Print Friendly and PDF

Âcize Bir Mucize: İman ve Akıl

Bunlarada Bakarsınız

 


İma C. Özkan  |  10 Ekim 2012  |  Kategori : Fikir   |  Okunma:1.639



 

Karamazov Kardeşleri duymayanımız yoktur. Pek çok etkileyici diyalog ve sahnenin olduğu, eşine az rastlanır Dostoyevski romanı. Beni en çok çarpan sahnelerden biri şuydu: Karamazovlardan en büyük kardeş Dimitri, bir tartışma esnasında rütbeli bir askeri iyice pataklar. Adam handiyse yeri öper. İşin acı tarafı; bu sahnenin, dayak yiyen askerin oğlu önünde cereyan etmesi. O günden sonra çocuk hastalanır. Ateşler içinde yatmaktadır. Doktorlar ne olup bittiğini anlayamazlar. Oysa çocuk; çok güvendiği babasının, başka bir adam tarafından dövüldüğü günü unutamamaktan verem olmuş gibidir. İşte bütün derdi-davası budur: Bir “baba” nasıl dayak yiyebilir? En güçlü o değil midir? Dahası artık acz içinde ona teslim olmuş çocuğu şu vahşi dünyanın tehlikelerinden kim koruyacaktır?

Kollayan, esirgeyen, seven ve doyuran “güçlü” baba figürüne dair bu sahne üzerinden düşünmüşümdür. Bir çocuğun kalbine, babası için edinilmiş bu kuvvetli kanaati yerleştiren nedir? Demek istediğim; çocuk evvela babasının üç-beş adamı bir hamlede hakladığını görüp, “Demek ki benim babam çok güçlü” kanaatine varmış değildir. Ona bu fikri herhangi bir fiil telkin etmiş değildir; bu kati inanç düpedüzapriori bir karakter arz eder sanki. Baba; “Korkma evladım” dediğinde, çocuk, “göster bakalım gücünü”demeksizin korkudan sıyrılacaktır. İşte çocuğu aramızdaki birçok insandan daha az acz sahibi yapan da buevidensiyalist/kanıtçı olmayan inanç yeteneği bana kalırsa.

O halde lafı dolandırmaya hâcet yok, soralım: İman mı mucizeyi önceler, mucize mi imanı? İmanî fenomenleri akıl yoluyla izahata çalışanlar ne derse desin, akıl ve imanın kesişim kümesinin zayıf olduğu bir gerçek. En başta; akıl kendi yürürlüğünü belgeler, bilgiler ve deneyler aracılığıyla inşa eder ya da mevcut inşayı ilga ederken, iman kimileyin tüm bu inşaların ruhsat sahibi olmadığı alanda durur. Belgelerle, deneylerle kanıtlanmış bilginin inanılmaya gereksinimi var mıdır? Kaldı ki bu tastamam bir totoloji olmayacak mıdır: âyan’ı beyan! Birine “sana inanıyorum” demek, “uzun boylu olduğuna inanıyorum” demekten ne kadar farklıysa, burada da aynı durumdur söz konusu olan. Uzun boy; görgüldür, bizim inanmama gibi bir seçeneğimiz de mevcut değildir-vasati bir izan sahibiysek. Uzunluk gibi sıfatlar, objektif yeterliğe sahip olduğu halde, birine inanmak tamamıyla subjektif yeterlik alanını imler. Birinin söz ve eylemlerinin bütünlüğüne inanmanın en ufak bir nesnel yanını bulamazsınız. Pekala, bir başkası için sahtekar da olabilir bizim itimat ettiğimiz. İşte iman etmenin mevzii ya da şartı olarak bir mucize beklenilmesi de bana en az bu kadar totolojik gelmiştir hep: “İkiye ayır bakalım Kızıldeniz’i. O vakit söylediklerine iman edeceğim!” İyi de; insanüstü bir güç ile karşı karşıya olduğumu duyularımla algılayıp kanıtlar alanına taşımışsam, bu bilgi karşısındaki reaksiyonuma iman değil malumu teyit denir. Varmak istediğim yer neresi? Tastamam şurası: Elimde en ufak bir kanıt olmaksızın, bir duruma, şeye yahut fenomene; var’lar arasında var’lık göstermeyene inanıyorsam, işte asıl bundan itibaren-var ise mucizenin muhatabı olabilirim. Hâsılı, inanma konusunda mutlak acz sahipleri mucize talep eder gibi gelir bana. Muhakkak insan özü itibariyle iman ve inkâra meyyal bir canlı. İman ve inkârını temellendirme arzusuna da. Bilmek isteğine yönelik edimlerde bulunan rasyonel bir varlık aynı zamanda. Fakat mühim olan, inanmazdan önce mi, yoksa inancıyla birlikte mi rasyonalitesine başvurup başvurmadığı. Biraz daha ileri giderek diyeceğim ki; bakan göz’e mucizeyi belki de bir ön-iman görünür kılıyordur, kripto budur. İman etmenin bir ön-şartı olarak mucizeye ihtiyaç duymak iste, parodik biçimde rasyonel, kognitif bir soruya, irrasyonel alandan yanıt çağırmak değilse nedir? Üstelik söz konusu olan yalnızca teoloji alanı dairesindeki “iman” terimi de değil esasında. Entipüften bir varsayımı doğrulamaya bin yoldan gayret eden bilim de, netice olarak bir ön-imandan yola çıkmakta değil mi? Cümle teoriler, az sayıda insanın evvela kanıtsızca bağlandığı sayıltılardan türemediler mi? O halde onlar da başka bir bağlamda hakiki mümindiler.

Bundan dolayıdır ki, herhangi birine, bir şeye, duruma ya da olguya dair beslenen inancı, belgeler, bilgiler; hatta resmi mühür ve imza(?) yoluyla büsbütün kazımak çok zor, bazı kere de imkânsızdır. Nereden baktığınıza veya mantıksal koordinatınıza bağlı olarak ister dogma dersiniz, ister fikr-i sâbit; ister obsesyon dersiniz, ister darkafalılık; her yol bir nevi inanmaya, imana çıkar. Ve galiba bir mucizenin zemini de ancak böyle gerçeklenir.

Belki siz de bir yerlerde okumuşsunuzdur, iki yaşlı komşunun öyküsünü. Biri dini bütün, diğeri inançsızlığı seçmiş iki komşunun kapıları aynı avluya bakar. İnançlı kadın, sabah uyanır uyanmaz kapı önüne çıkar veAllah’a verdiği nimetlerden ötürü sesli sesli şükranlarını sunarmış. Bunu duyan komşunun sinirleri bozulur; o da karşılık olarak pencereden “Allah yok be kadın!” diye usanmadan bağırırmış. İnançlı olan, diğerine hiç aldırmaz, her sabah aynı duayı sektirmeden yinelermiş. Günün birinde, inançsız olan, inanan kadına bir ders vermek istemiş. Gidip torbalar dolusu envai yiyecek alıp, gece gizlice kadının kapısı önüne bırakmış. Sabah olacakları gözlemeye başlamış. Derken, bizim inançlı teyze yine kapı önüne çıkmış, yiyecekleri görünce sevinçle aynı duasını yinelemiş: “Allah’ım verdiğin nimetler için sana şükürler olsun, bu yiyecekleri gönderdiğin için şükürler olsun!” Diğer komşu hemen cevabı yapıştırmış: “Allah yok diyorum be kadın! Tüm o yiyecekleri satın alıp kapına koyan benim ben!” Kadın, kafasını hafifçe çevirip tebessüm ettikten sonra, hiç istifini bozmadan ellerini göğe açıp şöyle demiş: “Yüce Allah’ım ne büyüksün! Hem bana bu yiyecekleri göndermişsin; hem de parasını şeytana ödetmişsin!”

Belki tam bu noktada, akıl-iman tartışmalarına bir parça fideistik bakış açısıyla; özellikle de Kierkegaard nazarından yaklaştığımı belirtmem gerek. Durum böyle olunca, imanın bir koşulu ya da gerekliliği olarak mucize’yi beklemenin düpedüz aklın irrasyonel bulduğu alandan medet umması şeklinde paradoksal bulmam anlaşılabilir. Yukarıdaki hikâyede inançlı teyze için; mucizeler her bakımdan mümkündür. Çünküiman etmek için “acize bir mucize” diyerek feveran etmek yerine, peşinen inanmıştır hepsi bu.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar