RİSÂLE-İ İSMAİLİYYE (Er-risâletü’l İsmâiliyye ve’l Atiyyetü’d-Düriyyetü fî tarikâti’n Nakşiyyeti ve’l Melâmiyyeti)
SEYYİD MUHAMMED NÛR’UL ARABÎ Kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
1813
yılında Mısır’ın “Mahalletü’l-kübrâ” adlı kasabasında dünyaya gelen Seyyid
Muhammed Nûr’un hayatı hakkındaki bilgileri halifelerinden Harîrîzâde Kemâleddin
Efendi’nin Tibyân ü Vasâ’ili’l-hakâ’ik fî beyân-ı selâsili’t-tarâik adlı
eserinden ve Bursalı Mehmet Tâhir’in onun hakkında yazmış
olduğu
menâkıbnâmesinden öğrenmekteyiz.
Hz. Ali kerremallâhü vecheye nisbet edilen Noktatü’l-beyân adlı eseri şerh
etmesinden dolayı “Noktacı Hoca” , Mısır’dan gelip Rumeli’ye
yerleştiği
için “Arap Hoca” ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
torunu Hz. Hüseyin aleyhisselâm soyundan geldiği
için “Seyyid” lakaplarıyla tanınır. Muhammed Nûr’ül-Arabî, üstad ve mürşidi
Hasan el-Kuveynî’nin
“Artık sana
bütün ilimlerin yolu açıldı. Anadolu’ya git”
emriyle Anadolu’ya gönderilmiş,
bir süre sonra da kendi isteğiyle
Rumeli’ye geçmiştir.
1839-1870
yılları onun Rumeli Nakşîliği
ve Melâmilik arasında bir tasavvuf sistemi kurmaya başladığı
bir dönem olmuştur.
Muhammed Nûr, İstanbul’a
geldiğinde
Melâmiyye-i Bayrâmiyye (Orta Devre Melâmîleri) şeyhi
Abdülkadir Belhî’yi kendisine bağlamak
ve Melâmîliğin
tek temsilcisi olmak istemiştir.
Ancak Belhî’nin bunu kabul etmemesi üzerine bu isteğine
erişememiştir.
Muhammed Nûr’un Şerif
Efendi ve Latife Hanım olmak üzere iki
çocuğu
olmuştur.
Halifesi ve oğlu
Şerif
Efendi’nin hiç çocuğu
olmadığı
için maddî ve manevî soyu Latife Hanım ve damadı Abdürrahim b. Ali El-Melâmî
(Fedâî) ile onların çocuklarından devam etmiştir.
Seyyid
Muhammed Nûr’ul Arabî,
kaleme aldığı
eserlerde üçüncü devre Melâmîliğinin
görüşlerini
ortaya koymuştur.
Abdülbâki Gölpınarlı (1931: 287-290) bu eserlerin elli beş
tane olduğunu,
bunların otuz sekiz tanesinin Türkçe, on yedi tanesinin ise Arapça
olduğunu
belirtir. Muhammed Nûr’un bu eserlerinde, Melâmiyye-i Nûriyye olarak bilinen
üçüncü devre Melâmîliğinin
tasavvuf düşüncesinin
özündeki vahdet-i vücut anlayışı
ve kendi temellendirdiği
tevhit anlayışı
vardır. Melâmet-i Nûriyye’yi yaymak için büyük çaba harcayan Muhammed Nûr, bu
gayretini galibiyetle sonuçlandırmış,
Rumeli ve Batı Anadolu gibi geniş
bir coğrafyaya
yayılan Melâmet-i Nûriyye için Üsküp, Manastır, Prizren, Doyran, İştip,
Tikveş,
Köprü, Selânik, İstanbul
gibi şehirlerde
dergâhlar kurulmuştur.
Melâmet-i Nûriyye’nin geniş
bir coğrafî
alanda ve geniş kitlelere
yayılması için halifeleriyle birlikte gayret gösteren, birçok halife yetiştiren
ve birçok talebeye hocalık eden Muhammed Nûr, 1888 yılında kendi evinde Hakk’a
yürümüştür.
Bu kitapta Nakşibendî-Melâmî Tarikatındaki
Seyr-u Sülûk hakkında yazılmış olan Risalet el-İsmailiyye ve'l-atiyet
ed-durriye fi tarik en-Nakşiye ve'l-Melâmiye [1]
yi Osmanlıcadan Türkçe’ye çevirerek kardeşlerimize faydalı olmayı düşündük.
Tevfik
ve inayet Allah Teâlâ’dandır.
İhramcızâde
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Esenler /İstanbul
RİSÂLE-İ İSMAİLİYYE
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah
Teâlâ’yadır.
Salât, bütün yaratılmışların en
hayırlısı Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem), âline, arkadaşlarına ve
tâbilerine kıyamete kadar devam etsin.
Bu risâle Nakşibendî ve Melâmiyye büyüklerinin
diyarı Tikveşli ve Kavadar’ın içinde gösterdikleri seyr-u sülûk hakkında tasnif
edildi. İsmini de Er-risâletü’l İsmâiliyye ve’l atiyyetü’d-düriyyetü
fî tarikâti’n nakşiyyeti ve’l melâmiyyeti (Nakşibend ve Melâmi tarikati
için hediye edilmiş incilerden Risâle-i İsmailiyye) verdim.
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ bu
risâleyi bize faydalı kılsın. Kitap On iki bölümdür.
1-Mürşid-i Kâmil
2-Rabıta
3-Teveccüh
4-Zikir Telkini
5-Altı Letâif
6-Nefy-ü İsbat
7-İntikalat-ı Zikir
8-İlme-l Yakîn
9-Ayn’el Yakîn
10-Hakk’el Yakîn
11-Vilâyet-i Vahdiyyet ve Kurbet
12-Ubbad,
Ubûdiyyet, Ubûdet (İbadet Edenler, Kulluk Edenler, Kul Olanlar)
1-MÜRŞİD-İ KÂMİL
Bilinmelidir
ki, kemâl mertebeler sonsuz ve görünemeyecek kadar çoktur. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ve sevdiği nurların ışığı Hz. Ali kerreme’llâhü veche mevcûdâtın
sırrı ve yaratılmışların en mükemmeli iken haklarında
وَقُلْ
رَبِّ زِدْنِى عِلْمًا
“Rabbim,
benim ilmimi artır” de. [2] varid
oldu. Yani عِلْمًا burada “Ben” demektir.
Zira Allah Teâlâ’nın noksan sıfatlardan münezzeh Zâtının ve rablik sıfatları
sonsuzdur. Bu nedenle Allah Teâlâ yolunda seyr ü sülûk edenler sürekli
terakkide yükselmede olurlar. Bu yükselme cesedin ölümü ile de kesilmez.
Nitekim Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbnü’l Arâbî radiyallâhü
anh hazretleri dünyayı değiştirdikten sonra nurlu ruhları ile buluşan Zinnûn- i Mısrî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîzle görüştüklerinde;
-Ey kardeşim Zinnûn!
Allah Teâlâ, yarattıklarına benzemez, başkadır, sözünü hatırladın mı?
Zinnûn-i Mısrî;
-Evet,
dedi. (Sonra keşfi açılınca bayıldı sonra uyandı. Gür bir
sesle) Hazreti
Şeyh-ül Ekber ona;
“Her
şey Allah Teâlâ kâim iken, yaratılmış olanların varlığı nasıl olurda O’ndan ayrı
olur.”[3]
Bu
cevaptan sonra Zinnûn- i Mısrî kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz tevhîd meselesini anlayıp terakki
etti.[4]
Hülâsa, ilâhî marifetlerin sonu olmadığından
bütün âlem sâlik sayılır. Lakin irşad terbiyesindeki zâtta olması gereken bazı
âlametleri açıklamak gerekir. Tâki bu sebeple herkes, sadık mürşid ve sadık
olmayan fark ederek, irşad davasında olanlara meyletmesinler.
Mürşid-i
Kâmil, çok ibadet, az uyku, az yemek, az konuşmak, çokça zikir, başkaları gibi
şeriatın emirlerine uymakla muhakkak olarak bilinmez. Zira mürşid olmayan
abidlerin hali de bu şekildedir.
Bil
ki; Mürşid-i Kâmil ve Vâris-i Muhammedî (sallallâhü aleyhi ve sellem) alameti
şudur.
Şeriatın
emirlerine sıkıca bağlanmakla beraber, meclisinde onu ziyaret eden avam insanlar
kalbinde bulunan dünyevî düşüncelerini meşguliyetini giderir veya azalır.
Havas
olan insanlarda ise istiğrâk [5]
artar.
Bahsedilen
bu durumlar karşısında ona tabi olmak gerekir.
Yalancı
dava ile irşada çıkanlardan ve yalanlarından kaçınmak gerekir.
Ey
Allah Teâlâ’m! Yalancılardan, dellâllarından, [6]
arkadaşlarından Sana sığınırım.
Ancak
Allah Teâlâ, doğru hidayet eder.
2-RABITA
Sülûk
eden müridin kalbinde havatır [7]düşünceler
artıp engel olamazsa yüz defa İstiğfar eder.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Bazen
kalbimi bir perde bürür, bu perdeyi kaldırmak. için günde yetmiş/yüz defa
istiğfar ederim "[8]
Eğer düşüncelere
yine olamazsa; şeyhinin meclisine gidip karşısına oturmalı veya şeyhinin kalbine
teveccüh edip düşüncelerin gitmesini beklemelidir.
Eğer şeyhine
gitmek mümkün değilse iki kaşı arasında onu teşekkül ettirecek şekilde düşünmelidir.
Bu sebeple Delâil-ül Hayrat sahibi Muhammed el Cezûlî,[9]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şeklini teşkil [10]
eylediler. Daha sonra bu kitabı şerh edenler bu şekil hakkında buyurdular ki;
“Delâil-ül Hayrat kitabını
okuyan kimselerin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi rabıta etmeyince
vuslat hâsıl olmaz.”
Açıklamasında
ise; “Eğer Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nurlu
şeklini mânevi halde görürse, o şekli rabıtasına alıp
yakazada[11]
o zaman içinde zahir oluncaya kadar devam eder.
Eğer göremedi
ise hacca gidip Ravza-i Mutahhara’daki Şebeke-i Rasûlüllahı [12]
rabıta ile Ruh-u Nebeviyi[13]
manevi halde görünceye kadar devam edip ve şekli rabıtasına alıp yakazada o
zaman içinde zahir oluncaya kadar devam eder.
Eğer yine
göremedi ise Delâil-ül Hayrat kitabındaki resme rabıta ile Ruh-u Nebeviyi manevi
halde görünceye kadar devam edip ve şekli rabıtasına alıp yakazada o zaman
içinde zahir oluncaya kadar devam eder.
Hülâsa;
salavâtın rabıtası Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nurlu şekli
olduğu gibi Allah Teâlâ’nın zikrinin rabıtası her ne kadar zikredilmiş ve maşûk
(âşıkların müşahedesi) ise de herkes buna kavuşamadığından ve başlangıçtaki
olan saliklerin düşüncelerinin düzelmesi için şeyhe rabıta olunur. Bu sırrı
ancak sahipleri bilir. Bu söylediklerimiz Nakşibendî büyüklerinden rivayet
edilmiştir. Bu müşkül ve acayip gelebilecek sözlere itirazdan Allah Teâlâ’ya
sığınırım.
3-TEVECCÜH
Nakşibendî
mürşidlerinin müride teveccüh ederek yönelmelerinin büyük faydası vardır. Bu
ise;
Şeyhin,
müridin kalbinde olan düşüncesine vakıf olması;
Şeyhin
kalbinde olan halleri sâri (aktarması- geçişine sebep) olmalarıyla zikir ve cezbeyi
müridin kalbine bırakarak ve başka şeyleri çıkarmasıdır. Ancak şeyh, müridin
kalbî zikir ile meşgul olması için dersi ne ise öyle teveccüh eylemelidir.
Ey
Allah Teâlâ’m! Kalbimizin yüzünü cemâline çevirmeni, vuslattan mahrum etmemeni
diliyorum. Âmin
4-ZİKİR TELKİNİ
Allah
Teâlâ’nın sevgilisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri zikir
telkin ettikleri vakit isteyene diz dize birleştirir ellerini uylukları üzerine
kor ve zikri telkin ederlerdi. Bunun en bariz örneği; Ömer radiyallâhü anhın
rivayetiyle imanın tarifi hakkında gelen hadisi şerifte Cebrail aleyhisselâm
dizlerini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dizlerine
birleştirerek İslâm, İman, İhsan, kıyamet saatini sormalarıdır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemde sorduğu sorulara cevap vererek bu suretle telkini
zikir yaptılar.[14]
Mürşidlerin ve şeyhlerin telkin
ettikleri zikirde bu şekildedir.
Ey
Allah Teâlâ’m, bize irfan yolunu hidayet kılmanı, bozgunculuktan ve isyan
etmekten yaratılmışların en hayırlısı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
makamına sığınırız.
5-ALTI LETÂİF
Müride
telkini zikir etmeden önce Ehli Sünnet vel cemaat itikadının ilm-i hal[15]
bilgilerini ibadet edecek kadar bilmesi gereklidir.
Mürşid,
daha sonra kalp (sol meme altında) İsm-i Zât-ı (Allah) nefessiz
(gizlice kalp üzerinde) Allah Allah Allah lafzını
dudakları kapatmış olduğu halde zikri telkin eder. Mürid diğer zamanlarda zikrine
de bu şekilde devam eder. Öyle ki kalbi sonuçta zaruri olarak
gayri ihtiyari zikir etme haline kavuşur. Bu hal başlayınca ruh
ta (sağ meme altında) zikir kalpteki gibi tarif edilir. Zaruri ve gayri ihtiyari ile zikir etme hali
başlayınca (sol ve sağ meme üstünde) latife-i
sırr’a geçer. Yine zaruri ve gayri ihtiyari ile zikir etme hali
başlayınca (sol meme üstünde) latife-i hafî’ye
geçer. Sonra (sağ meme üstünde) latife-i
ahfâ’ya telkin eder. Sonra Sultan-ı Zikre geçip ism-i zâtı iki, kaşı
arasında telkin eder.[16]
Ey
Allah Teâlâ’m Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hürmetine zikrinde ve
san şükretmede beni muvaffak kılmanı istiyorum.
6-NEFY-Ü İSBAT
Altı
letâif üzerinde devran edip hapsi nefes ile Lâ ilâhe illa’llah diye
zikreder. Yapılışı şu şekildedir.
“İlâhî ente maksûdî ve
ridâke matlûbî” der
ve dizleri üzerine oturur. Sonra nefesi
içeri çekerek Allah Allah Allah zikrini letâifleri üzerine bıraka.
“İlâhî ente maksûdî ve
ridâke matlûbî” deyip LÂ
kelimesini kalbinden Sır üzerinden uzatarak
Sultân-ı
Zikre (iki kaşı arasına), İLÂHE kelimesini Sultân-ı Zikirden
ahfâya indirerek, İLLA’LLAH kelimesini ahfâdan hafî üzerinden geçerek
kalbe vurarak bırakır.
Bu suretle
letâifler üzerinde nefy-ü isbat ile zikir ederken
nefesi zorlanınca tek sayıda bırakarak “MUHAMMEDÜN RESÛLULLÂH”ı düşünerek nefesini hafif hafif ala. “Allah”
ismini letâif üzere bırakırken birden bırakmamalıdır. “İlâhî ente maksûdî ve
ridâke matlûbî” demelidir. Bu suretle bir defada 3, 5, 7, 9, 11, 15, 17,
19, 21 defa hapsi nefes etmelidir. 21 e ulaşınca hapsi nefes zikri tamam olur.
Ey merhametlilerin en merhametlisi Allah
Teâlâ’m, emirlerine kemaliyle uymayı, huzurundan bizi kovmamanı istiyorum.
7-İNTİKÂLAT-ZİKİR
Nefy-ü
İsbat 21 de kemal bulunca letâiflerin her biri üzerinde üzerinde üç defa
zikreder. İntikâlat budur. İntikâlat üzerinde iken muhasebe ve murakabe olunur.
Murakabe
sabahları (beni) Allah Teâlâ ne işlerde kullanır diye bekleyişte olmaktır.
Muhasebe
de akşamları (beni) Allah Teâlâ ne işlerde kullandı diye hesap etmektir.
Nakşibendî
sadâtının sülûklerinin nihayeti budur.
8-İLME-L YAKÎN
Tevhid
ehlinin zât-ı (kendini) ve eşyanın zâtını Allah Teâlâ’ya ve sıfatlarına delil kılmasıdır.
Bunun iki yönü vardır.
1-İstidlâl[17]
bi’lmisliyye: (Benzeyiş delilleri
getirmek)
Allah
Teâlâ’nın hallerine, sıfatlarına gerek vücud ve sıfat-ı subûtiyelerine;
cüziyyatını, kendinde ve âlemde müşâhedesiyle Allah Teâlâ’yı ve kadîm [18]
ve müessir sıfatlarını ispat etmektir. Mesela; kendindeki vücud, kudret, irade,
ilim, hayat, görmeyi, işitmeyi ve konuşmayı müşahede ile ispat edip
Allah Teâlâ’nın yaratıcılığının benzeri tıpkı benim varlığımda da vücud,
kudret, iradeler, ilim, hayat, görmek, işitmek ve konuşmak vardır, diye iman etmektir.
Bunun açıklaması ise “Allah Teâlâ Âdemi kendi suretinde
yarattı.” [19] hadisi şerifte gelmiştir. Yanı tıpkı
isimleri sıfatları gibi bende vardır demektir.
2-İstidlâl bi’z zarûrî: (Mecburî delil
getirmek)
Yani
kul acziyetini tefekkür edip yaratıcısının kudretini ispat ve iman etmesidir.
Allah Teâlâ’nın birliğini düşünür ve kadimliğine (önceliğine) iman eder. Bu
şekilde kendi fenâsını (yokluğunu)
tefekkürle Allah Teâlâ’nın bekâsına (varlığına) iman etmiş olur. Bunun bir
başka beyanı ise “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işiten
ve görendir.” [20] İlme’l Yakîn tarikat ehli ve şeriat ehlinin
büyüklerinin tevhididir.
Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola
iletir.
9-AYN’EL YAKÎN
Hakk ehli olan
zatlar kendi hakikatlerini Allah Teâlâ’nın sıfatlarına mazhar ve ayna olduklarını
müşahede etmeleridir. Ayne’l
yakîn marifettir. Ancak bu zuhur eden sıfatı subûtiyyeden gayb anahtarları
denilen dört sıfatları, zahirleri ve kalpleriyle müşahede etmeleridir.
Sıfât-ı
zâhir: Dörttür, göz ile müşahede edilir. Kudret,
işitmek, görmek ve konuşmak
Sıfât-ı
Bâtıne: Dörttür. Kalp gözü ile müşahede
edilir. İrade, ilim, hayat ve tekvin (yaratma)
Hulâsa:
zahirlerine teveccüh ettiklerinde Allah
Teâlâ’nın zahir sıfatlarını, batına tevecüh ettiklerinde batınî sıfatlarını
müşahede etmektir.
Bu
kişilere sıfâtı subutiyye tâifesi ve marifet ehli derler. Tarikat ehlinden
yüksek mertebededirler.
Ey
Allah Teâlâ’m, bu müşahedeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve Ehl-i beytinin
hürmetine kolay kılmanı niyaz ediyorum.
10-HAKK’EL YAKÎN
Hakikat
ehlin hepsi ve melâmiyyenin tevhididir. Bu kişiler bütün tâifelerden üstündür. Bütün
nebiler Hz. Ebubekir Hz. Ömer radiyallâhü anhüma melâmiyyedendir. Bu tâife ve
kişileri tevhid, ittihat ve vahdettedir.
Makâm-ı
ruh, cem’ ve kurb-u ferâiz[21]
dir.
Vahdet
üç makamdır.
Makâm-ı
Hazret, cem’ül cem ve vahidiyyetü’l cem
‘dir.
Bu
kişilerin avamdan farkları yoktur. Allah Teâlâ’nın emrettiği farzları yerine
getirirler. İlâhî emirleri hiçbir zaman bırakmazlar. Halleri daima Allah Teâlâ iledir. Bu kişilerle buluşmak görüşmek ve
halleri ile hâllenmek en büyük saadeti bulmak ve Allah Teâlâ’ya kavuşmaktır.
Ey
Allah Teâlâ’m beni onlardan ve onlarla beraber olmayı Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin yüzü suyu hürmetine istiyorum. Ayrıca diğer mümin
kardeşlerimde bu hallerimden nasiplensin.
11-VİLÂYET-İ VAHİDİYYET VE KURBET
Hakiki
imanın sonunda erişilen ehadiyyetü’l cem Makam-ı Mahmud sallallâhü aleyhi ve
selleme istiğrak edemeyip[22]
ancak o âlem-i nura girip bazen Allah Teâlâ ile bazen halk ile olmasıdır. Âlem-i
halkla olduğu vakit perdelenmesi, âlem-i nur ile olduğunda perdelerin kalktığı
velâyet mertebesidir.
Âlem-i
nura girip bir olduğunda eğer yaratılmışları halkı
görmüyorsa sıddıkıyyet mertebesindedir, demektir.
Âlem-i
nura girince halk asla hicap olmayıp kaybolmuyorsa yani gerek
âlem-i nurda gerek halk âlemi ile iken fark (ayrılık) olmaması, yani bir
bakışla bakarken halk ona hicap olmuyorsa
kurbet mertebesindedir demektir.
Bu
mertebeden yukarısı ise Nübüvvettir. Mukarreb ona vasıl olamadığı gibi
nebilerden başkası da bu nübüvveti vasf edemezler. Eğer vasf edip söylerlerse yalan söylüyorlar
demektir.
Ey
Allah Teâlâ’m bizi mukarreblerden kılmanı cemâline kavuşma lezzetinden mahrum etmemeni
istiyoruz.
12- UBBAD, UBÛDİYYET,
UBÛDET (İBADET EDENLER, KULLUK EDENLER, KUL OLANLAR)
İbadet avâmın amellerindendir. Ameli kendilerinden görüp cennete
kavuşmak hırsı ile veya cehennem korkusuyla işlerler.
Ubûdiyyet (Kulluk edenler ) ise, havasın amelidir. Amellerini kendilerinden
görüp Allah Teâlâ rızası için işleyenlerdir.
Ubûdet (Kul olanlar) havas-ül havasın amelleridir. Amellerini Allah
Teâlâ’nın işlediğini görürler ve onunla işlerler. Bu kişler nefisleri için bir
varlık görmedikleri için mâ’bud ile âbid bir bakışla görürler.
اللهم صلي على سيدنا محمد في جميع المظاهر الذي هو هيولاها و اجزاها والنقاها واطبنها وارقاها
وعلى اله صحبه و سلم اجمعين
Ey Allah Teâlâ’m salât ve selamını zuhur edenlerin heyülası (gerçeği özü), onları
cüzlere (sınıflara metebelere ayıranı), nikası
(birbirine bağlayanı), sırlayanı (gizleyeni) merhametlisi Efendimiz Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme, âline ve arkadaşlarının hepsi üzerine olsun.
Allah Teâlâ’nın yardımı ile bu risale
bitti.[23]
[1] 297.7 - Osman
Ergin Yazmaları - 000542/07 Atatürk
Kütüphanesi-İstanbul
[2]
Tâhâ, 114
[3]
(Bu mevcûdatın müstakil vücûdları yoktur, onların hepsi Allah Teâlâ vücûduyla
mevcutturlar, yani Allah Teâlâ’dan başka mevcûd yoktur.)
[4] (Berzah âleminde Zinnûn-i Mısrî’yi Hazreti Şeyh-ül Ekber
terakkî ettirdi. Zirâ Zinnûn hazretleri bu dünya âlemde iken bu tevhîd
meselesine vâkıf değildi. )
[5] İstiğrâk: ilâhî aşka dalıp coşarak kendinden geçme,
esrime.
[6] Dellal: İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri
çeken. Davet eden.
[7] Havatır: Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
[8]
Müslim. Zikir, 51: Ebu Davud. 26
İlk sûfîlerin değişik tasavvufî haller
için kullandıkları bu hadise Kuşeyri (465/1072) tecellî konusunda yer vererek
şöyle der: "Bu hadis ile sanki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
hakikatin hamlelerine karşı kalbinin setr halinde olmasını istemiştir. Çünkü
Hakkın vücudu ile beraber halk için beka mümkün değildir."
[9] 13.yüzyıl sufilerinden olup derlediği ve pek
çok salavât- şerife’yi bir araya getiren “Delâil-ül Hayrat” adlı risalesinin de yazarıdır.
[10] Teşkil: 1 . Oluşturma, ortaya çıkarma, meydana
getirme:2 . Oluşum. 3 . Örgütleme.
[11] Yakazâ: uyanık, şuurlu ve dikkatli bir vaziyette.
[12]
Kitabın yazıldığı zamanda fotoğraf fazla olmadığı için zamanımızda çekilmiş
resimlerden birine de bu uygulama yapılabilir.
[14]
Ebu Hureyre radiyallâhü anh şöyle anlatıyor:
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün insanların arasında
oturuyordu.O sırada ona bir zat geldi ve:
"Ey Allah'ın Resulü! İman
nedir?" dedi.
"Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, Allah'a kavuşmaya, rasüllerine inanman ve yine son dirilmeye iman
etmendir" buyurdu.
“İslâm nedir?
dedi.
"İslâm, Allah'a kulluk etmen ve
ona hiç bir şeyi ortak yapmaman, Farz namazı dosdoğru kılman, farz kılınmış
olan zekâtı vermen ve Ramazanda oruç tutmandır"
buyurdu.
“Ey Allah'ın Resulü! İhsan nedir?”
dedi.
"Allah'a onu görürcesine ibadet etmendir.
Her ne kadar onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür"
buyurdu.
“Ey Allah'ın Resulü, Kıyamet ne
zamandır?” dedi.
(Cevaben Efendimiz) Buyurdu ki:
"Bu konuda sorulan sorandan daha çok
bilgiye sahip değildir. Fakat onun alâmetlerini sana haber vereceğim: Cariyenin
efendisini doğurması, onun alâmetlerindendir. Yalınayak ve çıplak kimseler,
insanların idarecileri oldukları zaman, işte bu da onun alâmetlerindendir.
Koyun çobanları yüksek bina kurmakta birbirleriyle yarışa başladıkları zaman,
işte bu da onun alâmetlerindendir. (Kıyametin vakti) Allah'tan başka kimsenin
bilemeyeceği beş şeye dâhildir."
Bundan sonra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem:
“Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak
Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse
yarın ne kazanacağını bilemez, yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez,
şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır”
ayetlerini okudu. Ebu Hureyre radiyallâhü anh der ki:
Sonra o şahıs dönüp gitti. Arkasından
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
"O adamı bana geri getiriniz"
diye emretti.
Bunun üzerine sahabeler onu geri getirmek için aramaya başladılar, fakat bir
şey göremediler.
Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
"İşte o, Cebrail'dir. İnsanlara
dinlerini öğretmek için gelmiştir"
buyurdu.(Sahih-i Müslim,10)
[15] İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren
kitap
[16]
Burarda bahsedilen letâiflerin yerleri bazı meşayıhca farklılık göstermektedir.
[17]
Kelâm terimi olarak istidlâl, ‘’bir hüküm veya kavramın doğruluk yahut
yanlışlığını kanıtlamak için zihnin yaptığı akıl yürütme eylemi'’ diye tarif
edilebilir. Kur’ânı Kerîm’de istidlâl kelimesi geçmemekle birlikte bunun mâzi
kalıbındaki kökünü oluşturan ‘’delle'’ akıl yürütme eyleminin söz konusu
edildiği bir yerde kullanılmıştır (Sebe,14).
İstidlâl
ile aynı mânada veya yakın anlamdaki tezekkür, tedebbür, taakkul, tefekkür,
i‘tibar, nazar gibi kelimeler sık sık kullanılmış, özellikle İslâm’ın getirdiği
mesajlar konusunda düşünüp isabetli sonuçlara varılması istenmiştir. Kur'ân-ı
Kerim'de ayrıca ilim, sultan, âyet, beyyine, burhan, hüccet gibi değişik
adlarla yer verilen delile büyük önem atfedilerek inanç ve düşüncenin mutlaka
delile dayandırılması doğruya ulaşmanın vazgeçilmez şartı olarak görülmüştür
[18] Kadim:Başlangıcı olmayan, eski, ezelî.
[19] Buhârî.. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110.
Cennet. 28;.İbn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323. 434. 463. 519
[20]
Şura, 11
[21] Farzlarla olan kurb: Kulun, nefsi de dahil olmaküzere, her şeyin
şuurundan tamamen fâni olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan
gayri, hiçbirşey kalmaz. Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fena
halidir.
[22]
Bu makam Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin özel makamıdır. Hiçbir nebi
ve evliyaya nasip olmamıştır.
[23]
Hata ve kusurlar şahsıma aittir. Tercümenin bittiği tarih 30.09.2010
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar