SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 3
MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,
SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI SEMA HZ.MEVLANA’NIN KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN SEMA
OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
DEVAM EDEN SEMA OKULU
Hazırlayan:
Yakup Baba (Koyuncu)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1—MARAC EL
BAHREYN- İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER (HZ. ŞEMS-İ TEBRİZİ’NİN KONYA’YA İLK
GELİŞİ) HİKMET VE SIRLARI
2—ŞEMS’İ TEBRİZİ’NİN
ÇOCUKLUĞUNDAKİ HİKMET VE SIRLARI
3—ŞEMS’İN BAĞDAT’A GELİŞİ HİKMET VE SIRLARI
4—ŞEMS’İN MEVLANA
UĞRUNA BAŞINI ADAMASI HİKMET VE SIRLARI
5—HZ.ŞEMS’IN
MEVLANA’YI İMTİHAN ETMESI HİKMET VE SIRLARI
6—ŞEMS’İN
HUSAMEDDİN ÇELEBİ’YI İMTİHANI HİKMET VE SIRLARI
7—HZ.ŞEMS’İN
KONYA’DAN İLK AYRILIŞI HİKMET VE SIRLARI
8—HZ. ŞEMS’İN
KAYBI İLE MEVLANA’NIN
HASRETİ HİKMET VE SIRLARI
9—SULTAN VELED’İN HZ.ŞEMSİ GETİRMEK İÇİN
ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI
10—VELED’İN HZ. ŞEMS’İN MAİYETİNDE ŞAM’DAN
KONYA’YA İKİNCİ GELİŞİ
11—ŞEMS’İN KİMYA
HATUN İLE İZDİVACI HİKMET VE SIRLARI
12—HZ.ŞEMSİN ANSIZIN ÜÇÜNCÜ SIRLANIŞI
HİKMET VE SIRLARI
MARAC EL BAHREYN-
İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER
(Hz. ŞEMS-İ TEBRİZİ’NİN KONYA’YA
İLK GELİŞİ) HİKMET VE SIRLARI
Uzun
ve yorucu bir yolculuktan sonra; Mevlana Şemseddin 1224 (26 Cemaziyelahir 642)
senesi ekim ayında bir cumartesi günü Mevlana 40 yaşında iken Konya’ya gelmiş,
büyük bir kapıdan şehre girerek bir han sormuş, gösterilen şekerciler hanına
giderek hancıdan bir oda istemiş ve orada istirahata çekilmişti.
Ertesi
gün bir müddet hanın kapısı önündeki taşlıkta oturarak gelip geçenleri seyre
dalmış, daha sonra zamanın tüccarları gibi odasının kapısına bir kilit asarak
anahtarını da boynuna takıp, çarşıda dolaşmaya başlamış ve bu hareketiyle de
kendisinin aşk ve manevi ilimler tüccarı olduğunu ilan etmek istemiştir.
Hz.
Mevlana ile ilk buluşma hakkında Eflaki’nin verdiği bilgi ile Molla Cami’nin
Nefehat-ül Ünsi’de ve bizzat makalat metninin 56. sahifesindeki Arapça pasajda
değişik bir dekor içinde özetle şöyle denilmektedir:
“Hz.
Şems o tarihlerde Hz. Mevlana’yı sorar. Hz. Mevlana ve talebelerinin o sırada
meram bağlarında sayfiyede olduklarını haberini almıştır. Büyük bir sabırla
bekler ve Hz. Mevlana’nın yolunu gözler. Derken belirli vakit gelmiştir.”
O
gün ikindiye doğru ana cadde üzerinde, etrafında talebeleri hürmet ve
saygılarından yaya yürüyen ve bir katıra binmiş haliyle müderris olduğu
hissedilen; herkes tarafından hürmet ve tazim edilen gayet heybetli ve
yüzündeki yücelik nuru bakanların gözünü kamaştıran bir zat’ın geldiğini
görünce Mevlana Celaleddin-i Ruminin bu olduğunu anlamış kalenderi kıyafetli
bir derviş, ileri atılıp katırı çevikliği ile durdurarak ve alev alev parlayan
gözleri ve keskin bakışlarıyla, ciddi, yüksek bir ses tonuyla:
“Esselamü aleyküm verahmetullahi
ve berakatühü. Sen Belh’li Baha Veled’in
oğlu Mevlana Celaleddin misin?”
diye sordu. Mevlana:
—Ve Aleykümselâm
ve rahmetullahi ve berakatühü. Evet. Şems:
—Ey
madde ve mana altınlarının sarrafı! Bir müşkülüm var? Hazreti Muhammed mi
büyük, Bayezid’i Bestami mi?
Eflaki’ye
göre Mevlana bu vaka’yı anlatırken:
“Bu
sorunun heybetinden, sanki yedi kat gök bir birinden ayrılıp yere yıkıldı ve
içimden çıkan büyük bir ateş kafatasımın içini kapladı. Oradan bir dumanın
çıkıp Arş’ın altına kadar yükseldiğini gördüm.”
buyurdu.
Mevlana
hemen kendisini toplayarak:
—Bu
nasıl sual böyle? Elbette ALLAH’ın elçisi Hazreti Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bütün yaratıkların en büyüğüdür. Burada Bayezid’in sözü mü
olur. dedi ve Fahri âlem Efendimize dair birçok ayetler okuyarak O Nebi-yi Zişan’ın
yüksek kadrini beyanla, Bayezid-i Bestami’nin ise O’nun efradı Ümmetinden bir
kimse olduğunu izah etti.
Bunun
üzerine şems:
—O
halde bu ne demektir? Peygamber bu kadar büyüklüğü ile:
“Ya Rabbi Seni
tenzih ederim biz seni layık olduğun vecihle (şekilde) bilemedik...”
buyurdu.
Hâlbuki
Bayezid:
“Ben
kendimi tenzih ederim, benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde ALLAH’tan başka varlık yok.”
Demekte dedi.
Mevlana:
—Hazreti
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müthiş bir manevi suya doymazlık
arzusuna tutulmuş, susuzluk içinde susuzluktan içi yanıyor ve O’nun mübarek göğsü; “Biz senin
göğsünü açmadık mı?” [1]
şerhiyle kalbi genişledi, bunun için de susuzluktan dem vurdu. O her gün
sayısız makamlar geçiyor. Her makamı geçtikçe evvelki geçtiği bilgi ve makamına
istiğfar ediyor daha çok yakınlık istiyordu.
—Bayezid
ise; Bir yudumla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Onun idrak
testisi o kadar suyla doldu. O nur da onun evinin penceresinin büyüklüğü nispetinde
içeri girdi ve nurla dolmuş gördü. Ve daha çok bakmadı. Vardığı ilk makamın
sarhoşluğuna kapılarak kendisinden geçti ve o makamda kaldı. Bu sözü söyledi.
Eflaki’nin
anlatımına göre bunun üzerine Şems’i Tebrizi bir feryatla; “ALLAH”
deyip yere yuvarlandı. Mevlana hemen katırdan inerek yanındaki adamlarıyla Şems’i
tutup kaldırdı. Hz. Şems kendine geldikten sonra Hz. Mevlana elinden tutarak
piyade bir halde Gevhertaş medresesine götürdü. Orada Mevlana ile öyle bir
kucaklaştılar ki sanki iki umman (deniz)
gibi dalgalanarak biri birine kavuşmuş (maracel Bahreyn), yıllarca bir
birine hasret olan iki sevgili birleşmişlerdi.
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında
bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar”[2]
Hz.
Mevlana vaktiyle Şam çarşısında da Hz. Şems’e rastlamış, fakat yüzü kapalı olan
Şems’i bir görüp bir kaybetmişti. Ezel sevgisiyle ruh dostunu şimdi çok iyi
tanıyordu ve “İyd-i ekber ki Şems-i Tebrizi’dir, o bayramın büyük kurbanı ben oldum”
buyuruyordu.
Mevlana’nın
etrafındaki talebe ve yakınları ise bu hale hayretle baka kalmışlardı.
Yıllardır
biri birine hasret olan iki âşık Mevlana’nın medresesinde mana âlemi ile
sırlanmış bir derviş hücresine girerek aylarca sürecek bir rivayete göre kırk
gün bir rivayete göre üç ay kimseyi içeri almadılar. SEMA hak sohbetleri ve visal
orucuyla ruhani günler geçirdiler.
Eflaki’nin
bildirdiğine göre yanlarına yalnızca Sultan Veled girip çıkabiliyordu. Çünkü
hizmetlerine O bakıyordu.
Mevlana
Hazretleri daha ilk gün:
—Ey
Şemseddin, ey mana âleminin incisi; Ey ruhumun gıdası, ey gözümün nuru, gerçi
evim sana layık değildir ama sadık bir bendenim. Her türlü emir ve hizmetlerine
hazırım. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin, çocuklarım
oğulların kızlarındır. Diyerek son derece mahviyetle arzı teslimiyet göstermişti.
Her
ikisi de halvethane’de (hususi oda) tam üç
ay gece ve gündüz visal orucu ile oturdular. Hiç dışarı çıkmadıkları gibi, bir
kimse de yanlarına girmeye cesaret edemiyordu.
Mevlana
devrinde revaçta bulunan tarikatlar Kadiriye, Rüfaiye, Kübreviye ve
Söhreverdiye tarikatleridir. Bunlardan Necmettin Kübra’ya nispet edilen
Kübreviye Melamilik şubelerinden maduddur. Mevlana’nın babasının bu tarikata
mensup olduğunu yazanlar da vardır.
Mevlana’nın
sohbet şeyhi (Melamilikte sohbet yolu ile intisab bulunmakta olup; Hz. Mevlana’da
sohbet yolu ile Hz. Şems’e intisab etmiştir) olarak kabul edilen Tebrizli
Şemsettin’in hilafeti bir taraftan Necip Söhreverdi yoluyla Bağdatlı Cüneyt’e,
bir taraftan da Ebu Bekir Sillebâf yoluyla Bistam’lı Beyazıt’a dayandığı rivayet
edilmektedir.
Hazreti
Mevlana; âlimlerin, kitapların, defterlerin arasında aradığı; Şeyhi Seyyid
Burhaneddin’in yıllarca evvel müjdelediği sevgilisine, gönül dostu olan Şems’i
Tebrizi Hazretleri’nin şahsına kavuşmuş, senelerdir duymak istediği heyecana ve
aşka o gün ulaşmıştı. O andan itibaren duyguları, bilgileri ve görüşü değişmiş,
bambaşka bir hale gelmişti.
Bundan
sonra Mevlana Hazretleri okumaktan, öğrenmekten vaiz vermekten ve halkla
görüşmekten el çekerek Cenabı Hakk’ı zikir ve fikir’le meşgul olmaya
başlamıştı.
O
Mevlana ki, “Ne buluyorsun bu meczup dervişte? Sen hocaların hocasısın, Şems’ten
öğrenecek neyin var?” sitemlerine, hepsini susturan ve irfanın da tarifini
yapan şu cevabı verir:
“Ben
ondan bir şey öğrendim, o da bana yetti”
“Şems’i
tanımadan önce ben, acıkınca bir kap çorba içer, doyardım. Üşüyünce de ocağıma
iki odun atıp ısınırdım, Fakat şimdi, dünyanın bütün çorbalarını içsem
doyamam... Çünkü biliyorum ki dünyada açlar var. Dünyanın bütün odunları yansa
ocağımda, artık beni ısıtmıyor. Zira biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var.”
Şems
Hazretleri ilk önce Mevlana’yı kitap mütalaa (okuyup araştırmak) etmekten
sıyırmıştı. Rivayet edilir ki; Bir gün şems Hazretleri medresenin avlusundaki
havuzun başına oturmuş, Mevlana’nın çok sevdiği ve her gün mütalaa ettiği el
yazma kitaplarını birer birer suya atmaya başlamış, havuzun suyu mürekkeple
dolmuştu. Bu vaziyeti gören Mevlana hayretle baka kalmıştı.
Belh’den
göç ettikleri zaman Nişabur’da konaklamışlar, burada devrin en büyük
mutasavvıflarından Feridüddin-i Attar’la görüşmüşlerdi. Feridüddin-i Attar
hazretleri, bilgi ve zekâsına hayran olduğu küçük Mevlana’ya “Esrarname” adlı eserinden bir nüsha
hediye etmişti. Mevlana bu eseri defalarca okumuştu. Şems’in bu eseri de havuza
attığını görünce ona gönülden razı olmamıştı. Şems ise Mevlana’nın gönlünden
geçeni keşfederek hemen elini havuza sokarak:
—Al
istediğin bu kitap değil mi? diye Mevlana’ya uzatmıştı.
Mevlana
kitabı eline aldığı zaman sanki havuza hiç
atılmamış, hiç ıslanmamış, mürekkebi hiç bozulmamış tozuyla
duruyordu.
Mevlana
Hazretleri buyurur ki:
—Mevlana
Şems Hazretleri bana ulaşıp benimle konuşunca içimde aşk ateşi parlamaya
başladı. Tam bir tahakkümle:
—Bundan
sonra artık babanın sözlerini Maarif adlı kitabını okuma! Buyurdu.
—Ben
de O’nun bu işaretiyle bir zaman okumadım. Sonra:
—Kimse
ile konuşma! Dedi.
—Ben
de bir müddet kimse ile konuşmadım. Hâlbuki bizim sözlerimiz âşıkların gıdası
ve safa ehlinin ruhlarının şarabi olmuştur.
Yine
naklederler ki; Mevlana Hazretleri şems’e kavuştuğu zaman, ilk zamanlar
geceleri ‘Mütenebbi divanını’ okurdu.
Şemseddin
Hazretleri:
—Bu
okumaya değmez. Bunu bir daha okuma.
Diye
bir iki defa söyledi ise de, Mevlana dalgınlığından onu yine okuyordu. Bir gece
yine böyle hararetle divani okuduktan sonra uykuya daldı. Rüyasında medresede
bilginler ve fakihlerle bir tartışmada bulundu ve hepsini mağlup etti. Sonra;
bunu niçin yaptım, buna ne lüzum vardı. Diyerek medreseden çıkıp gitmek istedi
ve tam bu sırada uykudan uyandı. Ve Şemseddin Hazretlerinin kapıdan girdiğini
gördü ve Hazreti Şems’in:
—Bu
biçare fakihlere yaptığını gördün mü? İşte bunların hepsi Mütenebbi divanini
okumanın uğursuzluğundandır. Dediğini duydu.
Yine
bir gece Mevlana rüyasında; Şemseddin Hazretlerinin Mutenebbi’yi (söz konusu
kitabın yazarını) sakalından tutup yanına getirdiğini ve Mevlana’ya;
—Bu
adamın sözlerini mi okuyordun? dediğini görür.
Mütenebbi;
Zayıf, nahif ve sesi kısık bir adammış. Mevlana’ya:
“Beni
bu Şemseddin’in elinden kurtar; Artık bu divani karıştırma!”
Diye yalvarmış.
Nihayet
Mevlana; Okumayı, okutmayı ve öğretmeyi bırakarak Laliş sarığını (Basit bir
sarık sarma şekli) sardı, Hindibar feracesini (Bir nevi basit elbise) giydi. SEMA ve
riyazet’e başladı ve şu şiiri söyledi.
Ben
bir memleketin zahidi ve bir minberin vaizi idim;
Gönlümün
kazası beni; Sana ellerini çırpıp gelen bir Âşık yaptı
ŞEMS’İ TEBRİZİ ÇOCUKLUĞUNDAKİ
HİKMET VE SIRLARI
Hüdavendigar’ın,
ilim ve irfan aşka olan hayatından gücümüz nispetinde bahsederken Şems’inde,
sırlı hayatından söz açmadan geçmek imkânsız.
Tiran’ın
Tebriz şehrinde 1164 de (hicri 582) doğmuş ve orada büyümüştür Rivayet
edildiğine göre Şemsi Tebrizi Hazretleri; Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali
adında bir zatin oğludur. Asıl ismi Şemseddin Muhammed’dir.
Fakirlerin,
âşıkların, abid ve zahidlerin sultanı, halk arasında ALLAH’ın sırrı, olgun hali ve olgun
sözlü, Hakk’ın ve dinin güneşi “şemsü’l-Hak-ved’din”
bir zat olan Şemsi Tebrizi (K.S.); Daha küçük yaşından beri değişik halleri,
müstesna yaradılışlı ve keskin zekâsı ile herkesin dikkatini çekmekte, sevgi ve
takdirlerini kazanmakta, ebeveynini bile hayrete düşürmekte idi.
Eflaki’ye
göre Harika çocuk bize kendini şöyle anlatıyor:
“Ben
ilk mektepte idim, daha ergenlik cağına gelmemiştim. 0tuz kırk gün geçtiği
halde canımın, Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
siyretine olan aşkımdan ötürü hiç yemek arzu etmediği olurdu. Yemek lafı edilse
bile yüzümü çevirirdim. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm.
Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur”[3]
Bir
gün babam bana çıkışarak:
“Oğlum,
ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak. Bu
davranışlar seni felakete götürecek.” Dedi.
Bunun
üzerine ben ona şu cevabı verdim:
“Baba
seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir
tavuğun altına kaz yumurtasıyla, tavuk yumurtasını karışık koymuşlar. Vakti
gelip te civcivler çıktığı zaman bunların hepsi birlikte analarının arkasına
düşüp giderlerken rastladıkları bir göl kenarında kaz yumurtasından çıkan yavru
kendisini hemen suya salarak karşıya geçmiş. Bunun üzerine ana tavuk eyvah
yavrum boğulacak diyerek kıyıda çırpınmaya başlamış. Oysa kaz yumurtasından
çıkan yavru neşe içerisinde suyun içerisinde yüzerek ilerlermiş. İşte seninle
benim aramdaki farkta böyledir. Birisi derya kuşu, diğeri kümes kuşu.”
Yine
bir gün buyurdular ki:
“Ben
çocuktum; Cenabı Hakk’ın tecelliyatını ve Melekleri görüyor, yüksek ve alçak
dünyanın gayıplarını müşahede ediyor ve bütün insanların da bunları
gordüklerini zannediyordum. Fakat sonunda görmedikleri anlaşıldı.”
Üstadım
şeyh Ebu Bekir Hazretleri de beni onları söylemekten alıkoyuyordu. Babam
buyurdu ki:
“Bu
bizim Şemseddin’e taat ve riyazat sebebiyle değil, ezelden beri verilmiştir.”
Görülüyor
ki, şemsi Tebrizi Hazretleri hilkaten veli olarak yaratılanlardan, bütün esrarı
ilahiyye’ye vakıf ve vehbi bir bilgiye sahip olanlardandır.
Birçok
Mevlevi kaynakları Hazreti Şems’in; Necmeddin Kübra’nın halifelerinden Baba
Kemal’in veya Halvetiye silsilesinden kutbeddin Ebher’in halifesinin dervişi
olarak kaydederlerse de Şems Hazretleri bizzat “MAKALAT” adlı eserinde ve Ariflerin Menkibelerinde;
“Benim,
Tebriz’de Ebubekir adında bir şeyhim vardı. Sepet Örer, onunla geçinirdi. O’ndan
çok bilgiler Öğrendim fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim görmüyordu.
Zaten hiç kimsede görmemişti. İşte bunu, Hüdavendigarım Mevlana gördü.”
Ne
güzel söylenmiş bir beyit vardır;
Kadr-i
durr-ü gevheri âlem bilur
Âdemi
amma yine âdem bilur
Demekte
ve böylece ilk şeyhinin Tebrizli Ebubekir Sellebaf olduğunu ifade etmiştir.[4]
Yine
Ariflerin menkibelerinde şöyle denilmektedir:
O,
(şems’i Tebrizi) önceleri şeyh Ebubekir Tebriz’i Sellebaf (K.S.) ‘in müridi
olmuştu. Şems seyr ve sülukünü tamamladığı, vecd ve heyecanı, kavrayışı halkın
anlayışını geçtiği vakit, daha olgun daha üstün ve olgunların noksanını
tamamlayacak bir mürşid bulmak maksadıyla yola çıktı. Hak erlerini aramaya
koyuldu ve:
“Seyahat ediniz,
sıhhat bulursunuz.”[5]
Hadisi şerifi gereğince bütün iklimleri birkaç defa
dolaştı ve
“Yerin doğusu ve
batısı bana gösterildi. Benim ümmetimin mülkü bana gösterilen bu doğu, batı,
yakın, uzak denizler ve karaları kaplayacaktır.” [6]
Mübarek
hadis-i şerif’i uyarınca her tarafı gezip temaşa etti.
Birçok
Ebdal, Evtad, Aktab, Efrad, Futur, Mestur ehline suret ve mana büyüklerine
ulaştı. Fakat kendi yüceliğinin benzerini bulamadı. Dünya şeyhlerini kendine
mürid ve bende kılarak seyahatine devam ediyor, sevgilisini ve gönlünün
dilediğini arıyordu. Birisinden bahsedilse:
“Dün
anasının karnından çıkmış, bugün hiçliğini idrak etmesi gerekirken, ALLAH’lık taslıyor, Rahman’ın mukallitlerinden bıktım
usandım.” diyordu.
Yine
bir şeyhin adını ve sanını, kemalini işitiyor, onu görmek için de uzun ve
yorucu bir sefer yaparak o şeyhe geliyor, şeyh ona niçin geldiğini sorunca da;
ALLAH’ı
aramak gayesiyle geldiğini söylüyor, şeyh ona:
ALLAH’ın
semalarda hüküm sürmekte ve gemilerini yürütmekte olduğunu söyleyince, şems
Hazretleri bu sözle şeyhin kendisini kasteddiğini, bu ise gönlünün aradığı derdine
deva olacak kimse olmadığını anlıyor ve şeyhi daha fazla denemeye lüzum
görmeden kalkıp yoluna devam ediyordu. Ve diyordu ki:
“Herkes
kendinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nispet iddia ederek hakikat yolunda
kendisine bir bağ kurar. Hâlbuki bize; Bizzat ALLAH
Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mana âleminde hırka giydirdi. Bu hırka,
öyle iki günde eskiyip yıpranan, yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil.
Bu hırka, sohbet ve hakikat Meşayih hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki
zaman ve mekânın üstündedir. Ne dünü var, ne bu günü, ne de yarını. Aşkın
zamanla mekânla ne işi var.”
Şems
Hazretleri daima her gittiği yerde gönül erenlerini sorup arardı. Duyduğu
şeyhlerin hemen ziyaretine gider hal ve tavırlarına, ilim ve irfanlarına,
meşrep ve yaşayışlarına bakar, söz ve sohbetlerini dinler, onları imtihan eder
aradığını bulamayınca da hemen uzaklaşırdı. Kendisini bulunduğu makamdan daha
yüksek bir makama ulaştıracak, daha yüksek bir mertebeye yükseltecek gönlünün
sevdiği ruhunun arkadaşı olacak bir şeyhi durmadan arıyor, diyar diyar
dolaşıyordu. Gezdiği dolaştığı yerlerde onu anlayan, derdine deva olan tek bir
mürşid olmamıştı. Hiç bir şeyh onu tatmin etmemiş, sohbet ve teveccühü ile onu
doyuramamıştı.
Hz.
Şems’in makamı o dereceye ulaşmıştı ki şeyhi ile kanaat edemez olmuştu. Aşkı, VECD’i
hudutsuzdu. Bir yerde karar kılamazdı. Kara bir keçe giyer, günlerce oruçlu
gezerdi. Yedi günde bir, yarım ekmeği baş suyuna tirit yapar, yalnız onu yerdi.
Bir
gün asçı, onun halini sezer gibi oldu. O gün tirit suyuna biraz yağ ilave etti.
Şems, bir daha baş satan aşçı dükkânlarının önünden geçmedi. Senelerce seyahat
etti. Bir kervansaraydan bir kervansaraya konardı. Bu sebeple ve mana
âlemindeki seyrinden dolayı kendisine, Şems-i Perende (Uçan Şems) dendi.
Ariflerden bazıları Kamil-i Tebrizi veya Seyfullah (ALLAH’ın kılıcı) da derlerdi.
Şems,
Tekkeye niçin devam etmediğini soranlara:
“Kendimi
Tekkeye layık bulmuyorum. Tekke pişip olmak kaydında olanlar içindir. Ben
onlardan değilim.”
Buyururdu.
Medreseye neden gitmediğini soranlara:
“Ben
muhasebe adamı da değilim. Bir şeye kaidesine Göre mana veremem. Kendi dilimle
konuşsam bana gülerler, ya da kâfir derler. Ben garibim, garibin yuvası
kervansaraylardır.” cevabını verirdi.
Kabına
sığamayacak kadar taşkın bir ruha, hiçbir kayıt ve çerçeveye girmeyen coşkun,
sofiyane bir cezbeye malikti. Sabrının, kararının tükendiği, sırlarına mahrem
bir dost aradığı bir gece
“Ey,
Rabbim! Kendi örtünle örtülü Velilerinden benim sohbetime tahammül edecek
birini karşıma çıkar” diye niyaz etti.
Elbette
Hak katında duası makbul idi. Rum ülkesine gitmek, Mevlana Celaleddin’i bulmak
için ilham aldı. Lakin o mübarek yüze kavuşmanın bir de şükran borcu olacaktı.
Uçan Şems de kendi başını şükrane olarak adadı.
ŞEMS’İN BAĞDAT’A GELİŞİ
HİKMET VE SIRLARI
Şems
hazretlerine memleketi olan Tebriz Şehrinde, tarikat Pir’leri ve hakikat
arifleri; O’nun manevi kemalinden, ilim ve irfanından, aşk ve VECD
halinden dolayı “Kamil-i Tebrizi” derlerdi.
Gönül
sahibi seyyahlar ise, gittiği yolları tay (Zaman ve mekân mefhumunu aşarak bir yerden
bir yere bir anda gitmek.) ettiği için “Şemseddin-i Perende”(uçan Şemseddin)
derlerdi.
İşte
o durmadan diyar diyar dolaşıyor, uzun yolları tay ederek geziyordu. Bir gün
yolu, Dar’ül Selam olan Bağdat şehrine uğradı. Orada tanınmış meşhur sofilerden,
Şeyh Evhadüddin Kirmani (K.S)’ı buldu ve:
—Ne
ile meşgulsün? Diye sordu. O’da:
—Ay’ı
leğendeki suda görüyorum. Dedi.
Bunun
üzerine Şems Hazretleri:
—Boynunda
çıban yoksa niçin başını kaldırıp ta onu semada görmüyorsun. Kendini tedavi
ettirmek için bir doktor elde et. Bu suretle neye bakarsan gerçekten bakılmaya
değer olanı onda görürsün. Buyurdu.
Bunun
üzerine; Evhadüddin Kirmani Hazretleri Şems’in eline sarılarak:
—Tam
bir arzu ile bu günden itibaren senin müridin olup, hizmetinde bulunmak
istiyorum. Dedi.
Şems
Hazretleri:
—Sen,
benim arkadaşlığıma tahammül edemezsin. Dedi ise de Evhadüddin:
—Beni
hizmetine ve arkadaşlığına kabul et. Diye ısrarda bulundu.
Şems
Hazretleri:
—Pekâlâ;
Bağdat pazarının tam ortasında, herkesin gözü önünde benimle beraber nebiz
(hurma şarabı) içmek şartıyla kabul ederim. Buyurdu. Evhadüddin:
—Bunu
yapamam. Dedi. Şems Tekrar:
—Peki,
benim için hususi bir nebiz bulup getirebilir misin? Dedi. Evhadüddin:
—Hayır,
bunu da yapamam. Dedi. Sonra Şems:
—Ben
içerken, benimle arkadaşlık edebilir misin? Dedi. Evhadüddin:
—Edemem.
Dedi. Bunun üzerine Şems Hazretleri O’na:
—Erlerin
huzurundan ırak ol. Diye bağırdı ve Ben sana benimle beraber arkadaşlık etmeye
tahammül edemezsin demedim mi? Kuran-ı Kerimden:
“O kimse dilerse rahmetiyle ona imtiyaz verir. ALLAH en büyük
fazl-ü inayet sahibidir”[7]
Ayetini okudu ve:
—Sen
bunu yapacak adam değilsin; Çünkü sende bu kudret yoktur. ALLAH’ın sana bu kudreti vermediğine
ve hasların kudretine malik olmadığına sevin. O halde benimle arkadaşlık senin
işin değildir. Bana arkadaş olamazsın. Bütün müritlerini ve dünyanın bütün
namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve
bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh istiyorum. Hem
de; rast gele bir şeyh değil hakikati arayan olgun bir şeyh. Dedi
Birçok
mürşidin, müritlerinin kendilerine teslimiyet ve kabiliyetlerini ölçmek için
imtihan ettikleri gibi, Şemsi Tebrizi Hazretleri de kendisine mürid olmak,
hizmetinde bulunmak ve himmetini, teveccühünü alarak istifade etmek isteyen
Evhadüddin Hazretlerini bu şekilde imtihan etmiş, teslimiyet ve kabiliyetini
ölçmüştü. Ne yazık ki, Evhadüddin bu teslimiyeti gösterememiş ve Şems
Hazretlerinin gaye maksadını anlayamamıştı.
ŞEMS’İN MEVLANA UĞRUNA BAŞINI ADAMASI
HİKMET VE SIRLARI
Şems
Hazretleri nakleder:
“Cenabı
Hakk’a; Beni kendi velileri arasına koyup, onlara arkadaş et.” Diye
yalvarırdım.
Rüyamda
bana;
“Seni bir
veliye arkadaş edeceğiz.” dediler. Ben de:
“Güzel
fakat o veli nerededir?” Dedim. Bu rüyadan sonra üst üste iki gece bana:
“İstediğin
veli Rum ülkesindedir.” dediler. Bir hayli zaman
aradım, fakat onu bulamadım. Sonra bana:
“Daha
bulacağın zaman gelmedi.” dediler.
“İşler
vakitlerine tabidirler, rehinlidirler.” Buyurdu.
Yine
Şems Hazretleri her zaman ve her yerde durmadan Cenabı Hakk’a niyaz ederek;
“Ya
Rabbi senin gizli velilerinden birini bana göster.” Diye ricada bulunur,
sabırsızlanarak yalvarır dururdum. İlahi tecellilerin sık sık biri birlerini
takip ederek mest olduğum, tam manasıyla istiğraka daldığım ve beser kuvvetiyle
o müşahedenin güzelliğine ve sıkletine tahammülden aciz kaldığım her zaman bu
halleri savmak maksadıyla; Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin:
“Benimle konuş, ey
Aişe! Benimle konuş.”
Hadisi-i
Şerifi gereğince kendimi bir işin cüzleriyle meşgul ederdim. Gizlice hare
yapmak üzere amelelerin yanına gider, akşama kadar onlarla çalışırdım. Ücret
verdikleri vakit, bahaneler arar ve “Ücretim toplansın da öyle alayım, çünkü
ödemem lazım gelen bir borcum vardır.” diyerek almazdım. Sonra çıkıp
bir müddet kaybolurdum.
Daima
Cenabı Hakk’a niyaz eder ve “Acaba bütün bu dünya ve melekût âleminde ALLAH’ın has kullan içinde benimle arkadaşlık etmeye
tahammül edebilecek biri var mıdır?” Diye tefekkür eder ve niyazıma
devam ederdim.
Nihayet
bir gün;
“Mademki
ısrar ve arzu ediyorsun; o halde şükran olarak ne vereceksin?” diye
ilham geldi.
Bunun
üzerine ben de:
—Başımı
veririm... Dedim. Cevabıma karşılık gayb âleminden:
“Bütün kâinatta Mevlana’yı Rumi
Hazretlerinden başka senin şerefli arkadaşın yoktur.” diye bir ses geldi.
“İşte
ondan sonra Rum ülkesine gitmek o sevgili ile görüşmek ve onun yolunda başımı
feda etmek üzere yola çıktım” demiştir.
Mevlâna
Hazretleri bir taraftan evde çocuklarının, medresede ise talebelerinin tahsil
ve terbiyesi ile meşgul iken, bir taraftan da vaz-u nasihatıyla halkı tenvir
ediyordu. Günler, aylar, yıllar böyle geçerken bir gün hakikat güneşi Şems-i
Tebrizi Mevlâna’nın manevi ufkunda doğarak Mevlâna’yı ilahi aşk olarak alev
alev yakmış ve kâinatı bu nur ile aydınlatmıştır.
Sultan
Veled Hazretleri der ki:
“Ansızın
Şems-i Tebrizi çıkageldi, ona ulaştı. Mevlâna’nın gölgesi O’nun ışığında yok
oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona Maşuk
halinden bahsetti. Mevlâna bilgisiyle nihayete ulaşmıştı. Şimdi ise, yeni
baştan başladı. Evvelce Mevlâna’ya uyulurdu. Bu sefer O, Şems’e uydu; Şems
Maşuk Erenlerdendi.”
HZ.ŞEMS’IN MEVLANA’YI İMTİHAN ETMESI
HİKMET VE SIRLARI
Ulu
Arif Çelebi (K.S) Sultan Veled (K.S.) den rivayet etti ki:
Bir
gün Mevlana Şemseddin Tebrizi, Mevlana’yı denemek ve naz etmek maksadıyla güzel
bir sevgili istedi. Babam da;
Güzellik
ve olgunlukta zamanın en güzel kadını ve ikinci Sara’sı iffet ve ismette Meryem’i
sayılan ailesi Kerra Hatunun elinden tutup götürdü! Şems:
“Bu
benim can kız kardeşimdir, bu olmaz. Bana hizmet edecek güzel bir erkek çocuk
getir!” Buyurdu.
Mevlana
hemen hemen; Güzellikte Yusufların Yusuf’u olan Sultan Veled’i peşkeş çekerek:
“Umarım
ki bu sizin hizmetinize ve ayakkabılarınızı çevirmeye değer bir kul olur.”
Dedi.
Bunun
üzerine Şems Hazretleri de:
“Bu
kalbimi bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı su yerine onu içerdim. Ben onsuz
yapamam.” Deyince
Mevlana;
Hemen kalkıp gitti ve Yahudi mahallesinden bir testi şarap doldurup getirdi ve
önüne koydu. Bunun üzerine Şems’in bir feryat koparıp cezbelenerek elbiselerini
yırttığını ve Mevlana’nın ayaklarına kapandığını gördüm.
Şems,
babamın bu kuvvetinden, teslimiyet ve Pir’in emrine gösterdiği itaatten
hayrette kalıp:
“Başlangıcı
olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki; Dünyanın
başından sonuna kadar senin gibi gönül tutan bir sultan, bir Muhammed yürekli,
bu varlık âlemine ne gelmiş, ne de gelecektir .” dedi ve o anda baş
koyup mürid oldu.
Sonra:
“Ben
Mevlana’nın hilminin (yumuşaklığının) derecesini anlamak için bu imtihanları
yaptım. O’nun iç âlemi o kadar
geniş ki; Rivayet ve hikâye çevresine sığmaz” diye ilave etti.
Görülüyor
ki, birçok mürşidi kâmillerin müritlerinin kendilerine teslimiyet ve
kabiliyetlerini ölçmek için imtihan ettikleri gibi, Şemsi Tebrizi hazretleri de
Mevlana Hazretlerini imtihan etmiş, teslimiyet ve kabiliyetini ölçmüştür.
Bu
imtihan karşısında Hazreti Mevlana; Şemsi Tebrizi Hazretlerinin şahsında Hakk’ı
bulmuş ve aradığı sevgilinin nişanlarına Şemsi Tebrizi’nin varlığında rastlayınca
tereddüt etmeden bütün mevcudiyeti ile teslim olmanın örneğini vermiş, imtihanı
kazanarak Hak âşıklarına gerçek bir misal olmanın bahtiyarlığına ermiştir.
Hangi
âşık vardır ki; Maşukunun (sevgilisinin) varlığında eriyip yok olmasın ve yine
hangi insan vardır ki; Sevgilisinin arzu ve emirlerine teslim olmadan âşıklık
iddiasında bulunabilsin.
Umman Olan Anlar Bizi
Mevlana’nın
Şems’e tabi oluşu ve en ağır imtihanları geçirişi hiç şüphesiz kalbinin
enginliği icabı idi. Mevlana, “Mümin, müminin
aynasıdır” [8]
Hadisine göre bir ayna gibi Hz. Şems’te gördüğü kendi güzelliğine, aslına âşık
olmuştu. ALLAH
Kur’anda; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat
etmiş olur.” [9] buyurmuştu. Evliyaullah Enbiyanın varisi
olduğuna göre Veli’ler Velisi Şems’e Aşk, ALLAH’a Aşktı.
Artık
Mevlana kayıtsız şartsız, her ne bahasına olursa olsun, Hz. Şems’e tabi idi.
İnkıyadı ile en çetin imtihanları başarıyordu. İhtimal ki bu sebeple: “Dost
bize zehirle dolu bir kadeh getirdi, zehir onun elinde olduğu için o zehiri
zevk ve sevinçle içtik,” demişti.
Aşk
şehidi nasıl olur, söyle, diyen olursa, “Tıpkı buna benzer diye ona benim canımı
göster,” buyurmuştu.
Aşk
davasının elbette ki çetin, nefse ağır gelen imtihanları vardı. Nitekim insan
ruhunu tam manasıyla musaffa bir hale getirmek için nefsin gururunun kırılması
lazımdı. İşte en ağır
imtihanların neticesinde Hz. Şems, Mevlana’nın ayaklarına kapanıp; “Başlangıcı
olmayan, başlangıcın sonu olmayan sonun hakki için diyorum ki, dünyada baştan
sona kadar senin gibi gönül tutan bir sultan, bir Muhammed yürekli ne gelmiş,
ne de gelecektir,” dedi ve o anda baş koyup kendisi Mevlana’ya mürit
oldu.
Bütün
Konya şaşkındı. Mevlana’nın ne hocalığı, ne vaazı, ne de kitaplarına olan
düşkünlüğü kalmıştı. Halk tabi dedikoduya başladı. Talebeler, “Şems,
Hüdavendigar’ımızı bizden ayırdı,” diye kıskançlığa düştüler. Dünya böylesine
bir Aşkı anlamaz, kaldıramazdı. Hâlbuki biraz evvel de arz etmek
istediğimiz gibi, Şems, Hakkın tecellileriyle dolu Hak vekili idi. Onu sevmek,
Hakkı sevmekti. Onunla sohbet, Hakla sohbetti.
ALLAH,
Kur’an-i Kerim’de : “Ey, iman edenler,
ALLAH’tan korkun ve sadıklarla beraber olun,” [10] diye
emrediyordu. “Sadıklar” Velilerdi.
Eşsiz
Peygamber Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Cennet
ağaçlarının gölgesinde oturun,”[11]
buyuruyordu. “Cennet ağaçları” da Velilerin zikir toplantılarıdır.
Yerin
göğün yüklenmediği emaneti, insan yüklenmişti.
“Biz emaneti göklere, yere, dağlara arz ettik. Yüklenmeden
çekindiler, onu insana yükledik, oysa zalim ve
cahil oldu” [12]
Hz.
Şems ve Hz. Mevlana işte o emaneti bilen, taşıyan, yaşayan Gerçek İnsan’lardı.
Fakat hamlar, ancak zahiri gören zahirperestler, insandaki manayı
göremezdiler... Bunun için Mevlana bir beytinde : “Sabah kuşları onun ziyasını
görmeğe tahammül edemezler, nerde kaldı ki gece kuşları onu görmeğe tamah
etsinler,” buyurmuştu...
Evet,
Mısri Niyazi hazretleri de bu görüp görmeme meselesinde ne demişti:
Zat-i
Hakk’ta mahrem-i irfan olan anlar bizi
İlm-i
sırda bahr-i bipayan olan anlar bizi
Bu
fena gülzarına bülbül olanlar anlamaz
Vech-i
baki hüsnüne hayran olan anlar bizi
Arifin
her bir sözünü duymaya insan gerek
Bu
cihanda sanma kim hayvan olan anlar bizi
Ey,
Niyazi! Katremiz deryaya saldık biz bugün
Katre
nice anlasın umman olan anlar bizi.
ŞEMS’İN HUSAMEDDİN ÇELEBİ’YI İMTİHANI
HİKMET VE SIRLARI
Çelebi
Hüsameddin (K.S.) gençliğinin ilk yıllarında, Şemseddin Hazretlerine büyük bir
tevazu ve tezellül gösterir, son derece hürmetle hizmet ederdi. Bir gün Şems:
“Ey
Hüsameddin bu böyle olmaz; Din parayla olur, sözü gereğince bir şey ver ve
kulluk et ki bize yol bulasın!” Dedi.
Hüsameddin
hemen kalkıp eve gitti, evinin eşyasından ne varsa; Para, pul, kap, kacak ve
kadınların ziynet eşyasına varıncaya kadar ne bulduysa alıp getirdi, Şems’in
önüne koydu. Filiras köyünde de, tıpkı cennet bağına benzer bir bağı vardı,
hemen onu da satıp parasını Şems’in pabuçları içine döktü. Böyle bir padişah
kendisinden bir şey istediği için ağlayıp sızlıyor; Cenabı Hakk’a secdeler edip
şükürde bulunuyordu.
Bunun
üzerine Şems ona:
“Evet,
Hüsameddin, ben Cenabı Hakk’ın inayetinden ve erenlerin himmetinden böyle ümit
ederim ki; Bu günden sonra en olgun velilerin gıpta ettiği bir makama
erişeceksin ve temiz kardeşlerin kıskanıp sevdiği bir kimse olacaksın. Her ne
kadar Hak erleri hiç bir şeye muhtaç değiller, hiç bir şeyden fakirlik çekmez
ve her iki dünyadan ellerini çekmişlerse de; ilk adımda sevilen, sevenin
sevgisini, dünyayı ve ikinci adımda da ALLAH’tan
gayrı her şeyi terk etmesiyle imtihan eder. Çok isteyen mürid, hiç bir şekilde
muradına yol bulamaz; ancak kulluk ve bol bol vermekle yol bulabilir.”
“Verenler, ALLAH’tan
korkanlar, fenalıktan çekinenler.”
Ayeti
Sıddık-i Ekberin bayrağının tevkii’dir. Sıddıkların (Çok sadık doğruların) da
bu sıddık gibi olmaları lazımdır
ŞİİR
Altınla
dolu keseyi eline al
ALLAH’a
borç veriniz. Ayetine uyarak gel.
Eğer
bir parça altın borç versen
Ona
karşılık yüz bin altın madeni ele geçirirsin.
Şeyhin
yolunda altınlarını feda eden her mürid ve âşık başını da feda edebilir.
Dünyada ihlâs sahibi ve her türlü riyadan duru olmuş âşıklar kalmamıştır
buyurdu.
Derler
ki; Mevlana Şemseddin, Hüsameddin’in önüne koyduğu bütün mal ve paradan yalnız
bir dirhem aldı. Geri kalanın hepsini tekrar Hüsameddin’e bağışladı ve
anlatılmayacak derecede iltifatlarda bulundu. Hüsameddin sonunda öyle bir
makama erişti ve öyle bir sadr (sine) oldu ki; Sineleri açılmış olanlar onun
sadrına baş koydular.
Mevlana
Hazretleri ona; “Arşın hazinelerinin emiri” diye hitap ederdi. Yirmi altı bin
altı yüz altmış beyitten ibaret olan Mesnevi-i Manevi’nin altı cildi de onun
canının sırrının şerhidir ve onun vasfı hakkındadır.
HZ.ŞEMS’İN KONYA’DAN İLK AYRILIŞI
HİKMET VE SIRLARI
Şems-i
Tebrizi’yi ve Mevlana’yı anlamayanlar da, gün geçtikçe işi büyüttüler. Günün
birinde şems, 21 Şevval, 643’de (1225) bir Perşembe günü dedikoduların
artmasıyla ortadan kayboldu.
Şemseddin
Hazretleri, ilk defa kıskançların kıskançlığından ve yakin sahibi olmayan
basiretsizlerin düşmanlığından dolayı Konya’dan ayrılarak Şam’a gitmiş ve uzun
bir müddet orada kalmıştı.
Şems
Şam’da kaldığı sırada haftada bir hücresinden çıkar, başçı (kuzu başı pişirip
satan) dükkânına gider, bir kaç para verir, baş suyundan alıp içerdi. Bir yılı
hep böyle geçirdi. Nihayet başçı O’nun riyazat ehlinden olduğunu ve O’nun bu
zahmete kendi arzusu ile katlandığını anladı. Bir gün Şems’e acıyarak güzel bir
tirit yapıp Önüne koydu. Mevlana Şemseddin, durumunun başçıya malum olduğunu
anlayarak hemen kâseyi bırakıp dışarı çıktı ve Şam’dan hareket etti.
Bir
gün yolda giderken, birden bire karşısına maiyetiyle birlikte süvari bir emir
çıktı. Birbirlerine bakınca emir attan indi, tevazu ile boynunu eğerek. Bir
müddet durup gözyaşı döktü ve sonra yoluna devam etti.
Mevlana
Şemseddin içinden; “Kullarını
nimetlerle cezalandıran ve has kullarına intikamını tahsis eden ALLAH’ı tenzih ederim.” dedi. Hal sahipleri
Şems’ten bu durumu sordular.
Mevlana
Şemseddin:
“Bu
fakir mizaçlı emir, ALLAH’ın velileri zümresindendir.
O, bu elbise içinde şüpheli, anlaşılmaz bir şekilde bürünmüş ve zenginlik
örtüleriyle gizlenmiştir. Bana hal dili ile Halkın işlerini idare etmek için
giydiğim elbise ile ALLAH yolundaki ibadet ve
sülüku birleştiremiyorum. Yüce ALLAH’tan
tamamıyla fakirlik elbisesini giymem ve her şeyden elimi eteğimi çekip, Rahman’ın
hizmetiyle meşgul olmam için dilekte bulun diye yalvardı.”
“Ben
Rabbimden niyazda bulununca; O emirin emirlik elbisesi içinde kulluk etmesinin
gerektiğine, çünkü din ve dünya bayındırlığı işinin onda olduğuna ve orada
nefis meşakkat ve riyazetinin daha fazla bulunduğuna dair işaret geldi. O, bu
hali müşahede edince ağlayarak hareket etti ve vücudunu devlet idaresi ve
kadılık meşakkatini ve halkın zahmetlerini çekmeye hasredip bu emre boyun eğdi.”
demiştir.
Mevlana’nın
emri ile her taraf arandı. Hiçbir iz bulunamadı. Yüce Mevlana, büyük bir keder
içinde idi. Kıyafetini değiştirmiş, mateme bürünmüştü. Istırabından gazeller
söylüyor, muhitinden ayırmadığı neyzenlere ney üfletiyor, SEMA ediyordu. Uyku, durak
bilmiyordu. Zaten Mevlana’nın istirahat ettiği vaki değildi. Bunu daha iyi
belirtmek için elimizde bulunan, fakat kimin yazdığını bildiren sayfası
maalesef kopup gitmiş olan güzel bir kitaptan şu satırları okuyalım:
“Bu
bapta Sipehsalar[13]
der ki: Hazretin kemal-i aşkından mütehassıs kararsızlıklarını,
uykusuzluklarını tavsif edemem. Çünkü istirahat buyurduklarını, uyku uyuduklarını
asla görmedim.
Bir
defa uykusuzluktan kesret-i SEMA ve VECD-ü halattan ashap ve yaranın uykusu galebe
etmişti. Fakat huzuru mübarekelerinde terk-i edep edemediklerinden dolayı
yatmadıkları hazrete malum oldu. Muridan ve mutekidana derece-i nihayede hüsn-ü
ihsan gösterir oldukları cihetle bir müddet murakabeye vardılar. Arkalarını
duvara dayadılar. Başlarını zanu-yu[14]
mübareklerine koydular. Şeyh Mehmet Hadim geldi. Bir büyük ferace getirip
mübarek omuzlarının üzerine koydu. Tekmil vücutlarını örttü.
Vakta
ki ashap ve yaran uykuya vardılar, Hz. Pir kalktı, namaza durdu. Sonra VECD ve cezebat ile aşağı yukarı gezinip istirahat
buyurmadılar.”
HZ. ŞEMS’İN KAYBI İLE MEVLANA’NIN HASRETİ
HİKMET VE SIRLARI
Şems
Hazretlerinin aniden kayboluşu, Mevlana Hazretlerini can evinden yaralamış,
hicran ateşi yüreğini yakarak dağlamıştı. Bir sure hiç bir şey söylemeden
murakabeye dalmış, ayıldığı zaman içindeki volkanın aleviyle kükreyerek;
inlemeye, azgın seller ve dereler gibi coşmaya başlamış, gönül hazinesinden şu
gazeller gözyaşlarıyla dökülmeye başlamıştı..
Ey
Münadi, nerede bir topluluk görürsen bağır
Ey
Müslümanlar: Hiç kaçmış bir kul gördünüz mü?
O’ndan
bir nişane bildirene,
O’ndan
bir nükte söyleyene müjde olarak canımı vereceğim..
“Gel.
Gel ki, ayrılığınla ne akıl kaldı bende ne din. Yaşlı yoksul gönülden karar’da gitti sabır da. Yüzümün
sararmasını, gönlümün derdini can evimdeki yanışı sorma; Çünkü anlatmaya
sığacak şey değil bunlar, gel de gözünle gör. Senin sıcaklığınla pişmiş bir somun
gibi al aldı yüzüm şimdi bayat ekmek gibi ufalanmış, yerlere saçılmışım, gel de
yollardaki topraklardan topla beni... Ayna gibi yüzünden hayaller toplardım,
şimdi ise bak da gör yüzümü; Nasıl sapsarı, nasıl bumburuşuk.”
“Aşk
padişahî her zaman binlerce sahanat, binlerce çile bağışlamada. Fakat:
Cemalinden başka bir dileğim yok, O’ndan yüzünden başka bir şey istemiyorum.
Sevgisinin kemeri, aşkının külahı iki âlemde de yeter bana. Külahım düşerse ne
çıkar, kemerim olmasa ne gam; Sevgilisi, bir seher çağı hasta gönlümü öyle bir
yere götürdü ki, geceden de geçtim gündüzden de, seherden de yok bir haberim
artık.”
“Aşk
delidir amma biz delinin de delisiyiz. Nefis kötülükler emreder, ama Biz onu
çoktan buyruğumuz altına almışız. Ey Tebrizli Şems; Bu seferden dön, gel ALLAH aşkına.. Biz bir tek aşka, senin aşkına
tutulmuşuz; O aşkla oyalanmadayız.”
“Aşk
geldi: Adeta damarlarında, derimde kan kesildi.. Beni kendimden aldı,
sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini (zerrelerini) sevgili kapladı.
Benden kalan bir ad; Ondan ötesi hep O...”
Mevlana
böyle aşk ve cezbe haliyle dalga dalga coşmasına Şems’in bir anlık kaybolması
kâfi gelmiş; O’nun aşkıyla inim inim inleyerek aylarca gözyaşı dökmüş; Esen
rüzgârlardan, uçan kuşlardan haberler sormuş, Şems’in hasret ateşiyle yanıp
yakılmıştı.
O’nun
âhı feryadından, inilti ve gözyaşlarından oğlu Sultan Veled ve etrafındaki
yakınları da perişan olmuşlardı. Eğer Şems’in nereye gittiği belli olsaydı,
hemen oraya gidip yalvarıp, yakarıp tekrar Konya’ya getirmek mümkün olacaktı.
Lakin nereye, nasıl gittiği öğrenilememişti.
Hz.
Şems Konya’yı terk ettikten sonra doğru Şam’a gitmiş bir han köşesine
yerleşmişti. O da Mevlana’nın hasretiyle yanıp tutuşmakta idi. Nihayet
dayanamayarak Hüdavendigar’a bir mektup gönderdi. Mevlana, hiç bir kelimenin
izah edemeyeceği bir şekilde sevince gark oldu. Sema etti ve hemen o gün şu
mektubu yazıp göndererek iştiyakını (hasret ve kavuşma arzusunu) arz ve tam bir
lütufla O’nu dönmeye davet etti.
Birinci Mektup
Selamlardan
ve acınmadan sonra;
ŞİİR
Ey
kalbimizde olan nur! Gel, didinmelerimin ve arzumun sonu, gel.
Hayatımızın
senin elinde olduğunu biliyorsun.
Hayati
kullarına sıkıntı yapma gel.!
Ey
aşk! Ey maşuk! Mâniaları aş ve inadı bırak da gel.
Ey
Hudhud’lerin sahibi olan Süleyman!
Lutf
edipte bizi aramak üzere gel.
Ey
sevmede birinci gelen kişi!
Aşkın
hakikati seni geçip bilinci aldı gel!
Ruhlar
senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat etmedeler:
Miadın
doldur da gel.
Ayıpları
ört, iyilikleri saç;
Cömert
olanların âdeti böyledir gel.
Farsça
“Gel” nasıl derler? “Biya” mi?
Ya
gel ya bizim davetimize hak ver de gel.
Geleceğin
zaman muradımız ne de açılır.
Gelmeyeceğin
zaman da muradımız ne de kesat olur, gel..
Ey
Arab’ın kuşad’ı! Ey İran’ın kubad’ı!
Kalbimi
hatıranla fethedersin gel..
İçim
sana gel deyicidir.
Ey
senin varlığından doğacak varlık gel.
Ey
benim Ay’ım! Senin için ülkeleri dolaştım.
Beni
ve ülkeleri çevrelediğin halde gel.
Sen
yaklaşan ve uzaklaşan güneş gibisin
Ey
kullara yakin olan gel.
Mevlana
Hazretleri bu mektubunu özel bir şekilde Şems Hazretlerine göndermiş, fakat
aylar geçtiği halde hiçbir cevap alınamamıştır. Aradan epey bir zaman geçtikten
sonra cevap çıkmayınca tekrar ikinci mektubu yazmıştır.
İkinci Mektup
Ey
dünyanın zarifi! Selam senin üzerine olsun;
Benim
hastalığım ve sağlığım senin elindedir.
Kulun
derdinin dermanı nedir?
Söyle;
Bu eğer alırsam, senin dudaklarından aldığım öpücüktür.
Eğer
vücudumla senin hizmetine ulaşamazsam,
Ruhum,
kalbim senin yanındadır.
Mademki
sözsüz hitap ulaşmıyor,
O
halde dünya niçin lebbeyk (buyur) la doldu.
Senden
feryadla yine senin önüne gelirim..
Ah,
senden sana karşı yardım isterim.!”
Mevlana
Hazretleri göz yaşlarıyla bu mektubunu da yazarak Şems’e yollamıştır; Lakin
yine cevap yok. Yollar gözleniyor, müjdeciler bekleniyor, lakin yine cevap yok.
Mevlana üzgünlüğünden benzi sararmış, mum gibi eriyerek zayıflamış, perişan
olmuştu.
Yine
de ümidini kesmeyerek üçüncü mektubunu yazmıştır.
Üçüncü Mektup
Vezirin
sadr-i Ali, ömrü yüce olsun,
ALLAH
onun bekçisi ve koruyucusu olsun.
Talihlilerin
ileride görecekleri ne dirlik varsa
Onun
yanında peşin alınmış olsun.
O’nun
tatlılığı ile dolu olan hararetli mecliste,
Donuk
kalpli arkadaş bulunmasın.
Gaybın
kapısında bağları çözülmüş olan canlar,
O’nun
önünde halının nakışları gibi bağlı olsunlar.
Sağında
ve solunda olan devlet, güney ve kuzeyinde de olsun.
Cisim
ve canın istediği vilayette o, her ikisinin (yani cisim ve canın) padişahî ve
valisi olsun.
Şems’i
Tebrizi nakit bir talihtir.
O
bana yeter, O’ndan başkası krediyle olsun.
Mevlana
bu üçüncü mektubunu da yazarak Şems Hazretlerine yolladı.
Şems;
Mevlana’nın ah ve elemine, yalvarış ve yakarışına dayanamayarak üçüncü gelen
mektuba O’da ayni coşkunluk, aynı iştiyakla cevap vererek Mevlana’yı sevindirmişti.
Mevlana
gözyaşlarıyla gelen mektubu okuyor ve Cenabı Hakk’a hamd ve şükürler ediyordu.
Sevinç ve sürurundan:
“Yürüyün
ey erler cananı, bizden kaçan o müstesnayı getirin. Tatlı bahaneler, altın gibi
saf ve güzel nağmelerle o âlimi, o sohbeti hoş, o ay yüzlüyü getirin eve.”
Diye gazeller okuyordu.
Mevlana;
Şems’in mektubunu alır almaz, oğlu Sultan Veled Hazretlerini yanına çağırıp
ona:
“Bir
kaç arkadaşla Mevlana Şemsi aramaya git. Giderken şu kadar gümüş ve altın
parayı da birlikte götür. Bu paraları Şam’da o Tebriz Sultanının ayakkabısı
içine dök ve O’nun mübarek ayakkabısını Rum tarafına çevir. Benim selamımı O’na
ilet ve âşıklara yaraşır secdemi O’na arz et. Selametle Şam’a ulaştığın vakit;
cebel-i Salihiye de meşhur bir han vardır. Doğru oraya git. Orada Mevlana
Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğu ile satranç oynadığını görürsün. Sonunda
oyunu Şems kazanırsa Frengin malını alır. Frenk çocuğu kazanırsa Şems’e bir
tokat vurur. Sen Frengin vurduğunu görünce hata edip kızmayasın. Çünkü o çocuk
Kutuplardan’dır; Fakat o kendini iyi tanımıyor. Onun Şems’in sohbetinin bereket
ve inayeti ile halinin olgunlaşmasına çalışması ve onun müridi olması lazımdır.”
Dedi ve dördüncü mektubunu da yazarak verdi.
Dördüncü Mektup
Ezelden
beri diri, bilgiç, Kadir ve kayyum olan ALLAH’a yemin ederim ki;
O’nun
nuru aşkımın mumlarını parlattı da yüz binlerce sırları malum oldu.
Bir
hükmü ile dünya; Âşık, aşk, hâkim ve mahkûmla doldu.
Şems’i
Tebrizi’nin tılsımları içinde O’nun acayip şeylerinin hazinesi saklıdır.
Sen
sefer edeliden beri, mum gibi tatlılıktan mahrum olduk.
Hepimiz
bütün gece mum gibi onun ateşiyle, balından mahrum olarak yanıyoruz..
O’nun
Cemalinin firakı (ayrılığı) içinde vücudumuz virane, canımız da baykuş gibidir.
O
dizgini bu tarafa çevir. Dirliğin filine hortum yap.
Sen
bulunmadan sema haramdır. Eğlence şeytan gibi taşlanmıştır.
O
şerefli mektup ulaşıncaya kadar, sensiz hiç bir gazel söylenmedi.
Nihayet
senin mektubunu dinlemek zevkiyle beş altı gazel nazmedildi.
Bizim
gecemiz, senden aydın bir gündüz olsun. Sen Şam’ın, Ermenistan’ın ve Rum’un
medar-i iftiharısın.
SULTAN VELED’İN HZ.ŞEMSİ GETİRMEK İÇİN
ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI
Sultan
Veled Hazretleri o mübarek seyahat için hazırlandı ve yirmi ikbal sahibi
faziletli arkadaşla hareket etti. Mübarek Şam’a ulaşınca babasının tarif ettiği
han’a gelip atlarından indiler ve tam bir edeple, Şems’in bulunduğu hücrenin
kapısı önünde durdu. Şems’i ve Frenk çocuğunu Mevlana Hazretlerinin tarif
ettiği gibi satranç oynar gördüler. Hep birden baş koyup itaat gösterdiler. O derece
ki Frenk çocuğu:
“Ben
böyle bir büyüğe karşı niçin terbiyesizlik ettim.” Diye korkusundan
rengi kaçtı.
Mevlana
Şems, Sultan Veled hazretlerini haddinden aşırı derecede öpüp okşadı ve Mevlana
Hazretlerini sordu. O da babasının selam ve hürmetlerini gerektiği gibi arz
edip bütün Altın ve gümüşleri Şems’in mübarek ayakkabısı içine döküp özürler
diledi.
Rum’daki
bütün arkadaşların baş koyup tövbe ettiklerini ve hadsiz hesapsız istiğfarda
bulunduklarını, yaptıklarına pişman olduklarını ve bundan böyle terbiyesizlik
yapmayacaklarına dair karar verdiklerini, kıskanmayacaklarını, hepsinin O’nun
gelmesini beklediklerini söyledi.
Bunun
üzerine, kereminin olgunluğundan ve âlemde herkese şamil olan himmetinden
dolayı icabet buyurup; Konya’ya tekrar hareket etmeye razı oldu.
O
Frenk çocuğu da başını açıp paymacanda durarak insafa gelip iman getirdi ve
Şems’ten malının yağma edilmesini istedi. Mevlana Şemseddin bırakmadı ve:
“Frengistan’a
git, o ülkenin azizlerini şereflendir., o cemaatin kutbu ol, bizi de duadan
unutma.” Dedi.
Sultan
Veled ve arkadaşları yolculuk için hazırlandılar. Sultan Veled Hazretleri
bindiği rahvan atı Şems’in önüne çekip onu bindirdi ve o mana şehsuvarının
üzengisi yanında yaya olarak hareket etti. Hz. Şems ile birlikte Şam kapısından
Konya’ ya yöneldiler.
VELED’İN HZ. ŞEMS’İN MAİYETİNDE ŞAM’DAN
KONYA’YA İKİNCİ GELİŞİ
İmama
uyan kişinin imama erişmesi için Veled, Dımaşk ilinden Rum İline döndü.
Onun
maiyetinde, zorla değil, gerçeklikle, canla – gönülle yelip yürümedeydi.
Padişah
ona, sen de filan güzel, iyi yürüyüşlü ata bin dedi.
Veled
ey padişahlar padişahı dedi; seninle aynı tarzda olmak elimden gelmez.
Hem
padişah ata binsin, hem kul; layık değil bu, sakın söyleme bunu, nasıl olabilir
bu.
Atlı
olmak sana değer padişahım; çünkü sen sevgilisin, bense aşıkım.
Sen,
gerçekten de efendisin, bense kulum; hatta sen cansın, ben seninle diriyim.
Benim
yaya gitmem, senin ardında başımı aya yapıp koşmam gerek.
Böylece
Veled, bir aydan fazla bir müddet yayan-yapıldak yürüdü; kimi inişte, kimi
yokuşta, durmaksızın yol aldı.
Yol,
yolculuk güçtü ama kolay göründü; çünkü o zahmet, definenin kapısındaki kilidi
açmıştı. Yolda O’ndan binlerce sır duydu; göğün de ardından yüzlerce âlem
gördü.
Hiç
kimseye bu nasib olmamıştır; onun her ihsanından yeniden yeniye sevinmedeydi.
Mevlana’nın
tapısına eriştikleri zaman, Mevlana’nın ektiği bütün zahmetler, eziyetler
kutluluğa döndü.
İki
padişah da secdeye vardı; beden canı görünce ne hale gelir, nasıl olur; tıpkı
onun gibi.
Görünüşte
ikiydiler ama sen bir bil; anlam yönüne gidersen bir can olduklarını anlarsın.
İki
dostun arasındaki sevgi yüzünden onlar, sazdaki iki tel gibi birleşir –
giderler.
Tek
tel, bir iş göremez; tel iki oldu mu daha hoş olur.
Bir
adamın yarısını kessen, onun varlığından bir şey elde edemezsin.
Birbirinin
olgunluğunu tamamlayan iki oluş, onun iç yüzüne bakarsan birliktir.
Dostluk,
aynı cinsten oluşa delildir; cin nasıl olurda insana meyleder.
Gökte
her melek, meleği arar; şeytan nasıl olurda hurinin peşinde koşar?
Aşk
erleri bölük bölüktür ama hepsi de bir denizin dalgalarıdır.
Görünüşe
kapılırsan sayı meydana çıkar; ama anlama erersen hepsi de bir olur.
Beden
yönünden, aşk bakımından sayılıdır onlar, ama aşk yolunda hepsi de bir bahardır
ancak.
Bahar
mevsimi gibi ruhları birdir de bedenleri, sayılı ağaçlara, yapraklara benzer.
Şu
halde cana bak, bedene değil; bak ta birlik dünyasında çadır kur.
Erenlerin
hepsi de bir candır, bir bedendir, bir sıfatta incilerdir onlar; hepsi de
ışığın parıltısıyla bir Ay’dır ancak.
Oğul,
yolları çeşit, çeşittir ama bundan geçneliği-niteliği bırak; neliksizdir-niteliksizdir
onlar.
Âlem
halkı erenlerin sırlarına erişemez; halk yer ehlidir. Göğe ağamaz.
Erenlerin
yolları candan da ötedir, bedenden de; onların aşk denizinde ne biz vardır, ne
ben.
Hoş
bir tarzda birbirlerini kucaklamışlardır onlar; öpüşlerinde de bir son yoktur.
Efendim
Ve böylece; Şam’ın kapısından, Konya’ya kadar o padişahın hizmetinde tam bir
aşkla yaya olarak koştu ve dedi:
Yüz
binlerce asırda yaya yürüyen gök, senin gibi bir biniciyi zamanın meydanına
getiremez.”
Sultan
Veled Hazretleri epeyce uzun suren bu yolculukta Şems Hazretlerine son derece
tazim ve hürmetle hizmet etmiş, Şems Hazretleri ise; ilahi sohbetleriyle,
himmet ve teveccühleriyle Sultan Veled’in gönlünü süslemiş, kerametler
göstermiş, manevi sırlarını vermişti. Sultan Veled Hazretleri yolda müşahede
ettiği binlerce olağan üstü şeyler ve kerametlerden sonra Konya civarındaki
Zincirli Han’a gelerek, orada konaklamışlardı. Sultan Veled, adamlarından
birini önden gönderip (geldiklerini) Mevlana Hazretlerine bildirdiler.
Mevlana
Hazretleri Şems’in geldiğini haber alınca sevincinden, gelen haberciye, üstünde
başında ne varsa hepsini vermiş, gözyaşları ile şu gazelleri söyleyerek etrafındakilere
sesleniyordu:
Yollara
sular dökün
Bahçelere
müjdeler verin
Bahar
kokulan geliyor
O
geliyor, O Ay parçamız, canimiz, yârimiz geliyor.
Yol
verin, acilin, savulun.
Beri
durun, beri,
Yıldızı
apaydınlık, ak pak
Bastığı
yerleri aydınlatarak O geliyor,
O
Geldi, dostlar Güneşim.
Ayım
geldi O gümüş bedenlim,
Altın
tenlim, Gözüm, kulağım, canim geldi.
Başım
sarhoş, İçim bir hoş..hoş bugün
Sabahlara
dek olduğum,
Bir
demet gül gibi yoluna döküldüğüm,
Servi
hiramanim geldi.”
Bak
ALLAH
aşkına
Bak
şu baharın şevkine..
Ey
güneş; dökül-saçıl serapa
Sevgilim
gibi cömert
Bir
tohum gibi fışkıracak
Bedenimdeki
kuvvet
Kükremenin
tam çağı
Aslanım
geldi.
Den
dindi, acılar unutuldu birer birer,
Şu
er şu güle benzeyen,
Ne
bileyim şekere, bala benzeyen,
Cananım
geldi.
Ey
Tebrizli şems,
Ey
gözümdeki nur
Beni
benden aldılar bugün,
Kurulsun
dernek-düğün.
Altun
tenlim, Gümüş bedenlim, dilim, dilberim geldi.
Mevlana
Hazretleri aylarca hasretini çektiği, aşkıyla yanıp tutuştuğu, gönül dostu olan
sevgilisi; Şems’i Tebrizi Hazretlerini karşılamak üzere Konya’nın bütün sokak
ve caddelerinde tellallar bağırtarak şems’in geldiğini halka ilan ederek
duyuruyordu.
Mevlana
Hazretleri, şehrin ileri gelenleri ve toplanan bütün halk ile birlikte Şems’i
istikbal (karşılama) için kaleden dışarı çıkarak aziz misafiri bekliyorlardı.
O
gün kuşluk vaktine doğru, Şems’i Tebrizi Hazretleri bir ehrama bürünmüş atın
üzerinde, Sultan Veled ise yaya olarak atın başını çekiyor, diğer bütün
arkadaşları da Şems’in sağ ve solunun biraz gerisinde yer almışlar ağır, ağır
geliyorlardı; Bu muhteşem manzara herkesi heyecanlandırmış aşka getirmişti. İki
sevgili bir birlerine yaklaştıkları zaman; Naralar, tekbir sesleri yükselerek
arz ve semayı doldurmuş... Şems atından inerek Mevlana ile Leyla ile Mecnun,
Hızır ile Musa misali bir birlerine kavuşarak kucaklaşmış, tek vücut olarak,
gözyaşlarıyla bir birlerinden geçmişlerdi. Böylece iki deniz biri birlerine bir
daha kavuşarak, manevi karışmışlardır. O anda vahdet tecelli etmiş, madde ile
mana, âşık ile maşuk bir vücut olmuşlardı.
Bu
ilahi sahne devam ederken Sultanın askerleri bayraklarını kaldırıp, nekkareler
çalmış, güyendeler nadir gazeller söyleyerek, müritler sema yaparak sevinçler
göstermişler, şenlikler yapmışlar; Konya bugün sevgilinin kutlu kademi (ayağı)
ile şeref bulmuş, manevi feyiz ve nurlarla dolmuştu.
İkinci
defa buluşan ALLAH’ın
âşıkları; şems ve Mevlana ile etrafında emirler, bilginler, talebeler, müritler
ve diğer bütün halk’la birlikte Mevlana’nın medresesine doğru hareket ettiler.
Medreseye gelince iki sevgili kendilerini istikbal (karşılama) için gelenleri
hürmetle ve tebessümle selamlayarak odalarına çekildiler.
Şems’i
Tebrizi Mevlana’ya Sultan Veled’in, gerek yolculukta ve gerekse diğer
zamanlarda göstermiş olduğu hürmet ve hizmetlerinden son derece memnuniyetini
belirterek;
“Şimdi
benim ALLAH’ın vergisi iki hal’im vardır; Biri
başım, öteki sırrımdır. Başımı tam bir samimiyetle Mevlana’nın yoluna feda
ettim. Sırrımı da Sultan Veled’e verdim. Mevlana hazretleri bu hale şahit
olsun, zira eğer Sultan Veled’in Nuh Aleyhisselam kadar Ömrü olsaydı ve hepsini
ibadet ve riyazete harcasaydı; Yine de, bu yolculukta benden ona ulasan sır
kadar sırra müyesser olmazdı. Sizden de nasiplere nail olacağı ve bir Pir’in
olgunluğuna ulaşacağı, büyük bir şeyh olacağı umulur. İnşallah.”
Buyurdu.
Sultan
Veled Hazretleri şöyle anlattı:
—Bir
gün, Babam Hazretleri Mevlana Şemseddin Hazretlerinin ululuğu hakkında hadden
aşırı medh (övme) ve senalarda bulundu. O’nun büyüklüğünden, derecelerinden,
türlü kerametlerinden, ALLAH’a olan yakınlığından ve anlatılamayacak daha
öyle garip hallerinden bahsetti ve o kadar şeyler söyledi ki bütün dostlar
hayran kaldılar. Sonra şu beyti okudu:
“Ayağı
ruhların üstünde olan Şems’i Tebrizi’nin bastığı yere, ayağım değil başımı koy.”
Ben
de, Şeyhin herkesin içinde bana bulunduğu iltifatların verdiği sevinçle koşarak
Şems’in hücresine gittim; Başımı ayaklarına koydum. Mübarek elini öpüp yüzüme
gözüme surdum, kendisine öyle aşk ve sevgi gösterdim ki; O da benim bu
hareketlerimden hayrette kalarak:
“Bahaeddin!
Sana ne oldu? Fazla lütuflarda bulunuyorsun. Gönlümü almak için sevgiler
gösteriyorsun. Senin böyle dilenciye yaraşır bir harekette bulunduğun yoktu; Bu
neden icap ediyor?” dedi.
Ben
de:
—Babam
büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki, hepimiz deli olduk. Eğer bin sene
ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve hizmetlerimin
hepsi de kabul edilse, yine muhlis kulunuzun kalbinde layıkıyla hizmet
edememekten dolayı bir ukde kalır dedim ve şu şiiri okudum:
Dünyanın
en büyük galip padişahı senin acılı bir kölen;
Zembili
elinde, avuç açmış bir dilencindir.
Felek
yüz yıl senin kapının toprağının hizmetinde bulunsa
Yine
de senin bir günlük hakkini ödemiş olmaz.
Bunun
üzerine şems:
“Mevlana’nın
benim hakkımda buyurduğu doğrudur, doğru değil diyemem. Fakat ALLAH’ın adına tekrar tekrar yemin ederim ki; Yüz
binlerce benim gibi şems’i Tebrizi O’nun büyüklük güneşi karşısında bir
zerreden başka bir şey değildir.” Dedi.
ŞİİR
Senin
ışıkları âlemi kaplayan güneşinin ışığı karşısında
Hesaba
katılmayan bir zerre varsa, o da biziz.
Sonra:
“Ben
şu kadar mükaşefeye nail olduğum, süluk padişahlarını seyrettiğim, ilahi
nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım, Özel hüküm olan
gayb âlemlerini gördüğüm halde; Mevlana’nın kabına yetişemedim. Artik O’nun
hakikatine kim erişebilir.” Diye ilave etti.
Şems’in
ilk Konya’ya geldiği sıralarda kendisine muhalefet edenler, gönlüne dokunup
incitenler, şimdi artık hakikati anlamışlar ve birer birer gelip Şems
Hazretlerinden özür dileyip af niyaz ediyorlardı. Hatta sohbet meclislerine
davet edip ikram ve itaat ediyorlardı.
Bir
defasında Alâeddin tepesinin kuzeyinde, Karatay Medresesinin tamamlandığı gün,
medresenin banisi (yaptıran hayır sahibi) Emir Celaleddin Karatay Hazretleri,
yaptırmış olduğu bu renk renk çinilerle müzeyyen (süslenmiş) medresede büyük
bir toplantı yapmış, şehrin ileri gelen bütün emirlerini, bilginlerini,
şeyhlerini davet etmişti. Şems ve Mevlana da bu toplantıya davet edilmişlerdi.
Şems Hazretleri medresenin eşiğine oturmuş huzura dalmıştı.
Mecliste
sohbet bir hayli devam etmiş, muhtelif meseleler
konuşulmuş. Bir ara, “Başköşe neresidir?” Sorusuna gelince.
Mevlana Hazretleri:
“Bilginlerin
başköşesi, sofranın ortasıdır; Ariflerin başköşesi, bir zaviyenin herhangi bir
köşesidir; Sofilerin başköşesi ise sofanın kenarı ama âşıkların mezhebinde
başköşe, dostun canının yanıdır.”
Diyerek
yanından kalktı, halkın hayret dolu bakışları altında gidip Şems Hazretlerinin
yanına oturdu. Bu hareketiyle Şems’e olan sevgisini, aşk ve muhabbetle
bağlılığını göstermiş oldu.
Şems
ve Mevlana’nın da iştirak ettiği böyle ilahi meclisler Konya’da epey bir zaman
devam etti.
Şems’i
Tebrizi Hazretleri bu gelişinde Mevlana’ya daha çok hâkim olmuş, himmet ve
teveccühleriyle olgunlaştırmış, aşk ve muhabbet ateşiyle pişirmiş, ilahi nur ve
feyiz deryasından kadeh kadeh içirerek ebedi saadete, sonsuz huzura erdirmiş;
Hakk’a vuslatı sağlamıştı.
Şemseddin Hazretleri Mevlana’nın manevi
işareti ve davetiyle tekrar Konya’ya gelerek şereflendirdi. Mevlana ve
yakınlarının hasret ve üzüntülerini giderip sevince gark etmişti. Bir kaç ay
sıkı fıkı tekrar sohbet ettilerse de; Yine Şems’in geldiğini duyan manasız
kıskançlar bu vaziyetten dolayı sıkılarak
bu geniş dünyayı başlarına dar etmeye başladılar. Bunun üzerine Şems, ikinci
defa olarak kayboldu ama bu sefer kıskançlar harekete geçtiler, dedikodu
başlattılar.
ŞEMS’İN İKİNCİ
SEYAHATİ İÇİN
İZİN İSTEMESİ
İkinci gelişinde tam altı ay Şems ve
Hazret-i Mevlana medresedeki bir derviş hücresinde halvete çekilmişlerdir.
İnsanlık gereği olan yemek ve içmek, başlıca ihtiyaçlardan uzak bir yaşantı sürdürüyorlardı.
Yanlarına kuyumcu Salahaddin Zerkubi ve Sultan Veled’den başka hiç kimse
giremiyordu. Öte tarafta Şems’i sevmeyenler onu fırsat buldukça küçümsemektan,
hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems bu saldırılara biraz katlandı,
ses çıkarmadı. Belli ki çok sıkılmıştı. Hz. Mevlana Celaleddin Rumi’ye:
“Gözümün Nuru, bunlar bayağı huzurumuzu kaçırdılar.
Bendeniz 40 gün kadar bir seyahate çıkmayı uygun görüyorum” diye
buyurdu.
Şems Mevlana’yı Mevlana yapmak
için manen vazifeli olarak Konya’ya gelmiş ve durmadan vazifesi ile meşgul
oluyordu.
ŞEMS’İN KİMYA HATUN İLE İZDİVACI
HİKMET VE SIRLARI
Rivayet
edildiğine göre Mevlana Hazretleri Şems’in kendisinden ayrılmaması Konya’da
kalması ve yerleşmesi için, yanında terbiye ederek büyüttüğü Kimya ismindeki,
melek huylu, zahir ve batın edepleriyle süslü, gayet güzel evlatlığı ile
evlendirmiş, medresenin sofası perdeyle bölünerek oda haline getirilmiş; Şems
ve hanımına tahsis edilmişti.
Şems
Hazretleri, ismi gibi ahlaken de Kimya olan zevcesi Kimya Hatunu çok sevmiş,
Mevlana’dan sonra ikinci sevgilisi olmuştu. Kimya Hatun ise, kendisini Şems’in
hizmetine vermiş, gece gündüz pervane gibi dönüyor, evden dışarı çıkmıyordu.
Ilık,
latif bir bahar günüydü. Kimya, sevgili efendisini yalnız bırakıp Meram bağlarına
gezmeye gitmişti. Şems’in sıkılmasına tahammülü olmayan Mevlana, yakınlarına
Kimya’yı bulup getirmelerini söyledi. Kendisi de Şems’in hücresine gitti. Fakat
daha kapıdan içeri adımını atıyordu ki Tebrizli Şems’in dizi dibinde Kimya’nın
oturduğunu ve çok tatlı bir konuşma halinde olduklarını gördü; derhal geri
dondu. Şems:
“Gel,
gitme” diye arkasından seslendi. Mevlana tekrar içeri adımını attı.
Amma bu sefer Şems’ten gayri kimse yoktu.
“Kimya
ne oldu?” diye hayretle sordu. Şems-i Tebrizi gülümsüyordu:
“Yüce ALLAH beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma
gelir. Şu anda da Kimya suretinde geldi.” buyurdu.
Ah,
yüce Şems! Bununla neler, neler demek istemiş, ne sırlı hakikatlere işaret
etmişsin. Evet, bir Veliyullah için suretler bahanedir. Veli, ALLAH
Aşkıyla perdeleri yırtmış, Hakkın cemaline kavuşmuştur. Veli için suret aynı
sirettir. Veli için herkes, her şey ALLAH’ın tecelligahıdır. Biz, naçiz idrakimizle bu
noktada daha fazla duraklamaya göz kestiremeyerek,
Arife
eşyada esma görünür
Cümle
esmada müsemma görünür,
Beytini
hatırlayıp, şems’in daha neler buyurduğuna bakalım. Zaten arife bir işaret
kâfidir.
Şems-i
Tebrizi : “Hakiki dost, ALLAH gibi mahrem
olmalıdır. Dostun hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli ve hatasından asla
incinmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan ALLAH
kulların ayıplarından, günahlarından yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle
onların rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur.” Derdi.
Mevlana’nın
Sultan Veled’den bir kaç yaş küçük, ortanca oğlu Alâeddin Çelebi, o günlerde
gene bir delikanlı idi. Evin teklifsiz olan bu oğlu bazen arkadaşlarıyla
birlikte medreseye girip çıkıyor, bu haller ise Şems Hazretlerinin hoşuna
gitmiyor ve üzülüyordu. Bir gün yine medrese avlusuna acılan Şems’in oturduğu
sofanın önünden gecen Alâeddin Çelebi’yi:
“Ey
gözümün nuru; Zahir ve batin edepleriyle bezenmişsin ama benim odamın ve
penceremin önünden geçerken biraz hesaplı hareket etmen icap eder.”
demişti.
Alâeddin
Çelebi ise bu sözlere kırılarak, sertçe:
“Kimin
evini kimden kıskanıyorsun Şeyhim?” Diye cevap vermişti.
Bu
söz o günden itibaren aralarında bir soğukluk doğmasına sebep olmuş, Şems
Hazretlerinin gönlü incinmişti.
Şems’in
ikinci defa Konya’ya gelişinde, bütün Konya halkından pek çokları Şems’in
büyüklüğünü kemalatını anlamışlar ve gelerek kendisinden özür dilemişler,
birçokları da teslimiyet göstererek mürid olmuşlardı.
Bir
kısmı ise şems Hazretlerini sevmemiş, gönüllerindeki kin ve buğzu, kıskançlık
ve adaveti (düşmanlığı) atamamışlar, için için devam ettirmişler, pusuda
bekleyerek fırsat gözlemişlerdi. Bilhassa Alâeddin Çelebinin arkadaşları, bu
hadiseyi duyunca bütün bütüne kızmışlar, bulunmaz bir fırsat sayarak bu haberi
kısa zamanda şehre yaymışlardı.
Şems’e
karşı içinde emrazı (kin ve düşmanlığı) olan asiler bir anda birleşerek
kaynaşmaya, kıskançlıklarından tekrar küstahlık ve taşkınlıklar etmeye
başlamışlardı.
Bir
taraftan muhalifler böyle kaynaşırken, öte yandan Şems ve Mevlana başka bir
âlemde, sohbet ve irşat demlerinin en güzel ve en son merhalelerini
yaşıyorlardı. Artık Mevlana kemale ermiş, varacağı mertebeye varmış ve vuslatı
temin etmiş, Şems’in irşad vazifesi ise sona ermiş; “Bir kemalin zevali vardır.”
atasözünün gereği üzerine Şems’in Mevlana uğrunda başım feda etme zamanı
gelmiş, kaderi İlahiye’nin hükmünü beklerken; Sevgili hanımı Kimya Hatun kısa
bir rahatsızlıktan sonra vefat etmişti. Bu haber de şehre yayılınca Şems’i
çekemeyenler; O’nu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden
kurtarmak için plan kurmuşlar ve bu iş için de yedi kişi seçmişlerdi.
Fitne ve Fesadın Başlaması
Şems-i
Tebrizi’nin Hüdavendigar ile olan manevi alışverişinin eskisinden fazla, daha
derinlerde olduğunu gören fesatlar, kıskançlık ve kötü görüşlerinden ortalığı
tekrar karıştırmaya başladılar. Mevlana’nın ve Şems’in vücut aynalarında
insanlar kendi manalarını, kendi çirkin tabiatlarını gördüler. Fakat ne
demiştir asırlar sonra gelen Ramiz Abdullah Paşa
Hemen
aynı Muhammed’le Ali’dir Şems-u Mevlana.
Ne
yazık ki bunu bilemeyen, göremeyen zavallılar, kazanlarında basit, sathi,
nefsanî görüşlerini, öfkelerini, kinlerini kaynata kaynata yine ortalığı
dumanlara boğdular. Her devirde olduğu gibi
Hz. ŞEMS’İN ANSIZIN ÜÇÜNCÜ SIRLANIŞI
HİKMET VE SIRLARI
Nihayet
1227 senesinde (Hicri 645) bir gece ilahi Güneşin perdelendiği sırların insanı
Hz. Şems’in ortadan kaybolmasına sebep oldular.
Menakıp
kitaplarının bazısında Şems’in çekemeyenleri tarafından şehit edildiği,
bazısında izinin bulunmadığı yazılıdır.
1247
yılı Aralık ayının beşinci perşembe gecesi bu yedi kişi, Mevlana’nın medresesinin
avlusunda ve civarda pusuya girmişlerdi. Şems ve Mevlana ise son sohbetleriyle
bir birleriyle manevi vedalaşırken hücrenin kapısı sert bir şekilde çalındı.
Her ikisi de daldıkları âlemin tatlı sarhoşluğundan ayılarak kendilerine
gelmişler ve kapıya kulak vermişlerdi.
Dışarıdan
bir derviş seslenerek; Şems Hazretlerini dışarıya çağırıyordu.
Şems
derhal yerinden kalkarak Mevlana’nın mübarek yüzüne ateşli gözlerini dikmiş ve
Mevlana’ya:
“İşitiyor
musun? Beni dönüşü olmayan bir davet ile dışarıya çağırıyorlar.” Dedi.
Bir
süre durduktan sonra “İyi bilin ki madde ve mana ALLAH’ındır.” Diyerek veda edip dışarı çıktı,
dışarıda pusuda bekleyen yedi kişi bu fırsattan faydalanarak Hz. Şems’e bıçak
sapladılar. Hz. Şems, gecenin zifiri karanlığında:
“ALLAH” Diye bir sayha attı ki bu sayha ile
saldıran yedi kişinin hepsi de kendinden geçerek bayıldılar.
Saldırgan
yedi kişi kendilerine geldikleri zaman baktıklarında, yerde birkaç damla kandan
başka ne bir iz ve işaret ne de Hz. Şems’i gördüler.
Hazreti
Şems şehitlik şerbetini içmiş, Mevlana’nın aşkı uğrunda getirdiği başını
sahibine teslim ederek ortadan kaybolmuş, böylece ALLAH’ın takdiri yerini bulmuştu.
Şems
Hazretlerinin narasını işiten Mevlana derhal yerinden fırlamış, dışarı çıktığı
zaman kapının Önünde kan lekelerinden başka bir şey görememiş. Heyecan ve telaş
içinde olduğu yere yığılıvermişti.
Bu
işten haberdar olan Sultan Veled ve Hz. Mevlana’nın yakınları dışarı koşarak,
Mevlana Hazretlerini baygın bir vaziyette bulmuşlar, Şems ise ortada yok...
Sadece iz olarak kan lekeleri var.
O
gün sabahtan akşama kadar mana sultanından bir iz elde edilemedi.
ŞİİR:
O
öldü.
Bir
daha kimse O’nu görmedi.
Peri
gibi insanin gözünden kaybolup gitti,
Kendi
hisim akrabasının ve halkın gözünden uzaklaşınca
Anka
gibi dünyada meşhur oldu.[15]
CEVAHİR-ÜL
ESRAR ŞEMS HAKKINDA NE DİYOR?
Kâşanlı
Hüseyin bin Hasan, bize Şems’in sırlı hayatından malumatlar vermektedir:
Şems-i
Tebrizi çok seyahat yapar, gönül erenlerini ziyaret ederdi. Konya’dan ayrılınca
bir gece ansızın Deşt tarafından İran üzerinden Türkistan’a gittiği yol
üzerinde soyguncu sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba Kemal-i Cendî’nin
tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile çıkarmak üzere bir derviş
hücresi verdi. O sırada bir rastlantı eseri olarak Lemeât sahibi İbrahim
Fahreddin Irakî de mürşidi Moltanlı Zekeriya’nın tavsiyesi ile Baba Kemal’in
tekkesine gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin, her
günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu; bunları besteleyerek
şeyhine sunuyordu. Fakat Şems-i Tebrizi duygularını onun gibi açıklamıyordu.
Bir gün şeyhi, “Oğlum Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilahi
sırlardan bir şeyler anlatmaz mısın?” dedi. Şemseddin şu cevabı verdi: “Ben,
ondan daha çok müşahade ve tecellilere şahit oluyorum. İbrahim bu işte gerekli
terimlere ve bilgilere sahip olduğu için duygularını uygun sözler ve deyimlerle
anlatabiliyor, bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor. Fakat bende bu cihet eksiktir.”
“Bardağa
dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar
Âlemin
neresinde bir gönül derdi varsa, onları bir araya topladılar adına aşk dediler.
Diyelim
ki âşıklar sırlarını açıkladılar ama Irakî’nin adını niçin kötüye çıkardılar?”
İbrahim
Fahreddin’in bu gazelini Şems, gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan
pek hoşlanır, gözyaşı dökerdi.
Bu
cevap üzerine Baba Kemal sana öyle bir sohbet arkadaşı verilecektir ki, o ilk
ve son hakikatleri senin adına dile getirecektir.
İbrahim Fahreddin ve Şems’in Cendli Baba Kemal’den
feyz aldıkları anlaşılmaktadır.
İbrahim
Fahreddin Irakî’nin irtihali hicri 688’dir.
Tezkirelerin
anlattıklarına göre Şems Hindistan’a gitmiş, Moltan şehrine yerleşmiştir.
Moltan şehrinde bir makamı olduğu rivayet edilmektedir. Fakat son zamanlarda
Hindistan’dan hacca gitmek üzere ayrılmıştır. Rivayete göre Şems-i Tebrizi
Konya’dan bir gece ansızın ayrılarak Şam’a döndüğü oradan Tebriz’e gittiği Hakk’ın
rahmetine kavuşarak Gecil kabristanına sırlandığı, değerli bilginlerimizden
Mütercim Asım Efendi’nin araştırmalarından anlaşılmaktadır. Allah’ın rahmeti
hepsine şamil olsun.
Bu
kayboluş vakıasının rivayetleri çeşitlidir. Doğrusunu ALLAH bilir. Bizce mühim olan, Hz.
Şems’in vazifesini tamamlamasıdır. Mevlana’nın Aşk ateşiyle, o dayanılmaz
ıstırap ve kederle yanıp kül olmaya terk edilişidir.
Şems’in
kayboluşundan sonra Mevlana yine her tarafı aratmış, bizzat Şam’a gitmiş, boş
dönmüştür.
Şimdi
bir lahza duralım ve “Mademki Mevlana kesif ve keramet sahibi idi,
neden Şems’in ne olduğunu bilmedi,” seklinde akla gelecek bir suali
soralım. Cevap olarak, Mevlana yine kendisi mesnevi’sinde Kuran’daki Yusuf ve
Yakub (aleyhisselâm) kıssasıyla açıklıyor.
“Mevlana’nın
Şems’i araştırması bahsine gelince, Hz. Şems’in gaybubeti üzerine, nereye
gittiğini ve ne olduğunu keşfetmek Mevlana gibi mukaşefe ve kerameti güneş gibi
zahir büyük bir ALLAH
Velisi için işten bile değildi. Lakin Mevlana, o canı mesabesinde olan Şems’ini
birdenbire kaybedince, Mesnevi’de:
Şerh-i
in hicran u in hun-i ciğer
Diye
yana yakıla anlattıkları, o çok elemli bir anda, mukaddes gönüllerindeki aşk
ateşinin alevlenmesiyle ve iştiyak denizinin coşmasıyla hâsıl olan VECD ve
incizapları, gölge gibi kalan mukaşefe hatırasını mübarek sinelerinden yaktı,
götürdü de son dereceyi bulan Aşk ve iştiyakının istiğrak içinde hemen canla
basla Şems’ini aramaya koştu. Yalnız onu arama, bulma duygu ve heyecanlarının
acıklı hatırasından başka bir şey düşünmedi.
Bu
hal Velilerde olduğu gibi Peygamberlerde de görülmüştür. Nitekim Yakup
Peygamber, sevgili Yusuf’unun ayrılığı ile Aşk ateşi birdenbire gönlünde
parıldayınca Yusuf’unun yanı başındaki kuyu içinde olduğunu keşfetmedi de ta
Mısırdan gömleğini getirmekte olan kervan daha oradan ayrılır ayrılmaz:
“Ah,
Yusuf’un kokusunu alıyorum![16]“
Diye
Yusuf’unu haber verdi. Çünkü o zaman Yakup’un gönlündeki aşk ateşi ayrılığının
ilk anındaki kadar ateşli değildi
Mevlana
Şems’in lafını edenlere, “Filan yerde gördük,” diye konuşanlara üstündeki
cübbesini bağışlıyor, “Bu senin yalanına armağan, doğru olduğunu
bilsem canımı verirdim” diyordu. Güzel gözleri uykusuzluk ve gözyaşından
kan içindeydi. Gazellerinin, rubailerinin en yanıklarını söylüyordu:
Senın
aşkından her tarafta uykusuzluk var
Gece
senin zülfünden amber saçıyor.
Ey,
tebrizli ezel ressamı!
Benım
gönlumun karar bulması için gece
Her
tarafta senin resmini yapıyor.
Mevlana
için Şems cihanı kaplamıştı. Âşıklar Sultanı’nın Şems’ten sonraki halini, yanıp
yakılmalarını daha iyi anlatabilmek için Veli oğlu Sultan Veled’in şu
satırlarını da kaydedelim:
Hiç
bir zaman, bir dakika bile
Musiki
dinlemesi, SEMA
etmesi sona ermedi.
Müftü
idi, şair oldu. Zahit idi, aşkla sarhoş hale geldi.
Üzüm
şarabı değildi; Işık saçan can, yalnız nur şarabını içer.
Biraz
evvel, Mevlana için Şems cihanı, kâinatı kaplamıştı dedik. Aşk ateşiyle varlığı
eriyen ve Bir’lik sırrına eren Mevlana, Hakkın tecelligahı olan Şems’in
manasını artık gayrı da değil, kendi varlıksız Varlığında buluyordu:
Gönlümün
içindeki ve dışındaki hep O’dur.
Tenimdeki
can, damar ve kan hep O’dur.
Artık
o yere küfür ve iman nasıl sığar?
Keyfiyetsiz
olan benim vucudum hep O’dur.
Diğer
bir rubaisinde:
“Âşıklık
sozunu ilk defa işitince canı,
gonlü ve gözü onun yoluna koydum. Dedim ki sevenle sevilen iki ayrı varlık
mıdır, aslında ikisi de birdir. Ben şaşı idim.”
Yine
bir başka rubaisinde sırları aşinalarına şöyle açıklıyordu:
“Senin
elinin, gözünün, ayağının iki oluşu doğrudur; fakat gönül ve sevgilinin iki
olması hatadır. Sevgili bir bahanedir. Sevgili ALLAH’tır.”
Âşıklar
sultanı bu şiirleri ile surette manayı gördüğünü, sevgili perdesinden sevilenin
Hak olduğu hakikatini, Tevhid makamında ikilikten eser kalmadığını
bildiriyordu. İki görmenin, tefrikanın şaşılıktan ileri geldiğini ve şirk sayılacağını
haber veriyordu. Sonradan etrafında Şems’i merak edip görmek arzusunda
olanlara:
“Eğer
Şems’i göremedinizse, babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki, saçının her bir
telinde binlerce Şems’i Tebrizi olan birine yetiştiniz.” diyordu. Bir şiiri de şöyle idi:
Her
ne kadar tenle ondan uzağım amma
Tensiz
ve ruhsuz her ikimiz bir ruhuz.
Ey,
arayan, ister onu gör, ister beni.
Ben
O’yum, O ben..
Bir
gün birisi Medresenin duvarına çivi çakıyordu. Mevlana mani oldu:
“Bu
hücrede Şems-i Tebrizi oturmuştu. Buraya nasıl çivi çakarsın? Bana çivi
ciğerime çakılıyor gibi geldi.”
Âşıkların,
ariflerin sultani şu mısraları ile de Şems’in Hayy olduğunu açıklamıştı:
O
ebedi dirinin öldüğünü kim söyledi?
Ümit
güneşinin söndüğünü kim söyledi?
O
güneş düşmanı dama çıkıp iki gözünü
Kapadı
ve güneş battı, dedi..
Evet,
artık Hz. Şems Mevlana’nın varlığında yaşıyordu.
[1] İnşirah Suresi; Ayet 1
[2] Rahman Sûresi, Ayet 19, 20
[3] Ariflerin Menkıbeleri
[4] Aydınlık Kapı - Ariflerin Menkıbeleri: C. 2 S: 98
[5] İbn-i Hanbel 2, 380
[6] Kutüb-i sitte 5539 -
Müslim, Fiten 19, (2889); Tirmizi, Fiten 14, (2177); Ebu Davud, Fiten 1,
(4252)
[7] Ali İmran Suresi, 74 üncü ayet
[8] Buhârî, Edebü’l-Müfred, nr.
238; Ebû Davud, Edeb, 49;
[9] Nisa Suresi; Ayet 80
[10] Tevbe Suresi; Ayet 119
[11] Tirmizi: Deavat 82
[12] Ahzab Suresi; Ayet 72
[13] Feridun bin Ahmet Sipehsalar, Mevlana
âşıklarındandır. Kırk sene Hz. Pirin yakınında bulunmak şerefine ermiş,
Mevlana’nın menkıbelerini ‘Risale-i Sipehsalar’ isimli kitabında toplamıştır.
Elimizdeki kitabın bu satırlarından müellifin Risale-i Sipehsalardan
faydalandığı anlaşılıyor.
[14] Diz
[15] Mesnevi C.
4 S: 238/835 – 837
[16] Yusuf Suresi, Ayet 94
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar