SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 1
MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,
SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI SEMA HZ.MEVLANA’NIN KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN SEMA
OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
DEVAM EDEN SEMA OKULU
Hazırlayan:
Yakup Baba (Koyuncu)
SEMA
TAKDİM
SİZE
OLAN MESAJIMIZ
ÖNSÖZ
TASAVVUF
NEDİR? SUFİ KİMDİR?
BİRİNCİ BÖLÜM
1—YARATILAN İLK NUR, SEMA’NIN TARİHÇESİ MELEKLERİN PEYGAMBERLERİN
SUFİLERİN HAYATTA DENGE SANATI: SEMA
2—İLK NUR KALEM
VE KADERİN HİKMET VE SIRLARI
3—HARREREHU
EL- FAKİR ALİ CEMALİ AFA-ANH (DEVRAN VE SEMA)
4—DEVRAN
VE SEMADAKİ HİKMET VE SIRLAR
5—ULEMAY-I
AMİLİYN İLE ŞEYH-ÜL-İSLAMLARIN DEVRAN-I SOFİYYE HAKKINDA VERDİKLERİ BAZI FETVA
ÖRNEKLERİ:
6—İLK
SUFİLERE GÖRE SEMA’IN DİNÎ HÜKMÜ HİKMET VE SIRLA
7—SEMA’DAKİ
ve DEVRAN’DAKİ VECD
VE HİKMET SIRLARI
8—SEMA
/ MUSİKİ RUHUN GIDASIDIR HİKMET VE SIRLARI
9—SEMA
VE ELEST BEZMİNDEKİ İLAHİ HİTAB HİKMET VE SIRLARI
10—SEMA,
MUSİKİ ve DEVRAN MÜMİNİN İMANINI, MÜNKİRİN İNKÂRINI ARTIRIR HİKMET VE SIRLARI
11—SÜFİ
MUHAYYİLE VE SEMANIN HİKMET VE SIRLARI
12—İLK SUFİLERDE SEMA HİKMET VE SIRLARI
13—PEYGAMBERLERE
VE ERENLERE NEFİS VE BEDEN EHLİ DÜŞMANDIR; ÇÜNKÜ ONLAR, PEYGAMBERLERİN,
ERENLERİN CİNSİNDEN DEĞİLDİR; İKİ ZIT BİRLEŞMEZ.
14—SULTAN
VELED BABASI HÜDAVENDİGAR İLE HZ. ŞEMS’İN KARŞILAŞMASINI HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm)’NIN
KURAN’DAKİ BULUŞMASINA YORUMLUYOR
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Sallû
âlâ seyyidinâ Muhammed
Sallû
âlâ mürşidinâ Muhammed
Sallû
âlâ şems-id-duhâ Muhammed
Sallû
âlâ bedr-id-dücâ Muhammed
Sallû
âlâ nûr-il-Hudâ Muhammed
Bütün Hamdü senalar ALLAH Celle-celale mahsustur.
Selatü selam, tazimatü tekrimat hakkın
sevgili habibi ve resulu, bütün Peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed’e ve
onun âline ve evladına ve ezvacına ve ahbabına ve ashabına ve ensarına olsun.
El-evvelü ALLAH.. El-âhirü ALLAH.. Ez-zâhirü ALLAH..
El-Bâ-tinü ALLAH,
Hayrihi ve şerrihi minallah.. Men kâne fi kalbihi ALLAH.. Fe-mu’inuhu ve nasıruhu
fid-dâreyni ALLAH.
Rabbişrahli sadri ve yessirli emri vahlül
ukdeten min lisânı yefkahu kavli ve ufevvidü emri illallahu Vallahu basiyrün
bil’ibâd. Sübhaneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente’l âlim-ül hâkim..
Sübhaneke lâ fehme lenâ illâ mâ fehhemtenâ inneke ente’l cevvâdü’l-kerim.
MÜNACAAT ve DUA
Dua, Allah’ın yüceliği
karşısında, kulun aczini itiraf etmesi, Yaratıcıdan lütuf ve yardım dilemesi
demektir. Duada amaç, kişinin
durumunu Allah’a arz ederek niyazda bulunmasıdır.
Allah ile inanan kişi arasında
vasıtasız bir iletişim aracı olan duanın temelinde O’na iman ve güven vardır.
Dua âciz olan insan ile Kadîr
olan Allah arasında âdeta bir köprü vazifesi görür. Bu anlamda dua, kulun, Rabbine en kısa yoldan ulaşma tarzıdır.
Namaz duanın bedeni hareket
haline dönüşü demektir. Namaz’da bütün ibadetler mevcuttur.
SEMA da bir duadır ve kulu Rabbi’ne yaklaştırır. Semazenin rabbine
karşı boynu bükük öksüz haliyle ellerini açarak “Hak’tan alıp halka saçması” da
dua makamındaki görülmeye değer bir haldir.
Ya
Rabbi! Kur’an ve kendisine Kur’an indirilen zat hakkı için kalplerimizi Kur’an
nuruyla aydınlatan;
Kur’anı
her hastalığa karşı bize şifa, hayatımızda ve ölümümüzden sonra bize Candaş
yap. Onu bizim için dünyada arkadaş, kabirde Candaş, kıyamette şefaatçi, sırat
köprüsünde nur, cehenneme karşı perde ve örtü, cennete girmek için arkadaş ve
bütün hayırlı işlere ulaşmak için önder ve rehber kıl. Bunu fazlın,
cömertliğin, keremin, ihsanın ve rahmetinle ihsan eyle.
Salât-ü selam, tahiyyat ü ikram, her türlü ihtiram
ona, onun âline, ahbabına, ehl-i beytine, annelerimize, cemi resullerin ve
enbiyaların ashaparının pak ruhlarına, tüm evliyaların ve rical ehlinin ve Hz.
Abdulkadir Geylani (k.s), Hz. Ahmet er-rufai (k.s.), Hz. Ahmet El-Bedevi (k.s),
Hz. İbrahim Dussuki (k.s.), Hz. Behaeddin Nakşibendî (k.s), Hz. Mevlana (k.s),
Hz. Şems-i Tebrizi (k.s.), Selehadin Zerkubi (k.s), Hüsameddin Çelebi (k.s), Sultan
Veled (k.s.),Ulu Arif Çelebi, diğer Çelebiyan, Ateşbazı Veli (k.s), Sultan Mehmet
Divani ve Şahidi (k.s), Hz. Nureddin-i Cerrahi (k.s.), İbrahim Şevkiyyül
Fahreddin Efendi, Muzaffer Aşki, Selman Dede Efendi, Celaleddin Çelebi Efendi
ve Safer Efendi Hazretlerinin, Samiül Mevlevi muhibbi olanlara ve bu duanın
şamil olduğu bütün ümmet-i Muhammed’in yakınlarımıza ve kendi ruhumuza Allahümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala alihi
ve sahbihi ve sellim ecmain.
Ya Rabbel Beyt Bu ayetlerin
sözlerin ve esmaların yüzü suyu hürmetine kazandırıcı bir güç ikram eyle,
bizlere bereketli bol rızıklar, huzurlu yürekler, aydınlanmış kabirler, kolay
verilen hesap ve büyük ecirler ikram eyle ya Rabbi! Ukdemizde bulunan beşeri
zafiyetlerimiz, zulmetlerimiz çözülsün, dertlerimiz yok olsun, gönüllerimiz
ferah olsun! Ayrıca dünyada ve ahiretteki meselelerimiz kolaylıkla çözülsün ya
Rabbi!
Ta-Ha ve Ya-Sin Vel Kur’an-ül Hâkim el-Fatiha. ÂMİN
TAKDİM
1968 yılında başlayarak 40
yıllık bir sufinin not defterinden:
Sufilik
geleneğinin öğretisi üzerine müstevhid olduğum sohbetler, aydınlandığımız eserler,
Kur’an ve Hadis ışığında, şahsi araştırmalarım ve 40 yıllık bir dervişin not
defterinden böyle bir eserin hazırlanması büyüklerin de himmetiyle zuhur
etmiştir.
30
Nisan 1946’da cismimiz Dünya’ya getirildi. [1]19
Nisan 1974’te ise Mürşid-i Azizimiz Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh, manevi
doğuşumuzu tasdik buyurararak, “Sizi bize Ahmed ism-i şerifi hürmetine
gönderdiler.” dediler. Tasavvuf neşesi içerisinde o andaki aşkımızın, şevkimizin
ziyade olması, “birine ikrar binine hizmet gayesi” devam ederken 1976 yılında
Celalettin Bakır Çelebi Efendi (21 nci kuşaktan Hz. Mevlana’nın torunu), Muzaffer
Aşki Rahmetullahi aleyh Hazretlerinin kütüphanesine gelerek hal hatır sorduktan
sonra:
“Semazen yetiştirecek dedemiz kalmadı,
gençlerden de pek talep yok, şu anda bu işi bilen yetişmiş bir tek Ahmet Bican
Dede var. Efendim, görülüyor ki sizin imkânlarınız müsait, burada malumunuz zaman,
mekân, imkân ve ihvan olursa bu işler olmaktadır. Bunlar sizde mevcut
görünmektedir. Siz gençlerden birkaç kişiyi Ahmet Bican Dede’ye gönderiniz bu
meydanlar boş kalmasın” diyerek talepte bulundular.”
Muzaffer
Aşki’de bizleri toplayıp 12 kişi olarak hazrete gönderdi. Ahmet Bican Dede,
Selman Dede ile birlikte Küçükyalı’daki devlethanesindelerdi. Görüşüldü. Teknik
nedenlerle çalışmaya başlama imkânı oluşmadı. Belki biz o gün için hazır değildik.
O
sırada mana âleminde fakir’e Hz. Mevlana (k.s) tarafından Nil Nehri boyunda iki
defa SEMA
meşki yaptırıldı. Bu SEMA meşki çok aşklı ve şevkli bir meşk oldu. Ayrıca
Esması da ihsan buyuruldu.
Bu
manayı Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerine arz ettik. Kendileri;
“Tebrik
ederim. Çelebi Efendi bize böyle bir teklifte bulunmuştu. Hz. Pir manevi
zuhurat ile size ihsanda bulunmuş. Hz. Pir’in verdiği esmaya biz de üç esma
ilave edelim ve tamamlayalım”
Buyurdu.
Ondan sonra bazı zevat tarafından SEMA meşkimiz izlendi. Tebrik edildik. İlk Sikke-i Şerifi Muzaffer Aşki Rahmetullahi
Aleyh hazretlerinden almak nasib oldu.
1980’de
Amcazade dergâhında gençlere SEMA çalıştırılıyordu. Akşam sahaflara Muzaffer
Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerine uğradığımda “Amcazade’ye uğradınız mı, orada
birileri SEMA meşki yaptırıyormuş” diye
buyurdular. Biz de “imkânlarımız olmadı, gidemedik Efendim” şeklinde cevabda
bulunduk. Kendileri biraz da celalli bir şekilde “Hz. Pirimin meydanlarında naehil
insanların böyle bir şey yapmaya hakkı yok” buyurdular. “Siz müdahale yapmaz iseniz ben müdahale
yapmasını bilirim. Akşam, Tuğrul’u çağırın bana bu işin hal olması lazım.”
buyurdular.
O
sıralar Günaydın gazetesinde Bektaşilik ile ilgili bir yazı çıkıyordu. Bu
yazılar biraz da gelişi güzel yazıldığı için Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh
Hazretleri biraz içerlemişti. O arada Şeyhül Muharrir Burhan Felek Bey Muzaffer
Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinin Sahaflardaki kütüphanesine ziyarete gelmişti.
Muzaffer Aşki Hazretleri : “Burhancığım sorumsuzca Hacı Bektaşi Veli Hünkâr
Efendimiz hakkında cemiyet ve gençliğe yanlış bilgiler verilmektedir. Bu işin
vebali bulunmaktadır, Hacı Bektaşi Veli Hünkâr Efendimizin Ruhaniyetini darıltmayalım.
Bu işin sonu acı olur. Bu işe müdahele etmeniz icab eder. Naehil insanların
yüce veliler hakkında gelişigüzel yazı yazmaları doğru değildir.”
buyurdular.
Şeyh-ül
Muharrir Burhan Felek: “Bir haftaya kadar hallederiz Efendi
Hazretleri” dediler ve
hakikaten de bir hafta sonra bu yazı yayından kalktı. Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretleri
böyle bir Kutbul İrşad idi. Bu yolda yanlış yapanlara taviz vermezdi.
Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretleri,
Hz. Mevlana’nın öğretisi üzerine 1981 senesinde Dergâh’ta SEMA çalıştırmak için Fakir’e görev
verdi. Duanız bereketiyle, gücümüz nispetinde İnşallah yaparız dedik. Hamd olsun
başladık.
Aşki
Hazretleri daha güzel yetişmemiz için bazı çeşitli meşayihlerle görüşmemizi
sağlardı. Bir keresinde Tire Mevlevihanesi Şeyhi Hayrullah Efendi’nin halifesi
Mehmet Efendi ile görüşmemizi sağlamıştı. Efendi Hazretleri Şeyh Murtaza
efendiye hizmet etmemi, Böylelikle O’nun sohbetinden istifade edeceğimi
buyurdular.
Şeyh
Murtaza Efendi Melami meşrepti. Kendi cemaatine sohbet ederken “Fesubhanallah,
görüyor musunuz? Allah, Evliyasını sigara dumanının arkasına gizlemiş” buyurarak Muzaffer Aşki Rahmetullahi
Aleyh Hazretlerini işaret ederlerdi.
Sohbet
şeyhim Murtaza Efendi Rahmetullahi Aleyh’in vefatının üçüncü yılında (1982)
Ramazan Bayramının üçüncü günü Şehitlikte kabrini ziyarete gitmiştim, o esnada
Pir Sultan Abdülkadir Efendimizin türbedarı, Osmanlı paşası 18 kişilik cemaatiyle
Bağdat’tan hazretin kabr-i şerifini ziyarete gelmişlerdi, kabir başında
buluştuk. Daha sonra aynı zevatla Erenköy Bağdat caddesindeki bir eve gittik. Türbedar
Hazretleri sohbet şeyhim ile ilgili pek çok menkıbeler anlattı. Aralarında
müthiş olayların geçtiğini söyledi.
1982
senesinde Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretleri Amerika seyehatinden
döndükten sonra Amerika’daki seyehati ile ilgili olarak kendisine:
“Sultanım
seyehatiniz inşallah iyi geçmiştir” diye arz ettim. Kendileri:
“Gayet
güzeldi, nereye gidersek gidelim, dünyada Hz. Mevlana’nın atı oynuyor.”
buyurdular.
Konya’daki
Şeb-i Arus törenlerine ekseriyet iştirak ederdi. Birgün orada konuşmacıları
dinlerken bazı konuşmacıların ve yazarların Hz. Mevlana’yı Rasulullah’ın
önündeymiş gibi gösterdiklerini görünce “Eyvah, Hz. Mevlana’yı bu halleriyle
çok üzüyorlar, dedi. Bu kitaba “Yaratılan İlk Nur” diye başlamamız belki
buradan zuhur etmesi sebebiyledir.
O
sıralarda SEMA’dan
da sohbet açtılar. Boston üniversitesinde bir gecede ‘Aşk yolu vuslat Tariki’
isimli bir eser yazdıklarını buyurdular. O kitapta SEMA’dan da bahsettiklerini
buyurdular. Aranınca bulunabilecek bir SEMA kitabının da olmadığını vurguladı. Fakir
hayıflandım. O günden beri böyle bir SEMA kitabını niyaz ettim. İnşallah Mürşid-i
Azizimin de arzusuna uygun bir SEMA kitabının zuhuratını ihsan edecekler. Kanaatimizce
iyi bir meteryal hazırladık inşallah. Daha güzelini hazırlayanlar da çıkar inşallah.
Muzaffer Aşki rahmetullahialeyh âlem-i cemale
göçmeden birgün önce 1985 Şubat’ın 12’sinde fakire “Bu akşam dergâhta sema
meşki yaptıracaksın, semazenleri izleyeceğim” buyurdu. Meydanın kapısına geldi.
Semayı sonuna kadar ayakta izledi. “Bu iş de oldu Elhamdülillah” dedi. Fakir de
her semaya çıkışında onun kapıda bizi izlediğini hissediyoruz Elhamdülillah.
Sefer
Efendi (RA) yetiştidiğiniz Semazenler ile ilgili Muzaffer Efendi’yle ne
görüştünüz, diye sordu. Muzaffer Efendi’nin Fakir’e siz Semazenleri yetiştirin
biz de Çelebi Efendi ve Selman Dede’yi davet ederiz, Mevlevî kıyafetlerini
onlar tevdi eder dediğini kendilerine söyleyince, Sefer Efendi (RA) o zaman biz
de aynı yolu takib edelim buyurdu. 28 Ekim 1985 tarihinde Selman Dede tarafından
Semazenbaşı sikkesi Fakir’e ihsan edildi. Fakirin dışın 38 kişiye de SEMA
sikkesi tekbirlendi. Ondan sonra da Selman Dede Fakir’e sikke tekbirleme
yetkisi verdi.
1988
yılında Sefer Efendi (RA) maiyetinde kalabalık bir grup ile Hicaz seferine
çıktık. İlk önce Mekke-i Mükerreme’ye geldik. Bir hafta sonra da Medine-i Münevvere’ye
geldik ve otele yerleştik.
Ravzayı
Mutahhara’ya toplu ziyarete gideceğimizi biliyordum ancak resepsiyona indiğimde
fakirden başka kimsenin olmadığını gördüm. Tüm arkadaşlar yürümüşler. Vardık
Ravza’ya, ancak o zaman her taraf inşaat halinde ve genişletme çalışmaları var.
Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinin tembihatı vardı ki, “Ravzayı
Mutahharaya girerken Babüs-selam kapısından giriniz.” buyurmuştu. Hamd olsun kapıyı bulduk
oradan içeri girdik.
İkindi
yaklaşmış, öğlen namazı geçmek üzere idi. Müezzin mahfilinin bulunduğu yerde
Öğlen namazının farzını eda ediyordum. Namaz ikmal oldu; sağa selam verdim,
sola selam vereceğim anda bir zat zuhur etti. Bu zat pehlivan yapılı, geniş
omuzlu, gözleri alev alev yanıyor, her hali ile de bir manevi güce sahip olduğu
belirgin idi. Elinde ise asası vardı. “Şeyhim burada bir SEMA
aşkedebilir miyiz, destur var mı?”
diye Fakir’e niyazda bulundu. “Estağfirullah Efendim”, dememe rağmen tekrar destur istedi. Eyvallah,
demem ile birlikte asasını kenara koydu ve SEMA yapmaya başladı. Orada bulunan askerler de Ravzay-ı
Mutahharadaki Cennet Bahçesine yakın ikinci mihrabın önünde olan bu meşki
izlediler.
Sonra
kalktık, gayet hoş bir musafaha yaptık, çok eski iki dost gibi birbirimize
sarıldık, kucaklaştık. Kendileri Şamlı olduklarını ‘Sami-ül Mevlevi’ diye
anıldıklarını, aynı zamanda Şam’daki Mescid-ül Kebir’de müderrislik yaptığını
söyledi. Yanımda olan bazı arkadaşlar da o sırada musafaha yaptılar. Hazret, “İnşallah
burada tekrar görüşelim” buyurdu. Kendilerine tekrar nerede
buluşabileceğimizi sorduğumda, kendileri Huzur’u Nebi’de Cennet Bahçesinin
civarında yedinci kürsüde, sabah namazından sonra işrak vaktine kadar vaizlik
yaptığını söyledi. Ziyaretimizi yaptık ayrıldık. Akşam otele geldiğimizde Sefer
Efendi Rahmetullahi Aleyh;
“Ya hu
bu kadar derviş Mekke’den Medine-i Münevvere’ye geldik aranızda hiç fevkalade
bir hal ile karşılaşan olmadı mı”
buyurdular.
O
sırada Hamdi Bey, Sakıp Hoca ve Sabri Bey “Efendi Hazretleri Yakup Oğlunuz çok değişik
bir zat ile karşılaşmış Ravza’nın içerisinde SEMA
meşki yapmışlar” dediklerinde Efendi Hazretleri fakiri çağırdı.
“Evladım
bu sufî geleneğinde çok önemli bir hadise çünkü Huzur-u Nebî’de zuhur etti,
Ravza-i Mutaharra’da Mevlid-i Şerif bile okutmuyorlar, neden anlatmıyorsun,
anlat bakalım ne oldu nasıl oldu bir dinleyelim” buyurdular. Aynen arz
ettik. Kendileri “Bu zatı ben de görmek isterim” buyurdular.
Ertesi
gün Sefer Efendim sabah namazına erken çıkmış, tarif etmiş olduğum Zatı bulmuş,
kürsüden sohbetini dinlemiş. Kendileri yine ertesi gün “Tebrik ederim, çok büyük bir zat,
inşallah bu zatın ilminden istifade edersiniz” ve bunun üzerine “Size bir hikâye anlatayım cemaat”
buyurdular:
“Osmanlı
zamanında Medine-i Münevvere’nin valisi olan zat, Harem-i Şerif Ağasına
soruyor: “Huzur-u Nebi’de hiçbir fevkalade hal görmedin mi?” Harem-i Şerif
Ağası Beşir ağada aşağıdaki hikâyeyi arz ediyor.
“Harem-i
Şerif Ağası Beşir ağa, Ramazan-ı Şerif içerisinde Muhacene penceresinden bir zatı
görmüş, Beşir ağa bu zata ‘Efendim siz galiba misafirsiniz iftarı birlikte yapalım,
iftar soframıza buyurun’ deyince diğer
zat “Ben buraya Huzur-u Rasulullah’a bir hadis öğrenmek için geldim. Şimdi
öğrendim hamdolsun, bilgiyi aldım. İftar edelim ama benim teravih namazında
köstence’de olmam lazım.’ Bunun üzerine
konuyu dinleyen Vali Bey Harem Ağası’na “siz öyle manevi büyük bir zatı
görmüşsünüz, bizde Elhamdülillah O zatı gören gözü gördük” buyurmuşlar.
Zira
O zat o zaman Köstence müftüsü imiş. Bu zat Hz. Pir Muhammed Nureddin-i Cerrahi
Hazretlerinin Şeyhi Ali Alâeddin Köstenceli Efendimiz imiş.”
Sefer
Efendi bu hikâyeyi anlattıktan sonra “Yakup efendi bu meseleler çok önemli meseleler
bunları hafife alma. Şimdiye kadar yaptığınız SEMA
çalışmalarının Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) tarafından tasdik edildiğinin
işaretidir. Ben de böyle bir manevi işaret bekliyordum, Celaleddin Çelebi
Efendi Hazretleri Ahmet’le destarlı sikke gönderdi. İstanbul’a vardığımızda
hatırlatın bu sikke size aittir.” Buyurdular.
Ertesi gün Sami-ül Mevlevi hazretleri bütün
Dervişler yesin diye otele balık pişirip göndermiş, çeşitli meyveler ihsanda
bulunmuş. Hazret ile bu olaydan sonra üç yıl Ravza-i mutahhara’da karşılaştık.
Beyazıt Camii imam hatibi Niyazi Baysal Hocaefendi de kendilerinin talebesi
imiş ve dört yıl Şam’da kendilerinden ilim tahsil etmiş. Bize yolun şeceresi
ile ilgili imzalı bir silsilename verdiler. Selman Dede Rahmetullahi Aleyh hazretleri
konuyu duymuş İstanbul’a gelince geldi yazıyı gördü ve bu zat bizim yolumuzdan,
diye bildirerek bizi tebrik etti.
Onu
mutakip mevzuyle ilgili Celaleddin bakır çelebi ile görüştük, Çelebi Efendi
duygulandı başladı ağlamaya, çünkü Ehli beyti Rasulullah âşık’ı “Umre’ye
gidip Şebeke-i Rasulullah’a yüz süreceğim inşallah” diye buyurdular.
Medine-i
Münevvere’den İstanbul’a geldik, Çelebi Efendi Hazretleri, Sefer Efendi Hz.Piranı
evliyaullahın himmetleri üzerine sade bir merasimle sikke-i şerifi fakire
tekbirlediler.
“Vakt-i
şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin feyz-i âlileri
müzdad ola, hizmetleri mübarek ola, dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi,
kerem-i İmam Ali, gülbang-ı Muhammedî, hû….
1992
senesine kadar Hz. Mevlâna’nın öğretisi üzerine 118 Semazen yetiştirmek nasib
oldu. 100 kişi vatandaşımız, 18 kişi ise yabancı ülkelerden idi.
21.
Kuşaktan Celaleddin Bakır Çelebi Efendi hazretleri ile görüştük “Cumhuriyet
tarihinde en çok Semazen yetiştiren kimse oldunuz tebrik ediyoruz. İstanbul’da
da bir Semazen grubu kuruldu, Konya da bu hususta rahatladı” buyurdular.
1994
yılında Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh Fakir’i çağırdı ve buyurdular ki “Çelebi
Efendi’nin Bizden bir arzuları var, Hz. Pir Mevlana’nın adına İstanbul’daki bir dergâhının
her hafta belirli günlerde açık olmasını isterler. Size Galata Mevlevihanesini
alalım, siz orada çalışmanızı devam ettirin. SEMA
ile ilgili sohbet yapabilecek, orada idare sağlayacak, gelen misafirlerin ve
yabancıların sorularına cevab verecek birinin olmasını istiyorlar. Biz de sizin
bu görevi yapabileceğinizi düşünerek bu görevi size tevdi ediyoruz.”
Buyurdular.
Buna
karşılık fakir: “Sultanım, bu dergâhta sizlerin himmetleri ile çalışıyoruz. Epey
zorlanıyoruz. Oranın işi fakir’e ayrı bir külfet getirir. Malumunuz adam
yetiştirmek kolay değildir. Eğer müsaade ederseniz hizmetimize burada devam
etmenin daha uygun olduğunu düşünüyorum” dedim. Bunun üzerine Sefer
Efendi Rahmetullahi Aleyh:
“Siz bilirsiniz, değişik düşünürsen bana
haber verebilirsin” buyurdular.
Sefer
Efendi Rahmetullahi Aleyh Mevlevilik ile ilgili daha geniş bilgiye sahip olmam
için bazı zevat ile görüşmemi sağladı.
Sefer
Efendi Rahmetullahi Aleyh “Diğer dinleri Yahudi ve hıristiyanlar tahrip
ettiler. İslam’ı da maddeci bir din haline getirmeye çalışıyorlar. ALLAH akıl fikir versin” buyurdu.
Şu
anda Elhamdülillah 140 Semazen yetiştirmek nasib oldu. Son 5–6 yıldan beri 200
civarında kişiye ALLAH hidayet verdi; bizi de İslam ile müşerref olmalarına
vasıta kıldı. Dünyanın hemen her tarafında yetiştirdiğimiz Semazenler
bulunmaktadır. Ecel aman verdiği müddetçe hizmete devam edeceğiz inşaallah.
Bu
yolda bir şey istenmez, ikram olunursa da reddedilmez. Bizler bu manevi sahaya
bir mevki talebiyle gelmedik, ikramı da reddetmedik. Ama görüyoruz ki bazıları,
cemaatler içerisinde ‘bu işin en iyisi benim’ düşüncesiyle veya ‘ben daha
bilgiliyim’ diyerek, yalnızca kendini layık görerek talep ediyor. Böylece tevhid
akidesini bozuyorlar. Onların namına üzülüyoruz. Allah sizi ödüllendirsin. Himmet
Evliyadan, dua cemaatten olursa yol inkisara uğramaz.
Halkın
nazarında nice şişirilmiş şaşalı, debdebeli, kendisine saygı gösterilmesini
bekleyen insanlar vardır ki, onların Hak nezdinde sinek kanadı kadar dahi
kıymetleri yoktur. Aksine Hadis-i Şerîfin ifadesi ile nice saçı başı dağınık,
kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimselerin Allah indinde öyle duaları
vardır ki bir anda havanın rengi bile değişir, aynı şekilde herhangi bir
hususla alakalı Allah’a yemin etseler Allah Onları yeminlerinde de yalancı
çıkarmaz. İşte asıl talihliler dışıyla yücelten, içiyle yüce, girdap gibi
muamma olan bu Müberra (temiz, pak) gönüllülerdir.
“Harabât ehline hor bakma
Zakir, Defineye Malik viraneler var.”
Gönüller
Sultanı Hz. Mevlana buyuruyor ki; “Niceleri vardır, bir kapının kapanışına
bakmaktan, açılan kapıları göremezler.
Meyveli
ağaç taşlanır, meyveli ağaç nasıl ki başına yağacak taşlara hazırlıklı
olmalıysa kâmil müminler de cahil ve kaba insanlardan gelebilecek eziyetlere
hazır olmalıdırlar. Hak rızası için insanların eza ve cefaına katlanmak da
yüksek bir iman şuurudur.”
1930
Şubatında bir gün Beyazıt camiinde Topkapı mevlevihanesi şeyhi Baki efendiye
tesadüf eden Kenan rufainin ayaküstü divan-ı makamında sohbet ederken; Baki
efendi sözü elden giden şeyhliginin teşürüne intikab edip yarıgülünç yarı
acıklı bulduğu vaziyeti şöyle nazm eder:
Bir
zamanlar nây-i MEVLÂNA ile demsâz idik.
Şimdi
olduk Maşaallah bir düdük
der,
ve şu cevabı alır;
Niçin düdük olalım? Neysek yine, o’yuz, erenler!
Evvelce zahir tekkesinde demsaz idik; şimdi kalp tekkesinde dilsazız. Allah
böyle istemiş, böyle yapmış. Mademki ondan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir
sebep yok ki; şimdi ten tekke oldu; gönül de makam; yine kalbler cemal nurile dolu.
-
BAKİ
efendi çok edip bir zattı.
Ülkemizden
ve yabancı ülkelerden gezgin yazarlar tarafından her yıl Şeb-i Arus törenleri
münasebetiyle Hz. Mevlana ve Sema hakkında kitap ve makaleler yazılmaya devam edilmektedir.
Hazırlayanlardan ALLAH razı olsun. Ömürlerine, keselerine, hanelerine bereket
diliyorum. Ahirete göçenlerin de ruhları şad olsun. (H.Z) Mevlana’nın kurmuş olduğu devam eden
sema okulunun eğitilir ve öğretilir uygulamalı şekillerle vermeye çalıştık.
Mevlevi
SEMA’ının
ilim, aşk ve edep manaları üzerinde durmak istiyoruz. Her şeyden önce Hz.
Mevlana’nın SEMA’ı,
âlemin fiziki yapısını dile getirir ve âlemin bir bütün şeklindeki fiziki
yapısıyla, onun en küçük parçacıklarının toplandığı birim “atomların yapısı”
civarında fark olmadığını ifade eder. Başka bir deyişle, bir atom neyse ve
nasılsa âlem de odur. Âlem atomun aynısıdır. İşte Hz. Mevlana’nın SEMA’ı
atomun ve âlemin yapısını aynı anda sembolleştirir. Mevlevi SEMA Güneşin, Ayın,
yıldızların, galaksilerin ve Dünyanın Allah’ın kudretiyle kendi ekseni
etrafında SEMA yaparak dönmesi gibidir. Hz. Mevlana bir VECD halinde âlemin ve atomun iç
yüzünü keşfettikten sonra buna uygun olarak SEMA’a başlamış ve bu yapıyı da SEMA’ının
şekli yapmıştır.
Allahüazimüşşan
tarafından bazı işlerin zamanın vaktine rehin olduğu buyrulmakta. Vaktin zaman
saatinin zili çaldı, biz de Allah Ya Hu dedik. Deste-i kudret-i rahmandan ve
piraneevliyaullahtan destur aldık ve başladık. Allahazimüşanın vitrini
mesabesinde olan semazenler rahmanî musikinin etkisine giren izliyicilerin
dalga dalga bedenlerini sararak ruhlaştırır, İsmi celal nurunun sırrını cemal
aynasından seyrettirirler. Semanın ruhuna uygun olarak orada bulunan herkes bir
şeyler alır.
Bu
eser ile ALLAH
Rasulüne ve bu yolun sufilerine intisabın kolaylaşması için, azami derecede
edebe riayet ederekten SEMA ve Devran’daki hikmet ve sırlar mümkün olduğu
kadar anlaşılabilecek derecede gücümüz nispetinde hazırlamaya çalıştık.
Meleklerin, Peygamberlerin, Sufilerin denge sanatı Hz Mevlana, Burhaneddin
Tirmizi, Hz. Şems, Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi, Ateş Baz-ı Veli, Mehmed
Divanî ve Şahidi’nin kurmuş oldukları SEMA okulu devam etmektedir. İrşad-ül SEMA
kitabını Cd ve görüntülü olarak takdim ediyoruz.
Bu kitabı hazırlamamıza vesile olan ve manevi
desteklerini bizden esirgemeyen Hz. Muhammed Mevlana Celaleddin Rumi (k.s), Hz.
Muhammed Nureddini Cerrahi (k.s), İbrahim Şevkiyyül Fahreddin Efendi
Rahmetullahi Aleyh, Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh, Amil Çelebioğlu, Selman
Dede, Celaleddin Bakır Çelebi Efendi, Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh ve bazı
gönül erlerini Fatihalar ile yâd ediyoruz. Ayrıca her üç kitabı da hazırlarken
mana âleminde öyle çok zevat-ı kiram yardımcı oldular ki, tarif etmesi çok güç,
bu menkıbeleri de ayrıca ileride yazacağız. Himmetleri üzerimizde var olsun
inşaallah. Bu eserin hazırlanmasında emeği geçenlerin hizmetlerinin sadaka-i
cariye olarak kabul etmesini ALLAH’tan niyaz ediyoruz.
Hidayet
Tevfik ALLAH’tan…
SİZE OLAN MESAJIMIZ
Yazmış olduğum bu mesajın satırları, size
olan ihtiramı ve takdirlerimi taşımaktadır. Kalbimden kalbine gönderilen bir mesajdır bu, bu nurdan harfleri ruhuna
gönderiyorum. O geniş kalbinle, derin ve içten duygularla mesajımızı
okumanı rica ediyorum. Engin ve keskin görüşlü bir düşünür gözü ile okuyunuz. Bu mesajımı sana yazmaktaki tek gayem ALLAH’ın Rızası ve peygamberin muhabbetini, Pir’an-ı
Evliyaullah’ın himmetini kazanmak; senin saadetini, sevgini ve kardeşliğini
dilememdir. Bu Fakir’i tanımak istiyorsan bu eseri oku.
Sufi
geleneğinin öğretisine göre El-Halvetiyyül Cerrahiyye ve El-Mevleviyye neşesini
de bünyesinde kaynaştırıp bire ikrar bine hizmet ile bu yola aldılar, tasavvuf
ilmiyle hamdolsun bu yolda hemdem olmuşuz. Eğer Hz. Mevlana ile ilgili, SEMA ile
ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsan Hz Mevlana’nın Mesnevisi başta olmak
üzere eserlerini, menakıp kitaplarını oku. SEMA’nın manasını anlamak istiyorsan İslam’ı
anlamaya çalış. SEMA’nın
hikmet ve sırlarını anlamak istiyorsan bu eseri oku. Tevhid ve adalet üzere
olmamızı ALLAH
Cümlemize nasib etsin.
El-Hac
Yakub Koyuncu
ÖNSÖZ
TASAVVUF NEDİR? SUFİ KİMDİR?
Tasavvuf
ilmi fiil-i peygamberi olarak yaşanarak öğrenilir. Peygamberlerin yaşantıları
bunun örneklerinden oluşmaktadır. Bir örneğini arz edecek olursak: Kıpti
yahudiler çok küfürbazdı. Hz. Musa’ya küfrederlerdi. Allahüazimüşşan “Sövene
dilsiz gerek” buyurdu. Hz. İsa Ruhullah’ı ise Kıpti Hıristiyanlar
dövüyorlardı. Allahüazimüşşan “Dövene elsiz gerek” buyurdu.
Peygamberimiz’e (SAV.)’de eza ve cefa ediliyordu. Allahüazimüşşan “Derviş
gönülsüz gerek” buyurdu. İşte Yunus Emre de ilahisinde bunu böyle arz
etmiştir.
Sövene
dilsiz gerek
Dövene
elsiz gerek
Derviş
gönülsüz gerek
Sufi
geleneğinde Tarif-i tarikat dörttür: Terk-i Edhem (k.s), Aşk-ı Mevlana Rumi
(k.s), Zühd-ü Cüneyd (k.s), İrfan-ı Bayezıd-i Bestami (k.s).
Allahüazimüşşan insanları ve cinleri kulluk ve ibadet yapsın diye
yarattığını buyuruyor.[2]
İnsan yaratılış gayesini bilirse
daha huzurlu olur. Tassavvuf ilminin de bir gayesi vardır ki onun gayesi de kâmil
insan yetiştirmektir. Tasavvuf şeriat caddesinden ALLAH’a giden kısa yoldur. Tassavvuf
nedir?
Bu
sorunun cevabı öteden beri sorulup durur. Hiç gündemden düşmemiştir. Kıyamete
kadar da düşmeyecektir. Çünkü tasavvuf insan terbiyesini hedef alan ve insanı
gündemde tutan bir sistemdir. Dünyada insan bulunduğu sürece ve insan da güzel
ahlakla mükellef olduğu müddetçe kulluğun gereğidir. Ve tasavvuf derviş ve
sufilerin üzerinde hizmet görecektir. Bu yüzden tasavvuf din-i İslam’a hizmet
içindir. Takva ve edebin temsilcisidir. Sevginin gül bahçesidir. Tasavvuf
terbiyesi alanlar bunu çok iyi bilirler.
Ancak
teorik olarak, tasavvufla ilgili değerlendirmelerde bazı kişilerin okuma
hatalarına düştükleri açıkça görülmektedir. Bunun sonucu kişinin halinden belli
oluyor.
Zira
sufi, tecrübeyi temel bir özellik olarak kabul ediyor ve diyor ki Tasavvuf kal
ilmi değil hal ilmidir. Bir kavli Muhammedi var: Kitabîdir. Eğri de olabilir
doğru da olabilir. Bir de fiili Muhammedî var onda hiçbir şaşma olmaz. O bizzat
yaşanır, icra edilir.
İnsanların
büyük bir kısmı uygulama yerin tasavvuf hakkında konuşmayı ve dinlemeyi tercih
ederler. Ancak uygulamaya geçmeden tasavvuf olmaz, sadece konuşup dinlenen
tasavvuf içi boş sözlerden ibarettir. Tasavvuf tıpkı psikoterapi gibidir. Ancak
gelenksel psikoterapinin hedefi nevrozlu kişilik özelliklerini ortadan
kaldırmak ve bireyin topluma adapte olmasına yardımcı olmaktır. Tasavvuf
uygulamasının hedefleri ise negatif kişilik özelliklerini değiştirmek kalbi
açmak ve içimizdeki derin irfanla temas kurarak Allahüazimüşşanla yakınlaşıp
Allah’ın dostlarıyla dost olmaktır.
Mevlevilik,
tıpkı diğer tarikatlerde olduğu gibi manevi bakımdan insanı ham bulunduğu bir
noktada teslim alır. Onu muhtelif eğitim kademelerinden geçirerek, yaşadığı
cemiyet içerisinde ve dünya üzerindeki vazife ve mesuliyetlerini öğretir.
Ona
sabır, çalışkanlık, insan sevgisi ve engin müsamaha gibi günümüzde pek
görülmeyen değerli hasletler aşılar. İnsanlara hizmetin büyük bir ibadet olduğu
şuuruna erişmiş, mükemmel insan (insan-ı kâmil) yetiştirmek hedefini esas alır.
Bir
gün, ‘kim halis niyetle ararsa, aradığını bulur!’ cümlesinden
hareketle arayışa çıktık. Koyulduğumuz yolda, aradığımız ‘güneşin arkasındaki ışığı’
bulmada refakatçilerimiz olan, SEMA, ZİKİR ve MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMİ’yi bulduk.
Sufi geleneğinde, ‘kim bulursa, o diğerlerine bulma imkânı oluşturan bir fener kulesidir’
denilmektedir.
Bu
kitap, bunları anlatıyor. Hakikatı bulmak, her bir insanın içinde oluşan bir
süreç değil, bilakis tüm insanlık âlemi bağlamında ve çoğu insanın hayrına olan
bir durumdur.
Bu
kitap, alışılagelen bir kitap değildir. Bu kitapla birlikte 800 yıl önceki
bilgiler gün ışığına çıkarılmaktadır. Burada, Mevlâna dervişlerinin eğitim ve
öğretim geleneklerine de bir bakış açısı getirilmektedir. Bu bilgiler bize, Batı
Avrupa, Amerika, Avurturalya, Asya, Afrika, Antartika kıtaları insanlarının
kendilerini keşfetmelerine yardımcı olması!” temennisiyle tevdi edilmiştir.
Bu
kitapta olanlar, çok eski ve bugün hâlâ yaşamakta olan sufi geleneğinin
kaynaklarından beslenmektedir. Kitabın konusu, anayurdu dışında “dervişlerin
pervane dansı”, ana yurdunda ise SEMA diye adlandırılmaktadır. Kitapta, SEMA’nın
yapılışı, etkisi ile dinî ve kültürel kökeni anlatılmaktadır. Bununla kitap, bütün
insanlığa Mevlâna geleneğine mensup sufilerin yolunda rehberlik yapmakta ve Hz.
Mevlâna’nın evrensel imajını ulaştırma gayesini gütmektedir.
Bu
yol, ‘hayatta denge sanatı’dır. Bu yola giriş uzun süre kapalı idi.
Bu gelenek ana yurdu Türkiye’de bile ancak gizli olarak yaşatılmaktadır. Sadece
her yıl resmî olarak düzenlenen SEMA gösterilerine gelen ziyaretçiler bu SEMA
eden dervişlerden bir şeyler görebilmektedirler. Türkiye’nin bir kültür mirası
olarak kabul edilen dervişlerin ilmi, her yıl aralık ayında Konya’da, hükümetin
himayesinde düzenlenen anma törenlerinde tanıtılmaktadır. Sufilik ve devlet arasındaki gizli gerilim ilişkisi, bir
tarafta Rumî’nin, diğer tarafta ise Atatürk’ün resminin yer aldığı eski bir
Türk banknotunda kendisini göstermektedir.
1925’den
beri hükümet, sufilere karşı ikircikli tavır sergilemiştir. Tolerans ve bütün
insanlığın uzlaşması anlamında SEMA anma töreni, UNESCO’nun ve insan hakları
savunucularının himayesiyle resmi olarak düzenlenmektedir. “Dinlerin kalbi”
olarak anlaşılan ve her bir mezhebin sınırları üzerinde görülen sufilik,
bilakis kendi dini evi olan İslam’da bile sorunlarla karşılaşmaktadır. Sufilik,
İslamiyet içerisinde bir tarikat olarak görülmektedir. Batının materyal
değerlerini ölçü alan Batılı anlayışa sahip bir Türk, sufiliği geçmişin bir
kalıntısı olarak görmektedir. Buna rağmen sufiler, Türk nüfusunun her kesiminde
daha önce olduğu gibi hâlâ büyük bir takdirle karşılanmaktadır.
Şayet
kişi gerçek sufilerle tanışmak isterse, onları nerede arayacağını iyi
bilmelidir. Veya kişinin rehberinin olması gerekir. Zira gerçek bir dervişi
yanlış bir dervişten ayırt etmek o kadar kolay değildir. Dış görünüm itibariyle
dervişler “normal” insanlardır. Bunlar evli, tam gün bir meslekle iştigal eden
ve toplumda, sosyal hayatta yer alan insanlardır. Bundan dolayı yabancılar
dervişi tanıyamazlar.
Ülkemizde
bir şeyler satmak için kendilerini derviş olarak tanıtan yeterince insan
bulunmakta veya bir derviş bulmada yardımcı olacaklarını söyleyenlere
rastlanılabilmektedir. Daha önce derviş bulmak isteyen bazı ziyaretçiler de
altın veya halı satmak isteyenlerce bir yerlere çekilmişlerdir! Ve buna rağmen
hâlâ gerçek dervişler bulunmaktadır. Dervişlere olan ilgi, daha çok bütün dünya
kıtalarında artmaktadır.
Sufi
geleneği, şayet bir kişinin halis niyetle bir şeyler araması halinde aradığını
bulacağını ve harikulade deneyimler kazanacağını söylemektedir.
Çoğu
insan, sufi yolunun paha biçilmez değerleriyle tanıştı. Bu insanlar, Mevlâna
Rumî’nin insanlara hediye ettiği ölümsüz satırlardaki gizli hazineleri
biliyorlar. Ancak, metinlerin düz ve kaidelerine göre okunması ile filozofça
tartışılması bir tarafta, diğer tarafta sufiliğin yaşamakta olan pratiği
arasında esaslı farklılık bulunmaktadır!
Sufiliğin
‘yaşamakta
olan gıdasını’ (gerçek maneviyatın bereketini) almak için sadece büyük
bir öğrenme arzusu gerekmektedir. Ancak bizim görebildiğimiz kadarıyla Batı
Avrupa, Amerika ve Avurturalya insanları, hızlı yaşayan bir kültürde yaşamakta
ve öğrenmektedir. Buna, her şeyin mümkün olduğunca hızlı, basit ve kullanıma
uygun olmasıyla ilgili ‘anlık çözümleri’ örnek olarak
verebiliriz. Lakin bu tavır, tabii olarak inşa edilen sufilerin öğrenim yolunda
yanlıştır. Kim sufilikte daha derinlere inmek isterse, bunun için kendisine
yeterli zaman ayırmalıdır. Kişi, yüksek bir öğrenme arzusuna sahip olmasının
yanında, amacında samimi ve hakikate karşı derin bir hasret duygusuyla motive
edilmiş olmalıdır. Sufi yolu, kendine özgü apayrı bir yoldur! SEMA ile
yaşamımızı değiştirecek bir süreç başlayabilir. SEMA, ‘eğitim yoluyla’
hayatımıza feyiz, kuvvet, enerji, sabır yaşama zevki ve anlamı
kazandırmaktadır. SEMA, sufilikte ‘anlamdan öte anlam’ manasına
gelen bir şeylerle karşılaşmaya da götürebilir. Bunun için idrakin ayrı bir
örneğine ihtiyaç vardır. Bu, ‘kalp gözüyle görme’ olarak
adlandırılmaktadır.
SEMA’nın
kökleri, Batı Avrupa’da Amerika’da ve Avusturalya’da farklı başka bir
kültürdedir. Bundan dolayı SEMA’nın geldiği geleneğe bir bakış atmak ayrıca
önem kazanmaktadır. Sufilikte, ‘harita bir ülke değildir’ denilmektedir.
Bunun için dikkat! Bu kitap, aynı zamanda bir harita görevi yapmaktadır. Ama
bu, ülkenin kendisi değildir! Bu ülkeye sadece eğitimle ve doğru bir halet-i
ruhiye ile ulaşılır ve burası gezilebilir. Bunun yanı sıra bizim yol tarifimiz,
ancak yardımcı olma görevini üstlenebilir. Yabancı bir yerde yön tayininde
haritaların ne kadar önemli olduğunu tecrübe edenler, doğru yönlendirmenin
kıymetini bilirler. Ruhumuzun dünyasında bilinmeyen bir ülke, meçhul bir arazi
keşfedebilmek için bu kitap detaylı bir yol tarifi sunmaktadır. Bugün sufi literatürüyle ilgili gerçek bir
zenginlik yaşanmaktadır. İşte bunun içindir ki, sahih sufi yolunun tam bir
tarifi önemlidir. Bizim amacımız, kapalı kaynakları fışkırır hale getirmektir.
Bunun için tüm gücümüzü bu işe veriyoruz. Ancak ne yaşadıysak, muvazeneli ve
doğruya sadık kalarak anlatacağız.
RUHUMUZUN MİMARLARI HİKMET
VE SIRLARI
Gel
çağrısını nasıl anlıyoruz?
Gel
gel gel yine gel putperest olsan, Mecusi olsan yine gel yüzbin defa tövbeni
bozmuş olsan da yine gel. Bu kapı ümitsizlik kapısı değildir. Bu çağrı sözünü
bizler nasıl anlıyoruz? Burası çok önemlidir. Hazreti Mevlana Celaleddini Rumi
(k.s) bütün insanları ilme, aşka, medeniyete, islama çağırıyordu. Bu çağrı sözü
Rahman ve Rahim olan Allah Azimüşşan’a aittir. Peygamberlerin ortak atası olan
Hanif dini üzere gönderilen Hz Peygamber İbrahim Halilullah’a Rahman ve Rahim
olan Allah Azimüşşan tarafından insanları çağırma yetki ferman buyrulmuştur.
Çağrının
muhatabı olan İnsanoğlu: Hatırlatılan…
Nerede?..
Neyi?..
Neden?..
Hacc
Suresi 27 ve 28’inci ayetlere göre:
– Cebel-i
Kubeys dağına çık, insanları çağır.
İbrahim Aleyhisselam:
- Ey
Allah’ım, ben nasıl duyururum?
- Çağırmak
sana ait, duyurmak Biz Allah Azimüşşan’a ait.
Çağırma
yetkisi, Hz. İbrahim Aleyhisselam’ın duası, Hz. İsa Aleyhisselam’ın müjdesi
olan ahir zaman Nebîsi Ahmed-i, Mahmudu Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e
verildi, ondan sonra da varis-i Nebî olanlara verildi. Kıyamete kadar gelecek
olan tüm insanlar Ümmet-i Muhammed’dendir. Bir kısmı davete icabet etmiş, bir
kısmı da davette.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
-
Ben Size yeni bir din getirmedim, dinin bozulmamış şeklini takdim
ediyorum, noksan ahlakı itmam için gönderildim.[3]
Hz Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tevhid inancının şartlarına
davet ediyor.
-’Bügün sizin dininizi tamamladım,
nimetimi itmam ettim ve din olarakİslam’dan razı oldum’[4]
İnsana İslam lazım
İman, İslam, İhsan
İman makamında bazen araya
ihmal girmekte. İslam makamında zahiri itibarıyla ameli sahika tekvin sakıt
olması veya olmaması arasında bir makamdır. İhsan makamı ise hiçbir vechile
araya gaflet halinin girmemesidir.[5]
İmanın Şartları:
- Amentü
billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusulihi vel yevmil ahiri ve bil kaderihi
hayrihi ve şerrihi min-Allahu Teâlâv el Bâ’sü ba’del mevt Hakkun Eşhedü en Lâ
ilahe illalah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resuluhû
İslam beş temel üzerine kurulmuştur;
- Kelime-i tevhid getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek,
Hacc’a gitmek6
Şimdi
malumunuz üzere ki Allah bir dinde birdir. İman, İslam ve İnsan. Allah’tan
geleni geldiği gibi bulabilirsek hepsi İslamdır.
Peygamberlerin
tevhid inancı şu şekildedir;
Lâ
ilahe illallah Âdem Safiyullah
Lâ
ilahe illallah Nuh Neciyullah
Lâ
ilahe illallah İbrahim Halilullah
Lâ
ilahe illallah Musa Kelimullah
Lâ
ilahe illallah İsa Ruhullah
Lâ
ilahe illallah Muhammeden Resulullah
Allah Azimüşşan Hz Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ferman buyurdu, böylece İslamın başkenti Medine-i Münevvere’deki
Ravza-i Mutahhara’da ilk çağrı yetkisi müezzinlerin piri olan Bilal-i Habeşî’ye
verildi. Allah Azimüşşan müezzin efendilerin ağzıyla bütün insanları beş vakit
namaza Ezan-ı Muhammedî’yle Huzurullah’a çağırıyor.
Hicri
5nci asrın yarısında tanınan bir büyük sufi olan Ebu Said Ebul Hayr (ö.
440/1049)’a da kendi devrindeki zaman diliminde “Gel” çağrı yetkisinin
verildiği rivayet olunur. Ondan yaklaşık 2 asır sonra çağrı yetkisi Hz. Mevlana’
ya verilmiştir.
“Ariflerin Menkıbeleri”ni (Menakib al
Arifin) yazan Ahmet Eflaki, o güzel kitabında, Baha Veled’e “Sultan-ül Ulema” unvanının verilme
sebebini, Belh’li üç yüz müftünün Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) den aldıkları emir ile olduğunu anlattı. Bu rüyayı
gören müftüler sabahleyin Bahaeddin Veled’e bende olmuşlardı. O günden sonra da
Bahaeddin Veled, Sultan-ül Ulema diye anıldı.
Sultan-ül
Ulema Horasan Mekteplerinden aldığı enerji ile Belh şehrinden 300 mürîdi, 300
deve yükü kıymetli kitapları, eşyaları ve azıkları ile yola çıkmış; Kendilerine
Şam, Bağdat, Mekke, Medine, Nişabur, Malatya, Erzincan, Karaman, Konya ve Orta
Asya sınırları içerisinde Gel Çağrısını başlatma yetkisi verilmiş. İlme, Aşka,
Medeniyete, İslama Gel diye çağrıda bulunmuştur.
IŞIĞIN
nurunu Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den alan Hz. Mevlana
Celaleddin-i Rumî (ks) de Allah ve Resulü tarafından kendi devri ve sonra ki
devirler için insanları çağırma yetkisiyle görevlendirilmiştir.
Sultan-ül
Ulema’nın başlattığı gel çağrısı Hz. Mevlana tarafından devam ettirilmiştir.
Bazı
kişiler TV ekranlarında çıkarak bu çağrı sözünün Hz Mevlana’ya ait olmadığı
yönünde tartışma açıyorlar. Başka sufilerin isimleri telaffuz ediyorlar. EDEB
YA HÛ. Mensub olduğun dini takdim etmesini bilirsen, bu çağrı sana da aittir.
İlmi, irfanı, kabiliyeti müsait olan herkes Allah’ın bu çağrısına sahiptir.
Bazıları da Sahabeler için Sema etti diyemiyor, onun yerine hopladı, zıpladı
diyor. EDEB YA HÛ. Sonra da Sema hakkında kitap yazıyorlar. Mevlevilik yaşanarak
icra edilen bir yoldur, bu sebeple manevi sorumluluğu olan kişilere bırakılması
daha hayırlı olur kanaatindeyiz. Çağrı sözünün Hz Mevlana’ya ait olduğu Hindistanlı
Muhammed Hâkim Sami’nin Hicrî 818’de yazdığı Tasavvuf Tarihi isimli eserde Sema’nın ismi Hintçe’de Kawwalis’ti
geçen şu yazıyla anlaşılıyor: Hz Mevlana Hicaz’a geldiği zaman Kâbe üzerindeki
örtüde yazılı olan Hacc sûresinin 27 ve 28’inci ayetlerini kendince
yorumlamıştır. Çağrı sözünü oradan başlattığı rivayet buyrulur. İnsanları
tevhîde, ilme, İslama, aşka, medeniyete çağırıyor. Bu da demektir ki, çağrı
sözü Rahman ve Rahim olan Allah Azimüşşan’a aittir.
Mevlevilik Yolunun
Özellikleri
Muzaffereddin
Aşki Rahmetullahi Aleyh Anlatıyor;
“Mevlevilik
insanı esas alan sevgi, aşk, vecd üzerine kurulmuştur. Derviş; Mürşidine, bağlı
olduğu yola ne kadar çok sevgi duyarsa o kadar çok kendisine kemalat olur. Bir
süre sonra derviş farkına varmadan şeyhinin boyasına boyanmış olur. Sevgi ve
muhabbet olmadan bilhassa Mevlevi yolunda ilerleme mümkün değildir. Bu sebeple
dervişin sadece evrad, ezkarını gece ve gündüz yerine getirmesi yetmez. Fütühat
olmaz. Mevlevilik sevgi yolu üzerine kurulduğu için mürşidin kalbiyle dervişin
kalbi arasında bir sevgi ve aşk bağı oluşarak dervişin hızla ilerlemesini
gelişmesini kolaylaştırır.” buyurmuştur.
KUTB-ÜL-AKTAB,
KUTB-ÜL-MEDAR,
KUTB-ÜL-İRŞAD
Cenab-ı
resul-ü Ekrem ve nebi-i muhterem mahbub el aşıkıyn ve resül–ü rabbil-alemiyn
aleyhi ve alihi salavatullah-ül Muıyn efendimiz hazretlerinin ümmetinden,
sayılamayacak kadar çok ve kerametleri zahir, derecatı bahir arif-i billâh,
kutub ve müctehidiyn yetişmiştir, kıyamete kadar da işlerini takip edecek
varis-i Enbiya ve varis-i-rusül-ü-izam yetişecektir.
Sultan Abdülhamid Han’ın
huzur hocası Mehmed Efendi’nin oğlu
olan Muzaffer Efendi, 1916 yılında varis-i nebi olarak
İstanbul’da dünyaya geldi.
Işığın nurunu doğrudan Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) den
alan, sahabe hayatı yaşayan, kutlu varlık ümmetin şereflilerinden hafizul
Kuran, şeriatın bekçisi, tasavvufun öncüsü, KUTB-UL İRŞAD, Kur’an + Sünnet + İcma-ı Ümmet + Kıyas-ı Fukaha’ya bağlı kavi
bir Müslümandı. Allah’ın dostları için korku diye bir
şey yoktur ve onlar mahzun da olmazlar[6]
âyetinin ufuklarında kanat açmış zarif bir insandı. Bütün mahlûkata karşı
şefkatli, merhametli, içi insan sevgisi ile doluydu.
Gönlü
yanık, içinde hicran ırmakları çağlayan aziz efendimiz Muzaffer Aşkî şöyle
buyuruyor:
“Ey
insanlar kulak veriniz, dikkat kesiliniz, gökte haber yerde ibret almak için
işler var, semayı seyredin, semadan sesler duyun ki Allah o kapıları açsın size.”
Buyuruyordu
ki şarkın sancağı elimizdeydi, garbın sancağı da verildi. İnsanlığın kurtuluşu için çok çalışmamız lazım. Ecel aman
verdiği müddetçe. Cenab-ı Pir (H.Z) MEVLÂNA’nın dünyada atı
koşturuluyor, buyuruyorlardı.
Muzaffer
Aşkî rahmetullahi aleyh
Çağrısı
şöyleydi:
“Allah’ın
cennetine talip cemaline âşık olanlar gelin Hakk kapısına gelin, bu kapı
ümitsizlik kapısı değil”, diyerek halkı Hakk’a çağırıyordu.
(H.Z) Pir
Muhammed Mevlana Celaleddin Rumî (K.S)
(H.Z) Pir
Muhammed Nureddin Cerrahî (K.S)
Muzaffer
Aşkî gönül sultanlarımızın misyonunu üstlenmiş; kalbinde iman, elinde Kur’an-ı
Kerim, dilinde Allahüazimüşşanın zikri
“Lailaheillallah Muhammedurrasulullah”
Tevhide,
ilme, aşka, medeniyete ve İslama insanları çağırıyor. Yazdığı eserlerle Selâtin
camilerinin kürsülerinden halkı Hakk’a davet ediyordu. Kendi devrinde okyanusları
geçip, kıtaları dolaşarak insanları tevhide çağırıyordu, üniversitelerde İslam’ı
anlatıyordu. Milletlerarası festivallere iştirak edip insanları tevhid’e davet
ediyordu. Bunlara örnek olarak her yıl Fransa’da düzenlenen Renn Festivali verilebilir.
Ömrünün son günlerine kadar usanmadan, yorulmadan koşturdu.
Muzaffer
Aşkî’nin şöyle bir menâkıbı anlatılır: Hahambaşı veya Papaz Efendi Aşkî
Hazretlerine “Size bir soru sorabilir miyim?” demiş. Muzaffer Efendi de “Estağfirullah,
bir değil bin tane sorabilirsiniz.” diye cevap vermiş. Soru şöyleydi “Sizler
Amerika’ya geldiniz, müsaade istediniz, Amerika’da en büyük katedrali size
açtık, kendi dininizi icra ettiniz. Şimdi biz kalsak, Türkiye’ye gelsek, sizlerden
izin isteyerek, Sizin mabetlerinizde kendi dinimizin icaplarını icra için izin
istesek, Siz de bize müsaade eder misiniz?” Muzaffer Efendi hiç tereddüd
etmeden çok net ve berrak bir usulde adama “Hz. İsa da Hz Musa da hak peygamberdir,
Hz İsa’ya gelen İncil de Hz Musa’ya gelen Tevrat da hak kitaplardır. Bizim
imanımızın şartları içerisinde inanmakla mükellefiz. Hz İsa ve Hz Musa adına
yapılan bütün mabetlerde İslam’ı icra etmek bizim için tabii bir haktır. Siz de
bizim yaptığımız gibi, Hz Peygamber’imiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e
inanın, Onu tanıyın ki İslam’ın bütün mabetleri Size açık olsun.”
1985
senesi 12 Şubat Pazartesi günü gönül dostlarıyla yaptığı sohbetlerde Edirnekapı
(Şehitlik) yolculuğunun göründüğünü işaret buyurdu. Saat 18’de cemaate özel bir
yemek siparişi verdi. “Bu akşam şebi aruz düğün gecesidir, sema meşki
yapacaksınız, onu izleyeceğim”, buyurdu. O akşam, Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan
gece, meydan-ı şerif’e gelerek Semayı ihtiram halinde son ana kadar izledi. Ertesi gece Âlem-i Cemal’e
teşrif buyurdu. O gece
kendilerine layık gerçek bir Şeb-i Arus gecesi oldu.
ELHAMDÜLİLLAH MAKAMI FİRDEVS CENNETİ’dir.
İnşallah-u Rahman. Bu çağrı misyonu üstlenecek değerli gönül dostları
yetiştirdi. O kardeşlerimiz de gece gündüz çalışıyorlar, yorulmadan, durmadan
insanları çağırmaya gayret gösteriyorlar. Allahüazimüşşan gayretlerini ve
gayretlerimizi boşa çıkarmasın. İçlerinde en fakiri bendeniz. Dünyanın birçok
yerinde yetiştirdiğimiz semazenler var. Allah, hidayetine erişen insanlara
İslamla müşerref olmaları için bizi vasıta kılıyordı. Arkamızda herhangi bir tv
veya radyomuz yoktu, ama gönül ekranından Allah bizleri görüştürüp
buluşturuyordu. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi ecel aman verdiği müddetçe bu
göreve devam edeceğiz, inşaallah.
“SEMA, kâinat dengesine ait merasimin usul ve kurallarıdır.
SEMA nedir
biliyor musun? İnsanın yaratılış tiyatrosudur. Açık veya kapalı havada cereyan
eder.
Oyuncular
Şaşırtıcı!
Yalnızca
bir kişi: SEN!
Kim
olursan ol, kadın ol, erkek ol sema herkeze hitap eder. Siyah ol, beyaz ol,
genç ol, yaşlı ol. Heryıl binlerce insan bu sahneye çağrılmakta. Bu sahneye
katıldığına göre başrol senin. Tek bir şart var: Aşk ve vecd’in olması.
Her
Semazen, derviş veya sufi bunun içinde kendisi için belirlenmiş olan yeri
almaktadır. Bütün katılımcıların pozisyonu, güneşin, ayın ve yıldızların
birlikteliğini ifade etmektedir. Bununla büyük dönme, SEMA’da
imanda kök salma, kâinattaki seyre benzemektedir. Nasıl ki yıldızlar
güneşin etrafında uyum içerisinde dönüyorlar, sufiler de ALLAH’ta ve çevresinde dönüyorlar. Gelenekte bu, SEMA ile ALLAH’ın
enerjisinin dünyanın istifadesine sunulması anlamına gelmektedir. Şayet insan
bu enerjiyle hazırlıksız olarak temas edecek olursa, burada pekâlâ bir şokun
meydana gelmesine sebebiyet verir!”
Kim
kendisine hitap edildiğini düşünürse, ona Mevlâna’nın sözüyle söyleyelim:
Gel!
Kim
olursan ol gel,
Yolcu
olsan da, sevgili olsan da
Ayrılığı
sevsen de
Yeminini
bin kez bozmuş olsan da
Yine
de gel
Bizim
kervanımız “çaresizlik” kervanı değil!
Gel,
yine gel!
Tevfik
ve Hidayet ALLAH’
tan
SEMA’nın
bir teşekkülü ve ritmi vardır. Bu kitabın da bir teşekkülü ve ritmi
bulunmaktadır. Kitap, birbiriyle bağlantılı 8 BÖLÜM 88 konu başlığından
oluşmaktadır. Bunlar ‘dışarıdan içeriye’ ve içeriden
dışarıya doğru yer almaktadır:
1.
Dünyanın sonuna kadar devam edecek SEMA
Okulu ve Tarihçesi
2.
Meleklerin, peygamberlerin, sufilerin hayatta denge sanatı SEMA
3.
SEMA’ya Davet
4.
SEMA’yı Öğrenmek İçin Rehber
5.
SEMA’da Ahenk Oluşuncaya Kadar
Çalışmak
6.
Hayatla, Yaşantıyla SEMA’yı
Birleştirmek
7.
SEMA’ya Destur Alma (Bu bölümde
isteyen kişinin kendi kendine sema öğrenecek şekilde grafik çizimleri yer
almaktadır.)
8.
SEMA’yla Bütün İnsanlara ALLAH’ın
Mesajını, Duasını Ulaştırmak
TAKDİM
SİZE OLAN
MESAJIMIZ
ÖNSÖZ
TASAVVUF
NEDİR? SUFİ KİMDİR?
BİRİNCİ BÖLÜM
1—YARATILAN
İLK NUR, SEMA’NIN TARİHÇESİ MELEKLERİN
PEYGAMBERLERİN SUFİLE RİN HAYATTA DENGE SANATI: SEMA
2—İLK NUR KALEM VE KADERİN HİKMET VE SIRLARI
3—HARREREHU
EL- FAKİR ALİ CEMALİ AFA-ANH (DEVRAN VE SEMA)
4—DEVRAN
VE SEMADAKİ HİKMET VE SIRLAR
5—ULEMAY-I
AMİLİYN İLE ŞEYH-ÜL-İSLAMLARIN DEVRAN-I SOFİYYE HAKKINDA VERDİKLERİ BAZI FETVA
ÖRNEKLERİ:
6—İLK
SUFİLERE GÖRE SEMA’IN DİNÎ HÜKMÜ HİKMET VE SIRLA
7—SEMA’DAKİ
ve DEVRAN’DAKİ VECD
VE HİKMET SIRLARI
8—SEMA
/ MUSİKİ RUHUN GIDASIDIR HİKMET VE SIRLARI
9—SEMA
VE ELEST BEZMİNDEKİ İLAHİ HİTABHİKMET VE SIRLARI
10—SEMA,
MUSİKİ ve DEVRAN MÜMİNİN İMANINI, MÜNKİRİN İNKÂRINI ARTIRIR HİKMET VE SIRLARI
11—SÜFİ
MUHAYYİLE VE SEMANIN HİKMET VE SIRLARI
12—İLK SUFİLERDE SEMA HİKMET
VE SIRLARI
13—PEYGAMBERLERE
VE ERENLERE NEFİS VE BEDEN EHLİ DÜŞMANDIR; ÇÜNKÜ ONLAR, PEYGAMBERLERİN,
ERENLERİN CİNSİNDEN DEĞİLDİR; İKİ ZIT BİRLEŞMEZ.
14—SULTAN
VELED BABASI HÜDAVENDİGAR İLE HZ. ŞEMS’İN KARŞILAŞMASINI HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm)’NIN
KURAN’DAKİ BULUŞMASINA YORUMLUYOR
İKİNCİ BÖLÜM
1—AŞK
BAHÇESİNİN SOLMAYAN NAZİK GÜLLERİ HİCAZ YOLUNDA
2—HORASAN
ELLERİNDEN GELEN YOLCULARIN HİKMET VE SIRLARI
3—SULTAN-UL ULEMA HORASAN
MEKTEPLE RİNDEN ANADOLU’YA GETİRMİŞ OLDUĞU HİKMET VE SIRLAR
4—MÜMİNE SULTAN ANNE HİKMET VE SIRLARLA DOLU BİR
ÇOCUĞU DÜNYAYA GETİRDİ
5—HZ.MEVLANA’NIN CİSMİ İLE
DÜNYAYI ŞEREFLENDİRMESİNİN HİKMET VE SIRLARI
6—SULTAN-UL
ULEMA’NIN BELH’TEN HİCRETİNİN HİKMET VE SIRLARI
7—SULTAN-I
ULEMANIN LARENDEYE GELİŞİNİN HİKMET VE SIRLARI
8—HZ.
MEVLANA’NIN GEVHER HATUN İLE İZDİVACININ HİKMET VE SIRLARI
9—SULTAN-I
ULEMA’NIN KARAMAN’DAN KONYA’YA HİCRETİ HİKMET VE SIRLARI
10—SEYYİD
BURHANEDDİN MUHAKKİKİ TİRMİZİ (SEYYİD-İ
SIRDAN)HİKMET VE SIRLARI
11—AŞKIN ZİRVESİ HZ.
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ HİKMET VE SIRLARI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1—MARAC EL BAHREYN- İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER (HZ.
ŞEMS-İ TEBRİZİ’NİN KONYA’YA İLK GELİŞİ) HİKMET VE SIRLARI
2—ŞEMS’İ TEBRİZİ’NİN ÇOCUKLUĞUNDAKİ HİKMET VE
SIRLARI
3—ŞEMS’İN
BAĞDAT’A GELİŞİ HİKMET VE SIRLARI
4—ŞEMS’İN MEVLANA UĞRUNA BAŞINI ADAMASI HİKMET VE
SIRLARI
5—HZ.ŞEMS’IN MEVLANA’YI İMTİHAN ETMESI HİKMET VE
SIRLARI
6—ŞEMS’İN HUSAMEDDİN ÇELEBİ’YI İMTİHANI HİKMET VE
SIRLARI
7—HZ.ŞEMS’İN KONYA’DAN İLK AYRILIŞI HİKMET VE
SIRLARI
8—HZ. ŞEMS’İN KAYBI İLE
MEVLANA’NIN HASRETİ HİKMET VE SIRLARI
9—SULTAN
VELED’İN HZ.ŞEMSİ GETİRMEK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI
10—VELED’İN
HZ. ŞEMS’İN MAİYETİNDE ŞAM’DAN KONYA’YA İKİNCİ GELİŞİ
11—ŞEMS’İN KİMYA HATUN İLE İZDİVACI HİKMET VE
SIRLARI
12—HZ.ŞEMSİN
ANSIZIN ÜÇÜNCÜ SIRLANIŞI HİKMET VE SIRLARI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1—ŞEMS’IN KAYBOLUŞUNDAN SONRA MEVLANA HİKMET VE SIRLARI
2—MEVLANA’NIN
ŞEMSEDDİN’İ ARAMAK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI
3—HZ.MEVLANA’NIN
ŞAM’DAN RUM DİYARINA DÖNÜŞÜ HİKMET VE SIRLARI
4—ŞEMS’İN MEVLANA’NIN OĞLU ALAEDDIN’İ RUH ÂLEMİNDE
BAGIŞLAMASI HİKMET VE SIRLARI
5—ŞEMS’IN BAZI HAL VE KERAMETLERİ
6—ALLAH DOSTLARI VELİLERIN SOHBETLERİNİN HİKMET VE SIRLARI
7—ŞEMS’İN
GUZEL SÖZ VE SOHBETLERİ TEVHİD
8—ARİFLERİN ALAMETİ HİKMET VE SIRLARI
9—HAKK’IN
DOSTUNUN DOSTU HİKMET VE SIRLARI
10—“VELİLER
KUBBELERİMİN ALTINDADIR” HİKMET VE SIRLARI
11—ÂŞIKLARIN NAMAZININ HİKMET VE SIRLARI
BEŞİNCİ BÖLÜM
1—NEFSİNİ
BİLEN RABBİNİ BİLDİ HİKMET VE SIRLARI
2—KÂBE’NİN
TAVAFI HİKMET VE SIRLARI
3—AFFEDİP
BARIŞANIN MÜKÂFATININ HİKMET VE SIRLARI
4—SELAHADDİN-İ
ZERKUBİ HİKMET VE SIRLARI
5—HZ.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ, TİRMİZ’Lİ
BURHANEDDİN VE TEBRİZ’Lİ ŞEMSEDDİN HİKMET VE SIRLARI
6—MEVLANA’DA
SEMA’NIN HİKMET VE SIRRI
7—HÜSAMEDDİN ÇELEBİ HİKMET
VE SIRLARI
8—HZ.
MEVLANA’NIN DÜĞÜN GECESİ - ŞEB-İ ARUZ HİKMET VE SIRLARI
9—FASIK
VE ZAHİTLER
10—SULTAN VELED HİKMET VE
SIRLARI
11—ULU ARİF ÇELEBİ HİKMET
VE SIRLARI
12—ATEŞ-BAZ
VELİ HAZRETLERİ HİKMET VE SIRLARI
13—SULTAN DİVANİ VE ŞAHİDİ
HİKMET VE SIRLARI
ALTINCI BÖLÜM
1—MEVLANA BÜYÜK BİR UMMANIN
HİKMET VE SIRLARIYDI
2—DİNLEYENE
VE DİNLENENE GÖRE SEMA HİKMET VE
SIRLARI
3—KUR’AN,
İLAHİ, VAAZDAKİ SEMA’NIN HİKMET VE
SIRRI
4—NEY’İN
SIRRI KEMAL’E YOLCULUK HİKMET VE SIRLARI
5—SEMA
İLE İLGİLİ TARİFLERİN HİKMET VE SIRLARI HZ.
6—MEVLANA’DA
AKIL, NAKİL VAHİY HİKMET VE SIRLARI
7—İBN
ARABÎ ‘DE SEMA’NIN HİKMET VE SIRLARI
8—HZ.MEVLANA
BÜYÜK BİR UMMANDIR, ESERLERİ VE MESNEVİ’NİN HİKMET VE SIRLARI
9—VAHDET
YOLUNUN SUFİLERİ: MEVLEVİLER, HİKMET VE
SIRLARI
10—ŞİİRİN
VE MUSİKİNİN DİRİLTİCİ GÜCÜ HİKMET VE
SIRLARI
YEDİNCİ BÖLÜM
1—MELEKLERİN
PEYGAMBERLERİN SUFİLERİN HAYATTA DENGE SANATI SEMA
2—SEMA
– YAŞAYAN BİR OKUL
Hayata Kanat Açmak
Merkezde Olmak Hareket
Noktasını Belirlemek
3—SEMA’YA DAVET HİKMET VE SIRLARI
SEMA
Çalışması Hikmet Ve Sırları
4—SEMA’NIN VE BİSİKLET SÜRMENİN ORTAK TARAFLARI
İlk
Adım
5—İMANDA
KÖK SALMAK
Nerede
Olursa Orada Kök Sal
SEMA’nın Şartlarını Tanımak Önemlidir
6—ÖZGÜRLÜĞE
AÇILAN KAPI: SEMA
7—SEMA İÇİN REHBER
SEMA Öğrenmek İstiyor Musunuz?
SEMA’yla İlgili Temel Alıştırma
SEMA’nın Temel Pozisyonu:
Çeyrek Çark
Yarım Çark Tam Çark SEMA
İdrak Etmenin Yolu Bazı Sufi İlkelerinin Özeti:
SEMA’da
Ahenk Oluşuncaya Kadar Çalışmak
Hazırlık İçerisinde Hazırlık
Yukarıya Doğru Açılış
Sufilikte Manevi Büyümenin Prensipleri
Açılmanın Eğitimi
Ahenk Ne Zaman Meydana Gelir SEMA Ne Anlama Geliyor?
SEMA’ya Hazırlık
Temel Pozisyon Ve Kapanma (Mühürlenme)
Kolların Açılması Ve Ellerin Duruşu
Ahenk Oluşuncaya Kadar SEMA Yapmak
Temel Güçlerin SEMA Öğrenme Sürecinde
Eğitilmesi
Nefes, İdrak Ve Kalp
8—HAYTINLA, YAŞANTINLA SEMA’YI BİRLEŞTİRMEK
SEMA’ya
Destur Alma
SEKİZİNCİ BÖLÜM
SEMA’NIN SON HALİNİ
ALMASI
1—SEMA’DA
ZAMAN – MEKÂN – İHVAN- İMKÂN HİKMET VE SIRLARI
2—MEVLEVİLERDE
KIYAFETİN HİKMET VE SIRLARI
3—DERGÂHLARIN
İDARE ŞEKLİ VE HİKMET VE SIRLARI
4—MATBAH-I
ŞERİF VE ÇİLE HİKMET VE SIRLARI
5—MEVLEVİLERDE
(ZİKİR) VE (EVRAD) HİKMET VE SIRLARI
6—MUKABELE-İ
ŞERİF’İN HİKMET VE SIRLARI
7—MEVLEVİ
ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
Yemek
Sofraları:
Dergâhlarda
Yeni Doğan Çocuğa Güzel İsim Koyma (Ezan Ve Kamet)
Dergâhlarda
Akika Kurban Merasimi
Dergâhlarda
Sünnet Merasimi Ve Mevlidi
Dergâhlarda
Okula Başlama Ve Besmele Merasimi
Dergâhlarda
Düğün Merasimleri
Dergâhlarda
Askerlik Merasimi
Dergâhlarda
Hilafet Merasimi
Hacıların
Hicaz Yolun’ Da Sürre Alay Merasimi
Mevlevi Terimleri Islati Sofiye
Bayram
Törenleri
Kurban
Bayramı Merasimi
Ramazan
Bayramı Merasimi
Kandil
Geceleri Merasimi
Aşura
Gecesi
Leyle
- i Arus
Cenaze
Merasimi
Hususi
Toplantılar
8—SON
SÖZ VE BİR DİLEK
Her
kısım bir girişle başlamakla birlikte, Muzaffer Aşki Rahmetullahi aleyh Hazretleri’nin,
çınaraltı sohpetlerinin de mustevhit olduğumuz, mevzuyla ilgili bazı hikâyeleri
buraya koyulmuştur, vecizeler ve şiirlerle donatlmıştır. Okurken bazı şeylerin
tekrarlandığını tespit edeceksiniz. Tekrar, her bir samimi öğrenme sürecinde
kaçınılmaz olmaktadır. Ve bu kitap, öğrenme sürecinin harekete geçireni-ivmesi
olabilmelidir, zira bu kendi kendine öğrenmede bir rehberdir. Sufi yolunda da
devamlı surette yapılan tekrarlar öğrenmeye dâhildir. Tekrarlar yapılmadan
beceri ve ustalıkları geliştirmek ve bunların üzerine belirli tecrübeler
katarak önemli hükümlere varmak mümkün değildir.
Biz
aradık ve aradığımızı bulduk. Daha sonra bildiklerimizi başkalarına aktarmak
için izin aldık. Bundan dolayı çok mutluyuz ve teşekkür borçluyuz.
Bunun
içindir ki, kitabımız aynı zamanda bir teşekkürün ifadesidir.
El-Hac
Yakup Baba
YARATILAN İLK NUR, SEMA’NIN
TARİHÇESİ
MELEKLERİN PEYGAMBERLERİN SUFİLERİN HAYATTA
DENGE SANATI:
SEMA
Bir
kez olsun denize ulaşan,
Derelerden
bir daha söz etmez.
Muzaffer
Aşkî
İLK NUR KALEM VE KADERİN
HİKMET VE SIRLARI
Yüce ALLAH gizli bir hazine gibi ta öncelerin öncesinden
var olan, varlığı içinde arşı yarattı. Yüce Mevla sonra bu arşta varlıkları
yaratmak istedi, bu isteği hemen yerine geldi. Arşın üstünde Tevhid Nur’u
(Lâilâheillallah) belirdi, bu Nur’un rengi mavi ve Nur-u
Muhammedi (Lâilâheillallah Muhammedün Resulullah) idi ve her yerde bu ad
yazılı idi, bütün arş bu Nur ile aydınlandı. Hak Teâlâ bu Nur’u
sevdi, ona ‘Habibim’ dedi. Bu Nur
ALLAH
sevgilisi Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ezel içinde,
beliren Nur’u idi, bu nur belirince bütün arş “Ahmed” sesleri ile
doldu. Yüce ALLAH’a
yakın olan melekler, arşı tavaf ederken o Nur’un geldiğini gördüler. Bu
arşın üzerinde uçarak SEMA ediyorlardı, türlü övücü sözler söylüyorlardı.
Bu sözler ne kadar açık ne kadar şirindi, yüce ALLAH’ı durmadan yüceliğini
ululuğunu söylüyorlar, onu övüyorlar ona şükrediyorlardı. Allah-ü teâlâ bu
kâinatı Nur-u Muhammedi’den yaratmıştır. Onun için, bütün mevcudat Peygamber
Efendimizi bilmekte, tanımakta, ona “Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salâvat getirirler. Ey
müminler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyet ile selam verin.”[7]
ayetinin esrarına uygun olarak Salât-ü selâm getirmektedir.
“Ahirette bana en
yakın olan, bana çok Salât-ü Selam getirendir”
“Resulüm biz seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[8]
Allah-ü Teâlâ Nur’la birlikte ruhu, aklı, Kalem’i yaratmıştı;
fakat bütün ruhlardan önce Habibi’nin ruhunu yarattı. O latif RUH, bütün yaratıklardan üç yüz altmış
beş bin yıl önce halk olunduğu rivayet buyruluyor.
HAZRET-i
MUHAMMED (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in RUHANÎ DOĞUŞU
Allahümme Salli ve Sellim ala menismühü NURUN (salla’llâhü aleyhi ve sellem).
Mübeccel
Resülümüz ve mufaddal Nebimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hazretlerinin
mübarek vücutlarının kendisi NUR olup
bütün yaratıkların NUR’u onun NUR’undan olduğu için mübarek isimlerine NURUN denildi. Nitekim Hak Celle ve Ala
Hazretleri Kelam-ı Kadîminde kendisi hakkında:
“Kadcaeküm Minallahi Nurun” [9]
“Allah
tarafından bir NUR geldi”
diye buyurdu.
“Gerçekten size Allah’tan
bir Nur, apaçık bir kitap geldi.” [10]
Ruhani
doğuşu şöyledir. Nur-u Muhammedi (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Ma Halakallahü NUR’î”
“Hak Celle ve Ala
Hazretleri bütün yarattıklarından önce benim NUR’umu yarattı!” diye ümmetine haber verdiler.
Ve
hem de kibar Ashabdan Cabir bin Abdullah-el Ensarî (R.Anh) Hazretlerinden şöyle
rivayet edildi:
Bir
gün Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e giderek:
“Anam
Babam sana feda olsun ya Rasulallah ilk yaratılan ne idi diye sordum.
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Allahu Teâlâ her şeyden önce kendi nurundan senin
peygamberinin nurunu yarattı. Ve o latif nur, ALLAH’ın kudreti ile ALLAH’ın dilediği zamana kadar semalarda sema ederek dönüp
durdu.” diye ümmetine haber verdiler. Ve o zamanlar –yani o nur yaratılmadan- levh, Kalem,
cennet, cehennem, melekler, gökler, yerler, güneş, ay, cinler ve insanlar
yoktu.”
“Biz
seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik” [11] buyurmuştur.
Rahmet
karşılıksız vermek, sevgi ile tecellide bulunmak demektir. Kâinatın efendisinin
sevgisidir ki, âlemlerin yaratılmasını hazırlamıştır. Ve onun bir adı da “Habib”dir.
“Sevgili” demektir. Zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın Peygamberi Cenab-ı
Ahmed, ‘Habibullah’dır. Yani ‘ALLAH’ın Sevgilisi”dir…
Allah
O’nu öyle bir sevmiştir ki, O’nun yüzü suyu hürmetine âlemleri yaratmıştır…
Ve
şanı pek yüce olan Allah buyuruyor:
“Ve Sen
elbette yüce bir ahlak üzeresin.”[12]
İşte
bu pek yüce yaratılıştan kâinat zuhur etmiştir.
Eşyadan
ilk yaratılan KALEM’in yüz buğumu vardı.
Her buğumdan öteki buğumuna kadar ellişer yıllık yoldu. O KALEM’in sırrı beş
vakit namazı bildiriyordu. Hak Teâlâ o KALEM’e:
“LEVH’in üstüne yaz!” diye ferman buyurdu. KALEM:
“Yarabbi, ne yazayım?” dedi. Hak Celle
ve Ala Hazretleri:
“La ilahe illallah Muhammedün Resülüllah” yaz!
diye ferman etti. KALEM:
“Bu MUHAMMED ismi ne güzel, ne
yüce isimdir ki onu îsm-i Celaline yakın zikrettiğiniz! Bu hangi mübarek
varlığın ismidir?” diye sordu. Hak Sübhanehu ve Teâlâ:
“Ey KALEM!”
diye hitap etti. “Edep ile yaz. O isim benim HABİBİM’in ismidir ki ARŞ’ı, LEVH’i ve ey KALEM
seni dahi onun NUR’undan
yarattım. Eğer o olmasaydı hiçbir mahlûku yaratmazdım!”
KALEM, Allah’ın heybetinden çatlayıp
yarıldı. Kalemin dile gelen o yeri kesildi. Şimdi KALEM
yarılıp kesilmedikçe yazı yazılmaz.
Ey
müminler bu size bir işaret olmalıdır. O Resüle, ümmetin-
den tazim ve tekrimde kusur etmeyip sünnet-i seniyesini yerine getirmekte edeb
dışı davranışlardan kaçınmalı ve azami dikkat gösterilmelidir..
Hak Teâlâ KALEM’e
tekrar
KALEM; “Ey ulu
Allah’ım ne yazayım?” diye sordu.
Yüce Allah da
‘KALEM’e; “KADERİ YAZ!” diye buyurdu.
KALEM de o güne kadar olanları ve ondan sonra sonsuzluğa
kadar olacakları, kıyamet gününe kadar olup bitecekleri de yazdı.
KALEM, Hak Teâlâya, ne ile başlayayım, diye sordu.
“Bismillahir Rahmanir Rahim ile başla” diye emretti KALEM de LEVH’in
üstüne Bismillahir Rahmanir Rahîm’i tazim ile yedi yüz yılda tamamladı.
Yazı tamam olunca, Hak Sübhanehu ve Teâlâ dedi ki:
“Ya KALEM!
Benim bu üç ismim - ki biri ism-i Celalim,
biri Rahmanlığım, biri de Rahîm olmamdır. Onları tazim ile yedi
yüz yılda yazdın. Ben bu mübarek kelimeyi HABİBİM MUHAMMED’in
ümmetlerine ihsan etsem gerektir. Celalime kasem ederim ki o ümmetten bir kul
veya bir cariye hulus ile Bismillahir Rahmanir Rahîm! dese Ben o kulumun veya o
cariyenin iyilikler defterine yedi yüz sevap yazdırıp seyyiat defterinden yedi
yüz günahını bağışlarım.”
İşte Allah, bir’e yedi yüz
veriyor. Buradaki hikmet ve sırrı anla! Allah’ın en çok sevdiği söz
Lâilâheillallah, sekiz cennetin kapısında ve levh-i mahfuzda Lâilâheillallah
Muhammedün Resulullah yazılı. Tevhid kalesine sığınanlara Hadis-i Peygamberîde “Dehale
cennet (cennete girin)” deniyor.
KALEM’e kudret eliyle yaz emrini veren Allahüazimüşşan,
senin kaderine de SEMA meşk etmek yazmıştır inşaallah. İcra etmek de size
kalmıştır.
Hak Teâlâ’nın, Besmele’deki, Tevhid’deki ve Hamd’deki
hikmet ve sırlarını kullanma izni senin için bir fırsattır, inşaallah o fırsatı
değerlendirir esrarına vakıf olursan bütün insanlar istifade eder.
Allah Sevgilisi Cenab-ı Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in mübarek nurundan ilk yaratılan vasıta kalemdir. Kalem’in bu
şerefi kıyamete kadar devam edecektir.
Kalem o kadar ulvi, o kadar mübarek, o kadar şereflidir
ki, âlemlerin rabbi olan Allah onun üzerine yemin etmiştir.
“Hokka ile kaleme ve yazmakta oldukları şeylere and olsun” [13]
İşte, Kalem
Allah’ın habibinin nurunu da halk ettiği nurdan yarattığı ilk eşyadan biri
olduğundan hep sevilmektedir. Onun için herkesin elinde ve dilindedir. Nurun ala
nur.
KALEM
bu kadar büyük iltifata nail olduğu için sevincinden yarılmıştır.
“KALEM Muhammed kelimesinin mimini SEMA ederek yazarken
sevincinden yarıldı” diyor.
“Nasıl Olur?” diye şaşma… Kudret bunun çok canlı bir
surette derslerini kaçırmamıştır. Ebkem oku kâinat kitabının tabiat
sayfalarından açık sahnede gerçekleri şeffaf olarak görebilirsiniz.
Sen dağları görürsünde, onları yerinde
durur sanarsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedir.( Bu) her şeyi
sapasağlam yapan ALLAH’ IN sanatıdır. Şüphesizki o, yaptıklarınızdan tamamıyla
haberdardır.
NEML SURESİ 88
(Bu ayette dünyanın sabit olmayıp haraket halinde
olduğunu işaret etmekte dağların haraket etmesi demek onlarında üzerinde
bulunduğu arzın haraket etmesi kendi ekseni etrafında dönerek haraket etmesi
demektir)
Sular, küçük derecikler halinde dağlardan çıkarlar.
Bir dağdan çıkan su, başka dağlardan çıkan sularla birleşir. Küçük bir derecik,
nehir ya da ırmak olarak akarlar. Aktıkça büyürler, nihayet denizlere
dökülürler.
Suyun denizlere dökülüşü, her şeyin aslına dönüşü
demektir. Aşıkın maşuka kavuşması ve orada yok olması demektir. Aslında bu, yok
oluş değildir. Büyük varlığın içinde belirsiz olmak, ama ebediyen var olmak
demektir.
İşin kökünü arayacak olursak, suyun aslı da
denizdir. Çünkü denizlerden buharlaşarak göklere çıkan sular, dağlara ve
ovalara dökülür. Oralara lazım gelen hayatiyeti, canlılığı verdikten sonra
tekrar süzülerek aslına döner.
Cenab-ı Hak da kendi nurundan bir nur meydana getirmiştir.
Bu nur, nurların en güzelidir. Çünkü Allah’ın kendi nurundandır. (Halik-i Azim)
bu nuru sevmiştir. Çünkü kendinden zuhur etmiştir. (Aziz ve Celil olan) Allah,
bu nurun adına “Muhammed” demiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, bu nuru sevmiş, övmüş ve
güzelleştirmiştir. Zaten Muhammed, övülmüş, sevilmiş ve güzelleştirilmiş…
demektir.
Hak
Celle ve Ala yarattıklarını halk etmek murad ettiği zaman o Nur’u dört kısma
ayırdı. Birincisinden Kalem’i yarattı. İkincisinden Levh’i
yarattı, üçüncüsünden Arş’ı yarattı. Dördüncü kısmı yine dört kısma ayırdı.
Birincisinden
Hameletil Arş’ı yarattı, ikincisinden Kürsi’yi, üçüncüsünden diğer melekleri
halk eyledi. Yine dördüncü parçayı dört kısıma ayırdı.
Birinci
parçadan gökleri yarattı, İkinci parçadan yerleri yarattı, üçüncü parçadan ise
cennet ve cehennemi yarattı. Dördüncü parçayı yine dört kısma ayırdı.
Birinci
parçadan müminlerin gözlerinin nurunu yarattı. İkinci parçadan gönüllerinin
nurunu yarattı ki bu nur ile Allah
bilinir, Üçüncü parçadan ise müminlerin dillerinin nurunu yarattı ki bu nur, Lailahe illallah Muhammedün
Resulullah Kelime-i Tevhididir.
Bir Kutsi Hadisi Şerfte;
“Allahüazimüşşan
İslam’ı beş şey üzerine bina etmiştir. Kelime-i Tevhid, Namaz, Zekât, Oruç ve
Hac”
Buyurulmaktadır.
Hak
tebareke ve Teâlâ Hazretleri bundan sonra on iki HİCAB (perde) yarattı.
Birinci
hicab KUDRET perdesidir. Orada O mübarek Ruh on iki bin yıl: Sübhane Rabbiyel
Ala! Diye tesbih eyledi.
İkinci
hicab AZAMET perdesidir. Orada o latif ruh on bir bin yıl: Sübhanel Alimil Hâkimi
diye tesbih eyledi.
Üçüncü
hicab MİNNET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve daimun la yefna
diye on bin yıl tesbih eyledi.
Dördüncü
hicab RAHMET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane refi’il ala diye dokuz bin
yıl tesbih eyledi.
Beşinci
hicab SAADET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve kaimun diye sekiz
bin yıl tesbih eyledi.
Altıncı
hicab KERAMET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve ganiyyün la yeftakıru
diye yedi bin yıl tesbih eyledi.
Yedinci
hicab MENZİLET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve halikun nur
diye altı bin yıl tesbih eyledi.
Sekizinci
hicab HİDAYET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men lem yezel ve la yezal
diye beşbin yıl tesbih eyledi.
Dokuzuncu
hicab NÜBÜVVET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men teferrede bil
kudreti vel bekai diye dört bin yıl tesbih eyledi.
Onuncu
hicab RIF’AT perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane zil arşiı amma yasifun
diye üç bin yıl tesbih eyledi.
On
birinci hicab NUR perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane rabbiyel Azim diye
bin yıl tesbih eyledi.
On
ikinci hicab ŞEFAAT perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane rabbiyel Azim diye
bin yıl tesbih eyledi.
NUR’U yaratan yüce Allah o’na ruh vermişti sonra da akıl verdi.
Ruhlarımızın babası Sultanı Enbiya Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’dır. Bedenlerimizin babası da Hz. Âdem (aleyhisselâm)’dır.
Âlemlere
rahmet kapılarını açıp hazinelerinden mürüvvet cevherleri saçan, sadakat
bağında biten iman ağacına rahmetten yaprak, ibadet bahçesinde yetişen irfan
fidanına kanaatten meyve, muhabbetten çiçek bahşeden yüce ALLAH’ımız insanlık âlemine bir nur
gönderdi. Kâinatın fezasında bir rahmet güneşi parladı. Bu ebediyet güneşinin
doğmasıyla cihan günleri saadet günlerine döndü. Bu ilahi güneş; ALLAH’tan
gelen aşkın hedefiydi. Âlemlerin efendisiydi. Top yekûn zaman ve mekânın ve
bütün mahlûkatın peygamberiydi.
Peygamberlik
sancağının ötelerde ilkiydi… Dünyada son… Sonların sonunda da en son sahibiydi
ve Peygamberler tahtının da sultanı ve hatemiydi.
Sultanlar
bile kapısında köle olmayı en büyük nimet bildiler. Bir taş parçası bile onun
elinde yüceliğe erdi, ay parmağının işareti ile ikiye ayrıldı, güneş batmışken
bir emrine yeniden doğdu. Mucize parmaklarından susuz ümmete su içirdi. Âlem
onun saçlarıyla mis kokulara büründü, ayak izleriyle Arş’ı şereflendirdi, iki
omzunun arasında güneş gibi apaçık Nübüvvet Mührü vardı.
Basmasa
mubarek kademin ruy-i zemine pak etmezdi kimseyi hak ile teyemüm. Mubarek
ayağın yeryüzüne basmasaydı toprak kendisiyle teyemmüm eden kimseyi pak temiz
kılamazdı.
Güneş
onun tebessümüne kuldur, ağlayışı buluta iş buyurur. Ebedi olan şeriat onun
şeriatıdır. İki cihan sultanlığı ona verilmiştir.
O
miraç sahibi, peygamberlerin hatemi, Hatemi Enbiya’dır. O Cenab-ı Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) varlığın bir tanesi, işte güneş, ay, yıldız nurunun
pervanesi…
Zira
O, Allah’ın biricik sevgilisidir. Kâbe Kavseyn tahtının Padişahıdır. Kevser
çeşmelerinin malikidir. Nihayetsiz olan mülkün de seyyididir.[14]
“Sonra Muhammed’e yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar
ki birleştirilmiş iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” [15]
Bilinmeli
ki, âlemlerin serveri, Âdemoğullarının övüncü Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hazretlerinin nüraniyetini ve nedenini bilmekle onun yüce
şanı ve rütbesinin yüceliği, makamının ululuğu öğrenilirse ona intisaba şevk
duyulur. Sünnet-i şerifesine ve yüce şeriatına tamamıyla uyulduğundan, her an
salât ve selam ile tazim ve tekrimde dünya ve Ahiret saadeti ve yücelik
menziline vasıl olma vardır. Bunu bilmek Resul-i Ekrem (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hazretlerinin ruhani ve cismani doğuşunu bilmeğe muhtaçtır.
Melek velvelesi, felek meş’alesi yok iken,
Kader nakkaşı semavâtın tezyinatını vurmamış iken, ne eserden, ne esirden
hiçbir şey bilinmezken o büyük Peygamber “Kul hüvallahü ehad” narasında
secdede idi. Orası bir adres-i Muhammedi’dir. Kâinatı kendisine muhit edinmiş Allahüazimüşşan
“Habibime bu cihetten teveccüh ediniz” buyurmuştur.
Onun için o Zât-ı
A’lâ’yı öyle, bir kabir çukurunda zannetmek, arifler meyanında edebe
mugayirdir.
Kâ’be-i Muazzama’ya,
‘Beytullah’ diyoruz, teveccüh
ediyoruz. Hâşâ… Cenâb-ı Hak orada mıdır? Allah-ü teâlâ mekândan münezzehdir,
mekânlar Allah’tan münezzeh değildir.
Allah’sız bir
zerre yoktur. Onun için İslâm’da eşyaya nazar-ı hakaretle bakmak en büyük günahtır.
Cenâb-ı
Hakk’ın bizi oraya teveccüh etmemizi emretmesi: O bir adresi Sübhânîdir. İnsan
bu âlemde gönlünü bir yere bağlamak ister. İşte buna binâen Cenâb-ı Hak Beytü’l-Muazzama’yı
zahirde kıble yapmış, “Bana o taraftan teveccüh edin” buyurmuştur.
Nihayetsiz
olan mülkün seyyidi, Kevser havuzunun sahibi ve insanoğlunun Tacı, Cenab-ı
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aziz ümmetini yetiştirmek için sual ve
cevap usulünü koymuşlardı. Ve buyurmuşlardı ki:
“İlim hazinedir,
anahtarı ise suallerdir.”[16]
Peygamberin
güzide Ashabı da, O’na sualler sorardı. Merak ettikleri her şeyi (varlığın
sebebi) Cenab-ı Peygamberden sorarak öğrenirlerdi.
Allah-u
Azummişan’ın O yüce nurla bir ak inciden perde içinde belirttiği ruh, bir tavus
kuşu şeklinde o ağacın üstüne kondu. Bin yıl hak Teâlâyı zikir ve tesbih eyledi.
Hak Subhane ve Teâlâ hayâ gözgüsünün aynasını yarattı ve tavusun karşısına koydu.
Tavus o gözgüye baktığı zaman orada çok güzel bir yüz ve azametli bir şekil gördü.
Bundan utandı beş kere secde kıldı. Sonra o secde bizlere 5 vakit namaz oldu.
O
ruh ta kandilin içinde Hak Celle ve Ala’nın güzel isimlerini zikretmeye başladı.
Her bir mubarek ismi bin yıl zikretti. Vakta ki Esma-yı Hüsna’dan ‘RAHMAN’ ism-i şerifinin zikrine geldi.
Hak Subhanehu ve Teâlâ kendisine ‘RAHMET’
bakışı ile baktı. O ruh, hayâsından, Allah tarafından terledi, Enbiya ve
Mürselin sayısınca kendisinden inci gibi ter damladı. Herbir damlasından bir
peygamberin ruhu halk olundu. Hepsi o kandilin içinde toplandı. Hak Celle ve
Ala Nebi-yi Ekrem’in ruhuna hitap ederek:
“İnci gibi olan terinden yaratılan Enbiya ruhlarına bak!” Dedi Fermana uyan latif ruh, onlara baktı. Bakışlarının
ışıklarını her şeyi bürüdü. Enbiyanın ruhlarını da NUR-U MUHAMMEDİ bürüdü. O ruhlar:
“Rabbena
ma gaşiyena!” Dediler. “Ey
bizim Rabbimiz!.. Bu nuru ile bizi bürüyen kimdir?”
Hak
Celle ve Ala hazretleri:
“Habibim Muhammed’in nurudur. Eğer siz onun nübüvvetine inanıp
tastik ederseniz sizi nübüvvet ve risaletimle şereflendiririm!” Dedi, O nebilerin ruhları’ da:
“Biz
Muhammed (aleyhisselâm) in nübüvvet ve risaletine iman getirdik!”
Dediler. Hak Teâlâ da:
“Sizin bu şehadetinize tanık, şahid olayım mı?” Diye buyurdu.
Onlar da:
“Evet,
tanık olunuz!” Dediler.
Nitekim Hak Sübhanehu ve Teâlâ Hazretleri Kelam-i Kadiminde:
“VE İZ EHAZALLAHU MİSAKAN NEBİYYİNE”[17] “VE ALLAH VAKTİYLE
PEYGAMBERLERİN MİSAKINI ALMIŞTI” Ayetinde bu mİsaki
bildirmişlerdir.
O
tertemiz ruh sonra yine Allah’ın isimlerini zikirle meşgul oldu. Vakta ki “KAHHAR” ismine geldi, Hak Celle ve Ala’nın
heyberinden, celalinden terledi.
Mubarek
başının terinden meleklerin ruhları yaratıldı. Ve yüzünün terinden Arş, Kürsi,
Levh, kalem, güneş, ay ve bütün yıldızlar halkolundu. Göğsünün terinden din
âlimlerinin, şehitlerin, Salih kulların ruhları yaratıldı ve arkasının terinden
de Beytül Mamur ve Kabetullah ve Beytül Mukaddes ve Ravza-yı Mutahhara ve bütün
mescid yerleri yaratıldı. Kaşlarının yerinden müminlerin ve mümin kadınların
ruhları halk olundu. Kuyruk sokumu yerinden Yahudi ve Nasara, müşrikler, ateşe
tapanlar (Mecusiler), yani bütün kâfirlerin ruhları yaratıldı. Ayaklarının
terinden yerler ta.. Mağrıbdan Maşrıka kadar halk olundu.
Ondan
ötürü Resul-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimize ‘EBUL ERVAH’ (Ruhların babası) diye
künye verildi. O ruhlar, Muhammed nurunun çevresini alıp tesbih ve tehlil
ederek bin yıl kadar onu tavaf ettiler. Hak Celle ve Ala, o ruhlara “Muhammed ruhuna bakın” diye emreyleyince onlar
o ruha baktılar.
O
güzel ruhun başını görenler dünyada halklar arasında halife ve melik, padişah oldular.
Mubarek alnını görenler adil Beyler oldu ve mubarek kulaklarını görenler Allah’ın
kelamının hafızı oldular.
Mubarek
kaşlarını görenler, nakkaş oldular. Mubarek kulaklarını görenler nasihat ve
vaaz kabul edici oldular. Mubarek yanaklarını görenler akıllı ve iyi amel edici
oldu. Mubarek yüzünü görenler hâkim oldular. Mubarek dudaklarını görenler vezir
oldular. Mubarek ağzını görenler oruç tutucu oldular. Mubarek dişlerini
görenler erkekse, erkek güzeli, dişi ise dişi güzeli oldular. Mubarek dilini
görenler padişahlar arasında elçi oldular. Mubarek boynunu görenler, tüccar, alışverişçi
oldular.
Mubarek
sağ elini görenler sarraf oldular. Mubarek sol elini görenler terazi tutucu ve
kilo ölçücü oldular. Mübarek ellerinin içini görenler yazıcı oldular. Mübarek parmaklarını
görenler demirci oldular.
Mubarek
göğsünü görenler bildin, zahid ve müctehid oldular. Mubarek sırtını görenler
şeriat emrine boyun eğer ve mütevazı oldular. Mubarek iki yanını görenler
gazilerden oldular. mubarek karnını görenler kanaat edicilerden oldular.
Mubarek
ayaklarını görenler avcılardan oldular. Mubarek ayağının altını görenler yol
yürüyücü oldular.
Ve
gölgesini görenler şarkı söyleyici, saz ehli oldular.
Ona
bakıpta onu göremeyenler Yahudi ve Nasara ve Mecusi ve şirk ehli oldular. Hiç
bakmayanlar nemrud ve Firavun gibi ulûhiyet davası edenlerden oldular.
Ayrıca
bütün ruhlar, dört saf oldular. Birinci saf Enbiya ve Mürselin ruhlarının
safıydı. İkinci saf, Allah velilerinin safını teşkil etmişti. Üçüncü saf, mü’min
erkek ve mü’min kadınların safıydı. Dördüncü saf ise kâfir ruhların safıydı.
O
ruhlar o makamda Allah’ın takdir ettiği kadar yine Allah’ın kudreti ile
durdular. Sonra cisimler dünyasında vakitleri gelince diriltildiler. Resul
Ekrem Hazretleri, bu yaratıkları kendisinden halk olunduktan sonra ruhlar âleminden
cismani âleme gelinceye kadar geçen zamanı Allahü Teâlâdan başka kimse bilemez.
Rivayet
edilmiştir ki, Hazreti Resul-i Erkem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cebrail (aleyhisselâm)
a,
“Sen halk olunalı kaç yıl oldu?” Diye sorunca Cebrail (aleyhisselâm):
“Ben
hesabını bilmem Ya Resulullah! Ancak şu kadar bilirim ki her yetmiş yılda bir
kere Arş’ın süradıkatının ardında kocaman bir nur yığını belirir. Ben
yaratıldığımdan beri on iki bin kere o koca nurun meydana geldiğini ve
doğduğunu gördüm!” Dedi.
Hazret-i
Resul-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) :
“O nur neyin nuruydu? Biliyor musun?” Dedi. Cebrail (aleyhisselâm) :
“Hayır
bilmiyorum!” Deyince Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz:
“O nur, Ruhlar âleminde benim ruhumun nuru idi!”
Dedi
Ey
Müslüman kardeş: Bu rivayete göre on iki bine yetmiş bine çarparsan ne kadar
sayının ortaya çıkacağını düşün.
Allah-u
Teâlâ tüm meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağını ve yaratacağı halifeye secde
etmelerini ferman etti. Halife demek Allah’ın iradesinin temsilcisi demektir. Bütün
melekler secde ettikleri halde, şeytan kibirlendi ve secde etmedi. Bu yüzden de
lanete uğradı ve ebedi lanet halkası boynuna geçti.
Burada
Âdem (aleyhisselâm)’a edilen secde ta’zim secdesidir. Tapma secdesi değildir. Hakikatte secde
yalnız Allah’a yapılır, vasıtalar ise kıble yerindedir. Görüldüğü gibi Âdem
Peygamber bir kıbleden ibarettir.
Cafer-i
Sıdık ( radiya'llâhü anh):
“Âdem’e
ilk secde eden Cebrail’dir. Peşinden Mikail, sonra İsrafil ve daha sonra da
Azrail secde etmiştir. Ve en sonra mukarrebin denilen yakınlık melekleri.”
Muazzez
sahabilerden İbni Abbas (radiya’llâhü anh):
“Hazreti
Âdem’e secde edildiği zaman, Cuma günü zeval vaktiyle ikindi arasıydı. Peşinden
Rabbi Rahimimiz, Hz. Âdem’in sol kaburga kemiğinden Hz. Havva’yı yarattı. Hz. Âdem
uykudaydı. Uyanıp Havva’yı yanıbaşında görünce gönlü ona bir su gibi aktı ve
hemen elini uzattı.
Aynı
anda da meleklerin haykırışı kulaklarını tırmaladı:
—
Ya Âdem, hareketsiz dur!
Âdem
Aleyhisselam atıldı:
—
Niçin hareketsiz durayım? Allah O’nu benim için yarattı.
—
Mehrini eda et, ya Âdem.
—
Mehri nedir?
—Muhammed
Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e üç kere salâvat getirmek.
Ve
Âdem Peygamber, Allah’ın sevgilisi cenab-ı Muhammed Mustafa’ya salâvat getirdi.
Böylece de Allah huzurunda ve Muhammedi hakikat önünde ilk nikâh kıyılmış oldu.
İşte
mümin kardeşim; günümüzde de kıyılmakta olan dini nikâh Allah’ın huzurunda
cenneti âlâda Rasulullah’a muhabbetin yüzü suyu hürmetine kıyılan ilk nikâhın
remzidir.
Aziz
ve Celil olan, Allah, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva’ya güzel cennetin
nimetlerini mübah kıldı. Sadece belli başlı bir ağacın meyvesinden yemeyi yasak
etti.” İmtihan maksasıyla Cennet’e alınmışlardı.
Yasak olan ağacın meyvesinden yediler. Bu meyveden yer yemez bütün giysileri,
kaftanları sırtlarından çıkarıldı, çıplak kaldılar. Âdem (aleyhisselâm) incir
ağacını silkeledi, üç yaprak düştü, o yapraklarla örtündü. Ağacı tekrar
silkeledi, bu sefer beş yaprak düştü, Havva onlarla örtündü.
Âdem
(aleyhisselâm) utancından kaçtı.
Fakat
hangi ağacın yanına gittilerse o ağaç onları kabul etmemişti. Ancak öd ağacı
kabul etmiş, dalları altına onları almıştı. Hak Celle ve Teâlâ Hazretleri Öd
ağacına:
—
Ey ağaç! Diye buyurdu. Onları öteki ağaçlar kabul etmedi. Sen niçin kabul
ettin?
Öd
ağacı da şu cevabı verdi:
—
Ey esirgeyici Rabbim! Âdem (aleyhisselâm) ın alnında Habib-i Ekrem’in nurunu
gördüm, o şanı yüce nur sebebiyle utandım ve onların bana sığınmalarını kabul ettim.
Hak Teâlâ Hazretleri:
—Mademki Habib’im Muhammed’in nuruna saygı gösterdin. Onun hürmetine
seni kullarıma bütün ağaçlardan itibarlı kıldım. Sana güzel bir koku verdim.
İzinsiz bir iş yaptığın için, kullarım seni yakarak buhurunla senden istifade
edecekler, buyurmuştur.
(Mekke’de,
Kâbe’yi tavaf esnasında ve Ravza- i Mutahhara’da cuma günleri imam hutbeye
çıkarken, öd ağacı buhuru uyandırılır.
Peygamber efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in tekvin işlerinde de buhur
uyandırılmıştır. Kokusuna şeytan ve gizli güçler gelmesin diye buhur, eskiden tekke
ve zaviyelerde, zikir meclislerinde ve Melid-i Şerif merasimlerinde
kullanılıyordu. Korkan çocukların da korkuları izale olsun diye, öd ağacının
parçaları yıkanan çamaşırların suyuna atılırdı. Öd kokusu Kâbe örtüsüne de
sürülüyor. Şu anda öd ağacı, tesbih
olarak da kullanılıyor.
İstanbul’daki
Mevlânakapı Mevlevî Dergâhında eskiden ekseriyet meşayih öd ağacından yapılan
tabutlara konularak sırlanırdı. Mevlevihane yandığında İstanbul semalarında
aylarca öd ağacının buhur kokusu hissedilmiştir.
Nikâhlarda
ve düğünlerde, doğum yapan hanımları gizli güçler rahatsız etmesin diye buhur
uyandırılır.
Âdem
(aleyhisselâm) atamız cennetten Hindistan Serendim adalarına indirildiği için
orası Öd Ağacı ormanlarıyla kaplıdır.
Allah Âdem (aleyhisselâm)’ı ve Havva validemizi, arza dört şeyle göndermiş. Bunlar; âsâ,
incir yaprağı, hatem yüzük (peygamberlik yüzüğü) ve ağlamaktır. Hatem yüzük
Hazret-i Âdemin şehadet parmağında iken peygamberimizin nuru ona gösterildi.
Hatem yüzük, Cebrail (aleyhisselâm) tarafından Âdem atamızın parmağına takıldı.
Namaz kılarken tahıyyat’ta kelime-i şehadet getirirken şehadet parmağının
kaldırılması buradan geliyor. Âsâ, Musa (aleyhisselâm)’â erişip ona
mucizeler yarattı. İncir yaprağını giyindi, onda misk oldu, onun
için erkeklere sünnet olan kefen üç parça olduğu gibi hacıların giydiği ihram
da üç parçadan müteşekkildir: İzar ve Rida ve Kemer’dir. Hanımların da hacda
kullandığı elbiseler, kendilerine ihram olarak kabul görür. Kadınlara da kefen
beş parça oldu.
Hatem yüzük Süleyman Peygamber’e erişti. O yüzükle kuvvet buldu. Ağlamak
ise asilere miras kalıp onunla rahmet buldular.
Ey insanlar kulak veriniz, dikkat
kesiliniz. Gökte haber, yerde ibret almak için işler var. SEMA’ı seyrederek,
SEMA’dan sesler duyarak SEMA’ya girin.
İnsanoğlunun atası ve peygamberlerin
ilki Hz. Âdem ve Havva validemiz böylece Uçmaktan dünya yüzüne indirildiği
zaman nazar edip gördü ki Arş’ta ve cennetin her noktasında “Allah” adının yanında “Muhammed” ismi var. Allah’ın sevgilisine ve insanlığın efendisine mahsus mübarek
isim…
Hz. Âdem’in gönlü yanık, içinden hicran
ırmakları akıyor… Fakat Cenab-ı Muhammed Mustafa’nın kendi zürriyetinden bir
Resul olduğunu ve eğer o olmasaydı yaratılışın olmayacağını öğrendi…
Ve ellerini ulvilik âlemlerine kaldırıp
yalvardı:
- Ey Rabbim! Beni bu oğlum hürmetine
affet!.
Âlemlerin
rabbinden ferman erişti:
- Ey Âdem! Eğer bütün gökler ve yerler
halkı için bu oğlan hürmetine benden rahmet ve şefaat dilesen, indi ilahiyemde
makbuldür.
İşte âlemlere
rahmet olanın şan ve şerefi…
İrfan
denizine gark olmuş din büyüğü Selman-ı Farisi’den:
“Cebrail (aleyhisselâm)
Allah’ın Resulüne gelip dedi: Rabbin buyurdu ki, Eğer İbrahim’i dost edindimse
seni de sevgili edindim ve kendime senden daha şerefli ve keremli bir mahlûk
yaratmadım. Dünya ve halkını şunun için yarattım ki, senin kerem ve faziletinin
bence ne olduğunu kendilerine göstereyim. Sen olmasaydın, düğnyayı yaratmazdım…”
(Mevahibü’l-Ledüniyye)
Allah’ın sohbettaşı idin, Allah’ın özel emanetçisi idin, tabiat’ın
efendisi idin, Allah’ın yakını idin, sana Allah’ın ruhundan ruh üflenmişti,
Allah’ın özel öğrencisi idin, bütün isimleri Allah sana öğretmiş idi, Kalemle
sana öğretti, seni kendisine yakın yarattı, seni yaratınca ödül olarak uzaktaki
ve yakındaki bütün melekleri senin ayaklarına kapandırdı, hepsini sana boyun
eğdirdi, yeri ve göğü senin yüce ellerine emanet etti, yanına geldi kendi özel
emanetini senin omuzlarına yükledi, seninle sözleşti, seni senin toprağına
gönderdi, hakiki fıtratına kavuşturdu, seninle evdaş oldu ve ne yapacağını görmek
için seni gözetlemeye başladı.
Gönüller
Sultanı Hz. Mevlana da şöyle buyurmuştur:
“Gökler
kadar geniş bir ağız isterim ki, O, meleklerin bile kıskandıkları güzeli
öveyim.”
Pakistan’ın
ünlü şairi Muhammed İkbal’de:
“Ey
zuhuru ile hayata gençlik getiren Hz. Muhammed! Senin tecellin hayat rüyasının
tabiridir. Yeryüzü, senin barigahına saha olduğu için kıymet kazanmıştır.
Gökler senin karargâhının damını öpebildikleri için yücedir.” der
Gönüller
Sultanı Hz. Mevlana da şöyle demiştir:
“Başımı
sevdaya saldım, Sevgi ve aşk burakına
bindik. Şiirimiz de Ney ve SEMA’ımız da Hak Teâlâya verilen misaktandır. Sevgiden
açılan güller, laleler ve sümbüller rengini o muhabetten almıştır. Bağdaki
bülbül de gülün aşkına öter. Kalpler de ancak Allah’ı zikretmekle sükûn bulur.”
Kuran-ı Azimüşşan’da
bildirildi. O’nun sıfatlarını Tevrat’ta,
Zebur’da, İncil’de
ve Furkan’da beyan buyurdu. O’nu Liva-ül Hamd ile kâmil etti.
Dördüncü
parçadan ise HZ. MUHAMMED (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in NUR’dan parlayan RUH’unu
yarattı. O latif RUH, bütün
yaratıklardan önce halk olunup dünyadaki güzel şekli ve mübarek yüzlerinin
biçimi ile tasvir edilmişti-
O
RUH’un başı hidayetten, boynu tevazüden, gözleri hayâdan, alnı şüphesi
olunmayan itikattan, ağızı sabırdan, dili sadakatten, yanakları muhabbetten,
karnı zühütten ve takvadan, ayak ve dizleri dosdoğruluktan yaratılmıştı.
Ve
mübarek kalbini de, Cenab-ı Hak, rahmetle doldurmuştu. O mübarek RUH’u
rahmet ile besleyip türlü kerametle mükerrem eyledi. Risalet ve nübüvvetle onu
herkesten çok layık görüp kendisine HABİB yaptı. Başka varlıklardan
seçkin ve mübarek kıldı. Başına ibadet ve takva tacım koyup taçlandırdı.
Hidayet örtüsüyle giyimledi, îsm-i pakini HABİBULLAH diye isimlendirdi.
Bundan
sonra, Hak Celle ve Ala Hazretleri bir ağaç yarattı. Adına SECERE-Yİ YAKIN
(BİAT AĞACI) denir. O ağacın dört dalı vardır; O mübarek RUH’u o
ağacın üstüne koydu. O latif RUH, orada ALLAHu Zulcelal vel ikramı kırk bin
yıl türlü tesbihlerle zikreyledi. Sonra Hak Celle ve Teâlâ Hazretleri Habibi, o
sevgili RUH’un karşısına bir ayna yarattı:
“Bu aynaya bak” diye buyrukta bulundu. O
latif RUH aynaya bakınca kendisini çok güzel, son derece güzel gördü. ALLAH’a
şükur secdesine vardı Beş defa secdede bulundu. Her secdesinde yüz yıl durdu:
Sübhanel
Alîmillezî la yechel, Sübhanel Halimillezî la ya’cel Sübhanel cevadillezî la
yencel! diye tesbihte bulundu.
Böylece
varlık dünyasına teşrif ettiklerinde de ümmetine de her secdesi karşılığında
bir vakit namaz ferman buyuruldu. Ve beş vakit namazla rahmetler ihsan olunarak
ümmeti şereflendirildi. İlm-i Şeriat, İlm-i Tasavvuf, ilm-i Hakikat, İlm-i
Marifet ve İlmel Ya’kin, Aynel Ya’kin, Hakkel Ya’kin. Ey Hakikat-i İnsan
Habibullah hatırına yedi ilim ağacıyla mücehhez kılındın.
Ey Peygamber! Sana ve sana uyan müminlere Allah (c.c) yeter.[18]
Bundan
sonra Hak Celle ve Ala, NUR’dan zincir île o ağaçta kırmızı yakuttan bir
kandil yarattı. O NUR’u kandilin içine koydu:
“Benim Esma-yı Hüsnamı zikret!” Diye emirde bulundu
“En güzel isimler (El-Esma’ül Hüsan) ALLAH’ındır. O halde O’na
güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın
onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.”[19]
Ebu
Hureyre (R.A.)’dan rivayetle Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
buyuruyor ki; “ALLAH’ın 99
- ki bir eksik olarak 100 eder – ismi vardır. Bu esmaları her kim
(tamamen) sayarsa cennete girer”
ALLAH’ın
Esma-i ilahilerini zikretmek gözlerin nuru ve gönüllerin süruru, kalplerin
cilası ve gönüllerin sefası, Allahu Teâlâ’ya götüren en kısa yoldur. O’nun
Esma-i Hüsna’sını zikretmek lütfuna ve hazzına erişen mutlu ve kutlu kişiler ALLAH Teâlâ
ile konuşan, sevişen, bilişen ALLAH Âşıklarıdır. İlimde, bilimde, her iç
sıkıntınızda Esma’ül Hüsna’yı okuyanın ALLAH işini asan eder.
Her
hayırlı işinize başlarken Esma’ül Hüsna ile başlarsanız netice güzel olur.
Ayet-i Kerime’de Allahuazimüşşan buyuruyor ki “Fezkürunu
Ezkurkum[20]“
siz beni zikredin ben de sizi çok zikredeyim.
Unutulmamalıdır
ki, kıyamet gününde, nedamet anında ve hasret deminde kişiye malın, makamın,
rutbenin, evlad ve ıyalin hiç bir yararı olmayacaktır. Orada yalnız KALB-İ
SELİM’in faydası olur ki, KALB-İ SELİM’e malik olabilmenin tek yolu ve çaresi
de ZİKRULLAH’tır.
PEYGAMBERLERİN SEMASININ
HİKMET VE SIRLARI
Harrerehu El- Fakir Ali Cemali Afa-Anh
(Devran ve SEMA)
Haberde
varid olmuştur ki, yerde ve gökte İsrafil (aleyhisselâm)’ın sesinden güzel ses
yaratılmamıştır. Bunun için İsrafil (aleyhisselâm) ne vakit bir şey okursa
göklerin melekleri kendi zikir ve tesbihlerini bırakıp onu dinlerler.
Hz.
Âdem (aleyhisselâm) ve Havva Anamız yeryüzüne indirildikleri zaman 300 yıl
ağlamıştı. Cenab-ı Hak O’na:
“Niçin ağlıyorsun?” diye sorunca;
“Ya
Rabbi ne cennetten ayrıldığım için, ne de cehennemden korktuğum için ağlıyorum.
Arş-ı Azam’ın etrafında el ele vererek şevkle dönerek SEMA
ve raks ediyorlar; “Padişahımız Malikimiz ne büyüktür! Malikimiz olmasa
helakımız muhakkaktır. Mademki Sen Rabbimız ve Mabudumuzsun bizden daha bahtiyar
kim vardır? Sevgilimiz sensin, Mel’ceimiz Sensin, kim bize benzer diyerek
devran ve SEMA eden 70 bin güzel yüzlü meleğe iştiyakımdan ağlıyorum”
diye cevap verdi.
Bunun
üzerine Allahuazimüşşan;
“Başını kaldır, O’nları gör” Demiş,
O’da
başını kaldırınca, Arş’ın etrafında bunların Devran ve SEMA ettiklerini,
Cebrail’in ise bunlara başkanlık ettiğini, Mikail’in bunlara zakirbaşılık
yaptığını görmüş ve ağlaması kesilmişti. [21]
Tur-i
Sina’da Hz. Musa aleyhisselamın, âlemlerin Rabbi ile bin bir kelamda konuştuğu
yer vardır ki Makam-ı Musa aleyhisselamdır. Hazreti Musa Kelimullah, bu makamda
ALLAH
(c.c.) ile 1001 kelam konuştuğu için VECDe gelerek SEMA yapmıştır. Bu SEMA’nın Hz. Musa Kelimullah’ın
Rabbiyle miraç SEMA’ı
olduğu rivayet buyrulur.
“Musa tayin
ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca “Rabbim! Bana kendini
göster; seni göreyim.” dedi. ( Rabbi) “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa
bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!” buyurdu. Rabbi o dağa
tecelli edince onu paramparça etti., Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki:
Seni noksan sıfatlardan tenzih edirim, sana tevbe ettim. Ben inananların
ilkiyim.”[22]
Tur-i Sina Dağ’ı da aşka gelerek raks etmiştir.
Peygamber’imizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mirac’a çağrılmasındaki hikmet
ve sırrı bir de SEMA
açısından düşünün.
Ey Peygamber!
Sana ve sana uyan müminlere Allah (c.c) yeter.[23]
DEVRAN ve SEMA, sofiyyun’un tarikleri erkânındandır.
İlk defa SEMA
eden Resul-u Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleridir. Cibril-i emin, emr-i ilahi
ile Habib-i edib-i Kibriya’ya gelerek:
—Ya Rasulallah! Senin
ümmetinin fakirleri, zengin olan ümmetlerinden beşyüz yıl önce cennete gireceklerdir,
müjdesini verince, iki cihan serveri Cenab-ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed
aleyhisselam
VECD’e geldiler ve o
kadar SEMA ettiler
ki, mübarek omuzlarından ridaları yere düştü. Bu hale şahid olan ashab-ı kiram
rıdvanullahi aleyhim ecma’ıyn de, Sahib-i şeri’at aleyhi ve alihi
efdal-üt-tahiyyat efendimizle birlikte SEMA
ettiler.
Fahr-i âlem sallallahu
aleyhi ve sellem efendimizle ashabının
SEMA ettiklerini gören
Mu’aviye’t-ibn-i Ebu Süfyan:
—Ya Rasulallah!
Ne güzel oyununuz var, diyince Hace-i ka’inat efendimiz hazretleri saadetle
şöyle buyurdular:
—Sus. Sus ya
Mu’aviye! Bu oyun değil, zikr-i Habib’dir. Kişinin sevdiğinin ismini duyup da SEMA
etmemesi kerem değildir.
Bu
hadiseyi, AVARİF-UL MAARİF Enes bin Malik radıyallahu anh rivayet etmişlerdir.[24]
İkinci
defa SEMA
eden, Cenab-ı seyyidina EbuBekir-es-Sıddıyk radıyallahu anh efendimizdir. ALLAH
yoluna bütün malını, mülkünü, varını, yoğunu satmış, ancak bir gömleği kalmıştı.
Bu gömleği de, muhterem zevcesiyle nöbetleşe giyiyorlardı. Allahu Teâlâ’ya
ibadetlerini böylece münavebe ile yerine getiriyorlardı.
Birgün,
Habib-i edib-i Kibriya, ashabı safaya:
—Günlerdir,
Ebu-Bekir’i mescidde göremiyorum, buyurunca ashabı kiram rıdvanullahi aleyhim ecma’ıyn:
—
Ya Nebiyallah! Ebu Bekir bütün malını dağıttığından üzerine giyecek bir şeyciği
kalmamıştır. Onun için mescide gelemiyor, cevabını verdiler. İki cihan serveri,
kendilerine:
—Kızım
Fatıma’ya gidiniz ve ondan Ebu-Bekir için giyecek bir şey isteyiniz, buyurdu.
Seyyide’t-ün-nisa
Fatıma’t-üz-Zehra validemiz, emr-i Nebiye telakki edince, keçi kılından
dokunmuş bir kumaştan gayrı hiçbir şey bulunmadığını söyledi ve emr-i
peygamberi üzerine bu kumaş Ebu-Bekir-es-Sıddıyk hazretlerine gönderildi. Ne
var ki, kumaş Sıddıyk-ı Ekber’in mübarek vücudunu tamamiyle sarmadığından, açık
kalan yerleri hurma yaprakları ile kapattı ve huzur-u fa’iz-in-nur’u Cenab-ı
Fahr-i risalete varmak üzere evinden çıktı. O anda, Cebra’il aleyhisselam nazil
oldu. Onun üstünde de, keçi kılından örülmüş dar ve kısa bir kumaş vardı ve o
da açık kalan yerleri hurma yaprakları ile örtmüştü. Habib-i edib-i Kibriya, bu
hale taaccüb ederek sordu:
—Ey
Cebrail kardeşim seni bu kıyafetle hiç görmemiştim buyurdu Cebrail Aleyhisselam’da
şu cevabı verdi:
—Ya
Resullullah Ebubekir bugün bu kıyafete büründüğü için ALLAH azze ve celle Ebubekir’e selam
ediyor ve soruyor. Ben Ebubekir kulumdan razıyım. Ebu Bekir kulum benden razı mı?
O
sırada Mescid-i Nebi’ye giren büyük müjde haberini bizzat fem-i saadet-i
peygamberden alan Sıdık Ekber:
—Razıyım
razıyım diye ağlamaya ve VECDe gelip
SEMA
etmeye başladı. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek için İhyay-ı Ulûm’un
kitab-üt tevhidden SEMA bölümüne bakınız.[25]
Peygamberimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün Cenab-ı Hayder-i Kerrar İmam-ı Ali keremallahu
vechehu anh radıyallahu efendimize
—Ya
Ali sen bendensin buyurduklarında Hazret-i Şah-ı Velayet VECD halinde SEMA etmeye başlamıştır.
Yine
peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz bir başka günde Hz. Cafer’i radıyallahu
ahn’a;
—Ya
Cafer insanlar içinde benim ahlakıma en çok benzeyen senin ahlakındır buyurunca
Hz. Cafer İbn-i Ebi Talip hemen SEMA etmeye başladılar. Şeyh Şahabettin Suhreverdi AVARİF-İ MAARİF’in
yirmi ikinci babında böyle buyurmaktadır.[26]
Ashab-ı kiramdan ve Cenab-ı Fahr-ı
risaletin amcazadelerinden olan Cafer ibn-i Ebî-Talip radıyallahu anh, Habeşistan’a
hicret etmişti. Hicretten dönerek Habib-i edib-i Kibriya efendimize
kavuştuğunda raksettiğini ve bu esnada yine raksederek iki cihan serverinin
mübarek alnından öptüğünü Ebu-Zübeyir, Cabir radıyallahu anh’den rivayet etmektedir.
(radıyallahu anhüm ecma’ıyn)
“FELEMMA KADA ZEYDÜN
MİNHA VETARA…” Âyet-i kerimesi nâzil olunca, Habib-i Edib-i
Kibiryâ bu emr-i celil-i ilâhiyi Zeyd bin Harîse radıyallahu anh’e okudular.
Zeyd sordu:
—Ya Rasulallah! Bu âyet-i kerime benim
hakkımda mı nâzıl oldu?
Fahr-i kâ’inat leyhi ve âlihi
efdal-üt-tahiyyat efendimizde saadetle:
—Evet, ya Zeyd! Senin hakkında ve senin
isminle zikronularak nâzil oldu, buyurunca Zeyd bin Hârise raksetmeğe başladı.
Unutulmamalıdır
ki, kıyamet gününde, nedamet anında ve hasret deminde kişiye malın, makamın, rütbenin,
evlad ve ıyalin hiç bir yararı olmayacaktır. Orada yalnız KALB-İ SELİM’in
faydası olur ki, KALB-İ SELİM’e malik olabilmenin tek yolu ve çaresi de
ZİKRULLAH’tır.
Kalb-i
Selim demek, aşk-ı ilahi ile canlandırılan, aşk-ı Muhammedi ile nurlandırılan
ve şevk-i zikirle cilalandırılan ve arındırılan kalp demektir. Böyle bir kalbe
kalb-i selim denilir. AllahuTeâlâ’ya vuslat da ancak böyle bir kalp ile
mümkündür. Aşkullah, öyle bir ateştir ki, kalpte ALLAH sevgisinden gayrı ne varsa
hepsini yakar, yok eder. Bazen, öyle bir hal olur ki, akil bir kimsede dahi VECD
zahir olur. Bu tarzda VECD’e gelen kişi, o haliyle ve oracıkta devr-ü SEMA
etmezse, o anda derhal helak olur, yanar ve mahvolur.
Akıl
başta iken SEMA
ve devran caiz değildir. Ancak kişi cezbeye gelir, akıl ve şuurunu kaybederse, SEMA ve
devran yapabilir, demelerine cevap olarak: Cüneydi Bağdadi hazretlerinin bir
hikmetlerini beyan edelim:
“SEMA etmek haram değildir, haram olsa dahi haram, bu
mahalde helal olur!..”
Devri
SEMA
haramdır diyen müteassıplara, bundan daha veciz bir beyan ve cevap düşünebilir
misiniz?
Bazı zaruretlerin haramı mübah kıldığı
gibi, şer’an SEMA
ve devran haram olsa dahi, VECD’e gelen âşıkta ZARURET hali mevcut bulunduğundan, bu halde iken SEMA ve devran ederse helaldir, buyuruyorlar.
Hazret-i Cüneyd.
İnsanlar için iki kısım lezzet vardır:
1) Suri vicdanı lezzet’tir.
2) Hakikat-i lezzet-i vicdanî’dir.
Suri lezzet, kişinin sevdiği ile cima
halidir ki, bundan aldığı ve tattığı lezzete VİCDAN-I SURİ denilir.
Hakikat-i lezzet-i vicdanî ise, Hak Teâlâ
ile buluştuğu ve bu buluşmadan aldığı zevk-i vicdanidir.
Bunlardan birincisi, meninin nüzulu ile
tatmin olur. İkincisinde ise, yani zevk-i hakikat-i vicdaniyyeye vasıl olan âşık,
eğer SEMA
ve devran etmezse, hayal gibi olan vücudunun vücud-u Hak’ta mahvolması
tabiidir.
Vücud-u zıllisi mahvolunca, vücudunda
bulunan bütün uzuvlarında Hak’tan mahvolması tabiidir. Vücud-u zıllisi mahvolunca,
vücudunda bulunan bütün uzuvlarında Hak’tan gayri bir şey kalmaz, bütün
uzuvları da aynı zevke ve hazza ererek Hak’tan gayrı bir şey göremez, Hak’tan
gayrı bir şey bilemez ve bütün uzuvları Hak ile hareket eder. Sıtmaya tutulan
bir kişinin, aklı başında ve iradesi yerinde olduğu halde, kendisini
titremekten alıkoymadığı gibi, onun da aklı başında olduğu halde kendisinde hâsıl
olan aşk sebebiyle ve mecburen devran ve SEMA eder. Devran ve SEMA ettikçe de, aşkı ziyadeleşir
ki, böyle bir aşka nail olabilmek, Mevla’ya vuslata sarih bir bürhandır. Bu hal
ile olan VECD’e
VECD-İ
HAYRİYYE denilir. VECD-i hayriyye’nin ise, ALLAHu Teâlâ’nın âşık kuluna en büyük bir ihsanı
ve ikramı olduğuna asla şüphe edilmemelidir.
Bu hal ve cezbeye ALLAHU TEÂLÂ’NIN SEVGİLİSİ ve
CEZBE-İ MİN CEZEBAT-İR-RAHMAN buyurulmuştur ki, Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi
ve sellem efendimize:
—Ya Rasulallah! Uveys-ül-Karani’yi medh-u
sena buyuruyorsunuz. Oysa o gelip zat-ı risaletpenahilerini görmüyor,
dediklerinde, Habib-i edib-i Kibriya saadetle şu cevabı verdiler:
—Üveys, benim ile buluşamaz. Zira onda
cezbe-i min cezebat-ir-Rahman vardır.
Cenab-ı Üveys-ül Karani, gerçekten böyle
bir cezbeye malik idiler. (radıyallahu anh)
Bu hal, ilmi değil zevkidir. Kaldı ki, bu
hali tarif ve tavsife ilim ve mantık da kâfi değildir. Bu zevki ancak tadanlar
bilirler, tadmayanlar asla bilemezler. Tadmayana da tarif edilemez. Kör rengi,
sağır ahengi bilemediği gibidir.
Zakir, Hakkı zikretmeğe başlayınca, AllahuTeâlâ
da zakiri zikre başlar. Bu sırrı, zikirde aşikâr kılarak Zat-ı üluhiyyetini
zikir ve tesbih eden âşıkları mazhar-ı zat edeceğini va’d buyurmuş ve gafillere
duyurmuştur. Kişi, sevdiğini çok zikreder demiştik. Zikreden de, AllahuTeâlâ’yı
sevdiğinden ötürü zikreder. Böyle olunca, Mevla’yı müte’al hazretleri zikreden
kullarını sever ve onları affı mağrifet buyurur, cennet ve cemaliyle
kendilerine ikramda bulunur. Kişi, sevdiği ile beraberdir. Zikir esnasında
zakir ile mezkûr da elbette beraber olurlar.
En
çok hadis rivayet eden ve hadis ilmine vâkıf Peygamber-i Alişan Efendimizin güzide
ashabı Ebu Hureyre (R.A.), güzel bir hırka hediye edilmiş ve sevinmiştir. Sonra
Ashab-ı Sofa ders yaparken hırkasının eteğine gelmiş bir kedi uyumuştu,
malumunuz kedi uyurken o kadar güzel musiki nameler çıkartır ki kediyi rahatsız
etmemek için hırkasının eteğini kesmiştir. O anda Peygamberimizin huzuruna
çağrıldı. Peygamberimiz sordu “Nedir bu hırkanın hali?” Ebu Hureyre
“Anam
Babam Sana feda olsun Ya Resulullah, Üzerinde kedi uyumuştu ve kedi kendine has
çok güzel bir musikî sesi çıkartıyordu, onu rahatsız etmemek için hırkayı kestim”
dedi. Resulullah da “mahlûkata karşı ne kadar şefkatli ve
merhametlisin ey kedi babası” diye hitap etti. Bu güzel vasfı Fem-i
Saadet-i Peygamberiye’den duyduğu için Ashab-ı Sofa’daki bölümde arkadaşlarının
arasında başladı SEMA yapmaya. Arkadaşları da onu kucaklayıp tebrik ettiler. [27]
Peygamberimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) mir’ac’a çıkarken giydiği devetüyü rengindeki
hırkayı Hz.İmam-ı Ali radıyallahu anh ve Hz. Ömer Faruk’a sağlığında vasiyet
buyurmuşlardı:
“Bir gün veys Medine’ye gelecektir. Fakat beni bulamayacaktır.
Zira üveys Medine’ye geldiği vakit ben Rabbime vasıl olurum”
buyurarak Üveys ile dünyada buluşamayacaklarını bildirdiler. Üveys Medine’ye
geldiğinde kendisine hırkasının verilmesini ve ümmetine dua etmesini vasiyet
buyurdu. Ve bir elinde nurdan bir işaret olduğunu da haber verdiler.
Hz.
Ömer (R.a.) hilafeti zamanında birçok Yemenli Medineyi ziyarete geldiler. Hz.
Ömer ile Hz. Ali (radiya’llâhü anh) Yemenlilerin yanına varıp “Karan
köyünden içinizde Üveys adında bir veli varmıdır?” diye sordular.
Yemenlilerde
aralarında bir veli olmadığını ancak Karan nahiyesinden bir deve çobanı
olduğunu ancak insanların arasına pek çıkmadığını develerinin arasında kendi başına
ibadet yaptığını söylediler. Onu da Hz. Ali ile Hz. Ömer (radiya’llâhü anh)’a
gösterdiler.
Hz.
Ali ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) hırkayı alıp yanına vardılar. Kendisine
Peygamber Efendimizin selamını ve Peygamberimizin Mirac’a çıktığı devetüyü
hırkayı verdiklerinde bir yanlışlık olmasın dedi. Ancak Hz. Ali ve Hz. Ömer (radiya’llâhü
anh) elindeki nuru görünce durumu anladılar ve hırkayı kendisine verdiler ve
Peygamber Efendimizin vasiyeti üzerine ümmetine dua niyaz etmesini bildirdiler.
Veysel Karani hemen o hırkayı alır almaz
öptü kokladı eline yüzüne sürdü ağlamaya başladı. Vücudu adeta titriyordu, VECD’e
geldi Peygamberimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Salât-ı Selam getiriyordu.
Sonra mubarek başına koydu ve bunun yeri burasıdır ve benim mir’ac tacımdır
dedi. VECD
halinde SEMA
etmeye başladı. Sonra bir müddet durdu.
“Bir kayanın gölgeliğine vardı Ya Rab bu
hırka sevgili Rasulün mirac hırkasıdır. Bunu
bana hediye etmiş. Ben bu hırkayı giymem Ümmeti Muhammedi afetmeyince”
diyerek niyaza başladı.
Bir daha aynı sözleri söyleyip niyaz etti.
Üçüncü defa tekrar niyaza başladığında Hz. Ali ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) Üveys’in yanına vardılar.
“Ah acele ettiniz. Birinci niyazımda ümmetin
üçte bir bölüğünü ALLAH bana bağışladı, ikinci
niyazımda ümmetin üçte ikisini bağışladı, üçüncü niyazımda ise bütün ümmeti
Muhammed’in afını niyaz etmiştim, siz geldiniz” buyurdu. O hırka şu
anda Hırka-i Şerif camisinde bulunan Hırka-i şerif’tir. Mevlevî yolunda Semazenlerin
başlarına koydukları sikkenin rengini bu hırkadan alınmıştır.
İşte
bu sebepten Mevlevî canları başlarına koydukları devetüyü rengindeki sikkeyi
Mir’ac Tacı olarak niyaz ve rabıta ederek, öper başına koyar.
DEVRAN VE SEMADAKİ HİKMET VE SIRLAR
Şeyh
Cafer bin Muhammed-ül-Halveti ile Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, hac niyetiyle
Hicaz’a gidiyorlardı. Bu arada Kudüs-ü Şerifi ve tur-u Sina’yı ziyaret ettiler.
Hz. Musa aleyhisselamın, âlemlerin Rabbi ile bin bir kelamda konuştuğu yere
vardılar. Makam-ı Musa Kelimullah aleyhisselamda durdular dua ve niyazda
bulundular.
O
yüce makamın heybet ve kudsiyyeti ile VECD’e gelen Hz. Cüneyd Bağdadi, (Nevveytül-VECD der
ve bu ayeti kıraat eder: “Elleziyne
yezkürunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cünübihim[28].”
ve müridleri arasında bulunan güzel sesli bir zata bir kaside okumasını rica
istirham eder. O zat, kaside okurken Hazret-i Şeyh ile dervişleri aşk ve şevke
geldiler ve VECD
içinde devran ve SEMA etmeye başladılar. Bu sırada, nasılsa orada bulunan bir
rahip bu hale şahit ve hayran oldu ve yüksek sesle:
“Ey
ümmet-i Muhammed!” diye bu âşıklar kervanına seslendi. Fakat VECD
içinde
Bulunan
dervişler rahibin bu çağrısını duymadılar. Rahip, bu çağrısını üç defa
tekrarladı. Yine de hiçbirisinden cevap alamadı. Zira hepsi kendilerinden
geçmiş, VECD
içinde ve adeta başka bir âlemde bulunuyorlardı. Rahip bu cemaate iyice
yaklaştığı esnada dervişler VECD ve SEMA’dan fariğ oldular. O zaman, rahip bu âşıklar
cemaatine iyice yaklaştı ve sordu:
“İçinizde
üstadınız kimdir?”
Hz.
Cüneyd-i Bağdadi cevap verdi:
“Aramızda
fark yoktur. Hepimiz sadat ve üstadız!”
Rahip ısrar etti:
“Elbette içinizde bir seyyidiniz vardır, onu
soruyorum kimdir?”
Dervişler, Hz. Cüneyd’i gösterdiler ve
aralarında şöyle bir konuşma oldu:
“Yaptığınız bu devran ve SEMA bütün Müslümanlara mı mahsustur, yoksa bir
kısmınıza mı musardır?”
“Bu yaptığımız devran ve SEMAyı Ümmet-i Muhammet arasında yalnız âşıklar
zümresi yapar.”
“Bu devran ve SEMA’ı
ne niyetle yaparsınız?”
“Allahu sübhaneu ve Teâlâ hazretlerini
sevdiğimizden, ona karşı duyduğumuz aşktan ve onu zikretmekle aldığımız şevk,
haz ve ferahımızdan semâ ederiz. niyyetimizde yalnız budur.”
“Bu devran ve SEMA
esnasında ALLAH tealâ’nın ismini zikir ile
Esmây-ı celilesini yüksek sesle çağırmanızın sebebi nedir?”
“Bunu Allahüazimüşşana kulluk niyeti ile
yaparız.”
“Hak tealâ, ruhlar âleminde
bütün ervaha (ELLESTÜ Bİ-RABBİKÜM) yani ben sizin Rabbiniz değil miyim
buyurduğunda, ruhlar (BELÂ ŞEHİDNA) yani evet sen bizim rabbimizsin, biz
şahidiz,[29]
dediler. Bu sorunun ismi nedir?”
“Buna NİDA-İ EZELİ derler”
“Doğru söyledin ya Şeyh! Ver, uzat bana o
mübarek ellerini, diyerek hazreti şeyhin ellerini tuttu, Kelime-i şehadet
getirdi ve şeref-i iman ile müşerref oldu.”
Hazret-i Cüneyd-i Bağdadi, Rahibe sordu:
“Benim doğru, hak söylediğimi nereden bildin?”
Eski rahip, yeni mü’min samimiyetle cevap verdi:
“Ben, İncil-i şerifte ümmet-i Muhammed’in
âşıkları derviş hırkası giyerler ve ekmek kırıntılarını yerler, aza kanaat
ederler ve buna razı olurlar, AllahuTeâlâ’yı severler ve onu ararken ferahlanır
ve büyük bir haz duyarlar. Onlar, Allahu sübhanehu ve tealâ hazretlerinin
âşıklarıdırlar. ALLAH aşkıyla VECD’e gelirler ve ALLAH
yoluna rağbet ederler. AllahuTeâlâ’dan korkarlar ve her işlerinde ALLAH’ın rızasını ararlar, diye gördüm. Bütün bu
saydığım sıfatların hepsini de sizde ve dervişlerinizde fark ettim ve şeref-i
İslam ile müşerref oldum El-hamdü lillah!” dedi.
Bu zât-ı akdes, o âşıklar kervanı ile üç
gün beraber bulunmuş ve üçüncü günü İslam üzere âlem-i bekaya rıhlet ederek
cennete dâhil olmuştur.
ALLAH azze ve celle, ümmet-i Muhammet’in âşıklarını gerek İncil-i
şerifte ve gerekse diğer semavi kitaplarda zikreylemiş ve onları medh-u senâ
etmiştir. FETİH sûre-i celileisndeki âyet-i kerime, bu sözümüzü te’yid ve
tasdik etmektedir.
Sözü uzatmak neye yarar? Anlayana bu
kadarıda kâfidir ve açıkça görülüyor ki, başta Habib-i edib-i Kibirya efendimiz
olmak üzere Sıddıyk-i ekber, Aliyül- Mürteza, Cafer ibn-i Ebi Talip ve Zeyd bin
Harise (Rıdvanullahi aleyhim ecma’ıyn) bizzat SEMA ve devran etmekle, SEMA ve
devranın şer’an ve hükmen caiz olduğunu bizlere göstermektedirler. Kaldı ki
Resuli Ekrem ve mü’minlerin annesi Hz. A’işe-i Sıddıyk’a radıyallahu anha ve
ebiyhâ ile Habeşi’lerin raksını seyrettikleri de Hadis kitapları ile sabittir.
Yukarıda açıkladığımız gibi raksın İmam-ı
Şafi’ İmam-ı Malik, İmam-ı Hanbelî ile Hücce’t-ül İslam İmam-ı Gazali indinde
ve ileri gelen meşayih ve âlimler nazarında mübah olduğu kesin olarak
ispatlanmıştır. Hatta Hüsn-ü niyet ile bazı zamanlarda ibadettir denilmiştir.
Devran hakkında ilk defa ictihadda bulunan
Vahidüddin-i Kadı (K.S) hazretleridir. Bu ictihadın sebebi de Sofilerin
kalplerine AŞK-I İLAHİ’nin galebe etmesindendir. Bu aşk-ı ilahî ancak devran ve
SEMA
ile sükûn bulur.
Cenab-ı Fahr-i risalete yüz süren bir arabî
sordu:
“Ya Resulüllah! Cennet-i â’lâda da devran ve SEMA var mıdır?”
Resulüllah sallallahu aleyhi ve selem sükût
buyurdular ve cevap vermediler. O anda, Cebra’il aleyhisselâm nazil oldu ve
taraf-ı ilâhiden aldığı emirle, cennet-i â’lâ’da da cuma günleri devran ve SEMA
edileceğini iki cihan serverine haber verdi.
Ey âşık-ı sadık! Cennette namaz ve oruç
yoktur ama aşkullah’ın izhar olunması münasebetiyle devran ve SEMA
vardır.
ULEMAY-I AMİLİYN İLE ŞEYH-ÜL-İSLAMLARIN
DEVRAN-I SOFİYYE HAKKINDA VERDİKLERİ BAZI FETVA ÖRNEKLERİ
Şeyh-ul-islam
ve Müftiyyül-enâm Ebu-Suud Efendi (Rahimehullah)’nin bir fetvasında “Devran
ve sema, aşk ehline helaldir”
buyurduğunu ve bu mevzuda fetva verdiğini duymadın mı?
Zenbilli
Ali efendinin, devran-ı sofiyye hakkında verdiği üç fetvadan iki tanesini
buracıkta dikkatle ibretinize sunmakta fayda görüyorum. Diğer fetvayı da görmek
isteyenler Zenbilli Ali Cemali Efendi fetvalarının toplandığı fetva kitabını
tetkik ve tetebbu edebilirler. Bu arada, ‘Fetavay-I Ömeriyye’ye de bakıvermeyi
ihmal etmesinler.(Rahmetullahi aleyh)
BİRİNCİ
FETVA:
“Sofiler
ta’ifesiden bir cemaat oturup zikrullah eder iken, ayak üzere kalkıp döne döne
zikretseler, şevk ile ALLAH deseler, HU deseler,
mezkûrların bu tarik ile zikretmeleri helal midir, haram mıdır. Helaldir
derseniz, bu tarik ile zikredenlere kâfir oldunuz diyenler kâfir olur mu olmaz
mı?” Beyan buyrulup, müsab oluna.
El-Cevab:
“Allahu
a’lem, Sofiler ne tarik ile zikretseler, kâfir olmazlar. Belki, bunlara kâfir
oldunuz diyenler kâfir olurlar.”
İKİNCİ
FETVA:
“Sofiyyum
ta’ifesi, halaka-i zikirde devran edip, döne döne zikretseler, Amr: “Bu
halaka-i zikirde olan, döndüren ve helaldir diyen kâfirdir” dese, şer’an Amr’a
ne lazım olur.” Beyan buyrula..
El
- Cevab:
“Allah-u
Teâlâ a’lem, bu vaz’a bu vechile itikat küfürdür. Tecdid-i iyman ve nikâh lazım
olur. Hukkam-ı islama lazımdır ki, bu sofiyyun ta’ifesine bu vechile itikad
edip itab-ı lisan edenlere te’dib-i şedid eyleyeler.”
Mezheb İmamlarının Devran Ve Sema Hakkındaki Görüşleri
Dört
mezheb imamından İmam-ı Şafi’, İmam-ı Malik ve İmam-ı Hanbel devranın helâl
olduğuna cevaz vermişlerdir. Yalnız siracül Ümme olan Hz. İmam-ı Azam bu hususta
hiçbir şey söylememiş, ne haram olduğunu beyanla men’etmiş ve ne de mübah
olduğunu açıklayarak ibaha eylemiştir.
İmam-ı
Azam Hazretlerinin talebelerinden olan İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed ki
her ikisi de müctehiddir, devranın helal olduğu hususunda fetva vermişlerdir.
Binaenaleyh Hanefi mezhebinde devran ve SEMA hususunda imameynin fetvası yürürlüktedir.
Aşk-ı İlahi ile yapılan devranın cevazına delil-i şer’i ve bürhan-ı kat’i olan
ayet-i kerime, Zümer Sure-i Celilesinin 75. ayetidir ki: “meleklerin,
arşın etrafını kuşatarak tavaf ettiklerini ve rablerini hamd ile tesbih
eylediklerini görürsün[30]“
meal-i münifindedir. Âşıklar müjde olsun!
İLK SUFİLERE GÖRE SEMA’ IN DİNî HÜKMÜ
HİKMET ve SIRLARI
Hz.
Mevlana, musikinin ve SEMA’nın gül bahçesine açılmış bir pencere olduğuna
inanmakta ve âşıkların gönül kulaklarının, hep bu pencerenin başında
bulunduğunu söylemektedir. (Divan-ı Kebir)
Şu
halde, Hz. Mevlana’nın öğretisinde, güzel ses dinlemek ve SEMA âşıkların gıdasıdır.
Zira güzel sesleri dinleyişte ve SEMA’da buluşma, Rabbine kavuşma hayali
vardır. Gönüldeki hayaller, güzel ses ve SEMA ile gelişir, hatta o hayaller
güzel ses ve SEMA yüzünden şekillere bürünür. Demekki musiki ve SEMA karakterimize,
huyumuza göre bize tesir etmektedir.
Hoş
nameler, iyi karakterli, manaya düşkün bir insanı, ilahi âleme yükseltirken;
bedene ait zevklere düşkün kişiyi de aynı nağmeler ve sesler cismani zevklere, nefsanî
arzulara götürür.
İlk
sufiler dini açıdan SEMA’ın mübah, helal ve caiz; bazı hallerde de
müstehab olduğuna kani olmakla beraber bazıları mübah olmanın kapsamını geniş,
diğer bazıları da dar tutar. Ayrıca bir takım arızı sebeplere, esasen mübah
olan SEMA’ın
geçici olarak caiz görülmeyebileceğini kaydederler.
İlk
sufiler arasında önemli yer tutan melâmet ehli SEMA ve VECD hallerinden dikkatle uzak
dururlar. Bunun sebebi riyadan titizlikle kaçınan, bundan dolayı özellikle
nafile ibadetleri gizli ifa eden Melamilerin SEMA ve VECD hallerinin gizli kalması
gereken manevi ve ruhani hallerini açığa çıkarmasıdır.
Sessiz
/ hafi zikri tercih eden Nakşbendiyye tarikatı mensupları da bu hususta
Melamileri izlemişlerdir. Bunların dışında SEMA konusunda ihtiyatlı davranan ve bunun caiz
olmayan şekillerinden bahs eden bazı sufi zümreleri Serrac şöyle sıralar:
a.
Bazı sufiler SEMA’daki
büyük tehlikeleri gördüklerinden tasavvuf yoluna yeni giren müritler için bunu
mekruh görmüşlerdir.
b.
Bazıları elverişli bir ortam, uygun bir ihvan /dost grubu bulamadıklarından,
bazıları müsait zaman, bazıları da müsait mekan bulamadıklarından SEMA
yapmaktan kaçınmışlardır.
c.
Bazıları, Kişinin kendisini ilgilendirmeyen
şeyleri terk etmesi İslam’ı güzel yaşamasındandır. Anlamına gelen hadise
uyup: SEMA
bize emredilen bir şey olmadığı gibi ahiret azığı da değildir şeklinde
düşünmüşler, uhrevi kurtuluşu sağlamıyor, gerekçesiyle SEMA’dan kaçınmışlardır.
d.
Bu konuda şöyle düşünenlerde vardır: SEMA edenlerin bir kısmı eğlenmek ve hoş vakit
geçirmek için SEMA
edenlerin etkisinde kalarak Hakk’ın yolundan uzaklaşmışlardır. Diğer kısmı yüce
mertebelere ulaşmış olduklarından SEMA onlarda olumsuz etki yapmaz, bunun için SEMA
ederler. Biz ikisinden de değiliz. Onun için bize yaraşan SEMA etmemektir. İbadet ve taatla
meşgul olmamız daha iyidir.
e.
SEMA’ı
caiz görmeyen bazı hadis ve fıkıh âlimlerinin etkisinde kalarak ve onları örnek
alarak SEMA’ı
mekruh sayan sufiler de vardır.
f.
Kamil ve arif sufilerden bir grup kendilerini daimi surette Hakk’ın huzurunda
hissettiklerinden SEMA’a ayıracakları zamanları yok, zaten SEMA’a
ihtiyaçları da yok. Çünkü SEMA İle varacakları yere zaten varmışlardır.[31]
Sırrı
Sakatî SEMA
eder, ama bunu gizli tutardı. [32]
Sebep de yaptığı SEMA’ın yanlış anlaşılması endişesi idi.
Genellikle
SEMA’ın
ve dini musikınin önemini çok iyi bilen ilk sufiler SEMA’dan faydalanmışlar ama diğer
yandan nefsanî zevkler için SEMA yapan keyf ehlinin yaptıkları SEMA’ı
dini olarak göstermeleri ve istismar etmelerinin doğuracağı kötü sonuçları da
hiç göz ardı etmemişler, bu konuda daima çevrelerindekileri uyarmışlardır.
SEMA’yı dini usuller arasına ilk
katan Söhreverdi olmuştur. Zahir ilimleri âlimleri ile ‘Ledün’ ilmi âlimleri
arasında, yani hocalarla dervişler, softalarla mutasavvıflar arasında en
ziyade cidal ve münakaşayı mucip olan keyfiyet DEVRAN ve SEMA’dır.
Bu itibarla,
bunun Müslümanlıktaki mevlidi, halal ve mubah oluşuna, VECD ve tevacüdün en kutsal bir
şekli olduğuna dair yüzlerce eser yazılmış, fakat son günlere kadar iki taraf
arasında dedikodusu kesilmemişti.
SEMA’DAKİ ve DEVRAN’DAKİ VECD
VE HİKMET SIRLARI
Namaza,
zikire, devrana ve SEMA’ya başlamadan önce VECD niyet olunur. “Nevveytül-VECD” der ve bu ayeti kıraat eder: “Elleziyne yezkürunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cünübihim...”[33]
der. Dini musiki onu dinleyenleri çeşitli derecelerde etkiler. Kimini az, kimini
çok etkiler, kimini de azami derecede etkileyerek coşturur, kendinden geçirir
ve VECD
hali yaşatır. Kimini hiç etkilemez.
Sufiler
SEMA’dan
etkilenmeyenlerin ve hoşlanmayanların doğuştan kusurlu ve özürlü oldukları,
ulvi duygulardan yoksun, hisli ve içli olmayan kişiler oldukları kanaatindedirler.
Bündar b. Hüseyn’e göre güzel SEMA’dan ve hoş sedadan haz almayan her kişinin
işitme duyusunda bir eksiklik vardır. İnsan her hangi bir nimetten faydalanmak
istediğinde onu sağlamak için bir çaba harcar. Maksadı kötü olmayan mübah SEMA ise
çaba harcamaya ihtiyaç göstermez. [34]
Beşikteki
bir bebek rahatsızlığından, istek ve arzularından dolayı ağladığında hoş bir
nağme ve bir ninni ile sakinleşir. [35] SEMA onu
etkiler ve rahatlatır.
Eskiler
kara sevdaya tutulan hastaları nağmelerle tedavi ederler ve sağlığına
kavuştururlardı. [36]
Yüce
ALLAH’ın
hoş sedaya ve nağmelere tevdi ettiği sır sebebiyledir ki yük taşıyan develer
yorulup bitkin düştüklerinde bile deve çobanlarının söyledikleri türküleri dinlediklerinde
bundan etkilenir, gayrete gelir, kendilerini telef edercesine yollarına devam
ederler.[37]
Süfiler
“Bebeklerin,
hastaların ve hatta hayvanların etkilendiği SEMA’dan
nasıl olur da bazı kişiler etkilenmez” der buna şaşar ve bunu
onların bedi-i his yoksunu olmalarına bağlarlar. Onlara kızmaz, ama acırlar.
SEMA’ın
azami etkisi; onu mest etmesi, kendinden geçirmesi ve VECD halini yaşatmasıdır, demiştik.
Peki, VECD
nedir?
Sözlükte
VECD;
bulmak ve buluş anlamına gelir. Kur’an veya ilahi veyahut dini bir hitabet ve
vaaz dinleyen bir kimse az da olsa etkilendi mi dinlediklerinden bir şey
bulmuştur. Bu buluş VECD’dir ama VECD’in asgarisidir. İçindeki kıpırtı ilerler,
hisleri derece derece artar. Bunlardan her derecede bulduğu haz ve hissettiği
manevi zevk de bir VECD, bir buluştur.
Fakat
bazı hallerde bazı insanlarda SEMA’ın tesiri son haddine ve en şiddetli bir
mertebeye ulaşır ve işte o zaman insan kendinden geçer, VECD’in en üst mertebesi budur.
Genel olarak bundan önceki buluşlara, yaşanan manevi hislere ve hallere VECD
denilir ama özel olarak VECD salikin sermest olup kendini kaybetmesi
halidir ve bu da ekseriya SEMA’ın tesiriyle gerçekleşir.
Bundan
dolayıdır ki SEMA’ın
neticesi olan sallanma, hareket, deveran, raksetme ve coşma gibi hallere de SEMA
denilmiştir. Aslında bu haller SEMA olmayıp onun tabii, bazan da zaruri
sonucudur.
İlk
sufiler VECD
ve VECD
ehlini şöyle tasvir ederler. Amf b. Osman Mekki: VECD’in keyfiyeti sözle anlatılamaz. Çünkü o, ALLAH’ın
iman ve yakin ehli katındaki sırrıdır. [38]
VECD
halini ancak tadan ve yaşayan bilir, o ilahi bir sırdır. Buna rağmen sufiler VECD’in
sebepleri, tezahürleri ve VECD ehlinin nitelikleri hakkında açıklamalar
yapmışlardır. Hatta Ebu Said ibn A’rabi Kitabu’l-VECD adıyla bir eser yazmış, Gazali
de VECD
konusuna ihya’da bir bölüm ayırmıştır.
Cüneyd-i
Bağdadi: “sanırım VECD bir tesadüf halidir.”
Der. Yani sufinin mana âleminde ilahi bir sır, bir hakikat ve bir tecelliye
tesadüf etmesi, birden bire
böyle bir şeye rastlayınca şoke olması halidir. Ona göre kalbin tesadüf
ettiği sevinç ve üzüntü gibi haller VECD’dir.[39]
VECD
Hak’tan gelen bir keşif halidir. Bu keşif hali, sakin olanı harekete geçirir. “ALLAH zikr edilince kalbIeri titrer, kımıldar” [40]
buyrulmuştur. ALLAH’ı zikr hali, buna hazır ve elverişli durumda
bulunan bir kalbe rastgelince, daha evvel sakin olan kalb hareket eder. İşte bu
hareket VECD’dir.
Ebu
Said el-A’rabi: VECD’in başlangıcı perdenin açılması Rakib’in, denetcinin temaşa edilmesi, idrak halinin
hazır olması, gaybın mülahaza edilmesi, sırrın konuşması, gaib olanla ünsiyet
edilmesidir. Bu da senin senliğinden fani olmanla gerçekleşir.[41]
Yine bu zat’a göre VECD özel insanların eriştikleri ilk mezil olup
gaybi tasdik etmenin bahşettiği bir neticedir. Özel insanlar bunu tattıklarında
bunun nuru kalblerinde ışıldar. Sonuçta kendilerinde şek ve şüphe yok olup
gider. [42]
VECD
halinde korku, titreme, sayha atma, derin derin nefes alıp verme, ah vah etme,
ağlama, inleme, kendinden geçme, feryad ve figan etme gibi haller görülür. [43] Serrac
VECD
ehlini biri Vacid ki gayri iradi VECD’e gelen; diğer mütevacid ki iradesiyle VECD’e
gelen olmak üzere ikiye ayırır, sonra da bunlardan her birini üçe ayırarak bu
durumdaki saliklerin altı sınıf olduğunu söyler. Bunlardan her birinin manevi
halleri diğerlerinden farklıdır.[44] VECD
hali, salikin sermest olup kendinden geçmesi iyidir, güzeldir, hoştur ama aklı
başında ve şuurlu olma hali daha iyi, daha güzel ve daha hoştur. Bundan dolayı “ilim fazla olursa, VECD’in az olması zarar vermez” denilmiştir.[45]
SEMA / MUSİKİ RUHUN GIDASIDIR
HİKMET VE SIRLARI
Cenab-ı Hak, ‘Bezm-i Elest’te ruhlara: “Elestü birabbiküm - Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”[46] Diye
sordu. Bu ilahi hitabta muazzam bir ahenk vardı. Ruhlar daha sonra bu hitabdaki
lezzeti aradılar. Musiki bu arayıştan doğmuştur. Musiki ruhun gıdasıdır sözü de
buradan gelir.
Hazret-i
Bilal’in eda ve sadasından çok hoşlanan Rasul-i Zişan Efendimiz, Rabbani
cilvelerin kabz bulutları Arş-ı Rahman olan gönüllerini sarıp yorunca:
“Erihna Ya Bilal! - Bizi ruhlandır Ya Bilal! Bizi rahatlat,
bizi dinlendir.” Diye iltifat buyururlarmış.
İşte
o zaman Hazret-i Bilal, bulutları güden rüzgâr melekleri gibi ılgıt ılgıt
esmeye başlayınca, Cenab-ı peygamber, rahatlar, neşelenir ve beşerliğinden ilahiliğine kanatlanır
gidermiş. [47]
Ezan-ı
Muhammedinin insanı çok tatlı çağırması, kametin insanın içini kımıldatması ve
kıraatın kalp, ruh, sır, hai ve aha bölgelerini toptan kuşatması için İslambol’da
sabah ezanından evveldilkeşhaveran makamında bir sala verilirmiş önce.
Sabahleyin Saba; öğle vaktinde Bestenigâr veya Rast; ikindide Hicaz
veya Uşşak; akşam Segâh ve yatsıda Beyati ezanlarla çağırılırlarmış insanlar namaza.
Cüneyd
Bağdadî SEMA iki türlüdür der: [48]
1-Bir zümre bir sözü / nağmeyi dinler ve ondan ibret alır. Temyiz halinde kalb huzuru ile
dinlenen SEMA
budur.
2-Diğer bir zümre ruhun gıdası olduğu için SEMA’ eder. Ruh gıdasını alınca gözünü
yüksek makama çevirir ve bedeninden habersiz bir halde kalır. İşte o zaman SEMA’
edende sallanma ve hareket / raks etme hali görülür.
Sufilerden
biri demiş ki: SEMA ariflerin ruhları için latif bir gıdadır. Çünkü SEMA diğer amellere göre daha ince
bir hikmet ve sırra sahiptir. Onu ancak hassas bir tabiata sahip olanlar idrak
edebilir, o saf olduğundan onu ruhu saf olanlar algılayabilir. O, ehli olan katında Hakk’ın bir lutfudur. [49]
Sufiler
baştan beri SEMA’ın
ruh için hoş bir gıda olduğuna, bu gıda ile beslenen ruhun maneviyat fezasına kanat
açacağına, süzüle süzüle Rabb’ına giden yolda mesafe alacağına inanmışlardır.
SEMA
/ musiki taşıyıcı, ruh ise taşınandır. Ahenkli ve hoş nağmeler ruhu, geldiği
ruhlar âlemine götürür, başka hiçbir şeyin yaklaştıramayacağı kadar onu Hak Teâlâ’ya
yaklaştırır.
SEMA
manevi hal sahiplerinin üzerinden vaktin getirdiği yorgunluğu atmalarını ve
böylece rahatlamalarını sağlar. Meşguliyet halindeki müritlerin de sırları
celp etmelerini temin eder. [50] SEMA’ın
dinlendiren, rahatlatan, ferahlatan bir niteliği vardır.
DOĞUMDAN ÖLÜME MUSİKİ
Sefer
Efendi (h.z) diktasıyla doğumdan ölüme kadar olan musiki kitabını Mustafa
Özdamar kaleme aldı. İnsan ta Elest Bezmindeki İlahi Hitab’ın musikisinin
etkisinde doğar, hayatının her kademesinde musiki ile yaşar, musiki ile de
aslına döner.
Buna
binaen Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh’te Mustafa Özdamar tarafından kaleme
alınan Doğumdan Ölüme Musiki kitabında, musiki ile bütünleşen insan hayatının
bütün kademelerini açıklıyor.
Kitataki
anlatıma göre; insan daha doğar doğmaz kendine has makamları ve musikisi
bulunan Ezan-ı Muhammedi ve kamet ile isimlendiriliyor. Zira bilindiği gibi
yeni doğan çocuğun sağ kulağına Ezan-ı Muhammedi, sol kulağına ise Kamet-i
Şerif okunarak isim merasimi yapılır.
Okula
başlayacağı zaman Bedi Besmele merasimi yapılarak aklı ve gönlü ilme
hazırlanır. Askerlik çağı geldiğinde yapılan merasimde de musiki
hayatımızdadır.
Kadın,
erkeğin, erkekte kadının yarımıdır. Bu yarımların tam olması için yapılan Nikâh
ve Düğün merasimleri icra olunurken de musiki önemli unsurdur.
Kandillerde
ise okunan Kuran-ı Kerim, Mevlid-i Şerif, Evliyaullah Nutukları yani ilahi
nefesler hep kendine has özel makamları ve musikisi ile zakiran tarafından
tilavet olunur. Her kandilin kendine mahsus makamları ve anlamları
bulunmaktadır.
Malum
olunduğu üzere Din-i Celil-i İslam’da üç bayram bulunmaktadır. Bunlardan bir
tanesi farz olan Cuma bayramıdır. Diğerleri ise vacib olan Ramazan ve Kurban
Bayramlarıdır. Cuma bayramlarında Cuma sala’sı okunur. Bayramlarda da kendine
has merasimler yapılır. Bu merasimlerde de yine musiki önemli yer tutmaktadır.
Hac
zamanı geldiğinde Hüccac’ın uğurlanması sırasında Nat-ı Peygamber-i, İlahiler
ve Telbiye merasimi yapılır. Bunlarında kendisine mahsus makam ve musikisi bulunmaktadır.
Cenaze
merasiminde de Cenaze merasimine özel, ilahiler, kasideler ve tekbirler ile mevtaya
bu dünyanın son durağı, ahiret hayatının ilk durağına uğurlama merasimi
yapılır.
SEMA VE ELEST BEZMİNDEKİ İLAHİ
HİTAB
HİKMET VE SIRLARI
Cüneyd
Bağdadi’ye sordular:
“Sakin
bir insan SEMA’ı /
musikiyi dinleyince neden sallanıyor?”
Cevap:
“ALLAH
Teâlâ ilk misakta ruhlara: “Ben sizin Rabbınız değil
miyim?” [51] diye
hitab edince ilahi kelamı, hitabı
dinlemeden hâsıl olan haz ruhlara sindi. SEMA
ettikleri zaman onu hatırlar hareket ve raks ederler.” [52]
Aynı
konuda Ebu Muhammed Ruveym şöyle diyor: “Ben sizin
Rabbınız değil miyim?” [53] Şeklindeki
ilahı hitab işitildikte hem akıllarda, hem de ruhlarda yer etmişti. Sırlarda
mevcu olan bu hitabı musiki aracılığı ile dinleyenler yerinde duramazlar. Hak Teâlâ
Peygamberler aracılığıyla o hitabı haber verince akıllarda ve ruhlarda saklı
olan o hitabı hatırlayıp tasdik ettiler.” [54]
Şimdi
de gelin aynı konuda Hazret-i Mevlana’yı dinleyelim:
“Elest
deminde rabbini görüp sarhoş olarak kendinden geçen kişinin ruhu bugün de
Rabbini görür, kendinden geçer.” [55]
İnsanlığın
piri Mevlana aynı konuya şöyle devam ediyor:
“O
sesten cana bir kuvvet, bir rahat bir huzur geliyordu. İbrahim’e ateş nasıl
gülbahçesi olmuşsa, o ses yüzünden kuyu da Yusuf’a gül bahçesi kesilmişti. Gayri
ne cefa geldiyse o kuvvetle tahammül etti, neşeyle çekti. Nitekim Elest sesinin
zevki de her müminin gönlünde ta mahşere kadar sürer gider. Bu yüzden müminler,
ne belaya itiraz ederler, ne hakkın emir ve nehyinden sıkılırlar. Başkalarının
ağzına acılık veren bir lokmaya benzeyen Hüda hükmü, onlara gülbeşeker gelir.
Tatlı tatlı yerler, hazmederler. Hüda hükmünü kabul etmeyip inkâr eden, o
lokmayı yese bile kusan kişiye yaramaz.
Elest
gününde bir rüya gören, hüdaya ibadet yolunda âşık olur. Sufiler de ibadet
neşesiyle usanmadan VECD halinde SEMA ederler. Elest
âleminde böyle bir rüya görmeyen bu dünyada ne kul olur ne mürid. Olsa bile
gönlünde yüzlerce tereddüt vardır. Bir an şükrederse bir yıl şikâyet eder.”
[56]
Hak
Teâlâ’yı temaşa etmek göz vasıtasıyla, kelamını işitmek, dinlemek SEMA
etmek kulak vasıtasıyla insan ruhuna manevi ve bedii bir haz verir. Ruhlar bu
dünyaya gelmeden önce bezm-i ezelde ALLAH’ın kelamını dinlediler ve bundan derin bir
haz aldılar. Dünyaya gelince onu unuttular. Peygamberler aldıkları vahiy ile o
hitabı bildirince insanlar onu hatırlayıp tasdik ettikleri gibi hoş ve güzel
nağmeler dinlediklerinde de onu hatırlayıp haz aldılar ve coştular. Yani güzel
sesten ve hoş sedadan zevk alma insan ruhunun yapısında vardır. Bu tabii ve
fıtri bir histir. Meşruiyeti de tartışılamaz.
SEMA, MUSİKİ ve DEVRAN MÜMİNİN
İMANINI, MÜNKİRİN İNKÂRINI ARTIRIR HİKMET VE SIRLARI
Musiki
konusunda en güzel sözü Yazıcızade Mehmed Efendi merhum söylemiştir: “Musiki
aşıkın aşkını, aşığın fıskını arttırır” Yani pek çok şey gibi kullanışa
göre helal veya haram olur. [57]
SEMA
ehli olana helal, ehli olmayana haramdır. Zünnun-i Mısri (k.s), SEMA
hakkında şöyle buyurdu: “SEMA, Hakkın
bir elçisidir. Kalbleri Hakk’a doğru sevketmek için gelmiştir. Binaenaleyh ona
hakkıyla kulak kabartan ve dinleyen bir kimse hedefe varır. Nefis ve tabiatla
onu dinleyen bir kimse zındıklaşır!” [58]
Sanki
Zünnun-ı Mısri, VECD’i
kalbleri Hakk’a doğru tahrik etmekten ibaret olarak tabir eder. Zira dinlemenin
elçisi geldiği zaman, Zünnun bunu görmüştür. Zira dinlemeye ‘Hakkın
elçisi’ demesi de, böyle görmesini ifade eder. Ebu Hüseyin ed-Derrac, SEMA’da
gördüğü hakikatten haber vererek dedi ki :
“VECD, dinlemek anında mevcut olandan ibarettir. Ve
devamla: Dinlemek beni hal ve heybet veya ALLAH’ın
azameti meydanlarında gezdirip ata nezdinde bana Hakk’ın varlığını gösterdi. O
da safa kadehiyle bana içirdi. Onunla rıza konaklarına vardım. VECD beni tenezzüh ve genişlik bahçesine çıkardı.”
Meyhane
müziği, onu dinleyenleri buraya bağladığı gibi cami ve tekke musikisi de onu
dinleyenleri buralara bağlar. SEMA eden sufiler bundan ne buluyorlar, neden VECD’e
geliyorlar sorusuna Ebu Muhammed Ruveym’in cevabı: “Onlar SEMA esnasında başkalarında
gaib olan bir takım hususları temaşa ediyorlar. Bunlar onlara: “Gel, gel bize!”
diye işaret ediyor, onlar da bu nimetten haz alıyor. Sonra araya perde
çekilince ferahlama hali ağlama haline dönüşüyor. Bu sebeple kimi üstünü başını
yırtıyor, kimi nara atıyor, kimi de ağlıyor.” [59]
SUFİ MUHAYYİLE VE SEMANIN
HİKMET VE SIRLARI
Sufiler
oldukça geniş, seyyal ve hızlı işleyen bir hayal gücüne sahiplerdir. Her şeyi
kendi düşüncelerine ve inançlarına göre anlama ve algılama hususunda fazla
zorluk çekmezler. Kendilerine uzak olan şeyleri bile duygu ve düşüncelerinin
birer imgesi ve simgesi olarak kullanabilirler. Bazı örnekler:
a)
Pazaryerinde bir satıcının: Hıyarın
onu bir akça, diye bağırdığını işiten Şibli bir nara atıyor ve diyor ki:
“Acaba hıyarın (hayırlı kişilerin)
onu bir akça olursa şirarın (şerli kişilerin) fiyatı ne olur?” [60]
Salatalık anlamına gelen hıyarı, hayırlı kişiler şeklinde anlıyor. Satıcının
maksadı başka, Şibli’nin anladığı şey daha başka. Bu bile onu heyecanlandırabiliyor.
b)
Adamın birinin kuyudan makara dolap ile su çıkardığını, bu esnada dolabın
gıcırdadığını gören Ebu Osman Mağribi, orada bulunan Sülemi’ye sormuş: “Bu dolap ne diyor?” Bilmiyorum cevabını alınca, demiş
ki: “ALLAH! ALLAH!
diyor.”[61]
Burada Yunus’un dertli dolabını hatırlamak gerekiyor.
Dolap
niçin inlersin
Derdim
var onun için inlerim
c)
Hz. Ali radıyallahu anh bir kilise çanının çaldığını işitince yanındaki
arkadaşlarına: “Bu ne diyor?” diye sormuş. Bilmiyoruz, cevabını alınca demiş ki:
“Subhanallahi Hak! Hak! Mevla
Sameddir, Bakidir, diyor.”[62]
Bir gün Ebu Cehil avucunun içinde birkaç tane küçük taş tutarak
Efendimiz’e sordu: “Bunlar nedir? Çabuk söyle ey Ahmed! Mademki gökten haber
veriyorsun, Rasul isen bil bakayım elimde saklı olanları.”
Resulullah Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Ebu Cehil’e “Onların ne olduğunu mu söyleyeyim; yoksa onlar
benim Hak peygamber olduğumu mu söylesinler?” buyurduklarında Ebu Cehil’in “Elimdekiler
Seni söylesin” demesiyle elindeki Taşlar
“Lâ ilahe illallah Muhammedurresulullah” dediler, yarılıp
delindiler. Ebu Cehil taşlardan bu sözleri işitir işitmez onları hiddetle yere
attı.
Yukarılarda dediğimiz gibi Peygamberler mucize, Hak Evliyaları
Keramet gösterirler. Zaten evliyalar Hakikat-i Muhammedi’yenin varisleridirler.
İnanç sahibi insanoğlu bunları bilmeli, katiyen inkâr etmemeli ve cehalete tabi
olmamalıdırlar.
Ayrıca Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in “Hira dağında taşların ve ağaçların Selamını duyuyorum”
buyurduğu rivayet edilir.
Yine peygamberimiz (s.av.) çakıl taşları Allahü azimüşşanı
Sübhanallah, sübhanallah diye zikrediyordu. Efendimiz, Ashaba: Ey Ashabım,
benimle biraz kalırsanız bu zikri siz de duyarsınız diye buyurdu. Canlı cansız
bütün mahlûkatın, Allahüazimüşşanı zikrettiğini Efendimiz buyurdu.
Minarede iki zikir şekli vardır. Biri sesli zikir, biri sessiz
zikirdir. Ezan-ı Muhammedi okunduğunda sesli zikiri, minareye bakıldığında
sessiz zikir halini müşahede edebiliriz.
e)
Ebu Osman Mağribi: “SEMA yaptığını iddia edip de kuşların ötüşünde,
kapının gıcırtısından ve rüzgârın hışırtısından SEMA
etmeyen; bunlardan duygulanmayan ve etkilenmeyen iddiacı bir derviştir” [63]
der.
Yüce
ALLAH: “Her şey Allah’ı
överek tesbih eder, ama siz bunu anlayamıyorsunuz.” [64]
“Yerde ve
gökte bulunan her şey ALLAH’ı tesbih ediyor.” [65]
buyuruyor. O halde buradan hareketle sufi tabiattaki her sesi bir zikir, bir
tesbih, bir hamd, bir tekbir olarak algılayabilir. Ney bir şeydir, ALLAH’ı
tesbih eder, O’na hamd eder. Neyden çıkan ses, her nağme bir şeydir. Bunlar da
hamd ederek ALLAH’ı
tesbih ederler.
Hatta
cansız maddeler ve mineraller dahi ALLAH’ı tesbih ve zikr eder ve sufi bunu SEMA
eder, dinler, bundan etkilenir. Buna sessizlik musikisi denir. Kâinatı ve
tabiatı dinlemek bunlardaki düzeni ve ahengi kavramak, bunlar üzerinde derin
teemmüllere ve tefekküre dalmak, Hakk’ın buralardaki tecellilerini görmek ve
temaşa etmek bir SEMA’dır, bir müsikidir. Tabiattaki her şey, her zerre deveran
etmiyor ve belli düzen ve ahenk içinde dönmüyor mu? Melek arşı, hacılar Kâbe’yi
döne döne tavaf etmiyorlar mı? Musiki
bir ölçü, bir düzen, bir ahenk anlamına geliyor ve buna da bir ritim eşlik
ediyorsa aynı şey tabiatta da yok mu? İşte tabiat musikisi budur.
İlk
sufiler SEMA
konusunda görüşlerini ortaya koyarken her türlü laubalilikten ve
kayıtsızlıktan uzak ciddi ve samimi ifadeler kullanmışlar, dini hükümlere büyük
bir saygı göstermişler, SEMA’a
muhalif olanları gereksiz yere rahatsız etmemek için dikkatli davranmışlardır.
Buna rağmen bir takım eleştirilere maruz kalmışlardır. [66]
İlk
sufiler SEMA’ın
temelini atmışlar ve ana konularını
tesbit etmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde yaşamış olan mutasavvıflar SEMA ile
ilgili görüşlerini bu çerçeve içinde dile getirmişler ve bu temel üzerinde inşa
etmişlerdir. Bunu yaparken ilk sufilerin SEMA ve VECD’e ilişkin sözlerini adeta birer delil ve
birer nass gibi kullanmışlardır.
İLK SUFİLERDE SEMA
HİKMET VE SIRLARI
SEMA
dinlemek, işitmek, kulak vermek, işitme organı ve duyusu gibi anlamlara gelen
sem’ kökünden gelir. Ayrıca anlama ve itaat etme (söz dinlemek) anlamını da
ifade eder. “işittik
ve itaat ettik” [67]
mealindeki ayette ‘serni’na’ ifadesi ‘anladık’
şeklinde tefsir edilmiştir. “İşittik,
dedikleri halde işitmeyenler (dinlemeyenler) gibi almayınız” [68]
mealindeki ayet, hem ‘anlamadıkları halde anladık’, hem
de ‘anladık ama itaat etmiyoruz’ şeklinde yorumlanmıştır.
[69]
Sem’,
işitmek aynı zamanda yüce ALLAH’ın subuti sıfatlarındandır. İnsan ALLAH’ın
semi’ / işiten olduğunu bilince dilini korur, günah olan bir şey söylemez.
Kulağın, ALLAH’ın
kelamı olan Kur’an’ı dinlemek için yaratıldığını anlar ve doğru yolu bulur. [70]
Müslüman
yazarlar beş duyu organından en önemlisinin göz, sonra kulak olduğunu
söylerler. Bazıları kulağı göze denk tutar, diğer bazıları ise kulağın daha önemli
olduğu kanaatini taşır. Çünkü derler, ilahi hitab ve Kutsal Kelam / Kur’an kulakla işitilir.
İşitme
duyusu Hak Teâlâ’nın insanoğluna bahşettiği en büyük nimetlerden biridir.
Genel olarak önemli olan kulluk din açısından da çok önemlidir. Zira dinin
emrettiği veya yasakladığı şeyler genellikle kulak yoluyla öğrenildiği gibi
iman ve itikadla ilgili hususlar da ekseriya bu yolla öğrenilir.
Gerçi
sesleri insandan daha iyi algılayan bazı hayvanlar vardır ama onlardan farklı
olarak insanın sesleri, özellikle kulağa hoş gelen güzel ve ölçülü sesleri
algılamasına bedii / estetik
duygu da eşlik eder. Şiir ve musiki işitsel sanatların estetik sanatlardan
olmasının da sebebi budur. Baştan beri bütün dinler, özellikle semavi dinler
insanların işitme duygusuna dini açıdan büyük değer vermiş, ALLAH’ın
kelamı olan ilahi/kutsal kitapları en güzel şekilde seslendirmiş ve
seslendirilen bu kelamı derin bir huşu’ içinde dinlemiştir. Bu da büyük
dindarların sesin nitelikleri ve etkileme gücü üzerinde özenle durmalarına ve
bundan a’zami miktarda faydalanmanın yollarını aramalarına sebep olmuştur.
Kur’an’ın
temel niteliklerinden biri nazım oluşudur, cümleleri ve kelimeleri arasında
güçlü bir musiki vardır. Yani şiir olmadığı halde Kur’an’ın ibareleri ses
itibariyle ahenkli, ölçülü, etkileyici ve bedii hisleri uyarıcı bir özelliktedir.
Kur’an’daki ses ve söz örgüsü çok mükemmel olduğundan nazm ve lafz itibariyle
de bu ilahi kitap mucize / harika
sayılmıştır.
Hz.
Peygamber’in de hem Kur’an’ın güzel sesle kıraat ve tilavet edilmesine, hem de
şiirlerin ezgilerle ilahi ya da türkü şeklinde söylenmesine mü’minleri teşvik
ettiği bilinmektedir. [71]
Hz.
Peygamber’in yaşadığı asırla onu izleyen asır dini hayatın zühd, takva ve
ibadet ağırlıklı olarak yaşandığı asırlar olmuştur. Bu dönemde ihtiyaç fazlası
dünyevi mübah nimetlerden uzak kalmak zühd ve takvanın gereği sayılmış, SEMA/musiki
de bu kategoriye dâhil edilmiştir.
Yine
de söz konusu iki asırda din dışı / profan musiki önemli bir gelişme
göstermiş, bu durum Kur’an’ın kıraatına ve tertiline yansıdığı gibi konusu din
ve takva olan şiirlerin / zühdiyat
ilahiler şeklinde okunup terennüm edilmesine de sebep olmuştur. İşte ilk
sufilerin SEMA
/ musiki anlayışı böyle bir
zeminde vücuda gelmiş, zamanla neşv-u nema bulmuş ve gelişmiştir. Söz konusu
iki asırda yaşamış olan ve sufi olmayan takva sahibi büyük imam ve âlimlerden
bir kısmının SEMA
ve ğınaa / musikiye karşı
olmalarının yanında diğer kısmının buna taraftar olmaları en azından belli
ölçüler içinde caiz ve mübah görmeleri sufileri SEMA konusunda etkilemiştir.
Bahsedilen
sebeplerden dolayı hicri ilk iki asırda yaşamış olan ve zahid / zühhad, abid / ubbad, nasik / nüssak ve kari i ku’ra gibi isimler verilen büyük
dindarların SEMA
konusunda söyledikleri fazla bir söz ve açıklama yoktur. Çünkü bu dönemde SEMA
onların tasavvufi ve ruhani yaşantılarının önemli bir parçası değildi. SEMA
(dini - tasavvufi musiki) ile ilgili yorumlar ve değerlendirmeler Hicri 3 / Miladi 9. Asırda yaşamış olan
sufilerle başlamıştır. Çünkü bu dönemden itibaren SEMA tasavvufi hayatın önemli bir
parçası haline gelmiştir.
Genel
olarak tasavvufta, özellikle ilk sufilerde yukarıdaki sekiz maddenin her birine
SEMA
denildiği olmuştur. Şu halde tasavvufta SEMA; kulağa hoş gelen ölçülü ve ahenkli / ritmik
sesleri, içerir ama ondan çok daha kapsamlıdır.
Ebu
Nasr es-Serrac el-Luma isimli eserinde SEMA’ın üç türünden bahseder:
1)
Kur’an’ın SEMA’ı
/ dinlenmesi,
2)
Kaside ve şiirlerin SEMA’ı,
3)
Vaaz ve nasihatların SEMA’ı. [72]
SEMA’ın
VECD
ve raksla da sıkı bir ilgisi ve bağlantısı vardır. Hatta müzik ve raks, her
biri diğerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Düzenli, ölçülü, ahenkli ve bedii hareketlerin
vücuda gelmesine sebep olur. Bir musiki parçası okunur veya dinlenirken bazı
insanların sallanmaları veya ayaklarını yere vurarak çalınan musikiye tempo
tutmaları bundandır. Kur’an veya vaaz dinleyen bazı kimselerin tabii bir
şekilde ve gayr-i ihtiyari olarak sallanmaları, bazı hallerde ise VECD’e
gelmeleri ve coşmaları da böyledir. Bundan dolayıdır ki tasavvufta musikiye SEMA
dendiği gibi ahenkli ve hoş nağmelerin yol açtığı ahenkli ve hoş / bedii
hareketlere, yani raksa da SEMA denir. Bu, bir neticenin o neticeyi meydana
getiren sebeple isimlendirilmesi türünden bir adlandırmadır. Mevlevi raksına /
deveranına SEMA,
SEMA
yapanlara da semazen denilmesi böyledir.
İlk sufilerin SEMA hikmet ve sırları
deyimini yukarıda anlatılan şekilde çok geniş bir anlamda kullandıklarını
görmekteyiz. Sufiler SEMA’ı birbirinden farklı şekilde anlamışlar,
değerlendirmişler ve tanımlamışlardır. SEMA’ın ne olduğunu bir tek tarifle anlatmak bu bakımdan
mümkün değildir.
Bu
farklılık en başta sufilerdeki meşreb ve mizac, sonra da içinde bulundukları
sosyal ve kültürel çevreden kaynaklanmaktadır. Sufiliğe ilgi duyanların veya
bu harekete yeni yeni intisak edenlerin veya bu yolda az çok mesafe alanların
yolun farklı menzillerinde ve değişik makamlarında bulunmaları, SEMA’ı
bu menzil, makam ve ruh hallerine göre algılamaları ve değerlendirmeleri de SEMA ile
ilgili tariflerin farklı olmasına, hatta bazen bu konuda yapılan tariflerin
birbiriyle çelişiyormuş gibi bir görüntü vermelerine sebep olmuştur. Aslında bu
tariflere geniş bir açıdan bakıldığı ve derin bir perspektif içinde görüldüğü
zaman bunların ne kadar deruni ve manevi bir dini tecrübenin ürünü oldukları
daha iyi görülebilir.
Sufiler
genellikle SEMA
mahiyetine ve hakikatına göre
değil, niteliğine, sağladığı faydalara,
SEMA’a
yol açan sebeplere, vücuda getirdiği sonuçlara, SEMA yapandaki hal ve hareketlere
göre tarif etmişlerdir. Tariflerin bu anlayışla okunması ve anlamaya
çalışılması halinde sufilerin bu konudaki görüşleri daha iyi anlaşılır. [73]
Bestamlı
Beyazıd Hazretleri, bu mertebede şöyle buyurdu:
“Ben
tam otuz senden beri ALLAH’la konuşuyor, ALLAH’ı
dinliyorum. İnsanlarsa kendileriyle konuştuğumu zannediyor.”
Şeyh
hazretleri başka bir sözlerinde şöyle buyuruyor:
“Bu
makamda olan kimsenin konuştuğu kelimelerin hepsi vekelaten söylenmiş
sözlerdir. Yani konuşmada ve dinlemede vekil-i haktır. Bizden bazıları; ALLAH’ın kendi kulunun lisanıyla söylediğini
söylerler. Yine bizden olmak üzere bazıları ise kulun ALLAH’ın
vekili olarak bizzat kendisinin söylediğini söylerler. Hâlbuki işin aslı öyle
değildir. Zira Allahu Teâlâ her konuşanın konuştuğu kelamını yaratmakta hazır
ve nazırdır. Nitekim hakikate baktığımızda, O’ndan (ALLAH)’tan
başka vücut yoktur. Ancak O vardır. Aynı şekilde hakikatte dinleyen ve konuşan
yoktur. Dinleyen de konuşan da O’dur. Biz basıl ki ALLAH’la
konuşanla kendinden konuşanın arasını ayırıp farklı şeyler olduğunu beyan
ettiysek, semaımızında böyle farklı manalara gelebileceği hususunda taksimata
girişmişizdir. Bizden bazı kimseler Rabbiyle işitir ve bu rabbiyle işitmesi
demek, ALLAH’u Teâlâ’nın “Ben onun işitmesi olurum, o benimle işitir” buyruğuna binaendir.
Hâlbuki bizden bazıları kendi görüşünce işitmelerinin bizzat kendi
nefislerinden ileri olduğunu ileri sürüyorlar. Oysaki hakikatteki iş ve oluş bu
iddiaların zıddınadır. Sema-ı ilahi diye; bütün duyulan her şeyde O’nun tecellisi
devamlıdır.”
Şeyh Efendinin sözüne göre gerçek SEMA eden Semazen
de ALLAH
ile görür, ALLAH
ile işitir, ALLAH
ile konuşur, ALLAH
ile yürür. Bu anlamda Semazen de vekil-i Hak’tır.
PEYGAMBERLERE VE ERENLERE
NEFİS VE BEDEN EHLİ DÜŞMANDIR
Peygamberlere ve erenlere nefis ve beden
ehli düşmandır; Çünkü onlar, peygamberlerin, erenlerin cinsinden değildir; iki
zıt birleşmez.
Peygamber’in
zamanındaki kâfirler gibi hani;
O’na
düzenle, kötülükle kast etmişlerdi.
Ahmed-i
Muhtar, onların düşünceleri yüzünden
Ebu
Bekir’le mağarada gizlenmişti.
Mesih
de çıfıtların derdinden gizlice gök kubbeye ağmıştı.
Firavun’da
Musa’ya kast etmişti de
Hak’tan
yardım görmemiş suya gark olup gitmişti.
Halil’i
de Nemrud, ateşe dumana atmayı kurmuştu.
Ama
ateş O’na gülle nesrine dönmüştü;
O
dinsiz Nemrud’da bir sivrisinekle kahrolup gitmişti.
Hud’un,
cömert Nuh’un toplumları da,
ALLAH’tan
azap çağı gelip çatınca yok olmuşlardı.
Hepsi
de yelle, suyla yok oldu;
Çünkü
çarpılmaya, yere batmaya layıktı onlar.
O
eğri, o Per –perişan toplumların niyetleri kötüydü.
O
yüzden de bela, döndü de onların başlarına geldi;
Çünkü
layıktılar o kahra o toplumlar.
Ondan
dolayı da kendi kendilerine kılıç vurdular, kanları sel gibi aktı.
Yoksa
ne diye kendilerini kahredeceklerdi,
Ne
diye kanları ırmak gibi akacaktı?
Kendisini
öldüren, öfkelenip kendi boğazını
Kılıçla
kesen ahmağı kim görmüştür?
Ahmak,
başkasını yaralıyorum sanır;
Sonunda
görür ki kendi ciğerini yaralamış.
SULTAN VELED BABASI HÜDAVENDİGAR İLE HZ.
ŞEMS’İN KARŞILAŞMASINI HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm)’IN KURAN’DAKİ
BULUŞMASINA YORUMLUYOR
Hüdavendigar’ın
aziz oğlu Sultan Veled, babasının Şems ile olan karsılaşmasını Hz. Musa (aleyhisselâm)
ile Hızır (aleyhisselâm)’ın Kur’anda anlatılan iki denizin birleşmesine [74]
benzetir. Çünkü Musa (aleyhisselâm) zahir âleminin denizi, Hızır (aleyhisselâm)’da batın âleminin denizidir.
Şems’in yüzünü görünce “Sırlar ona güneşin doğduğu gibi açıldı.
Görülmemişleri gördü” der. Sonra ilave eder: “Mevlana üstat bir şeyh idi,
yeniden mürit oldu. Nihayete ermişti, baştan başladı. Herkes ona tabi idi, o
Şems’e tabi oldu”
Musa’nın duasının kabul edilmesi ve Hızır’ı
bulması dolayısıyla Allah’a şükür secdesi yapması
Yere
baş koydu da canla-gönülle,
Gerçek
ve tertemiz bir surette ALLAH’a şükretti.
O
buluşmadan iyiden iyiye sevindi;
Hızır’ın
huzuruna Rabbin’e secdeler ederek vardı.
Hızır’ın
elini öptü de kimi aşikâr, kimi gizli hamdetti,
Bundan
sonra Hızır O’nu okşadı,
O’na
iltifatta bulundu; lütfederek O’na bir nazar etti.
Yolculuk
zahmetleri ile nicesin dedi.
Musa,
senin için olunca dedi, zararı yok.
Senin
uğrunda çekilen zahmet, definedir, incidir;
Senin
elinle sunulan zehir şekerden de güzeldir, tatlıdır.
Hızır,
Musa’dan bu çeşit bir teslim oluş görünce,
Bunca
güzel sözleri duyunca,
Dilini
lütufla, sevgiyle açtı da
O’nun
gönlünü ayna gibi sildi, arıttı.
Sevgi
ihsan eden ALLAH’tan
gönlüne
İhsan
edilen sözlerin hepsini de O’na söyledi.
Musa,
O’nun sohbeti ile
Bulunduğu
halden yüzlerce derece ileri vardı;
Kapanmış
gönlü, ırmak gibi coşup akmaya başladı.
Irmak
ta nedir? Bir deniz kesildi;
Sedefte
eşsiz bir inciye döndü.
İnci
nedir, deniz ne; ne dedim ben?
Ne
olduğunu söz yolundan arama benden.
Hızır’ın Musa ile Buluşması ve Ziyaretin
Hayırlısı, Bir an Olanıdır demesi (Birinci Yolculuk)Hikmet ve sırları
Hızır,
ey Kelim Musa; sen benimle yoldaşlık edemezsin dedi.
Ben
pek çok tersine nal mıhladım;
Nüktelerimi
kimse anlayamaz.
Benimle
görüşüp konuşmak pek zordur;
Denizimin
dibi bile topuğu aşar.
Sen
nerden benimle konuşmaya tahammül edeceksin?
Senin
yolun benden apayrı.
Musa,
olur ya dedi,
ALLAH
yardım ederde akıl-fikir verir,
Uyanıklık
ihsan eder.
Gelip
çöken gaflet uykusundan uyandırır,
Bir
uyanıklık verir.
Hızır
O’nu, kendisi ile görüşmeyi ister,
Gerçek
bir er görünce adeta O’nun sarhoşu kesildi;
Şaşkın
bir aşıka döndü.
O’nu
canla –gönülle sohbetine kabul etti,
O’da
sohbete tahammül ediyordu,
O’ndan
ne görüyorsa kaçmıyordu;
İyi-kötü,
her şeyi kabul ediyor hoş görüyordu.
Yolculukta
yoldaş oldular,
Birbirlerini
canla-başla esirgemeye koyuldular.
Birkaç
gün böyle gittiler,
Derken
deniz kıyısında Raşit iskelesinde
Bir
gemi gördüler ve gemiye bindiler.
Geminin
güvertesine bir kuş kondu,
Kuş
su içti gagasında br damla su vardı.
Hızır
dediki ey Kelim Musa
Senin
ilminle benim ilmim
ALLAH’ın
ilminin yanında
Bu
kuşun gagasında ki damla kadar olamaz.
Dünya’da
o zaman böyle bir gemi yoktu;
Halka
adeta yataktı, yorgandı, dayanaktı.
Bir
şehir gibi genişti, büyüktü; pek büyük,
Pek
güzel de bir yelkeni vardı.
Hızır
elindeki balta ile
Zulmü,
çirkin işi gidermek için o sağlam gemiyi deldi.
Gemi
bir iş göremez hale geldi
Kelim,
bu da ne dedi; akla da uymaz bir şey bu,
Şeriattan
da dışarı bir iş.
Bu
gemi, inananlara bir sığınaktı;
Ne
diye onu böyle harap ettin?
Hızır
önce sana söylemiştim? Dedi;
Sen
sabredemezsin, dayanamazsın?
İşim
kötü görünür ama iyidir.
Ölüden
diri çıkarırım;
Ağlayışın
ta kendisini yüzlerce gülüşe çeviririm.
İblisi
arştan ferşe indiririm de İdris’i arşa ağdırırım.
Musa
Padişahım dedi, yanıldım;
Bunu
unuttum da yaptım, bilerek, isteyerek değil.
ALLAH
şahittir ki sana söylediğim bu söz doğrudur.
Kelim
Hızırdan bu sözü duyunca yumuşadı.
ALLAH
için olsun dedi, yalvarışımı kabul et,
Yanılmamı
bağışla bir daha bu çeşit davranırsam
Benim
bahane mi de kabul etme, özrü mü de.
Musa ile Hızır’ın İkinci Yolculuğu Hikmet
ve Sırları
Gene
birbirleriyle yoldaş oldular;
Candan
gönülden birbirlerini esirger bir hale geldiler.
Derken
denizde bir adaya geldiler ki
Orda
şehir gibi koskoca bir yapı vardı.
Orda
bir erkek çocuk gördüler, yüzü Ay gibi güzeldi.
İkisi
de onun yüzüne hayran kaldı;
Sözüne,
sorusuna, cevabına karşı şaşırdı.
Yere
yatırıp boğazını kesti;
Dağın
ardında bir dere kıyısına götürdü.
Musa
bunu görünce hay dedi;
ALLAH
aşkına söyle, bu da ne?
Masum
bir çocuğu ağlatıp inleterek öldürdün;
Bu
zulüm nerde, ne vakit reva görülür ki?
Hızır,
daha baştan demedim mi dedi;
Sen
bu sırrı anlayamazsın.
Çünkü
sen görünüşte kalakalmışsın;
Sana
ALLAH,
Kelim’im dedi ama bu, böyle.
Benden
yüzyıllar boyunca ne görürsen gör,
Acze
düşer, sebebini sorar durursun.
Musa,
bağışla dedi, bu ikinci kez oldu;
Senin
ile dost olan ALLAH
hakkı için suçumdan geç.
Ona
karşı ağladı, inledi;
Üçüncü
defaya dek dedi, bağışla beni.
Çünkü
sünnet üç kezdir;
Üçüncü
defaya dek bağışla; daha üçüncü değil bu.
Gene
böyle bir suç işlersem
Artık
senden ayrılmamak için bahane bulamam.
O
vakit özür getirmeme fırsat verme,
Ayrıl
benden, yoldaş olma benimle artık.
Hızır,
demedim miydi dedi;
Dinlemezsin,
çünkü şeriatta cömertsin güçlüsün.
Görünüş
üst olmuştur sana;
Bu
irat öylesine kuvvetlidir; bunu bil.
Onlara
yol bulabilseydin sözümü hiçe sayar mıydın?
Sana
önceden, git, bana yoldaş olma,
Sözümü
dinle demedim miydi?
Ardımca
gelmek, bana uymaktır;
Yoksa
bedeninle bana yoldaş olmak,
Gittiğim
yana gitmek değildir.
Anlam
bakımından bana uymak odur;
Ondan
gayrısı, hem yol yitirmektir, hem davaya düşmek.
Musa ile Hızır’ın Üçüncü Yolculuğu ve
Ayrılışı Hikmet ve Sırları
Geriye
dön de Hızır’ın hikâyesini söyle:
Kelim,
ondan ayrılacağına kederlendi.
Üçüncü
suç, bil ki ikisinin ayrılmasına sebep oldu;
Onları
gama düşürdü.
Yolculukta
öylesine acıkmışlardı ki
Açlık,
onlarda ne el bırakmıştı ne ayak.
El
boşluğu, sonsuz darlık,
Onları
arıklatmıştı, perişan etmişti.
İslamda
canı korumak için haram bile helal olur ya;
Onlar
da bu hale düşmüşlerdi.
Ekmekten
yoksun, azıksız, aç-çıplak bir halde giderlerken.
Ansızın
yolları bir köye ulaştı;
Orda
bir tek küçük, yoksul adam bile yoktu.
Hepsi
de halliydi hepsi de ulu.
Orda
büyük bir konak vardı;
Sahibi
de ıssı bir adamdı.
Ama
mal-mülk verecek kerem ıssı değil;
Söz
kabiliyeti ve hal verecek kerem ıssı.
Elbise
verecek, ekmek sunacak kerem ıssı değil;
Gönül
verecek, can ihsan edecek kerem ıssı.
Çocukları
o adamdan yetim kalmışlardı;
Ama
altınları gümüşleri de çoktu.
O
konağın duvarı eğilmişti;
Bir
solukta yıkılıp harab olacak bir hale gelmişti.
Hızır,
o duvarı düzeltti;
İkisinin
de gönüllerindeki gamı giderdi.
Çocukları
dertten kurtardı;
Hapis
ve zahmet kuyusundan çıkardı.
Ondan
sonra da yemek, azık almadan
Kelim’le
çabucak yola düştü.
Musa,
Hızır’ın yüzüne karşı sert bir tavrıla
Seninle
sohbet güçleşti dedi;
Bizi
bu yoldaşlık öldürdü gitti.
O
yetimlerin altınları var, zenginler;
O
işi yaptın diye seni överler mi ki?
Ne
kazandın yani?
Açlığımızı,
ziyanımızı ne diye söylemedin?
O
iki çocuktan biraz altın alırdın.
Hızır,
hadi git artık dedi, ayrılığı seç;
İyice
bil ki bu, üçüncü suçun.
Musa,
ayrılık sözünü duyunca,
O
özlem çeken kişi, bu söze muhatap olunca,
Dertten
ağlamaya başladı
Coştukça
coştu; bir hayli feryad etti;
Sonunda
gamdan aklı başından gitti, yere yığıldı.
Kendine
gelince Hızır, ona dedi ki:
Ey
bir olan ALLAH’ın
Peygamberi,
Artık
seninle sohbet etmeme imkân yok;
ALLAH’tan
rızkın bu kadarmış.
Geri
dön, yurduna git;
Benimle
bulunman artık uygun değil.
Değilmi
ki ayrılacağız, dönüp gideceksin;
Şimdi
sana yaptığım işlerin sırrını açayım,
Hikmetini
anlatayım.
Geminin
sırrı şu; dinle:
Aşağılık
bir kral, o gemiyi elde etmek istiyordu
Onu
ordusu için zapt etmek,
Ansızın
da inananlara saldırmak niyetinde idi
İslam
şehrini yakıp yıkmayı,
İnananları
sulara gark etmeyi kurmuştu.
Onların
varını-yoğunu yağmalayacak,
Kadınlarını,
çocuklarını tutsak edecekti.
Ben
Onun maksadını bildiğimden,
Almasın
diye elimden geldiği kadar
Gemiye
hasar verdim.
Ey,
ALLAH’ın
Kelimi, hikmeti buydu;
Fakat
sen o sırı anlamadın.
O
çocuğun kanına girdim;
O’nu
tutup bir köşeye çekerek öldürdüm.
Babası,
anası, erenlerdendi;
İkisi
de gerçeklikle, dinle dopdolu idi.
O
çocukta ise itaat ve iman ehli olmaya kabiliyet yoktu.
O
çocuğun yüzünden babası da
Sonunda
kâfir olurdu, anası da din yolundan kalırdı.
Çünkü
canlarından ona karşı bir sevgi vardı;
O
sevgi yüzünden ALLAH
yolu onlara gizlenir, kapanırdı.
İkisi
de ondan kurtulsunlar diye
Onu
öldürdüm, sırrı buydu, dinle.
Duvarı
doğrultmamda o üç yetim için yerinde bir işti.
Ataları
temiz kişilerden di;
Hurilerinde
özüydü-özetiydi onlar,
İnsanların
da, cinlerin de.
Nasıl
olurdu da dinsizler,
Mezhepsizler
gibi onlardan ücret isterdim?
İnci
definelerin olsaydı o iki hür çocuğa saçar-dökerdim.
Bu
üç işinde sırrını ona söyledi;
Sonra
da hadi dedi; hakkını helal et, sen ALLAH’ı ara.
Hızır,
güneş de, gök de
Kendisine
kul- köle olacak kadar büyüklüğü ile beraber
Genede
o erenin çocuklarına,
ALLAH’tan
rahmet elde etmek için bu çeşit hizmet etti.
Sen
yanlışlıklarla günahla dolu olduğun,
Bu
çeşit layık olmayacak berbat bir halde bulunduğun halde.
Artık
bakta gör, ne yapman gerek?
Çünkü
sen, boğazına dek suça gark olmuşsun.
Şüphe
yokki ALLAH
erenlerinin evladı,
İki
dünyada da ALLAH
emanındadır.
Kim
onlara burada hizmet ederse,
Karşılığında
Haktan binlerce ihsana nail olur.
Babaları;
ataları, oğulları senin yüzünden
Kutluluğa
erdikleri için senden hoşnut olurlar.
Hatta
Âdem’in belinden gelen temiz yaratılışlı
Peygamberlerin,
erenlerin hepsi, bu yüzden sevinirler;
Canla-gönülle
seni severler.
Çünkü
Ahmed Muhtar onlara bir tek kişi dedi;
Sen
de onları bir bil, sayıdan geç.
Bir
canda sayı olmadığından onlara bir dedi.
Hızır
Aleyhisselam hz. Musa’ya buyurdu ki
“Buraya
kadar olanlar senin kavminle ilgili zahir ilmini temsil ediyordu.”
HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm) TASAVVUFİ
YORUMU HİKMET VE SIRLARI
Hızır’dan
Musa’ya bu feyz eriştikten sonra
Hızır,
O yol gören er, Musa’ya dedi ki:
Hele
kalkta ümmetinin yanına git;
Durmadan-dinlenmeden
şehrine var.
Yol
yitirmiş halkı yola getir;
Hepsinin
yüzünü ALLAH’a
döndür.
Hepsini
cehennem ateşinden kurtar;
Küçüğü,
büyüğü nimetler yurdu cennetin başköşesine ulaştır.
Bunlara
karşılıkta sana Hak’tan sevap ihsan edilsin;
Hadsiz-hesapsız
ecirler verilsin…
Musa
O’na, Ey sultan dedi, böylesine bir kapıdan beni sürme.
Güzel
yüzünü görmemiştim,
Öyle
olduğu halde seni padişahlardan daha üstün tutuyordum.
Geceleri,
özleminle bir solukluk zaman bile uyumuyordum;
Ama
gönlümün derdini de kimseye söylemiyordum.
Ekmeğin
güzelim kokusu, beni ekmeğe ulaştırdı;
Ekmeği
yiyince de can mülküne ulaştım.
Gözüm
yüzünü gördükten sonra sensiz nasıl yaşayayım?
Bir
vakit Hz. Musa genç adamına demişti ki: “Durup
dinlenmeyeceğim; ta iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce
yürüyeceğim” [75]
Bu
ayetin tefsirinde Hz. Musa’nın genç adamının, Yuşa b. Nun adında biri olduğu,
Yuşa’nın Hz. Musa’ya hizmet ettiği, ondan ilim öğrendiği rivayet edilmektedir.
Ayette
bahsedilen iki denizin hangi denizler olduğuna dair bir açıklık yoktur.
Bunların Hazar Denizi ile Karadeniz olduğu yahut Nil Nehri’nin Sudan’daki iki
kolu olan Beyaz Nil ile Mavi Nil olabileceği ifade edilmektedir. Bir başka
anlayışa göre bu iki denizden biri Hz. Musa, diğeri de Hızır A.S.’dir. Çünkü
Musa zahir âleminin, Hızır’da batın âleminin denizidir.
“Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını
unuttular. Balık denizde bir yol bulup gitmişti” [76]
Bu
ayetin tefsirinde Rivayete göre genç bir yakını ile Hz. Musa bu yolculuğa, ALLAH
tarafından, kendisinden daha bilgili olduğu haber verilen Hızır ile buluşmak
için çıkmıştı. Yanlarında bir de cansız balık vardı. Bu balık ALLAH’ın
kudreti ile nerede canlanır, denize sıçrayıp giderse bu, Hızır’ın orada
olduğuna işaret olacaktı.
Hızır
Aleyhisselam Musa Kelimullah’a dedi ki “Bundan sonraki söyleyeceklerim senin
çocukluğundan, nebiliğinin sonuna kadar olan şahsınla ilgili batın ilmidir”
O
devirde bir kral vardı. Dünya hırsından gözü hiçbir şey görmezdi. ALLAH
ona bir rüya gösterdi, rüyasında bir erkek çocuğunun gelip tahtını elinden
alacağını gördü. İçine bir korku düşmüştü. O günden sonra doğacak bütün erkek çocuklarını
öldürttü. Yedi yıl aileleri erkek kadın ayırdı. Bu ayrımdan sonra Hz. Musa
Kelimullah’ın annesi ve babasının haldeş birlikteliğinden Hz Musa Kelimullah dünya’ya
geldi.
ALLAH
tarafından ailene senin beşiğini nehire bırakmaları ilham buyurulmuştu. Bunun
üzerine yere baş koydular da canla-gönülle, gerçek ve tertemiz bir surette ALLAH’a
şükrettiler. İyiden iyiye sevindiler. Kimi aşikâr kimi gizli hamdettiler,
secdeler ettiler. Bundan sonra beşiğinin Kral’ın sarayına ulaşması için dua
ettiler. Beşiğin nehirde ilerlerken, kamışlara takıldığında anneniz tarafından
beşiğe üç taş atıldı. Beşik o zaman kamışlardan kurtularak kralın sarayına
ulaştı. Kral’ın zulmünün getirdiği sıkıntı ve zahmetlerle sevgili evlatlarının
yok olacağı korkusuna kapılmışlardı. ALLAH’a teslim olup, tefekkür etmekten başka bir
şeyleri kalmadı. İçlerindeki sevgi ve heyecan coşup taşmaktaydı.
İşte
orada baban ve annen birisi seni birisi Hz. Musa’yı temsil ediyordu.
Bohçanıza
bir azık koymuştunuz acıktığınız yerde çıkarıp yemek üzere, İki denizin
birleştiği yerde haber ver o balığı yiyelim dediniz. Ansızın balık da denize
kaçtı. O balık senin denize bırakılan çocukluğunu temsil ediyordu.
Hızır’ın Musa ile Buluşması ve Ziyaretin
Hayırlısı, Bir an Olanıdır demesi (Birinci Yolculuk)Hikmet ve Sırları
Hızır
Aleyhissselam gemi hadisesinin Bâtıni ilmi olarak Kelim’e buyurdu ki:
O
gemi senin çocukluğunda seni Kral’ın zulmünden korumak için Ailenin Allahuazimüşşan’dan
gelen ilhamla denize bıraktığı beşiğini temsil ediyordu, o zamana kadar dünya
üzerinde böyle bir beşik görülmemişti, duyulmamıştı ve yapılmamıştı. Bu beşik
sana yatak, yorgan ve dayanak idi. Benim de gemiye baltayla üç kere vurmam
senin beşiğine atılan üç taşı temsil ediyordu.
Musa ile Hızır’ın İkinci Yolculuğu Hikmet
ve Sırları
Kelim
bir gün sarayda saray erkânı ve Kral ile tartıştı. Bu nedenle de şehirde
dolaşmaya çıktı. Sarayda Kral’ın güçlü bir pehlivanı vardı.
Kelim
şehirde dolaşırken bu pehlivan ile karşılaştılar. Hz. Musa ile Pehlivan karşılaşınca
aralarında tartışma çıktı. Pehlivan Hz. Musa’nın inancına karşı koymak istedi.
Bunun üzerine Hz. Musa Pehlivana bir tokat vurdu. Pehlivan bu tokat ile yere
düştü ve öldü.
Bunun
üzerine Hz. Musa’ya: “Masum bir pehlivanı inleterek öldürdün; bu
zulüm nerde, ne vakit reva görülür ki?” Dediler.
Hızır
Aleyhisselam Kelim’e “Benim öldürdüğüm çocuk senin bir tokat ile
öldürdüğün saray pehlivanı idi” dedi.
Musa ile Hızır’ın Üçüncü Yolculuğu ve
Ayrılışı Hikmet ve Sırları
Hızır
Aleyhisselam ve Kelim çok acıkmışlardı. Köyde dolaştılar hiç kimse bir ihsanda
bulunmadı. Bunun üzerine yıkılmakta olan bir duvar gördüler. Hızır Aleyhisselam
Kelim’e bu duvarı düzeltelim dedi. Bu duvar üç yetim çocuğa aitti. Duvarın
altında çocukların hazinesi vardı. Çocukların büyüyüp o hazineyi almaları için
o duvarı düzeltti ve çocukların üzüntü ve kederini giderdi. Kelim, Hızır’ın
hiçbir ücret almadan bu duvarı neden yaptığını sordu. Bunun üzerine Hızır
Aleyhisselam:
“İki çoban kızın sürülerini sulayıp hizmet
ettiğin vakit sende ücret almamış, ALLAH’tan
alıyorum ücretimi demiştin. İşte bu duvar o hizmetindir. Ve burada arkadaşlığımız
bitti” dedi.
Şuayb
Aleyhisselam’ın kızları Harran ovasındaki Şuaybiye köyünde çok cömert ve
misafirperver bir yaşlı babalarının olduğunu söylediler, “Sizi oraya götürelim
ve tanıştıralım” buyurdular.
Kelim
ile Şuayb Aleyhisselam karşılaştılar. Kelim Şuayb Aleyhisselam’ın elini öptü,
oturdular, başından geçen hadiseleri anlattı. Bunun üzerine Şuayb Aleyhisselam,
Kelim’in kendileri ile kalmalarını ve kendisinin de böyle bir dosta ihtiyacı olduğunu
söyledi. Kelim’in yedi yıl boyunca burada kaldığı rivayet edilir.
Şuayb
Aleyhisselam bir gün Kelim’i yanına çağırarak, Kelim’den yedi sene boyunca
çobanlık yapmasını teklifte bulundu. Ancak Şuayb Aleyhisselam bu hizmetin
ücretini de belirlemeyi istedi ve yedi sene boyunca çobanlık ücreti olarak
koyunların yavrulaması durumunda bir sene erkek yavruların diğer sene dişi
yavruların Kelim’in olacağını söyledi.
Yedi
sene sonra Şuayb Aleyhisselam Kelim’i kızlarından biri ile evlendirdi.
Kendisine düşen sürüleri ve Hanımını yanına katarak Mısır’a gönderdi. Şuayb
Aleyhisselam peygamberlik asasını da Kelim’e vererek Mısır’da halkını irşad
etmesini söyledi.
Aylarca
süren yolculuktan sonra Tur-i Sina’ya kadar geldiler. Kelim’in hanımı hamile
olduğu için doğum sancıları başlamıştı. Bu hadise olduğunda soğuk bir gece idi.
Kelim uzaktan bir ateş gördü. Hanımına yarar sağlayacağı umudu ile ateşten
almak maksadı ile koşarak gitti.
O
ateş ki Allah’ın nurunun Aşk ateşi imiş. Kelim biraz yaklaşınca bayıldı ve yere
düştü.
Sonra
kendine gelince sürülerini ve hanımını alarak Mısır’a doğru gitti. Kavmine
ulaştı. Burada Kral ile aralarında uzun tartışmalar çıktı. İkisi de karar
verdiler Kızıl Deniz Kelim ve kavmine tünel gibi açılarak yol oldu. Aynı deniz
Kral ve kavminin denizde boğularak helak olmasına sebep oldu. Kelim’in
çocukluğu denizde başladı, Nebiliği denizde kemale erdi. Hızır ile de denizde
buluştu. İlmi de denizde kemale erdi.
[1] Nevşehir Derinkuyu’dayken, İlkokul çağlarında kapı
komşumuz Bektaşi Şeyhi Demirci Ali Haydar Baba’nın dergâhı vardı. Amcam da
demirci ustası ve aynı zamanda güzel bağlama çalardı. Efendi’nin de ahbabıydı.
Bektaşi dergâhlarında muhakkak bağlama bulunurdu. Halkın ahvalini anlatan
deyişler olurdu. Ayrıca Haydar Baba’ya yolda kalmışlar, arabacı ve kamyoncular,
otobüsçüler müşküllerinin hallolması için gelirlerdi. O çok yardımsever
birisiydi. Muhabbetimiz olduğu için çocukken dedeme büyüyünce Bektaşi olacağımı
söylüyordum. Dedem ise bana: “Bektaşilikte 80 rekat gece namazı vardır, ağır
gelir, sen rızkını başka kapıda ara, Hacı Bektaşi Veli Efendimiz kumu un
yapardı, öyle büyük ve yüce bir Veli idi.” derdi. Daha sonra İstanbul’a gelince
İskenderpaşa’da Nakşî Şeyhi Mehmet Zahid Koktu Rahmetullahi Aleyh hazretlerinin
sohbetlerinden 18 ay müstevhid olduk. 1972’den sonra Muzaffer Aşki el-Halvetî
el-Cerrahî el-Mevlevî Rahmetullahi Aleyh hazretlerine davet buyrulduk.
[2] Zariyat Suresi, Ayet 56
[3] Keşfü’l-Hafa:1/244
[4] (Maide 5-3)
[5] Buhari,Mezalim,16; Müslim, Akziye, 13; Ebu Davud,
Edeb, 5.
6 Buhari, Müslim, Tirmizi rivayet etmiştir.
[6] Yunus Sûresi, Ayet 62
[7] Ahzab Suresi, 56. Ayet
[8] Enbiya Suresi, 107. ayet
[9] Maide
süresi, ayet: 15
[10] Maide Suresi, Ayet 15
[11] Enbiya Suresi, Ayet 107
[12] Kalem Suresi, Ayet 4
[13] Kalem suresi, Ayet 1
[14] Necm Suresi Ayet 9 – Hz. Peygamber’e gelen Cebrail
Aleyhisselam’ın gökte birbirine yaklaşmasını Kaabe Kavseyn (iki yay ucu)
mesafesi olarak bildirilen ayet-i kemredeki iki kelimedir.
[15] Necm Suresi Ayet 9
[16] İhya, C.1, Bedir Baskısı
[17] Al-i İmran Suresi; Ayet 81
[18] Enfal Suresi; Ayet 64
[19] El-Araf Suresi Ayet 180
[20] Bakara152
[21] El-Burhanü’l Müeyyed, Sayfa 37-38 ve bu eserin
tercümesi, Sayfa 51; İstanbul; 1303.
[22] Araf Suresi, 143
[23] Enfal Suresi; Ayet 64
[24] İbn Tahir el-Makdisi, es-sema, ibn Hacer, Lisanü’l Mizan:4/270;
Zehebi, Mizanü’l-İ’tidal:3/164,Sühreverdi.; Avariü’l- Maarif: Bab 25
[25] Gazali, İhyau Ulumi’d-din:2/675
[26] Aşk Yolu Vuslat Tariki, El-Hac Muzaffer Ozak, Kalem
Yay. S.120-122
[27] Sühreverdi, Avariül-Maari: Bab 22
[28] Âl-i İmran Suresi, Ayet 191
[29] Araf 172
[30] Zümer Sûresi, Ayet 75
[31] Serrac, 372
[32] Serrac, 373
[33] Ali İmran 191
[34] Serrac, 344
[35] Serrac, 340
[36] Serme, 240; Kuşey-ri, 657
[37] Serac 340, Kuşeyri, 643
[38] Serrac, 375
[39] Serrac, 375
[40] Hac Suresi, Ayet 35
[41] Serrac, 376
[42] Serrac, 376
[43] Serrac,377
[44] Serrac, 378
[45] Serrac, 381
[46] Araf 172
[47] Tahirül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, C.1, Kitap 4, Sf.
986
[48] Kelabazi, 161
[49] Serrac, 243; Kuşeyri, 645
[50] Kelabazi, 160
[51] Araf suresi, Ayet 172
[52] Kuşeyri, 643
[53] Araf Suresi, Ayet 172
[54] Taarruf, 161
[55] Mesnevi, Veled İzbudak
[56] Mesnevi, İzbudak çev. C.3, sayfa 190-191
[57] Garip Hafız, Sayfa 83
[58] Serrac, 342
[59] Kuşeyri, 646
[60] Kuşeyri, 656
[61] Kuşeyri, 655
[62] Kuşeyri, 655
[63] Kuşeyri, 646
[64] İsra Suresi, Ayet 44
[65] Hadid Suresi, Ayet 1
[66] Ibn Cevzi, S. 214-56
[67] Bakara Suresi, Ayet 385
[68] Enfal 8/21
[69] Ragib. 242
[70] Gazali, el-Maksadu’l-Esna
Kahire. 1322. S. 61
[71] Uludağ S. 63-118
[72] Luma’, 352-369
[73] Serrac, 342
[74] Kehf Suresi, Ayet 60 - 80
[75] Keh Suresi, Ayet 60
[76] Keh Suresi, Ayet 61
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar