Print Friendly and PDF

KUR'AN’IN ANLAŞILMASINDA ÎKÎ MESELE





 


İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ..................... ...........................   ......... 7

I. MÜTEŞÂBİH VE TE’VİLİ muhkem ve müteşâbih    ..................................................     17

■ Giriş ................................................................    17

A- Seleften Rivayet Edilen Görüşler .........  19

B-Seleften Rivayet Edilen Görüşlerin Tahlili  21

C-Muhkem ve Müteşâbihin Lügat Manaları  26

1-  Muhkem ve müteşâbihle ilgili âyetlerin tahlili  27

2-  Ayetin nuzul sebebi ..........................  29

D- Râğıb el-îsfehâni'nin Görüşü ...............   35

E- Müteşâbihler Anlaşılır mı? ....................  39

F- Müteşâbihin Hikmeti .............................  48

MÜTEŞÂBİHİN TEVİLİ ..............................   51

A-«Tc’vil»in Lügat ve Istılah Anlamı .......  51

B- Müteşâbihleriri Tevili Konusunda Âlimlerin Görüşü ... 54

1-  Selefin Görüşü ...............................    56

2-  Kelam Ehlinin Görüşü ...................    63

SONUÇ ......................................................       75

BİBLİYOGRAFYA ........................................  78

.5

II. nesh

KUR'AN'DA NESH MESELESİ ...................................  83

Giriş ........................................................      83

Tarihçe ....................................................     86

’Kur'an'da Nesh' Konusunda Müstakil Eser Yazanlar 87

«Nesh»in Lügat Manası .............................  93

«Nesh»in Istılah Manası ...........................   94

Nesh Taraftarlarının Delilleri ....................   95

Delillerin Tartışması ...............................     97

GEÇMİŞ ŞER1ATLER1N NESHİ ...............   137

Incil'in Tahrifi ............................................  151

Tevrat'ın Tahrifi .........................................  155

Bugünkü Tevrat ve Incil'e Uymanın Hükmü  158

SONUÇ .......................................................        169

BİBLİYOGRAFYA .......................................  171

ÖNSÖZ

Bir asra yakındır İslâm âlemi, içinde bulunduğu durumdan kurtulma yollarının arayışı içerisindedir. Asırlarda hakim olmuş bir medeniyeti vardı. İzzet sahi­biydi, onurluydu. Oysa bir asırdır geriliğin, beceriksizli­ğin, tembelliğin âdeta sembolü oldu.

Ondokuzuncu asırdan itibaren Batı'da büyük bir gelişme gösteren sanayi ve teknoloji devrimi ile bu devri­min ortaya çıkardığı medeniyet, İslâm âleminde bir çok taraftar buldu. Bir müddet sonra yönetimi de ele geçiren bu taraftarlar, İslâm âleminin içinde bulunduğu bu durumdan İslâm'ın kendisini sorumlu tuttular. Her vesi­leyi fırsat bilerek gizli açık İslâm'a savaş açtılar.

İslâm âleminin içinde bulunduğu durumdan İslâm'a inanan aydınlar da memnun değildi. Onlar da arayış içe­risindeydi. Ancak İslâm'a yapılan saldırılar, onlara yete­rince düşünme fırsatı vermedi. Devraldıkları kültürün de doğurduğu bir takım problemler vardı. Batı, taraftar­larının hakimiyeti eline geçirmelerinden sonra meselele­rini özgür bir ortamda tartışma imkânını da yitirmiş oldular. İçine düşülen bu ortam inananlar arasında farklı akımların ve birbirlerine iyi gözle bakmayan deği­şik grupların ortaya çıkmasına neden oldu. Gerçi bu

grupların ortak bir görüşleri vardı. Hepsi de müslüman- ların içine düştükleri bu durumu, müslümanların İslâm'dan uzaklaşmış olmalarına bağlıyorlardı. Ancak İslâm'dan ne anladıkları konusunda birbirlerinden ayrı­lıyorlardı. İşte bu açıdan bu gruplan üç temel gruba ayır­mak mümkündür:

a- Gelenekçiler: Müslümanların İslâm'dan uzaklaş­malarını dış güçlerin komplolarıyla izah eden bu kesim, atalarından devraldıkları tüm inanç ve gelenekleri İslâm olarak kabul ederler. Onlara göre Kur'an ve sünnetle uğraşmak, onlan anlamaya çalışmak, affedilmeyecek bir bidattir. Ehl-i Sünnet yolundan bir sapmadır. İslâm ola­rak bize ne intikal etmişse, İslâm işte odur. Değil Kur'an ve sünneti anlamak, bu asra kadar gelmiş olan ulema-i izam ve meşayih-i kirâmın dediklerini bile anlayamayız. Bu görüşten kıl payı sapanlar, dışgüçlerin aramıza sok­tukları ajanlardır.

b-Sentezciler veya Kararsızlar: Bu kesimin net bir tavırları yoktur. Bazen gelenekçilere bazen de -bir son­raki maddede anlatacağımız- ıslahatçılara meylederler. İki görüş arasında yalpalayıp dururlar. Varlıklarını, gelenekçileri tefritte olmakla, ıslahatçıları da ifratta olmakla suçlayarak sürdürürler. Böylece kendilerine mutedil süsü de vermiş olurlar.

Bu gruba dahil olanların önemli bir kesimi, İslâm kültürüne yabancı unsurların girdiğini kabul eder. Ama onlara göre bunları tashih etmenin zamanı değildir. Çünkü bunları ayıklama kapısı açıldığında yabancı fırtı­nalar o kadar şiddetli eser ve o kapıdan içeri girer ki İslâm'dan geri kalanı da silip süpürür.

c- Islahatçılar: Bunlara göre müslümanların İslâm'dan uzaklaşmalarının temelinde, müslümanların İslâm anlayışlarındaki sapmalar yatmaktadır. Bir kavm içindekini, yani inanışlarını değiştirmedikçe Allah o

kavmi değiştirmez. Müslümanların anlayışlarında bir takım sapmalar oldu ki bu duruma düşmeye müstehak olduk. Allah, doğru bir inanç üzere olan bir kavmi zelil duruma düşürmez. Bu durumumuzdan kurtulmanın yolu, inançlarımızda, ibadetlerimizde ve davranışları­mızdaki sapmaları tashih edip düzeltmekten geçer. Bu sapmalar devam ettiği müddetçe İslâm âlemi için kurtu­luş mümkün değildir.

Peki bu sapmaları nasıl düzelteceğiz?

Bu sapmalardan kurtulmanın yolu Kur’an ve sün­nete dönmektir. Geçmiş âlimlerimiz kendi dönemlerinde görevlerini yapmışlar. Ancak âlimler hatasız değildir. Kur an ve sünneti anlamaya çalışırken geçmiş âlimlerin rehberliğinden istifade edeceğiz ama hatasız olmadıkla­rını hiç bir zaman unutmayacağız.

Bu üçüncü grubun görüşleri başta pek revaç bul­madı. Hatta İlk gruba mensup olanlar, bu üçüncü grubu, dini içten yıkmaya çalışan dış güçlerin iç bünyeye sızmış ajanları olarak gördüler. Ama zaman, bu üçüncü grubun lehine çalıştı. İslâm âleminde taraftarları gittikçe arttı ve hala artmaya devam etmektedir.

Bu görüşe mensup olanlar arasında sayılan az da olsa geçmişin mirasını tümden reddederek sadece Kur’an ve sünnet -bazen sadece Kur 'an ile- yetinilmesi gerektiğini savunanlar da vardır. Her görüşün dervişleri olduğu gibi bu ekolün dervişleri de bunlar.

Kur’an ve sünnet'e dönüş taraftarları arasında Kur’an tefsirlerine büyük ilgi duyulacağı tabii idi ve öyle de oldu. Ne var ki tefsir kitaplan daha çok kendi dönemle­rinin problemlerini söz konusu ediyorlardı. Dahası bun­lar arasında Kur'an'm indiriliş gayesini kendisine hedef edinmiş olanları nadir denecek kadar azdı. Bunlardan bazısı, dönemi geçmiş kelâmî konularla uğraşırken, bazısı Arap dilinin incelikleriyle meşguldü. Kimi de isra-

iliyata o kadar dalmıştı ki bu uydurma hikâyeler ara­sında doğruları tespit etmek bazen çok zordu.

Gerçi çağın ihtiyaçlarına cevap verme çabasında olanlar ve Kur'an'ın indiriliş sebebini kendine hedef edi­nen müfessirler, bu doğrultuda tefsirler yazdılar. Bu tef­sirlerde toplum meseleleri Kurana arzedilerek ondan bu meselelere çözümler aranıyordu. Bu nedenle bu tefsir ekolüne İçtimaî Tefsir Ekolü denilmiştir. Ancak diğer gruplar bu tefsir çeşidine şiddetle karşı koydular.Bu tef­sirleri yazanların mezhepsiz olduklarını, itikatlarının bozuk olduğunu, eski müfessirlerin yolunu takip etme­diklerini; onlara muhalefet ettiklerini, neticede bu tefsir­lerin müelliflerinin tefsir yazmaya ehil olmadıklarını, tefsir yazacak kişinin şu kadar ilmi tahsil etmiş olması gerektiğini bir parti programının propaganda üslûbuyla kamuoyuna yaydılar.

Günümüzdeki bu tür tartışmaları gözönünde bulun­durarak Kur'an İlimleri ve Tefsir Usûlüyle ilgili kitap­larda müfessirde bulunması gereken şartlar konusuna kısaca temas etmek istiyoruz. Bu kitaplarda ileri sürülen şartlar ne derecede tutarlıdır ve bu şartların ileri sürül­mesinin sebebi nedir? Ancak meselenin anlaşılması için kısaca tefsir tarihinden de bahsetmek istiyoruz. Böylece ileri sürülen şartların bir kısmının nasıl ortaya çıktığını görmüş olacağız.

Peygamber (s) hayattayken sahabe, anlamını bilme­dikleri âyetleri kendisine sorarlardı. Ayrıca Peygamber (s)'in davranışları da Kur'an'a uygun olduğundan onun davranışları Kur'an'ın pratiğe aktarılmış şekliydi. Sahabe de davranışlarının Kur'an'a uygun olmasına büyük önem verirlerdi. O dönemde Kur'an ile toplum ara­sında sürekli ve canlı bir iletişim vardı. Çoğu âyetler, top­lumda ortaya çıkan problemler üzerine inmekte, prob­lemlerin çözümü o âyetlerde anlatılmaktaydı.

10

Peygamber (s)'in vefatından sonra Kur'an'm her­hangi bir âyetini anlama noktasında bir problemi olan, kendisinden daha iyi bilene soruyordu.

Kur'an'ı anlama konusunda sahabe çok titiz idi. Onların bazılarından yapılan rivayetlerde şöyle denil­mektedir: Kur'an'ı onar âyet şeklinde okurduk; on âyeti iyice tetkik eder, onları anlar, onlarda anlatılanlarla amel eder ve ancak bundan sonra başka bir on âyete geçerdik. Böylece Kur'an'ı, ilim ve ameliyle birlikte öğre­nirdik.

Kur'an, kendisiyle amel edilmek üzere okunuyor, problemler Kur'an'a arzedilerek çözümleniyordu.

Hz. Osman'ın öldürülmesiyle müslüman toplumda beliren kargaşa Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan savaşla daha da artmış, büyük günah işleyen kimsenin cennete mi yoksa cehenneme mi gideceği problemini gündeme getirmişti.

Müslümanların Hint, Yunan ye benzeri yabancı kül­türlerle karşılaşmaları fikri bir takım tartışmaları doğurmuş, Allah'ın sıfatları, Kur'an'm mahluk olup olmadığı, Allah'ın âhirette görülüp görülmeyeceği gibi pratik hayatı direkt olarak ilgilendirmeyen meselelerde farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Daha önce birlik içeri­sinde olan müslümanlar, birbirlerinden farklı düşünen fırka ve mezheplere bölünmüşlerdi. Farklı düşünme, başlangıçta belki de farklı anlama ve değerlendirmeden kaynaklanıyordu. Bu sebeple müslümanların birbirle­rine bakışları nisbeten ılımlı bir hava içerisindeydi. Ancak daha sonra gelen mukallidler ve mezhep mutaas­sıpları daha katı tavırlar takınmış, ayrılıkları daha da derinleştirerek aşılmaz duvarlar haline getirmişlerdir. Yüce Allah, anlaşmazlıkları çözüme bağlamak için Kur'an ve sünnete başvurmayı emrettiği halde bu mukallidler, meseleleri mezhebi kurallara, şeyh ve üstadlarına arzediyorlârdı.

11

Dikkat edilirse ayrılık konusu olan meseleler de, hayatî önem taşıyan meseleler değildi. Sun'îlik yönü ağır basan meselelerdi.

Yazılan tefsirler de, hayatın içinden çıkan mesele­lerden çok lüks denilecek meseleleri içermeye başlamış­lardı.

Her fırka mensubu, karşı fırkaların görüşlerini cevaplandırma çabasına girmiş; karşı tarafın aklına bile gelmeyen şeyler gündeme getirilerek: "şöyle şöyle diye­cek olsanız, bende şöyle şöyle cevap veririm " şeklinde ardı arkası gelmeyen hayal mahsulü soru ve cevaplar tef­sir kitaplarında yer almıştır.

İşin en acıklı tarafı ise, her fırka mensubunun önyargılarla Kur’an tefsirine yönelmesi; mezhebiyle uyuşmayan âyetleri mezhebi doğrultusunda te’vil etme­sidir.

Tasavvufla ortaya çıkan zahir-batm ayrımı, te'vil hareketine daha bir hız vermiş, Kur’an nassları ölçüsüz bir şekilde te'vil edilmeye başlanhııştır. Bu tür eğiliıhle- rin ortaya çıkmasından sonra dinî nasslar uyarınca hare­ket etmek yerine, dinî nasslar beşerî eğilimlere göre yorumlanmaya başlanmıştın

Bütün bu söylediklerimizi ayrı ayn misallerle uzun uzun anlatmamız mümkün. Ancak bunun yeri burası değil. Biz burada müfeSsirin bilmesi şart koşulan ilimle­rin neler olduğuna dair anlatılanları naklederek kısa bir yoldan sonuca varmak istiyoruz. Bir karşılaştırma olsun diye önce selef döneminde şart koşulan ilimleri maddele- mek istiyoruz:

a- Rasulullah’ın sünnetini bilmek.

b- Arap diline vakıf olmak.                     ,

c- Nuzül sebeplerini bilmek.

d- İstikamet sahibi olmak.

Bu son maddeyle kastedilen, kişinin, şeriatın emir­lerine bağlı biri olmasıdır.

12

Sonraki dönemlerde bu şartlara birçok ilavede bulunulmuştur. Biz burada birkaçını zikretmekle yeti­neceğiz:

a- Usûluddin'i bilmek.

b- Usûlü fıkhı bilmek.

c- Mevhibe ilmi.

d- Müsbet ilimleri bilmek.

Şimdi ilave edilen bu şartların kısa bir tahlilini yapalım:

Usûluddin'den maksat, kelâm ilmidir. Gerek Ehl-i Sünnet ve gerek diğer fırkalardan bu şartı ileri süren sonraki âlimler: Kişi, Allah hakkında nelerin caiz, nele­rin caiz olmadığını ancak kelâm ilmi sayesinde öğrenebi­lir, diyorlar. Sanki Kur'an bupları öğretmiyormuş gibi.

Aslında bu maddeyle anlatılmak istenen kanaatı- mızca şudur: Müfessir, Kur'an'ı tefsir etme işine başla­madan önce mezhebimizin tornasından geçmeli, kafası mezhebimize göre rendelenmelidir. Ancak bundan sonra Kur'an'ı tefsir etmeğe ehil olabilir.

Usûl fıkhı bilme şartı da aynı mezhebi endişelerle ileri sürülmüştür.

"Mevhibe ilmi" şartına gelince, selef döneminde ileri sürülen "İstikamet" maddesinin değiştirilmiş şeklidir. Bize öyle geliyor ki, "İstikamet'in" Mevhibe ilmine dönüşmesi tasavvufun etkisiyle olmuştur. Mutasavvuf- lara göre "Fuyûzât-ı ilâhiyye" hep onların kalplerine yağar.

Tabi her tarikat bu feyizleri kendi tekeline almayı da ihmal etmemiştir. Şeriat ilimlerini tahsil eden kişi eğer bir şeyhe intisap etmemişse zahir ilimlerle sınırlıdır, kabukta kalmış öze inememiştir. Böyle biri, Kur'an'm derin manalarını anlayamaz. Kur'an'm derinliklerine inmek o kadar kolay bir şey değildir. Zahir ilimlere sap­lanmış biri bu manaları nasıl keşfetsin?

13

Müsbet ilimlerle mücehhez olma şartı ise, çağımızda müsbet ilmin akıllara hakimiyet kurmasından kaynak­lanan bir şart olduğu açıktır.

Müslümanların, Kur'an'a bakışlarında önyargıla­rından ve mezhebi taassuplarından kurtulmadıkça sağ­lıklı bir inanç ve sahih bir amele kavuşmaları çok zor­dur.

Elinizdeki bu araştırmamızda Kur'an'dan iki mese­leyi inceledik. Bunlardan biri genelde akaidi, diğeri ise pratik hayatı yani ameli ilgilendirir: Çalışmamızda mümkün mertebe önyargılardan uzak durmaya çalıştık. Kur'an'm anlaşılmasında bu iki mesele büyük önem arzetmektedir. Kur'an'm daha iyi anlaşılmasında az da olsa bir katkımız olursa kendimizi bahtiyar addedece- giz.

Muvaffakiyet Allah'tandır.

Konya

24 Şubat 1991.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar