Sol’un Kültür Algısı Ve Kaybettirdikleri
Yazan: İrvin Cemil Schick
AltÜst Dergisi / 2 Temmuz
2011
Cumhuriyet Türkiye’sinde kültür
her zaman siyasetin tay hatlarını yansıtmıştır. Yansıtmıştır ama, bunu asla
tutarlı bir şekilde yapmamış, daha ziyade “biz” ve “onlar’ın birbirinden tefrik
edilmesine yarayan yarı keyfî bir araç olabilmiştir. Örneğin öz Türkçe gibi
temelde faşizan bir ideoloji Sol tarafından benimsenirken sağ tarafından
reddedilmiş, Yunus Emre’nin Bektaşi olup olmadığı gibi özünde tamamen olgusal
olması gereken bir soruya verilen cevap, cevabı verenin solcu mu, yoksa sağcı
mı olduğuna göre değişmiş, bu arada Sol Necip Fazıl’ı, Sağ ise Nazım Hikmet’i
şairden saymamıştır.
Atatürk Safiye Aylâ’yı severmiş
belki, ama Cumhuriyet kadroları Türkiye halkına opera, bale, senfoni sevdirmek
için ellerinden geleni esirgememiştir. Buna mukabil Yakup Kadri Karaosmanoğlu
gibi aslında kozmopolitliğin daniskası
olan, aynı cümle içinde hem
Kitab-ı Mukaddes’ten, hem de Andre Gide’den alıntılar yapabilen bir yazar
kozmopolitliğe karşı atıp tutabilmiştir dönemin yayınlarında. Halil Berktay’ın
çeşitli vesilelerle söylediği gibi “komünist şair” Nazım Hikmet milliyetçilikte
sağa taş çıkartırken, bu kez de Besim Dellaloğlu’nun belirttiği üzere
“muhafazakâr yazar” Ahmed Hamdi Tanpınar İsmet İnönü hayranı bir CHP
milletvekili olmakta beis görmemiştir.
Kemalist kadrolar arasında
Osmanlı edebiyatı ve musikisi zamanı geçmiş, geri ve gerici bir kültürün
ürünleri sayılmış, ama Orhun Yazıtları gibi ondan çok daha öncesine dayanan
eserler (İslâm öncesi ve Orta Asya kökenli olduklarından) makbul sayılmıştır.
Hele Arap alfabesi üzerine kurulu olan hat sanatı toptan mürteci sayılmış,
binaların, çeşmelerin üzerindeki tuğralar ve kitabeler kazınmış, Hamid Aytaç
gibi, Hulusi Yazgan gibi dünya çapında sanatçı olan onlarca hattat sefalet
içinde ölüme terk edilmiştir.
Yaşça bana yakın olanlar
hatırlayacaktır: 1960’h ve 70’li yıllarda Sol çevrelerde Bach yahut Mozart
dinlemek yasaktı, çünkü bunlarmki “burjuva müziği”ydi. Brandenburg Elektörü
Christian Ludwig yahut Prusya Kralı II. Friedrich için bestelenen müzik nasıl
burjuva müziği olabiliyordu, bunu o zamanlar da kara kara düşündüğümü
hatırlarım. Çok şükür çevrem Ortaçağ müziğinden hoşlandığımı bilmiyordu, yoksa
“feodal müziği” dinlediğim için kim bilir beni nasıl kınayacaklardı! Bırakın
Ahmed Adnan Saygun’u yahut Nevit Kodalh’yı, Ruhi Su dinleyenlerle Münir
Nurettin dinleyenler asla bir araya gelmezdi o günlerde.
Edebiyatta da, resimde de, başka
sanat dallarında da aynı gerekçeye dayanan birtakım yasaklar vardı. Ne
kalıyordu peki geriye? O dönemde solcu olmak, “halk edebiyatı” ve “halk müziği”
sevmeyi gerektiriyordu her şeyden önce. Örneğin birçok solcu öğrenci folklor
kulübü üyesiydi, çeşitli yörelerin oyunlarını icra etmeyi devrimciliğin ve
antiemperyalizmin gereği addediyordu. Daha ziyade milliyetçi bir narodnikliğin
yansımasıydı bunlar ama, geçelim isterseniz.
Habis ilgisizlik
Günümüzde belki o kadar katı
değil ayırdedici hatlar. Zaman zaman iktidar partisi mensuplarının Nazım Hikmet
adını telaffuz ettiği bile görülüyor. Ama iki tarafta da bazı bağnazlıklar
devam ediyor. Bunlardan biri, “geleneksel” olarak nitelendirilen sanatlara
Sol’da duyulan habis ilgisizlik. Habis diyorum, çünki bu alelade, pasif bir
ilgisizlikten ziyade (ne de olsa herkes her şeye ilgi duymak mecburiyetinde
değil), kasıtlı, aktif bir ilgisizlik.
Aslına bakılırsa “geleneksel
sanat” terimi başlı başına sorunlu, çünkü Batı kökenli sanatlarla Türkiye
kökenli sanatları yapay ve özcü bir şekilde ayırmak ilkesi üzerine kurulmuştur.
Örneğin şu soruyu soralım kendimize: Batı resim sanatı hangi anlamda
“geleneksel” değildir? Elbette batı resim sanatının da kendine has gelenekleri
vardır, bunlar nesilden nesile aktarılmaktadır. O halde olsa olsa “onlar bizim
geleneklerimiz değil” denilebilir. Öte yandan, mesela Osmanlı tezhib sanatının
geleneği büyük ölçüde Tebriz’e, Herat’a dayanır. O halde onlar da aslında
“bizim” değildir. Zaten insanlarda saf kan aramak ne kadar anlamsızsa, kültürde
saflık aramak eşit derecede anlamsızdır. Silifke oyunlarıyla Kars yahut Trabzon
oyunlarını kıyaslayın, “biz” ile “öteki”yi ayırmanın ne kadar zor olduğunu
hemen görürsünüz.
Geleneksel sanatlar terimi bazen
de anonim halk sanatları için kullanılır, mesela kaşıkçılık, çorapçılık,
bakırcılık gibi. Ama o zaman da hat yahut minyatür gibi sanatçıları genellikle
belli olan eserleri kapsayacak şekilde kullanılması sorunlu hale gelir.
Kısacası, bu terimi beğendiğimden değil, sorunlu da olsa kabul edilmiş bir
anlamı olduğundan kullanıyorum burada. Doğrudan “halk”a mal edilemeyen, bir
şekilde Osmanlılık yahut İslâm çağrıştıran geleneksel sanatlara Sol’un
ilgisizliğinden yakınıyorum. Yani hat, tezhib, minyatür, ciltçilik, ebruculuk
gibi sanatlara.
Günümüzde bu işlerle meşgul
olanlar genellikle muhafazakâr-dindar kimselerdir. Solcu-laik kimseler ise
yanlarına bile yaklaşmaz. Sergiler yahut konferanslar düzenlendiğinde seyirci
veya dinleyicilerin hangi toplumsal-kültürel kitleden çıktığı gözle
görülebilir. Elbette benim derdim o kitle değil, bu sanatları yaşatarak çok
önemli bir hizmette bulunmuş oluyorlar, ayrıca engin bir kültür zenginliğinden
de nasipleniyorlar. Aferin onlara. Benim derdim ötekilerin, yani bu derginin
okurları olan “ulusalcı, Kemalist, milliyetçi, İslamofobik olmayan Sol”un neden
bu sanatlara yeterince rağbet etmediği.
Hat sanatını ele alalım. Evlerini
boy boy kilimlerle, bakır ibriklerle süsleyenler, bir hat eserini duvarlarına
asmayı akıllarından bile geçirmez. Oysa o kadar zengin bir kültürü barındırır
ki hat sanatı, hem de bu toprakların kültürünü. Konuya aşina olmayanlar
herhalde hat sanatını bir “Arap sanatı” zanneder. Ve Arap dünyasında, İslâm
dininin ortaya çıkmasına koşut olarak doğduğu elbette doğrudur. Ama İstanbul’un
fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğünun hat sanatının merkezi olduğu da bir o
kadar su götürmez. Yani beş yüzyıldan uzun bir süredir hat sanatını bu
topraklar beslemiştir. Yabancı bir sanat değildir asla.
Rahmet senedi elimde oldukça
Bir hat eserine bakmanın türlü
yolları vardır. Örneğin, “Ne yazıyor?” diye sorulabilir, yani sadece bir metin
olarak görülebilir. Yahut anlamından bağımsız olarak siyah-beyaz lekelerin bir
araya geldiği bir grafik eser olarak görülebilir. Gerçi işin doğrusu, hat
sanatının zevkine varmak için bunlardan ne biri yeterlidir, ne öteki. Anlam ile
biçimin başka hiçbir sanatta görülmeyen bir şekilde bir araya geldiği bir
sanattır hat sanatı. Ve Sol bu sanatı yok sayarak eşi az bulunur incelikleri
gözardı eder. Bir örnek vereyim.
Birçoklarınca 20. yüzyılın en
önemli hattatı addedilen Mustafa Halim Özyazıcı’nın Hicrî 1348 (1929-1930)
tarihli sıradışı bir eserini görüyorsunuz burada. Kur’an-ı Kerim’in Enbiyâ
suresinin 107. âyetinde “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” (Ve biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) denmektedir. Yani Hz. Muhammed’in
insanlığa gönderilmesinin, Allah’ın rahmetinin (esirgeyiciliğinin,
bağışlayıcılığmın) bir göstergesi olduğu belirtilmektedir. Halim Efendi bu
âyetin Arapça metnini bir el şeklinde yazmıştır. Hemen şunu ekleyeyim, resim
şeklindeki yazılar halk arasında iyi bilinir, ama önemli hattatlar bu tarza pek
itibar etmemiştir. O bakımdan bu eser kayda değer bir istisnadır, harflerin
şekilleri bozulmadan ortaya konmuş olan ender yazı-resimlerdendir. El, sülüs
hattıyla yazılmıştır. Altında ise nka’ hattıyla Türkçe bir beyit görülüyor. Bu
beyitte ise şöyle denmektedir: “Ne kadar müznib isem de yine olmam
gamnâk/Hüccet-i rahmet iken elde: Ve mâ erselnâk” Bugünün Türkçesiyle, “Ne
kadar günahkâr isem de yine gam yemem, rahmet senedi elimde oldukça,” ve bunun
arkasından âyetin Arapça aslının ilk üç kelimesi. Yani beyitte âyet nâzil
olduğu için elimizde rahmet senedi olduğu belirtiliyor, dolayısıyla Halim
Efendi de o âyeti aynen bir el şeklinde yazmış, “elde” olduğunu vurgulamak
için.
Şimdi, bu eserin hat sanatı
açısından önemli olduğunu takdir etmek için elbette belirli bir birikime
ihtiyaç vardır, her bakan “Vay be, teknik açıdan ne kadar kusursuz bir yazı”
diyecek değil. Ama Allah’ın esirgeyici olduğunu hatırlatan bir âyetin, bu
esirgeyiciliğin senedi, garantisi olarak görülmesi, “elde” addedilmesi,
dolayısıyla da metnin el şeklinde yazılmasındaki ince nükteye herkes varabilir,
yeter ki açık fikirli olunsun ve “Arap harfleri”ndeki sanat ve kültür
potansiyeli gözardı edilmesin.
Osmanlıca öğrenmenin zor olduğu,
Cumhuriyet ideolojisinin temel taşlarındandır. İnanın ki hiç öyle değil. Gayet
kurallı ve rasyonel bir sistem. Hele İngilizce veya Fransızca öğrenmek
azabından geçmiş olanlar Osmanlıcayı kolaylıkla öğrenebilir, bundan emin olun.
Hat sanatının tadına varmak için elbette yazıyı okuyabilmek gerekir. Bununla
beraber Arap elifbasını bilmeyenler de hat sanatında seyrine doyulmayacak
güzellikler bulabilir. Ama buluyorlar mı? Bırakın bulmayı, hat sanatını
bakmaya, düşünmeye değer addediyorlar mı? Yoksa “gerici” olduğu için ellerinin
tersiyle bir kenara mı itiyorlar?
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar