Print Friendly and PDF

SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 3

Bunlarada Bakarsınız


 

MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,  SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI  SEMA HZ.MEVLANA’NIN  KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN   SEMA OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI  

DEVAM EDEN  SEMA OKULU

Hazırlayan: Yakup Baba (Koyuncu)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1—MARAC EL BAHREYN- İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER (HZ. ŞEMS-İ TEBRİZİ’NİN KONYA’YA İLK GELİŞİ) HİKMET VE SIRLARI

2—ŞEMS’İ TEBRİZİ’NİN ÇOCUKLUĞUNDAKİ HİKMET VE SIRLARI

3—ŞEMS’İN BAĞDAT’A GELİŞİ HİKMET VE SIRLARI

4—ŞEMS’İN MEVLANA UĞRUNA BAŞINI ADAMASI HİKMET VE SIRLARI

5—HZ.ŞEMS’IN MEVLANA’YI İMTİHAN ETMESI HİKMET VE SIRLARI

6—ŞEMS’İN HUSAMEDDİN ÇELEBİ’YI İMTİHANI HİKMET VE SIRLARI

7—HZ.ŞEMS’İN KONYA’DAN İLK AYRILIŞI HİKMET VE SIRLARI

8—HZ. ŞEMS’İN KAYBI İLE MEVLANA’NIN HASRETİ HİKMET VE SIRLARI

9—SULTAN VELED’İN HZ.ŞEMSİ GETİRMEK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI

10—VELED’İN HZ. ŞEMS’İN MAİYETİNDE ŞAM’DAN KONYA’YA İKİNCİ GELİŞİ

11—ŞEMS’İN KİMYA HATUN İLE İZDİVACI HİKMET VE SIRLARI

12—HZ.ŞEMSİN ANSIZIN ÜÇÜNCÜ SIRLANIŞI HİKMET VE SIRLARI

MARAC EL BAHREYN-

İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER

(Hz. ŞEMS-İ TEBRİZİ’NİN KONYA’YA

İLK GELİŞİ) HİKMET VE SIRLARI

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra; Mevlana Şemseddin 1224 (26 Cemaziyelahir 642) senesi ekim ayında bir cumartesi günü Mevlana 40 yaşında iken Konya’ya gelmiş, büyük bir kapıdan şehre girerek bir han sormuş, gösterilen şekerciler hanına giderek hancıdan bir oda istemiş ve orada istirahata çekilmişti.

Ertesi gün bir müddet hanın kapısı önündeki taşlıkta oturarak gelip geçenleri seyre dalmış, daha sonra zamanın tüccarları gibi odasının kapısına bir kilit asarak anahtarını da boynuna takıp, çarşıda dolaşmaya başlamış ve bu hareketiyle de kendisinin aşk ve manevi ilimler tüccarı olduğunu ilan etmek istemiştir.

Hz. Mevlana ile ilk buluşma hakkında Eflaki’nin verdiği bilgi ile Molla Cami’nin Nefehat-ül Ünsi’de ve bizzat makalat metninin 56. sahifesindeki Arapça pasajda değişik bir dekor içinde özetle şöyle denilmektedir:

Hz. Şems o tarihlerde Hz. Mevlana’yı sorar. Hz. Mevlana ve talebelerinin o sırada meram bağlarında sayfiyede olduklarını haberini almıştır. Büyük bir sabırla bekler ve Hz. Mevlana’nın yolunu gözler. Derken belirli vakit gelmiştir.”

O gün ikindiye doğru ana cadde üzerinde, etrafında talebeleri hürmet ve saygılarından yaya yürüyen ve bir katıra binmiş haliyle müderris olduğu hissedilen; herkes tarafından hürmet ve tazim edilen gayet heybetli ve yüzündeki yücelik nuru bakanların gözünü kamaştıran bir zat’ın geldiğini görünce Mevlana Celaleddin-i Ruminin bu olduğunu anlamış kalenderi kıyafetli bir derviş, ileri atılıp katırı çevikliği ile durdurarak ve alev alev parlayan gözleri ve keskin bakışlarıyla, ciddi, yüksek bir ses tonuyla:

Esselamü aleyküm verahmetullahi ve berakatühü. Sen Belh’li Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin? diye sordu. Mevlana:

Ve Aleykümselâm ve rahmetullahi ve berakatühü. Evet. Şems:

—Ey madde ve mana altınlarının sarrafı! Bir müşkülüm var? Hazreti Muhammed mi büyük, Bayezid’i Bestami mi?

Eflaki’ye göre Mevlana bu vaka’yı anlatırken:

“Bu sorunun heybetinden, sanki yedi kat gök bir birinden ayrılıp yere yıkıldı ve içimden çıkan büyük bir ateş kafatasımın içini kapladı. Oradan bir dumanın çıkıp Arş’ın altına kadar yükseldiğini gördüm.” buyurdu.

Mevlana hemen kendisini toplayarak:

—Bu nasıl sual böyle? Elbette ALLAH’ın elçisi Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün yaratıkların en büyüğüdür. Burada Bayezid’in sözü mü olur. dedi ve Fahri âlem Efendimize dair birçok ayetler okuyarak O Nebi-yi Zişan’ın yüksek kadrini beyanla, Bayezid-i Bestami’nin ise O’nun efradı Ümmetinden bir kimse olduğunu izah etti.

Bunun üzerine şems:

—O halde bu ne demektir? Peygamber bu kadar büyüklüğü ile:

Ya Rabbi Seni tenzih ederim biz seni layık olduğun vecihle (şekilde) bilemedik...buyurdu.

Hâlbuki Bayezid:

“Ben kendimi tenzih ederim, benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde ALLAH’tan başka varlık yok.” Demekte dedi.

Mevlana:

—Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müthiş bir manevi suya doymazlık arzusuna tutulmuş, susuzluk içinde susuzluktan içi yanıyor ve O’nun mübarek göğsü; “Biz senin göğsünü açmadık mı?[1] şerhiyle kalbi genişledi, bunun için de susuzluktan dem vurdu. O her gün sayısız makamlar geçiyor. Her makamı geçtikçe evvelki geçtiği bilgi ve makamına istiğfar ediyor daha çok yakınlık istiyordu.

—Bayezid ise; Bir yudumla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Onun idrak testisi o kadar suyla doldu. O nur da onun evinin penceresinin büyüklüğü nispetinde içeri girdi ve nurla dolmuş gördü. Ve daha çok bakmadı. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendisinden geçti ve o makamda kaldı. Bu sözü söyledi.

Eflaki’nin anlatımına göre bunun üzerine Şems’i Tebrizi bir feryatla; “ALLAH” deyip yere yuvarlandı. Mevlana hemen katırdan inerek yanındaki adamlarıyla Şems’i tutup kaldırdı. Hz. Şems kendine geldikten sonra Hz. Mevlana elinden tutarak piyade bir halde Gevhertaş medresesine götürdü. Orada Mevlana ile öyle bir kucaklaştılar ki sanki iki umman (deniz)  gibi dalgalanarak biri birine kavuşmuş (maracel Bahreyn), yıllarca bir birine hasret olan iki sevgili birleşmişlerdi.

İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar[2]

Hz. Mevlana vaktiyle Şam çarşısında da Hz. Şems’e rastlamış, fakat yüzü kapalı olan Şems’i bir görüp bir kaybetmişti. Ezel sevgisiyle ruh dostunu şimdi çok iyi tanıyordu ve “İyd-i ekber ki Şems-i Tebrizi’dir, o bayramın büyük kurbanı ben oldum” buyuruyordu.

Mevlana’nın etrafındaki talebe ve yakınları ise bu hale hayretle baka kalmışlardı.

Yıllardır biri birine hasret olan iki âşık Mevlana’nın medresesinde mana âlemi ile sırlanmış bir derviş hücresine girerek aylarca sürecek bir rivayete göre kırk gün bir rivayete göre üç ay kimseyi içeri almadılar. SEMA hak sohbetleri ve visal orucuyla ruhani günler geçirdiler.

Eflaki’nin bildirdiğine göre yanlarına yalnızca Sultan Veled girip çıkabiliyordu. Çünkü hizmetlerine O bakıyordu.

Mevlana Hazretleri daha ilk gün:

—Ey Şemseddin, ey mana âleminin incisi; Ey ruhumun gıdası, ey gözümün nuru, gerçi evim sana layık değildir ama sadık bir bendenim. Her türlü emir ve hizmetlerine hazırım. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin, çocuklarım oğulların kızlarındır. Diyerek son derece mahviyetle arzı teslimiyet göstermişti.

Her ikisi de halvethane’de (hususi oda) tam üç ay gece ve gündüz visal orucu ile oturdular. Hiç dışarı çıkmadıkları gibi, bir kimse de yanlarına girmeye cesaret edemiyordu.

Mevlana devrinde revaçta bulunan tarikatlar Kadiri­ye, Rüfaiye, Kübreviye ve Söhreverdiye tarikatleridir. Bunlardan Necmettin Kübra’ya nispet edilen Kübreviye Melamilik şubelerinden maduddur. Mevlana’nın babasının bu tarikata mensup olduğunu yazanlar da vardır.

Mevlana’nın sohbet şeyhi (Melamilikte sohbet yolu ile intisab bulunmakta olup; Hz. Mevlana’da sohbet yolu ile Hz. Şems’e intisab etmiştir) olarak kabul edilen Tebrizli Şemsettin’in hilafeti bir taraftan Necip Söhreverdi yoluyla Bağdatlı Cüneyt’e, bir taraftan da Ebu Bekir Sillebâf yoluyla Bistam’lı Beyazıt’a dayandığı rivayet edilmektedir.

Hazreti Mevlana; âlimlerin, kitapların, defterlerin arasında aradığı; Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca evvel müjdelediği sevgilisine, gönül dostu olan Şems’i Tebrizi Hazretleri’nin şahsına kavuşmuş, senelerdir duymak istediği heyecana ve aşka o gün ulaşmıştı. O andan itibaren duyguları, bilgileri ve görüşü değişmiş, bambaşka bir hale gelmişti.

Bundan sonra Mevlana Hazretleri okumaktan, öğrenmekten vaiz vermekten ve halkla görüşmekten el çekerek Cenabı Hakk’ı zikir ve fikir’le meşgul olmaya başlamıştı.

O Mevlana ki, “Ne buluyorsun bu meczup dervişte? Sen hocaların hocasısın, Şems’ten öğrenecek neyin var?” sitemlerine, hepsini susturan ve irfanın da tarifini yapan şu cevabı verir:

“Ben ondan bir şey öğrendim, o da bana yetti”

“Şems’i tanımadan önce ben, acıkınca bir kap çorba içer, doyardım. Üşüyünce de ocağıma iki odun atıp ısınırdım, Fakat şimdi, dünyanın bütün çorbalarını içsem doyamam... Çünkü biliyorum ki dünyada açlar var. Dünyanın bütün odunları yansa ocağımda, artık beni ısıtmıyor. Zira biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var.”

Şems Hazretleri ilk önce Mevlana’yı kitap mütalaa (okuyup araştırmak) etmekten sıyırmıştı. Rivayet edilir ki; Bir gün şems Hazretleri medresenin avlusundaki havuzun başına oturmuş, Mevlana’nın çok sevdiği ve her gün mütalaa ettiği el yazma kitaplarını birer birer suya atmaya başlamış, havuzun suyu mürekkeple dolmuştu. Bu vaziyeti gören Mevlana hayretle baka kalmıştı.

Belh’den göç ettikleri zaman Nişabur’da konaklamışlar, burada devrin en büyük mutasavvıflarından Feridüddin-i Attar’la görüşmüşlerdi. Feridüddin-i Attar hazretleri, bilgi ve zekâsına hayran olduğu küçük Mevlana’ya “Esrarname” adlı eserinden bir nüsha hediye etmişti. Mevlana bu eseri defalarca okumuştu. Şems’in bu eseri de havuza attığını görünce ona gönülden razı olmamıştı. Şems ise Mevlana’nın gönlünden geçeni keşfederek hemen elini havuza sokarak:

—Al istediğin bu kitap değil mi? diye Mevlana’ya uzatmıştı.

Mevlana kitabı eline aldığı zaman sanki havuza hiç atılmamış, hiç ıslanmamış, mürekkebi hiç bozulmamış tozuyla duruyordu.

Mevlana Hazretleri buyurur ki:

—Mevlana Şems Hazretleri bana ulaşıp benimle konuşunca içimde aşk ateşi parlamaya başladı. Tam bir tahakkümle:

—Bundan sonra artık babanın sözlerini Maarif adlı kitabını okuma! Buyurdu.

—Ben de O’nun bu işaretiyle bir zaman okumadım. Sonra:

—Kimse ile konuşma! Dedi.

—Ben de bir müddet kimse ile konuşmadım. Hâlbuki bizim sözlerimiz âşıkların gıdası ve safa ehlinin ruhlarının şarabi olmuştur.

Yine naklederler ki; Mevlana Hazretleri şems’e kavuştuğu zaman, ilk zamanlar geceleri ‘Mütenebbi divanını’ okurdu.

Şemseddin Hazretleri:

—Bu okumaya değmez. Bunu bir daha okuma.

Diye bir iki defa söyledi ise de, Mevlana dalgınlığından onu yine okuyordu. Bir gece yine böyle hararetle divani okuduktan sonra uykuya daldı. Rüyasında medresede bilginler ve fakihlerle bir tartışmada bulundu ve hepsini mağlup etti. Sonra; bunu niçin yaptım, buna ne lüzum vardı. Diyerek medreseden çıkıp gitmek istedi ve tam bu sırada uykudan uyandı. Ve Şemseddin Hazretlerinin kapıdan girdiğini gördü ve Hazreti Şems’in:

—Bu biçare fakihlere yaptığını gördün mü? İşte bunların hepsi Mütenebbi divanini okumanın uğursuzluğundandır. Dediğini duydu.

Yine bir gece Mevlana rüyasında; Şemseddin Hazretlerinin Mutenebbi’yi (söz konusu kitabın yazarını) sakalından tutup yanına getirdiğini ve Mevlana’ya;

—Bu adamın sözlerini mi okuyordun? dediğini görür.

Mütenebbi; Zayıf, nahif ve sesi kısık bir adammış. Mevlana’ya:

“Beni bu Şemseddin’in elinden kurtar; Artık bu divani karıştırma!” Diye yalvarmış.

Nihayet Mevlana; Okumayı, okutmayı ve öğretmeyi bırakarak Laliş sarığını (Basit bir sarık sarma şekli) sardı, Hindibar feracesini (Bir nevi basit elbise) giydi. SEMA ve riyazet’e başladı ve şu şiiri söyledi.

Ben bir memleketin zahidi ve bir minberin vaizi idim;

Gönlümün kazası beni; Sana ellerini çırpıp gelen bir Âşık yaptı

ŞEMS’İ TEBRİZİ ÇOCUKLUĞUNDAKİ

HİKMET VE SIRLARI

Hüdavendigar’ın, ilim ve irfan aşka olan hayatından gücümüz nispetinde bahsederken Şems’inde, sırlı hayatından söz açmadan geçmek imkânsız.

Tiran’ın Tebriz şehrinde 1164 de (hicri 582) doğmuş ve orada büyümüştür Rivayet edildiğine göre Şemsi Tebrizi Hazretleri; Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali adında bir zatin oğludur. Asıl ismi Şemseddin Muhammed’dir.

Fakirlerin, âşıkların, abid ve zahidlerin sultanı, halk arasında ALLAH’ın sırrı, olgun hali ve olgun sözlü, Hakk’ın ve dinin güneşi “şemsü’l-Hak-ved’din” bir zat olan Şemsi Tebrizi (K.S.); Daha küçük yaşından beri değişik halleri, müstesna yaradılışlı ve keskin zekâsı ile herkesin dikkatini çekmekte, sevgi ve takdirlerini kazanmakta, ebeveynini bile hayrete düşürmekte idi.

Eflaki’ye göre Harika çocuk bize kendini şöyle anlatıyor:

“Ben ilk mektepte idim, daha ergenlik cağına gelmemiştim. 0tuz kırk gün geçtiği halde canımın, Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin siyretine olan aşkımdan ötürü hiç yemek arzu etmediği olurdu. Yemek lafı edilse bile yüzümü çevirirdim. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur”[3]

Bir gün babam bana çıkışarak:

“Oğlum, ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak. Bu davranışlar seni felakete götürecek.” Dedi.

Bunun üzerine ben ona şu cevabı verdim:

“Baba seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına kaz yumurtasıyla, tavuk yumurtasını karışık koymuşlar. Vakti gelip te civcivler çıktığı zaman bunların hepsi birlikte analarının arkasına düşüp giderlerken rastladıkları bir göl kenarında kaz yumurtasından çıkan yavru kendisini hemen suya salarak karşıya geçmiş. Bunun üzerine ana tavuk eyvah yavrum boğulacak diyerek kıyıda çırpınmaya başlamış. Oysa kaz yumurtasından çıkan yavru neşe içerisinde suyun içerisinde yüzerek ilerlermiş. İşte seninle benim aramdaki farkta böyledir. Birisi derya kuşu, diğeri kümes kuşu.”

Yine bir gün buyurdular ki:

“Ben çocuktum; Cenabı Hakk’ın tecelliyatını ve Melekleri görüyor, yüksek ve alçak dünyanın gayıplarını müşahede ediyor ve bütün insanların da bunları gordüklerini zannediyordum. Fakat sonunda görmedikleri anlaşıldı.”

Üstadım şeyh Ebu Bekir Hazretleri de beni onları söylemekten alıkoyuyordu. Babam buyurdu ki:

“Bu bizim Şemseddin’e taat ve riyazat sebebiyle değil, ezelden beri verilmiştir.”

Görülüyor ki, şemsi Tebrizi Hazretleri hilkaten veli olarak yaratılanlardan, bütün esrarı ilahiyye’ye vakıf ve vehbi bir bilgiye sahip olanlardandır.

Birçok Mevlevi kaynakları Hazreti Şems’in; Necmeddin Kübra’nın halifelerinden Baba Kemal’in veya Halvetiye silsilesinden kutbeddin Ebher’in halifesinin dervişi olarak kaydederlerse de Şems Hazretleri bizzat “MAKALAT” adlı eserinde ve Ariflerin Menkibelerinde;

“Benim, Tebriz’de Ebubekir adında bir şeyhim vardı. Sepet Örer, onunla geçinirdi. O’ndan çok bilgiler Öğrendim fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim görmüyordu. Zaten hiç kimsede görmemişti. İşte bunu, Hüdavendigarım Mevlana gördü.”

Ne güzel söylenmiş bir beyit vardır;

Kadr-i durr-ü gevheri âlem bilur

Âdemi amma yine âdem bilur

Demekte ve böylece ilk şeyhinin Tebrizli Ebubekir Sellebaf olduğunu ifade etmiştir.[4]

Yine Ariflerin menkibelerinde şöyle denilmektedir:

O, (şems’i Tebrizi) önceleri şeyh Ebubekir Tebriz’i Sellebaf (K.S.) ‘in müridi olmuştu. Şems seyr ve sülukünü tamamladığı, vecd ve heyecanı, kavrayışı halkın anlayışını geçtiği vakit, daha olgun daha üstün ve olgunların noksanını tamamlayacak bir mürşid bulmak maksadıyla yola çıktı. Hak erlerini aramaya koyuldu ve:

Seyahat ediniz, sıhhat bulursunuz.[5]

Hadisi şerifi gereğince bütün iklimleri birkaç defa dolaştı ve

Yerin doğusu ve batısı bana gösterildi. Benim ümmetimin mülkü bana gösterilen bu doğu, batı, yakın, uzak denizler ve karaları kaplayacaktır.[6]

Mübarek hadis-i şerif’i uyarınca her tarafı gezip temaşa etti.

Birçok Ebdal, Evtad, Aktab, Efrad, Futur, Mestur ehline suret ve mana büyüklerine ulaştı. Fakat kendi yüceliğinin benzerini bulamadı. Dünya şeyhlerini kendine mürid ve bende kılarak seyahatine devam ediyor, sevgilisini ve gönlünün dilediğini arıyordu. Birisinden bahsedilse:

“Dün anasının karnından çıkmış, bugün hiçliğini idrak etmesi gerekirken, ALLAH’lık taslıyor, Rahman’ın mukallitlerinden bıktım usandım.” diyordu.

Yine bir şeyhin adını ve sanını, kemalini işitiyor, onu görmek için de uzun ve yorucu bir sefer yaparak o şeyhe geliyor, şeyh ona niçin geldiğini sorunca da;

ALLAH’ı aramak gayesiyle geldiğini söylüyor, şeyh ona:

ALLAH’ın semalarda hüküm sürmekte ve gemilerini yürütmekte olduğunu söyleyince, şems Hazretleri bu sözle şeyhin kendisini kasteddiğini, bu ise gönlünün aradığı derdine deva olacak kimse olmadığını anlıyor ve şeyhi daha fazla denemeye lüzum görmeden kalkıp yoluna devam ediyordu. Ve diyordu ki:

“Herkes kendinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nispet iddia ederek hakikat yolunda kendisine bir bağ kurar. Hâlbuki bize; Bizzat ALLAH Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mana âleminde hırka giydirdi. Bu hırka, öyle iki günde eskiyip yıpranan, yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil. Bu hırka, sohbet ve hakikat Meşayih hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki zaman ve mekânın üstündedir. Ne dünü var, ne bu günü, ne de yarını. Aşkın zamanla mekânla ne işi var.”

Şems Hazretleri daima her gittiği yerde gönül erenlerini sorup arardı. Duyduğu şeyhlerin hemen ziyaretine gider hal ve tavırlarına, ilim ve irfanlarına, meşrep ve yaşayışlarına bakar, söz ve sohbetlerini dinler, onları imtihan eder aradığını bulamayınca da hemen uzaklaşırdı. Kendisini bulunduğu makamdan daha yüksek bir makama ulaştıracak, daha yüksek bir mertebeye yükseltecek gönlünün sevdiği ruhunun arkadaşı olacak bir şeyhi durmadan arıyor, diyar diyar dolaşıyordu. Gezdiği dolaştığı yerlerde onu anlayan, derdine deva olan tek bir mürşid olmamıştı. Hiç bir şeyh onu tatmin etmemiş, sohbet ve teveccühü ile onu doyuramamıştı.

Hz. Şems’in makamı o dereceye ulaşmıştı ki şeyhi ile kanaat edemez olmuştu. Aşkı, VECD’i hudutsuzdu. Bir yerde karar kılamazdı. Kara bir keçe giyer, günlerce oruçlu gezerdi. Yedi günde bir, yarım ekmeği baş suyuna tirit yapar, yalnız onu yerdi.

Bir gün asçı, onun halini sezer gibi oldu. O gün tirit suyuna biraz yağ ilave etti. Şems, bir daha baş satan aşçı dükkânlarının önünden geçmedi. Senelerce seyahat etti. Bir kervansaraydan bir kervansaraya konardı. Bu sebeple ve mana âlemindeki seyrinden dolayı kendisine, Şems-i Perende (Uçan Şems) dendi. Ariflerden bazıları Kamil-i Tebrizi veya Seyfullah (ALLAH’ın kılıcı) da derlerdi.

Şems, Tekkeye niçin devam etmediğini soranlara:

“Kendimi Tekkeye layık bulmuyorum. Tekke pişip olmak kaydında olanlar içindir. Ben onlardan değilim.”

Buyururdu. Medreseye neden gitmediğini soranlara:

“Ben muhasebe adamı da değilim. Bir şeye kaidesine Göre mana veremem. Kendi dilimle konuşsam bana gülerler, ya da kâfir derler. Ben garibim, garibin yuvası kervansaraylardır.” cevabını verirdi.

Kabına sığamayacak kadar taşkın bir ruha, hiçbir kayıt ve çerçeveye girmeyen coşkun, sofiyane bir cezbeye malikti. Sabrının, kararının tükendiği, sırlarına mahrem bir dost aradığı bir gece

“Ey, Rabbim! Kendi örtünle örtülü Velilerinden benim sohbetime tahammül edecek birini karşıma çıkar” diye niyaz etti.

Elbette Hak katında duası makbul idi. Rum ülkesine gitmek, Mevlana Celaleddin’i bulmak için ilham aldı. Lakin o mübarek yüze kavuşmanın bir de şükran borcu olacaktı. Uçan Şems de kendi başını şükrane olarak adadı.

ŞEMS’İN BAĞDAT’A GELİŞİ

HİKMET VE SIRLARI

Şems hazretlerine memleketi olan Tebriz Şehrinde, tarikat Pir’leri ve hakikat arifleri; O’nun manevi kemalinden, ilim ve irfanından, aşk ve VECD halinden dolayı “Kamil-i Tebrizi” derlerdi.

Gönül sahibi seyyahlar ise, gittiği yolları tay (Zaman ve mekân mefhumunu aşarak bir yerden bir yere bir anda gitmek.) ettiği için “Şemseddin-i Perende”(uçan Şemseddin) derlerdi.

İşte o durmadan diyar diyar dolaşıyor, uzun yolları tay ederek geziyordu. Bir gün yolu, Dar’ül Selam olan Bağdat şehrine uğradı. Orada tanınmış meşhur sofilerden, Şeyh Evhadüddin Kirmani (K.S)’ı buldu ve:

—Ne ile meşgulsün? Diye sordu. O’da:

—Ay’ı leğendeki suda görüyorum. Dedi.

Bunun üzerine Şems Hazretleri:

—Boynunda çıban yoksa niçin başını kaldırıp ta onu semada görmüyorsun. Kendini tedavi ettirmek için bir doktor elde et. Bu suretle neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün. Buyurdu.

Bunun üzerine; Evhadüddin Kirmani Hazretleri Şems’in eline sarılarak:

—Tam bir arzu ile bu günden itibaren senin müridin olup, hizmetinde bulunmak istiyorum. Dedi.

Şems Hazretleri:

—Sen, benim arkadaşlığıma tahammül edemezsin. Dedi ise de Evhadüddin:

—Beni hizmetine ve arkadaşlığına kabul et. Diye ısrarda bulundu.

Şems Hazretleri:

—Pekâlâ; Bağdat pazarının tam ortasında, herkesin gözü önünde benimle beraber nebiz (hurma şarabı) içmek şartıyla kabul ederim. Buyurdu. Evhadüddin:

—Bunu yapamam. Dedi. Şems Tekrar:

—Peki, benim için hususi bir nebiz bulup getirebilir misin? Dedi. Evhadüddin:

—Hayır, bunu da yapamam. Dedi. Sonra Şems:

—Ben içerken, benimle arkadaşlık edebilir misin? Dedi. Evhadüddin:

—Edemem. Dedi. Bunun üzerine Şems Hazretleri O’na:

—Erlerin huzurundan ırak ol. Diye bağırdı ve Ben sana benimle beraber arkadaşlık etmeye tahammül edemezsin demedim mi? Kuran-ı Kerimden:

O kimse dilerse rahmetiyle ona imtiyaz verir. ALLAH en büyük fazl-ü inayet sahibidir[7] Ayetini okudu ve:

—Sen bunu yapacak adam değilsin; Çünkü sende bu kudret yoktur. ALLAH’ın sana bu kudreti vermediğine ve hasların kudretine malik olmadığına sevin. O halde benimle arkadaşlık senin işin değildir. Bana arkadaş olamazsın. Bütün müritlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh istiyorum. Hem de; rast gele bir şeyh değil hakikati arayan olgun bir şeyh. Dedi

Birçok mürşidin, müritlerinin kendilerine teslimiyet ve kabiliyetlerini ölçmek için imtihan ettikleri gibi, Şemsi Tebrizi Hazretleri de kendisine mürid olmak, hizmetinde bulunmak ve himmetini, teveccühünü alarak istifade etmek isteyen Evhadüddin Hazretlerini bu şekilde imtihan etmiş, teslimiyet ve kabiliyetini ölçmüştü. Ne yazık ki, Evhadüddin bu teslimiyeti gösterememiş ve Şems Hazretlerinin gaye maksadını anlayamamıştı.

ŞEMS’İN MEVLANA UĞRUNA BAŞINI ADAMASI

HİKMET VE SIRLARI

Şems Hazretleri nakleder:

Cenabı Hakk’a; Beni kendi velileri arasına koyup, onlara arkadaş et.” Diye yalvarırdım.

Rüyamda bana;

Seni bir veliye arkadaş edeceğiz. dediler. Ben de:

Güzel fakat o veli nerededir?” Dedim. Bu rüyadan sonra üst üste iki gece bana:

İstediğin veli Rum ülkesindedir.” dediler. Bir hayli zaman aradım, fakat onu bulamadım. Sonra bana:

Daha bulacağın zaman gelmedi. dediler.

İşler vakitlerine tabidirler, rehinlidirler.” Buyurdu.

Yine Şems Hazretleri her zaman ve her yerde durmadan Cenabı Hakk’a niyaz ederek;

Ya Rabbi senin gizli velilerinden birini bana göster. Diye ricada bulunur, sabırsızlanarak yalvarır dururdum. İlahi tecellilerin sık sık biri birlerini takip ederek mest olduğum, tam manasıyla istiğraka daldığım ve beser kuvvetiyle o müşahedenin güzelliğine ve sıkletine tahammülden aciz kaldığım her zaman bu halleri savmak maksadıyla; Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin:

Benimle konuş, ey Aişe! Benimle konuş.

Hadisi-i Şerifi gereğince kendimi bir işin cüzleriyle meşgul ederdim. Gizlice hare yapmak üzere amelelerin yanına gider, akşama kadar onlarla çalışırdım. Ücret verdikleri vakit, bahaneler arar ve “Ücretim toplansın da öyle alayım, çünkü ödemem lazım gelen bir borcum vardır.” diyerek almazdım. Sonra çıkıp bir müddet kaybolurdum.

Daima Cenabı Hakk’a niyaz eder ve “Acaba bütün bu dünya ve melekût âleminde ALLAH’ın has kullan içinde benimle arkadaşlık etmeye tahammül edebilecek biri var mıdır?” Diye tefekkür eder ve niyazıma devam ederdim.

Nihayet bir gün;

Mademki ısrar ve arzu ediyorsun; o halde şükran olarak ne vereceksin? diye ilham geldi.

Bunun üzerine ben de:

—Başımı veririm... Dedim. Cevabıma karşılık gayb âleminden:

Bütün kâinatta Mevlana’yı Rumi Hazretlerinden başka senin şerefli arkadaşın yoktur.diye bir ses geldi.

İşte ondan sonra Rum ülkesine gitmek o sevgili ile görüşmek ve onun yolunda başımı feda etmek üzere yola çıktım” demiştir.

Mevlâna Hazretleri bir taraftan evde çocuklarının, medresede ise talebelerinin tahsil ve terbiyesi ile meşgul iken, bir taraftan da vaz-u nasihatıyla halkı tenvir ediyordu. Günler, aylar, yıllar böyle geçerken bir gün hakikat güneşi Şems-i Tebrizi Mevlâna’nın manevi ufkunda doğarak Mevlâna’yı ilahi aşk olarak alev alev yakmış ve kâinatı bu nur ile aydınlatmıştır.

Sultan Veled Hazretleri der ki:

Ansızın Şems-i Tebrizi çıkageldi, ona ulaştı. Mevlâna’nın gölgesi O’nun ışığında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona Maşuk halinden bahsetti. Mevlâna bilgisiyle nihayete ulaşmıştı. Şimdi ise, yeni baştan başladı. Evvelce Mevlâna’ya uyulurdu. Bu sefer O, Şems’e uydu; Şems Maşuk Erenlerdendi.

HZ.ŞEMS’IN MEVLANA’YI İMTİHAN ETMESI

HİKMET VE SIRLARI

Ulu Arif Çelebi (K.S) Sultan Veled (K.S.) den rivayet etti ki:

Bir gün Mevlana Şemseddin Tebrizi, Mevlana’yı denemek ve naz etmek maksadıyla güzel bir sevgili istedi. Babam da;

Güzellik ve olgunlukta zamanın en güzel kadını ve ikinci Sara’sı iffet ve ismette Meryem’i sayılan ailesi Kerra Hatunun elinden tutup götürdü! Şems:

Bu benim can kız kardeşimdir, bu olmaz. Bana hizmet edecek güzel bir erkek çocuk getir!” Buyurdu.

Mevlana hemen hemen; Güzellikte Yusufların Yusuf’u olan Sultan Veled’i peşkeş çekerek:

Umarım ki bu sizin hizmetinize ve ayakkabılarınızı çevirmeye değer bir kul olur.” Dedi.

Bunun üzerine Şems Hazretleri de:

Bu kalbimi bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı su yerine onu içerdim. Ben onsuz yapamam.” Deyince

Mevlana; Hemen kalkıp gitti ve Yahudi mahallesinden bir testi şarap doldurup getirdi ve önüne koydu. Bunun üzerine Şems’in bir feryat koparıp cezbelenerek elbiselerini yırttığını ve Mevlana’nın ayaklarına kapandığını gördüm.

Şems, babamın bu kuvvetinden, teslimiyet ve Pir’in emrine gösterdiği itaatten hayrette kalıp:

Başlangıcı olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki; Dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül tutan bir sultan, bir Muhammed yürekli, bu varlık âlemine ne gelmiş, ne de gelecektir .” dedi ve o anda baş koyup mürid oldu.

Sonra:

Ben Mevlana’nın hilminin (yumuşaklığının) derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım. O’nun âlemi o kadar geniş ki; Rivayet ve hikâye çevresine sığmaz” diye ilave etti.

Görülüyor ki, birçok mürşidi kâmillerin müritlerinin kendilerine teslimiyet ve kabiliyetlerini ölçmek için imtihan ettikleri gibi, Şemsi Tebrizi hazretleri de Mevlana Hazretlerini imtihan etmiş, teslimiyet ve kabiliyetini ölçmüştür.

Bu imtihan karşısında Hazreti Mevlana; Şemsi Tebrizi Hazretlerinin şahsında Hakk’ı bulmuş ve aradığı sevgilinin nişanlarına Şemsi Tebrizi’nin varlığında rastlayınca tereddüt etmeden bütün mevcudiyeti ile teslim olmanın örneğini vermiş, imtihanı kazanarak Hak âşıklarına gerçek bir misal olmanın bahtiyarlığına ermiştir.

Hangi âşık vardır ki; Maşukunun (sevgilisinin) varlığında eriyip yok olmasın ve yine hangi insan vardır ki; Sevgilisinin arzu ve emirlerine teslim olmadan âşıklık iddiasında bulunabilsin.

Umman Olan Anlar Bizi

Mevlana’nın Şems’e tabi oluşu ve en ağır imtihanları geçirişi hiç şüphesiz kalbinin enginliği icabı idi. Mevlana, “Mümin, müminin aynasıdır[8] Hadisine göre bir ayna gibi Hz. Şems’te gördüğü kendi güzelliğine, aslına âşık olmuştu. ALLAH Kur’anda; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.[9]  buyurmuştu. Evliyaullah Enbiyanın varisi olduğuna göre Veli’ler Velisi Şems’e Aşk, ALLAH’a Aşktı.

Artık Mevlana kayıtsız şartsız, her ne bahasına olursa olsun, Hz. Şems’e tabi idi. İnkıyadı ile en çetin imtihanları başarıyordu. İhtimal ki bu sebeple: “Dost bize zehirle dolu bir kadeh getirdi, zehir onun elinde olduğu için o zehiri zevk ve sevinçle içtik,” demişti.

Aşk şehidi nasıl olur, söyle, diyen olursa, “Tıpkı buna benzer diye ona benim canımı göster,” buyurmuştu.

Aşk davasının elbette ki çetin, nefse ağır gelen imtihanları vardı. Nitekim insan ruhunu tam manasıyla musaffa bir hale getirmek için nefsin gururunun kırılması lazımdı. İşte en ağır imtihanların neticesinde Hz. Şems, Mevlana’nın ayaklarına kapanıp; “Başlangıcı olmayan, başlangıcın sonu olmayan sonun hakki için diyorum ki, dünyada baştan sona kadar senin gibi gönül tutan bir sultan, bir Muhammed yürekli ne gelmiş, ne de gelecektir,” dedi ve o anda baş koyup kendisi Mevlana’ya mürit oldu.

Bütün Konya şaşkındı. Mevlana’nın ne hocalığı, ne vaazı, ne de kitaplarına olan düşkünlüğü kalmıştı. Halk tabi dedikoduya başladı. Talebeler, “Şems, Hüdavendigar’ımızı bizden ayırdı,” diye kıskançlığa düştüler. Dünya böylesine bir Aşkı anlamaz, kaldıramazdı. Hâlbuki biraz evvel de arz etmek
istediğimiz gibi, Şems, Hakkın tecellileriyle dolu Hak vekili idi. Onu sevmek, Hakkı sevmekti. Onunla sohbet, Hakla sohbetti.

ALLAH, Kur’an-i Kerim’de : “Ey, iman edenler, ALLAH’tan korkun ve sadıklarla beraber olun,[10] diye emrediyordu. “Sadıklar” Velilerdi.

Eşsiz Peygamber Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Cennet ağaçlarının gölgesinde oturun,[11] buyuruyordu. “Cennet ağaçları” da Velilerin zikir toplantılarıdır.

Yerin göğün yüklenmediği emaneti, insan yüklenmişti.

Biz emaneti göklere, yere, dağlara arz ettik. Yüklenmeden çekindiler, onu insana yükledik, oysa zalim ve cahil oldu[12]

Hz. Şems ve Hz. Mevlana işte o emaneti bilen, taşıyan, yaşayan Gerçek İnsan’lardı. Fakat hamlar, ancak zahiri gören zahirperestler, insandaki manayı göremezdiler... Bunun için Mevlana bir beytinde : “Sabah kuşları onun ziyasını görmeğe tahammül edemezler, nerde kaldı ki gece kuşları onu görmeğe tamah etsinler,” buyurmuştu...

Evet, Mısri Niyazi hazretleri de bu görüp görmeme meselesinde ne demişti:

Zat-i Hakk’ta mahrem-i irfan olan anlar bizi

İlm-i sırda bahr-i bipayan olan anlar bizi

Bu fena gülzarına bülbül olanlar anlamaz

Vech-i baki hüsnüne hayran olan anlar bizi

Arifin her bir sözünü duymaya insan gerek

Bu cihanda sanma kim hayvan olan anlar bizi

Ey, Niyazi! Katremiz deryaya saldık biz bugün

Katre nice anlasın umman olan anlar bizi.

ŞEMS’İN HUSAMEDDİN ÇELEBİ’YI İMTİHANI

HİKMET VE SIRLARI

Çelebi Hüsameddin (K.S.) gençliğinin ilk yıllarında, Şemseddin Hazretlerine büyük bir tevazu ve tezellül gösterir, son derece hürmetle hizmet ederdi. Bir gün Şems:

Ey Hüsameddin bu böyle olmaz; Din parayla olur, sözü gereğince bir şey ver ve kulluk et ki bize yol bulasın!” Dedi.

Hüsameddin hemen kalkıp eve gitti, evinin eşyasından ne varsa; Para, pul, kap, kacak ve kadınların ziynet eşyasına varıncaya kadar ne bulduysa alıp getirdi, Şems’in önüne koydu. Filiras köyünde de, tıpkı cennet bağına benzer bir bağı vardı, hemen onu da satıp parasını Şems’in pabuçları içine döktü. Böyle bir padişah kendisinden bir şey istediği için ağlayıp sızlıyor; Cenabı Hakk’a secdeler edip şükürde bulunuyordu.

Bunun üzerine Şems ona:

Evet, Hüsameddin, ben Cenabı Hakk’ın inayetinden ve erenlerin himmetinden böyle ümit ederim ki; Bu günden sonra en olgun velilerin gıpta ettiği bir makama erişeceksin ve temiz kardeşlerin kıskanıp sevdiği bir kimse olacaksın. Her ne kadar Hak erleri hiç bir şeye muhtaç değiller, hiç bir şeyden fakirlik çekmez ve her iki dünyadan ellerini çekmişlerse de; ilk adımda sevilen, sevenin sevgisini, dünyayı ve ikinci adımda da ALLAH’tan gayrı her şeyi terk etmesiyle imtihan eder. Çok isteyen mürid, hiç bir şekilde muradına yol bulamaz; ancak kulluk ve bol bol vermekle yol bulabilir.

Verenler, ALLAH’tan korkanlar, fenalıktan çekinenler.

Ayeti Sıddık-i Ekberin bayrağının tevkii’dir. Sıddıkların (Çok sadık doğruların) da bu sıddık gibi olmaları lazımdır

ŞİİR

Altınla dolu keseyi eline al

ALLAH’a borç veriniz. Ayetine uyarak gel.

Eğer bir parça altın borç versen

Ona karşılık yüz bin altın madeni ele geçirirsin.

Şeyhin yolunda altınlarını feda eden her mürid ve âşık başını da feda edebilir. Dünyada ihlâs sahibi ve her türlü riyadan duru olmuş âşıklar kalmamıştır buyurdu.

Derler ki; Mevlana Şemseddin, Hüsameddin’in önüne koyduğu bütün mal ve paradan yalnız bir dirhem aldı. Geri kalanın hepsini tekrar Hüsameddin’e bağışladı ve anlatılmayacak derecede iltifatlarda bulundu. Hüsameddin sonunda öyle bir makama erişti ve öyle bir sadr (sine) oldu ki; Sineleri açılmış olanlar onun sadrına baş koydular.

Mevlana Hazretleri ona; “Arşın hazinelerinin emiri” diye hitap ederdi. Yirmi altı bin altı yüz altmış beyitten ibaret olan Mesnevi-i Manevi’nin altı cildi de onun canının sırrının şerhidir ve onun vasfı hakkındadır.

HZ.ŞEMS’İN KONYA’DAN İLK AYRILIŞI

HİKMET VE SIRLARI

Şems-i Tebrizi’yi ve Mevlana’yı anlamayanlar da, gün geçtikçe işi büyüttüler. Günün birinde şems, 21 Şevval, 643’de (1225) bir Perşembe günü dedikoduların artmasıyla ortadan kayboldu.

Şemseddin Hazretleri, ilk defa kıskançların kıskançlığından ve yakin sahibi olmayan basiretsizlerin düşmanlığından dolayı Konya’dan ayrılarak Şam’a gitmiş ve uzun bir müddet orada kalmıştı.

Şems Şam’da kaldığı sırada haftada bir hücresinden çıkar, başçı (kuzu başı pişirip satan) dükkânına gider, bir kaç para verir, baş suyundan alıp içerdi. Bir yılı hep böyle geçirdi. Nihayet başçı O’nun riyazat ehlinden olduğunu ve O’nun bu zahmete kendi arzusu ile katlandığını anladı. Bir gün Şems’e acıyarak güzel bir tirit yapıp Önüne koydu. Mevlana Şemseddin, durumunun başçıya malum olduğunu anlayarak hemen kâseyi bırakıp dışarı çıktı ve Şam’dan hareket etti.

Bir gün yolda giderken, birden bire karşısına maiyetiyle birlikte süvari bir emir çıktı. Birbirlerine bakınca emir attan indi, tevazu ile boynunu eğerek. Bir müddet durup gözyaşı döktü ve sonra yoluna devam etti.

Mevlana Şemseddin içinden;Kullarını nimetlerle cezalandıran ve has kullarına intikamını tahsis eden ALLAH’ı tenzih ederim. dedi. Hal sahipleri Şems’ten bu durumu sordular.

Mevlana Şemseddin:

Bu fakir mizaçlı emir, ALLAH’ın velileri zümresindendir. O, bu elbise içinde şüpheli, anlaşılmaz bir şekilde bürünmüş ve zenginlik örtüleriyle gizlenmiştir. Bana hal dili ile Halkın işlerini idare etmek için giydiğim elbise ile ALLAH yolundaki ibadet ve sülüku birleştiremiyorum. Yüce ALLAH’tan tamamıyla fakirlik elbisesini giymem ve her şeyden elimi eteğimi çekip, Rahman’ın hizmetiyle meşgul olmam için dilekte bulun diye yalvardı.

Ben Rabbimden niyazda bulununca; O emirin emirlik elbisesi içinde kulluk etmesinin gerektiğine, çünkü din ve dünya bayındırlığı işinin onda olduğuna ve orada nefis meşakkat ve riyazetinin daha fazla bulunduğuna dair işaret geldi. O, bu hali müşahede edince ağlayarak hareket etti ve vücudunu devlet idaresi ve kadılık meşakkatini ve halkın zahmetlerini çekmeye hasredip bu emre boyun eğdi.” demiştir.

Mevlana’nın emri ile her taraf arandı. Hiçbir iz bulunamadı. Yüce Mevlana, büyük bir keder içinde idi. Kıyafetini değiştirmiş, mateme bürünmüştü. Istırabından gazeller söylüyor, muhitinden ayırmadığı neyzenlere ney üfletiyor, SEMA ediyordu. Uyku, durak bilmiyordu. Zaten Mevlana’nın istirahat ettiği vaki değildi. Bunu daha iyi belirtmek için elimizde bulunan, fakat kimin yazdığını bildiren sayfası maalesef kopup gitmiş olan güzel bir kitaptan şu satırları okuyalım:

Bu bapta Sipehsalar[13] der ki: Hazretin kemal-i aşkından mütehassıs kararsızlıklarını, uykusuzluklarını tavsif edemem. Çünkü istirahat buyurduklarını, uyku uyuduklarını asla görmedim.

Bir defa uykusuzluktan kesret-i SEMA ve VECD-ü halattan ashap ve yaranın uykusu galebe etmişti. Fakat huzuru mübarekelerinde terk-i edep edemediklerinden dolayı yatmadıkları hazrete malum oldu. Muridan ve mutekidana derece-i nihayede hüsn-ü ihsan gösterir oldukları cihetle bir müddet murakabeye vardılar. Arkalarını duvara dayadılar. Başlarını zanu-yu[14] mübareklerine koydular. Şeyh Mehmet Hadim geldi. Bir büyük ferace getirip mübarek omuzlarının üzerine koydu. Tekmil vücutlarını örttü.

Vakta ki ashap ve yaran uykuya vardılar, Hz. Pir kalktı, namaza durdu. Sonra VECD ve cezebat ile aşağı yukarı gezinip istirahat buyurmadılar.

HZ. ŞEMS’İN KAYBI İLE MEVLANA’NIN HASRETİ

HİKMET VE SIRLARI

Şems Hazretlerinin aniden kayboluşu, Mevlana Hazretlerini can evinden yaralamış, hicran ateşi yüreğini yakarak dağlamıştı. Bir sure hiç bir şey söylemeden murakabeye dalmış, ayıldığı zaman içindeki volkanın aleviyle kükreyerek; inlemeye, azgın seller ve dereler gibi coşmaya başlamış, gönül hazinesinden şu gazeller gözyaşlarıyla dökülmeye başlamıştı..

Ey Münadi, nerede bir topluluk görürsen bağır

Ey Müslümanlar: Hiç kaçmış bir kul gördünüz mü?

O’ndan bir nişane bildirene,

O’ndan bir nükte söyleyene müjde olarak canımı vereceğim..

Gel. Gel ki, ayrılığınla ne akıl kaldı bende ne din. Yaşlı yoksul gönülden karar’da gitti sabır da. Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini can evimdeki yanışı sorma; Çünkü anlatmaya sığacak şey değil bunlar, gel de gözünle gör. Senin sıcaklığınla pişmiş bir somun gibi al aldı yüzüm şimdi bayat ekmek gibi ufalanmış, yerlere saçılmışım, gel de yollardaki topraklardan topla beni... Ayna gibi yüzünden hayaller toplardım, şimdi ise bak da gör yüzümü; Nasıl sapsarı, nasıl bumburuşuk.

Aşk padişahî her zaman binlerce sahanat, binlerce çile bağışlamada. Fakat: Cemalinden başka bir dileğim yok, O’ndan yüzünden başka bir şey istemiyorum. Sevgisinin kemeri, aşkının külahı iki âlemde de yeter bana. Külahım düşerse ne çıkar, kemerim olmasa ne gam; Sevgilisi, bir seher çağı hasta gönlümü öyle bir yere götürdü ki, geceden de geçtim gündüzden de, seherden de yok bir haberim artık.

Aşk delidir amma biz delinin de delisiyiz. Nefis kötülükler emreder, ama Biz onu çoktan buyruğumuz altına almışız. Ey Tebrizli Şems; Bu seferden dön, gel ALLAH aşkına.. Biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz; O aşkla oyalanmadayız.

Aşk geldi: Adeta damarlarında, derimde kan kesildi.. Beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini (zerrelerini) sevgili kapladı. Benden kalan bir ad; Ondan ötesi hep O...

Mevlana böyle aşk ve cezbe haliyle dalga dalga coşmasına Şems’in bir anlık kaybolması kâfi gelmiş; O’nun aşkıyla inim inim inleyerek aylarca gözyaşı dökmüş; Esen rüzgârlardan, uçan kuşlardan haberler sormuş, Şems’in hasret ateşiyle yanıp yakılmıştı.

O’nun âhı feryadından, inilti ve gözyaşlarından oğlu Sultan Veled ve etrafındaki yakınları da perişan olmuşlardı. Eğer Şems’in nereye gittiği belli olsaydı, hemen oraya gidip yalvarıp, yakarıp tekrar Konya’ya getirmek mümkün olacaktı. Lakin nereye, nasıl gittiği öğrenilememişti.

Hz. Şems Konya’yı terk ettikten sonra doğru Şam’a gitmiş bir han köşesine yerleşmişti. O da Mevlana’nın hasretiyle yanıp tutuşmakta idi. Nihayet dayanamayarak Hüdavendigar’a bir mektup gönderdi. Mevlana, hiç bir kelimenin izah edemeyeceği bir şekilde sevince gark oldu. Sema etti ve hemen o gün şu mektubu yazıp göndererek iştiyakını (hasret ve kavuşma arzusunu) arz ve tam bir lütufla O’nu dönmeye davet etti.

Birinci Mektup

Selamlardan ve acınmadan sonra;

ŞİİR

Ey kalbimizde olan nur! Gel, didinmelerimin ve arzumun sonu, gel.

Hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun.

Hayati kullarına sıkıntı yapma gel.!

Ey aşk! Ey maşuk! Mâniaları aş ve inadı bırak da gel.

Ey Hudhud’lerin sahibi olan Süleyman!

Lutf edipte bizi aramak üzere gel.

Ey sevmede birinci gelen kişi!

Aşkın hakikati seni geçip bilinci aldı gel!

Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat etmedeler:

Miadın doldur da gel.

Ayıpları ört, iyilikleri saç;

Cömert olanların âdeti böyledir gel.

Farsça “Gel” nasıl derler? “Biya” mi?

Ya gel ya bizim davetimize hak ver de gel.

Geleceğin zaman muradımız ne de açılır.

Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne de kesat olur, gel..

Ey Arab’ın kuşad’ı! Ey İran’ın kubad’ı!

Kalbimi hatıranla fethedersin gel..

İçim sana gel deyicidir.

Ey senin varlığından doğacak varlık gel.

Ey benim Ay’ım! Senin için ülkeleri dolaştım.

Beni ve ülkeleri çevrelediğin halde gel.

Sen yaklaşan ve uzaklaşan güneş gibisin

Ey kullara yakin olan gel.

Mevlana Hazretleri bu mektubunu özel bir şekilde Şems Hazretlerine göndermiş, fakat aylar geçtiği halde hiçbir cevap alınamamıştır. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra cevap çıkmayınca tekrar ikinci mektubu yazmıştır.

İkinci Mektup

Ey dünyanın zarifi! Selam senin üzerine olsun;

Benim hastalığım ve sağlığım senin elindedir.

Kulun derdinin dermanı nedir?

Söyle; Bu eğer alırsam, senin dudaklarından aldığım öpücüktür.

Eğer vücudumla senin hizmetine ulaşamazsam,

Ruhum, kalbim senin yanındadır.

Mademki sözsüz hitap ulaşmıyor,

O halde dünya niçin lebbeyk (buyur) la doldu.

Senden feryadla yine senin önüne gelirim..

Ah, senden sana karşı yardım isterim.!”

Mevlana Hazretleri göz yaşlarıyla bu mektubunu da yazarak Şems’e yollamıştır; Lakin yine cevap yok. Yollar gözleniyor, müjdeciler bekleniyor, lakin yine cevap yok. Mevlana üzgünlüğünden benzi sararmış, mum gibi eriyerek zayıflamış, perişan olmuştu.

Yine de ümidini kesmeyerek üçüncü mektubunu yazmıştır.

Üçüncü Mektup

Vezirin sadr-i Ali, ömrü yüce olsun,

ALLAH onun bekçisi ve koruyucusu olsun.

Talihlilerin ileride görecekleri ne dirlik varsa

Onun yanında peşin alınmış olsun.

O’nun tatlılığı ile dolu olan hararetli mecliste,

Donuk kalpli arkadaş bulunmasın.

Gaybın kapısında bağları çözülmüş olan canlar,

O’nun önünde halının nakışları gibi bağlı olsunlar.

Sağında ve solunda olan devlet, güney ve kuzeyinde de olsun.

Cisim ve canın istediği vilayette o, her ikisinin (yani cisim ve canın) padişahî ve valisi olsun.

Şems’i Tebrizi nakit bir talihtir.

O bana yeter, O’ndan başkası krediyle olsun.

Mevlana bu üçüncü mektubunu da yazarak Şems Hazretlerine yolladı.

Şems; Mevlana’nın ah ve elemine, yalvarış ve yakarışına dayanamayarak üçüncü gelen mektuba O’da ayni coşkunluk, aynı iştiyakla cevap vererek Mevlana’yı sevindirmişti.

Mevlana gözyaşlarıyla gelen mektubu okuyor ve Cenabı Hakk’a hamd ve şükürler ediyordu. Sevinç ve sürurundan:

Yürüyün ey erler cananı, bizden kaçan o müstesnayı getirin. Tatlı bahaneler, altın gibi saf ve güzel nağmelerle o âlimi, o sohbeti hoş, o ay yüzlüyü getirin eve.” Diye gazeller okuyordu.

Mevlana; Şems’in mektubunu alır almaz, oğlu Sultan Veled Hazretlerini yanına çağırıp ona:

Bir kaç arkadaşla Mevlana Şemsi aramaya git. Giderken şu kadar gümüş ve altın parayı da birlikte götür. Bu paraları Şam’da o Tebriz Sultanının ayakkabısı içine dök ve O’nun mübarek ayakkabısını Rum tarafına çevir. Benim selamımı O’na ilet ve âşıklara yaraşır secdemi O’na arz et. Selametle Şam’a ulaştığın vakit; cebel-i Salihiye de meşhur bir han vardır. Doğru oraya git. Orada Mevlana Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğu ile satranç oynadığını görürsün. Sonunda oyunu Şems kazanırsa Frengin malını alır. Frenk çocuğu kazanırsa Şems’e bir tokat vurur. Sen Frengin vurduğunu görünce hata edip kızmayasın. Çünkü o çocuk Kutuplardan’dır; Fakat o kendini iyi tanımıyor. Onun Şems’in sohbetinin bereket ve inayeti ile halinin olgunlaşmasına çalışması ve onun müridi olması lazımdır.” Dedi ve dördüncü mektubunu da yazarak verdi.

Dördüncü Mektup

Ezelden beri diri, bilgiç, Kadir ve kayyum olan ALLAH’a yemin ederim ki;

O’nun nuru aşkımın mumlarını parlattı da yüz binlerce sırları malum oldu.

Bir hükmü ile dünya; Âşık, aşk, hâkim ve mahkûmla doldu.

Şems’i Tebrizi’nin tılsımları içinde O’nun acayip şeylerinin hazinesi saklıdır.

Sen sefer edeliden beri, mum gibi tatlılıktan mahrum olduk.

Hepimiz bütün gece mum gibi onun ateşiyle, balından mahrum olarak yanıyoruz..

O’nun Cemalinin firakı (ayrılığı) içinde vücudumuz virane, canımız da baykuş gibidir.

O dizgini bu tarafa çevir. Dirliğin filine hortum yap.

Sen bulunmadan sema haramdır. Eğlence şeytan gibi taşlanmıştır.

O şerefli mektup ulaşıncaya kadar, sensiz hiç bir gazel söylenmedi.

Nihayet senin mektubunu dinlemek zevkiyle beş altı gazel nazmedildi.

Bizim gecemiz, senden aydın bir gündüz olsun. Sen Şam’ın, Ermenistan’ın ve Rum’un medar-i iftiharısın.

SULTAN VELED’İN HZ.ŞEMSİ GETİRMEK İÇİN

ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI

Sultan Veled Hazretleri o mübarek seyahat için hazırlandı ve yirmi ikbal sahibi faziletli arkadaşla hareket etti. Mübarek Şam’a ulaşınca babasının tarif ettiği han’a gelip atlarından indiler ve tam bir edeple, Şems’in bulunduğu hücrenin kapısı önünde durdu. Şems’i ve Frenk çocuğunu Mevlana Hazretlerinin tarif ettiği gibi satranç oynar gördüler. Hep birden baş koyup itaat gösterdiler. O derece ki Frenk çocuğu:

Ben böyle bir büyüğe karşı niçin terbiyesizlik ettim.” Diye korkusundan rengi kaçtı.

Mevlana Şems, Sultan Veled hazretlerini haddinden aşırı derecede öpüp okşadı ve Mevlana Hazretlerini sordu. O da babasının selam ve hürmetlerini gerektiği gibi arz edip bütün Altın ve gümüşleri Şems’in mübarek ayakkabısı içine döküp özürler diledi.

Rum’daki bütün arkadaşların baş koyup tövbe ettiklerini ve hadsiz hesapsız istiğfarda bulunduklarını, yaptıklarına pişman olduklarını ve bundan böyle terbiyesizlik yapmayacaklarına dair karar verdiklerini, kıskanmayacaklarını, hepsinin O’nun gelmesini beklediklerini söyledi.

Bunun üzerine, kereminin olgunluğundan ve âlemde herkese şamil olan himmetinden dolayı icabet buyurup; Konya’ya tekrar hareket etmeye razı oldu.

O Frenk çocuğu da başını açıp paymacanda durarak insafa gelip iman getirdi ve Şems’ten malının yağma edilmesini istedi. Mevlana Şemseddin bırakmadı ve:

Frengistan’a git, o ülkenin azizlerini şereflendir., o cemaatin kutbu ol, bizi de duadan unutma.” Dedi.

Sultan Veled ve arkadaşları yolculuk için hazırlandılar. Sultan Veled Hazretleri bindiği rahvan atı Şems’in önüne çekip onu bindirdi ve o mana şehsuvarının üzengisi yanında yaya olarak hareket etti. Hz. Şems ile birlikte Şam kapısından Konya’ ya yöneldiler.    

VELED’İN HZ. ŞEMS’İN MAİYETİNDE ŞAM’DAN

KONYA’YA İKİNCİ GELİŞİ

İmama uyan kişinin imama erişmesi için Veled, Dımaşk ilinden Rum İline döndü.

Onun maiyetinde, zorla değil, gerçeklikle, canla – gönülle yelip yürümedeydi.

Padişah ona, sen de filan güzel, iyi yürüyüşlü ata bin dedi.

Veled ey padişahlar padişahı dedi; seninle aynı tarzda olmak elimden gelmez.

Hem padişah ata binsin, hem kul; layık değil bu, sakın söyleme bunu, nasıl olabilir bu.

Atlı olmak sana değer padişahım; çünkü sen sevgilisin, bense aşıkım.

Sen, gerçekten de efendisin, bense kulum; hatta sen cansın, ben seninle diriyim.

Benim yaya gitmem, senin ardında başımı aya yapıp koşmam gerek.

Böylece Veled, bir aydan fazla bir müddet yayan-yapıldak yürüdü; kimi inişte, kimi yokuşta, durmaksızın yol aldı.

Yol, yolculuk güçtü ama kolay göründü; çünkü o zahmet, definenin kapısındaki kilidi açmıştı. Yolda O’ndan binlerce sır duydu; göğün de ardından yüzlerce âlem gördü.

Hiç kimseye bu nasib olmamıştır; onun her ihsanından yeniden yeniye sevinmedeydi.

Mevlana’nın tapısına eriştikleri zaman, Mevlana’nın ektiği bütün zahmetler, eziyetler kutluluğa döndü.

İki padişah da secdeye vardı; beden canı görünce ne hale gelir, nasıl olur; tıpkı onun gibi.

Görünüşte ikiydiler ama sen bir bil; anlam yönüne gidersen bir can olduklarını anlarsın.

İki dostun arasındaki sevgi yüzünden onlar, sazdaki iki tel gibi birleşir – giderler.

Tek tel, bir iş göremez; tel iki oldu mu daha hoş olur.

Bir adamın yarısını kessen, onun varlığından bir şey elde edemezsin.

Birbirinin olgunluğunu tamamlayan iki oluş, onun iç yüzüne bakarsan birliktir.

Dostluk, aynı cinsten oluşa delildir; cin nasıl olurda insana meyleder.

Gökte her melek, meleği arar; şeytan nasıl olurda hurinin peşinde koşar?

Aşk erleri bölük bölüktür ama hepsi de bir denizin dalgalarıdır.

Görünüşe kapılırsan sayı meydana çıkar; ama anlama erersen hepsi de bir olur.

Beden yönünden, aşk bakımından sayılıdır onlar, ama aşk yolunda hepsi de bir bahardır ancak.

Bahar mevsimi gibi ruhları birdir de bedenleri, sayılı ağaçlara, yapraklara benzer.

Şu halde cana bak, bedene değil; bak ta birlik dünyasında çadır kur.

Erenlerin hepsi de bir candır, bir bedendir, bir sıfatta incilerdir onlar; hepsi de ışığın parıltısıyla bir Ay’dır ancak.

Oğul, yolları çeşit, çeşittir ama bundan geçneliği-niteliği bırak; neliksizdir-niteliksizdir onlar.

Âlem halkı erenlerin sırlarına erişemez; halk yer ehlidir. Göğe ağamaz.

Erenlerin yolları candan da ötedir, bedenden de; onların aşk denizinde ne biz vardır, ne ben.

Hoş bir tarzda birbirlerini kucaklamışlardır onlar; öpüşlerinde de bir son yoktur.

Efendim Ve böylece; Şam’ın kapısından, Konya’ya kadar o padişahın hizmetinde tam bir aşkla yaya olarak koştu ve dedi:

Yüz binlerce asırda yaya yürüyen gök, senin gibi bir biniciyi zamanın meydanına getiremez.”

Sultan Veled Hazretleri epeyce uzun suren bu yolculukta Şems Hazretlerine son derece tazim ve hürmetle hizmet etmiş, Şems Hazretleri ise; ilahi sohbetleriyle, himmet ve teveccühleriyle Sultan Veled’in gönlünü süslemiş, kerametler göstermiş, manevi sırlarını vermişti. Sultan Veled Hazretleri yolda müşahede ettiği binlerce olağan üstü şeyler ve kerametlerden sonra Konya civarındaki Zincirli Han’a gelerek, orada konaklamışlardı. Sultan Veled, adamlarından birini önden gönderip (geldiklerini) Mevlana Hazretlerine bildirdiler.

Mevlana Hazretleri Şems’in geldiğini haber alınca sevincinden, gelen haberciye, üstünde başında ne varsa hepsini vermiş, gözyaşları ile şu gazelleri söyleyerek etrafındakilere sesleniyordu:

Yollara sular dökün

Bahçelere müjdeler verin

Bahar kokulan geliyor

O geliyor, O Ay parçamız, canimiz, yârimiz geliyor.

Yol verin, acilin, savulun.

Beri durun, beri,

Yıldızı apaydınlık, ak pak

Bastığı yerleri aydınlatarak O geliyor,

O Geldi, dostlar Güneşim.

Ayım geldi O gümüş bedenlim,

Altın tenlim, Gözüm, kulağım, canim geldi.

Başım sarhoş, İçim bir hoş..hoş bugün

Sabahlara dek olduğum,

Bir demet gül gibi yoluna döküldüğüm,

Servi hiramanim geldi.”

Bak ALLAH aşkına

Bak şu baharın şevkine..

Ey güneş; dökül-saçıl serapa

Sevgilim gibi cömert

Bir tohum gibi fışkıracak

Bedenimdeki kuvvet

Kükremenin tam çağı

Aslanım geldi.

Den dindi, acılar unutuldu birer birer,

Şu er şu güle benzeyen,

Ne bileyim şekere, bala benzeyen,

Cananım geldi.

Ey Tebrizli şems,

Ey gözümdeki nur

Beni benden aldılar bugün,

Kurulsun dernek-düğün.

Altun tenlim, Gümüş bedenlim, dilim, dilberim geldi.

Mevlana Hazretleri aylarca hasretini çektiği, aşkıyla yanıp tutuştuğu, gönül dostu olan sevgilisi; Şems’i Tebrizi Hazretlerini karşılamak üzere Konya’nın bütün sokak ve caddelerinde tellallar bağırtarak şems’in geldiğini halka ilan ederek duyuruyordu.

Mevlana Hazretleri, şehrin ileri gelenleri ve toplanan bütün halk ile birlikte Şems’i istikbal (karşılama) için kaleden dışarı çıkarak aziz misafiri bekliyorlardı.

O gün kuşluk vaktine doğru, Şems’i Tebrizi Hazretleri bir ehrama bürünmüş atın üzerinde, Sultan Veled ise yaya olarak atın başını çekiyor, diğer bütün arkadaşları da Şems’in sağ ve solunun biraz gerisinde yer almışlar ağır, ağır geliyorlardı; Bu muhteşem manzara herkesi heyecanlandırmış aşka getirmişti. İki sevgili bir birlerine yaklaştıkları zaman; Naralar, tekbir sesleri yükselerek arz ve semayı doldurmuş... Şems atından inerek Mevlana ile Leyla ile Mecnun, Hızır ile Musa misali bir birlerine kavuşarak kucaklaşmış, tek vücut olarak, gözyaşlarıyla bir birlerinden geçmişlerdi. Böylece iki deniz biri birlerine bir daha kavuşarak, manevi karışmışlardır. O anda vahdet tecelli etmiş, madde ile mana, âşık ile maşuk bir vücut olmuşlardı.

Bu ilahi sahne devam ederken Sultanın askerleri bayraklarını kaldırıp, nekkareler çalmış, güyendeler nadir gazeller söyleyerek, müritler sema yaparak sevinçler göstermişler, şenlikler yapmışlar; Konya bugün sevgilinin kutlu kademi (ayağı) ile şeref bulmuş, manevi feyiz ve nurlarla dolmuştu.

İkinci defa buluşan ALLAH’ın âşıkları; şems ve Mevlana ile etrafında emirler, bilginler, talebeler, müritler ve diğer bütün halk’la birlikte Mevlana’nın medresesine doğru hareket ettiler. Medreseye gelince iki sevgili kendilerini istikbal (karşılama) için gelenleri hürmetle ve tebessümle selamlayarak odalarına çekildiler.

Şems’i Tebrizi Mevlana’ya Sultan Veled’in, gerek yolculukta ve gerekse diğer zamanlarda göstermiş olduğu hürmet ve hizmetlerinden son derece memnuniyetini belirterek;

Şimdi benim ALLAH’ın vergisi iki hal’im vardır; Biri başım, öteki sırrımdır. Başımı tam bir samimiyetle Mevlana’nın yoluna feda ettim. Sırrımı da Sultan Veled’e verdim. Mevlana hazretleri bu hale şahit olsun, zira eğer Sultan Veled’in Nuh Aleyhisselam kadar Ömrü olsaydı ve hepsini ibadet ve riyazete harcasaydı; Yine de, bu yolculukta benden ona ulasan sır kadar sırra müyesser olmazdı. Sizden de nasiplere nail olacağı ve bir Pir’in olgunluğuna ulaşacağı, büyük bir şeyh olacağı umulur. İnşallah.” Buyurdu.

Sultan Veled Hazretleri şöyle anlattı:

—Bir gün, Babam Hazretleri Mevlana Şemseddin Hazretlerinin ululuğu hakkında hadden aşırı medh (övme) ve senalarda bulundu. O’nun büyüklüğünden, derecelerinden, türlü kerametlerinden, ALLAH’a olan yakınlığından ve anlatılamayacak daha öyle garip hallerinden bahsetti ve o kadar şeyler söyledi ki bütün dostlar hayran kaldılar. Sonra şu beyti okudu:

Ayağı ruhların üstünde olan Şems’i Tebrizi’nin bastığı yere, ayağım değil başımı koy.

Ben de, Şeyhin herkesin içinde bana bulunduğu iltifatların verdiği sevinçle koşarak Şems’in hücresine gittim; Başımı ayaklarına koydum. Mübarek elini öpüp yüzüme gözüme surdum, kendisine öyle aşk ve sevgi gösterdim ki; O da benim bu hareketlerimden hayrette kalarak:

Bahaeddin! Sana ne oldu? Fazla lütuflarda bulunuyorsun. Gönlümü almak için sevgiler gösteriyorsun. Senin böyle dilenciye yaraşır bir harekette bulunduğun yoktu; Bu neden icap ediyor?” dedi.

Ben de:

—Babam büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki, hepimiz deli olduk. Eğer bin sene ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve hizmetlerimin hepsi de kabul edilse, yine muhlis kulunuzun kalbinde layıkıyla hizmet edememekten dolayı bir ukde kalır dedim ve şu şiiri okudum:

Dünyanın en büyük galip padişahı senin acılı bir kölen;

Zembili elinde, avuç açmış bir dilencindir.

Felek yüz yıl senin kapının toprağının hizmetinde bulunsa

Yine de senin bir günlük hakkini ödemiş olmaz.

Bunun üzerine şems:

Mevlana’nın benim hakkımda buyurduğu doğrudur, doğru değil diyemem. Fakat ALLAH’ın adına tekrar tekrar yemin ederim ki; Yüz binlerce benim gibi şems’i Tebrizi O’nun büyüklük güneşi karşısında bir zerreden başka bir şey değildir.” Dedi.

ŞİİR

Senin ışıkları âlemi kaplayan güneşinin ışığı karşısında

Hesaba katılmayan bir zerre varsa, o da biziz.

Sonra:

Ben şu kadar mükaşefeye nail olduğum, süluk padişahlarını seyrettiğim, ilahi nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım, Özel hüküm olan gayb âlemlerini gördüğüm halde; Mevlana’nın kabına yetişemedim. Artik O’nun hakikatine kim erişebilir.” Diye ilave etti.

Şems’in ilk Konya’ya geldiği sıralarda kendisine muhalefet edenler, gönlüne dokunup incitenler, şimdi artık hakikati anlamışlar ve birer birer gelip Şems Hazretlerinden özür dileyip af niyaz ediyorlardı. Hatta sohbet meclislerine davet edip ikram ve itaat ediyorlardı.

Bir defasında Alâeddin tepesinin kuzeyinde, Karatay Medresesinin tamamlandığı gün, medresenin banisi (yaptıran hayır sahibi) Emir Celaleddin Karatay Hazretleri, yaptırmış olduğu bu renk renk çinilerle müzeyyen (süslenmiş) medresede büyük bir toplantı yapmış, şehrin ileri gelen bütün emirlerini, bilginlerini, şeyhlerini davet etmişti. Şems ve Mevlana da bu toplantıya davet edilmişlerdi. Şems Hazretleri medresenin eşiğine oturmuş huzura dalmıştı.

Mecliste sohbet bir hayli devam etmiş, muhtelif meseleler
konuşulmuş. Bir ara, “Başköşe neresidir?” Sorusuna gelince. Mevlana Hazretleri:

Bilginlerin başköşesi, sofranın ortasıdır; Ariflerin başköşesi, bir zaviyenin herhangi bir köşesidir; Sofilerin başköşesi ise sofanın kenarı ama âşıkların mezhebinde başköşe, dostun canının yanıdır.

Diyerek yanından kalktı, halkın hayret dolu bakışları altında gidip Şems Hazretlerinin yanına oturdu. Bu hareketiyle Şems’e olan sevgisini, aşk ve muhabbetle bağlılığını göstermiş oldu.

Şems ve Mevlana’nın da iştirak ettiği böyle ilahi meclisler Konya’da epey bir zaman devam etti.

Şems’i Tebrizi Hazretleri bu gelişinde Mevlana’ya daha çok hâkim olmuş, himmet ve teveccühleriyle olgunlaştırmış, aşk ve muhabbet ateşiyle pişirmiş, ilahi nur ve feyiz deryasından kadeh kadeh içirerek ebedi saadete, sonsuz huzura erdirmiş; Hakk’a vuslatı sağlamıştı.

Şemseddin Hazretleri Mevlana’nın manevi işareti ve davetiyle tekrar Konya’ya gelerek şereflendirdi. Mevlana ve yakınlarının hasret ve üzüntülerini giderip sevince gark etmişti. Bir kaç ay sıkı fıkı tekrar sohbet ettilerse de; Yine Şems’in geldiğini duyan manasız kıskançlar bu vaziyetten dolayı sıkılarak
bu geniş dünyayı başlarına dar etmeye başladılar. Bunun üzerine Şems, ikinci defa olarak kayboldu ama bu sefer kıskançlar harekete geçtiler, dedikodu başlattılar.

 ŞEMS’İN İKİNCİ SEYAHATİ İÇİN

İZİN İSTEMESİ

İkinci gelişinde tam altı ay Şems ve Hazret-i Mevlana medresedeki bir derviş hücresinde halvete çekilmişlerdir. İnsanlık gereği olan yemek ve içmek, başlıca ihtiyaçlardan uzak bir yaşantı sürdürüyorlardı. Yanlarına kuyumcu Salahaddin Zerkubi ve Sultan Veled’den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems’i sevmeyenler onu fırsat buldukça küçümsemektan, hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems bu saldırılara biraz katlandı, ses çıkarmadı. Belli ki çok sıkılmıştı. Hz. Mevlana Celaleddin Rumi’ye:

Gözümün Nuru, bunlar bayağı huzurumuzu kaçırdılar. Bendeniz 40 gün kadar bir seyahate çıkmayı uygun görüyorum” diye buyurdu.

Şems Mevlana’yı Mevlana yapmak için manen vazifeli olarak Konya’ya gelmiş ve durmadan vazifesi ile meşgul oluyordu.

ŞEMS’İN KİMYA HATUN İLE İZDİVACI

HİKMET VE SIRLARI

Rivayet edildiğine göre Mevlana Hazretleri Şems’in kendisinden ayrılmaması Konya’da kalması ve yerleşmesi için, yanında terbiye ederek büyüttüğü Kimya ismindeki, melek huylu, zahir ve batın edepleriyle süslü, gayet güzel evlatlığı ile evlendirmiş, medresenin sofası perdeyle bölünerek oda haline getirilmiş; Şems ve hanımına tahsis edilmişti.

Şems Hazretleri, ismi gibi ahlaken de Kimya olan zevcesi Kimya Hatunu çok sevmiş, Mevlana’dan sonra ikinci sevgilisi olmuştu. Kimya Hatun ise, kendisini Şems’in hizmetine vermiş, gece gündüz pervane gibi dönüyor, evden dışarı çıkmıyordu.

Ilık, latif bir bahar günüydü. Kimya, sevgili efendisini yalnız bırakıp Meram bağlarına gezmeye gitmişti. Şems’in sıkılmasına tahammülü olmayan Mevlana, yakınlarına Kimya’yı bulup getirmelerini söyledi. Kendisi de Şems’in hücresine gitti. Fakat daha kapıdan içeri adımını atıyordu ki Tebrizli Şems’in dizi dibinde Kimya’nın oturduğunu ve çok tatlı bir konuşma halinde olduklarını gördü; derhal geri dondu. Şems:

Gel, gitme” diye arkasından seslendi. Mevlana tekrar içeri adımını attı. Amma bu sefer Şems’ten gayri kimse yoktu.

Kimya ne oldu?” diye hayretle sordu. Şems-i Tebrizi gülümsüyordu:

Yüce ALLAH beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya suretinde geldi.” buyurdu.

Ah, yüce Şems! Bununla neler, neler demek istemiş, ne sırlı hakikatlere işaret etmişsin. Evet, bir Veliyullah için suretler bahanedir. Veli, ALLAH Aşkıyla perdeleri yırtmış, Hakkın cemaline kavuşmuştur. Veli için suret aynı sirettir. Veli için herkes, her şey ALLAH’ın tecelligahıdır. Biz, naçiz idrakimizle bu noktada daha fazla duraklamaya göz kestiremeyerek,

Arife eşyada esma görünür

Cümle esmada müsemma görünür,

Beytini hatırlayıp, şems’in daha neler buyurduğuna bakalım. Zaten arife bir işaret kâfidir.

Şems-i Tebrizi : “Hakiki dost, ALLAH gibi mahrem olmalıdır. Dostun hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli ve hatasından asla incinmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan ALLAH kulların ayıplarından, günahlarından yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle onların rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur.” Derdi.

Mevlana’nın Sultan Veled’den bir kaç yaş küçük, ortanca oğlu Alâeddin Çelebi, o günlerde gene bir delikanlı idi. Evin teklifsiz olan bu oğlu bazen arkadaşlarıyla birlikte medreseye girip çıkıyor, bu haller ise Şems Hazretlerinin hoşuna gitmiyor ve üzülüyordu. Bir gün yine medrese avlusuna acılan Şems’in oturduğu sofanın önünden gecen Alâeddin Çelebi’yi:

Ey gözümün nuru; Zahir ve batin edepleriyle bezenmişsin ama benim odamın ve penceremin önünden geçerken biraz hesaplı hareket etmen icap eder.” demişti.

Alâeddin Çelebi ise bu sözlere kırılarak, sertçe:

Kimin evini kimden kıskanıyorsun Şeyhim?” Diye cevap vermişti.

Bu söz o günden itibaren aralarında bir soğukluk doğmasına sebep olmuş, Şems Hazretlerinin gönlü incinmişti.

Şems’in ikinci defa Konya’ya gelişinde, bütün Konya halkından pek çokları Şems’in büyüklüğünü kemalatını anlamışlar ve gelerek kendisinden özür dilemişler, birçokları da teslimiyet göstererek mürid olmuşlardı.

Bir kısmı ise şems Hazretlerini sevmemiş, gönüllerindeki kin ve buğzu, kıskançlık ve adaveti (düşmanlığı) atamamışlar, için için devam ettirmişler, pusuda bekleyerek fırsat gözlemişlerdi. Bilhassa Alâeddin Çelebinin arkadaşları, bu hadiseyi duyunca bütün bütüne kızmışlar, bulunmaz bir fırsat sayarak bu haberi kısa zamanda şehre yaymışlardı.

Şems’e karşı içinde emrazı (kin ve düşmanlığı) olan asiler bir anda birleşerek kaynaşmaya, kıskançlıklarından tekrar küstahlık ve taşkınlıklar etmeye başlamışlardı.

Bir taraftan muhalifler böyle kaynaşırken, öte yandan Şems ve Mevlana başka bir âlemde, sohbet ve irşat demlerinin en güzel ve en son merhalelerini yaşıyorlardı. Artık Mevlana kemale ermiş, varacağı mertebeye varmış ve vuslatı temin etmiş, Şems’in irşad vazifesi ise sona ermiş; “Bir kemalin zevali vardır.” atasözünün gereği üzerine Şems’in Mevlana uğrunda başım feda etme zamanı gelmiş, kaderi İlahiye’nin hükmünü beklerken; Sevgili hanımı Kimya Hatun kısa bir rahatsızlıktan sonra vefat etmişti. Bu haber de şehre yayılınca Şems’i çekemeyenler; O’nu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak için plan kurmuşlar ve bu iş için de yedi kişi seçmişlerdi.

Fitne ve Fesadın Başlaması

Şems-i Tebrizi’nin Hüdavendigar ile olan manevi alışverişinin eskisinden fazla, daha derinlerde olduğunu gören fesatlar, kıskançlık ve kötü görüşlerinden ortalığı tekrar karıştırmaya başladılar. Mevlana’nın ve Şems’in vücut aynalarında insanlar kendi manalarını, kendi çirkin tabiatlarını gördüler. Fakat ne demiştir asırlar sonra gelen Ramiz Abdullah Paşa

Hemen aynı Muhammed’le Ali’dir Şems-u Mevlana.

Ne yazık ki bunu bilemeyen, göremeyen zavallılar, kazanlarında basit, sathi, nefsanî görüşlerini, öfkelerini, kinlerini kaynata kaynata yine ortalığı dumanlara boğdular. Her devirde olduğu gibi

Hz. ŞEMS’İN ANSIZIN ÜÇÜNCÜ SIRLANIŞI

HİKMET VE SIRLARI

 Nihayet 1227 senesinde (Hicri 645) bir gece ilahi Güneşin perdelendiği sırların insanı Hz. Şems’in ortadan kaybolmasına sebep oldular.

Menakıp kitaplarının bazısında Şems’in çekemeyenleri tarafından şehit edildiği, bazısında izinin bulunmadığı yazılıdır.

1247 yılı Aralık ayının beşinci perşembe gecesi bu yedi kişi, Mevlana’nın medresesinin avlusunda ve civarda pusuya girmişlerdi. Şems ve Mevlana ise son sohbetleriyle bir birleriyle manevi vedalaşırken hücrenin kapısı sert bir şekilde çalındı. Her ikisi de daldıkları âlemin tatlı sarhoşluğundan ayılarak kendilerine gelmişler ve kapıya kulak vermişlerdi.

Dışarıdan bir derviş seslenerek; Şems Hazretlerini dışarıya çağırıyordu.

Şems derhal yerinden kalkarak Mevlana’nın mübarek yüzüne ateşli gözlerini dikmiş ve Mevlana’ya:

İşitiyor musun? Beni dönüşü olmayan bir davet ile dışarıya çağırıyorlar.” Dedi.

Bir süre durduktan sonra “İyi bilin ki madde ve mana ALLAH’ındır.” Diyerek veda edip dışarı çıktı, dışarıda pusuda bekleyen yedi kişi bu fırsattan faydalanarak Hz. Şems’e bıçak sapladılar. Hz. Şems, gecenin zifiri karanlığında:

ALLAH” Diye bir sayha attı ki bu sayha ile saldıran yedi kişinin hepsi de kendinden geçerek bayıldılar.

Saldırgan yedi kişi kendilerine geldikleri zaman baktıklarında, yerde birkaç damla kandan başka ne bir iz ve işaret ne de Hz. Şems’i gördüler.

Hazreti Şems şehitlik şerbetini içmiş, Mevlana’nın aşkı uğrunda getirdiği başını sahibine teslim ederek ortadan kaybolmuş, böylece ALLAH’ın takdiri yerini bulmuştu.

Şems Hazretlerinin narasını işiten Mevlana derhal yerinden fırlamış, dışarı çıktığı zaman kapının Önünde kan lekelerinden başka bir şey görememiş. Heyecan ve telaş içinde olduğu yere yığılıvermişti.

Bu işten haberdar olan Sultan Veled ve Hz. Mevlana’nın yakınları dışarı koşarak, Mevlana Hazretlerini baygın bir vaziyette bulmuşlar, Şems ise ortada yok... Sadece iz olarak kan lekeleri var.

O gün sabahtan akşama kadar mana sultanından bir iz elde edilemedi.

ŞİİR:

O öldü.

Bir daha kimse O’nu görmedi.

Peri gibi insanin gözünden kaybolup gitti,

Kendi hisim akrabasının ve halkın gözünden uzaklaşınca

Anka gibi dünyada meşhur oldu.[15]

CEVAHİR-ÜL ESRAR ŞEMS HAKKINDA NE DİYOR?

Kâşanlı Hüseyin bin Hasan, bize Şems’in sırlı hayatından malumatlar vermektedir:

Şems-i Tebrizi çok seyahat yapar, gönül erenlerini ziyaret ederdi. Konya’dan ayrılınca bir gece ansızın Deşt tarafından İran üzerinden Türkistan’a gittiği yol üzerinde soyguncu sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba Kemal-i Cendî’nin tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile çıkarmak üzere bir derviş hücresi verdi. O sırada bir rastlantı eseri olarak Lemeât sahibi İbrahim Fahreddin Irakî de mürşidi Moltanlı Zekeriya’nın tavsiyesi ile Baba Kemal’in tekkesine gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin, her günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu; bunları besteleyerek şeyhine sunuyordu. Fakat Şems-i Tebrizi duygularını onun gibi açıklamıyordu. Bir gün şeyhi, “Oğlum Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilahi sırlardan bir şeyler anlatmaz mısın?” dedi. Şemseddin şu cevabı verdi: “Ben, ondan daha çok müşahade ve tecellilere şahit oluyorum. İbrahim bu işte gerekli terimlere ve bilgilere sahip olduğu için duygularını uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor, bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor.  Fakat bende bu cihet eksiktir.”

“Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar

Âlemin neresinde bir gönül derdi varsa, onları bir araya topladılar adına aşk dediler.

Diyelim ki âşıklar sırlarını açıkladılar ama Irakî’nin adını niçin kötüye çıkardılar?”

İbrahim Fahreddin’in bu gazelini Şems, gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, gözyaşı dökerdi.

Bu cevap üzerine Baba Kemal sana öyle bir sohbet arkadaşı verilecektir ki, o ilk ve son hakikatleri senin adına dile getirecektir.

 İbrahim Fahreddin ve Şems’in Cendli Baba Kemal’den feyz aldıkları anlaşılmaktadır.

İbrahim Fahreddin Irakî’nin irtihali hicri 688’dir.

Tezkirelerin anlattıklarına göre Şems Hindistan’a gitmiş, Moltan şehrine yerleşmiştir. Moltan şehrinde bir makamı olduğu rivayet edilmektedir. Fakat son zamanlarda Hindistan’dan hacca gitmek üzere ayrılmıştır. Rivayete göre Şems-i Tebrizi Konya’dan bir gece ansızın ayrılarak Şam’a döndüğü oradan Tebriz’e gittiği Hakk’ın rahmetine kavuşarak Gecil kabristanına sırlandığı, değerli bilginlerimizden Mütercim Asım Efendi’nin araştırmalarından anlaşılmaktadır. Allah’ın rahmeti hepsine şamil olsun.

Bu kayboluş vakıasının rivayetleri çeşitlidir. Doğrusunu ALLAH bilir. Bizce mühim olan, Hz. Şems’in vazifesini tamamlamasıdır. Mevlana’nın Aşk ateşiyle, o dayanılmaz ıstırap ve kederle yanıp kül olmaya terk edilişidir.

Şems’in kayboluşundan sonra Mevlana yine her tarafı aratmış, bizzat Şam’a gitmiş, boş dönmüştür.

Şimdi bir lahza duralım ve “Mademki Mevlana kesif ve keramet sahibi idi, neden Şems’in ne olduğunu bilmedi,” seklinde akla gelecek bir suali soralım. Cevap olarak, Mevlana yine kendisi mesnevi’sinde Kuran’daki Yusuf ve Yakub (aleyhisselâm) kıssasıyla açıklıyor.

“Mevlana’nın Şems’i araştırması bahsine gelince, Hz. Şems’in gaybubeti üzerine, nereye gittiğini ve ne olduğunu keşfetmek Mevlana gibi mukaşefe ve kerameti güneş gibi zahir büyük bir ALLAH Velisi için işten bile değildi. Lakin Mevlana, o canı mesabesinde olan Şems’ini birdenbire kaybedince, Mesnevi’de:

Şerh-i in hicran u in hun-i ciğer

Diye yana yakıla anlattıkları, o çok elemli bir anda, mukaddes gönüllerindeki aşk ateşinin alevlenmesiyle ve iştiyak denizinin coşmasıyla hâsıl olan VECD ve incizapları, gölge gibi kalan mukaşefe hatırasını mübarek sinelerinden yaktı, götürdü de son dereceyi bulan Aşk ve iştiyakının istiğrak içinde hemen canla basla Şems’ini aramaya koştu. Yalnız onu arama, bulma duygu ve heyecanlarının acıklı hatırasından başka bir şey düşünmedi.

Bu hal Velilerde olduğu gibi Peygamberlerde de görülmüştür. Nitekim Yakup Peygamber, sevgili Yusuf’unun ayrılığı ile Aşk ateşi birdenbire gönlünde parıldayınca Yusuf’unun yanı başındaki kuyu içinde olduğunu keşfetmedi de ta Mısırdan gömleğini getirmekte olan kervan daha oradan ayrılır ayrılmaz:

Ah, Yusuf’un kokusunu alıyorum![16]

Diye Yusuf’unu haber verdi. Çünkü o zaman Yakup’un gönlündeki aşk ateşi ayrılığının ilk anındaki kadar ateşli değildi

Mevlana Şems’in lafını edenlere, “Filan yerde gördük,” diye konuşanlara üstündeki cübbesini bağışlıyor, “Bu senin yalanına armağan, doğru olduğunu bilsem canımı verirdim” diyordu. Güzel gözleri uykusuzluk ve gözyaşından kan içindeydi. Gazellerinin, rubailerinin en yanıklarını söylüyordu:

Senın aşkından her tarafta uykusuzluk var

Gece senin zülfünden amber saçıyor.

Ey, tebrizli ezel ressamı!

Benım gönlumun karar bulması için gece

Her tarafta senin resmini yapıyor.

Mevlana için Şems cihanı kaplamıştı. Âşıklar Sultanı’nın Şems’ten sonraki halini, yanıp yakılmalarını daha iyi anlatabilmek için Veli oğlu Sultan Veled’in şu satırlarını da kaydedelim:

Hiç bir zaman, bir dakika bile

Musiki dinlemesi, SEMA etmesi sona ermedi.

Müftü idi, şair oldu. Zahit idi, aşkla sarhoş hale geldi.

Üzüm şarabı değildi; Işık saçan can, yalnız nur şarabını içer.

Biraz evvel, Mevlana için Şems cihanı, kâinatı kaplamıştı dedik. Aşk ateşiyle varlığı eriyen ve Bir’lik sırrına eren Mevlana, Hakkın tecelligahı olan Şems’in manasını artık gayrı da değil, kendi varlıksız Varlığında buluyordu:

Gönlümün içindeki ve dışındaki hep O’dur.

Tenimdeki can, damar ve kan hep O’dur.

Artık o yere küfür ve iman nasıl sığar?

Keyfiyetsiz olan benim vucudum hep O’dur.

Diğer bir rubaisinde:

Âşıklık sozunu ilk defa işitince canı, gonlü ve gözü onun yoluna koydum. Dedim ki sevenle sevilen iki ayrı varlık mıdır, aslında ikisi de birdir. Ben şaşı idim.

Yine bir başka rubaisinde sırları aşinalarına şöyle açıklıyordu:

Senin elinin, gözünün, ayağının iki oluşu doğrudur; fakat gönül ve sevgilinin iki olması hatadır. Sevgili bir bahanedir. Sevgili ALLAH’tır.”

Âşıklar sultanı bu şiirleri ile surette manayı gördüğünü, sevgili perdesinden sevilenin Hak olduğu hakikatini, Tevhid makamında ikilikten eser kalmadığını bildiriyordu. İki görmenin, tefrikanın şaşılıktan ileri geldiğini ve şirk sayılacağını haber veriyordu. Sonradan etrafında Şems’i merak edip görmek arzusunda olanlara:

Eğer Şems’i göremedinizse, babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki, saçının her bir telinde binlerce Şems’i Tebrizi olan birine yetiştiniz.” diyordu. Bir şiiri de şöyle idi:

Her ne kadar tenle ondan uzağım amma

Tensiz ve ruhsuz her ikimiz bir ruhuz.

Ey, arayan, ister onu gör, ister beni.

Ben O’yum, O ben..

Bir gün birisi Medresenin duvarına çivi çakıyordu. Mevlana mani oldu:

Bu hücrede Şems-i Tebrizi oturmuştu. Buraya nasıl çivi çakarsın? Bana çivi ciğerime çakılıyor gibi geldi.

Âşıkların, ariflerin sultani şu mısraları ile de Şems’in Hayy olduğunu açıklamıştı:

O ebedi dirinin öldüğünü kim söyledi?

Ümit güneşinin söndüğünü kim söyledi?

O güneş düşmanı dama çıkıp iki gözünü

Kapadı ve güneş battı, dedi..

Evet, artık Hz. Şems Mevlana’nın varlığında yaşıyordu.



[1] İnşirah Suresi; Ayet 1

[2] Rahman Sûresi, Ayet 19, 20

[3] Ariflerin Menkıbeleri

[4] Aydınlık Kapı - Ariflerin Menkıbeleri: C. 2 S: 98

[5] İbn-i Hanbel 2, 380

[6] Kutüb-i sitte 5539 -  Müslim, Fiten 19, (2889); Tirmizi, Fiten 14, (2177); Ebu Davud, Fiten 1, (4252)

[7] Ali İmran Suresi, 74 üncü ayet

[8] Buhârî, Edebü’l-Müfred, nr. 238; Ebû Davud, Edeb, 49;

[9]  Nisa Suresi; Ayet 80

[10] Tevbe Suresi; Ayet 119

[11] Tirmizi: Deavat 82

[12] Ahzab Suresi; Ayet 72

[13] Feridun bin Ahmet Sipehsalar, Mevlana âşıklarındandır. Kırk sene Hz. Pirin yakınında bulunmak şerefine ermiş, Mevlana’nın menkıbelerini ‘Risale-i Sipehsalar’ isimli kitabında toplamıştır. Elimizdeki kitabın bu satırlarından müellifin Risale-i Sipehsalardan faydalandığı anlaşılıyor.

[14] Diz

[15] Mesnevi C. 4 S: 238/835 – 837

[16] Yusuf Suresi, Ayet 94


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar