Print Friendly and PDF

SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 1

Bunlarada Bakarsınız


 

MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,  SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI  SEMA HZ.MEVLANA’NIN  KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN   SEMA OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI  

DEVAM EDEN  SEMA OKULU

Hazırlayan: Yakup Baba (Koyuncu)

 

SEMA

TAKDİM

SİZE OLAN MESAJIMIZ

ÖNSÖZ 

TASAVVUF NEDİR? SUFİ KİMDİR?    

BİRİNCİ BÖLÜM

1—YARATILAN İLK NUR,  SEMA’NIN TARİHÇESİ MELEKLERİN PEYGAMBERLERİN SUFİLERİN HAYATTA DENGE SANATI: SEMA

2—İLK NUR KALEM VE KADERİN HİKMET VE SIRLARI

3—HARREREHU EL- FAKİR ALİ CEMALİ AFA-ANH (DEVRAN VE SEMA)

4—DEVRAN VE SEMADAKİ HİKMET VE SIRLAR

5—ULEMAY-I AMİLİYN İLE ŞEYH-ÜL-İSLAMLARIN DEVRAN-I SOFİYYE HAKKINDA VERDİKLERİ BAZI FETVA ÖRNEKLERİ:

6—İLK SUFİLERE GÖRE SEMA’IN DİNÎ HÜKMÜ HİKMET VE SIRLA

7—SEMA’DAKİ ve DEVRAN’DAKİ VECD VE HİKMET SIRLARI

8—SEMA / MUSİKİ RUHUN GIDASIDIR HİKMET VE SIRLARI

9—SEMA VE ELEST BEZMİNDEKİ İLAHİ HİTAB HİKMET VE SIRLARI

10—SEMA, MUSİKİ ve DEVRAN MÜMİNİN İMANINI, MÜNKİRİN İNKÂRINI ARTIRIR HİKMET VE SIRLARI

11—SÜFİ MUHAYYİLE VE SEMANIN HİKMET VE SIRLARI

12—İLK SUFİLERDE SEMA HİKMET VE SIRLARI

13—PEYGAMBERLERE VE ERENLERE NEFİS VE BEDEN EHLİ DÜŞMANDIR; ÇÜNKÜ ONLAR, PEYGAMBERLERİN, ERENLERİN CİNSİNDEN DEĞİLDİR; İKİ ZIT BİRLEŞMEZ.

14—SULTAN VELED BABASI HÜDAVENDİGAR İLE HZ. ŞEMS’İN KARŞILAŞMASINI HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm)’NIN KURAN’DAKİ BULUŞMASINA YORUMLUYOR

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Sallû âlâ seyyidinâ Muhammed

Sallû âlâ mürşidinâ Muhammed

Sallû âlâ şems-id-duhâ Muhammed

Sallû âlâ bedr-id-dücâ Muhammed

Sallû âlâ nûr-il-Hudâ Muhammed

Bütün Hamdü senalar ALLAH Celle-celale mahsustur.

Selatü selam, tazimatü tekrimat hakkın sevgili habibi ve resulu, bütün Peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed’e ve onun âline ve evladına ve ezvacına ve ahbabına ve ashabına ve ensarına olsun.

 El-evvelü ALLAH.. El-âhirü ALLAH.. Ez-zâhirü ALLAH.. El-Bâ-tinü ALLAH, Hayrihi ve şerrihi minallah.. Men kâne fi kalbihi ALLAH.. Fe-mu’inuhu ve nasıruhu fid-dâreyni ALLAH.

Rabbişrahli sadri ve yessirli emri vahlül ukdeten min lisânı yefkahu kavli ve ufevvidü emri illallahu Vallahu basiyrün bil’ibâd. Sübhaneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente’l âlim-ül hâkim.. Sübhaneke lâ fehme lenâ illâ mâ fehhemtenâ inneke ente’l cevvâdü’l-kerim.

MÜNACAAT ve DUA

Dua, Allah’ın yüceliği karşısında, kulun aczini itiraf etmesi, Yaratıcıdan lütuf ve yardım dilemesi demektir. Duada amaç, kişinin durumunu Allah’a arz ederek niyazda bulunmasıdır.

Allah ile inanan kişi arasında vasıtasız bir iletişim aracı olan duanın temelinde O’na iman ve güven vardır.

Dua âciz olan insan ile Kadîr olan Allah arasında âdeta bir köprü vazifesi görür. Bu anlamda dua, kulun, Rabbine en kısa yoldan ulaşma tarzıdır.

Namaz duanın bedeni hareket haline dönüşü demektir. Namaz’da bütün ibadetler mevcuttur.

SEMA da bir duadır ve kulu Rabbi’ne yaklaştırır. Semazenin rabbine karşı boynu bükük öksüz haliyle ellerini açarak “Hak’tan alıp halka saçması” da dua makamındaki görülmeye değer bir haldir.

Ya Rabbi! Kur’an ve kendisine Kur’an indirilen zat hakkı için kalplerimizi Kur’an nuruyla aydınlatan;

Kur’anı her hastalığa karşı bize şifa, hayatımızda ve ölümümüzden sonra bize Candaş yap. Onu bizim için dünyada arkadaş, kabirde Candaş, kıyamette şefaatçi, sırat köprüsünde nur, cehenneme karşı perde ve örtü, cennete girmek için arkadaş ve bütün hayırlı işlere ulaşmak için önder ve rehber kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin, ihsanın ve rahmetinle ihsan eyle.

Salât-ü selam, tahiyyat ü ikram, her türlü ihtiram ona, onun âline, ahbabına, ehl-i beytine, annelerimize, cemi resullerin ve enbiyaların ashaparının pak ruhlarına, tüm evliyaların ve rical ehlinin ve Hz. Abdulkadir Geylani (k.s), Hz. Ahmet er-rufai (k.s.), Hz. Ahmet El-Bedevi (k.s), Hz. İbrahim Dussuki (k.s.), Hz. Behaeddin Nakşibendî (k.s), Hz. Mevlana (k.s), Hz. Şems-i Tebrizi (k.s.), Selehadin Zerkubi (k.s), Hüsameddin Çelebi (k.s), Sultan Veled (k.s.),Ulu Arif Çelebi, diğer Çelebiyan, Ateşbazı Veli (k.s), Sultan Mehmet Divani ve Şahidi (k.s), Hz. Nureddin-i Cerrahi (k.s.), İbrahim Şevkiyyül Fahreddin Efendi, Muzaffer Aşki, Selman Dede Efendi, Celaleddin Çelebi Efendi ve Safer Efendi Hazretlerinin, Samiül Mevlevi muhibbi olanlara ve bu duanın şamil olduğu bütün ümmet-i Muhammed’in yakınlarımıza ve kendi ruhumuza Allahümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ve sellim ecmain.

Ya Rabbel Beyt Bu ayetlerin sözlerin ve esmaların yüzü suyu hürmetine kazandırıcı bir güç ikram eyle, bizlere bereketli bol rızıklar, huzurlu yürekler, aydınlanmış kabirler, kolay verilen hesap ve büyük ecirler ikram eyle ya Rabbi! Ukdemizde bulunan beşeri zafiyetlerimiz, zulmetlerimiz çözülsün, dertlerimiz yok olsun, gönüllerimiz ferah olsun! Ayrıca dünyada ve ahiretteki meselelerimiz kolaylıkla çözülsün ya Rabbi!

Ta-Ha ve Ya-Sin Vel Kur’an-ül Hâkim el-Fatiha. ÂMİN

TAKDİM

1968 yılında başlayarak 40 yıllık bir sufinin not defterinden:

Sufilik geleneğinin öğretisi üzerine müstevhid olduğum sohbetler, aydınlandığımız eserler, Kur’an ve Hadis ışığında, şahsi araştırmalarım ve 40 yıllık bir dervişin not defterinden böyle bir eserin hazırlanması büyüklerin de himmetiyle zuhur etmiştir.

30 Nisan 1946’da cismimiz Dünya’ya getirildi. [1]19 Nisan 1974’te ise Mürşid-i Azizimiz Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh, manevi doğuşumuzu tasdik buyurararak, “Sizi bize Ahmed ism-i şerifi hürmetine gönderdiler.” dediler. Tasavvuf neşesi içerisinde o andaki aşkımızın, şevkimizin ziyade olması, “birine ikrar binine hizmet gayesi” devam ederken 1976 yılında Celalettin Bakır Çelebi Efendi (21 nci kuşaktan Hz. Mevlana’nın torunu), Muzaffer Aşki Rahmetullahi aleyh Hazretlerinin kütüphanesine gelerek hal hatır sorduktan sonra:

 Semazen yetiştirecek dedemiz kalmadı, gençlerden de pek talep yok, şu anda bu işi bilen yetişmiş bir tek Ahmet Bican Dede var. Efendim, görülüyor ki sizin imkânlarınız müsait, burada malumunuz zaman, mekân, imkân ve ihvan olursa bu işler olmaktadır. Bunlar sizde mevcut görünmektedir. Siz gençlerden birkaç kişiyi Ahmet Bican Dede’ye gönderiniz bu meydanlar boş kalmasın” diyerek talepte bulundular.

Muzaffer Aşki’de bizleri toplayıp 12 kişi olarak hazrete gönderdi. Ahmet Bican Dede, Selman Dede ile birlikte Küçükyalı’daki devlethanesindelerdi. Görüşüldü. Teknik nedenlerle çalışmaya başlama imkânı oluşmadı. Belki biz o gün için hazır değildik.

O sırada mana âleminde fakir’e Hz. Mevlana (k.s) tarafından Nil Nehri boyunda iki defa SEMA meşki yaptırıldı. Bu SEMA meşki çok aşklı ve şevkli bir meşk oldu. Ayrıca Esması da ihsan buyuruldu.

Bu manayı Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerine arz ettik. Kendileri;

Tebrik ederim. Çelebi Efendi bize böyle bir teklifte bulunmuştu. Hz. Pir manevi zuhurat ile size ihsanda bulunmuş. Hz. Pir’in verdiği esmaya biz de üç esma ilave edelim ve tamamlayalım

Buyurdu. Ondan sonra bazı zevat tarafından SEMA meşkimiz izlendi. Tebrik edildik.          İlk Sikke-i Şerifi Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh hazretlerinden almak nasib oldu.

1980’de Amcazade dergâhında gençlere SEMA çalıştırılıyordu. Akşam sahaflara Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerine uğradığımda “Amcazade’ye uğradınız mı, orada birileri SEMA meşki yaptırıyormuş” diye buyurdular. Biz de “imkânlarımız olmadı, gidemedik Efendim” şeklinde cevabda bulunduk. Kendileri biraz da celalli bir şekilde “Hz. Pirimin meydanlarında naehil insanların böyle bir şey yapmaya hakkı yok buyurdular. “Siz müdahale yapmaz iseniz ben müdahale yapmasını bilirim. Akşam, Tuğrul’u çağırın bana bu işin hal olması lazım.” buyurdular.

O sıralar Günaydın gazetesinde Bektaşilik ile ilgili bir yazı çıkıyordu. Bu yazılar biraz da gelişi güzel yazıldığı için Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretleri biraz içerlemişti. O arada Şeyhül Muharrir Burhan Felek Bey Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinin Sahaflardaki kütüphanesine ziyarete gelmişti. Muzaffer Aşki Hazretleri : “Burhancığım sorumsuzca Hacı Bektaşi Veli Hünkâr Efendimiz hakkında cemiyet ve gençliğe yanlış bilgiler verilmektedir. Bu işin vebali bulunmaktadır, Hacı Bektaşi Veli Hünkâr Efendimizin Ruhaniyetini darıltmayalım. Bu işin sonu acı olur. Bu işe müdahele etmeniz icab eder. Naehil insanların yüce veliler hakkında gelişigüzel yazı yazmaları doğru değildir.” buyurdular.

Şeyh-ül Muharrir Burhan Felek: “Bir haftaya kadar hallederiz Efendi Hazretleri dediler ve hakikaten de bir hafta sonra bu yazı yayından kalktı.  Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretleri böyle bir Kutbul İrşad idi. Bu yolda yanlış yapanlara taviz vermezdi.

 Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretleri, Hz. Mevlana’nın öğretisi üzerine 1981 senesinde Dergâh’ta SEMA çalıştırmak için Fakir’e görev verdi. Duanız bereketiyle, gücümüz nispetinde İnşallah yaparız dedik. Hamd olsun başladık.

Aşki Hazretleri daha güzel yetişmemiz için bazı çeşitli meşayihlerle görüşmemizi sağlardı. Bir keresinde Tire Mevlevihanesi Şeyhi Hayrullah Efendi’nin halifesi Mehmet Efendi ile görüşmemizi sağlamıştı. Efendi Hazretleri Şeyh Murtaza efendiye hizmet etmemi, Böylelikle O’nun sohbetinden istifade edeceğimi buyurdular.

Şeyh Murtaza Efendi Melami meşrepti. Kendi cemaatine sohbet ederken “Fesubhanallah, görüyor musunuz? Allah, Evliyasını sigara dumanının arkasına gizlemiş buyurarak Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerini işaret ederlerdi.

Sohbet şeyhim Murtaza Efendi Rahmetullahi Aleyh’in vefatının üçüncü yılında (1982) Ramazan Bayramının üçüncü günü Şehitlikte kabrini ziyarete gitmiştim, o esnada Pir Sultan Abdülkadir Efendimizin türbedarı, Osmanlı paşası 18 kişilik cemaatiyle Bağdat’tan hazretin kabr-i şerifini ziyarete gelmişlerdi, kabir başında buluştuk. Daha sonra aynı zevatla Erenköy Bağdat caddesindeki bir eve gittik. Türbedar Hazretleri sohbet şeyhim ile ilgili pek çok menkıbeler anlattı. Aralarında müthiş olayların geçtiğini söyledi.   

1982 senesinde Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretleri Amerika seyehatinden döndükten sonra Amerika’daki seyehati ile ilgili olarak kendisine:

Sultanım seyehatiniz inşallah iyi geçmiştir” diye arz ettim. Kendileri:

Gayet güzeldi, nereye gidersek gidelim, dünyada Hz. Mevlana’nın atı oynuyor.” buyurdular.

Konya’daki Şeb-i Arus törenlerine ekseriyet iştirak ederdi. Birgün orada konuşmacıları dinlerken bazı konuşmacıların ve yazarların Hz. Mevlana’yı Rasulullah’ın önündeymiş gibi gösterdiklerini görünce “Eyvah, Hz. Mevlana’yı bu halleriyle çok üzüyorlar, dedi. Bu kitaba “Yaratılan İlk Nur” diye başlamamız belki buradan zuhur etmesi sebebiyledir.

O sıralarda SEMA’dan da sohbet açtılar. Boston üniversitesinde bir gecede ‘Aşk yolu vuslat Tariki’ isimli bir eser yazdıklarını buyurdular. O kitapta SEMA’dan da bahsettiklerini buyurdular. Aranınca bulunabilecek bir SEMA kitabının da olmadığını vurguladı. Fakir hayıflandım. O günden beri böyle bir SEMA kitabını niyaz ettim. İnşallah Mürşid-i Azizimin de arzusuna uygun bir SEMA kitabının zuhuratını ihsan edecekler. Kanaatimizce iyi bir meteryal hazırladık inşallah. Daha güzelini hazırlayanlar da çıkar inşallah.

 Muzaffer Aşki rahmetullahialeyh âlem-i cemale göçmeden birgün önce 1985 Şubat’ın 12’sinde fakire “Bu akşam dergâhta sema meşki yaptıracaksın, semazenleri izleyeceğim” buyurdu. Meydanın kapısına geldi. Semayı sonuna kadar ayakta izledi. “Bu iş de oldu Elhamdülillah” dedi. Fakir de her semaya çıkışında onun kapıda bizi izlediğini hissediyoruz Elhamdülillah.

Sefer Efendi (RA) yetiştidiğiniz Semazenler ile ilgili Muzaffer Efendi’yle ne görüştünüz, diye sordu. Muzaffer Efendi’nin Fakir’e siz Semazenleri yetiştirin biz de Çelebi Efendi ve Selman Dede’yi davet ederiz, Mevlevî kıyafetlerini onlar tevdi eder dediğini kendilerine söyleyince, Sefer Efendi (RA) o zaman biz de aynı yolu takib edelim buyurdu. 28 Ekim 1985 tarihinde Selman Dede tarafından Semazenbaşı sikkesi Fakir’e ihsan edildi. Fakirin dışın 38 kişiye de SEMA sikkesi tekbirlendi. Ondan sonra da Selman Dede Fakir’e sikke tekbirleme yetkisi verdi.

1988 yılında Sefer Efendi (RA) maiyetinde kalabalık bir grup ile Hicaz seferine çıktık. İlk önce Mekke-i Mükerreme’ye geldik. Bir hafta sonra da Medine-i Münevvere’ye geldik ve otele yerleştik.

Ravzayı Mutahhara’ya toplu ziyarete gideceğimizi biliyordum ancak resepsiyona indiğimde fakirden başka kimsenin olmadığını gördüm. Tüm arkadaşlar yürümüşler. Vardık Ravza’ya, ancak o zaman her taraf inşaat halinde ve genişletme çalışmaları var. Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinin tembihatı vardı ki, “Ravzayı Mutahharaya girerken Babüs-selam kapısından giriniz.buyurmuştu. Hamd olsun kapıyı bulduk oradan içeri girdik.

İkindi yaklaşmış, öğlen namazı geçmek üzere idi. Müezzin mahfilinin bulunduğu yerde Öğlen namazının farzını eda ediyordum. Namaz ikmal oldu; sağa selam verdim, sola selam vereceğim anda bir zat zuhur etti. Bu zat pehlivan yapılı, geniş omuzlu, gözleri alev alev yanıyor, her hali ile de bir manevi güce sahip olduğu belirgin idi. Elinde ise asası vardı. “Şeyhim burada bir SEMA aşkedebilir miyiz, destur var mı? diye Fakir’e niyazda bulundu. “Estağfirullah Efendim, dememe rağmen tekrar destur istedi. Eyvallah, demem ile birlikte asasını kenara koydu ve SEMA yapmaya başladı. Orada bulunan askerler de Ravzay-ı Mutahharadaki Cennet Bahçesine yakın ikinci mihrabın önünde olan bu meşki izlediler.

Sonra kalktık, gayet hoş bir musafaha yaptık, çok eski iki dost gibi birbirimize sarıldık, kucaklaştık. Kendileri Şamlı olduklarını ‘Sami-ül Mevlevi’ diye anıldıklarını, aynı zamanda Şam’daki Mescid-ül Kebir’de müderrislik yaptığını söyledi. Yanımda olan bazı arkadaşlar da o sırada musafaha yaptılar. Hazret, “İnşallah burada tekrar görüşelim” buyurdu. Kendilerine tekrar nerede buluşabileceğimizi sorduğumda, kendileri Huzur’u Nebi’de Cennet Bahçesinin civarında yedinci kürsüde, sabah namazından sonra işrak vaktine kadar vaizlik yaptığını söyledi. Ziyaretimizi yaptık ayrıldık. Akşam otele geldiğimizde Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh;

Ya hu bu kadar derviş Mekke’den Medine-i Münevvere’ye geldik aranızda hiç fevkalade bir hal ile karşılaşan olmadı mı buyurdular.

O sırada Hamdi Bey, Sakıp Hoca ve Sabri Bey “Efendi Hazretleri Yakup Oğlunuz çok değişik bir zat ile karşılaşmış Ravza’nın içerisinde SEMA meşki yapmışlar” dediklerinde Efendi Hazretleri fakiri çağırdı.

Evladım bu sufî geleneğinde çok önemli bir hadise çünkü Huzur-u Nebî’de zuhur etti, Ravza-i Mutaharra’da Mevlid-i Şerif bile okutmuyorlar, neden anlatmıyorsun, anlat bakalım ne oldu nasıl oldu bir dinleyelim” buyurdular. Aynen arz ettik. Kendileri “Bu zatı ben de görmek isterim” buyurdular.

Ertesi gün Sefer Efendim sabah namazına erken çıkmış, tarif etmiş olduğum Zatı bulmuş, kürsüden sohbetini dinlemiş. Kendileri yine ertesi gün “Tebrik ederim, çok büyük bir zat, inşallah bu zatın ilminden istifade edersiniz   ve bunun üzerine “Size bir hikâye anlatayım cemaat” buyurdular:

Osmanlı zamanında Medine-i Münevvere’nin valisi olan zat, Harem-i Şerif Ağasına soruyor: “Huzur-u Nebi’de hiçbir fevkalade hal görmedin mi?” Harem-i Şerif Ağası Beşir ağada aşağıdaki hikâyeyi arz ediyor.

“Harem-i Şerif Ağası Beşir ağa, Ramazan-ı Şerif içerisinde Muhacene penceresinden bir zatı görmüş, Beşir ağa bu zata ‘Efendim siz galiba misafirsiniz iftarı birlikte yapalım, iftar soframıza buyurun’  deyince diğer zat “Ben buraya Huzur-u Rasulullah’a bir hadis öğrenmek için geldim. Şimdi öğrendim hamdolsun, bilgiyi aldım. İftar edelim ama benim teravih namazında köstence’de olmam lazım.’  Bunun üzerine konuyu dinleyen Vali Bey Harem Ağası’na “siz öyle manevi büyük bir zatı görmüşsünüz, bizde Elhamdülillah O zatı gören gözü gördük” buyurmuşlar.

Zira O zat o zaman Köstence müftüsü imiş. Bu zat Hz. Pir Muhammed Nureddin-i Cerrahi Hazretlerinin Şeyhi Ali Alâeddin Köstenceli Efendimiz imiş.

Sefer Efendi bu hikâyeyi anlattıktan sonra “Yakup efendi bu meseleler çok önemli meseleler bunları hafife alma. Şimdiye kadar yaptığınız SEMA çalışmalarının Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) tarafından tasdik edildiğinin işaretidir. Ben de böyle bir manevi işaret bekliyordum, Celaleddin Çelebi Efendi Hazretleri Ahmet’le destarlı sikke gönderdi. İstanbul’a vardığımızda hatırlatın bu sikke size aittir.” Buyurdular.

 Ertesi gün Sami-ül Mevlevi hazretleri bütün Dervişler yesin diye otele balık pişirip göndermiş, çeşitli meyveler ihsanda bulunmuş. Hazret ile bu olaydan sonra üç yıl Ravza-i mutahhara’da karşılaştık. Beyazıt Camii imam hatibi Niyazi Baysal Hocaefendi de kendilerinin talebesi imiş ve dört yıl Şam’da kendilerinden ilim tahsil etmiş. Bize yolun şeceresi ile ilgili imzalı bir silsilename verdiler. Selman Dede Rahmetullahi Aleyh hazretleri konuyu duymuş İstanbul’a gelince geldi yazıyı gördü ve bu zat bizim yolumuzdan, diye bildirerek bizi tebrik etti.

Onu mutakip mevzuyle ilgili Celaleddin bakır çelebi ile görüştük, Çelebi Efendi duygulandı başladı ağlamaya, çünkü Ehli beyti Rasulullah âşık’ı “Umre’ye gidip Şebeke-i Rasulullah’a yüz süreceğim inşallah” diye buyurdular.

Medine-i Münevvere’den İstanbul’a geldik, Çelebi Efendi Hazretleri, Sefer Efendi Hz.Piranı evliyaullahın himmetleri üzerine sade bir merasimle sikke-i şerifi fakire tekbirlediler.

“Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin feyz-i âlileri müzdad ola, hizmetleri mübarek ola, dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi, kerem-i İmam Ali, gülbang-ı Muhammedî, hû….

1992 senesine kadar Hz. Mevlâna’nın öğretisi üzerine 118 Semazen yetiştirmek nasib oldu. 100 kişi vatandaşımız, 18 kişi ise yabancı ülkelerden idi.

21. Kuşaktan Celaleddin Bakır Çelebi Efendi hazretleri ile görüştük “Cumhuriyet tarihinde en çok Semazen yetiştiren kimse oldunuz tebrik ediyoruz. İstanbul’da da bir Semazen grubu kuruldu, Konya da bu hususta rahatladı buyurdular.

1994 yılında Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh Fakir’i çağırdı ve buyurdular ki “Çelebi Efendi’nin Bizden bir arzuları var, Hz. Pir Mevlana’nın adına İstanbul’daki bir dergâhının her hafta belirli günlerde açık olmasını isterler. Size Galata Mevlevihanesini alalım, siz orada çalışmanızı devam ettirin. SEMA ile ilgili sohbet yapabilecek, orada idare sağlayacak, gelen misafirlerin ve yabancıların sorularına cevab verecek birinin olmasını istiyorlar. Biz de sizin bu görevi yapabileceğinizi düşünerek bu görevi size tevdi ediyoruz.” Buyurdular.

Buna karşılık fakir: “Sultanım, bu dergâhta sizlerin himmetleri ile çalışıyoruz. Epey zorlanıyoruz. Oranın işi fakir’e ayrı bir külfet getirir. Malumunuz adam yetiştirmek kolay değildir. Eğer müsaade ederseniz hizmetimize burada devam etmenin daha uygun olduğunu düşünüyorum” dedim. Bunun üzerine Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh:

 Siz bilirsiniz, değişik düşünürsen bana haber verebilirsin” buyurdular.

Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh Mevlevilik ile ilgili daha geniş bilgiye sahip olmam için bazı zevat ile görüşmemi sağladı.

Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh “Diğer dinleri Yahudi ve hıristiyanlar tahrip ettiler. İslam’ı da maddeci bir din haline getirmeye çalışıyorlar. ALLAH akıl fikir versin” buyurdu.

Şu anda Elhamdülillah 140 Semazen yetiştirmek nasib oldu. Son 5–6 yıldan beri 200 civarında kişiye ALLAH hidayet verdi; bizi de İslam ile müşerref olmalarına vasıta kıldı. Dünyanın hemen her tarafında yetiştirdiğimiz Semazenler bulunmaktadır. Ecel aman verdiği müddetçe hizmete devam edeceğiz inşaallah.

Bu yolda bir şey istenmez, ikram olunursa da reddedilmez. Bizler bu manevi sahaya bir mevki talebiyle gelmedik, ikramı da reddetmedik. Ama görüyoruz ki bazıları, cemaatler içerisinde ‘bu işin en iyisi benim’ düşüncesiyle veya ‘ben daha bilgiliyim’ diyerek, yalnızca kendini layık görerek talep ediyor. Böylece tevhid akidesini bozuyorlar. Onların namına üzülüyoruz. Allah sizi ödüllendirsin. Himmet Evliyadan, dua cemaatten olursa yol inkisara uğramaz.

Halkın nazarında nice şişirilmiş şaşalı, debdebeli, kendisine saygı gösterilmesini bekleyen insanlar vardır ki, onların Hak nezdinde sinek kanadı kadar dahi kıymetleri yoktur. Aksine Hadis-i Şerîfin ifadesi ile nice saçı başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimselerin Allah indinde öyle duaları vardır ki bir anda havanın rengi bile değişir, aynı şekilde herhangi bir hususla alakalı Allah’a yemin etseler Allah Onları yeminlerinde de yalancı çıkarmaz. İşte asıl talihliler dışıyla yücelten, içiyle yüce, girdap gibi muamma olan bu Müberra (temiz, pak) gönüllülerdir.

“Harabât ehline hor bakma Zakir, Defineye Malik viraneler var.”

Gönüller Sultanı Hz. Mevlana buyuruyor ki; “Niceleri vardır, bir kapının kapanışına bakmaktan, açılan kapıları göremezler.

Meyveli ağaç taşlanır, meyveli ağaç nasıl ki başına yağacak taşlara hazırlıklı olmalıysa kâmil müminler de cahil ve kaba insanlardan gelebilecek eziyetlere hazır olmalıdırlar. Hak rızası için insanların eza ve cefaına katlanmak da yüksek bir iman şuurudur.”

1930 Şubatında bir gün Beyazıt camiinde Topkapı mevlevihanesi şeyhi Baki efendiye tesadüf eden Kenan rufainin ayaküstü divan-ı makamında sohbet ederken; Baki efendi sözü elden giden şeyhliginin teşürüne intikab edip yarıgülünç yarı acıklı bulduğu vaziyeti şöyle nazm eder:

Bir zamanlar nây-i MEVLÂNA ile demsâz idik.

Şimdi olduk Maşaallah bir düdük

der, ve şu cevabı alır;

Niçin düdük olalım? Neysek yine, o’yuz, erenler! Evvelce zahir tekkesinde demsaz idik; şimdi kalp tekkesinde dilsazız. Allah böyle istemiş, böyle yapmış. Mademki ondan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir sebep yok ki; şimdi ten tekke oldu; gönül de makam;  yine kalbler cemal nurile dolu.

-              BAKİ efendi çok edip bir zattı.

Ülkemizden ve yabancı ülkelerden gezgin yazarlar tarafından her yıl Şeb-i Arus törenleri münasebetiyle Hz. Mevlana ve Sema hakkında kitap ve makaleler yazılmaya devam edilmektedir. Hazırlayanlardan ALLAH razı olsun. Ömürlerine, keselerine, hanelerine bereket diliyorum. Ahirete göçenlerin de ruhları şad olsun.  (H.Z) Mevlana’nın kurmuş olduğu devam eden sema okulunun eğitilir ve öğretilir uygulamalı şekillerle vermeye çalıştık.

Mevlevi SEMA’ının ilim, aşk ve edep manaları üzerinde durmak istiyoruz. Her şeyden önce Hz. Mevlana’nın SEMA’ı, âlemin fiziki yapısını dile getirir ve âlemin bir bütün şeklindeki fiziki yapısıyla, onun en küçük parçacıklarının toplandığı birim “atomların yapısı” civarında fark olmadığını ifade eder. Başka bir deyişle, bir atom neyse ve nasılsa âlem de odur. Âlem atomun aynısıdır. İşte Hz. Mevlana’nın SEMA’ı atomun ve âlemin yapısını aynı anda sembolleştirir. Mevlevi SEMA Güneşin, Ayın, yıldızların, galaksilerin ve Dünyanın Allah’ın kudretiyle kendi ekseni etrafında SEMA yaparak dönmesi gibidir. Hz. Mevlana bir VECD halinde âlemin ve atomun iç yüzünü keşfettikten sonra buna uygun olarak SEMA’a başlamış ve bu yapıyı da SEMA’ının şekli yapmıştır.

Allahüazimüşşan tarafından bazı işlerin zamanın vaktine rehin olduğu buyrulmakta. Vaktin zaman saatinin zili çaldı, biz de Allah Ya Hu dedik. Deste-i kudret-i rahmandan ve piraneevliyaullahtan destur aldık ve başladık. Allahazimüşanın vitrini mesabesinde olan semazenler rahmanî musikinin etkisine giren izliyicilerin dalga dalga bedenlerini sararak ruhlaştırır, İsmi celal nurunun sırrını cemal aynasından seyrettirirler. Semanın ruhuna uygun olarak orada bulunan herkes bir şeyler alır.

Bu eser ile ALLAH Rasulüne ve bu yolun sufilerine intisabın kolaylaşması için, azami derecede edebe riayet ederekten SEMA ve Devran’daki hikmet ve sırlar mümkün olduğu kadar anlaşılabilecek derecede gücümüz nispetinde hazırlamaya çalıştık. Meleklerin, Peygamberlerin, Sufilerin denge sanatı Hz Mevlana, Burhaneddin Tirmizi, Hz. Şems, Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi, Ateş Baz-ı Veli, Mehmed Divanî ve Şahidi’nin kurmuş oldukları SEMA okulu devam etmektedir. İrşad-ül SEMA kitabını Cd ve görüntülü olarak takdim ediyoruz.

 Bu kitabı hazırlamamıza vesile olan ve manevi desteklerini bizden esirgemeyen Hz. Muhammed Mevlana Celaleddin Rumi (k.s), Hz. Muhammed Nureddini Cerrahi (k.s), İbrahim Şevkiyyül Fahreddin Efendi Rahmetullahi Aleyh, Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh, Amil Çelebioğlu, Selman Dede, Celaleddin Bakır Çelebi Efendi, Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh ve bazı gönül erlerini Fatihalar ile yâd ediyoruz. Ayrıca her üç kitabı da hazırlarken mana âleminde öyle çok zevat-ı kiram yardımcı oldular ki, tarif etmesi çok güç, bu menkıbeleri de ayrıca ileride yazacağız. Himmetleri üzerimizde var olsun inşaallah. Bu eserin hazırlanmasında emeği geçenlerin hizmetlerinin sadaka-i cariye olarak kabul etmesini ALLAH’tan niyaz ediyoruz.

Hidayet Tevfik ALLAH’tan…

SİZE OLAN MESAJIMIZ

Yazmış olduğum bu mesajın satırları, size olan ihtiramı ve takdirlerimi taşımaktadır. Kalbimden kalbine gönderilen bir mesajdır bu, bu nurdan harfleri ruhuna gönderiyorum. O geniş kalbinle, derin ve içten duygularla mesajımızı okumanı rica ediyorum. Engin ve keskin görüşlü bir düşünür gözü ile okuyunuz. Bu mesajımı sana yazmaktaki tek gayem ALLAH’ın Rızası ve peygamberin muhabbetini, Pir’an-ı Evliyaullah’ın himmetini kazanmak; senin saadetini, sevgini ve kardeşliğini dilememdir. Bu Fakir’i tanımak istiyorsan bu eseri oku.

Sufi geleneğinin öğretisine göre El-Halvetiyyül Cerrahiyye ve El-Mevleviyye neşesini de bünyesinde kaynaştırıp bire ikrar bine hizmet ile bu yola aldılar, tasavvuf ilmiyle hamdolsun bu yolda hemdem olmuşuz. Eğer Hz. Mevlana ile ilgili, SEMA ile ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsan Hz Mevlana’nın Mesnevisi başta olmak üzere eserlerini, menakıp kitaplarını oku. SEMA’nın manasını anlamak istiyorsan İslam’ı anlamaya çalış. SEMA’nın hikmet ve sırlarını anlamak istiyorsan bu eseri oku. Tevhid ve adalet üzere olmamızı ALLAH Cümlemize nasib etsin.

                                        El-Hac Yakub Koyuncu

 

ÖNSÖZ

TASAVVUF NEDİR? SUFİ KİMDİR?

Tasavvuf ilmi fiil-i peygamberi olarak yaşanarak öğrenilir. Peygamberlerin yaşantıları bunun örneklerinden oluşmaktadır. Bir örneğini arz edecek olursak: Kıpti yahudiler çok küfürbazdı. Hz. Musa’ya küfrederlerdi. Allahüazimüşşan “Sövene dilsiz gerek” buyurdu. Hz. İsa Ruhullah’ı ise Kıpti Hıristiyanlar dövüyorlardı. Allahüazimüşşan “Dövene elsiz gerek” buyurdu. Peygamberimiz’e (SAV.)’de eza ve cefa ediliyordu. Allahüazimüşşan “Derviş gönülsüz gerek” buyurdu. İşte Yunus Emre de ilahisinde bunu böyle arz etmiştir.

Sövene dilsiz gerek

Dövene elsiz gerek

Derviş gönülsüz gerek

Sufi geleneğinde Tarif-i tarikat dörttür: Terk-i Edhem (k.s), Aşk-ı Mevlana Rumi (k.s), Zühd-ü Cüneyd (k.s), İrfan-ı Bayezıd-i Bestami (k.s).

Allahüazimüşşan insanları ve cinleri kulluk ve ibadet yapsın diye yarattığını buyuruyor.[2] İnsan yaratılış gayesini bilirse daha huzurlu olur. Tassavvuf ilminin de bir gayesi vardır ki onun gayesi de kâmil insan yetiştirmektir. Tasavvuf şeriat caddesinden ALLAH’a giden kısa yoldur. Tassavvuf nedir?

Bu sorunun cevabı öteden beri sorulup durur. Hiç gündemden düşmemiştir. Kıyamete kadar da düşmeyecektir. Çünkü tasavvuf insan terbiyesini hedef alan ve insanı gündemde tutan bir sistemdir. Dünyada insan bulunduğu sürece ve insan da güzel ahlakla mükellef olduğu müddetçe kulluğun gereğidir. Ve tasavvuf derviş ve sufilerin üzerinde hizmet görecektir. Bu yüzden tasavvuf din-i İslam’a hizmet içindir. Takva ve edebin temsilcisidir. Sevginin gül bahçesidir. Tasavvuf terbiyesi alanlar bunu çok iyi bilirler.

Ancak teorik olarak, tasavvufla ilgili değerlendirmelerde bazı kişilerin okuma hatalarına düştükleri açıkça görülmektedir. Bunun sonucu kişinin halinden belli oluyor.

Zira sufi, tecrübeyi temel bir özellik olarak kabul ediyor ve diyor ki Tasavvuf kal ilmi değil hal ilmidir. Bir kavli Muhammedi var: Kitabîdir. Eğri de olabilir doğru da olabilir. Bir de fiili Muhammedî var onda hiçbir şaşma olmaz. O bizzat yaşanır, icra edilir.

İnsanların büyük bir kısmı uygulama yerin tasavvuf hakkında konuşmayı ve dinlemeyi tercih ederler. Ancak uygulamaya geçmeden tasavvuf olmaz, sadece konuşup dinlenen tasavvuf içi boş sözlerden ibarettir. Tasavvuf tıpkı psikoterapi gibidir. Ancak gelenksel psikoterapinin hedefi nevrozlu kişilik özelliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin topluma adapte olmasına yardımcı olmaktır. Tasavvuf uygulamasının hedefleri ise negatif kişilik özelliklerini değiştirmek kalbi açmak ve içimizdeki derin irfanla temas kurarak Allahüazimüşşanla yakınlaşıp Allah’ın dostlarıyla dost olmaktır.

Mevlevilik, tıpkı diğer tarikatlerde olduğu gibi manevi bakımdan insanı ham bulunduğu bir noktada teslim alır. Onu muhtelif eğitim kademelerinden geçirerek, yaşadığı cemiyet içerisinde ve dünya üzerindeki vazife ve mesuliyetlerini öğretir.

Ona sabır, çalışkanlık, insan sevgisi ve engin müsamaha gibi günümüzde pek görülmeyen değerli hasletler aşılar. İnsanlara hizmetin büyük bir ibadet olduğu şuuruna erişmiş, mükemmel insan (insan-ı kâmil) yetiştirmek hedefini esas alır.

Bir gün, ‘kim halis niyetle ararsa, aradığını bulur!’ cümlesinden hareketle arayışa çıktık. Koyulduğumuz yolda, aradığımız ‘güneşin arkasındaki ışığı’ bulmada refakatçilerimiz olan, SEMA, ZİKİR ve MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMİ’yi bulduk. Sufi geleneğinde, ‘kim bulursa, o diğerlerine bulma imkânı oluşturan bir fener kulesidir’ denilmektedir. 

Bu kitap, bunları anlatıyor. Hakikatı bulmak, her bir insanın içinde oluşan bir süreç değil, bilakis tüm insanlık âlemi bağlamında ve çoğu insanın hayrına olan bir durumdur.

Bu kitap, alışılagelen bir kitap değildir. Bu kitapla birlikte 800 yıl önceki bilgiler gün ışığına çıkarılmaktadır. Burada, Mevlâna dervişlerinin eğitim ve öğretim geleneklerine de bir bakış açısı getirilmektedir. Bu bilgiler bize, Batı Avrupa, Amerika, Avurturalya, Asya, Afrika, Antartika kıtaları insanlarının kendilerini keşfetmelerine yardımcı olması!” temennisiyle tevdi edilmiştir.

Bu kitapta olanlar, çok eski ve bugün hâlâ yaşamakta olan sufi geleneğinin kaynaklarından beslenmektedir. Kitabın konusu, anayurdu dışında “dervişlerin pervane dansı”, ana yurdunda ise SEMA diye adlandırılmaktadır. Kitapta, SEMA’nın yapılışı, etkisi ile dinî ve kültürel kökeni anlatılmaktadır. Bununla kitap, bütün insanlığa Mevlâna geleneğine mensup sufilerin yolunda rehberlik yapmakta ve Hz. Mevlâna’nın evrensel imajını ulaştırma gayesini gütmektedir.

Bu yol, ‘hayatta denge sanatı’dır. Bu yola giriş uzun süre kapalı idi. Bu gelenek ana yurdu Türkiye’de bile ancak gizli olarak yaşatılmaktadır. Sadece her yıl resmî olarak düzenlenen SEMA gösterilerine gelen ziyaretçiler bu SEMA eden dervişlerden bir şeyler görebilmektedirler. Türkiye’nin bir kültür mirası olarak kabul edilen dervişlerin ilmi, her yıl aralık ayında Konya’da, hükümetin himayesinde düzenlenen anma törenlerinde tanıtılmaktadır. Sufilik ve devlet arasındaki gizli gerilim ilişkisi, bir tarafta Rumî’nin, diğer tarafta ise Atatürk’ün resminin yer aldığı eski bir Türk banknotunda kendisini göstermektedir. 

1925’den beri hükümet, sufilere karşı ikircikli tavır sergilemiştir. Tolerans ve bütün insanlığın uzlaşması anlamında SEMA anma töreni, UNESCO’nun ve insan hakları savunucularının himayesiyle resmi olarak düzenlenmektedir. “Dinlerin kalbi” olarak anlaşılan ve her bir mezhebin sınırları üzerinde görülen sufilik, bilakis kendi dini evi olan İslam’da bile sorunlarla karşılaşmaktadır. Sufilik, İslamiyet içerisinde bir tarikat olarak görülmektedir. Batının materyal değerlerini ölçü alan Batılı anlayışa sahip bir Türk, sufiliği geçmişin bir kalıntısı olarak görmektedir. Buna rağmen sufiler, Türk nüfusunun her kesiminde daha önce olduğu gibi hâlâ büyük bir takdirle karşılanmaktadır.

Şayet kişi gerçek sufilerle tanışmak isterse, onları nerede arayacağını iyi bilmelidir. Veya kişinin rehberinin olması gerekir. Zira gerçek bir dervişi yanlış bir dervişten ayırt etmek o kadar kolay değildir. Dış görünüm itibariyle dervişler “normal” insanlardır. Bunlar evli, tam gün bir meslekle iştigal eden ve toplumda, sosyal hayatta yer alan insanlardır. Bundan dolayı yabancılar dervişi tanıyamazlar.

Ülkemizde bir şeyler satmak için kendilerini derviş olarak tanıtan yeterince insan bulunmakta veya bir derviş bulmada yardımcı olacaklarını söyleyenlere rastlanılabilmektedir. Daha önce derviş bulmak isteyen bazı ziyaretçiler de altın veya halı satmak isteyenlerce bir yerlere çekilmişlerdir! Ve buna rağmen hâlâ gerçek dervişler bulunmaktadır. Dervişlere olan ilgi, daha çok bütün dünya kıtalarında artmaktadır.  

Sufi geleneği, şayet bir kişinin halis niyetle bir şeyler araması halinde aradığını bulacağını ve harikulade deneyimler kazanacağını söylemektedir.

Çoğu insan, sufi yolunun paha biçilmez değerleriyle tanıştı. Bu insanlar, Mevlâna Rumî’nin insanlara hediye ettiği ölümsüz satırlardaki gizli hazineleri biliyorlar. Ancak, metinlerin düz ve kaidelerine göre okunması ile filozofça tartışılması bir tarafta, diğer tarafta sufiliğin yaşamakta olan pratiği arasında esaslı farklılık bulunmaktadır!

Sufiliğin ‘yaşamakta olan gıdasını’ (gerçek maneviyatın bereketini) almak için sadece büyük bir öğrenme arzusu gerekmektedir. Ancak bizim görebildiğimiz kadarıyla Batı Avrupa, Amerika ve Avurturalya insanları, hızlı yaşayan bir kültürde yaşamakta ve öğrenmektedir. Buna, her şeyin mümkün olduğunca hızlı, basit ve kullanıma uygun olmasıyla ilgili ‘anlık çözümleri’ örnek olarak verebiliriz. Lakin bu tavır, tabii olarak inşa edilen sufilerin öğrenim yolunda yanlıştır. Kim sufilikte daha derinlere inmek isterse, bunun için kendisine yeterli zaman ayırmalıdır. Kişi, yüksek bir öğrenme arzusuna sahip olmasının yanında, amacında samimi ve hakikate karşı derin bir hasret duygusuyla motive edilmiş olmalıdır. Sufi yolu, kendine özgü apayrı bir yoldur! SEMA ile yaşamımızı değiştirecek bir süreç başlayabilir. SEMA, ‘eğitim yoluyla’ hayatımıza feyiz, kuvvet, enerji, sabır yaşama zevki ve anlamı kazandırmaktadır. SEMA, sufilikte ‘anlamdan öte anlam’ manasına gelen bir şeylerle karşılaşmaya da götürebilir. Bunun için idrakin ayrı bir örneğine ihtiyaç vardır. Bu, ‘kalp gözüyle görme’ olarak adlandırılmaktadır.

SEMA’nın kökleri, Batı Avrupa’da Amerika’da ve Avusturalya’da farklı başka bir kültürdedir. Bundan dolayı SEMA’nın geldiği geleneğe bir bakış atmak ayrıca önem kazanmaktadır. Sufilikte, ‘harita bir ülke değildir’ denilmektedir. Bunun için dikkat! Bu kitap, aynı zamanda bir harita görevi yapmaktadır. Ama bu, ülkenin kendisi değildir! Bu ülkeye sadece eğitimle ve doğru bir halet-i ruhiye ile ulaşılır ve burası gezilebilir. Bunun yanı sıra bizim yol tarifimiz, ancak yardımcı olma görevini üstlenebilir. Yabancı bir yerde yön tayininde haritaların ne kadar önemli olduğunu tecrübe edenler, doğru yönlendirmenin kıymetini bilirler. Ruhumuzun dünyasında bilinmeyen bir ülke, meçhul bir arazi keşfedebilmek için bu kitap detaylı bir yol tarifi sunmaktadır.  Bugün sufi literatürüyle ilgili gerçek bir zenginlik yaşanmaktadır. İşte bunun içindir ki, sahih sufi yolunun tam bir tarifi önemlidir. Bizim amacımız, kapalı kaynakları fışkırır hale getirmektir. Bunun için tüm gücümüzü bu işe veriyoruz. Ancak ne yaşadıysak, muvazeneli ve doğruya sadık kalarak anlatacağız.

RUHUMUZUN MİMARLARI HİKMET

VE SIRLARI

Gel çağrısını nasıl anlıyoruz?

Gel gel gel yine gel putperest olsan, Mecusi olsan yine gel yüzbin defa tövbeni bozmuş olsan da yine gel. Bu kapı ümitsizlik kapısı değildir. Bu çağrı sözünü bizler nasıl anlıyoruz? Burası çok önemlidir. Hazreti Mevlana Celaleddini Rumi (k.s) bütün insanları ilme, aşka, medeniyete, islama çağırıyordu. Bu çağrı sözü Rahman ve Rahim olan Allah Azimüşşan’a aittir. Peygamberlerin ortak atası olan Hanif dini üzere gönderilen Hz Peygamber İbrahim Halilullah’a Rahman ve Rahim olan Allah Azimüşşan tarafından insanları çağırma yetki ferman buyrulmuştur.

Çağrının muhatabı olan İnsanoğlu: Hatırlatılan…

Nerede?..

Neyi?..

Neden?..

  Hacc Suresi 27 ve 28’inci ayetlere göre:

Cebel-i Kubeys dağına çık, insanları çağır.

İbrahim Aleyhisselam:

-  Ey Allah’ım, ben nasıl duyururum?

-  Çağırmak sana ait, duyurmak Biz Allah Azimüşşan’a ait.

Çağırma yetkisi, Hz. İbrahim Aleyhisselam’ın duası, Hz. İsa Aleyhisselam’ın müjdesi olan ahir zaman Nebîsi Ahmed-i, Mahmudu Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e verildi, ondan sonra da varis-i Nebî olanlara verildi. Kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlar Ümmet-i Muhammed’dendir. Bir kısmı davete icabet etmiş, bir kısmı da davette.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

-      Ben Size yeni bir din getirmedim, dinin bozulmamış şeklini takdim ediyorum, noksan ahlakı itmam için gönderildim.[3]

Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tevhid inancının şartlarına davet ediyor.

-’Bügün sizin dininizi tamamladım, nimetimi itmam ettim ve din olarakİslam’dan razı oldum’[4]

İnsana İslam lazım

İman, İslam, İhsan

İman makamında bazen araya ihmal girmekte. İslam makamında zahiri itibarıyla ameli sahika tekvin sakıt olması veya olmaması arasında bir makamdır. İhsan makamı ise hiçbir vechile araya gaflet halinin girmemesidir.[5]

İmanın Şartları:

-      Amentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusulihi vel yevmil ahiri ve bil kaderihi hayrihi ve şerrihi min-Allahu Teâlâv el Bâ’sü ba’del mevt Hakkun Eşhedü en Lâ ilahe illalah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resuluhû

İslam beş temel üzerine kurulmuştur;

-  Kelime-i tevhid getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek, Hacc’a gitmek6

Şimdi malumunuz üzere ki Allah bir dinde birdir. İman, İslam ve İnsan. Allah’tan geleni geldiği gibi bulabilirsek hepsi İslamdır.

Peygamberlerin tevhid inancı şu şekildedir;

Lâ ilahe illallah Âdem Safiyullah

Lâ ilahe illallah Nuh Neciyullah

Lâ ilahe illallah İbrahim Halilullah

Lâ ilahe illallah Musa Kelimullah

Lâ ilahe illallah İsa Ruhullah

Lâ ilahe illallah Muhammeden Resulullah

Allah Azimüşşan Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ferman buyurdu, böylece İslamın başkenti Medine-i Münevvere’deki Ravza-i Mutahhara’da ilk çağrı yetkisi müezzinlerin piri olan Bilal-i Habeşî’ye verildi. Allah Azimüşşan müezzin efendilerin ağzıyla bütün insanları beş vakit namaza Ezan-ı Muhammedî’yle Huzurullah’a çağırıyor.

Hicri 5nci asrın yarısında tanınan bir büyük sufi olan Ebu Said Ebul Hayr (ö. 440/1049)’a da kendi devrindeki zaman diliminde “Gel” çağrı yetkisinin verildiği rivayet olunur. Ondan yaklaşık 2 asır sonra çağrı yetkisi Hz. Mevlana’ ya verilmiştir.

Ariflerin Menkıbeleri”ni (Menakib al Arifin) yazan Ahmet Eflaki, o güzel kitabında, Baha Veled’e “Sultan-ül Ulema” unvanının verilme sebebini, Belh’li üç yüz müftünün Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) den aldıkları emir ile olduğunu anlattı. Bu rüyayı gören müftüler sabahleyin Bahaeddin Veled’e bende olmuşlardı. O günden sonra da Bahaeddin Veled, Sultan-ül Ulema diye anıldı.

Sultan-ül Ulema Horasan Mekteplerinden aldığı enerji ile Belh şehrinden 300 mürîdi, 300 deve yükü kıymetli kitapları, eşyaları ve azıkları ile yola çıkmış; Kendilerine Şam, Bağdat, Mekke, Medine, Nişabur, Malatya, Erzincan, Karaman, Konya ve Orta Asya sınırları içerisinde Gel Çağrısını başlatma yetkisi verilmiş. İlme, Aşka, Medeniyete, İslama Gel diye çağrıda bulunmuştur.

IŞIĞIN nurunu Hz Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den alan Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumî (ks) de Allah ve Resulü tarafından kendi devri ve sonra ki devirler için insanları çağırma yetkisiyle görevlendirilmiştir.

Sultan-ül Ulema’nın başlattığı gel çağrısı Hz. Mevlana tarafından devam ettirilmiştir.

Bazı kişiler TV ekranlarında çıkarak bu çağrı sözünün Hz Mevlana’ya ait olmadığı yönünde tartışma açıyorlar. Başka sufilerin isimleri telaffuz ediyorlar. EDEB YA HÛ. Mensub olduğun dini takdim etmesini bilirsen, bu çağrı sana da aittir. İlmi, irfanı, kabiliyeti müsait olan herkes Allah’ın bu çağrısına sahiptir. Bazıları da Sahabeler için Sema etti diyemiyor, onun yerine hopladı, zıpladı diyor. EDEB YA HÛ. Sonra da Sema hakkında kitap yazıyorlar. Mevlevilik yaşanarak icra edilen bir yoldur, bu sebeple manevi sorumluluğu olan kişilere bırakılması daha hayırlı olur kanaatindeyiz. Çağrı sözünün Hz Mevlana’ya ait olduğu Hindistanlı Muhammed Hâkim Sami’nin Hicrî 818’de yazdığı Tasavvuf Tarihi isimli eserde Sema’nın ismi Hintçe’de Kawwalis’ti geçen şu yazıyla anlaşılıyor: Hz Mevlana Hicaz’a geldiği zaman Kâbe üzerindeki örtüde yazılı olan Hacc sûresinin 27 ve 28’inci ayetlerini kendince yorumlamıştır. Çağrı sözünü oradan başlattığı rivayet buyrulur. İnsanları tevhîde, ilme, İslama, aşka, medeniyete çağırıyor. Bu da demektir ki, çağrı sözü Rahman ve Rahim olan Allah Azimüşşan’a aittir.

Mevlevilik Yolunun Özellikleri

Muzaffereddin Aşki Rahmetullahi Aleyh Anlatıyor;

Mevlevilik insanı esas alan sevgi, aşk, vecd üzerine kurulmuştur. Derviş; Mürşidine, bağlı olduğu yola ne kadar çok sevgi duyarsa o kadar çok kendisine kemalat olur. Bir süre sonra derviş farkına varmadan şeyhinin boyasına boyanmış olur. Sevgi ve muhabbet olmadan bilhassa Mevlevi yolunda ilerleme mümkün değildir. Bu sebeple dervişin sadece evrad, ezkarını gece ve gündüz yerine getirmesi yetmez. Fütühat olmaz. Mevlevilik sevgi yolu üzerine kurulduğu için mürşidin kalbiyle dervişin kalbi arasında bir sevgi ve aşk bağı oluşarak dervişin hızla ilerlemesini gelişmesini kolaylaştırır.  buyurmuştur.

KUTB-ÜL-AKTAB, KUTB-ÜL-MEDAR,

KUTB-ÜL-İRŞAD

Cenab-ı resul-ü Ekrem ve nebi-i muhterem mahbub el aşıkıyn ve resül–ü rabbil-alemiyn aleyhi ve alihi salavatullah-ül Muıyn efendimiz hazretlerinin ümmetinden, sayılamayacak kadar çok ve kerametleri zahir, derecatı bahir arif-i billâh, kutub ve müctehidiyn yetişmiştir, kıyamete kadar da işlerini takip edecek varis-i Enbiya ve varis-i-rusül-ü-izam yetişecektir.

Sultan Abdülhamid Han’ın huzur hocası Mehmed Efendi’nin oğlu olan Muzaffer Efendi, 1916 yılında varis-i nebi olarak İstanbul’da dünyaya geldi.

Işığın nurunu doğrudan Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) den alan, sahabe hayatı yaşayan, kutlu varlık ümmetin şereflilerinden hafizul Kuran, şeriatın bekçisi, tasavvufun öncüsü, KUTB-UL İRŞAD, Kur’an + Sünnet +  İcma-ı Ümmet + Kıyas-ı Fukaha’ya bağlı kavi bir Müslümandı. Allah’ın dostları için korku diye bir şey yoktur ve onlar mahzun da olmazlar[6] âyetinin ufuklarında kanat açmış zarif bir insandı. Bütün mahlûkata karşı şefkatli, merhametli, içi insan sevgisi ile doluydu.

Gönlü yanık, içinde hicran ırmakları çağlayan aziz efendimiz Muzaffer Aşkî şöyle buyuruyor:

“Ey insanlar kulak veriniz, dikkat kesiliniz, gökte haber yerde ibret almak için işler var, semayı seyredin, semadan sesler duyun ki Allah o kapıları açsın size.”

Buyuruyordu ki şarkın sancağı elimizdeydi, garbın sancağı da verildi. İnsanlığın kurtuluşu için çok çalışmamız lazım. Ecel aman verdiği müddetçe.  Cenab-ı Pir (H.Z) MEVLÂNA’nın dünyada atı koşturuluyor,          buyuruyorlardı.

Muzaffer Aşkî rahmetullahi aleyh

Çağrısı şöyleydi:

“Allah’ın cennetine talip cemaline âşık olanlar gelin Hakk kapısına gelin, bu kapı ümitsizlik kapısı değil”, diyerek halkı Hakk’a çağırıyordu.

(H.Z) Pir Muhammed Mevlana Celaleddin Rumî (K.S)

(H.Z) Pir Muhammed Nureddin Cerrahî (K.S)

Muzaffer Aşkî gönül sultanlarımızın misyonunu üstlenmiş; kalbinde iman, elinde Kur’an-ı Kerim, dilinde Allahüazimüşşanın zikri

“Lailaheillallah Muhammedurrasulullah”

Tevhide, ilme, aşka, medeniyete ve İslama insanları çağırıyor. Yazdığı eserlerle Selâtin camilerinin kürsülerinden halkı Hakk’a davet ediyordu. Kendi devrinde okyanusları geçip, kıtaları dolaşarak insanları tevhide çağırıyordu, üniversitelerde İslam’ı anlatıyordu. Milletlerarası festivallere iştirak edip insanları tevhid’e davet ediyordu. Bunlara örnek olarak her yıl Fransa’da düzenlenen Renn Festivali verilebilir. Ömrünün son günlerine kadar usanmadan, yorulmadan koşturdu.

Muzaffer Aşkî’nin şöyle bir menâkıbı anlatılır: Hahambaşı veya Papaz Efendi Aşkî Hazretlerine “Size bir soru sorabilir miyim?” demiş. Muzaffer Efendi de “Estağfirullah, bir değil bin tane sorabilirsiniz.” diye cevap vermiş. Soru şöyleydi “Sizler Amerika’ya geldiniz, müsaade istediniz, Amerika’da en büyük katedrali size açtık, kendi dininizi icra ettiniz. Şimdi biz kalsak, Türkiye’ye gelsek, sizlerden izin isteyerek, Sizin mabetlerinizde kendi dinimizin icaplarını icra için izin istesek, Siz de bize müsaade eder misiniz?” Muzaffer Efendi hiç tereddüd etmeden çok net ve berrak bir usulde adama “Hz. İsa da Hz Musa da hak peygamberdir, Hz İsa’ya gelen İncil de Hz Musa’ya gelen Tevrat da hak kitaplardır. Bizim imanımızın şartları içerisinde inanmakla mükellefiz. Hz İsa ve Hz Musa adına yapılan bütün mabetlerde İslam’ı icra etmek bizim için tabii bir haktır. Siz de bizim yaptığımız gibi, Hz Peygamber’imiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e inanın, Onu tanıyın ki İslam’ın bütün mabetleri Size açık olsun.”

1985 senesi 12 Şubat Pazartesi günü gönül dostlarıyla yaptığı sohbetlerde Edirnekapı (Şehitlik) yolculuğunun göründüğünü işaret buyurdu. Saat 18’de cemaate özel bir yemek siparişi verdi. “Bu akşam şebi aruz düğün gecesidir, sema meşki yapacaksınız, onu izleyeceğim”, buyurdu. O akşam, Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece, meydan-ı şerif’e gelerek Semayı ihtiram halinde son ana kadar izledi. Ertesi gece Âlem-i Cemal’e teşrif buyurdu.  O gece kendilerine layık gerçek bir Şeb-i Arus gecesi oldu.

ELHAMDÜLİLLAH MAKAMI FİRDEVS CENNETİ’dir. İnşallah-u Rahman. Bu çağrı misyonu üstlenecek değerli gönül dostları yetiştirdi. O kardeşlerimiz de gece gündüz çalışıyorlar, yorulmadan, durmadan insanları çağırmaya gayret gösteriyorlar. Allahüazimüşşan gayretlerini ve gayretlerimizi boşa çıkarmasın. İçlerinde en fakiri bendeniz. Dünyanın birçok yerinde yetiştirdiğimiz semazenler var. Allah, hidayetine erişen insanlara İslamla müşerref olmaları için bizi vasıta kılıyordı. Arkamızda herhangi bir tv veya radyomuz yoktu, ama gönül ekranından Allah bizleri görüştürüp buluşturuyordu. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi ecel aman verdiği müddetçe bu göreve devam edeceğiz, inşaallah.

SEMA, kâinat dengesine ait merasimin usul ve kurallarıdır. SEMA nedir biliyor musun? İnsanın yaratılış tiyatrosudur. Açık veya kapalı havada cereyan eder.

Oyuncular

Şaşırtıcı!

Yalnızca bir kişi: SEN!

Kim olursan ol, kadın ol, erkek ol sema herkeze hitap eder. Siyah ol, beyaz ol, genç ol, yaşlı ol. Heryıl binlerce insan bu sahneye çağrılmakta. Bu sahneye katıldığına göre başrol senin. Tek bir şart var: Aşk ve vecd’in olması.

Her Semazen, derviş veya sufi bunun içinde kendisi için belirlenmiş olan yeri almaktadır. Bütün katılımcıların pozisyonu, güneşin, ayın ve yıldızların birlikteliğini ifade etmektedir. Bununla büyük dönme, SEMA’da imanda kök salma, kâinattaki seyre benzemektedir. Nasıl ki yıldızlar güneşin etrafında uyum içerisinde dönüyorlar, sufiler de ALLAH’ta ve çevresinde dönüyorlar. Gelenekte bu, SEMA ile ALLAH’ın enerjisinin dünyanın istifadesine sunulması anlamına gelmektedir. Şayet insan bu enerjiyle hazırlıksız olarak temas edecek olursa, burada pekâlâ bir şokun meydana gelmesine sebebiyet verir!

Kim kendisine hitap edildiğini düşünürse, ona Mevlâna’nın sözüyle söyleyelim:

Gel!

Kim olursan ol gel,

Yolcu olsan da, sevgili olsan da

Ayrılığı sevsen de

Yeminini bin kez bozmuş olsan da

Yine de gel

Bizim kervanımız “çaresizlik” kervanı değil!

Gel, yine gel!

Tevfik ve Hidayet ALLAH’ tan

SEMA’nın bir teşekkülü ve ritmi vardır. Bu kitabın da bir teşekkülü ve ritmi bulunmaktadır. Kitap, birbiriyle bağlantılı 8 BÖLÜM 88 konu başlığından oluşmaktadır. Bunlar ‘dışarıdan içeriye’ ve içeriden dışarıya doğru yer almaktadır:

1. Dünyanın sonuna kadar devam edecek SEMA Okulu ve Tarihçesi

2. Meleklerin, peygamberlerin, sufilerin hayatta denge sanatı SEMA

3. SEMA’ya Davet

4. SEMA’yı Öğrenmek İçin Rehber

5. SEMA’da Ahenk Oluşuncaya Kadar Çalışmak

6. Hayatla, Yaşantıyla SEMA’yı Birleştirmek

7. SEMA’ya Destur Alma (Bu bölümde isteyen kişinin kendi kendine sema öğrenecek şekilde grafik çizimleri yer almaktadır.)

8. SEMA’yla Bütün İnsanlara ALLAH’ın Mesajını, Duasını Ulaştırmak

TAKDİM

SİZE OLAN MESAJIMIZ

ÖNSÖZ

TASAVVUF NEDİR? SUFİ KİMDİR?

BİRİNCİ BÖLÜM

1—YARATILAN İLK NUR,  SEMA’NIN TARİHÇESİ MELEKLERİN PEYGAMBERLERİN SUFİLE RİN HAYATTA DENGE SANATI: SEMA

2—İLK NUR KALEM VE KADERİN HİKMET VE SIRLARI

3—HARREREHU EL- FAKİR ALİ CEMALİ AFA-ANH (DEVRAN VE SEMA)

4—DEVRAN VE SEMADAKİ HİKMET VE SIRLAR   

5—ULEMAY-I AMİLİYN İLE ŞEYH-ÜL-İSLAMLARIN DEVRAN-I SOFİYYE HAKKINDA VERDİKLERİ BAZI FETVA ÖRNEKLERİ:

6—İLK SUFİLERE GÖRE SEMA’IN DİNÎ HÜKMÜ HİKMET VE SIRLA

7—SEMA’DAKİ ve DEVRAN’DAKİ VECD VE HİKMET SIRLARI

8—SEMA / MUSİKİ RUHUN GIDASIDIR HİKMET VE SIRLARI

9—SEMA VE ELEST BEZMİNDEKİ İLAHİ HİTABHİKMET VE SIRLARI

10—SEMA, MUSİKİ ve DEVRAN MÜMİNİN İMANINI, MÜNKİRİN İNKÂRINI ARTIRIR HİKMET VE SIRLARI

11—SÜFİ MUHAYYİLE VE SEMANIN HİKMET VE SIRLARI

12—İLK SUFİLERDE SEMA HİKMET VE SIRLARI

13—PEYGAMBERLERE VE ERENLERE NEFİS VE BEDEN EHLİ DÜŞMANDIR; ÇÜNKÜ ONLAR, PEYGAMBERLERİN, ERENLERİN CİNSİNDEN DEĞİLDİR; İKİ ZIT BİRLEŞMEZ.

14—SULTAN VELED BABASI HÜDAVENDİGAR İLE HZ. ŞEMS’İN KARŞILAŞMASINI HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm)’NIN KURAN’DAKİ BULUŞMASINA YORUMLUYOR

İKİNCİ BÖLÜM

1—AŞK BAHÇESİNİN SOLMAYAN NAZİK GÜLLERİ HİCAZ YOLUNDA

2—HORASAN ELLERİNDEN GELEN YOLCULARIN HİKMET VE SIRLARI

3—SULTAN-UL ULEMA HORASAN MEKTEPLE RİNDEN ANADOLU’YA GETİRMİŞ OLDUĞU HİKMET VE SIRLAR

4—MÜMİNE SULTAN ANNE HİKMET VE SIRLARLA DOLU BİR ÇOCUĞU DÜNYAYA GETİRDİ

5—HZ.MEVLANA’NIN CİSMİ İLE DÜNYAYI ŞEREFLENDİRMESİNİN HİKMET VE SIRLARI

6—SULTAN-UL ULEMA’NIN BELH’TEN HİCRETİNİN HİKMET VE SIRLARI

7—SULTAN-I ULEMANIN LARENDEYE GELİŞİNİN HİKMET VE SIRLARI

8—HZ. MEVLANA’NIN GEVHER HATUN İLE İZDİVACININ HİKMET VE SIRLARI

9—SULTAN-I ULEMA’NIN KARAMAN’DAN KONYA’YA HİCRETİ HİKMET VE SIRLARI

10—SEYYİD BURHANEDDİN MUHAKKİKİ TİRMİZİ  (SEYYİD-İ SIRDAN)HİKMET VE SIRLARI

11—AŞKIN ZİRVESİ HZ. MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ HİKMET VE SIRLARI

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1—MARAC EL BAHREYN- İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER (HZ. ŞEMS-İ TEBRİZİ’NİN KONYA’YA İLK GELİŞİ) HİKMET VE SIRLARI

2—ŞEMS’İ TEBRİZİ’NİN ÇOCUKLUĞUNDAKİ HİKMET VE SIRLARI

3—ŞEMS’İN BAĞDAT’A GELİŞİ HİKMET VE SIRLARI

4—ŞEMS’İN MEVLANA UĞRUNA BAŞINI ADAMASI HİKMET VE SIRLARI

5—HZ.ŞEMS’IN MEVLANA’YI İMTİHAN ETMESI HİKMET VE SIRLARI

6—ŞEMS’İN HUSAMEDDİN ÇELEBİ’YI İMTİHANI HİKMET VE SIRLARI

7—HZ.ŞEMS’İN KONYA’DAN İLK AYRILIŞI HİKMET VE SIRLARI

8—HZ. ŞEMS’İN KAYBI İLE MEVLANA’NIN HASRETİ HİKMET VE SIRLARI

9—SULTAN VELED’İN HZ.ŞEMSİ GETİRMEK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI

10—VELED’İN HZ. ŞEMS’İN MAİYETİNDE ŞAM’DAN KONYA’YA İKİNCİ GELİŞİ

11—ŞEMS’İN KİMYA HATUN İLE İZDİVACI HİKMET VE SIRLARI

12—HZ.ŞEMSİN ANSIZIN ÜÇÜNCÜ SIRLANIŞI HİKMET VE SIRLARI

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

1—ŞEMS’IN KAYBOLUŞUNDAN SONRA MEVLANA HİKMET VE SIRLARI

2—MEVLANA’NIN ŞEMSEDDİN’İ ARAMAK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI

3—HZ.MEVLANA’NIN ŞAM’DAN RUM DİYARINA DÖNÜŞÜ HİKMET VE SIRLARI

4—ŞEMS’İN MEVLANA’NIN OĞLU ALAEDDIN’İ RUH ÂLEMİNDE BAGIŞLAMASI HİKMET VE SIRLARI

5—ŞEMS’IN BAZI HAL VE KERAMETLERİ

6—ALLAH DOSTLARI VELİLERIN SOHBETLERİNİN HİKMET VE SIRLARI

7—ŞEMS’İN GUZEL SÖZ VE SOHBETLERİ TEVHİD
8—ARİFLERİN ALAMETİ HİKMET VE SIRLARI

9—HAKK’IN DOSTUNUN DOSTU HİKMET VE SIRLARI

10—“VELİLER KUBBELERİMİN ALTINDADIR” HİKMET VE SIRLARI

11—ÂŞIKLARIN NAMAZININ HİKMET VE SIRLARI

BEŞİNCİ BÖLÜM

1—NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLDİ HİKMET VE SIRLARI

2—KÂBE’NİN TAVAFI HİKMET VE SIRLARI

3—AFFEDİP BARIŞANIN MÜKÂFATININ HİKMET VE SIRLARI

4—SELAHADDİN-İ ZERKUBİ HİKMET VE SIRLARI

5—HZ. MEVLANA CELALEDDİN RUMİ,  TİRMİZ’Lİ BURHANEDDİN VE TEBRİZ’Lİ ŞEMSEDDİN HİKMET VE SIRLARI

6—MEVLANA’DA SEMA’NIN HİKMET VE SIRRI

7—HÜSAMEDDİN ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI

8—HZ. MEVLANA’NIN DÜĞÜN GECESİ - ŞEB-İ ARUZ HİKMET VE SIRLARI

9—FASIK VE ZAHİTLER

10—SULTAN VELED HİKMET VE SIRLARI

11—ULU ARİF ÇELEBİ HİKMET VE SIRLARI

12—ATEŞ-BAZ VELİ HAZRETLERİ HİKMET VE SIRLARI

13—SULTAN DİVANİ VE ŞAHİDİ HİKMET VE SIRLARI

ALTINCI BÖLÜM

1—MEVLANA BÜYÜK BİR UMMANIN HİKMET VE SIRLARIYDI

2—DİNLEYENE VE DİNLENENE GÖRE SEMA HİKMET VE SIRLARI

3—KUR’AN, İLAHİ, VAAZDAKİ SEMA’NIN HİKMET VE SIRRI

4—NEY’İN SIRRI KEMAL’E YOLCULUK HİKMET VE SIRLARI

5—SEMA İLE İLGİLİ TARİFLERİN HİKMET VE SIRLARI HZ.

6—MEVLANA’DA AKIL, NAKİL VAHİY HİKMET VE SIRLARI

7—İBN ARABÎ ‘DE SEMA’NIN HİKMET VE SIRLARI

8—HZ.MEVLANA BÜYÜK BİR UMMANDIR, ESERLERİ VE MESNEVİ’NİN HİKMET VE SIRLARI

9—VAHDET YOLUNUN SUFİLERİ: MEVLEVİLER,  HİKMET VE SIRLARI

10—ŞİİRİN VE MUSİKİNİN DİRİLTİCİ GÜCÜ HİKMET VE SIRLARI

YEDİNCİ BÖLÜM

1—MELEKLERİN PEYGAMBERLERİN SUFİLERİN HAYATTA DENGE SANATI SEMA

2—SEMA – YAŞAYAN BİR OKUL

          Hayata Kanat Açmak

Merkezde Olmak Hareket Noktasını Belirlemek

3—SEMA’YA DAVET HİKMET VE SIRLARI

SEMA Çalışması Hikmet Ve Sırları

4—SEMA’NIN VE BİSİKLET SÜRMENİN ORTAK TARAFLARI

İlk Adım

5—İMANDA KÖK SALMAK

Nerede Olursa Orada Kök Sal

SEMA’nın Şartlarını Tanımak Önemlidir 

6—ÖZGÜRLÜĞE AÇILAN KAPI: SEMA

7—SEMA İÇİN REHBER

SEMA Öğrenmek İstiyor Musunuz?

SEMA’yla İlgili Temel Alıştırma

SEMA’nın Temel Pozisyonu:

Çeyrek Çark

Yarım Çark Tam Çark SEMA

İdrak Etmenin Yolu Bazı Sufi İlkelerinin Özeti:

SEMA’da Ahenk Oluşuncaya Kadar Çalışmak

Hazırlık İçerisinde Hazırlık

Yukarıya Doğru Açılış

Sufilikte Manevi Büyümenin Prensipleri

Açılmanın Eğitimi

Ahenk Ne Zaman Meydana Gelir SEMA Ne Anlama Geliyor?

SEMA’ya Hazırlık

Temel Pozisyon Ve Kapanma (Mühürlenme)

Kolların Açılması Ve Ellerin Duruşu

Ahenk Oluşuncaya Kadar SEMA Yapmak

Temel Güçlerin SEMA Öğrenme Sürecinde Eğitilmesi

Nefes, İdrak Ve Kalp

8—HAYTINLA, YAŞANTINLA SEMA’YI BİRLEŞTİRMEK

SEMA’ya Destur Alma

SEKİZİNCİ BÖLÜM

 SEMA’NIN SON HALİNİ ALMASI

1—SEMA’DA ZAMAN – MEKÂN – İHVAN- İMKÂN HİKMET VE SIRLARI

2—MEVLEVİLERDE KIYAFETİN HİKMET VE SIRLARI

3—DERGÂHLARIN İDARE ŞEKLİ VE HİKMET VE SIRLARI

4—MATBAH-I ŞERİF VE ÇİLE HİKMET VE SIRLARI

5—MEVLEVİLERDE (ZİKİR) VE (EVRAD)  HİKMET VE SIRLARI

6—MUKABELE-İ ŞERİF’İN HİKMET VE SIRLARI

7—MEVLEVİ ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI

Yemek Sofraları:

Dergâhlarda Yeni Doğan Çocuğa Güzel İsim Koyma (Ezan Ve Kamet)

Dergâhlarda Akika Kurban Merasimi

Dergâhlarda Sünnet Merasimi Ve Mevlidi

Dergâhlarda Okula Başlama Ve Besmele Merasimi

Dergâhlarda Düğün Merasimleri

Dergâhlarda Askerlik Merasimi

Dergâhlarda Hilafet Merasimi

Hacıların Hicaz Yolun’ Da Sürre Alay Merasimi

Mevlevi Terimleri Islati Sofiye

Bayram Törenleri

Kurban Bayramı Merasimi

Ramazan Bayramı Merasimi

Kandil Geceleri Merasimi

Aşura Gecesi

Leyle - i Arus

Cenaze Merasimi

Hususi Toplantılar

8—SON SÖZ VE BİR DİLEK

Her kısım bir girişle başlamakla birlikte, Muzaffer Aşki Rahmetullahi aleyh Hazretleri’nin, çınaraltı sohpetlerinin de mustevhit olduğumuz, mevzuyla ilgili bazı hikâyeleri buraya koyulmuştur, vecizeler ve şiirlerle donatlmıştır. Okurken bazı şeylerin tekrarlandığını tespit edeceksiniz. Tekrar, her bir samimi öğrenme sürecinde kaçınılmaz olmaktadır. Ve bu kitap, öğrenme sürecinin harekete geçireni-ivmesi olabilmelidir, zira bu kendi kendine öğrenmede bir rehberdir. Sufi yolunda da devamlı surette yapılan tekrarlar öğrenmeye dâhildir. Tekrarlar yapılmadan beceri ve ustalıkları geliştirmek ve bunların üzerine belirli tecrübeler katarak önemli hükümlere varmak mümkün değildir.

Biz aradık ve aradığımızı bulduk. Daha sonra bildiklerimizi başkalarına aktarmak için izin aldık. Bundan dolayı çok mutluyuz ve teşekkür borçluyuz.

Bunun içindir ki, kitabımız aynı zamanda bir teşekkürün ifadesidir.

El-Hac Yakup Baba

YARATILAN İLK NUR,  SEMA’NIN TARİHÇESİ

MELEKLERİN PEYGAMBERLERİN SUFİLERİN HAYATTA DENGE SANATI:

SEMA

Bir kez olsun denize ulaşan,

Derelerden bir daha söz etmez.

                                                   Muzaffer Aşkî

İLK NUR KALEM VE KADERİN

HİKMET VE SIRLARI

Yüce ALLAH gizli bir hazine gibi ta öncelerin öncesinden var olan, varlığı içinde arşı yarattı. Yüce Mevla sonra bu arşta varlıkları yaratmak istedi, bu isteği hemen yerine geldi. Arşın üstünde Tevhid Nuru (Lâilâheillallah) belirdi, bu Nur’un rengi mavi ve Nur-u Muhammedi (Lâilâheillallah Muhammedün Resulullah) idi ve her yerde bu ad yazılı idi, bütün arş bu Nur ile aydınlandı. Hak Teâlâ bu Nuru sevdi, ona  ‘Habibim’ dedi. Bu Nur ALLAH sevgilisi Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ezel içinde, beliren Nuru idi, bu nur belirince bütün arş “Ahmed” sesleri ile doldu. Yüce ALLAH’a yakın olan melekler, arşı tavaf ederken o Nurun geldiğini gördüler. Bu arşın üzerinde uçarak SEMA ediyorlardı, türlü övücü sözler söylüyorlardı. Bu sözler ne kadar açık ne kadar şirindi, yüce ALLAH’ı durmadan yüceliğini ululuğunu söylüyorlar, onu övüyorlar ona şükrediyorlardı. Allah-ü teâlâ bu kâinatı Nur-u Muhammedi’den yaratmıştır. Onun için, bütün mevcudat Peygamber Efendimizi bilmekte, tanımakta, ona Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salâvat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyet ile selam verin.[7] ayetinin esrarına uygun olarak Salât-ü selâm getirmektedir.

Ahirette bana en yakın olan, bana çok Salât-ü Selam getirendir

Resulüm biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.[8]

Allah-ü Teâlâ Nur’la birlikte ruhu, aklı, Kalem’i yaratmıştı; fakat bütün ruhlardan önce Habibi’nin ruhunu yarattı. O latif RUH, bütün yaratıklardan üç yüz altmış beş bin yıl önce halk olunduğu rivayet buyruluyor.

HAZRET-i MUHAMMED (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in RUHANÎ DOĞUŞU

Allahümme Salli ve Sellim ala menismühü   NURUN (salla’llâhü aleyhi ve sellem).

Mübeccel Resülümüz ve mufaddal Nebimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hazretlerinin mübarek vücutlarının kendisi NUR olup bütün yaratıkların NURu onun NURundan olduğu için mübarek isimlerine NURUN denildi. Nitekim Hak Celle ve Ala Hazretleri Kelam-ı Kadîminde kendisi hakkında:

Kadcaeküm Minallahi Nurun [9]Allah tarafından bir NUR geldi diye buyurdu.

Gerçekten size Allah’tan bir Nur, apaçık bir kitap geldi.[10]

Ruhani doğuşu şöyledir. Nur-u Muhammedi (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

Ma Halakallahü NUR’î Hak Celle ve Ala Hazretleri bütün yarattıklarından önce benim NUR’umu yarattı!” diye ümmetine haber verdiler.

Ve hem de kibar Ashabdan Cabir bin Abdullah-el Ensarî (R.Anh) Hazretlerinden şöyle rivayet edildi:

Bir gün Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e giderek:

Anam Babam sana feda olsun ya Rasulallah ilk yaratılan ne idi diye sordum. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

Allahu Teâlâ her şeyden önce kendi nurundan senin peygamberinin nurunu yarattı. Ve o latif nur, ALLAH’ın kudreti ile ALLAH’ın dilediği zamana kadar semalarda sema ederek dönüp durdu.” diye ümmetine haber verdiler. Ve o zamanlar –yani o nur yaratılmadan- levh, Kalem, cennet, cehennem, melekler, gökler, yerler, güneş, ay, cinler ve insanlar yoktu.

Cenab-ı Hak Kuran’ı Kerim’de:

“Biz seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik” [11] buyurmuştur.

Rahmet karşılıksız vermek, sevgi ile tecellide bulunmak demektir. Kâinatın efendisinin sevgisidir ki, âlemlerin yaratılmasını hazırlamıştır. Ve onun bir adı da “Habib”dir. “Sevgili” demektir. Zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın Peygamberi Cenab-ı Ahmed, ‘Habibullah’dır. Yani ‘ALLAH’ın Sevgilisi”dir…

Allah O’nu öyle bir sevmiştir ki, O’nun yüzü suyu hürmetine âlemleri yaratmıştır…

Ve şanı pek yüce olan Allah buyuruyor:

“Ve Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”[12]

İşte bu pek yüce yaratılıştan kâinat zuhur etmiştir.

Eşyadan ilk yaratılan KALEMin yüz buğumu vardı. Her buğumdan öteki buğumuna kadar ellişer yıllık yoldu. O KALEM’in sırrı beş vakit namazı bildiriyordu. Hak Teâlâ o KALEM’e:

LEVH’in üstüne yaz!” diye ferman buyurdu. KALEM:

Yarabbi, ne yazayım?” dedi. Hak Celle ve Ala Hazretleri:

La ilahe illallah Muhammedün Resülüllah” yaz! diye ferman etti. KALEM:

Bu MUHAMMED ismi ne güzel, ne yüce isimdir ki onu îsm-i Celaline yakın zikrettiğiniz! Bu hangi mübarek varlığın ismidir?” diye sordu. Hak Sübhanehu ve Teâlâ:

Ey KALEM!” diye hitap etti. “Edep ile yaz. O isim benim HABİBİM’in ismidir ki ARŞ’ı, LEVH’i ve ey KALEM seni dahi onun NUR’undan yarattım. Eğer o olmasaydı hiçbir mahlûku yaratmazdım!

KALEM, Allah’ın heybetinden çatlayıp yarıldı. Kalemin dile gelen o yeri kesildi. Şimdi KALEM yarılıp kesilmedikçe yazı yazılmaz.

Ey müminler bu size bir işaret olmalıdır. O Resüle, ümmetin-
den tazim ve tekrimde kusur etmeyip sünnet-i seniyesini yerine getirmekte edeb dışı davranışlardan kaçınmalı ve azami dikkat gösterilmelidir..

Hak Teâlâ KALEM’e tekrar

Yaz! diye buyurdu.

KALEM; “Ey ulu Allah’ım ne yazayım?” diye sordu.

Yüce Allah da  KALEMe; KADERİ YAZ! diye buyurdu.

KALEM de o güne kadar olanları ve ondan sonra sonsuzluğa kadar olacakları, kıyamet gününe kadar olup bitecekleri de yazdı.

KALEM, Hak Teâlâya, ne ile başlayayım, diye sordu.

Bismillahir Rahmanir Rahim ile başla” diye emretti KALEM de LEVH’in üstüne Bismillahir Rahmanir Rahîm’i tazim ile yedi yüz yılda tamamladı. Yazı tamam olunca, Hak Sübhanehu ve Teâlâ dedi ki:

Ya KALEM! Benim bu üç ismim - ki biri ism-i Celalim, biri Rahmanlığım, biri de Rahîm olmamdır. Onları tazim ile yedi yüz yılda yazdın. Ben bu mübarek kelimeyi HABİBİM MUHAMMED’in ümmetlerine ihsan etsem gerektir. Celalime kasem ederim ki o ümmetten bir kul veya bir cariye hulus ile Bismillahir Rahmanir Rahîm! dese Ben o kulumun veya o cariyenin iyilikler defterine yedi yüz sevap yazdırıp seyyiat defterinden yedi yüz günahını bağışlarım.

İşte Allah, bir’e yedi yüz veriyor. Buradaki hikmet ve sırrı anla! Allah’ın en çok sevdiği söz Lâilâheillallah, sekiz cennetin kapısında ve levh-i mahfuzda Lâilâheillallah Muhammedün Resulullah yazılı. Tevhid kalesine sığınanlara Hadis-i Peygamberîde “Dehale cennet (cennete girin)” deniyor.

KALEM’e kudret eliyle yaz emrini veren Allahüazimüşşan, senin kaderine de SEMA meşk etmek yazmıştır inşaallah. İcra etmek de size kalmıştır.

Hak Teâlâ’nın, Besmele’deki, Tevhid’deki ve Hamd’deki hikmet ve sırlarını kullanma izni senin için bir fırsattır, inşaallah o fırsatı değerlendirir esrarına vakıf olursan bütün insanlar istifade eder.  

Allah Sevgilisi Cenab-ı Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mübarek nurundan ilk yaratılan vasıta kalemdir. Kalem’in bu şerefi kıyamete kadar devam edecektir.

Kalem o kadar ulvi, o kadar mübarek, o kadar şereflidir ki, âlemlerin rabbi olan Allah onun üzerine yemin etmiştir.

“Hokka ile kaleme ve yazmakta oldukları şeylere and olsun” [13]

İşte, Kalem Allah’ın habibinin nurunu da halk ettiği nurdan yarattığı ilk eşyadan biri olduğundan hep sevilmektedir. Onun için herkesin elinde ve dilindedir. Nurun ala nur.

KALEM bu kadar büyük iltifata nail olduğu için sevincinden yarılmıştır.

Bir Allah dostu,

KALEM Muhammed kelimesinin mimini SEMA ederek yazarken sevincinden yarıldı” diyor.

“Nasıl Olur?” diye şaşma… Kudret bunun çok canlı bir surette derslerini kaçırmamıştır. Ebkem oku kâinat kitabının tabiat sayfalarından açık sahnede gerçekleri şeffaf olarak görebilirsiniz.

Sen dağları görürsünde, onları yerinde durur sanarsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedir.( Bu) her şeyi sapasağlam yapan ALLAH’ IN sanatıdır. Şüphesizki o, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.

NEML SURESİ 88

(Bu ayette dünyanın sabit olmayıp haraket halinde olduğunu işaret etmekte dağların haraket etmesi demek onlarında üzerinde bulunduğu arzın haraket etmesi kendi ekseni etrafında dönerek haraket etmesi demektir)

Sular, küçük derecikler halinde dağlardan çıkarlar. Bir dağdan çıkan su, başka dağlardan çıkan sularla birleşir. Küçük bir derecik, nehir ya da ırmak olarak akarlar. Aktıkça büyürler, nihayet denizlere dökülürler.

Suyun denizlere dökülüşü, her şeyin aslına dönüşü demektir. Aşıkın maşuka kavuşması ve orada yok olması demektir. Aslında bu, yok oluş değildir. Büyük varlığın içinde belirsiz olmak, ama ebediyen var olmak demektir.

İşin kökünü arayacak olursak, suyun aslı da denizdir. Çünkü denizlerden buharlaşarak göklere çıkan sular, dağlara ve ovalara dökülür. Oralara lazım gelen hayatiyeti, canlılığı verdikten sonra tekrar süzülerek aslına döner.

Cenab-ı Hak da kendi nurundan bir nur meydana getirmiştir. Bu nur, nurların en güzelidir. Çünkü Allah’ın kendi nurundandır. (Halik-i Azim) bu nuru sevmiştir. Çünkü kendinden zuhur etmiştir. (Aziz ve Celil olan) Allah, bu nurun adına “Muhammed” demiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, bu nuru sevmiş, övmüş ve güzelleştirmiştir. Zaten Muhammed, övülmüş, sevilmiş ve güzelleştirilmiş… demektir.

Hak Celle ve Ala yarattıklarını halk etmek murad ettiği zaman o Nur’u dört kısma ayırdı. Birincisinden Kalem’i yarattı. İkincisinden Levh’i yarattı, üçüncüsünden Arş’ı yarattı. Dördüncü kısmı yine dört kısma ayırdı.

Birincisinden Hameletil Arş’ı yarattı, ikincisinden Kürsi’yi, üçüncüsünden diğer melekleri halk eyledi. Yine dördüncü parçayı dört kısıma ayırdı.

Birinci parçadan gökleri yarattı, İkinci parçadan yerleri yarattı, üçüncü parçadan ise cennet ve cehennemi yarattı. Dördüncü parçayı yine dört kısma ayırdı.

Birinci parçadan müminlerin gözlerinin nurunu yarattı. İkinci parçadan gönüllerinin nurunu yarattı ki bu nur ile Allah bilinir, Üçüncü parçadan ise müminlerin dillerinin nurunu yarattı ki bu nur, Lailahe illallah Muhammedün Resulullah Kelime-i Tevhididir.

Bir Kutsi Hadisi Şerfte;

Allahüazimüşşan İslam’ı beş şey üzerine bina etmiştir. Kelime-i Tevhid, Namaz, Zekât, Oruç ve Hac

Buyurulmaktadır.

Hak tebareke ve Teâlâ Hazretleri bundan sonra on iki HİCAB (perde) yarattı.

Birinci hicab KUDRET perdesidir. Orada O mübarek Ruh on iki bin yıl: Sübhane Rabbiyel Ala! Diye tesbih eyledi.

İkinci hicab AZAMET perdesidir. Orada o latif ruh on bir bin yıl: Sübhanel Alimil Hâkimi diye tesbih eyledi.

Üçüncü hicab MİNNET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve daimun la yefna diye on bin yıl tesbih eyledi.

Dördüncü hicab RAHMET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane refi’il ala diye dokuz bin yıl tesbih eyledi.

Beşinci hicab SAADET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve kaimun diye sekiz bin yıl tesbih eyledi.

Altıncı hicab KERAMET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve ganiyyün la yeftakıru diye yedi bin yıl tesbih eyledi.

Yedinci hicab MENZİLET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men hüve halikun nur diye altı bin yıl tesbih eyledi.

Sekizinci hicab HİDAYET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men lem yezel ve la yezal diye beşbin yıl tesbih eyledi.

Dokuzuncu hicab NÜBÜVVET perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane men teferrede bil kudreti vel bekai diye dört bin yıl tesbih eyledi.

Onuncu hicab RIF’AT perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane zil arşiı amma yasifun diye üç bin yıl tesbih eyledi.

On birinci hicab NUR perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane rabbiyel Azim diye bin yıl tesbih eyledi.

On ikinci hicab ŞEFAAT perdesi idi. Orada O latif ruh: Sübhane rabbiyel Azim diye bin yıl tesbih eyledi.

NUR’U yaratan yüce Allah o’na ruh vermişti sonra da akıl verdi.

Ruhlarımızın babası Sultanı Enbiya Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dır. Bedenlerimizin babası da Hz. Âdem (aleyhisselâm)’dır.

Âlemlere rahmet kapılarını açıp hazinelerinden mürüvvet cevherleri saçan, sadakat bağında biten iman ağacına rahmetten yaprak, ibadet bahçesinde yetişen irfan fidanına kanaatten meyve, muhabbetten çiçek bahşeden yüce ALLAH’ımız insanlık âlemine bir nur gönderdi. Kâinatın fezasında bir rahmet güneşi parladı. Bu ebediyet güneşinin doğmasıyla cihan günleri saadet günlerine döndü. Bu ilahi güneş; ALLAH’tan gelen aşkın hedefiydi. Âlemlerin efendisiydi. Top yekûn zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın peygamberiydi.

Peygamberlik sancağının ötelerde ilkiydi… Dünyada son… Sonların sonunda da en son sahibiydi ve Peygamberler tahtının da sultanı ve hatemiydi.

Sultanlar bile kapısında köle olmayı en büyük nimet bildiler. Bir taş parçası bile onun elinde yüceliğe erdi, ay parmağının işareti ile ikiye ayrıldı, güneş batmışken bir emrine yeniden doğdu. Mucize parmaklarından susuz ümmete su içirdi. Âlem onun saçlarıyla mis kokulara büründü, ayak izleriyle Arş’ı şereflendirdi, iki omzunun arasında güneş gibi apaçık Nübüvvet Mührü vardı.

Basmasa mubarek kademin ruy-i zemine pak etmezdi kimseyi hak ile teyemüm. Mubarek ayağın yeryüzüne basmasaydı toprak kendisiyle teyemmüm eden kimseyi pak temiz kılamazdı.

Güneş onun tebessümüne kuldur, ağlayışı buluta iş buyurur. Ebedi olan şeriat onun şeriatıdır. İki cihan sultanlığı ona verilmiştir.

O miraç sahibi, peygamberlerin hatemi, Hatemi Enbiya’dır. O Cenab-ı Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) varlığın bir tanesi, işte güneş, ay, yıldız nurunun pervanesi…

Zira O, Allah’ın biricik sevgilisidir. Kâbe Kavseyn tahtının Padişahıdır. Kevser çeşmelerinin malikidir. Nihayetsiz olan mülkün de seyyididir.[14]

Sonra Muhammed’e yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki birleştirilmiş iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.[15]

Bilinmeli ki, âlemlerin serveri, Âdemoğullarının övüncü Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin nüraniyetini ve nedenini bilmekle onun yüce şanı ve rütbesinin yüceliği, makamının ululuğu öğrenilirse ona intisaba şevk duyulur. Sünnet-i şerifesine ve yüce şeriatına tamamıyla uyulduğundan, her an salât ve selam ile tazim ve tekrimde dünya ve Ahiret saadeti ve yücelik menziline vasıl olma vardır. Bunu bilmek Resul-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hazretlerinin ruhani ve cismani doğuşunu bilmeğe muhtaçtır.

Melek velvelesi, felek meş’alesi yok iken, Kader nakkaşı semavâtın tezyinatı­nı vurmamış iken, ne eserden, ne esirden hiçbir şey bilinmezken o büyük Peygam­ber “Kul hüvallahü ehad” narasında secdede idi. Orası bir adres-i Muhammedi’dir. Kâinatı kendisine muhit edinmiş Allahüazimüşşan “Habibime bu cihetten teveccüh ediniz” buyurmuştur.

Onun için o Zât-ı A’lâ’yı öyle, bir kabir çukurunda zannetmek, arifler meyanında edebe mugayirdir.

Kâ’be-i Muazzama’ya, ‘Beytullah’ diyoruz, teveccüh ediyoruz. Hâşâ… Cenâb-ı Hak orada mıdır? Allah-ü teâlâ mekândan münezzehdir, mekânlar Al­lah’tan münezzeh değildir.

Allah’sız bir zerre yoktur. Onun için İslâm’da eşyaya nazar-ı hakaretle bak­mak en büyük günahtır.

Cenâb-ı Hakk’ın bizi oraya teveccüh etmemizi emretmesi: O bir adresi Sübhânîdir. İnsan bu âlemde gönlünü bir yere bağlamak ister. İşte buna binâen Ce­nâb-ı Hak Beytü’l-Muazzama’yı zahirde kıble yapmış, Bana o taraftan teveccüh edin buyurmuştur.

Nihayetsiz olan mülkün seyyidi, Kevser havuzunun sahibi ve insanoğlunun Tacı, Cenab-ı Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aziz ümmetini yetiştirmek için sual ve cevap usulünü koymuşlardı. Ve buyurmuşlardı ki:

İlim hazinedir, anahtarı ise suallerdir.[16]

Peygamberin güzide Ashabı da, O’na sualler sorardı. Merak ettikleri her şeyi (varlığın sebebi) Cenab-ı Peygamberden sorarak öğrenirlerdi.

Allah-u Azummişan’ın O yüce nurla bir ak inciden perde içinde belirttiği ruh, bir tavus kuşu şeklinde o ağacın üstüne kondu. Bin yıl hak Teâlâyı zikir ve tesbih eyledi. Hak Subhane ve Teâlâ hayâ gözgüsünün aynasını yarattı ve tavusun karşısına koydu. Tavus o gözgüye baktığı zaman orada çok güzel bir yüz ve azametli bir şekil gördü. Bundan utandı beş kere secde kıldı. Sonra o secde bizlere 5 vakit namaz oldu.

O ruh ta kandilin içinde Hak Celle ve Ala’nın güzel isimlerini zikretmeye başladı. Her bir mubarek ismi bin yıl zikretti. Vakta ki Esma-yı Hüsna’dan ‘RAHMAN’ ism-i şerifinin zikrine geldi. Hak Subhanehu ve Teâlâ kendisine ‘RAHMET’ bakışı ile baktı. O ruh, hayâsından, Allah tarafından terledi, Enbiya ve Mürselin sayısınca kendisinden inci gibi ter damladı. Herbir damlasından bir peygamberin ruhu halk olundu. Hepsi o kandilin içinde toplandı. Hak Celle ve Ala Nebi-yi Ekrem’in ruhuna hitap ederek:

İnci gibi olan terinden yaratılan Enbiya ruhlarına bak! Dedi Fermana uyan latif ruh, onlara baktı. Bakışlarının ışıklarını her şeyi bürüdü. Enbiyanın ruhlarını da NUR-U MUHAMMEDİ bürüdü. O ruhlar:

Rabbena ma gaşiyena! Dediler.  Ey bizim Rabbimiz!.. Bu nuru ile bizi bürüyen kimdir?

Hak Celle ve Ala hazretleri:

Habibim Muhammed’in nurudur. Eğer siz onun nübüvvetine inanıp tastik ederseniz sizi nübüvvet ve risaletimle şereflendiririm! Dedi, O nebilerin ruhları’ da:

Biz Muhammed (aleyhisselâm) in nübüvvet ve risaletine iman getirdik!” Dediler. Hak Teâlâ da:

Sizin bu şehadetinize tanık, şahid olayım mı? Diye buyurdu.

Onlar da:

Evet, tanık olunuz!” Dediler.

Nitekim Hak Sübhanehu ve Teâlâ Hazretleri Kelam-i Kadiminde:

VE İZ EHAZALLAHU MİSAKAN NEBİYYİNE[17] VE ALLAH VAKTİYLE PEYGAMBERLERİN MİSAKINI ALMIŞTI” Ayetinde bu mİsaki bildirmişlerdir.

O tertemiz ruh sonra yine Allah’ın isimlerini zikirle meşgul oldu. Vakta ki “KAHHAR” ismine geldi, Hak Celle ve Ala’nın heyberinden, celalinden terledi.

Mubarek başının terinden meleklerin ruhları yaratıldı. Ve yüzünün terinden Arş, Kürsi, Levh, kalem, güneş, ay ve bütün yıldızlar halkolundu. Göğsünün terinden din âlimlerinin, şehitlerin, Salih kulların ruhları yaratıldı ve arkasının terinden de Beytül Mamur ve Kabetullah ve Beytül Mukaddes ve Ravza-yı Mutahhara ve bütün mescid yerleri yaratıldı. Kaşlarının yerinden müminlerin ve mümin kadınların ruhları halk olundu. Kuyruk sokumu yerinden Yahudi ve Nasara, müşrikler, ateşe tapanlar (Mecusiler), yani bütün kâfirlerin ruhları yaratıldı. Ayaklarının terinden yerler ta.. Mağrıbdan Maşrıka kadar halk olundu.

Ondan ötürü Resul-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimize ‘EBUL ERVAH’ (Ruhların babası) diye künye verildi. O ruhlar, Muhammed nurunun çevresini alıp tesbih ve tehlil ederek bin yıl kadar onu tavaf ettiler. Hak Celle ve Ala, o ruhlara “Muhammed ruhuna bakın” diye emreyleyince onlar o ruha baktılar.

O güzel ruhun başını görenler dünyada halklar arasında halife ve melik, padişah oldular. Mubarek alnını görenler adil Beyler oldu ve mubarek kulaklarını görenler Allah’ın kelamının hafızı oldular.

Mubarek kaşlarını görenler, nakkaş oldular. Mubarek kulaklarını görenler nasihat ve vaaz kabul edici oldular. Mubarek yanaklarını görenler akıllı ve iyi amel edici oldu. Mubarek yüzünü görenler hâkim oldular. Mubarek dudaklarını görenler vezir oldular. Mubarek ağzını görenler oruç tutucu oldular. Mubarek dişlerini görenler erkekse, erkek güzeli, dişi ise dişi güzeli oldular. Mubarek dilini görenler padişahlar arasında elçi oldular. Mubarek boynunu görenler, tüccar, alışverişçi oldular.

Mubarek sağ elini görenler sarraf oldular. Mubarek sol elini görenler terazi tutucu ve kilo ölçücü oldular. Mübarek ellerinin içini görenler yazıcı oldular. Mübarek parmaklarını görenler demirci oldular.

Mubarek göğsünü görenler bildin, zahid ve müctehid oldular. Mubarek sırtını görenler şeriat emrine boyun eğer ve mütevazı oldular. Mubarek iki yanını görenler gazilerden oldular. mubarek karnını görenler kanaat edicilerden oldular.

Mubarek ayaklarını görenler avcılardan oldular. Mubarek ayağının altını görenler yol yürüyücü oldular.

Ve gölgesini görenler şarkı söyleyici, saz ehli oldular.

Ona bakıpta onu göremeyenler Yahudi ve Nasara ve Mecusi ve şirk ehli oldular. Hiç bakmayanlar nemrud ve Firavun gibi ulûhiyet davası edenlerden oldular.

Ayrıca bütün ruhlar, dört saf oldular. Birinci saf Enbiya ve Mürselin ruhlarının safıydı. İkinci saf, Allah velilerinin safını teşkil etmişti. Üçüncü saf, mü’min erkek ve mü’min kadınların safıydı. Dördüncü saf ise kâfir ruhların safıydı.

O ruhlar o makamda Allah’ın takdir ettiği kadar yine Allah’ın kudreti ile durdular. Sonra cisimler dünyasında vakitleri gelince diriltildiler. Resul Ekrem Hazretleri, bu yaratıkları kendisinden halk olunduktan sonra ruhlar âleminden cismani âleme gelinceye kadar geçen zamanı Allahü Teâlâdan başka kimse bilemez.

Rivayet edilmiştir ki, Hazreti Resul-i Erkem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cebrail (aleyhisselâm) a,

Sen halk olunalı kaç yıl oldu? Diye sorunca Cebrail (aleyhisselâm):

Ben hesabını bilmem Ya Resulullah! Ancak şu kadar bilirim ki her yetmiş yılda bir kere Arş’ın süradıkatının ardında kocaman bir nur yığını belirir. Ben yaratıldığımdan beri on iki bin kere o koca nurun meydana geldiğini ve doğduğunu gördüm!” Dedi.

Hazret-i Resul-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) :

O nur neyin nuruydu? Biliyor musun? Dedi. Cebrail (aleyhisselâm) :

Hayır bilmiyorum!” Deyince Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz:

O nur, Ruhlar âleminde benim ruhumun nuru idi!” Dedi

Ey Müslüman kardeş: Bu rivayete göre on iki bine yetmiş bine çarparsan ne kadar sayının ortaya çıkacağını düşün.

Allah-u Teâlâ tüm meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağını ve yaratacağı halifeye secde etmelerini ferman etti. Halife demek Allah’ın iradesinin temsilcisi demektir. Bütün melekler secde ettikleri halde, şeytan kibirlendi ve secde etmedi. Bu yüzden de lanete uğradı ve ebedi lanet halkası boynuna geçti.

Burada Âdem (aleyhisselâm)’a edilen secde ta’zim secdesidir.  Tapma secdesi değildir. Hakikatte secde yalnız Allah’a yapılır, vasıtalar ise kıble yerindedir. Görüldüğü gibi Âdem Peygamber bir kıbleden ibarettir.

Cafer-i Sıdık ( radiya'llâhü anh):

Âdem’e ilk secde eden Cebrail’dir. Peşinden Mikail, sonra İsrafil ve daha sonra da Azrail secde etmiştir. Ve en sonra mukarrebin denilen yakınlık melekleri.

Muazzez sahabilerden İbni Abbas (radiya’llâhü anh):

Hazreti Âdem’e secde edildiği zaman, Cuma günü zeval vaktiyle ikindi arasıydı. Peşinden Rabbi Rahimimiz, Hz. Âdem’in sol kaburga kemiğinden Hz. Havva’yı yarattı. Hz. Âdem uykudaydı. Uyanıp Havva’yı yanıbaşında görünce gönlü ona bir su gibi aktı ve hemen elini uzattı.

Aynı anda da meleklerin haykırışı kulaklarını tırmaladı:

— Ya Âdem, hareketsiz dur!

Âdem Aleyhisselam atıldı:

— Niçin hareketsiz durayım? Allah O’nu benim için yarattı.

— Mehrini eda et, ya Âdem.

— Mehri nedir?

—Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e üç kere salâvat getirmek.

Ve Âdem Peygamber, Allah’ın sevgilisi cenab-ı Muhammed Mustafa’ya salâvat getirdi. Böylece de Allah huzurunda ve Muhammedi hakikat önünde ilk nikâh kıyılmış oldu.

İşte mümin kardeşim; günümüzde de kıyılmakta olan dini nikâh Allah’ın huzurunda cenneti âlâda Rasulullah’a muhabbetin yüzü suyu hürmetine kıyılan ilk nikâhın remzidir.

Aziz ve Celil olan, Allah, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva’ya güzel cennetin nimetlerini mübah kıldı. Sadece belli başlı bir ağacın meyvesinden yemeyi yasak etti.” İmtihan maksasıyla Cennet’e alınmışlardı. Yasak olan ağacın meyvesinden yediler. Bu meyveden yer yemez bütün giysileri, kaftanları sırtlarından çıkarıldı, çıplak kaldılar. Âdem (aleyhisselâm) incir ağacını silkeledi, üç yaprak düştü, o yapraklarla örtündü. Ağacı tekrar silkeledi, bu sefer beş yaprak düştü, Havva onlarla örtündü.

Âdem (aleyhisselâm) utancından kaçtı.

Fakat hangi ağacın yanına gittilerse o ağaç onları kabul etmemişti. Ancak öd ağacı kabul etmiş, dalları altına onları almıştı. Hak Celle ve Teâlâ Hazretleri Öd ağacına:

— Ey ağaç! Diye buyurdu. Onları öteki ağaçlar kabul etmedi. Sen niçin kabul ettin?

Öd ağacı da şu cevabı verdi:

— Ey esirgeyici Rabbim! Âdem (aleyhisselâm) ın alnında Habib-i Ekrem’in nurunu gördüm, o şanı yüce nur sebebiyle utandım ve onların bana sığınmalarını kabul ettim.

Hak Teâlâ Hazretleri:

—Mademki Habib’im Muhammed’in nuruna saygı gösterdin. Onun hürmetine seni kullarıma bütün ağaçlardan itibarlı kıldım. Sana güzel bir koku verdim. İzinsiz bir iş yaptığın için, kullarım seni yakarak buhurunla senden istifade edecekler, buyurmuştur.

(Mekke’de, Kâbe’yi tavaf esnasında ve Ravza- i Mutahhara’da cuma günleri imam hutbeye çıkarken,  öd ağacı buhuru uyandırılır. Peygamber efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in tekvin işlerinde de buhur uyandırılmıştır. Kokusuna şeytan ve gizli güçler gelmesin diye buhur, eskiden tekke ve zaviyelerde, zikir meclislerinde ve Melid-i Şerif merasimlerinde kullanılıyordu. Korkan çocukların da korkuları izale olsun diye, öd ağacının parçaları yıkanan çamaşırların suyuna atılırdı. Öd kokusu Kâbe örtüsüne de sürülüyor.  Şu anda öd ağacı, tesbih olarak da kullanılıyor.

İstanbul’daki Mevlânakapı Mevlevî Dergâhında eskiden ekseriyet meşayih öd ağacından yapılan tabutlara konularak sırlanırdı. Mevlevihane yandığında İstanbul semalarında aylarca öd ağacının buhur kokusu hissedilmiştir.

Nikâhlarda ve düğünlerde, doğum yapan hanımları gizli güçler rahatsız etmesin diye buhur uyandırılır.

Âdem (aleyhisselâm) atamız cennetten Hindistan Serendim adalarına indirildiği için orası Öd Ağacı ormanlarıyla kaplıdır.

Allah Âdem (aleyhisselâm)’ı ve Havva validemizi, arza dört şeyle göndermiş. Bunlar; âsâ, incir yaprağı, hatem yüzük (peygamberlik yüzüğü) ve ağlamaktır. Hatem yüzük Hazret-i Âdemin şehadet parmağında iken peygamberimizin nuru ona gösterildi. Hatem yüzük, Cebrail (aleyhisselâm) tarafından Âdem atamızın parmağına takıldı. Namaz kılarken tahıyyat’ta kelime-i şehadet getirirken şehadet parmağının kaldırılması buradan geliyor. Âsâ, Musa (aleyhisselâm)’â erişip ona mucizeler yarattı. İncir yaprağını giyindi, onda misk oldu, onun için erkeklere sünnet olan kefen üç parça olduğu gibi hacıların giydiği ihram da üç parçadan müteşekkildir: İzar ve Rida ve Kemer’dir. Hanımların da hacda kullandığı elbiseler, kendilerine ihram olarak kabul görür. Kadınlara da kefen beş parça oldu.

Hatem yüzük Süleyman Peygamber’e erişti. O yüzükle kuvvet buldu. Ağlamak ise asilere miras kalıp onunla rahmet buldular.

Ey insanlar kulak veriniz, dikkat kesiliniz. Gökte haber, yerde ibret almak için işler var. SEMA’ı seyrederek, SEMA’dan sesler duyarak SEMA’ya girin.

İnsanoğlunun atası ve peygamberlerin ilki Hz. Âdem ve Havva validemiz böylece Uçmaktan dünya yüzüne indirildiği zaman nazar edip gördü ki Arş’ta ve cennetin her noktasında “Allah” adının yanında “Muhammed” ismi var. Allah’ın sevgilisine ve insanlığın efendisine mahsus mübarek isim…

Hz. Âdem’in gönlü yanık, içinden hicran ırmakları akıyor… Fakat Cenab-ı Muhammed Mustafa’nın kendi zürriyetinden bir Resul olduğunu ve eğer o olmasaydı yaratılışın olmayacağını öğrendi…

Ve ellerini ulvilik âlemlerine kaldırıp yalvardı:

-  Ey Rabbim! Beni bu oğlum hürmetine affet!.

Âlemlerin rabbinden ferman erişti:

- Ey Âdem! Eğer bütün gökler ve yerler halkı için bu oğlan hürmetine benden rahmet ve şefaat dilesen, indi ilahiyemde makbuldür.

İşte âlemlere rahmet olanın şan ve şerefi…

İrfan denizine gark olmuş din büyüğü Selman-ı Farisi’den:

“Cebrail (aleyhisselâm) Allah’ın Resulüne gelip dedi: Rabbin buyurdu ki, Eğer İbrahim’i dost edindimse seni de sevgili edindim ve kendime senden daha şerefli ve keremli bir mahlûk yaratmadım. Dünya ve halkını şunun için yarattım ki, senin kerem ve faziletinin bence ne olduğunu kendilerine göstereyim. Sen olmasaydın, düğnyayı yaratmazdım…” (Mevahibü’l-Ledüniyye)

Allah’ın sohbettaşı idin, Allah’ın özel emanetçisi idin, tabiat’ın efendisi idin, Allah’ın yakını idin, sana Allah’ın ruhundan ruh üflenmişti, Allah’ın özel öğrencisi idin, bütün isimleri Allah sana öğretmiş idi, Kalemle sana öğretti, seni kendisine yakın yarattı, seni yaratınca ödül olarak uzaktaki ve yakındaki bütün melekleri senin ayaklarına kapandırdı, hepsini sana boyun eğdirdi, yeri ve göğü senin yüce ellerine emanet etti, yanına geldi kendi özel emanetini senin omuzlarına yükledi, seninle sözleşti, seni senin toprağına gönderdi, hakiki fıtratına kavuşturdu, seninle evdaş oldu ve ne yapacağını görmek için seni gözetlemeye başladı.

Gönüller Sultanı Hz. Mevlana da şöyle buyurmuştur:

Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki, O, meleklerin bile kıskandıkları güzeli öveyim.

Pakistan’ın ünlü şairi Muhammed İkbal’de:

Ey zuhuru ile hayata gençlik getiren Hz. Muhammed! Senin tecellin hayat rüyasının tabiridir. Yeryüzü, senin barigahına saha olduğu için kıymet kazanmıştır. Gökler senin karargâhının damını öpebildikleri için yücedir.” der

Gönüller Sultanı Hz. Mevlana da şöyle demiştir:

Başımı sevdaya saldım,  Sevgi ve aşk burakına bindik. Şiirimiz de Ney ve SEMA’ımız da Hak Teâlâya verilen misaktandır. Sevgiden açılan güller, laleler ve sümbüller rengini o muhabetten almıştır. Bağdaki bülbül de gülün aşkına öter. Kalpler de ancak Allah’ı zikretmekle sükûn bulur.

Kuran-ı Azimüşşan’da bildirildi. O’nun sıfatlarını Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de ve Furkan’da beyan buyurdu. O’nu Liva-ül Hamd ile kâmil etti.

Dördüncü parçadan ise HZ. MUHAMMED (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in NUR’dan parlayan RUH’unu yarattı. O latif RUH, bütün yaratıklardan önce halk olunup dünyadaki güzel şekli ve mübarek yüzlerinin biçimi ile tasvir edilmişti-

O RUH’un başı hidayetten, boynu tevazüden, gözleri hayâdan, alnı şüphesi olunmayan itikattan, ağızı sabırdan, dili sadakatten, yanakları muhabbetten, karnı zühütten ve takvadan, ayak ve dizleri dosdoğruluktan yaratılmıştı.

Ve mübarek kalbini de, Cenab-ı Hak, rahmetle doldurmuştu. O mübarek RUH’u rahmet ile besleyip türlü kerametle mükerrem eyledi. Risalet ve nübüvvetle onu herkesten çok layık görüp kendisine HABİB yaptı. Başka varlıklardan seçkin ve mübarek kıldı. Başına ibadet ve takva tacım koyup taçlandırdı. Hidayet örtüsüyle giyimledi, îsm-i pakini HABİBULLAH diye isimlendirdi.

Bundan sonra, Hak Celle ve Ala Hazretleri bir ağaç yarattı. Adına SECERE-Yİ YAKIN (BİAT AĞACI) denir. O ağacın dört dalı vardır; O mübarek RUH’u o ağacın üstüne koydu. O latif RUH, orada ALLAHu Zulcelal vel ikramı kırk bin yıl türlü tesbihlerle zikreyledi. Sonra Hak Celle ve Teâlâ Hazretleri Habibi, o sevgili RUH’un karşısına bir ayna yarattı:

Bu aynaya bak” diye buyrukta bulundu. O latif RUH aynaya bakınca kendisini çok güzel, son derece güzel gördü. ALLAH’a şükur secdesine vardı Beş defa secdede bulundu. Her secdesinde yüz yıl durdu:

Sübhanel Alîmillezî la yechel, Sübhanel Halimillezî la ya’cel Sübhanel cevadillezî la yencel! diye tesbihte bulundu.

Böylece varlık dünyasına teşrif ettiklerinde de ümmetine de her secdesi karşılığında bir vakit namaz ferman buyuruldu. Ve beş vakit namazla rahmetler ihsan olunarak ümmeti şereflendirildi. İlm-i Şeriat, İlm-i Tasavvuf, ilm-i Hakikat, İlm-i Marifet ve İlmel Ya’kin, Aynel Ya’kin, Hakkel Ya’kin. Ey Hakikat-i İnsan Habibullah hatırına yedi ilim ağacıyla mücehhez kılındın.

Ey Peygamber! Sana ve sana uyan müminlere Allah (c.c) yeter.[18]

Bundan sonra Hak Celle ve Ala, NUR’dan zincir île o ağaçta kırmızı yakuttan bir kandil yarattı. O NUR’u kandilin içine koydu:

Benim Esma-yı Hüsnamı zikret!” Diye emirde bulundu

En güzel isimler (El-Esma’ül Hüsan) ALLAH’ındır. O halde O’na güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.[19]

Ebu Hureyre (R.A.)’dan rivayetle Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; “ALLAH’ın 99  - ki bir eksik olarak 100 eder – ismi vardır. Bu esmaları her kim (tamamen) sayarsa cennete girer

ALLAH’ın Esma-i ilahilerini zikretmek gözlerin nuru ve gönüllerin süruru, kalplerin cilası ve gönüllerin sefası, Allahu Teâlâ’ya götüren en kısa yoldur. O’nun Esma-i Hüsna’sını zikretmek lütfuna ve hazzına erişen mutlu ve kutlu kişiler ALLAH Teâlâ ile konuşan, sevişen, bilişen ALLAH Âşıklarıdır. İlimde, bilimde, her iç sıkıntınızda Esma’ül Hüsna’yı okuyanın ALLAH işini asan eder.

Her hayırlı işinize başlarken Esma’ül Hüsna ile başlarsanız netice güzel olur. Ayet-i Kerime’de Allahuazimüşşan buyuruyor ki “Fezkürunu Ezkurkum[20]“ siz beni zikredin ben de sizi çok zikredeyim.

Unutulmamalıdır ki, kıyamet gününde, nedamet anında ve hasret deminde kişiye malın, makamın, rutbenin, evlad ve ıyalin hiç bir yararı olmayacaktır. Orada yalnız KALB-İ SELİM’in faydası olur ki, KALB-İ SELİM’e malik olabilmenin tek yolu ve çaresi de ZİKRULLAH’tır.

PEYGAMBERLERİN SEMASININ

HİKMET VE SIRLARI

Harrerehu El- Fakir Ali Cemali Afa-Anh (Devran ve SEMA)

Haberde varid olmuştur ki, yerde ve gökte İsrafil (aleyhisselâm)’ın sesinden güzel ses yaratılmamıştır. Bunun için İsrafil (aleyhisselâm) ne vakit bir şey okursa göklerin melekleri kendi zikir ve tesbihlerini bırakıp onu dinlerler.

Hz. Âdem (aleyhisselâm) ve Havva Anamız yeryüzüne indirildikleri zaman 300 yıl ağlamıştı. Cenab-ı Hak O’na:

Niçin ağlıyorsun?” diye sorunca;

Ya Rabbi ne cennetten ayrıldığım için, ne de cehennemden korktuğum için ağlıyorum. Arş-ı Azam’ın etrafında el ele vererek şevkle dönerek SEMA ve raks ediyorlar; “Padişahımız Malikimiz ne büyüktür! Malikimiz olmasa helakımız muhakkaktır. Mademki Sen Rabbimız ve Mabudumuzsun bizden daha bahtiyar kim vardır? Sevgilimiz sensin, Mel’ceimiz Sensin, kim bize benzer diyerek devran ve SEMA eden 70 bin güzel yüzlü meleğe iştiyakımdan ağlıyorum” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Allahuazimüşşan;

Başını kaldır, O’nları gör” Demiş,

O’da başını kaldırınca, Arş’ın etrafında bunların Devran ve SEMA ettiklerini, Cebrail’in ise bunlara başkanlık ettiğini, Mikail’in bunlara zakirbaşılık yaptığını görmüş ve ağlaması kesilmişti. [21]

Tur-i Sina’da Hz. Musa aleyhisselamın, âlemlerin Rabbi ile bin bir kelamda konuştuğu yer vardır ki Makam-ı Musa aleyhisselamdır. Hazreti Musa Kelimullah, bu makamda ALLAH (c.c.) ile 1001 kelam konuştuğu için VECDe gelerek SEMA yapmıştır. Bu SEMA’nın Hz. Musa Kelimullah’ın Rabbiyle miraç SEMA’ı olduğu rivayet buyrulur.

“Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca “Rabbim! Bana kendini göster; seni göreyim.” dedi. ( Rabbi) “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!” buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti., Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih edirim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.”[22]

 Tur-i Sina Dağ’ı da aşka gelerek raks etmiştir. Peygamber’imizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mirac’a çağrılmasındaki hikmet ve sırrı bir de SEMA açısından düşünün.

Ey Peygamber! Sana ve sana uyan müminlere Allah (c.c) yeter.[23]

DEVRAN ve SEMA, sofiyyun’un tarikleri erkânındandır. İlk defa SEMA eden Resul-u Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleridir. Cibril-i emin, emr-i ilahi ile Habib-i edib-i Kibriya’ya gelerek:

Ya Rasulallah! Senin ümmetinin fakirleri, zengin olan ümmetlerinden beşyüz yıl önce cennete gireceklerdir, müjdesini verince, iki cihan serveri Cenab-ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed aleyhisselam VECD’e geldiler ve o kadar SEMA ettiler ki, mübarek omuzlarından ridaları yere düştü. Bu hale şahid olan ashab-ı kiram rıdvanullahi aleyhim ecma’ıyn de, Sahib-i şeri’at aleyhi ve alihi efdal-üt-tahiyyat efendimizle birlikte SEMA ettiler.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizle ashabının SEMA ettiklerini gören Mu’aviye’t-ibn-i Ebu Süfyan:

—Ya Rasulallah! Ne güzel oyununuz var, diyince Hace-i ka’inat efendimiz hazretleri saadetle şöyle buyurdular:

—Sus. Sus ya Mu’aviye! Bu oyun değil, zikr-i Habib’dir. Kişinin sevdiğinin ismini duyup da SEMA etmemesi kerem değildir.

Bu hadiseyi, AVARİF-UL MAARİF Enes bin Malik radıyallahu anh rivayet etmişlerdir.[24]

İkinci defa SEMA eden, Cenab-ı seyyidina EbuBekir-es-Sıddıyk radıyallahu anh efendimizdir. ALLAH yoluna bütün malını, mülkünü, varını, yoğunu satmış, ancak bir gömleği kalmıştı. Bu gömleği de, muhterem zevcesiyle nöbetleşe giyiyorlardı. Allahu Teâlâ’ya ibadetlerini böylece münavebe ile yerine getiriyorlardı.

Birgün, Habib-i edib-i Kibriya, ashabı safaya:

—Günlerdir, Ebu-Bekir’i mescidde göremiyorum, buyurunca ashabı kiram rıdvanullahi aleyhim ecma’ıyn:

— Ya Nebiyallah! Ebu Bekir bütün malını dağıttığından üzerine giyecek bir şeyciği kalmamıştır. Onun için mescide gelemiyor, cevabını verdiler. İki cihan serveri, kendilerine:

—Kızım Fatıma’ya gidiniz ve ondan Ebu-Bekir için giyecek bir şey isteyiniz, buyurdu.

Seyyide’t-ün-nisa Fatıma’t-üz-Zehra validemiz, emr-i Nebiye telakki edince, keçi kılından dokunmuş bir kumaştan gayrı hiçbir şey bulunmadığını söyledi ve emr-i peygamberi üzerine bu kumaş Ebu-Bekir-es-Sıddıyk hazretlerine gönderildi. Ne var ki, kumaş Sıddıyk-ı Ekber’in mübarek vücudunu tamamiyle sarmadığından, açık kalan yerleri hurma yaprakları ile kapattı ve huzur-u fa’iz-in-nur’u Cenab-ı Fahr-i risalete varmak üzere evinden çıktı. O anda, Cebra’il aleyhisselam nazil oldu. Onun üstünde de, keçi kılından örülmüş dar ve kısa bir kumaş vardı ve o da açık kalan yerleri hurma yaprakları ile örtmüştü. Habib-i edib-i Kibriya, bu hale taaccüb ederek sordu:

—Ey Cebrail kardeşim seni bu kıyafetle hiç görmemiştim buyurdu Cebrail Aleyhisselam’da şu cevabı verdi:

—Ya Resullullah Ebubekir bugün bu kıyafete büründüğü için ALLAH azze ve celle Ebubekir’e selam ediyor ve soruyor. Ben Ebubekir kulumdan razıyım. Ebu Bekir kulum benden razı mı?

O sırada Mescid-i Nebi’ye giren büyük müjde haberini bizzat fem-i saadet-i peygamberden alan Sıdık Ekber:

—Razıyım razıyım diye ağlamaya ve VECDe gelip SEMA etmeye başladı. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek için İhyay-ı Ulûm’un kitab-üt tevhidden SEMA bölümüne bakınız.[25]

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün Cenab-ı Hayder-i Kerrar İmam-ı Ali keremallahu vechehu anh radıyallahu efendimize

—Ya Ali sen bendensin buyurduklarında Hazret-i Şah-ı Velayet VECD halinde SEMA etmeye başlamıştır.

Yine peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz bir başka günde Hz. Cafer’i radıyallahu ahn’a;

—Ya Cafer insanlar içinde benim ahlakıma en çok benzeyen senin ahlakındır buyurunca Hz. Cafer İbn-i Ebi Talip hemen SEMA etmeye başladılar.  Şeyh Şahabettin Suhreverdi AVARİF-İ MAARİF’in yirmi ikinci babında böyle buyurmaktadır.[26]

Ashab-ı kiramdan ve Cenab-ı Fahr-ı risaletin amcazadelerinden olan Cafer ibn-i Ebî-Talip radıyallahu anh, Habeşistan’a hicret etmişti. Hicretten dönerek Habib-i edib-i Kibriya efendimize kavuştuğunda raksettiğini ve bu esnada yine raksederek iki cihan serverinin mübarek alnından öptüğünü Ebu-Zübeyir, Cabir radıyallahu anh’den rivayet etmektedir. (radıyallahu anhüm ecma’ıyn)

FELEMMA KADA ZEYDÜN MİNHA VETARA…” Âyet-i kerimesi nâzil olunca, Habib-i Edib-i Kibiryâ bu emr-i celil-i ilâhiyi Zeyd bin Harîse radıyallahu anh’e okudular. Zeyd sordu:

—Ya Rasulallah! Bu âyet-i kerime benim hakkımda mı nâzıl oldu?

Fahr-i kâ’inat leyhi ve âlihi efdal-üt-tahiyyat efendimizde saadetle:

—Evet, ya Zeyd! Senin hakkında ve senin isminle zikronularak nâzil oldu, buyurunca Zeyd bin Hârise raksetmeğe başladı.

Unutulmamalıdır ki, kıyamet gününde, nedamet anında ve hasret deminde kişiye malın, makamın, rütbenin, evlad ve ıyalin hiç bir yararı olmayacaktır. Orada yalnız KALB-İ SELİM’in faydası olur ki, KALB-İ SELİM’e malik olabilmenin tek yolu ve çaresi de ZİKRULLAH’tır.

Kalb-i Selim demek, aşk-ı ilahi ile canlandırılan, aşk-ı Muhammedi ile nurlandırılan ve şevk-i zikirle cilalandırılan ve arındırılan kalp demektir. Böyle bir kalbe kalb-i selim denilir. AllahuTeâlâ’ya vuslat da ancak böyle bir kalp ile mümkündür. Aşkullah, öyle bir ateştir ki, kalpte ALLAH sevgisinden gayrı ne varsa hepsini yakar, yok eder. Bazen, öyle bir hal olur ki, akil bir kimsede dahi VECD zahir olur. Bu tarzda VECD’e gelen kişi, o haliyle ve oracıkta devr-ü SEMA etmezse, o anda derhal helak olur, yanar ve mahvolur.

Akıl başta iken SEMA ve devran caiz değildir. Ancak kişi cezbeye gelir, akıl ve şuurunu kaybederse, SEMA ve devran yapabilir, demelerine cevap olarak: Cüneydi Bağdadi hazretlerinin bir hikmetlerini beyan edelim:

SEMA etmek haram değildir, haram olsa dahi haram, bu mahalde helal olur!..

Devri SEMA haramdır diyen müteassıplara, bundan daha veciz bir beyan ve cevap düşünebilir misiniz?

Bazı zaruretlerin haramı mübah kıldığı gibi, şer’an SEMA ve devran haram olsa dahi, VECD’e gelen âşıkta ZARURET       hali mevcut bulunduğundan, bu halde iken SEMA ve devran ederse helaldir, buyuruyorlar. Hazret-i Cüneyd.

İnsanlar için iki kısım lezzet vardır:

1) Suri vicdanı lezzet’tir.

2) Hakikat-i lezzet-i vicdanî’dir.

Suri lezzet, kişinin sevdiği ile cima halidir ki, bundan aldığı ve tattığı lezzete VİCDAN-I SURİ denilir.

Hakikat-i lezzet-i vicdanî ise, Hak Teâlâ ile buluştuğu ve bu buluşmadan aldığı zevk-i vicdanidir.

Bunlardan birincisi, meninin nüzulu ile tatmin olur. İkincisinde ise, yani zevk-i hakikat-i vicdaniyyeye vasıl olan âşık, eğer SEMA ve devran etmezse, hayal gibi olan vücudunun vücud-u Hak’ta mahvolması tabiidir.

Vücud-u zıllisi mahvolunca, vücudunda bulunan bütün uzuvlarında Hak’tan mahvolması tabiidir. Vücud-u zıllisi mahvolunca, vücudunda bulunan bütün uzuvlarında Hak’tan gayri bir şey kalmaz, bütün uzuvları da aynı zevke ve hazza ererek Hak’tan gayrı bir şey göremez, Hak’tan gayrı bir şey bilemez ve bütün uzuvları Hak ile hareket eder. Sıtmaya tutulan bir kişinin, aklı başında ve iradesi yerinde olduğu halde, kendisini titremekten alıkoymadığı gibi, onun da aklı başında olduğu halde kendisinde hâsıl olan aşk sebebiyle ve mecburen devran ve SEMA eder. Devran ve SEMA ettikçe de, aşkı ziyadeleşir ki, böyle bir aşka nail olabilmek, Mevla’ya vuslata sarih bir bürhandır. Bu hal ile olan VECD’e VECD-İ HAYRİYYE denilir. VECD-i hayriyye’nin ise, ALLAHu Teâlâ’nın âşık kuluna en büyük bir ihsanı ve ikramı olduğuna asla şüphe edilmemelidir.

Bu hal ve cezbeye ALLAHU TEÂLÂ’NIN SEVGİLİSİ ve CEZBE-İ MİN CEZEBAT-İR-RAHMAN buyurulmuştur ki, Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize:

—Ya Rasulallah! Uveys-ül-Karani’yi medh-u sena buyuruyorsunuz. Oysa o gelip zat-ı risaletpenahilerini görmüyor, dediklerinde, Habib-i edib-i Kibriya saadetle şu cevabı verdiler:

—Üveys, benim ile buluşamaz. Zira onda cezbe-i min cezebat-ir-Rahman vardır.

Cenab-ı Üveys-ül Karani, gerçekten böyle bir cezbeye malik idiler. (radıyallahu anh)

Bu hal, ilmi değil zevkidir. Kaldı ki, bu hali tarif ve tavsife ilim ve mantık da kâfi değildir. Bu zevki ancak tadanlar bilirler, tadmayanlar asla bilemezler. Tadmayana da tarif edilemez. Kör rengi, sağır ahengi bilemediği gibidir.

Zakir, Hakkı zikretmeğe başlayınca, AllahuTeâlâ da zakiri zikre başlar. Bu sırrı, zikirde aşikâr kılarak Zat-ı üluhiyyetini zikir ve tesbih eden âşıkları mazhar-ı zat edeceğini va’d buyurmuş ve gafillere duyurmuştur. Kişi, sevdiğini çok zikreder demiştik. Zikreden de, AllahuTeâlâ’yı sevdiğinden ötürü zikreder. Böyle olunca, Mevla’yı müte’al hazretleri zikreden kullarını sever ve onları affı mağrifet buyurur, cennet ve cemaliyle kendilerine ikramda bulunur. Kişi, sevdiği ile beraberdir. Zikir esnasında zakir ile mezkûr da elbette beraber olurlar.

En çok hadis rivayet eden ve hadis ilmine vâkıf Peygamber-i Alişan Efendimizin güzide ashabı Ebu Hureyre (R.A.), güzel bir hırka hediye edilmiş ve sevinmiştir. Sonra Ashab-ı Sofa ders yaparken hırkasının eteğine gelmiş bir kedi uyumuştu, malumunuz kedi uyurken o kadar güzel musiki nameler çıkartır ki kediyi rahatsız etmemek için hırkasının eteğini kesmiştir. O anda Peygamberimizin huzuruna çağrıldı. Peygamberimiz sordu “Nedir bu hırkanın hali?” Ebu Hureyre “Anam Babam Sana feda olsun Ya Resulullah, Üzerinde kedi uyumuştu ve kedi kendine has çok güzel bir musikî sesi çıkartıyordu, onu rahatsız etmemek için hırkayı kestim” dedi. Resulullah da “mahlûkata karşı ne kadar şefkatli ve merhametlisin ey kedi babası” diye hitap etti. Bu güzel vasfı Fem-i Saadet-i Peygamberiye’den duyduğu için Ashab-ı Sofa’daki bölümde arkadaşlarının arasında başladı SEMA yapmaya. Arkadaşları da onu kucaklayıp tebrik ettiler. [27]

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mir’ac’a çıkarken giydiği devetüyü rengindeki hırkayı Hz.İmam-ı Ali radıyallahu anh ve Hz. Ömer Faruk’a sağlığında vasiyet buyurmuşlardı:

Bir gün veys Medine’ye gelecektir. Fakat beni bulamayacaktır. Zira üveys Medine’ye geldiği vakit ben Rabbime vasıl olurum” buyurarak Üveys ile dünyada buluşamayacaklarını bildirdiler. Üveys Medine’ye geldiğinde kendisine hırkasının verilmesini ve ümmetine dua etmesini vasiyet buyurdu. Ve bir elinde nurdan bir işaret olduğunu da haber verdiler.

Hz. Ömer (R.a.) hilafeti zamanında birçok Yemenli Medineyi ziyarete geldiler. Hz. Ömer ile Hz. Ali (radiya’llâhü anh) Yemenlilerin yanına varıp “Karan köyünden içinizde Üveys adında bir veli varmıdır?” diye sordular.

Yemenlilerde aralarında bir veli olmadığını ancak Karan nahiyesinden bir deve çobanı olduğunu ancak insanların arasına pek çıkmadığını develerinin arasında kendi başına ibadet yaptığını söylediler. Onu da Hz. Ali ile Hz. Ömer (radiya’llâhü anh)’a gösterdiler.

Hz. Ali ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) hırkayı alıp yanına vardılar. Kendisine Peygamber Efendimizin selamını ve Peygamberimizin Mirac’a çıktığı devetüyü hırkayı verdiklerinde bir yanlışlık olmasın dedi. Ancak Hz. Ali ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) elindeki nuru görünce durumu anladılar ve hırkayı kendisine verdiler ve Peygamber Efendimizin vasiyeti üzerine ümmetine dua niyaz etmesini bildirdiler.

Veysel Karani hemen o hırkayı alır almaz öptü kokladı eline yüzüne sürdü ağlamaya başladı. Vücudu adeta titriyordu, VECD’e geldi Peygamberimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Salât-ı Selam getiriyordu. Sonra mubarek başına koydu ve bunun yeri burasıdır ve benim mir’ac tacımdır dedi. VECD halinde SEMA etmeye başladı. Sonra bir müddet durdu.

Bir kayanın gölgeliğine vardı Ya Rab bu hırka sevgili Rasulün mirac hırkasıdır.  Bunu bana hediye etmiş. Ben bu hırkayı giymem Ümmeti Muhammedi afetmeyince” diyerek niyaza başladı.

Bir daha aynı sözleri söyleyip niyaz etti. Üçüncü defa tekrar niyaza başladığında Hz. Ali ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anh)  Üveys’in yanına vardılar.

Ah acele ettiniz. Birinci niyazımda ümmetin üçte bir bölüğünü ALLAH bana bağışladı, ikinci niyazımda ümmetin üçte ikisini bağışladı, üçüncü niyazımda ise bütün ümmeti Muhammed’in afını niyaz etmiştim, siz geldiniz” buyurdu. O hırka şu anda Hırka-i Şerif camisinde bulunan Hırka-i şerif’tir. Mevlevî yolunda Semazenlerin başlarına koydukları sikkenin rengini bu hırkadan alınmıştır.

İşte bu sebepten Mevlevî canları başlarına koydukları devetüyü rengindeki sikkeyi Mir’ac Tacı olarak niyaz ve rabıta ederek, öper başına koyar.

DEVRAN VE SEMADAKİ HİKMET VE SIRLAR   

Şeyh Cafer bin Muhammed-ül-Halveti ile Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, hac niyetiyle Hicaz’a gidiyorlardı. Bu arada Kudüs-ü Şerifi ve tur-u Sina’yı ziyaret ettiler. Hz. Musa aleyhisselamın, âlemlerin Rabbi ile bin bir kelamda konuştuğu yere vardılar. Makam-ı Musa Kelimullah aleyhisselamda durdular dua ve niyazda bulundular.

O yüce makamın heybet ve kudsiyyeti ile VECD’e gelen Hz. Cüneyd Bağdadi, (Nevveytül-VECD der ve bu ayeti kıraat eder: “Elleziyne yezkürunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cünübihim[28].” ve müridleri arasında bulunan güzel sesli bir zata bir kaside okumasını rica istirham eder. O zat, kaside okurken Hazret-i Şeyh ile dervişleri aşk ve şevke geldiler ve VECD içinde devran ve SEMA etmeye başladılar. Bu sırada, nasılsa orada bulunan bir rahip bu hale şahit ve hayran oldu ve yüksek sesle:

Ey ümmet-i Muhammed!” diye bu âşıklar kervanına seslendi. Fakat VECD içinde

Bulunan dervişler rahibin bu çağrısını duymadılar. Rahip, bu çağrısını üç defa tekrarladı. Yine de hiçbirisinden cevap alamadı. Zira hepsi kendilerinden geçmiş, VECD içinde ve adeta başka bir âlemde bulunuyorlardı. Rahip bu cemaate iyice yaklaştığı esnada dervişler VECD ve SEMA’dan fariğ oldular. O zaman, rahip bu âşıklar cemaatine iyice yaklaştı ve sordu:

İçinizde üstadınız kimdir?

Hz. Cüneyd-i Bağdadi cevap verdi:

Aramızda fark yoktur. Hepimiz sadat ve üstadız!

Rahip ısrar etti:

Elbette içinizde bir seyyidiniz vardır, onu soruyorum kimdir?

Dervişler, Hz. Cüneyd’i gösterdiler ve aralarında şöyle bir konuşma oldu:

Yaptığınız bu devran ve SEMA bütün Müslümanlara mı mahsustur, yoksa bir kısmınıza mı musardır?

Bu yaptığımız devran ve SEMAyı Ümmet-i Muhammet arasında yalnız âşıklar zümresi yapar.

Bu devran ve SEMA’ı ne niyetle yaparsınız?

Allahu sübhaneu ve Teâlâ hazretlerini sevdiğimizden, ona karşı duyduğumuz aşktan ve onu zikretmekle aldığımız şevk, haz ve ferahımızdan semâ ederiz. niyyetimizde yalnız budur.

Bu devran ve SEMA esnasında ALLAH tealâ’nın ismini zikir ile Esmây-ı celilesini yüksek sesle çağırmanızın sebebi nedir?

Bunu Allahüazimüşşana kulluk niyeti ile yaparız.

Hak tealâ, ruhlar âleminde bütün ervaha (ELLESTÜ Bİ-RABBİKÜM) yani ben sizin Rabbiniz değil miyim buyurduğunda, ruhlar (BELÂ ŞEHİDNA) yani evet sen bizim rabbimizsin, biz şahidiz,[29] dediler. Bu sorunun ismi nedir?

Buna NİDA-İ EZELİ derler

Doğru söyledin ya Şeyh! Ver, uzat bana o mübarek ellerini, diyerek hazreti şeyhin ellerini tuttu, Kelime-i şehadet getirdi ve şeref-i iman ile müşerref oldu.

Hazret-i Cüneyd-i Bağdadi, Rahibe sordu:

Benim doğru, hak söylediğimi nereden bildin?

Eski rahip, yeni mü’min samimiyetle cevap verdi:

Ben, İncil-i şerifte ümmet-i Muhammed’in âşıkları derviş hırkası giyerler ve ekmek kırıntılarını yerler, aza kanaat ederler ve buna razı olurlar, AllahuTeâlâ’yı severler ve onu ararken ferahlanır ve büyük bir haz duyarlar. Onlar, Allahu sübhanehu ve tealâ hazretlerinin âşıklarıdırlar. ALLAH aşkıyla VECD’e gelirler ve ALLAH yoluna rağbet ederler. AllahuTeâlâ’dan korkarlar ve her işlerinde ALLAH’ın rızasını ararlar, diye gördüm. Bütün bu saydığım sıfatların hepsini de sizde ve dervişlerinizde fark ettim ve şeref-i İslam ile müşerref oldum El-hamdü lillah!” dedi.

Bu zât-ı akdes, o âşıklar kervanı ile üç gün beraber bulunmuş ve üçüncü günü İslam üzere âlem-i bekaya rıhlet ederek cennete dâhil olmuştur.

ALLAH azze ve celle,  ümmet-i Muhammet’in âşıklarını gerek İncil-i şerifte ve gerekse diğer semavi kitaplarda zikreylemiş ve onları medh-u senâ etmiştir. FETİH sûre-i celileisndeki âyet-i kerime, bu sözümüzü te’yid ve tasdik etmektedir.

Sözü uzatmak neye yarar? Anlayana bu kadarıda kâfidir ve açıkça görülüyor ki, başta Habib-i edib-i Kibirya efendimiz olmak üzere Sıddıyk-i ekber, Aliyül- Mürteza, Cafer ibn-i Ebi Talip ve Zeyd bin Harise (Rıdvanullahi aleyhim ecma’ıyn) bizzat SEMA ve devran etmekle, SEMA ve devranın şer’an ve hükmen caiz olduğunu bizlere göstermektedirler. Kaldı ki Resuli Ekrem ve mü’minlerin annesi Hz. A’işe-i Sıddıyk’a radıyallahu anha ve ebiyhâ ile Habeşi’lerin raksını seyrettikleri de Hadis kitapları ile sabittir.

Yukarıda açıkladığımız gibi raksın İmam-ı Şafi’ İmam-ı Malik, İmam-ı Hanbelî ile Hücce’t-ül İslam İmam-ı Gazali indinde ve ileri gelen meşayih ve âlimler nazarında mübah olduğu kesin olarak ispatlanmıştır. Hatta Hüsn-ü niyet ile bazı zamanlarda ibadettir denilmiştir.

Devran hakkında ilk defa ictihadda bulunan Vahidüddin-i Kadı (K.S) hazretleridir. Bu ictihadın sebebi de Sofilerin kalplerine AŞK-I İLAHİ’nin galebe etmesindendir. Bu aşk-ı ilahî ancak devran ve SEMA ile sükûn bulur.

Cenab-ı Fahr-i risalete yüz süren bir arabî sordu:

Ya Resulüllah! Cennet-i â’lâda da devran ve SEMA var mıdır?

Resulüllah sallallahu aleyhi ve selem sükût buyurdular ve cevap vermediler. O anda, Cebra’il aleyhisselâm nazil oldu ve taraf-ı ilâhiden aldığı emirle, cennet-i â’lâ’da da cuma günleri devran ve SEMA edileceğini iki cihan serverine haber verdi.

Ey âşık-ı sadık! Cennette namaz ve oruç yoktur ama aşkullah’ın izhar olunması münasebetiyle devran ve SEMA vardır.

ULEMAY-I AMİLİYN İLE ŞEYH-ÜL-İSLAMLARIN DEVRAN-I SOFİYYE HAKKINDA VERDİKLERİ BAZI FETVA ÖRNEKLERİ

Şeyh-ul-islam ve Müftiyyül-enâm Ebu-Suud Efendi (Rahimehullah)’nin bir fetvasında “Devran ve sema, aşk ehline helaldir” buyurduğunu ve bu mevzuda fetva verdiğini duymadın mı?

Zenbilli Ali efendinin, devran-ı sofiyye hakkında verdiği üç fetvadan iki tanesini buracıkta dikkatle ibretinize sunmakta fayda görüyorum. Diğer fetvayı da görmek isteyenler Zenbilli Ali Cemali Efendi fetvalarının toplandığı fetva kitabını tetkik ve tetebbu edebilirler. Bu arada, ‘Fetavay-I Ömeriyye’ye de bakıvermeyi ihmal etmesinler.(Rahmetullahi aleyh)

BİRİNCİ FETVA:

Sofiler ta’ifesiden bir cemaat oturup zikrullah eder iken, ayak üzere kalkıp döne döne zikretseler, şevk ile ALLAH deseler, HU deseler, mezkûrların bu tarik ile zikretmeleri helal midir, haram mıdır. Helaldir derseniz, bu tarik ile zikredenlere kâfir oldunuz diyenler kâfir olur mu olmaz mı?” Beyan buyrulup, müsab oluna.

El-Cevab:

Allahu a’lem, Sofiler ne tarik ile zikretseler, kâfir olmazlar. Belki, bunlara kâfir oldunuz diyenler kâfir olurlar.

İKİNCİ FETVA:

Sofiyyum ta’ifesi, halaka-i zikirde devran edip, döne döne zikretseler, Amr: “Bu halaka-i zikirde olan, döndüren ve helaldir diyen kâfirdir” dese, şer’an Amr’a ne lazım olur.” Beyan buyrula..

El - Cevab:

Allah-u Teâlâ a’lem, bu vaz’a bu vechile itikat küfürdür. Tecdid-i iyman ve nikâh lazım olur. Hukkam-ı islama lazımdır ki, bu sofiyyun ta’ifesine bu vechile itikad edip itab-ı lisan edenlere te’dib-i şedid eyleyeler.

Mezheb İmamlarının Devran Ve Sema Hakkındaki Görüşleri

Dört mezheb imamından İmam-ı Şafi’, İmam-ı Malik ve İmam-ı Hanbel devranın helâl olduğuna cevaz vermişlerdir. Yalnız siracül Ümme olan Hz. İmam-ı Azam bu hususta hiçbir şey söylememiş, ne haram olduğunu beyanla men’etmiş ve ne de mübah olduğunu açıklayarak ibaha eylemiştir.

İmam-ı Azam Hazretlerinin talebelerinden olan İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed ki her ikisi de müctehiddir, devranın helal olduğu hususunda fetva vermişlerdir. Binaenaleyh Hanefi mezhebinde devran ve SEMA hususunda imameynin fetvası yürürlüktedir. Aşk-ı İlahi ile yapılan devranın cevazına delil-i şer’i ve bürhan-ı kat’i olan ayet-i kerime, Zümer Sure-i Celilesinin 75. ayetidir ki: “meleklerin, arşın etrafını kuşatarak tavaf ettiklerini ve rablerini hamd ile tesbih eylediklerini görürsün[30]“ meal-i münifindedir. Âşıklar müjde olsun!

İLK SUFİLERE GÖRE SEMA’ IN DİNî HÜKMÜ

HİKMET ve SIRLARI

Hz. Mevlana, musikinin ve SEMA’nın gül bahçesine açılmış bir pencere olduğuna inanmakta ve âşıkların gönül kulaklarının, hep bu pencerenin başında bulunduğunu söylemektedir. (Divan-ı Kebir)

Şu halde, Hz. Mevlana’nın öğretisinde, güzel ses dinlemek ve SEMA âşıkların gıdasıdır. Zira güzel sesleri dinleyişte ve SEMA’da buluşma, Rabbine kavuşma hayali vardır. Gönüldeki hayaller, güzel ses ve SEMA ile gelişir, hatta o hayaller güzel ses ve SEMA yüzünden şekillere bürünür. Demekki musiki ve SEMA karakterimize, huyumuza göre bize tesir etmektedir.

Hoş nameler, iyi karakterli, manaya düşkün bir insanı, ilahi âleme yükseltirken; bedene ait zevklere düşkün kişiyi de aynı nağmeler ve sesler cismani zevklere, nefsanî arzulara götürür.

İlk sufiler dini açıdan SEMA’ın mübah, helal ve caiz; bazı hallerde de müstehab olduğuna kani olmakla beraber bazıları mübah olmanın kapsamını geniş, diğer bazıları da dar tutar. Ayrıca bir takım arızı sebeplere, esasen mübah olan SEMA’ın geçici olarak caiz görülmeyebileceğini kaydederler. 

İlk sufiler arasında önemli yer tutan melâmet ehli SEMA ve VECD hallerinden dikkatle uzak dururlar. Bunun sebebi riyadan titizlikle kaçınan, bundan dolayı özellikle nafile ibadetleri gizli ifa eden Melamilerin SEMA ve VECD hallerinin gizli kalması gereken manevi ve ruhani hallerini açığa çıkarmasıdır.

Sessiz / hafi zikri tercih eden Nakşbendiyye tarikatı mensupları da bu hususta Melamileri izlemişlerdir. Bunların dışında SEMA konusunda ihtiyatlı davranan ve bunun caiz olmayan şekillerinden bahs eden bazı sufi zümreleri Serrac şöyle sıralar:

a. Bazı sufiler SEMA’daki büyük tehlikeleri gördüklerinden tasavvuf yoluna yeni giren müritler için bunu mekruh görmüşlerdir.

b. Bazıları elverişli bir or­tam, uygun bir ihvan /dost grubu bulama­dıklarından, bazıları müsait zaman, bazıları da müsait mekan bulama­dıklarından SEMA yapmaktan ka­çınmışlardır.

c. Bazıları, Kişinin kendisini ilgilendir­meyen şeyleri terk etmesi İslam’ı güzel yaşamasındandır. Anlamına gelen hadise uyup: SEMA bize emredilen bir şey olmadığı gibi ahiret azığı da değildir şeklinde düşünmüşler, uhrevi kurtuluşu sağlamıyor, gerekçesiyle SEMA’dan kaçınmışlardır.

d. Bu konuda şöyle düşünenlerde vardır: SEMA edenlerin bir kısmı eğlenmek ve hoş vakit geçirmek için SEMA edenlerin etkisinde kalarak Hakk’ın yolundan uzaklaşmışlardır. Diğer kısmı yüce mertebelere ulaşmış olduk­larından SEMA onlarda olumsuz etki yapmaz, bunun için SEMA ederler. Biz ikisinden de değiliz. Onun için bize yaraşan SEMA etmemektir. İbadet ve taatla meşgul olmamız daha iyidir.

e. SEMA’ı caiz görmeyen bazı hadis ve fıkıh âlimlerinin etkisinde kalarak ve onları örnek alarak SEMA’ı mekruh sayan sufiler de vardır.

f. Kamil ve arif sufilerden bir grup ken­dilerini daimi surette Hakk’ın hu­zurunda hissettiklerinden SEMA’a ayıracakları zamanları yok, zaten SEMA’a ihtiyaçları da yok. Çünkü SEMA İle varacakları yere zaten varmışlardır.[31]

Sırrı Sakatî SEMA eder, ama bunu gizli tutardı. [32] Sebep de yaptığı SEMA’ın yanlış anlaşılması endişesi idi.

Genellikle SEMA’ın ve dini musikınin önemini çok iyi bilen ilk sufiler SEMA’dan faydalanmışlar ama diğer yandan nefsanî zevkler için SEMA yapan keyf ehlinin yaptıkları SEMA’ı dini olarak göstermeleri ve istismar etmelerinin doğuracağı kötü sonuçları da hiç göz ardı etmemişler, bu konuda daima çevrelerindekileri uyar­mışlardır.

SEMA’yı dini usuller arasına ilk katan Söhreverdi olmuştur. Zahir ilimleri âlimleri ile ‘Ledün’ ilmi âlimleri arasında, yani hocalarla dervişler, softalarla mu­tasavvıflar arasında en ziyade cidal ve münakaşayı mucip olan keyfiyet DEVRAN ve SEMA’dır.

Bu itibarla, bunun Müslümanlık­taki mevlidi, halal ve mubah oluşuna, VECD ve teva­cüdün en kutsal bir şekli olduğuna dair yüzlerce eser yazılmış, fakat son günlere kadar iki taraf arasında de­dikodusu kesilmemişti.

        

SEMA’DAKİ ve DEVRAN’DAKİ VECD VE HİKMET SIRLARI

Namaza, zikire, devrana ve SEMA’ya başlamadan önce VECD niyet olunur. “Nevveytül-VECD” der ve bu ayeti kıraat eder: Elleziyne yezkürunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cünübihim...[33] der. Dini musiki onu dinleyenleri çeşitli derecelerde etkiler. Kimini az, ki­mini çok etkiler, kimini de azami dere­cede etkileyerek coşturur, kendinden geçirir ve VECD hali yaşatır. Kimini hiç etkilemez.

Sufiler SEMA’dan etkilenme­yenlerin ve hoşlanmayanların doğuştan kusurlu ve özürlü oldukları, ulvi duygu­lardan yoksun, hisli ve içli olmayan kişiler oldukları kanaatindedirler. Bündar b. Hüseyn’e göre güzel SEMA’dan ve hoş sedadan haz almayan her kişinin işitme duyusunda bir eksiklik vardır. İnsan her hangi bir nimetten faydalanmak istedi­ğinde onu sağlamak için bir çaba harcar. Maksadı kötü olmayan mübah SEMA ise çaba harcamaya ihtiyaç göstermez. [34]

Beşikteki bir bebek rahatsızlığından, istek ve arzularından dolayı ağladığında hoş bir nağme ve bir ninni ile sakinleşir. [35] SEMA onu etkiler ve rahatlatır.

Eskiler kara sevdaya tutulan hastaları nağmelerle tedavi ederler ve sağlığına kavuştururlardı. [36]

Yüce ALLAH’ın hoş sedaya ve nağmelere tev­di ettiği sır sebebiyledir ki yük taşıyan deve­ler yorulup bitkin düştüklerinde bile deve çobanlarının söyledikleri türküleri din­lediklerinde bundan etkilenir, gayrete ge­lir, kendilerini telef edercesine yollarına de­vam ederler.[37]

Süfiler Bebeklerin, hastaların ve hatta hayvanların etkilendiği SEMA’dan nasıl olur da bazı kişiler etkilenmez der buna şaşar ve bunu onların bedi-i his yoksunu olmalarına bağlarlar. Onlara kızmaz, ama acırlar.

SEMA’ın azami etkisi; onu mest etmesi, kendinden geçirmesi ve VECD halini ya­şatmasıdır, demiştik. Peki, VECD nedir?

Sözlükte VECD; bulmak ve buluş anlamına gelir. Kur’an veya ilahi veyahut dini bir hitabet ve vaaz dinleyen bir kimse az da olsa etkilendi mi dinlediklerinden bir şey bulmuştur. Bu buluş VECD’dir ama VECD’in asgarisidir. İçindeki kıpırtı ilerler, hisleri derece derece artar. Bunlardan her dere­cede bulduğu haz ve hissettiği manevi zevk de bir VECD, bir buluştur.

Fakat bazı hallerde bazı insanlarda SEMA’ın tesiri son haddine ve en şiddetli bir mertebeye ulaşır ve işte o zaman insan kendinden geçer, VECD’in en üst mertebesi budur. Genel olarak bundan önceki buluşlara, yaşanan manevi hislere ve hallere VECD denilir ama özel olarak VECD salikin ser­mest olup kendini kaybetmesi halidir ve bu da ekseriya SEMA’ın tesiriyle gerçek­leşir.

Bundan dolayıdır ki SEMA’ın neti­cesi olan sallanma, hareket, deveran, raksetme ve coşma gibi hallere de SEMA denilmiştir. Aslında bu haller SEMA ol­mayıp onun tabii, bazan da zaruri sonucudur.

İlk sufiler VECD ve VECD ehlini şöyle tasvir ederler. Amf b. Osman Mekki: VECD’in keyfiyeti sözle anlatılamaz. Çünkü o, ALLAH’ın iman ve yakin ehli katındaki sırrıdır. [38] VECD halini ancak tadan ve yaşayan bilir, o ilahi bir sırdır. Buna rağmen sufiler VECD’in sebepleri, tezahürleri ve VECD ehlinin nitelikleri hakkında açıklamalar yapmışlardır. Hat­ta Ebu Said ibn A’rabi Kitabu’l-VECD adıyla bir eser yazmış, Gazali de VECD konusuna ihya’da bir bölüm ayırmıştır.

Cüneyd-i Bağdadi: sanırım VECD bir tesadüf halidir.” Der. Yani sufinin mana âleminde ilahi bir sır, bir hakikat ve bir te­celliye tesadüf etmesi, birden bire böyle bir şeye rastlayınca şoke olması halidir. Ona göre kalbin tesadüf ettiği sevinç ve üzüntü gibi haller VECD’dir.[39]

VECD Hak’tan gelen bir keşif halidir. Bu keşif hali, sakin olanı harekete geçirir.ALLAH zikr edilince kalbIeri titrer, kımıl­dar[40] buyrulmuştur. ALLAH’ı zikr hali, buna hazır ve elverişli durumda bulunan bir kalbe rastgelince, daha evvel sakin olan kalb hareket eder. İşte bu ha­reket VECD’dir.

Ebu Said el-A’rabi: VECD’in başlangıcı per­denin açılması Rakib’in, denetcinin te­maşa edilmesi, idrak halinin hazır olması, gaybın mülahaza edilmesi, sırrın konuş­ması, gaib olanla ünsiyet edilmesidir. Bu da senin senliğinden fani olmanla gerçek­leşir.[41] Yine bu zat’a göre VECD özel insanların eriştikleri ilk mezil olup gaybi tasdik etmenin bahşettiği bir neticedir. Özel insanlar bunu tattıkların­da bunun nuru kalblerinde ışıldar. Sonuç­ta kendilerinde şek ve şüphe yok olup gider. [42]

VECD halinde korku, titreme, sayha atma, derin derin nefes alıp verme, ah vah etme, ağlama, inleme, kendinden geçme, fer­yad ve figan etme gibi haller görülür. [43] Serrac VECD ehlini biri Vacid ki gayri iradi VECD’e gelen; diğer mütevacid ki iradesiyle VECD’e gelen olmak üzere ikiye ayırır, sonra da bunlardan her birini üçe ayırarak bu du­rumdaki saliklerin altı sınıf olduğunu söyler. Bunlardan her birinin manevi hal­leri diğerlerinden farklıdır.[44] VECD hali, salikin sermest olup kendin­den geçmesi iyidir, güzeldir, hoştur ama aklı başında ve şuurlu olma hali daha iyi, daha güzel ve daha hoştur. Bundan dolayı “ilim fazla olursa, VECD’in az olması zarar vermez” denilmiştir.[45]

SEMA / MUSİKİ RUHUN GIDASIDIR

HİKMET VE SIRLARI

Cenab-ı Hak, ‘Bezm-i Elest’te ruhlara: “Elestü birabbiküm - Ben sizin Rabbiniz değil miyim?[46] Diye sordu. Bu ilahi hitabta muazzam bir ahenk vardı. Ruhlar daha sonra bu hitabdaki lezzeti aradılar. Musiki bu arayıştan doğmuştur. Musiki ruhun gıdasıdır sözü de buradan gelir.

Hazret-i Bilal’in eda ve sadasından çok hoşlanan Rasul-i Zişan Efendimiz, Rabbani cilvelerin kabz bulutları Arş-ı Rahman olan gönüllerini sarıp yorunca:

Erihna Ya Bilal! - Bizi ruhlandır Ya Bilal! Bizi rahatlat, bizi dinlendir.” Diye iltifat buyururlarmış.

İşte o zaman Hazret-i Bilal, bulutları güden rüzgâr melekleri gibi ılgıt ılgıt esmeye başlayınca, Cenab-ı peygamber, rahatlar, neşelenir ve beşerliğinden ilahiliğine kanatlanır gidermiş. [47]

Ezan-ı Muhammedinin insanı çok tatlı çağırması, kametin insanın içini kımıldatması ve kıraatın kalp, ruh, sır, hai ve aha bölgelerini toptan kuşatması için İslambol’da sabah ezanından evveldilkeşhaveran makamında bir sala verilirmiş önce. Sabahleyin Saba; öğle vaktinde Bestenigâr veya Rast; ikindide Hicaz veya Uşşak; akşam Segâh ve yatsıda Beyati ezanlarla çağırılırlarmış insanlar namaza. 

Cüneyd Bağdadî SEMA iki türlüdür der: [48]

1-Bir zümre bir sözü / nağmeyi dinler ve ondan ibret alır. Temyiz halinde kalb huzuru ile dinlenen SEMA budur.

2-Diğer bir zümre ruhun gıdası olduğu için SEMA’ eder. Ruh gıdasını alınca gözü­nü yüksek makama çevirir ve bedeninden habersiz bir halde kalır. İşte o zaman SEMA’ edende sallanma ve hareket / raks etme hali görülür.

Sufilerden biri demiş ki: SEMA ariflerin ruhları için latif bir gıdadır. Çünkü SEMA diğer amellere göre daha ince bir hikmet ve sırra sahiptir. Onu ancak hassas bir tabiata sahip olanlar idrak edebilir, o saf olduğundan onu ruhu saf olanlar algılayabilir. O, ehli olan katında Hakk’ın bir lutfudur. [49]

Sufiler baştan beri SEMA’ın ruh için hoş bir gıda olduğuna, bu gıda ile beslenen ruhun maneviyat fezasına kanat açaca­ğına, süzüle süzüle Rabb’ına giden yolda mesafe alacağına inanmışlardır.

SEMA / musiki taşıyıcı, ruh ise taşınandır. Ahenkli ve hoş nağmeler ruhu, geldiği ruhlar âlemine götürür, başka hiçbir şe­yin yaklaştıramayacağı kadar onu Hak Teâlâ’ya yaklaştırır.

SEMA manevi hal sahiplerinin üzerinden vaktin getirdiği yorgunluğu atmalarını ve böylece rahatlamalarını sağlar. Meşgu­liyet halindeki müritlerin de sırları celp etmelerini temin eder. [50] SEMA’ın dinlendiren, rahatlatan, ferah­latan bir niteliği vardır.

DOĞUMDAN ÖLÜME MUSİKİ

Sefer Efendi (h.z) diktasıyla doğumdan ölüme kadar olan musiki kitabını Mustafa Özdamar kaleme aldı. İnsan ta Elest Bezmindeki İlahi Hitab’ın musikisinin etkisinde doğar, hayatının her kademesinde musiki ile yaşar, musiki ile de aslına döner.

Buna binaen Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh’te Mustafa Özdamar tarafından kaleme alınan Doğumdan Ölüme Musiki kitabında, musiki ile bütünleşen insan hayatının bütün kademelerini açıklıyor.

Kitataki anlatıma göre; insan daha doğar doğmaz kendine has makamları ve musikisi bulunan Ezan-ı Muhammedi ve kamet ile isimlendiriliyor. Zira bilindiği gibi yeni doğan çocuğun sağ kulağına Ezan-ı Muhammedi, sol kulağına ise Kamet-i Şerif okunarak isim merasimi yapılır.

Okula başlayacağı zaman Bedi Besmele merasimi yapılarak aklı ve gönlü ilme hazırlanır. Askerlik çağı geldiğinde yapılan merasimde de musiki hayatımızdadır.

Kadın, erkeğin, erkekte kadının yarımıdır. Bu yarımların tam olması için yapılan Nikâh ve Düğün merasimleri icra olunurken de musiki önemli unsurdur.

Kandillerde ise okunan Kuran-ı Kerim, Mevlid-i Şerif, Evliyaullah Nutukları yani ilahi nefesler hep kendine has özel makamları ve musikisi ile zakiran tarafından tilavet olunur. Her kandilin kendine mahsus makamları ve anlamları bulunmaktadır.

Malum olunduğu üzere Din-i Celil-i İslam’da üç bayram bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi farz olan Cuma bayramıdır. Diğerleri ise vacib olan Ramazan ve Kurban Bayramlarıdır. Cuma bayramlarında Cuma sala’sı okunur. Bayramlarda da kendine has merasimler yapılır. Bu merasimlerde de yine musiki önemli yer tutmaktadır.

Hac zamanı geldiğinde Hüccac’ın uğurlanması sırasında Nat-ı Peygamber-i, İlahiler ve Telbiye merasimi yapılır. Bunlarında kendisine mahsus makam ve musikisi bulunmaktadır.

Cenaze merasiminde de Cenaze merasimine özel, ilahiler, kasideler ve tekbirler ile mevtaya bu dünyanın son durağı, ahiret hayatının ilk durağına uğurlama merasimi yapılır.

SEMA VE ELEST BEZMİNDEKİ İLAHİ HİTAB

HİKMET VE SIRLARI

Cüneyd Bağdadi’ye sordular:

Sakin bir insan SEMA’ı / musikiyi dinleyince neden sallanıyor?

Cevap: “ALLAH Teâlâ ilk misak­ta ruhlara: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?[51] diye hitab edince ilahi kelamı, hitabı dinlemeden hâsıl olan haz ruhlara sindi. SEMA ettik­leri zaman onu hatırlar hareket ve raks ederler.[52]

Aynı konuda Ebu Muhammed Ruveym şöyle diyor: Ben sizin Rabbınız değil miyim?[53] Şeklindeki ilahı hitab işitildikte hem akıllarda, hem de ruhlarda yer etmişti. Sırlarda mevcu olan bu hitabı musiki aracılığı ile dinleyenler yerinde dura­mazlar. Hak Teâlâ Peygamberler aracı­lığıyla o hitabı haber verince akıllarda ve ruhlarda saklı olan o hitabı hatırlayıp tasdik ettiler.[54]

Şimdi de gelin aynı konuda Hazret-i Mevlana’yı dinleyelim:

Elest deminde rabbini görüp sarhoş olarak kendinden geçen kişinin ruhu bugün de Rabbini görür, kendinden geçer.[55]

İnsanlığın piri Mevlana aynı konuya şöyle devam ediyor:

O sesten cana bir kuvvet, bir rahat bir huzur geliyordu. İbrahim’e ateş nasıl gülbahçesi olmuşsa, o ses yüzünden kuyu da Yusuf’a gül bahçesi kesilmişti. Gayri ne cefa geldiyse o kuvvetle tahammül etti, neşeyle çekti. Nitekim Elest sesinin zevki de her müminin gönlünde ta mahşere kadar sürer gider. Bu yüzden müminler, ne belaya itiraz ederler, ne hakkın emir ve nehyinden sıkılırlar. Başkalarının ağzına acılık veren bir lokmaya benzeyen Hüda hükmü, onlara gülbeşeker gelir. Tatlı tatlı yerler, hazmederler. Hüda hükmünü kabul etmeyip inkâr eden, o lokmayı yese bile kusan kişiye yaramaz.

Elest gününde bir rüya gören, hüdaya ibadet yolunda âşık olur. Sufiler de ibadet neşesiyle usanmadan VECD halinde SEMA ederler. Elest âleminde böyle bir rüya görmeyen bu dünyada ne kul olur ne mürid. Olsa bile gönlünde yüzlerce tereddüt vardır. Bir an şükrederse bir yıl şikâyet eder.[56]

Hak Teâlâ’yı temaşa etmek göz vasıtasıy­la, kelamını işitmek, dinlemek SEMA etmek kulak vasıtasıyla insan ruhuna manevi ve bedii bir haz verir. Ruhlar bu dünyaya gelmeden önce bezm-i ezelde ALLAH’ın kelamını dinlediler ve bundan derin bir haz aldılar. Dünyaya gelince onu unuttular. Peygamberler aldıkları vahiy ile o hitabı bildirince insanlar onu hatırlayıp tasdik ettikleri gibi hoş ve güzel nağmeler dinlediklerinde de onu hatır­layıp haz aldılar ve coştular. Yani güzel sesten ve hoş sedadan zevk alma insan ruhunun yapısında vardır. Bu tabii ve fıtri bir histir. Meşruiyeti de tartışılamaz.

SEMA, MUSİKİ ve DEVRAN MÜMİNİN İMANINI, MÜNKİRİN İNKÂRINI ARTIRIR HİKMET VE SIRLARI

Musiki konusunda en güzel sözü Yazıcızade Mehmed Efendi merhum söylemiştir: “Musiki aşıkın aşkını, aşığın fıskını arttırır” Yani pek çok şey gibi kullanışa göre helal veya haram olur. [57]

SEMA ehli olana helal, ehli olmayana haramdır. Zünnun-i Mısri (k.s), SEMA hakkında şöyle buyurdu: “SEMA, Hakkın bir elçisidir. Kalbleri Hakk’a doğru sevketmek için gelmiştir. Binaenaleyh ona hakkıyla kulak kabartan ve dinleyen bir kimse hedefe varır. Nefis ve tabiatla onu dinleyen bir kimse zındıklaşır![58]

Sanki Zünnun-ı Mısri, VECD’i kalbleri Hakk’a doğru tahrik etmekten ibaret olarak tabir eder. Zira dinlemenin elçisi geldiği zaman, Zünnun bunu görmüştür. Zira dinlemeye ‘Hakkın elçisi’ demesi de, böyle görmesini ifade eder. Ebu Hüseyin ed-Derrac, SEMA’da gördüğü hakikatten haber vererek dedi ki :

VECD, dinlemek anında mevcut olandan ibarettir. Ve devamla: Dinlemek beni hal ve heybet veya ALLAH’ın azameti meydanlarında gezdirip ata nezdinde bana Hakk’ın varlığını gösterdi. O da safa kadehiyle bana içirdi. Onunla rıza konaklarına vardım. VECD beni tenezzüh ve genişlik bahçesine çıkardı.

Meyhane müziği, onu dinleyenleri bura­ya bağladığı gibi cami ve tekke musikisi de onu dinleyenleri buralara bağlar. SEMA eden sufiler bundan ne buluyorlar, neden VECD’e geliyorlar sorusuna Ebu Muhammed Ruveym’in cevabı: “Onlar SEMA esnasında başkalarında gaib olan bir takım hususları temaşa ediyorlar. Bunlar onlara: “Gel, gel bize!” diye işaret ediyor, onlar da bu nimetten haz alıyor. Sonra araya perde çekilince ferahlama hali ağlama haline dönüşüyor. Bu sebeple kimi üstünü başını yırtıyor, kimi nara atıyor, kimi de ağlıyor.[59]

SUFİ MUHAYYİLE VE SEMANIN

HİKMET VE SIRLARI

Sufiler oldukça geniş, seyyal ve hızlı işleyen bir hayal gücüne sahiplerdir. Her şeyi kendi düşüncelerine ve inançlarına göre anlama ve algılama hususunda fazla zorluk çekmezler. Kendilerine uzak olan şeyleri bile duygu ve düşüncelerinin birer imgesi ve simgesi olarak kullanabilirler. Bazı örnekler:

a) Pazaryerinde bir satıcının: Hıyarın onu bir akça, diye bağırdığını işiten Şibli bir nara atıyor ve diyor ki: “Acaba hıyarın (hayırlı kişilerin) onu bir akça olursa şirarın (şerli kişilerin) fiyatı ne olur?[60] Salatalık anlamına gelen hıyarı, hayırlı kişiler şeklinde anlıyor. Satıcının maksadı başka, Şibli’nin anladığı şey daha başka. Bu bile onu heyecanlandırabiliyor.

b) Adamın birinin kuyudan makara dolap ile su çıkardığını, bu esnada dolabın gıcırdadığını gören Ebu Osman Mağribi, orada bulunan Sülemi’ye sormuş: “Bu dolap ne diyor?” Bilmiyorum cevabını alınca, demiş ki: “ALLAH! ALLAH! diyor.[61] Burada Yunus’un dertli dolabını hatırlamak gerekiyor.

Dolap niçin inlersin

Derdim var onun için inlerim

c) Hz. Ali radıyallahu anh bir kilise çanının çaldığını işitince yanındaki arkadaşlarına: “Bu ne diyor?diye sormuş. Bilmiyoruz, cevabını alınca demiş ki: “Subhanallahi Hak! Hak! Mevla Sameddir, Bakidir, diyor.[62]

Bir gün Ebu Cehil avucunun içinde birkaç tane küçük taş tutarak Efendimiz’e sordu: “Bunlar nedir? Çabuk söyle ey Ahmed! Mademki gökten haber veriyorsun, Rasul isen bil bakayım elimde saklı olanları.”

 Resulullah Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ebu Cehil’e “Onların ne olduğunu mu söyleyeyim; yoksa onlar benim Hak peygamber olduğumu mu söylesinler?” buyurduklarında Ebu Cehil’in “Elimdekiler Seni söylesin” demesiyle elindeki Taşlar

“Lâ ilahe illallah Muhammedurresulullah” dediler, yarılıp delindiler. Ebu Cehil taşlardan bu sözleri işitir işitmez onları hiddetle yere attı.

Yukarılarda dediğimiz gibi Peygamberler mucize, Hak Evliyaları Keramet gösterirler. Zaten evliyalar Hakikat-i Muhammedi’yenin varisleridirler. İnanç sahibi insanoğlu bunları bilmeli, katiyen inkâr etmemeli ve cehalete tabi olmamalıdırlar.

 Ayrıca Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Hira dağında taşların ve ağaçların Selamını duyuyorum” buyurduğu rivayet edilir.

Yine peygamberimiz (s.av.) çakıl taşları Allahü azimüşşanı Sübhanallah, sübhanallah diye zikrediyordu. Efendimiz, Ashaba: Ey Ashabım, benimle biraz kalırsanız bu zikri siz de duyarsınız diye buyurdu. Canlı cansız bütün mahlûkatın, Allahüazimüşşanı zikrettiğini Efendimiz buyurdu.

Minarede iki zikir şekli vardır. Biri sesli zikir, biri sessiz zikirdir. Ezan-ı Muhammedi okunduğunda sesli zikiri, minareye bakıldığında sessiz zikir halini müşahede edebiliriz.

e) Ebu Osman Mağribi: “SEMA yaptığını iddia edip de kuşların ötüşünde, kapının gıcırtısından ve rüzgârın hışırtısından SEMA etmeyen; bunlardan duygulanmayan ve etkilenmeyen iddiacı bir derviştir[63] der.

Yüce ALLAH: Her şey Allah’ı överek tesbih eder, ama siz bunu anlayamıyorsunuz.[64]Yerde ve gökte bulunan her şey ALLAH’ı tesbih ediyor.[65] buyuruyor. O halde buradan hareketle sufi tabiattaki her sesi bir zikir, bir tesbih, bir hamd, bir tekbir olarak algılayabilir. Ney bir şeydir, ALLAH’ı tesbih eder, O’na hamd eder. Neyden çıkan ses, her nağme bir şeydir. Bunlar da hamd ederek ALLAH’ı tesbih ederler.

Hatta cansız maddeler ve mineraller dahi ALLAH’ı tesbih ve zikr eder ve sufi bunu SEMA eder, dinler, bundan etkilenir. Bu­na sessizlik musikisi denir. Kâinatı ve tabiatı dinlemek bunlardaki düzeni ve ahengi kavramak, bunlar üzerinde derin teemmüllere ve tefekküre dalmak, Hakk’ın buralardaki tecellilerini görmek ve temaşa etmek bir SEMA’dır, bir müsikidir. Tabiattaki her şey, her zerre deveran etmiyor ve belli düzen ve ahenk içinde dönmüyor mu? Melek arşı, hacılar Kâbe’yi döne döne tavaf etmiyorlar mı?  Musiki bir ölçü, bir düzen, bir ahenk anlamına geliyor ve buna da bir ritim eşlik ediyorsa aynı şey tabiatta da yok mu? İşte tabiat musikisi budur.

İlk sufiler SEMA konusunda görüşleri­ni ortaya koyarken her türlü laubali­likten ve kayıtsızlıktan uzak ciddi ve samimi ifadeler kullanmışlar, dini hükümlere büyük bir saygı göstermişler, SEMA’a muhalif olanları gereksiz yere rahatsız etmemek için dikkatli dav­ranmışlardır. Buna rağmen bir takım eleştirilere maruz kalmışlardır. [66]

İlk sufiler SEMA’ın temelini atmışlar ve ana konularını tesbit etmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde yaşamış olan muta­savvıflar SEMA ile ilgili görüşlerini bu çerçeve içinde dile getirmişler ve bu temel üzerinde inşa etmişlerdir. Bunu yaparken ilk sufilerin SEMA ve VECD’e ilişkin sözle­rini adeta birer delil ve birer nass gibi kullanmışlardır.

İLK SUFİLERDE SEMA

HİKMET VE SIRLARI                                                                                                                       

SEMA dinlemek, işitmek, kulak vermek, işitme organı ve duyusu gibi anlamlara gelen sem’ kökünden gelir. Ayrıca anlama ve itaat etme (söz dinlemek) anlamını da ifade eder. “işittik ve itaat ettik[67] mealindeki ayette serni’naifadesi anladıkşeklinde tefsir edilmiştir. İşittik, dedikleri halde işitmeyenler (dinlemeyenler) gibi almayı­nız[68] mealindeki ayet, hem anlamadıkları halde anladık’, hem de anladık ama itaat etmiyoruzşeklinde yorumlanmıştır. [69]

Sem’, işitmek aynı zamanda yüce ALLAH’­ın subuti sıfatlarındandır. İnsan ALLAH’ın semi’ / işiten olduğunu bilince dilini korur, günah olan bir şey söylemez. Kulağın, ALLAH’ın kelamı olan Kur’an’ı dinlemek için yaratıldığını anlar ve doğru yolu bu­lur. [70]

Müslüman yazarlar beş duyu organından en önemlisinin göz, sonra kulak olduğu­nu söylerler. Bazıları kulağı göze denk tutar, diğer bazıları ise kulağın daha ö­nemli olduğu kanaatini taşır. Çünkü der­ler, ilahi hitab ve Kutsal Kelam / Kur’an kulakla işitilir.

İşitme duyusu Hak Teâlâ’nın insanoğlu­na bahşettiği en büyük nimetlerden biri­dir. Genel olarak önemli olan kulluk din açısından da çok önemlidir. Zira dinin emrettiği veya yasakladığı şeyler genellik­le kulak yoluyla öğrenildiği gibi iman ve itikadla ilgili hususlar da ekseriya bu yol­la öğrenilir.

Gerçi sesleri insandan daha iyi algılayan bazı hayvanlar vardır ama onlardan farklı olarak insanın sesleri, özellikle kulağa hoş gelen güzel ve ölçülü sesleri algılama­sına bedii / estetik duygu da eşlik eder. Şiir ve musiki işitsel sanatların estetik sanatlardan olmasının da sebebi budur. Baştan beri bütün dinler, özellikle semavi dinler insanların işitme duygusuna dini açıdan büyük değer vermiş, ALLAH’ın ke­lamı olan ilahi/kutsal kitapları en güzel şekilde seslendirmiş ve seslendirilen bu kelamı derin bir huşu’ içinde dinlemiştir. Bu da büyük dindarların sesin nitelikleri ve etkileme gücü üzerinde özenle durma­larına ve bundan a’zami miktarda fayda­lanmanın yollarını aramalarına sebep olmuştur.

Kur’an’ın temel niteliklerinden biri na­zım oluşudur, cümleleri ve kelimeleri arasında güçlü bir musiki vardır. Yani şiir olmadığı halde Kur’an’ın ibareleri ses itibariyle ahenkli, ölçülü, etkileyici ve bedii hisleri uyarıcı bir özelliktedir. Kur’an’daki ses ve söz örgüsü çok mü­kemmel olduğundan nazm ve lafz itiba­riyle de bu ilahi kitap mucize / harika sayılmıştır.

Hz. Peygamber’in de hem Kur’an’ın gü­zel sesle kıraat ve tilavet edilmesine, hem de şiirlerin ezgilerle ilahi ya da türkü şek­linde söylenmesine mü’minleri teşvik ettiği bilinmektedir. [71]

Hz. Peygamber’in yaşadığı asırla onu izleyen asır dini hayatın zühd, takva ve ibadet ağırlıklı olarak yaşandığı asırlar olmuştur. Bu dönemde ihtiyaç fazlası dünyevi mübah nimetlerden uzak kal­mak zühd ve takvanın gereği sayılmış, SEMA/musiki de bu kategoriye dâhil edilmiştir.

Yine de söz konusu iki asırda din dışı / profan musiki önemli bir geliş­me göstermiş, bu durum Kur’an’ın kıra­atına ve tertiline yansıdığı gibi konusu din ve takva olan şiirlerin / zühdiyat ila­hiler şeklinde okunup terennüm edilme­sine de sebep olmuştur. İşte ilk sufilerin SEMA / musiki anlayışı böyle bir zeminde vücuda gelmiş, zamanla neşv-u nema bulmuş ve gelişmiştir. Söz konusu iki asırda yaşamış olan ve sufi olmayan takva sahibi büyük imam ve âlimlerden bir kısmının SEMA ve ğınaa / musikiye karşı olmalarının yanında diğer kısmının buna taraftar olmaları en azından belli ölçüler içinde caiz ve mübah görmeleri sufileri SEMA konusunda etkilemiştir.

Bahsedilen sebeplerden dolayı hicri ilk iki asırda yaşamış olan ve zahid / zühhad, abid / ubbad, nasik / nüssak ve kari i ku’ra gibi isimler verilen büyük dindar­ların SEMA konusunda söyledikleri fazla bir söz ve açıklama yoktur. Çünkü bu dönemde SEMA onların tasavvufi ve ru­hani yaşantılarının önemli bir parçası değildi. SEMA (dini - tasavvufi musiki) ile ilgili yorumlar ve değerlendirmeler Hicri 3 / Miladi 9. Asırda yaşamış olan sufilerle başlamıştır. Çünkü bu dönem­den itibaren SEMA tasavvufi hayatın ö­nemli bir parçası haline gelmiştir.

Genel olarak tasavvufta, özellikle ilk sufi­lerde yukarıdaki sekiz maddenin her bi­rine SEMA denildiği olmuştur. Şu halde tasavvufta SEMA; kulağa hoş gelen ölçülü ve ahenkli / ritmik sesleri, içerir ama on­dan çok daha kapsamlıdır.

Ebu Nasr es-Serrac el-Luma isimli ese­rinde SEMA’ın üç türünden bahseder:

1) Kur’an’ın SEMA’ı / dinlenmesi,

2) Kaside ve şiirlerin SEMA’ı,

3) Vaaz ve nasihatların SEMA’ı. [72]

SEMA’ın VECD ve raksla da sıkı bir ilgisi ve bağlantısı vardır. Hatta müzik ve raks, her biri diğerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Düzenli, ölçülü, ahenkli ve bedii hareket­lerin vücuda gelmesine sebep olur. Bir musiki parçası okunur veya dinlenirken bazı insanların sallanmaları veya ayakla­rını yere vurarak çalınan musikiye tempo tutmaları bundandır. Kur’an veya vaaz dinleyen bazı kimselerin tabii bir şekilde ve gayr-i ihtiyari olarak sallanmaları, bazı hallerde ise VECD’e gelmeleri ve coşmaları da böyledir. Bundan dolayıdır ki tasav­vufta musikiye SEMA dendiği gibi ahenkli ve hoş nağmelerin yol açtığı ahenkli ve hoş / bedii hareketlere, yani raksa da SEMA denir. Bu, bir neticenin o neticeyi meydana getiren sebeple isimlendirilmesi türünden bir adlandırmadır. Mevlevi raksına / deveranına SEMA, SEMA ya­panlara da semazen denilmesi böyledir.

İlk sufilerin SEMA hikmet ve sırları deyimini yukarıda anlatılan şekilde çok geniş bir anlamda kullandıklarını görmekteyiz. Sufiler SEMA’ı birbirinden farklı şekilde anlamış­lar, değerlendirmişler ve tanımlamışlar­dır. SEMA’ın ne olduğunu bir tek tarifle anlatmak bu bakımdan mümkün değil­dir.

Bu farklılık en başta sufilerdeki meş­reb ve mizac, sonra da içinde bulunduk­ları sosyal ve kültürel çevreden kaynak­lanmaktadır. Sufiliğe ilgi duyanların veya bu harekete yeni yeni intisak edenlerin veya bu yolda az çok mesafe alanların yolun farklı menzillerinde ve değişik makamlarında bulunmaları, SEMA’ı bu menzil, makam ve ruh hallerine göre algılamaları ve değerlendirmeleri de SEMA ile ilgili tariflerin farklı olmasına, hatta bazen bu konuda yapılan tariflerin birbiriyle çelişiyormuş gibi bir görüntü vermelerine sebep olmuştur. Aslında bu tariflere geniş bir açıdan bakıldığı ve derin bir perspektif içinde görüldüğü zaman bunların ne kadar deruni ve ma­nevi bir dini tecrübenin ürünü oldukları daha iyi görülebilir.

Sufiler genellikle SEMA mahiyetine ve hakikatına göre değil, niteliğine, sağladığı faydalara, SEMA’a yol açan sebeplere, vü­cuda getirdiği sonuçlara, SEMA yapandaki hal ve hareketlere göre tarif etmişlerdir. Tariflerin bu anlayışla okunması ve anla­maya çalışılması halinde sufilerin bu ko­nudaki görüşleri daha iyi anlaşılır. [73]

Bestamlı Beyazıd Hazretleri, bu mertebede şöyle buyurdu:

Ben tam otuz senden beri ALLAH’la konuşuyor, ALLAH’ı dinliyorum. İnsanlarsa kendileriyle konuştuğumu zannediyor.

Şeyh hazretleri başka bir sözlerinde şöyle buyuruyor:

Bu makamda olan kimsenin konuştuğu kelimelerin hepsi vekelaten söylenmiş sözlerdir. Yani konuşmada ve dinlemede vekil-i haktır. Bizden bazıları; ALLAH’ın kendi kulunun lisanıyla söylediğini söylerler. Yine bizden olmak üzere bazıları ise kulun ALLAH’ın vekili olarak bizzat kendisinin söylediğini söylerler. Hâlbuki işin aslı öyle değildir. Zira Allahu Teâlâ her konuşanın konuştuğu kelamını yaratmakta hazır ve nazırdır. Nitekim hakikate baktığımızda, O’ndan (ALLAH)’tan başka vücut yoktur. Ancak O vardır. Aynı şekilde hakikatte dinleyen ve konuşan yoktur. Dinleyen de konuşan da O’dur. Biz basıl ki ALLAH’la konuşanla kendinden konuşanın arasını ayırıp farklı şeyler olduğunu beyan ettiysek, semaımızında böyle farklı manalara gelebileceği hususunda taksimata girişmişizdir. Bizden bazı kimseler Rabbiyle işitir ve bu rabbiyle işitmesi demek, ALLAH’u Teâlâ’nın “Ben onun işitmesi olurum, o benimle işitir” buyruğuna binaendir. Hâlbuki bizden bazıları kendi görüşünce işitmelerinin bizzat kendi nefislerinden ileri olduğunu ileri sürüyorlar. Oysaki hakikatteki iş ve oluş bu iddiaların zıddınadır. Sema-ı ilahi diye; bütün duyulan her şeyde O’nun tecellisi devamlıdır.

  Şeyh Efendinin sözüne göre gerçek SEMA eden Semazen de ALLAH ile görür, ALLAH ile işitir, ALLAH ile konuşur, ALLAH ile yürür. Bu anlamda Semazen de vekil-i Hak’tır.

PEYGAMBERLERE VE ERENLERE

NEFİS VE BEDEN EHLİ DÜŞMANDIR

Peygamberlere ve erenlere nefis ve beden ehli düşmandır; Çünkü onlar, peygamberlerin, erenlerin cinsinden değildir; iki zıt birleşmez.

Peygamber’in zamanındaki kâfirler gibi hani;

O’na düzenle, kötülükle kast etmişlerdi.

Ahmed-i Muhtar, onların düşünceleri yüzünden

Ebu Bekir’le mağarada gizlenmişti.

Mesih de çıfıtların derdinden gizlice gök kubbeye ağmıştı.

Firavun’da Musa’ya kast etmişti de

Hak’tan yardım görmemiş suya gark olup gitmişti.

Halil’i de Nemrud, ateşe dumana atmayı kurmuştu.

Ama ateş O’na gülle nesrine dönmüştü;

O dinsiz Nemrud’da bir sivrisinekle kahrolup gitmişti.

Hud’un, cömert Nuh’un toplumları da,

ALLAH’tan azap çağı gelip çatınca yok olmuşlardı.

Hepsi de yelle, suyla yok oldu;

Çünkü çarpılmaya, yere batmaya layıktı onlar.

O eğri, o Per –perişan toplumların niyetleri kötüydü.

O yüzden de bela, döndü de onların başlarına geldi;

Çünkü layıktılar o kahra o toplumlar.

Ondan dolayı da kendi kendilerine kılıç vurdular, kanları sel gibi aktı.

Yoksa ne diye kendilerini kahredeceklerdi,

Ne diye kanları ırmak gibi akacaktı?

Kendisini öldüren, öfkelenip kendi boğazını

Kılıçla kesen ahmağı kim görmüştür?

Ahmak, başkasını yaralıyorum sanır;

Sonunda görür ki kendi ciğerini yaralamış.

SULTAN VELED BABASI HÜDAVENDİGAR İLE HZ. ŞEMS’İN KARŞILAŞMASINI HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm)’IN KURAN’DAKİ BULUŞMASINA YORUMLUYOR

Hüdavendigar’ın aziz oğlu Sultan Veled, babasının Şems ile olan karsılaşmasını Hz. Musa (aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm)’ın Kur’anda anlatılan iki denizin birleşmesine [74] benzetir. Çünkü Musa (aleyhisselâm) zahir âleminin denizi,  Hızır (aleyhisselâm)’da batın âleminin denizidir. Şems’in yüzünü görünce “Sırlar ona güneşin doğduğu gibi açıldı. Görülmemişleri gördü” der. Sonra ilave eder: “Mevlana üstat bir şeyh idi, yeniden mürit oldu. Nihayete ermişti, baştan başladı. Herkes ona tabi idi, o Şems’e tabi oldu

Musa’nın duasının kabul edilmesi ve Hızır’ı bulması dolayısıyla Allah’a şükür secdesi yapması

Yere baş koydu da canla-gönülle,

Gerçek ve tertemiz bir surette ALLAH’a şükretti.

O buluşmadan iyiden iyiye sevindi;

Hızır’ın huzuruna Rabbin’e secdeler ederek vardı.

Hızır’ın elini öptü de kimi aşikâr, kimi gizli hamdetti,

Bundan sonra Hızır O’nu okşadı,

O’na iltifatta bulundu; lütfederek O’na bir nazar etti.

Yolculuk zahmetleri ile nicesin dedi.

Musa, senin için olunca dedi, zararı yok.

Senin uğrunda çekilen zahmet, definedir, incidir;

Senin elinle sunulan zehir şekerden de güzeldir, tatlıdır.

Hızır, Musa’dan bu çeşit bir teslim oluş görünce,

Bunca güzel sözleri duyunca,

Dilini lütufla, sevgiyle açtı da

O’nun gönlünü ayna gibi sildi, arıttı.

Sevgi ihsan eden ALLAH’tan gönlüne

İhsan edilen sözlerin hepsini de O’na söyledi.

Musa, O’nun sohbeti ile

Bulunduğu halden yüzlerce derece ileri vardı;

Kapanmış gönlü, ırmak gibi coşup akmaya başladı.

Irmak ta nedir? Bir deniz kesildi;

Sedefte eşsiz bir inciye döndü.

İnci nedir, deniz ne; ne dedim ben?

Ne olduğunu söz yolundan arama benden.

Hızır’ın Musa ile Buluşması ve Ziyaretin Hayırlısı, Bir an Olanıdır demesi (Birinci Yolculuk)Hikmet ve sırları

Hızır, ey Kelim Musa; sen benimle yoldaşlık edemezsin dedi.

Ben pek çok tersine nal mıhladım;

Nüktelerimi kimse anlayamaz.

Benimle görüşüp konuşmak pek zordur;

Denizimin dibi bile topuğu aşar.

Sen nerden benimle konuşmaya tahammül edeceksin?

Senin yolun benden apayrı.

Musa, olur ya dedi,

ALLAH yardım ederde akıl-fikir verir,

Uyanıklık ihsan eder.

Gelip çöken gaflet uykusundan uyandırır,

Bir uyanıklık verir.

Hızır O’nu,  kendisi ile görüşmeyi ister,

Gerçek bir er görünce adeta O’nun sarhoşu kesildi;

Şaşkın bir aşıka döndü.

O’nu canla –gönülle sohbetine kabul etti,

O’da sohbete tahammül ediyordu,

O’ndan ne görüyorsa kaçmıyordu;

İyi-kötü, her şeyi kabul ediyor hoş görüyordu.

Yolculukta yoldaş oldular,

Birbirlerini canla-başla esirgemeye koyuldular.

Birkaç gün böyle gittiler,

Derken deniz kıyısında Raşit iskelesinde

Bir gemi gördüler ve gemiye bindiler.

Geminin güvertesine bir kuş kondu,

Kuş su içti gagasında br damla su vardı.

Hızır dediki ey Kelim Musa

Senin ilminle benim ilmim

ALLAH’ın ilminin yanında

Bu kuşun gagasında ki damla kadar olamaz.

Dünya’da o zaman böyle bir gemi yoktu;

Halka adeta yataktı, yorgandı, dayanaktı.

Bir şehir gibi genişti, büyüktü; pek büyük,

Pek güzel de bir yelkeni vardı.

Hızır elindeki balta ile

Zulmü, çirkin işi gidermek için o sağlam gemiyi deldi.

Gemi bir iş göremez hale geldi

Kelim, bu da ne dedi; akla da uymaz bir şey bu,

Şeriattan da dışarı bir iş.

Bu gemi, inananlara bir sığınaktı;

Ne diye onu böyle harap ettin?

Hızır önce sana söylemiştim? Dedi;

Sen sabredemezsin, dayanamazsın?

İşim kötü görünür ama iyidir.

Ölüden diri çıkarırım;

Ağlayışın ta kendisini yüzlerce gülüşe çeviririm.

İblisi arştan ferşe indiririm de İdris’i arşa ağdırırım.

Musa Padişahım dedi, yanıldım;

Bunu unuttum da yaptım, bilerek, isteyerek değil.

ALLAH şahittir ki sana söylediğim bu söz doğrudur.

Kelim Hızırdan bu sözü duyunca yumuşadı.

ALLAH için olsun dedi, yalvarışımı kabul et,

Yanılmamı bağışla bir daha bu çeşit davranırsam

Benim bahane mi de kabul etme, özrü mü de.

Musa ile Hızır’ın İkinci Yolculuğu Hikmet ve Sırları

Gene birbirleriyle yoldaş oldular;

Candan gönülden birbirlerini esirger bir hale geldiler.

Derken denizde bir adaya geldiler ki

Orda şehir gibi koskoca bir yapı vardı.

Orda bir erkek çocuk gördüler, yüzü Ay gibi güzeldi.

İkisi de onun yüzüne hayran kaldı;

Sözüne, sorusuna, cevabına karşı şaşırdı.

Yere yatırıp boğazını kesti;

Dağın ardında bir dere kıyısına götürdü.

Musa bunu görünce hay dedi;

ALLAH aşkına söyle, bu da ne?

Masum bir çocuğu ağlatıp inleterek öldürdün;

Bu zulüm nerde, ne vakit reva görülür ki?

Hızır, daha baştan demedim mi dedi;

Sen bu sırrı anlayamazsın.

Çünkü sen görünüşte kalakalmışsın;

Sana ALLAH, Kelim’im dedi ama bu, böyle.

Benden yüzyıllar boyunca ne görürsen gör,

Acze düşer, sebebini sorar durursun.

Musa, bağışla dedi, bu ikinci kez oldu;

Senin ile dost olan ALLAH hakkı için suçumdan geç.

Ona karşı ağladı, inledi;

Üçüncü defaya dek dedi, bağışla beni.

Çünkü sünnet üç kezdir;

Üçüncü defaya dek bağışla; daha üçüncü değil bu.

Gene böyle bir suç işlersem

Artık senden ayrılmamak için bahane bulamam.

O vakit özür getirmeme fırsat verme,

Ayrıl benden, yoldaş olma benimle artık.

Hızır, demedim miydi dedi;

Dinlemezsin, çünkü şeriatta cömertsin güçlüsün.

Görünüş üst olmuştur sana;

Bu irat öylesine kuvvetlidir; bunu bil.

Onlara yol bulabilseydin sözümü hiçe sayar mıydın?

Sana önceden, git, bana yoldaş olma,

Sözümü dinle demedim miydi?

Ardımca gelmek, bana uymaktır;

Yoksa bedeninle bana yoldaş olmak,

Gittiğim yana gitmek değildir.

Anlam bakımından bana uymak odur;

Ondan gayrısı, hem yol yitirmektir, hem davaya düşmek.

Musa ile Hızır’ın Üçüncü Yolculuğu ve Ayrılışı Hikmet ve Sırları

Geriye dön de Hızır’ın hikâyesini söyle:

Kelim, ondan ayrılacağına kederlendi.

Üçüncü suç, bil ki ikisinin ayrılmasına sebep oldu;

Onları gama düşürdü.

Yolculukta öylesine acıkmışlardı ki

Açlık, onlarda ne el bırakmıştı ne ayak.

El boşluğu, sonsuz darlık,

Onları arıklatmıştı, perişan etmişti.

İslamda canı korumak için haram bile helal olur ya;

Onlar da bu hale düşmüşlerdi.

Ekmekten yoksun, azıksız, aç-çıplak bir halde giderlerken.

Ansızın yolları bir köye ulaştı;

Orda bir tek küçük, yoksul adam bile yoktu.

Hepsi de halliydi hepsi de ulu.

Orda büyük bir konak vardı;

Sahibi de ıssı bir adamdı.

Ama mal-mülk verecek kerem ıssı değil;

Söz kabiliyeti ve hal verecek kerem ıssı.

Elbise verecek, ekmek sunacak kerem ıssı değil;

Gönül verecek, can ihsan edecek kerem ıssı.

Çocukları o adamdan yetim kalmışlardı;

Ama altınları gümüşleri de çoktu.

O konağın duvarı eğilmişti;

Bir solukta yıkılıp harab olacak bir hale gelmişti.

Hızır, o duvarı düzeltti;

İkisinin de gönüllerindeki gamı giderdi.

Çocukları dertten kurtardı;

Hapis ve zahmet kuyusundan çıkardı.

Ondan sonra da yemek, azık almadan

Kelim’le çabucak yola düştü.

Musa, Hızır’ın yüzüne karşı sert bir tavrıla

Seninle sohbet güçleşti dedi;

Bizi bu yoldaşlık öldürdü gitti.

O yetimlerin altınları var, zenginler;

O işi yaptın diye seni överler mi ki?

Ne kazandın yani?

Açlığımızı, ziyanımızı ne diye söylemedin?

O iki çocuktan biraz altın alırdın.

Hızır, hadi git artık dedi, ayrılığı seç;

İyice bil ki bu, üçüncü suçun.

Musa, ayrılık sözünü duyunca,

O özlem çeken kişi, bu söze muhatap olunca,

Dertten ağlamaya başladı

Coştukça coştu; bir hayli feryad etti;

Sonunda gamdan aklı başından gitti, yere yığıldı.

Kendine gelince Hızır, ona dedi ki:

Ey bir olan ALLAH’ın Peygamberi,

Artık seninle sohbet etmeme imkân yok;

ALLAH’tan rızkın bu kadarmış.

Geri dön, yurduna git;

Benimle bulunman artık uygun değil.

Değilmi ki ayrılacağız, dönüp gideceksin;

Şimdi sana yaptığım işlerin sırrını açayım,

Hikmetini anlatayım.

Geminin sırrı şu; dinle:

Aşağılık bir kral, o gemiyi elde etmek istiyordu

Onu ordusu için zapt etmek,

Ansızın da inananlara saldırmak niyetinde idi

İslam şehrini yakıp yıkmayı,

İnananları sulara gark etmeyi kurmuştu.

Onların varını-yoğunu yağmalayacak,

Kadınlarını, çocuklarını tutsak edecekti.

Ben Onun maksadını bildiğimden,

Almasın diye elimden geldiği kadar

Gemiye hasar verdim.

Ey, ALLAH’ın Kelimi, hikmeti buydu;

Fakat sen o sırı anlamadın.

O çocuğun kanına girdim;

O’nu tutup bir köşeye çekerek öldürdüm.

Babası, anası, erenlerdendi;

İkisi de gerçeklikle, dinle dopdolu idi.

O çocukta ise itaat ve iman ehli olmaya kabiliyet yoktu.

O çocuğun yüzünden babası da

Sonunda kâfir olurdu, anası da din yolundan kalırdı.

Çünkü canlarından ona karşı bir sevgi vardı;

O sevgi yüzünden ALLAH yolu onlara gizlenir, kapanırdı.

İkisi de ondan kurtulsunlar diye

Onu öldürdüm, sırrı buydu, dinle.

Duvarı doğrultmamda o üç yetim için yerinde bir işti.

Ataları temiz kişilerden di;

Hurilerinde özüydü-özetiydi onlar,

İnsanların da, cinlerin de.

Nasıl olurdu da dinsizler,

Mezhepsizler gibi onlardan ücret isterdim?

İnci definelerin olsaydı o iki hür çocuğa saçar-dökerdim.

Bu üç işinde sırrını ona söyledi;

Sonra da hadi dedi; hakkını helal et, sen ALLAH’ı ara.

Hızır, güneş de, gök de

Kendisine kul- köle olacak kadar büyüklüğü ile beraber

Genede o erenin çocuklarına,

ALLAH’tan rahmet elde etmek için bu çeşit hizmet etti.

Sen yanlışlıklarla günahla dolu olduğun,

Bu çeşit layık olmayacak berbat bir halde bulunduğun halde.

Artık bakta gör, ne yapman gerek?

Çünkü sen, boğazına dek suça gark olmuşsun.

Şüphe yokki ALLAH erenlerinin evladı,

İki dünyada da ALLAH emanındadır.

Kim onlara burada hizmet ederse,

Karşılığında Haktan binlerce ihsana nail olur.

Babaları; ataları, oğulları senin yüzünden

Kutluluğa erdikleri için senden hoşnut olurlar.

Hatta Âdem’in belinden gelen temiz yaratılışlı

Peygamberlerin, erenlerin hepsi, bu yüzden sevinirler;

Canla-gönülle seni severler.

Çünkü Ahmed Muhtar onlara bir tek kişi dedi;

Sen de onları bir bil, sayıdan geç.

Bir canda sayı olmadığından onlara bir dedi.

Hızır Aleyhisselam hz. Musa’ya buyurdu ki

“Buraya kadar olanlar senin kavminle ilgili zahir ilmini temsil ediyordu.”

HZ.MUSA İLE HIZIR (aleyhisselâm) TASAVVUFİ

YORUMU HİKMET VE SIRLARI

Hızır’dan Musa’ya bu feyz eriştikten sonra

Hızır, O yol gören er, Musa’ya dedi ki:

Hele kalkta ümmetinin yanına git;

Durmadan-dinlenmeden şehrine var.

Yol yitirmiş halkı yola getir;

Hepsinin yüzünü ALLAH’a döndür.

Hepsini cehennem ateşinden kurtar;

Küçüğü, büyüğü nimetler yurdu cennetin başköşesine ulaştır.

Bunlara karşılıkta sana Hak’tan sevap ihsan edilsin;

Hadsiz-hesapsız ecirler verilsin…

Musa O’na, Ey sultan dedi, böylesine bir kapıdan beni sürme.

Güzel yüzünü görmemiştim,

Öyle olduğu halde seni padişahlardan daha üstün tutuyordum.

Geceleri, özleminle bir solukluk zaman bile uyumuyordum;

Ama gönlümün derdini de kimseye söylemiyordum.

Ekmeğin güzelim kokusu, beni ekmeğe ulaştırdı;

Ekmeği yiyince de can mülküne ulaştım.

Gözüm yüzünü gördükten sonra sensiz nasıl yaşayayım?

Bir vakit Hz. Musa genç adamına demişti ki: “Durup dinlenmeyeceğim; ta iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce yürüyeceğim[75]

Bu ayetin tefsirinde Hz. Musa’nın genç adamının, Yuşa b. Nun adında biri olduğu, Yuşa’nın Hz. Musa’ya hizmet ettiği, ondan ilim öğrendiği rivayet edilmektedir.

Ayette bahsedilen iki denizin hangi denizler olduğuna dair bir açıklık yoktur. Bunların Hazar Denizi ile Karadeniz olduğu yahut Nil Nehri’nin Sudan’daki iki kolu olan Beyaz Nil ile Mavi Nil olabileceği ifade edilmektedir. Bir başka anlayışa göre bu iki denizden biri Hz. Musa, diğeri de Hızır A.S.’dir. Çünkü Musa zahir âleminin, Hızır’da batın âleminin denizidir.

Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde bir yol bulup gitmişti[76]

Bu ayetin tefsirinde Rivayete göre genç bir yakını ile Hz. Musa bu yolculuğa, ALLAH tarafından, kendisinden daha bilgili olduğu haber verilen Hızır ile buluşmak için çıkmıştı. Yanlarında bir de cansız balık vardı. Bu balık ALLAH’ın kudreti ile nerede canlanır, denize sıçrayıp giderse bu, Hızır’ın orada olduğuna işaret olacaktı.

Hızır Aleyhisselam Musa Kelimullah’a dedi ki “Bundan sonraki söyleyeceklerim senin çocukluğundan, nebiliğinin sonuna kadar olan şahsınla ilgili batın ilmidir

O devirde bir kral vardı. Dünya hırsından gözü hiçbir şey görmezdi. ALLAH ona bir rüya gösterdi, rüyasında bir erkek çocuğunun gelip tahtını elinden alacağını gördü. İçine bir korku düşmüştü. O günden sonra doğacak bütün erkek çocuklarını öldürttü. Yedi yıl aileleri erkek kadın ayırdı. Bu ayrımdan sonra Hz. Musa Kelimullah’ın annesi ve babasının haldeş birlikteliğinden Hz Musa Kelimullah dünya’ya geldi.

ALLAH tarafından ailene senin beşiğini nehire bırakmaları ilham buyurulmuştu. Bunun üzerine yere baş koydular da canla-gönülle, gerçek ve tertemiz bir surette ALLAH’a şükrettiler. İyiden iyiye sevindiler. Kimi aşikâr kimi gizli hamdettiler, secdeler ettiler. Bundan sonra beşiğinin Kral’ın sarayına ulaşması için dua ettiler. Beşiğin nehirde ilerlerken, kamışlara takıldığında anneniz tarafından beşiğe üç taş atıldı. Beşik o zaman kamışlardan kurtularak kralın sarayına ulaştı. Kral’ın zulmünün getirdiği sıkıntı ve zahmetlerle sevgili evlatlarının yok olacağı korkusuna kapılmışlardı. ALLAH’a teslim olup, tefekkür etmekten başka bir şeyleri kalmadı. İçlerindeki sevgi ve heyecan coşup taşmaktaydı.

İşte orada baban ve annen birisi seni birisi Hz. Musa’yı temsil ediyordu.

Bohçanıza bir azık koymuştunuz acıktığınız yerde çıkarıp yemek üzere, İki denizin birleştiği yerde haber ver o balığı yiyelim dediniz. Ansızın balık da denize kaçtı. O balık senin denize bırakılan çocukluğunu temsil ediyordu.

Hızır’ın Musa ile Buluşması ve Ziyaretin Hayırlısı, Bir an Olanıdır demesi (Birinci Yolculuk)Hikmet ve Sırları

Hızır Aleyhissselam gemi hadisesinin Bâtıni ilmi olarak Kelim’e buyurdu ki:

O gemi senin çocukluğunda seni Kral’ın zulmünden korumak için Ailenin Allahuazimüşşan’dan gelen ilhamla denize bıraktığı beşiğini temsil ediyordu, o zamana kadar dünya üzerinde böyle bir beşik görülmemişti, duyulmamıştı ve yapılmamıştı. Bu beşik sana yatak, yorgan ve dayanak idi. Benim de gemiye baltayla üç kere vurmam senin beşiğine atılan üç taşı temsil ediyordu.

Musa ile Hızır’ın İkinci Yolculuğu Hikmet ve Sırları

Kelim bir gün sarayda saray erkânı ve Kral ile tartıştı. Bu nedenle de şehirde dolaşmaya çıktı. Sarayda Kral’ın güçlü bir pehlivanı vardı.

Kelim şehirde dolaşırken bu pehlivan ile karşılaştılar. Hz. Musa ile Pehlivan karşılaşınca aralarında tartışma çıktı. Pehlivan Hz. Musa’nın inancına karşı koymak istedi. Bunun üzerine Hz. Musa Pehlivana bir tokat vurdu. Pehlivan bu tokat ile yere düştü ve öldü.

Bunun üzerine Hz. Musa’ya: “Masum bir pehlivanı inleterek öldürdün; bu zulüm nerde, ne vakit reva görülür ki?” Dediler.

Hızır Aleyhisselam Kelim’e “Benim öldürdüğüm çocuk senin bir tokat ile öldürdüğün saray pehlivanı idi” dedi.

Musa ile Hızır’ın Üçüncü Yolculuğu ve Ayrılışı Hikmet ve Sırları

Hızır Aleyhisselam ve Kelim çok acıkmışlardı. Köyde dolaştılar hiç kimse bir ihsanda bulunmadı. Bunun üzerine yıkılmakta olan bir duvar gördüler. Hızır Aleyhisselam Kelim’e bu duvarı düzeltelim dedi. Bu duvar üç yetim çocuğa aitti. Duvarın altında çocukların hazinesi vardı. Çocukların büyüyüp o hazineyi almaları için o duvarı düzeltti ve çocukların üzüntü ve kederini giderdi. Kelim, Hızır’ın hiçbir ücret almadan bu duvarı neden yaptığını sordu. Bunun üzerine Hızır Aleyhisselam:

 İki çoban kızın sürülerini sulayıp hizmet ettiğin vakit sende ücret almamış, ALLAH’tan alıyorum ücretimi demiştin. İşte bu duvar o hizmetindir. Ve burada arkadaşlığımız bitti” dedi.

Şuayb Aleyhisselam’ın kızları Harran ovasındaki Şuaybiye köyünde çok cömert ve misafirperver bir yaşlı babalarının olduğunu söylediler, “Sizi oraya götürelim ve tanıştıralım” buyurdular.

Kelim ile Şuayb Aleyhisselam karşılaştılar. Kelim Şuayb Aleyhisselam’ın elini öptü, oturdular, başından geçen hadiseleri anlattı. Bunun üzerine Şuayb Aleyhisselam, Kelim’in kendileri ile kalmalarını ve kendisinin de böyle bir dosta ihtiyacı olduğunu söyledi. Kelim’in yedi yıl boyunca burada kaldığı rivayet edilir.

Şuayb Aleyhisselam bir gün Kelim’i yanına çağırarak, Kelim’den yedi sene boyunca çobanlık yapmasını teklifte bulundu. Ancak Şuayb Aleyhisselam bu hizmetin ücretini de belirlemeyi istedi ve yedi sene boyunca çobanlık ücreti olarak koyunların yavrulaması durumunda bir sene erkek yavruların diğer sene dişi yavruların Kelim’in olacağını söyledi.

Yedi sene sonra Şuayb Aleyhisselam Kelim’i kızlarından biri ile evlendirdi. Kendisine düşen sürüleri ve Hanımını yanına katarak Mısır’a gönderdi. Şuayb Aleyhisselam peygamberlik asasını da Kelim’e vererek Mısır’da halkını irşad etmesini söyledi.

Aylarca süren yolculuktan sonra Tur-i Sina’ya kadar geldiler. Kelim’in hanımı hamile olduğu için doğum sancıları başlamıştı. Bu hadise olduğunda soğuk bir gece idi. Kelim uzaktan bir ateş gördü. Hanımına yarar sağlayacağı umudu ile ateşten almak maksadı ile koşarak gitti.

O ateş ki Allah’ın nurunun Aşk ateşi imiş. Kelim biraz yaklaşınca bayıldı ve yere düştü.

Sonra kendine gelince sürülerini ve hanımını alarak Mısır’a doğru gitti. Kavmine ulaştı. Burada Kral ile aralarında uzun tartışmalar çıktı. İkisi de karar verdiler Kızıl Deniz Kelim ve kavmine tünel gibi açılarak yol oldu. Aynı deniz Kral ve kavminin denizde boğularak helak olmasına sebep oldu. Kelim’in çocukluğu denizde başladı, Nebiliği denizde kemale erdi. Hızır ile de denizde buluştu. İlmi de denizde kemale erdi.



[1] Nevşehir Derinkuyu’dayken, İlkokul çağlarında kapı komşumuz Bektaşi Şeyhi Demirci Ali Haydar Baba’nın dergâhı vardı. Amcam da demirci ustası ve aynı zamanda güzel bağlama çalardı. Efendi’nin de ahbabıydı. Bektaşi dergâhlarında muhakkak bağlama bulunurdu. Halkın ahvalini anlatan deyişler olurdu. Ayrıca Haydar Baba’ya yolda kalmışlar, arabacı ve kamyoncular, otobüsçüler müşküllerinin hallolması için gelirlerdi. O çok yardımsever birisiydi. Muhabbetimiz olduğu için çocukken dedeme büyüyünce Bektaşi olacağımı söylüyordum. Dedem ise bana: “Bektaşilikte 80 rekat gece namazı vardır, ağır gelir, sen rızkını başka kapıda ara, Hacı Bektaşi Veli Efendimiz kumu un yapardı, öyle büyük ve yüce bir Veli idi.” derdi. Daha sonra İstanbul’a gelince İskenderpaşa’da Nakşî Şeyhi Mehmet Zahid Koktu Rahmetullahi Aleyh hazretlerinin sohbetlerinden 18 ay müstevhid olduk. 1972’den sonra Muzaffer Aşki el-Halvetî el-Cerrahî el-Mevlevî Rahmetullahi Aleyh hazretlerine davet buyrulduk.

[2] Zariyat Suresi, Ayet 56

[3] Keşfü’l-Hafa:1/244

[4] (Maide 5-3)

[5] Buhari,Mezalim,16; Müslim, Akziye, 13; Ebu Davud, Edeb, 5.

6 Buhari, Müslim, Tirmizi rivayet etmiştir.

[6] Yunus Sûresi, Ayet 62

[7] Ahzab Suresi, 56. Ayet

[8] Enbiya Suresi, 107. ayet

[9] Maide süresi, ayet: 15

[10] Maide Suresi, Ayet 15

[11] Enbiya Suresi, Ayet 107

[12] Kalem Suresi, Ayet 4

[13] Kalem suresi, Ayet 1

[14] Necm Suresi Ayet 9 – Hz. Peygamber’e gelen Cebrail Aleyhisselam’ın gökte birbirine yaklaşmasını Kaabe Kavseyn (iki yay ucu) mesafesi olarak bildirilen ayet-i kemredeki iki kelimedir.

[15] Necm Suresi Ayet 9

[16] İhya, C.1, Bedir Baskısı

[17] Al-i İmran Suresi; Ayet 81

[18] Enfal Suresi; Ayet 64

[19] El-Araf Suresi Ayet 180

[20] Bakara152

[21] El-Burhanü’l Müeyyed, Sayfa 37-38 ve bu eserin tercümesi, Sayfa 51; İstanbul; 1303.

[22] Araf Suresi, 143

[23] Enfal Suresi; Ayet 64

[24] İbn Tahir el-Makdisi, es-sema, ibn Hacer, Lisanü’l Mizan:4/270; Zehebi, Mizanü’l-İ’tidal:3/164,Sühreverdi.; Avariü’l- Maarif: Bab 25

[25] Gazali, İhyau Ulumi’d-din:2/675

[26] Aşk Yolu Vuslat Tariki, El-Hac Muzaffer Ozak, Kalem Yay. S.120-122

[27] Sühreverdi, Avariül-Maari: Bab 22

[28] Âl-i İmran Suresi, Ayet 191

[29] Araf 172

[30] Zümer Sûresi, Ayet 75

[31] Serrac, 372

[32] Serrac, 373

[33] Ali İmran 191

[34] Serrac, 344

[35] Serrac, 340

[36] Serme, 240; Kuşey-ri, 657

[37] Serac 340, Kuşeyri, 643

[38] Serrac, 375

[39] Serrac, 375

[40] Hac Suresi, Ayet 35

[41] Serrac, 376

[42] Serrac, 376

[43] Serrac,377

[44] Serrac, 378

[45] Serrac, 381

[46] Araf 172

[47] Tahirül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, C.1, Kitap 4, Sf. 986

[48] Kelabazi, 161

[49] Serrac, 243; Kuşeyri, 645

[50] Kelabazi, 160

[51] Araf suresi, Ayet 172

[52] Kuşeyri, 643

[53] Araf Suresi, Ayet 172

[54] Taarruf, 161

[55] Mesnevi, Veled İzbudak

[56] Mesnevi, İzbudak çev. C.3, sayfa 190-191

[57] Garip Hafız, Sayfa 83

[58] Serrac, 342

[59] Kuşeyri, 646

[60] Kuşeyri, 656

[61] Kuşeyri, 655

[62] Kuşeyri, 655

[63] Kuşeyri, 646

[64] İsra Suresi, Ayet 44

[65] Hadid Suresi, Ayet 1

[66] Ibn Cevzi, S. 214-56

[67] Bakara Suresi, Ayet 385

[68] Enfal 8/21

[69] Ragib. 242

[70] Gazali, el-Maksadu’l-Esna Kahire. 1322. S. 61

[71] Uludağ S. 63-118

[72] Luma’, 352-369

[73] Serrac, 342

[74] Kehf Suresi, Ayet 60 - 80

[75] Keh Suresi, Ayet 60

[76] Keh Suresi, Ayet 61


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar