Kimlik İnşası Nuri BİLGİN
İZMİR-2007
İlköğretimini
doğum yeri Sandıklı’da yaptıktan sonra, Akşehir llköğ- retmen Okulu ve Ankara
Yüksek Öğretmen Okulu kanalından geçerek lisans eğitimini 1969'da Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Psikoloji
Kürsüsünde tamamlayan yazar, mezuniyetini müteakiben bir yıl Adana-Kozan
Lisesi'nde felsefe öğretmeni olarak çalışmıştır. Ardından Milli Eğitim
Bakanlığı adına 1416 sayılı yasa çerçevesinde burslu olarak Fransa'ya
gönderilen yazar, Strasbourg Üniversitesinde dört yıl süreyle araştırma asistanı
olarak yanında çalıştığı Abraham A. Moles’in danışmanlığında sosyal psikoloji
alanında doktora eğitimini tamamlamıştır.
1976 yılında
Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Davranış Bilimleri Bölümü nde
doktor asistan olarak akademik hayata atılan yazar, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Psikoloji Bölümünde 1981'de doçent, 1988 de profesör olmuştur. Halen
aynı fakültede öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
Doktora
tezinden itibaren insan-eşya ilişkileri, kişilerarası iletişim ve kitle iletişim
olgularıyla ilgilenen yazar, son yirmi yıldır siyaset psikolojisi alanına
yönelmiş ve bu alanda özellikle "kimlik" kavramı etrafında eklemlenen
kişisel ve kolektif kimlikler, yer kimliği ve kentsel yurttaşlık, cumhuriyet ve
yurttaşlık, demokrasi ve katılımcılık üzerinde odaklaşmıştır. Geleneksel
olarak, bu kavramların, siyaset felsefesi, sosyal teori, kamu yönetimi ve
siyaset bilimleri gibi alanlarda ele alındığını ve bu nedenle, söz konusu
kavramların işaret ettiği olgulara yaklaşımda normatif bakışların ağırlıklı
olduğu görüşünü taşıyan Bilgin, bunun yeterli olmadığını ve sosyal bilimlerin
de devreye girmesi gerektiğini düşünmektedir. Bilgin bu perspektiften
hareketle, çeşitli insan gruplarının bu olgulara ilişkin "sosyal
temsilleri" ve pratikleri üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.
Özgeçmiş
Nuri
Bilgin'in kitle iletişimi ve medya; içerik analizi; yaşam kalitesi; kimlik
arayışı ve sorunları; cumhuriyet ve demokrasi; yurttaşlık ve çok- kimliklilik;
kentte birlikte yaşamak ve kentsel yurttaşlık; politik kültür ve cumhuriyetçi
demokrasi; çoğulculuk ve kent yönetimi; önyargı ve stere- otipler, bilişsel
çelişki, sosyal temsiller, vb. konularında yazılmış, Türkçe ve yabancı dillerde
(Fransızca ve İngilizce) yayınlanmış, çeşitli yazıları bulunmaktadır. Yazarın
belli başlı eserleri arasında Eşya Sistemleri ve insan - Eşya İlişkileri
(1983; Ege Üniv. Yayınları), Eşya ue İnsan, (1991, Gün- doğan
Yayınları), Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu (1994, Ege
Yayıncılık), Kolektif Kimlik (1995, Sistem Yayıncılık), Sosyal Psikolojide
Yöntem ve Pratik Çalışmalar (1995, Sistem Yayıncılık), İnsan İlişkileri
ve Kimlik (1996, Sistem Yayıncılık), Sosyal Psikoloji Sözlüğü: Kavramlar
Yaklaşımlar (2003, Bağlam Yayınları), Cumhuriyeti Anlamak (2004,
TERİG Yayınları), Siyaset ve İnsan; Siyaset Psikolojisi Yazıları (2005,
Bağlam Yayınları), İçerik Analizi (2006, Siyasal Yayınevi) ile
editörlüğünü yaptığı Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (1997, Bağlam
Yayınları), Demokrasi, Kimlik ve Yurttaşlık Bağlamında Cumhuriyet (1999,
Ege Üniv. Yayınları), vb. sayılabilir.
Kimlik
kavramı, kendi cazibesi altında kaybolan ilginç kavramlardan biri. Zihnimizi
aydınlattığı kadar da karıştırıyor; açıkladığı kadar da cevapsız bırakıyor,
çözdüğü kadar da sorun getiriyor. Çelişkili, paradoksal, değişken, çok yönlü,
karmaşık bir olgular yumağı.
Her şeyden
önce, kimlik olgularının bir dil berraklığı içinde ele alınmamasından veya
tartışmalarda aynı dili konuşmamaktan kaynaklanan sorunlar olduğu görülüyor. Bu
sorunlar, Babilleşme ve Balkanlaşma olarak da ifade edilebilir. Mitolojiye
göre, Babil Asma bahçelerinin farklı katlarında çalışanlar, uzun yıllar süren
inşa çalışmaları sırasında birbirlerinden kopmuşlar, dillerini unutmuş ve
birbirilerinin dilini anlamamaya başlamışlardır. Babil Çorbası veya Babilleşme
olarak adlandırılan bu durum, kısaca insanların birbirleriyle anlaşamamaları
durumudur.
Anlaşmazlık,
insanların bölünüp parçalanmaları ve yeryüzüne dağılmalarıyla sonuçlanmıştır.
Bu metaforun farklı kültürlerde farklı versiyonlarına işaret edilir. Güney
İtalya kültüründeki Gufia efsanesi (Camileri) bunun bir örneğidir: Antik
dönemde bölgede yaşayan Gufia adında iki başlı bir canavar varmış, bir tür
‘yaratık’ Golyat. İki kafası farklı diller konuşuyormuş ve aralarında da
anlaşamıyorlarmış. İki kafa tartışmaya başladığı ve anlaşamadığı günlerde
canavar Gufia, sinir krizine girer ve önüne gelen her şeyi yıkıp geçermiş ve
canlıları öldürürmüş. Âşık Paşanın Ga- ripname’sinde XIII. Yüzyıl Anadolu’sunun
çok-kültürlülüğünü yansıtan bir öyküye göre Türkçe, Arapça, Farsça, Ermenice
konuşan ve yerde bir akçe bulan bir grup insan, bu bir akçeye neyin alınacağı
konusunda hararetle tartışır; her biri bu bir akçeye kendi diliyle bir şey
ister. Bir türlü anlaşamazlar ve kavgaya tutuşurlar. Çok dil bilen bilge biri,
bu bir dirheme hepsinin de muradının yerine getirilebileceğini söyler ve kavga
sona erer. Zira hepsi de kendi dillerinde aynı şeyi, yani ‘üzüm’
istemektedirler (“Dili ayruk ille dilek bir idi .../Çün bir idi istedügi
dördinün/Merhemi bir yerdeyidi dördinün”).
Buna paralel
olarak fikirler alanında bir Balkanlaşma söz konusu; hemen her konuda fikirler
piyasasında büyük bir fikir arz ve talebi var. Bu durum, insanlık tarihinde
yepyeni bir durum. 2000'li yılların ilk beş yılında bilişsel piyasada dolaşan
enformasyon miktarının, Gutenberg’den bu yana olandan daha fazla olduğu
hesaplanıyor (Bronner). Enformasyon çokluğu, paradoksal olarak enformasyon
yokluğuna benzer bir çaresizlik içinde bırakıyor insanı. Bu tür bir ortamda
fikirler, muteberlik kazanamıyor. Yeni fikirlere karşı bir sağırlık,
bağışıklık ya da duyarsızlık (iletişim metaforuyla mitridatizasyon)
oluşuyor. Her konuda binlerce enformasyonla karşılaşan insan, bilişsel
dünyasını (tutum, fikir, bilgi, haber, inanç, vb) örgütleyemiyor. Dolayısıyla,
bilişi, eylemine rehberlik etmekten uzak kalıyor.
Tuhaf bir
durumdayız. Genelde yol bulamadığımız zaman, ne gözümüze görünen bir yol
vardır, ne de bizi yönlendirecek bir bilgi, bir ipucu. Oysa içinde bulunduğumuz
durumun güçlüğü bunun tam tersi: Önümüzde pek çok yol, elimizde pek çok ipucu
var.
Bu durum
karşısında, doğrusal bir hat üzerinde akıl yürüterek bir apaçıklığa ulaşmak
mümkün değil. Moscovici’nin (şair Archiloque’tan esinlenerek) kullandığı bir
metafor bu duruma uygun düşüyor. Bu metafor, bir toplum yaşamının temel
dokusunu oluşturan temel sorunlar karşısında araştırmacıların tavırlarını, tilki
ve kirpi tavırlarına benzetmeye dayanmaktadır. Tilki tavrı, belirli bir
sorunu incelemeye başladığında adım adım bir kavrama ve betimleme çabası
gösteren, sosyal alanın bütün pistlerini yoklayan, çelişik ve düzensiz
kavramları ve olayları kombine etmeye çalışan, ustalık gerektiren ince
yöntemleri manipüle eden araştırmacı tavrıdır. Kirpi ise, belirli bir
paradigmayı benimsemiş, sınırlarını çizmiş ve sonuçtan emin olarak top haline
gelen, dikenlerini, oklarını dışa uzatan, kendi görüşünü, vardığı sonucu bozan
şeylere, görüş ve eleştirilere karşı savunma pozisyonunda duran, bulgularını
kendi dalı içersinde kalarak, yani belirli bir tek esas nedene bağlayarak
açıklamaya ve her şeyi otoritesi bilinen bir teoriler sistemine oturtmaya
çalışan araştırmacının tavrıdır; örneğin sosyal olguların nedeni olarak, ister
sosyal veya ekonomik, ister psikolojik veya politik nedenler gösterme anlayışı
söz konusu olsun, bir kirpi tavrıyla karşı karşıyayız demektir. Birinci halde
‘bir keşif prati- ği’nin, ikinci halde ise gerçekliğin tanımı’nın söz konusu
olduğunu belirten Moscovici’nin bakışında, araştırmacılar, tilki gibi başlayıp
kirpi gibi bitirmeyi hedeflerler. Ancak incelenen olgu, tek bir paradigmaya
sığmayacak kadar karmaşık olması ve araştırmacının da tek bir modele hapsol-
mak istememesi halinde gerilim devam etmektedir.
Kimlik
sorunları, büyük ölçüde, azınlıklar, marjinal kesimler, çeşitli türden
topluluklar yanı sıra birey-grup, birey-topium ve gruplar arası ilişkilerde
gözlenen kimlik süreçleri, yaşantıları ve çatışmalarla ilgilidir. Bu bakımdan,
benim bu ülkenin bir aydını olarak ilgilendiğim genel sorunlar kadar, yaşamım
boyunca farklı dünyalarda ve çoğu kez iki şey arasında yer almış bir insan
olarak kişisel düzlemde yaşadığım, üstelik açık seçik veya belirsiz bir tarzda
pek çok insan tarafından da paylaşıldığına inandığım sorunlarla yakından
ilişkilidir. Bu anlamda kitap çoğu insan gibi, benim de sürekli kafa yorduğum
kalıcı veya geçici somut sorunlar konusunda yaşadığım entelektüel serüvenin
minyatür bir kopyası. Bunu, kitap boyunca ve yeri geldikçe, çeşitli araştırma
ve inceleme bulgularını ülke ve toplum sorunlarıyla ilişkilendirme ve
değerlendirme çabamda görmek mümkündür.
Son yıllarda
toplumumuzu ve dünyamızı sarsan olayları anlamak, çoğu insan gibi benim için
de önemli bir sorun olmuştur. Olayların saydam olduğu ve dünyanın kendisini
bize dolayımsız olarak aynen yansıttığı yönündeki illüzyonlarımız bir yana
bırakılırsa, bunun ne denli sancılı bir uğraş olduğu açıkça görülür. Benim
konumumda olan insanlar, zamanla, başlangıçta belki de sadece kendileri için
bir anlayış geliştirmek üzere gösterdikleri çabaları sürdürmek ve bu anlayışı
başkaları için de anlamlı olabilecek bir tarzda iletmek zorunluluğunu
hissetmektedirler. Burada önce geniş anlamda bir okuma ve ardından da bir
yazma uğraşı, bir başka deyişle anlamak ve paylaşmak söz konusudur.
Anlamak, dış
dünyada olan biten şeyleri anlamlı biçimler halinde örgütlemek, uyaranlar
yığını içersinde anlamı olan biçimler ayırt etmek demektir. Bu perspektifte
anlam, şeylerin bizatihi özelliği değil, bizim şeylerle aramızda kurduğumuz
ilişkidir. Bu böyle olduğu ölçüde, olayların saydamlığı bir illüzyondur. Dünya
bizim gördüğümüz şey de olsa onu görmeyi öğrenmek gerekmektedir (Merleau
Ponty).
Algılarımız,
her şeyden önce, kendimizdeki veya etrafımızdaki şeylerin anlamlandırılması ve
dolayısıyla tanınmasıdır; bu algı ile, yeni şeyler daha önceden sahip olduğumuz
bir takım algı öğelerine göre şekillenir. Kendimize veya kim olduğumuza ilişkin
sorularımız da, kendimizi, aynı şekilde, repertuarımızdaki mevcut bilgilere
göre çözmeyi içerir. Üstelik bu şifre çözme işlemi, rasyonel bir akıl
yürütmeyle yansız bir şekilde yapılmaz; ihtiyaç ve beklentilerimizin,
alışkanlık ve yaşantılarımızın, geçmiş ve gelecek tahayyülümüzün, inanç ve
mitoslarımızın, içinde yer aldığımız grupların norm ve kurallarının, çağın
havası ve değerler sisteminin, vs. izlerini taşır.
Önsöz
Kitap insan
ilişkilerinde yaşanan kimlik sorunlarının çeşitli yanlarına işaret ederek,
okuyucunun kendini sorgulamasına ve kendine bakmasına bir vesile olmayı
istemektedir. Çünkü zaman zaman kendimizi elimize alıp bakabilmenin, kendimizle
gerektiğinde “gırgır” geçebilmenin önemine ve gereğine inanıyorum. Çoğumuz
hemen her gün aynı aynalara bakıyoruz. Aynaların çeşitlenmesi, insanın
özgürleşmesinin önemli bir koşuludur. Pek çok şey gibi insan olmanın da, -iyi
ki- farklı tarzları mümkündür. İnsan koşulu, tasavvur edebileceğimizden çok
daha fazla ve çok daha türlü gerçekliklerden oluşuyor. Aynalarla barışık olmak
ve aynalar karşısında cesur olmak, kolay değilse de, olgunlaşmamızın ve özerkliğimizin
gereği.
Kitap,
arkasında yatan zihinsel emek bir yana, tek başına ve birden yazılmadı. Kitabın
ortaya çıkış sürecinde, pek çok kişinin farklı düzlemlerde katkı ve
desteklerini gördüm: Kimlik konusundaki deneysel çalışmaların taranmasında Mert
Teközel ve A. Selim Bilgin; kolektif bellek konusundaki kaynakların
taranmasında ise Ebru Tezcan ve Gökçen Başaran ile Oya Paker başta olmak üzere
pek çok kişi emek verdi. Her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Bunun yanı
sıra, kitabın yazım sürecinde yükümü omuzlayarak hafifleten aileme ve fakülte
çalışanlarına, entelektüel ilgi ve moral desteklerinden dolayı da dostlarıma
gönülden teşekkür ederim. Nihayet hastalıklarımla birlikte geçen son on yılı
aşkın bir süre boyunca beni ayakta tutan doktorlarıma ve organ naklinin bütün
zorluklarını taşımamı sağlayan Doç. Dr. Hüseyin Töz ile ciddi kalp sorunlarımı
büyük bir empatiyle yüklenen Prof. Dr. İsa Durmaza şükran duygularımı belirtmek
isterim
Yararlı
olması ve sabırla okunması dileğiyle.
Bornova
GİRİŞ ..................................................................................... 11
I. KISIM: KİMLİĞİN YÜKSELİŞİ
I. 1. Kimlik Tutkusu............................................................... 17
I. 2. Prag Öğrencisi ya da............. Görüntüsüne
Sahip Olmak 27
I. 3. Şato ya da Dışlanma Sancısı............................................ 30
II. KISIM:
KİMLİK İNŞASI
II. 1. Kimlik İnşası: Antropolojik Perspektif........................ 35
II. 2. Kimlik İnşası: Modernlik Perspektifi.......................... 45
II. 3. Özsel Kimlikten Kurgusal Kimliğe................................ 59
a. Sağduyu Nedenselliği ve İnşacı Nedensellik................ 59
b. Kimlik İnşasında Diğerleri............................................ 68
c. Sosyal Damgaların Gücü............................................... 72
II. 4. Kişisel Gelişim Sürecinde Kimliğin İnşası.................... 78
a. Benlik Gelişimi: Kendini Eline Alıp Bakabilme.......... 79
b. Aynaların Vazgeçilemezliği: Ayna Ben....................... 83
c. Sosyalleşme: Kimlik Duygusunun Kazanılması........... 87
d. Kendini Kavrayış Olarak Kimliğin Oluşumu............... 93
III. KISIM:
ÖTEKİNİN İCADI VE İNŞASI
III. 1. Sosyal Karşılaştırma................................................... 110
III. 2. Kimliğe Açılan Kapı: Kategoriler............................... 120
a. Önyargı ve Stereotipler............................................... 127
b. Kendini Kategorilendirme, Prototipiklik ve Metakontrast 151
c. Farklılığın Dayanılmaz Çekiciliği .............................. 161
III. 3. Kimliğin Zorunlu Fazlası: Ötekiler............................. 165
a. Günah Keçisi Olarak Öteki......................................... 166
b. Ötekinin Farklı Çehreleri............................................ 176
IV. KISIM: KOLEKTİF BELLEK VE ULUSAL KİMLİK
IV. 1. Bellekte Kimlik ve Kimlikte Bellek........................... 211
a. Kişisel Kimlik ve Otobiyografik Bellek..................... 213
b. Belleğin Sosyal Çerçeveleri........................................ 218
c. Kolektif Bellek İnşası................................................. 236
IV. 2. Siyasal Toplulukta Ötekilerin Konumu: Ulusal
Kimliğin İnşası............................................................. 257
a. Ulusun Kavramsallaştırılması .................................... 257
b. Entegrasyon ve Kültürler............................................ 265
c. Grup Bağlılığı Olarak Ulusal Duygu.......................... 269
d. Yurttaşlık ve Laiklik................................................... 288
e. Kültürlerarasılık.......................................................... 292
BİTİRMEK İÇİN ............................................................... 300
Kaynakça............................................................................... 315
Kimlik
kavramının yazarlara, bakış açılarına ve analiz düzeylerine göre farklı
tanımları yapılmıştır ve yapılmaktadır. Kendi payıma kimliği, bir kişi veya
grubun kendisini tanımlaması ve kendini diğer kişi veya gruplar arasında
konumlaması olarak tanımlıyorum. Bu ifadede kimlik, bir resim ve bir adres
olarak nitelenmektedir. Zira tanımlamanın birinci kısmı, kişi veya grubun kendi
gözündeki resmine, ikinci kısmı ise diğer kişiler veya gruplar arasındaki yerine
işaret etmektedir. Burada sözü edilen resim, dıştan bir fotoğraf gibi ‘objektif
olarak çekilmiş veya bizim aynaya bakarak kendi hakkımızda oluşturduğumuz bir
imaj değildir; bir yandan bizim olduğumuza inandığımız kişiye (veya grup),
diğer yandan diğerlerinin bize yüklediği kişiye (veya gruba) ait imajlar arası
gerilimin ürünüdür; yani diğerleriyle etkileşim içersinde oluşan bir resimdir.
Adrese gelince, bu adres, geometrik veya coğrafî bir mekân üstünde,
koordinatlar sistemi dâhilinde saptanmış bir yere değil, psiko-sosyal bir yere
işaret etmektedir. Kişi veya grubun adresi, kendisini, kimlere yakın veya uzak
görmesiyle ilgilidir. Kişi veya grubun kime karşı, kime rakip veya düşman,
kimle birlikte veya kime dost olduğunun üzerine yansıdığı bir çekme-itme,
sempati - antipati alanındaki konumudur.
Bireysel
düzeyde kimlik, benlik (self)1 kavramına gönderir ve farklı
araştırmacılar tarafından farklı yönlerde kavramlaştırılır. Günümüz psikoloji
araştırmalarında hakim bir konumda bulunan bilişsel (kognitif) yaklaşımdan
hareket eden yazarlar benliği, bir ağ, bir şema veya bir prototip olarak ele
alırlar. Birinci halde benlik, kendisiyle ilgili enformasyon ağını birbiriyle
bütünleştiren semantik ve biografik nitelikli bir çekirdek yapı olarak
kavramlaştırılır. Bu yapı benlikle ilgili özelliklerin örgütlenmesinde ve
enformasyonların işlenmesinde etkilidir.
İkinci halde
benlik, bir kişinin kendisi hakkında sahip olduğu enformasyonları gruplandırıp
örgütleyen bir şema olarak tanımlanır. Kişinin
11
geçmiş yaşantılarından edindiği bu şema, onun yeni
enformasyonları alması ve işlemesini yönlendiren zihinsel bir temsildir. Ağ ve
şema kavramları arasındaki fark, şema kavramının ‘benlik şemaları’ gibi çoğul
bir kullanımla, benlik veya kimliğin farklı yönlerini, türlerini veya
durumlara özgü değişimlerini kavramayı sağlayan bir özellik taşımasıdır.
Benliğin bir prototip olarak tanımlanması durumunda, kişinin benliği, farklı
durum ve koşullarda kendisi hakkında sahip olduğu görüş, duygu ve inançların,
imaj ve temsillerin aynı kategori altında toplanmasını sağlayan bir prototip
söz konusudur. Bir kişinin benlik prototipi, yeni enformasyonların alınmasında
önemli bir rol oynar. Biografik bellekte depolanmış benlik bilgileri, yeni
enformasyonların alınmasını (algısal seçicilik) ve işlenmesini yönlendirir
(benliğe referans etkisi).
Fenomenolojik
yaklaşımlar, benlik veya kimliği, kişinin belirli bir bağlamda kendisinin
algıladığı veya hissettiği tarzda ele alıp incelemeye çalışırlar. Burada,
herkesin kimliğine veya kim olduğuna ilişkin cevabı, kendi kişisel
deneyimlerinden hareketle en iyi kendisinin verebileceği varsayımı temel
alınır. Kişinin sosyal ve fiziksel çevresi ve kendisi hakkındaki sübjektif
tanımları, kısaca kendi kendisini betimlemesine önem verilir.
Bazı sosyal
psikologlar (Vallerand, vb) W. James’in klasik ayrımını bugün de geçerli görür.
Bu ayrım benliği bir ‘içerik’ veya ‘süreç’ olarak ele almaya dayanır. İçerik
olarak benlik, kişinin kendine baktığında kendinde bulduğu ya da algıladığı
özellikleri (kişilik çizgileri, vücudu, yetenekleri, vb) kapsar. Bu
özellikler, kişinin resmini, öyküsünü, kendi hak- kındaki anlatısını oluşturur.
"Benliği oluşturucu enformasyonların miktarı, büyük boyutlardadır;
fiziksel görünüş, demografik nitelikte özellikler, her çeşit eğilim, sayılamaz
kadar çok sayıda oto-biyografik anılar, tüm bunlar (bir bellek yapısı olarak)
benlikte kaydedilmiştir. Ancak bilişsel ekonomi nedeniyle benlik, kendisi
hakkındaki enformasyonların tümünü içermez. Muhtemelen, diğerlerinden farklılaşmayı
sağlayan nitelikleri içerir" (Kihlstrom ve ark., 1988). Lipiansky (1992),
bu terminolojik karışıklığı şu şekilde aşmaya çalışmıştır: Benlik bilinci,
bizzat kişiye gönderen ya da bir kişiyle ilgili tüm bilinç içeriklerini kapsar;
bu içerikler son derece çeşitlidir ve her an değişir.
Süreç olarak
benlik, bu özellikleri algılayan, gören, bilen, değerlendiren, sunan, eyleyen
kişiye, yani özne Ben’e (I, Je) tekabül eder. Bu özne, kişinin öyküsünü
(otobiyografi) anlatan, anlatısını inşa eden öznedir.
Tıpkı
tutumlarda olduğu gibi benlik veya kişisel kimliğin de, bilişsel, duygusal ve
davranışsal öğeleri ayırt edilebilir. Bilişsel veya düşünsel öge, kişinin
kendisi hakkındaki bilgi ve düşünceler bütününe, duygusal öğe kendinden
hoşnutluk veya hoşnutsuzluğu, kendi hakkındaki olumlu ve olumsuz duygular
bütününe, davranışsal öğe ise kendini diğerlerine yansıtma ve ortaya koyma
davranışlarının bütününe tekabül eder. Bu durumda benlik veya kişisel kimliğin
üç öğesi ya da bileşeni, a) benlik kavramı, b) öz-saygı ve c) kendini sunma
olarak nitelendirilebilir.
Sosyal
kimlik, kimliğin kişiler arası düzeydeki ifadesidir. Sosyal kimlik,
benliğimizin, belirli bir sosyal gruba ait olduğumuz hakkındaki bilgi veya
bilincimize dayanan kısmıdır (Tajfel, 1981). Bu bilinç veya bilgiler, söz konusu
gruba aidiyete ilişkin bir takım duygular ve değer atıflarıyla birlikte
bulunur, tleriki bölümlerde detaylı olarak ele alacağımız üzere bu yaklaşımda
sosyal kimlik, bireylerin kendilerini bir grubun üyesi olarak katego- rilendirmesiyle
ilişkilidir.
Sosyal
kimlik, insanlar arası etkileşim içinde sergilenen bir rol olarak da
görülebilir. Nitekim Goffman’da (1963) sosyal kimlik, kişiler arası
etkileşimde bir kişinin sosyal kategorisini öne çıkararak ve bir sosyal statüye
bağlı davranışlar göstererek sunduğu görüntü/yüz gibi kavram- laştırılır.
Goffman’a göre kişinin diğerleriyle ilişkisinde ortaya koyduğu rol, onlar
tarafından bir imaj olarak algılanır. Sosyal kimlik, kişinin gerçekte sahip
olduğu kategori ve özellikleri yansıtan bir kimlik (reel sosyal kimlik) veya
kişinin kendi durumuna, varlığına ilişkin sübjektif duygularını ve
izlenimlerini yansıtan bir kimlik de (identite pour soi) olabilir.
Kolektif
kimlik, sosyal kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesi olarak nitelendirilebilir.
Bu kimlik sınırları belli bir alanda belli bir kültürel topluluk tarafından
taşınan kimlik olarak sınırlandırılabilir (veya genişletilebilir); bu anlamda
etnik, dinsel ve ulusal kimlikler bunun versiyonlarındandır. Kolektif kimlikte
genellikle bir farklılaşma eğilimi vardır, çünkü diğerine karşıtlık içinde, bir
kontrast ve di-ğerlerinden fark olarak tanımlanır ve bu nedenle belirli bir
alanda (territory) kök salmış bir takım grupların (genelde etnik
topluluklar) diğer gruplardan farklarını ortaya koyma, vurgulama talebi olarak
nitelendirilebilir. Kolektif kimlik birbirinden farklı boyutlar içerir. Bunlar
arasıda güvenlik duygusu verme, harekete itme, objektif ve sübjektif
özellikleri birleştirme, süreklilik sağlama, dönüştürme, vb. vardır (Berque,
1978).
Lipiansky’e2
göre kolektif kimlik çeşitli temsillerin bir sistemi içinde kavranır. Bu
temsiller içinde bir takım negatif nitelikler (kaçınılacak şeyler) ve pozitif
nitelikler bulunur; pozitif nitelikler çoğu kez, etnosantrist tutumlar üreten defansif
bir çekirdek oluştururlar (bunun dış tehlike karşısında uyanması, defansif
niteliğinin bir göstergesidir). Bu tutumlar ve yanlar, oldukça tutarlı bir
fikirler sistemi veya ideoloji içeren bir söylemde ifade edilir.
Lipiansky
(1978) bu ideolojik söylem ile bireysel veya sosyal bi-linç arasında büyük
ölçüde tekabüliyet olduğu görüşündedir. İdeoloji, sosyoekonomik çıkarlar veya
politik hesapla ilgili bir mistifikasyon ira-desine indirgenemez; yine bu
ideoloji, bir öznenin, yanlış algıladığı bir obje karşısındaki hatası gibi
açıklanamaz. Birey, ideolojik söylemde sadece sosyal baskı nedeniyle değil,
aynı zamanda onda kendini anlamlandırabildiği, kimliğini çerçevelediği bir form
bulduğu için kendini tanır, yani “bir yanda ideoloji üretimi, öte yanda
ideolojinin pasif bir tüketimi yoktur; genel bir sosyal pratik söz konusudur.
Söylem, bu pratik içinde sağduyuya bir şekil verir; anlaşılabilir kolektif bir
biçim sağlar; bireyin ken-dini gördüğü bir ayna meydana getirir; bireyin
kimliği bu söylemde bir şekil bulur ve bu şekil ona imge biçiminde geri
gönderilir” (s. 63).
Kolektif
kimlik, belirli bir durumu değil, bir süreci yansıtır. Bir topluluğun kimliği,
diğer topluluklarla ilişki içerisinde ve zamanla değişir. Hiçbir topluluk, tek
başına ve zaman-mekân dışı bir tözsel kimliğe sahip değildir. Daha sonra
üzerinde duracağımız gibi, nasıl ki bireysel kimliklerin oluşumu ancak kişiler
arası ilişkiler bağlamında mümkünse, kolektif kimliklerin oluşumu da gruplar
arası ilişkiler bağlamında söz konusu olabilir.
Bireysel veya
kolektif kimlik ihtiyacı, bir kişi veya grubun kendisinde duyduğu ve doyurmaya
çalıştığı bir ihtiyaç olmaktan ziyade, toplumsal yapı ve örgütlenmelerle,
çevresel norm ve değerlerle, dünyanın ve çağın havasıyla ilişkili olarak
gelişen ve yaşanan bir ihtiyaçtır. Kimliklerin bu bağlamsal özelliği, birey ve
grupların kimliklerinde bir değişkenlik olarak yansırken, öte yandan
kimliklerde bir çeşitlenmeye yol açmakta ve kimlikler bir çoklu-birlik3
olarak görünmektedir.
Bu saptama,
kimlik olgusuna, hem günümüz dünya koşullarında, hem de tarihsel bir
perspektiften bakma gereğine işaret etmektedir. Zira kim- likçi dalganın
yükselişini hazırlayan süreçler, bir anda ortaya çıkıp etkilerini icra eden
türden süreçler değildir. Dünyayı derinden etkileyen bu sü-
Giriş 15
reçler, daha
sonraki sayfalarda, ‘kimlik inşası’ adı altında antropoloji ve modernleşme
perspektiflerinden ele alıp irdelenecektir.
Ancak
öncelikle konu etrafında bir ufuk turu yaparak kimlik kavram ve olgularını
kavramaya çalışacağız. Zira son birkaç on yılda yaygınlaşan bu kavram, her
derde deva bir formül, her analize uygun bir araç, her şeyi nitelendiren bir
etiket gibi görülüp kullanılıyor. Bir kimlik enflasyonu doğuyor. İçine her
şeyin konabildiği ve ne konursa onu ifade eden bir ‘valiz kavram’ gibi
görülmesi, onu aydınlatıcı ve açıklayıcı olmaktan çıkararak belirsiz bir
nebülöz durumuna sokuyor. Bu nedenle, söz konusu sorunsalın kavranması, kimlik
labirentinde bir yolculuk gerektiriyor.
1. İngilizce self ya da Fransızca soi sözcüğü Türkçede,
benlik, kendilik, nefs gibi terimlerle karşılanmaktadır.
2. Lipiansky, E. M. (1978): Groupe et identite, Mentitas Collectives
et Relations Inter Cultu- relles (ed. Guy Michaud), Editions Complexe,
Bruxelles, s. 59-61
3. Çoklu - birlik (unitas multiplex) terimi Graumann
tarafından önerilmiştir. Bkz. Graumann, C. G. (1983): On multiple identities, International
Social Science Journal, vol. 35, n. 2, pp. 309-322
i. kimliğin yükselişi
1.1. Kimlik Tutkusu
“Maddi olarak
gerçekleştirmek mümkün olsaydı, bir insanı toplumda, hemcinsleri tarafından
fark edilmeden yaşamaya mecbur etmekten daha zalimce bir ceza bulunamazdı”
W.
James
Dünyamız
giderek çok vitesli bir yaşama alanına dönüşüyor. Kimileri, daha özgür olma
adına, miras olarak aldıklarından ve mevcut kuramlardan bağını koparmak
isterken kimileri, kendini bir mirasçı gibi görüyor. Birinci halde geleceğe
yönelmiş, kişisel projelerinin peşine düşmüş, verili olandan sıyrılmak isteyen
bir insan, ikinci halde ise belleğine gömülmüş, ata buyruklarını düstur
edinmiş ve yaşamı bir kader gibi gören bir insan portresi var önümüzde.
Dünyanın
özellikle ekonomik refaha ulaşmış bölgelerinde, toplumsal kaygılar yerine
kişisel yönelişler ağırlık kazanıyor. Serbest piyasa ekonomisinin
yaygınlaşmasıyla gelişen küreselleşme treninin hızı, bu toplamların ritmini
büyük ölçüde belirliyor. Dünyanın geri kalan kısmı da bu viteste gitmeye
zorlanıyor. Ancak, çoğu kez aynı toplum içinde olmak üzere, dünyanın pek çok
bölgesinde bu trene binmek istemeyen veya trenin hızına ayak uyduramayanlar da
var ve bunlar, yönlerini aksi istikamete çeviriyor. Geçmişin mirası olan köken
aidiyetlerine kapanıyor. Birinciler kendilerini icat etmeyle, kişisel
kimliklerini inşa etmeye çalışırken, İkincilerse din veya etnik kökenden
beslenen kolektif kimliklerine sarılıyor. Yüksek viteste giden trene binenler
ve bine- meyenler (ya da binmeyenler) arası uçurum büyüyor. Zaman zaman da
17
sürekli gerilim üretiyor. Bu, oyuna dâhil olanlar ile hariçte
kalanlar arası gerilim.
Modern
toplumların vitrinleri, ekranları ve sahneleri, her türden galiplerin görüntü
ve söylemleriyle dolu. Hemen hepsinin önüne yeni sıfatı eklenmiş zenginler,
artistler, yıldızlar, sporcular, showmen’ler, mankenler, maceracılar,
playboylar, vb., rekabet, tüketim ve seyir ekseninde dönen bir dünyada,
insanların özlem ve düşlerini, toplumsal muhayyileyi işgal ediyor. Batı
modernliğinin temel tipleri Hamlet, Don Quichotte, Don Juan gibi kahramanlar
kadükleşmiş ve yerlerini tüketim toplumunun birbiri ardı sıra ve kolaylıkla
ikame edilebilir yeni figürleri, yeni yıldızları almakta. Çağın havası,
dehalara değil, yeteneklilere uygun.4
Ve bu
bağlamda kimlik kavramının yükselişine tanık oluyoruz: Kimlik, geçtiğimiz
yüzyılın ikinci yarısında yükselen kavramlardan biri. Sosyal bilimler
alanında, tıpkı bir zamanlar sınıf kavramının oynadığı role benzer bir şekilde,
bazı yazarlar tarafından temel bir analiz aracı olarak kullanılıyor. ABD’nin
sosyo-kültürel bağlamı içinde gelişen kimlik terminolojisi,5 tüm
dünyaya ihraç edilerek medyatik, siyasal ve sosyal vokabülere nüfuz ediyor.6
Günümüzde kimlik kavramı, milliyetçilik, göç, din, cinsiyet araştırmaları ve
etnisite araştırmalarında neredeyse vazgeçilemez bir hale gelmiş durumda.
ABD dışında
da dünyanın pek çok bölgesinde, evrenselci değerlere karşı farklı değerlere
sarılış, küreselleşme süreçlerine karşı yöresel oluşumlarla direniş
hareketleri gözleniyor.
1989’da
Berlin Duvarının yıkılışını XX.yüzyılın erken sonu olarak niteleyen Guillebaud
(1995), entelektüel dünyanın bu gelişmeyi sevinçle karşıladığını, ama umduğunu
bulamadığını ustalıkla betimler: “Özgürlük cininin tiranlıkları, goulag’ları
yıktığı; Kant’ın “bireylerin global toplumu ’nun veya Arendt’in "evrensel
ölçekte eşgüdümlü uygarlığının ufukta belirdiği; yüzyılın ikinci büyük
totaliterliğinin kansız bir şekilde sona erdiği; tarihin sonuna, barış
dünyasına gelindiği düşünülmüştü. Ama aslında sadece yüzyıl ölmüştür; her
yanda hayaletler zuhur etmiş, milliyetler, küçük grup kavgaları, savaşkan
yönelimler; eski haritalar, eski sınırlar masaya konmuş; okul kitaplarında
olmayan Moldavya, Bosna, Çeçenya gibi yeni isimler duyulmaya ve menteşelerinden
kurtulan dünya birleştiğinden daha hızlı parçalanmaya başlamış, tekbiçimlilik
ütopyasına karşı fark fetişizmi belirmiş, “Monteskieu'nün tatlı ticareti,
küreselleşmesine ve piyasa rasyonelliğine dönüşmesine rağmen”, tutkuları ve
aidiyetleri biti-
rememiş;
dünya, Batının ürünlerini, patentlerini arzularken, daha alttan alta mafya ve mezhepler
çoğalmış, belirsizlik yaygınlaşmış, entelektüeller, “mutluluk tacirleri değil,
felaket tellâlları haline gelmiş”, kutuplarını, merkezlerini, jandarmalarını,
tutarlılıklarını yitiren gezegenimiz, “serseri bir gemi gibi yönetilemez
olmuş”, her yanda, yerel özerk şiddetler; bölgesel kavgaların, etnik
temizliklerin ve cezasız katliamların tekrar eden günlük gerçekliği hâkim
olmuştur...
Kimlikçi
dalganın giderek yükselişinde, açıklayıcı bir temel neden bulmak mümkün
değildir. Ancak bu yükselişin bir takım koşullarla ilişkisini kurmak makul
görünmektedir. Bu perspektifte şu tür oluşumlara dikkat çekilebilir:7
a)
Toplumdan Sosyal Sisteme Geçiş: Bugün topluma ilişkin gözlemlerimiz, büyük
ölçüde mekanik bir toplum modeline doğru gittiğimizi ya da toplumun artık bir
sosyal sisteme dönüştüğünü göstermektedir. Toplum bir makina gibi ve insanlar
ise az ya da çok geniş bir alanda yayılmış bir yığının öğeleri gibi
kavramsallaştırılmaktadır. İnsan, esas olarak bu sosyal alanı kaplayan
şebekeler sisteminin fonksiyonel bir aleti olarak, kısmen de bu alanın serbest
bir atomu gibi düşünülmektedir. Ancak, insanın kendi kendini yönetmesi olgusu,
davranışlarında o kadar az yansımaktadır ki, bu olguya ilişkin net bilinci
tamamen kaybolmuştur. "İnsanlar kendi bileşik eylemlerinin sonucu olan
sosyal durumu veya dünyayı, sadece bir veri gibi algılamaktadırlar"
(Dupuy). Sosyal sistemin işleticisi kendisi ile kullanıcısı kendisi arasındaki
ilişki tamamıyla gevşemiştir; tüm varoluşsa! anlamını, tüm değerlerini
yitirmiştir. İnsanın kolektif bir eyleme veya bir bütüne katılma kapasitesi,
kendi eylemleri ile bu eylemlerin onun yaşamsal dünyasındaki sonuçları
arasında bir bağ kurma yeteneğine bağlıdır; eğer bu korelasyon zayıf, belirsiz
ise, eyleme yönelik motivasyonu kaybolmaktadır; bu, sosyal nedenselliğin
gevşemesi olgusudur ve bir bakıma post-modern dünyanın oluşumunu ve öznenin
ölümünü de açıklamaktadır (Moles). Bu bağlamda karizmatik ilişki ya da
ortak-yaşamsal birliktelik ihtiyacı cemaat- çi arayışlar doğurmaktadır. Çünkü
karizma ya da ortak-yaşamsal ilişki, yakın düzene ait, doğrudan yüzyüze
ilişkilerde yaşanan, birbiriyle temas halindeki varlıklar arasında söz konusu
olan bir mekanizmadır. Geçişsiz bir ilişkidir. A’nın B ile ve ardından B’nin C
ile sıcak iletişimi, A ile C arasında zorunlu olarak herhangi bir sıcak
ilişkiyi içermez; bu ilişki yereldir. Oysa sosyal sistemde insanlar, genel
olarak birbirinden soyutlanmıştır ve bu koşullarda ortak-yaşamsal ilişki
zorunlu bir fazlalık gibidir.
İçinde
bulunduğumuz çağı, daha sonra değineceğimiz gibi, ‘sıvı modernlik’ çağı olarak
niteleyen Bauman (2005), bireyler arası gevşeyen ve zayıflayan bağlar
nedeniyle, insani etkileşimleri betimlemek için yapı kavramı yerine ağ’
kavramının ikame edilmesini, çağın havasına daha uygun bulumaktadır.
Geleneksel toplumlarda ve ardından ilk modernlik dönemi toplumlarında, sosyal
yapıları, insanları kolayca çözülemeyecek bağlarla birbirine bağlamak için
varken, ağlar, bağlamaya yaradığı kadar koparmaya da yaramaktadır.8
Bazı yazarlar
bu yöndeki gelişmeleri, ‘toplumun sonu’ adıyla dile getirmektedir.
Thatcher’ın, başbakan iken ortaya attığı 'Toplum yok; erkekler ve kadınlar
var, onların aileleri var9 ’’sözünün ardından İngiliz sosyologlarının
tartışmalarını hatırlatan De La Vega,10 günümüzde pek çok sosyologun
da (Touraine, Urry, Appadurai, vb) bu görüşe katıldığını belirtiyor. Bu
çerçevede çeşitli argümanlar öne sürülüyor: Toplum kavramı (ve bununla ilişkili
olarak sosyal yapı, ülke, ulus, sosyal bünye, vb), çağdaş dünyayı anlamada
yetersiz kalıyor, artık yeni bir metafor gerekli; ulus odaklı bir kavram olan
toplum, dünyanın geri kalan kısmından az çok bağımsız ülkeler bağlamında
(Urry’e göre 1920’lerin ABD’si, Touraine’e göre 1950’li yılların endüstri
toplumları) anlamlıydı, ama tüm dünyayı kat eden ilişkiler ve ulusal sınırları
aşan etkileşimler giderek daha belirleyici bir nitelik kazanıyor, toplumsal
kurumlar çöküş süreci (desinstitutionna- iisation) yaşıyor; dünyayı
kateden kültürel koridorlar ve göç akımları, ulu- ötesi topluluklar yaratıyor;
kişiler arası katı bağların yerini sıvı, akışkan bağlar alıyor; dünyayı
anlamada, ‘akışkanlık’ (fluidite) metaforu daha uygun görünüyor vb.
Kuşkusuz,
dünya değişiyor, bugünün dünyası, dünün dünyasından farklılaşıyor, modernlik
yeni aşamalara giriyor. Ancak, tüm bunların ‘toplumun sonu’ anlamına gelip
gelmediği hususu, tartışmaya açık bir konu durumunda.
b)
Modernleşmenin Başarısızlığı veya Laneti: Modernleşme, ulus-devletlerin kuruluşundan
itibaren tüm dünyada temel bir politika olarak izlenmiştir. Kimi ülkeler
yavaş, kimileri ise çok hızlı bir şekilde modernleşme sürecine girmişlerdir.
Her ne pahasına olursa olsun bir an önce modernleşmeye çalışan ülkelerde,
belirli bir çaba ya da illüzyon döneminin ardından beklenmedik tepkiler yükselmeye
başlamıştır. Sonuçta bazı ülkelerde modernleşmenin başarısızlığı, bazılarında
ise kontrolsüz bir modernleşmenin laneti denilebilecek bir durum ortaya
çıkmıştır. Bu ülke
lerde
toplumsal değerlerin parçalanması, insanları bir arada tutan sosyal bağın
gevşemesi ve sapmaların artması sonucunda kontrolsüz bir anomi belirmiştir. Bu
durum bir yandan insanların korkularını pekiştirirken, diğer yandan yeni
korkulara ve tepkilere yol açmaktadır. Sistemin içi ve dışı sürekli
değişkenlik göstermekte, yeni “içler” ve “dışlar” belirmektedir.
Bu yeni
tepkiler arasında en dikkate değer olanı, evrenselcilik ve fark- çılık
gerilimini yansıtmakta ve bu gerilim etnik milliyetçilik, anti-laik hareketler,
Batı düşmanlığı gibi biçimler almaktadır. Sonuç olarak toplumu- muzda cemaatçi
geri çekilişler ve yeni cemaatler etrafında yenidünyalar kurma eğilimleri
belirmektedir.
Bu bağlamda
cemaatler, modernleşme projelerinin başarısızlığı ve bazı alanlarda da
aşırılığı nedeniyle sistem dışı kalanların temel bazı ihtiyaçlarına cevap
vermektedir. Entegrist hareketleri sadece çeşitli koşulların peşinden getirdiği
bedava nitelikli olgular gibi görmek doğru değil. Bu tür hareketler
psiko-sosyal bir işlev taşıyor ve bir şeylere cevap oluşturuyor: Gelişmelerin
veya olan bitenin içinde (in’ler) ve dışında kalanlar (out’lar) arasındaki
çatışmada, dışlanmışların tepkisi. Bu anlamdadır ki bu tür hareketler ülkelere
göre modernleşmenin başarısızlığı veya laneti biçiminde okunabilir. Kolektif
kimlik arayışları yoksulların, marjinallerin, aşağı kesimlerin, periferide
bulunanların, dışlanmışların kendi fakirlik ve dışlanma durumlarına abartılı
biçimler alabilen bir cevabı gibi görünmektedir. Kuşkusuz, dünya üzerinde bazı
toplumların (genelde Doğu dünyası) kolektif kimlik arayışlarını, henüz
yeterince modernleşme sürecinden etkilenmemiş olmaları ve aslında cemaatçi
tarzda yaşamaları dolayısıyla, modernleşmeye direnç biçiminde değerlendirmek
mümkündür. Bunlarda Nancy11 anlamında, cemaatin toplumun üstüne
değil, toplumun cemaatin üstüne geldiği söylenebilir. Ama bu durumda bile
kültürler arası etkileşim ve Batı kültürünün kendini dayatması çerçevesinde
bir iç-dış çatışması görmek abartılı olmayacaktır.
c)
Küreselleşmenin etkileri: Toplumdan sosyal sisteme geçiş sürecini tamamlayan ve modernleşme
süreciyle de az çok ilgili bir başka gelişme de küreselleşme olgusudur. Bazı
yazarların XVII. yy. sanayi devrimi kadar önemli saydığı küreselleşme
sürecinde, birtakım köklü dönüşümler ortaya çıkmakta; dünya teknolojik,
ekonomik ve kültürel planda değişerek globalleşmekte ve ulusal sınırlar,
pratikteki işlevini yitirmeye başlamaktadır. Tarihleri, kültürel mirasları,
değerleri ve hatta geleceğe ilişkin tasarımları farklı ülkeler, aynı kalıbın
içine girmiş görünmektedirler. Bu
model,
dünyayı fethedici bir güce sahip Amerikan modelidir. Küreselleşme
standartlaştırıcı, tekbiçimleştirici etkisiyle ulusal kimlikleri sarsmakta ve
kültürel referansları, toplumlara özgü özdeşleşme modellerini silmektedir.
Ayrıca, ekonominin ağırlığı artmakta ve piyasa en önemli barometre rolünü
oynamaktadır.
Ancak
küreselleşmenin ekonomik boyutuna eşlik edecek, onu evcilleştirecek ya da
dengeleyecek örgütlenmelerin bulunmaması nedeniyle, siyasal ve kültürel
planında bir takım kopmalar ortaya çıkmaktadır. Ekonomi küreselleşirken
kültürler yerelleşiyor veya bölgeselleşiyor.
Sosyal
psikolojik açıdan bakıldığında, politikada, insan ölçeğiyle ilgili sınırlar
bulunduğu söylenebilir. Yaklaşık son 25 yıldan bu yana, insanların makro
sorunlar konusunda siyasetten genel bir kopması ya da istifası dikkati çekiyor;
seçimlere katılım oranının düşmesi ve siyasal partilere, sendikalara ilginin
azalması bunun bir göstergesidir. Politika, ulusal ölçekten yerel ölçeğe doğru
kayıyor ve insanların ilgisi, daha ziyade günlük yaşam çevrelerinde olan
bitene yöneliyor. Son zamanların demokratik ideali olan “katılım”, esas olarak
yerel ölçekte işliyor. Hal böyleyken siyasetin ve demokrasinin küresel ölçekte
işlemesi çok daha problemli görünüyor. Makro-politika, katılım boyutunda
gittikçe zayıflarken insandan uzaklaşıyor ya da küçük alanlara hapsoluyor.
Sosyal
psikolojik planda ikinci önemli husus, insan psikolojisinin göreceli
stabilitesidir. Ulusal sınırların silinmesiyle insanlar özgür monadlar
olarak varolmuyor. Geleneksel yapıların hızla çözülmesinin sonuçlarına
ilişkin mevcut veriler dahi, regresyon hareketlerine büyük bir dönüş olacağını
göstermeye yeterlidir. Küresel yurttaşlık, küresel toplum, insanın kendini
affektif olarak güvende hissedeceği bir çerçeve olamayacak kadar devasa bir
yayılım, hatları ve sınırları belirsiz bir bütündür. İnsan daha küçük ve ara
çerçevelere ihtiyaç duymaktadır. Ulus - devlet çerçevesinin sorgulanması, bu
ihtiyacı karşılıksız, insanı da boşlukta bırakıyor. 1970'li yıllarda sorunlar
henüz siyasal platforma taşınmadan önce sosyal bilimler alanında, fenomenolojik
açıdan yapılan araştırmaların (Moles, Hall, vb) sonuçlan, insanın, çevresini
iç içe geçmiş kabuklar içinde düzenlediğini ve bunun genel bir varoluş tarzı
olduğunu ortaya koymuştur. İnsanın tek dış tabakalı büyük bir kürenin
merkezinde, örneğin ara tabakaları kaldırılmış bir soğan kabuğunun ortasında
boşlukta yaşaması mümkün görünmemektedir.
Üçüncü
olarak, sosyal psikolojik gözlemler büyük boyutlu etnik, dinsel ve ulusal
kolektif kimliklerin de 'komünoter duyguları ve ihtiyacı" ye
terince
doyuramadığını göstermektedir. Bunun en büyük nedeni söz konusu grupların
büyüklüğüdür. İnsanlar, büyük topluluklarla günlük yaşamları bakımından
işlevsel ilişkiler kuramamakta, onlarda kendisine rehber olacak bir referans
sistemi veya özdeşleşme modeli bulamamaktadır. Ce- maatimsi grupların karşı
durulması zor olan cazibesinin temelinde, modern toplumlardaki belirsizlikten
ve farksızlaşmaktan kurtulma, koruyucu ve güven verici bir çerçeve (yuva fikri)
bulma, moral planda rehberlik edecek bir referans sistemi arama gibi güdülerin
önemli bir rol oynadığı düşünülürse, nitelikleri ne olursa olsun, büyük
topluluklar bu ihtiyaçlara cevap verememektedir. Bu nedenle insanlar daha
yaklaşılabilir, ulaşılabilir, dokunulabilir gerçekliği olan grupları ya da
küçük cemaatleri tercih etmektedir. Örneğin, bir büyük kente göç edenlerin
hemşehrilerinin yerleştiği semtlerde kök salmaya çalışması, bu ihtiyacın somut
bir göstergesi sayılabilir. Cemaatimsi grupların ulus-devlet içinde de
varlığını sürdürmeleri bu temele dayanmaktadır. Küreselleşme süreci
hızlandıkça, insanlar bireyler halinde global insanlığın bir atomu olarak
varolmak yerine, önemi ve etkinliği abartılı olarak artmış aşiretlerin, kabilelerin,
tarikatların içersinde tutunmaya çalışıyor.
d)
Psikolojik nedenler: Küreselleşmeye karşı insanın sınırlılığından kaynaklanan
dirençlerin, paralelinde bir başka psikolojik nedenler kategorisi daha
bulunuyor. Bunlar, güvensizlik ve belirsizlik ortamlarında insanın
psikolojik ihtiyaçlarıyla ilgilidir. Bunlardan birincisine "çoğunluk
etkisi" denebilir. İnsan tek başınayken, “sosyal dünyanın deşifre edilmesinde,
donatımsızdır; şeylerin objektif bir görüşüne sahip olmak için, diğerlerine
dayanmaya ihtiyacı vardır. Belirsizlik durumunda, ideal olan şey, durumun
kolektif bir tanımına varmak, sosyal bir gerçeklik yaratmaktır. Burada hatanın
ancak bireysel, hakikatin de ancak sosyal olabileceği, kolektif olarak
yanılmanın mümkün olamayacağı düşüncesi vardır" (Rouquette, 1987).
Herkesin aynı
bir görüşe katılması, bir çoğunluk etkisi yaratır; herkes kendini aynı şeyi
düşünmek zorunda hisseder ve etki, sosyal bir zorlama veya baskı gibi
hissettirmeden gerçekleşir; hatta bu onun etkililiğinin kaynağıdır; hiç bir
görünür zorlama, hiçbir açık seçik baskı yoktur. Birileriy- le birlikte olmanın
rahatlatıcı bir yanı vardır. Sosyal etki araştırmalarında algısal apaçıklığa
rağmen diğerlerine uyan denekler bu tür bir tavrı sergilemektedirler.
İnsanlar, tek başına haklı olmaktansa, pek çok kişiyle birlikte yanılmayı
tercih etmektedirler. Çünkü soyutlanma korkusu, hakikati savunmaktan daha büyük
bir ağırlık taşımaktadır.
Cemaatimsi
topluluklarda yer almanın pratik bir nedeni daha var. Bu neden, toplumsal
olaylarda grupların meşruiyet kıstası rolünü oynamalarıdır. Rouquette’in
deyişiyle "günümüzde kolektif tarzda varolmak ve medyatik iletişime
katılmak önem taşıyor; artık iktidarın ve karşı-iktidarın gözünde, davanın
meşruluğu, (bu dava ardında) toplanmanın gücüne bağlı algılanıyor; artık
düşünülmüyor, sayılıyor". Güç ilişkileri, hakikat ve ilerlemeyi garanti
ediyormuş gibi, argümanlardan daha önemli görülüyor. “Zafer, kanıtlama yerine
geçiyor, süreklilik ise doğruluğu gösteriyor. Başarısızlık, mobilize edilemediği
anlamına geliyor... Yurttaşlar da bu düşünceyi kabul ediyor ve sayı yasasına
maruz kalıyorlar”. Rouquette, bağlanmanın psikolojisini irdelerken gruplara
katılma eğilimini, etkili olmak isteğine, “bağlanmamayı” ise özgür kalma
isteğine dayandırıyor. O’na göre “tüm tarih boyunca ve özellikle de modern
toplumlarda, özgürlük ve etkililik birbirini dışlamaktadır. Artık giderek daha
fazla oranda tipler, kategoriler, bütünler ile düşünülmektedir”.
Bu bağlamda
demokrasi, artık eskiden olduğu gibi, karşıt siyasal sistemler (komünizm,
faşizm) tarafından tehdit edilmiyor; bazen iç ve bazen de dış yıkıcı hareketler
tarafından tehdit ediliyor; bunlar toplumun siyaset dışı tabakalarından,
örneğin etnik ve dinsel aidiyet duygularından besleniyorlar. Bu sorunlara,
sadece politik değil, sosyolojik ve psikolojik düzlemde de cevaplar bulmak
gerekiyor.
e)
Komünizmin Çöküşü: Entegrist dalganın yükselişinde komünizmin çöküşü ve bunun
sonucunda meydana gelen ideolojik boşluk önemli bir neden olarak sayılabilir.
Çeşitli entelektüel çevrelerde, faşizm ve komünizm gibi birleştirici ve
totalleştirici ideolojilerin yıkılışının, entegrist dalganın yükselişinin
tarihsel koşulunu hazırladığı ve böylelikle bölme ve ayırma iradesi taşıyan
bazı yeni milliyetçi ve dinsel akımlara elverişli bir ortam sağladığı düşüncesi
dile getirilmektedir.
Hemen hemen
tüm 20. yüzyıl boyunca tüm dünyada, bağımsızlık hareketlerinin ufkunu, yoksul
kesimlerin kurtuluş umutlarını ve entelektüel çevrelerin devrimci idealini
oluşturan sosyalist dünya görüşü, büyük kitleleri harekete geçirme gücüne
sahipti. Sosyal adalet ve dayanışma değerlerini, eşitlikçi ve bir bakıma da
eşitleştirici bir anlayışı yücelten bir ideolojinin silinmeye doğru gitmesi ve
buna paralel olarak, serbest piyasa ekonomisinin ve liberal değerlerin
yükselişi, büyük bir kırılma noktası oluşturmuştur. Ekonomik veya kültürel
olarak sosyal hiyerarşinin alt sıralarında yer alan kesimler, yeni dünya
düzeni karşısında, ideolojik planda, ufuksuz kalmışlardır.
Bu
koşullardan başka dünya konjonktüründe gözlenen ekonomik, siyasal veya
kültürel başka ilgili değişiklikler de bulmak mümkündür. Zira kimlik ihtiyacı
bir yanıyla evrensel genel bir ihtiyaç gibi görünmekle birlikte, bu ihtiyacın,
bireylerin hayatında belirli geçiş dönemlerinde (örneğin ergenlik çağı),
toplumların hayatında da büyük dönüşümler sırasında daha çok hissedilmesi,
konjonktürel faktörlerin de önemli olduğunu göstermektedir. Kimlik ihtiyacının
konjonktüre bağlı yanları, kimlik dalgalarının yükselişinde, küresel veya bölgesel
koşullardaki değişiklikleri dikkate alma gereğini ortaya koymaktadır.
Dünyanın
genel konjonktürünü etkileyen koşulların dışında, kimlikle doğrudan ilgili ve
‘kimliksel’ olarak nitelenen ihtiyaç, arzu veya gereklerden de söz edilebilir.
Bunlar özetle aşağıdaki şekilde ifade edilebilir (Lipi- ansky, 1992, s.
143-156):
- Varoluşsa!
gerek:
Bu ihtiyaç diğerlerinin gözünde var olduğunu, bulunduğu yerde bir yerinin
olduğunu hissetmeyi ifade eder; diğerleri tarafından görülmek, dinlenmek,
dikkat edilmek, ilgi görmek ihtiyacı olarak kendini gösterir. Bazı hallerde
negatif bir kimliğin bile tercih edilebilir olmasının temelinde bu gerek
yatar: ‘Beni görmezlikten gelmeyin; bana kızın, eleştirin; ama hiç olmazsa
fark ettiğinizi gösterin” tarzı konuşmalar, bunu yansıtır.
- Bütünleşme
gereği:
Bu ihtiyaç, bir grubun üyesi olarak görülmeyi, bir topluluğun parçası olduğunu
ve orada bir yere sahip olduğunu hissetmeyi ifade eder. Kısaca dâhil olma
arzusunu gösterir: “Ben dışarıda kalmak istemiyorum, onların aralarında
olmak, onlar tarafından kabul görmek istiyorum” tarzı konuşmalar,
entegrasyon ihtiyacını yansıtır. Diğerleriyle mesafesiz, yan yana olmayı
içeren bu arzu bazen, grup içinde erime (füzyon) kendini diğerleriyle ‘tek’ ya
da ‘bir’ olmuş gibi görmeye kadar varabilir.
- Takdir
edilme gereği: Kimlik ihtiyacının bu boyutu, diğerleri tarafından değer
verilmeyi, takdir edilmeyi ifade eder. Burada, diğerleri için bir kıymet ifade
etme, yani diğerlerinin kişiye tuttuğu aynada, olumlu bir imaj ya da görüntüye
sahip olma arzusu söz konusudur: “Bana bir kıymet verilsin isterim...
Onlarla konuşurken, sanki hiçbir değerim yokmuş gibi hissettim” tarzı
konuşmalar bu gereği yansıtır. Kişinin bu boyuttaki yeri, küçümsenme ile
hayranlık duyulma arasında farklı noktalarda olabilir. Bu gerek nedeniyle,
başkalarına yansıyan görüntümüzü ayarlamaya, kendimizi ‘sosyal olarak
arzulanan’ bir görüntü altında sunmaya çalışınz.12
Kimlik İnşası
- Kontrol
etme gereği: Bu ihtiyaç, insanın kendisi ve çevresi üzerinde belirli bir
denetleme gücü ve olanağına sahip olma arzusudur. Bu arzu onun, kendini özerk
ve özgür bir özne olarak hissetmesiyle ilgilidir. Bu yerine gelmediğinde,
kişinin diğerleri arasında bir aktör olmaktan çok seyirci olması, yani olan
bitene maruz kalması söz konusudur: “Kendimi hiç kendindeymiş gibi
hissetmiyorum.. Başkaları konuşuyor, ben kaçıyorum” tarzı konuşmalar bu
ihtiyacı yansıtır.
- Bireyleşme
veya farklılaşma gereği: Bu ihtiyaç, kişinin kendisini tekil, tek, biricik bir birey
gibi görme arzusunu ifade eder. Bu arzu diğerlerinin içinde, kendi
bireyselliğinde (individualite) algılanma, birey olma (individuation)
eğilimini yansıtır. Burada kendi kendini apayrı bir varlık gibi hissetme söz
konusudur: “Başına buyruk olmakla suçlanıyorum. Eğer ben kendim olarak
varolacaksam, kendi fikrimi savunmak gerekmez mi?" tarzı konuşmalar
bu ihtiyacı yansıtır.
Yukarıdaki
ihtiyaç kategorilerine yakından bakıldığında dikkati çeken paradoksal bir yan
var. Kimlik ihtiyacı, bazı boyutlarında diğer insanlara benzemeyi, bazı
boyutlarında ise onlardan farklılaşmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla kimlik
kavramı, benzerlik ile farklılık kutupları arasında diyalektik bir tarzda
kendini göstermektedir. Her ne kadar kimlik, genellikle farklılık arayışını
çağrıştırsa da, benzerlik arayışı, son derece temeldir. İnsan, ‘hemcinsleri
yle benzerliğini, bir takım kişileri model alarak, onlarla özdeşleşmelerle
sağlamaktadır.
Kitabın
bundan sonraki bölümlerinde, zaman zaman bu boyutlar üzerine tekrar
gelinecektir.
I. 2. Prag Öğrencisi ya da Görüntüsüne Sahip Olmak
“Ben görünmez bir
insanım... Bir insanın tözüne sahibim, liflerden ve sıvılardan, etten ve
kemiktenim ve hatta aklımın olduğu bile söylenebilir.
Ben basit bir nedenden
dolayı görünmezim, insanlar beni görmeyi reddettiği için”
R.
Ellison
Sinema
tarihinde kilometre taşı olmuş filmlerden biri Alman Ekspresyonist Ekolünün
bir ürünü olan Prag Öğrencisi (Der Student von Prag) adlı filmdir.
Alfred Musset’nin bir şiiri ve Edgar Ailen Poe’nun bir öyküsünden hareketle
defalarca sahnelenen ve 1913 versiyonunda, senaryosu Hans Heinz Ewers
tarafından yazılıp Stellan Rye tarafından yönetilen film, sinema tarihinde ‘doppelganger’
geleneği içersinde yer almakta, yani insanın ikizi sorununu işlemektedir.
Bu filmde
yoksul, ama rahat bir yaşamın düşünü kuran ve geleceğe ilişkin tutkuları olan
bir öğrencinin yaşamı anlatılır.
Öğrenci, bir
gün Prag dışında bir meyhanede bir içki âlemine katılır; aynı anda çevrede,
yüksek sosyetenin gönlünce eğlendiği bir av partisi yapılmaktadır. Av partisine
katılan grubu yöneten ve ipleri elinde tutan biri vardır; avı istediği yöne
çekmekte ve avcıların hareketlerini istediği gibi yönetmektedir. Bu adam
onlara benzemektedir: Uzun boylu, eldivenli, bastonlu, hafif göbekli, yüzyılın
başında moda olan keçi sakallı biri; bu adam Şeytandır. Bir ara, gruptaki
zengin kadınlardan birinin yolunu şaşırtır ve öğrenciyle karşılaştırır.
Öğrenci, yıldırım aşkıyla kadına vurulur, ama zengin kadın ondan kaçar. Evine
dönen öğrenci, cinsel bir biçim alan tutkusunu ve doyumsuzluğunu yaşar. İşte o
anda, öğrencinin sadece kitaplar ve bir boy aynası bulunan odasında Şeytan
görünür. Öğrenciye, aynada görülen imgesi karşılığında, bir külçe altın önerir.
Pazarlık yapılır ve anlaşma sağlanır. Şeytan, aynadaki görüntüyü tıpkı bir
gravür veya bir karbon kağıdı gibi söker, katlar, cebine atar ve gider. Öğrenci
para sayesinde büyük sükse yapar, yüksek sosyeteye katılır. Aynaların önünden
geçerken biraz sakınır, ama başlangıçta kendini görememek onu fazla rahatsız
etmemektedir. Bir gün kendini etten ve kemikten karşısında görür: Bu, onun
görüntüsünü taşıyan eşidir; Şeytan tarafından ortalığa çıkarıl
mıştır. Her
yerde öğrenciyi izlemekte ve öğrenci, birlikte görülmelerinden korkmaktadır.
Giderek sorunlar artmaya başlar. Öğrenci, kendi çiftinden kaçmak için sosyeteye
gitmediğinde, çifti yerini almakta ve onun adına birtakım işler çevirmekte veya
işlerini karıştırmaktadır. Bir gün bir düelloya davet edilir. Şafak vakti,
özür dilemek için vuruşma yerine gittiğinde, çiftinin daha önce davranıp karşısındakini
öldürdüğünü görür. Öğrenci saklanmaya başlar. Ancak onun çifti, sanki satılmış
olmanın intikamını almak istercesine onu kovalamaya devam eder. Her yerde
onunla karşılaşır. Artık ne toplum yaşamı ne de varoluş olanaksızdır. Bu
umutsuzluk içinde, kendine içtenlikle yaklaşan bir kadının aşkını geri çevirir
ve görüntüsünü öldürmeyi tasarlamaya başlar.
Çiftinin onu
odasına kadar izlediği bir akşam kavga başlar. Öğrenci, kavganın belirli bir
anında çiftini, çıktımı ayna önünde görür ve geçmişin özlemiyle görüntüsüne
ateş eder. Ayna kırılır ve çifti bir fantazma haline dönüşerek kaybolur. Fakat
aynı anda öğrenci yıkılır, ölen odur. Çünkü kendi imgesini öldürürken, bizzat,
kendini yok etmektedir. Yerde acıyla kıvranırken kırık ayna parçalarından birini
alır ve bakar, yeniden kendini görebilmektedir; ölmeden az önce, kendi normal
imgesini bulmuştur, canıyla ödeyerek.
Bu filmin ele
aldığı tema, kültür tarihinde kökü çok eskilere kadar uzanan ve ‘pek çok
ülkenin tanışık olduğu bir düşünce’ ya da figüre gönderir. İnsanın ikizi
figürünü eski Mısıra kadar götüren Borges (1996), Pytha- goras’taki ‘dost
insanın ikinci beni’ni, Stevenson’ın ‘Ticonderoga’sını, ressam Rosetti’nin
‘Kendileriyle nasıl karşılaştıklarına dair’ adlı tablosunu aynı gelenek içinde
yerleştirir; ayrıca bu temanın Hawthorne, Dostoyevs- ki, Alfred de Musset,
James, Kleist, Chesterton ve Hearn’ın eserlerini de bu çerçevede ele alır. Daha
yakın ve tanınmış örnekler arasında ise, E. A. Poe’nun ‘vicdanı ölünce kendi de
ölen kahraman’ın öyküsünü ve O. Wilde’ın, ‘portresini bıçaklayınca kendi de
ölen’ bir insanı anlattığı Dorian Gray’in Portresi adlı öyküsünü
zikreder.
Prag
Öğrencisi, bizi doğrudan kimlik sorunsalına götürmektedir. Zira bir yanıyla bu
öykü, diğerleri önünde görünmenin ve olumlu bir görüntüye sahip olmanın
önemini vurgulamaktadır. Sosyal olarak fark edilmek, diğerlerinin gözünde az
çok muteber bir yere sahip olmak, kısacası ‘adam yerine konmak’ insanın temel
ihtiyaçları arasında sayılabilir. Bu ihtiyaç, ‘olmak istediğimiz insan’
olduğumuzun diğer insanlar tarafından onaylanmasıdır. Paul Ricoeur un13
deyişiyle ‘diğerinin arzusunun arzusu’ olma özlemidir.
29
Prag
Öğrencisi nde öykünün düğümü, insanla görüntüsü arasındaki ilişkide yansıyan
karmaşık bir varoluş sorunudur; bir başka deyişle olduğumuz veya olmak
istediğimiz kişiyle bizim adımıza ortalıkta olan kişi veya görüntü arasındaki
sorunsaldır. Öğrenci, kendine hem benzemeyen hem de benzeyen, ama her halükarda
kendine uymayan görüntüsünden rahatsızdır. Burada çıkış yolu, görüntüsüyle
kendini birleştirmek, sahiplendiği bir görüntüye sahip olmaktır. Çünkü kendine
uymayan bir görüntüye sahip olmak, bir bakıma görüntüsü olmamak ve hatta
sosyal olarak var olmamak anlamına gelmektedir. Eylemlerimiz, etrafımızdaki
kişilerde bir imge oluşturmakta ve bu imge, diğerleri tarafından kaba
çizgilerinde dondurularak alıkonmaktadır; bizim sosyal varoluşumuzun anlamı, bu
imgede vücut bulmaktadır.
Öğrencinin
aynadaki imgesiyle ilişkisi, bizim dünyayla ilişkimizi anlatır. Görüntünün
sadakati, dünyayla aramızda bir tekabüliyetin olmasının göstergesidir. Bu
imgeden yoksun olmak, dünyanın matlaşması ya da saydamlığını yitirmesi
demektir-, bu ise eylemlerimizi denetleyemememiz ya da eylemlerimizin bizden
kopup bağımsız bir varlık kazanması demektir. Bu durumda herhangi bir kimlik
taşımak olanaksızdır. İnsan kendi kendine bir başkası haline gelmiş ve
dolayısıyla, sözcüğün dolu anlamında kendi kendine yabancılaşmıştır.
I. 3. Şato ya da Dışlanma Sancısı
‘Beni kara diye yerme
Mevlam yaratmış hor görme Ala göze siyah sürme Çekilir kara değil mi?
Karacaoğlan
Kimlik
sorunsalı açısından üzerinde durulması gereken bir diğer konu da önyargılar ve
ayrımcılıktır.
Önyargılar ve
ayrımcılık, çok uzun zamandan beri sosyal psikologların önemli ilgi
alanlarından biri olmuştur. 1920’li yıllarda Ingiliz ve Fransızların siyahlara
karşı davranışlarını inceleyen La Pierre, 1930’lu yıllarda da Amerikalıların
Çinlilere karşı davranışları üstünde odaklaşmıştır. Çünkü anketlere göre
ortalama Amerikalılar, Çinliler hakkında olumsuz önyargılar taşımaktadır.
Araştırmasında, genç bir Çinli çiftle birlikte ABD içinde 16 000 kilometre yol
kateden La Pierre, uğradıkları kentlerde, otel ve restoran sahiplerinin kendilerine
karşı muamelelerini kaydetmiştir. Grup, genelde iyi muamele görmüştür. Demek
ki önyargılar, her zaman ayrımcı davranışlara dönüşmemektedir. Ancak bazı
kentlerde, farklı davranışlara da muhatap olmuşlardır. Örneğin Kaliforniyada
bir kentte, otel sahibi onlara oda vermeyi reddetmiştir. Ama aynı kentte başka
bir otelde yer bulmuşlardır.
Bundan 6 ay
sonra daha önce geçtikleri kentlerdeki otel ve restoranlara bir soru formu
göndererek, “Çinlileri müşteri olarak kabul edip et- medikleri'ni sormuştur.
Gelen cevapların % 9O’ı kabul etmeyeceklerini belirtmişlerdir. Bu sonuçlardan
hareketle La Pierre, önyargıların otomatik olarak ayrımcılığa yol açacağı
yönündeki düşüncelerin doğru olmadığı sonucuna varmıştır. Demek ki ayrımcılık
olmadan önyargılar var olabilmektedir; ancak bunun tersi de mümkündür;
önyargısız ayrımcılık da olabilir.
Nitekim
Kafka’nın Şato adlı romanı bunu göstermektedir.
Şato romanı,
1900’ların başında Çekoslovakya’da, tıpkı Dava romanında olduğu gibi, K.
olarak nitelenen roman kahramanının, gizli, irrasyonel bir otoriteyle
ilişkisinin öyküsüdür. Öyküye göre K. bir tepenin üstünde inşa edilmiş olan ve
alt tarafında bir köy bulunan bir şatoya kadast- rocu olarak atanır. Ancak
şatodakilerle temas kuramadan köydeki bir
handa
konaklar. Kendisini çağıranlarla temasa geçmeye çalışırsa da bir türlü
başaramaz. Tıpkı Sisiphos mitosunda olduğu gibi, her çabasında hüsrana
uğramakta ve şatodakilere ulaşma yönündeki tüm çabaları sonuçsuz kalmaktadır.
Şatoya kabul
edilmeyen, köyde kendisine bir yer bulamayan ve evine de dönemeyen, istenmeyen
kadastrocu K'nin öyküsü, insanı sarmalayan sosyal evrenin, yabancı olanlara
karşı geçirmezliğini yansıtmaktadır. Burada yabancı, farklı olmak, sosyal bir
yaraya yol açmakta, insanı diğerleriyle ilişkisinde çıkışı olmayan bir
labirente sokmaktadır.
K. köylüler
için yabancı bir kişidir. Ona “Siz ne şatodansınız, ne de köydensiniz, bir
hiçsiniz” denmektedir. Han sahibi ona oda vermeyi reddederken ‘size karşı
değilim, ama şatodakiler bundan rahatsız olurlar’ demektedir. Kuşkusuz bu bir
bahane de olabilir. Han sahibi, kendi düşündüğü ve yaptığı şeyi, bu şey genel
kamusal vicdan açısından meşru olmadığı ölçüde, başkalarına yükleyebilir.
Yabancı
uzakta olduğunda eğlendiren, hoşgörülen; yakınımızda olduğunda ise rahatsızlık
veren biridir. “Egzotik bir yabancıdan daha rahatlatıcı” (Tap), komşu
yabancıdansa daha rahatsız edici hiç bir şey yoktur. Yabancı, yaklaşmamalıdır.
Nitekim Bogardus tarzı ‘sosyal mesafe ölçekleri’, yabancıyla aynı ülkede, aynı
kentte, aynı sokakta, aynı evde birliktelik, hatta evlenme durumlarında farklı
görüldüğünü ortaya koymaktadır. Yabancıya karşı duyulan olumsuz duyguların
kökenini, çoçuksu kaygılara dayandıran Tap’a (1988, s. 224) göre, çocuk
sekizinci aydan itibaren yabancı kaygısıyla tanışır: Annesiyle arasına giren
dış şeyleri, varlığına karşı bir tehdit kaynağı gibi algılar. Yetişkinlikte
de, duruma, toplumsal değerlere, yetişme tarzına, vb. bağlı olarak farklı
derecelerde olmak üzere, yabancı karşısında endişe, pişmanlık, küçümseme, kin
gibi çeşitli duygular hissedilir.
Yabancılık
zor bir durumdur. Diğerlerinin gözünde bir bakıma tuhaf olmaktır. Jean Daniel
(2005), Paul Ricoeur’le söyleşisinde14 “yabancıda tuhaf olanın, onun
ben olmaması’ olduğuna işaret eder. Daniel’e göre, bazen bir hayranlıkla, bazen
tiksintiyle karşılanan yabancı, insana eksikliğini anımsatır. “Tam olmak
için diğeri eksiktir”. Ancak bu her zaman bir zenginlik vaadi de değildir.
Nitekim sosyal psikolojik araştırmalara göre cinsler arası ilişkilerde,
benzerlik, farklılıktan daha büyük bir çekim kaynağı oluşturmaktadır. Çiftler
arasında farklılıklar bir süre tamamlayıcılık olarak yaşanmakla birlikte, daha
sonra uyuşmazlık olarak hissedilmek
tedir. Paul
Ricoeur’e göre ise “yabancı, bir tür boş yerdir. Neye ait olduğumuzu biliriz,
ama diğerlerinin kendi yerlerinde kim olduklarını bilmeyiz. Ondan geriye bir
şok yoluyla, kendimizi yabancı hissederiz “Başlangıçta, kim olduğumuzu, daha
doğrusu neye ait olduğumuzu, nerede yer aldığımızı, (örneğin bir sınıfta, bir
ailede, bir ulusta, vs) bildiğimizi sanırız. Yabancı, bir meçhuldür. Sözlükte
“bizim yerimizden olmayan, bir başka ulustan, başka ülkeden olan” tanımı var.
Yabancı, bir boş yerdir. Bu nedenle Ricoeur, bir bakıma yerimizden çıkarak,
kendimizde kendi yabancılığımızı keşfetmek gerektiğini söylüyor
Ricoeur un
kastettiği sembolik olarak yabancı olmak, kolay değildir. Diğerleriyle kıyas,
çoğu kez kendi içinde uzun bir yol katederek’, kendi kimliğini sorgulamaktan
çok, bir kimlik onayıyla sonuçlanmaktadır. Bu anlamda Ricoeur un önerisi etik
bir ideal gibi görünüyor. Nitekim Daniel de ‘günlük yaşamda yabancılığın, bir
tür tehdit gibi yaşandığını, sivil çatışmaların arttığını, insanların fark
içinde farklar bulduğunu, bir etnik grupta, bir dinde bile bunun böyle olduğunu
vurguluyor. Sanki yakın olan, yabancıdan daha yabancı olmaktadır. Ricoeur bu
esrarlı durumu ‘çağdaş politik yaşamda, cemaatler ne kadar küçük ise,
azınlıkları da o kadar tehditkârlar’ şeklinde ifade etmektedir. Burada küçük
farkların, aşırı büyütülmesi söz konusudur; sanki ölçek küçüldükçe,
farklılıklar önem kazanmakta ve sembolik olarak yüklenmektedir.
İnsanın
türlülüğü, çoğulluğu aşılmaz bir olgu gibi görülebilir mi? Bu konuda ihtiyatlı
olmak daha doğru. Hiç bir toplumda bu türlülük, mutlak olmadığı gibi, birbiri
içinde kaynaşmalar ve homojenleşme yönündeki eğilimler de türlülük kadar, somut
bir olgu niteliğinde. Pratikte, bu türlülük çoğu kez çatışma kaynağı olarak
işlemektedir. İnsanın kendini kökenleriyle birlikte ortaya koyması, bir kimlik
iddiasında bulunması, daha sonraki bölümlerde de değineceğimiz üzere, hemen
ardından ‘ben-ben değil’ ayrımını doğuruyor, dışta kalan hemen her şey yabancı
hale geliyor ve ben-değil olarak dışlanıyor. Zira Daniel’in de işaret ettiği
gibi, Ben olmayanın, ya ben haline gelmesini diliyoruz, ya da kaybolmasını.
“Dinler de yabancılığın belirli bir düzeyini ortadan kaldırmak isterler, çünkü
aynı inanç veya mutlak altında, bu inanç olmadığı takdirde uyuşmazlıklar (in-
compatibilites) haline dönüşebilecek farklılıkların çoğulluğunu toplarlar. Bu
ilişkinin derinleştirilmesi için ödenecek bedel, yani bir inanca ait olmanın
ifade ettiği kapanma ilkesinin ötesine geçmek ve ötekini bulmak, çok
pahalıdır”. Nitekim dinler, farklara, sınırlara, yani redde, dışlamaya
büyük bir güç
vermişler, girdikleri sitelere bir tür ırkçılık, dışlama, reddetme biçimini de
getirmişlerdir”15 (Daniel, 2005).
Şato
romanında, K’nın apayrı bir kimlik talebi ve iddiası yoktur. Aksine köylüler
ve Şatodakiler tarafından negatif bir kimlik içine hapsedilmekte; farklılığı,
ayrımlığı, yabancılığı nedeniyle dışlanmakta; ayrımcılık kurbanı olmaktadır.
Üstelik
burada olduğu gibi, çoğu toplumlarda dışlananlar, kökten bir farklılıktan
dolayı değil, yabancı olmaktan, daha genel bir deyişle, aynı gruptan olmamaktan
dolayı dışlanmaktadır. Benzerlik dâhil olmaya sağlamadığı gibi, dışlananların
bu yöndeki talebi de bir ağırlık taşımamaktadır. Shakespeare’in Venedik
Taciri’nde Schylock’un monologu bunun iyi bir örneğidir: “Ben bir Yahudi’yim.
Yahudi’nin gözleri yok mu? Yahudi’nin elleri, organları, orantıları, duyuları,
şefkati, tutkuları yok mu? Bir Hristi- yan’la aynı nimetlerle beslenmedi mi,
aynı silahlarla yaralanmadı mı, aynı hastalıklara yakalanıp aynı yollardan
iyileşmedi mi, aynı yazla ısınıp aynı kışla üşümedi mi? Bize bir şey
saplasanız, kanımız akmıyor mu? Bizi gıdıkladığınızda gülmüyor muyuz? Bizi
zehirlerseniz ölmüyor muyuz?”
Benzerlik ile
uyuşmazlık ilişkisi, oldukça karmaşık bir niteliktedir. Bu konuya 111. Kısımda
‘Ötekinin farklı çehrelerini gözden geçirirken yeniden döneceğiz.
Çoğu kimlik
talebinde, talepte bulunan kişi veya topluluklar, kendi farklılıklarını öne
çıkarırken; ayrımcılık durumunda, aynı kişi veya topluluklar farklılıklarında
kalmaya zorlanmaktadır. Birinci halde ‘ben/biz, sizden farklıyım’ söylemi;
ikinci halde ise ‘sen/siz, bizden farklısınız’ söylemi hâkim olmaktadır. Bu
iki yan, diyalektik bir biçimde işlemektedir. 1960’h yıllarda eşitlik talebi
taşıyan toplumsal protestoların önemli bir kısmı günümüzde farklılık talebi ile
öne çıkmaktadır.
DİPNOTLAR
4. E. Morin'in formülü: Tüketim toplumu dehaları reddeder,
yetenekleri kullanır.
5. C. Halpern (2004), Faut-il en finir avec l’identite? Sciences
Humaines. n. 151, juillet 2004, p. 12-16
6. ABD’de 1960’ların sonunda, Afro-Amerikan azınlıklar kendini
ortaya koymaya başlamış ve onların ardından diğer azınlıklar da kendi
özgüllüklerinde tanınma peşine düşmüştür. Ve kurumsal planda da üniversitelerde
Afro-American studies (başlangıçta black studies), women 's ve gays
studies, chicano studies, Jewish studies gibi kürsüler doğmuştur. Azınlık
kimliği, bu alanlarda, temel veri sayılmıştır.
7. Kimlikçi dalganın yükseliş koşullarıyla ilgili bu kısım, büyük
ölçüde Kolektif Kimlik adlı kitabımdan alınmıştır.
Kimlik İnşası
8. Zygmunt Bauman: Vivre dans la modernite liquide, Sciences
Humaines. n-168, nov. 2005, s 34- 37
9. “There is no such thing as society: there are individual and women,
and there are families”
10. X. De La Vega: Oîı est passce la societe? Cherche societe
desesperement. Sciences Humaines, n. 165, nov. 2005, s. 30-33
11. J.L. Nancy (1986): La Communautd Desoeuvree ed. C. Bourgois,
Paris ve J.L. Nancy (1989): L’histoire finie, Revuedes Sciences Humaines:
Penser la Communautd, n. 213, s. 75-96.
12. Kendini uyarlama (self-monitoring) olarak ifade edilen bu
boyut, kimlik ya da benliğin davranışsal boyutudur. Öz-saygı kavramıyla ifade
edilen olumlu bir imaja sahip olma arzusu ise, kimliğin duygusal yanını
oluşturur.
13. Varoluşçu fenomenolojinin kurucuları arasında sayılan ve 1970’li
yıllarda marksist ve yapısalcı akımların gölgesinde kalan Paul Ricoeur,
kimlikle ilgili tartışmalarda daha çok ‘nar- ratif kimlik’ kavramıyla
tanınmaktadır. P. Ricoeur: Parcours de la Reconnaissance, ed. Stock,
2004, Paris
14. P. Ricoeur et J. Daniel: L’Etrangete de l'Etranger, Les Debats de
l’Observateur,Nouvel Ob servateur, 30 juin - 6 juillet 2005
15. Aynı söyleşi de Ricoeur de dinsel şiddetin kaynağını burada
görmektedir. Dine savaşı getiren şey, politika tarafından saptırılması,
kapanma yoluna gitmesidir.
“Günümüz insanının Ben’i,
sınırları belirsiz pek çok taşraya sahiptir”
Meyerson
Sağduyu
düşüncesi ya da popüler anlayış kimliği doğal bir veri gibi görür. Kimliğin
bir madde, bir nesne gibi bir öze sahip olduğunu düşünür. Ancak etnik ve cinsel
kimlikler gibi, doğal olduğu düşünülenler de dâhil olmak üzere hiçbir kimliğin
ontolojik özsel bir gerçekliği yoktur, tüm kimlikler bir inşa ürünüdür. Kişiler
veya gruplar arası ilişkilerde inşa ve hatta icat edilir. Kimliklerin koşullara
bağlı, yapay, ilişkisel, karışık, kurgusal olarak şekilde nitelenmesi,
Bayart’ın (1996, s. 101) da işaret ettiği gibi, onların etkililiğini reddetmek
anlamına gelmez; örneğin “ortak etnik bir aidiyete inancın kökeninin
yapaylığına ne kadar inanıyorsak, bu inancın işlevsel etkililiğini de o kadar
kabul etmeliyiz”.
Bu bölümde
kimlik inşa etkinliği, farklı perspektiflerden (antropolojik, modernlik)
irdelenecek ve inşa sürecinin çeşitli yanları ele alınacaktır.
II. 1.
Kimlik İnşası: Antropolojik Perspektif
“/rk
terimi, her tür gerçeğin dışında, bizim zihinsel jimnastiğimizin ürünüdür
Beynimizin bir kurgusu olarak vardır;
ırklar bizdedir,
dışımızda değil"
J.
Finot (1905)
Kolektif kimlikler,
daima gruplar arası ilişkiler bağlamında ve karşıtlıklar tarzında inşa
edilmektedir. İnsan gruplarının birbirini karşıt kategoriler halinde tasnif
etmesi, kuşkusuz yeni bir olgu değildir.
35
Bu konudaki
çalışmaları değerlendiren Jahoda’ya16 (2005) göre, antik Yunan ve
Roma’da, diğer komşu halklar ‘barbar’ olarak görülürken, uzak halklar 'humanoid
yaratıklar’ sayılmıştır. Örneğin Greklerde, tanıdıkları en esmer kişiler olan
Nil vadisindeki Nubialar saygıyla anılırken, kuzeyin beyaz derili halkları
barbar sayılmıştır. Antik dönemdeki kölelik pratiklerinin ırklara göre
farklılık göstermesi de (Malay, 1991) bunun bir örneğidir.
Coğrafi
keşifler çağı, kölelik pratiklerinin zirvesi olmuştur. Cornaton’a (1993) göre,
bu dönemle birlikte yeni kıtalarda keşfettikleri yerlilerin doğasını
sorgulamaya başlayan Batı toplumlarının düşünce dünyasında yeni bir sorun
belirmiştir: “Yerlilerin bir ruhu var mıdır?” veya “onlar da bizim gibi
Tanrının çocukları mıdır; onların doğası bizimkiyle aynı mıdır?” vb. Ancak
Batılılar yerlilerde gözledikleri farklılıkları bir zemine oturtma gayreti
içinde, bu farklılıkları, hem kültüre bağlamışlardır, hem de yerlilerin
doğasına. Fark kültürden geliyorsa, yerlileri uygarlaştırmak ve Hrısti-
yanlaştırmak için bu kültürün yıkılması; doğalarından geliyorsa, bu koca
çocukların eğitilmesi (Cizvitlerin görüşü) ve hatta korunması gerektiği
yönlerinde argümanlar ortaya atılmıştır. Bu egzotik farklılığın keşfinden
uzunca bir süre sonra, sömürgeciliğin mantığı, Batı’nın hâkim kültürünü bir
“uygarlık” olarak konumlamış ve yeryüzündeki insanların uygar olanlar ve
olmayanlar şeklinde sınıflandırılması, zenci köle ticaretine meşruiyet
sağlamıştır; “uygar olmayan” zencilerin, doğanın kötü bir ürünü, insanın
hayvani yanı olduğu inancı etrafında gelişen ideoloji, pratikte, zencileri,
salt olgu veya araç konumuna indirgemiştir.
Jahoda’ya
göre Ortaçağ boyunca, halklar arasındaki ayrım çizgisi dinler olmuştur. Biz ve
onları ayrımı din ekseninde kavramlaştırılınca, Hrısti- yan-Payen, Hristiyan-Müslüman
karşıtlıkları kurulmuştur. Avrupalı Hristi- yanın gözünde siyah Hristiyanlar,
aralarında Bulgarlar, Türkler ve Slav- lar’ın da (köle anlamına gelen esclave
sözcüğü, Slav’ın türevi) bulunduğu çok sayıdaki beyaz köle gruplarına kıyasla,
daha az çok kabul görmüştür. XV. Yüzyıl öncesinde Afrikalı yöneticiler,
Avrupada belirli bir saygınlıkla karşılanmaktadır. Ancak Batı Afrikalı
halkların Portekizliler tarafından ele geçirilip köle olarak satılmasıyla
birlikte durum değişmiş ve Siyahlara karşı olumsuz stereotipler giderek
artmıştır (Jahoda, 2005, s. 51).
Diğer
halkları tehdit kaynağı olarak gören Hristiyan Batılı’nın gözünde ötekinin
temel imajı, kötü, ahlaksız biridir. Cinsel ahlaksızlığın her çeşidi ve
yamyamlığın atfedildiği öteki halklar, insandan çok hayvana yak-
[aştırılır.
Jahoda’nın verdiği bir örneğe göre, V. yüzyılda Aziz Jerome, çocukluk
yıllarında Galya’da karşılaştığı Britanyalı bir halk olan Attakotile- ri17
yamyam gibi betimlemektedir: Attakotiler, koyun, domuz veya sığır sürüleri
görünce, en lezzetli yiyecek saydıkları çobanların ‘po- po'larını ve kadınların
memelerini yemeyi tercih ediyorlardı. Iskoçya- lılarda, monogami yoktur,
istediklerinde istedikleriyle yatmaktadırlar; Persler, Medler, Hintliler ve
EtiyopyalIlar, anneleri ve büyük anneleriyle, kızlarıyla ve yeğenleriyle
yatmaktadırlar.
Avrupa’da
dinin, yaklaşık 1500 yıllık bir dönem boyunca kimliğin kalbi olarak işlediğine
işaret eden Jahoda, XVIII. Yüzyılda beliren milliyetçilik veya ırkçılık
kavramlarına tekabül eden bir ‘dincilik’ kavramının bulunmamasını da şaşırtıcı
bulur. Ancak, gruplar arası kırılma noktası olarak son derece etkili olduğunu
da kaydeder.
Bu gözlemler,
nereden bakıldığına bağlı olarak Biz ve Onların renginin değişmesine karşılık,
diğerlerine, başkalarına veya Ötekilere karşı tutumlarda, etnosantrik bir
bakışın, yani kendi topluluğunu merkeze alan bir perspektifin hâkim olduğunu
göstermektedir. Ortak çizgileri ‘yabancıdan kuşkulanma’ ve ‘kabilecilik’ (tribalisme)
olan bu perspektif, insanlık tarihinde çok eskilere kadar uzanmaktadır.
Bu tutum
büyük ölçüde, daha sonra gözden geçireceğimiz üzere, dünyayı
kategorilendirmenin sonucudur. Levi-Strauss (1968), kolektif kimliklerin, fark
ve karşıtlık tarzında gözlendiğine, herkesin kendini, diğerlerinden farklı
özgül bir bireysellik olarak sunduğuna işaret eder. O'na göre, insan grupları
arasında mesafe nedeniyle farklılıklar vardır; ama bunun kadar önemli bir başka
farklılık kaynağı, karşı olma, ayırt edilme, kendisi olma arzusudur.
Kültürlerin ve kimliklerin çeşitliliği doğal bir olgu değildir; etnosantrizm
hem ilkel, hem de modern toplumlarda gözlenen çok yaygın bir tutumdur; sağlam
psikolojik temelleri vardır. Her yerde ve her çağda, her kültür insanlımın
özünü kendisinin canlandırdığını (incarnation) iddia etmiş ve diğer
halkları aşağılamıştır (vahşi, barbar nitelemeleri); bazı ilkel kabileler,
"insanlar" anlamına gelen bir isim taşımakta ve "insanlık,
kabilenin, lengüistik grubun ve bazen bir köyün sınırlarında sona ermektedir"
(s. 21).
Kimlik sorunları
etrafında birbirine eklemlenen tartışmalarda, en çok referansta bulunulan
kavramlardan biri de, kültür kavramıdır. Zira günümüzde kimlik kavramının arka
planı ve kimliklerin inşa süreçleri, her şeyden önce kültür anlayışlarında
yansımaktadır. Bu nedenle kültür kavramı
nın ve
kültüre ilişkin anlayışların gözden geçirilmesi de, ayrıca önem taşımaktadır.
İnsan, çoğu
kez bir ‘kültür inşa eden hayvan’ (a culture building animal) olarak
nitelendirilmiştir ve bu, kültürün, insanın evrensel bir özelliği olması
demektir (Abou, 1981). Kültür kavramı, sosyal bilimlerin en çok kullandığı, ama
tanımında büyük farklılıklar gözlenen bir kavramdır. En genel kapsamlı
kullanılışında, doğaya ait olmayan tüm İnsanî olguları ifade ederken, dar
kapsamlı kullanılışında, toplumsal yaşamda ekonomik, siyasal, hukuksal, dinsel
olandan geri kalan alanı belirtiyor (Morin). Kimlik tartışmalarında kültür
kavramı, genel olarak etnologların, antropologların anlayışına yakın bir
anlamda kullanılıyor. ‘İnsanın doğa üstüne eklediği her şeyi’ kapsayan kültür,
bir insan topluluğunun kullandığı teknikler, bina ve yapılar, giyim ve
beslenme, sanat etkinlikleri ve semboller, düşünce ve davranış tarzlarının
örgütlenmiş bir sistemini ifade ediyor; kültür bu toplulukta, sonradan
kazanılmış davranış biçimlerinin bir bütününü (Ma- uss) belirtiyor. Söz konusu
kültür, insanların bir topluluğa aidiyetini ifade eden, “komünoter aidiyeti
sabitleyen” (Grosser, 2003) inançların işaret ettiği ya da bir toplulukta
paylaşılmış ortak değerler bütününe gönderen kültürdür. Teknik terimiyle bu bir
yakın düzen ürünüdür; yüz yüze, sıcak ve dolayımsız ilişkilerde yaşanır.
Kültür,
sosyal bilimlerin en uzun ömürlü ilgi alanlarından birisi olmuştur ve olmaya
da devam etmektedir. Dünyada koloniyalizmin gelişme sürecinde Beyaz Avrupalı
için sömürgeleştirilmiş topraklarda yaşayanların düşünce ve davranışları,
gelenek ve görenekleri, yaşam tarzları, kısacası kültürleri önemli bir merak
konusu olmuştur. Kuşkusuz bu merak ‘saf bir bilme isteğinin çok ötesindedir.
Bir yandan kültür kavramının tarihselliğini, öte yandan bu merakın boyutlarını
anlamak için, Batı dünyasının kültüre yaklaşımındaki değişimleri gözden
geçirmek uygun olacaktır.
1/Batılı
bilim adamlarının uzak kültürlere ilişkin ilk çalışmaları dikkate alındığında,
bu alanda ilk hâkim paradigmanın Uygar İnsan - İlkel insan veya Modern
zihniyet - İlkel zihniyet dikotomisi olduğu söylenebilir. Nitekim hepimizce
bilinen bu anlayış, ilkel zihniyeti akıl ve mantığın kurallarına uymayan bir
düşünce tarzı olarak kavramlaştırmaktadır.
Bu dönemde
antropolojiye hâkim olan akımlar, Avrupa kültürlerini, kültürler hiyerarşisinin
en üst basamağına koyan ve evrimcilik ve yayılım- cılık (diffüzyonizm):18
akımlarıdır. XIX. yüzyıl sonlarına doğru parlayan ve temsilcileri arasında
Lewis Morgan, Edward B. Tylor, James Frazer,
Paul Broca
gibi isimler bulunan evrimci antropoloji, evrim kavramlarını ve yasalarını
kültürlere uyguluyor ve bir tür sosyal Daıvvinizm yapıyordu. Lewis Morgan’ın
Arkaik Toplum adlı eseri “Toplumlar, bir ilk vahşi durumdan itibaren
gelişmiştir; başlangıçta cinsel serbesti, yasasızlık var, ardından barbarlık
ve nihayet uygarlık aşamaları gelir” görüşünü temel almıştır. Temsilcileri
arasında Frederich Ratzel, Leo Frobenius, G. Elliot Smith gibi isimler bulunan
yayılımcılık ise kültürler arası karşılaştırmalar yoluyla, uygarlık
aidiyetlerini saptamaya çaba harcıyor ve kültürlerin tek biçimli olarak
değişmediği, birbiriyle temaslarla ve eşitsiz bir biçimde değiştiğini öne
sürüyor, ancak, evrimcilik gibi o da, Batı uygarlığını gelişimin zirvesine
koyuyordu.
Sosyal
psikolojinin gelişimi çerçevesinde, toplumlar arası (intersocietal) bir bakışa
sahip etnolojik yaklaşımın değerine işaret eden Beauvois’ya19 (1999)
göre, XIX. yüzyıl sonu Batı düşüncesi, kültür-doğa tartışması ekseninde
şekillenmiştir: Bu çerçevede gelenek ve göreneklerin coğrafi değişkenliğine
tekabül eden psikolojik farklılıklar aranmıştır. Antikiteden itibaren
(Hipokrates’in iklimler teorisi) Batı düşüncesini cezp eden bu anlayış, 19 yy.
ortalarında Almanya’da Lazarus ve Steinthal’ in öncülüğünde ‘Halkların
Psikolojisine (Völkerpsychologie) yol açmıştır. Bu bakış, Batı kültürünün o
zaman ki büyük kavramlarının (örneğin uygarlık kavramı), büyük dogmalarının,
bilimsel anlayışa eşlik eden şemaların (biyolojik evrim şeması, bireysel
tarihin, türün tarihini röprodüksiyonu gibi) etkisinden kurtulamamıştır.
Farklı isimler altında (halklar psikolojisi, antropososyoloji, psikolojik
antropoloji, kültürel morfoloji, vb.) ve bazen de şüpheli ideolojilerin ya da
kısaca ırkçılığın hizmetinde olarak, kültürler arası psikolojik değişkenlik
analizleri yapılmıştır. Teorik yönelimi ne olursa olsun, olgular düzeyinde bu
araştırma çizgisi, çoğu kez doğuştana ideolojinin rengini taşımıştır; ‘halklar
onu oluşturan insanların genetik olarak olduğu şeyden başka bir şey olamazlar”;
bu ırkçı bir görüştür. Alimane etütlerle, halklar ve ırklar, mer-
tebelendirilmiştir. Ve bu ideolojik yakınlaşmalar, bu araştırma çizgisini, sosyal
bilimler nezdinde gözden düşürmüştür (Beauvois, 1999; s. 7-9).
2/1kinci
aşama yüzyılın başında Amerika’da Alman kökenli antropolog Franz Boas’la
birlikte doğan kültürel antropoloji dönemi ve bu alanda, özellikle 1930’lu
yıllarda hâkim olan kültüralizm akımıdır. Kültürün ırk ve biyolojiden daha belirleyici
olduğu görüşünü savunan, potlach kavramını geliştiren ve 1938’e kadar yaklaşık
40 yıl boyunca New York Kolombiya Üniversitesinde çalışan Boas, Alfred Kroeber
ve Robert Lowie
yanı sıra,
yüzyılın önemli antropologlarından Ruth Benedict ve Margaret Mead’in hocası
olmuştur.20 Esas olarak kültürel modeller üzerinde duran Benedict
çeşitli kültürler arası farkları incelemiş ve Nietzsche’nin Apol- loncular -
Dionizoscular şeklindeki tipolojisini kültürlere uygulamıştır.21 Mead
ise okyanusta bazı adalardaki kültürleri incelemiş ve kadın ve erkek rollerine
göre kültür tipolojileri kurmuştur. İnceleme konusu olarak sanayileşmiş
ülkeler ile bu kültürler arasındaki farklılıkları ve ulusal karakterleri
karşılaştırmayı seçmiştir.
Kültürün
insan kişiliğini belirlediği şeklinde gelişen ve psikanalizden de etkilenen
yeni paradigma, Temel Kişilik (basic personality) kavramı altında
Abraham Kardiner ve Ralph Linton’la birlikte zirvesine ulaşmıştır. Temel
kişilik kavramı, pattern kavramıyla birlikte kültüralist akımın sembol
kavramlarından olmuştur. Kültüralizm akımı, kültürün insan davranışları ve
kişiliği üzerindeki etkilerinin araştırılması yönünde büyük bir ilgi
uyandırmıştır. Ulusal karakterin bir versiyonu gibi görünen temel kişilik
kavramıyla Kardiner, antropoloji ile psikanalizi bağdaştırmaya çalışmıştır.
Temel kişilik kavramı, belirli bir toplumun üyelerinin ortak kişilik yapısını
ifade etmektedir. Temel kişilik, aile ortamının, eğitimin ve sosyal çevrenin
etkisiyle bireylerde benzer tutumlar, inançlar, değerler, eğilimler, duygular,
vb. oluşmasına dayanmaktadır. Kardiner’e göre temel kişilik dört temel öğeden
oluşur: 1) Düşünce teknikleri; yani bireyin gerçeklisi düşünme tarzı, 2)
Güvenlik sistemleri; bireylerin çevresel engellenmelerin yarattığı kaygılarla
başa çıkmak için başvurduğu savunma sistemleri, 3) Geniş anlamda üst-ben;
diğerlerinin takdir ve sevgisini kazanma arzusuna dayalı super-ego söz konusu,
4) Dinsel tutumlar. Kardiner’e göre bu dört temel kişilik öğesi, kurumlarla
ilişkilidir; bir yandan, ‘birincil kurumlar’ denen bazı kurumlar tarafından
üretilirler, öte yandan ‘ikincil kurumlar’ denilen bazı kurumlan üretirler.
Kardiner’e
(1939) göre, temel kişiliği belirleyen esas faktör kültürel çerçevedir.
Kültürel çerçevenin ana unsurları arasında, aile organizasyonu, ailede verilen
temel bakım ve terbiye, cinsel yasaklar, beslenme tarzları gibi birincil
kurumlar yer almakta ve bunlar ana-babaya ilişkin temel tutumları meydana
getirmekte ve bunlar da, dinler, mitler, efsaneler, düşünce teknikleri,
iletişim tarzları ve stilleri gibi ikincil kurumlarda yansıyan sembolik
projeksiyonlar vasıtasıyla her topluma özgü kişilik tipini belirlemektedir,
yani kısaca ifade edilirse, bir toplumun özgül kişilik tipi, onun kültürü
tarafından şekillendirilmektedir.
Bu kısa
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, kültüralist akım bir yanıyla, kültüre,
insan kişiliği ve davranışları üstünde belirleyici bir rol yüklemektedir.
Kuşkusuz, kültürün rolü çok önemli olsa da, global toplumun işleyişini tümüyle
kapsaması söz konusu değildir. İkinci olarak, topluma özgü kalıcı bir kültür
tasarımıyla, nispeten kapalı bir kültür anlayışı geliştirmektedir. Kültürel
örüntü (pattern) kavramı, kültürün çeşitli yanlarının ahenkli ve tutarlı
bir bütün içinde bütünleşmesini ifade etmektedir. Toplumlar arası
etkileşimleri ve karışımları dikkate almayan bu anlayış ‘her topluma kendi
kültürü’ görüşünü besleyerek, bir bakıma ‘cemaatçi’ arayışlara dayanak
oluşturmaktadır. Ancak kültüralist akım, her ne kadar her bir kültürü kendi içinde
bir bütün gibi anlamanın gerektiği fikrini taşısa da, Beauvois’nın işaret
ettiği ve yukarda da belirtildiği üzere, genel bir psikoloji olma iddiasındaki
psikanalizle kurduğu alışverişin etkisiyle, insan doğasının evrensel yanlarına
yönelimi daha baskın olmuştur.
Sosyal
bilimlerin tarihi açısından konumuzla ilgili bir diğer gelişme, sosyolojide
1910’lu ve 1920’li yıllarda Şikago Ekolünün gelişmesidir. Bu yıllarda farklı
kaynaklardan gelen göç hareketleri ve demografik patlamalar nedeniyle bir
sosyal laboratuar görüntüsü arz eden Şikago’da, getto- laşmaya doğru giden
gruplar arası ilişkilerin incelenmesi önemli bir inceleme alanı olmuştur.
Göçmenlerin bütünleştirilmesi, hatta asimilasyonu, Şikago Ekolünün önemli bir
kaygı konusudur. Beaud ve Noiriel (2003), Şikago Ekolünün başlıca
temsilcilerinden Thomas ve Zinaniecki’nin, PolonyalI göçmenlerle ilgili olarak
iki önemli öğeyi vurguladığına işaret ederler: Öncelikle, asimilasyon için
göçmenlerin yeni ülkelerinde, kolektif bir yaşamı yeniden kurması imkânı
önemlidir. “Gerçek asimilasyona götüren ilk etap, paradoksal olarak, göçmenin
terk ettiği ortamın, yerel toplumsal hareketlerin canlandırılmasından
hareketle, yeni ülkede tekrar kurulmasından geçer. Bu bağlamda, cemaatçi
bağların güçlendirilmesinin asimilasyona engel oluşturmamasının nedeni, bu
kavramın, bir kültürel durumdan (Polonyalılık) diğerine (Amerikalılık) geçme
olmasıyla açıklanabilir” (s. 18). Ekolün çalışmalarının devamında göçmen, ilk
aşamada kendi kökense! ulusal kimliğini keşfeder ve yalıtılmışlıktan çıkarak
kolektif bir yaşama geçer; ikinci aşamada yeni ulusal kimliğine doğru
evrilmesini sağlayan başat toplumsal normlara (giyinme, beslenme, vb) uyar.
Beaud ve Noiriel, W. I. Thomas başkanlığında hazırlanan eserin son bölümünde,
“her etnik cemaatin kültürel mirasıyla, hatıralarıyla ve tarihiyle barışmasının,
tüm asimilasyon politikalarının hem temel hedefi, hem de aracı” olarak
görüldüğünü belirtirler.
Şikago Ekolü
(bir bakıma Simmel’den esinlenerek), çağdaş insanın yeni tipini, marjinal insan,
yani 'modernliğin tipik figürü durumundaki köksüz ve melez birey’ olarak
betimlemiş ve kentlerin bu insanlar için imtiyazlı bir yer olduğunu, ırklar
arasındaki farklılıkların biyolojik temelli ya da doğal olmayıp inşa edilmiş
olduğunu tezini geliştirmiştir. Sosyal psikoloji teorisyenlerinden Herbert
Mead'de de rastladığımız bu görüş 1940’h yıllarda Merton’un ‘kendini
gerçekleştiren kehanet’ kavramında en belirgin ifadelerinden birini bulmuştur.
3/Antropoloji,
İngiltere’de aynı dönemde ve özellikle de 1920’li yıllardan itibaren
Malinowski’yle birlikte fonksiyonalist bir yönelim almıştır. Kültürleri günün
ihtiyaçları (grup dayanışmasını korumak, çatışmaları çözmek, vb) açısından
anlamayı hedefleyen bu ekolün kültüre yaklaşımdaki temel paradigması, bir
kültürün çeşitli öğelerinin (kurumlar, modeller, mitoslar, inanç ve değerler,
davranış örüntüleri, vb) işlevsel bir bütün oluşturduğu görüşüdür. 1940-1950
yılları, aralarındaki farklılıklar bir yana bırakılırsa, Edward
Evans-Pritchard, Radcliffe Brown, Max Gluckman gibi isimlerin çalışmalarıyla
fonksiyonalist sosyal antropolojinin en parlak yılları olmuştur.
Ancak
kültürel antropologların görüşleri 1950’li ve hatta 1960’h yıllarda da,
feminizm ve ırkçılıkla mücadele hareketleriyle bağdaştırılarak oldukça geniş
kitlelere yayılmıştır.22
4/1950’li
yıllar, Avrupa’da ve özellikle Fransa’da Levi-Strauss’un çalışmalarıyla
birlikte, antropolojide yapısalcı ekolün de oldukça etkili olduğu görülmüştür.
Levi-Strauss, kültürel mitlerin incelenmesi sayesinde, tüm kültürlerde sosyal
hayatın temelinde bulunan zaman dışı ve değişmez sabitlere ulaşmayı
hedeflemiştir.23 1951’de Unesco’nun isteği üzerine Race et
Histoire (İrk ve Tarih) adlı kitabını yazan Levi-Strauss, Unesco’nun bir
bakıma sözcüsü olmuş ve 1960 ların düşünce dünyasının ve dekolonizasyon
söyleminin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Levi-Strauss, kitabında
insan grupları arasındaki farkların, siyah, sarı ve beyazların anatomik veya
fizyolojik yapısından gelmeyip, coğrafi, tarihî ve sosyolojik kaynaklı olduğu
tezini işlemiştir. Bu görüş yakın yıllarda, etnisite, ırk ve milliyetçilik gibi
kategorilerin sosyal inşalar olduğunu vurgulayan Jahoda gibi pek çok yazar
tarafından da desteklenmiştir.
1970’li
yıllarda kimlik seminerlerinde Levi-Strauss (1977), narsisikbir bireyin
promosyonunu yansıtan kimlik kavramının yükselişini kaygıyla
karşılamıştır.
Kimlik kavramının, uygarlığın, birkaç yüzyılıyla sınırlı bir durumunun
yansıması olabileceğini ve eğer bu böyleyse, ‘kulaklarımızı şişiren kimlik
krizi’ sözünün de başka bir anlam yükleneceğini ifade etmiştir.
Batı
düşüncesinde, Batı-dışı bazen evrenselci, bazen de farkçı perspektiften, ancak
çoğu zaman, ne yazıktır ki sömürgeciliğin gereklerine göre şekillenmiştir.
Hussein’in (1992) analizine göre Avrupa'da feodalizm ve mutlakiyetçilik
yıkıldıktan sonra, hümanizmin ilkeleri, 1789 Devri- mi’nin sağladığı yeni
perspektiflerle beslenen mali ve endüstriyel kapitalizmin gerekleri tarafından
yavaş yavaş bir kenara itilmiştir. Bu noktadan itibaren endüstrileşmenin müthiş
ilerlemeleriyle güçlenen bir dünya hegemonyası perspektifi doğmuştur. Avrupa,
diğer toplumlara evrensel İnsan mesajını götürmek yerine, bu toplumların
kolonizasyonunun gereklerine göre seçilmiş evrensel kısmi özelliklerin bir
bütününü götürmeye çalışmıştır. Bu dönemden itibaren, Avrupa'nın bazı büyük
beyinleri, nesilden ne- sile, 1789’un ruhuna ihanete karşı direnmiş olsalar da,
tarihin akışını değiştirememişlerdir.
Başlangıçta
kültürler arasında aşılmaz sınırlar gören farkçı sağ, büyük ölçüde sömürgeci
girişimin yanındadır. Fransa’nın gücünü arttırma, prestij sağlama peşindedir.
Bunun teorisyenlerine göre, her halk, etki alanını genişletme arzusu duyar ve
bu meşrudur (Mareşal Bugeaud, "Bizim esir veya yaralı askerlerimizin
başını kesen yabancılara karşı duyulan saçma bir filantropi yerine, her zaman,
Fransız çıkarlarını tercih ederim" diyordu). Aydınlanma Çağı boyunca,
filozoflar, beyaz derili olmayan insanların kaderi üstünde kendi kendilerini
sorgularken, bir Thomas Paine dışında Londra ve New York'taki entellek-tüeller
ırkçı bir tutum içindedir. Ancak bu durum, Fransa'da Napoleon'un köleliği
yeniden getirmesiyle ve ABD’inde iç savaş sonucu köleliğin or-tadan
kaldırılmasıyla tersine dönmüştür (Vermorel, 1991).
Guillebaud’nun
(1992) belirttiğine göre, asimilasyoncu tutku (R. Kipling'in deyişiyle
"beyaz adamın yükü") üstün adamların uygarlaştırma misyonu şeklinde
ifade edilmiştir. Burada sömürgeci projeyi sol hazırlamıştır: Evrensel değerler
adına, aşağı uluslara bazı şeyleri kabul ettirmek, dayatmak gerekmektedir.
Condorcet, "kolonizasyon sayesinde, haydut ve eşkiya yatakları, vatandaş
kolonileri haline gelecek ve bu koloniler, Afrika ve Asya'da Avrupa’nın aklını,
özgürlük ve ilkelerini yayacaktır" derken, J. Ferry, "üstün ırklar,
aşağı ırklara karşı, onla-
Kimlik nşası
rı
uygarlaştırma hakkına ve ödevine sahiptir" demektedir. Kolonileşti- rici
hümanizma, bu durumda, farkların kaygısını hiç taşımamıştır. Kolonilere giden
valiler "İnsan Hakları Deklarasyonu nu afişlere koyarken, J. Ferry'nin
laik öğretmenleri Bantulu köylülere okuma-yazma öğretmeye girişmişlerdir.
Dekolonizasyonla
birlikte, ideolojik peyzaj karışırken II. Dünya Savaşı sonrasında da Batı
muzafferliğinden, hatta evrensel projeden fazla bir şey kalmamıştır. Avrupa
ulusları, iki dünya savaşı, Hiroşima ve sömürgeci baskılar nedeniyle gözden
düşmüşler ve felsefi planda diskalifiye olmuşlardır. Crespo’nun (1992)
deyişiyle, "emperyalizmi nedeniyle Avrupa, pek çok toplumun zihninde,
sahiplendiği evrensel değerleri kötü bir duruma sokmuştur". Üstelik
tarihin iki büyük totaliterliğini doğurmuştur. Sonuçta, Avrupalılar vicdan
rahatsızlığı içinde kıvranmışlar; sanatçılar, entelektüeller, sinemacılar,
yazarlar bu temayı işlemişlerdir: Uygar ülkeler bir bakıma kendilerinden şüphe
etmişlerdir.
Bu yıllar,
yükselen sosyalist düşüncenin (örneğin Frankfurt Ekolü) de etkisiyle, faşizme
karşı demokratik arayışların yaygınlaştığı ve bu çerçevede azınlıklara yönelik
tutum ve davranışların sorgulandığı yıllar olmuştur. Entelektüel hayata
damgasını vuran bu anlayışa paralel olarak, 1960’h yıllarda Amerika’da siyahlar
ve Avrupa’da göçmen işçilere yönelik ayrımcılıkla mücadele hızlanmış ve
“herkese eşit hak” talepleri, sosyal hareketlerin ana teması olmuştur.
Amerika’da uygulamaya konan ‘pozitif ayrımcılık’ politikaları da esas olarak
eşitliği restore etme yolu olarak temellendirilmiştir.
Eşitlik
ilkesine yönelik uygulamalar, azınlıkların ve marjinal grupların topluma
entegrasyonu sorununu gündeme getirmiştir. Bunun doğal sonucu olarak
kültürlenme (acculturation) ve melezlik kavramları, sosyal bilimlerin
araştırma alanları arasında yerlerini almıştır. Yine bu sorunla ilişkili
olarak modernleşme teorileri, ekonomik kalkınma ve sosyal gelişme alanlarında
hakim paradigma haline gelmiştir.
Bu bilimsel
ve entelektüel manzara, 1970’li yıllarda da devam etmiş, ancak 1980'li
yıllardan itibaren ve değişmeye başlamıştır.
II. 2.
Kimlik İnşası: Modernlik Perspektifi
“Bu Ben, var olmadığı
kadar da zorunludur; söz gelimi, tıpkı bir yüzüğün ağırlık merkezi gibi”.
P.
Valery
Kimlik, pek
çok araştırmacının da vurguladığı gibi her şeyi ve herkesi nitelemez; belirli
bir tarihte ortaya çıkmıştır ve belirli bir sürece işaret etmektedir.
Kimlik
kavramı, tarihsiz, geçmişi olmayan tarihsiz bir kavram değilse, onu, belirli
bir tarihsel bağlama oturtmak gerekir. Kimlik olgusunun tarih- sel-sosyal
bağlamdan bağımsız evrensel antropolojik bir geçerliği bulunmadığını belirten
Gauchet nin (2002, b) düşüncesi de, kimliğin tarihte yerleştirilmesi gerektiği
şeklindedir. 1960’lardan itibaren azınlıkların yükselişi ve bireyleşmenin önem
kazanması, üzerinde en çok durulan hususlar olarak dikkati çekmektedir.24
Kimlikler bir
inşa ürünü olarak nitelendirildiğinde bu inşa, geçmişe ait her şey silinerek
boş bir levha üzerinde bireysel aktörlerin keyfi taleplerine göre
gerçekleştirilen bir etkinlik değildir. Kimlik olgusu, tarihsel bir nitelik
taşır. Kimliklerin, bireylerin öznelliğiyle ilgili boyutlara sahip olması bunun
aksini göstermez, zira bizzat bireyin kendisi de tarihsel bir inşa olarak
görülebilir; zaman ve mekâna aşkın, “her türlü sosyal ve tarihsel bağlamdan
bağımsız evrensel antropolojik bir geçerliğinden”25 söz edilemez.
Bu perspektifte, çeşitli yazarlar kimliği modernliğin bir ürünü olarak
görmektedir.
Ibanes’in
(1989) belirttiği üzere, insanın en genel biçimde kendi kendini tanımlaması,
bizim çağımızda ve modern toplumda, insanın rasyonel nitelikli eylemlerinden
hareketle kendi kendini belirleme kapasitesine sahip bir insan gibi görmekten
geçmektedir. Burada, bilişsel etkinlikleri vasıtasıyla kendi kendini yöneten
bir insan temsili söz konusudur; benliğe grupsal aidiyetlerin ve aidiyet
grubunun diğer üyelerine referansın dışında, ‘kendini bir insan’ olarak temsil
etme boyutunun eklenmesi, insanda tarihsel-sosyal olarak inşa edilmiş bir
ihtiyacı, özerkliğini ortaya koyma ihtiyacını varsaymaktadır. Bu çerçevede
ideoloji-pra- tik (praxis) ilişkisini ele aldığımızda şöyle denebilir:
Bireyler, davranışlarıyla inançlarının (geniş anlamda ideoloji) tutarlılığını
veya eklemlenmesini, bir takım kıstaslara göre değerlendirirler. Davranışların
meşruiye
tini
temellendirmeme yarayan bu kıstaslar, bireylerin sorumluluk alanının dar veya
geniş olmasında doğrudan etkilidir. Determinist bir kıstas seçildiğinde, bireylerin
birtakım davranışları yapmaması mümkün görülmediğinden, davranışların
meşruiyeti dış belirlemelerin veya sosyal baskıların varlığına
dayandırılmaktadır; bu tür bir temsile sahip olan bireyler kendilerini
davranışlarından sorumlu saymamakta ve ideoloji- pratik tutarlılığı sorununu
yaşamamaktadır; inançlarına, tutumlarına, kanaatlerine, değerlerine ve
ilkelerine aykırı davrandıklarında bilişsel bir çelişki hissetmemektedirler. Bu
durum büyük ölçüde araçsal aklın öne çıkması demektir. Aksine, davranışların,
bireyin kendi değer ve inanç sistemlerinden, yani bizzat kendinden
kaynaklandığı davranışların bireyin kendi kararlarının sonucu olduğu bir
meşruiyet kıstası olarak alındığında bireysel sorumluluk ortaya çıkmaktadır;
burada insanın kendi davranışlarını “zorunluluksan muaf sayması, determinizm
dışı tutması söz konusudur ve ancak bu koşulda ideoloji-davranış tutarlılığı
aranmaktadır. Bu kıstas, belirli bir sosyal psikoloji anlayışının da odak
noktasıdır; bu yaklaşım, varoldukları biçimiyle, ancak bireyin onlara uyguladığı
anlamlar sayesinde var olan psiko-sosyal olguları temel almaktadır; geniş bir
anlamda sosyal ve bilişsel süreçler (temsiller, ideolojiler, inanç sistemleri,
atıflar, şemalar, vb.) üstünde odaklaşan bu tür bir sosyal psikoloji, entersübjektifliğin
bilimidir; bu perspektifte sosyal dünya, tamamen olmasa da büyük ölçüde,
bireyin algılama-inşa etme tarzının; birey ise, kısmen kendi hakkında ürettiği
bilginin sonucudur. Kuşkusuz eylemlerimizin, davranışlarımızın çoğu, bizim
maruz kaldığımız etkilere bağlıdır; ama bunun gerçek olup olmaması o kadar
önemli değildir. Pratik ve bilişsel nitelikli sosyal etkinliklerle geçen
yüzyıllar boyunca inşa edilmiş bireyler olarak, eylemlerimizin kendi
kararımızın sonucu olduğuna ve düşüncelerimize göre davrandığımıza inanma
eğilimindeyiz. Kendi kendimizi özerk olmaya muktedir olarak algıladığımız
ölçüde “insan” sayıyoruz. Bunun sonucu olarak özerklik alanımızı, gerçekliği
bozma pahasına, olabildiğince geniş görmeye ve genişletmeye meylediyoruz.
Domenach
(1995) modernliği, şu şekilde analiz etmektedir: Modernlik, çağını sevme ve
kutsama iradesine dayalı bir dizi estetik, felsefi ve politik anlamlar taşır;
zaman ve mekanın sınırlamadığı bir bütünsellik arayışıdır. Onun için hiçbir
şey kutsal değildir, ne kiliselerin ya da sarayların, ne maddenin ne de doğanın
eşiğinde durur. Hiç bir şey bilimin, tekniğin veya sanatın araştırmasına kapalı
değildir; her şey incelenip araştırılabi
lir. Tabusu,
oto-sansürü yoktur. Sınırlandırılamaz, bu nedenle tanımlanmaya uygun değildir.
“Modernlik, hareket + belirsizliktir” (Balandier); hareket belirsizliği;
belirsizlik hareketi doğurur. Modernlik, holist ve dıştan belirlenen toplumun
sonunun ve dolayısıyla “toplumun kendi kendine tesisinin” (Castoriadis)
ifadesidir. Modernlik, hem çok biçimli (polymorphe) ve hem de çok anlamlı
(polysemique) bir kavramdır. Farklı yazarlara göre farklı bazı yanlar taşıyor:
‘Modernlik, her şeyden önce bireyin sosyal bütünsellikten (totalite) sıyrılarak
toplumu bir gözlem alanı olarak almasıdır. İkinci olarak ise, bu alanın
çeşitli alt alanlara bölünmesi ve her birinin bu alanda uzmanlaşmak üzere bir
sosyal bilim dalı tarafından ele alınmasıdır. Modernlik, toplumun, sabit,
değişmez, dokunulamaz olmaktan çıkmasıdır, dolayısıyla toplumu büyük bir
gözlem ve gözetleme kulesiyle kuşatan ve toplumun öz-bilinci haline gelen
sosyal bilimlerin doğuşundan ayrılamaz’ (Domenach); ‘modernliğin gücü bir
şeylere karşı (eskiler-mo- dernler gibi) olmaktan değil, bir şeyleri
göstermekten gelir; modernlik, çoğu kez görüntülere indirgenen bir yeni ‘yeni’
arayışına indirgenemez. Derinliğine işleyen bir kültür, bir toplum hareketidir.
Bu anlamda, yüzeysel hareketlere göre şekillenen modernizmden kesinlikle
ayrılır. Domenach’ın ifadesiyle modernlik, yaklaşık iki yüzyıllık tarihinde
paradoksal gelişmeler göstermiştir: yenilik ve taklit, bireyciliğin yükselişi
ve cemaatin geri dönüşü, liberalizm ve sosyalizm... (Domenach, 1995)
İdeal
biçimiyle modernlik fikri, Touraine’e (1992) göre, “insanın yaptığı şey olduğu;
bilim, teknoloji veya yönetim tarafından gittikçe daha etkili kılınmış üretim;
yasayla düzenlenmiş toplum organizasyonu ile hem çıkar tarafından ve hem de tüm
zorlamalardan kurtulma iradesi tarafından güdülenmiş kişisel yaşam arasında
gittikçe daha sıkı tekabüliyetin olması gerektiği iddiasıdır”; bu anlayışa
göre, ‘insan eylemiyle dünyanın düzeni arasındaki tekabüliyeti oluşturan;
bilimi ve uygulamalarını yönlendiren; sosyal yaşamın bireysel veya kolektif
ihtiyaçlara uyumunu sağlayan; keyfiliğin ve şiddetin yerine hukuk devletini ve
piyasayı koyan’ (Touraine, 1991) hep akıldır. İnsanlık aklın yasalarına uyarsa,
hem özgürlüğe, hem refaha, hem mutluluğa doğru ilerler. Modernlik, yaygın
anlayışında dünyanın kutsallığından arındırılmasını veya rasyonalizasyonu
ifade eder. Ancak modernleşmede dünyaya egemenliği sağlayan araçsal aklın
ilerleyişinin ötesinde, özgürlük ve yaratma olarak kavramsallaştırılmış insani
özne vardır. Modernleşmede tıpkı Rönesans ve Reform gibi, Akıl ile Özne’nin,
rasyonelleş(tir)me ve özneleş(tir)menin birlikte ortaya çıkması söz konusudur
(Touraine, 1992).
Modernliği,
insanın dünya ve toplum karşısında belirli bir duruşuyla ilişkilendiren bu
anlayış, Foucault’da26 da gözlenmektedir. Zira Foucault,
modernliği, tarihin belirli bir dönemi olarak görmekten ziyade, ‘ak- tüalite’
ya da içinde bulunulan zamanla belirli bir ilişki tarzı olarak görme
yanlısıdır. Bu ilişki tarzı, bir görme, hissetme ve eylemde bulunma tarzıdır.
Fakat modernlik sadece anla değil, insanın kendisiyle kurması gereken bir
ilişki tarzının da ifadesidir. Bu tarzda bir çileci (ascetique) yan vardır.
İnsanın, kendisini zamanın akış anlarında olduğu gibi kabul etmesi değil,
kendisini karmaşık ve katı bir şekilde oluşturma konusu gibi ele almasıdır.
Taylor
(1998), modern kimliğin oluşumunu Saint Auguistinos, Descartes ve Montaigne e
kadar uzanan ‘içsellik’ fikriyle ilişkilendirir. Modern kimliğin üç temelinden
biri olan bu fikir, insanın kendisini ‘derinliği olan bir Ben’ gibi tahayyül
etmesi ya da düşünmesidir. Ancak bu fikri, diğer iki temelle birlikte
değerlendirmek anlamak gerekir. Protestan etiğinin gelişmesiyle birlikte
günlük, gündelik olağan yaşamın önem kazanması ve çalışma yaşamında maddi
değerlerin yüceltilmesi bunun ikinci temelini oluşturur. Taylor üçüncü faktör
olarak, toplumun giderek daha dünyevi bir nitelik kazanması (sekülarizasyon)
olgusunu vurgular
Taylor bir
başka eserinde,27 çağdaş bireyin kimlikse! bunalımında temel neden
olarak, geleneksel toplumun bireyi sarmalayan sosyal çerçevelerinin yıkılışını
öne sürer: Modern özgürlük, herkese kendi rolünü veren/tahsis eden kutsal bir
gücün tanımladığı normlar ve değerler hiyerarşisini gözden düşürmüştür. Çağdaş
birey, özerk bir tarzda kendini tanımlamaya çalışmakta ve sıradan zevklere
öncelik vermektedir. Bunun riski, kendini illüzyonlarla avutmaktır, zira
kendimizi bazen bir karşıtlık, bazen aynılık yoluyla daima bizim için önemli
olan kişilerle dialog içinde tanımlarız ve bu yüzden insani varoluşun, kişiyi
diğerine bağlayan bağın dışında bir anlamı yoktur (Taylor, 1994).
Kimliği
modernlikle ilişkilendiren yazarlardan Kaufmann’a28 göre “somut
olarak özel bir birey gibi yaşamakla birlikte geleneksel topluluğa entegre
olan birey, bugünkü anlamda, kimlik sorunu yaşamıyordu. Kimliklerin yükselişi,
toplumun bireyselleşmesi sonucunda topluluğun çözülmesinden kaynaklanmıştır”
(s. 17). Bu demektir ki, kimlik olgusu, içsel olarak modernliğe ve
bireyselleşmeye bağlıdır. Bireysel kimlik duygusu 19. yy.da yavaş yavaş
yayılmıştır; ama 20 yy.’ın ilk yarısında keskin bir kimlik sorunu
görülmemektedir. Bu ilk modernliktir. Ve henüz kimlik devrimi yoktur.
Yazar,
bireylerin geleneğin çerçevelerinden bağımsızlaşmasının sadece onların
iradelerinin bir sonucu olmadığını, çeşitli yollardan, örneğin “nüfus
kayıtları” vasıtasıyla toplumu düzenleme çabasına giren,29 yönetimi
altındaki kişileri tanımak, saymak ve denetlemek isteyen Devletin ve hukuk
sisteminin de bunda büyük bir rol oynadığına işaret etmektedir. Bu ilk modernlik
çağında kimlikler daima üstten, yani kurumlardan gelmektedir.
Kaufmann’a30
göre yönetimin yönettiklerini tanıma, kim olduklarını teşhis etme ihtiyacı iki
planda ilerlemiştir. Bunlardan birincisi cephede ölen askerlere takılan metal,
karton plakalar, suçlulara vurulan damgalar ve .18. yüzyıl sonlarına doğru,
kendi topluluklarını terk ederek köy, kasaba veya kentler arasında dolaşan,
serseri, gezgin veya göçebelerin taşıması zorunlu belgeler; işçilere yer
değiştirdiklerinde veya yeni bir işe başvurduklarında sorulan ‘işçi
vesikaları’ vs;31 İkincisi ise nüfus kayıtları ve nüfus
cüzdanlarıdır (kimlik kartları). Nüfus kayıtları Fransa’da öncelikle vaftiz
törenleriyle ilgili olarak kilise teşkilatı içinde başlamış ve çeşitli etaplardan
geçerek 18. yy. sonlarında yurttaşların nüfus durumlarının saptanması yasal
bir mevzuata bağlanmıştır. Özetlenirse, kişilerin kimlik belleklerini birkaç
satırda yoğunlaştırarak kaydeden vesikaları biriktirme ve merkezileştirme
süreci, yavaş yavaş gerçekleşmiştir. Diğer Avrupa ülkelerinde de benzeri
süreçler yaşanmıştır. Zaman içinde, vaftiz tarihlerinin yerini doğum tarihi ve
yeri ile adres kaydı almış ve fiziksel özelliklerin saptanmasına ağırlık
verilmiştir. Bunlara daha sonra, kimlik fotoğrafları ve kimlik numaraları
eklenmiştir. Kaufmann’a göre, nüfus (kimlik) kaydı, kamu yönetimi tarafından
saklanan bir bellek iken; nüfus cüzdanı ya da kimlik kartı, bir insanın iddia
ettiği kişi olduğunu belgeleyen ve kişiye yapışık, bir bakıma kişinin ikizi
olan bir dokümandır (s. 20).
Osmanlı İmparatorluğunda
nüfus kaydı nispeten daha geç başlamıştır. Demir’in (2000) verdiği bilgilere
göre, Osmanlı tebasına ilişkin kimlik bilgileri, önceleri, “daha ziyade vergi
ve askerlik ihtiyaçları çerçevesinde daha çok sayısal bir veri olarak” dikkate
alınmış, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kimlik bilgilerine
ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Demir’in değerlendirmesine göre, bu ihtiyaçta
bir takım sebepler rol oynamıştır:32
• Osmanlı
tebasındaki gayrimüslimlerin, bazı olanaklardan yararlanmak için kolayca
yabancı tabiyetine geçmelerinin fark edilmesi. (1869 tarihli Tabiiyet-i
Osmaniye Kanunnamesi buna bir önlem olarak tasarlanmıştır)
• Balkanlar’da
azınlık gruplarının kristalize olmaya başlaması ve hak taleplerinde sayısal
verilerin önem kazanması
• Tanzimatla
birlikte yerel meclislerin tesisi ve seçmen listelerinin oluşturulmasına gerek
duyulması
• Osmanlı
toprakları dâhilinde seyahatleri sınırlandıran Mürur Nizamnamesinin yarattığı
sıkıntılar
21 Haziran
1909’da Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi, tüm bu gerekleri karşılamak üzere Sicil-i
Nüfus Kanununu hazırlayıp meclise göndermiş ve bu kanun 1914 yılında
yasalaşmıştır. Yasa, her Osmanh’nın düzenli nüfus kaydının tutulmasını ve her
birine bir Hüviyet Cüzdanı verilmesini öngörmüştür.
Yeniden
konumuza dönersek, modernliğin tarihinde, 1960’lar bir dönemeçtir. Bireyler
artık merkez haline gelmiştir, kendi yaşamlarına bir anlam vermek onların
işidir. Bu ikinci modernite’dir. Bunun karakteristiği, bireylerin
refleksivitesidir; bireyler her şeyi sorgulamakta, sormaktadır ye aynı zamanda
kendileri olmayı istemektedirler. Bu iki gerek aslında çatışmalıdır.
Kaufmann’a göre bu noktada kimlik devreye girerek parçaları yapıştırmaktadır;
refleksivite kesinlikleri yıktığında, kırdığında, eylem için zorunlu öz-saygıyı
korumak için, kimlik devreye girerek anlam inşa etmektedir; bireyi
tekilleştirmekte ve birleştirmektedir; belirli bir bağlama entegre olmuş
sembolik bir evren yaratarak, biyografik bellekte bir süreklilik
sağlamaktadır. Kısacası “yaşama anlam veren küçük bir müzik yaratmaktadır” (s.
79). Kimlik çağıyla birlikte disipline dayalı sosyalleşmenin yerini, kendini
gerçekleştirme talepleri almıştır. Başlangıçta az çok, düşsel (öforik) bir
iklim içindedir bireyler; yaşamın hafifliği ön plandadır, gelecek bir dizi
vaatle gülümsemektedir, bireyin egosu, bir keyif halinde dünyayı temaşa
etmektedir. Ancak bunların bir bedeli olacaktır. Kurumsal destekten yoksun
kalan özerk birey, bir eğretilik ve belirsizlikle karşı karşıyadır.33
Bir yanıyla psişik bir özgürleşme, öbür yanıyla kendini güvende hissetmeme,
'özgürlük korkusu’ (Fromm) dinamikleri işlemektedir. Ve kaygılar yavaş yavaş
ön plana gelmekte ve pek çok insan ‘kendisi olmaktan yorgun’34
düşmüş görünmektedir.
Kimlik
devrimi, hayatın anlamını kişisel olarak inşa etme sürecinde öznelliğin ön
plana geçmesiyle nitelenen bir yeni oluşum olarak tanımlanmaktadır. Fakat özne
olmak oldukça zordur. Bunun için geleceğe dönük olarak kimliği inşa edilen bir
şey, bir proje gibi görmek gerekir. Oy
sa kimlik
çağında, sıklıkla gözlendiği üzere, çoğu insan hayatın anlamını geçmişte
aramakta ve kimliği inşa edilecek bir şey gibi değil, aranarak bulunacak bir
şey gibi görmektedirler. Burada kimlik, “bir kişinin kaybettiği veya
kaybettiğini sandığı ve aradığı, bulamadığında ise bir früstrasyon yaşadığı
bir nesne (obje)” (Laing, 1991)35 şeklini almaktadır. Bu sonuçsuz
arama uğraşı, arayıp da bulamama, Sisiphos Mitosundaki gibi ‘neticesi olmayan
bir çabaya’ mahkûm olma durumu, bireyleri bir boşluk, bir bunalım içine sürüklemekte
ve bazı gençlerin ekstremist ideolojik gruplara girerek özerkliklerini terk
ettikleri ve rahatladıkları görülmektedir. Cho- uvier’e göre “Militanlığa
giriş, en tipik biçimlerinde bir kimlik rönesan- sı”dır (1980, s. 251); yeni
gruba katılma militan açısından, sembolik olarak kabuk ya da deri değiştirme
ve ardından da isim değiştirmeyle sonuçlanır. İdeolojik gruplar, militanlara
ikincil bir psişik yapılanma sağlar. Militanın gücü ‘bir kimlik keşfetmenin
sarhoşluğu’ndan (Debray) kaynaklanır. Bu kimlik, aidiyet grubunun
kanaat (doxa) yapısı etrafında ve yerleşik kültürel çerçevesinde
örgütlenen ‘ideolojik benlik’tir. Militan, bu benlikte, bir tür koruyucu zırha
bürünür, grup içinde ve sayesinde yaşama, umut etme ve sevme nedeni bulur;
böylece hem kendi kendisiyle, hem de diğerleriyle ilişkisini düzenleyici bir
ilkeye sarılır. Ancak militan, kendi gücünü abartır ve sürekli olarak
‘ideallik’ adına yapması gerekenleri yerine getirme çabasına girer. Militanın
sürekli özveride bulunması, kendini davaya adaması’ ve ‘unutması’, bir süre
sonra onun kendi benliğini inkar etme duygusu içinde bocalamasına yol açar.
Grup kanaati tarafından sürekli çekilen militan, bu baskı ve kişisel arzuları
arasında çekiştirilir: Sonuçta depresyon ve şüphenin karakterize ettiği derin
bir kimlik krizine girer (Chouvier, 1980, s. 253).
Kimlik
früstrasyonlarının, bir regresyona, yani bireyselleşmenin tam da aksi yöndeki
bir tercihe doğru götürmesi, etnik veya dinsel nitelikli kolektif aidiyetlere
sarılma sonucunu doğurmaktadır. Bu temeldeki siyasal kimlik talepleri, burada
söz konusu edilen ve modernliğe bağlanan kimlik devriminin mantığından uzak
görünmektedir. Gauchet’nin37 ifadesiyle ‘gerçek öznellik, insanı
tanımlayan aidiyetlere karşı, onu belirli bir yere ve belirli bir ortama
bağlayan olumsal (contingent) verilere karşı, kendisinde bir şeyler
bulmasıdır”. Oysa bunun aksi yönündeki kimlik arayışları, miras alınan
kolektif özellikleri canlandırarak insanı tam da aksi yöne götürmekte,
biyolojiden veya gelenekten gelen şeylerin peşine düşürerek hayatın yeni bir
anlamını yaratmaktan uzaklaştırmaktadır (Kaufmann, 2004; s. 83)
Sosyolojizm
yapmaktan kaçınarak bireyin -belirli ölçüde- bir inşa ürünü, sosyal üretim
sonucu38 oluştuğu söylenebilir. Bu görüşü taşıyan yazarlardan
Kaufmann, kimliğin, köklü ve geniş bir tarihsel eğilimle, yani bireyin kendini
ortaya koymasıyla (affirmation) bağlantılı olduğunu savunur. Ona göre
(2004), kimlik, tarihsel ve içrel olarak modernliğe bağlıdır. Geleneksel
toplulukta bütünleşmiş (entegre) durumdaki birey, bugünkü anlamda kimlik
sorunu çıkarmıyordu, yaşamıyordu, eQer şimdi kimlikler çağına girmişsek, bu,
kimliklerin kendi kendine işlememesinden, her biçime girebilen (proteiforme)
bir özellik taşımalarından ve inşa edilmeleri gerektiQindendir. Bireysel kimlik
duygusu 19 yy.da yavaş yavaş yayılmaya başlamış ve romantizm, bunun en canlı
tezahürlerinden biri olmuştur. Ancak bu ilk modernitedir ve burada kimlik sorunu
çok keskin bir tarzda ortaya çıkmamıştır; çünkü kimlikler yukardan gelmekte,
tahsis edilmektedir. 20. yy.ın ilk yarısı bu konuda bir değişiklik
getirmemiştir. 1960’h yıllar, gerçek bir dönemeç olmuştur. Bu yeni dönemde
artık özneler, kendi kendini inşa etmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır.
Cusset,39
modernliğin bu iki dönemini şu şekilde betimlemektedir:
• Birinci
etap, emansipasyon etabıdır. Bireyselleşme sosyal süreci, esas olarak
bireylerin aile veya köy toplumundan yavaş yavaş bağımsızlaşması hareketidir.
Bunun mümkün olabilmesi için bazı yapısal değişiklikler gerekmiştir. Örneğin,
kişiler arası etkileşimlerin akçeli bir nitelik kazanması, coğrafi
hareketlilik, okuryazarlığın artması, kadınların çalışma hayatına katılması,
vb. Bu bağımsızlaşma total bir kopma değildir, bağımlılığın anlamının kökten
değişmesi ve daha az inhisarcı, daha kişisel hale gelmesi gibi anlaşılmalıdır.
Bu emansipasyon süreci sona ermemiştir.
• İkinci
etap, farklılaşma etabıdır. 1960’larda başlayan bu etap, yazarlara göre ileri,
geç veya refleksif modernite olarak nitelenmektedir. Bu nitelemelerden de
anlaşılacağı üzere, birinci etaptan kopuk olmayıp onu uzatan, hatta
derinleştiren bir dönem olarak görülmektedir. Geleneksel aidiyet biçimlerinin
gerilemesi, normatif modellerin veya sosyal pratiklerin gözden geçirilmesi ve
revizyonu, sosyal rollerin sorgulanması özellikler göstermektedir. Burada birey,
kurumlar ve gelenek tarafından taşınmamaktadır.
Özetlersek,
birinci modernitenin karakteristik süreci, özgürleşme (emansipasyon) süreci
iken, ikincisininki farklılaşma sürecidir ve bu süreç
sonunda,
kaygan (fluide) ve çok kimlikli bir birey çıkmaktadır. Burada sosyal bag,
miras alınan ve tartışılmaz bir bag değil, seçilen bir bağdır, her an yeniden
gözden geçirilebilir, sorgulanabilir bir bağdır.
Modernliğin
gelişiminde Fransız Devrimini, Ansiklopedistleri, Aydınlanma Çağını,
sekülerleşmeyi, bireyin yükselişinin ve bununla paradoksal olarak Devlet’in
doğuşunun rolünü vurgulayan Domenach’a (1995) göre, modernliğin serüveninde üç
dönüm noktası vardır. Birincisi modern ideallerin (ilerleme, rasyonellik,
liberalizm) politik ve sosyal gerçeklikte somutlaştığı Fransız Devrimi,
İkincisi kolektif tutkuların (milliyetçilik, faşizm, anti-semitizm, sosyalizm,
sosyal hristiyanlık) ve kitlelerin, bilinçaltının, yer altı faaliyetlerinin
yükselişi karşısında modern XIX. yy. sonu ve üçüncüsü 1960’larda başlayan,
kitle ideolojilerinin düşüşü, özel olanın kamusal olan karşısında zaferi ve
ayrıca hümanizmin radikal eleştirisiyle nitelenebilecek ve henüz sona ermemiş
olan yeni dönemdir.
Bauman ve
Giddens gibi sosyologlar da, modernliğin yeni bir çağında olduğumuzdan söz
etmektedir. Baumann,40 ikinci modernliğe ‘sıvı modernlik’ adını
vermektedir. Ona göre ilk döneminde modernlik, bireysel yaşamları kalıba sokan
kurumlan ortadan kaldırmadığı gibi, işletme, bürokrasi, sosyal sınıflar gibi
yeni kurumlar da yaratmıştı. Yeni dönem, eskiden kalan kurumlan ortadan
kaldırmış ve bireyleri, daha bağımsız kılmıştır. Bauman, katı maddelerden
farklı olarak sıvıların, parti- külleri arasındaki bağların zayıflığı yüzünden,
dış baskılar karşısında biçimlerini koruyamamaları olgusunu temel alarak
sıvılık metaforunu kullanmaktadır. Sıvı modernliğin en karakteristik özelliği,
insanların birbi- riyle zayıf bağlantılı tarzdaki birlikte varoluşudur. Kişiler
arası sosyal bağlar eğreti ve narin olduğundan, değişimlerden de kolay
etkilenmektedir. Bu durum, onları, angajman gerektiren uzun vadeli planlar yapmaktan
alıkoymaktadır. Aşk ve sevgi ilişkileri de yaşamın sıvıhgı yönünde
değişmektedir. Bir yandan istikrarsız bir dünyada insanlar, eskisinden daha
çok saglam/onurlu/ özverili bir ilişki ihtiyacı duyarken, öte yandan koşulsuz
angajmandan da korkuyor. Partönerlerden her biri, oyun teorisinde ‘tutuktular
ikilemi’ (çelişen motivasyonlu takas durum) olarak nitelenen bir etkileşim
mantığı içinde, karşıdakine güvenmek yerine, onun kendini ‘ortada bırakma’,
‘istismar etme’ ihtimaline karşı önlem almaktadır; iki kişiden her biri
istediğinde çekip giden ilk kendi olmak istediğinde, sevgi planında güç bir
durum söz konusudur. Hem sağlam bir ilişki, hem de her an ilişkiyi koparmada
özgür olma isteği,
hem gerçek,
derin, kalıcı bir ilişki yaşamak, ama istendiği anda gözden geçirilmeye uygun
bir ilişki, insanları bir ikilem karşısında bırakıyor. Pek çok trajedinin
kökeninde bu çelişkiyi gören Bauman’a (2005) göre 10 yıl kadar önce,
evliliklerin ortalama süresi 7 yıl iken, 2 yıldan bu yana ortalama süre 18 ay
olarak hesaplanıyor.
Modernliğin
ikinci dönemini irdeleyen Beck41 (2005) ‘risk toplu- mu'ndan söz
etmektedir. Ona göre önümüzdeki yıllarda bireyselleşmeyi artırıcı yönde etkisi
olacak bir takım sosyal ve teknolojik yenilikler olacaktır. Çalışma zamanını
yeniden düzenleme tarzlarının ortaya çıkması, iş pazarının esnekleştirilmesi,
yeni medya ve enformasyon araçlarının belirmesi bu yöndeki gelişmeler.
Bu varsayım
doğruysa, Marksist sınıfsız toplumla alakası olmayan, bir ‘sınıflar sonrası
toplum’, geleneksizleştirilmiş, bireyselleştirilmiş bir toplum ve bazı
eşitsizlikler bu toplumun özellikleriyle örtüşecektir.:
• Politik
partiler, sendikalar, hükümetler, sosyal servisler gibi sosyal kurumlar,
kaybolmaya mahkûm bir sosyal gerçekliğin gardiyanları haline gelecektir.
Varoluşun öğeleri olan sınıf, aile, meslek, kadın, erkek gibi öğeler yavaş
yavaş gerçekliklerini yitirirken ve geleceği belirleme gücünü kaybederken, bir
yandan bunlara karşı (sapkın gelişmeler kınanmakla birlikte, ‘ihtisaslaşmış
kurumlar’da saklanmaya) korunmaya çalışılacaktır. Sendikal formasyonlarda
sınıf bilincinin gerilemesinden yakınılıyor ve katılımcı demokrasiye sadık
olma çağrıları yapılıyor. Yani, kurumlar içinde vücut bulmuş, fakat yeni
dünyayı anlamayan sanayi toplumundan ayrılan bir başka toplum doğuyor.
• Sosyal
olarak farklı sınıflar, somut kimliklerini yitiriyor ve bununla birlikte, bir
sosyal gruptan diğerine geçişi ifade eden sosyal mobi- lite fikri de. Oysa bu
fikir XX. yüzyılın sonlarına kadar sınıf kimliğini tesis edici bir fikirdi.
Cusset
bireyin ikinci dönemde ‘kendi kendini icat etme’, mirasını, aidiyetlerini,
kimliğini ve moralini seçme gibi riskli bir görevle karşı karşıya olduğunu
belirtir. Bu bir özgürlük, ama aynı zamanda bir bağımsızlaşma veya mutluluk
mecburiyetidir. Ancak bu özgürlüğün bir fiyatı vardır: Mümkünler alanı
genişledikçe, riskler de çoğalır; ayrıca sosyal gruplar arasında geleneksel
karşıtlıkların hallettiği çatışmalar, artık bireye kalır. Bunun sonucunda,
modernitenin tipik bir depresyon biçimi olan ve Ehrenberg’in “kendi olma
yorgunluğu" dediği bir bunalım biçimi ortaya çıkar.
Ehrenberg
(2000) La Fatigue d’Etre Soi (Kendi Olma Yorgunluğu) adlı kitabında,
bireyin özerklik gereğini taşıyamadığını, özerkliğin onu sosyal kural ve
normlardan bağımsızlaştırmak yerine acılara ve depresyona sürüklediğini
vurgulamaktadır. Geleneksel eğitimin öngördüğü, eğiticiler tarafından eğitilme,
terbiye olma, kendini denetleme ve disipline sokma gerekleri yerine, kendi
sorumluluğunu bizzat kendi üstlenerek kendini yaratma anlayışına (self made
man anlayışı) geçilmesi, bireyi bir eğretilik, kırılganlık, kolayca
yaralanabilirlik içine sokmaktadır. Kendini disiplinle ayarlamak, insana
sorumluluk yüklemezken, bireyin özerklikle tanımlanması, onu kendinden ve
eylemlerinden sorumlu hale getirmektedir. Bu durumda bireylerde hata, kusur
sayılan şey, bir sosyal kuralı çiğnemek değil, tek başına eyleme geçememe,
inisyatif alamamadır. Kurumsal ve çevresel destekten yoksun kalan bireyler, bir
yetersizlik duygusu geliştirmekte ve nevrotik çatışmalara düşmektedir. Zira
depresyon, kendi kimliğini kendi belirleme güçlüğünün en belirgin sonuçlarındandır.
Burada, bir
bakıma Elias’ın42 ifadesiyle “insanın kendi kendini, biz’- siz bir
ben”ff, Je) olarak tanımlaması söz konusudur; bireyler giderek, devlet
öncesi doğmuş koruyucu cemaatlerden veya dar gruplardan sıyrılmakta ve geniş
bir tercih imkânına kavuşmaktadır; kaderleri hakkında özgürce karar
verebildikleri gibi, üstelik de vermek zorundadırlar, yani özerk olma imkânına
sahip olmanın yanı sıra, özerk olma mecburiyetleri de vardır. Esasen Elias'a
göre birey kavramında olgusal gerçeklikle postüla iç içe bulunmaktadır: birey
terimi, dünyanın her yerinde her bir kişinin kendi yaşamını yöneten özerk bir
varlık olduğu olgusunu ve olma mecburiyetini ifade etmekte ve aynı zamanda her
bir kişinin bazı bakımlardan diğerlerinden farklı olduğu ve olması gerektiğini
belirtmektedir. Günümüzün gelişmiş toplumları da, insanları birbirinden
farklılaştıran şeyleri ve ‘ben’ olarak kimliklerini yüceltmektedir. Çağdaş
değerler sisteminde, ‘ben’in kimliği’, ‘biz’in kimliğinden üstün tutulmaktadır.
Bireyselleşmenin
gelişim ve yükselişinin ‘olumsuz’ sonuçları, Ehren- berg’te daha ziyade kişisel
planda kalırken, Sennett’te sosyal bağ ve medeni ilişkiler (ciuisme)
planında yansımaktadır. Sennett’e43 göre bir kriz yaşanmaktadır:
Günümüzde “her bireyin egosu, onun temel yükü haline gelmiştir; dünyayı tanımak
yerine kendini tanımak bir amaç, kendisinde bir erek olarak görülüyor.
İmpersonel ilişkiler yerine kişilere takılıp kal
mak, toplumu
rasyonel bir şekilde kavramamızı engelleyen bir filtre gibi... Cemaati, bireylerin
karşılıklı olarak kendilerini ortaya koydukları, ifşa ettikleri bir ortam gibi
görmeye ve bir kentte olması beklenen türden ilişkileri, yani tanıdık olmayan
kişilerle ilişkileri önemsiz görmeye götürür. Tuhaf bir şekilde, bu psikolojik
vizyon, başkalarına saygı gibi kişiliğimizin bazı temel biçimlerinin
gelişimini de engeller. Ayrıca, insan ben’inin, utanılacak/korkunç şeylerin bir
müzesi olduğu dikkate alınırsa, bireyler arası medeni ilişkilerin, insanların
küçük arzularını, düşkünlüklerini ve kıskançlıklarını unutması halinde mümkün
olabileceğini anlamamızı engeller”.
Sennett’e44
(1996) göre “günümüzde kişi dışı yaşantı anlamsız ve toplumsal karmaşıklık da
baş edilemez bir tehdit gibi görünüyor. Benliğe ilişkin bir şeyler anlatan,
benliği tanımlamaya, geliştirmeye ya da değiştirmeye yardımcı olan deneyim ise
tersine vazgeçilmez bir ilgi alanı haline gelmektedir. Mahrem bir toplumda,
yapısal olarak ne denli kişi dışı olursa olsun, tüm fenomenler bir anlam
kazanabilmek için kişilik sorununa dönüştürülür” (s. 285). Aynı şekilde her
şeyi kendine göre tartan, zihninde kendi isteklerine, çıkarlarına odaklanan
bir insan, gerçekliği yanlı olarak kavrar. “Kendisinin gerçekliğe uygunluğundan
çok, gerçekliğin içinde kendisi için ne bulunduğuna bakar” (s. 287). Bu bir
narsisizmdir ve Sennett’ (1996) narsisizmi, “modern çağların Protestan ahlakı”
olarak niteler (s. 426); zira Protestan ahlakının temelinde bulunan ve ritüel
ya da harcama planında sosyalliği yok eden dünyevi çilecilik (ascetism) gibi,
narsisizmde de ‘ne hissediyorum’ takıntısı vardır; her ikisi de diğer insanlara,
benliğinin değeri olduğunu gösterme peşindedir. Benliğin tatminini aramayı
ifade eden, ama aynı zamanda bu tatmini engelleyen narsisizm, mahremiyetin
despotluğunu yaşayan günümüz toplumlarının dayandığı iki büyük ilkeden (diğeri
‘yıkıcı cemaat’) biridir. Despotluğu ‘gündelik hayatta, zorlama olmaksızın tek
bir doğruluk standardına inanılması’ olarak tanımlayan Sennett, mahremiyet
merkezli bir toplumun ‘yaşamın dolaysız şartlarına en yakın olanı yücelttiğini
öne sürer. Zira mahremiyet, toplumun psikolojik terimlerle ölçülmesini ifade
eder.
Son yılların
psikoloji vokabülerinde benlik kavramıyla ilgili terimlerdeki artış, dikkat
çekici boyutlardadır. Konuyla ilgili İngilizce terimler45 büyük bir
çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitlenme ve zenginlik, modern toplumlarda Ben
merkezli düşünce etkinliğinin yoğunluğunun bir göstergesi sayılabilir.
Sennett’in
analizine göre, modern psikoloji ve özellikle de psikanaliz, ben’in iç süreçlerinin
anlaşılmasının, insanlara bu tür kötülüklerden kurtulma imkânı vereceği
inancını içerir. Böyle olursa, arzularımızın sınırlarının ötesinde bir sosyal
hayata daha rasyonel olarak ve dolu dolu katılabiliriz. Ama insanlar tarihte
hiçbir zaman görülmediği oranda, kendi kişisel geçmişleri ve özel
duyguları/heyecanları için tutkuya kapılmıştır. Bu tür tutku, bir özgürleşme
değil, bir tuzaktır. Toplumun mah- remci (intimist) bir vizyonu
doğmuştur: Mahremiyet merkezli bir görüş. Her şey bu ilkenin otoritesine tabi
hale gelince toplum yaşamı geri çekilmiştir.
Modern
bireyin serüveninin ifadesi sayılabilecek bu gelişmeler ne ölçüde, dünyanın
genel durumunu yansıtmaktadır? Burada tarihsel bir olgu söz konusuysa, her olgu
gibi zamansal-mekansal bir çerçeveye bağlı olması gerekir. Gerçekten de modern
birey anlayışının bir tarihi vardır. Bu anlayış, genel olarak XV. yüzyıla kadar
uzanmaktadır. Rönesansla birlikte, insanın dünyada yaşama ve kendini tasarlama
tarzında bir değişiklik ortaya çıkmaktadır. Birey, kaderi üzerinde belirleyici
bir rol oynayan geleneksel güçlerden sıyrılmaya, ‘Ben’ demeye başlamaktadır.
Daha önceki toplumlarda (ilkel, antik, ortaçağ, vb), doğumundan itibaren bir
ilişkiler dokusu tarafından sarmalanan ve tüm varoluşu sosyal grubu (aile, aşiret,
klan, kast, etnik grup, vb) tarafından belirlenen insan, kendisini aşan
ereklere tabi olarak yaşamaktadır. İnsanın bu konumunu değiştirerek birey
haline dönüşümü aşamalı bir şekilde gerçekleşmiştir (Dumont, 1983). İlk olarak,
dünyaya (mevcut düzene) kıyasla bir kopma hareketi (hristiyan- lık) şeklinde
başlamış ve uzun süren bir ‘kuluçka’ döneminden sonra İnsan Hakları düşüncesi
(Hobbes, Locke, vb) ve Aydınlanma felsefesi içersinde gelişmiştir.
Bireyselciliğin tarihinde, insanları cemaatlerin hâkimiyetinden kurtaran
sekülerleşmenin de önemli bir yeri olduğu genellikle kabul edilmektedir.
Dubois ve
Beauvois (2002), geniş ve dar anlamda bireyselcilik ayrımı yapmaktadırlar.
Onlara göre geniş anlamda bireyselcilik, ideolojik düzlemde, İnsanî varlığı,
kişiyi bir birey gibi gören bir özne modelidir; bu modelde birey,
diğerlerinden, sosyalden farklılaşmış bir bütün (ünite) olarak ortaya çıkar,
bizzat kendi varlığında özerklik (veya kendi kendine yeterlik), kişisel
gelişim, vb değerleri taşır, tüm değerlerin temelidir.
Dar anlamda
bireyselcilik, geniş anlamda bireyselciliğin, toplumun temelleri düzeyindeki
bir sonucudur (eğer tersi değilse). XVII. yy. da J. Loc-
Kimlik nşası
ke gibi
İngiliz filozofları tarafından ortaya konmuş bu bireyselcilik, tercihen,
kolektif amaçlardan daha değerli gördüğü bireysel amaçların ve mutluluğun
gerçekleştirilmesine öncelik verir. Çoğu kez bu konuya eğilen yazarlar, bu
farkı gözden kaçırmakta ve geniş anlamda bireyselciliğin nitelikleri arasında
dar anlamda bireyselciliğe de yer vermektedirler. Yazarlar ayrıca ‘sosyal
düzenin ve siyasal iktidarın meşrulaştırılması konusuna ilişkin moral teori’
olarak tanımladıkları felsefi bireyselcilik ile zamanın ideolojik
ambiyansında kolektif ve bireysel gerçeklik karşıtlığına dayanan birtakım
görüşler bütünü olarak beliren doksolojik bireyselciliği ayırde- derler.
Beauvois (1994) Batı toplumlarındaki aktüel doksolojik bireyselciliğin,
liberal bireyselcilik olduğunu ve bu bireyselcilikte bireyin emekçi, asker,
hasta, öğrenci, taraftar, vb değil, özü itibariyle bir seçmen-tüketici olduğunu
öne sürmektedir.
Günümüzde
evrensel bir model olarak sunulan bireysellik, kişiyi, Batı dünyasında tarihin
belirli bir döneminden itibaren içine soktuğumuz bir kalıp gibi
nitelendirilebilir. Dolayısıyla bu kalıba girip birey haline gelen kişi, her
şeyden önce egosu ve benlik bilinci tarafından karakterize edilen bir bütündür.
Tarihsel, biyolojik, psikolojik ve sosyal bagajını kendine özgü bir tarzda
bütünleştiren apayrı bir birimdir. Bireyselci düşüncede, birey empirik bir
özne gibi veya insan türünün bireysel bir örneklemi gibi değil, kendisinde
insanlığın yüksek değerlerini taşıyan ‘moral, özerk, bağımsız bir varlık’ gibi
düşünülür.
Bu anlamda
birey, bir kurgudur, sosyal olarak inşa edilmiştir. Her inşa gibi,
bireyselliğin inşasında da belirli özellikler öne çıkarılmıştır, bu
özelliklerden en temel olan üçü tekillik, özerklik, içsellik olarak sıralanabilir.
Bu özellikler, daha yakından ele alındığında ‘liberal birey’ kurgusuna tekabül
etmektedir. Zira kendini biricik, tekil, farklı olarak görmekte, özerk ve
bağımsız olduğuna inanmakta, dolayısıyla kendi kendine yeterli olduğu inancını
taşımakta ve olayların nedenlerinin kendi içinde olduğuna inanma eğilimi
taşımaktadır. Modern toplumların değerler sisteminde, bireysel sorumluluk
esastır ve insanın dünyayı kendisinin şekillendirdiğine inanması, kısacası
kendisi de inşa edilen bir varlık olarak dünyasını inşa etmesi söz konusudur.
II. 3. Özsel Kimlikten Kurgusal Kimliğe
“Etnik kimliğe aşırı
yatırım, sahip olunan anlamlı diğer kimliklerin bir tek kimliğe indirgenmesine
ue dolayısıyla bireyin gerçek kimliğinin yok edilmesine götürür”
G.
Devereux
Sosyal
psikoloji literatüründe, önce benlik (self, soi), ardından kimlik (identity)
kavramları altında, çoğu kez de eş zamanlı olarak her iki kavram altında ele
alınan olgulara yönelik araştırmalar, bu kavramların son derece tartışmalı
olduklarını gösterir.
Kimliğin
niteliği, kapsamı ve içeriği boyutundaki çalışmalar, örneğin bunun bir atıf mı
(Bern), bir kişilik çizgisi mi (Allport), bilişsel şemalar bütünü mü (Markus)
olduğu tarzındaki sorular etrafında devam etmektedir. Sosyal psikologlar,
kimliğin farklı düzeyleriyle de ilgilenmektedir; örneğin, birey ve grup
kimliği, bireysel veya sosyal kimlik, kişisel veya kolektif kimlikler üstünde
durmaktadırlar. Ancak, bunlardan önce, kimliğin İnsanî bir ‘sabit’ olup
olmadığı hususunun açıkça ortaya konması gerekir. Özselci (essentialist)
anlayışlar, kimliği, bir tözün ifadesi gibi görme eğili- mindeyken, inşacı
yaklaşımlar, kimliğin tözsel bir gerçekliğinin olmadığı ve bir inşa ürünü
olduğunu öne sürmektedir. Günümüzde sosyal bilimler alanında genellikle
kimliğin kültürel -tarihsel- sosyal bir inşa olduğu fikrinde uzlaşmaktadırlar.
Bunun durumsal bir inşa mı, yoksa değişmez ya da en azından istikrarlı bir inşa
mı olduğu sorununu bir yana bırakarak, inşa fikri üstünde odaklaşalım.
II. 3. a. Sağduyu Nedenselliği ve İnşacı
Nedensellik
“Tüm genellemeler
hatalıdır, bu dahil”
A. Chase
Sosyal
gerçekliklerin ve dolayısıyla kimliklerin inşa ürünü oldukları iddiası,
bunların ciddiye alınmaması gereken eğreti, suni, havai şeyler oldukları
anlamını taşımaz. İnşacı yaklaşım,46 bireylerin kendilerinden önce
mevcut bir dünyaya uymaktan ziyade, bu dünyanın oluşumuna sürekli ve aktif bir
biçimde katkıda bulunduklarını savunan bir yaklaşımdır. Bu
yaklaşımın
temel sayıltısı şudur: İster sokaktaki insanın isterse laboratu- vardaki
uzmanın olsun, teorilerimiz şeylerin veya ‘doğanın bir yansıması değil, bu
şeyler veya doğa hakkındaki bir kurgumuzun ürünüdür. Bazıları bu inşa
sürecinin dil, entersübjektivite veya müzakereyle değişim (exchange)
tarafından yönlendirildiğini, diğer bazıları ise şeylerle veya doğayla olan
sosyal ilişkiler tarafından yönlendirildiğini savunmaktadırlar... Bu akıma
bağlı yazarlar, sosyal inşacılığın genel ve net bir tanımını yapmaktan
kaçınmakla birlikte bazı kabullere dayandıkları söylenebilir. Örneğin;
- Dünyayı
ve kendimizi anlattığımız ifadeler, ifadelerin nesneleri/ko- nuları tarafından dikte
edilmezler.
- Dünyayı
ve kendimizi anlamamızı sağlayan terimler ve formlar insan eliyle yapılmış
sosyal kurgulardır (social artifact), insanlar arasında kültürel ve tarihsel
olarak konumlanmış takasların ürünleridir.
- Dünyanın
veya benliğin ifadesinin zaman içinde güçlenmesi, ifadenin nesnel
geçerliliğine değil; fakat sosyal süreçteki değişikliklere dayanır, vb.
Bu akımın
önde gelen temsilcilerinden Berger ve Luckman’a (1967) göre toplum inşa edilen
bir gerçekliktir. Bu gerçeklik gündelik bilgi içinde inşa edilir. Beşerî bir
olgu olan toplum veya sosyal gerçeklik aynı zamanda diyalektik bir olgudur.
Öyle ki, insan, bir insan ürününden farklı bir şey olarak deneyimleyeceği
dünyayı yaratmaya muktedirdir. Bireyler gerçekliğin inşasında aktiftir. Sosyal
dünya bireyler tarafından eylemsiz bir şekilde emilip içe alınmaz; aksine
bireyler tarafından eylemli bir şekilde sahiplenilir.
Searle,47
beşeri bilimlerin (tarih, ekonomi, sosyoloji, vb) hepsinin de kendi
tarzlarında, araştırma konularının objektif gerçekliğini bir veri olarak kabul
etmelerini eleştirerek şu tür bir analiz yapmaktadır: Gerçekliğini insanlardan
alan sosyal olgular, fizik ve kimya gibi bilim dallarından farklı olgularla
uğraşırlar. Gerçek (reel) dünyanın objektif olaylar denen bazı parçaları,
insanlar üzerinde anlaştıkları için olgudur, bir bakıma bazı şeyler, biz
inandığımız için vardırlar; örneğin, para, hükümetler, evlilikler, vb. Ancak
bunlarla ilgili pek çok olgu, kişilerin tercihleriyle, değerlendirmeleriyle
veya moral tutumlarıyla ilgisiz olmaları anlamında, objektif olgular
sayılabilir, ama bunların objektifliği, sözgelimi hidrojen atomlarının tek
elektronunun olması veya Everest Dağı tepesinde kar ve buz bulunması gibi
olgularınkinden farklıdır. İlk grup olgular ‘kurumsal’ (beşeri ku
rumlar
olmadan var olamazlar), ikinci grup ise ‘kurumsal olmayan’ ya da ‘brüt’ olgular
olarak da nitelenebilir (Searle, 1995). Sennett de (1979) eşitlik veya cemaat
anlayışlarının mitselliğine ilişkin analizinde benzer görüşler öne sürer; ona göre
sosyal bilim, aktörlerin kendi koşulları hakkın- daki söylemlerini ve
görünüşlerin düzenini aşmalı ve böylece olgularla inançlar arasındaki mesafeyi
göstermelidir, ancak şunu da unutmamalı ki, son tahlilde, kolektif inançlar,
bizzat olgulardır.
Kültürel
olgularda, kolektif niyetlilik devreye girer ve bazı olgulara (işlevin,
olguların salt fiziksel karakteristikleri sayesinde oluşmadığı olgular)
kolektif olarak işlevler yüklenir: Banknotlardan katedrallere, Ulus-Devlet-
lerden futbol maçlarına kadar pek çok olgu, altlarında yatan fiziksel gerçekliğin
fiziksel özelliklerini aşarlar.
İnsan
algılarının gerçekliği nasıl oluşturduğu ya da nasıl bizzat gerçeğin kendisi
haline geldiği konusunda, bir başlangıç olarak, algı ve gerçeklik etkileşimini
temel alabiliriz. Moles (1993), Belirsizin Bilimleri’nde, sistem teorisi
çerçevesinde geliştirilen modelleme çalışmalarından bazı örnekler vermektedir.
Bu
örneklerden biri ‘şeker stoklarının tükenmesi ve şeker krizi’ örneğidir
(Moles, 1993, s. 151). İhtiyaç duyduğu malzemeyi tedarik etme imkânları
sınırlı ve temel geçim kaynaklarından biri meyva reçeli yapmak olan bir küçük
yerleşim yeri düşünelim. Bu küçük kentte halk, en çok şekere ihtiyaç duymakta
ve alışverişini bir süpermarketten yapmakta olsun. Yerel bir aksilik sonucunda,
bu kentin ticaret merkezini besleyen şeker depolarından biri, ani çıkan bir
yangında yanmış olsun. Bunun sonucunda, bazı mağazalar, şeker sağlamada
sıkıntı çekecektir.
Ama en
önemlisi, bu yangının ardından kentte yayılan kıtlık söylentileridir. Zira
insanlar, bir şeyin “şuyuu ile vukuu’nun aynı olduğunu kanıtlamasına,
mağazalara koşarak, evlerinde yedeklemek üzere ihtiyaçlarından fazla şeker
satın alır ve depolarda şeker tükenir.
Reçel yapma
mevsimi olduğunda, insanlarda bir ‘eksiklik algısı ve ardından bir yokluk
endişesi' başlar; herkeste bir şeker kaygısı ve saplantısı belirir. Bu fikir,
‘hiçbir zaman gidilmeyen büyük dükkanlara gidip marjinal arayışlara ve biraz
şekeri olan esnafta da fiyat yükseltmeye yol açar. Sonuçta şeker talebi büyük
boyutlara yükselir ve bir yokluğun başlamasına neden olur; bu yokluğun
rasyonel bir temeli yoktur; zira kentteki hemen herkes tarafından satın
alınmış ve yedeğe konmuş şeker miktarı, onların olası tüketim miktarından daha
fazladır” (s. 151).
Moles’ün
zikrettiği ikinci örnek Fransa’da 1976 yılında yaşanan ve yine yokluk algısına
dayanan Maden Suları Krizi (s. 152-153), üçüncü bir örnek ise Brezilya’da kahve
üretimiyle ünlü Mato Grosso bölgesinde yaşanan bir don olayının ardından kahve
üretiminin azalmasının yol açtığı gelişmelerin sonucunda beliren ‘Kahve
Boykotu’dur (s. 154). Bu örneklerin hepsinde, insanların mikro-psikolojik
düzeydeki algılarının bile gerçekliği nasıl etkileyip dönüştürdüğü
görülmektedir.
Sosyal
gerçekliğin gündelik bilgi içinde, önceki nesillerin bilgilerini aktaran dil
vasıtasıyla ve kişiler arası konuşmalar vasıtasıyla inşa edildiği görüşü
Cartagena Saatleri adlı öyküde yansımaktadır. Günlük yaşamda insanların
birbiriyle ilişkisi aynalarla ilişkiyi, hatta aynaların biriyle ilişkisini
andırıyor. Bu olgu, Cartegana Saatleri öyküsünün de özünü oluşturuyor.
Öyküye göre,
Cartagena adlı kentin kalesinden her gün öğle vakti bir top atılır ve top
sesini duyan kent sakinleri, saatlerini 12.00’ye ayarlarlar. Bir gün kente bir
yolcu gelir ve bu yerel âdeti öğrenir; olayı bir kaç gün izleyen yolcu, top
atışlarının kendi saatine göre 12.00’de değil, 12.30’da gerçekleştiğini fark
eder. Gecikmenin nedenini merak ederek kalenin kumandanını görmeye gider.
Kumandana top atış saatini nasıl ayarladığını sorar. Subay ona, her sabah bir
askeri kendi saatiyle birlikte kente gönderdiğini, kentteki ünlü bir saatçi
ustasının dükkânının vitrinindeki duvar saatine baktırdığını ve kendi saatini
buna göre ayarlattırdığını söyler.
Yolcu bu kez
de saatçiye gider ve ona, doğru saati nasıl ayarladığını ya da saatinin
kesinliğinin kaynağının ne olduğunu sorar. Usta ona, iftiharla şöyle der:
“Saatim hep doğrudur, çünkü onu, her gün top atışına göre ayarlıyorum.
Yıllardır benim saatim, top atışından ne geri kaldı, ne ileri gitti”.
Cartagena
Saatleri öyküsü, birbirimize tuttuğumuz aynaların vazgeçilmez olmakla
birlikte, ne denli eğreti olabileceğini de ortaya koymaktadır. İnsanın
gerçeklik hakkındaki sosyal ve zihinsel temsilleri de bir bakıma bu öyküdeki
gibi üretilmektedir..
Nasreddin
Hoca’nın bir öyküsünde de aynı mekanizma vardır. Nasreddin Hoca bir gün,
akşamüzeri hava kararmaktayken, ‘başına bir şeyler geleceği’ endişesi içinde
dolaşmaktadır. Uzaktan kendisine doğru yol alan bir grup atlı görür. İçini bir
sıkıntı kaplar. Bunlar kimdir? Niyetleri nedir? Hayal gücü çalışmaya başlar.
Kendisine bir kötülük yapabilecekleri fikrine kapılır. Kendini esir alınmış ve
hatta esir pazarın-
Realite
Şekil 1: Sağduyu anlayışı ve
inşacı anlayışa göre gerçeklik ile sosyal temsillerimizin ilişkisi
da satışa
çıkarılmış gibi görmeye başlar. Korku içinde hızla kaçmaya başlar.
Bu garip
davranışı görerek meraka kapılan atlı grubu da atlarını mah- muzlayıp onun
peşine takılır. Nasreddin Hoca bir mezarlığın duvarını tırmanıp aşar, ama
acelesinden dolayı ayağı takılır ve yeni açılmış bir çukura düşer. Çukurun
başına gelen atlılar sorar: “Hayrola. Bu çukurda ne yapıyorsun? Seni koşarken
gördük ve ‘belki de bir yardımımız olabilir’ diyerek peşine düştük”.
Hoca
yanıldığını anlamıştır. Sıkıntı içinde cevap verir: “Bilmek mi istiyorsunuz?
Ben sizin yüzünüzden hurdayım, siz de benim yüzümden”.
Burada
temsillerin, düşüncelerin gerçeği etkilemesini yansıtan bir süreç işlemiştir.
Hoca, atlıları; atlılar da Hocayı algılayışlarına uygun olarak davranmışlardır.
Bu örnekler,
Şekil 1 'de gösterildiği üzere, farklı bir nedensellik anlayışına işaret
etmektedir. Günlük yaşamımızda, hepimiz, dünya hakkında- ki imaj, temsil veya
tasavvurlarımızın bu dünyayı yansıttığını düşünürüz. Bu, hepimizin içinde yer
aldığı sağduyu düşüncesinin ya da sosyal düşüncenin bir özelliğidir. Ancak
inşacı anlayışta, dünyaya ya da gerçekliğe ilişkin temsillerimiz, gerçekliğin
insan zihnindeki basit bir yansıma
sı
değildirler. Sosyal gerçeklik bir yandan temsillerimizi etkilerken, bir yandan
da eylemlerimiz vasıtasıyla, bizzat bu gerçeklik hakkındaki temsillerimiz tarafından
az ya da çok şekillendirilmektedir. Özetle burada etkileyenin aynı zamanda
etkilediği tarafından etkilendiği, bir başka deyişle nedenin sonuç, sonucun da
neden olduğu döngüsel bir nedensellik söz konusudur. Sosyal dünyaya ilişkin
temsil veya tasavvurlarımız, dünyanın olaylarıdır, ama dünyanın olayları bizim
sosyal dünyaya ilişkin temsillerimizin ürünlerinin yansıması olabilirler
(Moscovici, 1986). Temsiller sabit bir sistem değildir; objektif gerçekliğin
organizasyonuyla sınırlı değildirler. Duygusal sosyal düzenlemeler,
temsillerin karakteristik sürecini etkileyebilirler.
Bu olguya
değişik bir örnek analiz Girard’dan verilebilir. Girard ilk çalışmalarından
birinde,48 Stendhal’in XIX. yüzyıl Restoration dönemi Fransa’sını
anlatan Kırmızı ve Siyah romanını analiz eder. Romanda akıllı ve yetenekli
olduğu kadar, yükselme hırsıyla da dolu Julien Sorel adlı bir gencin yaşamı
etrafında, yükselen burjuvazi ile asiller arasındaki ilişkiler anlatılır.
Romanın
adındaki ‘Kırmızı’ askerlerin üniformasını, ‘Siyah’ ise din adamlarının
cüppesini ifade etmektedir. Monsieur de Renal’in belediye başkanlığını yaptığı
Verrieres köyünde yaşayan Julien Sorel, belediye başkanının evine,
çocuklarının eğitimini üstlenerek ‘yatılı öğretmen’ (precepteur) olarak girer.
Evin hanımı Madame de Renal, aşkı tatmamış ve yaşamından bunalan bir kadındır,
çevresindeki zenginlerin yaşamına özenmektedir (Bir tür Bovarizm durumu
yaşamakta olduğu söylenebilir). Bu duygular içinde, Julien Sorel’e kapılır ve
olaylar gelişir...
Girard’ın
analizi romanın bu ilk kısmıyla ilgilidir. Toplumun temelinde, insanların
birbiri üstündeki çekimini, yani insanları birbirine yaklaştıran mimesis
(taklit) ilkesini gören Girard, roman kahramanlarından Valenod ve De Renal’i
birbirini çeken ve birbirine öykünen bir çift (mimetik çift) olarak ele alır.
Gerçekten de,
Fransız Devrimi sonrası, gittikçe yükselen burjuvazi ile giderek fakirleşen
aristokrasi arasında bu tür bir ilişki vardır. Burjuva Valenod, ilke olarak
ortadan kaldırılmış olan, asillerin imtiyazlarına imrenirken ve De Renal’e
özenirken, De Renal ise, asillerin kaybettiği gücü ele geçiren zengin
burjuvalar ve dolayısıyla Valenod gibi olmak istemektedir. De Renal ve Valenod
birbirinin çiftidir, birbirinin gölgesidir.
İkisi de
birbirini karşılıklı olarak taklit etmektedirler; her biri diğerini, cezbeden,
büyüleyen bir model durumundadır. De Renal, Valenod’nun onu kıskandığını, kendi
evlerine öğretmen olarak aldıkları Julien’de gözü olduğunu düşünmektedir ve
bunu karısına da söyler. Gerçekten de bir süre sonra öğreniyoruz ki, Valenod,
Julien’in babasının evine gitmektedir. Bu durumu Girard şu şekilde sorgular:
Stendhal, aslında Ju- lien'i hiç umuruna takmayan gerçek Valenod ile De
Renal’in hayalindeki Valenod'yu mu karıştırıyor? Fakat romancı, şeytani
zekâsını hemen fark ederiz. Zira De Renal’in, daha önce davranıp Julien’in
babasının evine gittiğini öğreniriz.
Alışılmış
şemasında, aşk ikili (binaire) bir ilişkidir, nesne, özneyi çeker, cezbeden bu,
özne ve nesne arasında doğru bir çizgiyle ifade edilen bir ilişkidir. Bu
durumun, aşkın gerçeğini yansıtmadığını öne süren Girard in teorisinde aşk ya
da arzu ilişkisi üçlüdür; özne (S) ve yöneldiği nesne (O) arasında bir aracı
(M: mediateur) vardır. Bu üçüncü bir kişidir. Bu ilişkide özne, M’nin istediği
bir O’yu ister. M, özne için bir modeldir; özne O’yu isterken aslında M’yi
düşünmektedir.49 Bu durumda arzu/aşk ilişkisi, doğru çizgiyle değil,
bir üçgenle temsil edilir.
Bunu yaratıcı
hata konusunda kullanan Dupuy’le50 birlikte, Girard’ın romanda
gördüğü mekanizmayı çözümleyelim: A ve B karşılıklı olarak birbirlerini taklit
etmektedirler. A, kendi arzusunun nesnesi hedefi olan B’nin ne istediğini
sorgulamaktadır; rastlantısal küçük bir olay/haber üzerine, B’nin O’yu
arzuladığı kanaatine varmaktadır.51 Ondan daha önce davranıp O’ya
koşmakta ve böylece kendi alter egosu durumundaki B’ye de rekabetin konusunu
ifşa etmiş olmaktadır. Bundan sonra B de, taklit ettiği A’nın arzusunu kendi de
gösterince, baştaki illüzyon, gerçekliğe dönüşmektedir. Öyleyse ilk düş gören,
demek ki düş görmemekteydi, nitekim şu anda kanıtı vardır.
Çocukların
artık kendileri için başa çıkılması zor bir hale geldiklerini ve genç papaz
adayı, latinceye vakıf ve üstelik de liberal olmayan Julien Sorel’i evlerine
‘yatılı öğretmen’ olarak almayı öneren Monsieur de Renal: “Bu birkaç bakımdan
iyi olacak.... Valenod, faytonuna iki tane ‘nor- man’ cinsi at almakla
övünüyor, ama özel öğretmeni yok” demektedir52 (s. 19)... Daha sonra
üstünlüğünü koruması gerektiğini vurgulayarak ekler: “Eğer ben çok iyi latince
bilen bu çocuğu almazsam, bu fikir Valenod’nun da aklına gelebilir ve onu
benden alabilir. Sonra çocuklarının eğitmeninden kibirle bahseder” (mealen) (s.
21).
Bu analizde,
eşzamanlı olarak, nesne (Objet), arzunun yaratıcısı ve arzulanan şeydir.
Buradaki binişik hiyerarşi, doğrusal nedensellik yerine, döngüsel nedensellik
anlayışı içermektedir.
Döngüsel
nedensellik, literatürde Pigmalion Mitosu ya da Kendi Kendini Gerçekleştiren
Kehanet kavramlarıyla ele alınan olgulara işaret etmektedir.
Ovidius
tarafından anlatılan Pigmalion mitosu, kendini gerçekleştiren kehanet olgusunu
aydınlatmak için kullanılmaktadır. Öyküye göre Pigmalion, Kıbrıslı bir
heykeltraştır. Kötü anıları nedeniyle kadınlardan nefret eden Pigmalion,
ölünceye kadar evlenmemeye yemin etmiştir.
Günlerden bir
gün, bir kadın heykeli yapmaya karar verir. Büyük emekler sonunda, o zamana
kadar yapılmış, fildişinden, en güzel kadın heykelini yapar. Heykel bakmaya
doyulamayacak kadar güzel olmuştur ve Pigmalion sürekli heykelini seyreder, onu
okşar, onunla oynar, konuşur ve nihayet heykeline âşık olur. Aşk tanrıçası
Venus’a yalvarır; heykeline can vermesini diler. Ve bir gün evine dönüp
heykelini öptüğünde heykelinin canlandığını görür.
Pigmalion
mitosu,53 insanların gerçekleşmesini arzu ettikleri veya gerçek
olarak algıladıkları bir şeyin, er veya geç gerçekleşeceğini belirten bir
mitostur. Kimlik inşası açısından baktığımızda, benlik veya kimliğin kişiler
arası etkileşime bağlılığını, belirli bir öngörünün, salt ortaya atılmış olması
dolayısıyla gerçekleşmesini ifade etmektedir. Pigmalion etkisi, bir diğer kişi
hakkında hatalı görüşleri bulunan bir kişinin, kendi hatalı görüşlerini
doğrulayacak şekilde davranması ve hedef kişinin de buna uygun davranışlar
göstermesi şeklinde de tanımlanabilir; önce algılayan, hedef bir kişinin
özellikleri hakkında bir takım beklentiler oluşturmakta, ardından bu
beklentilere göre davranmakta ve nihayet hedef, algılayanın davranışlarına
göre ve onun ilk beklentilerini doğrulayacak şekilde kendi davranışlarını
ayarlamaktadır.54
Burada, bir
şey hakkındaki imaj ve temsillerimizin, bizzat o şeyi algılamada etkili olduğu
ve bir süre sonra o şeyin algıladığımız haliyle gerçeklik kazandığı şeklinde
devresel bir nedensellik (bkz. Şekil-1) örgüsü söz konusudur. Örneğin kendisi
hakkında negatif bir benlik imajına sahip olan bir genç kız, kendisinin sıkıcı
bir insan olduğunu, hiç kimsenin ondan hoşlanmadığını, vb. düşündüğünde, bu
düşüncelerine uygun davranışlar ortaya koymakta, diğerlerine asık suratla
karşılık vermekte ve bu nedenle de diğerleri tarafından aranılıp
sorulmamaktadır. Burada genç kı
zın
diğerlerinden ilgi görmemesi, kendisinin bizatihi özelliklerinden ziyade,
kendi hakkındaki imajı ve düşünceleridir.
Bu olguya pek
çok örnek verilebilir. Bunun bir örneği, diğerlerinin bizim hakkımızdaki
beklentilerine uygun davranma eğilimi göstermemizde bulunabilir. Bunun, eğitim
alanında yakından bilinen örneklerinden birisi öğretmenlerin öğrenciler
hakkındaki beklentilerinin, öğrencilerin başarı ya da başarısızlıklarını
etkilemesidir. Bir diğer örnek stere- otipler alanından verilebilir. Gruplar
arası ilişkiler yakından incelendiğinde, grupların birbiri hakkındaki önyargı
ve stereotiplerinin, objektif bir gerçekliğe tekabül etmediği, diğer grubun
davranışlarındaki bazı olumsuzlukların da, bir bakıma, bizzat bu stereotiplerin
sonucu olduğu söylenebilir. Bu tür durumlarda stereotipler, kendi
gerçekliklerini yaratmaktadırlar.
Pigmalion
etkisi ya da kendini gerçekleştiren kehanet olguları, 1960'h yıllarda, sembolik
etkileşimcilik denilen bir perspektiften yola çıkan birtakım sosyal
bilimcilerin de (Becker, Goffman, Hugues) dikkatini çekmiştir. Sapkın
davranışların nedenini bireylerin kişisel özellikleri veya çevrenin
özelliklerinden ziyade, sosyal ilişkilerde arayan bu yazarlar, toplum kurallarının
ve normlarının dışına çıkan her türlü davra-nışı sapkın davranışlar
çerçevesinde ele alıp sapma alanını genişletmiş, alkolizm ve akıl hastalıklarını
bu kapsama sokmuşlardır. Xiberras'a göre (1993), etiketleme (labelling)
teorisi olarak adlandırılan bu etkileşimci yaklaşımda tek yönlü olarak
tanımlanan grup normu, bir sosyal grubun beklentisine uygun her türlü davranış
veya durumu kapsayacak şekilde ge-nişletilmiştir. Norma uymayan (bu norm,
sapkın normu da olabilir) ve grupta yabancı haline gelen kişi, "outsider"
terimiyle nitelendirilmiştir. Outsider, grubun "yabancı"
olarak nitelediği kişidir. Bu etiketleme onu, diğerlerinden ayrı bir evrene
sokar ve bu evrenden diğerlerine baktığında o da, yabancılar görür.
Outsider’lar. normallere göre sapkın, sapkınlara göre normaldir; burada bir
çift bakış vardır. Madem ki, sosyal gerçeklikte bir-birinden farklı normlara
sahip heterojen gruplar vardır, öyleyse herkes bir dış grup açısından outsider
konumundadır. Bu anlamda outsider, kişinin kendi edimlerinin niteliğinden
ziyade, diğerinin bakışının, tepkisinin so-nucunda yüklendiği bir niteliktir.
Etiketleme
teorisi çerçevesinde yapılan araştırmalarda da, G.H. Me- ad'den alınan iki
kavram dikkati çekmektedir: Kariyer ve benlik (Xiber- ras, 1993).
Kariyer, bireyin sapma dünyasına girişini ifade eder; benlik
ise sapkın
(veya normal) kişinin sahip olduğu temsili. Kariyer, bireyin sapma
dünyasındaki durumuna değil, katettiği sürece, yörüngeye gönderir; bireyin
sosyal normları çiğnemeye başlayış anından itibaren fırsatlara bağlı bir
sapmadan bir yaşam tarzı olarak sapma aşamasına geçişini ve nihayet gizli
sapmadan açık bir handikap, sosyal bir damga olarak sapmaya geçişini kapsayan
bir süreci belirtir. Bu üçüncü aşamada sapkın, sosyal olarak etiketlenir ve
diğerlerinin gözündeki imgesi, kimliği değişir; sapkın, üstündeki örtü
kaldırıldığı andan itibaren normallerle eski ilişkilerini sürdüremez;
dolayısıyla normaller grubundan dışlanır, meşru sayılan etkinliklerden
uzaklaşır. Bu durumda sapkın için tek açık yol kalır: Meşru olmayan
etkinliklerde bulunmak. Kısacası, detaylı olarak daha sonra ele alacalımız
Pygmalion etkisi gözlenir. Sapkın, diğerlerinin (normaller) kendine gönderdiği,
yansıttığı imgeye yavaş yavaş uymaya başlar. Yeni kimliğini bir yara olarak
taşır ve yaşar.
Bu nokta,
Palo Alto Ekolünün ve Goffman'ın yaklaşımında da önemli bir yer tutar.
Goffman, Stigmate (1975) adlı kitabında bu konuya eğilerek bireyi
gözden düşürücü nitelikleri bir damga (stigmate) olarak tanımlamıştır.
Damga, bir kişi veya grubun toplumda diğerleri gibi kabulünü engelleyen bir
işarettir. Goffman, analizini sosyal kategorizasyona dayandırmıştır. Gerek
damgalanma, gerekse kategorilendirme süreçleri, aşağıdaki sayfalarda daha
yakından ele alıp incelenecektir.
Yukarıdaki
örneklerin işaret ettiği olgu ve süreçler uzun yıllardan beri sosyal
psikologlar tarafından İncelenmektedir. Bu alanda elde edilen temel bulgulara
yakından bakalım.
II. 3. b. Kimlik İnşasında Diğerleri
“Ben bu çiçek, bu gök, bu
iskemleyim. Ben bu kalıntılar, bu rüzgâr, bu sıcak idim. Beni kılık
değiştirmelerimin ardında tanımıyor musun? Beni kedi sanıyorsun, çünkü kendini
insan”
Mevlana
Kim
olduğumuza nasıl karar veririz? "Siz kimsiniz?" sorusuna Nuri Bilgin
olarak cevap vermem gerekirse, şöyle bir liste oluşturabilirim: "Profesör,
araştırmacı, yazar, baba, koca, uzun boylu, orijinal, yabancılara açık,
esprili, dost canlısı, Afyonlu, Türk, Müslüman, çalışmayı seven, ud çalan,
türkü seven, vb". Bu liste, insanın kendi kendini tanımlamasının
çeşitli
tipleri olduğunu gösteriyor. Martinot’dan55 hareketle bu listede üç
tip öge ya da üç tarz ayırt edebiliriz:
1) Bazıları
'ayna ben' öğeleri; yani diğerlerinin bana yansıttığı özellikler; dost
canlısı, espirili gibi. Kendimi esprili olarak tanımlamam için benim hakkımda
diğerlerinin bu imajı bana yansıtması gerek. Bir kişinin benlik ya da kimliği,
demek ki diğerlerinin yansıttığı imajlarda kök salar.56 Burada ben,
kendimi tanımlamak için diğerlerini kullanıyor, diğerlerinden yararlanıyorum.
2) Kendini
tanımlamanın ve diğerlerinden yararlanmanın ikinci bir tarzı var; kendimi
diğerleriyle karşılaştırmak. Kişilere kim oldukları sorulduğunda, oldukça
sıklıkla, kendilerini diğerlerinden farklı kılan yanlarını belirtmektedirler.
Atıf teorisyenlerinin57 belirttiği farklılıklar daha bilgilendirici
sayılmaktadır. Ben her zaman Afyon'da yaşıyor olsaydım ve aynı soru bana orada
sorulsaydı, "Afyonluyum" dememin olasılığı zayıf olurdu; çünkü
oradakilere (Afyonlulara) "Afyonluyum" demek (tıpkı
"insanım" demek gibi) fazla bir bilgi vermez. Nitekim Türklük ve
Müslümanlık gibi tanımlar da, yabancı ülkelere gidildiğinde daha çok
kullanılmaktadır. Bu demektir ki, kimlik, diğerleriyle kontrast durumunda
olunduğunda veya diğerleriyle kontrast içindeki özellikler üstünden ortaya
konmaktadır.58 Bu husus, kişinin demografik özellikleri kadar,
kişilik özellikleri ve fiziksel görünüşü planında da geçerlidir.
3) Kendimizi
diğerleri üzerinden tanımlamanın bir diğer yolu, grup aidiyetlerini dile
getirmektir. Burada tek bir birey olarak tekil özelliklerimizi değil, ait
olduğumuz grubu öne çıkarmak söz konusudur. Ancak grup aidiyetinin, diğer
grupların varlığında, yani gruplar arası bir bağlamda ortaya konması
nedeniyle, burada da farklılaştırma mantığı geçerlidir. Bu durumda, farklılık
bireyin değil, grubun özelliklerine göndermektedir.
4) Kendimize
ilişkin tanımlarımız, bir sosyal statüyle ilişkili olarak yüklendiğimiz,
oynadığımız ve zamanla ciddiye aldığımız rollerden de kaynaklanabilir; örneğin
profesör, yönetici, atölye şefi, ana/baba rolleri gibi. Durumumuzdaki kalıcı
değişikliklerden kaynaklanan rollerimiz olduğu gibi (örneğin kalp veya böbrek
nakli olma, dul veya boşanmış olma, veja- teryen olma gibi), belirli bir durum
nedeniyle yüklendiğimiz geçici rollerimiz de olabilir (örneğin araştırma
bittiğinde sona eren araştırmacı rolü, bir görevle sınırlı temsilci rolü gibi).
Kim olduğumu
belirtmek için kendi hakkımda oluşturduğum listedeki nitelemeler, her şeyden
önce, bir sosyal bağlamda, yani diğerleriyle etki
leşim içinde
oluşan özelliklerdir. Bir doğal duruma değil, kültürel duruma tekabül ederler.
Hiç birisinin tözsel bir gerçeklisi yoktur. Eğer olsaydı, ne kazanılmaları, ne
de değiştirilmeleri söz konusu olabilirdi. Sosyal olarak inşa edilmişlerdir. Bu
inşanın nasıl gerçekleştiğini görmek için bir araştırma örneğini ele alalım.
Kenneth ve
Mamie Clark, 3-7 yaş arası çocukların ‘Irksal benlik bilinci’ adıyla 1947’de
yayınladıkları çalışmalarında, çocuklara 4 bebek göstermişlerdir; 2’si beyaz,
ikisi siyah.
Ve ardından
çocuklara bir dizi soru sormuşlardır:
1. Bana,
birlikte oynamak istediğin bebeği ver
2. Bana
yaramaz olmayan cici bebeği ver
3. Bana
çirkin bebeği ver
4. Bana
rengi güzel olan bebeği ver
5. Bana,
beyaz bir çocuğa benzeyen bebeği ver
6. Bana
renkli çocuğa benzeyen bebeği ver
7. Bana
bir zenci çocuğa benzeyen bebeği ver
8. Bana,
sana benzeyen bebeği ver
Sonuçlara
göre 3 yaşından itibaren bebeklerin % 75’i, bebekleri, renklerine göre
ayırdedebiliyor (5. ve 6. soru). 4 yaşındakilerin %66’sı kendilerini siyah
bebeğe benzetmekle birlikte (8. soru), % 76’sı beyaz bebekle oynamayı tercih
ediyor, % 76’sı bu bebeği ‘cici’ buluyor, %72’si bunun güzel bir rengi
olduğunu söylüyor (4. soru). Çocukların sadece %25’i beyaz bebeği çirkin olarak
gösterirken, %55 siyah bebeği çirkin buluyor. 5 yaşına gelince sonuçlar daha da
belirginleşiyor: Bunların %78’i siyah bebeği, %11’i beyaz bebeği çirkin
buluyor. Çalışma sırasında Zenci çocukların şu tür konuşmaları duyuluyor:
(5 yaşında
zenci çocuk): Siyah bebeğe benziyorum, çünkü yüzüm yandı”
“- (7 yaşında
zenci çocuk): Beyaz bebek, güzel rengi olan bebek. Ayakları, elleri, kulakları,
dirsekleri, dizleri ve saçları temiz”
(7 yaşında
zenci çocuk): Ben beyazım, ama siyah görünüyorum, çünkü yazın bronzlaştım”59.
Croizet ve
Martinot’nun belirttiğine göre60, bu sonuçlar sosyal psikoloji
dışında, 1954 yılında Yüksek Mahkeme tarafından da bir davadaki
kararı
doğrulamak için kullanılır. Bu karara göre ırkçı ayrım, Amerikan anayasasına
aykırıdır, çünkü anayasa ilkesi durumundaki, ‘herkesin eşitliği’ ilkesini
garanti etmemektedir. Allport, Cook, Katz ve Newcomb’dan oluşan bir heyet,
siyah çocukların, en erken yaşlardan itibaren bir aşağılık duygusu
hissettiklerini, gelişimlerini etkileyecek bir benlik değersizliği
yaşadıklarını (oysa o zamana kadar aksi inanç yaygındır) belirtir. Buna göre
ABD’nin 1896’dan bu yana kurucu ilkesi olan, ayrı, fakat eşit ilkesi, eğitim
sisteminde yürümemektedir ve yasa karşısında herkesin eşitliği yoktur. Bu
karar, siyah azınlığın ve daha sonra da diğer stigmatlı grupların haklarının
tanınmasında çok etkili olmuştur.
Ayrımcılık,
insanların sosyal konumları ve rolleri, duygusal ve bilişsel dünyaları,
davranış ve eylemleri yanı sıra, kişilikleri üstünde de etkili olarak, bir
bakıma değiştirilmesi zor bir kadere dönüşebilir. Zira olumsuz bir şekilde
etiketlenmek, damgalı olmak, değersizleştirilmiş bir hüviyete bürünmek, sosyal
piramitte alt basamaklara doğru itilmek ve diğerlerinden aşağı bir kimliğe
sahip olmak demektir. Aynı zamanda sosyal piramitte aşağılara doğru itilmektir.
Olumlu bir
öz-saygıya sahip olmak, kendinin değerli olduğuna inanmak, diğerlerince
beğenildiği duygusu taşımak, hemen hemen tüm insanlar için önemli bir
ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın doyurulması, sosyal piramitte, en azından çok
aşağılarda bulunmamaya bağlı olduğundan damgalı kişi veya gruplar için
öz-saygılarını yükseltmek veya korumak güçleşir. Damgalı olmak, diğerlerinden
olumsuz tepkiler almayı içerdiği ölçüde, öz-say- gıyı düşürür. Diğerlerinin
aynasındaki görüntü olumsuz çizgilerle bezenir.
Burada
özellikle, insanın takdir ettiklerinden aldığı mesaj ve imajların önemini
vurgulayan Croizet ve Martinot’ya göre, çocuklukta, aile önemlidir; zira
çocuklar, 10 yaş öncesi ana-babanın kanaatlerini, 10 yaşından itibaren de
arkadaşlarının görüşlerini içselleştirir. Bu demektir ki, çocukluk ve ergenlik
döneminde, bireyin kendi hakkında inşa ettiği imajı, büyük ölçüde, referans
grubu tarafından belirlenir.
Ayrımcılığın
yaygın olduğu toplumlarda, çocuk veya ergen gençlerin, kendi aidiyet
gruplarına yönelmeleri bununla açıklanabilir. Geniş toplumdan kendisi hakkında
olumlu mesajlar alamayan gençler, destek bulma ve olumlu tepkiler alma
olasılığının yüksek olduğu aidiyet grubuna yönelmekte ve böylece öz-saygısını
yükseltebilmektedir. Cemaatçili- ğin ve gettolaşmanın, dışlanan gruplarda
yaygın olması, bu noktayla ilişkilidir.
II. 3. c. Sosyal Damgaların Gücü
“Sadece terzim basiretle
davranıyor;
her
seferinde ölçülerimi alıyor, oysa başkaları daha önce aldıkları ölçüleri
saklıyor ve onların doğru olmasını bekliyor”
Bernard
Shaw
Bu analizler,
sosyal inşanın kendini gösterdiği ve açıkça gözlendiği bir olguya işaret
ediyor: Önyargıların hedefi konumundaki gruplar, bir süre sonra önyargıları
‘destekler’ yönde davranmaktadır. Bu nasıl olmaktadır?
Bu,
damgalanma (stigmatizasyon) olgusudur. Nedir damga (stigmat)? Damga,
kızgın demirle veya kesici bir aletle yapılan bir iz, görünür nitelikte
bedensel bir izdir. Ansiklopedik bilgilere göre, bazı toplumlarda çok eski
zamanlardan bu yana damgalama âdeti vardır. Damgalamanın daha ziyade esirlere,
kölelere, vahşilere, haydutlara, canilere, hırsızlara, cüz- zamlılara ve daha
sonraları, hayvan sürülerine uygulandığı bilinmektedir. Her iki durumda da
temel amaç, damgalananın kolayca tanınabilir ve görünür olmasını sağlamaktır.
Kuşkusuz, hayvanlar söz konusu olduğunda, sürülerin kime ait olduğunun
saptanması amaçlanırken, insanlar söz konusu olduğunda, daha ziyade, onların
görünür kılınarak diğerlerinin onlardan sakınmalarının sağlanması
hedeflenmektedir. Damgalılar, lanetlenmiş kişilerdir. Damgalama olgusunda,
‘kişinin toplumda aşağı, düşük mertebesini görünür kılan fiziksel işaretlerin,
vücudu, bir sosyal temsile dönüşümünü (Moscovici, 2002) görmekteyiz.61
Sosyal psikologlar
damgalanma olgusunu, esas olarak önyargılar ve stereotipler bağlamında ele
almaktadır. Croizet ve Leyens’e62 (2003) göre farklı damgalar ayırt
edilebilir: Bazı damgalar, görünür (ırkçı bir toplumda Magripli olmak) iken;
bazıları görünmez (maçist bir ortamda homo olmak); bazıları denetlenebilir gibi
algılanırken (obezite) bazısı denetlenemez gibi (genetik geri zekâlılık)
algılanır; kişisel sorumluluk konusu olan (sarhoşluk sonucu oluşan bir kazadan
sakat kalma) veya olmayan damgalardan (alkolik bir babanın sakat çocuğu olma)
söz edilebilir. Dolayısıyla, damgayı olumsuz kişilik özelliklerine ve
stereotiplere bağlanan ve kişilerin statüsünü alçaltan, onları özel bir grup
haline sokan bir özelliktir. Bunun sonucu, kötü şöhretli ‘onlar’ ve normal olan
‘biz’ ayrımı doğmaktadır.
Psikoloji
tarihinde, sosyal etiketlerin gücüne ilk dikkati çeken sosyal psikologlardan
biri Rosenthal olmuştur. 1950’li yıllarda itibaren Rosenthal, önce, deneylerde
‘deneyciden kaynaklanan (bilinçdışı) yanlılıklar’ konusuna dikkati çekerek,
deneycinin bir sonucu öngörmesinin, yani bir beklenti taşımasının, öngördüğü
sonuca, az çok yol açtığını vurgulamıştır. Rosenthal, daha sonra öğretmenlerin
de, öğrencinin başarısına ilişkin beklentilerinin benzer bir sonuca yol
açtığını öne sürmüştür.
Bir
beklentinin, kendini gerçekleştirici yönde etkili olması için, bir şeylerin,
normal öğretmen-öğrenci etkileşimini bozması gerekir. Croiset ve Claire, bunu
şu şekilde analiz etmektedir:63
Okuldaki
öğretmen-öğrenci etkileşiminde bir takım etaplar vardır:
1. Öğretmen,
öğrencinin kapasiteleri konusunda bir beklentiye sahiptir
2. Öğretmen
bu beklentiye uygun hareket eder
3. Öğrenci,
öğretmenin davranışını yorumlar
4. Öğrenci,
öğretmenin davranışına bu yorum temelinde, cevap verir
5. Öğretmen
öğrencinin davranışını yorumlar
6. Öğrenci
kendi davranışını yorumlar
Analizi
gözden geçirmeye devam edelim: Bu etkileşimde, bir beklentinin gerçekleşmesi 3
koşula bağlıdır: Birincisi, öğretmenin öğrenci hakkında hatalı beklentilere
sahip olması gerekir; örneğin öğretmen, küçük Ahmet’i, gerçekte olduğundan daha
az yetenekli olarak görür. İkincisi, bu beklentilerin davranışlarını etkilemesi
gerekir; öğretmen, Ahmet’e karşı normaldekinden daha az gülümser. Üçüncüsü,
Küçük Ahmet’in, öğretmenin hatalı beklentilerini doğrular yönde davranması
gerekir; örneğin öğretmene veya derse ilgi duymaması gibi.
Bu analiz,
öğretmenlerin, öğrenciler hakkındaki beklentilerinin nasıl oluştuğunu ve bu
beklentilere göre nasıl davrandıklarını da dikkate almalıdır: Öğretmen, öğrencinin
fiziksel görünüşü, sosyal sınıfı, tipi, eski performansları, etnik kökeni,
sözlü ifadesi, vb. hususlardan hareketle bir beklenti geliştirebilir. Bunların
bir kısmı bireyselleştirici enformasyonlar (öğrencinin efektif davranışıyla
ilgili olanlar; okul dosyasının içeriği gibi), bir kısmı da stereotipik
(öğrencinin aidiyet gruplarına ve bu gruplara bağlanan stereotiplere ilişkin)
enformasyonlardır. Sosyal psikologlar, stere- otiplerin davranışlarımıza etkisi
konusunda uzun zamandan beri hem fi
kirdirler; bu
yargılar, biz bunlarla hem fikir olmasak da, bilinçli veya bilinçaltı bir
şekilde, bizi etkilemektedir. Acaba, sadece aidiyet kategorisinin bilinmesi
etkili mi? Örneğin, Küçük Ahmet’in aşağı veya yukarı bir gruptan gelmesi, işçi
veya doktor çocuğu olması durumu, onun ilk başarısız notunun yorumlanmasında
etkilidir. Sosyal alanda bazı davranış düzenlilikleri, diğerlerinden daha
‘mantıksal’ görünmektedir. Olumsuz stereotip- li gruplar (fakirler,
yabancılar), istatistiksel olarak diğerlerinden daha az başarılı olduklarından
veya okulda daha çok güçlük çektiklerinden, bu güçlüklerin bir kısmının,
öğretmenin bu sosyal kategoriye ilişkin beklentisinden kaynaklandığını
düşünmek mümkündür.
Bu nasıl
mümkün olmaktadır: Rosenthal’in ‘dört faktör teorisi’ adını taşıyan ilk görüşü,
bu davranışların, öğretmen ile az yetenekli algılanan öğrenciler arası
etkileşimin dört yanını vurgular:64
• Öğretmenin
yarattığı iklim/ambiyans-, Öğretmenler daha az onay veriyorlar, daha mesafeli
duruyorlar fiziksel olarak, gözlerine daha az bakıyorlar, daha az sıcaklar ve
söz aldıklarında daha az destek veriyorlar
• Öğretmenin
öğrenciye ayırdığı zaman ve dikkat; Bu öğrenciler, öğrenmek için daha az
fırsat/imkan buluyorlar, daha az soru soruluyor onlara ve daha basit içerikli
şeyler öğretiliyor
• Öğrenciye
kendini ifade etme için verdiği fırsatlar: Öğretmenler, ‘iyi’ öğrenciler
başarısız oldukları veya takıldıklarında daha ısrarlı, sebatkar oluyor, onlara
yardım ediyor, soruları tekrarlıyor, daha fazla zaman veriyor, daha çok tahtaya
kaldırıyor; vb.
• Ödül
ve ceza dağıtımı: Zayıf görülen öğrenciler, hatalarında daha çok eleştiriliyor
ve başarılarında daha az ödül alıyor. Bu beklentiler, genelde algılanmıyor,
incelikli bir şekilde cereyan ediyor. Ama video kaydıyla, saptanabiliyor.
Örneğin bir öğretmen ‘Mustafa acele et, sen de başarabilirsin’ diyor veya
‘Zeynep, oldukça yavaş gidiyorsun, etrafında olan bitene bakma’ diyor.
Olumsuz bir
önyargının davranışlara dönüşmesinde, beklenti ile davranış arası bağı
besleyen psikolojik süreçler de etkilidir. Örneğin öğretmenlerin kendi
kontrolünün zayıf olduğu durumlardan kaçmaları (Cooper Hipotezi), sınıfta
(diğerlerinin gözü önünde) zayıf öğrenciler yerine, başarılı öğrencilerle
etkileşime girmelerine yol açmaktadır; örneğin bu nedenledir ki öğretmenlerin
çoğu, alt sınıflardan çok, üst sınıflarla daha çok ça-
hşmaktadır.
Öğretmenler, kötü öğrencilerin devreye girmesini caydırıcı bir rol
oynamaktadır.65
Pigmalion
etkisi, genel popülasyondan çok damgalı gruplarda daha çok gözlenmektedir.66
Gerçekten de, bazı sosyal gruplardan gelen öğrenciler (ABD’de siyahlar,
fakirler, matematikte kızlar) Pigmalion etkisinin hedefleri durumundalar. Alt
sosyo-ekonomik kesimlerden gelenlerin, soyut şeyler ve tahsil için daha az
yetenekli oldukları yolunda kanaatler var, siyahların yaygın stereotiplerinden
biri onların aptallığı ve cehaleti; kızların duyarlılığı, matematik ve doğa
bilimleri yeteneklerinin azlığı da yaygın inanışlardan. Bu tür ünlerin yayılışı
sonucu, bu kişiler, kendi aralarında ve aynı stereotipi paylaşan yetişkinlerle
daha çok etkileşime giriyor. Dolayısıyla stereotipi onaylayan, pekiştiren
yönde baskı uygulayan, sürekli tekrar eden eşzamanlı gözlemci eleştirilerine
hedef oluyorlar. Örneğin, olumsuz beklentilere, kızlar erkeklerden, siyahlar
beyazlardan, fakirler zenginlerden daha çok konu oluyorlar.
Pratik
gözlemler damgalı grupların üyelerinin, kendileri için riskli konulardan daha
sıklıkla uzaklaştıklarını gösteriyor. Bu davranış tarzı, Pigmalion Etkisinin
işlemesinde, sadece stereotiplerin değil, bunlara pasifçe uyan insanların da
sorumluluğu olduğunu destekler niteliktedir. Bazı yazarlar (Croizet ve
Martinot, 2003; Croizet ve Claire, 2003; Desert ve Leyens, 2003), damgalı
grupların başarısız oldukları veya başarısız olmaları beklenen alanlardan
kopmalarını, öz-saygılarını koruma ihtiyacıyla ilişkilendirirler ve seçici
uzaklaşma, kopma (dezangaj- man) stratejilerinin işlediğini öne sürerler. Bu
strateji öz-saygısını korumak isteyen damgalı grubun, bazı alanlardan
çekilmesini ifade eden basit bir stratejidir. Bu strateji, çeşitli koşullara
bağlı olarak devreye girer:67
1. İlgi
alanının benliğimiz/kimliğimiz için önem derecesi, bir başka deyişle
merkeziliği önemli bir etmendir: Örneğin “Eğer bilgisayar mühendisliğini
yücelten kişi, bu alanda yeteneksiz ise, psikolojik olarak zor bir durumdadır.
Ama bu alana değer vermiyorsa, bu alanda başarılı veya yetenekli olup
olmamasının önemi yoktur”. Bazan da aynı alan içinde özel başarı konuları
seçilerek öz-saygı- nın korunması sağlanabilir. Örneğin bir ev kadını ‘iyi
börek’, bir diğeri ‘iyi içli köfte’ yapmakla sivrilebilir.
2. İkinci
etmen damgalı kişilerin özdeşleşme alanları ve grup aidiyetidir. İnsanların
başarılı olmak istedikleri, model aldıkları alan
ların neler olduğu, salt kişisel bir tercih değildir. Bu tercihler
büyük ölçüde aidiyet grubuna, grubun toplumda nelerden yoksun tutulduğuna ve
ona verilen rollere bağlıdır. Toplumda, yapısal, ekonomik ve psiko-sosyal
koşulların sonucu olarak bazı alanlar, belirli grupların tekelinde gibidir.
Örneğin bazı akademik dallarda kadın-erkek akademisyen dağılımının
dengesizliği bununla ilişkilendirilebilir.
3. İnsanların
başarılı olmak istedikleri alanlar, yani özdeşleşme alanları sabit değildir,
zaman içinde değişebilir. İnsanları, öz-saygıları tehdit altına girdiğinde,
tehdit alanıyla ilgili kimlikse! manipülas- yonlar yapabilir, örneğin gelecek
vaad etmeyen alanlardan uzaklaşır, başka bir alana yönelebilirler. Matemetikte
başarısız öğrenci, ‘hayatta sadece matematik yok’ deyip başka alana yönelmesi,
derslerde başarılı olamayanların spor veya müzikle, hatta ‘sapkın
davranışlarla’ popüler olma yolunu seçmesi gibi.
4. Kötü
şöhret, insanı, ilgilendiği alanlardan uzaklaştırıcı bir etkide bulunur.
Kuşkusuz bir toplumda statüleri ne olursa olsun, herkes, bazı alanlardan
uzaklaşır, ama damgalılar, zayıf sosyal statüleri nedeniyle, başarısız
oldukları alanlardan daha çok kaçma eğilimindedirler. Üstelik bu alanlar çoğu
kez toplumun yücelttiği alanlardır: Okul, mesleki ortam gibi. Damgalılar
tanındıkları zaman, kötü şöhretleri nedeniyle öz saygıları yaralanmaktadır. Bu
kötü şöhret doğrudan performansları üstüne yansımakta ve damgasızlardan daha az
başarılı olmaktadır. Ve başarısızlık durumları tekrarladığında ya da sürdüğü
takdirde, ‘Psikolojik Kopma’, kurtarıcı bir savunma yolu olmaktadır. Bazı
hallerde, damgalı kişi, kendisi doğrudan bir başarısızlık yaşamasa da,
arkadaşlarının yaşadıkları başarısızlıkları kendisine de mal ederek, kopma
stratejisine başvurabilmektedir.
5. Belirli
bir alandaki başarısızlığı karşılamanın bir başka yolu da, bu alanı
değersizleştirmekten ziyade, kendi davranış veya yaptıkları hakkındaki olumsuz
tepkileri veya geri bildirimleri sorgulamaktır. Örneğin okulda başarısız
notlar alan öğrencinin ‘Önemli olan, okulda değil, hayatta başarılı olmak ’
(okulu de- ğersizleştirme) demek yerine, “Okul önemli, ama aldığım notlar,
benim gerçek düzeyimi yansıtmıyor”) (notları/sınavları sorgulama) demesi gibi.
Croiset ve
Claire (2003), psikolojik kopmanın, kişilerin benliğini, özsaygısını koruyucu
olduğunu, ancak hem kişi, hem de grup için bir takım olumsuz sonuçlarının
bulunduğunu öne sürerler. Bu olumsuz etkilerin en önemlisi, insanların
motivasyonlarını düşürmesidir. Şöyle ki bir alana ilişkin motivasyonumuz, esas
olarak, bu alana atfettiğimiz değere ve bu alanda beklenen başarı olasılığına
bağlı olduğundan, bu alanı değersizleş- tirme durumunda, bu alanda, başarılı
olacak yeteneklere sahip kişilerin de, motivasyonları azalacaktır. Bunu eğitim
alanına taşırsak, okul ortamında Pigmalion etkisinin işlemesinde en önemli
nokta, öğretmen beklentilerinden ziyade, öğrencilerin, stereotipler
doğrultusunda hareket etmeleridir.68 Bu açıklamaya göre, belirli
bir dalda başarısız bir geçmişi olan öğrenciler, bu alanda zayıf bir benlik
kavramı geliştirerek bu alandan kopmaktadır. Bu olgunun en yaygın örneği, matematik
derslerinden soğuyan öğrencilerde gözlenmektedir.
Farklı
görüşteki sosyal psikologların görüşlerini değerlendiren Croizet ve Claire’e
göre Pigmalion etkisi vardır, ama derecesi demografik ve psikolojik
değişkenlere göre değişmektedir. Analizde sosyal bağlamın dikkate alınması
gerekir. Örneğin damgalı gruplar hakkındaki olumsuz yargıların, genel toplumda
da yönetim organları, öğretmenler, ana babalar, arkadaşlar gibi pek çok kişi
tarafından paylaşılıyor olması önemli bir husustur. Damgalı gruba mensup bir
çocuk, bunlarla sürekli olarak yüz yüze gelir, karşılaşır ve bunların etkileri
uzun süreli izler bırakır (Goffman, 1963). Demek ki bu grupların mensupları,
“tekrar eden ve sistematik bir muameleye maruzdurlar ve bu muamelenin, tekrarı
ve tutarlılığı nedeniyle, stereotipleşmiş beklentiyi doğrulayacak yönde bir
baskı yaşarlar. Bu diakronik ve senkronik birikim etkisi, Pigmalion olgusunun
temel bir özelliğidir" (Croizet ve Claire).69 Yani, belirli
bir andaki etki küçük de olsa, zaman içinde artan, birikimli bir etkiye
sahiptir. Ayrıca bu mekanizma, beklenti sahibinin, beklenti konusu kişi veya
gruptan hiyerarşik olarak daha üst bir konumda bulunması, yani kontrol gücünü
elinde tutması halinde daha iyi işlemektedir. Zira güç sahipleri, diğerleri hakkında
bireyselleştirici enformasyonlardan ziyade stereotiplere daha çok başvurma
eğilimindedir. Ve zayıf olanların bunlara karşı direnme gücü azdır.70
Pigmalion
olgularında, örneğin okul başarısızlıklarında neden ve sonuç, öğrenci ve
öğretmen etkisi birbirine karıştırılmaktadır. ABD’de siyahların, sınavlarda
beyazlardan daha kötü not almaları olgusunu inceleyen bazı araştırmacılara71
göre, bunun nedeni, siyahlar hakkındaki yay
gın olumsuz
yargılardır. Daha somut bir deyişle, siyahlar haklarındaki ste- reotiplerin
tehdit edici etkisi altındadırlar.72 Siyahlar, kendilerinin daha az
akıllı görüldüğünün farkındadır. Bu düşünceyi taşıyan bir siyah öğrenci, beyaz
öğretmenler önünde sınava girdiğinde, başarısız olarak bu yargıyı
doğrulayacağı endişesi, yani kendilerini suçlayanlara desteklemiş olacağı
kaygısı içindedir. Ve bu da onun başarı düzeyini düşürmektedir. Nitekim sınavı
yapan öğretmen, siyah olduğunda, siyah öğrenciler başarısız olma korkusundan
sıyrılmakta ve başarı düzeyleri yükselmektedir. Bu son durumda beyaz ve siyah
öğrencilerin başarı oranları arasında bir farklılık görülmemektedir.
Genel bir
değerlendirme yapılacak olursa, Pigmalion Etkisi’nin gerçek olması, bir kişi
veya grup hakkındaki hatalı yargıların gerçek haline dönüşmesinden değil, daha
ziyade bu kişi veya grupların buna uygun olarak davranmalarından ileri
gelmektedir. Bu etki, damgalılar, stereotipleri gerektiği şekilde
karşılayamadıkları takdirde meydana gelmektedir. Her halükarda, damgalanma,
bazı kişi veya grupların kimliklerinin inşasında ve bazı koşullarda etkili
olan bir olgu olarak görünmektedir.
II. 4. Kişisel Gelişim Sürecinde Kimliğin İnşası
İnsan ikiyüzlü Janus
gibidir: İçine doğru döndüğünde, kendini özerk, bağımsız, biricik bir bütün
gibi;
dışına baktığında ise doğal
ve sosyal çevresinin bağımlı bir parçası gibi görür.
P.
Tap
Kimlik
kavramı, psikolojik düzeyde, bir kişinin kendini o kişi olarak tanımlaması
olarak nitelendirilebilir. Burada kimlik, kendimiz hakkında sahip olduğumuz
çeşitli temsilleri (görüşler, tanımlar, imajlar, bilgiler, vs) kapsamaktadır.
Dolayısıyla kimlik insanın kendini kavrayışının bir ifadesidir.
Kendinin
bilincine varmak, belirli bir anda aniden ortaya çıkan veya miras alınan
değişmez bir kavrayış değil, insanın gelişim süreci boyunca diğerleriyle
etkileşim içinde öğrenilen, geliştirilen bir kavrayıştır.
II. 4. a. Benlik Gelişimi: Kendini Eline Alıp
Bakabilme
"Hiç kimse,
kendimizi kandırmaktan daha kolayca kandırılamaz”
E.
Bulwer-Lytton
Bu
perspektif, çeşitli yazarların yanısıra G. H. Mead (1934) tarafından, benlik
gelişimi terimleriyle ortaya konmuştur. Psikolojinin önemli te- orisyenlerinden
biri olan Mead, benliğin gelişimini, bireyin kendisi için bir obje olma
kapasitesinin gelişimi olarak görmüştür. Ona göre birey, diğerinin rolünü alabildiği
ölçüde, kendine, diğeri açısından cevap vermeye ve dolayısıyla, kendisi için
bir obje olmaya doğru gider.
Mead’in ‘Mind,
Me and Society’ adlı klasik eserinde sergilediği görüşlerini Quere’nin
(1987) yorumuyla aktaralım: Mead'in teorisinde, çocuk, doğum anında tepkisel
bir sisteme sahiptir. Bu ‘tepkisel ben’ aşamasıdır. Sinir sisteminin
olgunlaşmasıyla birlikte, ikinci aşamada çocuk, diğer insanların
davranışlarından oluşan sosyal uyaranların düzenli uyarmaları sonucu,
sembolleştirme ve imajinasyon kapasitesine ulaşır. Bu ise ‘özne-ben’
aşamasıdır. Tepkisel ben aşamasında diğerlerinin davranışı, çocuğun dolayımsız
tepkisini çağıran bir uyaran iken, bu "özne-ben" aşamasında çocuk,
onları bir rol biçiminde kavrar, yani davranışlardaki bir düzenlilik olarak
ayırdeder. Diğerlerinin davranışını tanır ve önceden kestirir. Çocuk,
diğerinin rolünü zihinsel planda kurabildiği, durumu önceden kestirebildiği
andan itibaren psikolojik olarak tekilleşir. Hem diğerinin davranışını önceden
kestirebilmesi- ni sağlayacak işaretleri kavrar, hem de kendi ileteceği bir
işaretin diğerlerinde uyandıracağı tepkiyi zihinsel olarak kafasında
canlandırır. Dil gelişimiyle birlikte göstergeden sembole geçer ve davranışa
giderek daha çok hakim olur. Büyüdükçe, diğer insanların davranışına ilişkin
şemaları karmaşıklaşıp gelişir ve çocuk, kendisi için bir obje haline gelerek
kendini zihinsel olarak tanır.73 Gözlemler, Mead'in teorisini
doğrulamaktadır.
Yaşamın ilk
haftalarında çocuk, deneyimlerini genelleştirmeye yeterli bir dile sahip
değildir; ana-babasını birer bütün gibi değil, parça parça tanır. Serbest oyun
(play) aşamasında çocuk, etrafındakilerin rollerini alarak eğlenir, asker,
polis, doktor, hırsız, ana, baba rollerini öğrenir. Kendine dıştan bakmaya
başlar; diğerlerinin kendine ve bir
birlerine
gösterdikleri tutumları zihninde örgütler. Kurallı oyun (game) aşamasında,
çocuk öğrendiği rolleri bir bütün içine yerleştirir. Bir oyunda, pek çok rolü
birlikte ilişkilendirir. Örneğin bir futbol oyununda kaleci rolünü alır.
Rolleri sembolik olarak kavramıştır ve sadece duruma göre değil, diğerlerinin
beklentilerine göre hareket eder. Bu tür bir oyunda, "diğeri" çocuğun
örgütlediği tutumlar bütünüdür ve ona benliğinin birliğini sağlayan örgütlenmiş
bir grup gibi düşünülebilir. Çocuk, bu aşamada sosyal grubunu, kendi
davranışlarını yöneten normların, tutumların, amaçların örgütlenmiş bir
topluluğu olarak algılar. Grubun tutumları, onun benliğinin bir parçası haline
gelir.
Her benliğin,
sosyal gruba veya sürece katılım içinde oluşması, tüm bireylerde özdeş
benlikler yaratamaz. Her bireyin benliği, özgül bir nitelik taşır; çünkü
herkes sosyal süreci farklı bir açıdan kavrar.
Mead'in
teorisinde kişilik, doğumda var olan bir veri değil; bir fetih gibi
düşünülmüştür. Başlangıçta var olan şey, geliştirilebilir bir sinirsel yapıdır
ve bu yapı, sosyal çevre içersinde ya da sosyal temas sayesinde gelişir.
Gelişme veya olgunlaşma zorunlu değildir. İnsanın, dünyada varoluş aşamasından
itibaren dünyayı temsil ediş ve dünyada kendini temsil ediş aşamaları
diğerleriyle ilişki temeline oturmaktadır. İnsanın öz-algısı, diğerlerinin bizi
algılayışı tarafından belirlenmekte ve diğerlerinin bizi algılayışına ilişkin
algımız, kendi benlik algımıza bağlı olarak şekillenmektedir.
Benliğin gelişimi
iletişim açısından da önem taşımaktadır. Mead”e göre iletişim için insanın,
kendi eyleminin karşısındaki insanda yaratacağı cevabı kestirebilmesi gerekir.
Bu ise, karşıdakinin rolünü almakla veya kendini diğerinin açısından
algılamakla mümkündür. "Jestlerle konuşma" da jestin iletişimsel
rolünü vurgulayan Mead, kavga eden iki köpek örneğini vermektedir; köpekler,
kavga sırasında birbirinin etrafında dönerek bir "açık nokta"
aramakta ve tıpkı sözlü konuşmada olduğu gibi, her hareketleri rakiplerinin
bir önceki hareketine cevap oluşturmaktadır. Bu hareketler veya jestler
parçası oldukları global davranışın sembolleridir. Jestin anlamı karşıdakinde
uyandırdığı cevaptır. İnsanlar arası iletişimin özü önceden görebilmeye
dayanmaktadır.74
Her birey, diğeriyle
etkileşiminde anlamlı semboller vasıtasıyla, kendi davranışının diğerinde
uyandıracağı tepkiyi tahmin eder ve kendi davranışlarını düşünerek kontrol
edebilir. Böylece kendisiyle eylemleri arasına diğer insanın perspektifi
girer. Bu perspektifi benimseyen
birey, akıllı
davranışlar yapar; burada kendi üstüne düşünücü bir benlik söz konusudur. Bu
sayede her birey, karşılıklı davranış beklentileri ve davranışların
normalliğini veya geçerliğini tanıma kuralları geliştirir. Mead'e göre
"partönerimin” tepkilerini veya benim tarafımdan gösterilmesini istediği
davranışları kestirebildigimde, onun rolünü, tutumunu, perspektifini almış
olurum; yani kendi davranışlarımı onun açısından düşünmüş, benden bekledikleri
şeyler açısından kavramış olurum. Diğerinin benden beklediklerini içleştirerek
onun benim hakkımdaki imgesini anlarım ve "ben'im şekillenir. Benim
"ben" olmam, diğerinin tutumunu almam demektir; ona ilişkin
beklentilerime dayanarak onun benim davranışıma tepkilerini kestirmem demektir.
Bu kompetansa ulaşınca, toplumumun bir başka üyesiyle belirli bir ilişkiye
girer ve böy- lece bir "sosyal benlik" kazanırım. Sosyal benliğin tam
olması, tek tek şu veya bu kişilerin değil, genel bir diğerinin
(genelleştirilmiş digeri veya bir aidiyet topluluğu) rolünü aldığımda
gerçekleşir. Mead, örnek olarak bir beyzbol ekibini verir: Ekip üyeleri
birbirinden belirli davranış beklentileri içindedir; beraber oynayabilmeleri
için, her oyuncunun diğerlerinin rolünü alması, dolayısıyla onların
yapacaklarını öngörmesi ve kendisinden neler beklediklerini kestirebilmesi
gerekir. Bu beklentiler, belirli koşullarda herkesin davranışına ilişkin
beklentisinde haklı olması anlamında bir temele oturduğundan etkileşimler
istikrarlıdır. Gerçekte beklentiler, basit tahminler değildir; karşılıklı
davranış kestirimleri ve beklentiler, kişilerarasılık ve bir geçerlik talebi
içerir, yani beklenti ve kestirimler meşru olarak tanımlanır, nitelenir.
Partöner- ler, bu beklentilerinin haklı olduğu inancındadır; her durumda bir
başka davranışı değil, bu davranışı meşru, haklı görürler. Böylece etkileşimler
ve sosyal ilişkiler tesadüfilige ve keyfiliğe bağlı kalamazlar.
Bir aktör,
eylemini genel norm veya değerlerle nasıl ilişkilendirir? Moral bir karar
gerektiren çatışmalı bir durumda yargısını nasıl verir? Burada Mead,
"rasyonalist" bir bakış açısı benimser. O’na göre moral sorunlar,
rasyonellik ve hakikat kriterlerine göre incelenebilir. Moral sorunlar sosyal
sorunlardır ve aktör, bazı değerleri arasında veya kendi değerleriyle diğerlerinin
değerleri arasında bir çatışma deneyimi yaşadığında ortaya çıkarlar. Aktör, bu
durumdan değerlerini değiştirerek veya kişiliğini yeniden yapılandırarak
çıkabilir. Öyleyse "benliğin sosyal gelişimi", diğer insanların
değerlerini ve çıkarlarını dikkate almakla mümkündür Dikkate alınan
değerler ve çıkarlar ne kadar geniş ise o kadar rasyoneldir: Burada dikkate
almak, onlara uymak, onları kabul etmek anlamında
deQil; onları
geçerlik talebiyle rasyonel olarak gözden geçirmek anlamındadır.
Mead'in yukarda
özetlediğimiz düşünceleri, benlik kavramının kişilera- rası ilişki içinde
oluştuğunu, korunduğunu veya değiştiğini ortaya koymaktadır.
“Bu düşünce
yüzyılın başından beri, psikolog ve sosyologların ortak görüşü olmuştur. Benlik
kavramımız, bizim mutlak değerimizden çok, diğerlerinin bizim hakkımızda
düşündüklerinden çıkardığımız şeylere bağlıdır” (Newcomb ve ark., 1970). Kendi
hakkımızdaki düşüncemizin önemli bir kısmı sosyal etkileşimin bir ürünüdür.
Cooley’in ustalıkla ifade ettiği gibi, "çoğu durumda, sosyal referans,
bizim benliğimizin bir diğer zihin tarafından değerlendirilme tarzına ilişkin
imajiner bir fikir biçimindedir ve öz-saygımız, bu diğer zihne atfettiğimiz
yargıya ilişkin tutumumuz tarafından belirlenir. Bu tipte bir sosyal ben, yansıma-ben
veya ayna-ben olarak isimlendirilebilir. Biz aynada nasıl yüzümüzü, siluetimizi
ve elbisemizi görüyorsak, bunlar bize ait olduklarından onlarla ilgileniyorsak
ve onların, olmasını arzu ettiğimiz gibi olup olmamalarına göre, kendimizi
mutlu veya mutsuz hissediyorsak, aynı şekilde, bu diğer zihinden hayali
olarak, kendi dış görünüşümüz, varolma biçimimiz, amaçlarımız, eylemlerimiz,
karekterimiz ve dostlarımız hakkında algılar ediniriz ve bu algılardan az ya da
çok bir tarzda etkileniriz. Bu tipte bir benlik kavramı belli başlı üç öge
içerir: Bu diğeri için bizim dış görünüşümüzün neyi ifade ettiği hakkındaki
düşüncemiz, bu görünüş hakkında onun yargısına ilişkin fikrimiz ve benliğimize
ilişkin duygularımızdır” (Newcomb ve ark., 1970).
Öz-imgemizin
içerdiği ve ne tür bir insan olduğumuza ilişkin bilincimiz, karşılaştığımız
her kişi ve yaşadığımız her yaşantı içinde onaylanıp onaylanmamasına bağlı
olarak pekişir veya değişir. Benlik kavramımızın oluşmasında, çoğu kez bir
fasit daire, bir çıkmaz var gibidir; bir yandan kim olduğumuza ilişkin algımız,
diğerlerinin bizi algılayışlarından etkilenmektedir; öte yandan diğerlerinin
bizi nasıl algıladığına ilişkin algımız, zaten kendisi de diğerlerinin etkisi
altında oluşmuş bulunan öz-imgemize bağlı görünmektedir; bu "kendi kendini
gerçekleştiren kehanet" ya da "Pygmalion etkisi" olgularında
ifadesini bulan kapalı bir devrenin var olabileceğini göstermektedir. Benlik
kavramımız tahkik ve destek ihtiyacın- dadır ve bu bakımdan benliğimizin
onaylanması büyük önem taşımaktadır. Bateson ekolü mensuplarının, kişilerarası
iletişimde mesajların bir
benlik
doğrulaması içerdiği yönündeki görüşleri (Watzlawick ve ark., 1972) buna işaret
etmektedir; kişilerarası iletişimin belirli koşullarda tedavi edici bir yanı
olduğu görülmektedir. İnsanlar, diğer insanlarla ilişkilerinde, çoğu kez
diğerlerinden bekledikleri tepkilere yol açabilecek türde davranışlar yapmakta
ve bu beklentileri gerçekleştiğinde ilişki, benliği onay- layıcı bir işlev
görmüş olmaktadır. Burada, diğerlerinin onayı, bireyin benliğinden geçerek bir
tür iç desteğe dönüşmektedir. Diğerleriyle etkileşimimiz, kendimize ilişkin
duygularımızı ve öz-saygımızı etkilemektedir. Bu anlamda, benlik algısı, temel
bir filtre mekanizması olarak işlemektedir (Myers, 1980); bu mekanizma,
davranışımızda ve dünyaya ilişkin algılarımızda önemli bir rol oynamaktadır.
Benlik kavramının gelişiminin önemli bir kısmı, toplumun formel kurumlarına ve
örgütlerine katılım sayesinde öğrenilen rollere bağlıdır. İç değerlilik
duygumuz, sosyal rollerin yerine getirilmesiyle ilgilidir.
Benlik
gelişiminde önemini sürekli vurguladığımız, kendine dıştan bakabilme olgusu,
aslında kendini bir resim olarak görebilme şeklinde de ifade edilebilir. Bu
bizi ayna deneyimine götürmektedir. Bu deneyim, bir yandan kelimenin dar
anlamında çocuğun kendini aynada görerek tanımasını, öte yandan geniş anlamda,
kendini, diğerlerinin ona karşı gösterdiği tepkilerde ve ilettikleri
mesajlarda kavramasını kapsamaktadır.
II. 4. b. Aynaların Vazgeçilemezliği: Ayna Ben
“Biz hem yüz, hem de
aynayız”
Mevlana
Ayna deneyimi
ya da ayna aşaması kimliğin oluşmasında temel bir aşamadır. Çocuğun aynada
yansıyan imgesini ilişkilerin durumuyla karşılaştıran Zazzo (1960), kopyasında
kendini görmenin, kimliğin oluşumunda zorunlu bir koşul olduğunu
vurgulamıştır. Zazzo'nun araştırmalarına göre, çocuk iki yaşına doğru, aynadaki
imgesini tanıyabilir. Bu yaşa gelen çocuk, kendisi hakkında iki tür duygusal
deneyime sahiptir; bir yandan kendi vücudunun bir iç deneyimine (organları,
heyecanları, dokunma duyuları), öte yandan aynada kendi imgesinin bir dış
görünüşüne sahiptir. Çocuk bu iki deneyim arasında ilişki kurabildiği anda,
bir kimlik duygusu kazanır. Kimlik duygusu, çocuğun kendini obje haline sokma
ve kendileme mekanizmasının sonucudur. Kendini objeleştirme, çocuğun
kendisi için
görünür hale gelme sürecini ifade eder; bu süreç eşyalar, oyuncaklar ve benzeri
şeylerin mekânında çocuğun bizzat kendisinin bir obje, bir şey haline gelmesi
demektir. Burada bireyin dış dünyanın objeleriyle kendini algılaması ile
arasındaki paralellikleri konusunda ele alacağımız bir koşul söz konusudur:
Algı konusu olan zaman içinde bazı değişmez özellikler göstermesi, diğer
objelere göre mekân içinde konumlanması, yani tutarlı ve sabit olması koşulu.
Çocuğun aynada kendini tanıması da aynı koşulları içerir. Kendileme süreci ise
çocuğun, kendine ilişkin görüntüyü sahiplenmesini vücuduyla ilgili deneyimi
ile bu görüntüyü ilişkilendirmesini ifade eder. Zazzo'ya göre, çocuğun
"ben" (Je, I) sözcüğünü konuşmasına, söylemine sokarak kullanması,
işte bu ilişkilendirme anında başlar. Diğerlerinin kendine benzer olarak
görülmesi, bunun tersi bir süreçle, çocuğun kendi dışındakilere kendi öz
içselliğini atfetmesi vasıtasıyla gerçekleşir. Zazzo'ya göre aynadaki görüntü
ile ikizin yansıttığı görüntü birbirine karşıttır. Ayna aşamasında, kimlik
kazanımı kendisiyle görüntü arasında bir tekabüliyet kurmaya dayanırken ikizi
ile ilişkide, ondan kopmaya dayanır. Yani birinci halde kopyasıyla özdeşleşme,
ikinci halde ise kopyasından kurtulma, çiftinden farklılaşma söz konusudur.
Daha somutça
ifade edersek, birinci halde, benim egemen olduğum, bana bağımlı bir görüntü
vardır; örneğin, sakal traşı olmak üzere aynanın karşısına geçiyorum; önümdeki
görüntü, ben traş olmakla ilgili jestleri yaptıkça değişiyor; yüzüme köpük
sürüyorum, ardından jiletle yavaş yavaş köpükleri kaldırıyorum, sakalım yok
oluyor, vs. Görüntüm, benim varlığıma, orada olmama bağlı; beni taklit ediyor,
hareketlerimi tekrarlıyor ve ben, kendi yüzüm üzerinde oynadıkça görüntü
değişiyor. Bir resim çizer gibi, görüntümü şekillendiriyorum. Oysa ikinci
halde, benim egemen olmadığım bir görüntü(m) var karşımda. Prag Öğrencisinin
sorunsalı bir ikizler sorunsalıdır. Bazı yazarlar, örneğin Rogozinski (1989)
bu sorunsalı Naziler-Yahudiler ilişkisi bağlamında kurmaya çalışmıştır: Almanları
seçkin ve seçilmiş bir halk olarak görme iddiasındaki Hitler için Yahudiler
“seçilmiş halk” olma inançları nedeniyle yok edilmesi gereken bir kopyadır;
Alman’ın çifti, dublörü, ikizidir.
Bir
başkasının, bir dış gücün, bir gizil otoritenin bizim görüntümüzü ele
geçirmesi, bizden satın alması veya koparması, yabancılaşmanın temelidir.
Davranışlarımız, eylemlerimiz, jestlerimiz, dış görünüşümüzle, cephe görüntümüzle
ilgili işaretlerimiz ortaya kondukları andan itibaren dışımıza çıkmaktadır.
Goffmanın (1963) deyişiyle, "dış sosyal görünüş
ler, belirli
ölçüde kurumsallaşma göstermektedir". Bireyin oynadığı rol ile
diğerlerinin rol beklentileri, bir sosyal norma dönüştüğünde, rol dışı
davranışlar, bizim rolümüze indirgenmiş bir aktör olarak, bu rol dışı
davranışlarda tanınmamamız, varolmamamız anlamına gelmektedir. Rolü bırakma
veya oyunu terketme imkânı, sadece yalnız veya diğerlerinin gözünden uzak
olduğumuz zamanlara özgü kalmaktadır; kaldı ki, bu anlarda, diğerlerinin
nezdinde, rolümüzde vücut bulmuş olarak var olmaya devam ediyoruz; görüntümüz
varlığını sürdürüyor. Kendimizle ve dünyayla ilişkimizin saydamlığı
kırıldığında, yani bu ilişkideki görüntümüz bize uymadığında, bu ilişki bizi
yansıtmadığında, yaşamımız anlamını yitiriyor.
Kimlik veya
benliğin bir görüntü olarak kavramlaştırılması, kısaca ayna benlik veya ayna
kimlik olarak adlandırılabilir. Daha sonra tekrar değineceğimiz Coooley’in
teorisinde merkezi bir konumda bulunan ayna benlik kavramı, benliğin oluşumunu
diğerleriyle etkileşime bağlayarak sosyal benliğe göndermektedir. Zira ayna
benlik kavramı, Jodelet’nin (1994) ifadesiyle üç öğeyi bütünleştirir:75
1) Diğerlerine sunduğumuz imaj, 2) Diğerlerinin bizim hakkımızdaki yargısı, 3)
Bundan doğan pozitif veya negatif duygular. Diğerlerine sunduğumuz imaj, yakın
çevre, ailevi ortam veya dostluk grupları gibi kendimizi ait hissettiğimiz ve
‘biz’ olarak adlandırdığımız birincil gruplarda gelişir.
Sosyal
psikolojide küçük gruplara ilişkin çalışmalar, üyeler arasındaki iletişimlerin
bloke olmasının, kişiler arası ilişkilerin daha olumlu, daha sosyalleşmiş bir
hale gelmesine ve grubun bütünleşmesine bir engel oluşturduğu temelinde
birleşir. Bir grubun oluşumu ve grup dinamiği, grup içi iletişimlerin
otantikliği ile ilişkili görünür. Bu bakış açısı, Lewin’in ifade ettiği
varsayımlara dayanır.
Birinci
varsayım, grup içi bütünleşmenin kalıcı ve grup yaratıcılığının sürekli
olmasını, üyeler arası iletişimlerin açık, güvenli ve uygun olmasına bağlar.
İkinci varsayım, diQer bir insanla uygun bir iletişime girme, onunla
psikolojik olarak buluşma ve diyaloga girme kapasitesinin doğuştan olmayıp,
öğrenmeyle kazanıldığını öngörür. Burada başkasına kendini açma otantik bir
iletişime zemin hazırlar. Üçüncü varsayıma göre, insan iletişiminin temel
yasalarını, ön gereklerini ve belli başlı öğelerini keşfedebilmek, bu
iletişimin otantikliğini ve geçerliğini anlayabilmek, insanın diğerine ilişkin
derin tutumlarını ve diğeriyle iletişimdeki alışılmış tarzlarını sorgulamak
gereklidir. Bu açıdan bakıldığında in
san
ilişkileri sabit bir veri değildir; insan, gelişimine elverişli bir ortamda
kendi kendini aşmayı, diğer insanlarla daha otantik ilişkilere götüren iletişim
tarzlarını öğrenebilir.
İnsanlar
arası iletişimi tıkayan veya saptıran etmenlerden biri, bireyin kendine ilişkin
imgesi ile diğerlerinin ona ilişkin imgeleri arasındaki fark ya da mesafedir.
Bunun aşılabilmesi, bireyin serbest ifade ortamında kendi benliğini
objeleştirmesini gerektirir. Bu nedenle, iletişim gruplarında herkes “ben
kendime göre kimim?” sorusuyla işe başlar. Böylelikle insanın otomatik
ben’inin bilincine varması ve ardından dış gereklere göre “olmayı istediği”
ben'in, yani ideal ben’in bilincine varması hedeflenir; bir bakıma “olmak” ile
“görünmek” arasındaki mesafe aşılmak ya da bu mesafenin büyümesine engel
olunmak istenir. Benliğin objeleştirilmesi, "bireyin kendisi hakkında
dışa yansıtmak istediği imgenin ve gerçekte diğerlerine sunduğu imgenin
ötesinde otantik ben arayışında benliğini keşfetme sürecine dayanır”
(Mailhiot, 1968); ancak bu sadece kendine ilişkin bir farkındalık değildir;
bireyi, gittikçe diğerlerine benzer kılmak için onun farklılıklarını tesviye
ederek ve kişiliksizleştirerek diğerleri açısından kabul edilebilir kılmayı
amaçlayan konformist baskılara tepki olarak bireyin kendini kabulüdür. Bu
anlamda kendini kabul, bireyin kendisinde bir fark olarak mevcut olan yanını
kabulü olduğundan, diğerinin karşısında otantik olmak, kendi açısından otantik
olmak demektir; kişilerarası otantiklik, kişinin kendi kendine otantikliğini
temel alır. Bu gerçekleştiği takdirde, birey, diğerine ilişkin algılarının,
seçilmiş ve yanlı olabileceğini kavrayabilir ve yeni bir bakışla bakabilir.
Otantikliğin
kazanılmasında, önemi vurgulanan bir diğer etmen saydamlıktır. Diğerine
kendiliğindenlikle açılmayı ifade eden saydamlık, bireyin düşündüklerini ve
hissettiklerini söze dökmesi, benliğini dışa vurması demektir. Saydamlık,
bireyin kendi üstüne kapanmak, klişe ve önyargılara sarılmak ve diğerine
güvensizce yaklaşmak yerine, kendi maskelerini bırakmayı ve savunucu ya da
saldırgan bir iletişime girmemeyi gerektirir; kendi mitoslarından ve
stereotiplerinden sıyrılmayı, pozisyonlarını değiştirebilmeyi gerektirir.
Saydamlık, empatinin gelişimini hazırlar. Kendini diğerinin yerine koyabilme,
diğerinin bakış açısından bakabilme kapasitesi olarak empati, bireyin kendine
ve diğerine ilişkin imgelerinin farkındalığı- na katkıda bulunur. Bu ise
insanın, kendini ve diğerini bir kitlenin herhangi bir parçası olarak görmeye,
kitle içinde eriyip yok olmaya, bireylik yitimine (de-individuation) karşı
direnebilmesinin psikolojik koşuludur.
II. 4. c. Sosyalleşme: Kimlik Duygusunun Kazanılması
“Çocuk, önce çevresinin
tarzlarını özümser ue sonra diğer insanlar vasıtasıyla kendi kendinin bilincine
vararak onlara karşı kendi Ben'in i koyar”
Wallon
Kimlik
oluşumu ve buna baQh olarak bireysellik veya benlik duygusunun oluşumu,
gelişim psikolojisinin önemli bir araştırma alanıdır. Burada, bu konuda
odaklaşan gelişim psikologlarının yaptıkları araştırma ve inceleme sonuçları
ele alınmayacaktır. G. H. Mead'in görüşleri yukarıda kısaca özetlenmiştir.
Ancak konuya kısaca tekrar değinmek gerekirse, kimliğin oluşumu, ilk çocukluk
yıllarından itibaren diğer bilişsel ve entellektüel gelişim aşamalarıyla ilişki
içinde sürekli ve aşamalı bir şekilde gerçekleşir. Başlangıçta, nispeten yalın
olan benlik algıları, zamanla karmaşıklaşır ve farklılaşır. Kimlik duygusunu
oluşturan öğelerden bir kısmı (vücut, cinsiyet, görünüş) erken yaşlarda, bir
kısmı daha sonraki yaşlarda ortaya çıkar; bazı araştırmalar (L' Ecuyer, 1986)
bunun yaşlılık döneminde de devam ettiğini göstermiştir. Aile içindeki
etkileşimler çerçevesinde, kendine güven, öz-saygı, öz-değerlilik duygusu gibi
bazı kimlik boyutları olumlu veya olumsuz bir yönde gelişmeye başlar. Çocuk,
ilk referans sistemlerini ve özdeşleşme modellerini ailede ve yakın çevresinde
bulur.
Özdeşleşme
kavramı, psikoanalitik teoriden sosyal öğrenme teorilerine kadar çok çeşitli
psikolojik yaklaşımlarda önemli bir yere sahiptir. Kavramın birbirinden farklı
çeşitli tanımları bulunmakla birlikte, esasta bir model alma süreci söz
konusudur. Özdeşleşme, çocuğun, belirli bir modelin basit tepkilerinden ziyade
davranış tarzını, özel bir koşullanma veya öğrenme olmaksızın kendiliğinden
taklit ederek kendine örnek alması sürecidir. Lipiansky’e göre özdeşleşme
mekanizmaları, sadece çocuğun etrafındaki bir takım modelleri pasifçe alması
şeklinde ve tek yönlü olarak işlemez (1992, s. 33); çocuğun çevresi de, onu
kendi değer sistemlerine ve kültürel konumlarına göre belirli bir modelle
özdeşleştirmeye çalışır; ona bir "isim" verilir, belirli imgeler ve
sembollerle özdeşleştirilir, sosyal olarak bir "yer"e konumlanır,
bazı hallerde birtakım "lakaplar" verilir; kişisel yetenekleri,
erdemleri, becerileri, zevkleri konusunda değerlendirilir; ana-babasının
mesleği, fakir veya zengin, köylü veya kentli, yerli veya yabancı, sosyal
konumunun alçak veya yüksek, azınlık veya çoğunluk gru
bunun üyesi
oluşu, milliyeti, dini ve mezhebi öğretilir. Çocuk, böylece yavaş yavaş
aidiyet gruplarını, yani katıldığı ‘biz’leri içleştirir; bu ‘biz’ler, iktidar,
prestij ve servet ilişkilerinde ve birtakım olayları, deneyimleri, modelleri
ve temsilleri grubun belleğine işleyen bir tarihte birbirlerine göre
yerleşirler. Ancak aidiyet grupları aynı zamanda, bu 'biz'i, sosyal tanınma,
yükselme, yücelme veya değiştirme amacıyla bir rekabete, bir kimlik projesine
oturtmaya çalışan kolektif veya bireysel stratejilerle de (strategies
identitaires) ilişkilidir (Lipiansky, 1992).
Kuşkusuz,
özdeşleşme süreci, sadece aidiyet gruplarıyla değil, referans gruplarıyla
ilişkide de söz konusudur. Ancak referans gruplarının etkisi, aidiyet grupları
kadar geçmişe veya tarihe göndermeksizin, daha ziyade özlemler, idealler ve
gelecek projeler düzleminde ortaya çıkar.
Özdeşleşme
alanı, çocukluktan itibaren yıllar geçtikçe, aileden okula, arkadaş çevresine
ve diğer aidiyet ve referans gruplarına doğru genişler. Ergenlik dönemi,
psikoloji literatüründe, kimlik duygusunun oluşumunda önemli bir dönem olarak
nitelendirilmiştir; kuşkusuz bu önem, kısmen ergenlik döneminde yaşanan
fizyolojik, cinsel, duygusal, zihinsel, vb. değişikliklerden kaynaklanmakla
birlikte, modern toplumlarda ergenlik çağında, toplumun çocuğa yönelik çeşitli
taleplerinin (mesleki, entellektüel, sosyal, kültürel talepler) devreye girmesi
de etkilidir. Mussen’e (1986) göre ergenlikte, geleceğe ilişkin özlemleri ve
geçmiş edimleri ile bag kurarak kendisi hakkında düşünme, kendisinin gözlemcisi
olma, kendisi ile diğerleri arasında karşılaştırma eğilimi oldukça
belirginleşir, üstelik, kimliğin oluşumu, gerçeklik kadar, hipotetik durumları
ve mümkünleri de dikkate alma yeteneğini ve başkasının rolünü alma becerisini,
çeşitli şeylere diğerinin açısından bakabilme kapasitesini içeren formel
işlemsel bir düşünceye büyük ölçüde bağımlıdır ve bu, ergenin zihinsel
düzeyinin, zekasının bir karakteristiğidir. Ergenlik dönemi, Erikson’un
betimlediği psiko-sosyal gelişim sürecinin beşinci dönemi olarak, kimlik
oluşumunun önemli bir aşamasıdır. Çocukluk dönemini geride bırakarak geçmişini
ve geleceğini, yaşamının anlamını, kim olduğunu araştırmaya ve sorgulamaya
başlayan ergen için kimlik sorunu, hayati bir nitelik taşır. Erikson’un
modelinde kimlik kargaşaşı duygusuyla nitelendirilen ergenlik döneminin bu
karakteristiği (ergenlerin kararsız kimlik statüsünde bulunmaları), emprik
araştırmalar tarafından da desteklenmektedir (Varan, 1990).
Kimliği
“ardışık sosyalleşmelerin ürünü” olarak gören Dubar76 kimlikte,
bireyin sosyal kategorilere aidiyeti yanı sıra, yaşam öyküsünün birlikte ele
alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu önemli bir husustur. Zira, çoğu kez
kimliğin, belirli bir gruba aidiyete indirgenerek dondurulduğu, bir bakıma
tarih dışı kılındığı, sabit bir kategori sayıldığı görülmektedir. Oysa her
kimlik, geçmişin izlerini taşımakta, kişisel ve kolektif bellek tesis
edilmektedir.
Sosyalleşmeyi,
Mead’in doğrultusunda, gerçekliğin sosyal inşası gibi kavramsallaştıran
yazarlardan Berger ve Luckman (1966), birincil ve ikincil sosyalleşme ayrımını
getirmişlerdir. Yazarlara göre sosyalleşme, bireylerin, hem kültürel ve
sembolik bîr evren ve hem de dünyaya ilişkin bir bilgi niteliğindeki
(fenomenolojik anlamda) yaşanan dünyada yer almalarıdır. Çocuk yaşadığı sosyal
dünyayı, çeşitli dünyalar arasında mümkün bir dünya olarak değil, mümkün ve
mevcut tek dünya olarak algılayıp özümser. Çocuk burada, kendine önceden hazırlanıp
verilmiş ve bir kategori rezervi, bir apaçıklık gibi işleyen temel bir bilgiyi
kullanır. Bu kategoriler sayesinde, dünyayı algılama şemalarını programlar,
dış dünyayı bir dil ve bilişsel bir aygıt içinde konumlar, daha sonra tanınacak
şeyleri kavramaya yarayacak bir yapı oluşturur. Başlangıçta do- layımsız olarak
elde edilen bu bilgi, bir benliğin ve bir dünyanın sübjektif olarak
sahiplenilmesini ve sosyal olarak tanımlanmış davranış tiplerinin
pekiştirilmesini, yani önceden tanımlanmış tipik davranış modellerinin ve
yaşanılan durumları tanımlamaya yarayan kodların kazanılmasını içerir.
Böylece, ortak bir durum çerçevesinde hem Ben, hem Diğeri açısından anlamlı
model ve kodlar elde edilir. Bu aşama, bir bakıma komünoter ve etnik nitelikli
kimlik belirleme sürecidir. Birincil sosyalleşme sürecinde bu temel bilgi,
önce konuşma, sonra okuma ve yazma dilinin öğreniminde somutlaşır; okul bazı
bilgileri meşrulaştırarak bilgilerin sosyal dağılımında belirleyici bir rol
oynar. Ancak sosyalleşme, asla tam olarak başarılamaz ve asla tam ve bitmiş
değildir; ikincil bir sosyalleşmeye yer vardır. İkincil sosyalleşme,
uzmanlaşmış alt-dünyala- rın (örneğin mesleki bilgiler) içleştirilmesi, iş
bölümünde doğrudan veya dolaylı olarak kök salmış rollerin ve özgül bilgilerin
kazanılmasıdır; bu özgül bilgiler, birincil sosyalleşmenin bilgilerinden
farklıdır, formel bir programda elde edilirler, kendilerine özgü bir sembolik
evren oluştururlar ve bir dünya görüşü içerirler; bir uzmanlık alanına göre
inşa edilir ve tanımlanırlar. İkincil sosyalleşme, birinciden kopma ya da
Hall’in deyişiyle “göbek bağını kesme” yoluyla gerçekleşir. Çocuk ana-
babasının
sunduğu hazır dünyanın, aslında cahillerin veya alt sınıfların dünyası olduğu
fikrine doğru kayar. İlk çocukluk yıllarında içleştirdiği blok gerçeklikten
kopmaya çalışırken bazı şoklar yaşar. İkincil sosyalleşme sürecinde yaşanan bu
şoklar, onun kimliğini yıkma ve yeniden şekillendirme çabalarının bir
ifadesidir. Berger ve Luckman’a göre, bu sürecin başarılı olması bazı
koşullara bağlıdır. Ama bu koşulların bir araya gelmesi her zaman kolay
değildir; birincil ve ikincil sosyalleşmenin içerikleri arasındaki fark büyük
olduğunda, kimliğin total bir değişimi ve çocuğun, bir başkası haline gelmesi
söz konusu olur ve bu durum genellikle sancılı bir şekilde yaşanır.
Sosyalleşmeyi
sadece sosyal düzenin yeniden üretimi olarak değil, sosyal değişme açısından da
ele almayı sağlayan bu yaklaşım, özgül dünyalar ve kimliklerin inşasına ağırlık
vermektedir. Bu yaklaşımda kimlik, toplumun yarattığı kimlik tiplerinin bir
kişinin bilincinde yansımasını ifade eden kognitif nitelikli bir temsildir;
sübjektif olarak sosyal değişme, bu kimliklerin dönüşümünü, yani bireyler
tarafından inşa edilmiş dünyaların ve bu dünyalardan kaynaklanan pratiklerin
değiştirilmesini ifade eder. Yeni sosyal ilişkilerin ortaya çıkmasıyla
yönlendirilmiş sosyal aktörler ve kimlikler, ancak ikincil sosyalleşme
sayesinde mümkün olabilir.
Genetik
açıdan kimlik duygusunun gelişimi, "çocuğun kendi edimlerinin özerk
aktörü, edimlerinin sonuçlarının ve anlamının bilincinde olan, orijinal bir
geçmişe ve benlik projesine sahip bir özne olarak temsilini içerir"
(Malrieu, 1986); çocuk veya ergen bu duyguyu, kendisinin özdeşleştiği modellere
referans yoluyla kazanmaya başlar. Adı, sülalesi, sınıfı, okulu, arkadaş
çevresi, müzik veya spor grubu, milliyeti vasıtasıyla birtakım kurumlara
katılır ve bir dış kimlik edinir. Ancak, bu katılımlar Malrieu'nün deyişiyle
onun "kimliğinin yeterli bir koşulu değildir"; çocuk, onlar
tarafından sahip olunmadığı ölçüde ve her birindeki konumundan hareketle
kimliğini algılayıp objeleştirdiği, angajmanlarının her birinde kimliği için
bir anlam bulduğu ölçüde özne haline gelir". Bu, bir bakıma bireysel
kimlik ile sosyal veya dış kimliklerin birbirini etkilemesi, yapılandırması
olgusudur. Ergenlik çağı, dış bir kimlikten sıyrılma çabalarının ortaya
çıktığı bir dönem olarak da nitelendirilebilir. Ergenlik çağı, benlik idealinin
(psikanalitik terimiyle 'ideal ben’in), yani ergenlerin ne olmak istedikleri
konusundaki fikirlerinin geliştiği bir dönemdir. Bu fikirler, çoğu kez soyut
olarak düşünüldüğünden toplumun gerekleri zorunlu olarak bir engel gibi
hissedilir. Kuşkusuz bu çatışma, gelenek
sel
toplamlardan ziyade modern toplamları karakterize eden bir olgudur. Geleneksel
toplumlarda benlik idealinin inşası büyük ölçüde geçiş ritleri tarafından
yönlendirilir; buna karşılık modern toplumlarda, benlik idealinin inşası,
ergenin kendisini bireysel ve sosyal hedeflere, geçmişe ve geleceğe göre
konumlama zorluğu nedeniyle çatışmalı bir niteliğe bürünür; ergen topluma
katılma ile karşı çıkma, uyma ile değiştirme arasında gider gelir.
"Yetişkinde olduğu gibi ergende de kimlik kazanma, çeşitli engellerden
oluşan bir sosyal labirentte yol bulmaya benzer. Labirentin karmaşıklığı,
büyük ölçüde, benlik ideali ile gerçeklik arasındaki mesafeye bağlı olarak
artar. Ergen, mevcut durumu değiştirmeye yönelik projeler kurmaya, çocuktan
daha çok eğilimlidir; bu, ki- şiselleşmenin, bireysel bir kimlik arayışının
itici bir gücüdür. Ancak, kişiselleşme sadece militanların ve bir inanç için
mücadele edenlerin karakteristiği değildir. Bunlar, pratikleri/davranışları
kişisel ve sosyal bir yeniden yapılandırma hedefi gütmediğinde veya kendi
örgütleri karşısında tutkusal veya bürokratik bir bağımlılık ve doyumsuzluk
karışımıyla davrandıklarında, kendi angajmanlarında yabancılaşabilirler"
(Tap, 1993); bu açıdan, eleştirel ayırt etme kapasitesi, referans çerçevelerini
yeniden oluşturma girişimleri ve bir benlik idealinin oluşturulması, ergenin,
çocuksu özdeşleşmelerden sıyrılmasının önemli bir koşuludur.
Kimlik
oluşumu konusundaki araştırma sonuçlarını değerlendiren Mussen’e (1986) göre
kimlik oluşumunun ne zaman ve nasıl kazanıldığı, bazılarının bireysel bir
kimliğe niçin ulaşamadıkları konusunda henüz yeterli bir bilgiye sahip
değiliz. Ancak kimlik duygusu bir kez kazanıldığında birey ile dünya arasında
bir vasıta rolü oynar; olayları ölçen ve değerlendiren bir mekanizma gibi
işler. Böylece, bireyin motivasyonlarının, tutumlarının ve tepkilerinin
belirlenmesinde hayati bir işlev görür. Mussen'den iki araştırma örneği
verelim. Emprik nitelikli birinci araştırma örneğinde bir grup genç, yoğun
klinik görüşmeler sonunda iki kategoride sınıflandırılır: "Kimlik
kazanımında başarılı olanlar ve dağınık bir kimliğe sahip olanlar ya da
‘kapalı’ kimlikleri olanlar. İki grup karşılaştırıldığında birinci
kategoridekilerin daha iyi uyum gösterdiği, öz-takdirlerinin, strese direnç
düzeylerinin ve sevgi belirtme kapasitelerinin daha yüksek olduğu; düşmanlık
ve heyecansa! sıkıntı düzeylerinin ise daha düşük olduğu gözlenmiştir. İkinci
örnekte, kimliğin çeşitli yanlarının, davranışın tutarlılığını nasıl
pekiştirdiği incelenir. Sonuçlara göre, dostluğu bireysel kimliklerinin önemli
bir yanı olarak görenler, hem diğerleriyle ilişkilerinde, hem de tartışmalarda
oldukça istikrarlı bir dü
zeyde dostça
davranabilmektedirler. Mussen ve arkadaşlarının yaptıkları boylamsal
araştırmalara göre, kimlik duygusu sosyal ve politik inançlar üstünde etkili
görünmektedir; örneğin orta yaştan liberaller, aynı yaş ve sosyal düzeydeki
muhafazakârlara kıyasla daha bağımsız, birbirlerinin kimliğini, düşüncelerini
ve motivasyonlarını kabule daha hazır, yenilikçi ve konvansiyonel olmayan bir
düşünme eğilimine sahip, felsefi konulara daha ilgili, objektifliklerinden
gurur duyan, daha başkaldırın kişiler olarak belirmiştir, vb. Erken yaşlarda
kazanılan ve uzun dönemler boyunca istikrarlı görünen bu tür özellikler,
kimliğin çeşitli yanlarını oluştururlar ve bireyin farklı politik görüşler
yelpazesini algılamasını ve aralarında kendi kimlik duygusuna uygun olanları
tercih etmesini sağlayan bir filtre meydana getirirler. Kısacası, bireyin
politik anlayışı ve dünya görüşüyle kimlik duygusu arasında bir korelasyon
bulunur. Mussen'in yaptığı bir yorum da şudur: Gelişmiş bir kimlik duygusu,
benliği pekiştirme ve sürdürme etkisine sahiptir. İnsanların çoğu, uzun
dönemler boyunca uzanan ve kimlik duygularının göstergesi olan bir takım
istikrarlı kişilik organizasyonlarını korumaya çalışırlar; yani bireyin
kimliğinde, bir süreklilik arama eğilimi vardır. Ancak, yine de ergenlik ile
yetişkinlik dönemleri arasında kimlik açısından bazı değişmeler görülür.
Değişme özellikle, benlik kavramlarını tatminkâr ve ödüllendirici
bulmayanlarda gözlenir. Bununla birlikte, kimlik değişimlerinin, kişisel
uyumsuzluklar tarafından güdülendiği söylenemez; sosyo-ekonomik koşullarda
meydana gelen değişiklikler de etkili görünmektedir. Luria'nın bir
araştırmasında (Mussen, 1986), sosyal yapıdaki değişmelerle kimlik
değişiklikleri arasındaki ilişki incelenir. Sovyetler Birliği hin Orta-Asya
Bölgesi ndeki ücra köylerde yaşayan az çok eğitim görmüş olan ve okuma yazma
bilmeyen iki grubun "kendinizde gördüğünüz yetersizlikler nelerdir?
Kendinizde neleri değiştirmek istersiniz?" sorularına cevaplarının
karşılaştırıldığı bu araştırmanın sonuçlarına göre; okuma yazma bilmeyen ve
geleneksel bir yaşam tarzı sürdüren gruptakiler, parasızlık, elbise ve benzeri
maddi konulardaki eksikliklerini dile getirirler. Buna karşılık az çok eğitim
görmüş olan kolektif çiftliklerde çalışanlar, davranışsal özellikleri
bakımından kendi üzerlerinde düşünür ve kendilerini diğerleriyle
karşılaştırırlar. Bunlar entellektüel yetersizliklerinden, anlayış, bellek
veya akıl yürütme konularındaki eksikliklerinden söz ederler. Dolayısıyla
kimlik duygusundaki değişiklikleri mutlaka olumsuz bir yönde yorumlamamak
gerekir. Kaldı ki, olumlu kimlik değişmelerinin bazı bilinen örnekleri de
vardır: Hugo'nun roman kahramanı Jean Valjean ve Gandhi gibi.
IL 4. d. Kendini Kavrayış Olarak Kimliğin Oluşumu
“Hayatım boyunca şu
çocuksu oyunu oynadım.
Sabit bir noktadan,
annemden, eşimden, dostumdan, coşkulu, mutlu, güçlü, neşeli ayrılırım; özgür
olduğuma, bilinmeyen yerler keşfettiğime, serbestçe düşündüğüme inanırım.
Sonra birden korkuya
kapılırım ue kendimi güvende hissetmek ue teselli etmek için yerime
dönerim"
Pages
Bireyin
kendini bilişsel olarak kavrayışı, özü itibariyle, tüm diğer bilişsel kavrayışları
yöneten süreçlerden farklı değildir (Codol, 1986). Daha önce değindiğimiz gibi,
kategorizasyon süreci, bireyin çeşitli objeleri tanımasını ve adlandırmasını
içerir; bunun için bireyin belirli bir objenin, bir yandan benzerliklerini ve
farklılıklarını belirleyebilmesi ve öte yandan bu objenin değişmez bazı
özellikler göstermesi, yani zaman içinde sabit ve tutarlı olması gerekir.
Benzerlik ve farklılıkların belirlenmesi ya da kate- gorizasyonu süreci, bir
bakıma objelerden gelen enformasyonlara bağlı olmakla birlikte, bireyin bu
enformasyonları seçerek, basitleştirerek ve kendine yontarak alması, kısacası
enformasyonları dönüştürmesi söz konusudur. Birey, çoğu kez kendisi için
anlamlı olan, yani önceki deneyimlerine, sosyal etkilere göre kendisi için bir
anlam ifade eden ve daha önce tanıdığı şeylerle ilişkilendirdiği
enformasyonları alma eğilimindedir.
Kategoriler,
bireyin çevresindeki objelere atfettiği ve onun için anlamlı olan
karakteristikler bütünü olarak düşünülebilir; bu anlamda kategoriler, objelere
ilişkin tanımlar içerirler. Ama her birey, kendi kişisel deneyiminden ve
sosyal normlardan hareketle, objelerin niteliklerine bir takım değerler
yükleyerek, onları nötr olmaktan uzaklaştırır.
Kategorizasyon
ve anlamlandırma, ancak fiziksel ve sosyal bir çevrede mümkündür (Codol,
1986); birey aynı objelerin hemen hemen değişmez karakteristiklere sahip
olması sayesinde onları tanıyabilir. Burada objelerin değişmezliği bireylerin
kategorizasyon sisteminin tutarlılığının temel koşuludur. Ancak bu sayede
birey, objeler, kişiler ve olaylar hakkında öngörüde bulunabilir. Demek ki bir
objenin bilişsel kavranışı bir objenin, diğer objelere kıyasla özgül
yanlarının belirlenmesini; belirli bir tutarlılık ve süreklilik göstermesini
ve ayrıca birey tarafından olumlu veya olumsuz olarak değerlendirilmesini
içermektedir. Bu süreç, benlik imgesi
konusuna da
uygulanabilir. Burada obje, bireyin kendi kendisine atfettiği nitelikler,
çizgiler ve karakteristiklerin organizasyonu olarak benliktir (Marais, 1986).
Codol'a göre
(1986), burada da yukarıdaki üç koşulu bulmaktayız:
1. Koşu!.- Benlik imgesinden söz
edebilmek, Mead'in (1934) de ısrarla vurguladığı gibi bireyin kendi kendini
bir obje olarak almasını ve bu objenin, onu diğerlerinden ayırdeden karakteristiklere
sahip olarak algılamasını gerektirir. Burada bireyin farklılık duygusu ön
plandadır ve benlik, biricik bir obje olarak tanımlanmaktadır; benlik imgesi,
birey ile bireyin kendisini ifade ettiğini varsaydığı bir objeyle
özdeşleşmesidir. Benlik duygusu, bireyin "bu benim; şu ben değilim"
demesine dayanır; öyleyse bu bir farklılık duygusudur ve zorunlu olarak diğer
bireylere referansla hissedilir ve yaşanır.
Bir şeyi
diğerine kıyasla kavramak, daha sonra da değineceğimiz üzere, çok daha kolay
ve anlamlıdır. Bu, bilişsel açıdan olduğu kadar (Osgood, Moles), motivasyonel
açıdan da geçerlidir.
2. Koşul;
Benlik imgesi, bireyin zaman içinde kendi kendisine özdeş olduğu, aynı kaldığı
ve bir olduğu duygusunu gerektirir ve bu açıdan, bir tutarlılık ve değişmezlik
gösterir. Burada benlik imgesinde, bireyin kendisiyle özdeşliği
vurgulanmaktadır; dolayısıyla, benliğin birliği ve sürekliliği, kimliğin iki
anlam öğesini oluşturmaktadır.
"İnsanın,
kendisinin bilincine varma yeteneğini en iyi gösteren şey, aynılığın
sürekliliğine ilişkin günbegün deneyimidir. Biliyorum ki ben bugün,
üniversiteyi bitirdiğim zamandakiyle aynı kişiyim. Kuşkusuz, kişiliğimin bazı
yönleri değişmiş olabilir ama ben bundan 8 yıl öncekiyle aynı organizmayım.
Aynılığın sürekliliği kavramı, benlikle ilgili teorik modellerin çoğunda yavaş
yavaş merkezi bir yere sahip olmuştur... Yaşam boyunca aynı kişi olma duygusu,
tüm kendi kendimizi anlama girişimlerinde zorunlu olarak var olan bir
temadır" (Rogers, 1981).
Zaman içinde
aynılık-farklılık sorunu, düşünce tarihinin önemli önemli bir temasıdır.
Halpern in77 incelemesine göre Presokratik filozoflar (Parmenides,
Heraklitos, vb), aynı ile diğeri sorusuyla sürekli uğraşmıştır. Bu, değişim ile
aynılığın (identite) bağdaştırılması sorunudur. Parmenides e göre değişimi
düşünmek zordur, zira eğer A, artık olduğu gibi değilse, A yine de A mı dır?
Heraklitos için, aksine, her şey harekettir. (Aynı nehirde iki kez
yıkanılamaz) Burada insan kimliği sorununu aşan ve
çok genel bir
kapsamda düşünülmüş bir kimlik anlayışı vardır. Theseus Gemisi gizemi bunun bir
örneğidir. Atinalı sofistlere göre, Pire ve Delos arasında, tahtaları bir bir
değiştirilen gemi, limana nihayet demir attığında, hala daha aynı gemi midir?
Veya birey Sokrates, hayatı boyunca, tüm değişiklikleri yaşadıkça, aynı kalır
mı?
Halpern, bu
çerçevede Locke ve Hume gibi düşünürlerin bireysel kimlik sorununu ele alışında
şu tür bir soruna işaret eder: Zaman içinde ben’in birliği nasıl düşünülmeli; ben
20 yıl önceki ben miyim? Ona göre Locke, kişisel kimlik/aynılık sorununu,
bellekle çözmeyi önermiştir. Eğer ben 20 yıl önceki kişiysem, bu,
belleğimde, bilincimin değişik anlarının anılarının bulunması sayesindedir.
Saussure un
aynılık kavramı hakkında verdiği örnek de ünlüdür: Ce- nevre-Paris 2045 trenini
ele alalım. Bizim için, bu tren bugün ve yarın aynıdır; 24 saat arayla ikisinin
aynı olduğunu söyleriz. Ama aslında vagonları, kondüktörü, yolcuları
değişmiştir. Saussure’e göre bu, trenleri, kalkış saatlerine, parkuruna ve
diğer trenlerden farklılaştıran şeylere göre tanımlamamızdandır. Bu
yanılgımız, bir bakıma genelleştirme ihtiyacımızın bir sonucudur. Oysa
birincide Saussure, İkincide öğrencileri vardır.
İnsan
ilişkilerinde bütünleşme-farklılaşma terimleriyle ifade edilebilecek diyalektik
bir yan var. Kimlik, hem kendisi ile diğeri arasında bir farklılaşma içerir,
hem de kendisiyle diğerleri arasındaki özdeşleşmelerden hareketle inşa edilir.
Gerek psiko-analitik yaklaşımlarda, gerekse sosyal öğrenme teorilerinde önemli
bir kavram olan özdeşleşme oldukça karmaşık birtakım mekanizmalara sahiptir ve
kişisel kimlik gibi farklılık duygusu boyutu içeren bir olguda da etkili
olması şaşırtıcı değildir. Nar- sis mitosunun yorumunda da değindiğimiz gibi,
içe yansıtma ve dışa yansıtma yoluyla, kendinde diğeriyle veya diğerinde
kendiyle özdeşleşmek mümkündür.
Kişisel
kimlikte kendi kendisiyle zaman ve mekânda aynı olma ve değişme boyutlarının
çelişkisi de diğer algı objelerinden farklı bir özellik taşır. Bireyin
zamanda, mekanda ve çeşitli durumlarda aynılığı, ontolojik bir oto-korelasyon
ya da tözsel olarak aynılık şeklinde yorumlanamaz; çünkü defalarca
belirttiğimiz üzere, kimlik, bir töze değil, bilince, temsile, imgeye, duyguya
gönderir. Lipiansky'nin yorumuyla, kimlik, evrimsel bir süreç olarak
alındığında, "değişimde süreklilik"ten söz edilebilir; benim yıllar
öncesi ve bugün aynı kişi olmam, sürekli bir biçimde mevcut anda geçmişimi
toplayarak ve kendi öz-değişmelerimi özetleyerek kendi gele-
negimde
yürümemi ifade eder. Bu perspektifte kimlik, benlik duygusunun dengesini
(homeostazi) sağlayan düzenleyici bir süreç gibi görünür (Lipi- ansky, 1992);
bir yanda birlik, bütünleşme ve değişmezlik, öte yanda tür- lülük ve
degişebilirlik birbirlerini dengelerler. Aynı denge, zaman içinde oldukça
istikrarlı görünen benlik temsili ile günlük etkileşimlere bağlı bulunan
benlik algısı ve duygusunun dalgalanmaları arasında da görülür.
Böylece
benlik imgesinde bir yandan farklılık duygusu, öte yandan tutarlılık ve
süreklilik duygusu bir araya gelir; bu iki olgunun benlik imgesinde sıkıdan
sıkıya bağlı olması nedeniyle, kimlik kavramı ikisini birden içerir. Bu husus,
Erikson (1960) tarafından da vurgulanmıştır. Eriksona göre kimlik, bir bilinç
(belirli bir koşulda farklılığı ifade eder) ve bir süreç olarak (değişik
koşullarda aynıhgı ifade eder) tanımlanabilir. Bilinç olarak, bireyin kendi
spesifikligi hakkındaki duygusuna gönderir; süreç olarak ise, bireyin
yaşantılarının sürekliliğini sağlama yönündeki bilinç dışı çabasını ve bir
grubun idealleriyle dayanışmasını içerir. Kimlik hem iç ve dış grup arası, hem
de birey ve grubu arası çatışmada/karşılaşmada ortaya çıkar; bir aynalar
ilişkisi oluşur; bu ilişki sürecinde, birey, diğerlerinin onu yargılama
tarzıyla kendini tanıyışı ışığında kendini değerlendirir ve diğerlerinin onu
yargılama tarzını, kendini değerlendirişinin ışığında değerlendirir. Green'in
(1977) kimlik tanımı da buna işaret eder: "Kimlik terimi altında birçok
fikir birleşir. Kimlik, zamanın akışında özne veya objeyi etkileyebilecek
değişikliklerin dışında kalan sabit işaret noktalarının korunması ve
sürekliliği kavramına bağlıdır. İkinci olarak kimlik, ayırdetme gücü için zorunlu
bütünselleştirici tutarlılığı, birliği ve ayrılmış bir durumda varoluşu
sağlayan bir sınırlandırmaya da uygundur. Nihayet, kimlik iki öge arasında
mümkün ilişkilerden biridir ve ancak bu ilişki sayesinde iki öge arasında var
olan ve onları özdeş olarak tanımayı sağlayan mutlak benzerlik saptanabilir. Bu
üç özellik birlikte giderler; değişmezlik, birlik ve aynı olanın
tanınması" (Codol, 1986'dan alıntı).
3. Koşul: Tüm obje temsilleri gibi benlik imgesi de objesine belirli
bir değer atfını içerir; bu değer, genelde, benliğin olumlu bir şekilde
görülmesi yönündedir. Olumlu değerlendirme bireyin kendine sosyal veya kişisel
arzulanırhgı yüksek nitelikleri atfetmesi ("ben iyiyim, akıllıyım,
sabırlıyım, hoşgörülüyüm" gibi) yanı sıra, kendini sosyal ve maddi çevresi
üzerinde, bir güç sahibi olarak görmesiyle de ilgili olabilir. Olumlu bir
benlik imgesi, güç ve özerklik duygusuyla, genelde sıkı sıkıya ilişkilidir.
Kendini
olumlu değerlendirme, Descartes'tan bu yana, kendini zorunlu hissetmeyle de
ilişkilendirilmiştir. "Descartes, Discours de la Metho- de un IV.
Bölümünde, kendi öz varoluşunun kesinliğini, şüphe etme kapasitesinde
bulduğunu anlatır; tüm etkinlikler bir özne gerektirir ve eğer bu özne düşünme
etkinliğini objeleştirebilirse, bu sayede kendisini kendi etkinliğinin zorunlu
kaynağı olarak inşa eder... Tüm akıl yürütme durumları, bizi bir "sen'den
veya bir "o'ndan farklı olarak kendi benimizin bilincine varmaya götürür.
Bizim kendi kanaatimiz, üzerinde kendine dönü- şük (refleksif) düşünme
etkinliğimizi gerçekleştirebileceğimiz bir objedir ve bu kritik etkinlikte
bulunurken, içinde yer aldığımız çevreye indirgenemez bir bütünsel varlık
olarak bizzat kendimizin bilincine varırız" (Pieraut-Le Boniec, 1986). Bu
bakış açısı, Lacan’ın özne-söylem ilişkileri yorumunda da görülür:
"Özneye konuşulmaz. Özne kendinden konuşur ve bu noktada kendini kavrar"
(Dor, 1985).
Bilincin
oluşumunda kendini bir obje olarak ele alma kapasitesi, daha önce de
vurguladığımız gibi, önemli bir noktadır. Genetik bir perspektifte, Wallon’un
(1959) işaret ettiği üzere, benlik bilincinin oluşumunda ben-diğeri ilişkisi
önem taşımakta ve bu ilişki ben ve diğeri arası farklılaşma sürecinde
katedilen gelişim evrelerine göre değişmektedir. Wallon’dan sonra Lacan, ayna
aşamasını, ‘kimlik arayışını oluşturan en önemli an olarak nitelemiştir; O’na
göre çocuk, aynadaki görüntüsünü, çoğu kez, bir tür hayranlıkla ve zevkle
seyretmektedir; bu görüntü, “ben’in (Je, I) diğeriyle özdeşleşmenin
diyalektiğinde objeleşmeden önce temel bir biçime girdiği sembolik bir
matristir”. Çocuk, bu biçim vasıtasıyla, bireyselliğini ve bedensel birliğini
keşfeder ve yavaş yavaş kendini tanımayı ve dolayısıyla özdeşleşmeyi öğrenir.
Bu düşüncelerin kaynağı, Kojev’in ve daha sonra Lacan’ın vurguladığı üzere He-
gel'e kadar götürülebilir.
Ayna aşaması
bundan daha önce de belirttiğimiz gibi, çocuğun psişik gelişiminde önemli bir
evredir. 'Ben' (ego), imajiner temsil değerini diğeri sayesinde ve diğerinin
bakışında bulur. Ayna aşaması, bu diyalektiği başlatan süreçtir. Çocuğun
görüntüsel imgesiyle özdeşleşmesi, diğerinin (Anne) bunu tanımasıyla/kabulüyle desteklendiği
ölçüde mümkündür; çocuk kendi öz imgesinde, diğeri onu böyle tanıdığı için
kendini tanır, yani diğerinin gözünde, bu imgenin kendine ait olduğunun
tasdikini bulur. Ayna aşamasında gerçekleşen bu temel özdeşleşme, Hegel'in
bilincin diyalektiği kavramına gönderir.
Hegel, Efendi ve Köle
Diyalektiği adlı eserinde, karşılıklı tanımanın bütünsel bir analizini yapar.
Başlangıçta, insan, ancak yaşayan hayvan statüsünde insandır. Bu haliyle ancak
bir ihtiyaç varlığıdır. Kimliğini kazanması için, arzunun varlığı, yani
arzulayan bilinç ya da kendilik/benlik bilinci haline gelmesi gerekir. Yaşayan
hayvan kendilik bilincine ulaşmak için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etme
mecburiyetindedir, zira kendilik bilincinin ortaya çıkışı, diğerinde kendini
tanıyabilmeyi gerektirir. Fakat tersine, bunu yapabilmesi için, diğerinin de
onda (kendilik bilinci) kendini tanıyabilmesi gerekir... Zorunlu olarak birinin
diğerinde arzulayan bir başka bilinç bulması gereklidir. Burada kaçınılmaz
olarak ölümüne bir mücadele başlar ve bu kavgada her biri, diğerinde arzulayan
bir bilinç bulabilmek için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etmeyi arzular.
Kojev'in (1991) yorumuyla “insanın gerçekten insan olması için, hayvandan özsel
olarak ayrılması için, onda, insani Arzunun, hayvani Arzuyu yenmesi gereklidir.
Oysa her Arzu, bir değerin arzusudur. Hayvanın bütün arzuları, son çözümlemede
onun hayatını koruma isteğinin sonuçlarıdır, O halde insani arzu, bu korunma
Arzusunu yenmek durumundadır. Başka bir deyişle, insan (hayvani yaşamını)
insani Arzusunun sonucu olarak tehlikeye atarsa, insan olarak ‘kendini ortaya
koyar’. Bu tehlikede ve bu tehlike ara- cılığıyladır ki, insan gerçekliği,
gerçeklik olarak kendini yaratır ve açımlar”.
Bu ölüm savaşının bir tek
çıkış noktası vardır: Madem ki, taraflardan biri boyun eğmek zorundadır,
öyleyse işi prestij savaşına döndürmek gerekir. Bir diğer deyişle ölüm savaşı,
bir kölelik ilişkisini kurmaktan başka bir uç noktaya sahip değildir.
Savaşanlardan biri, yaşayan hayvan olarak ölümden çekindiğini ve kendilik
bilinci olarak tanınmaktan vazgeçtiğini diğerine göstererek savaşı bırakır.
Efendi, bu şekilde köle tarafından tanınır ve onun tarafından tanındığını kendi
kendine bilir. Bu andan itibaren, süreç, kölece bilincin diyalektiğine girerek
tersine döner.
Efendinin köle tarafından
tanınması tek yönlüdür. Bu nedenle, etkisizdir. Efendi, köle tarafından
kendilik bilinci olarak tanınmıştır, ama kölede kendilik bilinci olarak hiç
bulunmaz. Yani Efendi, kendilik bilinci olmayan bir bilinç tarafından kendilik
bilinci olarak tanınmıştır. Benzer fakat tersine nedenlerden ötürü, köle
Efendi'de kendini tanımaz. Oysa, bilinç olarak, köle de tanınmak ister; korku
o'nu bundan vazgeçirir, ama otantik bir kendilik bilinci olma isteği yok olmaz;
demek ki köle kendisinde-kendisi için bir bilinçtir, yani gelişmesi, sahte
bilinç aşamasında durmuş bir bilinçtir. Bu kendinde kendi için bilinç, bu
kendinde kendisi içini objektif olarak
kendisi için konumlamamıştır
ve bu kendinde kendisi içini sübjektif olarak kendinde ortaya koymamıştır. Köle
için, tanınma, hizmet etmesiyle gerçekleşir. Gerçekten de Efendi nin arzusu,
arzulayan bilinç olarak değil, kölece bilinç olarak tanınan bir bilinç
vasıtasıyla tatmin olur. Bu nedenle, Efendi nin arzusu, kölenin bilincine
yabancılaşmıştır. Sadece köle, Efendi tarafından arzulanan objeye insani bir
biçim verebilir. Bu böyleyse, köle objektifliğe sübjektif bir anlam verir ve
dolayısıyla, aynı zamanda kendi öz sübjektifliğine objektif bir anlam verir. Bu
koşullarda, kendisi için kendinde ve kendinde kendisi için haline gelir. Oysa,
bizzat buradan, otantik olarak kendilik bilincine ulaşır.
Sonuç olarak, her biri,
diğeri ona karşıt bilinç olarak var olduğu için kendilik bilinci olarak vardır.
Birey, ancak diğerinin vasıtasıyla kendilik bilinci olarak kendini tanır.
Ancak, kendilik bilinci olarak var olmak için, arzulayan bilinç olarak
diğerini inkar etmek gerekir. Arzulayan öznenin bilinçlenmesi, tanınmak
isteyen bir başka arzulayan bilince karşı olduğu ölçüde anlam taşır.
Kaynak: Kojev, 1991; Dor, 1985.
Yukarda
özetlediğimiz ve bu konuda daha önceki bölümlerde gözden geçirdiğimiz (Mead,
Zazzo, vb.) düşünceler kimliğin oluşumunda aynayla ve diğerleriyle ilişkinin
önemini göstermektedir. Aynayla ilişki, çocukluk yıllarında çocuğun aynada
yansıyan görüntüsüyle, daha sonraki yıllarda ise diğer insanların bireye
ilişkin değerlendirmelerinde yansıyan görüntüyle ilişki biçimini almaktadır.
Bu ilişki
büyük ölçüde, bir imgeyle özdeşleşme ilişkisidir; ayna aşaması Ben’in (Je,
I) fonksiyonunun oluşturucusu olarak, insanın bir imgeyi üstlendiğinde,
kendini bir geştalt olarak oluşturduğunda meydana gelen bir dönüşümün
ifadesidir. Aynanın önüne geçtiğimde, aynanın yüzeyindeki görüntüden kendime
ve kendimden ise bu imgeye varabiliyorum.78
İnsanın
imgesiyle özdeşleşmesi, eski çağlardan beri önemli bir kaygı konusu olmuştur.
Bu kaygının en belirgin işareti Narsis Mitosudur.
Narsis
mitosunun klasik versiyonunda, Narsis, çocukluğundan beri bir aynada kendi
görüntüsünü hiç görmemiştir; Kâhin Tiresias, Narsis'in kendi yüzünü görmediği
sürece yaşayacağını söylediğinden ana-babası (Lephisos ırmağı ve Liriopa adlı
Nympha) onu yansıtıcı yüzeylerden uzak tutmuştur. Bir gün, Nympha Echos’un
aşkını geri çeviren Narsis, tanrıların gazabını üstüne çekmiş ve başı boş bir
gezgin gibi dolaşmaya mah
kûm
edilmiştir. Susuz bir durumda oradan oraya dolaşan Narsis, bir su kaynağında su
içmek isterken, kendi yüzünü görüp âşık olur ve ölür. Bu klasik versiyonda, Mc
Luhan’a79 göre öykünün odak noktası, insanın (Narsis) kendisinin bir
başka malzemeden yapılmış uzantısı (sudaki uzantı, imaj, resim) karşısında
duyduğu hayranlıktır; bu uzantının cazibesidir.
Buna karşılık
Baudrillard'dan aktardığımız Pausanius'a ait olan Narsis mitosunun diğer
versiyonunda, bir ikiz figürü vardır. Narsis suyun yüzeyinde kendi yüzünü ve
bir bakıma kendi yüzünde ikizinin yüzünü görür. Burada kendine aşkı diğerinin
aşkıyla karışır; bir tür ego-alter, ben-diğeri ilişkisi vardır; Narsis
diğerinde kendini, kendinde diğerini sever. Bu anlamda kendi kendini sevme
olarak narsisizm, kişilerarası ilişkilere gönderir.
Aynı bir
mitosun iki versiyonu arasındaki farklılık, bir bakıma Descartes ile Hegel
arası farklılığı ortaya koymaktadır. Descartes’ın anlayışında, öznenin, kendi
eyleminin aktörü olarak kendi bilincine varması sözkonu- sudur; burada, kimlik
duygusu özne-ben’le (Je, I) ilişkilidir; Erikson’un deyişiyle (1972)
“tutarlı bir kimliğe sahip olduğum bir deneyim evreninin merkezi olduğumu
hissetmem; düşündüğümü ve gördüğümü ifade edebileceğimi hissetmem söz
konusudur”; bu, ben’in (Je, I) vücuduna, kişiliğine ve rollerine
ilişkin algısıdır; oysa Ego’da psiko-sosyal bir yan vardır; çünkü sosyal
ilişkiler içersinde oluşur; bedeninin veya kendinin bilincine varan veya dış
bir çevre karşısındaki izole bir ben değil, sosyal modeller, değerler ve
normlarla etkileşim içindeki bir ben sözkonusudur.
Narsis
mitosunun ikinci versiyonunda, bireyin benlik kavramı diğerlerinin tepkilerine
göre şekillenir. "Toplum, insanlara kendi imgelerini veya kendilerine uyan
etiketleri keşfettikleri bir ayna tutar" (Gergen ve Ger- gen, 1981); bu
sosyal ayna, özellikle bireyin kendi kapasitesi, kompetan- sı ve kalitesine
ilişkin algılarının bir sonucu olan öz-saygıyı şekillendirir.
Diğerlerinin
aynasında yansıyan görüntü, kuşkusuz, her zaman olumlu değildir. Erikson
(1968, 1972) insanlarda bir mesafe koyma ihtiyacından söz etmektedir; bu
ihtiyaç, insanın kendisi için tehdit edici görünenleri dışlama ve hatta yok
etme eğilimlerini ifade etmektedir. Bu ihtiyacın güçlenmesi, mahremiyet ve
dayanışma alanını güçlendirmeye; tanıdıklar ve yabancılar arasındaki küçük
farkları fanatikçe abartmaya yol açmaktadır. Dolayısıyla, aynaların
manipülasyonu yönünde genel bir eğilimden söz edilebilir. Ancak, bu her zaman
mümkün değildir; özellikle negatif bir kolektif kimlik kavramı söz konusu
olduğunda. Psiko-sosyal kimlik her za
man pozitif
nitelikler içermez; bireyin kaçınması gereken negatif nitelikler de içerir;
kolektif kimlik, bu olumlu ve olumsuz yanların gerilim yeri, çatışma yeridir.
Bu çift kutupluluk, kültürel kimlikler arası ilişkilerde etkilidir; sömürülen,
hâkim olunan bir azınlığa mensup birey, başat grubun pozitif kimliğini
ulaşılamaz ideal bir model gibi görür ve başat grubun ona gönderdiği negatif
kimlik ile kendi grubunun negatif kimlik öğelerini çakıştırır. Başat grubun bu
negatif kimliği azınlığa yüklemesi ve işlemesi, hem onun hâkimiyetini meşrulaştırır,
hem de kendi negatif kimliğinin projeksiyonunu sağlar. Diğerine yansıtılan bu
negatif kimlik, diğer uluslar karşısında kendi ulusal kimliğini veya diğer
kolektif kimliklere karşı kendi kolektif kimliğini saflaştırma, birleştirme ve
rahatlama imkânı verir80 ve ulusal/kolektif kimlik, bastırılmış veya
kötü görünen öğelerinden sıyrılır (Mitscherlich, 1969). Negatif kimliğe karşı
azınlık gruplarının tepkileri, bazen saldırgan tutumlara yol açar. Nitekim
Amerikalı zencilerde, beyazlara ait olan şeylerin toptan reddi ve ayrılıkçılık
yönünde gözlenen bazı tepkiler, bu çerçevede değerlendirilmiştir (Klineberg,
1978): Örneğin, bazı zencilerin sadece kendi kontrollerinde olan kafeler,
restoranlar istemesi, genç bir zenci çocuğun "bu, beyazların kitabı"
diyerek elindeki cebir kitabını atması gibi tepkiler.
Kimlik,
çeşitli öğelerin bir bütünü olduğu kadar, bu öğelerden her biri için de
kimlikten söz edilebilir. Son zamanlarda giderek önemli bir kaygı konusu
haline gelen vücut ya da beden imajı, kimliğin önemli bir bileşeni ve hatta
başlı başına bir kimlik olmuştur. Bunun temel bir nedeni, pek çok insan
açısından kimlik göstergelerinin daha ziyade vücutta toplanmasıdır. İnsanlar
hakkındaki izlenimlerimizin oluşumunda, yani diğerinin, Ötekinin algısında bu
tür işaretler, etrafımızdaki dekorla birlikte görüntümüz sanılandan çok daha
etkili olmaktadır.
Jodelet’nin
(1994), bir uçak kazası, gökdelen yangını, gemi batışı, trenin raydan çıkışı
gibi konuları işleyen katastrof filmleriyle ilgili betimlemesi hepimizin aşina
olduğu durumların resmini çiziyor. Tüm bu filmlerdeki ortak şemaya göre, filmin
başında, felaket öncesinde muhtemel kurbanlar takdim edilir, yaptıkları işler,
boş zaman uğraşları, zevkleri, eğilimleri, diğerleriyle mevcut veya yeni
gelişen ilişkileri (aşk, dostluk veya çalışma arkadaşlıkları), felaketin
geleceği yerin atmosferi, aktörlerin heyecanları, huyları, kişilikleri
yansıtılır. Ve her birinin psikolojik veya moral özelliklerini, sosyal
statülerini yansıtan fiziksel özellikleri resmedilir. Tüm bunlar bir dekor ve
‘iklim’ oluşturduğu gibi, felaket sırasında kişilerin başına gelecekler
hakkında da bazı ipuçları verir. Bu tür filmlerin tiryakisi olanlar,
kimin nasıl
davranacağını (diğerlerine yardım etme, kendi başının çaresine bakma, korkma,
kaçma, aktif veya pasif olma, liderlik etme, vb) önceden kestirebilir (Bu
tahminler, psikolojik senaryolar kavramıyla da bağdaşmaktadır). Film
yapımcıları, ne yaptıklarını iyi bilmektedir. Tıpkı günlük yaşamda etrafımızda
olan biteni nasıl yorumluyorsak filmi seyrederken de aktif olarak filmin
akışına katılıyoruz. Günlük hayatta kullandığımız ipuçlarını kullanıyoruz:
Elbiseler, giyim tarzları, yüz ifadeleri, jestler, tavırlar, karakterler,
niyetler, yetenekler, vb (1994, s. 51).
Yalın bir
ifadeyle, vücudun bir dili vardır; hatta vücudun bir gösterge sistemi olması
anlamında bir dil olduğu da söylenebilir. Vücut dili, doğal değildir; algılanan
vücut sosyal olarak kodlanmıştır; vücut Batı kültüründe, Bourdieu (1979)
anlamında bir habitus’un81 alanıdır, yani kültürün yatırım
alanıdır, vücudumuz, bilincimizin öncesinde ve ötesinde kültür tarafından ele
geçirilmiştir. İnsanın, kendi vücudunu, kültürün dolayımıyla sahiplendiğini
belirten Tap’ın analizi (1988; s. 188-190), tarih boyunca insan vücudunun,
mitolojilere, dinlere, ideolojilere ve dönemlere göre farklı şekillerde
kavramlaştırıldığını göstermektedir: Bu çerçevede, bedeni bir mikrokozmos
olarak (beden-ruh düalizminde, bedenin, sıyrılınma- sı gereken dünyanın bir
parçası gibi anlaşılması) veya insan psikolojisinin aynası olarak bakan
(vücut yapılarının analizinden karakter analizi çıkaran morfopsikolojik
teoriler); bedeni insanın ifadesi sayan (anlamlarla yüklü vücudun
konuşan bir şey gibi görülmesi) veya sahip ya da hakim olunan
bir şey olarak gören (günümüz tıp, eğitim ve bilim ortamlarında, vücudun özen,
bakım gösterilen bir değer olarak yüceltilmesi) anlayışlara varıncaya dek bir
dizi anlayışa işaret edilebilir.
Sosyal
psikoloji açısından, özellikle vücudun sosyal anlamları önem taşıyor. Jodelet
(1994), diğerleri hakkındaki ipuçlarının sosyal karşılaştırmada ve dolayısıyla
kendimiz ve diğerlerinin kimliğinin kavranışında da önemli rol oynadığını
belirtiyor. Çünkü kimlik/benlik kavramımız, diğerleriyle etkileşim içinde
oluştuğu ölçüde, bu etkileşimlerde devrede olan izlenimler, kestirimler,
kategoriler, hepsi de az ya da çok oranda dışa yansıyan göstergeler temelinde
şekillenmektedir. Hemen her şey, diğeri hak- kındaki hipotetik inşalarımıza
malzeme olmaktadır. Öte yandan sosyal karşılaştırma teorisinin genel bir kabulü
dikkate alınırsa, insanlar ’’kendilerini kıyasladıkları diğerlerinin görüşüne
yaklaşmak veya onları kendi görüşlerine yaklaştırmak isterler”. Böylece bir
‘tekbiçimlileşme’ etkisi doğar. Jodelet’ye (1994, s. 52) göre bu teori insanın
kendi bedenini değerlendirmesine de uygundur: İnsan bedeni, hem estetik
normlara ve sağlıklı-
II. Kimlik İnşası
yaşam
gereklerine tabi olması bakımından, hem de fiziksel, entelektüel, sosyal
etkinlikler planında bazı performans normlarına tabi olması nedeniyle, insanın
öz-takdirinin ayrıcalıklı ve sürekli bir konusudur. Vücut göstergeleri sosyal
olarak kodlanmıştır. Sosyal normların etkisi bazen öylesine güçlüdür ki, ayna,
boy ölçü aleti veya tartı gibi objektif değerlendirme araçları yararsız
kalmaktadır. Zira bunlar sadece silueti, kiloyu, boyu gösterse de, kendisinde
bir değer oluşturmamaktadır. Önemli olan diğerlerinin görüşüdür.
İmaj
uygarlığının ve benlik teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, insanın
görüntüsü önemli bir kaygı konusu ve insan vücudu da bir yatırım alanı haline
gelmiştir. Çeşitli sosyal bilimlerin yanısıra, söylemler, metinler, imajlar ve
anlamları konu alan semiotik veya semioloji gibi nispeten daha yeni olan bazı
disiplinler insan vücudunu, özel bir inceleme konusu olarak seçmiştir.
Semiotik, vücudun bir gösterge, metin, söylem, imaj, anlam objesi haline
dönüşmesini ele almaya ve ‘vücut figürleri’ tipolojisi oluşturmaya çalışmıştır.82
Bu bakış
açısında, basitleştirirsek, tensel ve anlamsal vücutlar ayırde- dilmektedir.
Fontanille (2005) bir eylemin öznesi olarak insanda Soma ve Sema adları
altında ikili bir kimlikten söz eder. Birincisi, bir hacim olarak mekânda yer
kaplayan, maddi içtepilerin kayıt yeri olan, duyumsal-de- vimsel nitelikli
etten-kemikten vücuttur (buna beden diyelim). İkincisi anlam planında
oluşan, sürekli olarak dilde inşa edilen vücuttur. Fontanille’e göre,
birincisi, eylemde bulunan (fail) Ben’in tözü (substrat), İkincisi ise onun
Benliğinin taşıyıcısıdır (s. 22). Konuşma (edimi) sırasında Ben, sözcükleri
sıralayan, eklemlendiren, kekeleyen somut bireye tekabül eder; bu aynı zamanda,
söylemin koordinatlarının işaret noktası, söylemin referans merkezidir. Kısaca
Ben, Egonun andaki baskı ve gerilimlerine tabi referansı ve salt duyumsal
yanıdır. Benlik ise, Egonun söylem esnasında ve söylemle şekillenen, oluşan
kısmıdır. Bu kimlik, Ricoeur83 tarzında, iki şekilde inşa edilir (s.
23); bir yandan tekrarla, benzerlikle, geçici kimlikleri sürekli bir araya
getirerek inşa olur (Soi-idem), öte yandan aynı bir yönü sürdürerek ve
koruyarak inşa edilir (Soi-ipse). Bu analiz, kimlik inşasının bazı yönlerini
aydınlatmanın ötesinde, kişisel veya kolektif kimliğe nazaran çok daha tensel
gibi görünen vücut kimliğinin bile basit fiziksel özelliklere
indirgenemediğini ve bir inşa ürünü olduğunu göstermektedir.
DİPNOTLAR
16. G. Jahoda (2005): Des origines de l'antagonisme envers les ‘Autres’,
in L Autre, Regards Psychosociaux, PUG, Grenoble, s. 49-72 (originali: On
the origins of antagonism towards 'The Others’, Zeitschrifi fur Ethnalogie,
127 (2002)
17. Atakoti ya da Attakotiler, MS. IV. Yüzyılda Roma döneminde
Iskoçya'dan gelerek Büyük Britanyayı işgal eden kabilelerden biridir
18. R. Meyran (2003), Antropologie: L’avenement des cultures, in Sciences
Humaines, n. 143, nov.2003, s. 24- 26
19. J.L. Beauvois (1999): Les composantes collectives de la personne, in
La Construction Sociale de la Personne (ed. J. L. Beauvois, N. Dubois ve
W. Doise), PUG, Grenoble, s. 5-18
20. S. Teixido (2003), Franz Boas; le perede 1'anthropologie culturelle,
in Sciences Humaines, n. 138, mai..2003, s. 44-46
21. Ruth Benedict bu tipolojiyi II. Dünya Savaşı sonrası. Krizantem
ve Kılıç adıyla Türkçeye çevrilen kitabında ve Japon kültürünü analizde
kullanmıştır
22. Bkz. Sciences Humaines, özel sayı, 2001,
23. R. Meyran ,a.g.e., s. 26
24. C. Halpern: Faut-il en finir avec l’identit^, Sciences Humaines
n. 151, juillet 2004, p. 12-16
25. M. Gauchet (2002): La Democratic contre elle-meme, ed. Gallimard,
Paris s. 256
26. M. Foucault (1993): Qu’est-ce que les Lumieres, Magazine
Litteraires, n. 309, 1993, s. 67
27. Ch. Taylor (1994): Multiculturalisme, Difference et Democratic,
ed. Aubier, 1994
28. J. C. Kaufmann: L'Invention de Soi, Armand Colin, Paris, 2004
29. M. Gauchet: Les deux sources du processus d’individualisation. Debat,
n. 19, 2002
30. J. C. Kaufmann, (2004), age., s. 19-20
31. Fransa’yla ilgili birkaç tarih vermek gerekirse şunlar not
edilebilir: Kilise tarafından vaftiz kayıtlarının tutulmaya başlanması, XIV.
yüzyıl; bu uygulamanın genelleşmesi 1539; mülki idareler tarafından tutulacak
medeni nüfus kayıtlarına geçiş, 1792; kızgın demirle damgalamanın yasaklanışı
1832; çingenelerin ve diğer göçebelerin antropometrik kimlik karnesi taşıma
mecburiyetinin ihdas edilmesi, 1912; sabıka kaydının tesis edilmesi 1850;
Yahudi- lere, ayrımcı bir anlayışla ’Yahudi’ mansiyonu taşıyanözel kimlik kartı
taşıma mecburuye- tinin konması, 1940; genel kimlik kartı uygulaması 1940’ların
başı, vb
32. Fevzi Demir; Osmanlı kimliği üzerine OsmanlI’nın son tartışması:
Osmanlının hüviyet cüzdanı nasıl olmalı?, Kebikeç, sayı 10, 2000, s.
239-254
33. A. Ehrenberg: L'lndividu Incertain, Pluriel, Hachette, 1995
34. A. Ehrenberg: La Fatigue d'Etre Soi, ed. Poches Odile Jacob,
1998
35. Kaufmann age’den alıntı, s. 83
36. B. Cyrulnik (1996): Angoisse, salaire de la liberte, Nouvelle
Observateur, s. 13. 1996
37. M. Gauchet, 1998; s. 90
38. Kaufman, age., ve ayrıca Bkz. Beauvois, J.L.: Les Illusions
Liberales, Individualisme et Pouvoir Social, ed. Presses Universitaires de
Grenoble, Grenoble, 2005
39. P. Y. Cusset: Avant-Propos, Individualisme et Lien Social, Revue
de Problemes Politiques et Sociaux, n. 911, avril 2005, s. 5-10
40. Z. Bauman: Vivre dans la modernite liquide, Sciences
Humaines, n-168, nov. 2005. s 34- 37
41. U. Beck: La Societe du Risque. Sur La Voie d’une Autre Modernite,
Flammarion, coll. Champs, 2003)
42. N. Elias: La Societe des Individus, ed. Pocket, coll. Agora,
1997, s. 34
43. R. Sennett: Les Tyrannies de I’lntimite. Seuil, coll. Couleur
des Idees, 1979 (s. 11-13 ve 273-276)
44. R. Sennett: Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları.
İstanbul. 1996
45. Örneğin self-concept, self-acceptance, self-assessment,
self-competence, self-awareness, self-esteem, self-evaluation, self-definition,
self-effacement, self-existence, self-identitiy, self-improvement,
self-enhancement, self-presentation, self-monitoring, self-knowledge,
self-image, self-reflexivity, self-realisation, vb.
46. N. Bilgin: Sosyal Psikoloji Kavramlar ve Yaklaşımlar Sözlüğü,
Bağlam Yayınları, İstanbul, 2003, s. 168-170
47. J.R. Searle: The Costruction of Social Reality, Free Press,
1995, New York
48. R.Girard: Mensonge Romantique et Verite Romantique, editions
Grasset, Paris, 1961
49. Edebi bir eserde, M. açıklanmazsa ‘romantik yalan', açıklanırsa
‘romanesk hakikat- söz konusudur. M, özneyle arasında bir rekabet
olduğunda yakına, olmadığında ise uzağa konumlanır. Girard, analizine Don
Kişot ile Sanço Panza arasında geçen bir konuşmayla başlar. Don Kişot, Amadis
De Gaule (aracı) gibi yapmak, onun gibi olmak istemektedir, ama romanda Amadis
De Gaule, dış (externe) bir aracıdır, uzakta konumlanmıştır. Oysa Kırmızı ve
Siyah'ta M de O'yu isteyen bir iç aracıdır (mediateur interne) ve bu nedenle
Öznenin rakibi, engel modelidir.
50. J. P. Dupuy: Paradoxes de l'erreur creatrice, Prospective et
Sante, n. 21, printemps 82, s. 31-38
51. Flaubert’in komplo anlayışı için zikrettiği Schiller’in sözü buraya
da uygun düşmektedir: "Bölük pörçük konuşmalar, tesadüfe bağlı
karşılaşmalar, muhayyilesi olan insanın gözünde en açık seçik kanıtlara
dönüşür, eğer gönlünde onu yakan bir ateş varsa”.
52. Stendhal: Le Rouge et le Noir, Le Livre de Poche, 1958
baskısı
53. N. Bilgin, age., s. 292-294
54. Sosyolojik literatürde "kendi kendini gerçekleştiren
kehanet" (self-fulfilling prophecy) olarak adlandırılan bu
mekanizma, sosyal olguların, insanlardan bağımsız ya da objektif bir
gerçekliğinin bulunup bulunmadığı tartışmalarında anahtar bir kavram niteliği
taşımaktadır. Kendini gerçekleştiren kehanet kavramı, ilk kez 1948 yılında
yazdığı bir makaleyle Merton tarafından ortaya atılmıştır. Merton bu kavramı,
başlangıçta hatalı olan bir durum tanımının yeni bir davranışa yol açması ve bu
davranışın başlangıçtaki yanlış tanım veya yargıyı doğru hale getirmesi olarak
tanımlamıştır. Bu kavram, çeşitli sosyal durumların analizinde kullanılmıştır,
örneğin borsa endekslerindeki dalgalanmalar veya dünyadaki silahlanma yarışındaki
tırmanmalar gibi
55. D. Martinot: Le Soi; Les Approches Psychosociales, ed. PUG,
1995, Grenoble
56. Bu, Cooley'in 'ayna ben'ine tekabül eder.
57. Örneğin Jones ve Davis, Uyuşan Çıkarsamalar Teorisi olarak bilinen
atıf teorilerinde, belirli bir davranışın, sonuçları itibariyle sosyal olarak arzulanırlığının
yüksek, yani herkes tarafından yapılan türden bir davranış olması halinde kişi
hakkında bilgilendirici olmadığım; tercih edilen bir davranışın o davranışı
yapan kişinin tekil özellikleri, niyeti ve kişisel eğilimleri hakkında bilgi
vermesi için, aynı koşullardaki başka kişilerce de yapılan türden bir davranış
olmaması, kişinin başka seçenekleri ve kapasitesi varken yapılması gerektiğini
belirtmektedirler.
58. Bu gözlem, geştalt psikolojisinin algısal ilkeleriyle de
örtüşmektedir.
59. J. C. Croizet et D. Martinot: Stigmatisation et estime de soi, in Mauvaises
Reputations (Ed. Croizet ve Leyens), Armand Colin, Paris, 2003, ss. 25-59
‘den alıntı.
60. Croizet ve Martinot, a.g.e.
61. Moscovici, S. (2002): Pensee stigmatique et pensee symbolique. Deux
formes elemantaires de la pensee sociale, in Les Formes de la Pensğe Sociale
(ed. C. Garnier),PUF, Paris, s. 21-54
62. J, C. Croizet ve J. P. Leyens: Introduction; Mauvaises
Reputations, age., s. 13
63. J. C. Croiset ve Th. Claire: Les enseignants contribuent-ils aux
inegalites sociales?, in Mauvaises Reputations, age., ss. 145-174 ,(s.
153)
64. J. C. Croiset ve Th. Claire: Les enseignants contribuent-ils aux
inegalites sociales?, in Mauvaises Reputations, age., s. 145-174, Bkz. R
Rosenthal: On the social pschology of the self-fulfilling prophecy:
Furtherevidence for Pygmalion effect and their mediating mecan- ismes. New
York, MSS Modular Publications, 1974
65. J. C. Croiset ve Th. Claire: Les enseignants contribuent-ils aux
inegalites sociales, age, s. 158
66. Daha sonra yapılan bazı araştırmalar, Pigmalion Etkisi'nin okul
başarısındaki etkisinin kısmi olduğu yönünde sonuçlar vermiştir. Bkz. L.
Jussim, J. Eccles ve S. Madon (1992): Social perception, social stereotypes and
teacher expectations: Accuracy and the quest for the powerful self-fulfilling
prophecy, in Advances in Experimental Social Psychology (ed. M. P.
Zanna), vol. 28, San Diego, Academic Press, ss. 281-388
67. J. C. Croizet et D. Martinot: Stigmatisation et estime de soi, age.,
s. 25-59; J. C. Croiset ve Th. Claire: Les enseignants contribuent-ils aux
inegalites sociales, age, s. 168-169; M. Desert ve J. P. Leyens: L’affirmation
de soi et du groupe chez les personnes stigmatisees, in Mauvaises Reputations,
age , s. 235-255
68. Bu görüş Jussim, Madon ve Eccles (1997) tarafından deneysel olarak
test edilmiştir.
69. Croizet ve Claire, age., s. 175
70. Croiset ve Claire, bunun öğretmenler için de söz konusu olduğu
görüşündedir ; zira ideolojik görüşleri ne olursa olsun, öğretmenler de
öğrencilerin performansları konusunda, durumdan ziyade içsel atıflara
(öğrencinin dispozisyonu. kapasitesi, yetenekleri) meyillidir; bu güç
dengesizliği, öğrencinin, öğretmen beklentilerini çürütme olanağını zayıflatmaktadır;
üstelik benlik imajlarını inşaa sürecindeki çocuklarda, bu olumsuz beklentilere
karşı direnme kaynakları da oldukça zayıftır (age., s... 173)
71. D.M.Marx ve P.A.Goff: Clearing the air. The effect of experimenter
race on target's test performance and subjective experience, in British
Journal of Psychology, v. XLIV. no: 4, 2005, s. 645-657
72. Steele (1997) tarafından ortaya atılan bu görüş "tehdit edici
stereotip teorisi' (stereotype threat theory) olarak anılmaktadır.
73. Mead’in vurguladığı "kendini bir obje olarak kavrama' yetisi,
ilginç bir şekilde insanlık tarihi açısından moderniteye geçişin ayırdedici
özelliği olan "refleksif düşünce’ kapasitesi ile örtüşmektedir.
Berikisinde de, kendine dışardan bakabilme,kendidışındaçıkabilme (bootstrapping
olgusu), desantrasyon esastır.
74. Quere'ye (1987) göre Mead'in görüşleri, demokrasiyi, insanlar arası
ilişki ve iletişim planında ele almakta ve kişiler arası gerçek iletişimin
demokratik bir toplumu gerektirdiğini vurgulamaktadır. Eğer insani iletişim
mükemmellik derecesinde geliştirilebilirse, bireyin, toplulukla bilinçli olarak
uyandırdığı tepkinin aynısını kendisinde taşıdığı bir demokrasiye ulaşılabilir.
Demokrasinin ideali, iletişimin idealiyle çakışmaktadır. Demokrasi, her insanın
tüm diğerlerinin bakış açısını benimseme kapasitesi üstüne dayanan rasyonel bir
söyleme, evrensel bir söyleme izin veren ve benlik oluşumunun bütünüyle
geliştiği, yani "diğeri"inin perspektifini kabul ederek kendi
davranışını ayarlayabilen rasyonel bireylerden oluşan bir topluluğun
organizasyon biçimini gerektirir. İletişim bu tür bir ideale sahiptir. Çünkü
sosyal işbirliği, iletişimi gerektirir ve iletişim, vasıta olarak anlamlı
semboller kullanır; dolayısıyla diğer insanların tutum veya perspektifinin
kabul edilmesi sürecine dayanır.
75. D. Jodelet: Le corps, la personne et autrui, in Psychologie
Sociale des Relations d Autrui (ed. S. Moscovici), Nathan Üniversite,
Paris, 1994, s. 41- 68
76. Dubar, C. (1991): La Socialisation, ed. Armand Colin, Paris,
s.7
II. Kimlik İnşası
77. C. Halpern: Faut-il en finir avec l'identıte, Sciences Humaines
n. 151, juillet 2004, p. 12-16
78. Ancak bunu kollektif kimlik düzeyine aktardığımızda, bir sorunla
karşılaşırız. Kollektif kimliğin inşası söz konusu olduğunda, aynanın önünde
kim vardır? Hiç kimse ya da kurgusal bir topluluk. Ama bu topluluğun sınırları
ve dış hatları belirsizdir; bir geştalt yoktur. Kollektif kimlik arayışında,
aynanın önündekini düşlemek, tasarlamak ve üretmek gerekir. Bu nedenle, ulusu,
ulusallaştırma eylemi ve komüniteyi komüniteleştirme eylemi olarak anlamak
mümkündür.
79. M. McLuhan: Pour Comprendre les Media, 1968, ed. Seuil, Paris
80. Batılı ülkelerin, insan hakları adına diğer toplumlara müdahaleleri,
psikolojik planda, bu açıdan da yorumlanabilir.
81. Bourdieu'nün sosyal olguları analizindeki temel araçlardan biri
olanHabituskavramı,günlük yaşamda kişilerin davranışlarını, bu kişilerin
bilincine varmadığı bir şekilde etkileyen bir tür sosyal bilinçdışı olarak
tanımlanabilir. Çeşitli konulardaki sosyal alışkanlıklar bütününü ifade eden
habitus, bu alanlarda yapılması ve yapılmaması, söylenmesi ve söylenmemesi
gerekenleri göstermektedir. Vücut bu alanlardan biridir. P. Bourdieu (1979): La
Distinction. Critique Sociale du Jugeinent, eds. Minuit, Paris ve
Remarques provisoires sur la perception sociale du corps, Ades de la
Recherche, n. 14, 1977, s. 51-54
82. Bkz. J. Fontanille: Soma et Serna: Figures du Corps, ed.
Maisonneuve & Larose, Paris, 2005
83. P. Ricoeur. Soi-tneme, comtne un Autre, editions Seuil,
Paris, 1990
III. ötekinin icadi ve
“Sözlükler, politik
mitolojiyle irileşir”
P.
Bourdieu
Kimlik,
insanın kendini tanımlaması ve konumlaması olarak ele alındığında, bir birey
veya gruba ilişkin bir resim ve bir adres ifade ettiğini belirtmiştik. Bundan
önceki bölümlerde, insanın kendini nasıl kavradığı ve kim olduğu hakkındaki
tanımlarını nasıl oluşturduğu konusunda odaklaş- tık. Bu bölümde kimliğin
inşası, birey veya grupların sosyal ilişkiler bağlamında kendini konumlaması
açısından ele alınmaya çalışılacaktır. Kuşkusuz, kimlik kavramımızda, bu iki
yan içiçe bulunmakta ve genellikle, resmimiz adresimize, adresimiz de resmimize
ilişkin yanlar içermektedir. Ancak adres fikri otomatik olarak bir koordinatlar
sistemini varsaydığından, kimliğin konumlama boyutu, esas olarak diğer kişi
veya gruplarla ilişkiler zeminine oturmaktadır.
Buradaki
adres fikri, sabit ve herkes için aynı mesafede olan bir adresi ifade etmiyor.
Bazı kişi veya gruplara yakın, diğerlerine uzak olduğumuz bir yerde duruyoruz
ve üstelik sabit, hareketsiz bir tarzda da kalmıyoruz. Dolayısıyla diğerlerine
olan mesafemiz, zaman içinde değişiyor. Diğerleriyle tümden bütünleşme ve
kökten farklılaşma uçları arasında gidip gelen ilişkilerimiz, farklı düzeylerde
yaşanıyor. Diğerleri, dost veya düşman, benzer veya farklı, tanıdık veya
yabancı, müttefik veya hasım, ortak veya rakip, yanımızda veya karşımızda,
sıcak veya soğuk, yakın veya uzak olarak dünyamızda yer alıyor.
Her halükarda
kimliğimizi inşa etmek için diğerlerine ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyacın anlamı
ve çeşitli yanları, bundan sonraki incelememizde ele alınacaktır.
III. 1. Sosyal Karşılaştırma
“Bir şeyden diğerine
dolaşan gönlüm, onu okşayanlara bağlanıyor, özdeşleşiyor”
Rousseau
Kişiler arası
ilişkilerin gözlemi, insanda iki temel eğilimin varlığını göstermektedir.
İnsanlar, diğerleriyle ilişkilerinde, bir yandan onlara benzemek, onlarla
bütünleşmek, onlar gibi olmak, onlardan geri veya aşağı kalmamak yönünde çaba
göstermektedir; diğer yandan ise onlardan farklılaşmak, onlarla aynı olmamak,
onlardan daha önde, ileri veya üstün olmak isteği taşımaktadır. Tüm bunlar,
gruplar içinde cereyan etmektedir.
İnsanın
belirli bir andaki duygu ve talepleri ister diğerleriyle benzeşme, isterse
diğerlerinden ayrışma yönünde olsun, her şeyden önce kendini onlarla
karşılaştırması gerekir. Monteil’e (1993) göre, insanın kendini anlaması, yani
benlik kavrayışı için diğerleriyle karşılaştırmaya gitmesi gerektiği fikri,
düşünce tarihinde Aristoteles’e (Nicomaque Etiği) kadar uzanmaktadır. Kendini
diğerleriyle kıyaslama, yani sosyal karşılaştırma, daha sonra tekrar tekrar
değineceğimiz üzere, hem zihinsel, hem de mo- tivasyonel bir temele dayanan
zorunlu ve hatta evrensel bir İnsanî özellik gibi görünmektedir. Bazı yazarlara
göre sosyal etkileşimin hemen hemen kaçınılmaz bir öğesidir. Bu nedenle, sosyal
karşılaştırma olgu ve süreçleri, uzun zamandan beri sosyal psikologların
üzerinde çalıştığı bir alan olarak gelişmiştir.
Bu alanda ilk
teorik çalışmalar, 1950'li yıllarda Festinger tarafından ortaya konmuştur.
Festinger (1954), bu çerçevede şu tür sorulara cevap aramıştır: Niçin insanlar
diğer insanlarla karşılaştırmaya giderler? Kimlerle karşılaştırma yapılır?
Sosyal karşılaştırmanın kişiler açısından sonuçları nelerdir?
Festinger’in
temel varsayımına göre bireyler kendileri hakkında bir kanaate varmak için
görüşlerini, değerlerini, yeteneklerini veya duygularını değerlendirme ihtiyacı
hissederler. Bu ihtiyaç objektif yollardan giderilemediğinde, kendilerini
diğerleriyle karşılaştırarak bir fikre varmaya çalışırlar. Demek ki
Festinger’in hareket noktası, insanların görüş ve yeteneklerini değerlendirme
güdüsüne sahip oldukları, bunun için diğer insanların görüş ve yetenekleriyle
kendilerininkileri karşılaştırdıkları varsayımıdır. Festinger insanların
karşılaştırma için daha ziyade kendilerine benzer
olanları
seçtiklerini öne sürer. Bu anlayışta insan, öz-değerlendirme ihtiyacına sahip
bir varlık olarak kavramsallaştırılır. Günlük yaşamımızda, değerlendirmemize
esas olacak objektif ölçütler genellikle bulunamadığından, referans noktası
olarak diğer insanları ve özellikle de bize benzer olanları seçeceğimiz
öngörülür; sözgelimi muhafazakâr bir partiye oy veriyorsak, politik
görüşlerimizi liberal veya sosyal demokrat biri yerine, muhafazakâr görüşlü
bir başkasıyla tartışırız; ortalama düzeyde bir satranç oyuncusu isek, bir
satranç şampiyonu veya bir acemi yerine kendi ayarımızda (belki bizden biraz
daha iyi) bir oyuncuyla oynamak isteriz.
Sosyal
karşılaştırma, sosyal bağlanma sürecinin önemli işlevlerinden biri sayılmış ve
grupların oluşumunun açıklanmasında anahtar bir kavram olarak kullanılmıştır.
Bu anlamda, “kimlik ile aidiyet arasında kişisel ve kültürel bir denge
sağladığı” (Leyens, 1979) vurgulanmıştır. Bu nokta sosyal karşılaştırma
teorisinde daha sonraki yıllarda önem kazanan ‘benlik doğrulaması’, ‘benlik
değerini yüceltme’ (self-enhancement) ya da ‘öz-geçerlik ihtiyacı’
kavramlarıyla ilişkilidir. Bu yeni teorik versiyona göre, insanlar kendilerini
objektif olarak değerlendirmek isterler, ama aynı zamanda iyi/doğru/üstün
olduklarını da keşfetmek isterler.
Goethals ve
Darley (1987) öz-geçerliliğin sağlanması ihtiyacının sosyal karşılaştırma
olgularındaki rolünü, karşılaştırma yoluyla elde edilen enformasyonların
saptırılmasına ve atıflardaki yanlılıklara (self-serving biais) ilişkin
araştırma bulgularıyla desteklemektedir; grup ortamlarında yüz saklamak (face
saving), benlik sunumunu ayarlamak, sosyal karşılaştırmadan kaçınmak vb.
olgular da aynı şeye işaret etmektedir. Ortamın, kişinin öz-saygısına zarar
verebildiği ve cephe görüntüsünü veya “yüzünü kaybetme” olasılığının yüksek
olduğu ve üstelik yeni yetenekler edinmesine imkân vermediği bazı durumlarda,
insanlar aktif olarak sosyal karşılaştırmadan kaçınma yoluna gidebilir; yine
aynı şekilde, kişilik çizgileri hakkında olumsuz, tehditkâr enformasyonlar
alanlar, kendilerinden daha “kötü” durumdakilerle karşılaştırma yapmayı tercih
edebilir. Gerek sosyal karşılaştırmadan kaçınma, gerekse aşağı doğru
karşılaştırma eğilimi, özsaygıyı koruma ihtiyacının varlığına bağlanabilir.
Bu konuyla
ilgili olarak Wills (1981) insanların iyi olma duygularını, kendilerinden daha
kötü olan kimselerle karşılaştırma yaparak sürdürebileceklerini ileri süren
bir yaklaşım geliştirmiştir; buna göre aşağı doğru karşılaştırma isteği bireyin
iyi olma duygusu tehdit edildiğinde harekete
geçer.
Diğerlerini küçümseme ve hatta zarar vermeye çalışma veya sadece kendini daha
aşağıdakilerle kıyaslama tarzında somutlaşabilir.
Sosyal
karşılaştırma teorisi, insanların öz-değerlendirme, öz-geçerlik, öz-onay ya da
öz-saygı gibi güdülerle ilişkili bir sosyal bağlanma süreci içinde gruplar
oluşturduklarını varsayar. Toplumun, “benzerlik ilkesi”ne göre kendi kendini
küçük gruplar düzeyinde parçalayacağını ve benzer görüş ve yetenekteki
insanların aynı bir grup içinde toplanacağını öngörür. Bu durumda, her grup,
üyeleri arasındaki yetenek ve değerlilik düzeylerinin az çok benzer oluşu
nedeniyle, destekleyici bir ortama sahip olacak ve diğer gruplarla farklılığını
ya da karşılaştırılamazlığını a priori olarak sağlayacaktır.
Sosyal
karşılaştırma teorisi, Festinger’in ilk çalışmalarından bu yana geçen yaklaşık
40 yıl boyunca farklı yönlerde ilerleyip gelişmekle birlikte, bir bütün olarak
ele alındığında, “benzerlik” arayışı üstünde odaklaş- tığı söylenebilir. Ancak
bu teorinin, ilgilendiği psiko-sosyal olguları bütünde tüketmediği de açıktır.
Sosyal karşılaştırmada insanın kendisiyle diğerleri arasında sadece benzerlik
arayışını hedeflediği görüşü, gruplara öncelik ve ayrıcalık tanıyan bir bakış
açısını yansıtır. Sanki insan bir şeylere kıyasla “hep geç kalmış”, “treni
kaçırmış” ve “yetişmeye çalışan” bir varlık olarak kavramsallaştırılır. Böyle
olunca da, sosyal karşılaştırmanın, “eksik insan”ın başka “eksik insanlar”
bularak rahatlayacağı varsayılır. Oysa sosyal karşılaştırma süreçlerinin,
insanın kendisiyle diğerleri arasındaki farkların aranışına ve hatta inşasına
hizmet ettiğini gösteren gözlemler vardır. Örneğin yarışma ve rekabet
durumları, özellikle farklılık ideolojisinin yüceltildiği koşullarda, sosyal
karşılaştırmanın bu yanını daha çok öne çıkarır. Bu açıdan, sosyal
karşılaştırma, “ben, diğerlerinden eksik değilim”den ziyade, “ben,
diğerlerinden daha fazlayım” demenin bir yolu gibi görünür.
Yetenek ve
kişisel özelliklerimiz konusunda her zaman 'gerçeğin tarafsız izleyicileri1
olmayışımız (Arrowood, 1993), hiçbir zaman kendimizin dürüst bir
değerlendirmesine ihtiyaç duymadığımız anlamına gelmemektedir. Yeni kuramsal
yaklaşımda, bireylerin her zaman yanlı karşılaştırmalar yaptığı iddiası değil,
karşılaştırmanın cereyan ettiği duruma ve bağlama (Wood, 1996); sosyal
karşılaştırmayla ulaşılmak istenen hedefe (Wood & Taylor, 1991) göre
farklı karşılaştırmalar yaptıkları iddiası söz konusudur; dolayısıyla yeni
anlayışta, hedef ve durum yönelimli bir perspektif hâkimdir.
İkinci
olarak, Festinger’de karşılaştırma, kişinin kendi kapasitesi (yetenek,
istidat, vs) hakkında bir değerlendirme vasıtası iken, yeni araştırmalar sosyal
karşılaştırma ile benlik/kimlik ilişkisi, karşılaştırma durumları ve
stratejileri üstünde odaklaşmaktadır. Bu çerçevede bağlamsa! faktörler,
karşılaştırma durumlarındaki duygusal tepkiler ve benlik değerlendirmeleri
dikkate alınmaktadır. Örneğin, karşılaştırma durumları, öz-saygıyı azaltıcı
veya yükseltici etkilerine bağlı olarak kişilerin kendine ilişkin algılarını
değiştirmektedir. Bu yöndeki bulgular, benlik kavramımızın, sosyal bağlama
duyarlılığını yansıtmaktadır.
... Neden ve niçin karşılaştırma
Sosyal
karşılaştırma, durum ve olaylara bağlı bir etkinlik, bedava bir zihinsel çaba
değildir. Bir motivasyon ağından beslenir ve bir takım amaçlarla yapılır.
Nitekim pek çok araştırmacı, karşılaştırmanın temelinde çeşitli güdüler
aramakta ve özellikle üç temel güdü üzerinde uzlaşmaktadırlar:84
Kendini değerlendirme (self evaluation), kendini geliştirme (selfimprovement)
ve benlik değerini yüceltme.
Kendini
değerlendirme güdüsü: Festinger'in önemle vurguladığı bu güdü, insanların, görüş ve
yeteneklerinin değerini bilme eğilimini ifade etmektedir. Çünkü doğru bir
değerlendirmenin en azından pratik bir işlevi vardır. Doğru bir değerlendirme,
çoğu kez, kendine benzerleriyle yapılan karşılaştırmalara dayanır. Çünkü en çok
bilgi veren karşılaştırmalar, karşılaştırılan boyut bakımından kişinin
kendisine benzer olan diğerleriyle yaptığı karşılaştırmalardır.
Oysa diğer
bazı araştırmacılara göre bireyin belirli bir konuda sosyal karşılaştırmadan ne
bekleyebileceği, o konuda zaten ne bildiğine ve neyi yapabildiğine bağlıdır,
yani karşılaştırmaya girdiği boyuta aşinalık düzeyine göre kişi, kendisine
benzer ya da kendisinden çok farklı kişilerle karşılaştırmaya girebilmektedir.
Örneğin bireylerin çok iyi bilmedikleri bir konuda sınava girdiklerinde ve
yalnızca kendi aldıkları puan söylendiğinde, kendi düzeyleri hakkında bir fikre
varmak için en yüksek ve en düşük puanları merak ettikleri; hâkim oldukları
bir konuda ise çoğu zaman sadece kendilerine yakın puan alması muhtemel
kişilerin puanlarını merak ettikleri gözlenmiştir. I. durumda en yüksek ve en
düşük puanların bilinmesi o konudaki mümkün performansın genişliğini göstermesi
bakımından önemli bir bilgi olarak görülmektedir. Oysa II. durumda, kişiler
mümkün performansın sınırlarını bildikleri için kendilerine yakın değerdeki
kişilerin performansını öğrenmeyi daha anlamlı bulunmaktadır.
Kendini
geliştirme güdüsü: Bu güdü, insanların, kendilerini geliştirme temelinde
karşılaştırmalar yapmalarını ifade etmektedir. Bu güdü, özellikle yukarı doğru
karşılaştırmalarda, yani bireyin kendisini kendinden daha iyi ya da daha
başarılı kişilerle karşılaştırmasında söz konusu olmaktadır. Literatürde
başarı yönelimi yüksek olanların, A tipi bireylerin, çalışkan ve yarışmacı
bireylerin daha çok yukarı doğru karşılaştırmaları tercih ettiklerine ilişkin
bulgular vardır.
Benlik
değerini arttırma güdüsü: Bu güdü insanların, kendilerini daha iyi hissetmek üzere
yaptıkları karşılaştırmaları ifade etmektedir. Bu güdü, özellikle şu tür
durumlarda söz konusudur: Aşağı doğru karşılaştırmalar, yani kişinin kendisini
kendinden daha kötü ya da başarısız diğerleriyle karşılaştırması; benzer ya da
yatay karşılaştırmalar, yani şanssız bir durumdaki kişinin kendisini aynı
derecede şanssız diğerleriyle karşılaştırması ya da Coates & Winston'un
(1983) deyişiyle "sefiller birliği"; karşılaştırmadan kaçınma, yani
sahip olduğu yeteneğin belirgin bir şekilde düşük olduğuna inanan bir kişinin
kendinden başarılı görünen kişilerle karşılaştırmaya girmekten kaçınması, vb.
Bazı olgular,
sosyal çevresi bakımından tekilliği olan bir kişi gibi algılanmamanın,
insanlarda psikolojik ve sosyal sorunlar yarattığını, insanların genellikle
elverişli sosyal ortamlarda bireyleşme eğilimi gösterdiğini ve aşırı
benzerliğin kişileri rahatsız düşündürtmektedir. Sanki bireyler arasında
algılanan benzerliğin fazla olması, onları bundan kurtulmaya doğru itmektedir.
Çeşitli
formel gruplarda uyma yönündeki baskılara rağmen, sosyal farklılaşmanın
varlığı, onun güçlü psiko-sosyal temellere dayandığını düşündürmektedir.
Tekil, sosyal olarak görünür olmak, “normlar bakımından diğerlerinden
farklılaşmayı” (Monteil, 1989) gerektirir. Var olmak, bir bakıma normdan
ayrılmak, farklı olmak demektir. Sosyal farklılaşma, diğer insanlarla ilişkiye
girmede, mevcut normatif gereklerin dışında bir tarz arayışına bağlıdır. Sosyal
yaşam daima, bireyin diğer insanlara referansını içerir. Bu referans bireyin
kimliği üzerinde bir tehdit oluşturduğunda, farklılaşma arayışı başlar.
Kimliğin yeniden inşası ya da restorasyonu, farklılık yaratmayla ve
heterojenliğin pekiştirilmesiyle gerçekleştirilir. Farklılaşma arayışına
girenler, genelde kendi üstlerindeki kişiler tarafından yadsınanlar ve sosyal
karşılaştırmada altta bulunanlardır (Lemaine, 1979); ancak buradaki altta veya
üstte oluş, kıyaslama kıstaslarına bağlı olduğundan, sosyal mertebelenmeyle
paralellik göstermeyebilir.
Aebischer ve
Oberle’nin (1990) belirttikleri üzere, kişisel farklılık ve biriciklik arayışı,
bireyin benlik algısı diğerlerinin ona ilişkin algısına indirgendiği zaman
ortaya çıkan bireylik yitimi ile bireyleşme arasında bir denge arayışı üstüne
oturtulabilir. Bir tür silinme ya da görülmeme duygusu yaşayan birey, kendi
etrafındakilerle ve grup üyeleriyle aşırı benzerlikten ve anonimlikten bir
çıkış yolu arayacaktır. Bu durumda, biriciklik kavramı, bireyin kendisi ile
diğerleri arasında bir fark oluşturma güdüsünü belirtir; bu motivasyonla
yüklenen bireyler, diğerlerinin yapmadığı veya yapmakta zorlandığı etkinliklere
yönelmektedir (Fromkin, 1970). Kişisel teklik duyguları düşük olanlar, belirli
bir doyumsuzluk hissetmekte, ancak bu teklik duygusu, aşırı hale geldiğinde ve
belirsiz ya da düşman görünen ortamlarda, insanın kendisini kolayca avlanabilir
gibi hissetmesine yol açmaktadır.
... Karşılaştırma Stratejileri
Bazı sosyal
psikolojik araştırmalar, sosyal farklılaşmanın kişilere ve durumlara göre
türlü stratejiler yoluyla sağlandığını (Lemaine, 1979; Codol, 1984, 1986, 1987)
ve farklı biçimlerde gerçekleştiğini ortaya koymuşlardır.
Örneğin
kişiler tarafından içselleştirilen rekabet, kişiler arası farklılaşmayı
zorunlu kılabilir veya bir engel haline dönüştürebilir. Ancak, farkın üstünlük
veya aşağılık duygusu duymakla ilgili oluşuna göre, bireyin davranışları
değişmektedir. Üstünlük duygusu durumunda, bireylerin daha geniş bir
farklılaşma özgürlüğü hissettikleri (Monteil, 1989); oto-kinetik etki deneyi
farklı düzeydeki din adamlarıyla tekrarlandığında, gençlerin tekbiçimlileşmeye
daha çabuk gittikleri ve saygınlığı olan yaşlı deneklerin daha geç ve güç
birleştikleri (Sampson, 1964), üst sosyo-ekonomik düzeydeki kişilerin
kendilerini “özne” olarak tanımlayan bir dil pratiğine sahip oldukları
(Deschamps, 1980) gözlenmektedir.
Sosyal
farklılaşma, aşağılık duygusu duyma durumunda, daha zor olmakla birlikte,
çeşitli yollardan sağlanabilir. Yukarda değindiğimiz aşağı doğru ya da
“savunucu” karşılaştırma, bir anlamda, kendini altta/zayıf hissedenlerin
başvurduğu bir yol olarak nitelendirilebilir. Yine, bu dürümdakilerin sosyal
karşılaştırmadan kaçınmaları ve hatta “sosyal karşılaştırmadan kaçınmayı
sağlayan grup normları’na (Goethals ve Darley, 1987) sığınmaları, bir başka
çıkış yolu sayılabilir; belki de, zayıf olanlara bu imkânı tanımak ve grup içi
dayanışmayı pekiştirmek için bazı gruplar, karşılaştırmadan kaçınma
normlarrgeliştirir; özellikle çok farklı görüş ve ye
tenekteki
insanları bir araya getiren heterojen gruplarda sosyal karşılaştırma,
güçlülerin lehine, zayıfların aleyhine işleyecektir; dolayısıyla grup, iç
tutarlılığını sağlamak için sosyal karşılaştırmanın olumsuz etkilerini sınırlandıran
birtakım engeller ve kurallar geliştirecektir. Örneğin “aile toplantıları,
görüş karşılaştırmalarının husumet ve aşağılama gibi nahoş sonuçlar doğurduğu
canlı birer örnektirler. Bu yüzden bu tür ortamlarda genellikle, ülke ve dünya
sorunlarını tartışmaktan özenle kaçınılır” (Goethals ve Darley, 1987).
Monteil
(1989), okul ortamında aşağılık duygusu hissedenlerin, pozitif benlik
imgelerini koruyabilmek için bazı stratejiler geliştirdiklerini ileri sürmüştür:
Örneğin durumu terk etmek; rakiplerine yetişmeye ve hatta onları geçmeye
çalışmak; diğerleriyle karşılaştırmaya gitmemek ve kendini kendisiyle
kıyaslamak; yeni karşılaştırma ölçütleri bularak 'kendini karşılaştırılamaz
kılmak’ gibi. Özellikle bu sonuncu strateji, farklılaşmanın ince ve etkili bir
yolu gibi görünmektedir. Çünkü bu, belirli bir durumda, kazanamayacaklarını
anlayan kişilerin hiç olmazsa kaybetmemelerini ve üstelik de yeni kıstaslar
sayesinde öz-değerlendirme ihtiyaçlarını doyurmayı sağlar; derslerinde
başarılı olamayan öğrencilerin diğer sosyal etkinliklerle ve sosyal ilişkiler
planında sivrilmeye çalışmaları bu noktaya bağlanarak yorumlanabilir. Sosyal
orijinallik kavramı üzerinde çalışan Lemaine (1979), karşılaştırılamazlık stratejisini
inceleyen bir deney gerçekleştirmiştir. Deneyde belirli sayıda çocuk “çadır
kurma” rekabeti içine sokulur. Çocuklar iki gruba ayrılır; birinci gruba çadır
kurma işi için gerekli tüm teçhizat verilir ve avantajlı kılınırken ikinci
gruba bazı şeyler (örneğin ipler) verilmeyerek eksikli/engelli (handikap)
kılınır. Sonuçlara göre, avantajlı gruptakiler kendi gruplarına daha sıkı
sarılır; eksikli grupta, bağlılığın zayıf, liderin istikrarsız, organizasyonun
bozuk olduğu görülür; ancak eksikli grup, diğer grubun kendi çalışmalarını
görmesini engelleme eğilimine girip grubun kapısını dışa kapatır ve
başlangıçtaki ölçütlerden başka bir ölçüt arayıp ve farklı bir şey yapıp
(örneğin çadır etrafına bir bahçe yapma gibi) avantajlı gruptan farklılaşmaya çalışır.
Demek ki engelli grup sosyal değerlilik koşullarını yeniden yaratma ve
kendisini farklılaştırın etkinliklere girme eğilimi taşır; ölçülemez olana
sığınıp sosyal görünürlüğünü sağlar. Monteil’e (1989) göre, sosyal farklılaşma
bazen oportünist biçimler almakla birlikte, çoğu kez kendisinde bir değer
olarak istenir; bu, özellikle, tekillik duygusunun, benlik imgesi bakımından
merkezi olması halinde gözlenir. Burada benzer kılıcı davranışlar, kendiliğinde
değerli olduğu için değil, psikolojik olarak rahatsız edici durumlardan
(tehditkâr
çevre,
dışlanma, vb.) kaçınmak için istenir ve yapılır. Bu anlamda, farklılaşma ve
farksızlaşma, amaçları bakımından simetrik değildir; farklılaşma iyi bir benlik
imgesi oluşturma bakımından zorunlu iken farksızlaşma daha ziyade korunma
stratejisiyle ilgili görünmektedir.
Sosyal
farklılaşma, bireyin, kendini diğerlerine bağlayan benzerliği rahatlatıcı bir
durum olarak değil, değersizleştirici bir durum olarak gördüğü zaman yöneldiği
bir süreçtir. Codol ve arkadaşlarının (1980) yaptığı bir araştırma bu soruna
eğilmektedir. Deneyde, kişiler arası benzerlik derecesinin objektif olarak
ölçülebildiği bir durum yaratılır ve deneklerden benzerlik algıları sorulur.
Sonuçlara göre, objektif benzerlik ile algılanan benzerlik düzeyleri arasında
şöyle bir ilişki görülür: Objektif benzerlik yüksek olduğunda algılanan
benzerlik azalır, buna karşılık objektif benzerlik zayıf olduğunda algılanan
benzerlikte zayıf olur. Yani benzerlik arttıkça, deneklerin bunu kabullenmesi
zorlaşır. Bu demektir ki, bireyin grup içinde algıladığı benzerlik, kendini bu
grubun içine sokup sokmamasına bağlıdır; benzerleriyle birlikte olan birey, bu
bütün içindeki benzerliği azaltma eğilimindedir. Codol’un yaptığı bir başka
araştırma (1984, a), aynı sonuca işaret etmektedir. Araştırmada 53 itfaiyeci
ve defin işleriyle uğraşan 43 mezarlık görevlisine bir soru formu verilir ve
grup üyeleri arasındaki benzerlik düzeyleri sorulur. Sonuçlara göre, herhangi
bir bireyin kendisi de dahil olmak üzere kendi grubunun üyeleri arasında
algıladığı benzerlik, kendisi dahil olmadığında algıladığı benzerlikten daha
düşüktür; ayrıca her iki grubun üyelerinin, diğer grup üyeleri arasında
algıladığı benzerlik, kendi grubunda algıladığı benzerlikten daha yüksektir.
Demek ki, insanın kendisiyle diğeri arasında yüksek bir benzerlik bulmaktan
kaçınma ve kendini farklı olarak konumlama eğilimi vardır.
Yine bu
çerçevede yapılan bir başka deneyde (Codol, 1984, b) benzerlik ve farklılık
algılarının yönü araştırılmıştır. Burada, bir öğrenci ör- neklemine “bir kişi
olarak diğerlerinden farklı (veya benzer) olduğunuzu düşünüyor musunuz?"
ve “diğerlerinin kişisel olarak sizden farklı (veya benzer) olduğunu düşünüyor
musunuz?” tarzı sorular yöneltilir. Sonuçlar; karşılaştırma modelinin etkili
olduğunu göstermektedir; daha açıkçası benzeme konusunda herkes kendinin
diğerlerine benzemesinden ziyade diğerlerinin ona benzediğini ve diğerlerinin
ondan farklı olmasından ziyade kendisinin diğerlerinden farklı olduğunu
düşünmektedir. Oberle ve Ae- bischer'in (1990) terimleriyle ifade edilirse, bu
karşılaştırma oyununda, “benzer olmamak için sadece farklı olmak değil, biricik
olmak da gerek.
Bir birey
kendisiyle diğerleri arasındaki benzerliği, eğer bu benzerlik ona referansla
tanımlanır, yani bireyin kendisi model olursa, daha kolay kabulleniyor. Ayrıca
fark, bireyin kendi farkını, yani kişisel biricikliğini ortaya koymayı
sağladığında ve aktif, kişiselleştirilmiş bir farklılaşma sürecine
gönderdiğinde, daha çok yüceltiliyor”. Bu sonuçlar, farklılaşma ve farksızlaşma
olguları arasında bir simetri bulunmadığını göstermektedir. Her birey
diğerlerinden farklılaşırken diğerleri ona benzemektedir. Ayrıca her birey,
diğerlerinden, diğerlerinin kendi aralarında farklılaştıklarından daha çok
farklılaşmaktadır; diğerlerini kendimize göre anlatırken, kendimizi bir model
olarak sunmakta, ama kendimizi diğerlerinin modellerinden ayırmaktayız;
kendimizi diğerleriyle kıyaslanamaz, ama diğerlerini kendi aralarında
kıyaslanabilir saymaktayız.
Özetle, insanlarda
bir farklılaşma eğilimi vardır, ancak bu eğilim sınırsız değildir. Çünkü
sosyal düzen, insanların sonsuza dek farklılaşmalarını, kendi bütünlüğü
açısından tehlikeli görür ve genelde benzerlik yönünde bir baskı uygular. Okul
ve aile gibi “eğitim kurumlan, bireylere hem benzeme (normlara ve grup
üyelerine saygı) ve hem de farklılaşma (özerk olma, tekilleşme, aile ortamını
terk edebilme) zorunluluğunu algılattırır. Büyümek, gelişmek, kendini
gerçekleştirmek, bu iki gereği birlikte yerine getirmeyi gerektirir” (Monteil,
1989). Her şeyden önce, bu ikili gereğin nedenine işaret edelim. Bireyler
tekilleştiklerinde sosyal olarak görünür bir hale gelir ve dikkat çekerler. Ama
farklılaşmanın derecesi önemlidir; belirli bir eşikten itibaren farklılık, bir
sapma olarak algılanır ve bu durumda grup normlarından isteyerek sapan bireye
karşı dışlayıcı bir tavra girilir.
...
Primus Inter Pares
Bu iki
gereğin eşzamanlı olarak yerine getirilmesi mümkün müdür? Benzeme ve
farklılaşma süreçleri eşzamanlı olarak işleyebilir mi? Co- dol’un P. I. P.
Etkisi adıyla tanınan araştırmaları, soruna yeni bir bakış açısı getirmektedir.
Bu araştırmalardan birinde (1979) bir grup deneğe, aynı iş, bazen işbirliği,
bazen de rekabet üstünde merkezileşmiş olarak verilir; yani bazen biri, bazen
da diğeri, norm olur. Deneklerin duruma göre, partnerlerine kıyasla
kendilerini bazen daha işbirlikçi, bazen da daha rekabetçi olarak niteledikleri
gözlenir. Burada iki olgu önemlidir: Bir yandan bireyler, kendileri hakkında
iyi bir görüntü vermek için, referans noktasının normlarına uyduklarını
vurgular; bu uyum, sosyal olarak zorunlu olmakla birlikte, orijinalliği ve
tekilliği yok eder. Öte yandan farklılıklarını
korumak, ama
bunu, normlara uygunluklarını azaltmadan başarmak isterler. Bu durumda, tek
seçenek normlara diğerlerinden çok daha fazla oranda uymaktır. Bu olgu
“benzerleri arasında en iyi olmak” (Primus Inter Pares) ya da P.I.P.
Etkisi veya “Benliğin Üst Uyumu” olarak adlandırılır.85
İçinde
yaşadığımız sosyal ortamlar, genelde normlara bağlanmış ortamlardır; yani
neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağı hakkında birtakım kuralların hüküm sürdüğü
ve sosyal onayın koşullarının belirlendiği ortamlardır. Hepimiz bu kuralların
öngördüğü tutum ve davranışları sergilediğimiz ölçüde kabul görürüz. Neyin
norm olduğu gruplara göre değişir; örneğin bir lise sınıfında iyi notlar almak
(çalışkan olmak), bir üniversitenin öğretim üyeleri grubunda araştırma ve
yayın yapmak, iş adamları grubunda müteşebbis olmak, bir sanatkârlar grubunda
yaratıcı olmak norm olabilir. Bu gruplarda, diğerlerinin olumlu geri bildirimleri,
normalde, söz konusu norma uygun olmaya bağlıdır. Eğer birey “bu marka
imgelerinden yararlanmak istiyorsa, durumun ve grubun ona dayattığı normlara
uymak zorundadır. Böylesi bir durumda benlik- imgesinin zedelenmemesi kolay
değildir; çünkü hoşa gitme, onay alma arzusu ile tekilliğini koruma,
farklılaşma arzusu arasında bir çatışma vardır. Ancak benliğin daha üst bir
uyumu sayesinde, iki arzu eşzamanlı olarak doyurulabilir; söz gelişi bir
yabancı dili bilenler arasında, o dili en iyi bilmek veya en çok sayıda dil
bilmek; çalışkanlar arasında en çalışkan, yaratıcı insanlar arasında en
yaratıcı olmak bu çatışmanın mümkün çözüm yollarından biridir. S.S.C.B. 'de
ekonomik planlamanın ilk dönemlerinde ortaya çıkan Stakhanovizm’in, verimi
yükseltilmek istenen işçiler için böyle bir model sunduğu söylenebilir. Günlük
yaşamda, çeşitli kurumlarda gözlenen “gayretkeşlikler”, “işgüzarlıklar” ve
“kraldan çok kralcı olmalar” aynı çerçevede değerlendirilebilir. Ordu,
şirketler ve dinsel cemaatler, P. 1. P. etkisinin gözlenmesine uygun ortamlardır;
bu tür ortamlarda P. I. P. etkisi, normdan sapmaksızın ve dışlanma riskine
girmeksizin farklılaşmayı sağlar. Bazı azınlık gruplarının durumu da buna
yaklaşmaktadır. Karaçaylar üzerinde yapılan bir araştırmada (Meşe, 1991),
kolektif kimliğin kişisel kimliklere nazaran fazla başat olması ve üstelik
Karaçay Türklerinin kendilerini genel Türk toplumundan “Türk değerlerine,
kültürüne, geleneklerine” daha çok sahip olma bakımından farklılaştırmaları, P.
I. P. etkisinin önemli bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu tür bir
olgunun Çerkezlerde ve Yürüklerde de mevcut olduğunu gözlemek mümkündür.
Toparlarsak,
kendini diğerleriyle kıyaslama, hangi yönde ve hangi motivasyonla yapılırsa
yapılsın, kimlik inşasını sağlayan en önemli süreçlerinden biridir. Bu bölümde
ele aldığımız şekliyle sosyal karşılaştırma, bireysel farklılaşma olguları
üstünde odaklaştığından, esas olarak kişisel kimliğin oluşumunu hazırlayan bir
etkinlik olarak görünmektedir. Ancak konu, gruplar arası düzeye aktarıldığında,
sosyal karşılaştırmaların kolektif kimliğin inşasının da temel bir süreci
olduğu açıkça görülmektedir.
III. 2. Kimliğe Açılan Kapı: Kategoriler
“Bir uokabüler; sözcüklerdir;
ama aynı zamanda düşüncelerdir, bir mantık, bir felsefe, hatta bir
metafiziktir; onu kabul eden, onunla mücadele etmek için bile olsa, kendi
içinden yüklenmiş, saldırıya uğramıştır”
H.
Massis
Kategoriler
oluşturmak, nitelikleri ortak veya benzer olan şeyleri bir araya koymak
demektir. Bu nitelikler, şeylerin görünen objektif nitelikleri olmayabilir;
çeşitli şeyler, yararlılıkları, işlevsellikleri, görünme sıklıkları, değerleri
gibi farklı açılardan aynı veya ayrı kategorilere konabilir. Kategorilendirme
“insanın, çevresini kategoriler (insan, eşya, olay grupları) halinde
düzenlemeye yönelik psikolojik süreçlerdir” (Tajfel, 1972). Söz konusu
kategoriler, bireyin eylemleri ve niyetleri veya tutumları bakımından
birbiriyle eşdeğerli veya birbirine benzer gördüğü insan, eşya ve olay grupları
ya da bunların belirli niteliklerini kapsayan gruplardır.
Bu haliyle
bilişsel bir nitelik taşıyan kategorilendirme, temel insani bir etkinliktir.
Çeşitli yazarlara göre, kategorilendirme süreçleri hayati bir önem taşırlar;
çünkü pratik bir rol oynarlar, çevreyi bölümlemeyi ve bir açıdan benzer, bir
başka açıdan farklı görülen öğeleri toplamayı sağlarlar. Böylece anlamlı,
açıklanabilir ve öngörülebilir bir dünyanın bilişsel olarak inşasını
kolaylaştırırlar. Kategorilendirmenin rolü, çevreyi sistematikleştir- mektir ve
sistematikleştirme, basitleştirmeyle mümkündür. Bu süreçte insan, çevresinden
gelen enformasyonları ayıklar, süzgeçten geçirir, uyaranlar arasındaki bazı
benzerlikleri abartıp bazı farklılıkları da görmezden gelerek gerçekliği
basitleştirir (Fiske ve Taylor, 1991).
Kategorilendirme,
insana çevre değişiklikleriyle başa çıkma imkânı verir; yaşam olaylarının
anında tanınmasını ve bir düzen içine konmasını sağlar; bu, bir bilişsel
tasarruf imkânıdır. Bu sayede bireyler, çeşitli şeylerle yeniden
karşılaştığında onları tanır ve her seferinde yeniden öğrenmek zorunda kalmaz.
Objeler ve özellikleri, belleğe depolanıp kullanılabilir ve hareketli bir
tarzda tutulur ve yeni bir objeyle karşılaşıldığında kıyas noktası işlevi
görürler. “Bireyin çevre üstüne eylemleri ve çevreden gelen enformasyonun
bütünleştirilmesi gerektiğinde değiştirilebilir nitelikte bilişsel karşılama
yapılarının varlığına bağlıdır; bu yapılar bilişsel şemalardır” (Monteil,
1989).
Kategorilendirme,
her türlü olaydan bağımsız olarak dil pratiğimizin de sürekli bir özelliğidir.
Ampirik dünyayı betimleme, büyük ölçüde dilin tasnif işlevine dayanır;
karşılaştığımız her yeni uyaranla ilgili olarak sorduğumuz “bu nedir/kimdir?”
soruları bir tasnif cevabı ister; yani bu yeni şey ya da kişi hangi kategoriye
girer? sorusunun cevabını. Bu en kolay, en kısa yoldur; bizi yeni şeyler arama
ve hatta bu şey ya da kişinin nasıl bir şey ya da kişi olduğunu araştırma
çabasından kurtarır. Bu şeyle (kişiyle) kategorinin diğer öğeleri arasındaki
benzerliklerden hareketle, bir başka deyişle çıkarım yoluyla cevap buluruz.
Benzerlikleri öne çıkarıp farklılıkları dikkate almayız. Bu gözlemler, bizim,
çeşitli nesneleri, olayları, durumları ve insanları onların tekil, kişisel
özelliklerinden hareketle değil, ait oldukları kategori hakkında
bildiklerimizden hareketle değerlendirdiğimizi gösterir. Bunun altında “eğer,
bu kişiler aynı kategoriye aitseler, hepsi de benzerdirler” fikri vardır; bunun
sonucunda “birini tanıdın mı, hepsini tanırsın” a varılır.
Kategoriler
arası farkın abartılması, algıda uyaran grupların arasındaki kontrastın
belirginleştirilmesiyle paraleldir. Örneğin, elimizde beyazlığı (veya aydınlık
düzeyi) soldan sağa doğru giderek azalan bir gri zemin düşünelim. Bu zeminde
iki çember çizelim. Deneklere sorulduğunda, her bir çemberin içindeki alanı
gerçektekinden daha homojen olarak algılamaktadırlar. Buna karşılık iki çember
arası farkı ise olduğundan daha fazla bulmaktadırlar(Doise, 2003, s.254).86
Bu Tajfel’in
ilk çalışmalarının da bir örneğidir. Algısal kontrast alanındaki
çalışmalarında da, çeşitli nesneler, farklı kategoriler halinde gruplandırdığında,
yukardaki örneğe benzer bir şekilde, aynı kategorideki nesneler, birbirinden
fiziksel olarak farklı da olsalar, benzer olarak algılanmaktadır. Buna
karşılık, bu kategorinin diğer kategoriyle farkı abartılmak
tadır; yani
kategorilendirmenin, farklılaştırın etkisi söz konusudur. Deneysel bir
çalışmasında Tajfel, deneklere farklı uzunlukta 8 çizgiyi tek tek gösterir ve
her birinin uzunluğunu tahmin etmelerini söyler. Deney koşulunda, çizgileri
gösterirken, kısa olan 4 tanesini A, uzun olanları da B etiketiyle sunar.
Tahminlere bakıldığında görülür ki, A etiketli çizgiler, birbirlerine, gerçekte
olduklarından daha yakın uzunlukta tahmin edilmiştir; B etiketli çizgiler arası
benzerlik için de aynı şey söz konusudur. Üstelik A ve B etiketli iki çizgi
kategorisi arasındaki fark da olduğundan daha büyük görülmüştür. Demek ki
denekler, aynı kategorideki çizgiler arası farkı azaltırken, farklı
kategoridekiler arası farkı büyütmüşlerdir.
... Kategorilendirmede bilişten duyguya
Tajfel’in
deney sonuçları, stereotiplerle yapılan alan çalışmaları tarafından da
desteklenmektedir. Billig,87 insanları, basitçe, Fransız/Alman,
beyaz/siyah, kadın/erkek olarak etiketlendirmenin, onlar hakkındaki
yargılarımızı etkilediğini, aynı adı taşıyanların birbirine, gerçektekinden
daha benzer, ayrı ad taşıyanların da gerçektekinden daha farklı algılandığını
belirtmektedir. Örneğin insanlar, Almanların birbirine çok benzer ve
Fransızlardan çok farklı olduklarına inanmaktadır. Aynı inançlar, kadın- erkek
ve beyaz-siyah kategorileri arasındaki kıyaslamalarda da söz konusu
olmaktadır. Billig, A ve B çizgileri arasındaki benzerlik veya farkların
abartılmasının rahatsız edici olmadığını, ancak konu insanlar olduğunda bunun
tehlikeli sonuçlar doğurabileceğine işaret etmektedir (Billig, 2003, s. 466).
Zira bunlar günlük düşünceye, yani sağduyuya stereotipler halinde nüfuz
etmekte ve insanlar, düşünmeksizin, sağduyudaki bu kalıplara göre tepkide
bulunabilmektedirler. Kristeva, yabancı teriminin nötr olmadığını, aleyhte ve
hatta tehditkar bir takım yüklerle dolu olduğunu; dolayısıyla kendilerinin
yabancılara karşı açık olduğuna inanan insanların bile, nihai olarak, yabancı’
diye etiketlenen kişiyi, bir “outsider” olarak göreceğini belirtir
(Billig, s. 466’dan alıntı).
Yapılan bazı
deneylerde de grup içi benzerliklerin güçlendirilmesi ile ile gruplar arası
farkın güçlendirilmesi birlikte görülmektedir (Doise, Deschamps ve Meyer,
1978).88
Deschamps ve
Doise’ın89 İsviçre’de üç farklı dil grubundan oluşan bir örneklem
üzerinde yaptıkları bir araştırma, kategorilendirmenin, grup içi ve gruplar
arası algıdaki etkisini ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere İsviçre’de
Almanca, Fransızca ve İtalyanca konuşan üç topluluk vardır (German-Swiss,
French-Swiss; Italian-Swiss) bunlardan son ikisi Latin kö
kenli,
ekonomik olarak daha pasif ve ayrıca azınlık konumundadır. Latin kökenliler,
Germanik kökenlilerden pek çok bakımdan ayrılmaktadırlar.
Araştırmacılar,
kategorilendirmenin bu gruplar arasında nasıl bir etkisi olacağını test etmek
üzere Cenevre’de bir okulda 14 yaş civarında bir örneklem üzerinde çalışır.
Araştırmada çocuklar, 3 dil grubundan insanların betimlenmesinin istendiği bir
soru formunu (8 dereceli 16 sıfat çiftinden oluşan bir ölçek) cevaplarlar. İki
deney düzeni hazırlanır. Birincisinde, betimlenmesi/tanımlanması istenen
gruplar, söz konusu üç dil grubudur. İkincisinde ise bu gruplardan sadece
ikisi alınır ve bunlara Almanya Almanları (German from Germany), Fransa
Fransızları (French from France) veya İtalya İtalyanları (Italians
from Italy) gibi bir dış grup eklenir. Araştırma 1974 sonunda İsviçre’de
yapılan yabancılar hakkındaki büyük referandumdan hemen sonra
gerçekleştirildiği için, soruların hazırlanmasında oldukça hassas davranılır,
örneğin 16 sıfat çifti arasında ‘değer yargısı’ içeren sıfatlara yer verilmez.
Çocuklardan kendilerine verilen üç grubun adlarının ilk harfini ölçeklerdeki
derecelerin üstüne yerleştirmeleri istenir.
Sonuçlar
genel olarak beklenen yönde çıkmıştır. İlk koşulda üç dil grubu belirli ölçüde
farklılaşmaktadır, ancak Latin gruplar arası fark düşüktür. Çocuklara bir dış
grup verildiğinde Alman kökenliler ile Fransız veya İtalyan kökenli
İsviçreliler arasındaki farklar azalmaktadır (Fransız ve İtalyan kökenliler
arasındaki fark zaten düşük olduğundan anlamlı bir değişme görülmemektedir).
... Çapraz kategorilendirme ve birlikte değişim
Kategorilendirmenin
farklılaştırıcı etkisi genel ya da zorunlu bir olgu mudur? Literatürdeki bazı
araştırmalar, kategori etkisini hafifleten veya bu etkinin bağlama/koşullara
göre değişebileceğine işaret etmektedir.
Sosyal
psikolojik araştırmalar, birden fazla kritere göre insanların ka-
tegorilendirilmesi halinde, aralarındaki kontrastların göreceli olarak azaldığını
ortaya koymaktadır. Belirli bir sosyal alanda, kategoriler arttıkça ve buna
bağlı olarak çoklu kategori aidiyetleri meydana geldikçe, kontrastlarda bir
azalma görülmektedir. Örneğin cinsiyet bakımından ayrı kategorilerde yer alan
kadın ve erkekler, kentli-köylü kategorilerine ayrıldıklarında, bazı
kategorilerde birlikte bulunurlar.
Bu noktadan
hareket eden Doise ve Deschamps90 (1979), Cenevre’de bir okulda kız
ve erkek çocuklarla bir araştırma düzenler. Araştır
maya
aldıkları çocukları, yarı yarıya kız ve erkek karışık olmak üzere, ‘kırmızı’
ve ‘beyaz’ gruplara ayırırlar. Böylece mavi ve kırmızı gruplarda yer alan
çocukların yarısı, bir başka kritere (cinsiyet) göre farklı bir gruptan
olmaktadır. Basit kategorilendirme durumunda, yani kız-erkek şeklinde bir ayrım
olduğunda, kız çocukları, kendi grup-içi benzerliklerini olduğu gibi,
erkeklerden farklarını da olduğundan daha fazla görürler. Bu doğrultuda,
çapraz kategorilendirme durumunda da, her grupta, kişilerin yarısıyla
benzerlik, diğer yarısıyla ise farklılık görülmesi gerekir. Ama bu bir gerilim
kaynağıdır: Bir kişi, kendisiyle aynı gruptan olanların bir kısmından kendini
nasıl farklılaştıracaktır? Deneye basit kategorilendirme koşulunda yarı yarıya
erkek ve kızlardan oluşan 12 kişilik 5 grup (toplam 30 kız+30 erkek); çapraz
kategorilendirme koşulunda da yine aynı sayıda çocuk katılır; ancak burada, her
bir grupta 3 kız mavi ve 3 kız kırmızı olarak adlandırılır; erkekler de yine
aynı şekilde ayrılır. Deney düzeninde bir büyük masanın bir köşesine 6 erkek,
onlara köşegen konumda da 6 kız oturtulur; ama kızların ve erkeklerin 3'ü mavi,
3’ü kırmızıdır. Deney sırasında çocuklar iki kez ve tek tek çeşitli başarı
oyunları (bulmacalar, desen tamamlama, vs) oynadıktan sonra, her bir çocuğa
grup arkadaşlarının ‘kaç oyunda başarılı oldukları’ sorularak not vermesi
istenir. Bunun için her çocuk, üzerinde 12 ismin yer aldığı bir soru kâğıdını
doldurur. Soru kâğıdında basit kategorilendirme durumunda, herhangi bir grupta
12 erkek adı varsa, bunların ikisi yerine iki kız çocuğu konur; 12 kız varsa 2
erkek ikame edilir. Çapraz kategorilendirme durumunda da aynı şey yapılır,
yani iki kız veya erkek çocuk adı değiştirilir.
Sonuçlara
göre, renklere ayrılmadan, bir masanın bir yanında 12 kız, öbür yanında 12
erkek çocuğun yer aldığı basit kategorilendirme koşulunda çalışan çocuklarda,
kendi grubuna ve öteki bir gruba verilen notlar büyük oranda farklılaşır, ama
bu fark çapraz kategorilendirme durumunda, ne cinsler, ne de renkler arasında
görülmez. Demek ki çapraz kategorilendirme, kategorilendirmenin farklılaştırın
etkisini ortadan kaldırmaktadır.91
Doise’a92
(2003) göre, her birey hayatta pek çok aidiyet kategorisinin kesişme
noktalarında yer almaktadır. Ancak aynı bir aidiyeti paylaştığımız biriyle
beraberken, çoğu kez, diğer kimlikler önemsizleşmek- te ve dolayısıyla
çaprazlamanın etkisi silinmektedir; bireysel karşılaşmalarda, kolektif olarak
karşılaşmalara kıyasla, birbiriyle tek tek karşılaşan kişiler daha bağımsız
hareket etmektedirler.
Görüldüğü
üzere, Doise ve Deschamps, daha sonraki çalışmalarında, kategorilendirmenin
farklılaştırıcı etkisine ilişkin görüşlerini kısmen değiştirerek, bu modelin
işlemediği durumlara işaret etmektedirler. Çapraz ka- tegorilendirmeden başka,
Deschamps’ın ‘birlikte değişim’ (covariation) modeli de bu yöndedir:
Bazı durumlarda, grup içi farklılaşma ve grupla- rarası farklılaşma birlikte
görülebilmektedirler. Bu konuya, daha sonra ‘kendini kategorilendirme’
bölümünde tekrar döneceğiz.
Kategorilendirmenin
grup içi benzerliği artırıcı etkisinin bir başka istisnası, uyuz keçi etkisi’ (brebis
galeuse) konusunda yapılan çalışmalardan gelmektedir. Uyuz keçi etkisi
terimi, gruplar arası ilişkiler bağlamında, eş zamanlı olarak iç grubun,
sosyal olarak arzulanır üyeleri yüceltilir- ken sosyal olarak itici, antipatik
(ya da arzu edilmeyen) üyelerinin (‘uyuz keçi’) aşağılanması olgusunu belirtmek
için kullanılmıştır (Marques, Yzerbyt, Leyens). Antipatik grup üyeleri, grubun
kimliğini, tıpkı dış grup üyeleri gibi olumsuz olarak etkilemektedir ve bu
nedenle, tıpkı dış grup üyeleri gibi, olumsuz olarak yargılanmaktadır.
Bu açıdan
bakıldığında, grup içi benzerliğin her zaman yüksek olduğu veya korunduğu
söylenemez; bazı durumlarda grup içi farklılaşmalar açıkça görülmektedir.
Deschamps,
kimlik tanımının bireysel veya kolektif yanlarından hangisinin
vurgulanacağının ve ortaya konacağının gruplar arası ilişki bağlamına bağlı
olduğu görüşündedir. Burada temel fikir, gruplar arası güç ilişkisi, grup
üyelerinin kimlik tanımlarını etkiler. Bir grubun diğeriyle ilişkisinde hâkim
konumda olan grup, kimliğin bireysel terimlerle ifadesine; tabi konumda olan
ise kolektif terimlerle ifadesine uygun bir ortama sahiptir. Lo- renzi-Cioldi,93
Deschamps’ın açtığı yolda ilerleyerek, koleksiyon tarzı gruplar ve katışık (agregat)
gruplar ayrımını geliştirir. Hâkim gruplar, daha ziyade kişisel özelliklerinde
tanımlanmış bireylerin bir koleksiyonu gibidir; buna karşılık tabi gruplar,
daha ziyade grubun nitelikleriyle tanımlanmış ve birbirinden büyük bir
farklılaşma göstermeyen bireylerin bütünüdür.
Daha saygın,
daha yüksek, daha prestijli bir konumdaki hâkim grubun üyeleri, daha düşük statüdeki
tabi grubun üyelerini birbirine benzeştirme, yani dış-grubu homojenleştirme
eğilimindedir. Buna karşılık tabi grubun üyeleri, iç ve dış grubu, aynı oranda
homojenleştirirler. Ayrıca grupların üyeleri, erkeksi ve kadınsı imajlar
taşıma bakımından da ayrılırlar. Özerklik ve bağımsızlık gibi özelliklerin
erkeksi özellikler sayıl
dığı dikkate
alınırsa, hâkim grup üyeleri daha erkeksi (masculin) bir şekilde
görülmektedir.
Doise (2003),
iç-gruba ve dış-gruba ilişkin enformasyonların ele alınış ve işlenişinde bir
simetriklik bulunmadığını; örneğin grup içi hakkında spesifik kategoriler
kullanılırken, öteki gruplar hakkında genel kategorilerle yetinildiğini öne
sürmektedir.
Iç-grubun
heterojenliği, sosyal karşılaştırma bakımından da ödüllendiricidir. Bu durum,
‘insanların kendi görüşlerini paylaşanların sayısının paylaşmayanlarınkinden
daha çok olduğuna inanmalarını ifade eden literatürde ‘sahte konsensüs
yanlılığı’ (false consensus bias) olarak adlandırılan bir olguyla
ilişkilidir. Bu olgu, yani ‘bireylerin kendi görüşlerinin başkaları tarafından
paylaşılma düzeyini abartma eğilimleri’ (“çoğu kişi benim gibi düşünüyor”),
bizi onaylayan veya bize katmanların çeşitliliği halinde daha çok işe
yaramaktadır; bir başka deyişle farklı farklı insanlar tarafından onaylanmak,
aynı tip insanlar tarafından desteklenmekten daha çok işlevseldir. Aidiyet
grubunun farklı farklı kişilerden oluştuğuna inanç, fikirlerimizin doğruluğunu
artırıcı bir etkide bulunur.
Dış grubun
daha basit olarak algılanması, bazı sosyal psikologlar tarafından bilişsel bir
perspektifte açıklanmıştır. Bu konuda çeşitli bilgi-işlem süreçlerini
vurgulayan Linville ve Fischer (1998) aidiyet grubuna aşinalık ya da yakınlık
(familiarity) düzeyimizin daha fazla oluşuna dikkat çekmiştir. Aidiyet
gurubuna daha çok yakın olmamız nedeniyle, iç grubun zihnimizdeki temsili, dış
grubunkinden daha ayrıntılıdır ve bu dış grubu daha homojen olarak algılamamıza
yol açar.
İkinci bir
açıklama, dış grubu tanıma vasıtamızın prototipik niteliğine dayandırılmıştır.
Bu görüşü savunan Park ve Hastie’ye (1987) göre genellikle dış-gruplar, önce
onlara ilişkin prototiplerin öğrenilmesi yoluyla tanınırlar. Bir grubun
prototipik özellikleri öğrenildikten sonra tanınması, bu grubun algısal
çeşitliliğini azaltıcı bir faktördür.94
Ancak bazı
araştırmaların bu asimetri durumunun tersine çevrilebileceğini gösterdiğini;
örneğin olumlu özellikler konusunda iç-grup hakkında da genel kategorilere
başvurulurken, öteki gruplar için daha spesifikleştirme ihtiyacı duyulmakta,
ötekilerde, ‘iyiler’ ve ‘kötüler’ ayrımına gidilmektedir. Buna karşılık
olumsuz özellikler söz konusu olduğunda dış grup hakkındaki enformasyonlar
genel kategorilerle, aidiyet grubu hak- kındakiler ise spesifik kategorilerle
ele alınıp işlenmektedir.
Bu yorumlar,
atıf alanındaki çalışmaların katkılarıyla nüanslandırılabi- lir. Atıf
alanındaki çeşitli araştırma sonuçları, bir insanın (aktör) sosyal grubunun ya
da kategorise! aidiyetinin, atıf süreçlerinde büyük bir etkisi olduğunu
saptamışlardır. Hewstone ve Jaspars’ın95 (1990) ortaya koydukları
gibi, iç grubu ve dış grubu algılamadaki farklılık, ‘aktör-gözlemci farkı’na
(Jones ve Nisbett) benzemektedir. Şöyle ki birey kendi aidiyet grubundaki bir
kişinin davranışıyla ilgili açıklama yaptığında, farklı bir durumdadır:
Gözlediği davranış hakkında daha çok veriye sahiptir; daha detaylı bir
değerlendirme için gerekli öğeler vardır; empati kurma şansı yüksektir; bu
açıklamada, kendisi için kullandığı terimlere benzer terimlerle analiz etme
eğilimindedir. Dolayısıyla dış grup üyelerine kıyasla, iç grup üyelerinin
pozitif davranışlarını daha çok dispozisyonel ve daha az durumsa! atıflarla
açıklayacaktır. Ancak negatif davranışlarda -benlik saygısını koruma
güdüsüyle- bunun tersini yapacaktır.
Tajfel’in klasik
modelinden sapmalar konusunda, çapraz kategorilendirme, birlikte değişim, grup
içi ‘uyuz keçi’ ayrımı, koleksiyon ve katışık gruplar ayrımı adları altında
zikrettiğimiz olguların dışında, kategorilendirmenin farklı bir tipi olan kategori
prototipikliği zikredilebilir. Bu konuya, stereotiplerden sonra tekrar
döneceğiz.
III. 2. a. Önyargı ve Stereotipler
“Mitolojik alçak sular
dönemindeyiz”
E.
Morin
İnsanlar, tek
tek izole bireyler olarak değil gruplar içinde yaşarlar. Grup içinde
sosyalleşir ve şekillenirler. Burada kapalı bir tek grup değil çeşitli gruplar
söz konusudur. İnsanın, ilişkileri çerçevesinde sosyalleşmesi ve kimliğinin
şekillenmesi tek bir grup içinde ve kapalı bir ortamda gerçekleşmez. Hiçbirimiz
sadece bir tek gruba ait değiliz; üstelik aidiyet gruplarımızın dışında
referans gruplarımız da vardır. Bu durumda bizi az veya çok etkileyen çeşitli
sosyal bütünlerin varlığı ve bunların bazılarının içinde, bazılarının dışında
yer almamız söz konusudur. “Bu grupların varlığı, her birimizin zihninde her
an ve sürekli olarak mevcut değil. Günlük yaşamda, çeşitli sosyal kategorilerin
ve grupların kendilerini zihnimize dayatma gücünden uzak olduğu çok sayıda
türlü durumlar vardır” (Aebisc- her ve Oberle, 1990). İçinde yaşadığımız bir
semt, bir kent veya bir ülke
nin farklı
sosyo-demografik kesimler barındırdığı, nüfusun heterojen bir yapı gösterdiği
ve farklı kökenlerden insanların bir arada yaşadığı sosyolojik bir dengesinden
söz edilebilir. En azından kentleşme sürecinin belirli bir aşamasına kadar
ilerlemiş toplumlarda büyük kentler, çeşitli sosyal kesimleri ve çeşitli
yerlerden gelmiş nüfus gruplarını barındırır; bu heterojen nüfus, caddelerde,
meydanlarda, parklarda, eğlence yerlerinde, mağazalarda ve hizmet kurumlarında
bir araya gelir. Örneğin İzmir gibi bir kentte, genç, yaşlı; kadın, erkek;
müteahhit, inşaat işçisi, banka müdürü, tütün üreticisi, midyeci, piyangocu,
boyacı, profesör, öğrenci, şoför, kabzımal, Bergamalı, Afyonlu, Laz, Çingene,
Amerikalı, Çerkeş, Kürt, Arnavut, vb. zaman zaman aynı mekânları paylaşır. Bir
olay, bir kıvılcım bu insanlarda bazı tutum ve davranışları ortaya çıkararak
sosyal barışı bozabilir; örneğin bir terör olayı, bir patlama, bir kamyonun
sokakta bir çocuğu ezmesi veya bir gecekondunun belediye kararıyla yıkılması, o
ana dek günlük yaşamda gizli kalmış, bilinçaltı, gizil veya bastırılmış bazı
eğilimleri su yüzüne çıkarabilir; bu eğilimler gruplar arası farklılaşma davranışlarına,
önyargı ve stereotiplere ve hatta ayrımcılığa kadar varan çeşitli oluşumlara
yol açabilir. Bir anda herkes, birtakım dış grupların varlığının farkına
varır; gruplar arası kontrastlar belirginleşir; dış gruplar ilgili insanların
zihninde daha “önemli” bir niteliğe bürünür. Dış grup çeşitli özellikler
yüklenerek inşa edilir ve dış grubun varlığıyla diyalektik bir ilişki içinde
iç grup oluşturulup tanımlanır. Her iki grubun üyelerine birtakım özellikler
atfedilir ve bu iki grup, iki farklı kategori olarak algılanır. İki grup arası
mesafe büyütülür; iki grubun üyeleri birbirinden tamamen farklı, aynı grubun
üyeleri ise benzer olarak algılanır. Sosyal psikoloji terimleriyle, bir yandan
kategoriler arası (inter-categoriel) farklılaşma, öte yandan kategori içi (intra-categoriel)
benzeşme abartılır; kuşkusuz aslında ne iki kategorinin insanları arasında
kesin bir farklılık, ne de aynı kategoriden olanlar arasında kesin bir
benzerlik/homojenlik vardır.
Bu tür
abartmalar, özellikle aşina olmadığımız, belirsizlik ve korku yaratan
durumlarda açıkça görülür. Bu durumlarda sıkça karşılaşılan rivayetler, karşıt
gruplar arasındaki mesafeyi artırarak gerilim kaynağı olurlar. Rivayet
olaylarında “muteber”, arzulanır ve gerçek gibi görünen birtakım
enformasyonlar, bazı sosyal gruplara aleyhine döndürülür. Farklılıktan korku,
değişme kaygısı ve endişeyi azaltma güdüleriyle, yoruma açık bir malzemeye
duygusal ve “rasyonel” bir tutarlılık getirme çabasına girilir ve bu çaba
içersinde insanların fantazmları mitlere ve kolektif bir hezeyana dönüşür.
İnsanlar kendilerini dahil ettikleri bir iç-grup (in-group) ve karşı
larında bir
dış-grup (out-group) ya da “biz” ve “onlar” kategorileri yaratırlar. İç
ve dış gruplar birbirinden kesin hatlarla ayrılıp farklı nitelikler
yüklenirler. Bu, sosyal kategorilendirme işlemidir.
Bu durumda
insanları gruplar halinde tasnif etmek demek, onlara çeşitli özellikler
atfetmek, bir takım olumlu veya olumsuz nitelikler yüklemek demektir. Gruplar
kendilerini tanımlayan özellikleri bir kez yüklendiğinde, bu gruplara mensup
bireyler de toptan ve peşinen aynı özellikleri yüklenmiş olmaktadırlar. Bu
nedenle sosyal psikologlar, gruplara ilişkin önyargı ve stereotipleri (kalıp
yargıları), kategorilendirmenin doğrudan bir sonucu olarak görmektedirler.96
Önyargılar, genelde, bir gruba karşı yüklenen olumsuz dogmatik yargılardır. Bu
gruptan olanlar, kendi yaptıkları veya özellikleri nedeniyle değil,
aidiyetleri nedeniyle olumsuz bir yargının hedefi olurlar. Örneğin Kafka’nın
Dava adlı kitabında, romanın kahramanı olan K, ne olduğunu bilmediği bir suçtan
dolayı yargılanır ve mahkûm edilir. Önyargı, bir diğer terimle peşin hüküm,
belirli bir grup hakkında hiç bir kanıt veya tanıklık olmadan, önceden
oluşturulmuş bir yargı olarak, bu gruba karşı olumsuz davranma eğiliminin
ifadesidir.97
Aynı şekilde
stereotipler de çeşitli gruplar hakkında sahip olduğumuz kaba fikirler,
kanaatler, imajlardır; günlük sohbetlerde, kitle iletişim araçlarında, edebiyat
ve sanat ürünlerinde, vb geliştirilen ve iletilen ‘hikmet-i kendinden menkul’
genel iddialar veya yorumlardır; sosyal psikoloji terimiyle, ’zımnî
teoriler’dir. Gruplara yüklenen olumlu veya olumsuz imajlardır. Lipman (1922)
tarafından ‘kafamızdaki imajlar' olarak tanımlanan stereotipler, geniş anlamda
çeşitli eşyalar (araba modelleri), yerler (kentler, kafeler), olay veya
durumlar (terör, moda defilesi, grev), kültür-sanat eserleri (müzik türleri,
filmler, gazeteler) veya kişilere atfedilen özellikler bütünü olarak
kullanılmaktadır. Bu özellikler lehte veya aleyhte olabildikleri gibi, aynı
bir kişi veya grup, bir konuda olumlu, bir başkasında olumsuz stereotiplerin
hedefi olabilmektedir. İşte bunun mizahi bir örneği:
Cennet
veya cehennem neresi?
Cennet,
öyle bir yerdir ki
Fransızlar
aşçıdır,
italyanlar
sevgilidir,
Ingilizler
polistir
Almanlar
mekanisyendir
Ve her şey
İsviçreliler
tarafından düzenlenmiştir
Cehennem
öyle bir yerdir ki
Ingilizler
aşçıdır
İsviçreliler
sevgilidir
Almanlar
polistir
Fransızlar
mekanisyendir
Ve her şey
Italyanlar
tarafından düzenlenmiştir
Stereotipler
ve önyargılar, her ikisi de, bilişsel evrenimizin öğeleridir; insanın
gerçekliğe ilişkin sosyal ve zihinsel temsillerinin bir biçimidirler. Çoğu kez
birbirine karıştırılarak biri diğerinin yerine kullanılan bu iki kavramdan
stereotip daha çok zihinsel temsiller ve algılar düzeyinde yer alan bir bakış
çerçevesi, bir tür lens gibi işlerken, önyargı, bunun hemen ardından oluşan değerlendirme
ve yargı oluşturma düzeyinde yer almaktadır.
...
Önyargı ve stereotipler: Kimlik inşasının tuğlaları mı?
Önyargı ve
stereotipler, kolektif kimlik inşasında önemli bir rol oynarlar. Çünkü
yöneldikleri bir dış grubun tüm üyelerine yapıştırılan damga ve etiketler
olarak, bu grubun bizim gözümüzdeki anlamını tayin ederler. Bir grup insana
baktığımızda birbirinden farklı bireyler veya tek tek kişiler görmek yerine,
hepsi de aynı renge, aynı sese, aynı özelliklere sahip, birbirinin kopyası
olan, biri diğerini yansıtan insanlar görme sonucunu doğururlar. Bu tavır
genelleştiğinde, sosyal hayatı, farklı önyargı ve stere- otiplerin
yapıştırıldığı grupların sahnesi veya aktörleri topluluklar olan bir oyun
sahnesi gibi görmeye götürür. Toplum farklı gruplardan oluşur, ama grupların
her biri kendi içinde homojendir. Bu demektir ki önyargı ve stereotipler, her
bir grubun kendi içinde paylaştığı ortak hakikatleri ifade ederler. Belirli bir
gruptan olmak, bu grubun önyargı ve stereotiplerini paylaşmak, örneğin gruptaki
diğer kişilerin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek anlamını taşır.
Stereotipler, dış grubu olumsuzlayıp aidiyet grubunu yücelterek bireylere bir
tür farklılık duygusu, yani bir kolektif kimlik duygusu kazandırır.
Önyargı ve
stereotiplerin sosyal farklılaşmayı inşa edici bir işlev görmeleri, etnolojik
bulgularla da desteklenmiştir. Örneğin Eskimolar, Kızıl
derililer ve
Antik Yunanda da etnosantrizm olguları görülür. Çeşitli ilkel toplumlarda
türeyiş mitleri ve destanları, iç-dış grup farklılaşmasını işleyen figür ve
motifler taşır. Kendi etnik grubu dışındaki tüm kültürlerin reddiyle
karakterize edilen ve gerçek bir kültürel heterofobi olarak tanımlanan
birincil etnosantrizm ile diğer bir kültürün reddinden ziyade kendi kültürünün
abartılı bir şekilde yüceltilmesini ve kendi kültürünün merkeze konmasını
(bireysel plandaki egosantrizm veya Derrida’nın logosant- rizmi gibi) içeren
ikincil etnosantrizm şeklinde bir tipleme yapan Corna- ton’a (1993) göre, tüm
toplumlarda her iki etnosantrizmin de bulunduğu gözlenir. Hemen her kültürde
etnosantrik bir çekirdek ve bazı dış gruplara karşı önyargılar vardır.
Bu nokta
Aydınlanman ve Volkgeist’çi antropoloji anlayışlarının farklılaştığı
hususlardan biridir. Aydınlanman anlayış, önyargı ve stereotipleri, insanlığın
bütünleşmesini engelleyen şeyler olarak görür; toplumlara yönelik önyargıların
mutlaka yok edilmesi gerektiği görüşünü taşır. Buna karşılık, Fransız
Karşı-Devrimcileri ve Alman Romantikleri, önyargıları, halkların kültürel
hâzinesi olarak görürler ve önyargılara sempatiyle yaklaşırlar. Örneğin farkçı
düşüncelerin felsefi kökenlerini ortaya koyan filozoflardan Herder bu
düşüncededir. Ona göre önyargı zamanında iyidir; çünkü insanı mutlu kılar.
Halkları, kendi merkezlerine getirir, onları kökenlerine sağlam bir şekilde
bağlar; onların öz karakterine göre daha verimli, canlı ve dolayısıyla onları
kendi eğilimlerinde ve amaçlarında daha mutlu kılar. Önyargılarla en dolu, en
cahil ulus, bu açıdan çoğu kez öndedir; yabancı ülkelere umut dolu seyahatler
ve göç arzuları, bir hastalıktır, ölüm korkusudur (Finkielkrault, 1987).98
Levi-Strauss (1951) önyargı ve stereotipleri kültürün bir parçası olarak görür
ve etnosantrik özellikleri dolayısıyla farklılaştırın bir işlev gördüklerine
işaret eder. Farklılık ve kimlik birlikte gittiği ölçüde, kültürü etnosantrik
izlerden tümüyle temizlememek gerektiğini vurgular. Fakat daha ölçülü bir
yaklaşım sergiler. “İnsanlar arasında, onların türlülüğü tehlikeye düşmeden,
eşitlik ve kardeşliğin hüküm süreceği düşünü kuruyoruz. Ama eğer insanlık,
sadece geçmişte yarattığı değerlerin kısır tüketicisi haline gelmek ve sadece
değersiz eserler, kaba ve geçici yenilikler yapabilecek bir duruma girmek istemiyorsa,
tüm gerçek yaratmaların, diğer bazı değerlere karşı belirli bir sağırlığı
gerektirdiğini yeniden öğrenmelidir” (Levi-Strauss, 1951).
Etnosantrizm,
önyargı ve stereotiplerin hem içeriği, hem de derecesi önemlidir. Psiko-sosyal
olguların logaritmik analizlerinin genelde ortaya
koyduğu gibi,
aynı kavramla ifade edilen bir olgu, farklı logaritmik ölçeklerde farklı
olgulara gönderir. Bir bakıma “ölçek, olguyu yaratır” (Moles, 1993).
Dolayısıyla bir yanda tüm diğer kültürlere hoşgörüsüzlüğü, öte yanda kültürel
göreceliliği koyup manikeist bir ayrıma gitmek doğru değildir. Kültürel
planda, ne mutlak farklılık, ne de mutlak özdeşlik mümkündür; üstelik bunlar
mümkün olmadıkları gibi, arzulanır bir nitelikte de değildir.
Önyargı ve stereotipler,
gruplar arası çıkar farklılıkları ve kaynak paylaşımıyla da yakından
ilişkilidir. Burada bu konuda yapılan araştırmalar, ele alınmayacaktır."
Ancak Klineberg'in (1967) verdiği bir örnek (Schri- eke, 1936’dan alıntıladığı
bir örnek), bunların pratik amaçlara hizmet edişini, konjonktüre! bir nitelik
taşıdıklarını ve etnik grupların gerçek özelliklerini yansıtmadıklarını
gösteriyor: Kaliforniya’ya göç eden Çinliler hakkında çeşitli dönemlerde dile
getirilen ifadelere bakıldığında, görülüyor ki; Çinli göçmenlere ihtiyaç
duyulan ilk göç yıllarında, Çinliler, “yeni vatandaşlarımızın en takdir
edileni”, ”en çalışkan ve en olgun vatandaşlar”, “Kaliforniya’ya gelen
göçmenlerin en iyileri”, “uysal, tutumlu, zararsız, yasalara saygılı, her
konuda becerikli” şeklinde betimlemeler söz konusudur; o yıllarda diğer
bölgelerden gelen göçmenler “hemen zengin olmak isteyen; sabırsız; basit
işlerde (hizmetçilik, ev işleri, puro ve ayakka- bı/çizme fabrikalarında
işçilik) çalışmak istemeyen” kişilerdir; bu, “altına hücum" dönemidir.
Ancak daha sonraki yıllarda, Çinlilerin çalıştığı sektörlerde de rekabet
başlamış ve Çinlilerin betimlenmesi değişmiştir: Çinliler, “farklı bir halk,
asimilasyonları imkânsız"; “kendi yasalarını ve geleneklerini koruyan,
yerleşmeyen, altını ülkelerine götüren” kişiler olarak nitelendirilmiştir.
Çinlilerin “klan ruhu” taşıdığı; beyaz işçilerin iş bulmasını engellediği;
tehlikeli, suça eğilimli, yalancı, zihinsel ve moral olarak aşağı insanlar
oldukları; gizli cemiyetler kurarak afyon kaçakçılığı yaptıkları, uyuşturucu
kullanımını yaydıkları, Çin mahallelerinin kumar ve fuhuş yuvası olduğu
şeklinde stereotipler belirmiştir. Aynı etnik gruba ilişkin stereo tiplerdeki
bu kökten değişikliğin, Kaliforniya’nın sosyo-ekonomik koşullarındaki
değişiklikten kaynaklandığı açıktır (Klineberg, 1967).
Önyargı ve
stereotipler, çeşitli faktörlere bağlanarak açıklanmıştır. Önyargı ve
stereotipleri, insanın kaygılarını azaltmaya yönelik savunma mekanizmaları gibi
gören psikanalitik yaklaşım ile bunları engellenme (frustrasyon)
yaşantılarına bağlayan engellenme-saldırganlık varsayımı bir yana bırakılırsa,
1970’li yıllara kadar biyolojik temelli açıklama yakla
şımları hakim
olmuş ve insandaki saldırganlık dürtüleri öne çıkarılmıştır. Bu çerçevede, insanın
tabiatı icabı şiddete meylettiği, saldırgan olduğu, önyargılar taşıdığı öne
sürülmüş, yani irrasyonellik hayvanlardan insanlara aktarılıyordu. Bu bakışı
kan ve bağırsak (head and blood) perspektifi olarak niteleyen Tajfel,
önyargıları, karmakarışık bir dünyayı kategorize ederek basitleştirme ve ona
zihinsel olarak hâkim olma çabasına bağlamış, dolayısıyla bilişsel bir temele
oturtmuştur.100 Burada önyargılar, insanın dünyayı anlamlandırma,
aşina kılma ve uyaranları öbekler içine oturtup kolayca işleme eğiliminin,
kısacası kategorilendirmenin bir sonucudur. Demek ki Tajfel’e göre
kategorilendirmenin temel işlevi (-ki buna, daha sonra başka işlevler de
ekleyecektir) çevreyi düzenleme ve yapılandırmaya yönelik bilişsel işlevidir.
İnsan, çevresinden aldığı uyaran veya enformasyonları, kolayca tanımasını
sağlayacak şekilde belirli kıstaslara göre gruplandırır, basitleştirir ve bir
kategori sistemi oluşturur; yeni enformasyonlar bu kategorilere göre seçilir,
ayıklanır, gruplandırılır, düzenlenir; kategori sistemimiz çevre içinde yön
bulmamızı ve kendimizi konumlamamızı sağlar.
Uyaranlar
tasnif edilirken, yukarıda da vurguladığımız üzere, benzer olanlar bir araya
konur, fakat kategoriler bir kez oluştuktan sonra, çoğu kez aynı bir kategori
içindeki öğeleri arasındaki farklar silinirken, farklı kategorilerin öğeleri
arasındaki farklar abartılır. Örneğin, söz konusu kategoriler Türkler ve
Avrupalılar ise, hem Avrupalılar, hem de Türkler kendi içlerinde homojen
sayılır, birbirlerinden ise olabildiğince farklılaştırılır. Sonuç olarak her
grubun dünyayı algılayış ve temsilinde önyargılarla dolu bir yanlılık ortaya
çıkar.
Önyargı ve
stereotipler, dünyayı tasnif temeline oturtulduğunda, birer zihinsel kestirme
gibi görünürler. Zira yeni karşılaşılan her uyaranı (kişi, nesne, olay veya
durum), hiçbir hazır klişeye sokmadan tek tek ele almak, “uzun uzadıya kafa
yormak” yerine hemen anında etiketlemek kısa yoldan gitmek demektir, “aşina
olunmayanı aşina olunana indirgemek”tir, “fazla kafa yormadan” el altındaki bir
gruba dahil etmektir.
... Sosyal aynalar olarak önyargı ve
stereotipler
Bireyler,
etraflarındaki insanları nasıl kategorilendirir ve ne tür kategoriler
kullanırlar? Türk toplumunda rasgele yöntemle seçilen bir örnek- lemin
kendilerine sunulan ve 32 kategori içeren bir listede, hangi kategorileri daha
önemli veya önemsiz gördükleri sorulduğunda şu sonuçlar elde edilmiştir (Bilgin
ve Mutlu, 1993).
En önemli
bulunan kategoriler önem basamaklarına göre şöyledir:
• Dürüst
olanlar - dürüst olmayanlar,
• Kültürlüler
- kültürsüzler,
• Yalan
söyleyenler - yalan söylemeyenler;
• Yurtsever
olanlar-yurtsever olmayanlar;
• Mantıklılar
- mantıksızlar,
• İyiler
- kötüler,
• Yardımseverler-benciller.
En önemsiz
bulunanlar
ise şöyledir:
• Şişmanlar
- zayıflar,
• Müslümanlar
- Müslüman olmayanlar,
• Zenginler
- fakirler,
• Şanslılar
- şanssızlar,
• Türkler
- Türk olmayanlar,
• Evliler
- bekârlar.
Bu listelerde
dikkati çeken şey, önemli veya önemsiz bulunan kategorilerin, göreceli
çeşitliliğidir. Her iki grupta da birbiriyle nitelik bakımından benzer öğeler
bulunuyor. Bu durum, tek tek her bir kategoriye atfedilen önem derecesinin,
araştırmanın yapıldığı ortamla ve toplumun içinde bulunduğu genel havayla,
toplumsal iklimle ilişkili olmasıyla açıklanabilir. Örneğin Müslüman veya Türk
olup olmama, araştırmanın yurtiçin- de yapılmış olmasına bağlanabilir. Bu tür
kategoriler, ‘Ötekileriyle aynı ortamda bulunma durumunda önem kazanır.
Yurtdışındaki kişisel gözlemlerim yanı sıra, etnik veya dinsel köktenci
hareketlerin yurtdışında daha çok gelişmesi olgusu, bu görüşü destekliyor.
Dürüstlük, yardımseverlik gibi kategorilerin önemi de toplumun içinde
bulunduğu genel etik anlayışla ve toplumda, Gauchet’nin101
betimlediği anlamda, yaygın kişilik tipiyle ilişkili görünüyor.
Ancak daha
önemli bir husus var. Araştırma sonuçlarına göre,102 insanlar,
birbirlerini esas olarak dört grup kategoriye göre değerlendiriyor: Bunlar, moral
değerlendirme (etik tartma) kategorileri (dürüst, namuslu, iyi, kötü, vb), betimleme
kategorileri (kadın-erkek, aydın-halk, şişman- zayıf, beden işi
yapanlar-kafa işi yapanlar, gençler-yaşlılar gibi dış görünüşün, herkesçe
gözlenen özelliklerin tarifi), toplum düzeniyle ilgili kategoriler
(suçlu-suçsuz, sağcı-solcu, milliyetçiler- milliyetçi olmayanlar gi
bi toplum
düzenine ve ideolojik bir söyleme gönderen değerlendirme kategorileri) ve sosyo-demografik
özellik kategorileri (kentli-köylü, zen- gin-fakir, geleneksel-modern,
evli-bekar gibi) olarak sıralanabilir. Bu dört grup kendi aralarında ikişer
ikişer birleştirilebilir, birinci ve üçüncü gruptaki kategoriler yargılayıcı,
değerlendirici ya da tartıcı bir perspektife dayanıyor; ikinci ve dördüncü
kategoriler ise daha ziyade resmetme, tarif etme veya betimleme perspektifini
yansıtıyor. Araştırma verilerine göre insanlar, bu dört gruptan değerlendirici
olanları daha önemli buluyor. Bu demektir ki insanların birbirini
kategorileştirmeleri, basit bir bilgi-işlem etkinliği değildir. Bilme veya
tanıma amacından çok, belirli motivasyonlara göre işler. Araştırmaya
katılanlara, çift kutuplu kategorilerde (dürüst-dü- rüst değil, iyi-kötü,
masum-suçlu, vb) kendilerini hangi yana koydukları sorulduğunda, değerlendirme
kategorilerinde olumlu tarafa koydukları saptanmıştır. Bu bulgu,
kategorilendirmenin, “kendini yüceltme” gibi motivasyonel bir işlevi daha
olduğunu gösterir.
Kategorilendirmenin
konusu dış gruplar (diğer uluslar veya milliyetlerden insanlar) olduğunda,
farklı yargı kriterleri devreye girmektedir. Top- lumumuzda yapılan bir
araştırmada (Bilgin ve Aksoy, 1993), en çok ve en az sevilen ülkeler/uluslar
ile sevilme ve sevilmeme nedenleri araştırılmıştır. Sonuçlar her şeyden önce,
insanların çekme ve itme duygularında, konjonktürel olayların ve medyanın
büyük ölçüde etkisinde kaldıklarını göstermektedir. Ülkelerin sevilme
nedenleri arasında insanların kişisel özellikleri (zekâ, dürüstlük, cesur,
kültürlülük, vb.) ve söz konusu ülkenin kalkınmışlığı, gelişmişliği,
performansı en önemli nedenler olarak gösterilmiştir; diğer nedenler arasında
benzerlik (dil, din, köken benzerliği); ülkeler arası ilişkiler (dostluk);
mağduriyet, ezilmişlik durumları; söz konusu ülkenin iç politikası; ideolojik
nedenler bulunuyor. Sevilmeme nedenleri arasında ülkeler arası (Türkiye ile
söz konusu ülke arası) ilişkiler ilk sırada gelmektedir; bunu söz konusu ülke
insanlarına atfedilen kişisel özellikler (adi, kaba, hain, tembel, soğuk, v.b)
ve diğer nedenler izlemektedir.
Sevilen ve
sevilmeyen ülke tercihleri konusundaki faktör analizi sonuçlarına göre ülkeler
arasında bazı gruplanmalar ortaya çıkmıştır. Sanki insanlar, belirli ülkelere
aynı tavrı taşımakta, yani insanların kafasında bazı ülkeler birbiriyle benzer
olarak algılanmaktadır. Analiz sonuçlarına göre, İsviçre, Avusturya, Belçika,
Danimarka gibi ülkeler birlikte gruplandı- rılmaktadır; örneklemdeki insanların
bunlardan birine veya diğerine kar
şı aynı
tarzda yaklaşmaktadır; bunlar, mütevazı, kendi halinde yaşayan ve dünyada fazla
etkili görünmeyen, müdaheleci olmayan ülkeler olma paydasında birleştirilebilir.
İkinci grup ülkeler, Islami tercih kriterine göre gruplandırılmış gibi
görünmektedir; bunlar bir yandan İrak, İran, Suudi Arabistan, Libya, Suriye
gibi İslam ülkeleri ile bunların karşıtları olarak algılanan Amerika,
İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkelerdir. Üçüncü grup, genel olarak Türk
Dünyası ve karşıtları ekseninde bir araya getirilmektedir; bu grupta bir
yandan Türkmenler, Azeriler, Kazaklar, Özbekler ile Ja- ponlar ve Bosna
Hersekliler, diğer yandan Sırplar, Bulgarlar, kanlılar, İraklılar, Ruslar
vardır. Dördüncü gruptaki ülkeler, demirperde ülkeleri ve karşıtları ekseninde
bir araya gelmiş gibi görünmektedir. Bu ülkelere (Arnavutluk, Rusya,
Çekoslavakya, Macaristan, Ermenistan gibi ülkeler) olumsuz tepki verenler,
bunların karşıtı konumundaki Amerika, Suudi Arabistan, Pakistan gibi ülkelere
olumlu tepki göstermektedirler.103 Bu araştırmanın daha geniş
ölçekli bir replikasyonu Harlak ve Meşe (1993) tarafından Aydın’dan 221 ve
İzmir’den 273 kişiyle gerçekleştirilmiş ve 44 farklı ulusa karşı tutumlar
incelenerek, sevme ve sevmeme nedenleri üstünde durulmuştur. Sonuçlara göre,
sevme nedenleri arasında en önemlisi, bu ülke insanlarının kişisel
özellikleridir. Bundan sonra ikinci derecede ve oldukça alt düzeyde bu ülkenin
genel başarısı, gelişmişliği ile söz konusu ülkenin kültürü ve iç politikası,
üçüncü sırada ‘bize benzerlik’ (kültürel, kökense!, vb. açılardan benzerlik
veya yakınlık) nedeni belirtilmektedir. Sevilmeme nedenlerinin en önemlisi
ise, söz konusu bir ülkenin Türkiye ve dünya ülkeleriyle ilişkileridir. Bunun
ardından ikinci sırada ‘kişisel özellikler’ gelmektedir. Diğer sevme ve sevmeme
nedenleri nispeten önemsiz görünmektedir. Bu araştırmada da ülke
gruplanmalarında benzer yargı kriterleri saptanmıştır. Ancak birinci gruptaki
ülke yelpazesi daha geniş bulunmuş ve ancak ilk araştırmada bu grupta yer alan
karşıt ülkeler, ikinci araştırmada ayrı bir grup oluşturmuştur: Bunlar somut
olarak belirtirsek, dünya politikasında etkili bir rol oynayan ABD, Fransa, İngiltere
ve Almanya’dır. Bu dört ülkeden birini seven diğerlerini de sevmekte veya
birini sevmeyen diğerlerini de sevmemektedir. Görüldüğü üzere, gerek
değerlendirme veya yargı kriterleri, gerekse ülke gruplanmaları bakımından her
iki araştırma da büyük ölçüde benzer sonuçlar vermektedir.
Bir başka
araştırmada (Harlak, 2000), göreceli olarak dışa kapalı ya da dış etkilere
maruz kalma düzeyi düşük bir yerleşim yerinden (Kiraz) ve aksi özellikleri
gösteren bir başka yerleşim yerinden (Kuşadası) oluşturu
lan bir
örneklem grubunun turistlere karşı tutumları incelenmiştir. Bu bağlamda, diğer
ülke insanlarına karşı ne tür değerlendirme kriterleri kullanıldığına da
bakılmıştır. Kirazlılar diğer milliyetlerden insanları, sırasıyla, bunların
davranış özellikleri (canayakın, yardımsever, vb), kişilik çizgileri (“Japonları
severim, çünkü çalışkandırlar”), ülke özellikleri (gelişmişlik,
demokratiklik, vb) ve (biraz daha az oranda) Türkiyeyle ilişkileri (“Yunan- lıları
sevmem, çünkü Türklere düşmandır”) açılarından algılamaktadır. Kuşadası sakinlerinde
de yine ilk sırada insanların davranış ve kişilik özellikleri gelmektedir.
Bunun yanı sıra yaşam tarzları104 (tatil alışkanlıkları, eğlenmeyi
sevme, çok harcama/alışveriş etme) ve ülke özellikleri önemli birer neden
oluşturmaktadır.105
Bu araştırma,
sosyal kimlik teorisinin öngörmüş olduğu sonuçlara az çok benzer bazı sonuçlar
ortaya koymaktadır. Her iki yerleşim yerindeki insanların (Türkler), yabancı
ülke insanları ile Türkler hakkında kullandıkları sıfatlar farklılaşmaktadır.
Her ikisinde de Türkler, en çok misafirperver, iyi, yardımsever, sıcakkanlı ve
sevecen gibi olumlu sıfatlarla nitelenirken, insanların yarısında Türkler
hakkında tembel, diğer yarısında da çalışkan sıfatının kullanıldığı; Kuşadası
insanlarının ise, Kirazlıların dikkate almadığı bir sıfatı, cahil’ nitelemesini
kullandıkları gözlenmektedir. Bir bütün olarak bakıldığında, Türkler kendileri
hakkında genelde olumlu sıfatlar kullanmaktadır.106
Kategorilendirmenin
motivasyonel yanı, başka yazarlar tarafından da ortaya konmuştur. Örneğin
Billig ve arkadaşları (1989), kategorilendirme yaklaşımını düşüncenin
bürokratik modeli olarak nitelendirirler. Burada kategorilendirmeyi,
algılanan uyaranları düzenlemenin bir yolu olarak gören algısal bir model söz
konusudur ve bu anlayış, onu bir basitleştirme ve çarpıtma kaynağı olarak
görmeyi içerir. Onlara göre bu yaklaşım, biraz karikatürize edildiğinde bir
yana düşünen insan, öte yana karmaşık, ehlileştirilmemiş vahşi uyaran dünyası
konabilir. İnsan, uyaranı bir kategori veya şemaya kapatmak için tuzak kuran
bir avcı gibidir. Orijinal uyaranlar dünyasının karmaşıklığı azaldıkça, vahşi
olan evcilleşecek ve orijinal uyaranlar bir şema içinde hatırlanacaktır.
Dolayısıyla düşünme, aşina olunmayanın, güven verici aşina kategoriler içinde
kapatılması sürecidir. Bu yaklaşımdan çıkan kişi imgesi, bir bürokrattır ve
kategorilendirmenin işlevleri tartışılırken kullanılan terimler, düşüncenin
bürokratik modelini andırır. Bürokratik sistemde, her talep, yazıyla doldurulan
bir form şeklinde bir basamaktan (büro, düzey) diğerine iletilir ve daha sonra
kayıt/si
cil bölümünde
biriktirilir. Bürokrat, resmi prosedürleri nasıl savunursa, kategorilendirme
teorisyenleri de örgüt, düzen, yönetim, etkililik vb. şeylere sıkıca
sarılırlar. Bu metaforda, düşünme, enformasyonun düzenli dosyalar içinde
biriktirilmesi şeklinde ele alınır; düşünmenin bilgi-işlem modelinde temel
bilişsel süreçlerini tasnif etmekte kullanılan dosyalarla, modern bürokratın
bürokratik işler için kullandığı dosyalar aynı türdendir. Bilişsel sosyal
psikolojinin "kategorize eden kişi" imgesi, Weber'in bürokrat
imgesine uygun düşer. Billig, bütün insanların bürokrat olmadıkları gibi,
esasen tüm bürokratlar da her zaman bürokrat olma zorunda olmadıklarını,
dolayısıyla bürokratik tarzın genel bir düşünce modeli olamayacağını savunur.
İyi bir bürokrat, bazı kendine özgü durumları ya da bir durumun özel
niteliklerini genel kuralların dışında ele alma, kuralları pratikte katı bir
şekilde uygulamama, dolayısıyla "ayrıştırma" becerilerine de sahiptir;
"gerçekte Weber'in tasarladığından daha kurnaz, daha tembel veya daha
satın alınabilir olan bürokratın bu yanları, düşüncenin esnek ve yaratıcı
yanlarına işaret eder" ve bu gözlem, bilişsel sosyal psikologların çoğu
kez gözden kaçırmış oldukları bazı bilişsel olguları anlamamıza yardımcı
olabilir (Billig ve ark., 1989).
Bu
düşünceler, insanın sadece kategorilendirme yapmadığını aynı zamanda belirli
bir uyaranın kategoriden farklılıklarını da belirleyerek "ayrıştırma"
yaptığını ortaya koyar. Billig, bir başka yazısında (1981), bu konuya eğilerek
diyalektik bir bakışla kategorilendirmeye karşı bir süreç olarak niteler
farklılaştırmayı. Kategorilendirme, özel bir uyaranı genel bir kategori içine
yerleştirme ve diğer uyaranlarla gruplama süreci, ayrıştırma ise, belirli bir
uyaranı genel bir kategoriden ayırma veya onun özel bir durumu olarak alma
sürecidir. Billig'e göre bu süreçler, yaygın görüşün aksine hem hoşgörülü, hem
de önyargılı kişilerde gözlenebilir.
Bu önemli bir
noktadır; çünkü Adorno'dan bu yana otoriter kişilerin önyargılı ve katı bir
bilişsel stile sahip oldukları, istisnaları kaale almadıkları, sınıflayın
ifadeler kullandıkları varsayılmıştır. Billig, bunu yetersiz bularak
eleştirir: Hipotetik bir otoriterin şematik modelinde, otoriter kişi bütün
X'lerin Y'lerden farklı olduğuna inanma ihtiyacında olsun. Bu kişi, U1 ve U2
uyaranlarını farklı görüyorsa, bu farkları büyütecektir; bunlardan birinci
uyaran (a) ve (b), ikinci uyaran ise (b) ve (c) özelliklerine sahip olsun; örneğin
a siyah deri, c beyaz deri ve b de Hristiyan olmak olsun. Otoriter kişimiz bu
örnekte b’ye daha az önem vererek ve U1 ve U2'yi kategorize etmek için a/c
boyutunu seçecektir; farkları abartabilmek için
bazı bilişsel
stratejiler izleyecektir. Burada en basit strateji, bir tür bilişsel kural
olabilir; örneğin a’ya (veya c’ye) sahip olmak, bir uyaranın tüm diğer
özelliklerini etkiler. Bu a’nın yanındaki b’yi, c’nin yanındaki b’den ayırmayı
sağlar; yani beyaz insanın Hristiyanhgı, zencinin Hristiyanhgın- dan
farklılaştırılır; daha makbul kılınır. Böylece dindar Hristiyan kategorisi
bölünmeye çalışılır ve kaba kategoriler yerine ince ayrımlar yapılır; zenci ve
beyazın aynı İncili okuması, aynı kiliseye gitmesi, aynı tanrıya tapması, a-c
farklılığında aynı anlama gelmez.
...
Öz-saygı ihtiyacı ve yanlılıklar
Bu gözlem ve
düşünceler kategorilendirmede, önyargıda ve stereotip- lerde motivasyonun
rolünün son derece önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bunların sosyal
etkileşimdeki işlevleri, kategorizasyonu salt bilişsel açıdan değerlendirmenin
doğru olmadığını gösterir; gruplar arası ilişkiler motivasyonel faktörler
dikkate alınmadan ve sadece bilişsel önermelerden yola çıkıldığında
anlaşılmaz. Bilişsel sosyal psikolojide ayrıştırma süreçlerinin hoşgörü, önyargı
ve bireyselleşme olgularıyla ilişkisinin yeterince incelenmemesi,
kategorilendirmeyi de yeterince anlamamamız sonucunu doğurur.
Nitekim
Tajfel de, daha sonraki yıllarda kimlik teorisinde, kategori- lendirmeye
bilişsel işlevi dışında, ikinci bir işlev daha yüklemiştir: Bireyin üyesi
olduğu gruba pozitif bir imaj kazandırma ve bunu koruma. Bu ikinci işlev, bireyin
toplum içindeki yerini oluşturma ue tanımlama anlamında bir kimlik işlevidir.
Kategorilendirme sayesinde birey, diğerlerinden farklılığını ve hatta daha iyi
olduğunu sağlama, pozitif bir sosyal kimlik oluşturma, bir başka deyişle
öz-saygısını yükseltme peşindedir. Bunun bir yolu dış gruplar aleyhine,
bireyin aidiyet veya referans gruplarını yüceltmesi ve gruplar arası bir sosyal
karşılaştırmaya girmesidir. Burada kategorilendirme, bireylerin
öz-degerlendirmelerine dayalı bir sosyal kimlik yaklaşımına bağlanıyor;
nitekim Tajfel ve Turner (1978, 1981, 1986) daha sonraki çalışmalarında bu
nokta üzerinde odaklaşmışlardır.
Bu yaklaşım,
sosyal karşılaştırmayı, grup içi veya kişiler arası çerçevenin dışına
taşırarak, gruplar arası düzeyde ele alır. Tajfel ve Turner’in (1978) temel
aksiyomları şu şekilde özetlenebilir:
a) Bireyler,
öz-saygılarını korumak veya yükseltmek isterler; pozitif bir benlik imgesine
ulaşmaya çalışırlar.
b) Sosyal
gruplar veya kategoriler ve bunlara aidiyetler, birtakım pozitif veya negatif
‘anlam yüklerine’, yan-anlamlara (konotas- yon) bağlanır; değer yargıları
yüklenir. Söz konusu değerlendirmeler sosyal olarak paylaşılma ve grup içinde
veya gruplar arasında yayılma eğilimi gösterir. Bireylerin sosyal kimliği, bu
tür değerlendirmelere ya da yan-anlamlara göre, pozitif veya negatif
nitelikler taşır.
c) Kendi
grubunu değerlendirme, sosyal karşılaştırma yoluyla diğer gruplara göre
yapılır. Aidiyet grubu ile bir başka grup arasında farkın birincinin lehine
büyük olması yüksek bir prestij sağlarken negatif fark düşük prestij sağlar.
Öz-saygı,
kişisel veya kolektif kimliğin duygusal (affektif) öğesi olarak ya da kimlik imajımız
hakkında yaptırımız bir değerlendirme (‘iyi-kötü) olarak tanımlanabilir.
Öz-saygı, bir bakıma kendi değerimiz veya ben’in değerine ilişkin
bilincimizdir; kişisel değer duygusudur, kendi değerini görme, kendini sevdirme
ve kendini onaylatma eğilimidir, ‘kendini ortaya koyma, dolayısıyla ‘kendisi
için oy verme’ (Tap), kendi değerine inanma tavrıdır. İnsanın ideal benlik
veya kimliği ile gerçek (reel) benlik veya kimliğinin birbirine yakın
olmasıdır. Kişisel boyutunda öz-saygının yüksekliği, kolayca öfkelenmeme,
kaygıya kapılmama, diğerlerinin önünde kolayca cesaretini kaybetmeme, kendi
fiziğinden, bedeninden, yaptığı işten hoşnut olma, diğerlerinin kendisini
anladığına veya kendisinden memnun olduğuna inanma, iyimser olma, kendine
güvenme, kolektif işlerden hoşlanma gibi duygularda yansımaktadır.
Öz-saygının
önemi çok uzun zamandan beri fark edilmiştir. Felsefi düşünceleri bir yana
bırakırsak, XIX. Yüzyıl sonunda W. James (1890), özsaygıyı, insanın
başarılarının beklentilerine/iddialarına oranı olarak tanımlayarak, günümüz
sosyal psikolojisindekine yakın bir anlamda kullanmıştır. Ayna benlik
kavramını ortaya atan ve çocuğun çok erken yaşta, kendi hareketlerine bağlı
olarak diğerlerinin değişimini fark ettiğini ve anababası üzerindeki kontrol gücünü
keşfettiğini; “tıpkı bir el veya oyuncağını yaptığı tarzda, onların
davranışlarını da ‘kendi malı’ bir araç gibi sahiplenip kullandığını” öne süren
Cooley (1902)107 için de aynı şey söylenebilir.108 Hemen
onların ardından, melankolinin analizinde ‘aşk hayatında, sevilmemek öz-saygıyı
düşürür, sevilmek ise yükseltir” diyerek öz-saygı konusuna eğilen Freud u
(1916) anmak gerekir (Bolognini ve Plancherel, 1998). Ancak, yine de konuya
yönelik ilgi, bazı dönemlerde
daha çok öne
çıkmaktadır; örneğin geçen yüzyılın son çeyreğinde, psikologlar, pedagoglar ve
ruh sağlığı uzmanları, konuya büyük ilgi duymuşlardır. Harter109
(1998) bu ilgiyi, öz-saygının azalması/düşmesi ile çocuk ve gençlerin
karşılaştıkları depresyon, intihar, çocuk ve ergen suçluluğu, okulda öğrenme
güçlükleri, erken hamilelik gibi pek çok problem arasındaki bağlantıya
dayandırmaktadır.
Bu
değerlendirme, kendimize özgü nitelikleri konu aldığında, kişise! öz
saygıyı, grubumuzun niteliklerine ilişkin olduğunda ise kolektif özsaygıyı
belirtir. Ancak kişisel öz-saygımız çoğu kez aidiyet veya referans
gruplarımızın imajından etkilenir. Bu durum, Pigmalion etkisi konusunda gözden
geçirdiğimiz “Irksa! Benlik Bilinci” başlıklı klasik araştırmada (Clark
ve Clark, 1947) öyküsü anlatılan siyah çocukların siyah ve beyaz oyuncak
bebeklere karşı tutumlarında açıkça yansımaktadır. Siyah çocukların
öz-saygılarında, kişisel ve kolektif öz-saygıları iç içe geçmiş görünmektedir.
İnsanın öz-saygı ihtiyacı, evrensel bir olgu olmasa da (zira bazı kültürlerde
bunun önemli olmadığı yönünde gözlemler var), modern top- lumlarda oldukça
yaygın bir ihtiyaç olarak belirmektedir. Bu konuda ortaya atılan ünlü bir
açıklama, literatürde 'öz-saygının terör yönetimi teorisi’ (terror
management theory of self-esteem) adıyla anılmaktadır. Greenberg ve
arkadaşlarının çeşitli araştırmalarla savundukları bu teoriye göre, insanlar,
kendilerini hayatta mevcut çeşitli kaygı kaynaklarından (özellikle ölüm
korkusu) korumak için yüksek bir öz-saygı düzeyine sahip olmak isterler.
İnsan, yaşamını değerli görme, varlığını haklılaştırma, bu dünyanın bir anlamı
olduğuna ve orada, kendisinin de bir yeri olduğuna inanma ihtiyacındadır. Bu
inanç, kaygılara karşı bir kalkan olmakta ve ona çeşitli sorunlar karşısında
direnme gücü vermektedir.
Greenberg’in
teorik yaklaşımını temel almasa da, pek çok araştırma, öz-saygı ile fiziksel ve
ruhsal sağlığımız arasında bir korelasyon bulunduğuna işaret etmektedir.
Kanserliler, depresyonlular, AİDS hastaları, işsizler gibi çeşitli gruplarda yapılan
araştırmalarda, öz-saygının düşüklüğü dikkati çekmektedir.
Entelektüel
tartışmalarda sıklıkla savunulduğu gibi, etnik gruplar arasında öz-saygı
farklılığı var mıdır?110 Araştırmalar, bu yaygın kanaati
desteklememektedir. Gruplar arası öz-saygı karşılaştırmalarının çoğu, ABD’de
etnik gruplar arasında yürütülmektedir. Literatürde mevcut bu tür araştırmaları
gözden geçirmenin yanı sıra kendisi de Afro-amerikalı- lar, Çerkezler ve
Beyazlar arası karşılaştırmalar yapan Harter (1998),
farklı etnik
gruplardan çocuklar arasında öz-saygı bakımından anlamlı bir fark olmadığını
öne sürmektedir ve bu bulguları Cooley’in teorik çerçevesinden hareketle
açıklamaktadır. Şöyle ki, her birey kendisi için anlamlı olan kişilerin
tutumlarını içselleştirir. Öz-saygının içinde geliştiği bağlam ana-baba, kız ve
erkek kardeşler ve ailenin içinde yer aldığı topluluğu/etnik veya dinsel
cemaati kapsar; çocuklar kendileri için birer referans grubu olan bu bunların
kanaatlerini benimser, kendine entegre eder; nitekim araştırmalara konu olan
etnik grupların çoğunda, bir kişinin öz-saygısı ile etrafındakilerin tutumları
arasındaki ilişki, nispeten daha güçlüdür; dolayısıyla bu tür ortamlarda
çocuklar, güçlü bir öz-saygı desteği bulmaktadırlar ve beyazlardan gelen ırkçı
mesajlarla kolayca başa çıkabilmektedirler. Öz-saygının kişiler arası
etkileşimle oluştuğu dikkate alınırsa, bu sonuç son derece anlaşılır bir
niteliktedir. Yakınlarının kişiye tuttuğu ayna, pozitif bir görüntü
sunduğunda, öz-saygı yükselmektedir.
Ayrıca
öz-saygı her kültürel grupta aynı temellere oturmamaktadır. Örneğin okuldaki
başarı düzeyi, Beyaz çocukların öz-saygısını olumlu veya olumsuz (+ veya -
yönde) etkilerken, Afrika kökenlilerinkini etkilememektedir (Harter, 1998, s.
68-69). Buna ilaveten, her kültürün yüksek öz-saygıya, aynı önemi verip
vermediğinin de tartışılır olduğunu belirtmek gerekir.
Tajfel,
sosyal kimlik teorisinin daha sonraki versionlarında bireylerin kendileri veya
grupları hakkında olumlu bir imaj oluşturma ve bunu koruma eğilimini, kimlik
inşasının önemli bir yanı olarak niteler. Bu eğilim nedeniyledir ki, sosyal
karşılaştırmalarda, daha önce gözden geçirdiğimiz gibi, kendimizin güçlü
olduğu alanları veya konulan seçeriz; benlik imajımız bozulduğunda ya
karşılaştırmalardan kaçarız ya da kendimizden daha zayıf olanları seçme yoluna
gideriz. Pek çok sosyal psikolog yanı sıra, daha önce, sosyal karşılaştırma
konusunu işlerken gözden geçirdiğimiz Wills (1981) ile Goethals ve Darley’in
(1987) görüşleri de bunu desteklemektedir.
Bu alandaki
literatür bulgularını değerlendiren Martinot’ya (1995) görebil
• İşadamlarının
% 9O’ı kendilerini orta düzeyde bir işadamından daha üstün görmektedir
• Büyük
okullardan mezunların % 70’i, kendilerinin ortalamadan daha yüksek bir yönetim
kapasitesine sahip olduğunu düşünmektedir (kendilerini ortalamadan aşağıda
görenlerin oranı sadece % 2 civarında)
• Öğrencilere
insanların sadece % l’lik kesiminin, diğerlerini yönetme kapasitesine sahip
olduğu bilgisi verilip kendilerini nasıl gördükleri sorulduğunda, öğrencilerin
% 25’i, kendilerini bu %1’lik gruba koymaktadır.
• Lise
öğretmenlerinin % 90’ı kendilerini diğer meslektaşlarından daha üstün
görmektedir.
İnsanlar
kendileri söz konusu olduğunda her zaman objektif, tutkulardan uzak ve rahat
değiller. Aslında, çoğu kez bunun tersi görülür. Kendi kendimizi koruma
eğilimimiz güçlüdür. Benlik kavramımız, konusunda taraflıyız; örneğin
kendimizi betimlememiz veya tarif etmemiz istendiğinde, belirttiğimiz sıfat
listesini olumlu bir tarzda yönlendiriyoruz; iyi çizgilerden başlama, bir
kötünün ardından onu dengeleyici bir olumlu ekleme gibi, diğerleriyle
kıyaslarımızda da kendimizden hoşlanma yanlılığı gösteriyoruz, örneğin,
başarılarımızdan, başarısızlıklarımıza kıyasla daha çok sorumlu olduğumuzu
düşünüyoruz.
Martinot’nun
özetlediği bu durum, üniversite öğrencileri arasında yaptığımız denemelerde de
doğrulanmaktadır. Öğrencilerin yıllara göre % 70’ler etrafında değişen büyük
grubu, kendilerini diğerlerinden daha akıllı ve yetenekli görmektedirler.
Bazı araştırmacılar
öz-saygının global’ veya ‘çok-boyutlu’ olup olmadığı konusuna eğilmektedirler.
Vallerand ve Ark112 (1991), benlik imajını sosyal, fiziksel,
bilişsel ve genel yanlara ayıran Harter’ın ölçeğiyle yaptıkları bir
araştırmada bu konuya eğilmişlerdir. Araştırmada biri ‘çok yetenekli’ diğeri
‘vasat’ iki öğrenci grubu alınmış ve bunlara Harter ölçeği uygulanmıştır.
Global öz-saygı varsayımı doğruysa, yetenekliler grubu 4 boyutta da
diğerlerinden farklılaşacaktır; ikinci varsayım doğruysa, sadece okul başarısı
anlamında tanımlanan bilişsel boyutta bir farklılaşma olacaktır. Sonuçlara
göre iki grup ölçeklerden üç boyutta yaklaşık aynı puanları almış, sadece
bilişsel boyutta farklılaşmıştır. Bu sonuçlar, ikinci varsayımı
desteklemektedir.
Bu perspektif,
kimlik sorunları yaşayan kişilerin negatif bir benlik imajı geliştirmekten
nasıl kurtulduklarını veya düşük statülü grupların kendilerini nasıl
koruduklarını anlamamıza ışık tutmaktadır. Her hangi bir alanda düşük
öz-saygılı biri, başka alanlara yönelerek benlik imajını koruma imkânına
kavuşmaktadır.
Benliğin,
çeşitli süreçleri kontrol ettiğini belirten Valerand ve hosier113
(1994), çeşitli yazarlar tarafından dikkat çekilen 5 süreç saptamak
tadırlar.
Bunlardan biri insanın kendisini tanımasına yönelik ‘benlik değerlendirme’
sürecidir: Bu süreç ‘doğru/gerçekçi bilgi edinmeyi hedeflediğinden dolayı,
genelde objektif bir tutumu yansıtır. İkincisi kendi hakkımızda gerçekçi
enformasyonlar aramak yerine, lehimize olanları almamızda yansıdığı gibi,
kendimiz hakkındaki pozitif imajımızı onaylayın yönde davranmamızı ifade eden
‘öz-saygıyı yükseltme’ veya ‘benlik artırma’ sürecidir. Benlik artırma, bir
sektörde yaralanan öz-saygıyı, bir başkasında telafi etme şeklinde de
görülebilmektedir. Üçüncüsü, imajımız tehdit altına girdiğinde, örneğin bir
başarısızlık durumunda, öz-saygımızı zedelenmekten koruma yönünde tepkiler
(özür bulma, mazeret gözter- me, diğerlerinin ters davranışını öne sürme,
sorumluluğu başkalarına yükleme) geliştirmemizi ifade eden ‘benlik koruma’
sürecidir. İkinci ve üçüncü süreçler birbirine sıkıdan bağlıdır. Dördüncüsü,
geçmişten bu yana yaşadığımız çeşitli olaylar ve deneyimler içerisinde kendi
hakkımızda tutarlı bir görüşe sahip olma ihtiyacımızı ifade eden ‘tutarlı
benlik görüşü sağlama’ sürecidir; bu süreç nedeniyledir ki, kendi hakkımızdaki
algımızı değiştirmek çok zordur. Beşincisi, diğerlerine kendi hakkımızdaki
gerçek algımıza tekabül eden bir imaj veya diğerlerine istediğimiz yönde bir
imaj yansıtma ihtiyacımızı ifade eden 'benlik sunumu’ sürecidir.
Düşünce,
duygu ve davranışlarımızı etkileyen bu süreçlerden ilki kısmen veya dolaylı
olarak, diğerleri ise doğrudan olmak üzere öz-saygımı- zı yükseltme veya koruma
amacına yönelik süreçler olarak görünmektedir. Zira içerdikleri veya yol
açtıkları yanlılıklar, öz-algımızı, öz-değerlen- dirmemizi ve öz-saygımızı
olumlu yönde geliştirme gibi bir ereksellik taşımaktadır. Bu süreçler,
benliğin idamesini sağlamaya yöneliktir; Ja- mes’in114 deyimiyle “benlik,
kendi gerçekliğini garanti altına alır, kâh açılarak, kâh kapanarak”.
Öz-saygıyı
korumanın önemi, Ömer Seyfettin’in Diyet adlı öyküsünde son derece ustalıkla
anlatılmıştır. Bu hikâyenin kahramanı olan Koca Ali, insanlar tarafından
sevilen, kimseye gönül borcu olmayan, ‘eyvallah etmeyen’, ekmeğini taştan
çıkaran, alnının teriyle kazanan bir demirci ustasıdır. Bir gün, iftiraya
uğrar ve hırsızlıkla suçlanır, bütün kanıtlar aleyhindedir. Sol kolunun
kesilmesine karar verilir. Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerlidir.
Kolunun diyetini vererek kesilmesini engelleyebilir, ama verecek parası yoktur.
Onu seven kent halkı ve sipahilerin aracılığıyla, kentin en büyük zengini ve
70 yaşını aşmış olan kasap Hacı Mehmet, bir koşulla, onun kolu için diyet
vermeyi kabul eder: Ölünceye kadar, ona bedava hizmetçilik, çıraklık etmesi
koşulu. Koca Ali kabul eder, kasap
dükkânında
çalışmaya başlar, ama Hacı Mehmet titiz, huysuz, çekilmez biridir. Her şeyi ona
yaptırır. Sabahın kör karanlığından akşama kadar köle gibi çalıştırır; ona
devamlı emirler vererek mandıradan o gün satılacak koyunları getirtme,
kestirme, yüzdürme, parçalatma, sattırma ve geceleri dükkânı baştan aşağı
yıkatma, ormandan odun kestirme, suyunu taşıtma, evin bahçesindeki lağım
kuyusunu temizletme gibi her şeyi yaptırır. Karşılığında yalnız bulgur
çorbası. Koca Ali bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecektir, ama Hacı
Kasap'ın ikide bir “Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!...
demesine ve "Aklında tut, benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti
hatırlatmasına dayanamaz”. Bir hafta dayanır buna ve en sonunda satırla kolunu
kesip atar Hacı Kasap’ın önüne ve çekip gider.
Bu öyküde
Koca Ali’yi rahatsız eden şey köle gibi çalışması değil, aşağılanmasıdır.
Gördüğü muameleyi kendine yakıştıramayan demirci ustası, bir öz-saygı sorunu
yaşamıştır. Çünkü bu muamele, olduğuna inandığı kişiye uymuyor, Hacı Kasap’ın
aynası, onu (olduğuna inandığı kişiyi) göstermiyor. Bu nedenle, öz-saygısını
korumak için, büyük bir bedel ödemekten kaçınmıyor.
Bu konuda,
Turner’ın (1981) analizi de öz-saygı ihtiyacını vurgulamaktadır. Turner,
Tajfel’in “kişiler arası davranış” ve “gruplar arası davranış” şeklindeki
ayrımını şöyle formüle etmiştir; kendini ve diğerlerini ayırt etmeyi ifade eden
kişiler arası davranış, kişisel kimlik süreciyle; grupların ayrımcılığını ifade
eden gruplar arası davranış ise sosyal kimlik süreciyle ilişkilidir. Diğer
gruplara kıyasla kendi grubunu daha olumlu görme eğilimine yol açan şey
pozitif bir kimlik (bireysel veya sosyal) ihtiyacı değil, bir öz-saygı veya
pozitif bir öz-değerlendirme ihtiyacıdır; bireylerin grup sayesinde yüceldiği,
bir başka deyişle bireylerin pozitif bir farka ulaşmasının yolunun aidiyet
grubu lehine sonuçlanan gruplar arası kıyaslamadan geçtiği varsayılır.
Grup
aidiyetinin, insanın yargılarında bir yanlılığa yol açtığını gösteren pek çok
emprik araştırma vardır. Örneğin iç-grubun (ait olduğumuz grup) ve dış-grubun
başarı ve başarısızlıklarını (tıpkı kendimizin ve başkalarınınki- lerde olduğu
gibi) farklı şekilde açıklarız. Iç-grubun başarıları, grubun kalitesine,
başarısızlıkları ise durumu, şanssızlığa veya benzeri dış faktörlere yüklenir.
Dış-gruplar söz konusu olduğunda ise bunun tersi bir eğilim görülür.
İslam ve
Hewstone115 (1993) tarafından Bengladeş’te yapılan bir araştırmada,
bir çoğunluk grubun (Müslümanlar) ve bir azınlık grubun
(Hindular)
birbirlerinin olumlu ve olumsuz davranışlarını nasıl açıkladıklarına
bakılmıştır. Sonuçlar, açıklamalarda genel olarak grup yanlılığının olduğunu
ortaya koymuştur. Örneğin Müslümanlar açıklamalarında hem kendi gruplarını
yüceltme, hem de Hinduları gözden düşürme eğilimi göstermişlerdir.
Günlük
yaşamımızda, çoğu kez, diğer grupları onlar hakkında taşıdığımız önyargı ve
stereotipler doğrultusunda görme eğilimi taşırız. Hews- tone’a116
göre (2003) bu yönde pek çok veri vardır. Esasen grup tarafgirliği, gruplar
hakkındaki stereotipleri korumayı sağladığı gibi, stereotipler de grup
tarafgirliğini ‘haklılaştırarak’ pekiştirir. Örneğin ‘biz akıllıyız' ve ‘onlar
aptaldır" stereotipleri, bizim başarımızı, onlarınsa başarısızlıklarını
açıklamaya elverişlidir.
Bazı
yazarlar, gruplar arası farklılaşmanın duygusal planda da işlediğini iddia
etmektedir. Örneğin Smith (1993) gruplar arası ilişkilerde farklı sonuçlar
doğurabilecek beş ana duygusal durum ayırt etmiştir. Bunlara, korku, tiksinme,
küçümseme, öfke ve kıskançlık duygularıdır. Smith "e göre, korku ve
kıskançlık daha çok düşük statülü gruplar için daha tipik duygular iken, öfke
ve kınama yüksek statülü başat grupların inteliği gibi görünmektedir. 117
Sosyal kimlik teorisinin heyecansa! plandaki yansımalarının ortaya konması
kuşkusuz, önem taşır; ancak Brown (2000), şimdiki haliyle Smith’in modelinin,
daha fazla çalışma yapılmasını gerektirdiğine işaret etmektedir.
Bununla ilişkili
olarak Demoulin ve arkadaşları,118 gruplar arasında benzerlik ve
farklılık arayışında gözlenen özel bir olguya eğilmişlerdir: Öteki gruptaki
insanları, insanlıktan çıkarma, insan olma özelliklerini silme
(deshumanisation). Grup içinde benzerliği, diğer gruplarla ise farklılığı
artırmanın en etkili ve yaygın yollarından biri, her gruba bir öz atfetmektir.
Bu sayede aynı öze sahip insanlar birbirine benzer kılınırken, farklı
özdekilerden de ayrılır. Tarih boyunca yaşanmış çeşitli dışlama/ayırt etme olgularını
gözden geçiren araştırmacılar, kendi grubumuza daha insani bir öz atfedip
atfetmediğimiz konusunu ele alırlar. Onlara göre, ırkçı literatüre bakılırsa,
ırkçılar kendi gruplarına bir saflık (purete) atfederler. Melezlikten
nefret ederler. Söz konusu araştırmacılar, Fransızca ve İspanyolca konuşan
çeşitli gruplarda insanın ya da insan olmanın özelliklerini saptarlar: Bellek,
akıl yürütme, duygular ve dil/iletişim en başta gelen özelliklerdir. İlginçtir
ki, İnsanî özellikler arasında duygular sıklıkla belirtilirken, heyecanlar
nadiren belirtilmiştir. Bir başka tamamlayıcı araştır
maya göre ise
duygular (mutluluk, dinginlik, utanma, vb) insanlara atfedilirken, heyecanlar
(öfke, tiksinti, korku, zevk, vb) hayvanların bir özelliği olarak görülmektedir.
Buradan hareketle, iç ve dış gruplara duygu ve heyecanların ne ölçüde
atfedildiğini karşılaştıran araştırmacılar, sonuçta duyguların kendine (aidiyet
grubu), heyecanlarınsa ötekilere (dış grup) daha sıklıkla yüklendiğini
saptamışlardır.
Tekrarlarsak,
Tajfel ve Turner’ın yaklaşımına göre bireyler pozitif bir sosyal kimliğe sahip
olmaya çalışacaktır. Bu, büyük ölçüde, gruplar arası sosyal karşılaştırmaya
dayandığından, bireyler aidiyet gruplarını dış gruplardan pozitif olarak
farklı algılamaya meyledecektir; eğer sosyal kimlik tatminkâr değilse ya
gruplarını terk edecek veya gruplarını daha pozitif bulmaya çalışacaklardır.
Tajfel ve
Turner, sosyal kimliği, bireyin kendini ait saydığı sosyal kategorilerden
doğan bir benlik imgesi olarak yorumlarlar. Burada, benlik bilincinden ziyade
öz-onay ya da öz-saygıyı vurgulayan bir kimlik anlayışı vardır. Benliğin
onaylanması veya öz-saygının yükseltilmesinde ise gruplar arası karşılaştırma
öne çıkarılıyor. Bu, birtakım faktörlere bağlanır. İlk olarak, bireylerin bir
gruba aidiyetlerini benlik kavramlarının bir yanı olarak içleştirmeleri,
ardından sosyal durumun gruplar arası karşılaştırmaya uygun olması gerekir; sosyal
karşılaştırmaya uygunluk bir yandan grupların benzer ue yakın olmasına
bağlıyken, öte yandan bu gruplara birtakım anlamlı sıfatların/değer
yargılarının atfedilebilme- sine bağlıdır. Benzerlik ve yakınlık, sosyal
karşılaştırmanın birey için anlamlı olmasını; seçenek nitelik veya değerlerin
varlığı ise bireyin kendi işine gelen boyutlarda karşılaştırma yapma imkânını
sağlar.
Sosyal kimlik
perspektifinde ve gruplar arası karşılaştırma çerçevesinde ulusal aidiyet
grubunun konumlanması konusunda Teközel ve Bilgin tarafından yapılan bir
araştırma , karşılaştırma boyutlarının hedef gruplara göre değişkenliğini
ortaya koymaktadır. Bu araştırmada119 Türk top- lumundan bir grup
insana kendilerini çeşitli milliyetlerden insanlarla 29 boyutta ya da açıdan
karşılaştırmaları söylenmiştir. Çalışmanın ilk adımında Türklerin Avrupa
ülkelerinden bazılarıyla, örneğin Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya ve
İsviçrelilerle kendini karşılaştırması istenmiştir. Karşılaştırma boyutları
arasında akıllılık, çağdaşlık, sabırlılık, yurtseverlik, birbirine bağlılık,
duygusallık, misafirperverlik, geleneklere bağlılık, eli açıklık, uzak
görüşlülük, özgürlük, bağımsızlık, dürüstlük, kibarlık, kültürlülük gibi
özellikler yer almaktadır.
Sosyal kimlik
teorisinin temel varsayımlarına göre, Türklerin kendi gruplarına olumlu
nitelikler yüklemesi ve kendilerini diğerlerinden daha iyi görmesi
beklenmiştir. Ancak sonuçlar, bu öngörüyü desteklememiştir. Türkler kendilerini
genel olarak daha alt düzeylerde konumlamıştır. Bilindiği üzere, sosyal
karşılaştırma stratejilerinden birisi, "avantajsız olduğumuza inandığımız
kıyas boyutlarının değerini düşürme" stratejisidir. Bu stratejinin
izlenmesi durumunda, Türklerin, kendilerini aşağı buldukları özelliklerin
değerini düşürmesi gerekecektir. Bunun bir etkisi olup olmadığın test etmek
üzere, katılımcılara, 29 boyuttan her birini ne ölçüde önemli buldukları
sorulmuştur. Sonuçlara göre, en önemli gördükleri 5 boyut , “Özgürlük”,
“Kültürlülük”, “Çalışkanlık”, “Akılılık” ve “Dürüstlük”; en önemsiz görülen 5
özellik ise “Gösteriş merakı”, “Bencillik”, “Rahatına düşkünlük”,
“Bonkörlük/Eli açıklık” ve “Dine bağlılık” olmuştur.
Ancak,
sonuçlara yakından bakıldığında Türklerin kendilerini 3 boyutta,
AvrupalIlardan daha ‘üstün’ buldukları görülmüştür. Bunlar “Samimilik”,
“Yardımseverlik” ve “Konukseverlik” boyutlardır. Bu durumda ait olunan grubu,
bazı bakımlardan öne çıkararak bir telafi yolu bulmanın söz konusu olduğu
düşünülebilir. Fakat bunun söz konusu olması halinde, kendi grubunun sahip
olduğuna inanılan özelliklere önem verilmesi de gerekir. Oysa bunlar en çok
önem verilen özellikler arasında yer almamakta, ‘önemlilik’ sıralamasında
samimilik 12., yardımseverlik 15. ve konukseverlik 17. sırada bulunmaktadır.
Bu sonuç, önceki sayfalarda ‘özsaygı ihtiyacı’ konusunda tartıştığımız,
öz-saygının ‘global’ veya ‘çok-bo- yutlu’ olup olmadığı konusuyla
ilişkilendirilebilir. Vallerand ve Ark’nın (1991) öz-saygının çok-boyutlu
olduğu yönünde vardıkları sonuç, kendini diğerlerinden bazı bakımlardan üstün,
bazı bakımlardan aşağı görmenin mümkün olduğunu göstermektedir.
Ayrıca
Türklerin Avrupalılara kıyasla kendilerini pek çok bakımdan daha aşağı
düzeylerde konumlamaları, toplumumuzun kendine özgü dinamikleriyle de
ilişkilidir. Bu noktada Türk toplumunun kültürel özelliklerinden ziyade,
Batıyla ilişkilerinin tarihini ve temel yönelimlerini dikkate almak uygun
olacaktır. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ortaya çıkan ve
Cumhuriyetle birlikte gelişerek sosyal düşüncede modernleşmenin çekirdek bir
temasına dönüşen ‘Batılılaşma’ hedefi, insanların zihinlerinde koksalmış gibi
görünmektedir. Bu çekirdek temanın, Markova anlamında ‘temel temata’120
niteliği taşıdığı söylenebilir. Üstelik ya
kından
bakıldığında toplumumuzda Batılılaşmanın tarihi “Türkleşme”nin ya da
‘Türkçülüğün’ tarihinden daha eskidir.121 Batılılık çoğumuzun
öykündüğü, ulaşmayı arzuladığı, bir parçası olmaya çalıştığı bir dünyayı
temsil ediyor.122 Osmanlı elitleri, uzun yüzyıllar boyunca Türklük
bilinci taşımamış; Avrupalılar tarafından çok daha önceleri, örneğin Italyada
XII., Portekizde XV. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan Türk sözcüğü,123
OsmanlIların ancak son zamanlarında, 19. yy .da yayılmaya başlamıştır.
Bu durum,
farklı statülü grupların birbiri için bir tehdit kaynağı oluşturup
oluşturmamasıyla da ilişkilendirilebilir. Grup betimlemeleri, basitçe kişinin
dış grupla karşı karşıya geldiğinde, aidiyet grubunu daha olumlu görmesini
içermediğini belirten Van Knippenberg124 (1984), gruplar arası statü
farklarına dikkat çekmektedir. Sıklıkla raslanmasa da, aidiyet grubundan daha
yüksek statülü bir dış grup, tehdit kaynağı oluşturmadığı zaman, grup
tarafgirliği ortaya çıkmayabilir. Bir başka deyişle, dış gruba ilişkin
temsillerimiz, kendi grubumuzun statüsü açısından tehditkâr görünmediğinde
olumlu da olabilmektedir.
Çok önemli
olmasalar da, üç boyutta aidiyet grubunun daha ‘üstün’ bulunması dikkate
alınması gereken bir sonuçtur. Zira bu sonuç, aidiyet grubunu Avrupa karşısında
total bir ‘aşağılama’ ya da ‘alçaltmanın söz konusu olmadığını göstermektedir.
Araştırmanın
bir sonraki aşamasında, aynı karşılaştırmalar İran, İrak, Suudi Arabistan,
Mısır, Filistin gibi ülkelerle yapıldığında durum farklılaşmıştır. Bu
ülkelerin herhangi bir özelliği Türklerden daha üstün bulunmadığı gibi, pek
çok özellikleri de (9 özellik), Türklerden aşağı görülmüştür. Bu ikinci grup
ülkelerle karşılaştırmalar, sosyal kimlik teorisinin öngörülerine uygundur. Bu
ülkelerle karşılaştırma, nispeten, Türk insanının kendinden memnuniyetini
artırıcı, kendi hakkında olumlu bir imaj edinmesini veya bu imajı
pekiştirmesini sağlayıcı, özetle öz-saygısını artırıcı yönde gerçekleşmiştir.
Ve nihayet
aynı karşılaştırmalar üçüncü bir grup ülkeyle daha yapılmıştır. Bunlar
Bulgarlar, Ermeniler, Sırplar gibi o yıllarda ‘sevilmeyen’ ve “düşman” olarak
görülen (Bilgin ve Aksoy, 1993) milliyetlerdir. Bu milliyetlerle yapılan
karşılaştırmalarda, Türklerin üstün bulunduğu özellik sayısı (14 boyut) daha
da artmıştır. Ancak genelde Türklerin kendini üstün bulduğu boyut sayısının
göreceli azlığı, toplam boyut sayısının yarısı sınırında bulunması (ikinci
grupta 29’da 9; üçüncü grupta 29’da 14), güçlü bir diskriminasyon eğiliminin
bulunmadığını düşündürtmektedir.
Aynı konuda,
Mlicki ve Ellemers (1996) tarafından yapılan bir başka araştırmada sosyal
kimlik ve benlik kategorizasyonu teorisi çerçevesinde ortaya atılan bazı
görüşler test edilmiştir.125 Bu görüşlerden biri, kendilerini bir
grup üyesi olarak tanımlayanların, kendi gruplarını diğer gruplardan daha
olumlu yönde değerlendirmelerini öngörür. İkincisi, hiyerarşik olarak
düzenlenmiş bir sosyal kimlikler sisteminde, kişiler bu kimliklerden herhangi
biriyle özdeşleşebilirler, ama aynı durumda (önemde) iki kimlik olamaz.
Bu araştırma
Polonyalı ve HollandalIlar üzerinde yapılmıştır. Sonuçlar sosyal kimlik ve
kategorizasyon süreçlerinin varsayımlarından farklı yönde çıkmıştır. Bu iki
gruptan Polonyalılar, HollandalIlardan daha olumsuz bir kimliğe sahiptirler;
yani kendilerini tanımlamak için seçtikleri stereoti- pik kelimeler olumsuzdur.
Buna rağmen HollandalIlardan daha güçlü bir sosyal kimliğe sahip görünmektedirler.
Ayrıca bu negatif stereotipik özellikleri dışsal nedenlere değil, kendilerine
atfetmektedirler.126 PolonyalIlar kendilerini hem güçlü bir şekilde
Polonyalı olarak, hem de güçlü bir şekilde Avrupalı olarak tanımlamaktadırlar.
Negatif
kimliğe sahip olanlar, kendilerini hiyerarşik olarak bir üst kapsayıcı
kimlikle tanımlayabilirler. Ancak Turner'in ortaya attığı bu görüşe ters olarak
Polonyalılar hem Polonyalı hem de Avrupalı kimliğiyle özdeşleşmişlerdir.
Ayrıca, negatif kimliklerini telafi etmek için olumlu olan, ama PolonyalIlara
has stereotipik özellikler arasında yer almayan başka boyutlar seçme yoluna
gitmemektedirler.
Polonyalılar
kendilerini Avrupalı olarak tanımlamakta ve ileride Avrupa’ya dâhil edilmeye
de çok isteklidirler. Bir yandan da olumsuz bile olsa kendileri ve diğer
gruplar arasında ayırt ediciliği vurgulamak için olumsuz da olsa stereotipik
özelliklerine bağlı kalmaktadırlar.
Yazarlara
göre bu eğilimler, Polonya’nın kimliğinin 200 senelik bir geçmiş boyunca
tehlike altında kalmasından gelen bir miras olabilir. Zira bu geçmiş nedeniyle,
farklı bir ulus olarak ayırt ediciliği vurgulamaları önem taşımaktadır ve bu
yüzden başkalarıyla olumlu tanımlamalar paylaşmak yerine, ayırt edici olumsuz
tanımlamaları korumayı tercih etmektedirler.
Burada
Teközel ve Bilgin’in araştırmasındaki gibi, negatif kimliği telafi edici bir
yol olan, ‘başka boyutlar seçme’ (‘misafirseverlik, yardımseverlik,
samimilik’) söz konusu değildir. Araştırmada bu husus test edilmiş olmakla
birlikte, PolonyalIların kendilerinden daha düşük gördükleri başka
ülkelerle
karşılaştırması yapılmamıştır; zira bu tür bir karşılaştırma da, negatif
kimlik öğelerini telafi yolu olabilir. Bu olasılıkların dışında, yazarların
Polonyanın geçmişine ilişkin yorumları anlamlı görünmektedir.127
Öte yandan
seçenekler arasında bir telafi yolu bulunmadığında, negatif kimlik, var
olmakla eş anlamlı hale gelebilir ve bu durumlarda tek çıkış yolu olarak tercih
edilebilir. Bu durum, hem kolektif kimlik açısından olduğu gibi, kişisel kimlik
açısından da söz konusu olabilir. Negatif bir kimlik imajının
içselleştirilmesi “kişinin çevresinde, kendisi hakkında başka yansımalar
bulunmamasından ve bilinçaltı bir şekilde, bir hiç olmaktansa ötekiler
tarafından kabul edilmiş bir negatif kimliği tercih etmesinden kaynaklanabilir”
(Lipiansky, 1992, s. 194).
Bağımsızlıkları
sürekli tehdit altında olan ülkelere özgü bir ‘halet-i ruhiye’den söz
edilebilir. Milan Kundera kendisiyle yapılan bir röportajda, şu görüşü
savunuyordu: AB projesi Doğu Avrupa ülkeleri için çok önemlidir. Doğu
Avrupa’nın temel sorunu, Sovyetler tarafından işgal edilmiş olmak değil, Batı
tarafından dikkate alınmamaktır. Bir Rus, İngiliz veya Fransız vatandaşı,
varlığının her an ortadan kalkabileceği kaygısı taşımaz, uluslarının bekası
sorununu aklına getirmez. Milli marşlarında buna değinilmez. Ama Doğu
Avrupanın pek çok ülkesi bu kaygıyla yaşar.
Kundera’nın
bu görüşü, bu ülkeler için Avrupalı olma ve aynı zamanda kimliğini korumanın
ne kadar hayatî bir duygu olduğunu gösterir. Bu duygu, farklı bir tarihe sahip
olsa da, Türk toplumuna, en azından bazı katmanlarına uygun düşmektedir.
III. 2. b. Kendini Kategor ilendir me,
Prototipiklik ve Metakontrast
"Diğerlerinin
hataları gözümüzün önündedir, kendimizinkiler ise arkamızda”
Seneka
Genel olarak
bireyler, gruplar hakkında, kategorilendirmenin sonucunda oluşan sosyal
bölümlenmelere göre temsiller geliştirirler; ayrıca kişileri, kategorilere ait
veya ait değil tarzında ayırt etmenin dışında, aynı bir kategoriye. aidiyet
bakımından da farklılaştırırlar. Daha somut bir deyişle, söz konusu bir
kategoriyi bazı kişilerin diğer başka kişilerden daha iyi yansıttığını ya da
temsil ettiğini düşünürler. Bu demektir ki, aynı bir ka-
tegori içinde
gruplandırılan kişiler arasında farklılıklar vardır. Bu husus, grup içi
homojenlikten farklı bir model getiren prototipiklik modelidir.
Prototip
kavramı, 1970’li yıllarda kategorilerin oluşumu ve yapısı hakkında Rosch
tarafından geliştirilmiştir. Ona göre ‘doğal’ kategoriler, klasik Aristocu
anlayıştaki gibi, tümüyle benzer öğelerin bir araya toplanmasından oluşmaz.
Bir kategorinin oluşması için öğeler arası benzerliğin, bütünler arası
benzerlikten daha fazla olması yeterlidir. Öyleyse kategoriler farklılaşmış
bir içyapıya sahiptir,128 yani kategori içinde yer alan öğeler,
aynı derecede tipik değildir. Örneğin, kuş kategorisi içinde, küçücük ispeçe
kuşları Amerikalılara göre, devekuşlarından daha ‘kuş’ gibi görülür. Bir
kategorinin prototipi vardır ve prototip, kategorinin iyi bir örneğidir. Prototiple
belirli bir benzerlik düzeyi, kategoriye aidiyet için yeterlidir. Rosch,
mobilyalar, renkler, meyveler, sebzeler, arabalar, kuşlar, oyuncaklar ve
elbiseler gibi günlük yaşamdan alınmış sıradan şeyler üzerinde çalışmıştır. Her
bir kategoriye giren öğeleri, örneğin çeşitli elbiseleri, insanların farklı
zamanda adlandırıp kategorilendirdiklerini saptamıştır; bu durum, kategorinin
bazı öğelerinin hemen anında tanınan tipik öğeler, diğerlerinin ise daha
tartışmalı olduğunun işaretidir.
Kategoriler,
kapsama derecelerine göre de farklılaşırlar. Örneğin, dal- maçyah, köpek,
hayvan kategorileri, kapsamları giderek genişleyen kategorilerdir. Bu
sıralanmada, alt ve üst basamaktakilere kıyasla, ortadakiler dikkatimizi daha
çok çeker. Bir başka deyişle, algımız, dalmaçyalı veya hayvandan çok, temel
düzey olan ‘köpek üstünde’ yoğunlaşır (ancak Tur- ner’ın teorisinde,
kategorilerin uygunluğu bağlama göre işlediğinden, temel bir düzey yoktur).
Doise’dan
(2003) ev mobilyaları alanından bir örnekle üç düzey şu şekilde
somutlaştırılabilir. En üst düzeyde mobilyalar kategorisi, en alt düzeyde
mutfak masaları kategorisi varsa, orta ya da ‘temel düzeyde’ ‘masalar’
kategorisi yer alır (veya mobilyalar - lambalar- büro lambaları veya
mobilyalar, sandalyeler, ‘cafe’ sandalyeleri); burada en genel ve soyut olan
‘mobilyalar’, en dar kapsamlı ve en somut olan ise mutfak masalarıdır; orta
düzeyde yer alan ‘masalar’ kategorisi en yararlı kategoridir; zira bunlar “hem
nitelik veya özellik bakımından en zengin tanıma sahiptirler, hem de diğer
temel kategorilerden netlikle farklılaşmışlardır” (Doise, 2003; s. 262)
Turner, ‘öz-
kategorilendirme teorisinde (Turner, 1985, Turner ve ark. 1987), prototip
kavramını grupların oluşumunu analizde kullanmış
tır. Bir
bireyin kendini kategorilendirmesi, bir benlik (ve dolayısıyla kimlik)
kategorisi veya kategorileri oluşturmasını ifade eder. Rosch perspektifinde
baktığımızda, benlik kategorilerinin, kapsamları aynı değildir; farklı
soyutluk düzeylerinde yer alırlar. Örneğin kendimi koyduğum iki kategoriden
‘bilim adamı’, ‘sosyal psikolog’dan daha geniş kapsamlı, daha soyuttur. Daha
soyut olan diğerini içerir, ama tersi mümkün değildir.
Kişisel
kimlik (biricik bir birey olmak) ile sosyal kimlik (bir sosyal grubun üyesi
olmak) arasında, daha az ya da daha çok soyut başka kategoriler olabilir.
Teorik
amaçla, üç düzey ayırt edilebilir.
1. Kişiler
arası düzey: Alt soyutlama düzeyi/Kişisel kimlik söz konusu. Burada benlik,
bireysel bir kişi olarak anlaşılır
2. Gruplar
arası düzey: Orta soyutluk düzeyi/Sosyal kimlik söz konusu. Benlik, burada,
bir sosyal grubun üyesi olarak anlaşılır.
3. Türler
arası düzey: Üst soyutlama düzeyi/Burada benlik, bir insan olarak anlaşılır.
Bu benlik
kategorileri, spesifik özellikler değil, insanların sınıflandırılma ve
karşılaştırılma düzeyi ile tanımlanıyor. Aynı bir özellik, örneğin diğerkamlık,
bireysel kimliğin veya belirli bir sosyal kategorinin veya insanoğlunun bir
özelliği olarak işleyebilir ve bu, bağlama göre gerçekleşir. Düzeyler arasında
gidip gelmeler görülür. Bu, kişisel kimlik ile sosyal kimlik arası çatışmadan
kaynaklanır. Birey, bazen kişisel, bazen sosyal kimliğe doğru kayar. Sosyal
kimliğe doğru kayma halinde, diğer grup üyeleriyle benzeşme söz konusudur. Bu,
tekil, kişisel özelliklerinden sıyrılma, grubun stereotipine tabi olma ve
kendini grubuyla birlikte öteki gruplardan ve üyelerinden farklılaştırma
anlamını taşır. Teoriye göre bu süreç, grup davranışını mümkün kılar ve grup
özelliklerini üretir. Denilebilir ki, belirli bir bağlamda, ‘ben’ ile ‘biz’
arası mesafe küçüldükçe, tekillikler silinir ve kolektif kimlik başat hale
gelir. Bu durumda, bir grup insan (veya kümenin öğeleri) arası farklar, aynı
karşılaştırma bağlamında, bu insanlar (veya küme) ile diğer gruplar arası
farklardan daha az olduğunda, bu insanlar bir grup olarak algılanır. Bu
metakontrast ilkesidir. Karşılaştırmalarda, farklar arası farkın, kontrastlar
arası kontrastın işe karışması nedeniyle bu ilke, metakontrast ilkesi olarak
anılır. Bu ilke nedeniyle, kategorilendirmede, benzerlik veya farklardan çok,
göreceli benzerlik ve farklar önemlidir.
Örneğin bir
ağaç, karşılaştırma bağlamına göre, bir ‘bitki’ veya bir ‘ağaç’ veya bir ‘çah’
olarak algılanır. Eğer bu bağlamda, ağaçlar (meşe,
palamut, vb)
arasındaki farklar, ağaçlar ile çalılar arası farklardan daha küçükse; burada
ağaç-çalı ayrımı, ağaç ile çalının birer bitki olarak paylaştıkları
benzerliklerden daha net ve belirgin hale gelir. Ağacımız ‘bitki’ olarak değil,
‘ağaç' olarak kategorilendirilir. Ama karşılaştırma bağlamında hayvanlar
varsa, bitki tipleri arası farklar, bitkiler ile hayvanlar arası farklardan
daha az önemli ise, ağacımız, ‘bitki’ olarak görülür. Ağacımız, tasnif
ortamında, meşeler arası farklar, meşe ile kavak arası farklardan daha az önemli
görüldüğünde, ise ‘meşe' sınıfına yerleştirilir.
Bireyler söz
konusu ise, bir bireyin, örneğin “Türk” olarak tasnif edilmesi için, önerilen
kıyas bağlamında, çeşitli Türkler (Ahmet, Mehmet, Hüseyin, vs) arası farkların,
Türkler ile Yunanlılar arası farklardan daha az olması gerekir. Bir başka
deyişle, ‘Türkler ile Yunanlılar arasında algılanan ortalama fark’ ile
‘Türkler arasında algılanan ortalama fark’ birbirine oranlandığında, bu oran
ne kadar büyükse Türklerin ulusal kimlikleriyle algılanma olasılığı, o kadar
büyük olacaktır. Bir ülkeden yurtdışına çalışmaya giden insanlar arasında
hemşerilik duygusunun güçlenmesi ve ülkelerinin ulusal kimliğine daha çok
sarılma eğiliminin artması, meta-kont- rast ilkesiyle yakından ilgilidir. Aynı
ülke içinde farklı etnik veya dinsel kökenden insanların bütünleşme sorunları
da bu hususla ilişkilendirilebilir.
Oakes, Halsam
ve Turner’a129 (1996) göre karşılaştırma bağlamındaki değişimler,
aidiyet grupları ve dış gruplar arası ilişkilerde de değişiklikler yaratır;
kategori içi yapıyı etkilerler; burada prototipiklik önem kazanır. Bu durumda
bir grubun üyeleri arasındaki göreceli prototipikliği tanımlamak için
metakontrast ilkesi kullanılabilir. “Genel olarak, bir grubun bir üyesi ne
kadar çok bir diğer grubun üyesinden farklılaşırsa, kendi gru- bununkilerden o
kadar az farklılaşır (yani bu kişi, kendi grubunun üyelerinin aralarında
paylaştığı ve diğerleriyle paylaşmadığı şeyleri o kadar çok sembolize eder) ve
bu birey, grubun prototipi olarak o kadar çok algıla- n nır .
Oakes, Halsam
ve Turner’a (1996, s. 115) göre; grupların davranışları, benlik anlayışında ve
diğerleriyle ilişkinin niteliğinde bir değişikliği hem yansıtır, hem bu
değişiklik sayesinde mümkün olur. Önemli olan bireylerin bir noktada birleşmeye
giden kanaati değil, gruplar arası etkileşimdir. Bu grubun üyeleri belirli
ayırt edici özelliklere göre hareket ederler ve bu özellikler, normda vücut
bulur; norm grubun önemli (pertinent) konulardaki ortak yanını ve diğer
gruplardan farklılaşma tarzını yansıtır. Grup normları ve grupta paylaşılan
stereotipler vb özellikler, grubun ken
dini
diğerleriyle karşılaştırmasındaki farklılıkları gösterir. Daha özellikli olarak
ifade edilirse, belirli bir bağlamda normatif gibi algılanan pozisyon, bu
bağlamdaki en prototipik pozisyondur; yani metakontrast ilkesine uygun
anlamda, iç grup üyelerinin ortalama pozisyonundan en az, diğer gruplarınkinden
en çok farklı pozisyondur. Elbette ki iç grup üyelerinin- kinden en az farklı
pozisyon, ortalama pozisyondur, anı? bu pozisyon diğer grubunkinden en farklı
pozisyon olmayabilir.130 Bü olgu, grubun kendini tanımladığı, kıyas
bağlamına bağlıdır. Şöyle ki;
Genelde,
prototipik pozisyon,
a) kıyas
bağlamında ortalama, medyan131 durumdaysa
b) iç
grup, önemli konularla ilişkili yargılarda ortalama pozisyondaysa, genelde
ortalamayla çakışmaya doğru gider. Örneğin, ılımlı sol görüşteki öğrenciler,
sağlarında ve sollarında başka öğrenci gruplarının varlığı durumunda, öğrenci
politikalarında ortalama pozisyonda algılandıkları sürece, gruptaki ortalama
pozisyon/anlayış, grupta en prototipik olacaktır.
Buna
karşılık,
a) iç
grubun cevapları, kıyas bağlamında, grubun tepkilerinin uca doğru kayması
b) veya
gruplar arası ilişkide, ılımlı görüşleri en aşırı uçta gibi gösteren bir karşılaştırma
değişikliğinin olması yüzünden uç bir pozisyondaysa, prototipik pozisyon
ortalamadan uzaklaşır: Örneğin gruptaki bireysel görüşler, sola doğru kayarsa
veya karşılaştırma bağlamı (bir kurum, üniversite veya mediko-sosyal hizmetler
merkezi benzeri bir kurum), aşırı muhafazakârların hâkimiyetine geçerse,
ılımlı sol grupta daha sol bir pozisyon prototipik hale gelecektir. Çünkü
ortalama pozisyon, ılımlı olanlar ile onların sağı arasındaki farkı temsil
etmeyecektir.
Oakes ve
arkadaşlarının verdiği bir başka örnek de şudur: Bir komünist partide, üyeler
ne kadar çok prototipik komünist olarak algılanmak isterlerse, izledikleri
politikalarda, daha muhafazakâr ve kapitalist olan partilerin üyelerinden o
kadar çok ayrılmalı, fakat diğer komünistlerden farklılaşacak ölçüde aşırı
solda olmamalıdırlar. Kuşkusuz prototipiklik, hem gruplar arası, hem de grup
içi karşılaştırmalara bağlıdır; bu nedenle, içersinde yargıların ifade
edildiği gruplar arası kıyas bağlamı değiştikçe, gruplar arası kıyas da değişir.
Örneğin, prototipik komünist, faşistlerin de bulunduğu bir kıyaslama
bağlamında, Troçkistlerin veya liberal de
mokratların
yer aldiQi bir kıyaslama bağlamındaki prototipik komünistten farklıdır.
Özetle
kendini kategorilendirme teorisi, grup polarizasyonunu,132 kıyas
bağlamında uca kaymış grup normuna uyma gibi açıklamaktadır. Prototipiklik
kavramı ise, belirli bir grup için ve belirli bir kıyas bağlamında, en
normatif pozisyonu karakterize etmeyi sağlamaktadır; bu pozisyon, en büyük
metakontrast sağlayan, daha açık bir deyişle grup içi en yüksek benzerlikleri
ve grup dışı en büyük farkları ifade eden pozisyondur. Bu pozisyon, kutba
kayma durumunda, grubun en prototipik pozisyonu haline gelir ve buna paralel
olarak en çok görüş birliğine varılan, en normatif pozisyon olur. Bu sonuç, bir
ülkede çeşitli gruplar arası gerilim- lerin tırmandığı durumlarda, her bir
gruptaki aşırı uca kayma eğilimlerini anlamamızı sağlamaktadır.
Salazar
(1996), sosyal kimlik teorisi ile öz-kategorilendirme teorisini ulusal kimliğe
uygulamıştır:133 Latin Amerikalılar, kendi ait oldukları ülkeden
daha olumlu değerlendiriyorlar Latin Amerika’yı. İstisnası Brezilyalılar;
onlarda ulus-üstü için bu yanlılık görülmüyor. Demek ki, Güney Amerika’da,
genel olarak, daha güçlü ve yaygın birliklerle kıyaslar hâkimdir; ama zaten
büyük bir ülke olan Brezilya farklıdır; Brezilya’da devlet yanlılığı görülüyor.
Benzeri sonuçlar, Avrupa’da da elde edilmiştir: “On yıl kadar önce bazı gruplar
(Italyan, Portekiz, Ispanyol, Yunanlılar), Avrupa’ya kıyasla kendilerini daha
aşağı görüyordu. AB’nin gelişmesiyle, bu yargılar, Afrikalı ülkelere kaymıştır.
Örneğin Fransa’daki yabancı düşmanlığı, daha önce Italyanlara karşı işlerken,
son zamanlarda Kuzey Afrikalı göçmenlere (veya Müslüman göçmenlere) karşı
gelişmektedir. Salazar, Latin Amerikanla ilgili olarak, ulus-üstü bütünlerin
abartılı değerlendirilmesi hakkında bazı düşünceler önerir;
• Ulusal
kimlik elde etme/kazanmanın altındaki motivasyon, bir aş- kınlık ihtiyacıdır
(tıpkı ahiren inancı veya Allah’a inanma gibi, ama milliyetçilikte bu, sekiler
nitelikli)
• Milliyetçiliklerde,
farkların ve benzerliklerin algısı, alansal (teritor- yalite) boyutlarda
‘hayali cemaatlerden hareketle yapılır, özellikle etnisite ve kültür
boyutlarında. Ulusal kimlikler durumunda, benlik kategorilerinin hiyerarşisi,
en somuttan en genele doğru iç içe daireler biçiminde olur, Parisli
/Fransız/Avrupalı gibi (Korsikalı bir ayrılıkçı ise şu sırayı izleyebilir:
Korsikalı ayrılıkçı/Fransız değil/Av- rupalı gibi).
• Ulusal
kimlikler söz konusu olduğunda kıyas süreçleri, metakont- rastlardan hareketle
yapılır. Dar ve homojen kategorilerde kıyaslar, daha istikrarlı ve sağlamdır;
ulusal ve ulus üstü kategorilerde ise daha yaygın ve güçlü.
Kendini
kategorilendirme, bir bakıma, belirli bir zaman-mekan çerçevesinde bireylerin
kendi kendilerini ve diğerlerinin onları, bir biçim (Geştalt) halinde
algılamasıdır. Geştaltçı psikologların ortaya koydukları algı ilkelerinden bir
kısmı grupların algılanmasında da geçerli görünmektedir; göreceli olarak
birbirine benzer olanlar, zaman ve mekanda yakın olanlar, veya diğerleriyle
kontrast (fon-figür ilişkisi) gösterenler vb. bir araya toplanıp
birleştirilmekte; etrafları bir sınırla çevrilerek kapatılmakta; bir biçim
oluşturulmaktadır. Asgari düzeyde bir psikoloji formasyonu olanların bile
yakından tanıdığı bu işlemde, objelerin objektif aynılığı veya benzerliği
zorunlu değildir. Pek çok bakımdan farklı olan öğeler (üçgenler, kareler,
daireler, vb.), bir tek açıdan benzerlikleri (örneğin yakınlık) nedeniyle bir
biçim halinde algılanabilir. Aynı şekilde, bireyler, yaş, cinsiyet, eğitim
düzeyi, sosyal sınıfları, bölgeleri, vs. dikkate alınmaksızın aynı grup içine
alınarak bir prototipe sokulur.
Bu olgu grup
içi bağlılığı pekiştirir. Ancak, Turner'ın ifadesiyle "etno- santrizm ve
grup bağlılığı bir paranın iki yüzü gibidir"; grup bağlılığı, aynı iç
gruba ait olmaktan dolayı paylaşılmış değerler üstüne temellenir. Grup
bağlılığı, iç grup üyelerinin birbirini karşılıklı çekimine gönderirken,
etnosantrizm iç grup üyelerinin kendilerinde algıladığı değerleri dış grupların
değerleriyle karşılaştırıp yüceltmesine gönderir.
Gruplar arası
karşılaştırma ve sosyal prototipe katılmanın ardından, bireyler grupla
özdeşleşme, grup değerlerini içleştirme ve hatta grupta erime sürecine girer;
kişisel kimliklerinden sıyrılma çabaları içinde sosyal kimliğe bürünür, sosyal
kimlikle örtünür, söz gelimi örnek bir sporcu, örnek bir partizan gibi,
prototipi kendinde teşahhüs ettiren kişilere dönüşür.
Moscovici ve
Doise'a (1992) göre, Tajfel'in özellikle gruplar arası ilişkileri açıklamak
üzere ortaya attığı kimlik teorisini, öğrencisi olan Turner, “hemen hemen tüm
psişik ve sosyal olgulara yayarak yeniden formüle etmiştir” (s. 227). Müzakere
konusu bir sorun üzerinde tartışmaya katılan- lar, diğerlerinin görüşleriyle
karşılaşırlar ve bazılarıyla aynı görüşte olduklarını, aynı grupta yer
aldıklarını fark ederler. Bu keşif onların birbiriyle özdeşleşmesini
pekiştirir; benzer olan yanlarını vurgulama eğilimlerini,
onları
birleştiren kategori özelliklerini belirginleştirme ve sergileme eğilimini
güçlendirir. “Fakat onları birbirine yaklaştıran bu süreç boyunca, diğerlerinden
ya da bir başka kategoride yer alanlardan ayırt eden niteliklerde yoğunluk
kazanır. Bu, onların kimliklerini açıkça ifade etmelerini tek yoludur; ne
olmadıklarına veya olmak istemediklerine kıyasla ne olduklarını ancak bu
yoldan ortaya koyabilirler. Bu süreç içinde, kişisel ve heterojen yanlar eriyip
buharlaşır; grubun yargıları, tutumları ve nitelikleri gerçekte olduğundan
daha uçta ve daha tipik olarak algılanır” (s. 227). Kısacası, bir gruba ait
olanların kimliği, bir diğer grubun kimliğiyle rölyef haline sokulur.
Turner’ın
kişiler arası ve gruplar arası davranışları ayırması ve kimliği, pozitif
benlik imgesi ihtiyacına dayandırması, kişisel kimlik ile sosyal kimlik
arasında bir kutuplaşma yaratır. Bir yanda kişinin diğer gruplardan
farklılaştırdığı bir gruba aidiyeti ve bu grup içinde kendini diğer üyelere
benzetme, tekillikleri silme eğilimi, öte yanda kendini diğer grup üyelerinden
ayırt etme eğilimi karşıt kutupları oluşturuyor. Zira, Monteil’in (1989) işaret
ettiği gibi, eğer pozitif kimlik arayışı, gruplar arası karşılaştırmaya ve
diğerine referansa götürüyorsa, herhangi bir anda kişisel kimlik duygusunun
yüksek olması sosyal kimliğe duyulan ihtiyacı azaltacaktır veya tersine sosyal
kimlik duygusunun yüksekliği kişisel kimliğe duyulan ihtiyacın düzeyini
düşürecektir; çünkü her iki halde de pozitif bir benlik imgesi sağlanmış durumdadır.
Bir başka deyişle bireyler arası fark sağlanmışsa, gruplar arası farklılık
aranmayacaktır (veya tersi). Daha sonra me- ta-kontrast kavramı etrafındaki
analizde görüleceği gibi, ben-biz özdeşleşmesi arttıkça, kişisel kimlik
arayışında bir azalma gözlenmesi de bu yorumu desteklemektedir
Kategorilendirme
bölümünde, gruplar arası farklılaştırmanın, grup içi homojenleştirmeyle
birlikte görüldüğü yönünde sonuçlara işaret eden daha önceki bazı çalışmalara
değinmiştik.134 Fakat bunun dışına taşan durumları ortaya koyan
bazı çalışmaların da bulunduğunu (çapraz kategorilendirme, birlikte değişim,
grup içi farklılaşma, vb.) belirtmiştik. Burada aynı tartışmaya tekrar dönerek
bazı hususların altını çizebiliriz. Bu çalışmalar, kabaca bir kaç düzeyde birden
tekillik arayışının mümkün olduğunu, yani bireylerin hem grup içinde, hem
gruplar arasında farklılaştırmaya gidebileceklerini öne sürmektedirler.
Örneğin
Zavalloni ve Louis- Guerin135 farklılaştırma (particularisati-
on) yönündeki eğilimlere işaret etmişlerdir; aidiyet grubuna hem olumlu,
hem de
olumsuz nitelikli özellikler atfedilebildiğini, bunların bireysel nitelikli
olabildiğini; birden çok kimliksel prototipin bulunabileceğini belirtmişlerdir.
Kişisel kimlik ve grup, geştaltçı anlamda bir figür-fon ilişkisi
gösterebiliyor; bu durumlarda zımni referanslar temelinde bir takım prototip
imajlar ortaya çıkıyor; zımni referanslar da prototipik figürlere dönüşebiliyor.
Bu alanda en
çok emek veren sosyal psikologlardan Deschamps’a dönersek, birlikte değişim
hipotezi, Tajfel’in klasik modelini çürütmekten çok bazı nüanslar
getirmektedir. Deschamps (1984), gruplar arası ve bireyler arası farkın
birlikte değişim gösterdiği durumlara işaret etmiştir; çevre, bireylere kutuplaştırılarak
sunulduğunda, ben-diğeri farklılaşması ve grup lehine değerlendirmeler
görülmekte; ama bunun tersine ben ve diğeri arası farklılık büyütüldüğünde,
gruplar arası fark da büyümektedir. Bu sonuçlar farklılaşmanın dinamikleriyle
yorumlanabilir. Grubu içerisinde diğerlerinden farklılaşmaya çalışan birey,
temel motivasyonunda tekillik arayışı içindedir. Bu motivasyonu taşıyan birey,
öteki gruplardan da kendini farklılaştırma eğiliminde olacaktır; zira bir
düzeyden diğerine geçtiğinde kendisiyle tutarlı olması, aynı yönde
davranmasıyla mümkün olacaktır. Ancak birey ve grubunun içinde yer aldıkları
ortam bir çatışma ortamına doğru gittiğinde, Tajfel’in modeline dönülmektedir.
Zira her grupta prototipik pozisyonun uca kayması nedeniyle bu durumlarda,
meta- kontrast ilkesi işlerlik kazanmaktadır.
Bu durum,
örneğin, kimlik siyaseti güden bazı azınlık grup üyelerinde gözlenen bir
olgunun ifadesi sayılabilir. Azınlığın militan veya aktivist üyeleri, çoğunluk
grubuna karşı farklılıklarını vurgularken kendi grupları içinde bir fark
görmemektedir. Zira dış-grupları (en azından birini) düşmanca gördükleri ve
ötekileştirdikleri için, bir kutuplaşma psikolojisi içinde bulunmakta ve bu
ruh hali, iç ve dışı kontrastlı bir şekilde algılamaktadırlar.
İkinci olarak
bu tavır, akrabalık veya hemşehrilik duygularında da gözlenmektedir. Bu olgu,
öncekiyle benzer dinamiklerden kaynaklanmaktadır. Yakından bakıldığında
hemşehrilik, kendi 'memleketi’ni terk etme ve büyük bir kentte demirlemeye
çalışma durumunda söz konusu olmaktadır. Hemşehrilik, kendisinde hissedilen
bir duygu olmaktan çok, bütünle- şilemeyen ve dolayısıyla gerilimli ilişkilerin
yaşandığı bir kent ortamında Önem kazanan bir duygu ve yaşantıdır. Kentin içine
nüfuz edilemeyen dünyasında, kurgulanan bir ‘biz’ adına, ötekileri eleştirmek,
bir kimlik inşası sağlamaktadır. Ötekilere karşı tepkiler, günlük yaşamın
içinde, en ba-
sit olaylara
kadar yapılabilmektedir. Örneğin kusurlu bir harekette bulunan yabancı biri
hakkında konuşurken, ‘zaten bizden böyle adam çıkmaz’ tarzı bir söylem
üretilmektedir.
Aynı eğilim,
gruplar arası farkın belirgin olduğu durumlarda da gözlenmektedir. Örneğin
Ravaud, Beaufils ve Paicheler (1986) bir araştırmalarında karma bir sınıf
alırlar; fiziksel özürlüler ve sağlamlar. Sınıftakilere, hem kendi kendilerini,
hem de genel olarak özürlüleri ve genel olarak sağlamları betimletirler.
Sonuçlara göre genel olarak özürlülerin ve genel olarak sağlamların
betimlenmeleri birbirinden farklılaşır. Ancak hem özürlülerin kendi kendilerini
betimlemeleri birbirlerinden farklı değildir, hem de sağlamların kendilerini
betimlemeleri de birbirine benzer niteliktedir. Yazarların bu sonuçlara
ilişkin yorumuna göre, gruplar birbirinden farklılaştırılırken bireysel bir
tekillik arayışı görülmemiştir.
Görüldüğü
üzere, grup içini homojenleştirme ve dış gruplarla kontrastları büyütme
eğilimi, gruplar arası ilişkilerin dinamiklerine ve içinde bulundukları
bağlamın özelliklerine göre değerlendirilmek zorundadır
Bilişsel
sosyal psikolojideki benlik araştırmaları kimlik sorununu genellikle sadece
birey veya birey-grup ilişkileri düzeyinde almaktadır. Bu çerçevede elde
edilen sonuçlar, daha az sorunsal görünmektedir. Buna karşılık, aynı sorun,
gruplar arası ilişki düzeyinde ele alındılında, ilişki kavramı ilgi odağı
haline gelmekte ve sorun, daha kontrastlı, kabartmalı bir manzara
göstermektedir. Gerçekte, birey hiçbir zaman yalnız olmadıkı gibi, bir grup da
yalnız değildir. Diğer gruplar tarafından çerçevelenmiş bir durumda bulunur.
Grup dinamikleri, daima diğer grupların da yer aldığı bir ortamda işler; bir
grup daima diğerlerine göre, diğerlerine rağmen, diğerleri vasıtasıyla veya
sayesinde, diğerleriyle birlikte içinde bulunduğu varoluş koşulları içersinde
kendini algılar, tanımlar, konumlar, değerlendirir, karar verir, karşılaştırır
ve hareket eder. Öyleyse bireyin hangi grup içinde ve hangi gruplarla ilişki
içinde olduğu önemlidir.
Avrupa'daki
göçmen işçiler konusunda da daha önce işaret ettiğimiz üzere, içinde yer aldığı
yeni toplumla kontrast içinde bulunanlar, örneğin Almanya'da çalışan bir Türk
işçisi, kendi toplumundakine kıyasla kendini daha farklı algılar; Avrupa’ya
gitmeden önce refah toplumunun düşünü kurarken, gidişinden belli bir süre
sonra, "kuru fasulyenin nimetlerini" keşfeder; hemşerilerini ve
yurttaşlarını arar, onlarla yakınlaşmaya, yakın oturmaya çalışır. Dışarıdan
biraz da pejoratif bir anlamda ‘getto’ olarak nitelendirdiğimiz semtlerde,
köyünü, ortamını, yuvasını kurmaya, farklı
bir mekânı
kendilemeye, tanıdık bir yaşam alanı kurmaya çaba harcar. Tarih yabancı bir
toplumda yaşamak zorunda kalmış azınlık grupların hemen her zaman 'getto
modeli hi izlediklerini gösteren örneklerle doludur. Kategorilendirmenin
benzeştirici ve farklılaştırın etkilerine uygun olarak, grup içi benzerlikler
abartılır; örneğin bir Afyonlu kendini bir Çorumluya Türkiye’dekinden daha
benzer algılar; "biz Türkler" denilen bir iç grup yaratılarak grup
içine konanlar birbiriyle neredeyse özdeşleştirilir. En küçük bir benzerlik
(örneğin sosis değil sucuk sevme, çayı aynı şekilde hazırlama, kasket giyme,
vb.) bile bir yaklaşma nedeni olur. Burada "biz" olarak
kategorilendirilenlerin totolojik bir benzerliği söz konusudur. Buna karşılık,
diğerleri (Almanlar) bir dış grup olarak nitelendirilip, bir yandan onların
kendi içlerindeki farklılıklar azaltılıp benzerlikler büyütülür (örneğin bir
Protestan papazla bir dazlak aynı kategoriye konur); öte yandan iç grupla
(Türkler) farklılıkları büyültülüp benzerlikleri silinir. Burada en küçük bir
farklılık (örneğin birinin sosis, birinin sucuk yemesi), uzaklaşma nedeni olur.
III. 2. c. Farklılığın Dayanılmaz Çekiciliği
“Nazizm
kendini meşrulaştırmak için farklar icat eder”
E.
Todd
Benzeştirme
ve farklılaştırma olguları, her zaman bu kadar yalın değildir; bazı durumlarda
karmaşık bir görüntü gösterir; söz gelimi bireylerin sosyal sınıfları,
kentleri ve partileriyle ilişkilerinde karmaşık ilişkiler görülür.
Geçmiş
yıllarda komünistlerle sosyalistler arasındaki çatışmalara işaret eden
Moscovici ve Doise'a göre (1992), (iç-dış grup nitelemeleri çerçevesinde)
insanlar benzerlikleri arttıkça farklılaşmaya çalışırlar; örneğin bir zamanlar
komünistler, sağ görüştekilere kıyasla sosyal demokratlara; Ka- tolikler ise
Yahudilere veya ateistlere kıyasla Protestanlara daha şiddetle tepki
göstermişlerdir (s. 214). “Sanki, yakınımıza sevgimizin altında, kendimizden
nefretin bir versiyonu olan büyük benzerliklerden bir nefret yatıyor” (s.
215). Bu anlamda, karşımızdakilere atfettiğimiz niteliklerin bizzat kendimizde
sevmediğimiz nitelikler olduğunu hissettiğimizde içinde bulunduğumuz saklanma
ve sağırlık durumu, anlaşmayı imkânsız kılar; Moscovici ve Doise, Fransa'da
aşırı sağcı Ulusal Cephe Partisi nin, özel
likle
göçmenlerin yoğun olduğu yerlerde taraftar topladığını, fakat sorunun asıl
ilginç yanının, bu taraftar kesiminin aslında yüzyıl önce buraya gelmiş
göçmenler olduğunu belirterek, bu paradoksal olgunun ancak yukarıdaki
varsayıma dayanılarak açıklanabileceğini vurgularlar (s. 215). Buralardaki
nüfus, ne kadar kozmopolit olursa olsun, yabancılarla ne kadar çok deneyimi
olursa olsun, aniden onlara karşı tahammülsüz olabiliyor; bu bir bakıma,
Fransızlardan daha çok Fransız, kraldan daha çok kralcı olma tavrıdır. Bu
insanlar, kendilerine benzeyenlere düşmanca bir tavra sahiptir. Bir zamanlar
kendilerinin olan bir görüntüyü kendilerine yansıtan bir aynada görüp
sevmedikleri şey, kendi görüntüleri değil mi? Belki de diğer yerli halkın,
onları yeni gelenlerle özdeşleştireceği ve onlar hakkında yanılmış olduklarını
düşünüp düşmanlık göstereceklerinden duyulan bir korku vardır. Bunlar, sanki
Fransız kimliklerini kaybetme korkusu içinde, daha "alafranga" olma
gayreti içine girerler. Burada, yabancı düşmanlığının önemli bir boyutu
görülür: Kimliğini kaybetme kaygısı. 136
Moscovici ve
Doise, bir grubun tek başına veya diğer gruplarla birlikte alınmasının,
sosyo-kognitif çatışmanın derecesini etkilediği görüşündedirler-, onlara göre
bir grup tek başına ele alındığında bu grupta çatışma ve etki birbirine
bağlıdır; aynı kişiler arasında gerçekleşirler ve aynı kolektif eylemi
hedeflerler. Fakat diğer gruplarla ilişki içindeki bir grupta, bu iki süreç
birbirinden ayrılmıştır; burada dışa yönelmiş çatışma birimi gibi olmayanlarla
tartışmaları ve antagonizmaları pekiştirir; oysa karşılıklı etki, daha güçlü
konformite sağlamaya yönelik olarak grup üyeleri arasında cereyan eder ve
yoğunlaşır. "Bu iki faktörden her birinin yayılabileceği (biri içerde biri
dışarıda) iki alan oluşur; çatışmalar dış alana kaydırılırken, özdeşlikler
içerde bulunur; konformite kendimize bağlanır, çatışma diğerine" (s.
216). Kategorizasyon konusunda gözden geçirdiğimiz bulgular, bunun "aklın
bir çatlağı" değil, mantıksal bir sonuç olduğunu gösterir. Kategorilerle
düşünmek, hem kategoriyi monolitik bir şekilde algılamayı ve manikeist bir
tarzda karşıt kategoriler kurmayı içerir; hemen bir kategori içinde kalıba
sokulup paketlenir.
Grup
kararları söz konusunu olduğunda, kutba kayma artar, zira gruplar arası
çatışma durumu, bireylerin katılımını artırıcı ve onları diğer gruplardan
ayırt edici bir etkide bulunarak konsensüsün, her grupta diğer gruptakinden
olabildiğince farklı olmasına, yani kutba doğru kaymasına yol açar. Nitekim
önceki bölümlerde, metakontrast ilkesi çerçevesindeki analizimi de bu olguya
işaret etmişti. Bu süreci ne durdurabilir? Pek çok
araştırmacının
farklı terimlerle işaret ettiği gibi, Moscovici ve Doise da aynı noktayı
vurgular: Gerçeğin (reel) sınırları. Bu konuyu daha sonra ele alacağız.
Doise'ın
(1969) bir araştırmasını temel alarak şu tür bir saptamada bulunabiliriz;
toplumumuzdan rastgele seçilmiş bir örneklemden, kendilerini bir Türk olarak
tanımlamalarını isteyip cevapları kaydedelim. Yine benzeri bir örnekleme, önce
bir başka ulustan (Yunanlı, Arap) insan grubunu düşünüp sonra kendilerini bir
Türk olarak tanımlamalarını isteyelim. İki koşulda verilen cevaplar
karşılaştırıldığında, belirgin farklılıklar görülecektir. İstanbul gecekondulu
ve şehirli grupların gruplar arası davranış ortamında kendileri ve birbirleri
ile ilgili algı ve değerlendirmelerinin incelendiği bir araştırmada, grupların
girdikleri karşılaştırma ortamları içersinde üstün olduklarını algıladıkları
çeşitli boyutları ön plana getirdikleri görülmüştür (Arkonaç, 1989);
Ermenilerin ve Türklerin kendilerini ve birbirlerini nasıl algıladıklarına
ilişkin bir araştırmanın bulguları da benzer sonuçlar vermiştir (Ayvalıoğlu,
1992). Bir yandan, grubun kendini üstün gördüğü boyutlardaki yeri, diğer
grupların aynı boyutlardaki yerine (derecesine) göre daha da yükselebilmekte; öte
yandan ise tersine grubun kendini diğer gruba kıyasla altta gördüğü
boyutlardaki yeri daha alta konulmaktadır; daha somut bir deyişle grup olumlu
veya olumsuz saydığı boyutlarda diğer grupla arasındaki mesafeyi açar;
"biz onlardan daha dürüstüz" veya "biz onlara kıyasla, kendi
çıkarımızı daha az düşünürüz" tarzı ifadeler bu iki stratejinin günlük
versiyonları olarak nitelendirilebilir. Belirli bir grubun üyelerinin zihninde,
bir başka grubu rakip veya karşıt olarak var kılmak bir bakıma bu grubun kimliğini
karşıt gruplara bağımlı kılmak demektir. Bu durumda, grup içi görüşlerin
varyansı daralarak kutba kayma eğilimi güçlenmektedir; Moscovici ve Doise'ın
(1992) terimleriyle buradan "ideolojik bir sonuç çıkar; aşağı gruplar
daha aşağı, üstün gruplar daha üstün algılanır" (s. 220).137
Özetle
gruplar arası ilişkiler, onların sosyal ve hatta zihinsel kimliklerini
pekiştirme işlevine sahiptir. Grupların birbiriyle farklarını abartmaları ve
uçlara kaymaları bu işlevle açıklanabilir. Ancak pratikte, gruplar arası güç
ilişkileri bu eğilimi sınırlandırır; grupları kompromiye zorlar; "güçlü-
nün nedeni, her zaman en iyisidir" (özellikle bu bir şiddet değil, bir
nedense) özdeyişine uygun olarak, olumsuz karşı düşünceler bastırılarak uyma
yoluna girilir. Sonuçta gerçeklik ilkesi çoğu kez, son sözü söyler. Ancak
gruplar arası ilişkilerin niteliği, grupların niteliğine de bağlıdır. Sosyal
psikoloji literatüründe çeşitli grup tipleri ayırt edilmektedir. Bunlar
arasında
en yaygını
açık ve kapalı gruplar ayrımıdır. Moscovici ve Doise, bu ayrımı Bergson'a
dayandırarak ele alırlar (s. 222-224): Bergson, Ahlak ue Dinin İki Kaynağı
adlı ünlü kitabında, kapalı ve açık toplumlar ayrımını getirir. O’na göre,
kapalı toplumlar, insanları birtakım özel mecburiyetler ve kurallar etrafında
toplar ve sapmaya izin vermeksizin bir düşünüş ve davranış tarzı aşılar;
inançlara ve ayırt edici bir kişilik tipine bağlılığı dayatır; bazı bireyleri
bir araya getirmeye, işbirliğine sokmaya çalışırken diğer bazılarını düşman
veya yabancı olarak nitelendirip dışlamaya meyleder. Açık toplumlar, bireylerin
karşılıklı çekimine ve izlenecek idealleri yaratma kapasitelerine dayanır;
aziz veya vatandaş gibi herkesin kendini görebileceği evrensel kapsamlı
modeller önerirler. Birincilerde, insan, bir kabilenin üyesidir ve İkincilerde
ise insan türündendir. Yani Bergson’a göre kapalı toplumlar, aileler,
kabileler, kiliseler ve sonuçta uluslardır. Büyük veya küçük hepsi de aynı
otoriter hiyerarşiye, aynı zihinsel stereotipe, aynı dinsel inanca doğru
yönelirler; hatta kendi öz toplumunun değerlerini tüm baş- kalarınınkinden
üstün ya da biricik görmeyi içeren bir etnosantrizme yönelirler.
Düşmanlıklarını, komşulara, diğer ailelere ve kabilelere, vb. kana- lize
ederler; övgü ve tercih içe, hakaret ve yerme dışa yöneltilir; Bergson, iki zıt
özdeyişle karikatürize edilmiş tepki yönelimlerini şöyle ifade eder "homo
homini deus ve homo homini lupus özdeyişleri (kapalı toplum- larda) kolayca
bağdaştırılır". Homo homini deus deyince kendi grubundan olanlar,
aksini deyince dış gruplar düşünülmektedir. Bireylere bir özerklik ve evrensel
değerler atfeden açık toplumlarda ise bireyler, kabile- vî temsillerden koparak
bir insani topluluğa aidiyetlerini vurgularlar.
Kısacası,
kapalı ve açık gruplarda insan ilişkileri farklıdır. Kapalılarda, dışlama ve
ayrımcılık, açıklarda kontrat ve kabul edilme ilişkisi vardır.138 Moscovici
ve Doise’a göre, kapalıların ardında, herhangi bir biçimde, "seçilmiş
halk" olma duygusu vardır ve bu duygu uluslara, ailelere, vb. taşınır; bu
duygu, sosyal kimliğin simetriğidir. Üstünlüklerine inanan bu grupların her
üyesi, bu kimliğe ait oluşunu, dolayısıyla üstünlüğünü sübjektif olarak ilan
edebildiğinden, bu kimlik popülerlik kazanır. Oysa açık gruplar, herkesin
kendi gücüne göre haklarının ve çıkarlarının dengesine, bu hak ve çıkarların
temsillerinin ve toplumun uyuşabilirliğine dayanır. Öz bir deyişle kapalı
gruplar farklı dünyalarda, açıklar ise aynı dünyada yaşarlar. Kapalı toplumun
denklemi, içeriyle işbirliği, dışarıyla rekabettir; benzerleri arasında
kalmak, toplum halinde yaşamanın koşulu gibidir; tüm koşullarda, benzerlerinin
lehine, diğerlerinin aleyhine bir tavır hâkimdir ve bunun yol açabileceği bir
haksızlık dikkate alınmaz.
III. 3. Kimliğin Zorunlu Fazlası: Ötekiler
“Sadece yüzeysel
insanlar, kendi kendilerini tek başına tanıyabilirler”
O.
Wilde
“Eşitlikçi
sistemler, reel farkları reddetmede parlıyorsa, eşitsizlikçi modeller, var
olmayan farkları algılamada parlarlar”
E. Todd
İnsan zihni,
çeşitli uyaran ve olguları, bizatihi kendi özelliklerinde kavramaktan ziyade
karşıtlarıyla birlikte değerlendirerek daha kolay kavramaktadır. Örneğin bir
insanın zekâsını, doğrudan kavrama ve ifade etmek yerine, çok akıllı ve çok
aptal kutupları arasında tartarak değerlendirmeyi tercih etmektedir. Bu görüş,
Osgood ve Moles kaynaklı anlam ölçeklerinin139 gizil postülasıdır.
Sanki dünyanın çeşitli nesneleri, olayları ve durumları olduğu gibi insanlara
da atfedilen herhangi bir özellik, ancak karşıtı ile birlikte alındığında daha
kolay algılanabilir, kavranabilir ve yargılanabilir olmaktadır. Güzellik
çirkinlikle, aktiflik pasiflikle, iyilik kötülükle karşıt kutuplu sıfatlar
halinde ortaya konduğunda, zihinsel bir biçime sokulması daha
kolaylaşmaktadır. Yargı konusu insanın kendisi veya grubu olduğunda da durum
değişmemekte, bir başkasına, bir diğerine gerek duyulmaktadır. Nasıl ki burası
başka yere, şimdi ya da şu an başka zamana karşıt olarak varsa, ben, ben
olmayana, biz de biz olmayana karşıt olarak kurgulanmaktadır.
Derrida'nın
(1967) bakış açısında da buna benzer bir yan vardır; kolektif kimliğin
oluşması, daima "onlar a karşı "biz"in yaratılmasını gerektirir.
Burada insan topluluklarında sosyal bağın tesisi, oluşturucu bir dış alanın
belirlenmesine bağlıdır. Nasıl ki "iç" "dış"a göre veya
"dış" sayesinde varolabiliyorsa, "biz" de
"onlar" sayesinde varolabiliyor. "Biz"in yaratılması,
"onlar 'ın icadını gerektiriyor.
Burada
kimliğin, bir birey veya grubun kendini diğerleri üzerinden tanımlamasından ve
dolayısıyla diğerlerinin var olduğu bir alanda konumlamasından kaynaklandığı
açıkça görülüyor. Kimlik, bu tanımlama ve konumlamaya eşlik ettiği kadar
bunların sonucu da olan bir bilinç ve duyguyu ifade ediyor. Örneğin kolektif
kimlik, belirli bir insan grubunun, bir topluluğun diğerlerinden farklı olarak
kendine özgü niteliklere
sahip olduğu
ve bir tekillik taşıdığı yönündeki bilinci ve aidiyet duygusunu belirtiyor.
Huntington140
(2004) kimlik olgularını bu çerçevede analiz eden yazarlardan. Goebbels’in
‘Nefret etmek ne harika’ ve Malraux’nun düşmanlarla savaşmak ne teselli”
sözlerini zikreden Huntington insanların kendilerini tanımlamak için ötekine,
hatta düşmana ihtiyaçları olduğunu ve 20. yüzyılın iki büyük zekası olan bu iki
kişinin, bastırılan, ama yaygın bir insan ihtiyacını dile getirdiklerini
belirtiyor. Ona göre Einstein da insanın doğuştan, nefret ve yıkıma karşı
güçlü bir istekle dolu olduğunu söylemiş ve ayrıca insanda bir yandan koruyup
bütünleşmeyi, öte yandan zarar verip öldürmeyi hedefleyen iki temel güdü olduğu
fikriyle Freud de bunu onaylamıştır. Yine ona göre ‘Akıl, düşman kavramının
yaratıcısıdır. Düşman grup, psikolojik olarak belirli bir mesafede
tutulduğunda, bağlılığı artırarak ve yaptığımız karşılaştırmalarla kendimizi
iyi hissetmemizi sağlayarak, bize destek ve rahatlık sağlar’ diyen Vamık Volkan
da bu fikirdedir. Huntington’un zikrettiği bir amprik araştırmada, insanların
rakiplerine (Amerikalılar vs Japonlar) karşı avantajlı olmak için somut kazanmalarından
bile vazgeçebilecekleri sonucuna ulaşılıyor. İnsanlar, “şimdikinden daha iyi,
fakat rakipleri kadar iyi olamamak tansa, şimdikinden daha kötü, fakat
rakiplerinden daha iyi olmayı" tercih ediyorlar. Grup dışındakileri
yenmek, gerçek kazanımlardan daha önemli görülüyor.
IIL 3. a. Günah Keçisi Olarak Öteki
“Yabancılardan nefret,
bir ülkede var olabilecek tüm sosyal gerilimler için bir boşalma tahtasıdır”
J.
Hiernaux
Daha önceki
bir yazımda ortaya koyduğum gibi, pek çok kişi veya grup açısından ’Düşmanın
vazgeçilemezliği' söz konusudur.141 Bu durum sadece kimlik inşası
bakımından değil, bir topluluğun veya toplumun mevcut durumunu koruması, yeni
sorunlarla başa çıkması bakımından da işlevsel bir özelliktedir. ‘Düşmanın
vazgeçilemezliği’ başlıklı yazımdan bazı pasajları buraya aktarmak konumuz
açısından oldukça uygun görünüyor.
Toplumun
önemli sorunlarına rasyonel çözümler bulunamadığında, suçlanacak birisinin, bir
sorumlunun bulunması son derece önemlidir.
Geleneksel
toplumlar, hem toplumsal, hem de bireysel düzeyde bunun tecrübesini yüzyıllar
boyunca yaşamıştır. Kadere, feleğe karşı lanet okuyan türküler, ağıtlar
(“Kahpe felek, sana nettim neyledim...”) bunun göstergesidir Kıtlık, hastalık,
felaket dönemlerinde, hiç bir şey bir “müseb- bip”ten, bir günah keçisinden ya
da şamar oğlanından daha değerli değildir, özellikle bizden olmayan veya bize
benzemeyen biri.
Behrman bir
piyesinde Son Musevi adlı bir öykü yazmaktan dolayı ülkesinden sürgün edilen
bir Alman yazardan söz eder. Sürgün yazar kitabında, bir ülkenin durumunu
öyküler. Bu ülkede yöneticiler, halka bir vaatte bulunur: “Tüm Yahudiler yok
edilince Altın Çağ’a ulaşacağız". Mükemmel bir şekilde işleyen bir kıyım
mekanizmasıyla, biri hariç, tüm Yahudiler yok edilir. Ancak bu sıralarda,
Propaganda Bakanının odasında gizli bir toplantı vardır. Bakan son derece
akıllı ve tecrübeli bir politikacıdır. Konseye bir ikilem sunar; “Ülkenin en
kıymetli insanı, hayatta kalmış bu tek Yahudi’dir. Eğer bu adam ölürse,
politikamız iflas edecektir; Altın Çağ’a ulaşamayışımızın hiçbir özrü
kalmayacaktır; Yahudilere karşı kampanya ve program sona erecek, “günah
keçisi” olmayacaktır. Öyleyse bu adamı koruma altına almalıyız".
Konsey paniğe
kapılır ve bir heyet gönderme kararı alır. Bu heyet, intihar etmek üzere olan
Yahudi’yi kurtarır; bir yandan ona yaşamını sürdürmesi için geniş olanaklar
sağlarken, öte yandan propagandalarını sürdürürler.
Tarih boyunca
çeşitli toplumların, başa çıkamadıkları bazı felaketleri veya maruz kaldıkları
yenilgileri, günah keçileri arayarak açıklamaya çalışmaları bilinen bir
olgudur. Şamar oğlanı bulma mekanizması, gruplar arası düşmanlık ilişkilerinde
früstrasyonlardan kaynaklanan saldırganlıkları da açıklayabilir. Beklenmedik
veya alışılmadık früstrasyonlar, belirli koşullarda diğer gruplara yönelik bir
düşmanlık veya saldırganlık meydana getirebilir. Bunun tarihte pek çok örneği
vardır (Dreyfus Davası nın ardından Fransa'da anti-semit dalganın yükselişi,
vb). Hemen her toplum, karşılaştığı yeni sorunları, kendi normal işleyişi
içinde çözemediği zaman, dış mihrakları, yabancı parmağını, kökü dışarıda
karanlık güçleri vb. dile getirerek, önyargıların, düşmanlığın hedefi olacak
bir günah keçisi yaratmaya çalışmaktadır.
Adorno ve
arkadaşlarına göre, ön yargılar, bu dünyaya belirli bir bakış tarzıyla,
birtakım motivasyonlarla ve kişilik çizgileriyle birlikte bulunmaktadır.
Önyargılı kişiler, diğer insanlara onların kişisel özgül nitelikle
rinden
ziyade, onların sosyal rollerini ve etnik grubunu betimleyen hazır klişelerle
bakarlar. Farklı insanlar, milliyetler ve etnik gruplar hakkında katı ve
kapalı kanaatleri vardır. Diğer gruplardan, katı bir şekilde söz ederler.
Çocukluklarında ana babalarına karşı hissettikleri çift yönlü duygularını
ifade edememeleri nedeniyle zihinlerinde bir klikleşme oluşur; bu duygular iyi
ve kötü olarak ikiye ayrılır. Olumlu yanlar ana babaya bağlı kalır, olumsuz ve
düşmanca duygular ise başka hedeflere, örneğin azınlıklara veya sosyal
normlardan sapanlara yöneltilir. Sonuçta, ana baba ve benzeri figürler,
(öğretmenler, politik liderler, vb.), tüm erdemleri somutlaştıran semboller
olarak algılanırken diğer bazıları da tüm kötülüklerin sembolü haline gelir.
İyi ve kötünün psikolojik klişeleri oluşur. Burada temel düşünce tarzı,
psikolojik baskı mekanizmasına bağlıdır. Bireyin sahip olduğunu inkâr ettiği,
utandığı tüm istekler, diğerlerine yüklenmektedir. Önyargılı kişinin bu şekilde
oluşturduğu dünya temsiline göre, dünyada yasak ve tehlikeli işleri daima
diğerleri yapar; kendisi bu tür işlerden arınmıştır. Böylece dış gruplar,
"günah keçisi" haline gelerek, önyargılı kişilerin duygularıyla
bezenirler; "şamar oğlanına" dönüşüp olumsuzlukları yüklenirler.
Şamar oğlanı
arayışı, komplo zihniyetinden beslenerek ilerlemektedir. Nitekim günlük yaşamda
karşılaşılan zorlukların ardından “komplo teorileri” üretilmesinin ardından bu
komplonun bir failine işaret edilmektedir.
Günlük
yaşamda, zaman zaman, insanların (bizim veya başkaları tarafından), gizli bir
hesabın peşinde olmak, karanlık işler çevirmek ve gizli bir planı
gerçekleştirmeye çalışmakla suçlandığına tanık olunmaktadır. Biraz dikkatle
düşünürsek tüm bu durumlarda bazı ortak çizgiler olduğunu görebiliriz; örneğin
suçlamanın ortaya çıkış koşulları, suçlanan hedefin (birey veya gruplar)
özellikleri, komplonun yönelik olduğu şeylerin niteliği ve komplo teorisi
üreten zihniyetin ana çizgileri konusunda bazı düzenlilikler bulunabilir.
Komplo teorilerinin iyi bilinen ve bu özelliklere uygun en büyük çaptaki
örneklerinden birisi ABD’de Senatör McCarty ve arkadaşları tarafından yürütülen
kampanyadır.
Moscovici
(1987), komplonun bir düşünce sistemi ve bir eylem yöntemi olarak XX. yüzyılda
ortaya çıktığını belirterek, komplo zihniyetini (conspiracy mentality)
betimlemeye çalışmıştır. Ona göre, bir grubu (çoğu kez azınlık) komplo
hazırlamak ve yapmakla suçlamak, “en iyi savunma hücumdur” sözüne benzeyen bir
anlayışla bu gruba saldırmak, kendini korumanın bir yöntemidir; bu yöntemde,
bir azınlık komployla ve
yabancılarla
işbirliği yapmakla ve yaşamın herhangi bir sorunu veya bir krizin müsebbibi
olmakla suçlanır. Böylece, bir yandan diğer insanların kafasındaki “fail” arama
çabası durdurulmaya, öte yandan kendini temize çıkarmaya çalışılır. Komplo
zihniyetinin ardında bir tür suçlama ve soruşturma hezeyanı vardır. Bu hezeyan
insanların, mahkûm ettikleri her kim ise, onu yargılama gücüne sahip
olduklarını hayal etmelerini sağlar. Kendi hakları konusunda kendinden emin bir
şekilde ısrar eden her insan, parti veya grubun böyle bir eğilimi vardır.
Moscovici’ye
göre, komplo anlayışı, insanları, şeyleri ve eylemleri zıt kutuplu iki sınıfa
ayırır; sosyal, ulusal olan her şeye karşı sosyal olmayan, ulusal olmayan bir
şey konumlanır. Bir tarafta hukuki, normal, yerli, öte yanda hukuk dışı,
anormal ve yabancı. Bu karşıt kutuplar iki ayrı evrene aittir; birincisi gece
ve karanlık dünya; İkincisi gün ışığı, açıklık ve aydınlık dünya. İki evren
arasında ortak hiçbir şey yoktur; bunlar arasında kurulacak her türlü
bağlantı, kirlenmeye, lekelenmeye, hatta enfeksiyona yol açar.
Moscovici,
komplo anlayışını, Moralities denilen bir tiyatro türüyle
ilişkilendirir. Bu tür piyesler, entrika üzerine kurulur; bir takım zıt karakterler
ve gizli niyetler işlenir. Oyunun ilk anları, bir masumiyet ve düzen durumu
betimler; kurumlar oturmuştur, sosyal ilişkiler ahenklidir; sade ve dürüst
insanlar görevlerini, işlerini hakkıyla yapmaktadırlar. Neredeyse kusursuz bir
düzen vardır. Sonra yabancılar veya kötü insanlar sahneye çıkar ve bir çatışma,
düzensizlik ve çöküş dönemi başlar. “Kötüler”, kirli emelleri uğruna toplumun
değerlerini, törelerini sarsar, alaya alır ve zarar verirler; bunlar, “iyi”
gibi davranırlarsa, hukuka saygı ve düzene riayet gösterirlerse, çalışkan ve
uyumlu görünürlerse, bu, sadece bir maskedir; fırsat kollamakta, hazırlıklarını
tamamlamakta, kötülük tohumları etmektedirler aslında. Onlar, oyun yönetmeni
gibi rolleri dağıtırlar, perde arkasında tertipledikleri bir planı işlerler.
Görüntüler yanıltıcıdır, yüzler maskedir, sözler yalandır, kişisel ilişkiler
sahtedir. Bu insanların maskesi altında şeytani bir varlık yatar.
Bu tür bir
temsil politik alanda da görülebilir. Komplo zihniyeti, bireyleri bir komplo
ağı içinde birbirine bağlar ve onları aynı bir tözün farklı biçimler almış
taşıyıcıları olarak görür. Yani bireyler, görülmez bir gövdenin görülen
öğeleridir; mason birey masonluk; Yahudi, Siyonizm anlamına gelir; kişiler
arasında ayrım yapılmaz; aksine bireyler ortak bir tözü biçimlendirmek için
eritilir. Böylece bireyden gruba doğru hareket edilerek
grup bir
bütün olarak görülür ve üyelerine herhangi bir bağımsızlık tanınmaz.
Moscovici’nin deyişiyle, “komplo zihniyeti”, bireylerin veya grupların hem
kendileri, hem de başka bir şey olduklarını varsayar. Onların, kendilerini
eşzamanlı olarak bir kalıpta veya karşıt kalıpta gösterebileceklerini düşünür.
Bazı insanların iyi, dürüst bir işçi, aile babası, bilim adamı, partinin sadık
üyesi ve aynı zamanda kötü, sahtekar, fesat, gizli ajan, hain olabileceğini
kabul eder. Komplo zihniyetine göre, her şey mümkündür, hiçbir şey imkansız
değildir.
Günah keçisi
motifi, tarih boyunca, çeşitli kolektif kıyımların ortak bir özelliği gibi
görünür. "Le Bouc Emissaire" (Günah keçisi veya şamar oğlanı)
adlı kitabında, mitsel-ritüel toplumlardan itibaren pek çok kıyım olayını ve
öyküsünü gözden geçiren Girard'a (1982) göre, günah keçisi anlayışı, kriz
fikriyle bağlantılıdır; bir toplumda, tüm insanlar aynı şeyi arzuladığında,
büyük çapta bir mimetizm meydana geldiğinde ve bu arzular gerçekleşmediğinde,
nihayet grubun tüm üyeleri, ortak arzularından vazgeçme konusunda
anlaşamazlarsa ve bir kurban feda ederek kolektif ka- tarsise varamazlarsa,
toplumun iç dayanışması çatlar ve sosyal birliği bozulur. Mitolojilerde,
örneğin Ödip mitosunda, bir kurban vererek krizden çıkmayı öngören bir toplum
yasası anlayışı vardır; bir kişi feda edilerek tüm diğerleri kurtulur.
Girard (2004,
a), teorisinin özünü şu şekilde açıklar: İnsanların arzusu, taklit esaslıdır
(mimetiktir), yani diğerlerinin de istediği şeylere bir öykünme içerir.142
(Çünkü onun deyimiyle (2004, b) ‘insanlar mimetik olarak konumlanmış ue
tarihlenmiş varlıklardır’). Bir toplulukta herkes bir diğerinin istediğini
(yiyecek, toprak, iktidar, sevgi, bilgi, anlam, vs) ister. Ama bu durum,
rekabet ve düşmanlığa yol açan bir durumdur. Diğerinin arzusu ne kadar
yoğunsa, benimki de öyle olacağından bu tırmanmada, öyle bir an gelir ki
diğerinin arzusu, arzunun yöneldiği nesneden, yani bizzat objeden daha önemli
hale gelir. Bu durum, I. Kısımda gözden geçirdiğimiz, Stendhal’in Kırmızı ve
Siyah adlı romanında, asiller (De Renal) ile burjuvalar (Valenod)
arasındaki birbirini taklit etme durumudur. Rakip olma, bu süreçte, kişisel
bir çatışmaya dönüşür ve açık bir şiddet halini alır. İnsan çatışması esas
olarak, rakipliğin ürünüdür. Hayvanlarda rakiplik çatışması, örneğin cinsel
rakiplik, bir hâkimiyet ilişkisinin kurulmasıyla sona erer; zayıf hayvan güçlü
olana boyun eğer ve az çok istikrarlı bir hiyerarşi oluşur. Ama insanlar
kendiliğinden boyun eğmezler. Kendi türleri içinde, bitip tükenmez şiddete
başvururlar. İntikam
veya öç alma
yoluna giderler ve birbirini taklitle bunu kolektif hale dönüştürürler, yani
insani şiddet bulaşıcıdır. Bir topluluk içinde, yakın kişilerin temasıyla
yayılır. Bu bir krizdir (mimetik kriz) ve bir katliamla sonuçlanabilir. Evrim
açısından bu, elverişli bir özellik değildir. Bazı paleo-antropo- loglara göre
bazı insan grupları bu sebeple yok olmuş olabilir. Eğer bu intikam devresini
ya da şiddet krizini durdurma mekanizması olmasaydı, türün bekası mümkün
olmazdı. İnsanlar, buna ‘temellendirici öldürme’ mekanizmasını icat ederek bir
çözüm bulmuşlardır.143 Düşmanlık, tüm rakip arzuların hamili olan
aynı ve bir tek kurban üstüne kaydırılarak, öç objesi paylaşılır. Topluluk içi
çatışmalar durdurulur. Ona göre tüm ritlerin kökeninde bu kurban verme
mekanizması vardır. İncilde betimlenen günah keçisi öyküsü bunun en ünlü
örneğidir; eski Yunandaki pharmakos mitosu da böyledir. Sitenin başına
bir felaket geldiğinde, insan veya hayvan, bu iş için tahsis edilmiş, ayrılmış
bir kurban verilir (Girard, 2004, b).
Girard’ın söz
ettiği pharmakos mitosu, günah keçisinin antik versiyonudur. Dictionnaire
International des Termes Litteraires’e göre pharmakos ya da eski Yunanca
karşılığıyla pharmakon, çare, uyuşturucu, filtre, sihirli iksir ve
zehir anlamlarında kullanılmıştır; buna göre hem zehir, hem de panzehirdir.
Terim pharmakos olarak geniş anlamda kullanıldığında, sitedeki şiddeti kontrol
altına alabilmek için, kendi üstüne çekerek kanalize etmeyi sağlayan ve ‘bir
seremoni sırasında idam edilecek savaş esiri ya da ölüm mahkûmunu belirtir. Bu
mahkûm, Girard anlamında bir kurbandır, günah keçisidir. Terimin birbiriyle
çelişkili gibi görünen iki anlamı, aslında birbiriyle ilişkilidir. Tıpkı Girard’ın
Violence et Sacree adlı kitabında belirttiği gibi, tanrıların talep
ettiği söylenerek ayinsel (ritüel) bir çerçevede verilen kurban veya sunulan
adak, toplum içindeki gerilimlere çare olmaktadır. Kurban kutsal bir ayin
sırasında verildiğinden, kutsallığa bürünmektedir. MÖ. V. yüzyılda, bir felaket
anında kurban edilmek üzere site tarafından saklanan ve masrafları karşılanan
pharmakos biçiminde insan kurban etme usulü, âdet haline gelerek kalıcılık
kazanmıştır. Kriz anlarında, hatalardan, günahlardan sorumlu biri, yani zehir
tayin belirlenmekte ve dışarı atılarak, dışlanarak, yok edilerek zehre
panzehir olmakta, barışı, uzlaşmayı, çözümü sağlamaktadır.
Dictionnaire
International des Termes Litteraires’e göre, ‘günah keçisi’ pharmakon’un İncildeki versiyonudur.
Öyküye göre İsrail’in oğullarından Aron, adak/kurban (expiation) olacak
iki keçi (bouc) ve yakılmak (holocauste) üzere de bir oğlak
seçer. İki keçiden kurayla belirlenen
biri, kurban
edilmek üzere Tanrıya (Yahve) sunulur. Seçilen keçi, sembolik olarak tüm
günahları yüklenir ve elçi (emissaire) olarak çöle doğru gönderilir.
Topluluk, bunu her yıl tekrar ederek kendini temizler, iç dayanışmasını
pekiştirir.
Tarihteki pek
çok kıyım olayı bu perspektiften yorumlanabilir. Gi- rard'ın (1982) çözümlediği
tarihsel olgulardan biri, XIV. yüzyıl ortalarında Fransız şairi Guillaume de
Michaut'nun Jugement du Roy de Navarre adlı kitabında anlattığı
felaketlerle ilgilidir; şairin anlattığına göre gökte birtakım işaretler
vardır; taşlar yağmur gibi yağar; insanları öldürür; yıldırımlar şehirleri
harabeye çevirir; pek çok insan ölür; bu ölümlerin bir kısmı Yahudilerin ve
onların Hristiyanlar arasındaki suç ortaklarının eseridir; nehirleri ve su
kaynaklarını zehirleyerek bunu yapmışlardır. Ama ilahi adalet buna son verir;
halka suçluları gösterir ve halk Yahudilerle suç ortaklarını toptan halleder,
vs. Öykünün gerçek dışı yanları ortadadır; ama pek çok diğer tarihsel kaynak,
bu tür olayların (Yahudi kıyımı) yaşandığını doğrulamıştır. Olayların cereyan
ettiği zaman, veba salgınlarının başlangıç yılları olarak düşünülebilir; bu
yıllarda, veba salgınının şiddetiyle ve Yahudilerin sulara zehir kattığı
fısıltılarıyla gözü dönmüş kalabalıkların kolektif saldırganlıkları vardır.
Ortaçağ
toplulukları, vebadan öylesine ürkmektedirler ki, adını bile anmamaktadırlar;
olabildiğince uzun zaman vebadan söz etmezler ve gerekli önlemleri de
almazlar. Çaresizlikleri öylesine büyüktür ki, hakikati itiraf etmek, durumla
başa çıkmaktan ziyade normal hayata benzeyen her şeyden vazgeçmek ve toplumu
dağıtıcı etkilere teslim olmakla eş anlamlıdır. Bu durumda halkın tümü bu tür
bir körlüğe gönüllü katılır. Bu umutsuzca apaçıklığı inkâr etme isteği, günah
keçisi aramaya elverişli bir ortam yaratır. Aynı şey La Fontaine'in Vebalı
Hayvanlar fablında da vardır; burada da kolektif bir görmezlikten gelme
söz konusudur; veba, tanrının bir cezası olarak yorumlanır. Felaketten
kurtulmanın yolu, suçluyu keşfetmek ve cezalandırmak ya da kutsallığa feda
etmektir. Topluluk (hayvanlar) ağır bir kriz durumuna (veba salgını)
girdiğinde, normal düzen bozulduğunda (hayvanlar yemeden içmeden kesilmiş,
hayattan zevk almamakta), kurban arayışı başlamaktadır. Suçlunun
saptanmasında, diğerlerinden daha suçlu birini aramak yerine, kurban olmaya
uygun birinin aranması yoluna gidilmekte ve gözler, kurbanlık işaretleri veya
özellikleri taşıyanlara çevrilmektedir. Girard'ın teorisinde, genellikle,
zayıflık, farklılık, marjinallik, fiziksel özürlülük gibi şeyler kurbanlık
işaretleridir. Fablda
ise eşek,
diğerlerinden daha güçsüz, sefil bir hayvan olarak sunulmaktadır ve üstelik
herkes onu, bu şekilde tanımakta ve en "elverişli kurban" olarak
algılamaktadır. Burada, topluluğun, şiddetin hedefi konusunda sözbirliği etmesi
söz konusudur. Yukarıda da vurguladığımız üzere, günah keçisi, arkaik
toplumlarda, bir başkasının yerine kurban edilen biridir, yani bir ikamedir.
Bir şefin günah işlediğinde, günahlarından arınması ve affedilmesi için
seçilmiş bir kurbandır ve bu anlamda adalet sisteminin bir gereğidir.
Girard, diğer
bazı günah keçisi bulma olaylarını; örneğin kalabalıklar tarafından doğrudan
ortaya konan şiddet hareketlerini (kara veba salgınları sırasında Yahudi
katliamları) veya biçimlerinde yasal, fakat aşırı tahrik olmuş bir kamuoyunun
teşvik ettiği kolektif rezonanstı şiddet hareketlerini (büyücü avı türündeki
kıyımlar) dikkate alarak, kıyım olaylarında birtakım ana-çizgiler ayırt eder:
Toplumda krizin gerçek olması; şiddetin gerçek olması; kurbanların onlara
atfedilen suçlar nedeniyle değil, krizle çağrışımlı olabilecek bir yakınlık ve
“kurban işaretleri" nedeniyle seçilmiş olması; krizin sorumluluğunun
kurbanların üzerine atılması ve bunlar üzerinde eylemde bulunarak
"kirlettikleri" topluluktan ihraç edilmeleri, kovulmaları veya
katledilmeleri. Kriz dönemleri, bir yandan normal kurumla- rın zayıflamasını,
öte yandan kalabalıkların oluşmasını kolaylaştırıcı dönemlerdir; bu dönemlerde
kendiliğinden bir araya gelen popüler topluluklar, zayıflayan kurumların
yerini alabilir veya onları etkileyebilirler. Şiddetin hedefi olan kişi veya
topluluklar, günah keçileridir. Günah keçisi terimi, eş zamanlı olarak,
kurbanların suçsuzluğunu, onları hedef alan kolektif bir kutup oluşmasını ve
bu kutup oluşturan insanların kolektif erekselliğini ifade eder. Kıyımın
olduğu her seferinde, kıyımı yapanların yaşadıkları krizi açıklama ve krizden
kurtulma yolu hep aynıdır: Suçluları ya da krizin sorumlularını bulmak.
Girard’ın
(2004, b) teorisinde, günah keçisi bulma ve kurban verme, sanıldığı gibi
arkaik, bedava bir davranış olmayıp sosyal bağı güçlendirir; topluluk içinde
barışı tesis edici bir rol oynar.144 Kurban seçilip adak verilmesi,
huzur ve refahı getirir. Toplumun idamesini sağlar. Öyleyse arkaik toplumlar
haklıdır: Yukarıda ortaya konduğu üzere ritüel kurban, işlevsel bir kökene
sahiptir. Ritlerin temelsiz, tamamen sembolik ve saf icatlar sanılsa da böyle
değildir. Rit, temel beşeri jesttir. Ona göre, bir kurbanı öldürme jesti, en
esaslı uygarlaştırıcı jesttir: Bir toplumda ne kadar çok kurban uygulaması
varsa, şiddet de o kadar azalır. Fakat bunun için kur
ban vermenin
etkililiğine inanmak, örneğin bunu Tanrıların istediğine inanmak gerekir.
Kurban verme antropolojik evrensel bir mekanizmadır. Hepimiz şu küçük
jestimizi hatırlayalım: Öfkelendiğimizde, masanın kenarına veya bir köpeğe bir
tekme atmak, vb. (veya kültürümüzdeki örneğiyle, eşeğini dövemeyenin semerini
dövmesi). Girard bunun uygun bir davranış olmadığını, ama komşunun boğazını
sıkmaktan daha iyi olduğunu belirtir. Onun anlayışında kurban ritleri (rites
sacrificiels), bu spontan jestin uzlaşmalı bir tekrarıdır. Kurban, gelişi
güzel seçilmez: Hayvan kurban etme, evcilleştirmenin mevcut olduğu toplumlarda
var. Genelde, insanlara yakın veya insana ait olan hayvanlar kurban edilir, çünkü
onlar insan kurbanın sembolik ikameleridir. İnsan kurban da, topluluğun her bir
üyesinde mevcut olan kötülüğün sembolik ikizidir. Bu nedenle adak kurban,
kendini ölüme mahkum eden topluluk tarafından önce, entegre edilir. Böylece
basit öfke jestinden kurban vermeye ve intikama ulaşılabilir.
Girard,
Hristiyanlığı da bu açıdan yorumlar. Ona göre, Hristiyanlık, kurban olgusunun
üstündeki perdeyi kaldırmıştır. İsa’nın çilesi, bir ölüme göndermenin, bir
başka deyişle kurban vermenin öyküsüdür. Incil’de olayın iki yanına işaret
edilir. Kalabalık İsa'nın suçluluğuna inanır ve onu mahkûm ettirirken,
havariler onun masumiyetini bilmektedir. Eğer onlar da kitlenin görüşüne
katılsalardı Hristiyanlık var olmazdı. Zira Hristiyan- lığın temel tebliği
şudur: Kurban, bir aldatmadır, bir ikamedir. İsa’nın çilesi konusunda, hepimiz
suçluyuz, hepimiz günah işledik. Hristiyan uygarlığı, bir topluluğun masum bir
insanı kurban edebileceğini düşünebilmektedir. Girard kurban mekanizmasına
modern çağdan da örnekler verir.
Kuşkusuz
zamanla bunun yerine hukuki bir sistem yerleşmiş ve kurbandan vazgeçilmiştir.
Bu sistemde suç, yasa tarafından cezalandırılır ve kişisel olarak intikam
almanın gereği yoktur. Hukuk sistemimiz daha rasyoneldir, gerçek suçluyu
bulmak ister, ikame suçluyu değil. Ama yargılarında daima kurbansa! bir yan
vardır, zira adalet, daima bir suçluya gerek duymaktadır. Hukuk sistemimiz
böyle olsa da, toplumların kriz anlarında, bir kurban aranması olgusu varlığını
sürdürmektedir. Girard’a (1982) göre bu tür mitoslar, kahramanları
değiştirilir, yer ve tarihleri belirtilmez ise ve kabaca bir makyajı yapılıp
anlatılırsa, kolayca çağdaş olgular olarak algılanacaktır. Aşk cinayetleri de
bu perspektiften yorumlanabilir. Ona göre (2004, b) bu cinayetlerde bir dizi
eylem birbirini tetikler. Ama adalet bir kişiyi mahkûm eder. İşlenen suçların
gerçekliği tamamen dikkate alı
namaz, çünkü
bir argümandan diğerine, adalet, tüm etkililiğini kaybeder. Bazı hareketleri
cezalandırıp diğer bazılarını cezalandırmamaktan kaçını- lamaz. İyi bir dava,
bir suçlunun cezalandırılması ve bir kurbanın tanınmasıyla sona eren davadır.
Bazen bir
grup veya topluluk, bazen reel veya muhayyel bir kişi olan günah keçisi,
ötekinin özel bir türüdür. Arkaik veya geleneksel toplumlar- da, köleler,
mahkûmlar, savaş esirleri, modern toplumlarda ise, fiziksel veya zihinsel
özürlüler, marjinal toplum kesimleri, toplum düzeninden sapanlar uygun günah
keçisi tipleridir ve toplumla entegre olup olmama düzeylerine ya da rekabet,
soğukluk, kırgınlık, hasımlık, düşmanlık ilişkilerine göre farklı öteki
portreleri çizmektedirler.
Günah keçisi
teorisine genellik kazandıran husus, günah keçisi aramanın, insan
psikolojisiyle ilişkili olmasıdır. Nitekim Joffe,145 Batı Dışında
Otekileştirme süreçlerinin ve modelinin bulunduğuna işaretle, bu modeli Batı
iktidarı ve hâkimiyetine bağlayan kültür teorisyenlerini eleştirmiştir. Ona
göre tüm dünyada kadınlar, farklı derecelerde de olsa yadsınır. Bunun aşırı
versiyonları, örneğin Afrika’da AIDS krizinin ardından beliren temsillerde
gözlenir. Kentli Zombiyalı delikanlı ergenlerin temsillerinde AIDS, Batıya,
Tanrıya ve yerli genç kızlara bağlanmıştır. Erkeklerde AIDS’in Batıya ve
Tanrıya bağlı olarak temsil edilmesi, onlara kimlikse! korunma sağlarken;
kadın kimliği korumasız kalır; kadınlar, toplumdaki alt statülerine uygun
olarak, bu hastalığın taşıyıcısı olarak damgalanır. Erkekler suçsuzdur,
hastalığın yayılmasının aktörleri, kadınlardır.
Joffe, Batı
dışı toplumlarda günah keçisi arayışına, risk konusunda da bir örnek verir.
Hong-Kong’ta tavukları kıran bir salgın karşısında, benzeri bir otekileştirme
görülür; 2001'deki kuş gribi salgını, Hog-Kong’lu kadınlar tarafından Çinlilere
ve Hong-Kong’taki bazı uygunsuz etkinliklere yüklenir.
Artan tehdit
dönemleri, hem Batıda hem Batı dışında korku ve kaygıları karşılamaya yönelik
savunmalara yol açar. Otekileştirme, psikanali- tik araştırmalarla
derinleştirilmesi gereken evrensel bir süreçtir. Bir krizin sorumluluğunu
başkalarına yansıtmanın psikolojik dinamikleri incelenme- lidir. Bunlar,
bireysel psişelerde “ötekileştirme’nin temel motiflerine gönderir. Bu motifler
ise, günah keçisi arama gibi daha sosyal nitelikli bir süreci aydınlatabilir
(Joffe, 2005: 105).
III. 3. b. Ötekinin Farklı Çehreleri
“Nazizm
farkın, komünizm ise evrenselin patolojisidir”
Furet
Diğeri,
öteki, yabancı, başkası gibi sözcükler İnsanî çeşitliliği gösterir. Bu terimler
ben veya bizden farklı olan veya farklı olarak tanımlanmış bi- rileri (bir kişi
veya grup) olabilir. Ötekilik veya başkalık, bir kişi veya gru ba atfedilen bir
özelliktir.
Jodelet’ye
(2005) göre, diğerinden (autre) genel olarak söz etmek, onun nasıl inşa
edildiğini, neden böyle olduğunu, hangi biçimler altında göründüğünü, sosyal
ortamda hangi konumlarda bulunduğunu anlatmıyor; bunu anlamak için, bir kişi
veya grubun ötekilik konumuna sokulma sürecine, bunun sonuçlarına, dolayısıyla
ortaya çıkış bağlamına, etkileşim halindeki aktörlerin tipleri ve ilişkilerine
bakmak gerekir. Jodelet, bu sorularla ilgili olarak öncelikle, iç ve dış
ötekilik kavramlarını ayırt eder. Dış veya dıştaki ötekilik, “belirli bir
grubun kendi ölçütlerine (ulusal, toplulukla ilişkili veya teknik-sosyal
gelişmenin bir aşaması) göre mekân veya zamanda, uzak ve hatta "egzotik’
bulunan halkları ve gruplarla ilgilidir”. Buna karşılık iç ötekilik “fiziksel
veya bedensel bir fark (ten rengi, ırk, özürlülük, cins, vb), âdetler (yaşam
tarzı, cinsellik biçimleri, vb) veya bir gruba aidiyet (ulusal, etnik dinsel,
topluluksa!, vb.) planındaki bir farkı vurgulanmış, aynı bir sosyal veya
kültürel grubun içinde ayırt edilmiş ve bir rahatsızlık ya da tehdit kaynağı
olarak görülebilen gruplarla ilgilidir” (s. 26). İçteki ötekilik, ötekinin hem
sosyal temsil düzeyinde inşa edilmesi, hem de pratikte, dışlanması süreçleriyle
gerçekleşir. Jodelet’nin analizi çerçevesinde, ötekileştirme, farkın dışa
atıldığı sembolik ve maddi bir inşa, hatta icat biçimidir.
Burada, bu
kitabın ilk bölümlerinde ele aldığımız, önyargılar ile ayrımcılığın
birlikteliğini görmekteyiz; diğerinin, sosyal temsiller düzeyinde belirli bir
farkla damgalanması ve ayrıca ayrımcılığa maruz kalması, dışlanması halinde
ötekileştirilmesi söz konusu olmaktadır. Kuşkusuz ötekiyle ilişkiler farklı
derecelerde ve biçimlerde cereyan etmektedir. Aynı bir toplulukta biz ile
onlar arasındaki ilişkiler, topluluğun kimliğine, bu kimlikle biz ve onlar’ın
ilişkisine, biz ile onlar arası benzerlik ve farklılıklara, kolektif
bellekteki konumlarına göre farklılaşmaktadır.
Kişisel veya
kolektif olsun, tüm kimlikler, bir başkalık/ötekilik (alterite), yani
kendi olmayanı, kendinden farklı olanı gerektiriyor. Bu başkası
kimdir? Bir
niteliği var mıdır? Ben veya bize nazaran neyi ifade eder? Radikal bir farkı
mı, yoksa benzerliği mi ifade eder? Bir başka deyişle bir alter midir, yoksa
bir alter ego mu?
Alter ile
Alter Ego,
sosyal ilişkilerde Diğeri’ni tanımlamanın iki tarzıdır146
(Moscovici, 1984). Birincisi ben veya bizden tümüyle farklı bir diğeri, Öteki,
İkincisi ben veya bize benzeyen bir Diğeri, psikanalitik anlamda bir
"başka ben'dir. Bunlardan her biri farklı olgulara gönderir; bir bakıma
çeşitli araştırma yaklaşımları ve teoriler, bu “alter”i kavramsallaştırma
tarzlarına göre farklılaşırlar. Gruplara ilişkin araştırmaların çoğu, onu bir
“alter ego” olarak, azınlıkları konu alan araştırmalar ise “alter” olarak ele
alırlar. Bunlar, sosyal alanda diğerini algılamanın iki tarzıdır.
Diğeri veya
ötekini, kabaca, ‘ben olmayan’ olarak tanımlamak, yeterince açıklık
sağlamamaktadır. Ötekinin farklı çehrelerini ayırt etmek için, onu bağlamına
oturtmak gerekir (Jodelet, 2005). Bunun için ben veya biz ile ötekinin ne tür
bir ilişki içinde olduğunun belirtilmesi gerekir. Örneğin benzer-farklı,
yerli-yabancı, yakın-uzak, dost-düşman, normal-sap- kın, azınlık-çoğunluk ve benzeri
çiftlerde, ötekinin konumu aynı değildir.147 Bu terimlerden her
biri diğerine göre tanımlanmakta ve aralarında diyalektik bir ilişki
bulunmaktadır.
Fakat kimlik
araştırmalarında farklılığı, genel olarak ötekilik düzeyinde, ele almak daha
çekici görünmektedir. Örneğin Sanchez - Mazas ve Licata (2005), ötekiliği,
radikal anlamda total bir başkalık olarak alır; yazarlara göre ötekilik,
benimle ortak özellikleri paylaşmayan biri, tümüyle Öteki, hatta bazen insan
değil gibi (yani insan özelliklerine sahip değil gibi) görmeyi içerir. Tanımı
gereği bu Diğeri, tüm aşina kılmalara direnir. Burada öteki, ben’in mutlak
inkârıdır ve bir bağ kurma fikrini reddeder. Bu anlamında ötekileştirme kadar,
öteki olarak kalma isteği de, birlikte yaşama siyaseti bakımından sorunludur.
Bu konuya daha sonra değineceğiz.
Neden öteki,
tanımı gereği, zorunlu olarak olumsuzlanır? Bu soruya diğerlerini ötekileştirme
ve dolayısıyla ötekilere olumsuz özellikler atfetmenin işlevleri açısından
bakarak çeşitli cevaplar aramayacağız:
İlk olarak
bunu, sosyal etki araştırmalarında gözlenen özel bir durumla ilişkilendirmek
mümkündür. Paicheler’e (1985) göre etki deneylerinde,
etki
kaynağıyla benzer görüşlere sahip olmakla birlikte, farklı bir sosyal evrene
ait olduklarını düşünen bazı deneklerde bir tür gizleme eğilimi görülmektedir.
Oysa etkilenmemek veya farklılaşmak bu kişiler için çok önemlidir; bu
paradoksal durum, sadece görünüştedir. Burada, en tamamlanmış şekli ırkçılık
olan ideolojik farklılaşma mekanizmasının temelini yakalamaktayız; zira
gerçekte, insanlar en kolay karıştırılma olasılığı olanlardan en çok
farklılaşmayı isterler. Farksızlaşma, bir tür kimlik kaybı anlamını taşır;
arkaik bir yutulma, içerilme ve dolayısıyla yok edilme endişesine gönderir ve
kendi öz bütünselliğimizi tehdit eder. Farklı olmakla birlikte, bize çok
benzeyen ve yakınımızda bulunan bu kişiler, “onlar her yerdeler” duygusuyla
karşılanırlar. İşte tam bu anda, farklılaşma arzusu en belirgindir ve buna
götüren tüm araçlar makbul görünür; tüm fan- tazmlar açığa çıkar. Paicheler’e
göre, Yahudiler’in Germenliklerini talep ettikleri ve nüfusun diğer kısmından
çok az farklı oldukları Almanya’da ayrımcılığın, en sistematik ve en etkili
anti-semit düzeyine çıkması bu görüşü desteklemektedir.
Delamarre’a148
(1996) göre, fark ve benzerliği eklemlendirmek güçtür Kimlik antropolojisi
açısından, her insanda aynı bir duygusal madde vardır (s. 23); burada fark,
bunun yönüne ve üstünde odaklaştığı nesnelerden kaynaklanır. Bir doğa benzerliği
vardır. Ama diğerine benim duygu ve yargılarımı atfetmek, zamanla onun
sevdiğini sevdiğimi ve aynı şeylerden nefret ettiğimizi gösterir ve öteki
benim benzerim (semblable) haline gelir. Ancak, insanların benzerliği
çevrelerindeki duygu ve yargıları özümsemeleri sonucunda giderek artabilir ve
bir anonimliğe dönüşebilir. Bu kendi ritleri, alışkanlıkları ve hatta dogmaları
olan bir cemaat, bir “çekirdek veya klan’dır.
Benzerlik (similitude)
ötekini bilmenin, diğeri hakkındaki tüm bilgilerin koşuludur. Ama bilgi
kaynağı olması, insanlar arasında her zaman bir ahenk getirmemektedir. Zira
daha önce Girard’ın Stendhal analizinde gördüğümüz gibi, benzerlik, pratikte
bazı sorunlara yol açabilir. Delamarre’a (1996) göre benzerlik uyuşmazlığı
önleyemediği gibi bazen da yaratıyor. “Sanki diğeri/öteki, düşmanım haline
gelmek için benim benzerim olmaya ihtiyaç duyuyor”. Bu şaşırtıcı olgu, tüm
taklit durumlarında bir rekabet olmasıyla ilgilidir. “Sezar, İskender’in zafer
arzularını kendi arzusu haline getirmişti... Eğer diğeri gibi zaferi seversem,
taklit durumunda diğeri benim rakibim haline gelir” (Delamarre, 1996, s. 25).
Burada iki kişi arasındaki çatışma, onların farkından değil, benzerliğinden
kaynaklanır.
Martens’in
(1982) deyişiyle, “burada diğeri/öteki paradoksu vardır: Ötekilik (alterite),
her şeyden önce, asgari bir benzerlik gerektirir; çünkü bu benzerlik,
farklılaşırken kendini tanımak, onda kendini bulmak için zorunludur. Bu
farklılık ya da ötekilik, bizim negatif garantimiz’ işlevindedir ve bizim
kendimizi muhafaza edebilmemiz için, onun ‘kendi yerinde' durması gerekir.
Kimlik, pozitif yanın ‘olaydan sonra ve alttan/geriden’ ortaya çıktığı
birtakım ayırt edici karşıtlıklar sayesinde kendini ayakta tutar. Yani öteki
bizim koruyucu duvarlarımızdır; eğer o, farklılıkları birbirine karıştırarak
yok olursa, tüm koordinatlarımız parçalanır ve deliliğe kayarız. Bu
perspektifte, her birimizin kimliği için, hiçbir şey, kendi yerinde ziyaret
edilen egzotik bir yabancıdan daha güven verici değildir; aksine, hiçbir şey,
bu yabancının, bizim giysilerimize bürünmesi, bize yakın komşu olması,
binlerce örnek olarak çoğalıp yayılması, ekonomimizin bir halkası haline
gelmesi, kadınlarımızı ve yemeğimizi paylaşması, kısacası yaşam tarzımıza
asimile olması ve ayrıca her türlü içtenliği yalanlayan sembolik bir
dışsallığı (folklor, mutfak, din) bilerek korumaya çalışacak ölçüde bize meydan
okuması kadar da tahammül edilemez değildir. Psişik ekonomi ve dolayısıyla
kaygı ekonomisi bakımından, bu düzeyde, her şey sanki sadece total bir
asimilasyona (bu ise yok oluşun bir biçimidir) veya mesafelerin katı bir
şekilde korunmasına tahammül edilebilirmiş gibi cereyan etmektedir. Bunlardan
birinin veya diğerinin başarısızlığı halinde, bize teorik olarak sadece elimine
etmek kalmaktadır”.149 Öteki ilke olarak, ‘biz’e şu veya bu ölçüde
'karşıt’ bir konumda olmak zorunda olduğundan, biz’in yüceltilmesi onun
alçaltılmasını içermektedir.
AB - Türkiye
ilişkilerini, bazı yanlarında, bu perspektiften okumak mümkündür. Türk toplumunun
Batılılaşma ve/veya modernleşme çabaları, Avrupa ülkeleri için ötekilikten
çıkma çabası olarak görüldüğünde, kolektif bilinçaltında bir rahatsızlık
yaratmaktadır. E. Said’in, İslam ülkelerinde Batının oryantalizmine tekabül
eden bir Batıcılık (Occidentalism) bulunmadığı yönündeki gözlemleri,
burada anlamını bulmaktadır. Türk toplumundaki yaygın Batı anlayışında bir
ötekilik yoktur. Batı ile Doğu ve dolayısıyla AB ile Türkiye arasındaki
‘tanınma’ ilişkisi simetrik ya da karşılıklı değildir. Hegelci paradigmadan
bakarsak, Delamarre’ın analiziyle, bu ilişki ‘polemik bir tarzda cereyan eder:
İki taraftan her ikisi de, yani her bir öz-bilinç, öz-bilinç olma imtiyazını
elinde tutmayı ve diğerini tanımadan tanınmayı ister.150 Bu salt
iktidar ilişkisinin kaynağıdır” (1996, s. 30). AB - Türkiye ilişkilerinde pek
çok sorunun kaynağı burada yatmaktadır. Öteki’nin, ötekiliğe hapsolması,
tehlikeli bir suçlunun hapse kon
masında
duyulan rahatlığa benzer bir güven duygusunun anahtarıdır. Öteki, farklı
renkleriyle, sesleriyle, arada bir yaklaşılarak egzotizm ihtiyacımızın
doyuruldugu bir uğrak yeri, bir ‘başka yer’ olarak kalmalıdır. Bu sosyal
düşünce açısından, Ötekinin doğal bir özelliği ya da özü olduğuna göre, onu
kendi yerinde tutmak gerekir.
... Yansıtmayla rahatlama ya da kimlik
yüceltme işlevi
Belirli bir
grubun, diğer bazı dış grupları ötekileştirmesi, grup üyelerinde bir arınma,
rahatlama ve kendini beğenme duygularına yol açar. Bu çoğu kez, önyargı ve
stereotipler vasıtasıyla yapılmaktadır.
Gruplar arası
ilişkilerde önyargı ve stereotiplerin devreye girmesi, oldukça yaygın bir
durumdur. Burada önemli olan, zayıf veya güçlü konumda, azınlık veya
çoğunlukta olmaktan çok, gerçek veya hayali bir karşı grubun görülme biçimidir.
Küçük ya da büyük, azınlık veya çoğunluk olsun, her grup kendi kimliğini tesis
etme sürecinde, ötekisi’ne karşı bu tarzda yaklaşmaktadır. Ötekine yüklenen
özellikler, Biz’in onda görmek istediği özelliklerdir. Bu süreç Edward Said’in
(1997) dile getirdiği yansıtma (projeksiyon) süreciyle yakından ilişkilidir.
Ona göre, Doğu, bizzat Batı tarafından inşa edilmiş, Batının ters çevrilmiş
ayna görüntüsüdür. Dogu, Doğuluların statüsünü alçaltan Avrupa kültürünün
lensi içinden görülmüş ve Avrupa kimliğinin üstünlüğüne hizmet eden bir Doğu
anlayışı gelişmiştir. Ötekinin nasıl temsil edildiğine bakarak, öteki hakkında
fazla bir şey ögrenemeyiz, ama temsilin sahibi hakkında bilgi ediniriz. Öyleyse
toplumumuzda, Batılı hakkında düşündüklerimiz, aslında bizi yansıtır; onların
bizi temsili de bizden çok onları yansıtır.
Sosyal
kimliklerin, diğer gruplarla kendi lehimize karşılaştırmalar yaparak inşa
edilişi, Batı kültüründe Antik dönemden bu yana, sürekli gözlenmektedir. Kaldı
ki tarihe yakından bakıldığında, her ülkenin ‘yeminli düşmanları’nın bulunduğu
görülmektedir. Her ülke, kimliğini, kendi yarattığı bir öteki üzerinden inşa
ederek yüceltmekte ve kendimizde görmek istemediğimiz her şey bu ‘ötekine
yüklenmektedir. Örneğin yakın tarihimize kadar Avurupa'da pek çok ülke,
Osmanlı ve/veya Türkler’de, elverişli bir Öteki görmüştür. Türk’ün Ötekilik
konumu, neredeyse değişmezlik gösterirken, ona yüklenen özellikler,
ihtiyaçlara ve konjonktüre göre değişmiştir.151
Avrupanın pek
çok bölgesinde Türk imajı, Haçlı seferleri öncesinde, Bizans İmparatorluğunun
sürekli güç ve toprak kaybıyla birlikte başlamıştır. Kulanın152
belirttiğine göre, Bizans İmparatoru Aleksios Komne-
nos’un
Flandre Kontu’na yazdığı mektup, başlangıç noktası sayılabilir. Bu mektupta
imparator, ‘Hristiyan çocuk ve gençlerin vaftiz taşları üzerinde sünnet
edildiklerini, bu taşlar üzerine işemeye zorlandıklarını, ... karşı koyanların
acımasızca öldürüldüklerini, namuslu kız ve kadınların soyulup
kirletildiklerini, ... Peçeneklerin ve Türkler’in Sodomik günah işlediklerini,
kutsal yerleri kirlettiklerini’, vb. öne sürmektedir (Kula, 1992, s. 32)
XI. Yüzyıl
sonunda “Türklerin dinsiz, hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, vicdansız, yıkıcı,
ahlaksız, günahkâr oldukları” yönünde bir imaj oluşmaya başlamıştır.
Portekiz
tarih ve tarihçiliğinde Osmanlı imgesini inceleyen Özba- ran’a153
göre, İstanbul’un 1453’te Fatih tarafından fethinden sonra Papa Calixtus’un
‘Hristiyanları Osmanlıların ilerlemesine karşı birleşmeye çağırdığı”
tebliğlerle birlikte Türk tanımı, Portekiz literatürüne girmiştir. Ancak daha
sonraki yüzyılda Portekiz, Kızıldeniz’de, Basra Körfezinde ve Hint Okyanusunda
egemenlik mücadelesine giriştiği Osmanlılar ve Türkler hakkında hatalı
yargılara sahiptir. Osmanlı yönetimi kendini ‘Rum’ kimliğiyle nitelendirirken,
Portekizli tarihçilerin pek çoQu, ‘Osmanlı’, ‘ru- mî’, ‘Türk ve ‘müslüman’ı
birbirine karıştırmıştır.
Batı
dünyasıyla ilişkilerimizde 1088’den bu yana uzun bir tarih dilimi boyunca Türk
imajının evrimini gözden geçiren Burçoğlu-Kuran (1999), 9 farklı dönem ayırt
etmekte ve bunların çoğunda olumsuz bir Türk imajı görüldüğünü belirtmektedir.154
XI. yüzyılda Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra ‘Hristiyanlık tehlikede’
diyen Bizans imparatorunun pro- vakatif mektubuyla, Avrupa’da Türkler hakkında
ilk imajlar oluşmaya başlamıştır.
Bu yazılı
kanalın ardından sözel iletişim kanalı ve ardından da görsel kanallar
işlemiştir. XV. yy. da İstanbul’un fethi sonrasında, Türkler, “Avrupa’nın kötü
talihi” olarak nitelendirilmiştir.
İslam dininin
evrensel bir din olarak algılanmasıyla birlikte ise Hristi- yanlık için tehdit
olarak görülmesi artmıştır: Pek çok resimde ‘Türkler, Tanrının püsküllü
kırbacı’ (Avrupa halklarını cezalandırmak için Tanrı tarafından gönderilmiş
bir kırbaç) tiplemesi vardır.
Ancak 1454,
Alman bölgesinde derebeylerinin eleştirildiği oyunlarda Türkler, ‘adil
hükümdar’ olarak temsil edilmiştir: Bunda Haçlı Seferlerine katılmak
istemeyenlerden alınan yüksek vergilerden duyulan genel hoşnutsuzluk etkili
olmuştur.
Ama
Avrupa’daki yaygın imaj “katliamlar, mezalim yapan Türk” imajıdır. Nitekim
Avrupa panayırlarında ateş edilen kuklalar Türk olarak resmedilmiştir.155
17-19. yy. da ‘Şehvetli Türk’ imajı belirmiştir. Islamın dünyevi zevklere
düşkünlüğünü vurgulamaya yönelik olan bu imaj, daha ziyade Alman Hristiyanlığı
için geçerlidir. Alman kimliği, baskıcı ve zorlayıcı (compulsive) bir
toplum yapısı etrafında biçimlenmiş olması, Katolik- lerin kadınlara sert
yasaklar getirmesi ve cinselliğin katı bir şekilde bastırılmış olması,
Almanları, kendi grup kimliklerinden cinselliği dışlamaya yöneltmiştir. Tüm bu
kötü yanlar, Ötekine yansıtılmıştır.156 Türklerle ilgili
olumsuzluk, Alman Aydınlanmasına kadar değişmemiştir. T.Cnin kuruluşundan sonra
Türk imgesi yenilenmeye çalışılmış, Cumhuriyet hem içerde, hem dışarıda, yeni
bir imaj yansıtmaya çaba harcamış, fakat Avrupa, kabullenici değil, dışlayıcı
bir tepki göstermiştir.157
Ancak,
ülkeler düzeyinde Ötekinin imajı, tek tip ve monolitik bir temsil olmaktan
çok, toplumsal katmanlara göre farklılaşmaktadır. İngiliz tarihçisi Yapp’a
göre158 15. ve 18. yüzyıllar arasında Avrupalılar Türk’ün sadece bir
değil, iki imgesini yaratmışlardır; biri iyi, biri kötü. Bunlardan kötü olanı,
geniş kitleler arasında yayılırken, iyi olanı Osmanlıları yakından tanıyan
kişiler ve uzmanlar çevresiyle sınırlı kalmıştır.159 Kötü imajında
Türkler “vahşi, ayartıcı ue kana susamış kafir” olarak betimlen- miştir;
iyi imaj, Osmanlılarda doğuştan bir aristokrat sınıfının bulunmamasıyla
ilgilidir. Ancak Özbaran’a göre bu olumlu yan, Türkler hakkında- ki
olumsuzluğun yükünü hafifletememiş, hatta “aristokrasinin, özel mülkiyet ve
girişimin olmaması” bazı düşünürlerce (Machiavelli, Bodin, Bacon) bir eksiklik
olarak da yorumlanmıştır. İngiltere’de Türk’ün ötekileşti- rilmesinde 1603’te Türk
(Osmanlı) Tarihi adlı eserini yayınlayan tarihçi Knolles, önemli bir paya
sahiptir: Türkleri ‘Hristiyanlar için yeryüzünün en dehşet verici insanları’
olarak nitelemiş; Türklerin barbar, acımasız ve hain, dinlerinin sahte,
hükümdarlarının despot olduğunu iddia etmiştir (Özbaran, 2004; s. 74).
Kula’nın
(1992), ‘dönemin Avurupası ve Almanyası’nın Türklere ilişkin bakışını en
belirleyici ve iz bırakıcı biçimde etkileyen, Türklerin değerlendirmesini
boyutlandıran’ bir kişi olarak nitelediği (ve 1436’da Türklerin
Transilvanya’ya girmeleri sırasında esir düşerek 22 yıl Bergama-Sakız civarında
22 yıl tutsaklık yaşadığını belirttiği) Georg von Ungarn'ın (1422-1502) “Türken-Tractatus”
(Türklere İlişkin Deneme) adlı kitabında da görülüyor. Kula nın özetleyişine
göre, Georg’un kitabında, Türkler hakkında bir takım bilgiler verildikten
sonra, Türklerin akıllılıkları, temiz
liğe
düşkünlükleri, kadınların namusluluğu, padişahın sadeliği, hoşgörüsü ve
alçakgönüllülüğü gibi nispeten olumlu yanları işleniyor; ancak aynı kitapta
onlara şeytanî bir görev yükleniyor ve oldukça olumsuz ifadeler kullanılıyor;
örneğin “Her türlü kötülüğü akıl etmede Türklerin üstüne yoktur, ... Ruh
dinginliği ve düşünsel bilgi bakımından son derece cahildirler. Yedi serbest
sanattan hiç biri okullarda okutulmaz, öbür bilimlerin tümü (Türklere) o denli
yabancı ki, bu bilimlerin adlarını bile bilmezler’’... “Dinlerini düşünce ve
gerekçelerle değil, kılıç ve silahlarla savunurlar” (1992, s. 127).
Öte yandan bu
imaj, özellikle kısa ve orta vadede oldukça istikrarlı bir yapı gösterse de,
uzun vadede siyasal ilişkilere göre değişiklik göstermektedir. Bunun bir
örneği Türk - Fransız ilişkilerinde yaşanmıştır. Ortaçağ boyunca, Türklere
ilişkin olumsuz imajlar, XVI. yy. dan itibaren Osman- hlar ile Fransızlar
arasında kurulan siyasal ve ekonomik ilişkilere paralel olarak gelişmiştir.160
Elbette ki bu gelişmeler, Osmanlı İmparatorlu- ğu’nun dünya ölçeğinde büyük bir
güç haline gelmesiyle161 de yakından ilişkilidir. Çünkü bu güçlülük
konumu, neredeyse otomatik olarak diğerlerinin merak ve ilgisini uyandıran ve
mevcut algı şemalarının sorgulanmasını gerektiren bir konumdur. Böyle de olsa,
XVII. yüzyılda Fransız toplumunun Türklere bakışında olumlu yönde bir takım
değişikliklerin ortaya çıktığını kabul etmek gerekir. Bu dönemde Fransız
kamuoyunun Do- ğu’yla ilgili haberlere ilgisine işaret eden Arıkan’ın162
(2006) bu döneme ilişkin değerlendirmesi de bu yöndedir; “Moliere’in ünlü Bourgeois
Gen- tilhomme (Kibarlık Budalası, 1670)’undaki Türk tipleri, Du Verdier’nin
Osmanlı tarihi üzerindeki araştırmaları, Ricaut’nun ünlü eserinin Fransızca’ya
çevrilmesi, bu ilginin belli başlı kaynakları olarak görünmektedir”. XVII.
yy.da Doğuya pek çok Fransız seyyahının geldiğini, bunların yazılarının163
büyük bir okuyucu kitlesi bulduğunu belirten Arıkan (2006), yine bu yüzyılda
konusunu Osmanlı tarihinden alan pek çok trajedinin yazıldığını not
etmektedir: Örneğin Mairet’nin Soliman ou mort de Mus- tapha (1630),
Dalibary’nin Le Soliman (1937), Scudery’nin İbrahim ou Illustre bassa
(1642), Desmares'nin Roxelane (1943), Manon’un Tamerlan ou la Mort
de Bajazet (1647) ve Racine'in Bajazet (1672) adlı eserleri gibi.
Arıkan’ın
analizleri, Osmanlı-Fransız ilişkilerinin 16. ve 17. yy. daki gelişimini analiz
eden tarihçilerin önde gelenlerinden biri olan Rouil- lard’ın164
görüşleriyle bazı paralellikler içermektedir. Rouillard Türklere karşı
Fransa’da, sosyal kesimlere göre farklılaşan tutumlar olduğuna işa
ret
etmektedir. “Fransız elçilerinin sürekliliği ve 1535’den itibaren diplomatik
görevlilerin Bab-ı Ali de ikamet etmesi, Konstantinople’ü yakın bir yer haline
getirmiş” (s. 642) ve Türkler hakkındaki kamusal merakı gösteren egzotik
haberlerde bir artış gözlenmiştir. Doğuya (Levant) gelen seyyahların eserlerinden
çoğu birden fazla baskı yapmış, hatta biri 9 ve bir diğeri 15 kez basılmıştır.
Gezi yazılarında, Türklerin sivil ve askeri disiplini ve ahlaki değerlerine
yönelik bir hayranlık hâkimdir.
Ve bunlar,
Rouillard’a göre akıllı okuyucunun kendi değerlerini yeniden gözden
geçirmesini ve dinsel kurum ve inançları sorgulamasını da beraberinde getirmiş,
ancak belge veya tanıklıklara dayanmayan yaygın muhayyilede (imaginative
literature), ‘Kaba Türk’ ve ‘Aşık Türk’ (aşk düşkünü Türk) imajı kendini
korumuştur. 1660’dan önce yazılmış on beş Türk trajedisi, genellikle Sultanın
zalimliği, kıskançlığı ve şehvet düşkünlüğü nedeniyle ölen kurban hikâyeleriyle
sonlanmaktadır. Bunlarda, tarihi olaylara ya da Türk geleneklerine imalar,
Türkçe sözcükler kullanımı yanı sıra Yeniçerilerin korku salan gücü, iple
boğulmuş dört dilsizin hikâyesi gibi temalar sıklıkla kullanılmakta ve
izleyici/oku- yucuya Türkiye’de olduğunu hissettirecek şiddetli, tutkulu
portreler eklenmektedir (s. 644).
Sonuç olarak
Rouillard, “Onaltıncı ve onyedinci yüzyıl Fransa’sının gözünde Türk’ün,
Doğu’nun başlıca sembolü haline geldiğini; Fransız entelektüel ufku
genişledikçe ve Türk’e dair bilgi arttıkça, Fransız edebiyatının gerçek Doğu
egzotizmiyle zenginleştiğini” (s. 645) belirtmektedir.
Osmanlıya
ilginin boyutlarını gösteren bir başka kaynak daha var. Arıkan’ın165
(2002), Atkinson’dan aktardığına göre, “Fransa’da 1480-1610 arasında, Türkiye
ile doğrudan ilgili 80 kitap basılmıştır; yeni keşfedilmesine ve yeni bir
merak konusu olmasına rağmen Amerika ülkelerini konu alan kitap sayısı 4O’ı
geçmemektedir; Gölner’den aktardığına göre ise, XVI. Yüzyıl boyunca tüm
Avrupa’da Türkiye ve Türkleri konu alan yayın sayısı 3000’e yaklaşmaktadır.
Bununla
birlikte, Osmanlı İmparatorluğunun bu yüzyıldan itibaren Batı dünyası
karşısında sürekli güç kaybı ve savaşlar, bu havayı tersine çevirmiş ve
Batı’nın kendine karşı sürekli savaştığı ‘düşman’ olarak geleneksel ‘öteki’
konumunu almıştır.
Kuşkusuz
Batının, Batı-dışıyla ilişkisinde izlediği her tutumun tersi de söz konusudur.
Bu konuda tek boyutlu analizlerden kaçınmak gerekir. Todorov (1982, s. 232),
ötekiyle ilişkilerin her biri farklı bir boyutta gelişen
çeşitli
tipleri olduğunu öne sürer. Bir başka deyişle Ötekilik, üç eksende ya da planda
ele alınabilir:
1. Değerler
planı (aksioloji): Bu düzlemde Ötekiler, normatif açıdan değerlendirilerek
‘iyi’ veya ‘kötü’ olarak yargılanır. Değer yargıları, Ötekine karşı çekim
duygularına yol açar. Ötekiler sevilir veya aksine onlardan nefret edilir.
2. Davranış
veya eylemler planı (prakseoloji): Bu düzlemde ötekilerle araya konan
mesafe önemlidir. Ötekine yakın veya uzak olunabilir; ötekine ilgisiz olma söz
konusu değilse, ya ona doğru gidilir, onun değerleri, tarzları benimsettir ya
da tam tersine, ona kendi değerlerimiz dayatılır ve asimilasyon yoluna gidilir.
Bir başka deyişle ona tabi veya egemen olma uçları arasında farklı konumlarda
bulunulabilir.
3. Bilgi
veya tanıma planı (epistemoloji): Bu düzlemde Ötekinin kimliğini tanımak ve
onun hakkında az veya çok bilgi sahibi olmak söz konusudur.
Bu ilişki
planları, birbirini dışlamaz; birden fazla ilişki planı birlikte bulunabilir.
Biri diğerini destekleyici bir rol oynayabilir. Örneğin asimilas- yoncu bir
politika, değerler planındaki yargılarla desteklenebilir. Kendini ötekilerden
daha ‘lâyık’, üstün, iyi veya haklı görmek, ötekilere karşı eylemlerimizin de
rengini belirler. Todorov’a göre Batı, güç merkezi olarak, Ötekiyle
ilişkisinde, özellikle XVI. yüzyıldan itibaren asimilasyoncu bir yaklaşım
izlemiştir. '
Ötekileştirmenin
işlevlerinden biri de, kendimizi ötekine yönelik duygu, düşünce ve
eylemlerimizde haklı görmemizi sağlamasıdır. Özellikle hem etik, hem de
demokratik değerler açısından bu işlev büyük önem taşır. Zira bu değerler
nedeniyle, güçlü olmak ve istediğini yapabilmek yeterli olmamakta, aynı
zamanda haklı olmak istenmektedir.
Daha önceki
bölümlerde de vurgulandığı üzere, pozitif bir kimlik duygusu kazanmanın en
kolay yolu, diğer grupların statüsünü alçaltarak kendisi- ninkini yükseltmekten
geçmektedir. Diğer grupları damgalayarak, onları belirli işlerden uzak tutmak
ve dışlamak, kendine ‘tahsis edilmiş alanlar’ yaratarak başat bir kimlik
kazanmayı sağlamaktadır. Bu, ‘demokratik değerlerin en çok hayata geçirildiği’
Batı toplumlarında da değişmemektedir.
Joffe’a göre
(2005) ötekiler, Batı kültürünün rasyonel ikliminde tabularla çevrilmiş ve
yeraltında saklanmış niteliklerle de yüklenmiştir. Bu özellikler doğaüstünden
içgüdüsele kadar uzanırlar; ancak bu niteliklerin uyandırdığı hayranlık, Batı
toplumunun merkezi değerlerinin çekirdeğinin tersi olduğu için, ötekinin
değersizleştirilmesine katkıda bulunurlar’.166 Öteki gruplar, Batı
toplumlarında, bazı alanlarda, örneğin, müzik, sinema, spor, dans gibi serbest
zaman uğraşlarında ve eğlence sanayisinde, takdir edilen bir konumda bulunsa ve
bir takım kalitelerle yüklense de, bunlar Batının üstünlük duygusunu tehdit
etmemektedir. Çünkü ötekinin kalite alanları, Batı kültürünün merkezi değerler
alanı dışındadır. Hatta demokratik ideal bile, Batının başat kimliğini koruma
kaygısından kopuk görünmemektedir. Staerkli’ye (2005) göre, demokratik ideal,
Batı ile dünyanın gerisi arasında ayrıma da hizmet etmektedir. Demokratik olmayan
ülkelerin vatandaşları, bağımlı, boyun eğmiş ve zayıf kişiler olarak etiketlenirken,
demokratik ülkelerdekiler özgür ve özerk bireyler olarak nitelenmektedir.
Bazı yazarlar
(Licata ve Klein, 2005), sömürgeci - sömürülen ilişkilerinde de sömürülen
diğerini otekileştirmenin, sömürü eylemini pozitifleştirdiğini ve eski
kolonicilerin sosyal kimliğini garanti altına aldığını öne sürmüştür.
Öteki
sorununu Amerika’nın keşfi ve fethi bağlamında irdeleyen Todorov167
(1991), İspanyolların Meksika’daki ilk zamanlarını, bir tür sömürgecilik
öncesi dönem, ‘kölecilik’ (esclavagisme) dönemi sayar. Bu dönemin
karakteristiği, yerlilerin radikal bir tarzda ötekileştirilmesidir. Bu işlem,
yerlilerin hayvan veya nesne statüsüne indirgenmesi şeklinde gerçekleştirilmiştir.
Todorov’un belirttiğine göre, bu aşamada “Yerliler, insandan daha aşağı, alt
bir şey olarak görülmüştür: bedenleri, geride kalan yerlileri ve hatta
köpekleri beslemek için kullanılmış, vücutlarından, İspanyol savaşçıların
yaralarını iyileştirdiğine inanılan yağ elde etmek için öldürülmüşlerdir” (1982,
s. 222); bu, Meksika yerlilerinin kasaplık hayvanlarla bir tutulmaları, bir
hayvan-öteki, nesne-öteki konumuna indirgenmesi demektir.
Aslında buna
benzer küçültmeler, Hristiyanların, Islamın yayılmasıyla birlikte, aynı
coğrafyalarda karşı karşıya gelmeleri sırasında da yaşanmıştır. Zira sonu
Haçlı Seferlerine kadar giden bu gerilimli süreçte, iki uygarlığın
karşılaşması uygarlık-barbarlık kutuplaşması yaratılırken insan olma, Hristiyan
olmayla bir tutulmuştur. Daha sonraki yüzyıllarda ortaçağda
Müslümanların
yanı sıra Türkler göz önüne gelmesiyle birlikte, Türkler hakkındaki önyargı ve
sorgulamalar canlılık kazanmış ve Türkler, insan eti yediklerine inanılan
Iskitlerle ilişkilendirilmiştir:168 Bu dönem, Avrupa’nın Türkleri,
uygarlık - vahşilik, insanlık - hayvanlık, üstünlük - aşağılık terimleriyle
tartıştığı bir dönem olmuştur.
İtalya’da
faşist dönemde çıkan La Difesa della Razza'yı inceleyen Vol- patao ve
Cantone (2005), derginin sömürge halkları ve benzerlerini (çeşitli halklar,
örneğin melezler, siyahlar, düşman uluslar) ötekileştirdiğini ve hedef
politikaya uygun bir şekilde meşrusuzlaştırdığını (delegitimation) saptamıştır.
Aynı şekilde Ören ve Bar-Tal (2005) Israil-Filistin sorununu analizlerinde,
çatışmanın esasını, bir grubu, (insanlığın dayandığı temel ilkeleri çiğnediği
iddiasıyla) insana uygun norm ve değerlere göre davranıl- ması gereken bir
ortamdan dışlayan bir kategorilendirmede bulurlar. Burada da meşrusuzlaştırma
süreci, çatışmanın çözümüne bir engel oluşturmaktadır. Genel bir deyişle,
sömürmenin meşrulaştırılması ve sömürülen halkların bir bakıma sömürülmeye
‘müstahak’ görülmesi için, bu halkların ötekilik konumunun korunması ve
sürdürülmesi gerekmektedir.
Ötekini
meşrusuzlaştırma, otomatik olarak kendini meşrulaştırmayı sağlar. Bunun
tarihsel örneklerinden biri, 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın büyük
başkentlerinde ‘insan zooları’nın kurulmasıdır (human zoo). İngiliz ve
Fransız birlikleri Güney Asya’da ve Afrikanın çeşitli bölgelerinde
kolonizasyon programı yürütürken, bu ülkeler kendi halkları arasında uyanması
olası tepkileri önlemeye yönelik programlar uygulamıştır. Örneğin Razac’ın
(2002) belirttiğine göre, Fransa Dahomey’de savaşırken, 1891’de Paris’te Jardin
Zoologique d'Acclimatation’da, parmaklıklar arkasında ‘ucube’ görünümlü ve
dev anası' bir ‘zenci kadın’ günlerce teşhir edilmiştir (Aynı ‘teşhir’ daha
sonra Londra’da yapılmıştır).169 Bu teşhir, otantik yaşam
biçimlerini sergileme adına yapılmaktaydı; ama aslında belirli bir ideolojik ve
politik duruma hizmet eden bir teşhir söz konusuydu. Yerlilerin/zencilerin
vahşiliğini kanıtlamak, sömürgeci amaçlara hizmet ediyordu; zira seyredenlerle
ortak özellikler ve kültürel bağlam siliniyor ve böylece kendisiyle ancak ve
ancak savaşçı ilişkiler kurulabilecek bir ‘öteki’ yaratılıyordu.
3 Ekim 2005
öncesi, çeşitli Avrupa ülkelerinde bazı siyasal aktörlerin Türkiye'ye karşı
imtiyazlı ortaklık önerilerinde buna benzer bir yan görmek abartma
olmayacaktır. Zira burada da kendinden ayırma, kendinden saymama eğilimi; diğerinin
(Türkiye) yabancı olarak kalmasını isteme,
onu yabancı
kılan özelliklerinde hapsetme eğilimi söz konusudur. Muhakkak ki yeni Avrupa
kimliğinin tesisinde de, dünya ülkelerinin bazıları ‘öteki’ konumuna
sokularak, karşıtlık yoluyla kimlik tesisi yoluna gidilecektir (Sanchez-Mazas).
Avrupa Birliği üyeleri, kendi dışlarında bir öteki veya ötekiler icat ederek
onları ‘kendi fantazmlarının objesi’ (Joffe) konumuna sokacaktır. Bu nokta,
demokratik idealler ile psiko-sosyal gereklerin uyuşmadığı noktalardan
biridir. Üstelik kültürler arası bir karışımın en çok gözlendiği bir alan olan
Avrupa toplumlarında, bu toplumların idealleri dikkate alındığında,
‘Ötekileştirme’ çabaları, ‘garip’ (!) görünmektedir. Bir mizahi taşlama, tam da
bu durumu yansıtmaktadır:
Peygamberin İsa Yahudi,
Araban Japon malı, Pizzan, İtalyan iken Kuskusun Cezayir’den.
Demokrasin Yunandan Kahven Brezilyadan Saatin İsviçre malı Radyon ise Kore’den.
Tatillerin Türkiye’de Tunus’ta veya Fas’ta. Rakamların Arap Yazın Latin
Ve sen komşuna
"Yabancı" diye ters bakıyorsun.
... Sosyal Düzeni Koruma İşlevi
Otekileştirmenin,
bir diğer işlevi mevcut düzenin korunmasıdır. Özellikle sorunların can alıcı
bir hale geldiğinde gerektiğinde kullanılacak bir günah keçisine, el altında
her an kullanılmaya hazır duran bir Ötekine sahip olma, yukarda ortaya konduğu
üzere, sosyal düzenin korunması bakımından büyük önem taşımaktadır. Günah
keçisinin, sürekliliği, ona değişmez özellikler atfetme yoluyla sağlanmakta,
yani bu tanımlama yoluyla, Ötekinin ötekiliği garanti altına alınmaktadır.
Bunun kimi kaba, kimi incelikli çeşitli yolları mevcuttur. Bundan önceki
bölümlerde ele aldığımız önyargılar ve stereo tipler üretme, bunların en çok
bilinen yollarındandır. Bir insan grubuna, sözel etiketler biçiminde basitleştirilmiş
özellikler atfet-
me süreci
olarak stereotipleme, “psikolojikleştirme” (psychologisation) denilen
daha incelikli bir başka olguyla ilişkilendirilebilir:
Bu olgu,
insanların çeşitli sosyal davranışları, muarızlarının psikolojik
karakteristiklerine bağlayarak açıklama eğilimini ifade eder. Günlük yaşamda,
gerçekten de, insanlarda bu tür bir eğilim gözlenir. Heider'dan bu yana naif
psikoloji alanında yapılan çalışmalar, ortalama insanın (lay man), diğer
insanların davranışlarını açıklamaya giriştiğinde duru- mun/ortamın ve
uyaran/işin özellikleri yanı sıra aktörün (davranışı yapan diğeri) kişisel
özelliklerine atıfta bulunduğunu göstermiştir. Hatta bu üç atıf odağından, ilk
ikisine kıyasla üçüncüsünün ağırlık taşıdığı öne sürülebilir; ortalama insanın
diğerleri hakkında zımni (implicite) kişilik teorileri geliştirmesi,
bunu destekleyici bir olgu olarak görülebilir. Heider’ın, in- san’ı kaynakların
prototipi olarak kavramsallaştırması da bu noktaya bağlanabilir. Ortalama
insanın psikolojisinde, belirli bir davranışı bu davranışın aktörünün kişisel
özelliklerine bağlama, gerektiğinde sorumluyu belirlemeyi de sağlar. Heider
bunu Fauconnet’den bir alıntıyla açıklar: ’’Doğa olgularını birbirine bağlayan
nedensellikten farklı olarak, insana özgü bir nedensellik vardır. İnsan bir
bakıma, eylemlerini oluşturan maddi hareketlerin veya en azından eylemlerinin
moral değerinin ilk nedenidir. Onlara değerini veren şey, kişinin kendisidir;
değerin sahibi, yaratıcısı insandır... Şiddete dayalı bir suç işlendiğinde ilk
şüphe edilenler sertlikleriyle tanınan, nefret edilen, tiksinti uyandıran,
ahlaksız davranışlar yapmaları beklenen insanlardır. Bu şekilde ‘kötü’ görülen
insanlar, eğer aksini gösteren güçlü kanıtlar yoksa en hafif ve yetersiz
kanıtlar kullanılarak suçlanır ve tutuklanırlar. Aksine, eğer suç zanlısına iyi
gözle bakılıyorsa, onun suçluluğu konusunda çürütülmesi imkânsız kanıtlar
istenir”. İnsanın, ilk neden olarak görülmesi, Jaspars ve Hewstone’nun (1984)
deyişiyle, işimize gelir, sosyal ve psikolojik bir işlev görür; davranışın
(veya bu davranışın sonucunun) daha kolayca ve daha meşrulaştırılabilir bir
şekilde ortadan kal- dırılabilmesini içerir, bu sayede sonuçların kaynağı “yok
edilebilir”. Fa- uconnet’nin, sorunu hukuk ve yasalar açısından analizi,
böylece Heider’da ortalama insanın düşünce tarzını açıklayıcı bir perspektife
dönüşür. Naif psikolog olarak insan, diğerlerinin davranışlarının anlamını ve
etkisini, bu davranışların içeriğinden ziyade davranışları yapan aktörlerin
kişiliğine veya tekil öyküsüne bağlar, psikolojikleştirici yorumlar getirir.
Atıf
süreçleriyle ilgilenen sosyal psikologların çoğunda psikolojikleştir- meyi,
bireylerin sosyal gerçekliği kavramasında bir mantıksal eksiklik, acele
yapılmış bir çıkarsama, bir yanılgı gibi görme eğilimi vardır. Ancak,
özellikle
çoğunluk-azınlık ilişkilerine uygulandığında, çoğunluğun azınlığı
psikolojikleştirmesi bireysel bir hata olmaktan ziyade, kolektif bir strateji
aracı gibi görülür. Psikolojikleştirme, sosyal ve ideolojik olan şeyleri, normatif
ve sosyal bir bağlamda bu şeylerin sadece, psikolojik öğesine indirgeyerek
psiko-sosyal bir işlev görür. Deneysel ortamda gerçekleştirdiği çeşitli
araştırmalardan hareketle Papastamou’nun (1989) ulaştığı sonuçlara göre,
psikolojikleştirme normatif olarak belirlenmiş olarak, davranışlar ve/veya
çatışmalı söylemler ile bunların özneleri arasında tek yönlü nedensel bir bağ
kurar; sosyal anlamını özellikle etki ve ikna süreçlerinde oynadığı engelleyici
rolünde bulur. Psikolojikleştirme, seçici bir eylemdir; azınlık etkisini en
derin noktalarına kadar bertaraf eder; fakat ne çoğunluk etkisini, ne
liderlerin potansiyel etkisini ve ne de güçlü bir şekilde mer- tebelendirilmiş
azınlık etkilerini azaltır. Sanılanın aksine psikolojikleştirme, bireyselleştirmeyle
eş anlamlı değildir. Değişime direnç sağlayıcı etkisini, diferansiyel veya
klinik psikolojinin ilkelerinden almaz; aksine sosyal olgulara göndererek,
grupsal veya kültüralist bir psikoloji yönünde işleyerek işlevselleşir.
Psikolojikleştirmenin,
ancak belirli koşullar yerine geldiğinde işlemesi de, onun değişime karşı bir
direnç stratejisi olduğunu gösterir. Onun, “sosyal kontrolün gizli yüzü rolünü
oynayabilmesi, yani yeniliğin yayılmasını engellemesi, konformizmin
korunmasına veya tek biçimliliğin pekiştirilmesine katkıda bulunabilmesi için,
ikna edici mesajın ideolojik içeriğiyle mesaj sahibinin özellikleri arasında
bir tekabüliyet kurarak devreye girmesi gerekir” (Papastamou, 1989). Bir başka
deyişle, mesaj ile vericisinin özellikleri arasında nedensel bir bağ kurulması
önemlidir. Psikolojikleştirme yapan grup, böyle yaparak çatışmayı çözmenin
yolunu belirler; böylece “eğer azınlık, çoğunluktan farklı düşünüyorsa,
çoğunluğun ‘ob- jektiflik’ine karşı pozisyonlar alıyorsa, bu, onların diğerlerinden
farklı olmasındandır” mesajı verilir; dolayısıyla muarızların kişisel
psikoloji üstünde odaklaşılır ve muarızlar, tekilleştirilerek farklı bir cins
olarak tanımlanır. Azınlık üyeleri homojenleştirilmiş, farksızlaştırılmış bir
psişik yapı içine hapsedilerek, yani azınlık, üyelerine aşkın hale
getirilerek, tutarlı ve görüş birliği yapmış gibi algılanır; üstelik bu
tutarlılık ve görüş birliği, azınlık psikolojisinin sonucu gibi kavranır.
Bu kolektif
strateji, azınlık görüşlerini objektif verilere veya ilkelere göre içeriğinde
çürütmeye çalışmaktan daha etkili görünür (Mugny ve Perez, 1989). Karşı görüşü
reddetme, grupta bir geçerlilik sağlama sürecinin ortaya çıkmasına ve karşı
görüşü geçersiz göstermeye çalışırken bu
eyleme angaje
olmaya yol açtığından, görünüşte açık bir dirence rağmen, zaman içinde karşı
görüşten etkilenmeyle sonuçlanabilir. Yani bir görüşü çürütmek için “kafa
yormak”, paradoksal olarak ondan etkilenmeye yol açabilir. Oysa,
psikolojikleştirmede, azınlık imgemizde, bilişsel yanlara kıyasla ilişkisel
yanlar öne çıkar; azınlık ve çoğunluktan hangisiyle özdeşle- şildiği gibi gizil
bir sorgulama, bireyleri, çatışma konusu olan “obje’ ye bakmaktan uzaklaştırır;
azınlık görüşünün bağımsızlığı ve özerkliği peşinen reddedilerek, bu görüş
azınlığın psikolojik özelliklerine bağlanır ve bu noktada önyargılar ve
stereotipler devreye girer. Kuşkusuz çoğunluk üyelerinde gözlenen bu
mekanizma, azınlık üyelerinde de gözlenebilir. Veya daha genel olarak, gruplar
arası ilişkilerde işleyebilir.
Yabancılara
veya genel olarak Öteki’ne atfedilen olumsuz özellikler, bu özelliklerin
durumsal değil, içsel olduğunun belirtilmesiyle, yani bir bakıma
özselleştirilmesiyle daha da pekiştirilmektedir. Özselleştirme ya da pekiştirme
işlemi, ‘psikolojikleştirme’, ‘biyolojikleştirme’, ‘doğallaştırma’ gibi
yollardan yapılmakta ve Öteki, sahip olduğu olumsuz özelliği bir alın- yazısı
gibi taşımaktadır. Çingeneleri (gitans) ele aldıkları araştırmalarında Chulvi
ve Perez170 (2003), ‘ontolojikleştirme’ kavramını öne sürmektedir.
Araştırmacılara göre, çingeneler ‘insanlık dışı' sayılarak, ayrı bir varlık
türü gibi konumlanmaktadır.
Sosyal
psikolojik açıdan baktığımızda, özselleştirme, kişisel özelliklerin silinerek
kategorik özelliğin öne çıkması, yani bir gruba aidiyetin vur- gulanmasıyla
başlamakta ve bu vurguyla birlikte stereotip kullanımı artmaktadır. Böylece
kişiler, ‘kişiselliklerini yitirmekte’ (depersonalizasyon) ve diğer grup
üyeleriyle aynı sabit özellikleri yüklenmektedir. Özselleştirme, diğerinin
kategorilendirilmesiyle başlamakla birlikte, grubun sosyal piramitteki yeriyle
de ilgilidir (Lorenzi-Cioldi ve Buschini, 2005):171 Bir grubun
bütünsel, homojen, farksız algılanması ue sonuçta özselleşti- rilmesi,
piramidin aşağısındaki gruplara daha çok uygulanmaktadır. Nitekim Öteki ya
da Ötekiler de çoğu kez, sosyal statüsü bakımından zayıf ya da düşük gruplar
arasından çıkmaktadır.
Leyens ve
Yzerbyt’e172 göre, özselleştirmenin ve keyfiliğinin en iyi
örneklerinden birisi Valladolid Davası’dır.173 1550 yılında
Ispanya’nın Valladolid kentinde cereyan eden ve Papa tarafından gönderilen bir
heyetin huzurunda, iki İspanyol din adamının karşıt görüşleri savunduğu bu
davada, Amerikan yerlilerinin bir ruhunun olup olmadığı, dolayısıyla insan
olup olmadıkları tartışılmıştır.
Bazı yazarlar
(Yzerbyt, Rocher ve Schadron, 1997)174 grupların algısal olarak
özselleştirilmeleri üzerinde durmaktadır. İnsanlar, kategori- zasyon sürecinde
çevrelerine bir anlam verme eğilimindedirler. Algı sürecinde, insanları,
olayları veya şeyleri gözlemek ve saptamakla yetinmeyip, öngörülerde
bulunmalarını sağlayacak açıklamalar aramaktadır. Sosyal yargılanabildik
teorisi perspektifinde, bir kişinin bir kategoriye dâhil edilerek algılanması,
eğer bu kategoriye bir anlam ya da psikolojik öz vererek
haklılaştırılabiliyorsa, geçerli olmaktadır. Bu nedenle grubun, du- rumsal
faktörleri ihmal etmeyi sağlayan özselci bir tanımı aranmaktadır. Bir başka
deyişle, insanlar çeşitli kişileri kategorize ettiklerinde, algıları,
değiştirilemez bir imaj üzerinde odaklaşmakta ve bu andan itibaren grup,
algılayanlar açısından sabitleşmekte, üyelerinin gerçek doğasını yansıtan ve
onu meşrulaştıran bir öz kazanmaktadır. Bu öz sayesinde algılayanlar,
gruptakilerin davranışları hakkında öngörülerde bulunabilmektedirler. Burada
sosyal kategori, ‘doğal kategori’ haline gelmektedir.175
Söz konusu
yazarlar, özsel bir niteliğe sahip olarak algılanan grubun 5 özelliği
bulunduğunu öne sürmektedirler:
1. Grup,
tüm üyelere aynı ölçüde uygulanan merkezi bir nitelik etrafında tanımlanır ve
bu toplu tanımlama, gruba aidiyetin bozulmayacağı (inalterabilite)
duygusu uyandırır
2. Gruba
yüklenen diğer nitelikler, bu merkezi nitelik etrafında tutarlı bir bütün
oluşturur ve bu da grubun nevi şahsına münhasır bir grup olarak algılanmasını
pekiştirir
3. Bu
durumda grup dıştan nüfuz edilemez (impermeabilite) görünür, yani diğer
gruplara karşı sınırlandırılmıştır ve üstelik bireysel olarak da istekle terk
edilemez
4. Gruba
aidiyet teşhis rolü sağlar, yani grup özellikleri, üyelerin her birini niteler
sayılır
5. Grup
etiketi dışlayıcıdır, başka tasnif kriterlerinin kullanılmasına izin vermez,
özellikle de daha kişisel, daha bireysel kriterlerin (per- sonolojik
kriterler) kullanımını engeller.
Demoulin ve
arkadaşlarının (2005) daha önce işaret ettiğimiz araştırmaları, gruplar arası
ilişkilerde özselleştirme ve gayri insanileştirme olgularına işaret
etmekteydi: Biz’im duygularımızın, onlarınsa heyecanlarının olması.176
Üstelik bu eğilim, grupların sosyal statüsünden bağımsızdır, yani statüsü hem
yüksek, hem de düşük gruplarda görülür. Ayrıca bu eği
lim, hem bir
kişinin kendisini, kendi aidiyet grubundan farklılaştırması, yani grubun
ortalama tipinden daha iyi olduğunu görmeyi belirten PIP etkisi konusunda söz
konusu değildir; hem de öteki gruptan belirli bir kişiye (tekil kişi) karşı da
görülmemektedir (Hedefin tekilleştirilmesi durumunda, stereotiplerin de
azaldığını hatırlamak gerekir).
Bu olgular,
gerçek yaşamda tüm gruplar arası ilişkilerde görülmese de nadir değildir. Bu
ekibin yaptığı bir araştırmada, Belçika ile Türkiye arasında oynanacak önemli
bir milli maç öncesi, Belçikalı öğrencilere, takımlarının kazanması veya
kaybetmesi halinde Belçikalıların ve Türklerin 'maçtan hemen sonra’ ve uç gün
sonra’ neler hissedeceği sorulur. Cevaplar her iki grubun da galibiyette
pozitif, mağlubiyette ise negatif duygu ve heyecanlar hissedeceği yönündedir.
Buraya kadar sonuçlar benzerdir; ancak üç gün sonrası için verilen cevaplar,
Belçikalılarda heyecanların, Türklerde ise duyguların kaybolacağı yönündedir.
Yani iç gruba heyecanların, dış gruba ise duyguların atfedilmesi anlıktır,
geçicidir.
Yazarlara
göre (Demoulin ve ark. 2005, s. 91) bu durum, günlük yaşamda meydana gelen ve
medyaya yansıyan kazalarda da görülür. Kazanın kurbanlarının ve yakınlarının
üzüntülerinin zamanla hafifleyeceğini düşünürüz ve yas tutmayız. Böylece
kazazedelere duygular atfedip onlarla empati kurmaktan, dolayısıyla
etkilenmekten kurtuluruz. Duyguların tekelini elinde tutmak, psişik olarak
rahatlatıcıdır. Hatta bu yüzden, ötekiler bizim gibi duygularını gösterdikçe,
daha çok itilmektedir.
Sosyal bir
kategori ya da grubun doğallaştırılarak algılanması, yani bireylerin bir ‘öz’e
sahip bir grup gibi görülmesi, onlara ilişkin aşırı yargıları bile ‘haklılaştırabilmektedir’.
Örneğin, kötü koşullarda yaşayan bir grubun kaderi, bu öze dayalı yargılarla
‘normal’ sayılabilmektedir. Öyleyse özselleştirme farklılıklara açıklama
getirerek kimliğin inşasına, yani grubun ayırt edilmesine hizmet etmekten
başka, kendimizi, grubumuzu ve durumu korumayı da sağlamaktadır.
Demoulin ve
arkadaşları da başlangıçta, kendi grubunu yüceltme eğilimine bağladıkları,
özselleştirmenin daha geniş bir anlamı olduğu fikrine varmışlardır.
Özselleştirme öteki gruplarla empati kurmamayı, dayanışmaya girmemeyi
sağlamaktadır.
Bu bir bakıma
adil dünya inancıdır. Bu dünyada herkes layık olduğunu bulur. Ötekiler de
kaderlerini hak etmişlerdir, onlar için özel bir şey yapmaya gerek yoktur.
Ötekileştirmenin
mevcut düzeni koruyucu etkisi, demek ki günah keçisi yaratmaktan başka, adil
dünya inancını koruma yoluyla da sağlanmaktadır Bu, özellikle ötekini
doğrudan hedef alarak kötülemek yerine, daha incelikli bir şekilde
adlandırarak ötekileştirme durumlarında görülmektedir. İncelikli bir tanımlama
yolu, iyi ‘yurttaş’ tanımlama ve Batı değerlerini temsil etmeyen bir Öteki’ni
belirleme veya adlandırmadır (Staerkli, Gren, 2005). Bu tür ayrımlar grup içi
düzeyde, grup normlarını haklılaştırmayı, gruplar arası düzeyde, fakir-zengin
ülkeler arası yapısal eşitsizlikleri meşrulaştırmayı sağlamaktadır. Batı top-
lumlarındaki sıradan insanların, Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerindeki
eşitsizlikler, katliamlar, insan hakları ihlalleri, doğal afetler, büyük
kazalar gibi sansasyonel olaylara ilgisinde, bu psikolojik konfor arayışının
da payı var; felaketin başkalarının evinde ortaya çıktığını görmek, kendimizi,
kendi evimizde rahatlatmayı sağlarken, ‘adil dünya inancını da koruyarak
güvenlik hissini artırmaktadır’ (Bilgin, 1996). Kötülüklerin, toplum dışına
atılması sayesinde, toplumun kirli öğelerinden sıyrılınmakta ve bu sayede
AvrupalInın olumlu kimlik duygusu pekişmektedir.177
Batı
toplumlarının basın yayın organlarını, içerik analizi teknikleriyle irdeleyen
pek çok araştırma, bu tutumun oldukça yaygın olduğunu göstermektedir.
Brookes
(1995).178 Ingilizlerin Afrika hakkındaki temsillerini incelediği
bir araştırmada, Guardian ve Daily Telegraph gazetelerinin vizyonlarını
karşılaştırmıştır. Bu gazetelerden biri sol, diğeri sağ eğilimli olarak
tanınmaktadır. Ancak gazetelerin ideolojik tavırlarındaki farklılık, Afrika’ya
ilişkin temsillerinde yansımamıştır. Her ikisi de Afrikalılar konusunda
İngiliz toplumundaki yaygın stereotipleri taşımakta ve bu özellikleri
doğallaştırıcı Afrikalı temsillerini işlemektedir. Her iki gazete de Afrika’ya
Batı gözünden bakmaktadır. Gazetelerde Afrika ülkelerinden söz eden yazıların
çoğu (%60), savaşlar veya iç çatışmaları konu almaktadır. İkinci önemli haber
konusu olarak AİDS ve insan haklarının ihlalleri gelmektedir. Dolayısıyla
Afrika’ya referansların büyük bir kısmı, olumsuz çağrışımlar taşımaktadır.
Aynı şekilde yazı başlıkları da, aynı olumsuzluğu barındıran metaforlar
içermektedir. Örneğin, Afrikalıların birbiriyle müzakere etmekten aciz
oldukları, sürekli olarak birbirlerini öldürdükleri, kontrol edilemez ve aşırı
şiddete meyilli oldukları tarzındaki nitelemeler, pek çok yazının başlığında
yer almaktadır.
Aynı
doğrultuda sosyal psikologlar tarafından içerik analizi yöntemiyle yapılan bir
araştırmada179 (Gardikiotis ve ark. 2004) İngiliz basınında çoğunluk
ve azınlıkların temsili irdelenmiştir. Bu araştırmada, İngiliz basınından beş
gazetenin (The Guardian, The Independent, The Daily Telegraph, The Daily
Mail ve The Times) beş yıllık bir dönem boyunca tüm manşetleri ele alınıp
incelenmiştir.
Analiz,
çeşitli sosyal psikolojik araştırmalar doğrultusunda, çoğunluk ve azınlık
konumlarının temsiline ilişkin 4 teorik boyut üstüne kurulmuştur:
1. Azınlık
ve çoğunluk konumları (statü), medyada ne sıklıkta temsil edilmektedir? Ya da
yazıya konu olan veya mesajı veren kaynak (verici) hangi konumdadır (azınlık
veya çoğunluk konumları). Sıklık, mesajın tekrarı ile ikna başarısı arasında
bir ilişki kurulması halinde anlamlı bir boyuttur.
2. Azınlık
ve çoğunluk nasıl nitelendirilmekte, hangi sıfatlar kullanılmaktadır?
Nitelemede kullanılan ‘büyük’ veya ‘küçük’ gibi sıfatlar, sosyal mutabakat ya
da konsensüs derecesini belirtir; ‘iyi’ ve ‘kötü’ gibi sıfatlar ise duruma
ilişkin değer yargılarını taşır. Bunlar, okuyucuya, mesajın vericisi veya
mesajda konu olan kişilerin ‘ne kadar güvenilir, ne kadar görüşlerinden emin,
ne kadar konuya bağlı ya da angaje oldukları’ hususlarında bilgi verir ve
okuyucu bunlardan hareketle, söz konusu kişilerin davranış stilleri hakkında
bir fikre varır.
3. Azınlık
ve çoğunluk gruplarıyla ilişkilendirilen konular nelerdir? Konuların
türü/niteliği, sosyal etki bakımından önemlidir; örneğin azınlık veya
çoğunluğun, siyasal, ekonomik, sosyal nitelikli belirli konularla ilişkilendirilmesi,
vb.
4. Azınlık
ve çoğunluklarla ilişkilendirilen sosyal grup üyelikleri ya da bir başka
deyişle bunlara yüklenen sosyal kimlikler ne kadar önemlidir? Bu boyut, sosyal
kimlik ile sosyal etki arasındaki ilişki nedeniyle konmuştur.
Uygulamada,
öncelikle, gazetenin başlıklarında ‘azınlık’ veya ‘çoğunluk’ sözcüklerinin
bulunup bulunmadığına bakılmış ve buna göre bir kodlama sistemi
geliştirilmiştir.
Analiz
sonuçlarına göre, kullanılan sıfatlara bakıldığında;
• Çoğunluk
başlıklarındaki sıfatlar özellikle kimlik ve fikir birliği sıfatlarıdır;
azınlık başlıklarına eşlik edenler ise etnisite-ırk ve değerlendirici
sıfatlardır
• Konsensüs
düzeyiyle ilgili sıfat sayısı azınlık başlıklarında 8 (toplam azınlık
sıfatlarının % 9’u), çoğunluk başlıklarında 70’dir (toplamın %30’u). Demek ki,
azınlıktan çok çoğunluk terimini içeren başlıklar, kaynağın büyüklüğü hakkında
bir fikir vermektedir. Azınlık sıfatları, ‘küçük’ ve türevleri şeklindedir;
yani bir bakıma büyük azınlık yoktur. Çoğunluk başlıkları ise daha ziyade
‘büyüklük’ bildiren sıfatlardır.
• Çoğunluk
kimlik sıfatlarının çoğu (%83), siyasal kişi veya grupları belirtmektedir.
• ‘Ses’
sıfatlarının tümü ya ‘sessiz’ veya ‘sakin’ çoğunlukla ilgilidir.
• Değerlendirme
sıfatlarının %84’ü çoğunluk hakkında olumlu bir imaj çizerken (ahlaklı,
terbiyeli, sağduyulu, vb), sadece %10’u olumsuz (kaba, moron, vb) yöndedir.
• Ele
alınan konuların dağılımında, siyaset % 34, sosyal % 24, uluslar arası % 15 ve
ekonomi % 11 oranında yer almaktadır. Çoğunluk başlıklarında en çok siyaset
(%41), azınlık başlıklarında ise sosyal (%35) önde gelmektedir.
Bu veriler
nasıl yorumlanabilir. Araştırmacılara göre, çoğunluğun azınlıktan daha sıklıkla
temsil edilmesi zaten beklenen bir durumdur ve bu, azınlığın görünme sıklığı
bakımından gerçekten de daha farklı Darlıklar olduğunu belirtir. Bu tutum,
medya şirketlerinin, kendilerini nüfusun çoğunluğuna göre ayarlama ihtiyacı
duymalarına bağlanabilir. Bu bağlamda çoğunluk görüşlerinin daha yaygın olması
ve olumlu bir şekilde değerlendirilmesi şaşırtıcı değildir.
Çoğunluk
başlıklarının önemli siyasal grupları tanımlaması ve onların fikir birliğinde
olmalarına atıfta bulunması; azınlığın başlıklarının ise etnik köken - ırk ve
değer yargılarına göndermesi dikkate değer bir bulgudur. Genel olarak
çoğunluklar siyasal gruplar iken, azınlıklar etnik gruplardır. Değerlendirme
sıfatları bakımından da çoğunluklar daha olumlu bir şekilde nitelendirilmiştir
Çoğunluk
başlıkları içeriklerinde siyasetle çok, sosyal ve uluslararası konularla az
ilgilidir. Azınlık başlıklarında ağırlıklı içerik sosyaldir. Kategorilerdeki
bu farklılık, gazetelerin, azınlık görüşlerine, sadece toplumun genelini
ilgilendiren konularda daha duyarlı olduğunu gösterir, vb.
Benzeri bir
içerik analizi çalışmasında Alver180 (2003), Avusturya basınından
iki gazetenin 1998-2002 yılları arasında beş yıllık yayınlarındaki yabancı
temsillerini irdelemiştir (toplam 6575 haber, röportaj, rapor ve yorum
yazıları). Bu gazeteler de farklı ideolojik eğilimindedir: Muhafazakâr eğilimli
‘Die Presse’ ve sol liberal eğilimli ‘Der Stardart’ gazeteleridir.
Analiz
sonuçlarına göre, Der Standard ve Die Presse gazeteleri, “yabancı
olarak gördükleri göçmen işçileri, savaş göçmenlerini ve siyasi sığınmacıları,
negatif olaylarla gündeme getirmekte ve açık veya gizli şekilde Avusturya’nın
siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel yapısı için bir tehdit oluşturduğuna” işaret
etmektedir. Yabancılar arasında suçluluk oranı, Avusturya ortalamasından düşük
olduğu halde, yabancının anlam halesi, suçluluk rengiyle boyanmakta ve olumsuz
çağrışımlara sokulmaktadır. Daha sonra siyasetçilerin söylemlerini ele alıp
analiz eden Alver, “basın ile politikacıların yabancılar konusuna
yaklaşımlarının pek farklı olmadığına, hatta birbirini desteklediğine” (s.
317) işaret etmektedir. Basın ve siyasetçilerin, yabancılara ilişkin
söylemlerinde ayrımcılık, ayrımcılığı hak- lılaştırma, suçlayıcı nedensellik
zincirleri kurma, acıma gibi ortak çizgiler bulunmaktadır. Ayrıca suçlama veya
günah keçisi yaratma, komplo teorisi üretme, tutarsız delillerle abartmalara
girişme, önyargıları haklılaştırma tavırları gözlenmektedir.
Toparlarsak,
bu bölümün başında sorduğumuz 'Ötekinin neden zorunlu olarak olumsuzlandığı’
sorusuna karşılık olarak birbiriyle içi içe geçmiş bir durumda bulunan çeşitli
cevap öğeleri saptamış bulunmaktayız:
- Kimlikse!
işlev:
Ötekileştirme, her şeyden önce kimliğimizi tanımlamayı ve korumayı
sağlamaktadır. Zira öteki, negatif tanımlama yoluyla (ne olmadığımızı
belirtmek) yoluyla, yani bir şeye karşıt olarak kimliğimizi kavramamızı ve
hissetmemizi kolaylaştırmaktadır. Diğerleriyle kontrastımızı artırmak,
farksızlaşma kaygımızı gidermekte ve kimlik kaybını önlemektedir.
- Yansıtmayla
rahatlama ya da kimlik yüceltme işlevi: Kendi kötülüklerimizden arınma, ötekinin
varlığının önemli bir işlevidir. Ötekine projeksiyon mekanizmasıyla yüklenen
olumsuz nitelikler, her şeyden önce, bu niteliklerin bizim dışımızda
konumlanmasını, dolayısıyla kendimizi rahatlatmayı sağlamaktadır. Bu mekanizma
Adorno’nun otoriter kişilerinin başkalarına yönelik suçlamalarında ve sansasyon
gazetelerine karşı eleştirilerinde de gözlenen mekanizmaya benzemektedir.
Öteki, yansıttığı ya
da bizim gözümüzde temsil ettiği nitelikler vasıtasıyla
kendimizden memnuniyetimize katkıda bulunmaktadır.
- Ötekini
meşruiyet dışına atarak meşruluk kazanma, ötekileştir- menin bir diğer önemli
işlevidir. Bu sayede, diğerlerine karşı olumsuz ve hatta düşmanca yaklaşımımız,
bir ‘kötülüğe düşmanlık’ ifade ettiğinden, sağduyu bakımından haklılık
kazanmaktadır. Geçmiş olayları, farklı yönde yorumlayarak kolektif belleğin,
kimliğimize uygun bir yönde işlemesi mümkün olmaktadır.
- Sosyal
düzeni koruma işlevi: Otekileştirme, mevcut sosyal düzeni bizatihi kendi özelliklerinde
beğenmekten ziyade, bu düzenin ‘kötülükle- ri’ni ötekilere yükleyerek korumayı
sağlamaktadır. Bunun ilk yolu ya da tarzı el altında bir ‘günah keçisi’
bulundurma ve bu ötekini doğallaştırma, psikolojikleştirme ve özselleştirmeye
tabi tutmaktır. Bunlar, sosyal düzeni tehdit eden davranışları, bu düzeni
koruyacak tarzda açıklamayı mümkün kılmaktadır. Bunun ikinci yolu ise, adil
dünya inancını korumaktır. Ötekilerin ‘kötülüklerini ve başlarına gelen
felaketleri görmek, kendi grup veya toplumumuzdaki eşitsizlikleri,
haksızlıkları, felaketleri, yoklukları göz ardı etmeyi ve ‘halimize şükretmeyi’
sağlamaktadır. Dünyamız, ‘kötülerin, başlarına gelene müstahak oldukları’ ya
da ‘hakettiklerini buldukları’ bir adil dünya düzenine sahip olarak
görülmektedir, vb.
... Batı
ve İçdenetimlilik
Batı,
diğerleriyle ilişkisinde kendisi için önemli olan değerlerin şampiyonluğunu
sürekli elinde tutmaktadır. AvrupalIların kendi dışındakilerle ilişkisinde,
yabancılara en açık ve en alçak gönüllü olanlarda gözlenen, ‘diğer ülke
insanlarını yüceltme’ tavrı bunu yansıtmaktadır. Örneğin ülkemize gelen ve
Türk insanından hoşlanan turistlerin belirttikleri nedenler arasında en çok
‘misafirseverlik’, ‘sıcakkanlılık’, ‘dayanışma’, ‘yardımseverlik’ gibi
özellikler bulunur. Bunlar, Batı için merkezi değerler değildir. Nitekim Batıyı
tesis edici rasyonellik, özgür ve özerk özneler olmak ve bununla bağlantılı
özellikler, Batı dışındakilere genel olarak atfedilmeyen özelliklerdir. Nedir
bu özellikler? Beauvois (2005), liberal birey tipinin ‘iç denetimlilik’
üzerinde inşa edildiğini öne sürmüştür.
Bu noktayı
aydınlatalım. Bilindiği üzere, günlük yaşamımızda kendi davranışımızı ve diğer
insanların davranışlarını açıklamaya çalışma gibi bir eğilimimiz vardır. Bunu
yaparken söz konusu davranışa bir neden veya nedenler buluruz. Bu bir
nedensellik atfıdır, yani bir davranışı (sonuç) bir nedene bağlama işlemidir.
Heider’dan bu yana sosyal psikolojinin
önemli bir
araştırma konusu olan atıf olguları, sağduyu psikolojisinin anahtar bir
kavramıdır.181 Heider bizim insanları anlama veya açıklamada,
onların güdülerine, duygularına, inançlarına ve benzeri özelliklerine
odaklandığımızı belirtir ve insanı naif bir psikolog olarak görür. Hepimiz
günlük yaşamımızda, kendimizin veya diğerlerinin davranışlarını açıklamaya
çalışan psikologlara benzeriz; davranış analizi için gerekli teknik kavramlara
ve birikime sahip olmayışımız, bizi analiz yapmaktan alıkoymaz. Davranışların
açıklanmasında çaba, kişilik özelliği, zekâ ve yetenek gibi kişinin kendinde
bulunan içsel özellikler veya şans, koşullar, yapılan işin kolay veya zor
olması, başkalarının destek veya engelleri, ortam veya durumun özellikleri
gibi kişinin dışında bulunan dışsal özellikler kullanılır. İçinde yaşadığımız
toplumlarda, davranışları açıklamada, içsel atıflar yapma yönünde güçlü bir
eğilim bulunur.182 Heider bunu, ‘kişiye atıf’ ve 'duruma atıf’
terimleriyle ifade eder ve kişilere yüklemenin daha doğru görüldüğüne işaret
eder. Bunu Durkheim’ın öğrencisi olan Fauconnet ’den (1928) hareketle
temellendirir: Bir davranışın nedeninin kişi olarak görülmesi, sosyal
psikolojik açıdan elverişlidir.183 Zira bir hareket veya davranış
uygun olmadığında, önlenmesi için kişi üstünde etkide bulunmak (telkin, ceza,
hapis, vs) mümkündür; oysa davranışın nedeni, durum veya koşullar olduğunda,
bunları değiştirmek çok daha zordur. Bu, toplumun düzenini korumanın da en
basit yoludur. Suçu kişiye yüklemek, suçun kaynağını ortadan kaldırmayı mümkün
kıldığından, genelde suç kişilerde aranır.
Beauvois
(1994), aynı hususu, siyasal bir projeyle, ‘bireyin ve Amerikan demokratik
idealinin üretimi’yle ilişkilendirir.184 Ona göre insanlar,
yaptıkları veya başlarına gelen şeyler ile diğerlerinin yaptıkları veya
başlarına gelen şeyler hakkında kişiye atıf yapmayı öğrenmişlerdir. Bu öğrenme,
Batı toplumları düzeyinde uzun bir sosyal-tarihsel gelişim sürecinin, kişisel
düzeyde ise sosyalleşme sürecinin bir ürünüdür.
Beauvois
(2005, s. 273) başyapıt niteliğindeki bir eserinde, bu düşünce tarzına 18. yy.
dan bir örnek verir. 1770’lere doğru ansiklopedist Diderot ile din adamı
Thomas arasında, Fransız toplumunun gündemini dolduran büyük bir tartışma
cereyan eder. Tartışma konusu ‘kadınların doğası’dır. Diderot daha stilli ve
kaliteli bir söylem ortaya koymakla birlikte, aslında her ikisi de erkek
merkezli (fallosantrik) bir görüştedir. Kadınlarda tüm kötülüklerin kaynağı
kadın cinsel organıdır (uterus). Zamanın kültürlü kadınlarından Louise
d’Epinay tartışmaya katılarak her ikisini de eleştirir ve onlarda ortak olan
bir hatadan söz eder. ‘Bu baylar, ka
dınların
içine kondukları koşul ile onların sözde ezeli psikolojik doğalarını birbirine
karıştırıyorlar"; kadınların kaderlerini ve dertlerini aldıkları eğitimleri
ve çeşitli kuramlardaki yerleri, onların kadınlık organlarından çok daha iyi
açıklar.
İki erkek
tartışmacının analizlerindeki hatayı, bazı günümüz sosyal psikologlarının
‘temel hata’ olarak adlandırdığı hatadır: “Kişilerin içinde bulundukları durumun
özellik ve doğurgularını, bu kişilerin doğasına atfetmek.” Beauvois’ya göre bu
hata Batının günlük ince psikolojisinin gerçek bir rutinidir. Herkes bunu günde
en az 10 - 15 kez yapar. Zamanla azalmamıştır, modern düşüncenin,
rasyonelliğin ve zekânın ilerlemesiyle düzelmemiştir. Aksine bu ilerlemeler,
sosyal düşüncenin, cahilliklerine adapte olmuştur. Louise d’Epinay’den 2,5
asır sonra da durum değişmemiştir: Bugün de etrafımızda sıklıkla duyarız: Kadınlar,
çok sıcak, çok duygusal, çok somut Darlıklardır, uykuları hafiftir, dinlemeye
yatkındırlar Aynı şekilde işyerlerinde işçiler hakkında “O işçi, işinin
hakkını verir; doğuştan yatkın, her türlü zorluğa direnen bir yapıda. Dakiklik
onun tabiatında var” veya bir şube şefi hakkında “İnsanlarla temas kurma, onun
kanında, gerçek bir örgütleyici tabiatı var...” veyahut da ana-baba çocuğu
hakkında “benim çocuğun kesin bir özerklik duygusu var”, “öğrenme arzusu onun
hamurunda var” gibi sözler duyulur (Beauvois, s. 274).
Demek ki
Batının özgür ülkelerinin, özgürlüklerine duyarlı insanları, sanılanın aksine,
‘dış zorlayıcı güçleri ya da davranışlarını engelleyen dışsal şeyleri’ daha
iyi algılamıyorlar. İnsanlar, yaptıkları şeylerin ve başlarına gelenlerin
nedenini kendilerinde bulmayı öğrenmiştir. Örneğin bir deneyde, ‘kim gelecekte
şef olacak?’ diye kura çekilerek bir kişi belirlendiğinde, diğer kişilerde,
hemen anında, bu kişiyi, dinamik, otoriter, organize biri gibi görme eğilimi
beliriyor. Bu eğilim modern Batı toplumlarına daha özgü görünüyor. Zira, bu
toplumlarda kadınların davranışlarını, kadın kavramı veya annelik içgüdüsü
gibi şeyleri kullanarak açıklama yapma eğilimi çok yaygındır; kadınların,
yaptıkları şeyleri yapmalarının nedeni olarak kadınsı bazı nitelikleri
yüklenir; “bir kadın, şefkatli olmalı, teselli etmeli, vs”, oysa bir erkek
“lider gibi davranmayı sever, haklı olmak ister, yarışmacıdır, vs”. “Kişilerin
nedensel açıklamadaki ağırlığı, liberal toplumların tipik bir özelliği ve bu
eğilim, sosyal hiyerarşide yükseldikçe daha da artıyor. Üstelik bu tür
davrananlar “iyi” insanlar sayılıyor; içsellik, bu toplumda, balığın suda
yaşadığı gibi yaşamaya uygun. Örneğin, ekonomik nedenlerle işten
çıkarıldıklarını söylemektense, firmanın güç
lüklerini
öngöremediklerini söylemeyi öğreniyorlar... Amerikan liberal demokrasi
modelinin gereğidir” (Beauvois, 1994).
Beauvois’ya
(2005, s. 277) göre temel hatanın sosyal düzenin işleyişi ve istikrarıyla
ilgili iki avantajlı sonucu vardır. İlk olarak, bu düşünce tarzı insanlara,
bulundukları konumda rahat oldukları, zira onların doğalarına uygun düştüğü
duygusunu verir;185 böylece ezeli işçiler, ezeli ustalar, ezeli
çocuklar, ezeli göçmenler, ezeli kadınlar, ezeli kocalar olacaktır. Bunların
“kişilikleri ve derin arzuları böyle olduğuna göre, yaptıklarından bir başka
şey yapmaları, bulundukları konumdan bir başka konumda bulunmaları zorlama
olacaktır”. İnsanlar, olmaları gereken yerdedirler ve doğaları da orada
olmalarına uygundur, başka yerde değil. Kişisel olarak her biri şu duyguyu
duyacaktır: “Ben, yaptığımı yapmak için yaratılmışım”. Bunun ikinci bir sonucu
daha vardır: Sosyal hayatın iyi yapılmış olduğu sonucu (s. 278) Bu
nedenledir ki, en iyilerimiz, kendi doğalarına en uygun düşen pozisyonlara
gelirler. Harikulade sıcak ve sadık, dinleyici, her zaman hizmete hazır ve
dinleyici olan kadınlar (gerçek kadınlar) için evlilik, onların anne
veya eş olarak kendilerini gerçekleştirmelerine en uygun yerdir.186
Batı
toplumlarında, temel hatanın ve içsellik normunun yaygınlığı, bunların
yüceltilmesi ve teşvikiyle yakından ilgilidir. Beauvois’dan (2005, s. 280) iki
örnek verelim. Diyelim ki işyerinde bir denetim görevlisi atölyeye gelerek iki
işçiye sorsun: Neden geri dönüp tekrar tekrar somunları sıkıyorsunuz?
Birincisinin “Ben biraz mükemmeliyetçiyim; kontrol etmeyi severim"
(davranışının anlamını kendi içinde bulur); İkincisi ise “Bir tek somun
unutmak bile azarlanmamız için yeterli” desin. Bunlardan ikisi de doğruyu
söylüyor veya yanılıyor olabilirler. Bunu asla bilemeyiz ve kaldı ki, sosyal
düşünce açısından hakikat değeri, bir kıstas değildir. Ama fazla yanılma riski
olmadan diyebiliriz ki, denetçi ikinci işçiden ziyade, birincinin cevabından
memnun olacaktır, çünkü onun davranışını anlamlandırma tarzı, sosyal olarak
daha kabul edilebilir niteliktedir; hatta terfi ve ödüllerde bu işçi
hatırlanacaktır. İkinci örneğimizde, bir baba saat gece 10'da çocuklarının
odasına girsin ve ansiklopedinin başındaki çocuklarına “Neden hala
ansiklopediye dalmış vaziyettesiniz?" diye sorsun. Birincisi “Çünkü
işimi tamamlamadım, beni Pazar günü çalışmaya zorlayabilirsin”, İkincisi “Çünkü
ben ozon tabakasındaki delik sorununu çok ilginç buluyorum" desin.
Burada da baba, bizden daha fazla şey bilmez çocuklarının temel motifleri
konusunda. Ama İkincinin cevabını tercih edecektir. Çünkü bu çocuğunun kendi
davranışına ver-
digi anlam,
sosyal olarak daha arzulanır bir niteliktedir. Muhtemelen bu, öğretmenin de
anlayışıdır. Sosyal düşüncemiz, bizi, davranışlarına içsel açıklamalar veya
anlamlar getiren kişileri tercihe zorluyor; bunlar, motivasyonlarla, kişilik
özellikleriyle, kapasite ve yeteneklerle ilgili açıklamalardır.
Beavois’nın
(2005, s. 281) fikrine göre, sosyal düşünce bizi aynı performanstaki kişiler
arasında içsel anlamlar veren yönünde ideolojik bir tarafgirliğe götürdüğü
gibi, aynı zamanda onların hayatını kolaylaştırma ve yararlı kılma yönündeki
yanlılıkları da daha çok hoş görmeye, yani bir sosyal ayrımcılığa
götürmektedir.187 Nitekim içseller daha yüksek not veya ücret
alırlar, hatta nadiren de olsa, bazen daha sempatik bile bulunurlar. Demek ki
insanların yaşamları boyunca yaptıkları ve başlarına geleni açıklamada, iyi
anlamlar vermeyi öğrenmeleri söz konusudur. Buna karşı gidenler, ‘aptal’ veya
‘göçmen gibi görülürler. Öğretmenler de öğrencilerine bu tür yanlılıkları
aşılarlar ve bunlar ‘bireyselci düşüncemizin tikleri’ haline gelirler
İçsellik
özelliği ya da normu Crawford ve Joffe gibi yazarlarda, tüm öteki
kategorilerinin temel bir özelliği olarak belirtilen ‘kendini kontrol ya da
öz-denetim’ şeklinde adlandırılmıştır. Joffe’a (2005:99) göre Batıda,
öz-denetimin yüceltilmesinin bir tarihi vardır. Erken Orta-Çağ’dan bu yana
öz-denetim eksikliği bir tabu olarak görülmüştür.188 Denetimsiz davrandığına
inanılan kişiler Protestan mutedillik (moderation) etiğine aykırı
bulunmuştur.189 Bu görüşe aykırı gibi görünen, bazı norm-dışı davranışların,
örneğin tüketimci eğilimin yüceltilmesi, aslında tüketim kültürünün içsel bir
yanıdır. Bu, genel şemayı bozmaz. Ötekiler, bedene, kadere, hatta zihne ilişkin
bir kontrol yoklumu etrafında inşa edilmiştir (Joffe, 2005-.100).
Ötekilik
mutlak bir durum mudur? Yani, bazı gruplar, ebedi ötekiler olarak nitelenebilir
mi? Bazı araştırmalar Ötekinin inşasında ya da ötekine yaklaşımlarda, bağlamın
da etkili olduğunu göstermektedir. Bu demektir ki, duruma, koşullara ya da
kısaca bağlama aşkın bir ötekilik durumu söz konusu değildir. Bağlamsa!
temsiller üzerinde çalışan bazı sosyal psikologlar, bu fikri savunmaktadır.
Yeni Zelanda’da Maoriler üzerinde çalışan Wetherell ve Potter (1992),190
öteki kişi ve grupların durum ve koşullara aşkın tek bir temsilinin olmadığını,
bağlama göre değişen çeşitli temsillerinin olduğu görüşünü savunmuşlardır.
İnsanları aktif bir rolde konuşturarak, onların söylemlerinde, çeşitli imaj ve
metaforlar etrafın-
III. Ötekinin İcadı ve nşası
da öbeklenen
tasvir, tanım ve tariflerin, figür ve resimlerin bir bütününü ifade eden
‘yorumsal repertuarlar’] saptamaya çalışmışlardır. Örneğin Maorilerle ilgili
olarak, kültürün iki anlayışını saptamışlardır: Nesilleri ka- teden gelenekler,
ritüeller ve değerleri kapsayan bir ‘miras olarak kültür’ ve gençler arasında
gelişen bir ‘terapi olarak kültür’ anlayışları. Bu iki anlayıştan biri veya
diğeri, bağlama göre öne çıkmaktadır. Birincisi, mesafeli olarak Maoriler
hakkında konuşurken, diğeri ise gençlerin sapkın davranışlarından söz ederken.
Birinci halde Maori kültürü, Yeni Zelanda kültürünün bir parçası gibi
anlaşılırken, ikinci halde, sorunlu bir toplum kesiminin, gençlerin kültürü
gibi görülmektedir.
Bu bakış
açısından yapılan bir başka çalışmada, Verkuyten ve Mason191
(1995), etnik kategorilerin ortaya çıkmasında bağlamın rolünü ortaya
koymuşlardır. Araştırmada HollandalI ve göçmen çocuklara, ‘okulumdaki
öğrenciler birbirinden farklıdır’ ve ‘birlikte oyun oynamaktan hoşlandığınz
çocuklar ve bunun nedenleri’ gibi iki konuda bir serbest metin yazdırılmıştır.
Bu iki konu, farklı referantlar (göndermede bulunulan konular) içermektedir.
Dolayısıyla, bunların çocuklarda farklı bakış açılarına yol açması
beklenmektedir. Sonuçlara göre, birinci konuda, çocukların büyük çoğunluğu
(%81), yazılarında etnik terimler kullanırken, ikinci konuda daha ziyade
çocukların davranışları, eğitim tarzları, tanıdıktık gibi özellikler üstünde
durulmakta ve çok az bir kısmı (%14) etnik terimler kullanmaktadır.
Bu tür
araştırmalar, kategorilerin sabit olmadığını ve Öteki(ler) soru- nu(nu) daha
incelikli olarak görmemiz gerektiğini göstermektedir. Bağlamsa! etki,
kendimize ilişkin kategorilerde de gözlenmektedir. Kişi veya grupların, yabancı
bir ülkeye gittiklerinde kendilerini sunma tarzlarındaki değişiklikler de bunu
desteklemektedir. Ötekinin algı alanımızda bulunup bulunmaması ve bulunma
tarzları kategorilerin harekete geçmesinde etkili olmaktadır. Bu değişkenlik,
stereotiplerle mücadele ve eğitim açısından umut verici olmakla birlikte,
çatışma ortamlarında olumsuz sonuçlara da yol açabilmektedir. Üstelik, dünya
konjonktüründeki değişmeler, çoğu kez, Batı toplumlarını ‘rahatsız eden’
olayları izlediğinden, medyada olayların işlenişi, yabancıların aleyhine
gelişmekte ve ‘prototip ötekiler’ belirmektedir; örneğin 11 Eylül olaylarının
ardından Müslümanların prototip Öteki olarak öne çıkması gibi.
DİPNOTLAR
84. Bu kısım Sosyal Psikolojiye Giriş (2000, ed. N. Bilgin, Ege
Üniv. Yayınları, İzmir) kitabında Teközel ve Bilgin tarafından hazırlanan
'Aşağı doğru karşılaştırma süreçleri’ (s. 160-162) başlıklı Çerçeve VI/3’ten
alınmıştır.
85. Primus Inter Pares ya da kısaca PİP etkisi, berzerleri
arasında en iyi olma arayışını ya da benliğin üst uyumunu ifade etmektedir.
Bkz. Codol, J. P. (1976): On the so-called ‘superior conformity of the self’
behaviour: Twenty experimental investigations, European Developments in
Social Psychology, Cambridge University Press, v. 1, s. 314-337
86. W. Doise: Les relations entre groupes. La Psychologie Sociale
(ed. S. Moscovici), PUF, Paris, 2003, s. 253-274
87. M. Billig: Racisme, prejuge et discrimination. La Psychologie
Sociale (ed. S. Moscovici), PUF, Paris, 2003, s. 449-471
88. W. Doise, J.C. Deschamps ve G. Meyer (1978): The accentuation of
intercategory similarities, in Differentiation between Social Groups
(ed. Tajfel, H.), London: Academic Pres, s. 159-168
89. J.C. Deschamps ve W. Doise (1978): Crossed category memberships in
intergroup relations, in Differentiation between Social Groups (ed.
Tajfel, H.), London: Academic Pres, s. 141-158
90. J .C. Deschamps, ve W. Doise (1979): Effet du croisement des
appartenances categorielles, in Experiences entre Groupes (ed. W.
Doise), Mouton, Paris
91. Siyasi jargonla belirtirsek. ‘Ötekileştirme’ düzeyi düşüyor.
92. W. Doise: Les relations entre groupes. La Psychologie Sociale
(ed. S. Moscovici), age., s. 257
93. F. Lorenzi-Cioldi: Individus Dominants et Groupes Domines. Images
Masculines et Feminines, Presses Universitaires de Grenoble, Grenoble.
1988
94. Bilişsel nitelikli açıklamalar hakkında daha geniş bilgi için bkz.
Teközel, M. (2007): İnşa Etkinliği Olarak Sosyal Karşılaştırma, Ege
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, Doktora tezi
95. M. Hewstone, ve J. M. F. Jaspars: Relations intergroupes et
processus d’attribution, in L'Attribution. Causalite et Explication au
Quotidien, ed. Delachaux et Niestle, Neuchatel, 1990
96. Önyargı ve stereotipler konusunda bkz. Bilgin, N.: İnsan
İlişkileri ve Kimlik, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 1996
97. Bu eğilim davranışa dönüştüğünde, ayrımcılık (diskriminasyon) söz
konusudur. Önyargı ve ayrımcılık, birlikte görüldüğü gibi, biri olmadan diğeri
de görülebilir.
98. Kuşkusuz, bu görüşler, pek çok açıdan günümüzün değerleriyle ve
gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. Avrupa Birliği gibi ulus-üstü birliklerin
hayata geçirilmesi ve uluslararası barışın sağlanması, tarih boyunca oluşmuş ve
kültürlerin derinliklerine nüfuz etmiş, önyargıların gözden geçirilmesini ve
ulusal tarih kitaplarının yeniden yazılmasını gerektirmektedir.
99. Bu konuda bkz. Bilgin. N.: İnsan İlişkileri ve Kimlik.age.
100. Bkz. Billig, 2002/h
101. Bkz. II. 2. Kimlik İnşası: Modernlik
Perspektifi
102. Teknik deyimiyle dört faktör bulunmuştur.
103. Sonuçlar, günümüzün uluslararası ilişkileri
planında değil, 1990’ların başlarındaki politik bağlam çerçevesinde
anlaşılmalıdır.
104. Kirazlıların, yabancı ülke insanlarıyla
doğrudan temasları olmadığı ve onları gözleme imkanları bulunmadığından,
onların yaşam tarzlarını dikkate almamaları, anlaşılır bir olgudur.
105. H. Harlak: Önyargılar, Psiko-Sosyal Bir
İnceleme, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2000,
106. Bu araştırma, sosyal kimlik teorisinde
öngörülen ‘iç-grup yanlılığı' (kendi grubuna taraftarlık) olgusunu, genelde
desteklemekle birlikte, bazı kişiler tarafından Türkler hakkında tembel,
cahil, menfaatçi, kolay yoldan zengin olmaya istekli gibi nitelemelerin de
kullanıldığını kaydetmek gerekir.
107. C. Horton Cooley (1998): Nature humaine et
ordre social; la signification du "Je”, Estime de Soi; perspectives
developmentales (ed. M. Bolognini ve Y, Preteur), Delachaux ve Ni- estle,
Lausanne, s. 33-45
108. Genel olarak James ve Cooley, öz-saygı
konusundaki ilk ve öncü teorisyenler olarak kabul edilmektedir.
109. Harter, S. (1998): Comprendre Testime de
soi de Tenfant et de Tadolescent; considerations historiques, theoriques et
methodologiques, Estime de Soi: perspectives developmentales (ed. M.
Bolognini ve Y. Preteur), Delachaux ve Niestle, Lausanne, s. 57-81
110. Bu soruyu doğru bir şekilde anlamak gerek;
daha açıkçası, bu soru, “belirli bir toplumda farklı etnik veya dinsel
grupların imajları bakımından bir fark var mıdır” sorusundan farklıdır. Çünkü
bu ikinci soruya 'hayır' demek mümkün olmadığı gibi, diyen de yoktur. Entelektüeller
arasındaki yaygın kanaat, bu karışıklıktan kaynaklanmaktadır.
111. D. Martinot: Le Soi: Les Approches
Psychosociales, ed. PUG, 1995, Grenoble
112. R. J. Vallerand, Pelletier, L. G. ve F.
Gagne (1991): On the multidimensional versus unidimensional perspective of
self-esteem, Social Behavior and Personality, n. 19, s. 121-132
113. R. J. Vallerand ve G. F. Losier (1994): Le
soi en psychologic sociale, in Les Fondements de la Psychologic Sociale
(ed. R. J. Vallerand), Gaetan Morin, Montreal, s. 123-192
114. W. James: Pretentions et reussites, in Estime
de Soi: perspectives developmentales (ed. M. Bolognini ve Y. Preteur),
Delachaux ve Niestle, Lausanne, s. 47-55
115. M .R. Islam & Hewstone, M. (1993).
Dimensions of contact as predictors of intergroup anxiety, perceived out-group
variability, and out-group attitude: An integrative model, Personality
& Social Psychology Bulletin, n. 19/ 6, s. 700-710
116. M. Hewstone (2003): La theorie de
Tattribution, Psychologic Sociale (ed. S. Moscovici), ed. PUF, Paris, s.
311-333
117. R. Brown (2000). Social identity theory:
past achievements, current problems and future challenges. European Journal
of Social Psychology, n. 30, s. 745-778.
118. S. Demoulin, Leyens, J-P., Vaes, J.,
Paladino, P. M. ve B. P. Cortes (2005): Lecas de Tinf- ra-humanisation, in L'
Autre: Regards Psycho-Sociaux (ed. M. Sanchez - Mazas ve L. Licata), PUG,
Grenoble, s.73-93
119. M. Teközel ve N. Bilgin (1998): Sosyal kimlik
perspektifi, stereotipler ve sosyal karşılaştırma, X. Ulusal Psikoloji
Kongresi.
120. Sosyal temsiller araştırmalarının önemli
bir kavramı olan ve Ivan Markova tarafından geliştirilen temel tematalar,
kültürel olarak paylaşılmış anlayışlar, imajlar ve temel kategorilerdir.
Bunlar kültür içersinde nesilden nesile kolektif bellek vasıtasıyla
nakledilirler. Bkz. Markova, L: Des themata de base des representations
sociales du SIDA, in Les Formes de la Pensee Sociale. PUF, Paris, s.
55-78; Moscovici, S. and Vignaux, G. (2001). The concept of themata
(translated by G. Duveen). In G. Duveen (ed.), Social Representations:
Explorations in Social Psychology, p. 156-183. New York. Un. Pres: New
York.
121. Bu konuda pek çok tarihçinin yanı sıra
Bernard Lewis’in de işaret ettiği aynı yöndeki tespitleri hatırlanabilir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda halkın kendisine Türk demediği, kendisini Türk
olarak görmediğine işaret eden Lewis’e göre ‘Türk ve Türkiye sözcükleri Avrupa'da
en azından 12. yüzyıldan beri kullanılagelmiştir, ama Türkiye’de Türkler
tarafından kullanılmamıştır” (B. Lewis: The Multiple Identities of Middle
East. Weidenfeld & Nicol- son,Londra, 1998; aynı şekilde H. İnalcık da
'Osmanlı İmparatorluğu’nun birTürk İmparatorluğu olmadığını, AvrupalIların
Osmanlı İmparatorluğu için Türkiye Osmanlılar için
Türk demelerini bir çarpıtma olarak görmektedir,
vb; bir başka çarpıcı örnek İngilterede ‘Türk’ imajının gelişimini irdeleyen
Özbaran’ın ele aldığı, tarihçi Richard Knolles’tan verilebilir: Knolles
Balkanlarda OsmanlIlarla gelen değişimi analizinde ‘Bizim Türk dediklerimiz
... Müslüman kimlikle çağrılmak istiyor".... “Türk olarak çağrılmayı
sitemle karşılıyor ve onur kırıcı buluyorlar” demiştir (S. Özbaran (2004): Bir
Osmarılı Kimliği; 14. -17. Yüzyıllarda Rumi Rumî Aidiyet ve İmgeleri,
Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 74)
122. Türk toplumunun Batıya bakışı, kuşkusuz,
araştırmanın yapıldığı yıllardan bu yana. AB sürecinde yaşanan gelişmelere
paralel olarak değişiklikler göstermektedir. Kaldı ki, toplumun, tüm
kesimlerinin bir blok halinde aynı tutum ve düşüncelere sahip olduğu da söylenemez.
123. S. Özbaran (2004): Bir Osmarılı Kimliği,
14. -17. Yüzyıllarda Rum/Rumî Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi,
İstanbul, 2004, s. 79
124. A. Van Knippenberg: Intergroup differences
in group perceptions, in The Social Dimension, European Developpements in
Social Psychology (ed. H. Tajfel). vol. 2, Cambridge University Press,
1984, s. 560-578
125. P.P Mlicki ve N. Ellemers (1996): Being
different or being better? National stereotypes and identifications of Polish
and Dutch students. European Journal of Social Psychology, n. 26, s.
97-114.
126. Bu bulgu Hewstone’un (1990) öne sürdüğü
grupların negatif özelliklerini kontrollerinde olmayan dışsal nedenlere
atfetme eğiliminde oldukları görüşüne ters bir bulgudur.
127. Statüleri farklı grupların ilişkisi ve
statü farklılığının, duygusal, algısal ve davranışsal sonuçları ile bunlarla
başa çıkmada başvurulan stratejiler konusunda Bkz. Ellemers, N. ve M. Barreto
(2001): The impact of relative group status: Affective, perceptual and
behavioral consequences, age., s. 324-343
128. Bu tanım siyasal bir topluluk olarak ulusun
kavramlaştırılmasında, etnisite dışında ulusun tesisini mümkün kılar. Bir ulus,
Roschvari bir kategoridir .
129. Oakes, P.Halsam, S. A. ve J. C. Turner
(1999): Construction de l’identite â partir du contexte, in L’identite
Sociale (ed. J. C. Deschamps, J. F. Morales, D. Paez ve S. Worchel), PUG,
1999, Grenoble s. 103-
130. Örneğin, grup içi bir görüş yelpazesinde,
en sağdakiler, grubun sağında yer alan bir dış gruba daha yakın; soldakiler
ise en uzak noktada olacaktır. Dolayısıyla, bazı koşullarda, grubun prototipik
pozisyonu, yani grubu ayırt edici pozisyon, diğer gruplarınkinden farklı olmak
zorunda olduğu içindir ki, ortalama pozisyondan farklı olabilir.
13 1. Medyan pozisyon: Grup üyelerinin en çok
toplandığı pozisyondur
132. Grup polarizasyonu, bir grupta etkileşimler
(örneğin bir tartışma) sırasında, grup üyelerinin pozisyon ortalamasının, bir
pozisyonun ekstremine doğru gitmesi eğilimi olarak tanımlanabilir.
133. J.M. Salazar (1999): L’identite nationale
et supra-nationale, L’identite Sociale, (ed. J. C. Deschamps, J. F.
Morales, D. Paez ve S. Worchel), PUG, 1999, Grenoble
134. Örneğin, Doise, 1977; Doise, Deschamps ve
Meyer, 1978; Doise ve Deschamps, 1979, vs.
135. M. Zavalloni ve C. Louis - Guerin (1984): Identite
Social et Conscience: Introduction â I'Ego-Ecologie, ed. P:U.M., Montreal
136. Avrupa toplumlarında nüfusun önemli bir
kısmının Türkiye'nin AB’ye girişinden karşı duyduğu rahatsızlık, bu noktayla
ilişkilendirilebilir.
137. Moscovici ve Doise bu sonuçların, Rabbie ve
Visser (1972) ile Shinner ve Stephenson'un (1981) ampirik araştırmaları
tarafından desteklendiğini belirtirler.
138. Moscovici ve Doise’ın kapalı grup
tanımları, dinsel veya etnik nitelikle holist cemaatlere, açık gruplar
yurttaşlık temelinde bütünleşmiş topluluklara uygun düşmektedir.
139. Bkz. N. Bilgin: Sosyal Psikolojide Yöntem
ve Pratik Çalışmalar, genişletilmiş II. Basım, Ege Ün. Ed. Fak. Yay., 1999,
İzmir
140. S.P. Huntington (2004): Biz Kimiz?,
CSA, İstanbul, s.24
141. N. Bilgin: Düşmanın vazgeçilemezliği, in
Siyaset ve İnsan, age.
142. Girard’a göre her zaman olmasa da çoğu kez,
kanaatlerimiz veya kanılarımızın pek çoğu, bir çoğunluk kanaatinin, özel
tarihsel bir iklimin mimetik ürünüdür. "Bilinçli olarak yapılan,
sistematik ve simetrik muhalefetler, çoğu kez mimetizmden kaçınmak için yapılan
çabalardır, dolayısıyla onlar da mimetiktir. Ortak yanlışa karşı çıkma
kaygısıyla yapılan bu çabalar, sonunda aynı şeyin ters imajı olurlar. Yani
kaçınmak istedikleri şeye katkıda bulunurlar”. Fransız entellektüellerinin
çeşitli dönemlerde, Stalinizme, Maoizme, faşizme kapılışlarını mimetizmde
hapsolmanın örnekleri sayan Girard, entellektüellerin çoğu kez, kitlelerden
daha az uzak görüşlü olduğunu, ayırt edilme arzularının, onları moda
saçmalıklara ittiğini öne sürer. “Oysa halk, hiç değilse çoğu kez, modanın,
sağduyudan nefret ettiğini bilir”. Günümüzde, medyatik evrenimizde, herkes,
başkaları tarafından yazılmış bir piyesten roller seçiyor. Bu piyes bir süre
afiş işlevi görüyor ve herkes onu basında, TV’de ve monden konuşmalarda
bilinçli olarak oynuyor. Sonra bir gün, kısa bir süre sonra, mimetik olan, yani
stereotipik bir başka şeye geçilir. Repertuar, sürekli değişir, ama daima bir
repertuar vardır. Bkz. R. Girard: Les ruses du desir, Nouvel Observateur, 1-7
juillet 2004, s.54-55
143. Bu mekanizma hakkında bkz: R. Girard,
Violence et Sacre,editions Grasset, Paris, 1972
144. Bir dış düşman bulmanın toplum içi
dayanışmayı sağladığı ve koruduğu yönündeki sağduyu inancı, bu temele
oturmaktadır. Pek çok ülkede politik mercilerin bu yolu sezgisel olarak sıkça
uyguladığı da bir vakıadır.
145. H. Joffe: “L’Autre” et la construction
identitaire entre dynamiques psychiques et dynami- ques sociales, in Autre,
Regards Psycho-Sociaux, M. Sanchez - Mazas ve L. Licata, 2005, PUG, s. 95-116
146. Bkz. Alter Ego kavramı: N. Bilgin: Sosyal
Psikolojide Kavramlarve Yaklaşımlar Sözlüğü, Bağlam Yay., İstanbul, 2003
147. Jodelet'ye göre Fransızca’da ’ben olmayan’ı
ifade etmede iki terim vardır: Autrui, aynı bir bütünde yer alma, aynı grubu
paylaşma, yakın olma durumundaki diğerini, autre ise çeşitli aidiyetlerden
kaynaklanan farklılık veya sosyal olarak uzaklık durumundaki diğerini ifade
etmektedir (2005, s. 30).
148. B. Delamarre: Autrui, ed. Ellipses. Paris.
1996
149. Paicheler, 1985’den alıntı.
150. Ancak bu salt tahakküm arayışında bir
çelişki vardır. Öteki, iradeden yoksun mu olacak, yoksa bir iradeye sahip mi
olacaktır? Çelişki “Ötekinin iradesini inkar ederek benim iradem karşısında bir
şeye dönüşmesi arzusu çelişkilidir... Diğerini özgürlük ve bilinçten yoksun
kıldığımda, onun beni tanımasının bir değeri yoktur. Gücün derdi, efendinin,
köleleri tarafından tıpkı özgür insanlarmış gibi tanınmak istemesindedir”
(Delamarre, 1996, s. 32)
151. Bu olumsuz tavrın tezahürleri için Bkz.
Kortantamer, T.: Ermeni Dosyası, Ege Ün. Ed. Fak. TERİG Yayım, 2002,
İzmir; Bilgin, N: Ermeni soykırım iddiaları ve tarihin inşası, Türkiye
Günliiğll, 2002; Burçoğlu-Kuran, N. (ed.): Representations of the
"Otheris" in the Mediterranean World and Their Impact on the Region,
The Isis Pres, Istanbul, 2005; Burçoğlu- Kuran, N. (ed.): The Image of
the Turk in Europe from the Declaration of the Republic in 1923 to the 1990 s.
The Isis Pres, Istanbul, 2000
152. O. B. Kula: Alman Kültüründe Türk
İmgesi, Gündoğan Yayınları, 1992, Ankara
153. S. Özbaran (2004): Bir Osmanlı Kimliği;
14. -17. Yüzyıllarda Rum/Rumî Aidiyet ve imgeleri, Kitap Yayınevi,
İstanbul, 2004
154. N. Burçoğlu-Kuran: The image of the Turk in
Europe from Hth to 20th century. Marmara Journal of European StudiesH\-2.
1999, s. 187-201; ayrıca çeşitli örnekler için bkz. Bur-
çoğlu-Kuran, N. (ed.): Representations of the
“Other/s” in the Mediterranean World and Their Impacton the Region, The
Isis Pres, Istanbul, 2005
155. Bazı eski kitaplarda Türklerin fuarlarda
'yumruk atılan hacıyatmazlar' şeklinde temsil edildiği resimler mevcuttur. Tele
de Turc (Türk kafası) deyimi bu yumruklanan hacıyatmazlardan
kaynaklanmaktadır.
156. Bu yansıtma mekanizması Adomo’nun
(Otoriterlerin, kendi duygularını azınlıklara, suçlulara yansıtması fikri) ve
Edvard Said'in de (yukarda değinilen 'oryantalizm' analizi) üzerinde durduğu
mekanizmadır.
157. AB sürecinde ‘Avrupa’nın parçasıyız'
mesajı, Avrupa kimliğindeki ötekilik konumumu- muzla çelişmekte ve bir bakıma
bilinçaltı dirençleri tetiklemektedir.
158. S. Özbaran (2004): Bir Osmanlt Kimliği;
İd. -17. Yüzyıllarda Rum/Rumî Aidiyet ve İmgeleri, age, s. 71 'den alıntı.
159. Bu ikili temsil, az çok bugün için de
geçerlidir. Türkiyeyi yakından tanıyanlar (örneğin turist olarak gelmiş
olanlar) ve uzmanlar Türkiye'ye karşı daha az önyargılı ve anlayışla yaklaşırken,
diğerleri olumsuz önyargılarının penceresinden bakmaktadırlar. Ayrıca, Türkiye’nin
AB üyeliği konusunda, çeşitli gruplar tarafından ortaya sürülen lehte ve
aleyhte argümanlar karşılaştırıldığında, lehte argümanların daha ziyade
rasyonel bir nitelik taşıdığı ve uzman bakışını yansıttığı, uzun vadeli bir
projeye bağlı olduğu gözlenmektedir. Buna karşılık aleyhte argümanların,
kültür/din/yaşam tarzıyla ilgili klişe yargılardan, bilinçdışı kaygı ve
korkulardan, egosantrik ya da Avrupa merkezli bir zihniyetten beslendikleri
dikkati çekmektedir. Bunlardan biri teknik, akademik, enformatif düşünceye,
diğeri günlük sosyal ve temsilî düşünceye göndermektedir. Dolayısıyla temsilî
düşünceyle hareket eden geniş kitlelere, yani ülke kamuoylarına,
"Türkiye’nin AB’ye girişi' konusunda ne düşündükleri sorulduğunda,
-kamuoyları daha önceden büyük bir kampanyayla hazırlanmadığı takdirde,
oylarının olumsuz olma ihtimali son derece yüksektir.
160. Bkz. Ankan, Z. (2002): XVI. Yüzyılda
Osmanh-Fransız ilişkileri, XIV. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, 9-13
Eylül 2002, Ankara, II. Cilt, I. Kısım, s. 43-57
161. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir dünya gücü
haline gelmesinin doğrudan tanıklarından ve AvrupalIları Türktehdidine karşı
birleşmeye çağıranlardan biri olan Busbecq’in 1581-1583 tarihli mektupları,
bunun en açık göstergelerindendir. Bkz. O. C. de Busbecq: Türk Mektupları,
Doğan Kitap, 2005, İstanbul
162. Ankan, Z. (2006): XVII yüzyılda Fransa'da
Türk görüntüsü: Racine ve Bajazet, in J. Racine: Bayazıt (çev. B.
Sabuncu), Mitos yayınları, 2006, İst., s. 16-32
163. Örneğin Antoine Gailland'ın 1672-73
günlüğü; bkz: İstanbul'a Ait Günlük Anılar, (çev. N.
S. Örik), Ankara, 1973 ve İzmir Gezisi: Antoine Galland’ın Bir
Elyazması (1678), ed. F. Bauden, İzmir Kent Kitaplığı, 2003
164. Clarence D. Rouillard (1938): The Turk
in French History, Thought and Litterature (1520-1670), Paris
165. Z Ankan (2002): Fransız seyahatnameleri ve
tarihin aynasında İzmir, İzmir Kolokyumu, Büyük Şehir Belediyesi Kent
Kitaplığı, s. 16-36
166. H. Joffe: “L'Autre” et la construction
identitaire entre dynamiques psychiques et dynami- ques sociales, in Autre,
Regards Psycho-Sociaux (M. Sanchez- Mazas ve L. Licata), 2005, PUG, s.
95-116
167. T. Todorov, 1991: La Conquete de
TAmerique: La Question de I’Autre, Seuil, coll. Points, Paris
168. C.D. Rouillard (1938): The Turk in
French History, Tought and Literature, Paris, 1938
169. O. Razac: Le Zoo Televise, Nouvel
Observateur. 6-12 Haziran 2002, s. 62-64
170. B, Chulvi ve J. A. Perez: (2003):
Ontologisation versus discrimination d’une minorite eth- nique, Nouvelle
Revue de Psychologic Sociale, n. 2 (1), s. 6-15,2003
171. F. Lorenzi-Cioldi ve F. Buschini: Vaut-il
mieux etre une femme qualifiee ou etre qualifie de femme? Effets paradoxaux de
la categorisation dans la discrimination positive, in Autre, age., s.
279- 292
172. J-P. Leyens ve V. Yzerbyt (1997): La
Psychologie Sociale,ed. Mardaga, Bruxelles, s. 306
173. Bu davanın cereyan ettiği bağlam (keşifler
çağı) hakkında Bkz. Bölüm II. 1. Antropolojik Perspektif
174. V. Yzerbyt, Rocher, S. ve G. Schadron
(1997): Streotypes as explanation: the role of subjective essentialistic view
of group perception, in The social Pschology of Streotyping and Group Life,
Oxford: Blackwell,
175. Bu dönüştürme işlemi, bir sosyal
kategorinin, görünür veya fiziksel özelliklere dayanması halinde daha
kolaylaşmaktadır. Örneğin kadınların çocuklarına karşı ilgisi, şefkati, duyarlılığı,
çoğu kez ve kolaylıkla, onların ‘annelik güdüsü’yle, yani biyolojik, doğal bir
eğilimle açıklanmaktadır.
176. Duygular daha rafine, gelişmiş, ince iken,
heyecanlar daha ilkel, brüt, kaba bir özelliktedir.
177. Dışa yansıtma mekanizması, zaman zaman
siyasal amaçlara da hizmet etmektedir. ‘Kimlik İnşası: Antropolojik perspektif’
adlı bölümde değindiğimiz gibi, Afrika halklarının aşağılanması, bu ülkelere
müdahaleyi de meşrulaştırmaktadır. Batı’nın 19. yüzyıl boyunca azınlıkları
koruma adına sürekli olarak Ostnanlı İmparatorluğunun içişlerine müdahaleleri
de aynı çerçevede değerlendirilebilir.
178. H.J. Brookes (1995): Suit, tie and a touch
of juju- the ideological construction of Africa: a critical discourse analysis
of news on Africa in the British pres, Discourse and Society, n.
6. s. 461-494
179. A. Gardikiotis, R. Martin ve M. Hewstone
(2004): The representation of majorities and minorities in the British pres: a
content analytic approach, European Journal of Social Psychology, n.
34. s. 637-646
180. F. Alver: Basında Yabancı Tasarımı ve
Yabancı Düşmanlığı, Der Yayınları, İstanbul, 2003
181. Bir kişinin davranışının bu gibi gizil
özelliklere bağlanmazsa, hareketlerinin çoğunun anlaşılmaz kalacağını öne
süren Heider, bunu aydınlatmak üzere La Fontaine 'in ünlü karga ve tilki
öyküsünü (fabl) analiz eder. Bu öyküyü ihtiyaç, neden ve güç gibi kavramları
kullanmadan anlamak imkânsızdır. Yakın yıllarda, Schank ve Abelson (1977)
tarafından yapılan bir çalışmada, bir bilgisayarın, öyküleri bir başka dille
ifade edebilmesi için ve bunlar hakkında sorulan sorulara cevap verebilmesi
için, bilgisayarın belleğine, basit birtakım durumlara, eylemlere ve Heider Tn
önerdiği türde nedensel bağlantılara göre if ade edilmiş bilgiler yerleştirmek
gerekmiştir. (J. Jaspars ve M. Hewstone: La theorie de l'attribution, in La Psychologie
Sociale, (ed. S. Moscovici), I.ere edition, 1984, Paris
182. Burada başkalarının davranışlarını açıklama
söz konusudur. Zira genel olarak kendi davranışlarımızı ve diğer insanların
davranışlarını açıklamada farklı bir eğilimimiz vardır. Kendi başarılarımızı
yetenek veya çalışmamıza, başkasının başarısını işin kolaylığına veya şans gibi
faktörlere bağlarız. Başarısızlıkların veya hataların açıklanmasında ise tam
tersi bir tutum izleriz.
183. Bu anlayış, sosyal bilimler alanında
‘metodolojik bireyselcilik’ olarak adlandırılan yaklaşım da
ilişkilendirilebilir. Bu yaklaşım, sosyal olguları, bireylerin niyetli
eylemleriyle açıklanabilecek olgular olarak görür.
184. J. L. Beauvois: ‘Bireyin ve (Amerikan)
Demokratik İdealinin Üretimi’, in La Psychologie et la Politique, Connexions,
n. 64, 1994/2.
185. Yani, insanlar, bu konumları işgal etmek ve
oradaki işlevlerini yerine getirmek üzere öğrenme sürecinden geçmiş
olduklarını düşünmemektedirler.
186. Beauvois, bu stereotiplerin geçtiği
iddialarına katılmaz. Ona göre bunlar, daha incelikli bir şekilde ortaya
konmaktadır. Sosyal düşünce bunları, kadın veya çocuğun çerçevelerinin imajı
olarak korumakta ve bunlar, yargılarımızda ve değerlendirmelerimizde, kişisel
kana-
Kimlik nşası
atlerden daha etkili olmaktadır... Bunu görmek için “kadınların
politik yaşama neler katabilecekleri konusunda bir tartışmayı” yeniden dinlemek
yeterli olacaktır.... Bu şemalara sığmayan kadınlar, erkekler, çocuklarda
vardır, ama onlardan bireysel olarak söz edilmektedir.
187. Burada, Pigmalion etkisi konusunda gözden
geçirdiğimiz öğretmen davranışları da hatırlanabilir. Öğretmenlerin, eşit
performanslı iki öğrenciden, işini severek yaptığını söyleyenlere daha çok
yardım etmesi beklenir. Fakat bu tür ayrımcılıkların nedeni, gruplar arası ayrımcılıktan
farklı olarak, benimsediğimiz içsellik modelidir.
188. N. Elias, 'Civilisation des Moeurs’
adlı kitabında, çağlar boyunca, bedene ilişkin kuralların değiştiğini ve beden
üstündeki kontrolün arttığına işaret eder. Bu süreçte, ne zaman, nerede, nasıl
cinsel ilişkiye girildiği, tuvalete gidildiği gibi bedenle ilgili davranışlar
sıkı sıkıya düzenlenmiş; insanlar bedensel planda daha bastırıcı hale gelmiş,
tiksinti eşikleri değişmiş ve bu çerçevede bedene ilişkin utanma ve tiksinti
duyguları artmış, insanlar "içgüdüsel” kısımlarını giydirmeye, örtmeye
yönelmiş; onlardan istenen düzen ve tertipdüzeyi yükselmiş ve kendini
sınırlandırma merkezi bir soruna dönüşmüştür. Bu gelişme, hem dinsel hem de
sektiler güçlerce desteklenmiştir. Özetle, Batı uygarlığı insanın
içdürtülerinin evcilleştirilmesi sürecinin ürünüdür (N. Elias (1973): Civilisation
des Moeurs. ed. Calmann-Levy, Paris, 1973)
189. Tasavvuf kültüründe ve kıtlık toplumlarında
da nefse hâkimiyet kavramı önemli bir yere sahiptir. Ancak bunların, Protestan
etiğindeki anlamından farklı bir anlam taşıdığını düşünüyorum.
190. M. Wetherell ve J. Potter (1992): Mapping
the Language of Racism, NY, Harvester Wheatsheafl 992
191. Verkuyten. M. ve K. Masson (1995): Etnic
categorization among children in multi-ethnic schools in the Netherlands, Journal
of Community and Applied Social Pschology, n. 4, s. 167-179
IV. KISIM: KOLEKTİF
BELLEK VE ULUSAL
KİMLİK
IV. 1. Bellekte Kimlik ve Kimlikte Bellek
“Günümüzde geçmiş,
kimliğin en emin sığınağıdır'
Lepeltier
Bellek,
kısaca, insanın bilincinde iz bırakan şeyleri saklama ve hatırlama
yeteneğidir. İnsan bu yetenek sayesinde birikim sağlar ve gelişir. Geçmişin
bilinci, bireyler için olduğu kadar, toplumlar için de söz konusudur ve bu
anlamda kişisel, bireysel kimliğin yanı sıra ortak veya kolektif bellekten de
söz edilir.
İnsan
belleği, sinir sisteminin bir işlevi olmakla birlikte, alışkanlıklarda, gelenek
ve göreneklerde, yapılarda ve anıtlarda, müze ve kitaplıklarda, şarkı ve
resimlerde, atasözleri ve deyişlerde, araç-gereç ve eşyalarda vücut bulur. Tüm
bunlar birer ‘kültür konservesi’dir (Moreno). Teknolojik gelişmeler boyunca
yeni araçların icadı, insanın bellek melekesinin bu araçlarda dışa doğru uzantılar
bularak genişlemesine yol açmış ve bellek, daha vasıtalı bir nitelik
kazanmıştır. Bu dönüşüm, bedensel pratiklerden ve ritüellerden yazılı kaydetme
pratiğine (Connarton, 1999) ya da ‘kayıtlı bellek’ aşamasına geçiştir.
Kuşkusuz kayıt pratikleri, salt yazıdan ibaret olmadığı ölçüde, hiç kayıtsız
bir kültürden söz etmek de mümkün değil-
Kimlik İnşası
dir; ancak
söz ve ritüellerin, işaret taşları ve resimlerin sağladığı kayıt imkânı ile
yazı ve uzantılarının sağladığı kayıt imkânı arasında çok büyük bir fark
vardır. Yazılı kayıtla birlikte bellek, zamanda ve mekânda kolayca taşınabilir
bir hale gelmiş; ‘burada ve şimdi’den olduğu gibi, tek tek kişilerden de
bağımsız bir nitelik kazanmıştır.192 Oysa sözlü (oral) iletişim döneminde
kültürün temel iletim vasıtasının ve kanalının söz olması dolayısıyla bireysel
bellek kapasitesi daha önemlidir.
Geleneklerin,
bilgilerin, yapma ve yaşama tarzlarının ağızdan ağza aktarıldığı bu dönemde,
kehanet veya keramet sahibi yaşlı bilgelerin sosyal statü ve saygınlığı
yüksektir. Bugün bile Afrika’da, bir yaşlı kişinin ölümü, bir kitaplığın
yanmasına benzetilmektedir.193 Birey, grup veya topluluk belleği
sayesinde var olur. Miladı kendisi olan kişi ve gruplar, kültürün sıfır
noktasındadır. Belleksiz bir kişi veya toplum, tarihsiz ve kimliksiz bir
varlığa dönüşür. Aile bireylerinin, ana-evinde, anılarında, ev eşyalarında var
olması gibi, bir toplum veya ulus da, bellek işaretlerinde kendini tanır.
Belleğin
çeşitli biçimleri vardır: Connarton,194 kişisel, bilişsel ve
alışkanlıkla ilgili bellekler ayırır (s. 38): Kişisel bellek, bir kişinin yaşam
öyküsündeki olayları ve yaşantılarını hatırlamasını kapsar; bilişsel bellek
sözcüklerin anlamlarını, şiirleri, şarkıları, bir kentin planını, matematik
denklemlerini hatırlamamızla ilgilidir; alışkanlık belleği ise çeşitli iş veya
becerileri (bisiklete binmek, yazı yazmak, el sallamak, vb.) hatırlamamızı
sağlayan performans belleğidir. Benzer şekilde Misztal195 da, bazı
eylemlerin nasıl yapılacağını hatırlamamızı sağlayan bellek, şeyleri
anlamlandırmamızda devreye giren semantik bellek, sözcüklerin anlamını veya
şiir mısralarını hatırlamamızı sağlayan bilişsel bellek, belirli bir şeyi
yeniden yapma kapasitemize gönderen, kod ve kuralların başarılı ve inandırıcı
bir şekilde yerine getirilmesini sağlayan alışkanlık belleği, kültürel
pratiklerde vücut bulan ve kurumsallaştırılan kültürel bellek, hayatımızı
başkalarına ve kendimize anlatma biçimimizi ifade eden otobiyografik bellek
gibi farklı bellek türleri ayırt eder. Burada kişisel ve kolektif kimlikte
önemli bir rol oynayan otobiyografik bellekler üzerinde durulacaktır.
IV. 1. a. Kişisel Kimlik ve Otobiyografik Bellek
“Kişisel yaşamımızın
tarihçileri olarak, geçmişi dönüştürerek anı haklılaştırıyoruz"
Wixon
ve Laird
Bir kişinin
kendi geçmiş yaşantılarına referansını sağlayan otobiyografik bellek,
“kendimize ilişkin enformasyonların belleği” veya “bireyin yaşamında
karşılaştığı olaylara ilişkin kişisel deneyimleri”™ ifade eder. Çeşitli
yazarlar, bunun iki temel öğesi ya da bileşeni bulunduğunu kabul ederler
(Monteil, 1993, s. 27): Semantik ve epizodik öğeler. Semantik öğeler, kişinin
kendi yaşamıyla ilgili olgulardan (örneğin yıldönümü tarihleri, çalıştığı veya
yaşadığı yer, arkadaşların isimleri gibi) ve kendine ilişkin bilgilerden
(örneğin fiziksel nitelikler, kişilik özellikleri, sevilen veya sevilmeyen
şeyler gibi); epizodik öğeler ise kişisel anılar ve bunları kapsayan üst
yapılardan oluşur. Genel olarak otobiyografik belleğin, bir takım özellikleri
olan bilgilerden, daha somut bir deyişle kendimize ve yaşamımıza ilişkin
bilgilerden oluştuğu söylenebilir (Conway). Bunlar birbirleriy- le bağlantılı
ve etkileşim halinde bulunurlar
Kişisel
kimliğimiz hakkındaki düşüncelerimiz, çeşitli yer ve zamanlardaki yaşantılarımızın
birbirine eklemlendiği bir öykü biçiminde şekillenir. Fraisse’in (1967)
deyişiyle, “insan kendi hakkında bir öykü üreterek kişiliğinin birliğini”
sağlar. Sınavlardaki başarı veya başarısızlıklarım, okul veya askerlik
arkadaşlıklarım, özel ilişki ve dostluklarım, ilk işime giriş ve çıkışım,
geçmişte bugün için veya bugünlerde gelecek için kurduğum projelerim, dün
katıldığım iş toplantısı veya çocuğumun yaş günü kutlaması, acemiliklerim veya
atlattığım badireler, sağlık veya geçim sorunlarım, vb., hepsi de bu öykünün
içine yerleşir. Bütün bunlar, ben’im etrafımda birbirine bağlanıyor. Bu
öykünün her diliminde ortak olan Ben’im. Ama bu Ben, hep aynı Ben mi? Ben 30
yıl, 20 yıl, 10 yıl önceki, geçen yıl ki, hatta dünkü Ben miyim? Bütün bunlara
bakıldığında ben Bir miyim, Çok muyum? Aynı mı kalıyorum, değişiyor muyum?
Zaman içinde Ben’in birliği nasıl sağlanır? Bu sorular bizi, kimlik ve bellek
ilişkilerine gönderir.
Kişisel
kimliği analitik bir açıdan ele alan Lipiansky nin (1992) işaret ettiği bazı
boyutlar bu sorunla ilgilidir-.196
a) Kimlik
duygusu zamansa! bir boyut içerir: Benlik bilincinin ve kendine ilişkin
bilginin zamansa! boyutu olan bu duygu, bireye gerçek
lik
kategorilerini kontrol imkanı sağlayan senkronik bir yapının (bilinç alanı)
varlığına gönderir. Benlik, bir zaman ufkunun kavranması ve kucaklanmasıyla
süreklilik duygusundan itibaren örgütlenir. "Birisi olmak, bir geçmişi
olmak" demektir ve aynı zamanda mevcut anı değerlendirmek ve projeler
oluşturmak demektir.
b) Kişisel kimlik,
bir birlik veya tutarlılık duygusu içerir: Benliğin zamansa! organizasyonu,
bireyin farklı zamanlar boyunca aynı kişi olduğu, bir olduğu duygusunu yaratır.
Zaman içinde süreklilik ve aynı oluş duyguları birbirini pekiştirir.
Kişisel
kimliğin algılanmasında, genel olarak bir süreklilik ve tutarlılık hâkim
görünüyor. Zaman içinde geçirilen değişiklikler, periferik ya da ikinci
derecede görülüp, esasta, kendi kendisiyle aynılık algılanıyor; bu zamansa!
oto-korelasyonu ifade eden kendi kendine özdeş kalma duygusu.197
Bireysel
kimlik ya da benlik, insanın kendine ilişkin temsillerinin bir bütünü gibi
görülebilir. Bu temsillerin bazıları, istikrarlı ve kalıcı iken, diğer
bazıları duruma özgü ve değişkendir. Sosyal psikolojide ‘kokteyl partisi
olgusu’ (coctail party phenomenon) denilen bir olguyu örnek verelim.
Bir kokteyle gittiğimizde, salonda dolaşırken bazen, bazı insanların bizden söz
ettiklerini hemen anında fark ettiğimiz olur. Veya kalabalık ve gürültülü bir
ortamda, diğerlerininkine kıyasla kendi adımızın telaffuz edilmesini daha çok
fark ederiz. Bu olgu, çok sayıda enformasyon arasında kendimizle ilgili
olanlara daha duyarlı olduğumuzu, yani uyaranlar karşısında ‘seçici algımız
olduğunu gösteren sayısız olaydan biridir. Kimliğimizle ilgili uyaranları daha
çabuk yakaladığımız gibi,198 bunları daha farklı bir şekilde
işleriz.199 “Zihinsel yaşamda eşitlikçilik yoktur” (Holyo- ak ve
Gordon, 1992, s. 169); anlamlı (salient), tanıdık veya prototipik
varlıklar, sıradan olan varlıkları etrafında örgütlediğimiz referans noktaları
olarak işlemektedir.
Bilgi işleme
süreçlerimizde etkili olan kimlik kavramımız, belleğimizde de etkili
olmaktadır. Bu çok yönlü etkisi dolayısıyla Greenwald (1980) benlikte,
totaliter bir nitelik görmektedir.200 Zira benlik veya ego, çevresel
değişiklikler karşısında iç-psişik istikrarını koruma ve kimlik yönetimini
sağlama amacıyla kendi geçmişini üretmek ve sürekli gözden geçirmek için
-tarihçilerin onaylamayacağı türden- bir takım bilişsel yanlılıklar, çarpıtmalar
yapmaktadır; Egonun totaliterliği, Orwell’in ‘enformasyonun totaliter kontrolü’
fikrine dayanır ve bu nedenle söz konusu çarpıtmalar, aslında politik totaliter
sistemlerin özellikleridir. Bunlar:
• Kendine
odaklanma:
Benliğin kendini merkeze alması, geçmişin, baş oyuncu veya temel karakterin
benlik tarafından oynandığı bir tiyatro oyunu gibi hatırlanması demektir. Ego,
ben-merkezli bir tarihçidir. Olayların kodlanması ve işlenmesi, kişinin olay
sırasında bulunduğu yere göre yapılır
• İyiye
yetkinlik ya da kendini yüceltme: Burada ego, kendi kendini öven bir tarihçi
gibidir. Olumlu sonuçların kaynağında kendini görürken, olumsuz sonuçlarda
kendini dışta tutar. Olumlu, fakat raslantısal olayları bile kendi üstüne alır.
Benliğin hizmetinde ve benliği savunan bir tutumla hareket eder. Yarım kalan
işlerin bellekte iz bıraktığını öngören Zeigarnik etkisinin istisnaları bu
noktada gözlenmiştir: Başarılan işler ve tamamlanmış işler, başarısız olunmuş
ve yarım kalan işlerden daha iyi hatırlanır.
• Bilişsel
muhafazakarlık: Ego, kendini haklılaştıran bir tarihçi gibidir. Bilişsel
muhafazakarlık, mevcut bilgi yapılarını (örneğin algı yapıları,
şemalar/kategoriler ve anılar) koruma eğilimidir. Bunun için yeni bilgiler,
eski yargıları onaylama, tasdik etmeyi sağlayacak şekilde yönetilir; bu,
seçici bellek olgusudur. Ayrıca anıların yeniden yazılması yoluna gidilir;
örneğin yeni karşılaşılan şeyler konusunda anılar üretilir, “zaten biliyordum”,
“zaten ben bunu her zaman düşünmüştüm” tarzında geçmiş inşa edilir.
Piolat ve ark.
(1993, s. 30), Greenwald’in tanımladığı benliği 3 meta- forla betimler: İlk
olarak bu benlik, başıboş enformasyonları yönlendiren bir kontrol kulesine
benzer, teknik bir rol oynar. İkinci olarak en az çabayla iş görmeyi ve
biliş-davranış tutarlılığını sağlayan bir vekilharca benzer ve nihayet her şeye
muktedir bir gücün hizmetindeki politik büroya benzer ve ideolojik bir rol
oynar.
Tüm bu
gözlemler, benlik veya kimlik kavramımızın, bellekte örgütle- yici bir rol
oynadığını gösteriyor. Benliğimizle ilgili enformasyonlar, bu nedenle,
bellekte ayrıcalıklı bir şekilde işlenmektedir. Örneğin, kendimizle ilgili
enformasyonlardan hatırladıklarımız, diğer obje ve kişilere ilişkin olanlardan
daha çok sayıdadır.201 Geçmişi hatırlamamız, seçicilik gösteriyor;
geçmişi hatırlamamız istendiğinde, bugünkü imajımıza ya da benlik kavramımızla
bağdaşan şeyler hatırlıyoruz. Örneğin Sovyet Bloğunun dağılmasından sonra
ideoloji değiştirenlerin çoğunun, başlangıç ideolojilerini yeni düşüncelerine
göre revize ederek hatırladıkları görülmüştür.
Çeşitli
kişilerin yaşam öykülerini inceleyen Demaziere ve Dubar (1997), bu öykülerde
bir benlik tanımının inşa edildiğini saptarlar; bu tanım rastgele veya bedava
bir tanım değildir, hem bireyce kabul edilebilir, hem de onu çerçeveleyen ve
kategorize ederek sosyal olarak demirleyen kurumlar tarafından geçerlenmiş bir
tanımdır.202
Kişilerin
kendileri hakkındaki görüşlerinin (benlik kavramları veya kimlik tanımları),
bellekteki etkisi, laboratuvar deneylerinde de açıkça ortaya konmuştur. Bu
deneyler, benliği bilişsel bir yapı, bir prototip olarak ele alan bir hareket
noktası taşırlar. Rogers ve arkadaşlarının (1977) klasik bir çalışmasında,203
bir grup denece, ilk önce, bir dizi kişilik niteliği ardı sıra sunulur. Sonra
denekler dört gruba ayrılarak, grubuna göre bu sözcüklerin ‘büyük harfle
yazılıp yazılmadıkları’, ‘önerilen bir cümleyle bütünleşip bütünleşmedikleri’,
‘bir başka sözcükle kafiyeli olup olmadıkları’ ve “kendilerini tanımlayıp
tanımlamadıkları’ sorulur. Nihayet, tümüne birden, hatırladıkları sıfatları
belirtmeleri söylenir. Sonuçlar, son grubun, yani sıfatların kendiyle
ilgisinin sorulduğu grubun, diğer ilk üç gruptan daha fazla sayıda sıfat
hatırladığını ortaya koyar.
Demek ki
kendimize referansı olan nitelikler, belleğimizde, başkalarını niteleyenlerden
daha iyi saklanmaktadır. Bu bir bellek yanlılığıdır. Bu yanlılık, atıf
olaylarındaki aktör ve gözlemci farkıyla, yani insanların kendilerinin ve
başkalarının davranışlarını açıklamada gösterdikleri yanlılıklarla da
paralellik göstermektedir. Başkalarının davranışını açıklarken, onun içinde
bulunduğu koşulları ve bağlamı dikkate almaksızın, daha ziyade, kişisel
özelliklerini öne çıkarma eğilimi gösteririz; buna karşılık kendi
davranışımızı açıklarken, çevresel koşulları, içinde bulunduğumuz durumun
özelliklerini, benzer durumlardaki davranışlarımızı dikkate alırız ve çoğu kez
kendi davranışımızı duruma/dış koşullara bir tepki olarak açıklarız. Başkası
hakkında ‘o şöyle bir adam olduğu için bunu yapmıştır’ derken, kendi
hakkımızda ‘şu şu nedenlerden dolayı bunu böyle yaptım’ tarzı bir açıklama
yoluna gideriz.
Yine
benliğimizin etkisiyle, seçici unutma gösteriyoruz. Bu da hepimizin günlük
yaşamında yakından tanıdığı bir olgudur. Herkesin başarılı olduğu bir sınavda
başarısızlığımızı hatırlamak istemiyoruz. Bunun gibi, hiç kimse herkesin önünde
azarlanmasına yol açan kötü kaza veya kabahatleri, talihsizlikleri
hatırlamaktan hoşlanmıyor. Bu tür olayların hatırlayarak, olay anlarında
yaşanan duygu ve heyecanları tekrar yaşamaktan kaçınıyoruz.
Kimlik
kavramımızın süreklilik ve istikrarlılık gösterdiği kadar, koşullardan da
etkilenmesi söz konusudur. Bu kimliğin içinde bulunulan durumla etkileşim
içinde şekillendirilip inşa edilmesi demektir. Bu, kimlik kavramımızın
koşullara, durumlara, zamana, yaptığımız işlere ve etkileşimde bulunduğumuz
insanlara göre, kendimiz hakkında birbirinden farklı temsiller, imajlar
içermesine yol açacaktır. Ancak bu durum, insanlarda, istikrarsızlık/eğretilik
duygularına yol açmamaktadır. Kendi geçmişimize ilişkin belleğimizi ifade eden
otobiyografik bellek konusundaki araştırmalar da bunu desteklemektedir.
Martinot (1995) bu çalışmalardan hareketle, kişisel tarihimizi sürekli olarak
yeniden yazdığımızı öne sürmektedir.204 Bu araştırmalar, insanların
benlik imajlarıyla tutarlı bir kimlik kavramı taşıyabilme eğilimi
gösterdiklerini vurgulamaktadır.
Bu alanda
ortaya atılmış görüşlerden biri Ross ve Conway modelidir.205 Bu
modele göre, bireyler kendi geçmişlerini hatırladıklarında aslında aktüel bilgi
ve inançlarından hareketle geçmiş bilgilerini ve inançlarını değerlendirir.
Kendisi için anlamlı bir geçmiş olayı hafızasında canlandıran birey, bunu,
kendisi hakkındaki aktüel bilgilerinden itibaren yapar. Eğer zaman içinde
değişmediğini düşünüyorsa, aktüel bilgisinin, olayın geçmiş bilgisinin
doğru bir temsili olduğunu düşünecektir. Bu durumda, geçmiş anısının
hatırlanmasını, aktüel bilgisine dayandıracaktır. Buna karşılık, geçmişinin
aktüel halinden farklı olduğunu düşünüyorsa, bu durumda, aktüel bilgisi,
geçmişteki durumuna ilişkin düşüncesine uygun olmak için, yeniden inşa yoluyla
değişecektir. Aktüel düşüncesini, geçmişi hakkındaki bilgisinin bir temsili
sayacaktır. Bu model, bireyin, kendi benlik kavramının istikrarlı olduğuna
inanması ve bu istikrarın gerçek olması halinde, anıların hatırlanmasının gerçekliğe
uygun olacağını; aksi halde (benliğinin değiştiğine inanma veya bilgisinin
değişmesi) anıların hatırlanmasının bozulacağını (deforme edileceğini)
öngörmektedir.
Bu iki
araştırmacının tasarladığı bir deneyde, eğitim yeteneklerinin geliştirilmesiyle
ilgili geleneksel bir programın etkilerinin karşılaştırılması amaçlanır. Pek
çok üniversite öğrencilerine, bu tür programlar önermektedir.
Deneyde bir
grup öğrenci, not tutma ve etüt yeteneğini geliştirme kursuna katılıyor. İkinci
bir grup ise kontrol grubu olarak alınıyor. Tüm denekler araştırmadan önce ve
sonra yeteneklerini değerlendiriyorlar. İki
grubun da,
beklenebileceği gibi, performansları arasında fark yoktur. Ancak deneklere
programın sonunda, başlangıçtaki beceri düzeylerini hatırlamaları söylenir.
Kendi ifadelerine göre;
1. Programa
katılan denekler, beceri düzeylerinin, aslında başlangıçta belirtmiş oldukları
düzeyden daha düşük olduğunu belirtirler
2. Kontrol
grubunda ise anlamlı bir farklılaşma görülmez
Demek ki
programa katılanlar, geçmişe ilişkin algılarını deforme ederek, mevcut andaki
değişim beklentileriyle bağdaştırma eğilimi göstermektedirler: “Eskiden o
kadar kötü bir öğrenciydim ki...” tarzı ifadeler görülür. Üstelik birkaç ay
sonra, sömestrin sonunda, araştırmacılar, deneklerle iletişime geçerler ve
final notlarını sorarlar. Deney grubundakiler ikinci bir yanlılık yaparak
gerçekliğe kıyasla notlarını yükseltirler. Yani denekler, hem yardım programına
katılımlarını haklılaştırırlar (kendi ilk ustalıklarını düşürerek), hem de
benliklerini yüceltirler.
Aslında bu
programlar pek etkili değillerdir, ama programlara katılan- lar, sübjektif
olarak, çok yararlandıklarını söylemektedir. Gerçeklik ile kişinin düşüncesi
arasında fark vardır ve psikolojik olarak kişi, bu farkı azaltmak zorundadır.
Değişmeyi umduğu için, algılarını seçici bir hatırlamayla revize etmektedir.
IV.I. b. Belleğin Sosyal Çerçeveleri
“Kullandığımız dil sadece
sözlerimizin değil, düşüncelerimizin de kaynağıdır”
W.
Johnson
Kimlik
inşasının gruplar düzeyindeki temel süreçlerinden biri kolektif bellek
oluşturmaktır. Genelde tüm gruplar, grup kimliğinin inşasında, ortak bir
geçmişin vurgulanması ve bunun belirli bir tarzda kurgulanması yoluna
gitmektedirler. Bu, esas itibariyle kolektif kimliğin gereklerine uygun bir
geçmiş icat etme, bir kolektif bellek yaratma, bir tarih yazma etkinliğidir.
Kolektif
kimlikte geçmişe dönük bir yan vardır; çünkü kolektif kimlik, birtakım semboller,
anılar, sanat eserleri, töreler, alışkanlıklar, değerler, inançlar ve
bilgilerle yüklü bir gelenekten, geçmişin mirasından, kısacası kolektif
bellekten hareketle inşa edilir.
Ulusal, etnik
veya dinsel toplulukların, kolektif kimliklerine süreklilik ve derinlik
sağlayan bir geçmişe ihtiyaçları, tarihle oynamanın yanı sıra gelenekler icat
ederek bizzat bu tarihi oluşturma etkinliğinde de görülebilir. ‘İcat edilmiş
gelenek’, Hobsbawm ve Ranger206 (2006) tarafından ‘alenen veya
zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir
özellik sergileyen, geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara
dayanarak belli değerler ve davranış normları aşılamaya çalışan bir pratikler
kümesi’ olarak tanımlanır; onlara göre bu pratikler her yerde kendilerine
uygun bir tarihsel geçmişle bağlantı içine girerek bir süreklilik oluşturmaya
yönelirler (s. 2). Bu husus, daha sonra üzerinde duracağımız, belleğin ‘kimlik
tanımlama işlevine tekabül etmektedir. İnsan toplulukları kendilerini ortak
geçmişte tanır, bu geçmişi belleğine işler, ritüel törenlerle anar ve yorumlar.
Dolayısıyla kolektif kimliğin inşasında “sosyal imajinerin kolektif belleği
şekillendirmesi” (Lapierre, 1993) söz konusudur; sosyal imajiner, kuşaktan
kuşağa süzülerek aktarılan bellek öğelerini, kolektif kimliği temellendirici
değerler ve anlamlarla yükler; tarihsel olayları, anıları, sembol, mit veya
efsaneye, bu olayların aktörlerini ise kahramanlara, sembol ‘şahsiyetler’e
dönüştürür. Bu dönüştürme işleminde yazarlar, sanatçılar, entellektüeller ve
iletişim araçları katalizör rolü oynarlar.
Bellek
inşası, kimliğin vazgeçilmez bir ayağıdır. Herkes, geçmişini tanıma
ihtiyacındadır. “Zira kimlikleri, tümüyle olmasa da, buna bağlıdır. Belleksiz
birey kimliğini yitirip, kendisi olmaktan çıktığı gibi, ortak bellek- siz halk
da yoktur”. Kendisini halk olarak tanımak için, onun ayırt edilmesini
sağlayacak bir takım geçmiş başarılar ve zulümler seçmek zorundadır (Todorov,
2004).207
Kimlik,
aidiyet, tarih ve ideoloji olguları, bellek vasıtasıyla birbirine bağlanır. Bu
çerçevede Petard (1999) geçmiş, an ve geleceği birleştiren belleğin dinamik
karakterinin 3 açıdan ele alınabileceğini öne sürer:
1/Meucut
andan geçmişe giden perspektif: Birey ve grupların hatırlama tarzları, bellekte
canlandırmaları, anın geçmişte devreye girişi, anıların inşası gibi hususlar
bu şekilde incelenebilir. Örneğin bir grup, tarihsel bir geçmiş yaratabilir
veya tarihinin bazı kısımlarını silebilir. Orwell’in kitabı 1984, bunun iyi bir
örneğidir; yazar insanların, totaliter baskı altında, tarihlerinin yeniden
yazılmasından duydukları endişeyi dile getirmektedir. Ayrıca resmi tarihten
kaynaklanan unutma mekanizmaları veya aktüel kimlik arayışlarına göre geçmişin
yeniden okunması bu açıdan incelenebilir.
2/Geçmişten
ana bakan perspektif: Burada, geçmişin andaki etkisi, izleri, belirsiz anıları
incelenir. Bazen de geçmişin bellekte kalan, anı besleyen ve kimliğe hizmet
eden kalıntıları ele alınır. Örneğin bu olgular, diaspora veya kökünden kopma
durumlarında belirir. Göçmen topluluklarında gözlenen, cemaat ritüellerine
(dinsel bayramlar, Çin Noel’i), beslenme veya giyim törelerine bağlılık,
onlara, global toplumun asimilasyon süreci içinde kendi kimliklerini koruma
imkanı vermektedir.
3/Geçmiş
ile anın çatışmalarına odaklaşan perspektif: Burada, gelenek ile yenilik arası
çatışmalar, anın ilerlemelerini engelleyen geçmişin durağanlıkları ele alınır.
İlk iki
perspektif, bellek ile kimlik ilişkisinin iki farklı yanını ifade etmektedir.
Bellek, zaman içersinde kimliğin affirmasyonunu sağlar. Bireysel planda,
insanın kendini süreklilik içinde hissetmesini mümkün kılar, kolektif planda da
grubun tarihsel varoluşunu ortaya koyarak grup üyeleri arası bağı perçinleyen
bir bağ oluşturur.
Zamansal boyut,
gruplar ve mekânları arasındaki bağ üstünde etkilidir (Stokols ve Jacobi,
1984). Bu yazarlara göre gruplar sadece aktivite- ler, ortak hedefler ve ortak
amaçlarla bağlanmaz, üstelik geçmiş, andaki ve gelecek olaylarla da
bağlanırlar. Çevre, hem grubun pratiklerinde biçimlenen gruba özgü bir
mekâna/yere göndermesi ve hem de grubu tarihine bağlayan sembolik bir bağ
olması nedeniyle, belirleyici bir rol oynar.
Kimliğin
ifadesi mekânsal plana taşındığında durum farklıdır (Jodelet, 1993). Mekan,
cemaat veya toplulukların yaşamıyla veya topluluklar arası ilişkilerle
ilişkilendirildiğinde, insanın kendisi olanla diğerleri olan arasındaki
sınırları yönetme biçimini temsil eder. İnsanın mekanla ilişkilerinin
dinamiği, mekanın farklı noktaları veya bölgelerini birbirinden ayırmaya
dayanır. Yer kimliği (place identify) kavramı, insanın mekansal yaşam
çerçevesinin (ev, sokak, mahalle, köy, kent, vs) ayırt edici özelliklerini
ifade etmektedir; bu özellikler, belirli bir yerin objektif özelliklerinden
ziyade, bireyler tarafından algılanan nitelikleriyle ilgilidir. Bu anlamda bir
yerin kimliği, o yere bireyler tarafından atfedilen ve o yeri diğerlerinden
ayırt eden özelliklerin ve anlamların bir bütünüdür.208
İnsan, mekan
üzerinde, bir molekül veya kristal gibi sadece bir hacim işgal etmekle kalmaz,
aynı zamanda bir etki bölgesine, kendine özgü bir alana, bir eylem alanına
sahiptir (Moles, 1978). Yaşadığımız mekanlar, sadece tüketilen bir miktar, bir
hacim veya alan değil, aynı zamanda bi
reylerin kök
saldığı, demir attığı bir adrestir. Köylü tarlasında, hasta yatağında, tutuklu
hücresinde, işçi işinde, geçici ve geri vermek üzere de olsa, bir kişisel alan
düzenler. Bu alan, diğerlerinin alanlarına, çevre dekoruna ve etrafa
diyalektik bir karşıtlık içindedir. Buradaki özgül alan (territory)
fikri, zamana ve yere, uygarlıklara ve hatta rejimlere göre değişken özellikler
gösterse de evrensel bir durumu ifade etmektedir. Bu alanın yitirilmesi,
gerçek ve dolayımsız bir yabancılaşma demektir. Bu alana müdahale İler,
varlığımıza yönelik bir tehdit olarak algılanır. Alansallık çalışmaları,
kişisel mekânda diğerinin varlığının ifade ettiği tehdidin kimlikse! boyutunu
göstermiştir.
Aynı şey
gruplar, topluluklar planında da geçerlidir. Farklı grupların aynı yere sahiplenmesi
ve kimlik iddiasında bulunması durumunda yaşanan çatışmaların en belirgin
örnekleri Kudüs ve Saray Bosna kentleridir.
Bu çatışma,
yaşanan mekânların, kolektif kimlik ve bellek inşasındaki önemini yansıtır. Bir
grubun yaşadığı mekândaki bazı yerler, kimlik ve bellek mekânlarıdır. Bu husus
üzerinde duralım.209
Tüm insani
etkileşimler, mekânda cereyan eder ve tüm insan grupları, kendilerini mekânsal
bir çerçevede inşa ederler. Bir topluluğun üyeleri, birbirleriyle
karşılaştıkları ölçüde kendilerini bir topluluk olarak algılarlar. Moles’e
(1997) göre mekândaki karşılaşmalar sayesinde, ortak değerler, ritler,
kitaplar, yaşam tarzları, topluluğun bir özü (essence) gibi değil,
mevcudiyeti (existence) gibi görünür. Bunlar araçlar, kökler ve vesilelerdir;
‘komünote’ veya cemaat duygusunun demir attığı somut öğelerdir. Topluluk, çoğu
kez sosyal alanda dağılmış insanlardan her birinin bakışını çevirdiği imajiner
yerdir. Bu topluluğu coğrafi mekânda yerleştirdiğimiz zaman ortaya getto,
Yahudi mahallesi, tapınak çıkar. Biz reel veya imajiner olsun, mekânı,
işaretlerle,, davranışlarla kendimize mal ederiz, kendileriz (appropriation).
“Buralar bizden sorulur” ueya “her horoz kendi çöplüğünde öter"
sözleri, mekânın sahiplenilişini ve damgalanışını yansıtmaktadır.
Cemaat veya
topluluğun, dar anlamda bir kimlik olması zorunlu değildir; bu noktada bir tür
kök-kimlik ile ilişki-kimlik ayrımı yapılabilir. Kök-kimlik, ontolojik bir
yere, kökenlere kapanmaya göndermektedir, ilişki-kimlik ise bir iletişim
durumuna. İdeal tipinde cemaat, bu iki kimliğin örtüşmesini ifade etmektedir.
Topluluk-mekân ilişkisi mevcut topluluklar açısından ele alındığında,
birbirinden az çok netlikle ayrılmış farklı durumlar ya da tipler söz
konusudur. Bunlardan birincisi toplulu
ğun salt
kendine ait bir yerde kök salmasıdır ve bu durum, bir topluluğun,
diğerlerinden uzakta ya da onların dolayımsız algı alanı dışında (“gözüm
görmesin”) olmasını ifade ettiği ölçüde, en az çatışmalı durum olarak
nitelenebilir.
İkincisi,
belirli bir topluluğun diğerleriyle mekânda komşuluk durumudur. Burada iki
veya daha fazla topluluğun aynı bir terituvarı paylaşması söz konusudur.
Belirli bir ülkede alt kültür grubunu oluşturan ve birbirine yakın konumlanan
topluluklar bu durumdadır; örneğin bir metropol alanda yer alan etnik veya
kültürel gettolar tarzındaki mahalleler: Chinatown, veya Mardinliler Mahallesi,
Çorumlular Mahallesi gibi.
Bu bağlamda
topluluk, bir çekirdek etrafında yerleşir; bu, cami ya da külliye, tekke veya
dergâh, pazaryeri veya okul olabilir, örneğin camiden itibaren 200 metrelik bir
reyonda oturmak tercih edilir. Bu tür bir hesap, bazı Anadolu kasabalarında
nüfusa nazaran oldukça çok sayıda cami bulunmasını anlamamıza katkıda
bulunabilir. Çekirdek nokta konumundaki camiler, belki de, cami cemaatinin
ibadet ihtiyacından ziyade, yaşamını anlamlandırma ve düzenleme ihtiyacına
hitap etmektedir. Bu tür yerler, topluluk açısından Nora anlamında, bir tür
“bellek yerlen’dir (lieux de memoire). Bellek yerleri topluluğun
geçmişinin tanığı olmanın ötesinde, bu geçmişin yaşanan anda yeniden
anlamlandırılışının ve yeniden kullanımının da bir yansıması olmakta, kısacası
‘ikinci dereceden tarih’ oluşturarak kolektif kimliğin inşasına katkıda
bulunmaktadır.
Olay veya
kişilerin birer anı olarak saklanması için, kendi dışında bir yerde veya
nesnede işaretlenmesi gerekir; anılar, 'havada kalmaz’, daima bir yerlerde
sabitlenir, kişilerde teşahhus eder, şeylerde vücut bulur, nesnelerde tecessüm
eder. Bunların hepsi de birer bellek yeridir, ancak geçici, eğreti, ölümlü
olan şeylere kıyasla zamanda sürekliliği olan şeyler, bellek mekânı olmaya
daha uygundurlar. Tüm kültürler, kendi varlığını koruma eğilimi içinde,
istikrar, süreklilik, kalıcılık, dayanıklılık, sağlamlık gibi çeşitli yanları
olan bir değer öbeğine sahip olmuştur. “Çilekeş mezhepler, başıboş dolaşan
"gezginler", bohemler, bazı mistik tekkeler ve yağmacı göçebeler gibi
marjinal grupların dışında tüm uygarlıklar, en azından saklanıp korunan
kıymetli taşlara, mücevherlere, bozulmayan madenlere, aşınmayan ve değerini
yitirmeyen şeylere, ayrı bir önem vermişlerdir” (Bilgin, 1976).
Anıların
saklanmasında, bellek mekanı olmaya daha elverişli olmaları nedeniyle, belirli
yerler, anıtlar ve bu yerlerde oluşan lokal âdetler, tören-
ler veya
ritüeller seçilir. Bunlar olayların anılara konu olan yerleri sabitler, hem de
olayların takvimini. Fakat bu hatıraların (yerler, âdetler, zamanlar) belirsiz
kalmaması için ifade edilmesi, dile dökülmesi gerekir.
Hatıraların
kaydedilmesi çeşitli yollardan yapılır. Groshens (1980) bir anı ve hatta bellek
mekânının, tarihçilerin anlatılarında, epik veya efsanevî popüler öykülerde
ifade edilmesinin önemini vurgulayarak bunu bir örnek üzerinden açar. İlk
önceleri Gutenberg, Goethe, Metternich ve Kleber’in heykelleriyle, Rohan
Şatosu, Rhin Sarayı, XIV. yüzyıldan kalma katedraliyle, çeşitli anıtlarıyla ve
Alman-Fransız savaşlarının öyküsüyle belleğime kaydettiğim Strasbourg kentini
farklı bir perspektiften görmemi sağlayan bu örnek olay analizi, konumuz
açısından da anlamlı. Fransa'nın Almanya’ya sınır bölgesinde bulunan Strasbourg,
M.S. 855 ile 1687 yılları arasında Kutsal Roma Germen İmparatorluğuna
dâhildir.
Groshens,
kentin tarihine ait bir olayı 4 kayıt planında ele alır:
• Olayın
bilimsel anlatıda kaydedilmesi: Tarihçilerin (Dollinger, 1978) anlattığına göre
1332 yılında, Strasbourg korporasyonları, uzun yıllar süren bir dizi çatışma
sonunda kentin yönetimini elinde tutan eşrafı devirerek kent dışına sürer ve
yerel iktidarı ele geçirir. Ve ancak iki yıl sonra bu soylu grubun kente
dönmesine izin verir. Ancak işbaşındaki rejime bağlı kalacaklarına and içme
şartıyla. Bu tarihten 1789 Fransız Devrimine kadar, her yıl ocak ayının başında
Strasbourg burjuvazisi katedral önünde toplanarak bağlılık yeminini tekrar eder.
Bu anlatı, imparatorluğun oldukça uzak (dolayısıyla merkezî iktidarın çok az
hissedildiği) bir noktasında bulunan bir yörede, orta sınıftan esnaf ve
zanaatkâr grubunun, yerel yönetime el koymasının öyküsüdür.
• Olayın
popüler anlatı düzeyinde kaydedilmesi: Olayla ilgili geleneksel öyküler, tarihçinin
anlatısına benzemektedir ve tarihçi ile popüler belleğin birbirine paralelliği
söylenebilir.
• Olayın
anma töreni düzeyinde kaydedilmesi: Bu olay sırasında gerçekleşen siyasal tercih,
törensel olarak tekrarlanan bir yeminle belleğe işlenmektedir.
• Olayın
yerel düzeyde ue takvim çerçevesinde kaydedilmesi: Yemin töreni, her yıl
seçimlerin ardından ocak ayının ilk pazartesi günü, katedralin önünde
yapılmaktadır.
Burada
Groshens’ın deyimiyle bir ‘bellek iskelesi’ ya da çatısı vardır. Bu yapıdan
hareketle Strasbourg popüler öykülerini veya inançlarını anlamlandırmak mümkün
olmaktadır; örneğin Belediye yönetiminin merkezî iktidara nazaran bağımsız bir
hareket tarzının olması, orta sınıfla işbirliğinin sürekliliği, Strasbourg
esnaf ve zanaatkârlarının ve belediyedeki temsilcilerinin aklıselim sahibi
olarak tanınması, hatta bana göre burjuva sosyal kimliğinin çok güçlü olması ve
yabancı bir insanın kendini hem içerde, hem dışarıda hissetmesi gibi hususlar,
bu çerçevede açıklık kazanmaktadır.
Bu analiz,
olayın başlangıcında, belirli bir tercihte bulunan bir grup insanın, ant
içme/içirme yönündeki talebinin, Strasbourg kültürüne ve muhayyilesinin
tesisinde nasıl yer ettiğini göstermektedir. Ancak Groshens’a göre, olayın
anlamlarının yüzyıllar boyunca canlı tutulması için, anıların yeniden harekete
geçirilmesi (reactivation) gerekir. Bu iki boyut içerir. Birinci olarak,
mademki olay, bir öyküyle ifade edilir, öyleyse bu öykünün anlatıcıları
olmalıdır, aksi halde, anma törenleri mekanik tekrarlar şekline bürünür. İkinci
olarak, törenler içersinde anıların yeniden uyandırılması, güncelleştirilmesi
söz konusudur, zira anlatıcılar, öykülerini kendi eğilimleri doğrultusunda
kurarlar. Bu eğilimler, büyük ölçüde onların aidiyet gruplarınınkilerden
kaynaklanır. Dolayısıyla “kolektif bellek üstüne temellenmiş bir grubun
kimliği, bir seferinde şekillenip kalmış bir gerçeklik değildir” (Groshens,
1980; s. 151). Anılar, bir takım değişimler ve farklı anlatılar arasındaki
çelişkiler alanıdır; bu değişimler ve çelişkiler içerisinde grup, kendi
kimliğini veya imajını müzakere ederek şekillendirir. Bunda olgusal
değişimlerden çok diğer gruplarla ilişkiler etkilidir. Grup kimliği bir portre
değil, iç ve dış gruplar arası bir müzakere konusudur.
Bu örnekten
de anlaşılacağı üzere, bellek yeri kavramı, basitçe mekanda salt bir noktayla
sınırlı kalmamaktadır. Genel olarak bellek yerleri, hatırlanan yerler veya
belleğin çalıştığı yerler olarak tanımlanabilir (Lepel- tier, 2004). Nora
bellek yerlerini, ikinci anlamda almaktadır. 1982 ile 1992 yılları arasında
yayınlanan dev eserinde Nora, ilk olarak Fransa’daki önemli semboller (milli
marş, bayrak, vs.), anıtlar (şehitler mezarlığı, Meçhul Asker Anıtı, vs), anma
günleri (kurtuluş günü) ve bazı eserler (Larousse, Lavisse, vs.) üzerinde
durmaktadır; ikinci olarak eski kutsal yerler, manastırlar, ülke sınırlarının
değişiklikleri, büyük müzeler (Versailles), medeni kanun gibi figürleri ele
almakta ve nihayet gelenekleri, armaları, ülke özelliklerini (Fransız mutfağı,
kibarlık, vs) irdelemektedir. Bellek yer
leri, bir
ülkenin tarihini, geçmişi boyunca nasıl inşa ettiğini ve kolektif belleğine
işlediğini yansıtmaktadır.
Ulusal
kimlikler, aşina olduğumuz şeyler (kamu binası önünde dalgalanan bayrak gibi)
vasıtasıyla sürekli hatırlatılır (Billig, 2002). Hatırlatma, McClintock’un
belirttiği ‘bayrak, uçak logoları, marşlar, milli çiçekler, mutfaklar ve
mimariler, takım sporları gibi fetiş nesnelerin görünür kılınması ve
ritüellere sokulmasıyla gerçekleştirilir (Erol İşık, 2006). Esasen bu mantık
doğrultusunda, hemen her şey, Barthes anlamında bir göstergeye veya bir mitosa
dönüşerek ulusal kimlik inşasına malzeme olabilir. Barthes (1957), bir haftalık
magazin dergisinde ‘Fransız bayrağını selamlayan ve Fransız üniforması taşıyan
siyahî asker’ fotoğrafını analizinde, bu resmin Fransa’nın emperyal gücünü
gösterdiğini ve bu gücün bir mitosu olduğunu belirtir.
Kimlik
hatırlatıcıların, yaşamın çeşitli alanlarına yayılması, çerçeveleme etkisi
yaratmayı amaçlayan çok eski bir pratiktir. Hristiyanlığın yayılışı sırasında,
yol boyunca haçların veya haçlı yapıların serpiştirilmesi, bunları gören
kişilere, bir Hristiyan evreninde bulunduklarını işaret etmekteydi;
işaretlerin gönderdiği gücün, her yerde hazır ve nazır olması, inançlarının
paylaşıldığını, yalnız olmadıklarını ve güçlü olduklarını hissettirmeye
yönelikti. Çerçeveleme etkisi ulusal kimliklerin inşasında da aynı şekilde
kullanılmakta ve etkili olmaktadır. Medya ve tüketim ekseninde dönen günümüz
dünyasında, “ulusal kimliğin gündelik yaşamda çeşitli öznellikler içinde
sürekli inşasını sağlayan popüler kültürel formlar” (Erol İşık, 2006), bu
hatırlatıcılar arasında ön planda gelmektedir. Ancak, bu hatırlatıcılar ya da
çerçeveleme mekanizması, ulusal bağlılığın oluşumuna katkıda bulunduğu gibi,
bu bağı aynı zamanda korumakta ve beslemektedir.
Ülke veya
büyük topluluklar için söz konusu olan bu durum, daha küçük gruplar için de
geçerlidir. Örneğin aile, aile üyeleri açısından her şeyden önce, bir bellek
yeridir; aile büyüklerinin anlattıkları anılar, ailenin inançları,
alışkanlıkları, pratikleri, başkalarına açılmayan sırları, özel eşyaları, dile
getirilmeyen şeyleri, hepsi de bellek olarak nitelendirilebilir. Aile bu
kültürü miras bırakmaktadır. “Günümüz ailesi, artık bir mülk veya statü mirası
sağlamıyor; ailevi bir kültür ve bellek mirası sağlıyor; bu mirasta, duygusal
bağları öne çıkararak herkes kendine uygun geleni alıyor. Aile bağının tesis
edici, sembolik aktarımı, örneğin, çoğu kez fazla kıymeti veya önemi olmayan,
fakat bağlı olunan eşyaların muhafazasından hareketle yapılıyor”.210
Eşyaların
arkasında bir insan öyküsü bulunduğu ölçüde eşya bir bellektir. Bu
perspektiften bakıldığında, Mortain’le211 birlikte denilebilir ki,
mobilyalar, mücevherler, tencere ve tabaklar, çatal-kaşık takımı, elbiseler,
kitaplar, fotoğraflar gibi anlamsız veya kıymetli olsun, nesiller arasında geçen
eşyalar, diğer hediyeler gibi bir hediye değildir. Bunlar, belirli akrabalık
bağlarıyla ilgili görevlerin ifadesi olan mecburi armağanlardır. Bunlar,
nesiller arası tolerans ve dinleme ilerlediği ölçüde, her bir aile üyesinin değerlerine
saygı içinde örülürler. Gençler çoğu kez, büyük ana-babalarını, çok güç
şartlarda yaşadıkları için model olarak dile getirirler. Bununla, kendi
yaşantılarına, anlayışlarına uyarladıkları bir yeni-bellek’ imal ederler
(Mortain, 2002). Bu bellek, sahiplenilen eşyalara kadar yayılarak vücut bulur.
Dostoyevski’nin mahkûmu, zindanda geçen yıllarını tenceresinin aşınmasında
kavrar. Ne kadar önemsiz gibi görünse de, bu mahkûm için, tencere, bizzat bu
zindan hayatının öyküsüdür; bir işaret olmadan işlemesi imkânsız olan mahkûmun
belleği, bir bakıma tencereye transfer olmuştur.
Belleğin salt
zihinsel nitelikli bir etkinlik olmadığı yönündeki görüşler, sosyal bilimler
tarihinde yeni değildir. Sosyal psikologlar, belleğin yapısı ve işleyişinin bir
takım psiko-sosyal faktörlere bağlı olduğunu, oldukça uzun bir zamandan beri
bilmektedirler (Bartlett, 1932). Laboratuvar çalışmalarında deneysel olarak
kanıtladığı üzere, geçmiş yaşantıların hatırlanmasında, zaman geçtikçe bozulma
artmaktadır; bu, sadece unutmanın etkisiyle bazı öğelerin silinmesinden dolayı
değil, bunun yanı sıra yaşantıların anlamının yeniden yapılandırılması
nedeniyledir; bu demektir ki tıpkı algılamadaki gibi, tüm detaylar anlamlı bir
öğe etrafında yeniden ör- gütlenmektedir.212 Daha sistematik bir
şekilde ifade edilirse, burada üç bellek ilkesi ya da süreci söz konusudur:
1. Sosyal
özümseme: Aktarılan malzemenin farklı yanları veya detayları, grubun
mevcut bir kültürel zenginliğine tekabül ettiğinde doğrudan benimsenir, aksi
halde spesifik olarak yeniden oluşturulur.
2. Basitleştirme
ue şekillendirme: Objenin temsilinin merkezi biçiminden kopup ayrılan
detaylar, ya dışlanıp atılır veya basitleştirilir ve grubun kalıcı eğilimlerine
göre yeniden şekillendirilir. Böylece obje, tanınabilir bir biçim alır ve grup,
objeye mantıksal ve tutarlı bir biçim vererek rasyonalizasyon yapar.
3. Sosyal
inşa: Bu son süreçte malzeme, yeni kültürel öğe olarak özümsenmekle kalmaz,
üstelik grupta yeni bir biçim alarak grubun ‘sosyal şemasının tesis edici bir
öğesi haline gelir.
Remembering
te
belleğin inşacı yanını vurgulayan Bartlett (1932) belleğin bireysel işleyişini
anlamak için, daha sonra semantik belleğin alanındaki bilişsel psikoloji
modellerinde önem kazanacak olan şema kavramını şema kavramını önerir.
Deneysel çalışmalarında, deneklere, çeşitli objeleri çağrıştıran desenler,
fotoğraflar, düzensiz figürler, geometrik şekiller sunar. Farklı zaman
aralıklarında onlara gördüklerinin desenini çizmelerini veya betimlemelerini
söyler. Desenlerde, ilk aşamadan itibaren sosyal alışkanlıkların ve kişisel
yorumların etkisi ortaya çıkar. Zaman geçtikçe bozulma/başkalaşma artar, bu
sadece unutmanın etkisiyle bazı öğelerin silinmesinden dolayı değildir, buna
ek olarak yeniden anlam yapılandırılması görülür. Gestalt psikolojisinin
algılama için öngördüğü şekilde, bellekte de detaylar anlamlı bir öğe etrafında
yeniden örgütlenir.
Kültürel
özellikleri belirgin bir desen, bir metin veya bir imaj, bir gruptan diğerine
nakledildiğinde, alıcı grupça benimsenen ve bu gruptaki geleneksel
tekniklerle, konvansiyonlarla bağdaşacak hale gele gelene kadar bir dönüşüm
sürecinden geçer. Örneğin bir çalışmada, bir oryantal maskenin Ingilizlere
ardışık grafik temsilleri çizdirilmiş ve ardışık röprodüksiyonlarda, maskenin
oryantal özelliklerini yavaş yavaş yitirdiği ve Batı tipi bir figür halini
aldığı (kişinin 'kültürünün şemasına göre dönüştüğü) görülmüştür.
Demek ki
anlamlandırma sürecinde, kültür de devrededir. Stoetzel (1963), Bartlett’in
Afrika’dan Londra’ya gelip giden bir grup Swazi (Güney Afrika’dan) ile yaptığı
etütlerin bellek araştırmaları tarihi bakımından önemli olduğunu söyler. Bu
çalışmada, ülkelerine dönüşte Swaziler’e Londra’da neler gördükleri sorulmuş ve
zihinlerinde en çok sabitlenmiş imajlardan birinin, kavşakta trafiği eli havada
yönlendiren polis görevlisi olduğu görülmüştür. Bu imajdaki elin havaya
kalkması, onlar için bir dostluk selamı anlamında ve önemli, dolayısıyla anlam
yüklü bir jest olduğundan bellekte tutulmuştur.
İkinci olarak
Bartlett “Bantuların belleğinin müthiş güçlü olduğu” yönündeki yaygın kanaatleri
irdeler. Basit bir deneyle bunun böyle olmadığını gösterir. 12 yaşında bir
Bantulu çocuğa 25 kelimelik bir mesajı, iki kez tekrar ettikten sonra köyün
öbür ucuna götürmesini söyler. Çocuk bunu 3 eksikle yerine getirir. Ona göre,
bunu bir İngiliz çocuğu da yapabilir. Ancak hayvan söz konusu olduğunda
belleğin gücü ortaya çıkmaktadır. Bantulu bir çoban, bir yıl aradan sonra 9
kez gerçekleşen bir hayvan satışında, satıcının adını, fiyatları ve
hayvanların deri rengini hatasız bir şekilde hatırlar.
Bartlett,
üçüncü olarak belleğin içeriğinden ziyade anıların sunulma biçimiyle ilgilenir.
Ona göre her anı aynı tarzda sunulmaz. Bazı anılar (örneğin Zoulous’larda
savaşla ilgili anılar; Svaziler’de hayvanla, evlilikle, çocuklarla ilgili
anılar) abartılı bir şekilde, tutkuyla sunulur. Bunlar söz konusu alanlara
ilişkin güçlü bir sosyal ilginin bulunduğu kültürlerdir. Bazı anılar ise
soğuk, ilgisizce, heyecansız, yapılandırmadan, detay dolu, hatırlanır ve
bunlar, bir Avrupalı gözlemci için asıl sorunla ilgisizdir, anlamsız gibidir.
Tüm bu
araştırmalar anılar bakımından anlamın önemli olduğunu ve bu anlamın, kültür
tarafından sağlandığına işaret etmektedir.
Bartlett,
anıların hatırlanmasını da sosyal etkenlerle ilişkilendirir. Bu ilgi iki
noktada gözlenir:
1. Belleğin
malzemesi ya da içeriği, grubun kültürüne göre yönlendirilir; kültürel
yanlılıklar bireyin çevresinde algıladığı şeyi sabitler ve mevcut ana
bağlantılandırmak üzere geçmişinden neleri alacağını belirler. Bu çerçeve,
belleğin inşa çabasının üzerinde işleyeceği temeldir.
2. Hatırlananların
ifade tarzında bu etki görülür. Örneğin, bir dinleyici grubunun önünde
anılarını anlatan kişi, yani anlatıcı hatırlayışını belirli bir biçimde inşa
eder; dinleyicilerin beklentilerine göre ayarlanan bu biçimler, anlatıcı ile
grup arası güç ilişkilerini devreye sokar.
Belleği,
tarihsel ve sosyo-kültürel yanlarıyla ele alan bu yaklaşım, Durkheim’ın
öğrencilerinden ve Bartlett’in çağdaşı Halbwacs’in yaklaşımına paraleldir. Her
ikisi de anılarda, sosyal faktörlerin etkisiyle bir yeniden inşanın söz konusu
olduğunu öne sürmüşlerdir.
Halbwacs213
1920’li yıllardan itibaren, belleğin sosyal çerçevelerine dikkat çekmiştir.
Belleği, zihinde imajların muhafaza edilmesi olarak gören anlayışa karşı çıkan
yazara göre, geçmiş hakkındaki bilgimiz, saklanmış değildir, yeniden inşa
edilmiştir. “Geçmişin bireysel belleklerde, sanki birey sayısı kadar kopya
halinde, aynen saklandığı fikrinden vazgeçmek gerekir" (1952, s. 279).
Geçmiş yaşantılardan hatırlanan şeyler, anlam yüklü olanlardır ve bu anlam,
algısal öğeleri anlamlı bir bütünde toplama işlemi, yani basit bir entelektüel
işlev değildir. Olayların tartışılmaz mutlak, evrensel bir anlamı yoktur.
Olayların veya yaşananların anlamı, bir grup insan tarafından paylaşılır ve
insanlar, bu grubun üye
leri olarak
olayları bu tarzda anlarlar. Bu açıdan bakıldığında kolektif bellek, grup
kimliğinin göstergesi olduğu kadar da önemli bir kaynağıdır. “Her kişi, her
tarihsel olay, sosyal belleğe girdiği andan itibaren, bir kavrama, bir sembole,
bir derse dönüşür” (Halbwacs, 1952, s. 296). Anılar, çoğu kez bir takım
lokalizasyonlarla sabitlenir.214 Bu bakımdan mekânın önemi büyüktür.
Grup belleği, Halbwacs’in deyişiyle bir takım yasalara tabidir. Örneğin bazı
şeylerin bir araya toplanması (konsantrasyon yasası) veya tam tersine
bölünerek dağıtılması (parçalara ayırma yasası) ve nihayet aynı şeylerin iki
farklı şekilde konumlanması (düalite yasası) gibi (Halbwacs, 1941).
Halbwacs’in
kolektif belleği analizinde ‘şimdici’ bir boyut vardır. Örneğin ona
göre “Hristiyan kolektif belleği, her çağda, İsa’nın yaşamının detayları
hakkında, Hristiyanlığın çağdaş gereklerine, özlemlerine, ihtiyaçlarına göre
anılar benimsemiştir”. Yani geçmişe ait her şey saklanma- makta, mevcut an için
bir anlamı olanlar alıkonmaktadır.
Bu bakış, bir
tarih anlayışının da ifadesidir. Tarihe bakışta, yaşanan anın ağırlığının
artması, anın kendi kendine gönderilmesi, onu ne geçmişin, ne de geleceğin
aydınlatması; aksine anın geçmişe bakışı yönlendirmesi, ‘şimdicilik’ (presentisme)
denen bir tarih anlayışını tanımlamaktadır. Ve bu anlayış, daha sonra
göreceğimiz üzere, kolektif belleğin kimlik inşasının gereklerine göre
şekillendirilmesinin ayırt edici bir özelliğidir.
Bununla
birlikte geçmiş ile an arasındaki örtüşme, çift yönlü bir etkileşimin sonucu
da olabilir. Connarton’un ifadesiyle “Şimdiki zamanı, çeşitli geçmiş
yaşantılarımızdan hangisiyle bağlantısını kurabilirsek ona göre yaşarız. Bu
durumda, geçmişi günümüzden süzüp çıkarmak güçtür: Bu hem bugünün faktörlerinin
geçmişe ilişkin anılarımızı etkilemesi (ya da çarpıtması) yüzünden, hem de
geçmiş etmenlerin günümüzle ilgili deneyimlerimizi etkileme veya
çarpıtmasından ileri gelir. Bu süreç, yaşantımızın en ince noktalarına ve
günlük ayrıntılarına dek uzanır” (1999, s. 9).
Sosyal
temsiller teorisinde Moscovici’nin (1984) vurguladığı bir husus bellek konusuna
da aktarılabilir. Sıradan insanı, ortalama insanı, kısacası sağduyu insanını
rasyonel bir insan modeli temelinde bir bilgi-işlem makinesi gibi görenler ve
örneğin bilim adamıyla karşılaştıran yazarlar, bu insanda gözledikleri
eksiklikler, hatalar veya yanlışlar karşısında, bilgi işlemede yetersiz,
hatalı bir insanla karşı karşıya olduğumuz sonucuna varmaktadırlar. Moscovici
bu yorumun, ancak insana atfedilen ‘doğru bilgi
işleme
motivasyonu’ çerçevesinde geçerli olabileceğini, ama aslında böyle bir insan
bulunmadığını belirtmektedir.
Aynı şekilde,
belleğin de olayları, geçmişi aynen koruma gibi özsel bir işlevinin
bulunmadığı, belleğin seçiciliğinin bir eksiklikten çok kişinin ue grubunun
ihtiyaçlarına hizmet eden bir özellik olduğu, ‘doğru’ olmak gibi bir
misyon taşımadığı öne sürülebilir. Ve bu durumda, örneğin Ricoeur un (2000)
deyişiyle bir ‘hakikat gereğine tabi’ olan tarihçinin çalışması, bellek
çalışmasından net bir şekilde ayrılır. Kolektif bellek, grup norm ve
gereklerine, ihtiyaç ve beklentilerine göre tarihi araçsallaştırarak hareket
ederken 'tarihçi gibi, bir bilim alanının metodolojisine uyma’ kaygısı
taşımamaktadır.215 Onun erekselliği, ‘doğru olmak’ değil, grup için
‘işlevsel’, ‘işe yarar’ olmaktır.216
Bu fark,
psikoloji perspektifinden de doğrulanmaktadır. Monteil’e göre, otobiyografik
belleğin, bir kişi veya grubun geçmiş yaşantılarını kapsaması, bazı biyograf
ve tarihçileri, insan belleğini bir arşiv zemini gibi görmeye sevk etmiştir;
ancak öyküsel inşadan farklı olarak “tarihsel ve biyografik inşa, olguların
kontrolüne tabidir. İnsan belleğinin yanılabilirli- ğine ilişkin bilincimiz,
tanıkların hatıralarını diğer belgesel kaynaklara göre tahkik etmeye, gözden
geçirmeye ve sahiciliklerini kontrol etmeye mecbur etmektedir” (Monteil, 1993,
s. 26). Tarihçiler, geçmişin açık seçik ve doğru bir belgesine bağımlıdırlar
ve bunun bellekte saklanmasıyla ilgilenmezler.
Kolektif
bellek ve tarih, geçmişe bakan iki penceredir. Ve pek çok tarihçinin (Ricoeur,
Noiriel, Liauzu, vb) vurguladığı üzere, ‘tarih ve bellek ilişkileri’ gölgeli,
tartışmalı, riskli bir nitelik taşımaktadır. Bunun önemli bir nedeni, pek çok
araştırmacının ortaya koyduğu ve aşağıda gözden geçireceğimiz üzere, bizzat
belleğin sosyal dinamikleriyle ilgilidir. Tarihçinin çalışması, ‘bir hakikat
gereğine tabi’ iken tarihe kolektif bellek üzerinden bakma teşebbüsleri,
‘kolektif kimliğin gereklerine tabi’ bir tarih çalışması olarak belirmektedir.
Kolektif bellek, inşa edilmeye çalışılan kimliğe bir tarihsel töz verme, bir
derinlik kazandırma işlevi görmekte ve topluluk üyelerinde aynı bir kaderi
paylaşma duygusu uyandırmaktadır. Noiriel’in deyişiyle ‘tarih ile belleği
karıştırmamak gerekir; Kolektif bellek, bireysel belleklerin sadık bir
‘yansıması’ değildir. Bireyselden kolektife geçiş, geçmişin bazı yanlarını,
diğer yanları aleyhine öne çıkaran bir ayıklama işlemi gerektirir. Bu işlem,
aidiyet grupları adına konuşan insanlar tarafından gerçekleştirilir. Bu
kişilere ‘bellek müteşebbisleri’ de denilebilir.217
“Tarihi kurma
işi, toplumsal belleğe bağımlı değildir” (Connarton, 1999; s. 25), çünkü
kolektif bellek açısından bir olayın varlığı, hatırlanmaya bağlı olduğu halde,
tarihçi için böyle değildir, “tarihçinin, tümüyle unutulmuş bir olayı ortaya
çıkarma olanağı vardır”. Ayrıca temel bir yaklaşım farkı vardır. Örneğin
“tarihçi, yakın tarihin bir sorunu üzerinde çalışıyorsa, bulguları arasına
doğrudan doğruya o sorun hakkında ilk elden hazır bir yanıtı almışsa bile söz
konusu yanıtın bulgu sayılabilmesi için, onu sorgulama gereği duyar”; bu
bilginin bir görgü tanığından veya bizzat olayın aktörlerinden gelmiş olması
bile, bu ihtiyacı ortadan kaldırmaz, çünkü “anlatılanı olduğu gibi kabul etmek
tarihçinin tarih pratiği ile uyuşmaz” (Connarton, s. 27)
Ricoeur’ün
ünlü formülüne göre, tarih bir anlatıdır, ancak tarihin anlatışa!
(narrative) oluşu, dolayımsız, doğrudan, naklen bir anlatma olan günlük
dilinkinden farklıdır; tarih, olaylara yaklaşımını belirleyen bir bilimsellik
adına dolayındı ve oluşturulmuş bir anlatı ortaya koyar.
Tarihin
inşasının, olayları bir anlatı içine sokma etkinliği oluşunun en tipik
örneklerinden biri, Rönesans anlatısıdır. Ortaçağın sonu ve antik çağın
dönüşünü simgeleyen ve yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans, bir inşa
ürünüdür. Nitekim yaşandığı dönemde kimse ondan söz etmemektedir; kimse
Avrupa’ya yavaş yavaş yayılan yeniliklere, gelişmelere bir yeniden doğuş,
geçmişten kopuş olarak bakmamaktadır. Rönesans kavramı yüzyıllar sonra 1840’ta
tarihçi Michelet tarafından icat edilmiştir. Pek çok çalışmaya konu olan bu
olağanüstü parlak dönem, belli bir coğrafyada (Avrupa), belli bir çağda (XVI.
Yüzyıl) konum- lanmıştır; Akdeniz ve Doğu kültürlerinden farklı bir kültür
olarak kurgulanmıştır.
Ricoeur,
tarihi 'zamanda-insanların bilimi’ olarak niteleyen Marc Bloch perspektifinde
‘entegral geçmiş’ kavramını bırakarak tarihin yeniden yaşatılamayacağı, ancak
yeniden tesis edilebileceği, Annales Ekolünün tutkusu olan global ya da total
tarih fikrinin, Kant anlamında düzenleyici bir fikir olabileceği görüşündedir;218
tarihçinin entegrasyon çabası asla sınıra ulaşmaz, giderek karmaşıklaşır ve
giderek daha genişler. Tarih bilinçlerin iletişiminin bir sektörüdür; ama biri
konuşurken diğerinin cevapladığı dialog sektöründen farklı olarak ve total bir
entersübjektifliğin karışmasından ziyade, tarihsel doküman ve izlerin dikkate
alındığı metodolojik bir aşamanın devreye girdiği bir sektördür. Burada
Ricoeur, An- nales’den uzaklaşarak, Foucault ve de Certeau gibi, tarihçilerin
söylemi
nin bir
entrikalaştırma (mise en intrigue), bir bir öykü inşası olduğunu, tarihçinin
de tarihinin bulunduğunu, ancak tarihçinin çalışmasının, tüm ta- rihçilerce kontrol
edilebilen, geçerlenebilir, özel işlemlerden oluştuğunu savunmaktadır.
Tarihçinin çalışması, bu noktada hakikat görevine tabidir ve kolektif bellek
müteşebbislerininkinden ayrılır. Ricoeur için tarihsel kavrayış, özel bir
yetkinliğe (kompetans) dayanır: Anlatılan bir öyküyü izleme yetkinliği. Bu
süreçte tarihçi anlatılacak olayları ve eylemleri ayıklar ve düzenler ve
bunların, olayı bir tarihe dönüştüren kombinezonunu ortaya koyar; olay ve
tarihi böylece birbirine bağlar; olay basit bir ortaya çıkma, cereyan eden bir
şey değildir, anlatışa! bir öğedir, bileşendir; bir tarihin ilerlemesine
katkıda bulunmayan hiçbir şey olay olamaz.219
Moscovici’nin
sosyal temsiller teorisi, sosyal psikologların belleğe yaklaşımlarını besleyen
temel kaynaklardandır. De Rosa ve Mormino,220 bu konuda onun şu
görüşünü temel saymaktadırlar: Bireylerin fikir ve tutumlarını temellendirmek
veya davranışlarını adapte etmek için referansta bulundukları gerçeklik, sosyal
olarak inşa edilmiştir. Bu şu noktada çok açıktır: Bireyler geçmişlerini
kendilerine temsil etmek istediklerinde, tanımı icabı, bunu algılayamazlar.
Dolayısıyla, bu temsilleri oluşturmak için diğerlerine ihtiyaçları vardır, zira
bu geçmiş, daima sosyal olarak oluşturulmuştur. Üstelik bu yeniden inşa ‘az
çok uzak bir geçmişte bir kere de yapılmamıştır. Hatırlama etkinliği, özel bir
sosyal çevrede yer alır ve bu çerçevenin özellikleri, hem hatırlama biçimini,
hem de anıların içeriğini etkiler. Öyleyse, sosyal değişme, yani belleğin
sosyal çerçevelerinin değişmesi, bireylerin hatıralarını yeniden inşa
etmelerinde devreye giren konvansiyon ve yöntemleri dönüştürür. Kolektif
bellek “hâlâ daha canlı olan veya grubun bilincinde yaşama şansı olan şeyleri
alıkoyar” (Halbwacs). Bu Bartlett’in de görüşüne paraleldir: “Hem birey, hem de
grup için, geçmiş, mevcut çıkarlara göre yeniden yapılır, inşa edilir ve her
iki halde de bazı detaylar veya olaylar, tepkide bulunma tarzlarını etkileyerek
belirleyici bir rol oynarlar” (Bartlett). Yani geçmişin temsilleri, ana
ilişkin sosyal işlevler görmek üzere sürekli olarak oynanır. Bu işlevler
arasında kimlik- sel işlevler en önemlileridir. Ve bu da, Licata ve Klein’ın
işaret ettikleri gibi, Tajfel’e gönderir. De Rosa ve Mormino, bellek
araştırmalarında Taj- fel’in, sosyal nedensellik, sosyal farklılaştırma ve
sosyal haklılaştırma şeklinde ifade ettiği sosyal kimlik işlevlerinin ve aynı
doğrultuda Turner’ın kendini kategorilendirme teorisinin ikinci bir kaynak
oluşturduğunu belirtmektedirler.
Nitekim
belleğimizin oluşumu ve işleyişinde, kimlik süreçleri sürekli olarak
devrededir. W. L. Randall (1999) çeşitli yazarlara dayanarak, otobiyografik
bellek ile benlik bilgisi (kavramı) arasındaki ilişkiyi vurgular (s. 226):
Çeşitli nedenlerle otobiyografik bellek bozulduğunda, bir iç öykü ihtiyacı
duyarız ve ‘sürekli kendimizi oluşturur, sürekli kim olduğumuzu, nereden
geldiğimizi, nereye gidiyor olabileceğimizi kendimize anlatır ve prova ederiz’
(Eakin, 1985’ten); bu bir öykü ve bu öyküyle, çok çeşitli yaşantılarımızı
birbirine bağlayarak tutarlı bir şekle sokmaya çalışırız. Bu ifade süreci
vasıtasıyla 'hikâyenin bütünü anlatışa! sınırlamalara maruz kalır, yaşanırken
hayatı oluşturan olaylar akışından başka bir şey haline gelir’ (Polonoff,
1987’den).
Hepimiz
‘hayatım roman’ duygusu içinde hayatımızı öyküleştiririz. Randall’ın belirttiği
gibi, “bellek dış hikayemizin bir kaydı değil, içeride geçmişimizden alıp
işlediğimiz incidir.. ‘Olayların değil, hikâyelerin bir koleksiyonudur (Schank,
1990’dan). Hiçbir zaman ham olayları alarak benlik duygumuzun içine dokunmadan
tıkmayız. Yalnızca (çeşitli nedenlerle) seçtiğimiz olayları alırız. Daha sonra
bunları kurgu, karakteri- zasyon ve türleştirmenin bir bileşimine göre
dönüştürür, böylece deneyimler haline getiririz. Bu şekilde onları oluştururuz”
(Randall, 1999; s. 228).221
Bazı
durumlarda kültürün içinde paket halinde hazır bekleyen hayat hikâyelerini
kendimize uyarlar veya bunların içine girip yerleşiriz. Freud’un bir fantazm
olarak analiz ettiği aile romanı kavramı, çeşitli nedenlerden dolayı
ümitsizliğe kapılmış çocuklara, bir geçmiş, anlatacakları bir öykü sunar.
Bettelheim’ın222 çocuk masallarını analizi de aynı fikre dayanır.
Kemalet- tin Tuğcunun öykülerinde (Yetim Ali, Yetimler Güzeli, Ana Kucağı,
Bir Garip Kızcağız, Bu Çocuk Kimin?, Satılan Çocuk, Sokaktan Gelen Çocuk,
vb.) yakından tanıdığımız öksüz çocukların öyküsü, acılara gömülü vaziyette
kıyıda köşede kalmış çocuklara bir teselli sunar. Bu teselli çoğu kez,
gizlenmiş, el konmuş bir mirasın veya kucak açacak bir zengin ailenin er geç
ortaya çıkacağını müjdeler. Bu hikâye, işsizlerde veya başına bir dert gelip
yaşamı değişenlerde, “ben böyle olmamalıydım" biçimini alır;
bunun ardından düzülen öyküler, “gerçekliği, bir yandan daha kabul edilebilecek
bir hayat icat ederek düzeltir, öte yandan kaderin kaçınılmaz niteliğini ve
olumsallığını hafifleterek daha tahammül edilebilir kılar” (De Gaulejac, 2002).223
Aile bireyleri, aynı olayları, farklı bir hikâye içinde işlerler. Oscar
Lewis'in antropolojik romanı Sanchez’in Çocukları’nda başarılı bir ör
neğini
gördüğümüz bu paralel hikâyeler, aynı olaylann, nasıl farklı bir doku içine
yerleştirildiğini ve farklı yönlerde anlamlandırıldığını gösterir.
Birey ve
grupların benlik ya da kimlik kavramı, bilişsel bir yapı gibi tanımlandığında,
kimlik kavramımızın, enformasyon alınması ve işlenmesindeki etkisi açıkça
anlaşılır. ‘Kendine referans etkisi’ (yani benliğimizle ilgili
olanların daha iyi hatırlanması) nedeniyle bellek, kimliğe doğrudan
eklemlenmektedir. Otobiyografik bellek konusunda belirtildiği üzere, kimliğimizle
uyumumuz büyük oranda “hatırladıklarımız”ın benliğimizle çatışmamasına
bağlıdır. “Bu nedenle çoğumuz ihtiyaç duyduğumuz bu tutadığı sağlamak adına
anılarımıza öyküler ekler, öyküler çıkarır, öyküleri unuturuz. Bu yönüyle
yaşamlarımız ‘anlatıya benzer” (Başaran, 2006). Kendi içinde tutarlı başlayan,
gelişen ve biten bir “akortsuz uyum”, bir “kaos içinde düzen arayışı”.224
Belleğimiz, kişisel anlatımıza uyumlu malzemeyi aktarmak ve oluşturmak üzere
tarafımızdan yapılandırılır. Ancak “bir yaşamın anlatısı birbiriyle bağlantılı
anlatılar dizisinin bir parçasıdır; bu anlatı kişilerin kimliklerini
edindikleri grupların öyküsü içinde gömülüdür” (Connarton, 1999; s. 38). Bir
başka deyişle, yaşam öykümüz, tek başına yazdığımız bir öykü değildir; bu
öykünün şekillenişinde ve yazılışında diğerleri de devrededir. Ayrıca yaşamı
Ricoeur anlamında bir anlatı olarak alan Auge’nin belirttiği gibi, aynı anda
birkaç anlatıda birden yaşarız. “Bu anlatılardan her birinde farklı bir roldeyiz
ve en iyi rol her zaman bizim değildir; bazı anlatıları daha yakın sıcak
buluruz. Bu anlatıları halen içinde yer aldığımız anlatıya uyarlamak üzere
yorumlamak, yeniden biçimlendirmek isteği duyarız” (1998, s. 113); “bu
anlatılar ‘ister yazılmış, ister yazılmamış olsun, her iki durumda da belleğin
ve unutmanın ürünüdür, gelecek beklentisinin geçmişin yorumlanması üzerinde
yarattığı gerilimi yansıtan bir birleştirme ve yeniden birleştirme çabasının
ürünüdür” (s. 117).
Ama her
halükârda bellekte bir seçicilik vardır. ‘Anımsamak ya da unutmak, tıpkı bir
bahçıvanın yaptığı gibi, ayıklamak ve budamak demektir. Anılar bitkilere
benzer. Bazılarından kurtulunursa diğerleri gelişebilir, çiçek açar”.225
Hatırlamak ya da unutmak, bizi “şimdi” ilgilendirenleri ayıklamak, diğerlerini
budamaktır.
Bireysel
belleğin yedi kusur ya da günahından söz eden Schacter de,226
Halbwacs’in çizgisinde yer almaktadır: Schacter, anıların zamanla eskimesi (transcience),
detayların kaybedilmesi (absent-mindedness), belirli isim veya yerlerin
unutulmasına yol açan bir bloke olma (blocking), anıların zaman ve
mekânda hatalı bir şekilde atfedilmesi (misattributi-
on), anıların dış telkinlere
göre çarpıtılması (suggestibility), kendimize yontarak yanlı bir şekilde
hatırlamamız (bias) ve bazı anıların da tüm çabalarımıza ragmen
unutulmayıp var olmaya devam etmeleri gibi hususlar saymaktadır.
Kolektif
belleğin bozulma süreçlerini ortaya koyan bir başka yazar Schudson’dur. Ona
göre bozulma süreçlerine, zaman içinde anılarla aramızdaki mesafenin artması
(distanciation), bastırma, sansür veya üstünü örtme yoluyla geçmişin,
yaşadığımız anın gereklerine göre kullanılması ya da araçsallaştırılması
(instrumentalization), yaşantıları öyküleştirerek anlatılaştırma
(narrativization), bellek öğelerinin tanıdık, aşina kılınması ve anıtlar,
ritüeller yoluyla gelenekselleştirme (cognitivization and conventionalization)227
örnek verilebilir. Schudson, bu süreçleri bellekte bozulmanın kaçınılmazlığı
perspektifinde değerlendirmektedir.
Ancak belleğe
doğru bilgi saklama gibi bir ereksellik yüklenmezse, bu süreçleri bir eksiklik
veya bozukluk olarak görmek yerine, belleğin bir özelliği, bir parçası gibi
görmek de mümkündür.228 Bellek ile unutmayı karşı kutuplara koymayı
gereksiz gören Huyssen’e229 (1999) göre, ‘şimdi ile geçmiş arasında
seçici ve sürekli olarak değişen bir diyalog söz ko- nusu’dur; ‘şimdimiz
kaçınılmaz olarak neyi ve nasıl anımsadığımız’ üstünde etkilidir. Öyleyse
“tamamen saf ve eksiksiz ve aşkın bir bellek olabilirmiş gibi, yanlış bir
inanca kapılıp yakınacağımız yerde bu süreci anlamamız önemlidir” (s. 178).
Auge, aslında
unutmanın, anıların yitirilmesi olarak değil, belleğin bir bileşeni olarak
alınabileceğini ve unutmanın bu tarzda konumlandığında anlamının değişeceğini
belirtir (1999, s. 37) ve bu durumda tıpkı ölüm ile yaşam çifti gibi, bellek ve
unutma çifti de birbirine yakınlaşır; unutmak belleğin canlı gücüdür;
“(çocukluğumuzun) bütün imgelerini muhafaza etmek zorunda kalsaydık,
belleğimiz çok çabuk ‘doyuma ulaşırdı. Ama ilginç olan geriye kalanlardır. Ve
geriye kalanlar (anılar ya da izler) unutma yoluyla meydana gelen bir erozyonun
sonucudur” (s. 57). “Anılar tıpkı kıyı çizgisinin deniz tarafından
şekillendirilmesi gibi, unutma yoluyla şekillendirilmiştir” (s. 59). Hatırlama
etkinliği, bir yeniden üretim, bir kopyalama etkinliği değil, bir üretim
etkinliğidir. Bellek kendisi, bizi, geçmiş bir olayın başlangıç durumuna
götürmez. Zira “geçmiş belleğin içinde yalın bir şekilde bulunmaz, anı haline
gelmesi için dile getirilmesi gerekir. Bir olayı yaşamak ile onu bir temsil
biçiminde anımsamak arasında bir yarığın oluşması kaçınılmazdır (Huyssen,
1999, s. 13).
IV. 1. c. Kolektif Bellek İnşası
“(Partinin sloganına
göre) Kim ki geçmişi kontrol etmektedir, geleceği de eder;
şimdiyi
kontrol eden de geçmişin kontrolünü elinde tutar"
G. Orwell
Kolektif bellek önemli bir kimlik öğesi ve faktörüdür. Aile, etnik grup ya da
ulus gibi, kolektif kimliklerin üzerinde kurulduğu gruplar, Misztal’in (2003)
deyişiyle “hatırlanması ve unutulması gerekenler konusunda bizi sosyalleştiren
temel bellek grupları ya da toplulukları”dır (mnemonic community); zira
bunlar grubun geçmişini tanımlayarak, yeni üyelere grubun kolektif kimliğini
kazandırır. “Her grubun hatırladıkları belirli bir bilişsel yanlılık taşır.
Tipik olarak, bu tür bir yanlılık, grup ve grubun kimliği hakkında bazı
gerekli doğruları ifade eder ve grubun belleğine duygusal bir ton ve biçim
verir (Misztal, 2003, s. 15).
Kolektif
belleği, Halbwacs perspektifinden, geçmişe ilişkin ve bir grubun üyelerinin
ortak kimliğini temel alan bir takım paylaşılmış temsiller bütünü’ olarak
tanımlayan Licata ve Klein230 (2005), kolektif belleğin, kolektif
kimlikle ilgili üç işlevini ayırt etmektedir (s. 244-245):
1. Kimlik
tanımlama: İlk olarak bir grubun kendini tanımlayabilmesi için geçmişe
referans zorunlu görünüyor. Grubun geçmişi ve anı anasında bir devamlılık
duygusu elde etmeyi veya bunu korumayı sağlar bu referans “Biz kimiz ve nereden
geliyoruz?” sorusuna cevap vermeyi sağlar. Etnik veya ulusal, büyük gruplar
(Smith, 1991), genellikle, kimliklerini temellendiren bir takım köken mitleri
geliştirir. Bu mitler bazen popüler inançlardan kaynaklanır, bazen de objektif
olma iddiasındaki bir tarihten; uluslar, bir takım gelenekler icat ederler,
varlıklarını çok uzak bir geçmişte demirlemek için (Hobsbawm ve Ranger, 1983;
Morelli, 1995). Ayrıca Bar-Tal’in dediği gibi (1990), bireylerin diğerleriyle
paylaştıklarını bildikleri grup inançları grubun sınırlarını tanımlamayı ve
üyeleri üye olmayanlardan ayırmayı sağlar. Geçmişin belirli bir versiyonuna
konsensüel katılma, bir kategorizasyon kriteri sağlayarak grup kimliğini tanımlama
rolünü oynayabilir. Bunu yaparken, ortak bir geçmişe referans, grup
kohezyonunu pekiştirmeye katkıda bulunur.
2. Kimlik
yüceltme: İkinci olarak kolektif bellek, kimliği tanımlamakla kalmaz, bu
kimliğin pozitif olmasını da sağlar. Kimlik teorisyen-
lerinin öngördüğü pozitif kimlik duygusu ve pozitif
farklılaştırma, gruplar arası kıyasla olur ve bu noktada geçmiş çok
elverişlidir. Zira prestijli bir geçmişe referans (ve diğerlerinin geçmişinde
karanlık kısımlar olması), şu andaki grubu yüceltmek için uygun bir yoldur.
Bir grubun geçmişindeki değersiz veya olumsuz epizodların ortaya çıkarılması,
kimlik için bir tehdit oluşturur ve bu kimliği taşıyanlarda bir rahatsızlık
yaratır (Branscombe ve ark, 1999). Pozitif kimlik oluşturma amacı, sosyal
yaratıcılığı, tarihi yeniden yazmaya götürür (Baumeister ve Hastings, 1997).
3. Grubu haklılaştırma: Kolektif bellek, grubu
meşrulaştırır. Örneğin zamanın Sırp otoriteleri, 1990'larda Kosovalılara karşı
yaptıkları kötü muameleleri haklılaştırmak için, Sırpların bu toprakların
kontrolünü kaybettiği 1389 Kosova Savaşını hatırlatmışlardır. Bu durumda grup
kendini bir kurban olarak sunmakta ve eylemini, uzak geçmişteki konumuna -ki bu
konum, şeylerin doğal düzeninin ifadesi sayılır- meşru bir dönüş olarak takdim
etmektedir. Ayrıca grup, geçmişte bir dış gruba karşı yaptıklarını
haklılaştırmak için de kolektif belleğini ayarlayabilir; örneğin gruplar
geçmişlerini, pozitif kimlik ihtiyaçlarını tatmin edecek şekilde
güzelleştirebi- lirler. Bu durumda grubu haklılaştırma işlevi, pozitif
farklılaştırma işlevine sıkıdan bağlıdır.
Bu işlevler
birbirini dışlamazlar, geçmişin yeniden inşası pek çok işlevi yerine
getirebilir: Örneğin Kosova savaşı, Sırp kimliğini tanımlama, Müslüman
Kosovalılardan olumlu yönde farklılaşma ve Kosovalılara karşı yapılanları
haklılaştırma gibi üç işlevi yerine getirecek şekilde meşrulaş- tırılabilir.
Geçmişin
yeniden inşası, geçmiş, grup kimliğinin bir parçası olduğu ölçüde, total bir
değişme olamaz. Geçmişin pek çok öğesi korunabilir; yeni öğelere direnebilir
veya yeniden işlevselleştirilebilir. Schwartz’in231 (1991) yaptığı
bir çalışmada, Amerikalıların 1865 ve 1920 yılları arasında George
Washington’a ilişkin kolektif belleklerinin değişimi incelenmiştir. Araştırma,
kolektif bellekte değişimlerin yanı sıra sürekliliği de ortaya koymaktadır.
Washington,
1800-1865 yılları arasında mesafeli, nazik, kusursuz, erdem sahibi bir adam
olarak hatırlanmakta ve toplumun her kesiminde saygı görmektedir. Bu dönemde
Washington’a ait anılar, demokratik olmayan, askeri ve sivil bir lider ortaya
koymaktadır.
Fakat
1865’ten itibaren önce endüstri devrimini, ardından reform çağını ve nihayet
Amerika’nın bir dünya gücü olarak ortaya çıktığı 1.Dünya Savaşını kapsayan
dönemde, yani 1865-1920 arası dönemde, Washington’ın demokratikleştirildiği
görülmektedir. 1865 sonrasında Amerikalılar Washington’] artık kusurları olan
sıradan biri gibi hatırlamaya başlamışlardır. 1920’lerde Washington, bir
işadamı ve endüstrinin kaptanı olarak görülmüştür. 1920’lerin sonları ve
1930’ların başlarında ise bir yandan alaycı bir şekilde Washington’in kirli
çamaşırları ortaya dökülmeye başlanmış, öte yandan Washington olağanüstü doğum
günü törenleriyle anılmaya başlanmıştır. Böylece Washington’in ‘bizden’liği
vurgulanırken, çağın önemli değerleri olan endüstrileşme ve demokratikleşme
çabalarında bir sembol olarak yüceltilmeye başlamıştır. II. Dünya Savaşı’ndan
sonra ise, pek çok biyografi yazarının Washington hakkında daha detay konularda
yazmaya yöneldikleri görülmüştür.
Ancak
Washington’in kolektif bellekteki temsilinin zaman içindeki bu değişimlerine
karşın, orijinal, aristokratik imajı korunmuştur. Demek ki geçmişin figürleri
günün anlayışına göre şekillendirildiği ve yenilendiği gibi, yeni imaj veya
temsillerin eskileri de tümüyle silmemektedir. Bu durumda eski ve yeni
temsiller yan yana birlikte bulunmaktadır. Fakat yeni temsiller, sonraki
nesillerin Washington’] demokratikleştirmesine sınırlar getirmektedir. Schwartz
a göre, bu veriler Durkheim ve Shils'in kolektif belleklerin toplumdaki
değişikliklerden daha uzun süre yaşadığı yolundaki düşüncelerini, kısmen
desteklemektedir.
Schwartz232
aynı problem çerçevesinde yaptığı bir başka araştırmada Çin Komünist Rejiminin
Kültürel Devrim’den önceki (1949-1965), devrim sırasındaki (1966-1976) ve
sonrasındaki (1977-1980’ler) Kon- füçyüs temsillerini irdelemiştir. Bu
araştırmanın da temel sorunsalı, yine geçmişin kolektif bellekteki değişimi ve
sürekliliğidir. Schwartz’a (1997) göre bazı hallerde tarihsel olaylar ve
figürler tümüyle çarpıtılmayacak kadar sağlam olabilir ve bu durumlarda geçmiş,
yeni temsillere karşı direnir. Örneğin Çin’in geçmişi yeniden inşaya büyük
direnç göstermiştir ve bu direnç, otoriterlik, göreneksellik, bilişsel katılık,
otoriteye boyun eğici- lik ve gelenekçilik sendromunun bir parçasıdır (Yang,
1987). Çinlilerin Konfüçyüs’e duyduğu saygı, onun yaşam ve öğretilerini yeniden
oluşturmaya izin vermemiştir. Bir kültür ne kadar az gelenekselse, geçmiş o kadar
az yorumlanabilirdir. Bu yüzden, geleneğin zayıf olduğu bir toplumda ortaya
çıkan Amerikan kahramanları, yeniden inşanın minimum tanımı
nı
karşılarken, geleneğe gömülü bir toplumda ortaya çıkan Konfüçyüs, bunu yapamaz.
Geçmişin yeniden inşa edilebilmesi için, moral duyguların “değişime karşı
olmaması” (Durkheim) gerekir. Moral duyguların gücü esnekliklerini engeller.
Artık esnek olamazlar. Schwartz, Durkheim’ın bu görüşü temelinde, Çinlilerin de
bilincinin esnek olmayıp, büyük bir istikrarlılık gösterdiklerini vurgular.
Konfüçyüs’e gösterilen hürmet resmi olarak askıya alınsa bile, onun kolektif
muhayyiledeki yeri, köklüdür; elbette ki bu temel çekirdek, nesilden nesile
Konfüçyüs imajlarındaki bazı değişimleri engellemez
Schwartz’a
göre hem modernite, hem de gelenek yönünde çekilen bir toplum için kritik miras
yararlıdır. Çünkü bu gerilim dağıldığında ve dolayısıyla toplum yalnızca bir
yöne çekildiğinde, Kültürel Devrim sırasında olduğu gibi, geçmişten uzağa
çekildiğinde, kritik miras terk edilir ve geleneğin yönlendirici geçmiş zamanı
kaybedilir. Konfüçyüs'ün varsayılan karakteri ve öğretileri Çin’in değişen
koşul ve ihtiyaçlarına uygun olmadığı için, asla o kadar uzun süre
putlaştırılamazdı. Bu durumda eski ve yeni öğelerin birlikte görülmesi beklenen
bir sonuçtur. İnsanların geçmişi yeniden inşa biçimleri “kendi geleneklerinin
deneyimleri ile sınırlıdır.” Bugünkü Çinliler de, Konfüçyüs’ü, eskisi gibi
bilmeye ve saygı göstermeye devam etmektedir; şimdi de, “Çin toplumsal
davranışı’ Konfüçyüs üstüne temellenmektedir. Çin, teknolojik olarak geliştikçe
ve Batı etkisine daha açık hale geldikçe geçmişin, özellikle de Konfüçyüs un
referans alınmasının azalması gerekir. Konfüçyüs, hala Çinlilerin kalplerinde
önemli bir yerde olmasına rağmen (Wei-ming, 1991), kentsel-endüstriyel
toplumda, geleneksel Çin tarım toplumundaki kadar hürmet göremez. Bu, Çin iler-
lemeciliğinin durumudur (bu kısmen Türkiye için de geçerlidir). Çin ekonomisi
Ortodoks sosyalizmden uzaklaştıkça, hükümet milliyetçiliği gerekli bir
ideolojik destek kaynağı olarak görmektedir. “Eskiye dönüş” ve büyük anıtlara
ve tapınaklara yeni ilgi, ulusçu hassasiyeti uyandırmaktadır. Nitekim ‘Değişen
Çin Toplumu’nu işleyen yayınlarda, en büyük tema “büyük geri dönüş” temasıdır
ve en büyük moral referans kaynağı da Konfüçyüs modelidir. Çinli yöneticiler de
Konfüçyüs un, Çin’in en yüce varlığı olmakla kalmayıp dünyaya verilmiş en büyük
hediye olduğunu söylemektedir. Buradan hareketle, değişimlerin, tümüyle
yöneticilerin bir manipülasyonu olduğunu söylemek doğru değildir. Kolektif
bellek üzerinden geçmişin kurgulanması, normatif entellektüel polemiklerde233
sıklıkla dile getirildiği gibi bir yalan, bir uydurma değildir. Kolektif
bellekteki geçmişin, yanlılıklar, hatalar, boşluklar içermesi, yani tarihçinin
geçmişi
ne uymaması
başka, bu geçmişin yalan’ veya ‘kandırmaca’ olarak nitelenmesi başka şeydir.
Burada kaçınılması gereken şey, kolektif kimliğin öyküsünü, tarihin anlatısına
ikame etmemektir.
Tüm bu
hususlar kayda alınarak denilebilir ki, genelde, bilinçli bir şekilde olmasa
da, kolektif belleğin grubun ihtiyaçlarına ya da grup kimliğinin gereklerine
göre şekillendirildiğini, Türkiye Cumhuriyeti dahil, pek çok ülkenin yakın
tarihinde görmek mümkündür. Avrupa ülkelerinin 20. Yüzyıl boyunca yaşadıkları
birbirinden çok farklı dönemler, zorunlu olarak her birinin geçmişinin,
bugünün değerleri açısından ‘leke’ veya ‘ya- ra’larla dolu olmasına yol
açmıştır. Hemen her ülke, -bugün, bellek çalışması talep eden aksi yöndeki
evrensel değerlerin rüzgârına rağmen-, kolektif belleklerini, genel olarak
‘takdim edilebilir’ bir şekilde düzenlemişlerdir.
Örneğin,
İspanya, uzun bir Franko dönemi yaşamış olmasına rağmen, ulusal bir utanma
duygusu yaşamamıştır.234 Marias’a (2006) göre, II. Dünya Savaşı
sonrasında İspanyolların çoğu, sessizce/sakin bir şekilde frankocu olmaktan
vazgeçmiş, savaş sırasında yaptıkları konusunda moral planda hesap verme gereği
hissetmemiştir; bunu yapmak isteyenler de ‘kurgusal biografi’ler icad etmişlerdir.
Ispanyollar Caudillo’nun (İspanyolca, yüzbaşı; Franco’nun 1936’da aldığı titr)
ölümünden 30 yıl sonra, diktatörün envanteri yapılmamıştır.
İnsanlarda,
Franco’nun yatağında, 1975’te tüm iktidara sahip olarak öldüğünü unutma eğilimi
gözlenmektedir. Bu, Frankoyla geçen 40 yıllık döneme ilişkin bir sessizlik
paktıdır. İspanyolların çoğu için Franko, tam bir meçhul kişidir. Onun uzun
diktatörlük dönemi hakkında inanılmaz bir cehalet vardır. “Ölümünden hemen 6 ay
sonra, bize çok eskilerde kalmış, çok uzak görünüyordu. Unutma arzusu çok
güçlüydü ve toplum politikadan daha ilerdeydi ve bu nedenlerle, Franko dönemi
hemen ‘geçmiş’, hatta uzak geçmiş haline dönüşmüştür. 30 yaşından küçükler için
Franko, hemen hemen tarih öncesine aittir; büyüklerin anlattığı anekdotlara
inanmıyor, kurgusal, komik, inanılmaz görüyorlar.235 İnsanlarda,
Franko döneminin bir bütün olarak kötü ve mahkûm edilebilir olduğu yönünde
reel ve derin bir bilinç yoktur. Bu konuda tek tük makale yazılmakta, ama ülke
genel olarak utanç duymamaktadır.
İspanyolların
Franco dönemine ilişkin tutumları, geçmişi taşımanın zor olduğu bir durumda,
travmalardan kurtulma çabalarının bir örneğidir. Aynı durum II. Dünya Savaşı
sırasındaki Vichy rejiminin (1940-1944) ob-
sesyonundan
kurtulamayan ve ulusal bellek krizi yaşayan Fransa için de söz konusudur.
Bilindiği üzere II. Dünya Savaşında Fransa gibi güçlü bir sömürgeci devlet
Alman orduları karşısında kısa bir sürede yıkılmış ve işgal edilmiş, politik
ve ekonomik elitleri Cumhuriyetin ilke ve değerlerini inkâr etmiş, Nazilerle
işbirliği yaparak bir takım uygulamalara girişmiş (örneğin 1942’de Fransız
polisinin, Nazilerin Yahudi avı operasyonlarında görev alması), 111. Reich’ın
Avrupası içinde yer almak isteyen Petain hükümeti işgalcilerle Devlet olarak
işbirliğine gitmiş, karşı çıkanları milisleri vasıtasıyla tutuklatarak bir tür
iç savaş süreci yaşatmıştır. Binlerce insanın Naziler tarafından idam edildiği
veya toptan katledildiği bu dönem savaş sonrasında, genel olarak sessizlikle
karşılanmış, Fransız tarihinde basit bir parantez olarak nitelenmiştir.
Rousso’nun “Le
Syndrome de Vichy"236 adlı kitabı, savaş sonrasında
1950’li yıllardaki aşırı unutkanlıktan 1980’lerdeki ‘aşırı bellek tazeleme' ya
da anma evresine geçen Fransa’nın bellek krizinin ustalıklı bir resmini
çizmektedir. Kitap Vichy rejiminin savaş sonrasında farklı sosyal bellekler
(çeşitli kuşakların, politik grupların ve toplum kesimlerinin bellekleri)
tarafından sürekli olarak nasıl yeniden yorumlandığını ortaya koymaktadır.
Bilindiği
üzere XX. Yüzyıl başlarında dünyadaki önemli koloniyal güçlerden biri olan
Fransa, II. Dünya Savaşı’nda çok kısa bir zamanda Al- manlar’a karşı yenilmiş
ve toprakları işgal edilmiştir. Bunun da ötesinde Fransa’nın, siyasal ve
ekonomik elitleri ülkenin temel ilke ve değerlerine sırt çevirmiş, Vichy’de
kurulan hükümet 111. Reich’ın Avrupasında yer alabilmek için Devlet olarak
işbirlikçi bir politika izlemiş, hatta Yahudilerin tutuklanması ve toplama
kamplarına götürülmesi gibi Nazi projelerini hayata geçirmeyi kendine ‘vazife
edinmiş’, binlerce vatandaşının Naziler tarafından infaz veya katledilmesine
göz yummuş ve üstelik milisleri vasıtasıyla, işbirlikçi politikasına karşı
çıkan Fransızlara karşı savaş açmıştır.
Savaş
sonrasında şehitleri anma törenleri, toplu kayıpların olduğu birkaç yerle
sınırlı kalmış ve esas olarak direnişçi ve asker kayıplar öne çıkarılmıştır.
Rousseau’ya göre Fransız toplumunun kolektif belleğinde önce De Gaulle’cülerin
belleği temel alınmış ve direniş tarihine hâkim olmuştur. Buna daha sonra buna
komünistlerin belleği eklenmiştir.237 Her iki bellekte de, topyekûn
olarak işgalcilere karşı direnen bir Fransa resmi çizilmiştir. Vichy rejimi,
Fransa tarihinde küçük bir parantez olarak sunulmuştur.
Rousso, Vichy
Sendromunu çeşitli aşamalara ayırır: 1944-1954 arası ‘tamamlanmamış yas’
aşamasıdır; bu dönemde Fransa, iç savaşın yaralarını sarmış ve sorumluların
çok az bir kısmı yargılanmıştır. 1954- 1971 arası, ‘bastırma aşaması’dır; bu
dönemde Vichy önemsizleştirilmiş ve ‘direnişçilik’ öyküsü ve ideolojisi
irdelenmiştir. 1971-1974 arası ‘kırılan ayna aşaması’dır; De Gaulle’ün
iktidardan ayrılması, 1968 olaylarının etkisi ve direnişçi olmayan Pompidou’nun
başkan olması ile kolektif bellek, ilk kez, sinemada kırılmış ve bazı tarihçiler
(örneğin R. Paxton) Vichy rejiminin ikili oyununu ve olayların öbür yüzünü
ortaya koymaya başlamışlardır. 1970’lerin ortalarından itibaren ‘obsesyon
aşaması’na girilmiştir. Dünyada boyutları yen fark edilen Yahudi soykırımı,
gündemin ilk sıralarına gelmiş ve Shoah (İbranice katastrof, felaket) terimi
yaygınlaşmıştır. Savaş sırasında yaşananlarla ilgili yayınlar, kültür ve sanat
eserleri arttıkça, tüm dünyada olduğu gibi, Fransa’da da bir bilinç uyanması
başlamış ve çeşitli ülkelerdeki Nazi işbirlikçileri tek tek bulunarak
yargılanmıştır.
Petain
başkanlığındaki Fransız hükümetine ev sahipliği yapmış olan Vichy’de yapılan
monografik bir araştırma kentlilerin geçmiş utancını ve yarasını araştırmıştır.
Vichy’liler, son yıllarda tarihlerini yeniden inşa etmeye ve olayların farklı
bir versiyonunu üretmeye koyulmuştur. Bunun için, bir zamanlar Vichy kentine
gelen Napolyon lll’ün büstü dikilmiş, sokakların adları değiştirilmiştir.
Kentte Petain dönemi sessizlikle karşılanarak kentin yenilenmesi, restorasyonlar
ve mimari düzenlemeler yapılması da aynı amaca yöneliktir.
Vichy
döneminin utancı gibi, savaşta kaybetmek de Fransızlar için ağır bir cezaya mal
olmuştur. Finkielkraut bu cezayı, marjinal ulusların kaderini içeriden yaşamak;
gücü veya misyonu dolayısıyla değil, zayıflığı nedeniyle sevilmek;
perişanlıkta Sildavya (Tenten’in hayali ülkesi) ile birleşmek. Bu bir
mütevazilik travmasıdır (s. 113). Fransız ideolojisi bu sorunu, S. Weil’in
yorumuyla, bellek değiştirerek aşmıştır: “Vichy, mütarekeyi kabulden ziyade,
birey veya azınlık haklarına karşı uyguladığı baskı politikası boyutunda
kınanmış ve belleğe yeniden işlenmiştir” (Burrin). Fransa’nın kolektif
belleğinde, yenildikleri Almanlarla işbirliği yapmak öne çıkmıştır. Çünkü galip
Almanlarla işbirliği, galip Nazilerle işbirliğinden ve onun ideolojik savaşına
katkı yapmaktan daha az yaralayıcıdır. Nitekim Rousso’da (1987) Almanlara
yenilmek ile Nazilerle işbirliği yapmak arasındaki ayrıma dikkati çekmektedir:
Fransızların geç-
inişleriyle
barışmasının zorluğu, savaşta yenilmek, hatta işgal edilmekten ziyade (-ki
bunlar da vicdanlarda iz bırakmıştır), Vichy hükümetinin Naziler yönündeki
uygulamaları238 ve iç savaştır. (Bu, bir bakıma Fransa’nın Polonya
gibi ülkelerle karşılaştırılması ya da Avrupa’daki diğer Nazi işbirlikçisi olan
Belçika, Hollanda ve Danimarka gibi ülkeler arasında yer almasıdır).
Finkielkraut’un
analizini sürdürelim: Savaş sırasında ve hatta sonrasında, ulus kaygısı,
Yahudilerin durumuna ilişkin kaygıyı ikinci plana atmıştı. Elbette ki
Nazilerin kıyım planları tümüyle bilinmiyordu, ama müttefik devletler, onları
merkezi bir sorun olarak da görmemişti. Roosvelt, Jew Deal’ın adamı gibi
görünmemeye çalışıyordu. Londra radyosu 1943’ten itibaren anti-Yahudi
uygulamalara karşı sessiz kalmıştı (oysa daha önce bu uygulamaları kınamıştı).
Dünyanın, Yahudileri kurtarmak için savaştığı görüntüsü vermemeye
çalışıyorlardı. ‘Kendi haline bırakma’ tavrı hâkimdi. “1940 ile 1945
arasında biricik olan şey bu ilgisizlikti” (Levinas’tan alıntı).
Artık, kolektif bellek, bu ilgisizliği telafi etmek istiyor ve bunu, insan
haklarını ulusun üstüne yerleştirerek yapıyor (s. 114).
Geçmiş
utancının kent ölçeğinde bilinen ikinci bir örneği, Dallas kentiyle ilgilidir.
Dallaslılar da Kennedy nin öldürüldüğü kent imajından rahatsızlık duymakta ve
sürekli olarak medyatik bir taciz altında bulunmaktadır (Pennebaker ve
Polakoff, 1990).
Aynı bir kent
veya yerde, farklı kolektif bellekler bulunabilir. Petard’a (1999), mevcut
bellekler, bazen anın ideolojilerine göre, yeni bir toplum belleği yaratmak
isteyen ve bunun için kolektif bellekleri birleştirmeye çalışan kurumlarla
çatışır. Örneğin Fransa’da II. Dünya Savaşı sonrası iki kolektif bellek
çatışmıştır: De Gaulle’cülerin ve komünistlerin bellekleri, Fransızların ortak
bir bellek etrafında birleşmeleri konusunda farklı taleplerde bulunmuştur.
Savaş sonrası yapılacak kutlama törenleri, Vichy dönemi ve 1939’un
unutulmasına dayalı bir yeniden tarih yazımı hususunda, bu iki bellek arasında
farklılıklar ortaya çıkmıştır. Biri De Gaulle’ü öne çıkarırken, Fransız
Komünist Partisinin pasifliğini vurgulamış, diğeri ise Komünist Partisini öne
çıkarmış ve Alman-Rus anlaşmasını göz ardı etmiştir, vb.239
Geçmişin birlikte anılması (commemoration) “her şeyden önce, geçmişin
tiyatrosunu anda oynamaktır” (Namer) ve ulusal kimlik için utanç verici anıları
silmek, boşaltmaktır. Dolayısıyla geçmişi anma pratikleri, belirli bir unutma
pratiği içerir. Tüm bunların temel taşıyıcı vasıtaları, okul ve medyadır.
Kolektif belleğin
sosyal gereklere tabi olmasının pek çok örneğinden bir başkası Licata ve Klein
(2005) tarafından araştırılmıştır. Bu çalışmada, Belçika’nın eski kolonisi
Kongo’da yaptıklarının bellekte yer alışı, Belçikalılar ve Belçikada yaşayan
Kongolulardan oluşan sınırlı bir örneklem- de incelenmiştir. Kişilerle yapılan
görüşmelerde dört konuşma teması bulunmuştur:
1. Sömürgeleştirmenin
ilk dönemlerinde Kongo’da yapılanlara referansta bulunan, yani modernleşme,
maddi gelişme ve kalkınma planında yapılanları (tren yolu, hastane) dile
getiren konuşmalar.
2. Sömürü
etkinliklerini dile getiren ve özellikle kral II. Leopold’ün yaptıklarını
eleştiren konuşmalar,
3. Sömürgecilere
karşı olumlu yaklaşımda bulunan Kongoluların, ko- lonizasyonun ardından eski
kabile savaşlarının sona ermesini dile getiren ve sömürge dönemini barış dönemi
olarak niteleyen konuşmalar,
4. Sömürge
Kongolulara karşı Belçikalıların kendilerini aklayıcı yaklaşımları: Bu
konuşmalar, Belçika’nın sömürge döneminde Kongolulara karşı iyi, hatta nazik
davrandığını, paternalist ve eğitici bir yaklaşımının olduğunu, bazı şeylerin
gerektiği için zorlandığını dile getirmektedir.
Eski
sömürgecilerin yaklaşımı, sömürge döneminde yapılanları sıradanlaştırma,
önemsizleştirme (minimizasyon), reddetme/inkâr etme stratejileri etrafında
dönmektedir. Hem geçmişi meşrulaştırma ve hem de pozitif kimlik duygusunu
koruma çabası görülmektedir. Eski sömürgeleştirilmiş olanlar ise ötekilikten
çıkma yönünde bir çaba göstermektedir. Bunun için, mağduriyetlerini kabul
ettirmek,240 haksız olarak tahakküm edilmiş grup olarak tanınmayı
istemektedirler.
Bu sonuçlara
göre kolektif bellek, iki grupta da benzer, fakat karşıt işlevler görmektedir.
Daha açık bir deyişle, bir grup geçmişi meşrulaştırırken, ikinci grup bunun tam
da aksini iddia etmektedir.
Her iki halde
de kolektif bellek kimlik inşasında merkezi bir konumda bulunuyor. Ancak
birinci halde Ötekileştirme aracı, İkincisinde Ötekini tanımanın vektörü
olarak işlemektedir.
Ermeni
soykırım iddiaları da, on yıllar boyunca aralıklı olarak gündeme getiriliş
tarzları ve karşı tezlere karşı izlediği politikalar itibariyle, bellek
üzerinden bir kolektif kimlik inşasını düşündürtmektedir. Zira bu iddi-
alar, 1915
olaylarını, tarihçinin çalışma zeminini oluşturan olgusal plandan
olabildiğince uzak tutmaya, olayları kolektif bellek üzerinden yorumlamaya,
dolayısıyla gerçeklik illüzyonu yaratan bir mitos haline dönüştürmeye yönelik
çabalarla desteklenmektedir. Gerek Türklerin ötekileştiril- mesi (teknik
terimiyle, Ermeniler için bir alterite'nin tesis edilmesi), gerekse 1915’te
yaşanan trajik olayların kolektif belleğe işlenme tarzı, bir Ermeni kolektif
kimliğinin payandaları olarak kullanılmaktadır. Bu yaklaşım, Ermenistan’da
yaşayanlardan ziyade diaspora açısından büyük önem taşıdığından, Ermeni
diasporası bir bakıma kolektif kimlik inşasının müteahhitleri, kolektif bellek
müteşebbisleri gibi görünmektedir. Burada kolektif belleğin tesisi ve
yönlendirilmesi ‘soykırım kurbanı’ figürü ekseninde gerçekleştirilmektedir.
Bir sosyal travmaya dönüşmüş ortak acılar, Öteki’ne karşı parlak bir zaferin
veya başarılı bir bağımsızlık savaşının yokluğunda başvurulabilecek en önemli
referans kaynağıdır. Hatta bu figürün işlenmesi, pek çok bakımdan çok daha
kazançlı bir etkinlik olarak görünmektedir. Zira her kıyım mitosu, bir zulmün
anlatısıdır.241 Hepsinde de mitsel bir kıyıcı figürü vardır,
karşısında ise mağdur, mazlum, masum halklar. Mitos, Barthes’ın deyimiyle, bir
şeyden söz ederken, bir başka şeyden söz eden ve onda doğallaşan ikinci bir
anlamlar sistemidir (1963). Kolektif temsilleri yapılandıran ve bireyin
toplumuna bakışını saptıran mitoslarda, bir şey kendini maskeleyip masum bir
meta-dil üretmekte ve doğaya dönüşmektedir. Böylece olgu ve kanaatleri
reddetmek- sizin, doğa gibi kendini dayatmakta ve “bir tür ideolojizm
yapmaktadır” (Mesnard, 2004)
1915 Olayları
bir mitosa dönüştüğünde, bu mitos, söz konusu olayların dışında başka
şeylerden, örneğin Türklerin kıyıcılığından söz etmekte ve bunu bir bakıma
onların doğası, özü olarak sunmaktadır. Zalim ile ilişkinin belleğe işlenişi,
doğal olarak, zalim ve mazlum prototipleri ya da temsilleri üzerinden yapılacak
ve her fırsatta kendini gösterecektir. Yeg- hiçheyan (1980), 1915 olaylarının
ardından, dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan ve yeni bir yerde bir aile kuran
Ermenilerin çocuklarını, psikana- litik bir yorumla radikal bir kastrasyona
maruz kalmış çocuklar olarak nitelemektedir. Özellikle annelerinin kendileri
için imkânsız hale gelmiş benlik ideallerini gerçekleştirmekle yükümlü kılınan
bu çocuklar ürkütücü, ezici imago 'lar242 taşımaktadır. Annenin
aşırı yatırımına uğrayan -özellikle erkek- çocuk, bir fetiş çocuğa dönüşmekte
ve kendisini hadım edilmiş olarak kabul etmektedir. Bu en olağan savunma
yoludur. Diaspora yaşantısında Ermeni kimliğinin dil üzerinden dışa vurumu da
sorunlu gö-
dinmektedir.
Zira bulunulan ülkeye ve koşullara bağlı olarak farklı tutumlar oluşmaktadır:
Ermeni dilini inkâr etme, fosilleştirme (yeni nesillere köken dili ve kültürü
aktaramama), farkı/kimliği koruyup dili terk etme, kökenlere dönerek dilin
promosyonunu sağlama, vb.
Burada
betimlendiği haliyle diaspora yaşantısı, özel bir psiko-sosyal evrendir.
Kendine özgü dinamikleri içinde dıştan her tür müdahaleye kapalı bir anlatı
ekseninde işleyen bir evrendir. Bu evrende, sürekli beslenen ve
biçimlendirilen acılar ve hatıralar, ancak bir büyük travmaya maruz kalmış,
iğdiş veya hadım edilmiş olma ve dolayısıyla ilk günah örün- tüsü çerçevesinde
anlam kazanmaktadır.
Gruplar arası
ilişkilerde mağdur olmak, avantajlıdır, kimsenin karşı çıkamadığı bir takım
meşru haklar içerir. Bu, mağdurların meşru gücüdür. Mağdur durumu tescil edilen
kişi veya grup, sürekli alacaklıdır; mağduriyet oyunu sürdüğü sürece,
alacakları da asla bitmez. Bu nedenle gruplar arası çatışmalarda, mağdur
olmayanlar da dahil herkeste kendini mağdur grup, mağdur cemaat, mağdur azınlık
konumunda gösterme eğilimi vardır. Bunlar konumları tescil edildiğinde,
sürekli yeni taleplerde bulunma imkanına sahip olurlar.243 Nitekim
dünya üzerinde çeşitli “uluslar, gruplar, hepsi de özel muamele talep ediyor;
birbirinden çok farklı gruplar kurban rolünü oynuyor; kendilerine bir diyet
borcumuzun bulunduğu, bir takım ayrıcalıkları borçlu olduğumuz gruplar olarak
sahneye çıkıyorlar”244 Mağduriyet konumu, kıyım mitosunun
barındırdığı kıyıcı figürü ve kıyas için belirlenmiş bir Ötekinin varlığıyla
birlikte ele alındığında, 'günah keçisi arayışı’ teorisinin (Rene Girard)
ortaya koyduğu üzere, mevcut sıkıntıları, zayıflıkları, krizleri hafifletmeye
de yaramaktadır; suçlanacak birinin, bir sorumlunun bulunması sorunlarla
psikolojik planda başa çıkmayı sağlamakta; gelecek endişesini ve belirsizliği
azaltmaktadır.245
Üstelik bu
tür bir söylem, Osmanlı İmparatorluğu döneminde olan bitenler konusunda, hem
Batının emperyalist güçlerinin ve hem de Er- menilerin payını ve sorumluluğunu
unutturuyor. Batı toplumlarının suç ortaklığıyla bir Türkofobi ve Ermenofili
yayılmaya çalışılıyor. Dünyanın her yerinde mahkemeler kuruluyor,
deklarasyonlar yapılıyor ve Türk- lerin suçluluğu ilan edilip mahkûmiyetleri
kayda geçiriliyor. Bu Türkofobi, dünya ülkelerindeki kendini demokrat-ilerici
gören güçlerin ma- sum-mazlum-mağdur olanın yanında yer alma refleksiyle
entelektüel çevrelerden de destek buluyor. Konu hakkında yakın bir uzmanlığı bu
lunmayan, ama
kamuoyunu oluşturan büyük insan kitlesi için, Ermeni tezinin yanında olmak,
daha meşru, daha etik, hatta ‘çağın havasına uygunluğu nedeniyle de zihinsel
planda daha ‘ödüllendirici’ görünüyor. Gu- illebaud’nun (1995, s. 81)
deyişiyle, yeni bir ‘kurban retoriği’ gelişiyor dünyada: İnsancıl iyiliksever
retorik, demagojiye dönüşüyor ve “iyiye el koyuyor”, bir iyilik pazarı ve bu
pazarda kurbanlar adına konuşma yarışı doğuyor. Kurban, ontolojik olarak iyiyle
karışınca, kurnazlığı öğrenen Devletler de ‘iyiliksever’ rolünü oynuyor.
Dünyanın çeşitli köşelerinde acı çeken insanlar, sadece şu veya bu devletlerin
tebası olmazdan önce, insanlığın acı çeken bir parçası sayılarak müdahale (ingerence)
hakkı tesis ediliyor ve yardımlarda, müdahalelerde stratejik arayışlar
gözleniyor Gu- illebaud’nun ifadesiyle “iyiyi Batıya yollama ideolojisi”
işliyor. Bu gerçek bir insancıl eylemden çok, onun görüntüsü (simulacre).
Batı’nın Batı-dı- şıyla ilişkilerinin, daha önce de değindiğimiz ‘değerleri
araçsallaştırma’ tavrının bir başka yönü var burada: Meşruiyeti sürekli elinde
tutma. İnsan hakları veya demokratik haklar gibi kavramlar da ideoloji
tarafından ele geçiriliyor, amaçlarında saptırılıyor. İnsan hakları Batının az
gelişmiş ülkelere müdahale edişlerinin bir numaralı manivelası haline gelmiş
görünüyor (Kıray, 2001; s. 295).
Kurbanla
birlikte kurbanın yanında yer alanlar da mistik bir kutsallığa ya da kutsal bir
dokunulmazlığa bürünüyor. Sosyal temsillerde geçmişin mağduru veya ezileni
olarak yer edinmek, hem ‘ezilen’in, hem de ‘ezilen- ciler’in geçmişteki
davranışlarının sorgulanmasını engellerken, andaki haksızlıklarının,
günahlarının da üstünü örtüyor.
Bu bağlamda,
Türk toplumundan bellek görevi talebi, simetrik olarak Ermeni toplumundan
istenmemektedir. 1890’lardan I. Dünya Savaşına kadar uzanan dönemde hareket
tarzlarını gittikçe sertleştiren Ermeni örgütlerinin faaliyetleri bir
masumiyet perdesiyle örtüldüğü gibi, Azerbaycan topraklarının Ermenistan
tarafından işgali de önemsenmemektedir. Etrafındaki mağduriyet halesi
nedeniyle, Ermeni diasporası dünya kamuoyu nezdinde güçlü bir konumda
bulunmakta ve alternatif perspektif arayışlarını kilitleyebilmektedir. Çünkü
geçmişin, anın gereklerine göre sürekli olarak yeniden kurgulanması, bir
çatışma mantığı içersinde işlemektedir. Komşuların, diğerlerinin, Ötekilerin,
tanımları gereği olumsuz önyargı ve stereotiplerle bezendiği, ‘günahların,
suçların hep onlar tarafından işlendiği fikriyle örülmüş bir bellek dokusu,
barışı veya birlikte varoluşu değil, çatışmaları beslemektedir.
İVİI
I IIIIX 11 İLCİSİ
1915 olayları
konusunda, Türk toplumunun kolektif belleği de kimlik inşasının gereklerine
göre işlemekte ve bir başka açıdan sorunlu görünmektedir. Her şeyden önce, bu
dönemde yaşananların, sıradanlaştırılması, sanki bir asayiş sorunu imiş gibi
ele alınması ya da savaşlar içinde bir savaş, başkaldırılar arasında bir
başkaldırıymış gibi bakılması doğru görünmüyor (kaldı ki politik açıdan
‘isabetli’ de değil).
Bu mesafeli
duruş, esasen, tümüyle Türk toplumuna özgü de değil. Batı dünyasında da,
tehcir, katliam, toplu kıyım gibi olaylar, sosyal bilimlerin kirli
konularından sayıldığından uzunca bir süre el atılmamıştır. Ancak, Osmanlı
topraklarında 1915 olaylarının öncesinde veya sonrasında ölen/öldürülen herkes,
kökenleri ne olursa olsun Osmanlı vatandaşıdırlar. Bir toplumun
vatandaşlarının başına gelenlerden doğrudan sorumluluğu vardır; problem
çıkaranlar (ayaklananlar, ihanet edenler, bağımsızlık arayanlar, vb), sanki bir
dış varlık (entite) gibi görülemezler. Dolayısıyla, Türk toplumunun bellek
görevini, Batı dünyasının zaman zaman seslendirdiği yönde değil, bu mantıcı
öncül alan bir yönde yapması daha doğru görünmektedir.
Geçmişin
okunması konusunda farklı anlayışlara sahip iki tarafın, bellek görevlerini
yaparken, birlikte varoluşlarını engellemeyecek bir tutum izlemeleri, muhakkak
ki son derece önemlidir. Bir tarafın ‘yüreğini hafifletecek’ yaklaşım, diğer
tarafınkine yük getirdiğinde, yeni bir çatışma tohumu ekilmiş olacaktır. Bu
durum, Çerçeve l’de Ohannes ve Mehmet’in ilişkilerinde sembolik olarak
gösterilmiştir.
Siyaset, hiç kuşkusuz ülkeler veya toplumlar
arasında cereyan eden ' olaylara indirgenemeyecek kadar çok boyutlu ve karmaşıktır.
1915’in trajik olayları etrafındaki tartışmalann şu ya da bu yönde yürütülmesi
ve sonuçlandırılması bireyler için de son derece hayati bir önemdedir.
İnsanlar bu olaylardan
çok çeşitli bakımlardan etkilenebilir. Bu etkilenmenin ihmal edilemeyecek bir
boyutu, bilişsel tutarlılık ve dengelerimizle ilgilidir. 1960’h yıllann
başlarında, ‘bilişsel tutarlılık’ (cognitive consistency) teorileri
olarak tanınan bazı sosyal psikolojik teoriler (Heider: Denge (balance)
Teorisi; Tannenbaum: Uygunluk (congruity) Teorisi; Festin- ger: Bilişsel
Çelişki (cognitive dissonance) Teorisi), insanların zihinsel planda
çelişkilerden kaçma ve tutarlılık arama eğiliminde olduğunu var
saymaktadır. Bunlara göre
insanlar, davranışları, duyguları ve fikirleri arasında bir tutarlılık, bir
denge sağlamaya, örneğin fikirleri ile hareketlerinin uyuşmasına çaba
harcamakta veya satın aldığı arabasını aynı zamanda sevmekte ve ayrıca bir
arkadaşının da onu beğenmesini arzulamaktadır.
Burada Heider’ın denge teorisi
çerçevesinde, kökensel aidiyetleri farklı T.C. vatandaşı iki kişinin, tipik bir
Türk Ermenisi ile tipik bir Türk'ün durumunu irdeleyebiliriz. Bunlar Ohannes ve
Mehmet olsun. Her ikisi için de birbirleriyle ve kökensel topluluklarıyla
ilgili duyguları bakımından dengeli durum, Ohannes ve Mehmet’ten her birinin
hem kendisinin, hem diğerinin grubuna sempati duyması, şu şekilde ifade
edilebilir.
Bu şekillerde, Ohannes ve
Mehmet’in her ikisi de zihinsel planda bir denge durumundadır: O/M+E, O/M+T,
E+T durumları. (1970’lerin hemen başında Fransa’da benim ve Ohannes’in içinde
bulunduğu karma arkadaşlık grubumuzun somut durumu aynen böyleydi) Bu denge
Türklerin Ermenileri hainlikle, Ermenilerin ise Türkleri soykırımla suçlaması
halinde bozulur.
Bu durumda Ermeniler ile
Türkler arası ilişki olumsuz bir nitelik (-) alır, Ohannes’in olduğu gibi,
Mehmet’in de sevdiği iki grup birbirine düşmanlık içindedir; tıpkı sevdiğimiz
iki kişinin birbirini sevmemesi ve bizim bundan rahatsız olmamız gibi bir
durum söz konusudur ve bunu gidermek için her ikisi de dengeyi kurma çabasına
girecektir. Burada her ikisi için de bir
“şeytani denge"
durumu mümkündür: Yukarıdaki üçgenlerde görüldüğü üzere Ohannes’in Türklere
karşı, Mehmet’in de Ermenilere karşı görüşü- nü/duygularını olumludan olumsuza
çevirmesi. Bunlardan biri, ayırıcıdır; Ohannes Türkleri sevmekten vazgeçer (Hem
Ohannes, hem de Ermeni- ler, Türklere karşı olumsuz duygular beslemektedir:
O+E, E-T, O-T); İkincisi ise dışlayıcıdır ve Mehmet Ermenilere karşı duygularını
olumsuz yönde değiştirmiştir (M+T, T-E, M-E).
Bu tür bir durum etik
olarak arzu edilir olmasa da, birbirinden uzakta olan kişiler için, örneğin
Ohannes’in San Fransisco'da yaşaması halinde fazla sorun yaratmayabilir;
nitekim Ermeni diasporası bunu isteyebilir; ama bu, Ohannes’in İstanbul’da
yaşaması halinde sorunludur. Birlikte yaşamak isteyen veya yaşama
mecburiyetinde olan gruplar için psikolojik olarak tek arzu edilebilir denge
durumu, başlangıçtaki durumdur.
Bu analiz,246 Türkler ile
Ermeniler arası ilişkilerin ve dolayısıyla iki grubun birbirine bakışının
mutlaka olumluya çevrilmesi gerektiğini göstermektedir. Bunun için her
ikisinin de geçmişi farklı bir perspektiften okumaya çalışmaları, kolektif
belleklerini yeniden oluşturmaları ve tarihlerini yeniden inşa etmeleri en
makul yol olacaktır. AB’nin Sorbonne ve Bologna Konferanslarının ardından Prag
Zirvesi’nde, üye ülkelerin, birbirine düşmanlık öyküleri içeren tarih
kitaplarını yeniden yazma kararına varmaları, bunun en canlı kanıtıdır.
{Kaynak: ’N. Bilgin:
Kolektif kimliğin inşasında tarihin araçsallaştırılması, Türk- Ermeni
ilişkilerinde Yeni Yaklaşımlar, Uluslararası Sempozyum. 15-17 Mart,
İstanbul
Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluş sürecini izleyen yakın tarihimizi inceleyen pek çok
tarihçinin, günümüz değerleri açısından bu döneme yönelik eleştirileri
bilinmektedir. Bunları burada tekrarlamayı gerekli bulmuyorum. Ama özetle
belirtilirse, cumhuriyetin ‘azınlık’ gruplara yönelik politikaları,
eleştirilerin odak noktasında bulunuyor. Güneş-Dil Teorisinden Varlık Vergisine
kadar bir takım görüş ve uygulamalar, yurttaşlık anlayışındaki etnik yöne
sapmalar ve benzeri olgular, özellikle dile getiriliyor. Bunlar, bundan sonraki
bölümde ortaya konduğu üzere, ‘yurttaşlığı soydaşlığa üstün tutan’
Cumhuriyetçi anlayışla uyuşmuyor. Ancak bu tür olguların, cumhuriyetin temel
felsefesinin bir sonucu gibi değil, konjonktü- rel/pragmatik kaymalar olarak
görülmesi ve bunlarla, bir başka türlü değil, bu nitelikleriyle hesaplaşılması
gerektiği açıktır. Burada olaylara siyaset teorisinin normatif perspektifi
yerine sosyal bilimlerin emprik perspektifinden bakarak, bir hususa işaret
etmekte yarar var.
Bu hususla
ilgili olarak kayda alınması gereken ilk hareket noktası şu; devrim veya
yasalar, reel duruma ilişkin yeni bir düzenleme getirdiklerinde, toplumsal
dinamiklerle ters düşmeleri ve bu dinamiklerin sürekli olarak iktidar
alanlarını korumaya çalışmaları kaçınılmazdır. Bununla ilişkili bir başka nokta
da, yeni düzenlemenin bu tür oluşumlardan pratik yararlar sağlaması olabilir;
örneğin ortak olduğu kadar da köklü (kökü derinlerde) bir geçmişin tesis
edilmesi, farklı yönde işleyen kimlik anlayışlarıyla konjonktürel olarak
örtüşebilir. 1930’lu yılların gazetelerinde tefrika edilen romanları (Mete, vb)
konu alan analizinde Başaran (2004), ‘bellek yönetiminin popüler formu’ olarak
nitelediği bu romanların kolektif belleğe sürekli malzeme aktardığını öne
sürmektedir. Bu malzeme, genel olarak, Grosser’in terimleriyle 'birinci kültür’
yönündedir. 1960’h yıllara kadar uzanan dönemde geniş kitlelere ulaşan A. Ziya
Kozanoğlu’nun romanları (Kızıltug, Kolsuz Kahraman, Malkoçoglu, Kubilay Hanın
Gelini, vb) veya Nihal Atsız’ın romanları (Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar
Diriliyor, vb) aynı yönde işlemektedir. Kolektif belleğe etnosantrik yönde malzeme
aktarımının bir boyutu, resmi tarih üretme gerekleri ise, ikinci boyutu
-Cumhuriyetin ilke olarak yetinmemesi gereken, ama kaçınılmaz olarak
işlerliğini koruyan - komünoter kültürün yansımalarıdır. Zira Türk toplumunun
dinamikleri, dönemin gerekleri (kolektif kimlik yönünde resmi tarih yazımı) ve
basının yapısı değiştiğinde de, bu tür ürünlerin sürmesi ve yaygınlığını
koruması, bu yoruma işaret etmektedir. Nitekim 1960’h yıllar, kitap olarak
basıldıkları gibi, gazetelerde de tefrika halinde yayınlanan çizgi romanların
altın dönemi olmuştur. 'At, avrat, silah’ ideolojisi ekseninde örgütlenen
Karaoglan, Karamurat, Malkoçoglu, Tarkan gibi çizgi öyküler, büyük ölçüde
etnik temelli ‘Türklük’ temasını işlemiştir.247 Öykülerde resmedilen
Ötekiler, güncel ihtiyaçlara cevap veren bir kimlik inşasının yapı taşı olmaya
uygun bir nitelik taşımamaktadır: Viking Prensesi Anita (T), Büyücü Goşha (T),
Venedikli Şövalye Giovanni (KM), Macar Derebeyi Zoltan (MO), Işkodra Valisi Antonyo
(KM), Samara Şeyhi, vs. Tüm bunlar resmi tarihin kahramanlan olmaktan ziyade,
insanlığın zulüm, barbarlık, talan, işkence, iktidar hırsı, şehvet düşkünlüğü,
haksızlık, şeytana satılmıştık gibi tutku ve özelliklerle bezenmiş ortak kötü
anlayışının fantazmatik yerel versiyonlarıdır. Bu hususu, daha sonra, birinci
ve ikinci kültürün gerilimi olarak gelecek bölümde tekrar ele alacağız.
Üçüncü husus,
yurttaşlık anlayışındaki sapmalarla ilgili. Bir toplumun anayasal düzeyde
yurttaşlığı kavramsallaştırma tarzı, pratikte insanlar tarafından kavranış ve
yaşanış tarzıyla örtüşmüyor. Bu durum, sadece Tür
kiye gibi
demokratikleşme sorunları yaşayan ülkelerde değil, Batı Avru- panın gelişmiş
demokrasilerinde de gözleniyor. 1998 yılında İtalya, İngiltere, Fransa,
İspanya gibi bir dizi Avrupa ülkesinde yapılan alan çalışmaları,
liberal/cumhuriyetçi/inşacı yurttaşlık anlayışının yanı sıra, kültürel gelenek
ve miraslar temelinde vücut bulan yurttaşlık anlayışının oldukça yaygın
olduğunu ortaya koymaktadır (Duchesne, 1998; Bier ve Rouet); 1998; Brechon,
1998; Neveu, 1998).
Batı
ülkelerine kıyasla ulus-devlet kurma süreci çok daha yakın yıllara rastlayan
Türkiye’nin, bir yandan kimlik inşasının gereklerine, öte yandan ardı sıra
yaşadığı I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın yaralarını sarma çabası
içinde, resmi tarih üretmesi istisnai bir durum değildir. Ondan bunun tersini
beklemek, yani diğerlerinin yapamadığını veya yapmadığını beklemek, kolektif
belleğin kimlik inşasındaki işlevlerini kullanmaması anlamına gelecektir.
Resmi tarih üretimine, hemen her ulusta rastlanması, bunun ‘bedava’ bir
etkinlik olmadığının en büyük kanıtıdır. Özellikle kuruluş dönemlerinde
görülen bu üretim ‘motive’ edilmiş bir etkinliktir, yani amaçlı ve
ödüllendiricidir. Doğuş halindeki bir toplumda (in status nascendi), grup içi
dayanışma ve bağlılığın tesis edilmesi, grupla özdeşleşmelerden geçer.
Özdeşleşmenin dinamikleri konusundaki sosyal psikolojik veriler,
özdeşleşmenin, grup statüsünden etkilendiğini göstermektedir (Ellemers ve
Baretto, 2001). Grup statüsü yükseldikçe, yani grubun, grup üyelerinin
algılarına göre toplum içindeki konumu yükseldikçe, özdeşleşme ve angajman
yönündeki eğilim güçlenmektedir.; aksi durumda, özdeşleşmeye karşı bir direnç
görülmektedir. Damgalanma konusunda (bkz. II. Kısım, 3. Bölüm: Sosyal
Damgaların Gücü) gözden geçirdiğimiz verilerin de, düşük grup statüsünün
insanlar üstündeki olumsuz etkilerine işaret ettiğini hatırlayalım. Grubun
'parlak bir geçmişe sahip’, güncel olarak başarılı ve gelecek vaad eden bir
grup gibi algılanması, gruptan elde edilen doyumlu ve dolayısıyla memnuniyet
düzeyini de yükseltmektedir. Ellemers ve Baretto’ya (2001) göre pek çok
araştırma bulgusu, -grubun önemi sabit kalmak koşuluyla-, yüksek statülü grup
üyelerinin, düşük statülü olanlarınkinden ‘daha olumlu duygular (memnun, rahat,
mutlu) bildir- dikleri’ni göstermektedir. Bu araştırmacılara göre, grup
üyelerinin gözünde grup statüsünün yüksekliği, özdeşleşme ve memnuniyetten başka,
öz-saygı düzeyinde de yansımaktadır. Bu konuda genellemeden kaçınarak
denilebilir ki, yüksek statülü bir grubun üyeleri, kendilerini diğer grupların
üyeleriyle karşılaştırmaya girdiklerinde, kendi lehlerinde
bir sonuca
varma olasılıkları daha yüksektir. Kaldı ki literatürde mevcut pek çok veri ve
bulgu, grup statüsünün yüksekliğinin, burada ele almayacağımız, algısal,
psikolojik, atıfsal, davranışsal, vb. sonuçları olduğunu ortaya koymaktadır
(Ellemers ve Baretto, 2001). Bu saptamalar, bir ulusun algılanan statüsünü
artırmaya yönelik bir etkinlik olarak niteleyebileceğimiz resmi tarih yazma
etkinliğinin kolektif kimlik inşası planında ne denli ödüllendirici olduğunu
göstermektedir.
Kuşkusuz bu
kimlik inşa dönemi sonsuz olamaz; Türk toplumunun bugün, yüceltilmiş (sublime)
veya bastırılmış (refoule) bir geçmişe kuruluş yıllarındaki ölçüde
ihtiyacı yoktur. Bu ihtiyaç, çeşitli alanlarda toplumun kaydettiği başarılara
bağlı olarak azalacaktır. Kaldı ki hatalarına karşıdan bakabilecek bir
birikime, olgunluğa ve hatta bilgeliğe sahip olmak da önemlidir ve Türk
toplumu, bu düzeyden çok da uzakta değildir.
Ancak bunun
siyasal bir dayatmanın veya oyunun parçası gibi algılanması halinde, bir
savunma refleksinin uyanacağı da açıktır. Bellek görevinin, peşinen deklare
edilmiş bir ‘soykırım’ yargısının kabulü olarak tanımlanması, Makyavelik bir
oyun olarak görülecektir. Osmanlının son döneminden itibaren, yakın
tarihimizdeki olaylarla ilgili olarak, Türk toplumunun yanı sıra da bu
olaylarda yer alan aktörlerin ya da toplulukların da (örneğin; Ermeni, Rum,
Rus, İngiliz, Fransız, Amerikan, vb) bellek görevi vardır. Tarihsel olaylar,
sadece bir grup insanın tek başına oynadığı ve diğerlerinin seyrettiği bir
tiyatro oyununun epizodları olarak görülemez.
İlk adım
olarak, tarihte cereyan eden tüm katliamlar veya toplu kıyımların,
‘soykırım'dan ayrılması gerekir. Katliam bir tarih kavramıyken, soykırım bir
hukuk kavramıdır. Bellek görevi açısından, hukukun karara bağlamadığı tüm
olayları, brüt çıplaklıklarında ele alıp kavramak daha uygun.
Kaldı ki
katliam (massacre) teriminin dahi kullanımı, belirli kıstaslara bağlı
görünüyor. Semelin’in (2005) analizi, iki aşama ayırt ediyor katliamlarda:248
Öncelikle katliama götüren rasyonel kararlar silsilesi, sonra da bireylerin
öldürme çılgınlığına ve irrasyonel uçlara kaydıkları bir eyleme geçiş aşaması.
Buna göre katliamlar insanların deliliğine atfedilemez; bu pratiklerin rasyonel
yanları ve eylemlerin faillerinin politik amaçları vardır. İrrasyonellik bunun
ardından gelmektedir. Auschwitz’e kadar uzanan süreçte paranoid öğeler öne
çıkmakta, failler, bu özel bağlamda hezeyana kapılmış gibi davranmakta ve
çifte kişilikler (iyi aile babalarının ca
nilikleri)
görülmektedir. Semelin bir Matruşka (iç içe geçen Rus Bebekleri) mantığı
içinde üçüncü bir süreç ya da olgu daha ayırt eder. Rasyonel - irrasyonel,
normal - patolojik karşıtlıklarının ötesinde imajiner/muhay- yel bir öğe
vardır. Katliamları anlamak için zamanda geri gitmek ve insanların kültürel
temsillerine bakmak gerekir. Zira katliamlar belirli bir -zihinsel temsil
sürecinin ürünüdür; bu süreç, diğerini marjinalleştiren, aşağılayan, alçaltan,
hatta yok ettiren bir vizyon oluşturur.
Semelin,
katliamlarda modernliğin çeşitli özelliklerinin (sanayileşme, Taylorizm,
insanın araçsallaştırılması, ırkçı milliyetçi görüşler, Sosyal Dar- vinci
teoriler, vb) etkili olduğunu savunan yazarları (George Mosse, Enzo Traversa,
vb) kısmen haklı bulmakla birlikte, asıl etkenin kolektif temsiller olduğunu
belirtir. Ona göre ideoloji (kolektif temsiller), insanların eylemlerini
meşrulaştıran bir çerçeve, bir haklılaştırmalar repertuarı oluşturur. İdeoloji
ile muhayyile birbirine eklemlenir. Toplumdaki entelektüeller bir takım ‘anlam
çerçeveleri’ yaratır; 'kimlik müteşebbisleri olarak kriz zamanında düşman
figürleri oluştururlar. Buna propagandanın ve rivayetlerin de etkisi eklenince,
toplumda heyecan dalgası yayılır. Katliamın, grup konfor- mizmi, otoriteye
itaat, ideoloji, sertleşme gibi genel ve duruma göre doğaçlama ortaya çıkan
öğeleri vardır. Eyleme geçişte, ‘her şeyin mümkün olduğu’ bir ‘dünya dışına’
kayma görülür ve sonradan bu eylemlere haklı nedenler bulunur. Semelin,
katliamlara karışmayanların, reddedenlerin daha özerk ve diğerinin acısına
daha duyarlı kişiler olduklarını kaydeder.
1980’lerden
bu yana giderek artan oranda ve hemen her yerde ‘bellek görevinden söz
ediliyor.249 Kavramın açık bir tanımı yok. Vigne’nin (1997) ifade
ettiği gibi, neyin hatırlanması gerektiğini belirtmiyor; naif bir yaklaşımla,
anıların pek çok unutma, transfer, bastırma ve zaman aşımı (forclusion) içinde
toplumun siyasal ve medenî (civique) ihtiyaçlarına göre sürekli olarak yeniden
kalıba sokulduğunu, biçimlendirildiğini dikkate almıyor, bir veri olduğunu var
sayıyor.250 ‘Bellek görevi’ fikri, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya
çıkmış ve savaş sonrası doğmuş olan ve hiçbir şey hatırlamayan nesillere
yüklenen bir görevdir.251 Finkielkaut’a göre bunun anlamı Nazi
soykırımını, sadece tarihin objektifliğine bırakmayı kabul etmemek ve
yaşamadığımız bir olayın çağdaşları olarak kalmaktır. Bellek görevinde, önce
geçmişin uzmanlarının halkın zihnini, yükünden boşaltmak yerine kendi
bilgileriyle sürekli beslemesi söz konusudur, ikinci olarak, bazı olaylar
konusunda, etik tarafsızlık, olaylardan kopma veya mesafe koyma söz konusu olamaz.
Örneğin Auschwitz karşısında Spino-
za’nın ünlü
ilkesi252 uygulanamaz ve duygularından kaçınılamaz. Bu durumda şu
soru sorulmaktadır: İnsan tarihini dolduran pek çok başka acı olaylar var iken,
niçin sadece “Auschwitz için gözyaşı dökülüyor? Bu geçmişi, günümüzün üstüne
asmak ve onun, onu yaşayanlar için ifade ettiği bunaltıcı özelliğini muhafaza
etmek niye?” (s. 90).
Finkielkraut
bunu şu şekilde cevaplar: Bunun cevabı, sistematik ceset imalatı karşısındaki
sessiz tiksintidedir. Bu olayda barbarlık, sanayinin ve bürokrasinin
biçimlerinde cereyan etmiştir.. Cereyan eden şey, kırmızı ve grinin, şölensel
coşku şiddeti ile günlük monotonluğun evliliğidir. İnsanî banallik, insanlık
dışı olanın hamili olmuştur. Yönetim, şiddeti görev edinmiştir. Teknik
kompetans, soğuk ve kolay bir şekilde, kıyım çılgınlığının hizmetine
girmiştir. Ve Yahudiler, bunun kurbanı olmuştur. Bu katliam, Avrupa’nın en
gelişmiş devletlerinden biri tarafından yapılmıştır. Uygarlığımız,
uygarlığımızın silahlarıyla öldürmüştür. Nasıl çevirelim ki sayfayı?..
Yahudilerin yok edilmesinin bizi bu denli meşgul etmesi, olayın esrarını
anlayamamamızdan ve yaşadığımız dünyayı ondan tümüyle muaf
tutamayışımızdandır. Furet’nin deyişiyle “Auschwitz, kendimiz hakkında sonu
gelmez bir ürperti duygusunu besliyor”. Batı hümanizminin ve ilerleme fikrinin
bundan aldığı yaralar, kısa zamanda iyileşmemek (s. 91). Teknik ve endüstriyel
modern uygarlıkta bir fay meydana gelmiştir ve bellek görevi bizim çatlağı
kapatmamızı yasaklamaktadır.
Finkielkraut,
bu kafa meşguliyetini, militanların tutkulu takıntısından (obnubilation)
ayırır. Ona göre bunlar aşırı bellek takıntılıdır (hipermne- zik),
fanatikleşmişti: Pesimizm içinde gayet sıcaklardır; ne iyi sürprizlerden, ne
kötü karşılaşmalardan çekinirler. Onlarda hiçbir fay yoktur. Entelektüel ve
duygusal zırhları, deliksizdir. Travmatik geçmiş, onların güvenliklerinin
ebedi dayanağıdır. Daha önce olmamış, hiçbir şey olamaz, yeni, otomatik olarak
eskiler arasında tasnif olur; bilinmeyen şey, kısa zamanda kendini deşifre
eden tanıdık bir şeydir. Bunlar için her şey ‘deja- uu, deja-uecu,
deja-souffert’dir (daha önceden gördüm, yaşadım, acı çektim). Geleneğin
bilgisi ve acı deneyimi, olayı boğar ve gelecek üstünde hâkim olur. Anlamak
için, anlamış olmak yeter. Bu takıntılı bellek, cezp ettiklerini başkalarının
yerine koyma çabasından esirgeyen tembel bir bellektir. Bu tembel bellek, aynı
zamanda unutkan bir bellektir. Zira an’ı unutmaktadır. Woody Allen’in
Deconstructing Harry filminde betimlediği ve PİP etkisini yansıtan ‘en’
Yahudiler (Jewish with a vengeance)
kipa
takarlar, ama bunu Yahudi kimliklerini afişe etmekten ziyade kendileri gibi
düşünmeyen ve kipasız Yahudileri Judaizmden dışlamak için yaparlar. Bu siyaha
boyayıcılar, basımlarının argümanlarıyla hiçbir zaman karşılaşmazlar. Tek
başlarına karar verirler. Zihinleri, bir başkasının haklı olabilme ihtimaline
kapalıdır. Onlar için siyasal alan, görünüşte bile, tartışmalar içermez;
siyaset onların temsil ettikleri iyi ilke ile dünyanın sonsuz kötülüğü
arasında radikal bir çatışmadır. Finkielkraut’un bu betimlemesi, varlık
nedenini ve yaşamlarının anlamını, travmalarda bulmuş pek çok diaspora
militanına uygun düştüğü gibi başkalarının travmaları üzerinden siyaset yapan
ve mahkumiyet kararı veren parlamentoların yaklaşımını da anımsatmaktadır.253
Bu düşüncelerden hareketle diyebiliriz ki anıtlarıyla, ritüelle- riyle ve anma
törenleriyle travmalar, bazı grupların resmi belleğidir.
Bu örneklerde
de görüldüğü üzere, belleğin sosyal kullanımı, bazen grup içi, bazen de
gruplar arası ilişkiler açısından yapılmaktadır Bu önemli bir ayrımdır,
çünkü doğurguları farklıdır. Licata ve Klein (2005, s. 246) literatürde iki
kavram ayırt eder: Kökense! bellek (Viaud’dan) ve emsal bellek (Todorov’dan). Bunlardan
ilki, kimlik tanımlamada kullanılır, İkincisi ise daha ziyade dıştan empoze
edilir ve travma yaratan bir olaya gönderir. Örneğin azınlıklar, kendilerini
kurban göstererek ve çoğunluğun zulüm veya baskıcı rolünü hatırlatarak,
çoğunluğun kimlik duygusunu sorgular: Fransa’yı, kendilerini terk etmekle
suçlayan Harki’lerin (Cezayir savaşı sırasında Fransız üniforması taşıyan
Cezayirliler) talepleri bu niteliktedir; Amerikalı Afrikalılar, kendilerinin
köleleştirilmesi ve tehciri konusunda aynı yönde suçlamalar getirmektedir.254
Diaspora Ermenileri’nin belleği kullanımı da 'emsal bellek’ yönündedir.
Licata ve
Klein’a (2005) göre bellek, sadece, kimlik teşekkülünün ve korunmasının
faktörlerinden biri değil, onun tözüdür. Bu açıdan grubun otobiyografisine
tekabül eder ve bu otobiyografi, ancak bir öykü/anlatı biçiminde olabilir;255
yıllar içinde tutarlılık sağlama bir yana, grubun deneyimine bir anlam verir
(Lasszlo, Ehmann ve İmre, 2002).256
Bu husus
tarih ve bellek arası gerilimin kaynağıdır. Bir toplumun geçmişi hakkında
kolektif belleğinde işlediği öykü, en azından bu belleği taşıyanların gözünde,
‘tarih’ formunu alıyor, tarihe ikame oluyor. Esasen ‘resmi tarih’ denilen şey
de, bir tür kolektif bellek olarak görülebilir. Zira bu tarih, toplumun geçmişini
görmek istediği tarzda bir söylem üstüne kuruluyor. Ancak kolektif belleğin
tarihi ‘saptırmasının tek örneği, resmi tarih değil. Bu etki çok daha
yaygındır. Nora’nın ‘Günü
müzde tarih,
kolektif belleklerin baskısı altında yazılıyor” sözü bu olgunun açık bir
ifadesidir. Bunun paralelinde, bölgesel, cemaatsel, mesleki, vb. bellekler
çoğalıyor ve ulusal bellek geriliyor. Çünkü herkes, kendine özgü bir kimlik
peşine düştüğünde, kimlik inşasının gereklerine uygun bir geçmişe sahip olmak,
ulusal bellekten koparak kendisi için bir geçmiş yaratmak gerekiyor.
IV. 2. Siyasal Toplulukta Ötekilerin Konumu: Ulusal Kimliğin
İnşası
“Hiç kimsenin yazamayacağı kitaplar
arasında en imkânsız olanları, uluslar ue ulusal karakterler hakkındaki
kitaplardır”
J.
Barzun
Bir toplumun
farklı olanı kavrayış biçimi, siyasal örgütlenmesinde de yansır. Farklı olanı
(öteki, başkası, diğeri, yabancı) kendimizden tamamen farklı, tümüyle apayrı,
bir başkasıyla bütünleşmesi imkansız, yani radikal bir öteki olarak görmek ile
bizimle ortak özellikler taşıyan veya herhangi bir bakımdan benzer olan,
bütünleşme kapasitesine sahip bir öteki olarak görmenin siyasal örgütlenme
tarzındaki yansımaları aynı değildir.
İkinci olarak
farklılıkların bir arada yaşama modeli de önemlidir. Bu yaşama, yan yana,
bitişiklik, komşuluk, tarzında olabilir veya iç içelik, karışma tarzında
olabilir. Bunlardan birinin veya diğerinin tercih edilmesine bağlı olarak
farklı örgütlenme biçimleri doğar.
IV. 2. a. Ulusun Kavramsallaştırılması
“Halkların zoolojisi yoktur”
Husserl
Yukarda
belirtilen hususlar, siyasal topluluğun, yani ulusun kavramlaş- tırılmasında,
iki farklı modele gönderir. Ancak bu sorun, daha genelde, bir kavramın
oluşturulmasında izlenen farklı yaklaşımlarla da ilgilidir.
Bunu
Kintzler’in (1996)257 analiziyle şu şekilde açabiliriz. Çeşitli genel
fikirler gibi halk kavramı da, ya birleştirme yöntemiyle ya da soyutla
ma yöntemiyle
oluşturulabilir: Birinci halde, etnik, ırksal veya kültürel bir anlayışla, bir
takım gözlenebilir özelliklerden (davranışlar, ritler, alışkanlıklar, töreler,
inançlar) hareketle bazı insanlar birleştirilir: Camiye gidenler veya camiye
gitmeyenler, çok eşliler veya tek eşliler, falanca bölgede oturanlar veya
oturmayanlar, bir tarikatın (ya da bir etnik grubun) üyesi olanlar veya
olmayanlar, et yiyenler veya ot yiyenler, beyazlar veya siyahlar, vb. Bu
tarz birleştirmeler daima bir dışlama varsayarlar. Bu tür bir kavram
oluşturma, uzun bir dönem boyunca, ırkçı kategorilendirmelerin temeli olmuştur.
Burada, kendi kendimize oluşturmadığımız bir dış ilkeye, tartışmasız kabul
edilen ve inanılan bir şeye göre toplanılır, meşruiyet sorunu yoktur. Ulus,
bir soy, bir boy veya bir renk topluluğudur
/kincisi,
politik birleştirme tarzıdır. Burada halk kavramı, olgusal cevaplara göre veya
inançlara dayandırılarak doğrulanmaz. İnsanların bir halk olarak toplanması,
doğal bir veri gibi düşünülmez. Bu düşünce tarzı, köklerden kopmayı, geçmişe
sırt dönmeyi istemez, sadece onları temel veri olarak almamayı içerir. Ulus,
bir soy, boy veya renk topluluğu değildir. Kintzler’e (1996) göre politik
toplanmada, halk, kendini, temellendirilmesi gerekli bir inşa olarak temsil
eder. Bu temeller konusunda, bir geleneğe veya kutsal bir güce değil, kendine
hesap vermek durumundadır. Politik, inşacı yaklaşımda, hiç kimse, bir aidiyet
zorunluluğuna tabi değildir ve hiç bir cemaat, kendi dünya görüşü adına hüküm
süremez.
Bu analize
göre iki anlayıştan birincisi, kendi kendini sunan bir şeye gönderdiğinden her
türlü entegrasyon fikrini dışlar; zira eğer bir başkası kendini sunarsa,
başkası olarak sunacaktır; burada iki şey mümkün; bu başkası ya dışlanır, ya
benzer kılınarak yutulur. Irk, kan, dinsel veya etnik aidiyet terimleriyle
düşünüldüğünde hedef, dışarıda genişleme, içerde tek biçimlileşmedir.
Bu iki
kavramlaştırma tarzı, teorik bir kurgu olmayıp, bir takım tarihsel olguların
da ifadesidir ve daha açık bir deyişle 19. yy. dan itibaren Avrupa’da beliren
iki ulus anlayışına tekabül etmektedir. Bunlar kontrata ve kolektif ruha dayalı
ulus anlayışlarıdır.258 Bunlara cumhuriyetçi ulus ve cemaatçi ulus
anlayışları da denebilir. Kabaca belirtilirse, kontrata dayalı ulus (nation-contrat),
yasa önünde eşit vatandaşların iradi katılımıyla serbestçe oluşan ulus
anlayışını; kolektif ruha dayalı ulus (nation-genie) ise, bir tarihin
ürünü, anıların ve geleneklerin tezahürü olan ulus anlayışını ifade etmektedir.259
Bu iki
anlayıştan birincisi, Aydınlanma felsefesinin devrimci söyleminde ifadesini
bulduğundan "devrimci ulus anlayışı" olarak da nitelendirilmiştir.
Burada ulus yurttaşlar topluluğu olarak tanımlanmakta, tarihsel veya kültürel
topluluk (etni) biçimlerinden ayırt edilmektedir. Bazı yorumculara göre
Herder'in Volkgeist kavramına dayanan ikinci anlayış ise romantik felsefede
ifadesini bulmuştur.
Renaut’nun
(1991) incelemesine dayanarak bu anlayışları şu şekilde özetleyebiliriz.
Kontrata dayalı ulus anlayışı, Sieyes'in "ortak bir yasa altında yaşayan
ortaklar birliği" olarak tanımladığı bir ulusa gönderir. Bu ulus, hakları
ve görevleri bakımından eşit olan ve bu eşitliği karşılıklı olarak kabul eden
insanlardan oluşur; kısacası ulus, sosyal kontratın ilkelerine katılma üzerine
temellenmiş ve özgür bir ortaklıkta iradi bir birleşmeyi içerir. Bu anlayışın
ideal-tipinden hareketle Renaut, kontrata dayalı ulus tipinin mantıksal bazı
karakteristiklerini ortaya koymaktadır. Bence bunlardan üçü özellikle
önemlidir:
• İlk
olarak, buradaki ulus anlayışında inşacı bir perspektif hâkimdir; ait olunan
bir bütünden ziyade, sözleşmesel bir bağdan itibaren, inşa edilen bir yapı söz
konusudur. Ulus, iktidarı genel iradeye devretme kararını veren ve sözleşmeye
katılan insanların bütünüdür. Politik olarak, bu ulus fikrinin ufku, İnsan
Hakları Deklarasyonunda yazılı ve kamu önünde açıklanmış ilkelere iradi
katılım tarafından tanımlanmış demokratik topluluktur. Dolayısıyla, bu mantığa
göre, dünyada pek çok politik rejim olduğu için pek çok ulus vardır; uluslar
arası fark politiktir, olgusaldır, ama doğal, yani aşılamaz değildir.
• İkinci
olarak, milliyet doğal bir belirleme değildir, bir ulusun üyesi olarak
doğulmaz; ulusa mensubiyet, demokratik topluluğa veya sosyal kontrata iradi bir
katılım edimiyle gerçekleşir. Böylece, milliyet, vatandaşlıkta emilir/erir.
(Nitekim Oktay'ın (1995) belirttiği üzere, Fransa'da 1793'te Fransız Musevileri
hakkında çıkarılan bir yasanın gerekçesinde şöyle denmektedir: "Musevi'ye,
Musevi olması dolayısıyla hiçbir şey, Fransız yurttaşı olması dolayısıyla her
şey".
• Üçüncü
olarak, bu anlayışın yol açtığı dinamik, kozmopolitizme elverişlidir; mademki
bu ulusun ilkeleri, hukuki anlamında bir hümanizmin ilkeleridir (insan
hakları), öyleyse demokratik topluluğun (komünote) tüm halklara genişlemesiyle
bu ulus diğerlerinden fark-
Iı olarak var olmayacaktır; bu ulus kozmopolitizmin ve sürekli barışın
ufkunda ve kendi kendinin ortadan kayboluşu temelinde düşünülmelidir.
Kontrata
dayalı ulus anlayışının karşıtı olan ve "romantik ulus" olarak da
adlandırılan ikinci anlayışta ulus, tarihin ürünü, "topluluğun kolektif ruhunun
ifadesi" (Joseph de Maistre) olarak kavramsallaştırılır. Burada özgür
ortaklık fikrinin yerini kapsayıcı bütünsellik; geleceğe açık inşa fikrinin
yerini, geçmişte kök salmış gelenek; düşünülmüş katılım fikrinin yerini,
yaşayan bir ırk ve dil topluluğuna mensup oluşun organik doğal bağları fikri
alır.
Bu iki ulus
tipi ayrımı oldukça genel bir ayrımdır. Huntington da (2004) genellikle iki tür
ulusçuluğun ve ulusal kimliğin varlığının kabul edildiğine işaretle, bunları
Fransız ve Alman, medeni ve etnik, politik ve kültürel, devrimci ve kabileci,
liberal ve bütünsel, rasyonel-işbirlikçi ve or- ganik-mistik, yurtseverlik ve
ulusçuluk terimleriyle adlandırmaktadır.
/nşacı
ulus (ya
da Fransız cumhuriyetçi ve Amerikan liberal ulus anlayışı ya da cumhuriyetçi liberal
ulus anlayışı) ve cemaatçi ulus (kolektif ruha dayalı) olarak da
adlandırabileceğimiz bu iki tarz, ulus ve devletin birbirine öncelikleri
bakımından da farklılaşırlar. Cemaatçiler ‘Önce ulus, sonra devlet olmalı'
anlayışındadır; zira bu anlayışta, devlet, kendi dışında bir töz olarak zaten
var olan bir varlık’a (entite), bir ırk topluluğuna ya da etnik gruba dayanır.
Kontrata dayalı ulus ise, ulusu, siyasal örgütlenmenin bir sonucu olarak
görür; sanıldığının aksine Avrupa uluslarının kuruluş süreci, bu şemaya daha
uygundur. Örneğin İtalyan ulusu, İtalya Bir- liği’nin ve devletin kurulmasından
sonra yaratılmıştır (Mazzini) ve “Fran- sızlar, cumhuriyetin icadı” (Sciences Humaines,
n. 144, 2003) sayılmaktadır.
ABD’inde
Amerikalılık, doğal bir süreç içinde kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Chicago
Ekolünün çalışmalarında da yansıdığı üzere, farklı kökenden gelen insanların
bir takım norm ve değerler etrafında bütünleştirilmesi, 20. yy. başlarında
önemli bir sorun olmuştur. Amerikan Basın Organizasyonu yöneticilerinden
Kellor’un ‘Amerikanlaştırma hin nasıl yapılacağı'na ilişkin 1915 tarihli
söylemi bunun pek çok göstergesinden biridir. Stuart Ewen’in (1983)
naklettiğine göre, Kellor, Amerika’nın idealleri, kurumlan, yasası, düzeni ve
refahı, henüz tüm göçmenlere satılmadığını, Amerikan yaşam tarzları ve
ürünlerinin, ülkede yaşayan herkes tarafından satın alınmadığını belirtmekte
ve Amerikanlaştırmanın gereğine
işaret
etmektedir. Ayrıca bunun için en etkili yol olarak, ulus düzeyinde reklâm
yapmayı önermektedir.
Bu programı
değerlendiren Paicheler (1996, s. 95), 20. yy. başında ABD’de siyasetçilerin,
iş adamlarının ve onlarla bağlantılı olarak çalışan reklâmcıların programını şu
şekilde özetlemektedir: Ortak davranışları benimsetme yoluyla farklılıkları
silmek, homojenleştirmek, tekillikleri ortadan kaldırmak. Bunlar ABD’de
dönemin sosyal psikoloji teori ve pratikleriyle de büyük bir paralellik
göstermektedir. Tüm bilgiler, etrafında sağlam bir konsensüs bulunan üniter bir
toplum projesi etrafında eklemlenmektedir. 1910’lardan itibaren kullanılan
incelikli teknikler, davranışları ölçme, sınıflandırma, repertuarlaştırma,
mertebelendirme ve homojenleştirme yönünde ustalıkla işletilmiştir.
Huntington’da
bu sürecin bir başka boyutuna işaret etmektedir: Amerikan ulusal kimliği,
Jefferson tarafından tanımlanan ‘Amerikan Ruhu’ (veya doktrini) etrafında inşa
edilmiştir (Huntington, 2004).260 Bu inşada, aynı bayrak altında
yapılan savaşların da büyük bir payı vardır. Huntington a göre Fransızlar,
HollandalIlar, Ispanyollar, Prusyalılar, Almanlar ve Italyanlar savaş potasında
ulusal kimliklerini biçimlendirip belirginleş- tirmiştir. Çeşitli halklar,
kendilerini diğer gruplardan ayrıştırmak için verdikleri savaşlarla ulusal
kimlik duygularını geliştirmişlerdir.
Ulus-devletler,
genelde, inşacı bir perspektiften hareket ederek, coğrafi sınırları içersinde,
politik, sosyal, kültürel, tarihsel, mitsel ve dinsel bir bütün
gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu perspektifte, Devlet, ulusun ve toplumun
birlik ilkesi olarak görülmüş ve “ulusal kültürle eşleşmiş Ulusal- Devlet”
modeli çerçevesinde modernlik ile ulusal-devlet tekabüliyeti kurulmuştur
(Touraine, 1992): Uzunca bir dönem dünyaya egemen olan modernlik anlayışı
çerçevesinde rasyonellik, ekonomik alanın özerkliği ve ulusal devletin
yaratılması ilkelerine dayanmaktadır; modernlerin iddiasıyla, bu-rada
kültürel, ekonomik ve siyasi ilkeler birbirine bağlanmaktadır. Köy
topluluklarından kent topluluklarına, ardından ulusal devlete geçiş olgusu ile
ekonomik mübadelelerin sınırlarının genişlemesi ve giderek ekonomik, siyasi ve
kültürel bakımlardan açık ve birleşik bir mekânın yaratılması, yani ekonomik
ve kültürel olarak birbirinden farklı bölgelere aynı kuralların dayatılmasıyla
ulusal mekânın birliğinin sağlanması olguları birlikte gerçekleşmiştir.
Milliyete
girişi, ilke olarak iradeye bağlayan ve yurttaşlığı soydaşlığa üstün tutan
cumhuriyetçi ulus anlayışı bir ulusa dahil olmayı, sonradan
edinilebilir
özelliklere dayandırması, farklılıklar bağlamında ‘ulus inşası’nı mümkün
kılmaktadır. Burada grubu nitelendiren şeyler, o grubun soy kütüğünden
kaynaklanmayıp o topraklarda belirli bir süre yaşamakla, inanç ve değerlerle,
yaşam tarzlarıyla, dil ve kültürle ilgili olmaktadır. Bu tür özellikler
sonradan kazanılabilirler.
Bu model,
yukarıda işaret ettiğimiz politik kontratın bireysel nitelikli oluşuna uygun
olarak, özü itibariyle bireysel bir modeldir, yani gruplara, cemaatlere
dayanan bir model (komünotarist model) değildir, kişilere, bireylere dayanır.
Bu modelde her insan, mensup olduğu cemaatten bağımsız olarak kendisinde
değerlidir. Bir başka deyişle, insan cemaati nedeniyle değil, kendiliğinde
değerlidir; örneğin, bir insan Boşnak, Kürt veya Sünni olduğu için değil,
kendiliğinde değerlidir. Burada temel bir eşitlik ilkesi söz konusudur. Herkes
kendi farklılıklarını/özelliklerini korur; ama bu farklılıkların hiç biri,
onun haklarından yararlanması ve görevlerini yapmasında dikkate alınmaz.
Cumhuriyet, ancak özgür bireylerin topluluk haklarını tanır; bireyi, cemaatinde
yer alıp almayacağı veya ne ölçüde bağlı olacağı konusunda serbest bırakır;
fakat gettolaşmaya karşıdır. Herkesin kendi köşesine çekilmesini; aşiret veya
tarikatın yaşam tarzına hapsolmayı, kısacası kimlikse! kapanmayı sakıncalı
bulur.
İnşacı model,
açık bir modeldir. Toplumda norm gücündeki adetlerin, törelerin, insani
alışkanlıkların sosyal entegrasyonu engellememesini, dışlama ve kapanma nedeni
haline gelmemesini gözetir. İnşacı ulus modelinin dıştan katılmaya açıklığı,
insan toplulukları arasında aşılamaz farklar gören ırkçılık anlayışlarıyla
ters düşmesinde de belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki burada söz
konusu olan farkçı ırkçılık, Taguieff’in (1987) önemle vurguladığı gibi
ikili bir mantıkla işlemektedir; eşitsizlikçi ue farkçı mantıklar.
Bunlardan eşitsizlikçi olanı dışlamaya yöneliktir, farkçı olanı ise ilişkiyi
koparıcı, ayırıcıdır; ezmekten ziyade ayırmaktan yanadır.
lleriki
bölümlerde tekrar ele alacağımız ırkçılığın bu iki boyutluluğu, pek çok yazarın
ortak gözlemidir. Örneğin Finkielkraut’un deyişiyle, ırkçılık aynı bir ad
altında, farklı şeyleri birleştirir. Birincisi, aynı bir değerler ölçeği
üzerinde, tüm ulusları birleştirir; İkincisi varoluş tarzlarının emsalsizliğini,
karşılaştırılamazlığını savunur; birincisi zihniyetleri mertebelendi- rir,
İkincisi ise insan türünün birliğini zerrelere bölüp parçalar; birincisi tüm
farklılıkları aşağılığa dönüştürür, çevirir, İkincisi farkların aşılamaz,
dönüştürülemez,
mutlak niteliğini vurgular; birincisi sınıflandırır, İkincisi ayırır. Bunlardan
birincisi apartheid'in mantığıdır, İkincisi ise ayrılıkçı hareketlerin.
VVolkgeistçı
anlayış kendi kendine dayandığından, dıştan katılımı engeller; azınlıklara ya
da başka etnik kökenden gelenlere kapıları kapatır; üstelik pek çok etnik
ayrılıkçı harekette ve kimlik siyaseti güden ce- maatçi akımlarda görüldüğü
üzere, bir üst paydada birleşmeyi de imkânsız görür; bu tür hareketler,
kendilerinin ‘kendilerinden başka bir şey olamayacakları’ iddiasıyla, hem genel
insanlık paydasında birleşmeyi reddedecektir (“insan olunamaz”), hem de
diğerleriyle bir ulus çatısı altında birleşmeyi.
Bu iki
anlayış, başta da belirttiğimiz gibi, Ötekilik’in biri olağan, öbürü radikal
iki biçimi gibi de düşünülebilir. Olağan ötekilik durumunda, ben veya biz ile
diğerleri arasındaki fark, aynı çizgide (continuum) veya yelpazede yer alan iki
insan arasındaki farka benzer; bir tür derece farkı gibi aşılabilir;
ortaklıklar kurulabilir. Radikal ötekilik durumunda ise ben veya biz ile
diğeri arasında ortak hiçbir şey yoktur; zira ontolojik bir fark vardır.
Radikal farklılık, bir grubun üyelerini, ‘in- san-değil’, insanlık dışı görmeye
kadar varabilmektedir. İnsan haklarının giderek evrensel bir nitelik kazandığı
günümüz dünyasında, radikal ötekilik’in meşrulaştırılmasının imkânı yoksa da,
kimlik siyaseti güden hareketler, en sert biçimlerinde gizil olarak bu anlayışı
taşımaktadır. Bu hareketler, kimlik politikalarını, kendilerine radikal olarak
öteki muamelesi yapıldığı iddialarına dayandırmaktadır. Zira mağduriyet
duygularının bir anlam veya haklılık kazanması, ancak bu koşulda mümkün
görünmektedir. Dolayısıyla psiko-sosyal gerçeklikte, gruplar arası ilişkiler,
savaş ve çatışma, ırkçılık ve fanatik hoşgörüsüzlük durumları dışında, olağan
ötekilik üzerinden işlemektedir. Bu durumda, belirli bir toplumdaki tüm sorunlu
gruplar arası ilişkilere (etnik veya dinsel azınlıklarla, marjinal gruplarla,
norm dışı veya sapkın olanlarla, kadınlar, çocuklar, akıl hastaları, yaşlılar,
homoseksüeller, suçlular ve benzerleriyle ilişkiler) radikal Öteki
paradigmasıyla yaklaşmak, doğru görünmemektedir.
Öte yandan
önceki bölümlerde, özselleştirme konusunda ortaya konduğu üzere, radikal
ötekilik, özsel bir farklılık ifade etmektedir. Ve bu farklılık,
ötekileştirilen bir grubun üyelerini, bilinçli bir şekilde yapılmasa da,
insanlık dışına itmeye kadar varmaktadır. Bu durumda, her-
muhik inşası
kes kendi
kaderine hapsolmakta ve dünyanın mevcut durumu haklılık kazanmaktadır.
Unutulmamalı ki, bu tür bir eğilim, çoğunluğu kıyasla daha olumsuz bir
durumdaki azınlık gruplarının aleyhine işlemektedir. Özselleştirme, ötekileri
dışlamak kadar, kendini de onlardan ayırmak demektir. Avrupa ülkelerindeki
şoven partiler, yabancı işçilere ‘siz bizden farklısınız’ demektedirler. AB
içinde Türkiye’ye karşı olanların söylemi de buna benzemektedir. Birbirini
özselleştiren iki grup arasında bir ortak dil bulmak ve iletişim kurmak mümkün
değildir. Radikal ötekileş- tirmenin, ayırmak dışında bir siyasal projenin
parçası olması da çok zor görünmektedir.
İnsanın
kendini diğerlerinden ayırarak benliğine sarılmasının ve ötekine bakışının
farklı yolları vardır. Rousseau’nun öz-sevgi (amour de soi) kavramı, bireyi
doğal olarak kendisinden kaygılanmaya sevk eden bir duygudur, bu duygu bireyin
kendi hayatını bir amaç olarak görmesinin kaynağıdır; pozitif bir duygudur.261
Bu durumda Diğerinin/Ötekinin yeri nedir?
Bu hususta
Delamarre şu değerlendirmeyi yapar (1996, s. 33): Ro- usseau’da öz-sevgi tek
etmen değildir, acıma/merhamet duygusuyla dengelenir. Merhamet benzerimin acı
çekişini görmekten doğal bir tiksintidir ve üstelik acı çekenle özdeşleşmeyi
de içerir. Bu duygu, sadece kendi acımla veya zevkimle doğrudan ilgilenmemi
öneren bir egoist düşünce gelişimiyle kırılır (Oz-sevginin, benlik sevgisi
tarafından baştan çıkarılması). Bu egoizm iki yoldan kırılabilir: Önce,
merhamet duygusu içinde, diğeriyle karşılıklılık ilişkisine girmemi sağlayacak
tarzda düşünme, ötekini kendime benzer olarak görmem dolayısıyla acı çektiğini
anlama ve ‘kendime yapılmasını istemediğim şeyi başkasına yapmama’ noktasına
gelmektir. Ve daha sonra öz-sevgiyi diğerine yaymak, genişletmek ve onu,
karşılıklılık normu devreye girmeden kendim gibi sevmektir. Bu noktada, acıdan
hoşlanmama ilişkisi aşıldığından merhamet de aşılmış olur. Dolayımsız duyular
düzeninden akıl düzenine, bir başka deyişle merhametten tüm insanlara yönelik
olan saygıya geçilmiş olur.
Bu bir
anlamda, sadece yakınlarından, karşılaştıklarımdan kaygı duymayı ifade eden
yakın düzenden uzak düzene geçiştir.262 Köy veya kabilenin ötesine
geçmektir. Cemaatçiliğin yakın düzeninden cumhuriyetçiliğin uzak düzenine
geçiştir. Ve bu anlayışta ilke olarak, öteki ya da öte- kilik söz konusu
değildir.
IV. 2. b. Entegrasyon ve Kültürler
“İddiam şu: Eğer farkın
avukatları, aynı zamanda eşitlik ue tanınmayı talep ediyorlarsa, imkânsızı
istiyorlar demektir”
L
Dumont
Bir toplum
farklı kültürleri veya gelenekleri barındırdığı zaman, bunları birlikte
düşünmenin üç tarzı vardır (Costa-Lascoux, 1994);
• Birinci
tarzda, farklı kültürler ya bir yerlere yerleştirilir ve aralarında ilişki
olmaz (insertion),
• İkinci
tarzda içlerinden birisinde özümsenir ve silinirler (assimilation)
• Üçüncü
tarzda ise birbirleriyle bir bütün içinde bütünleşirler (integration).
Bu demektir
ki, farklı kültürler hem kendilerini korumak, hem de bir arada yaşamak
istediklerinde, entegrasyondan başka bir yol yoktur. Entegrasyon, ulusun
kontrat esasında politik bir topluluk olarak kavramsallaştırılması halinde
anlamlıdır Çünkü bu tarz, zaten ve ancak entegrasyon yoluyla meydana
gelebilmektedir. Bu anlamda hiç kimse, politik bir topluluğun doğal üyesi
değildir; ama herkes üye haline gelebilir263 Basitleştirmek
amacıyla içinde, et ve ot yiyenlerin olduğu bir toplum düşünelim. Eğer et veya
ot yeme, pek çok hayvan türündeki gibi, doğal ve değiştirilemez bir özellik
gibi alınırsa ve bu özelliğe dayalı bir sosyal örgütlenmeye gidilirse, bir
gruptan diğerine geçiş kapalıdır. Bu iki gruptan her biri, örneğin et yiyenleri
bir araya toplayan grup, zaten 'et yeme’ özelliği üzerinden tesis
edildiğinden, ot yiyen biri bu grupta yer alamaz. Ancak sosyal örgütlenmeyi,
iradi bir tercihe dayandırdığımızda, durum değişir. Zira bu temelde tesis
edilen bir grup veya toplulukta ne et, ne de ot yiyenler doğal üyedir; ama
ikisi de bu topluluğa mensup olabilir. Bu anlayış, çağımızın en önemli
sorunlarından biri olan kültürel çeşitliliğin hayata geçirilmesine en uygun
model olarak görünmektedir. Çünkü bu tarz, hem kökenlerin inkârını gerektirmemekte,
hem de kökene bağlı olmayan siyasal bir çerçeve çizmektedir. Bu çerçevede
kalınarak, hem tekil bir şey, hem de yurttaş olmak mümkündür. Herkes, kendisi
olmaktan vazgeçmeksizin bir üst kimlikte birleşebilmektedir.264
Geleneksiz, töresiz bir toplum yoktur. Her toplum bir
takım
inançlar ve değerler sistemini barındırır. Bunlar geçmişin, tarihin köhne
kalıntıları değil, toplumun yaşamı bakımından anlamlı ve işlevsel normlar
bütünüdür. Entegrasyon ve dolayısıyla inşacı yaklaşım, normların varlığını
aykırı bir durum olarak görmez. Entegrasyon, bir bakıma geleneklerin
entegrasyonudur; dolayısıyla entegrasyon fikri, geleneklerle değil,
gelenekçilikle karşıtlık içerir.265
Modern
toplumlarda, bireyciliğin yol açtığı olumsuzluklar, sosyal bağın tesisi ve
pekiştirilmesi yönündeki arayışları besliyor. Gelenek ve miras konusunu yeniden
ve dikkatle gözden geçirmeyi zorunlu gören Guillebaud (1995), bunu,
gerçekliğin bir talebi olarak niteliyor; geçmişle ilişki, hiçbir geriletici
kader anlayışı içermez; gelecek ile geçmiş arasında, evet ve hayır şeklinde bir
seçim yapmak zorunluluğu yoktur. Ona göre, çağdaş aptallıklar, informatiğin
ikili (binaire) diliyle yakından ilgilidir. Söz konusu olan şey, geleneği
restore etmek değil, onunla barışmaktır; geriye dönmek değil, bellekle yeniden
bağlarımızı kurmaktır. Moderniteyi geriletmek değil, bir anlamda geleneği
modernleştirmektir; yeni geleneklerin promosyonudur (Guillebaud, 1995).
Sözleşmeye
dayalı ulus anlayışı, geleneklerle olduğu gibi, ulusal kimliği, bir ‘kültür alanı’
(kulturkreis) olarak gören anlayışlarla da hatalı bir karşıtlık içine
sokulmaktadır. Burada hata, iki ayrı varlık alanını birbirine seçenek olarak
konumlamaktır. Bir kültür alanının ya da coğrafyasının ifadesi olan kimlik
-buna ifade kolaylığı açısından ‘kültürel millî kimlik’ veya ‘kültürel topluluk
olarak ulus kimliği’ veya ‘topluluk kültürü’ denebilir-, bir devletin
sınırlarıyla çakışmak zorunda değildir. Bu sınırlardan daha geniş bir
coğrafyaya yayılmış olabilir. Veya daha dar olabilir ve bu durumda yayıldığı
alanda mevcut farklı etnisite ve dillerin yaşama alanına tekabül eden
mikro-kozmos’lan çerçeveleyen boşluklar oluşturur. Üstelik kültürlerin
pratikte en azından temas noktalarında iç içe geçişi nedeniyle, aynı coğrafyayı
ya da bunun bazı bölgelerini sahiplenen birden çok kültürel topluluk olabilir.
Bu tür durumlarda, ulusu bir kültür alanına indirgemenin, siyasal açıdan
sorunsal olduğu açıktır.
Kuşkusuz
siyasal topluluğun öncesinde/ötesinde bir kültür alanı mevcut ve bunu
görmezden gelmek mümkün değildir. Ama bir telif yolu bulmak gerekli. 20.
yüzyıl başlarında Mauss’un (1913) tanımı temel alınarak ulus, bir ‘uygarlık
veya kültür alanı’ içinde düşünülebilir. Bu alan, birden çok ulusun içine
yerleştiği moral bir alandır ve bu alan içindeki her bir ulusal kültür, bunun
özel bir biçimini oluşturur. Mauss’un bu perspektifi, Bal
kanlardan
Doğu Türkistan’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılan ve bazı yazarların Türk
'milli kimliği’ni dayandırdıkları bir kültür alanını, çeşitli ulusal kimlik veya
kültürler olarak düşünmenin mümkün yollarından birinin anahtarını sunmaktadır.
Zira buradan hareketle, Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlık temelli ulus
anlayışı ve ulusal kimliği, hem daha geniş bir kültür alanıyla ve bu alandaki
diğer ulusal kültürlerle (Azeri, Özbek, Türkmen, vb) eklemlendirilebilir ve
hem de kendine özgü bir biçim olarak ayırt edilebilir.
Öte yandan
siyasal topluluk olarak ulus, bir başka kültürel zemine de sahiptir. Ancak bu
zemin, farklı bir kültür katmanıdır. Cemaat (community) esasındaki bir
kültürel topluluğun kültürü, teknik anlamda ‘yakın düzen’ kültürü, siyasal
topluluğunki 'uzak düzen’ kültürüdür. Birinci halde yakın ve sıcak temasta
olunan önemliyken, İkincisinde uzak öğeleri de kapsayan bir yapılanma, farklı
öğeleri kucaklayan bir üst yapılanma öne çıkar. Somut olarak ifade edersek, bir
kent ölçeğinde, birinci halde, bilinç alanım esas olarak komşum, sokağım veya
mahallemle sınırlıdır. İkinci halde ise kentin diğer mahalleleri ve hatta
ilişkide olduğu tüm bölge bilinç alanımda yer alır. Biraz abartmayla, biri
kabilenin, diğeri büyük kentin kültürü olarak nitelenebilir. Grosser’in (2003)
terimleriyle ifade edersek, birincisi etnolog ve antropologların kültürüdür,
daha önce de vurguladığım anlamda, topluluk aidiyetini yansıtan inançların
işaret ettiği ‘birincil’ kültürdür. Günlük hayatta tüm canlılığında
hissettiğimiz, dolayımsız kültürdür. Diğeri, 18. yüzyılda ortaya çıkan ve daha
ziyade Aydınlanmaya bağlanan iradi temelli kültür, yani ‘Ötekilerle etkileşime
girdiğimizde, birinci kültürle aramıza mesafe koymamızı, onu sorgulamamızı ve
başka aidiyet kültürlerine de değer vermeyi sağlayan kültür anlayışıdır. Burada
yakın düzenden uzak düzene geçebilmek söz konusudur ve bu, dünyayı, birinci
kültürün sınırları dışında da görebilmeyi içermektedir. Toplumun kolektif
belleğinde yerleşmiş ve yakın düzene dayalı topluluk kültürünün yaşaması için,
işleri oluruna bırakmak yeterliyken, uzak düzene dayalı kültürün yaşaması,
ancak irade ve çaba yoluyla mümkün olabilmektedir. Çünkü birincisi sosyal
normlarla korunurken, İkincisi hukuk düzeninden beslenmektedir. Topluluk
kültürü, sürekli olarak kendini yansıtan ürünler ortaya koyarken, aynı zamanda
bu ürünlerden de beslenmektedir.
Geçiş
dönemleri, iki kültürün birbirinden ayrışmasına uygun bir zemin
hazırlamaktadır. Veya devrim anlarında olduğu gibi, tüm dünyanın
insan hak ve
özgürlükleriyle ilgili bazı değerler etrafında birleşmeye doğru gittiği bir
bağlamda da ikisi arasındaki gerilimler artabilir. Örneğin birinci kültür
‘namus’ ve ‘onur’ ilkeleri ekseninde ‘töre’ gereklerini yüceltirken, İkincisi,
bunları bir cinayet sayarak bastırma eğilimindedir. Birinci kültür çerçevesinde
insanın kendini bir mirasçı gibi düşünmesi söz konusuyken, İkincisinde ise bir
proje tutkunu olarak görmesi söz konusudur.
Miras ue
proje
metaforları, cazip olmakla birlikte, bu metaforlar, insanın bir özgürlük
alanının bulunması halinde anlamlıdır. Toplumsal tercih ve amaçların, yasa ve
yönetmeliklerin ötesinde bir nitelik taşıyan bu alanın genişlik veya darlığı,
toplumun sahip olduğu imkânlara bağlıdır. Pek çok toplumun kendi kaderinin veya
durumunun aktörü olmaktan oldukça uzak olduğu dünyamızda, toplumsal (societal)
tercihlere bağlı alan giderek daralmaktadır. Türkiye gibi ülkelerde
aktüalitenin ağırlığı, miras- proje tartışmasını ‘temelsiz’ bir hale
sokmaktadır. En azından, XX. Yüzyılın ikinci yarısının canlı tanığı olan benim
kuşağım için Hegel’in sözü isabetli görünüyor: “Sabah gazetesi, modern
insanın duasıdır". Her sabah gazete sayfalarını dolduran hükümet
bunalımları, işçi ve öğrenci protestoları etrafında gelişen şiddet hareketleri
ve çatışmalar, anarşi ve terör olayları, askeri müdahale haber veya
söylentileri, demokrasi dalgalanmaları, komşu ülkelerle gerilimler, Avrupa ve
Amerika’yla ilişkilerde yaşanan iniş çıkışlar, gündelik yaşamı aksatan kentsel
hizmet ve alt-yapı sorunları, vb. ile geçen yarım yüzyılı aşkın bir zaman
dilimi, günlük yaşam sorunlarının her şeyin önüne geçmesi demektir. Böylesi
varoluş koşullan, ne geleneği korumayı, ne de proje geliştirmeyi mümkün
kılıyor. İnsanın gününü nasıl geçireceği, kafasını nelere yoracağı, sabah
gazeteleri tarafından dayatılıyor.
Ancak teorik
planda, analizimize devam edersek, iki kültür anlayışı, diyalektik bir durumda
bulunmaktadır. Toplumun geleneksel kurumlan yanı sıra, insanların zihinlerinde
ve günlük yaşamında kök salmış olan birinci kültür, köklü reform hareketleri
sonucunda kendisine eklenen, bazı alanlarda da ikame olması istenen ikinci
kültürden sürekli olarak rövanşını alma peşindedir. Nitekim anayasa ve temel
esaslar planında ikinci kültürü koruma gayretine rağmen, uygulamaları
yönlendiren yasa ve kurallar planında birinci kültürün, zaman zaman öne
çıkması kaçınılmaz bir durumdur.
IV. 2. c. Grup Bağlılığı Olarak Ulusal Duygu
"Naifçe, küresel
ağları (ve dolayısıyla ulusların yok olmasını) savunmak, bizi aşırı bir
kabileciliğe; ticaret yerine savaşa, bağımsızlık yerine zorunlu aidiyetlere
götürür".
Gauchet
Bu durum,
ikinci bir çatışma alanına kapı açmaktadır: Kendi grubu ile diğer grupları aynı
şekilde görmeme, her gruba aynı duygularla yaklaşmama, birisi için gösterilen
özen ve özveriyi diğerlerinden esirgeme, vb. Bu olgular, siyasal platformda
milliyetçilik, vatanseverlik terimleriyle tartışılan konulardan kopuk değil.
Tüm bunlar, kimlik çalışmaları çerçevesinde nasıl analiz edilebilir?
Kolektif
kimliğin dayandığı grup aidiyeti, özdeşleşme ve bağlanma şeklinde kendini
göstermektedir. Rasyonel temelli örgüt veya dernek üyelikleri bir yana
bırakılırsa, bu durum, küçük veya büyük, pek çok grup aidiyeti konusunda
geçerlidir; günlük yaşamımızda karizmatik bağlarla bağlandığımız küçük
gruplardan ulusal topluluğa kadar kimliğimiz açısından anlamlı tüm gruplarda,
grup bağlılığı önemli bir kimlik boyutudur. Grup bağlılığı, tüm tarih boyunca,
ilkelden geleneksele ve modern toplumlara kadar sürekli gözlenen bir olgu gibi
görünmektedir. Bu olgu özellikle kendi grubundan olanlar ile yabancıları
ayırma tarzında kendini göstermektedir. Jahoda’nın (2005) analizine göre, en
eski çağlardan itibaren, yabancıya karşı tavırlar (antagonizma) ‘doğal’
ve Darwinizm’in ilk etkisi sırasında ‘içgüdüsel’ sayılmış, I. Dünya Savaşı
sonlarından itibaren ise aşırı bir çevrecilikle (environmentalism)
çevrenin etkisine bağlanmış ve genel olarak ‘sosyal öğrenme’ (Bandura) temelli
açıklamalar benimsenmiştir. Ancak her seferinde, iç gruba duygusal bağların
istikrarlı varlığıyla karşılaşılmıştır. Bu tür olguları salt ‘sosyal öğrenme’
üzerinden açıklamak zordur (s. 70).
‘Kimlik
Tutkusu’ başlıklı ilk bölümde, kimlik arayışının yükseliş nedenleri konusunda
belirttiğimiz gibi, küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla farkçı ve cemaatçi
arayışların artması, bir bakıma insanın ‘tutunma’ ihtiyacını yansıtmaktadır.
Geleneksel yapıların hızla çözülmesinin sonuçlarına ilişkin mevcut veriler,
ulusal aidiyetin zayıflaması halinde, regresyon hareketlerine büyük bir dönüş
olacağına işaret etmektedir. Küresel topluluk, insanın affektif olarak kendini
güvende hissedeceği bir çerçeve olamaya
cak ve başa
çıkılamayacak kadar devasa büyüklükte bir ‘ucube varlık’ (monstrum), bir
aparat, hatları ve sınırları belirsiz bir yayılım gibi algılanmaktadır. Bu
durumda, aile, mahalle, etnik veya dinsel gruplar, koruyucu ve güven verici bir
çerçeve (yuva fikri) olarak önem kazanmaktadır. Bu tür cemaat yapılarına
kıyasla farklı özellikler taşımakla birlikte uluslar da, insana moral planda
rehberlik edecek bir referans sistemi olarak işlevselliğini korumaktadır (bu
saptama, herhangi bir ideolojik görüşü işaret etmemektedir). Ulusal aidiyet,
mantıksal olmasa da, çoğu insan tarafından, psiko-sosyal bir gereklilik gibi
hissedilmektedir.
İnsanın
dünyadaki varoluş tarzı bağlanma temeline oturmaktadır. Nuttin (1994)266
ve ekibinin yaptığı bir dizi çalışma ‘benlik objelerine bağlılık’ olarak
adlandırılabilecek ilginç bir olguya işaret etmektedir: Kendi evrenimizin
parçası olan bazı şeyler, başkalarınınkine nazaran daha çekici bulunuyor. Bu
şeyler kendisinde affektif olarak nötr olan bir uyaran veya herhangi bir şey
(bir yüz, bir ses, bir renk, koku, sembol, dokunulabilir bir uyaran, bir isim,
bir dil, bir şey hakkındaki kanaat, bir kişi, bir grup) olabilir. Nuttin şöyle
diyor: “Fark ettim ki etrafımdaki arabaların plakalarından benim adımın
harflerini içerenler, benim duygularımı okşuyor. Doğum tarihimin rakamları da
öyle” (s. 12). Bu olgu, onun harf ve rakamlarının, böyle olmayanlara kıyasla,
diferansiyel duygusal bir eşiği daha kolayca aştığını mı gösteriyor? Normalde
bir şeyin çekici olmasında çeşitli faktörler olabilir: Örneğin;
1. Bu
şeyi (obje) elde etmek için harcanan çaba veya masraf
2. Bir
başka şey yerine belirli bir şeyi tercih etme davranışının sübjektif özgür
tercih durumunda yapılmış
3. Bu
şeyin bir özelliğinin iktidar, sosyal başarı, zevk, acıyı azaltma, vb.
bakımlardan bir artı değer sağlaması
Ancak, bir
insanın isminde bulunan harfler, bunlarla doğrudan bağlı görünmüyor. Nuttin
kendi kişisel deneyiminin diğerleri için de geçerli olup olmadığını görmek için
bir araştırma tasarlar. Louvain’de felemenk- çe eğitim yapılan bir ilkokulda 38
kız öğrenci alınır ve onlardan harf çiftlerinden oluşan bir listede, en çekici
harf çiftlerini işaretlemeleri istenir. Listede öz-sevgi harfleri, yani ‘isim
harfleri’ (NL; name letter) ve diğer harfler vardır; ancak
‘doldurma/kamuflaj harfleri olarak, felemenkçede çok nadir olan Q, X, Y ve Z
kullanılmaz. Araştırma sonuçları Nuttin’i destekleyen bir yöndedir. LN dışı
harfli çiftler elenmektedir. Buna ‘öz-sevgi
harfleri
etkisi’ ya da kısaca LAP Etkisi (L’effet lettres d'amour propre) adını
verir (s. 24).
Daha sonra
aynı deney Leuven Üniversitesinde ekonomi okuyan 96 öğrenciyle tekrarlanır.
Deney için tüm tedbirler alınır; katılanlar ve hatta yardımcılar, listenin
kodunu çözememektedir. Sonuçlar LAP etkisinin varlığını göstermektedir.
Bu bir
narsisizm kabarması mıdır? Narsisizmde kendi öz niteliklerini aşırı
değerlendirme söz konusu (Webster); burada da, kişinin ismi (önad) gibi varlığa
ait bir şey, bir nitelik diğerlerinden farklı muamele görüyor. Bu nitelik ya da
harfler, Nuttin’in deyimiyle ‘affektif benliğin partikülleri, öz-sevginin
semptom partikülleridir ve insanın kendi benliğine karşı bilinçli bilişsel
tepkilerinden farklı tepkilere yol açmaktadırlar. Homo alp- habeticus,
harfler arasında bir ayrımcılık yapmaktadır (1994, s. 25)
Nuttin
öz-sevgi etkisinin evrensel olduğunu düşünür, ama bunu başka kültürlerde test
etmek zordur. Üstelik bazı yazarlar (Markus ve Kitayama, 1991) Ben-Diğeri
karşıtlığının (dikotomi), Doğu kültürlerinde (örneğin Japonya) biraz farklı
olduğunu, oryantal benliğin, Batıdakinden daha çok oranda, bir ‘biz’ içinde267
karşılıklı bağımlılık sistemi içinde olduklarını öne sürmüşlerdir.
Batı dünyası,
kendi bilişsel veya ideolojik inşalarını evrensel gibi görme eğilimi
taşımaktadır. Bu dünyanın kişi veya birey anlayışı, onu, ‘potansiyelini,
tarihsel, biyolojik, spiritüel, psikolojik ve sosyal kazanımlarını kendine özgü
ve hatta apayrı bir tarzda bütünleştiren’ bir bütün; “psikolojik, moral ve
hukuksal bir birleştirme ve bütünleştirme yeri” (Beauvois, 1992; s. 15) olarak
görmektedir. Ona göre literatürde mevcut pek çok araştırma, toplumlar/kültürler
arası farklılıklara işaret etmektedir; örneğin Benedict’in gözlemleri, Japon
kültüründeki kişi anlayışının (kendilerini farklı, bağlantısız, bağımsız ve
önceden tanımlanmış grup öbeklerinde, ilişki çemberlerinde temsil etme) Batının
kişiyi birlik ve bütünlük olarak kavramlaştırmasından farkını ortaya koyarken;
Schweder ve Bourne’un (1982) araştırması, Hintliler ve Amerikalıların
kendilerini psikolojik olarak aynı şekilde tasvir etmediğini göstermektedir.
Amerikalılar kendilerinin bir takım kişisel niteliklerini vurgularken (‘Ben
dikkatli biriyim’), Hintliler çoğu kez normatif sosyal davranışlarını (‘Onun
bayram gününde, .... yapacağım”) öne çıkarmaktadır.
Aynı şekilde
kültürel ve kültürler arası psikoloji alanında çalışan bazı sosyal psikologlar
da, literatürde hâkim benlik anlayışlarının, Batı top
lamlarına
özgü bazı yanları olduğuna işaret etmişlerdir. Bu çerçevede örneğin
‘bireycilik ideolojisi taşıdığı”, “diğerlerinden farklılığa ağırlık verildiği”,
“başkasına zıtlık” esasında tanımlandığı, aslında benliğin “kişinin kültürel
açıdan paylaşılan modeli” olduğu, dünyanın Batı dışında kalan kültürlerinin
pek çoğunda “ilişkisel bir benlik anlayışf’nın bulunduğu ve “benliğin ilişkisel
tarzda tanımlanması” gerektiği, vb. hususlar vurgulanmıştır. Bu alanda öncü
bir rol oynayan ve “ilişkisel benlik-ayrışmış benlik” tiplerini ayırt eden
Kağıtçıbaşı’ya (1998) göre, bu iki benlik anlayışı arasındaki “temel ayrım
kendi-içerikli, bireyci, ayrışmış, bağımsız benliğin diğer kişilerden kesin
sınırlarla ayrılmış olması, buna karşılık ilişkisel, (karşılıklı) bağımlı
benliğin akışkan sınırları olmasf’dır ve bu ayrım “hem benlik algısı, hem de
sosyal algı için geçerlf’dir.
Nuttin,
Tayland, Bulgaristan ve Macaristan'ı da kapsayan 13 ülkede bir araştırma
yürütür. Sonuçlara göre LAP etkisi geneldir; 13 dilde de görülür, en belirgin
oldukları ülkeler ise Bulgaristan, Norveç ve Finlandiya’dır.
Burada kritik
nokta ele alınan şeyin, kişinin benliğinin bir parçası olmasıdır.
Nuttin’in ekibinden G. Sedek Polonyada 374 çocukla (1989’da) bir çalışma
yürütür. Çalışma öncesinde çocukların, Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca ve
Lehçe şeklinde sıralanan 5 dil arasındaki çoktan aza tercihleri sorulur; en az
sevilen dil Rusçadır. Araştırmada LN olarak hem kril alfabesi (Rus alfabesi),
hem de latin alfabesinde yazılı isim harfleri kullanılır. Lehçe (latin
alfabesi) kullanma durumunda LAP etkisi açıkça görülür. Ancak bu etki kril
alfabesi durumunda çok zayıftır. Bu sonuç, çocuk için Rusça yazılan isminin,
kendinin bir parçası gibi görülmemiş olmasına bağlanabilir; Rusça harfler,
çocuk için söz konusu yıllarda negatif değerlendirme evreninin bir parçası
olarak nitelendirilebilir. Bunu destekleyen bir sonuç var. Aynı araştırma
Tayland’da yapıldığında hem ana dilde, hem ikinci dil olan İngilizce’de LAP
etkisi görülmüştür.
Öte yandan
ulus adının baş harfiyle (W: Belçika’da Wallon’lar için) yapılan bazı
deneylerde bu etki görülmüyor. Çünkü ulus harflerinin ben- lik/kimlik partikülü
gibi görülmesi ve bunun kontrollü deney koşullarında tekrarlanması mümkün
görünmüyor.
Deneyler, tüm
faktörler eşit olmak üzere, benliğe aidiyet etkisinin, bir başka
faktörün etkisinden daha fazla olduğunu gösteriyor. Ama bu sonuçların genelleştirilmesi
şu an için zor görünüyor. Bizzat kendisinde af- fektif olarak nötr olan bir
uyaran veya herhangi bir şey, bir yüz, bir ses,
bir renk, bir
koku, bir sembol, dokunulabilir bir uyaran, bir isim, bir dil, bir kanaat, bir
grup, benim olduğunda, benim üstümde farklı etkilerde mi bulunuyor? Bir çocuğun
benim çocuğum olması, onun sesinin tüm seslerden daha çekici olmasına yeter
sebep mi? Örneğin ulus aidiyetinin af- fektif bir etkisi var mı? Tüm bu sorular
özdeş deney koşullarında tekrar edilebilir şeylere dayanmadığından
kanıtlanamıyor.
İnsanın
fenomenolojik dünyası, yaşam öğelerini birbiriyle eşdeğer sayma esasında
düzenlenmemiştir; evimiz, köyümüz, kasabamız veya kentimiz, üstüne konduğumuz
herhangi bir mekân parçası değildir.268 Bunlar, basit birer adres,
birer barınak değil, kök saldığımız yaşam alanlarıdır. Ailemizi komşu-akraba
ilişki ağımız, arkadaş - dost grubumuz, benzerleriyle kolayca ikame edilebilir
gruplar değildir. Fenomenolojik dünyamız, bir perspektif dünyasıdır. Merkezinde
kendimizin yer aldığı bu dünyada, algı ve yargılarımızı fiziğin kurallarından
çok psikolojik eğilim ve ihtiyaçlar yönlendirir. Codol’un (1992) yaptığı bir
araştırma, kişiler arasındaki fiziksel mesafenin takdirinde, bakış yönüne göre
bir farklılık olduğunu göstermiştir. Araştırma ‘bir kişinin bir başkasına olan
uzaklığının, bu başkasının bu kişiye uzaklığından farklı görüldüğünü’ ortaya
koymuştur. Ben ve diğer bir kişi arasındaki mesafe, hangimizin merkeze
alındığına, yani referans noktası olarak seçildiğine bağlı olarak yakın veya
uzak görünmektedir. Zira diğerlerinin bana ne kadar uzak olduğuna ilişkin tahminimde
(referans noktası ben kendimim), kişisel mekânımda ötekilerin varlığı söz
konusu oluyor ve bir yoğunluk hissiyle savunma tepkisine giriyorum ve onların
yakın durduğuna hükmediyorum. Benim diğerlerine uzaklığım sorulduğunda ise
onların mekânında bulunuyor ve bir rahatsızlık veya yoğunluk algılamıyorum. Bu
sonuçlar, ihtiyat kaydıyla, benlik kavramımın parçası olan şeylere de
yayılabilir. Çünkü bulunduğum yeri özelleştirmem, sahiplenmem, ‘burası’
noktasını kimliğimin demirlediği bir yaşam alanına dönüştürmem söz konusu. Kent
planında grup kültürünü taşıması ve yansıtılması bakımından birincil kimlik
mekânı mahalledir. Kuşkusuz burada mahalle, büyük kentlerdeki gibi,
yüzbinlerce kişinin yaşadığı anonim mekândan ziyade, mekândaki öğelere
aşinalığın belirlediği psikolojik mahalledir; sanayi bölgesine dönüşmemiş veya
arabaların egemenliğine girmemiş büyük bir sokak niteliğindeki mahalledir. Bu
haliyle mahalle, pek çok insan açısından Beringuier’in (1980) deyimiyle
'çeyrek ömür' demektir; üstelik çoğu kez, kimlik öğelerinin filizlendiği yaşamın
ilk çeyreğidir ve bu nedenle mahalle değiştirmek, kent değiştirmek anlamına
gelmektedir. Bu yaşam alanı, bilişsel evrenime, tanıdık ve ‘be
nim’ olan
öğeler sunuyor. Ve bunlar daha önce de değindiğimiz gibi, geçici veya kalıcı
referans noktaları oluşturuyor: Genellikle yaşanan yer referans noktası olarak
alınıyor (Holyoak ve Gordon, 1992).269 Bu anlamdadır ki, evimi,
sokağımı, mahallemi, grubumu, herhangi bir şey algılar gibi algılamıyor ve
yaşamıyorum.
Grup
bağlılığı, örgüt ve yönetim psikolojisi, grup dinamikleri ve liderlik, mekân
ve çevre psikolojisi, çocuk ve ergen psikolojisi gibi pek çok alanda yapılan araştırmalarda,
önemi test edilmiş bir faktördür. Sosyal bağın oluşumu ve kimlik inşası gibi
konularda da anahtar bir konumdadır.
Cameron
(2004) tarafından yapılan bir araştırma,270 grup bağlılığının,
kimlik açısından yapısal bir önemde olduğunu göstermiştir. Araştırmacı, sosyal
kimliğin üç temel faktörüne işaret etmektedir:
• Merkezilik
(centrality): Bu boyut, kişinin kendini, sıklıkla, bir grubun üyesi
olarak düşünmesini, kafasında bu fikrin var olmasını, grup üyesi olmayı benlik
imajının bir parçası, kimliğinin bir göstergesi gibi görmeyi ifade etmektedir.
• Iç-grup
bağlılığı (ingroup ties): Bu boyut, kişinin aidiyet grubuna karşı güçlü
bir bağlılık hissetmesini, grupta kendini ‘kendi yerinde' gibi hissetmesini,
diğer grup üyeleriyle ortak noktalarının olmasını ifade etmektedir.
• Iç-grup
hoşnutluğu (ingroup affect): Bu üçüncü boyut ya da faktör ise grup üyesi
olmaktan memnunluğu, kendini grupta düşünmekten rahatlık duymayı ifade
etmektedir.
Aynı konuyla
ilgili başka araştırmaları da gözden geçiren Cameron,271
psikometrik yöntemlerle gerekli analizleri yaptıktan sonra, bu üç faktörün,
kimlikte, ağırlıklı bir rol oynadığı sonucunu varmıştır.
Pratik
gözlemlerimiz de bu sonucu desteklemektedir. Herbirimizin yaşamında, bizim
için anlamlı olan gruplardan ayrıldığımızda hissettiğimiz sıkıntılar veya bu
gruplar tehdit altındayken göze aldığımız fedakârlıklar bunun en somut
göstergesidir.
Birbiriyle
ilişkili olarak yapılan üç deneyde Van Vugt ve Hart272 (2004),
grupla özdeşleşme, grupta kalmaya ilişkin algılanan risk, gruba sadakat ve
fedakârlık gibi olgular arasındaki ilişkiyi araştırmışlardır. Sonuçlara göre,
öncelikle grupla özdeşleşmenin kendini tekil bir birey gibi görmekle ters
orantılı, aksine grubun bir üyesi gibi görmek ile doğ
ru orantılı
olduğu saptanmıştır; ayrıca üyelerin gruba yatırımı ve grupla özdeşleşmenin de
birbiriyle ilişkili olduğu bulunmuştur; nihayet, yüksek özdeşleşme kuranların,
gruptan çıkmak kalmaktan daha avantajlı iken dahi grupta kalma eğiliminde
oldukları gözlenmiştir; bu üyeler, grubun başarısızlıklarını dış etmenlere
atfederek, grubu savunucu bir tutum sergilemişlerdir. Bu sonuçlara
bakıldığında, grupların dağılma tehlikesi içine düşmeleri halinde, grupla
özdeşleşme ve gruba bağlılığın, bir başka deyişle sosyal kimliğin, bir tür
sosyal harç/tutkal işlevi gördüğü söylenebilir. Grup içi bağlılık (cohesion)
ile grup odaklı vizyon (dünyaya kendi grubunu merkeze alarak bakma) arası
ilişki, Turner’ın (1987) dikkat çektiği konulardan biridir. Ancak o bunu
afektif planda değil, bilişsel planda temellendirir. Grup üyeleri kendilerini
belirli bir prototipe göre algılar ve gerçekte olduklarından daha benzer
görürler, birbirlerine uyarlar; kendilerini ortak bir kimlikle çerçeveler,
kapatırlar. Bu durum grup içi bağı artırır. Dolayısıyla grup içi bağlılık ve
etnosantrizm aynı bir paranın iki yüzü gibidir; çünkü grup üyelerinin, dış
gruplara kıyasla kendi değerlerini daha benzer görmeleri grup bağlılığına yol
açarken, grup içinde aynı değerleri paylaştıklarını görmeleri ise aralarındaki
çekimi artırır.
Tüm bu
veriler, gruba bağlılığı yüksek olan grup üyelerinin gruplarına yönelik
tehditlerden rahatsızlık duymasını ve tepki göstermesini anlaşılır kılmaktadır.
Bu olgu, 'grup tarafgirliği’, ‘aidiyet grubunu yüceltme’, ‘özsaygıyı koruma’
gibi sosyal kimlik teorisinin ortaya koyduğu diğer olgularla birleştiğinde,
grubun kişiler üstünde ne denli etkili olabileceği açıklık kazanmaktadır.
Kuşkusuz, kişinin kendini gruba bağlı hissetmemesi veya kendi grubuna fazla
önem vermemesi halinde, grubu yüceltme ve kayırma eğilimi zayıflamaktadır.
Ancak bu durumlarda genellikle, kişilerin üyesi olmadıkları bir başka gruba
bağlandığı, yani aidiyet grubunun yerine referans grubunu ikame ettiği
görülmektedir.
Bu hususlar,
entelektüel dünyamızı meşgul eden bazı sorunları tartışmamıza zemin
sağlayabilir. Daha önce de değindiğimiz üzere, önyargı ve stereotipler
konusunda, 1960’h yıllarda hâkim olan ve insanı doğası itibariyle saldırgan ve
önyargılı sayan biyolojik temelli açıklamaları çürüten Tajfel’in,
stereotiplerin oluşumu ve kategorilendirme konusunda - önceki bölümlerde
incelenen- görüşleri hareket noktası olarak alınabilir. Tajfel, önyargıları,
dış dünyaya zihnen hâkim olma, kişi-olay ve şeyleri anlamlandırma çabamızın bir
sonucu saymıştı. Buna ek ola
rak,
öz-saygımızı yükseltmek ve korumak motivasyonuyla, diğer gruplara nazaran
kendi grubunu yüceltme eğiliminde olduğumuzu öne sürmüştü. Billig (2002),
Tajfel’in görüşlerini irdelediği bir yazısında, bu görüşün, zamanında bir
ileri adım olduğunu, ama bugün için bazı olguları, örneğin aşırı önyargı
biçimlerini açıklamadığını belirtir. Örneğin “Almanlar, II. Dünya Savaşı
sırasında, dünyayı anlamak ve benlik duygularını korumak için sistematik
olarak Yahudileri katlettiler” denemez. Buna benzer örnekler olarak, Sivas’ta
Madımak Otelinin ve Aydınların Yakılması veya Hrant Dink’in öldürülmesi gibi
olaylar gösterilebilir. Billig bu tür davranış ve olaylar için ‘fanatik
hoşgörüsüzlük’/‘softahk’ (bigotry) terimini kullanır. Bunlarda,
heyecanlar, duygular ve güdüler daha büyük bir ağırlıktadır. Kognitif bakış,
bu tür olayları açıklamada yetersizdir. Ama insan ilişkilerinde pek çok olayı
anlamamızı sağlamaktadır; dolayısıyla bu yaklaşımdan vazgeçemeyiz, çünkü bu
‘küvetin suyuy- la birlikte bebeği de dışarı atmak olur’. Öyleyse önyargının
farklı düzeyleri ayırt edilmelidir. Billig, Tajfel’in analiz ettiği
‘kişisellikten çıkarma’ (depersonnalisation) ve ‘insanlıktan çıkarma' (deshumanization)
kavramlarını da farklı bir şekilde yorumlar. Tajfel, İkinciyi birincinin uç
bir biçimi saymıştır, yani aralarında bir derece farkı görmüştür. Billig, bu fikir
doğrultusunda, diğerlerini/ötekileri görmenin iki uç karşıt tarzını gösteren
bir ‘süreklilik çizgisi’ (continuum) oluşturur, bu çizginin bir ucunda insanları
‘tekil kişiler gibi görme’ (kişiselleştirme) tavrı, diğer ucunda ise
‘kişisellikten çıkarma’ (gayri kişiselleştirme) tavrı yer alır. Billig,
önyargı ve fanatik hoşgörüsüzlüğü de bu çizgi üstünde yerleştirir. Bu
ayrımlarda, sosyal kimlik teorisinin çerçevesi içinde bulunuyoruz. Ancak
Billig, bu teorinin, insanı, gayri kişiselleştirmeden gayri insani- leştirmeye
götüren faktörleri ele almadığını ve bunu açıklamada yetersiz kaldığını
belirtmektedir.
Grup
tarafgirliği, süreklilik çizgisinin iki ucu arasındaki bulunduğumuz yere göre
farklı anlamlar taşıyor. Çizgi dışına kayıldığında, daha da farklı bir anlama
bürünüyor. Billig’in şeması ulusal/komünoter duyarlılık ile faşizm farkına da
bir kıstas getiriyor.
Modern
toplumlarda, en olumsuz hallerinde bunlardan biri etik, diğeri hukukla
karşılanır. Daha doğrusu, aidiyet grubuna bağlılık, bir duyarlılık olarak
kaldığında genel olarak bir sorun oluşturmuyor, ‘vicdanları rahatsız edecek
düzey’e geldiğinde ise etiğin duvarına çarpıyor ve eğitim yoluyla düzeltilmesi
yoluna gidiliyor. Oysa faşist davranışlar, etikten başka hukukun da
yaptırımına uğruyor. Birinciler günlük yaşamın dokusu
içinde
erirken, İkinciler otları saran bir yalaz gibi şiddet hareketlerinde
alevleniyor. Bu perspektiften bakıldığında, örneğin bazı provokatif olayların
arkasından toplumumuzda zaman zaman gözlendiği gibi, bayrak asma veya ışık
söndürme gibi tepkilerde, faşizmin veya şovenizmin damgasını bulmak doğru
görünmüyor. Zira bu mantık sürdürüldüğünde, ‘grup sevgisi’ renginin, kokusunun
veya izinin bulunduğu her şey şoven milliyetçilik ve hatta faşizm suçlamasına
hedef olabilir. Bir millî maçta, söz ge- limi Türkiye-lngiltere veya
Türkiye-Yunanistan futbol maçında Türk takımının bir gol kaydetmesinden
hoşnutluk duyan birine nasıl bakacağız. Kuşkusuz bu olay karşısında farklı
tutumlar mümkündür: Futbol maçlarıyla hiç ilgilenmeme, gol haberini
gülümsemeyle karşılama, sessizce sevinme, bulunduğu yerde ayağa fırlayıp
sevincini yüksek sesle dışa vurma, sokağa çıkma, arabasıyla klakson çalarak
şehir turuna çıkma ve daha uç bir takım fanatik tepkiler. Bunlara ‘ya hep ya
hiç’ mantıcıyla bakılamaz. Bu mantık zorunlu olarak totalitarizme götürür.
Tümüyle onaylamak Adorno anlamında, tümünü yasaklamak ise Rokeach anlamında bir
totaliterliktir. Dolayısıyla, sosyal olguların pek çoğunda olduğu gibi, burada
da önemli olan ‘ölçü’dür. Demokratiği, ulusal duyarlılığı, empatiyi, grup
bağlılığını, öz-sevgiyi, fedakârlığı, erdemi, davranışların veya eylemlerin
ölçüsüyle ilişkilendirmek, daha makul görünmektedir. Ölçülülük ve ılımlılık,
ortak- yaşamsalhk bakımından (conviviality) önemli özelliklerdir. Kimlik
arayışları ve göstergeleri de, bir uca veya öbür uca kaydığında meşruiyetleri
gölgelenmektedir.
Öte yandan
ulusal duyarlılığı yansıtan tüm düşünce ve eylemleri, toptan faşizan bir
‘milliyetçilik’ ya da ‘ırkçılık’ gibi görmek, paradoksal olarak bu tür bir
milliyetçilik anlayışını olağanlaştırıyor ve ‘meşrulaştırılabilir’ kılıyor.
Çünkü bu anlayış en olağan halinde ‘grup bağlılığı = milliyetçilik = ırkçılık’
denklemini kuruyor. İnsanların kendi gruplarını, yurtlarını sevme ve ona
bağlanma duygularından rahatsız olma tavrı, rasyonel ve kozmopolit bir insan
kurgusuna dayanıyor ve üstelik siyaseten de tartışmalı bir tavır gibi
görünüyor.
Bu demek
değildir ki, ulusal duyarlılıklar, istismar edilmiyor. İktidardakiler veya
elinde güç olanlar, ulusal duyguları tarih boyunca pek çok kez manipüle
etmiştir ve etmektedir. Üstelik ulus kimliğinin inşa ürünü olması, her alanda
insan müdahelelerine sürekli açık olması demektir. Bu mü- daheleler ya da inşa
etkinlikleri, kriz veya çatışma dönemleri dışında, günlük yaşamın içinde vücut
bularak kendilerini bir ‘habitus’un, varoluş
tarzının
parçası haline getirmektedir (Billig, 2002). Üstelik kolektif davranışların
daima aile, kabile, mahalle, köy, kent, bölge, işyeri, dernekler, etnik
topluluk, dinsel cemaat, ülke, kültür alanı gibi çerçeveler içinde cereyan
ettiği düşünülürse, bu davranışları konu alan sosyal bilimlerin, temel
kolektif davranış çerçevelerinden biri olan ulus çerçevesini dikkate alması
bir zorunluluktur (Bernard, 1978).
Grup
bağlılığının anti-demokratik bir özellik olarak görülmesinin kaynağı, büyük
ölçüde Adorno ve arkadaşlarının (1950) geliştirdikleri Otoriter Kişilik
modelidir. Günah Keçisi Olarak Öteki adlı bölümde (III. 3. a) belirtildiği
üzere, Adorno, otoriter kişilerin, önyargılı ve katı bir bilişsel stile sahip
olduklarını, klişelerle düşündüklerini ve etnosantrik olduklarını öne
sürmüştü. Bu sonuca nasıl varmıştı? Araştırmanın ilk aşamasında Yahudilere
karşı önyargıları belirlemeyi amaçlayan bir anti-se- mitizm tutum ölçeği
oluşturan Adorno, daha sonra bunun Zenciler ve Filipinliler gibi başka gruplara
karşı önyargılarla ilişkisini irdelemiştir. Sonuçta çeşitli gruplara karşı
önyargılar arasında bir paralellik bulmuştur. Adorno ve arkadaşlarının bu
sonuçlara ilişkin yorumuna göre önyargı, belirli bir grupla özgül ilişkilerden
değil, genel bir zihinsel yapıdan ileri gelmektedir; bu zihinsel yapı,
etnosantrizmdir. Bundan sonraki adımda, etnosantrizmin faşizmle
ilişkilendirilmiş, bir bakıma ‘etno- santrizm = faşizm’ denklemi kurulmuştur.
Zira anti-demokratik tutumları ölçtüğünü öne sürdüğü tutum ölçeğine,
F-Skalası, daha açık bir deyişle ‘Faşizm Ölçeği’ adı verilmiştir.
Bu çalışma,
bilimsel çevrelerden entelektüel çevrelere ve günlük düşünce alanına
yayıldığında, hatalı bir takım çıkarımlara ve genellemelere yol açtığı
görülmektedir. Her şeyden önce, bir kişinin demokratik veya anti-demokratik
oluşu ‘ya o, ya bu’ tarzında iki seçenekten birine girmesi anlamına gelmez,
çünkü bu bir ölçek yargısı olduğuna göre, bir düzey, bir derece ifade eder.
Fakat bir kişinin F-ölçeğindeki bazı davranışları göstermesi (örneğin
etnosantrik bazı cevaplar vermesi), uzmanlık alanı dışındaki kişilerin söyleminde,
o kişinin kategorik olarak anti-demokratik, yani faşist olarak nitelenmesiyle
sonuçlanmaktadır. İkinci olarak, yukarıdaki denklemin geçerliliği
tartışmalıdır. Anti-demokratik olduğu varsayılan kişilerin, ölçekte
etno-santrik duygu ve düşünce seçeneklerini işaretlemesi neyi gösterir? Adorno
ve arkadaşlarının kavramsallaştırması çerçevesinde, faşist ya da
anti-demokratik kişilerde etnosantrik düşüncelerin olduğunu gösterir. Ama
bunun tersini iddia etme imkânını vermez. Bir baş
ka deyişle,
etnosantrik düşünceli kişilerin faşist olduğunu göstermez. Kurulan denklem bir
sayıltıya dayanıyor. Faşizm ile etnosantrizm eşdeğerli sayılıyor. Oysa bu iki
terimin içermeli bir tarzda düşünülmesi daha doğru görünüyor. Anti-demokratik
olma, etnosantrikliği içerebilir, ama tersinden bir eşitlik kurulamaz.
Yukarda
‘ön-yargı ve stereotipler’ bölümünde, öz-saygı ihtiyacının önemine değinmiş ve
bunu aydınlatmak için Ömer Seyfettin’in Diyet adlı öyküsü üstünde durmuştuk.
Bu ihtiyaç, insanların benlik imajlarına göre kabarır; kim oldukları konusunda
belleklerinde demir atmış temsillere göre önem kazanır. İnsanlar, kendileri
için bir geçmiş inşa eden ve anlatan (otobiyografik bellek) gruplara ait
oldukları ölçüde, bu geçmişe bakış tarzları davranışlarına yansır.
Bu durum
geçmişleriyle projeleri arasında sıkışan toplumların çıkmazıdır. Örneğin,
tıpkı Türkler gibi, sabit bir fikir haline gelen ihtişamlı bir geçmişin
taşıyıcısı olan Müslüman Araplar da, modern dünyanın meydan okuyuşları
karşısında bir kimlik krizi yaşamaktadır; “Arap ülkeleri, geçmişleri
tarafından en çok çağrılan ülkelerdendir” (Morabia, 1980). Bir proje olarak
geleceğe yansıtılacak ideal geçmişte arandığında, bu geçmişin bir altın çağ'
olarak kurgulanması kaçınılmaz olmaktadır. Bu kurgu, bazı boyutlarda
belirginleşmektedir. Morabia'ya göre bu kurguda, eşitlikçi ve toplulukçu bir
ilk İslam temsili öne çıkarılmakta; Arap ülkeleri tarih boyunca parçalanmış bir
durumda oldukları halde, ‘yüzyıllar boyu bir ve bütün bir topluluk oldukları’
duygusu gelişmekte; tarih boyunca ortaya çıkan hizipler ve bölünmelerin, dini
içerden sabote etmek isteyen ‘kâfirlerin komplosu olduğuna inanılmakta,
insanlığın ve Islamın altın çağı, Hz. Muhammet dönemine (VII. Yüzyıl)
konumlanmaktadır, vb.
Sami Nair
(1996), Arap ülkelerinde elit tabaka ile halk arasındaki gerilimi bu çerçevede
irdelemiştir. Bu ülkelerde modernlik projesi, genelde Batılılaştırma şeklinde
yaşanmıştır. Yönetici kesimler, yüzeysel bir yaklaşımla, modernleşmeyi,
Batının kültürel modellerinin, üretim tekniklerinin, politik kurumlarının
basit mekanik bir şekilde alınıp üste konması şeklinde gerçekleştirmek
istemişlerdir; Müslüman-Arap elitler, hangi ideolojiden olurlarsa olsunlar,
Batı ethos’una birden sarılıp, onu yüzeysel bir şekilde ülkelerinin koşullarına
uydurmaya çalışmışlar, ancak geliştirdikleri kültürel temsil sistemi,
toplumlarının derin ihtiyaçlarına uygun düşmediğinden halkın benlik imajı
arayışına cevap verememişlerdir. Sami Nair’e göre, buna tepki olarak beliren
‘temel kimliklere dönüş’ ve ‘kutsala yeni
den sarılma’,
dışlanmış halk kesimleri tarafından bir otantiklik arayışı olarak yaşanmıştır;
köktenci hareketler ise, modernlik karşısında kesinlikle geleneği savunarak
kendi kendisinden memnun total bir benlik imajının dirilişi olarak belirmiştir.
Bu analiz
bazı bakımlardan ve özellikle son yıllarda Türkiye için de ge- çerlidir:
Nair’in analizi, toplumumuzdaki medyatik söylemlere, hâkim görüşlere
hassasiyetle bakmayı telkin ediyor. Ülkemiz elit-aydın tabakasının söylemi,
büyük ölçüde Müslüman-Arap elitlerin tavrını yansıtıyor, topluma üstten, hatta
dışardan bakışı yansıtıyor; ayıplayın, aşağılayıcı, yol gösterişinde bile
yaralayıcı bir bakış. Fikir piyasasına, tartışma programlarına hâkim olan bu
elit-aydın tabaka, kendine benzemeyen aydınları, ya resmi ideolojiye bağlayarak
veya gelenekçiliğe göndererek dışlayıcı, benzeyenleri ise sınıflayın tavır
içinde. Avrupa Birliği, faşizme karşı mücadele, demokratik haklar, kimliklerin
tanınması gibi tüm toplumu ilgilendiren sorunlar, gerçekleştirilecek birer
proje olmaktan çok, müzakere edilemez ve gri tonları olmayan birer mitos
halinde.
Oysa normal
olarak çoğu gruplarda görüldüğü üzere, Türk toplumun- da da pek çok insanda,
grup bağlılığı önemli bir kimlik bileşenidir; bir başka deyişle pek çok insan
kendini bu toplumun inanç ve değerlerine, geçmişine ve hatıralarına, ideal ve
projelerine bağlı hissetmektedir. Bu insanların, bazı Avrupa ülkelerinden Türk
toplumuna karşı yöneltilen olumsuz mesajları, bir benlik saldırısı, bir kimlik
tehdidi gibi algılaması olağan bir sonuçtur. Tüm sosyal kimlik araştırmaları,
bunun böyle olacağını kestirmemizi sağlayacak verilerle dolu. Haklı veya
haksız olarak, tarihleriyle, geçmişlerinin parlak dönemleriyle gururlanan ve
bunu kolektif kimliklerinin tesis edici bir öğesi gibi gören insanlar, sürekli
yenilenen negatif mesajlar karşısında mutlaka bir öz-saygı sorunu
yaşayacaktır. Türk toplumu, son yıllarda daha yoğun olmak üzere, Batı
dünyasıyla ilişkilerinde derin bir benlik sorunu yaşıyor. Olmak istediği adına
pek çok şeyden vazgeçiyor, fakat olduğuna inandığı şey kabul görmedikçe
bocalıyor, diğerlerinin ona ilişkin tasavvurları ve bu tasavvurlara dayalı
muamelelerine isyan hissi duyuyor. Bu bir bakıma Prag Öğrencisi ndeki
görüntüsü Şeytan tarafından bozulan gencin çıkmazı. Kendisine tutulan aynada
kendini değil, başka birini görüyor. Dürüst olduğuna inanırken ‘gayri samimi’
davrandığı, merhametli olduğunu düşünürken gaddar, mazlum olduğunu kanısın-
dayken zalim görüntüsü yansıtılıyor. Buradaki öz-saygı karalanması veya benlik
imajı zedelenmesi durumu, psikolojik olarak taşınması zor bir du
rumdur. Grup
bağlılığı hissedenler için, ızdırap vericidir. Buna karşı gösterilen tepkiler,
konversiyon histerisindeki gibi, herhangi bir olay vesilesiyle (Danimarka’da
yayınlanan karikatürler, Mersin’de bayrak yakılması, vb), dışa vurulduğunda,
bunları, faşizan milliyetçi patlamalar gibi değil, öz-saygı aşağılanmasına
karşı spontan tepkiler olarak anlamak, daha doğru görünüyor. İnsanların
oldukları gibi olmalarından şikâyet etmek, totalitarizme açık bir kapı
bırakıyor. Bu saptama, insana, topluma veya yaşama ilişkin bir yenilik projesi
üretmeyi, bir değişim talebinde bulunmayı yadsımak anlamına gelmiyor, sadece
insanların verili dünyasını dikkate almayı, bir sapkınlık olarak görmek
yerine, olumsuz yanlarında aş- ma/değiştirme fikrini öne çıkarıyor. Yaşamın
katıksız bir ideolojik purita- nizmle görülemeyeceği fikrini vurguluyor.
İnsanların
verili dünyalarının üstüne çıkmalarını, “ideali tasarlayıp ‘re- el’e eklemeleri”ni
(Durkheim) arzulamak,273 insanların somut gerçekliklerini, kolektif
kök salmalarını inkâr etmeyi gerektirmiyor. Seçeneğimiz, iki uçtan birinde yer
almak değil; ara renkler, çatışma durumları hariç, or- tak-yaşamsallığa
(conviviality) ve siyasetin pratiğine çok daha uygun görünüyor. Bu saptama,
kör fanatizm dışında kalan, günlük yaşamın içindeki ön-yargıları meşrulaştırma
ve sorunsuz görme gibi bir sonuç doğurmaz. Fanatizm, elbette ki günlük
önyargılarda elverişli bir gelişme zemini bulabilir. Ve bu yargılar
ayrımcılığa da (Kafka) yol açabilir. Ancak Robert Paxton’un274
işaret ettiği gibi, her olayda faşizmin bir minimum’unu arayarak
genelleştirmek, onun doğasını bozmaktadır. Hatta frekansı artan her şey gibi,
faşizmin de olağanlaşmasına, ‘herkesin yaptığı şey’e dönüşmesine kapı
açmaktadır Hemen herkesin veya her eylemin, puritence, ‘günahkâr’ veya
‘faşist’ olarak görülmesi, bunları ‘meşru olmayan’ın alanından 'meşru olan’ın
alanına kaydırıyor ve demokratik değerlerin kadükleşmesi riskini içeriyor.
Etnosantrizm,
açıklamaları ne olursa olsun, kendini dışa vurma biçimleri ya da pratik
sonuçları her zaman aynı değildir (Taguieff, 1987); her zaman saldırganlık,
zulüm, dışlama veya savaşla sonuçlanmaz; bazen de bir kaçınma tepkisinde
somutlaşabilir. “Etnosantrizmden ırkçılığa geçişin en kesin kriteri, olgusal,
bedensel, kültürel farkların açıkça biyolojik olarak yorumlanmasıdır” (s. 84)
ve bununla bağlantılı olarak, ırklar arasında aşılmaz engeller görmektir. Bu
perspektife göre, her etnosantrik ‘tutum’, ırkçılıkla özdeşleştirilemez.
“Maksimalist bir karşı ırkçılık, minimal bir ters etkiyle, ancak ve ancak bir
‘büyücü avına yol açabilir” (s. 77).
Billig ve
arkadaşlarının275 (1988) ortaya attığı ‘ideolojik dilemmalar’
kavramı, modern demokratik Batı ülkelerinde, Ötekileştirme olgularını anlamada,
önemli bir çerçeve çizmektedir. Billig’e276 (2003) göre, ırkçılık
hem pratikte (uygulamada), hem de söylem düzeyinde çok ustalıklı bir şekilde
bulunmaktadır. Genelde ‘önyargıyı’ yeren, ‘tolerans’ı yücelten günümüz
toplumları, ırkçılığın açıkça ifade edilmesini kabul etmemektedir. Fakat bu
toplumlarda paylaşılan inançlarda, Billig ve arkadaşlarının ‘ideolojik
dilemmalar’ adını verdikleri çelişkili temalar görülmektedir. Örneğin Batı
Avrupa ülkelerinde oldukça önemli oranda göçmen işçi vardır. Hükümetlerin de,
bunların refahını yükseltmekle ve gruplar arasında ahenkli ilişkiler
geliştirmek ile yükümlü bir takım servisler veya kurumlar kurdukları ve resmi
söylemlerinde önyargılara karşı bir görüş sergiledikleri görülür. Ama aynı
hükümetler, bir başka yandan, resmi kurumların göçmen işçilere karşı ayrımcı
uygulamalarına izin verir; hatta göç ve yurttaşlık gibi konularda ayrımcı
yasalar çıkarırlar. Polisin, bu kesimlere karşı tacizkar davranışlarına ve
ekonomik plandaki ayrımcılığa karşı, fazla bir önlem de almazlar. Daha da
ötesi, bazen aynı hükümetler, hamasetle kendi kültürlerine ve yaşam tarzlarına
methiye düzerler ve ‘milliyetçi nutuklar’ atarlar; bu, Billig’in deyişiyle
‘iç-grubun üstünlüğünün ustalıkla vurgulanması'dır. Demek ki ‘ideoloji,
önyargıları taşıyan, ifade eden ve aynı zamanda da eleştiren temalar sağlamakla
bir ikilem yansıtmaktadır. Bu temaların önyargı yanlısı olanı kadar önyargı
karşıtı olanları da sağduyu (commun sens) düşüncesinin bir parçasıdır.
Bu durumda, insanlar tutumlarını doğrudan göstermezler. Bunları görmek için,
çoğunluk üyelerinin kendi içlerinde yaşayan “Ötekiler’ hakkında nasıl
konuştuklarına bakmak gerekir.
II. Dünya
Savaşı’nın ardından yürütülen anti-rasist kampanyaların sonucunda, aşağılanıp
bir utanç ideolojisi haline sokulan ırkçılığın modern biçimleri, ancak dolaylı
yoldan yakalanabilir. XIX. yüzyılda organisist teorilerde, kafatası, diş
yapısı ve benzeri antropometrik ölçümlerle bilimci bir iddiayla ortaya çıkan
ırkçılık, yerini çok daha ince, üstü örtülü veya giydirilmiş ideolojilere
bırakmış durumdadır. Tüm karşı kampanyalara, bilimsel karşıt-kanıtlara ve
enformasyonlara rağmen, ırkçılık varlığını sürdürüyor. Çünkü ırkçılık
kaynağını, etnik grupların bio-fizyolojik yapısından başka yerde buluyor; bu
nedenle ırkçılığı, ırk kavramından hareketle tanımlamak ve tartışmak mümkün
değildir; “ırkçılığın var olabilmek için ırka ihtiyacı yoktur” (Policar,
1993). 1950’li yıllarda anti-rasizmin zaferini ilan eden çevreler, bugün kuşku
içindedir. Pek çok ünlü çağdaş genetik
çinin,
bilimsel otoritelerini kullanarak “ırk” kavramının tehlikeli ve yararsız
olduğunu iddia etmesinin boşuna olduğu fikri ağırlık kazanıyor (Ferre- ol,
1990).
Nedir
ırkçılık? Memmi’nin (1968) deyişiyle, bir toplumda bazı kesimlerin gerçek veya
hayali farkları, sahip oldukları imtiyazları veya bir gruba yönelik
saldırılarını meşrulaştırmak için kendi lehine ve kurbanın aleyhine olmak
üzere, genelleştirilmiş ve kesin bir biçimde yüceltilmesidir; bu tanım, gerçek
veya hayali bir fark kavramını, suçlama ediminin sağladığı psiko-sosyal veya
ekonomik bir çıkar ya da kazanç kavramını ve durumdan yararlananların vicdan
rahatlığını sağlayan bir meşruiyet anlayışını içerir. İrkçılık, Touraine’in
(1993) deyişiyle, bir halkın eyleminden ve iradesinden bağımsız ve doğal
nedenlerle aşağı olarak temsilidir; bu aşağılık durumu, kendini bazı evrensel
değerlerle veya üstün bir kültürle özdeşleştiren ırkçı tarafından bir tehdit
olarak yaşanır ve ırkçı, bu halkı dışlama önlemleriyle kendi toplumunu bu
tehditten korumaya çalışır. Bu haliyle ırkçılığın üç boyutu söz konusudur:
Birincisi bir sosyal grubun doğallaştırılması, İkincisi kültürel tehdidin var
olduğu iddiasının ve ayrımcılığın belirmesi, üçüncüsü ise koruma önlemlerinin
istenmesidir.
Cornatonün
(1993) tanımına göre ırkçılık, bir birey veya grubun, ya elindeki imkânları
almak (ekonomik çıkar), ya onu sosyal veya psişik bozuklukların sorumlusu
kılmak (politik çıkar, psikolojik yarar) için aşağılayıcı bir kanaatle
dışlanmasıdır; ırkçılık, bir ırka olmasa da, bir topluluğa (halk, ulus, din)
gönderir ve bu topluluk adına, bir birey veya grup diğerlerinden farklı bir
muameleye maruz kalır. İrkçılık bir yandan birtakım ideoloji ve doktrinler
bütünü olarak tanımlanabilir; öte yandan kaynakları, sosyal gerçekliği ve
tezahürleri bakımından ele alınıp tanımlanabilir (Wi- eviorka, 1993); analitik
olarak ırkçılık konjonktüre, işin içinde rol oynayan bireylere ve dikkate
alınan deneyimlere göre değişen iki temel mantığın kombinezonu olarak
düşünülebilir. Bunlardan biri, eşitsizlikçi ırkçılığın mantığıdır ve ırk
olarak dikkate alınan bir grubun çeşitli şekillerde aşağılanmasıdır. Diğeri,
farkçı ırkçılığın mantığıdır ve hedef gruba toplumda herhangi bir yer tanımayan
bu ırkçılık, bir dışlama, reddetme, mesafeli tutma ve hatta yok etme iradesine
tekabül eder. Teorik olarak birbirinden ayrı olan bu mantık, tarihsel pratik
içinde, hiçbir zaman birbirinden tamamen ayrı olmamıştır. Dolayısıyla
Taguieff’in (1990) yaptığı gibi, farklı ırkçılık tiplerinin ayırt edilmesi
gerekir; örneğin önyargı olarak ırkçılık, davranış olarak ırkçılık ve ideoloji
olarak ırkçılık gibi. Nitekim günlük yaşam
da farklı
tarzda nitelenen ve konumlanan ‘cahil’, ‘saldırgan’, ‘eğitimsiz’, ‘aptal’, ‘çılgın/deli’
ırkçı tipleri (Taguieff, 1987), sağduyu düşüncesinde temel motivasyonları
bakımından farklılaştırmaktadır.
Özetle
ırkçılık, çağın havası doğrultusunda görüntü ve tarz değiştirmektedir; çağdaş
ırkçılık biçimleri, kendini doğrudan ortaya koyan ‘eski usûl ırkçılık’tan
farklıdır. Çağdaş ırkçı, ırkçı bir düşünceyle davranmadığını, özgürlüğü
korumak için böyle düşündüğünü, örneğin siyahlara siyah oldukları için değil,
gerçekte onlar daha ‘suça yatkın’, saldırgan oldukları için davrandığı gibi
davrandığını öne sürer (Billig, 2003, s. 469).
İdeolojik
dilemmalar, bir toplumda çoğunluk üyelerinin, gazetecilerin ve siyasetçilerin
söylemlerinde gözlenmektedir. Bunlarda ayrımcı görüşler, hem öne sürülür, hem
inkâr edilir. Van Dijk (1987, 1992), Potter ve Wetherell (1987) gibi yazarlar
yanı sıra kendisinin de yaptığı çalışmalar sonucunda Billig, çağdaş ırkçılarda
‘kendini sunma’ stratejisi ayırt eder. Çağdaş ırkçı, söylemlerinde, önce
kendini sunar, sonra ayrımcı tutumunu sergiler. Kendini sunma stratejisi, aynı
zamanda bir retorik veya kendini haklılaştırma stratejisidir. Konuşmacı,
kendine yönelecek eleştirilere önceden önlem alır; “Yabancılarla birlikte
olmaktan kişisel olarak çok hoşlanıyorum’la başlayan söylemin devamında
yabancılara karşı söylenebilecek her şeyi söyler (Billig, 2003, s. 470).
Kendinin veya grubunun kabul edilebilir ve sosyal açıdan ‘düzgün’ bir
görüntüsünü çizmek, sanki daha sonra Ötekiler hakkında söylenebilecek olan her
türlü önyargılı ifadelere bir ‘inandırıcılık’ ya da ‘muteberlik’
kazandırmaktadır.277 Böylece ‘biz’deki arzu edilmeyen özellikler,
içimizdeki yabancılara yüklenmektedir.
Toparlarsak,
topluluk kültürüne bağlılık, birbirinden çok farklı derece ve tarzlarda kendini
gösterebilmekte ve buna göre de anlamı, işlevleri ve sonuçları değişmektedir.
Her topluluk, bir anlamlar dünyasını paylaşma, geçmişten süzülerek gelen bir
kolektif bellek taşıma, bir inanç ve değerler sistemini bağlanma ve nihayet
geleceğe yönelik ortak projelere katılma gibi esaslar etrafında kurulur. Bu eksende
gelişen topluluk kültürüne bağlılığın çeşitli tezahürleri, birbiriyle aynı
değildir. Bunların hepsini toptan fanatiklik ve hoşgörüsüzlük olarak
nitelemek, antropo-sosyolojik olguları, ideoloji ve siyaset zeminine
indirgemekten öte bir anlam taşımaz. Yurttaşlık temeline oturan ve giderek daha
büyük ölçüde evrensel değerlere uygunluğu aranan ulusal kültür ile topluluk
kültürleri, aralarında geçirgenlik bulunan iki varoluş katmanı gibi düşünmek
mümkün olduğu kadar da geçerli bir ‘politika’ olarak görünüyor.
Topluluk
kültürü ile ulusal kültür katmanları arası çatışmalı durumlar, eğitim ve
sosyalizasyon süreçleri sayesinde azaltılabilir; esasen bu durumlar, insanın
yaşam alanlarının bütününde oldukça sınırlıdır. Genelde iki kültür alanı,
birbirine ikame edilebilir nitelikte olmadığı gibi, bu yönde bir iddiaları da
yoktur. Aksine birbirlerini tamamlayıcılık ilişkisi içinde oldukları da
söylenebilir.
Topluluk
kültürünü tehdit eden asıl güç, çok daha gizil ve derin bir tarzda etkisini
gösteren ve tüm dünyayı sarmalayarak ‘talan’ eden med- yatik-tüketimci
kültürdür. Bu bir mozayik kültür, bir kitle kültürüdür. Topluluk kültürleri,
müzikten sinemaya, giyim kuşamdan beslenme tarzlarına, teknik uygarlığın günlük
yaşama birbiri ardı sıra aktardığı eşya ve gadjetlerden bilimsel yöntem ve
projelere kadar hemen her alana yayılan bu kültüre karşı etkili savunma
araçlarından yoksundur.278 Hemen her şeyi ele geçiren bu kültürün
yayılması karşısında topluluk kültürleri bir ‘ersatz’, bir kalıntı, folklorik
bir tüketim alanı durumuna indirgenmektedir.279 Sadece ilkel
toplumlarda, kültür, bir etni veya halkla örtüşmektedir; ancak Abou’nun (1994)
belirttiği gibi, bu örtüşme durumunda, kültürel kimlik sorunu da
yaşanmamaktadır; çünkü kimlik sorunu, ırk, dil ve kültürün homojenliğinde
değil, diğer kültürlerle temas ve çatışma halinde ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde,
kültürü kendi bütünlüğünde ve hakikiliğinde yakalamak imkânı hemen hiç
kalmamıştır. Girard’ın “Etnologların işi zordur. Modern Batı toplumuyla en
küçük temasta, ‘kültürleri’, cam gibi parçalanmaktadır’ sözü buna işaret
etmektedir (1982, s. 95). Moles’in doğa için söylediği deyimi, hayıflansak
bile, genel olarak topluluk kültürleri için de -bazıları için şimdiden,
bazıları için de yakın bir gelecekte- söylemek riski vardır; “Kültür bir
hatadır”. Batı-dışı kültürler, birer hetero-kültür- dür.28^
Poirier’nin
(1978, s. 48-50) analizine göre, hetero-kültür durumunda;
• İç
ve dış olmak üzere iki ayrı kaynaktan beslenen ülke kültürleri, iki farklı
model arasında kalmaktadır
• Bu
çoklu kültür durumu, çelişkileri büyütmekte ve kültürel ikilik, teknik -
ekonomik çerçeveden, sosyal örgütlenmeye, dinsel düşünce ve estetik alana
kadar yayılmaktadır
• İki
karşıt model eşzamanlı olarak yüceltilmekte veya eleştirilmekte, ama kaçınılmaz
olarak görülmektedir
• Bu
duruma karşı tepkiler oluşmakta ve bunlar farklı bilinç düzeylerinde (bilinç
üstü, bilinç, bilinçaltı, bilinç dışı) yansımaktadır
• İki
model arasında bocalayan kültür, bazı gerçekleri inkâr ederek görünüşü kurtarma
yollarına başvurmaktadır
• Ülkenin
derinden Batıklaşan entelektüel elit tabakası, medya vasıtasıyla çeşitli
tepkiler göstermektedir.
Fronty ve
Caussade (1980) çeşitli bölgelerde insanların heterokültür durumuna
tepkilerinde üç tip ayırt etmektedir. Bunlar, köken veya yerli kültürün değer
ve normlarına sadakatin pekiştirilmesi, yeni veya ikinci kültüre açılarak-en
azından görünüşte- bir uzlaşmanın (compromis) sağlanması ve nihayet
köken kültürden uzaklaşılarak yeni kültürü benimseme.
Heterokültür
durumu, esas olarak, kitle iletişimi sayesinde oluşur ve yayılır. Burada
kültürel modellerin yayılması, tekniğin hazırladığı zemin üzerinde gerçekleşir.
Günümüzde
ulusal kontrat fikri, katışıksız homojen bir kültürel bağlamda değil, söz
konusu bu heterokültür bağlamında gündeme gelmektedir. Dolayısıyla, yerli
kültüre bir seçenek değil, bir bakıma çıkış yolu sağlamaktadır. Ulusal kontrat
fikri, bir ticari anlaşma veya mukaveleden farklıdır. Bunu, yurttaşlık fikri
etrafında sosyal bağı tesis eden sembolik bir fikir olarak almak daha doğru
görünmektedir. Yurttaşlık sorunu, basit bir yasal veya anayasal sorun değildir;
bireyin topluluk içinde yer alma tarzı ve politik iktidarla ilişki tarzını da
içerir. Canivez’in281 (1995) işaret ettiği üzere Devlet ile toplum
arasında karşıtlık gören, yani Devleti topluma dışsal ve ona dayatılan bir güç
gibi gören anlayış bir yana bırakılırsa, yurttaşlık belirli bir yaşama,
düşünme ve inanma biçimine katılmayı içerir. Ulusal kimliği, siyasal
topluluğun birliğini, ulusun devamlılığını ve geleneği vurgulayan bu anlayışta
Devlet, bir ulusal fikrin (idee) somutlaşmasıdır. Devlete değerini ve
kimliğini veren şey, geçmişin büyük olaylarına referans ve temel geleneklerin
mirasıdır. Bu açıdan, insan, işçi/emek- çi/tüketici/köken niteliğiyle yurttaş
değildir; belirli bir kültüre (yaşam ve düşünme biçimine) katılımıyla
yurttaştır; bu nedenledir ki, bu bakış açısı, birey-toplum ilişkilerini salt
hukuki bir zemine indirgememektedir.
Kaldı ki,
yurttaşlığın tesisi, bir kimlik inşası ve sözcüğün dolu anlamında bir sembolik
kurgu olarak da sosyal bağın temelini oluşturabilir282 Bunu Lacan
tarafından anlatılan bir öyküyle somutlaştırabiliriz. Öyküye gö-
re, ölümünün
yaklaştığını hisseden bir yaşlı Arap, vasiyetnamesinde mirasını üç oğlu
arasında paylaştırır; büyük çocuk mirasın yarısını, ikinci çocuk 1/4’ünü ve en
küçük olan da 1/6’sını alacaktır. Babalarının ölümünden sonra çocuklar miras
paylaşımı için bir araya geldiklerinde, mirasın 11 deve olduğunu görürler ve
bir türlü paylaşamazlar. Nihayet mahallin kadısına başvururlar. Kadı bir süre
düşündükten sonra şöyle der: “Çadırımdaki deveyi alın, eğer Allah isterse,
onu, nasılsa bana hemen geri verirsiniz”. Gerçekten de hesap kolaylaşmıştır;
büyük çocuk 6, İkincisi 3 ve üçüncüsü 2 deveyi alır. 11 deve paylaşılmıştır ve
12. deve yine kadıya kalır. Burada 12. deve, yani sembolik deve, hem
fazlalıktır, hem de zorunludur; çünkü sosyal barış onun sayesinde kurulur.
Bilindiği üzere, yapısalcı bakışta, semboller, uzlaşma yoluyla (konvansiyon
sonucu) oluşturuldukları gibi, uzlaşmaları da oluştururlar. Somutlaştırırsak, bir
sosyal kontrat, irade ueya sembol olarak yurttaşlık, nihai analizde
kolektif iradenin, sosyal kontratın belirtisi veya sonucu olarak görülebileceği
gibi, bir uzlaşmanın kaynağı olarak da görülebilir. Semboller “sosyal bağdan
sonra gelmezlerse, ondan önce gelir ve onu üretirler; yani sosyal sembolü
değil, sembol sosyali üretir... Sosyal bağ, ya insanların bilinçli iradelerinin
ürünüdür, ya da bir yapıdır, yani tarihin dışında tesis edilmiş, yani oluşumundan,
gerçekleşmesinden önce var olan bir bütünselliktir” (Dupuy, 1992; s. 236). Bu
iki yan birlikte düşünülebilir ve liberal düşünürler tarafından ortaya atılmış
çeşitli oto-organizasyon teorileri283 bunun mümkün olduğunu
göstermektedir.
Bununla
birlikte yurttaşlık basit bir hukuk ilişkisinin ötesinde bir anlam taşıdığı
ölçüde, birleştirici ve bütünleştiricidir.284 Cumhuriyetçi liberal
yurttaşlık anlayışı, topluluğa entegrasyonun belirli bir tarzını öne çıkarır.
Yurttaşlar, topluluğa, onun geleneksel değerlerini ve tarihini benimseyerek
entegre olur. Ancak Canivez’in (1995) belirttiği gibi, hiçbir siyasal topluluk,
-her toplulukta hâkim gelenekler olsa da- bir tek geleneğe dayanmaz. Öyleyse
topluluğun kültürüne entegrasyon, bu geleneklerin birlikte varolması veya
bazılarının çok biçimli bir kültür olarak birbirinde kaynaşması imkanını
sağlayan ilke ve değerlere katılımı varsayar. Ve bu, entegrasyonun sınırlarını
da tanımlar. Örneğin katı bir dinsel entegrizm ile laik devletin ilkeleri
arasında antagonizma vardır. Entegrizm, geleneğini sürdürebilmek için, her
türden meşru siyasal güçten vazgeçmek zorundadır. Oysa Devlet tüm dinleri aynı
düzleme koyar ve bunlara, bireyin kişisel tercihine bağlı olma statüsü verir;
yani onlara, aralarında diyaloga girmeyi ya da en azından pasifik bir birlikte
varoluşu dayatır (Canivez, 1995).
IV. 2. d. Yurttaşlıktan Laikliğe
“Farkçı görüşler, çoğulcu
doktrinlerde, ‘hoşgörü övgülerinde’ ve farklara mutlak saygı methiyelerinde
kendini yüceltir, bu farklar sonsuza kadar icat veya deşifre edilecek bile
olsalar”
Taguieff
Entegrasyonu,
ulus ile cumhuriyet arasındaki metro hattı olarak niteleyen Perrier’ye (1996) göre
entegrasyon, kişinin mahrem yanına, kültsel ve kültürel derin yanına ve
inançlarına gönderen asimilasyondan (latince "similis";
benzer’den gelmekte) farklıdır. Organize bir topluma ahenkli katılımı ifade
eden entegrasyon (latince “integrare”, “integratio”: tam/bütün kılma),
her şeyden önce kamusal alana gönderir. Kamusal alan, yasalar ve teamüller
(usages) tarafından tanımlanır. Entegrasyon kavramını tanımlamak için kontrat
fikri de ele alınabilir. Kamusal yaşamın günlük akışında ifadesini bulacak bir
ortak bir yaşam kontratı, bireyin ulusa entegrasyonunu sağlar. Bu anlamda entegrasyon,
bir cumhuriyet paktıdır. Asgari bir değerler manzumesine katılmayı içeren
kontrat fikri, karşılıklı mecburiyetler içerir. Bireyler, entegrasyon
isteklerini belirtir, kamu güçleri de ona bir takım hizmetler sunmaya angaje
olur. Bu anlamda entegrasyon, bir süreçtir. Kamusal alan, eşitlik, dolayısıyla
farksızlık temelinde işler; örneğin cumhuriyetin okulu, Finkielkrault’un
deyişiyle, farklılıkları, vestiyerde bırakmayı talep eder.
Schnapper285
"somut kök salmaların ve özel aidiyetlerin yurttaşlık fikri ve
kurumlarıyla aşılması", farklı grupları birlikte yaşatabilecek siyasal bir
örgütlenmenin, bugüne kadar ki tek dayanağı olduğunu öne sürer. Bu aşma,
bireylerin bir yanının yadsınması anlamında olmayıp, özel alan - kamusal alan
ayrımı vasıtasıyla bir düzenleme getirme anlamındadır. Elbette ki, "somut
insanlar çok türlüdür ve eşit değildir; sivil toplum, güç, zenginlik, yetkinlik
ve kolektif yaşama katılım düzeyleri bakımından eşit olmayan gruplardan
oluşur" (Schnapper, 1994). “Bu, köklerden kopmayı gerektirmez, onların
dolayımsız bir şey, bir veri gibi alınmamasını, kamusal alanda temellendirici
öğe (element fondateur) yerine konmamasını vurgular” (Kintzler,
1996:120). Dolayısıyla, ne etnik veya dinsel cemaatler, ne de sosyal sınıf
farklılıkları dikkate alınır. Hiç kimse bir gruba ait olmaya mecbur değildir ve
hiç bir grup da, kendi dünya görüşü adına kamusal alanda hüküm süremez.
Habermas,
entegrasyon olgusunu, Kantçı ve Rousseaucu bakışa bağlar: “Dahil etme, ayrım
gözetilenleri eşit görmeye ve marjinalleşmişleri, soydaş bir toplumun
tektipliğine sokmadan, benimsemeye hazır bir siyasi düzen ile sağlanır. Bunun
için gönüllülük ilkesi önemlidir” (1999, s. 47); herhangi bir kişinin bir
devletin yurttaşı olması için, açık veya zımnen onay vermesi yeterlidir.
Habermas, günümüzde karşı karşıya kaldığımız koşullarda, iletişim - kuramsal
cumhuriyetçilik yaklaşımının, etno-milliyetçi ya da cemaatçi ulus anlayışından
daha uygun olduğu kanaatindedir.
Kaldı ki
etnik temelli kimlik siyaseti, ulusun inşası bakımından ileri bir aşamayı
temsil etmemektedir. Billig (2002, s. 168), kimlik siyasetlerinin
‘karşıt-anlatılar ve yeni eleştirel mekânlar ve sosyal pratikler yaratma mücadelesi’
olduğu veya 'yeni anlatıların eski vatansever anlatıları ortadan kaldıracağı
yönündeki görüşleri kuşkuyla karşılar; zira bu siyasetler, esas olarak
‘milletliği’ kabul etmektedirler. Bu demektir ki, mücadelenin konusu ulus olgusu
değil, ulus çerçevesindeki iktidar mücadelesidir.
Renksiz ya da
cemaatlerin rengini taşımayan bir kamusal alanın oluşturulması,286
yurttaşlık ve laikliğin ortak paydası olarak yorumlanabilir.287
Zira teorik planda her ikisi de farklılıkların belirli bir tarzda birlikte
varoluşuna ve tüm özgürlüklerin birlikte mümkün kılınmasına göndermektedir.
Laikliği tesis etmenin gereklerinden biri de. herhangi bir dinsel cemaate ait
olmayanların, cemaatçi bir yapılanma içinde yer bulamamaları olgusudur. Bu
husus, Kintzler’in (1998, 2004)288 laik olmayan bir yapılanmaya
itiraz noktalarından biridir ve konumuz açısından oldukça önemlidir. Bu analizi
gözden geçirelim. Ona göre, ‘Fransız tipi’ laiklik, tüm aidiyet
zorunluluklarına temelden yabancı minimal bir siyasal anlayışa dayanan farklı
bir düşünce tarzı içerir. “Tolerans ve laikliğin birbiriyle bağdaşması, şu üç
koşulun sağlanmasına bağlıdır”:
1) Hiç
kimse, bir başka din yerine belirli bir dini kabul etmek zorunda değildir.
2) Hiç
kimse, hiçbir din yerine bir dini kabul etmeye mecbur değildir,
3) Hiç
kimse bir dini kabul etmek yerine, hiçbir dini kabul etmemeye mecbur tutulamaz.
Bu anlayış,
özgürlüklerin birlikte varoluşunun ortak bir hukuk tarafından düzenlenmesini
varsayar. Kintzler için, buradan çıkan sonuç şudur: İnançla ilgili şeyler, özel
alanda kalmalı ve yasanın sessizliği lehinde bir sivil özgürlükten
yararlanmalıdır. Ona göre genelde, tolerans ilkesi, yetersiz kalıyor, çünkü bu
üç önermeden birincisiyle karıştırılıyor. Bu tür bir ka
rışıklık,
siyasal topluluğun dinsel olguyla ilişkili olarak düşünülmesini varsayıyor;
normal olmak, bir dine sahip olmak/bir dinden olmaktır ve tolerans, farklı
dinlerin birlikte var olmalarını sağlamakla yetinmektir. Bu durumda ikinci
önerme sorun yaratır. İnançsızlar, bir cemaat oluşturmadıkları için, sosyal
bağa bir tehdit gibi görünürler. Bu durumda temel bir soru öne sürülmelidir: Siyasal
topluluk, sivil din dahil, dine hiçbir referans vermeden düşünülebilir mi?
Burada
siyasal topluluk ile genel olarak toplumu birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü
modern toplum, siyasal organizasyonunda, ilkelerinde ve çarklarında ‘ateist’ ya
da ‘din-dışı’ olmakla birlikte, bu toplumu oluşturan bireyler ateist değildir;
bu, Gauchet’nin (1988 a, b) terimiyle “içinde yaşadığımız dünyanın bir
sırrı”dır. İnanan insanların modernlik içindeki yeri sorgulanabilir, ama
sanılanın ve söylenenin aksine, modern-likte hiçbir şey onları
dışlamamaktadır. Batı toplumlarının dinsel belleği yok olmamaktadır. Din,
sosyal dayanışmayı ve kişiler arası bağı oluşturan temel bir harç olmaya devam
etmektedir.289 “Modern site, Weber’in düşündüğü kadar kutsallıktan
çıkmış değildir; dinsel kortejler, seremoniler, ... moral ekonominin önemli
anları olmaya devam etmektedir” (Bayart, 1996, s. 234).
Kutsallığın
terk edilmesinin, zorunlu olarak daha insani bir dünyaya götürmediğini öne
süren Levy de (1997) benzer bir saptamada bulunmaktadır. Ona göre son 50 yıl
aklın, duygular ve inançlar üstündeki zaferi ve ilerlemeye doğru giden bir
toplum umuduyla geçti. Kutsallıktan çıkış (desenchantement), insanı, anlamdan
yoksun ve parçalayıcı tekniklerin hizmetinde basit bir araç haline sokabilir.
Bu noktada Adorno ve Horkheimer, bizzat rasyonellik kavramını eleştirirlerken,
Habermas, To- uraine ve Morin gibi yazarlar, farklı rasyonellik biçimlerinin
tanımlanabileceğini, modernlik ve rasyonelliğin, birer baskı ve yabancılaşma
kaynağına dönüşmesinin zorunlu olmadığı görüşündedirler.
Bilim ve
teknolojinin ilerlemesiyle dinsel veya din dışı inançlar kaybolmuyor. Bazı
inançlar yok olurken bazıları doğuyor. Üstelik “çağdaş inançların bazıları,
bizzat bilimden ve bilimsel yeniliklerden doğuyor. Klonlama üstündeki yeni
araştırmalar, yeni fantasmatik inançları besliyor”290 (Halpern,
2004). Ayrıca, enformasyon bollaşması, ‘enformasyon çokluğu = enformasyon
yokluğu” çerçevesinde, hem işe yarayacak ana kaynakların seçimini, hem de her
bir enformasyonun tahkikini zorlaştırıyor. Halpern’in gözlemine göre, dinsel
inançlar da eskisinden daha az değil. Batı Avrupa'da dinsel aidiyette bir
gerileme var, ama inançlar devam ediyor. Dinsel kurum- ların ağırlığı azalıyor,
ama bireyler kendi inanç sistemlerini ‘kuruyorlar’ (bri-
colage) ve
daha az ortodoks olan ezoterik ve spiritualist inançlar daha çok sükse yapıyor.
Bazılarına (Molenat, 2004)291 göre, alakart (â la carte) dinler
gelişiyor. Modernite, inançları daha az canlı yapmıyor.
Din, laiklik
ve modernlik arasında teorik veya kavramsal bir analiz çerçevesinde bulunacak
ilişkilerin niteliği ne olursa olsun, pratikte, günlük düşünce bunları birlikte
yaşatmanın ve sürdürmenin, birbirinden çok farklı yollarını bulabilmektedir.292
Gauchet’ye
göre, “modern insan, sınırların insanıdır”. Modernliğin kökeninde insanın
mutlaklık iddiasını gören düşünce geleneği yanılmak- ta-dır; modern dünyanın
içinde bu tür eğilimler vardır, ama bu dünyanın gerçeğini oluşturmazlar.
Geleceğe dönük bir toplum, belleksiz olmayıp aksine tarihi yaratır. Oysa
tarihsel süreklilikte ve gelenek tarafından meşrulaştırıldıktan duygusunda
yaşayan toplumlar, yücelttikleri, kutsadıkları geçmişi bilmeme yönüne
gidebilirler; çünkü onların anlayışlarında geçmiş aynıdır. Geleceğin toplumu
geçmişle ilgilenen bir toplumdur. Demokratik liberal toplumlarda, hem sivil
toplum ile devlet arası ayrımın derinleşmesi, hem de toplumun devlet
tarafından üstlenilmesinde bir artış vardır. Klasik liberalizmin aralarında bir
çelişki gördüğü sivil toplum ve devlet, gerçekte birbirini tamamlayıcıdır ve
bu, günümüzün ideolojik vebası olan politikacı liberalizmi hemen hemen bir hiç
düzeyine indirger. Buradaki “üstlenme" terimini, totalitarizm dışında
anlamak; liberalleştirme ve devletleştirmenin birlikte bulunduğu sosyal
sigorta olgusundaki gibi kamusal müdahale alanının genişlemesi anlamında
anlamak gerekmektedir. Gauchet’ye göre bireylerin hareketliliği ya da
bireylerin “monadik” özerkliği, kamu garantisinin bir fonksiyonudur.
Kintzler’in
analizi, siyasal topluluk ya da ulusla ilgilidir. Yukarda belirttiğimiz üç
önermeye dönecek olursak, “tolerans, elbette, ikinci önermeyi de kabul edecek
tarzda genişleyebilir, fakat bunu, ancak dış bir biçimde yapabilir. Burada
inanma ve inanmama özgürlüğü, gözlenebilir farklı pozisyonları dikkate almanın
sonucudur; örneğin, inanmayanlar var oldukları ve sayıca yeterince çok
oldukları içindir ki onların da özgürlüğü sağlanır. Bu bir ilke özgürlüğü
değil, uygulanmasının efektif koşullarına bağımlı bir bitiştirme (juxtaposition)
özgürlüğüdür. Cemaatlerin varlığı, özgürlüklerin organizasyonunu temellendirici
hale gelir; dolayısıyla tüm tolerans fikrinin ufkunda, aidiyet mecburiyeti
bulunur. Böyle olunca sorun daha netleşir: Siyasal birlik, var olan cemaatlere
dayanmadan oluşturulabilir mi?”
Kintzler’e
göre “Laiklik, böyle tesis edilmemiştir. Çünkü her şeyden önce, laiklik tüm
resmi dinlerle uyuşmaz olduğu için (oysa tolerans için durum böyle değildir) ve
ayrıca (daha sonra) tüm aidiyet mecburiyetlerine yabancı olduğu için, bu
böyledir. Fakat asıl fark, düşünce tarzıyla ilgilidir: Laiklik kavramı, bu üç önermeyi,
onların işleyişinin mümkün olma koşulu olarak beliren a priori bir alan
yaratarak yerine getirir. Laikliğin sorunu, insanları oldukları gibi var
kılmak değil, düşünülebilecek tüm özgürlükleri birlikte var kılmaktır”.
Yazarımıza göre “burada altta yatan siyasal düşünce, reel cemaatlerin
toplanması değil, cemaatin hakkına önceliği olan bireyin hakkıdır. İnançsız
kişi örneğini ele alalım; laik bir devlette, o tek olsa da, ve tüm diğerleri
bir tek ve aynı dinden olsa da, hatta o var olmasa da, onun özgürlüğü sağlanmış
olacaktır. Özgürlüğün dayanma noktası, mümkün olmasıdır; bir tek bireyin
ezilmesi, tüm topluluğun ezilmiş olması için yeterlidir”.293
Laiklikle
ilgili bu analiz, etnik topluluklar planına da uyarlanabilir. Nasıl ki din
temelli bir toplum yapılanması, dinsel cemaati olmayanlar için sorunluysa,
etnik temelli bir siyasal toplum yapılanması da kültürlerin karışması veya
melezlenmesi durumunda sorunlu görünmektedir. Çok-kül- türcülüğün kültür
anlayışı, kültürlerin karışması durumunda, yetersiz kalmaktadır. Zira temel
varsayımlarında, sanki kültürlerin, tekil ve total bütünlükler (entite) gibi
ve her insanın bir tek kültürü ve dolayısıyla bir tek aidiyeti varmış gibi
görülmesi sayıltılarına dayanmakta ve bunlar, pratikte sorun yaratmaktadır.
Hemen belirtmekte yarar var.
“Başkasına yer bırakmadan
tek başına varolmak isteyen hiçbir kültür, varlığını sürdüremez”
M.
Gandhi
“Barbar,
kendini insanlığında, yani kendine en az benzeyenle paylaştığı insanlıkta
tanımayan insandır”
Taguieff
Cemaatçi
anlayış, ister dinsel, isterse etnik temelli olsun, özgürlükleri sınırlandırıcı
bir yan taşır; çünkü inanmama veya ait olmama özgürlüğünü ilkesel olarak
temellendiremez. Onlara ancak tolerans gösterilebilir;
bu tolerans
ilkesel değil, pratik bir razı oluştur. Kintzler’in (1998) belirttiği gibi,
özgürlükleri temellendiren şey, cemaatlerin varlığı haline geldiğinde,
insanlar için zımnen de olsa bir aidiyet mecburiyeti doğar. Yurttaşlık modeli,
tüm etnik aidiyetlere yabancı olduğu için, melezler özel bir sorun oluşturmaz.
Bu modelde bireyin hakkının, cemaat hakkına önceliği vardır. İnançsız kişi
gibi, melez kişi de, siyasal toplumda tek olsa da, hatta o var olmasa da, onun
özgürlüğü sağlanmalı, mümkün olmalıdır. Siyasal topluluk olarak ulus, herkesin
cemaat halinde yaşamasını, yani bir aidiyet mecburiyeti içeremez. Oysa etnik
temelli cemaatçi bir toplum yapılanmasında, belirli bir cemaate ait
olmayanların, örneğin melezlerin yeri yok- tur.294
Cumhuriyetçi/liberal
yurttaşlık modeli, insanların kökenleriyle ilgilenmediği ölçüde, melezlere,
marjinallere, tüm taraftakilere açıktır. Üstelik bu bir hoş görme veya
katlanma bakışı da değildir. Teknik bir ifadeyle, cumhuriyetçi anlayış, ne
karışma/melezlik sevgisi (mixophilia), ne de karışma fobisi (mixophobia)295
içerir. Tanımı gereği, her yurttaş kökeninden bağımsız olarak siyasal
topluluğun üyesidir. Oysa melezlik, tanımı gereği cemaatçilikle, kültürel
kapanmayla karşıtlık içerir. Melezliğin, küreselleşme sürecinin yol açtığı
sonuçlardan biri olması da bunun bir kanıtıdır (Teixido, 2005).296
Coğrafi hareketliliğin ve kültürler, ülkeler, bölgeler arası geçişlerin ve yer
değiştirmelerin giderek arttığı bir dünyada, osmos olayları da daha sık
görülmekte ve melezlenme eğilimi artmaktadır. Elbette ki melezlenme, başat bir
kültürün diğerleri üstündeki hâkimiyeti anlamına gelmediği gibi, bir
tekbiçimlileşme anlamına da gelmemektedir. Ancak, tekbiçimlileşmeye karşı
direnmenin tek ve mümkün yolunun kültürel geri çekilmeler, kendi üstüne kapanmalar
olmadığı da açıktır ve bu bakımdan melezlik, dünyanın kültürel zenginliğine
gerçek bir katkı anlamına gelmektedir. Melezlik, kökensel kimliklerin ötesinde
bir kimlik edinmeyi, ilişkisel bir kimlik inşasını gerektirir. “Melezlikte,
hem kendimi tanımayı öğrenmek, hem de ötekini öğrenmeyi öğrenmek söz konusudur.
Öteki, aynı olanın, tekbiçimliliğin karşıtını içermesi dolayısıyla, benim
kimliğim zorunluluklar, ihtiyaçlar, durumlar ve bağlamların zoruyla kabul
ettiklerimin bir bütünü olacaktır" (Caron, 2000).29?
Melezlik,
çok-kültürcü değil, kültürler arası bir durumdur. Çok-kül- türcülük, iç içe
yaşamamaya dayalı bir türlülük, mesafeli bir farklılık içerir. Farklı olan
uzakta tutularak sorun olmaktan çıkarılır. “Karışma korkusu, fark talebidir”
(Taguieff, 1987, s. 345); bu fobiyi taşıyanların ta
hayyülünde,
asimilasyon bir hatadır; etnik topluluklar arası yakın ilişki ve temaslar
zararlıdır. Çok-kültürcülük gibi farklılığın bir savunması olmayan kültürler
arasıhk, ortak ‘insan özü ile çeşitlendirici farklılıklar’ çiftinin
ayrılmazlığı üstüne odaklaşmaktadır:298 buna göre, eğer her birey,
kendisini ayırt eden şeyin ötesinde, insan türünün ortak yapısına katılırsa,
herkes insan olarak muamele görmeyi; ya da Kant'ın dediği gibi, vasıta veya
obje olarak değil, amaç veya özne olarak görülmeyi hak eder. Bu, moralin
temelidir. Bu ilke, insan hakları deklarasyonunun da temelidir; kültürlerin
birbiriyle etkileşim içinde olduğu ve dolayısıyla geçirgenliğini öngördüğü
için, radikal bir Öteki sorununa yol açmamaktadır. Burada psikanalizin
‘yabancı’ anlayışına benzer bir vizyon söz konusudur. Psikanalitik teorinin
temel kavramlarından “bilinçdışı’, insanın kendini irdelemesi ve kendi kendine
nüfuz etmesinde önemli bir katkı sağlamıştır. Çünkü insanın bilincine yabancı
olanı bilinçaltında, yani kendinde keşfetmesiyle birlikte, Ötekilere bakışı da
değişmek durumundadır. Eğer ‘yabancı bendeyse, hepimiz yabancıyız demektir ve
ben yabancı isem, yabancı yok demektir” (Kristeva, 1991; s. 284).299
Bu perspektif, ulusların, hükümetlerin, kültürlerin, ekonomilerin ötesine geçen
bir insan anlayışına kadar uzanmaktadır.
Yabancıya
bakış ya da ayrımcılık olgularını analizde Moscovici (2002), damga ve sembol
kavramlarından hareketle iki düşünce tarzı ayırt eder. Bunlardan biri damgalayıcı
düşünce (pensee stigmatique), İkincisi ise sembolik düşüncedir. Damga,
daha önce (II. Kısım, 3. bölüm) gözden geçirdiğimiz üzere, sosyal olarak
lanetlenmişliğin işaretidir. Damgalanma süreci, acı verici, ızdıraplı,
aşağılayıcıdır ve yaraladığı kişinin, ‘insan olma niteliğini tümüyle veya
kısmen yadsıyıcıdır.'300 Damgalayıcı düşünce, yabancıyı, farklı
olanı ayırıcı, koparıcı bir düşünce tarzıdır. Yabancı veya farklı olan
damgalanarak zihnimizde tanımlanıp aşina kılınır ve reddedilir. Damgalamanın
bazı biçimleri tarihte kalmış olmakla birlikte, modernlikte de sürmektedir.
Modernlik, kişilerin hiyerarşik bir düzende yerlerinin sabitlenmesi esasından,
damgalarla sosyal konumların saptanması sistemine geçiş süreci olarak da
görülebilir.
Moscovici,
sembol kavramını, bir şeyin veya bir işaretin işareti olarak değil, Platondaki
gibi, ikiye bölünmüş bir nesne olarak alır: Biz diğerinin (ötekinin) diğeriyiz
(ötekisiyiz) ve dolayısıyla öbür yarımızın peşindeyiz. Herkes tamamlayıcı
parçasını arar. Platon’un bu fikri, bir ağırlama, konukseverlik fikri içerir.
Yabancı, misafirdir. Bu temelde sembolik düşünce,
birleştirici,
ittifak arayan (alliance) bir düşünce tarzıdır. Burada da yabancının,
farklı olanın zihinsel olarak tanınması ve aşina kılınması, ama öncekinin
aksine pozitif olarak tanımlama söz konusudur.
Kültürler
arası anlayış, sadece her kültürün meşruluğu görüşünü taşımakla (ve
dolayısıyla herkesin farkının saygınlığı duygusunu hak- lılaştırmakla)
kalmaz. Bunun ötesinde her kültürün bir ‘durum’ içinde görülmesini ister; bu,
“kültürel biçimlerin diğer gerçekliklerle ilişkisinin gösterilmesini
gerektirdiği ölçüde, en azından ilke olarak, onların ‘tuhaf görünmesini de
önleyici bir hüviyet taşımaktadır. Tuhaflık, psikolojik bakımdan büyük ölçüde
bir algı sorunudur; algılananın daima bir zemin üstünde ya da geştaltçı
terimlerle bir fon-figür ilişkisinde algılandığı düşünülürse, tuhaf görülen
şey, algısal zeminde göz batan, diğerlerinden farklılaşan şeydir. Bu demektir
ki herkesin birbirine benzediği bir grup zemininde, dıştan gelen veya farklı
olan ‘tuhaf olarak algılanır; bu grup zemini zaten ‘alacalı’ (karışık renkli)
olduğunda, dıştan gelenin kontrast içine gireceği bir zemin söz konusu olamaz.
Cemaatçi kimlik siyasetleri, genel olarak, grup içini homojenleştirme
eğilimleri nedeniyle, ‘farklının tuhaflığı’nı önleme kapasitesinde değildir.
Gruplar arası ilişkilerde ilkeler vazetmek, sorunların çözümünde, çoğu kez
yeterli olmamaktadır.
Cemaatçi
(komünotarist) siyaset, örneğin etnik kimlik siyaseti, toplumdaki
farklılaşmayı etnisite boyutuna indirgeyici bir görüntü çiziyor. İnsanları bir
tek grubun üyesi gibi düşünüyor. Oysa hepimiz gerçekte pek çok grubun üyesiyiz,
Mouffe’un deyişiyle ‘çoğul ve çelişkili özneleriz’ ve kimliğimizi bir tek
grubun tüketmesi, varlığımızın tek bir gruba hapsedilmesi mümkün değildir. Bir
ülkede yaşayan farklı etnik kökenden insanlar, bir tek boyuttaki farklılıkları
üzerinden radikal bir ölçüde ayrışmazlar. Nitekim çapraz kategorilendirme
konusunda gözden geçirdiğimiz araştırmalar (Doise ve Deschamps, 1979, vb) bu
insanların diğer aidiyet veya bağlanma tarzlarının da etkili olduğunu, kişiler
veya gruplar arası kontrastları hafiflettiğini ortaya koymuştu.
Fransa’da
çok-kültürlü (pluri-culturel) bir ulusun siyasal birliği konusunda
kurulan bir komisyon raporunda şöyle denmektedir: “Fark hakkı eğer kültürel
topululuklar (communautes culturelies) söz konusuysa geçerli bir
kavramdır; ama eğer bu fark kurumlarda vücut buluyorsa geçerli değildir; zira
bu durum, ulusal anayasanın ortak bir yurttaşlık ve değerler topluluğuna
dayanmasını öngören ilkeye temelden aykırıdır.
Fransız
halkını, birbirinden ayrı kategoriler halinde düşünmek demek olan toplulukçuluk
(communautarisme), cumhuriyetçi yurttaşlığa aykırıdır” (Marceron, 1998,
s. 9). Komisyon raporunun devamında şu fikir işlenmektedir: “Buna karşılık,
topluluklar lehindeki girişimler ve yapılar, zorunlu olarak toplulukçu
değildir; farklı topluluklara aidiyeti veya ortak bağları olan kişiler arasında
sosyallik ve dayanışma ağları mevcut olabilir; ancak, bunların ulusa mensup
olma duygusuna karşı olmaması veya bu duygunun ortaya çıkmasını ve
derinleşmesini engellememesi gerekir. Ayrıca bunların, sosyal ve mesleki
hareketliliğin ve uyumun çağdaş biçimleriyle uyuşmama ihtimali göz önüne
alınmalıdır. “Toplulukçu psikolojik tekli-aidiyet, bütünleşmeye engeldir” (s.
10). Ne eleştirel düşünceye, ne de bireysel düşünce özgürlüğüne uygundur. Bu
koşullar dâhilinde, dayanışma ağlarının gelişmesi bütünleşmeye katkıda bulunur
ve bu nedenle de yetkililer tarafından yardım ve teşvik görmeleri sağlanmalıdır.
Kültürler
arası perspektif, bazı kimlik arayışlarının ortak paydasındaki ‘tanınma’
talebini besleyen psiko-sosyal ihtiyaçları karşılamaya uygundur.301
Bu husus, tanınma filozoflarından Honneth’in görüşüyle ilişkilendirerek
açılabilir. Frankfurt Ekolü adıyla ünlü Institut für Sozi- alforschung’un
direktörü ve Habermas’ın halefi olan Axel Hon- neth302 tanınmayı
politik anlamından daha geniş bir anlamda ele alır. Geliştirdiği sosyal teoride
Honneth (2000),303 modern toplumlarda, üç tanınma alanı (sfer) ile
bunlara tekabül eden ve toplumu temellendiren 3 ilke ayırt eder:
Birinci alan,
mahremiyet alanıdır. Burada tüm dostluk, aşk ve aile ilişkilerinin temelindeki
güçlü affektif duyguları belirten ‘sevgi ilkesi’ ön plandadır. Sevgi deneyimi
sayesinde her insan, kendine güven kazanır. Burada Honneth, kişisel kimliğin
ve özerkliğin inşasında anneyle ilişkinin önemini vurgulayan psikolojik
bağlanma (attachement) teorilerine dayanır.
İkinci
tanınma alanı, üretim alanıdır. Burada tanınma, insanın kendine saygı
duyabilmesi ve bunu koruyabilmesi için işiyle, emek ve çabasıyla, topluma
yararlı olduğunu hissetmesini ifade eder. Bu alanda ‘dayanışma ilkesi’ ön
plandadır.
Üçüncü alan
hukuk alanıdır. Burada tanınma, herkesin, kendine saygısını geliştirebilmesi
için, diğer insanlarla aynı haklara sahip olduğunu hissetmesini ifade eder.
Hukuksal ilişkiler alanında tanınma, ‘eşitlik ilke- si’ni gerektirir.
Honneth’e
göre tanınma sorunu genel olarak, tanınmama, ‘adam yerine konmama’
duygularıyla başlar, ama tüm tanınma talepleri haklı değildir. İddiaların,
çiğnenmiş onur duygularının, izzet-nefis yaralarının, aşağılanma (humiliation)
ve nefret edilme duygularının bir temeli olup olmadığına bakılması gerekir.
Ama esas olarak tanınmanın pozitif ilkeleri önemlidir; zira bu normatif
ilkeler, her insanın meşru beklentilerini belirleyen ilkelerdir.
Honneth,
teorisinin pek çok kimlik olgusu yanı sıra Fransadaki banliyö ayaklanmaları
tarzındaki ve temellerinde derin hayal kırıklıkları bulunan olaylara
uygulanabileceği görüşündedir. Eşit haklara sahip olmak (111. İlke) yetmiyor bu
kesimlere; sorunları sosyal görünürlükle ilgili ve ikinci ilkenin yetersiz
işleyişinden kaynaklanıyor. Bu insanlar görünür olmama veya gereksiz oldukları
duygusunu yaşıyorlar sürekli. Bir sorunlu grup olarak veya sadece
istatistiksel gruplar olarak görüldüklerini hissediyorlar. Toplumdaki diğer
insanlar tarafından pozitif değeri olmayan biri gibi muamele görme duygusu, bu
sosyal çatışmanın motivasyonlarından biri.
Bu tür
olaylarda basit bir ‘kimlik’ tanıma talebinden farklı bir yan görünmektedir. Prag
Öğrencisi sorunsalının analizinde vurguladığımız gibi, adam yerine konmak'
insanın temel ihtiyaçlarındandır ve ‘olmak istediğimiz insan olduğumuzun diğer
insanlarca kabulünü yansıtan tüm göstergeler, tanınma argümanlarıdır. Tanınma
ihtiyacı, bir gruba dahil olarak grup içinde bir yer bulma, grupla özdeşleşerek
grubun başarılarına ortak olma, olumlu grup niteliklerini sahiplenme, yalnızlıktan
kurtulma, diğerleriyle kişiselleştirilmiş, ayrıcalıklı yakın ilişkiler
geliştirme gibi çeşitli psikolojik ihtiyaçlar biçiminde kendini gösterebilmektedir.
Moscovici304
(1979, s. 223) azınlıkların psikolojisinde iki kavramı birbiriyle
ilişkilendirir. Bunlar çekim (attirance) ve görünürlüktür (uisibili-
te) ya da sempati ve hayranlıktır. Pek çok sosyal ilişkinin temelinde yer
alan bu iki kavram birlikte ele alınmalıdır. Ona göre cesur, eksantrik, yetkin,
yaratıcı, bağımsız kişilere ilgi duyar, fakat onlardan rahatsızlık da duyarız.
Bunların bazen zayıf noktaları göründüğünde ise, onlara sempati gösteririz,
kendimizle benzerliklerini görürüz. Toplumda bazı insanlar, değişmeyi,
yargılamayı veya yargılanmayı istemezler. İçe yöneliktirler, sadece
kendilerine benzeyenlerle ilişki kurar, çekim ve sempati ararlar; başarılı
oldukları takdirde dışa açılırlar.
Moscovici,
çekim ile görünürlük, sempati ile hayranlık arasında ters ilişki bulur. Çekim
ve sempati daha ziyade uyumun, görünürlük ve hayranlık ise değişimin
dinamiğidir. Azınlıklar bazı hallerde ya da bazı azınlıklar uyum arar, sosyal
onay ve sempati ihtiyacı duyarlar; bazı azınlıklar ise bağımsızlık ve sosyal tanınma
ihtiyacı duyarlar. Bazılarının düşüncesinin aksine, her şey ne salt çekim ve
sempati işidir, ne de salt görünürlük ve sosyal tanınma işi. Toplum ikisinin
karışımıdır.
Daha önce pek
çok kez vurguladığım gibi,305 tanınma temelli kimlik talepleri, çoğu
kez ‘oyuna dâhil olamayanların kendilerini içine alan bir dünya kurma arzuları
nı ifade etmektedir. Kriz dönemlerinde, dışlanmışlar ve umutlarını yitirmiş
olanlar gerçekten bir kapana sıkışmaktadır. Durumlarını nasıl
açıklayacaklardır? Toplumsal dayanışma mekanizmaları onları sarıp sarmalamadığı
takdirde, kolaylıkla, mazlum ve mağdur psikolojisine girmektedirler.
Durumlarını kendilerine bağlı nedenlere değil, dış nedenlere yüklemek ve
birilerinin onlara haksızlık etmiş olduğunu düşünmek en normal' açıklama yolu
olacaktır. Adil bir dünya veya toplum düşleyecek- lerdir. Yaşadıkları toplumun,
şu veya bu kurallar sistemine göre meşrulaştırması mümkün değildir; inandırıcı
olacak tek şey, onları topluma dahil etmektir. İnsanın kendisini içine almayan
bir toplumu haklı görmesi, en azından uzun süreli olarak mümkün olmadığından,
bu dünyada yer bulamayanlar, kendilerine bir başka dünya kurma yoluna
gidecektir. Fransada- ki banliyö olayları, sistemin dışladığı, kendi hallerine
bıraktığı, "gidişata ayak uyduramayan", "oyuna dâhil
olamayan", yoksul, işsiz, dar gelirli ve üstelik göçmen konumundaki
insanların, kendi dışlanmışlık ve yoksulluk durumlarına karşı gösterdikleri
abartılı bir tepki olarak anlaşılabilir.306
Honneth,
olayın antropolojik bir boyutunun da bulunduğunu, zira insan olarak
kimliğimizi geliştirmemizin tanınma ihtiyacının giderilmesine bağlı olduğunu
belirtir. Ama tanınma ilkeleri ve yolları tarihsel değişime açıktır; örneğin
modern-öncesi toplumlarda, insanların kendilerini bir ‘dikey onur’ (honneur
vertical) anlayışıyla tanıdıklarını öne sürer, yani başka tanınma ilke ve
fikirleri söz konusudur. Ona göre toplumların tarihinde tanınma boyutunda
gelişme sadece hukuk planında vardır, sosyal hak taleplerinin kabulünde bir
gelişme söz konusudur. Ayrıca tanınma koşullarının sağlandığı bir toplum
tahayyül edilip edilemeyeceği konusunda şunu söyler: "Bu,
vazgeçemeyeceğimiz, düzenleyici bir fikirdir; ama tanınma mücadelelerinin
biteceği bir toplum düşünmüyorum. Her zaman kişiliğimizin bir yanının saygıyla
karşılanmadığını düşünebiliriz".
IV. Kolektif Bellek ve
Ulusal Kimlik
Honneth’in
tanınma ihtiyacını, farkla ilgili politik taleplerden daha geniş bir konu
olarak kavramlaştırması ve diğer insanlarla ilişkilerimizin tümünde tanınma
beklentilerinin bulunduğunu öne sürmesi, sosyal psikolojik açıdan daha uygun
görünüyor. Örneğin çeşitli sosyal grupların toplumdaki yerlerini iyileştirmek
için verdikleri mücadele (Bourdieu), işyerlerinde yaşanan ve giderek büyük bir
sorun haline gelen ‘moral taciz’ (mobbing) davranışlarına karşı kişisel
veya örgütlü eylemler, sosyal destek kaybında yaşanan sıkıntılar gibi çeşitli
olgular, tanınma ihtiyacının salt politik bir çerçeveye sıkıştırılamayacağını
göstermektedir.
“Şeyleri yanlış
adlandırmak, insanın acılarına acı katmaktır”
A.
Camus
Kimlik
labirentindeki yolculuğumuz, bir noktada durmak zorunda. Kimlikle ilişkili
olguların spiral bir tarzda birbirine eklemlendiği bir yolun sonunun olması da
zaten mümkün değil. Buraya kadar katettiğimiz yolda, kimlik olgularının son
derece karmaşık ve çok yüzlü olduğunu; büyük bir çeşitlilik ve değişkenlik
gösterdiğini görmüş bulunuyoruz. Sosyal kimlik teorisi de dâhil, tüm teorik
modeller, bu çeşitlilik ve değişkenlik karşısında eksik kalmakta; sosyal
olguların karmaşıklığı, teorik çerçevelerden taşmaktadır.
Her şeyden
önce, kitabın önsözünde de belirtildiği ve kitap boyunca da görüldüğü üzere,
kimlik sorunlarını ele alan araştırmacı ve yazarlarda dil düzeyinde belirsizlik
ve karışıklık gözleniyor. Bu durum, kimlik olgularının karmaşıklığı yanı sıra,
uzmanlık alanlarının, benimsenen paradigmaların ve perspektiflerin
farklılığıyla da ilgili. Öte yandan yoğun bir bilgi üretimi ve parçalanması
söz konusu ve bu da, okuyucu ve araştırmacıların başını döndürüyor.
Kimlik
sorunları konusunda yukarıdaki boyutlarla da ilgili bir başka ‘kafa
karışıklığı’, uluslar arası ilişkilerin dinamiğinden kaynaklanıyor. Kimlik
literatürü gözden geçirildiğinde, iki ana damar gözleniyor. Bunlardan biri
bireysel kimlik olgularıyla ilgili: Bireyleşme, modernlik, modern insanın
sıkıntıları, birey-toplum ilişkileri, benlik imajı ve sunumu, homoseksüeller,
AIDS'tiler, özürlüler, aile içi şiddet ve taciz kurbanları, yabancı ve
göçmenlerin uyumu, işsizler, evsizler ve çeşitli marjinal grupların kimlik
sorunları, vb. İkinci damar azınlık çoğunluk ilişkileri, etnisite, etnik kimlik,
azınlık hakları, cemaat hakları, kültürel çoğulculuk, vb. İlginç olan o ki,
kimlik literatürü hemen hemen tümüyle, Batı ülkeleri tarafından üretilmekle
birlikte, iki ana yayın grubundan birinciler, Batı toplumlarına, İkincisi
Batı-dışı dünyanın toplumlarına odaklaşıyor. Birinci grup yayınlar, sorunlu
kişi veya grupların topluma uyumu ve entegrasyonu (hatta asimilasyonu) yönünde
işlerken, İkinciler aksi yönde etkide bulunuyor. Bir başka deyişle, içerisi
için bütünleşme, dışarısı için farklılaşma telkini yapılıyor. Batıda
bütünleşme, Batı-dışında ayrışma. Batı-dışına yönelik öneri
ler,
önlemler, reçeteler, formüller, siyasal politikalar, farkçılık eksenli bir
kimlik siyasetinin öğeleri olarak beliriyor. İdeolojik peyzajda, zamanla her
şey bir başka şekle, hatta karşıtına dönüşebiliyor. Kimlik konusundaki literatür,
özellikle üç büyük dönüşüm geçirmiş görünüyor (Taguieff, 1987): Irk kavramından
etni ve kültüre; eşitsizlik kavramından farka; farklılaşma korkusundan
farklılaşma sevgisine (heterophilia). Fakat paradoksal olan şu ki, Batı-dışı
mikro-milliyetçiliğin ürünü küçük ülkeler bir yana bırakılırsa çoğu ülke,
sosyolojik olarak Batı ülkelerindekinden çok daha çok-kül- türlü bir yapıya
sahip. ABD ile Brezilya, Almanya ile İran, İngiltere ile Hindistan, Fransa ile
Türkiye gibi ülkeler karşılaştırıldığında, bu çiftlerden demokrasi ve insan
haklarının başlıca temsilcileri olan birinci ülkeler, geçmişteki durumları ne
olursa olsun, bugün itibariyle, farklılıkları eritmiş, tekbiçimli ve standart
bir yaşam tarzını hâkim kılmış ve ayrışma tehditi yaşamayan ülkeler olarak
belirmektedir (örneğin Gana’da 34 farklı dil grubu, 200 geleneksel eyalet/devlet;
Kamerun’da 20 etnik grup ve 100 civarında dil grubu; Zaire’de 4 büyük farklı
dil, 400 akraba dil grubu ve 60 etnik grup bulunduğu kaydediliyor. (Abou, 1996)
Bütün ülkelere çok- kültürcü olmaları yönündeki telkinler veya dayatmalar son
derece alakasız görünüyor; üstelik bu tüm Afrika ülkelerinde çoğu kez İngilizce
veya Fransızca’nın resmi dil olarak alındığı da biliniyor.) Türkiye ve benzeri
ülkelerin entelektüel dünyası bu yanlı Batı literatüründen besleniyor. Bu
durumun yarattığı çıkmaz, iç içe yaşadığımız sorunları, sorunların kendisinden
kalkarak değil, Batının normatif gözüyle görerek düşünmemizde somutlaşıyor. Bu
teorik peyzaj, pratikle daha da karışıyor. İdeolojik dilemmalar kavramıyla
işaret ettiğimiz üzere, kamusal söylemlerde eşitlikçi ve ‘hümanist’ bir dil
kullanılması, pratikteki dışlayıcılığı ve ayrımcılığı engellemiyor.
Bu gözlemler,
kimlik peyzajının ne denli karmaşık ve dopdolu olduğunu yansıtıyor. Resmin
içinde kaybolmamak gerçekten güç. Pek çok veri topladık yol boyunca:
Bireysel veya
sosyal, tüm kimlikler inşa edilmiştir. Bu nedenle kimlikler, esnek bir özellik
göstermektedir.
Kimliklerin,
bir inşa ürünü olmaları, özsel gerçekliklerinin olmaması demektir; kimlikler,
tarihsel ve psiko-sosyal süreçlere bağımlıdırlar.
Sosyal
dünyamızda cereyan eden olayları kapsayan sosyal gerçeklik, büyük ölçüde
insanların bu gerçekliğe ilişkin temsillerinin bir ürünüdür. Ama onlar bu
olayları, kendi dışlarında apayrı gerçeklikleri varmış gibi
görürler. Bu
anlamda kimlikler, sağduyu düşüncesi tarafından bir öz gibi algılanırlar.
Kolektif inançların hatalı olması, pratikte çok da fazla etkili olmamakta,
zira “herkesin aynı anda aynı hatayı yapması, kolektif yanlışı, sosyal
gerçekliğe dönüştürmektedir” (Sennett, 1979).
Kimlikler,
basit birer etiket değildir. İnsanların kimlik görüşlerine, zamana ve ortama
göre değişen psiko-sosyal yatırımları vardır. Bu yatırımların önemine göre,
kimlikler de az ya da çok önem taşırlar.
İnsanlar,
çevresel türlülük ve karmaşıklıkla başa çıkabilmek için çeşitli durumları,
olayları, şeyleri ve insanları kategorilendirmektedirler. Bu bilişsel çaba,
gruplar arası kontrastı belirginleştirmekte ve kimlik oluşumuna zemin
hazırlamaktadır.
Kimlik,
insanların enformasyonları alma ve işleme süreçlerinde etkilidir. Bu nedenle
kimlikler insanla dış dünya arasında bir filtre niteliğindedir.
İnsanların
kendilerine ilişkin değerlendirmelerinde, durum ve koşulların da etkisi
görülmektedir. Bu yanıyla kimlik, kendimize ilişkin görüşümüzdeki değişimleri
yansıtan olgusal bir özellik ve değişkenlik göstermektedir.
İnsanlar,
kendileri hakkında olumlu bir görüşe sahip olma ve bunu koruma
eğilimindedirler. Bu eğilim bireysel ve kolektif düzeyde bir öz-say- gı arayışı
olarak belirir ve kimliğin duygusal yanını ifade eder. Bu yanıyla kimlik,
istikrarlı bir özellik göstermektedir.
Kimlik,
diğerlerine karşı duygu ve davranışlarımızı, inanç ve tutumlarımızı etkiler.
Bu yönüyle kimlikler, bir pusula niteliğindedir.
Bir grup
aidiyeti temelinde oluşan kolektif kimlikler, grup üyeleri arasında bağlanma
ve bütünleşmeye yol açmaktadır. Bu özellikteki kimlikler, bir takım insanları
bir arada tutan bir sosyal bağ ya da çimento niteliğindedir.
Kolektif
kimlikler, belirli bir gruba dâhil olmayı öne çıkarırken diğer gruplara mensup
olan insanları dışta bırakır. Bir iç gruba karşılık, pek çok dış grup yaratır.
Bu yanıyla kolektif kimlikler, hem dışlayıcı bir özelliktedir, hem de dışlanma
nedenidir.
Aidiyet grubu
ile dış grupların farklılaştırılması, genelde kendi grubumuzun olumlu,
diğerlerinin olumsuz özellikler yüklenmesi yoluyla yapılmaktadır (istisnaları
eksik değil). Bu anlamda kimlikler, diğerlerinin ‘öte- kileştirilmesi’, hatta
bir ‘Oteki’nin icat edilmesi üzerinden inşa edilmektedir.
Ötekinin
icadı ya da ötekileştirme, kimlik arayışlarının ‘zayıf’ yanını oluşturmaktadır.
Zira kimliğin Öteki üzerinden tanımlanması negatif bir tanımlama yoludur ve
kimliklerin anlamlılığı (pertinence), diğerinin ‘Öteki’ olarak kalması ya da
tutulması ölçüsünde geçerliğini korumaktadır.
Ötekilik ya
da farklılık, mantıksal olarak karşıtlık içermediği ölçüde, dışlama sebebi
olmayabilir. Diğerlerinin bizden farklı yanı, lanetlenmişliği gösteren ve
onları ayırıcı, koparıcı bir damga gibi değil, onları tanımamızı ve
ağırlamamızı, onlara kapımızı açmamızı sağlayan bir işaret (tessera
hospitalis), tamamlayıcı parçamız gibi de görülebilir (Moscovici).
Öz-saygının
korunması, diğerleriyle ilişkimizi, bazen benzerlik, bazen de farklılık
arayışına yol açmaktadır. Bu anlamda kimlikler, sosyal karşılaştırma üzerinden
inşa edilmektedir.
İnsanlar,
kimliklerini istendik yönde şekillendirmek ve korumak için, geçmişleriyle
sürekli ‘oynayarak’ tarihlerini yeniden yazmaktadırlar. Bu anlamda kimlikler,
bellek üzerinden inşa edilmektedir.
Modern
toplumda insanlar, kendileri hakkında birbirinden farklı ve çeşitli kimlik
tanımlarına sahiptir. Ve bunları da farklı şekillerde anlamlandırırlar. Modern
bireyin bu çoklu-kimlik yapısı, kolektif kimliğin gerekleriyle çatışmaktadır.
Demek ki bir insanın bireysel kimlik duygusu, kolektif kimliğinden etkilenmekle
birlikte, çoğu kez ikisi arasında diyalektik bir ilişki görülmektedir.
Bunlardan biri öne çıktığında diğeri gerilemektedir.
Kimlik
sorunları, insanları geniş bir okyanusta kaybolma veya bir adaya hapsolma
seçenekleri arasında farklı noktalarda bırakıyor. Kimliksel belirsizlik
kadar kimliksel kapanma da kendi olumsuzluklarına sahip; her ikisi de bazı
soruları cevaplarken bazı yeni sorulara yol açıyor.
Tarihsel
perspektifte kimlik tutkusunun yükselişi, modernlikle ilişkili görünüyor. Ayırt
edici özelliğini, insanın kendini belirleyen yapılardan bağımsız, özerk bir
özne haline gelişinde bulan modernlik, kişisel kimlik açısından hiç kuşkusuz
temel bir önemdedir. Ancak, günümüzdeki kimlik arayışlarının çoğunda
insanların, yaşamlarının yönünü ve anlamını geçmişte aradıkları, “kimliği inşa
edilecek bir şey gibi değil, aranarak bulunacak bir şey gibi gördükleri”;
sağduyu düşüncesinin kavrayışına paralel olarak özsel bir kimlik kurgusu
taşıdıkları gözlenmektedir. Bu yanıyla kimlik arayışları, paradoksal bir
özellik göstermektedir.
Aynı şekilde
ilkesel olarak bir takım sosyal kuramlardan veya siyasal bağlardan sıyrılıp
özgürleşme talebi olarak kendini sunan kimlik arayışları, pratikte daha
radikal, daha sınırlandırıcı grup veya topluluklara katılma biçiminde
somutlaşmaktadır. Bu anlamda bazı kolektif kimliklerin rasyonel olarak
yürütülen kimlik stratejileriyle insanları manipüle ettikleri, kimlikleri
araçsallaştırdıkları (Eski Yugoslavya ve Rwanda çatışmaları) ‘kimliklerin
reaksiyoner ve öldürücü davalara hizmet ettikleri ve kâbusa dönüştükleri”
(Bayart, 1996) gözlenmektedir.
İnsanın
kendini koruma ve tanıtma aracı olarak olumlu bir işlev gören kimlikler,
paradoksal olarak, aynı zamanda saldırganlık, hâkimiyet ve ma- nipülasyon
araçlarıdırlar. Bu yanıyla kimlikler bir hapistir (Camilleri). Hapis kimlik,
hem içeridekileri kapatır, hem de yabancılara, farklı olanlara kapıyı kapatır.
Kimlikler ne kadar özsel görülürse o kadar kapatıcı ve dışlayıcıdır. Sosyal
ilişkileri sahteleştirerek manipülasyona zemin hazırlar. Negatif stereotiplerle
Ötekinin tözsel olarak aşağılanması, ona saldırıları da meşrulaştırır.
Kimlik
kavramının, psiko-sosyal çerçeveyi aşan siyasal bir anlamının olması, onu
sürekli bir biçimde bilimsel çerçevenin dışına sürüklüyor. Bu nedenle bazı
yazarlar (Malrieu, Lipiansky, vb) kimlik kavramının ideolojik bir niteliği
olduğunu açıkça belirtiyorlar: Ne zaman ki bir kişi veya grup içsel olarak
zayıfladığını hissediyor ve içsel çelişkilerinden kaynaklanan tıkanmalar
yaşıyor, hemen kimlik kavramına sarılıyor. Kavram, bu duygunun yol açtığı
kaygı ve gerilimler karşısında bir birlik, bir grup olma tepkisini simgeliyor
ve bir savunma refleksini yansıtıyor.
Kimlik, bir
nebülöz gibi genişlerken kavramsal açıklık kazanamıyor. Pek çok ideolojinin
bağlandığı kimlik kavramının giderek netleşmek yerine belirsizleşmesi, her
şeyi ifade eden sihirli bir sözcüğe, her şeyin içine konduğu bir valiz kavrama
dönüşmesi ve bir bakıma tıpkı ‘sınıf’ kavramı gibi ‘sosyal bilimleri teslim
alması’, bazı araştırmacıları (Grosser, Brouba- ker, Dupin), kimlik kavramından
vazgeçilebileceği fikrine götürüyor (Halpern, 2004, a). Üstelik pratikte de
kimlik politikaları, bazı sorunları çö- zerken, başlangıçta öngörülmemiş başka
sorunlar doğuruyor. Kültürel farklar adına yürütülen politikalar, entegrasyon
sorunlarına çözüm getiremiyor. Tekil olana odaklanmak, çoğul olanın göz ardı
edilmesiyle sonuçlanıyor. Örneğin, ABD’de, kendilerinin Amerikalı değil de,
yerli, ‘cajun’, Meksikalı, Çinli, vb olduklarını söyleyenlerin sayısı bir anda
patlayış gösteriyor. Hollanda ve bazı Avrupa ülkelerinde, eğitim sisteminde
yürütülen
'okullarda
etnik gruplara göre ayrı sınıflar’ uygulaması, azınlık kültürlerinin
çok-kültürcü promosyonundan ziyade, ayrımcılıkla sonuçlanıyor.
Son 50 yıldan
bu yana, bir yandan kimlik taleplerinde, öte yandan da kimliğe ilişkin medya ve
sosyal bilim söylemlerinde büyük bir artış gözleniyor; ama inşacı açıdan
baktığımızda bunlardan hangisinin neden, hangisinin sonuç olduğunu söylemek
zor görünüyor; kimliğin fazla talep olduğu için dile getirildiği
söylenebileceği gibi, fazla dile getirildiği için talebin oluştuğu da
söylenebilir. Genel olarak baştan beri vurguladığımız üzere, inşacı açıdan kimlik,
neden olduğu kadar da sonuçtur. Bir takım olayların nedeni olduğu kadar,
bu olayların sonucu olarak da görülebilir.
Dünyaya
aidiyet grubu perspektifinden bakma, tüm tarih boyunca görülmekle birlikte,
bunun kendini gösterme biçimleri sürekli değişmiştir. Bu ister bir evrimin,
ister sosyal öğrenmenin sonucu olarak görülsün, sonuç olarak, bir inşa
ürünüdür ve inşa ürünü olması, gruplar arasında ayrımcılığa gitmeme, aidiyet
kimliğine gömülüp kalmama yönündeki gelişmelere kapıyı açık bırakmaktadır.
Tarih bu tür konularda ne rehavete kapılmamızı, ne de karamsarlığa kapılmamızı
haklı gösteriyor, etik temelli ve insan hakları planındaki gelişmeler,
‘biyolojinin kader olmadığını göstermektedir (Jahoda).
Siyasetin
pratiği açısından önemli olan, yurttaşlık ile kimlik taleplerini
bağdaştırmaktır. Farklılık ve evrensellik, vazgeçemeyeceğimiz iki olgu. Hata,
‘bunlardan birini dışlayarak diğerinin yanında yer almak’la başlıyor
(Taguieff). Ayrıca, pratikte çoğu kez rastlandığı gibi, bunların ölçüsü de
önemli. Uç biçimlerinde ya da bozulduklarında, farkçılık faşizme, euren-
selcilik ise emperyalizme götürüyor. Cumhuriyetçi yurttaşlık modeli, daima
entegrasyon zemininde yükselmiştir. Bunda öncelikle, zorunlu eğitim, okul,
askerlik hizmeti, yaygın istihdam ve kentleşme politikası, sosyal piramitte
dikey yükselme yollarının açılması, vakıflar, sendikalar, demokratik kitle
örgütleri gibi çeşitli hizmet ve kurumların etkinlikleri önemli bir rol
oynamıştır. Ve bunların rolü sona ermemiştir. Ancak tarih, ortak bellek,
gelenekler, din, dil, inanç ve değerler de, sosyal bağın oluşması ve
korunmasında birleştirici birer harç olarak entegrasyona katkıda bulunmuşlardır.
Bunlar, insanların diğerlerine karşı kapanmasını ve onları dışlamasını
meşrulaştırma aracı olmadıkları ölçüde, hepsi de kimlik inşa edici birer
faktördür. Bugün de, entegrasyon mekanizmalarının harekete geçirilip canlı
tutulması, önemini korumaktadır.
Toplumun her
kesiminden gelen insanların dikey hareketliliğini ve katılımını sağlayarak
dışlama ve ayrımcılığı önleyecek akıllı’ bir cumhuriyetin, kendi temel
ilkeleri çerçevesinde, farklılıkları barındırma yollarını bulabilmesi
beklenir. On yıllardır ülkemizde uygulanan ve ABD’deki pozitif ayrımcılık
uygulamalarından temelde farklı olan ‘kalkınmada öncelikli yöreler’
uygulaması, bunun, akıllıca bir örneğidir. Kentsel yurttaşlık, işletme
yurttaşlığı gibi yeni gelişen kavramlar da, cumhuriyetçi/liberal yurttaşlık
modeli doğrultusunda atılmış adımlar sayılabilir. Burada müzakere konusu olan
şey, yasa önünde eşitlikle yetinmeyip, toplumsal bünyede hakkaniyeti
sağlamaktır. Cumhuriyette kent merkezleri ile varoşlar arası bütünleşmeyi,
dışlanmış kesimlerin istihdam imkânlarını çoğaltmayı, kadınların siyasete
katılımını artırmayı hedefleyen politikalara kapı açıktır. Dışlanmışları,
serbest piyasa koşullarına bırakmayıp dâhil etme kanalları tesis etmek
mümkündür. Entegrasyon, yurttaşlığın yatay politikayla ilgili yanlarının, yani
kişiler arası ilişkileri düzenleyen medenî yönünün (civisme) geliştirilmesi
halinde sağlanabilir. Eşitsizlikleri telafi etmek, katılımı artırmak, sosyal
bağı pekiştirmek, farklılıkları entegre ederek bir arada yaşatabilecek yeni
bir modus vivendi bulmak bakımlarından, bireysel veya kolektif egolara
odaklı kimlik siyasetlerine kıyasla, uzun vadede çok daha umut verici
görünmektedir.
192. Bu dönüşüm, canlı olarak dinlenen bir müzik
konserinin, kaset/plak veya CD’lere taşınması; veya görsel bir peyzajın
fotoğrafa, filme veya kameraya aktarılması sürecine benzer bir takım imkanlar
sağlamaktadır. Kültür ürünlerinin kaydı, belirli bir anda cereyan eden bir
olayı veya ortaya konan bir ürünü, dünden bugüne, bugünden yarma olduğu gibi,
buradan bir başka yere iletmeyi mümkün kılmaktadır.
193. G. Roche (2002). Memoire, in Education
Civique Aujourd’hui (ed. G. Roche). ESF, Paris, s. 97-98.
194. P.Connarton: Toplumlar Nasıl Anımsar?,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999 (Orijinali: How Societies Remember. 1992,
Cambridge University Pres)
195. B.A Misztal (2003): Theories of Social
Remembering. Open University Press, England.
196. Diğer boyutlar için bkz. N. Bilgin: Kişilerarası
İlişki ve Kimlik, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 1996 veya Lipiansky, E. M.
(1992): Identite et Communication, P.U.F., coll. Psychologie Sociale,
Paris
197. Aslında bu süreklilik ihtiyacı, gruplar
için de geçerlidir. “İdeolojik iklimi ne olursa olsun, her toplum geçmişle bir
süreklilik duygusu ister ve dayanıklı anıları bu sürekliliği sağlar. Eğer
geçmiş hakkındaki inançlar, toplumdaki değişimlerden daha uzun süre yaşamazsa,
o zaman toplumun birlik ve sürekliliği temelden çürüyecektir". Schwartz,
B. (1991). Social change and collective memory: The democratization of George
Washington, American Sociological Review, 56, 2, 221-236.
198. Örneğin Nuttin’e (1985) göre insanlar,
kendi adlarında bulunan harflere diğer harflerden daha çok duyarlılık
gösterebilmektedir.
199. Örneğin kimliğimizle ilgili enformasyonları
daha hızlı bir şekilde işliyoruz. Kendimizin veya bir başkasının yetenekleri
hakkındaki sorulardan, kendimizle ilgili olanı daha hızlı cevaplıyoruz.
Kimliğimiz hakkında, mevcut bir takım şemalarımızın olması, enformasyonların
daha hızlı bir şekilde işlenmesini mümkün kılıyor.
200. A.G. Greenwald (1980): The totalitarian
ego. Fabrication and revision of personal history, American Psychologist,
n. 35, s. 603-618
201. Bu olgu, sosyal psikologlar (Greenwald,
Rogers, vb) tarafından ‘Benliğe Referans Etkisi’ olarak adlandırılmaktadır
202. D. Demaziere ve C. Dubar (1997): Analyser
les Entretiens Biographiques. L'Exemple des Recits d'lnserlion. ed. Nathan,
Paris, 1997
203. T.B Rogers, Kuiper, N. A. ve W. S. Kirker
(1977): Self-reference and the encoding of personal information. Journal of
Personality and Social Pschology, n. 35, s. 677-688
204. D. Martinot (1995): Le Soi. LApproche
Psychosociales, age.
205. M. Ross ve M. Conway (1986): Remembering
one’s own past: The construction of personal histories, in Handbook of
Motivation and Cognition. Guilford, NewYork, s. 122-144
206. E. Hobsbawm ve T. Ranger (2006): Geleneğin
İcadı, Agora Kitaplığı, Istanbul (orijinal basım: 1983)
207. T. Todorov’un “Du bon et du mavais usage de la
memoire” (Belleğin iyi ve kötü kullanımları), Le Monde Diplomatique:
‘Maniere de Voirl 76’, sayı.7-8. 2004
208. Bkz. N. Bilgin (2005): Yer kimliği: ‘Burası’
noktasının inşası, Siyaset ve İnsan, age., s. 265-272
209. Bu hususun daha geniş bir incelemesi için Bkz.
N. Bilgin: Cemaatte mekan, mekanda cemaat, in Siyaset ve insan, age., s.
156-170. Buradaki bazı pasajlar söz konusu yazıdan alınmıştır. Bu kısımda
birbirinin eş anlamlısı olan komünüte, topluluk ve cemaat terimlerinden her
biri, çağrışımları dikkate alınarak yerine göre kullanılmıştır.
210. M. Segalen: Families: Dequoi heritons-nous?, in
Families Permanences et Metamorphoses (ed. J. F.Dortier) ,eds. Sciences
Humaines, Paris, s. 157- 164
211. B. Mortain (2002): Parente: Des biens et
des liens, in Families Permanences et Metamorphoses (ed. J. F.Dortier),
eds. Sciences Humaines, Paris, s. 189- 197
212. Postman ve Murphy’nin çeşitli milliyetlere
eklenen sıfatların hatırlanmasında stereotiplerin devreye girdiğini; Şerif’in
hatırlamanın, ego’nun implikasyonuna bağlı olduğunu; Thorndi- ke’ın ve daha
sonra da Freud’ün hoş yaşantıların bellekte iz bıraktığını gösteren çalışmaları
hepsi de belleğin seçiciliğine işaret etmektedir ve bu seçicilik de kişisel
olduğu kadar sos- yal/kültürel faktörler de devreye girmektedir.
213. M. Halbwachs (1925): Les Cadres Sociaux
de la Memoire, Alcan, Paris; II. baskı PUF, Paris, 1952
214. M. Halbwacs (1941): Topographic
Legendaire des Evangiles en Terre Sainte : Etude de memoire collective.
Presses Universitaires de France, Paris, 1941
215. B u kaygı, tarihçilik yapmayı kişisel bir
angajman olarak gören Duby gibi bir tarihçide bile ön plandadır. logna-Prat'ın
değerlendirmesine göre, “Tarihçi mesleği ve metot üzerinde sık sık kafa yoran
Duby, “hem kendi zamanında, hem de geçmişte nasıl olunabilir ya da kendi zamanında
olmaksızın geçmişe nasıl soru sorulabilir?” sorusunu tarihçiliğin merkezine
koymaktadır” (logna-Prat, D.: La presence de l'histoire. Sciences Humaines,
n. 175, 2006. s. 58-62)
216. Tarih ve tarih yazımının sorunları
konusunda bkz: S. Özbaran: Tarih. Tarihçi ve Toplum, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1997; M. Bloch (orijinal: 1941): Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik
Mesleği, Gece yayınları, 1997; P. Ricoeur: Histoire et Verire,
Seuil, 1955, coll. Esprit, Paris; P. Veyne: Comment On Ecrit l'Histoire,
Seuil, 1971; G. Duby; Dames duXII Si- ecle, Paris, Gallimard, 1996, yeni
basım ete.
217. Gerard Noiriel: Histoire,
memoire,engagement civique, Hommes et Migration, janvier-fev- rier 2004,
Paris
218. P. Ricoeur: Histoire et Verite, Le
Seuil, coll. Esprit, Paris, 1955
219. P. Ricoeur:
7emp.set/?ecO,LeSeuil,Paris,tome 1: L'lntrigue etLe Recit Historique,
1981, t. T. La Configuration dans le Recit de Fiction, 1984, t .3: Le
Temps Raconte, 1985; ayrıca: P. Ricoeur: Soi Meme Comme Un Autre, Le
Seuil, Paris, 1990
220. A. S. De Rosa ve C. Mormino (2002): Au
confluent de la memoire sociale: Etude sur 1'iden- tite nationale et
europeenne, in S. Laurens et N. Roussiau, age, p. 119-138
221. W. L. Randall: Bizi ‘Biz’ Yapan
Hikayeler, Ayrıntı Yayınları, 1st., 1999
222. B. Bettelheim (1999): Psychanalyse des
Contes des Fees, ed. Poche, Paris,
223. V. de Gaulejac (2002): Histoires de vie:
Heritage familial et trajectoire sociale, in Families Permanences et
Metamorphoses (ed. J. F.Dortier), eds. Sciences Humaines, Paris, s. 199-
206
224. P. Ricoeur, Time and Narrative, Chicago
University Press, Chicago, 1988, s.32
225. M. Auge, Unutma Biçimleri, Om Yayınları.
İstanbul, 1999, s.47
226. Bkz; D. Schacter, The Seven Sins of Memory,
How The Mind Forgets and Remembers, Houghton Mifflin Company, NY. 2001
227. M. Schudson: Dynamics of distortion in
collective memory. Memory Distortion How Minds, Brains and Societies
Reconstruct the Past, D. Schacter (ed.), Harvard University Press, 2000, s.
346-364
228. Kolektif belleğe günlük düşüncenin bir parçası
gibi bakılırsa ve Moscovici'nin yukarda değinilen kaydı (belleğin doğru bilgi
saklama görevinde olmaması) temel alınırsa, kolektif bellekteki ‘saptırma’ları
dikkatle nitelemek gerek. Burada (tıpkı pek çok ülkenin resmi tarihinde
geçmişlerini sunuşlarında olduğu gibi), tarihin yanlı bir anlatısı söz konusu.
Bunları, bir yalandan çok yanlılık: aldatma veya kandırmacadan çok öz-saygı
kaygısı, bilinçli bir çarpıtmadan ziyade belleğin erekselliğinin, niyetli
işleyişinin ürünleri gibi görmek daha doğru gibi görünüyor. Burada sorun,
kolektif belleğin anlatısındaki ötekileştirmelerden ve bu anlatıyı tarihe
dayatmaktan ve hatta tarih bilimine ikame etmekten kaynaklanıyor. Bu görüş,
daha aşağıdaki sayfalarda gözden geçireceğimiz üzere, Schwartz'in Konfüçyüs’ün
kolektif bellekte temsilinin Çin’li yöneticilerin manipülasyonuna
indirgenemeyeceği yönündeki görüxşleriyle de paralellik göstermektedir.
229. A. Huyssen (1999): Alacakaranlık Anıları,
Bellek Yitimi Kültüründe Zamanı Belirlemek, ed. Metis, İstanbul.
230. L. Licata ve O. Klein: Regards croises sur un
passe commun: ancien colonises et anciens coloniaux face â Paction belge au
Congo, Autre, age., s. 241-277
231. B. Schwartz (1991): Social Change and
Collective Memory: The Democratization of George Washington, American
Sociological Review, n. 56/2, 1991, s. 221-236.
232. B. Schwartz (1997): Conficius and the
Cultural Revolution: A Study in Collective Memory. International Journal of
Politics, Culture and Society, n. 11,2, 1997
233. Bu polemiklerde Türkiye Cumhuriyeti, hem
kuruluş yıllarındaki ulusal kimliği oluşturmaya yönelik uygulamalar
çerçevesinde şekillendirilen Türk kolektif /ulusal belleğinden hareketle
eleştirilmekte, hem de başka kolektif belleklerin (örneğin şu andaki haliyle
Ermeni, Pontus, Süryani soykırım iddiaları) öyküleri veri alınarak
eleştirilmektedir.
234. J. Marias (2006): Le deni de Franco, Les
Debats de FOBS'. 19/25. Janvier.
235. Kötü şeyler anlatılması da unutma arzusunu
kamçılıyor: “Nasıl böyle şeyler yapmış olabiliriz ki..."
236. H. Rousso (1987): Le Syndrome de Vichy.
1945-198.... Le Seuil, Paris, 1987
237. Çünküdireniş (Resistance)
DeGaulle’iin 1940 Haziranında Londra’dan direniş çağrışı yapmasıyla
başlamıştır. Komünistlerin direnişe geçmesi, Almanların Sovyetler Birliğini
işgali üzerine daha sonra ortaya çıkmıştır.
238. Rousso’nun belirttiğine göre Vichy rejimi
şunlardan sorumludur: 135000 kişinin mahkum edilmesi, 70000 kişinin göz altına
alınması, 35000 devlet memurunun işine son verilmesi ve 76000 Yahudi’nin
toplama kamplarına gönderilmesi (bunların, %97’si kadarı ölmüştür)
239. Savaş sonrası yürütülen bellek inşa
etkinliği, kimlik inşası bakımndan önemli bir dönemin içerisinde yer alır.
Nitekim Nora, Les Lieuxde Memoire adlı eserinin cumhuriyet bölümünde,
1789 Devriminden II. Dünya Savaşı sırasındaki direniş temasının belleğe
işlenişine kadar geçen süreyi, Fransa’da en çok bellek stratejisi izlenen bir
dönem olarak nitelemiştir.
240. Kurban konumu, bazıları için rahatsız edici
olabiliyor; zira grubun acizliğini, olayları kontrol edemeyişini gösteriyor
(Ruggiero ve Taylor, 1997).
241. Bir mitos, özel bir öykü tipidir.
Masallardan, tarihsel öykülerden ve efsanelerden farklı olan bu öykü tipinde,
anlatılan kahramanları, onları dile getiren toplumlar tarafından gerçek olarak
görülür. “Mitoslar, bu toplumların ‘pragmatik şartı' m oluşturur. Mitoslarda,
insanın kaygıları, psikolojik ve sosyolojik olarak ve sembolleşir. Böylece
insan, köken, amaç, vasıta veya koşuların temsilleri kendini yansıtır ve
böylece haklı veya haksız, yerli veya yersiz olarak var oluşsal kaygısını
hafifletir. Kaygılar konuşulduğu ve sözü edildiği için, dayanılabilir hale
gelir, hafifler" (July, 2004). Kitle kültürü içindeki çağdaş mitolojiyi
irdeleyen Barthes, mitosu, bir dil olarak ele alır. Bu dil, tekrarın anonim
söylemidir, kendini bilmeyen, kendinin farkında olmayan kapalı bir söylemdir.
Dıştan nüfuz edilememesi, değiştiri- lememesi dolayısıyla da, yaratıcı veya
özgürleştirici olmayan bir söylemdir.
242 Jung tarafından ortaya atılan imago
(imaj sözcüğünün Latincesi) terimi, bir insanın çocukluk yıllarında ana babası
hakkında oluşturduğu bilinçdışı temsil veya kişi prototipleri anlamındadır.
Imago, Spitteler’in 20. yüzyıl başında yayınlanan romanının da adıdır. Jung’un
okuduğu ve ilham aldığı bu romanın kahramanı olan şair,kendi arzularına uygun,
fantazm- larını ve rüyalarını dolduracak Imago adlı bir kadın tahayyül eder.
Kadın, şairin mutsuz aşkı konformist burjuvazinin yerini tutmaktadır. Bu, esin
ve ıstırap kaynağı bir kadındır. (Ro- dinesco ve Pion, Dictionnaire de la
Psychoanalyse).
243. Bkz. N. Bilgin: Siyaset ve İnsan,
Bağlam Yayınları, 1997, İstanbul kitabında “Kurban veya mağdur
psikolojisi" (s. 253-254) ve “Mağdur Cemaatler Oyunu" (s. 255-257)
başlıklı yazılar.
244. Bruckner, P. La Tentation de
l'lnnocence, ed. Grasset, 1995, Paris
245. Bilgin. N.: Düşmanın vazgeçilemezliği ya da
günah keçisi arayışı, Siyaset ve İnsan, Bağlam Yayınları, 2005, s.
273-280
246. Bu analiz daha önce ‘Türk-Ermeni
İlişkilerinde Yeni Yaklaşımlar’ adlı Uluslararası Sempozyuma (15-17 Mart 2006/
İstanbul) ‘Kolektif Kimliğin İnşasında Tarihin Araçsallaştırıl- ması’ başlıklı
bildirimde sunulmuştur.
247. Bilgin, N. (1979): Çizgi romanlarda yapı ve
ideoloji, Çocuk ve Kitle İletişimi, I. P. S. A. G., İzmir, s. 85-92
248. J. Semelin: Purifier et Detruire, Usages
Politiques des Massacres et Genocides, Seuil. 2005
249. Hemen her yerde bellek görevine çağrıların
artmasını değerlendiren Licata ve Klein'a göre, bu olgu o kadar sarsıcı oldu
ki, Novick ve Todorov gibi bazı yazarlar ‘bellek istismarı’nı vurgulamış,
Ferenczi ve Ricoeur gibi bazı yazarlar da ‘bellek görevi’ni ‘unutma görevi’ ile
ıhmlılaştırmıştır; Licata ve Klein (2005), age. Öte yandan Primo Levi gibi
önemli bir yazar da ‘bellek görevi’nden farklı olarak ‘hakikat görevi'nden söz
etmiştir (P. Levi: Le Devoir de Memoire, ed. Mille et Une Nuits, Paris,
1995). Bu tür değerlendirmeler, bellek görevine doğru bir şekilde yaklaşmak
bakımından önem taşımaktadır.
250. E. Vigne: L’Essai, Ministre des
Affaires Etrangeres, ADPF, Paris, 1997, s. 106
251. A. Finkielkraut: L’Ingratitude.
Conversation sur Notre Temps, Gallimard. 2000
252. Spinoza'mn ilkesi: İnsan eylemleri alaya
alınamaz, onlara üzülünemez. onlar lanetlenemez, sadece anlaşılabilir
253. Fransız parlamentosunun 1915 olaylarını bir
soykırım olarak tescilleyip aksini söyleyenleri cezalandırmayı öngören yasa
önerisi, genellikle ‘özgürlükler’ adına eleştirilmiştir. Ancak bu türden
herhangi bir karar, dinamik bir tarih anlayışına da ters düşüyor. Yukarda Rico-
eur’ün görüşlerini aktarırken belirtildiği üzere, entegral tarihin mümkün
olmadığı ya da tarihçinin entegrasyon çabasının bir sınırının olamayacağı
saptaması, tarihsel araştırmanın önünü açık bırakır. Nihai bir anlatı, nihai
bir entrika yoktur; bu nedenle tarihte, hiçbir konuda son söz söylenemez.
Duby’nin Ortaçağ Kadınları gibi daha az polemik bir konudaki çalışmaları
sonucunda vardığı fikir de bu (G. Duby; Dames du XllSiecle, age.)
Kendisiyle Ege Üniversitesinde yapılan söyleşide (Amour Courtois
Konferansı) yüzünü, jestlerini, danslarını hiç göremediği bu kadınların, sadece
değişken, oynak, belirsiz gölgelerini fark ettiğini belirtmiş ve tarihçinin
çalışmasını, geçmişin izlerini, tanıklıkları adım adım izleyerek tarihsel
matrisin, geçmişin ızgarasının boşluklarını doldurma çabası olarak
nitelendirmiştir.
254. 1915 techiri konusunda Ermeni le r de benzer
suçlamalar getirmektedir. Her seferinde, suçlanan grubun iradesine bağlı
olmayan bir geçmişe dönüş istenmektedir. Bu, ‘grubun, kurban durumunun
tanınmasını istemesi‘ni ifade eden bellek görevi’ talebidir; bu da yine çoğunluk
belleğinde unutulmuş olan olayların hatırlanmasıyla geçmişin yeniden inşa
edilmesi anlamına gelmektedir.
255 Bu öyküye farklı kesimlerin perspektifini
dahil etmek önemlidir.
256. J. Laszlo, Ehmann, B. ve O. Imre (2002):
Les representations sociales de l’histoire: La narration populaire historique
et l’identite nationale, in Laurenss ve N. Roussiau, age. s. 21- 32
257. C. Kintzler (1996): La Republique en
Question, ed. Minerve. Paris
258. Samuel P. Huntington: Biz Kimiz?
Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, (ed. CSA. İstanbul. 2004
259. Ulus tipleri konusunda Bkz. Crowley. J.
(1991): Ethnicite, nation et contrat social. Theories du Nationalisme,
Kime. Paris, s. 178-218; Taguicff, P. A. (1991): Le nationalismc des
nationalistes, age. s.47-124 ; Gellner, E. (1991): Le nationalisme et les deux
formes de la cohesion dans les societes complexes, age, s. 233-255 ; Hobsbawm,
E. (1993): Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul:
260. Bunlara en son örnek Avrupa Birliği’nin
kuruluşundan sonra Avrupalılık’ı icat ve inşa etme projesidir. C. W. de Wenden
(1998) bunu şu şekilde seslendiriyor: "Avrupa için en önemli işlerden birisi,
yurttaşlıktır... Avrupa Birliği bir kez kurulduktan sonra, AvrupalIları icad etmek
gerekir. Avrupa yurttaşlığı, henüz daha Avrupa halkını (Avrupalı halkı)
doğurmadı” (Kaynak: B. Bier ve B. Rouoet: Politique et Citoyennete, in Agora,
1998, n. 12)
261. Öz-sevgi (amour de soi) ve benlik sevgisi
ya da izzet-i nefis (amour propre) kavramları için bkz. N. Bilgin: Sosyal
Psikolojide Kavramlar ve Yaklaşımlar Sözlüğü, Bağlam Yayınları, 2005,
İstanbul
262. Kuşkusuz burada bir ikilem vardır. Tek tek
in sanlar yerine genel insan kurgusu öne çıkmaktadır. Siyasal teorinin çözmesi
gereken bu sorun, cumhuriyet ile farklılıkların, genel hukuk düzeni ile
cemaatlerin, insanlık sevgisi ile somut kişilere yönelik sevginin
bağdaştırılması sorunudur.
263. Bu niteliğiyle siyasal toplum, Derrida’nın
anlamı bizzat şeylerdeki (“choses memes” kavramı) anlam olarak alan
anlayışlara ve dolayısıyla, bir etnik grupla politika arası tekabüliyet kuran,
objektif bir hakikate, değişmez bir kimliğe atıfta bulunan kökensel kimliklere,
ulaşı lamazlıkları bakımından yönelttiği eleştirilerin dışındadır.
264. Bazı çevrelerde yurttaşlık ile somut insan
(emprikolarak karşımızda bulunan şu veya bu kişi) arasında hatah bir karşıtlık
kurmaktadır. Kanaatimce, Balibar ın (1987) analizi, bu kar-
şıllığın özünde hatalı olduğunu gösteren iyi bir
örnektir. Biliyoruz ki tarihsel perspektifte baktığımızda, ortaçağ
teolojisinden modern siyaset felsefesine geçişte, insanın kavramsallaştırılmasında
kuldan tebaya, tebadan özneye doğru bir evrim görülmektedir. Balibar’ın (1987)
belirttiği üzere bu evrimde öncelikle Tanrı’nın kulu olan bir insan
anlayışından, Prens’in tebasma (subjectus), yani bir prensin otoritesine boyun
eğmiş birey (ortaçağ politik teolojisindeki karşılığıyla subditus) anlayışına
geçilmektedir. Burada insan, özerk bir özne (subjectum) değil, tabi olandır
(subjectus). Tüm insanların teba olarak doğdukları anlayışı vardır. Tarihsel
ve mantıksal olarak başlangıçta varolan bu tür bir insandan sonra yurttaş
gelmektedir. Hak ve ödevleriyle tanımlanmış olan yurttaş, tebadan sonra
gelmekte ve te- banın boyun eğme durumuna son vermektedir. Bu anlayışta teba,
başlangıç insanı değildir ve burada insanlar teba olarak değil, özgür ve haklar
bakımından eşit doğarlar. Bu anlayış değişikliği, tebaolarak insanın
ilkselliğini ortadan kaldırır; çünkü başlangıçta,kökende varolan teba değil,
insandır, (bkz. Balibar, E. (1987): Citoyen sujet, Confrontations, n.
20, s. 23-47)
265. Kontrat temelli bir örgütlenme fikri iyi
anlaşılmalıdır. Eşitler arası bir müzakereyi ifade eden kontrat, tarafların
ayırt edici özelliklerinin kontratta etkili olması halinde tartışmalı hale
gelir. Dolayısıyla cumhuriyetçi liberal ulus anlayışı geleneklerle değil
‘gelenekçilik’le. cemaatlerle değil ‘cemaatçilik’le karşıtlık içerir. Kaldı ki,
pek çok bakımdan gelenekçilik geleneklere; cemaatçilik de cemaatlere karşı bir
niteliktedir.
266. J. M. Nuttin: Lettres d'amour propre:
Consequences affectives de la pure appartenance â soi, in Psychologie
Sociale des Relations â Autrui (ed. S. Moscovici), Nathan Üniversite,
Paris, 1994, s. 1 1-38; ve ayrıca J. M. Nuttin: Affective consequences of mere
ownership: The name letter effect in twelve European languages, European
Journal of Social Psychology, n. 17, s. 381-402, 1987
267. H. R. Markus ve S. Kitayama (1991): Culture
and self: implications for cognition, emotion and motivation, Psychological
Review, 98 (2), s. 224-253
268. İnsan-mekan ilişkileri konusunda, daha
detaylı bir analiz için bkz: N. Bilgin (2005): Mekanda cemaat, cemaatte mekan.
Siyaset ve İnsan içinde, age., ve Sosyal Psikoloji Kavramlar ve
Yaklaşımlar Sözlüğü, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2004
269 Holyoak ve Gordon’un bulduğu ilginç verilerden
biri, öz denetim düzeyi düştükçe, benliğe referansın artmasıdır Bu veri,
ihtiyat kaydıyla, insan ilişkilerinde eğitimin önemini gösteren bir bulgu
olarak yorumlanabilir.
270. Cameron, J. E. (2004): A three-factor model
of social identity. Self and Identity, n. 3, s. 239- 262
271. Cameron çeşitli araştırmaların faktör
yapılarını, 3 çeşit grupta 5 farkh örneklemde irdeliyor. Kendisinin ve diğer
başka araştırmacıların ölçeklerini uyguluyor. Sonuçta en büyük faktör yükünü
kendi faktörlerinin aldığını saptıyor
272. Van Vugt, M. ve C. M. Hart (2004). Social
identity as social glue: The origins of group loyalty, Journal of
Personality and Social Psychology, Vol. 86, No. 4, s. 585-598.
273. Bunun Durkheim’da ’Cumhuriyet fikri’nin
özünü oluşturduğunu unutmamak gerekir.
274. Paxton, faşizmi, özgürlüğün, ulusu
birleştirme, saflaştırma ve büyütme amacına yönelik otoriter yöntemler lehine
terkedilmesi (hepsi de yurttaşların onayıyla) olarak tanımlar; otoriter ve
totaliter rejimlerden ayırır (Bu nedenle Vichy hükümetini faşist olarak
nitelemediği gibi, Stalin’i de Hitler’den ayırır); anti-semitizmi tek başına
faşizmin ayırt edici özelliği olarak görmez, vs. Robert O. Paxton: Le fascisme,
au-dela des stereotypes, Sciences Humaines, n.155, dec. 2004,s. 26-28.
275. M. Billig, Condor, S., Edwards. D., Gane,
M., Middleton, D. ve A. R. Radley (1988): Ideological Dilemmas: A Social
Psychology of Everyday Thinking, Londres, Sage
276. M. Billig (2003): Racisme, prejuge et
discrimination, Psychologie Sociale (ed. S. Moscovici), PUF, Paris,
2003, s. 449-471
277. Van Di jk Batı Avrupa ülkelerinde
çoğunluğun sıradan insanlarının söylemleri ile siyasetçilerin ve gazetecilerin
söylemlerini karşılaştırmıştır. Birbiriyle çarpıcı bir benzerlik gösteren bu
söylemler, ırkçılığa karşı bir deklarasyonla başlayarak ırkçı temaları
işlemektedir. Örneğin bu söylemlerde sıklıkla "ben ırkçı değilim ama...'
veya "ben yabancılara karşı değilim fakat...' şeklinde ifadeler
kullanılmaktadır. Sanki önyargısının olmadığını, yabancılara düşmanca duygular
taşımadığını, ırkçılığa karşı olduğunu söylemek, ırkçılık yapmaya, yabancı düşmanı
fikirlerini belirtmeye zemin hazırlamaktadır. Bu hazırlıktan sonra
yabancıların, göçmen işçilerin davranış tarzları, yaşama biçimleri, toplumla
ilişki ve temasları ustalıkla eleştirilmektedir. Kullanılan retorik ne kadar
‘siyaseten doğru’ gibi görünse de, bu retoriğin sonucu, yabancı veya göçmen
işçinin ‘değersizleştirilmesi’, 'aşağılanması' veya ‘olumsuzlanması’
olmaktadır. T. A. Van Dijk: Communicating Racism,Newbury Park, Sage
Publications, 1987; Discourse and the denial of racism, in Discourse and
Society, n. 3, s. 87-118
278. Kültürel endüstri ürünlerinin (müzik
parçaları, sinema filmleri, TV dizi ve programları, video oyunları, kitap ve
dergiler, vb) ABD'nin dış ticaret gelirlerinde silah sanayinden sonra ikinci
sırayı aldığını hatırlamak gerek.
279. Bu durumu, içinde yaşadığımız kültür veya
kültürler için tahayyül etmek zor gelebilir. Ama bunun için Amerikan
Kızılderililerinin, Avustralya yerlilerinin kültürlerinin nasıl eridiğini ve
bir tüketim objesine dönüştüğünü anımsamak yeterli olabilir.
280. Bu konuda bkz. J. Poirier (1978):
Alienation culturelie et heteroculture, in Identites Collectives et
Relations Inter Culturelies, ed. Complexe, Bruxelles, s. 45-58 ve N.
Bilgin: Eşya ve İnsan, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1991
281. P.Canivez (1995): Eduquer le
Citoyen?.ed. Haitier, Paris
282. Bu olgu, "insanların bir durumu reel
olarak tanımlamaları halinde, bu tür durumların, sonuçlarında reel
olacaklarını" öngören Thomas teoremi (1923) olarak uzun zamandan
beri bilinen bir mekanizmaya dayanmaktadır. Kitabın ilk bölümlerinde ele
aldığımız inşacı yaklaşım ve sosyal temsiller teorisi çerçevesindeki
analizlerde bunu desteklenmektedir. Sosyal dünyaya ilişkin imaj ve
temsillerimiz, hem sosyal çevremizin birer parçasıdırlar, hem de bu çevrede
cereyan eden olayları etkilerler. İçinde yaşadığımız durumların objektif
yapılarını unutmaksızın, imajlar, izlenimler ve temsillerin, sosyal gerçekliğin
tesis edici öğeleri olduğunu kabul etmek makul bir görüştür.
283. "Totalitenin üst bir noktadan kendi
gerçekleşmesini yönlendirmeden gerçekleştiği hareket içinde meydana geldiği bir
totalizasyon süreci" tasarlayan teoriler. Buna ilişkin tartışmalar için
bkz; Mauss’un "toplumun sembolik kökeni”ne ilişkin analizi, Girard’ın
mimetik ve adaksal biçimleri analizi, Dupuy’un oto-organizasyon örneklerinin
analizi, vb.
284. Örneğin cumhuriyetçi liberal yurttaşlık
anlayışının basit bir sözleşme gibi anlaşılması, Alman romantiklerinin
eleştirilerine dayanır. Siyasal topluluk, kuşkusuz kamusal şeye katılan
bireylerin yemininden oluşmaz. Salt sözleşmeci ve iradeci anlayış, gelenekten
veya tarihten geleni, zaten var olanı kavramaya acizdir. Toplumlar sadece bir
kontrat eseri değildir; aynı zamanda bir tarihten kaynaklanırlar. Nitekim bu
tepkilere bir cevap olarak milliyetler ilkesi öne sürülmüştür. Bu ilkeyle,
halkın tanımlanmasında, bir coğrafya ve tarihten oluşan maddi ve entellektüel
mirasa da yer verilmiştir. Tıpkı çocukluğun yetişkinliğe önce olduğu gibi,
bunların da yurttaşlığa önce oldukları vurgulanmıştır. Ancak bu meşru itiraz,
patolojik ve sapkın bir hal aldığında milliyetler ilkesinden katı
milliyetçiliğe götürmektedir.
285. D Schnapper (1994): La Communaute des
Citoyens. Sur T Idee Moderne de la Nation, Gallimard, NRF, Paris
286. Siyasal topluluğun, cemaatlere dayandırılması,
toplumsal aktörlerin çeşitli renklere göre gruplandırılması ve adlandırılması
anlamım taşır. Bu tür bir adlandırma ya da cemaatlerin ‘kimlikse! ayrımı’,
ayrımcılığa zemin hazırlamaktadır. Kamusal alanın bir topluluk veya cemaatin
rengini taşıması, bu cemaat mensuplarının, birey veya tekil kişiler olarak
değil, kategori olarak algılanmaları sonucunu doğuracaktır. Yukarıda,
kategorilendirme bölümünde
gözden geçirdiğimiz gibi, Tajfel doğrultusunda
yapılan araştırmalar, adlandırma veya etiketlendirmenin. sanıldığı kadar masum
olmadığını göstermektedir.
287. Bu analiz daha önce Demokrasi Platformu
dergisinde yayınlanmıştır, bkz. Bilgin, N.: Cumhuriyetçi yurttaşlık modeli ve
yeni meydan okuyuşlar, Demokrasi Platformu, n. 5, s. 1-18
288. C. Kintzler (2004): Tolerance, laicite et
ecole, Nouvel Observateur; Kintzler, C. (1998): Tolerans ve laiklik;
modern cumhuriyet kavramı üzerine düşünceler, Demokrasi Kimlik ve Yurttaşlık
Bağlamında Cumhuriyet (ed. N. Bilgin), Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir,
s. 85-105
289. Cumhuriyet fikrinin önemli temsilcilerinden
Durkheim’ın sosyalin tesisinde dine verdiği önem hatırlanırsa, bunda şaşılacak
bir yan yoktur. Bkz. E. Durkheim (1912): Les Formes Elemantaires de la Vie
Religieuse, PUF, V. baskı, Paris, 1968; E. Durkheim: Textes, IL Religion,
Morale, Anomie, Les Editions de Minuit, Paris, 1975; aynı önem, Durkheim
sosyolojisinin ülkemizdeki başlıca temsilcisi sayılan Z. Gökalp'te de görülür.
Bkz. Z. Gökalp: Dinin içtimai vazifeleri, İslam Mecmuası Ill, n. 34,
1915
290. C. Halpern: Ce que les croyances ont â nous
dire, Sciences Humaines. Les Nouveaux Visages de la Croyance, n.149,
Mayis-2004, s.20-22
291. X. Molenat: Les religions â la carte, Sciences
Humaines. Les Nouveaux Visages de la Croyance, n.149, s. 22-23
292. K.O. Paker (2005) Günlük Düşüncede
Modernlik, Din ve Laiklik. Vadi Yayınları, Ankara
293. Kintzler bundan bazı sonuçlar çıkarır;
"bir toplum ancak hoşgörülü olabilir, ama sadece siyasal birlik laik
olabilir. Bir siyasal topluluğun temeli, dinsel referanslardan veya sosyal ya
da cemaatçi bir bağa referanstan bağımsız olarak düşünülebileceğinden, sivil
din. laikliğe doğrudan aykırıdır, zira sivil din, dinlere, bu dinler kendi
yasalarını hüküm kılmak istedikleri ölçüde karşıdır. Herkesin cemaat halinde
yaşamasını, aynı zamandacemaat değiştirmesini veya her tür cemaatten uzak
kalmasını sağlayan bu topluluk biçimi, aidiyet mecburiyeti içeremez"...
“Laiklik zaten mevcut taraflar varsaymadığı içindir ki, laik kontrat veya
anlaşma yoktur. Laiklik ’açık’. ’kapalı’ veya ’çoğul’ olamaz; onun statüsü, her
türden olgusal çoğulluğun ötesindedir. Olağan anlamında bir düşünce akımı da
değildir. ’Katolikler’ der gibi ’laikler’ denemez. Laik entegrizın olamaz.
294. Buradaki düşünceler, melezliğin bir
övgüsünü içermemektedir (ne de yergisini). Nasıl ki laiklikle ilgili analizde
de ateistleri öne çıkaran bir yan yoksa, burada da, melezleri yücelten bir yan
yoktur. Elbette ki her topluluk, kendi dinsel inançlarını, kültürel norm ve
değerlerini koruma gibi bir ereksellik taşır. Ancak siyasal düzlemde,
farklılıkları bir arada yaşatacak, özgürlükleri mümkün kılacak ve koruyacak bir
sistemin tesis edilmesi gereklidir. Laiklik ve yurttaşlık bu gerekleri
karşılayan iki ilke olarak görülmelidir.
295. Melezlik fobisini en iyi ifade eden
sözlerden biri (Dr. Berillon’dan): "Araplar diyor ki, ’Tanrı beyazı
yaratmıştır, Tanrı siyahı yaratmıştır; Şeytan ise melezi (veya katırı)
"şeklindedir.
296. S. Teixido (2005): Le metissage,Sciences Humaines,
n. 160, mai. 2005, s. 48-49
297. J. Caron (2000): Une approche metissee de
la francophonie: Identite et hybridite, Konferans: 22 Mart 2000, Ege Ün. Ed.
Fak. Bornova)
298. J. Demorgon: Multiculturel ou
interculturel? Pratiques de Formation, Analyses, n. 37-38, 1999. s.
13-26
299. Kristeva, J.: Etrangers â nous-memes.
Folio, Gallimard, Paris, 1991
300 Moscovici, Aristo'nun barbarlar (Hellen dünyasında yabancı)
hakkındaki sözlerinin bu durumu çok iyi ifade ettiğini belirtir: “Barbarların,
insana benzeyen (veya İnsanî) sadece ayaklarıdır". Bkz. S. Moscovici:
Pensee stigmatique et pensee symbolique, Les Formes de la Pensee Sociale,
age.
Kimlik nşası
301. Tanınma kavramı, tarihsel olarak, genelde
Hegel’in Efendi-Köle diyalektiğine kadar götürülmektedir. Burada kavram, bir kendilik/benlik
bilincinin, doğal bir varoluşunun olmadığını, bunun olabilmesi için bir
başkası tarafından tanınması gerektiğini ifade etmektedir.
302. Emmanuel Renaut, yakın yıllarda kavramı
yeni baştan ele alıp geliştiren iki teorisyenden biri olarak görür Honneth’i
(diğeri Taylor). Bkz. E. Renaut: La reconnaissance au coeurdu social, Sciences
Humaines, n. 172. s. 34 - 37
303. A. Honneth (2006): Les conflits sociaux
sont des luttes pour la reconnaissance, Sciences Humaines, n. 172, s.
38-40 Ayrıca Bkz. Honneth, A. (2000): La Lutte pour la Reconnaissance,
ed. Le Cerf, Paris, 2000
304. S. Moscovici: La Psychologic des
Minorites Actives, PUF. 1979; bu kitap 1976’da İngilizce olarak
yayınlanmıştır: Social Influence and Social Change, New York, Academic
Pres, 1976
305. Bkz. N. Bilgin: Siyaset ve tnsan.
age.
306. 1990’11 yılların başlarında bir yılbaşı
gecesi Taksim Meydanı’nda toplanan kalabalıkların, soğuk ve yağmurlu bir
gecede, mutlu, rahat, keyifli insanların otel salonunun pencerelerinden
yansıyan ışıltılı görüntülerine karşı galeyana gelmeleri ve ardından patlayan
şiddet eylemleri bu türden tepkilerin toplumumuzdaki ilk örneklerindendir.
Abou, S (1994): /dentite
Culturelie, ed. Anthropos, coll. Plurielle, Paris
Adorno, T. W. ve ark.
(1950): The Authoritarian Personality, Harper and Row, New York
Alver, F.: Basında
Yabancı Tasarımı ue Yabancı Düşmanlığı, Der Yayınları, İstanbul, 2003
Arıkan, Z. (2002): XVI.
Yüzyılda Osmanlı-Fransız ilişkileri, X/V Türk Tarih Kongresi Bildirileri,
9-13 Eylül 2002, Ankara, II. Cilt, I. Kısım, s. 43-57
Arıkan, Z. (2006): XV1I
yüzyılda Fransa’da Türk görüntüsü: Racine ve Bajazet, in J Racine: Bayazıt
(çev. B. Sabuncu), Mitos yayınları, 2006, 1st., s. 16-32
Arıkan, Z.; (2002):
Fransız seyahatnameleri ve tarihin aynasında İzmir, İzmir Kolokyumu,
Büyük Şehir Belediyesi Kent Kitaplığı, s. 16-36
Arkonaç, S. (1989): İstanbul
Şehirli ue İstanbul Gecekondulu Grupların Birbirlerine Dair Sosyal Kimlik
Algıları ue Sosyal Değişme Eğilimleri, İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi.
Arrowood, A.J. (1993).
Social comparison: Contemporary theory and research (book reviews). Psychological
Record, n. 43 (2), s. 331-332
Auge, M.: Unutma
Biçimleri, Om Yayınları, Istanbul, 1999
Ayvalıoğlu, F.Ş. (1992): Ermenilerin
ue Türklerin Kendilerini ue Birbirlerini Nasıl Algıladıkları ile İlgili Bir
Araştırma, Istanbul Univ., Yüksek lisans Tezi
Balibar, E. (1987):
Citoyen sujet, Confrontations, n. 20, s. 23-47
Barthes, R (1963): Mythologies,
editions Seuil, Paris, 1963
Bartlett, F. C. (1995): Remembering,
Cambridge University Press, Cambridge, 1995
Başaran, G. (2004): Türk
Ulusa! Kimliğinin İnşa Döneminde Bellek Yönetiminin Popüler Formu: Tarihi
Romanlar, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi,
İzmir, 2004
Başaran, G. (2006):
Toplumsal hatırlatma ve unutturma; kolektif belleğin inşası, basılmamış
araştırma, Ege Ün. İletişim Fak., İzmir, 2006
Bauden, F. (ed): İzmir
Gezisi: Antoine Galland’ın Bir Elyazması (1678), İzmir Kent Kitaplığı, 2003
Bauman, Z. (2005): Vivre
dans la modernite liquide, Sciences Humaines, n-168, nov. 2005, s 34- 37
Baumann, Z. (2001): Bireyselleşmiş
Toplum, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Beauvois, J. L. (1999):
Les composantes collectives de la personne, in La Construction Sociale de la
Personne (ed. J. L. Beauvois, N. Dubois ve W. Doise), PUG, Grenoble, s.
5-18
Beauvois, J. L. (1994):
'Bireyin ve (Amerikan) Demokratik İdealinin Üretimi’, in La Psychologie et
la Politique, Connexions, n. 64, 1994/2.
Beauvois, J. L. (2005): Les
Illusions Liberales, Indiuidualisme et Pouuoir Social, ed. Presses
Universitaires de Grenoble, Grenoble, 2005
Beck, U. (2003): La
Societe du Risque. Sur La Voie d une Autre Modernite, Flammarion, coll.
Champs, 2003
Becker, S. H. (1985): Outsiders,
ed. A. M. Metaille, Paris
Berger, P. ve T. Luckmann
(1966): Social Construction of Reality, Double Day, New York, 1966
Beringuier, C (1980):
Identite collective et le quartier en ville, in Identites Collectives et
Changements Sociaux (ed. P Tap), Privat, Toulouse, s 179-185
Berque, J. (1978):
Identites collectives et sujets de 1’histoire, Identites Collectives et
Relations Inter-Culturelies (ed. Michaud, G.) Eds. Complexe, Bruxelles, s.
11- 18
Bettelheim, B. (1999): Psychanalyse
des Contes des Fees, ed Poche, Paris,
Bier, B ve B. Rouoet
(1998): Politique et Citoyennete, in Agora, 1998. n. 12
Bilgin, N. (1979): Çizgi
romanlarda yapı ve ideoloji, Çocuk ve Kitle İletişimi, 1. P. S.
A. G., İzmir, s. 85-92
Bilgin: Eşya ve İnsan.
Gündoğan Yayınları, Ankara, 1991,
Bilgin, N. (1994): Sosyal
Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, Ege Yayınevi, İzmir.
Bilgin, N. (1996): İnsan
İlişkileri ve Kimlik, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 1996
Bilgin, N. (1999): Sosyal
Psikolojide Yöntem ve Pratik Çalışmalar, genişletilmiş 11. Basım, Ege Ün.
Ed Fak. Yay., 1999, İzmir
Bilgin, N. (2003): Sosyal
Psikoloji Kavramlar ve Yaklaşımlar Sözlüğü, Bağlam Yayınları, İstanbul,
2003, s. 168-170
Bilgin, N. (2005): Siyaset
ve İnsan, Bağlam Yayınları, İstanbul
Bilgin, N (2006):
Cumhuriyetçi yurttaşlık modeli ve yeni meydan okuyuşlar, Demokrasi
Platformu, n. 5, s. 1- 18
Billig, M. (1985).
Prejudice, categorization and particularization: from a perceptual to a
rhetorical approach, European Journal of Social Psychology, Vol 15, s.
79- 103.
Billig. M. (2003):
Racisme, prejuge et discrimination, Psychologie Sociale (ed. S.
Moscovici), PUF, Paris, 2003, s. 449-471
Billig, M., Condor, S.,
Edwards, D., Gane, M., Middleton, D. ve A. R. Radley (1988): Ideological
Dilemmas: A Social Psychology of Everyday Thinking, London, Sage
Publications
Billig, M (2002a): Banal
Milliyetçilik, Gelenek Yayınevi, Istanbul, 2002
Billig, M. (2002b): Henri
Tajfel’s ‘Cognitive aspects of prejudice’ and the psychology of bigotry, British
Journal of Social Psychology, v. 41/2, 2002, s. 171-188
Bloch, M. (1997): Tarihin
Sauunusu ya da Tarihçilik Mesleği, Gece yayınları, İstanbul, 1997
Borges, J. L. (1996): Düşsel
Varlıklar Kitabı, II. Baskı, Mitos Yayınları, İstanbul
Bourdieu, P. (1977):
Remarques provisoires sur la perception sociale du corps, Actes de la
Recherche, n. 14, 1977, s. 51-54
Bourdieu, P. (1979). La
Distinction. Critique Sociale du Jugement, eds. Minuit, Paris
Brechon, P. (1998): Les
Jeunes et La Politique en Europe et en France, in AGORA: Jeunes en Europe: Politique
et citoyennete, 1998, N. 12, s. 11-22
Brookes, H. J. (1995):
Suit, tie and a touch of juju- the ideological construction of Africa: a
critical discourse analysis of news on Africa in the British pres, Discourse
and Society, n. 6, s. 461-494
Bruckner, P. (1995): La
Pentatlon de /'Innocence, ed. Grasset, 1995, Paris
Burçoğlu-Kuran, N. (ed ):
Representations of the “Other/s" in the Mediterranean World and Their
Impact on the Region, The Isis Pres, Istanbul, 2005;
Burçoğlu-Kuran, N. (ed.):
The Image of the Turk in Europe from the Declaration of the Republic in 1923
to the 1990 s, The Isis Pres, Istanbul, 2000
Burçoğlu-Kuran, N.
(1999): The image of the Turk in Europe from 11th to 20th century, Marmara
Journal of European Studies 7/1-2. 1999, s. 187-201
Busbecq, O. C. de (2005):
Turk Mektupları, Doğan Kitap, 2005, Istanbul
Cameron, J. E. (2004): A
three-factor model of social identity, Self and Identity, n. 3, s.
239-262
Camilleri, A. (2003): Le
destin de Babel, Courrier International, hors-serie: Culture,
mars/avril-mai-2003, s. 11-13
Camilleri, C. (1993):
Communautes et lien social, Integration et Exclusion, P.U.L., Lille, s.
429-440
Canivez, P. (1995): Eduquer
le Citoyen?, ed. Haitier, Paris
Caron J. (2000): Une
approche metissee de la francophonie: Identite et hybridite, Konferans: 22 Mart
2000, Ege Ün. Ed. Fak. Bornova)
Chouvier, B. (1980): Le
paradoxe de 1’identite militante, Identites Collectives et Changements
Sociaux, ed. P. Tap, Privat, Toulouse,
Chulvi, B. ve J. A.
Perez: (2003): Ontologisation versus discrimination dune minorite ethnique, Nouvelle
Revue de Psychologic Sociale, n. 2 (1), s. 6-15, 2003
Coates, D. ve Winston, T.
(1983). Counteracting the durance of depression: Peer support groups for
victims, Journal of Social Issues, n. 39, s. 169-194
Codol, J. P. (1976): On
the so-called 'superior conformity of the self behaviour: Twenty experimental
investigations, European Developments in Social Psychology, Cambridge
University Press, v. 1, s. 314-337
Codol, J. P. (1980): La
quete de similitude et de la differenciation sociale, Identite Individuelle
et Personalisation (ed. P. Tap), ed. Privat, Toulouse
Codol, J P (1984):
Asymetrie de la similitude perçue entre des personnes diverse- ment
stereotypees, Cahiers de Psychologic Cognitive, n. 4, s. 605-610
Codol, J.P (1984a): La
perception de la similitude interpersonnelle, Anne Psychologique, c.84,
s.43-56
Codol, J.P (1984b):
Social differenciation and non-differenciation, The Social Dimension,
c.l, Cambridge Univ. Press
Codol, J. P. (1987):
Comparability and incomparability between oneself and others: means of
differentiaiton and comparison reference points, Cahiers de Psychologie
Cognitive/European Bulletin of Cognitive Psychology, n. 7, s. 87- 105
Codol, J. P. (1992):
L’estimation de distances physiques entre personnes : Suis-je aussi loin de
vous que vous 1’etes de moi, Le Soi. Recherches dans le Champ de la
Cognition Sociale (eds. M. Piolat, M. C. Hurtig ve M. F. Pichevin),
Delachaux Niestle, Lausanne, s. 189-204
Connarton, P. (1999): Toplumlar
Nasıl Anımsar?, Aynntı Yayınları, İstanbul, 1999
Cooley, C. H.: Nature
humaine et ordre social; la signification du “Je”, Estime de Soi;
perspectives developmentales (ed. M. Bolognini ve Y. Preteur), Delachaux ve
Niestle, Lausanne, s. 33-45
Cornaton, M. (1993): Du
prejuge au racisme, Le Croquant, n. 13, s. 31-62
Costa-Lascoux, J. (1993):
L’immigration au gre des politiques, Integration et Exclusion, P.U.L.,
Lille, s. 59-78
Crespo, E. B. (1992): Le
double visage de I’Europe, Courrier de I’Unesco, Juillet- aout, s.
11-12.
Croizet, J. C. ve D.
Martinot: Stigmatisation et estime de soi, in Mau vaises Reputations
(Ed. Croizet ve Leyens), Armand Colin, Paris, 2003, ss. 25-59 den alıntı.
Croizet, J. C. ve Th.
Claire: Les enseignants contribuent-ils aux inegalites sociales?, in Mauvaises
Reputations, age., s. 145-174, Bkz. R. Rosenthal: On the social
pschology of the self-fulfilling prophecy: Further evidence for Pygmalion
effect and their mediating mecanismes, New York, MSS Modular Publications,
1974
Crowley, J. (1991):
Ethnicite, nation et contrat social, Theories du Nationalisme, ed. Kime,
Paris, s. 178-218.
Cusset, P. Y.:
Avant-Propos, Individualisme et Lien Social, Revue de Probl ernes Politiques
et Sociaux, n. 911, avril 2005, s. 5-10
Cyrulnik, B. (1996):
Angoisse, salaire de la liberte, Le Nouvelle Observateur, s. 13, 1996
Daniel, J. (1992): Notre
ennemi; 1’autre, Le Nouvel Observateur, 23/29.1.92, s. 44-45
De La Vega, X.: Ou est
passee la societe? Cherche societe desesperement, Sciences Humaines, n.
165, nov. 2005, s. 30-33
Delamarre, B.: Autrui,
ed. Ellipses, Paris, 1996
Delannoi, G. (1991, a):
La theorie de la nation et ses ambivalences, Theories du Nationalisme,
ed. Kime, Paris, s. 9-14.
Delannoi, G. (1991, b):
Nations et lumieres, des philosophies de la nation avant le nationalisme, Theories
du Nationalisme, ed. Kime, Paris, s. 15-28
Delannoi, G. (1992):
L'hydre jamais terrassee, Nouuel Observateur, 23/29.1.92.
Demaziere, D. ve C. Dubar
(1997): Analyser les Entretiens Biographiques. L’Exemple des Recits
d'Insertion, ed. Nathan, Pans, 1997
Demir, F.: Osmanh kimliği
üzerine OsmanlInın son tartışması: Osmanlının hüviyet cüzdanı nasıl olmalı?, Kebikeç,
sayı 10, 2000, s. 239-254
Demorgon, J.: Multiculturel
ou interculturel? Pratiques de Formation, Analyses, n. 37-38, 1999. s.
13-26
Demoulin, S., Leyens,
J-P., Vaes, J., Paladino, P M. ve B. P. Cortes (2005): Le cas de
1’infra-humanisation, in L' Autre; Regards Psycho-Sociaux (ed. M.
Sanchez - Mazas ve L. Licata), PUG, Grenoble, s.73-93
Deschamps. J. C. ve W.
Doise (1978): Crossed category memberships in intergroup relations, in Differentiation
between Social Groups (ed. Tajfel, H. ), London: Academic Pres, s. 141-158;
Deschamps, J C. ve W.
Doise (1979): Effet du croisement des appartenances cate- gorielles, in Experiences
entre Groupes ( ed. W. Doise), Mouton, Paris
Descombes, V. (1989): A
propos de la “critique du sujet” et de la critique de cette critique, Confrontations,
n. 20, s. 115-129
Desert, M. ve J. P.
Leyens: L’affirmation de soi et du groupe chez les personnes stig- matisees. in
Mauuaises Reputations, age., s. 235-255
Doise, W., Deschamps, J.
C. ve G. Meyer (1978): The accentuation of intercategory similarities, in Differentiation
between Social Groups (ed. Tajfel, H ), London: Academic Pres, s. 159-168
Doise, W., Clemence, A.
& F. Lorenzi-Cioldi: Representations Sociales et Analyses de Donnees,
PUG., 1992, Grenoble
Doise, W.: Les relations
entre groupes, La Psychologie Sociale (ed. S. Moscovici), PUF, Paris,
2003. s. 253-274
Domenach, J. M.: Approches
de la Modernite, ed. Ellipses, 1995, Paris
Dommange, T. (1993): Le
miroir identitaire, Lignes, n. 18, s. 137-149.
Dor, J. (1985):
Introduction a la Lecture de Lacan, ed. Denoel, coll. Espace Analytique, Paris.
Duby, G.; Dames du XII
Siecle; tome 1: Heloise, Alienor. Iseut et Quelques Autres, Paris,
Gallimard, 1995
Duchesne. S.: Jeunes,
citoyennete, Europe; quelques remarques â propos des representations
ordinaires de la citoyennete en France, in AGORA: 1998, N. 12: Jeunes
en Europe: Politique et citoyennete, s. 69-79,
Dumont, L. (1983): Essai
sur 1’lndividualisme, ed. Seuil, Paris
Dupuy, J. P. (1982):
Paradoxes de I’erreur creatrice, Prospective et Sante, n. 21, printemps
82, s. 31-38
Durkheim, E. (1912): Les
Formes Elemantaires de la Vie Religieuse, PUF, V. baskı, Paris, 1968
Durkheim, E. (1975): Textes,
II. Religion, Morale, Anomie, Les Editions de Minuit, Paris, 1975;
Ehrenberg, A. (1995): L'indiuidu
Incertain, Pluriel, Hachette, Paris, 1995
Ehrenberg, A. (1998): La
Fatigue d'Etre Soi, ed. Poches Odile Jacob, Paris, 1998
Elias, N. (1997): La
societe des Indiuidus, ed. Pocket, coll. Agora, 1997, s. 34
Ellemers, N. ve M.
Barreto (2001): The impact of relative group status: Affective, perceptual and
behavioral consequences, Blackwell Handbook of Social Psychology: Intergroup
Process (ed. R. Brown ve S. L. Gaertner), Blackwell Publ., s. 324-343
Erikson, E. (I960): Enfance
et Societe, ed. Delachaux Niestle, Lausanne
Erikson, E. (1972): Adolescence
et Crise. La Quete de I'ldentite, ed. Flammarion, Paris, 1972
Erol İşık, N. (2006):
Milliyetçilik, popüler kültür ve Kurtlar Vadisi, Doğu Batı, n. 38, s.
227-247
Ewen, S. (1983): Consciences
sous Influence, ed. Aubier, Paris
Ferreol, G. (1990): En
quete d’identite, Societes, 12/90, s. 3-14.
Festinger, L. (1954). A
theory of social comparison processes, Human Relations, n. 7, s.
117-140.
Finkielkraut, A. (2000): L’Ingratitude.
Conversation sur Notre Temps, ed. Gallimard, Paris, 2000
Fiske, S. T. ve S. E.
Taylor (1991): Social Cognition, Reading, Addison-Vesley, 1991
Fontanille, J. (2005): Soma
et Serna; Figures du Corps, ed. Maisonneuve & Larose, Paris, 2005
Foucault, M. (1993):
Qu'est-ce que les Lumieres, Magazine Litteraires, n. 309, 1993, s. 67
Fraisse, P. (1967): La
Psychologie du Temps, PUF, Paris
Fronty, C. ve G. Caussade
(1980) : Ideologic, acculturation et conflits sociaux, in Identites
Collectives et Changements Sociaux (ed. P. Tap), Privat, Toulouse, s.
267-272
Gailland, A. (1973): İstanbul'a
Ait Günlük Anılar, (çev. N. S. Örik), Ankara, 1973
Gardikiotis, A., Martin,
R. ve M. Hewstone (2004): The representation of majorities and minorities in
the British pres: a content analytic approach, European Journal of Social
Psychology, n. 34, s. 637-646
Gauchet, M. (1985): Le
Desenchantement du Monde, ed. Gallimard, Bibl. des Sciences Humaines, Paris
Gauchet, M. (1988, a): La
religion de la sortie de la religion, Un Monde Desenchante?, ed.
Cerf/Theses, Paris, s. 95-100
Gauchet, M. (1988, b): Un
credo democratique, Un Monde Desenchante?, ed. Cerf/Theses, Paris, s.
101-104
Gauchet, M. (2002 a): La
Democratic contre elle meme, ed. Gallimard, Paris
Gauchet, M. (2002 b): Les
deux sources du processus d’individualisation, Debat, n. 19,2002
Gaulejac, V. de (2002):
Histoires de vie: Heritage familial et trajectoire sociale, in Families
Permanences et Metamorphoses (ed. J. F. Dortier), eds. Sciences Humaines,
Paris, s. 199- 206
Gellner, E. (1987): Le
nationalisme et les deux formes de la cohesion dans les societes complexes,
fr. çev. (1991), Theories du Nationalisme, ed. Kime, Paris, s. 233-255.
Girard, R. (2004, a): Les
ruses du desir, Nouuel Obseruateur, 1-7 juillet 2004, s. 54- 55
Girard, R. (2004 b): Le
christianisme est-il une science humaine? Sciences Humaines, n. 152,
2004, s. 50-53
Girard, R. (1972): Violence
et Sacre, editions Grasset, Paris, 1972
Girard, R. (1961): Mensonge
Romantique et Verite Romantique, editions Grasset, Paris, 1961
Goffman, E. (1963):
Stigma/(fran. çev.) Stigmate, 1975, ed. Minuit, Paris
Goffman, E. (1981): Engagement,
La Nouuelle Communication, Seuil-Points, Paris, s. 267-278
Greenwald, A. G. (1980):
The totalitarian ego. Fabrication and revision of personal history, American
Psychologist, n. 35, s. 603-618
Gökalp, Z.(1915): Dinin
İçtimaî vazifeleri, Islam Mecmuası III, , n. 34, 1915
Graumann, C. G. (1983):
On multiple identities, International Social Science Journal, vol. 35,
n. 2, pp. 309-322
Groshens, M. C. (1980):
Production d’identite et memoire collective, Identites Collectives et
Changements Sociaux (ed. P. Tap), Privat, Toulouse, s.148-152
Guillebaud, J. C. (1992):
Les aventures de I’homme absolu, Nouuel Obseruateur, 23/29. 1. 92.
Guillebaud, J. C. (1995):
La Trahison des Lumieres, Enquete sur le desarroi con- temporain,
Essai/Seuil, Paris, 1995
Habermas, J. (1999): Öteki
Olmak, Ötekiyle Yaşamak, Siyaset Kuramı Yazıları, YKY Yayınevi, İstanbul
Halbwachs, M. (1950): La
Memoire Collectiue, Presses Universitaires de France, 1950 (posthume eser),
Paris
Halbwachs, M. (1925): Les
Cadres Sociaux de la Memoire, Alcan, Paris, 1925, II. b. PUF, 1952
Halbwacs, M. (1941): Topographie
Legendaire des Evangiles en Terre Sainte: Etude de memoire collectiue,
Presses Universitaires de France, Paris, 1941
Halpern, C. (2004, a):
Faut-il en finir avec l'identite? Sciences Humaines, n. 151, juillet
2004, p. 12-16
Halpern, C. (2004, b): Ce
que les croyances ont â nous dire, Sciences Humaines. LesNouveaux
Visages de la Croyance, n.149, Mayıs-2004, s.20-22
Harlak, H. (2000): Önyargılar,
Psiko-Sosyal Bir İnceleme, Sistem Yayıncılık, İstanbul
Harre, R. (2002):
L’expression du moi, in Les Formes de la Pensee Sociale (ed. C.
Garnier), PUF, Paris, s. 189-211
Harter, S.: Comprendre
Testime de soi de l’enfant et de l’adolescent; considerations historiques,
theoriques et methodologiques, Estime de Soi; perspectiues deuel- opmentales
(ed. M. Bolognini ve Y. Preteur), Delachaux ve Niestle, Lausanne, s. 57-81
Hewstone, M. (2003): La
theorie de l’attribution, Psychologie Sociale (ed. S. Moscovici), ed.
PUF, Paris, s. 311-333
Hewstone, M. Islam, M. R.
ve Judd, C. M. (1993): Models of crossed categorisation and intergroup
relations, Journal of Personality and Social Psychology, 64, n. 5, s.
779-793
Hewstone, M. ve J. M. F. Jaspars
(1990): Relations intergroupes et processus d’attribution, in L'Attribution.
Causalite et Explication au Quotidien, ed. Delachaux et Niestle, Neuchatel,
1990
Hobsbawm, E. ve T. Ranger
(2006): Geleneğin /cadi, Agora Kitaplığı, Istanbul
Hobsbawm, E. (1993): Milletler
ue Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınevi, Istanbul
Holyoak, K. J. ve P. C.
Gordon (1992): Le points de reference sociaux, in Le Soi. Recherches dans le
Champ de la Cognition Sociale (eds. M. Piolat, M. C. Hurtig ve M. F.
Pichevin), Delachaux Niestle, Lausanne, s. 169-187
Honneth, A. (2000): La
Lutte pour la Reconnaissance, ed. Le Cerf, Paris, 2000
Honneth, A. (2006): Les
conflits sociaux sont des luttes pour la reconnaissance, Sciences Humaines,
n. 172, s. 38-40
Huntington, S. P. (2004):
Biz Kimiz? Amerika'nın Ulusal Kimlik Arayışı, (ed. CSA, İstanbul, 2004
Hussein, M. (1992): Les
multiples de l’homme, Courrier de I’Unesco, Juillet-aout, s. 20-25.
Huyssen, A. (1999): Alacakaranlık
Anıları, Bellek Yitimi Kültüründe Zamanı Belirlemek, ed. Metis, İstanbul,
1999
logna-Prat, D. (2006): La
presence de l’histoire, Sciences Humaines, n. 175, 2006, s. 58-62
Islam, M.R. &
Hewstone, M. (1993). Dimensions of contact as predictors of inter- group
anxiety, perceived out-group variability, and out-group attitude: An integrative
model, Personality & Social Psychology Bulletin, n. 19/ 6, s.
700-710 Jahoda, G. (2005): Des origines de 1’antagonisme envers les 'Autres',
in L’Autre, Regards Psychosociaux, PUG, Grenoble, s. 49-72 (originali:
On the origins of antagonism’towards ‘The Others’, Zeitschrift für Ethnologie,
127 (2002))
James, W. (1998):
Pretentions et reussites, in Estime de Soi; perspectives deuelop- mentales
(ed. M. Bolognini ve Y. Preteur), Delachaux ve Niestle, Lausanne, s. 47-55
Jaspars, J. ve M. Hewstone
(1984): La theorie de I’attribution, in La Psychologie Sociale, (ed. S.
Moscovici), I.ere edition, 1984, Paris
Jodelet, D.: Formes et
figures de I’alterite, in Autre, Regards Psycho-Sociaux (M. Sanchez -
Mazas ve L. Licata), 2005, PUG, s. 23-47
Jodelet, D. (1994): Le
corps, la personne et autrui, in Psychologie Sociale des Relations â Autrui
(ed. S. Moscovici), Nathan Universite, Paris, 1994, s. 41- 68
Joffe, H.: “L’Autre” et
la construction identitaire entre dynamiques psychiques et dynamiques sociales,
in Autre, Regards Psycho-Sociaux (M. Sanchez - Mazas ve L. Licata),
2005, PUG, s. 95-116
Joly, M. (2004): Le mythe
est une parole choisie par l’histoire, Mythologie d’Aujourd’hui, Le Nouvel
Obs. H.S., 2004, s. 4-7
Jussim, L., Eccles, J. ve
S. Madon (1992): Social perception, social stereotypes and teacher
expectations: Accuracy and the quest for the powerful self-fulfilling
prophecy, in Advances
in Experimental Social Psychology (ed. M. P. Zanna), vol. 28, San Diego,
Academic Press, ss. 281-388
Kağıtçıbaşı, Ç. (1998): Kültürel
Psikoloji, Evrim Yayınevi, İstanbul, 1998
Kağıtçıbaşı, Ç. (1996):
Özerk-ilişkisel benlik: Yeni bir sentez. Türk Psikoloji Dergisi, 11,
Sayi:37, 1996, s.36-44.
Kaufmann, J. C. (2004): [.’Invention
de Sot, Armand Colin, Paris, 2004
Kıray, M. (2001): Hayatımda
Hiç Arkaya Bakmadım, Bağlam Yayınları, İstanbul
Kenz D. el ve ark (2005);
Le Massacre, Objet d'Histoire, ed. Folio-Histoire, Gallimard, 2005
Kintzler, C. (1996): La
Republique en Question, ed. Minerve, Paris
Kintzler, C. (1998):
Tolerans ve laiklik; modern cumhuriyet kavramı üzerine düşünceler, Demokrasi
Kimlik ve Yurttaşlık Bağlamında Cumhuriyet (ed. N. Bilgin), Ege
Üniversitesi Yayınları, İzmir, s. 85-105
Kintzler, C. (2004):
Tolerance, laicite et ecole, Nouuel Obseruateur
Kojev, A. (1991): Giriş olarak,
Hegel'i Okumak (Der. ve çev. T. Bumin), Ara Yayınları, İstanbul, s. 25-50
Kortantamer, T. (2002): Ermeni
Dosyası, Ege Ün. Ed. Fak. TERİG Yayını, İzmir, 2002
Kristeva, J. (1991): Etrangers
â nous-memes, Folio, Gallimard, Paris, 1991
Kula, O. B. (1992): Alman
Kültüründe Türk İmgesi, Gündoğan Yayınları, 1992, Ankara
Lacan, J. (1949): Le
stade du miroir comme formation de la fonction du Je, Ecrits, 1, Seuil,
yeni baskı, 1966, s. 89-97
Lapierre, J. W. (1993):
Trois idees sur 1'identite collective, Le Croquant, n.13, s.139- 142.
Laszlo, J., Ehmann, B. ve
O. Imre (2002): Les representations sociales de 1’histoire: La narration
populaire historique et 1’identite nationale, in La Memoire Sociale:
Identites et Representations Sociales (S. Laurens ve N. Roussiau), P.U.R.,
Rennes, s. 21-32
Le Goff, J. (1988): Histoire
et Memoire, Gallimard, Paris, 1988
Lepeltier, T. (2004): De
1'histoire nationale aux lieux de memoire, Sci. Humaines. Aout-septembre 2004,
s 46-48
Levi-Strauss, C. (1968): Race
et Histoire, ed. Gonthier. Paris
Levi-Strauss, C. (1977): /dentite,
Seminaire, ed. Grasset, Paris
Levy, A. (1997); Les
Sciences Cliniques et Les Organisations Sociales, ed. PUF, Paris
Leyens, J-P ve V. Yzerbyt
(1997): La Psychologie Sociale, ed. Mardaga, Bruxelles, s. 306
Licata, L. ve O. Klein
(2005): Regards croises sur un passe commun: ancien colonises et anciens
coloniaux face â 1’action beige au Congo, in L ’Autre, Regards
Psychosociaux, PUG, Grenoble, s. 241-277
Linville, P.W. ve
Fischer, W.F. (1998). Group variability and covariation: Effects on intergroup
judgment and behavior. C. Sedikides, J. Schopler & C.A. Insko (Eds),
Intergroup Cognition and
Intergroup Behavior, s. 123-150, Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum
Lipiansky, E. M. (1978):
Groupe et identite, Identites Collectives et Relations Inter Culturelles,
ed. Complexe, Bruxelles, s. 59-61
Lipiansky, E. M. (1980):
L’ldentite national comme representation, Identites Collectives et
Changements Sociaux, ed. P. Tap, Privat, Toulouse, s. 59-61.
Lipiansky, E. M. (1992): Identite
et Communication, P.U.F, coll. Psychologie Sociale, Paris
Lorenzi-Cioldi, F. ve F.
Buschini (2005): Vaut-il mieux etre une femme qualifiee ou etre qualifie de
femme? Effets paradoxaux de la categorisation dans la discrimination positive,
in L’Autre, Regards Psychosociaux, PUG, Grenoble, s. 279- 308
Lorenzi-Cioldi, F.: Individus
Dominants et Groupes Domines. Images Masculines et Feminines, Presses
Universitaires de Grenoble, Grenoble, 1988
Malay, H (1991): Çağlar
Boyu Kölelik, Gündoğan Yayınları, Ankara
Malrieu, P. (1980):
Genese des conduites d’identite, Identite Individuelle et Personalisation
(ed. P. Tap), ed. Privat, Toulouse
Manceron, M. (1998): Penser
Autrement une France Une et Diverse, ed. Cerclede Condorcet de Paris, cahier
no : 6, Paris
Marias, J : Le deni de
Franco, Les Debats de FOBS: 19/25. Janvier. 2006
Markova, 1.: Des themata
de base des representations sociales du SID A, in Les Formes de la Pensee
Sociale, PUF, Paris, s. 55-78.
Markus, H. R. ve S.
Kitayama (1991): Culture and self: implications for cognition, emotion and
motivation, Psychological Review, 98 (2), s. 224-253
Martinot, D. (1995): Le Soi;
Les Approches Psychosociales, ed. PUG, 1995, Grenoble
Marx, D. M. ve P. A. Goff
(2005): Clearing the air. The effect of experimenter race on target’s test
performance and subjective experience, in British Journal of Social
Psychology, v. XL1V, no: 4, 2005, s. 645-657
Mauss, M. (1969): Note
sur la notion de civilisation, L'Annee Sociologique, n. 12, McLuhan, M.
(1968): Pour Comprendre les Media, editions Seuil, Paris
Mead, G.H. (1934): L’Esprit
Le Soi et La Societe, Paris, PUF., Fran, çeviri, 1963 Memmi, A. (1968): L
'Homme Domine, edition Gallimard, Paris.
Mesnard, P. (2004) :
Mythologies reloaded, Mythologies d’AuJourd’hui, N.Obs. Hors Serie,
juillet/aout 2004, s. 10-11, Paris
Meyran, R. (2003),
Antropologie: L’avenement des cultures, in Sciences Humaines, n. 143,
nov.2003, s. 24- 26
Misztal, B. A. (2003): Theories
of Social Remembering, Open University Press, England.
Mlicki, P. P. ve N.
Ellemers (1996): Being different or being better? National stereotypes and
identifications of Polish and Dutch students, European Journal of Social
Psychology, n. 26, s. 97-114
Molenat, X. (2004): Les
religions â la carte, Sciences Humaines. Les Nouveaux Visages de la
Croyance, n.149, s. 22-23
Moles, A. A.: Belirsizin
Bilimleri, çev. N Bilgin, Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul, 1993
Monteil, J. M. (1989): Eduquer
et Former Perspectives Psychosociales, ed. PUG, Grenoble
Monteil, , J. M. (1993): Soi
et Le Contexte, ed. Armand Colin, Paris
Morabia, A. (1980):
Identite arabo-musulmane â la croisee des chemins, İdentites Collectives et
Changements Sociaux, Privat, Toulouse, s. 137-141
Mortain, B. (2002):
Parente: Des biens et des liens, in Families Permanences et Metamorphoses
(ed. J. F.Dortier) , eds. Sciences Humaines, Paris, s. 189- 197
Moscovici, S. (1988): La
Machine a Faire des Dieux, ed. Fayard, Paris
Moscovici, S. (1992): Le
retour de la pensee magique, Bulletin de Psychologie, 1991-92, s.
301-323
Moscovici, S. (ed): La
Psychologie Sociale, Presse Universitaire de France, 1984, Paris
Moscovici, S. ve Vignaux,
G. (2001). The concept of themata, in Socia! Representations: Explorations
in Social Psychology, (ed. G. Duveen), s. 156-183, New York. Un. Press: New
York.
Moscovici, S. ve M.
Hewstone (1984): De la science au sens commun, Psychologie Sociale
(ed.Moscovici), P.U.F., s. 539-564
Moscovici, S. ve W. Doise
(1992): Dissensions et Consensus, ed. PUF, Paris
Moscovici, S.: La
Psychologic des Minorites Actives, PUF, 1979 (Social Influence and
Social Change, New York, Academic Pres, 1976)
Mouffe, C. (1992) (ed): Dimensions
of Radical Democracy: Pluralism, Citizenship, Communitiy. London, Verso
Mouffe, C. (1994): Le Politique
et Ses Enjeux, Eds. La Decouverte/Maus, Paris
Mussen, P. (1980): La
formation de 1'identite, Identite Indiuiduelle et Personalisation (ed.
P. Tap), ed. Privat, Toulouse
Nancy, J. L. (1986): La
Communaute Desoeuvree, ed. C. Bourgois, Paris
Nancy, J. L. (1989):
L'histoire finie. Revue des Sciences Humaines; Penser La Communaute, n.
213, s. 75-96
Neveu, C. ve ark (1998):
Pour une anthropologie de la citoyennete (Ingiltere- Fransa), in AGORA Jeunes
en Europe: Politique et citoyennete, N. 12, s. 43-51
Noiriel, G. (2004):
Histoire, memoire, engagement civique, Hommes et Migration, janvier-fevrier
2004, Paris
Nuttin, J. M. (1994):
Lettres d’amour propre: Consequences affectives de la pure appartenance â soi,
in Psychologic Sociale des Relations â Autrui (ed. S. Moscovici), Nathan
Universite, Paris, 1994, s. 11-38
Nuttin, J. M. (1987):
Affective consequences of mere ownership: The name letter effect in twelve
European languages, European Journal of Social Psychology, n. 17, s.
381-402, 1987
Oakes, P., Halsam, S. A.
ve J. C. Turner (1999): Construction de l’identite â partir du contexte, in L’identite
Sociale (ed. J. C. Deschamps, J. F. Morales, D. Paez ve S. Worchel), PUG,
Grenoble, 1999
Oktay, C. (1995):
"Fransız Halkının Unsuru Korsika Halkı" ifadesinin anayasal
olanaksızlığı konusunda bir not, i. Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Dergisi,
no: 10 (Ocak) Özbaran, S. (2004): Bir Osmanh Kimliği; 14. -17. Yüzyıllarda
Rum/Rumî Aidiyet ue İmgeleri, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004
Özbaran, S. (1997): Tarih,
Tarihçi ue Toplum, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
Paicheler, G. (1985): Psychologie
des Influences Sociales, Delachaux Niestle, Neuchatel
Paker, K. O. (2005) Günlük
Düşüncede Modernlik, Din ue Laiklik. Ankara: Vadi Yayınları.
Park, B. ve Hastie, R.
(1987). Perception of variability in category development: Intance versus
abstraction based stereotypes, Journal of Personality and Social Psychology,
n. 53, s. 621-635.
Paxton, R. O. (2004): Le
fascisme, au-dela des stereotypes, Sciences Humaines, n.155, dec. 2004,
s. 26-28.
Pierrot-Le Bonniec, G.
(1986): Le sentiment de la necessite logique, Identite Indiuiduelle et
Personnalisation, Privat, s. 167-169
Poirier, J. (1978):
Alienation culturelle et heteroculture, Identites Collectiues et Relations
Inter Cui türelleş (ed. Guy Michaud), Editions\ Complexe, Bruxelles, s.
45-58
Policar, A. (1993):
Racisme et antiracisme, Integration et Exclusion, P.U.L., Lille, s.
23-58
Randall, W. L. (1999):
Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler, Ayrıntı Yayınları, 1st., 1999
Ravaud, J. E, Beaufils B.
ve H. Paicheler (1986): Handicap et integration scolaire, Sciences Sociales
et Sante, n. _, s.167-194
Razac, O. (2002): Le Zoo
Televise, Nouuel Obseruateur, 6-12 Haziran 2002, s. 62- 64
Renaut, A. (1991):
Logiques de la nation, Theories du Nationalisme, ed. Kime, Paris, s.
29-46.
Renaut, E.: La
reconnaissance au coeur du social, Sciences Humaines, n. 172, s. 34 -37
Ricoeur, P. et J. Daniel
(2005): L'Etrangete de l’etranger, Les Debats de l’Obseruateur, Nouuel
Obseruateur./30 juin - 6 juillet 2005
Ricoeur, P. (1955): Histoireet
Verite, Seuil, 1955, coll. Esprit, Paris;
Ricoeur, P. (2000): La
Memoire, THistoire, l’Oubli, editions Seuil, 2000
Ricoeur, P. (2004): Parcours
de la Reconnaissance, ed. Stock, 2004, Paris
Ricoeur, P. (1990): Soi-meme,
comme un Autre, editions Seuil, Paris, 1990
Ricoeur, P.: Temps et
Reci t, Le Seuil, Paris, tome 1: L’Intrigue et Le Recit Historique,
1981, t. 2: La Configuration dans le Recit de Fiction, 1984, t. 3: Le
Temps Raconte, 1985
Roche, G. (2002).
Memoire, in Education Ciuique Aujourd’hui (ed. G. Roche), ESF, Paris, s.
97-98.
Rogers, T. B., Kuiper, N.
A. ve W. S. Kirker (1977): Self-reference and the encoding of personal
information, Journal of Personality and Social Pschology, n. 35, s.
677-688
Rosa, A. S. de ve C.
Mormino (2002): Au confluent de la memoire sociale: Etude sur 1’identite
nationale et europeenne, in La Memoire Sociale: Identites et Representations
Sociales (S. Laurens veN. Roussiau), P.U.R., Rennes, p. 119- 138
Rosch, E.: Principles of
categorization, in Cognition and Categorization (eds. E. Rosch ve B. B.
Lloyd), Hillsdale, NJ: Erlbaum, 1978
Ross, M. ve M. Conway
(1986): Remembering one’s own past: The construction of personal histories, in Handbook
of Motivation and Cognition, Guilford, NewYork, s. 122-144
Rouillard, C. D. (1938): The
Turk in French History, Thought and Litterature (1520-1670), Paris
Rousso, H. (1987): Le
Syndrome de Vichy. 1945-198..., Le Seuil, Paris, 1987
Salazar, J. M. (1999):
L’identite nationale et supra-nationale, L’Identite Sociale, (ed.
J. C. Deschamps, J. F.
Morales, D. Paez ve S. Worchel), PUG, 1999, Grenoble
Schacter, D. (2001): The
Seven Sins of Memory, How The Mind Forgets and Remembers, Houghton Mifflin
Company, NY, 2001
Schnapper, D. (1994): La
Communaute des Citoyens. Sur I’ldee Moderne de la Nation, Gallimard, NRF,
Paris
Schudson, M. (2000):
Dynamics of distortion in collective memory, Memory Distortion How Minds, Brains
and Societies Reconstruct the Past, D. Schacter (ed ), Harvard University
Press, 2000, s. 346-364
Schwartz, B. (1991):
Social change and collective memory: The Democratization of George Washington, American
Sociological Review, n. 56/2, 1991, s. 221-236.
Schwartz, B. (1997):
Conficius and the Cultural Revolution: A Study in Collective Memory.
International Journal of politics, Culture and Society, n.ll, 2, 1997
Searle, J. R. (1995): The
Costruction of Social Reality, Free Press, 1995, New York
Segalen, M. (2002):
Families: De quoi heritons-nous?, in Families Permanences et Metamorphoses
(ed. J. F.Dortier), eds. Sciences Humaines, Paris, s. 157- 164
Semelin, J. (2005): Purifier
et Detruire, Usages Politiques des Massacres et Genocides, Seuil, Paris,
2005
Sennett, R. (1979): Les
Tyrannies de I’lntimite, Seuil, coll. Couleur des Idees, Paris, 1979
Sennett, R. (1996): Kamusal
İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınlanı, İstanbul, 1996
Simmel, G. (1908):
Digressions sur l’etranger, L’Ecole de Chicago (ed. Grafmayer ve
Joseph), 1984, Aubier-Montaigne, Paris
Stendhal: Le Rouge et
le Noir, Le Livre de Poche, 1958 baskısı
Taguieff, P. A. (1987): La
Force du Prejuge. Essai sur le Racisme et ses Doubles, ed. Gallimard, Teli,
Paris
Taguieff, P. A. (1991):
Le nationalisme des nationalistes, Theories du Nationalisme, ed. Kime,
Paris, s, 47-124.
Taguieff, P. A. (1993):
Comment peut-on etre anti-raciste? Esprit, 4.93, s.36-48
Tajfel, H. (1978): Differenciation
Between Social Groups: Studies in the Social Psychology of Intergroup
Relations, Academic Press, London
Tajfel, H. (1981). Human
Groups and Social Categories, Cambridge: Cambridge University Press, 1981
Tajfel, H. (1982): Social
Identity and Intergroups Relations, Cambridge : Cambridge University Press,
1982
Tajfel, H. ve J. C.
Turner (1986): The social identity theory of intergroup behavior, in Psychology
of Intergroup Relations (S. Worchel & W. G. Austin), Nelson Hall,
Chicago
Tap, P. (1979):
Introduction, Identites Collectives et Changements Sociaux, ed. Privat,
Toulouse, s. 11-18
Tap, P. (1988): La
Societe Pygmalion, ed. Dunod, Bordas, Paris
Taylor, C (1998): Les
Sources de Moi. La Formation de I'ldentite Moderne, ed. Seuil, Paris
Taylor, C. (1994): Multiculturalisme,
Difference et Democratic, ed Aubier, 1994
Teixido, S., (2003),
Franz Boas; le pere de 1’anthropologie culturelle, in Sciences Humaines,
n. 138, mai..2003, s. 44-46
Teixido, S. (2005): Le
metissage, Sciences Humaines, n. 160, mai 2005, s. 48-49
Teközel, M. ve N. Bilgin
(1995): Sosyal kimlik perspektifi, stereotipler ve sosyal karşilaştirma, Ulusal
Psikoloji Kongresine sunulmuş bildiri
Teközel, M. ve N. Bilgin
(2000): Aşağı doğru karşılaştırma süreçleri, Sosyal Psikolojiye Giriş
(ed. N. Bilgin), Ege Üniv. Yayınlan, İzmir, s. 160-162
Todorov, T. (1982): Face
a /'Extreme, ed. Seuil, Paris
Todorov, T. (1991): La
Conquete de I'Amerique: La Question de I'Autre, Seuil, coll. Points, Paris
Todorov, T.: Du bon et du
mauvais usage de la memoire, Le Monde Diplomatique: ‘Maniere de Voir/76',
sayı.7-8. 2004
Touraine, A. (1979): Les
deux faces de l'identite, Identites Collectives et Changements Sociaux,
ed. Privat,Toulouse, s. 19-26
Touraine, A. (1992): Critique
de la Modernite, ed. Fayard, Paris
Turner, J. C. (1987): Rediscovering
the Social Group, Basic Blackwell, Oxford, 1987
Turner, J. C. (1981):
Toward a cognitive redefinition of the social group, Cahiers de Psychologie
Cognitive, n.l, s. 93-118
Vallerand, R. J. ve G. F.
Losier (1994): Le soi en psychologie sociale, in Les Fondements de la
Psychologie Sociale (ed. R. J. Vallerand), Gaetan Morin, Montreal, s.
123-192
Vallerand, R. J.,
Pelletier, L. G. ve F. Gagne (1991): On the multidimensional versus
unidimensional perspective of self-esteem. Social Behavior and Personality,
n. 19, s. 121-132
Van Dijk, T. A. (1987);
Communicating Racism, Newbury Park, Sage Publications, 1987; Discourse and the
denial of racism, in Discourse and Society, n. 3, s. 87- 118
Kaynakça
Van Knippenberg, A.
(1984): Intergroup differences in group perceptions, in The Social Dimension,
European Developpements in Social Psychology (ed. H. Tajfel), vol. 2,
Cambridge University Press, 1984, s. 560-578
Van Vugt, M. ve C. M.
Hart (2004): Social identity as social glue: The origins of group loyalty, Journal
of Personality and Social Psychology, Vol. 86, No. 4, s. 585-598.
Verkuyten, M. ve K.
Masson (1995): Etnic categorization among children in multiethnic schools in
the Netherlands, Journal of Community and Applied Social Pschology, n.
4, s. 167-179
Vermorel, C. 1. (1991):
Un autre regard sur 1’histoire, L’Ecole Liberatrice, n. 31, Juin 91, s.
13-20.
Veyne, P. (1971): Comment
On Ecrit I'Histoire?, Seuil, Paris, 1971
Vigne, E. (1997): L’Essai,
Ministre des Affaires Etrangeres, ADPF, Paris. 1997, s. 106
Wallon, H. (1959): Le
role de I’autre dans la conscience du Moi, Enfance, n.34
Wetherell, M. ve J.
Potter (1992): Mapping the Language of Racism, NY, Harvester Wheatsheaf,
1992
Wieviorka, M. (1993):
Introduction, Racisme et Modernite, eds. La Decouverte, Paris, s. 7-20
Wills, T. A. (1981):
Downward comparison principles in social psychology, Psychological Bulletin,
90 (2), 245-271
Wood, J.V. (1996): What
is social comparison and how should we study it?,. Personality and Social
Psychology Bulletin, Vol. 22 (5), s. 520-538
Wood, J.' V. ve Taylor,
K. L. (1991): Serving self-relevant goals through social comparison, in Social
Comparison: Contemporary Theory and Research (ed: J. Suis & T. A.
Wills) s. 23-49,. Hillsdale, NJ: Erlbaum
Xiberras, M. (1993): Les Theories
de /’Exclusion, ed. Meridiens Klincksieck, Paris
Yeghicheyan, V. (1980):
Conflits d’identite dans la minorite armenienne en diaspora, /dentites Collectiues
et Changements Sociaux, ed. Privat, Toulouse, s. 105- 109
Yzerbyt, V., Rocher, S.
ve G. Schadron (1997): Streotypes as explanation: the role of subjective
essentialistic view of group perception, in The social Pschology of
Streotyping and Group
“Kimlik İnşası" son
zamanlarda kimlik sorunları konusunda yazılmış en kapsamlı kitaplardan birisi.
-
Kişisel,
sosyal, mesleki, cinsel, kolektif, 9 etnik,
dinsel, kültürel, ulusal, ulus-üstü ...
Kimlikler, kısacası
‘kimlik’ nedir? Kim olduğumuz sorusuna verdiğimiz cevaplar neyi ifade ediyor?
Bu * cevaplar, taş veya topraklar, bina veya anıtlar gibi insanın dışında ve
ondan bağımsız bir nesneyi betimleyip anlatan ifadeler midir? Bir başka
deyişle, kimliklerin özsel bir gerçekliği var mıdır?
Veya bu cevaplar, kim
olduğumuz hakkında verdiğimiz cevaplan anlatan ifadeler midir? Yani kimlikler,
kişisel-sosyal, kültürel- tarihsel bir icat ve inşa ürünü müdürler? Kimlikler
aynada yansıyan görüntülerimiz midir? Yoksa gösterdiği tarafından gösterilen
birer ayna mıdır?
“Kimlik İnşası"
sizleri tüm bu sorular etrafında örülen bir yolculuğa davet ediyor ve bu
yolculukta günümüz Türk toplumunu derinden saran bazı can alıcı sorunların
cevabını arıyor.
Bilgin, kitabında
Aydınlanma’nın şeklî ve kuru cumhuriyet yorumunu, töresiz, antropolojisiz bir
cumhuriyet fikrini aşmanın cumhuriyet fikrini, topluluk ve duygularla (aidiyet
duygusu teritoryal eğilim) birleştirmenin; ulusal kontrat fikriyle etnoloji ve
psikolojiyi bağdaştırmanın; cumhuriyetin cemaatçiliğe düşmeden cemaatlerle
birlikte var oluşunun ve bir bakıma olgularla söylemleri bağdaştırarak siyasal
şizofreniden çıkmanın yollarını arıyor.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar