YİRMİ DOKUZUNCU SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
DÖRT YÜZ ON BİRİNCİ BÖLÜM
'Kitap (kader) öne geçer ve cehenneme
girer' Münazelesinin 'Neredeyse cehenneme girmeyecekti' Mertebesinden Bilinmesi
Kitaptan
korkun, benden değil! Ben ve siz
bu konuda eşitiz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benim katımda söz değişmez, kullara
zalim değilim ben,’1
Bunun nedeni onların ve herkesin üzerinde
hüküm sahibi olan kitaptır. ‘Azap
kelimesi bir kimsenin üzerinde gerçekleşirse.. .’2
Akılla ve tecrübeyle işi bilenlere göre durum ne kadar zor!
. t ’
Kitap’tan korkmam
günahlarımdan korkmamdır
Varlıkta ve bizde
hüküm sahibi kitap
Biz onu kitapta açıkça okuduk Gördük
onu, kesin ve Hakk olarak
llah’tan ancak yaratılmış korkar O
bizim âlemlerimize yerleşmiş
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem sahih bir hadiste şöyle der: ‘Bir adam insanların göreceği şekilde
cennet ehlinin amelini işler, cennet ile arasında bir karış kalır, hakkında
kitabı tecelli eder, cehennem ehlinin amelini işler ve cehenneme girer.’ Aynı
durum cennedikler için geçerlidir. Sonra şöyle der: ‘Ameller sonuçlara göre
değerlendirilir.’ Sonuçlar ise başlangıcın hükmüne bağlıdır. Binaenaleyh Allah
Teâlâ kitabın hüküm verdiği şekilde hüküm verir. O’nun eşya hakkındaki hükmü
onları yaratırkenki yaratma sözünden (ol emri)
ibarettir ve O’nun katında söz değişmez. Yaratılmışın veya Yaratıcının İlahî
kitabın takdir ettiğinin dışında hükmü yoktur. Allah Teâlâ ‘Ben kullanma
zalim değilim’3 der. Bunun anlamı ezeli bilginin takdir
ettiğini onlara uygularız ve onlarda hüküm veririz demektir. Kulun kendisinde
durdurulduğu ‘eşitlik durağı (mevkıfü’sseva)’ budur. ..
Hakkın bilgisi
Hakta hüküm verirken
Yaratıklarında
pekâlâ hüküm verebilir: Hüküm veren kim?
Demek ki varlıkta serbest ve
muhayyer olan yok Hepsi belirlenmiş bir kitaba kalmış
Korku öne geçmiş kitaptan
kaynaklanır O kitabın sureleri, ayetleri ve yıldızları bizde
O muhayyer olsaydı, güven duyardık
Çünkü kullarına rahim ve. rauf
Rahmetiyle
müjdeleyerek haber verdi:
Öne geçmiş saygın
kitap rahmettir
Gazaptan önce gelir o, kulların
fiillerinin izhar ettiği gazap Allah Teâlâ’ya hatndolsun! O’ndan ve onlardan
kaybolur gider gazap
Kitabım benim zatından başka değil,
anlayın O’nun benzeri yok! Yayın bu bilgiyi, gizlemeyin
Allah Teâlâ, ‘İnsan
kendisi hakkında basirete sahiptir’4 der. Ey samimi dost! Gönlüne
yerleşen bilgilere bak, geçici olanlara bakma! Çünkü (gönlüne) yerleşen şeye
göre değerlendirileceksin. Gönlüne yerleşen iman ise müminsin. Buna mukabil
imanın gerektirdiği bir şeyi bırakıp zahir hükmün gerektirmediği bir şeye
yönelmek gönlüne yerleşmişse ona göre değerlendirilir ve hakkındaki nihai hüküm
ona göre verilir. Senden insanlara görünen hususlara bakma! Bununla birlikte
insanlar dikkaderini çektiğim husustan habersizdir. Allah Teâlâ’nın emrini geri
çevirecek kimse olmadığı kadar O’nun hükmünün üzerine yeni hüküm koyacak
kimse yoktur. Senin gönlüne yerleşen o şey sana ait işin ortaya çıkması ve
Hakkın varlığından payındır.
Birisi (şüpheli işlerden kaçınmak
anlamındaki) ‘vera’ hakkmda şöyle der: ‘Bana vera sahibi olmaktan daha kolay
gelen bir iş yok: Gönlüme sıkıntı veren her işi terk ediyorum.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Sana sıkıntı vereni vermeyene bırak’ hadisi bu
görüşü destekler. Başka bir hadiste şöyle denilir: ‘Müftüler fetva verseler
bile fetvayı kalbine sor.’
Bilmelisin ki Allah Teâlâ bildiğini
yazmış, eşyayı kendiliklerinde bulundukları suretlerinde görerek bilmiştir.
Başka bir ifadeyle onlarda değişen ve değişmeyen halleri böyle bilmiştir. Allah
Teâlâ bilinenleri yoklukları halinde -başkalaşma ve değişmelerine göresonsuza
kadar görmüştür. Bilinen şeyler ancak bulundukları duruma göre yaratılmıştır.
Buradan Allah Teâlâ’nın var olan, yok olan (mâdum), zorunlu (vacip), mümkün ve
imkânsız olmak üzere eşya hakkındaki bilgisinin (nasıl gerçekleştiğini)
öğrenirsin. Daha önce söylediğimiz üzere, ezeli kitabın öne geçmiş olması
kitabın bir şeyin ve varlığın ortaya çıktığı duruma izafesiyle birlikte
geçerlidir. Söz konusu varlık Hakkın yokluk halinde kendisini gördüğü şekilde o
durumu varlıkta izhar eder. Gerçekte hakkında hüküm verilmiş varlık, bu
yönüyle, kitabı geçmişken kitap da o şeyin (dıştaki) varlığını öncelemiş ve
geçmiştir. Bu durumu ‘zevk’ olarak bilen, insan yaratılmalarından önce var
olanları bilendir. Böyle birine eşya (dış) varlıklarının olmadığı yoklukları
halinde görülür. Kim bu bilgiyi zevk yoluyla öğrenirse, kitabın öne geçmesinin
anlamını öğrenmiş demektir. Artık kendisi hakkmda kitabın öne geçmiş olmasından
korkmaz, sadece kendinden korkar; çünkü ilahi bilgi veya hakkındaki kitap onun
kendiliğinde bulunduğu surete göre öne geçmiştir. O dışta söz konusu surete
göre var olmuş ve ortaya çıkmıştır. Niçin nefsin o kitaba itiraz etmedi ki?
Hakk’ın kendisini -anladıysantam delil sahibi olmakla nitelemesi buradan
kaynaklanır: Bir kimse tartışmaya kalkarsa, en kesin delil Allah Teâlâ’ya
aittir. Çünkü ilahi bilgi bilinenin kendinde bulunduğu duruma ilişir. Herhangi
bir insan ‘senin hakkımdaki bilgin benim şöyle olmamı gerektirirken beni niçin
cezalandırıyorsun?’ diye Allah Teâlâ’ya karşı delil getirmeye kalkarsa, Allah
Teâlâ ona şöyle diyecektir: ‘Benim senin hakkmdaki bilgim senin kendinde
bulunduğun duruma bağlı değil mi? Sen başka bir halde bulunmuş olsaydın,
bulunduğun o duruma göre seni bilecektim.’ Bu nedenle Allah Teâlâ ‘ta ki
bilelim...’ der. Kendine dönmeli ve söylediğin sözlerde insaflı olmalısın! Kul
kendine dönüp zikrettiğimiz şekilde işe baktığında, aleyhinde delil bulunanın
bizzat kendisi olup lehteki delilin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görür. Allah
Teâlâ’nın şöyle dediğini duymaz mısın: ‘Allah
Teâlâ onlara zulmetmedi:5 Başka bir ayette ‘Biz
onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zalimdir’6 denilir. Başka bir ayette Allah
Teâlâ ‘Fakat onlar zalim olanlardır’7 buyurur. Onlar kendilerine karşı
zalimdir; çünkü onlar, biz bilene kadar bizim için zuhur etmemişlerdi. Biz
onları bilirken onlar henüz yoktu. Onlar maluma tabi hallerine göre varlıkta
ortaya çıkmışlardır; yoksa malum bilgiye tabi değildir. Bunu anlamalısın!
Bu mesele önemli ve ince bir
meseledir. Bildiğim kadarıyla kimse ona dikkat çekmemiştir. Bununla birlikte
dikkat çekmiş ve bize ulaşmamış da olabilir. Bu meseleyi inceleyip inkâr
edebilecek kimse yoktur.
Kardeşim! Bir şeyin mevcut olup
bilginin onun varlığım öncelemesi ile ezelî yokluk halinde bu surette
bulunmasını birbirinden ayırt etmelisin. Bu durumda o hakkmdaki ilahi bilgiyle
yarışandır. Bir varlık mertebe bakımından bilgiden önce gelir; çünkü o zatı
gereği kendisi hakkmdaki bilgiyi verendir. Belirttiğimiz meseleyi bilmelisin,
çünkü o sana fayda vereceği gibi kaza ile kadere -ki onu belirleyen senin halindirteslim
olma hususunda sana güç verir. Bu kitapta sadece bu mesele bulunmuş olsaydı,
bütün doğru düşünce ve akıl sahipleri için yeterli olabilirdi.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’8
'Benim için olan kimse hiçbir zaman zelil
ve başarısız olmaz' Münazelesinin Bilinmesi
Benim amellerim
Yaratan’a sunulduğunda
Pişmanlık günü zelil olmaz ve üzülmezsin
Salim olarak gelirim! O benim gerçek varlığım
Cezalandırılınca, llah’ın kadrine göre verilir bize
Bir bilgi elde
ederiz, çokluk bulunur onda
O bilgi âleme izzet
verir
Firdevs cennetinde
belli bir çarşı var
Rahman suretleri
yayar o çarşıya
Dileyen kişiyi Hakk
Dilediği surette
izhar eder
Tek başına Allah
Teâlâ için çalışan kula ne mutlu!
Ne Lat'ı ve ne
Uzza’yı tanımış
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri
ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’9 Allah Teâlâ ayete sebeplilik
bildiren edatla başlayıp iyelik zamiriyle bitirmiştir. Hz. Musa’ya vahyederken
şöyle der: ‘Ademoğlu! Eşyayı senin için seni kendim için yarattım.’
Peygamberinin diliyle şöyle der: ‘Oruç bana aittir.’ Başka bir hadiste ‘Orucun
bir benzeri yok, çünkü oruç O’na aittir’ denilir. O’nun da benzeri yok! En
zelil varlık O’nun karşısında zelil olandır, çünkü zillet ve horluk, izzeti
karşısında zelil olunanın değeriyle bağlantılı bir şekilde tezahür eder. Allah
Teâlâ’dan daha çok izzet sahibi olmadığına göre O’nun karşısında zelil olandan
daha zelil yoktur. Buna mukabil O’nun karşısında zelil olan kimse başkası-
nın karşısında zelil olmaz. Gerçi
herhangi bir yaratılmışta -veya yaratılmamıştagördüğü nitelik nedeniyle zelil
olabilir. Bu durumda gördüğü hakkında bilgisi olmayan insan, onun izzet
sahibinin karşısında zelil düştüğünü zannederken gerçekte Allah Teâlâ’nın
izzetinin otoritesi altında zelildir. Böyle bir durumdaki insan bu nitelikle
nitelenmiş Hakkın karşısında zelildir ve zelil olması da kaçınılmazdır. Öyleyse
âlemde zelil olan herkes, Allah Teâlâ’nın izzeti karşisında zelildir. Bir kısmı
o esnada bu hali bilirken bir kısmı bilmez.
Başarısızlığa gelirsek, Allah Teâlâ
için yapılan bir işte başarısızlık olmaz, çünkü Allah Teâlâ kendisi için
(çalışan) kimseye başarısızlığı vermez. Başarısızlık başkayı görende ortaya
çıkabilir. Bu nedenle Hz. Hatice ile (amcası) Varaka b. Nevfel Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demişlerdi: ‘Hayır! Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki Allah Teâlâ seni hiçbir zaman başarısız yapmayacaktır.’ Varaka bu
sözü Cebrail’in Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e indiği kendisine
söylendiğinde demişti. Kulda bulunan başarısızlık onun bilgisizliği,
Efendisinin kurallarını ve sınırlarını aşarak kendine karşı yaptığı hatadan
ibarettir. Zillet Allah Teâlâ karşısında olduğunda değerli bir nitelikken
başarısızlık nefiste bulunduğunda her bakımdan kötü bir niteliktir. Kötü ve
değersiz ahlakın toplamı Allah Teâlâ karşısında ve örfte insanı başarısız
kılarken güzel ve iyi ahlak hem yaratıklarda ve hem Hakk’ta bulunur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’
demiştir. Çünkü ahlakta eksik olanlar, değersiz ahlak diye isimlendirilmiştir.
Şâri onlar adına yerler belirlemiş, o yerlerde kullanıldıklarında güzel ahlaka
dönüşmüşlerdir. Bu güzel ahlakla kul belirlenmiş yerlerde nitelendiğinde, ona
başarısızlık bulaşmayacağı gibi böyle biri kötü bir nitelik sahibi de değildir.
O halde ilahi emre ve peygamberin belirlemiş olduğu sınıra aykırı olan nefsin
gayesi ortadan kalktığında, bütün huylar değerli olur.
Allah Teâlâ için olanlara gelirsek,
onlar mertebe mertebedir: Bir kısmı Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ için olurken
bir kısmı nefsiyle Allah Teâlâ için olur. Bir kısmı -Allah Teâlâ ile veya
nefsiyle olmaksızınmecbur olması itibarıyla başkasıyla birlikte Allah Teâlâ
için olur. Kim Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ için olursa, zelil olmayacağı gibi
başarısızlığa da uğramaz. Çünkü Allah Teâlâ -Ebu Yezid’e bir münazelede
söylediği üzerezillet özelliğiyle nitelenmez. Allah Teâlâ Ebu Yezid’e ‘Bana ait
olmayan zillet ve yoksullukla bana yaklaş!’ demiştir. Kim Allah Teâlâ için
nefsiyle olursa, şerefli bir şekilde zelil olsa bile başarısızlığa uğramaz. Allah
Teâlâ ile veya kendi nefsiyle olmaksızın, Allah Teâlâ için olan ise zorunluluğu
kabulüne göre değerlendirilir: Allah Teâlâ hakkında zorlanmışsa, onun menzili
bir şahıs hakkında ‘Allah Teâlâ için Allah Teâlâ ile olan’ kimsenin
menziliyken başka biri hakkında ‘Allah Teâlâ için nefsiyle olan’ kimsenin
menzilidir. Nefsine ait bir konuda zorlanmışsa, bu halinde -Allah Teâlâ için
değilkendisiyle birliktedir. Böyle biri, sürekli ve zorunlu bir başarısızlık
içindedir. Artık menzillerin kısımları belirlenmiş oldu.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
'Benden bir şey isteyen benim kaza ve
kaderimin dışına çıkmış olmaz, benden bir şey istemeyen de kazamın dışına
çıkmış olmaz' Münazelesinin Bilinmesi
Her şey bir kaza ve kadere bağlı Kazayla olmayan hiçbir şey
yok
İfade ettiğim şeyi anlayan kimse Bu konudaki sırrı öğrenmiş
demektir
O kişi zamanın teki ve biriciği .
Kalp ondan aydınlanır ve ışık saçar
Nurunu gördüğünde
Sanki bir şimşeği görmüş olursun
Ulaştığı bir makam görmedik biz
Varlık meydanında ona bedel olarak
Bana arzuladığında gayesi vardır
denilince
Ben de dedim ki
Gerçekleşmesi tehir edilen şey Ancak
bir amaçla gerçekleşmiştir
Bilmelisin ki Allah Teâlâ kazayı
(hüküm vermek), salahiyet ve varlık bakımından hüküm vermedikçe, kadı ile
ilişkilendirmemiştir. Başka bir ifadeyle kadı hüküm vermedikçe bu isim onun
adına sabit olmaz. Kazayı belirleyen hakkında hüküm verilenin halidir. Bu
yönüyle kaza hükme göre varlık kazanan aklî bir işken, verilen hükmü de
hakkında hüküm verilenin durumu belirler. Bütün bunlarla birlikte kadı adı bir
kişiye verilebilir. Zihinden bu bütün ortadan kalksaydı, kadı ismi düşerdi.
Bunlar varlıktan kalksaydı, isim de gerçekte kalkar, artık sadece mecazen
kullanılabilirdi; mecaz gerçekleşen bir durumu gerçekleşmeyene izafe etmektir.
Bu konuda şöyle bir misal verilebilir: Bir şahıs başka bir şahıstan alacağı
olduğunu iddia edip öteki şahıs bunu inkâr etmektedir. İddia, delil getirmeyi
belirlemiş ve gerektirmiştir. Bu, dava sahibine karşı verilen bir hükümdür.
Verilen hükmü inkâr etmek ise başka bir hükmü gerektirir ki, o da delilin
bulunmadığı vakit yemindir. Böylece inkâr durumunda ve davalıya delil
istendiğinde davalıya karşı yemin eunekle kadı (hâkim) adı gerçek anlamda
ortaya çıkar. Öyleyse kaza genel (mücmel), verilen hüküm o genelin tafsilidir
ve ona kader denilir. Çünkü kader vakti tespit demektir. Kim bir soru sorarsa, onun
hali soru sormayı gerektirmiştir. Soru sormak ise icabetin gerçekleşmesini
istemek demektir, çünkü Allah Teâlâ ‘Bana
dua ettiğinde, duasına karşılık veririm’10 buyurur. Karşılık vermek ve icabet,
sualin icabet edendeki bir etkisidir ve onu sual gerektirmiştir. Kim bir şey
ister ve sorarsa, etki etmiş; kim karşılık verirse etkilenmiştir. Allah Teâlâ
ise emredendir ve bunu emredilenin hali gerektirmiştir. Yaratılmış olan dua
eder, bunu ise dua edilenin hali gerektirmiştir. Çünkü dua eden kişi dua edilene
dair bilgisine göre icabet umar. Emreden ise kendisine dair bilgisine göre memurdan
emre uymayı bekler. Demek ki memurun hali amirin emir vermesini gerektirirken
dua edilenin hali de kulun dua etmesini gerektirir. Binaenaleyh her birisinin
hali, emreden ve dua eden olmayı gerektirir. O halde dua ve emir iki öncül
arasındaki neticedir. O ikisi arasındaki öncül, dua edenin ve edilenin veya
amirin ve memurun halleridir. Böylece birlik (vahdet) kalkmış ve ortaklık
ortaya çıkmıştır.
Gerçek tevhid bilgiyi bilene verenin
tevhididir. Böyle biri hükmü hâkime, kazayı kadıya verir ve o da mümkünün
kendisidir. Mümkün yokluğu ve varlığı halinde yaratılmış olandır. Nitekim daha
önce bunu belirtmiştik. Haller var olmayan nispederdir. Onlar hakkında hüküm
verilen kimse ve hükme göre hükümlerin ortaya çıkmasını gerektiren şeylerdir.
Binaenaleyh mümkün, varlık ve yokluk halinde tercih edilen iken tercih ise
tercihe konu olan şeyin etkisidir. Tercih hali, mümkünün istemesini veya
-halinin gerektirdiği duruma göreistememesini gerektirir, çünkü biz herhangi
bir hali belirlemiş değiliz. Hal vasıtasıyla ve Hakk göre istekte bulunulur ve
istek, tercih edene tesir eder. Tesir icabeti meydana getirir. Tercih eden ise
tercihinde hal verir. Bu hal, etki edenin isteğinin tercih edende icabeti
gerektirdiği haldir. O halde tercih eden, ancak bir isteğin etkisiyle karşılık
verir. İstek ise halden, hal de tercihten kaynaklanır. Tercih ise tercih
edilenden meydana gelir. Tercih edilen tercihi kabul eden mümkündür. O halde
mümkün bütün hükümlerin ortaya çıkmasının ilkesidir. Başka bir ifadeyle bütün
isimleri ve hükümleri ortaya çıkartan mümkündür. Hakkında hüküm verilen şeyin
bu hükmü kabul etmesi ve böyle isimlendirilmesi de mümkünden kaynaklanır. Her
varlık iki öncülün neticesi olarak meydana gelir. Hakk varlıkta birliğin
sahibiyken yaratma ortaklık yoluyla O’ndan ve kabilden (mümkün) meydana gelir.
Öyleyse kendinden O’na ait olan, kendisi nedeniyle varlığının zorunlu
olmasıdır. Bu yönüyle O, birdir. Aynı zamanda kendisi bakımından yaratma O’na
ve mümkünün kabul etmesine aittir. Bu itibarla yaratırken tek değildir.
Yaratmada birlik geçerli olsaydı, mümkün var olduğu gibi imkânsız da var
olurdu. İmkânsızın yaratılması ise muhaldir. Daha önce belli olduğu üzere ‘Hakk
ve halkın varlığı’ dediğin gibi ‘müessir ve müesser fih (etki eden ve edilenin
varlığı)’ diyebilirsin. ‘Bütün iş O’na döner.’11 Yani hakikate değil, bu hükme döner.
TEMBİH
Bilmelisin ki Allah Teâlâ bize
kayıtsız anlamda kazaya rıza göstermeyi emredince, buradan O’nun ‘kazaya rıza’
derken mücmeli (genel) kast ettiğini anladık. Çünkü
hakkında hüküm verilenin hali ve hüküm kaza’yı ayrıştırıp tafsil ettiğinde,
kaza razı olunması caiz olan ve olmayan kısımlara ayrılır. Bir şeyden razı
olmayı kayıtsız anlamda kullanırken Allah Teâlâ’nın icmali kastettiğini
anladık. Kader hükmün belirlenmesi demektir. Her şey bir kaza ve kadere, yani
belirlenmiş bir hükme göredir. Bu itibarla mutlak belirlenme yönünden kaderin
iyisine, kötüsüne, acısına ve tatlısına iman etmek zorunludur. Belirlenme ve
tafsili yönünden kadere iman etmek zorunluyken bir kısmından razı olmak
zorunlu değildir. Burada şer için onun şer olduğuna iman etmek zorunludur
dedik. Nitekim iyiliğe ve. hayra da iyilik ve hayır olduğuna iman etmek
zorunludur.
Şöyle deriz: Benim kötülüğün (şer)
kötülük olduğuna ve -kötü olması bakımından değilsadece var olan bir şey olması
itibarıyla Allah Teâlâ’ya dayandığına iman etmem gerekir. Bununla birlikte
kötülük var olan bir şey olabilir. Kötülüğün var edilmesi Allah Teâlâ’ya ait
iken kötü olması itibarıyla kötülük O’na nispet edilemez. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle der: ‘Kötülük sana ulaşamaz!’
Mümin Haktan O’nun kendinden olumsuzladığını olumsuzlar. Şu ayeti
hatırlatabilirsin: ‘Nefse günahı ve takvayı ilham eden Allah
Teâlâ’dır.’12 Şöyle
deriz: ‘Allah Teâlâ nefse ilham vermiş, nefs günahı ve takvayı tanımıştır.
Başka bir ifadeyle günahı günah, takvayı takva olarak tanımıştır. Bu ilhamın
gayesi, takva yolunu takip edip günah yolundan uzaklaşmasını sağlamaktır.’
Şöyle diyebilirsin: ‘Hepsi Allah Teâlâ katındandır.’13 Buna karşılık şöyle deriz: Bu husus
şeriatta haklarında hüküm verilmiş günahlarla ilgili değildir ki ‘kötü (şer)’
denilen budur. Kötü seni üzen şeydir. Seni üzen ise gayene aykırı düşen
şeydir. Bu durum ‘Sizden dolayı uğursuzluğa uğrarsak.. ,’14
ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ onlara şöyle der: ‘De
ki, hepsi Allah Teâlâ katındandır.,ıs Yani
sizi üzen ve size göre güzel olan her şey, Allah Teâlâ katındandır. Daha önce
ortaya konulduğu üzere; tesir, verene değil eseri kabul edene aittir. Allah
Teâlâ iyiliği veren iken kabul eden onu iyi veya kötü olarak ayrıştırır. Bir
şeyin iyi olması onun asıl halinde bırakılmasıdır. Öyleyse asıl hüküm kendisine
aittir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İyilik senin
elindedir’ demiştir. Kötülük hükmü kabul eden mümkünden ortaya çıkar ki bu
durum hadiste ‘Allah Teâlâ’m! Kötülük sana ulaşamaz’ diye belirtilmiştir.
Şöyle sorabilirsin: ‘Kötülüğü kabul
etme özelliğinde yaratılmış olan mümkündür. Niçin Allah Teâlâ mümkünü iyiliği
kabul etme özelliğinde yaratmamıştır? Hâlbuki hepsi Allah Teâlâ’dandır.’ Şöyle
deriz: ‘Daha önce açıkladığımız ve belirttiğimiz üzere bilgi bilinene tabidir.
Mümkün ise yokluk halinde bulunduğu sabitlik ve başkalaşma haline bağlıdır. Her
ne olursa olsun, gerçek böyledir. Allah Teâlâ ancak bilinenin yokluğu halinde
üzerinde bulunduğu yokluğu bilir. O şey varlıkta ortaya çıktığında bu Hakk göre
ortaya çıkar. Öyleyse bilinene yoklukta kendisiyle nitelenmediği bir durum
gelmemiştir. Dolayısıyla bilginin onda bir etkisi yoktur.
Kaderin zamanın belirlenmesi demek
olduğunu söyledim. Çünkü kader ‘miktar’ kelimesiyle aynı köktendir. ‘Biz
onu belli bir kadere ve ölçüye göre indiririz.’16 Başka bir ayette ‘Her
şeyi bir ölçüyle (kader) indiririz’17 denilir. Bunu bilmelisin!
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
DÖRT YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
'Ancak perdeyle
görülür' Münazelesinin Bilinmesi
Kim Hakkı açık ve aleni görür Perde
ardından görmüş O’nu demektir
Bilmez Hakkı, Hakk
ise bilir onu Bu iş pek garip bir durum
Gören herkes perdeden başkasını görmez Nimet veya azap görür
Görenin sureti onda parıldar O
görenin kendi, hatta perdenin kendisi
Sahih bir rivayette Hakkın suretlerde
tecelli edeceği ve başkalaşacağı (tahavvül) söylendi. Bizim ‘perde’ derken
kastettiğimiz budur. Bu durum akıl, din ve keşifle sabittir. Keşif şeriatın
verdiği bilgiyi verir ve Allah Teâlâ başkalaşma kabul etmez. Akla gelirsek, bu
konudaki deliller malumdur ve onların yeri bu kitap değildir. Çünkü bu ldtap,
şeriata ve keşif ile müşahedenin verilerine dayanır. Çünkü akıllar şeriatın
hakkında şahitlik ettiği gerçeği idrak etmek karşısında eksiktir. Şeriat ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’18 der. Hakkın zatında başkalaşma
olsaydı, bu hüküm doğru ve geçerli olmazdı, hâlbuki doğrudur. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın zatında başkalaşmanın gerçekleşmesi imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle kendini öveni duymuştur’ Başka bir hadiste
şöyle der: ‘Ben kulumun duyması ve görmesi olurum.’ Gözlerin görüp akılların
idrak ettiği ve muhayyile gücünün tahayyül ettiği tüm suretler arkalarından Hakkın
görüldüğü perdelerdir. O suretlerden meydana gelen ameller ise Allah Teâlâ’ya
nispet edilir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Sizi ve
amelleriniziyaratan Allah Teâlâ’dır’19 buyurur.
Hakk varlıkta ortaya çıkan ve zuhur eden surette gaib (gizli) kalmayı sürdürür.
Mümkünlerin hakikatleri sübût
şeyliklerinde
-hallerinin değişmesiyle birlikteHak tarafından sürekli görülürler. Varlıkta
-ki Hakkın aynıdırortaya çıkan suretlerin hakikatleri mümkünlerin
hükümlerinden ibarettir. Başka bir ifadeyle sübût hallerinde üzerinde
bulundukları durum itibarıyla mümkünlerin hakikatlerinin hükümleridir. Değişme
ve başkalaşma Hakk’ın varlığında görülen suretlerde ortaya çıkar. Hakk üzerinde
bulunduğu durumdan değişmemiş ve başkalaşmamıştır. Nitekim heba bütün suretleri
kabul etmiş olsa bile ‘heba’ olmak bakımından başkalaşmadı. Bu suretler heba
cevherindeki manalardan ibarettir. O suretlere nispet edilen manalar, arazlar
ve sıfatlar ise mananın fiilen var olması itibarıyla nispet edilmişlerdir.
Dolayısıyla perdeler çekili olarak kalır. Onlar suretlerin hakikatleridir.
Dolayısıyla Hakk ancak perdenin ardından görülebileceği gibi ancak perdenin
ardından konuşur. Bir kişi O’nu doğrudan gördüğünde, Hakk onun gözü olmadan o
kişi Hakkı göremez. Öyle bir durumda kulunun suretinde kendi gözüyle kendini
gören Hakk’tır. Bu suretler kendisine doğrudan görmeyi kazandırır, çünkü onlar
gözü ve bütün güçleri taşıyan suretlerdir. Böylece Hakkı surette ez-Zahir isminden
(tecelli etmiş olarak) görürsün, çünkü O senin gözündür, elBatın isminden de
-O’nu bilmek üzeremüşahede edersin. Çünkü O senin görme aracındır. O’nunla
gördüğün her şeyi idrak edersin. Burada ‘doğrudan’ dedik, bunun nedeni,
Tirmizi’nin ve başka hadis alimlerinin aktarmış oldukları hadiste aynı lafzın
geçmiş olmasıdır. .
Gören kişi Rabbini uykusunda
gördüğünde, O’nu herhangi bir , surette görerek şöyle der: ‘Rabbimi falan
surette gördüm.’ Bu söz, doğrudur. Bununla birlikte ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur:20 Allah
Teâlâ nihayetsiz suretlerde kendisi nedeniyle tecelli edişinde zatına
benzerliği olumsuzlamıştır. Çünkü Allah Teâlâ’dan gayrı suretlerde görünmek
özelliğindeki kimseler, bir şeyde kendileri nedeniyle görünmez, Yaratan’ın
iradesi ve yaratması nedeniyle görünürler. Allah Teâlâ böyle bir surete ‘ol’
der, o suret meydana gelir, ardından yaratılmışlardan onu kabul etme
özelliğindekiler o surede zuhur ederler. Böylelerine misal olarak, ruhları ve
ruhanileşen insanları verebiliriz. Mesela Kâdîb el-Ban vb. öyleydi. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Dilediği surette seni terkip eder.'21 Allah Teâlâ irade ettiğinde
dilediği her sureti kabul edebilecek bir mizaçta düzenlemiş, son-
ra ona itidal vermiş, terkibi ise
-kendisine değilAllah Teâlâ’ya izafe etmiştir. Suretler Allah Teâlâ’ya nispet
edildiği için ‘dilediği bir surette’ demiştir. Herhangi birinin belirlemesi
olmaksızın, dilediği surette ortaya çıkar. Dolayısıyla bu konuda işi
karıştırmamak gerekir.
Allah Teâlâ yaratıklarına ancak
suretlerde zuhur eder. Suretler ise farklı farklıdır ve her tecellide farklı
bir suret vardır ve suretler tekrarlanmaz. Çünkü Allah Teâlâ bir surette iki
kere tecelli etmediği ğibi aynı surette iki şahsa birden tecelli etmez. Hal
böyle olunca, akıl veya göz, işin kendinde bulunduğu durumu tam olarak
öğrenememiş ve görememiştir. Aklın, Hakkı belirli bir suretle sınırlaması
mümkün değildir. Çünkü diğer suretteki tecelli bu sınırlamadaki tecelliyle
çelişir. Allah Teâlâ hiç kuşkusuz ve tereddütsüz bir şekilde bütün
suretlerdedir. Allah Teâlâ inandığından başka bir surette tecelli ettiğinde,
insan -sahih bir rivayette yer aldığı üzereO’ndan kaçar. Böylece gerçekte
farklı suretlerde zuhur edebilen bir hakikatin bulunduğunu bilir, fakat
mahiyetini veya keyfiyetini kesinlikle bilemez. Hüküm verildiğinde ise bir
keyfiyet bulunmalıdır. Bu durumda ‘keyfiyeti dilediği suretlerde zuhur
edebilmesidir’ der. Böylece suretler irade edilmiş şeyler olur. İrade edilen
her şey ise hiç kuşkusuz yoktur (madum). Dolayısıyla sana ancak kadim zatta
hadis olan şey görünmüş ve zuhur etmiştir. O halde sen, gözünün -ki
Haktırsınırladığı bir şeyi bir gözde/hakikatte -Hakk’tırgördüğün için kendin
gibi bir yaratılmışı görmüşsün. Hakk senin gözün, yani o surette ortaya çıkan
varlık senin gözündür. Hakk ahirette görülecek şekilde idrak edilirken uykuda
da idrak edilir. Bu husus şeriata göre doğrudur. İman ve keşif yoluyla -akla
göre değilAllah Teâlâ’nın hüviyetiyle kendi dışında idrak edilen her şeyi
idrak ettiğinden kuşku duymayız. Burada idrak edilenin istidadının durumuna
göre onların hepsini veya bir kısmını idrak etmesi birdir. Öyleyse idrak edenin
gözü Hakkın hüviyetidir ve bunun böyle olması kaçınılmazdır. İdrak araçlarına
nispet edilen bütün güçler, Hakkın hüviyetinden ibarettir ve başka türlü olması
mümkün değildir. Araçlar ve onların bulunduğu yerler (organlar) Hakkın varlığında
mümkünlerin hükümleridir. Hakk o hükümler için beden karşısında ruh
mesabesindedir. Çünkü onlar vasıtasıyla nizamı ayakta tutan ancak Allah Teâlâ'tır.
Suretin duyuda ve hayalde bir şeyi idraki ancak O’nun sayesinde mümkündür. Bu
itibarla bütün bunların hepsi gerçekte hayaldir, Allah Teâlâ’ya hamd olsun!
Çünkü hiçbirinin belirli bir halde sabit kalması mümkün değildir. İnsanlar ise
uykudadır ve uyuyan insan gördüğünü ve onu hangi mertebede gördüğünü bilir.
İnsanlar öldüklerinde uyku içindeki bu uykudan uyanırlar. Binaenaleyh bütün
insanlar sürekli uykudadır ve sürekli rüya görürler. Aynı zamanda nefislerinde
sürekli bir değişim gerçekleştiği gibi gözleriyle algıladıkları şeylerdeki
değişim de süreklidir. Öyleyse iş dünya ve âhiret hayatında sürekli böyledir.
Biz de bunu ortaya koyduk ve zikrettik.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ ON BEŞÎNCİ BÖLÜM
'Bana dua eden kimse kulluğunu yerine
getirmiş, kendine insaf gösteren, bana insaf göstermiştir7 Münazelesinin Bilinmesi
Emri olmadan Allah Teâlâ’ya dua edersen O’nun kulu değilsin ve kul
insaflı olmamıştır
Hazlar nedeniyle kul oldun sen (emri nedeniyle değil)
Ne söz aldık ne söze vefa gösterdik; hâlbuki söz sabit
Kul Rabbinin sözünde bulunmasaydı
‘Sözleri yerine getirin ve vaatleri’
demek sahih olmazdı
Sadece yükümlülük var, Hakka
yaklaşmak üzere Emir belirler onu, akit ispat eder
Hakkın üzerimizdeki hakları her
yönde sabit Yakınlık olmasaydı uzaklık bilinmezdi
Varlıklara insaf gösteren Rabbine
insaf etmiş Yaratanının zatında ebedilik onun
Şan ve şeref onun ,
Melekler arasında övülür durur
Dikkat edin! Kul sürekli O’nunla
birlikte olandır Ölür, dirilir ve O’nun huzurundadır
Rahman başka kimseyi hükümlü tutmadı
Sen de çalış! Gayret fayda verir sana
Kim Rahman’la kaim olursa ciddiyet
sahibidir Kim Rahman için olursa ciddiyet ona ait
Ayetleri kendinde ve ufuklarında
tahsis eder Layığı veçhile O’na hamd etmelisin
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana
dua edin, size karşılık vereyim.’22 Başka bir ayette ‘Bana
ibadet etmekten yüksünenleri cehenneme sokacağım’23 der. Allah Teâlâ onları kulluktan
çıkmamakla nitelemiş, hakikatlerinin zillet olduğunu belirtmiştir. Bu durum
‘zor bir şekilde’ ifadesiyle anlatılır. Başka bir ifadeyle gerçekte öyle olduğu
halde Allah Teâlâ’ya kul olmayı istemeyen kişi kendi doğasının -ki
cehennemdirkulu haline gelecek; gerçekte öyle değilken onun otoritesini altında
zelil kalacaktır. Böyle biri bilgiyi bırakır, bilgisizlikle nitelenir. Gerçeği
bilmiş olsaydı, bana kul olur, gerçekte bana kul iken başkasına tapmazdı.
İsteyerek veya istemeyerek yapması; bilmesi veya bilmemesi durumu değiştirmez.
Bana dua etmekle kulluğunu göstermesi ve bana kul olmaya karşı büyüklük duygusuna
kapılmaması nedeniyle doğasında tasarruf etme özelliği verdim. Böylece doğası
üzerinde efendi olmuş, onu yönlendirmiş ve doğası onun kölesi haline
gelmiştir. Allah Teâlâ’ya ibadete karşı büyüklük gösteren insanın nasıl bir
izzeti ve otoriteyi yitirdiğine bakınız! Bu kişi sevinç halinde ve sıkıntının
kaldırılışı esnasında bana ibadet etmez. Bu nedenle sebepler onu boyunduruğu
altına almış, cahillerden olmuştur.
Bu görüşü destekleyen bir husus
Hakkın kulun güçleri olmasıdır. Bu durumda yönetme Hakka aittir, çünkü kulun
tasarrufu güçleriyle gerçekleşirken onu Hakk yönlendirir. Dolayısıyla kulun
güçleri Hakkın kendisidir. Bu konudaki delilimiz, peygamberlerin ifadeleridir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın şöyle söylediğini
bildirir: ‘Ben kulumun duyması, görmesi ve eliyim.’ Yani kul nafile ibadetlerle
kendisine yaklaşıp Allah Teâlâ da kendisini sevdiğinde demektir. Ardından kulun
kullandığı güçleri zikretmiştir. Hadisi doğrulayan ayet Kuran-ı Kerim’de şöyle
yer alır: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yar
atmıştır. ’24 Amel, cisim olması itibarıyla insan
bedenine ait değildir. Bedendeki amel güçlerden kaynaklanır. Ayette insandan
ortaya çıkıp ona izafe edilen amelin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olduğu
bildirilmiştir. Hakk insanın (ameli kendisiyle yaptığı) güçleri demektir.
(Başka bir delil) Firavun’u âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya davet ederken âlemi
Hakkın mahiyetini (tavsifine) katmasıydı. Firavun ona şöyle demişti: ‘Alemlerin
Rabbi nedir?’25 Soru bir mahiyet sorusuydu ve Hz. Musa
soruya şöyle karşılık vermiştir: ‘Göklerin,
yerin ve ikisinin arasında olanların Rabbidir, eğer inanmış iseniz.’26
Yani aklî delilin ve sahih düşüncenin verdiği bilgi kalbinize yerleşmişse
(inanırsınız). Binaenaleyh Hz. Musa âlemi Hakkın mahiyetinin tanımına katmıştı.
Bize göre peygamberler, bütün yaratılmışlar içinde Allah Teâlâ’yı en iyi
bilenlerdir. Firavun ise kendisine verdiği cevapta Hz. Musa’nın doğru
söylediğini biliyordu. Fakat orada bulunanları yanıltmak ve onları hafife almak
istemişti. Çünkü Onun sorduğu soru, hakikate mutabık olacak şekildeydi. O soru
‘âlemlerin Rabbi nedir?’ sorusudur. Firavun Hz. Musa’ya âlemleri zikrederek
soru sormuş, cevap da soruya uygun verilmişti. Firavun kavmine şöyle demiştir: ‘Duyuyor
musunuz?’27 Ben
mahiyeti soruyorum, o ise izafi şeylerle cevap veriyor. Böyle diyerek Firavun
onlara karşı mugalâta yapmıştır. Gerçekte izafe edilen Rabbi sormuş, Hz. Musa
da ‘Rabbimiz ve önceki babalarınızın Rabbi’28 diye cevap vermişti. Hz. Musa
Firavun’un kavmi içinde söylediği ‘onların en üstün rableri olduğu’ iddiasına
karşılık izafeyi daraltmıştır. Bıına karşılık Firavun şöyle demiş: ‘Size gönderilmiş
peygamber delidir.’29 Yani
aklı perdelenmiştir, çünkü akıllı kişi, herhangi bir şeyin mahiyetini sormaz;
sorarsa böyle cevap verilir. Bunun üzerine Hz. Musa hal karinesi itibarıyla
tartışma meclisinin gerektirdiği üzere, Hz. İbrahim’in Nemrut’a söylediğinin
benzerini söylemiştir. Hz. İbrahim ‘Doğunun,
batının ve aralarmdakilerin Rabbidir, eğer düşünüyorsanız’30 demişti. ‘Aralarında bulunan şeyler’
demeseydi, yine de caiz olurdu; çünkü o ikisinin arasında bir şey yoktur. Çünkü
burada doğmanın durumu güneşin tepe noktasındaki bulunuşunun, o ise batışının
aynıdır. Onlardan bir mekândaki bir hareket, doğma, tepe noktada bulunma ve
batmadır. Dolayısıyla o ikisinin arasında demeyi gerektirecek bir durum yoktur.
Fakat Hz. Musa ‘o ikisinin arasındakiler’ demiştir. Bunun nedeni, orada
bulunanlara meselenin kapalı gelmesidir, çünkü onlar, ‘o ikisinin arasındaki’
ifadesiyle ilgili yaptığımız açıklamayı bilmiyorlardı. Bu nedenle batı ve doğu
zikredilmiş -ki bunlar örfte bilinen hususlardır-, sonra onlara şöyle
demiştir: ‘Eğer düşünüyorsanız...’31
Böylece Hz. Musa onları aklî düşünceye sevk etmiştir. Binaenaleyh Hakk bizimle
bilindiği gibi yaratıklar O’nunla var olmuştur.
Bizden ona ondan bize .
0 bizi över biz de O’nu
Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın
kendisine kavmine karşı delil verdiğini söylediği Hz. İbrahim ‘Ben
yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’ya yönelttim’32 demiş, O’nu âlemle birlikte zikretmiştir.
Alemin zahiri yaratılmışken batını Hakk’tır. Alem batının hükmüyle tasarruf
ederken âlemin batınında zahirden kaynaklanan tasarruf batından ortaya çıkan
tasarruftur. O halde âlemin batınında -ki HaktırHaktan başkası tasarrufta bulunmamıştır.
Hakkın tasarrufu, kendi hakkında tasarruf hükmü vermiştir. Bu bağlamda zahir
suret batın surete benzer. Öyle ki bazı kelamcılar, Allah Teâlâ’nın kitabı ve
onun hâdis olan okunuşu hakkında şu görüşe varmışlardır: Kâtibin Kuran’dan
yazdığı veya okuyucunun okuduğu her hâdis harfte benzeri olan kadim bir harf
bulunur. Kelamcının böyle bir görüşe varmış olmasının nedeni, hâdis olanın
kendi başına var olamamasıdır. Binaenaleyh kadim, hâdise eşlik etmelidir. Bu
görüş, Mutezile’nin önderlerinden birine aittir.
Sonra, o kadim kendinden ortaya çıkan
ve zuhur eden hâdisin suretinde olmasaydı, ona ait olamazdı. Bu nedenle âlem
Hakkın suretindeyken insan-ı kâmil ise âlemin ve Hakkın suretindedir. Bu durum
‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yarattı’ hadisinde beyan edilir* O halde,
imkânda bu âlemden daha mükemmel ve iyi bir şey yoktur; olabilseydi Allah
Teâlâ’dan daha mükemmeli olmuş olurdu. Çünkü Âdem âlemin bir parçasıdır ve Allah
Teâlâ onu kendi suretinde yaratmıştır; O’nun suretinden daha mükemmel suret ise
olamaz. Bu durum âlemin Hakk’tan zatî olarak zuhur etmesi anlamına gelir.
Öyleyse Hakk âlemin aynasıdır. O aynada âlemin suretleri ortaya çıkmış,
mümkünler kendilerini varlığı zorunlu Hakkın aynasında görmüşlerdir. Mümkünler
var olmada Allah Teâlâ’ya bağlı olukları gibi O da kendisini bilmede mümkünler
hakkındaki bilgiye dayanmıştır.
O ancak onlarla
oldu
Onlar da ancak
O’nunla oldular
O’nların benzeri
yok
O’nun da benzeri
yok .
Sözümüzden gafil
olan insan!
Eşyayla ol, O’nunla
olursun
Durum zikrettiğimiz gibi olunca, her
kim kendisine karşı insaflı olup nefsine hakkını verirse, hiç kuşkusuz, Hakka
karşı insaflı olmuş, O’nun hakkını kendisine vermiş demektir. Çünkü o,
haklarıyla birlikte Rabbiyle nefsini ayrıştırmıştır. Bir şeyden ayrılan ve
farklılaşan, ayrıldığı hususta o şeyin aynı ve benzeri değildir. Fakat
ayrışmış olma itibarıyla onun benzeridir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Bu kitapta aldım her bölümün başında
zikredilen şiire vermelisin, çünkü şiirler, bölümde dikkatini çekmek istediğim
ölçüde ilgili hususları içerir. Bunun yanı sıra şiirde konu içinde söz
edilmeyen hususları bulursun. Böylece şiirde zikredilen hususlarla ilave
bilgiler elde edersin.
DÖRT YÜZ ON ALTINCI BÖLÜM
Kalp Gözünün Bilinmesi Münazelesi
Varlıkta gören kalp gözüdür Yolun
büyükleri onunla bakışırlar
Onun halden Hakk girmesine bak '
O hazır varlık
Vaktini görenlerden başkası yok Mazi
ve gelecek yürüyen bir hadise
Varlıklarda mekân gerçek bir varlık
değil Sadece kısır bir hüküm var ortada
İşte bu varlıklarımızın kendisiyle
zuhur ettiği Hakk Ben de haberdar ve bilgiliyim
‘O nedir?’ diye sorarsan, akıllar anlayamaz cevabı Akıllar
nerede ki? Ortada başka diye bir şey yok
Allah Teâlâ şöyle der: ‘İman eden ve
kalpleri Allah Teâlâ’yı zikretmekle mutmain olanlar...’33 Yani bu zikir onları tatmin eder. ‘Dikkat edin! Allah Teâlâ’yı zikretmekle kalpler mutmain
olur.’34 Yani
O’nu O’nunla zikreden kalpler mümin olduklarında mutmain olurlar ve her
nefesteki değişimde karar kılarlar. Bilindiği üzere belirli bir halde kalmak,
mümkün değildir. Çünkü Hakkın sureti, daralmaya imkân vermez. Onun genişlemesi
ve açılması, başkalaşmada gerçekleşir. Bu yönüyle Hakk ancak mümkünlerin
hakikatlerinde başkalaşır, onların ise bir sonları yoktur. Öyleyse Hakkın
başkalaşması ve halden Hakk girmesinin bir sonu yoktur. O her gün -her nerede
olursa olsun‘bir iştedir.’ Her durumda iş böyle devam edeceği gibi her durumda
bir halden bir Hakk geçmek şeklinde sürer. Göz bir araçtır ve görme gücüyle
(basar) görülenler algılanır. Görme gücü Haktır ve sen Hakk vasıtasıyla
görürsün. Bir şeyi gören onu bilmiş, bildiğinde onda sükûnet bulmuştur. İnsan
sürekli başkalaşmayı gördüğüne göre bilgisi de süreklidir. Bundan dolayı
mutmain olur ve sükûnet bulur. Başkalaşmayı gören, Rabbinin kendisini yerleştirdiği
makamlarda veya kendi dışında ona verdiği ve dikkatini çektiği hususlarda, her
nefes O’nun kalbindeki izlerine bakar. Bu makam sahibi her nefes yeni bir
bilgi içindedir. O sürekli bir yaratılıştayken başkaları o yaratılıştan
perdelenmiştir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle
demesini emretti: ‘Rabbim! bilgimi
arttır.'35 Yani
yaratmanın yenilenmesi nedeniyle benimle gerçek arasına giren karışıklığı ve
belirsizliği ortadan kaldır. Yoksa bu durum varlıkta gerçekleşip benim
bilmediğim pek çok hayrı kaçırmama yol açmaktadır. Perde benzerlik ve benzeşme
demektir. Böyle olmasaydı ‘yeniden yaratma’ kimseye belirsiz gelmezdi; hâlbuki
yeniden yaratma âlemde her nefes ve her işte gerçekleşir. Alemdeki bu sürekli
yenilenmenin farkına varanlar, her bir zaman biriminde âlemin yenilendiğini
kabul edenlerdir. Başkaları onlara karşı çıkmıştır. Sürekli yenilenmeyi kabul
edenler, hısbaniyye (görececiler, sofisder) diye isimlendirilir. Bununla
birlikte onlar, bu konuda gerçeği olduğu hal üzere öğrenememişlerdir. Fakat
onlar da ‘Araz iki zamanda baki kalmaz’ diyen Eşariler gibi gerçeğe
yaklaşmışlardır; ‘araz’ kendi başına var olmayan her şeydir. Eşariler gerçeğe
yaklaşmış olsa bile, Kadı Ebu Bekir’in dışındakiler işin kendinde olduğu duruma
tam olarak ulaşamamıştır. Kadı Ebu Bekir et-Tayyib, iki noktada gerçeğe
ulaşmıştır: Birincisi olguların (ekvan) gerçeği olmayan nispeder oldukları
hakkın-
dalci görüşü, diğeri Hakka izafe
edilen sıfadarla ilgili görüşüdür. Ona göre bir sıfatın hükmü, başka bir hükmü
veren farklı bir anlama aittir. O da gerçeğe yaklaşmış, fakat işin kendinde
bulunduğu duruma ulaşmamıştır. Bununla birlikte ‘Hakkın duyması ve görmesi
O’nun bilgisinin aynıdır’ diyenlerden ayrışmıştır. Bakıllâni bu görüşte
değildi.
Fas’ta Ebu Abdullah el-Kennanî’yi
görmüştüm. Devrinde Batıdaki kelamcıların imamıydı. Bir gün bana ilahi sıfatlar
hakkinda soru sormuş, bizim o konudaki görüşümüzü söylemiştim. Sonra şöyle
dedim: ‘Senin bu konudaki görüşün nedir? Kelamcılar la aynı mı düşünüyor: sun,
yoksa onların görüşünden farklı düşündüğün bir yön var mı?’ Bana şöyle cevap
verdi: ‘Bu konudaki görüşümü söyleyeyim: Zata ilave kabul edilen sıfatların
varlığını kabul etmek, bana ve kelamcılara göre zorunludur. Fakat bu ilavenin
farklı ve pek çok hükme sahip bir hakikat oluşu veya her hükmü gerektiren bir
anlam olduğu hakkında delilimiz yoktur. Bence insaflı görüş budur ve bunun
dışında delil arayan eleştiriye maruz kalır. İlave kabul edilmelidir. Fakat biz
şöyle deriz: Sıfat ne O’dur ne O’ndan başkadır! Çünkü bu ilmin uzmanlarının
‘iki başka’ hakkındaki görüşlerini bilmiş olmalısın.’ Ben de şöyle dedim: ‘Sana
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in rüyayı tabir eden Hz. Ebu Bekir’e
söylediğini söylerim: Bir kısmında isabet ettin, bir kısmında yanıldın!’ Bunun
üzerine bana şöyle dedi: ‘Seni eleştirmem, fakat (sıfadar hakkındaki) zaitlik
hükmünden de dönmem; Allah Teâlâ bana sana açmış olduğu bilgiyi açarsa durum
farklı! Bununla birlikte kelamcılar vardıkları görüşlerde birbirlerinden farklı
düşünür.’ Bu onun görüşüdür. Ben de üstadm insafı ve kendisi hakkındaki dürüst
şahitliğine hayran kaldım: Benden farklı düşünmekle birlikte beni suçlamamıştı.
Bu tavrıyla Allah Teâlâ’nın bir bilgiye sahip olarak şaşırttığı kimselere
benziyordu, fakat bu şaşırma, bana göre onun imanına değil, aklına zarar
vermekteydi.
Sonra konuya dönüp şöyle deriz: Kalp
gözü (veya kalp gözüyle görmek), zahirî, batın, ilk ve son olarak Hakkın âlemin
hallerinde bulunduğu durumu (görür). İsimler çoğalsa bile, isimlendirilen
tektir. Fakat anlaşılan bir değildir ve böylece dua eden neye dua ettiğine şaşırır:
Acaba isimlendirilene mi, yoksa anlama mı dua edecektir? Çünkü
ilahi isimler anlamsız bir şekilde
çoğalmamalardır. Bu yönüyle isimlerin çoğalmasıyla ilgi nispetlerin bulunması
gerekir. Buna göre el-Alim isminden anlaşılan şey el-Hay isminden, ondan
anlaşılan ise el-Alîm isminden anlaşılandan farklıdır. O halde Hay, Âlim’in
(isimlendirilen bakımından) aynısıyken el-Hay’dan anlaşılan şey ile el-Âlim’den
anlaşılan veya el-Kadir, el-Aziz, el-Âlî, el-Müteal, el-Kebir ve el-Mütekebbir
isimlerinden anlaşılan bir değildir. Biz ‘bu isim O’ndandır’ demedik veya Allah
Teâlâ’ya bu ismi biz vermedik. O kendisini bizim için böyle isimlendirmiştir.
Bu isim O’nun (kendiliğindeki) ismi midir, yoksa o isimden anlaşılan şeyin
ismi midir? O’ndan anlaşılan gerçek bir şey midir, yoksa bir nispet midir?
(Bunu bilmiyoruz). Ayrıca ilahi isimlerde Allah Teâlâ’ya ortaklığımız, bu
konudaki en garip işlerdendir. Sonra Allah Teâlâ aramızdaki benzerliği ortadan
kaldırmıştır. Buradan şu hususu kesin olarak anlamalısın: İlahi isimler
kendilerinden anlaşılan mefhum itibarıyla benzerliği ortadan kaldırmazlar.
Biz hayret ettik 0 da
Kim şaşırmışsa, yürümemiş
Benim varlığımı uzaklaştırdı
Sonra komşu kadar yaklaştırdı
Benim için bir yer belirledi
Bana bir yer gösterdi
Orada ebedi olarak kalır
Onun döndüğü, yerde döndük
Kim kulak verir ve kim söyler?
Hisar kim? Ev kim?
Mülkü olmayan bir hükümdar:
Hiç olur mu öyle bir iş?
isteyen kimse çağırdı -
Onun diyarı ateş
oldu
Allah Teâlâ bana bir yer
belirlediğinde o yer O’nun içindir. O’nunla duyarım, O’nunla görürüm, kalbim
O’nu sığdırır. Bana bir yer belirlediğinde, kendisi oraya yerleşir, ben de
oraya yerleştiririm. O hüviyetiyle yaratıklarından beni gizler. O zahirdir, ben
ise örtüsünün altında gizlenirim. Bir araçla veya nispetle duyduğunda, benimle
duyar ve benimle görür. Ben de O’nunla duyarım, O’nunla görürüm. O nafilelerle
bendedir, çünkü O asıl, ben ilaveyim; çünkü suretin zahiri benim. Ben ise
farzlarla O’nda bulunurum. Benimle duyar, benimle görür.
Hakkın kulağı olursa kişi, duyan Hakk’tır kul değil ,
Hakkın gözü olursa kişi, gören Hakk’tır
kul değil
Başkalaşma değişir de göz bir Böyle
bir iş için uğraşmaya değer
DÖRT YÜZ ON YEDİNCİ BÖLÜM
'Ücreti Allah
Teâlâ’ya kalmıştır' Münazelesinin Bilinmesi
Peygamberlik ecri
kesin
Fakat gönderen Allah
Teâlâ’ya kalmış o ecir
Bu öyle bir
adalet ki ona dayanmıştır Alemdeki varlıklar sürekli
olarak
Affetmek ve uygun bir şekilde bağışlamak siler Hükmü koyana karşı
hakları
Tahsis edersen affetmek bir nezir, Allah
Teâlâ’nın dışındakiler Kendisini anlayan için bir hazine
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kim bağışlar ve
arayı düzeltirse, ecri Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’36 Başka bir ayette ‘Evinden Allah
Teâlâ’ya ve peygambere hicret etmek üzere çıkıp sonra ölümün yakaladığı kimseye
ücretini vermek Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’37 Allah Teâlâ kitabında bütün peygamberlerin ümmetlerine şöyle söylediklerini
bildirmiştir: ‘Biz sizden bu
konuda ücret istemiyoruz.’38 Yani tebliğ görevine karşılık olarak ücret talep etmiyoruz. ‘Benim ücretim Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’39 Çünkü peygamberi tebliğ işinde görevlendiren Allah Teâlâ’dır.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ
peygamberlerine iman etmeye kendilerini imana yönelttiği için kullarına karşı
lütuf ve ihsan sahibidir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya şükretmek onların
üzerindeki bir vecibe olduğu gibi peygamberleri de hoşnut etmeleri de gerekir.
Allah Teâlâ peygamberin ücretini kendisi üsdenmiş, bu üsdenme, -vasıtasıyla
onlara hidayet ettiği içinmüminlerin peygamber karşısındaki vecibelerini
içermiştir. Böylelikle Allah Teâlâ peygamberini tebliğ ücretini iki kat
yapmıştır: Birisi tebliğ ücreti, diğeri ise müminlere vekil olarak (kendisine
verdiği ücret). Çünkü Allah Teâlâ bize kendisini vekil edinmemizi emrettiği
üzere kullarının vekilidir. Allah Teâlâ ‘O’nu
vekil edinin’40
buyurur. Bununla birlikte müminlere ait nimetten hiçbir şey eksilmez.
Bilmelisin ki peygamberin tebliğ
ücreti gönderildiği ümmetinden kendisine inanmaya karşı direnip itiraz
edenlerden çektiği meşakkate göre değişir. Bütün peygamberlerin bu konudaki
ücretinin değerini ancak Allah Teâlâ bilebilir ve o ücret belirlenmiş değildir.
Peygambere iman edenlerin davranışından dolayı Allah Teâlâ’nın kendisine
vereceği ücret ise iki kısma ayrılır: Birincisi gönderildiği insanların
peygamberin kendisini gönderen Hakkın katındaki, mertebesine ve yerine dair
bilgilerine bağlıdır. Bu itibarla Allah Teâlâ peygamberlerin bir kısmını
diğerlerinden üstün kılmıştır. İkincisi de vahyinde getirmiş olduğu ve sıfatın
kendinde bulunduğu kimse adına müjde olduğu hususlar ölçüsündedir. Söz konusu
sıfat, kimde bulunursa Allah Teâlâ katında mududur. O sıfat sahibinin
kendisine karşı davranışı, Allah Teâlâ’nın peygambere verdiği ücretin
kendisidir. Müminin hali peygamberliğin değeriyle eşit olursa, sorun yoktur;
peygamberliğin gerektirdiği saygıya göre eksik kaldığında Allah Teâlâ keremiyle
cahilin bilgisizliğine bakmaz ve peygamber hakkındaki bilgisine göre onun
hakkını öder. Allah Teâlâ her şeyde bir derece yaratmıştır: Bu bağlamda yüce
vardır, daha yüce vardır. Allah Teâlâ’ya, peygamberine ve onun getirdiği vahye
iman üstün bir davranış olsa bile, iman, şube ve kısımlarına göre derecelenir.
İman yetmiş küsur şubedir: En aşağı derecesi yoldan eziyet veren şeyi kaldırmak
iken en üstün derecesi ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demektir. İkisinin
arasında ise başka dereceler vardır. Bütün iman şubelerini kendinde toplayan
kimsenin (iman etmesine) karşılık peygamberin Allah Teâlâ’dan alacağı ecir ve
ödül, yüceyi ve en yüceyi bilen Allah Teâlâ katındaki menzillerine göre
değişir. Peygamberin ücretlerinin nasıl olduğuna balanız! Tebliğ ücreti, Hakk
ediş ücretidir; çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi şöyle der: ‘Karşılığında ücret
aldığınız işlerde en Hakk sahibi olan, Allah Teâlâ’nın kitabıdır.’
Sahabe içinden hakkında henüz ayet
indirilmemiş hususta soru sorup ayetin indirilmesine vesile olanlar nedeniyle
de peygamber ecir Hakk eder. Allah Teâlâ kendisine vereceği ecrin yanı sıra -o
kişinin vekili olarakpeygambere ecri öder. Gönderildiği ümmet içinde peygamberin
davetini reddedenlere karşılık peygamber adına Allah Teâlâ katında sıkıntı ve
musibete (sabretme) sevabı vardır. Peygamber ümmeti içinden kendisine karşı
çıkanların sayısı ne kadar olursa olsun, davetini reddedenler sayısınca ecir
alır. Aynı zamanda peygamber kendine karşı çıkanlardan eziyet ve musibet sevabı
alır; çünkü peygambere inanmamak onun için bir tür eziyettir. Çünkü peygamber
yapılması gereken bir emri yerine getirmelde onu yapmaya terk eden kişi
peygambere asi olmuş demektir. O halde peygamberin bu durumda musibete uğramış
ve belaya maruz kalmış kişi sevabı almış olması gereldr. Bütün bunlar, Allah
Teâlâ’ya kalmıştır ve Allah Teâlâ bütün peygamberlere bunları öder.
Ecri Allah Teâlâ’ya kalanların ikinci
türü, hicret ettiği menzile ve evine ulaşmadan önce ölen muhacirin ücretidir.
Böyle birisinin ücreti de kendisini hicrete yönelten sebebin değerine göreAllah
Teâlâ’ya kalmıştır. İnsanlar bu konuda derece derecedir. Bu kez Allah Teâlâ
kendisine vereceği ecirde peygamberin vekili olur, çünkü o insan Allah Teâlâ’ya
ve peygamberine hicret etmek üzere yola çıkmıştır. Sonra, bu muhacir, kendisine
geleiı ölüm nedeniyle kaçırma ecrinin sahibidir ve o da Allah Teâlâ’dandır.
Çünkü onu engelleyip varmak istediği menzile ulaşmasını engelleyen Allah Teâlâ’dır.
Öyleyse diyet, Allah Teâlâ’nın borcudur. Ölen kişi bilgili ve akıllı birisiyse,
Allah Teâlâ’ya kavuşmaktan ve O’nu görmekten daha üstün bir ücret olamaz ve
ölüm sayesinde bu ecri elde etmiştir. Öyleyse ölüm onun için yaşayıp menzile
varmasından daha üstündür. Çünkü hayatta kaldığı sürece karşılaşacağı
değişimleri bilemez; süratle değişen ve başkalaşan tehlikeli bir diyardadır.
Bu konuda İmam Buharî’nin Ömer b. el-Hattab’dan, onun da Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’den aktardığı bir hadis vardır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle der: ‘Ameller niyedere göredir, herkes için niyet ettiği
vardır; kim Allah Teâlâ’ya ve peygambere hicret ederse, onun hicreti Allah
Teâlâ’ya ve peygamberinedir; kim dünya için hicret ederse, ona ulaşır veya bir
kadın için hicret eden onunla evlenir ve hicreti kendisi için hicret yaptığı
şeye olur.’ Sonra bütün ecirlere, Allah Teâlâ’nın keremi ve zenginliği eklenir.
Bütün bunlar ‘Cennette gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç bir
insanın aklına gelmeyen nimeder vardır’ hadisi kapsamı altındadır. Hadiste
‘hiçbir insan’ derken kastedilenler, nimetlerin verildiği kimser lerdir. Ayrıca
bütün bunlar, ayette zikredildiği üzere, ‘İyilik
yapanlar için fazlalık vardır’41 ayetinde belirtilen nimetlere
dâhildir. Buradaki fazlalığı Allah Teâlâ kimse adına belirlememiş, ücreti Allah
Teâlâ’ya kalan başkaları hakkında ücreti ‘gerçekleşmiş’ -ki vücûb demektirdiye
ifade ederek pekiştirmiştir. Çünkü ücret, bazen zorunluluk olmaksızın,
cömertliğin gereği olurken bazen zorunluluğun gereği olur. Zorunluluğun (vücûb;
Hakkın kendine ecri zorunlu kılması) gerektirdiği ücret, daha üstündür.
Nitekim (vücûbu ortaya çıkartan) farzlar Allah Teâlâ’ya göre nafile ibadederden
daha üstün ve sevimlidir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın şöyle dediği aktarılır:
‘Hiçbir kimse bana farz kıldığım şeyden daha sevimli bir amelle
yaklaşamamıştır.’ Allah Teâlâ farz ibadeti daha sevimli kılmıştır. Şöyle
devam eder: ‘Kul nafile ibadetlerle
bana yaklaşmayı sürdürür, en sonunda onu severim, onu sevdiğimde duyması,
görmesi olurum.’ Bu durum, nafile ibadetlerin neticesiyken farzların neticesi
hakkında ne düşünürsün? Farzların neticesi kulun Hakkın duyması ve görmesi
olmasıdır. Bunu keyfiyetini daha önce açıklamıştık. Böyle bir durumda Hakk
kulun iradesiyle irade eder. Bu makam Arapların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hakkında zikrettikleri makamdır. Nafilelerde kul Hakkın iradesiyle irade
eder. Söylediğimiz görüşün anlamı ve hakikati, Hakkın yaratıkla' rın
niteliğiyle nitelenmesiyle ve öteki tarzında ise kulun Hakkın nitelikleriyle
nitelenmesinde ortaya çıkar. Bu husus, şeriatta mevcuttur.
Ücreti Allah Teâlâ’ya kalan üçüncü
kimseler, yapılan kötülüğü bağışlayıp ‘sulha yönelen’ yâni kötülük yapana
iyilikle davranan ve kötülük yapmayı gerektiren bir işe karşı iyilikle
karşılık verenlerdir. Sulha yönelen derken kastedilen budur. Bu makama yüksek
himmediler (himmet-i âliye) erebilir. Çünkü Allah Teâlâ insana kendisine
yapılan kötülüğe karşı kötülük ölçüşünce cezalandırma hakkı tanımışken o kişi
sulhu seçerek hakkını bırakmış, Hakkın ‘kötü’ diye nitelediği bir davranışın
mahalli olmak istememiştir.
Kerim’in nefsi her durumda kerim ,
Arzular ve kaderler onunla cereyan
eder
Allah Teâlâ nefislerde onun kadriyle
hüküm verir
O hükmü muhtar olandır
Aklım beğenen kişi gelir
Onun verdiğinden başka bir hüküm
verir ve hayrete düşer
Allah Teâlâ ‘Eti
güzel olanla savuştur’42 buyurur. Bu ayet kötülüğü düzeltmekle
ilgilidir. ‘Böyle yaparsan seninle arasında
düşmanlık bulunan kişi, samimi bir dost haline gelir. Buna ancak sabredenler
göğüs gerebilir.’43 Yani bu
niteliğe nefislerini yapılan kötülüğe karşı kötülükle cezalandırmaktan
uzaklaştırabilenler göğüs gerebilir. İnsanlar bu meselede dikkat çektiğimiz
hususun kadrini bilmiş olsalardı, hiç kimse kendisine
kötülük yapanı kötülükle
cezalandırmaz, âlemde sadece bağışlayan ve barışanları görürdün. Fakat
insanların gözleri üzerindeki perdeler yoğundur. Bu perdeler nefsanî gayeler
ile hemen sonuç alma ve cezalandırma arzusundan ibarettir. Hâlbuki insan Allah
Teâlâ’nın kendini yükümlü tuttuğu hususlara karşı çıkmakla O’na karşı nasıl bir
suç işleyip nasıl bir tehlikeye düştüğünü hatırlamalıdır. Buna rağmen Hakk ona
dünya hayatında mühlet verir, dünya hayatında kendisi izhar edene kadar
günahını göz ardı eder. İnsan kendi günahını izhar edince, kendisine ilahi
cezalar uygulanır ve kendisini tehlikelere atmış olur. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem (zina suçunu itiraf eden biri hakkında) şöyle
demiştir: ‘O kişi zina suçunu itiraf etmeseydi, Allah Teâlâ günahını
örtecekti.’ Yazıcı melekler kulun kötü fiillerinden ancak onun konuştuklarım
yazar. Bu durum ‘Telaffuz ettikleri her sözde onları
yanında bir gözetmen vardır’44 ayetinde belirtilir ki, kastedilen
yazıcı meleklerdir. Bununla birlikte melekler yaptıklarımızı bilir. Fakat
ayette ‘yaptıklarınızı yazarlar’ denilmemiştir. Allah Teâlâ’nın kereminin bir
yönü keşif ile öğrenilmiş ve rivayetlerin dile getirdiği şu husustur: Kul
günah işlediğinde melek günahını yazmak hususunda kendisinden izin almakla
memur olduğu arkadaşına ‘yazayım mı?’ diye sorar. Âmir melek şöyle der:
‘Yazma! Günahı işlemesinden itibaren altı saat bekle! Tövbe eder ve bağışlanma
dilerse, günahını yazma. Altı saat geçer ve bağışlanma dilemezse, onu tek bir
günah olarak yaz ve ‘ben şu günahı işledim’ demeden veya günah sözle işlenen
bir günah olmadan günahı yazma! O kadar bir süre geçtikten sonra günahını
yazarsın.’ Hangi mümin günahından sonra altı saat geçtiği halde istiğfar etmez
ki?
Bu kısımdakilerin ecri iki bakımdan Allah
Teâlâ’ya kalmıştır. Birincisi affetme ücretidir ki, zıdardan olduğu için
O’ndan gelen affetme ücreti çoktur. Diğeri arayı bulma ve ıslah ücretidir. Bu
ise yapılan kötülüğün yol açtığı hali düzeltecek şekilde iyilikte bulunmaktır. ‘Allah
Teâlâ ihsan sahiplerini (iyilik yapanları) sever.’45 Barışmak diye ifade edilen bu
iyilikte başka bir şey bulunmayıp hiçbir şeyin denk olamayacağı Allah Teâlâ
sevgisi bulunmuş olsaydı, yine de ücret çok sayılır, bu nitelikteki birinin Allah
Teâlâ’ya kalmış olan ecri sevenin sevdiğine verdiği ecir olur ve sevgi men-
zilinin vermiş olduğu ücret yeterli olurdu. Hiç kimse sevenin
sevdiğine verdiği ücreti takdir edemez.
Böylece ücreti Allah Teâlâ’ya kalmış kimsenin ücretine kısaca
ve özetle değinmiş olduk. Çünkü bu makam yüce, menzilleri ise pek çoktur.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
'Anlamayan O'na
hiçbir şey ulaştıramaz' Münazelesinin Bilinmesi
Gerçeği anlayan kimse öyle biri ki
Rahman her varlıktan hitap eder ona .
Varlığın etrafında döndüğü kişidir o .
Her mekân onun hükmünde
Umutsuzluk öyle birine tahsis edilmiş ki İki kabza hikmeti onu
içermiş '
Allah Teâlâ bize hükmünü açıklamış
Alemde bulunan iki fırkayla
Zıddı onun zıddı bilmez
.
Hakk ise kuşkusuz bizce malum
O’nun için misil sabit olmuş ve Daha
sonra benden olumsuzlanmış
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
dediler ki, kalplerimizde bizi çağırdığın şeye karış kilit var.’46 Bilmelisin ki kelam, iki kısma
ayrılır: Birincisi harfler denilen maddelerdeki kelamdır. O da iki kısma
ayrılır: Bir kısmı yazılıdır ve yazılar işaretlerdir. Bu kelam ‘yazı diye
isimlendirilir. Diğer kısmı telaffuz edilen sözdür ki, bu kısma söz ve kelam
denilir. Kelamm ikinci türü maddelerde değildir. Maddelerde bulunmayan bu kelam
bilinir, fakat anlaşıldığı söylenemez. Duyması bir araca bağlı olmaksızın,
maddeden münezzeh olan Hakk vasıtasıyla duyanın bilgisi o kelama ilişir.
Maddede bulunmayan kelam ancak kendine uygun bir şey vasıtasıyla duyulabilir.
Maddede (harfler) bulunan kelam, anlaşılabilir. Anlamak, bilgideki özel bir
ilgi ve taalluk demektir. Bir kelime terim itibarıyla konuşanın muradından
farklı pek çok anlam içerdiği halde, dinleyenin konuşanın o kelimeyle kast
ettiğini bilmesi, ‘anlamak’ denilen şeydir. Bir kelimeden konuşanın muradı tam
olarak bilinmeyip kelimede pek çok anlam bulünmuş ve konuşanın bu anlamlardan
hangisini kastettiği bilinmeyebilir: Acaba onların hepsini mi, yoksa birini mi
yoksa başka bir şeyi mi kastetmiştir? Bununla birlikte kelimenin medlûlünü
bilmekle birlikte, kelime hakkında anlayış sahibi olduğu söylenemez. Böyle bir
insan terimi bilmiş olduğu için sadece bütün medlulleri hakkında bilgi
sahibidir. Çünkü dinleyene göre konuşana hakim olan hal iki durum olabilir:
Birincisi kelimenin dildeki bütün anlamlarını bilmedeki eksikliktir. Diğeri ise
kelimenin dildeki anlamlarını bilmiş olsa bile, hal karinesinin gerektirmiş
olduğu bir anlamı göstermek üzere kelimeyi kullanmış olmasıdır. Kelimeyi
söyleyenin maksadını anlayan, kelime hakkında anlayışın verildiği kimsedir. Bilmeyen
ise (söyleneni) anlamamış olduğu gibi konuşan kişi adeta konuşmasında ona
herhangi bir şey ulaştırmamış demektir.
İlahi kelam bir kavmin diliyle nazil
olup o dilin sahipleri Allah Teâlâ’nın farklı anlamlara sahip bir kelimedeki
muradını anlamada görüş ayrılığına düştüklerinde, aradaki görüş ayrılıklarına
rağmen her biri, O’nun söz konusu kelimeyle kast ettiğini anlamış sayılır.
Çünkü Allah Teâlâ bir kelimeyle kastedilen bütün yönleri ve anlamları bildiği
gibi bir şahsa kıyasla bütün vecihler Allah Teâlâ’nın kastettiği vecihlerdir.
Yegâne şart dilin sınırlarına riayettir. Dilin sınırlarının dışına çıkarsak, ne
anlayış kalır ne bilgi! İşaretleri kabul eden sufılerde de durum böyledir.
Onların Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında ‘işaretler’ olarak kabul edilen
anlayışları da Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında bir anlamadır. Çünkü söz konusu
anlam, işarete mazhar olan adına Allah Teâlâ tarafından kast edilmiştir.
Hâlbuki yaratılmışın kelamı bu özellikte değildir. Kelimenin her veçhi
hakkında Allah Teâlâ tarafından anlayış verilen kimseye, hikmet ve sözü ayırma
gücü verilmiş demektir. Sözü ayırma gücü, kelimedeki anlamları ve verilileri
ayrıştırmaktır. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiştir. Burada
‘çokluk’, kelimelerdeki vecih ve yönlere işaret eder. Kimin kalbi kilidiyse
veya kalbinin üzerinde kilit bulunuyorsa veya basireti körse veya paslanmış
veya kalbi üzerinde bulunursa, hiç kuşkusuz ayetieri tevile kalksa bile, Allah
Teâlâ kendinden anlamak ile onun arasında engel koymuş demektir. Bu nedenle
böyle insanlar Allah Teâlâ’nın ayeüerini alay, dinini oyun ve eğlence
edinirler. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın kullarına söylemiş olduğu sözlerin
anlamını Allah Teâlâ’dan anlamamış olmasıdır. Bu nedenle (münazelenin başında)
‘anlamayan O’na hiçbir şey ulaştıramaz’ denilmiştir. Kalp üzerindeki kir pas
demektir. Bunlar Allah Teâlâ’nın kendilerini görmeye davet etmediği şeylerin
sureüerinden ibarettir. Kalplerin cilalandırılması ise zikir ve tilavede
gerçekleşir.
Kalpteki kilide gelirsek, böyle bir
kalp ‘çadırlarda hapsedilmiş çekik gözlüler’ gibidir. Öyle bir kalp doğa
evinde annesiyle meşgul olan kimseye benzer. Onun babası olan Allah Teâlâ’nın
ruhundan haberi yoktur. Dolayısıyla sürekli kilitlenme karanlığındadır. Bu
karanlık, doğanın perdesidir. Başka bir ifadeyle kalp karanlık ve kilit
perdeleri içindedir. Böyle birisi dinler ve anlamaz. Nitekim Allah Teâlâ onlar
hakkında ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler
gibi olmayın’*7
buyurur. Yani onlar anlamazlar. Kulaklarında ağırlık veya sağırlık bulunanlara
gelirsek, ağırlık, kendisini âhiretten alıkoyan dünyevî sebeplerin ağırlığıdır.
Kir ise kalbin iç konuşmasının tesirini kabul etmeyecek şekilde katı olmasıdır.
İç konuşmayla gelen hatıra, kalbe bu davetçiye -ki Şâri’dirkulak vermeyi ve
onun sözleri üzerinde düşünmeyi tavsiye eder. ‘Onda
taşkınlık yapın ki baskın gelesiniz’48
ayetinde belirtilen bu durumdur. Yani bir davet duyup geri dönmesinler ve vahyi
anlamasınlar. Çünkü Kuran onların diliyle hitap ederek ‘Sağırdırlar,
kördürler, onlar geri dönmezler549 ve ‘Sağırdırlar,
kördürler, düşünmezler’50 der. Allah Teâlâ onları sağır
yapmış, gözlerini köreltmiş, dillerini mühürlemiştir. Onlar söylemek üzere
davet edildikleri şeyi söylemezler.
Kalpte bulunan kilide gelirsek,
kilitler, kıyamet günü mazeret beyan edenlerin kalbindedir. Onlar şöyle
derler: cBiz kalplerimizi kilitlememiştik, onları kilidi bulduk.’
Bu durum, ‘O sözü sona cedel olmak üzere misal diye
verirler, onlar hasım bir topluluktur’51
ayetinde belirtildiği üzere, cedelin bir yönüdür. (Onlar der ki) biz kalpleri
kimin kilitlediğini öğrenemedik. Onlardan çıkmak istedik fakat kilidi ve mührü
açmaktan korktuk; belki kendisi açar umuduyla, kilitleyenin gelmesini bekledik.
Bu hususta yapabileceğimiz herhangi bir iş yoktu. Onlardan birisi Ömer b.
el-Hattab’dır. Başka bir ifadeyle Ömer b. el-Hattab ‘kilit ehli’ idi. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Yoksa onların kalplerinde kilit mi
vardır?’52 Allah
Teâlâ kalbin açılma işini üsdendiğinde, Hz. Ömer müslüman olmuş, Allah Teâlâ da
onun vasıtasıyla İslam’ı güçlendirmiş ve desteklemiş, Allah Teâlâ ondan razı
olmuş, o da Allah Teâlâ’yı razı etmiştir.
Böylece ‘Allah Teâlâ’dan anlamamak’
denilen şeyin sebeplerini vaktimiz ölçüşünce özededik.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.3
DÖRT YÜZ ON DOKUZUNCU BÖLÜM
'Görevlendirmeler
-ki ilahi yönlendirmeler ve şevkler demektirMünazelesinin Bilinmesi
Yönlendirmeler kesin bir delil hiç kuşkusuz Hükmedici mülkün
varlığını gösteren deliller
Rahman onun sayesinde babamızı halife yaptı 0 verenin varlığına delil
Hüküm her hadisede onları ortaya
çıkartır Bizde de bir hal var
Nefisler onların söylediklerini
bilir Onları ancak verdikleri engeller
Bilmelisin ki Allah Teâlâ yeryüzünü
imar eden msan, cin ve bütün canlılar üzerinde görevli halifeler belirleyip
onları hemcinslerinin önüne geçirip kendilerine imam yaptığında, halifeleriyle
arasında görevli bir elçiyi belirlemiştir. Elçi Ruhu’l-emin yani Cebrail’dir.
Bunun yanı sıra Allah Teâlâ göklerdeki melek veya feleklerde yüzen yıldızları
yeryüzünde ve gök ile yeryüzünün arasındaki her şeyi -kendinden bir nimet olmak
üzereonlara amade kılmış, yeryüzünde bulunan her şey üzerinde tasarrufta
bulunmalarına müsaade etmiştir. Allah Teâlâ halifelerini apaçık ayetlerle
desteklemiştir. Bu ayeder (mucizeler) sayesinde gönderildikleri kimseler
onların Allah Teâlâ’nın halifeleri olduklarını öğrenirler. Allah Teâlâ onlara
ilahi isimlerle ‘taalluk’ denilen tarzda yönettikleri kimseler arasında
hükmetme imkânı vermiş, onların nefislerine yasalar (şerai) yerleştirmiş,
sınırlar koymuş, kendilerine mahsus olmak üzere uydukları kurallar
belirlemiştir. Yönettikleri kimselerin (reaya) söz konusu kuralları kendileri
için yasa kabul etmeleri veya bu yasalarda halifelere uymaları söz konusu
değildir. Ardından Allah Teâlâ onlar için kendilerinin ve halklarının uyduğu
başka bir takım yasalar daha tespit etmiş, elçilerin (melekler) kendilerine
indirmiş olduğu kitaplar yazmıştır. Ümmetleri o kitapları dinleyip onları
üzerlerine halife olarak atayan Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu kuralları
öğrenir ve onlara riayet ederler, açıkta veya gizlide onlara göre davranırlar.
Kitapların bir kısmını Allah Teâlâ kendi eliyle yazmıştır. Allah Teâlâ’nın
kendi eliyle yazdığı kitap, Tevrat’tır. Bir kısmını Cebrail gizli kitaptan
(kitab-ı meknûn) onlara indirmiştir. Cebrail o kitabı ‘büyük defter’ denilen
bir yerden aktarılarak Allah Teâlâ’nın Arş’ından indirmiştir. Orası imam-ı
mübindir (açık imam) ve Arş’ında kendisiyle beraberdir. Ondan Levh-i mahfuz’a
kıyamete kadar dünyada gerçekleşecek tasarruflar aktarılmıştır. Bunlar,
âlemdeki hareket, durağanlık, bir araya gelme, ayrışma, eceller ve amelleri
kapsar. Sonra, Allah Teâlâ bütün bunları gizli bir kitap içerisinde yakın
semaya indirmiş, onu saygın ve temiz yazarların (melekler) ellerine tevdi
etmiştir. Onlar, ellerinde saygm-yüce sayfalar taşıyan mukaddes ruhlardır. Bu
sayfalarda Allah Teâlâ’nın iman edenlere vaat ettiği ilahi vaatler bulunur.
Onlar Allah Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
peygamberlerin bildirdiği kıyamete ve dirilişe, kıyamette Allah Teâlâ’nın
yaratıkları hakkmdaki hükümlerine iman edenlerdir. Allah Teâlâ bütün bunları
peygamberlerini kendisiyle göndermiş olduğu hakkın (Kur’an) suretinde bizzat
üstlenmiştir ki, bunu kendilerine uygulamakla kullarının nezdinde onları
fiilen tasdik edebilsin! Nitekim peygamberlerin gösterdikleri mucizelerle
perdelenirken de onları tasdik etmiştir. Böylece iman eden iman etmiş, inkâr
eden inkâr etmiştir. Zuhuru hakkında iş ise kullarına ait kalmıştır. Allah
Teâlâ ise onların arasında hüküm verme işini üstlenmiştir. ‘O, aziz
ve âlimdir:53 Allah
Teâlâ kullan arasında hüküm verip adil davranır, ihsanda bulunur ve onları iki
gruba ayırır: ‘Bir grup cennete, bir grup cehenneme
gider.’54 Burası
Rahman’ın hapishanesidir. ‘Biz cehennemi kâfirler için hapis
yaptık.’55 ‘Onları
sınırlayan bir hapis yaptık’ demektir. Allah Teâlâ iki grup içinden muduları
ikram diyarına indirir. Orası Allah Teâlâ’nın razı olduğu yerdir, çünkü orası
Rıdvan’ın yeridir. Diğer yer ise hapishanedir ve Malik’in yeridir. Malik güçlü
demektir. Hamuru iyi yoğurduğunda ‘meliktu elacine’ denir. Kays b. el-Hatim
okunu överken şöyle der:
Onunla avucumu güçlendirdim,
bastırdım
Ayakta duran ardında bulunanı görür
Yani onunla avucumu güçlendirdim
demektir. Böylece müminler adına Allah Teâlâ katında bulunan iyiliklere dair
vaader ve müjdeler iner. Onlar amel sahipleri, Allah Teâlâ’nın koyduğu
kurallara riayet edenler, müslüman erkek ve kadınlar, ibadet eden erkek ve
kadınlar, doğru sözlü erkek ve kadınlar, sabreden erkek ve kadınlar, huşu
sahibi erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve
kadınlar, ırzlarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah Teâlâ’yı çok zikreden
erkek ve kadınlar, tövbe eden erkek ve kadınlar, ibadet eden erkek ve kadınlar,
hamd eden erkek ve kadınlar, seyahat eden erkek ve kadınlar, rükû ve secde eden
erkek ve kadınlar, iyiliği emreden kötülükten uzaklaştıran erkek ve kadınlar,
boş ve anlamsız işlerden yüz çeviren erkek ve kadınlardır. ‘Onlar
namazlarını sürekli kılarlar.’56 Onlar namazlarından gafil değildir
vs. bu şekilde Allah Teâlâ’nın vahiyde zikrettiği beğenilmiş sıfadara sahip
insanlara müjdeleri vardır. Allah Teâlâ onları Firdevs cennetine vâris olmakla
müjdelemiştir. Orası cennetin ortasıdır. Allah Teâlâ ‘Onlar
orada kalıcıdır’57 der.
Bunun yanı sıra sürekli nimette kalacaklarını söyleyerek onları müjdelemiş,
kendilerinden razı olduğunu bildirmiş, -onların adına konuşarakonların da
kendisinden razı olduklarını söylemiştir. ‘Allah
Teâlâ onlardan, onlar Allah Teâlâ’dan razı!’58 Burada Kuran lafızlarının işaret
ettiği rızayı anlayanların kavrayabileceği bir sır vardır. Rıza halinin onlarda
gerçekleşmiş olduğunu bildiği için, Allah Teâlâ kesin ifade kullanmıştır.
Sonra Allah Teâlâ kitaplarında, sayfalarda ve halifelerinin (peygamberler)
dilleriyle tehdit ve uyarı bildiren ayeder indirmiştir. Allah Teâlâ’yı inkâr
eden, ikiyüzlü davranan veya ayetlerin bir kısmma iman edip bir kısmını inkâr
eden, şirk koşan, yalan söyleyen, zulüm yapan, haddi aşan, kötülük yapan,
muhalif davranan, asi olan, yüz çeviren, fasık olan, geriye dönenlerden söz
etmiştir. Dünyada böyle davranan veya bu niteliklerin birinin veya hepsinin
bulunduğu bir kişi yaşarken pişman olur ve tövbe eder, tövbe etmiş halde vefat
ederse, onun Rabbine kavuşacağı ve Rabbinin kendisinden razı olacağını
müjdelemiştir. Allah Teâlâ ona imkân verir de, tövbesinden sonra onu yaşatır ve
kişi salih amel işlerse, bu kez günahlarını iyiliğe çevirir. Yani tasarrufta
bulunduğu kötülüklerin yerini iyilikler alır. Allah Teâlâ’nın kendisini
muvaffak kıldığı ölçüde, kötü fiilini itaate çevirir, ona merhamet eder,
bundan önce kendisinden meydana gelen bütün davranışları bağışlar, herhangi bir
iş nedeniyle onu cezalandırmaz.
Allah Teâlâ’nın kendisine ve
peygamberine iman edenleri müjdelediği ve inkâr edenleri tehdit ettiği ilahi
müjdeler ve vaader, Allah Teâlâ’dan halifelerine böyle gelmeye devam eder. Bu
durum, vahiy indirilen halife -ki peygamberdirölene kadar sürer. Halife olma
vaktinden ömrünün sonuna kadar, ilahi haberler kendisine gelmeye devam eder.
Bir halife ölünce, ya Allah Teâlâ’nın vahiyle kendisine bir vekil bırakır veya
işi arkadaşlarının istişaresine bırakır. Onlar da Allah Teâlâ kendi katından
birini gönderip başka birini halife olarak görevlendirene kadar üzerinde görüş
birliğine vardıkları birini seçerler. Halife son halife olduğunda ise durum
farklıdır. Allah Teâlâ bu kez onun vekillerini görevlendirir. Onlar Allah
Teâlâ katından gelen ‘halifenin halifeleri’ olurlar. Yoksa onlar Allah Teâlâ
katından halife olan peygamberler mesabesindeki kimseler değillerdir. Söz konusu
vekiller, kıyamete kadar gelecek olan kutuplar ve müminlerin başkanlarıdır. Bu
vekillerden bir kısmından Allah Teâlâ perdeyi kaldırır. Böyle biri müşahede
sahibidir ve peygamberin davet ettiği gibi basirede Allah Teâlâ’ya davet eder. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra şeriat getirecek bir peygamberin
gelmeyeceği bir devirde yaşamamış olsalardı, böyle insanlar da şeriat getiren
peygamberlerden olurlardı. Bununla birlikte onlar Allah Teâlâ’nın peygamberinin
getirmiş olduğu şeriatı getirirler, çünkü o şeriatın içindedirler. Nitekim her
peygamberin kendisinden önceki şeriatla ilişkisi öyledir. Kendisinden önceki
bir şeriata göre ümmeti arasında hüküm verdiğinde, o hükmü onaylamışsa o
şeriatta önceki ilk peygamber konumundadır, yoksa bu esnada onun halifesi
değildir. Allah Teâlâ bu ümmet hakkında bu durumu yasaklayınca, vekillerin Allah
Teâlâ peygamberinin halifeleri olduklarını anladık. Bununla birlikte onlar,
basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederler. Yüce Kuran’da geçtiği üzere ‘Ben ve
bana uyanlar basiretle Allah Teâlâ’ya davet ederiz’59 denildiği gibi Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya basiret üzere davet etmiştir. O bizi ‘vârisler’
diye isimlendirmiş, peygamberlerin ise bize bilgiden başka miras
bırakmayacağını söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’nın kelamını duymak ve ufuklarda ve nefsindeki ayederi görmek üzere
(Hakkın) onun kulağı ve gözü olması için dua etmiş, sonra şöyle demiştir: ‘Bu
varisi bizden kıl.’ Çünkü Allah Teâlâ vâris olanların en hayırlısıdır. Bu duaya
mukabil sahih bir rivayette Allah Teâlâ ‘Ben onun duyması ve görmesi
olurum’demiştir.
Hakkın hüviyeti kulun duyma ve görme
(gücü) olunca, onun gözü ve kulağı olan Hakk kulun vârisi olur ve kul da bu
nitelikle ölene kadar ona ait kalmak üzere dua eder. Böylece sanki şöyle der: Allah
Teâlâ’m! Bizi kendinle nimedendir. Sen bizim duymamız ve görmemizsin. Biz
ölünce, bize vâris olacaksın. Çünkü vârislerin en hayırlısı olduğunu ve
yeryüzü ile üzerinde bulunanlara vâris olacağını bildirdin. Yani sen,
varislerin halifelerden elde edeceği hayrın ta kendisisin. Onlar, peygambere
uyanlardır. Allah Teâlâ, vârislerin nail oldukları iyilik ve hayır olduğu kadar
aynı zamanda -bir vâris olması itibarıylavârislerin en hayırlısıdır.
Sabredenlerin en hayırlısı, şükredenlerin en hayırlısı gibi Allah Teâlâ’dan
gelen bütün şeriatlarda zikredilen bütün göreli ve nispetli manalarda da durum
böyledir.
Haktan gelen bildirimlerden birisi de
peygamberliğin bir parçası olan doğru rüyalardır. Rüyalar ya Allah Teâlâ’dan
doğrudan gelir veya Allah Teâlâ’nın bir kulunun vasıtasıyla gelir. Bunlar
müslüman bir adamın gördüğü veya onun adma görülen rüyalardır. Rüya Allah
Teâlâ’dan peygamberin vasıtasıyla gelir ve hüküm ifade ederse, o hükme uyarak
ibadet etmek gerekir. Ancak böyle rüyalarda peygamberin dünyadaki beden
suretiyle görülmesi şarttır. Peygamberin dünyadaki sureti sahih rivayetlerde
aktarılmıştır. Başka bir ifadeyle peygamberi gören kişi onu övülmüş suretinde
görmüş olmalıdır. Peygamberi dünyadaki bedeniyle görmemişse, rüyada gördüğü
kişi peygamber değildir. İnsan rüyasında peygamberi gördüğünden emin olduğu
halde, onu dünya hayatından vefat anına kadarki durumuna göre yaşlı veya daha
genç gördüğünde veya görülen suret nitelendiğinden daha güzel veya çirkin ise
veya rüya gören kişi peygambere karşı saygısızlıkta bulunursa, bütün bu durumlar,
peygambere değil, onun getirmiş olduğu şeriat (ile rüya görenin ilişkisine)
racidir. Bu durumda görülen rüya, ya rüyanın görüldüğü mekânda (tatbik edilen)
şeriattır veya rüyayı görenin haline veya her ikisine göre birden tabir edilir.
Bunun dışında bir şey olamaz. Rüya böyle bir surette bir hüküm getirirse, o
hüküm alınmaz. Başka bir ifadeyle rüya sahih bir haberle ve kendisine göre amel
edilen sabit bir hükmü geçersiz kılıyorsa, peygamber dünyadakinden başka bir
surette görülmüşse o hüküm kabul edilmez. Peygamberi dünyadaki suretinde
görmüşse, hükmü kabul etmelidir. Falca t bu rüya, başkasını bağlamaz. Çünkü Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bugün sizin için dininizi tamamladım.’60 Bu fark, Allah Teâlâ ehline göre iki
durum arasında bulunan farktır. Çünkü onlar, keşiflerinde peygamberi görürler,
peygamber de nakil yoluyla bize göre zayıf olan hadisleri tashih eder; bazen de
nakil yoluyla sabit hadisleri, geçersiz kılar. Nitekim Müslim kitabının
girişinde bir şahsın uykusunda peygamberi gördüğünü aktarır. Peygamber’e
ezberlemiş olduğu bin hadisi arz eder ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
onların arasından altısını onaylar, geri kalanlarını reddeder. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’i uykusunda gören kişi, hiç kuşkusuz, suret
değişmediği sürece uyanıkken görmüş gibidir. Çünkü şeytan Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin suretine kesinlikle giremez: Peygamberin sureti yaşarken ve
ölüyken korunmuştur. Kim onu görürse, hangi surette olursa olsun, onu görmüş
demektir.
O halde doğru rüyalar, ilahi haberler
ve ilhamlardandır. İlahi isimlerden kaynaklanan başka ilham türleri de vardır.
Bunlar, keşifler yoluyla ariflerin kalplerine geldiklerinde bilinirler. Böyle
bir ilham, belirli bir veliye gelen ilhamın Allah Teâlâ isminin dışındaki
isimlerden özel-ilahi bir isimden gelir. ‘Allah Teâlâ isminin dışında’ dedik,
çünkü bu isimden delaleti itibarıyla herhangi bir ilham meydana gelmez; ondan
özel bir ismi çağıran bir halle sınırlanmışken bir bilgi çıkabilir. Söz konusu
özel isim bu halle birlikte kendisini içeren Allah Teâlâ ismiyle ifade edilir.
Bu yönüyle veliler için ortaya çıkan ilhamların çoğu, (belirli bir ismi ifade
etmesi bakımından) Allah Teâlâ ile Rahman, Rab ve Melik isminden ortaya çıkar.
Yaygın ve genel olan budur. Zikrettiğimizin dışında başka bir isimle meydana
gelirse, bu durum istisna teşkil eder ve ismin hakikatinin verdiği tanıma göre
onunla hüküm verilir. Söz konusu isim, veliye gelmiş olan ilhamın içeriğine
delildir ve böylece veli gereken şekilde onu kullanır. (Zikredilen isimlerden
başka bir isimden ilham alan) Böyle veli, mertebeler, hallerin suretleri,
âlemin mertebeleri, mahv ve ispat, ilahi şe’nler hakkında büyük bir bilgiye
muhtaçtır. Bütün bunları Allah Teâlâ’yı bilen âlimler bilmelidir. Bilmeyenler
ise kendi sınırını aşmadan insanlar arasına girip cemaate uymalıdır. Çünkü Allah
Teâlâ’nın eli cemaatle birliktedir. Kim basirete sahip olmaksızın cemaatten
ayrılırsa, hiç kuşkusuz, ateşe düşmüştür. Basiretlinin cemaatten ayrılması
imkânsızdır, çünkü onun Allah Teâlâ’nın elinin dışına çıkması imkânsızdır.
Bununla birlikte basiretli insan, cemaat içinde ve onlarla birlikteyken,
cemaat fertlerinin bilemeyeceği hususları bilir. Onun bu durumda bilebileceklerini
cemaat içinden ancak kendisi gibi olanlar bilebilir. O kendisi gibi olanla
birlikte bir cemaattir ve yalnız başına namaz kılan birisi değildir. Mutlu
insan, Allah Teâlâ’nın sınırlarında duran ve onları aşmayan kişidir. Biz -Allah
Teâlâ’ya yemin olsun kiAllah Teâlâ’nın sınırlarından hiç birini aşmadık. Fakat Allah
Teâlâ bize bu konularda yaratıklarının çoğuna vermemiş olduğu bilgiler ve
anlayış vermiş, biz de Rabbimizden açık bir delile sahip olduğumuzda,
basiretle Allah Teâlâ’ya davet ettik.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ YİRMİNCİ BÖLÜM
Makamlarda
Kurtulma Münazelesinin Bilinmesi
Varlıkta O’ndan başkası yok,
bakarsınız!
O’nu ‘O'dur ve O değildir’ müşahedesinde görürsün
Kim O’na delil ise mücadelecidir o Kalbinde
benzerler ve misiller var onun
O olmasaydı hiçbir göz baktığına bakmazdı O olmasaydı, diller
bir şey söylemezdi
O’nun hakkında kendisiyle hüküm ver,
sen yokluktasın O’nun üzerinde sabit ol varlıkta O’ndan başkası yok
Hakkın varlığı olmasaydı kabul
edilmezdi Oluşun varlığında onun sözleri
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey
Yesrib ehli! Sizin için bir makam yoktur, dönünüz.’61 Bütün makamları kendinde toplayanın
makamı olamaz ki!. Bu
durumu ‘Kendini bilen Rabbini bilir’
hadisi gerektirir. Allah Teâlâ ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz’62 der. Yani ufuklarda nefislerine
delil teşkil edecek ayetleri göstereceğiz. Nefislerindekiler ise sınırlı
ayederdir, dolayısıyla gösterdikleri şeylerin sınırlı olması gerekir. Söz
konusu deliller O’nun mutlaklığını gösterseler bile, mudaklık da bir
sınırlamadır, çünkü sınırlanma temyiz demektir. Binaenaleyh ariflerin Allah
Teâlâ hakkındaki bilgileri dahilî ve haricî ayetlerin görünmesiyle
gerçekleşmez, çünkü onlar, mudaklıkta sınırlılığa veya sınırlılıkta mutlaklığa
delil teşkil eden şeylerdir. Arifler Hakkı bütün yaratılmışların aynı olarak
görürler. Allah Teâlâ kendi hakkında saygısızlık yaparak rahmini sıla etmek
yerine onu kesen için şöyle demiştir: ‘Size
kınama yoktur.’63 Hakk
sıla-i rahim yapmak yerine onu kesmek nedeniyle kendisine karşı saygısızlık
yapan hakkında bu nitelikte daha Hakk sahibidir. Çünkü biz rahmi kesenin onu
ancak bilgisizliği nedeniyle kestiğini ve onun gerçekte kesilmediğini biliriz.
Öyleyse sıla-i rahim gerçekleşmiştir ve rahim âlemde kavuşmuş (mevsûl) bir
halde bulunur (kimse Rahim ile ilişkiyi ve vuslatı kesemez). Başka bir ifadeyle
rahim kendi yönünden mevsûl, onu bilmemek itibarıyla kesilmiştir (maktu’).
Bütün iş Allah Teâlâ’ya dönecektir. Fakat bu, -hakkında yalan iddialar
söylendiği şekildeonların Allah Teâlâ’nın üzerinde bulunmadığı bir durumda
O’na döneceği anlamına gelmez. Aksine Allah Teâlâ’nın hüviyeti, ortaklık
iddialarında ve işin kendine dönüşü esnasında da kendi hüviyetidir. Makam ayrım
ve temyiz için vardır. Hâlbuki sadece bir vardır ve bir kimden ayrılacak? Demek
ki gerçekte makam yok! Sadece Hakkın mutlak birliğinin hüviyeti ve ondaki farklı
suretler var! Varlıkta sadece kendisi bulunduğunda, hiçbir şey O’ndan ayrışmaz.
Çünkü O’ndan başka bir şey yoktur ve O da herhangi bir şeyden ayrışmaz. Çünkü
O’ndan başka bir şeyi varsayamazsm. Dolayısıyla başkasından ayrılmasını
gerektiren bir makamı yoktur, çünkü başka yoktur. Onun eli ayağından, başı
göğsünden, kulağı gözünden ayrılır, her organı diğer organlardan farklıdır. İçinde
bulunan her kuvvetin ötekine ait olmayan bir hükmü ve yeri vardır. Böylece bir
hakikat üzerinde suretler ayrışırken tek hakikatte bir makam ve ayrışma söz
konusu değildir. O’nun karşısında biz, herhangi birimize ait organ ve güçler
gibiyiz. Öyleyse kendisinden ayrılacağımız biri olmadığı gibi bizden ayrılacak
biri de yoktur. Fakat biz daha önce ifade ettiğimiz üzere birbirimizden
ayrılırız. Hüküm ve makamlar ise organlarımıza değil, bize nispet edilerek
şöyle denilir: ‘Falanca falanı cezalandırdı’, ‘falan falan yere gitti’, ‘falan
falancanın sözünü duydu’, ‘falan falanı gördü.’ Bu fiillerden herhangi birisi
araca veya güce veya organa izafe edilmez. ‘Bütün
iş O’na döner.’64 Öyleyse hüküm O’na aittir. ‘O’na
döndürülürsünüz.’65
Bilmelisin
ki makamlardan ancak Allah Teâlâ’nın cevamiu’l-kelim (özelliğini) vermiş
olduğu ve bütün isimleri öğretip öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini ihsan
ettiği Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vârisi kurtulabilir. Bu özelliğiyle
her şey onda toplanmıştır (hiç kimse onunla mukayese edilemez). O halde
kendisinden ayrışacağımız bir hal yoktur. Bütün âlem Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’de bulunduğu gibi onun vârisinde de bulunur. Bu nedenle vâris,
makamların onun üzerinde hüküm sahibi olmasuıdan kurtulmuştur. Hallerin
verisine göre makamlar üzerinde hüküm veren odur, çünkü o, bilendir ve hikmet
sahibidir. İlahi isimler makamları izhar eder ve bu sayede hâkim hüküm verir: Allah
Teâlâ’dan başka hüküm veren yoktur ve O’nun katında söz değişmez. O halde hüküm
söze aittir ve Hakk söz ile hüküm verir. Hakkında hüküm verilenin, hükmün
kendisinin, hükmün kendinde verildiği şeyin ve hüküm verenin kim olduğuna
dikkatle bak ki, makamlardan kurtulan ve makamı olmayanın kim olduğunu
öğrenesin! -
Makam-ı mahmûd’a gelirsek, bu makam Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in övüldüğü makamdır. Allah Teâlâ o makama Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i yerleştirmiş ve övmüştür. Bu itibarla
makam-ı mahmûd Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şefaat edebilmeleri
için şefaatçilere şefaat ettiği makamdır. Onlar kıyamette şefaat edecek olan
melek, resul, nebi, veli ve müminlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
makam-ı mahmûd’daki şefaatiyle Allah Teâlâ hiçbir iyilik yapmamış olanları
bile cehennemden çıkartır, onları cennete koyar. Öyle ki, cehennemde artık
sadece onun ehli kalır. Allah Teâlâ onları belirli bir nitelikte ve mizaçta
cehenneme yerleştirir. O mizaçta onları cennete soksaydı, cennete girmiş
olmaktan dolayı azap ve zarar görürlerdi. Nitekim domulcan böceğine gül kokusu
zarar verir ve Allah Teâlâ da onun dileğine karşılık vererek (kendisine uygun
bir yere yerleştirir). Bir üzerine bir işin zuhuru eklendiğinde -ki bu şefaat
(çift olmak) demektironun çift veya tek olması durumu değiştirmez, fakat bire
ilave olması gerekir.
Hallere gelirsek, onlardan kurtulmak
mümkün değildir. Haller bize Hakk tarafından verilmişken Hakk için zatîdirler.
Hüküm Hakk ait, hüküm veren
hallerdir Kevnde (oluş) Allah Teâlâ ve beşer var
Biz ibret içindeyiz, bilirsek
Rahman’ın dışındaki her şey muteberdir
Biz mevkileri batıda olan
yıldızlarız Sadece güneş ve ay zuhur eder
Sönme bizdedir, sönme bize fayda
verir Onu bakış sahibi bilebilir
Korkma! Rahman’dan başka varlık yok
O’nun hükmünde hiçbir şeyin eseri yok!
Bütün yaratıkların işi hep O’na
döner Kaza, kader ve hüküm O’na döner
O kendinde zarar bulunmayan varlık
Yokluk O’nun yaratıklarında bir tesire sahip değil
Kötülüğün O’na ulaşması mümkün değil
Bunu böyle diyen Peygamberdir bilesin
Dalalet ve hidayetin anlamını bilen
için zaman uzamaz. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın yaratıkları boş
bırakmayacağını da bilir. Nitekim Allah Teâlâ herkesi mutluların mertebesine
yerleştirmemiş olsa bile, başlangıçta da terk etmemiştir. Allah Teâlâ her şeyi
kuşatan rahmetiyle herhangi bir şeyi sonsuza kadar perde içinde bırakmaz.
Kendisi ‘perde’nin aynıyken nasıl
bıraksın ki? Bu yönüyle Hakk ‘feda’ makamındadır ve okun
işaret ettiğidir. İşin sonunda ebedi olarak rahmet O’nundur.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.''
DÖRT
YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BOLÜM
'Delil ve burhan
ile bana ulaşmak isteyen kimse hiçbir zaman bana ulaşamayacaktır, çünkü hiçbir
şey bana benzemez' Münazelesinin Bilinmesi
Bana asla ulaşamaz çünkü hiç bir şey bana benzemez Rabbinin
tevhidi burhan ve keşiften mi ki?
Düşün! O’nun birliği İkinciyi kabul etmez ki İkinciyi kabul edenin hükmü nedir ki:
Artış ve eksilmek özelliğiyle nitelenmek Böyle bir sayısal birdir ve
artışı kabul eder
Hakiki bir ise delille bilinmez
Benzeri kim kabul eder ki?
Düşüncelerimiz şaşmış
Acaba örtü açıkta olmanın kendi
midir?
Delil bileşik bir şekilde ortaya
çıkar Nasıl olur da hakiki tek hakkında bilgi verir
Ey inancını delile dayandıran!
Niyetin esasını bilemedin ki
Sıfatı olanın birliği nerededir?
Uzak menzil yakın menzil değil
Bizim delilinde uzak olan kimdir
Bir otorite getirdin sen
Şeriat tevhiddir, mertebenin tevhidi
Hakk İkincinin yönünden onu teyit eder -
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gözler
(ebsar) O’nu idrak edemez.’66 Yani kalp gözü ve baştaki göz gibi
herhangi bir göz O’nu idrak edemez. Çünkü kalp göz ile gördüğü gibi baştaki
gözler göz (basar) ile görür. O halde basar her nerede bulunursa, idrak onunla
gerçekleşir. Basar akıldayken basiret gözü diye isimlendirilirken zahirde ‘göz
basarı’ diye isimlendirilir. Zahirdeki göz basar (görme gücü), batındaki
basiret ise baştaki göz olan basarın, yani görme gücünün mahallidir. Böylece
ona verilen isimler değişmişken gerçekte kendiliğinde değişmemiştir. Bu
itibarla gözler basar, yani görme güçleriyle O’nu idrak edemedikleri gibi basiretler
de görme güçleriyle O’nu idrak edemezler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in şöyle dediği aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ akıllardan olduğu kadar
gözlerden de perdelenmiştir. Mele-i a’la da sizin gibi O’nu arar.’ Biz Hakkı
aramada Mele-i a’la ile ortak olmuşken aramanın keyfiyetinde ayrıldık. Bu itibarla
içimizden bazı kimseler Hakkı fikir gücüyle arar. Mele-i a’la’nın ise fikri
yok, fakat aklı vardır. Bir kısmımız Hakkı Hakkın kendisiyle ararken Mele-i
a’la içerisinde Hakkı Hakk vasıtasıyla arayan yoktur. Çünkü aramızdan insan-ı
kâmiller ilahi surette yaratılmışlardır -ki Allah Teâlâ onları o surette
yaratmıştır. Hâlbuki melek ilahi surette değildir. Buna mukabil (insan-ı kâmil
gibi) nitelikteki birinin Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile araması mümkün olabilmiştir. Allah
Teâlâ’yı Allah Teâlâ vasıtasıyla arayan O’na ulaşır, başka birisinin O’na
ulaşması mümkün değildir. İçimizden kâmil olanlar, farz ibadetlere ilave
olarak, nafileleri yapar. Kul bu ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yaklaştığında, Allah
Teâlâ onu sever; sevdiğinde, onun duyma (gücü) ve görmesi olur. Allah Teâlâ
böyle bir kulun görme (gücü) olduğunda, kul O’nu görür ve gözüyle idrak eder.
Çünkü O’nun gözü artık Hakk’tır. Başka bir ifadeyle insan Hakkı -kendisiyle
değilHak vasıtasıyla idrak edebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya nafile ibadetlerle
yaklaşan melek yoktur. Onlar farzlarla Allah Teâlâ’ya yaklaşırlar ve farzları
onların bütün nefeslerini doldurur ve bu nedenle nafile ibadetleri yoktur.
Binaenaleyh melekler, Hakk gözleri olup da O’nu idrak etmelerini sağlayacak
bir makama sahip değillerdir. Bu itibarla melekler zorunlu kullar iken biz
farzları yaparken zorunlu, nafileleri yaparken muhayyer kullarız. Allah Teâlâ
varlığımız itibarıyla zatı olarak bizim rabbimiz iken bizdeki hükmü itibarıyla
da meşiyet rabbidir. Zatî rablik zorunludur ve ortadan kalkması mümkün
değildir. Buna mukabil meşiyet rabliği belirleyen ise mümkünlerdeki imkândır.
Böylece bu meşiyetiyle dilediklerinin (varlığını yokluğuna) tercih eder. Hakk
nafile ibadeti olmayanın gözü olmayacağı gibi meşiyete sahip olmayanın tercih
etmesi de söz konusu değildir. Gerçi bunun zıddı aklen mümkündür. Fakat biz
keşfin verdiği üzere vakıa üzerinde konuşuyoruz, aklî bir imkândan söz
etmiyoruz. Bize göre imkânın Allah Teâlâ’ya nispeti söz konusu değildir. ‘Allah
Teâlâ’nın seni bağışlaması veya bağışlamaması mümkündür’ veya ‘seni yaratması
veya yaratmaması mümkündür’ denilemez ve böyle bir hüküm Allah Teâlâ hakkında
imkânsızdır. Çünkü böyle bir hüküm, iki ihtimalden birisinin gerçekleşmesi için
tercih edilene muhtaç olmak demektir. Hâlbuki sadece Allah Teâlâ vardır. Bu
görüş sahipleri, bu hükmün iltizam ettiği bir netice olarak, kendisiyle Hakkın
irade ettiği bir iradenin varlığını ispata muhtaçtırlar. Bu görüşün yanlışlığı
açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü bu görüş, Hakkı kendi zatına ilave bir
şeyle hüküm altına sokmak demektir. Söz konusu şey başka bir zattır. Bununla
birlikte bu görüş sahibi zait zatın Hakkın aynısı olup O’ndan başka olmadığını
söylememiştir. Bizim benimsediğimiz görüş, yaratılmış hakikatin varlığı ve
yolduğu kabul eden bir mümkün olduğudur. Bu itibarla onun yaratılıp var olması
mümkün olduğu gibi yaratılmayıp var olmaması da mümkündür. Var olduğunda,
tercih eden bir sebebi de vardır Ki, o da Allah Teâlâ’dır. Var olmadığında, bir
tercih eden nedeniyle var olmamıştır ki o da Allah Teâlâ’dır. Böyle olunca söz
doğrulur, Allah Teâlâ karşısında edep tamamlanır. Hatta bu işin bizim
söylediğimiz gibi olması zorunludur. Onlar ‘Allah Teâlâ dileseydi’, ‘Allah
Teâlâ irade etseydi’ gibi ayetlerde geçen ifadelerden delil getirmeye
kalkabilirler. Hâlbuki böyle deliller onların lehine değilaleyhinedir. Çünkü bu
ifadelerde geçen şart edatı bir imkânsızlığa dayanan imkânsızlık bildiren
edattır; edat olmaksızın imkânsızlık bildirir.
Bakınız! Onun zorunluluğuna
ve ibret alın
Bir olumsuzlamadır
zorunluluk; garip bir sır
Çağıran biri gibi:
hâlbuki kimi çağıracak?
Kendini çağırır
sonra karşılık verir
Her akıl sahibine
nas böyle hitap etmiş
Selim ve soylu akıl
sahiplerine!
Onun geldiği biri
Bir zaman döner
dolaşır
Haşim oğullarından
bir genci ziyaret edersin ya
Onun aslı ‘niçin’
ile ‘icabet edilir’ arasındadır
Size sesini
duyurana icabet ediniz:
Diyor ki icabet
etmeyen mahrum kalır!
Bilmelisin ki mümkün için imkân,
tercih edende ihtiyarı ortaya çıkartan bir hükümdür. Tercih edende bulunan tek
bir durumdur Ki, o da iki durumdan (varlık ve yokluk) birisidir, başka bir şey
değildir! Binaenaleyh Hakta sadece ihtiyarın katışmadığı mutlak ve saf birlik
vardır. Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görmez misin: Şunu dileseydi, şu olurdu;
dilememiştir ve olmamıştır. Allah Teâlâ meşiyetin taallukunu (ilişme) kendinden
olumsuzlarken zikredilen şeyden de olmayı ve oluşu olumsuzlamıştır. Bununla
birlikte Allah Teâlâ’nın âlemde imkânsız ve vaki olan hükmünde iki nispeti vardır:
Birincisi âlemde âlemdekilerin iradeleriyle -ki o iradeyi onlarda yaratan Allah
Teâlâ’dırortaya çıkan vaki durumlar veya imkânsız hükümlerdir. İkincisi âlemde
fakat âlemden olmaksızın ortaya çıkan hükümlerdir. Bunlar her varlıkta bulunan
özel yön bakımından Allah Teâlâ’dan meydana gelen hükümlerdir; o özel yönü ise
sadece Allah Teâlâ ehli bilebilir. Âlemdeki meşiyet de bu özel yönden Allah
Teâlâ’nın meşiyetidir. Bu yönüyle âlemin iradesi Allah Teâlâ için sanatkârın
aleti gibidir: Alet işin sahibi değildir fakat hükmü ortadadır. Allah Teâlâ’yı
bilenler gerçekleşeni Allah Teâlâ’ya nispet ederlerken bilgisi olmayanlar
gerçekleşeni alete nispet ederler. Ortadaki bir grup ise -bu konudaki
bilgilerine göreHakkın alete nispet ettiğini alete nispet ederlerken Allah
Teâlâ karşısında edebin gereğiyle gerçek anlamıyla hepsini Allah Teâlâ’ya
nispet ederler. Onlar, Allah Teâlâ karşısında edepli davranan ve hakikate ermiş
kimselerdir. Onlar, şeriat ile aklı uzlaştıranlardır. İlahi bilgideki
(metafizik bilgi) sahih yöne (Allah Teâlâ hakkındaki gerçek bilgiye) akim
nazarî gücüyle ulaşmasının mümkün olmadığı yöndür; hatta insan müşahede ve
tecelli yönünden de ona ulaşamaz. Allah Teâlâ ancak kendi bildirmesiyle
bilinebilir. Bu bilgilendirme O’nun varlığında zuhur eden kullarının suretlerinden
seçtiklerine yönelik belirli tarzdaki bir bildirmedir. Çünkü Allah Teâlâ’yı
nazarî düşünce ve müşahede yönüyle bilmek eşittir. Hem nazarî düşünce sahibi
hem müşahede sahibi, mutlak hayretten başka bir şey elde edemez. Dünya veya
âhiret gibi herhangi yerde herhangi biri adına Allah Teâlâ’nın bildirmesi
gerçekleşirse, maksat gerçekleşmiş demektir.
Varlığın delilleri benim varlığımda
Müşahede delilleri çelişir onlarla
Çünkü göz O’ndan başkasını görmez
Varlıkta gördüklerini görünce . ,
Başkası nerededir? Sabit değildi,
sonra ortaya çıkmış (hudûs)
Artıştan doğan bir çoğalmayla
İzzet sahibine ve Müteal’e şaşılır!
İrade edilende ve edende zuhur eder
Yücelikleri inmiş
ve getirmiş
Mutluluğa delil
olan hükümleri
İnişten sonra
yükselme gerçekleşir mi?
Onun inişi
yükselişin kendisi
İşlerdeki izafetler
hüküm sahibi
Rabbin varlığı
kulların varlığında
Asıl olmasaydı fer zuhur
etmezdi
Asıllara delildir
görünen şahit
Bir sır ortaya
koydum ki
Her gören teşvik
edilir ona
Hiçbir sabırlı
karşı koyamaz ona
Tasarrufunda güçlü
ve kuvvetlidir
Delil benim varlığımı verir, çünkü
delil benim kendimden başkası değildir! Ben ise mümkün olmaktan başka bir şey
değilim. Medlulüm, kendisine dayandığım Hakkın varlığıdır. Delil kendisine
dayandığım Haktan benim hakkımı olumsuzlamıştır. Müşahede varlığımı
olumsuzlamışken hükmümü kendisinde ortaya çıktığı kimsede olumsuzlamamıştır;
hükmüm kendim olmanın nispet edildiği kimsede ortaya çıkar ve o benim
hükmümdür. Varlık ise Allah Teâlâ’nındır. Ben Hakk’tan zuhur eden suretler
vasıtasıyla hükmümü elde ettim, yoksa kendi zuhurumun hükmünü değil! Bu nedenle
şöyle denilir -ki benden başka söyleyen yoktur-: Benim aynım olan Hakkın
varlığında zuhur eden suretler, benim aynımdir. Müşahede bu hükmü verir. O
halde müşahede nazarî delillerle çelişir. Yaratma ise Allah Teâlâ’ya aittir. Allah
Teâlâ yarattıklarını bilir. O’nun bilgisi, benim kendiliğimdeki durumuma göre
O’na verdiğim bilgiden ibarettir. Kesin deliller arasında cburhan-ı
inne’, varlık burhanından daha güçlü delil yoktur. Bu delil,, burhanları kabul
edenlere göre ‘varlık burhanı’ diye isimlendirilir. Bu delilin herhangi bir
yönünün Hakk’ın hüviyetini bilmeye delil olması mümkün değildir. Onun
nihayette bilebileceği şey, varlığın kendisiyle ilişkisini ve varlığın aynı
olduğunu bilmektir. Aynı zamanda bu delil hâdisin, O’ndan Hakk ettiği şeyi de
kendisinden olumsuzlar. Bunun dışında bir meselenin kesin delille bilinmesi söz
konusu değildir. Şeriat da kendisine yardım eder. Şeriat Allah Teâlâ’nın
‘arzusundan konuşmaz’ dediği tercümanı olan peygamberine vahyettiği bilgidir. Allah
Teâlâ peygamberini âlemde kendi yerine yerleştirmiş, nazarî düşüncenin
kendisine katkı sağlayacağı hususları ona söyletmemiştir. ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur.’67 Bu,
aklın anlayacağı yorumdan başka bir yoruma sahip zahirî sözdür. Bununla
birlikte bu ifadenin aklın idrak edebileceği bir yorumu vardır. Vahiy delili
içerdiği farklı yorum ihtimaliyle birliktebu delaletten daha güçlü bir şekilde
gelmemiştir.
Burhanların en doğrusu varlık
burhanı Sana Hakkı Hakk olarak göstermez yine de
Hakka dair sana selbi bilgi verir
Hakkın dışında oluş ve (ispat) bildirir
Kuran’ın getirdiği nitelikleri
olumsuzlar (O’ndan)
Şâri’in bize söylediği nitelikler
Onu açık bir bilgi olarak getirir
Şâri Bununla koruma ve korunmayı amaçlar
Kendi hakkında verdiği bilgi
Hakkımızda en doğru ve en güçlü delil
Akıllar delilleriyle imkânsız gördü
Şeriatın dile getirdiği varlığı
Her selim akıl kabul eder Ona övgü
giydirir ve süs kazandırır
Nazarî düşünce mana itibarıyla üçlü
(kıyasta olduğu üzere), görünüşte dörtlüdür. Üç tek iken dört çifttir. Bu
nedenle Haktan mertebenin birliği bilinmiş, bu ise yaratılmış vasıtasıyla
öğrenilmiştir. Böylece ulûhiyetinde Allah Teâlâ’nın birliği hakkında bilgi
veren İki öncülde bulunan dördün üçle ve üçün dörtle irtibatı gibi Hakk
yaratılmış ile ve yaratılmış Hakk ile irtibatlı Hakk gelmiştir. Hakikatlerin
hükmüne bakınız! Delillerin bu şekilde olmasını nasıl gerektirmiştir? Varlık
kendisi nedeniyle zorunlu ve Hakk iken, (bir kısmı da) başkasıyla nedeniyle
zorunludur.
Delilin unsurları
üçlüdür
Ev (Kabe) de öyle,
fakat duyuda dörtlü
Hakk da öyledir:
Varlıkların delil
olduğu Hakk
Delilin Hakk’tan payı kendi varlığı
Onun payı yaklaşma değildir
‘Hakk senden münezzeh’ dersen Şeriat
delili der ki O yakındır
Yine de şeriata göre münezzeh O İki
durumu da dikkate al!
Aklın aciz kalacak bu işte Fikir
tenzihi dile getirir yorulursa
Rahmetinden bir rahatlık ulaşır ona
Bütün mertebelerde Allah Teâlâ’nın aynı bulunur
Üçlü, dörtlü veya
altılıdır
Allah Teâlâ
varlığını kalbinizde korumak dilerse
Onu beşli olarak getirir Hakk
kendini ve kullarını korur
Ey cemaat! Beş ve yirmi sayısı gibi Beşi beşle
çarparsan
Bu nasıl olur demekten kaynaklanan
üzüntün silinir Kutsal topluluğa karışır varlığın
Esas ve asıl çıkar ortaya; yüce topluluk
arasında çağrılırsın Ey şeytanın kıskandığı adam denilir sana
Sen varlıkta Adem gibi önce gelen ve
sebkat edensin Başkan olan sensin
Şiirde ‘ev’ derken Kabe’nin
benzetildiği ev kastedilir. Çünkü Kabe üç rüknü ve üçgen şekli olan bir yerdir
ve bu nedenle Hicr’dir. Evden yedi arşın miktarında bir yer kesildiğinde,
üzerine taştan ilave yapmışlar ve bu sayede tavaf edilebilmiştir. Hz,
Peygamber’den aktarıldığına göre Kabe yapılırken para yeterli gelmemiş ve
Hicr’de yedi arşın boyu bir yer terk edilmiştir. Abdullah b. Zübeyr ise Kâbe’yi
Hz. İbrahim’in inşa ettiği temellere döndürmüş, fakat Abdulmelik b. Mervan
elHaccac b. Yusufa emrederek binayı eski haline döndürmesini istemiş, sonra
pişman olarak şöyle demiştir: ‘Keşke İbn Zübeyir’e müsaade etseydim de yapacağını
yapsaydı;’ Sonra emrini geri almış, Hicr’i Kâbe için harem bölgesi olarak
bırakmıştır ki farklı dönemlerde halifelerden hiç biri onu yıkmaya kalkmasın.
Böylece orayı o bölgenin şeddi olarak geride bırakmıştır. Bunu bilmelisin!
Üçgen olması on iki kaideye
dayanmasından kaynaklanır. On ikinin her üçte biri Allah Teâlâ hakkındaki
bilgiyle ilgilidir. Birincisi delil yoluyla Allah Teâlâ’dan bilinen şey,
İkincisi tecelli esnasında müşahedeyle bilinenler, üçüncü üçte bir, Hakkın
bildirmesiyle bilinen hususlardır ki, Allah Teâlâ’yı bilmede en doğru kısım
budur. Onun kaidelerinin tafsilatı sözü uzatır. O konudaki bilgiyi öğrenmen
için seni Allah Teâlâ’ya havale ediyoruz ki bu sayede -Allah Teâlâ dilersezevk
yoluyla onları öğrenebilirsin. O kaidelerden feleğin burçları ortaya çıkar.
Bunlar boğa, ikizler, yengeç, aslan, başak, terazi, akrep, yay, oğlak, kova,
balık ve koç burcudur. Üçü ateş
tabiatlıdır; koç, aslan ve yay. Üçü
toprak tabiatlıdır; boğa, başak ve oğlak. Üçü hava tabiadıdır; ikizler, terazi
ve kova. Üçü de su tabiatlıdır; yengeç, akrep ve balık. Bunlar üçle çarpılan
dört mertebe bulunurlar. Toplamları on ikidir. On iki basideri bakımından sayı
mertebelerinin sonudur. Sonra bileşik sayılar sonsuza kadar gider. Birden
dokuza kadar olan sayılar ile onlar, yüzler ve binlerden ibaret üç sayıdır. Toplam
on ikidir. Bunda altılı olana gelirsek, üç onun yarısıdır. Dolayısıyla o ikisi,
onun iki ucudur ve o daha çoktur. Üç en azıdır. Üç ile altı arasında vasıta
olan dörttür. Her dört, dokuzdur. Dokuz tekiller içinde tek sayıların
sonuncusudur. Dokuz on ikiye bakarken bir de altıya bakar. Hepsi otuz altı
temel kaidedir ve üç yüz altmış kaidede sona erer. Onlardan yıldızların yüzerek
kendisini kat ettikleri feleğin dereceleri ortaya çıkar. Allah Teâlâ o
kaidelerde yıldızların yüzmesiyle rükünler âleminde meydana getirmiş olduğu
şeyleri, onların çokluğuna bağlamıştır. Bu nedenle cennette ve cehennemde
meydana gelen hususlarda hüküm değişmiştir. Cennette kaidelerin hakikatlerin
vermiş olduğu ' şeylerin engelleyecek bir mani yoktur. Dünya ve ateşte ise bu
kaidelerin gücünde bulunan yaratmaya engelleyen maniler vardır. Bu maniler o
kaidelerde yıldızların kat etmesi demektir.
Öyle bir söz söyledim ki bir
benzerini duymadın Allah Teâlâ hakkında burhan ile bilgi arayan
İlah görür onu, münezzeh iken
İnsan suretinde
kendi deliliyle .
Delilin tafsilini söylediği şey
Rükünler âleminden bilir onu
Bu peygamber ve onun her hükmü
Şeytandan korunmuş kimseler
Fikir bilgisini öğrenmekten aciz
Varlıklarda tecelli ederken Allah Teâlâ’yı bilmekten
Sözlerinin getirdiği hususlarda
cehalet Allah Teâlâ hakkında otorite değil
0 varlıktır onun dışındakiler batıl Bütün ortaya çıkan
varlıklarda
Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi zevk
yoluyla elde edenlerden isen, Allah Teâlâ’nın ancak O’nun bildirmesiyle
bilinebileceği belli olmuştur. Allah Teâlâ’nın delil ve müşahedeyle
öğrenilebileceğini düşünen kimse, hiç kuşkusuz, eşyayı delille bilme hususunda
bütün âlimler için soğuk demire üflemek demektir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler, doğru yola ulaştırır.'’ ,
DÖRT YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
'Fiilimi bana
çeviren kişi bana üzerindeki hakkımı vermiş, bana karşı insaflı davranmıştır'
Münazelesinin Bilinmesi
Elest’in varlığını
gördüm, aşinayım ben ona Varlıklarımızın bulunduğu varlıktır o
Fiil benimle Hakk arasında ortak
Zannedilen hususta ortak, onda olan bazı şeyler ondadır
Kesik olmayan bir
söz duydum
Bizde ve varlıklar âleminde duydum o sözü '
O’nun kulağıyla benim kulağımla
değil Diyordu ki söz, ben yokluğum
Hakk kendisi için yerine
getirdiğimiz işe yöneldi O varlığı olmayanın vekilidir
Bazen onu sınar bazen afiyet verir
Varlıkla nitelendiği sürece onunla beraber
Kendisine uygun gelecek bir var oluşla nitelenir Bilmediği bir makamın
zıddına
Onunla çelişen bir
iş yok kendinde .
Ben ve o bitişik
iki varlığız
Benim düşmanım ise bana vesvese
verir daima İş hem ayrı ve hem bir
Cömertlik ancak kifayetli olandan
ortaya çıkar Ben bir takım şeylere işaret ettim ki onlara
Bir tek içindedir denilen kişi
bilebilir İzhar ettiğim sırları kim bilir dersen:
Varlıkların hakkında hayrete düştüğü
Varlık bilir bir tek
Allah Teâlâ’ya hamd olsun onunla
bedel aramam Onu ancak kendine denk olan bilir
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizinle
yaptığımız ahde uyunuz.’68 Başka bir ayette ‘Onları
siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ öldürdü569
buyurur. Peygamberinin müşriklerin gözlerine toprak atması hadisesiyle ilgili
olarak da şöyle demiştir: ‘Attığında set atmadın, fakat Allah
Teâlâ attı.’70 Başka
bir ayette ‘Bütün iş O’nun elindedir,7X
buyurur. Allah Teâlâ duyuların kula ait olduğuna şahitlik ettiği fiilin
gerçekte kendisine ait olduğunu bana beyan etmiştir. Bu nedenle ben fiili
kendime izafe edersem, Allah Teâlâ onu bana izafe etmiş olduğu için izafe
edebilirim, yoksa kendi kendime bunu yapamam. Bu durumda fiili kendime izafe
eden ben, Allah Teâlâ’dan onların bir aktarıcısı ve O’nun tercümanı mesabesinde
olurum. Fiilin kula izafesiyle ilgili durum ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı’72 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ
bana izafe ettiği fiili kendisine izafe etmiştir. Benim O’nun bana izafe
ettiğini kabul etmem, O’nun benim üzerimdeki bir hakkıdır. Fakat burada
sayesinde fiili Allah Teâlâ’ya izafe edeceğimiz bir ölçü bulunmalıdır, çünkü Allah
Teâlâ göğü yükseltip feleklerinde -ki felelder göklerde bulunan yollar
demektiryüzmeleri sürecinde yıldızlara ait bir ölçü ve terazi yerleştirmiştir.
Bu sayede onlar, âlemde belirli bir ölçüyle gerçekleşen miktarlara göre
hareket ederler ve hiç birisi ölçüsünü aşmazlar. Onlar, Hakkın kendileri için
koyduğu teraziye göre verirler ve engellerler, çünkü onlar, yükseltirken ve
indirirken Hakk’ın elinde bulunan teraziyi müşahede ederler. Onlar Hakk’ın
terazisiyle yükseltmiş olduğu kimseye baktıklarında, yükseldik makamının
hakkını ona verirler; Hakk’ın terazisiyle dilediğini aşağı düşürdüğünde ise ona
aşağılık makamının gereğini verirler. Bu durum Kuran-ı Kerim’de yıldızlar
hakkında zikredilen Allah Teâlâ’nın emrine ‘amade olma’ halidir. Böylece hitap
ve teklifin yükümlülere yönelik olduğu anlaşılır, çünkü cezalandırma ve sevabın
mahalli onlardır. Hâlbuki diğer yaratıklar öyle değildir. Bu durum
kendilerinden ortaya çıkan fiiller ile eşyanın kendilerine değilAllah Teâlâ’ya
ait olduğunu müşahede etmelerini engelleyen perdeden kaynaklanır. (Bu perde
nedeniyle) onlar fiilleri sahiplendiklerinde Allah Teâlâ da iddialarına göre
fiilleri kendilerine izafe etmiş, iddiaları nedeniyle onları imtihan etmek
üzere yükümlü tutmuştur. Allah Teâlâ bir insanın basiret gözünü açar da o kişi
bütün fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görürse, kendinden sadece iyilik
görmüş olacağı gibi diğer yaratılmışlar hakkında iyi bir şey görmüş olur.
Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın ‘Amel
işleyenlerin ecrini zayi etmez’73 derken doğru söylediğini de görür.
Bu bağlamda ihsanın mahiyetini araştırdığımızda, sahih bir rivayette ‘İhsan
görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet etmektir’ denildiğini gördük. Önce perdeli
bir halde amel etmeye başladık. Amelimizin maksadını gördüğümüzde, amelin
bizde O’ndan meydana geldiğini gördük, ameli yapan biz değilmişiz meğer! Bu
gerçeği görünce, Allah Teâlâ’nın kendi fiilleri içinde ‘günah’ veya ‘sevap’
diye isimlendirdiklerinde ayaklarımızın kaymasından korktuk. Bunun yanı sıra
anladık ki, Allah Teâlâ ameli bize fiilleri sahiplenme iddiamız nedeniyle
izafe etmiştir. Bu müşahede makamına ulaştığımızda, iyi her fiili bizde
yaratılışı itibarıyla Allah Teâlâ’ya izafe ederken fiilin zuhur ettiği bir
mahal olmamız itibarıyla kendimize izafe ettik. Fiil kötü olduğunda onu -Allah
Teâlâ bize izafe etmiş olduğu içinkendimize izafe ettik ve bunu yaparken sadece
Allah Teâlâ’nın sözünün aktarıcısı olduk. Böylece Allah Teâlâ bize ‘kötü’
denilen fiilin iyiliğini ve güzelliğini göstermiş, bizim kötülüklerimizi
iyiliklere çevirmiştir. Burada çevirmek ve değiştirmek demek, fiilin varlığını
değil hükmünü değiştirmektir.
Bizden meydana gelen düşünme,
reddetme ve alma gibi bütün fiillerde durum aynıdır. Çünkü bütün bunlar,
kendilerine şahit olurken, bizde ortaya çıkan fiillerdir. Bu itibarla bize ait
olan, Allah Teâlâ’nın bizde yaratıp görünüşte bize nispet edilen fiillerin
kabul edilmesi için sadece üzerinde (yaratılmış olduğumuz) istidadımızdır.
Çeşidi yaratılmışlar vesilesiyle (inde’l-mahlûkat) yaratılmış işlerde de durum
böyledir. Bu makama erenler ‘Allah Teâlâ’nın ihsanı ve rahmetiyle yağmur yağdı’
derler. Yağmur Allah Teâlâ’nın her feleğin yüzüşüne yerleştirdiği ölçüyle onlar
için yaratıp kendilerini yerleştiği menzillere göre yağar. (Fiillerin sahibini)
görmek makamından perdeli insan ‘Bize falan yıldız yağmur getirdi’ diyerek
yağmurla görevli yıldızın adını verir. Başka bir ifadeyle kendinden ortaya
çıkan fiillerin yaratılışını kendisine izafe ettiği kadar yağmuru yıldıza izafe
eder. Bunu yaparken Allah Teâlâ’yı inkâr eden ve (fiilin sahibi olarak) iman
ettiği kimseye iman eden diye isimlendirilir. Buna mukabil (fiili O’ndan gören)
birinci kişi, Allah Teâlâ’ya iman eden diye isimlendirilirken; duyunun fiili
-bir mahal olması itibarıylakendisinden ortaya çıktığını gördüğü yeri/kimseyi
inkâr eden (kâfir, örten) diye isimlendirilir. Bu müşahedeye sahip olmadığı halde
imanın da kendisini terk etmediği kimseler ise gözlerindeki perdeyle kalırlar,
fakat bu müşahede sahibinin sözünün benzerini söylerler: ‘Allah Teâlâ’nın
ihsanı ve rahmetiyle bize yağmur yağdı.’ Böyle bir perdeli, o sözü -bilgiye
sahip olmaksızınmüşahede sahibini taklit ederek söyler ve mümin âlimden
ayrışır. Çünkü mümin bu sözü doğru habere dayanarak söylemiştir. Akılcı ise onu
-tıpkı mümin gibiaklının deliline dayanarak söylemiştir. Her ikisi de aynı
durumdadır, fakat onun ilave bir derecesi vardır. Bununla birlikte iki sınıf
(akılcı ve mümin), müşahede sahiplerinin derecesine ulaşamazlar, çünkü müşahede
sahibi (bilgisini elde ettiği) ‘görmek’ nedeniyle onlardan üstündür. Aynı
zamanda o, Hakkın kendindeki fiillerini de müşahede etmektedir. Hâlbuki akılcı
fiilleri bilirken haberi taklit eden onlara iman eder. Herkesin belli bir
makamı olsa bile, bilenler ile bilmeyenler bir değildir. Çünkü Hakk fiilleri
kendisine izafe etmekten dönüp fiilleri Allah Teâlâ’ya izafe edeni tekfir
etseydi, hiç kuşkusuz, mümin -Hakk dönmüş olduğu içinhem inancı hem sözü
itibarıyla dönerdi. Müşahede sahibi âlim ise inanç bakımından değil sözüyle
dönerdi. Çünkü delil sahibinin kesinleşen delilinden vazgeçmesi mümkün
olmadığı kadar müşahede sahibinin de kendi delilinden vazgeçmesi söz konusu
değildir.
Durum böyle olunca, âlim mümin ile
(taklitçi) mümin arasında fark bulunmalıdır. Hiç kuşkusuz terazinin ve ölçmenin
ne olduğunu sana açıklamıştık. Bu yönüyle ölçme, âlemde herhangi bir varlıktan
ortaya çıkan bütün fiillerde göz ardı edilmemesi gereken ilahi bir niteliktir.
Dolayısıyla her insan, başkasında söz konusu teraziyi gözetmeli ve ortaya
konulmuş teraziye göre onun hakkında hüküm vermelidir. Bu itibarla terazi
şeriattan başka bir şey değildir. İnsanın kendisi hakkındaki murakabe ve
gözetmesi ise başkası hakkındaki murakabesinin aksinedir, çünkü insan
başkasından bir fiili ancak fiilin ortaya çıkıp varlıkta meydana gelişinden
sonra görmüştür. Kendi nefsinde ise (yapacağı) fiille ilgili düşünceyi
murakabe eder. Çünkü Allah Teâlâ fiili önce insanın düşüncesinde ve kalbinde
var eder ve Mekke’nin dışındaki bölgelerde akla gelen hususlardan (yapılmadığı
sürece) muaf tutmuştur. İnsan düşüncesini murakabe eder ve Allah Teâlâ’nın
kendisinde bir fiili izhar etme niyeti yarattığını görür. Bu niyet âhiretteki
mutluluğuna, Allah Teâlâ nezdinde sevinmesine ve övülmesine yol açacak bir
fiille ilgiliyse, fiili kendisinde yaratması için mahalli hazırlar ve ardından
fiil ortaya çıkar. Bu durumda fiil için kendini hazırladığı için sevap alır;
bununla birlikte hepsi Allah Teâlâ kalındandır. Niyet dine göre Allah Teâlâ’nın
kınadığı fiille ilgiliyse, o fiilin zuhur ettiği (bir yer olmamak için) kendini
olabildiğince uzak tutmalıdır. (Böyle bir gayret gösterir ve) fiil Allah Teâlâ
katında o mahalde gerçekleşmesi takdir edilmiş bir fiil ise Allah Teâlâ kulun
aklını kendinden alıp onda irade bırakmaz, fiil kendi mahallinde ortaya çıksın
diye kör yapar. Gizli cebrin hükmü ortaya çıktıktan sonra Allah Teâlâ aldım
tekrar ona döndürür. Ardından o kişi düşünür, bağışlanma diler, secdeye
kapanır ve tövbe eder. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu
hadisinde belirtilir: ‘Allah Teâlâ kaza ve kaderini uygulamak istediğinde
akılları insanlardan alır. Kaderini uyguladıktan sonra ibret alsınlar diye
akıllarını onlara döndürür.’ Gafil ve cahil insanın durumu genel nezdinde yerleşik
olandır. ‘Mekke’nin dışında’ dedik, çünkü şeriatta Allah Teâlâ’nın Mekke’de
zulüm niyeti taşımayı cezalandıracağı zikredilmiştir. Abdullah b. Abbas’ın
kendini korumak amacıyla Mekke’den ayrılıp Taife yerleşmesinin nedeni buydu.
Çünkü insanın düşünceleri kalbinden uzaklaştırması mümkün değildir. Bu
itibarla Allah Teâlâ’nın kalbine kötü düşünce getirmediği kimse, masum kişidir
ve bu konuda Allah Teâlâ ihsanda bulunmuş demektir. Bu niteliğe sahip birini
görmüştüm. Adı Süleyman edDünbûlî idi -Allah Teâlâ kendisine merhamet eylesinve
Ebu Yezid elBestami’nin kademi üzerindeydi. Allah Teâlâ’nın üzerindeki nimetini
izhar edip O’na şükretmek ve ‘Rabbinin
nimetini zikret’74
ayetinde yer alan emre uymak amacıyla bana şöyle demişti: ‘Elli senedir Allah
Teâlâ kalbime kötü düşünce getirmedi.’ Allah Teâlâ’nın bir kuluna olabilecek en
büyük inayet ve iyiliklerinden biri budur. Allah Teâlâ ‘Kim orada
zulüm olsun diye ilhad ederse, ona acı bir azap tattırırız’75 buyurur. Ayette zulüm kelimesi belirsiz
kullanılmıştır. İbn Abbas vb. korkuya kapılmıştır. Ayetteki ilhad hakikatten
ayrılmak anlamına gelir.
Kıyamet günü her varlık için ortaya
konulacak terazi, dünyada olduğu gibi kefelerinden birinin baskın gelmesi veya
her iki kefenin dengede olması şeklinde tezahür eder. Hakk terazi sahibine
kefenin ağırlığı veya hafifliğine göre davranır ve saadeti terazideki ağırlığa
yerleştirmiştir. İnsanların ve cinlerin sakaleyn, yani iki ağır diye nitelendirilmiş
olmasının nedeni, yaratılışlarındaki doğanın etkisidir; doğa (tabiat) ağırlığı
verendir. Kıyamet gününde haşir ve neşir doğal cisimlerinde gerçekleşeceği
için, terazi akıldan ortaya çıkar. Terazileri ağır geldiğinde, terazileri ağır
gelenler Allah Teâlâ’nın mutlu kıldıklarıdır. Onlar iyi davranışları irade
etmiş, bedenleriyle ve zahirleriyle iyilikleri yapmışlar, bu nedenle
terazileri ağır basmıştır. Çünkü iyilik, on ile yüz bin katına kadar -aşağı
veya yukarısı da olabilirgöre değerlendirilirken çirkin ve kötü davranış bire
bir değerlendirilir. Böylece bedbaht insanın terazisi mutlunun terazisine göre
hafiftir.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ terazide
hayır kefesini dikkate almıştır, kötülük kefesini değil! Söz konusu kefe
(sevaplar bire on ila yedi yüz katı artırıldığı gibi) artırılmış değilken, Mutlu
(saîd) için ağır iken bedbaht hakkında hafiftir. Günahlar artırılmadığı halde,
onun hayır kefesi hafif gelir. Böyle bir insanın ne kadar da bedbaht olduğuna
bakınız! Mutlu insanın ağır gelen kefesi, içindeki iyiliğin azlığı veya -Allah
Teâlâ’nın hiç bir hayır sahibi değilken cehennemden çıkartacağı bir kimsede
olduğu gibibulunmaması nedeniyle bedbahtın kefesinin aynısıdır. Böyle bir
insanın terazisinin sağ kefesinde hiçbir hayır yoktur. Onda sadece Allah
Teâlâ’nın birliği hakkında kalbindeki zorunlu bilgi bulunur. Üstelik diğer
zorunlu bilgilerde olduğu üzere, kişinin bu bilgide bir çabası veya gayreti
yoktur. Allah Teâlâ ağırlık ve hafiflikte iki kefeyi, yani iyilik kefesiyle
kötülük kefesini dikkate almış olsaydı, daha fazla açıklamada bulunurdu. Çünkü
iki kefeden birisi ağır geldiğinde, hiç kuşkusuz -ister iyilik ister kötülük
bulunsunöteki hafif gelir. Fakat amel sahibinin kendisi tartılıp kefelerden
birisinde o ötekinde ameli bulunduğunda, bu tartı, başka bir tartıdır. Her
kimin terazisi ağır gelirse, ameli aşağıya düşer, çünkü ameller dünyada
nefislere sıkıntı veren şeylerdendir. Meşakkatlerin bulunacağı yer ise
ateştir. Böylece amel kefesi ateşi ararken amel sahibinin bulunduğu kefe hafifliği
nedeniyle yukarı kalkar. Bu durumda kişi cennete girer, çünkü cennet
yukardadır. Bedbaht olana gelirsek, onun bulunduğu terazinin kefesi ağır
gelirken amelinin kefesi hafif gelir. Bu durumda bedbaht ateşe düşer. ‘Onun
anası haviyedir’76 ayetinde dile getirilen budur.
Binaenaleyh böyle bir tartıda dikkate alman şey, amel terazisinin kefesidir. O
kefe, sahibinin yüksekliği nedeniyle mutluda (saîd) ağırlık ile sahibinin
ağırlığı nedeniyle de bedbaht hakkında hafiflik özelliğiyle nitelenmiştir. Bu
durum ‘Yüklerini sırtlarında taşırlar’77
ayetinde dile getirilmiştir. Kastedilen, cehennem ateşine düşmelerine yol
açacak ağırlığın verdiği yüktür. Öyleyse iki ölçü vardır: Birincisi amellerin
birbiriyle ölçülmesidir ve bu durumda iyilik kefesi dikkate alınır. Diğeri,
amellerin sahibiyle ölçülmesidir, burada ise amelin kefesi dikkate alınır.
Vecdin hazzını elde etmek isteyen, kendi üzerindeki hakkı Hakk sahibine
vermelidir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
'Bana karşı
kıskanç olan beni zikretmemiştir' Münazelesinin Bilinmesi
Kalbim her durumda değişmede
Bir’derı kaynaklanır onun değişmesi, ne çokluk ne
sayı var
İsimler O’ndan tenezzül ettiklerinde kalbin menzillerine Hiç kimse/ark etmez onları
Hakikati meçhul, sahibi sürekli
hayrette Ne eksikliği var ne bir süresi
Dersem ki ‘ben tekim’, bedenim der ki bana:
‘Senin bineğin ve cesedin bileşik
değil mi?’
Sakın deme: ‘Evde kimse yok!’
Ev mamur, sakini müstağni
Şöyle bir ev harap olur mu hiç:
Sakininde ne haset ne kin var!
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların
çoğunda ahde (vefa) bulamadık, onların çoğunu jasık olarak bulduk.’7* Fasık
olmak, ahde vefa göstermek yerine (sorumluluğun) dışına çıkmak demektir.
Onlarla beni zikretmeleri hususunda ahideşmiştik. Onlar beni ancak temizken
zikretmede ısrar ettiler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Ben Allah Teâlâ’yı temiz bir şekilde zikretmek isterim.’ Başka bir rivayette
‘abdesdi iken’ dediği aktarılır. O insanlar, Allah Teâlâ’dan gelen hayırlarla
ilgili içlerinde iddia bulunduğu için kendilerini temiz görmemişlerdir.
İddialar nedeniyle O’ndan geleni kendilerine nispet etmiş, fiili Allah Teâlâ’ya
izafe ederek, O’na kendi hakkını vermemişlerdir. Allah Teâlâ’nın az sayıdaki
kulu nefislerin kendileri nedeniyle temizlikle nitelenemeyeceği iddialardan
uzak kalabilmiştir. Ayette zikredilen insanlar O’nu zikretme hususunda gayrete
kapılarak Allah Teâlâ’yı içlerinden zikredenlerdir. Allah Teâlâ’yı açıktan
zikredenler ise sıradan insanların kalplerinin Allah Teâlâ’dan olabildiğince
gafil kaldığını görerek şöyle derler: ‘Biz Allah Teâlâ’yı onların arasında
zikredersek, onlar da Allah Teâlâ’yı zikrederler. Çünkü Allah Teâlâ’nın
zikredildiğini duyduklarında, kendilerini O’nu zikretmekten alamazlar ve Allah
Teâlâ’nın şanının gerektirdiği tazimden habersiz kalplerle Allah Teâlâ’yı
zikrederler.’ Bu hali müşahede eden insanlar Allah Teâlâ’ya karşı gayrete
gelerek O’nu zikretmezler. İmam Şiblî tasavvuf yoluna ilk girdiğinde böyle
davrananlardandı. Onun gibi hareket eden başkaları da vardır. Böyle insanlar, Allah
Teâlâ ile yapılan ahde vefa göstermedikleri gibi O’ndan gelen bir marifete de
sahip değillerdi. Tasavvuf ehlinin çoğunun, özellikle (kuşkululardan sakınanlar
anlamındaki) vera sahiplerinin durumu böyledir. Onlar ‘Allah
Teâlâ’yı çokça zikredin’79 ayetinde kendileriyle yapmış olduğu
ahdin dışına çıkanlardır. Hâlbuki Allah Teâlâ ayette zikri herhangi bir halle
sınırlamamıştır. Bu durumda zikretmek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ hadisinde belirtilen hamde benzer.
Çünkü kalp ‘mezkûr ile huzur hali’ demek, olan zikirden gafil kalsa bile,
‘duyan’ olması itibarıyla insan Allah Teâlâ’yı dille zikreden kimseden zikri
duyar. Bunun üzerine kalbine bir düşünce (hatır) gelir ve zikredenin dile
getirdiğini idrak eder; hâlbuki o esnada zikreden insan sadece duyma gücüne
hitap eden dille zikrini yapmaktaydı. Kalp, zikri yapan dilden kendisine uygun
şeyi soyuüar ve -kalp kendi işiyle meşgulkenkendisine zikri hatırlatana uyarak
diliyle Allah Teâlâ’yı zikreder. Kalp kendi işiyle meşgulken o zikri yapmak
üzere dilin hareketinden uzak kalmamıştır. Dolayısıyla bir iş onu ötekinden
alıkoymaz. Binaenaleyh kimse gaflet haliyle Allah Teâlâ’yı zikretmiş değildir.
Bu noktada söz konusu olan, sadece kendini tam huzura vermek ile tam olmaksızın
(başka işlerle meşgul olmak anlamındaki) ortaklıkla eksik huzur halidir. Fakat
kalbin dile zikri emretme vakti başka bir işle meşgul olması vaktiyle bir
değildir. Öyleyse hiçbir gafil Allah Teâlâ’yı zikretmemiştir. Yani dilin
zikretmesi halinin dışında, kalbin dile zikri emri vaktinde kimse gafletle
zikretmemiştir. Üstelik dil, açıktan zikrederken zikre hakkını vermiş sayılır,
çünkü dil de Allah Teâlâ’yı tespih eden varlıklardan biridir. Öyleyse Allah
Teâlâ’ya karşı gayrete gelerek (açık zikri bırakan) insan, O’nu tanımamış
demektir. O sadece kendinden dolayı gayrete gelmiştir, yoksa gayreti Allah
Teâlâ’ya dair değildir.
Bu münazele ehli olanlara gelirsek,
onlar başkasının Allah Teâlâ’yı zikretmesine karşı gayrete kapılanlardır.
Başkasının Allah Teâlâ’yı zikrettiğini düşünenler, zikirde iddia sahibi
olanlardır. Onlar kulunun diliyle zikredenin Allah Teâlâ olduğunu müşahede
etmişlerdir. Böylece Allah Teâlâ’yı zikretmişler, fakat O’nu zikredenin
kendileri olmadığını öğrenmişlerdir. Bu durum, hiç kuşkusuz, ‘Allah Teâlâ
kulunun diliyle 'Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu' der’ hadisinde
belirtilir ki o da zikrin bir türüdür. Onlar, zikir esnasında Hakkın kendi
dilleri olduğunu görürler. Fakat bu müşahedeyle O’nu zikretmezler. Bu nedenle
münazelede söylenen ‘Bana karşı kıskanç olan beni zikretmemiştir’ ifadesi
doğrulanmıştır. Çünkü o insan, zikreden ve zikredilenin kim olduğunu anlamış,
zikri yaparken zikirden uzaklaşarak ‘Attığında
sen atmadın, Allah Teâlâ attım ayetinde
belirtilen durumu anlamıştır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ ilahi isimleri ancak
âlemde ortaya çıkan eserlerin farklılığı nedeniyle çoğaltmıştır. Arifler Allah Teâlâ’yı
isimlerle zikrettiklerinde, zikri belirli bir isme tahsis etmiş ve zikredileni
belirli bir ilahi isim saymış, böylece ilahi isimler birbirini zikretmişlerdir.
Bu durumda zikir, isimlerin dilleri olur: Biz sadece vasıtayız! Başka bir
ifadeyle biz Allah Teâlâ’yı O’nunla zikrederiz. Bir kimseyi -kendinde değil
deonunla zikretmişsen, onu zikreden sen değilsin. Bakınız! Allah Teâlâ’nın
nimet verdiği biri nimeti nedeniyle O’nu zikrettiğinde, bu zikir O’nun
nimetinin dile getirilmesidir. Sen de Allah Teâlâ’nın bir nimetisin. Allah Teâlâ’yı
zikreden, O’nun verdiği ihsandır, sen değilsin! Kim Allah Teâlâ hakkında karşı
kıskanç (gayret) ise O’nu zikretmemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın
kulları arasında en çok zikredenler gerçekte zikri olmadığı halde görünüşte
O’nu zikredenlerdir. Böyle birisi Hakkın kuludur, çünkü o zikreden-susandır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
'Seni kendimle
olman için seviyorum, sen ise ehline dönmek istiyorsun, ben payımı alayım diye
bekle, sonra gidersin' Münazelesinin Bilinmesi
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ onları, onlar da Allah Teâlâ’yı sever.’81 Allah Teâlâ,
seven ve sevilendir.
Kim fenayı sevmişse bana kavuşmayı sevmiş Kim bekayı
severse dönmeyi sever
Müşahedeyle birlikte varlık kalmaz
Müşahedede âlemi yok olmuş görürsün
Şevkin bulunduğu her sevgi
Hakkın benzersiz mana koyduğu
sevgidir
Allah Teâlâ ‘Ben sevenim’ dediğinde -
Duymak üzere kulak kesildiğimi
görürsün
Kalp benim sırrıma der ki:
O’nun dediği olursa, itaat edilen
olur
Varlıkta Allah Teâlâ’nın bilgileri
bulunur Dikkatsize verilmez onlar
Allah Teâlâ sana ve bize yardım
etsin, bilmelisin ki Hakkın iki hükmü vardır: Birincisi hüviyeti itibarıyla
kendisine ait hükümdür. Bu hüküm O’nun ile kullan arasındaki münasebetin
kalkması demektir. Diğer hüküm, Allah Teâlâ ile yarattıkları arasında
münasebeti gerektiren rububiyetin kendisiyle sahih olduğu hükümdür. Bu sayede Allah
Teâlâ âleme varlık (vermekle) etki etmiş, bu hüküm nedeniyle âlemde meydana
gelmiş haller nedeniyle etkilenmiştir (teessür). Bu nedenle Allah Teâlâ razı
olmak, öfkelenmek vb. gibi niteliklerle nitelenmiştir. Alemin de iki hükmü
vardır: Birincisi Hakk ile arasında münasebeti mümkün kılan hükümdür. Bu sayede
âlem, Allah Teâlâ’nın yarattığı ve -O’ndan var olması nedeniyleyine kendisine
nispet edilerek münfailin (edilgen) fail ile (etken) irtibadı olması gibi
O’nunla irtibatlı Hakk gelir. Bu hüküm nedeniyle âlem, yokluk halinde yokluk
ile ve varlık halinde varlık ile sürekli ‘tercih edilen’ olarak kalır. Yoklukla
nitelenmiş olması ‘tercih eden’ nedeniyle gerçekleştiği gibi varlıkla da tercih
eden nedeniyle nitelenir. Alemin diğer hükmü hüviyeti ve hakikati bakımından
kendine ait niteliğe sahip olmamasıdır. Daha önce Allah Teâlâ’nın âlemle
münasebetinin bulunmayışını sağlayan hükümden söz etmiştik; ki böylece ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’82 ayetinin
doğruluğu ortaya çıkar. Bu durum Allah Teâlâ katında O’nun hüviyeti ve âlem
hakkında da kendi hüviyeti bakımından geçerlidir. Münasebeder nispeder
bakımından nitelikleri meydana getirirler, yoksa var olan şeyler olmaları
itibarıyla bunları meydana getirmezler.
Sadece Hakk var, fail olarak Bir de
halk var, münfail olarak
Allah Teâlâ ile âlem arasında
münasebet gerçekleşince, ‘O onları onlar da O’nu sever’ demek mümkün olabildi. Hakk
seven ve sevilendir: Seven olması itibarıyla âlemin tesirinden etkilenirken
sevilen olması bakımından imtihan eder. Âlem aynı zamanda Allah Teâlâ
tarafından seven ve sevilendir. Âlem Allah Teâlâ’yı sevmesi yönüyle imtihan
edilir, çünkü sevmek, bir iddiadır. Bu imtihan neticesinde yalancıların
yalancılığı ve dürüstlerin doğrulukları ortaya çıkar. Sevilen olması
bakımından âlem, kendini sevende hüküm sahibidir. O’na dua eder, kendisine
icabet edilir, O’nu razı eder, kendisi de razı edilir, kızdırır fakat
sevdiğinin kudreti ve otoritesi her şeye nüfuz etse bile affedilir ve
bağışlanır. Çünkü sevginin otoritesi daha güçlüdür. Nitekim müminlerin Emir’i
halife Harun erReşid şöyle der:
Boynumu büken üç hükümdar var benim
Kalbimin her mekânına yerleşmişler
Bütün halk bana ben onlara itaat
eder dururum Hâlbuki onlar bana karşı gelir
Hevanın otoritesiyle güç
kazandıralar Onların otoritesi benimkinden de güçlü
İnsan ile âlem arasında da bir
münasebet olduğu gibi onun ailesi de âlemdendir. Dolayısıyla O’nu seven biri, -Allah
Teâlâ tarafından sevilmiş oldukları haldegeriye sadece ailesinin kendi üzerinde
belirlenmiş hakkı nedeniyle döner. Geri döner ve Allah Teâlâ’nın ona yüklediği
bir sorumluluğu ailesi adına yerine getirir, yoksa bu dönüşte nefsânî gaye
veya dünyevî bir ilişki yoktur. Allah Teâlâ böyle insanların sadece emirlerine bağlanmak
ve onları aşıp çiğnememek üzere belirlemiş olduğu sınırlarında durmak amacıyla
geri döndüklerini bildiği için, böyle bir insana şunu der: ‘Dur! Ta ki senden
payımı alayım!’ Bu durum Hz Peygamber’in ‘Benim Allah Teâlâ ile bir vaktim
vardır, ona Rabbimden başkası giremez’ hadisinde belirtilir. Bu esnada ve
mertebede peygamber kendine veya herhangi birine değil, Allah Teâlâ’ya aitti. Allah
Teâlâ ise bu makamdan ayrılarak ailesinin yanma dönerken kendisine müsamaha
gösterir. Çünkü onu ailesinden ayrılarak Hakka döndürten şey, Allah Teâlâ’nın
onun üzerine farz kıldığı hakkıdır. Hakka dönen insan, (içinde kimsenin
bulunmayacağı) vakti kaçırmaktan endişe ederek Hakka döner. Böylelikle dönme
talebi, onun Rabbini sevdiği hususundaki iddiasında doğruluğuna şahidik eder.
Bu nedenle şiirde ‘sonra benden ayrılırsın’ denilir. Hâlbuki gerçekte sadece
bu makam yönünde Haktan ayrılır, çünkü bulunduğu her yerde Hakkın gözünün
önündedir. Allah Teâlâ bu özel müşahede itibarıyla kendisine karşı sabrı
gerektiren böyle bir makamda ‘Rabbinin
hükmü için sabreyle’83 buyurur. Yani bu hakları ödemek
üzere geri dönerek sabırlı ol! ‘Çünkü
sen gözlerimizin önündesin.’84 Çünkü Allah Teâlâ o kişinin
kendisini sevdiğini bilir. Seven ise ayrılmaktan ve başkasını görmekten dolayı
acı duyar.
Bu münazelede ‘ta ki senden payımı
alayım’ sözünü işitince, bu münazelenin halinde hakkı bilmek bana ağır geldi.
Bu durumun bana ağır geldiğini görünce, Allah Teâlâ aynı hükümdeki başka
birisinin varlığıyla beni yatıştırdı. Bunun için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ‘Allah Teâlâ kendisini seven kullarıyla kavuşmayı onların O’na
kavuşmayı özlemesinden daha çok özler’ dediği hadisi bana hatırlatıldı. Çünkü Allah
Teâlâ onların O’nu bilmesinden daha çok onları bilir. Özlem ve şevk, bilgi
ölçüsüncedir. Bununla birlikte böyle şeylerin makamların ve hallerin dilleri,
onların ve isimlerin hükümleri olduklarını biliyordum. Bu durum ‘O
gün takva sahiplerini grup grup Rahman’a götürürüz’85
ayetinde belirtilir. Rahman’a ancak O’nun yanındaki kimseler özel bir isim
bakımından götürülürler. Rahman’a götürülen kişi o ismin dışında başka bir
ismin hükmü yönünden O’nun katindadır. Kim Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle
bilirse, yaratılmışların niteliği olan hususlar arasından Allah Teâlâ’dan duyduklarından
hiç biri kendisine ağır gelmez.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Kim bilgiyi talep
ederse gözünü kendimden çevirtirim'Münazelesinin Bilinmesi
Delille bilgiyi
arayan benim zatıma ulaşamaz
Çünkü delille bana
ulaşmak imkânsız
Bakarsın, beni her yerde görmekte
Görürsün ki onu izhar ederim, hal be hal
Görür ki kendi
benden başkası değil
Hidayet hiç dalalet
olur mu?
Gözlerimizi
kaldırdık güneşlere doğru
■
Yüzlerimizi yakan güneşler gölgeydi bize
Rabbin ‘ben birim’
dediğinde bil ki
Sana imkânsız kıldı
(O’nu bilmeyi)
Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nu
gözler idrak edemez.’86 Rabbin ‘ben birim’ dediğinde bil ki,
sana imkânsız kıldı (O’nu bilmeyi)’ ifadesinin yorumuna gelirsek, bilmelisin
ki burhan delili, âlem ile Hakkın hüviyeti arasındaki münasebetin kalkmasını
gerektirir. Hâlbuki bir şeyi görmek, gören ile görülen arasındaki münasebede
mümkündür. Bu durumda hüviyeti itibarıyla Allah Teâlâ’yı O’ndan başkası
göremez. Bu bilgi sahibi, Rabbini görürken ve müşahede ederken O’nu görmediği
hükmünü verir ki, onun hükmü doğru olduğu kadar gördüğü de doğrudur. Bu
nedenle ‘Gözünü kendimden çeviririm’ demiştir. Gözü Hakk’tan çevrildiğinde, Hakk
kendi hüviyetiyle kulun gözü olur. Kul Hakk’ı bu halle gördüğünde, Hakk’ı Hakk
ile görenlerden olur. Gören kul iken görülen ve görme aracı Hakk’tır. Her
nerede gerçekleşirse gerçekleşsin, en büyük görme budur. Sahih bir rivayette,
kulun dünya
hayatında bu makamı elde edeceği
zikredilmiştir. Burası mutmainnefs-i nâtıkanm (düşünen nefs) ölümle birlikte
ayrılacağı yaratılıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gözler
O’nu idrak edemez-’87 Burada
çoğul kullanılmıştır, çünkü kastedilenler, âlemdekilerin gözleridir. Ayette
‘O'nu göz idrak edemez’ denilmemiştir. Bununla birlikte azın çokluğu da
olabilir. Fakat her durumda, kastedilen birden çok gözdür. Azlığın çokluğu
hakkında şair şöyle der:
Bi-efel ve bi efale ve efile
Vefi’le, sayılarda azın çokluğu bu
kiplerle yapılır
Şiirde geçen ‘efel’ kipine ‘ekleb
.(köpekler)’; ‘efal’ kipine ‘ebsar (gözler)’; ‘efil’ kipine ‘eksiye (elbiseler)’ve
‘fı'le’ kipine ‘fıtye (gençler)’ misal verilebilir. Allah Teâlâ’nın hüviyeti
sıfatların birliği olunca, çokluk bulunmamıştır. Hüviyet gören herkeste Hakkın
gözüdür. Görenlerin varlıkları çoğalsa bile hepsinde göz birdir, çünkü göz
Hakkın hüviyetidir. Böyleyken gözün Hakkı idraki mümkündür, çünkü o göz,
Haktan başkası değildir. Böyle bir durumda Hakk gören ve görme aracıdır. Çünkü
‘O’nu gözler idrak edemez’88 ayetinde olumsuzlanan şey şudur:
Burada gözler, görülenlerin idrak edilmesini sağlayan manalardır, yoksa onlar,
buradakinden farklı olarak, görülenleri idrak eden ve algılayan şeyler
değillerdir. Çünkü Hakkın gözü senin gözün olduğunda, göz O’nu idrak edebilir.
Bu durumda göz kula ait olsa bile, idrak Allah Teâlâ’ya nispet edilir. Bu
meseleyi derinden düşünmelisin, çünkü bu mesele gayet yararlı bir meseledir.
Buradan Allah Teâlâ’nın bazı kullarına -âhiretten öncedünya hayatında kendini
görme nimetini ihsan ettiğini öğrenirsin. Allah Teâlâ’nın bazı kulları için
ise bu nimeti tehir etmiştir (âhirete bırakmıştır). Bazı kullar ise Allah Teâlâ’yı
gözleriyle sadece âhiret hayatında görürler. Bunlar görmek bakımından
diğerlerinden aşağıda bulunurlar. Allah Teâlâ’nın bazı kulları daha vardır.
Onlar Allah Teâlâ’yı dünya hayatında iman gözleriyle berzah âleminde ise uyku,
uyanıklık ve ölüm halinde hayal gözleriyle görürler. Buradan hareketle Allah
Teâlâ ehlinden bazıları, bilginin perde olduğunu söylemiş ve bunu söylerken de
nazarî bilgiyi, yani insanın Allah Teâlâ’ya dair nazari düşüncesinden elde ettiği
bilgiyi kastetmişlerdir. ‘Gözünü kendimden çevirtirim’ ifadesi bu anlama
gelir. Binaenaleyh (Hakk diyor ki), beni görecek olan ancak benimle görebilir.
Beni kendi gözüyle gören, sadece kendini görmüştür. Çünkü ben onun suretiyle
kendisine tecelli ettim.’ Allah Teâlâ adamları Allah Teâlâ’yı O’nun bildirmesiyle
bilenlerdir. Allah Teâlâ onların gözleri (görme güçleri) olduğu kadar aynı
zamanda bilgileri olmuştur. Böyle insanlarda nazarî düşüncenin bulunduğu
tasavvur edilse, hiç kuşkusuz Hakk onların bilgileri, görmeleri ve duymaları
olduğu kadar aynı zamanda fikirleri de olurdu. Fakat böyle bir müşahedeye ve
zevke sahip insanda, herhangi bir konuda tefekkür ve düşünme beklenemez. O
sadece -farklı türleriylekendisine gelen ilhama göre davranır ki -arada tefekkür
olmaksızındoğrudan Allah Teâlâ’dan anlamak, ilham (vahiy) türlerinden
birisidir. Bir insana tefekkür kaynaklı anlayış verilirse, böyle biri sözü
edilen adam değildir, çünkü fikirden hareket eden bilgide bazen isabet edilir,
bazen hata yapılır. Fikir kaynaklı olmayan anlayış Allah Teâlâ’nın kuluna sahih
ve sarih ilhamıdır. Bu ilhamda peygamberlerin zevki, velilerinkinden üstündür.
Çünkü genel içinde özele kabiliyedi olan, genel olanı da elde etmiş demektir.
Hâlbuki özelin tezahür etmediği geneli elde eden, özel zevkin ortaya çıktığı
makamı elde edemez. Özel genel içinde içkin olarak bulunsa bile, bütünde bir
hükmü olsa bile zevkte bir hükmü yoktur. Bütündeki hükmü ise tafsil edilemez.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem'e
'İsra gecesinde Rabbini gördün mü?' diye sorulduğunda kendisinden dolayı 'Nur
idi, nasıl göreyim ki!' dediği Sırrın Münazelesinin
Bilinmesi
Nuru gölge nasıl görsün?
Gölge onun sayesinde var, parlayan ışıkla
Gölge ışığın özelliğiyle bezenirse
Görünür Hakk gelir fakat ancak o durumda
Ruh bir gölge,
cisim onu izhar eder
Yaklaştığında
gördüğün zatın nurunda
Bizim söylediğimizi
ancak bir yiğit bilir:
Halvete girmiş,
Arınmış bir halde
onu görmüş yiğit
Bazen onu suretinde
olan görebilir
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur,’89 Nurun
bir kısmı idraki mümkün kılarken kendisi idrak edilemez. Bu nur, O’ndan sana
bir perde olduğu gibi sen de onun üzerinde perdesin. ‘Allah Teâlâ’nın yetmiş
veya yetmiş bin -kuşku bendendirnur ve karanlık perdesi vardır.’ Burada
zikredilen nur perdesi o perdelerdendir. Perde olan karanlıklar ise bunun
dışında kalanlardır. Öyleyse nur senin üzerindeki perde olduğu kadar aynı
zamanda sende perdelenendir. Böylece nur kendisiyle perdelenmiştir. Bu nedenle
nur, hiçbir zaman görülemez. Karanlık da perdelenmiş olsa bile, kendisiyle
gören arasındaki münasebet ve ilişki nedeniyle görülebilir. Çünkü var olanların
karanlığından başka gerçek karanlık yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir duasında Allah Teâlâ’dan kendisini nur kılmasını istemiştir. Çünkü
biliyordu ki, Allah Teâlâ Nur’dur ve en
yakın nur, en yüce nurda içkindir.
Yine biliyordu ki, Hakk, her bakımdan kulun kul olmasını sağlayan her şeydir.
Bununla birlikte hüviyeti halamından Hakkın bir niteliği veya sıfatı yoktur.
Ayrıca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şunu da biliyordu: Allah Teâlâ’ya
nispet edilen sıfat -Hakkın sıfatı olmak bakımından değilhüviyeti bakımından
Haktan başkadır. Bu yönüyle kul hüviyeti itibarıyla Hakkı zikretmez, sadece
kendisinde bulunan niteliklere göre Hakkı zikreder. Bunlar ise Hakkın hüviyetidir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Beni nur kıl’ demesi, ‘Beni sen kıl
(yarat)’ demekle birdir. Hâlbuki Hakk yaratılmış değildir (gayr-i mecûl). Bu
nedenle Hakka şöyle hitap etmiştir: ‘Beni sen olduğumu görme ve bilme
mertebesine yerleştir ki âleme gelmiş olan başkalarından farklılaşayım. Böylece
onlar bilmezken ben onları bileyim ve kendimin kim olduğumu bileyim. Hal böyle
olunca; nur, nur içine girmiş olmaz sadece yaratılmış suretinde ortaya çıkan
tek nur vardır.
Bu ismin ne kadar sırlı olduğuna
bakınız! Yaratıklar karanlıktır ve onlar nurun karşısında duramazlar, çünkü nur
onları kaçırtır. Karanlık nuru göremez ve Hakkın nurundan başka nur yoktur. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Nur idi, O’nu nasıl göreyim
ki!’ demiştir. Çünkü O’nu benden gören şey O’nun hüviyetiydi. Benim karanlığım
O’nu idrak edemez. Bu bilgi, nazarî deliller ile ve de suretlerde gerçekleşen
müşahedeyle idrak edilemeyecek garip bir sırdır. Bu sır ilahi bilgilerin en
yücelerinden birisidir. Bu bilgi açık olsa bile, kuldan onu anlayan şey, (fena
makamına ermesiyle birlikte) Allah Teâlâ’nın kendisidir. Öyleyse Allah Teâlâ bu
meselede bilgi, bilen ve bilinendir!
Allah Teâlâ nuru göklere ve yere
izafe ederek tafsil etmiştir. Bu itibarla gökler, güçlerle görülmeyen ve ulvî
olan her şey iken yer duyulur güçlere gözüken aşağı (süflî) kısımlardır. Allah
Teâlâ şöyle der: O zatından kaçmasının aynıdır. Bu sayede sadece O görülür ve
nur göklerin ve yerin kendisidir. Burada müfessirlerin ayetin manası hakkında
söyledikleri ‘Allah Teâlâ aydınlatandır’ veya ‘hidayet edendir’ gibi görüşleri
söylemiyoruz. Bu isim Allah Teâlâ’nın özel ismidir. Allah Teâlâ göklere ve
yere emaneti taşımaya karşı direnme veya emrine itaat etmeyi severek yerine
getirmeyi hidayet edendir. Öyleyse burada (davete) icabet, birbirlerini davet
eden isimlerin birbirlerine icabet etmesi demektir. Bu da başka bir ilahi
bilgidir. Burada ise göklerin ve yerin nuru olduğunu belirtmiştir. Nur,
kaçırtan demektir. Bu yorumu lambaya yapılan özel benzetme destekler, çünkü
lambanın bu özellikteki ışığı, gecenin karanlığını kaçırtır. Hatta ışık, gece
olarak kalsa bile gecenin karanlığının kaçmasıdır. Çünkü gecenin varlık şartı,
karanlığın bulunması değildir. Onu var eden şey, doğuncaya kadar güneşin batmış
olmasıdır. Güneş battıktan sonra güneşin dışında bir ışığın veya karanlığın
bulunup bulunmaması birdir. Gecenin mahiyeti hakkında birtakım hatalı görüşler
ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Geldiğinde
geceye yemin olsun’90 buyurmuştur. Gece karanlığın kendisi
olsaydı, Allah Teâlâ onu kararmış olmakla nitelemezdi. Bazen karanlık yokken
gece olabilir. Nitekim gündüz olur, fakat ışık bulunmayabilir. Çünkü gündüz,
güneşin doğumundan batımına kadarki zamandır. Güneş tutulmuş olsa bile, gündüz
var olmayı sürdürür. Şöyle denilebilir: Gündüzün ‘nehar’, yani gündüz diye
isimlendirilmiş olması, onda ışığın yayılmasından kaynaklanır.’ Şöyle deriz:
‘Bu görüş doğru olsa bile, bizim gündüzün mahiyeti hakkında ileri sürdüğümüz
görüşle çelişmez. Çünkü güneş tutulması arızî bir durumdur ve güneş kararmış
olsa bile onun doğumunu etkilemez. Güneşin tutulma sebebi de malumdur.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM
'Kab-ı kavseyn
(yayın iki ucu)' Münazelesi
Yayın iki ucu nedir ki; dairenin
çapı Allah Teâlâ ve âlem arasında ayrım koyar
Kim bir görürse, ayırmaz
Ondadır veya daha yakındır ve ona ait Onda bilgi sırları bulunur, akıl onları
bilmez
Kuşku ‘veya’nın
otoritesinde gözükür
Yakın olanın hükmü
onun; makam ve otorite sahibi
Ayet Necm suresinde
inmiş
■
Benzerler ve misillerin varlığını gösterir
Bütün bu söylediklerimi bilenler var
İnanç ve fiil olarak makam sahipleri nezdinde
Daire sureti
tecelli ettiğinde sözle der ki:
Emreden ve
yasaklayan sensin!
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yayın
iki ucu kadar veya daha yakın idi.’91 Burada surî yakınlığa işaret
etmektedir. Bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bir ip
sarkıtsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi’ buyurduğu aktarılır. Allah
Teâlâ ‘Rahman Arş’ın üstüne istiva etti’92 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Rabbimiz gecenin son üçte birinde yakın semaya iner’ buyurur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zayıf akılları şaşırtırken Allah
Teâlâ’nın mertebesine kendini adamış akılları uyarmış, onlar da Allah Teâlâ’nın
neyi kastettiğini anlamışlardır. Onlar daha çok isteseydi, Allah Teâlâ da
artırırdı. Nitekim Allah Teâlâ, ‘Sonra
yaklaştı’93 buyurur.
Bu ayet, Allah Teâlâ’nın ayetlerini görmek üzere göklere doğru yükseltildiğinde
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in israsıyla ilgilidir. ‘Sarktı...’94 Bu ifade hadiste zikredilmiş ipin
kendisi olduğuna işaret etmek ve dikkat çekmek üzere, bu yorumu desteklemiştir.
Bu yönüyle Allah Teâlâ hakkında yükselmek ve inmek nispetleri eşittir. Bu
sayede balık sahibinin (Yunus) haberiyle (göklere yolculuk yapan) isra
sahibinin haberi bir olur: Yani onlardan biri ötekine göre Hakka daha yakın
değildi. Binaenaleyh bu ifade, mekânsızlığa ve ilahi zatın herhangi bir kayıtla
sınırlanmadan meçhul kaldığına işaret eder. Allah Teâlâ’nın isra gecesi
peygamberine gösterdiği ayetlerden biri, yükselirken aşağıya sarkmış olduğunu
ona göstermesidir. Bu durum Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinden söz ederken Ebu
Said elHarraz’m ‘O'nu iki zıddı bir araya getirmesi özelliğiyle tanıdım’ diye
dile getirdiği ifadesinin aynıdır. Harraz bu sözünün ardından şu ayeti
okumuştur: ‘O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır.’95 Allah
Teâlâ her şeyde hüviyetiyle bir halde bulunur. Hatta Allah Teâlâ iki zıddın ta
kendisidir: Sen olmasaydın, yaklaşma ve sarkma olmayacaktı!
Ne yakınlık var ne sarkma Ne
yükseliş var ne inme
İyice düşünürsen görürsün Bütün
bunlar çizgilermiş
Sen hüviyetin bakımından niteliği ve
sıfatı olmayan birisin. Ebu Yezid’e ‘Nasıl sabahladın?’ diye sorulunca şöyle
demiş: ‘Benim ne sabahım ne akşamım var! Sabah ve akşam nitelikle sınırlanan
kimseye ait, benim bir niteliğim yok ki! Ben bir süre ağlamış, bir süre gülmüştüm.
Şimdi ne ağlıyorum ne gülüyorum!’ Yükselme ve inme bir niteliktir. Hâlbuki
hüviyeti ve kendisi bakımından kulun yükselmesi ve inmesi mümkün değildir. O
halde yükselen inenin kendisidir. Sarkmış olan yaklaşmıştır. Başka bir ifadeyle
ona doğru sarkmış ve yaklaşmıştır. Böylece ‘yayın
iki ucu’96 olmuştur. Dairede iki ucu ortaya
çıkartan şey, vehimdeki çizgidir. Onun mevhum olduğunu söylemek yeterlidir.
Mevhum, dışta var olmayan demektir. Bununla birlikte mevhum, daireyi iki kavse
bölmüştür. Hüviyet dairenin kendisidir ve iki kavisten başka bir şey değildir.
Birinci kavis hüviyet bakımından ötekinin aynıdır. Sen ise vehimde var olan bu
bölen ve ayıran çizgisin. Hakkın karşısında âlem de vehimde var olan bir
şeydir (mevhûm). Vehimden kalktığında ortada daireden başka bir şey kalmaz:
Artık iki kavis yoktur. Rabbine bu kadar yakın olanın, başka bir ifadeyle
daireyi bölen çizgi kadar yakın olup sonra nefsini oradan kaldıran insanın elde
edeceği Allah Teâlâ hakkında bilgileri hiç kimse bilemez. Bu durum ‘Kuluna
vahyettiği şeyi vahyetti’97 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ
Kuran-ı Kerim’de bize bu yakınlıkta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
vahyettiği şeyleri belirtmediği kadar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de
bu ilahi yakınlıkta kendisine vahyedilen şeyleri bize açıklamamıştır. Bu
mertebede vahyi (ve ilhamı) telakki ve algılama sadece zevk edenin
anlayabileceği doğrudan bir telakkidir.
Menziller içerisinde bu münazelenin
dışında noktanın çevreyle birleşmesini gerektiren başka bir menzil yoktur.
Çevre noktayla birleştiğinde, aradakiler ortadan kalkar. Hakkın varlığında
âlemin silinmesi bu demektir. Nokta çevreden ayrışmaz. Aksine nokta ‘nokta’
olmak yönüyle çevre de çevre olmak yönüyle ortadan kalkar ve geride gerçek var
olan hakikat kalır. Bu hakikat, onun hükmünü ve âlemden kendisine nispet edilen
şeyleri tümel-genel olarak dışta ve hükümde ortadan kaldırır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM
'İki varlığın sorulması' Münazelesinin Bilinmesi
Varlığımda benim aynımsın ya sen
Bütün güçlerimin yeri benim ve sensin
Veya iş benim kendim olmamdır Veya sen varsın bir tek
Veya bir şekilde ben Başka bir açıdan sen
Sen okunmayan ve bilinmeyen bir harf
Sen şaşkınları hayrete düşüren
Acizlik görüyorum, acizlik kendim
Gerçekleri bilmiyorum: neredesin sen?
Bilgi öğrenmeye gücüm yok
Sen de öğrenmeme imkân vermiyorsun
Hakkın varlığında aciz kaldık ve
hayrete düştük Sen de düştün, Rahman’ın izzetine yemin olsun
Ben yok oldum, sensin O
‘Sen’ derken bir bak benim sözüme
bir bak
‘Sen’ derken kimi kastederim, benim
aynım değilsin Ama benden başka da değilsin: ‘Sen’ derken hayretteyim
Çünkü ben sözümün anlamını
bilmiyorum ‘Sen’ diyen kimdir, onu da bilmiyorum
Varlığımın içerdiği bir şey
görüyorum Ondan başkasın sen ve sen değil o
Yok olursak ‘kulum yaptı’ diyorsun
Kendinden başka bir şeyle bizi ispat edersin
Bana kim olduğumu söyle ki göreyim
Bileyim: Ben mi, yoksa sen mi sensin?
Allah Teâlâ olmasaydı, biz kullar
olmazdık Kul olmasaydı Sen de sen olmazdın
Beni sabit kıl ki, seni ilah olarak
ispat edeyim Beni yok etme, yoksa Sen de yok olursun!
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı.’98 Bu ayet iki varlığın ve onların
hükümlerinin onaylamak demektir. Sonra Allah Teâlâ ispat ettikten sonra
birisini hükmünü düşürmüştür Ki O sözü doğru olandır!
Bilmelisin ki bir şeyin ‘enniyycti
(varlık, hakikat)’, sufılerin ıstılahına göre onun hakikatidir. Bu hakikat Hakk
için ‘Kuşkusuz ben senin rabbin olanım’"
ayetinde, yaratıkların en kâmili için de ‘Ben
Allah Teâlâ’nın peygamberiyim,10ü
ayetlerinde ifade edilmiştir. Bu iki enniyyet ibareye gelir. Onlar iki zarftır
ve her birisinin ötekine ait olmayan bir hükmü vardır.
Onların dediği söz bu söz,
kastettikleri de bu mana:
Allah Teâlâ’dan başka bir şey yok,
masiva denilen bir şey yok!
Yükümlü tutmuş da; teklif
yaratılmışın varlığını gerektirir Dirayet sahibi olmalı teklif için; hâlbuki
O’ndan başkası yok ki!
İlahi enniyyet (Hakkın hakikati),
söyleyen; yaratılmış olan ise dinleyendir. Ona söylenen söz, var olma sözüdür.
Bu söz yaratılmışa varlığı esnasında söylenmez. Böyle bir söz ancak yokluk
halindekine söylenebilir. Dolayısıyla yaratılmışa var olmak nispet
edilemeyeceği için maduma, yani var olmayana teklif olabilir. Dolayısıyla
varlığı kabul etmekle münfail (edilgen) olana veya kendisinden var olmuş bir
şeye böyle bir emir verilemez. Öyleyse var olana ait bir söz olmadığı gibi
(buradan kaynaklanacak) abes ve hikmete aykırı bir durum da yoktur. O halde Allah
Teâlâ yükümlü tuttuğu şeye yokluğu halinde ‘ol’ diye emreder, ‘O
da olur.’101 Yani o
şey zaman içinde var olanın mahallinde meydana gelir ve artık -gerçekte ona
ait değilkeno mahalle nispet edilir. Bu nedenle iki enniyyet iki uç olmuş ve
birbirlerinden ayrışmışlardır. Yaratılmışa ait enniyyet, koruyucu olması
itibarıyla, kendini feda edip Hakkın mertebesini tercihin yeridir. Koruyucu
nitelikle kulun enniyyeti zuhuru esnasında Hakk’ta fani olur. Bu durum ‘Kuşkusuz
ben Allah Teâlâ olanım’102 ayetinde belirtilir. Burada kula
işaret eden ‘nun’ harfi ‘n’ye Hakkın zamiri olan ‘yâ’ harfi etki etmiştir.
Böylece ‘nun’ kesreli gelmiş, Kadim’in yaratılmışta etkisi ortaya çıkmıştır. O
olmasaydı ‘inneni’ kelimesindeki ‘in’ kesreli olacaktı ki, o da Hakkın
enniyyetidir. Nitekim ‘İnneni ene (kuşkusuz ben)ym ifadesinde
böyle gelmiştir. Çünkü onun bir eseri olmalıdır. Vikaye (koruyuculuk ile vikaye
arasında bağ var) nun’u olan kulun enniyyetine Hakkın enniyyeti etki etmemiş olsaydı,
onu kesre yapardı. Onun makamı fetih demek olan rahmettir. Bu durumda onu kendi
makamında ancak kendisi kaldırmış, ona kendinden başkası etki etmemiştir.
Kulun Hakk’a en yakın olduğu durum, Hakk’ın enniyyetiyle zamir arasında vikaye,
yani koruyucu olarak bulunduğu durumdur. Böyleyken sınırlanmış ve kuşatılmış
bir haldedir. Hakk her yönden onu kuşatmış, rahmet niteliği baki olsun diye,
ona merhamet etmiştir. Bu rahmetin kapısı açıktır ve Allah Teâlâ o rahmet vasıtasıyla
yaratılmış hakkmda varlığı korur. Geride kulluk makamında meydana gelen vikaye,
yani koruyucu ‘nun’ harfinin varlığı kalır. Bu ‘nun’ harfi, Hakk’ın zamiri olan
yâ zamirinden meydana gelen kesredir. Böylece kulda Hakkın tesiri gerçekleşir.
Bu ise kulun makamı olan zillet ve muhtaçlıktır. Kulun Hakka vuslatta bundan
üstün bir makamı yoktur. Çünkü burada makamının kendisinde ortaya çıkmasıyla
hakikatinin varlığı ona aittir. O ise Hakta fani ve mündemiç iken her yönden Hakk
ile kuşatılmıştır. Böylece kesre ona tesir ettiğinde, nefsini Rabbiyle bilirken
Rabbini de üzerinde bulunduğu rahmetie kendisini baki kılarken bilir. Çünkü Allah
Teâlâ Rahman ve Rahim’dir. O halde Allah Teâlâ’dan kulun varlığına yönelik
fetih ve ihsan, süreklidir. Bu nedenle kul Allah Teâlâ’yı sürekli Rahman diye
müşahede ederken kendisini etkilenen diye tanır ve böylece sürekli kulluğunda
kalır. Bu makam, yakınlığın en ileri derecesidir. Ebu Yezid el-Bestami Allah
Teâlâ’ya yakınlık hususunda bu makamı müşahede etmezden önce O’nun hakkında
hayrete düşüp şöyle demişti: ‘Rabbim! Sana neyle yaklaşayım?’ Allah Teâlâ ‘Bana
ait olmayan bir şeyle’ deyince. Ebu Yezid ‘Her şey sana ait iken sana ait olmayan
şey ne demektir?’ demiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ ‘zillet ve yoksulluk’
demiştir. Ebu Yezid Hakkın enniyyetiyle kullun enniyyetine ait hususları
öğrenmiş, bu makama girmiş, en kâmil yakınlığı elde etmiş, müşahede ve vecdi
bir araya getirmiştir. Çünkü orada her şey yok olmuştur. Bu itibarla sufilere
göre müşahede, varlığın ve hakikatin (ayn) değil, hükmün fani olmasıdır. Bu
makamda varlık fani olmadan müşahede vardır. Bu nokta bizimle sufılerin görüş
birliğinde olduğu bir husustur. Bu müşahedede hüküm de kalkmaz, çünkü bu
müşahede Hakk adına hakkı olan rahmet fethini geride bırakır. Bu belirli
yakınlık olmasaydı, iş Hakkın enniyyetine dönerdi. Bu nedenle ‘Ben senin
Rabbinim,m ayetinde zuhur etmiştir. Buradan şu
öğrenilir: Haktan bir eser ortaya çıktığında, o eserin hükmünün de ortaya
çıkması zorunludur. Bu yönüyle var olan sadece Haktır. Öyleyse eser Haktan yine
Hakka dönmüştür. Sonra kul gelmiş, ilahi enniyyet ile etki eden arasına girmiş,
kendisine tesir etmiştir.
Halkın enniyyeti sınırlanmış Hakkın
enniyyeti sınırlanmaz
Birinden şunu alır, ötekine şunu
verir Hepsi O’nun hallerine gıpta eder
Varlığı müşahede gözüyle bağlamış
Bağlanan kimse için değerli bir makam
Yakınlık makamına ulaşamaz Sırrı
kirlenmiş bir kul
Rabbim beni kendisiyle süslediğinde
bu makamla sevindiğim kadar, Allah Teâlâ’nın bana ihsan edip var olanların
kabul edebileceği hiçbir şeyden sevinmemiştim. O makam, makamların en yücesi ve
en üstünüdür. Bu makam -onlar farkında değilkenAllah Teâlâ’nın dışındaki her
şeyin makamıdır. Allah Teâlâ’nın bazı kullarına yönelik inayetinden birisi
onlara bu makamı göstermesidir. Böyle birinin âlemdeki üstünlüğü söz konusu
makamı hallenerek ve zevk ederek öğrenmesidir. Kimse başkasını nefsine tercihin
(îsâr) meyvesini bu makam sahibinin devşirdiği gibi devşiremez, çünkü
başkasını tercihin meyvesi, kendine tercih ettiğin kimsenin değeriyle ölçülür.
Bu makamda kendine tercih ettiğin
Haktır. Bu nedenle -rahatlığın Hakka
nispeti tarzındabu tercihin meyvesinden devşirdiklerine karşılık sana sevinme
ve ferahlama nispet edilir. Bu sevincin haz ve mutluluğunun büyüklüğüne
bakınız! Bu makama dair yapılabilecek uygun açıklama budur.
cAllah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır
DÖRT
YÜZ YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM
'Benim celalim
karşısında küçülene inerim, bana karşı büyüklük taslayana azametimi gösteririm'
Münazelesinin Bilinmesi
Nasıl davranırsan Hakka öyle karşılık bulursun Cüret etme!
O’nun dengi misin?
‘O'na aidiz’ de, ‘O'nunlayız’ deme Çünkü yok bir benzeri
O’nun
Allah Teâlâ’ya harp açan O’nun
gücünü görür sonunda Menziller batıl olur gider
O silahı atandır Menziller ona
aittir
Tayfur dedi ki benim tutuşum daha
çetin Bu söz yerinde bir söz değil
O’nun bizdeki varlığı sabit bir
varlık Bizim O’nda olmamız gerçek bir varlık
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen
içlerinde bulunduğun sürece Allah Teâlâ onlara azap etmeyecektir.’105 Başka bir ayette ‘Biz
seni âlemlere rahmet olarak gönderdik’106 buyurur. Burada Allah Teâlâ mümin
olanı veya olmayanı ayırt etmemiştir. Kul kendi hakikatinden ibaret olan
makamında vasıflardan soyutlanmış bir halde iyi veya kötü bir nitelik taşımadan
bulunursa, aslı üzerinde bulunmuş demektir. Bu itibarla kulun aslı,
küçüklüktür. Hakk ise niteliklerin kulda görünmesini irade buyurmuştur. Bu
nedenle âlemden müstağni kalmasını gerektiren hüviyetinden çıkarak kuluna
tenezzül buyurması gerekir. Allah Teâlâ âlemlere muhtaç değil iken Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Bedir günü Rabbine şöyle demiştir: ‘Bu topluluğu
yok edersen bu günden sonra sana ibadet edilmeyecek!’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’den başka birisi bunu söylemiş olsaydı, hiç kuşkusuz, bilgisiz
ve münkir insan, kendinden beklenebilecek ve ona yaraşan sözleri söylerdi.
Böyle esintiler, Allah Teâlâ ehlinden olan ariflerin kalplerine eser durur.
Onlar bu ifadeleri dile getirseler, mümin onları tekfir ederken delil sahibi
akılcı onları cahil diye suçlar.
el-Vehhab Allah Teâlâ’ya hamdolsun
Masum kılan Allah Teâlâ’ya hamdolsun
Şam olan sözü söylemedi O masumun
söylediği söz
Allah Teâlâ onu haramdan perdelemiş Allah
Teâlâ ona merhametle şahadet etmiş
Bir hadiste ‘Allah Teâlâ karşısında
tevazu sahibi olanı Allah Teâlâ yükseltir’ denilir. Bu durum Allah Teâlâ’nın
kuluna tenezzülüdür. Buna karşılık Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük taslayanı Allah
Teâlâ alçaltır. Allah Teâlâ bir insanı ancak kendi büyüklüğünü ve azametini
göstermekle alçaltır. O, el-Alî ve elAzim’dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Bunlar sizin amellerinizdir, size döndürüleçeklerdir’ deyince, Haktan
ancak üzerinde bulunduğumuz durumu gördüğümüzü anladık; dileyen amel etsin,
dileyen etmesin! Bu, bütünüyle doğru bir ifadedir. Çünkü amel, başka bir şey
değil, sahibine dönen bir şeydir. Allah Teâlâ amelleri bize izafe etmiştir.
İçimizden bilgi sahipleri bu durumu öğrenince, geri döndürüldüğünde amelin kime
döndüğünü de anlamışlardır. Hadisle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.
Allah Teâlâ el-Kebir ve
el-Mütekebbir’dir. Buradan büyüklüğün ve kibrin Allah Teâlâ’ya nasıl nispet
edileceğini ve tekebbürün O’na nispetinde bir hayretin bulunduğunu öğrendik.
Hakkın kullarına tenezzül edişini bilirsek, bu nispeti öğreniriz. Çünkü
mümkünün Allah Teâlâ’nın hakkı olan muhtaç olmamak özelliğine ulaşması mümkün
değildir. Buna karşılık Hakk müstağni olsa bile, ihsan ve lütfü ile kullarına
tenezzül eder. Kul ilahi tenezzülün değerini bilmeyebilir ve Hakkın tenezzülü
nedeniyle kendi nefsinin değerini abartabilir. Böyle bir insan, Hakkın
kullarına tenezzül edişinin kullarının varlıklarından değil, esma-i hüsna’nın
hükümlerinin mümkünlerde izhar edilmesi demek olduğunu anlamamış demektir.
Aynı zamanda, Hakkın yarattıkları nedeniyle değil, kendi nedeniyle tenezzül
ettiğini de bilememiş demektir. Nitekim Allah Teâlâ ‘cinleri
ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım’107 der. Yani insanlar ve cinler Allah
Teâlâ için, yani O’na ibadet etsinler diye yaratılmıştır. Yaratmak Allah
Teâlâ’nın hakkı olan ‘âlemlerden müstağnilik’ makamından tenezzül ve inmek
demektir. Kullar içinde buna aykırı bir tahayyülle Hakkın yaratılmışların
üstün değeri ve konumu nedeniyle kendilerine tenezzül ettiğini ileri süren kişi
cahillerin en cahilidir. Bu nüzul Hakka, daha doğrusu cahil insan Hakkı bu
tenezzüle karşı el-Mütekebbir diye isimlendirir. Böyle bir tenezzülden sonra
artık hem varlık hem değer bakımından bu ismi kabul edemez ki bunun böyle
olması kaçınılmazdır.
Bu bölümün tam açıklaması kitabm
sonunda -Allah Teâlâ izin verirsebeş yüz elli sekizinci bölümde gelecektir. Bu
münazele Hakkın âlemin aynası olup aynada suretlerin gerçekte bulundukları
durumdan başka bir şeyin görünmediğinin ve yaratıkların suretlerinde derece
derece olduklarının bilgisini kazandırır. Münazelenin özeti budur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler, doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar