Sazlık: Beklemek C/Esareti
İma C. Özkan | 10
Ekim 2012 | Kategori : Sinema | Okunma:1.347
Bir yılı
aşkın bir zamandır kesintisiz yarım saat olsun televizyon karşısında zaman
geçirmişliğim yoktu. Ama son birkaç gün, uyumaya yardımcı işlevini de
anımsayarak hayli geç saatlerde televizyon karşısına uzandım. İlk gün sahiden
de uyutuculuğu ile yanıltmadı beni. Fakat dün, TRT’de yayınlanan
siyah-beyaz bir filmin, tam açtığımda karşıma çıkan ilk sahnesi öylesine
etkileyici bir plan içeriyordu ki, ekranın sağ alt köşesine gözlerimi kısarak
dikkat kesildim. Hani bilirsiniz o sağ köşede neredeyse kolay
okunmasın diye her türlü tedbirin akıl edildiği filmin adı yer alır.
Başlangıçta kriptoyu bir türlü çözemedimse de, muhtemelen Angelopulos filmlerinden
birine ait olan bu uzun ve sessiz planın ait olduğu yapımı cidden çok merak
etmiş, kafamı iyice ekrana yanaştırmıştım ki gördüm. Film; “Sazlık”tı. Metin
Erksan’ın kırk yıl önce TRT için çektiği beş kısa sayılacak filmden biri
yani.
Metin Erksan
filmografisinin bana kalırsa en parlak işlerinden sayılabilecek “Beş
Türk Hikayesi” başlıklı bu hikayelerden, şans eseri ikisini daha yine
yıllar evvel TRT ekranlarında izleyebilmiştim. Bunlardan biri,Samet Ağaoğlu’nun “Bir
İntihar”ı; diğeri de Sabahattin Ali’nin “Hanende Melek” adlı
hikâye uyarlamalarıydı. Kenan Hulusi Koray’ın hikâyesine
dayanan “Sazlık”ı görmekse şans eseri ancak yeni kısmet oldu. Sait
Faik’ten uyarlanmış “Müthiş Bir Tren” ile, Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın “Geçmiş Zaman Elbiseleri”ni hâlâ görebilmiş
değilim. İlk yayınlandığı dönemde oldukça keskin eleştirilere maruz kalan bu
beş kısa film, özellikle görsellik bakımından Sevmek Zamanı ile aşık
atacak nitelikteki “Sazlık” vasati bir seyirci güruhunun
anlamayacağı sürreal huzursuzlukları Erksan’ca perdeye yansıtan filmlerdi.
Hikâyeleri aktarmaktaki başarısıyla doğrusu çok da ilgilenmedim. Beni asıl
enterese eden, sinematografiye kazandırdığı eşssiz planlar oldu
daima. O kadar ki, yıllar sonra sinemanın tüm teknik olanakları ve gelişen
teorisine yaslanmış olarak çekilen, büyük kısmından büyülendiğim Theo
Angelopulos planlarıyla karşılaştırılabilecek cinsten diyebileceğim bu
sahneler, halen daha Türk sineması için aşılmış değillerdiye
düşünmekten kendimi alamıyorum.
Sazlık;
Sapanca’nın Uzunkum Köyü civarlarında
çekilmiş bir “göl” filmi. Ara ara belirgin şekilde gerçeküstü bir
hale bürünen hikâye, öte yandan basit denebilecek bir aşkı serimliyor. Daha
önce hep “kötü kadın” rollerinden tanıdığımız Nazan Adalı bu
defa Orçun Sonat’ın canlandırdığı Ali Reis’in evlenmeyi
planladığı sevimli Hayriye rolünde. Diğer önemli
rollerden İhsan Gedik ise, bildiğimiz her zamanki “kötü”
İhsan Gedik yine. Hayriye hergün eski bir tahta iskele üzerinde, balıktan
dönmesini beklediği Ali Reis ile kendisi için bir plak satın alır: “Doymadık
Biz”. Neşe Karaböcek’in seslendirdiği bu şarkıyı dinlerken, herşey
yolundaymış gibi gözükmesine rağmen, baht açıklıkları konusunda hayli
karamsardır Hayriye. Ali Reis onu yatıştırırsa da, sonunda Hayriye haklı
çıkar. Birdenbire ortadan kaybolur. Ali Reis, bir türlü izini bulamaz.
Ağlardan, boyaları kavlayıp kabarmakta olan sandallardan, balıkçılıktan
uzaklaşır; ama gölden uzaklaşamaz. Giderek aklını yitirir. Ali
Reis’e bakılırsa, balık gibi yüzen Hayriyesi onu terketmemiştir. Bir gün gölün,
sazlıkların içinden yüzerek kendisine gelecek ve olup bitenleri anlatacaktır.
Beklemekten hiç vazgeçmez. Hayriye, “dünya-ahiret karısı” olacaktır Ali
Reis’in. Oysa İhsan Gedik’in canlardığı balıkçının da Hayriye’de gözü vardır;
ona tecavüz ettikten sonra akıbetini bir tek o bilmektedir. Ali Reis’in müzmin
bekleyişi, umudunu bir türlü yitirmeyişi onu çılgına çevirir ve günün birinde
Hayriye’yi Dalyan tarafında sazlıklarda köylülerin gördüğünü; eğer merak
ediyorsa dalyandaki gözetleme direğine çıkıp, oradan bakması
gerektiğini söyler Ali Reis’e. Hemen direğe tırmanır; gözünü kırpmadan
beklemeye koyulur Hayriye’yi Ali.
Yer yer
flashbacklerle ilerleyen filmin en etkileyici sahnelerindendir bu bekleyiş anları. Orçun
Sonat, gölün ortasına dikili direğe tırmanmış halde, uzak çekimle gölü,
bulutları ve sazlıkları görürüz. Hayli de uzun sayılabilecek
planlarla şaşırtıcı biçimde bizi filmden de hikâyeden de koparan;
bambaşka bir ontik kanala kaydıran hareketsiz kamera ile özdeşleşiriz adeta.
Düşünmeden edemeyiz; nasıl bir beklemektir bu? İnsan böyle bekleyebilir
mi? Önce kolayımıza gelir; “hadi canım!” deriz belki. Film
işte, hikâye önü-sonu! Böyle de beklenir miymiş? Abartı işte! Doğrudur
da, abartıdır da Erksan’ın perdelere bulaştırdığı huzursuzluk
parametresini görünür kılan gerçeğin-üstündelik. Fakat dedim ya,ontik
bir mıknatıstır da aynı zamanda. Beckett’e kadar yolumuz vardır,
harcı-alem bir budak deliğinden izlenen cehennemi bir beyhudeliğe kadar yolumuz
vardır, Godot’nun Godot’sudur beklenmekte olan hülasa. Bir an; ama yalnızca bir
an, direğin tepesinden gelecek olanı izleyen Ali Reis’ten çok da farklı
olmadığımız hakikati toslayıp geçer akıl boynuzlarımıza. Bu toslayışta
haklı ya da haksız yoktur; kazanan ya da kaybeden yoktur. Akıl ile
hakikat çarpıştığında, her ikisi de yara alır biliriz: hangisini pansuman
etmeyi tercih edeceğimize bağlı olarak buluruz yolumuzu. Cehennemin dibi yahut
tutulmuş bir akılla yaşamak! O an; işte o kısacık an bize apaçık
gösterir ki, hayatın kendisi de Sapanca’da remizlenmiş sazlı bir gölden
daha fazlası olmayabilir pek çok kez. Bir direğe tırmanıp
ufuklara bakmaktan daha az saçma değildir yağmurun yağmasını/dinmesini
beklemek; aşikârın sır, sırrın aşikâr olmasını beklemek; gecenin
gelişini/bitişini beklemek; suyun soğumasını/kaynamasını beklemek; bir çukurun
kazılmasını/doldurulmasını beklemek; işaret fişeğinin atılmasını/sönmesini
beklemek; kapıdan birinin girmesini/çıkmasını beklemek; bir mezarı yahut bir
beşiği beklemek!Elimiz alnımızda siper edilmiş, zamanı ve zemini
geniş farzedişlere aldandığımız yağlı bir direğin tepesinde beklemekteyiz işte yalan
mı? Bekleyişi sekteye uğratan tek fiil, modifiye edilmiş bir başka
bekleyiş. Demem o ki; her birimiz kendi Tatar Çölü’*müze kum
elemekteyiz: Ha bir direğin tepesinden sazlıklara karşı, ha döner bir
sandalyenin yumuşak konforunda okuyoruz aynı “huzursuzluk kitabı”nı.
Bazan dar coğrafyamıza düşürülen bir saç teli, bazan da bir meteor sebep
kılınsın varsın. Netice; herkesin “Hayriye”si kendine!
TRT
arşivleri dışında bu filme ulaşmak şimdilik çok zor; bu nedenle hikâyenin sonunda
direğe sarmaşmış Ali Reis’in vurulup göl sularına gömülene dek gözetleme
mıntıkasını terketmediğini söylemekte bir beis görmüyorum. Bekleyiş! Öyle
ya, esaslı bir bekleyişi ancak faniliğin subuta ermesi sonlandırabilirdi;
öyle de oldu. Sevmek Zamanı’nın böylesine tanınmış olmasına bir
diyeceğim yok. FakatSazlık’ın bu kadar batakta kalmış bir film olmasına
diyeceğim çok. O eski tahta iskelede, sırtı dönük bir adamı ufuklara
bakarken görmek neyi mi değiştirir? Cevabım şudur: Hiç
birşeyi! Zaten Sazlık biraz da bunun filmi: Aynaların ardında
da bir “sazlık” var.
*Tatar Çölü;
Dino Buzzati’nin ölümsüz romanı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar