Print Friendly and PDF

İSLÂMÎ GÖMLEKTE YAHUDİ SANDIĞI

Bunlarada Bakarsınız


Bir Sandık Hikâyesi

"Sandık Hikâyesi ya da İsfahanlı Tüccar Abdullah'ın Maceraları"

Çağının manzum bir yapıtıdır. Biz ilk beytini alıyor ve konuyu kısaca özetliyoruz.

"Başlayalım söze bismillah ile

Dürüşelim ruz u şeb Allah ile (...)

Ve Abdullah yola çıkar, tüccardır. Birçok zorlu yolculuklara çıkar ve sıkıntılarla karşılaşır. Bir gün kendisini:

Bir ağaçtır gördim gümişdir toprağı

Bir dağı altun zübürrec yaprağı

Ol ağaç üstinde bir sandık durır

Anın içi dolu cadulık durır

dediği yere gelir. Arkadaşı Halid de yanma gönderilir. Halid; Allah’ın kılıcı olarak adlandırılan Mekke’deki Uzza denilen putu kırandır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabı yol arkadaşlarındandır.”

İlk kitabımızdaki ağaç kültürü burada karşımıza çıkmaktadır. Konuyu işlediğimiz için ayrıca detayına girmeyeceğiz. Ağaç motifinin doğum, ölüm ve yeniden yaşama gelme içeriğine göndermede bulunarak yine bizim ilk kitabımızda ele aldığımız Lat Menat Uzza, cahiliye döneminin üçlüsüne, Mekke’de tapınılıyor olması sonucuna ulaşmak durumundayız haklı olarak. Elbette İslâmiyet’ten önceki yaşam için.

Bu tarihi gerçek bize eski Mısırlıların; Osiris-Hathor-İsiris üçlüsünü düşündürdü.

“Osiris efsanesi Laroussa Ansiklopedisine göre; toprağa gömüldükten bir kaç ay sonra ilkbaharda yeniden canlanan tohum aracılığıyla doğadaki yaşamın değişkenliğini yansıtır."

Bu saptama kuşkusuz k, ağaç kültünün gerçekten en doğru betimlenmesidir diyebiliriz "Kybele Attis söylencesine gelince, Kybele Attis'i çam ağacına dönüştürdü. ”

İlkbaharda (Dendrophoroslar) eski Yunanca’dan 'Dendron'; ağaç ve fersin’; taşımak olduğuna göre, kutsal merasimlerde çam ağacı taşırlardı. Bu çam ağacı; dirilmek üzere olan Attis’in bedeniydi.

Mısır’da Osiris; İsiris’in, Anadolu'da Attis; Kybele sayesinde diriliyordu.

Konuda en başa dönersek; Isiris-Kybele özdeşliğinin Mısır ana tanrıçası Hathor ile bütünleştiğini ve Kabe’deki Menat putunun da Hathor’un bir avatarı olduğunu hemen görebiliriz.

Çünkü Menat, cenaze törenlerinde diriliş simgesi olarak bir gerdanlık takıyor ve buna “Menat Gerdanlığı” deniliyordu. Tanrıça Hathor da aynı gerdanlığı takıyordu; çınar ağacını yani dirilişi simgeliyordu”. (Orhan Hançerlioğlu)"

Kim kimden öncedir diye sorarsanız eğer; tarih, Mısır’dan önce bir Mekke uygarlığından söz etmiyor. Bu durumda inançların nasıl bir yol izlediğini de görmüş oluruz. Elbette insanların da. İnsan dolaşmasa inançlar ya da teknikler nasıl dolaşsın?

Güneşin annesi ve aynı zamanda ölüm tanrıçası Hathor:

"Ölülere bakan ve aşkı yöneten tanrıça, vefat eden Tutankoman’a kendiliğinden yeniden doğan bir yaratılmış olmaya yardım edecekti1." Kime? Elbette "Tanrının oğlu olan Horus'a.’’

Sanki kimseye yabancı gelmiyor bu söz. Acaba bildiğiniz bir Tanrı’nın oğlu yok mu?

"Roma devleti dönemi yazan Apuleius (İS. 125180) şöyle övüyor; ‘Rerum, naturae prisca parens, elementorum origo initialis, orbis totius alma Venüs’ü. Yani doğanın eski anası, elementlerin ilk kaynağı, bütün dünyayı besleyen Venüsü!.

(Metemorphossis. IV kitap) Apileius başka bir yerde şu ilginç yorumu yapıyor:’... cujus numen unicum, multiformi specie, ritu vario, nomine multiuigo, totus veneratur orbis' Bütün dünya, değişik tapım şekilleriyle, değişik adlarla çok görünümlü olan bu tek tanrıçaya tapıyor' Metamorphossis XI. Kitap. Yani Apuleius devamla diyor ki; gerçekte İsis, Venüs, Artemis ve Kybele aynı tannçadır. Bütün bu tanrıçaların ağaçlarla bağlantısı vardı, ayrıca aşkın ve büyünün tanrıçalarıydılar. Tanrıça Venüs, Romalılar da aynı nitelikleri taşıyordu. Şair Horatio’ya göre; (İÖ. 65o8) Venüs: ‘Diva potens Cypro’dur. Yani Kıbrıs'ın 'Sahibi olan tanrıça."

Kıbrıs tanrıçası Yunanlı olunca Afrodit’e dönüşmüş yılan sevgilisi ile. İslâmlaşınca da Zühre yıldızı oluvermiş bir ceza olarak yıldız bahçesinde ve de aşkın ve büyünün simgesi olarak yer alıvermiş. Şahmeran duası şekliyle de bize gizil bilgiler aktarıyor. Yani aşk üstüne!

İnsanlığın belleği ve kültür yapılanması ne kadar ilginç! Şurası doğru ya da şurası yanlış demeğe olanak var mı?

“Sandık” kavramını elbette Eski Ahit içinde görürüz. Sandığın ne olduğunu anlamak için, isterseniz Kutsal Kitap Tevrat’a bir bakalım:

Çıkış Bab: 37 “Ve Betsalel sandığı akasya ağacından yaptı; uzunluğu iki buçuk arşın, ve eni bir buçuk arşın ve yüksekliği bir buçuk arşın idi. Ve onu,, içinden ve dışından halis altınla kapladı. Ve etrafına altın pervaz yaptı. Ve onun dört köşesi üzerinde, bir yanda iki halka öbür yanda iki halka olmak üzere, onun için dört altın halka döktü. Ve akasya ağacından kollar yaptı ve onları altınla kapladı. Ve sandığı taşımak için kollan sandığın yanlarında olan halkalara geçirdi. Ve kefaret örtüsünü halis altından yaptı; uzunluğu iki buçuk arşın, ve eni bir buçuk arşındı. Ve iki altın kerubi yaptı: onları dövmeci işi olarak kefaret örtüsünün iki ucunda , bir uçta bir kerubi ve öbür uçta bir kerubi olmak üzere yaptı; kerubileri onun iki ucunda , kefaret örtüsü ile bir parça olarak yaptı. Ve kerubiler, yüzleri birbirine karşı olmak üzere, kanatlan ile kefaret örtüsünü örterek, kanatlarını yukarı doğru yaydılar, kerubilerin *yüzleri kefaret örtüsüne doğru idi."

Böylece İsrail oğullarının peygamberleri artık on emir ve diğer tanrısal buyrukları, şeriat gibi, bu sandıktan çıkarıp çıkarıp halkına ne yapacaklarını öğreteceklerdi. Ve sandıklarını elbette tehlike anında Erden’e ve daha ötelere de taşıyacaklardı. 5 inci tepeye karşı ellerindeki tek gücüldü o sandık.  İsfahan’lı Müslüman da işte o sandığı görmüş olmalıydı ağaç üzerinde. O sandık olmadan sınavdan nasıl geçsin ve de kendi Peygamberine nasıl ulaşsın! Elbette O’nun da 5. Tepeyle, yani putlarla bir kavgası olmalıydı ve yılanlara, akreplere ve azaplara ve ateşlere dayanmak: “Ya Hay -Allah" “Al Hayya =Yılan—" demek olduğuna göre, hay teşbihinden düşmemeliydi. Peygamberlerin gizil bir yılan olan asasından neden medet umulmasın! Şahmeran kutsala yapışık ve gizil olarak, açığa çıkmadan nasılsa bir başka kimlikte görünerek sessizce yoluna devam edecektir. Şahmeran, bir sandıktır artık.

İsfahanlı tüccar Abdullah, yoluna devamla “kırk bazirğan” ve de kırk bin altın ile yola koyulur. “Bahrı Umman” denizini geçerken fırtınaya tutulur gemi ve bir adaya çıkarlar. Adanın sahibi:

"Malikinin adı Cumhur Padişah

Sanduğı kendüne edinmiş tebah.

…..

Otuz arşın boylu bir ifrit dürir

Kara yüzlü zengi çirkin it dürir.”

Abdullah karşılanışını anlattıktan sonra sandık öyküsüne gelir. Ancak yanıtlaması gereken sorular vardır dini için;

"Evvel ahir halimi didim ana

Cumhur ider dinini itgil bana.

Tanrıyı ne dinde kıtırsın talep

Türk müdür Acem midir yahud Arab

Dinim İslâm dinidir yemnim benim

Ben Arabım Mustafa’dır hem nebim."

Ada hâkimi Cumhur dinledikten sonra İsfahanlı Abdullah’ı,

O        da kendi dinini söyledi:

"Gel benim de tanrımı sen göresin

Secde kıluban ana yalvarasın"

Cumhur, Abdullah’ı kendi mabedine götürür, içeriden “gel!’ diye ses gelir. Cumhur secde eder. Mabedden ses gelir ki; “Ey Cumhur başını kaldır, kabul ettim!" Ve Abdullah görür ki, içi cadılık dolu bir sandık ağaç üstünde durmaktadır. Kırk arkadaşını görür orada ki dinlerini değiştirmişler. Sandik dile gelmiş ve Cumhura "Bu akılsız Arab'ın boynunu vurma, buradan götür onu” der. Abdullah geri döner; “korkma der binleri, dininden dönme, cazu'nun (cadı) ateşinden korkma!" Abdullah’a hiç zarar vermez ateş.

Abdullah’ın bu öyküsünde, simgelerin dışında Yahudi peygamberi Daniel’in Babil hükümdar"ı Nabukadnezar ile olan öyküsünü görüyoruz.

Cumhur adlı hükümdar; Nabukadnezar ve Abdullah, Daniel peygamberdir. Unutmamak gerekir ki, Yahudi kavminin önemli bir kısmı Pers topraklarına göçmüş ve tekrar Filistin’e geri dönmüşlerdir Pers hükümdarları zamanlarında. Tıpkı, Vaftizci Yahya’nın çocukları Beni Sabii halkı gibi. Kureyşliler de Hz. Muhammed’e “Sabii" demişlerdi ilk zamanlarda ve bu söz "dönek!’ anlamına geliyordu Arap dilinde. Elbette Sabii dilinde değil. Ezoterik (gizli] rahipler ritüelleri ile “Zeburu"n da sahibi olarak gös terilen bu topluluk, dinler tarihini inceleyen her antropolog ya do tarihçinin en önemli ilgi kaynağı olmuştur. Çünkü onlar, tarih tek son Gnostiklerdir."

Her ne kadar burada kısaca işaret ettiysek de Daniel, peygamberlik makamına yüceltilişinde Kral Nabukadnesar’ın ateşi alevli fırınında yanmayacaktır.

Konumuza dönersek eğer, görürüz ki Tevrat’a göre; Nabukadnezar krallığı içinde olan herkesi tellallar çıkartarak Babil’e toplamış ve yaptırdığı altın boğa heykeline tebasının tapmasını emretmiştir. Bir Daniel ve arkadaşları uymamışlardır bu kurala. Yüksek yere kurulu alevli fırına atılmışlardır böylece. Ne var ki; Daniel ve arkadaşları ateşten etkilenmezler ve fırından ilk girdikleri gibi çıkarlar. Nebukadnezar, Araplara göre Buhten Nasr kimin Tanrısının daha güçlü olduğunu böylece anlamış ve Daniel’i kendine baş danışman etmiştir. Bunun sonucunda da Daniel, kraldan aldığı yardım ile Kudüs’ü yeniden inşa edebilmiştir.

Şu ölümsüz Daniyal, şu Lokman Hekim, şu İsfahanlı Abdullah... Ne bileyim, belki de İskender’in Andreas’ı! Bilen var mı?

Ve bütün bu söylenceler Kral ya da Yakup Peygamber ile başlamış, elbette peygamber İbrahim’in soyu olarak ve Yakup’un soyundan gelen 12 oğul kavramı ile Hıristiyanlığa 12 havari olarak ve İslâmiyet’e de 12 imam biçimiyle geçmiş anlaşılan. Yakup Peygamberin oğullarına devrettiği ve daha önce nasıl imal edildiğini anlattığımız sandığı da ardılı inanışlara devretmiş olmalılar ki o      sandık, hâlâ önümüzde bir şeriat sandığı olarak durmaktadır.

Dileyen, Tevrat’a bakarak bu sandık konusunda, dediklerimizin doğruluğunu anlayabilir. Başka deyişle; bir dini anlamak için, bütün dinlere bakmak gerek.

Sh: 123-127

“SANDIK HİKAYESİ” VEYA ISFEHANLI TÜCCAR ABDULLAH'IN MACERALARI

Osmanlıca’dan çeviren:
JeanLouis MATTEI

Başlayalım söze bismillah ile

Dürüşelim *ruz i şeb Allah ile

Çün tevekkül kıldım uş ı Sübhanıma

Ol beni var eyleyen sultanıma

Dil açuban şerh ideyim bir kelam

Hoş gazavaddır eşitgil   ya imam

Aşk ile dinle bunı ki muteber

Hoş acayib kıssayi şirin haber

Söyle buldım bu haberi ey dede  

Konuk olmuş bir kişi Muhammed’e

Ol konuk anda hikayet eyledi

Kafir elinden şikayet eyledi

Ya resul sen dinle benim halimi

Şerh ideyim sana ben ahvalimi

Mustafa dir söyle Abdullah sözinü

Dünya içre kim neler gördi gözin

Ol konuk dir işit imdi Mustafa

İsfehandır şehrimiz ey basafa  

Kırk bazirgan eylemiştik ittifak

Şerimizden çıkuban kaldık ırak

Kırkımız da didik andlar içelim

Bahrı umman denizini giçelim

Ol seferde iki ay yol yüridük

Bahrı Ummana irince eridik

Bizde ne bad   kaldı vallah ne de beniz

İki aydan sonra göründi deniz

Gördük anda çok bazirganlar durur

Irak itmiş cümle gemiye girir

Biz tevekkül kılarak ol dem Tanrıya

Her birimiz anda girdik gemiye

Su yüzünde yüridik biz mahi Sal

Gemimüzde kalmadı hergiz mecal

Kişi maldan doymaz imiş ya resul

Erzakımız kalmadı ey bul usul

Kırk bin altun ile girdim gemiye

Gönlimüz muhkem tutub ol Tanrıya

Gün yedinci ay doğıcak nagehan

Bir katı yel çıkuban esdi heman

Bizden artuk bin gemi vardır ulu

Kamusının içi adem dop dolu

Kar(a) bulut gelüben çulladı duman

Yel zu(hu)r idüp gemiye virmez aman

İki adam birbirini göremez

Vaveyladan kimse aklın diremez

Gark oluram çünki bildim ben işi

Şol kadem ki secdeye koydım başı

Okudum nna fatana suresin

Kim Çalab def ide bundan belasın

Bir zamandan sonra kaldırdım başım

Ne gemi kalmış ne o kırk yoldaşım

Çünki gördüm kimden bu haysiyeti

Anlar içün eyledim çok firkati

Tanrı’nın emrile ki ya Mustafa

Bir adaya çıktım ey kanı vefa 

Geldi aklım başıma durdım örü  

İki adam geldi bana yögirü  

Korkuma deyü çağrılardı bana

Anları gördim dahi kaldım bana

Yögirüb bunlar katuma geldiler

Gemiyi çeküb karaya aldılar

Anlar ider bundadır Umman başı

Bunda vardır Şah ile yüz bin kişi

Bu görinenler hem anın dağıdır

Halkı cümle Müsleman bağıdır

Malikinin adı Cumhur Padişah

Sanduğı kendüye idinmiş tebah

Ol kişilerden aluban haberin

Gezdim Umman şehrini bir nica gün

Beş kişiler geldi ol cem tapuya

Beni alub geldiler bir kapuya

Kendü özimden becüd olub yüridim

Şahları yüzin gönimcek eridim

Otuz arşın boylı bir ifrit dürir

Kara yüzlü zengi çirkin it dürir

Kızıl altın tahtı kurmış oturir

Yedi yüz zengi tapusunda durır

İki yüz çavuş dahi sağa sola

Yüz çavuş zerrin çıbık tutar ele

Sakiler durmış piyaleler sunur

Meclisinde mitirablar ney urır  

Gördüğüm saat ana virdim selam

Karşusında bir saat durdum tamam

Ne kişisin deyüben halüm sorar

Karşuşında oturub virdim haber

Evvel ahir halimi didim ana

Cumhur ider dinini et gil bana

Tanrıyı ne dinde kılırsın taleb

Türk müdür Acem midir yahud Arab

Dinim İslâm dinidir yemnim benim

Ben Arabım Mustafa’dır hem nebim

Taptuğum Allah’durır hiç eşi yok

Yerde gökde hiç anın yekdaşı yok

Halikidir razikidir alemin

Vahşi tayri ins ü cinn i ademin

Cumhur ider kamu sözin anladım

Ta ki vasf eyle dinini dinledim

GGel beünüm de Tanrı’mı sen göresin

Secde kıluban ana yalvarasın

Sağ yanında ulu kamu var idi

Durdu Cumhur beni alub yürüdü

Girdi kapukamu eşiğinde baş urırdurır

İçerüdenİçeriden gel deyü bir ün gelürgelir

GördiğiGördeği dem secdeye kodıkoda başın

Eğildi toprağa koyulan başın

Avaz geldi ey kulum Cumhur deyü

Kabul itçim başını kaldır deyü

Bir ağaç gördim gümüşedir toprağı

Bıçağı altun zübürrec yaprağı 

Ol ağaç üstinde bir sandık durır

Anın içi dolu cadılık durır

Sandık ider ey benim garip kulum

Secde eylegileyle gil bana öpgilöp gil elümelim

Ben didim ki doğrıdoğarı söyle ey lain

Sen bir itsin necis murdarsın hemin 

Kak idi   Cumhur dilediğim tavra

Tigi çekdi kim benim boynım ura

Sanduk ider ya kulum urma bunu

Bi areb   Arab’durır götür şunu

Tez iletgil sen bunu uçmağıma  

Secde kıla çün görimcek ol bana

Cumhur ol dem beni alub yüridi

Uçmağa dek benimle gel didi

Kapusundan uçmak içre girirem

Ol benim kırk arkadaşım görirem

Dönmiş anlar dinlerinden bi güman

Görüb anda cazulıklar ol zaman

Bunlar içün ağladım katı katı

Geldi yaktı beni İslâm firkati

Cumhur ile oradan döndik yine

İrdik ol saatde sandık katına

İtdi tez ilet bunı sen tamuya

Tamuyu görüb beni ol tanıya

Yine döndük oradan biz sürürüz

Ta ki bir bölük cemaat görüriz

Beni görüb cümle tekbir itdiler

Maceralarım takdir itdiler

Didiler kim korkma odından anın

Dinini döndermesin cazu senin

Odı bize hiç ziyan eylemedi

Daima yad eyleriz Muhammedi

Ol senin kırk arkadaşın neylediler

Kafir olub dinlerin ter itdiler

Dönüben sanduka geldik ol zaman

Başladı sandık dahi küfre heman

Didi Abdullah benim garip kulum

Secde eylegil bana öb gel benim

Kalğım yok işitiram sözini

Hem gözüm yoktur görürem yüzini

 

Bu noktadan itibaren bir boşluk var. (Çevirmene göre) Müstenzih 17 metnini yazdıktan sonra bir sayfayı unuttuğunu farketti fakat hiçbir yere orijinal metni iade edemedi. Bu öğe de metnin, öz yazarının elinden olmadığını bize düşündürdü. Kaybolan bölümde Abdullah sandığa Muhammed’den bahsediyordu kuşkusuz. Sandık istedi ki Peygamber de kendine tapsın ve Tanrı olarak tanısın. Nihayet, Sandık Peygambere Abdullah’ı göndermeyi düşündü. Nitekim metnimiz şöyle devam ediyor:

Malını siz bana teslim eylenüz

Bu garibe dir ki iyi söylenüz

Ta ki virin siz bunun mallarını

Muhammed’e söyleye hallerimi

Benim birlüğüm bilüben gelmez ol?

Rızkımı yer beni Tanrı bilmez ol?  

Ol benim asi kulum söylesün

Ta ki gördi kamusın şerh eylesün

Sözimi tutub yanıma gelsin ol

Tabiinle bana tabi olsun ol

Gelmez ise göğe bulut ağdıram

Ustine yılan çıyan yağdıram

Böyle deyüp ol iki kapu açar

Üstime misk ile atırlar saçar

Döndüm oradan saraya giderim

Can ile Allah adın yad iderim

Malk i milk cümlesini getürdüler

Getürüb bana tamamca virdiler

Çünkü oradan gemiye girmişem

Süriben ta ki tapuna gelmişem

Mustafa çün dinledi konuk sözin

Duruben öbdi anın iki gözün

Cümle azhab anda hazır oldılar

Cümlesi anı ziyaret kıldılar

Çün resül didi ki elçi salalım

Cumhur’ı İslama davet kılalım

Mustafa sandık sözin söyler iken

Eshab ile tanışık eyler iken

Gökden indi Cebrail verdi haber

İlçü   salun didi ol hayr ül başer

Halid’i Sad’i Zübeyr ibn Avvam

Bileşince  Sadi Vakkas ol hümam

Çıktı Bilal öyle bir nida kılur

Cümle eshab mescide gelüb durır

Durdı resul çıkdı menber üsdine

Okudı hamdı Senai Dostuna 

Didi ey eshablarım siz biliniz

Allah’ın emrine muti olınız

Name yazub Halid’i gönderelim

Cumhur’ı biz dine davet kılalım

Aldı Osman kağıdı kalem ele

Name yazdı hoş fasih kelam ile

Yazdı ey Cumhur Malik sen bilesin

Küfri koyub dinini terk kılasın

Tanrı’yı bir bilüben getür iman

Çün benim peygamberi ahir zaman

Gönderibdir Hak bana Kuranını

İzhar edem ben de İslâm dinini

Elçilikle Halid’i saldım sana

Varıcağız tabi olasın bana

Yazdı Osman nameyi itdi tamam

Suruvirdi Mustafa’ya vesselam

Çün bıraktılar yediler içdiler

Hak Teala’ya şüürler itdiler

Aldı Halid nameyi durdı gider

Evine vardı ırağını ider

Yol tarikim göriben durdılar

Tanrı’ya sığmub yola girdiler

Biri Halid ve Zübeyr ibn Avvam

Sadı Vakkas bileşince ey hümam

 Orada bir yüce kale var idi

Ana Sarsar kalesi dirler idi

Sur diğer kaleye değin vardılar

Destur alub içeriye girdiler

 

El yazma maalesef böylece bitiyor. Varsayabiliriz ki, orijinal metinde en sonunda Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabları, kötülük simgesi olan sandığı yok edecekti ve Abdullah’ın kırk arkadaşını kurtaracaktı. Belki de Cumhur Padişah İslâm dinini kabul edecekti.

Not: Bu söylencenin bir versiyonu; Dr. İsmet Çetin, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cönk nameleri, “Gazavatı Bahrı Umman ve Sunduk” adı ile Cönkname 5, Kültür Bakanlığı 1997 Ankara yayınında bulunmaktadır.

Sh:269-276

ESRARENGİZ EL YAZMASI 'SANDIK HİKAYESİ7 SERÜVENİ JEAN LOUİS MATTEİ [Umman krallığında bulunan bir liman]

Bursa’da sevgili eşim Nurcan Mattei’nin benim için keşf ettiği bu esrarengiz el yazması, 8 yıldır beni meşgul ediyor. Umman denizine kadar uzanan bir yolculuk, bir deniz kazası, zenci bir kral, konuşan bir sandık; işte el yazmamızın ana konusu. Elimizde olan el yazması, çok eski bir orijinalden ve XIX. yüzyıla dayanan bir kopyadır. Fakat incelediğim metin arkaik bir nitelik taşıyordu ve ilk tahminlerime göre Bursa tekkelerinden birinde yazılmıştı.

Metin bence XV. yüzyılın bütün özelliklerine sahipti.

Fakat el yazmamız iki büyük kusuru da taşıyordu:

Üstünde tarih yoktu, isim yoktu, yer ve mekân işareti yoktu.

Yaklaşık 200 mısradan sonra birdenbire son buluyordu. Bitirilmemiş bir hali vardı yani. Metnin devamı bekleniyordu ama nedense öyle bitiveriyordu. Muhtemel son hakkında sadece tahminlerde bulunabiliyorduk.

Yazıyı deşifre etmeye başladım. Abdullah isminde İsfahanlı bir tüccarın hikâyesi söz konusu idi. Ticaret yapmak amacıyla Umman denizinden geçerken kaza geçiriyor ve Umman’ın başkentine gidip Cumhur adlı zenci bir kralla tanıştırılıyordu. Kral, Abdullah’ı kendi taptığı puta inanmaya davet ediyordu. Müslümanlıktan çıkmayı kabul etmeyen Abdullah sonunda salıverilip, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin yanına gönderiliyordu ve bütün bunları Peygambere anlatıyordu. O da seferberlik ilan edip ashabından bazılarını Cumhurun taptığı Sandığa karşı gönderiyordu. El yazmamız burada bitiyordu. Gördüğünüz gibi, metin macera türü bir nitelik taşıyordu ama dini içeriği de yadsınamazdı.

Metni deşifre ederken, konuşan bu esrarengiz sandık hakkında da araştırmalar yapmaya koyuldum, Uzun aylar sonunda nihayet makalem hazırdı. Bu arada tabii, konunun uzmanı birçok kişinin fikirlerini sordum fakat hikâyenin kaynağı hakkında yorum getiremediler. Makalemi bu haliyle bazı dergilerde yayımlamak istedim. Ancak edebiyat dergilerinin editörleri yazımın tarihi bir nitelik; tarih dergilerinin editörleri de edebi bir nitelik taşıdığını ileri sürüyorlardı. Tahmin edebildiğiniz gibi, tırnak içinde, iki cami arasında kalmış beynamaz kalıyordum ben.

Lanetlenmiş bir metinle mi karşı karşıyaydık? Sarfettiğim bütün çabalara rağmen, bana göre ilginç olan bu makale; hiçbir yerde yayımlanamıyordu. Fakat şunu anlıyordum; el yazmanın menşei hakkında daha belirgin bilgiler keşfetmem gerekiyordu. Uzun zaman sonra, antikacı dostum Tankut Sözeri’ye makalemden söz ettim. İlgisini çekti ve bir fotokopisini istedi. Bu husus, beni araştırmalarıma devam etmeye teşvik etti.

Ve bu sefer buldum. Metnimiz, bilinen bir metindi. Cenknamelere bağlanmalıydı. Gerçek çok uzaklarda değildi; aslında senelerce etrafında dönmüştüm. Bilinen fakat çok iyi tanınmayan bin metindi "Sandık Hikayesi” veya başka adlarıyla "Bahrı Umman Cengi” ya da “Gazavatı Bahrı Umman”.

Bursa şehir kütüphanesinde Prof. Dr. İsmet Çetin’in 1997 de yayımlanan kitabına ulaşmıştım. Kitabın bir bölümünde Ankara’da Milli Kütüphanede bulunan elyazmalarından bir alıntı vardı; böylece hikayeyi Tursun Fakih’in yazdığını keşfediyordum.

Bu yeni buluş çok önemli idi bana göre; çünkü böylelikle elimizde bulunan elyazması yeniden Bursa tarihine bağlanıyordu.

Neden? Çünkü Tursun Fakı (başka kaynaklara göre Dursun Fakih) Osmanlıların fetihlerinde bulunmuştu, Şeyh Edebali’nin damadı ve Osman Gazi’nin bacanağıydı.

Elyazmamız tahmin edebildiğimden çok daha eski bir devre dayanıyordu: XIV. Asrın başlangıcına.

Şu hususlar beni araştırmaya devam etmeye teşvik ediyordu:

Prof. Dr. İsmet Çetin, incelediği elyazmasında başlangıcın olmadığını söylüyordu.

Yapılan alıntıyla kendi metnimizi kıyasladığımızda iki versiyon tam tamına aynı değildi. Başka bir deyişle el yazmamız bir varyanttı.

Mete Tuncay'ın söylediği gibi, bir araştırma başka bir araştırmaya, bir buluş başka bir buluşa yol açıyor; yeni sorular meydana çıkıyor.

Burada 200 mısrayı okumam zor olduğuna göre, elyazmamızın en ilginç parçalarını seçip ondan sonra bir yorum getirmeye çalışayım.

Metnimiz şöyle başlıyordu:

Başlayalım söze bismillah ile

Dürüşelim (uğraşalım) ruzı şeb (gece gündüz) Allah ile.

Çün tevekkül kıldım uş (şu) Sübhanıma

Ol beni var eyledi Sultanıma

Görüldüğü gibi, bu başlangıç çok mistik bir izlenim bırakıyor. "Dürüşmek” ise, çok özel bir fiil ve Hz. Üftade tarafından XVI. yüzyılda kullanılacaktı. Bu hususlar, metnin Bursa tekkelerinden birinde yazıldığını düşünmeme sebep olmuştu. Fakat hakikat herhalde biraz farklıydı. Ayrıca, takip eden mısralar daha belirgindi:

Dil açuban (açıp) şerh ideyim (anlatayım) bir kelam

Hoş gazavatdır eşitgil (işit) ya imam

Açuban, eşitgil veya işitgil, Eski Anadolu Türkçesinde bulunan formlar. Metnimiz, şüphesiz, epeyce eski bir çağa dayanıyordu, fakat ilk incelemelerimde o kadar eski olduğunu tahmin edemezdim. Gazavat ise Umman gazavatını ima ediyordu. Ne yazık ki müstensihler eserin orijinal adını aktarmamışlardı.

“İmam” kelimesine gelince, hemen dikkatimi çekti. Mısralarımız şöyle devam ediyordu:

Aşk ile dinle bunu muteber
Hoş acayib kıssayı şirin haber
Böyle buldum haberi ey dede
Konuk olmuş bir kişi Muhammed’e

Elyazmasının en ilginç noktalarından birine ulaşmıştık. “Dede” sözcüğü mutlaka bir tekkenin şeyhini kastediyordu. Sünni mi? Alevi mi? Sünni olduğunu düşündüm. Bu varsayım doğru olmasına rağmen, beni aranan gerçekten uzaklaştırıyordu; çünkü, böylelikle Hz. Ali hakkında yazılmış cenknameleri bertaraf ediyordum. Fakat Prof. Dr. İsmet Çetin’in Hz. Ali Cenknameleri hakkında yazdığı kitabı okuduğum zaman şunu birdenbire anladım: Söz konusu "imam” veya “dede”, Şeyh Edebali’nin ta kendisiydi.

Nitekim, Şeyh Edebali’nin ahi şeyhi olduğunu biliyoruz. Tursun Fakı da aynı kardeşliktendi. Her ikisi de Karaman kökenliydi. Ayrıca, Şeyh Edebali’nin dergâhının halen Bilecik’te bulunduğunu hatırlatalım.

Böylelikle, elyazmamız Bursa’ın fethinden önce, yani büyük bir ihtimalle XIV. yüzyılın ilk senelerinde yazılmıştı. Bu aşamada yapacağım tek şey vardı; bütün bu verileri göz önünde bulundurarak, yeni bir makale yazmak.

Görüldüğü gibi; Tursun Fakı, Bilecik dergâhının dedesi olan kayınpederi Şeyh Edebali’yi, Muhammed’in konuğu Abdullah’ın hikâyesinden haberdar ediyordu:

Mustafa der söyle Abdullah sözin
Dünya içre kim gördi gözin
Ol konuk der işit imdi Mustafa
İsfahan’dır şehrimiz ey basafa
Kırk bezirgan eylemiştik ittifak
Şehrimizden çıkuban kıldık ırak
Kırkımız da didik andlar içelim
Bahrı Umman denizini geçelim

Buradan sonra Abdullah, bir fırtınada bindikleri geminin nasıl battığını anlatıyordu. İsfahanlı tüccar Uman başkentinin iki sakini tarafından kurtarılıp Cumhur Padişahının önüne getiriliyordu. Burası şöyle tasvir ediliyordu:

Otuz arşın boylı bir ifritdürir
Kara yüzü zengi çirkin itdürir
Kızıl altun tahtı kurmış okurır
Yedi yüz zengi tapusunda turır
İki yüz çavuş dahi sağa sola
Yüz çavuş zerrin çıbık tutar ele
Sakiler turmış piyaleler sunar
Meclisinde mutrıplar ney urır

Şimdi küçük bir parantez açalım. Prof. Dr. İsmet Çetin’in verdiği metinde şöyle yazıyor:

Sakiler turmış süciler içilür (süci=şarap)
Karşu mızrabular turur ahenk urur

Elyazmamızda bolca bulunan bu farkları açıklayamıyoruz. “Sanduk Hikayesi’nin Ankara’da Milli kütüphanede bulunan iki elyazmasıyla karşılaştırılması yararlı olabilir. Nitekim aynı şekilde, “zengi çirkin it”, İsmet Çetin’in aktardığı metinde “bir heybetli it” oluyor,

Her neyse, elimizdeki metinde Cumhur Padişah dini hakkında Abdullah’ı sorguluyor ve kendisinin taptığı tanrıyı, yani putu göstermek istiyor. Onu sarayın bir yerine götürüyor. Sözü burada Abdullah’a bırakalım:

Bir ağaç gördim gümüşdir toprağı
Bıdağı altun zübürrec (zebercet) yaprağı

Ol ağaç üstünde bir sandıkdurır
Anın içi dolu cadulıkdurır

Bir ağaç neler sembolize edebilir? Tabii ki ağaç hayat sembolüdür. Eski dinlerde insanlar ağaçlara tapıyorlardı. Bu konuda Orhan Hançerlioğlu şunları söylüyor: “Ağaç da, su ve toprak gibi, ilk insanlara yaşam döngüsünün (yani ölüp dirilmenin) simgesi olarak görünmüştü.” İslâmiyetten önce Lat, Menat, Uzza üçlüsüne tapılırdı Mekke’de. Bu üçlü bir başka üçlüyü düşündürüyor: Eski Mısırlılardaki Osiris, Hathor, İsis. Öte yandan, “Menat Gerdanlığı cenaze törenlerinde kullanılan ve diriliş sembolü olan kutsal gerdanlık, Tanrıça Hathor’un taktığı gerdanlıktır.” Ayrıca,

Tanrıça Hathor, “Çınar ağacıyla simgeleniyordu” (Orhan Hançerlioğlu).

Metnimizdeki esrarengiz ağacın yaprakları zebercettendir. Böylelikle, yeni bir karşılaştırma yapabiliriz. Tanrıça Hathor, Büyük Laroussa ansiklopedisine göre, “Sina'ya sahiptir, turkuvaz ve zümrüt madenlerini korur”.

Hathor, Menat, İsis ve Venüs’ün aslında aynı tanrıça olduğunu ekleyelim. Romalılar için Venüs Kıbrıs’ın sahibesiydi; buradan şu ilginç buluşa ulaştım: Zebercet taşının öteki adı Kıbrıs elması’dır. Venüs ayrıca, İsis gibi, büyü tanrıçasıdır.

Bu bilgi, Latin yazarı Apuleius tarafından aktarılıyor. Özetlemek gerekirse, ağaç, zebercet ve cadılık öğeleri herhalde rastlantı sonucu bir araya gelmiyor.

Fakat sandık öğesi ni sembolize edebilir?

Bize göre bir tabutun tasviri olabilir bu. Bu durumda, ağacın hayatı, sandığın da ölümü temsil etmesi mümkün. Ayrıca gizem sembolüdür. Sandıktan ne çıkabilir belli değildir. Üstelik antik çağda büyünün pis şeylerle yapıldığına inanılırdı. Apuleius bir büyü eylemini betimlerken cadı Pamphile’nin küçük bir sandığı açtıktan sonra bazı kutular çıkardığını yazıyor. Bu kutularda büyüler için gerekli merhemler vardır.

Sonuç olarak, ağaçla ilişkili olan sandık bütün dinlerde bulunan Büyük Ana’nın bir şekli olabilir.

Sevgili dostum Tankut Sözeri ise, Yahudilerin yasa levhalarını içeren sandığa bir gönderme olduğunu düşünüyor. Söz konusu sandığın kendisine dokunan kişilere bir şimşek gibi çarptığı hatırlatalım.

Sandık neyin sembolü olursa olsun, Abdullah bir gizemle karşı karşıyadır. Cumhur Padişah’ın putu o sırada Abdullah’a seslenip şunları söylüyor:

Ey benim garib (yabancı) kulum
Secde eylegil bana öpgil elim
Ben didim ki dogri söyle ey lain
Sen bir itsin necis murdarsın hemin

Abdullah sandığa tapmayı kabul etmediği için Cumhur onu vurmak ister; ama sandık engel olur. Cumhura uçmağını, yani cennetini Abdullah’a göstermeyi tavsiye eder. Öyle yapar, ama bu saatte cennette Abdullah kırk arkadaşını bulur. İslâm’ı tek edip Sandık dinine geçmiştir bunlar. Abdullah çok üzülür. Ondan sonra da tamusunu, yani cehennemini göstermeye gönderir sandık. Orada bulunan insanlar durumlarını şöyle ifade ederler:

Odı hiç ziyan eylemedi
Daima yad ederiz Muhammed’i

Tamamen rahatlamış olan Abdullah yine Sandığa götürülür, yine ona tapmayı reddeder. Kinci olmayan Sandık, Abdullah’ı Hz. Muhammed'in nezdinde bir elçi olarak kullanmayı planlar. Peygamber hakkında şunu söyler:

Benim birliğüm bilüben gelmez ol?
Rızkımı yer beni tanrı bilmez ol?
Sandık ondan sonra tehdit savurur:
Gelmez ise göğe bulut ağdıram
Ustine yılan çığanı yağdıram

Hz. Muhammed ve ashabının rolü burada başlar:

Çün resul didiki elçi salalım
Cumhuru İslâma davet kılalım

İlk önce Halit gönderilir elçi olarak. Halit’in, Mekke’deki Uzza putunu kıran kişi olduğunu unutmayalım. Zübeyir ve Sa’dı Vakkas da onunla gider.

Elyazmamız maalesef şöyle bitiveriyor:

Orada bir yüce kale var idi Ana Sarsar kalesi derler idi Sürdiler kaleye değin vardılar Destur alub içerüye girdiler

Devamını yalnız İsmet Çetin’in özetiyle biliyoruz. Macera dolu bu devamda Halit, Üzeyir ve Sad’ı Vakkas esir düşüyorlar. Hz. Muhammed, daha sonra Hz. Ali’yi ve Abdullah’ı Ummana gönderiyor. Sandık yeniliyor. Sonuç olarak, Sandık sadece bir devin sihirbazlığının ürünüdür. Böylece Cumhur:

Ali’nin öginde getürdı iman
Hoş Müslüman oluben kıldı aman
Umman şehrin Cumhura virdi Ali

Abdullah’ın İsfahan’a döndüğünü de ekleyelim.

Gerçeküstü olaylarla dolu bu hikâyenin kaynağını araştırmak ilginç olur. Prof. Dr. İsmet Çetin, haklı olarak hikâyenin İran’dan geldiğini düşünüyor. Fakat Tursun Fakı onu tercüme mi etti, yoksa adapte mi etti? Şimdiye kadar Farsça yazılan böyle bir eserden haberimiz yok. Kulaktan kulağa taşınan bir hikaye de söz konusu olabilir.

Ama kaynağı ne olursa olsun, “Sandık Hikayesi” Anadolu Türkçesinde, yani Türkçe’de yazılan en eski eserler arasında yer alıyor.

Tursun Fakı, farkında bile olmadan bizi, Antik Mısır’a kadar götürüyor. Üstelik Tursun Fakı askere imamlık yapıyordu. Şunu söylemek istiyorum: Bursa kalesi düştüğü zaman, yani 1326 da, "Sandık Hikayesi’ Osmanlı ordusunca biliniyordu. Osman Gazi, Orhan Gazi onu okumuştu. Aksini düşünmek mümkün değil. On yıl süren Bursa kuşatmasının başlangıcında da şüphesiz biliniyordu. Tursun Fakının amacı, anlaşılan, hikâyeleriyle İslâm çevresinde Osmanlı ordusunun moralini yüksek tutmaktı. Bursa alınınca, kuşkusuz, Sandık Hikayesi, yani “Bahrı Umman Gazavatı” şehirde art arda kurulan tekkelerde kopya edilerek çoğaltıldı. Öyleyse onu Bursa’da keşfetmemiz boşuna değil.

Bu durumda bu hikayenin istisnai bir yeri vardır. Üslup bakımından da ilginçtir hikâye; onu “Hz. Ali’nin Cenknameleri” çerçevesinde de incelemek mümkün. Ayrıca etnografya açısından da ilginç öğeler sergiliyor. Örneğin, bu zenci kralın, yani Cumhurun tarihte bir modeli var mıdır? Umman’da siyah bir kabilenin yaşadığını biliyoruz. Cumhur ile aralarında bağ kurabilir miyiz?

Bildirimin bir yerinde daha önce söylediğim gibi, bir araştırma bir başka araştırmaya yol açıyor.

* * *

Sevgili dostum Mattei’nin açıklamaları elbette birçok yönden aydınlatıcı, yine de aşağıda belirttiğimiz açıklamaları dikkate alarak konuya yaklaşılması daha sağlıklı olur diye düşünüyoruz:

Olcay tarihine göre Osman Gazi okuma yazma bilmiyordu. Tursun Fakih: Osman Gazinin karnından ağaç çıkmasının Şeyh Edebali tarafından yorumlanmasından sonra “Bize şükrane ne verirsiniz?" sorusuna Osman Gazinin: "Ben yazu yazma bilmezem. Sana şükrane olarak bir maşrapamla bir de kılıcım var. Onları vereyim" dediğini biliyoruz.

Osmanlı’da ilk düzenli ordu, Orhan Gazi Bursa’yı aldıktan sonra ve Fuat Köprülü ‘Musa Çelebi’nin “işte bu elfi taçtır’’ diyerek başına taktığı yeniçeri külahını gösterdiğini ve Orhan’ın kardeşi Alaaddin’in önerisi üzerine kurulduğunu bildirir. Yani Bursa alındığında daha Osmanlı olmadığı gibi, düzenli bir ordu da yoktu. Kaldı ki, ilk sikkenin Orhan tarafından hutbe okutularak bastırıldığı da bilinmektedir.

Metinde geçen aşağıdaki satırlardan açıkça bellidir ki hatırlatılmak istenen olay: Yahudiler Hz. Muhammed’i Medine’ye davet etmişler, kendi peygamberleri olması için uğraşmışlardır. Hz. Muhammed de Mekke’yi alınca Yahudileri İslâm’a davet etmiş ve Yahudiler kabul etmeyince de karşılıklı olarak kılıçlar çekilmiştir. Günümüze kadar gelen düşmanlığın temeli de budur zaten.

Sandık Hz. Muhammed’i kendi dinine davet eder:

Benim birliğüm bilüben gelmez ol?
Rızkımı yer beni tanrı bilmez ol?
Sandık ondan sonra tehdit savurur:
Gelmez ise göğe bulut ağdıram
Ustine yılan çığanı yağdıram

Hz. Muhammed ve ashabının rolü burada başlar:

Çün resul didiki elçi salalım
Cumhuru İslâma davet kılalım.

Hz. Ali Cönkleri içinde geçen bu söylenceyi, konumuzu ilgilendirdiği kadarı ile değerlendirme amacımız; diğer ayrıntılar üzerinde daha fazla düşünce üretmemize engeldir.

Sh:276-284

Kaynak: TANKUT SÖZERİ, İnançlarda Şahmeran, Asa Kitabevi, 2006, Bursa

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar