MEHDİ ALEYHİSSELÂM
Mehdî’nin Sözlük Anlamı
Arapça
kökenli, هدي (doğru yolu bulmak, yol göstermek)
kelimesinden ismi mef’ul olup “doğru yola iletilmiş, hidayete ulaştırılmış,
kendisine Allah Teâlâ tarafından yol gösterilen” anlamlarına gelen Mehdî genel anlamda
kıyametten önce ortaya çıkarak dünyada adaleti, düzeni sağlayacağına inanılan
şahıs olarak tanımlanmaktadır.
Mehdî İnancının Doğuşu
Mehdî inancının doğuşu
hakkında farklı görüşler vardır. Bu görüşlerden birine göre Mehdî inancı ilk
defa Sümerliler’de ortaya çıkmış, Babil ve Mısır’da gelişmeye devam
ederek bu iki medeniyetten dünyaya yayılmıştır.
Diğer görüşe göre ise Mehdî inancı her dinin
kendi içinde tarihi, psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğmuş ve
gelişmiştir. Nitekim Hindliler, Brahma’nın tenasühünde Vişnu’nun vücuda
gelişini ve Hindûluğun Budizme hâkim olacağı dönemi beklerler.
Moğolların da, Cengiz Han’ın ölümünden
önce kendilerini Çin esaretinden kurtarmak üzere sekiz ya da dokuz yüz yıl
sonra tekrar döneceğini söylediğine hâlen inandıkları belirtilmektedir.
Yahudi inancında İlyas
aleyhisselâmın semaya kaldırıldığı ve onun adaleti sağlamak için ahir
zamanda yeryüzüne tekrar döneceği anlayışına karşın Hıristiyanlıkta Hz. İsâ aleyhisselâmın kıyametten önce
kurtarıcı olarak tekrar döneceği inanışı mevcuttur. Her ne kadar Yahudilik ve
Hıristiyanlıktaki Mesih inancı ile İslâm kültüründeki Mehdî inancı tam olarak
örtüşmese de Mesih veya Mehdînin geliş amaçları bakımından ortak oldukları
görülmektedir.
İslâm Kültüründe Mehdî İnancı
İslâm
dünyasında, özellikle Şiî inancında, kurtarıcı anlayışı önemli bir yer tutar.
Şiîlikte başta Hz. Ali b. Ebi
Talib kerremâ’llâhü veche olmak üzere birçok kişi Mehdî olarak kabul
edilmiş, hatta Ali b. Ebi Talib ve Cafer es-Sadık radiyallâhü anhüma gibi
bazılarının ölmediği, tekrar ortaya çıkıp dünyayı ıslah edeceklerine
inanılmaktadır.
1300
yılı [1] itibariyle Şiî inancının
yaygın olduğu kültürlerde dünyayı yenileyecek, karanlıktan kurtaracak en az
dört şahsiyet vardır:
1-Dokuzuncu
yüzyılda ortadan kaybolan, gizli olarak yaşamına devam eden onikinci imam.
2-Hilafeti
döneminde dini yenileyen biri olarak ortaya çıkacak olan onikinci halife.
3-Kıyametten
önce altın bir çağın gelmesine öncülük edecek olan Mehdî aleyhisselâm
4-Yine
dünyanın sonuna doğru askeri başarılar elde edecek olan Hz. İsâ aleyhisselâm
İslâm
dünyasında eylem olarak ilk çıkan Mehdîci hareketler olarak bilinen
askeri faaliyetler, Şiî inancına göre onikinci İmam’ın ortaya çıkacağı iddia
edilen yüzyılda, yani hicri 13. yüzyılda görülmektedir. Söz konusu
Kuzey
Nijerya (1804)
Hindistan
(1820, 1828 ve 1880)
Java
(1825)
İran
(1844)
Cezayir
(1849, 1860 ve 1879)
Senegal
(1854)
Sudan (1881)
Osmanlı toplumunda da Mehdî inancı
Osmanlı
Anadolusu’nda Mehdîci hareketler olarak kabul edilen Rafızî isyanları önemli
yer tutmaktadır. Bu hareketlerin Türkiye tarihindeki ilk örnekleri 1240
yılındaki Babaî ayaklanması, son örneği ise 1665 tarihindeki Seyyid
Abdullah isyanıdır.
II.
Bayezid zamanında Safaviler’in tahrikiyle Teke yöresinde çıkan 1511 deki Şahkulu
isyanı, 1520’de aynı yöredeki Bozoklu Celal (Şah Veli) ve 1527
tarihli Şah Kalender isyanları ihtilalci Mehdîci hareketlerin önemlileri
olup 1525-1528 tarihleri arasında Adana ve Orta Anadolu’da ortaya çıkan küçük
çaplı hareketler de vardır.
Bu
hareketlerin yöneticilerinin tamamına yakını, döneminde yöre halkı tarafından
şeyh olarak görülmüştür. Bu kişiler kendilerini Mehdî ilan etmeden evvel,
bir mağaraya çekilerek uzun bir süre inziva hayatı yaşar. İnzivadan çıktıktan
sonra Allah Teâlâ ile temas kurduklarını ve O’nun kendisini görevlendirdiğini
açıklayarak Mehdîliklerini ilan edip ayaklanmayı başlatırlar.
Bunun saydıklarımızın
yanında Osmanlı padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın Mehdî-i ahir ez-zaman (son zamanın Mehdîsi) olarak sıfatlandırılmıştır.
Aynı şekilde ünlü tarihçi Peçevi İbrahim Efendi de (hyt. 1059/1649?) IV.
Murad’ı (1622-1640) Mehdî-i ahirzaman olarak vasıflanmaktadır.
Hadislerde Mehdî İnancı
Gerek
İslâm dünyasında, gerek Osmanlı toplumunda kıyametle bağlantılı karakterlerin
en önde geleni olan Mehdî Kur’an’da
zikredilmezken, güvenilir hadis kitapları olarak kabul edilen altı hadis
kitabında ise Mehdî ile ilgili sınırlı sayıda hadis vardır. Bu hadislere göre
dünyanın tek günlük ömrü kalsa bile Allah Teâlâ’nın o günü uzatarak, adı Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adına, babasının adı Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin adına uygun olarak (Ebu Davud 1992: Mehdî 1,IV,
474; Tirmizi 1992: Fiten 52, IV, 505) Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin zürriyetinden gönderilecek olan (Ebu Davud 1992: Mehdî 1, IV, 474-5;
İbn Mace 1992: Fiten 4085, II, 1367) Mehdî, daha önce zulüm ve haksızlıklarla
dolu olan yeryüzünü adalet ve insafla dolduracaktır. Mehdî fiziki olarak geniş
alınlı olup ince uzun burnunun ortası biraz yüksektir ve yedi sene hükmeder
(Ebu Davud 1992: Mehdî 1, IV, 474-5).
Yine
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Mehdî ile ilgili şu söz
atfedilmektedir:
“Horasan
tarafından bayraklar çıktığını gördüğünüzde, kar üzerinde sürünerek de olsa. O
bayraklara katılınız, zira içerisinde Allah’ın halifesi Mehdî vardır”
Mehdî’nin Çıkışının Alametleri
Mehdî öncesi devirde
dünyada erkeklerin azalacağı, kadınların çoğalacağı, emanete hıyanetin
artacağı, içki ve bidatlerin çoğalacağı, idare işlerinin ehil olmayanlara
verileceği, erkeklerin karısına itaat edip annesine isyan, dostuna iyilik
babasına eziyet edeceği, kişiye kötülüğünden korkulduğu için saygı
gösterileceği. Ayak takımlarının başa geçeceği, zelzele ve harp felaketlerinin
görüleceğine dair fikirler ileri sürülmüştür. Bunun yanında Mehdî’nin gelmekte
olduğunu gösteren işaretler hakkında da çeşitli bilgilere rastlanmaktadır.
Bu
alametlerden bazıları Fırat nehrinden altın bir dağ çıkması. Ramazan ayının ilk
gecesinde ay, on beşinci gününde güneş tutulması, sık sık depremlerin meydana
gelmesi, doğudan büyük bir ateşin çıkması, her tarafı aydınlatan kuyruklu
yıldızın doğması. Hz. Ali kerremâ’llâhü
veche neslinden büyük cüsseli, gözünde siyah bir nokta bulunan Şam
tarafında Yabis denilen bir yerden Süryani’nin çıkmasıdır. Mehdî çıkmadan önce
milletler arasında ticari yollar kapanacak, insanlar arasındaki fitne
artacaktır. Değişik ülkelerden birçok âlim beraberindeki 310 kadar insanla,
birbirinden habersiz şekilde Mehdî’yi aramak üzere yola çıkacak ve sonunda
herkes Mekke’de buluşacaktır. Birbirlerine niçin geldiklerini sorduklarında.”
Fitneleri
önleyecek ve Kostantiniyye’yi (İstanbul) fethedecek olan Mehdî’yi arıyoruz” derler. Ayrıca Mehdî
gelmeden önce doğudan ışık veren bir yıldız görüneceği. Ramazan da iki defa ay
tutulacağı, semadan bir sesin onu sesiyle çağıracağı ve bu sesi uykuda bile
olsalar herkesin duyacağı da iddia edilmektedir. Mehdî çıktığında, onun gerçek
Mehdî olduğuna dair işaret sayılabilecek olayların da ileri sürüldüğü
görülmektedir. Mehdî çıkarken başında bir sarık olacak ve bir tellal “Bu
Allah’ın halifesi olan Mehdî’dir. Ona uyunuz” şeklinde nida edecektir.
Mehdî’nin Çıkış Zamanı
Muhyiddin
ibn Arabi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Fatıma evladından olacak olan Mehdî’nin hicretten خــجــف yıl sonra,
yani ebced hesabıyla (Hı=600)+(Cim=3)+(Fe=80)=683 yılında zuhur edeceğini iddia
etmiştir.
Bu
tarih geldiğinde Mehdî görünmeyince bazıları bu tarihin Mehdî’nin doğum tarihi
olduğunu, onun hicri 710 yılından sonra ortaya çıkacağını, dolayısıyla 683
yılında doğan Mehdî’nin 26 yaşında olacağını söylemişlerdir. [2]
İmam
Şa’rani de Mehdînin h.1255 yılı Şaban ayında çıkacağını söylemiş, tarih aksini
göstermiştir.[3]
Bistâmî,
Cifr’ul Câmî adlı eserinde Mehdî’nin çıkış tarihi ile ilgili şu hesaplamayı yapar:
Besmeledeki harflerin ebced hesaplamalarına (küçük ebced) göre sayısal değeri
784’tür. Mehdî’nin çıkış tarihi hicri 784 olarak düşünülse de bu doğru
değildir. Çünkü bu hesaplamada sadece harflerin değeri toplanmıştır.
Hesaplamada harflerin okunuşundaki sayısal değerlerin (büyük ebced) göz önüne
alınması gerektiğini ileri süren yazar, bu hesaplama ile 1392 ve 1403 olmak
üzere iki sonuca ulaştığını belirtmekte ve Mehdî’nin çıkış tarihinin hicri
takvimine göre bu tarihlerin olabileceğini savunmaktadır. Ayrıca sonraki
sayfalarda Hz. Ali kerremâ’llâhü
veche ye atfedilen bir sözü aktarmaktadır:
“Besmeledeki
harflerin sayısı hicri yıla göre tamamlansa İmam Mehdî’nin doğum zamanı olur. Onun çıkışı Ramazan ayının
akabinde olur”
Bistâmi’nin önceki hesaplamayı Hz. Ali kerremâ’llâhü
vecheye atfedilen bu rivayete dayanarak yapmış olması muhtemeldir.
Hz.
Ali kerreme’llâhü veche meşhur divanında Hz. Mehdî ve bazı ahirzaman
hadîsatından bahsetmiştir. Bu divanın Müştakzade şerhinden aldığımız bir kısmı
şöyledir:
Tercümesi: Âyâ oğlum! (...)
cûş ettiklerinde (kaynadığında, karıştığında...) Mehdî-i Âdil'e muntazir ol...
...Kudemadan
Şeyh Sa'deddin Muhammed Hamuli kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
zuhur-u Mehdî hakkındaki
takribeleri
Yani “Zaman huruf üzre besmele ile tamam
âdedi miktarına baliğ olsa Mehdî kaim ola.
Savm-ı Ramazan akabinde hurucuna
tesadüf olundukta benden ona selam isal eyle” demek olur. Hesabı bindörtyüz tarihini
tecavüz, eder ki; muhakkikin ...
Yani
taht-el lafz: “Habibim! Senden sonra onların devam-ı ihti-
lat ve ülfetleri katildir.” '
lat ve ülfetleri katildir.” '
Pes mükerreratı hazf ile 1399
olup sinin-i kameriyenin müddet-i merkumede[4]
küsurunu zam ile hicretten 1422 yıl 3 ay 24 gün olur.
Ehl-i
velayet Hz. Mehdî'nin huruç zamanını bu ayetten keşf etmişler. Fakat hadiseler
vuku bulmadan evvel bu ayet ile Mehdî arasında münasebet görülemiyordu. Bu
ayetin evvelinde Cenab-ı Hak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mealen
şöyle hitab ediyor:
“Kâfirler
sana vahy ettiğimiz şeyden seni çevirmek istiyorlar ki eğer sen ta'viz
verirsen seni dost tutacaklar. Sakın onların nevalarına uyup taviz verme, yoksa
sana dünya ve ahirette kat kat azab ederiz. Ve sen ta'viz vermediğin için seni
memleketinden çıkaracaklar. Ama senin ardından o memleketlerinde fazla
kalamayacaklar.” [5]
İşte
bu ayetler işaret ediyor ki Hz. Mehdî'ye zemin hazırlayan ve onun bayraktarı olan insanlar,
hiçbir kimsenin kınamasından korkmadan, bütün dünyanın hücumlarına rağmen
tavizsiz bir şekilde Şeriat-ı Muhammediye'yi tatbik ettikleri için memleketlerinden
çıkarılacaklar. Fakat o Süfyanîler ve bid'atçılar onların arkasından o
memlekette fazla ülfet edemeyecekler.
Burada
Mehdî'nin kıyamı hakkında verilen tarih olan
hicretten 1422 yıl 3 ay 24 gün sonrası ise; hicrî 1423 tarihinin 3. ayı ve 25.
günü etmektedir. Bu da miladî 2002 yılının 6 Temmuz tarihine tekabül etmektedir.
Fakat
metinde de belirtildiği
gibi bu ve 'bunun gibi” istikbalden haber veren tarihler takribîdir, tahdidî
değildir. Bu sebeple birkaç ay yahut birkaç sene evvel veya ahir olması haberin
doğruluğuna zarar vermez. Bununla beraber tam bu tarihden itibaren bu hâdisenin
emareleri görülmeye başlamıştır. [6]
Büyük mutasavvıf
Sibgatullahi Arvasi'nin yeğeni Allame Muhammed Hafid'in büyük Allame Hafız
Muhiddine naklettiğine göre;
Mehdînin doğumu: 1385
Zuhuru
(çıkması):
1425'dir
...Mehdînin
doğumunun
hicri 1385 ve zuhrunun hicri 1425 olduğu “zuhuru’l Mehdî ve deccal” adlı
eserde Mehdî ile ilgili nakledilen bir hadiste açıkça söylenmiştir.
Ayrıca
bu eserde; ''Mehdînin sırtında üzerinde bu Allah Teâlâ'nın halifesi,
beklenen Mehdîdir yazılı bir mühür olacağı anlatılmaktadır.” Ayrıca Mehdînin
müçtehit(içtihat eden) çok büyük bir İslam âlimi olacağı da o eserde
geçmektedir.” “Zuhrul Mehdî ve deccal” adlı
kitap Allame Resul Sibki'nin yazdığı en son eserdir.
...”Muhakkak
Allah'ın
taraftarları galip olanların ta kendileridir.” Cümlesinin cifir hesabından
anlaşılıyor. Bu cümlenin cifr hesabı, hicri 1428 ediyor. Bu tarih Mehdînin
çıkmasından üç sene sonradır. Çünkü Mehdî çıktıktan üç yıl sonra ilk büyük galibiyetini
alıyor. Mehdînin ilk büyük galibiyeti hicri 1428 olduğuna göre Zuhüru-da “Mehdîliğinin
ilan edilmesi” hicri 1425'tir...
…..
...Bu delillerde galibiyetin
Mehdînin galibiyeti olduğu hangi verilerden anlaşılıyor. Önceki tarihlerde
olan, İslamiyet'in galibiyetlerinden herhangi biri olmaz mı? Niçin illa da
Mehdî sonucu
çıkartılıyor... Ayetteki kelimeleri “Kur'an Belagati” ilmine göre
incelediğimizde, ayette geçen galibiyetin Mehdînin galibiyetinden başka bir şey
olmadığını açıkça görmekteyiz.
Çünkü
ayette 4 tekid (pekiştirme) vardır... En büyük tekidin cümle de zikir edilmesi
cümledeki galibiyetin en büyük galibiyet olduğu açıkça bildiriliyor... Tarihte
böyle bir galibiyet bugüne kadar olmamıştır. Fakat Mehdî müjdesini veren
hadisler böyle bir galibiyetin ahir zamanda Mehdî sayesinde olacağını açıkça
haber verir...
Yaptığım araştırmalar Mehdînin
2005'te çıkacağını gösterdiğine göre, Süfyanın da 2004 yılının sonunda
çıkacağını göstermektedir. (Serkan Tekin, Kuran'da gizlenen tarihler, s.
160-202, Nokta Yayınları, 2002) [7]
Süleyman Bakırgani (Hâkim Ata) kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz “Ahir zaman Kitabı” kitabında kıyamet alametleri ve
Mehdî aleyhisselâmın
çıkış zamanı hakkında şunları anlatmaktadır.
Zaman ahır olsa, neler
olur,
Dünya çeşit çeşit bela ile dolar,
Âlimler
içki içer, zina yapar,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
Namı büyük âlimler içki içer,
Helâlı bırakır, haram işe bulaşır,
Hak Teâlâ bela kapısın tamamen açar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Cimriler
haramla taşkınlık yapar,
Birçok
kadın eşlerine haram olur,
İslam’ı
bilmeyen bedbahtlar sevinir,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
Zaman ahır olsa, âlimler
yoldan çıkar,
Müminlerin çocukları esir düşer,
Kâfirler durmadan kibirlenir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Melun
Deccâl çıkar,
Rum’a gider,
İslam’ı
bilmez bedbahtlar sevinir,
Mehdî çıkar,
Bağdat tarafında savaşır,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
Müslümanlar Mehdî tarafında
toplanır,
Güneş tutulur, kavga büyür, çığlıklar atılır,
Muhammed’in ümmetleri ağlamaya başlar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Mehdî çıkar,
Mekke tarafına sefer eder,
Muhammed’in
Ravzasına yüzünü sürer,
Ravzadan
ses çıkar, İsâ der,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
İsâ iner,
dokuz yüzün bitiminde, (900) (Miladî: 1495)[8]
Deccâl’ı öldürürler bilin bu
zamanda,
Mehdîni imam yapar İsâ o
zamanda,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz
yüzde on beşte Yecüc çıkar, (915) (Milâdî: 1510)
Mehdî ile İsâ varır, Tur’u aşar,
O
kâfirler bu dünyayı yok ederler,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
Havadan kuşlar iner, taşlar atar,
O taşlar Yecücleri helak eder,
O Allah heybetiyle hüküm sürer,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz
yüzde yine bir şeyler olur,
Dabbetül
Arz çıkar, Kur’an yükselir,
Muhammed’in
ümmetleri ağlamaya başlar,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
Dokuz yüzde yine garip bir şey olur,
İsrafil emir ile surun çalar,
Gök Yer arasında diri canlı kalmaz,
Bundan başka garip şeyler de olur.
İsrafil
emir ile surun çalar,
Azrail
kendi canın kendi alır,
Sonsuz
baki kalan O Allah kendisi kalır,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
Kırk yıl sonra İsrafil surunu çalar,
Ona ikinci surunu çal denir,
Kullarım yeryüzüne çıksın denir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
İsrafil
emir ile surunu çalar,
Tüm
ruhlar bedenlere gir, gelir,
Genç,
yaşlı insanoğlu ayağa kalkar,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
O, Allah hâkim olur, hüküm verir,
Muhammed şefaate gelir, durur,
Melekler, nebiler titrer, durur,
Bundan başka garip şeyler de olur.
……..
Kul
Süleyman itaat
et, affeder,
Allah
sebeplerin güçlü verir,
Ahirette
itaat ile rahim eder,
Bundan
başka garip şeyler de olur.[9]
Mehdî’nin Fiziki Yapısı
Mehdî’nin rengi Arabî, bedeni İsrailî olacaktır. Başında
sarığı olacak olan Mehdî’nin sakalı bol ve sık, dişleri parlak olacaktır.
Hadislere göre ise Mehdî, geniş alınlı, burnu ince uzun ve ortası biraz yüksek
(Ebu Davud 1992: Mehdî 1, IV, 474-5) olarak geçerken, 17. yy Osmanlı yazarı
el-Hüseynî (hyt. 1103/1691), Mehdî’nin hilyesini, Arapça olarak yazdığı el-îşâratü’l-eşrâti’s-sâati
(Kıyamet Alametleri) adlı kitabında şu şekilde açıklamaktadır:
Açık
alınlı, küçük burunlu, iri gözlü, sık sakallı, uzun uyluklu. Arap renkli,
dişleri parlak ve seyrek ve sağ yanağında inciyi andıran yıldız gibi yüzünü
aydınlatan bir işaret vardır. Yavaş ve ağır konuştuğu zaman sağ elini sol dizine
vuran Mehdî“nin üzerinde iki pamuk abası vardır. Beraberinde Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kılıcı, gömleği ve üzerinde “el-biatü
lillah=Allah Teâlâ için biat” yazılı olan sancağı bulunur.
Mehdî’nin Askerî Faaliyetleri
Mehdî, her sancağın altında on iki bin askeri bulunan seksen
(veya on iki bin) sancaklı Rum askerlerin Antakya’ya saldırmasından sonra Şam,
Hicaz. Yemen. Küfe. Basra ve Irak’a gönderilecek, Müslümanlar
onun etrafında toplanarak Şam’da kırk gün savaşacaklar ve Rumları
yeneceklerdir. Kindî, Mehdî’nin Kostantiniyye’yi. Roma’yı. Endülüs yarımadasını
fethedeceğini, yeryüzüne sahip olacağını, onun sayesinde Müslümanların
kuvvetleneceğini ve İslâmiyetin yükselerek diğer dinlere galip geleceğini ifade
eder.
Dünya hâkimi bir hükümdar olacak olan Mehdî. Mekke ile Medine arasında. Beyda
denilen bir yerde kendisine saldıran bir orduyu yenecek, Arabistan
yarımadasında hükümdarlık iddiasında bulunacak olan Süfyanî’nin ordusuyla
defalarca karşılaşarak onları sonunda yok edecektir.
Mehdî’nin Hz. İsâ aleyhisselâm ile Buluşması
Mehdî’nin Hz. İsâ ile buluşacağına dair
anlatımlar Osmanlı kültüründe erken dönemlerden itibaren bilinmektedir. 9.
yüzyıl Osmanlı yazarlarından Ahmed Bîcan’a ( hyt. 870/1466 dan sonra) göre
Mehdî, Hz. İsâ aleyhisselâm ile
buluşacaktır. Namaz vakti gelince Hz. İsâ aleyhisselâm Mehdî’ye
‘Gel
ya Mehdî! Sen imam ol, namaz kıldır!’ dediğinde Mehdî aleyhisselâm
‘Sen
imam ol! Sen rasülsün, imam olmak sana layıktır.’ diyecektir. Bunun üzerine
“Sen
imam ol, zira sen Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin oğlusun, imam
olmaya sen layıksın’ şeklindeki Hz. İsâ aleyhisselâmın cevabından
sonra Mehdî imam olacak ve
namaz kılacaklardır
Mehdî’nin Hakk’a Yürüyüşü
Ahmed
Bîcan’ın (hyt. 870/1466’dan sonra) Envâru’l-Aşıkîn adlı
eserinde Dâbbetü’l-Arz’ın çıkışından sonra Mehdî aleyhisselâmın
Çin’e gideceği belirtilmektedir. Çin’e varınca evlenecek olan Mehdî’nin bir
oğlu olacaktır. Bu oğlan son çocuk olup ondan sonra kısırlık yayılacak, halk
ölmeye başlayacak ve iman ehli tükenecektir Hadislerde idaresi yedi ya da dokuz
yıl olacak olan Mehdî’nin süresi kırk yıldır. İmam Şa’ranî ise Mehdî’nin ömrüne
dair daha uzun bilgiler verir. Şa’rani Mehdî aleyhisselâmın süresi kırk yıl
olup, on yılı batıda, on iki yılı Küfe’de, bir yılı Mekke’de geçecektir.
Dünyadan ayrılışı ansızın olacaktır. İnsanlar bu durumdayken Deccâl’ın çıktığı haber verilecek.[10]
Mehdîlik Psikolojisi
Abdulbâki
Gölpınarlı Mehdî’yim diye meydana çıkanları: Tasavvufla, mistik
inançlarla, Cefr, Hurûf bilgileri gibi uydurma bilgilerle, güç riyâzatlarla
aklî dengelerini yitirenler, kendi kendilerini inandıranlar ve bazı saf
kişileri de kandıranlar; âhiretlerini dünyâya satanlar, hüküm ve hükümet
peşinde koşanlar olarak açıklar.
Mehdî’nin babı ve naibi olduklarını iddia edenlerin, Mehdî’lik
davasına girişenlerin bir kısmının, yeni bir din kurmaya, kendilerini Tanrı
tanıtmaya kalkışmalarından açıkça anlaşılıyor ki bunlar Hukemâ tarafından,
Hind-İran, Yunan-Roma düşünceleriyle yoğrulan ve zamana göre müsbet bir tarza
sokulmaya çalışılan Bâtınî inançları, bu inançlarla kaynaşan Tasavvufun aşırı
anlayışlarını benimsemişlerdir. Kanâatleri, İslâmî esaslara uymamaktadır.[11]
Bu sözler Mehdîlik
anlayışının dinî tarafı olması yanında psikolojik, siyasî, insânî vb.
özelliklerin bir yansımasının olduğudur.
Rönesans sonrası başlayan
ve Aydınlanma hareketi ile doruk noktasına çıkan Hıristiyanlığın önüne
geçilemez çözülüşüyle birlikte, Batı dünyasında “metafiziği yaşayamama
gerilimi” artmış, dar bir varoluş alanına sıkışıp kalan Avrupa insanı
yeni bir kurtarıcı, yeni bir “rasül” arayışına girmişti. Yani,
metafiziği yaşayamama gerilimi, insanın içinde bulunduğu dar varoluş alanından
sıkılması ve bir “üst kata” çıkamamasının getirdiği gerilimden
kaynaklanmaktadır. İşte böyle bir dönemde, bilim ve felsefe alanında çığır
açan düşünürler ortaya çıkmıştı. Ne var ki, ilahî referans yani vahiy mesajı
ortadan kalkınca “hakikat” parça parça tezahür etmiş, bilerek
veya bilmeyerek her deha kendini “rasül” sanmıştı. Freud,
Marx, Nietzsche, Darvin gibi düşünürlerin tarzları
dikkate alındığında, bu “rasül kompleksi” çok bariz bir şekilde
görülmektedir.
Kendisi pek itiraf etmese
de Freud’un düşünce sistemine derinden tesir eden bir başka filozof da F.Nietzsche’ydi. Fechner’in yaşam öyküsünde gözlemlenen trajediye,
F.Nietzsche’nin yaşamında rastlanır. Nietzsche bir müddet çok yükseklerde
uçtuktan sonra ağır bir ruhsal bunalıma girdi. Filozof, genç yaşta dramatik
bir şekilde Hıristiyanlık inancını yitirdikten
sonra, kurtuluşu felsefede arayarak, Schopenhauer ve Wagner’e
hayranlık duydu. Arka arkaya depresif krizlere duçar olduktan sonra, depresyonunun
hafiflemeye başladığı dönemlerde ki bu dönemler hastalık biyografisi açıdan
büyük bir ihtimalle sübmanik dönemlerdi[12], yeni ve dâhiyane felsefi
fikirler üreterek kendisini bir kurtarıcı gibi izleyen Avrupa insanını hayrete
düşürdü. Nietzsche öncelikle o güne kadar bilinen tüm gerçekleri reddederek
genel bir isyana, bir “Şok Dalgası”na yol açtı. Nietzsche’nin “hiçbir
kavram kesin olarak doğru değil, her şey mümkün ve serbest” şeklindeki
ifadesi, ilk bakışta felsefi ve ahlaki bir nihilizmi temsil eder gibi görünse
de aslında insanın yeniden yapılanması ve yeniden “doğması” için tüm
bilinenlerin bir kenara bırakılmasının gereğine işaret eder. Bilinenler böylece
sorguladıktan sonra ileri sürülebilecek en tabii soru, gerçeğin ne olduğu ve
bu gerçeği kimin bilebileceğiydi. Nietzsche Mazdeizm dininin kurucusu
Zerdüşt’ün dilinden konuşuyormuş gibi yaparak kendi görüşlerini bir rasül
edasıyla ifade etmeye başladı.
Nietzsche, Böyle
Buyurdu Zerdüşt adlı başyapıtını dört bölüm hâlinde kaleme aldı.
Belirli zaman aralıklarında yazılan eserde Nietzsche’nin temel fikirlerinin
yanı sıra yaşadığı kaçınılmaz, trajik ruhsal çöküntünün izlerini görmek de
mümkün. Kitabın kahramanı, “ebedi tekrarın üstadı” Zerdüşt,
dağdan inerek müridlerine hayata dair dersler verir. “TANRI ÖLMÜŞTÜR”
(GOTT İST TOD!) fakat hayat devam eder. Çözüm başıboş kalan insanın
bireyselliğini ve hürriyetini nasıl yaşayabileceğinde gizlidir. Kitap aslında
yazarın, kendi kendini kurtarma arayışının bir yansıması olduğu için, kavramlar
birbirine karışır; birkaç satır önce söylenenler, biraz ileride inkâr edilir.
Tanrı öldü ise insan kendi anlamını yine kendisi yaratmalıdır. Anlatılanlara
inanmamalı, kendi yolunu kendi başına bulmalıdır. Zerdüşt, “Beni bile
izlemeyin” der! Ancak böyle kahramanca bir varoluş biçimi sayesinde “üstün
insan” meydana gelebilir ve bu üstün insan “ölen” Tanrı’nın yerine geçebilir!
Bütün bu düşünceler, sonraki dönemlerde ortaya çıkacak Batılı varoluşçu felsefenin
temelini oluşturacaktır.
Nihayet beklenen maalesef
oldu. “Tek kanatlı kuş”, yani filozof Nietzsche, gösterdiği onca
çabadan sonra, çıktığı yükseklikten tepetakla düşüverdi. Cesur ama basiretsiz
bir insanın trajik hayat hikâyesi...[13]
Bu konuda Niyâzî-i
Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz ise bu türlü düşünceler ve eylemlerin
gereğini açıklarken şu gerçekleri dile getiriyor.
Ey Vanî arkanı
dayandığın duvar yıkılırsa görsünler. Ondan sonra neye dayanırsın, bire cahil
mahlûk. Bir Hamziyye şeyhi, dinsiz batıla düşmüş akabe kadısı senin yanında
mü’min ve mütedeyyindir. Dinsiz kâfir mel’un senin felek benzerini
getirmemiştir. Hz. İsâ aleyhisselâmın,
Mehdî’nin çıkmasına
sebeb sensin. Âli Osman’ın tahtını ber-bâd eden sensin. و لا تنيا فى ذكري denilen zâlim Vânî değil misin. Değme bir
zâlimin Kur’an-ı Kerim’de adı zikr olmamıştır.[14]
Ey dinsüzler
murâdınuza ermezsiz. Her ne kadar kalkarsanuz yine izinüze düşersiz mehdinün
zuhuri İsâ aleyhisselâmın nüzülı sizün hareketünüz
iledür. sizün de helâkünüze sebeb kendi çalınmanuz iledür.
Ehl-i hakikat
derler ki şeytân nerdüban-ı[15] enbiyâ ve
evliyâdur sizde İsâ ile mehdî zuhürına ve kemâllerinün nihayetine
buluğa sebebsiz ne kadar hareketi ziyade etsenüz, ol kadar fütühât-ı ilâhiyye
zuhûrından hâli değüldür. [16]
Ey Köprülü! Zalim Deccâl lâinsin, zalim iken ben ana mehdi ismini
tesmiye[17] etsem Allah Sübhânehü
ve Teâlâ seni mehdi etmez. Zalim nasıl mehdi olur. Eğer Mısrî ben mehdi olurum,
halk benim başıma toplansın desin dersen, vallâhü’l azîm, dünyayı cümle harab
ve viran etsin, sahip çıkmazım. Allah Teâlâ aciz değildir. Mülkünü bana ısmarlamadı.
Bana ancak وَمَا عَلَيْكَ
اِلاَّ الْبَلاغُ demiştir. Tebliğinde kusur etmedim. Kolum
kanadım yolundu. Yolunmuş doğana döndüm. Makdurumu [18] bezl [19] ve mechûd[20]
eyledim. Sarf eyledim. Onsekiz senedir, kuşağım çözüp yatmadım. Bir tatlı taam
yemedim. Bir tatlı su içmedim.
[21] لَيْسَ لَهُمْ طَعَامٌ اِلاَّ مِنْ
ضَرِيعٍ لايُسْمِنُ وَلا يُغْنِى مِنْ جُوعٍ Bu kadar seneden beri taamım budur.
Suyum hamim[22]
ve gussadır.[23]
Benim kadar tebliğ etmiş var mıdır? Hak ayan oldu. Yeter şimdiden geri hakka
sahip çıkar, hayrolur. (26 Zi’l-kade Cuma 5833)[24]
Hz. Mevlâna’ya göre,
Şu
halde her devirde nebi yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar
daimidir. Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır. İşte
diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey
yol arayan, Mehdî de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin
karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan
veli de onun kandilidir. (Mevlâna, beyit II, 815-820).
Bahse
konu ile anlaşılan, dünya âlemindeki zıddıyet prensibi gereği olarak Mudil
isminin kaçınılmaz karşıtı Hâdî’nin bir tecellisi olduğunu açıklamaktadır.
Çünkü bu
dönemde 1666’da Musul civarında Seyyid Abdullah oğlu Muhammed, mehdîliğini ilan
etmiş, çok çetin bir savaş sonucunda yakalanmış, İstanbul’a getirilip ve tevbe
ettirilmiştir. Yine, 1666 yılında Sabetay Sevi adında İzmirli bir yahûdi
Kudüs’te Mesihliğini ilan eder, o da yakalanıp İstanbul’a getirilmiş tevbe
ettirilmiş müslüman olmuştur.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu Mehdî gelmeden birçok Mehdî safî veya hileye ve
şeytâniyete hizmet için gelmesi elzemdir. Bu Allah Teâlâ’nın insan hayatı için
gerekli gördüğü bir husus olduğu muhakaktır.
İbn-i Haldun Mukaddime’sinde Mehdî konusunu açıkladıktan sonra
konuyu şu şekilde bağlıyor.
İbn-i Ebû Vâtîl şöyle diyor: “Şiiler bu kişinin, Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin soyundan gelecek olan iyilerin Mesih [25] olduğunu” söylüyorlar.
Mutasavvıflardan bazıları da “İsâ aleyhisselâmdan başka Mehdî yoktur” hadisini bu şekilde
yorumlamışlardır. Yani onların yorumlarına göre bu hadisin anlamı şöyledir:
Hz. Mûsa aleyhisselâmın şeriatını nesh etmek (hükmünü
ortadan kaldırmak) için değil, ona tâbi olmak için gelen Hz. İsâ aleyhisselâmın konumu ne
ise, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatı karşısında da aynı
konumda olan Mehdî’den başka bir Mehdî gelmeyecektir.
İşte bunun gibi hiçbir dayanağı olmayan
delillerle ve değişik yargılarla, gelecek kişinin kim olduğunu, zamanını ve
yerini belirliyorlar, sonra belirledikleri zaman gelip ortaya söylenenlerden
hiç biri çıkmayınca, görüşlerini ve söylediklerini yeniliyorlar. Bunu yaparken
de yine bir takım lugavî mefhumları, hayalî konulara ve yıldızlarla (gök
cisimleriyle) ilgili hükümlere dayanıyorlar. Ömürlerini bu gibi şeylerle
tüketiyorlar.[26]
Çağımızdaki mutasavvıfların çoğu, dinin hükümlerini
yenileyip diriltecek bir adamın çıkacağına işaret ediyorlar ve onun zamanı
çağımıza yakın olduğu için çıkışına zemin hazırlıyorlar. [27]
Bazıları onun Hz. Fatıma aleyhisselâmın
soyundan geleceğini, bazıları da hangi soydan geleceğini belirtmeden sadece
böyle birinin geleceğini söylüyor……
Hadis bilginlerinin Mehdî hakkında
naklettikleri hadislere ise gücümüz oranında bakılınca sabit olan gerçeğin şu
olması gerekiyor:
Din veya hükümdarlık adına ortaya çıkan bir
davet, ancak onu destekleyecek ve koruyacak güçlü bir asabiyet[28] ile hedefine ulaşabilir.
Her taraftaki Fatimî, hatta genel olarak
Kureyş asabiyeti tamamen ortadan kalkmış, başka toplumların asabiyetleri, Kureyş
asabiyetine üstün ve hâkim duruma gelmiştir. Sadece Hicaz’da, Mekke ile Medine’nin civar bölgelerinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin aleyhimesselâm[29] ve Cafer radiyallâhü anh
soyundan gelenler asabiyet sahibidirler ve dağılmış bulundukları o bölgelerde
üstün durumdadırlar. Ancak onlar, sayıları binlere varan farklı bölgelere,
emirliklere ve görüşlere ayrılmış bedevi asabiyetler görünümündedirler.
Eğer Mehdî gerçekten ortaya çıkacaksa, davetinin başarıya
ulaşması ancak bu asabiyetler sayesinde olabilir. Allah Teâlâ Mehdî’ye tâbi
oldukları için bu asabiyetleri oluşturanların kalplerini birbirine ısındırıp
birleştirir ve böylece Mehdî için davasını başarıya ulaştıracağı ve insanlara
davetini kabul ettireceği güçlü bir asabiyet ortaya çıkar. Bunun dışında Hz.
Fatıma aleyhisselâmın
soyundan gelen birinin, her hangi bir yerde, hiçbir güce ve asabiyete dayanmadan,
sadece ehl-i beyte mensup olduğu için böyle bir davayla ortaya çıkıp başarıya
ulaşması -daha önce ortaya koyduğumuz sahih delillerden de anlaşılacağı gibi-
mümkün değildir. Doğruyu
bulacakları akıl ve bilgiden yoksun olan cahil kalabalıklar, Mehdî’nin ne
nesebinden ne de ortaya çıkacağı mekândan haberi olmadan ve konuda söylediğimiz
gerçekleri de bilmeden, sadece halk arasında Hz. Fatıma aleyhisselâm soyundan
birinin çıkacağını duymuş olmalarından dolayı, böyle iddialarla ortaya
çıkanların peşlerine takılırlar. Daha çok Zâb, Afrika ve Sûs gibi devletin
merkezine uzak olan bölgelerde bu iddiayla ortaya çıkarlar.[30]
Basiretten uzak ve zayıf görüşlü pek çok kişini, Mehdî’nin çıkacağını sandıkları Mağrib’in Mâse mıntıkasındaki
bir yere giderler. Gittikleri bu mıntıka Mülessemîn kabilesine ait olduğu için
Mehdî’nin de onlardan biri olduğunu veya onların Mehdî’nin davetçileri olduğuna
inanırlar. Ancak bu hiçbir temeli olmayan bir iddiadan ibarettir. Bu iddiaya
inanmalarının sebebi, bu toplulukların cahil ve bilgiden uzak olmaları, o bölgenin
devlet merkezinden ve etki alanından çok uzak olması ve bu yüzden devletin güç
kullanabileceği sınırların dışında olan bu mıntıkanın Mehdî’nin çıkışına uygun
bir yer olduğu vehmine kapılmalarıdır.
Tamamen akılsızlıklarının ve ahmaklıklarının bir sonucu
olarak, (devletin etkisinden uzak olan bu bölgede) başarıya ulaşacakları
vehmine kapılan pek çok kişi de Mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bunların
çoğu öldürülmüştür. Üstadımız Muhammed bin İbrahim Âbalî bana şu olayı haber
verdi: (Hicrî) sekizinci yüzyılın başında, Sultan Yusuf bin Yakup zamanında,
Mâse’nin söz konusu mıntıkasında Tuveyzirî olarak bilinen mutasavvıflardan bir
adam ortaya çıkmış ve kendisinin beklenen Fatımî (Mehdî) olduğunu iddia
etmiş. Dâle ve Kezûle kabilelerine mensup Sûs halkının çoğu ona tâbi olmuş ve
böylece işi büyümüş. Onun bu halinin kendi durumlarına zarar vereceğinden
korkan Masâmide reislerinden biri olan Seksevî, gece gizlice Tuveyzirî’yi
öldürmesi için birini göndermiş ve böylece hareketi sona ermiş.
Yine hicrî yedinci yüzyılın sonlarında,
doksanlı yıllarda, Gamâra’da Abbas adında bir adam çıkmış, beklenen Fatımî
olduğunu iddia etmiş ve Gamâra’nın cahil kalabalıkları kendisine tâbi olmuş.
Sonra kendisine tâbi olanlarla birlikte, şiddet kullanarak Fas’a girmiş, oranın
çarşılarını yakmış ve oradan da Mezemme bölgesine geçmiştir. Ancak orada hile
ile öldürülmüştür. Bunun gibi örnekler çoktur.
Yukarda adını zikrettiğim üstadımız bunun
gibi garip bir olay daha anlattı. Üstadımızın anlattığı olay şöyle:
Hac yolculuğunda iken,
Tilmisân dağının eteğinde bulunan ve Şeyh Ebû Medyen’in kabrinin bulunduğu Ribâtu’l-Ubbâd’ta aslen
Kerbela’da oturan ve ehl-i beytten olan bir adamla karşılaştım ve yolculuğa
birlikte devam ettik. Adam tabileri, öğrencileri ve hizmetinde bulunan
adamları çok fazla olan biriydi. Gittiği yerlerin çoğunda insanlar onu
karşılayıp ihtiyaçlarını gideriyordu. Yol boyunca dostluğumuz gelişti,
aramızdaki sohbet koyulaştı ve onların gerçek durumunu anladım. Kerbela’dan buralara
bu iş için, yani Mağrib’te Fâtimîlik (Mehdîlik) iddiasında bulunmak için gelmişlerdi.
Ancak Merîn oğulları devleti ve o zamanki hükümdarı Yusuf bin Yakup olayın
farkına varıp Tilmisân’a yürüyünce, bu zat, adamlarına şöyle demiş:
“Geri dönün, yanlış hesap yapmamız bizi
küçük düşürdü. Bu vakit, harekete geçeceğimiz vakit değil.”
Adamın söylemiş olduğu bu söz onun, bu işin ancak, o
dönemdeki devletin gücüne denk bir asabiyet ile hedefine ulaşabileceğinin
farkında olduğunu gösteriyor. Kendisinin o bölgede bir güce sahip olmayan bir
yabancı olduğunu, buna karşılık Merîn oğulları devletinin, Mağriblilerden hiç
kimsenin karşı koyamayacağı güçlü bir asabiyete sahip olduğunu görünce, gerçeği
kabullendi, doğru olanı yaptı ve güç yetiremeyeceği hırslarından vazgeçti.
Ancak bir şeyin daha farkına varması gerekiyor. O da, Fâtımîlerin ve genel
olarak Kureyş’in asabiyetlerini kaybettiklerinin. Özellikle de Mağrib’te. Ancak
taasubları, bu sözü kabul etmelerine izin vermez. “Allah Teâlâ bilir, siz
ise bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Mağrib’te, çağımıza yakın dönemlerde Mehdî’lik veya başka bir dava gütmeden, sadece hakka davet eden
ve kötülükleri ortadan kaldırıp, İslâm’ın sünnete uygun biçimde yaşanmasına
çağıran davetçiler çıkmıştır. Evet, bu kimseler sadece bunun için ortaya
çıkmışlar ve çok sayıda tabileri olmuştur. Bedevi Arapların en fazla
işledikleri bozgunculuk, yolcuları ve kervanları yağmalamak olduğu için, bu kimseler
de en fazla yolların ve yolcuların güvenliğiyle ilgilenip, bu sahayı ıslah
etmeye önem vermişler ve güçlerinin yettiği kadar kötülüklere engel olmaya
çalışmışlardır.
Ancak bu davetçilerin çalışmaları sonucu yolculara
saldırıp onları yağmalamaktan vazgeçen ve tövbe eden bu Araplarda dinî
duygular ve dini yaşam sağlam bir dereceye ulaşmamıştır. Çünkü onlar tövbe
edip dine dönmekten, sadece gasp ve yağmayı bırakmayı anlıyorlar ve dinin
diğer emirlerine yönelip onları yerine getirmeyi düşünmüyorlar. Onun için
İslâm’ı, sünnete uygun olarak yaşamaya çağıran davetçilere tâbi olan bu
kimseler, aslında dinî yaşamın her alanında onları örnek alıp onlar gibi
yaşamaya çalışmıyorlar. Onların bütün dindarlıkları, yolculara ve kervanlara
saldırıp onların mallarını yağmalamaktan vazgeçmek, sonra da bütün güçleriyle
dünya malı kazanmaya yönelmektir.
Oysa ahlaklarını düzeltip ıslah etmenin sevabını istemek
ile dünya malı kazanmayı istemek arasında ne büyük fark vardır ve bu ikisinin
bir araya gelmeleri de mümkün değildir. Bu yüzden dindarlıkları sağlam bir
konuma gelmiyor ve bir bütün olarak kötülüklerden yüz çevirmeleri de istenilen
düzeyde olmuyor. Ancak kötülüklere çok fazla da dalmıyorlar.
Sonuçta dinin hükümlerine sağlam bir şekilde
bağlanma ve onu yaşama noktasında, davetçi ile ona bağlı olan bu insanların
durumu farklılaşıyor. Davetçi öldüğü zaman tabileri dağılıp, asabiyetleri
kayboluyor. Hicrî yedinci yüzyılda Afrika’da ortaya çıkan, Süleym kabilesinin
Ka’b boyundan olan Kasım bin Mürre bin Ahmed’in (ve tâbilerinin) durumu da
böyle olmuştur. Ondan sonra gelen ve Riyâh kabilesinin boylarından biri olan
Müsellem’e mensup Saâde adındaki davetçinin durumu da aynıdır. Saâde, dini yaşama
ve nefsini ıslah etmede Kasım bir Mürre’ye göre çok daha ileri düzeyde olmasına
rağmen, söylediğimiz sebeplerden dolayı, onun tabileri de, onun ölümünden sonra
çözülüp dağılmışlardır.
Bu insanlar da, İslâm’ı sünnete uygun olarak yaşama adına
çıkmış olmalarına rağmen, çok azı söylediği gibi yaşıyordu. Ne onlar ne de onlardan
sonra gelenler bir hedefe ulaşamamışlardır.[31]
Konu
hakkında farklı görüşler
Mehdî hakkındaki hadislerin tümünün uydurma olmadığı
kesindir. Mehdî hakkındaki uydurma rivayetleri kabul etmeye de gerek yoktur. Üzerinde durulması gereken
aslı olup “Mehdî”den bahseden hadislerle Şiîlerin inancının temellerinden olan “Mehdî-i
Muntazar” hakkında onların uydurdukları hadislerin birbirinden ayırt edilmesi
gerektiğidir.
İmam
Mehdî’nin geleceğine inanan Müslümanların inançlarındaki
çarpıklıkla, İmam Mehdî’yi tamamen reddedenlerin inançlarındaki çarpıklığın
gerçekle olan bağlantısı aynı düzeydedir. Müslümanlar, hafızalarında Mehdî’yi,
eski zaman kıyafetleri içinde, ruhban görünüşlü, elinde tesbih, sırtında cübbe
ve “Ben Mehdî’yim, bana uyun!” diye bağıracak birisi olarak
canlandırmaktadır. Mehdî çıktığında, bu özelliklere uyup uymadığına bakıp,
böylece onun gerçek Mehdî olup olmadığını anlayacaklarını söylüyorlar. Eğer bu
özelliklere uyuyor ise, ona biat edip onun emrettiklerini yerine
getireceklermiş. Mehdî’nin geldiğini duyan, köşede bucakta ne kadar derviş
varsa çıkıp ona tâbi olacakmış. Bu arada küfre karşı yapılacak olan cihatta
silâhlar bir sembol olarak taşınacakmış. Çünkü bu silâhları kullanmalarına sebep
olmayacakmış. Kâfirleri zikirlerle, dualarla, marifet bilgisiyle yerle bir
edecek; bir bakışta onların toplarını, tüfeklerini, uçaklarını darmadağın
edeceklermiş... vs. vs. Hâlbuki araştırdığımızda göreceğiz ki, gerçek çok
farklıdır.
İmam
Mehdî, geldiği zamanın en ideal komutanı, lideri olacaktır. Buradaki
idealden maksat şu olabilir. O, çağının bütün gerçeklerini bilecek, tam bir
yönetici yeteneğine sahip olacak, hepsinden de önemlisi, kendi zamanının
insanlarının sorunlarını bilip çözüm yolları getirecektir. Bu ise, elbette ki
İslâm’ı çok iyi bilmesine bağlıdır. O, parlak bir zekâya, geniş bir zihnî
yapıya, engin bir görüş yeteneğine sahip bir insan olacaktır. Belki, onu ilk
reddedecek olanlar gelenekçi ulema sınıfı ve sufî takımı olacaktır. Çünkü
onlar göreceklerdir ki, bu insanın, tasavvurlarındaki Mehdî ile hiçbir ilgisi
yok. Onun kendisinin Mehdî olduğunu ilânla ortaya çıkması, her şeyden önce
kabul edilebilecek bir şey değildir. Öyle ki, o kendisinin Mehdî olduğunu fark
etmeyecektir bile. Ancak vefatından sonra bir araya gelen müminler, onun
yaptıklarına bakıp, onun Mehdî olduğunu anlayacaklardır. [32]
“Âlem-i İslâm” kitap müterciminin zeylinde Baha Said Bey kapanan
medreselerin, tekkelerin, telkin ettikleri ve itikat ettirdikleri Mehdî
“Felsefe-i
Muhammediye’ce ne bir şahıs ve ne de şahsiyet-i mütevârise olup bu nâm ve sıfat
ancak vasıta-i hidâyet ve irşat olan hakiki ve ilim ve fennin timsalidir” diyor.[33]
Mehdîyi Tayin Eden İnsanlar mı?
Tarih boyunca kendini Mehdî tanıtanlardan çok,
kabul edilenler olmaktadır. Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün Mehdîlik gibi
iştiyakı ve gayreti olmadığı halde onu Mehdî kabul edenler olmuştur. Bunun
açıklaması belki bu türlü fikirler dengelerin kaybolduğu zamanlarda çıkmasıdır.
İbn-i Haldun’un yukarıdaki beyanı durumu en güzel şekilde açıklamaktadır.
“İşte bunun gibi hiçbir dayanağı olmayan
delillerle ve değişik yargılarla, gelecek kişinin kim olduğunu, zamanını ve
yerini belirliyorlar, sonra belirledikleri zaman gelip ortaya söylenenlerden
hiç biri çıkmayınca, görüşlerini ve söylediklerini yeniliyorlar. Bunu yaparken
de yine bir takım lugavî mefhumları, hayalî konulara ve yıldızlarla (gök
cisimleriyle) ilgili hükümlere dayanıyorlar. Ömürlerini bu gibi şeylerle
tüketiyorlar.”
Mehdîlik fikri genellikle tasavvuf ve mistik
hayatta yer bulması da ayrıca istismarı artırıcı unsurlardan biri olduğunu
göstermektedir. Bu nedenledir ki hidayet ve kurtuluş fikrininin çözümleri kişi
ve guruplarca ayrı olunca her cemaat ve milletin Mehdîsi de ona tezahür
etmektedir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki
“Bir şeyi sevmen
gözü kör, kulağı sağır eder.” [34]
Bu demektir ki, bir kişi hakkında Mehdî olabilirliğini
isbat edebiliriz. Bu nedenle sebep-sonuç ve tarih felsefesini ve yorumunu
yapanlar için tevillerin hakikatini umumî bakış açısı ile görmelidir.
ATA’NIN
ÖZ KİMLİĞİ
ATA’yı şöyle övdü düşmanı Loyd Corc dahi:
“Yüz yıllarda bir gelir! ATATÜRK gibi dâhî!”
Kalb
gözü kör zavallı! O’nu sırf dâhî sandı!
Ne
bilsin o! Doğmadan RABB’e verilen andı!
Ölürken “Yüce yoldaş!” dedi, “MUHAMMED EMİN!”
(501)
Selâmladı RESÛL’ü! “ALLAH RABB-ÜL ÂLEMİN!”
(500)
O
“Yüce yoldaş” sözü! Bin beş yüz on bir eder! (1511)
“O
Hazret-i MUHAMMED” de eş sayı eder! (1511)
Selâmlananla aynı! Selâmlayan zât! Yine!
Tapan ile tapılan! Birbirine âyine!
ATA’nın
bilinçliyken son cümlesi: “Saat kaç!”
“Perdenin
kalktığı an!” Son sözüne kalbi aç!
“Ve Aleykümüsselâm!” ATA’nın en son sözü!
“Esselâm-u aleyküm!” demişti çıkan özü! [35]
“Esselâm-u
Aleyküm!” ALİ ismine kanıt! (332)
“İnsan
makamı’dır O! Arş’a dikilen anıt!” (332)
“Esselâm-u Aleyküm!” Yorumla! Olma gafil!
(779)
O vakit ismi olur! “Boru çalan İsrafil!”
(779)
O’dur
“RAHMAN’ın yüzü!” “İMAM ALİ” de denir! (343)
“Adı
hesab gününün sahibi!” Borç ödenir! (343)
“Esselâm-u Aleyküm!” O, “Meryem’in evlâdı!” (343)
“İMAM ALİ kalkınca” vücudda! Budur adı! (343)
“Esselâm-u
Aleyküm!” demek, kalb gözün açık! (1493)
“Âsa’nı
at!” “O İdris gibi yüce yere çık!” (1493)
“Esselâm-u Aleyküm O!” Bir ad! Kâbe’de taş!
(343)
Yorumlayıp bir ekle! “Veli” O! HACI BEKTAŞ!
(791)
“Esselâm-u
Aleyküm” sözünün son yorumu!
“Beklenen
Mehdî!” demek! “HIZIR İLYAS” konumu!
Yani HIZIR İLYAS’a! Beklenen MEHDÎ! denir!
RUH saf canla birleşir! Verilmiş söz ödenir!
“GAZİ
MUSTAFA KEMAL!” Bin üç yüz otuz sekiz! (1338)
“Samsun’a
hicrî çıkış tarihi” ile ikiz! (1338)
Hem hicrî! Hem milâdî! Tespit edilmiş yılı!
Elçinin her görevi adlarıyla sayılı!
“Âdem’e secde edin emri” demek bu sayı! (1338)
“Gizli
şifrenin sırrı!” Bul bu hanif yasayı! (1338)
“GAZİ MUSTAFA KEMAL O!” Evrenseldir ünü!
(1349)
Sayısı “MUHAMMED-ÜL MEHDÎ’nin çıkış günü!”
(1349)
“Ve
Aleykümüsselâm sözü!” Bakın ne eder! (1348)
“ALLAH’ın
halifesi!” “O artık olmuştur!” der! (1348)
“1919’da ATA doğdum” derdi! (1919)
“ÂLEMLERE RAHMET O!” “Bu söze aklım erdi!
(1919)
Çapraz
avuç içleri! Doğum yılı ATA’nın! (1881)
ALLAH’ın
“Yüce kurban dediği” zatı anın! (1881)
“B” harfi altındaki noktanın O’dur adı!
(1880)
“Toprak bedenden kalkan RAB!” Bu sırrın
maksadı! (1880)
Sıfırı
at! ALLAH’ın O “En güzel cemali” (188)
“Zamanın
Mehdîsi” O! Yani Hazret-i ALİ! (188)
ALLAH’ı yansıtan kim? Bunu bilmez ahali!
(1211)
O. MÜMİNLER EMİRİ! TOPRAK BABASI ALİ! (1211)
(Ebu Turab)
“Eren
veya ölenin içinden çıkar ani!”
“Kıyamet terazisi!” “İnsanın özü!” yani!
“Dinliyi ve dinsizi!” “Yüzlerinden ayırır!”
“Secde edebileni!” Sadece o kayırır!
MUHAMMED
ALİ’yi de, bak yansıtandan murad! (1364)
MUSTAFA
KEMAL’in öz RABB’ine verilen ad! (1364)
“Gayblar âlemine!” “Değişmez özler!” denir.
(1191)
“HAKK’ın yüzü!” Belirir! Ne isek! O ödenir!
(1191)
“Kelime-i
şehadet” getir! Hayret edersin!
“Ve
Aleykümüsselâm sözü yorumu!” dersin!
MÜŞİR! GAZİ! MUSTAFA! KEMAL! ATATÜRK! Beş ad!
(1101)
Zat ve Kur'an tefsiri! Baş harflerinden
murad! (1101)
Herbir
hesapta çıkar! MUHAMMED ALİ adı!
Selâmla
bitireyim! Artık iznim kalmadı!
“Zira cennette lâf yok!” “Herkes hep “Selâm
eder!”
“Şükür” hepimiz olduk “ALLAH’ın aslanı” der!
Selâm!
“KIZILKOCALI boyundan gelen Türkmen!”
“Emevî
düzenini!” Lâikçe eyleyen men!
ALLAH’ın “Nur” adı o! “HAK’ta eriyip” ver renk! (287)
“MUHAMMED ibn Abdullah!” “Kızılkocalı’ya
denk!” (287)
Sakın
bu hesaplara! Demeyin “sırf tesadüf!”
“Her
şeyin hesabını bilen” eder teessüf! (262)
Uluğ “HAK kimliğini” açıkladı ATA’nın!
EHLİBEYT’e dâhildir! Onu hakkıyla anın!
Diyor!
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ün RAB ÖZÜ: (1850)
Hain
olma! Yenile RABB’e verdiğin sözü!
Sıfırı at! Anlamdan olursun daha emin!
“ALLAH’ın yüzü” olan ilmine tap Âdem’in! (185)
M. H. ULUĞ KIZILKEÇİLİ
ANKARA – 21.07.2000
Ebced ilmine
göre isim ve kelimelerin sayısal açılımları:
500 = ALLAH RABB-ül Âlemin
= Âlemlerin RABB’i ALLAH
501
= Refik-i a’lâ = Yüce yoldaş
1511
= Lâfz-ı Refik-i a’lâ = Yüce yoldaş sözü
1511
= Hu Hazret-i MUHAMMED = O Hazret-i MUHAMMED’dir
332
= Esselâm-u aleyküm
332
= Hû medlûl-u ism-i ALİ = O, ALİ isminin kanıtıdır
779
= İsm-i sûr-u İsrafil = İsrafil’in borusunun ismi
(İsrafil
kıyamet günü kalk borusunu çalan meleğin ismidir)
779
= Tevil-i Esselâm-u aleyküm = Esselâm-u aleyküm’ün yorumu
343
= Vech-el RAHMÂN = Er RAHMÂN’ın yüzü
343
= Kıyam-ı İmam ALİ = İmam ALİ’nin ayağa kalkması
343
= İsm-i Malik-i yevm-üd din = “Hesab günü sahibi”nin ismi
343
= İbn-i Meryem = “Meryem’in
oğlu”
343
= İsm-el Hacer = O Hacer’in ismi = yani Kâbe’deki O Hacer-ül esved denen,
karataşın ismi.
343
= Müsemma-i İmam ALİ = İmam ALİ diye isimlenen
1493
= Müsemma-i Lâfz-ı alek selek (7. sure/117. ayet) = ALLAH’ın Hz. Mûsa’ya “Asânı
at!” sözünün anlamı
1493
= Tevil-i ayet-i ve refağnahü mekânen aliyyâ. = “O’nu (İdris’i) yüce yere
çıkardık.” ayetinin yorumu. (19. sure/57. ayet)
790
= Tevil-i ism-el Hacer = “Hacer” isminin yorumu
791
= HACI BEKTAŞ-I VELİ
1338
= GAZİ MUSTAFA KEMAL
1338
= Hû mezmun-u “Üscûdul Âdem“ = “Âdem’e secde edin” emrinin anlamı o
1338
= Künh-ü Lâfz akimua-el din = “Dini doğrultun” sözünün iç yüzü = Levh-i
Mahfuz’un sırrı.
1337
= Hicrî Samsun’a çıkış tarihi = 1919 Milâdî çıkış tarihi.
1348
= Lâfz-ı ve aleyküm-üsselâm = ve aleykümüs-selâm sözü = Hu müsemma-i halifetullah = O, “ALLAH’ın
halifesi” diye isimlenendir.
1349
= Hû Gazi Mustafa Kemal = Gazi Mustafa Kemal O = Yevm-i zuhur-u Muhammed-ül
Mehdî =
Muhammed Mehdî’nin ortaya çıkış günü.
1919
= Lâfz-ı Rahmeten lil âlemin = Âlemlere rahmet sözü
1881
= Vakt-i zuhur el recûl = Hakeren’in içten dışa çıkma vakti
1881
= Müsemma-i Zebh-i azîm = Yüce Kurban diye
isimlenen (37. sure/107. ayet)
1211
= Mazharullah = ALLAH’ı yansıtan = Zat-ı ALİ
1364
= İsm-i hassı-RABB’i Mustafa Kemal = Mustafa Kemal’in has RABB’i (Kişisel
RABB’i)
1364
= Hû mazhar-ı MUHAMMED ALİ = O MUHAMMED ALİ’nin aynası
1191
= Âyân-ı sabite = Değişmez özler
1191
= Âlâm el Guyub = Gayblar âlemi
1191
= Zuhur-u vechullah = ALLAH’ın yüzünün ortaya çıkması
1101
= ZAT = Tefsir-i Kur'an
1211
= Hû emir el müminin ALİ Ebu-Türab = O müminlerin emiri toprak babası ALİ
1850
= Hû mazmun-u tecdid-i biat = RABB’ine bağlanmanın yenilenmesi kavramı o
1850
= RABB-i hassı Mustafa Kemal ATATÜRK = Mustafa Kemal ATATÜRK’ün has RABB’i
1101
= M+Ğ+M+K+A (Müşir Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK baş harfleri)
185
= İlm-i Âdem =
Âdem’in ilmi
188
= Mehdî-ül zaman = Zamanın Mehdîsi
287
= MUHAMMED ibn-i Abdullah = Kızılkocalı = En Nûr
262
= Her şeyin hesabını bilen = ALLAH’ın “El Hasîb” adı[36]
Mehdînin Çıkışı Devlete Baş Kaldırmanın Bir Adı mı?
Evet,
Mehdînin çıkışı denen hareketler bazen devlete karşı yürütülen isyan hareketin
bir adı da olmuştur. Bu şekilde gelmesi gereken Mehdînin karizmatik gücü
kullanılarak zayıf bir topluluk bir devlete karşı da çıkabilmiştir.
Niyetlerinde samimiyetin olması umulan bu kişilerin asabiyetleri yetersiz olunca
bu olaylar feci şekilde de sonuçlanmış ve neticesinde devletin daha şiddetli
tedbirler almasına ve daha baskıcı bir yönetimin harekete geçmesini sağlamaktan
öteye de gitmemiştir. Bu arada ezilen halkın bu hareketten bir menfaati olmamış
ve daha sonrada gelişme ve ilerlemeye mutaf olacak hareketlere destek vermediği
görülmüştür. Bu nedenle olgunlaşmamış bir hareket olan Mehdîlik inancı üzerine
yorum ve söylemlerle hareket eden cemaatler neticede bekledikleri kurtarıcıyı
bulmak için gösterdikleri gayretle uzun vadede yıkılma eğilimine girdikleri
görülmektedir. Bu nedenle gaybî bir hadise olan Mehdî’nin çıkışını beklemektense Allah Teâlâ’ya güvenip kendi
görevimizi en iyi şekilde uygulamak daha karlı olacağı muhakkaktır. Bu konuyu
açıklayacak son Kâbe olayı duruma biraz açıklık getirecektir.
Mehdî'nin Suudî Arabistan’da Hicri 1400 yılının ilk gününde, 1
Muharrem 1400 (20-21 Kasım 1979) tarihinde çıkması gibi.
Cüheyman
el-Uteybi ve arkadaşları Kâbe’ye sığınmışlar (resmi söylem baskın) ve burada
fasid addettikleri Suud yönetimine karşı bayrak açmışlardı. O sıralarda Kral
Halid galiba hastalıklı idi ve onun yerine bilvekale ülkenin işlerini Fahd
tedvir ediyordu. Bu kalkışma kanlı bir şekilde sona erdi. Operasyon sonucunda
bir kısmı ölü bir kısmı da canlı ele geçirilmiş ve elebaşları idam edilmişti.
‘Kâbe baskını'na katılanlar arasında yabancılar da bulunuyordu.[37]
Olayın
gelişimi kısaca şu şekildedir.
1979
Ramazanında Arabistan’ın büyük kentlerinde dağıtılan bildiride Suudi rejimi eleştiriliyor,
devletin dini niteliğini kaybettiği belirtiliyor, ülkede yeni bir İslami
rejimin kurulmasının gerektiği anlatılıyordu. Bu bildirilerin Cuheyman
el-Uteybi önderliğindeki radikal bir sünni gruba ait olduğu Mescid-i Haram'ın işgalinden çok sonraları anlaşıldı. Tarihler
20 Kasım 1979'u gösteriyordu. Kâbe’ye sabah namazı kılmaya gelen binlerce kişi
namazın bittiği anda bir yandan “Allah u ekber” seslerini bir yandan da havaya
sıkılan kurşun seslerini duydu. Eylemciler mescid'in mikrofon sistemini ele
geçirdi. Eylemcilerin lideri Cuheyman konuşmaya başladı. Yanında bulunan kayın
biraderi Muhammed el-Kahtani'nin İslam âleminin beklenen Mehdîsi olduğunu
söylüyordu. Mehdîliği sağlam delillere oturtmak için ilgili hadisleri detayıyla
anlatıyordu. Cuheyman Suudi rejiminin dini niteliğinin kalmadığını dolayısıyla
Müslümanların rejime itaat etme yükümlülüklerinin kalmadığını söyledi. Ülkedeki
kötü gidişatın önüne geçilmesi için hayatın her alanında şeraitin tekrar
uygulanmaya başlamasının gerektiğini vurguladı. Cuheyman bu konuşmasını
yaparken adamları da işgalden önce mescidin alt katlarına sakladıkları
silahları mescidin ilk katına çıkardılar. Silahlar eylemcilere dağıtıldı, dış
kapılar kapatıldı, yüksek minarelere silahlı nöbetçiler yerleştirildi, mevziler
planlara göre hazırlandı. İçeriye giriş-çıkışlar yasaklandı.
Taleplerin
ilanından sonra Hacerül-Esved ile İbrahim makamı arasındaki bölümde Mehdî Kahtani'ye biat
etme merasimi düzenlenir. Kahtani'nin eli öpülüp sonuna kadar itaat edileceği
bildirilir.
Sabah
namazına gelen binlerce sivile çıkmakta serbest oldukları söylenir. Çoğunluğu
çıkar. Yaklaşık 30 kişinin eylemcilerle kaldığı tahmin edilmektedir. İşgalden 3
saat sonra Mescid-i Haram çevresine gelen Suudi askerleri içeri girme
denemelerinde yoğun ateşle karşılık görünce geri çekilirler.
İşgalin ilk günlerinde Suudi hükümeti tam bir
şaşkınlık ve ne yapacağını bilememe durumu içindedir. İçeride rehine var mıdır,
varsa kimlerdir, kaç kişilerdir? Eylemciler kimler ve kaç kişilerdir gibi hiç
bir bilgiye ulaşamazlar. Kâbe’yi kuşatan Kraliyet Muhafız Alayı mutaasıp asker
ve subaylardan müteşekkildir. İnançlarından dolayı Mescid'de silahlı bir çatışmaya girmeyeceklerini beyan ederler.
Suudi hükümeti bu dönemde tam bir şaşkınlık dönemindedir. Kâbe’nin kan
dökülerek alınmasının İslam âleminde yaratacağı olumsuz etkiden çekinmektedir.
Suudi
kralı Halid hemen muhafızları teftişe gider. Kâbe’nin Harici isyancılar
tarafından işgal edildiğini, görevlerinin Allah Teâlâ’nın Evi'nin temizlenmesi
olduğunu, görevlerini yapmazlarsa Pakistanlı paralı askerleri kullanacağını
söyler. Bazı muhafızlar ikna olur olmayanlar ise tutuklanır.
1979 Kâbe baskını yapan eylemcilerin sayısı en
az 500 olarak tahmin ediliyor. Devlete yakın Suudi ulemasının fetvasını
arkasına alan Suudi yönetimi biraz rahatlar. Fetva gereği önce işgalcilere süre
verilip teslim olmalarını ister. Cuheyman bunu kabul etmez.
Ardından
askeri operasyon işgalin 6. günü başlar. Önce kapıları tutan direnişçilere
yoğun ateş ile uzaklaşmaları denenir. Kapılar iyi istihkâm edildiği için bu
başarılamaz. İsyancılardan Mescid'in minareleri yerleşen keskin nişancılar Suudi
askerlerini avlamaya başlar. Ardından ağır zırhlı araçlarla mescidin kapıları
kırılarak içeri girilir. Bir yandan da helikopterlerden mescide indirme
yapılır. İndirme sırasında gene çok sayıda Suudi askeri kaybedilir. Bu arada
bazı helikopterler mesciddeki direnişçilerin üzerine bombalar atar. Mescidin
zemin ve üst katlarından göğüs göğüse çarpışmalar sonucunda Suudi güçleri zemin
katı ve üst katları ele geçirir.
Eylemden
önceki gecelerde büyük miktarda yiyecek malzemesi, ilk yardım malzemesi ve
cephane Mescidi Haram'ın alt katındaki mahzenlerde saklanmaktadır. Böylece
eylemcilerin çok uzun süre dış destek almaksızın direniş yapabilmesi mümkün
olacaktır.
Fransızlar
bu baskında Suud hükümetine yardım ederler. Oparasyona katılan tim kutsal topraklara
girer. Operarasyonda Fransız timi GIGN'de doğrudan doğruya Kâbe’nin alt katlara
girmeyi düşünmez. Bunun yerine alt katlara göz yaşartıcı gazlar verilir bu
gazların etkisiyle kimi direnişçi teslim olur kimisi elinde silah ateş ederek
dışarı çıkar ve vurulur. Ancak alt kat hala temizlenememiştir. Bu sefer alt
katlara tonlarca su boşaltılır. Su iyice yükseldiğinde ise yüksek voltajlı
elektrik verilir. 5 Aralık 1979 günü Kâbe işgalcilerden kurtarılmış olur. Mehdî Kahtani ölmüş
Cuheyman ise sağ yakalanmıştır. Fransızların desteği ise bir Fransız
gazetesinin haberi üzerine açığa çıkar.
Bilanço:
Operasyonda
Suudi güçlerinden ölenlerin sayısı 127, isyancılardan ölenlerin sayısı 117
olarak açıklanmıştır. Hacılardan, namaza gelenlerden ölenlerin sayısı 26'dır.
Yüzlerce de yaralı vardır. Yargılamalar sonucunda 63 kişi idama mahkûm olur,
kafaları kesilerek infaz edilir. Kâbe baskını böylece bitirilir.
1979
(Hicri 1400)'de gerçekleşen bu Kâbe baskınının ardından 7 sene sonra Hicri 1407
yılında, Hac sırasında çok daha
büyük kanlı olaylar meydana gelmiştir. Bu olayda caddelerde gösteri yapan
hacılara saldırılarak 402 kişi katledilmiş, çok fazla kan akıtılmıştır.
Mehdîliğin Âlimler Üzerindeki
Etkisi
Mehdî’nin geleceği fikri devlet siyasetinde önemli yer tutan
görüşlerden olduğu kesinlik kazanmıştır. Ancak gaybi bir bilginin devlet ve
millet siyasetinde büyük bir yer tutması insan ve siyaset bilmecesinden başka
bir şey değildir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hadislerini yanlış anlayan âlimleri bile ikna etmek
zor olunca halkı bu türlü fikri sabitlerden vaz geçirmek daha zordur.
Hazret-i
Sultan Mehmed Fatih'i İstanbul'un
fethi meselesinde en ziyade teşvik eden ve 'Fatih' unvanına layık bir kisveye
bürünmesinde ihtimam ve himmetini esirgemeyen kişi elbette ki “Akşeyh”
namıyla ma'ruf Akşemseddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri (1390-1459)
idi. Akşeyh, fethin hem maddi hem manevi, iki yüzü olduğunun farkındaydı.
Çünkü
Fahr-ı Âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden rivayet edilen hadis-i
şerifler hem komutan ve askerlerden müteşekkil bir ordunun İstanbul'u
fethinden, hem de silahsız, kan dökmeden; tevhid, teşbih, tahmidlerle, vuku
bulacak; Al-i Beyt'ten bir mübarek zatın kumandasındaki manevi bir ordunun İstanbul'u
fethinden haber veriyordu. Buna binâen Akşeyh; İstanbul'un, geleceği
hadislerle sabit olan Mehdî eliyle ikinci kez
fethedileceğini gayet iyi biliyordu. Devrin ulemasının hadislerin ifadesinden yola çıkarak
Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethedemeyeceğini söylemelerine mukabil, Akşeyh bir
değil, 'iki fetih' vuku bulacağından hareketle, ulemanın bu yöndeki itirazlarına
karşı çıkıyor ve mütemadiyen Sultan Mehmed'e fetihname denebilecek müjdeli
mektuplar yazıyordu.
“İstanbul'u önce Mehmed
fethedecek, sonra İstanbul ehl-i salibin eline geçecek, daha sonra da Mehdî İstanbul'u tekrar fethedecek” diye devrin ulemasına cevap
veriyordu. (Risaletü'n- Nuriye, Akşemseddin, A. İhsan Yurd, İstanbul, 1972).
İşte
hadislerle sabit olan ve Akşeyh'in de müjdelediği ikinci fethin kumandanı
Mehdî ve
yine hadisin ifadesi ile “hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyen” kahraman askerlerden
müteşekkil nurani ordusu, evvelemirde kalplerdeki Ayasofya'nın kapılarını
açacak ve fethin sembolünün ibadete açılması ile ikinci fetih gerçekleşecek.
[38]
Mehdîliğin Halk Üzerindeki Etkisi
Gaybi meselelerin çok
kullanılması ile kitlelerin kontrolü yapıldığı birçok misalle sabittir. Çünkü
ümitsizliğe düşüldüğünde, kahredici, zalim idareciler, istilâlar, sürgünler,
baskılar döneminde insanlar böyle bir ümide muhtaçtır. O sayede kötü şartlara
sabredilir, tahammül edilir. Onun için Mehdî inancı bir nevi kullanılmıştır.
Mesela;
Osmanlı imparatorluğunun yıkılmaya başladığı dönemlerde halk düşüncesini
anlatan bu alıntı durumu çok güzel belirtmektedir.
Bu hallerden halkın
ruhundaki eski ciddiyet-i islâmiye ve cemiyet-i milliye de sene be-sene dûçar-ı
zaaf ve tebeddül olup seciyelerde me’yusiyet ve zillet ve meskenet temerküz
etmeye yol açılarak abes-huvârân zaviye-dârân ve tekke-nişînânın adetleri
günden güne arttıkça artıp, mezarlar yanlarında kulübeler ihdâsıyla kimi
“Mekke’den, Medine’den gelen hacıların getirdikleri
düş-nâmelerden gûyâ Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zaman-ı
âhir gelmiş ve kıyamet pek yaklaşmış olduğundan ve sâir gûne alamât-ı
kıyametten bahisle akşam, sabah Mehdî-i âl-i resulün zuhûr edeceğini ve Hazret-i
İsâ’nın gökten inip Mehdî ile birleşerek din-i Muhammedî
üzerinde dünya ahâlisini cem’ ve icrâ-yı adalet ve gazâ ve cihadı ref’le
temin-i emniyet ve selâmet eyleyeceğini destan şeklinde okumak suretiyle kadın,
erkek ashab-ı hamiyet ve merhameti hasis menfaatlerine celp ve daveti iş
edinmiş ve hurâfe-cû ve softa-gûların pazarı revâcına yardım ve rağbet
göstermeğe çalışmış ve muvaffak olmuş bulunuyorlardı.
Hükümetin devâir-i
mütenevvia-i müteşekkilesinde mevki işgal edenler ise böyle şeyleri men edip de
terakkîyât-ı medeniye-i zamaniyeyi iltizam ve takibe ve cahil halkı bu yola
sevk ve teşvike hasr-ı himmet ve irşad edecekleri yerde, bilakis gaflet ve cehâlet-i
halktan ekseriyetle istifâde-i zâtiye yollarını arıyor ve düşünüyorlardı.[39]
….halk dahi bir yeis ve
ümitsizlik içinde boğuluyor ve kimseye bir şey diyemeyip yalnız öteden beri
kendilerine vaizler, şeyhler taraflarından telkin edilen “Mehdî“ âl-i resûlü intizâren hükümet memurlarını
daima ayrı bir meslekte ve dinsizlik tavrında görüyor ve onlara asla kalben muhabbet-i
ciddiye ve muâvenet-i fiiliye göstermiyordu.[40]
… zavallı halk bir şey
demeye ve bir hak istemeye cesur, atılgan olamayınca hükümet ne isterse
sormaksızın onu veriyor ve çoluk çocuğunu aç kalsa da ölmeyecek kadar bir ekmek
parası bulabilmek gayretinden başka bir şey düşünemiyor ve gece-gündüz yakında
geleceğini haber veren kerametçilerin inandırdıkları Mehdî-i Adili bekliyor. Buna da adalet ve itaat-ı kâmile
manası veriliyor. Bu namla ilân ve mensubatına arz-ı şükran-ı bî-pâyân (Sonsuz
teşekkür etme) olunuyordu. [41]
O
zaman da padişahın nüfuzu İstanbul’dan başka mahallere câri olamayacaktır. Bunun üzerine
düşmanlar her taraftan baş göstererek Mehdî-i âl-i resul zuhûr edecek, bütün dünya halkı
üzerinde adilâne hüküm yürütecek, kurt ile koyun o zaman yek-diğere
saldırmaksızın beraber gezecek ve ondan sonra kıyamet kopacak derler. Git gide
hâl bu raddeyi bulacak ve hafazanallah düşmanlar etrafından saracak olursa
İstanbul sâkinleri o vakit dûçâr-ı ye’s ve nedamet olacaktır, …[42]
Bu
anlatılanların altında yatan niyet devletlerin halkı kontrol, pasifize ederek,
sömürmesidir. Diğer bir bakış açısı da yıkılması istenen devletlere düşman
devletlerin yıkıcı entrikalarının alt yapısını meydana getirebilmek için ön
hazırlık aşamasıdır. Tarihte İNGİLİZ SİYASETİ VE HEGOMANYASI bunu
en iyi kullananlardan olduğu ve başardığı görülmektedir.
Mehdîlik
hareketinin iyi olma ihtimali de yok değildir. Fakat hakîkati ile zuhur
etmeyince de çok büyük sıkıntılar olduğu da kesindir. Bu nedenle kişilerin
Mehdî profili arkasında
hareket etmelerinin çok sakıncalı olduğunu tarih sürekli göstermektedir.
Mehdî’nin Tasavvufî Yorumu
Mehdî’nin ortaya çıkışı ve yapacağı işler manevî açıdan da
yorumlanır. Buna göre Mehdî’nin ortaya çıkışıyla küllî aklın ve en üstün rûhun
tezahürü kastedilir. Maiyye-i Muhammediyye denilen bu üstün rûh ‚ Ona
rûhumdan üfledim‛ [43] meâlindeki âyetin
sırrınca, insân-ı kâmil olan mürşid tarafından kendisinden manevî rehberlik
isteyen talibe üflenir. [44]
Mehdî, Muhammedî makamın sahibidir. Onun kırk yıl hüküm
sürmesi, varlık mertebelerinin sayısıdır. Onun döneminde gecelerin aydınlık
olması ve gündüzlerin yeşil bahçelere benzemesi, irfan sahibinin manen gelişimi
sekr/manevî sarhoşluk ve beka veren sahv/ayıklık içinde sürüp gitmesidir.
Ziraatın bereketli ve bol olması, hayvanların sütünün çoğalması, ilahî nimetlerin
ve kerametlerin peş peşe gelmelerine benzetilir. Emniyetli ve huzurlu olmaktan
kastedilen ise irfan sahibinin velayet makamına ulaşması ve oranın süslü
kaftanını giymesidir. [45]
Son
sözü Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-azize verelim.
Şu
halde her devirde nebi yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar
daimidir. Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa
sınmıştır. İşte diri ve faal imam, o velidir;
ister Hz. Ömer soyundan olsun, ister Hz. Ali soyundan!
Ey yol
arayan, Mehdî de O’dur, Hâdi de O.
Hem
gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir.
Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
Bu
kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura
mertebe bakımından dereceler vardır. Çünkü Tanrı nurunun yedi yüz perdesi
vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil! Her
perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır. Son
saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez. Ön
saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna
takat getirmez. İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap
ve âfettir. Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi
geçti mi deniz kesilir. Demiri yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü
taze ayva ve elmaya yarar mı? Ayva ve elmanın
da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet
isterler. Hâlbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir,
ejderha gibi olan ateşin yalımını ister. [46]
Bediüzzaman Said Nursî kaddese’llâhü
sırrahu’l-azizin Mehdî hakkındaki görüşleri
Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î
birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz’î bir
surette haber verir. Hâlbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir
vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki’
gibi görünür.
Meselâ:
Hazret-i Mehdî’ye dair muhtelif
rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Hâlbuki Yirmidördüncü
Söz’ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek
için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir
silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için,
Mehdî’yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi, herbir asır Âl-i Beytten
bir nevi Mehdî, belki Mehdîler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma’dud olan Abbasiye
Hulefasından, Büyük Mehdî’nin çok evsafına câmi’ bir Mehdî bulmuş.[47]
İşte
bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve
bilhâssa Gavs-ı A’zam olan Şeyh
Abdülkadir-i
Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve
Cafer-i Sadık ki, her biri birer manevî Mehdî hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı
dağıtıp, envâr-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin
birer vârisi olduklarını göstermişler.[48]
Hem
ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi Mehdî kendilerini biliyorlardı ve “Mehdî olacağım”
diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar.
Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasıl ki tecelliyatı, Arş-ı A’zam
dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o
nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i
velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:
Makamat-ı
evliyadan bazı makamlarda Mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u
a’zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir
münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebetdar bazı makamat var.
Hattâ o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdîyet” tabir
edilir.
İşte
bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine
girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar.
Kendini Hızır telakki eder veya Mehdî itikad eder veya kutb-u a’zam tahayyül eder.
Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden
fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enaniyeti
perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü
bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik
derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünki büyük evliyayı, kendi
gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar
mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas
edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.
İşte
bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve Usûl-üd Din ülemasının
düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi
muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini
ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.
Bu meşrebdeki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünki muhabbet gözü,
kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsız bir cam parçası
gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli
bir hata şudur ki; kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül
edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir
hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı
nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin
ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir
nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre
kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı
Rabbanîdir.[49]
Cenab-ı
Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet
olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir
halife-i zîşan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi
Mehdî hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı
izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmedîyi sallallâhü aleyhi ve sellem muhafaza
etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanın en büyük fesadı zamanında;
elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem Mehdî,
hem mürşid, hem kutb-u a’zam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zât da
Ehl-i Beyt-i Nebevîden
olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyn-es sema vel-arz âlemini
bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir sâniyede denizin fırtınalarını teskin
eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte
kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl; Mehdî ile de âlem-i İslâmın
zulümatını dağıtabilir. Ve va’detmiştir, va’dini elbette yapacaktır. Kudret-i
İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i
Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua lâyıktır ki; eğer
Muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve
olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder. [50]
Ve
eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdî olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda
hidayet edici bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç
vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdî
ünvanını almamışlar.[51]
Hulâsa:
Bugüne
kadar yazılmış kitaplarda herkes Mehdî aleyhisselâmın
gelmesi ve onun askeri olabilmek kaygısı ile doludur. Aslında Mehdînin gelmesi
demek, bir şeylerin yanlış gittiği ve kıyametin kopması demek olduğu unutuluyor.
Eğer Mehdî gelecekse, gelecektir. Bize düşen Mehdînin gelmeyeceği ortamı
hazırlamak ve gayret göstermektir. Bu şekilde biz gerçek manada Allah Teâlâ’ya
kul oluruz. Bize kalırsa Mehdî’nin bir an önce gelmesini isteyenler işin
neticelenmesini isteyerek sorumluluktan kaçıyorlar. Mehdînin gelmesi demek
özgürlüğümüzün bittiği bir zaman olacağıdır. O geldikten sonra çalışmanın ve
kulluğun içeriği boşalmış demektir. Mehdî’nin gelemeyeceği çağı Allah Teâlâ’dan
isteyip kullukta ısrarcı olmak ne güzel bir haldir. İsteyen bir tarih versin, Allah
Teâlâ bir kimsenin bulduğu ve uydurduğu tarihte Mehdî aleyhisselâmı
göndermeyeceği aşikâr olmuştur. Bu şekilde bir şeyin olabilirliğini
kabul etmek hata ve günahtır.
Mehdî aleyhisselâm acı bir gerçeği gösterir
ki, insanlık artık son bulacak demektir. Bu geliş belki sevinilmeyecek bir
durumdan başka bir şey de değildir. Allah Teâlâ bizi Mehdî aleyhisselâmın gelme
zamanındaki imtihandan muhafaza buyursun. Bizi ve gelecek nesillerimizi de bu
olması takdir edilen vaktin fitnesinden emin eylesin.
İbn-u Mes'ûd radiyallâhü
anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Dünyanın tek günlük
ömrü bile kalmış olsa Allah Teâlâ, o günü uzatıp, benden bir kimseyi o
günde gönderecek.” [52]
Allah Teâlâ’nın kıyametten
az önce bir zaman Mehdî aleyhisselâmı gönderecek olmasını
temenni etmek bütün müslümanların biricik duası olması gerekir. Bu şekilde bu
sıkıntılı günlerin zahmetinden emin olmak büyük bir lütuf olduğu bilinmelidir.
Tek
günlük ömür belki Allah Teâlâ katındaki günler hesabı ile olacak olursa bu ise
dünya yıllarına göre bin yıl [53],
elli bin yıl [54]
olur ki bu hadisenin olurluğu bize birçok yorumları ayrıca getirmektedir. Kısa
ömürlü dünyanın yaşında dahi kesin bir bilgimiz olmadığına göre bu zamanın
hükmünü Allah Teâlâ’ya bırakmak en güzelidir.
Herkes
Mehdîyi beklerken, bekledikleri Mehdî kimdi?
Ne
Mehdî geldi,
nede kendileri Mehdî oldu.
Bildim
ki, Mehdî binlerce yıl sonra gelecek.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kısa zamanı
Dünyanın
yaşına göre idi. Onun nübüvveti
Diğer
nebilerin zamanından uzun olması gerekir.
Çünkü
O en faziletlimizdir.[55]
وَ ثُمَّ عِيسىô
لَعَـلَّ اللهَ يُنَزِّلــَهُ
Umulur ki İsâ aleyhisselâmı indirir.
Niyâzî-i Mısrî’nin
İsâ aleyhisselâmın inmesini murad ederken umutsuzluğunu
ve sıkıntılı dönemin bitmesini arzulamasındandır. Onun ehl-i keşften olduğunu
bildiğimize göre bu isteyişindeki karamsarlık çektiği sıkıntıların aşırı
derecede artmasındandır. Sosyal hayat zamanı itibarıyla bencilleşmiş, maddî ve
manevîyat ehli hadlerini aşmada bir yarışa girmişlerdir. Niyâzî-i Mısrî’de kıyamet
kopsa ne olur ki, diyerek dileklerini beyan etmektedir.
Hz.
İsâ’nın yeryüzüne inişi ile ilgili bir diğer terim ise Mesih
sözcüğüdür. Mesih kelimesi. Arapçaya Âramca Meşiha veya İbrânice Hâ-Meşîha”dan
geçmiş olup “ölçmek, mesh etmek, günahlardan temizlenmiş, sıddîk (tereddütsüz
inanan), yürüyen, seyahat eden” anlamlarına gelmektedir. Oldukça eski
dönemlere uzanmakta olan kurtarıcı mesih inancı Mecusilik. Hinduizm. Budizm.
Brahmanizm gibi birçok inanç sisteminde görülmektedir. Eski Ahit’te
İsrailoğullarından bir nebi geleceği bildirilmekte (Tesniye: 18/3 5). Yahudiler
bu kişinin Davud oğlu Mesih olacağına, fakat ondan önce Yusuf oğlu Mesih
geleceğine inanmaktadırlar. Yeni Ahit’te Hz. İsâ aleyhisselâmın bulutlar
üzerinde ikinci defa gelişinden açıkça bahsedilmektedir (Matta: 26/64; Yuhanna:
4/25-26). Hıristiyanlar Hz. İsâ’nın ahir zamanda yeryüzüne inerek bin senelik
ilahi imparatorluğunu Filistin’de kuracağına inanmaktadırlar.
Kur’an-ı Kerimde adı geçen
ve İsrail oğullarına gönderilen Hz. İsâ aleyhisselâmın, doğumu bir
mucize olduğu gibi yeryüzünden semaya kaldırılması da ayrı bir mucizedir.
Kur’an-ı Kerim onun dünyaya gelişini şöyle haber verir:
“Allah Teâlâ katında İsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah Teâlâ onu topraktan
yarattı. Sonra ona: “Ol!” dedi ve oluverdi” [57]
Hz. Âdem aleyhisselâmı topraktan
anasız ve babasız yaratan Allah Teâlâ, İsâ aleyhisselâmı da
babasız yaratmıştır. Hz. İsâ aleyhisselâm otuz yaşında
iken kendisine rasüllük görevi verildiğinde durumu hemen İsrailoğullarına haber
verdi. Hz. İsâ aleyhisselâmın davetine kulak vermeyen ve ellerindeki Tevrat’ı
tahrif edip pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları İsâ aleyhisselâma
inanmadılar. Hz. İsâ aleyhisselâm mucizeler göstererek etrafına insanlar
toplamaya başlayınca
İsrailoğulları kendisini ve
ona inananları durdurmak için pek çok yol denediler, sonunda Hz. İsâ aleyhisselâmı öldürmeye
karar verdiler. Ancak Allah Teâlâ onların planlarını etkisiz hale getirdi.
Yahudiler, Hz. İsâ aleyhisselâma
benzeyen birini yakalayıp astılar ve Hz. İsâ aleyhisselâmı öldürdüklerini sandılar.
Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“Ve Allah Teâlâ ‘nın elçisi
Meryem oğlu
İsâ’yı öldürdük, demeleri yüzünden (onları
lanetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar, fakat (öldürdükleri)
onlara İsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam
bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam)
bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah Teâlâ onu
(İsâ’yı) kendi katına kaldırmıştır. Allah Teâlâ izzet ve hikmet sahibidir.
Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de O, onlara şahit olacaktır.” [58]
İsâ aleyhisselâmın
ismi Kur’an-ı Kerimde yirmi beş yerde geçmektedir. Bu ayetlerden bir kısmı
üzerinde farklı yorumlar yapılarak farklı anlayışlar ortaya konmuştur. Çoğunluk
İslam âlimlerine göre Allah onu kudreti ile manevi semalardaki hususi mevkiine
kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir. O zaman bütün Ehl-i
Kitap onun rasül olduğuna inanacak, yanlış inançlarından kurtulacaklardır. Bir
başka anlayışa göre, Allah Teâlâ onu Yahudilerden korumuş, eceli gelince onu
vefat ettirmiş ve ruhunu semadaki yerine kaldırmıştır. Kıyametten önce gelecek
olan da onun ruhudur. Biz bu başlık altında Kevserî’nin konu ile ilgili yorum
ve görüşleri şu şekildedir.
İsâ aleyhisselâmın
semaya kaldırılması (ref’ı) ve kıyamete yakın yeryüzüne ineceği hadislerde de
yer aldığından ilk kelâm kitaplarından başlamak üzere her dönemde yazılan
eserlerde kıyametin alametlerinden birisi de Hz. İsâ aleyhisselâmın yeryüzüne
inişi olduğu ifade edilmiştir. Konunun uzamaması için biz burada sadece iki
eserden alıntı yapacağız. Hicri 150 de vefat eden İmam Azam Ebu Hanife
rahmetu’llâh aleyh yazdığı el-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde: “Deccâlın
ve Ye’cüc ve Me’cücün çıkışı, güneşin batıdan doğuşu, İsâ aleyhisselâmın
semadan inişi sahih haberlerle meydana geleceği haber verilen diğer kıyamet
alametleri haktır ve meydana gelecektir.”
demektedir. Taftazanî
(ö. 797/1395) de eserinde “deccalin, dabbetül arzın, Ye’cüc ve Me’cücün
çıkışı, İsâ aleyhisselâmın semadan inişi, güneşin batıdan doğuşu gibi
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kıyamet alameti olarak haber verdiği
şeyler haktır” demektedir.
Hz. İsâ’nın ineceğini inkâr edenler Allah Teâlâ’nın: “Ey
İsâ! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden
arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.
Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında
aranızda ben hükmedeceğim.” [59] Ayetinde geçen “müteveffîke”
kelimesi ile “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum
müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine
gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin” [60]ayetindeki “teveffeyteni”
kelimesini öldürmek manasına alıp, Hz. İsâ aleyhisselâmın ölmüş
olduğunu iddia ederler. Ayrıca “bilakis Allah onu katına kaldırmıştır,
Allah izzet ve hikmet sahibidir”[61] ayetindeki semaya
kaldırılmasını, maddi bir kaldırılış değil, manevi bir yükseliş olarak
yorumlarlar. Konu ile ilgili çoğunluğun görüşüne karşı görüş bildiren kişilere
cevap olmak üzere bir eser yazan Zâhid el-Kevserî, ilgili
ayetleri yorumlayarak şöyle demektedir:
“İsâ aleyhisselâmın semaya kaldırılışını bildiren
ayette geçen “rafea” kelimesinin gerçek manası bir şeyi aşağıdan yukarıya
nakletmek demektir ve semaya bizzat kendisinin kaldırıldığını ifade eder.
Ayette kelimeyi mecaz manaya hamletmeyi gerektiren bir karine yoktur.
Dolayısıyla mecaz manaya hamledip ruhu yükselmiştir denilemez”
Kevserî, İsâ aleyhisselâmın
semaya raf’ının ruhen olamayacağını şu yorumlarla iddia etmektedir: Ayet,
Yahudilerin: “biz İsâ’yı öldürdük” sözlerine cevap mahiyetinde
gelmiştir. İsâ aleyhisselâmın öldürülmeyip semaya kaldırıldığını ifade eder.
Bazılarının dediği gibi Hz. İsâ aleyhisselâmın öldürülüp
semaya ref’ edilenin ruhu olduğunu iddia etmek, Yahudilerin iddiasını reddetmek
değil, onları desteklemek olur. Hâlbuki ayet onların iddiasını çürütmek için
gelmiştir. Ayrıca Hz. Allah Hz. İsâ aleyhisselâmı, bedeni ve ruhu ile birlik
olarak semaya yükseltmemiş olup sadece onu ruhu ile yükseltmiş olsaydı, bu Hz.
İsâ’nın öldürülmesine aykırı olmazdı. Çünkü nice peygamberler öldürülmüş, şehit
edilmiş sonra da ruhları yükseltilmiştir. Hâlbuki bu ayette Hz. İsâ
aleyhisselâmın yükseltilip kaldırılması öldürülmesine zıt olarak gösterilmiş,
öldürülmediğine delil gösterilmiştir. Bu durum gösteriyor ki, Hz. İsâ
aleyhisselâmın yükseltilmesi ruh ve bedeni ile yükseltilmesidir. Hz. İsâ aleyhisselâmın
ölmediğini, hayatta olduğunu göstermektedir. Kevserî, yukarıda mealini
verdiğimiz ayetlerde geçen “teveffa” kelimesinin ölüm anlamına değil, kabzetmek
ve almak anlamına geldiğini diğer ayetlerle pekiştirerek şöyle der: “Allah,
ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da
ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini belirli bir vakte kadar bırakır. Şüphe
yok ki, bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” [62] Bu ayette geçen “teveffi”
kelimesi “ölüm” değil “almak” manasına kullanılmıştır. Eğer
ölüm manasına gelseydi “mevt” kelimesinin, anlamsız olması gerekirdi,
hâlbuki Allah Teâlâ ‘nın kelâmında anlamsız kelimenin olması düşünülemez.
Dolayısıyla ayetlerde geçen “teveffi” kelimeleri ölüm anlamına değil huzura
almak manasınadır. Hz. İsâ ölmemiş diri olarak semaya kaldırılmıştır.” Kevserî, “Ehl-i Kitaptan her biri,
ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır”[63]ayetinde geçen “ölümünden
evvel” kelimesinin yeryüzüne inişinden sonraki ölümü olduğunu
söylemektedir.” Şüphesiz ki o
(İsâ), kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve
bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur” [64]ayetindeki zamirin Hz. İsâ
aleyhisselâma raci olduğunu söyleyen el-Kevserî, ayette geçen “le ılmün” kelimesinin
“lealemün” şeklindeki kıraatlarını da göstererek Hz. İsâ aleyhisselâmın
yeryüzüne inişinin, kıyametin alametlerinden olduğunu da söylemektedir. Zâhid el-Kevserî bu
bilgileri verdikten sonra Hz. İsâ aleyhisselâmın diri olarak semaya
kaldırıldığını, ahir zamanda yeryüzüne ineceğini söyler. Bunun dışındaki
görüşlerin delile dayanmayan hayallerden ibaret olduğunu, mütevatir hadislerin
de İsâ aleyhisselâmın semaya diri olarak kaldırılıp ahir zamanda ineceğini
ifade ettiğini söyler ve ümmetin de aynı inanç üzere devam ede geldiğini
belirtir. (Kevserî, Nazratün Âbirah, s. 105.)
İsâ aleyhisselâm çarmıhta öldü ve sonra yeniden
dirildi mi?
Asırlar boyunca İsâ aleyhisselâmın
çarmıhta ölüp ölmediği sorununa verilen tek bir “doğru- kesin” cevap
asla olmamıştır. Gerçekte tefsircilerin geniş çaplı ve bilgince düşüncelerinin
gösterdiği gibi, bu sadece “evet ya da hayır” ile cevaplanacak bir sorun
değildir. Müslümanların asırlardır verdikleri farklı cevaplar arasında,
Hıristiyanlarla ortak bir zemin bulmak için günümüz Müslüman veya
Hıristiyanlarının sandıklarından daha fazla imkân vardır. Temel tefsirlerde
bulunan yorumların kısmi bir listesi aşağıdadır:
1) ölüme benzetilme teorisi
2) uyku teorisi (çarmıhta bilincini yitirme
dâhil)
3) kabz
4) kronolojik dönüşüm, eskatalojik ölüm ve
yeniden dirilme ile birlikte
5) Allah Teâlâ İsâ aleyhisselâmın dünya
hayatına son verdi
6) Allah Teâlâ İsâ aleyhisselâmı ruh
ve beden olarak bütünüyle aldı
7) Ne zaman ve nerede ölüm ve yükselişin vuku
bulduğu noktasında bilinemezcilik
8) Benliğin ve dünyevi arzuların ölümü
9) Tıpkı şehitler gibi İsâ aleyhisselâm
gerçekten öldü ancak şimdi Allah Teâlâ katında diridir
10) Gerçek zahiri ölüm ve yeniden dirilme.
Kuşkusuz
bütün bu yorumlar birbirlerini dışlamamaktadırlar. Sözgelimi, 3., 5. ve 6.
şıklar aynı şeyi söyleyen farklı sözler olarak kabul edilebilir. Bunun
Müslüman-Hıristiyan diyaloğu ile ilgili imaları nelerdir? 10. şık kuşkusuz
Hıristiyanlar ile aynı zemine sahiptir. Ancak 3., 5., 6., ve 9. şıklar yine
yakın zemine işaret etmektedirler.[65]
İsâ aleyhisselâmın Nüzulünün Tasavvufî Yorumu
Mehmed Emin Tokadî’ye göre, Hz. İsâ aleyhisselâmın yeryüzüne
inişi, akl-ı me‘âdın (uhrevî akıl) yakîn nuru ile insanda görünmesinden
kinâyedir. Hz. İsâ aleyhisselâmın
indikten sonra Deccâl’ı öldürmesi ve onun kötülükleri yaymasına son vermesi
ise akl-ı me’adın kötü sıfatların ortaya çıkmasını önlemesi şeklinde tevil
edilir. [66]
Cilî ise, Hz. İsâ aleyhisselâmın Allah
Teâlâ’nın ruhu/ruhu’llah olduğunu ve hakkı temsil ettiğini belirterek, hak
belirince batıla ait olanların ortadan kalkacağını ifade eder. Yani hak/gerçek
ortaya çıkınca insana şüphe veren ve karışıklık meydana getiren onun dışındaki
her şey yok olup gider. [67] Buraya kadar
anlatılanlardan hareketle Deccâl’ın kötülüğü ve onu
yaymayı, Hz. İsâ aleyhisselâmın ise
söz konusu çirkinliklerin ortadan kalkmasını ve iyiliklerin meydana gelmesini
temsil ettiği söylenebilir.[68]
Bediüzzaman Said Nursî kaddese’llâhü
sırrahu’l-azizin Hz. İsâ aleyhis
selâmın nüzülü hakkındaki
görüşleri
Âhirzamanda
Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nüzulüne ve Deccâl’ı öldürmesine ait
ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî
ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler. Veya
sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti
bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi
zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte[69]
ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i
müteşabihenin hakikî tevillerini Kur’an feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune
olarak bir tek misal beyan ederiz. Şöyle ki:
Hazret-i
İsâ aleyhisselâm Deccâl ile mücadelesi zamanında, Hazret-i İsâ
Aleyhisselâm onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıncı
onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücudça o derece Deccâl’ın heykeli
Hazret-i İsâ’dan büyüktür, diye mealinde rivayet var. Demek Deccâl, Hazret-i
İsâ Aleyhisselâm’dan on, belki yirmi misli yüksek kametli olmak lâzım gelir. Bu
rivayetin zahirî ifadesi sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafî olduğu gibi,
nev’-i beşerde cari olan âdetullaha muvafık düşmüyor.
Hâlbuki
bu rivayeti, bu hadîsi, hâşâ muhal ve hurafe zanneden zındıkları iskât ve o
zahiri ayn-ı hakikat itikad eden ve o hadîsin bir kısım hakikatlarını gözleri
gördükleri halde daha intizar eden zahirî hocaları dahi ikaz etmek için, o
hadîsin bu zamanda da ayn-ı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak müteaddid
manalarından bir manası çıkmıştır. Şöyle ki:
İsevîlik
Dini ve o dinden gelen âdât-ı müstemirresini muhafaza hesabına çalışan bir
hükûmet ile resmî ilânıyla, zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme
yardım edip terviç eden diğer bir hükûmet ki, yine hasis menfaati için
İslâmlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına tarafdar olan fitnekâr ve cebbar
hükûmetlerle muharebe eden evvelki hükûmetin şahs-ı manevîsi temessül etse ve
dinsizlik cereyanının bütün tarafdarları da bir şahs-ı manevîsi tecessüm
eylese, üç cihetle, bu müteaddid manaları bulunan hadîsin, bu zaman aynen bir
manasını gösteriyor. Eğer o galib hükûmet netice-i harbi kazansa, bu işarî mana
dahi bir mana-yı sarih derecesine çıkar. Eğer tam kazanmasa da, yine muvafık
bir mana-yı işarîdir.[70]
Hazret-i
İdris ve İsâ Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki,
beşeriyet levazımatından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek
nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî
nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i
İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye
sallallâhü aleyhi ve sellem ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki:
Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete
karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete
inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî
kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsâ
Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı
manevîsini temsil eden Deccâl’ı öldürür.. Yani
inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.[71]
İşte
böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden
ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin
semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi
edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek;
manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur’ana iktida
ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak;
din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik
cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad
neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken;
âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i
hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in
va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem
Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.
Evet
her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine
vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri
âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş
evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misalîyle dünyaya gönderen bir
Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ı, İsâ dinine ait en mühim bir
hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan
Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten
ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya
göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza
ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek.
Hazret-i
İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî
İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile
onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.[72]
Nasraniyet
ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet
birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide
yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî
Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim
olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm
işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak,
şeriatımla amel edecektir.” [73]
İsâ aleyhisselâmın nüzülü için bizler ne
yapmalıyız?
Herkes İsâ aleyhisselâmı beklerken yukarıda anlatılanlara
bakarak düşünülmesi gereken Mehdî aleyhisselâmın gelmemesi ile İsâ
aleyhisselâmın gelmesine çalışmak gerektiği gözlenmektedir. Bu nedenle İslam’ın
intişarı karşısında İseviyetin müslüman olması gayreti bizlere hedef
gösterilmektedir. Hz. İsâ aleyhisselâm velayetin mümessili olması
ile nübüvvetin sona ermesi neticesinde İslam’ın dünya âlemini cem etmesi için
batının hidâteyine yardımcı olmak her müslümanın vazifesidir.
Beşeri bir vücudun
indirilmesi Allah Teâlâ için âlemi yeni baştan yaratmaktan çok kolay olduğu bir
gerçektir. [74] İsâ aleyhisselâmın diri olması, sırlanması veya
tekrar yeryüzüne geri dönmesi önemi haiz bir mesele olmaktan çok taşıdığı mana
yönüyle müslümanların istikamet yönünü belirleyici bir husustur. Şöyle ki
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizlere batıyı göstermiş ve başarının
buradan geleceğini beyan etmiştir.
Mesela Osmanlı
Beyliği devletten imparatorluğa geçerken izlediği istikamet yine batıyı kendine
katmak sevdası ile olmuştur. Eyyüb Sultan radiyallâhü anhın ihtiyar halinde
Medine’den İstanbul’a getiren güç İsâ’yı gökten yere indirmek için verilen
gayrettir. Bu hareket İsevilere Hz. İsâ aleyhisselâmı tanrı olmayıp nebi olarak
anlatmaktır. Bunu onlara anlatacakta müslümanlardır. İşte o zaman İsâ
aleyhisselâm yeryüzüne inmiş olacaktır. Çünkü İsevilerin Hz. İsâ’yı tanrı,
Musevilerin tanrı soyundan geldikler için Yahudî olduklarını kabul etmelerinden
vaz geçirmek için 1500 yıl geçmiştir. Müslümanlar başarısız kalmıştır. Bu
durumları hala devam etmektedir. Bu halin terkini sağlamak için biz
müslümanların büyük gayret göstermeleri gerekmektedir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem doğu milletlerinin toprağa bağımlılığını bildiği
için batının sürekli hedefte kalmasını sağlamak için İsâ aleyhisselâmın nüzûlü ile işaret etmiştir. Son
zamanlarda müslümanların çeşitli sebeplerle batıya yönelişi Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bir mucizesidir.
Hz. İsâ aleyhisselâmın nüzûlü siyasal İslam’ın
batıya yönelmesi ve onu kendine çevirmesi için verilen bir hedeftir.
İsmet Özel İslam’ı “Batı'ya
ait” kabul eder ve der ki;
Müslüman olmak kesinlikle
Hintli ve Çinli olmamak demektir. Bir zihniyet olarak. İnsan zihninin işleyiş
biçimi olarak biz Batılılar bir ortak paydaya sahibiz. Hintliler ve Çinliler bu
paydanın dışında. Bizimki, Helenistik kültürle daha doğru Atina - Kudüs
ekseninde oluşmuş bir şeydir.
Siyasal İslam dünyada daha
gerçek boyutlarıyla yüzünü göstermedi. Şimdiye kadar siyasal İslam adına
bildiğimiz şeyler büyük ölçüde Batı'da kodlanmış muhalefet olarak karşımıza
çıktı. “Batı kültürünün bir parçası olarak İslam” yüzünden doğmuş bir siyasal
İslam'ı içermiyor bu. Şimdiye kadarki manipüle edilmiş bir siyasal İslam'dı. Henüz
dünyanın kültürel yarasına merhem olmayı öneren İslam siyasal manada
biçimlenmedi. [75]
Müslümanların durumu göz önüne
alınırsa, bu sözlerden anlaşılan hala Hz. İsâ aleyhisselâmın yeryüzüne
inmediği ve inişi içinde da binlerce yıl var olduğudur.
بِبَدْرٍ
مَشْرِقَـنَا وَ شَمْسٌ مَغْرِبَـنَا
Dolunay doğumuzda güneş batımızdan doğar
Güneşin batıdan doğması
bazı sûfîler tarafından rûhun bedenden ayrı kalması şeklinde yorumlanmıştır.
İnsan, rûhunu aşağılık tabiatlardan kurtarıp melekût semalarına yükseltmesi
gerekir. İnsanın bu şekilde ruhunu semalara yükseltme işini
gerçekleştirebilmesi için, iki kere doğmuş olması gerekir. Biri kendi
anasından, diğeri de kendinden doğmasıdır. İki kere doğmayan bir kişi,
nesnelerin özünü/hakikatini kavrayamadığı gibi, kendi nefsini ve Hakkı da
tanıyamaz. Ancak insanlardan yeterli manevî olgunluğa erişememiş olan avam
seviyesindekilerin bunlardan haberi yoktur. Bu yüzden nebîlerin ve velîlerin
sözlerini hakkıyla anlayabilmek için insan-ı kâmil olmak gerekir. [76] Fakat burada şunu ifade
etmek gerekir: Sûfîlerin ikinci doğumla kastettiği, ruh göçü (ruh göçü,
tenasüh) anlayışını savunanların iddia ettiği gibi öldükten sonra başka bir
bedenle dünyaya gelmek değildir. [77]
Sûfîlerin anladığı tarzda
ikinci doğum, kendi geçici varlığından geçip fenâya eren sûfînin ilahî hakikati
keşfederek bekâ ile varlık bulmasıdır. Kısaca kişinin kendi özünün/hakikatinin
farkına varmasıyla “Kendini tanıyan Rabbini tanır” sözü tecelli eder. Böylece “farkındalık”
haline eren sûfînin kendinden yeni bir oluş ve doğum gerçekleşir. Gerçekleşen
bu yenilenme olayı da sûfîler tarafından ikinci doğum olarak değerlendirilir. [78]
Cîlî güneşin batıdan
doğmasını varlığın batısında doğan ve keşf olarak kabul edilen insanın müşahede
güneşine benzetir. Söz konusu olay gerçekleşip kişi kendisinin ne olduğunu ve
kimliğini bildikten sonra hakiki vasıfları ile tahakkuk eder. Böylece hakikate
eren kişi remizleri (sırları) çözerek mana örtülerini açar ve kurtulanlara
karışır. Kişi bu hale erdikten sonra, ayrılık ve vuslat sergisi dürülür.
Kıyamet anında tövbe
kapısı kapandığı ve imanın faydası olmayacağı gibi burada da artık başka bir
şey söz konusu olmaz. Bir şeye iman etmek veya inanmak için onun gaipte olması
gerekir. Aradan örtünün kalkıp her şey ortaya çıktığı zaman gaiplik hali de
gider. Böylece bu aşamada olay bizzat geçekleşir ve imanın herhangi bir hükmü
kalmaz. Kıyamet esnasındaki gibi böyle bir manevî makamda maddi manada tövbe
kabul edilmez ve günah bağışlanmaz. Çünkü günah ve bağışlanma ikilik mahalline
ait şeylerdir. Fakat erişilen teklik/birlik makamı ikiliklerden ve onlara ait
olan şeylerden münezzehtir. [79]
Diğer bir yaklaşıma göre de
güneşin batıdan doğuşu, ruhun ilk merkezine dönüşüdür. Bu olay gerçekleştikten
sonra tövbe kapısının kapanışı ise canı boğazına gelen kişinin tövbesi kabul
olunmaz şeklinde yorumlanmıştır. [80]
Daha önce belirttiğimiz gibi Niyâzî-i Mısrî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Mehdî’yi beyan ederken kendisindeki Mehdîyyet ve İseviyyetten
de haber vermektedir. Bu nedenle güneşin doğuşunun batıdan olmasına sebeb yine
kendi varlığı olduğunu da ayan etmektedir. Bu ehl’ulllah için normal hallerdendir.
Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın bütün olarak tecelli ettiği kullarıdır. Onlarda
Hâdî, ve Hay sıfatları tecelli ederken karşılığı olması gereken Mûdil sıfatı da
mecburen zuhur eder. Çünkü dünya şartlarında zıddıyet sebebiyettir. Niyâzî-i
Mısrî efendimizde o zamanın İsâ’sı ve Hatm-ül Evliyası olduğunu çoğu kez aşikâr
etmiştir.
Bu anlattığımızın bir benzerlerini İsmail
Hakkı Bursevi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
şu şekilde anlatmaktadır.
Arz-ı mukaddeseden sonra
muteber olan şehr Konya’dur. Zira “şerefü’l-mekân bi’l-mekîn”
hasebince hatmü’l-enbiyânun sırr-ı azîmi olan hatmü’l-evliyânun ferzend-i
dil-bendi olan şeyh-i şüyûhu’d-dünyâ Sadreddin (Konevi) Hazretleri anda
âsüdedür. Ve anun makdün olan culüm-i külliyye ve cüz’iyye ve tecelliyât-ı
İlâhiyye ve telifat-ı nefîse-i ğaybiyye kimseye müyesser olmamışdur. Pes,
hazret-i hatmü’l-evliyâ gibi kendi dahi beyne’l-asfıyâ âlem ve feyz-i
nâ-mütenâhide bir okyanus ve alemdür. Ve andan sonra dide-i itibârda görünen
Kıbrıs’dur [81] sırrı burada zikr olunmaz.
[82]
[1]
Malûm ola ki bu ümmetün ömri on üç mi’e (100) dir ki
bin üç yüz senedür (1300). Zirâ hâlen ki elf-i sâninün yüz otuz biridir.(1131)
Tamâm-ı mi’e zuhûr-ı Mehdî ve nüzûl-i İsâ vâkı’ olub ânlarun devrleri dahi tamâm-ı mi’e
sâliseye müntehi (1300) olmadan münkazi olub âlem-i ekvân envâr-ı hakâ’ikdan
cüda düşüb bi-rûh olan beden-i zulmâni gibi kalsa gerekdür. Zirâ insân-ı kâmil
rüh-ı âlemdür. (ÇETİN, 1999),
s.121; (BURSEVİ), v.98a, 69. Varidat)
[2]
“Kim evli değilse Şam'a göçsün, çünkü başka şehirlerde öyle karanlık
fitneler kopacak ki oralardaki halkın çoğunun kurtuluşu güç olacak” (aynı Vasıyyetnâme'den terceme).
Sadreddin'in İstanbulda,
Ayasofya Kütüphanesinde 4849 No. lu mecmuada Mehdî hakkında bir risalesi vardır. Mecmuanın son -
risalesi olan ve ciltte sahifeleri karışan bu küçük risale (168. a - 180. a),
Sadreddin, İbn-ül Arabî ile Ekberiyye mensuplarının fikirlerini anlamak
bakımından pek değerlidir. Şeyh-i Kebîr, bu risalede,
İMÂM HASAN ALEYHİSSELÂM SOYUNDAN OLAN MEHDÎ'NİN
613 RAMAZANININ YİRMİ YEDİNCİ CUMA GECESİ DOĞDUĞUNU (187. b),
654 HİCRÎDE KENDİSİ GÖSTERDİĞİNİ (168. b),
666 YILINDA, HALKIN, BİRÇOK ŞAŞILACAK ŞEYLERE ŞAHİD
OLACAĞINI (180. a),
683 YILINA KADAR DA İSA'NIN İNECEĞİNİ BİLDİRMEDEDİR
(179. b).
654 yılından bahsedilirken,
“vaktimizden üç yıl önce” kaydı, risalenin 651 de yazıldığını açıklar.
Sadreddin'in bu risalesiyle İbn-i Sina'nın risalelerini muhtevi ola bu
mecmuada, “81. b ve 87. B” de 697 hicrîde, yazılan, diğer bir nüshayla mukabele
edildiğine dair iki kaydın mevcudiyeti, mecmuanın değerini arttırmadadır. (GÖLPINARLI A. , 1985), s.235
[3]
(ERDOĞMUŞ, 2003), s. 25
[4]
Merkum: Cem'olmuş,
toplanmış, birikmiş
[5]
İsra,73-76
[6]
(GÜMÜŞEL, 2003), s. 18-19
[7]
(GÜMÜŞEL, 2003), s. 98-99
[8]
Dokuz yüzden kasd edilen aynî bir tarih mi? Belki 1900- 1915 yılıda olabilir.
Bu senelerde I. Dünya harbinin
olması kıyamete eş değer olması gibi mi? Belki 2900-2915 yıllarıdır. Allahu
a’lem.
[9] Özbekçe’si için bkz. Hakkul,
İbrahim-Rafiddin, Sayfuddin, Bakirgon Kitobi, Taşkent 1991, s.
57-62. (AHMEDOVA, 2006)
Süleyman Bakırgani kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz
Büyük Türk mutasavvıflarından biri olan
Süleyman Bakırgani XII yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır. O, Harezm bölgesinin
Bakırgan obasında doğmuştur. Doğum tarihi net olarak bilinmemekle beraber
tahminen 1186 senesinde olduğunu söyleyenler vardır. Asıl adı Süleyman olup Hâkim
Ata, Kul Süleyman, Bakırgani gibi isimlerle de anılmıştır.
[10]
(YAMAN, Ekim,2002), s.26-32
[11]
(ÇİFÇİ, 2003), s.70
[12]
Submanik: Yaşadığı vuslat coşkusu ile vecd, kendinden
geçme içinde dünyaya ve insanlara yaklaşan bir insan, Depresyon:
Yaşadığı bu olağanüstü hâli içine sindirmek için konuşmayan, uzlet, halvet,
inziva arayan insan, ağır bir vakası hali.
[13]
Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz filozofları tek kanatlı kuşlar olarak
tanımlar.
[14]
(ÇEÇEN, 2006), s. 93, (MISRÎ, 1223), s.52b (Günümüz Türkçesi ile
yazıldı)
[15]
Nerdüban: Merdiven
[16]
(MISRÎ, 1223), v. 76a
[17]
Tesmiye: İsimlendirme. Ad verme.
[18]
Makdur: Güç. Kuvvet. Kudret. Takdir
olunmuş. Allah Teâlâ'nın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş
[19]
Bezl: Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek
[20]
Mechud: (Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. Kuvvet,
kudret, güç
[21]
“Onlar için kuru bir dikenden başka yiyecek de yoktur. Ne besler ne
açlıktan kurtarır.” Gaşiye, 6-7
[22]
Hamim: Sıcak ve kızgın su. Yakın hısım, soy sop. Samimi
arkadaş.
[23]
Gussa: Keder. Tasa. Gam. Boğaza takılan yemek. Ağaç, diken
[24]
Niyazi-i Mısrînin Vezir
Mustafa Paşa'ya mektub, T816
NİY 1183 H Belediye Yazmaları
- Depo BEL_Yz_K.000502/06, v. (72b)
[25]
Mesih, hem doğru sözlü hem de yalancı kişi anlamlarına geliyor. Hz. İsâ aleyhisselâma
Mesih dendiği gibi, (yalancı anlamında) Deccâl’e
de Mesih deniyor. Dolayısıyla iyilerin Mesih’i Hz. İsâ aleyhisselâm (veya buradaki yoruma göre Mehdî),
kötülerin Mesih’i de Deccâl oluyor.
[26]
On iki imamdan birisi olan beklenen Mehdî,
1200 yılının başında veya 1204 yıllarında kıyam edecek. Sonra Deccal de
Mehdî’nin kıyamında ve huzurunda yedi senenin geçmesinden sonra ortaya
çıkacaktır. Deccal’den yirmi sene sonra da güneş, battığı yerden doğacak. Bu, hayvani sıfatların, insanlar üzerindeki
galebesine işarettir. Şüphesiz o,
tabii, şehvani karanlıklardandır tıpkı
Deccal’in, âlemin yarısına işaret olması gibi. O da celaldir. Çünkü o kördür.
İsâ aleyhisselâmın Hakk'a yürümesi sonraki zamanda
bir hayr yoktur. O, İsâ, yeryüzünde kırk sene bekler ve büyük alametlerin çoğu
da O’nun zamanında olur. Yecuc ve Mecuc’un çıkması onlardandır. Bu,
Rasulullahın şu sözüyle işaret edilen insan-ı kâmildir:
“Yeryüzünde
Allah Allah denmeyinceye kadar kıyamet kopmaz. “
Yani yeryüzünde birbirini izleyen zikr ehli kalmayıncaya kadar âlemin cesedi
için ruh gibi. Şüphe yok ki cesedin yok olması, ruhun gitmesinden sonradır.
Mehdî’nin gelmesinden
önce zamanın çocuklarını yaşarlarsa görebilecekleri birçok alamet gelir. Beni
Asfar’ın çıkması alametlerdendir. Onlar Bosna’ya saldıran Frenklerdir.
Karadeniz tarafından Moskovalılar, onlara yardım edecekler. Çeşitli küfür
milletleri de böyledir. Bunların bazıları Allah’ın “ en yakın arzda” (Rum,
12) ayetinde delalet ettiği gibi 1098’de çıktılar. Bu ayet iki kelimedir ve
harflerinin sayısı doksan yedidir. Cihadda galibiyet ve mağlubiyet arasında
devreder durur. “Birkaç yılda”
(Rum, 3) Bu üç ile dokuz arasındadır.
Burada bahsedilen birkaç,
kâfirler cihetinden onda vuku bulmuştur. Ta ki büyük yenilgiden dolayı
olan olmuştu. Allah Teâlâ izin verirse, galip gelirler, sözünün hükmünün açığa
çıkacağı zaman gelecektir. Ve müslümanlar tarafından galibiyet vaki olacaktır.
Ve insanlar Allah Teâlâ’nın izin vereceği zamana kadar güvende ve mutlulukta
olacaklardır. Sonra Bizans
şehirlerinin çoğunda, namaz kılmanın
zorlaşacağı bir zaman gelecek. Bilakis oranın halkı Şam’a intikal etmede
sıkıntı çekecektir. Kâfirlerin saldırıları Haleb’e kadar ulaşacak. Allah Teâlâ,
Haleb’i de Şam’ı da onların istilalarından korusun. Şüphesiz mukaddes arz oraya
delalet etmeyecektir. (ÇETİN, 1999),
s.143; (BURSEVİ), v.134b, 96. Varidat)
[27]
Hz. Kuddûsî kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz buyurdu ki:
“Şimdi 1842 senesi
ki, kıyametin yaklaştığı zamandır. İslâm’ın neredeyse sadece ismi kaldı ve
cihan halkı Hz. Mehdî himmetine muhtaç oldular.” (Kuddûsî, Tarihsiz), s. 32
[28]
“Asabiyyet” teriminin
mahiyeti, İbn Haldun’un siyaset teorisinin candamannı oluşturur. Bu kavramın
Mukaddime içerisindeki yerinin önemi çoğu araştırıcılar tarafından kabul
edilmekle birlikte, üzerindeki yorumlar farklılıklar göstermektedir.
De Slane’nın Mukaddime çevirisinde
asabiyyeti “esprit de corps” olarak yorumlamasından sonra Gastoun
Bouthoulve daha sora Howard
Becker ve Harry Elmer Barnes da aynı yorumu sürdürmüşlerdir.
A.F.Von Kremer’in yorumu ise “topluluk duygusu” (“Gemeinsinn”),
hatta “milliyetçilik fikri” (Nationalitatsidee”) olmuştur.
Öte yandan, Hellmut Ritter, “dayanışma duygusu” (“feeling
of solidarity”) karşılığını kullanmıştır.
Salahuddin Khuda Buksh ve Haroon Khan Sherwani’nin
hemen aynı zamanlarda kullandıkları karşılık ise, “komünal ruh” (“communal
spirit”) dır.
Ernest Gellner, asabiyyetin ifade ettiği anlamı “sosyal
iltisak” (“social cohe-sion”) ya da “askerî ruh”
(“martial spirit”) olarak
görmektedir.
Manfred Halpern, “grup dayanışması” (“group
solidarity”) yorumunu, bazı uzantılarıyla birlikte belirtmektedir.
H. Topçuoğlu da “tesanüt bağı”, “sosyal irtibat
bağı”, “sosyabilite” tanımlarını kullandığı bir tahlili geliştirmektedir.
Ervvin Rosenthal, asabiyyeti bir “dayanışma” (“solidarity”)
ve “vurucu güç” (“striking power”) olarak irdelemektedir.
Muhsin Mehdi, asabiyyeti “sosyal dayanışma” (“social
solidarity”) olarak karşılamakta ancak bu karşılığın, kavramın genel anlamı
içerisinde değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. F. Gabrieli ise
asabiyyeti olduğu gibi kullanarak mahiyetini açıklamaya girişen yazarların
başında gelir.
F. Rosenthal, (The Muqaddimah...) çevirisi boyunca “grup
duygusu” (“group feeling”) terimini kullanmaktadır.
Z. K. Ugan ise (Mukaddime) çevirisi boyunca
asabiyyet kavramını aynen kullanmaktadır. Görüldüğü üzere, özellikle çok
sınırlı tuttuğumuz bir dökümde bile, asabiyyetin değişik tanım ve
karşılıklarına rastlamaktayız. Aslında bütün bu ve diğer karşılıklar değişik
yazarların yalnızca asabiyyet kavramını karşılamak için kullandıkları birer
terim olmaktan çıkmaktadır. Yazarlar, Mukaddime üzerine yaptıkları genel yorumu
doğrulayabilmek için asabiyyet kavramını da yer yer belirli bir değerlendirme
“süzgeç”inden geçirmektedirler. XVIII. - XX. Yüzyıl gelişmelerine tarihten güdümlü
bir biçimde dayanak aramak için yapılan “milliyetçilik” vb.
zorlama-yakıştırmalar bir yana bırakılırsa yazarların kullandıkları
karşılıklarda ve yaptıkları tanımlarda “hakikat payı” bulunmaktadır.
Ancak bu “hakikat payları”, çoğu halde birer “pay” olmaktan öteye
geçmektedir. Asabiyyetin; “sosyal dayanışma”, “komünal duygu”, “askerî ruh”,
“sosyal birleşim-’yapışma’ (iltisak)”, “vurucu güç” gibi
terimlerin ifade ettikleri anlamları belli ölçülerde içermekte olduğu
söylenebilir. Bu karşılıklar asabiyyetin açıklanmasına yardımcı sayılabilir.
Fakat asabiyyet teriminin gerçek mahiyetinin bütün boyutlarıyla anlaşılması, bu
kelimeyi İbn Haldun’un kavramlaştırmasının bütün yönleriyle incelenmesine ve bu
yönlerin iç ilişkilerinin araştırılmasına bağlıdır. Asabiyyetin bazı “görünüm”leri
ve ortaya çıkış biçimleri aracılığıyla gerçek işlevine işaret edilmiş
olunabilir, ancak Mukaddime’deki sosyal-siyasal doktrinde incelenen değişme sürecini
meydana getiren ve bütünleştiren “harç”, asabiyyet, yine de tam anlamıyla
kavranmamış kalır. Asabiyyetin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeyi belirleyen
ve değiştiren, bu gelişme karşısında değişen bir gerçekliği yansıtması;
“Mukaddime’de ele alınan üretim ve sosyal hayat tarzlarına, “bedevîlik” (Çölde
yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamayan) ve “hazarîlik” (Köyde
ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. Sulh ve
asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle
alâkalı.) e daha yakından eğilmemizi zorunlu kılmaktadır. Bedevîlik ve
hazerîliğin anlaşılması ise, insanlığın geçirdiği genel evrelerin, “barbarlık”
ve “uygarlık”ın, birbirleriyle ilişkileri açısından ele alınmasını
gerektirmektedir. Uygarlığın genel konumlan yapıldıktan sonradır ki, bedevîlik
ve hazerîliğin bu genel çerçeve karşısındaki durumu incelenebilir. Burada özen
gösterilecek nokta; uygarlığa geçici ya da uygarlıkla ilişkiyi mümkün
kılan barbarlık durumunun vurgulan-masıdır. Paralel anlamda, bedevîliğin de
vurgulanması gerekecektir. (İbn-i Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ümit
Hasan, İstanbul, 1998, s.205-209)
[29]
Enbiyadan (aleyhimüssalâtû vesselam) başkası için
sallâllahü aleyke veya sallâllahü alâ falan ibn-i falan demek caiz olur. Zira
Hazret-i Ali kerreme’llâhü veche Hazret-i Ömer radiyallâhü anh için sallâllahü
aleyke [Allah sana rahmet eylesin demektir], dedi. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem de: “Allahümme salli alâ âl-i Ebî Evfâ” deyip, âl-i Ebî
Evfâ için böyle salât eyledi. (GEYLÂNÎ,
1979), s. 62
[30]
Asabiyeti oluşmamış topluluklar.
[31]
(HALDUN, 2004), s.431-433
[32] (TEKHAFIZOĞLU, 2005),
s. 365
[33]
(BÖCÜZÂDE), s. 124-125
[34]
Ebû Dâvûd, Edeb, 116; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,
194; Buhârî, et-Târîhu'l-kebîr, II, 107 (1853);Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebir,
IV, 334; a. mlf, Müsnedü’ş-şâmiyyîn, II, 340 (1454), 346 (1468); Ebu'şŞeyh,
Kitâbü’l-Emsâl fi'l-hadîs, s. 70 (115); Kudâ'î, Müsnedü’ş-şihâb, I, 157 (151,
219). Her ne kadar İbnü’l-Cevzî ve Sağânî hadisin “mevzû'“ olduğunu
söylemişlerse de, Irâkî ve Sehavî gibi âlimler bu hükmü mübâlağalı
bulmuşlardır. Irâkî “Hadis hakkında Ebû Dâvûd'un sükût etmiş olması bizim için
yeterlidir. Mevzû' değildir. Kaldı ki za'fı da şedîd değildir, hadis hasendir”
demiş, İbn Hacer de Irâkî'nin bu hükmüne katılmıştır. Sonuçta ihtiyatlı bir
hükümle onun en azından “zayıf” olduğu söylenebilir. Bilgi için bkz. Irâkî,
Tahrîcü ehâdîsi'l-İhyâ, III, 15; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 79 (1095); Elbânî,
Silsiletü'l-ehâdîs ed-da'îfe, IV, 348 (1868). (UYSAL, 23 Bahar 2007 )
[35] Tarih: 08 Kasım 1938. Prof. Dr. Neşet
Ömer İRDELP:
“Dilinizi çıkarır mısınız efendim” dedi. ATATÜRK dilinin
yarısını dışarı çıkardı. “Biraz daha çıkarsanız.” dedi. Bunun yerine dilini
tamamen çekti. Söyleneni anlamıyordu...Başını biraz sağa çevirdi dikkatle baktı
ve
“ALEYKÜMSELÂM” dedi.
Ardından iki gün sonra ölümle noktalanacak son komaya girdi. KAYNAKÇA: “Avni
ÖZGÜREL.RADİKAL.com.tr 2002”
Selamdan sonraki
söylenen sözlere vakıf olsa idik çok güzel olurdu. Ancak iyide olsa kötüde olsa
insan için bir pişmanlık vardır. Ömür bitmiş her kul yaptığı ile kalmış,
“keşke, keşke”leri ile öbür dünyanın yoluna çıkmaktadır.
İnsanlara düşen fani
olduğudur. Kendinden başkası hakkında bir yargıda bulunacağına kendi ahvali ile
meşgul olması en uygun olanıdır. Ne olduysa hep iyi olmuştur, denilmiştir.
[36]
M.H.Uluğ Kızılkeçili, http://www.ondokuz.gen.tr/ataninozkimligi.htm.
[37] Özcan, Mustafa, Gerçek Hayat Dergisi, Sayı:
352 - 20.07.2007
[38]
(GÜMÜŞEL, 2003), s. 85-86
[39]
(BÖCÜZÂDE), s. 16-17
[40]
(BÖCÜZÂDE), s. 109
[41]
(BÖCÜZÂDE), s. 20
[42]
(BÖCÜZÂDE), s. 43
[43]
Hicr, 29; Sâd,
72.
[44]
(ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,)Tokâdî,
Tevil-i Ehâdis-i Eşrât-ı Sa’a, vr. 14b.
[45]
Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, s. 54.
[46]
Mesnevi, c. II, b. 815-830
[47]
Mektûbat, s. 95
[48]
Mektûbat, s. 100
[49]
Mektûbat, s. 447
[50]
Mektûbat, s. 440
[51]
Emirdağ Lâhikası, s.267
[52]
Ebu Davud, Mehdî 1, (4282); Tirmizi, Fiten 52, (2231, 2232).
[53]
“Bütün işleri gökten yere kadar tedbir eder. Sonra o (iş)
O'na bir günde yükselir. Onun (günün) miktarı, sizin saydığınızdan bin yıl
(kadar) bulunmuştur.” (Secde, 5)
“Ve senden azabın acele gelmesini
isterler. Hâlbuki Allah vaadinde asla hulf etmez ve şüphe yok ki, Rabbin
indindeki bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac, 47)
[54]
“Melekler ve Rûh oraya bir günde çıkarlar ki, oranın mesafesi ellibin
yıldır.” (Meâric, 4)
[55]
Yazan
[56]
(YAMAN, Ekim,2002), s. 40
[57]
Al-i İmran, 59
[58]
Nisa, 157–159.
[59]
Al-i İmran, 55.
[60]
Maide, 117.
[61]
Nisa, 158.
[62]
Zümer, 42.
[63]
Nisa, 159.
[64]
Zuhruf, 61.
[65]
CUMMİNG, Joseph L. İsâ aleyhisselâm Çarmıhta Öldü mü? Sünni Tefsir
Kitaplarında İsâ aleyhisselâmın Dünyevi Hayatının Sonu Hakkında Tarihi
Düşünceler
[66]
(ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,) Tokâdî,
Tevil-i Ehâdis-i Eşrât-ı Sa’a, vr. 14b.
[67]
(ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,) Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil,
c. 2, s. 54.
[68]
(ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,)
[69]
Serrişte: f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile.
Başa kakmak. Maksad.
[70]
Kastamonu Lahikası, s. 80
[71]
Mektubat, s.6
[72]
Mektubat, s.57
[73]
Hutbe-i Şamiye, s. 113- Mektubat, s. 470
[74]
“Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de ancak bir
tek kişiyi yaratıp iade etmek gibidir. Şüphe yok ki Allah bihakkın işiticidir,
görücüdür.” (Lokman, 28)
[75]
http://www.milliyet.com/2000/09/25/haber/hab03.html
[76]
Tokâdî, Tevil-i Ehâdis-i Eşrât-ı Sa’a, vr. 15a.
[77]
Sûfîlerin ‚devr anlayışı ‚… Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz. (Bakara, 156) ayetinden esinlenerek geliştirilmiş bir
anlayıştır. Bu anlayışa göre İlahî varlığın yansıması olan insan sonunda tekrar
yansıdığı yere dönecektir. Vahdet-i vücutçu sûfîlerin savunduğu bu anlayış tasavvuf
edebiyatında‚ Devriye adıyla bir tür oluşturacak derecede önemli yer
tutar.
[78]
Sûfîlerin ruh göçü/reenkarnasyona (tenasüh) bakışının tespiti için bk. Mustafa
Aşkar, ‚Reenkarnasyon/Tenasüh Meselesi ve Mutasavvıfların Bu Konuya Bakışlarının
Değerlendirilmesi, Tasavvuf,
Ankara 2000, sayı: 3, s. 100; Adnan Bülent Baloğlu, İslâm’a
Göre Tekrar Doğuş: Reenkarnasyon, Kitabiyât Yay., Ankara 2001, s. 141.
[79]
Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, ss. 54-55.
[80]
Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, s.
55.
[81] “Şüphesiz ki her Deccal için İsâ ve her Firavun için de Mûsa vardır. Bin
yılından sonraki yüzyılın başındaki müceddidi batın ve hatta zahir cihetinden
tanıdık. O da zamanının alameti ve vaktinin kutbu, Kostantıniyye’de oturan
hazret-i şeyhim El Seyyid Osman El Fazlı kaddese’llâhü sırrahu’l-azizdır.
Ondan, birinci yüzden, sonra iki sene
içinde Hakk'a yürüdü. O, ikinci yüzyılda ilk Mehdî’dir.
İkinci ise, ikinci yüzyılın başında beklenendir.” (BURSEVİ), v.134b, 96. Varidat
[82]
(BURSEVİ), v.156b, 114. Varidat
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.