melek değildi. Onlar
insanlara yararlı birtakım yüksek bilgileri öğretmişler, ama sonraları
yahudiler ya da benzeri sapıklar bunları istismar edip, büyülerle sihirlerle
karıştırıp karı ile kocanın arasını ayırmaya kadar gidebilecek bir takım
işlerde kullanarak küfre girmişlerdi. Şu halde Turan Dursun'un Hârut ve Mârut
adlı bu meleklere, ’Bâbil'de büyü
öğretmenliği yapıyorlardı, insanlara büyü öğretiyorlardı' sözü bir
iftirâdan ibarettir. Turan Dursun, bu konuda bilgisizliğini ve ilim adına
değil, ideoloji adına olaylara baktığını ortaya koymuştur. Ayette; iA4?’[301]
[302]
k,ûjü*) "Onlar,
insanlara büyüyü, birde iki meleğe indirileni öğretiyorlar" buyrularak
büyü ile meleklere indirilen şeylerin farklı hususlar olduğu belirtilmiştir, U1
U
"O ikisinden karı ile kocanın arasını ayıracak
şeyler öğreniyorlardı" ifadesindeki "0
ikisinden" zamirinin (^-Ji ^uı ibaresindeki
kelimesiyle J>ı u,) ibaresine
atfedildiğini söyleyen İslâm âlimlerinin görüşü daha isabetlidir. Ayet
başlangıcından beri Yahudilerden bahsetmektedir. Bu açıdan sihri öğrenenler de
yahudiler olmaktadır. Bu durumda bu âyetin anlamı şu şekilde olmaktadır;
"Süleymân'm hükümdarlığı hakkında onlar, şeytânların uydurdukları sözlere
uydular. Oysa Süleymân küfre gitmemişti. Fakat o şeytânlar küfre gittiler.
İnsanlara büyü ve Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı meleklere indirileni
öğretiyorlar. Halbuki onlar, 'Biz fitneyiz, sakın küfre gitme!' demedikçe
kimseye birşey öğretmiyorlardı. Fakat bu Yahudi zümresi, kâfir şeytânların
öğrettiği sihir ile, Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyden,
koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı..." (Bakara; 102).1
Şu halde bu âyetten Turan Dursun'un iddialarını destekleyecek bir
hususun çıkarılması mümkün değildir. Hârût ve Mârufa ne sihir indirilmiştir,
ne de onlar insanlara karı ile kocanın arasını açacak büyü öğretmişlerdir.
Bunlar şirk ve küfürdür. Turan Dursun, diğer meselelerde olduğu gibi bu konuda
da halkın kafasını karıştırmakta, onların inançlarıyla oynamakta, meseleyi
içinden çıkılmaz hale sokmak, aklınca, "tabu" dediği dînî öldürmek
istemektedir. Buna tarih bo yunca kimsenin gücü yetmediğine göre, kendisinin
tâkatinin yetmeyeceği de ortadadır.
Turan Dursun, bu konudaki görüşlerine destek olması için Felak sûresinin
4.âyetini kaydederek; "Görülüyor ki Tanrı, Muhammed'e, (dolayısıyla
inananlara) büyücü kadınların yapabilecekleri büyülerle başına
getirebilecekleri kötülükten kendisine sığınmasını buyuruyor" demektedir.
Bu âyetle ilgili olarak kaydettiklerinden de Turan Dursun'un ne kadar sığ
hareket ettiği, bu âyetin iniş maksadını anlamadığı, yorumlarına da bakma
zahmetine katlanmadığı anlaşılıyor. Âyette: "Düğümlere üfleyip tüküren
büyücü kadınların şerrinden" buyrulmaktadır. s
Vefkler, Tılsımlar v.b. asılsız hurâfelerle yapılan sihir ya da büyünün
bir tesiri olmayacağına göre, geriye günümüzde de geçerliliğini koru yan
telkin ve şartlanma yöntemleri kalıyor. Bu husus göz önünde tutulduğu takdirde,
âyetin ne kadar derin mânâlar taşıdığı ve mü'minleri ne kadar büyük
tehlikelerden koruduğu açıkça an-
1113. Felak, 4.
laşılır. Bir defa tarih boyunca telkin ve benzeri yollarla kadınların
erkekler üzerinde ne kadar etkili oldukları, onları naz ve işveleriyle nasıl ;
kandırdıkları, bu konudaki yetenekleri, iknâ kabiliyetleri açık bir husustur.
Bu âyet ile, erkeklerin kadınlara olan düşkünlüklerinden yararlanarak, naz ve
işveyle onların fikirlerini çelen, onları istedikleri görüşe döndüren, tesir
altına alan kadınların kastedildiği ortadadır. Bu tür kadınlardüğüm gibi
açılması zor, ikna edilmesi, tesir al tına alınması güç erkekleri naz ve işve
yaparak etkiler, onların görüşlerini, fikirlerini değiştirebilir. Bu kadınlar,
fikirlerini çelmek için diller dö kerek, tatlı sözler söyleyerek, işve yaparak
sonunda erkekleri ikna ederler, telkin altına alarak onların düğüm gibi
düşüncelerini çözer, onları çeşitli fitnelere, yanlış ve bâtıl yollara
sevkederler. Bu sebeble Allâh, mü'minleri bu tür kimselerin kandırmalarına,
yanlış yollara sevk etmelerine karşı uyarmış, kadınlara olan zaaftan yararlanmak
isteyenler olabileceği konusunda ikâz etmiştir. [303] Burada,
tarih boyunca insanları etkilemede, telkin altına almada kadının büyük bir
silah olarak kullanıldığını göz önünde tutmakta yarar vardır. Bir düşmanı
bertaraf etmek isteyen ondan yararlanmıştır, komutanların, hükümdârların
zehirlenjneleri, ortadan kaldırılmaları sağlanmıştır. Düşmanın harp planlarını,
sırlarını öğrenmek için yine kadınlar öne sürülmüş, bunlar naz ve işve ile, cinselliklerini
kullanarak istenilen şeyleri yerine getirmişlerdir. Tarihte bilinen birçok
kadın casus bu konuda güzel bir örnektir. Kadınlara karşı zaaflarını yenemeyen
idareciler, millet ve devletlerin, orduların sorumluları, bu tür kadınların
cilvesine, işvesine kapılarak, saklanması gereken hayatî sırları bunlara
vermişler, sonunda memleket, devlet ve ordularını tehlikelere, mağlûbiyetlere
atmışlardır. Bunlar, nüfûz ettikleri hükümdarları, düşman üzerine sefer
yapmaktan bile vaz geçirmiş, o hükümdarlara, millet ve memleketleri aleyhlerine
icrââtlar yaptırtabilmişlerdir. Bunların örnekleri pek çoktur ve işte Kur'ân-ı
Kerîm’in bu âyeti yüksek bir hakikati işaret ederek müminleri uyarmaktadır.
Kadınların bir silah olarak kullanılması sadece geçmişte kalan bir
uygulama değildir. Günümüzde de kitleleri şartlandırmada, telkin altına
almada, skandal çıkarmada, siyâsî rakipleri altetmede onlardan çok geniş ölçüde
yararlanıyor. Telkin araç ve gereçlerinde onları her an görmek mümkündür.
Reklam kampanyalarında işve ve nazıyla cinselliği ön plana çıkarılmış kadınlar
her an karşımızdadır. Sunulan fikri benimsetmek için sinema, tiyatro,
televizyon, video, gazete, dergi ve benzeri yayın organlarında erkeklerin
düşkünlük ve zaafından yararlanmak için çırılçıplak soyulmuş kadınlardan
yararlanılmaktadır. Şehvet tutkusu, cinsellik duygusuyla insanlar etkilenmekte,
televizyon ya da herhangi bir yayın organına bağlanmakta, âdeta
köleleştirilmektedir. insanların irâdesi, aklı, fikri bu yolla devreden
çıkarılmakta, kadından yararlanılarak telkin altına alınan kitleler, istenilen
şekilde yönlendirilmektedir.
Bu işlerde profesyonelleşmiş, bu konuları meslek haline getirmiş
kadınların ne kadar başarılı oldukları, tarih boyunca meydana gelen ya da
günümüzde cereyan eden olaylardan gâyet güzel bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu
açıdan Kur'ân'da "Düğümleri üfleyip tüküren büyücü kadınların
şerrinden" Allâh'a sığınılmasının emredilmesi hiç de hurâfe değildir. Bu
âyet, Turan Dursun'un iddiasının aksine, günümüzün, moda, televizyon, basın-yaym
gibi çok etkili silahlarını, modern telkin ve şartlandırma yöntemlerini
kullanan, insanlığı kandırıp, sapıklığa, ahlâksızlığa, haram ve yanlış yollara
sevkeden, yuvaları yıkan, âileyi tahrip eden çağın bu tehlikeli büyücülerine,
sihirbazlarına karşı çok isabetli, insanlık için çok gerekli yüce bir
uyarıdır.
Şu halde sihir ya da büyü, Turan Dursun'un sandığı gibi sadece hurâfeden
ibaret değildir. Onun içinde İlmî gerçekler de vardır. Aslında güzel ve iyi
olan bu İlmî gerçekler istismar edilerek zaman içerisinde kötü yola, küfre,
şirke, insanlığın aldatılıp kullara köle yapılmasına kullanılmıştır. Bu
açıdan günümüzde de değişen birşey yoktur. Geçmişte sihir ya da büyü kapsamında
bulunan bu İlmî gerçeklerin, vasıtaların, kötü yollarda, hakkı bâtıl, bâtılı
hakk gibi göstermede kullanıldığı nasıl bir hakikat ise, bunların bazı kimse ya
da zümreler tarafından çok daha güçlü bir şekilde aynı yönde kullanılabildiği
de bir gerçektir. Bu sebeple Turan Dursun gibi sığ görüşlere kapılmaya:
"İslâm'da sihir büyü gibi hurâfelere inanıldığını" söylemeye gerek
yoktur. İslâm’da hurâfelere yer olmadığı gibi, ancak İlmî gerçeklere önem
verildiği herkesin bildiği bir husustur. Tabii bu âyetin, indiği dönemdeki
toplumlarda yer alan yanlış bir inancı yıkmak gibi bir rolü de vardır. O
dönemde dünyanın tüm toplamlarında cinlerden, büyücülerden, karanlıklardan
korkma olayı vardı. Câhiliyye arapları arasında da, insanları hasta yapmak,
onları istedikleri yöne sevketmek, zarar vermek maksadıyla, büyü yapan erkek ve
kadınlar vardı. Bunlar, büyü yaparken okuyup üfleye-rek düğüm bağlarlardı. İşte
Felak sûresinin amacı, bu toplumlardaki yanlış inancı kaldırarak tek kuvvet ve
kudret sahibinin Allâh olduğunu, O'na sığındıktan sonra hiç bir kimsenin ve
hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini, başkasına değil yalnız Allâh'a sığınmak
gerektiğini, büyücülerden vs.den korkmaya gerek olmadığını anlatmaktadır.[304]
Turan Dursun "Muhammed'e büyücülerin kötülüğünden Tanrıya sığınması
buyuruluyor, ama hadiste anlatıldığına göre Muhammed yine de kendisini
kurtaramıyor, hadiste kendisinin büyü yapıldığı için hastalandığı
bildiriliyor." demekte ve el-Buhârî'nin Hz.Aişe'den naklettiği bir hadisi
bu konuda delil göstermektedir. Turan Dursun bu konuda şunları söylüyor:
"Hadiste, Peygamberin, büyünün etkisinden, 'Tanrı'nm verdiği şifa'
ile kurtulduğu anlatılır.
Bu durum karşısında şöyle sorulabilir:
'Peygamber', Felak Sûresi'ndeki uyarıya kulak asmamış mı acaba? Yani
'büyünün başına sbir kötülük getirmesinden Tanrıya sığınmamış' mı?
Yoksa Tanrıya sığınmış da, 'büyünün etkisi' karşısında, O'nun Tanrı'ya
sığınmasının etkisi bir şeye yaramamış mı?
Yukardaki âyet ve hadislere ve benzeri kanıtlara dayanılarak 'İslâm
Ulemâsının ’Cumhûr'unca, 'büyünün etkisi'nin gerçek olduğu savunulur. (Bkz.
Muhammed Ali Sâbûnî, Revayü'l-Beyân, I, 77-80)."1
Biz, sadece bu rivâyeti değil, muteber hadîs kitaplarımızda bulunan diğer
rivayetleri de ele alarak konuyu incelemek istiyoruz. Turan Dursun, İlmî
esaslara riâyetsizliğini, vesikalara dayanıp, bunlardan nakiller yaparken
titiz davranmadığını, kendisinin yaptığı nakillere güvenilemeyeceğini
naklettiği hadiste geçen "Zû Ervân" adlı kuyunun adını
"Zervan" şeklinde yazarak göstermiş bulunuyor.
Kaynaklarımızda yer alan ve Hz.Aişe ile Zeyd b.Erkam’dan (ra.) nakledilen
bazı rivâyetlerde bir yahudinin Hz.Peygamber'e zarar vermek maksadıyla sihir
yaptığından bahsedilir. Bü rivâyetlerin Hz.Âişe'den nakledilen kısmı Urve b.
ez-Zübeyr, Hişâm b.Urve vasıtasıyla el-Buhârî, Müslim, İbn.Mâce ve Ahmed
b.Hanbel tarafından kaydedilmiştir.[305] [306]
Bu rivâyetlerin Zeyd b.Erkam'dan nakledileni ise, Ebû Hayyân Yezîd
b.Hayyân et-Temîmî el-Kûfî, el-A'meş Süleymân b.Mihrân el-Kûfî ve Ebû Muaviye
Muhammed b.Hâzım et-Temîmî elKûfî vasıtasıyla Ahmed b.Hanbel tarafından
kaydedilmiştir.1 Aynı rivâyet Ebû Muâviye Muhammed b.Hâzım’dan
Hennâd b. es-Serî tarafından alınarak en-Nesâî'ye ulaştırılmıştır.[307]
[308]
Bu rivâyetlerin HzAişe'den nakledileninde şöyle denilmektedir; Hz.Âişe
şöyle dedi: "Benî Zureyk yahudilerinden Lebîd b. el-A'sam denilen bir
yahudi Rasûlullâh’a sihir yaptı. O kadar ki, Rasûlullâh (sav) bir şeyi
yapmadığı halde kendisine onu yaptığı hayali gelirdi, Nihâyet günün yahut
gecenin birinde Rasûlullâh (sav) duâ etti sonra tekrar duâ etti, sonra tekrar
duâ etti, sonra bana şöyle dedi: 'Ya Aişe! kendisinden fetvâ istediğim şey
hakkında Allâh'm bana fetvâ verdiğini bildin mi? Bana iki kişi geldi, birisi
baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu. Daha sonra baş ucumda oturan ayak
ucumda oturana, yahud ayak ucumda oturan baş ucumda oturana: 'Bu zâtın
rahatsızlığı nedir?' diye sordu. O da 'Büyülenmiştir.' diye cevap verdi. Öteki:
'Ona kim büyü yapmış?' diye sordu. Diğeri de: tebîd b. elA'sam diye cevap
verdi. Sonra;
-
Büyü hangi şeye
yapılmıştır? dedi. Öteki;
-
Bir tarakla saç döküntüsüne
ve bir de erkek hurma tomurcuğuna, dedi. Öteki,
-
O büyü nerededir? diye
sordu. Diğeri,
-
Zû Ervân kuyusunda, diye
cevap verdi.
Hz.Aişe dedi ki; 'Daha sonra Rasûlullâh (sav) ashâbmdan bazı kimselerle
birlikte oraya gitti. Sonra bana;
-
Ya Âişe! Vallâhi o kuyunun
suyu kına ıslatılmış gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurması da şeytânların
başları gibiydi, dedi. Bunun üzerine ben;
-
Ya Rasûlullâh, sen o sihri
çıkarıp yakmadın mı? diye sordum, Rasûlullâh;
-
Hayır! Bana gelince Allâh
âfiyet verdi. İnsanlara bir kötülük getirmekten çekindim. Emrettim de o kuyu
kapatıldı, buyurdu."1
Bu konuda Hz.Aişe'den gelen rivâyetlerden bir çoğunda sihir yapan
kimsenin yahudi Lebîd b.A'sam olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu rivâyetlerde
sadece Hz.Peygamber'e sihir yapıldığından bahsedilmektedir.[309]
[310]
Bu rivâyetlerin tamamına göre, Lebîd
b.A'sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz.Peygambere tesir
etmiştir. Bu husus l>j
5—ili <u’I *jl J-Jv 3 veya
(a«j Uj-y^ı jji
ijı jpj i,-; t ifadesi
ile belirtil
miştir.
Yukarıdaki cümlelerdeki "sihirlenmesi dolayısıyla Hz.Peygamber, bir
şeyi yapmadığı halde kendisine onu yaptığı hayali gelirdi" ifadesiyle
işaret edilen hususa, diğer bazı rivâyetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara
göre, Hz.Peygamber'e yapmadığı halde yapıyormş hayali gelen hususun,
hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmasıyla alâkalı olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim Buhârî ve Ahmed b.Hanbel'in kaydettiklerine göre, Hz.Aişe;
"Rasûlullâh'a sihir yapılmıştı. Hatta kendisi hanımlarına cinsî münasebet
için yaklaşmamış haldeyken, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi."
demiştir. Râvî Süfyân b.Uyeyne de "İşte bu, sihirden meydana gelebilecek
rahatizliğin en şiddetlisidir." demektedir. 2
Diğer bir rivâyete göre, Hz.Peygamber'in bu rahatsızlığı yaklaşık 6 ay
kadar sürmüştür.3
Yukarıda Hz.Peygamber'e sihir
yapıldığın dan bahsedilen diğer bir rivâyetin Zeyd b.Erkam'dan nakledildiğini
kaydetmiştik. Ahmed b.Hanbel' tarafından nakledilen bu rivâyet şöyledir; Zeyd
b.Erkam'dan; "Yahudilerden bir adam Rasûlullâh'a sihir yaptı. Bunun
üzerine Hz.Peygamber birkaç gün rahatsız oldu. Nihâyet Cebrâil (as) gelerek
Rasûlullâh'a: 'Sana Yahudilerden bir adam sihir yaptı. Bir ipe *
1 Buhârî,
Tıb 50; Cizye 14; A.b. Hanbel, Müsned, VI, 63-64.
2 Buhârî,
Tıb, 49; Edeb, 56; A.b. Hanbel, Müsned, VI, 63.
A.b. Hanbel,
Müsned, VI, 63.
düğümler atarak filan kuyuya attı, oraya o sihri çıkartıp getirecek bir
adam gönder', dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber oraya Hz.Ali'yi gönderdi. O da,
ö ipi çıkararak getirdi ve çözdü. Bunun üzerine Rasûlullâh sanki bağlarından
çözülmüş gibi rahatladı. Bunu o yahudiye söylemediği gibi ölünceye kadar da
onun yüzünü görmedi.1 enNesâî'nin bu konuda Zeyd b. Erkam'dan
yaptığı rivâyette, sihri çıkarmak üzere gönderilen kimsenin Hz.Ali olduğu
belirtilmemiştir.[311]
[312]
Zeyd b. Erkam'dan yapılan rivâyette sihri kuyudan çıkarmak için Hz.Ali'nin veya
bir başka şahsın gönderildiğinden söz edilirken, bu konuda Hz.Aişe'den yapılan
yukarıda kaydettiğimiz rivâyetlerde Hz.Peygamber'in yanına ashâbından bazı
kimseleri alarak sihirin bulunduğu kuyuya gittiğinden bahsedilmektedir. Bu
durum, söz konusu rivâyetlerde zabt yönünden bazı kusurların mevcut olduğunu
hatıra getirmektedir. Kısacası râvilerin olayı iyi zabtedemedikleri ortaya
çıkmaktadır. Zeyd b.Erkam'dan nakledilen ve Ahmed b.Hanbel ve en-Nesâî
tarafından kaydedilen son rivâyette, düğümler atılarak sihir yapılan ipin
kuyudan çıkarılıp getirildiği, bu düğümler çözülünce Hz.Peygamber'in sanki
bağlarından kurtulmuş casına ferahladığından bahsedilmektedir. Diğer bazı
hadislerde de, ashabtan Ilaka'(ra) nın bir kabileye uğradığında orada bulunan
bir deliye sabah akşam üç gün fatiha suresini okuyarak üflediğinden, her
üfleyişinde delinin bağdan çözülür gibi olduğundan (Jü» -kül ul£») söz edilmektedir.1
Nesâî ve Ahmed b.Hanbel tarafından kaydedilen ve
Hz.Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden son rivâyetlerde de ifade aynıdır.
Sihir yapılan ip kuyudan getirilip düğümler çözüldüğünde, Hz.Peygamber sanki
bağdan çözülür gibi olmuş, ferahlamıştı u'ü)
-
Bu durumda bir Yahudinin yaptığı sihrin, Hz.Peygamber'de, bir delide
gözlenebilecek bir tesir meydana getirebileceğini doğrusu insanın gönlü kabul
edemiyor.
Hz. Peygambere sihir yapıldığından bahseden bu rivâyetlerin, sadece
Hz.Âişe ve Zeyd b. Erkam'dan (ra) gelen âhad haberler olduğu görülmektedir.
İlgili şemadan da anlaşılacağı gibi[313] [314]
[315]
bu rivâyetlerin Hz. Aişe'den geleni, sadece Urve b. ez-Zübeyr, ondan da sadece
oğlu Hişâm b. Urve tarafından nakledilmiştir. Hişâm b. Urve'den itibaren râvî
sayışı artmıştır. Bu. rivayeti Hişâm b. Urve'den, Ebû Üsâme Hammâd b. Usâme
vasıtasıyla Ahmed b. Hanbel[316]
ile Ubeyd b. İsmail almışlardır. Ubeyd b. İsmâîl'den de el-Buhârî nakletmiştir[317].
Yine Hişâm b. Urve’den Abdullâh b. Numeyr, ondan da Ebû Kureyb, Ebû Bekr b. Ebî
Şeybe ve Ahmed b. Hanbel nakletmiştir[318].
Ebû Kureyb'den Müslim1, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe'den de îbn Mâce
rivâyet etmişlerdir[319]
[320].
Aynı rivâyeti Hişâm b. Urve'den Yahyâ b. Saîd el-Kattân, ondan da Muhammed b.
el-Müsennâ, ondan da el-Buhâri alarak nakletmiştir[321].
el-Buhârî'nin aynı rivâyeti Hişâm b. Urve'den, İsâ b. Yûnus, Îbrâhîm b. Mûsâ
vasıtasıyla aldığı da görülmektedir[322] Bu
konudaki rivâyetlerinden bi rini de Hişâm b. Urve'den, Abdülmelik b. Abdilazîz
ibn Cüreyc, Süfyân b. Uy ey ne ve Abdullâh b. Muhammed vasıtasıyla nakletmiştir[323].
el-Buhâri'nin bu konudaki diğer rivâyeti de Hişâm b. Urve'den Süfyân b.
Uyeyne, Abdullâh b. ez-Zübeyr el-Humeydî yoluyla alınmıştır[324]
Ahmed b. Hanbel ise bu konudaki rivâyetlerinden birisini Hişâm b.
Urve’den, Vüheyb b. Hâlid, Affân b. Müslim vasıtasıyla almış[325]
diğerini de yine Hişâm b. Urve'den Ma'mer b. Râşid, Rebah b. Zeyd es-Sevrî,
Îbrâhîm b. Hâlid b. Ubeyd yoluyla nakletmiştir[326].
Bu rivâyetlerin bir teki müstesna, îsnâdlardaki edâ
sigaları gibi cezim ifade eden lafızlarla
başlamakta, ancak Hişâm b. Urve'den nakleden râvîlerden itibaren anane yoluyla
rivâyete dönüşmekte, başlangıçta yer alan gibi cezim sigalarmm yerini lafızları
almaktadır. el-Buhârî'nin \ Muhammedb. el-Müsennâ, Yahyâ b. Saîd el-Kattân
vasıtasıyla Hişâm b. Urve'den aldığı rivâyette şeklinde ifade edilen cezim
sigası Urve b. ez-Zübeyr'e kadar devam etmekte, ancak Urve ile Hz. Âişe
arasında lafzına dönüşmektedir. Anane yoluyla yapılan rivâyetlerin, senedde
kopukluk (inkıta) şüphesi taşıdıkları, bunların bir başka kanaldan
kopukluk(mkıta) şüphesini giderecek tarzda nakledilmeleri gerektiği açıktır.
Bu rivâyetlerin el-Buhâri ve Müslim tarafından da nakledilmeleri açısından,
bunların râvîlerinin adalet sahibi oldukları, kendilerinden naklettikleri
kimselerle muasır olup, mülâki oldukları, müdellis olmadıkları hatıra
gelmektedir. Ancak bu konudaki rivâyetlerin incelenmesinden[327] [328],
rivâyetlerdeki ananeyi ortadan kaldırarak, bunların hangi yolla alındığını
ortaya koyan bir sonuca ulaşmak mümkün olmuyor, çünkü bu rivâyetlerdeki râvîler
Hişâm b. Urve'den itibaren tek râvi sayısına iniyor. Bütün bu râvîlerin
yukarıdaki şeyhleriyle muasır oldukları, onlarla mülâki oldukları sâbit olsa
bile, bu rivâyetlerin metninde yer alan ve İslâm âlimleri arasında ihtilâfa
sebep olan problem dolayısıyla, bu rivâyetlerin yukarıdaki râvîlerden
alındığına kesin olarak hükmetme konusunda bazı tereddüdlere yol açıyor. Söz
gelimi, babası Urve'den
nakilde bulunmakla meşhur olan Hişâm b. Urve'nin, bu
rivâyetleri de arada hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan babasından aldığı
hususunda şüphelere yol açacak bazı bilgiler mevcuttur. Kaydedildiğine göre,
Yakûb b. Şeybe, Hişâm b. Urve'nin Irak'a gittikten sonra babasından rivâyetinin
yayıldığını, Hicâz âlimlerinin de bu rivâyetleri kabul etmediklerini, Hişâm'm
İraklılara rivâyette gevşek davrandığını spylemiştir. Yakûb b.
Şeybe’ninbildirdiğine göre, Hişâm, babası Urve'den işitmedikçe ondan nakilde
bulunmazdı. Hişâm'm rivâyet konusundaki gevşekliği de babasından nakilde irsâl
yapmasıdır. Yani doğrudan babasından işitmediği halde, rivâyeti aldığı aradaki
şahsı atlayarak kendisi doğrudan babasından işitmiş gibi rivâyet etmesidir.
İbn Hırâş ise, İmâm Mâlik'in, İraklılar tarafından nakledilen rivâyetlerini
kerih gördiğünü, Hişâm'm bu durumundan hoşlanmadığını zikretmiştir. İbn
Hırâş'm nakline göre Hişâm b. Urve üç sefer Kûfe'ye gelmiş, ilk geldiğinde
rivâyette bulunurken (Liiu c—Jü demiş, ikinci sefer geldiğinde (ü;uşeklinde
rivâyette bulunmuş, üçüncü sefer geldiğinde ise diyerek
rivâyet
etmiştir. Ayrıca, Hişâm'm vefâtmdan önce hafızasının bozulduğu da
kaydedilmiştir1.
Konuyla ilgili rivâyetlerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi[329]
[330]
bunları Hişâm b. Urve'den alan râvilerin (Abdülmelik b. Cüreyc hâriç) tamamının
Küfeli ve Basrah kimselerden oluştuğu, yani Iraklı oldukları görülmektedir.
Hişâm b. Urve'den nakleden râvîlerden İbn Cüreyc (v:150) Mekke lidir, ancak
rivâyeti ondan alan râvî Süfyân b. Uyeyne İraklıdır. Iraklı oldukları zikredilen
bu râvîler arasında mümtaz hadîs âlimleri de vardır. Ayrıca Hişâm b. Urve ile
ilgili olarak yukarıda kaydedilen tenkidleri şiddetli bulan ez-Zehebî gibi
hadîs âlimleri de mevcuttur1.
Ancak rivâyetlerin Hz. Peygamberin ismet sıfatına yönelik mühim bir
hususu ilgilendirmesi açısından, bu konuda gösterilen şiddet ve titizliği
lüzumsuz görmenin pek de uygun olmadığı açık bir husustur. Ayrıca bu
rivâyetlerin senedinde yer alan bazı râvilerin tenkide uğradıkları da görül
mektedir. Nitekim Hişâm b. Urve'nin râvîlerinden Ebû Usâme Hammâd b. Usâme
el-Kûfî, tedlîs yapmakla, sirkat-i hadisle suçlanmıştır[331] [332].
Bu rivâyeti Yahyâ b. Saîd el-Kattân vâsıtasıyla Hişâm b. Urve'den alan
râvî Muhammed b. el-Müsennâ (v.252)'da hâfıza yönünden tenkide uğramıştır[333].
Yine Hişâm b. Urve'nin râvilerinden Abdülmelik b. Abdülaziz ibn Cüreyc (v.150)
ile Süfyân b. Uyeyne (v.198) de tenkîd edilmişlerdir. ed-Dârekutnî, İbn
Cüreycin tedlîsinden sakındırmış ve onun mecrûh kimselerden işittiği şeylerde
tedlîs yaptığını bildirmiştir. İbn Hıbbân da onun tedlîs yaptığını
bildirmiştir. Yahyâ el-Kat•tân ise, Atâ'nm kendisine verdiği bir kitaptan
nakilde bulunması dolayısıyla îbn Cüreyc'in Atâ’dan yaptığı rivâyetlerin
tamamının zayıf ol. duğunu söylemiştir1. Ahmed b. Hanbel'de, İbn
Cüreyc'in mürsel olarak naklettiği bazı hadislerin mevzû olduğunu bildirmiştir[334]
[335].
Râvi Süfyân b. Uyeyne ise tedlîs yapmakla suçlanmış[336], Yahyâ
b. Saîd el-Kattân, onun yaşlandığında, hicri 197 yılında ihtilât ettiğini bildirmiş,
bu yıldan sonra ondan işitenlerin semâmın muteber olmadığını söylemiştir[337].
Yine Hişâm b. Urve'nin râvilerinden Vüheyb b. Hâlid de hâfızası bozulduğu için
tenkide uğramıştır[338].
Hişâm b. Urve'nin râvilerinden Ma'mer b. Raşid (v,152)de tenkîd edilmiştir. Ebû
Hâtim, Ma'mer’in Basra’dayken naklettiği şeylerde galatlar var,
sâlihu'l-hadistir, demiştir. Yahyâ b. Maîn ise, Ma'mer, ez-Zührî ve İbn Tâvus
hariç, İraklılardan naklettiği zaman ona muhalefet et, Basra ve Küfe
ahâlisinden yaptığı rivâyetler sahih değildir, demektedir[339].
Bu rivâyetlerin el-Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde yer almaları
açısından el-Buhârî ve Müslim'in bu konudaki şartlarına göre sahih oldukları
açıktır. Bu hususta sübjektif kriterler rol oynamaktadır. Yani Müslim, Ahmed b.
Hanbel ve İbn Mâce'nin naklettikleri bu rivâyetler, el-Buhârî'nin öngördüğü
şartları taşımaması açısından el-Buhâri'ye göre sahih değildir ve bu sebeple de
Sahih'inde yer almamaktadır. Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce'nin bu konudaki
rivâyetleri de Müslim'in bu konudaki şartlarına uymadığı için bu senedlerle
Müslim'in Sahih'inde nakledilmemiştir. Dolayısıyla, Buhâri ve, Müslim'e göre
sıhhat açısından farklılık arzeden bu rivâyetlerin sıhhati üzerine İslâm
âlimlerinin ittifak etmeleri, ya da el-Buhâri ve Müslim'in Sahihlerinde veya
Kütüb-i Sitte'nin içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları
sahih kabul etme mecburiyetinde olmaları söz konusu değildir. Bu, Kütüb-i
Sitte'yi veya el-Buhâri ve Müslim'in Sahihlerindeki tüm hadisleri reddetmek,
onların hiç birinin sahih olmadığını ileri sürmek demek değildir. Ancak ortada
Hz. Peygamber'in ismet sıfatına dokunan bir husus söz konusudur ve bu husus bu
rivâyetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Garânîk vakası, veya Selman
Rüşdi'nin Şeytân Ayetleri (Satanic Verses) gibi Hz. Peygamberin ismet sıfatına
yönelik taarruzlara malzeme veren, Kur'ân üzerinde şüpheler doğmasına yol açan,
ilhâd ve küfre, ateizme saldırı için destek olan b.u tür rivâyetleri günümüz
müslümanlarmın, okuyan, düşünen araştıran, mukâyese yapan aydınlarının,
gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı ve zahmetle
tevil ve yorumlar yapmaya çalıştığımız, çoğunda da muhatabı tatmin etmediğini
gördüğümüz bu tür rivâyetlere dayalı bir Peygamber imajı sunmaya hakkımız
olmadığı açıktır. Bu konuda anlaşılmaz bir muhâfazakarlığa da gerek olmadığı
kanaatindeyiz. Hz. Peygamberi ve onun ismetini, Kur'ânı ve onun güvenilirliğini
mi savunacağız yoksa bu tür rivâyetleri mi? Artık günümüzde İslâm âlimlerinin
buna bir karar verme' vaktinin geçmekte olduğu hususunu izaha gerek yoktur. Bu
görüşlerin asla Sünnet'i reddetme anlamına gelmeyeceği açıktır. Hz.
Peygamber'in Sünnet'i İslâm’ın ikinci temel kaynağıdır. Hz. Peygamber de
Kur'ân'ın en yetkili ve ilk müfessiridir. Davranışları Allâh (cc) tarafından
müslümanlara güzel bir örnek gösterilerek, benimsenip taklid edilmesi
emredilmiş yüce bir muallim, ufuk bir şahsiyettir. Sünnetsiz İslâm olmaz,
İslâmi bir hayat yaşanamaz. Bu hususu tartışmaya hiç bir şekilde gerek yoktur.
Sünneti red ve inkâr, İslâm'ı ve Kur an’ı inkârdan başka birşey değildir. Ancak
bizim burada işaret etmek istediğimiz nokta, geçmişte el-Buhârî'yi, Müslim'i
veya eserleri, Kütüb-i Sitte içerisinde yer alan, Tirmizî, Ebû Dâvud, Nesâî, ve
İbn Mâce'yi tenkîd eden bazı İslâm âlimlerinin bu tenkidlerinde büsbütün haksız
olup olmadıkları hususudur. Kur'ân'ın şüphesizliğine, Hz. Peygamber'in ismet
sıfatına aykırı düşen bu şekildeki rivâyetlerden dolayı Kütüb-i Sitte
müelliflerini tenkîd eden bu âlimler, fikri ve İlmî açıdan günümüz şartlan göz
önünde bulundurulduğu takdirde, bu tenkidlerinde pek de haksız sayılmazlar.
Aksine bu konularda titiz davranmalarının ne kadar yerinde olduğu açıkça
ortaya çıkar.
Geçmişte bu rivâyetleri Felak ve Nâs sûrelerinin nüzûl sebebleri
arasında gösteren bazı müfessirler olmuştur. Bu âlimlere göre, bu sûreler
Medine'de nâzil olmuştur. Çünkü Lebîd b. el-A'sam adlı şahsın yaptığı bu büyü
hâdisesi Medine'de cereyân etmiştir1.
Ancak diğer bazı müfessirler de, bu sûrelerin Mekke döneminde nâzil
olduğunu kaydetmektedirler[340]
[341].
Bu durumda Hz. Peygambere sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu
sûrelerin inmesiyle her hangi bir ilgisi yoktur. Süleymân Ateş, bu
rivâyetlerin, bu sûrelerin inme sinden çok sonra ortaya atıldığı görüşündedir[342].
Ateş bu konuda şunları söylemektedir: "Aslında sadece Sa'lebî'nin bu
senedsiz rivâyeti değil, bu konudaki senedli rivâyetler de birbirini tutmaz,
çelişkilerle doludur. Bu rivâyetlerin hiçbirisi sûrenin iniş sebebi olamaz.
Çünkü sûre Medine'de değil,-Mekke'de inmiştir. Haşan, Atâ, Ikrime, Câbirve
Kureyb'in de İbn Abbâs'tan rivâyetine göre sûre Mekkîdir. Sâlih, Katâde ve bir
gurubun da İbn.Abbâs'tan rivâyetine göre sûre Medenîdir. Fakat sûrenin Mekkî
olduğu rivâyeti daha doğrudur. İbn Cezzî de sûrenin, Mekke'de Fil sûresinden
sonra indiğini söylemiştir[343].
Mutezile, yukarıda kaydettiğimiz rivâyetleri Hz. Peygamberin ismetine
aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen red etmiştir. Kâdı Abdülcebbâr bu konuda
şunları söylemiştir: "Allâh cc., ’Allâh seni insanlardan korur', 'Büyücü
nereye varsa iflâh olmaz’ buyurduktan sonra bu rivâyetler nasil doğru olur?
Bunları doğru kabul etmek peygamberliğe söz getirir. Eğer bu doğru olsa büyücülerin,
bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya
güç yetir ekilmeleri gerekir. Bunlar bâtıl şeylerdir. Allâh cc.,
Peygamber'e 'büyülenmiş' diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa
müşriklerin Peygamber hakkmdaki görüşleri ve bu sözlerinin doğru olması gerekir
ve Peygamber bu kusurla illetli olur. Bu ise câiz değildir."1.
Ehl-i Sünnete mensup bir kısım âlimler sihrin hakikatinin olmadığını,
sihir adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar arasında Şâfîî âlimlerinden Ebû Ca'fer Esterebâzi ile Hanefî
âlimlerinden Ebû Bekir Râzî vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm'm da bu görüşte
olduğu kaydedilmektedir[344]
[345].
Sihrin sâbit ve yukarıda kaydedilen rivâyetlerin sahih olduğunu ileri
süren bir kısım âlimler ise, aksi görüşte olanları bid'atçilikle
suçlamışlardır. Bu şekilde suçlamada bulunanlar arasında İmâm Mâziri de vardır.
İmâm Mazirî bu konuda şunları söylemiştir: "Ehl-i Sünnet ve âlimlerin
çoğunluğunun (cumhûrun) görüşüne göre sihir sâbittir. Onun da diğer eşya gibi
hakikati vardır. Ehl-i Bid'at bu hadisi Nübüvvet makamına şüphe getirir diye
reddetmişlerse de durum öyle değildir. Çünkü Allâhu Teâla onu peygamberliğe
ait işlerde masum kılmıştır. Ancak dünya işleriyle ilgili konularda ve
insanlığa ârız olabilecek bazı hususlarda etkilenmesi mümkündür[346].
İmâm Mâzirî'nin yukarıdaki "Ehl-i Sünnet ve cumhûrun (âlimlerin
çoğunun) görüşüne göre sihir sâbittir" şeklindeki ifadesi tartışmaya açık
bir sözdür. Kanaatimizce bu konuda Ehl-i Sünnet'in cumhûrunun aynı görüşte
olduğunu tesbit etmek gerçekten zordur. Çünkü Ehl-i Sünnet mezhebine mensup
olduğu halde aksi görüşte olan büyük âlimler vardır. Ki bunlar arasında Ebû
Bekir er-Râzî, İbn Hazm, Ebû Ca'fer Esterebâzî, İmâm Ebû Hanife vb. İslâm
âlimleri yer almaktadır. Kaldı ki bu konuda görüşünü yazılı olarak ifade
etmeyen, ya da ifâde ettiği halde sayfalara intikâl ederek günümüze ulaşmayan
İslâm âlimleri de mevcut olabilir. Gerçekten, geçmiş asırlarda bu konuyla
ilgili olarak anket yapılarak dünyada mevcut tüm İslâm âlimlerinin görüşleri
alınmış mıdır? Böyle bir şeyin meydana geldiğini zannetmiyoruz. Bu durumda İmâm
Mazirî veya benzeri âlimlerin, "Bu konuda Ehl -i Sünnetin cumhûrunun
(İslâm âlimlerinin çoğunluğunun) görüşü budur" şeklindeki ifadelerinin
tahmini bir genellemeden ibaret olduğu hatıra gelmektedir. Geçmişte bazı
âlimlerin eserlerinde yer alan bu tür ifadelerin, yeni yetişmekte olan âlimler
ya da okuyucular üzerinde psikolojik bir baskı unsuru oluşturduğu da bir
gerçektir. Böyle bir baskı altında kalan yeni nesil âlimlerin" Aman
âlimlerin görüşünden ayrılmayayım yoksa sapıtırım” endişesiyle hareket
ettikleri, eskiden söylenip ortaya konulan yorum ve görüşlere teslim olup,
onları aynen benimsedikleri, böylece kendi görüş ve kanaatlerini ortaya
koymaktan çekindikleri de bir vâkıadır. Bunun da İslâmi ilimlerde gerilemeye
yol açtığı, ilerleme ve gelişmenin önünü kapaya rak, yeni nesiller içerisinden
büyük dehalar, kudretli ilim adamları yetişmesini engellediği açık bir
husustur.
Kâdı lyâd ise "Hz. Aişe'den nakledilen hadiste anlatıldığına göre
sihir, Hz. Peygamberin aklına, kalbine, itikâdına değil, ancak mübârek bedenine
ve dış uzuvlarına tesir etmiştir. Bu da hanımlarına yaklaşacağını zannedip de
yaklaşamamasmdan ibâret bir tutukluktan başka bir şey değildir"1
demiştir.
Kâdı lyâd ve benzeri İslâm âlimlerinin görüşüne göre bu rivâyetler
sahihtir ve sihir Hz. Peygamber'in aklına tesir etmemiştir. Ancak büyü ile Hz.
Peygamberdin bedenine bir rahatsızlık gelmesini de kimse inkâr edemez[347]
[348].
Günümüzde yaşayan bazı âlimler de, Hz. Peygamberin ismetine aykırı olur
gerekçesiyle bir rivâyetleri reddedenleri bid'atçılıkla suçlamışlardır \
Bu aşırılıklara karşı Ham di Yazır güzel bir tutum sergileyerek şöyle
demiştir: "Bununla be raber bu meseleyi bir Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bidat ve
İ'tizâl meselesi gibi tasvir etmek de sihri haddinden fazla büyütmek gibi bir
ifrâttan hâli olmaz. Halbuki sihrin şer ve zararını inkâra kalkışmak doğru
olmadığı gibi, onu haddinden fazla büyütmek te doğru değildir"[349]
[350].
Mahmûd Ebû Reyye ise, bu konuda son devir âlimlerinden Muhammed Abduh ve
Reşîd Rızânın görüşleri doğrultusunda hareket etmektedir. Ebû Reyye, Muhammed
Abduh'un konudaki görüşlerini şu şekilde özetlemektedir. "Bu konudaki
hadise gelince, sahih olduğu farzedilse bile, bu âhad türünden bir hadistir.
Âhad haberler ise Akâid konusunda delil olarak alınmazlar. Hz. Peygamberin aklı
konusunda sihrin tesirinden muhafaza edilmiş olması da, inanç esaslarından
birisidir. Yakın ilim ifade eden bir delil olmadıkça, bunun aksine itimat
edemeyiz. Âhad tarîkıyla bize ulaşan bu hadîs sebebiyle, bunu sahîh kabul eden
kimsede bir zan hasıl olsa bile, bu konuda zan ve zannedilenle hareket etmek
de caiz değildir! Kendisi için bu hadisin sahîh olmadığına dair deliler bulunan
kimseye, bunu hüccet olarak gösteremezsin. Her durumda bizim için
gerekli olan ve üzerimize düşen, bu hadîs hakkında
gerçeği teslim ederek akâidimiz konusunda onunla hükmetmemek, Kitâb'm nassı ve
aklın delilini almaktır. Eğer zannettikleri gibi, Hz. Peygamberin aklında bir
karışıklık olsaydı, O'nun tebliğ etmediği bir şeyi tebliğ ettiği veya kendisine
indirilmeyen birşeyin nâzil olduğunu zannetmesi caiz olurdu. Durum açıktır.
Hiçbir açıklamaya da muhtaç değildir. Her şey bir tarafa, sihri reddeden birinin
bidatçi sayılması câiz değildir. Çünkü Allâhu Teâla âyetinde
ve diğer âyetlerde müminlerin kendisine inanacakları şeyleri
açıklamıştır. İmân edip müslüman olabilmesi için bir kimse üzerine gerekli olan
emirler de vârid olmuştur. Fakat bunların içinde sihir konusunda herhangi
birşey gelmemiştir"[351].
Süleymân Ateş ise bu rivâyetlerle ilgili olarak şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: "Ayrıca bu rivâyetler çelişkilerle doludur. Çünkü birinde,
büyü yapan Lebîd'in yahudi, ötekinde yahudilerin andlısı bir münâfık olduğu,
bir başkasında ise Hz. Peygambere hizmet eden bir yahudi çocuğunun, Hz.
Peygamberin tarağındaki kılları ve ta rağının dişlerini alıp yahudilere
verdiği, yahudilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır. Hz. Peygamber'e
hangi yahudi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden,
kendisine gelen İbrânice mektupları dahi güvenmediğinden dolayı yahudilere
okutmamak için Zeyd b. Sâbit'e
İbrâniceyi öğrenmesini emreden Peygamber (sav), bir yahudi çocuğunu nasıl
harîm-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki
bunlardan birisi de Enes b. Mâlik'tiryahudi çocuğunun hizmetine ne gerek
vardır? Tarihte Hz. Peygambere hizmet eden bir yahudi çocuğu bilinmediği
gibi, Peygamber'in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir
şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin büyü ve nazarın
etkisini desteklemek ve insanları bunlardan korkutmak amacıyla ortaya
atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü ve nazar
Peygamber’e bile tesir etmiştir. Onun için bunlardan sakınmak lazımdır"[352].
Hamdi Yazır ise, Hz. Peygambere sihir yapılmasıyla ilgili rivâyetler
hakkında şunları kaydetmiştir: ”... Bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul
edildiği takdirde bile, Rasûlullâh'a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış
olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifâde edecek kuvveti haiz değildirler. Zira
esas itibariyle haber-i âhad hudûdunu geçmiş değildirler. Haber-i âhad'm sıhhati
ise itikâdın cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Halbuki bunda
itikâdın vücubu şöyle dursun, Kur'ânın nassma muhâlif olduğundan dolayı câiz
bile olamayacağına kâil olanlar vardır. Nitekim İmâm Mâtüridî'den nakledildiğine
göre, Ebû Bekir Esam, burada rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktur,
çünkü burada kâfirlerin Aleyhissalâtü ve'sselâm’a meshûr demelerinin sıdkı
lâzım gelecektir. Bu ise Kur'ân-ı
Azîmu ş-şân'm nassma muhaliftir, demiş ve Mutezile bu fikirde ısrar etmiş ve sihirden etkilenmenin mansıb-ı Nübüvvete yakışmayacağını söylemiştir"1
Muhammed İzzet Derveze de "Şeyhayn'm Hz. Aişe'den naklettikleri bu hadîs karşısında
hayret
ediyoruz" demektedir2. Süleyman Ateş ise,
"Peygamber (sav) eğer yapılan büyünün etkisinde ‘ kalıp, yapmadığını yaptı zannedecek kadar bir
akli denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun masûmluğu, ne
de vahiylerin korunma garantisi ka: hr.
Peygamber böyle kusurlardan uzak, münez
zehtir" şeklinde görüş beyan etmektedir.3
Yine Hamdi Yazır bu konuda, "Peygambere, sihirbaz, nübüvveti yönünden
sihirlenmiş diyenin küfründe j şüphe
yoktur. Burada üç mesele vardır: Birincisi,
sihrin
vukûu, İkincisi Peygamberin bu sihirden
etkilenmesinin vukûu, üçüncüsü de bu sûrelerin (Felak ve Nâs) nuzül sebebi olup olmaması.. Peygamber'e bir sihir yapıldığına ve hasbel beşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim olduğuna itikâd etmek câiz olabilirse de vâcib değildir"[353]
Süleymân Ateş, Kâdı lyâd ve benzeri İslâm âlimlerinin, kendisine yapılan sihrin Hz. Peygamber'in aklına, kalbine, itikâdına değil de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialarını reddetmektedir. Ateş bu konuda şunları kaydetmektedir. "Elbette bu cevap tutarlı bir cevap değildir. Çünkü Buhârî'de bulunduğundan, sağlam kabul edilen rivâyette dahi Peygamber 'kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sanıyordu ve altı ay böyle sürdü' deniliyor. Bu, altı ay Peygamberin hayal gördüğü anlamına gelir. Bu bir beden hastalığı değil, hâşâ onun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnada onun, gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırması gayet mümkündür"[354].
Yukarıda kaydettiğimiz rivâyetlerin metninde yer alan.....
cümlelerindeki (.... lafızlarının Süleymân Ateş'in veya daha önceki bazı
Islâm âlimlerinin, görüşlerinde haklı olduklarını ortaya koyduğu açıktır.
Gerçekten de "hayal görme" hadisesinin akıl ve zihinle alakalı bir
husus olduğunu tesbit edebilmek için derin bir psikoloji veya felsefe
bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bu-gün bir insanın hayal görme hadisesini
kaslarıyla, kolları ile, bacaklarıyla değil, aklıyla, zihniyle, beyniyle
gerçekleştirdiğini herkes bilir. Yukandaki yer alan rivâyetlerdeki ifadelere
göre, bir yahudi Hz. Peygamber'e sihir yaparak, halk arasındaki tâbiriyle onun
erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşmamasını temin etmiştir. Sihir yoluyla
Hz. Peygamber üzerinde böyle tesir meydana getirilebildiğim kabul etmek mümkün
görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, kâfir ya da müşriklerin, sihir yoluyla
Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine
kapı açar. Hz. Peygamberin iffet ve nâmusuna halel getirir, münâfıklar
tarafından onun (sav) şerefli hanımlarına yapılan zinâ iftiralarına malzeme
olur, 'Sihir yoluyla Hz.Peygamber iktidarsızlaştırılabiliyordu, O iktidarsız
olduğu için 9 ya da 11 tane hanımı da cinsel ihtiyaçlarını gideremiyorlardı',
gibi bir takım yanlış ve iftirâya dayanan fikirlere yol açar. Nitekim
kaynaklarda Hz. Aişe'ye, Hz. İbrahim'in annesi Mâriye'ye bu tür iftiralar
yapıldığından bahsedilmektedir.
Kanaatimizce bu konuda en doğru yol dengeli hareket etmektir. Ne Hz.
Peygamberin cinsel gücünün abartılmasına, insan üstü boyutlara çıkartılmasına
hizmet eden rivâyetlere, ne de O'nun (sav) sihir yoluyla cinsel açıdan
iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zeıjıin teşkil eden rivâyetlere itibar
edilmelidir. Bu konuda hakikat ne ise doğru bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bu
açıdan Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden bu rivâyetleri toptan
reddetmenin de doğru olmadığı kanaatindeyiz. Bu rivâyetler Hz. Peygamberin
hayatı, mucizesi, Allâh'm kendisini düşmanların şerrinden koruması açısından
tarihi bir değere sahiptir. Bu rivâyetler bize, Hz. Peygamber'e, kimliği ne
olursa olsun bir düşmanı tarafından zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını
haber veriyor. Bu husus tarihi açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de
doğrudur. Çünkü sihir çok eski çağlardan itibaren varolagelmiş bir uygulamadır.
Yahudilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından bu yolla intikam
almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygambere de zarar
vermek maksadıyla sihir yapmışlardır. Bu rivâyetler olayın bu yönüne işaret etmektedir.
Bu durum, yukarıdaki rivâyetlerin incelenmesinden de anlaşılabileceği gibi
Allâh tarafından Cebrâil as. vasıtasıyla Hz. Peygambere bildirilmiştir. Hz.
Peygamberin üzerinde bu sihrin bir tesiri de söz konusu değildir. Allâh cc.,
bunu Peygamberine bildirmek ve o sihri atıldığı kuyudan çıkarttırmak suretiyle,
bunu yapan ve sihirden medet uman İslâm düşmanlarına bir ders vermeyi, rezil,
rüsvay ve mağlûb etmeyi arzu etmiş bunu da gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber
Allâh cc. tarafından kendisine durum bildirilince, yanma ashâbmdan bir gurup
almış, ya da bir ekiple Hz. Ali'yi göndermiş ve bir yahudinin arazisi içinde
bulunan Mezkûr Zû Ervân kuyusundan o sihri buldurup çıkartmıştır. Bu sihri imhâ
için, halk arasında yaygın olan inanış doğrultusunda da hareket etmemiş, buna
gerek görmemiştir. Böylece sihirden medet uman, ondan bir silah olarak
yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına, muradlarına eremiyeceklerini, bu tür
şeylerin kendisine ve müslümanlara herhangi bir tesir yapamayacağını, Allâh’ın
kendilerini koruyacağını göstermiştir. Sihri yapan şahsı cezalandırmaya da
gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, yahudiler arasında bile
itibardan düşmesini sağlamıştır. Bu rivâyetler bu yönüyle doğrudur. Ancak
bunlarda zabt kusuru vardır. Rivâyetin metnini problemli hale sokan, âlimler
arasında münakaşalara yol açan, yukarıda kaydettiğimiz sihrin Hz. Peygamber
üzerinde nasıl tesir icra ettiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra
râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim râvîlerden Süfyân'ın bu konudaki bir
açıklaması bu rivâyetlerden birisinin içinde yer almaktadır. Buna göre râvî
Süfyân "İşte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir"
demektedir1. İslâm âlimlerinden Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cessâs da
aynı görüşte olup rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin aslının
olmadığını, bunların sonradan râvîler tarafından hadislerin metinlerine ilâve
edildiğini söylemiştir[355]
[356].
Sihrin Hz. Peygambere tesiri konusundaki: bu ifadelerin râvî Hişâm b.
Urve'den ya da babası Urve'den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve b.
ez-Zübeyr'in ya da Hişâm'm bu açıklaması Hz. Âişe'ye maledilmiş, onun
sözlerinin arasına dahil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta
yarar vardır.
Hz. Peygambere sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir
problem de şudur:
Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı
ileri sürülmektedir.
Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kişiye gelerek onu
etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır. Biz, bu hususun isbatmm pek
mümkün olmadığı görüşündeyiz. Geriye diğer bir yol kalıyor ki o da, cin ya da
şeytânların telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla
da, Hz. Peygambere sihir yapılarak, cinler kullanılarak, sihirbâzlarca tesir
edilmesi söz konusu olamaz. O'na (sav) cinlerin, şeytânların çarpmasını, veya
telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmesini kabul etmek mümkün
değildir. Buna Peygamberlik sıfatları ve makamı mânidir, bunu tartışmaya gerek
yoktur. Ayrıca bu husus Kur'ân-ı Kerîm’in mezkûr âyetlerine de aykırıdır.
Kur'ân-ı Kerim'de, müşriklerin Hz. Peygamber'e büyülenmiş diye iftirâ ettikleri
haber verilmektedir: "Seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini ve
gizli toplantılarında zâlimlerin; 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz'
dediklerini biz çok iyi biliriz"1. "Bu zâlimler
inananlara; 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler"[357]
[358].
Zeyd b. Erkam'dan bu hususla ilgili olarak gelen rivâyetleri de bu
doğrultuda değerlendirmemiz gerektiği kanaatindeyiz. Bu rivâyetlerde, sihrin
Hz. Peygamber üzerindeki tesirini anlatmak için kullanılan lafızların onu
(sav) bir deliyle aynı konumda gösterdiğini daha önceki sayfalarımızda ifâde
etmiştik. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Bu rivâyetlerde de zabt kusuru vardır.
Çünkü hadîs âlimleri nezdinde daha sahîh olan el-Buhârî ve Müslim'in bu
konudaki rivâyetlerine aykırılıklar vardır. Kanaatimizce bunlar da râvîlerden
kaynaklanmaktadır. Zeyd b. Erkam'dan nakledilen bu rivâyet de ahad türünden
olup, Zeyd b. Erkam'dan (ra) râvî Ebû Muâviye Muhammed b. Hâzım el-Kûfî'ye
kadar sadece birer kişi nakletmiştir. Bu rivâyette kullanılan
c>-İ)
şeklindeki edâ sigaları da en-Nesâî ve Ahmed b. Hanbel’deh hemen sonra lafzına
dönüşmektedir: Anane yoluyla yapılan bu rivâyetin senedinde kopukluk
şüphesi, Hz. Aişe'den gelen rivâyetlere oranla daha fazladır. Çünkü en-Nesâi
ve Ahmed b. Hanbel, rivâyetleri eserlerine alma konusunda el-Buhâri ve
Müslim'in benimsediği metodu ve titizliği benimsememiş, onlara nisbetle bu
konuda daha gevşek davranmışlardır. Zeyd b. Erkam'dan gelen bu rivâyetlerin
senedindeki inkıta (kopukluk) şüphesini bertaraf edip, bunların hangi yolla
alındığını net bir şekilde ortaya koyacak diğer bir rivâyete de sahip
bulunmamaktayız. Ayrıca râvilerden el-A'meş Süleymân b. Mihrân el-Kûfî, tedlîs
yaptığı için hadîs âlimlerinin tenkidine uğramıştır. Abdullâh b. Mübârek ile
Muğire, Kûfelilerin hadislerini el-A'meş ile Ebû İshâk'm ifsâd ettiğini
söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel, el-A'meş'in hadisinde birçok ızdırâp
bulunduğunu bildirmiştir. ez-Zehebî, el-A'meş'in bazan kim olduğu bilinmeyen
zayıf kimselerden tedlîs yaptığını zikretmiş, rivâyet ederken dediği zaman
problem olmadığını, fakat lafzını kullandığında tedlîs ihtimâlinin söz konusu
olduğunu söylemiştir. Ali b. el-Medînî ise, el-A’meş’in zayıf kimselerden
naklettiği hadislerinde evhâmımn çok olduğunu bildirmiştir1.
Burada el-A'meş'in konumuzla ilgili olarak, Yezîd b. Hayyân vasıtasıyla
Zeyd b. Erkam'dan (ra) yaptığı rivâyetinde de tamamen lafzını kullandığını göz
önünde bulundurmamız-son derece faydalı olacaktır. Söz konusu rivâyeti
el-A'meş'ten alan râvi Ebû Muâviye ed-Darîr Muhammed b. Hâzini et-Temîmi
el-Kûfî (v.195) de hadîs âlimlerinin tenkidine uğramıştır. Ebû Muâviye'nin
tenkide uğradığı hususların başında zabt yönü gelmektedir ki, bu husus konumuz
açısından çok mühimdir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Muâviye'nin el-A'meş'in hadisinin
dışındaki rivâyetlerinde ıztırap bulunduğunu, çünkü naklettiği şeyleri iyice
ezberlemediğini söylemiştir. Yahyâ b. Maîn, onun Ubeydullah b. Ömer'den münker
şeyler naklettiğini ifade etmiş, İbn Sa’d ve Ya'kûb b. Şeybe ise, onun tedlîs
yaptığını bildirmişlerdir. İbn Ebî Hâtim de el-A'meş 'ten nakil konusunda, onun
Süfyân'dan sonra geldiğini ifade ederek, onun zabtının Süfyân kadar güçlü olmadığına
işaret etmiştir[359]
[360].
Sonuç olarak Turan Dursunün bu konudaki iddiasını doğru kabul edemiyoruz.
Bu sebeple, bu rivâyetlere sahîh hükmünü vererek, Hz. Peygambere yapılan
sihrin kendisine tesir ettiği kanaatine varabilmek oldukça zordur. Bunlara
dayanarak, Hz. Peygamber’e yapılan sihirin Ona tesir ettiğine inanmayan
kimseleri bidatçılıkla suçlamak da son derece hatalı bir tutumdur.
İKİNCİ BÖLÜM
HZ. PEYGAMBERİN TEBLİĞ VE BAZI
TASARRUFLARIYLA İLGİLİ İDDİALAR
1-
MÜSTEŞRİKLERİN HZ.
PEYGAMBERİN TEBLİĞİYLE İLGİLİ BAZI İDDİA VE İTİRAZLARI:
Müsteşrikler, Hz. Peygamberin Allâh'tan vahiy alarak semâvî bir din ve
Kitâb getirdiğini kabul etmemektedirler. Bu sebeble Kur an'ı kendisinin
yazdığını veya yazdırdığını iddia ederler. Onlara göre, Hz. Peygamber'in Sünnet'i
diye bir kavram da yoktur. Sünnet diye müslümanların benimsedikleri hususlar,
Câhiliye devrinin örf ve âdetleri ile, Yahudilik, Hristiyânlık ile diğer din ve
kültürlerden adapte edilmiş şeylerdir. Kurduğu dine ait hususları da
genellikle Yahudilik, Hristiyânlık ve Câhiliye devrinden almıştır. Gusül,
Abdest, Namaz, Oruç, gibi ibâdetlerle ilgili hususlar Yahudi ve Hristiyânlardan
alınarak İslâm'a dahil edilmiş, kan, leş, domuz etinin haramlığı gibi hususlar
da Yahudilik'tem alınmıştır, iddiasını ileri sürerler. Yine müsteşriklerin iddialarına
göre, başlangıçta Hz. Peygamber, Yahudilerin kendisine inanıp, hak Peygamber
olarak tanıyacaklarını ümid ediyordu. Onları davasına kazanmak ve kandırmak
maksadıyla başlangıçta Kudüs'e doğru namaz kılıyordu. Sebt gününe saygı
gösterilmesini emretmiş, Ehl-i Kitâb kadınlarıyla evlenilmesine izin vermiş,
onların müşrikler gibi olmadığını, kestiklerinin yenilebileceğini bildirmiştir.
Yine müsteşriklerin iddialarına göre, Hz. Peygamberin Medine'ye
hicretinden sonra, Yahudiler kendisinin tebliğleriyle alay ederek, Peygamberliğini
kabul etmediler. O da Yahudilere baskıya başladı, onları Medine'den sürdü. Yahudilere
kızarak kıbleyi değiştirdi. O zamana kadar Kudüs'e doğru kılınmakta olan
namazın Mekke'ye doğru kılınmasını emretti. Tevrât'ta yasak olan iç yağı vb.
hususların yenilmesinin müslümanlara helâl olduğunu bildirdi. Sebt gününün
yerine Cuma gününü koydu. Medine'ye hicret ettiği zaman Yahudilerden görerek,
müslümanlara da tutulmasını emrettiği Aşûra (Yom Kippur) orucunu kaldırarak,
yerine Ramazan orucunu koydu. Yahudi şeriatına uygun olarak, o zamana kadar
hayızlı -nifaslı hallerinde kadınlarıyla bir evde bulunmayan Medîne'li
ashâbına, bunun mübâh bir iş olduğunu, hanımlarıyla evde bulunup, onların
pişirdiklerini yiyebileceklerini, dokundukları kapları kullanabileceklerini
ilan etti. Tevrât ve İncilin tahrif edildiğini, Yahudilerin lânetlendiklerini,
İslâm ümmetine mübah kılman hususların, Tevrât'ta, cezâ olarak Yahudilere yasak
kılındığını ileri sürdü. Ayrıca Yahudi ve Hristiyânlara muhâlefet edilmesini
emretti. •
Müsteşriklerin kısaca özetlemeye çalıştığımız bu iddiaları asılsız ve
İslâm Teşri tarihi'ndeki olayları maksatlı olarak saptırmakdan ibarettir.
maksatları da Hz. Peygamber'in İlâhî vahye dayanarak değil, oradan buradan
çeşitli unsurlar alarak, kendiliğinden, semâvî olmayan bir din kurduğunu
ispatlamaktır. İncelendiği zaman görülecektir ki, Yahudilerle Müslümanlar
arasındaki gergincik ve düşmanlık 625 yılında başlamıştır. Kıble ise vahye
istinâden 623 yılında Mekke'ye döndürülmüştür.1. Cuma günü ibâdet
ise Hz. İbrâhîm'den kalmadır ve Islâm'dan önce Araplar bugünü kutlamakta ve
ibâdet etmekteydiler (Bkz. Yevmü'l-Arûbe)[361] [362].
Oruç ibâdetinin Yahudilerin Yom Kippur'undan alındığı iddiası da asılsızdır.
Çünkü Kureyşliler İslâm'dan önce de oruç tutmaktaydılar[363]. Oruç
ibâdetinin Hz. Âdem'e kadar ulaştığı ise mâlumdur. Müsteşriklerin gusül ve
abdestin kaynağıyla ilgili iddiaları da geçersizdir. Çünkü Câhiliye döneminde
müşrikler de cünüblükten dolayı gusletmekteydiler[364].
Arada düşmanlık baş gösterdikten sonra İslâm'da yer almasına izin
verilmiş Yahudi ve Hristiyânlık'ta da mevcut bazı hususlar, Hz. Peygamber'in
dînî tebliğ hususunda günlük siyâsete göre hareket etmediğini göstermektedir.
Ramazan orucunun farz kılınmasından sonra da, Âşûra orucunun tutulmasının
yasaklanmaması, Yahudi ve Hristiyânların kestiklerinin yenilmesine, kadınlarıyla
evlenilmesine izin verilmesi buna örnek gösterilebilir. Buradan anlaşılan
husus, Tevhid prensiplerine uygun olan hususlar İslâm'da da yer almış, önceki
dinlerde de var diye körükörüne muhâlefet edilmemiştir.
Müsteşrikler, Arapların Hz. Îbrâhîm ve İsmâîl'le, onların getirdiği
Tevhid diniyle (Hanîflik) bir ilgilerinin olmadığını, Kâbe'nin bir putperest
tapmağı olduğunu, Hz. Peygamberin de müşriklerin bu hac ibâdet ve âyinleriyle
ilgili hususları İslâm'a dahil ettiğini iddia etmişlerdir. Sonouck Hurgronje,
Hacc'm Menşei konulu, bir doktora çalışması yaparak bu asılsız iddiaları
toplamaya çalışmıştır. Ancak yapılan son ilmi araştırmalar, insanların Tevhid
Dininden (Monoteizm) putperestliğe (Politeizm) doğru bir dejenerasyona uğradıklarını
göstermiştir1. Bu sonuçlar müsteşriklerin, Arapların Hz. Îbrâhîm'in
Tevhîd Diniyle ilgilerinin olmadığına, Kâbe'nin aslında bir put perest tapmağı
olduğuna dair iddialarını çürüt inektedir. Andrew Lang ve Wilhelm Schmidt'in
yaptıkları çalışmalar yakardaki görüşümüzü teyid etmektedir. Tevrât ise, Hz.
İsmâîl'in çölde oturduğunu, Allâh'm onu büyük bir millet yapacağını
vâdettiğini kaydederek müsteşrikleri yalanlamıştır[365] [366].
Hz. Peygamber ise, müsteşrik iddialarının aksine, Hz. îbrâhîm'in Tevhid
dininden kalan hususları benimsemiş, şirke ait hususları ise ilgâ etmiştir[367].
Sonuç olarak, müsteşriklerin Hz. Peygamber ve İslâm'la ilgili iddia ve
yorumlarında ilmi tarafsızlıktan uzak davranarak, çifte Standard
kullandıklarını, kaynakları tahrif ettiklerini, İslâm'ın nurunu söndürmek
maksadıyla hareket ettiklerini söyleyebiliriz. "Allâh'm nûrunu ağızlarıyla
söndürmek isterler. Kâfirler istemeseler de Allâh nûrunu mutlaka
tamamlayacaktır"[368].
2-
İSLÂM ORUCUNUN MENŞEİ İLE İLGİLİ İDDİALARIN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Oruç ibâdetinin Hz. Âdem'den gönderilmiş olan bütün semâvî dinlerde farz
olduğu, zamanla insanlığa yeni Peygamberlerin gönderilmesini gerektiren
şartlar sebebiyle, oruç ibâdetinin de dejenerasyona uğrayarak, aslî şeklini
yitirdiği veya tamamen terkedildiği anlaşılmaktadır. Zaman zaman gönderdiği
Peygamberleri aracılığıyla kullarına buyruklarını yenileyen Allâh CC. son olarak,
tüm insanlığa gönderdiği Son Peygamber Hz. Muhammed aracılığıyla Tevhîd Dinini
yeniden ihyâ etmiştir. Bu sebefele Kuranın diliyle, Allâh'm gönderdiği son
Peygamber Hz. Muhammed, son din de O'nun getirdiği İslâmiyet olmuştur1.
Allâh'ın insanlığa gönderdiği son buyruklarını ihtivâ eden son tevhîd
Dînî İslâm, kendinden önceki dinleri neshetmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerimde Hak
Din'inin ancak Islâm Dînî olduğu, Allâh katında İslâm'dan başka hiçbir dinin
kabul edilmeyeceği açıkça bildirilmiştir[369] [370].
İslâm'ın kendinden önceki dinleri neshettiği hususu, özellikle iki semâvî
din olan Yahudilik ve Hristiyânlığın mensupları tarafından kabul edilmemiştir.
Bunların her biri, kendi dinlerinin Kıyâmet'e kadar devam edeceği görüşünde
olup, başka bir din tarafından neshedileceğini kabul etmemişlerdir. Bu görüşün
tabii bir sonucu olarak da Yalıudiler tarafından, Hristiyanlık ve İslâmiyet
Allâh katından gönderilen Hak Din olarak kabul edilmemiştir. Hristiyanlar ise,
Hz. İsâ'nm gönderilmesiyle Yahudiliğin neshedildiğini savundukları halde, kendi
dinlerinin neshedilmiş olmasını kabul etmediklerinden, İslâmiyet'in Allâh
tarafından gönderilen en son İlâhî din olduğu gerçeğini reddetmişlerdir. Bu
sebeple de her iki dine mensup müsteşrikler, İslâm'la ilgili olarak yaptıkları
çalışmalarda İslâmiyet'in Yahudilik ve Hristiyânlık'tan adapte edilen hususlarla
insan eliyle (Hz. Muhammed tarafından) ortaya konulmpş, İlâhî niteliği olmayan
bir din olduğu iddiasını ortaya atmışlardır. Bu görüş doğrultusunda hareket
ederek, İslâm'ın ibâdet ve esaslarına önceki dinlerden kaynak aramışlar ve onun
Allâh katından gönderilen vahiy mahsülü bir din olmadığı iddiasını ileri
sürmüşlerdir. Bu görüş sahiplerine göre, Hz. Muhammed gerçek bir Peygamber
olmadığı gibi, Kuran da Allâh katından gönderilen İlâhî bir kitap değildir.
Bunların her birine göre, tahrif edillniş, aslı ortadan kaybolmuş Tevrât ve
İnciller son kitaptır ve Yahudilik veya Hristiyanlık da hak ve son dindir.
Bu görüş doğrultusunda hareket eden müsteşrikler, İslâm'ın beş şartından
birisi olan orucun da Yahudilik veya Hristiyânlık'tan alındığını ileri
sürmüşlerdir. Nitekim M. Watt bu konuda şu görüşleri ileri sürmektedir:
"Yahudilerle bozuşma birçok yönden kendini gösterdi. Başka belirli
değişiklikler de getirdi. Görünüşe göre o zamana kadar müslümanlar, hiç değilse
Ensâr, muhtemel olarak Yahudilerin Büyük Keffâret bayramlarını tutmaktaydılar
ve Muhammed de müslümanların hepsinin bunu yapmasını 623'de emretmişti.
(Muhtemel olarak Temmuz’da). 624 Şubat veya Martında Keffâret Günü yerine
Ramazan ayında oruç farz oldu. Ramazan 26 Şubat 624'de başladı ve bazı kaynaklar
müslümanların Bedir Savaşı sırasında Mart'm başında orucu denediklerini yazar.
Bununla beraber orucun Bedir Savaşı'ndan sonra farz olduğu ve bundan maksadın
da Yahudi bayramının İsrâil oğullarının Kızıldeniz’de Firavun ve ordusundan
kurtuluşlarının anısı olması gibi, bu zaferi kutlamak olduğu akla çok yakın gelmektedir"1.
Watt'm bu fikirlerini Maxime Rodinson da aynen benimsemiştir[371]
[372].
Watt'm, orucun menşeini askeri bir zafer veya siyâsî bir olaya bağlaması
doğru değildir. O takdirde daha büyük askerî zaferler vesilesiyle oruç
tutulması gerekirdi. Söz gelimi Mekke'nin Fethi'nde veya Hendek Savaşı’ndan
sonra farz oruç ihdâs edilmesi icâb ederdi. Halbuki İslâm'daki orucun bu
olaylarla bir ilgisi yoktur ve daha sonraki büyük zaferlerden sonra da hatıra
olsun diye herhangi bir oruç konulmamıştır. Orucun niçin farz kılındığı
Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça bildirilmiştir: "(Günâhlardan) korunmanız
için".
|»&J)
Orucun menşei konusunda diğer bir iddia da, Aşûrâ Orucu'nun Yahudilik'ten
adapte edildiği, ancak Yahudilerle bozuşma olunca Ramazan Orucu'nun ihdâs
edildiğidir. Müsteşriklerin bir çoğu bu görüşe saplanmışlardır. M.Watt bu
konuda şunları söylüyor: "İslâm'ın direklerinin üçüncüsü Ramazan ayı
orucudur. Daha önce anlatıldığı üzere, oruç uygulaması Medine Devri esnasında,
müslümanlar Yahudiler gibi olsunlar diye adapte edildi. Ancak Yahudilerle
bozuşma olunca, Yahudilerin Aşûrâ Orucu Ramazan Orucu ile değiştirildi"[373]
[374].
Isıdore Epstein ise bu fikri şöyle destekliyor: "İslâm'ın müessisi
Muhammed (571-632) aslında kendi dînî için Arabistan Yahudilerinin desteğini
sağlamaya çalıştı. Bu sebeple de onların birçok inançlarını, tatbikâtmı ve
Örflerini benimsedi. Onun monoteist doktrininin uyuşmazlığı, namazlar, oruç tutma,
sadaka verme şekli üzerinde ısrarı, Keffâret Gününü (Day of Atonement)
benimsemesi, perhiz hukukuna girişi (domuz etini yemeyi yasaklaması gibi) ve
takipçilerinin namazda Kudüs'e dönmelerini istemesi. Fakat çok geçmeden O,
Yahudilerin kendisini kabul etmeyi reddettiklerini gördü ve zaptedilmemiş
hiddetini onlara çevirdi, dinleri sebebiyle baskıya başladı ve onları Arabistan'dan
sürdü..."[375]
Emile Dermenghem de: "Peygamber, Yahu dileri avlamak için evvela pekçok
şeyler yaptı. Onlarla aynı günde oruç tutuyor ve namaz kılarken yüzünü Kudüs
tarafına çeviriyordu. Hahamlardan birçoğunu bilhassa Abdullâh b. Selâmı
kazandı. Fakat Yahudilerin ekserisi müslümanlık propagandasına şiddetle karşı
durdular"1, diyerek yukarda zikrettiğimiz düşüncede olanların
kafilesine katılmaktadır. Schoeps'in bu konuda: "Muhammed, özellikle
Yahudi, Hristiyan ve eski Arap âdetlerini benimsemiş ve serbest ölçülerle
değiştirmiştir. Yahudilerin 'Sebat'ını Cuma Gününe koymuştur. En azından
Yahudilerin oruçla başlayan 'Uzlaşma günü'nü, 'Barışma Gününü (Levililer 16/29)
"Aşûrâ Günü" olarak şeriatına almıştır. Bu, oruç ayı olarak Ramazan'ı
tesbit edinceye kadar sürmüştür"[376] [377]
dediği kaydedilmektedir.
İslâm Orucunun Yahudilerden alındığını, Yahudilerle bozuşma olunca
Aşûrâ'nm yerine Ramazan Orucu ’nun ihdâs edildiğini ileri sürenlerden birisi
de Brockelmann'dır. Brockelmann bu konuda şunları söylüyor: "Medine'de
ikâmetinin ilk sıralarında Muhammed'in dine karşı alakasında Yahudilerle olan
münasebetleri Jıâkimdi. Oraya vardığında Yahudileri kendi dinine
döndürebileceğini ümit etmiş olması muhtemeldir. Bu sebeble kendi cemaatının
ibâdet tarzını bazı noktalarda onlarınkine uydurarak onları kazanmaya çalıştı.
Umûmî barış günü olan 10 Muharrem'de
Aşûrâ Günü için bir oruç emretti... Muhammed, çabucak Yahudi âlimleriyle
her çeşit münâkaşalara girişti. Onların bilgisi bu kadar sapa bir cemaat
içinde ne kadar az olursa olsun, müsbet bilgiler ve tefekkür bakımından
tamamiyle ümmi olan Peygambere üstündüler. Peygamber'in Mekke'de nâzil olan
sürelerde verdiği Ahd-i Atik bilgilerine dair bazı hataları onların gözünden
kaçamazdı; fakat Yahudi âlimlerinin bu hatalara karşı müstehzi imâları,
Peygamber'in vahiyleri hakkmdaki imânı sarsamadı. Yahudilerin Muhammedi'n
dinine karşı muhâlefetlerinde ancak onların doğru yoldan saptıkları ve
kendisinin de Allâh tarafından gönderildiğini bildiren Mukaddes Kitaplar'ı
tahriî ettikleri neticesi çıkabildi. Yahudilerle olan bu münakaşaların ameli
neticeleri hemen hâsıl oldu. Peygamber, gittikçe dininin millî Arap
karekterine döndü. O, Yahudilerden aldığı ve bugün hâlâ ihtiyârî olarak devam
eden Aşûrâ orucunu kaldırmamakla beraber, kamerî senenin dokuzuncu ayı olan
Ramazan ayında, bugün hâlâ tutulmakta olan orucu vâzetti. Hristiyânlar Büyük
Perhiz'de yalnız et yemedikleri halde, O müminleri bu ay zarfında, bütün gün
her türlü yiyip içmeden ictinâb etmeye mecbur tuttu. Buna mukabil gün battıktan
sonra açlıklarını telâfi etmelerine (gidermelerine) müsaade etti. O, bu farzı
gnostik bir tarikattan (yahut misyoner leri Arabistan'a girmiş olan
Maniheizm'den) mi almıştı? Bu sarih olarak cevap verilemeyecek bir meseledir,
zira Muhammed, herhalde Kameri takdis için Mart ayında oruç tutan Mezopotamya
Harranîleri halikında bir şey bilmiyordu..."[378]
Mezkûr fikri aynen benimseyenler araşma The Universal Jewish
Encyclopedia'nın Medina maddesinin yazarının da katıldığını görüyoruz:
"Muhammed Medine'ye ulaştıktan sonra, onların arasından tebliğleri için
inananlar bulacağını ümid ederek, Yahudilere karşı dostluk gösterdi. Böylece, Yahudilerin
yedinci ayının onuncu gününü (Tişrî'nin 10'u ki, Muhammed o günde Medine'ye
gelmişti) bir bayram günü olarak kabul ettiğini belirtti."[379].
M.Watt da bu paralelde görüş belirterek şuları kaydetmektedir: "İhtimalki,
ancak Medine'ye göçmeyi düşündükten sonra İslâmlığa, Yahudiliğe göre şekil
vermeyi denemişti Dendiğine göre, daha Mekke'den ayrılmadan önce Yahudilerin
âdetleri gereğince Kudüs'ü ibâdette yönelinecek yer, kıble seçmişti.
Yahudilerin Keffâret günü olan Aşûrâ Orucu, Müslüman Medineliler tarafından da
tutulmuşa benzemektedir... Yahudi âdetlerinin böyle benimsenmesi Yahudileri
Mühammed'e yakınlaştırmadı. Muhammed onlardan hiç değilse bir kısmının
kendisini tanımasını çok istemekteydi. Çünkü onların yardımı olmadan dininin
üzerine kurulu olduğu bütün düşünce yapısının yıkılma tehlikesine düşeceğini
hissetmekteydi. Eğer kendi Peygamberlerine eşit bir Peygamber olduğunu kabul
edecek olurlarsa onlara, kendi ibâdet şekillerini ve özel dînî âdetlerini
muhafaza etmelerine müsaade edecek gibidir. Bununla beraber Yahudiler gittikçe
daha fazla düşman kesildiler ve Muhammed Kur'ân'm Allâh'ın sözü olduğunu iddia
ettiği zaman, Tevrât bilgilerinden faydalanarak O'nu yerdiler. "[380]
Watt'm yukarda kaydettiğimiz, Hz. Peygamber'in Yahudiler kendisine inanmayıp,
desteklemezlerse, dininin üzerine kurulu olduğu bütün düşünce yapısının
yıkılma tehlikesine düşeceğini hissettiği yolundaki sözlerine katılmak mümkün
görünmemektedir. Gerçekten de Peygamberimiz’e Yahudilerin pek azı inanmış ve
kendisini desteklemişlerdir. Bunlar parmakla gösterilecek kadar azdır.
Medine'deki Yahudi kabileleri imân etmemiş ve Medine'yi terketmişlerdir.
Kaynuka, Kureyza ve Nadir Yahudilerinin durumlarını incelersek bu durumu bütün
açıklığıyla görebiliriz. Yahudiler kendisine inanmadılar, kendisini
desteklemediler diye Hz. Peygamberin ne dînî düşüncesi yıkılmış ne de Hz.
Peygamber tebliğ ettiği dinin üzerine kurulu olduğu düşünce yapısının
yıkılacağı endişesine düşmüştür. O (sav), İslâm'ı yaymaya, Allâh'ın
buyruklarını tebliğe devam etmiş ve muvaffak olmuştur. Zaten Peygamberliğinin
ilk onbeş yılını Mekke'de geçirmiş ve bu süre içinde İslâm'ı müşriklere
tebliğe çalışmıştır. Hristiyânlann ve Yahudilerin herhangi bir yardımına
güvenmemiştir. Medine'ye hicreti de Yahudilerin herhangi bir yardımına
güvenerek değil, bilakis kendisine imân edenlere, onların biat ve dâvetlerine
istinâden yapılmıştır. Watt'm: "Eğer Yahudiler kendi Peygamberlerine eşit
bir Peygamber olduğunu kabul edecek olurlarsa, onların kendi ibâdet şekillerini
ve özel dinî âdetlerini muhafaza etmelerine müsaade edecek gibidir"
şeklindeki düşüncesi de doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber Medine'ye
hicretinden sonra burada yaşayan bütün civar kabileleri de içine alan bir
andlaşma yapmış ve bu andlaşma ile Yahudilere dînî ibâdet ve âyin hürriyetini
vermiş, onlara bu konuda herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Bu hürriyeti
Yahudilere tanırken, onlardan Watt'm bahsettiği şekilde "Kendisini de,
Yahudilerin inandıkları kendi Peygamberlerine eşit bir Peygamber olarak
tanımaları" diye bir husus istememiş, böyle bir şart koşmamıştır. Nitekim
bu yazılı andlaşmada: "... Yahudilerin dinleri kendilerine müminlerin
dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri
dahildirler."1 denilmektedir. Aynı haklar bütün Yahudi
kabilelerine de tanınmıştır. [381]
[382]
Aşûrâ Orucunun Yahudilerden alındığı, ancak siyasî ortamın bozulmasından
dolayı Hz. Peygamber'in kararından döndüğü şeklindeki iddialara Drâz şu
şekilde cevap vermektedir:
"Yine Aşûrâ Orucunun (Ramazan Orucunun farz kılınmasından sonrav
da) Hz. Peygamber tarafından müminlere tavsiye edildiğini biliyoruz[383].
O halde Hz. Peygamberin hidâyette Yahu dileri taklid için böyle bir karar
aldığını, ancak siyâsî ortamın değişmesi yüzünden bu kararından döndüğünü iddia
etmek, gerçekleri saptırmaktan başka bir şey değildir"1.
Müslümanlarla Yahudilerin münasebetlerinin bozulması, Ramazan orucu'nun
farz kılın masından sonra olmuştur. Çünkü oruç, Hicret'ten birbuçuk yıl sonra,
624 yılında Şa'bân ayının onuncu günü farz kılınmıştır[384] [385].
Hzo. Peygamber Ramazan ayının 8 veya 12'sinde Bedir Savaşı için
Medine'den çıkmıştır[386]
. Ayrıca müslümanlarla yaptıkları Medine andlaşmasını ilk defa bozanlar
Hazreçliler'in müttefiki olan Benî Kaynuka Yahudileri olup, onlar da Bedir
Savaşı’ndan”sonra Hz. Peygambere isyan ederek yaptıkları andlaşmayı
bozmuşlardır[387].
Ayrıca bazı rivâyetlere göre, Yahudilerden bazı guruplar Medine andlaşmasma
sadık kalarak, Uhud Savaşı sırasında Hz. Peygambere yardıma gelmişlerdir. Ancak
Hz. Peygamber onların yardımını kabul etmemiş-tir1. Bu sebeble
Ramazan Orucunun farz kılınmasını Yahudilerle müslümanların siyâsî
münasebetlerinin bozulmasına bağlamak târîhen yanlıştır.
Fr. Buhl ise, Âşûrâ Orucu'nun daha önce de mevcut olduğunu
bildirmektedir: "Peygamber'in bundan sonraki tedbirleri, müslümanlar ile
birlikte Yahudi ve hristiyânları da kendisine yaklaştırmıştır. Böylece
Muharrem’in 10. günü bir oruç ve sulh günü olarak ilân edildi. (Yahudilerin de
10. Tişrî’de oruçları var idi) ki, bunun daha eski bir anane ile ilgili olduğu,
Arâmî dilinden gelmekte olan Aşûrâ isminden de anlaşılmaktadır"[388]
[389].
Faik Reşit Unat'm da oruç ibâdetinin menşei hakkında şu görüşleri ileri
sürdüğünü görmekteyiz: "Peygamber devrinden önce orucun Mekke'de
bilinmeyen bir amel olması kablî olarak kabul edilemez. Hiç olmazsa ananeye
göre, yaşamalarında Yahudi-Hristiyân o kadar izler görülen Hunefâ neden bu dînî
ameli yapmamı;ş olsun? Peygamber'in, muhtelif seyahatlerinde Yahudi ve
hristiyânlarda bu menâsıkı görmüş olması vâkıası, ihtiyârî bir nefs kırma
olarak orucun Mekke'de ilk müslümanlar arasında kabul edilmesinin lehinde
sayılabilir. Bundan daha fazla bir şey söylemek mümkün değildir. Zirâ Sîre'de
ve hadislerde bu hususta nakledilenler maksatlı olabilir"1.
Faik Reşit Unat, aynen müsteşrikler gibi İslâm'daki tüm müessese ve
ibâdetlerin dışardan, Yahudi ve hristiyânlardan alınmış olduğu düşüncesine
saplanmış görünmektedir. Kısacası Hanîfler Mekke'de bu orucu tutuyorsa muhakkak
Yahudi ve hristiyânlardan görmüş olmalıdırlar veya Hz. Peygamber bunun Mekke'de
müslümanlarca tutulmasını istemişse O da, seyahatlerinde bunu Yahudi ve
hristiyânlardan görmüş olmalıdır, kanaatindedir. Bunun dışında Mekke'de Hz.
İbrâhîm'in Tevhîd Dînî Hanîflik'ten kalıp devam edegelen bir âdetin
olabileceğini hatırına getirmiyor. Mezopotamya Harrânîleri’nde veya
Maniheizm'de ta eski çağlardan kalma oruç ibâdeti kabul edilebiliyor da, niçin
Mekke'de Hz. îbrâhîm'den ve onun oğlu Hz. Îsmâîl 'den bir âdetin kalabileceği
düşünülemiyor? Aynı anda iki kız kardeşle evlenme, kızlara babalarının
mirâsmdan pay vermeme gibi Câhiliye devri Arap toplu munda mevcut, ancak
Yahudilerde Hz. İbrahim'den sonra mevcut olduğu halde, Hz. Mûsâ'dan itibaren
yürürlükten kaldırılmış bazı uygulamalar tesbit edilmiştir. Bu ve benzeri
hususlar, Câhiliye devrindeki bazı âdetlerin, Yahudilerin Hz. Mûsâ'dan önceki
âdetleriyle paralellik ve aynilik arzettiğini, bunun da Araplara daha önce Hz.
İbrâhîm'in Dininin tebliğ edilip, yerleştirildiğini gösterdiği açıktır. Faik
Reşit Unat'm "Bundan daha fazla bir şey söylemek mümkün değildir, [390]
[391]
zirâ Sîre ve hadislerde bu hususta nakledilen şeyler maksatlı olabilir"
sözü de ilmi dayanaktan yoksun mesnedsiz bir sözdür. Koskoca bir medeniyet ve
kültürün, dinin kaynaklarım hiç tedkik ve ayırıma tâbi tutmadan peşin olarak inkârdır.
Müsteşriklerin mesnedsiz ve kasıtlı iddialarına ilim diye sarılarak, onların
iddialarını çürüten hadîs ve haberleri reddetmek ilmi zihniyetle bağdaşmaz,
çünkü hadislerde, Mekke devrinde Kureyş'in Aşûrâ Günü oruç tuttuğu kaydedilmektedir[392].
"Kureyş" lafzının içine ise, hem müslüman olanlar, hem de müslüman
olmayanlar girer. Ayrıca bu orucu, Câhiliye devrinde hem Kureyş'in hem de Hz.
Peygamber'in tuttukları hadislerde kaydedilmektedir. Oruç ibâdetini, Hz.
Peygamber’in Mekke devrinde Yahudi ve hristiyânlardan görmüş olması sebebiyle
Mekke'deki ilk müslümanlara tutturduğunu kabul etsek bile, acaba müslüman
olmayan Kureyşliler'e bu orucu kim tutturmuştur? Hz. Peygamber, kendisine imân
etmeyen bu insanların oruç tutmalarını nasıl sağlamıştır? soruları karşımıza
çıkacaktır. Bizce gerçek olan husus şudur ki, oruç ibâdetini Mekke'ye ilk defa
Hz. Peygamber getirmemiştir. Oruç, Hz. Peygamber'den önce de Mekke'de mev cuttu
ve tutulmaktaydı. Nitekim hadimlerde Câhiliye devrinde Kureyş'in oruç tuttuğu
haber verilmektedir.
Faik Reşit Unat bu konudaki görüşlerine şöyle devam etmektedir:
"Neden tam bu ayın seçildiği ve müslümanlardaki oruç müessesesinin
nereden geldiği hususuna gelince, bunlara dair faraziyeler ileri sürülmüştür...
Sprenger, bunun ’Hristiyân Büyük Perhizi'nin bir taklidi olduğunu
düşünmektedir. Nöldeke-Schwally, Mani Dinindeki oruç tutulması benzerlikleri
üzerinde ısrar etmektedirler..." k
İslâm Dinine inanmayanların, oruç ibâdetinin nereden alındığını
araştırmaları normal bir davranıştır. Bu onların tarafsız değil, peşin hükümlü
olarak, İslâm'ın sağdan soldan alınarak meydana getirilmiş uydurma bir din
olduğunu ispatlama gayretiyle hareket ettiklerini gösterir. İslâm'ın ve onun
müesseselerinin kaynağı bellidir ve müslümanlar onun menşeinin İlâhî vahy olduğunu
bilirler. Cemil Senâ ise bu konuda müsteşriklerin doğrultusunda düşünmekte ve
"Müslü manlık'taki oruç da açıkça anlaşılacağı gibi türlü dinlerde
ötedenberi görülen mistik bir işlemin, zaman ve sayısı bakımından farklı olarak
düzenlenmiş bir geleneğinden başka bir şey değildir" [393] [394]
demektedir.
Biz, daha önceki din ve milletlerde oruç ibâdetinin olmadığını iddia
etmiyoruz. Bilakis bunu, Kur'ân-ı Kerîm'de Allâh kenjiisi tasdik etmekte,
"Sizden öncekilere farz kılındığı gibi"[395]
buyura-rak bu hususa işaret etmektedir. Ancak bu oruçlar, Allâh'm buyurduğu,
Peygamberlerin getirdiği gibi aslî sâfiyeti üzerine kalabilmiş midir? Kalabilmişse
neden Yahudilik'te farklı, Hristiyânlık'ta farklı oruç uygulamaları ve
birbirinden ayrı günlerde oruç tutma âdeti ortaya çıkmıştır? Hatta ayrı
ülkelerde ayrı oruç tutma gün ve şekilleri, farklı mezheplerde ayrı ayrı
uygulamalar nereden meydana gelmiştir? Hristiyânlık ve Yahudiliğin dışındaki
dinlere oruç ibâdeti nereden gelmiştir? Kendilerine gönderilen bir Peygamberden
kaldıysa, Hristiyânlık ve Yahudiliğe göre farklı oruç uygulamaları ve oruç
günleri nasıl meydana gelmiştir? Bütün bu soruların cevabı, muhakkak ki, Allâh
tarafından gönderilen oruç ibâdetine dair buyruk ve esasların muhafaza edilemediğini,
dejenerasyona uğrayarak, birlik ve asliyetini kaybettiğini gösterir. Bu da
İslâm'ın dâvâsmda haklı ve doğru olduğunu gösteren bir husustur. Ayrıca kendi
gönderdiği buyrukların ve ibâdet esaslarının böylesine sâfiyetini kaybettiğini
sınırsız ilmiyle bilen Allâh'm, kullarına buyruklarını yeni bir Peygamberi
vâsıtasıyla, yeniden tebliğ etmesini kabul etmekten daha mantıklı ve mâkûl ne
olabilir? Zaten gerek Yahudilik gerekse Hristiyânlık bir din olarak
varlıklarının sebebini buna dayandırmaktadırlar.
S
Orucun menşei konusunda M. Plessner'de şunları kaydetmektedir: "Bu
farzın menşeinin (muhakkak sûrette onu Yahudi ananelerine bağlamak isteyen
müsteşrikler arasında devam eden) münakaşası henüz bitmiş sayılamaz... Goetin,
Kur'ân'm (11/185) âyetine dayanarak Peygamberin vahyi ile Mûsâ'ya gönderilen
2. Emir Levhası arasındaki muvâziliğe işaret eder; bu hâdise Yahudi ananesine
göre Afiv Gününde (Aşûrâ, Ramazanın öncüsü) vukûa gelmiştir; ve onun tesbitinin
doğrudan doğruya sebebi olmuştur. Goetin, Âşûrâ'nm ilk değiştirme emrinin
mevzuu tam bir ay olmayıp, yalnız 10 günlük bir müddet (ayyâm ma'dûdât, Kur an
”11/184) olduğunu ileri sürüyor. Bu da Yahudi Afiv Gününde sona eren on cezâ
günleri ile yeniden muvâzîlik göstermiş ve bu husus i'tikâf günleri olarak bugüne
kadar devam etmiş olmalıdır. Ramazâna isâbet eden ve 97/1. âyete göre, Kuranın
yeryüzüne indirildiği gün olan Leylet al-Kadr hakkındaki müslüman
telakkilerinin birçok noktalarda Yahu dilerdeki Afiv Günü telakkilerine uygun
olduğu ilâve edilirse, inkâr edilmez zaman güçlüklerine (nisbeten kısa bir
zaman içinde oruç tarihinin iki defa değiştirilmesi) rağmen ve son olarak tam
bir ayın tesbit edilmesi de tatmin edici bir tarzda izah edilmemiştir. Fakat
Goetin'in beyânının bir dereceye kadar muhtemel görünmesi mümkündür. Buna
karşılık ihtimal, Goetin'in tutumunun lehinde olmak üzere, Ramazândan önceki
ayın, Şa'bân ortasında Laylat al-Barâ'a'nm daha önce geldiği ileri sürülebilir.
Bu geceye bağlı olan ve Wensinck'in Şa'bân maddesinde zikrettiği telakki ve
âdetler Yeni Yıl Bayramı (Afiv Günü'nden önce gelir, fakat aradaki fâsıla
Laylat al-Barâ'a'yı Ramazan'dan ayıran fâsıladan biraz daha uzundur) hakkmdaki
Yahudi telakkilerine o kadar benzer ki, bununla Afiv Günü arasındaki bağlılık
daha fazla sağlamlaşmaktadır. O zamana kadar izahsız kalmış olan berâ'a
kelimesi Îbrânî berî'a (=Yaratma) kelimesine yaklaştırılmaya çalışırsa ve
Yahudi telakkisine göre âlemin, yılbaşında yaratıldığı vâkıası (Bayram için
yapılan dînî merâsimde bunun birçok delilleri vardır) düşünülürse, ihtimâl
kıyâs zincirinde bir halka daha elde edilir, zaten ilk önce Laylat al-Barâ'a'ya
bağlı tasavvurların hangi devirde meydana çıktığının aydınlatılması gerekir...”1
Goetin’in, Ramazân orucunun kaynağı olarak Yahudilerdeki Afiv Günü'nü
görüp "Doğrudan doğruya Ramazânın tesbitinin sebebi olmuştur" sözü
ilmi gerçeklere ters düşmektedir. Goetin'in, Aşûrâ Gününe (Yom Kippur) uygun
düştüğünü ve Ramazân Orucunun tesbitine kaynaklık ettiğini ileri sürdüğü Aşûra
Günü ile ilgili olarak, hadislerde, bugünde Yahudilerin bayram yaptıkları
bildirilmektedir. Nitekim Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den (ra) yapılan bir rivâyette
"Hayber ahâlisi Aşûrâ Günü'nde oruç tutarlar, onu bir bayram edinirler;
onda kadınlarına zînetlerini takarlar ve güzel elbiselerini giydirirlerdi"[396]
[397]
denilmektedir. îbn Abbâs'tan (ra) nakledilen bir hadiste ise, Rasûlullah (sav)
Medine'ye geldiğinde Yahudileri Aşûra Gününde oruç tutuyor buldu. Onlara:
"Bu kendisinde oruç tuttuğunuz gün nedir?" diye sordu. Onlar:
"Bu büyük bir gündür. Allâh onda Musâ'yı ve kavmini kurtardı, Firavun ve
kavmini de garketti. Mûsâ (as) da şükür olarak bugünde oruç tuttu, bizler de
bunun için oruç tutuyoruz" dediler[398],
şeklinde nakledilmektedir.
Yahudilerin bayram yapıp sevindikleri, süslenip giyindikleri ve
kadınların zînetlerini taktıkları gibi hususlarla, Mûsâ ve kavminin Firavun'dan
kurtuldukları ve bu sebeble bugünün bayram telakki edildiği hususları Yom
Kippur'la (Afiv Günü) uyuşmamaktadır. Çünkü Tevrât Yom Kippur'da Yahudilerin
nefislerini alçaltmalarını istemektedir[399]. Çünkü
Yom Kippur, büyük bir günâhın (altından buzağıya tapmanın) tarihi ve millî bir
cinâyetin keffâretidir. Bir yas ve nefse elem verme günüdür. Ayrıca bugünde
Yahudiler Firavun'dan da kurtulmamışlardır. Hadislerde bahsedilen Allâh'ın
Mûsâ'yı ve kavmini Firavun'dan kurtardığı gün, Yahudilerin "Küçük Yom Kippur"
diye andıkları Mayasız Ekmek Bayramına uygun düşmektedir. Bu bayram Abib
(Nisan) ayında kutlanmaktadır. Türkçe'de Pessah Bayramı diye bilinmektedir.
Yine Goetin'in, "Âşûra'mn ilk değiştirme emrinin mevzuu tam bir ay
olmayıp, yalnız on günlük bir müddet (Eyyâm-ı Ma'dûdât, Kuran 11/184) olduğu ve
bunun da Yahudi Afiv Gününde sona eren "On Cezâ Günleri "yle yeniden
muvâzîlik gösterdiği, bu hususun İslâm'da bugüne kadar i'tikâf günleri ola rak
devam ettiği" şeklindeki görüşü de doğru değildir. Çünkü (obj^CÇ =Eyyâmen
Ma'dûdât) lafzı ile, güvenilir rivâyötlere ve ekseri görüşe göre Ramazân ayı
orucu kasdedilmiştir. Ramazân ayı orucu ise, tam bir ay olarak nâzil olmuştur.
İlk önce on gün tutun, sonradan bir on veya yirmi gün daha tutun diye emir
gelmemiştir. "Eyyâmen ma'dûdât" lafzı ile kasdedilen miktar tam bir
aydır. O da Ramazân ayıdır. Bu husus el-Bakara 185 âyetiyle sâbittir1.
Ki bu âyette şöyle buyurulmaktadır: "Ramazân ayı ki, onda Kur'ân insanlara
yol göstererek yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak
indirildi. Sizden bu ayı idrâk eden onda oruç tutsun; hasta ve yolculukta olan,
tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allâh size kolaylık
ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol
gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır, ola ki
şükredersiniz"[400]
[401]
"Eyyâmen Ma'dûdât = sayılı günler" ifâdesinin Ramazân'ın ilk
on günlük süresini taşıdığı ve ilk defa bu ilk on günün farz olduğu hususu güvenilir
kaynaklar tarafından doğrulanmamıştır. Bu, İslâm orucunun temelini Yahudiliğe
dayandırmak ve Yahudilik'teki on günlük "Cezâ Günleri'nden ramazan
Orucunun adapte edildiğini iddia etmek için ortaya atılmış delilsiz bir iddi
adan ibarettir. Zaten "Eyyâmen Ma'dûdât" lafzının Ramazân ayını
kasdetmediğini ileri sürenler de, bunun Aşûra Günü ve her aydan tutulan üç gün
oruç olduğunu söylemişler, bunun dp Ramazân Ayı Orucu ile neshedildiğini ilave
etmişlerdir. Ancak hiçbir zaman bunun, Ramazân ayının ilk önce nâzil olan ilk
on günü olduğunu iddia etmemişlerdir[402].
Ramazân'm ilk on gününün Yahudilik'ten alınarak "İ'tikâf
Günleri" şeklinde İslâm'da devam ettiği iddiası da yanlıştır. Çünkü
İ'tikâf uygulamasını Câhiliye devrinde Mekkeliler zaten bilmekteydiler ve
Ramazân ayı geldiği zaman Hirâ dağına çekilirler, Şevvâl ayı girince oradan
inerlerdi. Ayrıca Câhiliye devrinde Hz. Ömer'in Mescid-i Harâm'da bir gece
i'tikâf yapmâk üzere adakta bulunduğunu bilmekteyiz L
Goetin'in Leyletü'l-Kadr (Kadir Gecesi) hakkmdaki müslüman telakkilerinin
birçok noktalarda Yahudiler deki Afıv Günü (Yom Kippur) telakkilerine uyduğu
şeklindeki iddiasını kabul etmek mümkün değildir. Çünkü Yahudilik'te»Afiv Günü
(Yom Kippur), yukarda da kaydedildiği üzere, millî bir cinâyetin, büyük bir
günâhın keffâretidir. Nefse elem verme ve yas günüdür. Tevrât da, Yahudilerin
nefislerini alçaltmalarını istemiştir[403] [404].
Bu gün, cezâ zillet, hüzün ve meskenet günüdür. Tevrât'ta Mûsâ'nın (as) şöyle
dediği kaydedilmiştir: "Rab tarafından olan bana gelsin. Ve bütün
Levioğulları onun yanma toplandılar. Ve onlara dedi: İsrâilin Allâh'ı Rab şöyle
diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın; ve
herkes kendi kardeşini ve herkes‘kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu
öldürsün. Ve Levioğulları, Mûsâ'nın dediği gibi yaptılar ve o gün kavmden üç
bin adam kadar düştü[405].
Kardeşin kardeşi vurduğu, acıklı bir iç harbin çıktığı gün nasıl bayraih
olabilir? Allâh'm îsrâiloğulları'na gazaplandığı bir gün nasıl Kadir Gecesine
benzeyebilir? Kadir Gecesi müslümanlara bir bayram, bir sevinç ve sürür
günüdür. Allâh'm gazap ve öfkesinin insanlara yöneldiği bir gün değil,
rahmetinin bağış ve ihsânının insanlara bol bol ulaştığı bir gündür. Ayrıca
Yahudilerdeki gibi bir iç savaşın, altın buzağıya tapıp Allâh'a isyânın
hâtırası değil, içinde Kur'ân'ın nâzil olduğu, Rûh ve meleklerin Yeryüzüne
indiği, Allâh'm feyzinin, rahmet ve bereketinin sınırsızca bahşedildiği
"Bin aydan hayırlı" bir gecedir1. Böyle bir mübârek gece,
yukarda kendi kaynakları Tevrât'tan mâhiyetini arzettiğimiz Yahudilerin Yom
Kippur'una (Afiv Günü) nasıl benzetilebilir? Ve bu benzetme nasıl ciddiye
alınabilir? Üstelik Tevrât, Yahudilere bugünde (Yom Kippur) canlarını
alçaltmalarını emretmektedir[406]
[407].
M. Plessner, Îbrânîce "Beri'a = Yaratma" kelimesinden
hareketle, Leyletü'1-Berâ'a'daki telakki ye âdetlerin Yahudilerin. Yeniyıl
Bayramına çok uygun olduğunu iddia‘■ederek, bunun Goetin'in tutumunun lehinde
olduğunu ileri sürüyor[408].
"Beri'a= Yaratma" kelimesinin İbrânîce'de bulunması Berât Gecesi'nin
Yahudilerden alındığını göstermez. Çünkü Îbrânîce ile Arapça sami dilleri
âilesindendir. Bu sebeble her iki dilde de birçok benzer kelime bulunabilir. Bu
durum, bugün dünyanın aynı kökten gelen birçok dilinde de mevcuttur.
"Beri'a" kelimesinin Îbrânîc&'de mevcut olması ve Arapça'daki
"berâat" kelimesine benzemesi, "Berât Gecesi "nin
Yahudilik'ten alınmasından ziyade, her iki milletin bir asıldan, bir kaynaktan
geldiğini ve Hz. İbrâhîm'e mensup olduklarını gösterir. Yahudi ve Hristiyânlar
kabul etmese de, etimolojik benzerlikler, objektif düşünce sahibi insanlara bu
hususu düşündürtmektedir. Müsteşrikler, İslâmî müesseselerin Yahudilik'ten
alındığına delil olarak bu etimolojik benzerlikleri göstermeye çalışırken, bu
hususun Yahudi ve Arapların aynı asla mensup olduklarına, Arapların da Hz.
İbrâhîm'in getirdiği ilâhı buyruklardan nasîb aldıklarına, Onunla neseben
akraba olduklarına delil olarak gösterilebileceğini unutmamalıdırlar.
H. Örs, Yahudilik'teki Yeniyıl bayramı ile ilgili olarak şunları
kaydetmektedir: "Yahudi yılı, Tişrî (Eylül-Ekim) ayının birinde, Yeniyıl
Bayramı'yla (Roş-Ha Şana) ile başlar. Bu, On Keffâret Günleri 'nin
birincisidir. Son gün de, Büyük Keffâret Günü'dür (Yom Kippur). Roş Ha Şana,
Yahudilerin itikâdmca dünyanın yaratıldığı gündür. Aym inanç Bâbilliler'de de
vardı. Onların yılbaşı da dünyanın yaratıldrğı gün sayılırdı. Bugünde, İsrâil
ve onunla birlikte bütün insanlığın Tanrı'nm mahkemesine çıktıklarına inanılır.
Onun için hu, neşeli bir bayram değildir. O sabah âile sinagogtan dönünce baba
"kidduş" okur, sonra herkes bala batırılmış tatlı bir elma yer.
Öğleyin su dökünerek yıkanma (Gusül) ve bu sırada Tevrât'tan âyetler okuma bir
gelenektir. Bugünün asıl ibâdeti sinagogta olur. Orada duadan önce on defa
şofar öttürülür. Rabbi Yahuda Ha-Nasi'ye göre, eğri bir boynuz olan şofar kırık
ve nedâmet dolu yüreklerin sembolüdür"1.
Mahiyeti yukarda açıklanan Yahudilerin Yeniyıl Bayramı telakkilerinin,
İslâm’daki Berât Gecesi ile hiçbir alakasının olmadığı açıktır. Zira Berât
Gecesi'nde, ne dünyanın yaratılışı bahis mevzuudur, ne de insanların Allâh'ın
huzuruna çıkıp hesap vermeleri söz konusudur. Bu sebeble müslümanlar için hüzün
ve elem dolu bir gece değil, bilakis Allâh'ın rahmet ve bağışının, ihsanının
onların üzerine indirileceği bir gecedir. Mah lukâtm bir sene içindeki
rızıklarına, zengin veya fakir olacaklarına, ömürlerinin takdir edilip ecellerinin
vaktinin meleklere bildirileceğine inamlan bir gecedir[409] [410].
İbrânîce "Beri'a"= Yaratma kelimesi ile, " Leyletü'l-Berâat'in
(Berât Gecesi) lafız yönüle benzeşmesinden başka, manâ ve keyfiyet yönünden
hiçbir benzerliği yoktur. Kişinin kendi iradesine bırakılmış nâfile ibâdetlerin
dışında, Yahüdilerde olduğu gibi bir takım tören ve âdetleri de ihtivâ etmez.
Sonuç olarak, gerek Goetin'in gerekse Plessner'in, gerekse onlar gibi düşünerek
İslâm'daki mübârek gün ve geceleri Yahudi bayramlarına, kutsal gecelerine
uyarlamaya çalışıp, bu yolla İslâm'ın oruç gibi ibâdetlerinin, bayram ve kutsal
gecelerinin Yahudilerden iktibâs edildiğini iddia edenlerin bu iddialarında
haksız olduklarını ve art niyetle hareket ettiklerini söyleyebiliriz.
A.J.Wensinck de, "Aşûrâ, 10 Muharrem'e rastlayan günün adı olup o
gün oruç tutulurdu. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, oradaki Yahudilerde
görüp aldığı günler arasında Aşûrâ Günü de vardı. Aşûrâ kelimesinin Arâmî tâyin
lâhikasını taşıyan İbrânîce "Assur" olduğu âşikârdır. (Aşûrâ kelimesi
İslâm'dan önce, Câhiliye devrinde de bilindiğine ve o gün oruç tutulduğuna
bakılırsa, bütün sami diller arasında müşterek bir kelime olduğu anlaşılır...)
... Peygamber bu orucun tutulmasında da Yahudi âdetini kabul etmiştir; yani o
gün diğer oruçlarda olduğu gibi, yalnız gündüz değil, güneşin batmasından
ertesi akşam güneş batmcaya kadar oruç tutulurdu... Anlaşıldığına göre
Yahudilere benzememek için bazıları Muharrem'in 10. günü yerine, 'Tâsua' adı
ile 9. günde veya 10. ya ilaveten 9 ve 11. günlerde de oruç tutuyorlardı.
Bugünün Yahudi esasına dayandığı âşikârdır. Arap ananesinin bütün İslâm
âdetlerini, eski Araplara ve dolayısıyla İbrahim'e ircâ ettiği mâlumdur.
Muharrem'in 10. günü ile ilk 9 gününün, esTd Araplar indinde bir dereceye kadar
mübârek tutulmuş olması imkânsız değildir. Fakat bunun Aşûrâ ile hiçbir
münâsebeti yoktur..."[411]
diyerek, yukarda arzettiğimiz görüşler doğrultusunda hareket etmektedir.
Wensinck, yukarda kaydettiğimiz satırlarında açıkça tenâkuza düşmüştür.
Çünkü^hem Hz. Peygamberin Medine'ye geldiği zaman, Âşûrâ Orucunu Yahudilerden
görüp aldığını ileri sürüyor, hem de Aşûrâ Orucunun İslâm'dan önce Câhiliye
devrinde de bilinip, o gün oruç tutulduğunu kaydediyor. Eğer Câhiliye devrinde
Aşûrâ Orucu bilinip tutuluyorsa ve bunun doğruluğunu Wensinck kabul ediyorsa,
niçin Hz. Peygamber'in Medine'ye geldiğinde bu orucu Yahudilerden görüp
aldığını iddia ederek kendisiyle tenâkuza düşmüştür? Wensinck, Câhiliye
devrinde bilinip tutulduğunu kabul ettiği Âşûrâ Orucunu, Hz. Pey gamber'in
Medine'ye gelmeden önce bilmiş ve tutmuş olması hususunu kabulün mantıken zorunlu
olduğunu düşünmemiştir. Aşûrâ Orucunun Câhiliye devrinde bilindiğini ve o gün
oruç tutulduğunu söylemenin, arkadan da 53 yaşına kadar o toplum içinde
yaşamış, yetişmiş, onlara onüç yıl İslâm'ı tebliğe çalışmış Hz. Peygamberin,
Aşûrâ Orucunu ilk defa Medine'ye hicret ettikten sonra Yahudilerden görüp
aldığını iddia etmenin akıl ve mantık ölçülerine göre doğruluk ve isâbetlilik
arzetmediği açıktır. Wensinck, "asur" kelimesinin İbranicede mevcut
olmasından hareket ederek, bunun bütün sami diller arasında müşterek bir kelime
olduğunu söylüyor. Demekkî etimolojik deliller, Âşûrâ Orucu'nun Hz. İbrâhîm'e
kadar çıktığını göstermektedir. Bunun da, Arapların Hz. İbrâhîm'in Dinine imân
edip, Hz. İbrâhîm'le oğlu Hz.İsmâîl vasıtasıyla akrabalıkları bulunduğunu
gösterdiği âşikârdır. Aksi halde Îbrânîce'de "asur", Arapça'
"Âşûrâ" kelimelerinin menşei izâh edilemez. Müsteşriklerin her zaman
iddia ettikleri gibi, bunun araplara Yahudilik'ten geçtiği ileri sürüldüğü
takdirde, bir başka görüş sahibi de kalkıp bunun Yahudilere Araplardan
geçtiğini ileri sürebilir. Çünkü sosyal ve kültürel ;tesir
karşılıklı olabilir. Hristiyânlar'da Aşûrâ Orucu zaten bilinmemektedir.
Sosyolojik bir kural olarak mağlûplar, daima gâlipleri taklîd ederek, onların
kültürel tesirlerine açık ve onlann değerlerini benimsemeye elverişli bir
konumda bulunurlar. Mağlûpluk hususu ise, Araplardan çok Yahudilere uygun
düşmektedir. Çünkü uzun asırlar boyunca bağımsızlık ve hürriyetlerini yitirerek,
başka milletlerin boyunduruğu altında yaşayanlar, dünyanın her tarafına
sürülenler onlardır. Ayrıca Yahudilerin asırlarca dünyanın herbir tarafında
azınlık olarak yaşadıkları bilinen bir husustur. Yahudilerin kültür, hukûk ve
dînî yapılarında Bâbil, Roma ve diğer medeniyet ve kültürlerin tesirlerini
açıkça görmek mümkündür. Ayrıca Yahudilerin Arabistan'da da azınlık kolonileri
halinde yaşadıkları mâlûmdur. Araplar ise böyle bir durumla karşılaşmamışlardır
ve tarihen Yahudilerden eski bir millettirler. Nitekim Naphtali Wieder
tarafından İslâm'ın Yahudi ibâdetlerine tesiri konusunda bir çalışma
yapılarak, "Islamic Influences on the Jewish Worships" adı altında
Oxford'da neşredilmiştir. Abbâs Mahmûd el-Akkâd da,
"Te'sîru'1-İslâm.fî'l-İbâdeti'l-Yahûdiyyeti" adlı bir makâle
neşrederek bu konuyu incelemiştir. (Bkz. Abbâs Mahmûd el-Akkâd, Mâ Yukâlu
Ani'l-İslâm, 2. Baskı, Beyrut 1966, s. 117127).
Wensinck, Hz. Peygamberin Aşûrâ Orucunun tutulmasında Yahudi âdetini
kabul ettiğini, yani yalnız gündüz değil, güneşin batmasından ertesi akşam
güneş batmcaya kadar oruç tuttu ğunu kaydediyor. Bu İslâm'ın ilk devri için
doğrudur. Ancak Yahudilik'te de benzer uygulamaların olması, İslâm Orucu'nun
vahiy mahsülü olmadığını göstermez. Aksine Yahudilik'te de bazı hususların
Hz. Mûsâ'nm getirdiği orijinal şekliyle devam etmekte olduğunu gösterir. Bu
husus, ilk önceleri Yahudilerin oruç tutmasında olduğu gibi cereyan etmiştir.
Yani müslümanlar da akşamdan yatsı namazını kılıncaya kadar yiyip içerler,
cinsî yakınlıkta bulunabilirlerdi. İmsâk, yatsı namazından veya uykudan
itibaren başlardı. Ancak Hz. Ömer veya başka bazı sahâbîler yatsıdan sonra
cinsî yakınlıkta bulunmalarından dolayı, Hz. Peygambere başvurarak tevbelerinin
kabülü için Allâh'a niyâz etmesini istediler. Bunun üzerine el-Bakara
sûresinin 187. âyeti nâzil olarak, bu uygulamaya son verdi. Dolayısıyla Yahudi
uygulamasıyla paralellik arzeden bu oruç uygulaması da neshedilmiş oldu[412].
Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: "Oruç gecesi ka
dınlannıza yaklaşmanız size helâl kılındı, onlar sizin için fenalığa karşı
koruyucu bir elbise ve siz onlar için koruyucu bir elbise gibisiniz. Allâh, nefislerinize
emniyet edemeyeceğinizi bildiği için, üzerinize rahmeti ile ihsân edip,
günâhınızı afvetti. Şimdi hanımlarınıza geceleri mübâşerette bulunun; ve
Allâh'm sizler için takdir ettiğini isteyin ve gece ile gündüzü ayıran fecrin
beyaz ip liği, gecenin siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar yiyin için.
Sonra ertesi geceye kadar orucu tam olarak tutun"1. Bundan
sonra Hz. Peygamber ashâbına sahûr yemeği yemelerini emretmiş[413]
[414],
oruçları iftar etmeksizin birbirine eklemelerini de yasaklamıştır[415].
Yine Wensinck, bir taraftan, eski Araplar arasında Muharrem'in 10. günü
ile ilk dokuz gününün bir dereceye kadar mübârek tutulmuş ol ması imkânsız
değildir, diyor, diğer taraftan da bunun Aşûrâ Orucu ile ilgisi yoktur diyerek,
sonuç itibariyle Aşûrâ Orucunu Yahudilere tahsis etme endişesinden dolayı
tenâkuza düşüyor. Wensinck, Aşûrâ'nm Muharrem'in 10. günü tutulduğunu kendisi
itiraf etmektedir. Kaldı ki, Muharrem bir Yahudi ayı değil bir Arap ayıdır.
Aşûrâ da bu mânâsıyla İbrânîce değil, Arapça bir kelimedir. Müsteşrikler ise,
Aşûrâ Gününe tekâbul edenin Yahudi ayı Tişrî'nin 10. günü, yani Yom Kippur
olduğunu iddia etmektedirler ki, bunun yanlışlığı yukarda izah edilmiştir.
Aşûrâ Günü'nün Yahudiler den adapte edildiğini iddia eden
müsteşriklerden birisi de Caetani'dir. Caetani: "Muhammed bu sene Aşûrâ
Gününde yani Muharrem'in onunda oruç tutulmasını emretti. Fakat bu âdet ifâ
edilmeyerek yine aynı senenin içinde ilgâ edildi. Müslüman ananesinin imâ
ettiği Yahudi yortusu Kippur Günü, yahut Yevm-i Keffâret denilen büyük senevî
yortudur..."1 demektedir. Caetani bu husustaki iddialarına
şöyle devam ediyor: "Muhammed, bu Yahudi yortusunun merâsimden ve
İbrâniler tarafından ona atfedilen ehemmiyetinden tesir altında kalarak, aynı
mecburiyeti müslümanlar arasına idhâl ile onu taklîd etmeye karar verdi. Fakat
Kippur Orucunun amelî sûrette tatbiki bir takım esbâb-ı umûmiyeden dolayı
gayr-ı kâbil olduğunu derhal fark etti ve çok geçmeden tebdîli düşünerek
Ramazân ayında oruç tutulmasını emreyledi. Herhalde ananeye göre Muharrem'in
onuncu günü, Tişrî ayının onuncu gününe hiçbir zaman tesâdüf edemezdi.
Muhaddislerin hatası ilk Arap ayının onuncu gününü ilk Îbrânî ayının onuncu
gününe müsâvî addetmekte idi..."[416] [417].
Caetani de diğer müsteşrikler gibi ard niyetli hareket ederek hataya
düşmüştür. Caetani'nin Aşûrâ Orucunun Yahudileri taklîden tutulduğu ve
Yahudilerin Yom Kippur (Keffâret Günü) orucundan iktibâs edildiği iddiası doğru
değildir. Çünkü hadislerde, Aşûrâ Günü Yahudilerin giyinip süslendikleri,
Bayram yaptıkları ve bugünde Allâh'ın Mûsâ ve kavmini Firavundan kurtardı ğını
söyledikleri kaydedilmektedir[418].
^Halbuki Tevrât, Yom Kippur'da (Keffâret Günü) Yahudilerin nefislerini
alçaltmalarını istemiş, o günün kardeşin kardeşi öldürdüğü bir iç savaşın hâtırası
olduğunu, Yahudilerin altından yapılmış bir buzağıya tapma suçundan
kurtulmalarının anıldığı bir gün olduğunu bildirmiştir. Kısacası Yom Kippur
millî bir yas günüdür[419].
Ayrıca bu orucun Yahudilerden alındığı iddiasının asılsız olduğunu, çünkü
Kureyşliler'in daha Câhiliye devrinde de Aşûrâ Orucu'nu tuttuklarını
kaydetmiştik. Caetani, Muhaddislerin ilk Arap ayının (Muharrem) onuncu günü
ile, ilk İbrânî ayının onuncu gününü müsâvî sayarak hata işlediklerini ileri
sürüyor. Caetani'nin bu iddiasını, hadislerde belirtilen Yahudilerin giyinip
süslendiği, bayram sayıp oruç tuttukları ve Hz. Mûsâ ve kavminin Firavun ve
ordusundan kurtulduğunu söyledikleri Aşûrâ Gününün Yahudilerin Yom Kippur'una
denk geldiğini kabul etmesinden dolayı ileri sürdüğü açıktır. Halbuki
hadislerde bahsedilen Muharrem'in 10. günü (Aşûrâ) Yom Kippur'a değil, yine
Yahudilerin Küçük Yom Kippur saydıkları Abib ayında kutlanılan Pessah (Mayasız
Ekmek/Hamursuz) bayramına uygun gelmektedir. Bunu tarihen geriye doğru
hesaplayarak denk getirmemiz, Arapların nesî âdetleri dolayısıyle sık sık
takvimle oynamaları sebebiyle mümkün olmayabilir. Ancak hadislerde nakledilen
bilgilerin ışığında mezkûr gün Pessah'a uygun düşmekte dir. Ayrıca nesî
uygulamasının Yahudilik'te de mevcut olduğunu unutmamak gerektiği gibi, Hz.
Peygamber'in bahsedilefl bu günde Medine'ye geldiğini düşünmemek gerekir.
Caetani, aynı yanlış fikirleri eserinin daha sonraki sayfalarında da
sürdürmüştür. Nitekim şöyle demektedir: "Taberî'ye göre, o gün Yahüdiler
Sina'ya hicret ettikleri zaman Allâh Firavunü, bütün Mısırhlar'ı Kızıldeniz'de
garketmişti. Bu yanlıştır. İkinci sene-i hicriyenin vak'alarına bakınız"1.
demektedir. Bu rivâyeti sadece Taberî yapmamıştır. Aşûrâ Gününde Allâh'm
Firavun ve ordusunu garkedip, Mûsa ve kavmini kurtarmış olması ve bu sebeble
Yahudilerin Medine'de, Hz. Peygamber zamanında oruç tutup bugünü kutlamaları
hususu, Taberî'den başka el-Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, îbn Mâce, Ahmed b.
Hanbel gibi âlimler tarafından da nakledilmiştir[420] [421].
Bu sebeble yanılan Taberî değil, Caetani'dir. Çünkü ne bahsettiğimiz
hadisçiler, ne de Taberî adı geçen günün Yahudilerin Yom Kippur'u olduğunu
kaydetmemişlerdir. Sadece.: "Bugün, Allâh'm Musâ'yı ve kavmini Firavundan
kurtardığı büyük bir gündür" şeklinde rivâyette bulunmuşlardır. Bu da Yom
Kippur'a değil, Pessah Bayramına uygun düşmektedir.
Caetani, "Muhammed’in mekke'de oruç tutup tutmadığına dair hiç bir
mevsûk mâlûmât yoktur. Mayor, hilâfında birçok ananât mevcut olmakla beraber
Muhammed’in Mekke'de hiçbir zaman oruç emretmemiş olduğunu iddia ediyor"[422]
demektedir. Caetani ve Mayor'un iddiaları geçersizdir. Bilakis, Hz.
Peygamberin Mekke'de oruç tuttuğuna dair rivâyetler sağlamdır. Kendilerinin
iddiaları ise, mevsûk kabul etmedikleri bu hadislere benzer herhangi bir
delilden de yoksundur. Fikir ve iddialarının dayanağı, İslâm'a ve Hz.
Peygambere Allâh katından gelmiş, İlâhî vahye dayanmış bir din ve Peygamber
olarak bakmak istemeyişleridir.
Caetani, "Mamafih, el-Buhârî’de mevcut bir hadise göre müşrik
Kureyşliler Aşûrâ Günü oruç tutarlardı. Bu hadisi rivâyet eden Âişe,
Muhammed'in de Mekke'de taraftarlarına o gün oruç tutmayı emretmiş olduğunu
iddia ediyor. Bu hadîs, Aişe'nin Urve b. Zübeyr'e rivâyet ettiği söylenilen
birçok ehâdîs arasındadır. Bunların mevsûkiyeti meşkûktür. İsnâdda meçhûl
isimler vardır. Sprenger'in zannettiği gibi, muahhar devirlerde Muhammed'in
vefâtmdan sonra, Muhammed'in vazetmiş olduğu ahkâmın ne Hıristiyânlardanne de
Yahudilerden alınmış olmayıp, kadîmen Arabistan'da mevcut olduğunu ve
binaenaleyh kadîm birer millî müessese teşkil ettiklerini isbât maksadıyla
uydurulmuş olması akla daha yakındır"[423],
demektedir.
Görüldüğü gibi Caetani, Hz. Âişe'nin bu konuda rivâyet ettiği hadisi
güvenilir kabul etmemektedir. O da Sprenger gibi, bunların sonradan
uydurulduğunu ve İslâm müesseselerinin Yahudi ve hristiyânlardan alınmayıp daha
önce Araplarda mevcut olduğunu ispat maksadı taşıdığını söylemektedir. Ayrıca
Hz. Aişe'nin rivâyetine ait isnâdda meçhûl isimler bulunduğunu iddia etmektedir.
Bu Tİvâyet, el-Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahîh'i ile daha önceki bazı kaynaklarda
yer almıştır. Eğer böyle bir maksatla uydurulmuş olsaydı, en azından
el-Buharî'den bu tarafa hadisçiler tarafından bu durumun tesbit edilip, hiç
olmazsa birkaç asır sonraki eserlerde yer alması, bu haberlerin mevzû olduğunun
kaydedilmesi gerekirdi. Ayrıca İslâm'ın ilk muhâlifleri Sprenger ve Caetani
olmadığına göre, İslâm'a muhâlif olan daha önceki kimseler tarafından bunların
İslâm aleyhine delil olarak ileri sürülmesi gerekirdi. Kaldı ki böyle bir
durumun söz konusu olduğuna rastlamlamamıştır. Bu durumda geriye bir tek husus
kalmaktadır, O da, İslâm müesseselerinin temelini Yahudi ve hırıstiyanlarda
arayarak, onun İlâhî bir din olmadığını ispata çalışan Sprenger ve Cae’tani'nin
kendilerinin görüş ve iddialarına engel teşkil eden böyle tarihî İlmî
delilleri keyfî ve mesnetsiz iddialarla bertaraf etmek istemeleridir. Biz,
hadisin râvîlerini ve rivâyet edildiği kaynakları bir tedkîke tâbi tutarak,
"İsnâdda meçhûl kimseler vardır, mevsûkıyeti meşkûktür" iddiasını
incelemek, hakikati ortaya çıkarmak durumundayız. Hz. Âişe'den, Urve b. Zübeyr
vâsıtasıyla nakledilen bu hadîs, el-Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Ahmed
b. Hanbel, İmâm Mâlik tarafından da rivâyet edilmiştir[424]. Bu
rivâyete göre Hz. Aişe: "Câhiliye devrinde Kureyş Âşûrâ Günü oruç tutardı.
Rasûlullâh da (sav) Âşûrâ Orucu'nu tutardı. Medine 'ye hicret edince yine bu
orucu tuttu ve bu orucun tutulmasını emretti. Ramazân ayı farz kılınınca
'İsteyen Âşûrâ Orucu'nu tutar, isteyen de terkeder' buyurdu" demektedir.
Aynı konuda Abdullâh b. Ömer'den (ra) de bir rivâyet gelmektedir. Abdullâh b.
Ömer: "Câhiliye devri halkı Aşûrâ Günü oruç tutarlardı. Hz. Peygamber de
müşlümanlar da Ramazân farz kılınmadan önce Aşûrâ Günü oruç tutarlardı. Ramazân
ayı farz kılınınca, Hz. Peygamber : 'Aşûrâ, Allâh'm günlerinden bir gündür,
artık dileyen o gün oruç tutar, dileyen de o gün oruç tutmaz'
buyurmuşlardır"1 demektedir. Yine el-Buhârî'nin naklettiğine
göre Hz. Aişe^ (ra): "Ramazân Orucu farz kılınmadan önce Aşûrâ Günü oruç
tutuyorlardı ve o gün Kâ'be'nin örtüsünün örtüldüğü bir gündü. Ramazânı, Allâh
CC. farz kılınca, Rasûlullah (sav), 'Onun tutulmasını dileyen tutsun,
terkedilmesini dileyen kimse de onu terketsin' buyurmuştur"[425]
[426]
demektedir. Aynı rivâyeti Ahmed b. Hanbel de nakletmiştir[427].
Kâ'be'ye örtüsünün Aşûrâ Günü örtülmesi konumuz açısından dikkat çekicidir.
Caetani'nin mevsûkıyetinden şüphe ettiği Hz. Aişe hadisi güvenilir kabul
edilmiş ve Ahmed b. Hanbel, İmâm Mâlik gibi büyük hadîs İmâmları ile, kitapları
en güvenilir hadislerin yer aldığı kaynaklar olarak kabul edilen el-Buhârî,
Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud gibi büyük hadîs âlimleri tarafından rivâyet
edilmiştir. Büyük hadîs otoriteleri tarafından nakledilen mezkûr hadîs, hadîs
İlmî açısından mevsûktur. Sıhhatinin şüpheli olduğu iddiası keyfî ve mesnedsiz
bir iddiadan ibâret olup temelsizdir. Biz, Caetani'nin "İsnâdmda meçhul
isimler vardır, mevsûkıyeti meşkûktür" dediği Urve b. Zübeyr rivâyetiyle
Hz. Aişe hadisinin, İmâm Mâlik'in Muvatta'mda, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde,
el-Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde, Tirmizî ve Ebû Dâvud'un Sünenlerinde yer
alan isnâdlarmı şema halinde göstererek, bir araya toplamaya çalıştık:
Caetani, bu isnâdlardaki isimlerin hangilerinin, hangi sebeblerden
dolayı ve kime göre meçhûl olduğunu belirtmemiştir. Bu yüzden, hadisleri
reddetmek için sebeb gösterdiği meçhûllük iddiasının İlmî açıdan bir değeri
yoktur. Bu isnâdlarda, el-Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, İmâm Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel'e göre meçhûl bir isim olmadığı için, kendileri bu rivâyetleri
nakilde bir mahzur görmemişlerdir. Caetani, bu rivâyetleri nakilde Hadis İlmî
açısından mahzur gören âlimleri de zikretmemiştir. Bu görüşte olan âlimler olsaydı,
bunları ve delillerini Caetani'nin zikredeceğinden şüphelenmeye gerek yoktur.
Şu halde bu isnâdlarda ne meçhûl kimseler vardır ne de bu rivâyetlere
güvenilemeyeceğini ileri süren görüşleri kabul görmüş İslâm âlimleri vardır.
Ayrıca Caetani, isnâddaki bu râvilerden hangilerinin, hangi sebebten dolayı ve
kimlere göre meçhûl olduğunu belirtmediği, iddiasını delillendirecek isim
vermediği için, hadisçiler yanında ma'rûf ve makbûl olan bu râvîlerin
durumlarım ayrı ayrı ele almak da gerekli değildir.
Yine Caetani, müslümanların sAşûrâ Orucunu terkedip, Ramazân
ayında oruç tutmalarının iki sebebten ileri geldiğini şu şekilde iddia
etmektedir: "Bir kere, oruç Yahudiler gibi tutulacak olursa ya Araplar
Yahudi Takvimi'ni kabul edecekler, yahut her sene Yahudilere Aşûrâ Yortusu’nun
hangi güne tesâdüf edeceğini sormaya mecbur olacaklardı. Halbuki Îbrânî
takviminin kabulü maddeten muhal idi. Çünkü Arapların kendi ayları vardı. Bu
aylar müşrik Arabistan'ın her tarafındaki yıllık panayırlarla ve pazarlarla gâyet
sıkı bir irtibatı hâiz bulunuyordu. Diğer taraftan Müslümanlar Îbrânî
Takvimi'ni kabul edecek olurlarsa, Yahudilere karşı aşağı bir mevkide
kalacaklardı. Çünkü yalnız onlar müşrik senesinin hangi gününün Îbrânî
yortusuna tesâdüf edeceğini sarahatla tayine muvaffak olacaklardı. Muhammed
ise, Yahudi âdetlerine karşı müsaadekârlığını bu noktaya kadar
vardıramazdı..."[428]
Caetani, baştan yanlış temeller üzerine fikirlerini bina ettiği için,
aynı yanlışlığı ve görüşlerindeki isâbetsizliğini sürdürmektedir. Aşûrâ
Orucunu, Hz. Peygamber’in ilk defa Yahudilerden görüp aldığı fikri ile hareket
etmekte ve sonraki fikirlerini de bu paralelde geliştirmektedir. Halbuki işin
aslı, Câhiliye Devri'nde Araplar Aşûrâ Günü oruç tutuyorlardı ve Mekke'de iken
Hz. Peygamber de bu günde oruç tutmuştu. Dolayısıyle Hz. Peygamber bu orucu
ilk defa Medine'ye hicret edince Yahudilerden görmemiştir. Araplar da, Câhiliye
devrinde tuttukları bu orucu kendi aylarına göre tutmuşlar ve
hesaplamışlardır. Bu konuyla ilgili olarak Yahudilerle herhangi bir bağlantı
kurup, onlardan tarih sorma ve Aşûrâ Günü'nün tesbiti için yardım istediklerine
dair kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Araplar Aşûrâ Günü
orucunu ötedenberi kendi aylarına ve hesaplarına göre tutarlar, tanzim ederler
ve o gün Kâ'be'nin örtüsünü değiştirirlerdi. Hz. Peygamber de daha önce
Mekke'de Arapların ve kendisinin tuttuğu Aşûrâ Günü'nde Medine Yahudilerinin de
oruç tuttuklarını görmüş, bu hayretini mucib olmuştur. Yahudilere niçin oruç
tuttuklarını sordurarak, işin aslını öğrenmiş, onlar da "Bugün, Allâh'm
Mûsâ'yı ve kavmini Firavun'dan kurtardığı bir gündür" demişlerdir. Hz.
Peygamber de ashâbına: "Biz Mûsâ'ya onlardan daha yakınız"
buyurmuştur[429].
Diğer taraftan Hz. Peygamber Aşûrâ Orucunu ilgâ etmemiş, dileyen müslümanın
tutabileceğini bildirmiştir. Muslümanlar da o zamandan beri ihtiyârî olarak
Aşûrâ Orucunu tutmuşlardır. O zamandanberi Aşûrâ Orucunun vakti, Yahudi
takvimine göre değil, İslâmî takvime göre yapılmıştır. Ayrıca Yahudilerde
Aşûrâ Yortusu diye bir yortu da yoktur. Caetani bu günün Yom Kippur olduğunu
iddia etmiştir ki bu da yanlıştır. O tarihte Aşûrâ Günü'ne tesâdüf eden Yahudi
bayramı Yom Kippur değil, Pessah Bayramı'dır. Çünkü Mûsâ ve kavmini Allâh'm
Firavun'dan kurtarması sebebiyle kutlanılan Yahudi bayramı Pessah'dır
(Hamursuz). Caetani, Hz. Peygamber, Arap aylarını panayır ve ticâret işleriyle
ilgili olduğu için değiştirip, Yahudi aylarını alamazdı ve Aşûrâ Günü oruç tutmayı
bu sebeble terketti, demektedir. Bu da ha tali bir görüştür. Hz. Peygamberin
getirdiği dînî ve O'nun 23 yıllık kutsal mücadelesini kavrayamamanın ifâdesi
olan bu görüşün yanlışlığına, Islâm’ın kaldırdığı Câhiliye devri
"Nesî" uygulaması ve Kâ'be'den kaldırılan 360 put şâhittir. Bilindiği
gibi Kâ'be'de bulunan 360 adet put çeşitli Arap kabilelerine aitti ve onlar bu
putlarını ziya-’ ret maksadıyla Mekke'ye gelirlerdi. Hz. Peygamber, insanları
sadece Allâh'a kulluk etmeye dâvet edip, putlara karşı çıkınca, Mekke'li
müşrikler ticâret ve kazançlarına zarar gelip, Arap müşrikleri artık Mekke'ye
gelmeyecekler endişesine kapılmışlar ve Hz. Peygamber'e şiddetle karşı çıkarak
düşman olmuşlardı. Ayrıca Araplar, Câhiliye devrinde haram ayların yerlerini
değiştirip, bu aylarda yasak olan kan dökme, yağma, baskın, çapul vs. işlerini
rahatça yapıyor, geçimlerini temin ediyorlardı. Böylece Haç mevsiminin de yeri
değişiyordu ve bu ekonomik birtakım sebeblerle yapılıyordu. Ancak İslâm,
Câhiliye devrinin bu "nesi" uygulamasını kaldırmaktan asla çekinmemiştir.
Halbuki gerek putların kaldırılması, gerekse "nesi" uygulamasının
ilgası açıkça Câhiliye Arapları’nm aleyhine olmaktaydı[430].
Caetani, "Eğer Hz. Peygamber Yahudi takvimini kabul ederse, Araplar
Yahudilere karşı aşağı mevkide kalacaklardı" şeklinde tahmin
yürütmektedir. İslâm, hak ve doğru olan, Tevhîd prensiplerine uyan ve İlâhî
vahye dayanan hususların kabulünde Yahudi ve Hristiyânlarda bulunması veya
bulunmamasına itibar etmemiştir. Hak ve gerçek olanlar tasvîb, yanlış ve
bâtıl olanlar reddedilmiştir. İslâm Yahudilerin Kutsal kitabı Tevrat'ın aslına
imânı kabul etmiştir. Onlara gönderilen Peygamberleri İslâm Peygamberi olarak
kabul etmiş, Yahudi ve Hristiyânlann haklarında ettikleri iftiralardan pâk ve
mâsum olarak getirdiklerine imân etmeyi imânın esaslarından saymıştır. İbrahim'e,
İshâk'a, Ya'kûb'a, Yûsuf a, Mûsâ’ya, Dâ'vüd'a, Süleymân'a, Zekeriyyâ'ya,
Yahyâ’ya imân edip, bu Peygamberlere hürmet ve ta’zîmi Yahudilere karşı aşağı
mevkide kalmak olarak telakkî etmemiştir. Bu sebeble Caetani'nin bu düşüncesinin
de isâbetsiz olduğu ortadadır.
Caetani, "İkinci bir sebebi Muhammed'i Kıbleyi tahvile sevkeden
sebebin aynıdır. Yani yeni doğan İslâmiyet'in mâzi ile bir insicam muhafaza
etmekle beraber, Yahudi medeniyet ve dinini hakîrâne taklîd mefhumlarından
kurtulması hareketinin neticesi idi" diye devam ediyor. Caetani'nin bu
satırlarda ifâde ettiği fikrin, yukarda cevap verdiğimiz, "Arapların
İbrânî takvimini kabul etmeleri halinde, Yahudilere nazaran aşağı mevkide
kalacakları" düşüncesinden bir farkı yoktur. Bu sebeble, bu düşünce de
yukarda kaydettiğimiz satırlarda cevabını bulmaktadır.
Yine Caetani, "Sprenger'in 624 milâdî tarihinde yani ikinci hicrî
sene Ramazânın dördüncü gününe tesâdüf eden Hristiyân 'Karem Yortusu’ ile
tevâfuk hakkında ve Muhammed'in Ramazân orucu misâlini Hristiyânlardan almış
olması ihtimâli hakkında yazdığı şeylere bakınız. O sene 'Karem Yortusu'
Ramazâna tesadüf ettiği için Muhammedde Ramazânı intihâb etmiştir diyor.
Herhalde ister doğru isterse yanlış olsçın, bu te sâdüf şâyân-ı dikkattir”[431]
demektedir.
Sprenger'in, Ramazân orucunun Hristiyân ların Karem Yortusu'ndan alındığı
iddiası, müsteşriklerin Ramazân orucunun menşei konusundaki iddialarında
anlaşamadıklarını gösteriyor. Kimi Yahudilerin Yom Kippur'undan (Keffâret Günü)
alındığını iddia ederken, Sprenger gibi müsteşrikler de Hristiyânlann Karem
Yortusu'ndan alındığını ileri sürüyor. Ramazân Orucunun Hristiyânlann Karem
Yortusu'ndan alındığı da delilsiz bir iddiadan ibârettir ye Yom Kippur'dan
alındığı iddiası gibi asılsızdır. Ramazân'm hristiyânların Karem Yortusuna denk
gelmesi normaldir. Çeşitli milletler ve din mensupları farklı takvimler
kullanmaktadırlar. Bu takvimlerde belli gün ve ayları bayram olarak
kutlamaktadırlar. Bir milletin veya din mensuplarının bayram olarak kutladığı
bir gün, diğer din mensuplarının bayram olarak kutladığı bir güne tesâdüf edebilir.
Bu mümkündür. Ancak 624 yılında Ramazân ayının 4. gününün, Hristiyânlann Karem
Yortusuna denk geldiği iddiası bir tahminden ibârettir. Daha önce de
kaydettiğimiz gibi, Arapların nesi uygulamaları sebebiyle doğru bir hesap
yapmak hemen hemen imkânsız gibidir. Nesi uygulaması ise, Ramazân Orucunun farz
kılınmasından çok sonra kaldırılabilmiştir. Ayrıca böyle bir durum olsaydı,
kaynaklarımız bunu Yahudilerin Aşûrâ Günü'nde tuttukları orucu naklettikleri
gibi kaydederler ve Hristiyânlann Karem Yortusu, ilk Ramazân'm 4. gününe denk
gelmişti, diye rivâyette bulunurlardı. Halbuki böyle bir durum söz
konusu‘değildir. Ayrıca Ramazân Orucu 'nun 624 yılında Ramazân Ayının 4. gününde
değil, hicretten birbuçuk yıl sonra, Şâlıân ayının onuncu günü farz kılındığı
kaydedilmektedir[432].
Eğer Hz. Peygamber, Ramazân Orucu'nu Hristiyânlann 624 yılı Ramazân ayım 4.
gününe denk gelen Karem Yortusunu görerek aldıysa, acaba Ramazânın ilk üç günü
neden oruç tutturmuştur? Neden daha önce Şâ'bân ayında müslümanlara, Ramazân
ayı girdiğinde bir ay oruç tutulacağını, bunun farz kılındığını bildirmiştir?
Bu soruların cevabı Sprenger ve onun gibi düşünenlerin iddialarının yanlış ve
temelsiz olduğunu göstermektedir.
Yine müsteşriklerden Andrae, Lammens, önceleri Hz. Peygamber'in,
tebliğinin (Kur'ân-ı Kerîm’in) Yahudi ve Hristiyânların mukaddes kitaplarıyla
tamamen mutâbakat halinde bulunduğu kanaatinde olduğunu, ancak Medîneli
Yahudilerin sert muhâlefetinden dolayı, O’nun bu hayalinin yıkılmakta
gecikmediğini ileri sürmektedirler. Andrae, "Yahudileri taklid maksadıyla
müslümanların Âşûrâ Orucunu tutmaları ve namazda Kudüs'e doğru yönelmeleri
emrolunmuştu. Ancak her iki icraat, sonraları Yahu dilerin düşmanlıklarından
ötürü nesholunacaktır" demektedir. Gaudefroy-Demombynes de, "Böylece
ibâdetle ilgili ahkâm da, siyâsî değişikliğin tesirinde kalmıştır"
demektedir[433].
Yukardanberi görüşlerini nakledip, cevaplar vermeye çalıştığımız müsteşriklerin
fikirlerinden farklı olmayan bu görüşlere Abdullâh Draz şöyle cevap
vermektedir: "Kur'ân’ın herhangi bir îmâda bulunmadığı Âşûrâ Günü
meselesine gelince, Kureyşliler'in İslâm'dan önce bugünde oruç tuttuklarını ve
hicretten evvel biz zat Hz. Peygamber'in de bu âdete uyduğunu hadisçilerden
öğreniyoruz. (Bkz. Buhârî, Savm 1; Müslim, Savm 19). Yine bu Âşûrâ Orucu'nun
(Ramazân Orucu'nun farz kılınmasından sonra da) Hz. Peygamber tarafından
mü'minlere tavsiye edildiğini biliyoruz. (Müslim, Savm 36). O halde Hz. Peygamberin
hidâyette Yahudileri taklîd için böyle bir karar aldığını, ancak siyâsî ortamın
değişmesi yüzünden bu kararından döndüğünü id-dia etmek, gerçekleri
saptırmaktan başka birşey değildir[434].
el-Bîrûnî de, Yahudi takvimini inceleyerek, Arap takvimine tatbik etmek
sûretiyle yaptığı hesaba dayanarak, bu konuda gejen hadislerin sıhhatini
reddetmiştir. el-Bîrûnî, Asâru'l-Bâkıye adlı eserinde bu hususta şunları
söylemektedir: "Aşûrâ, îbrânice bir kelime olup, âşur'dan Arapça'ya
çevrilmiştir ki bu da, kendisinde Yahudilerin Kippur Orucu bulunan Yahudi Tişrî
ayının 10'udur. Bu durum Arâbî aylarda da itibâra alınmış, Yahu dilerde olduğu
gibi Arâbî ayların ilki Muharrem'in 10'unda da oruç tutulur olmuştur. Âşûrâ
Orucu hicretin birinci senesinde farz kılınmışken, bilahare Ramazân Orucuyla
neshedilmiştir. Rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde
Yahudilerin Aşûrâ Orucunu tuttuklarını görmüş ve onlardan bunu sormuştur. Onlar
da, 'Bu gün, Allâh'm Firavun ve beraberindekileri batırıp, Mûsâ ve yanındakileri
kurtardığı gündür' diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, 'Biz
Mûsâ'yâ onlardan daha yakınız' buyurmuş, o günün orucunu tutmuş ve as hâbma da
tutmalarını emretmiştir. Fakat Adaha sonra Ramazân Orucu farz
kılınınca Aşûrâ Orucu'nu ne tutmakla emretmiş, ne de tutmayın diye
nehyetmiştir. Bu rivâyet sahîh değildir.
Çünkü araştırma aleyhine şâhitlik etmektedir. Çünkü Muharrem ayının başı,
hicretin yapıldığı sene, İskender takviminin 933 senesinin Temmuz ayının 16.
günü olan Cuma günüdür. Aynı senede Yahudilerin yılbaşılarını hesapladığımız
zaman Eylül'ün 12. günü olan Pazar günü olduğu meydana çıkar ki, bu da Safer
ayının 29. gününe rastlamaktadır. Halbuki, Hz. Peygamberin Hicret'i
Rebiülevvel'in ilk yarısında meydana gelmiştir. Bu durumda Buhârî ve Müslim'in
ittifakla zikrettikleri hadîs, hangi yönden bakılırsa bakılsın sahîh olamaz.
’Cenâb-ı hak Firavunu o günde batırdı' sözlerine gelince, Tevrât bunun aksini
söylemektedir. Firavunun batması, Nisan'ın 21. günü olmuştur ki, o da Mayasız
Ekmek Bayramının (Pessah) 7. gününe rastlamaktadır. Hz. Peygamber'in Medine'ye
gelmesinden sonra Yahudilerin Pessah Bayramı'mn ilki, İskender takviminin 933.
senesinin Azâr ayının 22. günü olan Sah günüdür. Bu da Ramazân'ın 17. gününe
rastlamaktadır. Bu durumda rivâyet ettikleri hadisin sahîh olması için hiçbir
çıkış yolu yoktur"[435].
Ebu'l-Hasen Ali en-Nedvî ise, el-Bîrûnî'nin bu görüşleri hakkında şunları
kaydetmektedir: "el-Bîrûnî'nin bu sözleri kuvvetli bir riyâziyeci olmasına
ve ender zekâsına rağmen birkaç faraziyeye dayanmaktadır. Bunlardan biri şudur:
(el-Bîrûnî'ye göre) İbn Abbâs ve başkalarının zikrettikleri bu konuşma Hz.
Peygamber'in Med-
ine'ye gelişinin ilk günü cereyân etmiştir. Çünkü İbn
Abbâs 'Peygamber Medine'ye gelince' veya 'Medine'ye girince' demektedir. Böyle
bir farazi yeye kapıldığı içindir ki el-Bîrûnî, 'Peygamberin hicreti
Rebiulevvel'in ilk yarısında vukû buldu' demektedir. Halbuki el-Bîrûnî'nin bu
vehmi ha dişle az meşgul olmasından ve ashâbm ifade tarzlarını pek
bilmeyişinden ileri gelmektedir. Böylesi ifadeler onların hadislerinde yaygın
bir uslûbtur... Allâme îbn Hacer el-Askalânî bu hususa dikkati çekerek şöyle
der: H "Medine
'ye gelince Yahudileri oruç tutuyor buldu'dan maksat, bu duruma vâkıf
oluşu ve durum hakkında soru sorması Medine'ye gelişinden sonra olmuştur,
gelmeden evvel değil, demektir. Hulâsa sözde kısaltma yardır, aslı şöyledir:
Peygamber Medine'ye geldi. Aşûrâ Gününe kadar ikâmet etti ve o günde
Yahudilerin oruç tuttuğunu gördü'1. Öyleyse hâdîs-i şerifte vârid
olanla, takvimle tesbit edilen arasında ne tezâd var ne de anlaşıla mayacak
derecede bir kapalılık. İkinci faraziye ise şöyledir: el-Bîrûnî hadiste zikri
geçen Aşûrâ Orucunu Yahudilerde meşhur olan Kefaret Orucu (Kippur) kabul
etmiştir; yani Tishri'nin onuncu günü kabul etmiştir... Bü şekilde bir anlayış
ne hadisin lafzı, ne de Tevrât-ın metniyle kâbil-i te'lîf değildir. Çünkü söz
konusu günde tutulan oruç, büyük bir günâhın, tarihî, millî bir cinâyetin
kefâreti, o gün ise yas vejıefse elem verme günüdür...[436] [437]
Sahih hadislerde Aşûrâ günü'nün Yahudilerde bayram ve neşe günü olduğu
açıklanmıştır ki bu, yukardakinin tam tersidir1. Kureyb b. Sad,
Hz.Ömer'in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: ’Cenâb-ı Hakk, Kıyâmet'te sizden
yalnız Ramazân Orucu ile Zînet Gününün (Aşûrâ Günü) orucunu soracaktır.'(İbn
Mürdeveyh tahrîc etmiştir. Kenzü'l-Ummâl, IV, 34). Bütün bunlardan sonra
kalkıp, Aşûrâ, Keffâret Günü'dür demek doğru olmaz. Çünkü o, hüzün, cezâ,A
zillet ve meskenet günüdür. Hadiste zikredilen Aşûrâ ise, istirahat, neş'e ve
süslenme günüdür. Bu hataya şarkta ve garpta el-Bîrûnî'den başkaları da düşmüş,
modern hadîs bilginlerinden bazıları da aynı hataya yönelmişlerdir...
Yahudilerin, Aşûrâ Günü hakkında 'Âllâh'ın îsrâiloğullarını düşmanlardan
kurtardığı gündür' demeleri bu konuda ölçü olmalıdır. Bizim incelediğimiz güne
bu sıfatın uygun düşmesi lâzımdır. Tevrât'ın birçok yerinde, ’Allâh'm
İsrâiloğlullarmı Firavun ve hempalarından kurtardığı güne Abib ismi verilmiş
ve daha sonra bu ad Nisan olmuştur. Büstânî'nin Genel Bilgiler
Ansiklopedisinin. Abib maddesinde şöyle denilmektedir: 'Abib, yeşil mânasına
gelen îbrânîce bir kelimedir. İbrânî senenin ilk ayının adıdır. Bu adı Mûsâ
koymuştur. Hemen hemlen Nisan ayma denktir. Bâbil esâretinde İsrâiloğtılları bu
adı değiştirip (çiçek ayı) anlamına gelen ve ortasında Mayasız Ekmek Bayramı
bulunan Nisan ayını verdiler'[438]
[439].
Büstânî, ’Yahudilerde cârî olan aylara göre yılbaşı Tishrî ayıdır. Buna göre
Abib ayı yedinci ay olmaktadır.' diyor. El-Bîrûnî de bizzat bunu kabul etmiş,
daha evvel de naklettiğimiz gibi şöyle demiştir: 'Firavunun batması Nisanın
21. günü olmuştur ki, o da Mayasız Ekmek Bayramı'nın yedinci günüdür.' Bu
hususta inceleme yapan kimse, bu nassları gözden geçirdikten ve Yahudi
şeriatını^ tarih ve âdetlerini inceledikten sonra görür ki, Aşûrâ Günü'ne en
fazla benzeyen gün, Abib ve Nisan ayının ortasına rastlayan gündür ki,
Yahudilerin bayram yapıp eğlendikleri ve İsrâiloğluları'nm Mısır'dan çıkıp,
Firavunun battığı gündür. Nitekim Tevrât'ta şöyle denilmektedir: 'Mayasız
Ekmek Bayramını tutacaksın. Sana emrettiğim gibi, Abib ayında muayyen vakitte,
yedi gün mayasız ekmek yiyeceksin Çünkü Mısır'dan Abib ayında çıktın.' Yine Tevrât'ta,
'Çünkü Rab, kuvvetli elle seni Mısır'dan çıkardı ve yıldan yıla muayyen
vaktinde bu kanunu tutacaksın'[440].
Bu günün, hicret'in ikinci senesinde Arâbî aylardan Muharrem'in onuna
rastlayıp, aynı senede Ramazân Orucu'yla nesholunmuş olması tercihe şâyân
görülmüştür. Kameri hesabı ve Arâbî takvimi, Şemsî hesâba ve Yahudi takvimine
uygulamak tahmînî bir tatbiktir. Sebebi de İslâm'dan evvel Arapların Haram
Aylarını istedikleri gibi bozmalarıdır. İslâmiyet'ten sonra da aynı durum,
Cenâb-ı Hakkın: 'Haram aylarını geciktirmek ancak küfürde artış sebebidir.
Onunla kâfirler şaşırtılır' âyetini inzâl buyurmasına kadar devam etmiştik.
...Arâbî takvim büyük sarsıntılar geçirmiştir. Onda doğruyu bulmak ve mücerred
hesapla çok eskiden esasa dönebilmek hemen hemen imkânsızdır. Binaenaleyh
İslâm'da ayrı, Câhiliye devrinde ayrı olan ve birçok değişiklikler geçirmiş
bulunan takvime ve takdirî hesâba dayanıp ta müstefiz hadislerin sıhhatinde
şüpheye düşmek doğru olmaz. Âşûrâ Orucu’nu yalnız Medîne Yahudilerinin tutmuş
olmaları da mümkündür. Çünkü Araplar, büyük olaylara sahne olan o günde ta'zîm
olsun diye oruç tutmuşlardır.1 Yahu dilerin zaman ve mekan
farklılıklarına göre değişen, bir kısmının tutup bir kısmının tutmadığı
oruçları ve bu oruçlarla ilgili âdet ve hükümleri vardı. Nitekim Yahudi
Ansiklopedisi'nde, 'Çok eskidenberi Yahudilerin oturdukları yer ve iklimlere
göre değişen, halkın tuttuğu mahalli oruçlar vardır. Yahudi tarihinde meydana
gelmiş birçok olay ve mâtemlerin hâtırası için bazı Yahudi zümrelerinin tutup,
bazılarının tutmadığı oruçlar da vardır' denilmektedir. Durum bu olduğuna
göre,. Âşûrâ Orucu'nun ve Arâbî aylardan ilki olan Muharrem'in onunda
tutulmasının Arap Yahudilerinin özelliklerinden olması da uzak ihtimal
değildir. Bunun için Yahudi kaynaklarının bu hususta sustuklarına şâhit
olmaktayız. Diğer taraftan araştırıcıların çoğu, Âşûrâ Orucunu dünya
üzerindeki bütün Yahudilerin tuttukları Keffâret Orucuna hamletmekte ve bu
yüzden de bu konuda hadislerin sıhhatinde şüpheye düşmektedirler. Halbuki bu,
Hicâz'da yaşayan ve bulunduk-ları çevrenin kültür ve âdetlerinden mütessir olan
Arap Yahudileri hakkında gereken mâlûmâta sahip olamamaktan ve çeşitli asır ve
mekânlarda yaşamış olan Yahudilerin gelenek ve göreneklerini tam mânâsıyla
bilememekten ileri gelen acele olarak verilmiş bir hükümdür"[441]
[442].
Burada, "Nesî" uygulamasının sadece Câhiliye devri Araplarında
değil, Yahudiler'de de mevcut olduğunu kaydetmemiz konumuz açısından yerinde
olacaktır. Nitekim el-Bîrûnî'nin kendisi, "nesî" uygulamasının
Araplar'a Yahudiler'den geçtiğini kaydetmektedir1 . Bu durumda,
el-Bîrûnî'nin yaptığı gibi adı geçen hadislerin sahîh olmadığını matematik'ten
yararlanarak söyleyebilmek, sadece Câhiliye Araplarının nesî uygulaması
dolayısıyla değil, Yahudiler'deki nesî uygulamasından dolayı da pek mümkün
olmasa gerektir. el-Bîrûnî'nin tenkîd ve yanılmasına se beb olan hadisler İbn
Abbâs'tan (ra), daha önce kaydettiğimiz ve Caetani'nin mevsûk kabul etmediği
hadisler de Hz. Âişe'den rivâyet edilmişlerdir. îbn Abbâs (ra),
Peygamberimiz'in (sav): "Aşûrâ Orucunu tutunuz, ondan bir gün önce ve
sonra da oruç tutarak Yahudiler'e muhalefet ediniz"[443] [444]
buyurduğunu nakletmektedir. Yine İbn Abbâs (ra), "Rasûlullâh (sav), Aşûrâ
Günü oruç tuttuğu ve bu orucun tutulmasını emrettiği zaman sahâbîler: '-Ya
Rasûlallah! Bu, Yahudilerin ve Hristiyânların ta'zîm etmekte bulundukları bir
gündür,' dediler. Bunun üzerine Rasûlullâh (sav): '-Gelecek sene olduğu vakit,
inşâallâh biz ler, dokuzuncu gün de oruçlu bulunuruz' buyurdu, îbn Abbâs,
ertesi sene henüz gelmeden Rasûlullâh vefât etti, demiştir"[445].
Böylece Rasûlullâh (sav), aslı meşrû olan Aşûrâ Orucu'nu ilgâ etmemiş, ancak
yine meşrû olan bir uygulama takip ederek, Âşûrâ'dan bir gün evvel ve birgün
sonra da oruç tutulmasını emretmiş, bu şekilde Yahudilere benzenilmemesini
sağlamıştır. Hal böyleyken, daha önceki dinlerde meşrû olan hususları tasvib
etti diye birçok hücum ve temelsiz iddialara mârûz kalan, İlâhî vasfı olduğuna
inanılmayarak, Yahudilik ve Hristiyânlık'tan adapte edildiği iddia edilen İslâm
Dînî, benimseyip benimsememekte serbest bırakıldığı bu gibi konularda Yahudi ve
Hristiyânlara muhâlefet etmeseydi, acaba daha hangi hücum ve iddialara mârûz
kalırdı? bunu kestirmek zor değildir.
Sonuç olarak, İslâm Orucunun menşeinin Yahudilik ve Hristiyânlık'ta
değil, bu oruç ibâdetini Müslümanlardan evvel gelip geçmiş milletlere de farz
kılan Yüce Allâh'ın buyruklarında aranması gerektiği açıktır.
3-
ETNİK VE DÎNÎ ARINDIRMA İLE İLGİLİ HADİSLER
Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde, vefât etmeden önce Hz.
Peygamber'in, müşrikle rin Arap yarımadası’ndan çıkarılmasını vasiyyet ettiği
bildirilmektedir k
Hz. Peygamberin, bu emri, Hz. Ebû Bekr'in hilafetiyle birlikte yerine
getirilmiş ve Arap Ya' rımadası'nda müşrik bırakılmamıştır[446].
Bir gurup hadiste ise, yine Hz. Peygamberin vefât etmeden önce Yahudi ve
Hristiyanların Arap yarımadasından çıkarılmasını istediği haber verilmektedir[447]*.
Konumuzla ilgili diğer bazı hadislerde de Hz, Peygamberin, "Bir
beldede iki kıble olmayacağını ve Arap Yarımadasında iki dinin bir arada
bulunamayacağını söylediği" kaydedilmektedir1.
Tamamı Nâfı vasıtasıyla Abdullâh b. Ömer'den (ra) gelen bir kısım
hadislerde de, Hz, Peygamberin bu emir ve vasiyyeti doğrultusunda hareket eden
Hz. Ömer'in, hilafeti esnasında Yahudi ve Hristiyanları sürüp çıkardığı
nakledilmektedir[448]
[449].
Ancak, aralarında I. Goldziher, Coussin de Perceval, Fattal, P. Hitti, L.
Caetani, A. Guillaume gibi Hadis ve îslâm Tarihi ile uğraşan bazı
oryantalistler, Hz. Peygamber'in müslüman olmayanların Arap yarımadasından
sürülmesi konusunda bir emir ve vasiyyeti olmadığını, bu konudaki hadislerin,
Hz. Ömer'in hilafeti esnasındaki icrââtına meşruiyet sağlamak için uydurulduğunu
ileri sürmüşlerdir. Bu müsteşrikler çeşitli deliller ortaya koyarak yukarıdaki
iddialarını desteklemeye'çalışmışlardır[450].
Biz bu araştırmacıların görüşlerine kısaca yer vermenin uygun olacağını
düşünmekteyiz. Bu yazarlardan Caetani, Hz. Peygamberin vefât etmeden önce Arap
yarımadasında iki dinin bir arada bulunmamasını istediğini ifade eden Hz. Âişe
hadisinin1, halîfe olduğu zaman Yahudi ve Hristiyanlarm Arap
Yarımadası’ndan kovulmasını emreden Hz. Ömer'i haklı çıkarma gayesine yönelik
olduğunu söylemektedir[451]
[452].
Caetani şöyle demektedir: "Bu hadisin sahteliği, muhaddislerin
gözlerinden kaçmış iki olayla sabittir. Daha o günlerde Arabistan'dan gayri
Müslimlerin kovulmasının düşünülmekte olduğu iddiası bu vakalarla
yalanlanmaktadır. Biri, Yemen'de meşhur San'a kilisesinin Abbâsî halîfesi Ebû
Ca'fer el-Mansûr (v.158) zamanına kadar ayakta kalmasıdır. Bu isbat eder ki,
Hristiyanlar Arabistan'da ikinci hicrî aşıra kadar rahatça yaşamış ve
dinlerine dair hükümleri hiçbir baskıya uğramadan yerine getirmeye devam etmişlerdir.
Diğer vaka ise şudur: Medine'den üç günlük mesafedeki Vadi'l-Ferd* Yahudi
cemâati ile biraz daha kuzeyde bulunan Teymâ cemâati yerlerinden
çıkarılmamışlardır. Binaenaleyh, Muhammed gayr-i Müslimlerin Arabistan'dan
kovulmalarını emretmiş olsa ve Ömer bu emri gerçekleştirmek isteseydi
San'a'daki Hristiyan kiliseleri kaldırılır, Vadi'l-Ferd ve Teymâ Yahudileri
kovulurdu. Bir de şüphe yoktur ki, Muhammed bu emri verseydi, halîfe Ebû Bekir
onu daha evvel icra ederdi. Gerçekte gayr-i Müslimlerin Arap Yarımadası'ndan
kovulmaları 2. ve 3. hicrî asra ait taassubun bir eseridir" 1.
Caetani, Hz. Peygamberin vefât edeceği sırada söylediği konumuzla ilgili
hadislerin daha sonraları ortaya atıldığını ileri sürdükten sonra[453]
[454],
şu sözleriyle Hz. Aişe'yi hadîs uydurmakla suçlamaktadır:
"Mamafih Peygamberin, vefât ederken kendini bilmez bulunduğu bir
sırada, mânâsız bir takım kelimeler telaffuz etmiş ve bunları yalnız Aişe'nin
işitmiş olmasına ihtimal verilebilir. Çünkü Aişe O’nu dizlerinde tutuyordu.
Âişe'nin, Muhammed'in son dakikasının büyük ehemmiyetini anladığı zaman, bu
ilgisiz sözlerde bir mânâ arayıp, son sözleri hakkında bir takım rivâyetler
uydurmuş olması mümkündür. Mamafih hadislerin ısrarı, cerhedilmesi mümkün
olmayan bir surette şunu ortaya koymaktadır ki, Muhammed'in vefâtı birdenbire
meydana gelmiştir. Son anında hazır bulunan tek insan da Aişe'den
ibarettir"[455].
Caetani'nin, bu konudaki hadislerin Hz. Ömer'in icrââtına meşrûiyet
kazandırmak için daha sonraları atıldığına dair görüşü ile Hz. Aişe'nin Hz.
Peygamberin ağzından hadîs uydurduğuna dair iftirâsına katılmak elbette mümkün
değildir. Zaten bu hadisler sadece Hz. Âişe'den gelmemektedir. Aralarında İbn
Abbâs, Câbir b. Abdillâh, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Semûre b. Cündeb,
Hz. Ali gibi ashâbm büyüklerinden birçok kimseden bu konuda hadîs nakledilmiştir1.
Ayrıca Caetani'nin, Hz. Peygamber vefât ettiği zaman yanında sadece Hz.
Aişe'nin bulunduğuna dair idiası da doğru değildir. Kaynaklarımız, Hz.
Peygamber vefât ettiği zaman orada Hz. Âişe ile birlikte başka kadınların da
mevcut ol duğunu haber vermektedir[456] [457].
Caetani, Hz. E hû Bekir'in halîfe olduğu zaman Necrân halkı ile
anlaşmayı yenilemesini, Hz. Peygamber'in Yahudi ve Hristiyanların Arap
Yarımadasından çıkarılmalarını vasiyyet ettiğini bildiren hadislerin uydurma
olduğunu ortaya koyan bir diğer delil olduğunu iddia etmektedir[458].
Müsteşriklerden Alfred Guillaume ise bu konuda şunları söylüyor:
"eş-Şâfıî, kanûnîlik kazandırma arzusuyla Peygamberin selahiyetinin
araştırılması gerektiği fikrini ortaya vatan ilk kimse değildir. Daha o dünyaya
gelmeden uzun bir süre önce bir Siyer yazarına göre, ölüm döşeğindeyken
Peygamberin Arabistan'da iki dinin birlikte var olmayacağını söylediği ileri
sürülmüştür. Herkesin gerçeği bildiğinden emin olduğu Ebû Bekir, Muhammed'in
vefât ederken verdiği emrini gerçekleştirmek için hiçbir şey yapmadı ve Ömer o
konuda herhangi bir söz işitmediğini söyledi, fakat o, Yahudi ve Hristiyanları
Hicâz'dan sürdüğü zamari, Muhammed'in bu sözleri gerçekten söylemiş olduğunu
kesinlikle ifade etti. Peygamber'e dayandırılan malûm bir hadîs üzerindeki bu
görülmemiş ısrarın, hem râvîler zinciri olan isnâdm, hem de hadisin konusunu
meydana getiren metnin uydurulmasında nasıl etkili olduğunu açık bir şekilde
görebiliriz. eş-Şâfîî gençliğinde bu hadisle tanınmıştı, fakat hadisin isnâdı
Ömer’de sonra ermekteydi. Ancak eş-Şâfîî daha sonraları aynı hadisi Peygambere
ulaşan başka bir isnâdla işitmişti. Onun söylediklerinden açıkça anlaşılıyorki,
eski hadîs uygulamasının rehberliğinin güvenilmez olduğu eş-Şâfîî'nin zamanında
ortaya çıkmıştır, ki daha önemlisi ondan yarım yüzyıl önce Peygambere ait
hadislerin toplayıcısı ölmüştü[459].
Yahudi ve Hıristiyanların Arap Yarımadası'ndan sürülmesi konusu sadece
müsteşrikleri değil, müslüman ilim adamlarını da meşgul etmiştir.
Memleketimizin son dönemde yetiştirdiği ilk devir İslâm Tarihi âlimlerden
Mustafa Fayda, bu konuda yazdığı bir makalesinde önemli bazı hususlara dikkat
çekmekte ve Hz. Ömer'in hilafeti esnasında Yahudi ve Hristiyanları yerlerinden
sürmesinin Hz. Peygamberin bu hadisleriyle ilgisi olmadığını, bunun başka
sebepleri olduğunu söylemektedir[460].
Mustafa Fayda bu konuda şunları söylüyor:
"Yahudi ve Hıristiyanların Arap Yarımadası’ndan çıkartılmasının
veya yine Arap Yarımadası'nda İslâmiyet'ten başka din kalmamasının emredildiği
bu hadislerin, Hz. Ömer'in yukarıda ele aldığımız gayr-i Müslimleri yerlerinden
çıkarmasıyla ilgisini oldukça şüpheli görmekteyiz. Şâyet Hz. Peygamber'in bu
yönde bir emri olsaydı, Hz. Ömer'den önce Hz. Ebû Bekr'in bu emri yerine
getirmesi gerekirdi. Hz. Ebû Bekr'in Usâme ordusunu Suriye taraflarına göndermesindeki
hassasiyetini ve Hz. Peygamber'ih emrini uygulamasındaki kararlılığını
biliyoruz. Diğer taraftan ridde harpleri dolayısıyla bu emrin yerine
getirilmesinin Hz. Ebû Bekr zamanında mümkün olmadığını kabul etmek de
imkansızdır. Çünkü Hz. Ebû Bekr zamanında, gerek yalancı Peygamberlerin,
gerekse zekât vermek istemeyen bazı kabilelerin başlattıkları isyânlar
bastırılmış ve müslümanlar Irak ve Suriye fetihlerine Hz. Ebû Bekr zamanında
başlamışlardır. Ayrıca Hz. Ebû Bekr, Necrânlı Hrıstiyanlarla yapılan Anlaşmayı
yenilemiş ye kendileriyle yeni bir anlaşma imzalamıştır. Üzerinde durulması
gereken diğer bir önemli nokta da, Hz. Ömer zamanında bu tehcir emrinin hemen
yerine getirilmediği ve kararın hicretin yirminci yılında verilmiş olduğudur.
Bu duruma göre müslümanların, Arap Yarımadası dışında, Sâsânî ve Bizans
imparatorluklarına karşı elde ettikleri başarılı savaşlardan önce, yerlerinden
çıkarılmaları Hz. Peygamber tarafından emredilen bu gayr-i Müslimleri
unutmamaları gerekmez miydi? Hz. Ömer'in gayr-i Müslimleri yerlerinden
çıkarmasına ait kararın bu hadislerle ilgisi bulunmadığını ileri' sürerken,
görüşümüzü teyid eden ve yukarıdaki kaynaklarda üzerinde hiç durulmamış olan
bir hususu da burada belirtmek gerekecektir. Şöyleki Hz. Ömer, Necrânlı
hristiyanları Küfe taraflarına sürüp çıkartırken az sayıda da olsa, bir kısım
gayr-i Müslimi yerinde bırakmıştır. Biz bu hususta, iki coğrafyacının verdiği
bilgi ile, III, hicri yüzyılda Yemen ve Necrân'da siyasî mücadelelere girişmiş
olan Zeydiler'den İmâm Yahyâ'nın faaliyetleri hakkında tarihçilerin verdikleri
bazı haberlere sahip bulunmaktayız. Bu haberlere göre Necrân'daki gayr-i
Müslimlerin varlıklarını devam ettirdikleri, Hz. Ömer’in onların hepsini
yerlerinden çıkarmamış olduğu anlaşılmaktadır. Şâyet Hz. Peygamber,
Necrânlılarm çıkartılmasını veya Arap Yarımadası’nda iki dinin bir arada bulunamayacağını
emretmiş olsaydı, Hz. Ömer'in bunların hepsini yerlerinden çıkartması ve hiçbir
gayr-i Müslimi orada bırakmaması gerekirdi... Hz. Ömer'in uygulamasıyla,
hadislerin anlamları arasındaki uyuşmazlığın Cezîretü'l-arab (Arap
Yarımadasının hudûdunun tartışılmasını ortaya çıkardığını görmekteyiz...
Çalışma sahamazı çok aşan bu konuyla ilgili hadîs külliyâtının yeniden
incelenmesi ve konunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir... Sonuç olarak
Hz. Ömer, Hayber ve çevresindeki Yahudilerle Necrânlı Hristiyanları yerlerinden
çıkartırken, onların özel durumlarını göz önüne almış ve her iki bölgeyle
ilgili kararını ayrı ayrı gerekçelere dayanarak yerine ge tirmiştir. Ayrıca
Hz. Ömer, Arap Yarımadasından, başka bir gayr-i Müslim zümreyi de yerlerinden
çıkartmamıştır. Özellikle Yemen, Bahreyn gibi gayr-i Müslimlerin bulunduğu
bölgelerde bu şekilde bir uygulamaya giriştiğini bilmiyoruz. Bu bakımdan
yukarıda ele aldığımız hadislerin, Hz. Ömer'in bu uygulamasıyla bir ilgisi
olduğunu söylemek oldukça zordur"1.
Bu husustaki iddiaları ve delilleri yukarıdaki şekilde kaydettikten
sonra, şimdi de bu hususta Hz. Peygamberden bize intikal ederek kaynaklarımızda
yer alan hadisleri gerek isnâd, gerekse metin açısından ele alarak sıhhat
durumlarını incelemek ve yukarıdaki iddiaların doğruluk derecesini araştırmak
istiyoruz.
Bu konudaki hadisler metin yönünden ele alınacak olursa bunların bir
kısmının, müşriklerin Arap Yarım adası’ndan (Cezîretü'l-Arab) çıkarılmasını[461]
[462],
bir bölümünün Yahudi ves Hıristiyanların Hicâz coğrafyasından
(Ardü'1-Hicâz)[463]
veya Arap Yarımadası'ndan/Arap toprağından (Cezîretü'l-Arab/Ardu'l-Arab)
sürülmesini emrettiği1 görülür. Bir grup hadiste ise Arap Yarımadası
veya Hicâz Toprağı şeklinde yer kaydı olmaksızın, bir beldede, bir yerde, bir
ülkede, iki kıble veya iki din olmayacağı bildirilmektedir[464] [465].
Râvîlerin, gayr-i Müslimlerin. Hicâz toprağından mı (Ardu'l-Hicâz) yoksa
Arap toprağından mı (Ardu'l-Arab) sürülecekleri konusunda metnini şüpheli
duruma soktukları hadislere de rastlanmaktadır[466].
Metinde "Arap Yarımadası" (Cezîretü'l-Arab) yerine "Hicâz
Toprağı" (Ardü'l-Hicâz) lafzı kullanılan rivâyetlerden bir tanesini
Abdurrezzâk b. Hemmâm (v.211), Abdülmelik b. Abdilazîz b. Cüreyc (v.150)
vasıtasıyla Hz. Peygamber'den nakletmektedir[467]. Ancak
bu hadisin senedi kopuktur. Hadisin isnâdmda rivâyeti Hz. Peygamber'den işitmiş
olan sahâbînin ismi yer almadığı gibi, İbn Cüreyc'in bu hadisi kendisinden
aldığı Tâbiûn nesline mensup râvînin kimliği de meçhuldür ve peşpeşe iki râvîsi
atlanılan bu mu'dal rivâyet çok zayıftır ve delil olmaya elverişli
bulunmamaktadır[468].
Metninde "Arap Toprağında" (Ardu'l-Arab) veya
"Hicâz Toprağında" (Ardü'l-Hicâz) iki dinin bir arada bulunamayacağı
şeklinde râvînin tereddüd ettiği hadîs ise, yine Abdurrezzâk tarafından, Mâmer
b. Raşid (v.152), Muhammed b. Müslim b. Şihâb ez-Zührî (v. 124) ve Saîd b.
el-Müseyyeb (v.93) vasıtasıyla Hz. Peygamberden nakledilmiştir1.
Ancak bu rivâyet de isnâdmda sahâbînin yer almadığı mürsel bir nakil olup
senedi kopuktur[469]
[470].
Tâbiûn neslinin büyüklerinden olan Sa'îd b. el-Müseyyeb'in bu mürsel rivâyetini
makbul saymanın uygun olmayacağı ortadadır. Çünkü iki dinin Hicâz'da mı yoksa
Arap Yarımadasında mı bir arada bulunamayacağı hususunda tereddüt uyandıran
birmetne sahip olan bu rivâyetin râvîlerinde zabt kusuru olduğu açıktır ve
konumuz açısından delil olmaya elverişli değildir. Kaydettiğimiz bu
rivâyetleriri dışında, Yahudi ve Hristiyanların Hicâz'dan çıkarılmasını emreden
hadislere sahîh kaynaklarımızda rastlayamadık. Bu durumda Hz. Peygamberin,
Yahudi ve Hristiyanların Hicâz'dan çıkarılmalarıyla yetinip sadece bu konuda
emir ve tavsiyelerde bulunması söz konusu olmamalıdır. v
Şu halde, Yahudi ve Hristiyanların "Arap Yarımadası'ndan"
(Cezîretü'1-Arab) veya "Arap Toprağından" (Ardu'l-Arab) sürülmelerini
emreden hadisleri incelememiz gerekmektedir. Bu hadislerde dikkatimizi çeken
husus, "müşriklerin Arap Yarımadasından çıkarılmalarını" emreden
hadislerle1 paralellik arzetmeleridir. Müslümanlar için tehdit
oluşturmaları açısından müşriklerin Arap Yarımadasından çıkarılmalarını
emreden Hz. Peygamberin, aynı şekilde tehlike arzeden Yahudi ve Hristiyanların
da sadece Hicâz'dan sürülmeleriyle iktifa etmeyerek, Arap Yarımadasm'dan da
kovulmalarını vasiyyet etmesi çok mantıklı gözükmektedir. Yahudi ve
Hristiyanları Arap Yarımadasından veya Arap Toprağından çıkarmayı emreden bu
hadisler, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Hz. Ali, Hz. Ömer, Câbir b. Abdillâh (ra),
Semûre b. Cündeb (ra) gibi sahâbîler tarafından Hz. Peygamber'den nakledilmiş
olup[471]
[472],
Müslim[473],
Ebû Dâvud[474],
İmâm Mâlik[475],
Ahmed b. Hanbel[476],
Dârimî[477],
Abdürrezzâk[478],
Ebû Dâvud et-Tayâlisî[479]
gibi hadîs âlimleri tarafından kaydedilmişlerdir.
Bunlardan Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ra)'dan nakledilen hadislerin
bazılarında, Hz. Peygamberin vefât etmeden önce söylediği son sözleriyle,
"Hicâz Yahudileriyle Necrân halkının Arap Yarımadası'ndan çıkartılmalarını
vasiyyet ettiği" bildirilmektedir. Bu rivâyetlerden birisi, Ahmed b.
Hanbel tarafından Vekî' b. el-Cerrâh (v.196), İbrâhîm b. Meymûn el-Kûfî, İshâk
b. Sa'd b. Semûre, Sa'd b. Semûre, Semûre b. Cündeb (ra), Ebû Ubeyde b.
el-Cerrâh (ra) vasıtasıyla Hz. Peygamber'den nakledilmiştir1. Diğeri
ise, yine Ahmed b. Hanbel tarafından Muhammed b. Abdillâh b. ez-Zübeyr Ebû
Ahmed ez-Zübeyrî (v.203), Îbrâhîm b. Meymûn el-Kûfî, Sa'd b. Semûre, Semûre b.
Cündeb (ra), Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ra) aracılığıyla Hz. Peygamberden rivâyet
edilmiş tir[480]
[481].
Bu konudaki son rivâyet ise, Ahmed b. Hanbel tarafından, Yahyâ b. Saîd
el-Kattân (v.198), İbrâhîm b. Meymûn el-Kûfî, Sa'd b. Semûre, Semûre b. Cündeb
(ra), Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ra)'dan nakledilmektedir[482]. Aynı
hadisi ed-Dârimî de eserine almıştır[483].
ed-Dâri-mî'nin rivâyeti, Affân b. Müslim (v.220) vasıtasıyla Yahyâ b. Saîd
el-Kattân'da birleşmektedir. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ra)'dan nakledilen bir
hadiste ise, Hz. Peygamberin bu sözü ne zaman söylediği belirtilmemektedir.
Rasulullâh'm "Hicâz Yahudileri ile Necrân halkını Arap Yarımadası'ndan
çıkartınız" buyurduğu belirtilen bu rivâyet, Ebû Dâvud et-Tayâlisî (v.
204) tarafından Kays b. er-Rebî' (v. 167-168), İbrâhîm b. Meymûn el-Kûfî, Sa’d
b. Semûre, Semûre b. Cündeb (ra), Ebû Ubeyde b. el-Cerrah (ra) kanalıyla Hz.
Peygamber’den rivâyet edilmiştir1.
Buraya kadar kaydetmiş olduğumuz bu ha dişlerin râvîlerinden Kays b.
er-Rebî' ile[484]
[485],
Ebû Ahmed ed-Zubeyrî zabt yönünden tenkîd edilmiştir[486]. Ancak
bu hadislerin râvîleri arasında yalancı olan ya da yalancılıkla suçlananan
herhangi bir kimse mevcut değildir. Aksine bunların isnâdlarında Ve ki’b.
el-Cerrah, Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Affân b. Müslim gibi büyük hadîs âlimleri
vardır. Dolayısıyla bu hadislere uydurma hükmü vermeye imkân yoktur. "
Necrânlı Hristiyanların Arap Yarımadasından çıkarılmaları hususunda Hz.
Ali'den bazı hadisler rivâyet edilmektedir. Bunlardan birisi Ahmed b. Hanbel
tarafından, Halef b. Eyyûb el-Âmirî (v. 215), Kays b. er-Rebî' (v. 167/168),
Eş'as b. Sevvâr (v. 136), Adî b. Sâbit (v. 116), Ebû Zabyân Husayn b. Cündeb
el-Kûfî (v.90), Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber'e uzanır. Bu hadisde Hz.
Peygamber in 'Yâ Ali! Eğer benden sonra idareyi yüklenirsen Necrân halkını
Arap Yarımadası'ndan çıkart" buyurduğu kaydedilmektedir[487].
Ancak, Peygamberimizin kendisinden sonra Hz. Ali'nin halîfe olacağına ibaret
ettiğini ifade eden bu hadisin râvîlerinden Adî b. Sâbit (v.H6)'in müfrit bir
şiî olduğu bildirilmiştir1. Diğer râvîler Halef b. Eyyûb el-Amirî
(v.215) ile Eş'as b. Sevvâr (v.136) da zabt açısından tenkide uğramış zayıf
kimselerdir[488]
[489].
Aynı hadîs Abdürrezzâk b. Hemmâm (v.211) tarafından, el-Hasen b. Ammâre (v.
153), Adî b. Sâbit, Ebû Zabyân Husayn b. Cündeb, Hz. Ali aracılığıyla Hz.
Peygamber'den nakledilmiştir[490].
Bu rivâyetin isnâdmda yer alan Adî b. Sâbit'in aşırı bir şiî olduğu yukarıda
kaydedilmiştir. Râvî el-Hasen b. Ammâre ise, hadîs uydurmakla ve yalancı
olmakla suçlanan bir kişidir[491].
Dolayısıyle, Necrânlı Hristiyanlarm Arap Yarımadası'ndan sürülmelerini
bildiren ve Hz. Ali'den gelen bu hadislerin konumuz açısından bir delil
olamayacakları ortaya çıkmaktadır. Ancak, Necrânlı Hristiyanlarm Arap Yarımadası'ndan
çıkarılmalarıyla ilgili olarak Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ra)'dan gelen yukarıda
kaydettiğimiz güvenilir rivâyetlerin mevcut olduğunu da gözden uzak tutmamamız
gerektiği açıktır.
Yahudi ve Hristiyanlarm Arap Yarımadası ’ndan (Cezîretü'l-Arab)
sürülmeleri konpsunda Hz. Ömer'den nakledilen hadisler de mevcuttur. Bunlar
Câbir b. Abdillâh (ra) vasıtasıyla Hz. Ömer'den rivâyet edilmiş olup, Müslim,
Ebû Dâvud, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel gibi hadîs âlimleri tarafından
kaydedilmişlerdir. Bu hadislerden Müslim'in Sahîh'inde yer alanla, Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'ine aldığı rivâyet aynı metne sahiptir. Sözkonusu hadiste Hz.
Peygamberin: "Yahudi ve Hristiyanları Arap Yarımadasından mutlaka
çıkaracağım; ta ki orada müslümanlardan başka kimseyi bırakmayacağım"
buyurduğu bildirilmektedir. Müslim'in kaydettiği hadisin dört is nâdı vardır.
Bunlardan birisi Seleme b. Şebîb (v.247), el-Hasen b. Muhammed b. el-A'yen
(v.210), Ma'kîl b. Ubeydillâh (v.166), Ebu'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim el-Mekkî
(v. 126), Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer vasıtasıyla Hz. Peygambere
varmaktadır. Müslim'in ikinci isnâdı ise, Muhammed b. Râfi (v.245), Abdurrezzâk
b. Hemmâm (v.211), Abdulmelik b. Abdulazîz b. Cüreyc (v.150), Ebu'z-Zübeyr
Muhammed b. Müslim el-Mekkî (v. 126), Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer
aracılığıyla Hz. Peygamber’e ulaşmaktadır. Üçüncü isnâd ise, Müslim, Züheyr b.
Harb (v.234), Dahhâk b. Mahled (v.212) kanalıyla İbn Cüreyc'de birleşmektedir.
Müslim'in dördüncü isnâdı da, Züheyr b. Harb (v.234), Rûh b. Ubâde (v.205), Süfyân
es-Sevrî (v.161) Ebu'z-Zübeyr (v.126), Câbir b. Abdillâh (ra) Hz. Ömer yoluyla
Hz. Peygamber’e kavuşmaktadır1. Ahmed b. Hanbel'in rivâyeti,
Müslim'in bir isnâdı ile Abdurrezzâk'ta birleşmekte, İbn Cüreyc, Ebu'z-Zübeyr
(v. 126), Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer vasıtasıyla Hz. Peygambere
dayanmaktadır[492]
[493].
Ehl-i Kitâb'm Arap Yarımadası'ndan çıkartılması hususunda Hz. Ömer'den
rivâyet edilen hadislerin Ebû Dâvud tarafından kaydedilenlerinden birisinin
isnâdı, Ahmed b. Hanbel, Ebû Ahmed ez-Zübeyrî (v.203), Süfyân es-Sevrî (v.161),
Ebu'z-Zübeyr (v.126), Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer, Hz. Peygamber
şeklindedir1. Diğer isnâd ise, Ebû Dâvud, el-Hasen b. Ali b.
Muhammed el-Hüzelî(v. 242), Abdürrezzâk (v.211), İbn Cüreyc (v.150),
Ebu'z-Zübeyr (126), Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer, Hz. Peygamberden
oluşmaktadır. Aynı hadîs Tirmizî ve Ebû Dâvud tarafından, el-Hasen b. Ali, Ebû
Asım Dahhâk b. Mahled (v. 212), İbn Cüreyc (v. 150), Ebu'z-Zübeyr (v.126),
Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer yoluyla da Hz. Peygamber'den alınmıştır[494]
[495].
Ebû Dâvud'un bu isnâdı, Dahhâk b. Mahled'de Müslim'in isnâdıyla birleşmektedir[496].”
Ebû Dâvud'un yukarıda isnâdlarım kaydettiğimiz söz konusu hadisi, daha
önce zikrettiğimiz Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in rivâyet ettikleri hadisle
mâna açısından aynıdır, sadece önemsiz bazı lafız farklılıkları mevcuttur. Müslim
ve Ahmed b. Hanbel'in rivâyetlerinde şeklinde olan lafız, Tirmizî ve Ebû
Dâvud'un naklinde <4^ haline dönüşmüştür[497].
Yahudi ve Hıristiyanların Arap Yarımadasından çıkarılmaları konusunda
Hz. Ömer'den alınan ve Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilmiş olan iki hadîs
daha vardır. Bunlardan birisi, Ahmed b. Hanbel, Ebû Ahmed Muhammed b. Abdillâh
ez-Zübeyrî (v.203), Süfyân es-Sevrî (v.161), Ebu'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim
(v. 126), Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer yoluyla Hz. Peygamber'den
nakledilmiştir1. Bu isnâd Ebû Dâvud tarafından Ahmed b. Hanbel'den
aynen iktibas edilmiştir[498]
[499].
Hz. Peygamber bu hadislerinde:
"înşaallâh, eğer yaşarsam, Yahudi ve Hristiyanlan Arap
Yarımadası’ndan mutlaka çıkaracağım" buyurmuşlardır. Bu hadîs, Ahmed b.
Hanbel tarafından, Müemmel b. İsmâîl el-Adevî (v.206) ve Rûh b. Ubâde'den
(v.205), Süfyân es-Sevrî (v.161) Ebu'z-Zübeyr (v.126), Câbir b. Abdillâh (ra),
Hz. Ömer yoluyla da Hz. Peygamber'den rivâyet edilmiştir[500]. Ancak
bu nakilde metin açısından biraz fazlalık (ziyade) vardır. Bu hadisin metni
şöyledir:
Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "İnşâallâh eğer yaşarsam, Yahudi ve Hristiyanları Arap
Yarımadasından mutlaka çıkaracağım* ta ki, orada Müslümanlardan başka hiçbir
kimseyi bırakmayacağım". Bu rivâyetlerde, daha önce kaydettiğimiz
hadislerin metninde yer almayan "Eğer yaşarsam" ilavesi de göze çarpmaktadır. Müslim 'in
naklinde ltjl şeklinde geçen kelime, burada Ebû Dâvud'un
rivâyetinde olduğu gibi ■y) tarzında verilmiştir.
Hz. Ömer'e isnâd edilen bu hadislerin se nedlerinde yer alan râvîlerden
Ebu'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim el-Mekkî (v.126)1, Ma'kîl b.
Ubeydillâh (v.166)[501]
[502],
Rûh b. Ubâde (v.205)[503],
Müemmel b. İsmâîl el-Adevî (v.206)[504], Ebû
Ahmed Muhammed b. Abdillâh ez-Zübeyrî (v. 203)[505], Ebû
Muhammed el-Hasen b. Ali b. Muhammed el-Hüzelî el-Hulvânî (v.242)[506]
zabt açısından kusurlu ve zayıf oldukları için hadîs âlimlerinin tenkidine
uğramışlardır. Ancak bu râvîler arasında yalancı (kezzâb) olan veya
yalancılıkla suçlanan bir kimse yoktur. Söz konusu hadislerin isnâdlarındaki
râvîlerden Abdülmelik b. Abdilazîz b. Cüreyc (v.l50)'e gelince, bu zâtın mürsel
bir nakilde bulunması ya da tedlîs yapması söz ko r nusu değildir. Üstelik bu
hadisler kendisinden, Müslim, Züheyr b. Harb, Dahhâk b. Mahled gibi güvenilir
hadîs âlimleri tarafından alınmıştır.
Hz. Ömer'den nakledilen bu hadislerin râvîlerinden Abdürrezzâk b. Hemmâm
(v.211) bazı hadisçiler tarafından yalancı olmak (kezzâb) ve hadîs hırsızlığı
yapmakla suçlanmıştır1. Ancak bu tür tenkidlerin, Abdürrezzâk'm
gözlerini kaybettiği ve telkine maruz kaldığı h.200 yılında sonraki
rivâyetlerini kapsadığını düşünmekteyiz. Müslim, Ebû Dâvud, Ahmed b. Hanbel
gibi büyük hadîs imamlarının, uydurma olduğunu ya da uydurma şüphesi
bulunduğunu bile bile konumuzla ilgili hadisleri Abdürrezzâk b. Hemmâm'dan almaları
söz konusu olamaz.
Bu açıdan Abdülmelik b. Cüreyc ile Abdürrezzâk b. Hemmâm'a yöneltilen bu
tenkidlerin, Müslim'in el-Câmi'u's-Sahîh'i ile Ebû Dâvud'un Sünen'i ve Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde yer alan bu hadislerin sıhhatine herhangi bir zarar
vermeyeceği kanaatindeyiz.
Tirmizî tarafından kaydedilen diğer rivâyet ise, Musâ b. Abdirrahmân
el-Kindî (v.126), Zeyd b. Habbâb (v.203), Süfyân es-Sevrî (v.161), Ebü'z-Zübeyr
(v.126), Câbir b. Abdillâh (ra), Hz. Ömer vasıtasıyla Hz. Peygamber'e isnâd
edilmektedir[507]
[508].
Bu hadisin senedinde yer alan râvî Zeyd b. el-Habbâb er-Reyyân et-Temimî
el-Kûfî, zabt açısından tenkîd edilmiştir[509]. Ancak
hadisin senedinde adâlet sıfatı açısından cerhedilmiş,
hadîs uydurmakla suçlanmış herhangi bir kimse yer almamaktadır.
Sonuç olarak, Hz. Ömer'den rivâyet edilen ve "Hz. Peygamber'in
Yahudi ve Hristiyanları Arap Yarımadası’ndan çıkartmayı, burada müslümanlardan
başka kimseyi bırakmamayı arzu ettiğini" bildiren bu hadisler sahihtir ve
bunun aksini söylemeye de imkan bulunmamaktadır1.
Konumuzla ilgili olarak Hz. Peygamber'den nakledilen ve "Arap
Yarımadası'nda (Cezîretü'PArab), Arap Toprağı'nda (Ardu'l-Arab) veya Hicâz
toprağında (Ardu'l-Hicâz) iki dinin bir arada bulunamayacağını" bildiren
hadisler de vardır. Bunlar Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i ile İmâm Mâlik'in
Muvatta'ı ve Abdürrezzâk b. Hemmâmin Musannef adlı eserlerinde yer almaktadır[510]
[511].
Bu hadislerin Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedileni, Yakûb b. İbrâhîm b.
Sa'd ez -Zührî (v.208), İbrâhîm b. Sa'd b. İbrâhîm ez-Zührî (v.140), İbn Şihâb
ez-Zührî (v.124), Ubeydullâh b. Abdillâh b. Utbe (v.92/99), Hz. Aişe (v.Ş7)
vasıtasıyla Hz. Peygamber'den nakledilmiştir[512].
Bu hadiste Hz. Aişe, "vefât etmeden önce Hz. Peygamber'in Arap
Yarımadası'nda iki din
bırakılmamasını vasiyyet ettiğini" haber vermektedir.
Muhammed b. İshâk hariç, bu hadisin isnâdmda yer alan râvîlerin tamamı sika
(güvenilir) kimselerdir. Muhammed b. İshâk (v.151) ise bazı hadîs âlimlerinin
tenkidine uğramıştır. ed-Dârekutnî'nin bildirdiğine göre, hadîs bilginleri
onun hakkında ihtilaf etmişlerdir. Kendisinin Hadis ve Sünnet'te hüccet olmayan
;; zayıf bir kişi olduğu
ileri sürülmüştür. Ancak
onun, hasen hadîs râvîlerinin mertebesinde olduı ğunu söyleyen âlimler de vardır. Ahmed b.
Han-
bel, İbn İshâk'm tedlîs yaptığını, ancak İbrâhîm ; b. Sa'd’ın ondan almış olduğu nakillerin
bundan
müstesnâ olduğunu ifade
etmiştir. Muhammed b.îshâk'm konumuzla ilgili rivâyeti de bu özelliği
taşımaktadır, dolayısıyle tedlîs ihtimali söz konusu değildir[513].
Bu sebeble yukarıda kaydettiğimiz bu ha| dişi zayıf saymaya imkan yoktur. Ayrıca
aşağıda
göstereceğimiz gibi bu hadîs, isnâdmda Muhammed b. İshâk'm yer almadığı
râvîler tarafından da nakledilmiştir.
Bunlardan bir tanesi Abdürrezzâk (v.211) tarafından,
Ma'mer b. Râşid (v.152), İbn Şihâb ez-Zührî (v. 124), Saîd b. eî-Müseyyeb
(v.93) araır cılığıyla doğrudan
Hz. Peygamber'den rivâyet edilmiştir2
Mürsel bir hadîs olan bu nakille ilgili değerlendirmeyi daha önce yapmış olduğumuzdan yeniden bu konuya girmeyi uygun görmemekteyiz.
Bu hususla ilgili olarak İmâm Mâlik'in (v.179), İsmâîl b. Ebî Hakîm
(v.130), Ömer b. Abdilazîz (v.101) vasıtasıyla Hz. Peygamberden naklettiği
mürsel bir hadîs daha vardır1. Bu hadisi, İmâm Mâlik'ten aynı
isnâdla Abdürrezzâk da almıştır[514]
[515].
Bu hadisde Hz. Peygamberin vefâtmdan önceki son sözlerinin; "Allâh, Yahudi
ve Hristiyanları kahretsin. Onlar Peygamberlerinin mezarlarını mescid
edindiler. Arap toprağında iki din bir arada kalmayacaktır" şeklinde
olduğu bildirilmektedir.
Aynı konuyla ilgili olarak İmâm Mâlik'in, İbn Şihâb ez-Zührî vasıtasıyla
Hz. Peygamberden yaptığı mürsel bir rivâyet daha vardır[516]. Bu
hadisde de Hz. Peygamber'in, "Arap Yarımadasında iki din bir arada
bulunmayacaktır" buyurduğu zikredilmektedir. İmâm Mâlik bunu zikrettikten
sonra, İbn Şihâb ez-Zührî'nin "Hz. Ömer bu hususu araştırdı, Rasûlüllâh'm,
'Arap Yarımadası'nda iki din bir arada bulunmayacak' buyurduğuna kesin olarak
kanaat getirince Hayber'den Yahudileri sürdü" sözünü de kaydetmiş tir.
Abdürrezzâk b. Hemmâm ise, İbn Abbâs (ra)'m, "Müslüman olmadıkları
sürece Yahudi ve Hristiyanlar şehirlerinizde size ortaklık edemezler"
dediğini nakletmektedir1
Sonuç olarak bu mürsel rivâyetlerin daha önce zikretmiş olduğumuz Hz.
Aişe hadisini güçlendirdikleri ortadadır[517] [518].
Bir grup hadiste ise, "Hicâz" ve "Cezîretü'l-Arab"
gibi coğrafî bir bölge ismi zikredilmeksizin "bir beldede, bir bölgede,
bir yerde, iki dinin veya kıblenin bir arada bulunamayacağından"
bahsedilmektedir. Bu hadislere göre Hz. Peygamber, sadece Yahudi ve
Hristiyanlarm Arap Yarımadasından sürülmeleriyle yetinme-' iniş, Müslümanların
hâkim oldukları diğer top raklar konusunda da belirleyici bir tutum sergilemiş,
buralarda da aynı anda iki dinin hâkim durumda olamayacağını söylemiştir. Bu
hadisler Ebû Dâvud, Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel gibi hadîs âlimleri tarafından
kaydedilmişlerdir[519].
Bunların tamamının Kâbûs b. Ebî Zabyân, Ebû Zabyân Husayn b. Cündeb, Ibn
Abbâs (ra) vasıtasıyla Hz. Peygamber'den nakledildiği görülmektedir. Kâbûs b.
Ebî Zabyân'dan sonraki tabakadan itibaren râvîler çoğalmaktadır. Bu
rivâyetlerden iki tanesi Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilmiş olup,
bunlardan ilki, Cerîr b. Abdilhamîd el-Kûfî (v. 188), Kâbûs b. Ebî Zabyân
el-Kûfî, Ebû Zabyân Husayn b. Cündeb el-Kûfî (v. 89/90), îbn Abbâs (ra)
vasıtasıyla Hz. Peygamber'e ulaşmaktadır1. Bu hadiste Hz.
Peygamberin, "Bir yerde iki kıblenin mevcut olması uygun düşmez"
buyurduğu haber verilmektedir. Bu rivâyetin isnâdında yer alan râvî Kâbûs b.
Ebî Zabyân el-Kûfî, zabt açısından tenkide uğramış, hâfızası kötü, zayıf bir
kimsedir. Hadis âlimleri, kendi siyle ihticâc edilemeyeceğini, fakat
hadislerinin araştırma maksadıyla yazılabileceğini söylemişlerdir[520]
[521].
Diğer râvîler ise sika kimselerdir.
Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilmiş olan diğer hadîs ise, Şâzân Esved
b. Âmir eş-Şâmî (v.208), Ca'fer b. Ziyâd el-Ahmer (v.167), Kâbûs b. Ebî Zabyân
el-Kûfî, Ebû Zabyân Husayn b. Cündeb el-Kûfî (v.89/90), İbn Abbâs (ra) kanalıyla
Hz. Peygamber'den nakledilmiştir[522].
İsnâdında Kâbûs b. Ebî Zabyân'dan başka tenkide uğramış herhangi bir kimsenin
yer almadığı bu hadiste ise, Hz. Peygamberin "Bir bölgede iki kıblenin
bulunması uygun olmaz" buyurduğu zikredilmektedir.
Bu hadisden Ebû Dâvud tarafından nakledilmiş olanı ise, Süleymân b.
Dâvud el-Atekî (v.234), Cerir b. Hâzım el-Kûfî (v.89/90)*lbn Abbas (ra)
aracılığıyla Hz. Peygamber'den alınmıştır[523]. Bu
rivâyetin isnadında da Kâbûs b. Ebî Zabyân'dan başka cerhedilmiş herhangi bir
kimse yoktur. Bu hadisde de Hz. Peygamber'in, "Bir beldede iki kıble
olmaz" buyurduğu belirtilmektedir.
Bunlardan Tirmizî tarafından nakledileni ise, Yahyâ b. Eksem (v.242),
Cerîr b. Abdilhamîd (v.188), Kâbûs b. Ebî Zabyân el-Kûfî, Ebû Zabyân Husayn b.
Cündeb el-Kûfî (v.89/90), İbn Abbâs (ra) vasıtasıyla Hz. Peygambere
ulaşmaktadır1. Bu hadisin isnâdmda tenkîde uğramış iki râvî göze
çarpmaktadır. Bunlardan birisi, zabt ve hâfıza yönünden cerhedildiğini yukarıda
kaydetmiş olduğumuz Kâbûs b. Ebî Zabyân'dır. Diğeri ise, adâlet sıfatı
açısından tenkîde uğramış, yalancılıkla suçlanmış Yahyâ b. Eksem (v.242)'dir[524]
[525].
Bu rivâyette Hz. Peygamber'in, "Bir toprak üzerinde iki kıble uygun olmaz,
müslüman olanlara cizye yoktur" buyurduğu kaydedilmektedir.
Tirmizî’nin nakli hâriç, bu hadislerin hiçbirinin senedinde yalancı olan
ya da yalancılıkla suçlanan bir râvî mevcut değildir. Yine bu hadislerin
tamamının isnâdmda zabt yönünden tenkîde uğramış olan râvî Kâbûs b. Ebî Zabyân
el-Kûfî vardır. Bu sebeble bu hadislerin tamamı isnâd yönünden zayıf durumdadır[526].
Ancak biz bu rivâyetlerin metin açısından güvenilir olduklarını düşünmekteyiz.
Çünkü bu hadisler, bir ülkede iki dinin aynı anda hakimiyet kuramayacağı gerçeğini
ifade etmektedirler. Dinin, milletlerin kimliğini belirlemede, bir toprağı
vatan edinip, anlaşarak üzerinde devlet kurmada belirleyici temel faktörlerden
birisi olduğu açıktır. Tarih boyunca hiçbir coğrafyada, ayrı dinden iki
toplumun devlet kurup da, o topraklar üzerinde ilelebed huzurlu ve mutlu
yaşadığı görülmemiştir. Zamanımızda Bosna'da-Hristiyan Sırpların Müslüman
Boşnak lar'a yaptıkları zulümler, Azerbaycan'da Ermeniler'in yaptığı mezâlim,
Filistin'de Yahudilerin Müslüman Araplara yaşattıkları acılar, Çeçenistan'da
Ruslar'm, Kıbrıs'ta Rumların yaptıkları katliam, bir beldede iki dinin aynı
anda hâkimiyet kuramayacağının açık bir göstergesidir. Gelişen tarihî,
siyâsî, iktisâdî, sosyal şartlar, bizlere, isnâd açısından zayıf olsalar bile,
bu hadislerin metin açısından güvenilir olduklarını anlatmaktadır. Kısacası
geçmişte Endülüs ve Balkanlar'da veya günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde
cereyan etmekte olan bir takım acıklı olaylar, bu hadislerin sahîh olduğunu
ortaya koymaktadır.
Bu hadisler bize, Müslümanların hâkini ol dukları topraklarda gayr-ı
Müslimlerin yaşamasına imkân verilmemesini emretmemektedir. Müslümanların
kurdukları devletlerin vatandaşları olarak, o devletin kanunlarına uymak şartı
ile, gayr-ı Müslim kimseler de o topraklarda yaşayabilir. Buna zaten Kur'ân-ı
Kerîm izin vermektedir[527].
Ancak bu hadisler, Arabistan, Anadolu, Suriye, Irak, Yemen gibi herhangi bir
bölge veya yer ismi belirtmeden Müslümanların idaresi altında bulunan herhangi
bir İslâm toprağında, o devletin sahibi olanların millî güvenliklerini tehlikeye
sokacak, vatan topraklarının bir kısmını Müslümanların, kurmuş olduğu devletten
koparak, gayr-ı Müslim bir devlete ilhak etme, ya da ayrı bir devlet kurma
sonucunu doğuracak tarzda bir nüfus yapılanmasına izin verilmemesi için ikazda
bulunuyor. Kısacası bu hadisler, Müslümanların geleceği açısından büyük önem
taşımaktadır. Hz. Ömer, Hz. Peygamberin bu sözleriyle ifade etmek istediği maksadı
müslümanların güvenliklerinden sorumlu bir devlet başkanı olarak çok iyi
anladığı için, 40 bin kişilik asker çıkaracak seviyeye gelen Necrân
Hristiyanlarını Küfe taraflarına sürmüş, onların Rum ve Habeşliler'in teşviki
ile isyan etmelerini önlemiştir[528].
Daha sonraki asırlarda da Arabistan'ın çeşitli yerlerinde gayr-ı
Müslimlere rastlanması, Hz. Ömer'in gayesinin, İslâm devletinin sınırları
içinoe hiçbir gayr-ı Müslim bırakılmaması olmadığını göstermektedir. Hz.
Ömer'in hedefi, Hz. Peygamber'in irşadları doğrultusunda müslümanların millî
güvenliklerini sağlamaktı.
Hz. Peygamber'in arzusu ve bu sözleri söylemekten maksadı da, elbette
İslâm topraklarında hiçbir gayr-ı Müslimin bırakılmaması değildi. Çünkü
onların müslümanların hâkimiyeti altında yaşamalarına zateır Kur'ân izin
vermişti. Tarihî olaylara ibretli bir şekilde bakarsak, Filistin'in
Müslümanların elinden alınıp İsrâil Devletinin kurulmasında, dünyanın her
tarafından göç ettirilen Yahudi nüfusun orada toplanmasının yattığı gerçeği
vardır. Kıbrıs'ın Türkiye'de koparılıp, Yunanistan'a verilmeye çalışılmasında,
Karabağ'm Ermenistan'a, Bosna topraklarının Sırbistan'a bağlanmak
istenilmesinde hep bu nüfus siyaseti yatmaktadır. Buralarda gayr-ı Müslim nüfus
yığılması yapılarak, Hristiyan veya Yahudiler hâkim duruma geçirilmiş, katliam,
sürgün, etnik arındırma yoluyla Müslümanlar azınlığa düşürülmeye çalışılmıştır.
Daha önceleri Endülüs ve Balkanlarda yapılanlarla, Kurtuluş savaşı sıralan
Sevr andlaşması ile Anadolu'da yapılmak istenenler aynıdır. Anadolu'muzda Rum
ve Ermenilerin nüfusları çok gösterilerek, bir kısım topraklarımızda Ermeni ve
Rum Pontus devletlerinin kurulmaya çalışıldığı hatırlardadır. Üzerine basarak
söylemek gerekirse, Islâm ülkelerinde görülen misyoner faaliyetleri de bu yüzden
o devletlerin millî güvenlikleri için ciddi bir tehlike arzetmektedir. Olaya
sadece bir "dînî anlatma, tanıtma özgürlüğü" olarak bakmak çok büyük
bir gaflettir. Misyoner faaliyetleriyle elde edilmek istenen şey, İslâm
devletlerindeki müslüman hal km Hristiyanlaştırılması, daha sonra onların yaşadığı
topraklar üzerinde Hristiyan devletlerin hak iddia etmeleri etmeleri olduğu çok
açık bir husustur. Kısacası güdülen son hedef, her bir İslâm ülkesi için Sevr
paçavrasının yeniden hortlatılmasıdır.
Durum böyle olunca, Müslümanlar için Peygamberlerinden evrensel bir
uyarı mahiyeti taşıyan bu hadisler hakkında, "uydurmadır" ya da
"sahîh değildir" hükmünü vermenin yanlışlığı ortadadır.
Bu konudaki rivâyetler hem sened hem de metin açısından güvenilir olduğuna
göre, müsteşriklerin bu hadislerin uydurma olduğuna dair iddialarını gözden
geçirmek gerekmektedir. Onların ilk başlarda kaydetmiş olduğumuz konumuzla ilgili
görüş ve iddiaları maddeler halinde şu şekilde sıralanabilir.
1-
Vefat etmeden önce Hz, Peygamberin
Yahudi ve Hristiyanlarm Arap Yarımadasından sürülmeleri konusunda bir emir veya
vasiyyetinin olmadığının en önemli delili, hilâfeti esnasında Hz. Ebû Bekrin
bunu gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmamasıdır. Ridde savaşları sebebiyle
Hz. Peygamberin bu emrinin yerine getirilmesinin mümkün olmadığını kabul etmek
de doğru değildir. Çünkü iç isyânların bastırılmasından sonra, Irak ve Suriye
fetihlerine Hz. Ebû Bekir zamanında başlamıştır.
2-
Bu hadislerin aslının
olmadığının diğer bir kanıtı da, halîfe olduğu halde Hz. Ömer'in gayr-ı
Müslimleri sürmeye hicrî 20. yıla kadar teşebbüs etmemesidir. Üstelik Hz. Ömer
ilk önce leri, Hz. Peygamberin bu konuda bir emir ya da vasiyyeti olduğuna dair
herhangi bir şey işitmediğini söylemiştir. Ancak daha sonra gayr-ı Müslimleri
süreceği zaman, Hz. Peygamberin bu konuda emri olduğunu kesin bjr dille ifade
etmiştir.
3-
Hz. Peygamberin bu konuda
herhangi bir buyruğu olmadığının bir belgesi de, Yemen'deki meşhur San'a
kilisesinin, Abbasî halîfesi Ebû Ca'fer Mansûr (y.158) zamanına kadar ayakta
kalmasıdır. Hz. Ömer'in Necrân halkını Küfe taraflarına sürerken bir kısım
gayr-ı Müslimi yerlerinde bırakması ve bunların hicrî III. asırda varlıklarını
devam ettirmeleri bu hususta diğer bir delildir. Yine Hz. Ömer, Yemen ve
Bahreyn gibi yerlerdeki bir kısım gayr-ı Müslimlerle, Vâdi'l-Kurâ ve Teyma'daki
halkı yerlerinden çıkarmamıştır.
4-
Hz. Ebû Bekr'in halîfe
olunca, Necrân halkı ile Hz. Peygamber döneminde yapılan anlaşmayı yenilemesi,
bu rivâyetlerin mevzu oldu ğunun bir başka göstergesidir.
5-
Bu konudaki hadislerin hem
isnâdınm hem de metninin uydurma olduğunun bir belgesi de, İmâm eş-Şâfîî'nin
gençliğinde bu hadisi Hz. Ömer'de sona eren bir senedle, daha sonraları da aynı
hadisi Hz. Peygambere ulaştırılan değişik bir isnâdla işitmiş olmasıdır.
Şimdi bu maddelerde belirtilen iddiaları sırasıyla ele alarak
değerlendirmek istiyoruz.
1Hilâfeti esnasında Hz. Ebû Bekr’in Yahudi ve Hristiyanları Arap
Yarımadasından çıkarma konusunda herhangi bir teşebbüsünün olmaması gerekçesinin,
bu hadislerin uydurma olması hususunda bir delil olamayacağını düşünmekteyiz.
Bu noktada bir karara varabilmek için ilgili hadislerin metinlerini dikkatli
bir şekilde incelemek, bu husustaki tüm rivâyetleri ele alarak olaya konu
bütünlüğü içinde yaklaşmak gerekir. Bu hadislerin tamamı gözönüne alındığı zaman,
Hz. Peygamberin meseleye, müslümanlann güvenliklerini tehdit edebilecek, dış
düşmanların da desteğini alarak İslâm devletinin varlığı açısından tehlike
oluşturabilecek bir iç güvenlik olayı olarak baktığını görüyoruz. Çünkü bu
rivâyetlerde sadece Arap Yarımadası ile Yahudi ve Hristiyanlardan söz edilmekle
yetinilmemiş, gelecekte Müslümanların idaresi altına girecek ülkeler de göz
önüne alınarak "Bir bölgede, bir beldede, bir yerde, iki dinin aynı anda
hakim olamayacağı" uyarısında bulunulmuştur. Dolayısıyla söz konusu
edilen bu yer sadece Arabistan değil, Anadolu, İran, Endonezya, Pakistan vb.
İslâm bölgeleri olabilir. Yine uyanık olunması gereken tehdit, sadece Ehl-i
Kitâb'tan değil Hinduizm, Budizm, Şintoizm gibi herhangi bir bâtıl dine mensup
kitleden gelebilir. Kanaatimizce Hz. Ebû Bekr, Hz. Peygamber’in bu hadislerdeki
maksadını çok iyi anlamış ve bir tehdit oluşturmadıkları için İslâm
devletinin vatandaşları olan gayr-ı Müslimlerin yerlerinden sürülmeleri
konusunda herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. Zaten bu hadislerin
metinlerinde "Yahudi ve Hristiyanları Arap Yarımadası'ndan derhal
çıkarın" veya "Bunu benden sonra yerime geçecek olan halîfe
yapsın" gibi zorlayıcı ve bağlayıcı bir husus yok tur. Gayr-ı Müslimlerin
Arap Yarımadasından çıkarılması hususu herhangi bir zaman şartına da
bağlanmamıştır. İslâm devletini, Müslümanların güvenliğini tehdit edici
şartlar oluşturdukları takdirde, bu iş, İslâm devlet başkanınm karar ve
yetkisine bırakılmıştır. Hz. Ebû Bekr, şartlar oluşmadığı için bu selâhiyetini
kullanmamış, daha sonraları Hz. Ömer bu konuda tasarruf hakkını kullanmıştır.
Bu meselenin bir iç güvenlik ve tehdidi önleme meselesi olduğu, Hz. Peygamberin
bu hadisleriyle hiçbir Yahudi ve Hristiyan bırakılmamasını hedeflemediği
hususu, Hz. Ömer'in yerlerinden sürdüğü Hayber ve çevresinde yaşayan
Yahudilerle, Necrân Hristiyanla-
rını İslâm devletinin sınırları dışına çıkartmamasından da
anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Ömer Hayber Yahudilerini Suriye tarafına,
Necrân Hristiyanlannı da Küfe bölgesine gönderilerek onları sürgünle
cezalandırmıştır[529].
Hz. Ebû Bekr'in ilk zamanlar ridde (dinden dönme) isyanlarıyla, daha
sonra Irak ve Suriye fetihleriyle meşgul olup dururken, İslâm devletinin
içinde yaşayıp, herhangi bir tehdit ya da isyanları söz konusu olmayan gayr-ı
Müslim vatandaşlara karşı bu tür bir faaliyete girişmesi devlet siyaseti
açısından zaten uygun düşmezdi.
Ancak yukarıda kaydettiğimiz bazı hadislerden de anlaşılacağı gibi, Hz.
Peygamber'in ilk planda "Arap Yanmadâsı'nm Müslüman olması, daha sonra
İslâm’ın tüm dünyada hâkim olup yayılması" konusunda bir ideali vardı. Bu
rivâyetler bir bakıma Hz. Peygamberin bu idealine işaret etmektedir. Bu mefkûre
ve hedefin gerçekleşmesi ise, zaman ve gelişen şartlara bırakılmış, herhangi
bir tahdid getirilmemiştir.
Müsteşrikler, Hz. Ömer’in hicri 20. yıla kadar gayr-ı Müslimleri sürmeye
teşebbüs ^etmemesini bu hadislerin uydurma olduğuna delil göstermektedirler
ki bu görüşlerin geçersiz olduğu, yukarıda birinci madde ile ilgili olarak
yapmaya çalıştığımız açıklamalardan anlaşılmaktadır. Bu iddialar hz.
Peygamber'in söz konüsu hadislerinin ciddi bir şekilde tedkik edilmemesinden
kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber'in Yahudi ve Hristiyanlarm Arap
Yarımadası’ndan sürülmesi konusunda bağlayıcı bir zaman tahdidi koymadığı, bunu
gelişen şartlara göre geleceğin Islâm devlet başkanlarma bıraktığı
anlaşılmaktadır. Demekkî, h.20. yıla kadar, konuyla ilgili şartlar oluşmamış,
Hz. Ebû Bekr bu hususla ilgilenme ihtiyacını duymamış, Hz. Ömer de o seneye
kadar bu meseleye el atmamıştır.
O zaman Hz. Peygamberin bu hadislerinden, O'nun (sav) bir Peygamber, bir
devlet başkanı olarak, "Arabistan'daki Yahudi ve Hristiyanlarm gelecekte
tehdit olabileceklerini gördüğünü ve vefât etmeden önce hem bu konuya, hem de
daha geniş çapta gelecekte İslâm ülkesi olacak yerlerdeki duruma dikkat
çektiği" sonucuna va rabiliriz. Müsteşriklerin” "Hz. Ömer’in, ilk
önceleri bu konuda Rasûlullâh'm (sav) bir emri olduğuna dair herhangi bir şey
işitmediği" şeklindeki iddialarının aslı yoktur. Kendileri bu hususta
herhangi bir delil göstermedikleri gibi, biz de bu yönde kaynaklarda bir
rivâyete rastlayamadık. Aksine, Hz. Ömer’in Yahudi ve Hristiyanların Arap Yarımadası’ndan
çıkarılmalarına dair Hz. Peygamber'den naklettiği bazı hadisler vardır[530].
3Yine oryantalistler, Hz. Peygamber'in gayr-ı Müslimlerin sürülmesiyle
ilgili olarak herhangi bir vasiyyeti olmadığına ve bu konudaki hadislerin
asılsız oluşuna, Yemen'deki meşhur San'a kilisesinin Abbâsî halîfesi Ebû Ca'fer
Mansûr (v.158) zamamna kadar ayakta kalmış olmasim, Hz. Ömer'in Yemen'deki
Necrân halkını Küfe taraflarına sürerken bir takım gayr-ı Müslimi yerlerinde
bırakmasını ve bunların h. III. asırda da varlıklarını devam ettirmelerini,
yine Hz. Ömer'in Bahreyn, Vâdi'l-Kurâ ve Teyma'daki gayr-ı Müslim halkı
yerlerinde bırakmış olmasını delil göstermektedirler.
Ancak bu husus da ilgili hadislerin uydurma olduğunu ispatlamaktan
uzaktır. Müsteşriklerin gösterdikleri bu deliller de, hadislerin metnini iyi
düşünüp anlamadıklarını göstermektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bize
göre, Hz. Peygamberin bu hadislerden maksadı İslâm devletinin sınırları içinde
hiçbir Yahudi yahut Hristiyan bırakılmaması değildir. Hz. Peygamber bu konudaki
sözleriyle, oluşabilecek tehdidi önceden görmüş ve "kendisi yaşarsa bu
konuda gerekli tedbirleri alacağını, ömrü yetmezse geride kalan yetkililerin bu
hususta dikkatli olmalarını" öğütlemiştir. Hz. Peygamber'in "Arap
Yarımadası'nda müslümanlardan başka kimseyi bırakmayacağından" bahseden
hadislerinin1 isnâdmın ortak noktasında zabt kusuru açısından
tenkide uğramış râvî Ebu'z-Zübeyr Muhammed b? Müslim el-Mekkî (v. 126) yer
almaktadır[531]
[532].
Bu hadislerin isnâdlarınm târîhen daha sonraki tabakalarında da İbn Cüreyc
(v.150), Ma'kîl b. Ubeydillâh (v.166), Ebû Ahmed ez-Zübeyrî (v.203), Müemmel b.
Îsmâîl (v.206), Rûh b. Ubâde (v. 205), Abdürrezzâk (v.211), el-Hasen b. Ali (v.
242) gibi zabt kusuru olan râvîler bulunmaktadır. İlginç olaû husus, "Hz.
Peygamberin Arap Yarımadası’nda Müslüman olmayan hiçbir kimseyi bırakmamayı
istediğinden" bahseden bu rivâyetler Hz. Ömer'den nakledilmektedir. Bu
durumda Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in "Arap Yarımadasında Müslüman olmayan
hiçbir kimseyi bırakmayacağım" buyurduğuna dair hadisleri kendisi rivâyet
ettiği halde, daha sonraları halîfe olduğu zaman yukarıda kaydedilen Yemen,
Bahreyn, Teyma ve Vâdi'l-Kurâ gibi yerlerden gayr-ı Müslimlerin tamamını niçin
sürmemiştir? sorusu burada karşımıza çıkmaktadır. Bunun cevabı bizim yukarıda
belirttiğimiz, Hz. Peygamber'in Arap Yarımadası’nın tamamında hiçbir gayr-ı
Müslim bırakmama gibi bir hedefi olmadığına, sadece İslâm devleti için iç ve
dış tehdit meydana getirebilecek durumdaki gayr-ı Müslimlere karşı ikazda bulunduğuna
dair görüşümüzün isabetli olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Hz. Peygamber,
Hicâz Yahudileri ile Yemen’deki Hristiyan Necrân halkının ileride
oluşturabilecekleri tehdide dikkat çekerek bunların yerlerinden sürülmelerini
vasiyyet etmiştir1. Daha sonraları şartlar oluştuğunda da Hz. Ömer
bunları yerlerinden çıkartmıştır[533]
[534].
Ancak
Hz. Peygamber'in Arap Yarımadası'nda Müslüman olmayan
hiçbir kimseyi bırakmayacağından bahseden hadislerin metninde râvîlerdeki zabt
kusurundan kaynaklanan bazı problemler olduğu ortaya çıkmaktadır1.
Bu hadislerin metinlerindeki, "Hz. Peygamber'in Arap Yarımadası'nda
müslüman olmayan hiçbir kimseyi bırakmayacağından" bahseden .’ii
indiyiyi)[535]
[536]
[537]
3, (ilu.'il U-ieiyl u [538]
ibareleri Hz. Rasulullâh'a ait olmamalıdır. Bunların râvîlere ait sözler
olduğunu düşünmekteyiz. Bu hadislerde Hz. Peygambere ait kısmın "Yahudi
ve Hristiyanları Arap Yarımadasından çıkaracağım" ifadesinden ibaret
olduğu kanaatindeyiz. Zaten Tirmizî ve Ahmed b.
Hanbel’in Süfyân es-Sevrî, Ebu’z-Zübeyr, Câbir (ra) Hz. Ömer vasıtasıyla Hz.
Peygamber'den naklettiği hadîs de bu şekildedir. (vjyJi il "Şâyet ya
şarsam inşaallâh Yahudi ve Hristiyanları Arap Yarımadasından çıkaracağım[539]
Hz. Peygamber'in Arabistan'dan çıkartmak istediği gayr-ı Müslimlerin Hicâz Yahu
dileri ile Necrân Hristiyanlan olduğunun diğer hadislerden açıkcş anlaşıldığı
yukarıda kaydedilmişti.
Şu halde Hz. Peygamber, Arap Yarımadasında hiçbir gayr-ı Müslim
bırakmama gibi bir hedef gütmemiştir. Hz. Ömer zamanında da, Yahudi,
Hristiyan, Mecusî ve diğer gayr-ı Müslimler ticaret maksadı veya diğer işleri
için Medine'ye gelip üç gün ikâmet edebiliyorlardı1.
Bu durumda müsteşriklerin, Yemen, Bahreyn, Vâdi'l-Kurâ, Teymâ gibi
yerlerde h. III. asırda gayr-ı Müslimlerin yaşadığını, Sâna kilisesinin Abbâsî
halîfesi Ebû Ca'fer Mansûr (v. 158) zamanında hâlâ ayakta bulunduğunu delil
göstererek, konuyla ilgili hadislerin uydurma olduğuna dair iddiaları
geçerliliğini yitirmiş bulunmaktadır.
Bazı İslâm âlimleri ise bir taraftan bu hadislerin sahih olduğunu ortaya
koymak, bir taraftan da Hz. Ömer'in bu konudaki uygulamalarıyla bu hadisleri
uzlaştırmak için, ilgili hadislerde söz konusu edilen (Cezîretü'l-Arab)
"Arap Yarımadası"nm hudutlarını tayinle meşgul olmuşlardır. Sözgelimi
İmâm Mâlik, Hz. Ömer'in Necrân, Fedek ve Hayber halkını sürdüğünü, fakat
Teyma'daki gayr-ı Müslimleri sürmediğini, Çünkü Teyma'nın Arap toprağından
sayılmadığını, Vâdi'l-Kurâ'dan da kimsenin çıkartılmadığını, çünkü sahâbenin
orayı Arap ülkesi saymadıklarını söylemiştir[540] [541].
Saîd b. Abdilazîz ise, "Cezîretü'l-Arab" (Arap Yarımadası), Vâdi'l-Kurâ'dan
Yemen'in sonuna, Irak Sınırından denize kadar olan yerin adıdır" demiştir[542].
Benzer bir tarifi Ibnü'1-Esîr de yapmaktadır1. İslâm
Andiklopedisi’ne "Arabistan" maddesini yazan M.J. de Goeje de,
Cezîretü'l-Arab'ın batıda Kızıl deniz, doğuda Basra Körfezi ve Umman denizi,
güneyde Hind Okyanusu ile sınırlandığını, Afrika'ya Süveyş berzahı ile
bağlandığını, Asya kıtasına kuzeyden birleştiğini kaydetmiştir[543]
[544].
M.J. de Goeje, Arabistan arazisinin kuzey sınırlarının tesbitinde ittifak
edilemediğini, bazılarına göre bu hududun Halep ve Fırat havalisine kadar
götürü lebildiğini, Mezopotamya ovasının asırlardan beri Arap aşiretleriyle
meskûn olmasına rağmen, hiçbir coğrafyacının nazarında Arabistan sahasının
Fıratı aşmadığını da belirtmektedir[545].
Hz. Peygamberin bazı hadislerinde "Arap Yarımadası'nda müslüman
olmayan hiçbir kimseyi bırakmayacağını" söylediğini ileri sürerek,
hilafeti esnasında Arabistan'dan gayr-ı Müslimlerin tamamını sürüp çıkarmayan
Hz. Ömer’in, kendisinin naklettiği bu hadisleri uygulamadığını söylememek için
Arap Yarımadası'nın sınırlarını daraltma teşebbüsünde bulunmaya gerek yoktur.
Kaldı ki başta İmâm Mâlik olmak üzere konuyla ilgilenen âlimler Yemen'in Arap
Yarımadası'ndan sayıldığını, bu sebeble Necrân halkının oradan sürüldüğünü
ifade etmişlerdir. Yemen Arabistan'dan sayılıyorsa ve Hz. Peygamberin Arap
Yarımadası'nda müslüman olmayan hiç kimseyi bırakmayacağını söylediği gerçek
ise, niçin Hz. Ömer buradan tüm gayr-ı Müslimleri çıkarıp sürmemiştir? Daha
sonraki asırlarda buralarda gayr-ı Müslimlerin yaşamasına nasıl müsâade
edilmiştir?
Bütün bu sorular bize, Hz. Peygamberin Arap Yarımadasından tüm gayr-ı
Müslimleri değil, o sıralarda potansiyel bir tehlike arzeden Hicâz Yahudileriyle,
Necrân Hristiyanlarınm çıkartılmasını istediği ve bunun uygulamasını geleceğin
idarecilerinin tasarrufuna bıraktığını, onların da zaman ve şartlar elverişli
olduğu anda bunu uyguladıklarını düşündürtmektedir.
4Yine müsteşrikler, Hz. Ebû Bekr'in, halîfe olunca Necrân halkı Hz.
Peygamber döneminde yapılan anlaşmayı yenilemesini, bu konudaki hadislerin
uydurma olduğuna delil göstermektedirler. Ancak onların bu iddiaları da
geçersizdir. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi söz konusu hadislerde
gayr-ı Müslimlerin Arap Yarımadası'ndan çıkartılması konusunda bir tahdîd
yoktur. Bu husustaki tehlikeye dikkat çekilerek bu konu geleceğinidarecilerinin
tasarrufuna bırakılmıştır, flz. Ebû Bekir bunu anladığı için, Necrân halkı ile
Hz. Peygamber'in vaktiyle yapmış olduğu anlaşmayı yenilemekte bir sakınca
görmemiştir. Ayrıca Hz. Ebû Bekr'in o sıralarda 40 bin kişilik savaşçı
çıkarabilen Hristiyan Necrân halkı ile anlaşmayı yenilemesi, İslâm devletinin
güvenliğinin tehlikede olduğu son derece nazik şartlar içerisinde
gerçekleşmiştir. Taberî'nin kaydettiğine göre, Hz. Peygamberin vefâtı haberi
Necrân halkına ulaşınca, onlar Hz. Peygamberle vaktiyle yapmış oldukları
anlaşmayı yenilemek için Medine'ye bir heyet göndermişlerdir[546].
Taberî'nin bu ifadesi konumuz açısından çok önemlidir ve bu anlaşmanın
Hz. Peygamberin henüz vefât ettiği ve bu haberi duyan Arap kabîlelerinin isyân
ettiği son derece kritik bir ortamda yenilenmiş olduğunu gösterir. Hz. Ebû
Bekir, herkesin isyan ederek devletin başına gâile açtığı bir ortamda,
kendiliğinden elçiler göndererek daha önce yaptıkları anlaşmayı yenilemek
isteyen, devlete bağlılığını bildiren, kırk bin kişilik bir askerî güç
çıkarabilen Necrân halkıyla bu anlaşmayı yenilemekle elbette çok isabet
etmiştir. Devlet siyâseti, akıl, ilim ve tedbir de, zaten bu konuda başka bir
uygulamaya izin vermezdi. Kısacası Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamberin bu konudaki
maksadını iyi anlayarak, ’ kendi tasarruf ve tedbîrine havâle edilmiş olan
böyle önemli bir meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmemiştir. Yine o, Hz.
Peygamberin bu konudaki vasiyyetinde veya sözlerinde âcil olarak emredilmemiş,
uygulaması geniş bir zamana bırakılmış bir konuda gereksiz yere acele ederek,
İslâm devletinin son derece sıkıntıda olduğu, müslümanların savaş için bir bölgeden
diğerine koştuğu bir ortamda, yeni bir cephe açılmasına fırsat tanıma mıştır.
Hz. Ebû Bekir'in o dönemin ağır şartlarında Hristiyan Necrân halkı ile söz
konusu anlaşmayı yenilemesi, Hz, Peygamberin bu konuda vasiyyeti olmadığını,
bu husustaki hadislerin uydurma olduğunu göstermez kanaatindeyiz.
5Yine oryantalistler îmâm eş-Şâfîî'nin gençliğinde bu hadisi Hz. Ömer'de
sona eren bir senedle duyduğunu, daha sonraları ise aynı rivâyeti Hz.
Peygamber'e ulaştıran bir değişik isnâdla işittiğini iddia ederek, bunların hem
isnâdının hem de metininin uydurulduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak onların bu
iddialarının da geçersiz olduğu ortadadır. İmâm eş-Şâfîî'nin bu konudaki
hadisi, ilk önceleri Hz. Ömer'e ait bir sahâbî sözü (mevkûf) olarak işitmiş
olması, bu husustaki hadislerin tamamının mevkûf olduğunu, senedlerinin Hz.
Ömer'de sona erdiğini ve Hz. Peygamber'e isnâd edilenlerin de uydurulmuş olduğunu
göstermez. Aksine hadîs âlimlerinin emânete ne kadar riâyet ettiklerini ortaya
koyar. Demekkî söz konusu hadisi nakleden râvî, onu, hocasından Hz. Ömer'de
sona eren bir isnâdla almıştır ve emânete halel getirmeden aynen duyduğu
şekilde eş-Şâfîî'ye nakletmiştir. eş-Şâfîî ise, seyahatlar yoluyla ilim
çevresinin genişlediği, hocalarının çoğaldığı, bilgisinin-arttığı bir dönemde
Mezkûr rivâyeti Hz. Peygamber'e isnâd edilen biçimiyle (merfû) elde etmiştir.
Bu da çok normal ve her hadisçinin nihai hedefidir. Kaldı ki, bu konudaki
hadislerin tamamı Hz. Ömer ya da eşŞâfîî'den gelmemiştir. Hz. Ömer'in dışında,
Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Semûre b. Cündeb, Hz. Ali, Hz. Aişe, Abdullâh b.
Abbâs, Abdullâh b. Ömer gibi sahabîlerle, îmâm Mâlik, Ömer b. Abdilaziz,
Abdülmelikb. Cüreyc, Saîd b. el-Müseyyeb, îbn Şihâb ez-Zührî gibi tâbiîn ve
tebe-i tâbiîn nesline mensup âlimler tarafından da nakledilegelmiştir.
Burada kaydedilmesi gereken bir diğer konu, vaktiyle
Hz. Peygamber'in Hayber ve civarım fethettiği zaman, buralarda yaşayan Yahudilerle
kendilerini ebediyyen o topraklarda bırakmak üzere bir anlaşma yapmadığıdır.
Rasûlpllâh (sav), onlarla yaptığı ortaklık anlaşmasında "Dilediğimiz
müddetçe sizleri burada bırakıyoruz" (Ulî. :r*Laü)l
Jj~.jJıı»)
kaydını koy
muştur1.
Daha sonraları, hilafetleri esnasında Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, Onun
(sav) Hayber Yahudileriyle yapmış olduğu bu anlaşmayı yenilememişlerdir[547]
[548].
Ancak Hz. Peygamber tarafından yerlerinde bırakılan bu Yahudiler rahat
durmamışlar, Hayber'deki malının başına giden Abdullâhb. Ömer'e (ra) saldırıda
bulunarak ellerini, ayaklarını kırmışlardır[549]. Bunun
üzerine halîfe Ömer, bir hitabede bulunarak durumu halka duyurmuş, Hz.
Peygamber'in Yahudilerle yaptığı anlaşmanın şeklini hatırlatmış Hayber'de malı
olanların gidip teslim almasını istemiş ve Yahudileri bulundukları yerden
süreceğini ilân etmiştir[550].
Daha sonra onları çıkaran Hz. Ömer, mahsûlden olan haklarının kıymetini
kendilerine ödemiştir1.
Bu husustaki rivâyetlerin sıhhatini ortaya koyan önemli bir noktada da
şudur ki, Hz. Ömer Yahudileri sürmeye karar verdiği zaman, bunu halka ilân
ettiğinde, ashâbtan hiçbir kimse çıkıp da kendisine itiraz etmemiş,
"Peygamberimiz anlaşma yaparak onları yerinde bıraktı, senin onları
yerinden çıkarmaya yetkin yok" dememiştir. Demek ki hem Hz. Ömer, hem de o
sırada hayatta olan ashâb, bu konudaki selahiyetin Hz. Peygamber tarafından
zamanın devlet başkânma bırakıldığının bilincindeydiler. Nitekim bazı İslâm
âlimleri, Hz. Peygamber'in, öncelikle Hicâz kıtasını gayr-ı Müslim unsurlardan
temizleyerek, burasını tek bir millet ve vatan haline getirip bir mefkûre
etrafında toplamadıkça İslâm'ın gelişip yayılamayacağının farkında olduğunu,
Hicâz kı tasını birliğe kavuşturmak için burasını Yahudi ve Hristiyanlardan
arındırmayı siyasî programının hedefi yaptığını, zaman zaman ancUaşmasmı bozan
kabilelerle savaşıp, onları yerlerinden sürerek bu gayeyi adım adım tahakkuk
ettirmeye çalıştığını kaydetmektedirler[551] [552].
Kısaca belirtmek gerekirse, gayr-ı Müslimlerin, îslâmın varlığına ve
gelişmesine tehdid oluşturmadıkları sürece yerlerinde bırakılmaları politikası
güdülmüştür.
Buraya kadar yaptığımız incelemelerden sonra sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz ki, bu konudaki hadisler oryantalistlerin zannettiği gibi
uydurma değil, sahîh'tir. Bu rivâyetler sahih ise, acaba bunların uydurma
olduğunu ortaya atan müsteşriklerin maksatları nedir? "Peygamberiniz bu
konuda herhangi bir şey söylememiş, bırakınız gayr-ı Müslimler olarak bizler,
sizlerin şehit kanlarıyla yoğrulmuş vatanınızda yerleşip, varhğı-nızı tehlikeye
düşürecek şekilde nüfus yoğunluğu oluşturalım, zenginliklerinizi sömürüp size
hükmedelim" mi demek istiyorlar? Vatanını milletini seven, devletinin
bekâsını varlığının sebebi gören, millî güvenliğini düşünen herkesi, Bosna,.
Kıbrıs, Karabağ, Çeçenistan, Filistin, Batı Trakya gibi İslâm topraklarında
cereyan etmekte olan hadiselerle Patrikhane meselesini de gözonüne alarak bu
soru üzerinde düşünmeye davet ediyoruz.
4RUKYE KONUSUYLA İLGİLİ RİVAYETLER
İslâm'a muhâlif olanlar uzun süredenberi, müslümanları, ilme, fenne,
gelişmeye, ilerlemeye karşı göstermeye çalışarak, onları, gerici, yobaz gibi
çirkin sıfatlarla karalamak istemişlerdir. Kendilerinin
"Aydmlanma"dan yana olduklarını, dinin ise aydınlanmaya engel olan
bir kurum olduğunu iddia etmişlerdir. Bu görüşte olanların anlayışına göre,
"Aydın" kelimesinin, "Dine karşı olan okumuş kimse" anlamına
geldiği de böylece anlaşılmış oluyor. Tabii burada, İslâm'ı bilmeyen bu
kesimin, Hristiy anlık'la İslâm'ı karıştırdığına, vaktiyle Hristiyanhğm ilme,
fenne ve medenî gelişmelere karşı takındığı tutumdan kaynaklanan ciddî
sıkıntılara İslâm'ın da sebeb olacağını zannettiklerine işaret etmek
gerekiyor.
İster kasıttan, isterse bilgi eksikliğinden kaynaklansın İslâm'a muhâlif
olanların iddia ettikleri konulardan birisi de, Hz. Peygamber'in ve
dolayısıyle müslümanlarm modern tıbba ve tıbbî gelişmelere karşı olduğu, din
kisvesi altında bir takım asılsız hurâfelere yer verdikleri, insanları tedâvî
edebilmek için dinden ve dinin verilerinden uzak durmak gerektiğidir. Biz
burada, günümüzde modern dünyanın, hastahanelerinde kendilerinden faydalanmak
için hangi dine mensup olursa olsun din adamı bulundurduğuna işaret etmek
istiyoruz*. Yukarda kaydettiğimiz görüş sahiplerinin, Hz. Peygamber'in ve
İslâm'ın aleyhine olarak "Aydınlanma" adına istismar etmek
istedikleri hususlardan birisi de "Rukye" konusudur. Nitekim Turan
Dursun bu konuda şunları kaydetmektedir: "Muhammed'in doktorluğunu
anlatırken 'tükürüklü-tükürüksüz' biçimleriyle üfürüklü tedâviyi yazmıştım. Bu
tedavi biçimine rukye denir. Muhammed'in ve arkadaşlarının bu yöntemi
kullanarak nasıl tedâvî yoluna gittiklerine ve karşılığında ücret aldıklarına
ilişkin, İslâm dünyasında en sağlam kabul edilen kaynaklardan sağlam hadisler
alıp çevirileriyle sunmuş, kaynakları her zaman olduğu gibi göstermiştim..."[553]
[554].
Turan Dursun'un yukardaki sözlerini okuyan bir kimse neredeyse, Hz.
Peygamber'in Pey gamberliğini, câhili toplumu Tevhîd doğrultusunda değiştirme
mücâdelesini, milyarlarca insanın imân ettiği İslâm'ı tebliğ etmeyi cihâdı,
devlet idaresini, kısacası işini gücünü bırakıp, arkadaşlarıyla beraber bir ekip
halinde tükürüklü-tükürüksüz üfürükle tedâvî merkezi açtığını, gelen
hastalardan vizite ve tedavi gideri olarak ücret aldığını zannedecek. Demek ki
bir insan, bir Peygamber'in konumunu, toplum içindeki mücâdelesini, toplumun
kendisine savaş boyutlarında direnmesini göz ardı edince, meseleleri böyle
basit ve komik durumlara indirgeyebiliyor. Turan Dursun'un iddiasına delil
olarak gösterdiği ve "İslâm dünyasında en sağlam kabul edilen kaynaklardan
aldığını" söylediği sağlam hadislerin sağlamdan öte sahih olmadıklarını
belirtmek durumundayız. Kaldı ki bu zayıf rivâyetlerde bile bir ücret söz
konusu değildir. Çünkü bir işte ücretin miktarı baştan bellidir, onu ödersiniz
ya da baştan pazarlık eder, anlaştığınız miktarı ödersiniz. Acaba Hz.
Peygamber ve ashâbtan rukye konusunda yetenekli olan kimseler yaptıkları ya da
yapacakları tedavi karşılığında kiminle pazarlık etmişlerdi? Bu konuda
güvenilir bir tek örnek gösterilemez. Kaldı ki, insanlığı cehâletin
karanlıklarından kurtaran bu büyük insanlar, canlarını ortaya koyarak
yaptıkları Peygamberlik hizmetlerine karşılık bir ücret istememişlerdir. Hepsi
de mücâdele ettikleri topluma "Biz, sizden herhangi bir ücret istemiyoruz.
Bizim ecrimiz âlemlerin Rabbi olan Allâh'a aittir"1
demişlerdir. Turan Dursun'un delil gösterdiği ve sahih olmadığını daha önce
ortaya koyduğumuz rivâyetlerde bile söz konusu olari ücret değil, yakınları
iyileşen hasta sahiplerinin, daha sonra gönüllü olarak getirdikleri hediyedir.
Bu rivâyetlerde Hz. Peygamberin getirilen hediyelerin hepsini almadığı, bir
kısmını kabul edip, kalanını sahibine iade ettiği nakledilmektedir[555]
[556].
Turan Dursun'un Yu kardaki iddialarının geçersizliği, olaya ideolojik açıdan
baktığı ortadadır. Rukye konusunu iyi kavrayamadığı, meseleyi karıştırarak
içinden çıkılmaz hale getirdiği açıktır. Rukyeyi, Hz. Peygamberin bütün
ashâbımn yaptığını ileri sürmektedir ki, bu hatalıdır ve bu konuda ciddi, derinlemesine
bir tedkike girmediği anlaşılmaktadır. Rukye o zamanki şartlar dahilinde tıbbî
te dâviyi de bünyesinde taşımaktadır. Yoksa sadece üfürmek-tükürmek gibi basite
indirgenerek, alay konusu edilen bir uygulama değildi. Rukyeyi, ashâbm bu
konuda yetenekli olanları yapıyordu ve bu kimseler müslüman olmadan önce de bu
konuda mahâretli idiler. Müslüman olduktan sonra da Hz. Peygamber'e müracaat
ederek, yaptıkları faaliyetin mâhiyetini arzetmişler ve bu konuda izin
almışlardı. Ayrıca Hz. Peygamberin tıbbî rahatsızlıklar ve tedâvisi konusunda
selâhiyeti olmadığını Turan Dursun ve benzerleri nasıl isbât edebilirler? O
devirde çevrede yetişen hekimler Tıp Fakültelerinde yetişip, ihtisas mı yapmışlardı?
O dönemde mesleğini icrâ eden her hekim, muhakkak ki yeteneğine göre
çevresinden, çevresindeki hekimlerden öğrenebildiği bilgilerle bu işi
yürütmeye çalışıyordu. O devirde yaşayan ve fazla bir özellik arzetmeyen
insanlara tahsis ettiğimiz, onlara lâyık gördüğümüz tıp konusundaki çeşitli
bilgi ve yeteneği Hz. Peygamberden esirgemeye ne hakkımız vardır? Kaldı ki Hz.
Peygamber yüksek bir âileden geliyor ve Allâhln kendisine Peygamberlik
bahşettiği, buyruklarını gönderdiği bir kimse, zekâ ve kâbiliyetleri ise
yüklendiği bu yüce ve ağır mesûliyetin altından kalkacak orandadır. Kendisi,
kâinattaki her şeyin Yaratıcı’sı olan Yüce Allah'tan vahiy alıyor, vahiy
gönderen Allâh, dilerse ona ihtiyacı olan her türlü bilgiyi anında verebilir.
Tıp ise, uzun asırlar boyu insanın bedeni, yapısı ve çalışma sistemini
incelemiş, bunlarla ilgili rahatsızlıkları, kendisine çalışma alanı seçmiştir.
Bedenle ilgili bu rahatsızlık ve aksamaların ortadan kaldırılması ile
ilgilenmiştir. İnsanı yoktan vareden onu akıl almaz sistemlerle donatarak
yaratan yüce Allâh, insanla ilgili bir takım bilgileri dilerse Peygamber olarak
seçtiği kimselere bildirebilir. Buna göre Hz. Peygamber, tıp bilgisini Allâh
katından vahiy yoluyla alabileceği gibi, bir insan olarak çevresinden de elde
edebilir. Onun (sav) tıp bilgisinin kaynağı ayrı bir inceleme konusudur ve
burada konumuzun dışındadır. Fakat biz burada, Hz. Peygam ber'in yaptığı
rukyeyi sadece üfürük, ya da tükürüklü tedaviye tahsis etmenin, onun tıbbî
yönünü, hekimlik konusundaki bilgi ve selahiyetini inkâr etmenin doğru
olmadığını kaydetmek istiyoruz. Hz. Peygamberin ve ashâbtan bu işi yapan
kimselerin uyguladıkları rukyede hem psikolojik, hem de tıbbî tedâvinin mevcut
olduğunu ortaya koyduktan sonra, burada belirtilmesi gereken hususun, buna dair
haberlerin günümüze kadar sahîh olarak ulaşıp ulaşmadığı meselesi olduğu
açıktır. Günümüz tıp ilminin artık kesinleşmiş verilerine uymayan bir takım
haberler Hz. Peygamber'e malediliyorsa, bu konuda bir problem olduğu akla
gelebilecek bir husustur. Ya olay yanlış, eksik nakledilmiş, iyi
zabtedilememiştir, ya da uydurmadır. Ya da Hz. Peygamberin vahiy mahsülü
olmayarak, kendisinin çevreden edindiği bir takım tıb bilgilerine dayandığı
ileri sürülecektir. Çünkü Hz. Peygamber'in vahiy yoluyla aldığı bilgilerde
böyle bir durum söz konusu olamaz. Çevreden edindiği bilgilerde vahyin
tasvibinden geçmiş olmalıdır. O zaman bize kadar ulaşan ve İlmî açıdan problem
arzeden Hz. Peygamber'e is nâd edilmiş bu tür haberler, vahyin tasvibinden
geçmeden önceki şekliyle bize ulaştırılmış demektir. İşte Turan Dursun,
rukyenin mâhiyetini, bu işi yapan Hz. Peygamber ve ashâbının durumunu
kavrayamamış olduğu için şöyle demektedir: "Görüldüğü gibi Muhammed'in
rukye yöntemiyle tedavisi kapsamına giren bu olaylar maddî olaylardır.
Biyolojik ve fizyolojik olaylar. Muhammed ve arkadaşları bu türden hastalıkları
da rukye, yani üfürük yoluyla tedavi ediyorlardı. Bunların Psikolojik tedaviyle
ne ilgisi var?"[557]
Turan Dursun'un kırk yıllık biyoloji, fizyoloji ya da psikoloji profesörü
tavrıyla yazdıklarının ne kadar sathî olduğu ortadadır. Kendisi biyoloji,
psikoloji, fizyoloji bilmediği gibi, hiç olmazsa her insanın az çok kavrayacağı
ruhbeden ilişkisini de kavrayamadığını ortaya koymuş bulunuyor. Rukye konusunu
da anlayamadığı,mâhiyetini bilemediği yazdığı satırlardan belli oluyor. İnsanı
biraz tanıyan, onun yapısını tahlil eden bir kimse şu soruyu sormaz
kanaatindeyiz. Stres, sıkıntı gibi insanı rahatsız eden durumlar acaba hangi
kategoriye girer? Bunların tedavisi nasıl olur? Bunlar tedavi edilip, stres
ortadan kaldırılmazsa acaba insan bedeninde ne gibi rahatsızlıklara yol
açabilir? Ülser, gastrit, migren, şeker, kanser gibi hastalıkların acaba ruhsal
gerilim ve baskılarla ne gibi bir ilgisi vardır? Bu sorulara cevap verecek bir
seviyeye ulaşan kimse Turan Dursun un yukardaki sözlerinin hatalı olduğunu
anlar. Hz. Peygamberin uygulama ve tavsiyelerinde kişinin bedenen tedavisi
yanında, moralman, ruhî açıdan da güçlendirilip, tedavi edilmesi gerektiğini
vurguladığını kavrar. Kısacası İslâm'ın, insanın beden ve ruhtan meydana
gelen bir bütün olduğunu, beden ve ruhun işleyiş açısından ayrılmaz bir konumda
bulunduğunu, ruhun beden üzerinde maddi sonuçları görülebilen tesirleri
gözlenebildiğini, bu sebeble de tam bir tedavinin beden ve ruh ilişkisine
hitabetmekle mümkün olabileceğini on beş asır önce ortaya koyduğunu görür. Bu
•açıdan Turan Dursun'un Hz. Peygamber ve ashâbmın maddi hastalıkları da rukye,
yani üfürük ybluyla tedavi ediyorlardı iddiası çok hatalı bir görüştür. Bu,
kendisinin rukyenin mâhiyetini anlayamadığını göstermektedir. Halbuki İslâm bu
konuda, konusu insan olan, insanla meşgul olan tüm ilimlere, disiplinlere
seslenerek, insanın ruh ve bedenden meydana geldiğini, bunların hiç birinin
ihmal edilmemesi gerektiğini hatırlatmıştır. Beden ya da ruhtan birisini ön
plana çıkarır, birisini ele alır, diğerini bırakırsanız dengeyi bozarsınız
demek istemiştir. Bu, diğer konularda böyle olduğu gibi Tıp konusunda da
böyledir. İslâm, ruh ve beden dengesini koruyan bir dindir. Yine İslâm, Tıp
açısından sadece ruha hitab edilip, bedenin tedâvî konusunda ihmal edilmesi
nasıl ki yanlışsa, ruhun ihmal edilip sadece bedenin ön plana çıkarılması da
hatalıdır demek istiyor. Sadece ruha önem verip, bedenin ilaç vs. yollarla
tedâvîsini ihmal ve inkâr eden Hint Fakirleri'nin, mistisizminin yolunu
reddediyor, ilaç kullanmanın gerekliliğini, tedâvîde ilacı reddetmenin haram
olduğunu bildiriyor. Hz. Peygamber'in diliyle: "Ey Allâh’m kulları tedâvî
olunuz" buyuruyor[558].
Bunun yanısıra insanın ruhunun bir tarafa itilip, sadece bedeni ele alan tutumu
da kabul etmiyor. Kısacası İslâm, onbeş asır öteden insanlığa, ilme yol
gösteriyor ve ey Tıbla meşgul olanlar, tedâvide başarılı olmak istiyorsanız
insanın hem bedenine, hem de ruhuna hitab edin, başarının yolu buradan geçer
diyor. Nitekim, günümüzde Tıp ilminin geldiği ya da gelmek üzere olduğu
noktanın .bu olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan, Hz. Peygamber ve ashâbı, bir
hastanın maddi tedâvîye ihtiyacı varsa, çağın imkânlarına göre o. tedâvîyi
uyguluyorlar, bir taraftan da hastanın ruhsal yapısını güçlendirici telkin ve
tavsiyeleri yapıyorlar, duâ edip çeşitli âyetleri şifâ maksadıyla okuyorlardı.
Kaldı ki, günümüzde Tıp, sadece bedeni hastalıkları ilgi alanına almıyor,
ruhsal bir takım rahatsızlıklar da Tıp ilminin meşgul olduğu sahaya girmiş
bulunuyor, bu sebeble, hatalı ve yanlış olan Hz. Peygamber ve rukyeyle meşgul
olan ashâbınm tutumu değil, Turan Dursun'un bu konudaki sığ görüşleridir.
Burada, Turan Dursun'un, Hz. Peygamberin "Üfürükle, tükürüklü, tükürüksüz
okuma üfleme" yöntemiyle tedâvî ettiğini ^a da ettirdiğini ileri sürdüğü
maddi hastalıklardan bahseden rivâyetleri incelemek istiyoruz. Turan Dursun kaydettiği
bu rivâyetlerde Hz. Peygamberin "zehirli hayvan sokması, göz ağrısı, nemle
(yaraçıban), kılıç yarası, göz değmesi" vakalarında tükürüklü-tükürüksüz
okuma üfleme yoluna baş vurduğunu iddia etmektedir[559].
Turan Dursun'un delil olarak kaydettiği bu rivâyetlerde bahsedilen
rahatsızlıklarda tedâvî maksadıyla gerçekten sadece okuma üfleme yoluna mı baş
vurulmuştur? Yoksa yukardan beri kaydetmeye çalıştığımız gibi, zamanın
şartlarına göre, ilaç, pansuman, dağlama vs. gibi bir takım tıbbî yöntemlere
baş yurulurken, aynı zamanda hastanın ruhsal yapısını güçlendirici, iç
dünyasını teskin edici mâhiyette duâ maksatlı okuma-üfleme yoluna da gidilmiş
midir? Bu hususun geniş bir perspektifte incelenmesinde yarar vardır. Hz.
Peygamber'in bu tür vakalardaki tutumunu belirleyebilmek ve doğru bir yargıya
varabilmek için, sadece Turan Dursun'un delil olarak kaydettiği rivâyetlere
başvurmanın yeterli olmayacağı açıktır. Bazen bir konudaki bir çok rivâyetin
bir araya toplanıp değerlendirilmesiyle olaylar bütünlük kazanmakta, çerçeve
tamamlanmaktadır. Sadece bir râvînin naklettiği hususu esas almak, olayların
eksik algılanmasına, yanlış kanaat ve yorumlara sebeb olabilmektedir. Çünkü
râvîler genellikle, sadece kendi bilgi, görgü, anlama ve kavrama yeteneğine
göre olayın bir kısmını yansıtabilmekte, diğer boyutlarından haber vermemektedir.
Bu açıdan, bu konuda da bir kanaate varıp, "şudur" diyebilmek için
konumuzla ilgili olan rivâyetlerin bir arada mütalaa edilmesi şarttır.
Kısacası, bizim Hz. Peygamber'in kılıç yarasını ya da nemle hastalığını okuyup
üfleyerek tedâvî ettiğini söyleyebilmemiz için bir tek rivâyete dayanmamız
yeterli değildir. Konuyla ilgili olan eldeki rivâyetimiz sahih olduktan başka,
Hz. Peygamberin benzer vakalardaki tutumundan bahseden rivâyetlerin de göz
önüne alınması elzemdir. Söz gelimi Hz. Peygamber'in, kılıç yarasını pansuman
ettirip, bağlattığından, ya da yarayı dağlattığından bahseden rivâyetler
varken, Turan Dursun'un delil olarak ileri sürdüğü ve Hz. Peygamber'in kılıç
yarasını okuyup-üfleyerek tedâvî ettiğinden bahseden rivâyete itimad etmek ilmi
bir tutum olmasa gerektir. Bu açıdan Turan Dursun'un ileri sürdüğü bu
rivâyetleri teker teker ele alarak değerlendirmek durumundayız.
Turan Dursun, Ebû Dâvud'un naklettiği bir rivâyeti delil göstererek1,
Hz. Peygamber'in göz değmesi, zehirli hayvan sokması ve nemle denilen yaraları
üfürük ve tükürükle tedâvî ettiğini ileri sürmektedir. Turan Dursun'un
bahsettiği hadîs aynen şöyledir: ^'Şifâ bint Abdillâh'tan (ra). "Ben,
Hafsa'mn (ra) yanında bulunduğum bir sırada Hz. Peygamber yanıma girdi ve bana
’Hafsaya yazı yazmayı öğrettiğin gibi nemle (hastalığının) rukyesini de
öğretmezmisin?' buyurdu"[560]
[561].
Turan Dursun, hadiste geçen rukye kelimesini görünce, hemen bunu
tükürüldü-tükürüksüz, okuma üflemeye hamlediyor ve Hz. Pey gamber'in, nemle
denilen yaralara karşı, tükürüklü-tükürüksüz üfürük yöntemi uyguladığını ileri
sürüyor[562].
Halbuki rukye, ruhsal tedâvî yanında, beden için gerekli olan ilaç vs. gibi
tıbbî tedâvî metodlarını da bünyesinde bulundurmaktadır. Rukye, üfürük-tükürük
değildir. Sadece okumaktan ibaret olmadığını da göreceğiz. Delil olarak
gösterdiği bu hadîs Turan Dursun'u yalanladığı gibi, bizim bu konudaki
görüşümüzü de teyid etmektedir. Çünkü hadiste, konumuzla ilgili olarak
zikredilen kelime dir. Bunun nasıl uygulandığında ise netlik yoktur. Bu hadiste
"rukye" kelimesi geçti diye, nemle hastalığına hiçbir tıbbî tedâvînin
uygulanmadığını, sadece okunup üflendiğini iddia edemeyiz. Hadiste belirtilen
rukye, bir ihtisas işidir. Onu da Şifâ bint Abdillâh bilmekte ve
uygulamaktadır. Hz. Peygamber de, Şifâ'dan (ra), bilgiyi bu tedâvî yöntemini
hanımı Hafsa'ya da (ra) öğretmesini istemektedir. Demekkî bu tedâvî metodu,
tıpkı yazı yazma gibi gayret edilerek öğrenilecek bir husustur. Bu metodun
okuma-üfleme olmadığı da açıktır. Eğer bahsedilen "Nemle" hastalığı
için uygulanan rukye, okumadan üflemeden ibaret olsaydı, herhalde Hz.
Peygamber bunu ashabından daha iyi yapabilirdi. Ya da bunu Hz. Hafsa'ya kendisi
öğretirdi. Hadiste bildirildiğine göre yazı yazmayı bilmediği için hanımı
Hafsa'ya kendisi nasıl öğretmemiş, bu işi Şifâ bint Abdillâh'a havâle etmişse,
yine aynı şekilde Nemle hastalığına nasıl rukye uygulanacağını bilmediği için,
bu metodu hanımı Hafsa'ya (ra) öğretmesini yine Şifâ bint Abdillâh'tan (ra)
istemiştir. Dolayısıyle burada bahsedilen rukye, Turan Dursun'un iddia ettiği
gibi tükürüklü-tükürüksüz okuma-üflemeden ibaret değildir. Burada kasdedilen
rukye, bir ihtisas işi olan, bünyesinde maddi bir takım te dâvîleri bulunduran bir
uygulamadır. Nitekim eşŞifâ bint Abdillâh'm nemle denilen ve deri üzerinde
kabarcıklar oluşmasıyla ortaya çıkan bu hastalığı (egzema) şu şekilde tedâvî
ettiği kaydedilmektedir: "eş-Şifâ, za’ferân ağacını alır, buna yedi defa
rukye yapar, sonra temiz bir taşa koyup ufalar, üzüm sirkesi ile karıştırdıktan
sonra nemle yaralarının üzerine sürerdi"1. eş-Şifâ bint
Abdillâh'm bu tutumu, rukyenin sadece okuyup üflemekten ibaret olmadığını,
rukyenin bünyesinde tıbbî tedâvî yöntemlerini de bulundurduğuna dair
görüşümüzü teyid etmektedir. Ayrıca bu hanımın isminin eş-Şifâ olması da
ilginçtir. Onun aslında devrinin hekimlerinden olduğunu, bu sebeble kendisine
"Şifâ" lakabının takılmış olduğunu düşündürmektedir. Nitekim,
kendisinin asıl isminin "Leylâ" olduğuna dair rivâyetler ol duğu gibi[563]
[564],
onun Câhiliye döneminde de rukye yaptığı, çeşitli hastalıkların tedâvîsiyle
meşgul olduğu, müslüman olduktan sonra da Hz. Peygamberin izniyle bu
faaliyetlerine devam ettiği kaydedilmektedir[565].
Kısacası, yukarda kaydedilen hadîs, Hz. Peygamberin ilme, bilgiye, ihtisasa ne
kadar önem verdiğini göstermektedir. Yine bu hadîs O'nun (sav), her hastalığı
okuma üfleme yöntemiyle tedâvî ettiğine, tıbbî tedâvîyi reddettiğine dair bir
delil olamaz. Aksi takdirde bu konudaki iddia peşinen çürümüş olur. Burada
yeri gelmişken, rukyenin sadece okuyup, üflemeden ibaret olduğuna dair yanlış
kanaatin artık kafalardan silinmesi gerektiğini kaydetmek uygun olacaktır.
Çünkü bu konudaki hadislerin derli toplu bir incelemesi, bu kanaatin yanlışlığını
ortaya koymaktadır.
Turan Dursun, el-Buhârî ile Ebû Dâvud'un kaydettikleri diğer bir rivâyeti
delil göstererek şunları söylemektedir: "... Muhammed'in aynı yöntemle
tedâvî ettiği ve ettirdikleri arasında başkaları da var: Göz ağrısı gibi, ki
-yukarda geçtikılıç yarası gibi. Bu yara ağır olsa bile, örneğin Ekva' oğlu
Seleme, Haybergünü bacağından ağır yaralanmış. Muhammed'e gelmiş. Muhammed 'üç
kez nefes etmiş'. Yani okuyup üfürmüş. O saatte Seleme'nin artık şikâyeti
kalmamış. Hadiste anlatılan bu" k
Turan Dursun'un bahsettiği hadîs üzerinde nasıl saptırma yaptığını görmek
için hadisi buraya almak durumundayız:
"Yezîd b. Ebî Ubeyd'den (ra). 'Seleme'nin inciğinde bir kılıç
yarasının izini gördüm, bu nedir diye sordum. Seleme şöyle dedi: 'Hayber savaşında
bana (bir kılıç) isâbet etti. Bunun üzerine ashâb, Seleme vuruldu, dediler.
Derhâl Hz. Peygamber'e getirildim. Kendileri bana üç kez nefes ettiler. Bu ana
kadar o (yaradan) hiç şikâyet etmedim" \
Turan Dursun'un, hadiste nakledilen olayı nasıl "miş, miş"
şekline sokarak hafife aldığı yukarda görüldü. Yine Turan Dursun, "Ekva
oğlu Seleme, Hayber günü bacağından ağır yaralanmış, Muhammed'e gelmiş...”
şeklinde hadisi tahrif etmekte ve insanın aklına "ağır yaralanan bir
kimse, sağlam bir adam gibi Hz. Peygamber'e nasıl gelebilir?" sorusunu
getirtmektedir. Halbuki hadiste, Seleme'nin yaralandığından ve ashâb tarafından
Hz. Peygambere getirildiğinden bahsedilmektedir. Yine Turan Dursun,
"Muhammed üç kez nefes etmiş. Yani okuyup üfürmüş. O saatte artık Seleme'nin
şikâyeti kalmamış" diyerek hadisi istismar etmek istediği mecrâya dökmek
istemektedir. Yukarda kaydettiğimiz hadisten, Seleme'nin yarasının Hz.
Peygamber tarafından sadece okuyup üflemekle tedâvî edildiğini çıkarmak mümkün
görünmüyor. Çünkü Seleme (ra), Hz. Peygamber’in kendisine üç kez nefes
ettiğinden bahsediyor, sonra da "Bu ana kadar o yaradan şikâyet
etmedim" diyor. Bu ifade, Hz. Peygamber’in Seleme'nin yarasına tedâvî
maksadıyla başka bir işlem yapmadığını göstermemektedir. Aksine onun yarasını
iyileştirmek maksadıyla yapılan işlemlerden birisini haber vermektedir. Bu
bakımdan, hadisteki ifade çok veciz ve kapalıdır. Hadiste Hz., Peygamber’in
Seleme'nin yaralanan ve kanayan bacağına herhangi bir tıbbî müdahalede
bulundurup, bulundurmadığından söz edilmiyor. Yaranın sarılıp, sarkmadığından,
kanın durdurulup durdurulmadığından, ilaç, pansuman vs. işlemlerden
bahsedilmiyor. Bu sebeble, Seleme'nin (ra) yarasının sadece Hz. Peygamberin üç
kez nefes etmesile iyileştiğini ileri sürmek doğru olmamalıdır. Çünkü yukarda
kaydettiğimiz bu hadiste, Hz. Peygamberin nefes etmesi sonucu Seleme’nin
bacağında açılan yaranın derhal kapanıp iyileştiğinden bahsedilmediği gibi,
akan kanın da derhal dindiğinden söz edilmemektedir. Sadece, Hz. Peygamber'in
Seleme'ye üç kez nefes ettiğinden, Seleme’nin de bir daha o yaradan şikâyet
etmediğinden bahsedilmektedir. Bu durumda, Seleme’nin yaralandığı zaman Hz.
Peygambere getirildiği, bacağından akan kanın durdurulduğu, yarasının
sarıldığı, ağrı ve sancısının dindirilmesi ve çabuk iyileşmesi açısından Hz.
Peygamber tarafından kendisine duâ edilerek üflendiği, yaranın da zaman içinde
iyileştiği anlaşılabilir. Bu kısa, son derece kapalı rivâyete dayanarak, Hz.
Peygamber'in kılıç yaralarını okuyarak tedâvî ettiğini ileri sürmek ilme de
tarihi gerçeklere de aykırı olacaktır. Hz. Peygamber'in böyle bir uygulama ve
Şünnet'i olsaydı bindörtyüz yıldan beri müslümanlar, savaş meydanlarında
yaralılarını tedâvî etmezler, cephe gerilerine hasta ve yaralıları
nakledecekleri hastahaneleri kurmazlardı. Kaldı ki bu durum, Hz. Peygamber'in
bu konudaki uygulamalarına da ters düşmektedir. Çünkü O (sav), savaşta
yaralananları tıbbî yöntemlerle tedâvî etmeye çalışmıştır. Metodu bu olsaydı,
sadece okuma-üfleme bu işleri halletseydi, kendileri de bu yola başvurarak,
savaşta yaralanan ashâbını iyileştirir di. Ama gerçekler ve Hz. Peygamberin
uygulamaları bunun aksinedir. Nitekim O'nun (sav), Hendek savaşında yaralanan
Sâd b. Muâz'ı (ra), Medine Mescidinde bir hastahane mâhiyetinde kurulan Rufeyde'nin
(ra) çadırında uzun süreli bir tedâvîye aldığı, yarasının bizzat Hz. Peygamber
tarafından kanı durdurmak için dağlandığı, ancak daha sonra bu yaranın
deşilmesi sonucu kanamanın durdurulamadığı ve Sâd'm (ra) şehid olduğu
hadislerde bildirilmektedir1. Hz. Peygamber, yine Hendek savaşında
kol damarından yaralanan Ubey b. Ka'b'ı da dağlayarak tedâvî etmiştir[566]
[567].
Bu .sebeble, Turan Dursun'un bu konudaki tutumu olayın saptırılmasından, Hz.
Peygamber'in bu konudaki uygulamalarına dair detaylı bilgi veren sahih
hadislerin göz ardı edilmesinden başka bir şey değildir. Hz. Peygamber kılıç
yaralarını okuyup üflemekle tedâvî ediyordu ise, niçin Sâd b. Muâz’ı, Ubey b.
Ka'b'ı okuyup üfleyerek tedâvî etmemiş, bunların yaralarını akan kanı durdurmak
için dağlamak zorunda kalmıştır? Daha önce yukarda da söylediğimiz husus burada
da geçerlidir. Buna göre bu rivâyet, olayın bütünü hakkında kesin bir kanaate
varmamız için yeterli olamaz. Bu konuda doğru bin kanaate varabilmek için,
konuyla ilgili tüm rivâyetlerin iyi bir değerlendirmesinin yapılması şarttır.
Aksi takdirde bu olayda görüldüğü gibi okuyucularımızı yanlış kanaatlere
sevkedebiliriz.
Yine Turan Dursun, Hz. Peygamberin göz ağrılarını tedâvîsiyle ilgili bazı
rivâyetleri delil göstererek şunları söylemektedir: "... İlginçtir ki
Muhammed de, tedavisinde okuma üflemeyle birlikte tükürüktü toprağa başvuruyor.
(Bkz. Buhârî, Sahih, Tıb 38; Müslim, Sahih, Selâm 54: No:2194; Ebû Dâvud,
Sünen, Tıb 19, No:3895; İ.Mâce, Sünen, Tıb 36, No:3521)... Yine ilginçtir ki
göz için Muhammed de tükürüğünü kullanmıştır, 'kör gözü görür yapmak için’
değilse de 'göz ağrı sini tedâvî etmek için.' Hadiste anlatıldığına göre,
damadı Ali'nin savaşçı arkadaşlarına katılamayacak ölçüde gözleri ağrıyordu.
Muhammed, onun nerede olduğunu sordu. Durumu anlattılar. Onu çağırıp
getirmelerini söyledi. Ali ağrıkh gö züyle geldi. Muhammed hemen tükürdü
Ali'nin gözüne. Ardından duâ. Ve Ali'nin gözü iyileşti. (Buhârî, Cihâd 102,
Müslim, Fedâilü's-Sahâbe 34/2406) *
Turan Dursun, "İlginçtir ki...” diye başlayan cümlelerinin bulunduğu
sayfalarda Hz. Peygamberin tedâvîde tükürüktü toprağa başvurmayı, ya da göz
ağrısını tedâvî etmek için tükürüğünü kullanmayı Hz. İsa'dan kopya
çektiğini(!) ima etmektedir. Onun "Kör gözü görür yapmak için de ğilse
de, göz ağrısını tedâvî etmek için..." şeklindeki cümlesi de bu görüşünün
bir sonucudur. Çünkü Hz. İsâ'nın mucize olarak körlerin gözünü açtığı
Înciller'de yer almaktadır[568]
[569].
Yahudi ya da Hristiyân bütün müsteşriklerin, Hz. Peygamberi Peygamber olarak
kabul etmedikleri, bu sebeble de O'nun, Kur'ân ve Sünnet'te yer alan hususları
Yahudi veya Hristiyanlardan aldığını iddia ettikleri mâlumdur. İşte Turan
Dursun da, müsteşriklerin bu tutumunu benimseyerek onların kerva nına katılmış
ve burada Hz. Peygamber'in, tedâvî konusunda Hz. îsâ'yı taklid ettiğini, onun
gösterdiği bazı mucizeleri ortaya koymaya çalıştığını iddia etmiştir. Tabii
burada "ilginç" olan Hz. Peygamberin tutumu değil, araştırmadan düşünmeden
acele karar veren Turan Dursun un tutumudur. Doğrusu Turan Dursun'un,
kaydettiği bu hadislerde bahsedilen toprağın yapısını, mâhiyetini, nerenin
toprağı olduğunu, içinde antibiyotik, antiseptik maddeler ihtiva edip
etmediğini, biraz da alay ederek kaydettiği tükürüğün içinde ne gibi kimyasal
maddeler bulunduğunu bir nebzecik araştırıp araştırmadığını merak ediyor.
Günümüzde elbette 1400 yıl önce vefât etmiş bulunan Hz. Peygamberin tükürüğünü
alıp, laboratuvarda tahlil edecek değiliz, bu imkâna sahip değiliz. Ancak
günümüzde Tıp İlmî, bize insanın tükürüğü hakkında bazı bilgiler veriyor.
Milyarlarca insanın sevdiği, kendisine önder ve örnek kabul ettiği hz.
Peygamber aleyhinde yazıp çizen, okuyucularının akıl ve fikirlerini çelmeye
çalışan, bunu ilim ve aydınlanma adına yaptığını sık sık ileri süren Turan
Dursun'un o küçümseyerek bahsettiği tükürük hakkında, halk tipi Tıp Ansiklo
pedilerinde bile yer alan bu bilgilerden haberi olmaması çok
"ilginçtir". Bakınız tükürük hakkında bu halk tipi ansiklopediler
çok basit düzeyde de olsa neler söylüyorlar: "Üç türlü tükürük vardır:
Kulak altı, çene altı ve dil altı tükürükleri. Bunların karışımı ağızda karma
tükürüğü meydana getirir. Bu tükürük duru, alkali, biraz yapışkan, ortalama
%95 su, %3 organik madde ve %2 madeni maddeden (alkali madenlerin klorürleri,
fasfatları ve bikarbonatları) oluşan bir sıvıdır1. "Bu salgı
sindirime yardımcı olan 'Pityalin' adlı bir enzimle, dezenfektan etkisi
gösteren, dolayısıyle ağzı enfeksiyonlardan koruyan ’Lizozim' adlı bir kimyasal
madde içerir. Bu yüzden tükürüğün hafif bir antiseptik olduğu
söylenebilir"[570]
[571].
Turan Dursun, Kuranın insanlığa yaptığı tavsiyeye uyarak, kendi vücuduna, onun
işleyişindeki insan aklını hayrette bırakan sisteme baksaydı, kısacası, kendi
tükürüğünün kimyasal yapısını inceleseydi, sanki Hz. Peygamber’in tükürüğünü
alıp laboratuvarda tedkik etmiş te onun faydasız bir şey olduğunu tesbit etmiş
gibi yazıp-çizer miydi? Yukarda kaydettiğimiz satırları yazarken acaba eli
titrer miydi? Doğrusu insan bunları merak ediyor. Turan Dursun'un yakardaki
iddialarına delil gösterdiği iki rivâyet mevcuttur. Bunlardan birisine göre
Hz. Aişe'den şöyle nakledilmiştir: "Bir insan kendisinde bulunan bir
şeyden dolayı rahatsızlandığı zaman, yahut bir çıban veya yarası olduğunda
Rasûlullâh (sav) parmağını şöyle kor (râvî Süfyân kendi şehâdet parmağım yere
koyarak Peygamberin bu fiilîni göstermiştir)sonra parmağını kaldırır ve
’Allâh'm adıyla bazımızın tükürüğü ile şu arzımızın toprağı, Rabbimizin
izniyle hastamıza şifa verilmesi içindir,' derdi."1. Yukarda
kaydedilen bazı kaynaklarda mezkûr hadîs, "şifâ verilir" şeklinde de
mevcuttur. en-Nevevî, (Bizim arzımızın toprağı) lafzıyla âlimlerin çoğunluğuna
göre bütün toprakların, ya da bazı âlimlere göre Medine toprağının, (Bazımızın
tükürüğü) sözü ile de Hz. Peygamberin kendi tükrüğünün kasdedildiği
görüşündedir[572]
[573].
Hadiste, O'nun bahsedilen uygulamayı herkesin yapmasını emrettiğine dair bir
husus yoktur. Üstelik ( Bazımızın tükürüğü) denilerek, herkesin bu işi
yapmasının bir şifâ sebebi olmayacağı da belirtilmiştir. ( Bazımız) lafzıyla
kasdedilen sadece kendileri ise, zaten bu işi başkalarının tekrarlamasına izin
yoktur. Eğer (Bazımız) lafzı, ashâbtan ya da müslümanlardan bazı kimseleri de
kapsıyorsa, bu ifadeden bu işi herkes yapabilir anlamı çıkmaz. Ancak bu işe
elverişli veya yetenekli olan bazı kimselere de bu konuda ruhsat verilmiş demektir.
Ancak hadislerden şu veya bu şahsa bu hususta izin verildiğini tesbit etmek
mümkün görünmüyor. Bir defa bu iznin verilebilmesi için, ilgili şahsın
tükrüğünün antiseptik özelliği olup, enfeksiyonlardan koruyucu bir niteliğinin
bulunması gerekir. Bu da böyle bir şahsın ağız ve dış sağlığının yerinde
olmasını gerektirir. Ağzı, çürük ve iltihaplı dişlerle dolu, mikrop ve bakteri
yatağı olan, dişlerini fırçalayıp temizlemeyen, ağzı, boğazı yara bere içinde,
bademcikleri iltihaplı kimselerin bu (b^ Bazımız) ifadesinin içine giremeyeceği
çok açıktır. Böyle kimselerin, tedâvî yerine, tükürükleriyle mikrop
bulaştırmaları çok daha muhtemeldir ve bu bakımdan böyle bir işleme
kalkışmaları gerek tıbbî, gerekse dînî açıdan çok sakıncalıdır. Bu mütalaa göz
önüne alınınca ( Bazımız) lafzı ile sadece Hz. Peygamberin kas dedilmiş olması
akla ve ilme daha uygun gelmektedir. Zaten en-Nevevî de aynı görüşü nakletmektedir.
Çünkü Hz. Peygamber ağız ve diş sağlığına çok önem verirlerdi. Onun (sav)
misvak kullanmadaki tutumu ve tavsiyeleri hayranlık vericidir. Ayrıca O'nun
(sav) bir çürük dişinin olduğundan ya da dişinin ağrıdığından bahseden bir
rivâyete de rastlanılamamıştır. Aksine O (sav), ümmetine ağır gelmeseydi, diş
fırçalamayı bir farz hükmünde emretmek arzusundaydı[574]. O zaman
yukardaki hadiste kasdettiği kendileri olmalıdır. Çünkü ağız ve diş sağlığına
çok önem vermeleri sebebiyle kendilerinin tükrüğünün dezenfektan etkiye sahip
olduğu, anlaşılmaktadır. Hadisteki (Arzımızın Toprağı) lafzı da kapalı bir ifadedir.
Alimler bu konuda ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluk, burada kasdedilenin
heryerdeki toprağı kapsadığını söylerken, bazıları da bununla Medine
toprağının kasdedildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu açıdan bu ifade kapalıdır ve
kendisine dayanılarak aleyhte yorum ve iddialarda bulunmaya elverişli
değildir. Ancak bu toprağın da, kirli, insan sağlığı açısından zararlı, mikrop
ve bakteri ya tağı yara ve çıbanları azdırıp, iltihaplanmalara sebebiyet vermeyecek
nitelikte olduğu açıktır. Bu bakımdan Hz. Peygamberin parmağını koyduğu bu
toprak nasıl ve ne cins bir topraktı? Muhteva sında neler vardı? Bunlar
meçhûldür. Hadiste, bu konularla ilgili detaylı malumât mevcut değildir. Ancak
bu toprağın, yara ve çıbanları iyileştirici, bunlardaki mikrop ve bakterileri
yok edici mâhiyette bir özellik taşıdığı kesindir. Aksi takdirde hadiste
bahsedilen "Şifâ" söz konusu olamaz. Günümüzde Tıp ilminin tedâvîde
kullandığı ilaçların bitkisel, hayvansal kökenli olduğu, bazı inorganik
maddelerin, radyoaktif elementlerin ilaç olarak kullanıldığı gözden uzak
tutulmamalıdır. Gerek bitkiden, gerekse hayvandan elde edilsin, gerek
inorganik maddelerden, gerekse radyoaktif elementler arasında seçilsin, kullanılan
tüm ilaçların sonuç itibariyle toprak kökenli olduğu açıktır. Çünkü bitkilerin
kökleri topraktadır. Hayvanların beslenme kaynağı da yine topraktır.
İnorganik maddeler de, radyoaktif elemenler de topraktan, madenlerden elde
edilmektedir. Bunları günümüzde halk tipi Tıp ansiklopedileri bile
söylemektedir[575].
Hadiste belirtilen toprağın mâhiyetini, kimyasal yapısını, hastalıklara tesirli
olan aktif maddesini bilemediğimize göre, Turan Dursun'un yaptığı gibi bir
takım saptırmalara gerek olmadığı kanaatindeyiz. Hadiste bahsedilen ifâdeyi,
"(Tükürük ve Toprak), şu hasta lıklara kesin bir ilaçtır" şeklinde
anlayamayız. Bunun yerine, gerek tükürük gerekse toprak hakkında yukarda
kaydedilen hususları göz önüne alarak, Hz. Peygamber'in bu sözünü genel anlamda
bir irşâd, bir yol gösterme olarak kabul etmemiz daha uygun olacaktır. Kısacası
Hz. Peygamber, çıban ve yaraların, iltihabı rahatsızlıkların devasının
topraktan elde edilebileceğine, bunun için çalışılması gerektiğine işâret
etmişlerdir. Tükrüğün dezenfektan ve antiseptik etkisi ve koruyucu fonksiyonu
bulunduğunu, ağız ve diş sağlığımıza dikkat etmemiz gerektiğini, birçok
hastalık ve enfeksiyonların buna önem vermememizden kaynaklandığını ifade
etmişlerdir. Yine O (sav), kimseye rastgele yerlerden toprak alarak, tükürükle
karıştırın, bilgisizce yara ve berelere koyun dememiştir. Ayrıca mezkûr
rivâyetin âhâd bir haber olduğunu, bu tür rivâyetlerin zan ifade ettiğini,
hadiste olayı mübhemlikten çıkaracak bazı unsurların nakledilmediğini, bu
sebeble bunlara dayanarak kesin yargılara varmanın doğru olmayacağını hatırdan
uzak tutmamak gerekir.
Turan Dursun un "ilginç" bulduğu diğer rivâyete göre ise,
"Hz. Peygamber, Hayber savaşında sancağı kendisine vermek üzere Hz.
Ali'yi istedi. Ancak sahâbîler, 'Yâ Rasûlallah, o gözlerinden rahatsızdır',
dediler. Hz. Peygamber de haberci göndererek, Hz. Ali'yi çağırttı. Hz. Ali
gelince de, Ali'nin gözlerine tükürdü ve ona duâ etti. Ali de sanki gözlerinde
hiç ağrı olmamışçasına iyileşti. Rasûlullah da sancağı ona teslim etti..."[576]
Bu rivâyette de "ilginç" bir taraf yoktur. Aksine insan tıbbın
gelişmediği bir dönemde, Hayber savaşı gibi, normal şartların bulunmadığı,
mahrum bir ortamda Hz. Peygamber bü konuda en iyisini yapmıştır kanaatine
varıyor. Ali'nin (ra) gözlerinin iltihaplandığı ve bu sebeble ağrıdığı
anlaşılıyor. Hadise göre, Hz. Peygamber de o anormal şartlarda, göz gibi çok
hassas bir organa içinde antiseptik ve dezenfektan özelliği olan Lizozim adlı
kimyasal bir madde bulunduğu artık günümüzde bilinen tükürüklü tedâvîyi uygun
görmüştür. Hz. Ali'nin gözü de iyileşmiştir. Ne kadar sürede iyileşti, Hz.
Ali'nin gözüne bundan başka bir tedâvî uygulandı mı? hadiste bunlar-dan
bahsedilmemektedir. Ayrıca yukardaki rivâyet, Hz. Ali'nin kendisinden değil,
Sehl b. Sâd'dan (ra) gelmektedir. Oysa gözünden şikâyetçi olan Hz. Ali’dir ve
gözünün rahatsızlığı konusunda yapılan tedâvîyi, gözünün ne kadar sürede
iyileştiğini, başka bir işlem yapılıp yapılmadığını en iyi o bilir. Ancak, bu
konuda bizzat ondan nakledilen bir habere rastlanılamamıştır. Sehl b. Sâd (ra)
ise, Hz. Peygamber vefât ettiği zaman 15 yaşında bir çocuktu1.
Olayın geçtiği Hayber savaşı hicri 7. senede meydana geldiğine göre[577]
[578],
hadisin râvîsi Sehl b. Sâd (ra) bu sırada 12 yaşlarında bulunuyordu demektir.
Ki bu durum, hadiste anlatı lan olayın daha detaylı ve açık bir şekilde bize
ulaşmasına mâni bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, bu hadiste de
Hz. Peygamber'in kimseye hasta veya ağrıyan gözlerinize tükürttürün, diye bir
emrinden bahsedilmemektedir. Böyle bir emir ya da tavsiye söz konusu değildir.
Bu sebeble Turan Dursun'un bu konudaki görüş ve imâlarına katılmak mümkün
değildir. Kendisinin bu konuda da ön yargılı, aceleci ve yüz ey sel hareket
ettiği, maalesef okuyucusunu yanılttığı açıktır. Sonuç olarak buraya kadar
incelemeye çalıştığımız rivâyetlerin hiç birisi, Turan Dursun u iddialarında
haklı çıkarmaya elverişli değildir. Daha önce de arzettiğimiz gibi, bu konulardaki
rivâyetler ya çok mübhem, ya çok kısa, ya da olayın sadece bir bölümünü
yansıtıcı mâhiyettedir. Bunlardan birisine dayanarak kesin bir sonuca, bir
yargıya varmak insanı yanılgıya götürür. Çünkü bu rivâyetlerde mübhem noktalar
kalmakta, bir bütün olarak olayın çerçevesi tamamlanmamaktadır. Hakikat peşinde
koşan bir ilim adamına düşen ise, olayı bütün boyutlarıyla, bütün önemli
noktalarıyla ortaya koymaya çalışmak, ondan sonra bu sağlam delillere dayanarak
bir sonuca varmaktır. Burada unutulmaması gereken bir nokta da, müsteşrikler ya
da onların yolundan gidenler kabul etmeseler de, Hz. Peygamber’in son Peygamber
olduğudur. Bir Peygamber olacak da Onun (sav) bilgi kaynakları arasında vahiy
vardır ve bu yönüyle O, diğer insanlardan ayrılır. Diğer Peygamberler gibi,
elbette O'nun da muhâliflerine ya da ashâbma göstermiş olduğu bazı mûcizeleri
vardır ve bu husus gözardı edilemez. Başkaları inanmasalar da, bugün milyarlarca
insan, O'nun Son Peygamber olduğuna ve âlemlere rahmet olarak gönderildiğine
inanmaktadır. Hz. Peygamber’in, çağındaki tıbbî imkânlarla bilinmesine imkân
olmayan bir çok noktada isabetli tavsiyelerde bulunup, yol göstermesi, Onun
vahiyle bilgilendirilme yönüne işaret etmektedir.
Hristiyan Batı, doğuşuyla birlikte kendisini hâkim olduğu coğrafyadan
çekilmek zorunda bırakan İslâm'a karşı iki koldan taarruzda bulunmuştur.
Bunlardan bir tanesi "Haçlı Seferleri" adıyla dünya tarihine geçmiş
ve halen örtülü bir biçimde devam eden askerî faaliyet, diğeri de
"Oryantalizm" ismiyle tanınmış olan İlmî ve fikrî saldırıdır.
Hristiyan dünyası, asırlardır bir taraftan İslâm devletlerini parçalamak ve
yıkmak, İslâm ülkelerini işgal edip, çıkarıldığı coğrafyaya yeniden dönmek
için askeri açıdan mücâdele ederken, diğer taraftan da bu gayesinin gerçekleşmesine
engel oluşturan İslâm'a ve Onun Peygamberine karşı bir harp açmış bulunuyor.
Bu savaş ise bilindiği gibi asırlardır oryantalistler eliyle yürütülmektedir.
Bu mücâdeleyi yapanlar da, müslümanların dinlerini, tarih ve kültürel değerlerini,
kendi deyimleriyle "herşeylerini mahvetmek" arzusundadırlar ve bu
gayelerini gerçekleştirmek için HzPeygamberin şahsını ve tebliğlerini hedef
seçmişlerdir. Yazdıkları cildler dolusu kitaplarda, Hz. Peygamber'in Allâh'tan
vahiy almadığını, Kur'ân-ı Kerîm'i önceki dinlere ait çeşitli kaynaklardan
derleyerek yazdığını, İslâm'ın, Yahudilik, Hristiyanlık, Sâbiîlik, Câhiliye dönemi
gibi önceki din ve kültürlerden aktarılan hususlardan meydana geldiğini ve
vahye dayan madiğini iddia etmişlerdir.
Müsteşriklere göre, Hz. Peygamber, içinde doğup büyüdüğü Câhiliye
döneminin inanç, örf,âdet ve geleneklerini aynen benimsemiş, putlara kurban
kesmiş, putlar adına boğazlananlardan yemiş, çocuklarına put ismi koymuş, asıl
adı "Ahmed/Muhammed" olmadığı halde, önceki kutsal kitaplarda
bahsedilen ve geleceği bildirilen kimsenin (Faraklit) kendisi olduğunu ortaya
atmak için bu adları almıştır. Yine onlara göre, Hz. Peygamber hiç de örnek
alınacak bir kimse değildir. Çünkü O, şehvetine düşkün bir kimse olup | çok
kadınla evlenmiş, evlâdlığı Zeyd b. Hârise'nin kavminin en güzel kadını olan
eşi Zeyneb bint Cahş'ı onun elinden almıştır. Peygamber oldukı tan sonraki
kariyeri ile çeliştiği için, Onun Peygamber olmadan önceki hayatı müslüman
ilim * adamları tarafından kasden karanlıklar içinde j bırakılmıştır. Peygamber
olmadan önce Câhiliye halkı gibi bir hayat sürmesi, o dönemde henüz Peygamber
olma konusunda bir projesi olmadığım göstermektedir. Yine, Onun tebliğ ve
buyrukları, Yahudilik, Hristiyanlık ve Câhiliye döi neminden alman hususlardan
ibârettir. Namazı, Orucu, Zekâtı, Hac vb. ibâdetleri ve birçok dînî uygulamayı
buralardan almıştır.
Yazarken âdeta kalerfıimi bana isyân ettiren bu oryantalist iddiaları
böylece sürüp gidiyor. Bunların tamamı asılsız ve temelsiz şeyler olup İslâm'ı
yıkma gayesine yöneliktir. Onlar bu iddia ve görüşlerini bazı İslâmî eserlerdeki
uydurma rivâyetlere dayandırma ve bunları son derece İlmî değere hâiz gösterme
yolunu seçmişlerdir. Ne acıdır ki, taşların bağlı olduğu dönemlerde onların bu
iddia ve görüşlerini taşıyan eserleri, İslâm ülkelerindeki bazı aydınlar
tarafından peşin kabul görmüştür. Batı dillerini bilen, ancak Arapça ve
Osmanlıca'yı bilmeyen aydın kesimin, Hz. Peygamber ve İslâm hakkmdaki olumsuz
görüş ve kanaatlerinin, Oryantalistlerin, din, tarih ve kültür düşmanlığıyla
yazıp, iftiralarla doldurdukları objektiflikten ve ilmi tutumdan uzak
kitaplarından kaynaklandığını bilmek için derin bir vukûf sahibi olmaya gerek
yoktur.
Bu incelemeler esnasında da görülmüştür ki, Oryantalistler çifte Standard
kullanmakta, ilim adamlarında olması gereken adâlet, insâf ve tarafsızlık
ilkelerine uymamaktadırlar. Bir kitabın bir sayfasındaki bir rivâyeti ve o
eserin sâhibini işlerine geldiği için göklere çıkartırken, yine aynı yazarın
aynı kitabının aynı sayfasındaki karşı bir rivâyet ya da delili işlerine gelmediği
için görmemezlikten gelmektedirler. Tıpkı karaya vuran balinaları görüp
acıdıkları, dünyayı ayağa kaldırdıkları halde, Bosna'yı, Çeçenistan'ı,
Filistin'i, Karabağ'ı, Keşmir'i ve benzeri yerlerde katledilen binlerce insanı
görmedikleri gibi. Yine onlar, kaynak tahrifi yapmakta, ya da buldukları
malzemeyi, çarpıtarak tarafgir ve önyargılı bir şekilde Islâm’ı yıkmak,
insanlığın gözünde Hz. Peygamberi küçültmek gayesine yönelik olarak kullanmak
istemektedirler. Bunların Islâm ülkelerindeki yerli uzantıları ve taklidcileri
ise, iddia ettikleri konularda ilmi tedkîk yapacak bilgi ve altyapıdan da
mahrumdurlar, sadece oryantalistlerden tercüme yoluyla aldıkları temelsiz
malzemeye dayanmaktadırlar.
Allâh CC., günümüzde zulümden dolayı dört bir yanı kanayan dünyayı elbette
sadece Hristiyan Batı mutlu olsun diye yaratmamıştır. Adâletsizlikten, kan ve
göz yaşından bunalan insanlığın, son din İslâm’a ve onun âlemlere rahmet olarak
gönderilen gözü yaşlı Peygamberinin diriltici mesajına ihtiyacı vardır.
Zencisiyle, beya-zıyla, fakiriyle zenginiyle, kölesiyle efendisiyle,
Batılı’sıyla Afrikalı'sıyla tüm insanlığı eşit ve bir kabul eden bu yüce din
insanlığın son şansıdır. Oryantalistler ise yaptıkları çalışma ve
faaliyetleriyle dünyayı bu ümidden yoksun bırakmaya çalışmakta, insanlığın
İslâm'ı ve Onun Peygamberini gerçek gözüyle tanımasına engel olmaya gayret
etmektedirler. Tıpkı Allâh'm Kuranda bildirdiği gibi: "Allâh'ın nûrunu
ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemeseler de Allâh nûrunu
tamamlayacaktır." (Saff 61/8).
Şu halde insanlık son şansına sahip çıkmalı, kendisinin rahmet
kaynağına, Allâh'm son mesajı İslâm'a ulaşmasına mâni olan perdeleri
parçalamah, barajları yıkmahdır. Müslüman aydın ve oryantalistlerin
iddialarını tedkîk etme imkânından mahrûm halkımız, bunların aslını
araştırmadan hemen kabul edip oryantalistlere emellerini gerçekleştirme fırsatı
vermemelidir. Aydınımız, bir Batı dilini öğrenmeye ayırdığı vakit kadar,
dînini, târih ve kültürünü, kısacası kendisini tanıma konusunda atılacak ilk
adım olan Osmanlıca, Arapça ve Farsça'yı öğrenme hususunda da himmet ve gayret
sarfetmelidir. İkinci bir merhale olarak da, kendisiyle ilgili iddia ve
iftirâları asıl kaynaklarından tedkîk etme vazifesini omuzlamalıdır.
ABDÜRREZZÂK b. Hemmâm Ebû Bekr es-San’ânî
(v.211/826), -Musannef, Tahkîk: Habîburrahman Azamî, I-XI, 1. baskı, beyrut
13901391/1970-1972.
ARNALDEZ, Roger,
-"Fransız Kültüründe Muhammed Peygamberin Tasviri", (Tebliğ)
Uluslararası Birinci Islâm Araştırmaları Sempozyumu, 1. Baskı, İzmir, 1985.
ATEŞ, Süleymân,
-Yüce Kur an m Çağdaş Tefsiri, I-XII, İstanbul, 1988.
el-AYNÎ, Bedrüddîn Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed (v.855/1451), -Umdetü'l-Kârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, I-XXV, Beyrut tarihsiz (el-Münîreyye baskısından ofset).
el-BELÂZÜRÎ, Ahmed b. Yahyâ (v.279/892), -Ensâbü'l-Eşrâf, Tahkîk: M. Hamîdullâh, Mısır 1959.
el-BÎRÛNÎ, Ebu r-Reyhân Muhammed b. Ahmed (v.443/1051),
-Kitâbü Asâri'l-Bâkıyye ani'l-Kurûni'lHâliye,
Neşreden: Eduard Sachau, Leibzig 1923.
BUCAILLE, Maurice,
-Kitâb-ı Mukaddes, Kur'ân ve Bilim, Tercüme: Suat Yıldırım, İzmir 1981.
el-BUHÂRİ, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl (v.256/869),
-el-Câmiu's-Sahîh, I-VIII, İstanbul 1979.
BUHL, Fr.,
-MEB İslâm Ansiklopedisi, Muhammed Maddesi,
VIII.cild, İstanbul 1971.
BULUT, Mehmet,
-Ehl-i Sünnet ve Şia'da İsmet İnancı, İstanbul 1991.
BROCKELMANN, C.,
İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, Tercüme: Neşet Çağatay, Ankara
1954.
CAETANI, Leon,
-İslâm Tarihi, Tercüme; Hüseyin Câhid, I-X,
İstanbul 1924-1927.
CERRAHOĞLU, İsmâîl,
-Tefsir Tarihi, I-II, Ankara 1988.
CESSÂS, Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî (v.370/980), -Ahkâmü'l-Kur'ân,
Tahkîk: M. es-Sâdık Kamhâvî, I-V, 2.baskı, Kahire Tarihsiz.
ÇAVÎŞ, Abdülaziz,
-Anglikan Kilisesine Cevap, Tercüme: Mehmed Âkif, 4.baskı, Ankara 1985.
ed-DÂRÎMİ, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahmâû b. el-Fazl (v.255/869),
-Sünen, I-II, Dımaşk 1349.
DAVUDOĞLU, Ahmed,
-Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IXI,
İstanbul 1973-1980.
DAVENPORT, John,
-Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerîm, Tercüme: Ömer Rıza Doğrul, Ankara 1967.
DEMOMBYNES, Maurice Gaudefroy, -Institutions
Musulmane, Paris 1946. -Mahomet, Paris 1969.
DERMENGHEM, Emile,
-
Muhammed'in hayatı,
Tercüme: Reşat Nuri, İstanbul 1930.
DERVEZE, Muhammed izzet, -et-Tefsîru'l-Hadîs,
I-XII, Mısır 13811383/1962-1964.
DOKTORUMUZ, Gelişim Alfabetik Tıp Ansiklopedisi, I-VII, İstanbul 1985.
DRAZ, Abdullah,
-Kur an'ın Anlaşılmasına Doğru, Tercüme: Salih Akdemir, Ankara 1983.
DURSUN, Turan,
-Tabu Can Çekişiyor, Din Bu, I-III, 6.baskı, İstanbul 1991.
EBÛ DÂVUD, Süleymân b. el-Eş'âs es-Sicistânî, (v.275/888),
-Sünen, Tahkîk: izzet Ubeyd ed-De as
-
Âdil es-Seyyid, I-V, 1.
baskı Hıms 1388-1394/1969-1974.
EBÛ REYYE, Mahmûd,
-Advâ ale's-Sünneti'l-Muhammediyye, 3. baskı, Mısır 1969; Tercüme: Muharrem
Tan, "Muhammedi Sünnet'in Aydınlatılması", İstanbul 1988.
EPSTEIN, Isıdore,
-Judaism, Londan 1960.
FAYDA, Mustafa,
-"Hz. Ömer'in Hayber ve Çevresi île Necrân'dan Gayr-ı Müslimleri
Çıkarması", DEÜ. İlâhiyât Fakültesi Dergisi, Sayı:!, İzmir 1983.
-Allâh'm Kılıcı Hâlid b. Velid, İstanbul 1990.
de GOEJE, M.J.,
-MEB. İslâm Ansiklopedisi, "Arabistan" Maddesi, I.Cild,
İstanbul 1978.
GOLDZİHER, Ignaz,
-MEB İslâm Ansiklopedisi,
"Ehlü'lKitâb" Maddesi, IV.Cild, İstanbul
1964.
GÖRSEL SAĞLIK ANSİKLOPEDESİ, I-V, 3.baskı, İstanbul 1984.
GUILLAUME, Alfred,
-İslam, England 1977.
el-HÂKİM, Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh en-Nisâbûrî (v.405/1014),
-el-Müstedrek ale's-Sahîhayn, LIV, Beyrut tarihsiz.*
el-HALEBÎ, Ali b. Burhânüddîn (v. 1044/1634),
-İnsânü'l-Uyûn fî Sîreti'l-Emîni'l-Me'mûn, I-III, l.baskı, Mısır 1384/1964.
el-HAMEVÎ, Ya'kût Şihâbüddîn Ebû Abdillâh
(v.626),
-Mu'cemü'l-Buldân, Tahkîk:
Ferdinand Wüstenfeld, I-VI, Tahran1965.
el-HAMÎD, Muhammed,
-Rudûd alâ Ebâtîl, Dımaşk tarihsiz. HAMİDULLAH, Muhammed,
-İslâm Peygamberi, Tercüme: Salih Tuğ, I-II, 4.baskı, İstanbul 1980/1400.
el-HEYSEMÎ, Nûruddîn Ali b. Ebî Bekr (v.807/1404),
-Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, I-X, 2.baskı, Beyrut 1967.
İBN ABDİ'L-BERR, Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillâh el-Kurtubî (v.363/1071),
-el-İstî'âb fî Ma'rifeti'l-Ashâb, I-IV, Kâhire 1960.
İBNÜ'L-CEVZÎ, Ebu'l Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed (v.597l/1200),
-Kitâbü'l-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, 1. baskı, Mısır 1966/1382.
İBN EBÎ HATİM, Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Ebî Hâtim Muhammed b. İdrîs
er-Râzî (v.327/938), -Kitâbü'l-Cerh ve’t-Ta’dîl, I-JX, Beyrut tarihsiz
(Haydarâbâd-Dekkan 12711273/1952-1953 1. baskıdan ofset).
İBNÜ'L-ESÎR, Izzüddîn Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed el-Cezerî
(v.630/1234), -el-Kâmilü fi't-Târîh, I-IX, Beyrut 1385/1965.
-Üsdü'l-Ğâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe, Tahkîk: Muhammed İbrâhîm elBennâ-Ahmed
Âşûr, I-VII, 1970.
İBNÜ'L-ESÎR, Mecdüddîn Ebu's-Sa'âdet el-Mübârek b. Muhammed el-Cezerî
(v.606/1210),
-en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs, Tahkîk: Tâhir Ahmed ez-Zâvî-Mahmûd Muhammed
et-Tanahî, I-V, Beyrut tarihsiz.
İBN HABÎB, Ebû Ca'fer Muhammed (v.245/859),
-Kitâbü'l-Muhabber, Beyrut tarihsiz (Haydarâbâd 1361 baskısından ofset).
İBN HACER, Şihâbüddîn Ahmed b. Ali
el-Askalânî (v.852/1448)
-el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, I-VIII + Fihrist, Beyrut
tarihsiz (Kalküta / . 1853 baskısından
ofset).
Tehzîbü't-Tehzîb, I-VI, Beyrut 1412/1991.
-Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I-XIII, Beyrut tarihsiz (Bulak
1300, 1. baskıdan ofset).
İBN HANBEL, Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed (v.241/855), -Müsned, I-VI,
İstanbul 1982/1402. -Kitâbü'l-İlel ve Ma'rifeti'r-Ricâl, Tahkîk: İsmâîl
Cerrahoğlu Talat Koçyiğit, 1. cild, Ankara 1963.
İBN HAZM, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm ez-Zâhirî (v.456/1063),
-Cevâmiu's-Sîre, Mısır tarihsiz.
İBN HİŞÂM, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hişâm (v.218/833),
-es-Sîretü'n-Nebeviyye, Tahkîk: Mustafa es-Sakkâ-İbrâhîm el-Ebyârî-Abdülhafîz
Şelebi, I-IV, 2.baskı, Beyrut 1391/1971.
İBN İSHÂK, Muhammed (v. 151/768),
-Sîre (Kitâbü'l-Mübtedi ve'l-Meb'asi ve'l-Megâzî), Tahkîk: Muhammed
Hamîdullah, Konya 1981/1401.
İBNÜ'L-KELBÎ, Ebü'l-Münzîr Hişâm b. Muhammed es-Sâib el-Kelbî
(v.204/819), -Kitâbü'l-Asnâm, Tercüme: Beyzâ Düşüngen, (Putlar kitabı), Metin
ve ter cüme birlikte neşir, Ankara 1969.
İBN KESÎR, Ebü'l-Fidâ İsmâîl (v.774/1372), -Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, Tahkik: M. İbrâhîm el-Bennâ-M.Ahmed Aşûr-Abdülazîz Ganîm, I-VIII, İstanbul 1985. -el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Riyâd 1966.
İBN KUDÂME, Ebû Muhammed Abdullâh b. Ahmed b. Muhammed (v.620/1223),
-el-Muğnî, I-XII, 1.baskı, Beyrut 1405/1984.
İBN MÂCE, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî (v.275/888),
-Sünen, Tahkik: M.Fuâd Abdülbâkî, III, Kâhire 1372-1373/1952-1953.
İBN MANZUR, Ebü'1-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem (v.711/1311),
-Lisânü'1-Arab, I-XV, Beyrut 13751376/1955-1956.
İBN SA’D, Ebû Abdillâh Muhammed (v.230/884), -et-Tabakâtü'l-Kübrâ, I-IX,
Beyrut 1388/1968.
IBN TEYMİYE, Takıyyüddîn Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Abdilhalîm b. Teymiye
elHarrânî el-Hanbelî (v.729/1328), -Minhâcü's-Sünne, I-IV, Bulak 1321.
el-KARDÂVÎ, Yûsuf,
-İslâm'da Helâlve Haram, Tercüme: Ramazân
Nazlı, 4. baskı, İstanbul tarihsiz.
el-KASTALLÂNÎ, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed (v.686/1287),
-İrşâdü's-Sârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, I-XII, Kâhire 1326.
KÂTİB ÇELEBİ, Hacı Halîfe (v. 1069/1658),
-Keşfu z-Zünûn, I-II, İstanbul 1972.
el-KİRMÂNİ, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yûsuf
(v.786/1384),
-el-Kevâkibu d-Derârî fî Şerhi'l-Câmii's-Sahîh li'l-Buhârî, I-XXV, Beyrut
1981.
KISTER, M.J.,
-Studies in Jâhiliya and Early İslam, London 1980.
KİTÂB-I MUKADDES, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul 1949.
LAMMENS, Henri,
Fâtıma et Les Filles de Mahomet, Roma 1912.
MAKRİZÎ, Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Alî b. Abdülkâdir el-Hüseynî (v.845/1442),
-İmtau'l-Esmâ' bimâ li'r-Rasûli mine'1-Ebnâi ve'l-Hafede ve'l-Metâ', Tahkîk:
Ahmed Muhammed Şâkir, Kâhire 1941.
MÂLİK B. ENES, el-İmâm, (v. 179/795),
-el-Muvatta', Tahkîk: M.Fuâd Abdülbâkî, I-II, Kâhire 1370/1951.
MEHMED VEHBİ,
-Hulâsatü'1-Beyân fî Tefsiri'1-Kur’ân, I-XV,
İstanbul 1966.
MEYDAN LAROUSSE, I-XH, Ek 1-3, İstanbul 1969.
MİRAS, Kâmil-NAİM, Ahmed,
-Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh
Tercemesi, I-XII, 4. baskı, Ankara 1976.
MÜSLİM, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî (v.261/874),
-el-Câmiu's-Sahîh, Tahkik: M.Fuâd Abdülbâkî, I-V, Mısır 13741375/1954-1955.
NEDVİ, S. Süleymân,
-Asr-ı Saâdet, Tebligât ve Tâlimât, IV,
Tercüme: Ali Genceli, İstanbul
1967.
en-NEDVl, Ebü’1-Hasen Ali Hasenî, -Kitâb ve
Sünnetin Işığında Dört Rükün, Namaz, Zekât, Oruç, Hac, Tercüme: İsmet Ersöz,
Konya 1969.
en-NESÂÎ, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb (v.303/915), -Sünen, (Celâlüddîn
es-Suyûtî'nin Şerhi ve es-Sindî'nin Hâşiye'si ile), Iyiil, İstanbul 1401/1981.
en-NEVEVÎ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şerefüddîn (v.676/1277),
-el-Minhâc fi Şerhi Sahihi Müslimi bni'l-Haccâc, I-XVIII, 2.Baskı, Beyrut
1392/1972.
ÖRS, Hayrullah,
-Musa ve Yahudilik, İstanbul 1966. PLESSNER, M.,
-MEB İslâm Ansiklopedisi, "Ramazân" Maddesi, IX. cild, 2.
baskı, İstanbul 1970.
er-RÂZİ, Fahrüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b.
Ömer b. el-Hüseyn (v.606/1209,
Mefâtîhu'l-Ğayb, I-XXXII, 2. baskı, Tahran tarihsiz (Mısır 1937 baskısından
ofset).
RODINSON, Maxime,
-Hz. Muhammed, Tercüme: Atilla Tokatlı, İstanbul 1968.
-Muhammed'in İzinde, Tercüme: ErBakan, İstanbul 1973.
SAİD, Edward,
-Oryantalizm, Tercüme: Nezih Uzel, ' İstanbul
1982.
SARIKÇIOĞLU, Ekrem,
-"Batı Dinler Tarihinde İslâm", Uluslararası Bininci İslâm
Araştırmaları Sempozyumu, (Tebliğ), 1. baskı İzmir 1985.
salla’llâhü aleyhi ve sellemARY, M.,
-Mahomet Le Koran, Paris es-SEHAVÎ,
Ebü'l-Hayr Muhammed b. Abdirrahmân (v.902/1496),
-İ'lânü bi't-Tevbîh limen Zemme't-Târîh, Beyrut 1399.
SENA, Cemil,
-Hz. Muhammed'in Felsefesi, 3.baskı, İstanbul
1975.
es-SERAHSÎ, Ebû Bekr Muhammed b. Ebî Sehl Ahmed (v.483/1090),
-Şerhu Kitâbi's-Siyeri’l-Kebîr, Tahkik: Salâhüddîn el-Müneccid, I-V,
(Kâhire) Beyrut 1971-1972.
SEZGİN, Fuat,
-Geschichte des Arabischen Schrifttums, I-V, Leiden 1967.
SOFUOĞLU, Mehmed,
-Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, I-VIII, İstanbul 1974.
es-SUYÛTÎ, Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr (911/1505).
-ed-Dürrü'l-Mensûr fî't-Tefsîr bi'l-Me'sûr, I-IV, Beyrut tarihsiz.
es-SÜBKÎ, Mahmûd Muhammed Hattâb (v.
1352/1933), -el-Menhelü'l-Azbü'l-Mevrûd Şerhu Süneni’l-İmâm Ebî Dâvud, I-X, 2.
baskı, Mısır 1394.
es-SÜBKÎ, Tâcüddîn Ebû Nasr Abdülvehhâb
(v.771/1370), -Tabakâtü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ, I-X, Kâhire 1964-1967.
es-SÜHEYLÎ, Ebü'l-Kâsım Abdurrahmân b. Abd
el-Endelüsî (v.581/1185), -Er-Ravdu'l-Unuf fî Şerhi Sîreti'n-Nebeviyyeti
li'bni'l-Hişâm, Tahkîk: Abdurrahmân el-Vekîl, I-VII, 1. baskı Kâhire,
1387/1967.
eş-ŞEVKÂNÎ, Muhammed b. Ali b, Muhammed
es-San'ânî (v. 1250/1834), -Neylü'l-Evtâr Şerhu Münteka'l-Ahbâr, I-VIII, Mısır
tarihsiz.
et-TABERÎ, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr
(v.310/922),
-Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Ayi'l-Kur'ân, I-XXX, 2. baskı, Mısır 1373/1954.
-Târîhu'l-Ümem ve'l-Mülûk, tahkik: Muhammed Ebü'1-Fadl Îbrâhîm, I-XI, 2.
baskı, Beyrut 1387/1967, Tercüme: Zâkir Kadiri Ugan-Ahmet Temir, Milletler ve
Hükümdarlar Tarihi, I-III, Ankara 1954-1955.
et-TAFTAZÂNÎ, Sa'düddîn Mes'ûd b. Ömer (v.791-797/1388-1394),
-Şerhu'l-Akâid, İstanbul 1980; Tercüme: Süleymân Uludağ, "Kelam İlmî ve
İslâm Akâidi", İstanbul 1980. -Şerhu'l-Mekâsıd, I-II, İstanbul 1277.
et-TAYÂLİSÎ, Ebû Dâvud Süleymân b. Dâvud (v.204/819),
-Müsned, 1. baskı, Haydarâbâd-Dekkân, 1321.
et-TİRMİZÎ, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ (v.279/892), *
-Sünen, Tahkik: Ahmed Muhammed ŞâkirM.Fuâd Abdülbâkî-İbrâhîm Adve Avad,
I-V, 1. baskı, Kâhire 1356/1937.
TREMMEL, William Calloley,
-Religion what is it?, Holt, Rinehart and
Winston, Newyork 1976,
TÜMER, Günay-KÜÇÜK, Abdurrahman, -Dinler
Tarihi, Ankara 1988.
UNAT, Faik Reşit,
-MEB İslâm Ansiklopedisi, "Oruç" maddesi, IX. cild, 2. basılış,
İstanbul 1970.
The UNIVERSAL JEWISH ENCYCLOPEDIA, Medina
Maddesi, I-X, Newyork 1948.
el-VÂKIDÎ, Muhammed b. Ömer (v.207/822),
-Kitâbü'l-Megâzî, Tahkik: Marsden Jones, I-III, Beyrut 1965-1966.
WATT, W.Montgomery,
-Muhammad at Medina, Oxford 1972.
-Hz. Muhammed, Tercüme: Hayrullah Örs, İstanbul 1963.
WENSINCK, A.J.,
-MEB Islâm Ansiklopedisi, "Âşûrâ" Maddesi, I. cild, 5. baskı,
İstanbul 1978.
YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi (v. 1358/1942),
-Hak Dînî Kur'ân Dili, Yeni Mealli Türkçe Tefsir, I-IX, İstanbul 1979.
ez-ZEHEBÎ, Şemsüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed et-Türkmânî
(v.748/1347), -Mîzânü'l-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl, Tahkik: Ali Muhammed
el-Becâvî, I-IV, 1. baskı, Mısır 1382/1963.
-Tezkiretu 1-Huffâz, I-IV, 3. baskı, Haydarâbâd-Dekkân, 1375-1376.
-Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, I-XXIII, Beyrut 1402.
TERİMLER SÖZLÜĞÜ
ADÂLET:
Hadisleri nakleden
kimselerin rivâyetlerinin kabul edilebilmesi için taşımaları şart olan
özelliklerden birisi ve en önemlisidir. Adâlet, insanı büyük günâhları
işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Şâhitlik ve
rivâyetinin kabul edilebilmesini gerektirecek şekilde insana taat ve mürüvvetin
hâkim olmasıdır. Kısacası bir râvînin dînî salâbetini, davranışlarındaki
tutarlılığını, şahsiyet ve karakter yapısındaki dengeyi ifâde eden bir ölçüdür.
ÂHÂD HABER:
Mütevâtir
derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî
tarafından nakledilen habere “haberi vâhid” adı verilir. Bir kaç nesilde birer
râvî vâsıtasıyla rivâyet edilmjş olanlara ise, “haberi âhâd” veya “âhâd”
denilmiştir.
AHBERANÂ:
Sözlükte, “Bize
haber verdi” mânâsına gelir. Hadis rivâyet metodlarından birisiyle alınan
hadislerin başkalarına nakli esnâsında isnâdda kullanılan edâ lafızlarından
birisidir.
AHKÂM:
Hükümler mânâsına
gelen bu kelime, hadis ilminde Câmi veya Musannaf adı verilen ve belli konulardaki
hadisleri ihtivâ eden kitaplardaki ana konulardan birinin ismidir. Ahkâm
konusuna dînî hükümleri ihtivâ eden hadisler girer.
ANANE:
Bir hadisi
nakleden râvînin, isnâdında sema, ihbâr ve tahdîse delâlet eden “Haddesenâ”,
“Ahberanâ” gibi lafızları kullanmayıp, sadece “An Fülânin” (Filânca kimseden)
diyerek rivâyet etmesidir. An’ane, râvî ile hadis aldığı hocasının bir araya
geldiğine kesin olarak delâlet etmez. Bu yüzden, “An Fülânin” diyerek
birisinden hadis nakleden bir râvî, aslında o hadisi o kişiden almadığı gibi,
onunla hiç görüşmemiş de olabilir. Böyle rivâyetlerin isnâd açısından kopuk
sayılmaması için râvînin adâletli olması, tedlîs yapmaması, kendisinden hadis
naklettiği hocasıyla görüşmüş olması (lika) gibi bazı şartların bulunması
gerekir.
CERH:
Sözlükte,
“Yaralamak, dürtmek, tesir etmek, yarayı deşmek” anlamlarına gelir. Hadis
terimi olarak, mutkin ve hâfız olan bir âlimin; bir râvînin rivâyetini, râvîde
veya rivâyetinde mevcut olanzayıflatıcı bir illet sebebiyle reddetmesidir.
Kısacası cerh, hadis râvîsinde bulunan ve rivâyetinin reddedilmesine sebep
olan kusurların tesbit eâilip ortaya konması ve naklettiği hadislerin
reddedilmesinin sağlanmasıdır. Râvînin yalancılıkla suçlanması, çokça yanılması
önemli cerh sebeplerindendir.
CEZİMSÎĞASI:
Râvî'nin hadisi
hocasından bizzat aldığını gösteren, “Kâle” (Dedi), “Ravâ” (Rivâyet etti),
“Semi’tu” (İşittim), “Ahberanâ” (Bize haber verdi) gibi lafızlara denilir.
Bunlar, râvî ile hocasının biraraya geldiklerine kesinlikle delâlet eden edâ
lafızlarıdır.
EVHAM:
“Vehim”
kelimesinin çoğulu olup, râvînin cerhine sebep olan hususlardan, râvînin
naklinde yanılması anlamına gelmektedir. Zabt sıfatıyla ilgilidir.Vehim, kopuk
bir senedi bitişik gösterme gibi isnâdda, sahâbî sözünü (mevkûf) Hz. Peygambere
ait (merfû) olarak nakletme gibi metinde olabilir.
GALAT:
Hadis rivayetinde
hata yapmak demektir. Râvînin hatası aşırı olursa ve yanlış rivâyetleri, doğru
olarak naklettiklerini geçerse zabt sıfatım kaybetmesine sebep olur.
GARÎB:
Hangi tabakadan
olursa olsun bir râvînin tek başına rivâyet ettiği hadise denilir. Sadece bir
râvî tarafından nakledilen hadis, başka râvîler tarafından nakledilmediği veya
diğer rivâyetler ona aykırı olduğu için tek başına kalan anlamında “Gârîb”
ismini almıştır.
HABER:
Bir görüşe
göre,hadisle eş anlamlıdır. Diğer bir görüşe göre ise, Hz. Peygamber, Sahâbe ve
Tâbiûn'dan nakledilen rivâyetlere denir. Bu yönüyle haber, hadisden daha
geneldir, Çünkü Hz. Peygamber'in sözlerinin yanında, Sahâbe, Tâbiûn ve daha
sonrakilerden nakledilen şeyleri de içine alır. Bu açıdan her hadis haberdir,
fakat her haber hadis değildir ve hadis haberin bir bölümünü meydana
getirmektedir.
HADDESENÂ:
“Bize anlattı”
manasına gelen edâ lafızlarındandır. Râvînin hocasından aldığı hadisleri
talebesine naklederken kullanılmıştır. “Haddesenâ” lafzının, hadis rivâyet
yollarından hangisini göstermek için kullanılacağına dair hadisçiler arasında
birlik sağlanamamıştır.
HADİS HIRSIZLIĞI (SİRKATLTLHADÎS):
Bir râvînin bir hadisi
naklinde tek başına kalması durumunda,diğer bir râvînin, aynı hadisi o râvînin
hocasından işittiğini iddia etmesidir. Bunun yanısıra bir râvînin hadisi olarak
bilinen bir rivâyeti, aynı tabakadan başka bir râvîye isnâd ederek nakletmeye,
ayrıca başkalarında bulunmayan hadis rivâyet ediyor görünmek gayesiyle, o
hadisdeki kelime veya cümlelerin yerlerini değiştirerek nakletmeye de hadis
hırsızlığı denilir. Kısacası hadisde hırsızlık (sirkat), bir râvînin rivâyet
etmediği bir hadisi çeşitli şekillerde kendisine mal ederek nakletmesidir.
HASEN:
Sahîh ile Zayıf
hadis arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olan bir hadis çeşididir.
HASENSAHÎH:
Bu terim konusunda
hadis âlimleri ihtilâf etmiştir. Bu konuda en tutarlı açıklamayı İbn Hacer
yapmıştır. Buna göre, hakkında Hasen-Sahîh terimi kullanılan hadisin bir tek
isnâdı varsa, bu hadisin hükmü konusunda tereddüd vardır, bu rivâyet ya basendir
ya da sahihtir. Böyle bir rivâyet sahîh hadisden biraz aşağı mertebededir.
Hakkında hasen-sahîh hükmü verilen bu hadisin isnâdı birden fazla ise, bu
durumda bu rivâyet bir isnâdla hasen, diğer bir is392
nâdla sahih olarak
nakledilmiş demektir. Böyle bir rivâyet, kendisine sadece sahih denilmiş bir
hadisden daha kuvvetli sayılmaktadır.
IZTERAB:
Aynı hadisi birbirine
zıt şekillerde rivâyet eden râvîlerin hepsi adâlet ve zabt sıfatları bakımından
eşit veya birbirine yakın olduklarından, bu rivâyetlerden herhangi birini
diğerine tercih etme imkânı olmaz. Bu, tercihi imkânsız kılan duruma ıztırab
denilir.
İHTİLÂT ETMEK:
Râvînin aklî
melekelerinin zayıflaması sonucu şuurunun karışması sebebiyle naklettiği
hadislerin farkında olmamasıdır. İhtilâf, daha çok yaşlılık yüzürtden hâfıza
gücünün zayıflaması durumunda görülür. Aklı oynatmak veya hastalık da ihtilâf
sebebidir.
İNKITA’:
İsnâd zincirini
teşkil eden râvîlerden bir veya bir kaçının düşmesiyle meydana gelen
kopukluktur. İsnâdm başında, ortasında veya sonunda olabilir.
İRSÂL YAPMAK:
İsnâdında,
Tâbiin'in hadis aldığı sahâbîyi veya sahâbînin kendisinden nakli aldığı diğer
bir' sahâbîyi atlayarak, doğrudan Hz. Peygamber'den nakilde bulunmasıdır.
İSNÂD:
Bir hadis veya
haberi söyleyenine nisbet etmektir.
KÜTÜB-İ SİTTE:
Hadis kaynakları
arasında şöhret kazanmış altı esere denilir. Bunlar, hadis kitaplarının en
sahîhleri kabul edilen el-Buhârî ve Müslim'in el-Câmiu’sSahîh'leri ile, Ebû
Dâvud, Tirmizî, en-Nesâî ve İbn Mâce'nin Sünen'lerinden ibarettir.
MAHFÛZ:
Adâlet ve Zabt
yönünden diğerlerinden daha üstün bir mertebede bulunan râvînin nakline denilmekte
olup, “Şâz” karşıtıdır.
MECRUH:
Yalan söylemek,
rivâyet şartlarına uymamak gibi zayıflatıcı sebeplerle hadisleri reddedilmiş
râvîye denilir.
MECHÛL:
Kimliği ve adâlet
durumu bilinmeyen, ilim talebiyle meşhur olmayan, hadis âlimleri tarafından tanınmayan,
hadisleri sadece bir tek râvî yönünden bilinen kimsedir.
METİN:
Hz. Peygamberin
bir sözünü, fiilini veya O'na ait bir işi, bir olayı bir hâli, bir özelliği
anlatan ve hadisin isnâdından sonra yer alan ifadelerdir.
METRÛK
Yalan söylemekle
ithâm edilmiş, söz veya fiilinde fışkı ortaya çıkmış ya da çok yanılma ve
gafleti fazla olan zayıf Bir râvînin tek başına naklettiği hadisdir. Bu
sebeplerle hadisi terkedilmiş bir râvîye de “Metrûku’l-Hadîs” denilir.
METİN:
Hz. Peygamber'in
bir sözünü, fiilini veya O'na ait bir işi, bir olayı, bir hâli, bir özelliği
anlatan ve hadisin isnâdından sonra yer alan ifadelerdir.
METRUK:
Yalan söylemekle
ithâm edilmiş, söz veya fiilinde fışkı ortaya çıkmış ya da çok yanılma ve
gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına naklettiği hadisdir. Bu
sebeplerle hadisi terkedilmiş bir râvîye de “Metrûku’l-Hadîs” denilir.
MEVZU:
Çeşitli
maksatlarla uydurulup, iftirâ olarak Hz. Peygambere nisbet edilmek suretiyle
rivâyet edilen sözlere denir.
RÂVî:
Hz. Peygamberin
hadislerini nakleden kimsedir.
SAHİH:
Adâlet ve Zabt
sâhibi râvîlerin kesiksiz bir isnâdla birbirinden naklettikleri, şâz ve
illetten uzak hadislerdir.
SAHİHAYN (SAHİHÂN):
el-Buhârî ve
Müslim'in el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserlerine denilir.
SENED:
Hadisin ilk
kaynağına kadar ulaşan yolu oluşturan râvîler zinciridir.
SİKA:
Bir kişiye
güvenmek, itimâd etmek mânâsına olup, Hadis Usûlü'nde, adâlet ve zabt
sıfatlarını taşıyan râvîye denilir.
SÜNNET:'
Hz. Peygamber'in
sözleri, fiilleri, takrirleri, Peygamberliğinden önceki ve sonraki ahlâkî
vasıflan ve sîretidir. Hadisle eş anlamlıdır. Fıkıh âlimlerine göre ise, Kur’ân
dışında Hz. Peygamberden sâdır olan ve Şer’î bir hükme delil olabilecek
niletikte söz, fiil ve takrirlerdir.
ŞEYHAYN (ŞEYHÂN):
Hadis ilimlerinde,
el-Buhârî ve Müslim demektir.
TEDLÎS:
Bir râvînin
çağdaşı olup görüşmediği veya görüşüp de hadis almadığı bir hocadan sanki
ondan işitmişçesine nakilde bulunmasıdır. Bir râvînin, hadis işittiği kimseden,
gerçekte işitmemiş olduğu hadisleri rivâyet etmesi de tedlîs kapsamına girer.
ZABT:
İşittiği hadisleri
aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bile, işittiği şekilde ezberinde tutup
eksik ya da fazla olmaksızın başkalarına rivâyet edebilme yeteneğidir.
Rivâyetinin kabul edilebilmesi için râvîde bulunması gereken şartlardandır.
ZAYIF:
Adâlet ve Zabt
yönünden tenkide uğramış râvîler tarafından nakledilmiş oliıp, sahîh ve hasen'in
dışında kalan hadislerdir.
[1] Yuhanna, 4/21;14/16,26,30; 15/26-27;16/7-8,12-15; Matta, 21/43-44.
Hadisler kastedilmektedir.
[2] L.
Caetani, Annali dell-lslam, Tercüme : Hüseyin Cahit, İslâm Tarihi, I-X,
İstanbul, 1924-1927, s. 353-354. t Caetani, age, 1,353-354; Ayrıca bkz:
el-Halebî, Ali b. Burhânü'd-dîn , İnsânü'l-'Uyûn, 1.Baskı, Mısır 1384-1964,
1,131.
[3] el-Halebî, age. 1,131; Makrizî, Ahmed b.
Ali(v.845)ye ait İmta'ül-Esma' bimâ li'r-Rasûli mine'l -Ebnâi ve'l -Hafede
ve'l-Meta, tek cild halinde Kâhire'de 1941 de basılmıştır.
[4] Caetani, age, 1,139.
[5] Emile
Dermenghem, Muhammed'in Hayatı, Tercüme : Reşat Nuri, İstanbul 1930,s.7.
[6]
el-Halebî,age,1,131-134; Câhiliye arapları arasında Muhammed ismi koyanlar için
bkz: I.Habîb, Ebû Cafer Muhammed, el-Muhabber, Beyrut(1361 baskısından ofset),
s.130.
İbn İshâk, Sîret, Tahkik: M.Hamidullah, Konya 1401/1981, s.22; l.Hişâm,
es-Sîretü'n-Nebevviyye, II. Baskı, Beyrut 1391/1971, I, 168; îbn Sâd, et-Tabakâtü'l-
Kübrâ, Beyrut 1388/1968,1, 98-99.
[7]
Ishâk, age., s.22; I.Hişâm, age.,I, 168; I.Sâd, age., 1,103.
[8] İbn Kelbî, Kitâbü'l-Asnâm,
Tercüme: Beyza Düşüngen, Putlar Kitabı, Ankara 1969 (Metinle birlikte neşir),
s.21, tercüme: s.38.
[9] Caetani, age. 1,404.
[11] Henri Lammens, Fâtıma et Les Filles de
Mahomet, Roma 1912, s.2.
[12] E.Dermenghem, age., s.6.
(Başlangıç böl.).
[14]
M.Hamidullah, İslâm Peygamberi, Tercüme: Salih Tuğ, İstanbul 1980/1400,1, 70.
[16] 1. Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Riyâd 1966, V, 307.
[17] İ.Kesîr, age., V,308.
[18] ez-Zehebî,
Mîzânül-Î’tidâl, 1963-1382, IV, 301-302.
[19] ez-Zehebî, age, IV, 324-325.
[21] Fr. Buhl,
İslâm Ansiklopedisi, Muhammed maddesi, İstanbul 1971, VIII, 454.
[22]
Cemil Sena, Hz. Muhammed'in Felsefesi, İstanbul, 1975 s. 19.
[23] Âl-i îmrân 3/144; Azhâb
33/40; Muhamed 47/2; Feth 48/29. 2Saff61/6.
[24] Yuhanna, 14/15-16,26;
16/7-8, 13-14.
Maurice Bucaille, Kitâb-ı Mukaddes; Kur'ân ve Bilim. Çeviren: Suat
Yıldırım, İzmir 1981, s.155-161.
[25] el-Buhârî, Kitâbü'z-Zebâih, 15.
[26] İbn Sâd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ,
Beyrut 1960,. III, 380, Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 68-69, 127, îbn Kesîr, el-
Bidâye, Riyâd 1966, II, 261, El-Halebî, İnsânü'l-'Uyûn, Mısır 1964,1, 202; ibn
‘Abdi'l-Berr, el-îstiâb, Kahire 1960,
[28] el-'Aynî, ’Umdetü'l-Kârî,
Beyrut Tarihsiz, XXI, 114.
[29] îbn Hacer, Fethu’l-Bârî,
Beyrut tarihsiz, IX, 543.
[30] el-Buhârî, Kitâbu
Menâkıbı'l-Ensâr, 24.
[31] ibn Hacer, Fethül-Bârî, VII, 108, 109,
el-‘Aynî, ‘Umdetu’l- Kârî, XVI, 282; el-Kastallânî, Irşâdüs-Sârî, VII, 427.
[32] Kister, Studies in
Jâhiliyya and early İslam, s.273.
[33] el-Kirmânî, Şerhu’l-Buhârî, XV,
62, el-‘Aynî, ‘Umdetu'l- Kârî, XVI, 282, XXI, 114; el-Kastallânî,
Irşâdü's-Sârî, VIII, 265.
[34] Kister, â.g.e., s.273.
[35] el-Kirmânî, a.g.e., XV,
62, l.Hacer, a.g.e., VII, 108, 109, el- ‘Aynî, a.g.e., XXI, 114, XVI, 282,
el-Kastallânî, a.g.e., VII, 427, VIII, 265, Kister, a.g.e.,s.273.
[36] es-Süheylî, er-Ravdu'l-Unuf,
Kâhire 1967/1387, II, 359- 363. Beldah'ın Mağrib yönünde Mekke'den önce bir
vâdi veya Ten'im yolunda bir yer olduğu zikredilmektedir. Bkz. el-‘Aynî,
a.g.e., XVI, 286, XXI, 114.
[37] es-Süheylî, a.g.e., II,
361,1 nolu açıklama.
[38] M.J.Kister, Studies in
Jâhiliyyâ and early İslam, s.272.
[39] el-Kastallânî,
İrşâdu's-Sârî, VII, 427.
[40] el-Kastallânî, age., sh.
VII, 427, VIII, 265.
[41] Yûsuf el-Kardâvî, îslâmda
Helâl ve Harâm, Ter: R.Nazlı, İstanbul, s.48.
[42] Korintoslulara
I. Mektup, 8/4,7,8,9,10.
[43] Maxime Rodinson, Hz. Muhammed,
İstanbul 1968, Tercüme: Atilla Tokatlı, s. 59,60.
[44] Emile Dermenghem, Muhammedin
Hayatı, Tercüme: Reşat Nûri, İstanbul 1930, s.83-84.
[45] Maurice Gaudefroy-Demombynes,
Mahomet, Paris 1969, s.68.
[46] ez-Zehebî, Mîzânü'l-l'tidâl,
1963/1382, IV, 214, l.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 574-575.
[47] l.Hacer, Tehzîb, III,
472.
[48] l.Hacer, Tehzîb, 111,472,
Zehebî, Mîzânü'l-l’tidâl, II, 634.
[49] l.Hacer, Tehzîb, III,
472, Ibn Ebî Hâtim, K.Cerh ve't-Ta'- dîl, Haydarâbâd-Dekkân 1953/1372, V,394,
No:1829.
[50] l.Hacer, Tahzîb, III,
472.
[51] l.Hacer, Tehzîb, III,
472.
[52] l.Hacer, age, V,496.
[53] l.Hacer, age, V,496; Zehebî,
Tezkiretü'l-Huffâz, II, 462, No:473.
[54]
Î.Hacer, Fethu'l-Bârî, IX, 543, el-‘Aynî, ‘Umdetu'İ-Kârî, XXI, 114,
el-Kastallânî, Îrşâdüs-Sârî, VII, 427.
[55] er-Râzî, el-Cerh ve’t-Ta'dîl,
VII, 72,73; ez-Zehebî, Mîzâ-
nu'l-î'tidâl, III, 361, No:6767,1.Hacer, Tehzîb, IV, 501.
[56] ez-Zehebî, Mîzânu'l-Î'tidâl,
111,361, Î.Hacer, Tehzîb, IV,501.
[57] er-Râzî, el-Cerh
ve't-Ta'dil, VIf,72,73; ez-Zehebî, Mizânu'l- î'tidâl, III, 361, Î.Hacer,
Tehzîb, IV,501.
[58] Î.Hacer, Tehzîb, IV,501.
[59] Age., IV, 501.
[60] Age., IV, 501.
[61] Age., IV, 501.
[62]Age., IV, 501.
[63] Age., IV, 501-502.
[64] Age., IV, 502.
[66] er-Râzî, K.Cerh ve't-Ta'dîl, VII,
213, No:1178, ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, II, 467-468, No:479, l.Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, V,53.
[67] l.Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, V,53.
[68] ez-Zehebî,
Tezkiretü'l-Huffâz, II, 467-468.
[69] M.J.Kster, Studies
in Jâhiliyya and early İslam, Al-Ta- hannuth, bölüm,V, s.232-233.
[70] Ahmed b. Yahyâ
el-Belâzürî, Ensâbu'l-Eşrâf, Tahkîk: M.Hamidullah, Mısır 1959,1, 84, 105.
[71] el-Belâzün,
a.g.e., I, 63.
[72] el-Buhârî,
Bedü'l-Vahy, 1, M.Hamidullah, İslâm Peygamberi, Tercüme: Sâlih Tuğ, 1,78,
açıklama 161, (el-Be-
lâzürî, Ensâb, II, 658, İstanbul el yazmasından naklen), M.J. Kister,
Studies in Jâhiliyya and early İslam, al-Ta- hannuth,V, 230.
[74] et-Tayâlisî,
Müsned, Haydarâbâd-Dekkân 1321, s.32, No:234.
[75] îbn Kesîr,
el-Bidâye, II, 260.
[76] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,
189-190.
[77] İbn Abdi'l-Berr, el-lsti'âb,
Kâhire 1960, II, 616-617.
[78] İbn
îshâk, Sîre, Tahkik: M.Hamidullah, Konya 1981, s.98, paragraf No:134.
ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, I, 197, Î.Hacer, Tehzîbü't- Tehzîb, III,
383.
4 Ibn Sâd,
et-Tabakâtü'l-Kübrâ, VI, 366; ez-Zehebî, Mîzâ- nü'l-I'tîdâl, II, 575,
Tezkîretü'l-Huffâz, I, 197, Î.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III, 383.
[80] Ibn Sâd, a.g.e.,
VI, 366, ez-Zehebî, Mizânü'l-Î’tidâl, II, 575, Î.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III,
384.
[81] Ibn Sâd,
et-Tabakâtü'l-Kübrâ, VI, 366.
[82] ez-Zehebî,
Mizânü'l-Î'tidâl, II, 575, No:4907.
[84] ez-Zehebî, a.g.e.,
II, 574.
[86]1.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 399.
[87] Î.Hacer age., II, 399.
[88]1.Hacer age., II, 399.
[89] l.Hacer age., II,
400.
[90] l.Hacer age., II,
400.
[91] l.Hacer age., 400.
[94] l.Hacer age., VI, 231.
A Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 189-190, et-Tayâlisî, Müs- ned, s.32, Îbn
Kesîr, el-Bidâye, 11,260, Îbn ‘Abdi'l-Berr, el- Isti'âb, II, 616-617.
[95] M.J.Kister, Studies in Jâhiliyya
and early İslam, s.269-
270.
(er-Rebî b. el-Habîb b. ‘Umer el-Ezdî, el-Basrî, Müs- ned, Tertib eden:
Ebû Ya'kûb Yûsuf b. îbrâhim el-Warji- lânî, Kahire 1349/1930,1,18'den naklen).
[96] Ebû ‘Abdillah el-Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek ale's- Sahîhayn, III,
217.
[97] Nûruddîn ‘Ali b. Ebî
Bekr el-Heysemî, Mecma'üz-Zevâid, IX, 418.
[98] el-Hâkim,
el-Müstedrek, III, 216.
[99] el-Hâkim, age., III, 216,
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 418.
[100] el-Heysemî, age., IX, 418.
[101] M.J.Kister,
Studies in Jâhiliyya and early İslam, s.270-
271.
-*• M.J.Kister, Studies in Jâhiliyya and early İslam, s.273.
[102] Kister, age., s.272.
[103] Ibnü'1-Esîr, en-Nihâye,
V, 60-61, Kister, age., s.272 (ez- Zehebî, Siyerü A'lâm', I, 91 den naklen).
[104] es-Süheylî,
er-Ravdu'l-Unuf, II, 361-362, açıklama: 1; Î.Hacer Fethu'l-Bârî, VII, 108-109.
[105] Î.Esîr, en-Nihâye, V, 60-61,
İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, I, 759-760; Kister, age., s.272.
[106] l.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, VI,
370-371.
[107] l.Hacer age., V, 241.
[108] l.Hacer age., V, 241.
[109] l.Hacer age., V, 241.
[110] ez-Zehebî,
Mîzânü'l-l'tidâl, III, 673.
[111]
M.Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 53.
[112] Kister, Studies in
Jâhiliyya and early İslam, s. 267.
[113] es-Süheylî,
er-Ravdu'l-Unuf, II, 360.
[114] ibn ishâk, Sîre s. 98, Paragraf No:133.
[115] îbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, V, 28-32.
[116] l.Hacer age., V,30.
[117] ez-Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tidâl, III, 470, l.Hacer, age., V,31.
[118] îbn Hacer, age., V,31.
[119] ez-Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tîdâl, III, 499, l.Hacer, age., V,31.
[120] ez-Zehebî, age., III,
469, l.Hacer, age., V,32.
[122] ez-Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tîdâl, III, 469.
[123] ez-Zehebî, age., s.III,
470.
[124] ez-Zehebî, age., s.III,
470.
[125] ez-Zehebî, age., s.III,
471.
[126] ez-Zehebî, age., s.III,
471.
[127] ez-Zehebî, age., s.III, 475.
[128] Edward Said, Oryantalizm,
Tercüme: Nezih Uzel, s.446.
[129] M.J.Kister, age., s.275. Aynca el-Harkûşî için bkz: Sübkî,
Tabakâtü'ş-Şâfiyye, V,222-223, Yâkût el-Hamevî, Mu’ce- mü'l-Büldân, II,
435-436, Kâtip Çelebi, Keşfü'z-Zünûn, II, 1045. el-Harkûşî'nin Şerefü'l-Mustafâ
adlı eserinin yazma nüshaları için bkz: Fuat Sezgin, Geschichte des Arabisc-
hen SchrifttUms, Band I, s.670-671. Kister'in faydalandığı nüsha Br. Müs. Or.
3014 te kayıtlı olup (254 ff), H.815 yılına aittir. Bkz: Kister, age., s.268,
dipnot: 14; Sezgin, age., 1,671.
[130] ibn îshâk, Sire,
Tahkîk: M. Hamîdullah, Konya 1981- 1401.
[131] M.J.Kister, age.,
s.270-271.
[132] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Asnâm, Tercüme: Beyzâ Düşüngen (Putlar Kitabı),
Ankara 1969, s.13, tercüme: s.32.
[133] Fr. Buhl, Islâm
Ansiklopedisi, Muhammed maddesi, VIII, 454.
[134] Emile Dermenghem,
Muhammedin Hayatı, s.84.
[135] M.Gaudefroy-Demombynes,
Mahomet, s.68.
[136] Caetani, İslâm Târihi, Tercüme: Hüseyin Câhid, I, 389- 390.
[137] M.Hamidullah, İslâm
Peygamberi, Tercüme Salih Tuğ, I, 52.
[138] İbnü’l-Kelbî,
Kitâbü’l-Asnâm, s. 13, Tercüme: s.32.
[139] Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'l-‘Hel ve
Ma'rifeti'r-Ricâl, Tahkik: Dr. İsmail Cerrahoğlu-Dr. Talât Koçyiğit, Ankara
1963, s.219, No: 1374, ez-Zehebî, Mîzânü'l-l'tidâl, IV, 304- 305, No:9237.
[140] ez-Zehebî, Mîzânü'l-l'tidâl,
IV, 304-305.
[141] ez-Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tîdâl, IV, 3|04-305.
[142] ez-Zehebî,
Tezkiretü'l-Huffâz, 1,343, No:326.
[143] ez-Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tidâl, I, 237, No:907.
[144] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,
V,116.
[145] İbn Hacer, age., V.117.
[146] İbn Hacer, age., V,117.
[147] İbn Hacer, age.,'V,117.
[148] M.J.Kister, Studies in
Jâhiliyya, s.274.
[149] Kister, age., s.272.
[150] ibn Teymiyye,
Minhâcü's-Sünne, I, 226.
[151] el-Halebî,
însânü'l-‘Uyûn, I, 201.
[152] at-Taberî, Târîhül-Ümem
ve'l-Mulûk, II, 279, Tercüme: Zâkir Kadiri Ugan-Ahmet Temir, II, 70-71;
el-Heysemî, Mecmaüz-Zevâid, VIII, 226, el.Halebî, însânü'l-‘Uyûn, I, 200.
[153] el-Halebî, age, 1,199-205.
[154] İbn Hişâm,
es-Siretü’n-Nebeviyye, 1,194, el-Halebî, age., I, 199-200.
[155] el-Halebî, Age., I,
200-201, M.Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 52.
[156] el-Halebî, Age.,
1,204; es-Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, VI, 13.
[157] Mâide, 5/3.
[158] Müslim, Edâhî, 8/1978 (43-45),
en-Nesâî, Dahâyâ, 34/4400.
[159] Isrâ, 17/74.
[160] Süleymân Nedvî, Asr-ı Saâdet,
Tercüme: Ali Genceli, I, 90.
[161] et-Taftazânî,
Şerhu'l-Mekâsıd, II, 142, Şerhu'l-‘Akâid, s.64, Tercüme: S.Uludağ, Kelâm ilmi
ve Islâm Akâidi, s.302.
[162] Mehmet Bulut, Ehli
Sünnet ve Şi'ada İsmet inancı, s.41- 42.
[164] Enam, 6/124.
[165] Bulut, age., s.44.
[166] el-‘Aynî, 'Umdetü'l-Kârî,
XXII, 279.
[167] el-Buhârî,
el-Câmiu's-Sahîh, VI, 98 (Fedâilü'l-Kur'ân, 3).
[168] Buhârî, age., VI, 122;
E.Dâvud, Sünen, II, 549; Tirmizî, Sünen, V, 353.
[169] 33. Ahzâb 5,40.
[170] 33. Ahzâb 37.
[171] 33. Ahzâb 21.
[172] 33. Ahzâb 37.
[173]
Leon Caetani, İslâm Tarihi, Tercüme: Hüseyin Câhid, IV, 169-171.
[174] İbn İshâk, Sîre, Tahkîk: M.Hamidullah, s.244, parag- raf:381-382.
[175] Emile Dermenghem, Muhammed'in Hayatı,
Tercüme: Reşat Nuri, s.367-370.
[176] Dermenghem, age., s.402.
Savary, Mahomet Le Koran, s.46-47.
[177] ibn Sâd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ,
VIII, 101; Taberî, Câmiu'l- Beyân, XXII, 13; Târîhu'l-Ümem, II, 563;
Îbnü'l-Esîr, Üs- dü'l-Gâbe, VII, 125.
[178] îbn Sâd,
age., VIII, 101; Îbnü'l-Esîr, age., VII, 125.
[179] 33. Ahzâb, 36.
[180] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'ân Dili, VI, 3897.
[181] ibn Kesîr, el-Bidâye
ve'n-Nihâye, IV, 145; Hamdi Yazır, age., VI, 3901; Ahmed Davudoğlu, Sahih-i
Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 303.
[182] ibn Sâd, age., VIII, 114.
[183] îbn Sâd, age., VIII, 103;
Tirmizî, age., V, 354, Hadis No:3212.
[184] îbn Sâd, age., VIII, 102;
Îbnü'l-Esîr, age., VII, 125.
[185] Îbn Sâd, age., VIII, 114.
[186] 33. Ahzâb, 37.
[187] Cemil Sena,
Muhammedin Felsefesi, s.23.
[188]
Davenport, Hz. Muhammed ve Kuran-ı Kerîm, Tercüme: Ömer Rıza Doğrul, s.25-26.
[189] W.Montgomery Watt, Hz.
Muhammed, Tercüme: Hayrul- lah Örs, s.164.
[190] Watt, Mühammad at Medina,
s.282, 287-288, 314, 327, 329-331.
[191] Maxime Rodinson, Hz. Muhammed, Tercüme: Atilla Tokatlı, s.209-210.
[192] Rodinson, age, s.210.
[193] Kâmil Miras, Sahih-i Buhârî
Muhtasarı Tecrîd-i Sarih,, Tercümesi, XI, 261.
[194] Abdullah Draz, Kur anın
Anlaşılmasına Doğru, Tercüme: Salih Akdemir, s. 161-162.
[195] Tirmizî, age., V,
252-255, Hadis No:3207, 3210, 3213.
[196] îbn îshâk, age, s.244,
paragraf: 382; îbn Sâd, age., VIII, 101; Taberî,
Câmiu'l-Beyân, XXII, 13.
[197] îbn İshâk, age., s.244, paragraf: 382.
[198] Zehebî, Mîzânü'l-l'tidâl,
IV, 481-533.
İbn Sâd, age., VIII, 101-102.
4
Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Ebî Hâtim er-Râzî, el- Cerh ve't-Tadîl,
VIII, 21; ez-Zehebî, Tezkiretul-Huffâz, I, 348; Mîzânü'l-Î'tidâl, III, 662;
Siyeru A'lâmi'n Nübelâ, IX, 457, 462-464; ibn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu
t-Tehzîb, V, 233-236.
[200] es-Sehâvî, î'lânü
bi't-Tevbîh limen Zemme't-Târîh, s.117.
[201] Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl,
II, 448-449.
[202] Zehebî age., IV, 590.
[203] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XXII,
13.
[204] Ebü'l-Fidâ Ismâil b. Kesîr,
Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, VI, 420; H.Yazır, age, VI, 3901; A.Davudoğlu, age.,
VII, 303- 304.
[205] Roger Arnaldez, Fransız Kültüründe
Muhammed Pey- gamber'in Tasviri, I. İslâm Araştırmaları Sempozyumu Tebliği,
s.62 vd.; Dermenghem, Muhammed'in Hayatı, Tere: Reşat Nuri, s. 366; Caetani,
İslâm Tarihi, Tere: Hüseyin Câhid, V,122-127, VI, 319.
[206] Tevrât, Tekvin, 16/1-4.
[208] Tekvin, 30/3-13, 32/22
[209] II. Samuel, 3/2-5.
[210] I. Samuel, 25/39-44, 27/3;
II. Samuel, 2/2, 3/13-16, 11/2-5, 14-17; 26-27, 12/9-10,24; I. Krallar, 1/1-4.
[211] I. Krallar, 11/1-8.
[212] Matta, 25/1-10.
[213] John Davenport, Hz.
Muhammet! ve Kur'an-ı Kerim, Tere: Ömer Rıza Doğrul, s.103-106.
[214] A.Çavis, Anglikan Kilisesine
Cevap, Tere: Mehmed Âkif, s.165-166.
M. Hamidullah, Islâm Peygamberi, I, 110.
[215] îbn Hişâm, es-Sîre, I, 285.
[216] îbn îshâk, Sîre, s.227;
îbn Hişâm, age., II, 57.
[217] 37, Ahzâb, 52.
[218] Ebû Dâvud,
Sünen II, 677-678; îbn Mâce, Sünen, I, 628;
Şevkâni, Neylü'l-Evtâr, VI,159
[219] 6. Enam, 7.
[220] İbnü'l-Esîr, Üsdûl-Gâbe,
VII, 65-67.
[221] I.Esîr, age., VII,115-117, 315-316;
Hamidullah, Islâm Peygamberi, (Tere: S. Tuğ), 11,739.
[223] M.Fayda, Allâh'ın Kılıcı Hâlid b. Velîd, s. 135.
[225]1. Esîr, age., VII,340-342; Hamidullah, age., 11,734-735.
[226] I.Esîr, age., VII,169-171; Hamidullah, age., 11,740-741.
11.Esîr, age., VII,56-58; Hamidullah, age., 11,737-739.
[227]1.Esîr, age., VII,129; Hamidullah, age., 11,733-734.
[228] Î.Esîr, age., VII,157-158;
Hamidullah, age., 11,730-731.
[229] Caetani, age.,
VII,394-398; M.Watt, Hz..Muhammed, Tere. Hayrullah Örs, s.205, 210-211,216.
[231]
Gazali, İhyâ, 11,38.
[232]
Ibnü'1-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, 11,11.
[233] Turan Dursun, a.g.e.,
1,45-46.
[234] Turan Dursun, a.g.e., 1,46.
[236]
Müslim, Radâ, 46; Aynî, Umdetü'l-Kârî, 111,215.
[237] Buhârî, Nikâh, 104; Talâk, 7.
[238] İbn Hacer, Fethu'l-Bari,
IX,323.
[239]
Turan Dursun, a.g.e., 1,45; Tecrid-i Sarih Terc.den naklen, Hadis No:192.
[241] Aynî, Umde, 111,217
[243] Kitâb-ı Mukaddes, I.Krallar, 2/1-8
[245] 33. Ahzâb, 51.
[247] Muhammed
Hamîdullah, Islâm Peygamberi, Tere. Salih Tuğ, 11,743.
[248] Buhârî, Talâk, 7.
[250] Aynî, Umde, 111,215.
[251] Aynî, a.g.e., 111,217
[252] İbn Mâce,
Tahâret, 102, Hadis No:590.
[253] îbn Mâce, a.g.y.
îbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, 11,502.
[254] îbn Hacer, a.g.e., V,423.
[255] Müslim, Hayz, 28.
[257] Ahmed b.Hanbel, Müsned, 111,225.
2 İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,
1,299-300.
3 İbn Mâce, Tahâret, 101.
[258] İbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, 11,525.
[259] Ahmed
b.Hanbel, Müsned, 111,239.
[260] İbn Hacer, a.g.e.,
V,453-454.
[261] İbn Hacer, age., V, 127-128.
1 Ibn
Hacer, a.g.e., VI,40-43; Mezkûr rivâyetler için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned,
111,99,189 îbn Hacer, Tehzibü’t-Tehzib, 1,328.
[265] îbn Hacer, a.g.e., 11,11-12.
[266] îbn Hacer, a.g.e.,
V,471-472.
[268] ibn
Hacer, age., VI,501-502; Katâde hk.bkz. îbn Hacer, a.g.e., IV,540.
[270]îbn Hacer, a.g.e., V,272.
[271] Ibn Mâce, Tahâret, 101.
2 Ibn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,
V,343.
[272] Tirmizî, Tahâret, 106.
[273] Tirmizî, a.g.y.
[276] ibn
Hacer, a.g.e,, 11,97.
[278]
Müslim, Hayz, 28; Krş.I.Mâce, Tahâret, 102, Hadis no:590.
[279]
Turan Dursun, a.g.e., 1,47
İ Buhârî, Tefsîr, 33/7; Nikâh, 29; Müslim, Rada', 49-50; Nesâî, Nikâh,
1; îbn Mâce, Nikâh, 57; A.b.Hanbel, Müs- ned, VI,134, 158, 261.
[280] Zehebî, Mîzânü'l-Î'tidâl,
IV-301-302; İbn Hacer, Tehzîbü’t- Tehzîb, VI,35-36.
[281] ibn Hacer, a.g.e., 11,11-12.
[283] İbn Hacer, a.g.e., V,289.
[284] l.Sa'd, et-Tabakât,
VI,394-395; Zehebî, Mîzân, 1,588; l.Hacer, a.g.e., 11,6.
[285] Zehebî, a.g.e., 11,79; Ibn Hacer,
a.g.e., 11,200.
[287] Müslim, Rada', 50.
[288] Nevevî, Minhâc (Sahîhu
Müslim bi Şerhi'n-Nevevî, Beyrut, Tarihsiz) X,50; Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mâce
Terce- mesi ve Şerhi, V.496.
[289] Aynî, Umdetü'l-Kârî, XX,
109.
[290] Nesâî,
Tahrîm, 19/4064.
[291] Buhârî, Vasâyâ, 23; Tıb,
48; Hudûd, 44; Müslim, îmân 144; Ebû Dâvud, Vasâyâ, 10.
2
Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 14, 83.
[292] Tirmizî, Hudûd, 27/1460; Ebû
Dâvud, Harâc ve'1-Imâret, 31/3043; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 190-191.
[293] îbn Kudâme, el-Muğnî IX,
35; Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 61-68.
[294] Tevrat, Çıkış, 22/18;
Levililer 20/27.
[295] Râzî, Mefâtîhül-Ğayb, III, 206-213.
[296]
Turan Dursun, Din Bu, I, 116-117.
[297]
Buhârî, Nikâh 47; Tıb 51; Müslim, Cum'a, 47.
[298]
Turan Dursun, age., I, 116.
[299] Turan Dursun, age, I, 116.
[300] 2. Bakara, 102.
[302]
449.
[303] Râzî, age,
XXXII, 196; Yazır, age, IX, 6400.
[304] M.
İzzet Derveze, et-Tefsîrül-Hadîs, I, 197-198; Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân’ın
Çağdaş Tefsiri, XI, 191.
[306] Buhârî, Tıb, 47, 49, 50; B.Halk, 11; Cizye, 14; Edeb, 56; Müslim,
Selâm, 43; İbn Mâce, Tıb 45; A.b.Hanbel, Müsned, VI, 57,63-64, 96.
[308] Nesâî, Tahrîm, 20/4065.
[309] Müslim, Selâm, 43; Krş. Buhârî, B. Halk, 11; Tıb, 47; İbn Mâce, Tıb
45/3545; A.b. Hanbel, Müsned, VI, 57.
2
Buhârî, Cizye, 14; Tıb, 49, 50; Edeb 56; A. b. Hanbel, Müsned, VI,
63-64, 96.
[310] Krş. Buhârî, Tıb, 47; Müslim, Selâm, 43;
İbn Mâce, Tıb, 45; A.b. Hanbel, Müsned, VI, 57,96.
[312] Nesâî, Tahrîm, 20/4065.
[313] Buhârî, îcâre, 16, Tıb,
39; Ebû Dâvûd, Tıb 19, Buyû 37; A.b. Hanbel, Müsned, V, 211.
[314] Nesâî, Tahrîm, 20/4065; A.b. Hanbel, Müsned,
IV, 367.
[315] Bkz. Ek:l,2.
[316] A.b. Hanbel, Müsned, VI,
63-64.
[317] Buhârî, Tıb 50.
[318] A.b. Hanbel, Müsned, VI,
57.
[319] Müslim Selâm, 43.
[320] îbn Mâce, Tıb, 45.
[321] Buhârî, Cizye, 14.
[322] Buhârî, Tıb 47, B. Halk
11.
[323] Buhârî, Tıb 49.
[324] Buhârî, Edeb 56.
[325] A.b. Hanbel, Müsned, VI,
96.
[326] A.b. Hanbel, age., VI, 63.
[327] Buhârî, Cizye 14.
[328] Bkz. Ek:l.
[329] İbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, VI, 35-36.
[330] Bkz. Ek: 1.
[331] Zehebî, Mîzânü'l-l'tidâl,
IV, 301-302.
[332] İbn Sa'd,
et-Tabakâtü'l-Kübrâ, VI, 394-395; Zehebî, a.g.e., I, 588: İbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, II, 6.
[333] Zehebî, a.g.e., IV, 24:
ibn Hacer, a.g.e., V, 272.
[334] îbn Hacer, a.g.e., III, 503.
[335] Zehebî, a.g.e., II, 659. ■
[336] îbn Hacer, a.g.e., III, 503.
[337] Zehebî, a.g.e., II, 171; îbn
Hacer, a.g.e., II, 359.
[338] îbn Hacer, a.g.e., VI, 109.
[339] îbn Hacer, a.g.e., V, 500-502.
[340] Derveze,
et-Tefsîrül-Hadîs, I, 198; Sübkî, el-Menhel, VIII, 118.
[341] Derveze, age, I, 199.
[342] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş
Tefsiri, XI, 191.
[343] Yazır, Hak Dini, IX,
6351-6353; Ateş, age, XI, 193-194.
[344] Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, XXXII,
187-188; Krş. Ateş, age, XI, 195.
[345] Aynî, Umdetü'l-Kârî, XXI,
277; Sübkî, el-Menhel, VIII, 120: Dûvudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
IX, 5804.
[346] Nevevî, el-Minhâc XIV, 174-175; Sübkî, el-Menhel, VIII, 119: Yazır,
age, IX, 118; Dûvudoğlu, age, IX, 5804.
[347] Nevevî, age, XIV, 175:
Aynî, age, XXI, 280; Sübkî, age,
VIII, 118; Yazır, age, IX, 6357; Davudoğlu, age, IX, 5804.
[348] Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb,
XXXII, 188; Ateş, age, IX, 195-196.
[349] Bkz. Muhammed el-Hamîd,
Rudûd alâ Ebâtîl, s.242; So- fuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercümesi, VII, 40,
Açıklama; 31.
[350] Yazır, Hak Dini, IX,
6357-6358.
[351] Mahmûd Ebû Reyye, Edvâ' ale's-Sünneti'l-Muhamme- diyye, s. 378. Tere;
Muharrem Tan, (Muhammedi Sünnet- 'in Aydınlatılması), s.379-380.
[352] Ateş, age, XI, 194-195.
[353] Yazır, Hak Dini, IX, 6356.
2 Derveze,
age, I, 199-200.
3 Ateş, age, XI, 195.
4 Yazır,
age, IX, 6358.
[354] Ateş, age, XI, 196.
^Buhârî, Tıb, 47; Müslim, Selâm, 43.
Buhârî, Tıb 50. Cizye 14
Buhârî, Tıb 49.
[355]Buhârî, Tıb 49.
[356]Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1,60.
[357]17. Isrâ, 47.
[358] 25. Furkân, 8.
[359] Zehebî, Mîzânü'l-l'tidâl,
II, 224.
[360] îbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, V, 91.
[361] Draz, Kur'ân'ın
Anlaşılmasına Doğru, Tercüme; Salih Akdemir, s. 167-168.
[362] Îbnü'l-Cevzî, el-Vefâ,
1,173.
[363] el- Buhârî, Sahîh, 11,226,
250; Müslim, Sahih, 11,792.
[364] Ibnü'1-Habîb,
Kitâbü'l-Muhabber, s. 319; İbn îshâk, a.g.e., s.291; l.Hişâm, a.g.e., 111,47;
Taberî, Târîhu'l-Ümem, 11,483-484.
[365] Krş. Andrew Lang ve
Wilhelm Schmidt'in çalışmalarına
bakınız. <
[366] Tekvin, 21/13, 20-21.
[367] Günay Tümer-Abdurrahman
Küçük, Dinler Tarihi, s. 31; William Calloley Tremmel, Religion What is it?
s.23.
[368] 61.Saff, 8.
[369] 5. Mâide, 3; 33. Ahzâb,
40.
[370] 3. Âl-i îmrân, 19, 95.
[371] Watt, Hz. Muhammed,
Tercüme; Hayrullah Örs, s. 120- 121.
[372] Maxime Rodinson,
Muhamed'in izinde, Tercüme; Er-Ba- kan, s. 187.
[373] 2. Bakara, 183.
[374] Watt, Muhammad at Medina,
s. 306-307.
[375] Isidore Epstein, Judaism,
s. 180.
[376] E. Dermenghem, Muhammed'in
Hayatı, Tercüme; Reşat Nuri, s.211.
[377] Sarıkçıoğlu, Batı Dinler
Tarihinde İslâm, Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu Tebliği,
s.6.
[379] The Universal Jewish Encyclopedia, Medina maddesi, VII, 437.
[380]
Watt, Hz. Muhammed, s.104-105.
[381] Bkz. Andlaşma Madde; 25;
1. Hişâm, es-Siretü'n-Nebe- viyye, II, 149; M. Hamidullah, Islâm Peygamberi,
Tercüme; Salih Tuğ, I, 226-227.
[382] Bkz. Andlaşma madde;
25-35.
[383] Müslim, Sahîh, II,
797-798; Ebû Dâvud, Sünen, II, 818- 819.
[384] Draz, Kur'ân'ın
Anlaşılmasına Doğru, Tercüme; Salih Akdemir, s. 167.
[385] İbn Sâd,
et-Tabakâtü'l-Kübrâ, I, 248; Yazır, Hak Dini, I, 625.
[386] l.Hişâm, age., II, 263
[387] Vâkıdî, Kitâbü'l-Meğazî,
Tahkik; Marsden Jones, I, 176; îbn Sâd, age., II, 29; Belâzürî, Ensâbü'l-Eşrâf,
Tahkik; Ebü'l-Fadl îbrâhim, II, 479; Ibnü'l-Esîr, el-Kâmilü fi't-Tâ- rîh, II,
137.
[388] Vâladî, age., s. 168; Ibn Sâd, age., II,
39; Serahsî, Şerhu Kitâbi's-Siyeri'l-Kebîr, Tahkik; Selâhuddîn el-Müneccid, IV,
1423; Hamidullah, age., I, 623.
[389] Fr. Buhl, M.E.B. Islâm
Ansiklopedisi, Muhammed maddesi, VIII, 462.
[391]
409.
[392] Buhârî, Sahîh, II, 226,
250; Müslim, Sahîh, II, 792; Ebû Dâvud, Sünen, II, 817; Tirmizî, Sünen, III,
127.
[394] Cemil Senâ, Hz.
Muhammed'in Felsefesi, s.53.
[395] 2. Bakara 183.
[396] M. Plessner, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, Ramazan
Maddesi, IX, 61-612.
[397] Buhârî, Sahîh, II, 251;
Müslim, Sahih, II, 796.
[398] Buhârî, Sahih, II, 251;
Müslim, Sahih, II, 796; Ebû Dâvud, Sünen, II, 818; İbn Mâce, Sünen, I, 552;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 340.
[399] Tevrât, Levililer,
23/26-28.
[400] 2. Bakara, 185.
[401] Krş.Taberî, Câmiu'l-Beyân
an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, II, 132.
[402] Taberî, age., II, 130-131;
Yazır, age., I, 636.
[403] Belazürî, age., I, 105.
[404] Tevrât, sayılar, bâb; 29.
[405] Tevrât, Çıkış, 32/26-28.
[406] Bkz. Kadr Süresi.
[407] Tevrât, Levililer,
16/29-31; 23/26-32.
[408] M. Plessner, age., IX,
611-612.
[409] Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, s.
415-416.
[410] Müslim, Sahîh, II,
667-669; Tirmizî, Sünen, III, 116; Nesâî, Sünen, IV, 91-94; îbn Mâce, Sünen, I,
444-445.
[411] Wensinck, M.E.B. Islâm
Ansiklopedisi, Aşûrâ maddesi, I, 710-711.
[412] Tabefî, Câmiu'l-Beyân, II,
163-164; Yazır, age., I, 668;
Mehmed Vehbi, Hulasatü'l-Beyân, I, 318.
[413] 2. Bakara, 187.
[414] Müslim, Sahîh, II,
770-771; Ebû Dâvud, Sünen, II, 757; Tirmizî, Sünen, III, 88; îbn Mâce, Sünen,
I, 540.
[415] Buhârî, Sahîh, II, 232-243;
Müslim, Sahîh, II, 774-776.
[416] Caetani, Islâm Tarihi,
Tercüme; Hüseyin Câhid, III, 207.
[417] Caetani, age., III, 208.
[418] Buhârî, Sahih, II, 251;
Müslim, Sahih, II, 796; Ebû Dâvud, Sünen, II, 818; Ibn Mâce, Sünen, I, 552.
[419] Tevrât, Çıkış, 32/26-28.
[420] Caetani, age., III, 295.
[421] Buhârî, Sahih, II, 251;
Müslim, Sahih, II, 796; Ebû Dâvud, Sünen, II, 818; îbn Mâce, Sünen, I, 552;
A.b. Hanbel, I, 340.
[422] Caetani, age., III, 296,
not:l.
[423] Caetani, agy.
[424]Buhârî, Sahîh, II, 226-250; Müslim, Sahîh, II, 792; Ebû Dâvud, Sünen,
II, 817; Tirmizî, Sünen, II, 127; imâm Mâlik, Muvatta', I, 299; A. b. Hanbel,
Müsned, VI, 29-30,162.
[425] Müslim, Sahîh, II,
792-793; ibn Mâce, Sünen, I, 553.
[426] Buhârî, Sahîh, II, 158-159
[427] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
VI, 244.
[428]
Caetani, age., III, 296-297.
[429] Buhârî. Sahîh, II, 251; Müslim, Sahîh, II, 796.
[430] 9. Tevbe, 37.
[431] Caetani, age., II, 297-298.
[432] tbn Sâd, age., I, 248; Yazır, age., I, 625.
[433] Andrae, Mahomet sa vie et sa Doctrine, s. 137-139; Gaudefroy-Demombynes,
Institutions Musulmane, Paris 1946, s. 68; Draz, age., s. 164.
[434] Draz, age., s.167.
[435] el-Bîrûnî,
Kitâbü'l-Asâri'l-Bâkiyye Ani'l-Kurûni'l-Hâliye, Neşreden; Eduard Sachau,
s.330-331; Nedvi, Dört Rükün, s. 196-197.
[436] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi
Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, IV, 214- 215.
[437] Tevrât, Sayılar, bâb; 20; Levililer,
16/29-31; 23/26-28.
[438] Buhârî, Sahîh, II, 251;
Müslim, Sahih, II, 796.
[439] Tevrat, Çıkış, 12/18.
[440] Çıkış. 13/9-10, 34/18.
[441] Müslim, Sahih, II,
792-793.
[442] Nedvi, age., s. 197-204.
[443] el-Bîrûnî, age., s. 11-12,
52 vd.
[444] A.b. Hanbel, Müsned, I,
241.
[446] el-Buhârî, Cizye, 6; Müslim,
Vasiyyet, 5/20; Ebû Dâvud, Harâc, 27/3029; Abdürrezzâk Musannef, VI, 57,
No;9992.
2
Mustafa Fayda, "Hz. Ömer'in Hayber Çevresi ile Necrân- ’dan Gayr-i
Müslimleri Çıkarması", DEÜ llâhiyat Fakültesi Dergisi, 1,65-66.
[447] Müslim, Cihâd, 63; Ebû Dâvud,
Harâc, 27/3030-3031; imâm Mâlik, Muvatta', Medîne, 17; Dârimî, Siyer, 55/2501,
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 29, 32, 87, 195, 196; et-Tayâlisî, Müsned, s. 31;
Abdürrezzâk, Musannef, VI, 54, no;9987; VI, 58, no; 9994.
[448] Ebû Dâvud, Harâc, 27/3033;
Tirıfıizî, Zekât, 11/633; İmâm Mâlik, Muvattâ', Medîne, 18; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, I, 23, 285, VI, 274-275; Abdürrezzâk, Musannef, VI, 53, no; 9984, VI,
56, no;9990.
[449] el-Buhârî, Şurût, 14,
îcâre 22, Hums, 19, Hars 17; Müslim, Müsâkât, 6; Ebû Dâvud, Harâc, 3/3007.
[450] Krş. Goldziher, MEB îslâm
Ansiklopedisi, Ehlü'l-Kitâb maddesi, IV, 208; Caetani, îslâm Tarihi, (Tere;
Hüseyin Cahid,) VIII, 51-53, X, 7-8; Guillaume, İslam, s. 96-97.
[451] Krş. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, VI, 274-275.
[452] Caetani, Islâm Tarihi,
VIII, 51-52.
* (Not; Caetani'nin yukardaki sözlerinde geçen Vâdi'l-ferd kelimesi
aslında Vâdi'l-Kurâ olmalıdır.
[453] Caetani, İslâm Tarihi, VIII, 52-53.
[454] Krş. Caetani, age, VIII, 56.
[455] Caetani, age, VIII, 56.
[456] Bkz. Ek; 1-5.
[457] Ibn Sâd, Tabakâtü'l-Kübrâ,
II, 262; I. Hişâm, es-Sîretü'n- Nebeviyye, IV, 305.
[458] Caetani, age, X, 7-8.
[459] Guillaume, İslam, s.
96-97.
[460] Makale için Bkz. Mustafa
Fayda, "Hz. Ömer'in Hayber ve Çevresi ile Necran'dan Gayr-ı Müslimleri
Çıkarması", DEÜ1FD, I, 51-56.
[461] Mustafa Fayda, agm, I, 63-66.
[462] Krş. el-Buhârî, Cizye, 6;
Müslim, Vasiyyet, 5/20; Ebû Dâ- vud, Harâc, 27/3029.
[463] Krş. Abdürrezzâk,
Musannef, VI, 57-58, no; 9993.
4
Müslim, Cihâd, 21/63; Ebû Dâvud, Harâc, 27/3030-3031; Abdürrezzâk,
Musannef, VI, 54, no; 9985, 9987; VI, 58, no;9994; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,
29, 32, 87,195, 196, VI, 274-275; imâm Mâlik, Muvatta', Medine, 17, 18; Dâ-
rimî, Siyer, 55/2501; Tayâlisî, Müsned, s. 31.
[465] Ebû Dâvud, Harâc, 27/3033,
Tirmizî, Zekât, 11/633; Ah- med b. Hanbel, Müsned, I, 223, 285.
[466] Abdürrezzâk, Musannef, VI,
53, no; 9984; VII, 56, no; 9990.
[467] Krş; EK-1.
[469] Krş. EK-1.
[470] Abdurrezzâk, Musannef, VI,
53, 56, no; 9984, 9990.
[471] Krş. el-Buhârî, Cizye, 6;
Müslim, Vasiyyet, 5/20.
[472] EK-2-3.
[473] Müslim, Cihâd, 63.
[474] Ebû Dâvud, Harâc,
27/3030-3031.
[475] imâm Mâlik, Muvatta',
Medîne, 17.
[477] Dârimî, Siyer, 55/2501.
[478] Abdürrezzâk, Musannef, VI,
54, 58, no;9987, 9994.
[479] Ebû Dâvud et-Tayalisî,
Müsned, s.31.
[480] Ahmed b. Hanbel Müsned,
1,196.
[481] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1,195.
[482] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 195.
[483] Dârîmî, Siyer, 55/2501.
[484] Tayâlisî, Müsned, s.31.
[485] İbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, İV, 664-666
[486] îbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 165-166
[487] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 87.
[488] îbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 107.
[489] îbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, I, 223-224.
[490] Abdürrezzâk, Musannef, VI,
58, no;9994.
[491] îbn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, I, 504-506.
[492] Müslim, Cihâd, 63.
[493] Krş. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, I, 29.
[494] Bkz. Ebû Dâvud, Harâc
ve'l-îmâret, 27/3031.
[495] Krş. Tirmizî, Siyer,
43/1607; Ebû Dâvud, Harâc vel-lmâ- ret, 27/3030.
[496] Krş. Müslim, Cihâd, 63.
[497] Bkz. Müslim, Cihâd, 63;
Ebû Dâvud, Harâc ve'1-lmâret, 27/3030; Tirmizî, Siyer, 43/1607.
[498] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 32.
[499] Krş. Ebû Dâvud, Harâc
ve'1-Imâret. 27/3031.
[500] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 32.
[501] Bkz. Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tidâl iî Nakdi'r-Ricâl, IV, 37-40; îbn Haçer, Tehzîbü't-Tehzîb, V,
281-283.
[502] Bkz. Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tidâl, V,495; İbn Hacer, Tehzîbü't- Tehzîb, IV, 146.
[503] Bkz. Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tidâl, II, 58-60; ibn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 173-174.
[504] Bkz. Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tidâl, IV, 228-229; îbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V,856.
[507] Bkz. Zehebî,
Mîzânü'l-Î'tidâl, II, 609-614; Ibn Hacer, Teh- zîbü't-Tehzîb, I, 445-447.
[508] Tirmizî, Siyer, 43/1606.
[509] Ibn Hacer,
Tehzîbü't-Tehzîb, II, 235-236.
[510] Hz.
Ömer'den gelen rivâyetlerin isnadlan için Bkz. EK-3.
[511] Krş. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, IV, 274-275; imâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-18; Abdürrezzâk, Musannef,
VI, 53- 54, No; 9984, 9987.
[512] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
VI, 274-275.
[514] Krş. İmâm Mâlik,
Muvatta', Medine 17.
[515] Abdürrezzâk, Musannef,
VI, 54, no;9987.
[516] Krş. İmâm Mâlik,
Muvatta', Medine 18.
[517] Abdürrezzâk,
Musannef, VI, 58, no;9995.
[518] Bu hadisin
rivâyet yollan için bkz. EK-4.
[519] Tirmizî, Zekât
11/633, Ebû Dâvud, îmâret 27/3033; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 223, 285.
[520] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 223.
[521] Zehebî,
Mîzânü'l-I'tidâl, III, 367; îbn Hacer, Tehzîbü't- Tehzîb, IV, 511.
[522] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 285.
[523] Ebû Dâvud, îmâret,
27/3033.
[524] Tirmizî, Zekât
11/633.
[525] Zehebî,
Mîzânü'l-l'tidâl, IV, 361-362; İbn Hacer, Tehzîbü't- Tehzîb, VI, 117.
[526] Bu hadislerin
isnadlan için bkz. EK-5.
[527] 9, Tevbe, 29.
[528] et-Taberî, Tarihü'l-Ümem ve'l-Mulûk III, 321.
[529] Krş. Mustafa Fayda, Agm,
s.52-62.
[530] Krş. Müslim, Cihâd, 63;
Ebû Dâvud, İmaret, 27/3030-3031;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 29-32.
[531] Krş. Müslim Cihâd, 63; Ebû
Dâvud, Harâc, 27/3030-3031; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 29-32; Tirmizî, Siyer,
43/1607.
[532] Bkz. Ek.3.
[533] Dârimî, Siyer,
55/2501; Abdürrezzâk, Musannef, VI, 57-58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 195-196;
et-Tayâlisî, Müsned, s.31.
[534] el-Buhârî, Şurût,
15; Hars, 17; İcâre, 22; Hurtıs, 19; Müslim, Müsâkât, 6; Ebû Dâvud, Harâc,
23/3007; Abdürrezzâk, Musannef, VI, 56.
[535] Bu hadisler için Bkz.
EK-3.
[536] Ebû Dâvud, Harâc, 23/3030.
[537] Müslim, Cihad, 63; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, I, 29.
[538] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 32.
[539] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 32.
[540] Bkz. Abdürrezzâk,
Musannef, VI, 51-52, no; 9977-9979.
[541] Ebû Dâvud, Harâc,
28/3034; İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 19.
[542] Ebû Dâvud, Harâc,
28/33.
[543] Krş. Îbnü'l-Esîr,
en-Nihâye Fî Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser, I, 268.
[544] M.J. de Goeje, MEB, İslâm
Ansiklopedisi, Arabistan maddesi, I, 472-473.
[545] M.J. de Goeje, MEB. Islâm
Ansiklopedisi, Arabistan Maddesi, I, 473.
[546] Krş. Taberî, Târîhu'l-Ümem, III, 321.
[547] Krş. el-Buhârî, Hars, 17;
İcâre, 22; Hums, 19; Müslim, Müsâkât, 6; Şurût, 14; Ebû Dâvud, Harâc, 23/3007.
[548] Bkz. el-Buhârî, îcâre, 22.
[549] el-Buhârî, Şurût, 14.
[550] el-Buhârî, Şurût, 14; Ebû
Dâvud, Harâc, 23/3007.
[551] el-Buhârî,
Şurût, 14; imâm Mâlik, Muvatta', Medine, 19.
[552] Bkz. Kâmil
Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, VIII, 166-167;
Mehmed Sofu oğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, V,68-69 dipnot 3.
Bu konuda bkz. Ali Osman Ateş, Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler-Büyü,
Beyan Yayınlan, İstanbul 1995, s.190-194.
[554] Turan Dursun, age, II, 263.
[555]26. Şuara, 127,145,164,180.
[556] Krş. Dârimi Sünen, I, 10-11, (Mukaddime 4); Ahnied b.
Hanbel, Müsned, IV, 170-171.
[557] Turan Dursun, age, II,
269.
[558] Ebû Dâvud, Tıb, 1, 11;
Tirmizî, Tıb, 2; İbn Mâce Tıb, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 156, IV, 278.
[559] Turan Dursun, age., II, 266-268.
[560] Ebû Dâvud, Tıb, 18/3887.
[561] Ebû Dâvud, Tıb 18/3887; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, VI, 286.
[562] Turan Dursun, age, II, 268.
[563] lbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Gâbe,
VII, 163; îbn Hacer, el-Isâbe VIII, 121.
[564] îbn Hacer, el-îsâbe, VIII,
120.
[565] Îbnü'l-Esîr, Üsdü'1-Ğâbe,
VII, 153; îbn Hacer, a.g.e., VIII, 121.
1 Turan Dursun, age., II, 268.
1 Buhârî, Meğazî, 38; Ebû Dâvud, Tıb, 19/3894.
[566] Müslim, Cihâd, 67-68;
Selâm 75; Ebû Dâvud, Tıb, 7/3866;
İbn Mâce, Tıb, 24/3494; Buhârî, Meğazi, 30.
[567] Müslim, Selâm, 74.
[568] Turan Dursun, age, II, 266-267.
[569] Bkz. Matta 15/29-31.
[570] Meydan Larousse, XII,
333-334.
[571] Doktorumuz, Tıp
Ansiklopedisi, VII, 2350-2351.
[572] Buhârî, Tıp, 38; Müslim,
Selâm, 54; Ebû Dâvud, Tıb, 19/3895; Ibn Mâce, Tıb, 36/3521.
[573] Nevevî, el-Minhâc XIV,
184.
[574] Buhârî, Cum'a, 8; Müslim, Taharet 42.
[575] Görsel Sağlık Ansiklopedisi, I, 162-163.
[576] Buhârî, Cihâd, 102; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, ,34.
[577] Ibnü'1-Esîr, Üsdü'l-Gâbe,
II, 472; Ibn Hacer, el-îsâbe, III, 140.
[578] Ibn Hişâm,
es-Sîretün-Nebeviyye 111,342.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar