Print Friendly and PDF

YİRMİ DOKUZUNCU SİFİR 1.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

DÖRT YÜZ ON BİRİNCİ BÖLÜM

'Kitap (kader) öne geçer ve cehenneme girer' Münazelesinin 'Neredeyse cehenneme girmeyecekti' Mertebesinden Bilinmesi

Kitaptan korkun, benden değil! Ben ve siz bu konuda eşitiz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benim katımda söz değişmez, kullara zalim değilim ben,’1 Bu­nun nedeni onların ve herkesin üzerinde hüküm sahibi olan kitaptır. ‘Azap kelimesi bir kimsenin üzerinde gerçekleşirse.. .’2 Akılla ve tecrübeyle işi bilenlere göre durum ne kadar zor!

. t ’

Kitap’tan korkmam günahlarımdan korkmamdır

Varlıkta ve bizde hüküm sahibi kitap

Biz onu kitapta açıkça okuduk Gördük onu, kesin ve Hakk olarak

llah’tan ancak yaratılmış korkar O bizim âlemlerimize yerleşmiş

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle der: ‘Bir adam insanların göreceği şekilde cennet ehlinin amelini işler, cennet ile arasında bir karış kalır, hakkında kitabı tecelli eder, cehennem ehlinin amelini işler ve cehenneme girer.’ Aynı durum cennedikler için geçerlidir. Sonra şöyle der: ‘Ameller sonuçlara göre değerlendirilir.’ Sonuçlar ise başlan­gıcın hükmüne bağlıdır. Binaenaleyh Allah Teâlâ kitabın hüküm verdiği şekilde hüküm verir. O’nun eşya hakkındaki hükmü onları yaratırkenki yaratma sözünden (ol emri) ibarettir ve O’nun katında söz değişmez. Yaratılmışın veya Yaratıcının İlahî kitabın takdir ettiğinin dışında hükmü yoktur. Allah Teâlâ ‘Ben kullanma zalim değilim3 der. Bunun anlamı ezeli bilginin takdir ettiğini onlara uygularız ve onlarda hüküm veririz demektir. Kulun kendisinde durdurulduğu ‘eşitlik durağı (mevkıfü’sseva)’ budur. ..

Hakkın bilgisi Hakta hüküm verirken

Yaratıklarında pekâlâ hüküm verebilir: Hüküm veren kim?

Demek ki varlıkta serbest ve muhayyer olan yok Hepsi belirlenmiş bir kitaba kalmış

Korku öne geçmiş kitaptan kaynaklanır O kitabın sureleri, ayetleri ve yıldızları bizde

O muhayyer olsaydı, güven duyardık Çünkü kullarına rahim ve. rauf

Rahmetiyle müjdeleyerek haber verdi:

Öne geçmiş saygın kitap rahmettir

Gazaptan önce gelir o, kulların fiillerinin izhar ettiği gazap Allah Teâlâ’ya hatndolsun! O’ndan ve onlardan kaybolur gider gazap

Kitabım benim zatından başka değil, anlayın O’nun benzeri yok! Yayın bu bilgiyi, gizlemeyin

Allah Teâlâ, ‘İnsan kendisi hakkında basirete sahiptir4 der. Ey samimi dost! Gönlüne yerleşen bilgilere bak, geçici olanlara bakma! Çünkü (gönlüne) yerleşen şeye göre değerlendirileceksin. Gönlüne yerleşen iman ise müminsin. Buna mukabil imanın gerektirdiği bir şeyi bırakıp zahir hükmün gerektirmediği bir şeye yönelmek gönlüne yerleşmişse ona göre değerlendirilir ve hakkındaki nihai hüküm ona göre verilir. Senden insanlara görünen hususlara bakma! Bununla birlikte insanlar dikkaderini çektiğim husustan habersizdir. Allah Teâlâ’nın emrini geri çevire­cek kimse olmadığı kadar O’nun hükmünün üzerine yeni hüküm koya­cak kimse yoktur. Senin gönlüne yerleşen o şey sana ait işin ortaya çıkması ve Hakkın varlığından payındır.

Birisi (şüpheli işlerden kaçınmak anlamındaki) ‘vera’ hakkmda şöyle der: ‘Bana vera sahibi olmaktan daha kolay gelen bir iş yok: Gönlüme sıkıntı veren her işi terk ediyorum.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Sana sıkıntı vereni vermeyene bırak’ hadisi bu görüşü destekler. Başka bir hadiste şöyle denilir: ‘Müftüler fetva verseler bile fetvayı kalbine sor.’

Bilmelisin ki Allah Teâlâ bildiğini yazmış, eşyayı kendiliklerinde bulun­dukları suretlerinde görerek bilmiştir. Başka bir ifadeyle onlarda deği­şen ve değişmeyen halleri böyle bilmiştir. Allah Teâlâ bilinenleri yoklukları halinde -başkalaşma ve değişmelerine göresonsuza kadar görmüştür. Bilinen şeyler ancak bulundukları duruma göre yaratılmıştır. Buradan Allah Teâlâ’nın var olan, yok olan (mâdum), zorunlu (vacip), mümkün ve imkânsız olmak üzere eşya hakkındaki bilgisinin (nasıl gerçekleştiğini) öğrenirsin. Daha önce söylediğimiz üzere, ezeli kitabın öne geçmiş olması kitabın bir şeyin ve varlığın ortaya çıktığı duruma izafesiyle birlikte geçerlidir. Söz konusu varlık Hakkın yokluk halinde kendisini gördüğü şekilde o durumu varlıkta izhar eder. Gerçekte hakkında hü­küm verilmiş varlık, bu yönüyle, kitabı geçmişken kitap da o şeyin (dıştaki) varlığını öncelemiş ve geçmiştir. Bu durumu ‘zevk’ olarak bilen, insan yaratılmalarından önce var olanları bilendir. Böyle birine eşya (dış) varlıklarının olmadığı yoklukları halinde görülür. Kim bu bilgiyi zevk yoluyla öğrenirse, kitabın öne geçmesinin anlamını öğ­renmiş demektir. Artık kendisi hakkmda kitabın öne geçmiş olmasın­dan korkmaz, sadece kendinden korkar; çünkü ilahi bilgi veya hakkındaki kitap onun kendiliğinde bulunduğu surete göre öne geçmiştir. O dışta söz konusu surete göre var olmuş ve ortaya çıkmıştır. Niçin nef­sin o kitaba itiraz etmedi ki? Hakk’ın kendisini -anladıysantam delil sahibi olmakla nitelemesi buradan kaynaklanır: Bir kimse tartışmaya kalkarsa, en kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü ilahi bilgi bilinenin ken­dinde bulunduğu duruma ilişir. Herhangi bir insan ‘senin hakkımdaki bilgin benim şöyle olmamı gerektirirken beni niçin cezalandırıyorsun?’ diye Allah Teâlâ’ya karşı delil getirmeye kalkarsa, Allah Teâlâ ona şöyle diyecektir: ‘Benim senin hakkmdaki bilgim senin kendinde bulunduğun duruma bağlı değil mi? Sen başka bir halde bulunmuş olsaydın, bulunduğun o duruma göre seni bilecektim.’ Bu nedenle Allah Teâlâ ‘ta ki bilelim...’ der. Kendine dönmeli ve söylediğin sözlerde insaflı olmalısın! Kul kendine dönüp zikrettiğimiz şekilde işe baktığında, aleyhinde delil bulunanın bizzat kendisi olup lehteki delilin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görür. Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini duymaz mısın: ‘Allah Teâlâ onlara zulmetmedi:5 Başka bir ayette ‘Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zalimdir6 denilir. Başka bir ayette Allah Teâlâ ‘Fakat onlar zalim olanlardır7 buyurur. Onlar kendilerine karşı zalimdir; çünkü onlar, biz bilene kadar bizim için zuhur etmemişlerdi. Biz onları bilirken onlar henüz yoktu. Onlar ma­luma tabi hallerine göre varlıkta ortaya çıkmışlardır; yoksa malum bilgiye tabi değildir. Bunu anlamalısın!

Bu mesele önemli ve ince bir meseledir. Bildiğim kadarıyla kimse ona dikkat çekmemiştir. Bununla birlikte dikkat çekmiş ve bize ulaş­mamış da olabilir. Bu meseleyi inceleyip inkâr edebilecek kimse yok­tur.

Kardeşim! Bir şeyin mevcut olup bilginin onun varlığım öncelemesi ile ezelî yokluk halinde bu surette bulunmasını birbirinden ayırt etmelisin. Bu durumda o hakkmdaki ilahi bilgiyle yarışandır. Bir varlık mertebe bakımından bilgiden önce gelir; çünkü o zatı gereği kendisi hakkmdaki bilgiyi verendir. Belirttiğimiz meseleyi bilmelisin, çünkü o sana fayda vereceği gibi kaza ile kadere -ki onu belirleyen senin halin­dirteslim olma hususunda sana güç verir. Bu kitapta sadece bu mesele bulunmuş olsaydı, bütün doğru düşünce ve akıl sahipleri için yeterli olabilirdi.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’8

'Benim için olan kimse hiçbir zaman zelil ve başarısız olmaz' Münazelesinin Bilinmesi

Benim amellerim Yaratan’a sunulduğunda

Pişmanlık günü zelil olmaz ve üzülmezsin

Salim olarak gelirim! O benim gerçek varlığım

Cezalandırılınca, llah’ın kadrine göre verilir bize

Bir bilgi elde ederiz, çokluk bulunur onda

O bilgi âleme izzet verir

Firdevs cennetinde belli bir çarşı var

Rahman suretleri yayar o çarşıya

Dileyen kişiyi Hakk

Dilediği surette izhar eder

Tek başına Allah Teâlâ için çalışan kula ne mutlu!

Ne Lat'ı ve ne Uzza’yı tanımış

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarat­tım.’9 Allah Teâlâ ayete sebeplilik bildiren edatla başlayıp iyelik zamiriyle bitirmiştir. Hz. Musa’ya vahyederken şöyle der: ‘Ademoğlu! Eşyayı senin için seni kendim için yarattım.’ Peygamberinin diliyle şöyle der: ‘Oruç bana aittir.’ Başka bir hadiste ‘Orucun bir benzeri yok, çünkü oruç O’na aittir’ denilir. O’nun da benzeri yok! En zelil varlık O’nun karşısında zelil olandır, çünkü zillet ve horluk, izzeti karşısında zelil olunanın değeriyle bağlantılı bir şekilde tezahür eder. Allah Teâlâ’dan daha çok izzet sahibi olmadığına göre O’nun karşısında zelil olandan daha zelil yoktur. Buna mukabil O’nun karşısında zelil olan kimse başkası-


nın karşısında zelil olmaz. Gerçi herhangi bir yaratılmışta -veya yara­tılmamıştagördüğü nitelik nedeniyle zelil olabilir. Bu durumda gör­düğü hakkında bilgisi olmayan insan, onun izzet sahibinin karşısında zelil düştüğünü zannederken gerçekte Allah Teâlâ’nın izzetinin otoritesi altın­da zelildir. Böyle bir durumdaki insan bu nitelikle nitelenmiş Hakkın karşısında zelildir ve zelil olması da kaçınılmazdır. Öyleyse âlemde zelil olan herkes, Allah Teâlâ’nın izzeti karşisında zelildir. Bir kısmı o esnada bu hali bilirken bir kısmı bilmez.

Başarısızlığa gelirsek, Allah Teâlâ için yapılan bir işte başarısızlık olmaz, çünkü Allah Teâlâ kendisi için (çalışan) kimseye başarısızlığı vermez. Başarı­sızlık başkayı görende ortaya çıkabilir. Bu nedenle Hz. Hatice ile (am­cası) Varaka b. Nevfel Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demişlerdi: ‘Hayır! Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki Allah Teâlâ seni hiçbir zaman başarısız yapmayacak­tır.’ Varaka bu sözü Cebrail’in Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e indiği kendisine söylendiğinde demişti. Kulda bulunan başarısızlık onun bilgisizliği, Efendisinin kurallarını ve sınırlarını aşarak kendine karşı yaptığı hata­dan ibarettir. Zillet Allah Teâlâ karşısında olduğunda değerli bir nitelikken başarısızlık nefiste bulunduğunda her bakımdan kötü bir niteliktir. Kötü ve değersiz ahlakın toplamı Allah Teâlâ karşısında ve örfte insanı başa­rısız kılarken güzel ve iyi ahlak hem yaratıklarda ve hem Hakk’ta bulu­nur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’ demiştir. Çünkü ahlakta eksik olanlar, değersiz ahlak diye isimlendi­rilmiştir. Şâri onlar adına yerler belirlemiş, o yerlerde kullanıldıkların­da güzel ahlaka dönüşmüşlerdir. Bu güzel ahlakla kul belirlenmiş yer­lerde nitelendiğinde, ona başarısızlık bulaşmayacağı gibi böyle biri kötü bir nitelik sahibi de değildir. O halde ilahi emre ve peygamberin belirlemiş olduğu sınıra aykırı olan nefsin gayesi ortadan kalktığında, bütün huylar değerli olur.

Allah Teâlâ için olanlara gelirsek, onlar mertebe mertebedir: Bir kısmı Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ için olurken bir kısmı nefsiyle Allah Teâlâ için olur. Bir kısmı -Allah Teâlâ ile veya nefsiyle olmaksızınmecbur olması itibarıyla başkasıyla birlikte Allah Teâlâ için olur. Kim Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ için olursa, zelil olmayacağı gibi başarısızlığa da uğramaz. Çünkü Allah Teâlâ -Ebu Yezid’e bir münazelede söylediği üzerezillet özelliğiyle nitelenmez. Allah Teâlâ Ebu Yezid’e ‘Bana ait olmayan zillet ve yoksullukla bana yaklaş!’ demiştir. Kim Allah Teâlâ için nefsiyle olursa, şerefli bir şekilde zelil olsa bile başarısız­lığa uğramaz. Allah Teâlâ ile veya kendi nefsiyle olmaksızın, Allah Teâlâ için olan ise zorunluluğu kabulüne göre değerlendirilir: Allah Teâlâ hakkında zorlan­mışsa, onun menzili bir şahıs hakkında ‘Allah Teâlâ için Allah Teâlâ ile olan’ kim­senin menziliyken başka biri hakkında ‘Allah Teâlâ için nefsiyle olan’ kimse­nin menzilidir. Nefsine ait bir konuda zorlanmışsa, bu halinde -Allah Teâlâ için değilkendisiyle birliktedir. Böyle biri, sürekli ve zorunlu bir başa­rısızlık içindedir. Artık menzillerin kısımları belirlenmiş oldu.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

'Benden bir şey isteyen benim kaza ve kaderimin dışı­na çıkmış olmaz, benden bir şey istemeyen de kazamın dışına çıkmış olmaz' Münazelesinin Bilinmesi

Her şey bir kaza ve kadere bağlı Kazayla olmayan hiçbir şey yok

İfade ettiğim şeyi anlayan kimse Bu konudaki sırrı öğrenmiş demektir

O kişi zamanın teki ve biriciği                                                               .

Kalp ondan aydınlanır ve ışık saçar

Nurunu gördüğünde

Sanki bir şimşeği görmüş olursun

Ulaştığı bir makam görmedik biz Varlık meydanında ona bedel olarak

Bana arzuladığında gayesi vardır denilince

Ben de dedim ki

Gerçekleşmesi tehir edilen şey Ancak bir amaçla gerçekleşmiştir

Bilmelisin ki Allah Teâlâ kazayı (hüküm vermek), salahiyet ve varlık ba­kımından hüküm vermedikçe, kadı ile ilişkilendirmemiştir. Başka bir ifadeyle kadı hüküm vermedikçe bu isim onun adına sabit olmaz. Ka­zayı belirleyen hakkında hüküm verilenin halidir. Bu yönüyle kaza hükme göre varlık kazanan aklî bir işken, verilen hükmü de hakkında hüküm verilenin durumu belirler. Bütün bunlarla birlikte kadı adı bir kişiye verilebilir. Zihinden bu bütün ortadan kalksaydı, kadı ismi dü­şerdi. Bunlar varlıktan kalksaydı, isim de gerçekte kalkar, artık sadece mecazen kullanılabilirdi; mecaz gerçekleşen bir durumu gerçekleşmeyene izafe etmektir. Bu konuda şöyle bir misal verilebilir: Bir şahıs başka bir şahıstan alacağı olduğunu iddia edip öteki şahıs bunu inkâr etmektedir. İddia, delil getirmeyi belirlemiş ve gerektirmiştir. Bu, dava sahibine karşı verilen bir hükümdür. Verilen hükmü inkâr etmek ise başka bir hükmü gerektirir ki, o da delilin bulunmadığı vakit yemindir. Böylece inkâr durumunda ve davalıya delil istendiğinde davalıya karşı yemin eunekle kadı (hâkim) adı gerçek anlamda ortaya çıkar. Öyleyse kaza genel (mücmel), verilen hüküm o genelin tafsilidir ve ona kader denilir. Çünkü kader vakti tespit demektir. Kim bir soru sorarsa, onun hali soru sormayı gerektirmiştir. Soru sormak ise icabetin gerçekleşme­sini istemek demektir, çünkü Allah Teâlâ ‘Bana dua ettiğinde, duasına karşılık veririm10 buyurur. Karşılık vermek ve icabet, sualin icabet edendeki bir etkisidir ve onu sual gerektirmiştir. Kim bir şey ister ve sorarsa, etki etmiş; kim karşılık verirse etkilenmiştir. Allah Teâlâ ise emredendir ve bunu emredilenin hali gerektirmiştir. Yaratılmış olan dua eder, bunu ise dua edilenin hali gerektirmiştir. Çünkü dua eden kişi dua edilene dair bilgi­sine göre icabet umar. Emreden ise kendisine dair bilgisine göre me­murdan emre uymayı bekler. Demek ki memurun hali amirin emir vermesini gerektirirken dua edilenin hali de kulun dua etmesini gerek­tirir. Binaenaleyh her birisinin hali, emreden ve dua eden olmayı ge­rektirir. O halde dua ve emir iki öncül arasındaki neticedir. O ikisi arasındaki öncül, dua edenin ve edilenin veya amirin ve memurun halleridir. Böylece birlik (vahdet) kalkmış ve ortaklık ortaya çıkmıştır.

Gerçek tevhid bilgiyi bilene verenin tevhididir. Böyle biri hükmü hâkime, kazayı kadıya verir ve o da mümkünün kendisidir. Mümkün yokluğu ve varlığı halinde yaratılmış olandır. Nitekim daha önce bunu belirtmiştik. Haller var olmayan nispederdir. Onlar hakkında hüküm verilen kimse ve hükme göre hükümlerin ortaya çıkmasını gerektiren şeylerdir. Binaenaleyh mümkün, varlık ve yokluk halinde tercih edilen iken tercih ise tercihe konu olan şeyin etkisidir. Tercih hali, mümkü­nün istemesini veya -halinin gerektirdiği duruma göreistememesini gerektirir, çünkü biz herhangi bir hali belirlemiş değiliz. Hal vasıtasıyla ve Hakk göre istekte bulunulur ve istek, tercih edene tesir eder. Tesir icabeti meydana getirir. Tercih eden ise tercihinde hal verir. Bu hal, etki edenin isteğinin tercih edende icabeti gerektirdiği haldir. O halde tercih eden, ancak bir isteğin etkisiyle karşılık verir. İstek ise halden, hal de tercihten kaynaklanır. Tercih ise tercih edilenden meydana gelir. Tercih edilen tercihi kabul eden mümkündür. O halde mümkün bütün hükümlerin ortaya çıkmasının ilkesidir. Başka bir ifadeyle bütün isim­leri ve hükümleri ortaya çıkartan mümkündür. Hakkında hüküm veri­len şeyin bu hükmü kabul etmesi ve böyle isimlendirilmesi de müm­künden kaynaklanır. Her varlık iki öncülün neticesi olarak meydana gelir. Hakk varlıkta birliğin sahibiyken yaratma ortaklık yoluyla O’ndan ve kabilden (mümkün) meydana gelir. Öyleyse kendinden O’na ait olan, kendisi nedeniyle varlığının zorunlu olmasıdır. Bu yönüyle O, birdir. Aynı zamanda kendisi bakımından yaratma O’na ve mümkünün kabul etmesine aittir. Bu itibarla yaratırken tek değildir. Yaratmada birlik geçerli olsaydı, mümkün var olduğu gibi imkânsız da var olurdu. İmkânsızın yaratılması ise muhaldir. Daha önce belli olduğu üzere ‘Hakk ve halkın varlığı’ dediğin gibi ‘müessir ve müesser fih (etki eden ve edilenin varlığı)’ diyebilirsin. ‘Bütün iş O’na döner.’11 Yani hakikate değil, bu hükme döner.

TEMBİH

Bilmelisin ki Allah Teâlâ bize kayıtsız anlamda kazaya rıza göstermeyi emredince, buradan O’nun ‘kazaya rıza’ derken mücmeli (genel) kast ettiğini anladık. Çünkü hakkında hüküm verilenin hali ve hüküm kaza’yı ayrıştırıp tafsil ettiğinde, kaza razı olunması caiz olan ve olmayan kısımlara ayrılır. Bir şeyden razı olmayı kayıtsız anlamda kullanırken Allah Teâlâ’nın icmali kastettiğini anladık. Kader hükmün belirlenmesi de­mektir. Her şey bir kaza ve kadere, yani belirlenmiş bir hükme göre­dir. Bu itibarla mutlak belirlenme yönünden kaderin iyisine, kötüsüne, acısına ve tatlısına iman etmek zorunludur. Belirlenme ve tafsili yö­nünden kadere iman etmek zorunluyken bir kısmından razı olmak zorunlu değildir. Burada şer için onun şer olduğuna iman etmek zo­runludur dedik. Nitekim iyiliğe ve. hayra da iyilik ve hayır olduğuna iman etmek zorunludur.

Şöyle deriz: Benim kötülüğün (şer) kötülük olduğuna ve -kötü olması bakımından değilsadece var olan bir şey olması itibarıyla Allah Teâlâ’ya dayandığına iman etmem gerekir. Bununla birlikte kötülük var olan bir şey olabilir. Kötülüğün var edilmesi Allah Teâlâ’ya ait iken kötü ol­ması itibarıyla kötülük O’na nispet edilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir dua­sında şöyle der: ‘Kötülük sana ulaşamaz!’ Mümin Haktan O’nun ken­dinden olumsuzladığını olumsuzlar. Şu ayeti hatırlatabilirsin: ‘Nefse günahı ve takvayı ilham eden Allah Teâlâ’dır.’12 Şöyle deriz: ‘Allah Teâlâ nefse ilham vermiş, nefs günahı ve takvayı tanımıştır. Başka bir ifadeyle günahı günah, takvayı takva olarak tanımıştır. Bu ilhamın gayesi, takva yolunu takip edip günah yolundan uzaklaşmasını sağlamaktır.’ Şöyle diyebilir­sin: ‘Hepsi Allah Teâlâ katındandır.’13 Buna karşılık şöyle deriz: Bu husus şeriatta haklarında hüküm verilmiş günahlarla ilgili değildir ki ‘kötü (şer)’ denilen budur. Kötü seni üzen şeydir. Seni üzen ise gayene aykı­rı düşen şeydir. Bu durum ‘Sizden dolayı uğursuzluğa uğrarsak.. ,’14 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ onlara şöyle der: ‘De ki, hepsi Allah Teâlâ katındandır.,ıs Yani sizi üzen ve size göre güzel olan her şey, Allah Teâlâ katındandır. Daha önce ortaya konulduğu üzere; tesir, verene değil eseri kabul edene aittir. Allah Teâlâ iyiliği veren iken kabul eden onu iyi veya kötü ola­rak ayrıştırır. Bir şeyin iyi olması onun asıl halinde bırakılmasıdır. Öyleyse asıl hüküm kendisine aittir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İyilik senin elindedir’ demiştir. Kötülük hükmü kabul eden mümkünden ortaya çıkar ki bu durum hadiste ‘Allah Teâlâ’m! Kötülük sana ulaşamaz’ diye belirtilmiştir.

Şöyle sorabilirsin: ‘Kötülüğü kabul etme özelliğinde yaratılmış olan mümkündür. Niçin Allah Teâlâ mümkünü iyiliği kabul etme özelliğinde yaratmamıştır? Hâlbuki hepsi Allah Teâlâ’dandır.’ Şöyle deriz: ‘Daha önce açıkladığımız ve belirttiğimiz üzere bilgi bilinene tabidir. Mümkün ise yokluk halinde bulunduğu sabitlik ve başkalaşma haline bağlıdır. Her ne olursa olsun, gerçek böyledir. Allah Teâlâ ancak bilinenin yokluğu halinde üzerinde bulunduğu yokluğu bilir. O şey varlıkta ortaya çıktığında bu Hakk göre ortaya çıkar. Öyleyse bilinene yoklukta kendisiyle nitelenme­diği bir durum gelmemiştir. Dolayısıyla bilginin onda bir etkisi yok­tur.

Kaderin zamanın belirlenmesi demek olduğunu söyledim. Çünkü kader ‘miktar’ kelimesiyle aynı köktendir. ‘Biz onu belli bir kadere ve ölçüye göre indiririz.’16 Başka bir ayette ‘Her şeyi bir ölçüyle (kader) indi­ririz17 denilir. Bunu bilmelisin!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

DÖRT YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

'Ancak perdeyle görülür' Münazelesinin Bilinmesi

Kim Hakkı açık ve aleni görür Perde ardından görmüş O’nu demektir

Bilmez Hakkı, Hakk ise bilir onu Bu iş pek garip bir durum

Gören herkes perdeden başkasını görmez Nimet veya azap görür

Görenin sureti onda parıldar O görenin kendi, hatta perdenin kendisi

Sahih bir rivayette Hakkın suretlerde tecelli edeceği ve başkalaşa­cağı (tahavvül) söylendi. Bizim ‘perde’ derken kastettiğimiz budur. Bu durum akıl, din ve keşifle sabittir. Keşif şeriatın verdiği bilgiyi verir ve Allah Teâlâ başkalaşma kabul etmez. Akla gelirsek, bu konudaki deliller ma­lumdur ve onların yeri bu kitap değildir. Çünkü bu ldtap, şeriata ve keşif ile müşahedenin verilerine dayanır. Çünkü akıllar şeriatın hakkın­da şahitlik ettiği gerçeği idrak etmek karşısında eksiktir. Şeriat ‘O’nun benzeri bir şey yoktur18 der. Hakkın zatında başkalaşma olsaydı, bu hüküm doğru ve geçerli olmazdı, hâlbuki doğrudur. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın zatında başkalaşmanın gerçekleşmesi imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle kendini öveni duymuştur’ Başka bir hadiste şöyle der: ‘Ben kulumun duyması ve görmesi olurum.’ Gözlerin görüp akılların idrak ettiği ve muhayyile gücünün tahayyül ettiği tüm suretler arkalarından Hakkın görüldüğü perdelerdir. O suretlerden meydana gelen ameller ise Allah Teâlâ’ya nispet edilir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Sizi ve amelleriniziyaratan Allah Teâlâ’dır’19 buyurur. Hakk varlıkta ortaya çıkan ve zuhur eden surette gaib (gizli) kalmayı sürdürür. Mümkünlerin hakikatleri sübût

şeyliklerinde -hallerinin değişmesiyle birlikteHak tarafından sürekli görülürler. Varlıkta -ki Hakkın aynıdırortaya çıkan suretlerin hakikat­leri mümkünlerin hükümlerinden ibarettir. Başka bir ifadeyle sübût hallerinde üzerinde bulundukları durum itibarıyla mümkünlerin haki­katlerinin hükümleridir. Değişme ve başkalaşma Hakk’ın varlığında görülen suretlerde ortaya çıkar. Hakk üzerinde bulunduğu durumdan değişmemiş ve başkalaşmamıştır. Nitekim heba bütün suretleri kabul etmiş olsa bile ‘heba’ olmak bakımından başkalaşmadı. Bu suretler heba cevherindeki manalardan ibarettir. O suretlere nispet edilen ma­nalar, arazlar ve sıfatlar ise mananın fiilen var olması itibarıyla nispet edilmişlerdir. Dolayısıyla perdeler çekili olarak kalır. Onlar suretlerin hakikatleridir. Dolayısıyla Hakk ancak perdenin ardından görülebileceği gibi ancak perdenin ardından konuşur. Bir kişi O’nu doğrudan gördü­ğünde, Hakk onun gözü olmadan o kişi Hakkı göremez. Öyle bir du­rumda kulunun suretinde kendi gözüyle kendini gören Hakk’tır. Bu suretler kendisine doğrudan görmeyi kazandırır, çünkü onlar gözü ve bütün güçleri taşıyan suretlerdir. Böylece Hakkı surette ez-Zahir is­minden (tecelli etmiş olarak) görürsün, çünkü O senin gözündür, elBatın isminden de -O’nu bilmek üzeremüşahede edersin. Çünkü O senin görme aracındır. O’nunla gördüğün her şeyi idrak edersin. Bu­rada ‘doğrudan’ dedik, bunun nedeni, Tirmizi’nin ve başka hadis alim­lerinin aktarmış oldukları hadiste aynı lafzın geçmiş olmasıdır.                                                                                        .

Gören kişi Rabbini uykusunda gördüğünde, O’nu herhangi bir , surette görerek şöyle der: ‘Rabbimi falan surette gördüm.’ Bu söz, doğrudur. Bununla birlikte ‘O’nun benzeri bir şey yoktur:20 Allah Teâlâ niha­yetsiz suretlerde kendisi nedeniyle tecelli edişinde zatına benzerliği olumsuzlamıştır. Çünkü Allah Teâlâ’dan gayrı suretlerde görünmek özelli­ğindeki kimseler, bir şeyde kendileri nedeniyle görünmez, Yaratan’ın iradesi ve yaratması nedeniyle görünürler. Allah Teâlâ böyle bir surete ‘ol’ der, o suret meydana gelir, ardından yaratılmışlardan onu kabul etme özelliğindekiler o surede zuhur ederler. Böylelerine misal olarak, ruh­ları ve ruhanileşen insanları verebiliriz. Mesela Kâdîb el-Ban vb. öyley­di. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilediği surette seni terkip eder.'21 Allah Teâlâ irade etti­ğinde dilediği her sureti kabul edebilecek bir mizaçta düzenlemiş, son-

ra ona itidal vermiş, terkibi ise -kendisine değilAllah Teâlâ’ya izafe etmiştir. Suretler Allah Teâlâ’ya nispet edildiği için ‘dilediği bir surette’ demiştir. Her­hangi birinin belirlemesi olmaksızın, dilediği surette ortaya çıkar. Do­layısıyla bu konuda işi karıştırmamak gerekir.

Allah Teâlâ yaratıklarına ancak suretlerde zuhur eder. Suretler ise farklı farklıdır ve her tecellide farklı bir suret vardır ve suretler tekrarlanmaz. Çünkü Allah Teâlâ bir surette iki kere tecelli etmediği ğibi aynı surette iki şahsa birden tecelli etmez. Hal böyle olunca, akıl veya göz, işin ken­dinde bulunduğu durumu tam olarak öğrenememiş ve görememiştir. Aklın, Hakkı belirli bir suretle sınırlaması mümkün değildir. Çünkü diğer suretteki tecelli bu sınırlamadaki tecelliyle çelişir. Allah Teâlâ hiç kuş­kusuz ve tereddütsüz bir şekilde bütün suretlerdedir. Allah Teâlâ inandığın­dan başka bir surette tecelli ettiğinde, insan -sahih bir rivayette yer aldığı üzereO’ndan kaçar. Böylece gerçekte farklı suretlerde zuhur edebilen bir hakikatin bulunduğunu bilir, fakat mahiyetini veya keyfi­yetini kesinlikle bilemez. Hüküm verildiğinde ise bir keyfiyet bulun­malıdır. Bu durumda ‘keyfiyeti dilediği suretlerde zuhur edebilmesidir’ der. Böylece suretler irade edilmiş şeyler olur. İrade edilen her şey ise hiç kuşkusuz yoktur (madum). Dolayısıyla sana ancak kadim zatta hadis olan şey görünmüş ve zuhur etmiştir. O halde sen, gözünün -ki Haktırsınırladığı bir şeyi bir gözde/hakikatte -Hakk’tırgördüğün için kendin gibi bir yaratılmışı görmüşsün. Hakk senin gözün, yani o surette ortaya çıkan varlık senin gözündür. Hakk ahirette görülecek şekilde idrak edilirken uykuda da idrak edilir. Bu husus şeriata göre doğrudur. İman ve keşif yoluyla -akla göre değilAllah Teâlâ’nın hüviyetiyle kendi dışın­da idrak edilen her şeyi idrak ettiğinden kuşku duymayız. Burada idrak edilenin istidadının durumuna göre onların hepsini veya bir kısmını idrak etmesi birdir. Öyleyse idrak edenin gözü Hakkın hüviyetidir ve bunun böyle olması kaçınılmazdır. İdrak araçlarına nispet edilen bütün güçler, Hakkın hüviyetinden ibarettir ve başka türlü olması mümkün değildir. Araçlar ve onların bulunduğu yerler (organlar) Hakkın varlı­ğında mümkünlerin hükümleridir. Hakk o hükümler için beden karşı­sında ruh mesabesindedir. Çünkü onlar vasıtasıyla nizamı ayakta tutan ancak Allah Teâlâ'tır. Suretin duyuda ve hayalde bir şeyi idraki ancak O’nun sayesinde mümkündür. Bu itibarla bütün bunların hepsi gerçekte ha­yaldir, Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Çünkü hiçbirinin belirli bir halde sabit kalması mümkün değildir. İnsanlar ise uykudadır ve uyuyan insan gördüğünü ve onu hangi mertebede gördüğünü bilir. İnsanlar öldükle­rinde uyku içindeki bu uykudan uyanırlar. Binaenaleyh bütün insanlar sürekli uykudadır ve sürekli rüya görürler. Aynı zamanda nefislerinde sürekli bir değişim gerçekleştiği gibi gözleriyle algıladıkları şeylerdeki değişim de süreklidir. Öyleyse iş dünya ve âhiret hayatında sürekli böyledir. Biz de bunu ortaya koyduk ve zikrettik.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ON BEŞÎNCİ BÖLÜM

'Bana dua eden kimse kulluğunu yerine getirmiş, kendine insaf gösteren, bana insaf göstermiştir7 Münazelesinin Bilinmesi

Emri olmadan Allah Teâlâ’ya dua edersen O’nun kulu değilsin ve kul insaflı olmamıştır

Hazlar nedeniyle kul oldun sen (emri nedeniyle değil)

Ne söz aldık ne söze vefa gösterdik; hâlbuki söz sabit

Kul Rabbinin sözünde bulunmasaydı

‘Sözleri yerine getirin ve vaatleri’ demek sahih olmazdı

Sadece yükümlülük var, Hakka yaklaşmak üzere Emir belirler onu, akit ispat eder

Hakkın üzerimizdeki hakları her yönde sabit Yakınlık olmasaydı uzaklık bilinmezdi

Varlıklara insaf gösteren Rabbine insaf etmiş Yaratanının zatında ebedilik onun

Şan ve şeref onun                                                                                      ,

Melekler arasında övülür durur

Dikkat edin! Kul sürekli O’nunla birlikte olandır Ölür, dirilir ve O’nun huzurundadır

Rahman başka kimseyi hükümlü tutmadı Sen de çalış! Gayret fayda verir sana

Kim Rahman’la kaim olursa ciddiyet sahibidir Kim Rahman için olursa ciddiyet ona ait

Ayetleri kendinde ve ufuklarında tahsis eder Layığı veçhile O’na hamd etmelisin

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana dua edin, size karşılık vereyim.’22 Başka bir ayette ‘Bana ibadet etmekten yüksünenleri cehenneme sokacağım23 der. Allah Teâlâ onları kulluktan çıkmamakla nitelemiş, hakikatlerinin zillet oldu­ğunu belirtmiştir. Bu durum ‘zor bir şekilde’ ifadesiyle anlatılır. Başka bir ifadeyle gerçekte öyle olduğu halde Allah Teâlâ’ya kul olmayı istemeyen kişi kendi doğasının -ki cehennemdirkulu haline gelecek; gerçekte öyle değilken onun otoritesini altında zelil kalacaktır. Böyle biri bilgiyi bırakır, bilgisizlikle nitelenir. Gerçeği bilmiş olsaydı, bana kul olur, gerçekte bana kul iken başkasına tapmazdı. İsteyerek veya istemeyerek yapması; bilmesi veya bilmemesi durumu değiştirmez. Bana dua et­mekle kulluğunu göstermesi ve bana kul olmaya karşı büyüklük duy­gusuna kapılmaması nedeniyle doğasında tasarruf etme özelliği ver­dim. Böylece doğası üzerinde efendi olmuş, onu yönlendirmiş ve do­ğası onun kölesi haline gelmiştir. Allah Teâlâ’ya ibadete karşı büyüklük göste­ren insanın nasıl bir izzeti ve otoriteyi yitirdiğine bakınız! Bu kişi se­vinç halinde ve sıkıntının kaldırılışı esnasında bana ibadet etmez. Bu nedenle sebepler onu boyunduruğu altına almış, cahillerden olmuştur.

Bu görüşü destekleyen bir husus Hakkın kulun güçleri olmasıdır. Bu durumda yönetme Hakka aittir, çünkü kulun tasarrufu güçleriyle gerçekleşirken onu Hakk yönlendirir. Dolayısıyla kulun güçleri Hakkın kendisidir. Bu konudaki delilimiz, peygamberlerin ifadeleridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın şöyle söylediğini bildirir: ‘Ben kulumun duyması, görmesi ve eliyim.’ Yani kul nafile ibadetlerle ken­disine yaklaşıp Allah Teâlâ da kendisini sevdiğinde demektir. Ardından ku­lun kullandığı güçleri zikretmiştir. Hadisi doğrulayan ayet Kuran-ı Kerim’de şöyle yer alır: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yar atmıştır.24 Amel, cisim olması itibarıyla insan bedenine ait değildir. Bedendeki amel güçlerden kaynaklanır. Ayette insandan ortaya çıkıp ona izafe edilen amelin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olduğu bildirilmiştir. Hakk insanın (ameli kendisiyle yaptığı) güçleri demektir. (Başka bir delil) Firavun’u âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya davet ederken âlemi Hakkın mahiyetini (tavsi­fine) katmasıydı. Firavun ona şöyle demişti: ‘Alemlerin Rabbi nedir?’25 Soru bir mahiyet sorusuydu ve Hz. Musa soruya şöyle karşılık vermiş­tir: ‘Göklerin, yerin ve ikisinin arasında olanların Rabbidir, eğer inanmış iseniz.’26 Yani aklî delilin ve sahih düşüncenin verdiği bilgi kalbinize yerleşmişse (inanırsınız). Binaenaleyh Hz. Musa âlemi Hakkın mahiye­tinin tanımına katmıştı. Bize göre peygamberler, bütün yaratılmışlar içinde Allah Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir. Firavun ise kendisine verdiği cevapta Hz. Musa’nın doğru söylediğini biliyordu. Fakat orada bulunanları yanıltmak ve onları hafife almak istemişti. Çünkü Onun sorduğu soru, hakikate mutabık olacak şekildeydi. O soru ‘âlemlerin Rabbi nedir?’ sorusudur. Firavun Hz. Musa’ya âlemleri zikrederek soru sormuş, cevap da soruya uygun verilmişti. Firavun kavmine şöyle demiştir: ‘Duyuyor musunuz?’27 Ben mahiyeti soruyorum, o ise izafi şeylerle ce­vap veriyor. Böyle diyerek Firavun onlara karşı mugalâta yapmıştır. Gerçekte izafe edilen Rabbi sormuş, Hz. Musa da ‘Rabbimiz ve önceki babalarınızın Rabbi28 diye cevap vermişti. Hz. Musa Firavun’un kavmi içinde söylediği ‘onların en üstün rableri olduğu’ iddiasına karşılık izafeyi daraltmıştır. Bıına karşılık Firavun şöyle demiş: ‘Size gönderilmiş peygamber delidir.’29 Yani aklı perdelenmiştir, çünkü akıllı kişi, herhan­gi bir şeyin mahiyetini sormaz; sorarsa böyle cevap verilir. Bunun üzerine Hz. Musa hal karinesi itibarıyla tartışma meclisinin gerektirdi­ği üzere, Hz. İbrahim’in Nemrut’a söylediğinin benzerini söylemiştir. Hz. İbrahim ‘Doğunun, batının ve aralarmdakilerin Rabbidir, eğer düşü­nüyorsanız30 demişti. ‘Aralarında bulunan şeyler’ demeseydi, yine de caiz olurdu; çünkü o ikisinin arasında bir şey yoktur. Çünkü burada doğmanın durumu güneşin tepe noktasındaki bulunuşunun, o ise batışının aynıdır. Onlardan bir mekândaki bir hareket, doğma, tepe noktada bulunma ve batmadır. Dolayısıyla o ikisinin arasında demeyi gerektirecek bir durum yoktur. Fakat Hz. Musa ‘o ikisinin arasındaki­ler’ demiştir. Bunun nedeni, orada bulunanlara meselenin kapalı gel­mesidir, çünkü onlar, ‘o ikisinin arasındaki’ ifadesiyle ilgili yaptığımız açıklamayı bilmiyorlardı. Bu nedenle batı ve doğu zikredilmiş -ki bun­lar örfte bilinen hususlardır-, sonra onlara şöyle demiştir: ‘Eğer düşünüyorsanız...’31 Böylece Hz. Musa onları aklî düşünceye sevk etmiştir. Binaenaleyh Hakk bizimle bilindiği gibi yaratıklar O’nunla var olmuş­tur.

Bizden ona ondan bize .

0 bizi över biz de O’nu

Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın kendisine kavmine karşı delil verdiğini söyle­diği Hz. İbrahim ‘Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’ya yönelttim32 demiş, O’nu âlemle birlikte zikretmiştir. Alemin zahiri yaratılmışken batını Hakk’tır. Alem batının hükmüyle tasarruf ederken âlemin batı­nında zahirden kaynaklanan tasarruf batından ortaya çıkan tasarruftur. O halde âlemin batınında -ki HaktırHaktan başkası tasarrufta bu­lunmamıştır. Hakkın tasarrufu, kendi hakkında tasarruf hükmü ver­miştir. Bu bağlamda zahir suret batın surete benzer. Öyle ki bazı kelamcılar, Allah Teâlâ’nın kitabı ve onun hâdis olan okunuşu hakkında şu görü­şe varmışlardır: Kâtibin Kuran’dan yazdığı veya okuyucunun okuduğu her hâdis harfte benzeri olan kadim bir harf bulunur. Kelamcının böy­le bir görüşe varmış olmasının nedeni, hâdis olanın kendi başına var olamamasıdır. Binaenaleyh kadim, hâdise eşlik etmelidir. Bu görüş, Mutezile’nin önderlerinden birine aittir.

Sonra, o kadim kendinden ortaya çıkan ve zuhur eden hâdisin su­retinde olmasaydı, ona ait olamazdı. Bu nedenle âlem Hakkın suretindeyken insan-ı kâmil ise âlemin ve Hakkın suretindedir. Bu durum ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yarattı’ hadisinde beyan edilir* O halde, imkânda bu âlemden daha mükemmel ve iyi bir şey yoktur; olabilseydi Allah Teâlâ’dan daha mükemmeli olmuş olurdu. Çünkü Âdem âlemin bir parçasıdır ve Allah Teâlâ onu kendi suretinde yaratmıştır; O’nun suretinden daha mükemmel suret ise olamaz. Bu durum âlemin Hakk’tan zatî ola­rak zuhur etmesi anlamına gelir. Öyleyse Hakk âlemin aynasıdır. O aynada âlemin suretleri ortaya çıkmış, mümkünler kendilerini varlığı zorunlu Hakkın aynasında görmüşlerdir. Mümkünler var olmada Allah Teâlâ’ya bağlı olukları gibi O da kendisini bilmede mümkünler hakkındaki bilgiye dayanmıştır.

O ancak onlarla oldu

Onlar da ancak O’nunla oldular

O’nların benzeri yok

O’nun da benzeri yok .

Sözümüzden gafil olan insan!

Eşyayla ol, O’nunla olursun

Durum zikrettiğimiz gibi olunca, her kim kendisine karşı insaflı olup nefsine hakkını verirse, hiç kuşkusuz, Hakka karşı insaflı olmuş, O’nun hakkını kendisine vermiş demektir. Çünkü o, haklarıyla birlikte Rabbiyle nefsini ayrıştırmıştır. Bir şeyden ayrılan ve farklılaşan, ayrıl­dığı hususta o şeyin aynı ve benzeri değildir. Fakat ayrışmış olma iti­barıyla onun benzeridir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Bu kitapta aldım her bölümün başında zikredilen şiire vermelisin, çünkü şiirler, bölümde dikkatini çekmek istediğim ölçüde ilgili husus­ları içerir. Bunun yanı sıra şiirde konu içinde söz edilmeyen hususları bulursun. Böylece şiirde zikredilen hususlarla ilave bilgiler elde eder­sin.

DÖRT YÜZ ON ALTINCI BÖLÜM

Kalp Gözünün Bilinmesi Münazelesi

Varlıkta gören kalp gözüdür Yolun büyükleri onunla bakışırlar

Onun halden Hakk girmesine bak                                                                 '

O hazır varlık

Vaktini görenlerden başkası yok Mazi ve gelecek yürüyen bir hadise

Varlıklarda mekân gerçek bir varlık değil Sadece kısır bir hüküm var ortada

İşte bu varlıklarımızın kendisiyle zuhur ettiği Hakk Ben de haberdar ve bilgiliyim

‘O nedir?’ diye sorarsan, akıllar anlayamaz cevabı Akıllar nerede ki? Ortada başka diye bir şey yok

Allah Teâlâ şöyle der: ‘İman eden ve kalpleri Allah Teâlâ’yı zikretmekle mutmain olanlar...’33 Yani bu zikir onları tatmin eder. ‘Dikkat edin! Allah Teâlâ’yı zik­retmekle kalpler mutmain olur.’34 Yani O’nu O’nunla zikreden kalpler mümin olduklarında mutmain olurlar ve her nefesteki değişimde karar kılarlar. Bilindiği üzere belirli bir halde kalmak, mümkün değildir. Çünkü Hakkın sureti, daralmaya imkân vermez. Onun genişlemesi ve açılması, başkalaşmada gerçekleşir. Bu yönüyle Hakk ancak mümkünle­rin hakikatlerinde başkalaşır, onların ise bir sonları yoktur. Öyleyse Hakkın başkalaşması ve halden Hakk girmesinin bir sonu yoktur. O her gün -her nerede olursa olsun‘bir iştedir.’ Her durumda iş böyle de­vam edeceği gibi her durumda bir halden bir Hakk geçmek şeklinde sürer. Göz bir araçtır ve görme gücüyle (basar) görülenler algılanır. Görme gücü Haktır ve sen Hakk vasıtasıyla görürsün. Bir şeyi gören onu bilmiş, bildiğinde onda sükûnet bulmuştur. İnsan sürekli başka­laşmayı gördüğüne göre bilgisi de süreklidir. Bundan dolayı mutmain olur ve sükûnet bulur. Başkalaşmayı gören, Rabbinin kendisini yerleş­tirdiği makamlarda veya kendi dışında ona verdiği ve dikkatini çektiği hususlarda, her nefes O’nun kalbindeki izlerine bakar. Bu makam sahi­bi her nefes yeni bir bilgi içindedir. O sürekli bir yaratılıştayken başka­ları o yaratılıştan perdelenmiştir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demesi­ni emretti: ‘Rabbim! bilgimi arttır.'35 Yani yaratmanın yenilenmesi ne­deniyle benimle gerçek arasına giren karışıklığı ve belirsizliği ortadan kaldır. Yoksa bu durum varlıkta gerçekleşip benim bilmediğim pek çok hayrı kaçırmama yol açmaktadır. Perde benzerlik ve benzeşme demek­tir. Böyle olmasaydı ‘yeniden yaratma’ kimseye belirsiz gelmezdi; hâl­buki yeniden yaratma âlemde her nefes ve her işte gerçekleşir. Alem­deki bu sürekli yenilenmenin farkına varanlar, her bir zaman biriminde âlemin yenilendiğini kabul edenlerdir. Başkaları onlara karşı çıkmıştır. Sürekli yenilenmeyi kabul edenler, hısbaniyye (görececiler, sofisder) diye isimlendirilir. Bununla birlikte onlar, bu konuda gerçeği olduğu hal üzere öğrenememişlerdir. Fakat onlar da ‘Araz iki zamanda baki kalmaz’ diyen Eşariler gibi gerçeğe yaklaşmışlardır; ‘araz’ kendi başına var olmayan her şeydir. Eşariler gerçeğe yaklaşmış olsa bile, Kadı Ebu Bekir’in dışındakiler işin kendinde olduğu duruma tam olarak ulaşa­mamıştır. Kadı Ebu Bekir et-Tayyib, iki noktada gerçeğe ulaşmıştır: Birincisi olguların (ekvan) gerçeği olmayan nispeder oldukları hakkın-

dalci görüşü, diğeri Hakka izafe edilen sıfadarla ilgili görüşüdür. Ona göre bir sıfatın hükmü, başka bir hükmü veren farklı bir anlama aittir. O da gerçeğe yaklaşmış, fakat işin kendinde bulunduğu duruma ulaş­mamıştır. Bununla birlikte ‘Hakkın duyması ve görmesi O’nun bilgisi­nin aynıdır’ diyenlerden ayrışmıştır. Bakıllâni bu görüşte değildi.

Fas’ta Ebu Abdullah el-Kennanî’yi görmüştüm. Devrinde Batıdaki kelamcıların imamıydı. Bir gün bana ilahi sıfatlar hakkinda soru sor­muş, bizim o konudaki görüşümüzü söylemiştim. Sonra şöyle dedim: ‘Senin bu konudaki görüşün nedir? Kelamcılar la aynı mı düşünüyor: sun, yoksa onların görüşünden farklı düşündüğün bir yön var mı?’ Bana şöyle cevap verdi: ‘Bu konudaki görüşümü söyleyeyim: Zata ilave kabul edilen sıfatların varlığını kabul etmek, bana ve kelamcılara göre zorunludur. Fakat bu ilavenin farklı ve pek çok hükme sahip bir hakikat oluşu veya her hükmü gerektiren bir anlam olduğu hakkında delilimiz yoktur. Bence insaflı görüş budur ve bunun dışında delil arayan eleştiriye maruz kalır. İlave kabul edilmelidir. Fakat biz şöyle deriz: Sıfat ne O’dur ne O’ndan başkadır! Çünkü bu ilmin uzmanları­nın ‘iki başka’ hakkındaki görüşlerini bilmiş olmalısın.’ Ben de şöyle dedim: ‘Sana Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in rüyayı tabir eden Hz. Ebu Bekir’e söylediğini söylerim: Bir kısmında isabet ettin, bir kısmında yanıldın!’ Bunun üzerine bana şöyle dedi: ‘Seni eleştirmem, fakat (sıfadar hakkındaki) zaitlik hükmünden de dönmem; Allah Teâlâ bana sana açmış oldu­ğu bilgiyi açarsa durum farklı! Bununla birlikte kelamcılar vardıkları görüşlerde birbirlerinden farklı düşünür.’ Bu onun görüşüdür. Ben de üstadm insafı ve kendisi hakkındaki dürüst şahitliğine hayran kaldım: Benden farklı düşünmekle birlikte beni suçlamamıştı. Bu tavrıyla Allah Teâlâ’nın bir bilgiye sahip olarak şaşırttığı kimselere benziyordu, fakat bu şaşırma, bana göre onun imanına değil, aklına zarar vermekteydi.

Sonra konuya dönüp şöyle deriz: Kalp gözü (veya kalp gözüyle görmek), zahirî, batın, ilk ve son olarak Hakkın âlemin hallerinde bulunduğu durumu (görür). İsimler çoğalsa bile, isimlendirilen tektir. Fakat anlaşılan bir değildir ve böylece dua eden neye dua ettiğine şaşı­rır: Acaba isimlendirilene mi, yoksa anlama mı dua edecektir? Çünkü

ilahi isimler anlamsız bir şekilde çoğalmamalardır. Bu yönüyle isimle­rin çoğalmasıyla ilgi nispetlerin bulunması gerekir. Buna göre el-Alim isminden anlaşılan şey el-Hay isminden, ondan anlaşılan ise el-Alîm isminden anlaşılandan farklıdır. O halde Hay, Âlim’in (isimlendirilen bakımından) aynısıyken el-Hay’dan anlaşılan şey ile el-Âlim’den anlaşı­lan veya el-Kadir, el-Aziz, el-Âlî, el-Müteal, el-Kebir ve el-Mütekebbir isimlerinden anlaşılan bir değildir. Biz ‘bu isim O’ndandır’ demedik veya Allah Teâlâ’ya bu ismi biz vermedik. O kendisini bizim için böyle isim­lendirmiştir. Bu isim O’nun (kendiliğindeki) ismi midir, yoksa o isim­den anlaşılan şeyin ismi midir? O’ndan anlaşılan gerçek bir şey midir, yoksa bir nispet midir? (Bunu bilmiyoruz). Ayrıca ilahi isimlerde Allah Teâlâ’ya ortaklığımız, bu konudaki en garip işlerdendir. Sonra Allah Teâlâ ara­mızdaki benzerliği ortadan kaldırmıştır. Buradan şu hususu kesin ola­rak anlamalısın: İlahi isimler kendilerinden anlaşılan mefhum itibarıyla benzerliği ortadan kaldırmazlar.

Biz hayret ettik 0 da

Kim şaşırmışsa, yürümemiş

Benim varlığımı uzaklaştırdı

Sonra komşu kadar yaklaştırdı

Benim için bir yer belirledi

Bana bir yer gösterdi

Orada ebedi olarak kalır

Onun döndüğü, yerde döndük

Kim kulak verir ve kim söyler?

Hisar kim? Ev kim?

Mülkü olmayan bir hükümdar:

Hiç olur mu öyle bir iş?

isteyen kimse çağırdı                                                                                           -

Onun diyarı ateş oldu

Allah Teâlâ bana bir yer belirlediğinde o yer O’nun içindir. O’nunla du­yarım, O’nunla görürüm, kalbim O’nu sığdırır. Bana bir yer belirledi­ğinde, kendisi oraya yerleşir, ben de oraya yerleştiririm. O hüviyetiyle yaratıklarından beni gizler. O zahirdir, ben ise örtüsünün altında giz­lenirim. Bir araçla veya nispetle duyduğunda, benimle duyar ve benim­le görür. Ben de O’nunla duyarım, O’nunla görürüm. O nafilelerle bendedir, çünkü O asıl, ben ilaveyim; çünkü suretin zahiri benim. Ben ise farzlarla O’nda bulunurum. Benimle duyar, benimle görür.

Hakkın kulağı olursa kişi, duyan Hakk’tır kul değil                               ,

Hakkın gözü olursa kişi, gören Hakk’tır kul değil

Başkalaşma değişir de göz bir Böyle bir iş için uğraşmaya değer

DÖRT YÜZ ON YEDİNCİ BÖLÜM

'Ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır' Münazelesinin Bilinmesi

Peygamberlik ecri kesin

Fakat gönderen Allah Teâlâ’ya kalmış o ecir

Bu öyle bir adalet ki ona dayanmıştır Alemdeki varlıklar sürekli olarak

Affetmek ve uygun bir şekilde bağışlamak siler Hükmü koyana karşı hakları

Tahsis edersen affetmek bir nezir, Allah Teâlâ’nın dışındakiler Kendisini anlayan için bir hazine

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kim bağışlar ve arayı düzeltirse, ecri Allah Teâlâ’ya kalmış­tır.’36 Başka bir ayette ‘Evinden Allah Teâlâ’ya ve peygambere hicret etmek üzere çıkıp sonra ölümün yakaladığı kimseye ücretini vermek Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’37 Allah Teâlâ kitabında bütün peygamberlerin ümmetlerine şöyle söyledikleri­ni bildirmiştir: ‘Biz sizden bu konuda ücret istemiyoruz.’38 Yani tebliğ görevine karşılık olarak ücret talep etmiyoruz. ‘Benim ücretim Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’39 Çünkü peygamberi tebliğ işinde görevlendiren Allah Teâlâ’dır.

Bilmelisin ki Allah Teâlâ peygamberlerine iman etmeye kendilerini ima­na yönelttiği için kullarına karşı lütuf ve ihsan sahibidir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya şükretmek onların üzerindeki bir vecibe olduğu gibi peygam­berleri de hoşnut etmeleri de gerekir. Allah Teâlâ peygamberin ücretini ken­disi üsdenmiş, bu üsdenme, -vasıtasıyla onlara hidayet ettiği içinmüminlerin peygamber karşısındaki vecibelerini içermiştir. Böylelikle Allah Teâlâ peygamberini tebliğ ücretini iki kat yapmıştır: Birisi tebliğ ücre­ti, diğeri ise müminlere vekil olarak (kendisine verdiği ücret). Çünkü Allah Teâlâ bize kendisini vekil edinmemizi emrettiği üzere kullarının vekili­dir. Allah Teâlâ ‘O’nu vekil edinin40 buyurur. Bununla birlikte müminlere ait nimetten hiçbir şey eksilmez.

Bilmelisin ki peygamberin tebliğ ücreti gönderildiği ümmetinden kendisine inanmaya karşı direnip itiraz edenlerden çektiği meşakkate göre değişir. Bütün peygamberlerin bu konudaki ücretinin değerini ancak Allah Teâlâ bilebilir ve o ücret belirlenmiş değildir. Peygambere iman edenlerin davranışından dolayı Allah Teâlâ’nın kendisine vereceği ücret ise iki kısma ayrılır: Birincisi gönderildiği insanların peygamberin kendisini gönderen Hakkın katındaki, mertebesine ve yerine dair bilgilerine bağ­lıdır. Bu itibarla Allah Teâlâ peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır. İkincisi de vahyinde getirmiş olduğu ve sıfatın kendinde bulunduğu kimse adına müjde olduğu hususlar ölçüsündedir. Söz konusu sıfat, kimde bulunursa Allah Teâlâ katında mududur. O sıfat sahibi­nin kendisine karşı davranışı, Allah Teâlâ’nın peygambere verdiği ücretin kendisidir. Müminin hali peygamberliğin değeriyle eşit olursa, sorun yoktur; peygamberliğin gerektirdiği saygıya göre eksik kaldığında Allah Teâlâ keremiyle cahilin bilgisizliğine bakmaz ve peygamber hakkındaki bilgisine göre onun hakkını öder. Allah Teâlâ her şeyde bir derece yaratmış­tır: Bu bağlamda yüce vardır, daha yüce vardır. Allah Teâlâ’ya, peygamberine ve onun getirdiği vahye iman üstün bir davranış olsa bile, iman, şube ve kısımlarına göre derecelenir. İman yetmiş küsur şubedir: En aşağı derecesi yoldan eziyet veren şeyi kaldırmak iken en üstün derecesi ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demektir. İkisinin arasında ise başka dere­celer vardır. Bütün iman şubelerini kendinde toplayan kimsenin (iman etmesine) karşılık peygamberin Allah Teâlâ’dan alacağı ecir ve ödül, yüceyi ve en yüceyi bilen Allah Teâlâ katındaki menzillerine göre değişir. Peygamberin ücretlerinin nasıl olduğuna balanız! Tebliğ ücreti, Hakk ediş ücretidir; çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi şöyle der: ‘Karşılığında ücret aldığınız işlerde en Hakk sahibi olan, Allah Teâlâ’nın kitabıdır.’

Sahabe içinden hakkında henüz ayet indirilmemiş hususta soru so­rup ayetin indirilmesine vesile olanlar nedeniyle de peygamber ecir Hakk eder. Allah Teâlâ kendisine vereceği ecrin yanı sıra -o kişinin vekili olarakpeygambere ecri öder. Gönderildiği ümmet içinde peygamberin dave­tini reddedenlere karşılık peygamber adına Allah Teâlâ katında sıkıntı ve musibete (sabretme) sevabı vardır. Peygamber ümmeti içinden kendi­sine karşı çıkanların sayısı ne kadar olursa olsun, davetini reddedenler sayısınca ecir alır. Aynı zamanda peygamber kendine karşı çıkanlardan eziyet ve musibet sevabı alır; çünkü peygambere inanmamak onun için bir tür eziyettir. Çünkü peygamber yapılması gereken bir emri yerine getirmelde onu yapmaya terk eden kişi peygambere asi olmuş demek­tir. O halde peygamberin bu durumda musibete uğramış ve belaya maruz kalmış kişi sevabı almış olması gereldr. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’ya kalmıştır ve Allah Teâlâ bütün peygamberlere bunları öder.

Ecri Allah Teâlâ’ya kalanların ikinci türü, hicret ettiği menzile ve evine ulaşmadan önce ölen muhacirin ücretidir. Böyle birisinin ücreti de kendisini hicrete yönelten sebebin değerine göreAllah Teâlâ’ya kalmıştır. İnsanlar bu konuda derece derecedir. Bu kez Allah Teâlâ kendisine vereceği ecirde peygamberin vekili olur, çünkü o insan Allah Teâlâ’ya ve peygamberine hicret etmek üzere yola çıkmıştır. Sonra, bu muhacir, kendisine geleiı ölüm nedeniyle kaçırma ecrinin sahibidir ve o da Allah Teâlâ’dandır. Çünkü onu engelleyip varmak istediği menzile ulaşmasını engelleyen Allah Teâlâ’dır. Öyleyse diyet, Allah Teâlâ’nın borcudur. Ölen kişi bilgili ve akıllı birisiyse, Allah Teâlâ’ya kavuşmaktan ve O’nu görmekten daha üstün bir ücret olamaz ve ölüm sayesinde bu ecri elde etmiştir. Öyleyse ölüm onun için yaşa­yıp menzile varmasından daha üstündür. Çünkü hayatta kaldığı sürece karşılaşacağı değişimleri bilemez; süratle değişen ve başkalaşan tehlike­li bir diyardadır. Bu konuda İmam Buharî’nin Ömer b. el-Hattab’dan, onun da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktardığı bir hadis vardır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ameller niyedere göredir, herkes için niyet ettiği vardır; kim Allah Teâlâ’ya ve peygambere hicret ederse, onun hicreti Allah Teâlâ’ya ve peygamberinedir; kim dünya için hicret ederse, ona ulaşır veya bir kadın için hicret eden onunla evlenir ve hicreti kendisi için hicret yaptığı şeye olur.’ Sonra bütün ecirlere, Allah Teâlâ’nın keremi ve zenginliği eklenir. Bü­tün bunlar ‘Cennette gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç bir insanın aklına gelmeyen nimeder vardır’ hadisi kapsamı altındadır. Hadiste ‘hiçbir insan’ derken kastedilenler, nimetlerin verildiği kimser lerdir. Ayrıca bütün bunlar, ayette zikredildiği üzere, ‘İyilik yapanlar için fazlalık vardır41 ayetinde belirtilen nimetlere dâhildir. Buradaki fazlalığı Allah Teâlâ kimse adına belirlememiş, ücreti Allah Teâlâ’ya kalan başkaları hakkında ücreti ‘gerçekleşmiş’ -ki vücûb demektirdiye ifade ederek pekiştirmiştir. Çünkü ücret, bazen zorunluluk olmaksızın, cömertliğin gereği olurken bazen zorunluluğun gereği olur. Zorunluluğun (vücûb; Hakkın kendine ecri zorunlu kılması) gerektirdiği ücret, daha üstün­dür. Nitekim (vücûbu ortaya çıkartan) farzlar Allah Teâlâ’ya göre nafile ibadederden daha üstün ve sevimlidir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın şöyle dediği aktarılır: ‘Hiçbir kimse bana farz kıldığım şeyden daha sevimli bir amelle yaklaşamamıştır.’ Allah Teâlâ farz ibadeti daha sevimli kılmıştır. Şöyle

devam eder: ‘Kul nafile ibadetlerle bana yaklaşmayı sürdürür, en so­nunda onu severim, onu sevdiğimde duyması, görmesi olurum.’ Bu durum, nafile ibadetlerin neticesiyken farzların neticesi hakkında ne düşünürsün? Farzların neticesi kulun Hakkın duyması ve görmesi olmasıdır. Bunu keyfiyetini daha önce açıklamıştık. Böyle bir durumda Hakk kulun iradesiyle irade eder. Bu makam Arapların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında zikrettikleri makamdır. Nafilelerde kul Hakkın iradesiyle irade eder. Söylediğimiz görüşün anlamı ve hakikati, Hakkın yaratıkla­' rın niteliğiyle nitelenmesiyle ve öteki tarzında ise kulun Hakkın nitelik­leriyle nitelenmesinde ortaya çıkar. Bu husus, şeriatta mevcuttur.

Ücreti Allah Teâlâ’ya kalan üçüncü kimseler, yapılan kötülüğü bağışlayıp ‘sulha yönelen’ yâni kötülük yapana iyilikle davranan ve kötülük yap­mayı gerektiren bir işe karşı iyilikle karşılık verenlerdir. Sulha yönelen derken kastedilen budur. Bu makama yüksek himmediler (himmet-i âliye) erebilir. Çünkü Allah Teâlâ insana kendisine yapılan kötülüğe karşı kötülük ölçüşünce cezalandırma hakkı tanımışken o kişi sulhu seçerek hakkını bırakmış, Hakkın ‘kötü’ diye nitelediği bir davranışın mahalli olmak istememiştir.

Kerim’in nefsi her durumda kerim                                       ,

Arzular ve kaderler onunla cereyan eder

Allah Teâlâ nefislerde onun kadriyle hüküm verir

O hükmü muhtar olandır

Aklım beğenen kişi gelir

Onun verdiğinden başka bir hüküm verir ve hayrete düşer

Allah Teâlâ ‘Eti güzel olanla savuştur42 buyurur. Bu ayet kötülüğü dü­zeltmekle ilgilidir. ‘Böyle yaparsan seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, samimi bir dost haline gelir. Buna ancak sabredenler göğüs gerebilir.’43 Yani bu niteliğe nefislerini yapılan kötülüğe karşı kötülükle cezalan­dırmaktan uzaklaştırabilenler göğüs gerebilir. İnsanlar bu meselede dikkat çektiğimiz hususun kadrini bilmiş olsalardı, hiç kimse kendisine

kötülük yapanı kötülükle cezalandırmaz, âlemde sadece bağışlayan ve barışanları görürdün. Fakat insanların gözleri üzerindeki perdeler yo­ğundur. Bu perdeler nefsanî gayeler ile hemen sonuç alma ve cezalan­dırma arzusundan ibarettir. Hâlbuki insan Allah Teâlâ’nın kendini yükümlü tuttuğu hususlara karşı çıkmakla O’na karşı nasıl bir suç işleyip nasıl bir tehlikeye düştüğünü hatırlamalıdır. Buna rağmen Hakk ona dünya hayatında mühlet verir, dünya hayatında kendisi izhar edene kadar günahını göz ardı eder. İnsan kendi günahını izhar edince, kendisine ilahi cezalar uygulanır ve kendisini tehlikelere atmış olur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (zina suçunu itiraf eden biri hakkında) şöyle demiştir: ‘O kişi zina suçunu itiraf etmeseydi, Allah Teâlâ günahını örtecekti.’ Yazıcı me­lekler kulun kötü fiillerinden ancak onun konuştuklarım yazar. Bu durum ‘Telaffuz ettikleri her sözde onları yanında bir gözetmen vardır44 ayetinde belirtilir ki, kastedilen yazıcı meleklerdir. Bununla birlikte melekler yaptıklarımızı bilir. Fakat ayette ‘yaptıklarınızı yazarlar’ de­nilmemiştir. Allah Teâlâ’nın kereminin bir yönü keşif ile öğrenilmiş ve riva­yetlerin dile getirdiği şu husustur: Kul günah işlediğinde melek güna­hını yazmak hususunda kendisinden izin almakla memur olduğu arka­daşına ‘yazayım mı?’ diye sorar. Âmir melek şöyle der: ‘Yazma! Güna­hı işlemesinden itibaren altı saat bekle! Tövbe eder ve bağışlanma dilerse, günahını yazma. Altı saat geçer ve bağışlanma dilemezse, onu tek bir günah olarak yaz ve ‘ben şu günahı işledim’ demeden veya günah sözle işlenen bir günah olmadan günahı yazma! O kadar bir süre geçtikten sonra günahını yazarsın.’ Hangi mümin günahından sonra altı saat geçtiği halde istiğfar etmez ki?

Bu kısımdakilerin ecri iki bakımdan Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Birincisi af­fetme ücretidir ki, zıdardan olduğu için O’ndan gelen affetme ücreti çoktur. Diğeri arayı bulma ve ıslah ücretidir. Bu ise yapılan kötülüğün yol açtığı hali düzeltecek şekilde iyilikte bulunmaktır. ‘Allah Teâlâ ihsan sa­hiplerini (iyilik yapanları) sever.’45 Barışmak diye ifade edilen bu iyilikte başka bir şey bulunmayıp hiçbir şeyin denk olamayacağı Allah Teâlâ sevgisi bulunmuş olsaydı, yine de ücret çok sayılır, bu nitelikteki birinin Allah Teâlâ’ya kalmış olan ecri sevenin sevdiğine verdiği ecir olur ve sevgi men-

zilinin vermiş olduğu ücret yeterli olurdu. Hiç kimse sevenin sevdiğine verdiği ücreti takdir edemez.

Böylece ücreti Allah Teâlâ’ya kalmış kimsenin ücretine kısaca ve özetle değinmiş olduk. Çünkü bu makam yüce, menzilleri ise pek çoktur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

'Anlamayan O'na hiçbir şey ulaştıramaz' Münazelesinin Bilinmesi

Gerçeği anlayan kimse öyle biri ki

Rahman her varlıktan hitap eder ona                                           .

Varlığın etrafında döndüğü kişidir o                      .

Her mekân onun hükmünde

Umutsuzluk öyle birine tahsis edilmiş ki İki kabza hikmeti onu içermiş '

Allah Teâlâ bize hükmünü açıklamış Alemde bulunan iki fırkayla

Zıddı onun zıddı bilmez                                                                        .

Hakk ise kuşkusuz bizce malum

O’nun için misil sabit olmuş ve Daha sonra benden olumsuzlanmış

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar dediler ki, kalplerimizde bizi çağırdığın şeye karış kilit var.’46 Bilmelisin ki kelam, iki kısma ayrılır: Birincisi harfler denilen maddelerdeki kelamdır. O da iki kısma ayrılır: Bir kısmı yazılı­dır ve yazılar işaretlerdir. Bu kelam ‘yazı diye isimlendirilir. Diğer kısmı telaffuz edilen sözdür ki, bu kısma söz ve kelam denilir. Kelamm ikinci türü maddelerde değildir. Maddelerde bulunmayan bu kelam bilinir, fakat anlaşıldığı söylenemez. Duyması bir araca bağlı olmaksı­zın, maddeden münezzeh olan Hakk vasıtasıyla duyanın bilgisi o kela­ma ilişir. Maddede bulunmayan kelam ancak kendine uygun bir şey vasıtasıyla duyulabilir. Maddede (harfler) bulunan kelam, anlaşılabilir. Anlamak, bilgideki özel bir ilgi ve taalluk demektir. Bir kelime terim itibarıyla konuşanın muradından farklı pek çok anlam içerdiği halde, dinleyenin konuşanın o kelimeyle kast ettiğini bilmesi, ‘anlamak’ deni­len şeydir. Bir kelimeden konuşanın muradı tam olarak bilinmeyip kelimede pek çok anlam bulünmuş ve konuşanın bu anlamlardan han­gisini kastettiği bilinmeyebilir: Acaba onların hepsini mi, yoksa birini mi yoksa başka bir şeyi mi kastetmiştir? Bununla birlikte kelimenin medlûlünü bilmekle birlikte, kelime hakkında anlayış sahibi olduğu söylenemez. Böyle bir insan terimi bilmiş olduğu için sadece bütün medlulleri hakkında bilgi sahibidir. Çünkü dinleyene göre konuşana hakim olan hal iki durum olabilir: Birincisi kelimenin dildeki bütün anlamlarını bilmedeki eksikliktir. Diğeri ise kelimenin dildeki anlamla­rını bilmiş olsa bile, hal karinesinin gerektirmiş olduğu bir anlamı göstermek üzere kelimeyi kullanmış olmasıdır. Kelimeyi söyleyenin maksadını anlayan, kelime hakkında anlayışın verildiği kimsedir. Bil­meyen ise (söyleneni) anlamamış olduğu gibi konuşan kişi adeta ko­nuşmasında ona herhangi bir şey ulaştırmamış demektir.

İlahi kelam bir kavmin diliyle nazil olup o dilin sahipleri Allah Teâlâ’nın farklı anlamlara sahip bir kelimedeki muradını anlamada görüş ayrılı­ğına düştüklerinde, aradaki görüş ayrılıklarına rağmen her biri, O’nun söz konusu kelimeyle kast ettiğini anlamış sayılır. Çünkü Allah Teâlâ bir kelimeyle kastedilen bütün yönleri ve anlamları bildiği gibi bir şahsa kıyasla bütün vecihler Allah Teâlâ’nın kastettiği vecihlerdir. Yegâne şart dilin sınırlarına riayettir. Dilin sınırlarının dışına çıkarsak, ne anlayış kalır ne bilgi! İşaretleri kabul eden sufılerde de durum böyledir. Onların Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında ‘işaretler’ olarak kabul edilen anlayışları da Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında bir anlamadır. Çünkü söz konusu anlam, işarete mazhar olan adına Allah Teâlâ tarafından kast edilmiştir. Hâlbuki yaratılmı­şın kelamı bu özellikte değildir. Kelimenin her veçhi hakkında Allah Teâlâ tarafından anlayış verilen kimseye, hikmet ve sözü ayırma gücü veril­miş demektir. Sözü ayırma gücü, kelimedeki anlamları ve verilileri ayrıştırmaktır. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiştir. Burada ‘çokluk’, kelimelerdeki vecih ve yönlere işaret eder. Kimin kalbi kilidiyse veya kalbinin üzerinde kilit bulunuyorsa veya basireti körse veya paslanmış veya kalbi üzerinde bulunursa, hiç kuşkusuz ayetieri tevile kalksa bile, Allah Teâlâ kendinden anlamak ile onun arasında engel koymuş demektir. Bu nedenle böyle insanlar Allah Teâlâ’nın ayeüerini alay, dinini oyun ve eğlence edinirler. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın kullarına söylemiş olduğu sözlerin anlamını Allah Teâlâ’dan anlamamış olmasıdır. Bu nedenle (münazelenin başında) ‘anlamayan O’na hiçbir şey ulaştıramaz’ denilmiştir. Kalp üzerindeki kir pas demektir. Bunlar Allah Teâlâ’nın kendilerini görmeye davet etmediği şeylerin sureüerinden ibarettir. Kalplerin cilalandırılması ise zikir ve tilavede gerçekleşir.

Kalpteki kilide gelirsek, böyle bir kalp ‘çadırlarda hapsedilmiş çe­kik gözlüler’ gibidir. Öyle bir kalp doğa evinde annesiyle meşgul olan kimseye benzer. Onun babası olan Allah Teâlâ’nın ruhundan haberi yoktur. Dolayısıyla sürekli kilitlenme karanlığındadır. Bu karanlık, doğanın perdesidir. Başka bir ifadeyle kalp karanlık ve kilit perdeleri içindedir. Böyle birisi dinler ve anlamaz. Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler gibi olmayın’*7 buyurur. Yani onlar anla­mazlar. Kulaklarında ağırlık veya sağırlık bulunanlara gelirsek, ağırlık, kendisini âhiretten alıkoyan dünyevî sebeplerin ağırlığıdır. Kir ise kalbin iç konuşmasının tesirini kabul etmeyecek şekilde katı olmasıdır. İç konuşmayla gelen hatıra, kalbe bu davetçiye -ki Şâri’dirkulak ver­meyi ve onun sözleri üzerinde düşünmeyi tavsiye eder. ‘Onda taşkınlık yapın ki baskın gelesiniz’48 ayetinde belirtilen bu durumdur. Yani bir davet duyup geri dönmesinler ve vahyi anlamasınlar. Çünkü Kuran onların diliyle hitap ederek ‘Sağırdırlar, kördürler, onlar geri dönmez­ler549 ve ‘Sağırdırlar, kördürler, düşünmezler’50 der. Allah Teâlâ onları sağır yapmış, gözlerini köreltmiş, dillerini mühürlemiştir. Onlar söylemek üzere davet edildikleri şeyi söylemezler.

Kalpte bulunan kilide gelirsek, kilitler, kıyamet günü mazeret be­yan edenlerin kalbindedir. Onlar şöyle derler: cBiz kalplerimizi kilitle­memiştik, onları kilidi bulduk.’ Bu durum, ‘O sözü sona cedel olmak üzere misal diye verirler, onlar hasım bir topluluktur’51 ayetinde belirtil­diği üzere, cedelin bir yönüdür. (Onlar der ki) biz kalpleri kimin kilit­lediğini öğrenemedik. Onlardan çıkmak istedik fakat kilidi ve mührü açmaktan korktuk; belki kendisi açar umuduyla, kilitleyenin gelmesini bekledik. Bu hususta yapabileceğimiz herhangi bir iş yoktu. Onlardan birisi Ömer b. el-Hattab’dır. Başka bir ifadeyle Ömer b. el-Hattab ‘kilit ehli’ idi. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yoksa onların kalplerinde kilit mi var­dır?’52 Allah Teâlâ kalbin açılma işini üsdendiğinde, Hz. Ömer müslüman olmuş, Allah Teâlâ da onun vasıtasıyla İslam’ı güçlendirmiş ve desteklemiş, Allah Teâlâ ondan razı olmuş, o da Allah Teâlâ’yı razı etmiştir.

Böylece ‘Allah Teâlâ’dan anlamamak’ denilen şeyin sebeplerini vaktimiz ölçüşünce özededik.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.3

DÖRT YÜZ ON DOKUZUNCU BÖLÜM

'Görevlendirmeler -ki ilahi yönlendirmeler ve şevkler demektirMünazelesinin Bilinmesi

Yönlendirmeler kesin bir delil hiç kuşkusuz Hükmedici mülkün varlığını gösteren deliller

Rahman onun sayesinde babamızı halife yaptı 0 verenin varlığına delil

Hüküm her hadisede onları ortaya çıkartır Bizde de bir hal var

Nefisler onların söylediklerini bilir Onları ancak verdikleri engeller

Bilmelisin ki Allah Teâlâ yeryüzünü imar eden msan, cin ve bütün canlı­lar üzerinde görevli halifeler belirleyip onları hemcinslerinin önüne geçirip kendilerine imam yaptığında, halifeleriyle arasında görevli bir elçiyi belirlemiştir. Elçi Ruhu’l-emin yani Cebrail’dir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ göklerdeki melek veya feleklerde yüzen yıldızları yeryüzünde ve gök ile yeryüzünün arasındaki her şeyi -kendinden bir nimet olmak üzereonlara amade kılmış, yeryüzünde bulunan her şey üzerinde tasarrufta bulunmalarına müsaade etmiştir. Allah Teâlâ halifelerini apaçık ayetlerle desteklemiştir. Bu ayeder (mucizeler) sayesinde gönderildik­leri kimseler onların Allah Teâlâ’nın halifeleri olduklarını öğrenirler. Allah Teâlâ onlara ilahi isimlerle ‘taalluk’ denilen tarzda yönettikleri kimseler ara­sında hükmetme imkânı vermiş, onların nefislerine yasalar (şerai) yer­leştirmiş, sınırlar koymuş, kendilerine mahsus olmak üzere uydukları kurallar belirlemiştir. Yönettikleri kimselerin (reaya) söz konusu kural­ları kendileri için yasa kabul etmeleri veya bu yasalarda halifelere uy­maları söz konusu değildir. Ardından Allah Teâlâ onlar için kendilerinin ve halklarının uyduğu başka bir takım yasalar daha tespit etmiş, elçilerin (melekler) kendilerine indirmiş olduğu kitaplar yazmıştır. Ümmetleri o kitapları dinleyip onları üzerlerine halife olarak atayan Allah Teâlâ’nın in­dirmiş olduğu kuralları öğrenir ve onlara riayet ederler, açıkta veya gizlide onlara göre davranırlar. Kitapların bir kısmını Allah Teâlâ kendi eliyle yazmıştır. Allah Teâlâ’nın kendi eliyle yazdığı kitap, Tevrat’tır. Bir kısmını Cebrail gizli kitaptan (kitab-ı meknûn) onlara indirmiştir. Cebrail o kitabı ‘büyük defter’ denilen bir yerden aktarılarak Allah Teâlâ’nın Arş’ından indirmiştir. Orası imam-ı mübindir (açık imam) ve Arş’ında kendisiyle beraberdir. Ondan Levh-i mahfuz’a kıyamete kadar dünyada gerçekle­şecek tasarruflar aktarılmıştır. Bunlar, âlemdeki hareket, durağanlık, bir araya gelme, ayrışma, eceller ve amelleri kapsar. Sonra, Allah Teâlâ bütün bunları gizli bir kitap içerisinde yakın semaya indirmiş, onu saygın ve temiz yazarların (melekler) ellerine tevdi etmiştir. Onlar, ellerinde saygm-yüce sayfalar taşıyan mukaddes ruhlardır. Bu sayfalarda Allah Teâlâ’nın iman edenlere vaat ettiği ilahi vaatler bulunur. Onlar Allah Teâlâ’ya, melekle­rine, kitaplarına, peygamberlerine, peygamberlerin bildirdiği kıyamete ve dirilişe, kıyamette Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkmdaki hükümlerine iman edenlerdir. Allah Teâlâ bütün bunları peygamberlerini kendisiyle göndermiş olduğu hakkın (Kur’an) suretinde bizzat üstlenmiştir ki, bunu kendile­rine uygulamakla kullarının nezdinde onları fiilen tasdik edebilsin! Nitekim peygamberlerin gösterdikleri mucizelerle perdelenirken de onları tasdik etmiştir. Böylece iman eden iman etmiş, inkâr eden inkâr etmiştir. Zuhuru hakkında iş ise kullarına ait kalmıştır. Allah Teâlâ ise onla­rın arasında hüküm verme işini üstlenmiştir. ‘O, aziz ve âlimdir:53 Allah Teâlâ kullan arasında hüküm verip adil davranır, ihsanda bulunur ve onları iki gruba ayırır: ‘Bir grup cennete, bir grup cehenneme gider.’54 Burası Rahman’ın hapishanesidir. ‘Biz cehennemi kâfirler için hapis yaptık.’55 ‘Onları sınırlayan bir hapis yaptık’ demektir. Allah Teâlâ iki grup içinden muduları ikram diyarına indirir. Orası Allah Teâlâ’nın razı olduğu yerdir, çünkü orası Rıdvan’ın yeridir. Diğer yer ise hapishanedir ve Malik’in yeridir. Malik güçlü demektir. Hamuru iyi yoğurduğunda ‘meliktu elacine’ denir. Kays b. el-Hatim okunu överken şöyle der:

Onunla avucumu güçlendirdim, bastırdım

Ayakta duran ardında bulunanı görür

Yani onunla avucumu güçlendirdim demektir. Böylece müminler adına Allah Teâlâ katında bulunan iyiliklere dair vaader ve müjdeler iner. Onlar amel sahipleri, Allah Teâlâ’nın koyduğu kurallara riayet edenler, müslüman erkek ve kadınlar, ibadet eden erkek ve kadınlar, doğru sözlü erkek ve kadınlar, sabreden erkek ve kadınlar, huşu sahibi erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadın­lar, ırzlarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve kadınlar, tövbe eden erkek ve kadınlar, ibadet eden erkek ve kadınlar, hamd eden erkek ve kadınlar, seyahat eden erkek ve kadınlar, rükû ve secde eden erkek ve kadınlar, iyiliği emreden kötülükten uzaklaştıran erkek ve kadınlar, boş ve anlamsız işlerden yüz çeviren erkek ve kadın­lardır. ‘Onlar namazlarını sürekli kılarlar.’56 Onlar namazlarından gafil değildir vs. bu şekilde Allah Teâlâ’nın vahiyde zikrettiği beğenilmiş sıfadara sahip insanlara müjdeleri vardır. Allah Teâlâ onları Firdevs cennetine vâris olmakla müjdelemiştir. Orası cennetin ortasıdır. Allah Teâlâ ‘Onlar orada kalıcıdır57 der. Bunun yanı sıra sürekli nimette kalacaklarını söyleyerek onları müjdelemiş, kendilerinden razı olduğunu bildirmiş, -onların adına konuşarakonların da kendisinden razı olduklarını söylemiştir. ‘Allah Teâlâ onlardan, onlar Allah Teâlâ’dan razı!’58 Burada Kuran lafızlarının işaret ettiği rızayı anlayanların kavrayabileceği bir sır vardır. Rıza halinin onlarda gerçekleşmiş olduğunu bildiği için, Allah Teâlâ kesin ifade kullan­mıştır. Sonra Allah Teâlâ kitaplarında, sayfalarda ve halifelerinin (peygam­berler) dilleriyle tehdit ve uyarı bildiren ayeder indirmiştir. Allah Teâlâ’yı inkâr eden, ikiyüzlü davranan veya ayetlerin bir kısmma iman edip bir kısmını inkâr eden, şirk koşan, yalan söyleyen, zulüm yapan, haddi aşan, kötülük yapan, muhalif davranan, asi olan, yüz çeviren, fasık olan, geriye dönenlerden söz etmiştir. Dünyada böyle davranan veya bu niteliklerin birinin veya hepsinin bulunduğu bir kişi yaşarken piş­man olur ve tövbe eder, tövbe etmiş halde vefat ederse, onun Rabbine kavuşacağı ve Rabbinin kendisinden razı olacağını müjdelemiştir. Allah Teâlâ ona imkân verir de, tövbesinden sonra onu yaşatır ve kişi salih amel işlerse, bu kez günahlarını iyiliğe çevirir. Yani tasarrufta bulun­duğu kötülüklerin yerini iyilikler alır. Allah Teâlâ’nın kendisini muvaffak kıl­dığı ölçüde, kötü fiilini itaate çevirir, ona merhamet eder, bundan önce kendisinden meydana gelen bütün davranışları bağışlar, herhangi bir iş nedeniyle onu cezalandırmaz.

Allah Teâlâ’nın kendisine ve peygamberine iman edenleri müjdelediği ve inkâr edenleri tehdit ettiği ilahi müjdeler ve vaader, Allah Teâlâ’dan halifele­rine böyle gelmeye devam eder. Bu durum, vahiy indirilen halife -ki peygamberdirölene kadar sürer. Halife olma vaktinden ömrünün sonuna kadar, ilahi haberler kendisine gelmeye devam eder. Bir halife ölünce, ya Allah Teâlâ’nın vahiyle kendisine bir vekil bırakır veya işi arkadaşla­rının istişaresine bırakır. Onlar da Allah Teâlâ kendi katından birini gönderip başka birini halife olarak görevlendirene kadar üzerinde görüş birliğine vardıkları birini seçerler. Halife son halife olduğunda ise durum farklı­dır. Allah Teâlâ bu kez onun vekillerini görevlendirir. Onlar Allah Teâlâ katından gelen ‘halifenin halifeleri’ olurlar. Yoksa onlar Allah Teâlâ katından halife olan peygamberler mesabesindeki kimseler değillerdir. Söz konusu vekiller, kıyamete kadar gelecek olan kutuplar ve müminlerin başkanlarıdır. Bu vekillerden bir kısmından Allah Teâlâ perdeyi kaldırır. Böyle biri müşahede sahibidir ve peygamberin davet ettiği gibi basirede Allah Teâlâ’ya davet eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra şeriat getirecek bir peygamberin gelmeyeceği bir devirde yaşamamış olsalardı, böyle insanlar da şeriat getiren peygamberlerden olurlardı. Bununla birlikte onlar Allah Teâlâ’nın peygamberinin getirmiş olduğu şeriatı getirirler, çünkü o şeriatın için­dedirler. Nitekim her peygamberin kendisinden önceki şeriatla ilişkisi öyledir. Kendisinden önceki bir şeriata göre ümmeti arasında hüküm verdiğinde, o hükmü onaylamışsa o şeriatta önceki ilk peygamber konumundadır, yoksa bu esnada onun halifesi değildir. Allah Teâlâ bu üm­met hakkında bu durumu yasaklayınca, vekillerin Allah Teâlâ peygamberinin halifeleri olduklarını anladık. Bununla birlikte onlar, basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederler. Yüce Kuran’da geçtiği üzere ‘Ben ve bana uyanlar basiretle Allah Teâlâ’ya davet ederiz59 denildiği gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya basiret üzere davet etmiştir. O bizi ‘vârisler’ diye isimlendirmiş, pey­gamberlerin ise bize bilgiden başka miras bırakmayacağını söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kelamını duymak ve ufuklarda ve nefsindeki ayederi görmek üzere (Hakkın) onun kulağı ve gözü olması için dua etmiş, sonra şöyle demiştir: ‘Bu varisi bizden kıl.’ Çünkü Allah Teâlâ vâris olanların en hayırlısıdır. Bu duaya mukabil sahih bir rivayette Allah Teâlâ ‘Ben onun duyması ve görmesi olurum’demiştir.

Hakkın hüviyeti kulun duyma ve görme (gücü) olunca, onun gö­zü ve kulağı olan Hakk kulun vârisi olur ve kul da bu nitelikle ölene kadar ona ait kalmak üzere dua eder. Böylece sanki şöyle der: Allah Teâlâ’m! Bizi kendinle nimedendir. Sen bizim duymamız ve görmemizsin. Biz ölünce, bize vâris olacaksın. Çünkü vârislerin en hayırlısı oldu­ğunu ve yeryüzü ile üzerinde bulunanlara vâris olacağını bildirdin. Yani sen, varislerin halifelerden elde edeceği hayrın ta kendisisin. On­lar, peygambere uyanlardır. Allah Teâlâ, vârislerin nail oldukları iyilik ve hayır olduğu kadar aynı zamanda -bir vâris olması itibarıylavârislerin en hayırlısıdır. Sabredenlerin en hayırlısı, şükredenlerin en hayırlısı gibi Allah Teâlâ’dan gelen bütün şeriatlarda zikredilen bütün göreli ve nispet­li manalarda da durum böyledir.

Haktan gelen bildirimlerden birisi de peygamberliğin bir parçası olan doğru rüyalardır. Rüyalar ya Allah Teâlâ’dan doğrudan gelir veya Allah Teâlâ’nın bir kulunun vasıtasıyla gelir. Bunlar müslüman bir adamın gör­düğü veya onun adma görülen rüyalardır. Rüya Allah Teâlâ’dan peygamberin vasıtasıyla gelir ve hüküm ifade ederse, o hükme uyarak ibadet etmek gerekir. Ancak böyle rüyalarda peygamberin dünyadaki beden suretiyle görülmesi şarttır. Peygamberin dünyadaki sureti sahih rivayetlerde aktarılmıştır. Başka bir ifadeyle peygamberi gören kişi onu övülmüş suretinde görmüş olmalıdır. Peygamberi dünyadaki bedeniyle görme­mişse, rüyada gördüğü kişi peygamber değildir. İnsan rüyasında pey­gamberi gördüğünden emin olduğu halde, onu dünya hayatından vefat anına kadarki durumuna göre yaşlı veya daha genç gördüğünde veya görülen suret nitelendiğinden daha güzel veya çirkin ise veya rüya gören kişi peygambere karşı saygısızlıkta bulunursa, bütün bu durum­lar, peygambere değil, onun getirmiş olduğu şeriat (ile rüya görenin ilişkisine) racidir. Bu durumda görülen rüya, ya rüyanın görüldüğü mekânda (tatbik edilen) şeriattır veya rüyayı görenin haline veya her ikisine göre birden tabir edilir. Bunun dışında bir şey olamaz. Rüya böyle bir surette bir hüküm getirirse, o hüküm alınmaz. Başka bir ifadeyle rüya sahih bir haberle ve kendisine göre amel edilen sabit bir hükmü geçersiz kılıyorsa, peygamber dünyadakinden başka bir surette görülmüşse o hüküm kabul edilmez. Peygamberi dünyadaki suretinde görmüşse, hükmü kabul etmelidir. Falca t bu rüya, başkasını bağlamaz. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bugün sizin için dininizi tamamladım.’60 Bu fark, Allah Teâlâ ehline göre iki durum arasında bulunan farktır. Çünkü onlar, keşiflerinde peygamberi görürler, peygamber de nakil yoluyla bize göre zayıf olan hadisleri tashih eder; bazen de nakil yoluyla sabit hadisleri, geçersiz kılar. Nitekim Müslim kitabının girişinde bir şahsın uykusunda peygamberi gördüğünü aktarır. Peygamber’e ezberlemiş olduğu bin hadisi arz eder ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onların arasından altısını onaylar, geri kalanlarını reddeder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i uykusunda gören kişi, hiç kuşkusuz, suret değişmediği sürece uyanıkken görmüş gibidir. Çünkü şeytan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin suretine kesinlikle giremez: Peygam­berin sureti yaşarken ve ölüyken korunmuştur. Kim onu görürse, han­gi surette olursa olsun, onu görmüş demektir.

O halde doğru rüyalar, ilahi haberler ve ilhamlardandır. İlahi isim­lerden kaynaklanan başka ilham türleri de vardır. Bunlar, keşifler yo­luyla ariflerin kalplerine geldiklerinde bilinirler. Böyle bir ilham, belirli bir veliye gelen ilhamın Allah Teâlâ isminin dışındaki isimlerden özel-ilahi bir isimden gelir. ‘Allah Teâlâ isminin dışında’ dedik, çünkü bu isimden delaleti itibarıyla herhangi bir ilham meydana gelmez; ondan özel bir ismi çağıran bir halle sınırlanmışken bir bilgi çıkabilir. Söz konusu özel isim bu halle birlikte kendisini içeren Allah Teâlâ ismiyle ifade edilir. Bu yönüyle veliler için ortaya çıkan ilhamların çoğu, (belirli bir ismi ifade etmesi bakımından) Allah Teâlâ ile Rahman, Rab ve Melik isminden ortaya çıkar. Yaygın ve genel olan budur. Zikrettiğimizin dışında başka bir isimle meydana gelirse, bu durum istisna teşkil eder ve ismin hakikati­nin verdiği tanıma göre onunla hüküm verilir. Söz konusu isim, veliye gelmiş olan ilhamın içeriğine delildir ve böylece veli gereken şekilde onu kullanır. (Zikredilen isimlerden başka bir isimden ilham alan) Böyle veli, mertebeler, hallerin suretleri, âlemin mertebeleri, mahv ve ispat, ilahi şe’nler hakkında büyük bir bilgiye muhtaçtır. Bütün bunları Allah Teâlâ’yı bilen âlimler bilmelidir. Bilmeyenler ise kendi sınırını aşmadan insanlar arasına girip cemaate uymalıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın eli cemaatle birliktedir. Kim basirete sahip olmaksızın cemaatten ayrılırsa, hiç kuş­kusuz, ateşe düşmüştür. Basiretlinin cemaatten ayrılması imkânsızdır, çünkü onun Allah Teâlâ’nın elinin dışına çıkması imkânsızdır. Bununla birlik­te basiretli insan, cemaat içinde ve onlarla birlikteyken, cemaat fertleri­nin bilemeyeceği hususları bilir. Onun bu durumda bilebileceklerini cemaat içinden ancak kendisi gibi olanlar bilebilir. O kendisi gibi olan­la birlikte bir cemaattir ve yalnız başına namaz kılan birisi değildir. Mutlu insan, Allah Teâlâ’nın sınırlarında duran ve onları aşmayan kişidir. Biz -Allah Teâlâ’ya yemin olsun kiAllah Teâlâ’nın sınırlarından hiç birini aşmadık. Fakat Allah Teâlâ bize bu konularda yaratıklarının çoğuna vermemiş olduğu bilgi­ler ve anlayış vermiş, biz de Rabbimizden açık bir delile sahip oldu­ğumuzda, basiretle Allah Teâlâ’ya davet ettik.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YİRMİNCİ BÖLÜM

Makamlarda Kurtulma Münazelesinin Bilinmesi

Varlıkta O’ndan başkası yok, bakarsınız!

O’nu ‘O'dur ve O değildir’ müşahedesinde görürsün

Kim O’na delil ise mücadelecidir o Kalbinde benzerler ve misiller var onun

O olmasaydı hiçbir göz baktığına bakmazdı O olmasaydı, diller bir şey söylemezdi

O’nun hakkında kendisiyle hüküm ver, sen yokluktasın O’nun üzerinde sabit ol varlıkta O’ndan başkası yok

Hakkın varlığı olmasaydı kabul edilmezdi Oluşun varlığında onun sözleri

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey Yesrib ehli! Sizin için bir makam yoktur, dönü­nüz.’61 Bütün makamları kendinde toplayanın makamı olamaz ki!. Bu

durumu ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ hadisi gerektirir. Allah Teâlâ ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz62 der. Yani ufuklarda nefislerine delil teşkil edecek ayetleri göstereceğiz. Nefislerindekiler ise sınırlı ayederdir, dolayısıyla gösterdikleri şeylerin sınırlı olması gerekir. Söz konusu deliller O’nun mutlaklığını gösterseler bile, mudaklık da bir sınırlamadır, çünkü sınırlanma temyiz demektir. Binaenaleyh arifle­rin Allah Teâlâ hakkındaki bilgileri dahilî ve haricî ayetlerin görünmesiyle gerçekleşmez, çünkü onlar, mudaklıkta sınırlılığa veya sınırlılıkta mutlaklığa delil teşkil eden şeylerdir. Arifler Hakkı bütün yaratılmışların aynı olarak görürler. Allah Teâlâ kendi hakkında saygısızlık yaparak rahmini sıla etmek yerine onu kesen için şöyle demiştir: ‘Size kınama yoktur.’63 Hakk sıla-i rahim yapmak yerine onu kesmek nedeniyle kendisine karşı saygısızlık yapan hakkında bu nitelikte daha Hakk sahibidir. Çünkü biz rahmi kesenin onu ancak bilgisizliği nedeniyle kestiğini ve onun ger­çekte kesilmediğini biliriz. Öyleyse sıla-i rahim gerçekleşmiştir ve ra­him âlemde kavuşmuş (mevsûl) bir halde bulunur (kimse Rahim ile ilişkiyi ve vuslatı kesemez). Başka bir ifadeyle rahim kendi yönünden mevsûl, onu bilmemek itibarıyla kesilmiştir (maktu’). Bütün iş Allah Teâlâ’ya dönecektir. Fakat bu, -hakkında yalan iddialar söylendiği şekildeonla­rın Allah Teâlâ’nın üzerinde bulunmadığı bir durumda O’na döneceği anla­mına gelmez. Aksine Allah Teâlâ’nın hüviyeti, ortaklık iddialarında ve işin kendine dönüşü esnasında da kendi hüviyetidir. Makam ayrım ve tem­yiz için vardır. Hâlbuki sadece bir vardır ve bir kimden ayrılacak? De­mek ki gerçekte makam yok! Sadece Hakkın mutlak birliğinin hüviyeti ve ondaki farklı suretler var! Varlıkta sadece kendisi bulunduğunda, hiçbir şey O’ndan ayrışmaz. Çünkü O’ndan başka bir şey yoktur ve O da herhangi bir şeyden ayrışmaz. Çünkü O’ndan başka bir şeyi varsayamazsm. Dolayısıyla başkasından ayrılmasını gerektiren bir makamı yoktur, çünkü başka yoktur. Onun eli ayağından, başı göğsünden, kulağı gözünden ayrılır, her organı diğer organlardan farklıdır. İçinde bulunan her kuvvetin ötekine ait olmayan bir hükmü ve yeri vardır. Böylece bir hakikat üzerinde suretler ayrışırken tek hakikatte bir ma­kam ve ayrışma söz konusu değildir. O’nun karşısında biz, herhangi birimize ait organ ve güçler gibiyiz. Öyleyse kendisinden ayrılacağımız biri olmadığı gibi bizden ayrılacak biri de yoktur. Fakat biz daha önce ifade ettiğimiz üzere birbirimizden ayrılırız. Hüküm ve makamlar ise organlarımıza değil, bize nispet edilerek şöyle denilir: ‘Falanca falanı cezalandırdı’, ‘falan falan yere gitti’, ‘falan falancanın sözünü duydu’, ‘falan falanı gördü.’ Bu fiillerden herhangi birisi araca veya güce veya organa izafe edilmez. ‘Bütün iş O’na döner.’64 Öyleyse hüküm O’na aittir. ‘O’na döndürülürsünüz.’65

Bilmelisin ki makamlardan ancak Allah Teâlâ’nın cevamiu’l-kelim (özelli­ğini) vermiş olduğu ve bütün isimleri öğretip öncekilerin ve sonrakile­rin bilgisini ihsan ettiği Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vârisi kurtulabilir. Bu özel­liğiyle her şey onda toplanmıştır (hiç kimse onunla mukayese edile­mez). O halde kendisinden ayrışacağımız bir hal yoktur. Bütün âlem Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de bulunduğu gibi onun vârisinde de bulunur. Bu nedenle vâris, makamların onun üzerinde hüküm sahibi olmasuıdan kurtulmuştur. Hallerin verisine göre makamlar üzerinde hüküm veren odur, çünkü o, bilendir ve hikmet sahibidir. İlahi isimler makamları izhar eder ve bu sayede hâkim hüküm verir: Allah Teâlâ’dan başka hüküm veren yoktur ve O’nun katında söz değişmez. O halde hüküm söze aittir ve Hakk söz ile hüküm verir. Hakkında hüküm verilenin, hükmün kendisinin, hükmün kendinde verildiği şeyin ve hüküm verenin kim olduğuna dikkatle bak ki, makamlardan kurtulan ve makamı olmaya­nın kim olduğunu öğrenesin!              -

Makam-ı mahmûd’a gelirsek, bu makam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in övül­düğü makamdır. Allah Teâlâ o makama Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i yerleştirmiş ve övmüştür. Bu itibarla makam-ı mahmûd Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şefaat edebilmeleri için şefaatçilere şefaat ettiği makamdır. Onlar kıyamette şefaat edecek olan melek, resul, nebi, veli ve müminlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makam-ı mahmûd’daki şefaatiyle Allah Teâlâ hiçbir iyilik yapma­mış olanları bile cehennemden çıkartır, onları cennete koyar. Öyle ki, cehennemde artık sadece onun ehli kalır. Allah Teâlâ onları belirli bir nitelik­te ve mizaçta cehenneme yerleştirir. O mizaçta onları cennete soksaydı, cennete girmiş olmaktan dolayı azap ve zarar görürlerdi. Nitekim domulcan böceğine gül kokusu zarar verir ve Allah Teâlâ da onun dileğine karşılık vererek (kendisine uygun bir yere yerleştirir). Bir üzerine bir işin zuhuru eklendiğinde -ki bu şefaat (çift olmak) demektironun çift veya tek olması durumu değiştirmez, fakat bire ilave olması gerekir.

Hallere gelirsek, onlardan kurtulmak mümkün değildir. Haller bi­ze Hakk tarafından verilmişken Hakk için zatîdirler.

Hüküm Hakk ait, hüküm veren hallerdir Kevnde (oluş) Allah Teâlâ ve beşer var

Biz ibret içindeyiz, bilirsek Rahman’ın dışındaki her şey muteberdir

Biz mevkileri batıda olan yıldızlarız Sadece güneş ve ay zuhur eder

Sönme bizdedir, sönme bize fayda verir Onu bakış sahibi bilebilir

Korkma! Rahman’dan başka varlık yok O’nun hükmünde hiçbir şeyin eseri yok!

Bütün yaratıkların işi hep O’na döner Kaza, kader ve hüküm O’na döner

O kendinde zarar bulunmayan varlık Yokluk O’nun yaratıklarında bir tesire sahip değil

Kötülüğün O’na ulaşması mümkün değil Bunu böyle diyen Peygamberdir bilesin

Dalalet ve hidayetin anlamını bilen için zaman uzamaz. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın yaratıkları boş bırakmayacağını da bilir. Nitekim Allah Teâlâ herkesi mutluların mertebesine yerleştirmemiş olsa bile, başlangıçta da terk etmemiştir. Allah Teâlâ her şeyi kuşatan rahmetiyle herhangi bir şeyi sonsuza kadar perde içinde bırakmaz. Kendisi ‘perde’nin aynıyken nasıl

bıraksın ki? Bu yönüyle Hakk ‘feda’ makamındadır ve okun işaret etti­ğidir. İşin sonunda ebedi olarak rahmet O’nundur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.''

DÖRT YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BOLÜM

'Delil ve burhan ile bana ulaşmak isteyen kimse hiçbir zaman bana ulaşamayacaktır, çünkü hiçbir şey bana benzemez' Münazelesinin Bilinmesi

Bana asla ulaşamaz çünkü hiç bir şey bana benzemez Rabbinin tevhidi burhan ve keşiften mi ki?

Düşün! O’nun birliği İkinciyi kabul etmez ki İkinciyi kabul edenin hükmü nedir ki:

Artış ve eksilmek özelliğiyle nitelenmek Böyle bir sayısal birdir ve artışı kabul eder

Hakiki bir ise delille bilinmez Benzeri kim kabul eder ki?

Düşüncelerimiz şaşmış

Acaba örtü açıkta olmanın kendi midir?

Delil bileşik bir şekilde ortaya çıkar Nasıl olur da hakiki tek hakkında bilgi verir

Ey inancını delile dayandıran!

Niyetin esasını bilemedin ki

Sıfatı olanın birliği nerededir?

Uzak menzil yakın menzil değil

Bizim delilinde uzak olan kimdir

Bir otorite getirdin sen

Şeriat tevhiddir, mertebenin tevhidi

Hakk İkincinin yönünden onu teyit eder                                        -

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gözler (ebsar) O’nu idrak edemez.’66 Yani kalp gözü ve baştaki göz gibi herhangi bir göz O’nu idrak edemez. Çünkü kalp göz ile gördüğü gibi baştaki gözler göz (basar) ile görür. O halde basar her nerede bulunursa, idrak onunla gerçekleşir. Basar akıldayken basiret gözü diye isimlendirilirken zahirde ‘göz basarı’ diye isimlendiri­lir. Zahirdeki göz basar (görme gücü), batındaki basiret ise baştaki göz olan basarın, yani görme gücünün mahallidir. Böylece ona verilen isimler değişmişken gerçekte kendiliğinde değişmemiştir. Bu itibarla gözler basar, yani görme güçleriyle O’nu idrak edemedikleri gibi basi­retler de görme güçleriyle O’nu idrak edemezler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ akıllardan olduğu kadar gözlerden de perdelenmiştir. Mele-i a’la da sizin gibi O’nu arar.’ Biz Hakkı aramada Mele-i a’la ile ortak olmuşken aramanın keyfiyetinde ayrıldık. Bu iti­barla içimizden bazı kimseler Hakkı fikir gücüyle arar. Mele-i a’la’nın ise fikri yok, fakat aklı vardır. Bir kısmımız Hakkı Hakkın kendisiyle ararken Mele-i a’la içerisinde Hakkı Hakk vasıtasıyla arayan yoktur. Çünkü aramızdan insan-ı kâmiller ilahi surette yaratılmışlardır -ki Allah Teâlâ onları o surette yaratmıştır. Hâlbuki melek ilahi surette değildir. Buna mukabil (insan-ı kâmil gibi) nitelikteki birinin Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile araması mümkün olabilmiştir. Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ vasıtasıyla arayan O’na ulaşır, başka birisinin O’na ulaşması mümkün değildir. İçimizden kâ­mil olanlar, farz ibadetlere ilave olarak, nafileleri yapar. Kul bu ibadet­lerle Allah Teâlâ’ya yaklaştığında, Allah Teâlâ onu sever; sevdiğinde, onun duyma (gücü) ve görmesi olur. Allah Teâlâ böyle bir kulun görme (gücü) olduğun­da, kul O’nu görür ve gözüyle idrak eder. Çünkü O’nun gözü artık Hakk’tır. Başka bir ifadeyle insan Hakkı -kendisiyle değilHak vasıta­sıyla idrak edebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya nafile ibadetlerle yaklaşan melek yoktur. Onlar farzlarla Allah Teâlâ’ya yaklaşırlar ve farzları onların bütün nefeslerini doldurur ve bu nedenle nafile ibadetleri yoktur. Binaena­leyh melekler, Hakk gözleri olup da O’nu idrak etmelerini sağlayacak bir makama sahip değillerdir. Bu itibarla melekler zorunlu kullar iken biz farzları yaparken zorunlu, nafileleri yaparken muhayyer kullarız. Allah Teâlâ varlığımız itibarıyla zatı olarak bizim rabbimiz iken bizdeki hükmü itibarıyla da meşiyet rabbidir. Zatî rablik zorunludur ve orta­dan kalkması mümkün değildir. Buna mukabil meşiyet rabliği belirle­yen ise mümkünlerdeki imkândır. Böylece bu meşiyetiyle dilediklerinin (varlığını yokluğuna) tercih eder. Hakk nafile ibadeti olmayanın gözü olmayacağı gibi meşiyete sahip olmayanın tercih etmesi de söz konusu değildir. Gerçi bunun zıddı aklen mümkündür. Fakat biz keşfin verdi­ği üzere vakıa üzerinde konuşuyoruz, aklî bir imkândan söz etmiyoruz. Bize göre imkânın Allah Teâlâ’ya nispeti söz konusu değildir. ‘Allah Teâlâ’nın seni bağışlaması veya bağışlamaması mümkündür’ veya ‘seni yaratması veya yaratmaması mümkündür’ denilemez ve böyle bir hüküm Allah Teâlâ hak­kında imkânsızdır. Çünkü böyle bir hüküm, iki ihtimalden birisinin gerçekleşmesi için tercih edilene muhtaç olmak demektir. Hâlbuki sadece Allah Teâlâ vardır. Bu görüş sahipleri, bu hükmün iltizam ettiği bir netice olarak, kendisiyle Hakkın irade ettiği bir iradenin varlığını ispa­ta muhtaçtırlar. Bu görüşün yanlışlığı açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü bu görüş, Hakkı kendi zatına ilave bir şeyle hüküm altına sok­mak demektir. Söz konusu şey başka bir zattır. Bununla birlikte bu görüş sahibi zait zatın Hakkın aynısı olup O’ndan başka olmadığını söylememiştir. Bizim benimsediğimiz görüş, yaratılmış hakikatin var­lığı ve yolduğu kabul eden bir mümkün olduğudur. Bu itibarla onun yaratılıp var olması mümkün olduğu gibi yaratılmayıp var olmaması da mümkündür. Var olduğunda, tercih eden bir sebebi de vardır Ki, o da Allah Teâlâ’dır. Var olmadığında, bir tercih eden nedeniyle var olmamıştır ki o da Allah Teâlâ’dır. Böyle olunca söz doğrulur, Allah Teâlâ karşısında edep tamamlanır. Hatta bu işin bizim söylediğimiz gibi olması zorunludur. Onlar ‘Allah Teâlâ dileseydi’, ‘Allah Teâlâ irade etseydi’ gibi ayetlerde geçen ifade­lerden delil getirmeye kalkabilirler. Hâlbuki böyle deliller onların lehine değilaleyhinedir. Çünkü bu ifadelerde geçen şart edatı bir imkânsızlığa dayanan imkânsızlık bildiren edattır; edat olmaksızın imkânsızlık bildirir.

Bakınız! Onun zorunluluğuna ve ibret alın

Bir olumsuzlamadır zorunluluk; garip bir sır

Çağıran biri gibi: hâlbuki kimi çağıracak?

Kendini çağırır sonra karşılık verir

Her akıl sahibine nas böyle hitap etmiş

Selim ve soylu akıl sahiplerine!

Onun geldiği biri

Bir zaman döner dolaşır

Haşim oğullarından bir genci ziyaret edersin ya

Onun aslı ‘niçin’ ile ‘icabet edilir’ arasındadır

Size sesini duyurana icabet ediniz:

Diyor ki icabet etmeyen mahrum kalır!

Bilmelisin ki mümkün için imkân, tercih edende ihtiyarı ortaya çı­kartan bir hükümdür. Tercih edende bulunan tek bir durumdur Ki, o da iki durumdan (varlık ve yokluk) birisidir, başka bir şey değildir! Binaenaleyh Hakta sadece ihtiyarın katışmadığı mutlak ve saf birlik vardır. Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görmez misin: Şunu dileseydi, şu olur­du; dilememiştir ve olmamıştır. Allah Teâlâ meşiyetin taallukunu (ilişme) kendinden olumsuzlarken zikredilen şeyden de olmayı ve oluşu olumsuzlamıştır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın âlemde imkânsız ve vaki olan hükmünde iki nispeti vardır: Birincisi âlemde âlemdekilerin iradeleriyle -ki o iradeyi onlarda yaratan Allah Teâlâ’dırortaya çıkan vaki durumlar veya imkânsız hükümlerdir. İkincisi âlemde fakat âlemden olmaksızın orta­ya çıkan hükümlerdir. Bunlar her varlıkta bulunan özel yön bakımın­dan Allah Teâlâ’dan meydana gelen hükümlerdir; o özel yönü ise sadece Allah Teâlâ ehli bilebilir. Âlemdeki meşiyet de bu özel yönden Allah Teâlâ’nın meşiyetidir. Bu yönüyle âlemin iradesi Allah Teâlâ için sanatkârın aleti gibi­dir: Alet işin sahibi değildir fakat hükmü ortadadır. Allah Teâlâ’yı bilenler gerçekleşeni Allah Teâlâ’ya nispet ederlerken bilgisi olmayanlar gerçekleşeni alete nispet ederler. Ortadaki bir grup ise -bu konudaki bilgilerine göreHakkın alete nispet ettiğini alete nispet ederlerken Allah Teâlâ karşı­sında edebin gereğiyle gerçek anlamıyla hepsini Allah Teâlâ’ya nispet ederler. Onlar, Allah Teâlâ karşısında edepli davranan ve hakikate ermiş kimselerdir. Onlar, şeriat ile aklı uzlaştıranlardır. İlahi bilgideki (metafizik bilgi) sahih yöne (Allah Teâlâ hakkındaki gerçek bilgiye) akim nazarî gücüyle ulaşmasının mümkün olmadığı yöndür; hatta insan müşahede ve tecel­li yönünden de ona ulaşamaz. Allah Teâlâ ancak kendi bildirmesiyle bilinebi­lir. Bu bilgilendirme O’nun varlığında zuhur eden kullarının suretle­rinden seçtiklerine yönelik belirli tarzdaki bir bildirmedir. Çünkü Allah Teâlâ’yı nazarî düşünce ve müşahede yönüyle bilmek eşittir. Hem nazarî düşünce sahibi hem müşahede sahibi, mutlak hayretten başka bir şey elde edemez. Dünya veya âhiret gibi herhangi yerde herhangi biri adına Allah Teâlâ’nın bildirmesi gerçekleşirse, maksat gerçekleşmiş demektir.

Varlığın delilleri benim varlığımda

Müşahede delilleri çelişir onlarla

Çünkü göz O’ndan başkasını görmez

Varlıkta gördüklerini görünce .                                           ,

Başkası nerededir? Sabit değildi, sonra ortaya çıkmış (hudûs)

Artıştan doğan bir çoğalmayla

İzzet sahibine ve Müteal’e şaşılır!

İrade edilende ve edende zuhur eder

Yücelikleri inmiş ve getirmiş

Mutluluğa delil olan hükümleri

İnişten sonra yükselme gerçekleşir mi?

Onun inişi yükselişin kendisi

İşlerdeki izafetler hüküm sahibi

Rabbin varlığı kulların varlığında

Asıl olmasaydı fer zuhur etmezdi

Asıllara delildir görünen şahit

Bir sır ortaya koydum ki

Her gören teşvik edilir ona

Hiçbir sabırlı karşı koyamaz ona

Tasarrufunda güçlü ve kuvvetlidir

Delil benim varlığımı verir, çünkü delil benim kendimden başkası değildir! Ben ise mümkün olmaktan başka bir şey değilim. Medlulüm, kendisine dayandığım Hakkın varlığıdır. Delil kendisine dayandığım Haktan benim hakkımı olumsuzlamıştır. Müşahede varlığımı olumsuzlamışken hükmümü kendisinde ortaya çıktığı kimsede olumsuzlamamıştır; hükmüm kendim olmanın nispet edildiği kimsede ortaya çıkar ve o benim hükmümdür. Varlık ise Allah Teâlâ’nındır. Ben Hakk’tan zuhur eden suretler vasıtasıyla hükmümü elde ettim, yoksa kendi zuhurumun hükmünü değil! Bu nedenle şöyle denilir -ki benden başka söyleyen yoktur-: Benim aynım olan Hakkın varlığında zuhur eden suretler, benim aynımdir. Müşahede bu hükmü verir. O halde müşahede nazarî delillerle çelişir. Yaratma ise Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ yarattıklarını bilir. O’nun bilgisi, benim kendiliğimdeki durumuma göre O’na verdiğim bilgiden ibarettir. Kesin deliller arasında cburhan-ı inne’, varlık burha­nından daha güçlü delil yoktur. Bu delil,, burhanları kabul edenlere göre ‘varlık burhanı’ diye isimlendirilir. Bu delilin herhangi bir yönü­nün Hakk’ın hüviyetini bilmeye delil olması mümkün değildir. Onun nihayette bilebileceği şey, varlığın kendisiyle ilişkisini ve varlığın aynı olduğunu bilmektir. Aynı zamanda bu delil hâdisin, O’ndan Hakk ettiği şeyi de kendisinden olumsuzlar. Bunun dışında bir meselenin kesin delille bilinmesi söz konusu değildir. Şeriat da kendisine yardım eder. Şeriat Allah Teâlâ’nın ‘arzusundan konuşmaz’ dediği tercümanı olan peygam­berine vahyettiği bilgidir. Allah Teâlâ peygamberini âlemde kendi yerine yerleştirmiş, nazarî düşüncenin kendisine katkı sağlayacağı hususları ona söyletmemiştir. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’67 Bu, aklın anlayacağı yorumdan başka bir yoruma sahip zahirî sözdür. Bununla birlikte bu ifadenin aklın idrak edebileceği bir yorumu vardır. Vahiy delili içerdiği farklı yorum ihtimaliyle birliktebu delaletten daha güçlü bir şekilde gelmemiştir.

Burhanların en doğrusu varlık burhanı Sana Hakkı Hakk olarak göstermez yine de

Hakka dair sana selbi bilgi verir Hakkın dışında oluş ve (ispat) bildirir

Kuran’ın getirdiği nitelikleri olumsuzlar (O’ndan)

Şâri’in bize söylediği nitelikler

Onu açık bir bilgi olarak getirir Şâri Bununla koruma ve korunmayı amaçlar

Kendi hakkında verdiği bilgi Hakkımızda en doğru ve en güçlü delil

Akıllar delilleriyle imkânsız gördü Şeriatın dile getirdiği varlığı

Her selim akıl kabul eder Ona övgü giydirir ve süs kazandırır

Nazarî düşünce mana itibarıyla üçlü (kıyasta olduğu üzere), görü­nüşte dörtlüdür. Üç tek iken dört çifttir. Bu nedenle Haktan mertebe­nin birliği bilinmiş, bu ise yaratılmış vasıtasıyla öğrenilmiştir. Böylece ulûhiyetinde Allah Teâlâ’nın birliği hakkında bilgi veren İki öncülde bulunan dördün üçle ve üçün dörtle irtibatı gibi Hakk yaratılmış ile ve yaratılmış Hakk ile irtibatlı Hakk gelmiştir. Hakikatlerin hükmüne bakınız! Delille­rin bu şekilde olmasını nasıl gerektirmiştir? Varlık kendisi nedeniyle zorunlu ve Hakk iken, (bir kısmı da) başkasıyla nedeniyle zorunludur.

Delilin unsurları üçlüdür

Ev (Kabe) de öyle, fakat duyuda dörtlü

Hakk da öyledir:

Varlıkların delil olduğu Hakk

Delilin Hakk’tan payı kendi varlığı Onun payı yaklaşma değildir

‘Hakk senden münezzeh’ dersen Şeriat delili der ki O yakındır

Yine de şeriata göre münezzeh O İki durumu da dikkate al!

Aklın aciz kalacak bu işte Fikir tenzihi dile getirir yorulursa

Rahmetinden bir rahatlık ulaşır ona Bütün mertebelerde Allah Teâlâ’nın aynı bulunur

Üçlü, dörtlü veya altılıdır

Allah Teâlâ varlığını kalbinizde korumak dilerse

Onu beşli olarak getirir Hakk kendini ve kullarını korur

Ey cemaat! Beş ve yirmi sayısı gibi Beşi beşle çarparsan

Bu nasıl olur demekten kaynaklanan üzüntün silinir Kutsal topluluğa karışır varlığın

Esas ve asıl çıkar ortaya; yüce topluluk arasında çağrılırsın Ey şeytanın kıskandığı adam denilir sana

Sen varlıkta Adem gibi önce gelen ve sebkat edensin Başkan olan sensin

Şiirde ‘ev’ derken Kabe’nin benzetildiği ev kastedilir. Çünkü Kabe üç rüknü ve üçgen şekli olan bir yerdir ve bu nedenle Hicr’dir. Evden yedi arşın miktarında bir yer kesildiğinde, üzerine taştan ilave yapmış­lar ve bu sayede tavaf edilebilmiştir. Hz, Peygamber’den aktarıldığına göre Kabe yapılırken para yeterli gelmemiş ve Hicr’de yedi arşın boyu bir yer terk edilmiştir. Abdullah b. Zübeyr ise Kâbe’yi Hz. İbrahim’in inşa ettiği temellere döndürmüş, fakat Abdulmelik b. Mervan elHaccac b. Yusufa emrederek binayı eski haline döndürmesini istemiş, sonra pişman olarak şöyle demiştir: ‘Keşke İbn Zübeyir’e müsaade etseydim de yapacağını yapsaydı;’ Sonra emrini geri almış, Hicr’i Kâbe için harem bölgesi olarak bırakmıştır ki farklı dönemlerde halifelerden hiç biri onu yıkmaya kalkmasın. Böylece orayı o bölgenin şeddi olarak geride bırakmıştır. Bunu bilmelisin!

Üçgen olması on iki kaideye dayanmasından kaynaklanır. On iki­nin her üçte biri Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyle ilgilidir. Birincisi delil yoluy­la Allah Teâlâ’dan bilinen şey, İkincisi tecelli esnasında müşahedeyle bilinen­ler, üçüncü üçte bir, Hakkın bildirmesiyle bilinen hususlardır ki, Allah Teâlâ’yı bilmede en doğru kısım budur. Onun kaidelerinin tafsilatı sözü uzatır. O konudaki bilgiyi öğrenmen için seni Allah Teâlâ’ya havale ediyoruz ki bu sayede -Allah Teâlâ dilersezevk yoluyla onları öğrenebilirsin. O kaide­lerden feleğin burçları ortaya çıkar. Bunlar boğa, ikizler, yengeç, aslan, başak, terazi, akrep, yay, oğlak, kova, balık ve koç burcudur. Üçü ateş

tabiatlıdır; koç, aslan ve yay. Üçü toprak tabiatlıdır; boğa, başak ve oğlak. Üçü hava tabiadıdır; ikizler, terazi ve kova. Üçü de su tabiatlı­dır; yengeç, akrep ve balık. Bunlar üçle çarpılan dört mertebe bulunur­lar. Toplamları on ikidir. On iki basideri bakımından sayı mertebeleri­nin sonudur. Sonra bileşik sayılar sonsuza kadar gider. Birden dokuza kadar olan sayılar ile onlar, yüzler ve binlerden ibaret üç sayıdır. Top­lam on ikidir. Bunda altılı olana gelirsek, üç onun yarısıdır. Dolayısıyla o ikisi, onun iki ucudur ve o daha çoktur. Üç en azıdır. Üç ile altı arasında vasıta olan dörttür. Her dört, dokuzdur. Dokuz tekiller içinde tek sayıların sonuncusudur. Dokuz on ikiye bakarken bir de altıya bakar. Hepsi otuz altı temel kaidedir ve üç yüz altmış kaidede sona erer. Onlardan yıldızların yüzerek kendisini kat ettikleri feleğin derece­leri ortaya çıkar. Allah Teâlâ o kaidelerde yıldızların yüzmesiyle rükünler âleminde meydana getirmiş olduğu şeyleri, onların çokluğuna bağla­mıştır. Bu nedenle cennette ve cehennemde meydana gelen hususlarda hüküm değişmiştir. Cennette kaidelerin hakikatlerin vermiş olduğu ' şeylerin engelleyecek bir mani yoktur. Dünya ve ateşte ise bu kaidele­rin gücünde bulunan yaratmaya engelleyen maniler vardır. Bu maniler o kaidelerde yıldızların kat etmesi demektir.

Öyle bir söz söyledim ki bir benzerini duymadın Allah Teâlâ hakkında burhan ile bilgi arayan

İlah görür onu, münezzeh iken

İnsan suretinde kendi deliliyle                                                  .

Delilin tafsilini söylediği şey Rükünler âleminden bilir onu

Bu peygamber ve onun her hükmü Şeytandan korunmuş kimseler

Fikir bilgisini öğrenmekten aciz Varlıklarda tecelli ederken Allah Teâlâ’yı bilmekten

Sözlerinin getirdiği hususlarda cehalet Allah Teâlâ hakkında otorite değil

0 varlıktır onun dışındakiler batıl Bütün ortaya çıkan varlıklarda

Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi zevk yoluyla elde edenlerden isen, Allah Teâlâ’nın ancak O’nun bildirmesiyle bilinebileceği belli olmuştur. Allah Teâlâ’nın delil ve müşahedeyle öğrenilebileceğini düşünen kimse, hiç kuşkusuz, eşyayı delille bilme hususunda bütün âlimler için soğuk demire üfle­mek demektir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler, doğru yola ulaştırır.'’ ,

DÖRT YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

'Fiilimi bana çeviren kişi bana üzerindeki hakkımı vermiş, bana karşı insaflı davranmıştır' Münazelesinin Bilinmesi

Elest’in varlığını gördüm, aşinayım ben ona Varlıklarımızın bulunduğu varlıktır o

Fiil benimle Hakk arasında ortak

Zannedilen hususta ortak, onda olan bazı şeyler ondadır

Kesik olmayan bir söz duydum

Bizde ve varlıklar âleminde duydum o sözü                     '

O’nun kulağıyla benim kulağımla değil Diyordu ki söz, ben yokluğum

Hakk kendisi için yerine getirdiğimiz işe yöneldi O varlığı olmayanın vekilidir

Bazen onu sınar bazen afiyet verir Varlıkla nitelendiği sürece onunla beraber

Kendisine uygun gelecek bir var oluşla nitelenir Bilmediği bir makamın zıddına

Onunla çelişen bir iş yok kendinde .

Ben ve o bitişik iki varlığız

Benim düşmanım ise bana vesvese verir daima İş hem ayrı ve hem bir

Cömertlik ancak kifayetli olandan ortaya çıkar Ben bir takım şeylere işaret ettim ki onlara

Bir tek içindedir denilen kişi bilebilir İzhar ettiğim sırları kim bilir dersen:

Varlıkların hakkında hayrete düştüğü Varlık bilir bir tek

Allah Teâlâ’ya hamd olsun onunla bedel aramam Onu ancak kendine denk olan bilir

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizinle yaptığımız ahde uyunuz.’68 Başka bir ayette ‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ öldürdü569 buyurur. Peygam­berinin müşriklerin gözlerine toprak atması hadisesiyle ilgili olarak da şöyle demiştir: ‘Attığında set atmadın, fakat Allah Teâlâ attı.’70 Başka bir ayette ‘Bütün iş O’nun elindedir,7X buyurur. Allah Teâlâ duyuların kula ait olduğuna şahitlik ettiği fiilin gerçekte kendisine ait olduğunu bana beyan etmiş­tir. Bu nedenle ben fiili kendime izafe edersem, Allah Teâlâ onu bana izafe etmiş olduğu için izafe edebilirim, yoksa kendi kendime bunu yapa­mam. Bu durumda fiili kendime izafe eden ben, Allah Teâlâ’dan onların bir aktarıcısı ve O’nun tercümanı mesabesinde olurum. Fiilin kula izafesiy­le ilgili durum ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı72 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ bana izafe ettiği fiili kendisine izafe etmiştir. Benim O’nun bana izafe ettiğini kabul etmem, O’nun benim üzerimdeki bir hakkıdır. Fakat burada sayesinde fiili Allah Teâlâ’ya izafe edeceğimiz bir ölçü bulunma­lıdır, çünkü Allah Teâlâ göğü yükseltip feleklerinde -ki felelder göklerde bulunan yollar demektiryüzmeleri sürecinde yıldızlara ait bir ölçü ve terazi yerleştirmiştir. Bu sayede onlar, âlemde belirli bir ölçüyle ger­çekleşen miktarlara göre hareket ederler ve hiç birisi ölçüsünü aşmaz­lar. Onlar, Hakkın kendileri için koyduğu teraziye göre verirler ve engellerler, çünkü onlar, yükseltirken ve indirirken Hakk’ın elinde bulunan teraziyi müşahede ederler. Onlar Hakk’ın terazisiyle yükselt­miş olduğu kimseye baktıklarında, yükseldik makamının hakkını ona verirler; Hakk’ın terazisiyle dilediğini aşağı düşürdüğünde ise ona aşağılık makamının gereğini verirler. Bu durum Kuran-ı Kerim’de yıldızlar hakkında zikredilen Allah Teâlâ’nın emrine ‘amade olma’ halidir. Böylece hitap ve teklifin yükümlülere yönelik olduğu anlaşılır, çünkü cezalandırma ve sevabın mahalli onlardır. Hâlbuki diğer yaratıklar öyle değildir. Bu durum kendilerinden ortaya çıkan fiiller ile eşyanın kendilerine değilAllah Teâlâ’ya ait olduğunu müşahede etmelerini engelleyen perdeden kaynaklanır. (Bu perde nedeniyle) onlar fiilleri sahiplendikle­rinde Allah Teâlâ da iddialarına göre fiilleri kendilerine izafe etmiş, iddiaları nedeniyle onları imtihan etmek üzere yükümlü tutmuştur. Allah Teâlâ bir insanın basiret gözünü açar da o kişi bütün fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğu­nu görürse, kendinden sadece iyilik görmüş olacağı gibi diğer yaratıl­mışlar hakkında iyi bir şey görmüş olur. Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın ‘Amel işleyenlerin ecrini zayi etmez73 derken doğru söylediğini de görür. Bu bağlamda ihsanın mahiyetini araştırdığımızda, sahih bir rivayette ‘İh­san görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet etmektir’ denildiğini gördük. Önce per­deli bir halde amel etmeye başladık. Amelimizin maksadını gördüğü­müzde, amelin bizde O’ndan meydana geldiğini gördük, ameli yapan biz değilmişiz meğer! Bu gerçeği görünce, Allah Teâlâ’nın kendi fiilleri içinde ‘günah’ veya ‘sevap’ diye isimlendirdiklerinde ayaklarımızın kaymasın­dan korktuk. Bunun yanı sıra anladık ki, Allah Teâlâ ameli bize fiilleri sahip­lenme iddiamız nedeniyle izafe etmiştir. Bu müşahede makamına ulaş­tığımızda, iyi her fiili bizde yaratılışı itibarıyla Allah Teâlâ’ya izafe ederken fiilin zuhur ettiği bir mahal olmamız itibarıyla kendimize izafe ettik. Fiil kötü olduğunda onu -Allah Teâlâ bize izafe etmiş olduğu içinkendimi­ze izafe ettik ve bunu yaparken sadece Allah Teâlâ’nın sözünün aktarıcısı ol­duk. Böylece Allah Teâlâ bize ‘kötü’ denilen fiilin iyiliğini ve güzelliğini göstermiş, bizim kötülüklerimizi iyiliklere çevirmiştir. Burada çevir­mek ve değiştirmek demek, fiilin varlığını değil hükmünü değiştirmek­tir.

Bizden meydana gelen düşünme, reddetme ve alma gibi bütün fi­illerde durum aynıdır. Çünkü bütün bunlar, kendilerine şahit olurken, bizde ortaya çıkan fiillerdir. Bu itibarla bize ait olan, Allah Teâlâ’nın bizde yaratıp görünüşte bize nispet edilen fiillerin kabul edilmesi için sadece üzerinde (yaratılmış olduğumuz) istidadımızdır. Çeşidi yaratılmışlar vesilesiyle (inde’l-mahlûkat) yaratılmış işlerde de durum böyledir. Bu makama erenler ‘Allah Teâlâ’nın ihsanı ve rahmetiyle yağmur yağdı’ derler. Yağmur Allah Teâlâ’nın her feleğin yüzüşüne yerleştirdiği ölçüyle onlar için yaratıp kendilerini yerleştiği menzillere göre yağar. (Fiillerin sahibini) görmek makamından perdeli insan ‘Bize falan yıldız yağmur getirdi’ diyerek yağmurla görevli yıldızın adını verir. Başka bir ifadeyle ken­dinden ortaya çıkan fiillerin yaratılışını kendisine izafe ettiği kadar yağmuru yıldıza izafe eder. Bunu yaparken Allah Teâlâ’yı inkâr eden ve (fiilin sahibi olarak) iman ettiği kimseye iman eden diye isimlendirilir. Buna mukabil (fiili O’ndan gören) birinci kişi, Allah Teâlâ’ya iman eden diye isimlendirilirken; duyunun fiili -bir mahal olması itibarıylakendisinden ortaya çıktığını gördüğü yeri/kimseyi inkâr eden (kâfir, örten) diye isimlendirilir. Bu müşahedeye sahip olmadığı halde imanın da kendisi­ni terk etmediği kimseler ise gözlerindeki perdeyle kalırlar, fakat bu müşahede sahibinin sözünün benzerini söylerler: ‘Allah Teâlâ’nın ihsanı ve rahmetiyle bize yağmur yağdı.’ Böyle bir perdeli, o sözü -bilgiye sahip olmaksızınmüşahede sahibini taklit ederek söyler ve mümin âlimden ayrışır. Çünkü mümin bu sözü doğru habere dayanarak söylemiştir. Akılcı ise onu -tıpkı mümin gibiaklının deliline dayanarak söylemiş­tir. Her ikisi de aynı durumdadır, fakat onun ilave bir derecesi vardır. Bununla birlikte iki sınıf (akılcı ve mümin), müşahede sahiplerinin derecesine ulaşamazlar, çünkü müşahede sahibi (bilgisini elde ettiği) ‘görmek’ nedeniyle onlardan üstündür. Aynı zamanda o, Hakkın ken­dindeki fiillerini de müşahede etmektedir. Hâlbuki akılcı fiilleri bilir­ken haberi taklit eden onlara iman eder. Herkesin belli bir makamı olsa bile, bilenler ile bilmeyenler bir değildir. Çünkü Hakk fiilleri kendi­sine izafe etmekten dönüp fiilleri Allah Teâlâ’ya izafe edeni tekfir etseydi, hiç kuşkusuz, mümin -Hakk dönmüş olduğu içinhem inancı hem sözü itibarıyla dönerdi. Müşahede sahibi âlim ise inanç bakımından değil sözüyle dönerdi. Çünkü delil sahibinin kesinleşen delilinden vazgeçme­si mümkün olmadığı kadar müşahede sahibinin de kendi delilinden vazgeçmesi söz konusu değildir.

Durum böyle olunca, âlim mümin ile (taklitçi) mümin arasında fark bulunmalıdır. Hiç kuşkusuz terazinin ve ölçmenin ne olduğunu sana açıklamıştık. Bu yönüyle ölçme, âlemde herhangi bir varlıktan ortaya çıkan bütün fiillerde göz ardı edilmemesi gereken ilahi bir nite­liktir. Dolayısıyla her insan, başkasında söz konusu teraziyi gözetmeli ve ortaya konulmuş teraziye göre onun hakkında hüküm vermelidir. Bu itibarla terazi şeriattan başka bir şey değildir. İnsanın kendisi hakkındaki murakabe ve gözetmesi ise başkası hakkındaki murakabesinin aksinedir, çünkü insan başkasından bir fiili ancak fiilin ortaya çıkıp varlıkta meydana gelişinden sonra görmüştür. Kendi nefsinde ise (ya­pacağı) fiille ilgili düşünceyi murakabe eder. Çünkü Allah Teâlâ fiili önce insanın düşüncesinde ve kalbinde var eder ve Mekke’nin dışındaki bölgelerde akla gelen hususlardan (yapılmadığı sürece) muaf tutmuş­tur. İnsan düşüncesini murakabe eder ve Allah Teâlâ’nın kendisinde bir fiili izhar etme niyeti yarattığını görür. Bu niyet âhiretteki mutluluğuna, Allah Teâlâ nezdinde sevinmesine ve övülmesine yol açacak bir fiille ilgiliyse, fiili kendisinde yaratması için mahalli hazırlar ve ardından fiil ortaya çıkar. Bu durumda fiil için kendini hazırladığı için sevap alır; bununla birlikte hepsi Allah Teâlâ kalındandır. Niyet dine göre Allah Teâlâ’nın kınadığı fiille ilgiliyse, o fiilin zuhur ettiği (bir yer olmamak için) kendini olabildi­ğince uzak tutmalıdır. (Böyle bir gayret gösterir ve) fiil Allah Teâlâ katında o mahalde gerçekleşmesi takdir edilmiş bir fiil ise Allah Teâlâ kulun aklını kendinden alıp onda irade bırakmaz, fiil kendi mahallinde ortaya çıksın diye kör yapar. Gizli cebrin hükmü ortaya çıktıktan sonra Allah Teâlâ aldım tekrar ona döndürür. Ardından o kişi düşünür, bağışlanma diler, sec­deye kapanır ve tövbe eder. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisinde belirtilir: ‘Allah Teâlâ kaza ve kaderini uygulamak istediğinde akılları insan­lardan alır. Kaderini uyguladıktan sonra ibret alsınlar diye akıllarını onlara döndürür.’ Gafil ve cahil insanın durumu genel nezdinde yerle­şik olandır. ‘Mekke’nin dışında’ dedik, çünkü şeriatta Allah Teâlâ’nın Mek­ke’de zulüm niyeti taşımayı cezalandıracağı zikredilmiştir. Abdullah b. Abbas’ın kendini korumak amacıyla Mekke’den ayrılıp Taife yerleşme­sinin nedeni buydu. Çünkü insanın düşünceleri kalbinden uzaklaştır­ması mümkün değildir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın kalbine kötü düşünce ge­tirmediği kimse, masum kişidir ve bu konuda Allah Teâlâ ihsanda bulunmuş demektir. Bu niteliğe sahip birini görmüştüm. Adı Süleyman edDünbûlî idi -Allah Teâlâ kendisine merhamet eylesinve Ebu Yezid elBestami’nin kademi üzerindeydi. Allah Teâlâ’nın üzerindeki nimetini izhar edip O’na şükretmek ve ‘Rabbinin nimetini zikret74 ayetinde yer alan emre uymak amacıyla bana şöyle demişti: ‘Elli senedir Allah Teâlâ kalbime kötü düşünce getirmedi.’ Allah Teâlâ’nın bir kuluna olabilecek en büyük ina­yet ve iyiliklerinden biri budur. Allah Teâlâ ‘Kim orada zulüm olsun diye ilhad ederse, ona acı bir azap tattırırız75 buyurur. Ayette zulüm kelimesi be­lirsiz kullanılmıştır. İbn Abbas vb. korkuya kapılmıştır. Ayetteki ilhad hakikatten ayrılmak anlamına gelir.

Kıyamet günü her varlık için ortaya konulacak terazi, dünyada ol­duğu gibi kefelerinden birinin baskın gelmesi veya her iki kefenin dengede olması şeklinde tezahür eder. Hakk terazi sahibine kefenin ağırlığı veya hafifliğine göre davranır ve saadeti terazideki ağırlığa yerleştirmiştir. İnsanların ve cinlerin sakaleyn, yani iki ağır diye nite­lendirilmiş olmasının nedeni, yaratılışlarındaki doğanın etkisidir; doğa (tabiat) ağırlığı verendir. Kıyamet gününde haşir ve neşir doğal cisim­lerinde gerçekleşeceği için, terazi akıldan ortaya çıkar. Terazileri ağır geldiğinde, terazileri ağır gelenler Allah Teâlâ’nın mutlu kıldıklarıdır. Onlar iyi davranışları irade etmiş, bedenleriyle ve zahirleriyle iyilikleri yap­mışlar, bu nedenle terazileri ağır basmıştır. Çünkü iyilik, on ile yüz bin katına kadar -aşağı veya yukarısı da olabilirgöre değerlendirilirken çirkin ve kötü davranış bire bir değerlendirilir. Böylece bedbaht insa­nın terazisi mutlunun terazisine göre hafiftir.

Bilmelisin ki Allah Teâlâ terazide hayır kefesini dikkate almıştır, kötülük kefesini değil! Söz konusu kefe (sevaplar bire on ila yedi yüz katı artı­rıldığı gibi) artırılmış değilken, Mutlu (saîd) için ağır iken bedbaht hakkında hafiftir. Günahlar artırılmadığı halde, onun hayır kefesi hafif gelir. Böyle bir insanın ne kadar da bedbaht olduğuna bakınız! Mutlu insanın ağır gelen kefesi, içindeki iyiliğin azlığı veya -Allah Teâlâ’nın hiç bir hayır sahibi değilken cehennemden çıkartacağı bir kimsede olduğu gibibulunmaması nedeniyle bedbahtın kefesinin aynısıdır. Böyle bir insanın terazisinin sağ kefesinde hiçbir hayır yoktur. Onda sadece Allah Teâlâ’nın birliği hakkında kalbindeki zorunlu bilgi bulunur. Üstelik diğer zorunlu bilgilerde olduğu üzere, kişinin bu bilgide bir çabası veya gayreti yoktur. Allah Teâlâ ağırlık ve hafiflikte iki kefeyi, yani iyilik kefesiyle kötülük kefesini dikkate almış olsaydı, daha fazla açıklamada bulunur­du. Çünkü iki kefeden birisi ağır geldiğinde, hiç kuşkusuz -ister iyilik ister kötülük bulunsunöteki hafif gelir. Fakat amel sahibinin kendisi tartılıp kefelerden birisinde o ötekinde ameli bulunduğunda, bu tartı, başka bir tartıdır. Her kimin terazisi ağır gelirse, ameli aşağıya düşer, çünkü ameller dünyada nefislere sıkıntı veren şeylerdendir. Meşakkat­lerin bulunacağı yer ise ateştir. Böylece amel kefesi ateşi ararken amel sahibinin bulunduğu kefe hafifliği nedeniyle yukarı kalkar. Bu durum­da kişi cennete girer, çünkü cennet yukardadır. Bedbaht olana gelirsek, onun bulunduğu terazinin kefesi ağır gelirken amelinin kefesi hafif gelir. Bu durumda bedbaht ateşe düşer. ‘Onun anası haviyedir’76 ayetin­de dile getirilen budur. Binaenaleyh böyle bir tartıda dikkate alman şey, amel terazisinin kefesidir. O kefe, sahibinin yüksekliği nedeniyle mutluda (saîd) ağırlık ile sahibinin ağırlığı nedeniyle de bedbaht hak­kında hafiflik özelliğiyle nitelenmiştir. Bu durum ‘Yüklerini sırtlarında taşırlar’77 ayetinde dile getirilmiştir. Kastedilen, cehennem ateşine düşmelerine yol açacak ağırlığın verdiği yüktür. Öyleyse iki ölçü var­dır: Birincisi amellerin birbiriyle ölçülmesidir ve bu durumda iyilik kefesi dikkate alınır. Diğeri, amellerin sahibiyle ölçülmesidir, burada ise amelin kefesi dikkate alınır. Vecdin hazzını elde etmek isteyen, kendi üzerindeki hakkı Hakk sahibine vermelidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

'Bana karşı kıskanç olan beni zikretmemiştir' Münazelesinin Bilinmesi

Kalbim her durumda değişmede

Bir’derı kaynaklanır onun değişmesi, ne çokluk ne sayı var

İsimler O’ndan tenezzül ettiklerinde kalbin menzillerine Hiç kimse/ark etmez onları

Hakikati meçhul, sahibi sürekli hayrette Ne eksikliği var ne bir süresi

Dersem ki ‘ben tekim’, bedenim der ki bana:

‘Senin bineğin ve cesedin bileşik değil mi?’

Sakın deme: ‘Evde kimse yok!’

Ev mamur, sakini müstağni

Şöyle bir ev harap olur mu hiç:

Sakininde ne haset ne kin var!

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların çoğunda ahde (vefa) bulamadık, onların ço­ğunu jasık olarak bulduk.’7* Fasık olmak, ahde vefa göstermek yerine (sorumluluğun) dışına çıkmak demektir. Onlarla beni zikretmeleri hususunda ahideşmiştik. Onlar beni ancak temizken zikretmede ısrar ettiler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’yı temiz bir şekilde zikret­mek isterim.’ Başka bir rivayette ‘abdesdi iken’ dediği aktarılır. O in­sanlar, Allah Teâlâ’dan gelen hayırlarla ilgili içlerinde iddia bulunduğu için kendilerini temiz görmemişlerdir. İddialar nedeniyle O’ndan geleni kendilerine nispet etmiş, fiili Allah Teâlâ’ya izafe ederek, O’na kendi hakkını vermemişlerdir. Allah Teâlâ’nın az sayıdaki kulu nefislerin kendileri nedeniyle temizlikle nitelenemeyeceği iddialardan uzak kalabilmiştir. Ayette zikredilen insanlar O’nu zikretme hususunda gayrete kapılarak Allah Teâlâ’yı içlerinden zikredenlerdir. Allah Teâlâ’yı açıktan zikredenler ise sıradan insan­ların kalplerinin Allah Teâlâ’dan olabildiğince gafil kaldığını görerek şöyle derler: ‘Biz Allah Teâlâ’yı onların arasında zikredersek, onlar da Allah Teâlâ’yı zikre­derler. Çünkü Allah Teâlâ’nın zikredildiğini duyduklarında, kendilerini O’nu zikretmekten alamazlar ve Allah Teâlâ’nın şanının gerektirdiği tazimden ha­bersiz kalplerle Allah Teâlâ’yı zikrederler.’ Bu hali müşahede eden insanlar Allah Teâlâ’ya karşı gayrete gelerek O’nu zikretmezler. İmam Şiblî tasavvuf yoluna ilk girdiğinde böyle davrananlardandı. Onun gibi hareket eden başkaları da vardır. Böyle insanlar, Allah Teâlâ ile yapılan ahde vefa göster­medikleri gibi O’ndan gelen bir marifete de sahip değillerdi. Tasavvuf ehlinin çoğunun, özellikle (kuşkululardan sakınanlar anlamındaki) vera sahiplerinin durumu böyledir. Onlar ‘Allah Teâlâ’yı çokça zikredin79 ayetinde kendileriyle yapmış olduğu ahdin dışına çıkanlardır. Hâlbuki Allah Teâlâ ayette zikri herhangi bir halle sınırlamamıştır. Bu durumda zikretmek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ hadisinde belirti­len hamde benzer. Çünkü kalp ‘mezkûr ile huzur hali’ demek, olan zikirden gafil kalsa bile, ‘duyan’ olması itibarıyla insan Allah Teâlâ’yı dille zikreden kimseden zikri duyar. Bunun üzerine kalbine bir düşünce (hatır) gelir ve zikredenin dile getirdiğini idrak eder; hâlbuki o esnada zikreden insan sadece duyma gücüne hitap eden dille zikrini yapmak­taydı. Kalp, zikri yapan dilden kendisine uygun şeyi soyuüar ve -kalp kendi işiyle meşgulkenkendisine zikri hatırlatana uyarak diliyle Allah Teâlâ’yı zikreder. Kalp kendi işiyle meşgulken o zikri yapmak üzere dilin hare­ketinden uzak kalmamıştır. Dolayısıyla bir iş onu ötekinden alıkoy­maz. Binaenaleyh kimse gaflet haliyle Allah Teâlâ’yı zikretmiş değildir. Bu noktada söz konusu olan, sadece kendini tam huzura vermek ile tam olmaksızın (başka işlerle meşgul olmak anlamındaki) ortaklıkla eksik huzur halidir. Fakat kalbin dile zikri emretme vakti başka bir işle meş­gul olması vaktiyle bir değildir. Öyleyse hiçbir gafil Allah Teâlâ’yı zikretmemiştir. Yani dilin zikretmesi halinin dışında, kalbin dile zikri emri vak­tinde kimse gafletle zikretmemiştir. Üstelik dil, açıktan zikrederken zikre hakkını vermiş sayılır, çünkü dil de Allah Teâlâ’yı tespih eden varlıklar­dan biridir. Öyleyse Allah Teâlâ’ya karşı gayrete gelerek (açık zikri bırakan) insan, O’nu tanımamış demektir. O sadece kendinden dolayı gayrete gelmiştir, yoksa gayreti Allah Teâlâ’ya dair değildir.

Bu münazele ehli olanlara gelirsek, onlar başkasının Allah Teâlâ’yı zik­retmesine karşı gayrete kapılanlardır. Başkasının Allah Teâlâ’yı zikrettiğini düşünenler, zikirde iddia sahibi olanlardır. Onlar kulunun diliyle zik­redenin Allah Teâlâ olduğunu müşahede etmişlerdir. Böylece Allah Teâlâ’yı zikret­mişler, fakat O’nu zikredenin kendileri olmadığını öğrenmişlerdir. Bu durum, hiç kuşkusuz, ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle 'Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu' der’ hadisinde belirtilir ki o da zikrin bir türüdür. Onlar, zikir esnasında Hakkın kendi dilleri olduğunu görürler. Fakat bu müşahe­deyle O’nu zikretmezler. Bu nedenle münazelede söylenen ‘Bana karşı kıskanç olan beni zikretmemiştir’ ifadesi doğrulanmıştır. Çünkü o insan, zikreden ve zikredilenin kim olduğunu anlamış, zikri yaparken zikirden uzaklaşarak ‘Attığında sen atmadın, Allah Teâlâ attım ayetinde belirti­len durumu anlamıştır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ ilahi isimleri ancak âlemde ortaya çıkan eserlerin farklılığı nedeniyle çoğaltmıştır. Arifler Allah Teâlâ’yı isimlerle zikrettiklerinde, zikri belirli bir isme tahsis etmiş ve zikredileni belirli bir ilahi isim saymış, böylece ilahi isimler birbirini zikretmişlerdir. Bu durumda zikir, isimlerin dilleri olur: Biz sadece vasıtayız! Başka bir ifadeyle biz Allah Teâlâ’yı O’nunla zikrederiz. Bir kimseyi -kendinde değil deonunla zikretmişsen, onu zikreden sen değilsin. Bakınız! Allah Teâlâ’nın nimet verdiği biri nimeti nedeniyle O’nu zikrettiğin­de, bu zikir O’nun nimetinin dile getirilmesidir. Sen de Allah Teâlâ’nın bir nimetisin. Allah Teâlâ’yı zikreden, O’nun verdiği ihsandır, sen değilsin! Kim Allah Teâlâ hakkında karşı kıskanç (gayret) ise O’nu zikretmemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın kulları arasında en çok zikredenler gerçekte zikri ol­madığı halde görünüşte O’nu zikredenlerdir. Böyle birisi Hakkın ku­ludur, çünkü o zikreden-susandır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

'Seni kendimle olman için seviyorum, sen ise ehline dönmek istiyorsun, ben payımı alayım diye bekle, son­ra gidersin' Münazelesinin Bilinmesi

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ onları, onlar da Allah Teâlâ’yı sever.’81 Allah Teâlâ, seven ve sevilendir.

Kim fenayı sevmişse bana kavuşmayı sevmiş Kim bekayı severse dönmeyi sever

Müşahedeyle birlikte varlık kalmaz Müşahedede âlemi yok olmuş görürsün

Şevkin bulunduğu her sevgi

Hakkın benzersiz mana koyduğu sevgidir

Allah Teâlâ ‘Ben sevenim’ dediğinde                               -

Duymak üzere kulak kesildiğimi görürsün

Kalp benim sırrıma der ki:

O’nun dediği olursa, itaat edilen olur

Varlıkta Allah Teâlâ’nın bilgileri bulunur Dikkatsize verilmez onlar

Allah Teâlâ sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki Hakkın iki hükmü vardır: Birincisi hüviyeti itibarıyla kendisine ait hükümdür. Bu hüküm O’nun ile kullan arasındaki münasebetin kalkması demektir. Diğer hüküm, Allah Teâlâ ile yarattıkları arasında münasebeti gerektiren rububiyetin kendisiyle sahih olduğu hükümdür. Bu sayede Allah Teâlâ âleme varlık (vermekle) etki etmiş, bu hüküm nedeniyle âlemde meydana gelmiş haller nedeniyle etkilenmiştir (teessür). Bu nedenle Allah Teâlâ razı olmak, öfkelenmek vb. gibi niteliklerle nitelenmiştir. Alemin de iki hükmü vardır: Birincisi Hakk ile arasında münasebeti mümkün kılan hükümdür. Bu sayede âlem, Allah Teâlâ’nın yarattığı ve -O’ndan var olması nedeniyleyine kendisine nispet edilerek münfailin (edilgen) fail ile (etken) irtibadı olması gibi O’nunla irtibatlı Hakk gelir. Bu hüküm nedeniyle âlem, yokluk halinde yokluk ile ve varlık halinde varlık ile sürekli ‘tercih edilen’ olarak kalır. Yoklukla nitelenmiş olması ‘tercih eden’ nedeniyle gerçekleştiği gibi varlıkla da tercih eden nedeniyle nitelenir. Alemin diğer hükmü hüviyeti ve hakikati bakımından kendi­ne ait niteliğe sahip olmamasıdır. Daha önce Allah Teâlâ’nın âlemle münase­betinin bulunmayışını sağlayan hükümden söz etmiştik; ki böylece ‘O’nun benzeri bir şey yoktur82 ayetinin doğruluğu ortaya çıkar. Bu durum Allah Teâlâ katında O’nun hüviyeti ve âlem hakkında da kendi hüvi­yeti bakımından geçerlidir. Münasebeder nispeder bakımından nitelik­leri meydana getirirler, yoksa var olan şeyler olmaları itibarıyla bunları meydana getirmezler.

Sadece Hakk var, fail olarak Bir de halk var, münfail olarak

Allah Teâlâ ile âlem arasında münasebet gerçekleşince, ‘O onları onlar da O’nu sever’ demek mümkün olabildi. Hakk seven ve sevilendir: Se­ven olması itibarıyla âlemin tesirinden etkilenirken sevilen olması ba­kımından imtihan eder. Âlem aynı zamanda Allah Teâlâ tarafından seven ve sevilendir. Âlem Allah Teâlâ’yı sevmesi yönüyle imtihan edilir, çünkü sevmek, bir iddiadır. Bu imtihan neticesinde yalancıların yalancılığı ve dürüstle­rin doğrulukları ortaya çıkar. Sevilen olması bakımından âlem, kendini sevende hüküm sahibidir. O’na dua eder, kendisine icabet edilir, O’nu razı eder, kendisi de razı edilir, kızdırır fakat sevdiğinin kudreti ve otoritesi her şeye nüfuz etse bile affedilir ve bağışlanır. Çünkü sevginin otoritesi daha güçlüdür. Nitekim müminlerin Emir’i halife Harun erReşid şöyle der:

Boynumu büken üç hükümdar var benim Kalbimin her mekânına yerleşmişler

Bütün halk bana ben onlara itaat eder dururum Hâlbuki onlar bana karşı gelir

Hevanın otoritesiyle güç kazandıralar Onların otoritesi benimkinden de güçlü

İnsan ile âlem arasında da bir münasebet olduğu gibi onun ailesi de âlemdendir. Dolayısıyla O’nu seven biri, -Allah Teâlâ tarafından sevilmiş oldukları haldegeriye sadece ailesinin kendi üzerinde belirlenmiş hakkı nedeniyle döner. Geri döner ve Allah Teâlâ’nın ona yüklediği bir so­rumluluğu ailesi adına yerine getirir, yoksa bu dönüşte nefsânî gaye veya dünyevî bir ilişki yoktur. Allah Teâlâ böyle insanların sadece emirlerine bağlanmak ve onları aşıp çiğnememek üzere belirlemiş olduğu sınırla­rında durmak amacıyla geri döndüklerini bildiği için, böyle bir insana şunu der: ‘Dur! Ta ki senden payımı alayım!’ Bu durum Hz Peygam­ber’in ‘Benim Allah Teâlâ ile bir vaktim vardır, ona Rabbimden başkası gi­remez’ hadisinde belirtilir. Bu esnada ve mertebede peygamber kendi­ne veya herhangi birine değil, Allah Teâlâ’ya aitti. Allah Teâlâ ise bu makamdan ayrılarak ailesinin yanma dönerken kendisine müsamaha gösterir. Çünkü onu ailesinden ayrılarak Hakka döndürten şey, Allah Teâlâ’nın onun üzerine farz kıldığı hakkıdır. Hakka dönen insan, (içinde kimsenin bulunmayacağı) vakti kaçırmaktan endişe ederek Hakka döner. Böyle­likle dönme talebi, onun Rabbini sevdiği hususundaki iddiasında doğ­ruluğuna şahidik eder. Bu nedenle şiirde ‘sonra benden ayrılırsın’ deni­lir. Hâlbuki gerçekte sadece bu makam yönünde Haktan ayrılır, çünkü bulunduğu her yerde Hakkın gözünün önündedir. Allah Teâlâ bu özel mü­şahede itibarıyla kendisine karşı sabrı gerektiren böyle bir makamda ‘Rabbinin hükmü için sabreyle83 buyurur. Yani bu hakları ödemek üzere geri dönerek sabırlı ol! ‘Çünkü sen gözlerimizin önündesin.’84 Çünkü Allah Teâlâ o kişinin kendisini sevdiğini bilir. Seven ise ayrılmaktan ve baş­kasını görmekten dolayı acı duyar.

Bu münazelede ‘ta ki senden payımı alayım’ sözünü işitince, bu münazelenin halinde hakkı bilmek bana ağır geldi. Bu durumun bana ağır geldiğini görünce, Allah Teâlâ aynı hükümdeki başka birisinin varlığıyla beni yatıştırdı. Bunun için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ kendisini seven kullarıyla kavuşmayı onların O’na kavuşmayı özlemesinden daha çok özler’ dediği hadisi bana hatırlatıldı. Çünkü Allah Teâlâ onların O’nu bilme­sinden daha çok onları bilir. Özlem ve şevk, bilgi ölçüsüncedir. Bu­nunla birlikte böyle şeylerin makamların ve hallerin dilleri, onların ve isimlerin hükümleri olduklarını biliyordum. Bu durum ‘O gün takva sahiplerini grup grup Rahman’a götürürüz’85 ayetinde belirtilir. Rahman’a ancak O’nun yanındaki kimseler özel bir isim bakımından götü­rülürler. Rahman’a götürülen kişi o ismin dışında başka bir ismin hükmü yönünden O’nun katindadır. Kim Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle bilirse, yaratılmışların niteliği olan hususlar arasından Allah Teâlâ’dan duy­duklarından hiç biri kendisine ağır gelmez.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Kim bilgiyi talep ederse gözünü kendimden çevirtirim'Münazelesinin Bilinmesi

Delille bilgiyi arayan benim zatıma ulaşamaz

Çünkü delille bana ulaşmak imkânsız

Bakarsın, beni her yerde görmekte

Görürsün ki onu izhar ederim, hal be hal

Görür ki kendi benden başkası değil

Hidayet hiç dalalet olur mu?

Gözlerimizi kaldırdık güneşlere doğru

        Yüzlerimizi yakan güneşler gölgeydi bize

Rabbin ‘ben birim’ dediğinde bil ki

Sana imkânsız kıldı (O’nu bilmeyi)

Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nu gözler idrak edemez.’86 Rabbin ‘ben birim’ dediğinde bil ki, sana imkânsız kıldı (O’nu bilmeyi)’ ifadesinin yoru­muna gelirsek, bilmelisin ki burhan delili, âlem ile Hakkın hüviyeti arasındaki münasebetin kalkmasını gerektirir. Hâlbuki bir şeyi gör­mek, gören ile görülen arasındaki münasebede mümkündür. Bu du­rumda hüviyeti itibarıyla Allah Teâlâ’yı O’ndan başkası göremez. Bu bilgi sahibi, Rabbini görürken ve müşahede ederken O’nu görmediği hük­münü verir ki, onun hükmü doğru olduğu kadar gördüğü de doğru­dur. Bu nedenle ‘Gözünü kendimden çeviririm’ demiştir. Gözü Hakk’tan çevrildiğinde, Hakk kendi hüviyetiyle kulun gözü olur. Kul Hakk’ı bu halle gördüğünde, Hakk’ı Hakk ile görenlerden olur. Gören kul iken görülen ve görme aracı Hakk’tır. Her nerede gerçekleşirse gerçekleşsin, en büyük görme budur. Sahih bir rivayette, kulun dünya


hayatında bu makamı elde edeceği zikredilmiştir. Burası mutmainnefs-i nâtıkanm (düşünen nefs) ölümle birlikte ayrılacağı yaratılıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gözler O’nu idrak edemez-’87 Burada çoğul kullanılmış­tır, çünkü kastedilenler, âlemdekilerin gözleridir. Ayette ‘O'nu göz idrak edemez’ denilmemiştir. Bununla birlikte azın çokluğu da olabilir. Fakat her durumda, kastedilen birden çok gözdür. Azlığın çokluğu hakkında şair şöyle der:

Bi-efel ve bi efale ve efile

Vefi’le, sayılarda azın çokluğu bu kiplerle yapılır

Şiirde geçen ‘efel’ kipine ‘ekleb .(köpekler)’; ‘efal’ kipine ‘ebsar (gözler)’; ‘efil’ kipine ‘eksiye (elbiseler)’ve ‘fı'le’ kipine ‘fıtye (gençler)’ misal verilebilir. Allah Teâlâ’nın hüviyeti sıfatların birliği olunca, çokluk bu­lunmamıştır. Hüviyet gören herkeste Hakkın gözüdür. Görenlerin varlıkları çoğalsa bile hepsinde göz birdir, çünkü göz Hakkın hüviyeti­dir. Böyleyken gözün Hakkı idraki mümkündür, çünkü o göz, Haktan başkası değildir. Böyle bir durumda Hakk gören ve görme aracıdır. Çünkü ‘O’nu gözler idrak edemez88 ayetinde olumsuzlanan şey şudur: Burada gözler, görülenlerin idrak edilmesini sağlayan manalardır, yoksa onlar, buradakinden farklı olarak, görülenleri idrak eden ve algı­layan şeyler değillerdir. Çünkü Hakkın gözü senin gözün olduğunda, göz O’nu idrak edebilir. Bu durumda göz kula ait olsa bile, idrak Allah Teâlâ’ya nispet edilir. Bu meseleyi derinden düşünmelisin, çünkü bu mese­le gayet yararlı bir meseledir. Buradan Allah Teâlâ’nın bazı kullarına -âhiretten öncedünya hayatında kendini görme nimetini ihsan ettiğini öğrenir­sin. Allah Teâlâ’nın bazı kulları için ise bu nimeti tehir etmiştir (âhirete bı­rakmıştır). Bazı kullar ise Allah Teâlâ’yı gözleriyle sadece âhiret hayatında görürler. Bunlar görmek bakımından diğerlerinden aşağıda bulunurlar. Allah Teâlâ’nın bazı kulları daha vardır. Onlar Allah Teâlâ’yı dünya hayatında iman gözleriyle berzah âleminde ise uyku, uyanıklık ve ölüm halinde hayal gözleriyle görürler. Buradan hareketle Allah Teâlâ ehlinden bazıları, bilginin perde olduğunu söylemiş ve bunu söylerken de nazarî bilgiyi, yani insanın Allah Teâlâ’ya dair nazari düşüncesinden elde ettiği bilgiyi kastetmiş­lerdir. ‘Gözünü kendimden çevirtirim’ ifadesi bu anlama gelir. Binae­naleyh (Hakk diyor ki), beni görecek olan ancak benimle görebilir. Beni kendi gözüyle gören, sadece kendini görmüştür. Çünkü ben onun suretiyle kendisine tecelli ettim.’ Allah Teâlâ adamları Allah Teâlâ’yı O’nun bildir­mesiyle bilenlerdir. Allah Teâlâ onların gözleri (görme güçleri) olduğu kadar aynı zamanda bilgileri olmuştur. Böyle insanlarda nazarî düşüncenin bulunduğu tasavvur edilse, hiç kuşkusuz Hakk onların bilgileri, görme­leri ve duymaları olduğu kadar aynı zamanda fikirleri de olurdu. Fakat böyle bir müşahedeye ve zevke sahip insanda, herhangi bir konuda tefekkür ve düşünme beklenemez. O sadece -farklı türleriylekendisine gelen ilhama göre davranır ki -arada tefekkür olmaksızındoğrudan Allah Teâlâ’dan anlamak, ilham (vahiy) türlerinden birisidir. Bir insana te­fekkür kaynaklı anlayış verilirse, böyle biri sözü edilen adam değildir, çünkü fikirden hareket eden bilgide bazen isabet edilir, bazen hata yapılır. Fikir kaynaklı olmayan anlayış Allah Teâlâ’nın kuluna sahih ve sarih ilhamıdır. Bu ilhamda peygamberlerin zevki, velilerinkinden üstündür. Çünkü genel içinde özele kabiliyedi olan, genel olanı da elde etmiş demektir. Hâlbuki özelin tezahür etmediği geneli elde eden, özel zev­kin ortaya çıktığı makamı elde edemez. Özel genel içinde içkin olarak bulunsa bile, bütünde bir hükmü olsa bile zevkte bir hükmü yoktur. Bütündeki hükmü ise tafsil edilemez.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’


Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem'e 'İsra gecesinde Rabbini gördün mü?' diye sorulduğunda kendisinden dolayı 'Nur idi, nasıl göreyim ki!' dediği Sırrın Münazelesinin Bilinmesi

Nuru gölge nasıl görsün?

Gölge onun sayesinde var, parlayan ışıkla

Gölge ışığın özelliğiyle bezenirse

Görünür Hakk gelir fakat ancak o durumda

Ruh bir gölge, cisim onu izhar eder

Yaklaştığında gördüğün zatın nurunda

Bizim söylediğimizi ancak bir yiğit bilir:

Halvete girmiş,

Arınmış bir halde onu görmüş yiğit

Bazen onu suretinde olan görebilir

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur,’89 Nurun bir kısmı idraki mümkün kılarken kendisi idrak edilemez. Bu nur, O’ndan sana bir perde olduğu gibi sen de onun üzerinde perdesin. ‘Allah Teâlâ’nın yetmiş veya yetmiş bin -kuşku bendendirnur ve karanlık perdesi vardır.’ Burada zikredilen nur perdesi o perdelerdendir. Perde olan karanlıklar ise bunun dışında kalanlardır. Öyleyse nur senin üzerindeki perde olduğu kadar aynı zamanda sende perdelenendir. Böylece nur kendi­siyle perdelenmiştir. Bu nedenle nur, hiçbir zaman görülemez. Karan­lık da perdelenmiş olsa bile, kendisiyle gören arasındaki münasebet ve ilişki nedeniyle görülebilir. Çünkü var olanların karanlığından başka gerçek karanlık yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında Allah Teâlâ’dan kendisi­ni nur kılmasını istemiştir. Çünkü biliyordu ki, Allah Teâlâ Nur’dur ve en


yakın nur, en yüce nurda içkindir. Yine biliyordu ki, Hakk, her bakım­dan kulun kul olmasını sağlayan her şeydir. Bununla birlikte hüviyeti halamından Hakkın bir niteliği veya sıfatı yoktur. Ayrıca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şunu da biliyordu: Allah Teâlâ’ya nispet edilen sıfat -Hakkın sıfatı olmak bakımından değilhüviyeti bakımından Haktan başkadır. Bu yönüyle kul hüviyeti itibarıyla Hakkı zikretmez, sadece kendisinde bulunan niteliklere göre Hakkı zikreder. Bunlar ise Hakkın hüviyeti­dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Beni nur kıl’ demesi, ‘Beni sen kıl (yarat)’ de­mekle birdir. Hâlbuki Hakk yaratılmış değildir (gayr-i mecûl). Bu ne­denle Hakka şöyle hitap etmiştir: ‘Beni sen olduğumu görme ve bilme mertebesine yerleştir ki âleme gelmiş olan başkalarından farklılaşayım. Böylece onlar bilmezken ben onları bileyim ve kendimin kim olduğu­mu bileyim. Hal böyle olunca; nur, nur içine girmiş olmaz sadece yaratılmış suretinde ortaya çıkan tek nur vardır.

Bu ismin ne kadar sırlı olduğuna bakınız! Yaratıklar karanlıktır ve onlar nurun karşısında duramazlar, çünkü nur onları kaçırtır. Karanlık nuru göremez ve Hakkın nurundan başka nur yoktur. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Nur idi, O’nu nasıl göreyim ki!’ demiştir. Çünkü O’nu benden gören şey O’nun hüviyetiydi. Benim karanlığım O’nu idrak edemez. Bu bilgi, nazarî deliller ile ve de suretlerde gerçekleşen müşa­hedeyle idrak edilemeyecek garip bir sırdır. Bu sır ilahi bilgilerin en yücelerinden birisidir. Bu bilgi açık olsa bile, kuldan onu anlayan şey, (fena makamına ermesiyle birlikte) Allah Teâlâ’nın kendisidir. Öyleyse Allah Teâlâ bu meselede bilgi, bilen ve bilinendir!

Allah Teâlâ nuru göklere ve yere izafe ederek tafsil etmiştir. Bu itibarla gökler, güçlerle görülmeyen ve ulvî olan her şey iken yer duyulur güç­lere gözüken aşağı (süflî) kısımlardır. Allah Teâlâ şöyle der: O zatından kaçmasının aynıdır. Bu sayede sadece O görülür ve nur göklerin ve yerin kendisidir. Burada müfessirlerin ayetin manası hakkında söyle­dikleri ‘Allah Teâlâ aydınlatandır’ veya ‘hidayet edendir’ gibi görüşleri söy­lemiyoruz. Bu isim Allah Teâlâ’nın özel ismidir. Allah Teâlâ göklere ve yere emaneti taşımaya karşı direnme veya emrine itaat etmeyi severek yerine getir­meyi hidayet edendir. Öyleyse burada (davete) icabet, birbirlerini davet eden isimlerin birbirlerine icabet etmesi demektir. Bu da başka bir ilahi bilgidir. Burada ise göklerin ve yerin nuru olduğunu belirt­miştir. Nur, kaçırtan demektir. Bu yorumu lambaya yapılan özel ben­zetme destekler, çünkü lambanın bu özellikteki ışığı, gecenin karanlı­ğını kaçırtır. Hatta ışık, gece olarak kalsa bile gecenin karanlığının kaçmasıdır. Çünkü gecenin varlık şartı, karanlığın bulunması değildir. Onu var eden şey, doğuncaya kadar güneşin batmış olmasıdır. Güneş battıktan sonra güneşin dışında bir ışığın veya karanlığın bulunup bulunmaması birdir. Gecenin mahiyeti hakkında birtakım hatalı görüş­ler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Geldiğinde geceye yemin olsun90 buyurmuştur. Gece karanlığın kendisi olsaydı, Allah Teâlâ onu kararmış olmakla nitelemezdi. Bazen karanlık yokken gece olabilir. Nitekim gündüz olur, fakat ışık bulunmayabilir. Çünkü gündüz, güneşin do­ğumundan batımına kadarki zamandır. Güneş tutulmuş olsa bile, gün­düz var olmayı sürdürür. Şöyle denilebilir: Gündüzün ‘nehar’, yani gündüz diye isimlendirilmiş olması, onda ışığın yayılmasından kaynak­lanır.’ Şöyle deriz: ‘Bu görüş doğru olsa bile, bizim gündüzün mahiye­ti hakkında ileri sürdüğümüz görüşle çelişmez. Çünkü güneş tutulması arızî bir durumdur ve güneş kararmış olsa bile onun doğumunu etki­lemez. Güneşin tutulma sebebi de malumdur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

'Kab-ı kavseyn (yayın iki ucu)' Münazelesi

Yayın iki ucu nedir ki; dairenin çapı Allah Teâlâ ve âlem arasında ayrım koyar

Kim bir görürse, ayırmaz

Âlemin unutulan yakınlığı                                          ,

Ondadır veya daha yakındır ve ona ait Onda bilgi sırları bulunur, akıl onları bilmez

Kuşku ‘veya’nın otoritesinde gözükür

Yakın olanın hükmü onun; makam ve otorite sahibi

Ayet Necm suresinde inmiş

                 Benzerler ve misillerin varlığını gösterir

Bütün bu söylediklerimi bilenler var İnanç ve fiil olarak makam sahipleri nezdinde

Daire sureti tecelli ettiğinde sözle der ki:

Emreden ve yasaklayan sensin!

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yayın iki ucu kadar veya daha yakın idi.’91 Burada surî yakınlığa işaret etmektedir. Bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bir ip sarkıtsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi’ buyurduğu aktarılır. Allah Teâlâ ‘Rahman Arş’ın üstüne istiva etti92 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Rabbimiz gecenin son üçte birinde yakın semaya iner’ buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zayıf akılları şaşırtırken Allah Teâlâ’nın mertebesine kendini adamış akılları uyarmış, onlar da Allah Teâlâ’nın neyi kastettiğini anlamışlardır. Onlar daha çok isteseydi, Allah Teâlâ da artırırdı. Nitekim Allah Teâlâ, ‘Sonra yaklaştı93 buyu­rur. Bu ayet, Allah Teâlâ’nın ayetlerini görmek üzere göklere doğru yükseltil­diğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in israsıyla ilgilidir. ‘Sarktı...’94 Bu ifade hadiste zikredilmiş ipin kendisi olduğuna işaret etmek ve dikkat çekmek üzere, bu yorumu desteklemiştir. Bu yönüyle Allah Teâlâ hakkında yükselmek ve inmek nispetleri eşittir. Bu sayede balık sahibinin (Yunus) haberiyle (göklere yolculuk yapan) isra sahibinin haberi bir olur: Yani onlardan biri ötekine göre Hakka daha yakın değildi. Binaenaleyh bu ifade, mekânsızlığa ve ilahi zatın herhangi bir kayıtla sınırlanmadan meçhul kaldığına işaret eder. Allah Teâlâ’nın isra gecesi peygamberine gösterdiği ayet­lerden biri, yükselirken aşağıya sarkmış olduğunu ona göstermesidir. Bu durum Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinden söz ederken Ebu Said elHarraz’m ‘O'nu iki zıddı bir araya getirmesi özelliğiyle tanıdım’ diye dile getirdiği ifadesinin aynıdır. Harraz bu sözünün ardından şu ayeti okumuştur: ‘O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır.’95 Allah Teâlâ her şeyde hüviyetiyle bir halde bulunur. Hatta Allah Teâlâ iki zıddın ta kendisidir: Sen olmasaydın, yaklaşma ve sarkma olmayacaktı!

Ne yakınlık var ne sarkma Ne yükseliş var ne inme

İyice düşünürsen görürsün Bütün bunlar çizgilermiş

Sen hüviyetin bakımından niteliği ve sıfatı olmayan birisin. Ebu Yezid’e ‘Nasıl sabahladın?’ diye sorulunca şöyle demiş: ‘Benim ne sa­bahım ne akşamım var! Sabah ve akşam nitelikle sınırlanan kimseye ait, benim bir niteliğim yok ki! Ben bir süre ağlamış, bir süre gülmüş­tüm. Şimdi ne ağlıyorum ne gülüyorum!’ Yükselme ve inme bir nite­liktir. Hâlbuki hüviyeti ve kendisi bakımından kulun yükselmesi ve inmesi mümkün değildir. O halde yükselen inenin kendisidir. Sarkmış olan yaklaşmıştır. Başka bir ifadeyle ona doğru sarkmış ve yaklaşmıştır. Böylece ‘yayın iki ucu’96 olmuştur. Dairede iki ucu ortaya çıkartan şey, vehimdeki çizgidir. Onun mevhum olduğunu söylemek yeterlidir. Mevhum, dışta var olmayan demektir. Bununla birlikte mevhum, dai­reyi iki kavse bölmüştür. Hüviyet dairenin kendisidir ve iki kavisten başka bir şey değildir. Birinci kavis hüviyet bakımından ötekinin aynı­dır. Sen ise vehimde var olan bu bölen ve ayıran çizgisin. Hakkın kar­şısında âlem de vehimde var olan bir şeydir (mevhûm). Vehimden kalktığında ortada daireden başka bir şey kalmaz: Artık iki kavis yok­tur. Rabbine bu kadar yakın olanın, başka bir ifadeyle daireyi bölen çizgi kadar yakın olup sonra nefsini oradan kaldıran insanın elde ede­ceği Allah Teâlâ hakkında bilgileri hiç kimse bilemez. Bu durum ‘Kuluna vahyettiği şeyi vahyetti97 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ Kuran-ı Kerim’de bize bu yakınlıkta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vahyettiği şeyleri belirtmediği kadar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bu ilahi yakınlıkta kendisine vahyedilen şeyleri bize açıklamamıştır. Bu mertebede vahyi (ve ilhamı) telakki ve algılama sadece zevk edenin anlayabileceği doğrudan bir telakkidir.

Menziller içerisinde bu münazelenin dışında noktanın çevreyle bir­leşmesini gerektiren başka bir menzil yoktur. Çevre noktayla birleşti­ğinde, aradakiler ortadan kalkar. Hakkın varlığında âlemin silinmesi bu demektir. Nokta çevreden ayrışmaz. Aksine nokta ‘nokta’ olmak yö­nüyle çevre de çevre olmak yönüyle ortadan kalkar ve geride gerçek var olan hakikat kalır. Bu hakikat, onun hükmünü ve âlemden kendisine nispet edilen şeyleri tümel-genel olarak dışta ve hükümde ortadan kaldırır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

'İki varlığın sorulması' Münazelesinin Bilinmesi

Varlığımda benim aynımsın ya sen Bütün güçlerimin yeri benim ve sensin

Veya iş benim kendim olmamdır Veya sen varsın bir tek

Veya bir şekilde ben Başka bir açıdan sen

Sen okunmayan ve bilinmeyen bir harf Sen şaşkınları hayrete düşüren

Acizlik görüyorum, acizlik kendim Gerçekleri bilmiyorum: neredesin sen?

Bilgi öğrenmeye gücüm yok

Sen de öğrenmeme imkân vermiyorsun

Hakkın varlığında aciz kaldık ve hayrete düştük Sen de düştün, Rahman’ın izzetine yemin olsun

Ben yok oldum, sensin O

‘Sen’ derken bir bak benim sözüme bir bak

‘Sen’ derken kimi kastederim, benim aynım değilsin Ama benden başka da değilsin: ‘Sen’ derken hayretteyim

Çünkü ben sözümün anlamını bilmiyorum ‘Sen’ diyen kimdir, onu da bilmiyorum

Varlığımın içerdiği bir şey görüyorum Ondan başkasın sen ve sen değil o

Yok olursak ‘kulum yaptı’ diyorsun Kendinden başka bir şeyle bizi ispat edersin

Bana kim olduğumu söyle ki göreyim Bileyim: Ben mi, yoksa sen mi sensin?

Allah Teâlâ olmasaydı, biz kullar olmazdık Kul olmasaydı Sen de sen olmazdın

Beni sabit kıl ki, seni ilah olarak ispat edeyim Beni yok etme, yoksa Sen de yok olursun!


Allah Teâlâ şöyle der: ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı.’98 Bu ayet iki varlığın ve onların hükümlerinin onaylamak demektir. Sonra Allah Teâlâ ispat ettikten sonra birisini hükmünü düşürmüştür Ki O sözü doğru olandır!

Bilmelisin ki bir şeyin ‘enniyycti (varlık, hakikat)’, sufılerin ıstıla­hına göre onun hakikatidir. Bu hakikat Hakk için ‘Kuşkusuz ben senin rabbin olanım’" ayetinde, yaratıkların en kâmili için de ‘Ben Allah Teâlâ’nın peygamberiyim,10ü ayetlerinde ifade edilmiştir. Bu iki enniyyet ibareye gelir. Onlar iki zarftır ve her birisinin ötekine ait olmayan bir hükmü vardır.

Onların dediği söz bu söz, kastettikleri de bu mana:

Allah Teâlâ’dan başka bir şey yok, masiva denilen bir şey yok!

Yükümlü tutmuş da; teklif yaratılmışın varlığını gerektirir Dirayet sahibi olmalı teklif için; hâlbuki O’ndan başkası yok ki!

İlahi enniyyet (Hakkın hakikati), söyleyen; yaratılmış olan ise din­leyendir. Ona söylenen söz, var olma sözüdür. Bu söz yaratılmışa var­lığı esnasında söylenmez. Böyle bir söz ancak yokluk halindekine söy­lenebilir. Dolayısıyla yaratılmışa var olmak nispet edilemeyeceği için maduma, yani var olmayana teklif olabilir. Dolayısıyla varlığı kabul etmekle münfail (edilgen) olana veya kendisinden var olmuş bir şeye böyle bir emir verilemez. Öyleyse var olana ait bir söz olmadığı gibi (buradan kaynaklanacak) abes ve hikmete aykırı bir durum da yoktur. O halde Allah Teâlâ yükümlü tuttuğu şeye yokluğu halinde ‘ol’ diye emre­der, ‘O da olur.’101 Yani o şey zaman içinde var olanın mahallinde mey­dana gelir ve artık -gerçekte ona ait değilkeno mahalle nispet edilir. Bu nedenle iki enniyyet iki uç olmuş ve birbirlerinden ayrışmışlardır. Yaratılmışa ait enniyyet, koruyucu olması itibarıyla, kendini feda edip Hakkın mertebesini tercihin yeridir. Koruyucu nitelikle kulun enniyyeti zuhuru esnasında Hakk’ta fani olur. Bu durum ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım102 ayetinde belirtilir. Burada kula işaret eden ‘nun’ harfi ‘n’ye Hakkın zamiri olan ‘yâ’ harfi etki etmiştir. Böylece ‘nun’ kesreli gelmiş, Kadim’in yaratılmışta etkisi ortaya çıkmıştır. O olmasaydı ‘inneni’ kelimesindeki ‘in’ kesreli olacaktı ki, o da Hakkın enniyyetidir. Nitekim ‘İnneni ene (kuşkusuz ben)ym ifadesinde böyle gelmiştir. Çünkü onun bir eseri olmalıdır. Vikaye (koruyuculuk ile vikaye arasında bağ var) nun’u olan kulun enniyyetine Hakkın enniyyeti etki etmemiş ol­saydı, onu kesre yapardı. Onun makamı fetih demek olan rahmettir. Bu durumda onu kendi makamında ancak kendisi kaldırmış, ona ken­dinden başkası etki etmemiştir. Kulun Hakk’a en yakın olduğu durum, Hakk’ın enniyyetiyle zamir arasında vikaye, yani koruyucu olarak bu­lunduğu durumdur. Böyleyken sınırlanmış ve kuşatılmış bir haldedir. Hakk her yönden onu kuşatmış, rahmet niteliği baki olsun diye, ona merhamet etmiştir. Bu rahmetin kapısı açıktır ve Allah Teâlâ o rahmet vası­tasıyla yaratılmış hakkmda varlığı korur. Geride kulluk makamında meydana gelen vikaye, yani koruyucu ‘nun’ harfinin varlığı kalır. Bu ‘nun’ harfi, Hakk’ın zamiri olan yâ zamirinden meydana gelen kesre­dir. Böylece kulda Hakkın tesiri gerçekleşir. Bu ise kulun makamı olan zillet ve muhtaçlıktır. Kulun Hakka vuslatta bundan üstün bir makamı yoktur. Çünkü burada makamının kendisinde ortaya çıkmasıyla haki­katinin varlığı ona aittir. O ise Hakta fani ve mündemiç iken her yön­den Hakk ile kuşatılmıştır. Böylece kesre ona tesir ettiğinde, nefsini Rabbiyle bilirken Rabbini de üzerinde bulunduğu rahmetie kendisini baki kılarken bilir. Çünkü Allah Teâlâ Rahman ve Rahim’dir. O halde Allah Teâlâ’dan kulun varlığına yönelik fetih ve ihsan, süreklidir. Bu nedenle kul Allah Teâlâ’yı sürekli Rahman diye müşahede ederken kendisini etkilenen diye tanır ve böylece sürekli kulluğunda kalır. Bu makam, yakınlığın en ileri derecesidir. Ebu Yezid el-Bestami Allah Teâlâ’ya yakınlık hususunda bu makamı müşahede etmezden önce O’nun hakkında hayrete düşüp şöyle demişti: ‘Rabbim! Sana neyle yaklaşayım?’ Allah Teâlâ ‘Bana ait olma­yan bir şeyle’ deyince. Ebu Yezid ‘Her şey sana ait iken sana ait olma­yan şey ne demektir?’ demiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ ‘zillet ve yoksul­luk’ demiştir. Ebu Yezid Hakkın enniyyetiyle kullun enniyyetine ait hususları öğrenmiş, bu makama girmiş, en kâmil yakınlığı elde etmiş, müşahede ve vecdi bir araya getirmiştir. Çünkü orada her şey yok olmuştur. Bu itibarla sufilere göre müşahede, varlığın ve hakikatin (ayn) değil, hükmün fani olmasıdır. Bu makamda varlık fani olmadan müşahede vardır. Bu nokta bizimle sufılerin görüş birliğinde olduğu bir husustur. Bu müşahedede hüküm de kalkmaz, çünkü bu müşahede Hakk adına hakkı olan rahmet fethini geride bırakır. Bu belirli yakınlık olmasaydı, iş Hakkın enniyyetine dönerdi. Bu nedenle ‘Ben senin Rabbinim,m ayetinde zuhur etmiştir. Buradan şu öğrenilir: Haktan bir eser ortaya çıktığında, o eserin hükmünün de ortaya çıkması zorunludur. Bu yönüyle var olan sadece Haktır. Öyleyse eser Haktan yine Hakka dönmüştür. Sonra kul gelmiş, ilahi enniyyet ile etki eden arasına gir­miş, kendisine tesir etmiştir.

Halkın enniyyeti sınırlanmış Hakkın enniyyeti sınırlanmaz

Birinden şunu alır, ötekine şunu verir Hepsi O’nun hallerine gıpta eder

Varlığı müşahede gözüyle bağlamış Bağlanan kimse için değerli bir makam

Yakınlık makamına ulaşamaz Sırrı kirlenmiş bir kul

Rabbim beni kendisiyle süslediğinde bu makamla sevindiğim ka­dar, Allah Teâlâ’nın bana ihsan edip var olanların kabul edebileceği hiçbir şeyden sevinmemiştim. O makam, makamların en yücesi ve en üstü­nüdür. Bu makam -onlar farkında değilkenAllah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin makamıdır. Allah Teâlâ’nın bazı kullarına yönelik inayetinden birisi onlara bu makamı göstermesidir. Böyle birinin âlemdeki üstünlüğü söz konusu makamı hallenerek ve zevk ederek öğrenmesidir. Kimse başkasını nefsine tercihin (îsâr) meyvesini bu makam sahibinin devşir­diği gibi devşiremez, çünkü başkasını tercihin meyvesi, kendine tercih ettiğin kimsenin değeriyle ölçülür. Bu makamda kendine tercih ettiğin

Haktır. Bu nedenle -rahatlığın Hakka nispeti tarzındabu tercihin meyvesinden devşirdiklerine karşılık sana sevinme ve ferahlama nispet edilir. Bu sevincin haz ve mutluluğunun büyüklüğüne bakınız! Bu makama dair yapılabilecek uygun açıklama budur.

cAllah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

DÖRT YÜZ YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM

'Benim celalim karşısında küçülene inerim, bana karşı büyüklük taslayana azametimi gösteririm' Münazelesinin Bilinmesi

Nasıl davranırsan Hakka öyle karşılık bulursun Cüret etme! O’nun dengi misin?

‘O'na aidiz’ de, ‘O'nunlayız’ deme Çünkü yok bir benzeri O’nun

Allah Teâlâ’ya harp açan O’nun gücünü görür sonunda Menziller batıl olur gider

O silahı atandır Menziller ona aittir

Tayfur dedi ki benim tutuşum daha çetin Bu söz yerinde bir söz değil

O’nun bizdeki varlığı sabit bir varlık Bizim O’nda olmamız gerçek bir varlık

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen içlerinde bulunduğun sürece Allah Teâlâ onlara azap etmeyecektir.’105 Başka bir ayette ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik106 buyurur. Burada Allah Teâlâ mümin olanı veya olmayanı ayırt etmemiştir. Kul kendi hakikatinden ibaret olan makamında vasıflardan soyutlanmış bir halde iyi veya kötü bir nitelik taşımadan bulunursa, aslı üzerinde bulunmuş demektir. Bu itibarla kulun aslı, küçüklüktür. Hakk ise niteliklerin kulda görünmesini irade buyurmuştur. Bu nedenle âlemden müstağni kalmasını gerektiren hüviyetinden çıkarak kuluna tenezzül buyurması gerekir. Allah Teâlâ âlemlere muhtaç değil iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Bedir günü Rabbine şöyle demiştir: ‘Bu topluluğu yok edersen bu günden sonra sana ibadet edilmeyecek!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den başka birisi bunu söylemiş olsaydı, hiç kuşkusuz, bilgisiz ve münkir insan, kendinden beklenebilecek ve ona yaraşan sözleri söyler­di. Böyle esintiler, Allah Teâlâ ehlinden olan ariflerin kalplerine eser durur. Onlar bu ifadeleri dile getirseler, mümin onları tekfir ederken delil sahibi akılcı onları cahil diye suçlar.

el-Vehhab Allah Teâlâ’ya hamdolsun Masum kılan Allah Teâlâ’ya hamdolsun

Şam olan sözü söylemedi O masumun söylediği söz

Allah Teâlâ onu haramdan perdelemiş Allah Teâlâ ona merhametle şahadet etmiş

Bir hadiste ‘Allah Teâlâ karşısında tevazu sahibi olanı Allah Teâlâ yükseltir’ denilir. Bu durum Allah Teâlâ’nın kuluna tenezzülüdür. Buna karşılık Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük taslayanı Allah Teâlâ alçaltır. Allah Teâlâ bir insanı ancak kendi büyüklüğünü ve azametini göstermekle alçaltır. O, el-Alî ve elAzim’dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bunlar sizin amellerinizdir, size döndürüleçeklerdir’ deyince, Haktan ancak üzerinde bulunduğumuz durumu gördüğümüzü anladık; dileyen amel etsin, dileyen etmesin! Bu, bütü­nüyle doğru bir ifadedir. Çünkü amel, başka bir şey değil, sahibine dönen bir şeydir. Allah Teâlâ amelleri bize izafe etmiştir. İçimizden bilgi sahipleri bu durumu öğrenince, geri döndürüldüğünde amelin kime döndüğünü de anlamışlardır. Hadisle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.

Allah Teâlâ el-Kebir ve el-Mütekebbir’dir. Buradan büyüklüğün ve kib­rin Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edileceğini ve tekebbürün O’na nispetinde bir hayretin bulunduğunu öğrendik. Hakkın kullarına tenezzül edişini bilirsek, bu nispeti öğreniriz. Çünkü mümkünün Allah Teâlâ’nın hakkı olan muhtaç olmamak özelliğine ulaşması mümkün değildir. Buna karşılık Hakk müstağni olsa bile, ihsan ve lütfü ile kullarına tenezzül eder. Kul ilahi tenezzülün değerini bilmeyebilir ve Hakkın tenezzülü nedeniyle kendi nefsinin değerini abartabilir. Böyle bir insan, Hakkın kullarına tenezzül edişinin kullarının varlıklarından değil, esma-i hüsna’nın hü­kümlerinin mümkünlerde izhar edilmesi demek olduğunu anlamamış demektir. Aynı zamanda, Hakkın yarattıkları nedeniyle değil, kendi nedeniyle tenezzül ettiğini de bilememiş demektir. Nitekim Allah Teâlâ ‘cin­leri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım107 der. Yani insanlar ve cinler Allah Teâlâ için, yani O’na ibadet etsinler diye yaratılmıştır. Yaratmak Allah Teâlâ’nın hakkı olan ‘âlemlerden müstağnilik’ makamından tenezzül ve inmek demektir. Kullar içinde buna aykırı bir tahayyülle Hakkın yara­tılmışların üstün değeri ve konumu nedeniyle kendilerine tenezzül ettiğini ileri süren kişi cahillerin en cahilidir. Bu nüzul Hakka, daha doğrusu cahil insan Hakkı bu tenezzüle karşı el-Mütekebbir diye isim­lendirir. Böyle bir tenezzülden sonra artık hem varlık hem değer ba­kımından bu ismi kabul edemez ki bunun böyle olması kaçınılmazdır.

Bu bölümün tam açıklaması kitabm sonunda -Allah Teâlâ izin verirsebeş yüz elli sekizinci bölümde gelecektir. Bu münazele Hakkın âlemin aynası olup aynada suretlerin gerçekte bulundukları durumdan başka bir şeyin görünmediğinin ve yaratıkların suretlerinde derece derece olduklarının bilgisini kazandırır. Münazelenin özeti budur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler, doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar