KASİDEİ TÂİYYE İBNÜ’L-FÂRIZ kuddise sırruhu'l-âlî
1. سَقَتني حُمَيَّا الحُبَّ راحَةَ
مُقلَتي
وَكَأسي مُحَيَّا مَن عَنِ الحُسنِ
جَلَّتِ
Göz bebeğim olan sevgili,
bana muhabbet şarâbını içirdi. Benim kadehimde o yücesevgilinin bilinen,
anlaşılan ve kayıtlı güzelikten üstün olan
yüzüdür.
2. فَأَوهَمتُ صَحبي أنَّ شُربَ شَرابهِم
بهِ سُرَّ سِرِّي في انتِشائي
بنَظرَةِ
Arkadaşlarımın gibi içince
onları vehim ve şaşkınlıkta bıraktım.
Bakışta onlar gibi içişim
olunca, sarhoşken kalbim sevinçle doldu.[ bu halle onların idrak gözlerinden
uzak kaldım.]
3. وبالحَدَقِ استغنَيتُ عن قَدَحي ومِن
شَمائِلِها لا من شَموليَ نَشوَتي
Zât'ın cemâlini gördüğüm
için kadehimden/kadehlerden yüz çevirdim.
Sarhoşluk sevincim, hallerim ise şaraptan değil zâtın ve
sıfatlarındandır.
4. ففي حانِ سُكري حانَ شُكري لِفِتيَةٍ
بِهِم تَمَّ لي كَتمُ الهَوَى مَعَ
شُهرَتي
Böyle olunca, gençlikteki
sarhoşluk yeri şükür hanesi oldu.
Muhabbetle tanınan birisi olduğumdan tatmin olan hevamı/nefsânî
arzularımı gizlemem gerekti.
5. وَلَمَّا انقضى صَحوي تَقاضَيتُ
وَصلَها
وَلَم يغشَني في بَسطِها قَبضُ
خَشيَةِ
Ayıklığım son bulup
sarhoşluğum galip gelince sevgilime ulaşmak zamanı geldi. Sevgilime kavuşunca
gönül ferahlığına, bir daha (ayrlık) korku ve sıkıntısı gelmedi.
6. وَأَبثَثَتُها ما بي وَلَم يَكُ حاضِري
رَقِيبٌ لها حاظٍ بخَلوَةِ جَلوَتي
Celvetimin halvetinde [iç
dünyamda] sevgilimden başka nefsânî haz ve cismânî şeyler gözleyici olmadığı ve ona kavuşmayı istediğim vakit,
bendeki hallerden haberdar ettim..
7. وقُلتُ وحالي بالصبَّابَةِ شاهدٌ
وَوَجدي بها ماحِيَّ والفَقدُ
مُثبِتي
Sevgilime, halim aşkımın
şiddetine şahittir. Bu aşkımla sevgiliyi bulmam bütün varlığımı mahvedici oldu;
8. هَبي قَبلَ يُفني الحُبُّ مِنِّي
بَقيَّةً
أَراكِ بِها لي نَظرَةَ
المتَلَفِّتِ
Aşk bende kalmış vücud
bakıyyesini yok etmeden bana müteleffitin
bakışıyla görmeyi hibe eyle dedim.
9. ومُنِّي عَلى سَمعي بلَن إن مَنَعتِ
أَن
أَراكِ فمِن قَبلي لِغيرِيَ لذَّتِ
Seni görmemi men ediyorsun,
bâri [لَن-asla] demek sûretiyle işitmem için lütufta
bulun, zîrâ benden evvel, başkasına [Hz. Mûsâ] bu kelime lezzet verdi.
10. فعِندي لسُكري فاقَةٌ لإِفاقَةٍ
لَها كَبِدي لَولا الهَوى لم
تُفتَّتِ
Zîrâ benim katımda sarhoş
olmaya ihtiyaç vardır; sevgilimin aşkı ve muhabbeti olmasaydı, o sevgili için
benim ciğerim parça parça olmazdı.
11. وَلَو أَنَّ ما بي بِالجِبالِ وَكانَ
طُو
رُ سِينا بها قبلَ التَجلِّي
لدُكَّتِ
Aşk yolunda bana gelen belâ
ve meşakkat, dağlara inseydi, dağlarla birlikte Tûr-ı Sînâ tecellîden önce
parça parça olup yerle bir olurdu.
12. هَوى عَبرَةٌ نَمَّت بِهِ وجَوىً نَمَت
بِهِ حُرَقٌ أدوَاؤُها بِيَ أودَتِ
Bendeki arzuyu gözümün yaşı
koğuculuk edip açığa çıkardı; o sebeple dert ve belâ arttı. İçimin yanıp
tutuştuyla, hastalık ve sıkıntı beni helâk eyledi.
13. فَطُوفانُ نوحٍ عندَ نَوحي كَأَدمُعي
وَإيقادُ نِيرانِ الخَليلِ كلَوعَتي
Hz. Nuh'un tûfanı, benim
feryat ve figanla ağlamam yanında âdetâ benim gözyaşım, içimin yanması da Hz.
İbrâhim Halil'in ateşinin tutuşturulması gibidir.
14. وَلَولا زَفيري أَغرَقَتنيَ أَدمُعي
وَلَولا دُموعي أَحرَقَتنيَ زَفرَتي
Hal böyle olunca, iç
yangınım ve acıklı âhım olmasaydı, gözyaşlarım beni boğar, göz yaşlarım da
olmasa, ateşim ve yanışım beni yakardı. [Göz yaşlarım bağrımın ateşini söndürür
ve gönül yanığım göz yaşımı yok eder. ]
15. وَحُزني ما يَعقوبُ بَثَّ أقلَّهُ
وكُلُّ بِلى أيُّوبَ بعضُ بلِيَّتي
Yâkub'da görülen hüzün benim
hüznümden daha azdır. Eyyub'un çektiği belânın tamamı bile benim belâmın sâdece
bir kısmı sayılır.
16. وآخِرُ ما لاقى الأُلى عَشِقوا إلى الرْ
رَدَى بعضُ ما لاقيتٌ أوَّلَ
مِحنَتي
Âşık olup da kendilerini
helâke atanların belâ ve sıkıntılarının en son noktası bile, benim bu imtihanda
karşılaştığım belânın sâdece bir kısmıdır. Onların, işin başında çektiklerini
ben daha başlangıçta çektim.
17. فلَو سَمِعَت أذنُ الدَّليلِ تَأَوُّهي
لآلامِ أسقامٍ بِجِسمي أضَرَّتِ
Eğer benim âh ü vâhımı,
bedenime zarar veren elem ve sıkıntılardan doğan âhımı, kervanın başındaki
kimse (rehber) işitseydi;
18. لَأَذكَرَهُ كَربي أَذى عَيشِ أزمَةٍ
بِمُنقطِعي ركبٍ إِذا العيسُ
زُمَّتِ
Keder ve hüznüm, o rehbere,
deve yularlanıp herkesin merkebi yüklendiği sırada kâfileden kopan kimsenin
çektiği sıkıntıyı hatırlatır.
19. وَقَد بَرَّحَ التَّبريحُ بي وَأَبادَني
وَأَبدى الضَّنى مِنِّي خَفِيَّ
حَقيقَتِي
Muhakkak ki hüzün ve şevkin
şiddet ve zorluğu beni tüketti. [Aşkın şiddeti bana çok ağır geldi, beni
mahvetti.] Bu zayıflık benim hakikatimin gizli sıfatlarını ve kalbimin örtülü
hallerini açığa çıkardı
20. فنادَمتُ في سُكري النُحولَ مُراقِبي
بجُملَةِ أَسراري وتَفصيلِ سِيرَتِي
Aşk sarhoşluğumun şiddeti
bana gâlip gelerek hakikatimin gizli yönlerini ortaya çıkarınca, konuştum ve
gözetleyicime bütün sırlarımı ve yolumun tafsilâtını hal diliyle haber verdim.
21. ظَهَرتُ لَهُ وَصفاً وَذاتي بِحَيثُ لا
يَراها لِبِلوى مِن جَوى الحُبِّ
أَبلَتِ
O benim cismimi görmeyen
gözeticiye, sıfat ve mânâ bakımından zâhir oldum. Bu, muhabbetten oluşan belâ
bedenimi eskitmiş, iyice harap hale getirdi.
22. فَأَبدَت وَلَم يَنطِق لِساني لِسمعِهِ
هَواجِسُ نَفسي سِرَّ ما عَنهُ
أخفَتِ
Nefsimin o gözetleyiciden
gizlediği sırrı, nefsimin kuruntuları ve cismimin fikirleri ifşâ etti. Halbuki
benim dilim o gözetleyicinin kulağına o sırrı söylememişti.
23. وظلَّت لِفكري أُذنُهُ خَلَداً بها
يدورُ بِه عن رؤيَةِ العينِ أغنَتِ
Rakibin (gözetleyicinin)
kulağı, düşüncemi anlama konusunda gözün görmesinden müstağni köstebeğin kulağı
gibi düşüncemi kuşatırdı.
24. فَأَخبَرَ مَن في الحيَّ عَنِّيَ ظاهراً
بِباطِنِ أَمري وَهُوَ من أهلِ خُبرَتي
Rakîb, benim bütün
hallerimden haberdar olunca, zâhiren âlemdeki veya aşk yolundaki kimselere,
benim içimin sırrını ve işimin iç yüzünü haber verdi. Aslında rakîb beni en iyi
bilenlerdendir
25. كَأنَّ الكِرَامَ الكَاتِبينَ
تَنَزَّلوا
على قلبِهِ وَحياً بما في صَحيفَتي
Sanki Kirâmen kâtibin, vahiy
şeklinde sahifelerdeki olanları rakibin kalbine indirdi. [Öyle ki, benim zâhir
ve bâtınımın sırrına ve hallerime benden zuhûr etmeksizin muttali' oldu.]
26. ومَا كانَ يَدري ما أُجِنُّ وما الَّذي
حَشايَ مِنَ السِّرِّ المَصُونِ
أكنَّتِ
Rakîb, kendisinden
gizlediğim şeyi bilmezdi; bâtınımın, koruduğu sırdan gizlediği şeyin ne sır
olduğunu bilmezdi.
27. وَكَشفُ حِجابِ الجسمِ أبرَزَ سِرَّ ما
بِهِ كَانَ مَستُوراً لَه مِن
سَريرَتِي
Rakîb benim gözleyip içimde
sakladığım sırdan haberdar olmadıysa da; cisim perdesinin açılıp yok olması,
örtmekte olduğu sırrımı ortaya koydu.
28. فَكُنتُ بسِرِّي عَنهُ في خُفيَةٍ وَقَد
خَفَتهُ لِوَهنٍ من نحوليَ أنَّتي
Ben bu sırrımla o rakîbden
gizliydim, halbuki o sırrın gizliliğini ve zayıflığımın yol açtığı inlemem
sebebiyle yoketti. Böylece inleyişim, beni gizlilik mertebesinden zuhûra
getirip rakîbe sırlarını açtı.
29. فَأَظهَرني سُقمٌ بِهِ كُنتُ خافياً
لَهُ وَالهَوى يَأتي بِكُلِّ
غَريبَةِ
Ben sırrını rakibden gizlemiştim.
Fakat hastalık beni rakîbe gösterdi. Aslında ben o hastalık sebebiyle rakîbin
gözünden ve başka insanlardan gizlenmiştim. Oysa arzu ve hevâ çok garib bir
durum ortaya çıkardı.
30. وَأَفرطَ بي ضُرٌّ تَلاشَت لمَسِّهِ
أَحاديثُ نَفسٍ بالمَدامِعِ نُمَّتِ
Zarar ve elemler benim için
haddi aştı. Nefsimin hâtıraları ve içimde olup bitenler, o zararın bana
dokunması için yok oldu, içimde olup bitenler de gözyaşlarım gibi sırrımı ifşâ
etti.
31. فلو هَمَّ مَكروهُ الرَّدى بي لَما دَرى
مَكاني وَمِن إِخفاءِ حُبَّكِ
خُفيَتي
Elem ve hastalıklar görünen
vücûdumu nefsânî kuruntularımı tamâmen mahvetmişti. Helâkin meşakkati benim
mekânımı/vücûdumu bulamaz. Benim gizli hâle gelmem senin muhabbetinin beni
gizlemesinden dolayıdır.
32. وما بينَ شوقٍ واشتياقٍ فَنِيتُ في
تَوَلٍّ بحَظرٍ أو تَجَلٍّ بِحضرَةِ
Ben şevk ve iştiyak
arasındayım. Zîrâ ne zaman ki benden yüz çevirip ayrılsa, şevkin ateşi vücûdumu
yok eder, ne zaman kendini gösterip vuslatını sunsa, yine aynı şekilde o büyük
iştiyak beni fâni ve perişan kılar.
33. فلو لِفَنائي من فِنائِكَ رُدَّ لي
فؤاديَ لم يرغَب إلى دارِ غُربَةِ
Eğer benim ulu huzurunda
îtikâf hâlinde olan kalbim, benim yokluğum için bana geri verilseydi, kalbim
orayı bırakıp bu gurbet diyârına rağbet etmezdi.
34. وعُنوانُ شأني ما أبُثَّكِ بِعضَهُ
وما تحتَهُ إظهارُهُ فوقَ قُدرتي
Senin mükemmel güzelliğinin
konusunda hallerimin sâdece bir kısmını sana gösterdim. Benim hâlimin altında
gizli olan kısımları izhar etmek ise, kudretimin üstündedir.
35. وأُمسِكُ عَجزاً عَن أُمورٍ كَثيرةِ
بنُطقِيَ لَن تُحصى وَلَو قُلتُ
قَلَّتِ
Halerimin birçoğunu beyan
etmekten âciz olduğum için sükût ederim, zîrâ sözümle o pek çok iş sayılamaz. O
işleri anlatırken ne kadar azaltmak istesem yine de binde biri açıklanmaz.
36. شِفائِيَ أَشفى بل قَضى الوَجدُ أَن
قَضى
وبَردُ غليلي واحِدٌ حَرَّ غُلَّتي
Benim şifâm, beni helâke
yaklaştırdı. Belki benim gamım, hüznüm, muhabbet ve iştiyâkım ölüme hükmeyledi.
Şevk-ı yârdan dolayı olan susuzluk harâretimin kaybolup sönmesi, susuzluğun
harâretini bulucudur.
37. وباليَ أبلى مِن ثيابِ تَجَلُّدي
به الذَّاتُ في الإعدامِ نيطَت
بلَذَّةِ
Benim hâlim sabır elbisemden
daha eskidir, sebat ve tahammül elbisemden daha zayıftır. Belki benim sevgim
onu yok etmekten lezzet bulmuştur.
38. فَلو كَشَفَ العُوَّادُ بي وتَحَقَّقُوا
منَ اللَّوحِ ما مِنَّي الصَّبابةُ
أبقَتِ
Eğer beni ziyarete gelenlere
durum keşf olsa, sevgilinin muhabbetinin levh-i mahfuzdan benim vücûdumda ne
kadar bıraktığını bilebilseler;
39. لمَا شاهَدَت منِّي بَصائِرهُم سِوى
تخَلُّلِ رُوحٍ بينَ أثوابِ مَيِّتِ
o ziyâretçiler benim
vücûdumda, bedeni darmadağın olmuş ölünün elbiseleri arasına bir rûhun
girdiğini görmekten başka bir şey müşâhede edemezlerdi.
40. وَمُنذُ عَفا رَسمي وَهِمتُ وهِمتُ في
وُجودي فَلَم تَظفَر بكَونِيَ
فِكرَتي
Benim bedenim yok olup,
şekil ve hey'etim yıkılıp ben deli ve şaşkın olalıdan beri vücûdumda yanılıp
hatâ eder oldum. Bu sebeple, fikrim benim vücûdum olmasına zafer bulamadı ki
benim vücûdum var mıdır yok mudur bilebilesin.
41. وَبَعدُ فَحالي فيكِ قامَت بِنَفسِها
وَبَيِّنَتي في سَبقِ روحي
بَنِيَّتي
Benim hâlim olan sevgi,
senin huzûrunda kendi kendine bizzat kâim oldu.
Benim bu hususa delîlim,
rûhumun bedenimin önceliğinde sâbittir.
42. وَلَم أَحكِ في حُبِّيكِ حالي تَبرُّماً
بِها لاضطِرابٍ بَل لِتَنفِيسِ
كُربَتي
Ey sevgili, hâlimi, elem ve
dertlerden acı duyduğumu ifâde için anlatmadım. Aksine bunu ferahlamak, gam ve
tasadan uzaklaşmak için yaptım.
43. ويَحسُنُ إظهارُ التَجلُّدِ للعِدى
ويقبُحُ غَيرُ العَجزِ عندَ
الأحِبَّةِ
Ben belâ ve zorlukları
âcizlik ve zayıflığımı şikâyet olarak segiliye arzedip niyazda bulundum. Zîrâ
sevgililer huzûrunda aczden başka bir şey ortaya koymak çirkindir.
44. وَيَمنَعُني شكوَايَ حُسنُ تَصَبُّري
وَلَو أَشكُ لِلأَعداءِ ما بي
لأَشكَتِ
Benim güzel sabrım, beni
düşmanlara şikâyetten alıkor. Eğer bende olup biten şeyleri düşmanlara şikâyet
etsem; bana olan büyük merhametin dolayı o şikâyeti benden gidermeye
çalışırlardı.
45. وَعُقبى اصطِباري في هَواكِ حمِيدةٌ
عَلَيكِ وَلَكِن عَنكِ غَيرُ
حَميدَةِ
Sana kavuşma yolunda, benim
zorluklar ve sıkıntılara sabretmemin sonucu iyi bir şeydir. Fakat sevgiliden
sabır, yâni ayrılık acısına sabretmek, güzel değildir.
46. وَما حلَّ بي من مِحنَةٍ فَهوَ مِنحَةٌ
وقد سَلِمَت من حَلِّ عَقدٍ
عَزيمَتي
Mihnetten bana gelen her
türlü belâ ve elem, benim için bağış ve nimettir. Halbuki benim azimetim mihnet
akdini çözmekten sâlim ve emîn oldu.
47. وكُلُّ أذىً في الحُبِّ مِنكِ إذا بَدا
جَعَلتُ لهُ شُكرِي مكانَ شَكِيَّتي
Aşk yolunda senden gelen her
ezâ ve belâ sebebiyle ben şikâyet yerine şükrederim. Zîrâ senin gibi sevgiliden
her ne gelirse sevimlidir.
48. نَعَم وَتَباريحُ الصَّبابَةِ إن عَدَت
عَلَيَّ مِنَ النَّعماءِ في الحبِّ
عُدَّتِ
Evet işte bu, doğru ve
gerçektir. Eğer aşk ateşinin şiddeti, şevk ve aşk ateşinin zorlukları benim
üzerime yüklenip beni zorlarsa dahi
benim için en büyük nimetlerden biri sayılır.
49. وَمِنكِ شَقائي بَل بَلائِيَ مِنَّةٌ
وفيكِ لِباسُ البؤسِ أسبَغ نِعمَةِ
Senin vuslatından benim
mahrum olmam, benim belâm benim için büyük bir nimettir. Senin murâdın benim
hicran ve mahrûmiyetim ise, murâdın üzre olmak bana büyük nimettir.
50. أرانِيَ ما أُوليتُهُ خيرَ قِنيَةٍ
قديمُ وَلائي فيكِ من شَرّ فِتيَةِ
Eski aşkım bana, senin
muhabbetin sebebiyle kıymetli bir sermâye verildiğini gösterdi. Koğuculardan
bana her ne gelirse gelsin, kadîm aşkıma sermâye olur.
51. فلاحٍ وواشٍ ذاك يُهدي لِعزَّةٍ
ضَلالاً وذا بي ظَلَّ يَهذِي
لغِرَّةِ
Gammazlayıcı kimseler olarak
benim zikrettiklerimin bazısı bir takım kötüleyici kimselerdir ki, aşk yolunu
bilmediklerinden dolayı beni gaflet yoluna götürürler. [ Aşırı
kıskançlıklarından dolayı benim hakkımda boş ve saçma sapan sözler söyler.]
52. أُخالِفُ ذا في لومِهِ عن تُقَىً كما
أخالِفُ ذا في لؤمِهِ عن تَقيَّةِ
Ben şeytan ve nefse
kötüleyici oluşlarında muhalefet ederim. Ben takvâ kemâliyle bunların
kötülüklerine aldanmayıp, isteklerini yerine getirmeyerek bunlara muhalefet
ederim.
53. وَمَا رَدَّ وَجهِي عَن سَبيلِكِ هَولُ
ما
لَقيتُ ولا ضَرَّاءُ في ذاكَ
مَسَّتِ
Senin aşk yolunda
karşılaştığım elem verici belâlar beni alıkoymadı; o korku ve belâların bâzısı
hüzün ve yanıp yakılma gibi iç dünyâma insede yüzümü yolundan çevirmedi.
54. وَلا حِلمَ لي في حَملِ ما فيكِ نالَني
يُؤدّي لحَمدي أو لمَدحِ مَوَدّتِي
Benim hilmim, [nefsimi
öfkenin heyecanından onu alıkoymam seni sevmiş olmam dolayısıyla koğucu ve
gammazın beni ayıplayıp kötülemesi konusunda değildir.] Bu hilm beni aşk ve
sevgimi övmeye sevk eder. [ hilimle övülmüş methedilmiş olmak değildir.]
55. قضى حُسنُكِ الدَّاعي إِليكِ احتِمالَ
ما
قصَصتُ وأَقصى بَعدَما بعدَ قِصَّتي
Senin, aşkına sebep olan
güzelliğin, benim belâ ve sıkıntılardan heber verdiğim şeylere katlanmak
gerektiğine hükmetti ve benim anlattıklarımdan sonraki şeylerin uzaklığını gördü.
56. وما هُو إلَّا أَن ظَهَرتِ لِناظِرِي
بأَكمَلِ أَوصافٍ على الحُسنِ
أَربَتِ
Senin o sevgine yol açan şey
güzelliğinin hükmü değildir. Belki de kâmil vasıflarının benim gözüm üzere
genişce zuhurundur.
57. فَحلَّيتِ لي البَلوَى فَخلَّيتِ بَينها
وبَينِي فَكانَت مِنكِ أَجملَ
حِليَةِ
Benim gözüme sen en güzel
vasıflarla zâhir olduktan sonra belâyı bana tatlı veya süslü kıldın ve belâ ile
benim aramı boşalttın, böylece o belâ bana senden gelen en güzel zînet oldu.
58. ومَن يَتَحَرَّش بِالجَمالِ إِلى
الرَّدى
رَأَى نَفسَهُ من أَنفَس العَيشِ
رُدَّتِ
Her kim ki (cemâle) yönelse
veya tutulup âşık olsa ben onun nefsini, en güzel yaşayış olan hayattan yokluk
ve ölüme çevrilmiş görürüm. [Her kim ki bir cemâle avlansa, ben onun nefsini en
güzel yaşayışta helâke çevrilmiş görürüm.]
59. وَنَفسٌ تَرى في الحُبِّ أن لا ترى
عَناً
مَتى ما تَصَدَّت للصَّبابِة
صُدَّتِ
Herkes bilmeli ki, muhabbet
ve aşka yönelip de sıkıntı ve belâ görmemek mümkün değildir. Zîrâ bu yolda bir
kimseye zahmetsiz ve meşakkatsiz âşinalık müyesser olmaz.
60. وما ظفِرَت بالوُدِّ روحٌ مُراحَةٌ
ولا بالوَلا نَفسٌ صفا العيشِ
وَدَّتِ
Kendisine râhatlık verilen
ve nefsânî arzuları huy edinmiş olan bir ruh, dost sevgisini elde etmede
başarılı olamaz. Aynı şekilde yaşama zevkinin peşinde olan, sevgilinin
muhabbetine nâil olamaz.
61. وأَينَ الصَّفا هَيهات من عَيشِ عاشِقٍ
وجَنَّةُ عَدنٍ بالمَكَارِهِ
حُفَّتِ
Râhatlık isteyen ve maddî
hayâtın zevkleri peşinde olan aşıkın muhabbetle ülfet etmesi imkânsızdır. Zaten
cennet dert ve sıkıntılarla (mekârih) kuşatılmıştır.
62. ولي نفسُ حُرٍّ لو بذَلتِ لها على
تَسَلّيكِ ما فوقَ المُنى ما
تَسلَّتِ
Benim dünyevî kayıtlardan
tehlikelerinden âzâd olmuş bir nefsim vardır ki, eğer sen o nefse senden
teselli olmak üzere akıl ve idrâkin ötesinde sayısız bir ölçüde nefsânî arzu ve
rûhânî lezzetler versen yine de teselli olmaz.
63. ولو أُبعِدَت بالصَّدِّ والهجرِ والقِلى
وقَطعِ الرَّجا عن خُلَّتِي ما
تَخلَّتِ
Menederek, zorla, ayrılık ve
hicranla, buğz ve düşmanlıkla yahut ümidini kırarak hakîkî sevgilim benim
şahsımı uzaklaştıracak olursa (veya ben
uzaklaştırılacak olursam), nefsim râhat halde olmaz.
64. وَعَن مَذهَبي في الحُبِّ ما لِيَ
مذهَبٌ
وإن مِلتُ يوماً عنهُ فارَقتُ
مِلَّتِي
Benim aşktaki mezheb ve
inanımdan başka gidecek yerim yoktur. Eğer istemeyerek bir gün o mezhebimden
başka bir yola meyledecek olsam, kesin olarak din ve milletimi ayıracağımı
anladım.
65. ولو خطَرَت لي في سِواكِ إرادةٌ
على خاطري سَهواً قضيتُ بِرِدَّتِي
Eğer benim hatırıma sehven
senden başka bir istek doğsa, âşıklar dîninden çıktığıma hükmederim. Zîrâ
âşıklar mezhebinde mâsivâya nazar gizli şirktir.
66. لَكِ الحُكم في أَمري فما شِئتِ
فَاصنَعي
فَلَم تكُ إلّا فيكِ لا عَنكِ
رَغبَتِي
Benim hakkımda hüküm senindir;
Ne istersen yap, ben senden yüz çevirmem, rağbet ve yönelişim ancak yine sana
olur.
67. ومُحكَمِ عهدٍ لم يُخامِرهُ بيننا
تَخَيّلُ نَسخٍ وهوَ خيرُ أَليَّةِ
Ben aramızdaki vazgeçilmez
aşka yemîn ederim ki, onda asla bozulma/değişme hayali dahi yoktur. Şu da var
ki bu muhkem aşka yemîn etmek, yeminlerin en büyüğüdür.
68. وأخذِكِ ميثاقَ الوَلا حيثُ لم أَبِن
بِمَظهَرِ لَبسِ النَفسِ في فَيءِ
طِينَتي
Ey Sevgilim! Ben henüz nefs
elbisesine bürünmemişken yani zuhûra doğru dönen yaradılış gölgemde aşk yeminini
aldığın (an) hakkı için..
69. وسابِقِ عَهدٍ لم يَحُل مُذ عَهِدتُهُ
ولاحِقِ عَقدٍ جَلَّ عن حَلِّ
فَترَةِ
Ey Sevgilim, ezel âleminde
verdiğim söz o zamandan beri asla değişmemiştir. Dünya âlemine geldikten işte
bu sonraki yeminde de zayıflıkla kendisi
bozulmaktan münezzehdir. [ eski yemini yenilemekten ibarettir]
70. ومَطلَعِ أَنوارٍ بطلعتِكِ الَّتي
لِبَهجَتِها كلُّ البُدُورِ
استسَرَّتِ
Senin yanağındaki nurların
doğuşu veya doğduğu yerler, parlaklığı ile bütün ayların gizlenmiş olduğu
vücûd-ı mutlak ışıklarının zuhûr mahalli ve kaynaklarıdır.
71. وَوصفِ كمالٍ فيكِ أحسنُ صورَةٍ
وأقوَمُها في الخَلقِ مِنهُ
استَمدَّتِ
Sendeki gizli ve en güzel
sûretteki kemal sıfatı hakkı için; o en güzel sûretin en düzgünü de insan
unsurunun yaratılışında olandır ki o kemal vasfından medet ister, işte bu
sıfatla mevsuf olan kemal hakkı için yardım istiyorum
72. ونَعتِ جَلالٍ منكِ يعذُبُ دونَهُ
عذابي وتحلو عِندَهُ ليَ قَتلَتِي
Senden bütün eşyâya sirâyet
edip, âlemlerdeki her güzelliğin kendisi sebebiyle görünüp tamamlandığı,
lütfuyun sıfatı olan cemâl sırrın hakkı için de!..[ yardım istiyorum]
73. وسِرِّ جَمالٍ عنكِ كُلُّ مَلاحَةٍ
بِه ظَهَرَت في العالمِين وتمَّتِ
Senden bütün eşyâya sirâyet
edip, âlemlerdeki her güzelliğin kendisi sebebiyle görünüp tamamlandığı,
lütfuyun sıfatı olan cemâl sırrın hakkı için de!..
74. وحُسنٍ بِهِ تُسبَى النُّهَى دلَّني على
هَوىً حسُنَت فيه لِعِزِّكِ
ذِلَّتِي
Ve o büyük güzellik hakkı
için, onunla akılları yağmalarsın, işte o arzû ve istekte senin izzetin için
benim zillet ve hakârette kalmam tam ve makbul oldu.
75. وَمَعنىً وَرَاء الحُسنِ فيكِ شَهِدتُهُ
بِه دَقَّ عن إدراكِ عَينِ
بَصِيرتِي
Bilinen güzellik,
çirkinliğin zıddıdır. İşte o bilinen güzelliğin ötesinde olan mutlak güzellik
ve mânâ-yı muhakkak hakkı için ki ben onu senin zâtında müşâhede eyledim. Bu
öyle bir güzellik ki baş gözüne ve basiret gözüne gizlidir.
76. لأنتِ مُنى قَلبي وغايَةُ بُغيَتِي
وأَقصى مُرادي واختِياري وحِيرَتي
Bu mezkûr mânâlar hakkı için
gönlümün arzûsu, maksûdumun en sonu, arzû ve ihtiyârımın en nihâyeti benim
dilediğim varlık sensin.
77. خَلَعتُ عِذاري واعتِذَاري لابِسَ ال
خَلاعَةِ مسروراً بِخَلعي وخِلعَتي
Ey Sevgilim! Senin
muhabbetinde ilgi ve engellerin bağlarından soyulup temizlenmem, mahlûkâtın
merâsimleri, âdetleri, hürmetlerinden boşalmış ve soyulmuş olmam bana farzdır.
78. وخَلعُ عِذاري فيكِ فَرضي وإِن أَبىاق
تِرَابيَ قَومِي والخلاعَةُ سُنَّتي
Ar ve nâmusla şekillenmiş
olan zâhidlerin ve âbidlerin alışılmış şekillerinden fâriğ olup ve uzaklaşıp
kânunları yıkmam, İlmî ıstılahları çözmeye çalışan âlimlerin ve fakihlerin riyâ
ve gösterişle olan sahte amelleri ve hayâlî hallerinden uzak olmam benim için
lâzım ve vâcibdir. Eğer kavmim benim kendilerine yaklaşmamdan yüz çevirip
sakınırlarsa da bunun önemi yoktur.
79. وَلَيسوا بِقَومي ما استعابوا تَهَتُّكي
فَأَبدَوا قِلَىً وَاستَحسَنوا فيكِ
جَفوَتي
Zâhir erbâbından olan bir
takım şekil düşkünleri benim kavmim değildir. Çünkü onlar benim perdeyi yırtıp
şekil ve âdetlerin hükümlerini kaldırıp; kuralları, ayıp ve utanma endîşesini
kırmamı ayıp sayarlar. Perdeleri yırtmam sebebiyle düşmanlık göstererek senin
sevgin uğrunda bana ezâ ve cefâ göstermeyi iyi bir şey sayarlar. Her ne kadar
onlar sûreta bana benzer iseler de arada büyük farklılık vardır.
80. وَأَهليَ في دين الهَوى أَهلُهُ وَقَد
رَضُوا ليَ عاري واستَطابوا
فَضيحَتي
Benim ailem ve kavmim hevâ
ve muhabbetin ehlidir. Onlar benim ârıma, ayıp endîşesini ve kuralları kırmama
râzı oldular, benim rüsvaylığımı iyi ve makbul saydılar.
81. فَمَن شَاءَ فَليَغضَب سِواكِ ولا أَذىً
إِذا رضِيَت عَنِّي كِرامُ عَشيرَتي
Şekil düşkünleri benim
kavmim olmayıp, bana düşmanlık göstererek senin sevgin uğrunda bana cefâ etmeyi
iyi ve makbul bir iş saydıklarına göre, artık ey hakîkî mahbûb senden başka kim
isterse gazab eylesin; yeter ki şekillerin ve âdetlerin dışına çıkıp melâmet ve
harâbat rütbesine yükseldiğimden dolayı, aşiretimin tevhid ve irfan ehli olan
ileri gelenleri benden râzı olsunlar.
82. وإِن فَتَنَ النُّسّاكَ بعضُ محاسِنٍ
لَديكِ فكُلٌّ مِنكِ مَوضعُ فِتنَتي
Eğer senin katında olan
güzel huylar ve yüce sıfatlardan bâzısı âbidleri ve zâhidleri fitne ve belâya
bıraktıysa, o halde senden olan sıfatlar, isimler ve bütün eşyâ hepsi benim
fitne ve belâmın mevziidir.
83. وَما احترتُ حَتَّى اختَرتُ حُبِّيكِ
مَذهباً
فَواحَيرتي إِن لَم تَكُن فيكِ
خيرَتي
Senin aşkını seçinceye kadar
ben hayrette ve şüphede olmadım. Senin muhabbetini seçtiğim andan beri
hayretteyim. Ey hayret! Eğer senin
aşkında benim hayretim olmazsa
hazır ol ki vaktidir.
84. فَقالَت هَوى غَيري قصَدتَ ودونَهُ اق
تَصَدتَ عَميّاً عَن سواءِ
مَحَجَّتي
Hazret bana dedi ki: Benden
başkasının istek ve muhabbetine yöneldin ve bu istek ve yönelişin sırasında,
benim muhabbet yolumun hakikatini görmeyerek oraya girdin ve durakladın, aracı
olup uygun gördün. Oysa beni sevmenin kemal noktası, nefsânî arzulardan tamâmen
soyunma ve cismânî isteklerden kurtulmaktır.
85. وَغَرَّكَ حَتَّى قُلتَ ما قُلتَ
لابِساً
بِه شَينَ مَينٍ لَبسُ نَفسٍ
تَمَنَّتِ
Kendi istek ve arzûlarının
peşinde olan nefsin hilesi seni gaflete düşürdü de yalanın hilesine bürünmüş
olduğun halde diyeceğini dedin.
86. وَفي أَنفَسِ الأَوطارِ أمسَيتَ طامِعاً
بِنَفسٍ تَعدَّت طَورَها فتَعَدَّتِ
İsteklerin ve aşkların en
nefisi, en hoşu ve en değerlisi bana kavuşmaktır; oysa sen haddini aşan ve bu
sebeple sana zulmetmiş olan nefisle (başka şeylere) tama' eyledin.
87. وَكَيفَ بِحُبِّي وهوَ أَحسَنُ خُلَّةٍ
تَفوزُ بِدعوى وهيَ أقبَحُ خَلَّةِ
Gerçekten "da'vâ",
doğru olduğu takdirde bile kötü bir sıfattır, zîrâ kendini beğenmişlik ve
enâniyetten hâsıl olur. Fakat yalancı olacak olursa çirkinin çirkini ve kötünün
de kötüsü bir sıfattır.
88. وأينَ السُّهى مِن أكمَهٍ عن مُرادِهِ
سَهَا عَمَهاً لكن أمانيكَ غَرَّتِ
Şaşkınlık, hayret ve
tereddütten dolayı, maksadını unutmuş olan anadan doğma körün bakışıyla Sühâ
yıldızının nerede olduğu bilinir mi? Lâkin, nefsânî arzûn seni mağrur kılıp
gurur kapısını çaldın.
89. فقُمتَ مقاماً حُطّ قَدرُكَ دونَهُ
على قدَمٍ عَن حَظِّها ما تَخَطَّتِ
Nefsânî arzûların seni
mağrur eyledi de vuslat talebinde bulundun. Böylece nefsinin hazzından
uzaklaşmış olan ayağın üzerinde kadriyin düştüğü bir makamda vuslat talebin
için azimli ve kararlı oldun.
90. ورُمتَ مَراماً دونَهُ كَم تَطاوَلَت
بأعناقِهَا قومٌ إليهِ فَجُذَّتِ
Sen öyle bir istekte
bulundun ki, nice insan o istek ve maksada boyunlarını uzattılar ve o maksad
uğrunda boyunları kesildi.
91. أَتيتَ بُيوتاً لم تنَل من ظُهُورها
وأَبوابُها عن قرعِ مثلِكَ سُدَّتِ
Ey vuslata tâlib olan; sen,
arkalarına geçilmeyen (içlerine girilmeyen) evlere geldin, yüce makam
kapılarına gelmeye niyet ettin ki, o isim ve sıfatların arkasından o makamlara
kimse nâil olmadı.
92. وبينَ يدَي نجواك قَدَّمتَ زُخرُفاً
ترومُ بهِ عِزّاً مَرامِيهِ عَزَّتِ
Sevgili dedi ki: Ey iddiacı
kişi, arzû ettiğin sırrın önünde sahte bir söz ve düzme bir dâvâ ileri sürdün.
Bununla benim yakınlığım ve vuslatım olan izzet ve mertebeyi istersin.
93. وجئتَ بوَجهٍ أبيضٍ غيرَ مُسقِطٍ
لِجَاهكَ في دارَيكَ خاطِبَ صَفوَتي
Dünyevî ve uhrevî makamından
geçmeksizin, benim safvetimle izdivaç isteyerek, yakınlık ve vuslat gelinime
tâlib olarak beyaz bir yüz ile huzûruma geldin. [… aklî ve hissî, rûhânî ve
cismânî, dünyevî ve uhrevî herhangi bir haz bulunursa, bu, vücud artığıdır ve
nefsin gereğidir.]
94. ولو كنتَ بي مِن نُقطَةِ الباء خَفضةً
رُفِعتَ إلى ما لم تَنَلهُ بِحيلَةِ
Eğer sen ey âşık, بي 'de bânın noktasından alçalmış olaydın;
veya : Eğer sen, بي noktasından alçak
olduğun halde benimle durmuş olaydın; veya: Be'nin noktasından alçak olduğun
cihetten..
Hileyle ve çalışıp mücadele
etmekle nâil olmadığın bir mertebeye yükseltilirdin.
95. بحيثُ تُرى أن لا تَرى ما عَدَدتَهُ
وأَنَّ الَّذي أعدَدتَهُ غيرُ
عُدَّةِ
Çalışmakla elde edemediğin
mertebeye ulaşasın, bilmemeyi ve görmemeyi iyice bilecek hale gelesin! Kavuşma
sebebi saydığın ameli görmemeyi bilesin, bana ulaşmak ve yaklaşmak için
hazırladığın sâlih ameller, iyi işler, ibâdetlerin yeterli olmadığını
görebilesin!
[olarak yaklaşmak için
hazırladığın şeylerin hepsini boşa gitmiş olduğunu bilesin.]
96. ونَهجُ سبيلي واضِحٌ لِمَنِ اهتدَى
وَلَكِنَّها الأهواءُ عَمَّت
فأَعمَتِ
Fıtratının aslı itibariyle
hidâyeti kabul etmiş olan kimseye benim doğru yolum apaçıktır, fakat nefsin
arzû ve istekleri basiret gözünü bürüdü ve onu doğruyu görmekten alıkoydu.
97. وقد آنَ أَن أُبدِي هواكَ ومَن بهِ
ضَنَاكَ بما يَنفي ادِّعاكَ
محَبَّتي
Sevgili dedi ki: Muhakkak ki
senin istek ve aşkını açıklamanın vakti geldi; bana aşık iddianı yok etmek
sûretiyle senin zayıflığına yol açan kimseyi açıklamanın vakti yaklaştı.
[Senin bana aşkın tam
değildir, nefsânî maksadla karışıktır da sen dürüstlük iddia edersin, işte
nihâyet vakti geldi, senin arzûnu ortaya koydum, tâ ki iddianı silsin.]
98. حَليفُ غَرامٍ أنتَ لكِن بنفسِهِ
وَإِبقاكَ وصفاً مِنكَ بعضُ
أَدِلَّتي
Sevgili buyurdular ki: Sen
bu dâvâda sâdıksın ve aşk musibetine düşmüşmüşsün. Ancak bana değil nefsine
âşıksın. O delillerden bâzıları, senin kendine âit sıfat ortaya koyman ve
varlık kalıntılarını açıklamandır.
99. فَلمْ تَهْوَني ما لم تَكنْ فيَّ
فانِياً
ولم تَفنَ ما لا تُجْتَلى فيكَ
صورتي
Hal böyle olunca, senin
vasfın sende bâki olup nefsânî hazzın muhabbet dâvana karışınca, sen bana
muhabbet iddia edemezsin. Zâtını, sıfatlarını ve irâdeni benim zâtım,
sıfatlarım ve irâdemde yok edip fânî olmadıkça ve sende benim sûretim tecellî
etmedikçe, beni sevmiş olmazsın.
100. فدَعْ عنكَ دَعوى الحبِّ وادعُ لِغيرِهِ
فؤادَكَ وادفَعْ عنكَ غَيَكَ
بالَّتي
Sen zâtının isteğini
sevmekten, sıfatlarının gereğine âşık bir kimse olmaktan vaz geçip tam yoklukla
muttasıf olmayınca, beni sevdiğine dair iddiayı terk eyle, gönlünü benim
sevgimden başka yerlere, kendi nefsânî hazlarına ve rûhânî isteklerine çağır.
101. وجانِبْ جنابَ الوَصْلِ هَيهاتَ لَم يكُنْ
وها أنتَ حيٌّ إن تكن صادقاً مُتِ
Ey iddia sahibi, bana
ulaşmaktan uzak ol, ne yazık ki bu vuslat sana hâsıl olmaz, sen dirisin, eğer
bana ulaşma isteğinde samîmi isen "Ölmeden önce ölünüz" gereği öl,
102. هُو الحُبُّ إِن لم تَقضِ لم تَقضِ
مأرَباً
منَ الحُبِّ فاخترْ ذاكَ أَو خَلِّ
خُلَّتي
Benim sevgim öyle bir
sevgidir ki, mücerred kuruntu ve temenni ile ona ulaşılamaz, [sâdece iddia ve
hırsla isteyerek ona yaklaşılamaz. Hal böyle olunca sen iki şeyden birini
seçmekte serbestsin, ya ölümü seç; ]yahut da böyle yapmazsan benim dostluğumu terk
et.
103. فقُلْتُ لها روحي لديكِ وَقَبْضُها
إليكِ ومَن لي أن تكونَ بقَبضَتي
[Sevgilinin hitab ve
azarlaması sona erince ben de şöyle dedim:] Ey hakikat sultanı, benim rûhum
senin huzûrundadır ve rûhumun kabzı sana ısmarlanmış ve teslim edilmiştir.
104. وما أَنا بالشَّاني الوفاةَ عَلى الهَوى
وشأني الوَفا تأبى سِوَاهُ
سَجِيَّتي
Dedim ki, Ey sevgilim, senin
yolunda ben ölümü kötü görücü değilim. Benim vasfım vefâlı olmak ve
seciyem/karekterim de sana kendimi fedâ etmektir.
105. وَماذا عَسى عَنِّي يُقالُ سِوى قضَى
فُلانٌ هَوى مَنْ لي بذا وهْو
بُغْيَتي
Benim hakkımda, filân kimse
aşk ve hevâdan dolayı öldü denmesi ümid edilir; bundan ne çıkar? Keşke benim
için "filân hevâ için öldü" denilse. Beni, o ölüme ulaştıran ve
götüren kimdir, işte o benim matlûbumdur.
106. أجَلْ أَجَلي أَرضى إِنقِضَاهُ صَبَابَةً
ولا وصْلَ إن صَحَّتْ لِحُبِّكَ
نِسبَتي
Az önce "filân kimse
muhabbetten öldü" denilmesi benim için saâdetin tâ kendisidir! demiştim.
Eğer senin sevgine benim nisbetim sahih oursa, ömrümün âşıklıkla geçmesine
râzıyım. Vuslata eremesem bile senin muhabbetine mensub olmanın saâdeti bana
kâfi gelir.
107. وَإِنْ لَم أفُزْ حَقّاً إليكِ بِنِسْبَةٍ
لِعِزّتها حسبي افتِخاراً
بِتُهْمَةِ
Ey Sevgili, eğer ben izzet
ve şeref taşıyan bir nisbetin bu özelliğinden dolayı o nisbetle senin aşkına
sahip olamazsam da bana, iftihar vesilesi olarak aşıklık ithamına ulaşmam bile
kâfi gelir.
108. وَدونَ إِتِّهامي إنْ قَضَيْتُ أَسىً فما
أَسأتُ بِنَفْسٍ بالشَّهَادةِ
سُرَّتِ
Senin aşkın ve muhabbetinle
itham edilerek, eğer ben, aşkın kemaline
ulaşamamaktan dolayı hüzün ve keder sebebiyle ölürsem herhalde sen,
şehâdet şerefiyle sevinçli olan kimseye kötülük etmezsin.
109. ولي منكِ كافٍ إن هَدَرْتِ دمي ولَم
أُعَدَّ شهيداً عِلمُ داعي
مَنِيَّتي
Ey Sevgili, benim kanımı
mübah edip öldürdükten sonra şehitler zümresinden sayılmazsam da senin beni
bilmiş olman kâfidir. [başkaları seninle olan ilgimi bilsinler veya bilmesinler
fark etmez.]
110. ولم تَسْوَ روحي في وِصَالِكِ بَذلَها
لَدَيّ لِبَونٍ بَيْنَ صَونٍ
وبِذْلَةِ
Benim rûhum sana ulaşma
yolunda harcanmaya değmez. Mâsum ve aziz olan senin visâlinle, hakîr ve
değersiz olan benim rûhum birbirine çok uzaktır.
111. وإِنِّي إلى التَّهديدِ بِالمَوتِ راكِنٌ
ومِن هَولِهِ أركانُ غيري هُدّتِ
Hakîkaten ben ölümle tehdit
edilmeye istekli ve meyilliyim. Halbuki o ölümün korkusundan, benden başkasının
uzuvları yıkılıp kırılmıştır. Fakat o bana bir armağandır.
112. ولم تعسِفي بالقَتْلِ نفسي بَل لَها
بِهِ تُسْعِفِي إن أنتِ أتلَفْتِ
مُهْجَتِي
Ey lütuflar ve ihsanlar
menbaı, eğer sen beni öldürerek rûhumu ifnâ ve telef edersen, bana zulüm ve
adaletsizlik etmiş olmazsın; aksine, nefsimi öldürerek ihtiyâcını giderip
arzûsunu yerine getirerek onu diriltirsin.
113. فإنْ صَحّ هذا الفال مِنْكِ رَفَعْتِني
وأعلَيْتِ مِقدارِي وأَغلَيْتِ قِيمَتِي
[Ey canın canı, az evvel
benim dilimden dökülmüş ve içime doğmuştu ]demiştim ki:
Eğer bu fâl doğru çıkacak
olursa sen beni yüceltirsin, derecemi yüksek ve kıymetimi üstün kılarsın.
114. وها أنا مُسْتَدْعٍ قضاكِ وما بهِ
رِضَاكِ ولا أختارُ تأخيرَ مدَّتِي
Ey Sevgilim, benim ölümüme
hükmetmeni, senin rızân olan şeyi ve
ömrümün uzamasını istemiyorum. Senin rızân ne ise onu istiyorum.
115. وعِيدُكِ لي وعدٌ وإنجازُهُ مُنىً
ولِيٍّ بغيرِ البُعْدِ إن يُرْمَ
يَثْبُتِ
Ey Sevgilim, senin öldürmen
ve tehdit etmen, her ne kadar [diğer insanlara göre kötülük ve korkulacak] bir
vaîd ise de bana vaaddir, [beşâret ve saâdet müjdesidir.] vaade vefâ etmek,
uzaklıktan başka bir şeyde sâbitkadem olan velînin arzûsudur. [Belâ ve kazâ oku
atılınca uzaklıktan başka bir şeyde sâbitkadem olan uzaklık ve ayrılığa
sabredemeyen sâdık sevgili ve âşık velînin arzûsudur.]
Uzaklık iki türlüdür. Biri
sevgili ve âşıkı uzaklaştırıp, rızâsı da uzaklıkta olmaktır. Öteki, âşık kendi
arzûsuna ve nefsine uymak sûretiyle sevgiliden uzak olmaktır. Bu beyitte بغيرِ البُعْدِ demesi, kendi tarafından olan uzaklıktır.
Aksi halde sevgili tarafından olan uzaklığa ârif-i billâh olanlar yine
sabredici ve râzı olurlar. Zîrâ Hakk'ın murad ettiği bir uzaklık, binlerce
vuslattan evlâdır.
116. وقد صِرْتُ أرجو ما يُخافُ فأسعِدي
بِه روحَ مَيتٍ للحياةِ استعدَّتِ
Böyle olunca, korkulan ve
kavuşmaktan sakınılan ölümü ben ümit eder oldum. Ben kendisini isteyici ve ümit
edici olduğum için o ölümle, hayâta kâbiliyetli olan ölünün rûhunu mes'ud et ve
yardımcı ol.
[Burada ölü canlı âşık
demektir, hayattan kasıd da yokluk ve ölümdür.]
117. وبي مَنْ بها نافسْتُ بالرّوحِ سالِكَاً
سبيلَ الأُلى قبلي أَبَوا غيرَ
شِرْعَتِي
Ben rûhumu ve nefsimi bir
sevgiliye fedâ ettim, onun yardımı sebebiyle, aşk yolundaki yokluğa rağbet
ettim, bunu öyle bir yola sâlik olarak yaptım ki, benden evvelkiler onun
dışında bir yola girmekten kaçınmışlardı.
118. بكُلِّ قَبِيلٍ كمْ قتيلٍ بها قضَى
أسىً لم يَفُزْ يوماً إِليها
بِنَظرةِ
Her kabilede nice ölü, onun
aşkı sebebiyle hüzün ve elemden kaybolup gitti; o sevgiliye bir gün bir kerre
bakmağa muvaffak olmadı.
119. وكم في الوَرَى مِثلي أماتتْ صَبَابَةً
ولوْ نَظرتْ عطْفَاً إليهِ لأحْيَتِ
Benim gibi çok kimseleri
sevgi yüzünden, aşk için o sevgiliyi öldürdü. Eğer onlara merhametle bir kere
nazar etse tamamen ihyâ edip maksada kavuştururdu.
120. إذا ما أَحلَّتْ في هواها دَمي فَفي
ذُرَى العِزّ والعلْيَاءِ قَدري
أحلَّتِ
Sevgilim arzusuiçin benim
kanımı helâl kılarsa benim kadir ve kıymetimi izzet mertebelerinin en yükseğine
çıkarır. [Benim zâtımı ve sıfatlarımı bu
yok etme ve helâk etme sebebiyle yükseltir. (Damla gibi ki, denizde yok olunca
denizin bütün sıfatları onun sıfatları hâline gelir).]
121. لَعَمْري وإن أتْلَفْتُ عُمري بِحُبِّها
رَبِحْتُ وإن أَبْلَتْ حشايَ
أَبَلَّتِ
Hayâtım hakkı için, eğer ben
ömrümü onun sevgisinde telef eylesem fayda elde etmiş olurum. Ve eğer o benim
vücûdumu yok etse, ten ve canı hastalıktan arındırıp şifâ verir.
122. ذَلَلْتُ لها في الحيِّ حَتَّى
وَجَدْتُنِي
وأدنَى مَنالٍ عندهم فوقَ هِمَّتي
Ben onun sevgisiyle
sebebiyle zelîl oldum; o kadar ki, onların katındaki en aşağı mertebeyi
nefsimin fevkinde buldum.
123. وَأَخملني وهناً خُضُوعي لهُم فَلم
يَرَوني هواناً بي محلّاً لِخدمَتي
Tevâzuum, zayıflık
bakımından beni öyle isimsiz ve belirsiz hale getirdi ki, onlar beni görmezler;
hor ve hakîrlikteki aşırılığımdan dolayı beni bir hizmete lâyık ve değer kabul
etmezler.
124. ومِنْ دَرَجَاتِ العِزّ أمسيْتُ مُخلِداً
إلى دَرَكَاتِ الذُّلِّ من بَعدِ
نخْوَتي
Vuslat erip izzet ve
şerefden dereceleri ile vasıflanınca; nefsime büyük bir gurur ve kibir
geldiğinde zayıflığa yönelip aşağı indim
125. فلا بابَ لي يُغشى ولا جاهَ يُرْتَجَى
ولا جارَ لي يُحْمى لفَقْدِ
حَمِيَّتي
[Hallerim tevazu ve
alçalmada bu şekilde olunca,] benim kemâlâttan ne kapım var ki ona bir kimse
gelip dayansın. Benim ne komşum var ki, benim için muhafaza edilsin. Onun için
benim ar ve gayretim tamamen yok oldu
126. كَأَنْ لم أكُنْ فيهِمْ خطيراً وَلَمْ
أزَل
لَدَيْهِمْ حقيراً في رَخاءٍ
وشِدَّةِ
Sanki ben onların içinde
ferahlıkta ve sıkıntı da, kadri büyük olmadım ve hakîr ve fakîr olmaktan
kurtulamadım.
127. فَلَو قيلَ مَن تَهوى وصرَّحتُ باسمِها
لَقيلَ كنَى أوْ مسَّهُ طيفُ
جِنَّةِ
Bana deselerdi ki: Sen kimi
seversin? Ben de o sevgilimin ismini açıklasaydım; cinli ve şeytan vesvesesi
dokunmuş, kinâye yapıyor derlerdi.
128. ولو عَزَّ فيها الذُّلُّ ما لذَّ لي
الهَوى
ولم تكُ لولا الحُبُّ في الذلِّ
عِزَّتي
Eğer sevgilimin aşkında fakr
ve zillet yok olsaydı, bana arzu lezzetli gelmediği gibi ve aşk zillette
görünseydi benim izzetim de olmazdı.
129. فحالي بِها حالٍ بعقْلِ مُدَلَّهٍ
وصِحَّةِ مَجهودٍ وعِزِّ مذلَّةِ
Aşk sultânı vücud ülkemi
harab, akıl ve fikrimi perişan ve fânî kılmışsa da, benim halim şimdi o
sevgilinin aşkı sebebiyle şaşmış akılla, gücü kuvveti yok olmuş ve zelillikle
izzet bulmuştur.
130. أَسَرَّتْ تمَنِّي حُبِّها النَفسُ حَيثُ
لا
رقيب حِجاً سِرّاً لسِرِّي وخَصَّتِ
Nefsim, ruhuma o sevgilinin
aşk temennisini başklarından gizleyerek e aşikar etti; o sırada akıl rakîbi
[ayak bağı] orada yoktu ve nefsim o isteği ruhuma ve kalbime tahsis etti.
131. فأشفَقْتُ مِن سَيرِ الحديثِ بِسائِري
فتُعرِبُ عن سِرِّي عِبارةُ عَبرَتي
Nefsim aşk arzûsunu kalbime
açınca, o sözün başka organlarıma sirâyet etmesinden ve yabancılar katında
gizli olan sırrımın, gözyaşlarımın akmasıyla ortaya çıkmasından korktum.
132. يُغالِطُ بَعضي عنهُ بَعضي صيانةً
ومَينيَ في إخفائِه صِدْقُ لَهجَتي
Sevgilinin sırrını korumak
için benim kuvvetlerimden bâzısı, diğer bâzılarını yanıltır. Oysa o sırrı
gizlemekte benim yalanım, lisânımın doğruluğudur.
133. ولمَّا أبَتْ إظهارَهُ لجوانِحي
بَديهةُ فِكري صُنتُهُ عن
رَوِّيَّتي
Kendiliğinden içime doğan
düşüncem, aşk sırrını bâtınî kuvvelerime göstermekten sakınınca, ben de o sırrı
fikrimden ve aklımdan sakladım.
134. وبالَغْتُ في كِتمانِه فنسِيتُهُ
وأُنسيتُ كَتمي ما إليهِ أسرَّتِ
Sevgilinin aşk sırrıı
gizlemede o kadar ileri gittim ki, sonunda o sırrı da unuttum; nefsimin kalbime
açtığı sevgiliyi sevme arzusunu gizlemem gerektiği de bana unutturuldu.
135. فإن أجنِ مِن غرْسِ المُنى ثمَرَ العنا
فَلِلَّهِ نَفسٌ في مُناها تمَنَّتِ
Eğer ben arzularımın
ağacından belâ ve sıkıntı meyvesi toplarsam korkum yoktur. Zîrâ Allah hakkı
için, o ne hayrete layık nefstir ki arzû ve maksadı uğrunda belâ ve sıkıntıya
sabretti.
136. وأَحلى أَماني الحُبِّ للنَّفسِ ما قَضَت
عَناها بهِ مَنْ أذكَرَتْها وأنسَتِ
Aşktan, nefsime hâsıl olan
arzûların en tatlısı, nefsimi ayırıp hasretine ulaştıran şeyi vuslattan sonra
da nefsime, kendisini ve arzûsunu da tamâmen unuttursun. [Ayrıca ona arzûsunu
unutturmuş, hattâ kendisini ve benliğini vücud karışıkığından ve arzû bağından
kurtarsın.]
137. أَقامتْ لها مِنِّي عليَّ مُراقِباً
خَواطِرَ قَلبي بالهوى إن ألَمَّتِ
Sevgilim nefsimi kalbimin
havâtırının gelmesi konusunda murâkabe ve muhâfaza altında tutarak, nefsânî
kuvvelerimden sevgisini korumak için hevâsına yerleştirdi.
[Eğer benim kalbim onun
sevgisiyle bana gelseydi, sevgili, aşkı için benden benim üzerime bir muhâfız
dikerdi de başkasına ilgi gösterip göstermeyeceğimi gözetirdi.]
138. فَإنْ طَرَقتْ سرّاً مِنَ الوَهمِ خاطِري
بِلا حاظِرٍ أطرَقْتُ إجلالَ
هَيبَةِ
Eğer, bir mâni olmaksızın,
vehim ve akıldan gizli olarak bir gece sevgilinin hâtırası kalbime gelse, ben
onun pek yüce ululuk ve heybetinden dolayı başımı önüme eğerim ve gözlerimi
yeryüzünden yukarı kaldıramam.
139. ويُطرَفُ طرْفي إِن هَمَمْتُ بِنَظرَةٍ
وإن بُسِطَتْ كفِّي إلى البَسطِ
كُفَّتِ
[Bu beyit bir soruya
cevaptır: Niçin sevgilinin cemâlini müşâhededen bakışını çevirirsin?]
Eğer ben sevgilimin cemâline
nazar etmeğe niyet etsem, benim gözüm heybetten çevrilir, eğer ben onunla
konuşmaya çalışsam büyüklüğünden dolayı
benim bu teşebbüsüm men edilir.
140. فَفي كُلِّ عُضْوٍ فيَّ إقدامُ رغبَةٍ
ومِنْ هَيبةِ الإِعظامِ إحجامُ
رَهبَةِ
Benim her bir organımda
sevgilim tarafına yöneliş vardır. Zîrâ bütün organlarım onun aşkıyla
boyanmıştır. Onun azametinin heybetinden, korkumun men'i vardır ki onun
yakınlık ve vuslatına o korkunun engeli oluyor.
141. لِفِيّ وسَمعي فِيَّ آثارُ زَحْمةٍ
عليها بَدَتْ عِندي كإيثارِ رَحمَةِ
Vücûdumdaki kulağım ve ağzım
için o sevgilinin zikri veya onun zahmeti konusunda darlık ve sıkıntı
belirtileri var. Öyle ki her biri hissesini almak için lütuf ve rahmeti
seçerler, yine rahmete koştukları gibi zahmetine veya zikrine de koşarlar.
[Benim kulağım ve ağzım için
sevgilinin zahmeti üzere sıkıntı ve darlık belirtileri vardır; o zahmet benim
yanımda zâhir iken onlar rahmete yönelirler. ]
142. لِسانِيَ إن أبدى إِذا ما تَلا اسمَها
لهُ وصفُهُ سمْعي ومَا صَمَّ
يَصمُتِ
Dilim, sevgilimin ismini
söylediği sırada; kulağım, onu dinlerken sağır olmadan ve sözlerini dinleme
iştiyâkı varken, dinlemek ve kavramak olan vasfını kendisine izhar etse, dilim
merhameten sükût eder. [Ta ki dertli kulak sevgilinin sözünden lezzet bulsun ve
coşsun diye.]
143. وأُذْنيَ إن أهدَى لِسانِيَ ذِكرهَا
لِقلبي ولم يستَعبِدِ الصَّمتَ
صُمَّتِ
Eğer benim dilim zevkten
dolayı sevgilimin zikrini kalbime hediye etse dilim sükûta mâlik olmadan
kulağım sağır olur ve o dilime olan büyük merhamet ve şefkatinden dolayı kendi
payını ona ikram eder.
144. أَغارُ عَلَيها أن أهيمَ بحُبِّها
وأعرِفُ مِقداري فأُنكِرُ غَيرَتي
Ben öyle bir sevgiliyi
kıskanırım ki, onun aşkıyla şaşkın hale gelirim, sonra da Ben kimim ki, onun
âşık ve hayrânı olayım ve onu kıskanayım! Bu sebeple kendi kıskançlığımı inkâr
ederim.
145. فتُختَلسُ الرُّوحُ ارتياحاً لها وما
أُبَرِّئُ نفسي من تَوَهُّمِ
مُنْيَةِ
Benim rûhum neş'eye vesîle
olduğundan dolayı sür'atle sevgilime sürüklenir, ben nefsimi arzû ve murad
kuruntusundan temizleyemedim. Zîrâ görmek arzûsu nefse âit işlerdendir.
146. يَراها على بُعدٍ عَنِ العَينِ مسمَعي
بطَيْفِ مَلامٍ زائرٍ حينَ يَقظَتي
Benim kulağım beni ziyâret
eden kötüleyicinin hayâli vâsıtasıyla, gözden uzak olmasına rağmen uyanıkken
dahi sevgiliyi görür.
[Yâni ne zaman ki benim
kulağım, o hazretin zikrini, beni ziyâret eden kötüleyiciden dinlese, sanki o
hazretin hayâli gözümde canlanır ve o kötüleyici, kendisini zikr eyledikçe,
tıpkı gözümün görmekten lezzet alması gibi, kulağım ondan son derece zevk
alır.]
147. فيغْبِطُ طَرْفي مسمَعي عِندَ ذِكرها
وَتَحْسِدُ ما أَفنتْهُ مِنِّي
بَقِيَّتي
[Sevgilimin zikri sırasında
gözüm kulağımı kıskanır ve der ki: ]
Keşke ben kulak olaydım ve
sevgilinin can bahşedici sözünü dinleyeydim.
[Kulak da müşâhede sırasında
gözü, kıskanır ve şöyle der:]
Ah keşke onun yok ettiği ben
olaydım.
148. أمَمْتُ أَمامي في الحَقيقَةِ فَالوَرى
وَرائي وكانَت حَيثُ وجَّهتُ
وِجهَتي
Sevgilide fânî ve aradan
ikilik kalkınca, hakikat âleminde ben önde imam oldum, âlem halkı benim arkamda
durdu. Sevgilim ise her nereye yüzümü döndürdümse orada oldu.
149. يَراها إِمامي في صلاتيَ ناظِري
وَيشهدُني قلبي أمامَ أئِمَّتي
Gözüm sevgilimi, namazımda
kendisine uyduğum imamım olarak görür. (Hemzenin fethasıyla olursa: Benim gözüm
sevgiliyi, namazımda önümde görür) Benim kalbim de beni, önde imam olanların
imamı ve kendisini görür.
150. ولاَ غرْوُ إِنْ صَلَّى الإِمامُ إليَّ
إِنْ
ثَوَتْ في فؤادي وهْيَ قِبلةُ
قِبلتي
İmam ve bütün halk,
hakîkatte benim canıma yönelip namaz kılarlarsa bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Şu bakımdan ki, sevgili benim kalbimde ikâmet edip yerleşti. Halbuki sevgilim,
şerîate göre yöneldiğim Kabe'nin kıblesidir.
[Durum böyle olunca, elbette
her imam Kabe'ye yöneliktir, Kâbe Cenâb-ı Hakk'a yöneliktir; Cenâb-ı Hak ise
"Ben yere göğe sığmam, fakat mü'min, müttaki, temiz, verâ sahibi kulumun
kalbine sığarım" kudsî hadîsi
hükmünce benim kalbimde bulunmaktadır. O halde gerçekte herkesin teveccühü ve
namazı benim canıma olur. Onun içindir ki Hasan Harakâni buyurur: "Beni
tanırsanız bana secde edersiniz"]
151. وكُلُّ الجِهاتِ السِّتِّ نَحوي
تَوَجَّهتْ
بما تَمَّ من نُسْكٍ وَحجٍّ
وعُمرَةِ
Kâbe altı cihetiyle, fer'in
asla teveccühü gibi benden tarafa yönelmiştir; kendisinde olan şeylerin hepsi
ile nüsük; [tavaf, vakfe, ihram, sa'y, taş atma] hacc ve umre olarak ne varsa
cümlesi benden tarafa yönelmiştir.
[Zîrâ bunların hepsinin
yönelişi Hakk'adır ve Hakk benim kalbimin arşını kaplamış olup, ikilik ortadan
kalkmış, vücûdum arşullah ve kalbim beytullah olmuştur. O halde bütün bu
eşyânın ibâdetleri ve yönelişi benim tarafımadır.]
152. لها صَلَواتي بالمَقامِ أُقِيمُها
وأشهَدُ فيها أنَّها ليَ صَلَّتِ
Makâm-ı İbrahim'de veya cem'
makamında kıldığım namaz segili içindir; ben o namazda, segilimin de bana salât
ettiğini müşahede ederim.
153. كِلانا مُصَلٍّ واحِدٌ ساجِدٌ إلى
حقيقتِهِ بالجمعِ في كُلِّ سجدَةِ
Cem' makamında olan hakikate
her secdede, biz ikimiz yâni sevgilim ve ben tek namaz kılıcı ve secde
ediciyiz.
154. وما كان لي صَلَّى سِوايَ وَلَم تَكُن
صَلاتي لغَيري في أدا كُلِّ رَكعَةِ
Musallî ve musallâ (namaz
kılan ve kılınan), cem' hükmüyle "bir" oldu ve benim için salât edip
namaz kılan benden başkası olmadı ve her rekâtın edâsında salâtım da benden
başkasına olmadı.
155. إِلى كَم أُواخي السِّتْرَ ها قد
هَتَكتُهُ
وحَلُّ أُواخي الحُجبِ في عَقدِ
بَيْعَتي
Daha ne zamânâ kadar örtüye
ve hicâba sarılacak ve beşeriyyet perdesiyle hakikatin yüzünü örteceğim?
Haberin olsun ben onu yırttım! Zaten örtü bağlarının çözülüp açılması benim
ezeldeki bîat ahdimde vardır.
156. مُنِحْتُ وَلاها يومَ لا يوْمَ قبل أَن
بدَتْ عند أخْذِ العهدِ في
أَوَّلِيَّتي
Sevgilinin aşkı bana öyle
bir günde verildi ki, o zaman bizim
bildiğimiz, geçmiş, gelecek ve hal ile vasıflanan günler yoktu. Hattâ zemin,
zaman, kevn ve mekân da henüz ortaya çıkmamıştı; ahd ve mîsâk sırasında
sevgilinin vücûdunda zâhir olmasından da
önceydi.
[Nitekim Hz. Mevlâna da
mârifetli bir gazelinde bu mânâya işâret eder:
"Dünyâda bağ, şarap ve
üzüm yokken, Lâ-yezâl olan Allah'ın şarâbı ile canımız sarhoş idi. O, ben, ben
de O idim. Ben sâkî idim, O büyük kadehi sabaha kadar içti durdu."]
157. فَنِلْتُ وَلاها لا بِسَمْعٍ وناظِرٍ
ولا بِاكتِسابٍ واجتِلاب جِبِلَّةِ
Sevgilimin aşkı bana ahd ve
mîsâk âleminden önce verilince, ben onun sevgisine ve arzusuna nâil ve vâsıl
oldum. Bu işiterek ve görerek olmadığı gibi fıtrat ve yaratılışımın çekişiyle
de olmuş değildir.
[yâni Bendeki başka bir
vasfın onun muhabbetini kazanmasıyla veya kulağım onun sözünü işitip, gözüm
onun cemâlini görmek sûretiyle sevmedim. ]
158. وهِمتُ بها في عالَمِ الأمْرِ حيثُ لا
ظُهورٌ وكانت نَشوَتي قبلَ نَشأَتي
Ben sevgilimin aşkıyla
âlem-i emrde sarhoş ve kendimden geçer oldum. Şu şekilde ki, benim zat ve
sıfatlarım zuhûr etmemişti; onun aşk şarâbından benim sarhoş olmam, bu mizâcî
sûretlerimin şehâdet âleminde zuhûr etmesinden önce idi.
159. فَأَفني الهَوى ما لم يكُنْ ثَمَّ باقِياً
هُنا
من صِفاتٍ بينَنَا فاضمحلَّتِ
Orada hevamı kaybolup o
aşkla kendimden geçmiştim. Sonra beşeriyet mertebesinde ise, benimle sevgilim
arasında perde teşkil eden beşerî sıfatlarımı da sevgilinin arzû ve muhabbeti
yok etti.
160. فألفيْتُ ما ألقَيتُ عنِّيَ صادراً
إليَّ ومنِّي وارِداً بمَزيدَتي
Benim beşeriyet sıfatlarım
fenâ mertebesinde benden yok olduysa da, kendimden uzaklaştırdığım o sıfatları,
[bakâbillâh] mertebesinde yine kendime dönücü ve bana âit buldum; ziyâdesiyle
olarak zâtımdan yine bana gelici buldum.
161. وشاهدتُ نفسي بالصِّفاتِ الَّتي بها
تحجَّبْتِ عنِّي في شُهودي وحِجْبتي
Ben nefsimin hakikatini ve
zâtımın bâtınını örtülmüş hâlini, kendileri sebebiyle kendimden perdelendiğim
sıfatlarla müşâhede ettim.
162. وإنّي الَّتي أحبَبْتُها لا مَحالَةً
وكانت لها نفْسي عليَّ محيلَتي
Kendimin, sevgilime şeksiz
şüphesiz aşık oduğumu gördüm. Halbuki nefsimin sevgiliyi bilmesi, onun ayn-ı
zatı üzeredir. Yâni Sevgilim benim zâtım üzre havâle ediyordu. [Sevgilim bana şöyle dedi: Eğer beni bilmek
ve beni görmek istersen; (Zâriyât, 51/21). "...kendi nefislerinizde de
öyle. Görmüyor musunuz?"]
163. فَهَامَتْ بها من حيْثُ لم تدرِ وهي في
شُهودي بنفس الأمْرِ غير جَهو لةِ
Ben zâtını bilmenin
ma'rifetini nefsim üzerine havâle edince, o sevgiliyi bilmediğinden, onu kendi
zâtı ve aynı olarak göremediğinden dolayı şaşkınlığa düştü. [Görüş sırasında,
ikilik kalkıp aralarında ayrılık yok olunca]
şimdi nefsim işin aslını bilmektedir, câhil değildir. [Sevgilim, benden
ayrı ve benim zâtımdan başka değildir.]
164. وقد آنَ لي تفصِيلُ ما قُلتُ مُجملاً
وإجمالُ ما فصَّلْتُ بسطاً لبَسطتي
Evvelce özet olarak
zikrettiğim sırları tafsil etmek ve tafsil eylediğim şeyleri de icmal etmemin
artık vakti geldi.
165. أفادَ اتِّخاذي حُبَّها لاتّحادنا
نوادِرُ عن عادِ المُحبِّينَ
شَذَّتِ
İttihad [birleşmek] ten
ötürü sevgilinin sevgisini almam/ kabul etmem
âşıkların âdetleri dışında nice nâdir işleri ifâde etti. Bu yüce tâife
arasında "ittihâd"dan murad, iki zâtın bir zat olması demek değildir.
[Fahr-ı Râzî rahimehullah
der ki: Eğer bir şeyin birleşmesi farz edilse, birleşme hâsıl olunca ya ikisi
birlikte fânî olur veya biri fânî biri bâki olur. Eğer ikisi birlikte bâki
olurlarsa, aralarında ikilik olur, ittihad olmaz. Eğer her ikisi de fânî
olsalar, Hak dâimâ bâki oduğu için yine ittihad olmaz. Eğer biri bâki biri fânî
olsa, yine ittihad olmaz, zîrâ var olan, yok olanın kendisi olmaz. O halde
ittihad bâtıldır.]
166. يَشي لي بيَ الواشي إليها ولائِمي
عليها بها يُبْدي لديها نَصيحتي
Gammazlayıcı benim için
koğuculuk yapar ve bana yardım eder. Sevgilime olan gammazlığı ve onun aşkı
üzere beni kötüleyen ona yardım eder ve onun yanında bana nasîhatte bulunur.
167. فأُوسِعُها شكراً وما أسلفَتْ قِلىً
وتَمنحُني بِرّاً لصِدقِ المحبَّةِ
Hal böyle olunca, ben
sevgiliye çokça şükürde bulunurum. [Ben, cem' mertebesine ulaşarak, tefrika makamından
kurtulunca,] bu halden önce beni sevgiliye ulaşmaktan alıkoyan kötüleyici ve
gammazlığınız, belki de aşk ve muhabbet takdir etmiş ve muhabbetteki sıdkımdan
dolayı bana dâimâ hayır ve ikramda bulunmuştur.
168. تَقرَّبْتُ بالنَّفْسِ احتِساباً لها ولمْ
أكنْ راجياً عنها ثواباً فأدنَتِ
Sevgiliye yakınlık olsun
diye nefsimi kurban ederek, nefsin arzûsuna karşı koyup [onun zevk aldığı ve
ülfet ettiği şeyleri izâle etmek sûretiyle] sevab olarak kendi dışında bir şey
ümit etmedim. [sâdece onu istedim.]
169. وقدَّمْتُ مالي في مآليَ عاجلاً
وما إن عساها أن تكونَ مُنِيلتي
Talep maksadıyla çabucak son
bulucu olduğu için dünyâya ve içindekilere bakmadım. Lâkin âhiretin devam ve
bakâsına rağbet ettim; sâlih ameller ve rızâya vesile olacak işlere sarıldım.
170. وَخَلَّفْتُ خَلفي رؤيتي ذاكَ مخلِصاً
ولستُ براضٍ أن تكونَ مَطيَّتي
Samîmî ve hâlisâne bir
şekilde bunları görmeyi de arkamda bıraktım, terk ettim, bunlarla ilgimi
kestim. Bununla birlikte, cânânın rızâsı uğrunda kurban ettiğim nefsimin bana
âhirette binek olmasına râzı değilim
171. ويمَّمنا بالفَقْرِ لكِنْ بوَصْفِهِ
غَنِيتُ فألقَيْتُ افتِقاري وثروتي
Tam bir "fakr"
ile, [yâni zahiren ve bâtınen; ameller, fiiller, makamlar ve hallerden kendimde
bir şey görmemek sûretiyle,] sevgilime ulaşmaya niyet ettim; fakat o fakrın
vasfıyla yâni tam fakr hâsıl olunca Hakk'ın sıfatlarıyla zengin oldum.
[fakr sıfatıyla zengin
olunca, gördüm ki fakr ile sıfatlanmış olmak da bir bakıma vücud /varlık
isteyici olmaktır.]
172. فأثنَيتَ لي إلقاء فَقريَ والغِنى
فضيلةَ قَصدي فاطرّحْتُ فضيلتي
Hakikatiyle tahakkuk eden
fakr ve zenginlik kendimde oldu. sanki bir yönden benim niyet ve yönelişime
fazilet katınca bu fazileti dahi attım.
173. فلاحَ فَلاحي في اطّراحي فأصبحَتْ
ثَوابي لا شيْئاً سِواها مُثِيبتي
[Fakr ve gınayı atmaktan
hâsıl olan fazileti de atınca,] hemen arkasından felâh nûru ve kurtuluş
aydınlığı parladı ve Hz. Müsîbim
[İsâbetli, yanılmayan, doğru sevgili * Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellemin isimlerinden birisi] bana sevab oldu ve o hazretten başka,
bana bir sevab kalmadı.
[(Fakr tamamlanınca o
Allah'tır) sırrı doğru "Lâ mevcûde illallah" nûru parıldadı.]
174. وظِلْتُ بها لا بي إليها أدُلّ مَن
بِه ضَلّ عن سُبْل الهُدى وهيَ
دَلّتِ
Ben kendi kudret ve
kuvvetimle değil, sevgilinin yardımı ve hidâyeti sebebiyle, hidâyet yolundan
ayrılmış olan kimseyi sevgiliden tarafa gitmek üzre delil ve yol gösterici
olmuştum. Oysa, hidâyet ve yol gösteren ben değilim, sevgilimdir.
["Onun sem'ı ve basarı
olurum" sözü gereği bir âlet gibiyim. O halde benim irşad ve hidâyetim
aynı onun hidâyetidir.]
175. فخَلّ لها خلّي مُرادَكَ مُعْطِياً
قيادَكَ مِن نَفسٍ بها مُطمئِنّةِ
İrâde yularını, istek ve
inkıyad [boyun eğme] gemini sevgiliye ve onun mazharı [şerefi] olan saâdet
sâhibine vermezse, [nefsânî hazlardan tamâmen soyunup] sükûn bulmuş olan
nefsime âit irâde yularını ona ve ona delil olan büyüklere vererek isteklerini
terk et.
176. وأمْسِ خليّاً من حُظوظك واسمُ عن
حضيضِكَ واثُبتْ بعد ذلك تنُبتِ
Nefsânîyet çukurundan
sevgiliye ulaşma zirvesine çık. Bu hususta kararlı ve zorluklarına karşı
sabırlı ol. Tâ ki büyüyüp ve vücud ağacından tevhid meyvesi bitsin.
177. وسَدّدْ وقارِبْ واعتصِم واستقم لها
مُجيباً إليها عن إنَابَةِ مُخْبِتِ
İşlerinde ve hallerinde
doğruyu ve doğruluğu benimse, huzur ve murakabeyle sevgiline yakın ol. Bu
doğruluk, yakınlık, i'tisam ve istikâmetin, sevgilinin dâvetine icabet ederek
olmalıdır ve [bu icabet alçalmış olan kimsenin dönüşünde daha ileri
bulunmalıdır.]
178. وعُد من قريب واستجب واجتنب غداً
أُشَمّرُ عن ساقِ اجتِهادٍ بنهضَةِ
Sevgilin dâvetine icâbet et
ve gecikmekten sakın ki yarın ben engel ve ilgilerden sâlim olan âni doğruluş
ve kuvvetimle gayret ve çalışma bacağının paçalarını sıvarım. Ve tevbe ve
inâyetimle Cenab-ı Hakk'a yönelirim.
179. وكن صارماً كالوقت فالمقتُ في عسى
وإيّاك عَلاّ فهْيَ أخطَرُ علّة
Her vakitte nefsin üzere
emirleri yerine getirmede kestirip atan kılıç gibi ol. Zîrâ عسى (keşke ne olurdu..) demede büyük buğuz/illet vardır. [hele
şimdi yiyip içelim, tevbe kapısı açıktır demekte şiddetli günah vardır.]
180. وقُمْ في رِضاها واسْعَ غير مُحاوِلٍ
نشاطاً ولا تُخلِدْ لعَجْزٍ
مُفَوِّتِ
Sevgilinin rızâsını istemede
sevinç istemeksizin vuslat yolunda çalış ve gayret göster. Zîrâ nefsânî sevinç
ve ferahlık istemek, birçok zevkten alıkor.
181. وسِرْ زمناً وانهض كسيراً فحَظّك ال
بَطالَةُ ما أخَّرْتَ عزْماً
لِصِحّةِ
Nefis tabiat arzusuyla
kayıtlı olduğuna göre, mizâcı bozuk hasta gibidir ve mânevi sıhhat ve ruh
selâmetinden uzaktır. Eğer hastalıkların galebesi sırasında tamâmen gaflete
dalıp tedbir ve ilâca başvurmazsa, hastalık baskın çıkarak mizâcını yok eder ve
onu öldürür.
182. وَأقِدمْ وقَدّمْ ما قعَدْتَ لهُ معَ ال
خوالِف وَاخرُجْ عن قيود التّلفّتِ
Fânî ilgileri kesmekte acele
et Kendileri için sevgili yolundan geri bırakan [malı, mevkii, haşmeti ve lezzeti
ver,] elinden çıkar ve engel olucu, alâka çekici şeylere yönelmek kaydından
kurtul.
183. وجُذّ بسيْف العَزْم سوفَ فإن تجُد
تجِد نفَساً فالنفسُ إن جُدتَ
جَدّتِ
Ne zaman ki nefsin atlatma
ve bahâne arayışı sana mâni olursa kararlılık kılıcıyla onu kes ve sür'atle ve
mahcûbiyetle sevgiliye yönel. Nefis ilgilerinin kayıtlarından, fânî engellerin
zorluğundan kurtulursun ve fânî ve cismânî meşguliyetler sebebiyle kaybetmiş
olduğun bir büyük kimse olursun.
184. وأقبِلْ إليها وانحُها مُفلِساً فقدْ
وصيَتَ لِنُصْحي إن قبِلتَ نصيحتي
Sevgili tarafına yönel.
Nasihatimin kabûlü için vasiyetimde birçok faydayı bir araya getirdim. Eğer sen
nasihatimi kabul edersen saâdete erişirsin, aksi halde varlıkla bu sırlardan
mahrum kaldın demektir.
185. فلم يَدْنُ منها موسِرٌ باجتِهادِهِ
وعنها بِهِ لم ينأ مؤثِرُ عُسْرَةِ
[Zirâ iyi işler de işlese
çalışması sebebiyle, ] zenginlik ve çalışma vuslat yakınlığına sebep teşkil
etmez. Fakrı tercih eden müflis, çalışması ve fakrı sebebiyle sevgiliden uzak
olmadı.
186. بِذَاك جَرَى شَرْطُ الهوى بينَ أهلِهِ
وطائفةٌ بالعَهْدِ أوفَتْ فوَفّت
Bu yüce zümreden bir grup
sözlerinde durarak aşkın şartını tam olarak edâ edip emellerini tamâmen terk
edip isteklerinden sevgilide de vaz geçti. ["O zümre sözlerini yerine
getirdiler, sözlerinin hukûkunu ve muhabbetlerinin şartını en iyi şekilde eda
ettiler"]
187. متى عَصَفَتْ ريحُ الوَلا قصفَتَ أخا
غَناء ولو بالفَقْرِ هَبّتْ لَرَبّت
Aşk rüzgârı şiddet ve kahr
ile estiği vakit, başkasıyla zengin olanları kahredip muhtaç ve fakîr hâle
getirir. Aşk rüzgârı fakra doğru esince, besleyip büyütür ve ikbâlin doruğuna
ulaştırır.
[Meselâ zenginin elinde
yanmakta olan bir mum bulunsa, aşığın elinde de yarı yanmış bir odun parçası
olsa, aşk yeli "zenginlik" rüzgârının şiddetiyle esince zenginin
mumunu darmadağın eder, aşığın odun parçasını ışıklı hâle getirir.]
188. وأغنى يَمينٍ باليَسارِ جزاؤها
مُدى القطع ما للوصل في الحب مُدَّت
Sevgiliye bütün vesilelerden
boşalmış ve kopmuş olarak teveccüh et. Zîrâ mal-mülkçe çok zengin olan bir
elle, sevgilinin vuslatına uzanma durumunda olan elin cezâsı keskin bıçaktır.
189. وأخلِصْ لهاواخلُص بهاعن رُعونة اف
تِقارِكَ مِنْ أعْمالِ بِر تزكّت
Amellerini ve hallerini
nefsânî şâibelerden şeytânî kuruntu ve vesveselerden, riyâ ve gösterişten ve
yanlarında iyi anılman söz konusu olan başkalarını dikkate almaktan sevgili
için serap ümid etmekten hâlis eyle, ihlâslı olmayı görmekten bile sâfî ve
hâlis ol.
[Ebû Ya'kub şöyle der:
"İhlâslarındaki ihlâsı fark etttikleri vakit onların ihlâsları yeni bir
ihlâsa muhtaç olur, zîrâ ihlâs, ihlâsı görme hastalığına mâruz kalmış
demektir"]
190. وعادِ دواعي القيلِ والقالِ وانجُ من
عَوادي دعاوٍ صِدْقُها قصْدُ سُمْعة
Sevgiliye, vuslat
gerçekleşmeden söz ve ibârelerle tâlim ve irşaddan sakın, kıyl ü kâl sebep ve
vesilelerine düşman ol, dâvâların zulüm ve şerrinden, övünme sözünün fayda ve
zararından kurtul. [Nefsin haz duyarak insanlara işittirdiğin her amel
riyadır.]
191. فألسُنُ مَنْ يُدْعى بألسَنِ عارِفٍ
وقد عُبِرَتْ كل العِباراتِ كَلّت
Âriflerin fesâhat ve
belâğatçilerin en güzel konuşanların lisanları;[o hakikat konusunda bütün
ibâreleri, işâretleri ve istiâreleri ile]
söz sarf etseler, dilleri tutulur, akılları hastalanırdı.
192. وما عنه لم تُفْصحْ فإنّك أهلُهُ
وأنْتَ غريبٌ عنه إن قلتَ فاصْمت
Sâhibi olduğun sırları izhar
etmekten sakın, söylediğin takdirde o sırra yabancı ve bîgâne olursun. Söylemek
süreriyle ona ehil olmaktan çıkarsan sükût et.
[Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellem buyururlar ki: "Hikmeti ehil olmayana vermeyiniz, ona
zulmetmiş olursunuz. Onu ehlinden sakınmayınız, ehline zulmetmiş
olursunuz".]
193. وفي الصمتِ سمتٌ عنده جاهُ مسكةٍ
غدا عبْدَه من ظنَّه خيرَ مُسْكتِ
Ey aşık, sükût hâlinde
nefsin âfetlerinden hâli olacağını zannetme. Zîrâ sükûtta alçak bir niyet ve
kötü bir yön vardır ki o niyette makam artığı bulunur. Zîrâ nefs sükûtla sebat
ve vakar murad edip kibirlenir.
194. فكن بصِراً وانظُرْ وَسمعاً وعِهْ وكن
لساناً وقُل فالجَمْعُ أهدى طريقَةِ
[Sükûtta yâni samt sıfatında
dedikodu, bunların her birinde bir yönden âfet ve zarar olduğu anlaşılmaktadır.]
O halde sen "cem'iyyet" mertebesine sâhip olup mahallinde baştan
ayağa göz ol ve bütün mevcûdâta bak; zâhiren ve bâtınen kulak ol, mahallinde
rûhânî ve cismânî varlıkları dinle, lisan ol söyle.
195. ولا تتّبعْ منْ سَوّلَتْ نفسُهُ لَهُ
فصارَتْ له أمّارَةً واستمرّتِ
Nefsin bâtıl isteklerini
güzel gösterdiği kimseye uymaktan sakın. Zîrâ nefsi ona kötülüğü emreder ve
emmârelikte güçlü, devamlı ve sağlamdır.
196. وَدَعْ ما عداها واعدُ نفسَك فهي من
عِداها وعُذُ منها بأحصَنِ جُنّةِ
Sevgilinin sırlarına tâlip
olan ondan başka maddî mânevî ne varsa terket. Nefsin şerrinden ve
gürültüsünden en muhkem ve sağlam sipere sarıl.
197. فنَفْسيَ كانَتْ قبلُ لَوّامَةً متى
أطعْها عصَت أو أعصِ عنها مُطيعتي
Sevgiliye vuslattan önce
nrfsim "levvâme" idi. Ne zaman ben sevgiliye itâat etsem, nefsim bana
isyan ederdi. Yine ne zaman ki ona isyan olunsa, nefsim bana itâat edici
olurdu.
198. فأوْرَدْتُهَا ما المَوْتُ أيْسَرُ
بَعْضِهِ
وأتْعَبْتُها كيَما تكونَ مُريحتي
Mâdem ki nefse itâat ettikçe
isyan edici ve ona isyan ettikçe itâatli olunuyor, ben nefsimi zor riyazetlere,
mücâhedelere, zahmetlere yönelttim ki bunların bâzısından ölüm daha kolaydır.
199. فعادتْ ومهما حُمِّلَتْهُ تحَمّلَتْ
هُ مِنّي وإنْ خفّفّتُ عنها تأذَّتِ
[zorluklara yönelttikten sonra] Nefsim
levvâmelik mertebesinden tâat ve ibâdet tarafına döndü. Emmâre ve levvâmelikten
öylesine döndü ki, bana ne yüklendiyse, nefsim ona tahammül gösterir, hattâ onu
iyi karşılardı.
200. وكَلّفْتُها لا بل كَفَلْتُ قيامَها
بتكليفِها حتى كَلِفْتُ بِكُلَفتي
Nefsin mükellef tutulmasına
kefil oldum. Hattâ nefsim külfet ve meşekkate düşkün hâle geldi. Sevgilinin
külfetinden dolayı bir an onsuz olamam.] Zîrâ nefs neye alıştırılırsa onu ister.]
201. وأذْهَبْتُ في تهذيبِها كُلّ لَذّةٍ
بإبْعادِها عن عادِها فاطمأنّتِ
Ben nefsimi âdetlerinden
uzaklaştırarak dünyevî ve uhrevî haz lekelerinden, ahlâkî ve fıtrî ayıplardan
temizlemek sûretiyle bütün maddî ve mânevî lezzetleri ondan giderdim. Böylece
levvâmelikten dönüp mutmainne oldu.
202. ولم يَبْقَ هوْلٌ دونَها ما ركِبْتُهُ
وأشهَدُ نفسي فيِه غيرَ زَكيّةِ
Nefsin katında korkunç
sayılan şeyleri ben irtikâb ettim. O korkulu şeylerin işlenmesinde nefsimin
riyâ pisliğinden ve gizli şirkten temiz halde olmadığına da şehâdet ederim.
203. وكلّ مقام عن سُلوكٍ قطَعتُهُ
عُبودِيّةً حَقّقْتُها بعُبودةِ
Sülük [aşk yolu]
makamlarından, kul olarak katettiğim her makamı, kulluğumla tahkik ve tesbit
eyledim.
[Lügatler Lügat bakımından
"ubudiyet" ile "ubudet"in farkı yoktur. Ubûdiyet aşıkın
sevgiliye vâsıl olmadan önceki kulluğudur, vâsıl olunca ubûdiyet,
"ubûdet"e dönüşür; sâlikin her ibâdet ve tâatı korku ve ümitsiz,
külfetsiz, zahmetsiz, zevkle ve sevgiliye kavuşma şevki ile olur.]
204. وصرتُ بِها صَبّا فلمّا تركْتُ ما
أريدُ أرادَتْني لها وأحبّتِ
Sevgiliye âşık biri idim.
Kendi irâdemi terk edince sevgilim beni kendi zâtı için diledi ve sevdi.
[Böylece ben "mürid" iken şimdi "murad" oldum ve seven
(muhib) ike sevilen (mahbûb) oldum.]
205. فَصِرْتُ حبيبا بل مُحِبّا لِنَفْسِهِ
وليسَ كقَولٍ مَرّ نفسي حبيبتي
Ben irâdemi terk edip de
sevgilim beni kendisi için isteyerek bana muhabbet ettiği vakit ben
"sevilen" oldum; Belki de kendi zâtıma seven oldum ve zâtım bana
sevgili oldu.
206. خَرَجْتُ بها عني إليها فلم أعُدْ
إليَّ ومثلي لا يَقولُ بِرَجعَةِ
Ben vücud evimden sevgilinin
muhabbeti sebebiyle çıkıp ona ulaştım. Artık kendi beşerî vücûduma dönmedim.
Benim gibi vahdet mertebesine vâsıl olan tevhid ehli, ayrıldığı vücûduna tekrar
dönemez.
207. وأفْرَدْتُ نفسي عن خُروجي تكرماً
فلم أرْضهَا منْ بعد ذاكَ لصُحبَتي
Ben şeref ve büyüklük izhârı
için, nefsimden çıkışımı görmekten kendimi tecrid ettim. [ Ben kendimi, çıkışı
görmekten kerem ve şeref îtibâriyle tecrid ettim.] Böylece mücerred olup nefs
tek kaldıktan sonra, onun bana arkadaş olmasına râzı değilim.
208. وغَيّبْتُ عن إفرادِ نفسي بحيثُ لا
يُزَاحِمُني إبْداءُ وَصْفٍ
بحَضْرتي
Hakîkî birlik tecellîsi bana
görünüp beni benliğimden kaybetti ve ben nefsimi tecrid etmekten kayboldum,
öyle ki birliğin hakîkatiyle huzûrum sebebiyle bana asla bir vasfın zuhûru
zahmet vermez oldu.
[Bu mertebede zâhir olan her
sıfat kahır ve lütuf, her neyse, sevgilinin olur ve bu mertebede müşâhede
gözleri için "başkalık" söz konusu olmaz. Beşeriyet ahlâkından bir
sıfatın zuhûru ona zahmetli gelmez.]
209. وها أنا أُبدي في اتّحاديَ مَبدَئي
وأُنْهي انتِهائي في تواضُعِ رِفعتي
Ey âşık uyan ve mütenebbih
ol. Ben o hazretle olan birliğimin başlangıç hâlini gösteririm ve rif'atimdeki
tevâzuumun son mertebesini bildiririm.
[Şâirin J sözü vahdet mertebesiyle yükseldikten sonra,
kesret âlemine inip tevâzu göstererek müridlerin terbiyesi ve irşâdı ile memur
olduğunu bildirmedir. Gerçekten tenezzül ve tevâzu yükseklikteki kemaldendir ki
Allah'ın ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin halîfesidir.]
210. جَلَتْ في تَجَليّها الوجودَ لِناظري
ففي كُلّ مَرْئيٍ أراها برؤيَةِ
Sevgilinin tecellîsinde
benim nâzırıma ve temiz gözüme mutlak vücûdunu zâhir eyledi. [Bâsîret gözüm
öyle aydınlandı ki "Gördüğüm her şeyde Allah'ı gördüm" ifâdesinin
hükmü ile] mevcud görünen her şeyde sevgilimi rü'yetimle görürüm.
211. وأشهِدْت غَيبي إذ بدتْ فوجدتُني
هُنَالِكَ إيّاها بجَلوَةِ خَلْوتي
Benim aynım ve bâtınım
Sevgilimin tecellî ve zuhuru vaktinde içim ve dışım bana gösterildi. Ben
halvetimin celvetinde o makamda zâtımı sevgilinin zâtı buldum.
["Halvet" boş yerin ismidir. Burada murad bâtını ve aynıdır. ]
212. وطاحَ وُجودي في شهودي وبِنْتُ عن
وُجودِ شُهودي ماحيا غيرَ مُثبِت
vücûdumun karanlığı
şühûdumun nûrunda darmadağın ve yok oldu; varlık resmini mahvederek, müsbit
[ispat eden] olmaksızın, iç görüşümden ayrıldım, bundan sonra kendimde vücud
görmem.
213. وعانقْتُ ما شاهدتُ في محْوِ شاهدي
بمَشهدِهِ للصّحْوِ من بَعد سَكرتي
Sarhoşluktan sonra hâsıl
olan ayıklık sırasında, görüş ve huzûru sebebiyle gönlümü ve canımı veya zâhirî
vücûdumu mahvettiğim şeyi içime aldım ve ona ulaştım.
214. ففي الصّحوِ بعد المَحْوِ لم أكُ غيرَها
وذاتي بذاتي إذ تحَلّتْ تجَلّتِ
Sevgilime vâsıl olduğum
için, mahv ve fenâdan sonra olan ayılıkta ben ondan gayrı değilim. Benim
görülen zâtım, nisbetler ve izâfetlerle kayıtlı vücûdum, sevgilim berâberlik
süsü ve birlik zînetiyle zâtıma tecellî edince, diğerlerini yok etti.
215. فوَصْفيَ إذ لم تُدْعَ باثنَين وصفُها
وهيئتُها إذ واحدٌ نحنُ هيئَتي
Aradan gayriyet ve ikilik
kalkıp tam vahdet ve birlik hâsıl olup da benim vasfım ikilik ve başkalıkla
çağrılmadığı zaman o hazretin vasfıdır.
216. فإن دُعيَتْ كنتُ المُجيبَ وإن أكُن
منادىً أجابَتْ مَن دعاني ولَبّت
İkilik kalkarak gayriyyet
yok olunca ve vahdet-i zât-ı hakîkînin güzelliği vücud aynamda görününce, eğer
sevgiliye bir murad için duâ edilse, ben duâya icâbet edici olurum.
[Zîrâ sevgilinin halîfesi ve
mutlak vücûdun nâibiyim. Benim icâbetim onun icâbeti, benim hidâyet ve korumam
onun hidâyet ve korumasıdır.]
217. وإنْ نَطقَتْ كنْتُ المُناجي كذاك إن
قَصَصْتُ حديثا إنَّما هي قَصَتّ
Eğer sevgilim konuşsa ve söz
söylese o söze sırdaş ben olurum. Aynı şekilde ben bir kıssa anlatıp söz
söylesem sevgilim benim kıssam olur.
218. فقد رُفِعَتْ تاءُ المُخاطَب بَينَنَا
وفي رَفعِها عن فُرْقة الفَرْقِ
رِفْعَتي
Sevgilimle aramızdan hitap
te'si kalktı ve yok oldu. Senlik ve benlik zâil oldu. O hitap te'sinin
kalkmasında ehl-i tefrika fırkasından ve mahcûbîn zümresinden benim yüksek olma
özelliğim vardır, [zîrâ onlar tevhid mertebesine ve cem' makamına
ulaşmamışlardır.]
219. فإن لم يُجَوِّزْ رؤيَةَ اثنَينِ واحدا
حِجاكَ ولم يُثْبِتْ لبُعدِ
تثَبُّتِ
Ey tefrika ve çokluk
mertebesinde kayıtlı ve ayağı bağlı olan kimse, eğer senin aklın tevakkuf ve
ispat etme şartının uzaklığından dolayı ikiyi bir görmeyi caiz kabul etmezse,
220. سأجْلو إشاراتٍ عليكَ خَفِيَّةً
بها كعباراتٍ لدَيكَ جَليَّةِ
Öyle görmen sebebiyle sana
gizli olan bir takım işâretleri yakında açar ben sana gösteririm. Öyle açarım
ki o gizli işâretler senin katında açık ibâreler ve sarih kelimeler gibi vâzıh
ve kesin olur.
221. وأُعْربُ عنها مُغرِبا حيثُ لاتَ حي
نَ لَبْسٍ بتَبْيانَيْ سَماعٍ
ورؤيِة
İkiyi bir görmeyi aklın
mümkün görmediyse, ben sana bu rü'yetle gizli olan işaretleri açık ibareler
gibi açıklayım, o gizli işaretleri veya ikiyi bir görmeyi garib gösterici
olarak, yâni garib bir misal getirerek açıklayayım.
222. وأُثْبِتُ بالبُرهانِ قَوليَ ضاربا
مثالَ مُحِقٍّ والحقيقةُ عُمْدتي
İkiliği kaldırmaya, hakîkî
tevhîde ve mânevî ittihâda dâir olan sözümü, kat'î burhanlar ve parlak
delillerle isbat ederim, bunu muhakkik [İç yüzüne inceliyerek vakıf olan]
kimsenin darb-ı mesel getirmesi gibi yaparım. Aslında sahih ilimlerin menşei
olan hakîkat benim dayandığım yer ve asıl maksadımdır.
223. بِمَتْبوعةٍ يُنبيكَ في الصّرعِ غيرُها
على فَمِها في مَسّها حيثُ جُنّتِ
[Ey mânevi birlik sırrından
gâfil olan kimse, ben ittihad ve tevhid konusundaki] sözümü sar'alı kadın
misâliyle isbat ederim. [Böyle bir kadın kayıp şeylerden haber verir, aslında
haber veren o kadın değil, sar'a hâlinde ona yapıştığı zaman] onun ağzından
konuşan cindir, o sırada kadın mecnundur.
224. ومِنْ لُغَةٍ تبدو بِغَيرِ لسانها
عليهِ براهينُ الأدلّةِ صَحّت
Verdiği haber kadının
bilmediği başka bir dille de olabilir. Yâni kadının lisânı Rumca ise Arapça
olarak; kadın Arap ise Rumca olarak konuştuğu görülebilir.
[Lügatler cinnin kendisine
tâbi olduğu ve metbû yaptığı ve üzerinde tasarrufta bulunduğu kadın demektir, bu
hal sevdâ maddesinin ona baskın çıkarak mizâcını bozması şeklinde olur, sonuda
sar'aya tutulur. Lügatte bir kimsenin galebesi veya bir hâlin istilâsı ile
yere yıkılıp düşmeye derler.
Sar'alının lisânından
dökülen sözlere insanların çoğunun itimâdı vardır. Zirâ bâzı kimselerin bir
şeyleri kaybolsa veya bir isteği olsa, cincilerden bir üstâda başvururlar; o da
ya bir kadını veya bir çocuğu getirip, sonra bâzı efsunlarla cinlere tasarruf
edip onu sar'alı hâle getirir. Sonra ona, kaybolan eşyâyı ve arzû edilen
şeyleri sorar. O sar'alının dilinden o cin ona cevap verir. Bâzen sar'alı Rum
ve Acem olur, ondan konuşan cin Arapça konuşur; bâzen Arap olur, konuşan ise
Rumca ve Acemce konuşur. İnsanların çoğu sar'alının bu şekildeki sözüne
uyduklarından dolayı sar'alıya "metbûa" denildi.]
225. وفي العِلم حقا أنّ مُبدي غريبِ ما
سمِعتَ سواها وهْي في الحُسن أبدت
Sar'a ilminde veya bizim
ilmimizde mecâz şaibesi olmaksızın, açık seçik gerçek olarak garib bir mânâ
ortaya çıktı; öyle bir garib mânâ ki sen onu sar'alıdan dinlersin, oysa
başkasındandır.
[O sar'alı, görünüşte garib
mânâyı ve o tuhaf sözü kendisi ortaya koyar gibidir. Lâkin o sözler, o acâip ve
tuhaf ifâdeler, her ne kadar görünüş îtibâriyle ondan çıksa da, o sar'alının
değildir. Bunu böyle anladınsa, hakkânî vahdet ve rabbânî kuvvet insana tecellî
edince, mutlak vücûdun ezici kuvvetinden, insanın sonradan olma sıfatları
darmadağın olup kadîm İlâhî sıfatlar onda zâhir olur.]
226. فلو واحدا امسيْتَ اصبحْتَ واجِدا
مُنازَلةً ما قُلتُهُ عن حقيقة
[Eğer sen, zâhiren ve
bâtınen] bütün varlığından bir ve tek olup izâfetleri ıskat etseydin, münâzele
makamında (veya münâzele îtibâriyle) benim dediğim sırları ve hakikatlere âit
benim söylediğim sözleri bulurdun.
227. ولكنْ على الشّرْك الخفيّ عكفْتَ لو
عرَفتَ بنَفسٍ عن هَدي الحق ضلّت
Hak yolundan sapmış nefis
ile gizli şirk üzerine ikâmet eyledin. Sen gizli şirk nedir onu da bilmezsin.
Eğer bilseydin dalâletten hidâyete dönüp muvahhid olurdun.
228. وفي حُبّهِ مَن عَزّ توحيدَ حِبّهِ
فبالشّرْكِ يَصلى منِهُ نارَ قَطيعةِ
Muhabbetinde sevgiliyi
birlemek bulunmayan aşk; gizli şirk sebebiye kesilmesine yanar ve ayrılık
ateşiyle kebap olur.
229. وما شانَ هذا الشأنَ منكَ سوى السّوى
ودعواهُ حقّاً عنك إن تُمْحَ تثُبت
Bu birlik işini senin
zâtından, ikilik ve ayrlıktan başka bir şey ayıplı kılmadı veya tevhid işi,
mânen, sendeki ayrılıktan başka bir şeyi ayıplı kılmadı. O tevhid işini iddia
etmen, eğer sen mahvolursan senden gerçekleşir. [Aksi halde mahvolmadığın
takdirde iddian şirkin bir çeşididir, bu durumda iddia sahibi müşrik
hükmündedir.]
230. كذا كُنتُ حينا قبلَ أن يُكشف الغطا
منَ اللَّبْسِ لا أنفّكُّ عن
ثَنوِيَّة
İlk zamanlarımda ben de
böyleydim. Nice zaman şüphe ve şek perdesi keşfolunmadan ben ikilik şirkinden
ayrılmazdım, beşeriyet perdesi ve ikilik körlüğü kalkınca anladım ki, birleyen
ve birlenen, kasdeden ve kasdedilen, gören, görülen ve gösteren hepsi O'dur.
231. اروحُ بفَقْدٍ بالشّهودِ مؤلِّفي
وأغْدو بوَجْدٍ بالوجودِ مُشَتّتي
İkiliğin kaybolması
sebebiyle ben zâtımı toplarım, bu ikiliğin kaybolması şühûdum sebebiyledir.
Vücûdumu bulduğum için kendimi dağıtırım. kendisizlik) birleşmeyi mûcib iken,
kendine önem vermek (beşerî vücud kesret) ikiliğ ve dağılmayı gerektiricidir.
232. يُفرّقُني لُبّي التِزاما بمَحضَري
ويَجمعُني سَلْبي اصْطلاماً بغيبتي
Aklım azır bulunduğu her
vakitte beni ikiliğe ikiliğe yöneltir. Aklı kaldırmam kaybetmem, yakıp helâk
ederek vücud ve şühûdumu yok etmem sebebiyle beni cem' eder [ikilikten
kurtarır].
233. أخال حضيضي الصّحو والسكر معرجي
إليها ومَحوي مُنتَهى قابِ سِدرتي
Benim ayıklığım ve aklı
başında oluşum alçak ve aşağı mertebede oluşumdur. Benim sarhoşluğum, sevgiliye
yükselişim ve zirve mertebemdir. Gene sanırdım ki, benim vücûdumu mahvetmem
makam ve menzillerin en son noktasıdır, hayret ve tereddüdümün nihâyetidir ve
seyr ü sülükte bunun ötesinde imkân yoktur.
234. فلمّا جلَوْتُ الغَينَ عنّي اجتَلَيْتُني
مُفيقا ومنّي العَينُ بالعَين
قَرّتِ
Ben ince perdeyi ve örtüyü
açıp, gayriyetten zât aynamı iyice temizleyince, kendimi ikilik sarhoşluğundan ayık olarak gördüm; gözüm
zâtımı görmek sûretiyle aydınlandı. Böylece zâtımın hakîkati bana apaçık
göründü ve "gayr" sandığım da "ayn" olup vahdet-i zâtım
ortaya çıktı.
235. ومِن فاقتي سُكراً غَنيتُ إفاقةً
لدى فَرْقيَ الثَاني فجَمْعي
كوَحْدتي
Ben ayıklığımdan dolayı ben
sekre muhtaç olmaktan kurtuldum. Ki o ayıklık bana, halkın anlayışından uzak
olan farktan hâsıl oldu. [ O ayılma bana, cem'den sonraki fark olan ikinci
farkta hâsıl oldu.]
236. فجاهدْ تُشاهدْ فيكَ منكَ وراءَ ما
وصَفْتُ سُكوناً عن وجُودِ سَكينَة
Eğer benim zikreylediğim
hallerin ve mertebelerin müşâhedesini istiyorsan çalışıp çabala; nihâyet benim
vasfettiğim haller ve makamların ötesinde olan şeyleri ve sırları kendi
zâtından müşâhede eyle. Söz konusu bu sırlar vücûd-ı sekîne ve kâmil yakînden
hâsıl olan sükûn ve tuma'nînettir.
237. فمِن بعدما جاهدتُ شاهدتُ مَشهَدي
وهادِيّ لي إيَّايَ بل بيَ قُدْرَتي
Ey aşık, mücâhede eyle ki
müşâhedeye ulaşasın, deyişim şunun içindir: Çünkü ben; maksadımı, mücâhede
ettikten sonra müşâhede ettim ve bana delil ve hidâyet edici olanı yine bana
delâlet eder gördüm.
[Hayır böyle değil, belki
kendi zâtıma uyduğumu gördüm. Her ne kadar zâhiren başka birine iktidâ edersem
de hakikatte uyan ve uyulan yine benim, hidâyet eden ve edilen yine kendi
zâtımdır.]
[Ey âşık, eğer bu sırra
vakıf olmak istersen ve benim maksad ve gâyem nedir duymak dilersen, mücâhede
ettikten sonra müşâhede edersin ki benim meşhedim banadır, benim hâdî ve
delilim yine banadır, hattâ benim uyşum kendi nefsimedir, başka değildir. Benim
uymuş olduğum tek hakikattir ki nice aynalarda görünmüştür.]
238. وبي موْقِفي لا بلْ إليَّ تَوَجُّهي
كذاكَ صَلاتي لي ومِنِّيَ كَعْبتي
Mücâhededen sonra müşâhede
eylersin ki benim her yerde vukûfum yine banadır. Veya Arafat'ta durduğun yer
ve duruşun benimle kâimdir. Hayır, belki de benim zâhir kıblesine yönelişim
gerçekte yine banadır. Yine benim sevgilim için yaptığım ibâdet ve tâatlar,
kıldığım namaz yine benim içindir. Kendisine yönelinen Kâbe benim eczamdan bir
cüzdür ve benden sâdır olmuştur.
239. فلاتَكُ مَفْتُوناً بحُسْنِكَ مُعْجباً
بنَفْسِكَ مَوْقوفاً على لَبْسِ
غِرة
Ey aşık iyi hâline meftun olma, nefsinle gururlanıp
kibirlenme; hicab, gaflet ve gurûra bağlanıp kalma, ta ki zâtının hakikatinden
haberdar olasın.
240. وفارقْ ضَلالَ الفَرْق فالجَمْعُ مُنتجٌ
هُدى فِرْقَةٍ بالاتّحَادِ تَحَدَّت
Ey âşık, ikilik dalâletinden
uzaklaş ve ayrıl ki bunlar çokluk alâkaları ve sûret engelleridir ve cem' ve
birlik mertebesine tâlib ol, zîrâ "cem"' ittihadları sebebiyle birlik
mertebesine yönelenlerin doğru yolu bulması sonucunu doğurur.
241. وصرّحْ باطْلاقِ الجَمالِ ولا تَقُل
بتَقْيِيِدِهِ مَيلاً لِزُخْرُفِ
زِينَة
Sevgilinin cemâlini mutlak kılmayı açıkça yap.
Ödünç ve hayâli süslere meylinden ötürü, mutlak cemâlin muayyen sûret ve
hey'etlerden biriyle kayıtlanmasına meyletme ve inanma.
[Ödünç her şey mutlaka ödünç
alandan ödünç verene geri döner. Arif odur ki ödünç tâlibi olmasın. Zîrâ çabuk
son bulur. Cemâlin aslı olan mutlak cemâl zevalsiz ve sonsuzdur. İşte O'na âşık
ve tutkun halde olmak gerektir. Tâ ki sonunda mahrum ve zarar görmüş olmasın]
242. فكُلّ مَليحٍ حُسنُهُ منْ جَمالها
مُعارٌ لهُ بل حُسْنُ كلّ مَليحِة
Ey âşık, her güzelin
güzelliği, her latîfin letâfeti sevgilinin güzelliğinden ödünç alınmadır. Bütün
güzellerin ve sevgililerin güzelliği de o hazretin mükemmel güzelliğinden
âriyettir.
243. بها قَيسُ لُبْنى هامَ بل كلّ عاشق
كَمجنون لَيلى أو كُثَيّرِ عَزَّة
Sevgilinin cemâli sebebiyle,
Lübnâ'nın âşıkı olan Kays şaşkın ve hayran oldu. Hattâ bütün âşıklar sevgilinin
cemâli sebebiyle şaşkın hâle geldi. O âşıklar Leylâ'nın Mecnûn'u olsun,
Azzete'nin Küseyyir'i olsun, hepsi onun cemâlinin parlaklığını mezâhir aynasında
görerek o parlaklığa âşık ve mübtelâ oldular.
244. فكُلُّ صَبا منهُمْ إلى وَصْفِ لَبْسِها
بصورةِ حُسنِ لاحَ في حُسنِ صورة
Zîrâ bunlardan her birisi
sevgililerin güzellik aynasında ve güzellerin cemâlinde güzellik elbisesi
şeklinde, güzel bir biçimde, sevgilinin görünen sıfatına mâil oldular. Bütün bu
sevgililer, gerçek sevgilinin cemâlinin aynasıdır.
245. وما ذاكَ إلاَّ أن بدَتْ بمَظاهِرٍ
فظَنُّوا سِواها وهي فيها تجَلَّتِ
O vasıflar zâhiri giyinme
değildir. Ancak sevgilinin muhtelif aynalarda zâhir olmasıdır. Mecaz âşıkları,
güzellerin yüzünde o cilve ve nazı görünce, o güzelliğe âşık oldular.
Zannettiler ki görülen güzellik, onlaındır. Oysa ki tecellî eden hakîkî
sevgilidir.
246. بدَتْ باحْتِجابٍ واختَفَتْ بمَظاهر
على صِبَغِ التَّلْوينِ في كلّ
بَرْزَةِ
Sevgili, zatlar ve kâinatla
perdelenmek sûretiyle zâhir oldu, varlıkların görüntüleriyle örtünüp gizlendi.
[İlâhî isimler kâinattaki görünüşlerde çeşitli renklerde ortaya çıkmış] boyası,
gök ve yer ahâlisinin üzerine her bir zattan her zuhûr ve görünüşte ortaya
çıktı.
247. ففي النَّشأةِ الأولى تَرَاءتْ لآدَمٍ
بمَظْهَرِ حَوَّا قبل حُكم الأمومة
Sevgili, neşe-i ûlâda yani
Âdem ve Havvâ'nın yaradılışının başlangıcında Adem'e, çocuklarına anne olmazdan
evvel Havvâ ile zâhir oldu. Âdem Havvâ'nın vücûdunda bu güzellik ve cemâli
müşâhede edince muhabbet ve şevkle coşku ve galeyan gösterip hayran ve perişan
oldu. Bu âşık oluş Âdem evlâdının zuhûruna sebep oldu.
248. فهامَ بها كَيما يكونَ بِه أباً
وَيَظْهَرَ بالزَّوْجَينِ حُكم
البُنوَّة
Hz. Adem Havvâ sebebiyle
çocuklarına baba ocağından dolayı ve nübüvvet hükmü (sırrı) karı-koca
vâsıtasıyla görüleceğinden ötürü Havvâ'nın cemâline hayran oldu. Fakat Hz. Adem
emanet edilen bu sırlardan habersizdi. Ne ki Adem'in Havvâ'ya âşık olması
mutlakâ tabiî arzûlar değildi. Bu keyfiyet insanın zuhûrunun sebebi oldu.
249. وكانَ ابتدا حُبِّ المَظاهِرِ بعْضَها
لبَعْضٍ ولا ضِدٌّ يُصَدّ بِبغْضَةِ
Âşıkla mâşuk, Adem ve Havvâ
arasında zuhûr eden sevgi, birbirimize olan muhabbetin başlangıcıdır. O zaman
buğz ve düşmanlıkla, seveni sevgiliden alıkoyacak bir zıdlık ve engel yoktu.
250. وما برِحَتْ تَبْدو وتَخْفَى لِعلَّةٍ
على حَسَبِ الأوْقاتِ في كلِّ
حقْبَةِ
Sevgili, güzelliğiyle Adem
zamanından bu ana kadar, zaman ve vakitler îtibâriyle zamânın son bulmasına
kadar, saatler ve zamanların icâbına göre herşeyde mukayyed güzellik şeklinde
her an görülürse de birçok vakitte gizlenir ve kimseye görünmez. Bu görünüş ve
gizleniş bir sebep ve hikmet içindir.
[Beyt: Sebepsiz sevdiğimi
görüyorum. Bana öyle bir hal geliyor ki, yolumu şaşırıyorum. Ateş yakıyor sonra
bir damla su onu söndürüyor. Bunun için sen beni yanmış ve boğulmuş görüyorsun.
]
251. وتَظْهَرُ للعُشَّاقِ في كلّ مَظْهَرٍ
من اللَّبْسِ في أشْكالِ حُسنٍ
بديعة
Sevgilim her bir şeyde
elbise ve perdenin arkasından güzellik ve cemâlin zâtı olan fevkalâde
şekillerde hoş ve güzel sûretlerde âşıkların gözüne görünür. Sevilen ve âşık
olunan her güzel şekil ve hoş sûret, hakîkatte kendi mükemmel güzelliğinin
parıltısıdır ki, âşıkların gözünden yine onu temâşâ eder.
252. ففي مَرَّةٍ لُبْنَى وأخْرى بُثَيْنَة
وآوِنَةً تُدْعَى بعَزَّةَ عَزَّتِ
Sevgilim bâzen Lübnâ
şeklinde Kays'a görünür, başka bir zaman Büseyne şeklinde, bâzen de Küseyyir'in
gözünde büyük değer taşıyan Azzete ismiyle anılır. [Muhtelif sûret ve
şekillerde görünen yine biricik kendisidir.]
253. وَلَسنَ سِواها لا ولا كَنَّ غَيرَها
وما إن لها في حُسنها من شَريكةِ
İsimleri zikredilenler
hakîkî sevgilimden başka değillerdir. Onların güzellikleri onun güzelliğinden
ayrı değildir. [Belki de bunların hepsi onun güzelliğinin mazharı ve
aynasıdır.] Ve sevgili için güzellikte bir ortak yoktur, [başkalarının
güzelliği onun güzelliğinden ödünç alınmadır.]
254. كذاكَ بحُكْمِ الاتّحادِ بحُسْنِها
كما لي بَدَتْ في غيرِها وتزَيَّتِ
Nasıl ki Sevgilim,
sevgililerin görünüşünde zâhir oluyor ve onlarla birliği varsa, onun
sevilmeyenlerdeki güzellik zuhûru [ onların şeklinde temessülü gibi], ittihad
hükmüyle ben de onlara göründüm.
255. بدوْتُ لها في كُلّ صَبٍ مُتَيَّمٍ
بأيّ بديعٍ حُسْنُهُ وبأيَّةِ
[Sevilen ister erkek ister
kadın olsun,] âşıklar kimi severse sevsinler onların hepsinin üzerinde görülen
güzellikler, ittihad hükmü îtibâriyle benim. [Hakikate bakılırsa aşk, âşık ve
mâşuk bir olduğu görülür, kendi cemâline âşık ve hayran olan yine kendisidir.]
[Beyt: O’nun cemâli yüzbin
tane yüze sahip olduğu için, her zerrede başka bir yüz oldu. Sonunda her
zerreye, kendi cemâlinden başka bir yüz gösterdi Dost.]
256. وَلَيسوا بغَيري في الهوَى لتَقَدّمٍ
عليَّ لِسَبْقٍ في اللَّيالي
القَديمةِ
[Bu beyit soruya cevap
gibidir. Dedin ki, bütün âşıklarda zâhir olan benim. Aslında bütün mâşuklarda
zâhir olan sevgilidir. O halde senin vücûdundan önceki âşıklara ne dersin?]
Benim maddî vücûdumdan önce
gelen âşıklar, birçok zaman evvel gelmiş olmaları dolayısıyla yâr sevgisinde
benden başka değillerdir. Zîrâ iki vücuddan birinin ötekinden önce gelmesi bu
iki vücud arasında uzaklık ve başkalık olmasını gerektirmez.
257. وما القَومُ غَيري في هَواها وإنَّما
ظَهَرْتُ لهمْ لِلَّبْسِ في كل
هيئَةِ
Yâni âşıklar ve şaşkın hâle
gelmişler topluluğu benim sevgimde benden başka değillerdir. Ve hakîkaten
bunların vücûdunda her hey'et ve sûrette benzeyiş ve gizlenme için zâhir olan
benim.
258. ففي مَرْةٍ قَيساً وأخرَى كُثَيّراً
وآوِنَةً أبدو جَميلَ بُثَيْنَةِ
Ben bâzen Kays şeklinde
göründüm ve Lübnâ'ya âşık oldum. Başka bir zaman Küseyyera şeklinde görünüp
Azzete'nin cemâline hayran oldum, bâzen de Büseyne'nin âşıkı Cemil olarak
göründüm
259. تجَلَّيْتُ فيهمْ ظاهراً واحْتَجَبْتُ با
طِناً بهم فاعْجَبْ لِكشْف بسُترة
Ben bu âşıkların
vücudlarında zâhir olarak âriflere tecellî eyledim ve bunların sûretiyle bâtın
olarak gizlendim ve perdelendim ki gaflet ehli ve kesret erbâbı bunları benden
başka sanırlar. Ey Hak yolunun sâliki benim gizlilikle birlikte zuhûruma şaşmaz
mısın? Zîrâ zuhûr ve bütün birbirine zıddır, bilhassa tek halde olunca
(bunlardan biri bulunup diğeri bulunmayınca) şaşkınlık konusu olur.
260. وهُنّ وهُمْ لا وهْنَ وهْمٍ مَظاهِرٌ
لنا بتَجَلِّينا بحبٍّ ونَضْرَة
Meşhur sevilmiş kadınlar,
zikredilen ve edilmeyen şevk dolu âşıklar, kendilerine sevgiyle, güzellikle
tecellî ettiğimiz için zaaf, vehim ve galat söz konusu olmaksızın hepsi bizim
görüntülerimizdir. Yâni aşk ve muhabbetle âşıklara tecellîmiz ve güzellik ve
letâfetle de sevgililere tecellîmiz olduğundan bunların hepsi gerçekte bizim
zuhurumuz başkası değildir.
261. فكُلّ فَتى حُبٍّ أنا هُوَ وهيَ حِبْ
بُ كلّ فَتىً والكُلّ أسماءُ لُبْسة
Hal böyle olunca, sevdiğimiz
kadınlar ve âşıklar bizim mazharımız olunca, bu durumda sevgi sahibi olan her
seven ve tâlib olan benim ve ben oyum. Sevgilim ise bütün âşıkların ve
gençlerin sevgilisidir, Sevenler ve sevilenlerin hepsi kendileriyle gizlenilen
örtü ve elbiselerdir.
262. أسامٍ بِها كُنْتُ المُسمَّى حَقيقَةً
وكنتُ ليَ البادي بِنَفْسٍ تخَفَّت
O isimler elbisesi sebebiyle
ben hakîkaten müsemmâ [isimlendirilen] oldum ve vahdet-i zâtımla örtülen,
sıfatlarımın cem'iyyetiyle gizlenip perdelenen nefsle ben bana zâhir oldum.
[ittihad cihetinden ve hakîkate nazaran, seveler ve sevilenlerin hepsi
şahısları ve isimleri benim isimlerim ve işlerimdir, başka değildir.]
263. وما زِلْتُ إيَّاها وإيايَ لَم تَزَلْ
ولا فَرْقَ بل ذاتِي لذاتي أحَبَّتِ
Dâimâ ben O'yum; ben o
olmaktan ve o ben olmaktan zâil olmadım, aramızda fark yoktur, belki de zâtım
zâtımı sevdi.
264. وليس معي في الملك شيىءٌسِواي وال
مَعيَّةُ لم تخطُرْ على ألْمَعِيَّة
"Maiyyet/Beraberlik.
Arkadaşlık" iki kısımdır. Biri zatla maıyyet, öteki sıfatlarla maıyyettir.
Zatla maıyyet memnû'dur. Zîrâ ortaklık ve hulûlü gösterir. Sıfatlarla maıyyet
câizdir.
265. وهَذي يَدي لا إنّ نَفْسي تَخَوَّفَتْ
سِوَاي ولا غيري لخيري تَرجَّتِ
İşte benim elim; [yemîn
eder, bîat ederim, ahdimi bozmayı kendime büyük noksan bilirim; maiyyeti
nefyettiğime ve ikiliği kaldırdığıma dâir sözümde sâdıkım.] Maiyyeti nefyetmem,
[hulûl ve ikiliği kaldırmam] nefsim başkasından korktuğu veya başkasından bir
şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir büyük iyilik isâbet
etsin.
266. ولاذُلُّ إخمالٍ لِذِكري توَقَّعَتْ
ولا عِز إقْبالٍ لِشكري تَوَخَّت
nefsim başkasından korktuğu
veya başkasından bir şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir
büyük iyilik isâbet etsin: Yine insanlar arasında ismimin unutulup kaybolması
zilletinden korktuğu için de nefsim böyle bir şey yapmadı; halkın bana övgüsü
dolayısıyla, onların kabul ve ikbâli şerefini de aramış değildir.
267. ولكنْ لِصَدِّ الضّدّ عن طَعْنهِ على
عُلا أولياءِ المُنْجدينَ بنَجدتي
Lâkin ben, zıd görüşlü ve
muhâlif olanların, evliyânın büyüklerini kötüleyip ayıplamalarına mâni olmak
için hulûl ve beraberliği nefyedip ittihad ve vahdeti isbat konusunda ahd ü
bîatte bulundum. O büyük evliyâ ve asfiya ki duâ ve himmetleriyle, hâcetlerin
yerine gelmesinde ve belâların def'inde halka yardımcıdırlar. [Ayrıca Hakk'ın
bana verdiği benim şecâat ve kuvvetimle de bu işler olur ve ben bu mânevî
kuvvetle bunlara yardım ederim.]
268. رَجَعْتُ لأعمال العبادةِ عادَةً
واعدَدْتُ أحْوَالَ الإرادةِ عُدتي
Ben ne zaman son mertebemin
zirvesinden başlangıç çukuruna döner ve inersem, [âdet için başlangıç hâlindeki
dostları irşad maksadıyla nâfile ibâdetlere dönerim.] İrâde ahvâlini vuslat ve
yakınlık âleti ve vahdeti müşâhede sebebi olarak hazır vaziyete getiririm. [Ki
bunlar hidâyet ehlinin vazifesidir. Gerçekte benim bu amellere ve hallere
ihtiyâcım yoktur. ]
Hz. Mevlânâ buyurur: [Ben
nurlara dolmuş, garkolmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayır edemiyorum.O halvete
girmem, namaz kılmam, halka öğretmek için. M, III, 2408-2409]
269. وعُدتُ بنُسكي بعد هتكي وعُدتُ من
خَلاعَةِ بَسْطي لانْقباضٍ بعفَّة
Allah'ın haramlarını yırttıktan sonra ben
ibâdetime sığındım, bastımla [genişliğim/ferahımla] ilgili olan izardan [göğüs
elbisemden] soyunmadan takvâ ve iffet sebebiyle olan kabz [sıkıntı/tutukluluk]
hâline döndüm.
270. وصُمْتُ نَهارِي رغبةً في مَثوبَةٍ
واحْيَيْتُ لَيلي رَهبةً مِن
عُقوبَةِ
Bidâyet ehlinin [çocuklaın]
yaptığı gibi, ben karşılık olarak verilecek nimetlere rağbet ettiğim için
gündüzlerimi oruçlu geçirdim, uhrevî cezâlardan korktuğum için geceleri namaz
kıldım.
271. وعَمّرْتُ أَوْقَاتي بِوِرْدٍ لِوَارِدٍ
وَصمْتٍ لسَمْت واعتكاف لحرمة
Değerli vakitlerimi, İlâhî
vâridat ve rabbânî ilhamlar için vird ile geçirdim. ["Vâridât evrâdın
semeresidir" denilmiştir.] Vakarlı olmak ve kötülüklerden dili korumak
için vakitlerimi zikirle geçirdim. Aynı şekilde iyilerin yoluna uymak için
îtikâfla geçirdim.
272. وبِنتُ عنِ الأوطانِ هِجران قاطعٍ
مُواصَلَةَ الإِخوانِ واخترتُ
عُزْلتي
Ben dostlara kavuşmayı ve
kardeşlerimle berâberliği kesip atmış kimsenin ayrılığı gibi, vatanımdan
ayrıldım ve halvet ve uzleti seçtim.
273. وَدَقَّقْتُ فِكري في الحلالِ تَوَرُّعاً
وراعَيتُ في إصْلاحِ قُوتيَ قوَّتي
Ben fikrimi ve nazarımı
helâli isteme husûsunda vera' sebebiyle çok ince hâle getirdim.
Ben yemeği ancak nefsimin
ibâdet vazifelerini yerine getirmesine yetecek kadar yedim. [Ondan başkasını
Allah yolunda infak ettim.]
[Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellem vera' hakkında şöyle buyurdu: "Değer bakımından vera'a
denk bir şey yoktur."
Sıddîku'l-Ekber
(radıya'llâhu anh): "Haramdan bir kapıya uğrarım korkusuyla, helâle âit
yetmiş kapıyı terk ettim"]
274. وانفَقْتُ من سُتْر القَنَاعَةِ راضياً
منَ العيْشِ في الدنيا بأيسرِ بُلغة
Ben kanaat hazînesinin
zenginliğinden râzı olarak kâfi mikdarda dünyâ maişetini az bir şeye infak
ettim. Az şeyle iktifâ, nefsin hazzı olmayıp, onun hakkıdır,
["Nefsin senin
bineğindir, ona iyi davran" hadîsi bu hususta vârid olmuştur.]
275. وهَذَّبتُ نفسي بالرياضة ذاهباً
إلى كشفِ ما حُجبُ العوائدِ غطَّت
Nefsimi riyâzet ve mücâhede
ile kötü fiillerden, zâtımı kirli ve alçak işlerden temizledim; bunu, nefsânî
haz perdelerinin veya cismânî âdetlerin örttüğü hakikatin keşfine götürücü
olarak yaptım.
276. وجَرَّدتُ في التجريد عزْمي تزَهُّداً
وآثَرْتُ في نُسكي إستِجابةَ دَعوتي
Ben zâhidlik gâyesiyle maddî
ve mânevî alâkaları yok etme husûsundaki azmimi ve kasdımı dünyâ ve
içindekileri terk etmede hâlis kıldım. İbâdet ve tâatımda duâmın kabûlünü
istedim. Yâni bu ibâdetleri seçmekle duâmın kabûlünü murad ettim.
277. متى حِلْتُ عن قولي أنا هيَ أو أقُلْ
وحاشا لمثْلي إنَّها فيَّ حَلَّتِ
"Ben oyum ve ondan
başka değilim, ikilik ve başkalık yoktur" sözümden ve "Şüphesiz o
hazret bana hulûl etti" deyişimden ne zaman ayrılırsam, ben o illetli ve
bilinen ibâdetlere dönerim. Hâşâ ki, bizim gibi birlik ehli, tevhid ve ittihad
sözünden ayrılsın ve "bana Hak hulûl etti desin" ve az önce anlatılan
biçimde ibâdet etsin!.
278. ولَسْتُ على غَيْبٍ أُحيلُكَ لا ولا
على مُستحيلٍ موجبٍ سَلْبَ حيلتي
Ey aşık durumunda olan, ben
ki, bu hulûlü nefyettim ve birleme ve karışma dâvâsında bulundum. [Ben seni bu
hususta anlayışı kıt ve ilmi az olan perdeli vaziyetteki zâhir ehli gibi] gâib
bir şeye veya belirsiz bir işe havâle etmiyorum. Yine seni, benim gücümü
kudretimi ortadan kaldıracak olan imkânsız bir işe de havâle etmiyorum.
279. وكيفَ وباسْمِ الحق ظَلَّ تحَقُّقي
تكونُ أراجيفُ الضَّلالِ مُخيفَتي
Bana yalancı dalâlet
haberlerini nisbet etmeleri, ki kasdedilen karışma ve birleşmedir, nasıl olur
da beni korkutucu olur?
Veya:
Nasıl olur da dalâlet
ehlinin kuruntu haberleri beni korkutur? Ben Hakk'ın ismiyle muttasıf oldum.
Dalâlet ehlinden murad, şekilciler ve anlayışlı olduklarını sananlardır ki,
bunlar ilimlerin hakikatinden habersiz bulundukları için ehlüllaha hulûl ve
ittihad [karışma ve birleşme] isnad ederler.
280. وها دِحيَةٌ وافى الأمينَ نبيَّنا
بصورَتِه في بَدءِ وَحْيِ النّبوءةِ
Şu husûsu hulûl ve ittihâdı
nefyetmek şeklindeki dâvâsına delil olarak ileri sürdüler. Hayal ve vehimle
perdelenmiş olanlar bu fevkalâde misalle meseleyi anlasınlar ki;
281. أجبريلُ قُلْ لي كان دِحيَةُ إذ بدا
لِمُهْدي الهُدى في هيْئَةٍ
بَشَريَّة
Hz. Cibril'in Dıhye şeklinde
zuhûrundan Dihye'nin vücûduna hulûl etmesi ve onunla birleşmesi icab
etmez; Nübüvvetin başlangıcında,
risâletini edâ etmekte iken bizim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme
Cebrâil Dıhye sûretine bürünmüş olduğu halde geldi.
[Ey Hakk'ın tecellîsini
inkâr eden kimse, söyle bana; Cebrâil, yol gösterici olan Peygamber'e beşer
sûretinde ve Dihye şeklinde göründüğü vakit Dihye-i Kelbî mi oldu?
Bilinmelidir ki Cebrail
Dihye-i Kelbî olmadı. Zîrâ Dihye-i Kelbî o sırada ya evinde veya ticârette
bulunuyordu. Cebrail Dihye olmadığına göre, demek ki Cenab-ı Hakk'ın kul
sûretinde zuhûrundan dolayı kul olması ve kul sûretine hulûl edip onunla
birleşmesi lâzım gelmez. Belki temessül ve telebbüsü lâzım gelir, aşağıda
geleceği üzere "telebbüs" ve "temessül" câizdir.
282. وفي عِلمِه عن حاضريه مزِيَّةٌ
بماهيّةِ المَرْئيّ من غيرِ مِرْية
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellemin ilminden, Cebrâil'in mâhiyeti hakkında, şekli olmaksızın ve
görmeksizin, hazır olan ashâb-ı kiramdan görünmesinden daha fazlası ve üstünü
vardır.
283. يَرَى مَلَكاً يوحي إليه وغيرُهُ
يَرى رَجُلاً يُدْعَى لَدَيْهِ
بِصُحبة
Zîrâ o Peygamber, kendisine
vahyeden meleği görürdü; Peygamber'den başkası ise onu insan olarak görürdü, bu
da onu Resûl'le sâbit olan sohbetine riâyeten olurdu.
284. ولي مِن أتَم الرّؤيَتينِ إشارةٌ
تُنَزِّهُ عن رأيِ الحُلولِ عقيدتي
Benim hulûl ve ittihâdı
nefyettiğim iddiada Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ile ashâbın
görmesinden işâret vardır. Öyle bir işâret ki hulûl ve ittihad görüşünden benim
inancımı tenzih eyler.
[En doğru görme Peygamber
(salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in görmesidir, zîrâ görülenin hakikati ona
açıktır, başkalarına örtülüdür. Çünkü o Cebrâil'i görürdü, hazır olanlar
Dihye-i Kelbî'yi görürlerdi. İşte ârifler de bütün mazharlarda hulûl ve
ittihadsız Hakk'ı müşâhede ederler, bilhassa kendi zatlarında. Lâkin cihânın
nâ-mahremleri bu irfan ve iz'andan mahrumdurlar.]
285. وفي الذكرِ ذكرُ اللَّبْس ليسَ بمُنكرٍ
ولم أعْدُ عن حُكمَيْ كتابٍ وسُنَّة
Ey birlik sırlarını inkâr
eden, Kur'ân-ı Kerim'de, Hakk'ın bu sûrette telebbüsü zikretmesi, münker ve
merdud değildir. Belki âyetlerle ve hadislerle sâbittir. ve ben Allah'ın
kitâbının ve Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellemin sünnetinin hükümlerini
çiğnemedim.
[Birinci olarak Kur'an'daki
âyetlerden biri Mûsâ (aleyhisselâm)'ın kıssasında geçmektedir ki, ona ateş şeklindeki
bir ağaçtan tecellî buyurmuştur: (Kasas, 28/30). "Oraya gelince mübârek
bölgede vadinin sağ tarafındaki ağaçtan kendisine: Ey Musa şüphesiz ben
âlemlerin Rabbi olan Allah'ım diye seslenildi"]
286. مَنَحْتُكَ علماً إن تُرِدْ كشفَه فرِدْ
سبيلِي واشرَعْ في اتِّباعِ شريعتي
Ey aşık ben sana büyük bir
ilim verdim ki o tevhid ilmidir. Eğer sen vicdan ve muâyene yoluyla bu ilmin
keşfini istersen benim yoluma dâhil ol ve şerîatime uymaya başla ki bunlar Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yoludur.
[Şerîati kendi nefsine
nisbet etmesi makam-ı Muhammedîden hikâye yoluyladır. Veya kendi zamanında Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin makamına kâim olduğu içindir. Zîrâ (Kavmi içinde şeyh, ümmeti içinde peygamber
gibidir). O bakımdan şerîat sahibi olmasını kendisine isnad eylemesi câizdir.
Veya "şerîatim" demekten murad, kendilerinin tarîkati olabilir ki bu
da şerîat-i Muhammedînin hulâsasıdır.]
287. فمَنْبعُ صدِّي من شرابٍ نقيعُهُ
لَديَّ فدَعْني من سَرابٍ بقيعة
Ey aşık, ben sana emsalsiz bir
ilim olan tevhid ilmini verdim, eğer bu ilmin keşfini arzû edersen benim yoluma
gir. Zîrâ tatlı suyun membaı bir şaraptandır; o tatlı su ki, pınarı benim
katımdadır.
288. ودُونَكَ بحراً خُضْتُهُ وقَف الأُلى
بساحلهِ صَوناً لَمَوضعِ حُرْمتي
Ey aşık, benim daldığım öyle
bir denizdir ki evvelki velîler ve geçmiş ârifler onun sâhilinde benim
hürmetimi korumak ve tâzim mevkime riâyet için durakladılar. Zîrâ tam verâset
her uluya müyesser değildir. Havâss hattâ havâssın havâssı bu denize
dalamazlar. Meğer ki gavs-i ekber ve çok sevilen iftihar edilenlerden saâdet
sâhipleri olsun.
289. ولا تقْرَبوا مالَ اليتيمِ إشارةٌ
لكَفِّ يدٍ صُدَّتْ له إذ تصَدَّتِ
Ey eziyetlerle dolu aşık,
(En'am, 6/152). "Yetimin malına ancak en iyi bir şekilde yaklaşın"
âyetinde o mala saldırdığı vakit nâ-mahrem elinin men' edilmesine işâret
müjdesi vardır.
[Mevcûdât sadefinde bir tâne
ve yegâne olan Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bir dürr-i yetim ve
cevher-i azimdir.]
[ Hz. Mûsa (aleyhisselâm),
bu mertebeyi ve bu görmeyi Hakk'tan ricâ edip dedi ki: (Rabbim zat olarak bana
kendini göster), "Ben sana bakayım" Bu tecellî Hz. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus olduğundan "Beni göremezsin"
hitâbıyla men' olundu. Rivâyet edilir ki, bayıldıktan sonra ayılıp kendine gelince
Cenâb-ı Hakk'tan şöyle hitab buyruldu: (Ey Mûsâ, bu senin için değildir. Bu,
senden sonra gelecek olan Yetîm'indir). Mûsâ bu mânâyı anlayınca tevbe ve
inâbete yönelip dedi ki: (Araf, 7/143). "Ya Rabbi, münezzehsin. Sana tevbe
ettim, ben inananların ilkiyim" Yâni ben seni bu rü'yetle görmeden ve sana
vâsıl olmadan seni tenzih ederim, anlaşıldı ki, o kimseye bu mertebeyi müyesser
ve mahsus kıldın ve ben heves ettiğim mertebeden döndüm. Ben bu mertebenin Hz.
Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus olduğuna inananların ilkiyim,
dedi.
290. وما نالَ شيئاً منهُ غيري سوى فتىً
على قَدَمي في القبضِ والبسطِ ما
فتي
O tevhid denizinden ve
benzersiz makamdan verâset yoluyla, benden başka bir kimse bir şeye nâil ve
vâsıl olamadı. Meğer ki fiitüvvet sâhibi ve mürüvvete mazhar olan müstesnâdır;
o fütüvvet sâhibi ki kabzda ve bastta, celâl ve cemâlde, zevk ve hâlde uyma
yoluyla ayağını ayağımdan ayırmadı; [kahır ve lütuf nezdinde müsâvi olup benim
gibi zat ve sıfatlarını Hakk'ın zat ve sıfatlarında yok eti.]
[Bu durumda o kâmil de benim
vâsıl olduğum ahadiyyet mertebesine ve makâm-ı Muhammedi'nin sırlarına vâsıl
olur.]
291. فلا تَعْشُ عن آثارِ سَيريَ واخْشَ غَيْ
نَ إيثار غَيري واغشَ عَينَ طريقتي
Durum bu ise, ey aşık sen de
benim seyrimin eserlerinden makam ve menzilimin sırlarından yüz çevirip onları
görmezlikten gelme. Benden başkasına uymanın hicâbından kork ki, benden
başkasına uymak hak da olasa benim yoluma gel ki, bu yol Hz. Risâletpenâh'ın
yoludur.
292. فؤادي وَلاها صاحِ صاحي الفؤادِ في
ولايةِ أمري داخلٌ تحتَ إمرتي
Ey kalbi temiz olan
arkadaşım, o sevgilinin aşk vâdîsi [ (Al-i İmran, 3/31). "Eğer Allah'ı
seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin" gereğince] benim
ülkemdedir, benim mülküme ve tasarrufuma dâhildir. Bana tam bir şekilde ittibâ
olmadıkça Hakk'a sevgi sahih olmaz.
293. ومُلْكُ معالي العشقِ مُلكي وجندي ال
مَعاني وكُلّ العاشقينَ رعيَّتِي
Ey âşık, aşk ve sevginin
yüce memleketi benim tasarrufum altındadır. Benim askerim İlâhî tecellîden
hâsıl İlâhî mânâlar ve rabbânî hakikatlerdir. Bütün Hakk âşıkları benim
tebeamdır ve benim tasarrufum altında mahkûmlardır.
294. فنى الحبّ ها قد بنتُ عنهُ بحُكم مَن
يَراهُ حِجاباً فالهوى دونَ رُتبتي
Ey aşık, ben sevginin fenâ
bulduğu bir mertebedeyim. Ben o sevgiden ayrıldım, [fakat bu mutlak değildir,]
sevgiyi hicab gören kimsenin sebebiyledir. Hal böyle olunca sevgi ve arzu benim
mertebemden aşağıdır.
[Zîrâ sevgi sıfattır ve
sıfat zâtın hicâbıdır. Kezâ aşk bir seven bir de sevileni ister, dolayısıyla
ikiliği gerektirir. Benim ulaştığım ahadiyyet mertebesinde ise ikilik ortadan
kalkmıştır. Bu mertebede seven sevilenin aynı, sevilen de sevenin aynıdır.]
295. وجاوزتُ حدَّ العشقِ فالحبّ كالقلى
وعن شأوِ مِعراجِ اتِّحاديَ رِحْلتي
Ben aşk ve sevginin sınırını
da geçtim, o yüzden bana şimdi sevgi, buğz ve düşmanlık gibidir. Her ne kadar
sevgi bütün mertebelerden yüksek ise de, ıtlak mertebesine ve ahadiyyet
mertebesine nisbetle aşağıdır.
İkinci mana: Ben birleşmek
mi'râcının sonundan göçerken aşk sınırını geçtim. Zîrâ birleşmek bile bir
yönden cem'ü'l-cem' mertebesinde olanlara nisbetle hicabdır
[Zîrâ sevgi, sevenle sevilen
arasında bir nisbettir, dolayısıyla aykırılık kuruntusunu gerektirir. Muğâyeret
sıfatı bir yönden gizli şirktir.] Zîrâ bu mertebede olan, seveni sevilenin aynı
görür. Aşk ve sevgi mertebesinde olan ise, hakîkî mahbûbu başka zanneder. İşte
bu yönden vahdet mertebesinde olanlara göre aşağıdır.]
296. فطبْ بالهوى نفساً فقد سُدتَ أنفُس ال
عبادِ منَ العُبَّادِ في كُلّ
أُمَّةِ
Bana tam bir şekilde uyar ve
sözümü iyice dinlersen, sevgi ve muhabbet sebebiyle nefsin iyi olur. Zîrâ
muhakkak ki sen, bütün topluluklarda âbidlerin en iyisine ve zâhidlerin en
üstününe efendi ve büyük oldun. Çünkü âbidler, zâhidler, sâlikler ve nâsikler
her ne kadar ibâdet ve tâat îtibâriyle üstün iseler de âşıklar ve âriflere göre
aşağıdırlar.
297. وفُزْ بالعُلى وافخَرْ على ناسكٍ علا
بظاهرِ أعمالٍ ونَفْسٍ تزَكَّت
Ey aşık, sevgi ve aşk
sebebiyle yüksek makamlar elde et. Ve yine bu sebeple zâhir amellerle, iyi
işlerle, rezâletlerden ve kötülüklerden temizlenip arınan nefisle âlî dereceye
yükselmiş olan âbidlere karşı da iftihar et.
298. وجُزْ مُثقَلاً لو خَفَّ طَفَّ مُوكَّلاً
بمَنقول أحكام ومعقولِ حكمة
Ey aşık, amellerini ağır
gören zâhid ve âbidleri aş ve geç; eğer onların amelleri hafif olsa mizanları
eksik tartar, yâni amellerde kusur ve eksiklik yapsalar cezâları noksan olur
veya halkın iltifatı veya âlem ehlinin nazarı onlara hafif olsa, amelleri ve
ilimleri tamâmen bozulmuş olur. Amellerini ağır gösteren bu kimseler aynı
zamanda şer'î hükümlerin naklettiği şeylere ve felsefecilerinin sözlerine
sıkıca bağlıdırlar.
299. وحُزْ بالولا ميراثَ أرفَعِ عارفٍ
غَدا همُّهُ إيثارَ تأثيرِ هِمَّة
İlâhî muhabbet sebebiyle,
kâmillerin en kâmili âriflerin en ârifi, insan nev'inin en şereflisi olanın
yâni Rahman'ın sevgilisi (aleyhisselâm)'ın mîrâsını topla (ona sâhip ve malik
ol). Enbiyânın mîrâsı İlâhî mârifetler ve ilimler, Rabbânî mükâşefe ve
tecellîlerdir.
300. وتِهْ ساحباً بالسُّحب أذيالَ عاشقٍ
بوَصْلٍ على أعلى المَجرَّةِ
جُرَّتِ
Ey aşık, birlik ve aşk
mertebesini elde edince, kibirle eteğini bulutlara çekerek, yâni eteğini buluta
semâya, en yüksek maksada ve yüce âleme çekerek kibirlilik göster.
[Âşık, kâmil, âlim, âmil
olan enbiyânın seyyidi, evliyâ ve asfiyârun dayanağı Efendimiz salla’llâhu
aleyhi ve sellemde olduğu gibi ki o, Cenab-ı Hakk'a ulaşmaları sebebiyle,
mübârek etekleri Saman Yolu'nun üzerine çekilmişti. ]
Yine sen de Hakk sevgisiyle
vasıflanıp birlik mertebesiyle ahlâklanınca, her iki âleme karşı kibirlilik ve
iftihar göstererek, himmet nazarını kâinatın tozuyla tozlandırma, tahtının
eteğini mümkün olanlar kirleriyle kirletme ve herkesten el etek çekip, Hakk'tan
başkasını bilme.
301. وجُلْ في فُنونِ الاتحادِ ولا تَحدْ
إلى فئةٍ في غَيرِهِ العُمْرَ أفنَت
Ey aşık, ittihad [birleşme]
tabakalarında dolaşırsan, zâtın birliği zirvelerinde kanat açıp uç, ittihad ve
tevhidden başka konularda ömürlerini yokeden zümrenin sözlerine, işlerine ve
ahvâline meyledip rağbet gösterme.
302. فواحدُهُ الجَمُّ الغفيرُ ومَن غدا
هُ شِرْذِمة حُجَّتْ بأبلغِ حُجَّة
Ey aşık, ittihad
tabakalarında dolaş ve çalış veya ehline itâat veya boyun eğip onlardan yardım
iste. Zîrâ ittihad ehlinin bir tânesi bile büyük topluluk menzilesindedir.
Nitekim Hz. Mevlânâ buyururlar:
[Onlardan iki dosta bir
arada gördün mü bil ki onlar birdir, hem altı yüz bin. Onların sayılan dalgalar
gibidir. Onları rüzgâr, zâhiren çoğaltır. Çokluk, rûh-i hayvânîdedir; rûh-i
insânî ise birdir. Mesnevi, 1,184-188]
[Mânâlarda taksim ve sayı
yoktur, ayırma, birleştirme olmaz. Mesnevi, I, 681 ]
303. فمُّتَّ بمَعناهُ وعشْ فيه أو فمُتْ
مُعَنَّاهُ واتْبَعْ أُمَّةً فيهِ
أمَّتِ
Ey aşık, ittihâdın mânâsına
ve tevhidin hakikatine sen de ulaş ve tevessül et. Eğer ittihâdın mânâsına
ulaştın ise o yüksek makamda yaşa. Eğer vâsıl olmadınsa elde etmek için zahmet
ve yorgunluğa katlanarak bu konuda önder olan topluluğa ittibâ eyle.
304. فأنتَ بهذا المَجدِ أجدَرُ من أخي اجْ
تهادٍ مُجِدٍّ عن رجاءٍ وخيفةِ
Ey aşık, Hak yolunda çalışıp
çabalaması korku ve ümitle, yâni bir maksadla olan gayret sâhibinden, ittihad
ve tevhid gibi bir devlet ve ululuğa daha lâyıksın. Fakat âşıkın gayret ve
çalışması katışıksız, korku ve ümitle olmaksızın zâtı için doğan bir istektir
305. وغيرُ عجيبٍ هَزُّ عطفَيْكَ دونهُ
بأهْنا وأنهى لذّةٍ ومسرّةِ
Ey âşık [o büyüklük ve
ululuk sırasında büyük tat alarak ve sonsuz mutluluk duyarak] omuzlarını
oynatıp azametle yürümen ve böbürlenmen garib ve tuhaf değildir. Son derece tat
bulma, müşâhede şarâbını birlik sâkîsinden vâsıtasız olarak içmektir. Aksâ-yı
meserret, [sonsuz sevinç/tat] vahdetin kusursuz cemâlini müşâhede edip
başkasını unutmaktır.
[Bu mertebeye vâsıl olanın
büyüklenmesi ve övünmesi, şerîatte kötülenmiş olan gurur ve kibir değildir.
Burada kasdedilen, bu eserlerden ve nurlu makamlarından bir eseri, irşad için
veya inkârı def etmek için perdelenmiş olanlara göstermeleridir.]
306. وأوْصافُ من تُعْزَى إليهِ كمِ اصْطفتْ
من الناسِ مَنْسيّاً وأسماهُ أسمتِ
Hakk'ın kendisine veya
ittihad veya tevhid makamına nisbet edilen vasıfları, insanlardan ismi
silinmiş, cismi unutulmuş nice kimseleri seçip yüce hale getirdi. Hakk'ın o
isimleri insanlardan seçtiği kimsenin kadrini yüksek ve ismini büyük kıldı.
[Zikredilen bu hususlar
insanlar arasında unutulup gitmiş olan çok kimseleri seçip yücelterek âlem
dilinde güzel vasıflar, velilik ve hoşa giden kerâmetlerle anılır hale getirdi,
her birinin mübârek isimlerini de bu vasıflar yüceltti. Kimine
"seyyidü't-tâife" dediler, kimine "sultânü'l-ârifin", kimine
"sultânü'l-âşıkın", kimine de "sultanü'l-meczûbîn"
dediler.]
307. وأنتَ على ما أنتَ عنِّيَ نازحٌ
وليسَ الثّرَيَّا للثَّرَى
بِقَرينَة
Ey aşık, sen, senin olduğun
cem' mertebesi ittihad makamı üzere, yine benden ve benim mertebemden uzaksın.
Nitekim süreyyâ yıldızı toprağa yakın değildir, uzaktır. Yine, birleşme ve
birlik makamı benim makamıma nisbetle böyledir.
308. فطُورُك قد بُلّغتُهُ وبَلَغتَ فَوْ
قَ طَوركَ حيث النَّفسُ لم تَكُ
ظُنَّت
Ey güzel sıfatlı ârif, senin
Allah'ın izniyle eriştiğin, cem' ve ittihad mertebesi olan tavrın, tecellî
mahalli ve münâcât makamıdır; ben ise senin eriştiğin sınırın ve tavrın en son
noktasına ve en nihâyetine ulaştım ve nâil oldum ki sen onu kavrayamazsın.
309. وحَدُّكَ هذا عندَهُ قفْ فَعَنه لو
تقدَّمْتَ شيئاً لاحترقتَ بجَذوة
Ey aşık, senin haddin şu
tevhid ve ittihad makamıdır. Bu makamda dur ve aşma. Eğer bu makamdan azıcık
ileri gidersen, İlâhî tecellî ve Rabbani nur şimşeklerinin kıvılcımları seni
yakar.
310. وقَدري بحَيث المرْءُ يُغُبَطُ دونَهُ
سُمُوّاً ولكن فوق قدرِكَ غِبطتي
Benim değerim ve yerim,
üstünlüğü ve yüceliği bakımından gıbta edilen kimsenin aşağısındadır. Zîrâ
imrenilen her makam, anlayış ve akılla kavranabilir demektir. Fakat benim
makamım akıl sınırının ötesindedir. Lâkin benim makamıma senin kadrinin üstünde
olan değer, makam ve yer imrenmektedir. [Ve bu makam, makâm-ı Hazret-i
Muhammedî'dir. (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
311. وكُلُّ الوَرى أبْناءُ آدمَ غيرَ أنْ
نِي حُزْتُ صَحْوَ الجمع من بين
أخوتي
Bütün halk ve her insan
âdemoğludur; ben hâriç, muhakkak ben uhuvvetimden mâada [din kardeşliğimden
başka ] "sahv-ı cem"e sâhip oldum. Bu sahv-ı cem'in alâmetlerindendir
ki, bu kulakla dahî Hakk'ın sözünü işitebilir, nitekim Hz. Mûsâ'nın işittiği
gibi ve her uzvu ötekinin hükmünü yerine getirebilir. Meselâ kulak görür, göz
işitir, el koklar vb. nitekim buna işâret ederler:
312. فسَمْعي كَليميٌّ وقلبي منَبَّأ
بأحمَدَ رُؤيا مُقَلَةٍ أحْمَديَّة
Ey âşık ve ârif, [ihvânım
arasında ben sahv-ı cem'a sâhip oldum.] Zîrâ benim kulağım benim lisânımdır,
[hem Hakk'ın kelâmını idrak eder hem bana söyler. ] Benim kalbim Hz. Ahmed
salla’llâhu aleyhi ve selleme mensub olan gözümün görüşünün fevkalâde üstün
oluşunun haber verildiği yerdir.
[Şu şekilde ki, benim
sevgiliyi görüşüm, Hz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellemin görüşüdür; bu
bana tam uyma sûretiyle mîras kılındı. Veya benim rüyam Hz. Peygamber'in rüyâsı
gibidir ki, hatâ, halel ve yanılmadan mahfuzdur. Nitekim Hz. Nebî vâkıada ne
görse sabah aydınlığı gibi âşikâr olurdu ve tâbire muhtaç olmazdı. yine benim
de vâkıam sabah aydınlığı gibi görünür; tâbire muhtaç olan da ilmimin kemâlinin
tâbiri olduğundan, uyanıklıktaki haller gibi tam bir şekilde ortaya
çıkacağından ve çok doğru olacağından hiç şüphe etmem. O halde benim kalbim Hz.
Muhammed'in göz bebeğinin görüşüne mahaldir. Zîrâ birlik makamından, Ahmed'in
göz bebeği her ne müşâhede ederse, benim göz bebeğime de o müşâhede
müyesserdir. Zîrâ vâris-i tâm odur ki, o hazretin nûruyla boyanınca onun görüş
ve kudretinden ilim ve hikmetinden, izzet ve rütbesinden hâsıl olan her
hâlinden ona mîras gelir. Her kim tam vâris olursa o hazretin bu sözü ve bu
maksadı bir nevi dile gelip: Bütün insanoğullarından ben üstünüm! dese
doğrudur.]
313. وروحيَ للأرواحِ روحٌ وكُلّ ما
تُرى حَسَناً في الكونِ من فَيض
طينتي
Ey aşık benim rûhum bütün
ruhların rûhudur. Bu kâinatta gördüğüm her güzellik, adâlet, letâfet bunların
hepsi benim tıynet-i sûriyemin
[yaratılış görünüşüme] feyzindendir.
[Hakikatte ruhların rûhu ve
nurların nûru Hakîkat-i Muhammediyyedir. Bu hakikate mazhar olan ve tam
verâsete vüsul bulan her kâmile "kutbü'l-aktâb", "gavs-ı
ekber" denilir ki zâhiren bâtınen kâim-i makâm-ı Muhammed'dir. O sâhib-i
saâdetin bu makamda gösterdiği her şey gerçekten kendi halleridir. Lâkin bu
makam, makâm-ı Muhammedi'nin esrârıyla vasıflanmak ve nurlarıyla boyanmak
sûretiyle hâsıl olur. Nitekim Şeyh-i Ekber şöyle buyurur: "Ben Kur'an'ım,
seb'ul-mesârûyim, rûhun ruhuyum, kapların (bedenlerin) rûhu değilim" O
halde bu makama vâsıl olan her kâmilin rûhu, bütün ruhlara el uzatır ve feyz
verir; arşı, ferşî, mülkî, melekî, arzî ve felekî bütün ruhlara onun feyz ve
imdâdı ulaşır. Yine bütün kâinatta ne kadar güzellik, letâfet, adâlet ve
tazelik görürsen hepsi onun temiz yaradılışının feyzinin yansımasıdır. Her şey,
kabiliyeti ölçüsünde ondan feyz alır ve istifâde eder.]
314. فذَرْ ليَ ما قبلَ الظُّهورِ عَرَفتُهُ
خصوصاً وبي لَم تَدْرِ في الذرّ
رُفقتي
Ey sırlara vâkıf olan,
zuhûrumdan önce benim bildiğim ve ilmi ve mârifeti bana mahsus olan şeyi bana
bırak. Zîrâ zuhûrumdan önce ilim mertebesinde olan sırlarımı kimse anlayamaz.
315. ولا تُسمني فيها مُريداً فمَن دُعي
مُراداً لها جَذْباً فقيرٌ لعصمتي
Vuslat yolunda veya
arkadaşların arasında beni "mürid" ismiyle çağırma. O hazretin
cezbesi dolayısıyla kime "murad" veya "mürşid" denirse,
sâliklerin murâdı ve tâliblerin matlûbu olan o mürşid, benim hıfzıma, ismetime,
korumama ve himâyeme muhtaçtır. Eğer onlardan benim ismet ve imdâdım kesilse,
onlar irşad mertebesinden muradlık makamından düşmüş olurlar.
316. وألْغِ الكُنى عني ولا تَلغُ ألكناً
بِها فهيَ مِن آثارِ صيغةِ صَنعتي
Ey beni medheden kimse benim
büyüklüğümü söylerken, künye ile anma yoluna gitme. Bana ["Ebu'l-Maâli,
Ebu'l-Mekârim, mürid, murad, mahbûbü'l- fuad, sâhibü'l-irşad, ârif-i esrâr-ı
mebde ü mead" gibi] künyelerle tâzimde bulunma. [Konuşmaz ve dilsiz
olduğun halde mânâsız ses sarfetme. Zîrâ] bu künye ve isimler benim yaptığım şeyin
ıstılahının eserlerindendir. [Benim zâtıma nisbetle bütün sıfatlar berâber ve
eşittir.]
[Arapların bâzı âdetleri ve
ıstılahları vardır. O âdetler ve ıstılahlarla iftihar edilecek bir hâtıra, iyi
bir iz bırakmak isterler. Tâ ki hayatlarında ve ölümlerinde iyi hâtıra ile
anılsınlar. Hizmetçi ve âile çokluğu, cömertlik ve kerem fazlalığı, şecâat,
arkadaşların ve dostların haklarına vefâ göstermek vb. Evlât çokluğuyla iftihar
etmek de bunların en büyük övünçleridir. Hattâ çocuğu olmayanı
"ebter" diye kötüleyip ayıplar idiler. Bir kimsenin erkek evlâdı
olunca, hürmeten kendisine o çocuğun ismi ile künye verirlerdi. Ebu'l-Kâsım,
Ebu'l-Mekârim, Ebu'l-Maâli ve Ebu Usâme gibi. Bunlar arasında tâzim ve tekrim
kinâye ile anılmaktır. Kendi ismi ile anılmak o kadar makbul değildir.]
317. وعن لَقَبي بالعارِفِ ارْجعْ فإنْ تَرَ
التْ
تَنابُزَ بالألقابِ في الذّكرِ
تُمقَت
Ey beni övmeye çok hevesli
olan kimse, bana "ârif ve vâkıf" lakabı vermekten vazgeç, eğer
Kur'an'daki tenâbüz bi'l-elkâb (kötü lakab takma)'nın cevazına inanırsan (onu
doğru görürsen) ve yasaklanan bu işten tevbe etmezsen gazaba uğrarsın ve
kendini bu gazabda hebâ edersin.
[Zât ve sıfat tecellîsine,
hakâyıka, ilimlere ve kâinatın sırlarına vâsıl olan kimseye ârif-i billâh
derler. Lâkin bu mertebe ahadiyyet-i cem' makamına ve sahv-ı cem'a nisbetle
daha aşağıdır. Zîrâ makamların nihâyetinin en sonu ve yüksek gâye- lerin en
nihâyeti, daha ötesinde başka bir mertebe olmayan "sahvü'l- cem"dir.
O yüzden bu makamda olanlara "ârif" denmesi kötü lakabla anılmak
gibidir.]
318. فأصغَرُ أتباعي على عينِ قَلبِه
عَرائسُ أبكارِ المَعارِفِ زُفَّتِ
Bana tâbi olanların en
küçüğünün kalb gözü üzere, haklarında (Rahman, 55/56). "Daha önce ne insan
ne de cinler dokunmamıştır" beyânı bulunan arâis-i ebkâr-ı irfan ve
muhadderât-ı esrâr-ı can olan kadınların zifaf birleşmesi vâki olmuştur. O
halde ne halle bana ârif lakabı verilmesi doğru olur?
319. جَنى ثَمَرَ العرْفانِ من فَرْعِ فِطنَة
زكا باتّباعي وهوَ من أصلِ فطرَتي
Benim en küçük tâbiim
(hizmetçim) ve en değersiz cemaatim, bana uyması sebebiyle irfan meyvesini
idrak etti ve basiret ağacından topladı ve bana son derece itâatkâr olması
dolayısıyla zekî oldu ve gelişti; halbuki o benim fıtrat kökümden bir daldır ve
zâtımın ilminden bir tayyün ve takdirdir.
320. فإنْ سيلَ عن مَعنىً أتَى بغرائبٍ
عنِ الفَهمِ جلَّتْ بل عن الوَهم
دقت
[Benim en değersiz
cemaatimin mertebesinin yüceliği ve derecesinin üstünlüğü o seviyededir ki,
eğer onlara kemâlin mânâsından cemâl ve celâlin sırları sorulsa, cevap olarak]
öyle garib ilimler, şaşılacak sırlar ve benzersiz mânâlar söylerler ki ulemânın
anlayışının çok üstünde bulunur; hattâ âriflerin hakimlerin, zan ve
tasarruflarından yüksek ve ince olurdu.
[En küçük tâbiiın bu
seviyede olunca, tasavvur et ki benim yüce mertebem akılların idrâkinden ne
kadar münezzeh ve bana "ârif" denilmesinin kötü lakab sayıldığı
kesindir.]
321. ولا تدعُني فيها بنَعتٍ مُقَرَّبٍ
أراهُ بِحُكمِ الجمعِ فَرْقَ
جريرَةِ
Bana sevgilimle bir oluşumu
veya sevenler topluluğu içinde "mukarreb" sıfatıyla hitap etme, zîrâ
ben o mukarreblik sıfatını, cem' nokta-i nazarından büyük suç olan
"tefrika/ayrılık/ikilik" olarak görürüm. Çünkü "mukarreb"
olmak ittihada [birleşmeye] mânidir ve ikiliği gösterir. [Zîrâ mukarreb, bir
yaklaşan ve bir de yaklaşılanı gösterir.]
[ Hakk'ın vasıflarıyla ahlâklanmak
benim özelliğim olmuştur. O halde bana nasıl olur da "ârif" ve
"mukarreb" demek doğru olur.]
322. فوَصليَ قَطعي واقترابي تَباعُدي
ووُدّيَ صَدّي وإنتهائي بَداءتي
Yâni eğer bana
"vâsıl" dersen benim vaslım ayn-ı kat'ımdır. Eğer
"mukarreb" dersen, yakınlaşmam uzaklaşmamdır, eğer "muhib"
dersen sevgim yüz çevirmiş ve yasaklanmış olmamdır. Eğer "müntehî"
dersen, nihâyetim bidâyetimdir.
[Çünkü vasl bir ulaşan bir
ulaşılan ister. Yakınlaşma, bir yaklaşan bir yaklaşılan gerektirir. Sevgi, bir
seven bir sevilen; nihâyet, bidâyet ister. Bunların hepsi de tefrikayı
[ikiliği] îcab ettirir. İşte bu mertebelerden biriyle kayıtlı olmak, ehl-i
vahdet katında aynen zıddıyla vasıflanak gibidir. Ehl-i vahdet ise bunların
hepsini câmi'dir.]
323. وفي مَن بِها وَرَّيتُ عنِّي ولمْ أرِدْ
سوايَ خلَعَتُ اسمي ورَسمي وكُنيتي
"Ben onu severim, ona
sâdık bir âşığım, onu istiyorum, ona uygunum" demek sûretiyle ve onun
muhabbetiyle o hazrette ben kendimi gizledim. Halbuki ben kendi zâtımdan başka
bir sevgili arzû etmem ve kendimden başkasını sevmem. Zîrâ ben ismimi, resmimi
ve künyemi soydum ve devirdim bu üç şeyin yok olmasından sonra hakkânî vücudla
bâki olup, mahbûbun kendisi olan muhib ve mahbûbun kendisi hâline gelen tâlib
olarak ikilik ortadan kalkmıştır. Lâkin gizlenmek için bâzen "o"
derim, bâzen "ben" derim. (Ben o oldum, o ben oldu).
324. فسرْتُ إلى ما دونَه وَقَف الأُولى
وضَلَّتْ عُقولٌ بالعوائدِ ضَلَّتِ
Ben Hak muhabbetinde ismimi,
şeklimi ve alâmetimi soyup attığım vakit, bu hâlin akabinde öyle bir yüksek
makam ve mertebeye çıktım ki, geçmiş ârifler, eski âlimler ve hakîmler onun
altında bir seviyede kaldılar;
Bana mahsus olan bu makamda,
bir takım menfaatlerle yolunu kaybederek akıllar helâk ve fânî oldular.
325. فلا وَصفَ لي والوَصفُ رسمٌ كذاكالاسم
وسمُ فإن تَكني فكَنّ أو انعتِ
Benden bütün gayriyet ve
zıddiyet elbiseleri soyulup ikilik ve tefrika ortadan kaldırıldığına ve ben tam
bir yoklukla vahdet makamına ve ahadiyet mertebesine ulaşüğıma göre, benim
herhangi bir vasfım yoktur ki onunla beni tavsif etsinler ve ben makam ve
tecellî sâhipleri yanında tanınabileyim.
Faydalanılan Kaynaklar:
İsmail Rusûhî Ankaravî,
Makâsıd-ı Aliyye fî Şerhi't-Tâiyye, [Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi] Yayına
Hazırlayan: Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ, Haziran, 2007, İstanbul
Arapça Metin için erişim:
http://www.afdhl.com/poem/text-12975.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar