Print Friendly and PDF

SOFU KADIN /Simone De Beauvoır


Aşk, doğuştan gelen en yüce eğilim olarak ayrılmış­tır kadına, o bu eğilimi erkeğe yönelttiğinde, sevgilide Tanrıyı aramaktadır: durum ve koşullar kendisini in­sanı sevgiden yoksun bırakırsa, hayal kırıklığına uğra­mışsa, ya da aşktan çok şey bekleyen bir insansa, o za­man, kutsallığı yine Tanrı’da arayacaktır. Gönüllerinde böyle bir alev yanan erkekler de çıkmıştır elbet; ama böyleleri hem enderdir, hem de yüreklerindeki ateşli inançta alabildiğine temizlenip arınmış akılsal bir yan vardır. Kendisini gökteki tanrıyla birleşmenin/kavuşmanın erişilmez zevklerine terk eden kadın sayısıysa pek çoktur: ve on­lar, bu zevkleri, gerçekten duygulu bir biçimde yaşarlar. Kadın, dizüstü yaşamaya alışıktır; genel olarak, kurtulu­şunu, erkeklerin egemen olduğu gökyüzünden bekler; erkekler de bulutlar içindedir: yücelikleri, bedensel var­lıklarının tülleri ardında kendini belli etmektedir. Sevi­len Erkek, hemen her zaman, sevenden az çok uzaktır; kendisine tapan kadınla, iki anlama gelebilen işaretlerle anlaşır; kadın onun kalbini ancak inançla tanır ve erkek yüceldikçe, davranışları anlaşılmazlaşır. Şehvet düşkünlüğünde, bu inancın, bütün yalanlamalara meydan oku­duğunu görmüştük. Yüce Varlığı yanında hissedebilmek için, kadının ne görmeye, ne de dokunmaya ihtiyacı var­dır. Taptığı ister bir hekim, ister bir papaz ya da Tan­rı olsun, o, aynı açık gerçekleri görecek, kalbini ta yukarılardan gelen bir sevginin dalgalarına açacaktır. İnsa­nî aşkla, tanrısal aşk birbirine karışmaktadır; bunun ne­deni İkincinin birincinin yüceltilmiş biçimi oluşu değil­dir: İnsanî aşk da aşkın bir varlığa, mutlak’a dönük bir harekettir. Her iki durumda da, sevdalı kadın, yüce bir Varlık’ın canlandırdığı Bütün’e katarak kendi olumsal varlığını kurtarmak istemektedir.

Sevgilinin tanrılaşması, Tanrının da insanlaşması biçiminde dışa vuran bu ikircilli sağlıklı ya da hastalıklı pek çok durumda açıkça kendini göstermektedir. Ben burada, Ferdiere’in şehvet düşkünlüğünü inceleyen yapıtından bir örnek almakla yetineceğim. Konuşan, has­tanın kendisidir:

 

“1923’te, Basın’dan bir gazeteciyle mektuplaştım; her gün, ahlâk konusundaki yazılarını okuyor, satırlar ara­sında gizlenen anlamları bile bulup çıkarıyordum; yazı­larıyla bana cevap verdiğini, birtakım öğütlerde bulundu­ğunu sanıyordum; aşk mektupları düzüyordum ona; sık sık yazıyordum...

1924’te, birden bu iş geldi başıma: Tan­rının bir kadın aradığını, pek yakında gelip benimle konuşacağım sanıyordum; bana özel bir görev verdiği, ken­disine bir tapmak kurmak üzere beni seçtiği kanısı var­dı içimde; kadınların doktorlara bakacağı çok büyük has­tanenin, bir insan topluluğunun merkezi gibi görüyor­dum kendimi... İşte tam o sırada... evet, tam o sırada, Clermont akılhastanesine aktarıldım... Burda, dünyayı düzeltmeye çalışan genç doktorlar vardı: hücremde, du­daklarını parmak uçlarımda, cinsel organlarını avuçlarımda hissediyordum; bir keresinde: «Sen duygulu değil, şehvet düşkünü bir kadınsın; dön arkanı bakalım» dedi­ler; döndüm ve içime girdiklerini hissettim: doyulmaz bir şeydi bu... Bölüm başkam, Doktor D..., tanrı gibi bir adamdı; yatağıma yaklaştığı zaman, onda bir şeyler oldu­ğunu seziyordum; «bütün varlığımla seninim» der gibi bakıyordu bana. Gerçekten seviyordu beni: bir gün, ga­rip bir tavırla, ısrarlı ısrarlı baktı yüzüme... yeşil gözle­ri, gök mavisine dönüşmüştü; harika bir biçimde büyü­yüp kocaman kocaman olmuşlardı... başka bir kadınla uğraşırken, bir yandan da, bende yarattığı etkiye bakıp gülümsüyordu... böylece, bu noktada, Doktor D... üzerin­de çakılıp kaldım... çivi çiviyi söker derler ya, aslı yok, daha sonraki âşıklarıma rağmen (15- 16 âşığım oldu), ondan ayrılamadım bir türlü; işte bu yüzden suçlu za­ten... On iki yıldır, hayalimde, durmadan onunla konu­şuyorum... ben unutmak istedikçe geri geliyor... kimi za­man alaycı bir tavır takınıyor... «Görüyorsun ya, diyor, korkutuyorum seni, başkalarını sevsen de, sonunda yine bana döneceksin...» Ona mektuplar yazıyor, buluşmak üzere yer ve zaman bildiriyor, sonra kalkıp oraya gidiyo­rum. Geçen yıl onu görmeye gittim; soğuk bir tavır ta­kındı; hiç bir yakınlık göstermedi bana; müthiş bir ap­tallık ettiğimi anladım, hemen ayrıldım yanından... Söy­lediklerine göre başka bir kadınla evlenmiş, olsun, yine de ömrünün sonuna dek beni sevecek... kocam o benim, bununla birlikte, bizi birbirimize kaynaştıracak edim hiç bir zaman gerçekleşemedi... Kimi zaman: «Her şeyi bırak benimle gel, benim yanımda hiç durmadan yükse­lecek, yükselecek, dünyalı bir varlık olmaktan kurtula­caksın» diyor bana. Görüyorsunuz ya, ne zaman Tanrı’yı aramaya kalksam, bir erkekle karşılaşıyorum; hangi di­ne yöneleceğimi şaşırdım.

Karşımızdaki hasta bir kadın. Ancak, birçok sofu kadında rastlarız Tanrı ile erkeğin ayrılmamacasına birbi­rine girişine. Hele günah çıkartan papaz, gökle yeryüzü arasında böyle ikili bir yer tutmaktadır. Ruhunu ortaya döken günahkâr kadını etten kemikten yapılmış kulak­larla dinlemekte, ama aynı kadını kuşatıp kucaklayan ba­kışlarında doğa üstü bir ışık parıldamaktadır; tanrısal bir insandır o, insan biçimine girmiş Tanrı’dır. Madam Guyon, Peder La Combe’la karşılaşmasını şöyle anlatır: «Bir an için, ondan çıkan tanrısal bir etki ruhumun en derin köşesine iniyor, sonra benden çıkıp ona dönüyor ve bunu o da duyuyormuş gibi oldum.» Dinsel öğenin araya girişi, onu, yıllardır içine gömüldüğü kupkuru ev­renden çekip çıkarmış, gönlüne yeni bir aşk ateşi düşür­müştü. Sofuluk döneminin büyük bir bölümünü onun yanında yaşadı. Ve bu konudaki itirafı son derece ilginç­tir: «Tam bir birlik içindeydik artık, öyle ki, onu Tanrı’dan ayıramıyordum.» Aslında bir erkeğe âşık olduğunu ve Tanrıyı seviyormuş gibi yaparak kendini aldattığını söylemek pek yuvarlak bir lâf olur: o bu adamı, kendi­sine oranla bir başkası olduğu için de seviyordu. Tıpkı Ferdere’in hastası gibi, o da, farkında olmadan, bütün değerlerin yüce kaynağını aramaktaydı. Bütün sofu ka­dınların aradığı budur. Aracı erkek, kimi zaman, ıssız göğe doğru ilk atılımı yapabilmesine yarar; ama ille de gerekli değildir. Oyunun gerçekliğini, büyülü davranışın edimini, gerçek nesne ile hayalî olanı pek iyi ayırdedemeyen kadın, yokluğu kendi vücudunda varlık haline getire­bilme konusunda son derece ustadır. İşin daha az şaka götüren yanı, zaman zaman rastladığımız gibi, sofulukla şehvet düşkünlüğünü birbirine karıştırmaktır: şehvet düşkünü kadın, yüce bir varlığın sevgisiyle değer kazandığı­nı sanır; sevgi ilişkisini başlatan işte bu yüce varlıktır, ve sevildiğinden daha çok sevmektedir; duygularını, anla­mı açık, kendisi gizli işaretlerle belli eder; müthiş kıskançtır, seçtiği kadının ateşinin azlığına sinirlenir: o za­man, hemen cezalandırır ve bu erkek, hemen hiç bir za­man, etten kemikten yapılmış, somut bir insan değildir. Bu özelliklerin hepsi sofu kadında da vardır; yalnız, Tan­rı, aşkının ateşiyle yaktığı ruhu sonsuza dek sever, kanı­nı onun uğruna akıtmıştır (bu Hıristiyan kadınlar için tabiî), göğün ta yedinci katında yerler hazırlanmaktadır ona; kadının bütün yapacağı, hiç karşı koymadan kendi­ni bu sevginin ateşine atmaktır.

Bugün, şehvet düşkünlüğünün kimi zaman düşünsel, kimi zaman da cinsel bir nitelik taşıyabileceği kabul edil­mekte. Aynı şekilde, sofu kadının Tanrı’ya beslediği duy­gularda da bedenin az çok payı vardır. Sofu kadının içi­ni döküşüyle dünyalı âşıklarınki aynı temele dayanmak­tadır. Angele de Foligno, kucağında Saint François, İsa’­nın bir resmine bakarken şöyle diyordu: «işte böyle sım­sıkı sarılacağım sana, ölümlü gözlerimizin göremeyece­ği kadar sıkı... ve beni sevdikçe bırakmayacağım seni. »

Madam Guyon da şunları yazıyor: «Aşk, bir an bile ya­kamı bırakmıyordu. Dayanamayıp: Be hey sevgim, yeter, bırak artık beni! diye bağırıyordum.» «İnsanın ruhuna anlatılmaz titreşimler salan, beni kendimden geçiren bir sevgi isterim...» «Hey ulu Tanrım! şehvetdüşkünü kadın­lara şu benim duyduklarımı hissettirseydiniz, o yalancı zevklerini hemencecik bırakır, bu gerçek hazzın tadını çıkarmaya koşarlardı.»

Sainte Therese’in gördüğü düşü hemen herkes bilir:

Meleğin elinde, uzun, altın kaplı bir kargı vardı. Kargıyı zaman zaman kalbime batırıyor ve ta karnıma dek itiyordu. Kargıyı çektiğinde, barsaklarım dışarı dökülü­yormuş gibi oluyor, tanrısal bir aşk sarıyordu her yanı­mı... Şuna eminim: kargının acısını ta kasıklarımda duyuyordum, ve tinsel eşim kargıyı geri çektiği zaman, ucu­na dizdiği iç organlarım birbiri ardından paralanıyordu.

Kimi zaman, dilin yoksulluğu, sofu kadını işte böy­le cinsel sözlüğe başvurmaya zorlamaktadır deniyor; oya, sofu kadının elinde, vücudundan başka dayanak yoktur ve dünyasal aşkın yalnız sözcüklerini değil, davranış­larım da kullanmaktadır; kendim Tanrıya sunarken, bir erkeğe teslim olan kadının yaptıklarını yapmak zorun­dadır. Ayrıca bu, duygularının değerini de düşürmemek­ledir. Angèle de Foligno, içinde bulunduğu ruh durumu­na göre «kupkuru ve solgun» ya da «alyanaklı ve tom­bul» olduğu, gözyaşlarına boğulduğu ([1]), ta yukarlardan düştüğü zaman, bütün bu görüngüleri (phénomène’leri) salt «tinsel» sayamayız; ancak, bunları yalnızca onun aşı­rı «heyecanlanma eğilimi » ne bağlamak da, haşhaşın «uyu­tucu etkisi »nden medet ummak olur; vücut, nesnel gö­rünüşü altında öznenin ta kendisi olduğuna göre, kendi özel yaşantılarının nedeni değildir elbet: özne, bütün davranışlarını, varlığının birliği içinde yaşamaktadır. Sofu kadının hayranları ya da düşmanları, Sainte Thérèse’in çoşkunluklarına cinsel bir içerik verilirse, bunun onu isterik kadın haline getireceğini sanmaktadırlar. Oysa isterik öznenin değerini düşüren şey, vücudunun zihnindeki takınakları etkin bir biçimde dile getirmesi değildir: aklını tek bir fikre saplamış olması, özgürlü­ğünün büyüye çarptırılmış, yok edilmiş bulunmasıdır; bir Hint fakirinin organizması üstünde kurduğu egemen­lik onu köle haline getirmez; bedensel davranış, özgür bir atılımla çerçevelenmiş olabilir.

Sainte Thérèse’in anı­ları iki anlama yer bırakmayacak kadar açık seçiktir ve bu yazılar, onu, yakıp yıkıcı bir hazzın doruğunda gösteren Bernin’in heykelini doğrulamaktadırlar; duydu­ğu heyecanları basit bir «cinsel yüceltme» diye yorumla­mak da aynı derecede yanlıştır; bir kere, daha başında, sonradan kutsal bir sevgiye dönüşen cinsel bir arzu yok­tur; seven kadının kendisi de, işin başında, sonradan belli bir bireye yönelteceği belirsiz bir arzunun kurba­nı değildir; sevilen varlığın karşısında heyecanlanmak­ta ve bu heyecan, hemen o anda, sevgili üzerinde toplan­maktadır; böylece. Sainte Thérèse, tek bir hareketle, hem Tanrıyla birleşmek istemekte, hem de bu birliği vücudunda yaşamaktadır; sinirlerinin ve hormonlarının tutsağı değildir: kınamaktan çok, etine kemiğine işleyen bu inançtan ötürü hayran olmak gerekir kendisine.

Ger­çekte, Sainte Thérèse’in de çok iyi anladığı gibi, sofu­ca bir yaşantının değeri, öznel açıdan nasıl yaşandığına değil, nesnel açıdan ulaştığı noktaya bakılarak ölçülür. Coşkunun dışa vuruşu, Sainte Thérèse’le Marie Alacoque’ta ([2]) hemen hemen aynıdır: ama getirdikleri bildi­rinin değeri başka başkadır. Sainte Thérèse, salt zihin­sel açıdan, bireyle aşkın Varlık arasındaki dramatik iliş­kiyi ortaya atmaktadır; her türlü cinsel yorumun dışın­da kalan bir deneyi kadın olarak yaşamıştır; onu Suso nun, Saint Jean de la Croix’nın ([3]) yanına koymak gerekir. Ama o, göz kamaştırıcı bir istisnadır. Küçük kızkardeşleriyle, tam tersine, dünya ve kurtuluş konusunda özellikle kadınsal bir görüş ortaya koymuşlardır, onla­rın aradıkları aşkın, yüce bir varlık değil, kadınlıkları­nın kurtarılmasıdır ([4]).

Kadın, tanrısal aşkta, sevdalı kadının sevgilisinde aradığını arar: kendine hayranlığının kamçılanması; bü­yük bir dikkatle, sevgiyle üstüne çevrilen o ulu bakış, kendisi için, mucize dolu bir kazançtır. Madam Guyon, gerek genç kızlık, gerek kadınlık döneminde, hep sevil­me, hayran olunma arzusuyla yanıp tutuşmuştur. Çağ­daş sofulardan biri olan Protestan Matmazel Vee şun­ları yazıyor: «Hiç bir şey beni, bende olup bitenlerle özel bir biçimde ilgilenmeyen, bana sevgiyle bakmayan birin­den yoksun kalmak kadar mutsuz kılamaz.» Madam Krüdener, Tanrı’nın her an kendisiyle ilgilendiği sanı­sındaymış, Sainte Beuve, bu konuda bakın ne diyor: «sevgilisinin kollarındayken, en önemli anlarda: Ah ulu Tanrım, bilsen ne mutluyum! diye inlerdi. Mutluluğu­mun aşırılığını bağışla n’olur!» Bütün gökyüzü kendini seyredeceği bir ayna haline geldiği zaman kendine hay­ran kadının duyabileceği sarhoşluğu kolayca anlıyor in­san; tanrısallaşan imgesi, Tann’nın kendisi gibi uçsuz bucaksızdır artık, bir daha da hiç silinmeyecektir; o, aynı anda, cayır cayır yanan, küt küt atan, sevgiye bo­ğulan yüreğinde, tapılası Tanrı tarafından, ruhu­nun yeniden yaratıldığını, sevilip şımartıldığını, günah­larının bağışlandığını hissetmektedir; kollarına aldığı, sarıldığı sevgili, Tanrı'nın araya girmesiyle alabildiğine yüceltilmiş ikiz kardeşidir, kendisidir. Angele de Foligno’nun aşağıdaki satırları son derece anlamlıdır. İsa ba­kın nasıl sesleniyor ona:

Tatlı kızım, yavrum, sevgilim, tapınağım benim. Kı­zım, sevgili yavrum, sev beni, çünkü ben de seni sevi­yorum, hem de, senin beni sevebileceğinden çok, ama çok daha fazla. Bütün yaşamın: yiyip içişin, uyuyuşun, kısacası her şeyin hoşuma gidiyor. Sende, bütün ulusla­rın gözlerini kamaştıracak şeyler yapacağım; herkes be­ni sende tanıyacak, birçok halk sende yüceltecek adımı. Kızım, benim tatlı eşim, çok, pek çok seviyorum seni.

Bir başka yerde de şöyle der:

Tatlıların tatlısı, canım kızım, Yüce Tanrı'nın kalbi şimdi senin kalbinin üstündedir... Yüce Tanrı, senin içine sevgilerin en büyüğünü, bu kentte yaşayan kadın­lardan hiç birinin tadamayacağı sevgiyi yerleştirdi; ca­nının içi yaptı seni.

Başka bir seferinde de şunları yazar:

Sana öyle bir sevgim var ki, artık kusurlarına fa­lan aldırmıyor, hattâ onları görmüyorum bile. Müthiş bir hazine yerleştirdim senin içine.

Tanrının seçtiği kadın, ta yücelerden gelen bu ateşli sevgi gösterilerine karşılık vermeden edemez elbet. Sevdalı kadında rastladığımız geleneksel teknikle sevgiliye kavuşmak ister: yani kendisini hiçleştirerek. «Tek bir işim var yeryüzünde: sevmek, kendimi unut­mak, hiçleştirmek» diye yazar Marie Alacoque. Coşku, ben'in bu hiçleştirilişini bedensel olarak dile getirmekte­dir; özne artık ne bir şey görmekte, ne de duymaktadır, bedenini unutmakta, yadsımaktadır. Tanrının yüce ve göz kamaştıran varlığı imgesi işte bu teslimiyetle, edilginliğin eksiksiz kabulüyle, derinliğine gerçekleşmekte­dir. Madam Guyon’un sekinciliği (quiétisme'i), yani hiç bir şey yapmadan, kendi ben’ini hiçleştirerek, bir köşe­den dünyayı seyretme yöntemi, bu edilginliği bir dizge (système) haline getirmişti: nitekim, kendisi, vaktinin çoğunu hiç kıpırdamadan oturarak geçirmekteydi; ayak­la uyuyordu.

Sofu kadınların çoğu, kendini edilgin bir biçimde Tanrıya teslim etmekle yetinmez: benlerini hiçleştirme işine, bedenlerini hırpalayıp yıkarak, etkin olarak giri­şirler. Çilecilik, keşişler ve papazlar tarafından da uy­gulanmıştır elbet. Ancak, kadının etini hiçe sayması, za­man zaman, çok garip biçimlere bürünür. Kadının, vü­cudu karşısındaki tutumunun nasıl iki yanlı olduğunu görmüştük: kadın, acı çektirme ve aşağılama aracılığıy­la yüceltir onu. Bir sevgilinin önüne zevk aracı olarak bırakıldığı an, bu vücut, bir tapmak, bir put haline gel­mektedir; doğum sancılarından sonra, yeryüzüne yeni kahramanlar getirmektedir. Sofu kadın, sonradan ona sahip olmayı hakedebilmek için, kıyasıya eziyet edecek­tir vücuduna; onu iğrenç duruma düşürmekle, aslında, ruhunun kurtuluşunu sağlayacak araç haline getirip yü­celtmektedir. Bazı ermiş kadınların giriştikleri aşırılıkla­rı da ancak böyle açıklayabiliriz. Sainte Angèle de Foligno, az önce cüzzamlıların ellerini ayaklarını yıkadığı su­yu ne büyük bir zevkle içtiğini anlatır:

Bu iksir içimize öyle tatlı bir duygu uyandırdı ki, sevinç ardımıza takılıp ta eve dek bizimle birlikte geldi. O güne dek, böyle tatlı bir su içmemiştim. Cüzzamlıların yaralarından çıkan bir parça takılmıştı boğazıma. Çıka­rıp atacak yerde, yutabilmek için büyük bir çaba göster­dim, ve sonunda başardım. Tann’nın varlığına katılmış gibi hissettim kendimi. İçimi dolduran tatlı duyguları an­latabilmem olanaksız.

Marie Alacoque'un, diliyle, hasta bir kadının kusmuk­larını yaladığını biliyoruz; kendi yaşam öyküsünde, isha­le tutulmuş bir erkeğin pisliğini yerken duyduğu mutlu­luğu anlatır; İsa, sonradan, dudaklarını Kutsal Kalbinin üstüne yaslayarak mükâfatlandırmış kendisini. İtalya, İs­panya gibi cinsel duygulan güçlü ülkelerde, kendini tan­rıya adayış, iyice bedensel nitelikler kazanmaktadır: Apeninler’in orta kesimindeki köylerde, kadınlar, bugün bi­le, kutsal bir yeri ziyarete giderken, yerden aldıkları taşlan emerek dillerini paramparça etmektedirler. Bütün bu işleri yaparken, kendi bedenini aşağılayarak insan be­denini kurtaran İsa’nın yolundan gitmektedirler: kadın­lar, bu büyük gize, erkeklerden çok daha somut bir bi­çimde yakındırlar.

Tanrı, çoğunlukla, kocasının kalıbında görünür ka­dına; kimi zaman, olanca şan ve şerefiyle, beyazlar için­de, göz kamaştıran, egemen bir varlık halinde ortaya çı­kar; kadına bir gelinlik giydirir, başına bir taç oturtur, elinden tutar, kendisini göğün ta yedinci katına çıkar­maya söz verir. Ama çoğu kez, bizler gibi etten kemikten yapılmış bir varlıktır: İsa’nın Sainte Catherine’e verdiği, onun da parmağında taşıdığı görünmeyen yüzük, aslın­da, İsa’nın Sünneti’nden kalma bir «yara izi»nden başka bir şey değildi. Ve Tanrı, sofu kadın için, her şeyden önce, eziyete uğramış, kanlar içinde yüzen bir vücuttur: o, en büyük coşkunluğu, çarmıha gerilmiş İsa karşısında duyar; kendini, Oğlu’nun cesedine sarılmış olan Meryem Anaya, ya da, çarmıhın dibinde duran ve yüzü gözü Sevgili’nin kanıyla yıkanan Madeleine'e benzetir. Böylece, hem eziyetçi, hem de eziyet düşkünü yanını doyurur. İsa’nın, yani Tanrı’nın aşağılanışında, İnsanın gözden düşü­şüne hayran olur; çarmıha gerilmiş olan adam, o kıpırtı­sız, yara bere içindeki vücuduyla, küçük kızın öteden beri kendisine benzettiği, yırtıcı hayvanların, hançerlerin, erkeklerin önüne atılmış pembe beyaz dişi kurbanı can­landırmaktadır: sofu kadın, Erkeğin, Tanrı Erkeğin, kendi rolünü benimsediğini görünce allak bullak olmuştur. Tahta sedye üzerine yatırılan, günün birinde göz ka­maştırıcı bir biçimde Yeniden Dirilecek olan kendisidir. Evet, kendisidir: kanıtlar bunu; dikenlerden örülmüş taç altında alnı kanar, görünmeyen bir çivi ellerini, ayakla­rını, bağrını delik deşik eder. Katolik Kilisesi'nin tanıdı­ğı, dikenli taçla dağlanmış 321 kişiden yalnız 47'si erkek­tir; öbürleri Macaristan’lı Hélène, Jeanne de la Croix, G.d'Osten, Osane de Mantoue, Claire de Montfalcon vb. -, ortalama olarak, yaşdönümünü geçmiş kadınlardır. En ünlüleri olan Catherine Emmerich, çok genç yaşta dam­galandı. Dikenli tacın acısını tatmak istediğinden, 24 ya­şında, göz kamaştıracak kadar yakışıklı bir delikanlının kendisine yaklaştığını, başına özlenen tacı oturttuğunu gördü. Ertesi gün şakakları ve alnı şişti, kan akmaya başlamıştı. Dört yıl sonra, bir coşkunluk sırasında, İsa'­yı gördü; yaralarından, incecik bıçaklara benzeyen ışın­lar çıkıyor, bizim azizenin ellerinden, ayaklarından, bağ­rından kanlar fışkırtıyordu. Teri bile kanlıydı, kan tü­kürüyordu. Günümüzde de, Thérèse Neumann, her kut­sal cuma günü, imanlı kişilere İsa’nın kanıyla yıkanmış yüzünü göstermektedir. Kan fışkıran bu delikler, aslın­da, insanın bedenini şana şerefe kavuşturan anlaşılmaz simyanın belirtisidirler, çünkü, bu kanlı acının altında, tanrısal sevginin ta kendisi yatmaktadır. Kadınların, akan bu kızıl kanın katkısız, sapsarı bir ışık haline dönüşme­sine verdikleri önemi anlamak da kolay. Erkeklerin kra­lı olan adamın (İsa’nın) bağrından akan kan akılların­dan çıkmaz bir türlü. Sainte Catherine de Sienne, he­men her mektubunda bundan söz eder. Angèle de Folig no, İsa'nın kalbini ve bağrındaki derin yarayı gördükçe kendinden geçiyordu. Catherine Emmerich, «kana bu­lanmış bembeyaz bir kefene sarılmış» İsa’ya benzeyebil­mek için, kıpkırmızı bir gömlek giyiyordu; her şeyi, «İsa’nın kızıl kanına bulaşmış olarak» görüyordu. Ma­rie Alacoque, yukarda da söylediğimiz gibi, ağzını İsa’­nın Kutsal Kalbi’ne dayamış, tam üç saat kana kana onun kanını içmişti. İmanlı kişilerin hayran bakışları önüne, sevginin alevli oklarının açtığı yaralardan çıkan kızıl kanın pıhtısını getiren o’dur. Kadınların en büyük düşünün simgesidir bu: sevginin açtığı yaralardan akan şanlı, şerefli kan.

Coşku, görülen hayaller, Tanrı'yla konuşmalar, yani iç dünyayla ilgili bu yaşantı, bazı kadınlara yetmektedir. Bazılarıysa, bunu, edimler halinde bütün dünyaya yay­mak istemektedirler. Eylemin hayran hayran seyredişle birleşmesi iki değişik biçimde ortaya çıkar. Sainte Cat­herine, Sainte Thérèse, Jeanne d’Arc gibi, hangi ereğe yöneldiklerini çok iyi bilen ve bunlara varabilmek için, büyük bir açık görüşlülükle, en iyi yolu tutan eylem ka­dınları vardır: böylelerinin Tanrı'dan gelen esinleri, ol­sa olsa, açık seçik gerçeklerine nesnel bir görünüş ka­zandırmaya yaramaktadır; bu esinler, onların, kesinlik­le çizdikleri yolları izlemesine yardım etmektedir. Ma­dam Guyon, Madam Krüdener gibi kendine hayran ka­dınlarsa, suskun bir coşkunluğun sonunda, yine Madam Guyon'un deyimiyle, ansızın «bir havari havasına» gir­diklerini hissetmektedirler. Yerine getirecekleri görev konusunda kendilerinin de açık seçik bir görüşü yoktur; ve tıpkı sağa sola koşuşma hastalığına tutulmuş evkadınları gibi yapacakları şeye hiç aldırmazlar, yeter ki bir şey olsun. Madam Krüdener, kendini büyükelçi, romancı olarak gösterdikten sonra, niteliklerinin değeri konusundaki fikrini kendine sakladı: birtakım kesin fi­kirleri savunup başarıya ulaştırmak için değil, Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir insan olduğunu göstermek için el attı I. Alexandre'ın kaderine. Kadının azıcık gü­zel ve akıllı olması bile kutsal bir kişiliğe sahip bulun­duğuna inanmasına yeterken, Tanrı’nın seçkin kulu oldu­ğunu düşündüğü zaman çıkacağı yeri artık varın siz hesap edin: o vakit, özel bir görevle yeryüzüne geldiğine inanır, birtakım belirsiz öğretiler öne sürer, hemen bir tarikat kurar; böylece, çevresinde topladığı insanların her birinde, kişiliğinin başdöndürücü biçimde çoğaldığı­nı görür.

Sofu inancın ateşi de, tıpkı aşk ya da kendine hay­ranlık gibi, etkin ve bağımsız bir yaşamın temeli olabi­lir. Ancak, tek başına ele alınırsa, bütün bu ruhunu kur­tarma çabaları insanı olsa olsa başarısızlığa götürür; ka­dın, ya gerçekdışı ile ilişki kurar: yani kendi hayali ya da Tanrı ile; ya da, gerçek bir varlıkla gerçekdışı iliş­kilere girer; her iki durumda da, dünya üzerinde etkili olamaz; öznelliğinden kurtulamaz; özgürlüğü bir kan­dırmaca, bir efsane olarak kalır; bu özgürlüğü gerçek­ten yerine getirmenin bir tek yolu vardır: onu, olumlu bir eylemle insan toplumuna yansıtmak. S:120-133

 

Kaynak: Simone De Beauvoır, Kadın, trc: Bertan ONARAN, Payel Yayınevi Mart 1969, İstanbul


 



[1] (1) Yaşam öyküsünü kaleme alanlardan biri: «Döktüğü gözyaş­ları yanaklarını öylesine yakıyordu ki, gidip onlara soğuk su çarpmak zorunda kalıyordu» der.

[2] (2) Marguerite. Marie Alacoque (16471690), İsa’yı üç kez gör­düğünü ileri süren ve ömrünü, manastırları ziyaretle geçiren er­miş kadınların önderliğini yapan bir azize.

[3] (3) Saint Jean de la Croix (15421591). Sainte Thérèse’in ya­kın arkadaşı, onun gibi kilisede dönüşüm yanlısı, çeşitli üniver­sitelerde ders vermiş bir din doktoru. Hıristiyan ruhunu, insa­nın iç dünyasındaki «karanlık evrenden» geçirerek Tanrı’yla bir­leştirmek istiyordu.

Heinrich Suso (1295-1366), Dominicain okulundan yetişme, İsviçre'li bir din adamı; görüşlerinin sertliğiyle ün salmış; XIV. yüzyılda Almanca’yı en güzel kullanan yazarlardan biri.

[4] (4) Catherine de Sienne’de de, dinbilimle ilgili kaygılar epey ağır basmaktadır. O da, oldukça erkeksi bir azizedir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar