YOKLUK BİLGİSİ ve SAKLI SIRLAR
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
“Ey insanlar eğer öldükten sonra dirilmekten
kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe(sperm)den, sonra
alaka (embriyo) dan, sonra biçimlenen ve biçimlenmeyen bir çiğnem et
parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi
belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi bir bebek olarak
çıkarırız. Sonra güç (ve kabiliyetler) inize ermeniz için (sizi büyütürüz).
İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülür, kimi de ömrün en kötü
çağına(ihtiyarlığa) itilir ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (çocukluğundaki
gibi bedence ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, ölmüş
görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve
her güzel çifti bitirir.”
(Hac,
5)
VARLIK VE
YOKLUK
“Varlık” kelimesinin en zengin ve
en derin anlamına Arapçada rastlamaktayız (ve-ce-de) fiilinden gelmektedir,
Vücûd, vicdan, vecd ve vücd mastarlarını üreten (ve-ce-de)’nin anlamı, “bulmak”tır.
Vücûd kavramının diğer manası da,
beş duyu ile idrâk edilen, bulunan ve belirlenen şey demektir. Bu anlamda beş
duyu vasıtasıyla algılanan şeyler vardır, diyebiliriz. Hâlbuki beş duyu ile
bilemediğimiz, ama akla göre var olan varlıklar da vardır.[1]
Mutlak varlık, Allah Teâlâ’dır.
Allah Teâlâ, her şeyi yaratan ve yok edendir.
Var oluşun sebebi ve dayanağı
Allah Teâlâ’dır. Yaratma, Allah Teâlâ’nın kendini göstermesi, kendini
gerçekleştirmesidir. Yaratma, onun için güç değildir. Allah Teâlâ, bu varlık
dünyasını yaratmadan önce başka varlık dünyaları yaratmıştır; bu içinde yaşadığımız
varlık dünyasının yok olmasından sonra da, yeni yaratmalarına devam edecektir.
Allah Teâlâ, diğer varlıkları
yaratmış ve zamanın içine atmış ve onun içindeki varlıkları da “varlık”
ve “yokluk” ile karıştırmıştır. Buna göre varlık meselesinde cevaplandırılması
gereken ilk sorulardan biri, Allah Teâlâ dışındaki varlığın gerçekten var olup
olmadığıdır.
Varlık, var’mı dır; yoksa
algıladığımız varlıklar yok mudur?
Üzüme bakıyor, şarabı görüyorum
yok’a bakıyorum açıkça var’ı görüyorum.[2]
Yokluk’u düşünmek çok zor bir
konudur. Aslında yokluk, var olmanın yeni bir şeklidir. Başka varlığa dönüşmek
çoğu kez yok olma olsa da, yeni oluşum da, yokluktan var olma gibi bir şeydir.
“Ayniyyet nedir?
Ayniyyet yokluk ile bilinir. Seni
bu Dünya meşgul etmesin. Kesreti (bu dünya ve ondaki her şeyi) perde görüp
kendini perdelenmiş sanmayasın. Her işi Hakk’la hak edesin. Memur ettiğimiz
işi, Allah Teâlâ’ya kul olma meselesi bilip, kendini mânevî yükselmeden halî
saymayasın.” [3]
Bu yokluk ve varlığın arasında
mutlak varlığın Allah Teâlâ olduğunu bilen insan nefsine pay çıkarmayıp, Allah
Teâlâ’ya varlığı kendine yokluğu tercih etmelidir. Bu şekilde huzuru ve
hakikâtin yüksek mertebelerine erer.
Ey padişah, ben senin ulu kapında sığınak bulmuşum,
Senin katına yüzüm kara gelmişim,
Dört nesne getirdim ki, bunlar senin ihsan hazinende
yoktur:
Yokluk, isyan, güçsüzlük ve günah getirmişim.[4]
Bir adam yokluğa erişir,
kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem gibi gölgesi olmaz. “Yokluk benim iftiharımdır” sırrına
ziynet yokluktur. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir. Mum, baştan
aşağı alevden ibarettir. Gölge onun çevresine uğrayamaz. Mum kendisinden de
kaçtı, gölgeden de. Mumu dökenin isteğine uydu, ışığına sığındı.
Mumu döken muma der ki; Seni yok
olman için döktüm. O da, ben yokluğa kaçtım diye cevap verir. Bu var olan ışık,
lazım bir ışıktır, geçici ve arızi ışık gibi değil.
Mum ateşe tamamı ile yok oldu mu
artık ondan ne bir eser görürsün ne bir ışık! Suret ateşi karanlığı gidermek
için mum suretinde durur. Beden mumu şu görünen mumun aksinedir; yok oldukça
can nuru artar. Bu ebedi ışıktır, mumsa geçici. Can mumunun alevi, Allah
Teâlâ’ya aittir. Ateşten meydana gelen şu ateş, nur olduğundan geçici gölge,
ondan uzaklaşmıştır. [5]
Yokluk haline
kavuşmak için, istekleri terk edip ve arzularından ayrılmak gerekir. Böylece
yokluğun içine düşen varlığın yokluk olduğunu Allah Teâlâ’dan başkası olmadığı
ve O’na muhtaç olduğunu görür.[6] Yokluk
haliyle bütün şeylerde Allah Teâlâ’nın varlığı açığa çıkar.[7]
Yokluğun
zevkini suda görürüz. Tad ve renkten kendini arî kıldığı için hiç bıkılmadan
devamlı içilmek istenir. [8]
Hızır, gemiyi kötü kişilerin
ellerinden kurtarabilmek için deldi, kırdı. Mâdemki kırık gemi kurtuluyor, sen
de kırıl! Emniyet yoksulluktadır, yürü yoksul ol. Madeni olan ve madenden
birkaç parası bulunan dağ, külünk, kazma yaraları ile paramparça oldu.[9]
Bâtın’ın, Hakk’ın bir yüzü.
Zâhir’in ise, Hakk’ın aletidir.[10]
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretleri bu
konuda buyurur ki;
“Yok olunur, var olunur.”
“Yok olun. Yok
olursanız, Allah Teâlâ var olur.”
“Gardaşlarım! Nâci denilen fırka sizlersiniz. Bakarsınız
bazı kişiler tarîkata giriyorlar. Çok geçmeden acayipten garaipten bahsetmeye
kalkışıyorlar. Kendilerinin bir adam olduklarını zannediyorlar. Fakat büyük
kim, küçük kim, o sonra belli olur.
Bizim tarîkatımıza gelen kimse uzun yıllar çalışır. Ancak kendi
küçüklüğünü (yokluğunu) fark eder. Yetmez
mi bu fark. Çünkü keramet (varlık) kulu Allah Teâlâ’dan uzaklaştırmaya
yarar.[11] İnsan, Ahlak-ı Muhammedi
ile ahlaklanmalı kuldan istenen budur.
İnsan ile ebedi âleme gidecek kazanç da budur.[12]
“Bir gün bize iki kimse geldi.
“İsmail Efendi,
sen bu şeyhliği buldun mu? Çaldın
mı? Aldın mı? Dediler.
“Bende onlara; ne
buldum, ne çaldım, ne de aldım. Hini sabavetimden beri, kendimi bir yokluk
içinde ve yok bilirim; dedim.” Onlar;
“Haydi, İsmail
Efendi, imtihanı kazandın dediler.”
----
Eskiden tarîkata intisap için
gelenlere, şeyhler ilkönce şunu telkin ederlerdi.
“Gardaşım,
yüz sene önce sen var mı idin? Yüz sene sonra var mı olacaksın?”
Sorulara hayır cevabını veren
ihvana;
“Gardaşım,
iki yokluğun arasında olan da ne varlık olursa sen O’sun. Buna göre hareket
et.”
Yokluk tevhit mertebesinin başlangıcı ve sonudur. Tarîkat
yok’tan, var’a giden bir yolculuktur.
Hz. MEVLÂNA’NIN GÖRÜŞLERİ
Hz. Mevlânâ kaddesellâhü sırrahu’l azîz, varlık ve yokluk
meselesini şöyle kurmaktadır: Yokluk, insanda bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar.
Bu ihtiyaç çok yönlüdür. Bir yönü de, insanın ham kabiliyetlerle dünyaya gelmiş
olması sebebiyle olan ihtiyacıdır. İnsan, imkânlar yani sonradan olabilecek
ârizi sıfatları taşıyabilecek varlıkdır. İçinde var olan tohum hakkındaki kabiliyetsizleri
geliştirebilecek bir imkâna sahiptir. İşte, insan imkânlarını kullanıp,
varlığını geliştirir ve zenginleştirir.
“Bizi yokluktan ciğeri yanmış, susamış bir halde sen var
ettin de gözümüzü şu devlet çeşmesine diktin” diyen Hz. Mevlânâ’ya göre, insandaki susamışlık denen
ihtiyacı, “tüm varlık” dediği İlâhî aşk yaratmaktadır. İnsanı halden
hale koyan, değiştiren ve geliştiren varlığın en büyük noktası olan ilâhî
aşktır.
Mevlâna kaddesellâhü sırrahu’l azîz mesela; armut
ağacını, benlik için bir motif olarak kullanır. Armuttan, yani benlikten
inmesini tavsiye eder. Varlığından, benliğinden inmedikçe doğru göremezsin,
şaşarsınız. Benliğinden indin mi, düşüncen de düzelir, gözün de doğru görür;
sözün de doğrudur. İşte o zaman terk ettiğin o benlik ağacının dalları, yedinci
gökte bir baht ağacı olur. Ondan indin mi, Allah Teâlâ rahmetiyle o ağacı değiştirir.
Görüldüğü gibi, Mevlâna insan varlığını yok saymakla, varlık âleminde yer edineceğine
işaret ediyor, halden hale geçirir ve daha da zenginleşirir. Varlık âleminin
ötesine geçebilmek için, “Buna benim gözümle bak!” diyen Mevlâna’ya
göre, aşk içinde aşkı seyretmek, varlıktan kurtulmayı, addan ve sandan
vazgeçmeyi gerektirir.
Geçici, arık ve kararsız varlığın, ebedî Rabbin
varlığından geldiğini hatırlatan Mevlâna, geçici varlık kendini ona ısmarladığı
zaman ölümsüzlüğe erişir, görüşünü beyân etmekle, hedef göstermektedir. “Kendine
gel, varlığını bu yüceliğe feda et. İlâhî denizin avucuna gir, yok olmaktan
kurtul. Varlığını sat, damladan vazgeç de incilerle dolu denizi satın al!”
öğüdünü vermektedir.
Diğer taraftan Hz. Mevlânâ, yoklukla varlık arasında çok
ilginç bir ilişki kurmaktadır. Ona göre, Mi’râc edenlerle beraber olursa,
onların safında durursa, yokluk bir Burak gibi onu alıp yücelere ağdırır.
Hz. Mevlânâ kaddesellâhü sırrahu’l azîzin anlayışında
Mi’râc, mekân olarak göklere ağmak değildir. Kamışı şekere ulaştıracak şey
Mi’râc’tır. Bu Mi’râc, buğunun göğe ağması değildir; ana karnındaki çocuğun
bilgi ve duygu derecesine ağmasıdır. Böylece onun anlayışında, insan
bilgilendikçe yücelir, o bilgi onun Mi’râc’ı olur. Mutlak Varlık, yani Allah
Teâlâ, yoklukta iş görür. Yoğu var edenin iş yurdu yokluktur. Bu tıpkı şuna
benzer. Hiç kimse yazılmış kâğıda yazı yazmaz. Fidanlığa yeniden fidan dikmez.
Bir şey ekilmemiş yere tohum ekilir. Sen de bir şey ekilmemiş yer ol, yazı
yazılmamış bir kâğıt kesil de, İlâhî öğretiyle şereflen ve o sana tohum eksin,
diyerek insanın benlik ve parça-buçuk bilgilerden arınmasını istiyor. Mevlâna,
dervişçesine varlığının başını kesmesini ve varlığından geçip yok olmayı isterken,
“Sen atmadın, attığın vakit” (Enfâl, 17) âyetinin sırrını hedef
almaktadır.
Hz. Mevlânâ’ya göre, dünyâ yokluktan korktuğundan yolunu
sapıtmıştır. Aslında yokluk sığınılacak
yerdir.
Bilgiyi nerede arayalım?
Varlığı bırakışta.
Elmayı nerede arayalım?
Elden vazgeçişte.
Böylece Hz. Mevlânâ’nın yokluk anlayışında hiçlik değil,
yeni bir varlığa kavuşma, bir yücelme ve tazelenme vardır. Yokluktan korkma
psikolojisi insanı yoldan çıkarır. Onun için bu korkuyu, dünya insanlığından
gidermelidir. Hz. Mevlânâ, benliğine ancak geçici benliğinden sıyrılınca
kavuşacağını, hakîkî benliğe, düşünce ve akılla varılamayacağını, ancak yok
olmakla varılacağı öğüdünü vermektedir. Hz. Mevlânâ, insanın noksanlıklarını,
yokluklarını, olgunluğu, bütün sanatların ve hünerlerin aynası olarak görmektedir.
Elbise biçilip dikilmişse, terzi sanatını nasıl gösterir?
Zayıf hasta bulunmazsa, hekîm sanatını nasıl icra eder?
Bakırların horluğu, bayağılığı meydanda olmazsa, kimya
nasıl görünür?
Diye sorular sormaktadır. Yokluk ve noksanlıklar, insanı
araştırmaya itiyor. Tüm sanatlar, noksanlıkların giderilmesiyle ortaya çıkıyor.
İnsanlardaki noksanlık, hamlık ve yokluklardan doğuyor. Öyle ise, yokluk,
varlığa, olgunluğa ve yücelişe gebedir.
Hz. Mevlânâ’ya göre, zıddı meydana çıkaran şey onun
zıddıdır. Bal sirke ile belirir. Kendi noksanını, yokluğunu gören kişi,
olgunluğa on atla koşar. Kendini olgun sanan, bu zannı onu engelleyeceğinden
Allah Teâlâ’ya koşamaz. İnsanın canında olgunluk vehminden daha kötü bir şey
olmadığını söyleyen Hz. Mevlânâ, kendini görme gidinceye kadar gönül ve
gözünden çok kanlar akacağını, İblis’in de “Ben ondan hayırlıyım” ifadesiyle
değerini kaybettiğini öğütlemektedir.
Ona göre Allah Teâlâ’ya yakınlık, ne yücelere ağmaktır,
ne aşağılara inmektir; varlık hapishanesinden kurtulmaktır. Yok olan için ne
yukarı, ne aşağı, ne çabukluk, ne uzaklık ve ne de geç kalış vardır. Allah
Teâlâ’nın sanat tezgâhı yokluktadır. Sen aldanmışsın, ne bileceksin yokluk
nedir? Bir devlete, bir şerefe ulaşınca neşelenmenin tam tersi, onları
kaybedince duyulan yokluktur. Bu tip adamın bütün varlığı yokluktur. Yoksulluk,
horluk onun övüncüdür, yüceliğidir diyen Mevlâna, varlıkla yokluğu tamamen psikolojik
bir boyutta aramaktadır.
Mevlâna, Allah Teâlâ’ya yalvarırken, varlık ile yokluk
arasındaki farkı insanın mânevî yapısında arar.
“Allah Teâlâ’m! Sözün, harfin bittiği durağı cana göster.
Göster de tertemiz can, başını ayak yaparak o çok geniş yokluk alanına gitsin.
O kadar geniştir ki, o yokluk alanı, bütün bu hayâl ve varlıklar hep oradan
azık alırlar. Hayâller, yokluğa karşı pek dardır, ondan dolayı hayâl, gam
sebeplerindendir. Varlık ise, hayâlden de dardır. Duygu ve renk âlemi ise,
hayâl ve varlıktan da dardır, dapdaracık bir zindandır,”
Düşüncesini ileri süren Hz. Mevlânâ, varlığın yokluktan
dolayı feryat etmediğini, tam tersine yokluğun varlığı kendinden uzaklaştırdığını,
onun için sen;
“Yokluktan kaçıyorum deme; asıl senden kaçan odur.
Görünüşte gel der, seni kendisine çağırır, ama iç yüzden kovuş sopasıyla seni
sürer, kendinden uzaklaştırır. Varoluş, yoklukta gizlidir. Yokluk en yüce
mertebedir. Onun için yok-yoksul kişiler yarışı kazanmışlardır; ödülü
almışlardır. Önemli olan beden yokluğudur, dilencilik değil.”
Mevlâna, yokluk âlemi ile varlık âlemi arasında bir yol
ve sıkı bir ilişkinin olduğuna dikkat çekmektedir. Bu ilişki yeniden yaratmayı,
sürekli oluşumu ve kâinattaki yenileşmeyi meydana getirmektedir. İnsanın beden
ve psikolojik yapısında da aynı yenileşmeler, bu ilişkinin neticesinde olmaktadır.
Mevlâna, bunu şöyle dile getirir: “O
yokluk çölünden, şu görünen âleme özlemler çeke-çeke, bölük-bölük kervanlar gelmede.
Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor. Geliyor; biz
geldik, nöbet bizim, artık sen git diye yerimizi-yurdumuzu alıyor. Çocuk, akıl
gözünü açtı mı, baba tezce pılısını-pırtısını kağnıya yüklüyor. Oradan bu yana,
bir ana cadde var; oradan buraya geliyorlar, buradan oraya gidiyorlar. İyice
bak da gör, oturmuşuz da otururken gidiyoruz biz; yeni bir yere gidiyoruz biz;
ama sen görmüyorsun. Sermâyeni bugün için değil, ileride bir şey yapmak için
biriktirir, hazırlarsın. A yola tapan! Yolcu ona derler ki, yol alışı, gidişi
ileriyedir. Gönül perdesi ardından da bıkmadan, usanmadan, soluktan soluğa
hayâl sürüleri gelmededir. O düşünceler, hep bir fidanlıktan gelmeseydi, nasıl
olurdu da hepsi de bölük bölük, gönül kaynağına koşmada. Testilerini doldurup
giderler, boyuna belirirler, meydana çıkarlar; gizlenirler, izleri belirmez.
Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları bil! Bir başka göğün çevresinde döner
onlar.”
Yokluk âleminden gönül aynasına her zaman hayâl ve
düşünceler gelip-gitmekte olduğunu ileri süren Hz. Mevlânâ, bu geliş ve gidişlerin
bir ilişkinin ifâdesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu beyitlerde âlemin her an yokluktan
var olduğunu, tasavvuf terimiyle “gayb” âleminden “ayn” âlemine
geldiğini ve gene o anda “ayn” âleminden “gayb” âlemine
gittiğini, âlemin her an yeniden yeniye yaratıldığını, iç âlemde de bunun böyle
olduğunu, yeni düşüncelerin, yeni hayallerin belirdiğini, adetâ oturduğumuz
halde her an yeni bir yerde, yeni bir yaratık olarak gittiğimizi anlatıyor. Kâf
Sûresi’nin 15. âyetinde “İlk yaratılışta âciz mi kaldık? Hayır, ama onlar,
yeni bir yaratılıştan şüphe içindeler” ifadesini, sûfîler hem ölümden sonra
dirilişe, yani âhiret âlemine delil olarak kabul ederler; hem de bunu her an
yaratılışa işaret sayarlar ve bu tarzda yorumlarlar. Yenilik konusunda varlık
ve yokluğu, Hz. Mevlânâ kadar derinlemesine inceleyen ve o düşünceyi
düşüncesine yerleştiren birini bulmak çok zordur. O, yeniyi takip etmesini,
eskiyi; kokmuş ve çürümüş şeyleri atmasını, yok etmesini şöyle tavsiye eder:
“Yeniyi al, ver eskiyi; çünkü her yılın geçen yıldan üç
kere daha üstündür, daha fazla. Hurma fidanı gibi vergili, bağışlı olmazsan,
var, eskiyi eskiye kat, yığ ambara. Eski, kokmuş, çürümüş şeyi, görmedik kişiye
armağan götür.”
Mevlâna, yokluğun varlıktan önce geldiğini, başka bir
ifâde ile yokluğun cevher, varlığın da araz olduğunu savunmaktadır.
“O kavuşma, ölümsüzlük içinde ölümsüzlük, varlık içinde
varlık; fakat önceden o varlık, yokluk içindedir.”
Bu görüşüyle, Mevlâna Mülk Sûresi’nin 2. âyeti ile Bakara
Sûresi’nin 28. âyetine işaret etmektedir. Mülk Sûresi’nde Yüce Allah Teâlâ önce
yokluğu, sonra varlığı yarattığını ifâde etmektedir. Orada geçen “Mevt,” varlıkların
ölümünü değil yokluğu; “Hayat” kavramı da varlığı ifâde etmektedir. Bunun böyle
olduğunu Bakara Sûresi’nin 28. âyetinden öğreniyoruz.
“Siz yokken sizi var eden Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?
Sonra sizi O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek.”
Ayette geçen birinci “Mevt,” yokluğu; birinci “Hayy”
ise, varlığı; ikinci “Mevt,” ölümü; ikinci “Hayy” kavramı da
âhirette yeniden yaratılışı ifâde etmektedir. Bundan anlıyoruz ki, yokluk da
yaratılmıştır. Mevlâna, yeniden doğmak için yok olmak gerektiğini söylerken,
her yok oluşun ardından bir yeniliğin doğacağını işaret etmekteydi.
“Kendine gel, tereddüt etme, önce yok ol, yokluğa
daldıktan sonra, doğudan baş göster ve aydınlat.”
Mevlâna, neden yokluğa dalmasını istediğini açıklar.
Birincisi beytin sonundaki “yeniden doğma” faaliyetidir, ikincisi de
benliğin açığa çıkarılmasıdır. Çünkü ona göre benlik, düşünceyle açığa çıkmaz,
yokluktan sonra açılır ve ortaya çıkar.
“Bu ben, düşünceyle nasıl açığa çıkar?
O ben, (fena) yokluktan sonra açılır, meydana çıkar.” [13]
YOKLUK BİLGİSİ’NE
GİRİŞ
Küçüklere, “Büyükler ne yaptıklarını bilirler” diye öğretilmiştir.
Büyükler, hep “Yokluk Bilgilerin arttıkça ilerleyip yükseleceksin”
derlerdi. Müridde, sulûkünü bitirene kadar bu öğretilen görüşlerle, bitirip icâzetini
almaya çalışır.
İrşadının daha ilk yılında şeyhler, halifeler ve müridler, çokta farkında
olmadıkları, yokluk bilgisini görüp şaşırıp kalmaktadırlar. Daha sonra bu
durumun, normal olduğunu düşünebilirler. Aslında yokluk bilgisinde tetkikler
derinleştikçe, her makamda anlamayan birtakım kişiler olduğu fark olunur.
“Mürşid-i
Kâmil”miş gibi, gerçekten de güvenilir dayanak” rolü oynayarak, kuruntularını ve “seyr
sorumluluğu” yüklenen pek çok müteşeyyih vardır. Tembel ve kaba, yüksekten
atılmış sözlerini korkak davranışlarıyla yalanlayanlar, yaradılışlarındaki boyun
eğme eğilimleri nedeniyle vazifesini beceremeyen şeyhler sayılamayacak kadar
çoktur. Bizler büyük bir aldırmazlık içinde maneviyat taliplerine, ne dediği
anlaşılmaz eser verenlere, doğruyu dahi konuşamayan dil şeyhlerine söz söyletmeyi
değer bulmuyoruz. Tekkelerde veya kendi zaviyelerinde dahi düzen kuramamış şeyhlerin,
düzenleme usûllerini görüyor; sesi duyulmaz, sözü anlaşılmaz vaaz derslerini
dinlemiştiriz.
Nefis Terbiyesinin her türlüsünde ve her
düzeyinde yokluğa doğruliği gördükten sonra, bunun nedeninin, taliplerin seviyelerine
göre yöneten, bilinmeyen kimi kurallardan kaynaklanabileceğini düşünülebilir.
İşte bir seyrdeki düzen içindeki taliplerin
nasıl yükseldiklerine, yükseldikten sonra da ne olduklarına ilişkin araştırma
yapmak gerekmektedir. Şimdi;
Zamanla nefis terbiyesinde her mürid, kendi
yokluk bilgisi düzeyine doğru yükselme eğilimindedir.
Usûlü böyle ortaya koyduktan sonra, seyr makamları
inceleyen, “Nefis Terbiye Sistemini”ni anlayabilir.
Makam, belli rütbe sıraları olan hususlar için
kullanılır. Terbiyedeki usûl, tüm seyr makamları, dolayısıyla insan yapısının
tümünü anlayabilmenin anahtarıdır. Farklı olma özentisi içindeki birkaç
kişi, Nefis Terbiyesinin dışında kalmaya çabalayabilirler, ama ticaret,
siyasa, devlet memurluğu, askerlik, din ve eğitim alanlarındaki herkes terbiyedeki
makamlarla ilgilidir; hepsi de “Yokluk Bilgisi”nin etkisinden kurtulamamıştır.
Demek ki yeterince süre olduğu varsayıldığında
her mürid, kendi yokluk bilgisi düzeyine ulaşır ve orada kalır. “Seyrin Tamamlayıcı
Usûlü”ne göre:
Zaman içinde her seyr, onu yapmakta olan
mürid tarafından Yokluk Bilgisi’ne vuslat eğilimindedir.
Tabidir ki tüm taliplerin yokluk bilgisi düzeyine
eriştiği pek az görülür. Çoğu durumlarda seyr makamının amaçlarına ulaşması
için birtakım çabalar gösterilir. İşte bu çalışmalar, çok zaman daha kendisinin
bir sonraki yokluk bilgisi düzeylerine bile erişmemiş halifelerce yürütülmektedir.
USÛLÜ UYGULAMA
Konuya nefis terbiyesinin en düşük seviyesinde
bulunan müridler, halifeler ve şeyhlerden başlayalım. Bu yönden onları “Varlık”ta,
“Yokluk Yolunda” Ve “Yokluk Bilgisi’ne Ulaşmış” diye üç gruba ayırabiliriz.
Bu dağılım teorisinde gösterdiği, deneyimlerin de doğruladığı gibi, bu
grupların üçüne de eşit sayıda insan düşmez;
Çoğunluk “Yokluk Yolunda”,
Daha az sayıdaki insanlarda de “Varlık”ta ve
“Yokluk Bilgisi’ne Ulaşmış” gruplarına girerler.
Yokluk Bilgisi’ne her mürid yükselmeyi tam
olarak hak edemez. Halife icâzetini alabilir. Eğer şeyh de olursa kendisine ne
nasıl öğretildiyse, müridlerine de aynı şeyleri, aynı biçimde öğretmeye çalışır.
Fakat dayanılacak bir kuralın, ya da bir misalin bulunamadığı durumlar dışında müridin
terbiyesi hiç de kolay olmaz. İşte Şeyhin, ödün vermeyen biçimselliği
karşısında imdadına yetişecek bilgiyi verecek birine muhtaçtır.
Demek ki hiçbir kurala, hiçbir emre uymamazlık etmediği halde şeyhlerin
çoğu bile sık sık kötü duruma düşebilir. “Yokluk Yolunda” olsalarda hiçbir
zaman “İleri Yokluk Bilgisi”ne yükselemeyecektir.
Burada hatırlatacak olursak insan herhangi
bir seyr makamında veya yokluk bilgisilerinin düzeyine erişmiş kişileri tespit
edebilir. Fakat birçok kimselerin seyr makamlarında, zeytinyağının üste çıkıp
orada “donduğunu” görülebilir. Bu ise yaratılış gereğidir.
ÖZEL YARDIMLAR
Rüyalar
Rüyalar yalancı bir yükselmelerdir. Mürid gördüğü rüyalar ile hakikâte
bir uruç yaptıklarını sanır; şeyh ise işin doğrusunu görür. Şu da var ki bu yalancı
yükselmenin asıl amacı, nefis terbiyesinin dışındakilerin ve zayıf olanların gözünü
boyamaktır. Genelde rüyalarla birçok manevra başarıya ulaşmış sayılır. Ama
denetimli bir terbiye sisteminde, böyle şeylere değer verilmez. Terbiye
Sistemini yönünden gerçek yükselme diye kabul edebileceğimiz tek yükselme, yokluk
düzeyinden yapılacak yükselmedir.
Rüyaların etkileri neler olabilir?
Şeyh müridin seyrinde üç yarar birden sağlar:
1)
Kendi başarısızlığını örtbas etmiş olduğu
gibi başarısının haklılığını ispatlar.
2)
Müridin moralini yükseltir. Müridler “Eğer
şeyhim gibi, ben haydi haydi yetişebilirim” diye düşünür. Böylece rüyalar,
pek çok mavi boncuk dağıtmanın yerine geçer.
3)
Şeyh seyrde kendi makamını korumuş olur. Müridde
oyalayıcı bu rüyalarla “Yokluk Bilgisi” yolunda
olduğunun bilincine düşer, tatmin olur, şeyhinden ayrılmaz. İlâh seviyesinde
bir ilişkiye giriftâr olur.
Terbiye Sisteminde her gelişmiş bir sonraki
makam, vuslat düzeyinde “varlık kalıntısı” özelliği gösterir. Bu sebeple
talip olanlara hem sezgiler ve rüya adayları bulunur. (istihareciler) Bu
nedenle rüyalar, müridleri yetiştirmede pekâlâ işe yaramaktadır.
Görev Verme
Görev verme, başka bir yalancı yükselme
yöntemidir. Yokluk Bilgisi’ne ulaşmaya çalışan müride, makamı yükseltilmeden iltifaten
bir unvan verilir ve tekkeden veya zaviyeden uzak bir yere gönderilir.
Seyr makamı ne denli büyükse ve eski mürid
ise, görev verme yöntemi o denli kolay uygulanabilir. Bu kişiler şeyhin
etrafında piramidinin tepe taşı, tek başına, bir temele dayanamadan boşlukta
asılı durmaktadır! Bu ilginç duruma “yüzen kilit taşı” adını verilir.
Diğer müridler zarar görmesin diye bu tür bir uygulamaya gidilir.
Mürşid Desteği
Bazı tarikat şeyhleri, kendi çocuklarını ve
sevdikleri ile öteki müridleri arasında ayrım yapmazlar. Hepsi, Nefis
Terbiyesinin en alt düzeyinden işe başlayıp, “Yokluk Bilgisi”ne ulaşabilecek
şekilde yetişirler.
Ne var ki birçok tarikatlerde, şeyhler, çocuklarını
doğrudan doğruya üst bir düzeye getirirler; çocuklarının bir süre sonra bir basamaktan
diğerine yükselmelerine gerek kalmadan, en üst düzeye ulaşacak yeteneği elde
edebileceklerini düşünürler, böylece oğul babaya “hayr-ül halef” olur,
derler. İşte bu ikinci tip durumlara, Mürşid Desteği denir.
Başlıca iki usûl ile uygulanır:
1- Bu usûlde, makamdaki müridlerden
birisinin yeri görev verme, ya da başka sebeplerden biriyle değiştirilir; Mürşidden
destek alana böylece yol açılır. Bu usûl ikinciye göre daha az kullanılır;
çünkü yeni şeyhe karşı cephe alınmasına yol açar.
2- Mürşid desteği
görecek olan için, adı etkileyici yeni bir yer yaratılır. Yani sınıflara ayrılmış topluluklarda kayrılan
kişiler, makama alttan değil, doğrudan doğruya sınıf sınırının üstünden
girerler.
Ancak mürşid desteği gören kişi seyr makamının
öteki üyelerinin direnmesiyle karşılaşır. Müridler, kendilerinin daha önce yükselmelerini
sağlayan, ileride de sağlayacak olan asıl usûle karşı duygusal bir yakınlıkduyarlarsada
üzüntüleri eksik olmaz.
Günümüzde “şeyhin yerine geçme” durumlarını
hükümetler yaratmaktadır. Tabii olarak yine bu kadroları, “doldurmasalar da”
buralara, “oturmaları için” birtakım kişiler görevlendirilmektedir. Bu
atamalar, “Yokluk Bilgisi”ne aykırıdır, denebilir.
Bu atamalarda varlık, ya da yokluk bilgisi
aranmaz. Makamlar varlıklılarla bile doldurulmuş olsada, bunlar, zaman içinde “yokluk
bilgisi” düzeylerine erişinceye dek bir basamaktan diğerine yükselirler. Zamanla
bu durumlar unutulur gider. (Osmanlılarda Meşihat Meclisi)
Görülüyor ki görünüşteki ayrıcalıklar, gerçek ayrıcalıklar değildir; “Yokluk
Bilgisi” tüm seyr makamlardaki tüm insanlara uygulanabilir.
Himmet
Himmet, nefis terbiyesinde bir müridin üstün
olan mürşidinden talih ile kazandığı ayrıcalıklı yardımdır.
Himmet ile yükselmeyi —kendimizde değil de
başkalarında olursa— hiçbirimiz sevmeyiz. Aynı seyr makamda çalışanlar, himmet
ile yükseleni tutmazlar, bu tutumlarını da onun yanlış olduğundan söz ederek, belirtirler.
Bilindiği gibi “kıskançlıkta mantık yoktur!”
Bir makamdaki müridler, himmet almışın seyr
doğrusuna karşı çıkamazlar. Çünkü onların himmet almış biri hakkında
susmaları, ona karşı duydukları kıskançlığı örtmek içindir.
TEHLİKELİ ENGELLER
Yol İhtiyarı Olanlar
Özellikle bilgi mahrumudurlar. Ancak zahiren
görünen usullere uyulmada aşrılıkları vardır. Bu konular onlarda büyük bir
tutku görülür. Hedeflere bakmaz, ama alışılagelen yöntemlerden en küçük bir
sapmaya bile izin verilme taraftarı değildirler.
Bunlar “kalık müridler”dir. Buna göre “Bu
kalık müridler “Yokluk Bilgisi”ne nasıl oluyor da ulaşabilir? Yoksa kalık
müridler nefis terbiyesi dışında mıdırlar?” diye sorabilirsiniz. Bu bir
ölçü sorunudur.
Hakikatte bir müridin değeri, seyr makamının
dışındakiler tarafından değil, kendi şeyhlerince değerlendirilir. Şeyh, emri altındakileri
gayretlerine göre değerlendirir.
Yol Düşkünü
Bu durum, henüz yetişmemiş müridleri en çok
yanıltan durumdur. İyi çalışan bir müridin yükselmemesi bir yana, telef
olduğuna şahit olunur. Bu belirttiğimiz gibi, seyr makamların çoğunda varlık,
“Yokluk Bilgisi” de kötü hal olarak görülür.
Yani, olağan durumlar yokluk yolundaseyrden
çıkarılmaya neden olmaz, yalnızca yükselmeyi engeller. Oysa varlık, çoğu durumlarda
yol düşkünü olmayı gerektirir; çünkü varlık sahibi olmak seyr makamının dengesini
bozar ve seyr makamlarının birinci maddesine aykırı düşer:
“Terbiye, her şeye karşın korunmalıdır!”
Daha önce belirttiğimiz gibi insanlar; “Varlık”ta,
“Yokluk Yolunda” ve “Yokluk Bilgisi’ne
Ulaşmış” diye üç ayırdığımızı hatırlayayacaksınız. Bunlara ilaveten her iki
uçta ileri derecede “ileri derece “Varlık”ta “İleri derece
Yokluk Bilgisi’ne Ulaşmış” olanlar
vardır. Bu kişiler insanlar için hedef olarak görülsede insanların nefis
terbiyesindeki şevklerini seyr makamlarının dengesini bozarlar. Eğer bu
duruma dikkat edilmezse şeyhin müridlerinde yol düşkünü sayısı artar.
İleri derecede olan taliplerin başlarına akla
hayale gelmeyen durumlar ve tehlikeler çok fazla gelmektedir. Bu kimseler
içinde meczuplar, deliler, ifrat ve tefrit ehli kimseler vardır.
İleri derecede olanlarda iki önemli
özellikleri vardır:
1)
Mürşidlik yapamazlar. Dengelerini sürekli kaybetme riski
içindedirler. “Fark”a ermede yolda kalmışlardır.
2)
Nefis terbiyesi birliğini de bozarlar: Şatahat
ehlinden sayılırlar.
Görülüyor ki, tipik bir seyr makamında,
“ileri derece “Varlık”ta “İleri derece Yokluk Bilgisi’ne Ulaşmış” istenilmez.
Cezbe
Cezbe etkisi, öteden beri yanlış anlaşılmıştır.
Bunun başlıca nedeni, müridlerin cezbeye abartılı bir önem vermiş olmasıdır.
Aslında himmet cezbeden daha etkin olduğudur.
Tek başına cezbe kişiyi, “Seyrin Dar Kapısı”ndan
kurtaramaz; “Seyrin Yandolaşımı”nın uygulanmasına da yardımcı olamaz.
Himmet olmadan “Yan dolaşıma yönelme”, halifelerin, “Hiçbir dalda
durmuyor..” gibi söylenmelerine yol açar.
Cezbenin, “Seyrin Son Durak” üzerine
de etkisi yoktur: Çünkü müridler, ister girişken, ister çekingen olsunlar
“Yokluk Bilgisi”ne bağlıdırlar ve er geç kendi “Yokluk Bilgisi” düzeylerine
gelip dururlar.
Cezbeyi sağlamanın yolları arasında zikre ve
ibadete aşırı düşkünlük gösterme, sohbetlere gitmeye başlama vardır (Özellikle
yeni müridlerde görüldüğü gibi, böyle kendi kendini yetiştirme “varlıklı”lığını
arttırır ve yükselme hafifler. Ama, kıdem'in etkenliğinin, fazla olduğu
makamlarda bu durum sezilemeyecek kadar zayıftır).
Çalışma ve kendini yetiştirmenin olumsuz
etkileri bile olabilir. Şöyle ki bu çabalar sonucu, müridin kendi “Yokluk Bilgisi”
düzeyine ulaşması için, gerekli basamak sayısı artarsa bu durum görülür.
Henüz yetişmemiş müride cezbenin gerçekte
olduğundan daha etkin görünmesinin bir başka nedeni, kendinde “Yalancı Vuslat”
ın bulunmasıdır.
Böyle kişilerde sinir bozukluğu, mide hastalıkları
ve uykusuzluk gibi durumlar görülür. Ama müridde başarının simgesi olan hastalıklar,
gerçekte başarının değil, cezbenin zorlanmanın ürünü de olabilir.
Durumu bütünüyle kavrayamayanlar “Vuslat”a
eriştiklerini sanabilirler. Oysa bunların önlerinde Yokluk Bilgisi’ne
ulaşmaları için, daha pek çok zaman ve düzey vardır.
“Yalancı Vuslat” ile “Vuslat” arasındaki ince ayrıma, “Yol
Ayrımı” denir. Bu ayrımı yapabilmeniz için, sormanız gereken soru, “Söz
konusu kişinin niyetinin yararlı bir iş yapmakta olup olmadığı”dır. Cevap
eğer,
a)
“EVET” ise, demek ki kişi, henüz yokluk
bilgisi düzeyine erişmemiştir, öyleyse durumu, Yalancı Vuslat'a girer.
b)
“HAYIR” ise, demek ki kişi, yokluk bilgisi
düzeyine erişmiştir, öyleyse durumu “Yokluk Bilgisi yolunda”dır.
c)
“BİLMİYORUM” ise, siz kendi “Yokluk bilgisi”
düzeyinize erişmiş demektir.
Şeyhin icazetini almadan her söz bir yerde
yalana dâhil olur.
ŞEYH
OLABİLME SIRLARI?
Taliplerin durumları incelenip, bunlar, aynı
beceri düzeyindeki öteki müridlerle karşılaştırılabilirler. Ancak ŞEYH
olmak isteyen şu hususlara dikkat etmelidir.
1)
Bir şeyh olmalı
Şeyh, makamda sizin üstünüzde olup yükselmenize
yardım edebilecek kişidir. Kimi durumlarda bu güce sahip olanları bulmak için,
oldukça derin ve geniş kapsamlı araştırmalar gerekebilir. Bu konuyla ilgili
olarak yükselmenin, bir üst halifenin verdiği değere bağlı olduğu da
unutulmamalıdır. Ne var ki, Nefis Terbiyesinin mürşidleri, kişinin yokluk
bilgisi düzeyine eriştiğinin bilincinde iseler, onun olumlu ya da olumsuz
yargılarına aldırmayabilirler.
2)
Şeyhi ikna etme
Şeyh yükselmenize yardım ederse bir şey
kazanacağına, ya da yardım etmezse bir şeyden yoksun kalacağına inandırmak
için “gayret kapıları”nı açmalıdır. “Seyrin Köprüsü” diye
adlandırılan bu sıkıntılı ve tehlikeli evreyi, kendi gücünüzle geçemeyeceğiniz
için yokluk bilgisine ulaşana kadar hizmette devam etmelidir.
3)
Engellere mani olmak.
Bir makamda eğer bir üstünüzdeki yer, kendi
yokluk bilgisi düzeyine erişmiş biri tarafından tıkanmışsa, şeyhin size karşı himmet
yolunu tıkayan bu kişiler “şeyhin halefleri” olmuştur. Bu tatsız
duruma, “Yolun Dar Kapısı adını verebilir.
Seyr makamlarında halifelerin tıkadığı yoldan
ayrılıp, tıkanık olmayan bir yükselme yolu bulunmalıdır. Bu engel düzeltmesine
de “Seyrin Kaydırılması” denir.
Seyrin Kaydırılmasına karar vermeden önce, Yolun
Dar Kapısı önünde olup olmadığınızı, üstünüzdeki halifenin gerçek bir “icazetli”
olup olmadığını iyice araştırmalıdır. Eğer o yükselebilecekse, dolaşmaya gerek
yoktur denilebilir. Bu durumda biraz sabır, bir süre bekleme ile onun
yükseldiğine şahit olunur.
4)
Yeni durum ve şartlara uyunuz
Bir müridin yapabileceği şey sınırlıdır. Ama
eğer intisap ettiği şeyhin yetersiz kaldığını hissederse yeni bir şeyh bulması
gerekir. Bu demektir ki zamanı gelince, daha üst düzeyde yeni bir şeyhle ilişki
kurmaya hazır olun, demektir.
5)
Birden çok halife ile ilişkiye girmelidir.
Burada halifelerin kendi aralarındaki konuşmalarından, biribirlerinin sizin
hakkınızdaki olumlu görüşlerini desteklemelerinden ve sizin için bir şeyler
yapmaya birlikte karar vermelerinden doğar. Tek bir halife ile bu güçlendirici
etkiyi hiçbir zaman sağlanamaz.
“YOKLUK BİLGİSİ”
SIRLARINDAN
“Yokluk Bilgisi” düzeyine erişmeye çalışan müridi aldatan
birçok durumun olması yolun kolay aşılamadığını da gösterir. Bu konuda
insanların herbiri için ayrı ayrı hususlar olduğu kesindir. Misal olarak
verceğimiz birkaç sır vardır. Bunlar bilinmeli fakat üzerinde durmakta,
faydadan çok zarara sebep olduğu için geçilip gidilmelidir. Seyrin hakikatinde
ve “yokluk Bilgisi”nde dinin emirleri ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin inceliğini bulmaya çalışmalıdır.
Niyâzî-i Mısrî kaddesellâhü
sırrahu’l azîzkullardaki durumu şu şekilde açıklıyor.
“Bin altmış yedi senesi
Rebiu'l-ahir sonlarında bir gün kulların çokluğunu, fakat abidlerin azlığını,
zahidlerin nadir olduğunu, ariflerin de yani ariflerden Allah Teâlâ'ya
yaklaştırılmış olanların azdan az olduğunu; çoğunluğu fasıkların, asilerin ve
kâfirlerin teşkil ettiğini ve bana göre bunların Allah Teâlâ'nın rahmetinden
uzak bulunduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum ki:
“Acaba bu çoğunluğun hali ne olacak? Biz iyi
biliyoruz ki Yüce Allah Erhamürrahimin'dir.”
Bunun
sırrının, Allah Teâlâ tarafından açılması için kalbimin burçlarında
dolaşıyordum. Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı. Kanatlarından
birine şöyle yazılmıştı:
“Bu, dünyanın sırrıdır.” ötekine de: “Bu, ahiretin sırrıdır.” yazılı idi. Kapının hemen ardında güzel yüzlü,
mütenasip endamlı, yüzünün nurundan Güneşin utandığı bir genç gördüm. Bana dedi
ki:
“Sana dünya ve ahiretin sırrı açıldı. Üzerindeki
beşeri elbiseyi ve izafi varlığı (vücudu) at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin
ve sana ledünni ilimler açılacak, Yüce Allah'a yakın ve uzak olanı bilecek ve
dertlerden kurtulacaksın.” Çıkardım
ve kapıdan içeri girdim. Bana nurani bir elbise giydirdi. Bir de baktım ki
ilmim ve anlayışım, kulağım, gözüm bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme,
başka bir anlayışa, başka bir kulağa, göze ve yeteneklere değişti. Günüm, “Arzın başka bir arza, göklerin başka göklere
değişip herkesin tek kahredici Allah Teâlâ'nın huzurunda duracağı gün” oldu.
Ve: “O'nun vechinden başka her şey helak
olacaktır.” ayetinin manası meydana çıktı. Bildim ki
Rabbımın bana giydirdiği elbise, Hakkani varlıktır. Sonra o halimle yaratılmışlara
baktım. Gördüm ki benim zannımda abid, zahid, veliyyullah olanların çoğu Allah
Teâlâ'dan ve O'nun rahmetinden uzaktır. Onunla Allah Teâlâ arasında
gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan,
böbürlenmeden, kendi nefsi yahut insanlar hakkında Allah Teâlâ'ya kötü zan
taşımaktan, ya da zahiren kendinden aşağı olana hakaret gözüyle bakmaktan
meydana gelen bir perde vardır. Hâlbuki kendisi iyi yaptığını sanıyor. Ve zannımda
fasık, asi, riyakâr, sapkın, bid'atçi, mülhid, zındık olanların çoğunu da Allah
Teâlâ'ya yakın, Allah Teâlâ'nın dostu, O'nun sevgilisi gördüm. Bunlar,
kalblerinde bulunan üzüntü, zillet, hulus, Allah Teâlâ'yı bilme kendi nefsi ve
diğer kullar hakkında Allah Teâlâ'ya iyi zan besleme, herkese tevazu gösterme
gibi sebeplerden bir sebeple Allah Teâlâ'ya yaklaşmışlardı. Ve gördüm ki uzaklaştırıcı
sebeplerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; Allah Teâlâ'ya yaklaştırıcı
sebeplerin en kuvvetlisi de tevazu ve mahviyettir. Aslında yakınlık ve uzaklık
varlığı olmayan mevhum şeylerdir ya. Sonra bana:
“Benim velilerim, benim kubbelerim altındadır,
onları benden başka kimse bilmez.” Kudsi Hadisinin sırrı açıldı. Allah Teâlâ’nın
örtüsüyle ayıp kubbelerinin altında gizli olan velileri kimse bilmez. Bunları,
izafi varlığı atanlar bilirler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurmuştur:
“Varlığın öyle bir günahtır ki onunla hiçbir
günah mukayese edilmez.”
Sonra Hakkani vücudu
giydim ve öylece ikinci defa halka baktım. Bu defa bütün mahlûkatı Yüce Allah
Teâlâ'ya yakın gördüm. Gözüm önceki bakışında aldanmış olduğundan üzüntü
içerisinde bana döndü. İmam Şatıbi bu görüş makamında bir beyit söylemiş:
“Bütün insanlar mevla
sayılır; Çünkü Allah Teâlâ'nın kazasına göre bir iş yapıyorlar.” Sonra bana daha başka sırlar ve bilgiler de
açıldı ki onları ifşa etmek helal değildir. İşte o vakitten beri o görüş ve o
varlık benden hiç gitmedi. Evvel ve ahir Allah Teâlâ'ya hamdolsun. [14]
Aziz Mahmud Hüdâî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, 948/1552-1038/1628 de bir
gece, rüyasında, cennetlik olduklarını zannettiği birçok kimseyi Cehennem'de,
Cehennem'lik zannettiklerini Cennet'te görüyor. Bunun üzerine ertesi sabah
derhal Üftâde'ye gidip teslim oluyor.
Bahsedilen bu
durumlar “Yokluk Bilgisi” tahsilinde müridin uğradığı sırlı yerlerdir.
Bunlar hakikâtte müridi, şek ve şüpheye düşürmek değildir. Belki bütün
insanların şek ve şüphesinden çıkarmaktır. Fakat tehlikelidir.
ZAHİRDEKİ YOKLUK BİLGİSİ ve SONUÇ
İnsan bahsedilen bilgiye kavuşur. Fakat kitapta üzerinde
durmadığımız fakat erzel-i ömür sınıfına giren bir bahis vardır ki, o da “Yokluk
Bilgisi”nin zahirî yönüdür. Batınî yukarıda anlattığımız gibi olur. Zahiriden
nasıl olur diye düşünenlere bu söz ilk açıdan anlaşılmaz olabilir. Kur’ân-ı
Kerim’de Allah Teâlâ bize bunu bildirmiştir. Yokluk bilgisine ulaşmak için çok
çalışmış fakat yolda kalmış olanlara, (ölenlere) Allah Teâlâ bu bilgiyi bazılarında
erzeli ömür-e [15] kavuşturarak
verir.
“Allah Teâlâ sizi
yaratmıştır, sonra sizi öldürür ve içinizden kimileri de bilirken bilmez
olacakları ömürlerinin en güçsüz durumuna ulaşırlar.” [16]
Allah Teâlâ’nın rahmet sıfatıyla insanın ömrünü inkıtaya
uğratmasıdır. Bu Rabbi olarak insana yokluğu öğretmesidir. Allah Teâlâ’nın ister
zahiren ister batınen bu bilgiye ulaştırıcı olması ne büyük lütuftur. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Allah Teâlâ mahlukâtın olmasına hükmettiği zaman
-Müslim’in rivâyetinde: “Allah mahlûkatı
yarattığı zaman”- yanında bulunan, Arş’ın gerisindeki
bir kitaba şunu yazdı: “Muhakkak ki
rahmetim gazabıma galebe çalmıştır.” [17]
Yine, Allah Teâlâ “Elçi
göndermedikçe azap edecek değiliz.” [18]
buyurdu. Bu âyette geçen “elçi” kelimesini Eş’arî nebi olarak almış, Mu’tezile ve Mâturîdi akıl olarak almıştır. Ayrıca şu ayet de aynı anlamdadır: “Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan
bir rasülü memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici
değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.” [19]
Bu ayetteki ‘elçi’ (rasül) kelimesinin nebi anlamında olduğu açıktır. [20]
Burada anlatmak istediğimiz, elçisi gelecek vasfı
kalmayan bir kul “Yokluk Bilgisi” demine uğramıştır, denilir.
Kur’an-ı Kerim’de de Allah Teâlâ da vermediğini
veya verdiğini aldığından dolayı kimseyi sorumlu tutmayacağına dair va’di olduğundan
bu durum açığa çıkmış olur..
“Bir kimseye ancak gücünün yeteceğine göre
yükümlülük veririz.” [21]
“Allah
kimseye verdiğini aşan bir yük yüklemez.”
[22]
“Herkes
ancak gücü kadar sorumlu tutulur.” [23]
Niyâzî-i Mısrî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, hayatın son dönemlerinde büyük velilerin sıkıntı
bunalım çektiğini haber vermektedir.[24]
“Kişi,
aklı zeval bulmadıkça kendisi zeval bulmaz.” Yani kişi akil ve baliğ
oldukça mükellef olma durumu devam eder. Aklı zeval bulup gidince mükellefîyyet
de ondan kalkar. Bundan dolayı mecnunlar mükellefiyyet sınırından çıkmışlardır.
Öyle ki o katil olsa kısas edilmez, çocuk gibidir. Bazı Allah Teâlâ
adamları için vaki olduğu gibi ölümlerinden bir gün veya iki gün önce beşer
olma özellikleri alınmış olsa da meczuplar da böyledir. Veya günlerce senelerce
beşer olma, onlarda yiyen, içen, dokunan, gülen, surat asan gibi çeşitli sınıflardır.
Bunların hepsi yaşamanın gerektirdiği zahir bir durumdur. Bunda aklın şerefinin
beyanı vardır. Şüphesiz onun ölüme yakın zamanlarda geçmesi temkinin
emaretlerindendir. Temkin ise iki akıldan birinin ötekine bitişmesidir. İki
akıl:
Akl-ı maâş (yaşamla ilgili akıl) ve Akl-ı
meâd (ölümden sonra varacağımız hayatla ilgili akıl) dır. Onlardan birisi
ötekine, ecelin gelmesine kadar karışmaz. Bu durum, ecelin gelmesi, zamanında
birincisi gider. İkincisi kalır. [25]
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin şu hadisin sırrıda birkez aşikâr oldu.
"Sizden
birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem olur. Sonra bu kadar
müddetle "alaka" olur. Sonra bu kadar müddette "mudga"
olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini,
amelini, şaki veya said olacağını yazar, sonra ona ruh üflenir. Kendinden başka
ilah olmayan zâta yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin
ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir zirâlık mesafe
kaldığı zaman ona yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek
cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin
amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir ziralık mesafe kalınca yazısı
ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işleyerek cennete girer."[26]
Hayrete mucip
olsada, zahiren olana misal verecek olursak; “Yokluk Bilgisi” zamanımızda birçok
iyi kişinin Alzheimer hastalığı[27] veya Parkinson
hastalığı[28] na uğramasıdır,
diyebiliriz. Bu kişiler kundakdaki çocuklar gibidir. Onlar bahsedilen bilgiye mânen
olmasada zahirende ulaşmıştır. Görünüşte durumları acı olsa da onların cennet
kuşları olduğunu bilmeliyiz.
Bu meyanda bu kişilerin bakımını üstlenenler onların Allah
Teâlâ’nın rahmetine mazhar olduklarını bilerek velâyetin bu penceresindeki
kullara hizmet etmekte kusur etmemelidir.
Bu meselede zahir ve batın farkındalığı zahirden
ulaşanların, mürid yetiştirmeye kudretleri olmadığıdır.
Ya Rabbî, bilmediğimiz ve aciz kaldığımız kazançlarla
ölüme hergün yaklaşırken bizi mahcubiyet perdesinden korumanı niyaz ediyoruz.
“Onlar
fena bir şey yaptıklarında veya nefslerine zulmettiklerinde Allah Teâlâ’yı
anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler...” [29]
“Allah
Teâlâ onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar nefislerine zulmediyorlardı.” [30]
“Ah min el- aşkı ve hâlatihi
Ahraka kalbî bi hararatihi
Ma-nazara aynî ilâ gayrikum
Uskimu billahi ve ayatihi” [31]
Ve´s-selamü ala men ittebeal Hüda
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلىَ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلىَ آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
وَ الْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ
09.03.2012/Esenler
İhramcızâde İsmail Hakkı
Kaynakça
Dr Laurence J Peter- Dr. Laurence J Peter Raymond
[Kitap]. - Ankara : [s.n.], Peter İlkesi-1993.
AKIN Ali HZ. Ebû Tâlib
ve Tarihte Gizli Kalmış Gerçekler" [Kitap]. - İstanbul :
Sakaleyn, Ağustos 2007.
ALTUNTAŞ İsmail Hakkı Gavs-ül Âzam
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Nakşi Haki Tarikati İlm-i Ledün
Sırları [Kitap]. - İstanbul : Gözde Matbaa, 2007.
ATEŞ Süleyman
[Kitap]. - Ankara : [s.n.], İrfan Sofraları Niyazî-i Mısrî- 1971.
BAYRAKLI Bayraktar Mukayeseli
Eğitim Felsefesi Sistemleri [Kitap]. - İstanbul : Sidre, 2002.
BURSEVİ İsmail Hakkı
[Kitap]. - Bursa : [s.n.], Vâridat-ı Kübra.
Çeltik Mustafa Tatcı-Halil Selim Divane,
Ariflerin Delili Müşkillerinin Anahtarı [Kitap]. - 2004.
ÇETİN Taner Vâridat-ı
Kübra [Kitap]. - Bursa : [s.n.], Uludağ Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü-Y.Lisans Tezi, 87344-1999.
ERGİN O. Nuri Balıkesirli
Abdülazîz Mecdî Tolun Hayatı ve Şahsiyeti [Kitap]. - İstanbul :
[s.n.], 1942.
KARABULUT Ali Rıza
Kayseri'deMeşhur Mutasavvıflar [Kitap]. - Kayseri : [s.n.], 1984.
Niyazî-i MISRÎ
[Kitap]. - [s.l.] : Bursa Sultan Orhan Kütüphanesi 690, Mecmua-i
Kelimât-i Kudsiye-i Hazreti Mısri- 1223.
YARAR Cezair Mektubât-ı
Hasan Sezâî [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2001.
[1]
Bayraktar Bayraklı, Mukayeseli Eğitim Felsefesi Sistemleri, İst.2002, s. 92
[2] Mesnevi c.III, b.4541
[3] YARAR, Cezair, Mektubât-ı Hasan Sezâî, İstanbul, 2001, s.77, 37. mektup
[4] Kâtip Çelebi, Mizânü’l Hakk fî İhtiyâri’l Ahakk, hzl. Orhan Şaik
GÖKYAY, İst,1980, s. 39
[5] Mesnevi c.V, b.673–683
[6] Abdülhakîm-i Arvâsî
kaddesellâhü sırrahu’l azîzin görüşü;
“Varlık ile yokluğun sürekli birbirini takip ettiği
yâni, bir var imiş bir yok imiş mealindeki bu âlemde, her şey Allah Teâlâ’nın
varlığının bir alâmeti olduğudur.”
[7] “Ben kendi görüşümle
yapmadım”
(Kehf 82)
[8] Su hakkında, Hattat Azız
Efendi buyurdu ki;
“Bak Azîz’im, Allah Teâlâ işte bunu renksiz yaratmış.
Eğer rengi olsaydı bıkılabilirdi. Hâlbuki renk ve tad vermeden yaratmış, onun
için hiç bıkılmıyor, hiç kanılmıyor.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler,
s. 59)
[9] Mesnevi c.IV, b.2756–2758
[10] Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, s.94
[11] Ebû Saîdi’l-Kurâşî’den
rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:
“Nebilerin uğradıkları musibet, vahyin kesilmesi;
Evliyaların uğradıkları musibet, kendilerinden keramet zuhur etmesi; müminlerin
musibetleri ise, ibadetlerinde kusur etmeleridir.” (KARABULUT, Ali Rıza,
Kayseri’de Meşhur Mutasavvıflar, Kayseri, 1984, s.61)
[12] Yokluk, Ahmet Âmiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendinin
buyurduğu gibi;
“Şeriatı tut (mak), hakikati yut (mak)” tır.
Üstat Abdülâziz Mecdi Efendi derdi ki; Bir gün
mürşidim Ahmet Amiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi:
“Mecdi, sakın sırrı fâş (açığa vurma) etme!” dedi.
‘Acaba bir şey mi yaptım?’ Diye korktum. Benim korkumu gidermek ve bir
hakikati bildirmiş olmak için buyurdular ki;
“Edemezsin ki, edilemez ki! Ruhunu ortaya at, fâş
et, anlat bakalım. Edemezsin. İşte O da öyledir.”
Bununla ilgili olarak Abdülâziz Mecdi Efendi demiştir
ki;
“Cenabı Hak sırr-ı vahdetin gizlenmesini ister ve bu
işi sayısı sınırlı kullarıyla idare eder. İrşat (hidayet)ve idlâl (dalâlet) hep
kendisindendir.” (ERGİN, a.g.e.
s. 238–239)
Allah Teâlâ yolunun taliplerinden
biri, bir velîye yalvarır:
“Ne olur, bana tasavvufu öğret!
Ne olur, bana marifetullahı anlat!” Rabbin velîsi tebessüm eder:
“Peki, ama önce sen bir aksır!” der. Adam şaşkınlıkla cevap verir:
“Aksırmam gelmedi ki, nasıl aksırayım?..”Velî
sükûnetle cevap verir:
“İşte nasıl aksırman gelmeden
aksıramazsan, Marifetullah da Hakk tarafından kula verilmedikçe anlaşılamaz,
sözle Öğrenilemez. Bunun için “şeriatı tut hakikati yut” demişler.” (BURGAY, Hasan, Hazreti Muhammed
(s.a.v.)’in Varisleri, Ankara, 1994, s.5)
[13] Bayraktar Bayraklı, Mukayeseli Eğitim Felsefesi Sistemleri, İst.
2002, s. 92–114 (özet olarak alındı)
[14]
[15] Hac, 5
[16]
Nahl, 70
[17] Buhâri, Tevhid 15, 22, 28, 55, Bedi’ül’-Halk 1; Müslim,
Tevbe 14, (2751); Tirmizi, Daavat 109, (3537).) Buhâri nin bir diğer
rivâyetinde: “Rahmetim gazabıma galebe çaldı” denmiştir.
Buhâri ve Müslim’in bir rivâyetlerinde: “(Rahmetim) gazabımı
geçti” denmiştir.
[18]
İsra, 15
[19]
Kasas, 59
[20]
(ATAY, 1 : 2 2003), s. 18
[21]
En’âm, 152; Ârâf, 42; Mu’minûn, 62.
[22]
Talak, 7.
[23]
Bakara, 233.
[24]
[25]
[26]
Buhari, Kader 1, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 1, Tevhid 28; Müslim, Kader 1, (2643);
Ebu Davud, Sünnet 17, (4708); Tirmizi, Kader 4, (2138).
[27] Alzheimer
hastalığı,
günlük yaşamsal aktivitelerde azalma ve bilişsel yeteneklerde bozulma ile
karakterize, nöropsikiyatrik semptomların ve davranış değişikliklerinin eşlik
ettiği nörodejenaratif bir hastalıktır. En sık görülen tipi demanstır.
Çok dikkat çekici, erken
semptomlardan biri hafıza kaybıdır. Bu hafıza kaybı, geçmiş hafızanın
korunduğu, hastalığın ilerlemesi ile birlikte sıklıkla telaffuz edilmeye
başlanan küçük unutkanlıkların başlaması şeklindedir. Bozukluğun ilerlemesi ile
bilişsel (kognitif) yeteneklerdeki kayıp, frontal ve temporal lob işlevleri ile
ilişkili, dil alanlarında (afazi), beceri gerektiren hareketlerde (apraksi) ve
tanıma fonksiyonlarında bozulmaya doğru uzanım göstermeye başlar. Altta yatan
patolojik sürecin yansıması olarak limbik sistem ile frontal ve temporal loblar
arasındaki bağlantılarda kopmalar olur. Patolojik süreç temporoparietal
korteksin yoğun bir şekilde tutulduğu fakat frontal lobuda etkileyen amiloid
plak ve nörofibriler yumaklarla karakterize inflamatuvar cevabın
birlikteliğinde nöron kaybı ve atrofisini içerir.
[28] Parkinson
hastalığı, beynin alt kısımlarındaki gri cevher çekirdeklerinin bozukluğuna
bağlı bir sinir sistemi hastalığı. Genellikle orta yaş hastalığıdır. Adını
hastalığı ilk defa 1917'de titremeli felç olarak tarifleyen James Parkinson'dan
almıştır. Binde bir sıklıkla görülen, müzmin, ilerleyici, tedavisiz iyileşmeyen
bir hastalıktır.
[29]
ÂI-i İmran,134
[30] Ankebut, 40
[31] Leylâ Hanım
kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar