TA’RÎFÜ’S-SÜLÛK (İlâhi Âleme Dönüş Bilgisi) NAZÎF HASAN DEDE
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Şeyh
Nazîf Hasan Efendi Kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Mora Yenişehrinin Oganlı kasabasındandır. Muhaddisînden
Hacı Halil Efendi’nin oğludur. Dedesi Mahmûd Efendi’dir. 1208/ 1793-94 tarihinde
dünya’ya gelmiştir. Hakk’a yürüyüş tarihi 1277 /
1882 olup kabri Bahâriye Mevlevîhânesindedir.
Âlim,
sâir, nazîf, gâyet nâzik bir şahsiyettir. Aynı zamanda müzik ve edebiyatlada
ilgilenmiş ve bu alanlarda kendini isbat
etmiş bir Mevlevî âlimidir. Mevlevî tarikatının
âriflerinden Nazîf Hasan Dede mûsîkî ilminde ihtisas sahibi olmanın yanında
neyzenliktede zamanın üstadı olarak değerlendirilmiştir. Altmışbir yaşına kadar ilim öğrenmekle meşgul olmuş, Tasavvufa gönül veren müridininde ilme gereği gibi değer vermesini istemiş, müridin sadece bâtınî terbiye almasının
yeterli olmadığını, zâhirî terbiyeyi de alması
gerektiği
üzerinde çok durmuştur. Ancak bu şekilde hem zâhirî hemde bâtınî terbiye alınarak
noksanlıkların tamamlanabileceğini savunmuştur. O’na göre en güzel sey insanların hiçbir ilmi ayırmadan
kendilerine yarayacak her türlü şeyi öğrenmeleridir.
Nazîf
Hasan Dede faydasız ve mâlayâni şeylerden uzak durulması gerektiğine ve uzak durulmadığı takdirde bunların insanı fesâda götüreceğine inanan, insanın sadece sözlerinde,
sohbetlerinde değil, bütün hal ve hareketlerinde
bu faydasız işleri bırakması gerektiğini savunan bir tebliğci kabul etmiştir. O’na göre her şeyin lâzım olduğu bir mahal vardır. Mürid başına gelen kötü şeyleri izâle edebilmek için bu hileli şeyleri de öğrenmeli, bu sâyede iki âlemdeki saadetini sağlayabilmelidir.
Nazîf
Hasan Dede bir şey hakkında bilgili olmanın câhil
olmaktan öncelikli ve daha iyi olduğunu özelikle vurgulayarak ilme büyük değer atfetmiştir. Dil bilmenin dahi önemli olduğunu savunmuştur.
Anlattığımız
şekilde Nazîf Hasan Dede’nin içerisinde çeşitli dînî ve tasavvufî konuları anlattığı, zamanındaki bir takım meselelere çözüm getirmesi
amacıyla ele aldığı Ta’rîfü’s-Sülûk adlı risalesinden günümüz
insanlarının faydalanması gerektiğini düşündük. Ta’rîfü’s-Sülûk risâlesi tasavvufa dair bir
kısım meseleleri çözmesi yönünden önemli ve faydalı bir eserdir. Nazîf Hasan
Dede’nin ta’biriyle:
Ehl-i
derde bu dahî olsun nazîfen bir eser
Himmet-i
pîr ile tekmîl oldu Ta’rîfü’s-Sülûk
Süleymâniye
Kütüphanesinde yazma ve matbu birçok nüshası bulunmaktadır.
Nazîf
Hasan Dede ve eser hakkında geniş bilgi için [1]
Fatih BİLGİN’in hazırlamış olduğu teze müracaat
edilebilir. Tezde, Ta’rîfü’s-Sülûk risâlesinin Osmanlıcadan latinizesi ve
yorumları yapılmıştır. Biz ise tezde kullanılmış metine olabildiğince sadık
kalarak günümüz Türkçesiyle tekrar hazırladık. Bir bütün halinde olan risaleyi kendi
içerisinde başlıklar altında bölümlere ayırarak anlaşılma yönünden kolaylık olmasını
düşündük. Bazı yerlerde konusu birbirine münasip olanları birleştirmenin
gerekli olduğundan takdim ve te’hir, gerekli görülen yerlere bazı ilave
bilgiler ekleyerek zenginleştirdik.
Tevfik
ve inayet Allah Teâlâ’dandır.
İhramcızâde
H.İsmail Hakkı
ALTUNTAŞ
Esenler-İstanbul
2010
ŞERH-İ BEYAN-I (ENE NOKTAİ
TAHTE'L-BA) İMAM ALİ KERREMALLÂHÜ VECHE
اَنا نُقْطَةٌ تَحْتَ اْلبَاء [2]
Marifet babının ilerisini heves
Ve bâdesinin remzi daim sana pes
Hz. Ali kerremallâhü veche
buyurdu ki:
“Bil ki tüm semavi
kitapların esrarı Kur´ân-ı Kerim'de toplanmıştır, Kur´ân-ı Kerim'in tüm esrarı
Fatiha'dadır, Fatiha'nın tüm esrarı Besmelededir, Besmelenin tüm esrarı 'B-ب' harfindedir, B ' ب ' harfinin tüm esrarı da onun altındaki
noktadadır.”
Daha sonra şöyle buyurdu : “
'B- ب ' harfinin altındaki nokta benim. “ [3] yani bu nokta imâ yolu ile
getirmesinden muradı şudur ki;
Cümle eşyanın hakîkati bir
cevherden olmuştur. O cevher benim demektir. Kur´ân-ı Kerim yirmi sekiz
harfdir. Hepsinin aslı bir eliftir. Elifin aslı noktadır. O nokta bu mahlûkat
yok iken var idi. Şimdi vücudun olmadan, kaşın ve gözün ve cümle azan yok iken
bir nokta idin. O nokta misali olan nokta zahir olmak istedi. Şehvet olup ana
rahmine düştü. Gelip zahir oldu. Boyun elif gibi uzadı, elif oldun. Başın o
nokta-i hakîkat oldu. Vücudun 'B- ب ' oldu. Diğer azalar
baştanbaşa bir harf oldu. Şimdi baştan ayağa Allah Teâlâ kelâmına sen ayık ol
ki, besmelenin sırrı senin vücudunda oldu. Yani sen seni bilmek, sana yeter demek
olur.
Bütün
eşyanın evveli insandır.
Vücudu
harf mesabesindedir.
Harflerin
evveli ise eliftir.
Elifin
evveli noktadır.
O nokta Kur´ân-ı Kerim’in
başındaki besmelenin altında bulunur. Hz. Ali kerremallâhü veche “O nokta
benim” der. Yani eşyanın aslı benim demek olur. Eğer Seni dahi bildin ve
bilirsen, hakikatten agâh[4]
olursun.
Zât diye Hazret-i Hakk’ın
varlığına derler. Yani vücuduna derler. Bütün âlem onun zatından ibarettir. O
zât-tan zuhûra gelmiş ve O’na dönecektir.
اِنَّا
ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ [5] buna işarettir. Yani cümle
âlem bendendir, yine bana dönecektir. Bu gelmekliğin gitmekliğin itibarı halka
tefhim[6]
içindir. Yoksa kâmil katında varmak gelmek yoktur.
Varmak
gelmek hiç yoktur ey talip heman
Geç
enâniyet tarîkından bu remze var gör
Senin
vücudunu sen bilme
Ve hiç
Seni sanma senin nesnen yoktur.
Nazm:
Bu
sende ben diyen bil sen değilsin
Sen
olüsün can değilsin ten değilsin
Sana
bu senlik adını sen taktın
Cahîmi
[7]
kendin özellikle yaktın
Gören
o dur görünen cümle o dur
heman
bu göz irade Hakk’a yoldur.
Hazreti
Hakk’ın senin sıfatı vardır
O
sıfatların ulusu ismi alimdir
Biri
dahi kadirdir vahid dir ve mürid dir
Ve
Semi’dir basirdir mütekemmildir
İsmi
Hüve dir
Eğer bu sıfatlar sende
olmasa meyyit (ölü) olursun.
Bu sıfatlarla muttasıf
olduğundan âgah oldun. İdrak mertebesine yetişip şüphesiz hakîkatine
yetişirsin.
اللهم
يسـرلنا هذا الزوق باســـم سبـحـانه و تـعـالى
بســـم الله الرحمن الرحيم
TA‘RÎFÜ’S-SÜLÛK
Bâı bismillah olub şehr-i ulûm
Noktası ol şehr içün bâbü’s-selâm
Oldu remz-i sırr-ı Ahmed’le Alî
Nükte-i sebi’l- mesânîden merâm
Sipâsu minnet ve şükr ü temennâ
Bedergâhı Hüdâvend-i Teâlâ
Zehî kudret ki bir dem Kün
dîmekle
Âdemden âlemi kıldı hüveydâ
Gelince sahn-ı sahrâ-yı vücûda
Buyurdu Âdem’e ta’lîm-i esmâ
Salât ü bâ-selâm bî hasr ü bî-
add
Ola rûh-ı Rasûl’e her dem ihdâ[8]
Fakîrden
bazı müridler tasavvufla ilgili bir risâle taleb ettiklerinde her ne kadar tasavvufun
tarifi terki dava ve sırları gizlemek isede;
“Ve sakın
bir sey isteyeni azarlama, Fakat
Rabbinin nimetini anlat.” [9] âyet-i kerimesi ve Şîfâ-i Şerîf’in[10] başlangıcında
bulunan
“Her kime
bildiği bir konuda soru sorulur da o da
bunu gizlerse Allah Teâlâ kıyamet günü onun ağzına ateşten bir gem vurur.” [11]
hadîs-i şerîfi düşününce müridleri men edemeyip Pîrimiz
Hazreti Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendimizin
rûhâniyet-i kudsiyelerinden yardım ve izin isteyerek iş bu risâleyi sunmak için hazırladım.
İsminide Ta’rifü’s-Sülûk (Manevi Yolculuğun Bilgisi) koydum. Mutlak
ve sonsuz feyiz ve bolluk sahibi Allah Teâlâ faydalı olmasını ihsân buyursun.
Amîn.
Allah teâlâ âlemleri niçin
yarattı?
Bu âlemler ve bütün mahlûkat
meydana
çıkmadan önce Allah Teâlâ â’mâda [12] idi.
Hatta bazı ashâb Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme;
“Allah Teâlâ
mahlûkâtı yaratmadan önce neredeydi?”
diye sorduklarında
Mir’âtül’-Vücûd
[13]
isimli
kitabın şerhinde yer almış olduğu üzere;
“O ne
gökyüzün üstünde ne de altında olan â’mâ’dadır.” hadîs-i şerîfiyle cevâb buyurdular.
“Ben gizli
bir hazine idim, bilinmek istedim. Bu sebeple bilinmek için mahlûkâtı yarattım.
Onlara nimetleri sevdirdim. Bu vesileyle beni bildiler.” [14] hadîs-i
kudsîsi ile
“Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler
diye yarattım.” [15]
âyet-i kerîmesini (İbn-i Abbas
radiyallâhü anh “bana ibâdet etsinler diye (li-ya’büdûn)”yerine “beni
bilip tanımaları için (li-ya’rifûn)yarattım” şeklinde tefsir buyrulduğu üzere zât-ı ilâhî â’mâdaki gizliliğindeki perdeyi
kaldırıp bilinmekliği murât edince âlemleri yarattı.
Allah teâlâ ilk önce neyi yarattı?
Mecmûa-i Hafîd-i Teftâzânî’ kitabında yazılı olan hadîsi
şerifte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ’nın ilk olarak yarattığı benim nurum, benim ruhum, benim
aklımdır.”[16]
hadîs-i şerifleri üzere ilk önce “saf âşk”tan Hakîkat-ı
Muhammeddiyye zuhur eyledi. “Â’ma” ve “saf âşk” tasavvuf literatüründe hiç
yaratılmış olmayıp o makamda hiç bilgi olmayan hâl olarak kabul edilir.
Nur ve Ruh-î Muhammedî ve akl-ı küll
ve kalem-i a’lâ söylediklerimizin hepsi bir şeydir. Münasebetleri itibâriyle dört isimle ta’bîr edilmiştir.
Sonra
“Sen
olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım” [17] hadîs-i kudsiyyesinin tasdiki üzere Nûr-u Muhammedî sallallâhü
aleyhi ve sellemin şerefine bütün ruhlar yaratılıp
“Ben sizin rabbiniz değil miyim?” [18]
hitâbına karşılık
“Evet
(kesinlikle öylesin)” [19] cevâbı verildi.
İnsanın dünyaya inişi
Elest menzilinden âlem-i şahâdet e gelinceye kadar insan üç âlemden
geçti. Onlara Âlem-i Lâhût, Âlem-i Ceberrût, Âlem-i Melekût ta’bîr
olunur. İnsan bu âlemleri geçib “Âdemiyyet”i
(İnsanlığı) buluncaya kadar ma’deniyyât ve nebâtât ve hayvâniyyet gibi
keyfiyetlere uğradıkdan sonra ana rahmine gelip
oradan insânî unsurları zuhur eyledi. Âlem-i lâhutdan Âlem-i Şehâdete gelince bu tertip üzerine ve nisbetleriyle
yoğunlaşıp (nurânî özelliklerini kaybedip) âlem-i şehâdetde yoğun olan (dört unsur toprak, su,
ateş ve hava) bütünleşti.[20]
Bu âlemleri geçince o Elest hitâbını ve o müşâhedeyi zâyi’ ettiginden
“Ölmeden önce ölünüz.” [21]
sırrına mahzar olarak;
“Hikmet müminin yitik malıdır. Onu nerede
bulursa alır ve onu almaya en layık olan odur.” [22]
İşareti
üzere o âlemleri ve o müşâhedeyi bulup
“Gönderenle gönderilen arasında bir vasıta
olmadığı halde mahiyetini yalnızca Allah
Teâlâ’nın bildiği şekilde bizzat kendi nefsinden yine kendine geldi.” sırlarına hâl olarak yakınlık
kazanmaktır.
Allah Teâlâ’nın zât-ı ilâhiyyesinin hulûl ve ittihat etmeden
tecelli cihetiyle zuhur eylemesiyle denizdeki zuhur eden dalgalar gibi sayısız
ve çok dalgalar gibi denizin asıl ve hakîkatine değişiklik getirmedigi gibi esmâ ve sıfât tecellisi yönüylede â’ma’daki
bulunduğu hâlinede bir değişiklik getirmemiştir. Şu an içinde öyledir.
“O’nun zatı her şey yok olacaktır. Hüküm O’nun dur. Siz O’na
döndürüleceksiziniz.” [23]
ve
tarif olunan âlemleri ve o müşâhedeyi bu âlem-i şehâdetde seyr ve müşâhede eden Âdem’e, Âlem-i Nâsut (İnsanlar âlemi) ismi verildi.
İnsan
Bu Âlem-i şehâdet âlem-i imkândır. Bu âlemde ne kadar irfân ve kemâl
elde edilirse âhiret âleminde o kadar derece ve kazanç sahibi olacaktır.
“İyilik işlemekte önde olanlar (sâbık), karşılıklarını
almakta da önde olanlardır (sâbık). İşte o yaklaştırılanlardır.”[24] âyet-i kerîmesinde olan evvelki (sâbık) bu âlem-i şehâdetde önde olan ruhlar olup ikinci (sâbık) "âhiret âleminde dahi önde olanlardır. Eğer önceki (sâbık) ezele verilir ise mutlak cebirden
kurtulunmaz; sonra ne rasül ne kitab ne çalışma lâzım gelirdi. Çünkü Şifâ-i Şerifde; “Dünya ahiretin tarlasıdır” [25]
hadîs-i şerîfiyle;
“Bu dünyada kör olan kimse ahirette de
kördür;” [26]
âyeti kerimesi bunu destekler. Gerçekte dünya işlerinde cebirden kurtulmak güç
ise de âhiret için cebr yoktur. Batını terbiye etmek elbetde çalışmak lazımdır.
Hazreti Pîr Efendimiz
“Nebiler dünya işinde cebrîdirler, kâfirler de
ahiret işinde.”[27]
buyurdukları buna işârettir. Çünkü
“Onlar ayakta iken, otururken ve yanları
üzerinde iken Allah’ı zikreder, yerdeki ve göklerin yaradılışını tefekkür ederler.” [28]
âyet-i celîlesi işareti üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zikr ve
teveccühle emrolunmuştur. Her ne kadar;
“O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların
tesbihini anlamazsınız.” [29] âyet-i kerimesinin manasına göre bütün eşyâ lisân-ı hâl ile zikredeci ise de Allah
Teâlâ Hazret-i Âdem aleyhisselâmı yaratıp,
“(Allah)
Âdem’e isimlerin tamamını öğretti.” [30]
âyetinden çıkan sonuca göre insan bilerekden zikreder. Zîrâ Allah Teâlâ insanı
“Biz insanı en güzel sekilde yarattık.” [31]âyet-i
kerîmesi ve
“Allah Teâlâ insanı kendi suretinde yaratmıştır.” [32]
“Allah
Teâlâ Âdemi kendi suretinde yarattı.” [33]
“Allah
Âdem’i Rahmân sûretinde yarattı”. [34] hadîs-i şerifleriyle ve
“İnsana bilmediğini öğretti.” [35]
âyeti ile üstünlük verdiği;
“Şüphesiz Âdemoğlunu şerefli kıldık.” [36]
ile
imtiyâz sahibi kılmıştır.
İnsanın ilâhi âleme dönüş özlemi
Zâhirde insan âlem-i asgâr (küçük âlem) görünür ise de hakîkatde insan
âlem-i ekber (büyük âlem) olup diğer âlemler âlem-i asgârdır. Çünkü mahlûkât iki kısımdır.
Biri mahlûk lizâtihi (Kendi zatıyla yaratılmış) ikincisi
mahlûk li-gayrihidir. (Bâşkasına muhtaç
olarak yaratılmış) Hattâ insanlığın kemâlini bulamayıp cehâletde kalanlar dahi
mahlûk li-gayrihi nev’inden kurtulamamıştır.
Mahlûk li-zâtihi kısmında olan ancak kemâl mertebeyi bulan insandır. Çünkü bütün
insanlar bir seviyede olmayıp;
“kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.”[37]
âyet-i
kerîmesi ve
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[38]
âyet-i
ile kemâl sahiplerinin Allah Teâlâ katındaki yüksek mazhar ve imtiyâzına dâlalet
eden Âdemî sırrı ve önceliğini gösterir.
“Âdem”den gaye kemâl ehlidir. İnsanlardan kemâl ehli
olmayanlar dahi özünde bulunan iştiyakla yine Âdemî kemâli ve daha öncede
belirttiğimiz vatan-ı asliyyesini aramaktadır. Dikkat olunursa bütün ruhların
bir aradığı vardır. Mesela bir şeye muhabbet eder, tez vakitte ondan usanıp diğerine meyleder. Ondan da usanır bâşkasına
meyl eyler. Bu bulduğu şeyde lezzet ve doyum bulamaması asıl aradığını bulamadığındandır. Çünkü ruhların arzu ve iştiyâkı vatan-ı asliyedir.
“Vatan sevgisi imandandır.” [39]
hadîs-i şerifiyle Hz. Pîr Efendimizin;
هرکسی کودور ماند ازاصل خویش
باز جوید روزگار
وصل خویش
“Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını
arar.” [40]
Buyurduklarından maksat bu vatan-ı aslîdir. Buna göre mertebeleri tekmil eden kişi “fakr-ı
tâmı” bulur.
“Fakr,
benim övünç kaynağımdır” [41] hadîs-i şerîfinin manasını Fahr-i âlem Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimizin zâhirî olmayıp belki kalbinde mâsivâdan hiç bir şey olmayarak ilâhî nûrun istîlâsıyla tamamen yok
olması demekdir. Hattâ fakr-ı tâm gelmedikçe “Fakirlik tamam olunca o
Allah’tandır, fakirlik dünya ve ahirette yüz karalığıdır.” [42]
sırları
haberdar olunamaz. Bu manayı tekid için “Fakr, az
kalsın küfür olayazdı.”[43] Hadîsi söylenmiştir.
Bu hadîs-i şerif rıza makâmını bulamayanların “nedir
benim çekdiğim” diyerek bir takım layık olmayan benzeri
kelâmlardan Allah Teâlâ’ya sığınmak gerekir. Bunları fark ve anlayış ancak Âdemî
kemâlatı bulanlara gerekir.
Bilmektir ancak maksat gülşende
Âdemdir âdem, âdem bilişte[44]
İlâhi âleme dönüş için gerekli
rehber
Âlem-i şehâdette seyr ve müşâhede etmek bahsettiğimiz şeyleri bilmek ve
tarif olunan âlemleri bilmek isteyen kimse için hayatta olan mürşid lâzımdır. [45]
Çünkü başlangıç hallerinde neyin nasıl olacağı bilinmediğinden ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ve ehlullahın rûhaniyetinden ilim, irfan ve feyz almak çok
zordur. Çünkü rûhaniyet ve yolu çok incedir. İnsan dünyaya inerek kaybettiği
özellikleri tekrar kazanması gerekmektedir. Şeffaf olmayan ve yoğun olan ince şeyden feyz alamaz. Binâenaleyh unsurlardaki
incelik ve şefafalık kazanmak için
“Allah
Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanınız.”[46]
Emrini
kazanmış bir zâta muhtaçtır.
İhtiyacın sırrını bilmeyen bazı insanlar “Allah Teâlâ
seni kimseye muhtaç etmesin” diye birbirlerine duâ ederler. Aslında âlemde
ihtiyaçsız hiçbir şey olmaz. Efendi hizmetkâra ve
hizmetkâr efendiye, hasta doktora, doktor hastaya, mürid mürşide, mürşid müride
muhtaçtır. Eğer mürid olmasa mürşid kimi irşâd edecektir. Bu sebeple Allah Teâlâ
hikmetinden her şeyi birbirine muhtaç ve boş bir
şey yaratmamıştır. Öyle ise; mürid yolcu olup mürşid rehberdir. Rehbersiz
yol bulunamaz ve niyet edilen hakikat şehrine ulaşılamaz. Meselâ bir kişi geceleyin bir şehre gitmek murat etse ve yollarda yırtıcı
hayvanlar olsa ve yolu bilmezse elbette iki şey’e muhtaç olur; biri fener, ikincisi rehberdir.
Fener şeriat, yol tarikat, rehber mürşid, gideceği yer, şehr-i hakîkat tır. Eğer yalnız feneri eline alsa gayesi olan yere
gitmek mümkün olmaz. Ya da feneri alıp rehbersiz gidecek olsa;
Korkutucu
vadilerden delilsiz geçilme!
buyurulduğu üzere yolda nefis ve şeytan benzeri zararlı hayvanlardan zarar
görme korkusu vardır. Ya da rehberi olup feneri olmasa önce rehberi göremez ki arkasından
takip edebilsin. Yoksa bir çukura düşer yine istediğine varamaz. Sonuçta mürid şerîat fenerini eline alıp ve rehber
olan mürşidin izinden çıkmayıp onun delâletiyle yolları selâmetle geçip şehr-i hakîkate kavuşur. Sabah olup güneş doğunca da şeriâtın bâtınının ayn-ı hakîkat ve ayn-ı
ma’firet [47]olduğunu
anlar.
İLÂHİ ÂLEME
DÖNÜŞTEKİ HALLER
Teslimiyyet
Nefsi ıslah için mürşid-i kâmile muhtaç olduğu gibi mürşide gereği gibi uymak ve teslîmiyet şarttır. Kutbud-din Dımeşkî Risâle-i Mekkiyye nâm kitabında Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden rivâyet etti ki;
“Kavminin içindeki şeyh, ümmetinin içindeki nebi
gibidir.” [48]
Bu hadîs-i şerifi tefsîren Hz. Pîr Efendimiz Mesnevî-i şerîf’lerinde;
(Peygamber,
“İleri giden şeyh, kavminin arasında nebiy benzer” dedi. )[49]
buyurdukları uymanın gereği ve teslîmiyetin
beyânıdır. Hâlbuki bir mürşid-i kâmil talebinde olan kişi için, içten gelen tam bir istek ve arzuyla
olsada, iç dünyası açılmamış olduğundan seçtiği mürşidin kemâlini fark edip ayırmaya kudreti
olmadığından, ulaştırıcı kemali şöyle düşünmelidir.
Herkesin sığınak ve korunma makamı olan
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme dayanmak için “Aman” lafzınının “Muhammed”
ismi şerîfi ile matematiksel değeri
aynıdır,[50] işaretiyle
“Aşığın zikri amândır Yâ Rasûlallah” üzere “aman” sırrına
sarılıp vesvese ve düşünceleri yok edip zahiri beş duyu ve iç dünyası ile “Hakîkat-ı
Muhammediyye”ye yönelip lisânen salât ve selam ve rûhaniyetten yardım ile
meşgul olur. Uyanık hâlde görmek
mümkün olamazsa, bu niyet sebebiyle rüya âleminde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz görünür bir mürşidi işaret eder.
“Beni rüyasında gören kesinlikle beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez.” [51] hadîs-i şerîfi üzere o mürşide kalb bağlanmalıdır. Eğer bir işaret
göremezse sabırla şeriat üzere devam etmelidir.
Zerre mikdârı aklı olan arıdan hisse kapar
Devsîrir bin bir çiçekden hal eder
macûn yapar
beyti gerçî zâhirde kaba bir mana gibi görünürsede ders alınması gereken bir kelâmdır. Burada arıdan
maksat mürid, bin bir çiçek den murat bin bir esmâ ve macûndan
murat onunla hâsıl olacak kemâlattır. Arıların âdeti, beysiz bir kovanda
toplanamayışlarıdır. Arılar beyleri hangi tarafa giderse peşinden gider ve onu
terk etmezler. Eğer beyleri olmasa bal dahi yapmazlar. Bunun gibi mürid de hiç
bir vakit mürşidinin peşinden ayrılmamalıdır.
Tabi olma ve güvenme
Mürid bağlanmış olduğu mürşidin öğrettiği
şekilde zikir ve teveccühe devam eder. Eğer mürşidinin hakikatin, müşâhede eylemiş ve manevî haller meydana gelmişse bu durumu mürşidin
kemâline alâmet saymalıdır. Eğer kendi müşâhede edemezse doğru sözlü kimselerden üç beş kadar müşâhede eylemişlerden duyarsa bunu mürşidinin kemâline doğruluğuna delâlet edeceğinden kendinin müşâhede edememesi yine kendi kusur ve
noksanından kabul etmelidir. Bu şekilde şüpheden kurtulmuş olur. Çünkü mürşid hangi tarikattan olursa olsun diğer tarik
ehillerini de “Başlangıç ve sonuç itibariyle” hep bir bilerek kendi mürşidine cânü gönülden teslimiyetle tabi olup
emir ve nehyine uymak gereklidir. Tarikatlerin sonu ve başlangıcı hakkında Mir’ât-ı Vücûd [52]
şerhinde yazılan açıklamaya göre;
“Ben ilmin şehriyim; Ali de onun kapısıdır.”[53]
hadîs-i şerifine göre hakikat ilmin kapısı Aliyyu’l-Murtazâ
kerremallâhü veche Efendimize varır ve oradan Hakîkât-ı Muhammediyye’ye açılır.
Şeyhe muhabbet, Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimize muhabbet, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimize muhabbet gibidir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim Ali’yi severse beni sevmiştir. Kim de beni severse Allah’ı
sevmiştir. Kim Ali’ye buğzederse bana buğzetmiş, kim de bana buğzetmişse Allah Teâlâ’ya buğzetmiştir.” [54]
Nefis ve şeytanın hilelerini bilmek
Birgün bir kişiyi şeytân gelip sabah namazına kaldırmış. O kimse
“Sen kimsin” diye sormuş.
“Şeytanım” demiş. O kimse
“Acâyib sen böyle hayır işte bulunur musun.” Diye sorunca
“Evet bulunurum fakat yine bana la’net ederler” diyerek sözü uzatmış ve güneş doğup namazın vakti geçmiş. O kişi ne namaz kılabilmiş ne uyku uyuyabilmiş. İşte bunun gibi Nefis ve şeytân hak sûretinden gelerek insanı yolundan
alıkorlar. Çünkü dışımızdaki âlemde ne varsa iç âlemimizde de bir benzeri
vardır. Yani, dışımızda şeytân içimizde nefis. Nefse galip olmak en büyük
cihattır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz bir gazâdan döndüklerinde
Tarîkât-ı
Muhammediyye’de
beyan olundıgı üzere; “Küçük cihaddan büyük cihada geliyoruz.” [55] diye nefs ile mücâhedeyi işaret buyurdukları rivayet
edilir. Nefse galip olup hilesine aldanmamalıdır. Bu nefsi açlıkla öldürmek degildir. Zirâ
“Dinde
ruhbanlık yoktur. Nefsin sana itaat ederse onunla dost ol.” [56] hadîs-i şerifleri vârid olmuştur. Nefs atına dizginleri takıp
istediğini işletmeyip ve vermeyerek;
“Ey
mutmain olmus nefis! Sen rabbinden, rabbin de senden razı olarak O’na
dön.”[57] âyet-i kerîmesi ölçü üzere nefsi
mutmaine (tatmin olmuş) oluncaya kadar sabretmek gereklidir. Nefs-i emmâre (her
istediğini yapan) mertebesinde her ne kadar kötülenmiş ise de makâm-ı
mutmainneye vardıkda pek övülmüş ve muteber kabul edilmiştir. İnsanı
reddedilmiş ve makbul olmasına sebep nefisdir. Bu nedenle insan nefsi sebebiyle
meleklerden faziletli oldu.
“Allah Teâlâ melekleri yarattı ve
onlara aklı, hayvanları yarattı ve onlara şehveti, Âdemoğlunu yarattı, ona hem aklı hem de
şehveti verdi. Kimin aklı şehvetine galip gelirse o meleklerden
daha üstündür. Kimin de şehveti aklına galip gelirse o hayvanlardan daha aşağıdır.” kelamı buna delil getirilebilir.
Hangi usûle göre yetiştiğini
bilmek
Her tarikat bir usûl ile sulûk (dönüşü sağlamak
için yetiştirme tekniği) gösterir. Bazısı etvâr-ı seb’a [58],
bazısı letâif-i hamse [59]
üzerine ve bazılarıda fenâ yolundan giderler. Buradaki fenâ mahv mânasınadır.
Nitekim Fenâ fi’ş-şeyh, Fenâ fi’l-pîr, Fenâ fi’r-rasûl,
Fenâ fi’llah, hep mahv demekdir. Sonra da “bekâ bi’llah” a vâsıl
olunur.
Bilgi sahibi olmak
Allah
Teâlâ insanı bütün yaratıkları arasından seçip her şeyi öğrenmeye kâbiliyetli yaratmıştır. Onun
için zâhiren ve bâtınen çalışarak her şeyi öğrenip bilmesi, hattâ insanın bütün hile ve
aldatmayı dahi bilmesi gereklidir. Beyzâvî Hâşiyesi Şeyhzâde isimli kitapta Hazret-i Ali kerremallâhu
vechehû Efendimizin;
“Şerri şer işlemek için değil ondan korunmak için öğrendim. Kötülüğü tanımayan onun içine düşer.” buyurdukları üzere hile kötü bir
şeydir diyerek neme lâzım demeyip
kendini korumak için onu dahi öğrenmelidir. Zîrâ her şeyin bir lâzım olduğu yer vardır. Mesela
kibir kadar fenâ bir sey yok iken;
“Kibirliye
karşı kibirli olmak sadakadır”[60]
söylenmiştir.
Bir
adamın hasmına nasıl hareketde bulunursa o türlü davranmak gerekir. Bu nedenle
her şeyin bilgisizliğinden bilgisi
evlâdır.[61] Onun için mümkün mertebe yabancı
dil[62]
öğrenmek çok önemlidir.
“Kim
bir kavmin dilini bilirse onların şerrinden emin olur.”
Meşhur
söz [63]
ve Hazreti-i Pîr Efendimizin Mesnevî-i Şerîf’lerinde anlattığı hikâye bunu güzel açıklar.
“Adamın
biri, dört kişiye bir miktar para verdi ve
''Bu
para ile neye ihtiyacınız varsa alın, paylaşın'' dedi. Parayı alan adamlardan biri
İranlı idi.
''Bu
parayla engür alalım'' dedi. Diğeri Arap'tı.
''Hayır,
bu parayla ineb alacağız'' dedi. Türk olan üçüncü adam, müdahale etti.
''Onu
bunu bilmem, parayla üzüm alacağız'' dedi. Dördüncü adam bir Rum'du.
''Bırakın
bu lafları. Bu para ile istafil alalım'' dedi. Derken, dört kişi
birbiriyle çekişip dövüşmeye başladılar. Kıyasıya vuruşuyorlardı. Hâlbuki hepsi
de aynı şeyi istiyordu. Bilgisizliklerinden birbirlerini dövüyorlardı. Orada
dil bilen akıllı bir insan olsaydı, onlara şöyle derdi:
''Bu
para ile hepinizin istediğini alırım. Paranızla dördünüz de muradınıza erersiniz.
Sizin sözleriniz ayrılık ve savaş sebebi olur. Benim sözüm ise sizi uzlaştırır
birleştirir.''
Bu
sebeple her şeyi öğrenip bildikde ve adâletden ayrılmayıp
mahalline göre kullanmalıdır.
Sevgi sahibi olmak
Manevi seyrin hepsinde âşk şarttır. Bütün âlemi ve insanlığı kullanan,
hamallık ettiren ve cemâle cemallik ettiren, çifçiye çift sürdüren ve her
hususu döndüren âşkdır.
Hallâk-ı cihân-ı âleme kıldıkda
tecelli
Her şahsı birer halle kılmış mütesellî[64]
Âşkda da makbûl olan ilâhî âşkdır. Bu meyanda
yetişmek için mürşidine hiç bir yönden itirâz etmekte
câiz değildir. Çünkü kemâl ehli parlak ayna gibidir. Karşısına ne türlü renk
gelir ise o renkte görünür. Mürşidler kendi zâtında bir renkle kayıtlı değildir. Onlarda görünen renk karşısında ki rengin aksidir. Onun
için mürşidde gördüğü noksanlık kendi noksanlığı olduğunu düşünmelidir.
Bu duruma örnek verecek olursak bir müridin ne
kadar keşfi ve müşâhedesi açılmışsada hayvânî sıfatlardan tamamiyle kurtulamadığından teveccühünde dâimâ karşısında bir eşek zuhur
edermiş. Durumu mürşidine açıklayınca, mürşidi:
“Bir daha gördüğünde o merkebin kulaklarını
tut ve “yâ şeyh” diye gözlerini aç” diye tembih etmiş. O derviş de şeyhinin tarifini yapıp gözlerini açdığında
bakmış ki tutdugu kendi kulaklarıymış.
Müridin mürşid aynasında gördügü bahsedilen gibi kendi aksidir. Fakat tabi
olan mürid hayvânî sıfatta kalmaz. Sabırla çalışırsa kurtulup “Âdemiyet”i (insanlığını) bulur.
Bazı mürşidler çok kuvvetli ve tarikat kurucusu pîrine
tam bir yakınlığı olursa müridlerinden hayvânî sıfâtı ilk nazarda (anda) kaldırarak
müşâhedesinde “Âdemiyet”den dönüşü
başlatır.
Vatanını ve milletini sevmek
Devletin
hizmetinde bulunan kişiler hakkında Ravzâ-i İbni Kâsım’da yazılmış olan;
“Sultan
yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Bütün mazlum ve acizler ona sığınır.” [65]
hadisine
istinaden onlar hakkında hüsnü zan sahibi olmak gerekir.
Büyük
sırra tam mazhar olan adaletli devlet adamına iyilik ve rızâ ile emirlerine
uymak din ve devlet işlerini millete hizmet etmek en faziletli ibâdetdir. Zîrâ
atalarımız
“Bir
saat adalet yetmiş senelik ibadetten hayırlıdır”[66]
demişlerdir.
Hayatımız boyunca büyüklerin küçükler üzerine merhamet etmesi ve küçüklerin
büyüklere ta’zîm eylemesi lâzımdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu
ki;
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin
hakkını bilmeyen bizden değildir.”
“Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklere
merhamet etmeyen bizden değildir.”[67]
(Büyükler
her konuda saygınlığı olan kişidir. Bunun maddî ve mânevi yönü düşünülmez.
Maddî alandaki büyüklerine saygısız olanlar, manevî boyuttaki kişilerede
saygısız olacak demektir. Maneviyatta saygı ve sevgisi olmayan kişilere itibar
edilmez. “Vatan sevgisi imandandır.” Kelamının
işaret ettiği manada budur. İran asıllı
ünlü filozof İbn el-Mukaffa şöyle diyor:
“Bilginin hiçbir harfi ve hiçbir adı
yoktur ki rivayet edilmemiş, öğrenilmemiş, geçmişteki bir öncünün söz veya
yazısından alınmamış olsun. Bu da şunu gösterir: İnsanlar bilginin temellerini
ortaya koymamışlar, gelecek bilgisi onlara ancak (ilâhî kaynağa uzanan) bilgi
ve hikmet sahibinden gelmiştir.” [68]
İlahî âleme dönüş için önce orayı
sevmek ve büyüğüne itaat etmek gerekir. Devlete isyan edenlere (Bağy)lere
verilen cezaların ağır olması konunun ehemmiyetini de göstermektedir.)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi ve
ehl-i beytini sevmek
Mürid Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ve ehli
beyte muhabbeti an be an O’na uymadaki hali artırmak hakkında
“De ki: Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun
ki Allah da sizi sevsin.” [69]
âyeti kerimesi gelmiştir. Hattâ Veyse’l-Karânî radiyallâhü anh Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme kemâl manada muhabbet ve uyduğundan, Uhud Harbinde
dişi kırıldığını duyunca hangisi olduğunu bilemediğinden otuz iki dişini birden söküp bir ipliğe dizip Efendimize gönderdiler. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bu yüksek hal karşısında kendi dişinide ilave
ederek [70]
ashâb-ı kirâma radiyallâhü anhüme gösterdiklerinde bir kısmı hayret makamında
kalarak “sübhânallâh” bir kısmı
şükürde “elhamdülillâh” ve bir kısmıda sevincinin çokluğu ve
hayretinden “Allah-u Ekber” dediler. Her tesbihin otuz üç olması
buna işâret olduğu rivayet edilir.
İlk dönemlerde Veysiyye tarikatına biri intisâb edecek
olsa önce dişlerini söktürürdü. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi sevmeye en güzel örneklerden biridir.
Ehl-i beyti sevmek hakkında;
“De ki: "Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden baska bir ücret istemem." [71]
âyet-i kerimesi nâzil olmuşken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi sevindirmek
iki cihan saadeti iken ehl-i beyti sevmeyi rafizilikle [72]
suçlamak ve “müntec-i fakirdir”[73]
diyerek seven insanları zâhirî fakirlikle ürküterek ağızlardan çıkan sözü bilmezlikden
ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şefatinden mahrûmiyeti istemekden başka bir şey değildir. Bu muhabbetin farz olduğuna İmam-ı Şâfiî rahmetüllahi aleyh buyurmuştur ki;
“Eğer Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin ehlini sevmemden dolayı Rafizî olmuşsam insanlar ve cinler şahit olsun ki ben bir Rafizîyim.”
"Ey
ehl-i beyt-i rasûlülah! Allah'ın
Kur’ân-ı Kerim’de indirdiği ile size sevgi farzdır, Bu sizin yüce faziletiniz
için yeterlidir, Size salât etmeyenin namazı yoktur" [74]
“Sevdiginiz şeylerden infak etmediğiniz müddetçe iyiliğe ulaşamazsınız.”[75] âyet-i kerimesinin manası üzere
bu yolda mal şöyle dursun onlar için canı dahi
vermelidir
Hak yolunda kim verir bin bâş ve bin cân
Bir pula aşk pâzarında böyle çağırır dellallar
Zahir ve batın edebine dikkat
etmek
Müride lâzım olan dil ve gönlünü hiçbir şeye bağlamayıp yalnız mürşidinin emrettiği her ne ise ondan bir adım dışarı hareket etmemelidir.
“Zahir olan gizlinin göstergesidir.”
Düsturuna göre mürid mürşidinden batınî terbiye
görebileceği gibi zâhiren de terbiye görmelidir. Yalnız batınen terbiye olup, zahiren
terbiye olunmazsa bu bir nev’i noksanlıktır. Her iki tarafı beraber terbiye etmek
güzeldir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin;
“Beni rabbim terbiye etti. Terbiyemi de güzel
yaptı.” [76]
buyurdukları hadîs zâhir ve bâtını kapsamaktadır. Her şeyi buna göre kıyâs etmelidir.
Hazret-i Pîr Efendimiz;
Kelâmından olur belli olur kişinin kendi durumu
“Yetim
babası ölen değil, ilim ve edepten mahrum olandır. Güzellik süslü
elbiseler giymekle değil, ilim ve edeple güzelleşmektir.”
buyurdukları bu manâyı çağrıştırır.
Sohbet dolayısıyla olsun fiil ve hareket cihetiyle
olsun kişi söylediği söze dahi dikkat edip çok ve boş söz
söylemekten kaçınmalıdır.
Hazret-i Pîr Efendimiz fukarâ ve bendegânına zahiri
edebide emir buyururlardı.
Hikmet sahibi olmak
Her ne kadar her insanın aklı ve fikrince bir
zannı ve bir anlayışı var olduğu için Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ben kulun beni düşündüğü gibiyim. Diledeği gibi düşünsün” [77]
Bu hadîs-i kudsîye göre bütün anlayışlar anlayış olsada anlayıştan anlayışa fark vardır.
Allah Teâlâ iki insana bir tecelli ile iki
defa tecelli etmez.
Yine bir insana dahi bir tecelli ile iki defa
tecelli eylemez.
İlâhî tecelli “O her gün yeni bir iştedir.” [78]
âyetinde beyan edildiği üzere Allah Teâlâ her an ve zaman her şeyi yenilemekte
olup her şeye ve zamanda ayrı ayrı tecelli etmektedir.
Bu husus şuradan bilinir. Gerek insan ve
gerek canlı olan ve olmayan bütün mahlûkâtda kalben ve şeklen yekdiğerine farksız benzerliği olmaz. muhakak bir
farkı olacaktır. Ancak bazılarının aralarında fark olduğu anlaşılaması çok zordur.
Meselâ bazı kuşlar birbirine benzer görünür.
Ya da ağacın yaprakları hep bir sanılırsa
da bir cihetle yekdiğerinden farkı vardır. Onun için hiç bir şey yokdur ki farkı olmadan birbirine benzesin.
Düşünceleri kontrol etmek
İnsanların Hz. Hallacı Mansûr’ u “Ene’l Hakk” (Ben Hakk’ım) dedigi için şehid ettikleri meşhurdur. Hâlbuki her veli onun kavuştuğu hali o
menzilde bulur. Sonra yükselip;
“Seni
sana layık-ı vechiyle bilemedik.”
Demesi gerekirdi. Ancak ehlullâh’ın “Ene’l Hakk” demesi Firavunun “Sizin en yüce rabbiniz benim” [79]
demesi
gibi değildir. Çünkü ehlullâh vucûd-u
mutlak (Allah Teâlâ) da mahv olup oradan söyler. Firavun ise kendine vücud vererek
rablığı nefsine mahsus kılıp benlik davasına düşmüştü.
Hakikatte Hz. Mansûr’un şehâdetine “Ene’l Hakk” demesi sebep değildir. Kavuştuğu makamda
kendine verilen kuvvete bakınca bütün kâfirleri imana getirmenin mümkün olduğunu müşâhede etmesiyle:
“Ben Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
ümmeti ve bir zerresiyim bende bu kuvvet oluyorda, niçin Cenab-ı Fahr-i âlem Efendimiz
bütün âlemi imana getirmedi” diye içine bu düşünce geldiğinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zuhur
edip:
“Ey Mansûr sen ilâhî hikmete mi karışıyorsun?” diye uyarınca, o zaman canını feda
etmeyi bedel seçti.
Hazret-i Mansûr’un vefatlarından bir zaman
sonra Hazret-i Muhyiddîn A’râbi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, bir gün
teveccühleri (ilâhi âleme yönelişleri) nde hususi bir makamda birçok evliya
ruhâniyyetlerinin toplanmış olduklarını gördü. İçlerinden birine:
“Bu cemiyet nedir?” diye sordu. O kişi cevâbında
“Mansûr’un ruhu kendisinden zuhur eden hata
sebebiyle zamanımıza kadar rûhâniyet-i Muhammediyye’ye yakınlık kuramadı. Aslında
Hz. Mansûr bir âşık zâttır. Bütün enbiyanın, velilerin
ruhları rûhâniyet-i Muhammediye’den afvını niyâza geldiler diye açıkladı.
Bu örnekten hareketle mürid henüz seyr ü
sülûk (mânevî yükseliş) içindeyken kendi anlayışına göre bir itirâz hâtıra düşecek
olsa yükselişine nasıl perde olacağını tahmin etmek mümkün değildir. Bu nedenle kendi anlayışını terk etmelidir.
Bunun gibi başka bir yerden de feyz ve himmette
beklememelidir. Her hâlinde yöneleceği merkez, kabul ettiği mürşidini bilmelidir. Zîrâ dönüş için
gerekli ilâhî feyz bir dalgalı bir deniz gibidir. Mürşidler şadırvanına dökülen feyzi susamış gibi olan müridinin
harâretine göre oradan nasibi kadarı vermede mahirdirler. Bu müridin mürşide kemâl mertebede uymaya bir işâret sayılmaktadır.
Gönlün bağlarını kesmek
“Ârifânın, dünyâdaki tâc’ı dört terkden olur:
dünyâyı terk etmek, ahireti terk etmek, varlığı terk etmek, terk’in kendisini
terk etmektir” denilmiştir.
“Dünya ahiret ehli için haramdır, ahiret de
dünya ehli için haramdır. Hem dünya hem ahiret ehlüllah’a haramdır.” [80]
hadîs-i şerifindeki düstur ile müridin gönlü “terk” halinde
olmalıdır. Dünyayı, ahireti ve varlığı terk ettikden sonra, son terk olan “Ben ehl-i
terkim” demeyi de içinden terk etmelidir. Terk-i terk etmekten gaye “Hiç
meşguliyeti olmasın” demek değildir. Yani kalben ümit ederek talebde olmamasıdır.
Hazreti Davûd aleyhisselâma verilen virdde;
Allah Teâlâ’nın hitâbı
“Var olan benim, beni istersen bulursun.
Başkasını istersen beni bulamazsın” [81]
vârid olduğunda “Senden başka gâyem yoktur.” sırrını ta’lîm etmektir. Allah
Teâlâ’dan başka şeylere muhabbet gönülde yer etmediği zaman zenginlik ve dünya
saltanatı manevî yükselişe engel değildir.
“Dünyâ ve âhiret ehlullâh’a haramdır” buyurulması sulûk ehlinin gayesinin
ancak Allah Teâlâ olduğu içindir. Mürid de bu şekilde olmuş ve olmamışı bir bilip
ilâhî derdinden başkasına günlünde yer bırakmamalıdır.
Hikâye
Hârun-u Reşid’in kırk cariyesi var imiş. Bir gün her biri türlü kumaşlarla dolu kırk bohça hazırlatmış. Câriyeleri
çağırıp:
“Her biriniz hangi bohçayı isterseniz elinizi
üzerine koyun o bohça onun olsun” dediğinde her biri bir bohçanın üzerine elini
koymuş.
İçlerinden
birisi bohçalara hiç iltifat etmeyip elini Hârun Reşid’in dizine koymuş.
“Niçin böyle yaptın” diye sorunca
“Ben sizi isterim başka dileğim yoktur” demiş.
Hârun Reşîd câriyenin irfânını beğenmiş ve kendisine yakın
olanlardan kılarak pek çok ihsânlar etmiştir. Câriye hem padişah haremi hem de o bohçalar
gibi nice bohçalara mâlik olmuş. Mürid dahi dünya ve ukbâyı terkle;
“Senden başka gâyem yoktur.” diyerek çalışırsa o makâma vâsıl olduğunda bütün yüksek
makamlara kavuşacağı aşikârdır.
DÖNÜŞ MAKAMLARI
Tecellilerin cem’i
Mürid çalışıp gayret ettikçe kemâli elde eder,
tecelliler zuhur eder. Şifâ-ı Şerîf’de[82]
bahsedilen
“Allah Teâlâ’nın ahlakıyla
ahlaklanınız.” ve “Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla sıfatlanın.” [83]
hadîs-i
şerifin manasına mazhar olur.
Sonra ilâhî isimlerin birer birer tecellileri ile camiu’l-esmâ
(bütün isimleri toplayan) makâmına varır. Binbir esmânın sırrı âşikâr olur.
Bazıları; “Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanınız.” hadîs-i
şerîfini yalnız hilm ve şefkat olarak yorumlasa da bundan
anlaşılmalıdır ki, ilâhî isimlerden her ismin bir hükmü ve özelliği vardır. “Rahîm,”
“Zû intikâm,” “Cemîlü zû’l-Celâl” gibi. Her insan bir isme kavuşup
şereflenmiştir. (Bazı kimseler birçok isme)
“Allah’a giden yollar, insanların nefesleri
sayısıncadır. Fakat hak olan yol tektir.” [84]
hadîs-i şerifindeki mana ise
“Esmâdan isimlerin verildiği müsemmâya [85] gidilir.” demekdir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Dünyâda “ben
azîzim”, “ben kerîmim” diyenlere;
“Allâh da kendileriyle alay eder ve onları
bırakır; taşkınları içinde bocalayıp
dururlar.” [86]
âyeti celîlesi üzere kıyâmet gününde istihza (alay) ederek:
“Tad. Şüphesiz sen çok yüce ve kerimsin.”[87]
buyuracaktır. Onun için ilâhî sıfâtın her biri tuzaktır.
(Anlayanlar dahi sonra anlamadıklarını itiraf ederler.)
“Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da onların
tuzaklarını boşa çıkarıyor. Allah tuzakları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.” [88]
buyurulmuştur. Bu nedenle kâmil insanlar câmi-i‘
cemî-ı‘ esmâ ve sıfat[89]
olmakla yalnız bir sıfatda kalmaz her sıfat ve ismi toplayıcıdır.
Eğer “İki zıt bir arada bulunmaz” her birinin hükmü mevcûd olduğu halde “kategorilerin bir
şeyde cem’i mümkün müdür?” denilir ise:
“Evet, kudsî kuvvet sahiplerine göre mümkündür.” Onun için Hakîkat-ı Muhammediyye
berzâh-ı kübrâ (en büyük berzah[90])
olup dünya ve ahireti toplayıcıdır, denilmiştir. Yani “Görünenle gizli arasında
ve benzetme ile münezzeh kılma (teşbih ve tenzih) arasında”dır.
Açıklayacak olursak, Hz. İsâ aleyhisselâmın tavrı sırf teşbihde ve Hz. Mûsâ aleyhisselâmın ki ise sırf
tenzîhdedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz mazhar-ı tâm
[91]
olduğundan zıtları toplamıştır. Bunun delili ise
“Allah,
göklerin ve yerin nurudur.” [92]âyet-i
kerîmesinde;
“Ne doğuya ve ne batıya mensub olmayan mübârek bir
zeytin agacı(nın yağı)ndan yakılır.” [93]
buyurulan
“zeytin ağacın” dan gaye,
Hakîkat-ı Muhammediyye olup teşbih ve tenzih olmayan demektir.
“Cemsiz fark şirktir. Cemsiz fark zındıklıktır.
Cemle birlikte fark ise tevhiddir.” diye söylenildiği üzere fark ve cemi‘n beraberliği
fark-ı sânîde kararlaşmıştır.[94]
Müridin makâm-ı cem’e ulaşması ve sülûkte gerekli şeyleri geçerek “O’ndan başka varlık yoktur.” (Lâ mevcude
İllâ hu) mertebesine
vardığında o menzilde hiç bir şeyi ayıramaz olur. Mürid orada çok durmayıp mürşidinin
nazarı ve teveccühiyle “farkı sânî” (İkinci farkı) bulunca;
“Bütün noksanlıklardan münezzeh olan ey
mar‘uf (bilinen Allah Teâlâ’m) seni gereği gibi anlayamadık, bütün noksanlıklardan
münezzeh olan ey ma‘bud sana geregi gibi ibâdet edemedik.” diyerek, kendisinin kul olduğunu
fark ederek ibâdet ile meşgul olması gerektiğini anlar. (Burayı geçemeyip kalanlarda
sapmalar çok görülmektedir.)
Sürekli İstiğfar makamına ermek
Sâlik bir menzile vardığında
“İyi insanların iyilikleri Allah Teâlâ’ya yakın
olanların kötülükleri mesâbesindedir.” meşhur
söz üzere geçtiği menzilde olan hallerini kusurlu
ve günâh görür. Mesela;
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine;
“Biz sana apaçık bir fetih verdik. Ki Allâh,
senin geçmiş ve gelecek günâhını bağışlasın (bütün tasalarını gidersin)
ve sana olan ni'metini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin.” [95]
buyurulduğunu zâhiren önceki ümmeti ve sonra
gelecek ümmeti ile tefsîr ve te’vîl ederlerse de kâfı hitâbı (Sen zamiri)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi işaret ettiğinden O’nun nübüvvetten
önce ve sonraki yüksek derecelerini an be an artmakta olduğu için birinci makâmdan
ikinci makâma teşriflerinde önceki makam ikinci
makâma nisbetle “Öncekinden daha günahkâr.”
ve üçüncü makâma kavuştuklarında ikinci makâm birinci makama nisbetle “Sonrakinden daha günahkâr” diyerek batınî
yönden te’vil ve tefsir olunur. Yoksa Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde günah
değil, zelle [96]
bile zuhur etmemiştir. Bu derecelerde makam-ı
Muhammedî her an yükselmekte iken evinde “Düşünülen’in üstünde” ibâdetle mesgul olduklarından;
“Tâ, Hâ. Biz bu Kur'ân'ı sana güçlük çekesin
diye indirmedik. Ancak Allah'tan korkan kimse için bir öğüt olarak (indirdik.)” [97]
sûresi nâzil oldu. Bazıları ise; “Yakîn [98]
sana gelinceye kadar rabbine ibadet et.” [99]
âyet-i kerîmesini netice kabul ederek ibâdeti kaldırmanın yolunu bulmağa çalışırlar. (Bu hataların en büyüğü ve zındıklıktır.)
Farz edelim ki bize yakîn
gelmekle ibâdet son bulsa Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve bütün
ehlü’llâh-ı izâm ibâdet etmezlerdi. Hakk’a yürüyeceği zaman hastalığından ayıldıkça ve son
nefesinde bile:
"Aman! Aman!
Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların sırtlarına elbise
giydiriniz! Karınlarını doyurunuz! Onlara yumuşak söz söyleyiniz! [100]
Namaza, namaza devam
ediniz! Ellerinizdeki köleleriniz hakkında da Allah'tan korkunuz!" buyurmuştur.[101]:
Hattâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahiret
âlemine teşrîf buyurucakları anda mübârek ağızlarını hareket ettirince Hz. Ali
kerremallâhü veche Efendimiz yakınlaşarak dikkatle dinlemişler ki
“Namaz Namaz (kılın) buyurmaktadır.
Bu durum kulluğun ve namazın ehemmiyetini göstermektedir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde olmayan bir hali başkaları için söyleyemeyiz.
Onun için ibâdet hiçbir vakitde insanlar için nihâyet bulması yoktur.
Tecellilerin fark edilmesi
Dönüş tecellilerini akl-ı me’âşla[102]
bilmek mümkün olmayıp akl-ı me’âd ile bilinecek hususlardır.
Akl-ı me’âd; “Akıl hakla batıl arasını ayıran kalpteki
bir nurdur.” ve âyet-i kerîmede olan yakîn ise ölüm demekdir. Ölüm
iki türlüdür. Mevt-i ihtiyârî ve mevt-i ızdırârîdır. [103]
Hz. İsâ aleyhisselâm buyurdular ki;
“Kuşların doğduğu gibi iki defa doğmayan melekute karışamaz (giremez)” yani bir defa yumurtanın doğması ve bir defa da yumurtadan kuşun doğması mevt-i ihtiyâriye işâretdir. [104]
Onun için ölüm gelmeden yakîn hâsıl olmaz, denilmiştir.
Ancak;
“Allah’ı bilen’in lisânı susar, Allah’ı bilenin
dili uzar.”
Meşhur kelâm cem makamına
göredir. Fark-ı sâniye (mevcudatta Allah Teâlâ'yı görmeye) nisbet olunmaz.
SONUÇ
Ebedi âleme kavuşmak
“Ey güvenilir insanlar! Öldürün
beni öldürün ki benim ölümüm hayat içinde hayattır.” buyurmaları dâimî hayât-ı talep etmeleridir. Bu sebeple
“yakîn gelince vücûd mahvolmuş (istekler tükenmiş) olacaktır.” Yine;
“Varlığın
günahtır. Bu günaha başka günah kıyas bile edilmez.” denilmiştir.
Varlığı yok etmekle ilâhî âleme
dönüşü sağlamak ebedî hayâtı bulmak için ancak bahsettiğimiz bu sulûk terbiyesi
neticesinde olur.
“Her kim Allah'a ve rasülüne hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da
sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” [105]
(Allah Teâlâ’dan
bu yola çıkanlara yardım etmesini, zayi olanlara acıyıp şehitlik makamı vermesini,
dönüşü sağlayanlara da kat kat mükâfat vermesini diliyoruz. Âmin)
Ehl-i
derde bu dahî olsûn Nazîfen bir eser
Himmet-i
pîr ile tekmîl oldı Ta’rifü’s-Sülûk
Tarih
müddetince Nazîf-i ehli dillerde
Kalsın
cihânda bu eser-i âşikânemiz.[106]
1275
(1858)
İçindekiler
ŞERH-İ BEYAN-I (ENE NOKTAİ TAHTE'L-BA) İMAM ALİ KERREMALLÂHÜ VECHE
Allah teâlâ âlemleri niçin yarattı?
Allah teâlâ ilk önce neyi yarattı?
İnsanın ilâhi âleme dönüş özlemi
İlâhi âleme dönüş için gerekli rehber
Nefis ve şeytanın hilelerini bilmek
Hangi usûle göre yetiştiğini bilmek
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
ve ehl-i beytini sevmek
Zahir ve batın edebine dikkat etmek
Sürekli İstiğfar makamına ermek
[1] Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı
Tasavvuf Bilim Dalı Nazîf
Hasan Dede ve Ta’rîfü’s-Sülûk Adlı Eseri 217415
Yüksek Lisans Tezi Konya-2007
[2]
[3]
El-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül Mevedde", Kemaled-din el-Halebi
eş-Şafii'nin "ed-Darr'ül Manzum"
[4] Agâh: (Ageh) f. Haberdar. Uyanık. Kalbi
uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen.
[5] "Biz Allah içiniz ve biz
nihâyet ona döneceğiz,"
Bakara, 156
[6]
Anlatmak. Bildirmek.
[7]
Cahîm: Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş.
* Cehennem'in bir tabakası.
[8] Besmelenin
b harfi ilmin şehridir.
Noktası selam ve giriş kapısıdır.
Bu remz Ahmed ve Ali’nin sırrıdır.
Bu nükte Fatiha suresindeki gayedir.
Duamız minnetle ve temenni ve şükürle
Sahibimiz Allah Teâlâ’nın kapısındayız
Kudretiyle bir an “Ol” demesiyle
Âdem’den âlemi aşikâr kıldı
Varlık meydanına vücudünu getirince
Âdem’e isimleri öğretti
Salâtı selâm ile sayısız ve noksansız olarak
Rasûl’ün rûhuna her an
hediye ederiz.
[9] Duha,10-11
[10] KAADI, İyaz, Eş'Şifâ bi Târif-i Hukuki-l' Mustafa
Şifa-i Şerif, (Tercüme edenler: Naim Erdoğan Hüseyin S. Erdoğan), İstanbul,1980
[11] Ebû Davûd,
İlim, 3660
[12] “Ashab-ı
kiramdan Ebu Rezin el Ukaylî radiyallâhü anh bir keresinde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme;
“Rabbimiz mahlûkatı yaratmazdan önce
nerede idi? diye sorar. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemde;
“Fevkinde ve tahtında hava olmayan
Â’ma da idi” diye buyurur.” (Timizi, Tefsir sure 11. 1; İbn.
Mâce. Mukaddime. 13; İbn Hanbel. IV/11. 12)
[13] “Mirâtü’l-Vücûd
ve Mirkâtü’s-Şühûd,
müellifi Abdülahad Nûri b. Mustafa Safâyi es-Sivâsî el-Halvetî,
Süleymaniye Kütüphanesi H. Hüsnü Paşa,
Demirbaş no; 001198, sınıflama no; 2977.”
Bkz: YILMAZ Necdet; Abdülehad Nûrî-i Sivasî Ve Mir'âtü'l-Vücûd Ve Mirkâtü'ş-Şühûd Adlı Eseri
[Kitap]. - İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Bilim Dalı, Y.Lisans Tezi, 27129, 1993.
[14] Aclûnî. 2/132; Aliyu’l
Kari. 273: Manası doğru olsa da hiçbir senedi olmayan bu sözün hadis olmadığı
açıktır. Ancak söz konusu rivayetle ilgili olarak Şeyh-i Ekber Muhyiddîn
İbnu’l-Arabî (560-638/1165-1240) “Keşfen
sahîh, fakat naklen sabit değildir” dediği nakledilir. Esasen bunun, hadis
ilmi kriterlerine uygun olarak naklen sabit olmuş bir hadis olduğunu iddia
eden bir mutasavvıf da bilinmemektedir. Özellikle İbn’ül Arabî’nin yukarıdaki
sözünden sonra, konu edildiği tasavvuf literatüründe genellikle -sahih olup
olmadığı sorgulanmaksızın- “kutsî hadis” olarak değerlendirme eğilimi belirmiş
ve bu zamanla genel bir kabule dönüşmüştür. İsmail Hakkı Bursevi’nin (1137/1725) bu rivayet hakkındaki
şu değerlendirmesi, aynı zamanda genel olarak mutasavvıfların yaklaşım
tarzlarını da yansıtmaktadır
“Keşf ehline
göre bu hadis sahihtir, isterse, hadis hafızlarına (ezbercilerine) göre sahih
olmasın... Zira keşf ehli olanlar, bizzat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz’den alır söylerler. Hadis ezbercileri ise nakil yoluyla
rivayet ederler. Ayrıca bir şeyin belli bir senedi olmayınca, sabit olmadığını
icâp ettirmez. Şu da kat’îdir: Keşf itibariyle sahih olan bir şey, nakil
yoluyla gelenden daha sahihtir. Zira keşf hâlinde vehim ve hayâl olmaz.
[15] Zâriyat, 56
[16] Teftâzanî (791/1389)
ise “Şerh Hadis Erbain”de bu unsurları daha da çoğaltır:
“Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey ilimdir “
“Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey cevherdir”
“ Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey incidir”
“ Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey nûrudur
“ Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey ruhumdur”
“ Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey levh dir”
“ Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey akıldır”
“ Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey arş dır”
“ Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey melek dir”
Teftâzanî
(791/1389) yorumunda bütün bunların müsemmalarının, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu
olduğunu söyler. Hadiste özellikle bu
ifadelerin kullanılmalarındaki hikmetleri de şöyle açıklar:
“Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem vücut sadefınin incisi olduğu için inci,
nûraniyetinden dolayı nûr, aklının çokluğundan ve üstünlüğünden dolayı akıl,
işlerin tedbiri itibariyle kendisine uymada muvaffak olduğu için kalem, ilimlere
vukufîyetinden dolayı levh; melekî sıfatların galebesinden dolayı melek
denmiştir.”
Tasavvuftaki
“ilk yaratılış” ile ilgili tartışmalarda da en çok kullanılan
hadislerden birisi olan bu rivayet, ilk dönem tasavvuf klasiklerinde
bulunmadığı halde son dönem sufîlerinin en çok kullandığı hadislerden
birisidir. Özellikle Muhyiddin ibn-ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
(638/1240) ‘în birçok yerde kullandığı değişik varyantları vardır, örneğin;
“Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey, benim
nurumdur. “
“Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey, benim ruhumdur” ya da
“Allah
Teâlâ’nın ilk yarattığı şey akıldır” bir bâşka rivayette “nefistir” Onun bütün
bunlardan kastettiği şey Hakikat-ı Muhammedi’yedir. Bütün kâinatın O’nun
hakikatinden geldiğini ve ruhundan zuhur ettiğini, Hakikat-ı Muhammediye’nin
varlık âleminin başlangıcı olduğunu bu hadise dayandırır. Bir bâşka yerde yine aynı hadisi yorumlarken
şöyle der:
“Allah’ın
ilk yarattığı şey onun ruhu veya kalemdir.” (“Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey
kalemdir.” (Ebu Davud. Sünnet. 16: Tirmîzî.
Kader. 17.1 İbn Hanbel. V/3 17: Tirmîzî
Ubâde b. Samit yoluyla gelen rivaete “Hasen-Garib” derken (bkz. Tirmîzî Kader
17 ) Ebu Hureyre tarikiyle gelen rivayette bâtıl ve münker olduğu söylenir.
Bkz.Suyûti. Leali’l Masnua. 130-131; Aclûnî, 1/309)
Diğer ruhlar onun ruhunun cüzleridir.
Onun için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimize “Ebu’-l Ervah”
derler. Bu ruh küllî aklın suretidir ki Âdem-i hakikidir. Havva ise külli nefsin suretidir.
Vücut küllî aklın sağ tarafı, imkân
ise sol tarafıdır. Bütün mevcudat akl-i küll ve nefs-i küllün izdivacından
meydana gelmiştir. Bu duruma göre insanoğlunun ebeveyni Âdem-i Hakiki olan
akl-ı küll ile Havva-i hakiki olan nefs-i külldür.
Son
dönemden bir bâşka sufi, yorumunda yine bu hadisteki nûr, ruh, kalem ve
aklı kullanır ve dördünün de bir olduğunu belirtir. Ayn ayn isimlendirilmelerinin
hikmetini de şöyle açıklar; “Akıl” denmesinin sebebi; her şeyi,
hiçbir şeye ihtiyaç duymadan bilmesidir. “Nûr” denmesinin sebebi,
bütün nurların aslı olmasındandır. Diğer bir yorumda da bu dört unsur
uzlaştırılarak ikiye indirilir;
Kalem, akıl cinsiden; nûr da ruh cinsinden
olarak kabul edilir.(ŞEKER Necmeddin İlk Dönem Sufilerinde Hadis Yorumu [Kitap]. -
Kayseri : Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü -72650 (Doktora
Tezi), 1998.s. 134)
[17] Hadis kitaplarında aslı bulunmayan bu veciz ifade hadis
tenkitçilerince de red edilmiştir. Aliyu’l- Kâri. Aclûnî ve Şevkânî, Sağanî’nin
mevzu dediğini naklettikten sonra manasının sahih olduğunu kabul ederler.
Bkz.Aliyu’l Kâri. 288; Aclûnî, II/164: Şevkâni. Fevaidu’l- Mecmua, 326;
Deylemi’nin İbn. Abbas’tan; İbn. Cevzi’nin Selman’dan naklettikleri
rivayetlerin her ikisi de mevzu kabul edilir. Suyûti de mevzu olduğunu tasdik
etmiştir. Elbâni de yukarıdakileri naklettikten sonra mevzu olduğunu açıklar.
Bütün bu değerlendirmeler için Bkz. Sağanı. 52: Aliyul Kâri. 295. 296; EIbâni.
Silsileni Ahâdis-i Daire. 1/282
[18] A’raf,172
[19] A’raf,172
[20] Âlem: Bütün
cihan, kainat. Her şey.
Âlem-i Asgar: En küçük âlem. İnsan.
Âlem-i Berzâh: Kabir âlemi.
Âlem-i Ceberût: Azâmet ve kudret âlemi. Kudret âlemi. Lâhut
âlem-i ile altta bulunan melekût âlemi arasındaki âlem.
Âlem-i Ekber: En büyük âlem. Kâinât.
Âlem-i Emir: Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü bulunmayan, Allah
(cc)´ın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem.
Âlem-i Ervâh: Ruhlar âlem-i.
Âlem-i Esbâb: Sebebler âlem-i. Dünya.
Âlem-i Fâni: Geçici âlem. Dünya.
Âlem-i Gayb: Zâhiren hissedilmeyen, ruhlar, melekler ve
cinlere mahsus âlem.
Âlem-i Kevn: Varlık âlemi. Kâinât.
Âlem-i Lâhût: İlâhî âlem. Rûhânî mânevî âlem. Yani keyfiyeti, belirtisi olmayan gözlerin idrakinden
gizli olan âlem demektir.
Âlem-i Mâna: Ehline açık olan, mânen anlaşılan âlem.
Âlem-i Melekût: Melekler âlem-i.
Âlem-i Nâsût: İnsanlar âlem-i.
Âlem-i Şehâdet: Dünya.
[21] Aclûnî,
II/ 2 Hadis no: 2669.; Ali el-
Kârî, el- Esrâru’l- Merfû’a, s. 348. nr. 539.: Sûfiyyenin sözüdür. Her
iki eser de İbn Hacer’e atıfla: Sabit değildir. Demektedir. Ancak mânâ
itibariyle destekleyen merfû’ rivayet için Hâkim, V/ 3269. nr. 7938.: Sahih.;
Taberânî, Kebîr, VIII/ 314, nr. 8174.; Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, X/309,;
Ahmed. b. Hanbel, isnaddaki İshak. b. Nâsih’in Kezzab, haberin de Mevzû
olduğunu söylemiştir.
[22] Tirmizi, İlim, 2903.
[23] Kasas, 88.
[24] Vakıa,10-11.
[25] Aliyu'l Kari.
199; Aclunî. 1/490; Hâkim. Müstedrek. IV/312: Zehebi "münker"
olduğunu ravilerinden Abdullah b. Cabbar'ın ma'ruf olmadığını söyler. Bkz.
Sağani.
[26] İsra,72.
[27] Mesnevi,
c.I, b. 637
[28] Âl-i İmran, 191
[29] İsra, 44.
[30] Bakara,31
[31] Tin, 4
[32] Buhârî. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 115. Cennet. 28: İbn Hanbel. II/244 -251
[33] Buhârî.. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110. Cennet. 28;.İbn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323. 434. 463. 519
[34] İbn Kuteybe, 278.
[35] Alak, 5
[36] İsra, 70
[37] Zuhruf, 32
[38] Zümer, 9
[39] Sehavî, Makasıd: s.183; Semhudî,
Gammaz: s. 60; İbnü'd-Deyba\
Temyiz: s.77; Aliyyü'1-Karî,
Kübra: s.189; Aclûnî, Keşf
1/413. Hadis hafızlarına göre bunun aslı yoktur.
[40] Mesnevi,
c.1, b.4
[41] İbn. Hacer ve İbn. Teymiyye batıl ve
mevzudur derken; Bkz. Aclûnî. II / 87; Bu ifadelerden sahih olmadığı
anlaşılmakladır.
[42] [“Fakr mertebesi
tamam olan ancak Allah’dır,” gibi binlerce beyhude sözlere
gelelim. Yani “Fakr tamam olunca Allah yüz gösterir, onu bulur ve
görürsün,” sözünde küfür yoksa bu sözün manası o değilse, seninle
Hıristiyan arasında ne fark olabilir? Nihayet Hazreti İsâ, Hallacı Mansur'dan da Bayezid'den
de, ötekilerden de daha lâtif bir zat idi.
Şu halde Hıristiyanı “İsâ Allah’dır veya Allah’ın oğludur,” dediği
için kınamak neden? Hâlbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun. Şu halde, “Fakr tamam
olunca Allah Teâlâ’yı bulursun,” sözünün manası, “Her kimin nefsi
ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan temizlenerek Allah Teâlâ’ya kavuşur,” sözündeki
mana gibidir. Ama bu kavuşma hâşâ Allah Teâlâ’nın zatına kavuşmak değil, belki
onun yoluna girmektir. Kul, Allah Teâlâ’nın kendisine kavuşmadığını, ancak
Allah yoluna girdiğini anlar. Aksi halde Allah Teâlâ yolundan sapmış olur.
Sonra onun nefsi de dirilir, Şeytanı da! Allah Teâlâ yolunun nuru ile Allah
Teâlâ’nın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve körleşmiştir. (Şems-i Tebrizî Mehmet Nuri GENÇOSMAN Makâlât [Kitap]. - İstanbul : Ataç, 2007. (M.80), s. 160)]
[43] (Ebu Nuaym Hilye’de;
İbn. Sikkîn “Mûsannaf’ında. Beyhâkî “Şuabu’l-İman’da: İbn. Adiy “el Kamil” de.
Hasan-ı Basrî den rivayet etmişlerdir. Bazıları da. Senedinin zayıf olduğunu
söylerler. Örneğin Taberânî Enesten zayıf bir senetle rivayet etmiştir. Bkz.
Aclûnî. II /108; İbn el- Cevzî, el-İlelü’l-Mütenâhiyye (I-II), Darü’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut-1403, c. II, s. 805.
[44] Gülbahçesinde
bulunmaktaki gaye bilmektir
Âdemdir âdem, âdem anlayışta
[45]
Dünyadan göçmüş mürşidin talebeleri terakki edemez denilmiştir.
[46] (Hadis
olmadığı açıktır. Suyûtî, El-Câmiu’s-Sagîr
Bi Şerhi’l-Akideti’t-Tahaviyye, s.
123) Hadis için bkz.
Muhittin Uysal, Tasavvuf
Kültüründe Hadis,Bknz:,
Konya 2001, s. 346.
"Fütuhat
el-Ulûm”unun girişinde Gazzali "Allah
Teâlâ'nın ahlakı ile ahlaklanın" vecizesini zikretmekte ve şöyle
demektedir:
"İnsanın
mükemmelliği ve mutluluğu, Allah Teâlâ'nın sıfatlarını kazanma çabasından ve kendisini
Tanrı'nın sıfatlarının gerçek anlamıyla süslemesinden ibarettir"
Allah Teâlâ'nın en güzel isimlerinin açıklanmasına ve yorumlanmasına ayırdığı ünlü
eseri "el-Maksad el-Esna fi Şerh Esmai Allah-i Hüsna"nın birinci
bölümünün dördüncü faslının başlığında Gazzali, yine aynı görüşü
tekrarlamaktadır:
"Kulun
mükemmellik ve mutluluğu Allah-ü Teâlâ’nın ahlakı ile ahlaklanma ve O'nun sıfatları
ve isimlerinin manalarıyla bezenmeden ibarettir" (Gazzali, El-Maksad, s.6, 26)
(
ARSLAN Ahmet II.Kur'an Haftası
Sempozyumu [Kitap]. - Ankara : Fecr, 2-4 Şubat 1996. , s. 329)
[47] Şeriat,
tarikat ve marifetin aynı şeyler olduğunu anlar.
[48] Hadis için bkz.
İbn Hıbban, c. II, s. 39; Münâvî, a.g.e., c. IV
, s. 185.
[49] Mesnevi,
c.3, b. 1774
[50] Ebced
değeri 92 dir.
[51] Hadis için bkz. İbn Adî el-Cürcânî, el-Kâmil
fi’d-Duafâ (I-VII),Daru’l-Fikr, Beyrut, 1988, c.
VII, s. 221.
[52] “Mirâtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’s-Şühûd,
müellifi Abdülahad Nûri b. Mustafa Safâyi es-Sivâsî el-Halvetî, bulundugu yer;
Süleymaniye Kütüphanesi H. Hüsnü Pasa, demirbaş no; 001198, sınıflama no; 2977.”
[53] Hadis için bkz.
İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mîzân (I-VII),
Müessesetü’l-A’lemî,
Beyrut-1986, c.II, s. 122; Hâkimin Müstedrekine Bakınız:
[54] Hadis için bkz. Hâkim en-Nisâbûrî,
el-Müstedrek ala’s-Sahihayn, c. X, s. 453
[55] “Küçük cihattan büyük cihada dönmüş
bulunuyoruz” sözüne karşılık büyük cihadın ne olduğu sorulunca; Dikkat edin o, nefis
mücadelesidir” buyurdu. (Suyûtî. Câmi’us-Sagîr. II/253: İbn. Hacer. İbn.
Aliyenin sözü olarak rivayet ederken. Irâkî ve Beyhakî zayıf bir senedle
Cabirden rivayet etmişlerdir.; bkz. Aclunî. I/424. 425)
[56] Munâvî, Abdurraûf, (v. 1031/1621) Feyzü’l-Kadîr, I-VI, Beyrut, trs. , c. III, s. 175.
[57] Fecr, 27-28
[58] Etvar-ı seb'a: Arapça, yedi tavır demektir. Yedi tavır
şunlardır: Tab', nefs, kalb, ruh, sır, hafi, ahfâ. Nefsin yedi derecesine göre
değişen hallere de, Etvar-ı Seb'a denilmiştir.
İsmail
Hakkı Bursevî, Kitabu’n-Netice adlı eserinde
kalbin kazandığı ehemmiyetli mevkîyi belirtmek ve onun bir takım mühim
hususiyetlerinden bahsetmek gayesiyle şunları söylemiştir:
“İnsanın
yüzü Rahman’ın aynasıdır. Ayn’ı ise Allah Teâlâ’nın
esrarındandır. Çünkü ayn, âlem-i
emirden, vücud âlem-i halktandır. Fakat
birbirine çok kuvvetle bağlıdırlar. İnsanın iki gözü, Huda’nın nurundan ay ve güneş gibidir. Biri âlem-i zat, biri âlem-i sıfat’a remzdir. Cesedin
maverasında ruh, ruhun ötesinde
ayn, ayn’in ötesinde sır vardır ki bütün
mertebeleri bu ihata edici sır gizler. Sır vâliddir. Sırrın tenezzülü rûh, ruhun tenezzülü ceseddidr. Cesedin batını
âlem-i halk, ruhun bâtını ise âlem-i
ervah’tır. Ruh zevç, cesed zevce
gibidir. İkisinin izdivacından kalp ve diğer kuvvetler doğmuştur. İnsanın kalbi, ruhi kuvvetlerdendir. Kalp ism-i azamın
tahtgâhı, vâsi Allah Teâlâ’nın
cilvegâhıdır. Vücud ülkesinde hilâfet kalbindir. Ondan ulu nesne yoktur. Kalbin ruha yakınlığı vardır. Bu yakınlık
yüzünden ondan nur alır ve heykele verir.
Kalbin aslı melekûttan, cesed ise
âlem-i milktendir.
Semavat
yedi tabakadır. Herbirinde bâşka bir
emr-i rahmanı ve sırr-ı subhanî vardır.
Sıfât-ı Seb’a; hayat, ilim, basar, semi,
iradet, kudret, kelâmdır.
Nüzul itibariyle yedisi felekü’l-kamerdir, mazhar-ı kelâmdır.
Kalbin
mertebesi de yedidir. Buna etvâr-ı seb’a derler. Yedincisi sadırdır ki felek-i kamer mertebesidir, mahall-i hitaptır, akrab-ı menâzildir. Sadır,
kalbin zahiridir, vehm ve hayalle
yüklüdür. Rahmet, feyz-i hâss-ı
ilâhîdir. Onun nüzulü yok, kalpten zuhuru vardır, fakat dış sebepler yüzünden inzal denir. Fetih de kalbin kapısının fethidir, gaybm kapısının fethidir. Kalbin batını ruhtur, gayb-ı izafîdir. Ruhun batını sırdır, gayb-ı mutlaktır. Kalbin zahiri sadırdır, şehadet-i îzâfiyyedir. Sadrın zahiri de ceseddir, şehadet-i mutlakadır. Kalp iki taraf arasında
a’raf gibidir. Zahiri nâr gibi
zulmâni, batını ise cennet gibi
nûrânidir. Bundan müminin cennete duhûlünün batını ile kâfirin cehenneme
girişinin zahiri ile olduğu anlaşılır.
Zira sonunda bâün zahir, zahir de
bâtın olur.” (ÇELİK Yusuf
İsmail Hakkı Bursevi'de Basiret anlayışı [Kitap]. - İstanbul :
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Bölümü
Tefsir Anabilîm Dalı -Y.Lisans, 36931, 1994., s.31; A.Ü.İ.F., İİED 1975/2 Erdoğan Fuat, Kitabu’n-Netice ve İnsan,
s. 216-217.
[59] Beş
Latife: 1) Kalb, 2) Sır, 3) Hafi, 4) Ahfâ, 5) Nefsi Natıka
[60] “Kibirliye karşı
kibirlenmek sadakadır.” (et-tekebburu ale’l-mutekebbiri sadakatun) sözü, halk arasında meşhur olmuş
sözlerden biri olmakla beraber hadis değildir.
Bu söz “Kibirlenen
kişiye karşı kibirlenmek ibadettir”, “Kibirlenen kişiye karşı kibirlenmek hasenedir,
güzel bir davranıştır.” Şeklinde de meşhurdur. (Bkz: Molla
Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa
(el-Mevdûâtu’l-Kübrâ),Thk: Muhammed b. Lütfi es-Sabbâğ, 2. Bs., Beyrut, 1986, s: 175; hadis
no: 142; İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 3. bs., Beyrut, 1988, c. 1 s. 313, hadis no: 1011) (Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, IV, s. 366/5299)
Mü’min bir insan kimseye karşı kibirlenmez.
Fakat o “inananlara
karşı saygılı, kâfirlere karşı başı dik olur. Allah yolunda cihad eder ve
kınayanın kınamasından da korkmaz.” (Mâide, 5/54)
[61] Bir şeyi
bilmek, bilmemekten üstündür.
[62] Yabancı
dilden murad bu risalede açılmamıştır. Bunun tasavvufta “Mantık’ut Tayr” (Kuş
Dili) olduğunu biliniz. Ehli tasavvuf rumuzlu kelamı çok kullandıklarından
sözlerinin ne manaya geldiğini bilmek için ön bilgi ve sezgiye
ihtiyaç vardır. Sezgi her ne kadar Allah Teâlâ vergisi ise de bu dilin
eğitimini ancak mürşidden öğrenileceğini unutmamalıyız.
[63] Hadis
diyenler vardır, fakat aslı yoktur.
[64] Allah
Teâlâ kâinata tecelli kıldıkça
Her şeyi bir zevkle teselli kıldı.
[65] Taberani, Elbánî; el-Ahádîs ez-Zaîfa, 1/687; 2/69-70;
4/159-162;Bákırî, 218-220
[66] Hadis
olduğu söylenmektedir.
[67] Sehavî, Makasıd: s.183; Semhudî,
Gammaz: s. 60; İbnü'd-Deyba\
Temyiz: s.77; Aliyyü'l-Karî,
Kübra: s.189; Aclûnî, Keşf,
1/413.Hadis hafızlarına göre bunun aslı yoktur. Mefhumu doğrudur.
[68] İbn’ul Mukaffa, el-Edeb’üs-Sağîr, İslâm Siyaset Uslubu
İçinde, çeviren: Vecdi Akyüz, Dergâh Yayınları, İstanbul 2004, s. 17-18.
[69] Âl-i İmran,
31
[70] Topkapı
sarayında dişin ayrı bir şekilde muhafaza edildiğini unutmayalım.
[71] Şûrâ, 23
[72] Rafizilik: . Şia´nın kollarından bir dini mezhebdir.
Lügatte; terk eden, ayrılan, bırakan kimse manalarına gelen Rafizi veya
rafızilik, birinci halife Hz. Ebubekir ve ikinci halife Hz. Ömer
radiyallâhü anhümayı sevmeyenlere denir.
[73] Sonları
fakirdir, sonuçsuzdur.
[74] Suyûti,
Celalüddin Abdurrahman b. Ebibekir, Îhyâü'l-Meyyit fî Fedâili Âli'l-Beyt, Thk:
Mustafa Abdulkadir Atâ, Beyrut, 1987, s.10.
Bahâu’d-dîn
el-Âmilî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîzde bu konuda şöyle demiştir.
“Ben
kendimin günahkâr olduğumu bilsem de, Yarın Allah Teâlâ’nın beni affedeceğinden
eminim. Çünkü ben Nebi sallallâhü aleyhi ve sellemin ve ailesini gerçekten
sevdim. Haşr gününde benim kurtulmam için ihlâsım yeter.” (Muhammed Altuncî, Bahâu’d-dîn el-Âmilî Edîben
Şâiren Alimen, Dımeşk., s. 81)
[75] Âl-i İmran, 92
[76] Serrac, el-Luma, 31, 134. Hadis için bkz. Aclûnî, c. I, s. 70
[77] Buhari, Tevhid, 15; Müslim, Dua ve Zikir, 21.
[78] Rahman,29
[79] Naziat, 24
[80]Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ-I, 1314; Deylemî, el-Müsnedü’l -
Firdevs, c. II, s. 230.
[81] Mecmüatü’l
Ahzabda bu dua mevcuttur.
[82] İçinde zayıf ve kimilerinin de iddia
ettigi gibi
uydurma olan hadisler mevcuttur. Zehebî eser hakkında bir hayli eleştiride bulunmustur. (Kettânî, Muhammed b. Ca’fer (v.
1345), Hadis Literatürü, (trc. Yusuf Özbek), İstanbul, 1994, s. 218.
[83] (Hadis
olmadığı açıktır. Suyûtî, El-Câmiu’s-Sagîr
Bi Şerhi’l-Akideti’t-Tahaviyye, s.
123) Hadis için bkz.
Muhittin Uysal, Tasavvuf
Kültüründe Hadis,Bknz:,
Konya 2001, s. 346.
[84] Bkz.
Necmeddin Kübra, Usulu
Aşere (Tasavvufi Hayat),
(Haz: Mustafa Kara), İst. 1980, 33.
[85] Müsemma:
İsimlendirilen, ad verilmiş olan, bir ismi olan. * Muayyen zaman. Belirli
vakit.
[86] Bakara,15
[87] Duhan, 49
[88] Â’li İmran,
54
[89] Allah
Teâlâ’nın bütün sıfat ve isimlerini toplamakla
[90] Berzah: İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. *
Perde. * Sıkıntılı yer. * İki yer arasındaki geçit. * Mani'a, engel, (Bak:
Sırat köprüsü).
[91] Tam
zuhurat yeri, zıtların zahir olduğu
[93] Nur, 35
[94] Cem'u Fark: Arapça. Toplanma ve
ayrılma. Kuşeyrî'den bu iki terimin kısa açıklamasının şu şekilde olduğunu
öğreniyoruz: Fark, sana nisbet olunan ve cem', senden alınandır. Yani, kulluğun
yerine getirilmesine ve kulun hallerine layık veya ait olan işlerden, kulun
kazandığı şeyler, fark ve manaları bediî olarak, ortaya çıkarma veya Allah
katından olanlar, cem'dir. Ancak cem' ve farktaki bu mana, şuhûd-i ef'âlden
olması bakımından, vuslata erenlerin hallerinin en aşağı derecesidir. Her kime,
Allah yaptığı tâatı ve isyanını müşahede ettirirse o tefrikadadır. Allah'ın
kendi fiillerinden verdiği işleri gösterdiği kimse, cem' makamındadır. Bir âbid
için cem' ve tefrika şarttır. Tefrikası olmayanın kulluğu ve cem'i olmayanın
ma'rifeti muteber değildir.
Cem'u'l-Cem': Arapça. Toplanmanın toplanması gibi yaklaşık bir mana ile
Türkçelendirilebilir. Cem'den sonra, daha üstün ve daha tamam olan sonuncu
makam. Cem', eşyayı Allah ile müşahede etmek, Allah'ın güç ve kudretinden başka
her türlü güç ve kuvvetten berî olmak. Bu makam, Baka Billâh olan cem'
makamından sonra gelir. Bunun üzerinde makam yoktur. Bu makama, mevcudatta
Allah'ı görme makamı denildiği gibi, şu tabirler de kullanılır: "Fark
ba'de'l-cem'", "fark-ı sânî", "sahv
ba'de'l-cem".
[95] Fetih, 1-2
[96] Zelle(t): Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
[97] Tâhâ, 1-3
[98] Müellif burada Yakîn manasını ölüm yerine kelime manası ve istilah
manası üzerinde düşünenleri kasdetmektedir.
Yakîn: Arapça kesin, açık bilgiyi ifade eden
bir kelime. Kuşeyrî üç türlü yakînden bahseder: 1. İlme'l- Yâkin: Bir şey
hakkında habere dayanan bilgi.
2.
Ayne'l-Yakin: Bir şey hakkında, görmek suretiyle elde edilen bilgi,
3.
Hakka'l-Yâkin: Bir şeyi bizzat yaşamak suretiyle elde edilen bilgi.
Yakîn'de
şüpheye yer yoktur, kalp bir şeyin hakikati konusunda, tatmin durumundadır.
Yine yakin, delil ile değil inanç kuvveti ile apaçık görmeyi ifade eder.
Tehânevî kişinin yakîn ile, su ve ateş üzerinde yürüyebileceğini, onlar katında
belanın nimete, nimetin de belaya dönüşebileceğini, ilmin, sufiyi kullanırken,
yakînin onu taşıdığını kaydeder.
[99] Hicr,99
[100] İbn Sa'd, c. 2, s. 254.
[101] Ahmed.c.1, s.
78. İbn Sa'd, c. 2, s. 253, fihm ed,
c. 3, s. 117, c. 6, s. 290, İbn M âce, c. 2, s. 900-901.
M. Asım Köksal, İslam
Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/273.
[102] Sufiler, ileriyi, ahireti düşünen akla "akl-ı me'ad"
sadece dünyayı düşünen akla da "akl-ı ma’aş" adını
vermişlerdir. Daha doğrusu, akla, bu iki yönelişi açısından, bu iki ad
verilmiştir.
[103] İsteyerek
ve mecburi ölüm.
İmam Kâşânî ölümü; nefsin arzusunun sökülüp atılmasıdır, gidermektir,
diye tarif eder. Çünkü nefsin hayatı, hevâ (arzu) iledir. Bu heva ile nefis
alçak, tabîi, isteklere, şehvetlere ve lezzetlere meyleder. Bu durumda nefs-i
natıkayı kendine celbeder. Bu halde kalp, ilmî hayat hakikatından mahrum kalır,
bunun sebebi nefsin cahilliğidir. İmam Cafer-i Sadık aleyhisselâm "Tevbe
ediniz, nefsinizi öldürünüz" (Bakara/54) âyetini esas alıp, tevbeyi
ölüm olarak kabul eder. Ölümün çeşitli şekilleri vardır. Bunlar da aşağıdaki üç
maddede açıklanmıştır.
[104] EŞRÂT-I SAAT (KIYAMET ALÂMETLERİ) RİSALESİ
Ey
ilâhi sırra talip olan!
Bil ve
haberdar ol ki âlem-i âfakta (dıştaki âlem) her ne
var ise elbette âlemi enfüste (iç âlemimizde) de
vardır. Çünkü insan büyük nüsha olduğundan iki yönü de içine alır. Bu sebepten
iki âlemin sultanı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretlerinin işaret
ve beyân buyurduğu eşrât-ı saat (Kıyamet alâmetleri) de iç
âlemde mevcut olmak lazımdır. Ümmetin ariflerine ise vücutta olanı bilmek lâzımdır.
Yoksa dışta kıyamet olacağını beklemekten bir şey hâsıl olmaz. “Her
nebi ümmetini deccal ile korkutmuştur” mealindeki
hadîsi şerifde işin enfüsi olacağını işaret etmiştir. Zira enbiya Hazretleri
deccalın kendi zamanlarında çıkmayacağını bilirlerdi.
Evvelâ
Benî Asfar çıkması, insanda hayvani sıfatların meydana çıkmasından ibarettir.
Çünkü insanda en evvel yaratılmış olan bu sıfattı.
İkinci
olarak Ye'cüc Me'cüc çıkması, insanda yerilmiş sıfatların, bozuk fikirlerin
bütünüyle meydana çıkmasından ibarettir.
Üçüncü
olarak Deccal çıkması, insanda akl-ı ma’aşın (Dünya
işini gören akıl) Tanrılık
ve yücelik isteği ile meydana çıkmasıdır.
Dördüncü
olarak Hz. İsâ'nın inmesi, akl-ı meâdın (Ahret işini gören akıl) kat'î
inanç nuru ile meydana çıkmasıdır. Ve Deccâlı öldürmesi onun hükmünü ibtâl
etmekten ibarettir. Nitekim Şeyh Sadrettin Konevî
Hazretleri buyurmuştur: “Deccal dünyanın hakikatinin
mazharıdır. Onun için sağ gözü kördür. Yani Hakkı görmez. Hz.
İsâ ise ahiret hakikatinin mazharıdır. Onun
ortaya çıkışı, Hakkın doğuşu zamanıdır. Zira her ne zaman ki akl-ı meâd zuhur
eder elbette akl-ı ma’aş mahvolur.”
Beşinci
olarak Mehdî aleyhisselâmın çıkışı, akl-ı küll (ilâhi akıl) ve ruh-ı
âzamın ortaya çıkışından ibarettir. O ruh ümmetin haslarına Rahmanın nefhası (üfürmesi)
ile olur. Herkese olmaz. Ve Kur'an'da فَاِذَا
سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِى فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ “onu düzenlediğim - insan şekline koyduğum
ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr, 29) buyurduğu
bu ruha işarettir. Bu cihetle mürşidlerin sâdık taliplere üfledikleri Muhammedi
maya ruhu işte bu ruhtur.
Altıncı
olarak Dabbetü’l-arz'ın çıkması. nefs-i levvâme zuhurundan ibarettir. Bir
elinde Mûsa aleyhisselâmın asası, diğerinde Süleyman aleyhisselâmın mührü
olduğu. Asâ ile müminlerin yüzünü sıvayıp ehl-i cennet olduğu ve mühürü kâfir
yüzüne vurmakla kâfir ve cehennemlik olduğu belli kılmak içindir. Demek nefs-i
levvâmenin (kötülükten sonra içe huzursuzluk,
rahatsızlık veren nefis) bir yüzü nefs-i mülhimeye (ilham
eden nefis) diğer yüzü nefs-i emmâreye (insanı
kötülüğe sürükleyen nefis) dönük olduğunu işaret
ettirmek içindir. Yâni saîd ve şakî olmaya istidadı ve imkânı vardır. Tabî
olursa sâid, âsî olursa şakî olduğu yüzden zahir olur.
Yedincisi
güneşin batıdan doğması, ruhun bedenden ayrılmasından ibarettir. Ve ondan
kinayedir. Zira ne zamanki ruh cisme taalluk (ilgi-bağlantı) etti
o zaman doğdu demektir. Ve ayrılışında ise batıdan doğdu demek olur.
Ey
tâlib-i irfan-ı Muhammedi olan âşıklar! Bu sözleri anlayabilmeleri için
tabiat-ı esfelînden melekût semâlarına vülûc (Girme) etmeleri yani iki kere doğmaları ile mümkün
olur. Birisi anadan diğeri kendinden doğmasıdır. Nitekim Hz. İsâ aleyhisselâm “Men lem
yûled merreteyni len yelice melekûtissemâvâti ve-l arz”. Yani “İki
kere doğmadan eşyanın cevherini anlayamaz.” buyurmuştur. Aynı zamanda nefsin hakkını tanıyamaz. İmdi
bu şartların hakikatini anlamak ehli sülük olmağa muhtaçtır. Zira avam bu
inceliklerden habersizdir, وَلَقَدْ
ذَرَاْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالاِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لا
يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَذَانٌ لا
يَسْمَعُونَ بِهَا اُولَئِكَ كَالاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ اُولَئِكَ هُمُ
الْغَافِلُونَ “And
olsunki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır
ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler,
işte bunlar hayvanlar gibi hatta daha
da sapıktırlar.” (A'râf, 179) bunların şanındadır.
Elhasıl
enbiyâ ve evliyanın rumuzunu anlamak insân-ı kâmile mülâki olmakla hâsıl olur.
Başka türlü olmaz. Vesselam.
(Niyazi-i Mısri, Risale-i eşrat-ı saat
[Kitap]. - Atatürk Kitaplığı, İstanbul : [s.n.]. - Cilt 297.453
NİY-BEL_Yz_ K.000502/02; 297-7
MC_Yz_K.000339/06.
Niyâzî-i Mısrî
Sadeleştiren: Erdem MEMİŞOĞLU, Risâle-i Eşrât-ı Saat [Kitap Bölümü] // Ehlibeyt
Aşkı ve Niyâzî-i Mısrî. - Ankara : İmaj, 2003, s.71-74)
[105] Nisa, 100
[106] Risale bu
beyitle bitmektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar