Print Friendly and PDF

“Persona”l Külliyat Albayım!




İma C. Özkan  |  10 Ekim 2012  |  Kategori : Fikir   |  Okunma:1.054



    “Asla gerçekleşmiyoruz. Karşı karşıya duran iki uçurumuz biz –Cennet’i hayranlıkla izleyen bir kuyu.”

(Fernando Pessoa)

Psikoloji literatürüne biraz ilgi duyanlar, Jung’un arketiplerinden haberlidirler. Bu arketiplerden biri, Latincede “maske” demek olan persona. Hayata katılırken, dış dünyaya kendimizi sunarken giyindiğimiz “kılık”lar yahut yüz’lediğimiz heteronomik kimlikler. Herhangi bir insanı ikiyüzlülükle suçlamak, tam bu noktada parodik olacaktır: İki değil, en aşağı onlarca yüzle dolaştığımız, arz-ı endam eylediğimiz düşünülürse!

Jung’a bakılırsa asıl tehlike, personalardan birini aşırı benimseyip, onsuz edemez hale gelmek. Çünkü bu; personalardan birinin ego’yu egemenlik altına alması demek. Böylesi durumda ne olur peki? Benlik düpedüz o persona ile özdeşim kurduğunda ego şişecek ve kişi daimi bir gerilimin konusu olacaktır. Bu infiation’un beklenen sonucu ise şahsiyete yabancılaşma.

Bütün bunlardan bahsetmekteki maksadım mâlumatfuruşluk değil. Gündelik hayata sirayet etmiş öyle çok uzantıları var ki personanın. Sözgelimi adam emekli bir askerdir, elden ayaktan; gözden ışıktan olmuştur ama yine banka kuyruğundan dost sohbetlerine kadar, “albay”dır. Aramızda dolaşırken, çiçeklerini sularken, bir kilo patates alırken albaydır. Emir ile komuta arasındaki o persona’l külliyatın birine kapılmıştır; onsuz edememektedir. Artık zanneder ki albay değilse, bir hiçtir. Oysa hakikatte, albay değilken bir hiç olacaksa bile, albayken de bir hiçtir. İşte o “hiç” esasında nasıl da değerli! O “hiç” tümleşik bir şahsiyetimiz olabilmesi için, bana kalırsa yegane malzememiz.“Tamam albayım” deriz onlara;  “baş üstüne albayım!” Biz de kendi içimizde persona tapıcısı bir persona geliştirmiş, yahut dudağımızın kenarında soysuz bir istihza ile “hadi canım ne allığın, ne baylığın kalmış!”deme hazzı edinmişizdir belki. Bu nedenle, “haklısın albayım” deriz. Direktifler savurur; yemek tarifi verirken bile albaydır. Pek çoğumuz, böylesi bir personayı tüm benliğiyle özdeşleştirmiş birinin arkasından kolayca atıp tutarız. Kızar, öfkeleniriz de bazan. Oysa asıl onlar için cehennemdir dünya.

İçinde bulunduğumuz sosyo-politik sistem, bizim kaç tane yahut ne çeşit personayla gezindiğimizi zerre kadar umursamaz. Hatta bu durumu lehe çevirdiğini söylemek bile abartı olmaz. Bunca şizoid ilişkiler ağı tertipleyen verili hayat,  gündelik yaşam denen deli gömleği; bir biçimde herkesin başından geçer. İşi zora koşanlar içinse kimyasal bazlı devalar, envai klinikler ne güne durmaktadır! “Canın hangi personaya perçinlenmek isterse ona yapış! Yeter ki itaat et. Ezber ve teyid sınırlarını zorlama.”

Tam burada, Suriyeli yazar Zekeriya Tamir’in en sevdiğim hikâyelerinden birini anmamak ne mümkün:Onuncu Günde Kaplanlar. Okuyanlar bileceklerdir; hikâye avcılar tarafından tuzağa düşürülerek yakalanan ve ormandan şehre getirilerek kafese kapatılan bir kaplanın hikâyesiBirinci günüdür henüz kaplanın. Usta hayvan terbiyecisi, çömezlerine ders vermek maksadıyla, kaplanı nasıl eğitip ehlileştirdiğini göstererek işe koyulur. Alaycı gözlerle kafese yaklaşarak kaplana: “Değerli misafirimiz bugün nasıllar acaba?” diye seslenir. Kaplan, ormanından çok uzaktadır ama hâlâ ormanı unutmamıştır: “Derhal yemeğimi hazır et!” diye kükrer. Hayvan terbiyecisi, kahkaha atar ve “Ne komik bir kaplansın; esirim olduğun halde emirler savuruyorsun. Oysa burada emirleri yalnız ben veririm” der. Kaplan bu duruma direnir: “Kimse bir kaplana emir veremez!” Hayvan terbiyecisi de devam eder: “İyi de, sen ormanda bir kaplandın. Burada sefil bir esirden başka birşey değilsin. Yemek istiyorsan, emirlere itaat edeceksin!” diye cevaplar. Kaplan boyun eğmektense, yemeği reddetmeyi tercih eder. İlk gün böylece sona erer. İkinci gün geldiğinde hayvan terbiyecisi kafese yaklaşır yine: “Aptal olma. Açlıktan ölüyorsun. Sadece aç olduğunu itiraf et ve yemeğine kavuş” der. Kaplan gerçekten acıkmıştır ve o anda bu kadar basit bir itirafta sakınca görmez: “Açım!”diye kükrer. Hayvan terbiyecisi durumdan ziyadesiyle memnun; çömezlerine şöyle seslenir: “Bakın artık kaplan; bir daha içinden hiç çıkamayacağı asıl tuzağa adım atmış bulunuyor! Sonrası kolay!” Derhal emir verir ve kaplanın önüne koca bir parça et konur. Üçüncü güne gelinir. Bu defa hayvan terbiyecisi kaplandan, eğer yemek istiyorsa, onun basit bir direktifine uyması gerektiğini söyler:Arka ayakları üzerinde dikelmesi yetecektir. Kaplan evvela direnirse de, hakikaten bu isteği önemsiz bulur ve yerine getirmeye karar verir. Böylelikle o gün de yemeğine çarçabuk kavuşur. Dördüncü günde; kaplan uzaktan hayvan terbiyecisini henüz görür görmez, ayakları üzerinde dikelir. Çünkü acıkmıştır. Fakat hayvan terbiyecisi kaplanın artık emirlere itaat etmenin dışında, emirleri sevdiğine içinden memnun olsa da, “Olmaz; bugünkü direktif başka. Bugün senden kedi gibi miyavlamanı istiyorum” der. Kaplan deliye döner. Ama çok geçmeden, kedi gibi miyavlamanın neticede kendisini kedi yapmayacağına kani olarak başlar miyavlamaya. Hayvan terbiyecisi taklidi başarısız bulur, o gün kaplana tek lokma yiyecek verilmez. Herkes gittiğinde kaplan ormandaymışcasına iç geçirerek bir kez kükrer. Ne var ki orman artık ondan çok uzaklardadır. Günlerden beşinci güne varılır. Hayvan terbiyecisi defalarca yinelettikten sonra nihayet tam bir kedi gibi miyavladığını söyleyerek kaplanın önüne bolca yiyeceğini koydurtur. Ertesi gün; yani altıncı gün, kaplan mükemmelen kedi gibi miyavlarsa da hayvan terbiyecisi kaşlarını çatar. Bugünün eşek gibi anırma günü olduğunu söyler. Kaplan öfkeyle; “Ormanların kaplanından nasıl eşek gibi anırmasını istersin!” diyerek emre direnir. Hayvan terbiyecisi “Sen bilirsin” der ve uzaklaşır. O gece kaplan aç uyur. Yedinci gün; teklif tekrarlanır. Kaplan gözlerini yumup, ormanını hatırlamaya gayret eder, fakat bu kez başaramaz. Orman ondan çok fazla uzaktadır. Eşek gibi anırmaya başlar hüzünle. Hemencecik yemeğine kavuşur. Sekizinci gün, ne dediğini hiç anlamasa bile vereceği söylevi alkışlamasını talep eder hayvan terbiyecisi ve yerine getirir kaplan. Yine de memnun olmaz adam. Beğenmedim çünkü der kaplana: “Ben ikiyüzlü münafıkları sevmem.” O gün de aç kalır bizim eski kaplan. Dokuzuncu gün ise kaplanı şaşırtan bir durum gerçekleşir. Hayvan terbiyecisi bu defa elinde bir tutam otla kafese gelir; artıkyemeğinin bu otlar olduğunu söyler. “Fakat nasıl olur?” der kaplan; “biliyorsun ki ben etoburum.” “Keyfin bilir” diyerek karşılık verir adam; “bugünden sonra tek yemeğin bu otlar olacak!” Kaplan yemeyi dener, tiksinir uzaklaşır. Ama açlık kapıya dayanınca, usulca yaklaşır otlara.Önce isteksiz; sonra giderek artan bir hevesle otları mideye indirir. Artık onuncu güne gelmiş bulunuyoruz. Kaplan kağıttan bir kaplana dönüşmüştür. Kafese de hayvan terbiyecisine de gerek kalmamıştır. Hikâye hepsinin ortadan yok olmasıyla son bulur.

İşte ben bu nedenle İsmet Özel’in Tahrik şiirinden alınmış sözlerle diyorum ki albayım; “Yürek elbet acıyor esvab değiştirirken” ve albayım, “kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok!”

Erişim: http://www.edebifikir.com/kategori/fikir

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar