Print Friendly and PDF

BİR DARBENİN ANATOMİSİ ....Yılmaz Öztuna

Bunlarada Bakarsınız

 


  

            ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.

           

          EYLEMİN KİŞİLERİ

           

            1876 Türkiyesi

            1876 Türkiyesi 11.827.170 kilometrekare üzerinde 64.343.000 nüfusu barındırıyordu. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bu ihtiyar devlete Avrupalılar “Türkiye” veya “Osmanlı İmparatorluğu” diyorlardı. Türklere göre ise adı sadece “Devlet-i Aliyye”, yani “Yüce Devlet” idi. Kendileri­ninkinden başkasını devlet yerine koymayan bir zamanların Türkler’in zihniyetlerini yansıtan bir isimlendirme idi. Hâlbuki o zamanlar mazi olmuştu...

            1074’te kurulan Türkiye Devleti’nin Selçukoğulları’ndan sonra ikinci büyük-hâkanlık (imparatorluk) hânedânı Osmanoğulları idi. Osmanoğulları’ndan atası Gazi Ertuğrul Bey, Ahlat çevresindeki atalar toprağını bırakmış, 1231 yı­lında bugünkü Bilecik-Eskişehir-Kütahya illerinin kesiştiği yöreye yerleşmişti. Oğuzlar’ın, yeni adlarıyla Türkmenler’in 24 boyu içinde en soylusu ve hâkanlık boyu sayılan Kayılar’dan bir oymağın beyi idi. O sırada Türkiye tahtın­da, Konya’da oturan Selçuklu padişahı Büyük Alâeddin Keykubâd, Ertuğrul Bey’e o çevreyi “yurt” olarak vermiş, Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu sınırının o kesiminin korunması ve genişletilmesi görevini tevdi etmişti. Ertuğrul Bey, Söğüt kasabasını Bizanslılar’dan fethederek kendine merkez yapmıştı. Osmanoğulları’nın menşei bu idi. Selçukoğulları düştükten sonra, onların açık bıraktığı Türkiye imparatorluk tahtına hak iddia etmişler, uzun çabalardan sonra kırk beyliğe bölünmüş Anadolu’yu Selçuklular dev­rindeki gibi derleyip birleştirmişler, iddialarını kabûl ettir­mişlerdi. Oğlu Osman Bey, 1300’de büyük uç-beyi olmuş, onun oğlu Sultan Orhan 1326’da Bursa’yı Bizans’tan fethe­derek artık gerçek bir kral hâline gelmiş, onun oğlu Birinci Sultan Murad da 1361’de Edirne’yi gene Bizans’tan fethede­rek imparatorluk tahtına hak kazanmıştı. Onun oğlu Yıldı­rım Beyazıt Hân, 1396’da bütün Avrupa’nın birleşik ordu­sunu Niğbolu’da mahvederek, Timuroğulları’nın Türkistan (Doğu Türk) hâkanlığından sonra dünyanın ikinci büyük devletini meydana getirmişti. Onun torunu İkinci Murad, 1447’de Timuroğlu Sultan Şâhruh’un ölümüyle, dünyanın en kudretli devletinin sahibi olmuştu. Onun oğlu İkinci Mehmed, 1453’te İstanbul’u fethederek çağ değiştirmiş ve bir cihan devletinin temellerini atmıştı. Onun torunu Yavuz Sultan Selim, 1517’de “cihan devleti”ni gerçekleştirmişti...

            1683 Viyana bozgununa kadar bu cihan devleti devam etmiş, sonra gerilemeye başlamıştı. Ancak 1771’e kadar Türkiye, hâlâ dünyanın birinci devleti idi. Bu tarihten son­ra İngiltere, Fransa ve Rusya çok güç kazanmışlar, Osmanlı Devleti’ni, ehemmiyet bakımından, dünya devletleri ara­sında 4. sıraya düşürmüşlerdi. 1871’e kadar Türkiye bu 4. sırayı muhafaza etmiş, bu tarihte bütün Alman devletleri­nin birleşerek Almanya İmparatorluğu’nu yeniden kurma­ları üzerine 5. sıraya düşmüştü...

            1876 Türkiyesi; işte İngiltere, Almanya, Rusya ve Fran­sa’dan sonra dünyanın 5. mühim devleti idi. Onu ehemmi­yet sırasıyla Avusturya-Macaristan, Çin, Birleşik Amerika, İtalya ve İspanya takip ediyordu. Bu 10 devlet dışındaki devletler “büyük devlet” sayılmıyordu. Esasen 1875 dünya­sında müstakil devlet sayısı 58’den ibâretti. Bugünkü kadar devlet yoktu. Türkiye İmparatorluğu 1875’te Almanya, Fransa ve Rusya’dan sonra dünyanın 4. ordusuna, İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyanın 3. donanmasına sahipti. Nü­fus bakımından 58 devlet içinde Çin, İngiltere ve Rusya’dan sonra 4., toprak bakımından İngiltere ve Rusya’dan sonra 3. geliyordu...

            1876’da dünya nüfusu 1.326.427.000’den ibaretti. Bu nü­fusun 1 milyar 108 milyonunu 10 büyük devlet aralarında paylaşıyorlar, diğer 48 devlete ancak 189 milyon toplam nü­fus düşüyordu. Dünyada sadece 8 şehrin nüfusu bir milyo­nu aşıyordu ve Osmanlı Devleti’nin taht şehri İstanbul bun­lar arasında 5. idi...

            1875 Türkiyesi, demiryollarının uzunluğu bakımından dünya devletleri arasında 9. ve telgraf hatlarının uzunluğu bakımından ise 5. idi. Bu sırada ne Çin’de, ne Japonya’da tek kilometre ne demiryolu, ne de telgraf hattı bulunuyor­du...

            Demek Osmanlı Devleti, modernleşiyor, çağdaşlaşıyor­du... Modern ordunun, donanmanın, bakanlar kurulunun, devlet teşkilâtının kurucusu İkinci Sultan Mahmud idi. 1826’da bu hükümdar, kesin şekilde Batı’ya dönmeye karar vererek Türk Devleti’nin geleceğini tayin etmişti. Gerçi Üçüncü Selim 1793’de “nizâm-ı cedîd = yeni düzen” refor­mu ile daha önce bu kararı almış, fakat 1807’de başarısızlı­ğını ilân ederek tahtı bırakmıştı. İkinci Mahmud, Üçüncü Selim’in gerçi amca-oğlu idi ama aralarında 24 yaş fark vardı. Çocuğu da olmadığı için, Şehzade Mahmud’u, kendi kafasına göre yetiştirmiş ve çok itina etmişti...

            İkinci Mahmud, Üçüncü Selim’in çok daha dikkatli, azimli, kararlı bir talebesi idi. 1826’da eski Türkiye’ye dar­beyi vurduğu zaman taviz vermedi. Yeni Türkiye’nin kuru­cusu oldu. Harbiye’yi, Tıbbiye’yi açtı, Mühendishâne’yi modernleştirdi. Avrupa tekniğine âit neyi faydalı gördüyse aldı... Yalnız teknik medeniyeti... Türk kültürüne dokun­madı. Kanunî Sultan Süleyman’dan, 1566’dan beri gelen padişahların en büyüğü sıfatıyla 1839’da öldü...

            İkinci Mahmud’un yerine önce büyük oğlu Sultan Abdülmecid, onun ölümü ile de küçük oğlu Sultan Abdülaziz geçti. Bugünkü Türkiye’de Atatürk ne ise, o günkü Türki­ye’de de Sultan Mahmud o idi. Mezarından rejimi yöneti­yordu. Nice memnuniyetsizlik, nice muhâlefetler oldu, hiç kimse İkinci Mahmud’un yolunu bırakmaya cesaret ede­medi. İkinci Mahmud rejiminin esasları şu idi: Avrupa’nın teknik medeniyetini onlar derecesinde öğrenip uygulaya­mazsak, geldiğimiz yere, Orta Anadolu’ya döneriz. Bunu yapacağız. Çepçevre düşmanla çevrildiğimiz için ordu ve donanmamızı en üstün çizgide tutacağız. Fakat orduyu ne padişah olarak iç siyasette kullanacağız, ne de ordunun po­litikaya müdahâlesine izin vereceğiz. Ordu, sadrâzam de­nen imparatorluk başbakanının kayıtsız şartsız emrinde olacaktır. Başkumandan padişahtır. Ancak ordunun ve do­nanmanın fiilen başkumandanları olan serasker ve kaptan-ı deryâ, kabineye bakan sıfatıyla katılacaklardır. Onlar dı­şında hiçbir subay, politika ile uğraşmayacaktır...

            İkinci Mahmud’dan sonra devlet yönetimini üzerine, bilhassa Büyük Mustafa Reşid Paşa aldı. Reşid Paşa... Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük başbakanı ve en büyük diplomatlarından biri... İkinci Mahmud’un has adamı idi, efendisinin yoluna devam etti. İkinci Mahmud 1826’da mo­dern rejimi kurmuştu ama ölünceye kadar devleti bizzat idâre etti. Kendisinden sonra gelecek oğullarının kendi bü­yük dehâsına sahip olamayacaklarını hesaplamış, Tanzimat denen ikinci bir reformlar dizisi hazırlamıştı. Ölür ölmez Tanzimat’ı, Reşid Paşa -kelle koltukta- ilân etti. 17 yaşında­ki yeni padişah Sultan Abdülmecid, Tanzimat’ı akıllıca des­tekledi...

            Tanzimat ile padişah, mutlak yetkilerinin bir kısmından, kendi irâdesiyle vazgeçiyor, bu yetkiyi sadrâzama, hükûmete, yargı organlarına bırakıyordu. Artık padişah dâhil, hiçbir vezirin emriyle hiçbir kişiyi ne idam etmek, ne hap­setmek, ne sürmek, ne servetini Hazîne’ye almak mümkün değildi. Hepsi için bağımsız mahkemelerin kararı gereki­yordu. Mahkemeler sadece teknik olarak adliye nâzırına (adalet bakanı) bağlı olup, kararlarına devletçe hiçbir mü­dahale yapılamıyordu. Örfî idâre mahkemeleri bundan müstesna idi. Örfî idâre mahkemeleri de yalnız devlete kar­şı ayaklanma suçlarına bakabiliyorlardı...

            Bundan başka padişah, gerçi sadrâzamı kendisi seçiyor­du ama artık eskisi gibi beğendiği vezîri bu makama geti­remiyordu. Bürokratik dengeyi kollamak mecburiyetinde idi. Dehşetli bir Tanzimat bürokrasisi kuruldu... Herkes mülkiye ve hâriciye mesleklerine rağbet etti. İlmiye ve as­keriye mesleklerine rağbet azaldı. Zira İkinci Mahmud, il­miye sınıfının elinden de yetki alanlarını dörtte bire kadar daraltarak pek çok selâhiyetini almıştı. Bu sınıf kabinede tek üye ile şeyhülislâm ile temsil ediliyordu. Mahkemeler, okullar hızla bu sınıfın elinden alındı, yeni kurulan sivil ad­liye ve maârif nezâretlerine bağlandı. İlmiye sınıfı hemen hemen din işleriyle uğraşır hâle getirildi, fakat dinî okullar onların yetkisine bırakıldı. Bununla beraber vakıflar bile il­miye sınıfından alınarak sivil ve mülkî evkaf nezaretine bağlandı. Binâenaleyh herkesin en büyük arzusu, çocuğu­nu devlet idâresinde kâtip yapmak hâline geldi. Sivil Tanzi­mat idaresinde bürokrasinin ilk kademesi idi kâtiplik... Ve sadrâzamlığa kadar yolu vardı. Devlet, bir aydın bürokrat­lar sınıfına verilmiş oldu. Padişah da, ordu da, ilmiye de, kendi nüfuzlarını çok daraltan bu duruma isteyerek veya mecbûren razı oldular. Zira Sultan Mahmud, bu yolu gös­termişti... Sultan Mahmud’a kavuk yerine fes, şalvar yeri­ne pantolon giydiği, kızını kışlaları ziyarete gönderdiği için halk “gâvur padişah” dedi ama gerçekte devlet adamların­dan hiç kimse açık bir muhâlefete cesaret edemedi. Subay ise, zâten Sultan Mahmud’un eseriydi, onun reformlarına başkaldırması düşünülemezdi. Zira Harbiye’yi açan Sultan Mahmud idi. Harbiye’den o zamanlar yalnız piyade ve sü­vari subayı çıkardı ama, bunlar da ordunun esası idi. İstih­kâm ve topçu subayı yetiştiren Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn ile deniz subayı yetiştiren Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn, Sultan Mahmud’dan yarım, hattâ bir asır ön­ce açılmıştı...

            Vak’a-i Hayriyye ve Tanzimat ile Türkiye’nin güç kazan­dığını gören Avrupa devletleri, Osmanlı Devletini bir an ra­hat bırakmadılar. Güçlenmesini önlemek için her türlü mü­dahaleyi yaptılar ama 1875 Türkiyesi’nde Avrupa ile teknik mesafe henüz ehemmiyetli şekilde açılmış değildi. Böylesine şartlar içinde, karmaşık meseleler ortasında olan Orta Avrupa ile Orta Afrika arasında uzanan, Doğu Türkistan’da Çin sınırında toprağı bulunan bu büyük devleti kimler yö­netiyordu?.. Söylendi, sadrâzamın başında bulunduğu Tan­zimat bürokrasisi... Padişah, saltanat sürüyor, hükûmet et­miyordu ama bu bürokratlar kimlerdi? Bunları tanıyarak mevzuya girmek gerekiyor.

            Âlî Paşa ve Sonrakiler

            Mustafa Reşid Paşa, çok kudretli bürokratlar yetiştirdi ki; böyle bir kadroyu, Kanûnî devrinden, XVI. asırdan beri Osmanlı Devleti görmediği gibi, günümüze kadar da bir daha göremeyecektir. Büyük bir adam seçme ve yetiştirme kabiliyeti vardı. Yetiştirdiklerinin içinde ikisi, kendisi gibi dehâ sahibi idi. Âlî Paşa ve Keçeci-zâde Büyük Dr. Mehmed Fuad Paşa... Bu iki paşanın da gerçek mesleği -her ne kadar Fuad Paşa tıp fakültesi mezunu ise de- üstâdları, Reşid Pa­şa gibi diplomatlıktı. Binâenaleyh Tanzimat bürokrasisi ha­riciye, dâhiliye, maârif, maliye gibi bölümlere ayrılırsa, devlet idaresinde büyük ağırlığın hâriciyede, diplomatlar­da olduğu görülür. Bunun sebep ve felsefesi şudur:

            Bir imparatorluğun yönetimi, bir millî devletin yöneti­minden çok farklıdır. İmparatorluklar normal devletler de­ğillerdir. Bugün çağı geçmiş acayip devlerdir. Yemen’e ve Libya’ya, İstanbul’dan nahiye müdürü, takım ve bölük ku­mandanı gönderen bir devleti düşününüz... Böyle bir dev­let ancak çok kudretli bir ordu ve donanma ile ayakta kala­bilir. Gerçi tebaasının mutlak çoğunluğu devletten mem­nundur... Üstelik Türk imparatoru aynı zamanda halîfe’dir, yani dünyadaki bütün Müslümanların en büyük li­deridir ama başka imparatorluklar da vardır. İmparatorluk­lar, birbirlerine yutulmamak için birbirleriyle devamlı mü­câdele içindedirler. İlk defa olarak 1683’te Osmanlı Devleti, 4 büyük devletin ittifâkına mağlûp olmuştur. Kanûnî dev­rindeki Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin dünyanın geri kalan bü­tün ordu ve donanmalarının toplam gücü üzerinde tutul­ması askerî politikasının mâziye karıştığı anlaşılmıştır. Son defa Türkiye, 1736-39 savaşında İran, sonra Almanya ve Rusya gibi üç büyük imparatorlukla tek başına yaptığı har­bi kazanmıştır ve bu da sonuncusu olmuştur. 1770’ten iti­baren yenilmeye başlamıştır... Binâenaleyh Sultan Mah­mud ve Reşid Paşa, Avrupa devletlerinin durumlarını ince­lemişler, hiçbirinin yanına müttefik almadan savaşmadığı­nı görmüşlerdir. Ancak kudretli müttefik edinilebilmek için gene kudretli bir orduyu elde bulundurmak icap ettiğini de müşâhede etmişlerdir. Büyük Devletlerin çok hassas den­gesi içinde bulunmak ve imparatorluğu ancak bu şekilde yaşatmak gerektiğine inanılmış, diğer imparatorlukların da hayatlarını ancak böyle devam ettirebildikleri görülmüştür. Bir Londra, bir Paris büyükelçiliğinin, hâriciye nâzırlığı ka­dar mühim olduğu anlaşılmıştır. Reşid Paşa ve talebeleri uzun yıllar bu Avrupa merkezlerinde bulunarak yetişmişler ve çok mâhirane şekilde büyük devletler dengesine girebil­mişlerdir.

            Reşid Paşa’nın ölümünden sonra Âlî-Fuad Paşalar ekibi, çok iyi uyuşan, birbirini hiç kıskanmayan bir çift olarak, Osmanlı İmparatorluğunu, akıl almaz yetkilerle yönetmiş­lerdir. Biri sadrâzam olduğu zaman, diğeri hâriciye nezâre­tine geçmiştir. Padişahı hükûmet hattâ devlet işlerine ka­rıştırmamışlar, üstelik bu işi yazılı bir yetkileri olmaksızın, otoriteleri ve şahsiyetlerinin gücüyle becerebilmişlerdir. Ancak üstâdları Reşid Paşa’dan eksik bir tarafları vardır: Adam yetiştirmemişlerdir...

            Âlî Paşa, 5 defa sadrâzam ve 8 defa hâriciye nâzırı ol­duktan sonra, 7 Eylül 1871’de öldü. Fuad Paşa iki buçuk yıl önce hayattan çekilmişti. 57 yaşını bitirmeden ölen Âlî Paşa’nın da politika sahnesinden çekilmesiyle, Türk siyâsî edebiyatında ve devlet hayatında zamanımıza kadar çok kullanılan “kaht-ı ricâl” tâbiri yayıldı. “Kaht-ı ricâl”, “dev­let adamı kıtlığı” demektir...

            Âlî Paşa’dan sonra devlet hayatında istikrar bozuldu. Sadrâzamlar birbiri ardınca beceriksizlikler yapıp değişti­rilmeye başlandı. Âlî Paşa’dan sonra Mahmud Nedim Paşa 10 ay, 24 gün, Midhat Paşa 2 ay, 10 gün, üçüncü defa Müter­cim Rüşdü Paşa 3 ay, 27 gün, Ahmed Es’ad Paşa 1 ay, 28 gün, Şîrvânî-zâde Mehmed Rüşdü Paşa 9 ay, 29 gün, Hüse­yin Avni Paşa 1 yıl, 2 ay, 10 gün, 2. defa Es’ad Paşa 4 ay, 1 gün, 2. defa Mahmud Nedim Paşa 8 ay, 16 gün sadrazam­lıkta kalabildi... Böylece 1871 yılından 1876’ya gelindi...

            Sultan Aziz, Âlî-Fuad Paşalar devrinde hükûmet etmeyi düşünmezken, sadrâzamlarının eskileri derecesinde olma­dığını, liyâkatsizliklerini, kudretsizliklerini, ihtiraslarını, yetersizliklerini müşâhede etti. Hükûmet işlerine karışma­ya başladı. Mahmud Nedim Paşa, Tanzimat esaslarına aykı­rı olarak devlet adamlarını sürmeye, rüşvet almaya başladı.

            Haleflerinin ekserisi de türlü şekillerde devletin anayasası mâhiyetinde bulunan Tanzimat’a aykırı hareket ettiler. Pa­dişah, devlet ve hükûmet işlerine müdâhalelerini artırdık­ça artırır oldu. Haklı haksız, kendi aklının, bütün devlet adamlarından fazla olduğuna kanaat getirdi.

            Devlet adamları içinde ikisi, fevkalâde ihtirasları ve id­diaları ile dikkati çekiyordu. Bunlardan biri sivil valilik­ten gelme vezirlerden Midhat Paşa, diğeri ise müşîr (mare­şal) Hüseyin Avni Paşa idi...

            Hüseyin Avni Paşa

            Hüseyin Avni Paşa, 1821 yılında Isparta’nın o zaman köy olan Gelendost karyesinde doğdu. Çok mütevâzı bir aileden geliyordu. Üstelik ailenin şöhreti iyi değildi. Baba­sının adı Eşekçi Ahmed idi. Bu Ahmed, Eğridir eşrâfından Hacımemişoğlu’nun uşağı idi. Bu sırada İkinci Mahmud, yeni açtığı Harbiye’de subay yetiştirmek için, Anadolu’da belli başlı eşrafın oğullarından birinin askerî öğrenim için İstanbul’a gönderilmesini emretti. Hacımemişoğlu, kendi oğlundan ayrılmak istemedi. Uşağının oğlu Hüseyin Avni’yi İstanbul’a yolladı.

            Hüseyin Avni, Hacımemişoğlu tarafından Gelendost’ta köy okulundan sonra Eğridir Medresesi’nde okutulmuştu. 1836’da İstanbul’a geldiği zaman 15 yaşında idi. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde müderris olan dayısının yanına sı­ğında. Medresede Kur’ân ve Arapça okudu. 1837 Temmu­zunda nefer (er) olarak Harbiye’nin hazırlık sınıfına alındı. 8 ay sonra imtihanla onbaşı, 1839 Temmuzunda çavuş, son­ra başçavuş oldu. 1842’de Mekteb-i Fünûn-i Harbiye-i Şâhâne’yi bitirerek 21 yaşında mülazım (teğmen) rütbesini aldı. O yıl mezunlarından 5 teğmen, Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâne’ye, Harb Akademisi’ne ayrıldı, biri Hüseyin Avni Efendi idi. 1849’da erkân-ı harb kolağası (kurmay kı­demli yüzbaşı) rütbesiyle 28 yaşında Harb Akademisi’nden çıktı. Sınıfının üçüncüsü idi. Sınıf birincisi 1891’de ölen Müşîr Mahmud Mes’ud Paşa, ikinci de 1859’da ölen Müşîr Safvet Paşa’dır. Bu, Harb Akademilerinin ilk kurmay sınıfıdır. Daha önce Türkiye’de de, Avrupa’da da kurmaylık yoktu.

            Hüseyin Avni Efendi, 1852 Haziranında binbaşı rütbesi ve “bey” unvanı ile Harbiye’ye taktik öğretmeni tayin edil­di. 12 Haziran 1853’te yarbay rütbesiyle Şumnu’ya, sonra Sofya’ya gönderildi, az sonra Vidin’deki tümenin kurmay başkanlığına getirildi. Rusya ile savaş (Kırım Harbi) başla­mıştı. Ferik (sonradan müşîr) Ahmed Paşa’nın yanında Ça­tana Meydan Muharebesi’nde Rus Ordusu’nun yenilmesin­de hizmet etti. Muharebede bir Rus güllesi, bindiği atın kel­lesini koparıp aldı. Kumandanı Mirliva Çerkes İsmail Paşa, kendisine bir at hediye etti. Modern Türk Ordusu’nun Ruslar’a karşı ilk zaferine katıldığı için bu başarı siciline işlendi ve çabuk yükselmesinin âmillerinden biri oldu. Osmanlı Devleti’nde askerî veyâ mülkî bir görevde yıl geçirerek de­ğil, liyakat ve başarı veyâ teveccüh üzerine rütbe alınırdı. Aynı sınıf mezunu bir kurmay albayın yanında, aynı kı­demde müşîr rütbesine çıkanlara rastlanırdı. Yönetimi mil­lî devletlere benzemeyen imparatorlukların ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, faydası kadar zararı da olan bir sistem­di.

            Çatana zaferi üzerine padişah Sultan Mecid, Hüseyin Avni Bey’e altın kabzalı kılıç, albay rütbesi ve 5. rütbe olan Mecîdî Nişânı’nın yerine 4. rütbe nişan verdi. Sonra mirlivâ (general) olarak Kars’a, oradan Şumnu’ya gönderildi. Kı­rım Harbi bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1855’te Sohumkale’deki (Gürcistan) kolordunun kurmay başkanı ol­du... 3. rütbe Mecîdî Nişânı aldı. Savaş bitince Karadağ’a gönderildi. 1858’de Mekteb-i Harbiye kumandanı, sonra Mekâtib-i Askeriye (askerî okullar) kumandanı oldu. Tü­men kumandanı olarak tekrar Karadağ’a gitti. 1862 Şuba­tında ferik (korgeneral), Ocak 1863’te Askerî Şûrâ reisi, Tem­muz 1863’te müşîr (mareşal) rütbesiyle Birinci Ordu (İstan­bul) Kumandanı, bir ara Serasker (millî savunma bakanı) vekili oldu. Birinci Ordu Kumandanı iken, 42 yaşındaki genç mareşalin bir hareketi, netice bakımından Türk impa­ratorluğunu acı maceralara sürükleyecek bir şekilde gelişti:

            Avni Paşa, Fuad Paşa’nın himayesindeydi. Âlî Paşa, davranışından ve fizyonomisinden hoşlanmadığı için Avni Paşa’yı pek tutmuyordu. Ancak arkadaşı Fuad Paşa’nın adamı olduğunu bildiği için sesini çıkarmıyordu. Üstelik Avni Paşa, devrinin en iyi askerlerinden biri olarak tanın­mıştı... Binâenaleyh Bâb-ı Âlî bürokrasisinin gelenekleri içine girebildiği takdirde, Seraskerliğe kadar çıkmasına hiç­bir engel yoktu... Genç yaşına rağmen devletin en yüksek askerî rütbesi kendisinden esirgenmemişti.

            Padişahlar her Cuma günü, bir camiye namaza gi-derler­di. Cami içinde dinî olan bu tören, cami dışında padişahın saraya gidip gelişinde tamamen askerî bir gösteri halini alırdı. Dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar, halîfe­lerini görürler, Avrupalılar Türk birliklerini seyrederler, İs­tanbul mahşer gününe dönerdi.

            “Cum’a Selâmlığı” denen bu mühim imparatorluk töre­nine, devlet adamları da katılırdı. İstanbul’daki Birinci Or­du Kumandanı’nın da katılması tabiî idi... Böyle bir Cuma günü Avni Paşa da büyük üniforması ile nişânları ve müşîr apoletleriyle törene katılmıştı. Törene Hânedân’a mensup kadınlar da katılırlar, yalnız kadınların Cuma namazı kıl­ması bahis mevzuu olmadığı için, kapalı saltanat arabalarının içinde avluda padişahın camiden çıkmasını beklerlerdi. Böyle bir törende Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’in eşlerinden bir Kadın-Efendi’ye sözle sarkıntılık etti...

            Böyle bir şey, Osmanlı tarihinde ne görülmüş, ne işitilmişti. Padişah eşleri Türk imparatorluk düzeninde, kraliçe protokolündedir (fakat imparatoriçe protokolü uygulan­maz, tek imparatoriçe, hayatta bulunuyorsa padişahın “Vâlide Sultan” denen annesidir). Bir bakıma görülmemiş dere­cede ağır bir suçtu, bir bakıma da seviyeli bir külhanbeyine bile yakışmayacak bir hafiflikti ama garip olan, Avni Paşa’nın mizacını göstermesiydi. Padişah kadınına böyle mu­amelede bulunabilen bir adamın, başkalarına neler yapabi­leceği, hattâ yapmakta bulunduğu düşünülebilir. Garabet Sultan Aziz’de de mevcuttur. Çünki böyle bir adama, ceza­sını çektiğine kanaat getirdikten sonra, tekrar en yüksek devlet görevlerini emniyet edebilmiştir.

            Olay duyulunca Hüseyin Avni Paşa, Birinci Ordu Ku­mandanlığından alındı. 14 ay hiçbir görev verilmedi, fakat maaşını aldı. Bu müddet sonunda Bosna-Hersek eyâlet va­liliğine tayin edildi, fakat Girit’te Rumlar ayaklanınca, Bos­na’ya gönderilmesinden vazgeçilerek Girit’e yollandı (7 Mart 1867). Bir ay sonra yerine Müşîr Ömer Paşa gönderil­di. Hüseyin Avni Paşa’ya Yanya ve Tesalya tümenlerinin kumandanlığı verildi. 29 Kasım 1867’de Girit eyâlet valisi oldu. 9 Şubat 1869’da Serasker (savunma bakanı) olarak ilk defa imparatorluk kabinesine girdi. 48 yaşında idi...

            Seraskerlik, Tanzimat Türkiyesi’nin en yüksek askerî gö­revi idi. Bugünkü genelkurmay başkanı ile millî savunma bakanının ve kara kuvvetleri kumandanının bütün yetkile­rini bir arada taşıyordu. Şu fark ile ki; deniz kuvvetleri, yet­kisi dışında bulunuyordu. Serasker, imparatorluk bakanlar kurulu protokolünde sadrâzam ve şeyhulislâm’dan sonraki sırada idi. Birkaç sivil serasker varsa da, hemen daima müşîr (mareşal) rütbesini taşıyan askerlerden seçilirdi. De­niz kuvvetleri için ayrı bir bakan vardı, bu bakana 1867’ye kadar “kapdân-ı deryâ” denirken, bu tarihte unvanı “bah­riye nâzırı”na çevrilmişti. Rütbesi bahriye müşîri (büyük amiral) idi. Fakat birkaç sivilin veyâ kara mareşalinin de bu göreve getirildiği vakidir. İmparatorluk kabinesinin üçüncü asker üyesine “Tophâne-i Âmire Müşîri” denirdi, bu göre­ve de ekseriya bir mareşal getirilirdi. Kara ordusuna âit bü­tün askerî fabrikaların en büyük âmiri idi. “Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reîsi” denen generalin o dönemde büyük önemi yoktu. Seraskerin kurmay başkanı görevini yapardı, ordunun başı değildi. Bu görevin rütbesi umumiyetle ferik (korgeneral) idi. Askerî paşalık sadece üç rütbe idi: Mirlivâ, ferik ve müşîr. Mirlivâ, bugünkü tuğ ve tümgeneral rütbe­lerine karşılıktı. Ferik, korgeneral veyâ kor-or general idi (1901’de birinci ferik=orgeneral rütbesi ihdas edilerek ferik­lik iki dereceye ayrıldı), müşîr ise mareşal.

            1870’de Hüseyin Avni Paşa’ya 1. rütbe Mecîdî Nişânı ve­rildi (en yüksek nişan değildir). 2 yıl, 7 ay seraskerlikte kal­dı. Bu müddet içinde beğenmediği generalleri ya emekliye ayırdı, ya İstanbul’dan uzaklaştırdı. Emrinden çıkmayacak generalleri İstanbul’a tayin etti ve kendisine bağladı. Bu ta­yinleri, subayın politikaya karıştığını hayatında görmemiş olan Sadrâzam Âlî Paşa’ya askerî zaruretler olarak izah edip imzalattı. Böylesine bir ikbâl içinde iken, 8 Eylül 1871’de seraskerlikten azledilmekle kalmadı, rütbesi ve ni­şanları alınıp askerlikten tardedilerek Isparta’ya sürüldü. Tanzimat Türkiyesi’nde emsali az görülmüş bir cezadır...

            Bu defaki suçu da gene ırz ve namus meselesine taalluk ediyordu. Harem-i Hümâyûn’un “hazinedar” denen çok yüksek rütbeli câriyelerinden Arz-ı Niyâz Kalfa ve muhte­melen padişah câriyelerinden (hizmetçi kızlardan) bir veyâ ikisi ile münasebet kurduğu ortaya çıkmıştı. Padişahın bu defaki tepkisi ve verdiği ceza sert oldu. On bir ay rütbesiz bir adam olarak Isparta’da oturması kararlaştırıldı. Isparta’ya kumarı sokanın Hüseyin Avni Paşa olduğunu Böcü-zâde Süleyman Sâmi Efendi, Isparta Tarihi’nde yazar...

            Padişah, ihtimal Avni Paşa’yı cezasını çekmiş saydı. Fa­kat paşa, padişaha sönmez bir kin beslemeye başladı. Üste­lik böyle bir adam, 17 Kasım 1872’de Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa tarafından Aydın eyâleti valiliğine getirildi. Merkezi İzmir olan, bütün Ege Bölgesi’ni içine alan, impa­ratorluğun en seçkin eyâletlerinden biri idi... 25 Ocak 1873’te aynı sadrâzam tarafından bahriye nâzırı olarak ka­bineye alındı. Müşîr rütbesi ve nişânları iade edildi. Üç haf­ta sonra 15 Şubat’ta ikinci defa serasker oldu. Ertesi yıl, 13 Şubat 1874’te, seraskerlik de uhdesinde kalmak üzere sad­razamlığa getirildi...

            Yerine geldiği sadrâzam, Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’yı Hi­caz Valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırdı. Bununla da kalma­dı, 23 Eylül 1874’te Şîrvânî-zâde’yi Tâif’te zehirleterek öl­dürttü. Şîrvânî-zâde, 45 yaşında, Tanzimat’ın en değerli ve­zirlerinden idi...

            Evvelce Hüseyin Avni Paşa, iki vezire, Midhat ve Şîrvâ­nî-zâde Rüşdü Paşa’ya, padişahı tahtından indirmek fikrini ifşa etmişti. Şîrvânî-zâde, sadrâzam olunca, Avni Paşa’ya artık bu bahsi açmadı. Onun üzerine Avni Paşa, padişah ile görüşerek, Şîrvânî-zâde’nin Veliahd Murad Efendi’nin ada­mı olduğunu, onun emrinden çıkmadığını söyledi. Bu ya­lan üzerine padişah, Şîrvânî-zâde’yi azledip, sadakatini arz eden Avni Paşa’yı sadârete getirdi. Ancak Avni Paşa; Şîrvâ­nî-zâde’nin, vaktiyle kendisine padişahın tahttan indirilme­si bahsinin açıldığını Sultan Aziz’e bildirmesi korkusu için­de idi. Midhat Paşa da telâşta idi. Bu korkusunu ortadan kaldırmak için Şîrvânî-zâde’yi zehirletti. Elde ettiği câriyeler vasıtasıyla padişahı da zehirletmek istedi. Fakat câriyeler buna cesaret edemediler...

            Hüseyin Avni Paşa sadârette tutunamadı. Büyük ölçüde yabancı firmalardan “komisyon” adıyla rüşvet aldığı padi­şaha duyuruldu. Asker olmasına rağmen Hersek’te çıkan ihtilâli küçük gördü, büyümesine göz yumup tedbir alma­dı. Tehlikeli hâle gelen maliye işlerinden hiç anlamıyordu. Kabalığı ve zulmü yüzünden halk kendisinden nefret etti. Tekrar Aydın (İzmir) eyâlet valiliği ile İstanbul’dan uzaklaş­tırılıp sadâretten ve seraskerlikten azledildi. Bir müddet sonra hasta olduğunu ileri sürdü. Tedavi için Avrupa’ya gitti. Hiçbir hastalığı yoktu. Sıhhat ve alkolden yanakları kıpkırmızı idi. Londra’da İngiliz nazırları ile Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi meselesini görüşmeye cesaret etti. O devrin Birleşik Amerikası olan İngiltere’nin onayını aldı. Avrupa’dan döndü. Türlü entrikalar, rüşvetler ve pa­dişahın inanılmaz gaflet eseri olarak üçüncü defa serasker oldu. Ordu seraskerin emrinde olduğu için, Avni Paşa mak­sadına yaklaşmıştı. Üstelik aynı kanaatte bulunan Midhat Paşa da adliye nâzırlığına getirildi.

            Midhat Paşa

            Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa’dan bir buçuk yaş kü­çüktü... 1822 Kasımında İstanbul’da doğdu. Ailesi aslen Rusçuklu’dur. Küçük bir kadı’nın oğludur. Ahmed Şefik Midhat, babası ile Rumeli’ni gezdi. İstanbul’da Arapça ve Farsça okudu. Fransızcaya 35 yaşından sonra çalışabildi ve kendi tâbiriyle “mümkün mertebe” öğrenebildi. Bu bakımdan diğer Tanzimat devlet adamlarına nispetle kültürü çok geri idi. Hattâ gençliğinde Fransızca kitaplar tercüme eden Hüseyin Avni Paşa, Tanzimat’ın çok kültürlü devlet adam­larından sayılmamasına rağmen, Midhat Paşa’dan ileri idi. 18 yaşında kâtip yardımcısı olarak sadâret mektûbî (başbakanlık özel) kalemine girdi. İki yıl sonra Suriye Eyâleti (Şam) valisine kâtip olup iki buçuk yıl orada çalıştı. Aynı görevi iki yıl Konya, bir yıl Kastamonu valisinin yanında yaptı. 1850 Ocağında gene sadâret mektûbî kalemine dön­dü; kâtip, 1851 Ocağında “mütemâyiz” rütbesine yükselerek başkâtib oldu. Mütemâyiz albaya eşit mülkiye (sivil) rütbe­si idi. Sadrâzamın emriyle, hakkında para yolsuzluğu ihba­rında bulunulan Altıncı Ordu Kumandanı’nın yaptıklarını araştırmak için ordu merkezi Bağdat’a gitti. Müfettiş ola­rak 6 ay Bağdat’ta bulundu. Ordu kumandanının aleyhin­de çok etraflı bir rapor düzenleyerek döndü. 1852 Aralığın­da ûlâ sânîsi (tümgeneral’e eşit mülkiye rütbesi) rütbesine yükseltildi. Vilâyetleri tanıması ve meseleleri dikkatle araş­tırması gibi hususiyetleriyle, kâtibi olarak çalıştığı sadrâ­zamların hepsine, bu arada Büyük Reşid Paşa, Âlî Paşa gi­bi çok nüfuzlu olanlarına kendini beğendirdi.

            20 yaşında 25 altın aylık maaşla Şam’a giden Midhat Efendi’nin maaşı, 10 yıl sonra ayda 130 altına yükseltildi. Rumeli’ne müfettiş olarak yollandı. Sonra Bursa’ya gönde­rildi. Haklarında şikâyet olan valileri teftiş için gene Rume­li’ne gitti. 1857-58’de 6 ay için Avrupa’ya gitti. Paris, Lond­ra, Viyana ve Brüksel’de oturdu. Âlî Paşa’nın bu lûtfu, Mid­hat Efendi’yi daha yüksek görevlere getirmek istediğine, fa­kat bunun için dış ülkeleri de görmesi lüzûmuna inandığı­na işaretti. Dönüşünde Meclis-i Vâlâ genel sekreteri, 5 Ocak 1861’de Sultan Abdülmecid’in son aylarında, askerî rütbe­lerden mareşal’e eşit en yüksek mülkiye rütbesi olan vezir pâyesiyle Niş valisi oldu. 38 yaşında idi. 1862 Ekiminde 2. rütbe Mecîdî nişanı değiştirilerek 1. rütbesi verildi. Prizrin (Kosova) Valiliği’ne, 13 Ekim 1864’te ayda 600 altın maaşla merkezi Rusçuk olan ve sınırları bugünkü Bulgaristan’dan büyük bulunan Tuna Valiliği’ne getirildi...

            Midhat Paşa, Tuna Valiliği’nde hârikalar meydana getir­di. Şöhreti bütün Avrupa’ya yayıldı. Avrupa gazeteleri sık sık kendisinden bahsetti. Çağın Avrupa ölçüsünde en muk­tedir umûmî valilerinden biri olarak kabûl edildi. Eyâletine büyük bayındırlık getirdiği gibi, en küçük âsâyişsizlikleri bile disiplin altına aldı. Okullar, yollar, bankalar, fabrikalar yaptırdı. Âlî Paşa, 1 Nisan 1868 günü uzun zamandan beri üzerinde çalıştığı Şûrây-ı Devlet’i açtı ve 5 Mart’ta Midhat Paşa’yı Tuna Eyâleti’nden alarak Şûrây-ı Devlet Reisi ola­rak İstanbul’a getirdi. Böylece Midhat Paşa, imparatorluk bakanlar kuruluna girdi. Zira Şûrây-ı Devlet Reisi, en mü­him nâzırlardan sayılıyor ve kabineye giriyordu. Şûrây-ı Devlet, bugünkü Danıştay gibi idârî bir mahkemeden ibaret değildi. Teşrî (yasama) meclisi idi, kanunları o yapıyordu. Aynı zamanda anayasa mahkemesi idi. Dîvân-ı Âlî olarak nazırları muhakeme edebildiği gibi, yasaların ve icranın Tanzimat esaslarına uygun olup olmadığına karar verebili­yordu. Bütün bunlara ilâve olarak, halkın idâreye iştirâkini temin ile demokrasiye geçişi sağlıyordu. Fakat siyâsî bir ku­ruluştu ve sadrâzamın emrinde idi. Üyeleri, ceza ve hukuk hâkimleri gibi, icranın emrinde bulunmayan müstakil yar­gıçlar değildi. Meselâ sadrâzam, bir temyiz üyesinin kararı­na hiçbir şekilde karışamadığı halde, Şûrây-ı Devlet daire­lerinin kararları üzerinde üyelerle evvelce anlaşıyordu, be­ğenmediği üyeleri değiştirebiliyordu. Hâlbuki hükmünü beğenmediği hâkimi değil sadrâzamın, padişahın değiştir­mesi bile mümkün değildi... Şûrây-ı Devlet, kanun yaptığı­na göre, devlet bütçesini de hazırlıyordu. Zira bütçe de bir kanundu. Vilâyetlerden seçilmiş üyeler, her yıl İstanbul’a gelerek görüşlerini Şûrây-ı Devlet’e bildiriyorlardı. Açılış nutkunda Sultan Aziz, “Teşkîlât-ı cedîde (yeni düzenleme) kuvve-i icrâiyyenin, kuvve-i adliye, dîniye ve teşrîiyeden tefriki(ayrılması) esâsına müsteniddir (dayanmaktadır)” diyerek yalnız yargının değil, din işlerinin de icrâdan ayrılacağını işaret etmişti.

            Bu derecede mühim bir kuruluşun başına getirilen Midhat Paşa, Âlî Paşa’yı hayâl sukutuna uğrattı. Âlî Paşa, bu büyük umûmî valinin, merkezî devlet teşkilâtı, bir impara­torluğun yüksek politikası hakkında çok az şey bildiğini, nâzır olarak yetersiz bulunduğunu esefle gördü. Bir yıl geç­meden, 27 Şubat 1869’da Midhat Paşa’yı, sınırları bugünkü Irak’tan geniş olan Bağdat eyâleti valiliğine tayin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı...

            Midhat Paşa, Tuna’da gösterdiği büyük başarıyı, Irak’ta da gösterdi. Fevkalâde bir âsâyiş sağladı ve büyük bayın­dırlık ve kültür eserleri yaptırdı. 3 yıl Bağdat’ta kaldıktan sonra istifa etti. Edirne eyâletine tayin edildi. Edirne’ye git­mek üzere İstanbul’a gelince, eyâlet valilerinin görev yerle­rine gitmeden padişahı ziyaretleri âdet olduğu için, huzûr-ı hümâyûna çıktı. Konuşmayı siyasete döktü ve Sultan Aziz’e, Mahmud Nedim Paşa’nın yolsuzluklarını anlattı. Esasen sadrâzamı değiştirmeye karar veren padişah, bu makama Midhat Paşa’yı getirdi...

            Midhat Paşa’nın sadrazamlığının, nâzırlığından bile kö­tü olduğu, 2 ay 19 gün sürebilen sadâretinde kolaylıkla ve açıklıkla ortaya çıktı. Âlî Paşa’nın liyâkatsiz halefi Mah­mud Nedim Paşa’nın karmakarışık ettiği devlet düzenini, yeni yolsuzluklarla lekeledi. 28 Eylül’de Mısır hıdîvi (umû­mî valisi) İsmail Paşa’ya haricî istikraz, yani Avrupa’dan borçlanabilme hakkı tanıdı. Bu ferman için hidiv, İstan­bul’daki devlet ve saray adamlarına yüz, yüz ellişer bin al­tın rüşvet dağıttı. Üstelik açığı olan bütçede gelir fazlası bu­lunduğunu padişaha söylemeye cesaret etti ki; Midhat Paşa’nın ne derecede pervasız olduğunu gösterir. Zira Osmanlı geleneğinde padişaha yalan söylemek çok büyük suç sayılırdı. Bu yalanın ortaya çıkması üzerine Sultan Aziz Midhat Paşa’yı azletti. Mütercim Rüşdü Paşa, üçüncü defa sadrâzam oldu...

            Böylece bir valinin, ekserisi diplomatlıktan gelen büyük Tanzimat sadrâzamlarının yerini tutamayacağı anlaşıldı. Zira Midhat Paşa’nın dış politika üzerinde hiçbir bilgisi yoktu ama şöhreti devam etti. Bu şöhreti, Yeni Osmanlılar körükledi...

            Âlî-Fuad Paşalar ekibini yıkıp yerlerine geçmek isteyen Yeni Osmanlılar’ın kendileri iktidara gelinceye kadar Âlî Paşa’nın yerine getirilmesini istedikleri vezir Mahmud Ne­dim Paşa idi... Ancak bu zât sadrâzam olup akıl almaz mecnunluklar, akılsızlıklar, hırsızlıklarla Tanzimat esasları­nı berbat edince, Yeni Osmanlılar uyandılar. Yeni Osmanlılar’ın Ziyâ Bey’den (Paşa) sonra gelen en ünlü üyesi Nâmık Kemâl Bey:

            Bilmem nedir lüzumu vücûd-î habîsinin

            Dünyâyı boynuzun mu tutar hey, öküz teres

            diye Âlî Paşa’yı tahkir etmiş adamdı. Kendi ifâdesine göre Nâmık Kemâl, Mahmud Nedim’in kötü idâresini gö­rünce, Âlî Paşa’nın mezarına gidip ağladı ve ruhundan af diledi ama iş işten geçmişti. Ziyâ ve Kemâl Beyler’in aman­sız, muhteris ve haksız tenkit ve iftiraları, Âlî Paşa’nın ha­yatını kısaltmıştı. Yeni Osmanlılar bu defa Midhat Paşa’yı ileri sürerek onu vasıta yapmak istediler. Midhat Paşa, kendisini göklere çıkaran bu gazeteci-şâirlerin lehindeki propa­gandasını sadârete yükselmek için menfaatine uygun buldu ama sadrâzam olunca büyük vefasızlık göstererek, Tanzimat esaslarına aykırı olarak Nâmık Kemâl’i Gelibolu’ya sürüverdi.

            Midhat Paşa, Yeni Osmanlılar’ın çok sevdikleri ve içli-dışlı oldukları padişahın yeğeni Veliahd Murad Efendi tarafından destekleniyordu. İçki sofralarında, Yeni Osmanlılar’la devlet ve rejim üzerinde kararlar alan Midhat Paşa, tam bir hayâlperest idi. Avrupa medeniyetine, bayındırlığına, zenginliğine hayrandı. Bunun meşrûtî bir idare (taçlı demokrasi) ile sağlandığını sanıyordu. İngiltere’deki parla­mento idâresini Osmanlı Devleti’nde uyguladığı an, Türki­ye’nin İngiltere kadar bayındır olacağını zannediyordu. Böyle bir idâreyi ise yürütecek tek ve yegâne, biricik ve em­salsiz, rakibsiz, yeri doldurulmaz ve vazgeçilmez adamın kendisi olduğuna emindi. Hüseyin Avni Paşa, padişahın tahttan indirilmesi projesini önce bu muhteris, akılsız ve gerçekleri kavramakta yeteneksiz vezire açtı ama parla­menter idareden hiç bahsetmedi. Zira Hüseyin Avni Paşa amansız bir müstebid idi, o da imparatorluğa, hayatının so­nuna kadar asker gücüyle hâkim olacağını hesaplıyor, Midhat Paşa’nın dayandığı basın gücünü, liberal cereyanları küçük görüyordu.

            Hüseyin Avni Paşa tasavvurunu ikinci olarak Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’ya açtı. Fakat bu zât sadrâzam olunca bu bahsi ağzına bile almadı. Şirvânî-zâde düşünce de onu ze­hirletti. Sonra Mütercim Rüşdü Paşa’ya açıldı. Hüseyin Av­ni Paşa Eylem’in birinci, Midhat Paşa ikinci, bu Rüşdü Pa­şa ise üçüncü şahsiyetidir. Kimdi Mütercim Rüşdü Paşa?

            Mütercim Rüşdü Paşa

            Mütercim Rüşdü Paşa, 1876’da 65 yaşında idi. 55 yaşında­ki Avni ve 54 yaşındaki Midhat Paşalara nispetle çok yaşlı ve kıdemli idi. 1811 Şubatında Sinop’un Ayancık kasabasında doğmuştu. Yoksul bir kayıkçının oğludur. Mehmed Rüşdü, 3 yaşında annesi ile İstanbul’a geldi. Tophane’de ilköğrenimini yaptı. 1826’da yeniçeriliğin ilgası üzerine İkinci Mahmud, henüz Harbiye’nin hazırlıklarını tamamlayamadığı için, ace­le yeni sistemde piyade ve süvâri subayı yetiştirmek için Tophane’de geçici bir subay okulu açtırmıştı. Mehmed Rüşdü bu okula yazıldı ve bitirerek teğmen çıktı. Çok çalışkan ve fevkalâde zeki idi. Yeni düzende bilgi edinmeksizin adam olunamayacağını hemen anladı. Büyük gayret göstererek Arapça, Farsça ve çok iyi derecede Fransızca öğrendi. Bir te­sadüfle Sultan Mahmud ile karşılaştı. Yetiştirecek kabiliyetli adam arayan padişah, bir teğmenin çok iyi Fransızca bildiği­ni öğrenince bu delikanlıya dört elle sarıldı. Padişahın kur­duğu yeni askerî okullar için kitaplar ve tüzükler tercüme ederek hükümdarın takdirini kazandı ve “Mütercim” diye anılmaya başlandı. Tercüme ettiklerini Müşîr Nâmık Paşa, Türk bünyesine göre düzelterek askerî eğitim, öğretim ve düzende yürürlüğe koydu.

            Mehmed Rüşdü Efendi yüzbaşı, sonra kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu. 9 yıl bu son rütbe ile Rumeli, Anadolu ve Su­riye’de orduda hizmet ettikten sonra binbaşı olabildi. Alay emîni (kıdemli binbaşı), kaymakam (yarbay) rütbelerini da­ha hızlı atladı. 1839’da albay, 1843 Eylülünde general, 1845’te ferik, 2 Şubat 1847’de müşîr (mareşal) oldu. 36 ya­şında idi. Birinci Ordu Kumandanı, Askerî Şûrâ Reisi olup 17 Mayıs 1851’de Serasker sıfatıyla imparatorluk Bakanlar Kuruluna girdi, 1852 Ağustosunda 1. rütbe Mecîdî nişanı al­dı. 15 Mayıs 1853’te Seraskerlikten istifa etti. Tekrar Birinci Ordu Kumandanı, Suriye Eyâleti Valisi oldu. İkinci ve üçüncü defa Serasker, Tophane müşîri, devlet nâzırı, Tanzi­mat Meclisi Reisi sıfatlarıyla devamlı kabinede bulundu. Sonunda Sadrazamlığa getirildi (24 Aralık 1859). Sultan Abdülmecid’in son yılları ve Rüşdü Paşa 49 yaşında idi. Bir iki yıl önce askerlikten istifa etmiş, bunun üzerine taşıdığı mareşal rütbesi, mülkiyede eşit rütbesi olan vezir pâyesi ile değiştirilmişti. Binâenaleyh Hüseyin Avni Paşa gibi sadâretinde üniforma taşımadı, sivildi.

            Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa, Batı kültürüne sahip, son derece zeki ve kurnaz bir politikacı idi. Avni ve Midhat Paşalar karakter bakımından cesur, hattâ cür’et sahibi oldukları ve mes’uliyet yüklenmekten hiç kaçınmadıkları halde, ‘eylem’in bu 3 numaralı adamı, aksi mizaçta idi. Kor­kaktı ve mes’uliyet yüklenmekte son derecede ürkekti. Çok tecrübeli bir devlet adamı olmasına, ‘eylem’e katılanların en yaşlısı bulunmasına rağmen, devlet işlerinde sorumlu­luk getirecek bir müşkül meseleyle karşılaşınca derhâl isti­fasını sadrâzama veyâ sadrâzamlıkta bulunuyor ise, padi­şaha sunması ile garip bir şöhret yapmıştı. 1876 yılında 4. defa sadrâzam olmuştu. Entrikacı, yalancı, menfaatlerine düşkündü. İhtiyar yaşında rahata kavuşmak için eyleme ka­tılmıştı. Kıdemi bakımından ölünceye kadar sadârette bıra­kılacağını ümit ediyordu. Hüseyin Avni Paşa gibi diktatör karakterde değildi. Gerçek bir Tanzimatçı ve Reşid Paşa ekolünün adamı idi. Ancak Midhat Paşa gibi Meşrûtiyetçi de değildi. Eylemin gerçek mânâda devletin bünyesini çok iyi tanıyan tek tecrübeli elemanı olduğu için, Osmanlı İmparatorluğu gibi millî olmayan ve milliyetler mozaiği hâlin­deki bir devleti dağıtacak en kolay yolun demokrasi oldu­ğunu çok iyi biliyordu. Zâten demokrasi 1876 yıllarında cihanşümül bir rejim değildi. Fransa, İngiltere, İtalya ve Bir­leşik Amerika’da, bir de küçük Batı Avrupa devletlerinde uygulanıyor, fakat asla bu devletlerin sömürgelerine teşmil edilmiyor, yalnız anayurtlarında tatbik ediliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise, anayurt-sömürge ayırımı yoktu. Aydın (İzmir) ve Ankara eyâletleri nasıl yönetiliyorsa, Yemen ve Tuna (Bulgaristan) eyâletlerinin de statüsü aynı idi. Osmanlı İmparatorluğu, 1876 yılında Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorlukları nasıl, hangi rejimle yönetiliyorsa, öyle yönetiliyordu. Tatbik edilen siyâsî rejim Rusya’ya nispetle çok daha liberaldi...

            Hasan Hayrullah Efendi

            Eylemin 4 numaralı ve sonuncu büyük şahsiyeti, çok za­vallı bir adamdı. Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi adındaki bu kişi, menfaatlerine son derecede düşkün genç bir yobazdı. Kasımpaşalı mütevâzı bir ailenin çocuğu ola­rak 1834’te doğdu. Binâenaleyh ‘Eylem Yılı’ olan 1876’da ancak 42 yaşında bulunuyordu... Çocukluğunda sesinin fevkalâde güzelliği anlaşıldı ve bu husus onu akıldan geçi­rilmez mertebelere yükseltti. Hâfız oldu. Sesinin güzelliği ile bir şeyhe dâmat oldu. Sesinin güzelliği yüzünden yap­tığı şöhret ve kayınpederinin nufûzu ile pek de hak etme­diği halde medrese’nin yüksek kısmından rüûs (diploma) aldı. Nihayet güzel okuyuşunu, padişah bizzat takdir edin­ce, bu sırada Saray’ın ikinci imâmı öldüğü için, 19 yaşında olduğu halde bu göreve getirildi (27 Şubat 1853)...

            Padişaha, sultanlara, şehzâdelere, kadın-efendilere Kur’ân okuyarak hepsinden -maaşı dışında- büyük ihsânlar aldı. Hepsinin gözdesi oldu. 1856’da 22 yaşında “mahreç” payesi aldı ki, albay’a eşit ilmîye (dinî-kazaî) rütbesi idi. 3 yıl sonra “Haremeyn” pâyesine çıkarıldı ki, askerî rütbeler­den tümgenerale eşitti. Sultan Aziz’in tahta geçmesinden az sonra Saray’ın birinci imâmı oldu. Sultan Aziz’in Bursa’ya gidişinde, Ulu Cami’deki cuma selâmlığında fevkalâde bir cuma hutbesi okuyup halkı heyecanlandırdı. 1863 başında kazasker rütbesine yükseltildi ki, askerî mareşal ve mülkî vezir rütbelerinin ilmiye sınıfı için karşılığıdır. 29 yaşında idi. Padişahın Mısır ve Avrupa seyahatlerine bu rütbe ile atıldı. Hüseyin Avni Paşa, ikbâl ile başı dönen bu adamın karakterine nüfuz etti. Taraftarı olarak ilmiyeden büyük rütbeli bir adamın bulunmasının ehemmiyeti, hattâ zaruretini biliniyordu. Dini de ‘eylem’ yolunda kullanmaya kararlı idi. Hayrullah Efendi’yi kendisine iyice bağlayıp minnettar etmek için, sadrâzam olunca, 40 yaşındaki bu genç kazaske­rin şeyhülislâm yapılmasını Sultan Aziz’den istedi. Sultan Aziz, Hayrullah Efendi’yi zevkle dinlerdi. Fakat şeyhülis­lâm sıfatıyla imparatorluk bakanlar kurulunun sadrâzam­dan sonra gelen şahsiyeti olarak düşünmemişti. Garipsedi, fakat Avni Paşa’nın arzusunu yerine getirdi ki, büyük so­rumsuzluktur. Zira kendisi halîfe sıfatıyla dünya Müslümanlar’ının başıdır ama Halîfe’nin papa gibi dini kendili­ğinden tefsir etme selâhiyeti yoktur. Halîfe’nin dinî ilimler­de bilgin olması da şart değildir, zâten bu sıfatta çok az ha­lîfe gelmiştir... Osmanlı devrinde halîfe olan padişahlar, ancak şeyhülislâm vasıtasıyla dinî işleri yönetirler, şahsen din işlerine karışmadıkları gibi, şahsen fetvâ da vermezler. Üstelik Hayrullah Efendi’nin alelâde bir saray dalkavuğu olduğunu, okuyup ihsan alınca saray kadınlarının etekleri­ni öptüğünü, devlet adamı vasfında bulunmadığını en iyi Sultan Abdülaziz biliyordu. Buna rağmen şahsına da bağlı saydığı için bu adamı böylesine yüce bir makama getirdiği düşünülebilir ki, padişah için gerçek bir mesuliyetsizlik ör­neğidir. Fakat Hayrullah Efendi bu yüce görevde 38 gün­den fazla tutunamadı. 19 Temmuz 1874’te padişah; kendisi­ni, işleri beceremediği, temsil edemediği için bu görevden aldı, yerine eski şeyhülislâmlardan Hasan Fehmi Efendi’yi getirdi ki, Sultan Aziz’in hocası idi.

            Ama 38 günlük meşîhati (şeyhülislâmlık), genç yobaz asla unutmadı. Makamın şaşaası gözlerini kamaştırmıştı. Zira bütün imparatorlukta sadrazamlıktan sonra gelen ikinci büyük görev olduğu gibi, vezâret’in üzerinde bulu­nan sadâret’e eşit tek rütbe de fiilen şeyhülislâmlara mah­sus meşîhat rütbesi idi ve o kadar yüksek bir rütbe idi ki, askerî rütbelerde karşılığı yoktu. Zira “mareşal”in üzerinde idi. Üstelik Hayrullah Efendi, kendisini 38 gün sonra azle­den efendisi, velinimeti Sultan Abdülaziz Hân’a sönmez bir kin beslemeye başladı. Zira lâyık olmadıkları mevkiye getiri­lenlerin, kendilerini o mevkiye yükseltenlere karşı en küçük bir iğbirarda nankörlük ve ihânet gösterdikleri değişmez kaidedir.

            Sultan Aziz, onu şeyhülislâmlıktan uzaklaştırmaya mec­bur kalınca, hatırı kırılmasın diye 2500 altın ihsân etti ama meşihat makamının yanında iki bin beş yüz altın ne idi ki?...

            Osmanlı düzeninde mağrur ve geçmişi şerefle dolu bir zümre olan ulemâ sınıfı, Hayrullah Efendi’nin padişaha mukallitlik yapan, taşıdığı sarığın ve ilmî pâyenin haysiye­tini düşüren bir şahıs olduğunu biliyordu. Binâenaleyh böyle bir adamın şeyhülislâm yapılıp başlarına getirilmesi, ulemânın padişaha kırgınlığına sebep oldu. Aradan iki yıl geçmeden Mütercim Rüşdü Paşa gene sadrâzam olunca, şeyhülislâm olarak Hayrullah Efendi’yi istedi. Padişah, ge­ne razı olmak zaafında bulundu. Hâlbuki şeyhülislâm tayi­ni, Tanzimat geleneklerine göre, sadrâzam tayini gibi, hü­kümdarın imtiyazında idi. Diğer nâzırların tayinine benze­mezdi... Sadrâzam, diğer nâzırlar için direnebilirdi, fakat şeyhülislâm için ancak padişah ile mutabık kalabilirdi. Sul­tan Aziz, sanki sarayında (Şerrullah=Allah’ın Şerri) denen Hayrullah Efendi, 38 günlük ilk meşîhatinde rezil olmamış gibi hiç itiraz etmedi. Ancak mâbeyncisine:

            - “Hayrullah Efendi sarayda iken, “müfsid imâm” derler­di. Rüşdü Paşa’nın tavsiyesiyle şimdi şeyhülislâm nasbeyledik, Allah vere bir halt etmese!” dedi.

            Padişah, Hayrullah Efendi’nin ‘eylem’de, ulemânın en yüksek mevkiinde bulunan şeyhülislâmın manevî desteğini sağlamak için bu makama istendiğini aklının köşesinden geçiremezdi.

            Eylemin Diğer Kişileri

            Eylem’in büyükleri sayılan 4 kişiden Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa ve Hayrullah Efendi’den başka padişahın tahttan indirilmesi işi kendisine açılan tek nazır (bakan), bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa idi. Bahriye Müşîri (büyük amiral) olan Ahmed Paşa, 70 ya­şında, cahil, fakat tecrübeli, çok cesur bir askerdi. Hal’e (tahttan indirmeye) taraftar olduğunu ve zırhlıları Saray’ın önüne yığacağını Hüseyin Avni Paşa’ya söyledi ve dediğini yaptı. Fakat hal’ işinde birinci derecede rolü yoktur.

            Avni ve Midhat Paşalar dışında hal’e katılanların hepsi, bu meseleden son haftalarda haberdar edildiler. Onun için eylemi Avni ve Midhat Paşalar plânladılar, nasıl gerçekleş­tirilebileceğini ise tek başına Avni Paşa tasarladı. Fakat hal’ işinin plânlanması, Veliahd’dan da gizli tutuldu ve onun onayı, eylemden ancak bir iki hafta önce alındı.

            Sultan Aziz, doğulu bir hükümdardı. Müslüman ve Türk geleneklerini seviyordu. Veliahd Murad Efendi ise, babası Sultan Abdülmecid derecesinde, hattâ ondan çok fazla Batılı bir prensti. İşlek Fransızca konuşur, pek iyi piya­no çalar, Batı Musikîsi parçaları besteler, Avrupa sarayları ile mektuplaşır, san’atkâr ve gazetecileri çevresinden eksik etmezdi. Türk farmasonlarınca üstâd-ı âzam yapılmış ve adına İstanbul’da Murad Locası açılmıştı. En büyük farma­son sayılan Gal Prensi (İngiltere Veliahdı) Edward (müstakbel VII. Edward) ile dosttu ve onun tarafından farmason yapılmıştı. Gene farmason olan Aziz Bey ve Skalyeri gibi mü­şavirlerinin tesirindeydi ki, bu zâtların İngiliz ajanı olduk­ları sonradan bulunan vesikalarla kesinleşmiştir. Şehzâde Murad Efendi, yakışıklı, kibar, zeki ve girgin bir prens olduğu için, amcası Sultan Aziz’in Avrupa seyahatinde büyük sükse yapmış, hattâ Kraliçe Victoria’nın 19 yaşındaki dördüncü kızı ile 1867’de evlendirilmesi düşünülmüşse de, Sultan Aziz engellemiştir. Ziyâ ve Nâmık Kemâl Beyler ve emsali ediplerin yakın dostu idi. Bu zâtlar, iktidara yükselebilmek için Sultan Aziz’den ümid kesmişler, Murad Efendi’nin bir vakit önce tahta çıkmasını bekliyorlardı. Murad Efendi’nin bazı hareketleri, halk tarafından hoş görülmüyordu. Yuka­rıda sayılan meziyetlerine rağmen, yine yukarıda anılan kusurları sebebiyle, amcası Sultan Abdülaziz’in yerini dol­durabilecek bir prens değildi. Yakın dostu Midhat Paşa’nın meşrûtiyet fikrini destekleyerek saltanata yükselmek hevesindeydi. Hüseyin Avni Paşa ile ilgisi yoktu ve Avni Paşa’dan hoşlanmazdı.

            Hal’e birkaç gün kala Avni Paşa, sonradan serasker olan Askerî Şûrâ Reisi Müşîr Redif Paşa’yı da ikna etti. Gafil, za­yıf karakterli ve palavracı bir asker olan Redif Paşa ise, Av­ni Paşa’ya Süleyman Paşa’yı tavsiye etti... Avni Paşa, eyle­min kesin başarısına kadar kendilerinin ortaya çıkmasının doğru olmadığını, meydana Süleyman Paşa’yı sürmenin münâsip bulunacağını düşündü. İşte gerçek mânâda eyle­mi, bu Süleyman Paşa gerçekleştirecekti. Kimdi Süleyman Paşa?

            Süleyman Paşa

            Süleyman Hüsnü Paşa, 1838’de İstanbul’da doğdu. Ba­bası şekerci esnafından ve Anadolu’dan gelme idi. 1859’da Harbiye’yi bitirdi. Harbiye’de taktik hocası -kendisinden 17 yaş büyük olan- Hüseyin Avni Paşa idi. Harbiye’de tarih ve edebiyat okuttu. Hersek, Karadağ ve Girit ayaklanmalarında başarı gösterdi... 1872’de yarbay, 1873’te albay, 1874’te general oldu. 36 yaşında iken Harbiye ve Askerî Mektepler Kumandanlığına getirildi. Askerî rüşdiye (ortaokul) ve îdâdîleri (lise) çoğalttı, düzenledi. Öğrencilere tarih, edebiyat zevkini aşıladı. Edebî bilgiler üzerinde mühim eserlerinden sonra 1874’te Târîh-i Âlem (Dünya Tarihi) adlı büyük kita­bını yayınladı. Burada Türk ırkının, tarihi yapan en büyük millet olduğunu, Türk tarihinin Selçuklular ve Osmanlılar’dan ibaret bulunmadığını, Türkiye devletini kurmadan Malazgirt’ten önce çok şanlı ve büyük bir geçmiş yaşadığı­mızı açıkladı. Askerî öğrencileri, subay adaylarını heyecan­landırdı ve onlara kendini pek çok sevdirdi. Osmanlı Devleti’nin şimdi eski devirlere nispetle çok gerilediğini, dünya üzerinde payının azaldığını, Türk milletinin buna müsta­hak olmadığını, tekrar yükselebilmemiz için Batı Avru­pa’nın meşrûtiyet (taçlı demokrasi) rejimini almamız gerek­tiğini telkin etti...

            Hüseyin Avni Paşa, eski talebesinin Harbiye’de bu lâfla­rı söyleyip bu telkinlerde bulunduğunu öğrenince, çoktan beri aradığı adamı bulduğunu anladı. Süleyman Paşa adın­daki tecrübesiz gencin demokrasi fikirleri kendisini zerre kadar ilgilendirmiyordu. Zira bu fikirlere düşmandı. An­cak kültürlü bir adam olan ve Fransızca tarih kitapları oku­yan, bazılarını tercüme bile eden Avni Paşa, ihtilâlcilerin idealistleri hizmetlerinde kullandıktan sonra onları berta­raf ettiklerini biliyordu. Ziyâ Bey, Nâmık Kemâl Bey, Ali Süâvi Efendi, Çapanoğlu Âgâh Efendi, Sâdullah Bey gibi çok meşhur şâir – edip - gazetecilerin liberal fikirlerinden nef­ret eden Avni Paşa, bu nefretini dikkatle sakladı. Bunlar si­vil bürokratlar olduğu için, fazla adam yerine koymuyor­du. Âlî Paşa gibi bir devlet adamına nasıl kan kusturdukla­rını biliyor, büsbütün nefret ediyordu. Süleyman Paşa adındaki bu 38 yaşındaki genç general, eski talebesi ve hiç ol­mazsa Harbiye mezunu idi. Kendinden büyük adamları tenkit etmeyecek bir disiplinde yetişmiş bulunması ümid edilebilirdi...

            Serasker Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa’yı makamına, şimdiki İstanbul Üniversitesi Merkez binasına çağırttı. Süleyman Paşa’nın makamı Taksim’le Nişantaşı arasındaki Harbiye’de idi. Arabaya binip derhal Beyazıt’a gitti. Bir sü­rü kordonlu subayın arasından geçip Avni Paşa’nın kapısı­nın önünde generallerin titrediği odasına kadar gelebildi. Yaverlerden biri, bu ehemmiyetsiz ve küçük rütbeli generali, Devletlü Übbühetlü Serasker Paşa Hazretleri’nin huzu­runa çıkardı ve “Saâdetlü Süleyman Paşa” diye bağırdı (li­va generallerin resmî lâkabı “saâdetlü” idi, Avni Paşa’nın “devletlü” lakabı mareşal olduğunu, “übbehetlü” ise evvel­ce sadâret makamında bulunduğunu göstermektedir).

            Süleyman Paşa, askerî selâm verip Seraskerin yazıhânesinin açığında hazır ol vaziyetinde bekledi, Hüseyin Avni Paşa:

            Otur! deyince şaşırdı. O devirde askerî disiplin çok sertti. Mareşaller, generalleri oturtmaz, generaller esas du­ruşta iken emir verirlerdi.

            Hüseyin Avni Paşa, eski talebesine, devletin kötüye git­tiğini, padişahın reformlar için direndiğini, çok büyük bir müstebid olduğunu, Murad Efendi’yi tahta çıkarabilirlerse idareye hâkim olup, devleti ve milleti kurtaracaklarını, ak­si halde devletin batacağını, askerî bir belâgat içinde anlattı. Zâten iyi konuşan bir askerdi. Süleyman Paşa, ordunun başı olan eski hocasına, bu uğurda kellesini koymayı şeref bileceğini ve serasker paşa hazretlerinin her türlü emrini yerine getirmenin esasen vazifesi bulunduğunu söyledi. Avni Paşa, bu iş için nasıl bir askerî plân gerektiğini sordu. Süleyman Paşa özet olarak şunları söyledi:

            - Serasker Paşa Hazretleri! Bu hayırlı iş için maalesef Birinci Orduyu, hattâ bu ordunun herhangi bir birliğini kullanamayız. Birinci Ordu, kendisine padişah aleyhinde bir hareket teklif edeni derhal tevkif edip dîvân-ı harbe sevk eder. Harbiye talebesi, bendenize çok bağlıdır. Onlara nefer (er) üniforması giydirip Saray’ın önüne gece sevk ederim. Gündüz padişahı Saray’ından cebren almak, mümkün de­ğildir, çok kan dökülür, muvaffakiyet de ümid edilmez. Onun için gece, sabaha karşı harekete geçmemiz icab eder. Ayrıca birkaç tabur asker daha gerekir. Bunların Türkçe bilmeyen taburlar olması lâzımdır. Gene de kendilerine padi­şah aleyhinde bir iş yaptırılamaz. Padişahın emriyle Sa­ray’ın muhafaza altına alındığını söylemek gerekir. Bu ta­burlara icab eden zabitleri yerleştiririm. Beş on zabite ne yapacağımızı bildirmekten başka çare yoktur. Fakat ikna ederiz. Vatan ve millet işidir. Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle muvaffak oluruz...

            Serasker, genç generale keskin bir nazarla baktı. Bir tü­meni, kolorduyu, orduyu, ordular grubunu düşmana taar­ruza geçirtmekten daha nâzik olan bir eylemi bu derecede basite indirgeyip plânlayabilen Süleyman Paşa dikkatini çekmişti. Ancak ona olan ihtiyacı kesindi. Gerçekten Birin­ci Ordu’nun herhangi bir birliğine şahsen padişah aleyhin­de bir emir veremezdi...

            Binâenaleyh Midhat Paşa dışında, eylemi meşrûtiyet (demokrasi) için yaptığına inanan tek şahıs Süleyman Paşa idi. 25 Mayıs gecesi Hüseyin Avni Paşa, Müşîr Redif ve Mirlivâ Süleyman Paşalar’ı Kuzguncuk’taki yalısına çağırdı. Nihâî eylem planı, son defa gözden geçirildi. Bu işte Harbiye öğrencilerinin birinci derecede rol oynayacakları üzerin­de ittifaka varıldı...

            Eylemin haftası içinde elde edilenler, Hüseyin Avni Paşa’nın bacanağı Şûrây-ı Askerî üyesi Mirlivâ Hüseyin Sabri Paşa, alafrangalığından dolayı “Mösyö” denen Mirliva Necib Paşa, sonradan ferik olan Miralay Hacı Râşid Bey, donanma kumandanı bahriye mirlivâsı (tümamiral) Ârif Paşa’dır. Ârif Paşa’ya Kayserili Ahmed Paşa, diğerlerine Avni Paşa ile çengel attılar.

            Diğer hal’ erkânı (büyük eylemciler) da boş durmadılar. Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, eski İstanbul Kadısı Kazasker Ahmed Hulûsi Efendi’yi elde etti. Bu zât, Avni Paşa’nın zehirlettiği eski sadrâzamlardan Şîrvânî-zâde Mehmed Rüşdü Paşa’nın kardeşidir. Çengel atılan ulemâdan diğer bir şahıs da, Midhat Paşa tarafından ikna edilen, fet­va emîni Kazasker Kara Halil Efendi’dir. Sonra şeyhülislâm olmuştur. Yeni rejimde külâh kapmak sevdasıyla:

            - Hal’ emr-i hayrına çarşaf kadar fetvâ yazarım, diyen yobazdır. Murad Efendi’nin yakınlarına eylemin günü bildirilme­miş, fakat böyle bir şey olacağı hissettirilmişti. Bunlar, Yenikapı Mevlevî-hânesi’nin kudretli ve nüfuzlu şeyhi Osman Salâhaddin Dede, hassa sarrafı Hristaki, Dr. Capoleone adındaki İtalyan hekimi, Aziz Bey, Skaliyeri adlı diğer bir İtal­yan, şâir Ziyâ Bey’dir. Nâmık Kemâl ise daha Magosa’dadır. Orada söylenegeldiği gibi zindana falan atılmış değil­dir. Son yıllarda Türk Tarih Kurumu’nun 4 büyük cilt hâlin­de yayınladığı mektuplarında açıklandığına göre zevk, sefa ve keyif içinde yaşamakta, güzel şiirler yazmaktadır.

            Süleyman Paşa, bir iki gün önceden güvendiği subayla­ra haber verdi, onlarla anlaştı. Bu subaylar şunlardır: İstan­bul Merkez Kumandanı Mirliva Mustafa Seyfi Paşa, Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne Dâhiliye Miralayı Ahmed Hıfzı Bey, devrin ünlü ediblerinden erkân-ı harb kolağası (kurmay kıdemli yüzbaşı) Manastırlı Rifat Efendi, sonradan ferik olan Kolağası Bedri Efendi, Birinci Ordu subaylarından tabur binbaşısı Edhem Bey, 4. Tabur binbaşısı Osman, Tabur binbaşısı İzzet Efendi ile bunun muavini Yüzbaşı Necib Efendi elde edildi.

            Eylemi Hazırlayan Ortam

            Tanzimat’ın esaslarını, bilhassa Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa alt üst etmişti. Devlet büdçesinde 5 milyon altın açık vardı. Dış borçlar zorlukla ödeniyordu. Bu durumda Mahmud Nedim Paşa, dış borç faizlerinin yarı yarıya indi­rildiğini tek taraflı olarak ilân etti. Bu meşhur 6 Ramazan (6.10.1875) hükûmet kararnâmesinde, Sadrâzam dışında, nâzırlardan şunların imzası vardır: Serasker Rızâ Paşa, Ad­liye Nâzırı Midhat Paşa, Maliye Nâzırı Yusuf Paşa, Ticaret Nâ­zırı Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa, Sadâret müsteşarı Saîd Efendi...

            Rusya’nın İstanbul büyükelçisi ve panslavist denen akı­mın Rusya’da başlıca lideri Orgeneral Kont İgnatiev, dostu olan Sadrâzama, bu faiz indirimi yolunu telkin ve tavsiye etmişti. Böylece Türkiye’nin Avrupa’da kredisinin yok olmasını sağlıyordu. Türkiye’nin Rusya’ya borcu olmadığı için, faiz indirimi Rusya’yı ilgilendirmiyordu. Hükûmet ka­rarının ilân edileceği sabahın gecesinde Midhat ve Dâmad Mahmud Paşalarla İgnatiev, ellerindeki bütün tahvilleri sattılar ve ertesi gün bu tahvillerin değeri yarı yarıya düş­tüğü için büyük kazanç sağladılar. Sultan Aziz, böyle bir şe­ye tenezzül etmeyi aklından geçirmediği için 3 milyon altın zarara uğradı. Karar, borç sahibi İngiltere ile Fransa’da bü­yük protestolara sebep oldu. Türkiye’de elinde tahvil bulu­nan ve geçimini buna bağlayan vatandaşlar büyük zarar gördü. Hükûmete, belki padişaha beddua edildi. Tam bir ihtilâl ortamı idi ve ihtilâl de bütün uğursuzluğuyla yaklaşı­yordu.

            Bosna-Hersek ayaklanması devam ederken, 2 Mayıs 1876’da Bulgaristan’da büyük bir isyan çıktı. Ruslar tarafından gizlice silâh gönderilen 55 Bulgar köyünün erkekleri, Türk köylerini bastılar. 1000 kadar Türk’ü büyük vahşetle öldürdüler. Bu sırada şimdiki Bulgaristan nüfusunun yüzde 55’i Türk, yüzde 45’i Bulgar’dı. Onun için Tuna’ya kadar olan bölge, Türk anayurdu içinde sayılırdı. Müşîr Abdülkerim Nâdir (Abdi) Paşa iki tümenle âsîlerin üzerine yürüdü. 39 gün süren ayaklanmada âsîler tamamen ezildi ve isyan söndürüldü. 4500 âsî öldü. Bu haber Avrupa basınına, Türk­lerin on binlerce Hıristiyan’ı öldürdükleri ve yüzlerce Bul­gar köyünü yerle bir ettikleri şeklinde yansıtıldı. Dehşetli bir anti-Türk propaganda, bütün Avrupa’yı sardı. Kuzey Ame­rika basınına sıçradı. 6 Mayıs’ta (1876) Selânik’teki Almanya konsolosu Abbott ile Fransa konsolosu Moulin’in, Türk hal­kınca linç edilmeleri, durumu büsbütün gerginleştirdi. Bir Rus-Yunan komplosu olan bu olay kasten çıkarılmış ve Türkler’i Avrupa kamuoyunda mahkûm etmek, Avru­pa’dan tecrid etmek gayesi güdülmüştü. O zamanki diplo­masi, tamamen bir prestij diplomasisi idi. Herhangi bir dip­lomat hakarete uğradı diye, koca devletler münasebet keser, hattâ savaşa başlarlardı. Bâb-ı Âlî, meseleyi kapatmak için, konsolosları öldürenlerin altısını astırdı ve Selânik valisi Baytar Mehmed Re’fet Paşa’yı azletti.

            Kışkırtılan Yüksek Öğrenim Talebesinin Hükûmete Karşı Gösterisi

            İhtilâli hazırlayanlar, bu belâlar içindeki ortamı gayeleri için çok müsait görüp seviniyorlardı. Mahmud Nedim Paşa, karışık işler peşinde olduklarını sezdiği Hüseyin Avni Paşa’yı seraskerlikten alıp Hudâvendigâr (Bursa) eyâletine vali yaptı ve Midhat Paşa’yı da Adliye Nazırlığından uzaklaştırdı. İhtilâlciler telâşa düştüler. Midhat Paşa, Veliahad Efendi’den aldığı parayı, “talebe-i ulûm” denen; medreselerin yüksek sınıf öğrencilerine dağıttırdı. Bin ka­dar öğrenciye bazı yobaz takımı da katıldı. Bâb-ı Âlî’ye gidip Sadrâzam aleyhine gösteri yaptılar.

            Sultan Aziz kalabalığı dağıtmak yerine, arzularını yerine getireceğini vaad etmek zaafını gösterdi. Fakat diğer taraf­tan, ulemâya, bir daha böyle bir şey olursa üzerlerine asker göndereceği tehdidinde bulundu. En kritik bir zamanda ulemâyı, korkularından ihtilâlcilerle işbirliği yapmaya sevk etti. 11 Mayıs’ta Mahmud Nedim Paşa’yı azletti ve Mütercim Rüşdü Paşa 4. sadâretine geldi. Rüşdü Paşa, Meşîhate Hayrullah Efendi’yi, Seraskerliğe yani ordunun başı­na Hüseyin Avni Paşa’yı, devlet nâzırlığma da Midhat Paşa’yı getirdi ve eylemin 4 büyükleri aynı kabinede birleşmiş oldu. “Kînim dinimdir” inancında olan Hüseyin Avni Paşa, bu defaki Seraskerliğe oturuşundan sadece 18 gün sonra saltanat darbesi yaptı.

            Sultan Abdülaziz Hân

            Sultan Abdülaziz Hân’ın saltanatının 15. yılı dolmak üzere idi. Bestekâr, neyzen, ressam, sportmen, asker, do­nanma ve silâha ibtilâ derecesinde meraklı, çok mağrur bir hükümdardı. Fakat şahsî muamelelerinde pek nâzikti. Sert mizacı altındaki merhamet ve şefkat hisleri kuvvetliydi. Kızdığı zaman soğukkanlılığını muhafaza edemezdi. Din­dar, fevkalâde vatansever, heybetli bir padişahtı. Büyük ze­kâsının yanında, aynı zamanda bir safdillik içindeydi. Ağa­beyi gibi, aşırı derecede cömertti. İlk 10 senesinde dengeli, nispeten muktesit bir hayat yaşadı. Fuad ve Âlî Paşaları devamlı şekilde iktidarda tutmak dirayetini ve uzak görüşlü­lüğünü gösterdi. Kendisi de, bugün üzerinde 35 devletin toprakları bulunan imparatorluk da rahat etti. Avrupa’da prestiji fevkalâde idi. Büyük bir devletin büyük bir hükümdarı olduğundan dost düşman kimsenin şüphesi yoktu.

            Son beş yılında ise birinci sınıf devlet adamlarından mahrum kaldı. Böylesi var idiyse de seçip iktidara getiremedi. Ümid bağladığı sadrâzamlarının hiçbirinin Âlî Paşa’nın yerini dolduramadığını, binbir hata yaptığını, ahlâksızlıklar irtikâb ettiğini gördü. Kendini hepsinden üstün görmeye baş­ladı. Bâb-ı Âlî’nin otoritesi zayıfladı. Saray, Tanzimat esaslarına aykırı olarak olur olmaz hükûmet işlerine karışmaya başladı. Evvelce yalnız saltanat süren padişah, hükûmet et­menin de lezzetine alıştı. Bir bakıma 1839’dan önceki mut­lakıyet hortlamış oldu. Ancak 1876 yılı, dünyada 1839’a benzemediği, çok değiştiği gibi, Sultan Aziz de, 1839’dan önce tahtta bulunan babası Sultan Mahmud’un büyük de­hâsına sahip değildi. Mahmud Nedim Paşa gibi değersiz olduğu nispette ahlâksız bir veziri iki defa iktidara getirdi. Toplam 1 yıl, 7 ay, 11 gün sadrâzam olan Mahmud Nedim Paşa’dan halk, Rus taraftarı ve dostu olduğu için nefret edi­yordu. Üstelik Rusya’ya karşı bir siyaseti olan o devrin en büyük devleti İngiltere, iki defa Rus dostu bir vezîri iktida­ra getiren Sultan Aziz’e cephe aldı...

            Tabii Sultan Aziz’in ordu ve donanma siyaseti de İngil­tere’yi ürkütmüştü. İngiltere büyükelçisi, Sadrâzama bir defa açıkça:

            - Bu kadar büyük donanmayı ne yapacaksınız? Rus­ya’ya karşı ise, fazladır. Rus donanmasından birkaç defa üstün bir donanma meydana getirdiniz. İngiltere’ye karşı ise, İngiliz donanmasına yetişebilmeniz imkân haricindedir, şeklinde endişelerini belirtmiş, Sadrâzam:

            - Zât-ı Şâhâne’nin arzuları bu istikamettedir, diye adetâ padişahı hedef gösteren bir cevap vermişti.

            İngiltere, Sultan Aziz’in tahttan indirilmesini müsbet karşılayacağını, vaktiyle Londra’yı ziyareti sırasında Hüseyin Avni Paşa’ya bildirdiği gibi, 1867’den beri İstanbul’da elçi bulunan Sir Henry Elliot da bu hususta Avni ve Midhat Paşalarla karışık münasebetlere girişmişti. Nitekim eylemin günü kendisine bildirilen tek yabancı Elliot idi. İngiltere, Galler Prensi’nin dostu, İngiliz demokrasininin ve hayat tarzının hayranı, farmason olmak bakımından Galler Prensi (VII. Edward) ile ilişkili Veliahd Mehmed Murad Efendi’nin tahta çıkmasını da arzu ediyordu. Sultan Aziz gerçi Rus düşmanı idi ama İngiltere’ye karşı bir yakınlık da duymuyordu. İngiliz istihbaratı, bütün bu hususları değer­lendirdi.

            Yeğeni Sultan Vahîdeddin’i nasıl Dâmad Ferîd Paşa felâ­kete sürüklediyse, Sultan Aziz’in başını yiyen de denebilir ki, bu Mahmud Nedim Paşa oldu. Vezirler, müşîrler, Sultan Aziz’in heybetinden ürküyorlardı. Beylerbeyi Sarayı’nda devlet adamlarını, kendisine alıştırdığı bir erkek arslan ya­nında olduğu halde kabûl eden padişahın ve yanındaki hayvanın azametinden, ziyaretçilerin yürekleri ağızlarına geliyordu. Hükümdarların dostu olmadığı söylenir. Çevre­dekilerin ya düşmanları, ya da bendeleri olduğu iddia edi­lir. Sultan Aziz’in hiçbir yakın dostu bulunmadığı ise bir gerçektir. Ne aleyhinde kaynayan kazanı kendisi fark ede­bildi, ne de böyle bir şey kendisine duyurulabildi...

            Halk, israfına rağmen, bu hükümdarı seviyordu. Osmanoğlu olması, bu sevgiyi kendisine doğuşundan sağlamıştı. Üstelik halîfe olduğu için, mü’min bir Müslüman, padişaha karşı gelerek günaha girmek istemezdi. Kara ve deniz ma­nevralarına katılması, askerle karavana yemesi, ordu ve do­nanma ve askere gösterdiği itina ve çok açık sevgi, prestiji­ni artırıyordu. Kadınlarına düşkün değildi. Millet, ağabeyi Sultan Abdülmecid’i çok sevmiş, fakat kadınlarından da bıkmıştı. Sultan Aziz için böyle bir şey bahis mevzuu değildi... Dört zevcesi dışında bir câriye ile ilişkisi duyulmamış, Abdülaziz Hân böyle bir şeyi küçüklük saymıştı. Üstelik zevceleri saraydaki dairelerinden çıkamazlar, ağabeyinin kadınları gibi İstanbul’da istedikleri gibi gezip tozamazlardı. Hiçbir zaman ne içki, ne tütün kullanmamıştı. Sıhhatli olmak bakımından da ağabeyinden ayrılıyordu. Ancak, israf başlıca dedikodu mevzuu idi. Ağabeyinin başlattığı Çırağan Sarayı’nı, Dolmabahçe’den daha muhteşem şekilde yaptırıp döşettiği gibi, Beylerbeyi’nde de bir saray yaptır­mıştı.

            Koç ve horoz dövüştürüp kazanan hayvana nişan taktı­ğı gibi şeyler, Yeni Osmanlılar’ın Avrupa’da yayınladıkları muhâlefet gazetelerinde uydurdukları şeylerdi, hiçbir asılları yoktu. Ancak bu menfi propaganda, halka kadar sirayet edebilmişti. Üstelik Sultan Aziz, eski Türk temaşa san’atlarından orta oyununa meraklı idi. Orta oyununda Hüseyin Avni ve Midhat Paşalar gibi mağrur nazırların taklitlerini müsamaha ile seyrediyordu. Her iki paşa da bunu duyuyor, fevkalâde içerliyorlardı...

            Tenkit hedeflerinin başlıcası; Türk mâliyesinin, o tarihe kadar asla düşmediği bir perişanlık içinde olması, iflâsa yaklaşması idi. 20 yıl kadar önce Türkiye, bütün tarihinde ilk defa olarak dış borçlanma yoluna gitmiş, önce buna mu­halif olan devlet adamları bile, bu kolay görünen yola sık sık başvurmaya başlamışlardı. Kırım Harbi’nin yüklü dış borçları Sultan Aziz devrine kaldı. Tahta geçtiği zaman 90 milyon altın olan devlet borçları, Sultan Aziz’in 15 yıllık saltanatı sonunda 196 milyon altını buldu. Paranın satınalma gücünün çok yüksek olduğu o devir için gerçekten bü­yük meblağ idi. Sultan Aziz, ağabeyi devrinden kalan do­nanmayı tamamen değiştirdi, yenileştirdi, zırhlı hâle getirdi, birkaç misli kuvvetlendirdi. Bu kadar kısa müddet içinde dünyanın üçüncü donanmasını meydana getirmek Türk maliyesinin takatinin üzerinde idi. Tersanelere, askerî fabrikalara büyük para harcandı. İstanbul Tersâneleri, zırhlı inşa edecek kapasiteye getirildi. Tophane’de, modern top­lar dökülebiliyordu. 25 zırhlı, 50.000 deniz ve 700.000 kara askeri, Türkiye için ağır bir yük teşkil etti. Sultan eninde sonunda Rusya ile bir savaş çıkacağını, Kırım Harbi’nde yenilen Rusya’nın Türkiye’den bunun öcünü almak isteyeceğini düşünüyordu. Müttefiksiz bir Türkiye’nin Rusya’yı yenmesi icab ettiğini planladığı gibi, Kırım’ı Rus­ya’dan geri almak istediğini de ağzından kaçırmıştı... Halbuki 1875’lerde Türkiye’nin tek başına Rusya’yı yenmesi mümkün değildi. Fakat Rus taarruzlarını başarıyla püskür­tüp hiçbir toprak kaptırmaması hâlâ mümkündü...

            Sultan Aziz, ordu ve donanma masraflarından bunalan nazırlarıyla istediği askerî tahsisatı almak için mücâdele ederken, bir taraftan devlete hizmet ediyor, bir taraftan fe­lâketini hazırlıyordu. Avrupa’nın XVI. asırdan itibaren de­nizcilikle üstünlük kazanmaya başladığını biliyor, fakat bu işin öyle beş on yıl içinde gerçekleştirilemeyeceğini kabûl etmek istemiyordu. Daima değiştirilmek ve yenilenmek is­teyen büyük bir donanma, savaşta faydalı olabilmesi için bile yetişmiş denizcilere muhtaçtı. Şüphesiz 46 yaşındaki hükümdar için ufuklar açık görünüyor, gelecekte pek çok şeyi yapabileceğini hesaplıyordu. Artık kalkınma işini biz­zat üzerine almış, vezirlerinin liyakatsizlikleri, cesaretini artırmıştı. Sultan Aziz, Mütercim Rüşdü Paşa’ya kızdığı bir gün, paşa huzurundan ayrıldıktan sonra, yanındaki Başmâbeyncisine:

            Benim ecdâdım (atalarım) bu gibilerin aklıyla hareket etmiş olsaydı, Konya Ovası’nda koyun sürüleriyle çadırda yaşamaktan kurtulamazdık! demişti...

            Gerçi İngiltere Devleti’nin borçları daha 1857’de 837 milyon altındı. 1939’da 8.301 milyon sterline yükselmişti. 1971’de 33.420 milyon sterlin idi. Fakat Osmanlı Devleti’nin, İngiliz mâliyesinin gelir kaynaklarıyla mukayese edilecek gelirleri yoktu. Sanayi gelişmemişti. Üstelik Sultan Aziz bayındırlık ve demiryolu siyasetine de ağırlık vermişti. İngiltere’de yapılan zırhlıların bir tanesine 380.000 altın kadar fiyat ödenmişti. Demiryolu ve telgraf şebekesine büyük para gitmiş, pek çok okul açılmış, bürokrasi gelişmiş ve artmıştı. Midhat Paşa gibi imarcı valiler, padişahın bu tu­tumundan cesaret alarak birçok ülkeyi bayındır hâle getir­mişlerdi. Sultan Abdülaziz Hân, Avrupa seyahatini tamamlayıp Türkiye’ye dönerken, Tuna valisi Midhat Paşa kendi­sini Budapeşte’ye gelip karşıladı. Tuna üzerinden Budapeş­te’den Rusçuk’a geldiler. Gemi şehre yaklaşırken padişah iskelelere sıralanmış jandarma ve polisin üniformalarını, düzenini, şehrin bayındırlığını, temizliğini görünce:

            - Burası neresidir? diye sordu. Yanındaki Midhat Paşa:

            - Memâlik-i Şâhâneniz’den Tuna Vilâyeti’nin merkezi Rusçuk’dur Efendimiz! diye cevap verdi. Sultan Aziz:

            - Paşa, hizmetinize teşekkür olunur, asker ve jandarma­yı, şehri, Avrupa’da gördüğüm yerlerden farksız hâle getir­mişsiniz, diyerek sevincini belli etti.

            Yollar, bankalar, okullar, bayındırlık eserleri, düzen ve asayişle Midhat Paşa, Bulgaristan’ın çağdaş kalkınmasının temelini atmıştı. Eyâlet jandarmasını düzenlemekle görev­lendirdiği Kurmay Binbaşı Şâkir Bey, sonradan mareşal ol­muştur. Tuna adlı resmî eyâlet gazetesinin başyazarı, ünlü romancı Ahmed Midhat Efendi idi. Midhat Paşa, çalıştığı bölgeyi tefrik etmeksizin Tuna’da, Irak’ta, Suriye’de, Batı Anadolu’da aynı bayındır durumu meydana getirdi ama bunun için hükümdarın desteği şarttı. Meselâ demiryolları, tüneller, köprüler için akıl almaz paralar harcandı. Bu kakınmayı fazla gören bir hükümdar ile hiçbir vali fazla bir şey yapamazdı.

            Âlî Fuad paşalar ekibini iktidardan uzaklaştırmayı düşünmedi ve ölümüne kadar Âlî Paşa’yı sadârette bıraktı, zamanında asker kullanarak bir darbe yapmak, Londra’da ne derecede imkânsız bir şeyse, İstanbul’da da öyleydi. Sultan Aziz, halk tarafından çok sevildi. Mısır ve Avrupa seyahatlerinden dönüşünde çılgınca sevgi gösterilerine muhâtab oldu. Temyiz kudreti vardı. Bir örneği şudur:

            Meclis-i Vâlâ’ya gittiği bir gün, Başkâtib Mansûrî-zâde İzmirli Mustafa Nûri Efendi, derhal dikkatini çekti. Hak­kında yaptırdığı araştırma da müsbet netice verince, mülkî rütbesinin yetersizliğine rağmen defaten Mâbeyn-i Hümâ­yûn Başkâtibi yaparak Saray’ına aldı, bu pek mühim göre­vi verdi. Bu Mustafa Nûri Paşa, sonradan vezir ve nâzır ol­muş pek değerli bir devlet ve fikir adamıdır. 4 ciltlik müs­tesna değerde bir Osmanlı Tarihinin yazarıdır.

            Hatt-ı hümâyunlarının çoğunu Sultan Aziz bizzat kale­me almıştır. Askerlikten ne derecede anladığına da şu olay örnektir:

            Avrupa seyahatinde Paris yakınlarında Fransız, Koblenz yakınlarında Prusya ordularının şerefine düzenlenen ma­nevralarını, Fransız İmparatoru III. Napoléon ve Prusya Kralı (sonradan Almanya İmparatoru) I. Wilhelm ile bera­ber seyretmişti. Yıllar boyu iki ordu hakkındaki intibâlarını unutmadı. 1870’te Prusya-Fransa harbi başlayınca bütün Türk devlet adamları Fransa’nın kazanacağından şüphe ol­madığını beyan ettikleri halde, onları dikkatle dinleyen padişah, harbi Prusya’nın kazanacağını söylemişti.

            Bu devri çok iyi inceleyenlerden Ali Rızâ ve Mehmed Galib Beyler, 1920’de yayınladıkları müşterek eserlerinde şöyle derler:

            “Sultan Abdülaziz Hân, devlet işlerini görmek için pek çok çalıştı. Devlet adamı yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek ve koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i Harbiyye ve Bahriyye’ye gidip incelemeler yaptı. Kendisine verilen yazıları bizzat okudu. Gerek dilekçeleri, gerek Bâb-ı Âlî’nin resmî yazılarını dikkatle inceledi. Devletin selâmetini düşündü. Devletin yükselmesi sebeple­rini hazırlamak ve tebaasının sevgisini kazanmak için çalıştı. Yakınlarını iyi seçti. Devlet işlerine dair fikir ve mütala­aları dikkatle dinledi...”

            Süleyman Nazif Bey’in yazdıkları da çok iyi bir tahlilin eseridir:

            “Sultan Abdülaziz’in saltanat devrini; ilki bir şan, şevket, düzen, kuvvet ve kudret, diğeri kargaşa, basiretsiz­lik ve siyasetsizlik olarak birbirine zıt iki safhaya ayırmaya sebep olan iki şahsiyet vardır ki, biri Âlî Paşa ve diğeri Mahmud Nedim Paşa’dır... Sultan Aziz, Türklüğün en necib vasıf ve hasletlerini taşıyan mert bir padişah idi ve o pa­dişah ile beraber koca bir milletin nekbet ve felâketi de baş­ladı...”

 

          EYLEM

 

            A) Tahttan İndirme

            Eylem Başlıyor

            Darbe 31 Mayıs’ta yapılacaktı. Veliahd Murad Efendi, askerin gelip kendisini dairesinden çıkarmasını istedi. Ken­diliğinden dışarı çıkmayı reddetti. Darbe başarı kazanmaz­sa, amcasına karşı mâsum olduğunu iddia edecekti. Ancak Süleyman Paşa’nın ısrarıyla darbenin bir gün öncesine, 30 Mayıs sabahına alınması, veliahda haber verilemedi veyâ ihmal edildi.

            Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalarla Hayrullah Efendi (eylemin dört büyükleri), darbenin öğle vakti yapıl­masında çok ısrar ettiler. Çünki o sırada dördü de kabine toplantısında, Bâb-ı Âlî’de bulunacaklardı... Darbe başarılamadığı takdirde, suçu Süleyman Paşa ile Harbiye öğren­cilerinin üzerine atıp kendi şahıslarını sigortalamak istiyor­lardı. Süleyman Paşa, bunu fark etti mi veyâ askerce mi dü­şündü bilinmez:

            -Öğleyin Sultan Aziz cebren sarayından alınamaz, kan dökülse bile muvaffakiyet ihtimali yoktur, deyip kestirip attı… Güneş doğmadan sabah saat 04’ü 34 geçe Saray’ın kuşatılarak Sultan Aziz’in kaldırılması planında direndi. Eylemi o yapacağı için, dediğini kabûl etmekten başka çare bulunamadı.

            Süleyman Paşa, 300 Harbiye talebesi ve Türkçe bilmeyip İstanbul’a yeni gelen Suriyeli Arab bölükleri ile Dolmabahçe Sarayı’na geldi. Bunlara, düşmanlara karşı padişahı korumak için Saray’ın muhasara edileceğini söylemişti.

            Bu sırada Avni, Midhat, Rüşdü, Redif Paşalarla şeyhülislâm, Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısında toplanmışlardı. Daha ortalık iyice aydınlanmamış, fakat fecr-i kâzib başlamıştı. Baharın sonları idi. Hava yağışlı idi ve yağışın şiddetleneceği anlaşılıyordu. Paşalar, Kuzguncuk’taki yalının pencerelerinde ellerinde dürbünler, karşı­daki Saray’ın durumunu çok rahatlıkla görebiliyorlardı. Donanma kumandanı Amiral Arif Paşa, o yılların dünyanın en büyük ve modern saff-ı harb gemileri sayılan zırhlıları, Dolmabahçe açıklarına getirmiş, bu hareket bile Saray’ın dikkatini çekmemiş, normal bir seyr-ü sefer sayılmıştır. Zi­ra Sultan Aziz, donanmasının gözleri önünde bulunmasın­dan çok zevk alırdı.

            Asker Kandırılıyor...

            Merkezi Şam’da olan Beşinci Ordu’dan Türkçe bilmeyen birkaç bölük Arab asıllı askerin Dolmabahçe Sarayı önüne yerleştirilmesi, bir gün evvelden başlamıştı. Bunlar iki gün önce vapurla Beyrut’tan getirilmişlerdi. Talim görüp Şam’a iade edileceklerdi. Hüseyin Avni Paşa, henüz kışlalarda yer açılmadığı bahanesi ile bunları Dolmabahçe karşısında ça­dırlara yerleştirmiş, padişaha da bu şekilde arz etmişti. Gece gelen Süleyman Paşa ise askere, padişaha sûikast yapılmak üzere bulunulduğu, bu sûikasdin önleneceği, bunun için Saray’ın içinden dışarıya ve dışarıdan saraya kuş uçurtulmaması gerektiğini, çok şerefli bir görevi yerine getire­ceklerini söylemişti. Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne Kumandanı, öğrencilerine de aynı martavalı okumuş, onlara padişahı sûikasdden korumak için saraya gidileceğini söyleyerek gece yarısı uyandırıp tam silâhlı talim emriyle giydirmişti. Süleyman Paşa, çok az sayıda subay ve erle saraydan içeri girecektir. Bölükler ve Harbiyeliler, saray dışında, padişahı sûikastten kurtarmak için (!) bekleyeceklerdi. Dolmabahçe’ye getirilen donanma, subay ve efradına da Amiral Arif Paşa aynı şeyi söylemiştir.

            Darbeciler için büyük kumardı. Fakat bütün darbe te­şebbüsleri zâten birer kumar değil midir?..

            Darbe sabahından önceki gece Avni Paşa, Kuzgun­cuk’taki yalısına Dr. Marko Paşa’yı çağırmış, beraberce rakı içmişlerdi. Darbeden birkaç saat öncesini Askerî Tıbbiye Kumandanı olan bir askerî hekimle geçirmesi çok mânâlı idi. Acaba, darbe sırasında bir öldürme olayı vuku bulur da hemen bir resmî rapor icab eder, diye mi düşünüyordu?... Ama Marko Paşa, Şeytan’a külâhmı ters giydirebilecek bir adamdı. Kimsenin eline girmez, avuçların arasından kayıverirdi.

            Selimiye Kışlası’na nakledilmek üzere bekleyen 4 tabur ve Arab askerinden birkaç bölük, saray kapılarını tutmuş­lardı. Süleyman Paşa, Harbiye öğrencilerini de kapılara koydu. Fakat gene de asker kaynaşmaya başlamıştı. Gerçe­ği bilen bazı subaylar, padişahın öldüğünü söylediler. Bu­nun üzerine asker arasında Sultan Aziz’i sûikasdden korumak için geldikleri ve Sultan Aziz öldüğü veya delirdiği için geldikleri hakkında alçak sesle münakaşa başladı. Az sonra toplar atılınca, padişahın öldüğünü iddia eden askerler kendilerinin haklı olduğuna inandılar.

            Saray gerçek bir muhafaza altında değildi. Sadece birkaç nöbetçi vardı: Albay Reşid Bey, Albay Zîver Bey, Binbaşı Hüsâmeddin Bey, Binbaşı Osman Bey, Kıdemli Yüzbaşı Hüsnü Efendi. Saray’ın uzağında hassa birliklerinden sadece 4 bölük bulunuyordu ama bu bölükleri çağırıp emir verecek tek kişi yoktu.

            Üç kıt’ada on iki milyon kilometre kareye hükmeden bir imparator ve yeryüzündeki bütün Müslümanların başı işte böyle korunuyordu...

            Fazla tedbire ne lüzum vardı ki? Sultan Aziz, taht şehrinin ortasında, milleti ve ordusu içinde yaşıyordu. Mille­tinden ve ordusundan tek kişi, şahsına bir kötülükte bulun­mak ister miydi? Sultan Aziz’e göre böyle bir ihtimal, hayâl değeri bile taşıyamazdı. On beş yıldan beri Saray’ının ve şahsının muhafazası için tek tedbir aldığını hatırlamıyordu. Millet ve ordudan büyük hangi tedbir olabilirdi?

            Gaflet, işte bu derecede idi. İkinci Abdülhamid, bu gaf­leti çok iyi değerlendirecektir. Yıldız Sarayı’nın sûrları ara­sına kapanacak, Yıldız’ı ayrı bir şehir hâline getirecek ve bu ayrı sitenin içinde, imparatorluğun en büyük vurucu gücü olarak silâhlandırılmış tam bir tümen askerle yaşayacaktır. Evet, bugün de İngiltere Kraliçesi’ni bir tümen asker koru­maktadır ve bu tümenin kışlası Buchingham Sarayı’nın elli metre solundadır ama... Türkiye hükümdarını halktan tecrid eden olay, işte Sultan Aziz’e yapılan bu baskındır.

            Padişah Uyuyor...

            Sultan Aziz uyuyordu. Henüz sabah namazına kalkmamıştı. Hayatında ilk olarak sabah namazını kılamayacağını aklından bile geçirmiyordu. Böylesine uykuya atalarımız “gaflet uykusu” demişlerdir.

            Süleyman Paşa, harem dairesinin önündeki karakola kadar geldi. Arkasında, bir elleri tabancalarında, bir elleri kılıçlarında birkaç subayla, süngü takmış birkaç er vardı. Demek Türk imparatorluk sarayına sabaha karşı böylesine girilebiliyordu. Böyle bir şey mümkündü!

            Mâbeynciler, yaverler, kâtipler, musâhipler ordusu nerede idiler? Onlar da gaflet uykusunda idiler. Haremin muhafazası zenci hadım ağalarına âiddi.

            Süleyman Paşa’nın terbiyesi, ne zorla kadınların dairelerine ne de padişahın yatak odasına girmeye müsait değil­di. Dârüssaâde ağası ile konuşmak istediğini söyledi. Üze­rine süratle bir şey alan ve Harem-i Hümâyûn’un en büyük âmiri ve vezir pâyesinde bulunan Dârüssaâdeti’ş-Şerîfe Ağası Cevher Ağa yetişti. Bir bakışta durumu kavradı. Akıldan geçirilmeyenin başa geldiğini anladı. Süleyman Paşa’nın yüzüne baktı. Paşayı tanımıyordu, sıradan bir bin­başı sandı, yüzünü buruşturdu. Zira Süleyman Paşa gene­ral işaretlerini sökmüş, binbaşı rütbesine mahsus sırmalar takınmıştı. Böylesine bir komedya idi. Süleyman Paşa:

            - Ağa Efendimiz, dedi; millet Sultan Abdülaziz Hân’ın fiil ve hareketlerinden memnun ve hoşnut değildir. Millet kendilerini hal’ etti (tahttan indirdi). Şahs-ı hümâyunlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’mûrum. Lüt­fen kendilerine derhal bildiriniz ve hazırlayınız. Ben bura­da bekliyorum!

            Devrinde Türk generallerinin hemen hemen en bilgini, hem de büyük yetenekli bir kumandan olan Süleyman Paşa, bu suretle tarihimizde, üç beş kişinin menfaati ve garezi için yapılan nâ-meşru işler için ilk defa “millet” adını kullanabiliyordu. Birkaç gün sonra “millet” dediğinin sadece 63 ihtilalciden ibaret olduğu anlaşılacaktı ama onun “millet” kelimesini bu yolda kullanmasını muhteris politikacılar, hiçbir zaman unutmayacaklar ve pek çok defa tekrar edeceklerdir.

            Dârüssaâde ağası gece herhangi bir haber vermek için odasına girip haber vermek selâhiyetini haizdi.1687 yılında Dördüncü Mehmed’e de tahttan indirildiğini bir dârüssaâde ağası bildirmişti. Fakat Cevher Ağa, bunu yapmayı göze alamadı. Hızla Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın dairesine koştu. Padişahın annesini uyandırıp durumu bildirdi.

            Padişah Uyandırılıyor...

            Vâlide Sultan, bir şal ve bir başörtüsü alıp oğlunun oda­sına koştu. Sultan Aziz’i uyandırdı. Tam o sırada donanma­dan toplar atılmaya başladı. Daha sonra Pertevniyâl Sultan’ın Yıldız Mahkemesi için verdiği yazılı ifadede anlattı­ğına göre, durumu oğluna açıkça bildirmeye cesaret ede­medi. “Ne oldu?” diye soran padişaha; “Takdir-i Hudâ” di­ye başlayıp karışık sözler söyledi. Fakat Sultan Aziz acı bir tebessümle:

            - Bunlar Sultan Murad’ın cülûs toplarıdır Vâlide, dedi. Beni amcam Sultan Selim’e döndürdüler ve bu işi Avni Pa­şa yapmıştır. Sanırım Rüşdü Paşa ile Ahmed Paşa da birlik­tir. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş!

            Hızla giyindi ve ailesine giyinmelerini emretti. Ataları gibi kadere rızâ göstermişti. Ancak bu davranışı sonradan nice tarihçi ve yazar tarafından Sultan Aziz’in basiretinin bağlanması şeklinde değerlendirilecek, mukavemet etme­diği için çok kınanacaktır.

            Ancak padişah, karşısında kim olduğunu bilmiyordu. Herhalde “millet” tarafından tahtından indirilmediğine emindi ama donanma ile İstanbul’daki Birinci Ordunun hükûmet kararı ve ittifakıyle hareket ettiğini sanmış olabilir. Gerçek durumu sadece 63 kişinin bildiğini, 4 Arab taburu ile 300 Harbiyelinin bile padişahın lehine olarak sarayın önüne getirildiğini o sırada Sultan Aziz’e söyleyen bulunsa her halde inanmazdı. Başını deniz tarafından bir pencereden uzatıp zırhlılardaki askere bağırsa veyâ kara tarafındaki bir pencereye gelip askere emir verse, herhalde birkaç kişi öldükten sonra darbe o anda akametle neticelenecekti. Nitekim ertesi gün gerçeği öğrenen asker, ayaklanacak ve ayaklanan taburlar ve bölükler İstanbul’dan derhal uzaklaştırılacaklardır.

            Ama Abdülaziz Hân, babası Sultan Mahmud değildi. Sultan Mahmud olsa, elinde pala, yıldırımlar yağdırırdı. “Amcam” dediği babasının amca oğlu Sultan Selim gibi neyzen ve gene onun gibi mütevekkildi. Ağabeyi gibi bir Tanzimat hükümdarı idi. Hiç ihtilâl falan görmemiş, babası gibi bu işlerin içinde pişmemişti. Ağabeyinin 22 yıllık salta­natında veliahd olarak, 30 yaşına kadar demokratik Batı ül­kelerindeki hükümdar namzetleri şeklinde terbiye görmüş­tü. Padişahın gayrımes’ul ve masûn olduğu kendisine öğre­tilmişti. Bu ilkelerin sadece kâğıtta yazılı bulunduğunu id­rak edememişti.

            Kayığa Bindiriliyor...

            Mayıs’ın sonu olmasına rağmen Boğaz havası soğuğa yakın serindi. Henüz güneş doğmuştu. Çiseleyen yağmur hızını arttırmış, fırtınalı denecek bir şekilde yağıyordu. Sultan Aziz, ailesi ve yakınları, aceleyle giyinmişler, kahvaltı etmemişler ve Saray’ın rıhtımına indirilmişlerdi. Burada kendilerini birkaç kayık bekliyordu. İlk kayığa Abdülaziz Han, oğullarının büyüğü Yusuf İzzeddin ve Mahmud Celâleddin Efendiler, Başmâbeynci Hafız Mehmed Bey ve Başkâtib Âtıf Bey bindirildiler. İkinci kayığa Pertevniyâl Valide-Sultan ile padişahın küçük yaştaki oğulları Abdülmecid henüz bebek olan Seyfeddin Efendiler yerleştirildiler. Kadın-Efendiler ve padişahın diğer yakınları başka kayıklara taksim edildiler.

            Sonradan olayın tarihini yazanlardan Memduh Paşa:

            “Bu sırada Sultan Aziz son fırsatı kaçırdı... Kayıkta ayağa kalkıp zırhlılara doğru bağırıp imdat isteseydi, bahriyeliler o anda kumandanları Ârif Paşa’yı parçalarlar ve karaya çıkıp Süleyman Paşa’nın bir avuç taraftarını süngülerlerdi. Fazlasına da hacet yoktu. Saray’ın önündeki Şamlı askerlerle Harbiyeliler’in de darbe hakkında hiçbir bilgileri yoktu ve başkumandanları olan padişahın emriyle yapmayacak­ları şey tasavvur edilemezdi. Avni Paşa ile iki üç paşa ne ya­pabilirlerdi? Kaçamadıkları takdirde ipe giderlerdi. Darbe­den nazırların, askerin, ulemânın hiç haberleri yoktu.” di­yor.

            Olayı yazanlardan büyük tarihçi Mahmud Celâleddin Paşa ise: “Padişahın birkaç cesur, fedakâr ve uyanık adamı bulunup da onu alıp askerin yanına götürselerdi Süleyman Paşa’nın işi bitmişti... Avni Paşa için tek çare intihar olur­du.” der.

            Diğer bir tarihçi, İbnülemin Mahmud Kemâl İnal:

            “Ancak bu çok küçük tedbirlerin hiçbiri yerine getirilmedi, kimse soğukkanlı değil, herkes dehşet içindeydi; zâten sa­rayda aklı başında birkaç kişi olsaydı işler bu hâle gelebilir miydi?” diye yazar.

            Kadın-Efendi’nin Şalı Alınıyor...

            Hükümdar ailesini kayıklara bindirmeye memur subaylardan biri, kayığa binmek üzere bulunan padişahın zevcesi 28 yaşındaki Neş’erek Nesrin Üçüncü Kadın-Efendi’nin mücevher sakladığını sandı. Omuzlarındaki şalı hızla çekip aldı. Mücevher falan yoktu. Kadın-Efendi, derhal kayığa atladı. Şal, subayın elinde kaldı. Neş’erek Kadın narin ve hassas bünyeli idi. Çıplak kalan omuzlarına müthiş bir yağmur yedi. Kocasının felâketiyle zâten perişan olmuştu. Hemen o gün hastalandı ve birkaç gün sonra öldü. Şehzâde Şevket Efendi ile Emine Sultan’ın annesi idi.

            Kraliçe protokolündeki padişah eşine yapılan bu muamele, Türkiye tarihinde tektir, emsali yoktur. Ancak birkaç saniye süren bu alçaklığın nasıl neticeler vereceğini, Türkiye tarihini nasıl etkileyeceğini o anda ne bu haltı eden cahil adam, ne kimse tahmin etmişti.

            Zira Neş’erek Kadın-Efendi, Binbaşı Çerkes Hasan Beyin iki yaş büyük ablası idi... Hasan Bey, ablasının inti­kamını hemen aldı ve Türkiye tarihinin akışını değiştirdi ama, asıl intikam alacak kişi, bu olayı penceresinden kanlı gözyaşları dökerek seyrediyordu. Bu, Şehzâde Abdülhamid Efendi idi. Amcasının ve ailesinin nasıl kayıklara bindirilip zırhlıların açığından geçirilerek Sarayburnu’na çıkarıldığı sahnesini, hayatının sonuna kadar unutmayacaktı. Bu işi yapanları doğduklarına pişman edecek, cehennemleri baş­larına geçirecekti. Kendisi de benzeri bir oyuna gelmemek için, otuz küsur yıl, milleti pek çok rahatsız eden bir sürü tedbir alacaktı.

            Abdülaziz Hân, Topkapı Sarayı’na nakledildi. Sarayburnunda karaya çıkan hâkan ve ailesi, arabalara bindirilerek Saray’ın harem kısmına getirildiler. Saray hazırlanmamıştı. Hakan ve ailesine öğle yemeği verilemedi. Üçüncü Selim Dairesine yerleştirildiler. Önce bunun, çok kaba bir dikkatsizlik eseri olduğu sanıldı. Zira burası, 68 yıl önce, Üçüncü Selim’in şehid edildiği daire idi... Sonradan bilhassa bu daireye yerleştirilmeleri için Hüseyin Avni Paşa’nın emir verdiği anlaşıldı. Tük ordusunun başındaki adam, çepeçevre düşmanla çevrili büyük bir imparatorluğun orduları ile uğraşacağına böylesine süflî işlerle vakit harcayıp mizacına yakışır şekilde eğleniyordu...

            İstanbul’da Heyecan...

            Diğer taraftan, uğursuz 30 Mayıs Salı günü başlamış, çelişkili rivayetler muazzam İstanbul beldesine yayılmıştı. Bu arada İstanbul’da bir milyon iki yüz bin nüfus yaşıyordu ve dünyanın -Londra, Paris, New York ve Pekin’den sonra beşinci büyük şehri idi. Nüfusun üçte biri gayrimüslimdi. İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Rusya ve İran, İstanbul’da büyükelçilerle temsil ediliyorlardı. Diğer devlet­lerin temsilcilikleri orta elçilik seviyesinde idi (Zira 1918’e kadar yalnız büyük devletler aralarında büyükelçi teati ederlerdi). Bunlardan yalnız İngiltere Büyükelçisi Lord Henry George Elliot, darbenin vurulacağını bir gün önce­den biliyordu. Evet, Türkiye hakanı, Türk hariciye nâzırı fa­lan bilmiyorlar, fakat Lord Elliot biliyordu. İnanılmaz gibi­dir, fakat ayn-ı hakikattir. Lord Elliot, 9 yıldan beri İstan­bul’da büyükelçi ve Doğu diplomasisinin üstâdı, Hüseyin Avni ve Midhat Paşalar’ın mahrem dostu idi. Darbenin için­de bulunuyordu. Sonradan İngiltere’ye dönüp bunayınca, Abdülhaziz Hân olayı üzerinde bir broşür yazıp kendini sa­vunacaktır...

            Yabancı gazete muhabirleri, telgrafhânelere koştular. Türk gazeteleri, başlık değiştirmeye başladılar. Halk kayna­şıyor, fakat doğru dürüst bir şey öğrenilemiyordu. Sultan Aziz’in öldüğü, öldürüldüğü, delirdiği, tahttan indirildiği, sûikasde uğradığı ama bir şeyinin olmadığı gibi, haberlerin hangisinin gerçek olduğu bilinmiyordu. Yalnız bir gerçek vardı: Gün ışırken donanma cülûs topları atmıştı... Bu herhalde, Veliahd Murad Efendi’nin tahta geçtiğini gösteriyordu.

            Türkiye’deki iç durumla İngiltere Büyükelçisi derecesinde ilgili tek büyükelçi, Rusya Sefiri Orgeneral Kont İgnatiyef idi. Darbeyi sabahın köründe ilk öğrenenlerden biri oldu. Darbenin kimlerce yapıldığını hemen tahmin etti. İlk bakışta darbe, Rusya’nın menfaatine değil gibi görünüyor­du. Zira Hüseyin Avni ve Midhat Paşalar’ın İngiltere ile yüzgöz oldukları kesindi. Fakat bu yeni durumu Rusya’nın menfaatine kullanmanın elbette bir çaresi olmalıydı. İgnati­yef birkaç ay içinde bu çareyi bulacaktır...

            30 Mayıs Salı günü güneş, Türk İmparatorluğu’nun Çin’deki Kâşgar’la Adriya Denizi, Afrika’da Ekvator çizgisi ile Macaristan arasında uzanan topraklarında doğduğu za­man bu ülkelerin gerçekte tek hâkimi vardi: Hüseyin Avni Paşa...

            Hüseyin Avni Paşa’nın Durumu

            Avni Paşa, popüler bir sima değildi. Kendisinden önce­ki Serdâr-ı Ekrem Ömer Paşa, Cihan Seraskeri Rızâ Paşa gi­bi halk arasında şöhret kazanmış ve sevilmiş değildi. Zira bir hayır eseri yaptırdığı, yoksulları kolladığı görülmemiş­ti. Bu gibi şeyler o devir vezirlerince âdet hükmündeydi. Kaba ve yüzü gülmez olması da sevilmemesinin sebeplerindendi. Irz düşmanı olduğu da yaygın rivayet hâlindeydi. Üstelik devlet parası çaldığı, bu para ile, yoksulluktan gelenlere mahsus lüzumsuz gösterişler yaptığı biliniyordu... Süleymaniye’deki muhteşem konağının böyle nâmeşru paranın mahsulü olduğu, Kuzguncuk’taki yalının ise padişah ihsânı olduğu malûmdu. Süleymaniye’deki konağı 12 Aralık 1875 Salı gecesi yanmış, halk bunun “mazlumların âhı ateşi” olduğunu söylemişti. Harem dairesindeki bir sobadan çıkan ateş, yarım saatte konağı kül etmiş, hiçbir şey kurtarılamamıştı. Kütüphânesi, silâh koleksiyonu, antikaları, gümüş eşyası ve döşemeleri ile konağın bütün vezir konaklarından üstün olduğunu, devletin resmî vak’anüvisi Kazasker Lütfi Efendi itina ile kaydetmektedir.

            Yanan eşyanın değeri 40.000 altındı. O zamanın altını, bu günün altını değildir. Hayat çok ucuz ve satınalma değeri çok yüksektir. Bugün iki buçuk altınla alınabilecek şeyler o devirde bir altınla rahatça satın alınabilmekte idi.

            Hüseyin Avni Paşa en büyük ihtilâslarını, Almanya’da Krupp firmasından top, Birleşik Amerika’da Martini firmasından da bir milyon tüfek satın alındığı zaman aldığı ko­misyonlarla yapmıştı... Bu top ve tüfekler 1875 dünyasının en modern seri atışlı ateşli silâhları idi. Komisyonun paşaya verilmesinde Ermeni Azaryan’ın aracılık ettiği biliniyordu.

            Buna karşılık paşanın, orduları çok sıkı disiplin altında tuttuğu, onun seraskerliğinde hiçbir disiplinsizlik olmadığı biliniyordu. Ordunun yeniden düzenlenmesinde, Prusya Ordusu ile eş bir şekilde yetiştirilmesinde, üniformaların­da, bilhassa redif askerinin hazırlanmasında kusursuz hiz­met ettiği malûmdu ama bunlar, Abdülaziz Hân’ın devam­lı takipleri ile mümkün olmuştu. Padişahın ordu ve donan­ma sevdası olmasa aynı şeyleri kendiliğinden yapacağı çok şüpheliydi. Nitekim hâkanın donanma politikasına karşı çı­kıyordu... (Donanma; Osmanlı düzeninde seraskere değil, başka bir bakana, bahriye nâzırına bağlıdır).

            Kendini beğenmişliği Avni Paşa’ya çok düşman kazan­dırmıştı. Ferikler (korgeneraller) karşısında oturmaksızın hazır ol vaziyetinde emir telâkki edip çekiliyorlardı. Bu, protokole aykırı idi. Zira diğer seraskerler eskiden beri fe­rikleri oturtup emir verirler, sadece mirlivâlar (tümgeneral­ler) ayakta emir telâkki ederlerdi. Sultan Aziz bir defa onun arkasından; “Bu ne kendini beğenmiş heriftir!” demiştit. Padişaha kibir taslayan bir adamın, emri altındakilere neler yapabileceği âşikârdır. Kibrin, vekar ile alâkası yoktur. Bambaşka şeylerdir. Vaktiyle Âlî ve Fuad Paşalar, hâkanın huzurunda vakur idiler, fakat asla kibirli değillerdi. Kimse onlara “kibirli adamlar” diyememişti.

            Nitekim Avni Paşa’nın Sultan Murad’a yaptığı hareket, kibrin tipik örneğidir, aşağıda anlatılacaktır.

            Avni Paşa’nın en etraflı biyografisini yazan büyük tarihçi İbnülemin Mahmud Kemâl Bey; “Kibir, azamet, hırs, ta­ma, kin garaz, gadr, hıyanet, istibdat, inat, istihza ve istihfaf timsali idi, af ve merhamet duygularına yabancı idi” diyor. İkinci Abdülhamid, Avni Paşa hakkında onun ölümün­den yıllarca sonra; “Hain ve nankördü, ne yaptıysa şahsî garaz eseridir, devletin menfaati için değildir” hükmünü veriyor. Cevdet Paşa, Mahmud Celâleddin Paşa, Memduh Pasa, Abdurrahman Şeref Bey gibi çok tanınmış bütün ta­rihçiler, Avni Paşa’nm ahlâkını aynı fevkalâde ağır hüküm­lerle değerlendiriyorlar. Medhini yapan ciddî bir tarihçi yoktur.

            Sultan Aziz’e yaptıkları, Avni Paşa’nın, her türlü necâbet hissinden uzak, klasik bir “alçak adam” tipi olduğunu orta­ya koyar. Zira, bir darbe yapıp devlete el koymak başka şeydir, bunu şahsî zevk hâline getirip manyaklığını göster­mek başka şey... Abdülaziz Hân, bütün Türklerin hâkanı ve bütün Müslümanların halîfesidir. Hazret-i Peygam­berin meşru halefi ve üzerinde güneş batmaz bir impara­torluğun devlet başkanıdır. Asker ve denizci doğmuş, ordu­sunun ve donanmasının içinde yaşamış, manevralarına ka­tılmış, erlerle karavana yemiş bir hükümdardır. Hayatında tek kişiyi ne öldürmüş, ne belirli bir zulüm yapmıştır. Avni Paşa’ya, Kuzguncuk’taki yalısını satın alıp döşeyebilmek için hazîne-i hassasından 15.000 altın ve Bâb-ı Âlî ile yalısı arasında gidip gelebilmesi için beş çifte (yani 10 kürekçinin çektiği) muhteşem bir yaldızlı kayık ihsan etmiştir.

            Sultan Abdülaziz’i, Topkapı Sarayı’ndan Ortaköy’e getiren, bu meşhur kayıktır. Hânedâna mahsus bir sürü kayık olduğu halde Avni Paşa, bu kayıkla hâkanı naklettirmiştir. Memduh Paşa’nın ifâdesiyle; “Avni Paşa’yı tebcil lutfuyle Sultan Aziz’in ihsân ettiği bu kayığı paşa, efendisini tezlil yolunda kullanmıştır.” Böyle şeylerden zevk alabilecek tıynette bulunan bir adamın, ruh sağlığına sahip olamayacağı apaçıktır.

            Bu olay hakkında Mahmud Kemâl Bey: “Hüseyin Avni Paşa’nın, akıl ve zekâsıyla, ilim ve marifetiyle tanınmış, pek çok lutfunu gördüğü bir padişah olan Sultan Aziz’e bu alçaklığı yapması onun, her türlü mânâsiyle nefis zilleti içinde bulunduğunu gösterir” diyor.

            İsmail Hâmi Dânişmend, hâdiseyi; “Avni Paşa’nın kalbinde, kin­den başka hiçbir hisse yer yoktu” şeklinde vurgular. Mehmed Zeki Pâkalın; “İntikam almak en büyük zevki idi” di­ye yazıyor. Bizzat Avni Paşa’nın da kendisi hakkındaki hükmü aynı şekildedir. Darbe günü Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’e; “Muvaffak olduğum şu sırada hâsıl eyle­diğim ferah ve memnuniyet kadar dünyada hiçbir şeyden lezzet almadım” demiştir.

            On iki milyon kilometrekareye hükmeden bir impara­torluk, 30 Mayıs günü işte böyle bir manyağın elindedir.

            Sultan Aziz’i Sarayburnu’ndan alan kayık, Avni Pa­şa’nın emriyle, Ortaköy’e yanaşmadan evvel, bir müddet, yol değiştirerek, Kuzguncuk’ta paşanın padişah ihsânı yalı­sının önünde durdurulmuştur. Avni Paşa, hâkanı, pencere­den keyifle seyretmiştir. Zevkine o derecede dalmıştır ki, pek çok kişinin bu manzarayı kanlı gözyaşları ile seyrettiği­nin farkında bile olmamıştır.

            Bu devrin çok ciddî tarihçilerinden biri Ali Fuad Türkgeldi şöyle diyor:

            “Âlî Paşa’dan sonra gelen sadrâzamların hemen hiçbiri devletin ne iç, ne dış siyasetinde muvaffak olamadılar. Mahmud Nedim, Midhat, Şîrvânî-zâde Rüşdü, Mütercim Rüşdü, Hüseyin Avni Paşalar gibi vezirler, Alî- Fuad Paşalar’ın başlarında bulundukları yıllarda, Âlî ve Fuad Paşalar’ın, dirayeti ve kontrolü altında iyi hizmetler etmişlerdi. Fakat onların ölümünden sonra tek başlarına kaldılar, artık başlarında kimse yoktu. Ne tek başlarına, ne birkaçı bir arada bilgileri ile tecrübeleriyle, Âlî-Fuad Paşalar’ın yerini tutamadılar...”

            Avni Paşa’nın bu meş’um darbede kör âleti olan Süleyman Paşa’nın da kumandanı hakkındaki fikirleri onun lehinde değildir. Sonradan Hiss-i İnkılâb adlı eserinde, bu işi Avni Paşa’yı sevdiği için değil, Meşrûtiyet için yaptığını, yoksa Avni Paşa’nın ahlâkının sevilecek bir şey olmadığını yazar. Gene Avni Paşa, darbe sabahı yalısından, ailesiyle helâlleşerek çıkmıştır. Zira birkaç saat sonrası için sadece iki ihtimal bulunduğunu biliyordu: Muazzam bir imparatorlu­ğun hâkimi olmak veyâ... kurşuna dizilmek!

            Rüşdü Paşa’nın Durumu

            Avni ve Midhat Paşalar veyâ Süleyman Paşa, Ahmed Paşa gibi askerlerin çok cesur insanlar oldukları, biyografi­leri ile sabittir. Bunu herkes biliyordu ama ihtiyarlığından dolayı “Koca” denilen Mütercim Rüşdü Paşa... Onun gibi gölgesinden korkan bir adamın, böylesine cür’etli ve tehli­keli bir darbe işine girişmesine, herkes hayret etti...

            Rüşdü Paşa’yı nihâî olarak bu işe sevkeden hâdise, Sul­tan Aziz’in birkaç gün sonra kabineyi değiştireceği, Rüşdü Paşa’yı azledeceği, hattâ gene -herkesin nefret ettiği- Mahmud Nedim Paşa’yı iktidara getireceğini ağzından kaçırmasıydı. Padişahın bu tedbirsizliği, Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar’ın hemen harekete geçmesinin âmilidir. Zira Mahmud Nedim Paşa’nın yeni bir sadâreti, ancak Avni ve Midhat Paşa’nın birer görevle İstanbul’dan çıkarılması şartıyla kabul edeceğini padişaha bildirdiği duyulmuştu. Bunu Bâşmabeynci Hâfız Mehmed Bey, dostu olan Avni Paşa’ya –bir dostluk eseri olarak- bildirmişti. Saray’ın çok yüksek bir görevlisinin ve padişahın görüşme yaptığı hemen herkesin yanında -görevi icabı- bulunan bir padişah yakınının, görüşülenler mutlak şekilde sır olduğu halde, dışarıya sızdırması, Türkiye hâkanının; Saray’ına da, çevresine de, adamlarına da, belki ailesine de hâkim olmadığını, gaflet uykusunun en derinlerine daldığını açıklar.

            Mahmud Nedim Paşa, Avni ve Midhat Paşalar, İstanbul’dan uzaklaştırılmadan yeniden görev kabûl etmemekte, kendi bakımından haklı idi. Zira son Mahmud Nedim Paşa kabinesini düşüren öğrenci ayaklanmasını bu iki paşanın tertip ettiği kesin şekilde anlaşılmıştı.

            Hâkanın, Rüşdü Paşa’dan da sıdkı sıyrılmıştı. Paşanın dalkavukluğundan nefret ediyordu. Birkaç defa Rüşdü Paşa’nın diğer vezirler gibi kendisini sağ eliyle yerden temen­na ederek selâmlamamasını, çok dalkavukça sözler söyleyerek sıkılmasına sebep olmamasını duyurmuş, fakat Rüşdü Paşa âdetinden vazgeçmemişti. Sultan Aziz; belki çok kaba in­sanlar gibi nezâketin ötesinde nâzik mizaçtaki insanların da makbul adamlar olmadıklarını, ruhen bozuk olduklarını fark etmiştir. Şurası muhakkaktır ki, Rüşdü Paşa’nın aşırı nezaketinden, Avni Paşa’nın kabalığı derecesinde hoşlan­mıyordu.

            Başmâbeynci Hafız Mehmed Bey bir gün Rüşdü Paşa’ya:

            Efendimiz, zât-ı devletleri için; “Câri olan âdet veçhile küçük bir âdâb ile huzuruma girsin, öyle fazla hulûskârlıklarda bulunmasın, sıkılıyorum!” buyurdular, dedi.

            Rüşdü Paşa, âdeti veçhile sol eliyle sakalını karıştırarak Başmabeynciye:

            - Aman beyefendi oğlum, dedi; padişahlara nasıl muamele edileceğini sen mi bize öğreteceksin? Gençliğimde Beykoz Kasrı’nda, padişahımızın pederleri Sultan Mahmud Hân Gazi Cennet-Mekân’ın hizmetinde idim. Rusya imparatorluk prenslerinden mareşal rütbesinde bir grandük, huzur-ı hümâyunlarında idi. Abdülaziz Hân Efendimiz çok küçük çocuk ve lalasının kucağında idi. Grandük, Abdülzaziz Hân efendimizin iki ayağını tutup öptü. Sen şimdi Efendimiz’in huzurunda yer öptüğüm için günaha girdiğimi, Efendimiz’in böyle şeyi istemediğini söylüyorsun. Ben padişahımızın ağabeyi ve pederi cennet-mekânların hiz­metlerinde, müşîrliğinde, vezirliğinde, hattâ sadâretinde bulundum. Padişahlara muamelenin nasıl olacağını padişa­hımızdan iyi bilirim!

            Bu Rüşdü Paşa’yı darbeden birkaç gün önce tekrar sad­râzam yapan Abdülaziz Hân:

            - Sizi halk istediği için me’mûr ettim, diyerek mühr-i hümâyûnu vermişti. Bu sözdeki gizli tehdidi sezen Rüşdü Paşa:

            - Aman Efendimiz, dedi; halk bizi ne bilsin? Nâmımızın şöhret bulması, şahane teveccühlerinizin eseridir!

            Avni Paşa hırsız, Midhat Paşa menfaatlerine düşkün ola­rak bilindiği halde, Rüşdü Paşa, namuslu devlet adamı şek­linde tanınmıştı. Gerçekten Vefa’daki konağında, Avni ve Midhat Paşalardan çok daha mütevazı şartlar içinde yaşardı. Gerçi yıllar önce Avni ve Midhat Paşalar’la Abdülaziz Hân aleyhinde konuşmuş adamdı. Fakat gerçekte padişahın tahttan indirilebileceğini de pek sanmıyordu. Avni ve Midhat Paşaları hoş tutmak için onlarla aynı fikirde imiş gibi görünüyordu. Zâten herkesle aynı fikirde olmaya (!) çalışırdı. Midhat Paşa, onun bu tabiatını biliyordu. Darbeden önce Rüşdü Paşa’yı:

            - Eğer darbe işinde bizden ayrılırsanız, millet sizi Beyazıt Meydanında parça parça eder, diye tehdit etmişti.

            Sadrazamlık mevkiinde iken ihtilâlin dışında kaldığı takdirde tasfiye edileceğini bilecek kadar tecrübeliydi Rüşdü Paşa. Kendisi gibi en tecrübeli, Fuad Paşa’dan bile önce Sultan Mecid zamanında sadrazamlık etmiş beyaz sakallı bir vezir dururken, Sultan Aziz’in başkalarını iktidara getirmesi dolayısıyla padişaha muhabbetini kaybetmişti. En küçük zorluklarda istifasını yazmak huyundan dolayı Sultan Aziz ve sadrâzamları onu, hattâ birçok kabinenin dışında bırakmışlar, eyâletlere de yollamamışlardı. Fakat gene de bir hâkan-halifeyi tahtından indirmenin devlette husule getireceği sarsıntıları takdir edecek tecrübe ve zekâsı vardı. Darbe işine zor şekilde, âdetâ isteksizlikle yanaştı. Sonradan bir yakınına:

            Aslında Avni Paşa’nın niyetini padişaha bildirmem lazımdı, demiştir; fakat bu çok zor bir işti. Zor olduğuna inanmayabilirsiniz. Fakat Abdülaziz Hân’ın mizâcını bil­mek lâzımdır. Böyle bir ihbar üzerine derhal Avni Paşa’yı çağırır, Rüşdü Paşa beni tahtımdan indirmek istediğini söy­lüyor der, meseleyi benimle Avni Paşa arasında bırakır, be­ni himaye etmez, üstelik Cenâb-ı Hak’tan gayrisi tarafından tahtından indirilebileceğini tasavvur etmeyecek mizaçta olduğu için Avni Paşa’yı belki azleder, fakat muhtemelen lâ­yık olduğu şekilde cezalandıramazdı. O zaman Avni Paşa’yı tanırsınız, bütün kini benim üzerime teveccüh ederdi. Böylesine bir kine karşı koymaya ben muktedir değildim! Zira Avni Paşa benim darbe işine karışmak istemediğimi bilirdi. Kaç defa açıkça tehdit etmiştir ama ben gene vazifemi yaptım. Abdülaziz Hân’ın büyük oğlu Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi’nin, Avni Paşa’nın babası hakkındaki niyetleri üze­rinde kulağını büktüm. Ne oldu dersiniz? 19 yaşında tecrübesiz Şehzâde, Avni Paşa kendisine çok iltifat ettiği ve Avni Paşa’yı bir büyük asker sandığı ve belki kendisinin hayran olduğu, hürmet ettiği için, söylediklerimi Hüseyin Avni Paşa’ya anlattı. Hem de bu boşboğazlığı seraskerlik makamında, Avni Paşa’nın odasında yaptı. Belki bana inanmadı, Avni Paşa’ya oyun oynayıp onu ordunun başından attırmak istediğimi sandı. O da babası gibi, biz vezirlerin bir hâkan-halifeyi tahtından edebileceğine inanmazdı. Söylediklerimi babasına nakletmeye cesaret edemedi, gitti Avni Paşa’ya anlattı. Avni Paşa hükûmet toplantısından önce bana hâdiseyi anlattı ve tehdit eder şekilde benimle istihza etti!... Avni Paşa’ya; “Tasavvur olunan iş, bir büyük meseledir, epeyce düşünmek lâzımdır, acele işe şeytan karışır” deyip darbe işini hiç olmazsa geciktirmeye çalıştım. Fakat Avni Paşa tehdidini artırarak; “Paşa Hazretleri, siz vatanın ve milletin tehlike içinde olduğuna aldırmayıp va­zgeçirmeye bakıyorsunuz, mutlaka vatan, millet ve zât-ı devletiniz için muzır bir netice mi bekliyorsunuz?” diyerek küstahlığını artırdı. Sadrâzam ve en kıdemli vezir oldu­ğum için, benim kendilerinin önüne düşmem icab ettiğini söyledi. Hattâ vesveseli, korkak ve hesaplı, heyecanlı ve te­lâşlı, ciddî işlerden kaçınır olduğumu imaya cür’et etti! diye anlatmıştır.

            Rüşdü Paşa’nın anlattıklarının büyük kısmı doğru ol­mak icab eder. Cenâb-ı Hakk’ın bir işi takdir ettiği zaman, gören gözleri kör ettiğine dair, tarihte bunun gibi pek çok örnek vardır...

            Darbeyi İhbar Teşebbüsleri

            Darbeyi padişaha ihbar için yapılmış başka tecrübeler­den de biraz bahsetmek, konuya daha aydınlık getirecektir. Başka olaylar da Rüşdü Paşa’nın açık bir şekilde hareket etmekle beraber, padişahı ikaz etmek istediğini, bu ikazı yapamayınca da darbeye katılmayı, darbeyi karşılamaya tercih ettiğini göstermektedir. Aslında darbe sırasında sâdrazam olduğunu, serasker ve ordu da onun emrinde bulunduğu, kendisinin de sivil hayata geçmeden önce müşîrlik rütbesine çıkmış eski bir asker bulunduğu için, darbeyi önlemek görevi, herkesten, padişahtan bile önce, kendisine âiddi. Fakat bazı çok hesaplı teşebbüsleri oldu. Darbeden birkaç gün önce Sultan Aziz’in mâbeyncilerinden Emin Bey’i yalısına akşam yemeğine çağırdı. Söz arasında şunları söyledi:

            Beyefendi oğlum, sizler Efendimiz’in sarayda çevre­sindeki adamlar olarak ne yapıyorsunuz? İş işten geçiyor. Gaflet üzeresiniz. Ne türlü tedbir alıyorsunuz? Bulutlar al­çaldı, fırtına alâmetidir!

            Ama bu mâbeyncide bunları hâkana iletecek yürek yok­tu. Emin Bey, ancak âmiri olan Başmâbeynci Hâfız Bey’e iletti ki, bu adam da, Avni Paşa’nın dostu idi; Avni Paşa’ya zarar verecek bir şeyi padişaha nakletmezdi. Esasen Avni Paşa’nın ne hâkanı devireceğine, ne de istese dahi böyle bir şeye iktidarı bulunacağına kafasını kesseler inandırılamazdı…

            Rüşdü Paşa’nın son sadâretteki selefi Mahmud Nedim Paşa da ihbar teşebbüslerinde bulundu. Onun bilgisi, kesin bir sezgi mâhiyetindeydi. Elinde delil yoktu. Fakat Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın huzuruna çıktı:

            Vâlide-Sultan Efendimiz, dedi; Avni Paşa asıl hâkanımıza düşmandır. Bana düşmanlığı, solda sıfır kalır. İş işten geçmeden tedbir alınmak gerekir.

            Vâlide-Sultan; “Aman efendim” diye cevap verdi, “Arslanıma hiç böyle lakırdı söylenir mi?” 1

            1 Anneleri padişahlara “arslanım” ve bazen “kaplanım” diye hitab ederler, “oğlum” diyemezler, başkaları gibi “padişahım, efendimiz” falan da demezlerdi. Başlangıcından sonuna kadar Osmanoğulları’nda padişah ile annesi arasındaki protokol budur. Keza padişah, istese de annesinin elini öpemezdi. Zira padişahın velev annesi olsun bir faninin elini öpmesi, temsil ettiği Türk Milleti’ne ve dünya Müslümanlarına karşı saygısızlık sayılırdı.

            Mahmud Nedim Paşa, Avni Paşa’nın bir sûikasde doğru gittiğini Yusuf İzzeddin Efendi, hânedânın işlerini çeviren eski nâzırlardan Vezir Kemâl Paşa gibi başkalarına da bil­dirdi. İhbarın artık çeşitli kaynaklardan geldiğini kestiren Yusuf İzzeddin Efendi, nihayet bütün cesaretini toplayarak babasına durumu anlattı.

            Abdülaziz Hân, kılı kıpırdamadan ve yüzünde tek çizgi oynamadan büyük oğlunu dinledikten sonra ona şu cevabı verdi:

            - Bu naklettikleriniz, Mahmud Nedim Paşa’nın vesve-se­leridir!...

            İzzeddin Efendi, babasının cevabını Mahmud Nedim Paşa’ya naklettikten sonra:

            - Ne yapayım? dedi; pederi ikna etmek mümkün olma­dı. Bâri Hüseyin Avni Paşa saraya gelince ben tabancamı çe­kip onu vurayım!

            Şehzâde tabancasını çekip Hüseyin Avni Paşa’yı vurma­dı. Aynı işi, sadece 20 gün sonra, başka bir subay yapacak­tı...

            Saray-ı Hümâyûn’un en büyük âmiri ve çok dürüst bir adam olan eski Mâbeyin Müşîri Ferid Paşa da, Avni Paşa hakkında Vâlide-Sultan’ın dikkat nazarını çekti. Fakat bir şey çıkmadı. Mahmud Nedim Paşa, tekrar Pertevniyâl Sultan’ın huzuruna çıktı:

            - Vâlide-Sultan Efendimiz, dedi; Avni Paşa’nın, Efendimiz’e bir süikast teşebbüsünde bulunacağı hakkındaki ri­vayetler fevkalâde kesâfet kazanmıştır. Padişahımızın yanıbaşındaki en yüksek me’mûr olan Başmâbeynci Hâfız Mehmed Bey de derhal değiştirilmelidir. Zira Avni Paşa’nın dostudur. Hem padişaha Avni Paşa aleyhindeki gerçekleri bildirmiyor, hem de Avni Paşa hakkında padişah ile kim ne konuşuyorsa korkarım ki bir vasıta ile ona iletiyor.

            Nihayet Vâlide-Sultan, bin tereddütle oğluna gidip ken­disine anlatılanların bir kısmını aktarmaya cesaret etti. Padişah, Avni Paşa’yı ordunun başından uzaklaştıracağına, gayet garip bir tedbir aldı: Veliahd Murad Efendi’nin, sayfiyedeki köşkünden derhal Dolmabahçe Sarayı’ndaki Velihat dairesine gelmesini irâde etti. Veliahd’ı el altında bulundurmak ve tahta geçmesini önlemek istediği âşikârdır.

            Öyle ya sarayında, bütün bir Birinci Ordu’nun ve milletin muhafazası altında idi. Hangi kudret, kendi Saray’ında, ira­desine rağmen bir şey yapabilirdi?..

            Başmâbeynci Hâfız Mehmed Bey, Mâbeyn-i Hümâyûn Başkâtibi -çok dürüst bir adam olarak tanınmış- Âtıf Bey’e:

            Beni şikâyet ediyorlar, Hünkâr’a bazı şeyleri bildirmemekle itham ediyorlar, dedi. Benim vazifem, her işittiğim saçmayı padişaha bildirerek onu rahatsız etmek (!) değildir!

            Hâlbuki büyük makamdakilerin çevresinde bulunanla­rın görevleri, çok uyanık olmaktır. Gafil mizaçta olanlar, çevreye girememelidir.

            Avni Paşa, elini çabuk tutmadığı takdirde başının çok büyük derde gireceğini, hattâ belâlardan belâ seçmesi gerekeceğini artık anlamıştı. Padişah aleyhindeki tutumu yıllardan beri devam ediyordu ve artık ortalık bulanmaya başla­mıştı. Bir gün Mâbeyn-i Hümâyûn Başkâtibi Âtıf Bey’e:

            Mahmud Paşa’nın yine sadrâzam olacağı söyleniyor, sahih mi? diye sordu. Padişahın başkâtibi yalanladı.

            Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi

            Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi ise Avni Paşa’ya inanıyor, aleyhinde söylenenlerin paşanın düşmanlarınca uydu­rulduğunu sanıyordu. Bir gün seraskerlikte Avni Paşa’ya:

            Paşa, dedi; büyük vâlidem (Pertevniyâl Vâlide-Sultan) de sizin aleyhinize döndü. Efendimiz’e sizin hakkınızda bir şeyler söylemiş. Murad Efendi ile münasebette olduğunuz rivayetleri çok yayıldı. Dikkat buyurunuz!

            Yusuf İzzeddin Efendi’nin, babasının yeryüzündeki en büyük can düşmanına söylediği sözler budur. Öz babaannesini bile seraskere şikâyet etmiştir. Gafletin hududu ol­mamaktadır. Hâlbuki Avni Paşa cevaben, Şehzâdeye şunla­rı söylemiştir:

            - Efendi Hazretleri, kulunuz hakkında ne düşünürlerse düşünsünler! Nedense bir türlü efendimizin (Sultan Aziz) îtimâd-ı şâhânelerine mazhar olamadım. Mahmud Paşa sa­dâretten azledilir, gene eller üzerinde, padişahımızın yanıbaşındadır. Ben ise sadâretten hakaret edilerek uzaklaştırıl­dım!

            Tabii Krupp ve Martini şirketlerinden komisyon aldığı için azledildiğini ilâve etmemiştir. Zira politikacıların için­de haksız olduğunu itiraf eden kimse henüz çıkmamıştır!

            Yusuf İzzeddin Efendi, askerî paşalar, yani generallerle çok içli dışlı idi. Bazılarına kendisini o kadar sevdirmişti ki, bir zemin hazırlansa da babası öldüğü zaman yerine geçse, veraset Avrupa’da olduğu gibi büyük oğula intikal etse di­ye düşünenler, padişah böyle bir kanun getirmek isterse seslerini çıkarmayacaklarını söyleyenler vardı. Babası gibi asker tabiatlı olan Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi’nin seras­kerlikte (Savunma Bakanlığı, şimdiki İstanbul Üniversitesi Merkez Binası) hususî odası vardı. Haftada beş gün gelir, Paşalarla konuşurdu. Bunlardan bazıları, tam olarak bilme­mekle beraber, Serasker Avni Paşa’nın bir halt edeceğini sezmişlerdi. Fakat ellerinde kesin delil yoktu. Bu durumda hiçbiri Şehzâdeye açılmaya cesaret edemedi. Zira genç Şeh­zadenin boşboğazlığı ve Avni Paşa’ya sevgi ve itimadı bili­niyordu. Böyle bir ihbarı Avni Paşa’ya yetiştireceği tahmin ediliyordu. O takdirde Avni Paşa, generallerin canına okur, derhal emekliye sevk ederdi. Özet olarak şunu kesin şekil­de söyleyebiliriz: Seraskerlikte görevli olan ve Türk Ordu­su’nun karargâhında bulunan, bütün generalleri şahsen ta­nıyıp görüşen Yusuf İzzeddin Efendi’nin, darbeyi önlemek için en küçük hizmeti olmadıktan başka, tecrübesizliği ve babasına, kimsenin kötülüğü dokunamayacağı hakkındaki yanlış itikadı yüzünden, belki de istemeyerek darbeye hizmet etmiştir!

            İkinci Abdülhamid lâyiha şeklindeki bir yazısında, çok sevdiği amcası Abdülaziz Hân’ın bu olaydaki tutumunu şu şekilde şiddetle tenkit etmektedir:

            “Avni Paşa ve etrafındaki haşarât, herkesi Sultan Abdülaziz’den uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Cennet-mekân Hâkan da âdetâ onlara yardım etmiştir. Bu haşarâtın ayaklan­dırdığı bir avuç insanın nümayişini, milletin arzusu sanmış, şahsına ve devlete sadık adamları azletmiş, şahsına ve dev­lete yaramaz adamları eliyle iktidara getirmiştir. Avni Paşa ve etrafındakilerin maksadı da zâten bu idi. Nümayişe katılanlar asker ve ders kaçağı yobazlar idi ki, Midhat Paşa’nın Sultan Murad’dan aldığı paradan birer mecidiyeyi (bir altının beşte biri) Çapan-zâde Âgâh Efendi (ünlü gazeteci) kendi elleriyle bunlara dağıtmıştır.”

            Rüşdü Paşa derecesinde olmamakla beraber, Midhat Pa­şa da büyük tereddütlerden sonra darbeye katılmaya karar vermiştir. Bu tereddüdün bir sebebi devlet düzenini boz­mak endişesi ise, diğer sebebi de, Avni Paşa’nın mizaç ve ahlâkına olan güvensizliktir. Hele Midhat Paşa kesin şekil­de bir asker diktatörün sultasına girecek karakterde değil­dir. Ama gene karakteri icabı, bazen önünü görebilmekte, fakat asla uzağı farkedememektedir. Devamlı sadrâzam ol­mak sâbit fikrini taşımaktadır. Sultan Abdülaziz bunu sağ­layabilirse Murad Efendi için kılını kıpırdatacak değildir. Belki Meşrûtiyetten de taviz verecektir. Yahut Meşrûtiyetin sınırları üzerinde padişahla anlaşmaya hazırdır. Bir bakıma Meşrûtiyeti Sultan Aziz’e kabûl ettirmek, Avni Paşa’ya kabûl ettirmekten çok daha kolaydır. Midhat Paşa bunun da farkındadır. Yoksa Sultan Aziz’e, Avni Paşa gibi şahsî bir ki­ni yoktur. Sadece padişahı sevmemektedir.

            Hayatı derinden incelenirse Midhat Paşa’nın kimseyi gerçekten sevmek kabiliyeti olmadığı ortaya çıkar.

            Midhat Paşa, darbeden birkaç gün cince Sultan Aziz’den mülâkat istedi ve huzura kabûl edildi. Hüseyin Avni Paşa’nın “istibdadı yüzünden” sevilmediğini ve sadrâzam ol­madığı halde nâzırları tehdit eder tavra kadar işi vardırdı­ğını söyledi. Sınırlı bir Meşrûtiyet, Tanzimat Fermanı’nı ge­nişletecek bir anayasa ile işin içinden çıkılacağını arz etti. Sultan Aziz, müsbet ve menfî bir cevap vermedi. Esasen böyle bir cevap Midhat Paşa’ya değil, o sırada sadrâzam olan Rüşdü Paşa’ya verilebilirdi. Bu mülâkatı Midhat Paşa, Rüşdü Paşa’ya anlattı ve Avni Paşa’dan saklaması husu­sunda iki paşa mutabık kaldılar. Fakat daima duygularıyla hareket eden ve merkezî devlet idâresinde aldığı son tesire göre fikir değiştiren Midhat Paşa’nın artık Sultan Aziz’in itimadını kaybetmiş olduğu düşünülebilir. Zira sevgi ve sevgisizlik, ekseriya karşılıklıdır. Midhat Paşa’nın Topkapı dışında Çırpıcı Çayırı’ndaki Arabzade Çiftliği’ni satın ala­rak yaptırdığı mâlikâne içindeki mükellef köşkünde her ge­ce kurulan çilingir sofralarında paşa, hâkan hakkında se­vimsiz şeyler söylüyor, bunlar ertesi gün duyuluyordu...

            Eh Sultan Aziz de, sarayında Avni ve Midhat Paşalar’ın taklidini yaptırıp eğleniyor, bunlar da dışarıya sızıyordu. Her iki paşa kızıyorlardı. Hattâ Avni Paşa, padişahın ordu­sunun başında bulunduğunu; böyle maskaralıklardan vaz­geçilmesini bir Saray görevlisine söylemişse de, bu da ale­lusul hâkana bildirilmeye cesaret edilememişti. Orta oyunu san’atkârları ne söylüyorlarsa, Avni Paşa’ya ağır gelmişti...

            Hal’ Fetvası

            Hâkanın tahtından indirilmesi, alelusûl bir fetvaya bağ­lanmak gerekiyordu. Bu traji-komedi şöyle sahneye kondu:

            Darbeden bir gün önce cunta, yakında Sultan Aziz’in hal’ edileceğini (tahttan indirileceğini) birkaç kişiye duyurmuştu. Bunların arasında en değerli vezirlerden Safvet Paşa da vardı ki, sonradan sadrâzam olmuştur ve Âlî-Fuad Paşalar ekibinin en muktedir diplomatlarından biri idi. Ge­ne bir gün önce, hal’ fetvâsını hazırlamak icab etmiştir. Hâkanın sıfatlarından biri halife olduğu için, hal’inin fetvâ’ya bağlanması şarttı. Aksi takdirde hâkanlık tahtından düş­müş, fakat halifelik sıfatı devam ediyor durumunda kalırdı. (Osmanlı padişahları gibi Sultan Aziz de 4 defa imparator sayılırdı: Türkiye, Doğu Roma, Mısır ve Hilâfet (Halifelik) taçlarının her biri ayrı imparatorluktu ve bunların hepsini padişah şahsında birleştiriyordu). Üstelik fetvâ, halkı uyut­mak ve şerbetlemek için bir propaganda vasıtası idi. Fakat yalana dayanan bir fetvânın ters tesir ettiği düşünülememişti.

            Fetvâ, önce Şerif Abdülmuttalib Efendi’den istendi. Pey­gamber torunlarından olduğuna inanılan 86 yaşında, fakat cin gibi bir pîr-i fâni idi.2 Cunta mensuplarına şöyle dedi:

            2 Büyiik virtüöz Şerif Muhiddin Targan’ın ve Damad Abdülmecid Beyefendi’nin büyükbabasının babasıdır.

            - Bir padişahı hal’ etmek için onun ya küfr etmesi (din­den sapıtması), ya cünun getirmesi (deli olması) lâzımdır. Sultan Aziz kâfir mi oldu, mecnun mu?

            Avni Paşa, hukukî ve şer’î işleri bilmediği için sustu. Kimsenin sesini çıkarmadığını görüp telâşlanan Kasımpaşalı seviyesiz Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi:

            - Ben Sultan Aziz’in küfrüne şehâdet ederim! dedi.

            Ama Sultan Aziz’in niçin “kâfir” yani, Müslüman di-nin­den sapıtmış olduğunu söyleyemedi. Koca Mütercim Rüşdü Paşa ise, anlamsız sözler sarf edildiğini görüp:

            - Eğer Sultan Aziz, dedi; daha on gün hilâfet makamın­da bulunursa, Memâlik-i Mahrûsa (imparatorluk ülkeleri) mahvolur!

            En pratikleri Midhat Paşa oldu. Fetvâ Emîni Filibeli Kara Halil Efendi, baba dostu idi ve şeyhülislâm olabilmek ümidiyle “hal’ emr-i hayrına çarşaf kadar fetvâ yazarım” diyen başka bir aşağılık yobazdı. En kutsal bir müessese olan fetvâ’yı nasıl anladıklarını gösterip dinlerini berbat et­tiklerine ehemmiyet bile vermiyorlardı. Bir rütbe atlamak için din de, millet de, hâkan-halife de, sevgili nefislerine kurban olsundu! Bu sarıklı cuntacıya Midhat Paşa şu tali­matı verdi:

            - Fetvâ’nın kuvvetli olması için, padişahın hem aklen, hem dinen kusurlu bulunduğunu yazmak icab eder. Fetvâ mukaddestir, ne denirse halk inanır! Halk üzerinde müessir sözler bulunması da icab eder.

            Bu şekilde fetvâ’yı kazasker efendi değil, Midhat Paşa dikte etti. Halil Efendi ancak usûlüne uygun hâle getirip düzeltti. Dinin ne yalanlara âlet edilebildiğini gösterir en kesin vesikalardan biri olan ve Türk imparatorluğunun ka­derini değiştiren bu tarihî fetvâ şöyledir:

            “Emîrü’l-Mü’minîn (halife) olan Zeyd (kişi) muhtellü’ş-şuûr (deli) ve umûr-ı siyâsiyyeden bîbehre (politikadan an­lamaz) olup emvâl-i mîriyyeyi (devlet hazînesini) mülk-ü milletin tâkat ve tahammül edemiyeceği mertebe masârif-i nefsâniyyesine (şahsî masraflarına) sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi (din ve dünya işlerini) ihlâl-ü teşvîş (kar­makarışık) ve mülk-ü milleti tahrîb edip, bekaası (maka­mında kalması) mülk-ü millet hakkında muzırr olsa, hal’i (tahttan indirilmesi) lâzım olur mu? (İslâm dini bakımın­dan gerekir mi?) Beyân buyrula.

            El-cevâb: Allâhü Ta’âlâ a’lem (Cenâb-ı Hak bilir ki) OLUR!”

            Bu fetvâda Abdülaziz Hân:

            1- Şuuru bozuk, yani deli olmakla,

            2 - Din işlerini karıştırmak, yani dinden sapıtmakla,

            3 - Devlet hazînesini şahsı için sarf etmekle,

            4 - Dünya ve siyaset işlerini de karıştırıp imparatorluğu tahrip etmekle,

            5 - Siyasetten anlamamak, dolayısıyla devlet başkanhğı, görevini yerine getirmek yeteneğinden yoksun olmakla,

            6 - Vücudu din ve devlet, millet ve memleket için zararlı olduğundan dinimiz hükümlerine göre saltanat ve hilâfet görevlerini yerine getirmek hakkını taşımamakla, itham edilmektedir.

            Şimdi bu ithamların doğruluk derecelerini tahlil edelim:

            Midhat Paşa, yıllar sonra kaleme aldığı Tabsıra-i İbret adındaki hâtıralarının ilk cildinde, Abdülaziz Hân hakkın­da aynen şöyle demektedir:

            “Sultan Abdülaziz, âkil ve fatıyn ve hayrhâh-ı devlet ve âlî-himmet bir zât olduğu ve devlet ve memleketin hüsn-i idâresi kaanûn ve nizâm ile olmak lâzım geleceğini cümle­den ziyâde bildiği halde, Âlî Paşa’nın vefâtını müteâkıb umûr-i devletde birçok sûiistîmâlât meydân almış idi.”

            İşte 1876 Mayısının 29. mübarek günü yukarıdaki fetvâ’yı hemen hemen kendisi yazan veyâ dikte eden Midhat Paşa birkaç yıl sonra, hâtıralarında böyle demektedir:

            - Sultan Abdülaziz yalnız akıl sahibi değil, aynı za­manda ince zekâ sahibi idi,

            - Devletin iyiliğini isterdi,

            - Devlet için yüksek bir çaba içindeydi,

            - Devlet ve memleketin iyi idâresinin ancak yasalar ve düzeni muhafaza etmekle mümkün olduğunu herkesten (yani biz vezirlerden) daha iyi bilirdi.

            - Fakat Âlî Paşa öldükten sonra devlet işlerinde çok kö­tülükler oldu.

            Şu halde Midhat Paşa, fetvâsı’nı yalanlamaktadır. Fetva­da hâkanın deli, kitabında akıllı ve zeki olduğunu yazıyor. Padişahın dinsiz olduğu iddiasını ise kitabında tekrar et­meye bile cesaret edemiyor. Yeteneklerinin “cümle” vezir­lerden üstün olduğunu söylüyor. Niyetinin de iyi olduğu­nu tasdik buyuruyor. Ama, diyor, Âlî Paşa’nın ölümünden sonra çok kötülükler oldu. Bu kötülüklere padişahın iştiraki’ni söylemek istiyor. Bu son ithamın cevabı şudur:

            Devlet idaresi bir bütündür. Kötülüklere padişahın katıldığı hakkındaki itham, bu bakımdan derhal reddedilemez. Elbette Sultan Aziz’in de kötü davranışları olmuştur. “Sûistimâl” yapan vezirlerini, marifetlerini duyunca, sadece azletmiştir (bunların başında Avni Paşa’yı, Krupp ve Marti­ni firmalarından komisyon aldığı için sadrazamlıktan uzak­laştırması gelir). Hâlbuki yürürlükteki Tanzimat Fermanı’nın o yıllar içindeki anayasa kuvvetindeki hükümleri çok açıktır: Suiistimal yapan sadrâzam olsun, nahiye müdürü olsun, derhal “alenî” yani açık yargı yapan mahkemeler önüne çıkarılır. O devirde bu görev, dîvân-ı âlî vazifesi de yapan Şûrây-ı Devlet’e âitti. Eğer vezir mahkûm olursa, çal­dığı para kendisinden alınır ve hayat boyu devlet görevle­rinden mahrum olur. Suçu ayrıca bunu gerektiriyorsa, ha­pis de edilebilir. Yalnız incelik şuradadır: Padişah, böyle bir müracaat yapmaya mecbur değildir. Esasen gayrı mes’ul bir devlet başkanıdır. Ancak üç sebeple tahtından indirile­bilir: Delilik, dinden sapıtmak ve vatana ihânet. Bu üç suç­tan en az birini işlese dahi padişah, ancak tahtından indiri­lebilir. Ne hapsedilebilir, ne de idam edilebilir. Düzen budur...

            Bir vezîrin yargı önüne çıkartılmasını istemek hakkı pa­dişahta vardır. Esasen nazarî olarak padişahta bütün haklar mevcuttur. Fakat bu görev, asıl sadrâzamındır. Nâzırlardan en az biri, hükûmete, diğer bir nâzırın veyâ vezîrin mahke­meye sevki için teklif getirebilir. Hükûmet bunu müzakere edip reddeder veyâ kabûl edip sanığı yüksek mahkemeye sevk eder. Bu iş çok açıktır ki, birinci derecede sadrâzamın görevidir. Ancak bizzat sadrâzam kötülüklerin başı ise ne olacaktır? Vâzı-ı kanun burasını biraz muğlâk bırakmıştır. Zira bir nâzırın, kabinesinin başı olan sadrâzamın mahke­meye sevki için hükûmete teklif getirmesi sadece nazarî bakımdan mümkündür. Gerçekte nâzırın düşmesi ile neticelenir. Ancak kanun, sadrâzam tayin yetkisini hâkana verdiğine göre, bir yolsuzlukta, hâkanın müdâhale etmesini istediğini gösterir. Eh, Sultan Aziz de, Âlî Paşa’nın ölümünden sonra boyuna sadrâzam tayin ve azletmiştir.

            Midhat Paşa’nın, Âlî Paşa’nın ölümünden sonra yolsuz­luklar yapıldığını -haklı olarak- yazdığı 5 yıllık dönemde sadrâzamlık yapanlar kimlerdir? Şimdi bunu hatırlayalım:

            Bizzat kendisi, yani Midhat Paşa’mızdır. Bütçede kesin açık olduğu halde hâkana “bütçe fazlası” olduğunu söyle­diği için -hayat boyu geldiğini sandığı- sadâretten azledil­miştir. Diğer bir sadrâzam, Midhat Paşa cuntasının başı olan Hüseyin Avni Paşa’dır. Nedense her sadrâzam kendi­sinin, Mustafa Reşid ve Âlî Paşalar gibi ölünceye kadar ik­tidarda kalacağını sanarak koltuğa oturduğu için, Avni Pa­şa da azlediliverince çok hayret etmiştir. Onun azil sebebi de devletin milyonlarını cebine indirmesidir. Diğer bir sad­râzam, Mütercim Rüşdü Paşa, yani cunta erkânından birisi­dir. Bu durumda Midhat Paşa; “Âlî Paşa’nın ölümü ile Sul­tan Aziz’in tahttan indirilmesi arasında geçen beş yılda bü­tün kötülükler sadece Mahmud Nedim Paşa’nın iktidar dö­neminde olmuştur” iddiasında ise, bu iddiaya sadece gülü­nür... Evet Mahmud Paşa çok kötü başbakanlık yapmıştır ama diğerleri de pek beğenilecek işler yapmamışlardır...

            Acaba Sultan Aziz; evvelce akıllı ve zekî idi de, son gün­lerde mi delirmişti? Olmayacak şey değildir. Her deliliğin bir başlangıcı vardır. Acaba halk buna inanır mı idi? Bu da olmamıştır. Zira darbeden üç gün sonra Sultan Aziz’in ya­zıp yeni hükümdar yeğeni V. Murad’a gönderdiği mektup, gazetelerde yayınlanmış ve herkes, böyle bir mektubu par­mak ısırarak okumuştur. Zira mektup, o çağ edebiyatında üslûb kudretinin şâhikası sayılmıştır. Sahibinin hem ne derecede yüksek tahsil görmüş bir adam, hem de ne derecede kıvrak zekâlı bir hükümdar olduğunu göstermiştir. Hoş, Sultan Aziz’in fetvâ’da söylendiği gibi “deli” olduğuna tek kişinin dahi inandığı sanılmaz...

            Mektup, Topkapı Sarayı’ndan münâsip bir saraya nakli için Sultan Aziz’in Sultan Murad’a yazdığı tezkiredir. Tez­kire; “Kendi elimle silâhlandırdığım askerin beni bu hâle getirdiğini tahattur buyurmanızı tavsiye ederim” gibi çok manâlı bir cümleyi de ihtiva ediyor, “Saltanat-ı Âl-i Osmân’ı Sultân Mecîd Hazretleri’nin hânedânına tebrîk ede­rim” diye bitiyordu. Bu son cümlenin mânâsı şudur: Osmanoğulları’nda saltanat, hânedânın en yaşlı şehzâdesine kal­maktadır. Şimdi Sultan Murad padişah ve onun iki yaş kü­çük kardeşi 34 yaşındaki Abdülhamid Efendi, veliahd ol­muştur. Sonra sırada Sultan Murad’ın diğer kardeşleri Mehmed Reşad, Mehmed Kemâleddin, Mehmed Burhâneddin ve Ahmed Nûreddin Efendiler vardır. Bunların hepsi, Sultan Aziz’in ağabeyi Sultan Mecid’in oğullarıdır. Ancak bunlardan sonra sırada Sultan Aziz’in büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi vardır. Sultan Aziz saltanatı, ağabe­yi “Sultan Mecid Hazretleri’nin hânedânına” terk ve tebrik ederken, oğluna sırasının gelmesi için uzun yılların geçece­ğini de hesaplamak zekâsını göstermiştir. Ancak Yusuf İz­zeddin Efendi 1916’da veliahd iken ölmüş, saltanata geçe­memiştir. Bu suretle 1876’dan 1922’ye kadar 46 yıl, birbiri ardı sıra Sultan Mecid’in 4 oğlu (V. Murad, II. Abdülhamid, V. Mehmed Reşad ve VI. Mehmed Vahîdeddin) padişah ol­muşlardır. Sultan Aziz’in üçüncü oğlu II. Abdülmecid an­cak 1922’de halife olabilmiştir. Babası Abdülaziz Hân’dan 48 yıl sonra...

            Fetvây-ı şerîfedeki Midhat Paşa’nın eseri olduğu görül­düğü iddia edilen kesin hal’ (tahttan indirme) delili, Sultan Aziz’in “muhtelü’ş-şu’ûr”, yani şuuru bozuk, açık tabirle deli olduğudur. Dinden sapıttığı ve vatana ihanet ettiği pek açıkça söylenmeye cesaret edilememiş, sadece din işlerini karmakarışık ettiği ve devletin parasını şahsı için harcadığı iddialarına yer verilebilmiştir.

            Cenâb-ı Hakk’ın takdirine bakınız ki, bu iddiadan sade­ce 12 saat sonra, Sultan Aziz’in kuyusunu kazan halefi ve yeğeni Sultan Murad’ın şuuru bozulmuş ve birkaç hafta içinde tamamen deli olmuştur. Bin itina ile yetiştirilen, ateş­li ve cevval zekâsı ile tanınan Sultan Murad’ın bu durumu da Avni Paşa’nın eseridir. Milleti ve şahsına ümid bağlayan devlet adamlarını matemlere boğmuşsa da, umum tarafın­dan İlâhî bir ceza şeklinde tefsir edilmiş, mâsum amcasına delilik isnadının mücâzâtı sayılmıştır. Bu suretle taht, hiç akıllarından geçmez şekilde ikinci Abdülhamid’e açılmıştır. Yerinde anlatılacaktır.

            Fetvâ’daki diğer ithamların doğruluk derecesi üzerinde uzun boylu söz söylemeye hâcet yoktur. Abdülaziz Hân, o sırada Rusya İmparatoru İkinci Aleksandr, Almanya İmpa­ratoru Birinci Wilhelm, Avusturya İmparatoru Franz Joseph nasıl bir hükümdar iseler, öyle bir hükümdardı. Tahttan in­dirilmesi için sebep olmadığı muhakkaktır. Gene tahttan indirilmesinin devlete felâketler getireceği muhakkaktı. Bu işin, kin ve menfaat sâikasıyla 63 kişilik bir cuntanın başın­da bulunan üç beş paşanın hıyanet eseri olduğu açıktır.

            Beşinci Murad’ın Cülûsu

            Darbe günü Velîahd-i saltanat Mehmed Murad Efendi 35 yaşını 8 ay ve 10 gün geçiyordu. Türk İmparatorluğu’nun ikinci veliahdı olarak doğmuştu; 15 yıldan, babası ölüp amcası tahta geçtikten beri de veliahddı. Dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin vârisi idi. Türkiye 1871 yılına kadar dünya devletleri arasında ehemmiyet bakımından -İngiltere, Fransa, Rusya’dan sonra- dördüncü sayılır­ken 1871’de Prusya Krallığı’nın Almanya İmparatorluğu’na dönüşmesiyle beşinci ehemmiyet sırasına düşmüştü. Sırasıyla İngiltere, Almanya, Rusya ve Fransa’dan sonra dünyanın beşinci devleti idi. Bunlardan sadece Fransa - 1871’den beri- cumhuriyetti. İşte Murad Efendi, yeryüzündeki ehemmiyeti bu durumda olan bir Türkiye’ye vâris ol­manın eşiğindeydi. Türk Ordusu -Almanya, Fransa ve Rus­ya’dan sonra- dünya dördüncüsü, Türk Donanması ise -İn­giltere ve Fransa’dan sonra- dünya üçüncüsü sayılıyordu. 1876 dünyasında istiklâl sahibi devlet sayısı sadece 58 idi (daha 1850’de 92 idi, fakat Alman ve İtalyan devletleri orta­dan kalkmış, Alman ve İtalyan birlikleri gerçekleşmişti). Dünya nüfusu ise 1.327.000.000. Türkiye işte bu 58 müsta­kil devlet arasında yüzölçümü bakımından da İngiltere ve Rusya’dan sonra üçüncü, nüfus bakımından ise Çin, İngil­tere, Rusya’dan sonra dördüncü geliyordu...

            Murad Efendi Hazretleri, çok tatlı bir 36 yıl yaşamıştı. Eski şehzadeler gibi ihtilâller görmemiş, ataları olan eski veliahdlar gibi idam tehlikesiyle karşılaşmamıştı. Şen, şak­rak, serbest bir hayat sürmüş, Tanzimat rejiminin hürriyet­lerinden faydalanmıştı. Dolmabahçe Sarayı’nda muazzam bir Veliahd dairesi ona ayrılmıştı ama Murad Efendi, amca­sına çok yakın olmamak için, bu daireye az uğrar, ekseriya şahsına âid İstanbul banliyölerindeki köşklerde yaşardı.

            Pa­dişah Saray’ında içki sofraları kurulamazdı. Padişah Sa­ray’ına Murad Efendi’nin çevresini teşkil eden- şâir, edip, gazeteci, bestekâr, şeyh gibi adamlar ve sürüyle ecnebi de­ğil, sadrâzamlar bile randevu ve protokolle girerlerdi. Gerçi Veliahd Dairesi’nin (bugünkü Dolmabahçe Resim ve Hey­kel Müzesi’dir) dış kapısı ayrı idi. Fakat gene de padişahın yanıbaşındaki bir daire yabancı misafirlerle dolup boşalamazdı...

            İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Almanya, Avusturya- Macaristan gibi birçok Avrupa ülkesini de gören Murad Efendi, amcasının öleceği günü hesaplıyordu ama Avni Pa­şa adındaki mahlûk olmasa idi, bir darbeyi hayalinden ge­çirmezdi. Esasen şiddetten ve kan dökmekten nefret ederdi. Büyükbabası Sultan Mahmud gibi değil, babası Sultan Mecid mizacında bir adamdı. Davranışları, hattâ kültürü Av­rupa prenslerinden farklı olmadığı için, hem Avrupalıların, hem İstanbul’daki Avrupa hayranı Türkler’in göz bebeği idi. Fakat annesi Şevk-Efzâ Kadın-Efendi, oğlunun padi­şahlığını görmek ve Türkiye imparatoriçelik tahtına yükselmek uğrunda, kan dökmeyi ve cinayeti dahi göze alabile­cek mizaçta, Çerkes asıllı, muhteris bir kadındı. Olayların gelişmesinde Sultan Murad’la annesinin, bu apayrı iki ka­rakterin tesirleri olduğu için bu nokta hatırda tutulmalıdır. Darbe sırasında Şevk-Efzâ Kadın, 56 yaşındaydı. Sultan Mecid’le 19 yaşında bir genç kızken evlenmiş, ertesi yıl Sul­tan Murad’ı doğurmuştu. Kocası Sultan Mecid’den 3 yaş büyüktü. Sultan Murad’dan başka çocuk doğurmamıştı.

            Veliahd Efendi, müsrif bir babanın oğlu idi. Sonra müsrif bir amcanın veliahdi olmuştu. Bu tutum, Osmanoğullarının müsrif olmaksızın cömert olmak karakterlerine aykırı idi. Murad Efendi, israfta babası ve amcasından ileri idi. Padi­şah olduğu an, borçları bir milyon Aziz altınına ulaşmıştı. Bir milyon Aziz altını ile bugün 200 milyon dolarla ne yapı­labilirse, 1876’da aynı şeyler yapılabilir ve satın alınabilirdi, paranın iştirâ (satınalma) gücü o derecede yüksekti.

            Ve gene bir milyon altını ödemeye, Osmanlı Devleti veliahdinin gücü yoktu. Bu şu demektir: Sultan Murad, borç­larının ödenmesi için eninde sonunda amcası padişahtan para isteyecekti. Gerçi bankerler henüz sıkıştırmıyorlardı. Fakat Sultan Murad, yakında bankerlerin amcasına müra­caat edeceklerini biliyordu. Sultan Abdülmecid’in, Tanzimat’ın bu güzide hâkanının büyük oğlunun, borçlarını öde­mesi için amcasına müracaat etmek çok ağırına gidiyordu. Bu kadar büyük borcun altına girdiği için bir defa zılgıt yi­yecekti. Fakat asıl mühimmi, bu kadar parayı ne yaptığını Sultan Aziz, mutlaka yeğenine soracaktı. Zira yeğeninin ca­mi inşa ettirmediğini, saray yaptırmadığını, kızlarından hiçbirini henüz evlendirmediğini, sadece tek oğlu olduğunu biliyordu.

            Sultan Aziz, yeğeninin hayat tarzından da gafildi. Tek başına musallat olmasın da nasıl yaşarsa yaşasın diyordu. Tahta çıkmak için hırs beslediğini biliyordu ama bunu ye­ğeninin yüzüne karşı bir tek defa ima etmemişti. Fakat Osmanoğulları denen yüce hânedândan biri, Veliahd Efendi’nin hayatını çok yakından takip ediyordu. Bu zât Şehzâde Abdülhamid Efendi idi. İnsanların yapıp ettiklerini ta­kip etmek ve insanları tanımak en büyük merakı idi.

            Şehzâde Abdülhamid Efendi

            Abdülhamid Efendi, Murad Efendi’nin günü gününe iki yıl küçük kardeşi ve hânedânın ondan sonra gelen büyüğü, açık tabirle ikinci veliahd idi. Murad Efendi ile amcası Sul­tan Aziz arasındaki mesafe çok büyüktü... Fakat Murad ve Abdülhamid Efendiler arasında hiçbir mesafe yoktu. Arka­daştılar, birbirlerine sevgileri vardı. Birbirlerine “birâder” diye hitap ederler ve hânedân arasında âdet olduğu üzere “siz” diye konuşurlardı. Abdülhamid Efendi, Murad Efendi’ye “ağabey” demezdi.

            Abdülhamid Efendi, darbe sırasında 33 yaşını 8 ay ve 10 gün geçiyordu. Ağabeyini sevmekle beraber, birçok huyu­nu beğenmezdi. Bir defa amcaları Sultan Aziz’i çekiştirmesini ve zamanı gelmeden yerine geçmek arzusunu beğen­miyordu. Sultan Abdülmecid Hân’ın 8 oğlunun ikincisi olan Abdülhamid Efendi, üçüncü veliahd olarak doğmuş, babası ölüp amcası tahta çıkınca ikinci veliahd olmuştu. O da ağabeyi Murad Efendi’nin gördüğü bütün Avrupa ülke­lerini gezmiş, Türk İmparatorluğu’nun bir vilâyeti olan Mı­sır’a da gitmiş, Afrika’yı da görmüştü. Fakat Murad Efendi gibi Avrupa hayatını sevememişti. Amcası gibi Doğu, Müs­lüman ve Türk geleneklerine, örf ve âdetlerine, yaşayış tar­zına bağlı idi. Bunların muhafazasına taraftardı. Avru­pa’nın ancak tekniği ve ilmi alınabilirdi. Kültürü de öğreni­lebilirdi ama öylesine bir kültür içinde yaşanamazdı.

            Abdülhamid Efendi, ağabeyinin; gazeteciler, ilim, san’at ve fikir adamları ile içli dışlı olmasını hoş görmüyordu. Ab­dülhamid Efendi de onlarla konuşuyor, davet ediyor, onla­rı himaye ediyor, ihsânlar veriyordu ama beraberce içki içip padişahı çekiştirmiyordu. Saray mahremiyetine ve devlet işlerine âid sırları onlara sızdırmıyordu. O da ağabeyi gibi Batı Musikîsi öğrenmişti ve bu musikiyi seviyor, Türk Musıkîsi’ni bilmiyordu.

            Abdülhamid Efendi sıhhatli idi. Spor yapar, yüzer, ata biner, silâh kullanırdı. İbadetini hiç ihmal etmezdi. İhtiyatlı ve cömertlikten mahrum olmamak üzere muktesit idi. Ağa­beyinin para israfının ne netice vereceğini merakla bekli­yordu. Ağabeyinin kusûrları hususunda onu birkaç defa ikaz etmiş, fakat netice alamamıştı. Ağabeyinden sonra kar­deşlerinden en çok Kemâleddin Efendi ile sıkı fıkı idi. Ken­disinden küçük ve Kemâleddin Efendi’den büyük olan Reşad Efendi ile mizaçları uyuşmazdı. Ağabeyinin borcu bir milyon altına eriştiği zaman, Abdülhamid Efendi; büyük nakit para, bir sürü gayrimenkul, çiftlikler, mücevherler bi­riktirmeye muvaffak olmuştu. Şehzadelerin en zengini idi. Murad Efendi ihtiyatsız ve boşboğaz, Abdülhamid Efendi ihtiyatlı ve sıkı ağızlı idi.

            Darbeyi Murad Efendi biliyordu. Fakat 31 Mayıs sabahı olarak biliyordu. İlk karar 31 Mayıs sabahı içindi. Son anda bir gün önceye alınmış, fakat bu Murad Efendi’ye bildiril­memişti.

            Süleyman Paşa, Abdülaziz Hân’ı kayığa bindirip Sarayburnu’na naklettikten hemen sonra, Dolmabahçe Sarayı’nın Veliahd dairesinin ana kapısına geldi. Yanındaki iki bölük askeri Necib Bey, iki sıra hâlinde dairenin boyunca dizdirmişti. Veliahd dairesinin muhafızlarına:

            - Kapıyı açın, Efendimiz’i isterim, çabuk olunuz, Efendimiz’e hemen haber veriniz, dışarı teşrif buyursunlar, dedi.

            Murad Efendi’nin ağaları içeri koştular. Yukarıda Sul­tan Aziz’in hal’i sırasında söylendiği gibi Süleyman Paşa, binbaşı üniforması giymiş, generallik alâmeti olan sırmalı kılıcını da takmamış, subaylara mahsus siyah kayışlı bir kı­lıç kuşanmıştı. Onun için ağaları, gecenin uykusunda olan Veliahd Hazretleri’nin yatak odasına dalıp:

            - Bir binbaşı efendimizi istiyor, dediler.

            Sultan Murad, fevkalâde bir hâdise olduğunu ancak kavrayabildi. Aksi takdirde bu şekilde uyandırılmaya cesa­ret edilemezdi. Yeryüzünde tek kişi kendisini bu suretle uyandırabilirdi. Murad Efendi, bu ihtimalle titredi. Pence­reye koştu. İki sıra askerin bütün veliahd dairesini çepçevre kuşattığını görünce benzinde renk kalmadı: Yarın sabah­ki darbeyi amcası Abdülaziz Hân öğrenmiş, asker gönder­mişti; tevkif edilecekti.

            O anda aklı kaydı.

            Şuuru yarı bozulmuş halde hızla giydirildi. Birkaç daki­ka sonra dışarıya çıktı, baktı. Karşısında genç bir binbaşı duruyordu. Bu binbaşıyı tanımadığına da emindi. Zira Ve­liahd Efendi, Süleyman Paşa’yı şahsen tanımazdı, görüş­memişlerdi. Ancak Veliahd’ın tek oğlu Şehzâde Salâhaddin Efendi, henüz Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’ye, yani Süley­man Paşa’nın kumandanlığını yaptığı İmparatorluk Harb Okulu’na başlamıştı. Şehzadeyi, Harbiye’ye baş lalası Sü­leyman Ağa getirip götürürdü. Bu sırada Murad Efendi’nin yanında olan Süleyman Ağa:

            Bu Süleyman Paşa’dır, Efendimiz! dedi.

            Süleyman Pa­şa, esas duruşta Veliahd’i askerî selâmla selâmladıktan son­ra, duruşunu bozmadan konuşmaya başladı. Murad Efendi çok geniş bir nefes aldı. Demek tevkif edilmiyordu! Ama birkaç dakika önce kayan aklı, artık aylarca yerine geleme­yecek, bilakis gittikçe daha fazla kayacaktı. Zira Murad Efendi’yi, bu sabahkini gölgede bırakan başka sürprizler de bekliyordu…

            Süleyman Paşa, Veliahd’in önüne düşüp onu saraydan çıkarttı. Dolmabahçe Sarayı Karakolu önüne geldikleri za­man Müşîr Redif Paşa’yı gördüler. Redif Paşa, Şûrây-ı As­kerî Reisi idi ve bu sabahtan itibaren ek görev olarak Birin­ci Orduy-ı Hümâyûn Kumandanlığına da getirilmişti. Veli­ahd’i görünce koştu, uzun ceketinin eteğini tutup öptü. Bu sefer kafilenin başına o geçti. Asker hattına geldiler. Beşinci Ordu’dan Türkçe bilmeyen iki tabur burada kordon yap­mışlardı. Padişahı muhafaza ettiklerini sanıyorlardı. Padi­şah için bir nöbette ise, müşîr rütbesi bile geçersizdi. Mü­şîr Redif Paşa’ya süngü gösterip “yasak!” dediler ve kordo­nu geçirmediler. Redif Paşa şaşırdı, Murad Efendi’nin ben­zi attı. Yalnız mizacı bakımından böyle şeylere pabuç bırak­mayan Süleyman Paşa, cuntadan iyi Arapça konuşabilen Müşîr Nâmık Paşa-zâde Kıdemli Yüzbaşı Ali Bey’i çağırdı. Ali Bey, askerlere durumu anlattı. Süleyman Paşa’ya telâş içinde; “Bu asker niçin sizi tanımıyor?” diyen Murad Efen­di’nin tahta oturacağını, zira Sultan Aziz’in öldüğünü söy­ledi. Askerler açıldılar. Kafile, kordonun dışına çıktı.

            Kordon dışında Hüseyin Avni Paşa, yanında sadık ada­mı bahriye nâzırı ve müşîri (büyükamiral) Kayserili Ahmed Paşa, Hüsnü Paşa bekliyorlardı. Müşîr Abdülkerim Nâdir Abdi Paşa da yeni padişahı karşılamak için çağrılmışsa da söz vermesine rağmen gelmemişti.

            Bu akıl almaz kargaşa içinde Veliahd dairesinde telâş gittikçe büyüyordu. Murad Efendi’nin adamlarının ekseri­si Sultan Aziz’in veliahdı tevkif ettirdiği kanaatinde idiler.

            Asıl Dolmabahçe Sarayı’nda ise Sultan Aziz’in adamları pencerelere hücum etmişler, Murad Efendi’nin, bir binbaşı sandıkları Süleyman Paşa’nın eşliğinde Veliahd dairesin­den çıktığını görmüşlerdi:

            - Murad Efendi bir hainlik etti, efendimiz asker gönde­rip tevkif ettirdi, diyorlardı. Gaflet ve şaşkınlık bu derecede idi.

            Hâlbuki bu sırada efendileri Abdülaziz Hân, beş çifte kayık içinde Boğaz üzerinde, Sarayburnu’na yol alıyordu.

            Hüseyin Avni Paşa, makam arabasının içinde idi. Redif ve Süleyman Paşalar’ın Murad Efendi’yi getirdiklerini gör­dü. Süleyman Paşa, Veliahd’i arabanın yanına doğru götü­rürken Avni Paşa’nın arabadan çıkabilmesi için işi ağırdan alıyordu. Fakat hayretle Seraskerin arabadan çıkmadığını gördü. Avni Paşa arabasının içinde Veliahd’i, elini fesine götürerek askerce, fakat oturduğu yerden selâmladıktan sonra, kendi eliyle sağ kapıyı açıp sol tarafa geçerek Murad Efendi’nin sağına oturmasını temin etti... Bu hâdiseyi son­radan Süleyman Paşa, Hüseyin Avni Paşa’ya galiz küfürler ederek anlatacaktır... Zira bu akıl almaz bir terbiyesizlik ve protokol hatasıdır. Bir veliahdı sadrâzam bile arabasından inip selâmladıktan ve onu bindirdikten sonra sol taraftan dolaşıp sol kapıdan girip soluna oturduktan sonra hareket edilmesi gerekiyordu. Kaldı ki Murad Efendi o anda artık veliahd değil, hâkan sayılıyordu.

            Bu arabaya alma olayının sonradan büyük dedikoduları yapılmıştır. Hüseyin Avni cuntası, paşalarının çok büyük heyecan içinde bulunduğunu, onun için ne yaptığının far­kında olmadığını iddia ederek savunmuşlardır. Fakat her­kes “Sultan Murad, Avni Paşa’nın maiyetinden bir subay mıdır ki, lütfen yanına oturtsun!” şeklinde kınamıştır. Avni Paşa’nın kabalık, görgüsüzlük, kibir ve azametine yeni bir delil olmak üzere değerlendirilmiş ve herkesi fena halde korkutmuştur. Zira padişaha böyle davranabilen bir ada­mın artık amansız bir diktatör olacağını ihsas ettiği anlaşıl­mıştır. Bir padişahı devirmeye ve yerine başkasını geçirme­ye cür’et edebilen bir adamın telâş ve heyecanla değil, bile­rek böyle bir davranışta bulunduğu ileri sürülmüştür. Aynı zamanda, Sultan Aziz korkusu üstünden kalkan Seraskerin artık Sultan Murad falan dinlemeden astığı astık, kestiğ kestik duruma geçmeyi tasarladığı söylenmiştir.

            Araba ile ancak Sultan Mecid’in annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, yani - Sultan Murad’ın babaannesi tarafından yaptırılan- Dolmabahçe Camii’ne kadar gelindi. Cami, bi­lindiği gibi yalıdadır (deniz üzerinde). Burada üç çifte bir kayık bekliyordu. Avni Paşa, kayığı Murad Efendi’ye göste­rip “Buyurunuz efendimiz” dedi. Murad Efendi, Avni Paşa’nın kayığa binmeyeceğini sanarak korktu. Bilhassa do­nanmanın amcasına aşkla bağlı olduğunu bildiği için, Dol­mabahçe önündeki zırhlılardan kendisine bir kötülük gel­mesinden çekiniyordu. Kayığa atladı. Arkasından Avni Pa­şa da atlayınca rahat nefes aldı. Fakat Avni Paşa dümenci­ye:

            - Donanmanın içine doğru sür! emrini verince yeniden vesveselendi:

            - Niçin donanmaya gidiyoruz? diye sordu.

            - Bahriye Nâzırı Ahmed Paşa kulunuz, Dolmabahçe’de zât-ı şâhânelerini karşıladıktan sonra donanmaya geçti, gi­dip sahili tam bir ablukaya almasını, zırhlıları tek sıra hâlin­de dizmesini söyleyeceğim, şeklinde cevap aldı. Sultan Mu­rad:

            - Kayık durmasın, çeksinler, dedi; süratle geçelim, şimdi donanmaya emir verecek zaman değildir, seraskerliğe gi­delim!

            Hüseyin Avni Paşa, mecbûren bu emri yerine getirdi. Zira Sultan Murad, kesin şekilde zırhlılardan birine çıkmak istemiyor; denizcilerin, amcası Sultan Aziz’i çok sevdikleri­ni biliyordu.

            Bu sırada seraskerin beş çifte makam kayığı, Abdülaziz Hân’ı Sarayburnu’na çıkarmıştı, dönüyordu. Beş çifteye de­niz üzerinde rastlayınca Avni Paşa, kayığı durdurdu. Der­hal Sultan Aziz’in seraskere hediyesi olan bu tekneye geçe­rek yollarına devam ettiler. Yağmur, fırtına hâline dönüş­müştü. Kayık zorlukla ilerleyebiliyordu. Salıpazarı önlerin­de bir devriye çatanasına rastlanması üzerine Avni Paşa, onu durdurdu. Bu defa çatanaya geçtiler... Bütün bu vasıta değiştirmeler sırasında Sultan Murad’ın heyecanı yatışma­mış, artmıştı. Sonradan eniştesi Dâmad Müşîr Nûri Paşa’nın ifâdesine göre, hâlâ Sultan Aziz’in zırhlılarından bi­rinin top ateşiyle, bindikleri tekneyi denizin dibine gönde­receğini sanıyordu, hattâ buna emindi. Donanmadan üzer­lerine gülle gelmemesine şaşıyordu âdetâ. Bu sırada donan­madan 101 pâre cülûs topları atıldığını ve bunun Sultan Murad’ı büsbütün telâşa düşürdüğünü kaydetmek lâzım­dır. Zira amcası gibi top tüfek sesleriyle haşır neşir değil, çe­lebi bir prensti.

            Çatana, Sirkeci’ye yanaştı ve çıktılar. Hüseyin Avni Paşa, yanına aldığı Kıdemli Yüzbaşı Ali Bey’e:

            Dolmabahçe’ye dön, Redif ve Süleyman Paşalar’a, Efendimiz’le beraber Sirkeci’ye çıktığımızı, Beyazıt’e gide­ceğimizi bildir! emrini verdi.

            Ali Bey, bu görevi yerine getirdi. Süleyman Paşa, Dolmabahçe Sarayı Veliahd Dairesi’ne geldi. Lala Süleyman Ağa’ya artık “Vâlide-Sultan” dediği Sultan Murad’ın anne­si Şevk-Efzâ Kadın-Efendi’yi görüp göremeyeceğini sordu. Müsbet cevap alınca harem kısmına yürüdü. Şevk-Efzâ Kadın-Efendi ayakta bekliyordu... Süleyman Paşa, evvelâ as­kerce selâmladıktan sonra yerden etekledi:

            - Vâlide-Sultan Efendimiz, dedi; Zât-ı Şâhâne, Sirkeci’de karaya çıkmışlardır. Bîat kabûll buyurmak üzere seraskerli­ğe gittiklerini arz ederim! Bu münasebetle zât-ı seniyyelerini ve talebem olan şehzâde-i civân-baht hazretlerini tebrik ederim!

            “Şehzâde-i civân-baht”, yani Sultan Murad’ın tek oğlu Salâhaddin Efendi, babaannesinin arkasında duruyor, Harbiye’de hocası ve kumandanı olan Süleyman Paşa’yı dinli­yordu. Şevk-Efzâ Kadın-Efendi:

            - Teşekkür ederim paşa, dedi; dünyada tek evlâdım var­dır. Önce Allah’a, sonra size emanet.

            Bu sırada top sesleri aralıklarla devam ediyor ve 101 pâre tamamlanmaya çalışılıyordu. Süleyman Paşa, Vâlide-Sultan’ı tekrar etekledi. Arka arkaya kapıya gidip orada da askerce selâmlayarak çıktı. Harem ağaları arkasından kapı­yı kapattılar.

            Sirkeci’den Sultan Murad ve Hüseyin Avni Paşa ile ma­iyetindekiler, arabalara binip Beyazıt’a geldiler. Bu sırada Sultan Aziz’in hal’ (tahttan indirme) fetvâsı resmen yayın­lanmış, halk, padişahın ölmeyip tahttan indirildiğini anla­mıştı. Seraskerlikteki generallerden biri, büyük salonda toplanmış ve büyük ekseriyeti askerî paşalar olan kalabalı­ğa, Veliahd Murad Efendi’nin gelişini:

            - Hâkan-ı Berreyn ve Bahreyn, Halîfe-i Rûy-i Zemîn, Zıll’ullâhi fi’l-Ard, Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn Sultân Murâd Hân-ı Hâmis Efendimiz! şeklinde bağırarak haber verdi.

            Koltukta Tahta Çıkan Hükümdar

            Herkes ayağa kalktı ve protokole göre sıralandı. Beyazıt Kulesi’nden verilen işaret üzerine bu sırada kara topları da atışa başladı. Seraskerliğin en lüks koltuğu getirilerek Sul­tan Murad oturtuldu. İstisnâsız herkes ayakta idi... Darbe gizli yapıldığı için nazırların ve vezirlerin çoğu gelememiş­lerdi. Keza Topkapı Sarayı Hazîne Dâiresi’nde muhafaza edilen ve merâsim bittikten sonra aynı gün muhafaza altın­da Topkapı Sarayı’na iade edilen, asla Dolmabahçe gibi baş­ka bir sarayda bırakılmayan “Bayram Tahtı” denen Osmanoğulları’nın tarihî tahtı da böylesine anormal bir ortamda getirtilememişti. Zavallı Sultan Murad, atalarının tahtında değil, alelade bir koltuğa oturtularak padişah ilân edilecek­ti. Hiçbir zaman da Bayram Tahtı’na oturamadı. Som altın ve mücevherler gömülmüş olan ve bugün Topkapı Sarayı Hazînesi’nde cam içinde teşhir edilen bu taht, vezîr-i âzam Dâmad İbrahim Paşa tarafından parçalar hâlinde Kahire’de yaptırıldıktan sonra bu parçalar İstanbul’da birleştirilmişti. Altın levhalar Derviş Bey’in, üzerine kakılmış mücevherler ise Kuyumcu İbrahim Bey’in eseridir. Bu şekilde taht 23 Ey­lül 1585’te Cihan Hakanı Üçüncü Sultan Murad’a sunul­muştur. Bazıları güvercin yumurtası büyüklüğündeki züm­rütleri, gök ve sarı yâkutları, zeberced ve fîrûzeleri göz ka­maştırmaktadır. İşte bu taht, 1585’ten saltanatın sonuna ka­dar yılda iki defa, bayram günleri padişahlar tarafından, bir de bîat (tahta geçme) törenlerinde mutlaka kullanılmıştır. Hiçbir padişah yılda iki defadan fazla bu tahta oturmamıştır. Son defa tahta oturup bîat kabûl eden zât Sultan Abdülaziz’in oğlu İkinci Abdülmecid’dir ki, 1922 Kasım’ı sonunda bu taht üzerinde halife sıfatıyla bîat kabûl etmiştir.

            Paşalar teker teker, oturmakta olan Sultan Murad’ın karşısına geliyor, sağ ellerini zemine kadar indirip iki büklüm başlarının üzerine koyduktan sonra, “yerden temennâ” denen usulle yeni padişaha bîat ediyorlardı. Bu sıralarda pen­cereleri dehşetli bir yağmur dövüyordu. Buna rağmen ne olduğunu anlamak için büyük bir halk kalabalığı, Beyazıt Meydanı’nı doldurmuştu.

            Bîat bittikten sonra Sultan Murad derhal seraskerlikten çıkarıldı. Zira çok yorulmuş ve çehresinde -sonradan akıl dengesinin kaymasına alâmet olduğu anlaşılan- perişanlık görülmüştü. Askerî selâmlar içinden geçerek kapalı bir ara­baya bindirilip Sirkeci’ye getirildi. Padişaha mahsus yedi çifte saltanat kayığına bindirilerek, gene şiddetli yağmur al­tında Dolmabahçe Sarayı rıhtımına, birkaç saat önce amca­sının ayrıldığı yerden çıkarıldı. Çevresinde başyâveri Halil Paşa ve mâbeyncilerinden Seyyid Bey’le Zîver Bey bulunu­yordu. Ancak burada da saray erkânının bîatlerini kabûl et­mek mecburiyetindeydi. Muâyede Salonu’na girdi. Baktı, Bayram Tahtı’nı göremedi. Kimsenin tahtı Topkapı Sarayı’ndan getirmeyi düşünmediğini anladı ve bunu hayra yormadı; bu tahta oturmayan bir Osmanoğlunun saltanatı­nın sakat ve uğursuz olacağına inandı. Bir kanepeye otur­tuldu. Orada bîat kabûl etti. Sonra Harem Dairesi’ne geçi­rildi. Orada da kadınların bîatini kabûle mecbur olduğunu biliyordu. Başta artık vâlide-sultan ve Türkiye’nin tek imparatoriçesi olan annesi, sultanların, kadın-efendilerin ve diğer hanımların bîatini kabûl ettikten sonra yatırıldı.

            Seraskerlikteki bîate yetişemeyen nâzır ve vezirler solu­ğu Dolmabahçe Sarayı’nda almışlardı... Burada nazırlar arasında çirkin münakaşalar oldu. Nâzırların birbirlerine düşman gibi baktıklarını ve niçin baktıklarını anlayan Sultan Murad, müteessir oldu... Demek bazı nâzırlar ve vezir­ler, amcasının tahttan indirilmesini kötü karşılamışlardı.

            Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ile beraber Beyazıt’ta seraskerlikte bîat etmiş, onun için Dolmabahçe’ye gelmemişti. İhtiyar Sadrâzam Rüşdü Paşa ise ne olur ne olmaz di­ye seraskerliğe gelmemiş, artık işin bittiğini anladıktan ve iknâ edildikten sonra Dolmabahçe’ye yetişmişti. Nâzırlar içinde şahsiyeti bakımından kimseden çekinmez mizaçta olan eski sadrâzamlardan Yusuf Kâmil Paşa, arkadaşlarının ihtiyatlı şekilde sükût ederek sadece mimikle sadrâzamı tahkir etmeleri karşısında, hükûmetin ve bütün icranın ve ordunun başı olan sadrâzamı sözle de hırpalamaktan çekin­medi.

            Nazırların Münakaşası

            Yusuf Kâmil Paşa bu sırada Şûrây-ı Devlet reîsi olarak kabine üyesi nâzırdı. 68 yaşında ve hasta idi. Akkoyunlu hânedânından inme bir Türk soylusu idi... Gerek kendisi, gerek eski Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı olan eşi Zeyneb Hanım, çok zengin ve çok büyük hayır sa­hibi idiler. Hususî yatı vardı. O sabah yatına binip Bâb-ı Âlî’de kabine toplantısına gidiyordu. (Şimdi yerinde İstan­bul Üniversitesi Edebiyat ve Fen fakülteleri binası olan Zey­neb Hanım Konağı’nda oturuyordu; fakat birkaç gün önce Bebek’teki yazlık konağına nakletmişti). Bebek’ten Sarayburnu’na yaklaşırken halkın anormal şekilde çeşitli yerler­de toplandığını gördü. O sırada Müşîr Rızâ Paşa’yı görüp yatına aldı. Rızâ Paşa; “Hükûmet bugün Bâb-ı Âlî’de değil, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanacak” dedi. Yusuf Kâmil Pa­şa hayret etti. Zira ancak harb gibi pek fevkalâde zamanlar­da padişah sarayında hükûmet toplanırdı. Fakat Rızâ Paşa da bir şey bilmiyordu. Seraskerlikten bu şekilde bir tezkere aldığını söyledi. Dolmabahçe Sarayı iskelesine yaklaşırken, Abdülaziz Hân’ın tahttan indirildiği anlaşıldı.

            Hiçbir dünya ihtirası olmayan, olduysa bile artık o dev­reyi arkada bırakan devrin en olgun ve itibarlı vezîri Yusuf Kâmil Paşa, büyük teessür içinde rıhtımdan ve deniz tarafındaki kapıdan saraya girdi. Muâyede Salonu dolmuştu. Grup grup ürkek fısıltılarla konuşuluyordu. Paşa, Muâyede Salonu’nun yanındaki küçük salona girdi. Nâzırlar ve ve­zirler burada toplanmıştı. Rüşdü Paşa’yı gördü. Kendisini saygıyla selâmlayan ve üç yaş küçüğü olan sadrâzama:

            - İyi halt ettiniz! şeklinde küfretti.

            Sadrâzam Rüşdü Paşa:

            - Paşa Hazretleri... diye başlayıp mazur olduğunu gös­terecek birkaç söz söylemek istedi. Kâmil Paşa sözünü kesti:

            - Mâzeret yoktur, dedi; yetmiş yıldır unutulan bir meş’um fiili hortlattınız, padişah hal’ ettiniz. Şahsî menfa­atleriniz için devletin ve milletin menfaatlerini pâymâl ey­lediniz (ayaklar altına aldınız). Utanmadan bu haltınız için devlet ve millet adını kullandınız. Allah belânızı versin! Bu yüzden göreceksiniz, tez zamanda memleket dâhilinde ve haricinde ne fenalıklar zuhur edecektir!

            Meclise sessizlik çöktü. Kimsede çıt çıkmıyordu. Kâmil Paşa’yı ne ret, ne tasdik makamında tek söz edilemeyeceğini anlayan Sadrâzam Rüşdü Paşa, kendisini ihtilâl bile ola­mayan aşağılık darbeyi savunmaya mecbur hissediyordu. Zira Midhat ve Avni Paşa’lar yarın niçin sustuğunun hesa­bını kendisinden sorarlardı. Bunu çok iyi biliyordu. Bin ih­tiyatla tekrar:

            - Fakat Paşa Hazretleri... diye titrek ve pest bir sesle sö­ze girmeye teşebbüs etti ki... Kâmil Paşa gene sadrâzamın sözünü kesip âdeti olduğu üzere çok yüksek sesle:

            - Yaptığınız iş şahsî garaz eseridir, dedi; milletin tek fer­di sizin darbenize rızâ göstermez. Birkaç menfaatperest ve kindar hain, kendinize uyan birkaç alçağı bulup bu işi yap­tınız. Farz edelim padişahın kusuru vardır. İçinizden hanginiz bu kusurunu söyleyip düzeltmeye teşebbüs ettiniz? Ve­zirlik böyle işler içindir, boş yere rütbe taşımak değildir. Padişaha bir şey teklif ettiniz de o kabûl etmedi mi?

            Rüşdü Paşa:

            - Benim bu işte belli başlı bir medhalim yoktur, arkadaş­larımın inat ve ısrarlarına mukavemet mümkün olmadı, de­yince Yusuf Kâmil Paşa, adetâ kehânete benzeyen şu sözle­ri söyledi:

            - Artık uyanmaz kabûl edilen en meş’um fitneyi uyan­dırdınız... Göreceksiniz bundan sonra neler olacak... Dev­letin tarihinde hiçbir hal’ (tahttan indirme) hâdisesi yoktur ki, çok büyük belâlara sebep olmamış olsun... Şimdi başka türlü olabileceğini mi savunuyorsunuz? Politika karmaka­rışık olacaktır. Harb başlayacak ve çok kan dökülecektir. Elinizde madem padişahı tahtından edecek kuvvet vardı, bu kuvveti onu ıslah etmek için kullanamaz mıydınız?

            Terbiye ve nezaketin ibadet kadar mühim ve vazgeçil­mez sayıldığı o devirde, biri eski, biri hâlen sadrâzam ol­muş ve ikisi de altmış beş yaşını geçmiş dünyaca tanınmış iki Türk devlet adamı arasında işte bu münakaşa, düzine­lerce muteber şahidin önünde geçti. Ne yazık ki Kâmil Paşa’yı sözle olsun açıkça destekleyen başka vezir çıkmadı. Fakat Rüşdü Paşa buna aldanamayacak kadar tecrübeli ve zeki idi. Kâmil Paşa konuşurken bütün vezirlerin çehresin­de gördüğü, söylenenlerin candan tasdik edildiği idi. Hattâ bütün çehrelerde, kendilerinin söyleyemediklerini içlerin­den en kıdemli bir vezîrin söyleyebilmesinin verdiği ferah­lığı okudu. Kâmil Paşa’nın söylediklerini tasvip etmez tarz­da dinleyen tek çehre göremedi ve fena halde sarsıldı.

            Evet, Kâmil Paşa’dan başkası sesini yükseltemedi. Poli­tikayı medenî cesaretsizlik sayanlar ekseriyetteydi ama o andan itibaren fısıltı hâlinde konuşanların ardı kesilmeye­cekti. Rüşdü Paşa, bunu tahmin edecek derecede yaşamış ve görmüştü.

            İlk dedikodular, söylentiler, tahminler nasıl başladı ve nasıl gelişti? Yusuf Kâmil Paşa’nın; “Milletin tek ferdinin haberi olmadan yediğiniz halt” dediği işin iç yüzü devlet adamları ve hemen hemen aynı zamanda halk tarafından nasıl anlaşıldı, nasıl değerlendirildi? Şimdi bu mevzuda bir şeyler söylemek lâzımdır.

            Darbenin Yankıları

            Darbeciler, şüphesiz yaptıkları işi beğeniyorlardı, savu­nacaklardı. Bu savunmayı devletin resmî görüşü hâline ge­tirmek için her şeye tenezzül edeceklerdi... İlk darbe günü seraskerlikte Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’e -ki merhum Âlî Paşa’nın en yakın adamlarındandı- tesadüf eden Hüseyin Avni Paşa, başını birkaç defa iki yana salla­yarak:

            Bak dünyada kimsenin haberi olmayarak neler olur? demek yüzsüzlüğünde bulunmuştu...

            Gene Mahmud Celâ­leddin Paşa’nın yazdığına göre, aydın tabakada hâdise şöy­le değerlendirildi:

            Nâzırlardan üç veyâ dört kişinin şahsî garazlarını birleş­tirerek, saltanat ve hilâfet sıfatlarını nefsinde toplayan bir büyük devletin padişahını tahttan indirmeleri, emsali gö­rülmemiş bir hâdisedir. Nâzırlar, padişahın vekilleri olarak onun namına selâhiyetli kılınmış icrâ adamlarıdır. Huku­ken padişaha karşı sorumludurlar. Padişah onlara karşı so­rumlu değildir. Böyle bir darbe; şerîate, İslâmî esaslara ol­duğu kadar, yasalara, Türk örf ve âdetine, millî hukuka da aykırıdır... Hele bu darbenin millet namına yapıldığını ve milletin tasvip ettiğini iddia etmek, akıl almaz bir yalandır.

            Avrupa gazetelerinden kimi ikinci baskı ile kimi 31 Ma­yıs sabahı manşette Türkiye’deki darbeyi haber veriyordu. İngiliz basınının, soğuk ifadeleri altında bir sevinç ve tasvip hissediliyordu. Diğer milletler umumiyetle tarafsız olarak öğrenebildiklerini naklediyorlardı. Rusya, Avusturya-Macaristan basınında ise darbeyi kınayan ifadeler görülüyordu. Fikrini soran bir Avusturyalı gazeteciye Viyana büyükelçisi Ârifî Paşa (sonradan sadrâzam olmuştur) şöyle diyordu:

            “Ben darbeyi tasvip etmiyorum... Vekil, padişahı azle- demez... Aksi takdirde her şey bozulur.”

            Midhat Paşa ise, darbe kendilerine haber verilmediği için kendisine çatan nâzır arkadaşlarına şöyle diyordu:

            - Sizlere söyleyemezdik. Darbeye katılmaz, karşı çıkar­dınız... Hiç olmazsa duyulurdu. Onun için Hüseyin Avni Paşa nâzırlardan yalnız bana, Kayserili Ahmed Paşa’ya, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’ye ve Sadrâzam Rüşdü Pa­şa’ya bildirip tasviplerimizi aldı.

            Hüseyin Avni Paşa’nın ise, Fransız yazarlarından Char­les Mismer’e söyledikleri daha da ilgi çekicidir:

            - Darbeyi ben yaptım. Bazı arkadaşlarım benim yaptı­ğım emr-i vâkiden sadece istifade ettiler. Siz İngilizler ve Fransızlar, Midhat Paşa’yı çok tutarsınız ama, ona bile dar­benin ancak bir kısmını ifşâ ettim. Zira sarhoş olduğu za­manlar dilini tutamaz, her türlü sırrı ağzından kaçırır! Dar­beyi yapanlar 63 kişiden ibarettir.

            Kapdân-ı Deryâ Kayserili Ahmed Paşa bile:

            Biz bir iki seneden beri Avni Paşa ile bu işi kurmuştuk, incisini yumurtluyordu.

            Midhat Paşa:

            Hüseyin Avni Paşa darbeyi, asker arkadaşları Müşîr Abdülkerim Nâdir Abdi, Redif ve Kayserili Ahmed Paşa­lara bildirmiş, bir de Süleyman Paşa’ya söylemişti, diyordu.

            Abdülaziz Hân’ın son başkâtibi Âtıf Bey:

            - Darbe teşebbüsü Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya açılınca muhâlefet etmiş, fakat darbeci paşaları ikna edememiştir, diyordu ve ilâve ediyordu:

            - Önce halka Sultan Abdülaziz’in vefat ettiği ve Sultan Murad’ın cülûs ettiği ilân edildi. Zira Abdülaziz Hân’ın tahttan indirildiğini söylemeye cesaret edilemedi.

            Artık veliahd olan Abdülhamid Efendi ise şöyle diyor­du:

            - Sultâniye vapuru Şam’dan birkaç tabur Arab askeri ge­tirmişti. Bunlardan iki taburla Dolmabahçe Sarayı kordona alındı. Önce bunlara padişaha suikast yapılacağı, gece ve sabah saraya girmek isteyen kim olursa olsun ateş etmeleri emredildi. Sultan Abdülaziz, Topkapı Sarayı’na nakledilin­ce de, padişahın öldüğü bildirildi. Asker, birkaç saat içinde birbirine benzemez yalanlarla aldatıldı.

            Ali Rızâ Bey şöyle yazıyor:

            “Keyfiyet Hüseyin Avni, Rüşdü ve Midhat Paşalar ara­sında kararlaştırılmıştı. Bazı devlet adamları teşebbüsü duymuşlardı ama bu paşalardan korkularından dillerini tuttukları gibi, o zamanlar henüz jurnalcilik usulü ihdas edilmediği için padişaha haber verilemezdi.”

            Bu suretle jurnalcilik usulünü ihdas edip 33 yıl yürür­lükte kalmasına sebep olan İkinci Abdülhamid değil, Hüse­yin Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar olduğu âşikârdır. Gene bu darbe sebebiyledir ki Sultan Abdülhamid, şahsına bağlı gizli istihbarat teşkilâtı kuracak, “hafiye” denen ajanları ile her şeyi öğrenmeye çalışacaktır.

            Bilindiği gibi, İkinci Abdülhamid’in en çok tenkit edilen ve gerçekten bilhassa son yıllarda ıstırap verici şekle dönü­şen tarafı da jurnalcilik ve hafiyelik denen istihbarat müesseseleridir. Bunların fiilî kurucusunun Abdülhamid Hân ol­duğu muhakkaktır. Fakat gerçek kurucuların Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Ali Suâvi Efendi gibilerin olduğuna da en küçük şüphe yoktur. Bu konuda benden önce birçok ta­rihçi dikkat çekmiştir.

            Süleyman Paşa’nın darbe hakkında söyledikleri, diğer bütün söylenenleri gölgede bırakacak ehemmiyettedir. Zira darbeyi yapandır. Şıpka kahramanı şöyle buyuruyor:

            “Hal’de kullandığım asker, zabitleri de dâhil, Sultan Abdülaziz’i vefat etmiş biliyorlardı. Donanmada yalnız Ârif Paşa ve kara askerleri içinde birkaç zabit (subay) hakikate vâkıftılar (gerçeği biliyorlardı).”

            V. Murad’ın eniştesi ve mâbeyn-i hümâyûn müşîri yani, Saray’ın en büyük âmiri olan Dâmad Nûri Paşa’nın söyle­dikleri de mühimdir (Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgusu zabıtlarından):

            - Askere, hakikat mutlak şekilde bildirilmemişti. “Padi­şahın hal’i için ayaklanma oldu, padişahı muhafaza için sa­raya getirildiniz!” denildi. Ama öğleye doğru asker hakika­ti öğrendi ve neye âlet edildiğini anlayarak isyan alâmetle­ri gösterip askerlikle uyuşmaz lâflar duyulmaya başlandı. Bu taburlar derhal taşraya sürüldü. Yerlerine getirilen ta­burlarda da aynı havanın esmemesi için bunlara 45 bin al­tın dağıtıldı. Onlar da seslerini çıkarmadılar. Esasen olan ol­muştu.

            Süleyman Paşa, yediği haltla şu şekilde öğünmektedir:

            “Hüseyin Avni Paşa, ben olmamış olsa idim, hal’i hiçbir zaman gerçekleştiremezdi. Birinci Ordu’dan herhangi bir birliğe “padişahı tahtından indireceğiz’ diye emir vermek akılları durduran bir şeydi. Böyle bir emri veren seraskere derhal süngüler çevrilirdi. Esasen çok kişi Avni Paşa’yı sev­mezdi. Zira gayetle kindar, mütekebbir, hodbin (egoist) ve mutaazzım (büyüklük taslayan) idi.”

            Midhat Paşa ise şöyle öğünüyor:

            “Böylesine akıl almaz büyüklükteki bir işin bir katre kan dökülmeksizin vücuda getirilmesi karşısında bütün dünya hayretten parmağını ısırdı. Herkes bizi tebrik etti!”

            Sonradan dâhiliye nâzırı olan Mazlûm Paşa-zâde Memduh Bey şöyle diyor:

            “Darbe günü, rüzgâr gayet şiddetle esmekte, yağmur fa­sılasız seller husule getirmekte idi. Yıldırımlar düşüyor ve gök gürlemesi dinmiyordu. Pek büyük ağaçlar devrildi. Güya, Cenâb-ı Hakk’ın gazabı, Avni Paşa’nın başına yağı­yordu. Fakat o, bunu hissedecek duyguya sahip değildi.”

            Darbe akşamı Hüseyin Avni ve Midhat Paşalar, Rüşdü Paşa’nın Bebek’teki yalısına giderek geç vakitlere kadar üç­lü bir müzakere yaptılar. Bu müzakereden dışarıya fazla bir şey sızmadı. Daha sabahtan Necib Paşa, merkezi Bebek’te olan telgraf hatlarına el koydurarak muhabereyi kestirmişti.

            Sultan Murad’ın tahta çıkarılması için milletler arası ma­sonluğun büyük faaliyet gösterdiği de, gittikçe halk arasın­da yayılıyordu. En yüksek düzeydeki Türk aydınları ise milletlerarası masonluğun, İngiltere hâriciye nezâretinin bir icra vasıtası hâline getirildiğini biliyorlardı.

            İhtilâllerin sıcak aylarda olduğu üzerinde umumiyetle birleşilir, 30 Mayıs darbesi de bu kaideyi bozmadı.

            Gene ihtilâllerden önce, büyük tabiî âfetler, kıtlık, pe­rişanlık ve ıstırap olduğuna tarihçiler dikkat etmişlerdir.

            Bu defa Türk milleti, kötü bir mahsul için kâfi derecede sert iklimli aylar geçirdiklerini söylemeye başladı. Gene halk, vaktiyle Hüseyin Avni Paşa sadrâzam iken Anado­lu’nun Konya, Ankara ve Sivas eyâletlerinde kıtlık olduğu­nu, güneşin her şeyi kavurduğunu, mahsul alınamadığını, açlıktan köylünün ıstırap çektiğini hatırladı. Sultan Abdülaziz Hân, bunu unutmuş, Avni Paşa’yı gene serasker yapmıştı. İlâhî ihtarlara kulak tutmamıştı... Halkın bir kesimi de böyle düşünüyordı.

            Kış o derecede sert ve soğuk geçmişti ki, Mayıs sonunda bile çok serin bir havada yağmur fırtınaya dönüşmüş, Istanbul’da büyük zarar vermişti. Demek musibetler bitme­mişti Cenâb-ı Hakk, milletin üzerine yeni cezalar hazırlıyordu. Zira millet, padişahını muhafaza ve müdafaa edememişti. Halkın bir kesimi de böyle söylüyordu.

            Avni Paşa’nın İlk Tedbirleri

            Bu söylentiler Avni Paşa’nın kulağına kadar erişti. Halk cahil ve nankördü. Halka zerre kadar ehemmiyet vermezdi. Kuvvet kimdeyse halk ona boyun eğerdi. Böyle düşünme­sine rağmen endişelendi. “Karşı darbe” diye bir şey oldu­ğunu biliyordu. Kurmay sınıflarında okumuştu. Rüşdü Paşa’nın Bebek’teki yalısında yapılan üçlü toplantı bittikten sonra Dolmabahçe Sarayı’na geldi...

            Sabaha az kalmıştı. O geceyi ve sonraki iki geceyi de sa­rayda geçirdi. Sultan Murad’a zarar gelmesinden çekindiği için sarayda kaldığını söylüyordu. Hâlbuki sarayda görevli olmayanın padişah saraylarından birinde yatması saygısız­lık sayılıyordu. Padişah sarayında, gece yatısına kimse mi­safir edilmezdi. Osmanoğullarının geleneği buydu ama amansız diktatör Hüseyin Avni’ye, gelenek falan hatırlat­maya cesaret edecek tek kişi ortada görünmüyordu.

            Sarayın muhafazasından Müşîr Redif Paşa mes’uldü. Se­raskerden, kuş uçurmamak emrini almıştı. Redif Paşa, kay­pak, fakat Avni Paşa kadar sert olmayan bir askerdi. Seras­kerin, Sultan Murad’ın şehzadeliğinde çevresini teşkil eden ilim ve san’at adamlarını, padişaha haber vermeksizin geri çevirmesi ve asla görüştürmemesi emrini hayretle dinledi, fakat ses çıkarmadı.

            Ama padişahın herkesle bağlantısını kesmek mümkün değildi. Bunun için Avni Paşa, kendisine bağlı mâbeyncileri Padişaha sormaksızın tayin etti. Osmanlı Saray’ında mâbeyncilerini bizzat seçemeyen padişah görülmemişti ama bu iş de oldu! Avni Paşa’nın emri, Rüşdü Paşa ile Midhat Paşa padişaha ne söylerlerse kelimesi kelimesine kendisine iletilmesi merkezindeydi. En çok onlardan ve en fazla emr-i vâki yapıp padişaha anayasa ve meşrûtiyet (taçlı demok­rasi) ilân ettirmelerinden çekiniyordu. Bu Midhat Paşa sar­hoşunun dilinden düşmeyen Meşrûtiyet de ne menem şey­di? Bu vesileyle Midhat Paşa’nın külâh kapmasına nzâ göstermeyecek, devleti bildiği gibi idâre edecek, bütün düş­manlarını mahvedecekti. Kesin kararlı idi. Günde birkaç defa Sultan Murad’ın huzuruna çıkıp şu fikirleri telkin et­mek istedi:

            Padişah, muvaffakiyetle atalarının tahtına oturmuştur. Bu askerin, bilhassa seraskerlik makamının (yani kendisi­nin) eseridir. Bunu hiç unutmamak icab eder. Zira padişa­hın tahtı henüz emniyette değildir. Abdülaziz Hân’ın pek çok taraftarı vardır... Her şeyi askere ve onun başındaki se­raskere bırakmak lâzımdır. Padişah istediği gibi keyif edip nefs-i hümâyûnunu devlet işleriyle üzmemesi lâzımdır.

            Sultan Murad, bu tehdit dolu palavraları hayretle ve sa­bırla dinliyordu. Fakat Avni Paşa denen bu heriften nefret etmişti... Bir padişahla böyle konuşan bir adamdan devlet ve millet için hayır beklemek boş şeydi. Avni Paşa’nın orta boylu, dolgun vücudu, boyunsuz gibi hemen omuzlarının arasından çıkan kocaman kafasını, artık tamamen beyazlaş­mış gür sakalını, keskin, yüksek, kaba ve kalın sesini artık gittikçe sabırsızlık ve asabiyet içinde süzüp dinliyordu.

            Sultan Murad’ın evvelce Hüseyin Avni Paşa ile hususî ve amcası aleyhinde temasları olmamıştı. Sultan Murad, evvelden de törenlerde karşılaştığı bu kaba seraskerden hiç hoşlanmazdı. Fakat amcasının aleyhinde olduğu ve orduyu elinde tuttuğu için bu hissini açıklamamıştı.

            Şâir Ziyâ Paşa

            Cuntanın Sultan Murad’la irtibatı, Midhat Paşa vasıtasıyla idi. Sultan Murad’la Midhat Paşa anlaşırlar, meşrûtiyeti ilân edip Türkiye’yi İngiltere ve Fransa yapmayı hayâl ederlerdi. Ancak bir veliahdin Midhat Paşa gibi bir nâzırla hususî görüşmeleri zordu, padişahın dikkatini çekerdi. Paşa ile Sultan Murad’ın söylediklerini karşılıklı devrin en büyük şâiri sayılan Ziyâ Bey birinden diğerine giderek naklederdi. Ziyâ Bey, bir darbe yapılacağını biliyordu. Fakat günü ve ne şekilde olacağı hakkında bilgisi yoktu. Meşrûtiyet Türkiyesini ne ihtiyar Rüşdü Paşa’nın, ne de despot bir askerden başka bir şey olmayan Avni Paşa’nın yürütemeyeceğinden emindi. Dâhî olduğu için, Midhat Paşa’yı da gerçekçilikle değerlendirmişti. Şimdilik onu destekleyecek, fakat sarhoş ve boşboğaz, ihtiyatsız ve dış politikada bilgisiz olan Midhat Paşa’nın ilk bocalamasında kendisi sadrâzam ola­caktı. Sultan Murad’ın, babası Abdülmecid Hân’ın adamı ve Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirmesi olan 47 yaşındaki Ziyâ Bey’e büyük sevgisi vardı. Sultan Murad’ın çok yakın dostu olan Ziyâ Bey, sadrâzam olduğu zaman en yakın ar­kadaşı 36 yaşındaki Nâmık Kemâl Bey’i de hâriciye nâzırı yapacaktı. Yıllarca Londra’da, Paris’te, Cenevre’de yaşa­mışlar, Avrupa hayatını yakından tanıyorlardı. Avrupa’yı kulaktan dolma tanıyan ve iyi bir Batı dili bile bilmeyen Midhat Paşa’nın çok az zamanda tökezleyeceğinden emin idiler.

            Sultan Murad’la Ziyâ Bey arasındaki bu açıkça konuşul­mamış, fakat aşağı yukarı üzerinde anlaşılmış projeyi Hü­seyin Avni Paşa mantık yoluyla keşfetmişti. Ziyâ Bey’e diş biliyordu. Ancak Ziyâ Bey’in memleketteki şöhreti, Avni Paşa’nın şöhretinin on misli idi. Onun için, bu tehlikeli, her- kese kafa tutabilecek mizaçta, fevkalâde zeki adamı ne yapıp edip padişahın çevresinden uzaklaştırmaya kararlı idi. Şöhret bakımından ondan aşağı kalmayan Nâmık Kemâl Bey’den de hoşlanmıyordu ama şimdilik o Avni Paşa’nın ikinci derecede bir problemi idi. Zira kıdemi, devlet hizmetindeki derecesi ve yaşı bakımından henüz sadrazamlığa tâlib olamazdı.

            Avni Paşa gibi Midhat Paşa da, Ziyâ ve Kemâl Beylerin kendisini küçük gördüklerini hissetmişti fakat onlarla dost­luğunu kesmeye cesareti yoktu. Meşrûtiyetin en ateşli ve müessir propagandacısı idiler. Meşrûtiyet ise, Midhat Paşa kafasına göre, kendisi için ölesiye başbakanlık demekti...

            Midhat Paşa ile Sultan Murad arasında darbeden önce Ziyâ Bey’den başka Nâmık Kemâl Bey, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin çok nüfuzlu şeyhi Osman Salâhaddin Dede, Sul­tan Murad’ın hususî hekimi İtalyan Capoleone de aracılık etmişlerdir.

            Avni Paşa, halkın darbeyi karşılayış şeklinden memnun değildi. Bu cahil yığın niçin aralarına yaydığı rivayetlere inanmıyor da, gerçeği bulmaya çalışıyordu? Avni Paşa o ka­dar yukarıdan atmıştı ki, küçümsediği halkın en cahil kesi­mi bile bunlara inanmıyordu. Zavallı, kendisi namına ko­nuşulan, karar verilen, hattâ darbe yapılan millet, Abdüla- ziz Hân’ın oğlunu velîahd yapmak için Çar’dan İstanbul’a 40 bin Rus askeri göndermesini istediğini yutar mıydı? Mil­let hazînesinde para olmadığı halde, Sultan Aziz’in hususî hazînesinde 50 milyon altın bulunduğuna inanır mıydı?

            Herkes, Sultan Aziz’in ihtiyatsızlık ettiği kanaatinde birleşiyordu. Eski Serasker Müşîr Derviş Paşa’yı tekrar seraskerliğe getirmek için Avni Paşa’yı azle karar verdiğini, darbe bir gün geciktirilseydi bunun böyle olacağını herkes öğrenmişti. Üstelik Sultan Aziz, Başmâbeynci Hâfız Mehmed Bey’i, Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi’nin Süleymaniye’deki makamına (Bâb-ı Meşihat) göndermiş, talebelerin nümayişine mani olamadıkları için ulemâ’yı tehdit ettirmiş, onları da karşısına almıştı.

            Halk bir gün içinde, darbenin bütün tafsilâtını öğren­mişti. Darbenin yapılacağı sabahtan önceki gecede Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’taki padişah ihsânı yalısında Rüşdü ve Midhat Paşalar’la, Hayrullah Efendi ve Redif Pa­şa toplanmışlardı. Sabaha karşı makam kayıkları ile Kuz­guncuk’tan ayrılmışlardı. Rüşdü ve Midhat Paşalar’la şey­hülislâm, Avni Paşa’nın getireceği Sultan Murad’ı bekle­mek için Bâb-ı Seraskerî’ye, yani Beyazıt’a, Avni Paşa da ya­nına Redif Paşa’yı alıp Süleyman Paşa, Sultan Aziz’i kayığa bindirdikten sonra Dolmabahçe’ye gitmişlerdi. Rüşdü Paşa ve yanındakiler Bahçekapısı’nda kayıktan inmişler, Rüşdü Paşa, seraskerliğe gitmekten vazgeçmiş, öğleden sonra Dolmabahçe’de yeni padişaha bîat etmeye karar vermişti.

            Türkiye Düşmanlığı

            Sultan Abdülaziz giyinip Harem Dairesi’nden çıkarken, yanındaki dârüssaâde ağası Cevher Ağa, başmâbeyncisi Hâfız Mehmed Bey ve başkâtibi Âtıf Bey’e şu tarihî sözleri söylemiştir:

            -Böyle olacağını biliyordum. Zira benden önceki sultan­lardan benim gibi devletin şan ve şevketinin yükselmesine hizmet edenler, felâkete uğradılar. Amcam şehîd-i mağfûr Sultan Selim’in uğradığı felâketin derecesi tarih sayfalarını kanlara boyadı ve herkese ebedî bir esefi yâdigâr olarak bıraktı. Felâket, şimdi benim başıma da geldi!

            Burada Abdülaziz Hân, Türkiye’nin yükselmesi için büyük çaba harcayanların yabancı güçler (o devir için İngiltere, Rusya, Yunanistan vs.) tarafından Türk devlet adamlarına para dağıtılarak felâkete uğratıldıklarını açıkça ima etmektedir. Türkiye’nin çok güçlenmesi asla arzu edilme­miştir. Yabancılar bu oyunla çok şey kazandıklarına göre, oyuna gittikçe daha fazla ağırlık vermişlerdir. Düşünmeli­dir ki, Sultan Abdülaziz Hân’ın Türkiyesi, bugünkü Türki­ye’nin -toprak bakımından- tam 15 mislidir. Demek on beş­te on dördü, yabancı devletler hesabına budanabilmiştir. Bugün de birçok devlet, 800 bin kilometre kareden küçük olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türkler için büyük görmek­tedir.

            Halk, padişahın sadece üç kişiye söylediği yukarıdaki sözleri, nasıl olmuş, kim kime nakletmişse, üzerinden bir gün bile geçmeden öğrenmiştir. Hele padişahın, tamamen şahsî eseri olduğunda bütün yerli ve yabancı yazarların bir­leştikleri büyük Türk Donanması’nın önünden geçirilerek köhne Topkapı Sarayı’na götürülmesi, millet için şok ol­muştur. İlk defa bu vak’a dolayısıyla millet, gene kendisi hakkında şu sözleri söylemiştir:

            - Bizim millete yaranılmaz! Başımıza felâket getirenleri el üzerinde tutar, bize hizmet edenleri alaşağı ederiz!

            İngiltere, Fransa ve Rusya devlet adamları, Londra, Pa­ris ve Petersburg’daki Türk büyükelçilerine, daha birkaç ay önce şu sualleri sormuşlardı:

            - Birleşik Amerika’dan son sistem bir milyon Martini tü­feği, Krupp’tan son sistem ağır toplar aldınız. Bu kadar si­lâhı ne yapacaksınız? Zâten tüfekleriniz ve toplarınız mü­kemmeldi. Şimdi bunlarla, Avrupa’da devletler muvazene­sini bozdunuz. Bir milyon Martini tüfek, bizim orduları­mızda yoktur. İstanbul’daki tersânenizde zırhlılar yapmaya başladınız. Askerî fabrikalarınızı genişlettiniz. Bir sürü ye­ni kale, istihkâm ve tabya yaptınız. Majeste Sultan’ın, ordu ve donanma için daha fazla, sonra ondan daha fazla, sonra ondan da fazla tahsisat isteyip kendi tayin ettiği nâzırlarla münakaşa ettiğini İstanbul’daki büyükelçilerimiz bize du­yuruyorlar. Harbe mi hazırlanıyorsunuz? Gerçi Tuna, Bosna-Hersek, Karadağ ve Girit gibi eyâletlerinizde bazı ayaklan­malar vardır. Fakat bu kadar silâh elbette onlar için değildir. Zâten Türkiye istemedikçe hiçbir devlet onunla harbe giremez. Rusya’da da harb isteyen panslavistler vardır ama Çarımız sulh taraftarıdır ve onlara sözünü geçirir. Türk Do­nanması, yalnız İngiltere’de bulunan en modern zırhlıları edinmiştir. İngiltere ve Fransa’nın donanmasından sonra dünyada üçüncü hâle getirilmiştir ama gerçekte Türki­ye’nin modern zırhlıları Fransa’da yoktur. Fransız Donan­ması, Türk Donanması’ndan henüz daha büyük, fakat tek­ne bakımından daha eskidir. Türkiye’nin savunmak mec­buriyetinde olduğu Karadeniz, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi vardır. Bu denizler, okyanuslara nispetle küçük su parçalarıdır. İngiltere ve Fransa ise sömürgeleri dolayısıyla altı kıt’ada okyanusları savunmak durumunda­dır. Binâenaleyh donanma siyasetinin, İngiltere ve Fransa gibi makul gerekçesi yoktur. 750 bin askeri silâh altında tu­tuyor, terhis etmiyorsunuz...

            Bu konuşmalar, tabiatıyla Sultan Aziz’e intikal ettiril­mişti. İşte padişah ayrılırken, üç yüksek görevlisine söyle­diği sözlerle, hangi güçlerin kendisini evi mesabesinde olan sarayından söküp attığını ima ediyordu.

            Avrupa’daki Türk büyükelçileri, çok değerli diplomat­lardı. 1876’da Türkiye’yi büyükelçi olarak Londra’da Vezir Muzurus Paşa, Paris’te -sonradan sadrâzam olan- Sâdık Pa­şa, Petersburg’da (Leningrad) Müşîr Çapanoğlu Şâkir Paşa, Berlin’de -sonradan sadrâzam olan- Vezir İbrahim Edhem Paşa, Viyana’da -sonradan sadrâzam olan- Vezir Ahmed Ârifî Paşa, Tahran’da -sonradan maârif nâzırı olan ünlü bil­gin- Vezir Münif Paşa temsil ediyorlardı. Diğer Türk tem­silcileri, orta elçi idiler.

            Halk, hal’in nasıl olduğunun bütün tafsilâtını öğrenmişti:

            Beşinci Ordu’nun dördüncü alayının birinci taburunu saraya getiren, İstanbul Merkez Kumandanı Mirlivâ (tüm­general) Mustafa Seyfi Paşa idi. Başlarında binbaşılar İzzet Bey, Osman Ağa, Edhem Bey bulunan Birinci Ordu’nun ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci taburları arka tarafa alınmıştı. Er elbisesi giydirilmiş 300 Harbiye talebesi, Arab taburunun arkasındaydı. Sonra Harbiye talebesi, Süleyman Paşa tarafından, Veliahd Dairesi’nin önüne getirilmiş, çift sıra hâlinde sıralanmıştı. Maçka’ya, Yüzbaşı Hüseyin Efen­di kumandasında bir dağ bataryası yerleştirilmişti. Süley­man Paşa, Abdülaziz Hân’ın mukavemet ettiğini işaretle bildirirse, bir taraftan bu bataryanın, diğer taraftan Donan­ma Kumandanı Ârif Paşa’nın emriyle deniz cihetinden zırhlıların, Dolmabahçe Sarayı’nı bombardıman etmesi kararlaştırılmıştı. Tabii bu son husus, fevkalâde şüpheli bir keyfiyetti. Saray’ın önünde, muhâfızdan fazla merâsim nö­betçileri olan bir “kısım” (yani yarım bölük) piyade askeri ve başlarında birkaç subay vardı. Süleyman Paşa, tabanca­sını çekerek bu subayları teslim almış ve silâhtan tecrid et­mişti. Ne olduğunu anlayamayan ve Sultan Aziz’in emriy­le geldiğini iddia eden Süleyman Paşa’nın yalanına inanan yarım bölük asker de derhal geri hatlara çekilip saraydan uzaklaştırılmıştı. Saraya gelen bütün yollar kesilmişti. Asıl hassa taburları Maçka gibi uzak yerlerdeki kışlalarında idi. Bunlar daha uykuda iken Sultan Aziz, Topkapı Sarayı’na nakledilmişti.

            Diğer taraftan Hüseyin Avni Paşa, padişahın darbenin yapıldığı 30 Mayıs günü kendisini azledip yerine eski se­rasker Müşîr Lofçalı Derviş Paşa’yı getireceğini duymuş, hattâ saraydaki adamları, bu rivayeti doğrulamışlardı ama padişah telâşlanırsa, o gece de Derviş Paşa’yı çağırtıp seras­ker yapar; paşa, seraskerliğe gelip bütün kara kuvvetlerine el koyardı. Onun için Hüseyin Avni Paşa, 29 Mayıs’ı 30 Mayıs’a bağlayan gece, Karaköy Köprüsü’nü açtırdı ve İstan­bul tarafı ile Saray’ın bağlantısını kesti. Ayrıca Çapa’daki Derviş Paşa’nın konağı o gece ablukaya aldırtıldı. Askere, Derviş Paşa’nın padişaha ihanet ettiği (!) söylenerek, o gece konaktan kimsenin dışarı bırakılmaması, zorla çıkmak iste­nirse, kim olursa olsun vurulması, fakat konağa girmenin serbest olduğu emri verildi.

            Süleyman Paşa hâtıralarında bizzat anlattığına göre, ta­burları Saray’ın önüne, kararlaştırılan saatten biraz geç ge­tirdi. Askerin, Beşiktaş’a henüz inmediğini gören Hüseyin Avni Paşa, sağ elini sol dizine vurarak ve Süleyman Paşa’yı kastederek; “Ah kumandan paşa!” diye teessürlerini ifade etti. Aslında taburlar Beşiktaş’a inmiş, fakat gizlenmişlerdi, henüz saray kapılarına yanaşmamışlardı. Durumu dürbün­le Kuzguncuk’taki yalısında gözleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanındaki Rüşdü Paşa’nın telâşı üzerine heyecanı son derece artmıştı. Avni Paşa, Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya:

            - Sandala buyurun, beraberce gidip bakalım Beşiktaş’ta ne olmuş! deyince Rüşdü Paşa’da şafak atmış:

            - Ben gelmem, siz dahi gitmeyiniz, Redif Paşa oğlumu­zu gönderelim, gidip baksın! demişti!

            -Yok, artık ayıb olur! diyen Avni Paşa, ailesiyle helâlaştıktan sonra yalnız gitmişti.

            Rüşdü Paşa ise, evine gitmeden, seraskerliğe uğrayıp Midhat Paşa’yı görmek istemişti. Burada Midhat Paşa ile Şeyhülislâm Efendi’yi yüzlerinden düşen bin parça tabir edilen şekilde görünce:

            - Bu işe girmemeliydik, ne yaptık? demiş, Şeyhülislâm korkusundan tek kelime konuşamamış, cesur bir adam ol­masına rağmen Midhat Paşa bile:

            - Ne yapalım, Avni Paşa’ya uyduk! demiştir.

            Halkın en çok şaştığı ve teessüf ettiği husus, sarayda pa­dişahı hakkıyla koruyacak tek tedbirli, cesur ve uyanık ada­mın bulunmaması idi. Öyle fırsatlar olmuştu ki, tek bir ce­sur adamın ileri atılması, darbeyi o anda akamete uğratırdı. Fakat böyle bir adam çıkmamıştı. Halk, sarayda görevli ve padişah ekmeği yiyen o kadar adama beddualar ediyordu.

            Sultan Murad’ın Durumu

            Amcası eceliyle ölüp de tahta geçseydi millet Sultan Murad’ı sevgiyle kucaklayacaktı. Çehre bakımından babası Abdülmecid Hân’a benzediği için seviliyordu. Abdülmecid Hân’ın büyük şehzâdesi olduğundan bin bir itina, emek, naz ve titizlik içinde yetiştirilmişti. Gerçi babası ve amcası kadar sevilip sayılması mümkün değildi. Zira bazı kusûrları vardı ve bu kusûrlarını halk biliyor, Sultan Murad zâten saklamak için bir gayret göstermiyordu. Sultan Murad’ın, İngiltere seyahatinde tanışıp şahsî dostluk kurduğu ve son­ra devamlı mektuplaştıkları İngiltere Veliahdı Galler Prensi Edward (Yedinci Edward)’ın teklifiyle farmason olduğu duyulmuşsa da halk buna inanmamıştı. Bir Osmanoğlunun, hele kutsal hâkanlık tahtının vârisi bir şehzâdesinin farmason olabileceğine kimse ihtimal vermemişti.

            Halkın büyük kesimi, Sultan Murad’ın kusûrlarını dü­zelmez şeyler saymıyor, gençlik eseri telâkki ediyor, tahta çıkınca yaşayışına çeki düzen vereceğine emin görünüyor­du. Esasen Sultan Aziz daha genç, 46 yaşında ve arslanlar gibi idi.

            Hâlbuki Sultan Murad yıllarca önce, nasıl bir vakit evvel tahta çıkabileceğinin yalnız hesabına değil, fiiliyatına da girmişti.

            Yeni Osmanlılar

            “Yeni Osmanlılar” denen ve Âlî Paşa’nın iktidardan dü­şürülmesini isteyen daha çok fikir adamları, gazeteci ve şâ­irlerden müteşekkil gizli cemiyet, Âlî Paşa’nın iktidar ma­kamında ölümünden sonra Ziyâ Bey (Paşa) sadrâzam olun­caya kadar Mahmud Nedim, sonra Midhat Paşalar’ı destek­lemişti. Fakat kendileri iktidara gelmek için zamanla Abdü- laziz Hân’ın tahttan çekilmesini ve V. Murad’ın tahta çık­masını en iyi formül olarak görmeye başladılar. Çoğu meş­rûtiyet (taçlı demokrasi) taraftarı idiler. Gerçekte, bu vasıta ile iktidarı istiyorlardı.

            Birçok kişi, içlerinde vezirler de bulunduğu halde bu ce­miyete girip çıkmışlardı. Cemiyetin kuvveti, basın vasıta­sıyla idi. Gazete, kitap ve şiir, büyük kudretlerini teşkil edi­yor, mizah ve hiciv yoluyla da büyük kitle tesirleri yapıyor­lardı. Tanzimat edebiyatının kurucusu sayılan Mustafa Re- şid Paşa yetiştirmesi Şinâsî Efendi de vaktiyle bu faaliyetle­re katılmış, sonra kesin şekilde el çekmiş, zâten ölmüştü. Cemiyetteki pek büyük şöhretler, her ikisinin de dâhî oldu­ğu herkesçe kabûl edilen Ziyâ Bey ile Nâmık Kemâl Bey idi. Teşekkülün mânevî reisi de Sultan Murad’dı... Sultan Murad’ın Kadıköy’ünde Kurbağalıdere’deki köşkü bu gizli fa­aliyetin merkezi idi.

            Cemiyette Kavalalı ailesinden bazı zengin prensler de vardı... Yeni Osmanlılar’ın ilk başkanı zâten Mehmed Ali Paşa’nın torunu ve Mısır valisi İsmail Paşa’nın kardeşi, Osmanlı nâzırlarından Mustafa Fâzıl Paşa idi. Sonradan Fâzıl Paşa, bu işten yavaş yavaş sıyrıldı. Cemiyetin bütün malî yükü Sultan Murad’ın üzerine kaldı. Mehmed Ali Paşa’nın oğullarından Abdülhalim Paşa da cemiyet üyesi idi. Bir za­manlar Mahmud Nedim Paşa’nın ağabeyi Ahmed Bey’in oğlu Mehmed Bey de cemiyetin en faal üyelerinden bulu­nuyordu. Ermeni banker Köçeoğlu Agop ve Rum banker Hristaki Efendiler dahi cemiyete dâhildiler. Sonraları cemi­yete farmasonluk sızdı. Skalyeri, Aziz Bey, Dr. Capoleone gibi farmason büyükleri cemiyete girdiler. Fevkalâde nü­fuzlu bir şeyh olan Yenikapı Mevlevi Şeyhi Osman Salâhaddin Efendi de içlerinde idi. Ali Suâvi Efendi de dâhildi. Fa­kat Ziyâ ve Kemâl beylerle fena halde bozuşmuştu. Galatalı bankerlerden Rum Zafiri Efendi de sonraları cemiyete girdi. Kozmopolit topluluğu Rüşdü ve Midhat Paşalar des­tekliyor, el altında bulunduruyor, üyeleri ile görüşüyorlar­dı. Zamanla cemiyet üyeleri, Velîahd-i Saltanat Murad Efendi’den büyük paralar çektiler. Murad Efendi’nin şahsî masrafları da veliahdce değil, padişahça idi. Lâyık olana değil, her isteyene para dağıtıyordu.

            Murad Efendi’nin maaşı ve mülklerinin geliri yetmeyin­ce borçlandı. Sonra borçlandıkça borçlandı. Nihayet bu borç -yukarıda anlatıldığı gibi- bir milyon altını buldu. Kavalalı Abdülhalim Paşa, Avrupa’ya gidip, Veliahd namına bir milyon altın borç bulmaya çalıştı. Fakat hiçbir banka bu borcu vermedi. Uzun müzakerelerden sonra, tutumluluğu ve ileri görüşlülüğü sayesinde büyük serveti olan Şehzade Abdülhamid Efendi kefil olduğu takdirde, ağabeyi veliahde bir milyon altın verilebileceği bildirildi.

            Fakat Abdülhamid Efendi (İkinci Abdülhamid), bir mil­yon istikrazın ağabeyinin borcuna yatırılacağını, sonra ağa­beyinin bu borcunu da ödeyemeyeceğini, masraflarını da karşılayamayacağını çok iyi biliyordu. Üstelik böyle bir borca kefil olsa amcası öğrenecek, bu kadar parayı veliahdin ne yaptığını soracak, kefil olduğu için kendisini de mimleyecekti.

            Abdülhamid Efendi, kefil olmayı reddetti. Bu durumda Sultan Murad için artık tahta çıkmak, şahsî ihtiras değil, borçlarını kapatıp rezil olmamak meselesi hâline geldi. Aksi takdirde amcasının eline düşecekti. Amcası şüphesiz bu borcu ödeyecek fakat hem yeniden borçlanmaması için bü­tün tedbirleri alacak, hem de zâten çok büyük olan şahsî ge­lirleri üzerinde bir milyon altını nerelere sarf ettiğini araştı­racak, veliahdinden para alan adamları teker teker tespit edip onları mimleyecekti. Ziyâ ve Kemâl Beyler dâhil, bir­çok kimse de böyle bir araştırmanın yapılmasını, şahısları ve istikbâlleri için tehlikeli görmeye başlamışlardı. Onlar da Sultan Murad’ın tahta geçmesini kendileri için bir ölüm ka­lım meselesi hâline getirdiler.

            Ziyâ Bey, Sultan Murad’ın tahta geçtiği gün Mâbeyn-i Hümâyûn Başkâtibliği gibi Saray’ın en yüksek görevlerin­den birine getirildi. Bu görevin çok ehemmiyetli bir tarafı da vardı. Mâbeyn Başkâtibi, hükûmet ile padişah arasında aracı idi. Hükûmete padişah ağzından yazı yazmaya yetki­li tek kişi idi. Padişah çok kudretli bir şahsiyet ise veya başkâtib çok kudretli bir şahsiyet değil ise, mesele yoktu. Fa­kat Ziyâ Bey, devrin belki en kudretli şahsiyeti idi. Çok uzun yıllardan beri dostu olan Sultan Murad’ın ağzından girip burnundan çıkacak en keskin zekânın sahibi idi. Öyle sadrâzamdan falan ürkecek bir adam hiç değildi... Vaktiy­le Âlî Paşa gibi eşsiz iktidarda bir sadrâzamla ölüm kalım mücâdelesine girmiş, Âlî Paşa bile Ziyâ Bey’i yiyememişti. Sultan Murad, Ziyâ Bey’i bu göreve getirirken, Yeni Osmanlılar’ın bu en tanınmış ve kıdemli şahsiyetine karşı ve­fa borcunu ödüyordu. Ama Ziyâ Bey için bu görev sadece sadârete dayanmış bir merdivendi. Hemen o günlerde ve­zir pâyesine yükseltilmesi için padişahla anlaşmıştı.

            Ziyâ Bey’i gözü kesmeyen Avni Paşa, bu tayini öğrenince çılgına döndü. Ziyâ Bey’in kendisine, padişaha giden bü­tün yolları kapatacağını zannetmiyordu, bundan emindi. Üstelik bu şâir Midhat Paşa gibi müfrit değil, fakat mutedil bir Meşrûtiyetçi idi. Bütün Meşrûtiyetçilerin Allah belâsını versindi! Şart kelimesinden bile nefret ediyordu (meşrûti­yet, “şart” kelimesinden türer). Kim kendisinin yetkilerine şart şurt koyabilirdi? Kellesini koltuğunun hemen altına alıp Abdülaziz Hân gibi heybetinden yanına yaklaşılmaz bir hâkanı tahtından eden kendisi idi, Ziyâ Bey değildi. Derhal Sultan Murad’a haber uçurdu. Ticaret nâzırı Sadullah Bey’in başkâtibliğe getirilmesini rica etti. Sultan Murad bir şok daha geçirdi. Tayinlerde kendisini ancak Sadrâzam ikaz edebilirdi. Serasker ancak askerî tayinlerde söz sahibi idi. Üstelik bu tayin, nâzır, sefir, vali tayini değildi. Kendi şahsî başkâtibinin tayini idi. Bu kadar şahsî bir tayine şim­diye kadar Reşid, Âlî, Fuad Paşalar gibi en otoriter sadrâ­zamlar bile karışmamışlardı ama yapılacak şey yoktu. Mûtedil Yeni Osmanlılar’dan olan Sâdullah Bey (Paşa) başkâtib oldu. Ziyâ Bey, dişlerini gıcırdatarak saraydan ayrıldı.

            Amansız diktatör bununla da yetinmedi. Saray’ın en bü­yük âmirine “mâbeyn-i hümâyûn müşîri” denirdi ki, Avru­pa saraylarındaki saray nâzırı veyâ saray mareşali demekti. Bu göreve de eskiden beri yakınlık kurduğu genç bir vezîri, Dâmâd Nûri Paşa’yı getirdi ve onun mülkî vezir rütbesi­ni, askerî eşdeğeri olan müşîr rütbesine çevirdi. Edhem Bey başmâbeynci ve Seyyid Bey ikinci mâbeynci oldular. Sultan Aziz’in bütün mâbeynci, kâtip ve yâverleri o gün Avni Paşa’nın emriyle saraydan çıkarıldılar ki, bunların içinde Av­ni Paşa’nın dostu olan Başmâbeynci Hâfız Mehmed Bey’le, sarayda Avni Paşa’nın casusu ve adamı olan ikinci mâbeyn­ci Fahri Bey de vardı. Seryâver Halil Paşa, yâverler Albay Reşid Bey, Albay Zîver Bey, Binbaşı Hüsâmeddin Bey, Yüz­başı Hüsnü Efendi ve diğerleri saraydan çıkarıldılar.

            Padişahın çevresindeki bütün adamların Avni Paşa tara­fından tayinine yalnız Sultan Murad şok geçirmedi, Sadrâ­zam Rüşdü Paşa ile Midhat Paşa da şok geçirdiler. Fakat pa­dişah göz yumduktan sonra karışamazlardı.

            Sultan Aziz’in Hazînesinin Yağması

            Abdülaziz Hân ve ailesi ile birkaç maiyeti Dolmabahçe’den çıkartılıp kayıklara bindirilirken üzerlerine hiçbir şey almamaları tenbih edilmiş, onlar da öyle yapmışlardı. Yalnız padişah, askerî pelerininin altına yatak odasında başucuna asmak âdetinde bulunduğu amcası şehid Üçüncü Sultan Selim Hân’dan (1789-1807) kalan tarihî palayı sakla­mıştı. Birkaç çok yüksek rütbeli câriyenin Dolmabahçe Rıhtımı’nda çirkin şekilde üstleri aranmış, bir mücevher bulu­namamıştı. Bu arada 28 yaşındaki hâkanın eşi Neş’erek Kadın-Efendi’nin omzundaki şal da çekilmiş ve bu şal tabii bir şey bulunamamasına rağmen iade edilmemişti ki, daha ön­ce kısaca temas ettiğimiz bu olayın nasıl bir destanî trajedi ile neticeleneceği aşağıda görülecektir.

            Belki sarayda hiç bulunmamış ve Süleyman Paşa tara­fından bilhassa tamahkâr ve kaba adamlardan seçilmiş bir­kaç subay, Neş’erek Kadın-Efendi’nin kraliçe olduğunu bil­miyorlardı, câriyelerden biri sanmışlardı. Fakat asıl bilme­dikleri, padişah hizmetinde ve “hazînedar” denen câriyele- rin taşıdıkları rütbelerdi. Bunlardan başhazînedar kalfa’nın rütbesi askerî rütbelerden mareşale, üçüncü hazînedarınki tümgenerale, diğer hazînedarlarınki albaya eşit sayılıyor­du. Avrupa saraylarında kraliçe nedîmelerinin düşes, markiz, kontes vs. olmaları gibiydi... Böyle rütbeler taşıyan ve hepsi evlenmemiş kadınlar olan (sarayda evli kadın kulla­nılmazdı) hazinedarların, bir kısmı Harbiye mezunu da ol­mayan alaydan yetişmiş teğmen ve yüzbaşılarca hakarete maruz kalması, düpedüz alçaklıktı.

            Ünlü tarihçi Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı mer­hum da bu olay için “yüz kızartıcı” demektedir.

            Şimdi, tahtından edilen hâkanın serveti ne idi? Biraz bunun üzerinde duralım:

            Osmanlı’da padişah sarayları, içindeki bütün eşya ile be­raber millî servet teşkil ederler... Padişah malı sayılmazlar. Yani bir padişah bu sarayları ne satabilir, ne vârislerine veyâ istediğine miras bırakabilir. En küçük saray eşyası, en küçük mücevher bile böyledir. Padişah, bunları sadece kul­lanabilir. Padişah, Topkapı Sarayı Hazînesi’nin müze eşya­sı niteliğinde olan mücevherlerini de isterse belirli günler­de kendisi veyâ şehzâdeleri tarafından kullanılmak üzere isteyebilir... Topkapı Sarayı Hazîne kethüdası, bunları pa­dişaha verir. Törenlerde kullanılır, tören bitince derhal yeri­ne iade edilir. Padişah tek bir yüzüğü bile alıkoyamaz. Ni­tekim son padişah Altıncı Mehmed Vahîdeddin, Türkiye’yi Dolmabahçe rıhtımından terk etmeden bir gün önce, zim­metindeki bir tarihî cep saatini Topkapı Sarayı’na göndere­rek, imzalı senet mâhiyetindeki tezkiresini geri istemiştir.

            Bu Osmanlı geleneği mantığa dayanmaktadır. Zira her padişahın sarayları ve eşyaları; oğulları, kızları, eşleri ara­sında paylaşılsa idi, yeni padişaha bir şey kalmazdı.

            Klasik devir, yani 1826’dan önceki padişahların durumu bizim konumuzla ilgili değildir. Yalnız klasik devirde padi­şahların çok zengin gelirleri olduğunu kaydetmekle yetine­lim. Tanzimat padişahları ise, hazîneden çok büyük bir ma­aş almaktadırlar ve sarayların masrafları da hazîneden gö­rülmektedir. Ayrıca her padişahın şehzâdeliğinden kalan ve şahsına âid parası, mücevherleri, gayrimenkulleri, çiftlikle­ri vs. olabilmektedir. Bunlar, padişahın şahsî mülkü sayıl­maktadır. Bir kısmı şehzâdeliğinde babası tarafından ken­disine verilmiştir, bir kısmı şehzâdeliğindeki maaşlarla edi­nilmiştir.

            Şimdi Sultan Abdülaziz’in bıraktığı servet, bu açıkla ma­ların ışığında, daha iyi anlaşılacaktır. Dolmabahçe Sarayı’ndaki tek sandalye bile padişahın olmadığına göre, taht­tan indirilen hâkanın şahsına âid ve öldüğü zaman kanûnî vârisleri olan oğulları ile kızları (oğula iki hisse, kıza bir hisse olarak) arasında bölüştürülmesi icab eden serveti ne idi?

            Altın, nakit para, tahviller ve hisse senetleri, diğer padi­şahlardan kalmayan ve Abdülaziz Hân tarafından şahsen satın alınan mücevherler... Bunlar dışında, ehemmiyetsiz çapta çiflikler ve bazı gayrimenkuller...

            Bütün menkul padişah serveti, Dolmabahçe Sarayı’nda belirli hazîne odalarında idi. Ancak Saray’ın harem kısmın­daki mücevherler ve altın paraların hemen hiçbiri padişaha âid değildir. Padişahın eşlerine, kızlarına, câriyelerine âiddi. Câriyeler maaşlı idi. Maaşlar yüksekti ve câriyelerin bü­tün ihtiyaçları saraydan görüldüğü için bunları biriktirirler, üstelik birçok vesile ile padişah, Vâlide-Sultan ve Sultanlar­dan atıyyeler alırlardı. Bankaya yatırmak usulü yerleşmedi­ği için, bankadan da emniyetli saydıkları saraydaki odala­rında muhafaza ederlerdi. Şimdi bunların hepsi ihtilâlcile­rin elinde idi. Yıllarca emeklerinin mahsulü olan yüksek rütbeli câriyelerin bu varlıklarına el koymak, herhangi bir memûrun memûriyeti boyunca bütün biriktirdiklerini elinden alıp, beş parasız evinden atmakla birdi!

            Bu olay oldu ve bunun başını Midhat Paşa çekti. Hal’ fetvâsını kaleme aldıktan sonra nefsini, aynı zamanda en büyük hukukçu sandığı anlaşılıyor ki, bütün bu menkulle­rin devlete âid olduğunu söyledi. Tek şahıs ses çıkarmadı. Bari gerçekten devlete intikal etseydi... Bakınız ne oldu:

            Dohmabahçe Sarayı’na gelen Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar, Abdülaziz Hân’a âid mücevherlerin bir kıs­mının saraya giren subay ve erlerle bazı generaller tarafın­dan yağma edildiğini öğrendiler. Sultan Aziz ve ailesini ka­yıklara bindirdikten sonra harem’e giren asker, bu mârifeti yapmıştı. Paşalar, bu işin tahkikat mevzuu yapılmamasını kararlaştırdılar. Zira bu asker, padişahı kayığa bindirip göndermek gibi büyük hizmet yapmış, darbeci paşaları kurtarmıştı.

            Sonra Midhat Paşa:

            - Olan olmuş, dedi; padişahın geri kalan serveti milletin parasıyla alınmıştır, devlet namına müsâderesi icab eder. Bir komisyon kurup bu işin icabına bakalım...

            Diğer iki paşa tarafından kabûl edilen ve arzusu üzerine komisyonun başkanlığı da kendisine verilen teklif sahibi Midhat Paşa, yukarıdaki sözleri ve fiiliyle devletin anayasa­sı mâhiyetinde olan Tanzimat Fermanı’na ihânet etmişti. Şöyle ki:

            Müsadere, Tanzimat Fermanı ile yasaklanmıştı. Mah-ke­me kararı ile bir malın başkasına âid bulunduğu veyâ dev­letten çalındığı hükme bağlanmadıkça, kimsenin servetine hükûmet veyâ padişah el koyamazdı. 1839’dan beri bu ka­ide de bozulmamıştı. 37 yıl sonra şimdi ilk defa Meşrûtiyet kahramanı Midhat Paşa tarafından bozuluyordu, İkinci Mahmud ile Mustafa Reşid Paşa’nın kemikleri sızlasa ye­riydi.

            İkincisi; mülkiyet, düzenin vazgeçilmez prensibiydi ve bütün dünyada böyle idi. İlk defa 1917’de Rusya’da mülki­yet ilga edilecektir. Midhat, Rüşdü, Avni Paşalar’ın, en yok­sul ve ehemmiyetsiz bir şahsın malı, mülkü, parası oluyor­du da, devlet kurucusu ve bir aşiretten cihan imparatorlu­ğu çıkaran Osmanoğullarının Hânedân başı demek olan padişahın nasıl şahsen bir şeyi olamazdı? “Milletin parasıy­la almış!” ne demekti? Her şey milletindi. Midhat Paşa’nın Topkapı dışındaki mâlikanesi, konağı, yalısı, serveti de mil­let parası değil miydi? Yoksa paşaya küçük bir devlet memûru olan babasından mı kalmıştı?

            Üçüncüsü; Sultan Aziz’in oğulları, kızları, eşleri ve ge­çinmeleri onun şahsına bağlı adamları vardı. Bunlar ne ya­pacaklardı? Ne yaptılar, onu da söyleyelim:

            Hepsi İkinci Abdülhamid’in himayesine sığındılar. Bu padişah onlara ayrı ayrı maaş bağlayıp oturmaları için mülkler verdi. Aksi takdirde sürüneceklerdi.

            İşte Midhat Paşa budur. Hukuk bilgisi budur ve vicdanı bu kadardır! Kendini zengin edip en mûtenâ makamları ve­ren padişahının servetini bakalım ne yaptı:

            Midhat Paşa başkanlığında bir komisyon kuruldu. Ko­misyon üyeleri Dâmad Mahmud Celâleddin, Dâmad Nûri ve Dâmad Edhem Paşalar, vezir müşîr rütbesinde ve üçü de Beşinci Murad’ın kız kardeşleri ile evli adamlardı. Komis­yonda ayrıca Beşinci Murad’ın hazîne-i hassa idâresi reisi Saîd Efendi ile bu idârenin muhasebecisi Hüsnü Efendi bu­lunuyordu. Bu komisyon ne yaptı?

            Sultan Aziz’in şahsî serveti olarak 85.000 altın nakit pa­ra, 800.000 altın değer tahmin edilen ve aslında su içinde bir milyon altından fazla edeceği söylenen mücevher ve değer­li taş, 7.400.000 altın değerinde tahvil tespit edildi. Başkaca şahsına âid bir servetinin bulunmadığı anlaşıldı. Şahsî ser­vetin yekûnunun 8.285.000 altın olduğu tespit edildi (ilk gün yağmalanan mücevherler bunun dışındadır ve ne de­ğerde mücevherler yağmalandığı belli olmamakla beraber, yüz binlerce altın değerinde oldukları sonradan ileri sürül­dü). Bu meblağın Sultan Aziz namına bloke edilmesi ve onun ölümünden sonra oğullarına iki hisse, kızlarına ve ka­dınlarına birer hisse olarak bölüştürülmesi, kanun hükmü idi. Fakat son kuruşuna kadar el konuldu... Bu meblağın içinde Sultan Aziz’in annesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’a, padişahın eşleri kadın-efendilere ve kızları sultanlara, oğul­ları şehzâdelere âid nakit para ve mücevher de vardı. Fakat onlar da “Sultan Aziz’indir” diye bir ayırım yapılmaksızın defter edildi. Sultan Aziz ailesinden sadece annesi Pertevniyal Vâlide-Sultan’ın gasb edilen saraydaki servet dışında malları vardı. Fakat ehemmiyetli şeyler değildi. Çünki Vâlide-Sultan fazla parasını daima hayır işlerine yatırırdı. İstanbul, Aksaray semtinde yaptırdığı cami, mektep, kütüp­hane gibi binalara ve vakıflara, Konya’da inşa ettirdiği ca­miye, ihtiyaç sahiplerine yaptığı yardımlara da çok para harcamıştı.

            85.000 altın nakit, o sırada homurdanmaya başlayan ve padişahlarını muhafaza edemedikleri için askerlik şerefleri­nin ihlâl edildiğini, padişaha sadakat yeminlerini yerine ge­tiremediklerini söyleyen Birinci Ordu birliklerine dağıtıldı. Bu işi resmîleştirmek için de “Sultan Murad’ın cülûs atıyyesi” dendi. Hâlbuki son cülûs bahşişi 30 Ekim 1757’de Üçün­cü Mustafa’nın tahta geçmesi ile verilmiş, sonra bu âdet kaldırılmıştı. Şimdi darbeci Paşalar, 119 yıl önce tarihe gö­mülen bu Yeniçeri âdetini hortlatıyorlardı. Hem de nasıl? Vaktiyle cülûs bahşişi, ordu birliklerine eşit şartlar ve kanu­nun gösterdiği meblağlar hâlinde dağıtılırdı. Bu 85 bin altın ise, 7 Osmanlı ordusundan sadece İstanbul’daki Birinci Or­du’nun en çok homurdanan birliklerine dağıtıldı. Diğer 6 Türk Ordusu hava aldı.

            7.400.000 altın değerindeki hisse senetleri, tahviller, dış borçlara yatırılmak üzere Osmanlı Bankası’na verildi.

            800.000 altın değerindeki ve aslında daha fazla ettiği söylenen bütün mücevherler, Beşinci Murad’ın Rum sarra­fı Hristaki’ye teslim edildi. Bunların İstanbul’da ucuza el­den çıkarılacağı, Paris’e gönderilip satılırsa değerini bula­cağı söylendi. Hristaki Zografos Efendi, mücevherleri alıp Paris’e gitti ve gidiş o gidiş oldu... Bir Türk hâkanının mücevherleri, dolandırıcı bir Rum’un elinde kaldı. Hristaki, as­la Türkiye’ye dönmedi. Mücevherlerin parası olarak da Türkiye’ye tek altın göndermedi...

            Sultan Murad’ın ve bilhassa annesinin bu yağmadaki sorumlulukları çok büyüktür. Komisyondaki üç dâmad pa­şa, yeni vâlide-sultan’ın emriyle böyle bir tasarrufa girdi! Komisyondaki üç dâmad paşadan Nûri Paşa, Avni Paşa’nın ve Vâlide-Sultan’ın emrinden çıkamaz, onların has adamı, Edhem Pa­şa çekingen bir adam olmasına rağmen, Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa nâzırlık yapmış, çok dişli ve cür’etkâr bir devlet adamıydı. Ondan da bir itiraz gelmedi. Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan, Sultan Aziz ailesini mahvetmek istiyordu. Tahttan indirilen padişah ve ailesinin son meteliğine kadar soyulmasını şiddetle telkin etti. Sultan Murad da, annesinin bu tutumuna göz yumdu.

            Servet tespiti sırasında da büyük yolsuzluk oldu. Mü­cevher sandıklarından birini şahsen açan ve içlerinden en büyük pırlantaları alan Dâmad Nûri Paşa’ya, olayı bir gün sonra öğrenen Midhat Paşa, mücevherleri iade etmesini söyledi. Nûri Paşa’nın taşları padişaha ve annesine verdiği­ni ima ve iddia etmesi karşısında, zorla alamadı. Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya gitti:

            - Bu mülevves işe devam edemeyeceğim, herkes istedi­ğini aşırıyor, yerime başkasını bulun! dedi.

            Yerine Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa komisyon baş­kanı oldu. Abdülaziz Hân’ın servetinin tek kuruşunun eski padişaha ve ailesine bırakılmaması için baskının art­ması karşısında bu iş vicdanına ağır geldi, o da istifa etti. Rüşdü Paşa, sadrâzam olarak müşkil mevkide kaldı. Yerine iki sebeple Müşîr Nâmık Paşa’yı komisyon başkanlığına ge­tirdi: Nâmık Paşa, hem Sultan Aziz’in düşmanı idi ve oğlu darbeci subayların arasında bulunuyordu. Hem de devletin en kıdemli vezir-müşîri idi. Bu yaşta ve kıdemde bir adamın adâletsizlik yapmayacağına halk inanır sandı. Hâlbuki Nâmık Paşa, servetinin tek kuruşunu Sultan Aziz ve ailesine vermeden, yukarıda belirtilen şekilde defterleri kapadı. Bu şekilde kendisini yetiştirip, adam eden İkinci Mahmud’un küçük oğlu Sultan Aziz’in ailesini sürünmek tehlikesiyle karşı karşıya bırakarak, 37 yıl önce ölen efendisine minnet borcunu ödedi.

            Bu tarihte Nâmık Paşa 72 yaşında idi. Konyalı mütevazı bir ailenin çocuğu idi. Sultan Mahmud tarafından seçilerek Paris’e gönderildi. Orada askerî akademide okudu. Fran­sızca, İngilizce öğrendi. Daha önce Arapça ve Farsça öğren­mişti. Sultan Mahmud kendisini 1832’de 28 yaşında general ve paşa yaptı. Sultan Mahmud’un emriyle Harbiye’yi ku­ran generaller arasında bulundu. Az zamanda müşîrliğe yükseldi. Çeşitli nâzırlıklarda ve birçok kere seraskerlikte bulundu. Sultan Aziz devrinde ihtiyarlamış sayıldığı için kendisine fazla faal görev verilmemişti. Bunun için padişa­ha düşman olmuştu.

            Dâmad Nûri Paşa, darbe günü hemen Mâbeyn Müşîri yapıldığı için, Saray’ın en yüksek görevlisi, idârecisi ve âmiri durumunda idi. Mücevher yağması ile yetinmedi; birçok antika saray eşyasını, hattâ Sultan Aziz’in fevkalâde değerli atlarını çaldı. Bunların bir kısmının sükût hakkı ola­rak Hüseyin Avni, Mütercim Rüşdü ve Midhat Paşalarla Şeyhülislâm Efendi’nin konaklarına gönderildiğini, Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa (Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa değil!) Mir’ât-ı Hakıykat = Gerçeğin Aynası ad­lı bu devir tarihi üzerinde en değerli kaynak olan kitabında yazmaktadır.

            Gene aynı tarihçi (Mahmud Celâleddin Paşa), Sultan Aziz ve annesine âid altın para sandıklarının bir kısmının da Nûri Paşa tarafından aşırıldığını, fakat paşanın bunun çoğunu Vâlide Şevk-Efzâ Sultan’a verdiğini yazmaktadır. Gene aynı yazar Sultan Aziz’in şahsî malı sayılmayan ve padişahtan padişaha geçen birçok değerli saray eşyasının da paylaşıldığını iddia etmektedir.

            Ben de şunu ilâve edeyim: Bu 1876 Dolmabahçe Sarayı yağmasından elde edilen bir kısım antika eşya, 1940’lar ve 50’lerde İstanbul’da satılmıştır. Antikacılar hatırlayacaklar­ın- ve bu eşyayı satanların Hânedân’la ilgileri yoktu. Yağ­macıların torunları ve vârisleri idiler.

            Kolayca tahmin edilebilir ki; bizim olayımızda, en nâzik taraf, tahttan indirilen padişahtır. Çünki, en az bir düzine sebepten dolayı meşrûiyetin en büyük temsilcisi durumun­dadır. Bu vasıfta bir adama karşı, çok az kimse menfî hare­kette bulunmayı kabûl eder. Binâenaleyh Sultan Aziz’le il­gili işler, bu işleri yapabilecek tıynette adamlar bilhassa se­çilerek bunlara gördürülmüştür!

            Süleyman Paşa ile Avni Paşa, böyle birkaç uşak seçmiş­lerdir. Seçtikleri üç uşaktan, gelecek bahsimizde bahsedece­ğim. Bunların hepsinin gaddar ve gözü kanlı adamlar ol­maları ve büyük menfaatler beklemeleri şarttır... Aksi tak­dirde kendilerinden isteneni yapmazlar.

            Avni Paşa; kendisi dâhil, darbeyi neye yaptıklarını bile­rek, ancak 63 kişinin gerçekleştirdiğini söyler. Avni Paşa’dan nefere kadar çeşitli derecelerde 63 kişi... Gerisi kan­dırılmış, padişahı muhafaza edeceksiniz, padişah öldü fa­lan yalanlarıyla kullanılmış insanlardır!

            Darbenin Teknik Tafsilâtı

            Kendisine padişahın tahttan indirileceği önceden açıkça söylenen başlıca subay Binbaşı İzzet Bey’dir. Daha sonra anlatacağımız Yıldız Mahkemesi’nde bu adamın niçin şid­detle itham edileceğini anlamak için, onun bu hususî duru­muna atıf yapmak lâzımdır.

            Binbaşı İzzet Bey, Birinci Ordu 5. Piyade Taburu Kuman­danı idi. Sonradan Yıldız Mahkemesi’nde, padişahın taht­an indirileceğini bilmediğini, medrese öğrencileri ile ayak takımının işbirliği yaparak (!) Dolmabahçe Sarayı’nı basacakları (!) kendisine söylenerek, saraya taburu ile beraber inmesinin emredildiğini, kumandanların emirleri başku­mandan olan hâkan adına verdiklerini, hiçbir askerin ben bu emri dinlemem demesinin mümkün olmadığını, aksi takdirde cezasının askerlikten tard veyâ kurşuna dizilme arasında bir şey olacağını, Süleyman Paşa’yı evvelce şahsen tanımadığını ifade etmiştir.

            Bu ifadelerin topu yalandır.

            Hizmeti karşılığında yarbay ve hemen albay yapılan İz­zet Bey, darbeden günlerce önce Süleyman Paşa ile şahsen ve gizlice ve baş başa görüşerek ondan emir almış ve en nâ­zik görevlerden biri kendisine verilmiştir. Bu işi kabûl eden İzzet Bey taburundan tek subayı, birinci bölük kumandanı Yüzbaşı Gürcü Necib Efendi’yi açılmaya müsait görmüş, durumu ona anlatmış, o da darbeye katılmayı kabûl etmiş­tir. Nitekim darbeden sonra Necib Efendi, Binbaşı Necib Bey olmuştur (binbaşı rütbesine kadar subaylara “efendi”, binbaşı olunca “bey”, mirliva olunca “paşa” denirdi; Harbi­ye mezunu değillerse “ağa”, eğer bir vezir veyâ müşîrin oğ­lu iseler binbaşıdan küçük rütbede olsalar da “bey” denir­di). Hattâ bu Necib Efendi, darbeden birkaç gün önce, bir­kaç defa Veliahd Murad Efendi’nin dairesine giderek ken­disine darbenin gelişmesi üzerine Süleyman Paşa’nın em­riyle bilgi vermiştir. Yıldız Mahkemesi’nde bütün bunlar açığa çıkmıştır.

            İşte bu İzzet Bey’le Necib Efendi, Sultan Aziz’in muha­fızları olmuşlardır.

            Avni Paşa darbeden önce, Sultan Murad tahta geçtiği takdirde kardeşi Abdülhamid Efendi’nin veliahd olacağını, fakat buna rağmen darbeyi kabûl etmeyeceğini, amcasına ve meşrûiyete çok bağlı olduğunu, mizaç bakımından diğer şehzâdelere benzemediğini, buluttan nem kapıp derhal gerçeği yakalayacak bir karakterde, üstelik çok serinkanlı ol­duğunu, Süleyman Paşa’ya söylemişti. Bunun üzerine Sü­leyman Paşa, Abdülhamid Efendi’nin dairesini darbe saba­hı kordon altına almıştı. Abdülhamid Efendi’nin padişahın dairesine geçerek bir şeyler yapması da bu şekilde önlenmiş oluyordu.

            30 Mayıs Salı sabahı Dolmabahçe Sarayı, daha güneş doğmadan darbeciler tarafından askerî abluka altına alın­mıştı.

            Saray teşkilâtı iki kısma ayrılır: Mâbeyn-i Hümâyûn ve Harem-i Hümâyûn. Harem’e, padişah ve oğullarından baş­ka hiçbir erkek giremez. Burada yüzlerce câriye yaşar. Harem’in en büyük görevlileri Dârüssaâde Ağası olan Zenci veyâ Habeş hadım ile “Başhazînedâr Kalfa” denen en kı­demli câriyedir. Her ikisinin rütbeleri vezir-müşîr’e eşittir. Harem’in başı ise Vâlide-Sultan, eğer ölmüşse padişahın ilk evlendiği hanım, yani Baş-Kadın-Efendi’dir. İlki imparatoriçe, İkincisi kraliçe derecesinde protokole girerler (Osmanlı düzeninde padişah eşleri imparatoriçe sayılmazlar).

            Mâbeyn kısmında ise kadın yoktur. Bu daire, padişahın gündüz çalıştığı, görüştüğü kısımdır. Devlet başkanı ile hükûmetin ve akla gelen bütün ilgili şahısların münasebetleri­ni Mâbeyn düzenler. Mâbeyn-i Hümâyûn’un en büyük âmiri Mâbeyn Müşîri denen mareşaldir... Son defa bu gö­revde Abdülhamid Ferid Paşa bulunmuş, fakat bir yıl önce görevi nihayet bulmuş, Sultan Aziz yerine tayin yapmamış­tı. Yani darbe sırasında bu görev boştu. Mâbeyn Müşîri ol­madığı takdirde en büyük görevliler başmâbeynci ve sonra mâbeyn başkâtibidir; daha sonra ikinci mâbeynci ve ikinci mâbeyn kâtibi gelir. Bunlar çok yüksek görevlilerdir. Darbe sırasında Hâfız Mehmed Bey başmâbeynci ve Âtıf Bey, başkâtib idiler. Başkâtiblik, bugünkü cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğidir. Darbe gecesinde başmâbeynci ve başkâtib beyler Saray’da değillerdi. Evlerine gitmiş, uyuyorlardı... Bunlardan Âtıf Bey, padişaha çok bağlı, yüksek kültürlü bir adamdı. Hâfız Mehmed Bey hakkında sonra çok konuşul­muş, darbeci cuntaya mensup olduğu iddia edilmişse de, bu iddia delillendirilememiştir. Onun için Yıldız Mahkemesi’ne çıkarılmamış, bir ceza görmemiş, fakat kendisine dev­let görevi de verilmemiştir. Kendisini savunmak ve darbe ile ilgisi bulunmadığını anlatmak için Hakaaiku’l-Beyân fî Hakk-ı Cennet-Mekân Sultân Abdül-Azîz Hân diye de­ğerli bir eser yazmıştır. Yalnız Mehmed Bey’in, Avni Paşa’nın dostu olduğu muhakkaktır. Avni Paşa’nın dost edinmek için kendisiyle çok iyi geçinmeye dikkat ettiğini sanıyorum.3 Burada şunu hatırlamak lâzımdır: Mâbeyn Müşîri çok büyük bir adamdır ve nâzırlarla eşit sayılır; kendi da­iresinde oturur ve Saray’ın sadece yüksek politika, güven­lik ve protokol işlerine bakar. Başmâbeynci ise daha faaldir. Başmâbeyncinin haberi olmadan hiç kimsenin padişahla görüşmesi mümkün değildir.

            3 Manastırlı Hâfız Bey, Hüseyin Avni Paşa’nın kör âleti olduğu için İkinci Abdülhamid’ce mimlenmişti. Tahta çıkınca onu Antalya mutasarrıfı (Sancak=İl Vâlisi) tayin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı. Sonra asla İstanbul’a dönmesine izin vermedi. Fakat rızıkla oynamamayı prensip edindiği için kendisine Antalya’nın 50 kilometre kuzeyinde çok büyük Dağbucağı çiftliğini ihsan etti. O mevkie yakın zamana kadar “Hâfız Bey” denmiştir. Hâfız Bey, ancak 1908’de meşrutiyet ilanından sonra İstanbul’a dönebildi ve Sultan Hamid muhâlifi sayıldığı için kendisine Samsun mutasarrıflığı verildi. İşte Sultan Aziz Vak’ası üzerinden eserini bu sırada yazıp Sultan Aziz Vak’ası’nı, Sultan Hamid rejiminden ters biçimde yorumlayıp bu yorumlarını devletin resmî görüşü yapan İttihatçılar zamanında yayınladı. Bu bakımdan söylediklerinin değeri çok artmaktadır. 4 oğlundan büyükleri Semih ve Mustafa İzzettin Beyler, Antalya’da ilki 1902’den sonra, ikincisi babası hayatta iken 5.10.1898’de 28 yaşında öldü. 3. oğlu Burhaneddin Bey, Birinci Cihan Harbi’nde subay olarak şehit düştü. Küçük oğlu ise Bal Mahmud Bey(Mahmud Baler)’dir. Hâfız Mehmet Bey bâlâ rütbesinde idi. (orgenerale eşit mülkiye rütbesi)

            Binâenaleyh darbe gecesi Saray’ın Mâbeyn kısmında ikinci mâbeynci Fahri Bey nöbette idi. Fakat odasına çekil­miş uyuyor veyâ uyur gözüküyordu. Harem kısmında hiç­bir görevlinin Mâbeyn’e geçmesi veyâ bunun aksi mümkün değildi. Yâverler dairesinde herkes evine gitmiş veyâ saray­da uyumuştu; yalnız Yüzbaşı Hüsnü Efendi nöbette idi (Başyaver, Saray protokolünde başkâtib’ten sonra gelir). Sa­ray’ın önüne asker yığıldığını ve bunların muntazam saflar hâlinde dizildiklerini görünce Fahri Bey’i uyandırdı. İkinci Mâbeynci:

            - Saraydan çık, git bak, niçin gelmişler! diye emir verdi. Hüsnü Efendi saraydan çıkarken, elinde tabancası bulunan binbaşı üniforması giymiş Süleyman Paşa ile karşılaştı ve tabancası ile kılıcı alındı.

            İkinci Mâbeynci Fahri Bey, cuntaya dâhildi ve doğrudan Avni Paşa’dan emir alıyordu. Vak’anın birkaç dakika olsun geç duyulması için elinden geleni yaptı.

            Bundan sonra Süleyman Paşa, protokolde Mâbeyn Müşîrinden bile evvel gelen Dârüssaâde Ağası Cevher Ağa’yı çağırtıp onunla konuştu, yerinde anlatılmıştı. Bu sırada fev­kalâde şeyler olduğunu öğrenen Hâfız Mehmed Beyle Âtıf Bey de Beşiktaş’taki evlerinde acele giyinip gelmişler ve Sü­leyman Paşa’nın yanına erişmeye muvaffak olmuşlardı. Sü­leyman Paşa, kendisinden çok üstün rütbedeki dürüssaâde ağası ile saygı ile konuştu. Bu sırada gelen Müşîr Redif Pa­şa ise küstahça:

            - Abdülaziz Hân’a söyleyin, dedi; biraz daha ömür sür­mek isterse hemen Topkapı Sarayı’na nakletsin!

            Sonradan Redif Paşa ve başkalarının bu gibi akıl almaz küstahlıklarını öğrenen V. Murad:

            - Amcam hakkındaki bu hakareti asla kabûl etmem! Topkapı Sarayı’na gönderileceğini ise aklımdan geçirmez­dim, nâzırlar gönderdiler, şeklinde Osmanoğulları’nın şere­fini savunmak istemiştir.

            Sultan Abdülaziz giyinirken yanında Cevher Ağa, Hâfız Mehmed Bey, Âtıf Bey ve Fahri Bey de bulunmuştur... Bu sırada İkinci Hazinedar Ebrûnigâr Kalfa bunlara hitâb ede­rek:

            Hepinizin gözleri kör olsun, diye beddua etmiştir; bilirsiniz de ihbar etmediniz, cümleniz ihânet içindesiniz!..

            Kalfanın lakırdıyı uzatacağını anlayan Abdülaziz Hân:

            Sus kalfa, diye susturmuştur; artık böyle lakırdıların sırası geçti. Pelerinimi getirin. Oğullarım Yusuf’la Mahmud’u da çağırın!

            Süleyman Paşa’nın yazdığına göre, Abdülaziz Hân önce saraydan ayrılmamakta ısrar etmiştir. Bunun üzerine Hâfız Mehmed Bey, kötü şeyler olabileceğini ima ederek ve tatlı sözlerle hâkanı ikna etmiş, Sultan Aziz:

            Ne yapalım kader böyle imiş, el-hükmü l’illâh! demiştir.

            Kayıklara bindirilmeden önce bazı câriyelerin üstleri, Beşinci Murad’ın dârüssaâde ağası yapılan Süleyman Ağa tarafından aranmıştır. İşte bu sırada kayığa binilmek üzere iken rıhtımda ve çok şiddetli yağmur altında, Neş’erek Kadın-Efendi’nin şalı omuzlarından çekilip alınmış ve iade de edilmemiştir. Bunu yapan, en kuvvetli iddiaya göre Hüse­yin Avni Paşa’nın ikinci yâveri Yarbay Sâmi Bey’dir ki, dar­beden hemen sonra albay ve tümgeneral yapılan Sâmi Paşa’dır.

            Sultan Aziz geçerken, nefer ve subaylar askerce selamla­mışlar, pelerininin altındaki amcası Sultan Selim’den kalan palasını gördükleri halde istemeye cesaret edememişlerdir. Yağmur altında boğaz geçilirken herkes son derece ıslan­mış, bu suretle Topkapı Sarayı’na girmek üzere Sarayburnu’na çıkılmıştır... Burada arabalara bindirilerek saraya gö­türülmüşlerdir.

            Abdülaziz Hân, Topkapı Sarayı’nda

            Topkapı Sarayı’na nakil ve bilhassa Sultan Selim’in da­iresine yerleştirilmek parlak fikrinin Hüseyin Avni Paşa’ya âid olduğu çeşitli şahıslarca ifade edilmiştir ki, seraskerin manyaklığını gösteren kesin delillerden biridir. Midhat Pa­şa Topkapı Sarayı işini işitince hayret ettiğini, zira Abdüla­ziz Hân’ın kendi yaptırdığı Beylerbeyi Sarayı’nda oturtul­masını kararlaştırdıklarını, hattâ isterse Avrupa’ya gidip yaşayabilmesine de izin vereceklerini söylemiştir.

            Sultan Abdülaziz ve ailesi, Topkapı Sarayı’nda 3 gün kalmışlardır. Ertesi gün padişah, yeğeni Sultan Murad’a yu­karıda anılan mektubunu yazmıştır. Bu mektup aynı gün basına sızdırıldığı için; darbeci paşalar çok kızmışlardır. Zi­ra yerinde söylediğim gibi bu mektup, o zamanki edebî üs­lûbun Türkçe’de bir şaheseri olup, bir mantık ve ölçüyü bulma nümunesi idi. Üstelik mektupta; “Kendi elimle si­lâhlandırdığım asker beni bu hâle getirdi!” gibi çok mah­zurlu bir cümle vardı. Midhat Paşa köpürdü. Saray’ın kuşa­tılmasına katılan subaylar, kendilerine Abdülaziz Hân’ın şuuru bozulduğu için şeyhülislâm fetvası ile ve çaresizlik içinde tahttan indirileceğinin söylendiğini, şuuru bozuk adamın nasıl böyle mantık şaheseri bir mektup yazabildiğini Süleyman Paşa’ya sorup aralarında dedikoduya başladı­lar.

            Sultan Murad ertesi gün bir mektupla amcasına baş kâti­bi ünlü edip Sâdullah Bey’i (Paşa) göndermek istedi. Sâdullah Bey, affedilmesini yakardı. Bunun üzerine padişah bu görevi başmâbeyncisi Edhem Bey’e verdi, dedi ki:

            Bu tezkireyi sâbık hâkan hazretlerinin şâhâne eşiğine ilet! Mahsûsan mübârek ve şâhâne ellerinden öptüğümü arz et! Hiç teessüf buyurmasınlar. Topkapı Sarayı’na nakle­dildiklerinden kat’â haberim yoktur. Derhâl pâdişâh saray­larından bir münâsibine geçmeleri için emir vereceğim. Sonra bütün saray-ı hümâyûnlar kendilerinindir, hangisin­de ikaamet buyurmak isterlerse orası tahsîs olunacaktır... Başka ne türlü emirleri varsa yerine getirmekten zevk du­yarım!

            Görüldüğü gibi Sultan Murad amcasının tahttan indirilmesini istiyordu. Fakat asla inciltimesine taraftar değildi. Zira bu, artık Hanedan’ın başı kendisi olduğu için, Osmanoğullarının şerefine leke sürmek olurdu. Esasen babası Sultan Mecid gibi merhametli, şiddetli ve kan dökülmekten nefret eden bir mizaçta olduğu kesinlikle bilinmektedir… Ama annesi Şevk-Efzâ Kadın-Efendi, aynı fikirde değildi. Ama biraderi Sultan Aziz’in ve üvey kayınvâlidesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın her türlü azaba uğratılmalarını temenni ve teşvik ediyordu. Bu hususta Avni Paşa’nın insanî olmayan, kaplan ve develere ve fillere mahsus kinine güveniyordu. Çünki Nûri Paşa, Sultan Aziz’e âid mücevherleri, altınları, eşyayı, hattâ atları aşırmıştı. Padişah malına el uzatılmıştı. Hiç kimse tarafından binilemeyen, binilmesi saygısızlık sayılan ve “rikâb-ı şâhâneye mahsus” tabir edilen Sultan Aziz’in binek atları dahi iç edilmişti. Eh, Sultan Aziz bir daha güç bulursa Nûri Paşa’nın canını okuyacağından en küçük bir şüphe yoktu. Nitekim eninde sonunda öyle oldu. Yeri gelince anlatacağım…

            Sultan Aziz’e tazyik edilmesi hakkında Sultan Murad’ın muvafakatini almanın yolu yoktu. Zira bir padişah öldürülebilir fakat ona hakaret edilemezdi. Çünki bütün dünya Müslümanlar’ının ve Osmanlı tebeasının onun şahsında hakaret gördüğüne inanılırdı. Bayrağa hakaret edilmemesi gibi mukkaddesattân bir şey sayılırdı.1622 ihtilâlinde “Genç” denen İkinci Sultan Osman öldürülmeden önce hakaret gördüğü için koca imparatorluk 10 yıl alt üst olmuş, her eyâlette padişah intikamcıları türemiş, düzen bozulmuş, onbinlerce kişinin kanı akmıştı.

            Abdülaziz Hân’ın Ortaköy’e Nakli

            Başmâbeynci Edhem Bey, Topkapı Sarayı harem kısmında Üçüncü Selim Dairesi’ne geldi. Abdülaziz Hân’ın huzuruna çıktı. Sultan Murad’ın tezkiresini takdim ettikten sonra yeni padişahın amcasına söylenmesini emrettiği sözleri arz etti. Bunun üzerine Sultan Aziz:

            - Ortaköy’de Sultan-Efendilerin (Türk İmparatorluk Prensesleri) ikameti için yeni yaptırdığım Fer’iyye Sarayı’nın baştaki dairesi boş mudur? diye sordu.

            Edhem Bey boş olduğunu söyleyince:

            Öyle ise, orasını hemen hazır ediniz, bir vakit evvel oraya nakledeyim, burası (Topkapı Sarayı) yaşanacak gibi değil! Fakat yaz için Beylerbeyi Sarayı’nı isterim. Kışları Ortaköy’de oturacağım. Sözlerimi aynen Zât-ı Şâhâneye arz et!

            Edhem Bey, Dolmabahçe’ye gelip durumu anlatınca Sultan Murad, amcasının isteklerini yerine getirebilmek suretiyle onu biraz teselli edebileceği için sevindi:

            Emirleri baş üstüne! dedi; fakat hükûmete söylemeden ne Sultan Aziz’i nakledebilir ne de Ortaköy ve Beylerbeyi saraylarını tahsis edebilirim! Git hükûmet âzâsı nâzırlara söyle!

            Kendi saraylarını istediğine tahsis etmek kudretini taşımadığını bu suretle bizzat ifade eden Sultan Abdülmecid’in zavallı büyük oğlunun “hükûmet” ve “nâzırlar” dediği, âşikâr ki, Hüseyin Avni Paşa idi. O sırada Sadrâzam Rüşdü, Serasker Avni, Midhat, Kayserili Ahmed, Hâriciye Nâzırı Râşid Paşalar’la şeyhülislâm olacak mel’un, Dolmabahçe Sarayı’nın bir odasında, kimbilir ne gibi bir fesadı müzakere ediyorlardı? Başmâbeynci Bey, odalarına girip Zât-ı Şâhâne’nin emrini tebliğ etti:

            Sabık Hâkan’a her iki sarayın tahsisi ile bütün isteklerinin yerine getirilmesi ve her türlü ihtiyacının karşılanma­sı, Efendimizin irâde ve arzûy-i kat’î-i şâhâneleri cümlesindendir!

            Rüşdü Paşa, başmâbeynciyi savdıktan sonra arkadaşla­rına, Sultan Aziz’i Beylerbeyi Sarayı’na nakletmekte ve ora­da muhafaza etmekte zorluklar olduğunu söyledi. Diğer nâzırlar, bu fikre katıldılar. Başmâbeynciyi çağıran Rüşdü Paşa, Sultan Aziz’in Ortaköy Sarayı’na derhal nakledilece­ğini, fakat Beylerbeyi Sarayı’nın kendisine tahsisine şimdi­lik imkân bulunmadığını söyledi. Sultan Murad’ın huzuru­na giren başmâbeynci durumu anlattı... Padişah kıpkırmı­zı oldu. Çünki önce, Beylerbeyi Sarayı’nı amcasına söz vermişti. Sonra padişah saraylarını padişah istediğine tahsis ederdi ve bu, demokrasinin hüküm sürdüğü İngiltere’de bi­le hükûmet meselesi olamazdı. Nazırların sadrâzamla be­raber çağırılmasını, kendileriyle görüşeceğini bilirdi. Hâkan’ın iradesini iletince, Sadrâzam Rüşdü Paşa:

            Vallâhilazim çok yorgunuz. Şevketmeâb Efendimiz’in ayaklarını öperek şâhâne müsâadelerini istirhâm eyleriz, dedi!

            Kendi sarayında bulunan sadrâzam ve nazırların, bir pa­dişahla birkaç salon öteye gidip görüşmeyi reddetmeleri, Osmanlı ve belki dünya tarihinde emsali olmayan bir fiyasko idi. Sultan Murad durumu öğrendi. Aklı biraz daha kaydı.

            Avni Paşa, Dolmabahçe ve şimdi eski hâkana tahsis edi­lecek Ortaköy Fer’iyye saraylarının muhafazası ile Albay Ha­cı Râşid Bey’i görevlendirmişti. Darbenin ertesi günü mirlivâ (tümgeneral) ve az sonra ferik (korgeneral) olan Râşid Paşa, doğrudan doğruya cuntadan idi. Ona yardımcı olarak da yarbay rütbesi ile Binbaşı İzzet Bey, 5. Piyade Taburu ile beraber verilmişti... Deniz tarafında hâlâ Donanma ku­mandanı Amiral Ârif Paşa bulunuyordu.

            Abdülaziz Hân’a, Ortaköy’deki Fer’iyye Sarayı’nın harem kısmı, son tefrişat tamamlanarak hazırlandı. Harem kısmını selâmlık kısmından ayırmak için, aradaki kapı örüldü. Artık içeriden bu iki kısımdan birbirine geçmek imkânsız hâle geldi. Dışarıdan ayrı kapılar olduğu için, iki başka saray durumuna sokulmuştu. Selâmlık kısmına Yar­bay İzzet Bey, taburunun askerlerini yerleştirdi. Bu suretle kışla gibi kullanılan saray mahvoldu (Galatasaray’ın ilk kıs­mının olduğu binadır). Bir kısım asker de, sarayın karşısın­daki Fer’iyye Karakolu’na kondu. Bir dış kapı açılarak aske­rin rıhtıma kolayca çıkması sağlandı. Bir tek dış kapıdan başkaları çok muhkem şekilde iptal edildi. Bu suretle Sul­tan Aziz’in oturacağı binanın tek giriş ve çıkışı olacak ve as­ker arasından ve karakoldan görünmeden kimsenin girme­si ve çıkması imkânı kalmayacaktı. Gece tek kapı kapana­cak ve anahtarı karakoldaki kumandanda bulunacaktı. Gündüz saraya giriş ve çıkış için karakol kumandanından izin şarttı.

            Yarbay İzzet Bey, muavini Binbaşı Gürcü Necib Bey’e güveniyordu. Çünki cuntadan idi. Necib Bey, Sultan Murad’ın kardeşlerinden Şehzade Nureddin Efendi’nin kölesi iken Harbiye’de okutulmuştu. Darbeden sonra yüzbaşılık­tan -o zaman mecburî bir rütbe olan kolağası- kıdemli yüz­başı yapılmadan- binbaşı olmuş ve hünkâr yâveri kordon­ları da takınmıştı. Bu kordonlar kendisine saraylara kolay­ca girip çıkma imkânı sağlıyordu.

            Bu kadar tedbir, çok sıkı bir hapishâne düzeni idi. Yar­bay İzzet Bey’in âmiri cuntadan Mirlivâ Hacı Râşid Paşa, “Saraylar kumandanı” adıyla, hem Dolmabahçe, hem Fer’iyye saraylarının dışarıdan muhafaza, daha doğrusu mu­hasarasına me’mûr edilmişti. Çünki gerçekte, Sultan Murad da Sultan Aziz gibi, Avni Paşa’nın esiri idi. Avni Paşa ile Şevk-Efzâ Vâlide tarafından tazyik edilen Mâbeyn Müşîri Dâmad Nûri Paşa, bu Râşid Paşa denen herife, Sultan Aziz’i mümkün olabildiği kadar rahatsız etmesi için emir vermişlerdi. Bu hususu, Sultan Aziz’in son başkâtibi Âtıf Bey, hâtıralarında açık şekilde yazmaktadır.

            Şimdi eski hâkanın, Topkapı Sarayı’ndan Sarayburnu’nda kayığa bindirilerek Ortaköy’de Fer’iyye Sarayı’nın rıhtımına çıkarılmasını görelim.

            “Kan Ağlıyor Bütün Cihan!”

            Hüseyin Avni Paşa, eski hâkanı yeni yeni nasıl azaplara sokacağını hesaplarken, gözlerini indirip büyük millete bakmıyordu. Bakamıyordu, çünki gönül gözü kördü. Mil­letin ne düşündüğünden, ne hissettiğinden yalnız habersiz değil, tamamen alâkasızdı. Hâlbuki Sultan Aziz, Ortaköy’e nakledildiği demlerde, darbenin üzerinden üç gün geçmiş olup, telgraflar vasıtasıyla, Türk Devletinin bütün ülkele­rinde duyulmuştu ve cihan kan ağlıyordu... Türküler ya­kılmaya, mersiyeler söylenmeye başlamıştı:

            Seni tahtdan indirdiler

            Beş-çifteye bindirdiler

            Topkapı’ya gönderdiler

            Uyan Sultân Azîz uyan

            Kan ağlıyor bütün cihân4

            4 Türkünün notası yayımlanmıştır. Kerkük Türküleri arasında hâlâ okunduğunu folklorcularımız bana bildirdiler.

            Arab ülkelerinde de teessür büyük oldu. Sultan Aziz için söylenip bestelenen çok güzel Arapça bir mersiyeyi o devri yaşayan pek yaşlı bir hanımdan dinlemiştim. 1876 darbe­sinde 7 yaşında olan büyük müzikolog hocam merhum Dr. Subhi Ezgi, “İstanbul’da teessür o kadar büyük olmuştu ki, hâlâ hatırlıyorum; çocuk yaşıma rağmen unutmadım” de­mişti. Sultân Azîz’in dâmâdı vezîr ve nâzırlardan Dâmâd Şerîf Paşa bana aynı şeyleri söyledi. Sultan Aziz vak’ası sırasında Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın çocuk nedimelerinden ve 9 yaşında olan İkinci Abdülhamid’in eşi Ayşe Müşfika Dördüncü Kadın-Efendi’ye, vak’a sırasında Harem-i Hü­mâyûndaki bütün gelişmeleri anlattırmış ve not almıştım. Kadın-Efendi şöyle demişti:

            - Cennet-Mekân Abdülaziz Hân’ın annesinin nedimesi idim. Daha doğrusu ben ve kız kardeşim, figüran ve süs eş­yası idik. Çocuk olduğumuz halde mücevherlere boğulmuş vaziyette, bir haşmet unsuru olarak Vâlide-Sultan Efendimiz’in çevresinde dururduk. Bütün vazifemiz bu ve birkaç şeyi Vâlide-Sultan’a vermekten ibâretti. Bir yandan da Sa­ray’da hazinedar kalfalardan ders görürdük. Kuzey Kaf­kasya beylerinden Gazi Şehid Mahmud Bey’in kızıyım. Ba­bam Ruslar’a karşı şehid olunca, kızkardeşimle beraber, Pertevniyâl Vâlide Efendimiz bizi yanına almıştı. Sultan Aziz vak’asından dokuz buçuk yıl sonra Sultan Abdülhamid Hân Efendimiz’le evlendim ve Ayşe Sultan’ı doğur­dum. Halk kan ağlıyordu. Bilhassa Abdülaziz Hân Hazretleri’nin kendi parasıyla yaptırıp yaldızlatıp Avni Paşa’ya hediye ettiği ve çok güzel bir san’at eseri olan beş-çifte ma­kam kayığına bindirilmesi, halkın muhayyilesini tutuşturmuş, gönüllere ateş düşürmüştü. Söylediğiniz türküyü ha­tırlıyorum. Mersiyede geçen “beş çifte” lafzından da halkın bu işe ne kadar üzüldüğü anlaşılıyor. Avni Paşa, bu suretle hakanımızı tahkıyr etmek, küçük düşürmek, kendi kendini, kinini tatmin etmek istemişti. Fakat elde ettiği netice aksi oldu. Ne derecede keyiflendiğini bilemem, Zira bilebilmek için onun gibi ruh ve vicdan düzeni bozuk olmak lâzımdır. Fakat halk, serasker paşaya lânet etti. Avni Paşa, herkesi ap­tal sanırdı. En akıllı kendisi idi. Zira kelimenin bütün mâ­nalarıyla şevketlü bir hâkanın sırtını yere getirmiş, annesi Vâlide-Sultân efendimi yerlerde sürütmüştü. Onun için, halk bir şeyden anlamaz sanırdı. Halk içinde -asker olduğundan- kendisini sevenler varsa, onlar da kalmadı. Aptal sandığı halk, beş çifte hikâyesini aynı gün duydu ve seras­kerlerinin ruhen sapık bir adam olduğunu idrak etti...

            Sultan Aziz’le beraber bütün Topkapı Sarayı’na gönderi­lenler; annesi, eşleri, çocukları ve adamları, Ortaköy’de rıh­tıma çıkarılıp Fer’iyye Sarayı’na yerleştirildiler. İzzet Bey ve askerleri selâma durdular. Râşid Paşa ise, selâm durmamak için mahsus rıhtıma inmemiş, uzaktan gözlüyordu.

            Sultan Aziz, ertesi gün hava almak için Saray’ın bahçesi­ne indi. Yanında Sultan Murad’ın başmâbeyncisi Edhem Bey’le Sultan Aziz’in ikinci mâbeyncisi Fahri Bey vardı. Bu sırada bir binbaşı gelip selâm vermeden bahçede gezinme­nin yasak olduğunu söyledi. Yerlerin dibine geçen Edhem Bey, padişaha:

            Efendimizi bilemediler! dedi. Fakat bu hâdiseden son­ra Sultan Aziz bahçeye çıkmadı. Bu büyük alçaklığı yapa­nın, sırf hakaret etmek kasdiyle bu haltı ettiği açıktı. Bu adamın kim olduğu Yıldız Mahkemesi’nde araştırıldı. Pen­cereden olayı gören bir iki câriye, “Bir mülâzım (teğmen) idi” dedilerse de, uzaktan rütbe fark edemedikleri yahut rütbe işaretlerini bilemedikleri anlaşıldı. Çünki vak’aya en yakın şahit olan Edhem Bey, verdiği yazılı ifadede, bu suba­yın, kıdemli yüzbaşı iken vak’anın ertesi günü binbaşı olan Ali Bey olduğunu söyledi. Ali Bey, Sultan Aziz’in babası Sultan Mahmud’un adam ettiği ve birçok defa nâzır olan Müşîr Nâmık Paşa’nın oğlu idi. Yıldız Mahkemesi’nde ölüm cezasına mahkûm olacaktır, yerinde göreceğiz.

            Diğer bir vak’a, Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın bahçeye çıkmak isterken, yasak olduğunu söylemekle kalmayıp, 64 yaşındaki zavallı kadını göğsünden iten bir süngülü aske­rin meydana getirdiği olaydır. Sultan Mahmud’un eşi ve Türkler’in imparatoriçesi olan devlet düşkünü bir kadına yapılan bu muamele aslında cahil neferlere bu yolda emir veren Ali Bey, İzzet Bey, Râşid Paşa, Redif Paşa, Nûri Paşa, Avni Paşa’nın eseridir. Yıldız Mahkemesi sırasında bu nefe­rin kim olduğu tespit edilemedi.

            Edhem Bey, Ali Bey’in yaptığını Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya anlatınca, Rüşdü Paşa:

            - Münasebetsiz olmuş! dedi.

 

            B) Cinâyet

            Sultan Selim’in Palası Meselesi

            Bu kadar tedbir, bir şeyler hazırlandığını gösteriyordu. Bu hazırlığın da, imparatorluğun mutlak hâkimi durumu­na gelmiş ve tahta geçirdiği Beşinci Murad’ı kendi uşağını tayin edemez hâle getirmiş bulunan Hüseyin Avni Paşa’nın direktifi ile yapıldığı âşikârdı. Abdülaziz Hân’ın kaldığı Fer’iyye Sarayı’nın harem dairesinde kapılar örülmüş, se­lâmlık kısmı ile irtibat kesilmiş, dışarıya tek çıkış kapısı bı­rakılmıştı. Bu kapının anahtarları da cuntadan Binbaşı Gür­cü Necib Bey’de idi. Hüküm süren Hânedânın imparator­luk prensleri, prensesleri, kraliçeleri olan Sultan Aziz’in oğulları, kızları, eşleri hapisteydi. Değil saray dışına çık­maları -yukarıda anlatıldığı gibi- sarayın bahçelerinde ge­zinmeleri yasaktı. Bu yasak da açıkça bildirilecek yerde, Râşid Paşa’nın emriyle cuntadan Binbaşı Ali Bey’in Abdülaziz Hân’a ve adı tespit edilemeyen bir neferin de annesine ha­karetleri ile sağlanmıştı.

            Şimdi ortada çok mühim (!) bir mesele kalmıştı: Üçün­cü Selim’den kalma palanın Abdülaziz Hân’dan alınması… Bu palayı Sultan Aziz çok sever, yatağının başına asardı.

            Bu pala amcası Üçüncü Selim’e âiddi. Üçüncü Selim, 69 yıl önce tahttan indirilmiş ve 68 yıl önce öldürülmüştü. 1807 ve 1808’de geçen bu olaylar, Osmanlı tarihinde son ol­duğu, âdetâ Orta Çağ’a mahsus hâdiseler gibi anılarak, Tanzimat Türkiye’sinin övünme mevzuu idi.

            Bu pala, Sultan Aziz ve ailesinin yanındaki tek silâhtı, Dolmabahçe’den çıkan padişah, “sako” denen askerî pele­rin pardösüsünün altına saklamış, Topkapı Sarayı’ndan Fer’iyye’ye gelirken gene yanına almıştı. Ters bir şey yapar diye pala, bu gelip gitmeler sırasında Sultan Abdülaziz’den istenememişti ama şimdi Serasker Avni Paşa’nın kesin em­ri vardı: Bu tehlikeli (!) silâh, eski hâkandan alınacaktı.

            Pala meselesi, uzun uzun müzakere edildi. Sultan Aziz ters bir adamdı. Zâten kafası bozuktu. Acaba amcasının pa­lasını kendisinden isteyenin kellesini bir vuruşta uçurur muydu? Zâten bedenî kuvveti büyük bir pehlivan olarak tanınan hâkanın elinden bir kaza çıkması ve ön safta bulu­nanın kim vurduya gitmesi, cuntayı korkuttu. Râşid Paşa, İzzet Bey’e, ne şekilde olursa olsun palanın padişahtan alın­masını emretti.

            Haziran ki, Sultan Aziz’in Fer’iyye’ye naklinin ertesi gü­nüdür, Yarbay İzzet Bey, Abdülaziz Hân’ın hizmetinde bıra­kılan ve gerçekte cuntadan olan ve padişahı gözlemeye memûr bulunan ikinci mâbeynci Fahri Bey’i, sarayın önün­deki karakola çağırdı. Kendisinden çok yüksek rütbede bir devlet görevlisi olan Fahri Bey’e, Yıldız Mahkemesi’nde 10 sene kürek yemesine sebep olacak şu emri verdi:

            - Beyefendi, sâbık hâkandan yanındaki tarihî pala ile re­volveri alıp bana yollayınız. Vermezse zorla alınacaktır!

            Fahri Bey, eski hâkanın revolveri olmadığını, hiçbir zaman da yanında tabanca taşımadığını, palaya gelince, yal­varıp yakararak almaya çalışacağını söyledi. Tabanca mes’elesinin, bir şüphe ve ağız arama olduğu âşikârdır. Fahri Bey, İzzet Bey’e söz vermesine rağmen, palayı padi­şahtan istemeyi gözü kesmedi. Vâlide Pertevniyâl Sultan’ın huzuruna girip durumu anlattı ve ayrıca dört harem ağası, üç uşağın, Sultan Aziz ve ailesinin hizmetinde bulun­mak için içeriye kabûl edilmelerinin İzzet Bey tarafından kendisinden istendiğini söyledi. Vâlide-Sultan:

            Allah Allah, dedi; pala, Sultan Selim Cennet-mekândan kalma hatıradır. İstemeye ne hakları var? Arslanım muhtemelen vermez. Dört harem ağası gelsinler. Fakat üç uşak nasıl harem dairesinde vazife görür? Böyle bir şeyin emsali var mıdır? Üç erkeğin padişahın harem dairesine girdiği yüzlerce senede vaki midir? Böyle bir hizmete ihti­yacımız yoktur ve üç uşağı saraya kabûl etmem!

            Ancak palayı istemeyi Valide-Sultan’ın da gözü kesme­di. Diğer taraftan daha dün, süngülü bir neferin kendisini göğsünden itmesinin tesirinde idi. Askerin pala falan baha­nesiyle saraya girip tatsız şeyler olmasını istemiyordu. Oğ­lu Sultan Aziz’in yatak odasına girdi. Ondan habersiz ola­rak gizlice palayı alıp etekliğinin altına sakladı. Bir câriyeye verip Fahri Bey’e gönderdi. Fahri Bey, Saray’ın bir pencere­sine çıktı. Pencerenin altındaki süngülü nefere palayı uzat­tı. Yıldız Mahkemesi’nde Onbaşı Hasan olduğu anlaşılan nöbetçi; palayı, nöbetçi subayı Bursalı Yüzbaşı Ahmed Efendi’ye verdi. O da götürüp Yarbay İzzet Bey’e teslim et­ti... Bu olay 3 Haziran gecesi geçti. Sultan Abdülaziz, silâh­tan tecrid edilmişti...

            İzzet Bey, palayı götürüp kumandanı Tümgeneral Râşid Paşa’ya verdi. Râşid Paşa, böylesine mühim (!) bir hâdiseyi bildirmek için yıldırım sür’atiyle Ortaköy’den Beşiktaş’a geldi; Dolmabahçe Sarayı’na girdi. Mâbeyn mareşali Dâmad Nûri Paşa’nın huzuruna çıkıp pis bir neşe ile:

            Hele hamdolsun Müşîr Paşa Hazretleri, dedi; palayı al­dık!

            Nûri Paşa:

            İyi etmişsiniz, diye cevap verdi; hele kazasız belâsız alındığına sevindim. Çünki sâbık hâkan bir sert mizaçlı ki­şi olup ve silâhtan da anladığından palayı vermeden, kul­lanmaya kalkabilirdi(!)...

            Nûri Paşa, Yıldız Mahkemesi’ndeki ifâdesinde, palayı kendisine teslim ettiği zaman Râşid Paşa’nın sarhoş oldu­ğunu beyan etmiştir.

            Bu arada Fahri Bey’i tekrar karakola çağıran İzzet Bey, üç uşağın mutlaka saraya sokulmasını istedi. Fahri Bey:

            - Böyle bir şeyi sâbık hâkana söylemedim ve söyleye­mem, git kendin söyle! demişti.

            Katillerin Saraya Sokulması

            Sultan Abdülaziz’in Ortaköy Sarayı’nda kendisine uy­gulanan muamele karşısında şüpheye düştüğü, Yıldız Mahkemesi tarafından şahit olarak ifadeleri alınan annesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın, büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin ve başkalarının söyledikleri ile anlaşılmaktadır. Vâlide-Sultan’ın yazılı ifâdesine göre oğlu kendisine:

            - Bir memlekette iki padişah olmaz Vâlide, demiştir; be­ni tahttan indirmek elbette öldürmek içindir!

            Pertevniyâl Sultan:

            - Tanzimat’tan sonra böyle şey kaldı mı? Allah’a tevek­kül edin, hiçbir şey olmayacaktır! şeklinde cevap vermişse de Abdülaziz Hân:

            - Ne olacak görürsün! şeklinde ısrar etmiştir.

            Pertevniyâl Sultan’ın muvafakati üzerine Yarbay İzzet Bey, karakol binasına gelmiş bulunan dört hadım ağasını, Sultan Aziz’in bulunduğu Fer’iyye Sarayı’nın harem kısmı­na soktu. Bunlar Karabiber Reyhân Ağa, Nazîf Ağa, Râkım Nesîb Ağa ve Mercân Ağa idiler. Bunlardan sonuncusu, Yıldız Mahkemesi’nden önce ölmüş ve mahkemeye çıkarıla­mamıştır. Bu dört harem ağasıyla az aşağıda bahis konusu olacak üç uşağı İzzet Bey’e, saray yâverlerinden Nâmık Pa- şa’nın oğlu Binbaşı Ali Bey getirmiştir... Harem ağalarına, Sultan Aziz ve ailesinin dışarı ile olan bütün sözlü, yazılı, fi­ilî münasebetlerinin derhal ve gizlice İzzet Bey’e bildirilme si talimatı ve bazı çok gizli emirler verilmiştir.

            Bu ağaları, Sultan Murad’ın dârüssaâde ağası ve Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan’ın emrindeki Süleyman Ağa, diğer ha­rem ağaları arasından seçerek yollamıştı.

            Pertevniyâl Vâlide-Sultan tarafından bütün ısrarlara rağmen saraya sokulan üç uşağa gelince: Bunlar Pehlivan Süvâri Mustafa, Boyabatlı Hacı Mehmed ve Cezayirli Mus­tafa’dır. Bu üç kişi, Sultan Murad veliahd iken, onun Kurbağalıdere’deki köşkünde bahçe muhâfızı (korucu) idiler. Okuyup yazmaları yoktu. En eskileri olan ve “Cezayirli” denen, aslında Üsküdar doğumlu Mustafa, on dört yıl bo­yunca Kurbağalıdere Köşkü’nde koruculuk yapmıştı. Her üçünü de Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan seçerek, çok sevdiği (!) Sultan Abdülaziz’e gönderilmeden önce Mâbeyn mareşali Dâmad Nûri Paşa bunları kabûl etmiş, şunları söylemiştir:

            Sâbık Hâkan Hazretleri’nin hizmetlerinde size ihtiyaç vardır. Siz padişah efendimizin sadık adamlarısınız. Onun için Sultan Abdülaziz Hazretleri’nin hizmetine tayin olun­dunuz. Maaşınız ayda yüz altındır. Ayrıca otuz altın elbise ücreti alacaksınız. Üçünüzden Cezayirli Mustafa’yı diğer ikiniz dinleyecektir... Hiç kimse ile görüşmeyecek, Fer’iyye Sarayı Karakolu’nda yatacak, karakol kumandanı İzzet Bey ne emir verirse yerine getireceksiniz!

            Şimdi verilen bu emrin acayiblikleri üzerinde kısa bir tahlil yapalım:

            İlk bakışta bugünün okuyucusu, bir Mâbeyn Müşîri’nin bu emrindeki çarpıklıkları anlamayabilir. Çünki o devrin şartlarını bilmez. O devirde mareşal rütbesinde ve padişah damadı olan bir mâbeyn müşîrinin huzuruna girmek, fev­kalâde protokollü bir işti. Mâbeyn müşîrinin uşaklara tali­mat verdiği görülüp işitilmiş şeylerden değildi. Sadrâzam saraya gelse mâbeyn müşîrinin onu karşılaması âdet değildi, sadrâzamı ancak başmâbeynci karşılardı. Bugün bile üç er’in bir mareşalle şahsî görüşüp talimat alması, her halde olağan işlerden sayılmaz. Nerede kaldı ki en girift ve çetre­filli protokolün hüküm sürdüğü Osmanlı İmparatorluk Sarayı’nda böyle bir şey olağan olsun!

            Diğer bir çarpıklık, üç uşağa verilen maaşın miktarıdır. Osmanlı Sarayı’nda küçük hizmetliler bile iyi maaş alırlar, ayrıca bedava yer, içer, yatıp kalkarlardı. Fakat tayin edilen iki Mustafa ile bir Mehmed’in, Sultan Murad’ın hizmetinde iken maaşları; en kıdemlileri Cezayirli Mustafa’nın üç altın, diğerleri daha azdı. O zaman üç altınla, bugün 7,5 altınla ne yapılabiliyorsa o yapılabilirdi; para çok değerli ve satınalma gücü çok yüksekti. Aslında bir uşak, bahçıvan, korucu ayda pek üç altın alamazdı. Fakat Hânedân sarayında çalış­tıkları için bu yüksek meblağ kendilerine verilirdi.

            Şimdi bu adamların aylık maaşı üç altından yüz altına yükseltiliyordu. Bu meblağ o devirde, yüksek devlet memûrlarının maaşı idi. Bugün de öyledir. Birkaç misal: Sonradan sadrâzam olan Safvet Paşa, padişah olan ve fiilen tahtta bulunan Abdülmecid’in Fransızca hocalığına ayda 100 altın maaşla me’mûr olmuştu. Aynı zât, ayda ancak 20 altın maaşla, Osmanlı hükûmeti baştercümanlığına getiril­mişti. Sonradan sadrâzam olan Hayreddin Paşa, ferik (kor­general) olunca maaşı sadece 35 altına yükselmişti, mirliva (tümgeneral) iken maaşı 18 altından ibâretti. Sonradan sad­râzam olan Küçük Saîd Paşa, sadâret mektupçuluğuna (başbakanlık genel sekreteri) yükseldiği zaman 100 altın maaş verilmişti. Bu örnekler pek çok uzatılabilir.

            İkinci Abdülhamid bir yazısında şöyle demektedir:

            “Sul­tan Aziz’in yanına bırakılan Server Ağa adındaki harem ağası ise, zâten eskiden beri Hüseyin Avni Paşa’nın adamı idi. Bu Server, hazinedarlardan Ebrû-kemân, Arz-ı niyâz ve Ebrû-niyâz kalfalarla Avni Paşa’nın haberleşme, hattâ bu­luşmalarını temin ederdi. Bu üç hazinedar da, Sultan Abdüllaziz’in hizmeti için onunla beraber Fer’iyye Sarayı’na gön­derilmişti. Keza mâbeynci Fahri Bey de Avni Paşa’nın em­rinde bir mel’undu. Bu suretle padişahın etrafındaki hiz­metkârların mühim bir kısmı elde edilmişti.”

            4 Haziran Pazar Sabahı

            4 Haziran Pazar sabahı geldiğinde, Abdülaziz Hân, an­cak 48 saatten beri Ortaköy Fer’iyye Sarayı’nda idi (sonradan üçte biri Galatasaray’ın ilk kısmı olan bina). İki gününü Kurân-ı Kerîm okuyarak geçirmişti. O sabah Arz-ı Niyâz Kalfa’nın getirdiği kahvesini içmiş, sonra kahvaltı etmiş, tu­valetini yapmıştı. Sakalının bazı tüylerini kesmek için bir tırnak makası istemiş, makas gene aynı kalfa tarafından ge­tirilmişti... Bir hayli müddet padişah, bu tuvalet işleri için yalnız kalmıştı. Odanın kapısının önünden geçen Ebrû-Kemân Kalfa, odadan padişahın haykırdığını, garip ses ve gü­rültüler geldiğini duymuş, hazinedar kalfalar istedikleri gi­bi padişahın yatak odasına girebilecekleri halde nedense girmemiş, diğer hazinedar arkadaşları Arz-ı Niyâz ve Ebrû-Nigâr Kalfalar’a haber vermiştir. Bu üç hazinedarın yıllar­dan beri Hüseyin Avni Paşa için çalıştıkları, bütün kaynak­lar tarafından kabûl edilmiş olup, münakaşalı ve ihtilâflı ta­rihî konulardan değildir. Bu üç kalfa aralarında:

            Korktuğumuz başımıza geldi, ah neden makası ver­dik? şeklinde yüksek perdeden feryat ederek rol yapmaya başlamışlar, fakat başkalarına açtırmak için, Sultan Aziz’in kapısını açmaya gene yanaşmamışlardır.

            Nihayet Pertevniyâl Sultan ile Fahri Bey yetişmişler ve odaya girmişlerdir. Oda kapısının açılış zamanı kesin şekilde sabah 09.36 ola­rak tespit edilmişti. Şu manzara görülmüştür:

            Kilitli olduğu için omuzlanarak girilen kapı açılınca Abdülaziz Hân karşıdaki sedirin köşe minderi üzerinde sağ tarafına yatmış bulunuyordu. Her iki bileğinden çok mik­tarda kan akıyordu. Biraz ileride padişahın Kur’ân’ı, Yûsuf Sûresi açık olmak üzere göze çarpıyordu. Hâkan hayatta, fakat kendinden geçmek üzere idi. Annesini tanıdı. Kendi­sini kucaklamak isteyen Vâlide-Sultan’ın göğsüne bileğinden kanlar akan iki elini dayayarak “Allah” diye feryad et­ti. Sonra ne söylediği anlaşılamadı, çünki büyük gürültüler başlamıştı. Esasen hükümdar, hayatta olmakla beraber, kendinden geçmişti. Pertevniyâl Sultan’ın göğüs ve etekle­ri kanlara bulanmıştı. Fahri Bey odadan fırlayıp İzzet Bey’e haber vermiş, o da borazanları çaldırtarak alarm ilân etmiş­ti. Bunun üzerine sarayı deniz tarafından muhasara eden gemilerden birinde bulunan Donanma kumandanı Korami­ral Ârif Paşa, derhal rıhtıma çıkıp saraya girdi. Harem ağa­ları ve hazinedarlar yüksek sesle feryada başlayıp camları kırdıkları ve âdetâ mahsus sanılacak derecede lüzumsuz gürültü yaptıkları ve koşuşturdukları için, manzara bütü­nüyle karışmış ve netlik kaybolmuştu.

            Olayı beklemekte olan karşı sahildeki Hüseyin Avni Paşa’nın, meşhur beş-çifte’sine atlayıp olaydan sadece 10 da­kika sonra 09.46’da rıhtıma çıktığı, münakaşa mevzuu ol­mayan noktalardan biridir.

            Hüseyin Avni Paşa, Ârif Paşa’dan en çok 5 dakika sonra vak’a mahalline gelmiştir. Abdülaziz Hân’ın cesedinin ka­rakola taşınması hakkındaki emrin bu paşalardan biri tara­fından verildiğinde kaynaklar birleşiyorlar, fakat bazıları Avni, bazıları henüz o gelmeden Ârif Paşalar tarafından ve­rildiğini yazıyorlar. Ârif Paşa, Yıldız Mahkemesi’nden önce ölmüş ve idam cezasından kurtulmuştur. Onun için resmî sorgusu yapılamamıştır. Avni Paşa da mahkemeden çok evvel öldüğü için aynı durumdadır.

            Avni Paşa’dan birkaç dakika sonra Dolmabahçe Sarayı’ndaki makam odasından Mâbeyn-i Hümâyûn Müşîri Dâmad Nûri Paşa, vak’a mahalline gelmiştir... Sonra Sadrâ­zam Mütercim Rüşdü Paşa yetişti. Sonra Midhat Paşa ve ih­tiyar Müşîr Nâmık Paşa geldiler. Daha sonra birkaç nâzır geldi.

            Kapı kırılıp odaya girildiği zaman, Vâlide-Sultan ile Kadın-Efendiler de girmişler ve henüz hayatta olan hâkana sa­rılmışlardı. Bu durumda Ârif Paşa veyâ Avni Paşa, yahut Ârif Paşa’dan sonra hemen yetişen Avni Paşa ikisi beraber, sonradan “henüz eser-i hayât” bulunduğu itiraf edilen hâ­kanı, Fer’iyye karakol binasına taşıtmışlardır. Kadınlar oda­dan çıkarıldıktan sonra hâkan, askerler tarafından ceset muamelesine tabi tutularak saraydan çıkarılıp karakol bi­nasına getirilmiştir... Hâlbuki ertesi günkü resmî açıklama­da hâkanın “meyyit olarak” yani, kapı kırıldığı zaman öl­müş bulunarak taşındığı ilân edilmiştir. Bunun doğru ol­madığı bütün şehâdetlerin ittifakı ile anlaşılmıştır. Tek şa­hit, Abdülaziz Hân’ın oda kapısı kırıldığı zaman ölmüş ol­duğunu söyleyememiştir. Yalanlar serisi bununla başlamış ve yılan hikâyesi gibi uzayıp gitmiştir.

            Dâmad Nûri Paşa geldiği zaman Abdülaziz Hân’ı kara­kol binasında ve üstü örtülü, başucunda da Avni Paşa ola­rak görmüştür. Avni Paşa, Dâmad Paşa’ya:

            - Sultan Aziz vefat etti, demiştir; makasla kollarını kes­miş! Şimdi doktorlar gelecek, rapor alacağız. Padişahımız efendimiz (Sultan Murad) nereyi irâde buyururlarsa oraya hemen gömeceğiz, işi uzatmamak lâzımdır. Allah Efendimiz’e (Sultan Murad’a) ömürler versin!

            Sultan Aziz, karakol binasında kahve ocağının kar-şısın­da erlerin oturduğu minderlerin üzerine yatırılmıştır. Avni Paşa, pencerelerden birinin perdesini kendi eliyle koparta­rak eski hâkanın üzerine ayaktan saça kadar hiçbir yeri görünmeyecek şekilde örtmüştür. Az sonra nazırlar ve dok­torlar gelmiştir. Bu dakikalarda Abdülaziz Hân, son anları­nı yaşamaktadır ve az sonra ölmüştür.

            Ölüm Raporu

            Bu arada doktorlar birer ikişer gelmeye başlamışlardır. Avni Paşa, ilk gelen doktorlara, hâkanın sadece bileklerine bakıp gösterdiği makasla damarlarının açıldığına, ölümün bu suretle vuku bulduğuna dair hemen rapor yazmalarını istemiştir. Sonradan gelen doktorlara bu raporu imzalataca­ğını düşündüğü muhakkaktır. Cesedin bileklerini önce as­kerî doktorlardan meşhur Marko Paşa görmüştür. Tıbbiyye-i Askeriyye-i Şâhâne (Gülhâne) kumandanı olan Dr. Marko Paşa, Avni Paşa’nın dostu ve adamıdır. Esasen askerî tıbbi­ye, serasker olan Avni Paşa’nın emrinde bir fakültedir. Bu­nunla beraber şeytana külâhmı ters giydirecek zekâda olan ve bu işin burada bir raporla kapanmayacağını, çok gelişme­ler göstereceğini derhal tahmin eden Marko Paşa, raporu yazmak istememiş, sebebini soran Avni Paşa’ya:

            - Bir fiil-i cerh (yaralanma fiili) var, fakat bunun mer­hum tarafından yapıldığını gösterecek bir şey yok! diyerek paşasının intihar nazariyesini hemen hemen çok açık şekil­de reddedince Avni Paşa’da şafak atmış:

            - Tereddüde mahal yoktur, demiştir; fiil-i cerh, merhum hakanın kendisi tarafından ika edilmiştir. Daha hekimler de geleceklerdir. Sen şimdi hemen raporunu yaz, gelen hekim­ler imza etsin!

            Verilen emrin küstahlığı, bu küstahlığın altında yatan il­me ve gerçeğe saygısızlık, telâş ve endişe, gaddarlık ve ce­berut çok açıktır. Avni Paşa, bir hekime, hem de devrinin en tanınmış bir mütehassısına tıb bahsinde akıl öğretmektedir. Marko Paşa’nın Avni Paşa’ya taktik dersi vermek istemesi kadar garip, ilim ve mantık dışı bir şeydir. Marko Paşa’dan hemen sonra gene askerî doktorlardan Albay Ömer Bey gelmiştir. Avni Paşa, askerî doktor olmak bakımından doğ­rudan doğruya emrindeki bir adam olan Dr. Ömer Bey’e Marko Paşa’nın bilekleri gördüğünü, intihar raporu yazdı­ğını, raporu hemen imzalamasını emretmiştir. Bileklere bir göz atan Ömer Bey, elle temas etmeye lüzum görmeden, ra­poru imzalamayacağını söyleyince Avni Paşa son derece kı­zarak:

            - Edepsizlik ediyorsun, demiştir; derhal imzala!

            Dr. Ömer Bey, hiçbir baskı karşısında böyle bir raporu imzalamayacağını, cesedin muayenesinden de istinkâf etti­ğini söyleyince Avni Paşa, askerî doktorun önce sağ, sonra sol kolunu tutarak kolların uçlarındaki mîralay (albay) rüt­besinin sırmalarını sökmüştür. Bu, askerî törede, askerlik­ten tard edilme mânâsındadır. Artık sivil doktor olarak ka­rakolu terk ederken Ömer Paşa, bir şeyler söylemesin diye, ertesi gün Avni Paşa’nın emriyle tevkif edilerek yaka paça Libya’ya sürülmüştür (İkinci Abdülhamid tarafından aske­rî rütbesi iade edildikten sonra generalliğe yükseltilerek İkinci Ordu Sıhhiye Reîsliği ve Edirne Askerî Hastahânesi başhekimliğine getirilecektir).

            İşin fevkalâde ilgi çekici tarafı şudur: Avni Paşa, önce Marko Paşa, sonra Ömer Paşa ile konuşurken, başta Sadrâ­zam Rüşdü ve Midhat Paşalar olmak üzere, nâzırlardan haylisi aynı odada idiler. Hiçbiri tek kelime konuşmamaya ve karışmamaya -aralarında ittifak etmiş gibi- fevkalâde iti­na etmişlerdir. Bunun mânâsı, Avni Paşa’ya: “Yediğin haltı kendin temizle!” demekti. Şunu hatırlatmak gerekir ki, as­lında rapor yazdırmak ve ölen hâkana âid tahkikat işi ile se­raskerin hiçbir ilgisi yoktur. Bu, sadrâzam emir ve nezare­tinde, adliye nâzırı tarafından yaptırılması icab eden birşeydir. Ne sadrâzam, ne adliye nâzırı Safvet Paşa’nın ise tahkikat raporu işinde en küçük rolleri olmamıştır.

            Dr. Marko Paşa, Avni Paşa’nın komşusu idi. Onun da Kuzguncuk’ta bir köşkü vardı. Acele Fer’iyye’ye çağırıldığı zaman yanında Dr. Jacques Castro bulunuyordu. Onu da yanına alıp hususî sandalı ile karşıya Ortaköy’e geçmişti. Fer’iyye karakoluna geldiği sıralarda Dr. Karatodori Paşa da vâsıl olmuştu. Dr. Castro, Yıldız Mahkemesi’nde şahit ola­rak dinlenmiş, özetle şunları söylemiştir:

            - Ben cesedin bileklerine baktığım sırada hâkan henüz ölmüş, üzeri beyaz bir perde ile örtülmüştü.

            Sultan Aziz, Fer’iyye’den karakola, bir pencere perdesine konarak taşınmıştı. Sonra Avni Paşa, üzerini karakoldaki bir pencerenin perdesini kendi elleriyle kopararak örtmüş­tü. Doktorlar bir an cesedin yüzüne bakmışlar, yalnız kollar kendilerine gösterilmişti. Başka hiçbir tarafını göremedikle­ri cesette çok bol kan olduğu müşâhede ediliyordu. Esasen hâkanın yara aldığı Fer’iyye’deki odası kan içinde kalmıştı. Doktorlar bu sathî gözlemi yaparlarken nâzırlar da başlarındaydı. Bu arada sadâret mektupçusu (başbakanlık genel sekreteri) Memduh Bey (Dâhiliye Nâzırı Memduh Paşa) da oradaydı. Sonradan “Cennet-mekân’ın iki kollarının şir­yanları kesilmişti, gözleri kapatılmamıştı, mübarek gözleri­ni yukarıya dikmişlerdi, üzerlerinde sade bir beyaz keten gecelik vardı, sadece bu kadar müşâhede edebildim” de­miştir.

            Bu sırada Fer’iyye Sarayı’nda çok büyük teessür hüküm sürüyordu. Hânedândan birçok kişinin hekimi olan Dr. Castro, yanına bir doktor alarak, Abdülaziz Hân’ın büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin odasına gitmiş, kendisini teselli etmişti.

            İkinci Bir Ölüm Raporu

            Bu suretle Avni Paşa, 5 doktora bir rapor yazdırdı. Beş imzalı bu rapor, birkaç kelimeden ibarettir. Şöyle son bu­luyordu:

            “Cerihanın hafileri (yaranın kenarları) gayr-ı muntazam ve bâzı yerlerde memzuk bulundukları hase­biyle aldığımız habere göre âlet-i câriha makas olduğu ci­hetle musaddak bulunmuş olduğunu mübeyyin bu imzalarımızı koyuyoruz.”

            Bu ifadede doktorlar, makasın bu iki bilekteki yaraları açtığı hakkında oldukça açık şekilde şüphe belirtiyor, makasın cerh âleti olduğu hakkında ken­dilerine ifade edilmiş şehâdeti nakletmekle yetiniyorlar, yaraların durumu karşısında da derin tereddüt gösteri­yorlardı... Bu rapor, Sultan Aziz’in bu yaraları kendisinin açmış olamayacağı hakkında bir tıbbî delil ve vesika mahiyetindeydi (Yıldız Mahkemesi’nde de bu şekilde değerlendirilmiştir). Bu raporu Hüseyin Avni Paşa kabûl etme­di. İntihar raporu olmadığını söyledi. Nasıl bir rapor iste­diğini anlattı. Bunun üzerine bu rapor, yayınlanmamak üzere saklandı. Yeni ve çok imzalı bir raporun düzenlen­mesine geçildi.

            Yeni raporu 19 hekim hazırlıyordu. Hâlbuki bunlardan ancak bir kısmı cesedin sadece kollarını sathî şekilde göre­bilmişler, diğerleri ya uzaktan seyretmiş, ya hiç görmeden raporu imzalamışlardı. Birçok doktor, böyle adlî tıp raporu yazılamayacağını, cesedin etraflı ve bütünüyle incelenmesi icab edeceğini, salonda tek muhatabları olduğunu çoktan anladıkları seraskere söylediler. Avni Paşa o sırada karakol kapısının salona bakan iç tarafı önünde ve kılıcına dayan­mış vaziyette:

            Bu cenaze, dedi; Ahmed Ağa, Mehmed Ağa değildir bir padişahtır; her tarafını açıp size gösteremem!

            Bu suretle birkaç doktor, sathî şekilde bilekleri ince-ledi­ler. Cesedin tamamı örtü altında kaldı. Yeni raporu Tıbbi­ye müderrislerinden (profesör) Dr. Mervan Bey kaleme al­dı. Avni Paşa bu ikinci raporu da beğenmedi ve kabûl etme­di. Bu ikinci rapor derhal yırtıldığı için ne mealde olduğu hakkında bir şey bilmiyoruz. Fakat her halde intihar tezini destekler bir şey değildi ki, serasker paşa tarafından yırtılmıştır. Bunun üzerine ertesi günki gazetelerde yayınlanan üçüncü rapor kaleme alındı ki, 19 doktora imza ettirilmiş ve Abdülaziz Hân’ın ölümü için devletin resmî raporu sayıl­mıştır.

            Bu rapor, doktorların; Beşinci Sultan Murad’ın iradesi üzerinde “Sâbık Hâkan Abdülaziz Hân”ın vücudunu, kara­kol binasının alt katında üzeri örtülü olarak gördüklerini söylemekle başlamaktadır. Raporun, nâzırlar tarafından kendilerinden; padişahın ölüm sebebini öğrenmek için is­tendiğini söylemekte, ölüm sebebinin her iki kol damarları­nın açılıp kan kaybından olduğu kesin ifadeyle bildirilmek­te, kollardaki yaraların nasıl açıldığı hakkında, “bize bir makas gösterildi ve yaraların eski hâkan tarafından bu ma­kasla meydana getirildiği beyan edildi” denmektedir. Ra­por “bir intihâr vuku’a geldiği istidlâl olunuyor” gibi tah­minî bir cümleyle nihayetlenmektedir. Nâzırların ne şekil­de elde edildiğini yukarıda özetlediğim bu raporu alıp ba­sına verdikten sonra rahat nefes aldıklarını şâhitler nakledi­yorlar.

            Raporun aslı kelimesi kelimesine şöyledir:

            “Ber-muktezây-ı irâde-i seniyye-i Cenâb-ı Şehenşâhî, vükelây-ı fihâm hazarâtı tarafından verilen emr üzerine, 11 cumâde’l-ûlâ sene 93 ve 23 Mayıs 92 Pazar günü öğleden bir sâat evvel hudâvendigâr-ı sâbık Abdül-Azîz Hân’ın sebeb-i mevtini tahkıyk etmek için Çırağan Saray-ı Hümâyûnu ittisâlinde bulunan karakol-hâneye giderek, orada bizi alt katda bulunan bir odaya götürdüklerinde, yerde serili bir şilte üzerinde, üzeri cedîd bir bez ile örtülmüş bir cesed gördük. Örtüyü kaldırdığımızda hudâvendigâr-ı sabık Abdül-Azîz Hân’ın cesedi olduğunu tanıdık. Bi’l-muâyene, bi’l-cümle âzâsı soğuk, kansız ve soluk ve bâzı mahalleri dem-i mühassir ile mestûr olup, cesed ise henüz donmamışdı. Göz kapakları açıkça, karîn lâmiası hafifçe kesîf ve ağzı dahi biraz açık idi ve kolları ile ayaklarını setr eden bezler kan ile mülemmâ olup, kolundaki bezi kaldırdığı­mızda, sol kolunun büklümünden biraz aşağısında beş aşîr-i zirâ tûlünde, üç aşîr-i zirâ umkunda bir cerîha müşahede eyledik. İşbu cerihanın kenârları pürüzlü ve gayr-ı munta­zam olup, istikaameti ise yukarıdan aşağıya ve dâhilden hârice doğru idi. Mezkûr nâhiyenin evridesi kesilmiş ve şiryân-ı zendî, takriben hurûc eylediği noktada, çapının üç rub’u açılmış idi. Sağ kolunun büklüm mahallinde dahi, iki buçuk aşîr-i zirâ tûlünde kezâlik pürüzlü ve biraz münharif bir cerîha müşâhede eyledik. İşbu mahaldeki cerîha kü­çük çaplı evride üzerinde olup, şerâyin, sâlim idiler. On aşîr-i zirâ tûlünden ve ziyâde keskin, bir kolunun ucuna ya­kın yan tarafında ufak bir düğmesi bulunan bir mıkrâz irâe olundu. Mezkûr mıkrâz kanlı olup, hüdâvendigâr-ı sâbık’ın bâlâda zikr olunan cerihaları, bununla icrâ etmiş ol­duğunu, bizlere beyân etdiler. Bâ’de bizleri hudâvendigâr-ı merhûm’un ikâmetgâhı olan deniz tarafındaki büyük oda­ya götürdüler. Bu odanın, bir pencerenin kurbünde bulu­nan köşe minderi, üzeri kan ile göl kesilmiş ve hasırın üze­rinde dahi pıhtılaşmış vâfir mıkdâr kan bulunduğu, hasırın ötesinde berisinde dahi kan lekeleri müşâhede olunmuşdur. İşte sâlifü’z-zikr ahvâlden, cümlemiz müttehiden âtıyyi’z-zikr karârı verdik. Evvelâ: Hudâvendigâr-ı sâbık Abdü’l-Azîz Hân’ın vefâtına, kol büklümlerindeki ev’iyenin kat’ı ile hâsıl olan seyelân-ı dem sebeb olmuştur. Sâniyen: Bize irâe olunan âlet, cürûh-i mezkûreyi husûle getirebilir. Sâlisen: Cürûhun hey’et ve istikaametinden ve onları husû­le getirmiş olan âlet-i cârihadan bir intihâr, yâ’nî telef-i nefs vuku’a geldiği istidlal olunuyor... Binâenaleyh, Çırağan Saray-ı Hümâyûnu karakol-hânesinde yapmış olduğumuz işbu mazbata-i âcizânemiz, imzâ ve takdîm kılındı.”

            Sonra 19 hekimin imzası vardır. İlk imza “Dr. Marko”, son imza “Dr. Mehmed” şeklindedir.

            Rapordan anlaşıldığına göre, cesedin görülmesine saat 11.00’de başlanmıştır. Yani Abdülaziz Hân’ın oda kapısının kırılmasından 1 saat, 24 dakika sonra. Bu suretle cesette ha­yat eseri olmadığı, fakat ölüm katılaşmasının da henüz baş­lamadığı anlaşılıyor.

            Ceset gösterildikten sonra doktorlar, Sultan Aziz’in bu­lunduğu saray odasına çıkarılmışlardır. Orada bulunan Binbaşı Nâmık Paşa-zâde Ali Bey, doktorları görür görmez heyecanından:

            - Ben yapmadım! diye bağırmıştır.

            Doktorları odaya ge­tiren seraskerlik başyâveri Tümgeneral Mustafa Paşa ise, Ali Bey’e:

            - Behey budala, sana kim diyor ki “sen yaptın!” şeklin­de bağırmıştır.

            Olayın, Sultan Murad’a Bildirilmesi

            Olayı öğrenen Sultan Murad’ın, artık bu şoka da dayanamayarak dengesini kaybettiğinde ittifak edilmektedir. Olayı padişaha, eniştesi Dâmad Nûri Paşa bildirince Sultan Murad:

            - Hemen durma git! demiştir, git ve Allah aşkına amcamın tedavisine pek çok dikkat olunsun! Aman bir şey olmasın! Umum millet bunu benden bilir! Bu yükün altından kalkamam!

            Heyecan ânında söylenmiş olan bu sözlerin tamamen samimî olduğu muhakkaktır. Rapor alındıktan sonra Dolmabahçe’ye dönen Nûri Paşa, Sultan Murad’a arz-ı tâziyette bulunarak, amcasının kurtulamadığını bildirmiştir. Na­zırların derhal gömülmesini istediklerini söyleyerek nereye gömüleceğini sormuştur. Sultan Murad; amcasının, babası İkinci Sultan Mahmud Hân’ın yanına, Cağaloğlu’ndaki Türbe’ye gömülmesini irâde etmiş ve fenalaştığı için, göz­den biraz daha uzak bulunsun diye o akşam Dolmabahçe Sarayı’ndan Yıldız Sarayı’na götürülmüştür.

            Abdülaziz Hân’ın ölümü olayında Sultan Murad’ın ha­beri ve hiçbir rolü yoktur. Ancak annesi Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan’ın haberi ve rolü olduğu kesindir. Osmanlı İmpara­torluğu protokolünde padişahtan sonra ve veliahdden ev­vel ikinci şahıs olan Vâlide-Sultan’ın, oğlunu atlayarak, fa­kat oğlunun sırtına kaldıramayacağı yükler yükleyerek bu işe karıştığı bugün kesin şekilde bilinmektedir. Denebilir ki, bu büyük ve dörtbaşı mamur trajedide Hüseyin Avni Paşa’dan sonra en kindar ve muhteris şahsiyet, Şevk-Efzâ Sul­tan’dır. İkisinin aynı yaşta bulunmaları bir garip tesadüftür. Vâlide-Sultan 12 Aralık 1820, Paşa ise 1821 başı doğumlu­dur.

            Dâmad Nûri Paşa’nın Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgu­sundaki ifâdesinde şu sözler yer almaktadır:

            Sultan Murad, amcasının ölümü haberini alınca önce istifrağ etti (kustu), sonra baygınlık geçirdi. Mâbeynci Seyyid Bey ayıltmaya çalışıyordu. Fakat sözlerinde ve bakışla­rındaki teşevvüş (kargaşa) görüldüğü için o akşam Dolmabahçe’de kalması mahzurlu görüldü, (herkesin gözünden uzaklaştırmak için) Yıldız kasr-ı hümâyûnu’na nakledildi. Sanıyorum Sultan Murad’a çok tesir eden bir husus; Marko Paşa’nın hâdisenin intihar olmadığını ima ederek raporu imza etmemesi, sonra Avni Paşa ve diğer nâzırların zoruy­la imzaladığını öğrenmesi oldu. Bunun ne demek olduğu­nu Sultan Murad hemen kavradı. Çok büyük bir tarihî ve­bal altına gireceği endişesindeydi. Çünki bizde halk, iyilik ve kötülük, ne olursa olsun, hep padişahtan bilmeye alışmıştır; padişahın haberi olmadan bir şey vuku bulacağını tasavvur etmez.

            Diğer taraftan, henüz birkaç günlük padi­şah olduğu halde Sultan Murad, başta Avni Paşa olmak üzere; onunla beraber hareket eden Rüşdü, Midhat, Kayse­rili Ahmed, Dâmad Mahmud Paşalar’la Hayrullah Efendi’nin mütegallibâne muamelesinden yaka silkmişti. Hattâ saltanattan ferâgat edeceğini, böyle hükümdarlık olmaya­cağını söylediği ve bu sözü, yukarıda isimleri söylenenlerce duyuldu. Bu Paşalar’ın, tahta Sultan Murad’dan başkasının geçmemesi için tedbir aldıkları muhakkaktır. En büyük korkuları Abdülaziz Hân’ın tahta dönmesi idi. Olmaz şey değildi. Zira Osmanlı tarihinde birden fazla emsali vardır. Diğer taraftan Sultan Murad’ın davranışlarında gayrı tabi­îlik de artık göze batar ve saklanamaz dereceye gelmişti, üs­telik gittikçe artıyordu.

            Abdülaziz Hân’ın Cenaze Töreni

            Hükûmet, Abdülaziz Hân’ın teçhiz ve tekfin edilerek Cağaloğlu’nda babasının türbesine götürülmesini kararlaş­tırdı. Fakat bunu öğrenen Sultan Murad, derhal Başmâbeynci Edhem Bey’i, Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’ya gönderdi. Padişah cenâzelerinin daima Topkapı Sarayı’nda hazırlandığını, oradan kaldırılarak nereye gömülecekse gö­türüldüğünü, bu işin Fer’iyye’de yapılmasını kesin şekilde yasakladığını, aksi takdirde Sultan Aziz’e padişah muame­lesi yapmamakla da itham edileceğini bildirdi. Nâzırlar, da­ha doğrusu nâzırlardan cuntayı teşkil eden birkaç şahıs, çaresîz razı oldu.

            Cenâze, karakol odasından alındı. Saray rıhtımından çatanaya konuldu. Topkapı Sarayı’nda, Sarayburnu üzerinde Yalı Köşkü’nün rıhtımına çıkarıldı. Cenâze, karakolda yatırıldığı pis şiltenin üzerindeydi. Üstü beyaz bir perde, onun üzeri de siyah bir şalla örtülmüştü. Halbuki bu iş için lâzım olan örtüler, az ötedeki saraydan kolayca temin edilebilirdi. Fakat işe Hânedan ve mensuplarından kimse karıştırılmadı. Cunta, cenâzeyi bir an önce başından atmak istiyordu. Topkapı Sarayı’ndan Enderun ağaları geldiler. Sedye gibi bir şey bulunamadı. Eski sökülmüş kapı kanadının üzerine konarak cenâze ağalarca taşındı… Fakat kapı kanadı dar geldi. Şilte iki taraftan taşıyordu. Üstelik cenazenin üzeri tamamen örtülü olduğu için başının ve ayaklarının hangi tarafa isabet ettiği fark edilemedi. Onun için taşıma sırasında ne tarafından tutulduğu bilinemedi ve dinî usulle taşınamadı. Sonradan cenâzeyi taşıyanlardan Safranbolulu Mehmed Ağa dayanamadı, örtünün sökük tarafını kaldırıp baktı. Başın ön tarafta olduğu, yâni cenazenin doğru tutulduğu anlaşıldı. Başlarında cuntacı subaylar olduğu için bu işleri çok iyi bildikleri halde Enderun ağalarının elleri ayaklarına dolaşmıştı.

            Padişahların nerde ölürlerse ölsünler Topkapı Sarayı’nda hazırlandığını bütün halk bilirdi. Nâzırların bilmemesine imkân yoktu. Nitekim son padişahlar, 1839’da ölen İkinci Mahmud (ki Sultan Aziz’in babasıdır) ve 1861’de ölen Abdülmecid (ki Sultan Aziz’in ağabeyidir), Topkapı dışında vefat ettikleri halde, Topkapı Sarayı’na getirilmişlerdi. Nâzırların, cenâze’nin Fer’iyyede hazırlanmasını istemelerinin sebepleri, Sultan Aziz’e gayzları ve bu işten bir an önce kurtulup rahat nefes almak ihtiyaçlarıdır.

            Cenâzeyi, Sultanahmed Camii vâiz ve başimâmı Ömer Efendi yıkadı. Ona Ayasofya hatibi Hâfız Mustafa Âsım Efendi yardım etti. Ömer Efendi’nin Yıldız Mahkemesi’ndeki mühim şehâdetini aşağıda göreceğiz. Zira cenâzeyi bütün ve çıplak şekilde yakından gören tek kişidir. Hiçbir doktara bu izin verilmemiş, sadece kollar gösterilmişti. Sonradan nâzırların Fer’iyyede cenazenin hazılanmasını, cesedin herhangi bir imâm tarafından görülmemesi için istedikleri söylenecektir.

            Padişahın cenâzesi üzerinden çıkarılan giyecek ve çamaşırlarla üzerine örtülen beyaz patiska perdeler, bir araya toplanarak, âdet olduğu üzere, Topkapı Sarayı Hazîne Dairesi’ne gönderildi. Yıldız Mahkemesi’nde bunlar getirtilip teşhir edildikten sonra gene oraya iade edilmiştir, bugün de Topkapı Sarayı Müzesindedir.

            Cenâze, Topkapı Sarayı’ndan, kısa mesafe olan Cağaloğlu’na getirildi. Aynı günün akşamı olmuştu. Divanyolu’nda kısaca Türbe denen babası Sultan Mahmud’un türbesine, onun yanına, gömüldü. Merâsimde Sadrâzam ve nâzırların çoğu bulundu. Padişahın şehzâdelerinin katılmasına izin verilmedi. Halktan katılanlar az oldu. Bunun sebebi, halktan katılanların Serasker Paşa’nın gazabı ile felakete uğratılacakları inanışı idi. Bu yanlış inanış, sonraki yıllarda da Türk milletinin başına epey felâket getirecektir.

            Ölümünün Şer’î Îlâm ile İlân Edilmesi

            Ama ölen adam aynı zamanda yeryüzündeki bütün Müslümanlar’ın başı, Peygamberimizin meşru halefi ve halifesi, Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi (Zıll’Ullâhi fi’l-Ard), Emîrü’l-Mü’minîn idi. Şerîat hükümlerine göre bir “îlâm” çıkarılması lazımdı. Bu da “Bâb-ı Meşîhat” denen şeyhülislamlık makamının görevi idi.

            Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, bu işle Müsteşar Muavini Hüseyin Hüsnü Efendi’yi görevlendirdi ve onun yanına îlâm-ı şer’iyye mümeyyizi Hacı Tevfik Efendi’yi verdi. Tevfik Efendi, Fer’iyye Sarayı’na durumu delilleriyle tespit edip îlamı kaleme almak için gittiler. Ancak cenaze Fer’iyye’den çı­karılmış bulunuyordu. İki efendi karşılarında Askerî Mek­tepler Kumandanı Ferik Süleyman Paşa ile Saraylar Muhafızı Mirliva Hacı Râşid Paşa’yı, yani cuntanın iki eylemci subayını buldular. Süleyman Paşa, cuntadan olan eski ikin­ci mâbeynci Fahri Bey’i çağırtarak Efendilerle görüştürdü. Efendiler, onun ifâdesini aldıktan sonra, diğer şahitleri din­leyeceklerini söylemeleri üzerine Süleyman Paşa:

            - Diğer şahitler de aynı şeyleri söyleyeceklerdir, dedi. Fahri Bey’in şehâdeti ile iktifa edip îlâm-ı şer’iyye’yi kaleme almamız, Şeyhülislâm Efendi Hazretleri’nin emirleridir!

            Diğer şahitlerle görüşdürülmeyeceklerini anlayan Hüs­nü ve Tevfik Efendiler îlâmı yazdılar, ilâmda, “bizzât kendi kendini öldürdü!” cümlesi de yer alıyordu. Bu cümle ertesi gün basında 19 doktorun raporu ile beraber yayınlanınca kıyamet koptu. Zira raporda asla böyle bir şey olmadığı halde ilâmda, “Doktor raporunda yazıldığı üzere kendi kendini öldürdü” denmesi, Efendilerin üstelik doktor rapo­runu da görmediklerini, sadece Fahri Bey’in ifade ve iddi­asını îlâm olarak kaleme aldıklarını gösteriyordu. İşin bu derecesi zâten kâfi fiyasko idi. Fakat Yıldız Mahkemesi ha­zırlık sorgusunda, meselenin beter olduğu ortaya çıktı. Savcı, hazırlık sorgusunda, iki efendiye şu suali tevcih etti:

            - Doktor raporunda, şehid padişah hazretlerinin (Sultan Aziz’in) tırnak makası ile bizzât nefsini telef ettiği meselesi ne izah, ne tasrih edilmemiştir! Ancak yaraların gösterilen tırnak makası ile açılmış olabileceği, başkasından işitme rivayet olarak hikâye edilmiştir. Rapor bu mealde iken siz şer’î îlâmda neye dayanarak, “Cennet-Mekân Hâkan Hazretleri’nin bizzât telef-i nefs ettiklerini verilen rapor te’yîd eylemiştir” diye yazdınız?

            Savcının bu sorusuna gerek Hüsnü, gerek Tevfik Efendi­ler ayrı ayrı dinlendikleri halde, aşağı yukarı şu aynı ceva­bı verdiler:

            - Şer’î îlâmı biz yazmadık!

            - Ya kim yazdı?

            - Bizim yazdığımız şer’î îlâmı o gece Kuruçeşme’deki yalısında Şeyhülislâm Hayrullah Efendi okudu ve beğen­medi. Kendi istediği gibi değiştirdi. Gazetelere verilen îlâm meâli şeyhülislâm efendinin kaleminden çıkmıştır!

            Mâbeynci Fahri Bey’in Yıldız Mahkemesi’ndeki ifâdesi:

            Bab-ı Meşihat’ten iki efendi geldiler. Kendileriyle kara­kolda görüştük. Görüşmemiz yarım saatle üç çeyrek saat arası kadar sürdü. Akşama kadar askerler beni Fer’iyye Sarayı’na dönmem için bırakmadılar. Akşama doğru bir sor­gu hâkimi gelerek Efendilerin aldığı ifadeyi bana imzalattı. Akşam olunca beni bıraktılar, saraya döndüm.

            Abdülaziz Hân’ın Ölümü Olayının Tahlil ve Münakaşası

            Şimdi, ölüm olayının detaylarına inmek ve bu detayların münakaşasını yapmak zamanı gelmiştir. Bütün vesikaları ve şahitleri ortada, üstelik birkaç yıl sonra Yıldız Mahkeme­sinde didik didik edilen bir olayın münakaşayı mucip ta­rafları olmamak icab ettiği düşünülürse de, gerçek böyle değildir. Zira bu tip olayların derinliklerinde, akıl almaz hakikatler ve entrikalar yatmaktadır. Herhalde adâlet sistemi, 1876 Osmanlı adâlet sisteminden geri olmayan çağdaş Bir­leşik Amerika’da Kennedy Kardeşlerin öldürülmelerinin gerçekleri üzerinde hâlâ münakaşa edilmektedir. Hâlâ detaylar üzerinde anlaşılamamaktadır. Hâlâ kimlerin ve han­gi mihrakların “vur!” emrini verdiği, hattâ kimlerin vurdu­ğu üzerinde tartışılmaktadır.

            Sultan Aziz olayı, Kennedy Kardeşler olayından daha karmaşıktır. Zira her ikisinde de politikanın en çirkef taraf­ları vardır ama devlet, Birleşik Amerika’da tarafsızdır. Dev­letin, adlî deliller üzerinde bir görüşü yoktur. Böyle bir gö­rüş farz-ı muhâl olsaydı bile bunu kime zorla kabûl ettire­bilirdi? Sultan Aziz vak’asında ise bunun aksidir. Osmanlı Devleti’nin bu vak’a üzerine birbirine zıt iki görüşü vardır:

            - Sultan Aziz intihar etmiştir: 1876-1881 arasında ve 1908’den günümüze kadar resmî görüşdür.

            - Sultan Aziz öldürülmüştür: 1881-1908 arasında resmî görüştür.

            Tabii her iki devrede de aksi kanaatte olanlar vardır. Fa­kat aksi kanaatte olanlar, rejime muhalif, hattâ vatan haini muamelesi görmüş, zarara uğratılmışlardır.

            Her iki görüş, birbirinin zıddı olmakla kalmaz, birbiri­nin can düşmanıdır. Tarih gerçeklerine ambargo konulma­sı, şüphesiz totaliter rejimlere mahsustur. Totaliter rejimler­de ise tabu şahsiyetler vardır. Onların aleyhine bir şey söy­lenip yazılamaz. Gene bunun tersi, tabu şahsiyetler vardır. Onların lehine bir şey söylenip yazılamaz.

            Bugün milyarlarca insanın yaşadığı ülkelerin çoğunda değil, ancak azında gerçekler ifade edilebilmektedir. En de­mokratik ülkelerde bile gerçeklerin çarpıtılmak merakı hâ­lâ geçerlidir. Meselâ fikir hürriyetinin şüphesiz birinci oldu­ğu ülke İngiltere’de, Napoléon’un lehine bir tarih kitabı, bir edebî eser, bir san’at mahsulü, -benim bildiğim kadarıyla- henüz mevcut değildir. Hâlbuki Napoléon, pek çok dehâ dolu cephesi bir yana, bütün Hıristiyanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük askerdir. İngiltere’de iş böyle olursa, fikir hürriyetinin, tarih vicdanının, tarafsız adaletin, demokrasi­nin bütün güzel ilkelerinin yerleşemediği, tamamen oluşamadığı ülkelerde ve toplumlarda nasıl olabileceği, mantık yoluyla bile kolayca fark edilebilir.

            Bununla beraber insanlık, gerçekleri söyleyen, kudretle söyleyebilen liderler, fikir ve san’at adamları ile ilerlemiştir. Aksi tabiatta olanlar, içinde bulundukları ve beşer camiası­nın bir parçası olan toplumları sadece geriletmişlerdir. Sul­tan Aziz vak’asında da, bir asırdan beri, en büyük Türk ta­rihçi ve yazarları daima gerçeği yazmışlar, hiçbir zaman resmî görüşe, devlet baskısına aldırmamışlardır. Bu husus, Türk fikir hayatına şeref verir.

            Sultan Aziz vak’asında gerçeğe kesin şekilde yaklaşılamamasının iki kompleksi şudur:

            - Olay, bir ölümün aydınlatılması şeklinden çıkartıla­rak, İkinci Abdülhamid-Midhat Paşa mücâdelesi ve bu iki kişinin şahsiyetleri üzerinde münakaşa zeminine çekilmiş­tir.

            - Bizzat cuntanın başı Hüseyin Avni Paşa’nın ifâdesine göre, asker ve sivil sadece “63 kişi”den ibaret bir cunta ta­rafından yapılan darbe, Türk Ordusu’na mâl edilmek isten­miştir. O sırada Türk Kara Kuvvetleri’nin 7 ordu ile birta­kım bağımsız tümenlerden kurulduğu, hâlbuki darbeye İs­tanbul’da merkezlenen Birinci Ordu’nun bile katılmadığı, yukarıdan beri anlatılanlarla ortadadır.

            Şu zarurî girişten sonra şimdi ölüm olayının detayına inebiliriz.

            Yukarıda nakledilen resmî ölüm raporuna, daha ilân edildiği gün tek kişi inanmamıştır. Umûmî kanaat, Sultan Abdülaziz Hân’ın şehîd edildiği merkezinde idi. Yıldız Mahkemesi neticelerine ve bütün delillere göre olay şu şe­kilde geçmiştir:

            Sultan Aziz Nasıl Öldü?

            Olay sabahı, geceyi karakol binasında erlerle beraber ge­çirdiklerini gördüğümüz üç bahçıvan Cezayirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Fahri Bey tarafından saraya sokul­muştur. Bunlarla beraber Binbaşı Necib ve Binbaşı Ali Bey­ler de gelmiştir. Cem’an bu 6 kişi, sessizce Sultan Aziz’in odası önüne gelmişlerdir. Odanın kapısında harem ağaları Reyhan ve Râkım Ağalar nöbet tutuyorlardı. Bunlar odaya kimseyi sokmamak üzere kapı önünde nöbetçi bırakılmış, 6 kişi birden padişahın odasına girmiştir. Sultan Aziz, hiçbir fâninin kendisine tecavüz ve taarruz edebileceğine inanma­dığı için bir an şaşalamış, bundan faydalanan 6 kaatil, hü­cuma geçmişlerdir. Sedirde oturan padişahın bir dizine Cezayirli Mustafa, diğerine Boyabadlı Mehmed oturmuşlar… Fahri Bey, padişahın iki kolunu arkaya çekerek kollarıyla sarmış, Yozgatlı Mustafa ise elindeki çakı ile Sultan Aziz’in önce sol, sonra sağ kolunun damarlarını kesmiştir. Bu sıra­da Necib ve Ali Beyler, yalın kılıç, oda kapısının iç tarafın­da bulunmuşlardır. Sultan Aziz şaşkınlıktan bir “Aman Al­lahım!” demiş, sonra kan kaybıyla kendinden geçmeye başlamıştır. Kaatiller odada 5 dakikadan az kalmışlar, sonra dördü, sofadan geçerek ana kapıdan karakola kaçmış, Ce­zayirli Mustafa odanın penceresinden bahçeye atlamış, Fahri Bey’le iki harem ağası ise saraydaki odalarına dağıl­mışlardır. Bu iş biter bitmez, yerinde anlatıldığı gibi, cunta­ya mensup üç hazinedar kalfa feryada başlamışlardır.

            Yukarıdaki paragrafta özetlenen durumun bütün detay­ları ve delilleri, aşağıda teker teker gözden geçirilecektir.

            Beşinci hazinedar meşhur Arz-ı Niyâz Kalfa, padişahın intihar ettiğine şehâdet etmiştir. Yıllardan beri Avni Paşa ile münasebetleri kesin şekilde bilinen bu rütbeli câriyeden başka, intiharı gözüyle gördüğünü iddia edebilen babayiğit çıkmamıştır.

            Meseleye tarihî bir olay değil de, siyâsî bir durum ola­rak o derece angaje olunmuştur ki, Osmanoğulları bile ko­nuda birleşememişlerdir. Sultan Murad’ın çocukları ve to­runları, intihar tezini desteklemişlerdir. Hânedânın diğer bütün Mecid ve Aziz dalları ise, kesin şekilde padişahın katledildiğine kanidirler. Olay sırasında en yaşlı şehzâde olan İkinci Abdülhamid’in bu husustaki kanaati kesindir. Sultan Aziz’in oğullarından, 1944’te Paris’te ölen son halife İkinci Abdülmecid’in, babasının intihar ettiğini söylediğini veyâ yazdığını duyduğu hiç kimsenin elini sıkıp konuşma­dığı meşhurdur. Sultan Hamid devrinde cinayete inanıp da sonra İttihatçılardan korkularından intihara inanmış gibi görünen birkaç Osmanoğlu bile vardır. Hâsılı bu kadar be­lâlı bir mevzu olmuştur.

            Ölümün Adlî Tıb Bakımından Değerlendirilmesi

            Önce raporu ve nasıl hazırlandığını gözden geçirmek yerinde olur:

            1876 yılında adlî tıp, bugünkü derecesinde olmamakla beraber, hayli gelişmiş bulunuyordu. Buna rağmen cesede otopsi yapılmamıştır. Otopsi şöyle dursun, ceset tıbbî bir in­celemeye tabi tutulamamıştır. Önce yüzü açılarak doktorla­ra cesedin Abdülaziz Hân’a âid olduğu gösterilmiş, sonra sadece iki kolu açılmıştır. İlk iki rapor, içlerinde hiçbir he­kim olmayan nâzırlarca beğenilmemiş, sonra üçüncüsü yazdırılmıştır. İki doktor raporu imzalamadığı için Avni Paşa tarafından kovulmuş, bunlardan sonradan general ve paşa olan Mâbeyn-i Hümâyûn hekimlerinden Albay Dr. Ömer Bey’in oracıkta rütbeleri sökülerek askerlikten tard edilmiştir. Raporu imzalayan 19 doktorun sadece birkaçı kollarda damarları incelemişler, diğerleri sadece inceleyen arkadaşlarını seyretmişlerdir. Bu arada meşhur Dr. Marko Paşa’mızın cesede elini bile sürmediği sonraki şehâdetlerle ortaya çıkmıştır. Hâlbuki Marko Paşa, Avni Paşa’nın yakın dostu, hem de asker olması bakımından zâten Avni Paşa’nın emrindeydi; üstelik o sırada Türk ordusundaki en yüksek rütbeli doktordu. Askerî Tıbbiye Kumandanı olmak hasebiyle de, en yüksek tıbbî otoriteyi temsil ediyordu. Kal­dı ki rapor, siyâsî bir vesika mâhiyetinde olmasa, ilmî kabûl edilse bile vuzuhtan mahrumdur. Raporu kaleme alanlar, şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıkça “intihardır” mâ­nâsına bir söz kullanamamışlardır. Zâten buna imkân yok­tu. Cesedi tamamen incelemeden “intihar” raporu imzala­yan doktorun, ilmî haysiyeti kalmazdı. Raporun adlî tıp esaslarına aykırı olduğu, Avrupa basınında da yazılmıştır. Charles Mismer de kitabında raporun adlî tıp raporu olarak kabûl edilemeyeceğini yazar.

            Görüştüğümüz bugünkü hekimler de, sadece kollar ince­lenerek adlî tıp raporu yazılmasına imkân olmadığını itti­fakla söylemişlerdir. Üstelik böyle bir incelemenin her tür­lü baskı dışında yapılması şarttır. Başlarında sadrâzam, se­rasker, kapdân-ı deryâ, diğer bir iki nâzır, birçok subay bu­lunan bir hekimler heyetinin, bu manzaradan ürkeceği tabi­îdir. Kaldı ki, doktorların birkaçı askerî doktor olmak bakı­mından seraskerin emrindeki subaylardır. Bir kısmı da se­raskerin, nâzırların, Sultan Murad’ın doktorları ve dostları­dır. Onları müşkül durumda bırakacak bir rapora imza koymak istemeyecekleri âşikârdır. Türk imparatorluk hükûmetini, hattâ bizzat sultan-halifeyi itham eder mahiyet taşıyacağı âşikâr olan intihara aykırı bir hususun rapora dercinden, pek çok siyâsî ve şahsî sebeble kaçınılmış olma­sı mantıkîdir. O yıllarda devlet otoritesi çok büyüktü. Çok az kimse bu otoriteye çarpmayı göze alabilirdi. Nitekim göze alabilen bir hekimin oracıkta rütbeleri sökülüp diğer doktorlara gözdağı verilmiş ve o hekim, ertesi gün Libya eyaletine sürülüvermiştir.

            Resmî rapor hakkında tarih bakımından değer hükmü şudur: Elbette bir tarihî vesikadır. Fakat tıp ilmi ve adlî usuller bakımından çeşitli sebeplerle malûldür. İntihar tezi­ni desteklemek üzere kullanılması çok mahzurludur.

            Tıb ilmi böylesine ayaklar altına alındığı gibi, adlî tahki­kat usulleri de hiçe sayılmıştır. Bir serserinin ölümünün çok daha itinalı ve adliye usullerine uygun incelendiği bir de­virde, dünyanın en mühim beş on kişisinden biri olan hü­kümdarın ölümünün Taş Devri kafasıyla tespitinin yapıl­ması, daha doğrusu hiçbir adlî tahkikata mevzu olmaması, hayret vericidir.

            İlmen beş para etmeyen bir rapor ve adlî tahkikata lü­zum görmeyen, “Halk ne söylesek yutar, biz o kadar üstün adamlarız!” zihniyetini açığa vuran bir mantıktır bu man­tık. Fahri Bey adındaki adamlarının ifâdesini zapta geçirtivermekle iktifa etmiştir. Sarayda Abdülaziz Hân’la beraber oturan annesi, eşleri, oğulları, kızları, harem ağaları ve Sul­tan Aziz ailesinin hizmetindeki takriben 300 câriye vardı. Hiçbirinin ifâdesi alınmadı!

            Adlî Tahkikat Bakımından Değerlendirme

            Bu gibi olaylarda tahkikatın hâdise mahallinde yapıldı­ğı, maktul henüz ölmemişse ancak hayatını kurtarmak ihti­mali mevcud olduğu takdirde hastahaneye kaldırılacağı, yerinden kıpırdatılması hayatını büsbütün tehdit edecekse bunun yapılamayacağı, eğer ölmüşse, bütün deliller ince­lenmeden yerinden kaldırılmak değil, pozisyonun değiştirilemeyeceği, o yıllarda da adlî tahkikatın esas prensipleri idi. Dünyanın en büyük devletlerinden ve ordularından bi­rini idare eden paşaların bunları bilmemeleri mümkün de­ğildi. Buna rağmen ne oldu?

            Bir rivayete göre Koramiral Ârif Paşa’nın, diğer rivayete göre Hüseyin Avni Paşa’nın veya her ikisinin birden emriy­le padişah, bir şiltenin üzerinde saraydan çıkarılmış, sara­yın bahçesi geçilmiş, sarayın karşısındaki karakol binasın­da erlerin kahve ocağının bulunduğu odaya taşınmıştır. Ni­çin?

            Bugüne kadar bu ‘niçin’in cevabını verebilen bir babayi­ğit çıkmadı. Avni Paşa, bir saat sonra doktorların bütün vü­cudun açılmasını istemeleri karşısında onları “Bu Ahmed Ağa’nın değil, bir padişahın cenazesidir, her tarafını açıp si­ze gösteremem, ölüme kol damarlarının kesilmesi sebep ol­muştur, sadece kolları inceleyiniz!” deyip tehdid edebilmiş­tir. O halde bir padişah cenazesinin karakol odasında işi ne­dir? Böyle bir şey duyulup işitilmiş midir? Sadrazamlıkta, bahriye nazırlığında, tam dört defa seraskerlikte bulunan ve Harbiye’den sonra kurmay okulunu da bitirmiş bir ma­reşalin bunu bilmemesine yahut heyecanlanıp yanlış bir emir vermesine ihtimal olabilir mi? (O zamanki seraskerlik; savunma bakanlığı + genelkurmay başkanlığı + kara kuv­vetleri kumandanlığıdır, yalnız deniz kuvvetleri serasker emrinde değildir). 13 yıldır mareşal rütbesi taşıyan, Avrupa görmüş bir adamın böylesine bir gafletine basit bir tesadüf denilebilir mi?

            Olaydaki kasıt gayet açıktır ve şöyledir: Padişaha ilk yardımın yapılmasını önlemek, onu saraydan çıkarmak su­retiyle olay odasına kimseyi sokmamak ve odadaki delilleri subaylar ve cuntadan olan harem ağaları ve hazinedar kalfalarla yok etmek, biraz sonra gelecek doktorların yerin­de incelemesini engelleyerek vak’ayı ‘oldu da bitti mâşallah’ hâline getirmek...

            Olay yerinden nakil bir yanlış eylemdir, karakol odası gibi hiç müsait ve mâkul olmayan bir yere nakil, ikinci bir yanlış eylemdir. Fakat asıl sûikasd bunlar değildir, şudur: Nakil sırasında Sultan Abdülaziz Hân canlıdır, sadece kan kaybıyla kendinden geçmiştir. Kaldı ki, sonradan yalnız kan kaybıyla değil, tam kalbinin üzerine yediği bir başpeh­livan yumruğu yahut bir muşta ile de bayılmış olabileceği ortaya çıkmıştır. (Yıldız Mahkemesi’nde Sultanahmed Câmii vâızı ve başimamının şehâdeti ki, cenâzeyi yıkarken kalp üzerinde gayet iri bir morluk gördüğünü söylemiştir).

            Henüz ölmemiş bir insana ilk yardım usullerinin uygu­lanmaması, bütün toplumlarda ve bütün zamanlarda, ci­nayet fiili ile eşittir ve bütün dinî, millî, ahlâkî, insanî pren­siplere aykırıdır... Ve Abdülaziz Hân’a, hiçbir ilk yardım yapılmamıştır. Yıldız Mahkemesi’nde itham edilen taraf, ilk yardım olarak sadece sol koldaki büyük ve 5x3 santi­metre genişlikte olduğu 19 doktorun mahut raporu ile sa­bit olan kocaman yaranın üzerine küçük bir metal (bakır) para konmuş olduğunu iddia edebilmiştir. Dünyanın en medenî saraylarından birinde, sürüyle doktorun bulundu­ğu Türk İmparatorluk sarayında, sürüyle okuyup yazmış yüksek rütbeli insanların kol gezdiği bir yerde, işte Türkler’in hâkanına yapıldığı iddia edilebilen ilk yardım bun­dan ibarettir...

            Sanıklar Yıldız Mahkemesi’nde ilk yardım yaptıklarını iddia edememişlerdir. Kimi bunun kendi görevleri olmadı­ğını söylemiş, kimi de heyecanla akıl edemediğini ileri sür­müştür. Bu ne bitmez heyecan, bu ne kadar kolay tükenen bir akıldır? Şunun bunun değilse, kimin görevidir, kim so­rumludur? Dünyanın dengesini değiştiren bir darbeyi planlayıp -kendi hesaplarına- başarı kazananlar ne basit meselelerde yanıldıklarını kolayca söyleyip sıyrılmak iste­mektedirler. Bir taraftan bu olayı anlatırken, Sultan Aziz’e ilk yardım yapılmamasını “Dağ başlarındaki haydutların bile irtikâb etmeyecekleri bu müthiş vahşet” diye vasıflandırmaktadırlar. Olay intihar bile olsaydı, bu suretle cinayete dönüşmüştür. Padişah hiç yerinde bırakılsaydı yardım­dan mahrum kalır mıydı? Derhal câriyeler ilk yardımı ya­pacaklar ve ilk gelen doktorlar yardıma devam edecekler, Sultan Aziz’in hayatı belki kurtarılacaktı. Karakola nakil emri âşikârdır ki, bunu önlemek için verilmiştir.

            Sultan Aziz’in karakoldaki ranzaya yatırıldığı zaman hayatta olduğunu, intihar tezini savunan siyasîlerden hiç­biri inkâr etmemiştir. Yani bu husus, münakaşa mevzuu olan detaylardan biri değildir. Padişah karakolda, kanları aka aka can çekişmiş, onun bu hâlini seyreden Avni Paşa, gözler sabitleşince, kendi eliyle karakol penceresinin beyaz patiska perdesini koparıp yüzüne örtüvermiştir...

            Karakola gelen ilk doktorlar, padişahın yanına yaklaştı­rılmamış ve henüz hayatta olan Sultan Aziz’in tedavisi ön­lenmiştir. Bunu da Avni Paşa engellemiştir. Birkaç doktor da padişahın ölümünü dakikalarca seyretmişlerdir. Bu hu­sus, Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’nın şu ifâdesi ile sa­bittir:

            “Nâşı karakola çıkarmışlar ve çıkardıkları zaman, eser-i hayât mevcûd imiş. Hekimler de karakola çağırıldık­ları vakit, eser-i hayât olduğunu tasdik eylediler.” (Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgusundan).

            Mütercim Rüşdü Paşa ifâdesine şöyle devam etmiştir:

            “Ol vakit bunu ben de sordum. Padişahın tekellüme (ko­nuşmaya) iktidarı olmadığı cevabını almış idim. Karakolda ne kadar yaşadığını bilemem. Orada bulunan vükelâ ve ulemâ ve rical sâir kimseler bu hâli görmüşlerdir ve benim gibi sonradan gelenler de onlardan işitmişlerdir ki, karakol­da bir müddet yaşadıktan sonra vefât etmiştir.”

            Avni Paşa’nın Karakola Gelmesi Meselesi

            Şimdi Avni Paşa’nın nasıl Sultan Aziz’in kapısı açılıp odasına girildikten sonra bu kadar kısa müddet içinde Orta­köy’e gelebildiği olayını inceleyelim... Bu oda kapısının ki­litli olduğunu hatırlayalım. Kapıyı ya dışarı çıkarken kaatiller kilitlemişlerdir veya herkes kapıdan çıktığı halde tek ba­şına pencereden atlayan Cezayirli Mustafa tarafından içeri­den kilitlenmiştir.

            Olay sabahı Avni Paşa tamamen giyinmiş, üniformalı ve fesli olduğu hâlde Kuzguncuk’taki yalısının penceresi önünde Ortaköy’e bakıyordu. Salonun bu penceresi önün­de paşanın daima bir dürbünü bulunurdu... Paşa, yalnız değildi. Yanında vezir pâyesindeki büyükelçilerden -o sıra­da Hüdâvendigâr (Bursa) eyaleti valisi olan- Veliyyeddin Paşa vardı ki, eski sadrâzamlardan Mustafa Nâilî Paşa’nın oğludur. Veliyyeddin Paşa’nın ifâdesi şöyledir:

            - Vak’a sabahı Avni Paşa ile konuşuyorduk. Pencereden sık sık Sultan Abdülaziz’in bulunduğu Fer’iyye Sarayı tarafı­na bakması dikkatimi çekti. Nihayet saray tarafından fer­yatlar duyuldu. Âdetâ bunu bekleyen Avni Paşa “Afeder­siniz, gitmem lâzım, galiba bir şey oldu!” diyerek acele be­ni salonda yalnız bırakıp çıktı. Beş çiftesi aşağıda on kürek­çisi, dümencisi, yâveri, emir çavuşları ile harekete hazır bekliyordu. Yıldırım gibi Ortaköy’e geçti. Doğrusu şüpheli bir vaziyetti...

            Maliye Nâzırı Yusuf Paşa’nın ifâdesi:

            - Sultan Abdülaziz’in hal’inden (tahttan indirilmesin­den) iki gece sonra Avni Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısına gittim. Yanında askerî doktorlardan Ahmed Paşa vardı. Bu Ahmed Paşa, Avni Paşa’nın hem şahsî ve aile hekimi, hem gizli müşaviri, yakın dostu idi, bunu herkes bilir. Gizli bir şey konuşuyorlardı, ben gelince sustular. Avni Paşa, dokto­ruyla adetâ tıbbî bir mesele konuşur gibiydi. Dr. Marko Paşa da Avni Paşa’nın hem dostu, hem de Kuzguncuk’ta komşusu idi. Marko Paşa da o günlerde Avni Paşa’nın yalısın­dan eksik olmadı...

            Darbeyi bizzat yapan Askerî Mektepler Kumandanı Sü­leyman Paşa’nın ifâdesi:

            - Nâzırlar, tahttan indirilen padişaha tazyik yapılmasına kat’î şekilde muhalif idiler. Ben de muhaliftim ama asker­dim, sözüm geçmezdi(!)... Avni Paşa, Sultan Aziz’in hoş, hattâ serbest tutulmasını isteyen nâzırlara bir defa şöyle de­di: “Sultan Aziz’in muhafazası işi, askere âittir. Bu işi aske­re bırakınız (yani siz karışmayınız). Hangi suretle emniyet görülürse o suretle muhafaza edilir!” Maalesef sonradan öğrendik ki Avni Paşa, padişaha sarayın deniz cihetine ba­kan penceresinden baktırılmamasını bile emretmiş. Herhal­de, harb gemilerinden birinden imdat isteyeceğini sanmış­tır!

            Olayın tarihini yazanlardan İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın 1940’ta Millî Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı ese­rinden:

            - Beş on garazkâr, kendilerini millet yerine koyup hare­kete geçtiler. Sonra Sultan Aziz ölünce utanmadan “Kendi­sinden hoşnut olmadıklarını fiilen ortaya koyan bir millet içinde zillet ve hakaretle yaşamaya tenezzül etmeyerek in­tihar etti” dediler. Yaşasaydı, milletten zillet ve hakaret de­ğil, izzet ve hürmet görür, tekrar saltanat makamına geç­mek imkânını bulsa idi, garazkârların canlarına okurdu...

            Olayı yazan İsmail Hâmi Dânişmend’in 1952’de yazdık­larından:

            - Osmanlı tarihinde şahsî ihtirasların “vatan” ve “millet” teraneleriyle süslenmesi, bilhassa Sultan Abdülaziz ha­disesi ile başlar. Yaralı kuşlar için hastahaneler kurmuş olan eski Türk şefkat ve hassâsiyetiyle Hüseyin Avni ve arkadaş­larının, adam öldürmekten bin kat beter olan hayattaki bir adamı yüzlerce metre sürükleyip başka bir yere götürmek ve en küçük bir âcil yardımı menetmek, hattâ bir damla su vermemek hareketleri karşılaştırılınca, bütün vuzuhuyla göze çarpan manevî ve ruhî tereddî manzarası karşısında ürpermemek kabil midir? O gün Fer’iyye karakolundaki nâzırlar, subaylar ve doktorlar mahşeri içinde bu hâle isyan edebilecek cesareti gösterebilen bir kişi bile çıkmamış olma­sı, yüz kızartıcı bir vaziyet ve millî bir lekedir...

            İmparatorluğun resmî vak’anüvîsi Kazasker Lütfi Efendi’nin ifâdesi:

            - Sultan Aziz, gözlerini Avni Paşa’ya dikerek vefat etti...

            Olay Hakkında Osmanoğulları’nın Şâhitlikleri

            Abdülaziz Hân’ın büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgusundaki ifâdesin­den:

            - Yatağımda kendimden geçmiş yatıyorken, Cennet-mekân’ın odası tarafından gürültü başladı. Kendime geldim. Odaya koştum. Süngülü askerler bırakmadılar ve odama kadar götürüp kapıyı üzerime kilitlediler. Cennet-mekân’ın şehid edildiği, her hâl ve hareketten anlaşılmakta idi...

            Bu Yusuf İzzeddin Efendi, 1909’da velîahd-i saltanat ol­du. İkinci Meşrûtiyet ve İttihâd-ü Terakkî yılları idi. Babası­nın nasıl öldürüldüğünü şurada burada söylemekte devam etmesi üzerine, İttihatçılar kendisini tehdit ettiler ve devle- tin resmî görüşünün “intihar” olduğunu, resmî görüşün aleyhinde konuşmakla devlete zarar vereceğini söylediler. Bunun üzerine Velîahd-i Saltanat Hazretleri’nin, kalabalık bir iki mecliste, babasının intihar ettiğini söyleyerek duru­mu düzelttiği meşhurdur. Bunu yapmaya ihtiyacı yoktu, üstelik babası gibi sert mizaçlı idi ama bu gibi yüksek (!) politika oyunları, devlete çok zarar vermiştir.

            Sultan Abdülaziz’in oğullarından ve 1922-24 arasında son halife olup 1944’te ölen İkinci Abdülmecid Hân’ın ifâdesinden:

            Pederimin şehid edildiği muhakkaktır. Sûikasde uğra­dığı mahalde bırakılmamış, cebren ailesinin elinden alınıp karakola nakledilmiştir. Doktorlara yalnız kolları gösteril­miştir. Bunun sebebinin, kalbi üzerindeki yaranın görülme­mesi olduğu, pederimin cenâzesi yıkanırken anlaşılmıştır. Tedkik ettirilmeyecek bir vücudu tabiblerin önüne koymanın mânâsı nedir? Tehdid altında muayene kaabil midir?

            İkinci Sultan Abdülhamid Hân’ın ifâdesinden:

            Hüseyin Avni Paşa, Cennet-mekân’a sûikasdi çok ev­velden hazırlamıştır. Kendisine hizmet eden en yakınlarını elde etmesi bunu gösterir. Cennet-mekân’ın yanında bırakı­lan tek erkek olan Fahri mel’ûnu, merhumun şehâdeti esna­sında kollarını arkadan tutmuştur. İkinci hazinedar Ebrû-Kemân ve beşinci hazinedar Arz-ı Niyâz ile daha bir iki re­zîle ve Server nâmındaki harem ağası, uzun müddet Harem-i Hümâyûn ile Avni Paşa arasında haber taşımışlar­dır...

            Osmanlı Devlet Adamlarının Şâhitlikleri

            XIX. asrın en büyük Türk hukukçusu ve tarihçisi olan 3 defa maarif, bir defa dâhiliye, 5 defa adliye, 2 defa evkaf na­zırı olan kazasker, sonra vezir Ahmed Cevdet Paşa’nın ifâ­desi:

            Sultan Abdülaziz’in cebren ve gadren katledildiği, kimsenin şüphe ve tereddüdü kalmayacak surette âşikârdır.

            Sultan Murad’ın en yakın dostlarından ve Yeni Osmanlılar’dan Ali Şefkatî Bey’in ifâdesi:

            - Sultan Abdülaziz hal’ edilince ortadan kaldırılmasını Hüseyin Avni Paşa, Sultan Murad’a teklif etti. Dehşete düşen Sultan Murad “Ben kaatil olamam” diye teklifi şiddetle reddetti. Avni Paşa “O halde yine onun tahta geçirilmesi lâ­zım gelir, dehşetli fenalıklar zuhur eder” tarzında tehdit edip korkutmak istedi. Bunun üzerine Sultan Murad “Beni tahta geçirirken reyimi sordunuz mu ki, onun yok edilmesi için benden müsaade istiyorsunuz?” dedi ve teessür içinde Avni Paşa ile konuştuğu odayı terkedip çıktı. Hüseyin Avni Paşa bu cevabı, padişah irâdesi hükmünde telâkki etti ve katil hâdisesini hazırlamaya başladı.

            Nâzırlardan Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:

            - Hüseyin Avni, Sultan Aziz vak’asından altı yedi ay ev­vel Mustafa Fâzıl Paşa’ya “Ben padişahtan intikam alma­dıkça Allah canımı almasın!” demiş. Mustafa Paşa o zaman bana bizzat söylemişti.

            Nitekim Avni Paşa’nın, Sultan Aziz’e sûikasd için birden fazla teşebbüste bulunduğu, muvaffak olmadığı, birçok ta­rafsız şahidin ifâdesinden anlaşılmaktadır. Önce padişahı Londra’dan Eczacıbaşı Faik Paşa vasıtasıyla getirttiği koku­suz ve hemen öldüren bir zehirle zehirletmek istemiş, fakat padişaha bu zehri vermeyi kabûl edecek kimse bulamamış­tır.

            Sonradan İkinci Abdülhamid’in tüfekçibaşısı ve paşa olup 1911’e kadar yaşayan Matlı Celâl Bey (Arnavutluk Kralı Ahmed Zogo’nun babasıdır), Avni Paşa’nın adamlarındandı. Gerek Avni Paşa, gerek zabtiye nâzırı Hüsnü Paşa onu ajan olarak kullanırlardı. Bir gün Avni Paşa, Celâl Bey’den, gözü pek bir Arnavut istedi ve bir devlet işinde kullanacağını, işin gizli olduğunu, bir devlet düşmanını öl­dürteceğini söyledi. Celâl Bey, böyle bir Arnavud’u bulup getirdi, fakat Avni Paşa’nın bu adama kimi öldürteceğini sormadı, esasen soramazdı. Avni Paşa, Arnavud’a padişah öldürmesini telkin etti. Kaatil, hazırlıklara girişip şurada burada keşif maksadıyla dolaşmaya başladı. Adamdan şüphelenen Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi, herifi tevkif et­tirdi. Herif, zabtiye nezaretine sorguya çekilmek üzere sevk edildi. Gece Serasker Avni Paşa, ansızın adamı olan Hüsnü Paşa’nın evine geldi “Namus ve hayatım senin elindedir, tevkif ettiğin Arnavud’u öldürt” dedi. Zabtiye Nâzırı Hüs­nü Paşa “Öldürtemem paşam” dedi, “ancak bir daha İstanbul’a gelmemek üzere en uzak yere sürerim, zât-ı devletle­rine bu kadar minnet borcum vardır; fakat herifin niyetini anladım; biliniz ki padişahlarımız, peygamberimizin vekil­leridir; onlarda yedi evliyâ kuvveti vardır; padişaha yan gözle bakanın gözü çıkar, değil ki sûikad oluna.” Hüsnü Paşa, bu işte Kayserili Ahmed Paşa’nın parmağı olduğunu da sonradan söylemiş, işi polisçe hallettiğini sanmış, padi­şaha bir şey duyurmaya cesaret edememiştir. Fakat Avni Paşa sadrâzam olunca onu Konya Valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırmış, sonra Yanya ve Manastır valisi yapıp bir da­ha İstanbul’a dönmemesini temin etmiştir.

            Yukarıda anılan vak’a yalnız Hüsnü Paşa’nın şehâdetine dayanmamaktadır. Adliye Nâzırı Âkif Paşa da, Hüsnü Paşa’nın vak’ayı o sırada kendisine naklettiğini söylemiştir. Bu suretle Hüsnü Paşa sırrı, adliye nâzırı ile paylaşmak is­temiş, “söylerse o söylesin” diye düşünmüştür (zabtiye na­zırı, kabine = hükûmet üyesi değildir). Âkif Paşa, dürüstlü­ğü ile çok ünlü, yalan söylemesi imkânsız bir şâhit olarak tanınmıştır.

            Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğullarından Prens Abdülhalim Paşa da, yalan söylemesi muhtemel olmayan, böyle bir sebep de bulunmayan bir milyarderdir. Bu paşaya Avni Paşa’nın kendisine Abdülaziz Hân’ı ortadan kal­dırmak teklifinde bulunduğunu, derhal nefretle reddettiği­ni beyan ile şunları eklemiştir:

            - Avni Paşa, kin ve garaz dolu idi; bütün hareketlerini, kini ve garazı tayin ederdi. Her türlü kötülüğü, hattâ kaatilliği irtikâbdan çekinmeyen nefret edilecek bir şahıstı.

            Padişahın öldüğü sabah Avni Paşa kalkar kalkmaz, biraz sonra Fer’iyye Sarayı’nda asker birikeceğini, böyle bir şey olur olmaz kendisine bildirmesini, evinde oturan ve mane­vî oğlu olan adliye nezareti hukuk işleri müdürü şâir Serezli Niyazi Efendi’ye tenbih etmiştir. Niyazi Efendi, paşanın doktoru ve dostu Rodoslu Ahmed Paşa’nın da damadı idi. Sultan Aziz ölünce, Avni Paşa’nın vak’ayı evvelden bildiği­ni Niyazi Efendi, Veys Paşa-zâde Zeynülâbidin Reşid Bey’e anlatmıştır. Devrin çok ünlü ediblerinden olan Reşid Bey, şâir olan Niyazi Efendi’nin Avni Paşa’yı çok sevip beğendi­ğini de söylemiştir. Niyazi Efendi’nin ifâdesi:

            - Paşa, her gece içerdi. Meclisi şendi. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Hepimiz kendisini çok severdik. O gece Hüseyin Avni Paşa bana şunları söyledi: “Oğlum Niyazi, geceler oldu ki bir saat uyuyamadım, vücudum çok yor­gundur. Ben şimdi mâbeyn odasındaki kanepeye uzanaca­ğım, hareme gidip yatmayacağım. Benim yerime sen uyu­mayacaksın. Hatırım için uyanık kalacaksın. Uyuyabilir­sem ne âlâ, uyuyamazsam biraz dinlenip rahat ederim. Şu dürbün yanında bulunsun. Şafak söktüğü andan itibaren dürbünle Abdülaziz’in ikamet ettiği saraya bak! Önünde, etrafında mutad olmayan şekilde asker biriktiği, insanlar gezindiği, fevkalâde bir şey olduğu takdirde hemen gelip beni uyandır. Kayığım da, söyle, şimdiden her an harekete nazır bulundurulsun!”

            Olaya Karışanların Şahitlikleri

            Vak’a sırasında kaatillerden Fahri Bey, 30 yaşındadır. İs­tanbul, Eyüb’de doğmuştur. Enderûn’a alınıp 7 yıl tahsil gördükten sonra istabl-ı âmireye (has ahırlar) at uşağı ola­rak verilmiş, 3 ay sonra mâbeynci olmuş, 9 yıl mabeyincilik­te bulunduktan sonra çok mühim bir görev olan ikinci mâbeynciliğe, yani başmâbeynci birinci yardımcılığına getiril­miştir. At uşaklığından yetişen, genç yaşta gıpta edilir ma­kamlara getirilen, hasebi nesebi belirsiz kimselerin padişa­hın yanıbaşına verilmesinin nasıl belâlara sebep olduğu, bu Fahri Bey misalinden anlaşılır.

            Fahri Bey sorgusunda şöyle demiştir:

            Ben, Sultan Aziz merhum, “Kendini öldürdü” diye­mem. “Öldürmedi” dahi diyemem. Ben zaten Mustafalar’la Mehmed Ağa’nın oraya gelişini pek beğenmemiştim.

            Harem ağalarından Reyhân Ağa’nın Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgusundaki ifâdesinden:

            Sultan Aziz’in odasına girenler Cezayirli Mustafa, di­ğer Mustafa, Mehmed Ağa, Fahri Bey, zabitlerden Ali Bey’le Necib Bey, harem ağası Râkım ve bendenizden ibarettir. Di­ğer harem ağası Nazif, aşağı katta idi. Odanın iç tarafında Ali ve Necib Beyler, kılıçlarını çekmişlerdi; birisi içeri gir­mek isterse vurmak üzere bekliyorlardı. Padişahın arkasın­dan dahi Fahri Bey tutmakta idi. Mehmed Ağa ile Cezayir­li Mustafa dizlerinden tutmakta oldukları halde diğer Mus­tafa Çavuş dahi Avrupa’dan gelen beyaz saplı bir ufak neş­ter (ustura) gibi çakı ile padişahın kol damarlarını kesmek­te olduğunu gördüm. Sultan Aziz “Aman Allah” diye bağır­makta idi. Camlar kapalı idi. Kapının haricinde sofada da­hi iki nefer beklemekteydi. Bir damarını kestiler. Kan kapıya kadar fışkırdı. Bu işler on on beş dakika kadar bir müddet içinde oldu. Ondan sonra bir perde yırttılar sarmak için. Sonra Vâlide-Sultan ve ikinci hazinedar ve sair kalabalık koştular. Her taraftan feryâd-ü figan başladı.

            Midhat Paşa’nın ifâdesi:

            - Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgulamasında üç pehliva­na işkence yapıldı. Tahammül edemedikleri için Sultan Abdülaziz’i katlettiklerini söylediler.

            Üç pehlivanı tevkif edip muhakeme için İstanbul’a geti­ren Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Yusuf Efendi’nin yıllar son­ra ünlü türkolog Yarbay Necib Âsım (Yazıksız) Bey’e söyle­dikleri:

            Pehlivanları tevkif ettiğim zaman üçü de büyük tees­sür içindeydiler ve tek kelimeyle niçin tevkif edildiklerini sormadılar. Sebebini sordum. “Ne için çağırdığınızı biz bili­yoruz” dediler.

            Yozgatlı Mustafa Çavuş’un ifâdesi:

            Dâmad Nuri Paşa beni çağırttı, gittim. Yalnızdı... “Se­ni Mustafa ve Mehmed’le beraber yüz altın maaşla Sultan Abdülaziz’in hizmetine memuren göndereceğiz. Oraya me­muriyetiniz, yalnız Sultan Abdülaziz’i telef etmek içindir. Sol kolundan vurup kan damarlarını kesersen çabuk ölür, kimse anlamaz. Zabitiniz Cezayirli Mustafa’nın malumatı vardır. Bir sırasını düşürüp bu işi bir an evvel bitirin. Siz de kurtulursunuz, biz de kurtuluruz. Güzel hizmet edin. Bo­ğazından kesmek olmaz. Önce sol kolunun damarlarını kestikten sonra, sağ kolunun damarlarını da keserek işi bi­tirmelidir” dedi. O gece karakolda yattık. Sabahleyin Fahri Bey gelip bizi saraya soktu. Merdivenlerde elime beyaz saplı bir çakı verdi. “İşi bununla uydur” dedi. Odaya girdiler. Fahri Bey padişahı arkasından kucakladı. Cezayirli Mustafa ile Mehmed dizlerine oturdular. Ben de çakı ile emredildiği gibi damarlarını kestim. Önce “Ne yapıyorsunuz” gibi bir şeyler söyleyip “Aman Allah” diye bağırdı. Fakat sonra üzerine fenalık gel­di ve kendinden geçti.

            Boyabatlı Elmacıoğlu Hacı Mehmed Pehlivan’ın hazırlık sorgusunda savcıya verdiği ifadeden:

            - Sabahleyin Mustafa Çavuş ve Cezayirli Mustafa ile be­raber Fahri Bey bizi karakol-hâneden aldı, Fer’iyye Sarayı’nın içine götürdü. Sultan Aziz’in odasına girdik. Fahri Bey, ar­kasından kollarını tuttu. Ben ve Mustafa dizlerine oturup ayaklarını tuttuk. Mustafa Çavuş, beyaz çakı ile kollarının damarlarını kesti. Hemen savuştuk. Padişah daha ölmemişti. Bu iş beş on dakika kadar sürdü. Nûri Paşa’dan, Dârüssaâde Ağası Süleyman Ağa’dan ve Başmâbeynci Edhem Bey’den bu yolda talimat almıştık.

            Midhat Paşa’nın hazırlık sorgusundan:

            - İntihar olduğuna dair deliller pek kuvvetli değildi. Fa­kat nazır arkadaşlarım ses çıkarmadılar, ben de sustum. Bü­tün tahkikatı (!) Hüseyin Avni Paşa yaptırdı. Sultan Abdülaziz’in muhafazası işi hükûmet tarafından Avni Paşa ile Kayserili Ahmed Paşa’ya havale edilmişti. Mademki katle­dilmiş, bunun iki paşanın tertibi olduğu vâzıh ve aşikârdır.

            Bu suretle büyük politikacı, işin bütün mes’uliyetini, o sırada her ikisi de ölmüş bulunan iki mareşale yıkmaktadır. Sonra şu akıl almaz sözleri söylemektedir:

            - Bu iş, cinayet olduğu söylenen bir ölüm vak’asıdır. Rüşvet, hırsızlık, memlekete kötülük gibi yüz kızartıcı bir cürüm değildir! Öldürülmüşse bile, millet ve vatanın men­faatine bir sebebi olmak gerekir...

            Savcı, Midhat Paşa’ya şu suali sormuştur:

            - Abdülaziz Hân’ın ölümünden sonra Fer’iyye Sarayı’na giderken, nâzır arkadaşlarınıza “Hâkanın muhafazası pek müşkül ve tehlikeli idi, bu veçhile vefatı pek iyi oldu” şeklinde buyurmuşsunuz. Müteaddit şahitlerin ifâdesi bu sözleri zât-ı devletlerinin söylediği üzerinde birleşmiştir. Ne buyurursunuz?

            Midhat Paşa, böyle bir söz söylemiş olabileceğini, fakat hâdisenin cinayet olduğu, cinayet ise, kendisinin iş­tiraki bulunduğu hakkında delil teşkil edemeyeceğini be­yan etmiştir.

            - Tahkikat için her ne lâzımsa yapılmıştır, şeklinde ko­nuşan Midhat Paşa, sıkışınca vaziyeti şu şekilde itiraf et­mişti:

            - Fahri Bey’in iki zenci hadım ile birlikte vuku bulan takrir ve ifâdesi, tamamiyle hâle muvafık olduğundan ve diğer tarafta merhumun vefatıyle mükedder olan Vâlide- Sultan ile kadın-efendilerin bu hâdise için sorguya çekilme­leri ile rahatsız edilmeleri (!) dahi münâsip görülmemiş ol­duğundan, bütün nâzırlar, bu derece malûmât ile iktifâ et­tik...

            Oğlunun ölümü üzerine adlî sorguya çekilmesi, rahatsız edileceği için yerine getirilmemiş Vâlide Pertevniyâl Sultan’ın ne için sorguya çekileceğini aşağıda anlatacağım. Midhat Paşa’nın çok büyük kusuru, herkesi budala sanma­sıdır.

            İmparatorluğun son vak’anüvîsi, maarif nâzırı olan, im­paratorluk senatörü ve Cumhuriyet devrinin milletvekili, ünlü bilgin Abdurrahman Şeref Efendi’nin ifâdesi:

            - Sultan Aziz’in öldüğü sırada hizmetinde bulunan 300 kadar câriyenin birçoğu ile görüştüm. Hepsi padişahın şehid edildiğine kani idiler. İntihar ettiğini söyleyen tek kişi çıkmadı…

            Şer’î îlâmda padişahın “şuûruna halel gelip intihar ettiği”nin yazılması, büyük fiyasko olmuştur. Zira birkaç gün önce zâten Sultan Aziz’in şuûrunun bozulduğu için tahttan indirildiği fetvâ ile ilân edilmişti.

            Savcı, hazırlık sorgusunda Mütercim Rüşdü Paşa’ya, Abdülaziz Hân’ın palasının alındığından bir saat sonra öldüğünü, bunu ne şekilde tefsir edeceğini söylediği zaman bu adam suali ancak:

            - Bundan ne çıkar? suali ile karşılayabilmiştir.

            Bulunduktan sonra en az bir saat yaşayan bir insana tıb­bî yardım yapılmaması ve yaptırılmamasına ise, Yıldız Mahkemesi’nde ve daha evvelki uzun sorgusunda cevap verebilen tek babayiğit çıkmamış, sadrâzamlıkta bulunmuş adamlardan mütevâzı uşaklara kadar savcının bu suali tev­cih ettiği her şahit, sadece önüne bakıp susmuştur.

            Abdülaziz Hân’ın Annesi, Oğlu ve Ablasının Söyledikleri

            Abdülaziz Hân’ın feci ölümü ile en çok sarsılanların ba­şında annesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın gelmesi tabiîdir. Oğlunun kanlar içinde ve henüz canlı vücudunu kucakla­mış, sonra kucağından oğlu çekilerek, zorla odasına götü­rülüp kapatılmıştır. Burada fenalık geçirince câriyeler dok­tor getirmek istemişler, Vâlide-Sultan:

            - Evlâdım şehîd oldu, beni de şehîd etsinler, bana heki­min lüzumu yoktur! demiştir.

            Hiçbir tesir altında olmaksızın ve olayların geçtiği daki­kalarda söylenen bu cümle, Yıldız Mahkemesi’nde cinayeti işaret eden kesin delillerden biri sayılmış, birçok câriye, Valide-Sultan’ın bu cümlesini duyduklarını beyan ettikleri gi­bi, Pertevniyâl Sultan da mahkemenin hazırlık sorgusunda aynı ifadede bulunmuştur. Vâlide-Sultan’ın ifâdesinden:

            - Sûikasde bir gün önceden karar verildiğini gösteren emâreler vardı. Fakat bu emareleri hem o gün iyi anlayama­dım, hem de Cennet-mekân’ı üzmemek için belli etmedim. Ancak Yâver Binbaşı Necib Bey gelip de, “Cennet-mekân şehîd oldu” dediği zaman aklım başıma geldi.

            Abdülaziz Hân’ın ikinci oğlu Mahmud Efendi’nin hazırlık sorgusunda savcıya ifâdesi:

            - Vak’a günü ağabeyim (Yusuf İzzeddin Efendi) gibi be­nim ve diğer aile efradının odalarının önüne birer veyâ ikişer süngülü nöbetçi konmuştu. Odalarımızdan çıkmamıza, bütün ricalarımıza rağmen asla izin verilmedi.

            Bu arada Sultan Abdülaziz’in ablası Adile Sultan’ın, kar­deşinin öldürüldüğü hakkındaki kanaatine öteden beri ta­rihçiler büyük ehemmiyet vermişlerdir. Gerçi Adile Sultan vak’a sırasında sarayda değil, kendi hususî sarayında otu­ruyordu. Tam 50 yaşında ve Sadrâzam Dâmad Mehmed Ali Paşa’dan duldu. İkinci Sultan Mahmud’un -evlenecek yaşa kadar yaşayabilen- 4 kızının küçüğüdür. Fakat Adile Sul­tan, ağzından çıkan her sözün gerçek olmasıyla meşhurdu. Hiç kimseden pervâsı yoktu, küçük kardeşi Sultan Abdülaziz’i ve yeğeni Sultan Abdülhamid’i azarlardı. Babası ve ko­casından büyük miras yemişti, emsalsiz servetini ihtiyaç sa­hiplerine dağıtırdı, hiçbir padişahtan bir şey kabûl etmezdi. Koyu dindar ve tarîkat mensubu idi. Çok kültürlü ve va­kurdu, şiirlerini divan hâlinde toplamış, sonra da basılmış­tır. Kendi malı olan sarayında yüzlerce câriye tarafından hizmeti görülür, sadrâzamlar huzuruna, hemen hemen pa­dişah sarayındaki protokolle çıkardı. Siyasetle kesin şekilde ilgilenmezdi. Kabûl salonu diğer sultanlar (Osmanoğullarından Türk imparatorluk prensesleri) gibi Avrupa mobil­yası ile değil, eski Türk tarzı döşenmişti. Kendisi divanda oturarak misafir kabûl ederdi. Yalnız Vâlide-Sultanları, yani padişah annelerini divanda yanına oturturdu. Başka kim olursa olsun oturduğu divanın karşısında zemine dizilmiş atlas minderlere oturturdu. Yıldız Mahkemesi hazırlık sor­gusunda vâlide sultanlar bile sorguya çekildiği halde, onun sarayına bir savcı göndermeye Sultan Abdülhamid cesaret edememişti. Zira savcıyı kabûl etmeyeceğini biliyordu. Padişah sarayında ne geçerse, kendisine derhal bildirilirdi. Herkes kendisinden maddî yardım gördüğü için, her yerde minnet duygusuyla kendisine bağlı kimseler vardı. Babası İkinci Mahmud’un mücessem vekar timsali sayılırdı. Böyle bir şahsiyetin herhangi bir sebeple kanaati dışında söz söy­leyebileceğini, hiç kimse iddia edememiştir. Bazı yakınları­na kardeşinin öldürüldüğünü söylemesi ve kardeşi için mersiye yazması, kanaatini gösterir. Bu mersiyeden bazı mısrâlar:

            Nasıl yanmam kimê, oldû olanlar Şâh-ı Devrân’a

            Bilinmez/oldu hâlî kıydılar/ol Zıll-ı Yezdân’a

            O gitdî mülk-i ukbâyâ firâkı geçdi tâ câna

            Sarâyâ velvelê saldı cihânı koydu efgaana

            Nasıl hemşîresî bû Âdile yanmaz o hâkaana

            Ki kıydı bunca zâlimler karındâşı cihanbâna

            Bahçıvan Pehlivanların Maaş Meselesi

            Abdurrahman Şeref Efendi’den:

            Hüseyin Avni Paşa, o sabah Kuzguncuk’taki yalısında, yanında Veliyyeddin Paşa, gözlerini karşıdaki Fer’iyye Sarayı’ndan ayıramıyordu. Câriyelerin feryadını duyar duymaz beş-çiftesine atladı ve Azrail gibi karşıya geçti.

            Zira kaatillerin işlerini gördüklerini anlamıştı. Kaatiller, hiç şüphesiz üç bahçıvan pehlivandı. Sultan Aziz’in hizme­tinde bırakılmış tek erkek olan Fahri Bey’di. Israrla bu işler­de kullanılan üç binbaşı idi. Bir gün evvel Fer’iyye’ye soku­lan üç harem ağası idi.

            Bugüne kadar hiçbir tarihçi, üç bahçıvana 30’ar altın atıyye ve ayda 100’er altın maaş verilerek olaydan bir gün evvel Fer’iyye Sarayı’na gönderilmelerinin, başka bir tarzda izahını yapamamıştır. Bu husus, en açık delillerden biri sa­yılmıştır. Yıldız Mahkemesi’nde de, tarihçiler nezdinde de... Zira bir adamın maaşı iki, üç misli yükseltilebilir. Kırk misli yükseltilirse, bir fevkalâdelik olduğu muhakkaktır. Eski pehlivanlar olan ve içlerinden biri askerlikte çavuşlu­ğa yükselmiş bulunan bu adamlar, bahçe korucusu idiler. Geceleri Sultan Murad’ın köşkünün bahçesinde nöbet tu­tarlardı. Çavuş olanın maaşı ayda 3 altın, diğerlerinin daha azdı (yiyecek, yatacak, yakacak, giyecek ihtiyaçları çalıştı­ranca temin edilirdi). 100 altın o devirde, kıdemli feriklerin (korgeneral) maaşı idi. Kaatillerden Fahri Bey, suçu bu üç pehlivana yükler ve kendisinin hiçbir ilgisi olmadığını id­dia eder mahiyette ifade vermiştir.

            Midhat Paşa ise, pehlivanlara işkence yapılarak ifade alındığını beyan etmiştir. Bu iddia en kuvvetli ihtimalle doğrudur. Fakat işkence, o devirde -Anglosakson sistemi hariç- bütün ülkelerde kullanılan bir adlî metottu. Bugün bize iğrenç ve insanlık dışı gelebilir. Fakat bugün bile -de­mokrasi iddiasındaki birçok ülke dâhil- poliste ve savcılık­ta işkence yapılmaktadır. Padişah kaatilliği akıl almaz bir cürümdür. Padişah, hâkan olması bakımından bütün Türk’lerin, halife olması bakımından da bütün Müslüman­ların en kutsal şahsıdır. Böyle bir suçu işlemek cesaretini gösteren gözü kanlı adamların, efendice sorguya çekilerek, gerçeği söylemeleri mümkün değildir. Zira çarptırılacakları ceza malûmdu. Pehlivanların tokat ve sopa ile dövüldüğü, koltuk altlarına kızgın lop yumurta konduğu iddia edilmiş­tir.

            Sultanahmed Vâızı Ömer Efendi’nin Söyledikleri

            Sultanahmed Camii vâızı ve başimâmı Ömer Efendi’nin söylediklerine çok ağırlık verilmiştir. İki sebepten: Sultan Abdülaziz’in cesedini çıplak olarak görebilen tek şahıstı ve yaşı, mevkii, mesleği, ahlâkı bakımından adliyede “bulun­maz şahit” olarak vasıflandırılıp hayal edilen mükemmel şahit tipini temsil ediyordu.

            80 yaşını geçmiş bir din adamı olan Ömer Efendi, padi­şahın cenâzesini yıkamış, Ayasofya imamı ile Enderun’dan 7 ağa da ona yardım etmişlerdir. Bunların hepsinin ifadele­ri Yıldız Mahkemesi’nde dinlenmiştir. Ömer Efendi, Cennet-mekân’ın kalbi üzerinde büyük bir mor leke olduğunu yeminle beyan etmiştir. 7 Enderûn ağası bu ifadeyi destek­lemişler, cesedin, sakalının sol tarafının yolunmuş ve iki di­şinin de gayrı muntazam şekilde kırılmış olduğunu ekle­mişlerdir. Bu şehadetler üzerine Midhat Paşa:

            Padişahın bir iki dişi bozuk ve eksik olabilir, demişse de, bir padişah dişinin kırık olamayacağı âşikârdır.

            Mahkemede teşhir edilen padişahın hırkasının kalbin üzerine isabet eden kısmındaki delik ise, meseleyi daha va­zıh bir şekle koymuştur. Sultan Aziz’in çok kuvvetli, spor yapmış bir adam, bir pehlivan olduğu malûmdur. Altı ken­disinden genç ve kuvvetli adamın (ki bunların üçü eski pehlivan ve ikisi subaydır) tecavüzünü karşılayamayacağı muhakkaktır. Fakat anlaşılan derhal kendinden geçirmek için, kalbinin üzerine vurmuşlardır.

            Din Bakımından İntihar

            Bilindiği gibi gerek Hıristiyan, gerek İslâm dininde inti­har, Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği ve ondan başka kimsenin bahşetmek iktidarında bulunmadığı cana karşı sûikasddir.

            Allah’ın en değerli eseri olan insan’ı yok etmektir. Allah’ın en büyük nimetini kendi eliyle ortadan kaldırmaktır. Al­lah’a yapılacak büyük isyanlardan biridir. Müntehir veya müntehire, kendi canını kendi eliyle aldığı anda, Hıristiyan ise Hıristiyan, Müslüman ise Müslüman toplumundan çık­mıştır. Allah’ı inkâr etmiştir. Hıristiyan dininde kendisine dînî âyin yapılamaz, bir Hıristiyan mezarlığına gömülemez. İslâm dininde de ceset yıkanmaz, Müslüman mezarlı­ğına gömülemez ve gömüldüğü yerde kendisine İslâmî tel­kin yapılamaz.

            Dini bütün bir Müslüman’ın böyle bir şeyi göze alama­yacağı âşikârdır. Hele bütün Müslümanların başı olan bir halifenin böylesine bir günahı irtikâb edeceğine ihtimal ve­rilemez. Gece gündüz Kur’ân okuyan, zemzem içen Sultan Abdülaziz de, her halde Kur’ân’ında, Sûre-i Yûsuf açık ol­duğu halde, Kutsal Kitab’ın karşısında damarlarını keserek, başı bulunduğu dinle ve itikadı ile alay etmemiştir...

            Kaldı ki intihar, Türk toplumunda çok az raslanan bir âdettir. Bir çok Batılı müşâhid, eski asırlarda Türkleri, “İn­tihar bilinmeyen bir toplum” şeklinde tavsif etmiştir. Türkler XIX. asırda, Avrupa’daki intihar hâdiselerini hayretle öğrenirlerdi.

            İntihar tezi, siyâsî maksatlarla savunulmuştur. Türki­ye’de olduğu gibi, Batı’da da böyledir. Darbeyi önceden bi­len ve darbecilerin arkasında bulunan İngiltere, intihar tezi­ni kabûl eder. Hattâ darbeyi planlayanlardan İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Sir Henry Elliot, olayın intihar olduğu üzerinde, Midhat Paşa’yı savunmak gayesiyle bir broşür ka­leme almıştır. Bu broşürde o derecede maddî tarihî yanlışlar vardır ki, savunduğu intihar tezi de buna benzemekte, ancak olayları az bilen Avrupalılar’ı belki ikna edebilmektedir. Bugün bile Encyclopedia Britannica, ihtiyatlı bir dille, inti­har tezini ileri sürer. Fransız ve Rus eserlerinde, cinayet tezi­nin tutulduğu görülür. Grande Encyclopédie, o yıllarda çıkan büyük Fransız Ansiklopedisi’dir. Açıkça Sultan Aziz’in Avni Paşa tarafından öldürtüldüğünü yazar. Grand Larousse gibi sonraki Fransız ansiklopedileri kesin şekilde öldürül­düğünü yazarlar. Şu herkesin elinde bulunan, her yıl baskısı çıkan Petit Larousse’da da Sultan Abdülaziz madde­sinde “fut assassiné = katledildi” yazılıdır.

            İntihar Eden Şahıs, Her İki Kolunun Damarlarını Kesebilir mi?

            Şimdi, en fennî delile geçelim:

            Hüseyin Avni Paşa’nın 19 doktora imzalattığı meşhur raporda, eski hâkanın sol kolundaki yaranın 5 santim uzun­luğunda ve 3 santim derinliğinde, sağ koldakinin ise 2,5 santim uzunluğunda bir kesik olduğu zikredilmiştir. Sol kolda bu derece vahîm bir yara açıldıktan sonra, bu sol ko­lun parmakları ile makas tutulup sağ kolda da büyük bir yaranın açılmasını tıp otoriteleri, imkânsız denecek derece­de müşkil saymaktadırlar. Üstelik meşhur raporda Sultan Aziz’in “cubital” damarlarının kesildiğinden bahsedilmek­tedir. Hâlbuki intiharlarda bu damarların kesilmesi pek nâ­dir vak’alardan olup, müntehir, ekseriya “radial” denen üst damarlardan ötesine nüfûz edememektedir.

            Şimdi, Sultan Abdülaziz Hân’ın ölümü olayını derleyip toplayalım:

            İntihar mı, Cinayet mi?

            Eğer ortada İkinci Abdülhamid-Midhat Paşa çekişmesi olmasaydı, hattâ olay bir meşrûtiyet-mutlakıyet meselesi hâline getirilmeseydi sanıyorum, hiçbir yazar ve politikacı intihar tezine iltifat etmezdi.

            Yukarıda olayı; detaylarıyla, mûteber şâhidlerin ifadeleriyle, resmî vesikalarla, şahısların durum ve psikolojileri ile ortaya koyduk. Bu tablodan intihar çıkıyorsa, olay elbette intihardır... Çıkamıyorsa, cinayet olduğunu kabûl etmekte zaruret vardır.

            Aslında olay intihar ise bile, tarih ilmi bakımından değerlendirme hükmü aynıdır. Bu hükmü en iyi şu cümleyle, İbnülemin Mahmud Kemâl İnal ifade etmiştir:

            “Eğer intihar rivayeti doğru bile olsa, Sultan Aziz’in kaatili gene Hüseyin Avni Paşa’dır. Çünki intiharına sebep olmuştur.”

            Elimizdeki vesikaların bugünkü durumuna göre Midhat Paşa’nın, cinayetten haberi yoktur ve cinayeti düzenleyen­ler arasında değildir. O sadece Sultan Aziz’i tahttan indir­mek ve cinayetten sonra olayı örtbas etmekle suçludur. Şimdi burada iki römark yapmak lâzımdır:

            Midhat Paşa, Sultan Aziz’in öldüğünü öğrendikten son­ra ne yapabilirdi? Hemen cevabını vereyim: Hiçbir şey ya­pamazdı, sadece susardı. Nitekim öyle yapmıştır. Aslında hiçbir şey yapamayacağına göre hükûmetten istifa etmesi gerekirdi ama hayat boyu sadrâzam olmak hayaliyle hü­kümdar tahttan indirilip kellesini bir defa ortaya koyan bir adamdan böyle bir feragat beklemek mümkün müdür? Niçin bir şey yapamazdı? Onun da cevabı şudur: Bütün kud­ret Avni Paşa’nın elindeydi. Avni Paşa’yı tevkif mi ettirirdi, mahkemeye mi sevk edebilir, yoksa kurşuna mı dizdirirdi? Hiçbirisine gücü yetmezdi. Çünki devlet düzeni bir defa şirazesinden çıkmaya görsün, bu düzen bozukluğundan kimin zarar göreceği evvelden hiç kestirilmez. Böyle bir cezayı verebilecek kudrette son sadrâzam, Âlî Paşa idi ve 5 yıl önce ölmüştü.

            Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’nın durumu da aynen -hiç sevmediği- fakat İngiltere’nin baskısı ile kabinesine almak rnecburiyetinde kaldığını söylediği- Midhat Paşa’nınki gibidir. Lâfta sadrâzamdı. Onun da cinayetten haberi yoktu. O da cinayeti öğrenince sustu. Zira hiçbir şey yapmazdı ve zira o da Midhat Paşa ve emsali gibi asıl kaatilin kim olduğunu, haberi öğrendiği saniye hemen tahmin etmişti.

            Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’nın, orduya dayanan Avni Paşa’ya karşı eli kolu bağlı idi. Ordunun başındaki adamı tevkif ettirmek gücünde değildi. Bu güce sahip olsa bile kullanamazdı. Zira meseleye iyice karışmış, boynuna kadar batmıştı.

            Aslında bu işin hesabını soracak adamlar vardı! Fiilen soracak adam vardı, Çerkes Hasan Bey’di; hukuken sora­cak adam vardı, Abdülhamid Hân’dı. Sahneye çıkacakları ânı bekliyorlardı. Zira ihtilâllerde roller cunta tarafından tevzi edilemez. Hiçbir cunta bugüne kadar bunu başarama­mıştır. Hiç beklenmedik anlarda sahneye, o piyeste rol al­ması akıldan geçirilmemiş şahsiyetler çıkıp başrolü oyna­yanları sahnenin kenarına itiverirler.

            Midhat Paşa’nın Sorumluluğu

            İntihar mı, cinayet mi? meselesinin kördüğüm hâline ge­tirilmesindeki başlıca sebep, Midhat Paşa’nın Yıldız Mahkemesi’nde cinayetle itham edilmesidir. Hâlbuki paşayı cinayete bağlayan deliller yetersizdi, belki hiç yoktu. Ve üste­lik paşa o sırada sadrâzam da değildi ki “İcrânın başı oldu­ğun halde cinayeti niçin örtbas ettin?” denebilsin. Gerçi Şurây-ı Devlet reisi olarak imparatorluk kabinesi üyesi idi. Ama Şûrây-ı Devlet reisi, adliye nâzırı tarafından kendisine sevkedilmeyen bir meseleye kendiliğinden bakamaz. Ger­çekte cinayete göz yummakta Midhat Paşa, ancak diğer ka­bine arkadaşları kadar sorumlu idi.

            Ama Yıldız Mahkemesi’nin rûhu bu değildi. Yukarıda arzedilen tablo, sadece nazarî hukuk bakımındandır. Mese­lenin, Sultan Abdülhamid’in mutlaka İskender kılıcı ile çöz­meye mecbur bulunduğu kördüğümün ruhu şu idi:

            Midhat Paşa, Türk imparatorluğunun düzenini altüst et­mişti. İhtilâlin Avni Paşa’dan sonraki ikinci adamı idi. Onun iştiraki olmasa belki Avni Paşa zaten kaç senedir planlayıp bir türlü sahneye koyamadığı darbeyi fiil mevki­ine çıkaramazdı. Bu darbe haksızdı. Belli başlı hiçbir sebep olmadan bir padişah tahttan indirilmiş, öldürülmüş veyâ ölüme terk edilmiş, bunun hesabı bile sorulmamış, saraylar yağma edilmişti. Üç ay sonra yeniden bir padişah tahttan indirilmişti... Devletin başına o derecede büyük belâlar açılmıştı ki, Türk tarihinin felâket sahneleri sergilenmişti, yeri geldikçe göreceğiz. Dış politikada dehâ olan ve bütün dış entrikaları bilen Abdülhamîd Hân, Midhat Paşa’nın İn­giltere ile ilişkilerinin bütün detayını biliyordu ve üstelik Midhat Paşa, darbeden yıllar sonra bile arkasını İngiltere’ye dayıyordu. İngiltere ile padişahı, dolayısıyla Türk devleti­nin düzenini tehdit ediyordu. Bu işi bir defa yapmış, onarıl­maz facialara sebep olmuştu. İkinci Abdülhamid, bunu tek­rarlatmamak azmindeydi...

            Meselenin ruhu budur.

            Yıldız Mahkemesi’nde Midhat Paşa, Sultan Aziz’in kaatillerinden biri olarak değil de, sadece darbe yaptığı ve cina­yet işlendikten sonra göz yumduğu için mahkûm olsa idi, mesele bu derecede alevlenmezdi ama Midhat Paşa, başka mevzularda ne kadar saçmaladı ise, cinayete katılmadığı hakkında, kendini o derecede mantıklı savundu. Gerçeğe dayandığı için bu mevzuda zaten kuvvetli idi. İkinci Ab­dülhamid onu amcasının kaatili olarak değil de, 93 Harbi’nde ölümüne sebep olduğu bir milyon Türk’ün kaatili olarak mahkûm ettirseydi ve astırsaydı, polemikler bu derecede büyük olmazdı. Ama bir şahsı, yapmadığı bir işle itham ederseniz, hem o şahsa diğer suçları için kabadayılık hakkını zımnen tanımış olursunuz, hem de o fiilin diğer suçluları için, acaba onlar da masum mu şüphesini uyandırırsınız.

            Sultan Abdülaziz’in üst düzeyde kaatilleri birinci dere­cede Hüseyin Avni Paşa idi. Yıldız Mahkemesi’nden çok önce öldü. İkinci derecede Şevk-Efzâ Valide-Sultan idi. Tür­kiye imparatoriçeliği yaptığı, padişah annesi ve Hanedana mensup bulunduğu, Türk adalet sisteminde kadınlara ölüm cezası verilmediği için, değil cezasını bulmak, Yıldız Mahkemesi’ne çıkarılmadı bile... Zira mahkeme kararı ile mahkûm olmuş böyle bir kadının torunu, bir gün Türkiye tahtına çıkabilir, babaannesi hüküm giymiş kaatil olarak anılırdı. Velhâsıl iki ucu pis bir değnekti, hiç ellememek ev­lâ idi. Abdülhamid Hân da öyle yaptı. Üçüncü derecede kaatil Müşîr Dâmad Nûri Paşa, dördüncü derecede Vezir Dâmad Mahmud Paşa idi. Bunlar mahkûm oldular. Asıl ka­til fiilini işleyenler alt düzeyde adamlardı; onların mahkûm olmalarıyla zaten kimse uğraşmazdı.

            İşte 1908’de İttihad ve Terakki iktidara gelip tâlihsiz ikinci meşrûtiyet başladığı zaman, değerlendirme bu oldu. Evet, Midhat Paşa ve Sultan Hamid, yukarıda anılan şahıs­lardı. Ancak Midhat Paşa da, Sultan Hamid de, bu iki vasıf­larından başka düzinelerle, belki yüzlerce başka vasıfları olan adamlardı ama o vasıflar tamamen silindi. Üzerlerin­de konuşmak bile apolitik telâkki edildi. Zira İttihatçılar, meşrûtiyet sloganı ile iktidara gelmişlerdi. Meşrûtiyetin ba­basını savunmak ve meşrûtiyeti 30 yıl geciktiren bir adama karşı vaziyet almak mevkiinde idiler. Böyle oldu.

            Tarihin Hükmü

            Ama İttihatçılar, tarihçi ve ilim adamları değillerdi. Sa­dece politikacı idiler. Bugüne kadar tarihi yapan politikad­an, tarihi istediği şekilde yazmasına, hiçbir ülkede izin ve­rilmemiştir... Bunu tecrübe eden ve bir müddet yürüten çok kudretli otokratlar, oligarşiler mevcuttur. Fakat sonun­da daima tarihçinin dediği olmuştur. Tarihçi, gerçekleri sergileyivermiştir. Bunun uğrunda kelle veren tarihçiler var­dır. Zira hakikat aşkı, insanlığı sevkeden en büyük duygu­lardan biridir. Birçok ahvalde, menfaat duygusundan daha kudretlidir.

            Nitekim Mutlakıyet devrinde de (1878-1908), Meşrûti­yette de (1908-1922), Cumhuriyet’te de en büyük tarih oto­riteleri, Sultan Aziz’in başına gelenleri açıkça yazdılar. Avni Paşa’nın tertibiyle öldürüldüğünü söylemekten çekinmedi­ler. Cevdet Paşa, Mahmud Celâleddin Paşa, Memduh Paşa, Lütfi Efendi, Abdurrahman Şeref Efendi, İbnülemin Mah­mud Kemâl İnal, İsmail Hâmi Dânişmend gibi o devri en iyi bilen tarihçiler, cinayet olduğunu bütün delilleriyle gös­terdiler.

            İntihar fikrini savunan resmî devlet görüşünün yanında yer almakta menfaatleri olan veyâ öyle olduğuna inanan yazarlar ise, mevzuu bütün genişliğiyle incelemeye asla ce­saret edemediler. Bazı gerçekleri bilhassa unutmaya veyâ unutturmaya gayret gösterdiler. Bunlardan bir zâtı tanırım ki, bütün hususî konuşmalarında Sultan Aziz’in öldürüldü­ğünde tereddüt dahi edilemeyeceğini tekrarlamış, fakat bü­tün yazılarında intihar ettiğini yazmıştır. Öldürüldüğü fikri tuttuğu halde, sonradan korkutularak veya menfaat sağlanarak aksi yazdırılmış olanlar da vardır. Bilhassa İttihad ve Terakki taraftarları, intihar fikrini körü körüne tut­muşlardır. Gerçekte ise bu tutum, İttihadçılar’a hiçbir haki­ki menfaat sağlamıyordu ama olayların içinde yaşayanlar bu uzak görüşlülüğü gösterememişler; bütün günleri, içinde yaşadıkları gün gibi olacak sanmışlardır.

            Sultan Abdülaziz, tahttan indirilmesinden sonra 3 gün Topkapı ve 48 saat de Fer’iyye Sarayları’nda, cem’an 5 gün yaşadı. Ölümünde 46 yaşını 3 ay ve 25 gün geçiyordu.

            Abdülaziz Hân Niçin Öldürüldü?

            Abdülaziz Hân niçin öldürüldü? Tahttan indirilmişti, ikinci veliahd olarak doğmuş, babasının saltanat dönemin­de 9 yıl, 4 ay, 11 gün ikinci veliahd, ağabeyinin saltanat dö­neminde 21 yıl, 11 ay, 25 gün veliahd, nihayet 14 yıl, 11 ay, 5 gün padişah olan bir kişi, niçin sadece 5 gün hayatta bıra­kıldı? Şimdi bu meseleyi, bütün Osmanlı tarihi çerçevesin­de gözden geçirelim:

            Yıldırım Bâyezid, düşman tarafından tahttan indirildik­ten sonra 7 ay, 6 gün yaşamış, 1403’te eceliyle ölmüştü. İkin­ci Bâyezid, tahttan indirildikten sonra 1 ay, 2 gün yaşamış, 1512’de ölmüştü. İkinci Osman 1622’de tahttan indirildik­ten 1 gün sonra öldürülmüştü. Sultan İbrahim tahttan indi­rildikten 10 gün sonra 1648’de öldürülmüştü. Dördüncü Mehmed tahttan indirildikten 5 yıl, 1 ay, 28 gün sonra 1693’te ölmüştü. İkinci Mustafa tahttan indirildikten 4 ay, 8 gün sonra 1703’te ölmüştü. Üçüncü Ahmed tahttan indiril­dikten 5 yıl, 9 ay, 1 gün sonra 1736’da ölmüştü... Üçüncü Selim tahttan indirildikten 1 yıl, 2 ay sonra 1808’de öldürül­müştü. Dördüncü Mustafa tahttan indirildikten 3 ay, 19 gün sonra 1808’de öldürülmüştü.

            Sultan Abdülaziz vak’asından sonra; Beşinci Murad tahttan indirildikten 27 yıl, 11 ay, 29 gün sonra 1904’te öl­müştü. İkinci Abdülhamid tahttan indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 1918’de ölmüştü. Altıncı Mehmed Vahîdeddin tahttan indirildikten 3 yıl, 5 ay, 28 gün sonra yurt dışında 1926’da ölmüştü. Halife İkinci Abdülmecid tahttan indiril­dikten 20 yıl 5 ay, 21 gün sonra 1944’te yurt dışında ölmüş­tü.

            Bu tabloda ihtilâlcileri korkutan hâdise, 1808’de Üçüncü Selim’in öldürülmesi ile son bulan ve İkinci Mahmud’u tahta yükselten Alemdar Vak’ası’dır. Zira Alemdar Mustafa Paşa, ordu ile Topkapı Sarayı’nı, Üçüncü Selim’i yeniden tahta geçirmek üzere basmış, yarım saat geciktiği için Dör­düncü Mustafa, Üçüncü Selim’i öldürtmüş, fakat karşı ihti­lâlciler gene Dördüncü Mustafa’yı tahtta bırakmamış, kar­deşi İkinci Mahmud’u tahta geçirmişlerdi.

            68 yıl sonra ikinci bir Alemdar Vak’ası ile bir karşı ihtilâ­le imkân var mıydı? Vardı. Midhat Paşa’nın şu ifâdesinden, böyle bir imkânın olduğu ve ihtilâl cuntasını ürküttüğü açıkça anlaşılıyor:

            - Dolmabahçe Sarayı’nın, yani Sultan Abdülaziz’in mu­hafazasına memur piyade ve süvari nizam hassa taburları vardı. Memuriyetleri de padişahın muhafazası idi. Bu uğurda, her şeye mukavemet edip, hayatlarını feda edecek derecede çalışmaları borçları iken, bunu ifa etmemişlerdi. Bundan dolayı askerî şereflerinin mahvolduğunu söylüyor­lar, padişahı koruyamadıkları, aldatıldıkları için pişmanlık, nedamet izhar ediyorlar, kendi kendilerini takbih ve tel’în ediyorlardı. Zabitler de, neferler de aynı duyguda idiler. Nitekim bunları Avni ve Redif Paşalar derhâl Birinci Ordu bölgesi dışına gönderdiler. Ancak Birinci Ordu’nun diğer kıtalarında da aynı sözler söyleniyordu. İstanbul dışındaki diğer orduların vaziyetini bilemiyorum...

            Müşîr Dâmad Nûri Paşa’nın ifâdesinden:

            - Huzursuzluk askerden sonra, ulemâ (ilmiye) sınıfın­da da yaygın hâle geldi. Askerler; “Eğer padişahın hal’ edi­leceğini bilse idik asla Dolmabahçe’ye gelmezdik” diye söyleniyor ve büyük memnuniyetsizlik gösteriyorlardı. İlmiye mensuplarının ise padişahı yeniden tahta çıkaracakları söyleniyordu. Bu işler, hükûmet arasında çok gizli şekilde müzakere edildi. Bir kısım kıt’alar derhal İstanbul dışına çıkarıldı. Bir kısmına da para dağıtıldı.

            Midhat Paşa’nın ifâdesinden:

            Dolmabahçe Sarayı’nın önüne getirilen askerlerin ve Harbiyeliler’in padişahın tahttan indirileceğinden katiyen haberleri yoktu. Onun için hakikati öğrenince memnuniyet­sizlik büyük oldu.

            Süleyman Paşa, Harbiydiler’ce gelmiş geçmiş en sevilen okul kumandanlarından biridir... Harbiyeliler, kendisine saygılarından, memnuniyetsizliklerini fazla ileri götürme­diler. Süleyman Paşa’nın Harbiyeliler’e bir şeyler vaat etmiş olmasını düşünüyorum. Fakat şimdiye kadar böyle bir ve­sika veyâ rivayete tesadüf edemedim. Mamafih Birinci Or­du’da: “Biz böyle olacağını bilse idik...” cümlesi gittikçe yayılı­yordu. Karşı ihtilâl, ancak liderini bekliyordu. Bu sırada Karadağ ve Sırbistan’da isyanlar çıkması ve Rusya’nın bu isyanları silâhla desteklemesi, dikkatleri dışarıya döndür­dü.

            Sultan Abdülaziz’in muhafazasının sadece kendisi ile Kapdân-ı Deryâ Ahmed Paşa’ya ait olduğunu, başka kim­senin karışamayacağını Avni Paşa, tahttan indirilen padişa­ha çok iyi muamele edilmesini isteyen nâzırlara karşı -usul ve üslûbu olduğu üzere- tehdit eder tarzda söylemişti. Avni Paşa, Birinci Ordu Kumandanlığına getirdiği Müşîr Redif Paşa’ya kuş uçurtmamasını ve sert tedbirler almasını emretmişti. Sonra Sultan Aziz daha Ortaköy Sarayı’na adım atar atmaz, üç pehlivan eskisi uşak -bütün âdetler hilâfına- saraya sokulmak istenmiş, sokulamayınca, Saray’ın karşı­sındaki karakolda bir gece yatırılmışlardır. Hayatlarında üç altından fazla maaş yüzü görmeyen bu adamların yüzer altın maaşla Ortaköy Sarayı’na gönderilmeleri ve sarayın ha­rem dairesine sokulmakta ısrar edilmesi, niyetleri çok açıkça ortaya koymaktadır.

            Diğer taraftan, klinik psikopat olduğu muhakkak bulu­nan Avni Paşa’nın, Sultan Aziz’in öldüğünü görmeden ra­hat nefes alamayacağını, yukarıdan beri anlatmaya çalıştım. Üstelik artık ihtilâl cuntası tehdit altında idi... Hele Sultan Murad’ın aklî dengesinin gittikçe bozulması, cunta üyeleri­ni korkudan çıldırtmıştı. Delinin hâkan ve halife olması mümkün değildi. Geçici delilikte bile mümkün değildi. İşin açığa çıkması artık gün meselesi hâlini almıştı. İş açığa çı­kınca artık cuntacılar biliyorlardı ki, fikirler ikiye ayrılacak­tı: Sultan Aziz’in yeniden tahta çıkarılmasını isteyenler (ki Osmanlı tarihinde birden fazla emsali vardı) ve Veliahd Abdülhamid Efendi’nin padişahlığını isteyenler... Böyle durumlarda ne olacağı, kimin üste çıkacağı belli olmazdı. En küçük fırsatta “zabtedilmiş arslan” diye tavsif edilen Sultan Aziz’in zincirlerinden boşanıp kendini Birinci Ordu birlikle­rinin içine atması, aynı gün cuntacıların asılmaları ile sona ererdi... Sultan Aziz’in ikinci defa aldanmayacağı, gaflete düşmeyeceği, merhamet etmeyeceği âşikârdı.

            Sultan Aziz’in Ölümüne Nazırların Tepkileri

            Onun içindir ki cuntacılar, Sultan Azîz’in nasıl öldürül­düğünü pek iyi bildikleri halde, geri zekâlılık taslamaya ka­rar verdiler. “Vah vah, intihar etmiş, makamı cennet olsun!” dediler. Fakat hiç kimse aldanmadı. Yalnız, Avni Paşa kor­kusundan kimse ağzını açamıyordu. Bununla beraber, bazı tepkiler sert geldi... Nâzırlardan eski sadrâzam ihtiyar Yu­suf Kâmil Paşa, haberi öğrenince, yanındaki kabine arkadaşlarına:

            Hüseyin Avni köpeğine söyleyiniz, dedi; Peygamberimiz “Kaatili katil’le tebşir ediniz” buyurmuşlardır. Bu sır yakın zamanda, o köpek için zuhûr edecektir!

            Paşa söz değil, keramet söylüyordu. İstikbali okuyan Devr-i Kadîm kâhinleri gibiydi... Sonra şöyle ilâve etti:

            Hain Hüseyin Avni, başımıza neler getirdi, neler getirecek... Ayağının ucundan başına kadar, Cenâb-ı Hakk’ın Osmanlı padişahı olarak halk ettiği vücudu nâdir gelir bir hâkanın kaybına sebep oldu... Mel’un herif, padişahın ba­şını yedi. İnşallah o kaatil de tez zamanda katledilir...

            Maliye Nâzırı Yusuf Paşa da dikkate şayan bir şey söyledi:

            Hüseyin Avni, Pertevniyâl Vâlide-Sultan’dan sakın­sın...

            Bu suretle Pertevniyâl Sultan’ın, oğlunun kanını yerde koymayacağını ima ederek, o da kehânette bulunmuş oldu...

            Hâlbuki bu saatlerde Pertevniyâl Vâlide-Sultan için, oğ­lunun feci ölümü yanında, kendi şahsına tevcih edilmiş en ıstıraplı günler başlıyordu...

            Vâlide-Sultan’ın Tazyiki ve Sarayın Yeniden Yağmalanması

            Şimdi, Sultan Aziz’i kucakladığı andan itibaren annesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın başına gelenleri anlatalım:

            Yerinde söylediğimiz gibi, omuz vurulup Sultan Aziz’in odası kırılıp içeri girildi. Vâlide-Sultan hemen koşup oğlu­nu kucakladı... Bütün üstü başı oğlunun kanıyla boyanan 64 yaşındaki uzun boylu, şişman kadın, subaylar ve erler tarafından oğlundan koparıldı. Oğlunu bırakmak isteme­di... Zorla ayrılınca kısa bir baygınlık geçirdi. Askerler, ta­şıyarak odasına götürdüler. Bu baygınlık sırasında Binbaşı Necib Bey, Vâlide-Sultan’ın kulağındaki küpelerle parma­ğındaki yüzüğü çekip aldı. Belki bir düzine câriye ve bir ordu askerin önünde, bunları cebine attı. Necib Bey’in âmiri Yarbay İzzet Bey, ondan aşağı kalmadı. Vâlide-Sultan odasına taşınırken o da odaya girdi ve etrafta gördüğü mücevher namına ne varsa cebine attı. Yukarıda yerinde söyle­diğim gibi bu tıynette adamlar bilhassa seçilmişti. Yoksa normal askerlerin böyle hizmetleri yapamayacakları mu­hakkaktır.

            Bundan sonrasını tasvir edebilmek için, benim kalem kudretim zayıf, hattâ âciz kalır. Efsaneler çağının büyük ka­lemlerine, Homeroslara, Sofokleslere, Evripideslere ihtiyaç vardır.

            Vâlide-Sultan kendine gelince, oğlunun kanlı ölümüyle aklı başından gitmiş ve daha 5 gün evvel Türkiye impara­torluk protokolünün ikinci şahsiyeti olan ihtiyar kadına, kendisinin Topkapı Sarayı’na götürüleceği söylendi. Torun­ları şehzâdeler ve sultanlar, çevresini almışlar:

            - Vâlidemizi vermeyiz, nereye götürüyorsunuz? diye feryat ediyorlardı. Askerler, zorla Vâlide-Sultan’ı torunları­nın kollarından çektiler. Binbaşı Necib Bey, Sultan’ı kollarından tutup sürükleyerek götürdü. Bu Necib Bey, Şehzâde Nureddin Efendi’ye satılmış bir Gürcü köle idi. Nureddin Efendi ona köle değil, arkadaş muamelesi etmiş, okutmuş, Harbiye’ye gönderip subay yapmıştı. Şimdi, Osmanoğulları’na sadakat ve şükran borcunu ödüyordu! Yarbay İzzet Bey’in muavini ve şer âleti bir vicdan yoksulu idi.

            Pertevniyâl Sultan, yalınayak ve ferâcesizdi. Üzerindeki beyaz entari değiştirilemediği için, oğlunun kanları ile rengi -Osmanoğulları’nın Hanedan rengi ve oradan alınarak Türk bayrağının rengi olan- al’a dönüşmüştü... Saraydan itilip çekilerek çıkarıldı... Sarayın bahçesine, karakol binasının önüne getirildi. Orada kendisini Hacı Râşid Paşa ile İzzet Bey bekliyordu. Paşa, çatana ile Topkapı Sarayı’na götürüleceğini söyleyince devlet düşkünü kadın:

            Ben vapura binmem, dedi; oğlumu öldürdüğünüz gibi beni de denize atacaksınız. Çok rica ediyorum paşa, beni burada bırakınız!

            Mirliva Râşid Paşa’nın cevabı şu oldu:

            Vapura bineceksin! Milleti batırdınız, daha gitmek iste­miyorsun!

            Bu -her iki mânâda- yüksek üsluplu cevapla paşa ve ar­kasında baykuş gözleri ile bakan Yarbay İzzet, bu suretle İkinci Mahmud’un eşine minnet borçlarını ödüyorlardı. Türkiye’yi XIX. asır başlarında batarak Türkistan durumu­na gelmekten kurtaran, modern Türkiye’nin ve modern Türk Ordusu’nun ve Harbiye’nin kurucusu İkinci Mahmud Hân’ın, sıradan asker gibi yıllarca kışlaların taş odalarında yatıp kar ve çamur içinde alaylarının önünde talime çıkarak yeni Türk Ordusu’nu kuran, ilk Harbiye mezunlarına albay maaşı vererek teşvik eden Sultan Mahmud’un...

            Fakat Vâlide-Sultan, nedense denize atılacağı sabit fikriyle5 o derecede direndi ki, kendisini çatanaya bindirmek değil, rıhtıma sürüklemek kabil olmadı. Rıhtıma sürükleni­yor, sonra askerlerin ellerinden kaçıp bahçeye doğru koşu­yordu. Râşid Paşa, araba ile köprüden geçerek Sarayburnu’na gitmeyi kabûl edip etmeyeceğini sordu. Vâlide-Sultan:

            5 Osmanlı saraylarında padişaha ihanet eden câriyeler Marmara Denizine atılırdı. Zirâ kadınlara idam cezası yoktu.

            Araba ile gitmeyi kabûl ederim, dedi; ama biliyorum beni götürüp öldüreceksiniz! Bunun üzerine Binbaşı Necib:

            Sus behey büyücü! hitâbıyla, Osmanlı Sarayı terbiyesi­ni ne derecede benimsediğini açığa vurdu.

            Pertevniyâl Sultan’ın yanına, ibrikdar ustası olan kalfa (rütbeli câriye) katılarak kapalı arabaya bindirildi. Başları­na muhafız olarak bir harem ağası verildi. Topkapı Sara­yı’na sevkedildi.

            Aynı gün, Tiryâl Hanımefendi tevkif edildi. Tiryâl Ha­nım kimdi?

            Tiryâl Hanımefendi

            Tiryâl Hanımefendi, İkinci Sultan Mahmud Hân’ın baş-ikbâl’i yani eşlerinden biri idi. Çocuğu olmamıştı. O tarih­te 66 yaşında idi. Sultan Abdülaziz’in şehzâdeliğinde, onun üzerinde bu üvey annenin, öz annesi Pertevniyâl Sultan ka­dar emeği geçmişti. Bu yüzden Sultan Aziz, kendisini sever, sayardı. Bütün Sultan Aziz saltanatı boyunca, İkinci Vâlide-Sultan muamelesi gördü. Çok zengindi. Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın da teveccühünü ve arkadaşlığını kazanmıştı. Esa­sen İkinci Sultan Mahmud’la, Pertevniyâl Sultan’dan daha önce evlenmişti. Bir tesadüfle, her ikisi de 1883’te 73 ve 71 yaşlarında ölmüşlerdir ki, anlattığımız Sultan Aziz vakasından 7 yıl sonradır.

            Hikâye edilen alçaklığı, adı geçen adamlarla beraber Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan paylaşmaktadır... Zira Pertevniyâl Valide ile Tiryâl Hanım’a yapılan baskıların onun emriyle, hiç olmazsa teşvik veyâ telkiniyle yapıldığı sabittir. Pertev­niyâl Sultan ve Tiryâl Hanım, Şevk-Efzâ Sultan’ın üvey kayınvâlideleri oluyorlardı. Sultan Aziz saltanatı boyunca bu iki hanım da saltanat sürmüş, Şevk-Efzâ Vâlide, veliahdin annesi olduğu halde genç yaşta gölgede kalmıştı. Şimdi bu­nun intikamını alıyordu ama Hânedân şuuru içinde değildi. Osmanoğulları’nın şerefini ayaklar altına aldığının far­kında olmayacak derecede kin ve ihtiras dolu idi...

            Tiryâl Hanım, kendi konağında otururdu. Dârüssaâde ağası ve Şevk-Efzâ Sultan’ın şer aleti Süleyman Ağa, kendi­sine bir harem ağası ile haber göndererek Vâlide Pertevni­yâl Sultan’ın çağırdığını bildirmişti. Fer’iyye Sarayı’na giden Tiryâl Hanımefendi, orada tevkif edilmiş, padişahın emriy­le kendisinin de Topkapı Sarayı’na gönderileceği bildiril­mişti ama Pertevniyâl Sultan’la aynı arabada gönderilme­miş, Pertevniyâl Sultan’ı götüren araba geri dönünce o da aynı araba ile aynı gün Topkapı Sarayı’na sevk edilmişti.

            Pertevniyâl Sultan’la Tiryâl Hanım, servetleri ellerinden alınmak, Şevk-Efzâ Sultan ve cuntacılar hesabına soyulmak üzere, Topkapı Sarayı’na gönderilmişlerdi. Böylece hem Sultan Aziz taraftarı iki kudretli kadının servetleri ellerinden alınacak, hem de cuntacılar biraz daha zenginleşeceklerdi.

            Her iki hanıma da, padişahın emriyle tevkif edildikleri bildirildi. 39 gün Topkapı Sarayı’nda kaldılar. İlkel şartlar­da yaşıyorlardı. Üstlerindekileri değiştiremediler. İlk üç ge­ce karanlıkta bırakıldılar ve bir tek mum verilmedi. Sonra iki hanımdan her birinin odası için birer kandil verdiler. Odalarda her türlü haşere, yılan ve fareler cirit atıyordu. 10 gün sonra Dârüssaâde Ağası Süleyman Ağa geldi, Pertevni­yâl Sultan’a:

            Zât-ı Şâhâne, siz efendimiz’e selâm gönderdiler, dedi. O zamana kadar sedirde oturan Vâlide-Sultan, Osmanlı protokolü icabı padişah selâmını dinlemek üzere derhal ayağa kalktı ve:

            İnşallah arslanım âfiyettedirler ağa? diye sordu.

            İyidirler. Efendimiz için Fer’iyye’de daire döşetiyorlar, yakında oraya nakil buyurulacağınızı bildirmek için kulu­nuzu gönderdiler.

            Tiryâl Hanım’la da görüşen ve aslında padişahtan değil Şevk-Efzâ Vâlide’den emir alan -rütbesi vezir, müşîrlerle eşit olan ve protokolde onlardan evvel gelen- dârüssaâde ağasının ziyaretinden sonra, tazyikler azaldı. 39. gün so­nunda Süleyman Ağa tekrar geldi. Sultanla Hanımefendiyi alıp Ortaköy Sarayı’na getirdi. Birer odaya kondular. Pence­releri kapatılıp mıhlandı. Kapılar kilitlendi. Yani hapis hayatları devam ediyordu. İsmet ve Emin Ağalar, iki harem ağası, Pertevniyâl Sultan’ı, mevcut bulunmayan gizli hazî­nesinin yerini söyletmek için, hayli tazyik ettiler. Torunlarından hiçbir şehzade ve sultan bu üç ay müddetle Vâlide-Sultan’ın yanına sokulmadı. İsmet Ağa’nın işkencesi, sekiz gün sekiz gece sürdü. İsmet Ağa, Vâlide-Sultan’a:

            - (Şevk-Efzâ) Vâlide-Sultan’dan sizin hakkınızda, “mut­laka Vâlide-Sultan’ı öldür, öldürmeden dönme!” emrini al­dım. Hazînenizin yerini söylerseniz öldürmem, şeklinde sözler söylüyor:

            - Ne hazînem, ne malım vardır, yaşmaksız, feracesiz Topkapı Sarayı’na sürüldüğümü bilmiyor musunuz? ceva­bını alınca:

            - Madem söylemiyorsunuz, mutlaka kendi kendinizi öldürünüz, ben sizi öldürmeyeceğim ama ölünüzü görmeden de saraya dönemem, diye zırvalıyor, Pertevniyâl Sultan:

            - Hayır, ben Müslüman’ım, kendi kendimi öldürmem, sen öldür de bu iş bitsin! diyordu.

            Sekizinci gün pencereler açıldı. Temmuz sıcağından kur­tulup, kendini Boğaz’ın rüzgârına atan Valide, biraz ferah­ladı. Fakat manevî baskılar devam ediyor, hâlâ gizli hazîne­sinin yeri (!) söyletilmek isteniyordu. Bu işkence, Topkapı Sarayı’na sevk edildiği oğlunun şehid olduğu günden itiba­ren tam 88 gün devam etti. 88 gün sonra Sultan Abdülhamid tahta çıktı. Şevk-Efzâ Sultan, vâlidelik tahtından indi. Pertevniyâl Sultan serbest kaldı, İkinci Abdülhamid’e şu dikkate değer mektubu yazdı:

            Pertevniyâl Sultân’ın Mektubu

            “Sultan Murad’ın kemâl-i lutf-ü kereminden ola­rak (!) fermân-ı şâhâneleriyle beni Topkapı Sarayı’na sürdükleri vakit, (Sultan Murad’ın) mürüvvetlerin­den (!) üzerimde bulunan ve yanımda olan eşya ne ise, siz arslanıma gönderiyorum. Bir padişah vâlidesinin ne hâle düştüğünü ileriki nesillerin görmesi için bu eşyanın (müzede) hatıra olarak saklanmasını istiyorum. Üç padişah (kocası İkinci Mahmud, üvey oğ­lu Sultan Mecid, oğlu Sultan Aziz) sayesinde nail ol­duğum büyük servetin mühim kısmını cami, mektep kütüphane, çeşme, türbe gibi hayır eserlerine, yardım isteyen muhtaçlara harcadım. Gerisi, Sultan Abdülaziz arslanımın tahttan indirildiği gün Dolmabahçe Sarayı yağma edilirken alındı. Birkaç parça, oğlumun şehid edildiği gün kulaklarımdan ve parmaklarım­dan koparılıp odamdan çalındı. Şimdi üç yüz câriyemden yanımda üçü kalmıştır. Bütün eşyamı da gönderiyorum, on üç parçadır. Ancak incili tesbihin bir değeri vardır. Dünya malından arınarak Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkacağım için bahtiyarım. Yolla­dığım beyaz Hint keteninden entari, göreceğiniz gibi kızıla boyanmıştır. Bu boya, amcanız Sultan Abdülaziz’in mübarek ve mukaddes kanıdır... Bu entari üzerimde olduğu halde Topkapı Sarayı’na gönderil­dim ve 33 gün bu entariyi sırtımdan çıkarıp değiştir­me imkânım olmadı. Hayatımda kimse hakkında kö­tü niyet eseri göstermedim... Bu eşyamı görenler Al­lah aşkına benden ibret alıp, Fâtiha okumak mürüv­vet ve merhametinde bulunsunlar! Başıma gelenleri bilmeyen kalmamıştır. Kanımı deryalara akıttılar. Hüküm, Allâh’ındır.

            Pertevniyâl.”

           

            Bu devir Osmanlı iç tarihinin gelmiş geçmiş en büyük mütehassısı olan büyük tarihçi merhum İbnülemin Mah­mud Kemâl İnal şöyle yazıyor:

            “Sultan Abdülaziz’in üzerine kapanmış zavallı annesini, zabitlerden Nazif namında bir mel’un, oğlunun odasından alırken, küpesini ve yüzüğünü zorla gasb edip def olduğu gibi, diğer zabitler de karakol-hâne meydanına çıkarıp orada bıraktılar. Yaşına ve mevkiine hürmet, bahusus uğradığı musibete merhamet edilmesi gereken muhterem kadının gördüğü hakaret ve mihnet, bu kadarla kalmadı. Saklı mall­arının yerini bildirmesi için de çeşitli tazyikler ve tahkirle­re hedef oldu. Karakol önünde uğradığı hakaretleri uzaktan o sırada karakola Sultan Aziz’in cesedini görmeye gelen bazı nazırlar ses çıkarmadan seyrettiler. Saraydan ise, Şehzadelerin ve Sultanların feryatları yükseliyordu. Gûyâ Kerbelâ idi ve gûyâ bu zulümleri yaptıran Yezîd idi!”

            Sultan Aziz’in son Mâbeyn-i Hümâyûn başkâtibi şâir Âtıf Bey’in ifâdesi:

            - O facia günü Avni denen Yezîd, yeniden mal derdine düştü. Daha beş gün önce Dolmabahçe Sarayı yağma edil­diği halde şimdi de Ortaköy Sarayı’nda yağma başladı. As­kerlere emir verildi. Câriyelerin şalvarlarına kadar her yer­de mücevher, altın ve değerli şey arandı. Bir padişah anne­sinin mücevher saklamak tenezzülünde bulunabileceğini sanacak kadar Osmanoğulları’nın vekarından habersiz bir mel’un, Pertevniyâl Sultan’ın ağzının içine parmağını soka­rak, ağzına cevher saklamış mıdır diye araştırdı. Avni Paşa hakkında oğlunun birkaç defa dikkat nazarını çektiği için, yalnız kini için yaşayan Serasker, Valide Sultan’a münfail idi. Eline fırsat geçince, dakika fevt etmedi. Alçak sadrâzam (Mütercim Rüşdü Paşa) ve mahalle imamı tabiatlı bir denî olan şeyhülislâm ve diğer köpekler Avni Paşa’ya uydular... Sultan Aziz’in raporunu aldıktan sonra her biri saraya gir­di. Sultan Aziz Efendimizin ve Vâlide-Sultân’ın yatak oda­larına girip pis vücutları ile yataklarına oturdular. Bir padi­şahın yatak odasına cebren girmek hangi faninin haddi ol­muştu? Devlet nizamını böylesine şîrâzesinden çıkardılar! Pis gözleriyle etrafta cebe indirecek bir şey var mı diye ba­karlardı. Sultan Aziz’in hizmetinde bırakılmış eski dârüssade ağası (vezir pâyesindeki) Cevher Ağa nâzırların önüne çıkıp “Bu âna kadar nice padişah tahttan indirildi, bunlardan hiçbirinde nazırların harem dairesine girdiği, uşak makulesi adamların efendilerine böylesine hakaret ettikleri işitilmedi, maksat mal ise, padişahın nesi varsa hazîne-i hümâyûn defterinde yazılıdır, padişah yatak odasında hazîne olur mu?” dedi. Mütercim Rüşdü Paşa, Cevher Ağa’nın azarlamasına karşı pişkinlik gösterip, “Ağa hazretleri” dedi, “Yirmi beş milyon altın varmış, onu arıyoruz ve elbette devlet için arıyoruz, bize kolaylık gösteriniz!” Cevher Ağa büsbütün kızdı, “Paşa hazretleri” dedi, “bunca defa nâzırlık ve sadâret yaptınız, hiç söylediğiniz mikdar para yatak odasında saklanır mı?” Tabii tek altın bulunamadı. 25 mil­yon altın gibi akıl almaz bir paranın tahttan indirilmiş bir padişahın yatak odasında bulunabileceğini sanan güya devletin en tecrübeli vezirine, bazı âzâsı (organları) eksik ve vezirlerce aklı da eksik sayılan bir harem ağasının verdiği cevap utandırıcıdır. Fakat hiçbirinde utanacak yüz yoktu... 25 milyon altının 175 ton olduğunu ve bu kadar altının iki yüz seneden beri hiçbir padişahın hususî hazînesinde bu­lanmadığını da bilmiyorlardı...

            İbnülemin Mahmud Kemâl Bey, 1940’ta Millî Eğitim Ba­kanlığı tarafından yayınlanan büyük eserinde ilâve ediyor:

            Bu mel’ûnâne işleri yapanlar ve yaptıranlar, pek az müddette perişan oldular. Namlarından iz kalmadı. Zira dağlarda gezen en dehşetli haydutların tel’în edecekleri vahşiyâne muameleleri irtikâb etmişlerdi.

            Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:

            Beş gün ara ile sarayda yapılan bu ikinci yağmada yal­nız mal değil, can da yağmalandı... Sultan Abdülaziz aile­sinin peri çehreli câriyelerinden bazıları çekilip alındı ve darbecilerin evlerine götürüldü. Rüşdü, Midhat, Avni Paşa’larla Şeyhülislâm, evlerine Sultan Aziz câriyesi kaçıran­lar arasında idi!

            Osmanlı Sarayında Câriyelik

            O sırada 30 yıldan beri Osmanlı İmparatorluğu’nda kölelik ilga edilmişti ama Saray’ın da seçilmiş, unvanlı, resmî câriye ihtiyacı vardı. Halkın sandığı gibi bu câriyeler, padi­şah odalıkları değildir. Padişah eşleri, bir sürü protokolden geçtikten sonra seçilmiş, unvanlı, resmî câriyelerdir. Her bi­rinin dairesinde otuzar kırkar câriye hizmet eder. Câriyeler, saray hizmetlerini gören genç kızlardır. Saray Harem-i Hü­mâyûn hizmetleri Osmanlı’da sadece genç kızlar tarafın­dan görülür. Erkekler ve evli yahut evlenmiş kadınlar hare­me sokulmazdı. Saltanatın başından sonuna kadar bu iş böyle yapıldı. Câriyeler eğitim yılları dışında, 7 yıl harem­de çalışmaya mecburdu. Küçük yaşta, yüz ve vücut bakı­mından çok güzel kız çocuklar bu maksatla saraya alınırdı. 7 yıllık hizmetten sonra her câriye, Harem’in başı olan Vâlide-Sultan’a, o ölmüşse Baş-Kadın-Efendi’ye müracaat ederek “çırağ edilmesini” yânî saraydan çıkarılmasını iste­yebilirdi. Sarayda hizmette iken evlenmek mümkün değil­di. Saraydan çıkarılan câriyeye Vâlide-Sultan, zengin çeyiz vererek ileri gelen bir devlet görevlisi veya onun oğlu ile evlendirirdi. Sarayda hizmet gördüğü en az 7 yıl içinde câ­riyeler zâten yüksek maaşlar aldıkları, bunları harcayacak yerleri olmadığı, her şey saraydan sağlandığı, çok sık da atıyye (hânedan mensuplarının verdiği değerli hediye) al­dıkları için, zâten zengin genç kızlardı. Fevkalâde terbiye ve protokol öğrenmiş, istidatlarına göre çeşitli sahalarda ye­tirilmiş güzel kızlar oldukları için, birçok devlet görevlisi oğluna bir “saraylı hanım” almak isterdi. Bunların mane­vi anneleri Vâlide-Sultan sayılırdı. Evlendikten sonra, bayramlarda saraya gelip sultanların, kadın-efendilerin eteklerini öperlerdi. Bâzıları saraydan çıkarılıp evlendikleri zaman çok yüksek rütbeli olurdu. Halk bunların sarayda rüt­be taşıdıklarını, meselâ “başhazînedâr kalfa” denen en büyük câriyenin rütbesinin vezîr-müşîr’e eşit olduğunu ve vezîr maaşı aldığını bilmezdi. Bunlar anlı şanlı hanımlardı. Cumhuriyet devrinde birçok kişi bu saraylı hanımları, Hânedan mensubu yani Osmanoğulları’ndan sanmıştır. Son defa birkaç ay önce gene böyle sanan bir hâtırâtı, bir gazete tefrikasında okumuştum.

            İkinci Sultan Abdülhamid’in ifâdesi:

            Fer’iyye dairesinde erkek ve kadın ayırmaksızın bil­cümle Hânedân câriyeleri üzerinde icra edilen zulümler, gayr-ı kabil-i tariftir. Harem ağaları ve görevliler, mücevher bulmak ümidiyle, mahremiyete yakışmayan yerlere kadar aradılar... Yıllarca hizmet eden câriyelerin biriktirdikleri birkaç altına ve ufak tefek mücevherlere kadar tenezzül ederek aldılar...

            Ama, amansız Sezar’ın sahneye çıkmak üzere olduğunu, piyeste başrolü alanlardan figüranlarına kadar kimse bilmi­yordu. Hepsini silip süpürecek ve sahnede tek başına kal­maya çok dikkat edecek olan Sezar, hepsine “Allah’ım, keş­ke doğmasaydık!” dedirtecektir. Öbür dünyadaki azabın provasını onlara bu dünyada yaptıracaktır.

            Bununla beraber Sultan Abdülhamid, âdeti olduğu üze­re, “ceza şahsîdir” hukuk prensibine çok sadık kalacaktır. Mücrimleri mahvedecek, fakat çoluk çocuklarının rızkı ile oynamayacaktır. Zira halife, âdil olmaya mecburdur.

            Pertevniyâl Sultân’a Düşmanlığın Sebepleri

            Ancak Pertevniyâl Sultan’a revâ görülen, Yunan trajedi­lerindeki sahnelere rahmet okutan muamelenin tek sebebi Avni Paşa değildir. Pertevniyâl Sultan ve oğlu Sultan Abdülaziz, Hanedan’ın büyük kanadı tarafından tutulmayan şahsiyetlerdir. Şimdiye kadar -Osmanoğulları’nın iç durumları iyi bilinmediği için- hiçbir tarihçinin üzerinde dur­madığı bazı gerçekler vardır. Bunları açıklamak, tarihçi ola­rak görevimizdir:

            Günümüze kadar gelen Osmanoğulları’nın hepsi, 1808-1839 arasında saltanat süren İkinci Sultan Mahmud’un (1785-1839) neslidir, başka hiçbir istisna yoktur. İkinci Sul­tan Mahmud’un nesli, yalnız iki oğlu tarafından yürütül­müştür (diğer hiçbir oğlu bülûğ yaşına kadar yaşamamış­tır): 1839-1861 arasında saltanat süren Birinci Abdülmecid (1823-1861) ve 1861-1876 arasında saltanat süren Abdülaziz Hân (1830-1876). Bugün bütün Osmanoğulları, ya Abdül­mecid Han, ya Abdülaziz Han’dan inerler. Hânedanın bu iki büyük dalına “Mecîdîler” ve “Azîzîler” denir.

            Sultan Mecid öldüğünde geriye kalan 9 zevcesi mühim bir mevzu teşkil etti. Çünki bunlardan 4’ü, kraliçe protoko­lünde idiler: Servet-Sezâ Baş-Kadın-Efendi, Şevk Efzâ İkin­ci Kadın-Efendi, Verd-i Cinân Üçüncü Kadın-Efendi ve Perestû Dördüncü Kadın-Efendi. Bu 9 dul padişah eşinin en genci 19 ve en yaşlısı (Şevk-Efzâ Kadın) 41 yaşlarında idiler. Sultan Aziz tahta geçince, ağabeyi Sultan Mecid’in ailesi, yani oğulları, kızları ve dul eşleri için nasıl bir statü değişik­liği oldu?

            Sultan Mecid’in ölümünde, 8 kızının ancak ilk 4’ü evli, diğer 4’ü genç kız, daha doğrusu çocuktu. -Odalıklar dışın­da- 24 hanımla evlenen Sultan Mecid, 22 yıllık saltanatında bunların birçoğunu genç yaşında kaybetmiş, bir ikisini de boşamıştı... Kendisinden dul kalan 9 hanımın çoğu, çocuk­larının annesi, yani çocuklu idiler.

            Sultan Aziz, dul yengelerini, yeğenlerinin dairelerine gönderdi. Her dul, çocuğu ile beraber oturmaya başladı. Bunlardan 4 evli Sultanın kendi sarayları vardı, anneleri, onlar ve Sultan zevci Dâmad Paşalarla beraber oturmaya başladılar. Şehzâdelerden yetişmiş olanların da padişah sa­rayında daireleri, fakat ayrıca her birinin saray dışında köşkleri, küçük şahsî sarayları, yalıları, çiftlikleri vardı.

            Sultân Mecid zamanında 8 sultân (imparatorluk prensesi) düğünü oldu. Sultan Aziz zamanında ise hiçbir sultan düğünü olmadı. Şehzâdelere ise sultanlar tarzında debde­beli düğünler yapılmak âdeti yoktu. Onlar basit törenlerle sarayda evlenirlerdi.

            Bu bilgilerden sonra şimdi, her iki kardeş padişah dev­rinde Hânedan’ın yaşama tarzını mukayese edebiliriz:

            Sultan Abdülmecid, kadınlarına ve çocuklarına muka­vemet edemez, onlar ne isterlerse yerine getirirdi. Oğullarının sünnet ve kızlarının düğün şenlikleri, binbir geceden nümûne idi, bütün İstanbul halkı günlerce eğlenmişti. Kız­larına ve kadınlarına, akıl almaz değerde mücevherler he­diye ederdi. Onları çok şımarttığının da farkındaydı, bir te­essür ânında “Beni kadınlarım ve kızlarım bitirdi” demiştir. Oğullarını da çok severdi, fakat onlar babaları ile yüzgöz olamıyorlardı.

            Sultan Abdülmecid böyle bir hayat içinde veremden öl­dü... Babası gibi, Rus harbinin verdiği üzüntüyle gelmiş verem değildi. Büyükbabası (Birinci Abdülhamîd) gibi Uk­rayna’da bir Türk kalesine (Özü) Ruslar girip Türkler’i kı­lıçtan geçirdiklerini öğrendiği anda beyin damarları çatla­yıp da ölmemişti. Yaşadığı dikkatsiz hayat ile nazik bünye­sini tahrib etmiş, o fevkalâde yakışıklı ve güzel adam, kırk yaşını bulamamıştı.

            Ama halk, tuhaftır. Birinci Abdülhamid, milletin hâfızasında fazla yer etmemişti. İkinci Mahmud ise, inkılâpları ile halkın canını sıkmış, “gâvur padişah” denmişti. Millet böyle bir padişah olmayaydı, Türkiye’nin Avrupa’dan As­ya’ya çekileceğinin farkında değildi. Böyle bir hizmet yap­mayan fakat babasının ekolünü devam ettirmek için karşı tarafa tâviz de vermeyen Sultan Abdülmecid ise, çok sevilmişti. Çünki yakışıklı idi, çok nâzikti, merhametliydi, müte­vazı idi, halkın arasına karışırdı. Üstelik devri refah devri idi, millet hiçbir mağlûbiyet acısı tatmamış, şanlı şerefli yıl­lar yaşamıştı. Bugün de bu sıfatları dolayısıyla bazı yeni tarihçiler Sultan Mecid’e, “büyük hükümdar” demektedirler.

            Sultan Aziz devrinde durum değişti. Sultan Aziz de, an­nesi de, koyu birer Türk; Doğu ve İslâm geleneklerine çok bağlı idiler. Hâlbuki Sultan Mecid ve annesi (Bezm-i Âlem Vâlide-Sultan) Batı’dan çok şey getirmişlerdi... Sultan Aziz’in havsalası, kadınlara dedikodu mevzuu olacak dere­cede yüz verilmesini almazdı. Kızları zaten çocuk yaştaydı. Yalnız büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’ye zaafı vardı. Buna karşılık, birçok saray inşa ettirdi ve muhteşem şekilde döşetti. Demiryolu siyasetine başladı. Ağabeyi devrinden pek az demiryolu kalmıştı. Dört bin kilometreden fazla de­miryolu yaptırdı. Orduya ve donanmaya ise akıl almaz büt­çeler tahsis etti. Bu siyasetin sonu ne oldu?

            Halk, kendi içine fazla karışmayan, daha çok ordusunun birlikleri ve zırhlı gemilerinde dolaşmayı seven bu hâkandan korkuyordu, ona gerçek bir saygı duyuyordu ve her­halde seviyordu ama ağabeyi derecesinde değil... Büyük devlet adamları, Sultan Mecid devrindeki debdebeyi arı­yorlardı. Bu ordu, donanma ve demiryolu politikasından gittikçe yaka silkmeye başlamışlardı... Hele Âlî Paşa’nın ölümünden sonra, son 5 yılda padişahın devlet işlerine biz­zat karışması karşısında memnuniyetsizlikleri gittikçe bü­yüyordu. Eskiden sadece sadrâzama hesap verirlerdi ama o da nihayet kendilerinden biriydi. Şimdi padişaha hesap ve­rip Sultan Mahmud devrine dönmekten nefret ediyorlardı.

            Ama daha büyük memnuniyetsizlik, Sultan Mecid aile­sinde oldu. Sultan Aziz, ağabeyinin eşlerinin ve çocukları­nın malına, mülküne, parasına, mücevherine tabiatıyla do­kunmadı. Fakat onlara maaşları dışında, babaları devrinde alıştıkları büyük atıyyeler ve mücevherler de vermedi He­le politikaya karışmalarını önledi. Veliahd Murad Efendi politikaya boğazına kadar batmıştı ama, ona karışmayı da doğru bulmuyordu. Çünki ağabeyi Sultan Mecid de veliahd iken, kendi yaşayışına karışmamıştı ama bütün memnuniyetsizler, şu veyâ bu yafta altında Veliahd Murad Efendi’nin çevresinde toplandılar.

            Sultan Mecid’in dulları, başlarında Şevk-Efzâ Kadın ol­mak üzere Sultan Aziz’den de, annesinden de nefret edi­yorlardı. Eski muhteşem yaşayışlarını bırakmış, mesire âlemlerine gidemez olmuş, daha muhafazakâr giyinmeye mecbur kalmışlardı. Eski serbest vur patlasın, çal oynasın hayat yoktu artık. Ciddî bir yaşama tarzı vardı. Sultan Me­cid devrindeki davranışları dolayısıyla, Vâlide Pertevniyâl Sultan tarafından sevilmedikleri ve beğenilmedikleri de ar­tık kendilerine anlatılmıştı.

            Binâenaleyh Sultan Mecid şehzâdeleri anneleri tarafın­dan, Pertevniyâl Vâlide kendilerine kötülenerek, bu ninniyi dinleyerek büyümüşlerdir. Sultan Aziz’e doğrudan doğruya dil uzatılamıyordu. Çünki Osmanlı Saray’ında bu, irtikâb edilemeyecek bir terbiyesizlikti. Onun için Sultan Mecid’in sulbünden gelen Osmanoğulları yani “Mecîdîler” -Sultan Murad dalı müstesna- Sultan Aziz’e saygılıdırlar, fakat Per­tevniyâl Vâlide’yi pek tutmazlar. İkinci Abdülhamid, amca­sının ailesine yapılanlara kan ağladığı halde, Pertevniyâl Vâlide hakkında sadece saygılı davranmıştır. Gene onun gi­bi Sultan Mecid’in oğlu olan Altıncı Mehmed Vahîdeddin de Pertevniyâl Vâlide’ye sempati duymaz. Sultan Murad ailesi ise Pertevniyâl Vâlide-Sultan’a karşı düşmandır.

            Abdülaziz Hân’ın Şahsiyeti Hakkında...

            Abdülaziz Hân’ın şahsiyeti hakkında evvelce fazla temas edilmeyen bazı noktaları söyleyip, bu bahsi tamamla­yacağız- Bilhassa padişahı yakından tanıyan veyâ bu devri çok iyi inceleyen tarihçilerin ve şahitlerin ifadelerini nakle­deceğim.

            Dâhiliye Nâzırı Memduh Paşa’dan:

            - Merhum hâkan Abdülaziz Han, güzel yüzlü idi. Güzel konuşurdu. Çabuk kavrayışlı idi, yapılan imaları derhal an­lardı... Azametli olmakla beraber, tavırları ve söz söyleme­si nazikti... Yüksek ruhlu ve yüksek ahlâklı idi.

            Son başkâtibi Âtıf Bey’in ifâdesi:

            - Türkçe’yi iyi yazar ve kullanırdı. Hatt-ı hümâyûnları­nın çoğu kendi ifâdesidir ve güzel bir hatla lâl (kırmızı) mü­rekkeple yazmıştır. Yazdığı bir risale, kendi yazısı ile Dolmabahçe Sarayı Kütüphanesi’ndedir (şimdi İstanbul Üni­versitesi Kütüphanesi’nde). Her sazı bilir ve az çok çalardı. Fakat ney’i üstâdâne üflerdi. Mevlevi muhibbi idi. Ne içki, ne tütün kullanırdı. Hattâ bunların aleyhine bir güzel ma­kale kaleme almıştı. Resimdeki istidadı çok büyüktü. Meş­hur Rus deniz ressamı Ayvazofski ile konuşurken, bir kâğı­da rastgele çizerek sandal resmi yapmış, bu kâğıdı ressam rica ederek almış, Çar İkinci Aleksandr’a hediye etmişti. Bu resim Mecmû’a-i Ebü’z-Ziyâ’da neşredilmiştir. Resimden anlayanlar, çizgilerdeki orijinalliği hayranlıkla seyrederler. Diğer resimleri de öyleydi. Bilhassa gemi resimleri çizmeyi severdi. Arada güzel levhalar da yazardı... Aksaray semtin­de annesi Pertevniyâl Sultan Camii’ndeki celî sülüs levha onun eseridir. Son derece derin zekâlı idi. Çok kuvvetli ko­nuşur ve nutuk söyler, çok tesir ederdi ve hazırcevaptı.

            Ünlü edip Sadullah Paşa’nın ifâdesi:

            Dîvân-ı Hümâyûn tercümanı olduğum yıllarda, merhum Sultân Abdülazîz yabancıları kabûl ettiği zaman, tercümanlık ederdim. Doğrusu güzel konuşurdu. Hiç düşünmeden en münâsip cevabı söylerdi. Bazı konuşmalarda sadrâzam da bulunurdu. Padişahın bazı cevaplarından o kadar millî bir haz duymuşuzdur ki, memnuniyetimizden benim ve sadrâzamın yüzlerimiz kızarmıştı. Konuşurken çok vakurdu, ecnebilerle konuşurken vekarı artardı... As­kerlikten çok iyi anladığı şüphe götürmez. Hakkıyla müşîr (mareşal) ve bahriye müşîri (büyükamiral) üniformalarını giyer, ordusunun, donanmasının içinde bulunmaktan ger­çek bir zevk duyardı. Ordu dışında iken üniforma giymez, hepimiz gibi pantolon, ceket giyerdi. En büyük Prusya ku­mandanlarından Prens Karl da bir defa bana Almanya’da “Padişahınızın hem askerî bilgisi, hem askerî değerlendir­mesi çok kudretli” dedi... Avrupa seyahatinde Fransız İm­paratoru Üçüncü Napoléon, şerefine askerî bir manevra yaptırmıştı. Ondan aşağı kalmamak için Prusya Kralı Birin­ci Wilhelm de Koblenz’de Sultan Aziz önünde manevra yaptırdı ve Sultan Aziz’e Prusya Ordusu’nu teftiş ettirdi. O sırada (1867) Prusya, 30 Alman devletinin sadece en güçlüsü idi. Kimse Prusya’nın Fransa’dan üstün olduğunu söyle­yemez, belki hatırından geçirmezdi. Hele bizim bütün pa­şalarımız, Fransız Ordusu’nun dünyanın birinci ve en kud­retli ordusu olduğunu söylerlerdi. Hâlbuki Sultan Aziz, bü­tün bu mütalâaların tesirinde kalmaksızın seyahatinden dönüşte şöyle dedi: “Fransa ve Prusya orduları arasında esaslı fark var. Bir Fransa-Prusya harbinde Prusya’nın kaza­nacağına şüphem yoktur...” Padişahın -3 yıl sonra gerçek­leşecek- bu kehânetini birçok kimse hatırlar. Çünki birçok devlet adamı arasında söylemişti.

            Cevdet Paşa’dan:

            - Merhum, millî gayret sahibi ve vatanı için hamiyet duygusu ile dolu idi.

            Mehmed Emin Paşa’nın ifâdesi:

            - Mühürdarı olduğum sırada merhum Sadrâzam Yusuf Kâmil Paşa bir gün bana, Sultan Abdülaziz’in kendisine çok mahremâne “Donanmamızın tekemmülüne gayret edişim, Kırım’ı geri almak içindir” dediğini nakletti.

            İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın değerlendirmeleri:

            - Ordu ve deniz manevralarına bizzat katılırdı. Yeni si­lâhların hepsini edindi. Yeni usul istihkâmlar yaptırdı. Or­du için fabrikalar ve tersaneler kurdurarak askerî ihtiyaçla­rın mühim kısmının dâhilde yapılmasını temin etti. Hem askerî, hem sivil mekteplerin ıslahı ile maarifin terakkisine çok çalıştı. Telgraf hatlarını her tarafa yaydı. Her yerde postahâneler açtırdı. Demiryolları ve şoseler yaptırdı. Birçok şehir ve kasabada belediye teşkilâtı kurdurdu. Mülkî idare­yi ıslah etti. Şûrây-ı Devlet’i ve Mahkeme-i Temyîz’i kurdu. Atası Yavuz’un fethinden beri üç buçuk asırdır hiçbir padi­şahın adım atmadığı Mısır eyaletine giderek ahalisinin sal­tanata bağlılığını pekiştirdi. İlk ve son defa Avrupa devletlerini resmen ziyaret eden padişah oldu. Hükümdarlar ve o ülkelerin büyük devlet adamları ile konuşarak devletin şan ve şerefini liyakatle artırdı. Devletin yükselmesi için pek çok çalıştı, zamanını şahsî zevklerine harcamadı. Değerli, hamiyetli, gayretli, ince bir padişah idi.

            Âtıf Bey’den:

            - Türk ve İslâm âdetlerini takib etmekte titizdi. Bu hu­susta adetâ ağabeyine aksülamel gösteriyordu. Frenk âdet­lerini taklid edenlerin arkasından alay ettiğini birkaç defa duydum. Çok sofu ve işi gücü ibadet değildi... Zaten ola­mazdı, zira devlet, bilhassa ordu işlerinden çok az vakti kalırdı. Fakat samimî dindar olduğunda kimse şüphe edemez.

            Devrin Müşîr Kâzım Paşa, meşhur maarif nâzırı vezîr Kemâl Paşa, Hakkı Bey, Sâdî Bey gibi birçok ünlü şâiri ardından uzun ve güzel mersiyeler yazdılar. Başına gelenler Kerbelâ vak’ası ile mukayese edildi ve Hüseyin Avni hakkında “Yezîd” lâkabı fazlasıyla kullanıldı. Kemâl Paşa’dan:

            Dîn-ü devlet hâinî birkaç melâîn-û Yezîd

            Eylemişler Hazret-î Abdü’l-Aziz Hân’î şehîd

            Sâdî Bey’in müseddes mersiyesinin nakarat beyti:

            Ağlasın şâh-î şehîde halk-ı âlem, ağlasın

            Çağlasın hûn-âb-ı çeşm-î ehl-i matem çağlasın

 

            KARŞI EYLEM

            Meşrûtiyet ve Avni Paşa

            İhtilâl niçin yapılmıştı? Meşrûtiyet için... İngiltere gibi taçlı demokrasi olacak, meclisler açılacak, o zamana kadar devletin anayasası mâhiyetinde olan Tanzimât ve Islâhât hatt-ı hümâyûnları artık gerçek bir anayasa hâline dönüştü­rülecekti. Seçimler yapılacak, meclisler icrâyı (hükûmeti) kontrol edecekti.

            Sultan Murad’ın meşrûtiyet istediği biliniyordu ama onun İngiltere Kraliçesi kadar bile nüfûzu yoktu ki... Kâti­bini tayin edemiyor, her şeye Avni Paşa karışıyordu. Her şe­ye Avni Paşa hâkimdi. Her şey onun elindeydi. O isteme­den değil anayasa yapıp meclis açmak ve seçim yaptırmak, kuş uçurmak kabil değildi. O andaki Avni Paşa’nın duru­munu büyük tarihçi İbnülemin Mahmud Kemâl İnal şöyle anlatıyor:

            - Sultan Abdülaziz’i hal’ etmenin asıl sebebi, gûyâ istib­dadı ortadan kaldırmak, meşrûtiyet ilân ederek devletin ge­leceğini ve milletin saadet ve selâmetini temin edecek sağ­lam bir idâre kurmaktan ibaretti. Hâlbuki, askerî kuvvet elinde bulunmak ve muazzam bir padişahı bir anda ve ko­layca mahvetmiş olmak itibariyle, kendini herkesin âmiri ve manevî hükümdar mevkiinde görmeye ve herkese aza­met ve ceberût göstermeye kalkışan Hüseyin Avni Paşa, is­tibdada mâni olacak tedbirlere tevessül etmek şöyle dur­sun, meşrûtî idâreyi hararetle arzu edenlerin fırsat düşünce ocaklarını söndürmek tasavvurunda bulunuyordu. Hâlbuki Avni Paşa, Murad Efendi’nin cülûsu ile beraber meşrûti­yeti kurmaya çalışacağını -meşrûtiyetçilerin bayraktarı olan- Midhat Paşa’ya vaad etmişti. Bu vaad, Midhat Paşa’nın, hal’ işinde kendine muhalif bir vaziyette bulunmamasını temin etmek içindi. Zira kîni dîni olan garazkâr Avni Paşa’nın en büyük emeli, Sultan Abdülaziz’i ortadan kal­dırmaktı. Nitekim kendi ağzıyla Sultan Murâd’m cülûs et­tiği gün dîvân-ı hümâyûn âmedcisi Mahmud Bey’e, “Bu işe muvaffak olduğum sırada istihsâl eylediğim ferah ve memnûniyet kadar dünyâda hiçbir şey ile mütelezziz olmadım’’ demişti. İşte bu en büyük emeline nail olunca, Midhat Paşa ve arkadaşlarına olan vaadini unuttu. Esâsen Sadrâzam Rüşdü Paşa da Avni Paşa gibi istibdad heykeli idi. Bu iki müstebit, her şeyde aldanan Midhat Paşa’yı bu işte atlattı­lar. Sultan Aziz’in başına getirilenlerin, durumu ıslah etmek emelinden değil, kin ve garazdan ileri geldiğini, bütün aklı başında olanlarla beraber, fakat onların hepsinden sonra Midhat Paşa da anladı...

            Cuntacıların bir toplantısında Midhat Paşa, Meşrûtiyet meselesini açtı. Rüşdü Paşa, hükûmetin ve icranın başı ola­rak şöyle buyurdu:

            - Padişahımız millet meclisi teşkil etmek istemiyor (pâ­dişâha da iftira atıyor!). Milletimizin vukuf ve terbiyesi, meclise müsait değildir. Ancak yeni kanunlar yapar, mâli­yeyi de ıslâh edersek, emniyetsizliği ortadan kaldırırız!

            Avni Paşa, sadrâzamın sözlerini başka kelimelerle tek­rarladı. Midhat Paşa:

            - Bir meclis teşkili şarttır, dedi.

            “Sultan Aziz’in hal’i için çarşaf kadar fetvâ yazarım” ta­rihî cevherini yumurtlayan yobaz fetvâ emîni Kazasker Ka­ra Halil Efendi:

            - Öyle meclise falan lüzum yoktur! buyurdu.

            Sadrâzam Rüşdü Paşa:

            - Biz millet meclisi yapamayız, yapmayacağız, şeklinde kesin konuştu. Zira arkasında Avni Paşa’nın bütün ceberûtuyla bulunduğunu ve isteseler de kendilerine meclis falan açtırtmayacağını biliyordu. Sadrâzam Hazretleri şöyle de­vam etti:

            - Mâliyeyi düzeltelim kâfidir. Kim meclis istiyor ki? Pa­dişahımız da meclis için ısrar etmez...

            Darbeyi şahsen yapan Ferik (Korgeneral) Süleyman Paşa’nın tepesi attı:

            - Çünki meram bu imiş ve kaanûn-i esâsı (anayasa) yapılmayacakmış, biz niçin bu işe âlet olduk? Eski hâlin ne fe­nalığı vardı? deyince, Avni Paşa sözünü keserek:

            - Sen sus, asker siyasete karışmaz! diye bağırdı.

            Kumandanının bu paylaması ile Süleyman Paşa’nın şüphesiz korkudan değil, teessürden dili tutuldu. Bize bu şekilde azarlandığını bizzat kendisi anlatmaktadır. İşte in­sanı gırtlağına kadar batırarak şahsî menfaatlerine âlet ederler, vatan ve millet diye kandırırlar, işlerine gelmeyen en ufak bir şey zuhur ederse bir kenara atıverirlerdi. Siya­setten nefret etti. Yaptığına pişman oldu. Sadrâzam Rüşdü Paşa’dan da şu zılgıtı yedi:

            - Paşa oğlum, siz askersiniz. Hiçbir memlekette asker olanın lisanından böyle lakırdılar çıkmaz ve asker olan, bi­zim devlet nizamımızda sadece verilen emirleri yapar, siya­sete karışamaz!

            Gene Süleyman Paşa’nın yazdığına göre, toplantı dağı­lırken Midhat Paşa onu durdurmuş:

            - Müteessir olmayınız, demiştir; bu iki müstebide (Avni ve Rüşdü Paşalar) karşı ne yapabilirdim? Hâlbuki üçümüz, Meşrûtiyet için (darbeden önce) birbirimize söz vermiştik...

            Süleyman Paşa:

            - Efendim, demiştir; madem beni böyle bir meclise (top­lantıya) çağırdınız, elbette fikrimi almak içindir. Niçin sus­turuldum, tekdir ve tehdit edildim? Dinlemek üzere çağrıldı isem, buna lüzum yoktu. Serasker veyâ sadrâzamın bana şahsen emir vermeleri kâfi idi...

            Ancak Süleyman Paşa, şu mütalâaları ilâve etmektedir:

            - Darbeden sonra Avni Paşa, benden gittikçe uzaklaşma­ya ve şüphelenmeye başladı. Birinci Ordu zâbitlerinin bir derece terfii için kendisine liste takdim etmiştim. Orduda (Sultan Aziz olayı dolayısıyla) memnuniyetsizlik vardı ve biz, serasker paşadan fazla ordunun içindeydik. Ona söylenemeyenleri biz duyuyorduk. Bu memnuniyetsizliği yatış­tırmak icab ediyordu. Önce teklif ettim. Çok kızdı, fakat im­zaladı. Artık tabiatını öğrenmiştim (biraz geç öğrenmiş!). İlk fırsatta beni başından atmasını ve hattâ tabiatı icabı beni bir tehlikeye uğratmasını her an beklemeye başladım ve iki hafta müddetle bekledim, çok ihtiyatlı hareket ettim...

            Bu mütalâalara tarihçi ne diyebilir? Darbenin zavallı kahramanı Süleyman Paşa’ya sadece acınır ama ona acı­mak, sebep olduğu felâketi telâfi eder mi? Süleyman Paşa bu sırada, edebiyat ve tarihe ait kitaplarıyla ünlü idi. Asker olarak halk arasında bir şöhreti yoktu. Bir sürü mirlivâ ve ferik’ten biri idi. Henüz “Şıpka Kahramanı” ve millî kahra­man değildi. Rus harbinin Gazi Osman ve Gazi Muhtar Paşalar’dan sonraki üçüncü kahramanı olarak şöhret yapma­mıştı.

            Sultan Aziz’in son mâbeyn başkâtibi Âtıf Bey’in ifâdesi:

            - Eğer Hüseyin Avni Paşa hayatta kalsaydı, Midhat’ı ve onunla beraber hareket eden meşrûtiyetçileri mahvedeceği­ne şüphe yoktur. Zira kendisinden başka kimseye iktidar hakkı tanımayacağı bütün davranışlarından açığa çıkıyor­du.

            Cuntanın İngiliz üyesi, İstanbul Büyükelçisi Sir Henry Elliot’un mütalâası:

            - Hüseyin Avni Paşa ölmese idi,mutlaka Midhat’la çatışacak ve kötü şeyler olacaktı.

            Durumu iyi anlayabilmek için, dış politika bakımından değerlendirmek icab eder. Şöyle ki:

            Aslında meşrûtiyeti, Türkiye’de tek vatandaş istemiyordu. Hiç kimse hürriyetsizlikten şikâyetçi değildi. Meşrûtiyetçiler, bir avuç aydın ve gazeteciden ibâretti. Bunların kahir ekseriyeti meşrûtiyeti, yeni rejimde külah kapmak için istiyorlardı. Meşrûtiyet içe değil, dışa dönük olarak kullanılmak isteniyordu. Bilhassa Midhat Paşa, meşrûtiyeti ilan ettirirse, hem Avrupa’da –zâten yerinde olan- itibarının çok artacağını, hem de devletler üzerindeki bazı baskıların, hem liberal devletler (İngiltere, Fransa), hem müstebit devletler (Rusya, Avusturya) tarafından hafifletileceğini, hâtta kaldırılacağını sanıyordu. Bu düşünceler tamamen yanlıştı ve devleti Rus harbi felaketine sürükledi. Yanlış olduğu felâketten sonra anlaşılabildi. Delikanlılığından beri meşrûtiyetçi olan ve en ateşli en cesur kaleme sahib bulunan Namık Kemâl bile, meşrûtiyetten vazgeçti.

            Dış yazışmaların ve gelişmelerin içinde olan Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa, nâzırlara mahsus makam vapurunda o günlerde sadâret mektupçusu (başbakanlık genel sekreteri) Memduh Bey’e (Paşa ) tesadüf etti. Şunları söyledi:

            - Beyefendi dış politikada başımız dertten kurtulmuyor. Padişahı niçin indirdiğimizi bir türlü Avrupa’ya izah edemedik. Avrupa matbuatı, sarayları, hükûmetleri ve meclisleri bu işin dedikodusu ile aleyhimizde çalkanıyor. Ordunun siyasete karıştığı söyleniyor. Tanzimat’ın sona erdiği yazılıp çiziliyor. Şimdi padişahın ölüm şekli bizi büsbütün müşkül durumda bıraktı. Ölüm şeklini bir türlü izah edemiyoruz (yani intihar olduğu iddiasını yutmuyorlar!). Avusturya matbuatı acayip şeyler yazıyor. Çar çok müteessir olmuş ve teessürünü bir çok kişiye söylemiş. Zira önümüzdeki inkişaflardan, bir Türk-Rus harbini durduramayacağını hissetmiş. Hâsılı her yeni gün ne yapacağımızı şaşırıyoruz.

            Râşid Paşa, belki ihtilâlin her yeni gün yeni sürprizlerle geldiğini bilmiyordu. İhtilâl, olağan düzen değildir. Olağan dışı düzensizliktir. Düzenin yeniden kurulmasına kadar ge­çecek müddet içinde ne gibi gelişmeler kaydedileceğini şimdiye kadar hiçbir ihtilâl ve fikir adamı kestirememiştir.

            15 Haziran Gecesi

            Sultan Aziz’in hal’inden 16 ve ölümünden 11 gün geç­mişti. 15 Haziran gecesi için kabine toplantısı kararlaştırıl­dı. Karadağ ve Girit’te çıkan isyanlar ve Avrupa devletleri­nin bu isyanlar karşısında tavrı gündemde idi.

            Yaz dolayısıyla hükûmet toplantıları Bâb-ı Âlî’de değil, nâzırların konaklarında yapılıyordu. O geceki toplantının Şûrây-ı Devlet Reîsi Midhat Paşa’nın Beyazıt’ta, Soğanağa’daki konağında olacağına dair nâzırlara sadrâzamın im­zasını taşıyan davet tezkereleri gitmişti. Sadrâzam, yazlığa geçmiş ve Boğaz’ın üst taraflarında oturan ve mevzu ile de pek ilgisi olmayan birkaç nâzıra, rahatsız olmasınlar diye davet tezkeresi göndermemişti. Nâzırlar, birer ikişer Mid­hat Paşa’nın konağına geldiler.

            Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Kapdân-ı Deryâ Kayserili Ahmed Paşa, Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa, Maârif Nâzırı Cevdet Paşa, Defter-i Hâkânî Nâzırı Yûsuf Paşa, “mecâlis-i âliyye’ye me’mûr nâzır” denilen nezaretsiz kabine üyesi devlet bakanları olan Ha­san Rızâ Paşa, Hâlet Paşa ve Şerif Hüseyin Paşa, Sadâret Müsteşarı Kabzımâl-zâde Saîd Efendi, âmedî-i divân-ı hü­mâyûn Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey, sadâret mektupçusu Memduh Bey, teker teker makam arabaları ile teşrif buyurdular. Konak sahibi Midhat Paşa tarafından karşılandılar. Devlet nâzırlarından eski sadrazam Yusuf Kâmil Paşa, hem hasta olduğu, hem gördüğü yerde Avni Paşa’ya yüzüne karşı hakaret ettiği, Avni Paşa da cevap vere­mediği için, davet edilmeyenler arasında idi. Davet edilme­yenlerden bir diğeri, Adliye Nâzırı Safvet Paşa, bir diğeri Şeyhülislâm Hayrullah Efendi idi.

            İçkili akşam yemeği yendi. Birçok nâzırın neş’esi yerine geldi, birçoğunun da neş’esi gayrıtabiî şekilde arttı. Bu ka­fa ile imparatorluğun mühim bir dış meselesi müzakere edilecekti. Tabii Cevdet Paşa gibi nâzırlar ellerini içkiye sür­müyorlar, fakat masada oturuyorlardı. Alt (zemin) katta, paşaların ağalarına (baş uşak) yemek çıkartılmış, onlar da içerek kafayı bulmuşlardı, sonra bazıları kumar oynamaya başladılar.

            Saat gece 10.30’a (22.30) gelmişti. Sultan Abdülaziz Hân’ın şehîd olması üzerinden tam on bir gün ve on iki sa­at geçmiş bulunuyordu. Müzakereler ilerlemiş, fakat henüz noktalanmamıştı. Mecliste tuhaf bir durgunluk vardı. Hava da sıcak ve esintisizdi. Ecnebî devletlere verilecek bir nota­nın metnini iki defa kaleme almış, beğenmemişlerdi. İkinci­sini Midhat Paşa kaleme almış, okuduktan sonra kendi yaz­dığı metni beğenmeyip “şurası, burası iyi olmadı!” demiş:

            - Ne acâyib hâl, zihnimizi toplayamıyoruz! diye ilâve et­miş, nâzırlar hafif tebessümle tasdik etmişlerdi. Bazıları, iç­kinin zihinlerine verdiği kesâfeti dağıtmak için fincan fin­can kahve yudumluyorlardı. Bazıları sigara içiyorlardı.

            Böyle bir durumda hünkâr (hassa) yâveri kordonları ta­kınmış genç bir subay, yıldırım gibi bulundukları salona daldı.

            Bu subay “Çerkes Hasan Bey” diye tanınıyordu. Şimdi “Çerkes Hasan Vak’ası”nı anlatmadan önce, bu subayı ya­kından tanıyalım.

            Çerkes Hasan Bey Kimdi?

            Gazi İsmail Bey, Rus zulmünden Kuzey Kafkasya’yı bı­rakıp Osmanlı topraklarına iskân edilen ve Silivri’ye yerle­şen bir Çerkes beyi idi. Üç çocuğu oldu: 1848’de Nesteren (Nesrin) Hanım, 1850’de Hasan Bey ve 1851’de Osman Bey. Soylu Çerkes kız çocuklarının saray hizmetine alınması âdetti. Nesteren Hanım da küçük yaşta saraya verildi. Sa­ray usûlüne göre adı “Neş’erek” olarak değiştirildi. 1868’de Dolmabahçe Sarayı’nda Sultan Abdülaziz ile evlendirildi. Daha önce padişah 3 hanımla (Dürr-i Nev Baş-Kadın-Efendi, Edâ-Dil İkinci Kadın-Efendi ve Hayrân-ı Dil Üçüncü Kadın-Efendi) evlendiği için Neş’erek Hanım, o anda “Dör­düncü Kadın-Efendi” unvanıyla kraliçe protokolüne girdi. 7 yıl sonra, 1875’te, Şehzâde Mahmud Celâleddin Efendi’nin annesi olan Edâ-Dil İkinci Kadın-Efendi, 28 yaşında öldü. Hayrân-ı Dil İkinci ve Neş’erek Üçüncü Kadınlığa yükseldi. Padişahın 1873’te evlendiği Seyfeddin Efendi’yi doğuran Baş-İkbâl Gevherî Hanımefendi de Dördüncü Kadın-Efendi oldu.

            Neş’erek Üçüncü Kadın-Efendi, 24 Ağustos 1874’te Emi­ne Sultan’ı (ölümü: 29 Ocak 1920) ve 5 Haziran 1872’de Şeh­zâde Mehmed Şevket Efendi’yi (ölümü: 22 Ekim 1899) do­ğurdu (Şevket Efendi’nin bugün torunu Sâdeddin Efendi ve onun iki çocuğu hayattadır.) Bu Neş’erek Kadın-Efendi, Sultan Aziz’in hal’ edildiği gün ateşli hasta idi, omzundaki şal alınarak hakarete maruz kaldı. Çıplak omuzlarına Boğaz’dan geçerken yağmur yedi. Topkapı Sarayı’nda bakım­sız kaldı. Başlarına gelen büyük felâketin de tesiriyle 11 Ha­ziran 1876 günü 28 yaşında öldü.

            Sayın okuyucularımın dikkatlerine sunuyorum: Neş’erek Kadın-Efendi’nin ölümü, Sultan Aziz’in ölümün­den bir hafta sonra ve yukarıda anlatmaya başladığım Midhat Paşa Konağı’ndaki kabine toplantısından sadece 4 veyâ 5 gün öncedir.

            Neş’erek Kadın-Efendi’ye nasıl ve kimin tarafından ha­karet edildiği yerinde anlatılmıştı, burada tekrarına lüzum yoktur. Yalnız hatırlanması zarûrî idi.

            Gazi İsmail Bey’in oğulları Hasan ve Osman ise, ilköğre­timden sonra bahriye (deniz) rüşdiyesini (ortaokul) ve îdâdîsini (lise) okudular. Son sınıfta Hasan Bey, askerî îdâdîye geçti. Sonra Hasan, Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne’yi (Harb Okulu), Osman da Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne’yi (Deniz Harb Okulu) bitirerek teğmen oldular. Osman Bey, uzun yıllar Osmanlı bahriyesinde hizmet etti ve amiral oldu.

            Gazi İsmail Bey’in kız kardeşi, yani Neş’erek Kadın’la Hasan Bey’in halası olan hanım, vaktiyle Kapdân-ı Deryâ bahriye müşîri (büyükamiral) Ateş Mehmed Paşa ile evlen­mişti. Olayımızın geçtiği 1876 yılında Trabzonlu Ateş Meh­med Paşa ölmüştü ve dul hanımı, onun konağında yaşıyor­du. Çerkes Hasan Bey de bekâr olduğu için halasının -eniş­tesinden kalma- bu konağında ikamet ediyordu.

            Neş’erek Kadın-Efendi ölünce, kızı Emîne Sultan’ı 2 ve oğlu Şevket Efendi’yi 4 yaşında oldukları halde anasız bı­rakmış, zaten zavallı çocuklar, bir hafta önce de babaları Abdülaziz Hân’ı kaybetmişler, babaanneleri Pertevniyâl Valide de tevkif edilip Topkapı Sarayı’na sürülmüştü. Ço­cuklar, Ortaköy Fer’iyye Sarayı’nda, ağabey ve ablaları ile hizmetlerindeki câriyelerle yaşıyorlardı.

            Çerkes Hasan Bey, Şûrây-ı Askerî’ye yâver oldu. Sonra ablasının iltimasıyla padişahın büyük oğlu olup müşîr rüt­besi taşıyan Yusuf İzzeddin Efendi’nin yâveri oldu. Saraya serbestçe girip çıkmaya, hünkâr yâveri kordonları takınma­ya başladı. Sultan Aziz, beğendiği asker tipinde olan bu genç kayın biraderini seviyordu. Hasan Bey, kolağası (kı­demli yüzbaşı) idi. Yaşı 26’ya gelmişti.

            Ve darbe oldu. Avni Paşa, Çerkes Hasan’ı yakından tanıyordu. Memduh Paşa’nın Mir’ât-ı Şüûnât’da yazdığına göre, Avrupa ve Amerika’dan yeni silâhlar geldiği zaman Hasan Bey’i çağırır:

            Şu silâhı eline alıp bir tecrübe et bakalım, sen iyi nişancısın, iyi vuruyorsun, at, vur, göreyim! dermiş.

            Padişah kayın biraderi, kadın-efendi kardeşi, şehzade ve sultan dayısı olan böyle bir subayı Avni Paşa’nın değil sa­rayda, İstanbul’da ve Birinci Ordu’da bırakmayacağı aşi­kârdı. Kendisini Altıncı Ordu merkezine, yani Bağdat’a tâ­yin etti ve gücenmemesi için, Bağdat’a gönderilirken rüt­besinin binbaşılığa çıkarılmasını emretti. Esasen darbeden sonra birçok subaya bir rütbe terfi verilmişti.

            Başka niyetleri olan ve Bağdat’a gitmeyi aklından geçir­meyen Hasan Bey emri savsakladı. Bunun üzerine tevkif edildi. Askerî tevkifhâneye kondu. Orada, Birinci Ordu Ku­mandanı ve Şûrây-ı Askerî Reîsi Müşîr Redif Paşa’yı gör­mek istediğini bildirdi. Redif Paşa, Hasan Bey’i kabûl etti:

            Sen asker değil misin? diye bağırdı; şehzâde veya sultan-zâde misin? İstanbul dışına gitmem dersin? Askerî em­re muhâlefet ettin. Vazife yerine zamanında hareket etme­din. Dîvân-ı harbe çıkacaksın...

            (Ablamın ölümünden dolayı) ailevî teessürüm ve ma­zeretim vardı Paşa Hazretleri, diye cevap verdi Hasan Bey; eğer beni bugün salıverirseniz yarın Bağdat’a hareket ede­ceğime askerî ve şahsî namusum üzerine söz veriyorum. Bugün serbest kalmam lâzım. Yapacak mühim işim (!) var. Gene emr-ü ferman zât-ı devletlerinindir...

            Redif Paşa bir saniye tereddüd ettikten sonra, Hasan Bey’in salıverilmesini nöbetçi subaya işaret etti. Padişahla akraba bir subayı dîvân-ı harbe verip yahut mahfûzen Bağdad’a gönderip dünyâ kadar dedikoduya sebebiyet ver­mektense, sessizce halletmek çok daha akıl işiydi.

            Hasan Bey, Beyazıt’tan Cibali’ye indi. Halasının konağı burada idi. Halası ve merhum Kapdân-ı Deryâ Ateş Mehmed Paşa’nın büyük oğlu sadâret mektûbî kalemi halifesi (başbakanlık özel kalemi kâtibi) Ali Rızâ Bey gibi, Çerkes Hasan Bey’in de ikametgâhı burası idi. İhtilâlden sonra, sa­raydaki yâver odasını kaybetmişti. Fakat hâlâ hassa yâveri kordonlarını takıyordu. Konaktaki odasına çıktı. Bir müd­det arka üstü uzanıp dinlendi. Akşam olmuştu. Yavaş ya­vaş, hiç telâş ve acele etmeden hazırlanmaya başladı. Dört beş ay önce ölen Sadrâzam Müşîr Es’ad Paşa’nın -ki Hüse­yin Avni’nin can düşmanı idi ve onun da genç yaşında Avni Paşa tarafından zehirlettirildiği kanaati hâkimdi- tereke­sinden bir çift altıpatlar revolver almıştı. Mükemmel silâh­lardı. Çok denemiş, hiç tutukluk yapmamıştı. Bu iki taban­cayı kuşandı. Şurasına burasına iki veyâ üç küçük tabanca daha sokuşturdu. Teker teker gözden geçirdi. Hepsi dolu idi. Her zaman taşıdığı Çerkes kamasından başka iki kama­yı daha üzerinde gizli yerlere yerleştirdi. Hazırdı. Konaktan çıktı.

            Cibali iskelesinden kiralık kayıkla Kuzguncuk’a geçti. Hüseyin Avni Paşa’nın yalısına gitti:

            - Paşa Hazretleri buradalar mı? diye sordu.

            Uşaklardan biri:

            - Hayır, dedi; Midhat Paşa’nın konağına gitti, bu gece hükûmet orada toplanacakmış. Nişanlarını da taktı. Çünki halkın arasından geçecekmiş!

            Hasan Bey, kayığa atlayıp Sirkeci’de karaya çıktı. Beya­zıt’a Midhat Paşa konağına geldi. Kapıdaki ağalara:

            - Serasker Paşa Hazretleri buradalar mı? diye sordu.

            Saraydan bir haber getirdiğine şüphe etmeyen ağalardan biri:

            - Yukarıdalar, diye cevap verdi, ama çok acele değilse (!) şimdi girmeseniz iyi olur. Hükûmet müzakere hâlinde. Serasker Paşa’nın âdetidir, sıkça abdest-hâneye çıkar. Sofada beklerseniz, çıkınca yakalarsınız...

            Yalnız Çerkes Hasan Bey’in işi acele, hem çok acele idi. Öyle seraskerin sofaya çıkmasını falan bekleyecek hâli yoktu.

            Bu sırada nâzır paşalar hazretleri; sıcak, içki ve fazla ye­mekten bunalmışlar, herkese rehavet çökmüştü. Ekserisi de yaşlıca adamlardı. Hüseyin Avni Paşa oldukça şişman idi. Halet Paşa sıkılmış, koltuğunda oturmuyor, ayakta dolaşıp boyuna koltuk değiştiriyordu. Pencerenin önünde Râşid Paşa vardı. Cevdet Paşa, kapı tarafına düşmüştü, yanında­ki koltukta eski Serasker Rızâ Paşa oturuyordu. Onun ya­nında da Midhat Paşa. Karşıda Şerif Hüseyin Paşa ile Yusuf Paşa yan yana idiler. Başköşede Rüşdü Paşa, Avni Paşa, alt­larında Ahmed Paşa bulunuyordu (oturuş şekli, Cevdet Pa­şa’nın yazılı ifâdesine göredir). Cevdet Paşa’nın tarafı rüz­gâr almıyordu, çok terlemeye başlamıştı. Bu sırada pence­renin önündeki Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa rüzgârdan sıkıl­mıştı; Cevdet Paşa’ya, yer değiştirmeyi isteyip istemediğini sordu: “Canıma minnet bildim” diyen Cevdet Paşa, Hârici­ye Nâzırı ile yer değiştirdiler. O gece Râşid Paşa hükûmet toplantısına evvelâ çağırılmamıştı. Çünki yazlığı Boğaz’da uzak yerde idi. Fakat gündüz, Dîvân-ı Hümâyûn âmedcisi Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’i (Paşa) görüp “Biz nâzır değil miyiz?” demesi üzerine Mahmud Bey, ona da sadrâzam imzalı bir davetiye çıkartmıştı.

            Ve saat 22.30 olmuştu. Hâlâ bazı Avrupa devletlerine, Karadağ ve Girit isyanlarına müdahale etmemeleri için ve­rilecek notanın metni üzerinde mutabakat hâsıl olmamıştı. Çerkes Hasan Bey, nâzırların toplandığı salonun kapısını açtı. Ayağı ile kapıyı sertçe kapayıp, elindeki altıpatlar Amerikan yapısı tabancayı Hüseyin Avni Paşa’ya doğru çe­virip:

            - Davranma serasker! diye bağırdı ve bütün salondaki­leri:

            - Davranmayınız (kıpırdamayınız)! Şeklinde ihtar etti. Fakat ihtara az kişi kulak astı. Salon bir anda karmakarışık oldu. Nazırların çoğu ayağa kalkmıştı.

            Katliâm

            Çerkes Hasan Bey, uzaktan Avni Paşa’ya iki el ateş etti. Kurşunlardan birini göğsüne, diğerini karnına yiyen aman­sız diktatör, hemen can vermedi. Dokuz canlı idi. Elini şid­detle dizine vurdu. Can havliyle sofaya atıldı. Fakat yere se­rildi. Henüz ölmemişti, fakat yediği kurşunlar amansızdı. Bilhassa karnına isabet edeni barsaklarını parçalamıştı, müthiş ıstırap veriyordu. Hasan, seraskerin arkasından atıl­dı ki, yetişen ihtiyar Kapdân-ı Deryâ Kayserili Ahmed Pa­şa, genç subayı arkasından kucakladı. Bir defa şiddetle sil­kinen Hasan kuvvetinin, Ahmed Paşa’nın kollarını çözme­ye kâfi gelmeyeceğini hemen anladı. Her saniyesi de sayılı idi. Uzunca bir mücadeleyi göze alamazdı. Sağ elindeki ta­bancayı bırakmaksızın, sol eliyle kamasını çıkardı. Ahmed Paşa’nın bir kulağına kamayı dokundurdu. Kulağının dibi şiddetle kanamasına ve yüzü gözü kan olmasına rağmen Kapdân-ı Deryâ, Hasan Bey’i bırakmadı. Hasan, arkadan göğsüne uzanan Ahmed Paşa’nın koluna kamayı sapladı. Gene bırakmadı. Bunun üzerine Kapdân-ı Deryâ’nın par­maklarını pastırma keser tarzda dilimleyerek kesmeye baş­ladı. Mecâli kalmayan Ahmed Paşa, Hasan Bey’i bıraktı. Bu mücâdele yarım dakikadan az sürmüştü.

            Hasan Bey, sofada kanlar içinde yatan Hüseyin Avni Paşa’yı gördü. Serasker ölüm hâlindeydi. Fakat ne olur ne olmaz, işi şansa bırakamazdı. Ahmed Paşa’nın parmaklarını doğradığı kamayı, diktatörün üzerine çökerek vücuduna sapladı. Serasker, son defa titredi. Kasıldı kaldı. Çerkes Hasan, hıncını alamamıştı. Kamasını birkaç defa daha Hüseyin Avni’nin leşine batırıp çıkardı. Bu arada nümayiş olsun diye bir iki kurşunu havaya sıktı (ertesi gün attığı kurşunlardan toplayabildiğini, bir İngiliz gazetesinin muhabiri tanesini bir altına satın almıştır).

            Ancak Ahmed Paşa ile mücâdele ve baş hedef olan se­raskeri sofaya kadar takip etmek mecburiyeti, Hasan Bey’e çok değerli bir veya iki dakika kaybettirdi. Sofadan salona döndüğü zaman, Râşid Paşa dışında tek kişi göremedi. Di­ğer bütün nazırlar salonu terk edip kaçmışlardı. Yalnız Hâ­riciye Nâzırı Râşid Paşa, oturmakta devam ediyordu. Hasan Bey, başını nişan alarak Râşid Paşa’ya kurşun attı. Paşa, oracıkta hemen öldü.

            Mamafih bir rivayet de şudur: Baskın sırasında Râşid Paşa korkmuş ve kalp sektesinden oturduğu yerde ölmüş­tür. Çerkes Hasan, nâzırın zâten ölmüş vücuduna kurşunu sıkmıştır. Diğer bir rivâyet, Râşid Paşa, herkes kaçıştığı hal­de şu sebepten yerinden kımıldamamıştır ki, cunta ile hiçbir ilgisi yoktu. Cunta ile Sultan Aziz’in hal’i ve şehâdeti ile hiçbir ilgisi olmayan bir nâzırı Çerkes Hasan’ın, heyecanla kurşunladığı muhakkaktır. Dehşet vermek ve o kabine (hükûmet) hakkındaki kanaatini kurşunlarla belirtmek istediği de düşünülebilirse de, bizzat kendisinin ifâdesi şudur: Ne pahasına olursa olsun serasker Avni Paşa’yı öldürmek gayesiyle bu işe girişmiş, Kayserili Ahmed Paşa ile Midhat Paşa’yı da öldürmeye kararlıdır. Fakat bu ikisinin öldürül­mesi, seraskerin hayatını kurtarma şansı bahasına gerçekleştirilmeyecektir. Yalnız seraskeri de öldürse, bütün hükûmeti de katletse cezası değişmeyeceği ve giriştiği iş de tari­hin akışını değiştirecek mahiyette bulunduğu için, kurunun veya yaşın yanması kendisi için eşittir.

            Bir dakika içinde, devletlü paşalar hazretleri, nereye savuşmuşlardı? Midhat Paşa, konak sahibi sıfatıyla hemen harem kısmına geçtiği için, kendini en iyi şekilde teminata almıştı. Bu arada arkadaşlarını kurtarabilmek için en küçük jest yapmamıştır. Bunu korkaklığından değil, egoistliğin­den yapmamıştır. Midhat Paşa, egosu ve egoistliği ile çok meşhurdur ama ihtiyar Serasker Müşîr Rızâ Paşa, akıllı ve tecrübeli idi. Hemen hâne sahibinin peşine takılmış, o da Midhat Paşa ile beraber hareme geçerek canını kurtarmıştır.

            Yûsuf ve Şerîf Hüseyin Paşalar, salonun yanındaki oda­ya kaçmışlar, Cevdet Paşa da onları tâkib etmişti. Fakat kaç­tıkları odanın mahfuz olmadığı anlaşıldığından, karşı taraf kapısından odayı terk edip her biri bir yere savuştular. Cev­det Paşa, kendini kiler merdiveninin başında buluverdi. Hükûmeti bir karşı ihtilâl kuvveti basmış sanılıyordu. Dışa­rıda asker müdâhale etmediğine göre, başka türlü olması düşünülemezdi. Fakat Sadrâzam Rüşdü Paşa, bir bakışta durumu anlar gibi olmuş, Çerkes Hasan’ı tanıyınca, bunun şahsî ve münferit bir sûikasde benzediğine karar vermişti.

            Maliye Nâzırı Yusuf Paşa, merdivenlerden birinden av­luya inmiş, bir arabanın altında bir müddet saklandıktan sonra kimsenin gelmediğini görünce, sokağa çıkıp canını kurtarmıştı. Birkaç saniye sonra Cevdet Paşa da kendini so­kağa attı ve Yusuf Paşa ile sokakta buluştu. Yusuf Paşa bir şeyler söyleyip konağına gitmek üzere savuştu. Cevdet Pa­şa, sokakta bekleyip ne olacağını görmek istedi.

            Sadrâzam Rüşdü Paşa ise, Hâlet Paşa ile beraber, salo­nun mukabil tarafına açılan odaya sığınmış ve kapısını kilitlemişti. Bu sırada işini bitiren Çerkes Hasan, Midhat ve Ahmed Paşalar’ı öldürmek ümidiyle, Rüşdü Paşa’nın bu­lunduğu odaya geldi ve omuzlayarak kapıyı aralamaya muvaffak oldu. Fakat aralıktan Rüşdü Paşa soba demiri ile Hasan Bey’in koluna vurup taarruzu püskürttü. Odanın diğer kapısına koşan Çerkes Hasan, Hâlet Paşa’nın muhafazasındaki bu kapıyı zorladığı halde açamadı, tekrar Rüşdü Paşa’nın bulunduğu kapının önünde şansını denemeye karar verdi:

            Aç paşa, dedi; sana bir şey yapacak değilim. Rızâ Paşa da eski seraskerimdir. Kayserili’yi verin, gideyim! Sadrâ­zam:

            Hasan Bey oğlum, şimdi hiddetin üzerindedir, yarın gel görüşelim, şeklinde mantık dışı bir cevap verdi. Zira bu işin yarını olmayacağı muhakkaktı. Şahitler bu sırada Rüşdü Paşa’nın çok korktuğunu ve ecel terleri döktüğünü kay­dediyorlar.

            Hasan Bey, arkadan kendisine sarılan Ahmed Paşa’nın kollarını kamasıyla çözdükten sonra ona bir kurşun sıkarak öldürebilirdi. Fakat bütün ruhu ile sofada can çekişmekte olan Avni Paşa’ya karşı son vazifesini yapmak istediği için, Ahmed Paşa’ya bir sâlise zaman ayırmamış, vücudunu Ah­med Paşa’dan kurtardığı an, Avni Paşa’nın üzerine atlamış­tır.

            Kayserili Ahmed Paşa’nın darbeye katılması, meşrûtiyet taraftarı olanlarca lânetlenmişti. O yaşta bu gibi dünyevî iş­lere girmesi, o devirde “hırs-ı pîrî = ihtiyarlık hırsı” diye anılır ve karaktersizlik şeklinde görülürdü. O devrin telâk­kisine göre o yaşta bir adam, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmaya çok yaklaşmıştı. Ya yüzde yüz müsbet ve hayırlı dünya işleri ile uğraşır, yahut ibadet eder, âhıretini hazırlar­dı. Üstelik devlet, Ahmed Paşa’ya, alaydan yetişmiş olma­sına rağmen, büyükamirallik ve bahriye nâzırlığı vermişti Cahil, fakat cesur ve iyi denizci idi ama Sultan Aziz kendi­sini donanmanın başında tutmamıştı. Zira zırhlı donanma, başka bir şeydi. Eski alaydan yetişmiş amirallerin değil, de­rin mühendislik bilgisi olan, bu işin tahsilini yapmış subay­ların harcıydı. Ahmed Paşa, karakterindeki alçaklık saikasıyla bunu anlayamadı ve sanki devletin kapdân-ı deryâlığı babasından kalan malmış gibi, padişahın kendisini aynı makamda tutmaması dolayısıyla ona kinlendi. Darbe’ye, hayâtının sonuna kadar kapdân-ı deryâ veya bahriye nazı­rı (aynı şeydir) kalmak için katıldı. Kendisini o derece yü­celten denizciliğe, Türk donanmasına zerre kadar sevgisi ve saygısı olsaydı, devletin deniz kuvvetlerini ihya eden bir padişaha karşı sûikasde katılmazdı. Devrinin geçtiğini an­layıp köşeye çekilir, çubuğunu yakar, ibadetini yapardı. Bu derecede karaktersiz olan adam, Çerkes Hasan’ın elinden kurtuldu. 2 yıl sonra 72 yaşında öldü. Yıldız Mahkeme-si’nin cezasından da kurtuldu. Cenâb-ı Hakk’ın mücâzâtından kurtulamadığı muhakkaktır. Tarihçilerin nefretine ve Türk’ün lanetine hak kazanmış olanlardandır.

            Midhat Paşa bu vak’ada ölseydi, 93 felâketinin önlene­bilmesi mümkün olabilirdi. Midhat Paşa umumî vâli olarak hayatını tamamlasa idi, nâzır ve sadrâzam yapılmasa idi, ne kendi şahsı, ne devlet zarar görürdü. Ahmed Paşa, za­manında emekliye sevk edilseydi, gene aynı şeydi.

            Midhat Paşa’nın mühtedî uşağı Ahmed Ağa, bu sırada Çerkes Hasan Bey’e bir rivayete göre ekmek bıçağı, diğer ri­vayete göre bir yatağanla arkadan saldırdı. Fakat bu işleri bilmediği için, sadece Hasan Bey’i ensesinden yaralayabil­di. Ağır yara değildi. Hasan Bey, bir kurşun sıkarak onu da öldürdü.

            Bu sırada katliâmın geçtiği salona asker gelmeye başla­dı. İlk gelenlerden biri, Çerkes Hasan’ın kurşunu ile öldü. Bir zabtiye (polis) eri idi. Hasan Bey ertesi günkü sorgusun­da:

            - Bîçâre bir zabtiyeyi öldürdüğüme, fakat bilhassa Mid­hat Paşa’yı öldüremediğime teessüf ediyorum! demiştir.

            Vak’anın hayrete şayan tarafı, iki hafta önce meşrû bir imparator -halîfeyi hileyle tahtından indiren, öldürten veyâ ölümüne sebeb olan, bu işleri dolayısıyla iki haftadan beri dünya basınında manşette ve dünya kabinelerinde gündemde olan bir hükûmetin, hiçbir ciddî muhafaza altında olmadığının anlaşılmasıydı. Zira hükûmet toplantısı sıra­sında konağın zemin katında ve bahçesinde yâver, emir ça­vuşu, ağa, uşak olarak 30 ilâ 40 kişinin bulunduğu muhak­kaktır. Bunlardan hiçbiri zamanında yetişememiştir. Hattâ hiçbiri müdâhalede bulunmamıştır. Ancak Hasanpaşa Ka­rakolu’ ndan asker gelip üst kata çıkınca onlarla beraber çı­kan sadâret yâverlerinden Bahriye Kolağası (deniz kıdemli yüzbaşısı) Şükrü Bey, Çerkes Hasan’ı askerlere tevkif ettir­miş, silâhlarını aldıktan sonra ağır şekilde tahkir etmiştir. Bunun üzerine Çerkes Hasan, çizmesine eğilmiş, oradan minyatür bir tabanca çıkarıp deniz subayını vurmuştur. Şükrü Bey, derhal ölmüştür. Bu suretle vak’ada Çerkes Hasan, 5 kişi öldürmüştür. Yaraladıklarının sayısı çeşitli şehâdet ve kaynaklara göre 2 ilâ 10 arasında değişik rakamlarla ifade edilmektedir. Fakat bunların hepsini Hasan Bey yara­lamış değildir. Bir kısmı aşağıdan ateş edilirken yaralan­mıştır, şöyle:

            İlk yetişen askerlerin başındaki yüzbaşı, hükûmet üyele­rinin bulunduğu zemin katından sonraki birinci kata, kona­ğın bahçesinden ateş emri vermiştir. Askerler tüfekle, birin­ci katın pencerelerine ateş etmişlerdir. Bu emri veren yüzba­şının aklından şüphe edilir, hattâ sonradan onun da hükûmete suikast için Çerkes Hasan’a yardımcı olduğu iddia edilmiştir. Sonra hemen bir binbaşı yetişmiş, ateşi durdur­muş, askerleri merdivenlere sevk ederek birinci kata çıkart­mış ve ateş emri veren yüzbaşıya çok ağır şekilde hakaret etmiştir.

            Çerkes Hasan Bey’in Sorgusu

            Çerkes Hasan Bey, Beyazıt’ta Bâb-ı Seraskerî denen seraskerlik binasının (İstanbul Üniversitesi Merkez Binası) yanındaki Süleymâniye kışlasında bir odaya götürüldü. Sorgusuna başlandığı zaman saat takriben 0.30, yani gece yarısından sonra yarımdı. Vak’anın üzerinden sadece 2 saat geçmişti.

            Hasan Bey’in odasına önce bir operatör girdi. Ensesin­den, başından, sırtından yaralı olan eylemciyi tedavi etmek istiyordu. Hasan Bey:

            - Teşekkür ederim cerrah bey, dedi; tedavinize lüzum yoktur! Beni ya asarlar, ya kurşuna dizerler. Bu işi hemen yapacaklardır. Yaralarıma baktırmak abestir.

            Doktor çıktı. Askerî sorgu başladı. Sorgu zabıtları eli­mizdedir. Çerkes Hasan Bey’in bu sorguda söyledikleri içinde dikkate değer bulduğum birkaç cümleyi naklediyo­rum:

            “- Avni ve Ahmed Paşalar’ı vurmaya kesin kararlı idim. Fırsat bulursam Midhat Paşa’yı da vuracaktım. Başka kim­seyi vurmayı düşünmüyordum. Sultan Abdülaziz, hal’ edi­lir edilmez bunu tasarladım. Sultan Abdülaziz’in yeniden tahta çıkması lâzımdı ama hâkan öldü. Bunu haber alır al­maz, söylediğim paşaları Sultan Aziz’in cenâze merâsiminde, Sultan Mahmud Türbesi’nde vurmaya karar verdim. Fakat böyle mukaddes bir merâsimde kan dökmenin yakı­şık almayacağını düşündüm, vazgeçtim. Fırsat kollamaya başladım. O günden beri fırsat arıyordum. Öyle bir şey yapmalıydım ki, ibret olsun, bundan sonra kimse padişah hal’ etmek falan gibi şeylere cesaret edemesin! Aynı zaman­da, devlet büyüklerinin kâfi derecede muhafaza edilmedik­lerini de fiilen isbât ettim. Gerek Zât-ı Şâhâne (Beşinci Murad), gerek nâzırlar, sanırım bundan sonra maiyetlerinde bulunanlara ve muhafaza edilmelerine ziyâdesiyle dikkat edeceklerdir. Sorgum bitince telef edileceğimi biliyorum… “

            Bu sözlerdeki ehemmiyetli noktalar şunlardır: Sultan Aziz daha ölmeden, tahttan indirildiği an, bunu yapanları öldürmek kararını verdiğine göre Çerkes Hasan Bey, meş­ruiyeti savunmak için bu işe girmiştir. Bunda, tahttan indir­me günü ablasının gördüğü hakaretin de elbette tesiri var­dır. Sultan Aziz öldürülüp ardından ablası da ölünce, her­halde kararını keskinleştirmiştir. Diğer taraftan, padişahın dahi kâfi muhafazada olmadığını söylemiştir. Bu ihtarı Be­şinci Murad değerlendirecek zaman bulamamıştır. Fakat bu ihtarı şahane şekilde 33 yıl boyunca değerlendirecek olan İkinci Abdülhamid’dir. Biraz formaliteyi tamamlamak meselesi olduğu anlaşılan kısa sorgunun en mühim tarafı şudur:

            Askerî savcı, nereden telkin ve emir almışsa, Hasan Bey’e, bu işi kimin emir ve teşvikiyle yaptığını, kendisinden başka kimlerin şu veya bu suretle iştiraki olduğunu sorma­mıştır. Böyle bir tahkikata lüzum görülmemesi, meselenin derhal kapatılmak, karıştırılmamak istendiğini açık şekilde gösterir ve muhtemelen Sadrâzam Rüşdü Paşa’nın emriyle olmuştur. Çerkes Hasan Bey’in derhal öldürülmesi bunu gösterir. Gerçek bir dîvân-ı harbe çıkarılıp muhâkemesi ya­pılmadan ortadan kaldırılıverilmesi, sonradan çok kınan­mış ve çok mânâlı da bulunmuştur.

            Çerkes Hasan sorguya çekilirken, gece yarısı olmasına rağmen, Midhat Paşa konağındaki ve konağın bulunduğu sokaktaki kargaşa bitmemiş, büyük kalabalık toplanmış, her tarafa askerî birlikler yığılmıştı. Cevdet Paşa, sokaktan tekrar konağa girdi. Kanlar içinden ilerleyerek hareme geç­ti. Midhat ve Rızâ Paşalarla görüşdü. Rızâ Paşa soğukkan­lı idi, teessür de göstermiyordu. Onun bu durumunun şüpheli olduğunu Rızâ Paşa ile dünür olan Cevdet Paşa ima ediyorsa da, bu ima bize göre yersizdir. Zira Rızâ Paşa 67 yaşında bir mareşal, harb ve darb görmüş bir askerdi, bir­çok defalar serasker, kapdân-ı deryâ, tophâne müşîri, tica­ret nazırı olarak kabineye girmişti. Böyle bir adamın kan gördü diye, -ilmiyye’den yetişmiş Cevdet Paşa gibi- telâşa kapılmayacağı muhakkaktı.

            Ancak sonradan Çerkes Hasan’ın arkasında bu mareşa­lin bulunduğu söylenmiştir. Zira olaydan iki gün önce Hasan Bey’in, “Cihan Seraskeri” denen bu Rızâ Paşa’nın kona­ğından çıktığı görülmüştür. Nitekim ertesi gün, -yedinci defa olarak- bu Rızâ Paşa, serasker (savunma bakanı ve ge­nel kurmay başkanı) olmuştur (eylem sırasında kabinede Tophâne Müşîri sıfatıyla bulunuyordu). Rızâ Paşa’nın eşi, Sultan Mahmud sarayından çıkmış bir “saraylı hanım” idi. Ertesi gün eylemi duyunca bu hanımefendinin, ziyaretine gelen bazı nâzır hanımlarına:

            Çerkes Hasan’ın elleri nûrdan kopsun! dediği duyul­muştur. Bütün bu sözler ve bu sözlerin ardında yatan ger­çekler araştırılmamıştır. Avni Paşa’nın yerine geçen Rızâ Paşa böyle bir şeye izin vermediği gibi, Rüşdü Paşa’nın da işine gelmemiştir. Midhat Paşa ise, Avni Paşa’nın ölümüyle büyük bir sevince ve ümide düşmüş, artık meşrûtiyeti ilân ettirip ölesiye sadrâzam olabileceğini hesaplamıştır. Rızâ Paşa, Sultan Mahmud’un şahsen yetiştirdiği askerlerden ol­duğu için, düzeni koruyacağı ve orduda her türlü sızıntıyı önleyeceği hesâb edilmiş, nitekim öyle de olmuştur.

            Çerkes Hasan Bey hakkında dîvân-ı harb, askerlikten ih­raç edilerek idam hükmü verdi. Askerlikten ihrâc edilme­yerek idam hükmü verse kurşuna dizilecekti. Fakat kuman­danını öldürmek gibi askerliğe aykırı bir iş yaptığı gerekçe­siyle, askerlik silkinden tard edilmesi kararlaştırıldı. Bu şe­kilde asılarak idamı sağlanmış oluyordu. Bir gün sonra, 17 Haziran Cumartesi günü yeni başlarken, henüz sabah ka­ranlığında alelacele Beyazıt Meydanı’nda büyük kapının yanındaki dut ağacına asılarak idam edildi.

            İstisnasız herkes, Çerkes Hasan Bey’i millî bir kahraman olarak gördü. Halk, kendi hissettiklerini eylem hâline dö­nüştüren bu kahramanı tebcîl etti. Cuntacı nâzırlar dâhil herkes, neşe ve sevinç içindeydi. Çünki Avni Paşa belâsı artık yoktu.

            Darbeyi vuran ve ihtilâli yapan adamın saltanatı ancak 16 gün sürmüştü. Hâlbuki Avni Paşa, 54 yaşını henüz ta­mamlamıştı. Kendisine biçtiği saltanat asla 16 yıldan az de­ğildi. Dünyanın en büyük imparatorluklarından birinde ölesiye, Ali kıran baş kesen olmaya kesin kararlı idi.

            Şimdi artık ihtilâlin başı, eylemin ardındaki fikrin gerçek temsilcisi olarak ortaya çıkan Midhat Paşa idi. Askerin, as­kerlikten başka bir şeyden, politikadan anlamadıkları kesin kanaatinde idi. Zaten sivillerin içinde de kendi çapında hiç­bir kişinin bulunmadığına -samimiyetle- inanıyordu. Şimdi onun devri başlıyordu. Şimdi o, devletin ve şahsen kendi varlığının başına belâlar sarmaya başlayacaktı.

            Çerkes Hasan Bey, Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Mezar taşı bir rivayete göre Pertevniyâl Sultan, diğer riva­yete göre İkinci Abdülhamid tarafından yaptırıldı. Taşa “Genç yaşında veliyyünnîmeti uğrunda fidây-ı cân eden merhûm ve mağfûrünleh Çerkes Hasan Bey’in rûhiyçün Fâtiha” diye yazıldı. İkinci Abdülhamid, Çerkes Hasan’ın asıldığı dut ağacını da kökünden söktürerek imha ettirdi. Senâî, Naîm, Hilmî Efendiler, Müşîr Eşref Paşa gibi şâirler, Hasan Bey hakkında mersiyeler yazıp onun ne büyük bir kahraman olduğunu terennüm ettiler. Eşref Paşa’nın mersi­yesinden:

            Rabb-i izzet Cennet etsin kabrinî Çerkes Hasan

            Kaamet-î Avnî’ye ol/esnâda biçmişdî kefen

            Mehmed Hilmi Efendi ise, mersiyesinin bir mısraında Sultan Aziz’in kolunu mıkrâz (makas) ile keserek intihar et­tiğini savunan resmî görüşle şu mısra ile alay ediyordu:

            Var mıdır dünyâda hiç mıkrâz ile kolun kesen

            Âtıf Bey şöyle yazıyor:

            - Sultan Abdülaziz’in o kadar ihsanını gören kimse var­dı. Bunların içinde yalnız Çerkes Hasan Bey canını feda et­mek şerefini kazandı. Gerçek bir gazi idi (yani Avni Paşa’yı öldürerek gaza yapmıştı)...

            Çerkes Hasan’ın sorgusu sırasında:

            - Nefsim için bu işi yapmadım, millet için yaptım! de­mesi, bütün millet tarafından onaylandı.

            Ama Çerkes Hasan’ın misyonu ve Avni Paşa’nın âkıbeti hakkındaki en kesin hükmü Süleyman Paşa vermektedir:

            - Avni Paşa’nın niyeti, cellâdâne idi. Arkadaşlarını da, kendisine direnen kumandanları da ortadan kaldırmaya çe­kinmeyecekti. Diktatör olmaya azimli idi. Buna, Cenâb-ı Hakk mağfiret etsin, Çerkes Hasan mani oldu. Ne olurdu, Avni Paşa, Sultan Aziz’i tahttan indirmeden evvel öldürülse idi... Bütün bu musibetler olmayacaktı. Ne çare ki mille­tin mukadderatı böyle imiş!

            Bu müthiş cümleler, Süleyman Paşa’nın kendisini âlet gibi kullanarak eyleme iten ve sonra o eylemin üzerine oturmak isteyen Avni Paşa hakkında verdiği en ağır hükmü teşkil etmektedir. Şüphesiz olaydan sonra ve olayın getirdiği akıl almaz millî felâketleri yaşadıktan sonra birkaç cümle yazarak pişmanlık göstermek, Süleyman Paşa’nın haksız eylemini asla mâzur gösteremez.

            Hüseyin Avni Paşa’nın Cenazesi

            Hüseyin Avni’nin cenazesi, Çerkes Hasan’ınkinden bir gün önce kaldırıldı. Süleymaniye Camii hazîresinde Sadrâzam Âlî Paşa’nın ayakucuna gömüldü. Hâlbuki Âlî Paşa’nın ayağının tırnağı değildi. Muhteşem bir mezar taşı dikildi. Dostu eski zabtiye nazırı Hüsnü Paşa’nın söylediği şi­ir bu taşa kazılmıştır. Bu manzûmede Avni Paşa’nın taktiğe ait bir telif kitabı ile askerliğe dâir Fransızca’dan üç tercüme kitabı bulunmasına kadar her şey yazılmıştır ama diğer şâirler, Avni Paşa’nın ölümünden ne kadar sevinç duydukla­rını anlatan şiirler yazmışlardır ki, şüphesiz bu da her fani­ye nasîb olmaz. Avni Paşa’yı aşağılayan pek çok şiirden bu­raya örnek almaya lüzum görmüyorum. Ancak Avni Paşa üzerinde onunla beraber çalışmış devlet adamlarının, as­kerlerin, sonradan gelen tarihçilerin hükümlerinden örnek­ler vermek, sonra bu Avni Paşa bahsini kapatarak, ihtilâlin Midhat Paşa safhasına geçmek icab eder.

            Hüseyin Avni Paşa’nın Şahsiyeti

            Murassâ Osmânî ve Mecîdî nişânları ile birçok yabancı devletin nişânlarını alan Avni Paşa; iyi, bilgili, otoriter, teş­kilâtçı, cesur bir askerdi. Büyük bir harbe girerek bir zafer kazanmış falan değildi. Fakat askerî harekâtta başarıları gö­rüldü, hiç birinde de mağlûb olmadı. Kendisine yapılan hü­cumlar, kötü asker olduğu için değil, nâdir gelen bir psiko­pat olması dolayısıyladır. Nefsini ve şahsî duygularını dev­letin her türlü menfaati üstünde tutması, bu yolda hiç kim­seyi harcamaktan çekinmemesi dolayısıyladır. Merhamet eskilerin “ulüvv-i cenâb” dedikleri karakter yüceliği gibi vasıfların yanından geçmemişti. Vicdansız değildi. Sadece kendisi için vicdan denen bir şey mevcut değildi. Müşîr Süleyman Paşa, Avni Paşa hakkında şöyle diyor:

            - Hüseyin Avni Paşa, karakter bakımından bencil ve müstehzi, her işinde istibdada sapan, inatçı bir adamdı. Bir makama gelince, ilk işi, sevmediği insanları alçaltmak olur­du. En büyük zevki bu idi.

            Her şahsı tanıyan, her şeyi araştıran İkinci Abdülhamid, Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgusu için -padişah olduğu halde- yazılı ifâdesinde şöyle diyor:

            - Büyük Rus harbi belâsının başlangıcı, bilindiği gibi Hersek sancağımızda -ecnebî devletlerce- çıkartılan isyan­dır. Sultan Abdülaziz, sancağa derhal asker sevkini istedi. Hüseyin Avni Paşa, bu emre itaat etmedi. Hâlbuki bir fırka (tümen) asker göndererek bu mesele oracıkta bitirilebilirdi. Öyle olmadı, milletlerarası mesele hâline getirildi. Zâten Balkanlar’ı karıştıran devletlerin (Rusya ile Avusturya) maksadı bu idi. Hersek hâdisesinden cesaret alan bu dev­letler, bunun üzerine Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan’da is­yanlar çıkartıp işi büyüttüler. Sultan Murad cinnet hâlinde idi. Avni Paşa, padişahın oğlu Salâhaddin Efendi’yi saltanat naibi ilân edip kendisi devlete hükmetmek sevdasında idi...

            Sadrâzam Rüşdü Paşa’nın ifâdesi:

            - Sultan Abdülaziz’in hal’ edilmemesi için Hüseyin Av­ni Paşa’ya ihtar ettim, “İş fena olur!” dedim, dinlemedi. Ha­kikaten iş fena oldu. Sultan Murad daha cülûsunun ilk gü­nü garip haller göstermeye başladı. Halk, tahttan indirme­nin şahsî garazlara dayandığını her yerde söyler oldu. Avni Paşa aleyhindeki dedikodular, ayyûka çıktı. Bir musibete uğramamak için sadâretten istifa etmeyi düşündüm, olma­dı...

            Ferik (Korgeneral) Selâmi Paşa’nın ifâdesi:

            - Avni Paşa, ferik olduğum halde beni oturtmaz, ben de ayakta emir telâkki ederdim. Hâlbuki diğer seraskerler, fe­rikleri oturtarak emir verirlerdi...

            İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’dan:

            - Avni Paşa’nın son derece kibirli, azametli, fevkalâde kindar, hırslı ve tamahkâr, inatçı, gaddar ve fesada düşkün, şehvetine mağlûb, af ve merhamet duygularından mah­rum, emsalsiz ve görülmemiş derecede garazkâr olduğun­da, kendisini pek yakından tanıyanlar, müttefiktirler. Pespâye bir baba ile annenin sulbünden gelmiş, çocukluğu se­falet içinde geçmiştir. Bunlarda şüphesiz şahsî kusuru yok­tur ama tahsil ve terbiye gördükten sonra, cehâletten aydın­lığa çıktıktan sonra da karakterini değiştiremedi. Yaratılı­şındaki ve nesebindeki kötülük, ruhunun aydınlanmasına mani oldu. Kötü huylarını bırakamadı. Hazret-i Alî’nin “Se­fillerin çocuklarına ilim öğretmeyiniz; onlar tahsil edince yüksek işler isterler; istediklerine erişince şerefli insanları alçaltmaya itina ederler” mânâsındaki sözünün, gerçeğin ta kendisi olduğuna Avni Paşa misali kâfidir. Nitekim Fuzûlî de, “Kılma ehl-î zulme tâlîm-î maârif zînhâr” der...

            Ölümünden sonra, yabancı basın “Osmanlı kavimleri kendisinden memnun değillerdi, onun için ölümüne kimse teessüf etmedi” şeklinde yorumlar yaptı.

            XIX. asrın en büyük Türk tarihçisi ve hukukçusu olan Cevdet Paşa’dan:

            - Avni Paşa, Sadrâzam Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’yı Tâif’te zehirletti. Sadrâzam Müşîr Es’ad Paşa’yı da onun ze­hirlettiği pek çok söylendi. Sultan Aziz’i zehirletmek istedi, muvaffak olamadı. Tarsus Müftüsü Ahmed Hilmi Fiendi’yi de zehirli şerbetle -Sultan Aziz hakkındaki tasavvurunu Vâlide-Sultan’a söylememesi için- öldürttüğü bilinmekte­dir. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa’yı Çeşme’ye sürdükten sonra orada zehirleteceğini söylemesi üzerine Midhat Paşa: “Bunu yapamazsınız, muhâlefet ederim ve eğer böy­le bir fiili irtikâb ederseniz bütün dünyaya kaatil olduğunu­zu ilân ederim, isbâta da muktedirim” demiş ve vazgeçirmiştir.

            Evet sayın okuyucularım, Borgialar devrinde Rönesans Roması’nda değil, Tanzimat Türkiyesi’ndeyiz.

            Midhat Paşa’nın hazırlık sorgusundaki ifâdesinden:

            - Evet, Hüseyin Avni Paşa’nın Mahmud Nedim Paşa’yı zehirletmek istediği doğrudur. Kayserili Ahmed Paşa’yı da ikna etmiş. Fakat ben mani oldum. Gerçekten Avni Paşa da, Ahmed Paşa da fena adamlardı. Avni Paşa cezasını çekmiş­tir. Bunu o zaman Rüşdü Paşa’ya da söylemiştim, belki ha­tırlar. Avni Paşa aynı zamanda büyük meblağlar rüşvet al­mıştır. Biri Mısır Valisi İsmail Paşa’dan aldığı rüşvettir ki ona, istediğinden geniş imtiyazlar tanıyan ferman temin et­miştir.

            Cevdet Paşa’dan:

            - Büyük hırsızlıkta Avni Paşa, Mahmud Nedim Pa­şa’dan ileri idi. Avrupa’dan satın alınan silâhlar için yapı­lan mukavelelerde, büyük meblağlar almıştır...

            Âtıf Bey’den:

            - Amerika’dan 600 bin Martini tüfeği alınan partide Av­ni Paşa, Azaryan vasıtasıyla hayli para kazandı. Bu Azaryan’ı Avni Paşa, kardeşi gibi severdi. Zaten kendisi gibi şiş­man ve hırsızlıkta birbirlerine ortak idiler. Krupp fabrikala­rından da çok para aldılar.

            Ebüzziyâ Tevfik Bey’in Yeni Osmanlılar Tarihi’ndeki ifâdesi:

            - Hüseyin Avni Paşa’ya göre Mısır hıdivi İsmail Paşa, yağlı kuyruktu; epey sızdırmıştır.

            İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’dan:

            - Mahmud Nedim Paşa ilk defa sadrâzam olunca, Hüseyin Avni Paşa’nın devlet hazînesinden 10 bin keseden fazla (10 milyon altın) çaldığı hakkında aleyhinde tahkikat açtırdı. Sonra Mahmud Nedim Paşa düşünce, bu tahkikat durduruldu (zira bu kadar büyük meblağın Avni Paşa tarafından tek başına çalınması mümkün değildir, başka devlet adamlarına da mutlaka hisse vermiştir). Avni Paşa’nın Mahmud Paşa’ya düşmanlığının sebebi budur...

            Başmâbeynci Lûtfî Simâvî Bey’den:

            - Avni Paşa’nın silâh satın alınmalarında birçok paralar aldığı söylenmiştir...

            Müşîr Nusret Paşa’nın ifâdesi:

            - Avni Paşa, çaldığı paralarla çok mal mülk edinmişti. Bu paraların bir kısmını sonradan devlet ve milletin baş be­lâları olan rezillere dağıttı. Velînîmeti olan Sultan Abdülaziz hakkında cesaret ettiği hıyanet ve cinayet, herkesi on­dan nefret ettirdi... Onun konağındaki döşemeler, kütüphâne, antikalar, gümüş eşyalar, silâhhâne hiçbir vezirde yoktu...

            Âtıf Bey’den:

            - Şehvetine çok mağlûbdu. Irz düşmanı idi. Birtakım fâhişeleri konağına getirtir, geceleri içki içerdi. Güzel hanım­ları olan zabitleri taşraya gönderir, karılarının ırzlarına ta­sallut ederdi...

            O yılları yaşayan ve Türkler’in yetiştirdiği en büyük ta­rih bilginlerinden olan Süreyyâ Bey’den:

            - Avni Paşa, kelimenin bütün mânâsıyle ırz düşmanı bir canavardı.

            Mahmud Celâleddin Paşa’dan:

            - Şehvetine mağlûb, namus hissinden uzak, milletin haklarını çiğnemekte tereddüt bile etmeyen bir sefihti...

            General Halil Sedes’ten:

            - Avni Paşa devrine yetişen paşalardan dinledim, gece yarılarına kadar kumar oynar ve oynatırmış...

            Cevdet Paşa’dan:

            - Askerî bilgisi tamdı. Mülkî işleri hiç bilmezdi... Aske­rî kuvvet, Avni Paşa elinde idi. Kapdân-ı Derya Kayserili Ahmed Paşa dahi onun gölgesi hükmünde olmakla, deniz kuvvetleri de onun elinde gibiydi. Rüşdü ve Midhat Paşalar’ı aradan çıkarıp da kendisi diktatör olmak sevdasında idi. Zâten korkunç ve kötü huylu bir adamdı. Biz diğer nâzırların hükmümüz ise solda sıfırdı. Bizi hiç dikkate almaz­dı.

            Ebuzziyâ Tevfik Bey’den:

            - Avni Paşa diktatör olmak istedi. Cenâb-ı Hak mağfiret etsin, Çerkes Hasan’ın yaptığı güzel iş, buna mâni oldu...

            Süleyman Nazif Bey’den:

            - Çerkes Hasan’ın tabancasından çıkan kurşunlardan Hüseyin Avni’ye isabet edeni, memleket için musibet olma­mış, bilâkis hayır ve isabet olmuştur...

            Âtıf Bey’den:

            - Avni Paşa, gürültü çıkarmaksızın padişahı tahttan in­dirdikten sonra, bıyığını balta kesmez oldu. Askerin ve kuvvetin elinde bulunduğunu görünce, alçak tabiatının ica­bı olan kibir ve gururu bir kat daha arttı. Meclislerde müza­kere olunurken artık söz söylemeye bile tenezzül etmeyip, arkadaşı nâzırların sözlerini başını ve kaşını kaldırıp indire­rek kabûl veyâ reddetmeye başladı... Devletin temellerini tahrîb eden mel’unlardan biri Serasker Avni’dir. İstediği mel’aneti icra etmekten kendisini alıkoyan velînîmetini or­tadan kaldırdıktan sonra, azamet ve ceberûtu büsbütün art­mıştı. Hayâtının sonuna kadar seraskerlikte kalacağını sa­nırdı...

            Eski kapdân-ı deryâlardan bahriye müşîri (büyükamiral) Hacı Vesim Paşa’dan:

            - Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinden birkaç gün son ra, şâir Ziyâ Bey (Paşa) ve Mansûrî-zâde MustafaEfendi (Paşa) ile beraber Hüseyin Avni Paşa’nın yalısına gittik. Bi­zi bir buçuk saat beklettikten sonra kabûl etti. Akıl alır küs­tahlık değildi ama artık o günlerde gemi azıya almıştı.Ben­den nefret ederdi. Zira bir defa Sultan Abdülaziz’i ona kar­şı ikaz etmiştim, duymuş olabilirdi. Sultan Aziz birmanevradan sonra bana “Serasker Avni Paşa askere iyi bakmış, kı­yafetleri mükemmel, pek beğendim” dedi. Yalnızdık, mev­zu da açılmıştı. Fırsatı kaçırmadım: “Padişahım” dedim, “Avni Paşa değerli bir askerdir. Fakat gayet kindardır. Fır­sat bulsa efendimizden bile intikam almaya kalkar. Onu İs­tanbul’da bulundurmayınız. Ordu kumandanlığı inzimâmiyle Bağdat’a vâli olarak gönderiniz. Oraları ıslah etsin. İstanbul’da nefs-i hümâyûnunuzu ona teslim etmeyiniz.” Ama bilirsiniz Sultan Aziz, böyle lâflara kulak asmazdı. So­nunda Avni, diktatör bile oldu. Neyse Çerkes Hasan geldi de, hepimizin askerî şerefimizi kurtardı... Şeyhülislâm Hayrullah Efendi de Avni kadar alçaktı. Fâhişeye benzer bir sesi ve edası vardı, kırıta kırıta konuşurdu. Tahttan indirme vak’asından sonra o nankör yobaz bile büyüklük taslamaya kalkmasın mı? Deli olmak doğrusu işten değildi. Kötü huy­lu bir adamdı. Sultan Aziz’in israfından şikâyet ederlerdi. Hal’inden sonra padişahın malı olan o kadar altın para, mücevher, değerli eşya ve tahviller ne oldu? Onun israfın­dan şikâyet edenler aşırdılar, kapanın elinde kaldı. Devlet hazînesine girmedi...

            Âtıf Bey:

            - Sultan Abdülaziz tahttan indirilince nâzırlar, Dolmabahçe Sarayı’na geldiler. Efendimizin daima oturduğu kanepeye Avni Paşa, edepsiz bir şekilde çöktü. Bilhassa yapmıştı…

            Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan:

            - Avni Paşa’da şeker olduğunu Midhat Paşa yazmakta­dır. Şeker, delilik yapar. Avni Paşa’nın bazı hareketlerini bu­na bağlamak lâzımdır...

            İkinci Abdülhamid Han:

            - Sultan Aziz’i hal’ etmek fikri en evvel Serasker Hüse­yin Avni Paşa’ya gelmişti. Midhat Paşa ile diğer hal’ erkânı, Hüseyin Avni Paşa tarafından bu işe âdetâ sürüklendiler, karıştırıldılar. Seraskeri, padişaha düşman yapan sebep, bir aralık rütbe ve nişanları alınarak doğduğu memlekete sü­rülmesidir. Bu şekilde doğduğu yere sürülerek rezil edildi­ğine kani oldu. Eline geçen ilk fırsatta intikamını aldı. İsraf­lar falanlar hep yalandır, bahânedir. Martini Henry tüfeklerinin satın alınmasında Hüseyin Avni Paşa, hazînenin zara­rı karşısında köpüren bir mutaassıp olmadığını, âleme gös­termişti.

            Ali Fuad Türkgeldi:

            - Avni Paşa gâyet azamet taslar, inatçı ve kindar idi. Ni­yetinden dönmek ve kin bağladığı bir kimseyi afvetmek ih­timali yoktu. Mahmud Nedim Paşa sadrâzam olunca Hüse­yin Avni Paşa’yı sürdü ve sûiistimallerini açığa çıkartmak için tahkikat komisyonu kurdurdu. Onu intikama sevkeden sebep budur...

            Süleyman Nazif Bey:

            - Sultan Aziz’i hal’ edenler arasında meşrûtiyete taraftar olanlar yalnız Midhat Paşa ile Süleyman Paşa idiler. Ordunun padişahtan sonra gelen ikinci büyük kumandanı sayı­lan serasker (Avni Paşa) ise, tahttan indirdiği hâkanın mut­lakıyetini kendi eline almak azminde bulunuyordu...

            Basiret gazetesi sahibi Ali Efendi:

            Avni Paşa çok kindardı. Konağına gittiğim bir gün ba na Midhat Paşa hakkında burada yazamayacağım kelime­ler söyledi. Gazetemde yazdığım bir yazıyı Cennet-mekân Sultan Aziz mütalâa ederek Avni Paşa’yı azarlamıştı. Bu­nun üzerine Avni Paşa beni bir hafta habse attırdı. Fazlası­na cesaret edemeyerek yakamı bıraktı...

            Ord. Prof. Yusuf Akçura:

            Avni Paşa, değerli, iktidar sahibi adamları çekemez, onların kuyusunu kazardı. Henüz 44 yaşında ve mirliva (tümgeneral) rütbesinde bulunan Mustafa Celâleddin Paşa’yı, 1870’te sırf kitaplarıyla şöhret yaptı diye emekliye sevketmişti. Hâlbuki bu paşa, sonra yeniden askere alındı, ferik oldu, muhaberelerde muvaffakiyet gösterdi ve düş­man karşısında şehîd oldu...

            Sâdullah Paşa:

            Ticaret nâzırı idim. Avni Paşa, Sultan Murad’a mâbeyn-i hümâyûn başkâtibi olduğumu bildirdi, şaşırdım. Şâ­ir Ziyâ Bey’in (Paşa) yerine bu vazifeye gelmek bana yakış­mazdı. Özür diledim. Kaşlarını çatarak “Ne söylüyorsunuz, böyle lakırdıların şimdi sırası mı?” diye sert şekilde konuş­tu. Hâlbuki ben onun nâzır bulunduğu hükûmette bir nâzır idim. Bir padişahın başkâtibinin serasker tarafından -hem de hükûmetin bir âzâsı alınarak- tayin edildiğini hiç duy­mamıştım...

            Lutfi Simâvî Bey:

            Avni Paşa, Sultan Murad’ın yakınlarına bile kendi adamlarını tayin etti. Midhat Paşa’nın yazdığı, padişahın tasvip ve tasdik ettiği cülûs hatt-ı hümâyûnunu okutmadı ve oradan meşrûtiyetin ilân edileceği cümlesini tehdîd ede­rek çıkarttı. Midhat Paşa, asker süngüsünden ürkmezdi, fa­kat bir şey yapamadı ve beklemeye başladı. Hüseyin Avni Paşa, Mahmud Nedim Paşa’nın ilk sadâretinde kendisini rezil ederek sürgüne göndermesine kinlenmişti. Geri kalan hayatını denilebilir ki, bu vak’a idâre etmiştir. Süngü göste­rerek ikbâl mevkiine yükselmek istedi ve bunu yaptı. Fakat rüşvetle lekelenmişti. Hem de bu paraları milletin hakları­nın muhafazasıyla vazifeli ordunun silâhlarından çalarak edinmişti. Belki meşrûtiyetten, bu eski defterler açılır diye çekiniyordu. Maamâfih meşrûtiyeti istememek hususunda Sadrâzam Rüşdü Paşa, ondan ileri idi...

            Ebuzziyâ Tevfik Bey:

            - Avni Paşa sadrâzam iken, Mahmud Paşa’nın bile ver­meye cesaret edemediği geniş imtiyazları Mısır valisi Hıdîv İsmail Paşa’ya verdi. Bunun için İsmail Paşa’dan 40 bin al­tın rüşvet aldı. İsmail Paşa bu işini yaptırmak için Midhat Paşa’ya 20 bin altın teklif etmiş, Midhat Paşa ise İsmail Paşa’yı ağır şekilde azarlamıştı. Bu defa bir misli meblağı Hü­seyin Avni Paşa’ya vererek işini yaptırdı... Avni Paşa, Sü­leyman Paşa olmasaydı, Sultan Aziz’e diş bilemekle ömrü­nü tamamlar, asla onu tahtından indirmeye muvaffak ola­mazdı. Süleyman Paşa’yı öğleyin Dolmabahçe’yi basmaya ikna etmek istemiş, fakat edememiştir. Zira öğle üzeri se­rasker, hükûmet toplantısında olacaktı. Süleyman Paşa mu­vaffak olursa ne âlâ... Olamazsa, Süleyman Paşa ile 300 Harbiye talebesini ve birkaç subayı kendi eliyle tevkif edip kendi emriyle kurşuna dizdirecek, bu hizmetine karşılık Sultan Aziz’in kendisini uzun müddet seraskerlikte bıraka­cağını ümid edecekti. Avni Paşa işte böyle bir inkılâbçı, böyle bir hamiyyet sahibi idi...

            Albay İsmail Hakkı Bey:

            - Avni Paşa’nın hususî hayatı rezaletti. O yüksek rütbe­deki asker, ayak takımının devam ettiği genelevlere gider, fâhişelerle eğlenirdi. Bilhassa, “Acem’in Umumhânesi”ne dadanmıştı. Ana ve babası cihetinden çok aşağı bir aileden olması bir yana, hanımı da iyi bir aileden değildi.6

            6 Eşi Huriye Hanım, Beşiktaş iskelesi hamallarından İbrahim’in kızıdır.

            Abdurrahman Şeref Efendi:

            - Veliahd Murad Efendi, saltanat makamına karşı hırs göstermiş, acele etmiş, sabırsızlanmıştır. Bir müddet sonra Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın da kendisini tahta çıkar­mak isteyenler arasında bulunduğu, Veliahd’e haber veril­di. Murad Efendi inanamadı. Avni Paşa’nın amcasının ken­disini yoklamak için bir tertibi sandı. Hiç sadrazamlık yap­mış bir serasker, padişaha ihânet eder miydi? Fakat haber getirenler ısrar ettiler. Avni Paşa’nın ciddî olduğunu tekrar­ladılar. Bunun üzerine Murad Efendi, dostu Nâmık Kemâl Bey’i, Avni Paşa’ya gönderdi, paşanın iyice ağzını araması­nı istedi. Nâmık Kemâl Bey, Avni Paşa’ya gidip gizlice görüştü. Avni Paşa büyük fikir adamını, Sultan Murad’çı ol­duğuna ikna etti. Hâlbuki Avni Paşa derecesinde kindar adamlara bel bağlamak, saltanat makamına namzet bir in­san için çok büyük hata idi. Zira bu karakterde bir adam, padişah olduğu zaman kendisine de kolayca ihânet edebi­lirdi...

            Cevdet Paşa:

            Hüseyin Avni Paşa ile Midhat Paşa’dan her türlü hareket beklenirdi. Rüşdü Paşa ise ağır ve tedbirli olup, saltanat makamına bağlı idi. Gerçi riyâkârdı. Fakat riyâsı ile yıllar­dır herkesi aldatmaya muvaffak olmuştu. Şimdi yıllar sarf ederek yaptığı bu iyi şöhreti kendi eliyle mahvetmesi, hatı­ra gelir işlerden değildi. Hal’den birkaç gün sonra zevcem, Rüşdü Paşa’nın hanımını ziyarete gitmişti. “Hanımefendi” demiş zevcem, Rüşdü Paşa’nın hanımına, “Keşke Paşa efendimiz (Rüşdü Paşa) bu işin içinde bulunmasa idi. Midhat Paşa savruk bir adamdır. Avni Paşa’nın ise ırz düşmanı hain bir herif olduğunu herkes biliyor, zâten yüzünden de belli. Rüşdü Paşa efendimizden ise erkek kadın herkes emindi.” Rüşdü Paşa’nın yaşlı hanımı, bizim hanıma “A kı­zım yavrum” demiş, “Rüşdü Paşa hiç onlarla beraber bulunmak istemedi. Avni Paşa, zevcin Cevdet Paşa’yı da, Müşîr Derviş Paşa’yı da, Sultan Aziz’e bağlılıklarından dolayı İstanbul dışına tayin etmek istiyordu. Hattâ o gün sana Ay­şe Hanım’la haber göndermiştim. Bu sürgüne Rüşdü Paşa çok güç engel olabildi ama Rüşdü Paşa’yı tehdit ettiler, se­ni sağ bırakmayız dediler. Mecbûren işin içinde bulunup bulaşmıştı.”

            Cevdet Paşa şöyle devam ediyor:

            - Sultan Aziz tahttan indirildikten sonra Rüşdü Paşa, her şeyin halledildiğini sanacak bir budalalığın içine girme­di. İhtilâllerin sonunu kimsenin kestiremediğini bilecek ka­dar okumuş ve görmüştü. O günlerde kendisini ziyarete gelen birçok kişiye “Keşke bir sene evvel Allah canımı alay­dı da bu işin içinde bulunmasaydım” gibi lâflar söylemiştir. Hâlbuki darbeyi yapanların içinde en yüksek mevkide bu­lunan kendisi idi, fiilen sadrâzamdı ama gene iki tarafı kol­lamak siyasetini yürütüyordu. Zira Avni ve Midhat Paşalar gibi ihtilâlciler, Rüşdü Paşa’da istidat görmeseler, sadrâzam olması için Sultan Abdülaziz’i tazyik etmezlerdi ve gene Rüşdü Paşa isteseydi bu fitneyi defedebilirdi, darbeyi yaptırmazdı. Hâsılı gene riyakârlığa devam ediyordu ama bu darbeye onun gibi ihtiyar, devlet görmüş bir adamın iştira­kini kimse iyi görmedi. O kadar yılda kazandığı hürmeti kaybetti, bir daha da kazanamadı. Midhat Paşa ise başka âlemdi. Aksine, o günlerde ziyarete gelenlere, yaptığı işle öğünen lâflar ediyordu. Hattâ darbeyi yapanların başı ol­duğunu iddia ediyordu. Hâlbuki bu baş olmak meziyetini Hüseyin Avni Paşa kimseye vermek istemezdi. Tavrından, Midhat ve Avni Paşalar gibi müfritleri defederek saltanat makamını da nüfûzu altına almak hayalinde bulunduğunu anlıyordum. Rüşdü Paşa’nın bu son kabinesinde üçüncü defa maârif nâzırlığına getirilmiştim. Ondan önceki Mahmud Nedim Paşa kabinesinde ikinci defa adliye nâzırı idim ama nüfûzum, darbeye katılmamış diğer bütün nâzırlar gibi solda sıfırdı. Buna rağmen bizi hükûmetten çıkarmak istemiyorlardı. Zira darbenin bütün hükûmetin birleşmesiy­le yapıldığını ilân etmişlerdi ama gerçeği bilmeyen yoktu. Gerçeği bilmeyenler belki darbeyi yapanlardan ibâretti. Avni Paşa, Kayserili Ahmed Paşa’yı, Müşîr Redif Paşa’yı, dar­benin ertesi günü ferik (korgeneral) yaptığı Süleyman Pa­şa’yı pençesinde tutuyor ve işini onlarla yürütüyordu. Hat­tâ tavrıyla anlatmak istiyordu ki bu iş, ordunun işidir. Rüşdü ve Midhat Paşaları ancak âlet gibi kullanmıştır. Fakat Rüşdü Paşa, hattâ Midhat Paşa gibi hatip değildi, onlar gi­bi güzel ve ikna edici konuşamazdı. Onun için umûmî yer­lerde susmayı tercih eder, sadece azametle kurulur, oturur­du. Bir gün bana “Cevdet Paşa Hazretleri” dedi, “siz tarih­çisiniz. Daha birkaç gün önce yapılan işler için saçma sapan yazılar hem bizde, hem Avrupa’da yazılmaya başlandı. Aradan zaman geçtikçe kim bilir ne yanlış şeyler yazacaklardır. Siz otoritesiniz. Bu vak’ayı yazmak isteseydiniz, herkes sizin yazdıklarınızı doğru olarak kabûl eder, diğer ya­zanlara inanmazdı. Şunu arz etmek isterim, bu işe hayli se­neler önce niyet ettim. Birkaç defa da teşebbüs ettim, lâkin tahakkuk etmedi. Sonra Rüşdü ve Midhat Paşaları ikna et­tim.” Bu minvâl üzere -herkesin bildiği- birçok lâf söyledi. Her türlü tafsilât için de emrime âmâde bulunduğunu ve bu mesele üzerindeki bütün vesikaları da verebileceğini beyan etti. Fakat Çerkes Hasan Vak’ası oldu. Kendisiyle bir daha baş başa görüşemedik...

            Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa:

            - Avni Paşa tehdîd eder ve tehdîdini merhametsizce yerine getirirdi. Midhat Paşa ise sadece tehdîd eden bir palavracı idi. Midhat Paşa, darbeden az evvel Rüşdü Paşa’ya “Eğer bu işte ittifaktan ayrılırsan, Beyazıt Meydanı’nda milletin seni pâre pâre edeceğini düşünmelisin” demiş. Rüşdü Paşa Midhat Paşa’nın bu tarz boş lâflar ettiğini bilmesine rağmen korktu. Korkmakla beraber, Sultan Abdülaziz’e duyurmak istedi, muvaffak olamadı...

            Hukukçu Abdurrahman Âdil Bey:

            - Hüseyin Avni Paşa sadrâzam iken hükûmet, Fran­sa’dan bir istikraz işinde hata yaparak bir milyon frank (50 bin Osmanlı altını) hazîne kaybına sebep oldu. Dikkate şa­yandır ki, Sultan Aziz’i müsriftir diye fetvâ alıp hal’ etmiş olan Hüseyin Avni Paşa, bir milyon franklık bir zarar ve za­yiatın bile Sultan Aziz’i gazaplandıracağını bilerek, duru­mu arz etmekten çekinmiş ve meseleyi örtbas etmiştir...

            Sayın okuyucularımın daha fazla midelerini bulandır­mamak için, bu Hüseyin Avni Paşa bahsini burada kesiyor ve olayların akışına devam ediyorum...

            Meşrûtiyet Meselesi

            Avni Paşa ortadan kalktıktan sonra meşrûtiyet için ümit­ler ciddî şekilde arttı. Sadrâzam Rüşdü Paşa nasıl olsa ber­taraf edilirdi. Cunta dışında kalanların ise henüz nüfuzları yoktu.

            Meşrûtiyet meselesi için hem Sultan Murad’ın cülûs hatt-ı hümâyûnunda, hem 3 Haziran’da Sultan Murad’ın başkanlık ettiği hükûmet toplantısında, hem de Avni Paşa’nın katlinden az önce Bâb-ı Meşihat’te, yani Süleymaniye’deki şeyhülislâmlık makamında yapılan toplantıda bir netice alınamadığı gibi, Avni Paşa yaşadıkça bu işin olma­yacağı da açığa çıkmıştı. Sonuncu toplantıya bütün hükûmet üyeleri dışında; Müşîr Redif Paşa, Ferik Süleyman Paşa, Kazasker Kara Halil Efendi gibi 3 cuntacı ve cunta dışın­dan Kazasker Seyfeddin İsmail Efendi, âmedci Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey (Paşa), sadâret mektupçusu Memduh Bey (Paşa) çağırılmışlardı. Bu toplantıda, Avni Pa­şa’nın hayatta oldukça meşrûtiyet ilân ettirmeyeceği ortaya çıkmakla beraber, daha sonraki gelişmeleri anlamak bakı­mından, fikirlerin ne şekilde dağıldığını söylemek lâzımdır.

            Midhat Paşa: Kaanûn-i Esâsî (Anayasa) derhal hazırla­nıp ilân edilsin ve millet meclisi kurulsun. Bu fikri hâriciye nâzırı Râşid Paşa, devlet nâzırları Halil Şerif ve Server Pa­şalar ve çok şiddetle Ferik Süleyman Paşa destekledi.

            Devlet nâzırlarından Müşîr Nâmık Paşa: Midhat Paşa’nın fikirleri aynen uygulanmalı, şu şartla: milletvekilleri yalnız Müslümanlar’dan seçilsin. İmparatorluğun Hıristi­yan kavimlerine böyle bir politik güç tanınamaz, impara­torluk aleyhine kullanırlar. İngiltere ve Fransa, millet mec­lislerine -milyonlarca Müslüman tebaaları olduğu halde- Müslüman milletvekili kabûl ediyorlar mı?

            Maârif Nâzırı Cevdet Paşa, Adliye Nâzırı Safvet Paşa ve Kazasker Seyfeddin Efendi: Tanzimat-ı Hayriyye (1839) ve Islâhât (1856) fermanları bir anayasa hâline dönüştürülebi­lir ve 1876 şartlarına göre böyle de yapılmalıdır. Zaten im­paratorlukta Fâtih ve Kanûnî anayasaları asırlarca hüküm­ran olmuştur. Millet meclisi ise çok tehlikelidir. Kurulma­malıdır demiyoruz, fakat üzerinde pek çok düşünülmelidir. İngiltere ve Fransa’da vardır ama İngiliz ve Fransız millet­vekillerinden mürekkeptir. Bizde ise nüfusa göre yapılacak bir seçimde üçte bir gibi çok kudretli bir Hıristiyan azınlık milletvekilleri grubu doğar. Belki imparatorluğun Müslü­man kavimleri arasına da zıddiyet girer.

            Bu fikirleri ileri süren Cevdet Paşa devrinin, belki bütün XIX. asrın en bü­yük Türk âlimidir. Mustafa Reşid Paşa yetiştirmesi bir Tanzimatçı’dır. Tarihçi olduğu için Osmanlı toplumunu da çok iyi tanımaktadır.

            Safvet Paşa ise, Ali ve Fuad Paşalar’m ar­kadaşı ve onlar gibi Mustafa Reşid Paşa yetiştirmesi bir diplomattır... Bilhassa Avrupa devletlerinin idâre şekilleri­ni ve politik dengelerini çok iyi bilmektedir; çok uzun yıllar Avrupa’da elçilikler yapmış en değerli devlet adamların­dan biridir, o sırada Cevdet Paşa’nın yerine adliye nezareti­ne getirilmiş, Cevdet Paşa tekrar maârife alınmıştır. Bu iki şahıs aynı zamanda çok meşrûiyetçi ve devlete çok bağlı karakterleri temsil ederler. Devlet adamları arasında bir ih­tilâl sonrasında pek çok görülen bölünmelerle devletin za­rara uğrayacağından ödleri kopmaktadır. Her iki ucu bir­leştirebilecek formüller ileri atmalarının ikinci sebebi de budur.

            Sadrâzam Rüşdü Paşa: Bu meclise katılan devlet adam­larının en kıdemlisiyim. Böyle bir imparatorluk usûl-i meşrûta (demokrasi) ile yönetilemez, derhal dağılır. Mecliste her kavim imparatorluğu değil, kendi kavmiyetini savunur. Her kavmin arasına da Avrupa devletlerinden biri geçiverir.

            Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Müşîr Redif Paşa, Mahmud Celâleddin Bey, Memduh Bey, Ticaret Nâzırı Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa, Tophâne müşîri (kabineye dâhil­dir) Cihan seraskeri Rızâ Paşa, Maliye Nâzırı Yusuf Paşa, Evkaf Nâzırı Ahmed Kemâl Paşa: Sadrâzam Paşa Hazretle­ri ile aynı fikirdeyiz. İmparatorluğun 1876 yapısı bakımın­dan bu fikrin büyük ağırlığı vardı.

            Kazasker Kara Halil Efendi: Şeyhülislâmlıkça seçilmiş kişilerden bir Müslüman meclisi kurulsun, hükûmet istedi­ği zaman bu meclise danışsın...

            Serasker Hüseyin Avni Paşa: Meşrûtiyet ilân edilemez!

            Kapdân-ı Deryâ Ahmed Paşa: Serasker Paşa Hazretleri ile aynı fikirdeyim!

            Böyle bir meclisten tek fikir etrafında birleşmesini iste­mek muhâl ile uğraşmak olduğundan başka; zaten tek bir gerçek vardı: Bütün nâzırlar ve padişah meşrûtiyet istese, sadece Avni Paşa istemese, meşrûtiyet ilân edilemezdi. Av­ni Paşa’nın ise meşrûtiyet ilân ettirmemek hususundaki azim ve kararı kat’î idi. Hattâ Çerkes Hasan Bey’in, meşrûtiyet taraftarlarınca harekete geçirildiği bile o günlerde söylenilmişse de doğru değildir.

            Çerkes Hasan Vak’asına kadar asıl mücâdele Avni ve Midhat Paşalar arasında geçti. Midhat Paşa için çok ümidsiz bir mücâdeleydi ve ısrar ederse eninde sonunda Avni Paşa’nın onu bertaraf edeceği ayan beyan belli idi. Fakat Çerkes Hasan buna hacet bırakmadı ve mücâdelenin Midhat Paşa tarafından kazanılmasını -bu işle hiç alâkası olmamasına rağmen- sağlamış oldu. Çerkes Hasan vak’asından önceki Avni-Midhat Paşa çekişmesinin birkaçını aşağıda anmak istiyorum:

            Midhat Paşa, Sultan Murad’ın huzurunda yapılan toplantıda, meşrûtiyet lüzumunu, büyük mübâlâğa ve o tip şarlatan politikacılara has bir ateşle, fakat hitâbet sanatının parlak bir örneğini vererek izah etti. Sultan Murad’ın mütebessim çehresi ve küçük mimikleri konuşmayı çok beğendiğini, meşrûtiyete ise samimî bir şekilde taraftar bulunduğunu gösteriyordu. Meşrûtiyet padişahın selâhiyetlerine “şart” koymak demekti. Bu şart zâten Tanzimat Fermanı ile 37 yıl önce konmuştu. Şimdi İngiltere ve Fransa kralları gibi bir Türk Padişahı yapılmak isteniyordu. Yani padişahın yetkileri; Avusturya-Macaristan İmparatorundan, İspanya Kralından, Rusya İmparatorundan daha az, bu son ikisinden pek çok daha az olacaktı. Sultan Murad da buna muvafakat ediyordu. Osmanoğulları, yukarıda anılan hânedanların hepsinden daha fazla devletin kurucusu olduğu halde… Böyle bir padişah bulunamazdı. Midhat Paşa da çok memnun oldu. Fakat Sultan Murad’ı atalarının selâhiyetlerinden kimin lehine olduğu pek de belli olmayacak şekilde feragat ettiği için biraz küçümsedi.

            Avni Paşa:

            - Bu mes’ele dedi; ileride etrafıyla müzakere edilecek mes’elelerdendir. Şimdi düşünülmesi lâzım gelen daha mühim şeyler vardır…

            Sultan Murad’ın cülûs hatt-ı hümâyûnunda meşrûtiyete ve ıslahata dair mutat yuvarlak lâflar dışında, bir vaatte bulunmasına Avni Paşa izin vermedi. Artık halk, Sultan Aziz’in tamamen şahsî kin ve ihtiraslar için tahtından edildiğine kanaat getirdi. Halk meşrûtiyet ve meclis nedir pek bilmiyordu. Hele Türk asıllı olanlar, Hristiyanların da katılacakları bir millet meclisinden şiddetle ürküyorlardı ama bir şeyler de bekliyorlardı. Koskaca anlı şanlı bir asker padişah, yok yere mi tahtından edilmişti? Midhat Paşa bunu az çok hissediyordu. Çerkes Hasan vak’asından önce gene bir gün kendi konağında nâzırlar toplandığı zaman şunları söylemişti:

            - Padişahı hal’ etmekten maksadımız, meşrûtiyeti ilan ile devlet ve milletin her veçhile hayatî selâmetini temin edebilmektir. Yoksa yine istibdât idaresini devâm ettirmeye çalışmak, istibdâtı yaşatmak değildir!

            Midhat Paşa’nın bu tarz konuşmalarının yaldızından artık tamamen bıkan Avni Paşa, sadrâzamları bile azarlayacak şekilde burnu büyümüş Midhat Paşa’yı şu sözleri ile dehşet içinde bırakıp mes’eleyi kesip attı:

            - (Kılıcını göstererek) Millete ıslahat işte bu kılıçtır ve padişahların idâresi ise devletin başında bulunanlara aittir.

            Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’nın ifâdesi:

            - Avni Paşa’nın ölümünden sonra bir hey’et Kaanûn-i Esâsî’yi hazırlamaya başladı. Bütün evrâkı âmedci Mahmud Bey’e verdim. Artık karışmadım. Onlar da bana sual etmediler. Zira meşrûtiyetin devlete muzır olduğunu biliyordum…

            Cevdet Paşa’nın ifâdesi:

            - O vakit devlet, Avni, Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın eline düştü. Gerçi hükûmet şirket kabûl etmez. Fakat bunlar diğer nâzırları tahakküm altına aldılar. Her biri, diğer ikisini ortadan kaldırıp tek başına kalmak emelindeydi. Gerçi kuvvet Avni Paşa’nın elindeydi. Fakat İngiltere, Midhat Paşa’ya pek fazla sahip çıkıyordu. Rüşdü Paşa ise fiilen sadrâ­zamdı. Benim de dâhil olduğum sair nâzırlar ise, sol taraf­taki sıfır gibi idi...

            Sultan Murad’ın Hastalığı

            Sultan Aziz’in ölümünden iki gün sonra, 6 Haziran’da Sultan Murad’ın hastalığı, açıkça belli oldu. Hususî hekimi Dr. Kapolyon, yanlış bir tedavi uyguladı, büsbütün zarar gördü. Hükûmet, dünyanın en meşhur akıl hastalıkları mü­tehassısı olan Dr. Liedersdorfu Viyana’dan İstanbul’a da­vet etti. Ancak Çerkes Hasan Vak’asını öğrenmesi üzerine Sultan Murad, hemen hemen tamamen çıldırdı. Padişahın hastalığından bahsetmek büyük suçtu. Nâzırlar, kendi ara­larında bile bundan bahsetmemeye karar verdiler. Ancak halk, durumu hızla öğreniyordu. Hüseyin Avni, öldürül­mesinden bir iki gün önce padişah hakkında:

            Hânedânın içinde en değerlisi bu idi, o da böyle oldu! demişti. Bununla, artık kendi diktatörlüğünün meşrûlaşacağını da ihtar etmiş oluyordu. Hüseyin Avni gibi bir ada­mın, kimin değerli, kimin değersiz olduğunu takdir edebi­leceği şüphesiz renk köründen renkleri ayırmasını istemek gibi bir şeydir.

            Çerkes Hasan Vak’ası üzerine hükûmet, padişahın otur­duğu Yıldız Kasrı çevresine çepeçevre birlikler koydurdu. Zira eylemin kimin tarafından, kime karşı yapıldığı, hedef­ler arasında hükümdarın da bulunup bulunmadığı, şümûlü, ordunun hangi parçalarının eyleme tarafdar olduğu ta­mamen meçhuldü. Padişahın, Yıldız’a kapanması da doğru görülmeyip kapalı araba ile gene Dolmabahçe Sarayı’na ge­tirildi.

            O sırada Mâbeyn başkâtibi olan Sâdullah Bey’in (Paşa) ifâdesi:

            - Hükûmetin Çerkes Hasan Vak’ası hakkında bildirdiği bütün mahrem malûmatı, Mâbeyn-i Hümâyûn Müşîri âmi­rim Dâmad Nûri Paşa’ya ve Dârüssaâde ağası Süleyman Ağa’ya naklettim. Halk, Çerkes Hasan’ın yaptığı işi beğen­diğini anlatır taşkınlıklar yaptığı için, vaziyet çok keyifsizdi.

            Osmanoğulları’nda taç giyme töreni karşılığı olan kılıç kuşanma töreninin, yeni padişahın tahta geçmesinden son­raki ilk cuma günü yapılması lâzım geliyordu. Bu merasim yapılmadan, hükümdarın hâkan ve halife sıfatlarının ta­mamlanmadığına inanılırdı. Sultan Murad’ın hastalığı se­bebiyle kılıç alayının geciktirildikçe geciktirilmesi, halk ara­sında büyük dedikodulara sebep oluyordu.

            Topkapı Sarayı’ndan Eyüp’e giden cadde (Divanyolu - Bayezid - Fatih - Edirnekapısı - Defterdar - Eyüp) üze-rinde­ki bütün binalar, bazıları ağır kiralarla kiralanmış, arsa ve mezarlıklara salaşlar yapılmış, velhâsıl halk, padişahını seyretmek için kendi hesabına bütün tedbirleri almıştı. Ön­ce, amcasının ölümü üzerine Zât-ı Şâhâne’nin teessürü do­layısıyla kılıç alayının ertelenmesini irâde ettiği bildirildi. Sonra sırtında çıkan bir çıban dolayısıyla gömlek ve ceket giyemeyeceği için kılıç alayının belirsiz bir tarihe bırakıldı­ğı ilân edildi. Halk:

            - Padişahsız devlet idaresi paşaların hoşuna gitti, deme­ye, Rüşdü ve Midhat Paşalar hakkında ağır sözler söyleme­ye başladı. Ulemâ:

            - Halîfe cinnet hâlinde olduğundan cuma namazı kılın­maz! diye konuşuyordu. Veliahd Abdülhamid Efendi’nin tahta çıkarılması icab ettiği gittikçe daha sık söyleniyordu.

            Midhat Paşa’nın ifâdesi:

            - Sultan Abdülhamid lâfı ortaya atılınca en ziyâde Sul­tan Murad’ın annesi olacak cadı telâşa düştü. Zira gayetle muhteris bir kadındı ve oğlundan başka bir padişahın ken­disinden hesap soracağından korkardı...

            İç durumun karışıklığı, dış duruma aksetti. Rusya, iç du­rumu ihtilâl içinde bulunan Türkiye’yi karıştırmaya başla­dı. Türkiye imparatorluğunun birer parçası olan Sırbistan ve Karadağ prenslikleri, 2 Temmuz’da isyana başladılar. Sı­nırlarını tecavüz ettiler. İkisi de Sırp ve Ortodoks olan bu prenslikler, Rusya tarafından kışkırtılıyorlardı. Hattâ Sırp kuvvetlerine, bir müddet önce Doğu Türkleri’nden Taşkend’i aldığı için “Taşkend Fatihi” denen Rus orgenerali Çernayef kumanda ediyordu. Böylece 1877-78 Türk-Rus sa­vaşının mukaddimesi başlamış oldu.7

            7 Sırbistan prensliği 43.555 km2 ve 1.384.000 nüfuslu, Karadağ ise 4.427 km2 ve 120.000 nüfuslu, iç idarelerinde otonom iki ülke idi.

            Sultan Murad’ın hastalığı, halktan saklanmayacak hâle geldi. Viyana’dan getirilen Dr. Leidersdorf, padişahın Viyana’daki kliniğinde birkaç ay tedavi görmesi icab ettiğini, bu tedaviden sonra iyileşmesinin kesin olduğunu, aklî denge­sinin geçici olarak bozulduğunu ve daimî olmadığını bildi­rir raporunu verdi. Hükûmetin, böyle uzun bir tedaviyi gö­ze almasına ve hele padişahı Viyana’ya göndermesine im­kân yoktu. Bu cuma selâmlığından dönen Sultan Murad’ın kendisini pencereden üniformasıyla havuza atmak isteme­si, bardağı taşıran son damla oldu. Adamları, hükümdarı pencereden çekip almak için, parmaklarını zorla açmak is­tediler. Manzarayı seyreden kardeşi Veliahd Abdülhamid Efendi, padişahı zorlayan saray adamlarını ağır şekilde azarladığı gibi, durumu Rüşdü Paşa’ya da bildirdi.

            Veliahd Abdülhamid Efendi’nin Durumu

            Ticaret Nâzırı Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa, kayın­biraderi Beşinci Murad’ın hal’i ile diğer kayınbirâderi Veli­ahd Abdülhamid Efendi’nin tahta geçirilmesi lüzumunu ileri sürdü ve bu iş için hayli çalıştı. Mahmud Paşa, İkinci Abdülhamid’in en sevgili kız kardeşi olan Cemile Sultan’la evli idi. Fakat buna rağmen Abdülhamid Efendi, bu Mahmud Paşa’yı mimlemişti. Zira amcası Sultan Abdülaziz’in hal’i ile pek ilgisi yoksa da, katli ile ilgisi olduğunu, bunu evvelden bildiği veya sezdiğini gösterir epey delil vardı. Sonradan Cemile Sultan’ın kocasının afvı için Sultan Abdülhamid’e yaptığı bütün ricaları neticesiz kalacaktır. Sul­tan Abdülhamid’in ise, amcasının katline az veyâ çok nisbette katıldığına kanaat getirmeden, böyle bir adamı feda etmesine imkân yoktu.

            Bu sırada Müşîr Redif Paşa, serasker vekili olarak ordu­nun başında idi. Asıl serasker Abdülkerim Nâdir Abdi Pa­şa, Sırbistan isyanını yerinde görmek için Tuna boyuna git­mişti. Yeni bir hal’ ve yeni bir cülûs (tahttan indirme ve tah­ta çıkarma) için ordunun muvafakatini almak lâzımdı. Hüseyin Avni Paşa’nın yerine serasker olan Abdülkerim Nâdir Paşa, cuntadan değildi. Avni Paşa kendisine Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi lüzumunu açtığı zaman şu cevabı ver­mişti:

            - Ne yaparsanız yapınız, fakat askeri bu işe karıştırma­yınız, askersiz yapınız. Askeri karıştırırsanız, sonra yeniden yeniçeri olurlar. Biz yeniçeriliği 51 sene geride bıraktık...

            Bu, Sultan Aziz Vak’ası üzerinde söylenmiş en kudretli ve en ileri görüşlü cümledir... Bir mareşal tarafından söy­lendiği için ehemmiyeti artmaktadır. Halkın “Abdi Paşa” dediği bu Abdülkerim Nâdir Paşa, 69 yaşında yaşlı bir as­kerdi. İkinci Mahmud’un şahsen uğraşarak yetiştirdiği su­baylardandı. 1835-40 arasında 5 yıl Viyana’da kurmaylık tahsil etmiş, çok iyi Batı ve Doğu dilleri öğrenmişti. Fakat 1876 dünyasında Abdi Paşa’nın askerlik görüşlerinin mo­dası geçmişti. Çok atılgan bir kumandan da olmayan Abdi Paşa, nâzırlıklarda bulunmuştu. Sultan Aziz hakkındaki sûikasdı önceden bildiği halde pasif vaziyette kaldığı için Sultan Abdülhamid’ce mimlenmişti.

            Redif Paşa, Abdülhamid Efendi tahta çıkar çıkmaz asa­leten seraskerliğe gelmeyi ümid ediyordu (öyle de oldu). Fakat bu iş, Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın bu mevzuda anlaş­malarına bağlı idi.

            Abdülhamid Efendi, kolları sıvamanın zamanı geldiğine inandı. Ağabeyi hasta idi. Bir çeşit nâibe-i saltanat şeklinde Kösem Sultanlık oynayan Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan, Abdül­hamid Efendi’nin en hoşlanmadığı üvey annesi idi. Devlet başkanı ortada yoktu. Rüşdü Paşa ihtiyar ve allâk, Midhat Paşa palavracı idi. Dışarıda kara bulutlar, Türkiye’ye doğru geliyordu. Aklı yerinde olmayan bir hükümdarın maka­mında kalamayacağına hiçbir şüphe yoktu. Tahta geçmesi icab ediyordu. Midhat Paşa’yı hiç sevmiyordu. Bu adamın eninde sonunda imparatorluğun başını belâya sokacağını kesin şekilde hissediyordu. Rüşdü Paşa’nın ise devri çoktan geçtiği gibi, hiçbir şekilde itimat edilecek adam değildi ama bu ikisiyle anlaşmadan, onları ikna etmeden tahta çıkmak da mümkün değildi. Hiç olmazsa pek zordu. İşin uzaması­na, deli bir hükümdarın daha aylarca tahtta kalmasına se­bep olurdu. Bu iki paşadan kurnaz ve zeki olduğuna emin­di. Onları ikna için çalışmaya karar verdi. Fakat tabiatiyle davet ve teşebbüs karşı taraftan gelmeliydi... Karşı tarafa da bu davet ve teşebbüsü yapmaya mecbur bulunuyordu.

            Abdülhamid Efendi bu kararı ile bir karar daha verdi. O yaşına kadar padişah olmayı pek ümid edememişti. Amca­sı da, veliahd olan ağabeyi de gençti... Muhtemelen kendi­sine sıra gelmezdi. Ancak amcası tahttan indirilip ağabeyi de dengesizlik alâmetleri gösterince, bu işi düşünmeye baş­ladı. İnsan olarak ağabeyi Sultan Murad’ı severdi. Çocuk­luklarından beri iyi geçinir ve sevişirlerdi. Aralarında kötü hiçbir şey geçmemişti. Fakat ağabeyinin, amcalarına karşı en pis entrikalara karıştığına veyâ karıştırıldığına şahit olan Abdülhamid Efendi, ağabeyinin karakterinden nefret etti. Ağabeyinin, Osmanoğulları’nın 650 yıllık şerefini leke­lediğine kanaat getirerek müteessir oldu. Ağabeyinin anne­sinden ise eskiden beri hoşlanmaz, çok muhteris bulurdu. Fakat bunu belli etmemişti. Zira bir şehzâdenin üvey anne­sine kötü davranması, Osmanoğulları geleneğinde büyük terbiyesizlik sayılırdı.

            Sultan Murad, denilebilir ki Cenâb-ı Hakk’ın cezasına, daha bu dünyada uğramıştı. Peygamberin meşrû halefi ve vekili de olan Türkiye hâkanı amcasına delilik isnad ederek tahttan indirmeye zemin hazırlaması, çok beddua almasına sebep olmuştu. Milletin menfaatleri ve bu menfaatlerin ba­şında gelen silâhlı kuvvetlerin üzerine titreyen bir hüküm­darın, ortada belli başlı bir sebep bulunmaksızın haksız ye­re ve zulmedilerek tahttan uzaklaştırılmasının büyük felâ­ketler getireceğini, belki devlet adamlarından çok defa da­ha hassas olan halk hissetmişti. Sultan Murad’ın durumu, ağustos ayında artık açıkça ortaya çıkınca herkes, bu delili­ğin, Allah’ın bir mücâzâtı olduğunda ittifak etti. Sultan Mu­rad, mutlaka Allah’ın gücüne giden bir şey yapmıştı. Halk, bu şekilde değerlendirmişti.

            Cuntacıların değerlendirmesi ise şüphesiz ve her zaman olduğu gibi, halktan farklı idi. Kudretli adam pozundaki Midhat Paşa, yeniden bir saltanat değişikliğini sadece can sıkıcı buluyordu. Hiç kimseyi sevmeyen bir mizaçta olduğu için Sultan Murad’a da gerçek bir sevgisi yoktu. Bütün megalomanyaklar gibi de, kendi şahsından başka kimseye kar­şı gerçek bir saygı duymuyordu. Ha Murad, ha Abdülha­mid... Böyle düşünüyordu. Veliahd Efendi’nin ağabeyi gibi meşrûtiyet taraftarı olmadığı söyleniyordu ama bunun da fazla ehemmiyeti yoktu. Zira Sadullah Bey (Paşa), Nâmık Kemâl Bey, Ali Suâvi Efendi gibi edipler bu sırada, Midhat Paşa’yı kesin şekilde iktidara getirecek bir anayasa üzerin­de çalışıyorlardı... Bu anayasa ile Midhat Paşa hayat boyu ve ölesiye sadrâzam olacak, kafa tuttuğu takdirde padişaha haddini bildirecek, dostu sandığı İngiltere’yi yanına alıp diğer devletlere bile kafa tutabilecekti. Hele ilk fırsatta Rus­ya’ya haddini bildirip, Mustafa Reşid Paşa’nınkini geçen bir şöhret kazanacaktı. Reşid Paşa’nın yaptığı işi o neden yapamasındı?

            Rüşdü Paşa’nın değerlendirmesi ise, tek noktası doğru olmayan Midhat Paşa’nınkinden çok daha gerçeklere yat­kındı. O, şahısları anlamaya itina ederdi... Yani Midhat Paşa’nın hiç ehemmiyet vermediği bu husus, onun siyâsî ha­yatında esas prensipti. Bu Veliahd Abdülhamid Efendi’nin, ağabeyi Sultan Murad’dan hemen hemen tamamen ayrı bir karaktere sahip olduğunu hissediyordu. Bir bakıma amcası Sultan Aziz’e benziyordu ama Sultan Aziz’de olmayan ve Sultan Aziz’in küçüklük saydığı kurnazlık, bu veliahd efen­dide var gibiydi. Belli etmemesine rağmen, fevkalâde zeki, faal ve çalışkan olduğu söyleniyordu. Ağabeyinin kusur ve iptilâlarının bir tekinin bile Abdülhamid Efendi’de bulun­duğunu işitmemişti. Abdülhamid Efendi az konuşuyor, çok dinliyordu. Kapalı kutu idi. Herhalde böyle bir adamın Sul­tan Murad gibi uysal bir hükümdarın yerine tahta çıkarıl­ması şahsı ve cunta için hayırlı değildi. Abdülhamid Efen­di’nin tek müsbet tarafı, meşrûtiyete taraftar olmadığının söylenmesiydi. Fakat Allah kahretsin, bu bile Rüşdü Paşa’yı sinirlendiriyordu. Demek Abdülhamid Efendi, saltanat sü­receği imparatorluğu bu derece iyi tanıyordu. Yani şu Mid­hat Paşa’dan çok daha iyi tanıyordu. Böyle bir adamı tahta çıkarmamak lâzımdı ama bu mümkün müydü? Hayır, de­ğildi...

            Rüşdü Paşa için meseleyi dalgalanmaya bırakmak da icab ediyordu. Abdülhamid Efendi ile Midhat Paşa’yı karşı karşıya bırakıp aradan fırlamaya karar verdi. Bunun şahsı için en münâsip politika olduğuna emindi.

            Velîahd-i Saltanat Abdülhamid Efendi, Rüşdü ve Midhat Paşaları, Maslak Köşkü’ne dâvet etti. Gayet maharetli cüm­lelerle Rüşdü Paşa’yı ölünceye kadar sadârette bırakacağın­dan bahsetti. Midhat Paşa’ya da meşrûtiyete taraftar gö­züktü. Hattâ Midhat Paşa’yı elde etmek için pırlanta kol düğmelerini kolundan çıkarıp paşanın koluna taktı. Bu düğmeleri Midhat Paşa sonradan Avrupa’da 4 bin İngiliz altınına satacaktır. Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın Abdülha­mid Efendi’ye tamamen kandıklarını söylemek doğru ol­maz. Fakat kanmış görünmeye mecburdular. Sultan Murad’ı tahtta tutmak imkânı kalmamıştı. Abdülhamid Efendi tahta çıkınca, olayların gelişmesine göre şahsî politikalarını devam ettireceklerdi.

            Rüşdü Paşa, kabineyi topladı. Hal’ ve cülûsun üzerinde bütün nâzırlar -tek istisna ile- birleştiler. Tophâne müşîri Ci­han Seraskeri Rızâ Paşa, muhalif rey verdi. Sultan Murad’ın tedavi ettirilmesini, hastalığının geçici olduğunun Dr. Leidersdorf tarafından beyan edildiğini, o zamana kadar Ab­dülhamid Efendi’nin saltanat nâibi sıfatıyle vekâleten dev­let başkanlığını yürütebileceğini, Abdülmecid Hân’ın sev­gili büyük oğlu Sultan Murad’a kıyılmamasını söyledi; o, Sultan Mahmud Hân Cennet-mekânın büyük oğlunun bü­yük oğlu idi.

            Rüşdü Paşa cevap verdi: Nâib olması Abdülhamid Efen­di Hazretleri’ne teklif edilmiş, kesin şekilde red buyurmuş­lar, devletin başına bir de niyâbet meselesinin ağırlık ver­memesini söylemişlerdir. Bu fikrin ağırlığına şahsen katılırım. Başka bir şehzâdeyi nâib yapmak ise, işleri artık fevka­lâde karıştırır. Eski asırlardaki gibi Vâlide-Sultân’ı da nâibe yapamayız. İçimizden birkaç nâzırdan müteşekkil bir niyâbet meclisi kursak, zaten dedikodu ayyûka çıktı, halk bizi tefe koyar, hiç haysiyetimiz kalmaz. Tek yol, Velîahd-i Saltanat Hazretleri’ni cülûs ettirmektir (tahta çıkarmaktır).

            Diğer kabine üyeleri o yolda oy kullandılar. 31 Ağustos 1876 günü Beşinci Sultan Murad Hân, Osmanlı tarihinin en kısa saltanatından sonra tahttan indirildi. Hakkında “muhtellü’ş-şuûr” fetvâsı alınmıştı ve bu defa bu sıfat doğruydu, amcası hakkında verilen gibi alçakça bir isnat değildi.

            Sultan Murad’ın Tahttan İndirilmesi ve İkinci Abdülhamid’in Tahta Çıkması

            İşte o kadar ümidlerle beklenen, Ziyâ Bey’in sadrâzam ve Nâmık Kemâl Bey’in hâriciye nâzırı olmak üzere yıllar­ca bekledikleri, bu derecede anlı şanlı şahsiyetler tarafından ümid hâline getirilen Sultan Murad’ın saltanatı böyle hü­zünle sona erdi ama amcasının uğradığı felâkete asla uğra­madı. Ne hakaret gördü, ne öldürüldü, ne ailesi efradına bir şey yapıldı. Saltanatı 3 ay ve 1 gün veyâ tahttan indirildiği gün de hesaplandığı takdirde 93 gün sürmüştü. Nitekim şu beyit meşhur oldu:

            Doksan üçde doksan üç gün pâdişâh-î dehr olup

            Göçdü uzlet-gâhınâ Sultan Murâd-î nâ-murâd

            İlk “93”, olayın geçtiği 1293 yılını işaret eder. Beytin mâ­nâsı şöyledir:

            “93’te 93 gün zamanın padişahı olup -muradı gerçekle­şemeyen- Sultan Murad yalnızlık köşesine çekildi!”

            35 yaşını 11 ay ve 11 gün geçiyordu. Diğer bir deyişle, 36 yaşından 19 gün eksik olarak tahttan çekiliyordu. Şevk-Efzâ Vâlide-Sultân ise, “Makaam-ı Mehd-i Ulyâ” denilen Tür­kiye imparatoriçelik tahtını bırakıyordu. Bu tahta şimdi, Sultan Abdülmecid’in Şevk-Efzâ Sultan’dan 10 yaş genç diğer bir eşi, Perestû Dördüncü Kadın-Efendi oturuyordu; 46 yaşındaki Perestû Vâlide-Sultan, Sultan Abdülhamid’in asıl annesi değildi ama asıl annesi Tîr-i Müjgân Kadın-Efendi ölünce, çocuksuz olan Perestû’nun dairesine Şehzade Abdülhamid’i elinden tutarak babası Sultan Abdülmecîd biz­zat getirip oğulluğa kabûl edip etmeyeceğini sormuştu. He­nüz 23 yaşında olan Perestû Kadın, on buçuk yaşındaki ye­tim şehzâdeyi, ondan sadece 12 yaş büyük olmasına rağ­men, gerçek anne sevgisinden farksız bir şefkatle kucakla­mış ve öyle yetiştirmişti. Şimdi mükâfatını görüyordu: Osmanlı tarihinde ilk ve son defa olarak bir padişah, kendisi­ni doğurmayan ve aslında üvey annesi olan manevî annesi­ni, Vâlide-Sultanlık tahtına oturtuyordu. Perestû Vâlide-Sultan, imparatoriçelik tahtında selefi olan ortağı Şevk-Efzâ Sultan’dan tamamen farklı bir karakterde, çok tatlı ve yu­muşak huylu, politika ile asla meşgul olmaz, şefkatli ve ha­yır sahibesi bir kadındı. 28 yıl şan ve şerefle, sessizce ve hiç­bir şekilde ismini duyurmayarak Türkiye imparatoriçelik tahtında oturdu ve bu makamda iken 1904’te öldü. Ondan sonra da bu makam boş kaldı. Zira sonra tahta çıkan padi­şahların anneleri hayatta değildi.

            İkameti için amcasının yaptırdığı muhteşem Çırağan Sa­rayı kendisine, annesi, tek oğlu Mehmed Salâhaddin Efen­di, kızları ve yüzlerce hizmetkârı ile oturmak üzere tahsis edilen Sultan Murâd-ı Nâ-Murâd, 28 yıl sürecek acıklı ha­yatına başladı. Bu müddet içinde Çırağan Sarayı’ndan çık­madı. Bu suretle, amcasına ihânet ederek Türk milletinin başına tarihin gördüğü en büyük felâketlerden birinin açıl­masına zemin hazırlamanın cezasını yaşadı.

            1977 yılından beri Osmanlı Hânedânı’nın başı -yani en yaşlı şehzâdesi- olan Ali Vâsıb Efendi (1984’te öldü), Sultan Murâd’ın oğlu Salâhaddin Efendi’nin torunudur. Sultan Mahmûd’un büyük oğlu Sultan Mecîd’in büyük oğlu Sul­tan Murâd’ın tek oğlu Salâhaddin Efendi’nin büyük oğlu Ahmed Nihâd Efendi’nin tek oğludur.

            İkinci Abdülhamid’in Şahsiyeti

            İkinci Abdülhamid, sonradan İttihatçılar’ın Türk düş­manları ile aynı paralelde propaganda ettikleri gibi cahil değil, İttihatçılar’ın hemen hepsinden daha bilgili ve kültürlü, İttihatçıların istisnasız hepsinden daha zeki ve kabiliyet­li idi. İbrahim Edhem Paşa, Ahmed Kemâl Paşa ve Fransız olan Gardet’den Fransız, Gerdankıran Ömer Efendi’den Türk, Ali Mahvî Efendi’den Fars, Ferid Efendi ile Şerif Efen­di’den Arab dillerini mükemmel şekilde öğrenmişti. Vak’anüvis Kazasker Lutfi Efendi’den Osmanlı tarihi, Guatelli Paşa ile Lombardi’den Batı musikîsi ve piyano öğren­miş, Türk musikîsi öğrenmemişti. Diğer sahalardaki hoca­larını saymıyorum. Uzun saltanat devrinde çağdaşı olan dünyanın bütün hükümdârları içinde en zekisi ve dış poli­tikaya en çok aklı ereni idi.

            İkinci Abdülhamid, XIX. asrın sonları ile XX. asrın başla­rında, dünyanın üzerinde en çok konuşulan birkaç şahsiye­tinden biri olmuştur. Hakkında her devirde yapılan neşri­yat, vagonlar dolusudur. İkinci Meşrûtiyet’ten sonra gelen yeni rejim, İkinci Abdülhamid’i mahkûm etmiş, bundan sonra, hattâ nedense bu güne kadar, bu hükümdarın lehin­de, hattâ tarafsız yazmak ve konuşmak, yazan ve konuşa­nın istikbali için tehlikeli sayılmıştır. Bunun sebebi, İkinci Abdülhamid’in, asla mürteci olmamak şartıyla, muhafaza­kâr olması ve imparatorluğu 30 yıldan fazla şahsen, muha­fazakâr bir siyasetle idâre etmesidir. İkinci Abdülhamid’den sonra gelen rejimler birbirinden inkılâpçı oldukla­rı için, bu hükümdarın muhafazakârlığını beğenmemek du­rumunda kalmışlardır. Ancak tarih, siyaset değildir. Tarihçi siyâsî cereyanları tarafsız şekilde incelemeye alışmış adam demektir. Bu alışkanlığı edinememiş, günün modasına göre söz söyleyen yazar, tarihçi değildir. Çünki siyâsî re­jimler ve fikir modaları, daima değişir. Bu değişiklikler içinde ve gelecekte tarihçi, tarafsız kalmasını ve gerçekleri ak­settirmesini bilmiş olmalıdır. Kaldı ki, bir şahsı veyâ devri beğenmek ve delil getirerek lehinde bulunmak, bazı cahil budalaların sandığı gibi, o şahsın ve devrin günümüzde hasretini duymak değildir. Bugün tek kişi, değil İkinci Abdülhamid, Kanunî Sultan Süleyman devrinde bile yaşamak istemez. On yıl öncesinin, hattâ geçen yılın şartları içinde yaşamak istemez. Zira -haklı olarak- beğenmez. Çünki ve­rilen lehte veyâ aleyhte hükümler, beğenip beğenmemek, o günün dünya şartları içindir. Başka bir devre uygulanamaz. Onun için, tarihin gerçeklerini değiştirerek içinde yaşanılan rejimi ve şartları savunmak en sakat yoldur. İki bakımdan çok sakattır: Önce tarihin gerçeklerini değiştirmeye Hitler ve Stalin bile muvaffak olamamıştır. Gerçek kadar merak edilen ve cazip hiçbir şey yoktur. İnsan tabiatinin bu hassa­sı, daima gerçeği bulur. İkincisi, ancak zayıf rejimler ve şart­lar, iyi olan devirleri kötü, kötü olanları iyi göstererek güç­lenmeye ihtiyaç duyarlar.

            Bu hususta Cumhuriyet döneminde yetişen en değerli tarihçilerden biri Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan, 1941’de İk­tisat Fakültesi Mecmuası’na yazdığı bir makalede şöyle demektedir:

            “Tanzimat tetkiklerinin karşılaştığı müşkillerden biri, bertaraf edilmesi daha kolay bir anlayış tarzına taalluk et­mektedir. Gerçekten memleketimizde olduğu gibi, büyük inkılâplara sahne olmuş bir memlekette yakın mazinin tari­hi tedkik edilirken hususî bir vaziyet takınmak ve halkta bu mazi hakkında mümkün olduğu kadar fena intibâlar hâsıl etmeye çalışmak, uzun müddet için zarurî addedilebilir. Hâlbuki, birtakım siyâsî düşüncelere ve pratik zarûretlere dayanan bu hissî görüş tarzı, hakikaten ilmî olmak karakterini haiz tetkiklerin yapılmasına manidir. Çünki bu vaziyet­te, muayyen siyâsî maksatların hizmetinde çalıştırılan tarih tedkikleri, kendilerini gerçekten verimli kılan zihnî tarafsız­lıktan mahrum kalarak, eski devrin çarklarının nasıl işledi­ğini ve niçin öyle işlediğini tedkikten fazla, sadece fena iş­lediğini tespit için çalışır. Bu anlayış tarzında, bugünkü şartlardan uzak, ayrı bir devir ve düzenin zaruretleri, bu­günkü anlayışlarımızla çarpıştırılır ve mahkûm edilir.

            “Fakat unutmamak lâzım gelir ki, herhangi bir devri il­mî bir şekilde inceleyebilmek için, o devrin hususiyetleriy­le sempatize olmak, yani devrin içine girmek, anlamak ve mazur görmek lâzımdır. Diğer taraftan, bazı sathî görüşlü kimseler, bugünkü oluşları küçültür, gölgede bırakır diye, eski devirlerdeki reform hareket ve hamlelerinin bazı tarihî anlarda aldığı kahraman ve azametli vaziyetleri ve bu gibi tarihî dönüm noktalarında milletin geleceğini yönetenlerin oynadığı rolü küçültmeye taraftar gözükürler. Fakat fikrimizce, bizim memleketimizde kamuoyunun olgunluğu ve inkılâp prensiplerimizin hususî mahiyeti icabı, bu prensip­lerin bu çeşitten bir geçmiş kin ve nefret içinde uzun müd­det muhafaza edilmeye ve beslenmeye ihtiyaçları yoktur. Elimizin altında, onların gerçek kuvvetini yapan daha müsbet kıymetler mevcut olduğu için, onların hesabına, tarihî realiteden korkmamız mânâsızdır.”

            Bu satırlar, 1941’de ve amansız bir tek parti yönetiminde ve sansürü altında ve amansız bir savaş içinde yazılmıştır. Hâlâ aynı çizgide sayıklıyorsak, millet olarak çok düşün­memiz gerekir...

            Zira bugün de İkinci Abdülhamid aleyhindeki yalanları nakletmek modası yürürlüktedir. Bir kısım yazarlar ve ilim­le uğraştıkları iddiasında bulunanlar, mensûb oldukları ta­rafın resmî görüşleri cenderesinden çıkamamışlardır.

            Bunları niçin yazıyorum? Zira son devir Türkiye tarihi, tarafsızlıkla ele alınmamaktadır. Bu da gerçek tarihçiliği, gerçeği bulmak aşkıyla vicdanı yanan, beyni feveran eden gerçek fikir adamını yaralamakta, bir bakıma bu işi irtikâb edenleri pek çok küçültmektedir.

            13 Şubat 1878’e kadar İkinci Abdülhamid’in ilk 1 yıl, 5 ay, 13 günü, bu hükümdarın şahsî idaresiyle ilgisiz bir za­man parçasıdır. Şahsî idare, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Meb’ûsân’ın süresiz tatili ile başlar ve İkinci Meşrûtiyet’in ilân edildiği 23 Temmuz 1908’e kadar 30 yıl, 5 ay, 9 gün sü­rer. İkinci Meşrûtiyet’ten sonraki 9 ay, 5 günlük saltanatı da, İkinci Abdülhamid’in şahsî idâresine dâhil değildir. Böylece bu hükümdar, ancak 30 yıllık şahsî idâre devresinden 1878-1908 yıllarından sorumludur.

            İkinci Abdülhamid’in Taht’a Oturması ve İlk Günleri

            İkinci Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 günü saat 12’de (öğle), Topkapı Sarayı’nda, altın tahta oturarak cülûs etti. 7 Eylül’de kılıç alayı yapıldı. Rahatsızlığından dolayı, Beşin­ci Murad’ın kılıç alayı yapılamamıştı. İkinci Abdülhamid, saltanat kayığı ile denizden Dolmabahçe Sarayı’ndan Eyübsultan’a gitti. Orada kılıç kuşandıktan sonra, at üzerinde Topkapı Sarayı’na geldi. Oradan gene kayıkla Dolmabahçe’ye geçti. Dönüşte, âdet olduğu üzere, atalarından bazılarının türbelerini ziyaret etti, sadakalar dağıttı. 14 Eylül’de şimdi üniversite merkez binası olan seraskerlik makamına gitti. Subaylarla yemek yedi. Bir nutuk söyledi. Nutka se­rasker vekili Müşîr Redif Paşa cevap verdi. 15 Eylül akşamı Yıldız Sarayı’nda nâzırlar, devlet ve saray erkânı ile yemek yedi. Aralarındaki bütün anlaşmazlıkları unutup, devlet hizmeti görmelerini tavsiye eden bir nutuk söyledi. 18 Eylül’de Kasımpaşa’da bahriye nezâretine (eski kapdân-ı deryâlık) gitti. Amiraller ve subaylarla beraber karavana yedi. 5 Ekim’de Süleymâniye’de Meşîhat’i ziyâret etti, ulemâ efendilerle iftar etti. 9 Kasım’da Haydarpaşa Askerî Hastahanesi’nde gazilerin hatırını sordu. Şehzâdeler ve nâzırlarla beraber Marmara, Boğaz ve Karadeniz’de deniz gezinti­leri yaptı. Camilerde halkın arasında namaz kıldı. Bu sûretle, Osmanlı tarihinde görülmemiş derecede demokrat bir hükümdar şahsiyetiyle ortaya çıkan Sultan Hamid’i az za­manda Yıldız’a kapanmaya mecbur eden ortamı aşağıda göreceğiz.

            İkinci Abdülhamid, tahta çıkınca, harem ağalarını proto­kolden çıkardı. Törenlere katılmalarını yasakladı. Başta ve­zir pâyesindeki dârüssaâde ağası (kızlar ağası) olmak üze­re, harem ağaları eski rütbelerini İkinci Meşrûtiyet’e kadar muhafaza ettilerse de, harem dışına çıkmaları artık tarihe karışmıştı.

            Ağabeyinin başkâtibi Sâdullah Bey (Paşa) yerine, sonra­dan 9 defa sadrâzam olan gazetecilikten gelme Küçük Saîd Bey’i (Paşa) getiren İkinci Abdülhamid, Büyük (Eğinli) Sa­îd Paşa’yı da mâbeyn feriki yaptı. İngiltere’de 9 yıl deniz makine mühendisliği tahsil ettiği için “İngiliz” denen bah­riye feriki (sonra müşîri = büyükamiral) Saîd Paşa’ nın mâ­beyn müşîri olarak âmiri, Dâmâd Mahmud Celâleddin Pa­şa idi. Dâmad Nûri Paşa yerine sarayın en büyük görevine getirilmişti.

            Mütercim Rüşdü Paşa, 19 Aralık 1876’da istifa etti. Üç padişah zamanına rastlayan bu 4. sadareti 7 ay, 9 gün süre- bilmişti. Yerine Şûrây-ı Devlet Reisi Midhat Paşa, 2. defa sadrâzam oldu. Nasıl?

            Hüseyin Avni belâsından kurtulduktan sonra Midhat Paşa için sadâret ve mutlak iktidar yolunu kapatan tek engel, ihtiyar bir bunak saydığı, aslında kendisinden çok da­ha zeki olan Mütercim Rüşdü Paşa idi. Rüşdü Paşa’yı, he­nüz tahta ayak basmış padişaha şöyle kötüledi:

            - Biz efendimizin haini miyiz? Bu adama (Rüşdü Paşa) niçin tahammül buyuruyorsunuz? Her ne emr-ü fermanı­nız olursa bendenize irâde buyurunuz, can fedâ ederek iş­lere bakarım...

            İkinci Abdülhamid’in sonraki yazılı mütalâası:

            - Rüşdü Paşa, Midhat Paşa’nın entrikaları kadar, ilânına hazırlanılan meşrûtiyetten de ürkerek istifa etti.

            Cevdet Paşa’nın mütalâası:

            - Hüseyin Avni Paşa ölünce, bütün devlet işleri Rüşdü Paşa’nın eline kaldı. Ancak görünüşte sadrâzam, gerçekte manevî hükümdar gibi idi. Midhat Paşa şu bakımdan ona ortak idi ki, İngiltere ve Türk matbuatı Midhat Paşa’yı pek fazla tutuyordu. Ancak Rüşdü Paşa padişah ile anlaşsaydı, Midhat Paşa’yı defedebilirdi, bu iktidarı haizdi. Ama istifa­yı tercih etti...

            Tersâne Konferansı

            (23 Aralık 1876-20 Ocak 1877)

            Bu sırada Bosna-Hersek eyâletindeki dışa bağlı ayaklan­ma devam ettiği gibi, Girit de huzursuzdu. Üstelik Sırbistan ve Karadağ prenslikleri de Osmanlı Devleti’ne isyan ettiler. Mısır Valisi Hıdîv İsmâil Paşa’ya bile Balkanlar’da kullanıl­mak için asker göndermesi emredildi ve gönderilen Mısır askeri de Balkanlar’a sevk edildi. 29 Ekim’de sonradan “Ga­zi” diye meşhur olan Ferik Osman Paşa, Rus generali Çernayefin kılık değiştirerek kumanda ettiği âsî Sırp kuvvetle­rini Aleksinaç meydan muharebesinde kolayca dağıttı, Belgrad’a girmek üzereyken Rusya, Bâb-ı Âlî’ye ültimatom verdi. Savaşı göze alamayan Bâb-ı Âlî, Osman Paşa’ya emir vererek ileri harekâtını durdurduğu gibi, âsî Sırp ve Kara­dağlı tebeasına 2 aylık bir mütareke bahşetti...

            Ancak Rusya’nın Türkiye’nin iç işlerine karışması, başta İngiltere olmak üzere, Avrupa devletlerini kuşkulandırdı. 23 Aralık 1876’da İstanbul’da Tersâne Konferansı toplandı. Hâ­riciye nâzırı Safvet Paşa’nın başkanlığında açılan bu konfe­ransta, Türkiye, İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya, İstanbul’daki büyükelçilerinden başka, ayrıca birer başmurahhas ile temsil ediliyorlardı. İkinci Türk murahhası, az sonra sadârete yükselen Berlin Büyükelçisi İbrahim Edhem Paşa idi. 29 gün içinde, 29 Ocak 1877’ye kadar 9 defa toplanan konferanstaki en mühim diplomat, İngiltere başmurahhası olan Hindistan nâzırı Lord (Marki) Salisbury idi. Türk dostu ve Rus düşmanı olan bu zât, bir savaşı önlemek istiyordu. Yalnız başına Rusya’ya karşı girişeceği bir savaşta Türkiye yenilirse, Rusların nere­de durdurulabileceklerini bilememe endişesinde idi. Böyle bir savaşta İngiltere’nin Türkiye’yi desteklemesi de mümkün değildi. Zira bu takdirde savaş, Avrupa harbine dönüşecek, Rusya’yı destekleyen devletler de çıkacaktı. Ancak Midhat Paşa ile birkaç Türk devlet adamı ve askeri, tamâmen yanlış olarak, İngiltere’nin yanımızda savaşa katılacağı zannı ile hareket ediyor, Rusya’ya bu şekilde muamelede bulunuyorlardı. Bu suretle Rusya’yı ezerek (!) hayatlarının sonuna kadar Türki­ye’de iktidarda kalacaklardı...

            Lord Salisbury, savaşı önlemek için bazı fedakârlık yapıl­masını Türkiye’ye gizlice tavsiye etti. Zira Rusya’da “panslavist” denen akım, Çar İkinci Aleksandr’ın savaşı pek iste­memesine rağmen, Rus halkını Türkler aleyhine fevkalâde kışkırtmıştı. Balkanlar’daki Ortodoks Slav tebeaya verilecek bazı tavizler, Rusya’da tansiyonu düşürecekti.

            20 Aralık’ta huzür-ı hümâyûna kabûl edilen ve İngiliz Saîd Paşa’nın tercümanlığı ile İkinci Abdülhamid ile konu­şan Lord Salisbury, Safvet Paşa’ya evvelce anlattığı yukarı­daki mütalâalarını padişaha da tekrarladı. Sultan Hamid, savaş istemiyordu. Fakat savaş isteyen devlet adamlarının, İstanbul basınının, Midhat Paşa’nın kışkırttığı mihrakların baskısı altında idi. Henüz böyle bir savaşa engel olacak nüfûzu edinememişti. Bu nüfûzu, devlet adamlarının yanıl­dıklarının ispatı bahasına elde edecek ve devlet büyük felâketlere uğradıktan sonra tesis edebilecektir.

            Savaşı isteyen­lerin başında Midhat Paşa geliyordu. Savaşı Türkiye’nin kazanacağına emin idi. Çünki kendisini o kadar seven İn­giltere, onu yalnız bırakmazdı! Böylece Midhat Paşa, üstâdı Reşid Paşa’nın Kırım Harbi’nde Rusya’ya oynadığı oyunu tekrar ederek daha büyük bir zaferle harbi kapatacaktı. Hâlbuki bütün şahidlerin, vesikaların ve olayların müttefikan söyledikleri, Midhat Paşa’nın dış politika hakkında hiç­bir şey bilmediği, sadece eyâletlerin yönetiminden ve eyâ­letleri bayındır ve âsâyişli hâle getirmekten anladığı merkezindedir. Gafil serasker kaymakamı Müşîr Redif Paşa ile Mâbeyn müşîri Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa da, sava­şa girilmesi için Midhat Paşa’yı teşvik ediyorlardı.

            Birinci Meşrûtiyet’in İlânı

            (23 Aralık 1876)

            “93 Meşrûtiyeti” de denen ve hayatı çok kısa olan Birin­ci Meşrûtiyet, Midhat Paşa’nın eseri sayılabilir. Ancak Mid­hat Paşa, bir hukukçu olmadığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda demokrasinin nasıl yürütülebileceğini düşünmüş, düşünebilmiş, düşünmeye fırsat ve lüzum görmüş değildi. Hayran olduğu ve destek gördüğü İngiltere, o zaman dün­yanın mukayese kabûl etmez derecede en ileri ve üstün devleti olduğu için, Türkiye’de de İngiltere’deki gibi bir re­jim uygulanırsa, bütün pürüzlerin halledilivereceğini sanıyordu. Gerçek zekâdan mahrumdu. Safdil ve megalomandı. Mağrur ve ataktı. Tecrübesiz ve kültürsüzdü. Hesapsız ve duygusuzdu. Vefasız ve egoistti. İkinci Abdülhamid’in Midhat Paşa hakkındaki mütalâaları:

            Midhat Paşa, öteden beri meşrûtiyet taraftarı idi. Lâkin ismini ve bazı kitaplarda medhini işitmekle hâsıl olmuş bir taraftarlıktı. Hiçbir devletin kaanûn-i esâsîsini (anayasası­nı) tetkik etmemiş ve bu bapta esaslı bir fikir edinmiş değil­di. Rehberi, nafia müsteşarı Odyan Efendi idi... Odyan Efendi ise, o zaman bile bizde en seçkin hukukçu değildi. Hele memleketi hiç bilmezdi. Zannederim bu vukufsuzluk, Midhat Paşa ile Tâif kalesine kadar beraber gitti...

            Midhat Paşa’nın başkanlığında, Ziyâ Bey (Paşa) ve Nâ­mık Kemâl Bey’in de katıldığı bir komisyon tarafından ha­zırlanan ve “kaanûn-i esâsî” denen anayasanın 113. madde­si, hükümdâra, hükûmetin tavsiyesiyle siyâsî bakımdan mahzurlu gördüğü bir şahsı sürmek hakkını tanıyordu. Hâlbuki böyle bir hak, daha 1839 Tanzimatı ile kaldırılmış olduğu için, tam bir irtica mâhiyetinde idi. Bu maddenin Midhat Paşa tarafından mahsus koydurulduğu söylenmek­tedir. Çünki yeni rejimde ölünceye kadar iktidarda kalaca­ğından emin bulunan paşa, bu suretle muhaliflerini sürebi­lecekti. Nitekim meşrûtiyetin zararlı olabileceği görüşünde bulunan bir paşa, iki kazasker ve birkaç devlet adamını, yaptığı bu işin Tanzimat’a aykırı olduğunu ihtar edenlere rağmen, İstanbul’dan sürgüne gönderdi. İkinci Abdülhamid de muhâkemesiz insan sürmenin Tanzimat’a aykırı ol­duğu hakkında Midhat Paşa’nın dikkatini çekince, istifa tehdidi ile cevap aldı. İlk sadâretinde de en büyük destek­çilerinden ve taraftarlarından biri olan Nâmık Kemâl’i Ge­libolu’ya sürmek vefasızlık ve nankörlüğünden çekinme­yen Midhat Paşa, işte böyle bir demokrasi kahramanıdır!... Yukarıda anılan devlet adamlarını gece yarısı evlerinde tevkif ettirip bazılarını Akdeniz adalarına, bazılarını doğduk­ları kasabalara sürüverdi. Bu devlet adamları Kazasker Şe­rif Efendi, Kazasker Dağıstanlı Muhyiddin Efendi, Râmiz Paşa, Rızâ Bey ve birkaç müderris idi...

            İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın mütalâası:

            - Sultan Hamid, Midhat Paşa’nın bu hareketini mimle­di. Sürgün cezasının ne kolay tatbik edildiğini kendisine öğreten üstâdının bu dersini unutmadı... Bu dersi, evvelâ üstadı hakkında kemâl-i mahâretle tatbik etti... Mahâretine hayran kaldığı üstâdını, ailesiyle vedâ etmeye bile vakit bı­rakmadan, memleketten çıkartıverdi...

            Midhat Paşa anayasaya, imparatorluktaki her milletin kendi dillerini resmen kullanabileceklerini koydurmak iste­mişse de, bu feci madde, İkinci Abdülhamid’in emriyle Türkçe’nin tek resmî dil olduğu şeklinde düzeltilmiştir. Ge­ne de padişah endişelerini ünlü: “Türk’ün hakkı mahfuz (saklı) kalır mı?” suâliyle açığa vurmuştur.

            Midhat Paşa, hükümdarın nüfûzunu ortadan kaldırmak ve icabında kendisini sadâretten uzaklaştırması ihtimalini önlemek için anayasayı, Avrupa büyük devletle­rinin ortaklaşa ve zincirleme kefaleti altına koymak istemiş­tir. Türk devletinin istiklâlini tamamen ortadan kaldırabile­cek bu feci madde de çıkarılmıştır.

            İmparatorlukta şahsî idâresine tek engel gördüğü hü­kümdara ve hanedana karşı İngiltere’ye dayanmak isteyen Midhat Paşa, Londra’nın Türk anayasasına kefil olması için akıl hocası Ermeni hukukçu Odyan Efendi’yi İngiliz baş­kentine bile gönderdi, fakat netice alamadı. Bunun üzerine Midhat Paşa, İstanbul’da Tersâne Sarayı’nda toplanan kon­feransa bu meseleyi getirdi ve bu anayasa ortadan kaldırı­lacak olursa, büyük devletlerin müdahale haklarını kullan­malarını istedi. Az sonra devletin bütünlüğüne ve anayasa­ya aykırıdır diyerek, bir kazâyı Karadağ’a bırakmamak için Rusya ile savaş çıkaran ve muazzam ülkelerin kaybına zemin hazırlayan paşanın, Türk imparatorluğunun istiklâli hakkındaki görüşü, bu merkezdedir.

            İkinci Abdülhamid’in tasdik ettiği anayasayı, 23 Aralık 1876 günü, Mâbeyn Başkâtibi Küçük Saîd Bey (Paşa) getir­di. Midhat Paşa anayasayı, âmedci (âmedî-i Dîvân-ı Hümâ­yûn) meşhur tarihçi, hukukçu ve bestekâr Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’e (Paşa) okuttu. Avrupa siyâsetini bilmeyen Midhat Paşa, anayasa ilânının Tersâne Konferan­sına murahhas gönderen büyük devletleri şiddetle etkile­yeceğini ve Balkanlar’da Hıristiyanlar lehine reform iste­mekten vazgeçireceğini sanıyordu. Hâlbuki bu devletler içinde, hiç anayasası olmayan, koyu istibdat ile yönetilen başta Rusya olmak üzere; imparatorluklar mevcuttu ki, yal­nız bu husus Türkiye’de demokrasi ilânını bu devletlerin soğuk karşılamaları için büyük bir sebepti. Anayasa, toplar atılarak ilân edildi. Türk başmurahhası ve konferansın baş­kanı hâriciye nâzırı Safvet Paşa; murahhaslara, bunların anayasa topları olduğunu bildirdi. Sonra Safvet Paşa, Bâb-ı Âlî’ye geldi. Kendisini heyecanla bekleyen Sadrâzam Mid­hat Paşa mutadı olduğu üzere aceleyle:

            Ne dediler, ne dediler? diye sorunca, Safvet Paşa’dan:

            Ne diyecekler, “çocuk oyuncağı” dediler, cevabını ala­rak bozuldu. Fakat hiç ehemmiyet vermedi. Tükenmez iyimserlikle dolu ve kendi dışında geçenleri küçümseyen bir mizacı vardı.

            Gerçekten Tersâne Konferansı, Bâb-ı Âlî’yi Bosna-Hersek ve Tuna eyâletlerinde reform yapmak için zorluyordu. Çıkacak bir Türk-Rus harbinin kıvılcımlarının nereye kadar sıçrayacağı meçhûldü. Konferansın tekliflerini incelemek için 18 Ocak 1877’de Bâb-ı Âlî’de 60’ı Hıristiyan 240 kişilik fevkalâde bir meclis, Midhat Paşa tarafından toplantıya ça­ğırıldı. Paşa ve yardakçısı Mahmud Celâleddin Paşa, Rusya’ya harb ilânı için heyecanlı nutuklar çektiler. Bir yıl son­ra Türk imparatorluğundan parçalar istemek için büyük devletlere başvuracak olan Ermeni ve Rum rûhânî liderleri, kutsal Türk imparatorluğundan bir karış toprak bırakılma­yacağını, Hıristiyanların keyif ve refah içinde yaşadıkları için reform da gerekmeyeceğini heyecanla anlattılar.

            Midhat Paşa için, Rusya’ya haddini bildirecek (!) bir sa­vaşa tek engel kalmıştı: Savaş istemediği için küçümsediği İkinci Abdülhamid... Onun da çaresini buldu, padişahın Rus dostu olduğu rivayeti yayıldı. Çarla içtikleri su ayrı gitmiyordu! İkisi de halklarını ezen müstebiddi! Midhat Paşa, öğrencilere para dağıtmak oyununu tekrarladı. Yük­sek medrese talebesi, padişahın penceresi altına kadar gele­rek “Harb!” diye bağırdılar. Harbi, İstanbul kaldırımlarında kabadayılık etmek gibi bir şey sanıyorlardı. Bir taraftan da Midhat Paşa, Beşinci Murad’ın iyileştiği haberini -ki bu ger­çekti- etrafa yayıyordu. Basın, paşanın teşvikiyle ciddî bir harb kundakçılığına başladı. Rusya ile harbin faziletlerin­den (!) bahseden makaleler döşendi... Rusları ağır şekilde tahkir eden yazılar yazıldı. Lord Salisbury telâşa düştü, bir mektupla Midhat Paşa’yı uyardı, Türkiye harbi kazansa bi­le bir şey elde edemeyeceğini, sadece asker ve servet kaybe­deceğini anlattı...

            Bu lord da kim oluyordu? Hindistan nâzırı, ikinci dere­cede bir devlet adamı idi! Midhat Paşa ancak İngiltere kra­liçesine, veliahdine, başbakanına, haydi diyelim hâriciye nazırına muhâtab olabilirdi. Lord’un İngiltere başbakanı adına konuştuğunun farkına bile varmadı. Hiç İngiltere, Türkiye’yi Rusya’ya ve yardakçısı devletlere karşı tek başı­na bırakır mıydı? Bu hususta İngiltere’den ima yoluyla ol­sun bir işaret almış değildi. Sadece Kırım Harbi’nde böyle olduğunu, Türkiye harbe girdikten sonra İngiltere ile Fran­sa’nın onun yanında yer aldıklarını, bir gençlik hâtırası şek­linde düşünüyordu. Büyük Reşid Paşa’nın bu işi, Türk diplomasi tarihinde Fâtih ve Kanûnî devirlerinden beri görülmemiş bir incelik ve maharetle yıllardan beri ve büyük dehâsını bu konuya hasrederek hazırladığını incelememişti bile... Zira bazı derslere düşkün, bazılarından nefret eden bir lise talebesi gibiydi. Dış politikadan hoşlanmadığı için meşgul olmazdı. Aklı fikri hayat boyu iktidarda kalmak, eyâletleri kalkındırmak, rakiplerini aşağılamak, onları ikti­dardan uzak kılmak, zenginleşmek gibi şeylerde idi. Bunun için de sloganı meşrûtiyet yahut anayasa idi.

            İkinci Abdülhamid, Bâb-ı Âlî’de toplanan büyük mecli­sin Tersane Konferansı’nın tekliflerini reddetmesindeki ne­ticeleri hesaplayacak uzak görüşlülükte, dış politikaya öle­siye meraklı ve kabiliyetli bir mizaçta idi... Fakat karara karşı gelecek gücü yoktu, tasdik etti. Konferans dağıldı. Bü­yük Devletlerin büyükelçileri, İstanbul’da yerlerine birer maslahatgüzar bırakarak protesto makamında ülkelerine çekilip gittiler. Türkiye, yapayalnız kaldı. Rusya’ya gün doğmuştu...

            Bu durumda olsun Midhat Paşa ve avenesinin akılları başlarına gelmek gerekmez miydi? Fakat mevcut bulunma­yan bir şey nasıl yerine gelirdi? Harb propagandası devam etti, İstanbul’dan eyâletlere taştı...

            İki Ayrı Kutub: Midhat Paşa ve İkinci Abdülhamid

            Midhat Paşa, padişahı sadece sevmiyordu, zâten kimse­yi sevememekle maruftu... Fakat padişah ondan nefret edi­yordu. İki padişahın, amcası ile ağabeyinin tahttan üç ay ara ile indirilmelerinde birinci derecede rol sahibi tehlikeli bir adamdı. Bir padişahın ölümü hâdisesine, bir serserinin katledilmesi kadar bile ehemmiyet vermeden geçiştirmiş adamdı. Hattâ bunu olağan, basit bir hâdise gibi muhâkeme etmişti. Padişahların hukukunu gözetecek ve onlarla iş­birliği yapabilecek bir adam değildi. Demokrasi âşıkı rolü oynayan bir müstebiddi. Hoşuna gitmeyen adamları belki Hüseyin Avni Paşa gibi öldürtmüyordu, fakat kim oldukla­rını bir an düşünmeden sürüveriyor, azlediveriyordu. Kendi nefsinden başka Türk imparatorluğunda hiçbir şahsiye­tin ehemmiyeti olabileceğini kavrayamayacak bir havsala­ya sahipti...

            Genç bir hükümdar ve orta yaşlı bir sadrâzam... İşbirliği yapabilmeleri için mizaçlarında ortak bir çizgi, bir asgar-ı müşterek bulmak, Diyojen’in fenerle adam aramasına ben­zeyen boşuna bir çaba idi...

            Ama Paşa’nın kuyusunu asıl kazan padişah değildi, biz­zat kendisi idi. Padişahın istihbaratı, öyle amcasının gafle­tine benzemiyordu, kuş uçsa anında haber alıyor, her şeyi merak ediyor, her şeyi araştırıyordu. Midhat Paşa, her gece rakı ve konyak sofrasında devletin en gizli sırlarını, gönlü­nün en mahrem arzularını ifşa ediyor, bu sırlar ertesi gün bütün İstanbul’a yayılıyordu. Nerede kaldı ki İkinci Abdülhamid karakterinde bir adam öğrenmesin...

            Ziyâ ve Kemâl Beylerin de katıldıkları bu meclislerde Midhat Paşa’nın telâffuz etmediği saçmalık kalmamış gibi gözüküyordu. Bir defasında cumhuriyet ilânından, Üçüncü Napoléon gibi önce cumhurbaşkanı, sonra imparator olaca­ğından bahsetmiş “Niye ‘Âl-i Osmân’ olur da, ‘Âl-i Midhat’ olmaz?” di­yecek kadar işi ileri götürmüş, ertesi gün herkes bu “Âl-i Midhat = Midhatoğulları, Midhat Hânedânı” sözünü duy­muştu.

            Şüphesiz meşrû hânedanın düşürülmesini düşünmek ve konuşmak, demokrat bir monarşide bile çok ağır suçtu. He­le böyle bir şeyi o devir Osmanlı imparatorluğunda yürür­lüğe koymaya kalkışmak, imparatorluğun derhal ayrışmasını göze almaktı.

            Midhat Paşa’nın hususî asker yazmaya kalkışması, artık İkinci Abdülhamid’in sabrını taşırdı... Bu yeni asker “Mil­let Askeri” namıyla müstakil bir ordu teşkil edecek ve paşa­nın şahsına bağlı bulunacaktı. Artık Fransız İhtilâli’nden il­ham alındığı âşikârdı... Hıristiyan ve Müslümanlardan gö­nüllü yazılanlar, başkumandanları Midhat Paşa lehine nümâyişler yapıp, İstanbul caddelerinde huzûru bozuyorlar­dı. Paşa’nın böyle bir şeye hiç ihtiyacı yoktu. Çünki Tanzi­mat sisteminde de, Meşrûtiyet sisteminde de, eski klasik Osmanlı düzeninde de ordu ve donanma zaten sadrâzamın emrinde idi. İkinci Abdülhamid, sadrâzamını, bu gönüllü­lerin seraskerliğe başvurarak Birinci Ordu’ya yazılmaları hususunda uyardı. Ancak Midhat Paşa, Ziyâ ve Kemâl Bey­lerin teşvikiyle bu kendilerine “Millet Ordusu” diyen gö­nüllüler:

            Bâb-ı Seraskerî maiyyetinde askerliği kabûl etmeyiz, biz milletin askeriyiz! şeklinde gösteriler yaptılar.

            Böylece çok daha kötü bir yeniçeri ocağı hortlatmak iste­yen Midhat Paşa, şahsına ve devlete bağlı olmak üzere, iki bağımsız kuvvetin teşkiline girişti... Eh bu imparatorluğu İkinci Abdülhamid, Midhat Paşa’dan devralmış değildi, so­kakta da bulmamıştı... Atalarından kalmıştı. “Millet Aske­ri” meselesi, hükümdarın, sadrâzamına zerre kadar itima­dı varsa, onu da silip süpürdü...

            Midhat Paşa’nın İkinci Abdülhamid’e kullandığı dil de, düşmesinin başlıca sebeplerinden biridir. Bugün bile hiçbir devlet başkanının tahammülüne imkân olmayan, şahsen ta­hammül etse bile, temsil ettiği devletin şerefinin tahammül etmemesi gereken bu sözler, bardağı taşırdı... Bir yazısında padişaha şöyle yazdığı iddia edilmektedir:

            - Evvelâ Zât-ı Mülûkânelerine âid olan vezâif-i hükümdârânenizi mutlaka bilmelisiniz; zîrâ bi’l-cümle harekâtınızdan, millet nazarında mes’ûl olacaksınız. Usûl-i meşveretle (demokrasi ile) idâre olunan bir millette nizâm nedir bilir misiniz?... Binây-ı devleti tâmîre çalıştığımız sırada, siz âdetâ yıkmak istiyorsunuz.

            Gerçi bu devrin en büyük mütehassısı olan İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, bu yazının Midhat Paşa düşmanları tarafından uydurulduğunu, padişaha böyle yazı yazılama­yacağını -mantık yoluyla- ileri sürüyorsa da, bu yazı tertip olsa bile, Midhat Paşa’nın söylediği kesinleşmiş sözlerdeki üslûba çok benzemektedir. Meselâ Midhat Paşa’nın İstan­bul’dan uzaklaştırılırken:

            “Teessüf ederim ki, İstanbul’a avdetimde (dönüşüm­de), ne şevketlü efendimizi bu saraylarda ve ne de mülkü (devleti) yerinde göremeyeceğim!” dediğinde tarihçiler ara­sında anlaşmazlık yoktur.

            Bir defasında da Paşa, hükümdarın yüzüne karşı aynı manâda şeyler söyleyince, İkinci Abdülhamid kendisini derhal huzûrundan çıkarttı. Demek artık, bir arada çalışma­larına imkân kalmamıştı ve bütün kusur İbnülemin Mah­mud Kemâl İnal’ın “önünü, ardını gözetmez, yaptığı işi dü­şünmez bir adam” şeklinde tarif ettiği Midhat Paşa’da idi.

            Midhat Paşa, millî geleneklere aykırı davranışlarda da bulundu. Birini burada anmak kâfidir: Bosna-Hersek eyâle­tinde, Türk bayrağındaki ay yıldızın yanına bir haç ilâve edilmesini emretti. Ancak bu suretle bu eyâletteki Hıristi­yanların isyanını durdurmak şöyle dursun, bu sefer Müs­lüman Boşnakları müteessir etti... Devlet bayrağının bir tek eyâlette olsun sadrâzam emriyle değiştirilmesi de Mid­hat Paşa’nın demokrasi anlayışı hakkında örnektir. Bu haç­lı Türk bayrağını taşıyan ve Hıristiyanlar’la Müslüman gö­nüllülerin karışık teşkil ettikleri bir tabur asker, İstanbul’a da geldi, bu bayrakla geçit resmi yaptı, Niş’teki tümene gönderildi.

            Midhat Paşa’nın ikinci sadâreti ancak 47 gün sürdü. Bu kısacık müddet içinde, akla gelen ve gelmeyen her türlü ha­tayı irtikâb etti. Şahsî felâketine zemin hazırladı. İki sadâre­tinin toplamı 4 ay ve 6 günden ibarettir. Yerine Şûrây-ı Dev­let reisi ve İkinci Abdülhamid’in şehzâdeliğinde Fransızca hocası olan İbrahim Edhem Paşa, sadrazamlığa getirildi. Meclis-i Meb’ûsân’ın 19 Mart 1877’de açılması, bu sadrâza­mın zamanındadır. Dârülfünûn (Üniversite) için yapılan ve 1933’te Adliye (adalet sarayı) iken yanan muhteşem bina, ilk Osmanlı parlamentosuna tahsis edildi... Ayân üyeleri (senatörler), kayd-ı hayat şartıyle atanmışlardı. Meb’us (milletvekili) seçimi iki dereceli idi. Yemen, Libya, Bosna-Hersek gibi uzak eyâletlerden bile milletvekilleri geldiler. Ahmed Vefik Efendi (Paşa), meclisin ilk reisi oldu. Böylece esas bakımından 1961’e kadar yürürlükte kalacak olan 93 Anayasası, mer’iyyete girmiş oldu.

            Midhat Paşa’nın Düşmesi

            Midhat Paşa, meclisin açıldığını Avrupa’da öğrenebildi. Paşadan mühr-i hümâyûnu, Mâbeyn-i Hümâyûn müşîri Büyükamiral Saîd Paşa aldı. Derhal İzzeddin vapuruna bil­dirildi. Parası olmadığını söylemesi üzerine kendisine 500 altın verildi. İzzeddin vapuru, İtalya’nın Brindisi limanına yanaşarak Midhat Paşa’yı çıkartıp geri döndü. Sürüleceğini öğrenince:

            Eğer beni sürerseniz memleket mahvolur! dediği meş­hurdur. Hattâ Çanakkale Boğazı’ndan geçerken, İstan­bul’da ihtilâlin başlayıp başlamadığını sormuştur. Midhat Paşa sürüldü diye ne İstanbul’da, ne taşrada tek itiraz yükselmedi. Yalnız bazı İngiliz ve Fransız gazeteleri padişaha veriştirdiler.

            Midhat Paşa’nın dâmâdı Vefik Bey’in, Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı bir hâtırası:

            - Bir gece Kaanûn-i Esâsî (anayasa) komisyonu Midhat Paşa’nın konağında toplandı. Ziyâ Bey (Paşa) ve Kemâl Bey (Nâmık Kemâl), paşaya küfür derecesinde ağır sözler söy­lediler, paşa da karşılık verdi. Artık samimiyet de, birarada çalışmak ihtimali de kalmamıştı...

            Zira gerçekte meşrûtiyet (taçlı demokrasi) ve bunun te­melini oluşturacak kaanûn-i esâsî (anayasa) fikri bilindiği gibi, önce Midhat Paşa’dan değil, Yeni Osmanlılardan çık­mıştır, mazisi de on yıldan öncelere gidiyordu. Yeni Os­manlıların liderleri de Ziyâ-Kemâl ikilisi idi. Midhat Paşa onlar için sadece geçici bir sadrâzam adayı idi. Midhat Pa­şa, Yeni Osmanlıların demokrasi fikrine yapışarak hayat boyu iktidarda kalacağını planlayan adamdı...

            Nitekim hazırlanan taslağı Nâmık Kemâl okuyup dü­zeltti. Padişahın emri üzerine bir de Mahmud Celâleddin Bey (Paşa) kanun tekniğini çok iyi bildiği için okuyup dü­zeltti ve son şeklini aldı. Bâb-ı Alî’de yağmur altında anaya­sa metnini halka gene Mahmud Celâleddin Bey okudu. Midhat Paşa nutuk söyledi. Midhat Paşa, anayasanın ya­yımlanması için çok acele etti. Bu aceleyi duyan eski kurt Mütercim Rüşdü Paşa konağında, misafirlerine:

            - Pek iyi ama paşamız emin olsun ki, bu kanun en evvel kendisinin başını yiyecektir! dedi...

            Rüşdü Paşa’nın sözle­rini Midhat Paşa’ya yetiştirdiler. Bunak saydığı Rüşdü Paşa’nın ihtarına en küçük bir ehemmiyet vermedi.

            Az sonra çok büyük bir savaşa ve Türk tarihinin gördü­ğü en büyük birkaç felâketten birine sebep olacak Rusya ile ipleri koparma meselesinde de Midhat Paşa, padişahın uyarılarına kulak asmadı. Nâdiren sesini yükselten İkinci Abdülhamid, sinirlenip yüksek sesle Lord Salisbury’nin bir savaşta Osmanlı’nın yalnız kalacağını hükûmeti namına resmen beyan ettiğini söyleyince Midhat Paşa şu cevabı verdi:

            Salisbury (Selzböri), efendimize yalan söylemiştir. İn­giltere behemehal bize yardım edecektir. Biz politikaya me’mûruz, mesleğimiz (tutacağımız yol) tâyin edilmiştir.

            Son cümlede padişahın dış politikadan anlamadığını îmâ ettiği açıktır. Bu îmâ, dış politikada dâhî olan İkinci Abdülhamid’e yapılmıştır. Asrın en büyük tarihçisi ve hukuk­çusu olan Cevdet Paşa’nın mütalâası:

            Rusya imparatoru, muharebe kapısının açılmasını iste­miyordu. Midhat Paşa, Çarı harb ilânına mecbur etti...

            Lord Salisbury bu sırada 47 yaşında ve Hindistan nâzırı idi, 4 yıl sonra Muhafazakâr Parti lideri ve İngiltere başba­kanı olacaktır. Onun mütalâası:

            Midhat Paşa, tekliflerimizi Bâb-ı Âlî’de topladığı fev­kalâde meclise o tarzda ifade etti ki, meclis için bu teklifle­ri reddetmekten başka çare kalmadı. Şöhret kazanmak için bu yolu tutan paşa, kendi milletinin geleceğini feda etti...

            Midhat Paşa’nın damadı Vefik Bey’in mütalâası:

            Büyük Devletlere öyle cevaplar verildi ki, yalnız Rus­ya’ya değil, hepsine harb ilânı mânâsına idi. Nitekim Bü­yük Devletlerin hepsinin büyükelçileri yerlerine maslahatgüzâr bırakıp İstanbul’u terk ettiler...

            O kadar güvendiği Meclis-i Meb’ûsân açıldıktan sonra da tek milletvekili, Avrupa’da bulunan Midhat Paşa hak­kında tek söz söylemedi, kendilerinin varlığına sebep olan anayasanın babasına tek cümle ile teşekkür edilmedi. Paşa­nın saflığına örnek (İngiliz Saîd Paşa’ya hitâben):

            Birkaç yıl sadârette kalmamı bile çok dikkatli hareket etmeme bağlıyorsunuz. Bu sabah falcılıkta usta olan bir adam evime geldi, sadârette on altı yıl kalacağımı söyledi, sizin ifadeniz bu müddeti kısaltıyor...

            Belki bu sözleri Saîd Paşa ile alay etmek için söylemiştir. Fakat buna benzer başka sözleri de vardır. Şeyhülislâm Sâhib Efendi’nin sözleri:

            - Midhat Paşa, bana hürmet ederdi. Ah niçün elime bir sopa alarak evine gidip masasının üstündeki konyak şişele­rini kırmadım, meclisinde bulunan aşağılık adamları kov­madım, paşaya; “Be adam, aklını başına topla, gaflet uyku­sundan uyan” demedim...

            Yeni Osmanlılar denen gayri resmî partinin veya fikir akımının lideri Ziyâ Bey, Midhat Paşa ile anlaşamayacağına karar verdi. Arkadaşı Nâmık Kemâl’in itirazlarına rağmen padişahtan taşra görevi istedi. Ziyâ Paşa’ya 1. derece Osmânî nişânı ve rütbesi yükseltilerek vezir pâyesi (mareşal’e eşit mülkiye rütbesi) verilerek ayda 350 altın maaşla Suriye eyâleti valisi olarak Şam’a yollandı, bir daha asla İstanbul’a dönmedi.

            Tanzimat’a aykırı yüksek yargı kararı olmaksızın bir hâ­kimi görevinden almak isteyen ve adliyeyi bozmaya niyet­lenen Midhat Paşa’nın bu husustaki arzını padişah imzala­madı. Tanzimat, hele meşrûtiyet düzeninde sadrâzam arzı­nın saraydan çevrilmesi nâdir bir olay olduğu halde Paşa gene uyanmadı. Mehmed Emin Paşa’nın mütalâası:

            - Midhat Paşa’nın sadrâzam yapılmasında padişah da kusurludur. Midhat Paşa belirli işlerde ehliyetli ve çok ça­lışkandı. Fakat kibir ve gururu görülmemiş derecede idi. Sadâret gibi devletin en mühim makamına getirmemek ge­rekirdi. Bazı nezâretlerde, hele eyâlet valiliklerinde kulla­nılsa idi, pek büyük işler yapabilirdi...

            Midhat Paşa’nın azline Times, Manchester Guardian, République Française gibi gazeteler “Türkler adam ol­maz” mânâsına sözler yazarak edebsizlik ettiler. Devrin en büyük diplomatı sayılan Almanya imparatorluğu şansölyesi (federal başbakan) Prens von Bismarck, şu sözleri söylemekle yetindi:

            Midhat Paşa bir büyük adam olduğu için, iktidar mev­kiinden düşmesi de elbette büyük bir sebebe dayanmakta­dır.

            Midhat Paşa, İskoçya’da Sunderland dükünün şatosun­da misafir kalırken, İkinci Abdülhamid, Avrupalı devlet adamları ile temasından ürkerek kendisini Türkiye’ye ça­ğırdı. Bin beş yüz altın gönderdi. Girit’in Hanya şehrinde ayda 200 altın maaşla ailesiyle oturmasını, kendisine lâyık bir eyâlet açılır açılmaz tayin edeceğini bildirdi (28.9.1878). 1 yıl, 7 ay, 21 günlük Avrupa’da ikameti bu suretle sona er­di.

            Diğer taraftan, Midhat Paşa’dan sonra İstanbul’da siyâ­sî hayat, meclisin açılması dolayısıyla daha da karıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Ahmed Vefik Efendi, milletvekil­lerini kaynaştırmaya, demokrasi tecrübesini yürütmeye ça­lışıyordu.

            Disipliniyle meşhur olan büyük devlet adamı, kargaşa­ya engel olan başlıca şahsiyet hâlinde çalıştı. Milletvekilleri içinde iyi Türkçe bilmeyenler vardı. Tek müzakere dili Türkçe olduğu için, bunlar sadece parmak kaldırıyorlardı. Meclislerin, hükûmet düşürmek hakkı yoktu. Almanya İm­paratorluğu meclisleri bile 1918’e kadar hükûmet düşüremedikleri için, bu hususu, bugünkü anlayış ölçülerimize vurup, ilkellik şeklinde telâkki etmemek lâzımdır.

            Meclisi bizzat Abdülhamid Hân, kurulan tahtına otura­rak açtı. Yanına kardeşlerinin iki büyüğünü Veliahd Mehmed Reşâd Efendi ile ikinci Veliahd Kemâleddîn Efendi’yi almıştı. Hükümdar nutkunu, Sadrâzam Edhem Paşa vasıta­sıyla, başkâtibi Saîd Bey’e (Paşa) verdi. Pek parlak olan nut­ku, o okudu.

            93 Harbi’nin Başlaması

            28 Şubat 1877’de Sırbistan isyânı sona erdi. Ancak Kara­dağ, Bosna-Hersek ve Girit’te -bu sonuncusunda nüfusun ancak yarısını bulan- Ortodoks Hıristiyanların isyan ve hu­zursuzlukları sürüp gidiyordu.

            31 Mart’ta İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya arasında Londra Protokolü imzalandı. Bu protokol Bâb-ı Âlî’ye, Tersâne Konferansı kararlarından da­ha hafif ıslahat şartları teklif ediyordu... Birkaç Balkan eyâ­letinde Hıristiyan tebea lehine yapılacak bu ıslahat karşılı­ğında büyük devletler, Rusya’ya karşı Türkiye’nin sınırları­nı garanti ediyorlar, bizzat Rusya, bu garantiye katılıyordu. Rusya için de büyük fedakârlıkları mucip olacağı muhak­kak bulunan bir savaşı Çar İkinci Aleksandr göze almak istemiyordu. Rus devletinin bünye zaafını ve Rus milletinin geriliğini bilen bu reformcu hükümdar, Rusya’nın Balkan­larda fütuhata atılmasını mevsimsiz görüyordu. II. Alek­sandr’ın Rusya’da 20 milyondan fazla toprak kölesini (serf) hür vatandaşlar olarak tanımasının üzerinden ancak 16 yıl geçmiş ve bu büyük reform henüz hazmedilmemişti. Ancak nasıl İstanbul’da savaş isteyen bir zümre ve devlet adamla­rı varsa, Petersburg’ta da aynı adamlar ve zümre mevcuttu. “Panslavizm” denen ve bütün Slav ırkları, Slav olmayan milletlerin (ki bunların başlıcaları Türklerle Almanlardı) boyunduruğundan koparıp Rus boyunduruğuna almayı amaçlayan fikir akımı, kudretliydi ve Rusya’da devlet idâ­resinin her dalında temsilcileri, ateşli taraftarları vardı.

            Londra Protokolünün başlıca şartları, Karadağ’a Hersek sancağından Ortodokslarla meskûn iki kazânın (ilçe) veril­mesi, Karadağ’ın gene Türkiye’ye tâbi olmakta devam et­mesi, Tuna ve Bosna-Hersek eyâletlerinde bizzat Bâb-ı Âlî’ce ıslahat yapılması idi. Aynı zamanda Tuna boylarında son zamanlarda toplanan Türk ordularının sulh zamandaki mevcutlarına indirilmesi isteniyordu. Buna mukabil Rusya da, son yıl içinde silâh altına aldığı birliklerini terhis edecek ve bu kuvvetleri Türk sınırından uzaklaştıracaktı.

            10 Nisan’da Bâb-ı Âlî, Londra Protokolü’nü reddetti. Bil­hassa Karadağ’a arazi bırakılamayacağı büyük devletlere bildirildi. Bunun üzerine Çar, Karadağ’a sadece Nikşik ka- zâsının bırakılması şartıyla savaşı önleyebileceğini Bâb-ı Âlî’ye tebliğ ettirdi. Bu kazâyı olsun iç yönetiminde Orto­dokslara vermeden savaşı önleyemeyeceğini, halkın muhâlefetini yatıştıramayacağını, millî gururu muhafaza edeme­yeceğini söylüyordu. İngiltere’nin savaşa katılma ihtimalini de hesab ediyordu. 1853 savaşında Türk orduları tek başla­rına Tuna üzerinde Rusları birçok defalar bozguna uğrat­mışlardı. 1876 Türk ordusu ise, daha kalabalık, daha mo­derndi... Ancak Ruslar da Kırım Harbi’nden sonra çok ha­zırlanmışlardı.

            Çar’ın son teklifi, Sadrâzam İbrahim Edhem Paşa tara­fından hoyratça reddedildi. Petersburg’a bildirildi ki, tâbî bir prensliğe dahi tek kazanın terkedilmesi, “kanûn-i esâsi­ye mugayir” yani, anayasaya aykırıdır. Bu tutum, Türkiye için, bütün tarihi çapında bir felâket oldu. Hıristiyan ve düşman halkla meskûn ehemmiyetsiz ve sefil bir kazâ terkedilmemek için göze alınan bu savaşta Türkiye’nin ver­dikleri, akıl almaz şeyler oldu.

            Rusya’nın İstanbul büyükelçisi ve panslavistlerin başı General Kont İgnatiyev, Avrupa’da idi... İstanbul’da masla­hatgüzar olarak Nelidof vardı. 24 Nisan’da bu Nelidof, ha­riciye nâzırı Safvet Paşa’ya, Çar’ın harb ilânı notasını verdi. Aynı gün, Petersburg’taki maslahatgüzârımız Tevfik Bey’e (son Osmanlı sadrâzamı Tevfik Paşa) pasaportları tevdi edildi. “93 Harbi” denen ve 1877-78 Türk-Rus savaşı olan büyük harb başlamıştı. Bu savaş, 1870-71 Alman-Fransız savaşı ile 1904-1905 Japon-Rus savaşı arasındaki dünyanın en büyük harbidir.

            Harb, Rusların 22 Haziran 1877’de Tuna’yı geçmesi ile fiilen başladı. Harbin ilânından 2 ay geçmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun birer parçası olan Romanya, Sırbistan ve Karadağ prenslikleri, metbûları olan devlete baş kaldırarak -istiklâl ümidiyle- Rusların yanında harbe katıldılar. Yunanistan krallığı da (bugünkünün üçte biri kadardı) Türki­ye’ye hasmane bir tutum aldı ve birçok Türk birliğini bağ­lamış oldu. Türkiye’nin tek müttefiki yoktu ve olmadı. Av­rupa (Tuna) cephesinde Serdâr-ı Ekrem (Başkumandan) Abdülkerim Nâdir (Abdi) Paşa liyâkatsizlik gösterip azle­dildi. Yerine gelen Müşîr Mehmed Alî Paşa durumu düzel­temedi. Bu defa cüretiyle tanınan ve az önce müşîr olan meşhur eylemci Süleyman Paşamız, başkumandan oldu. Müşîr Gazi Osman Paşa’nın üç Plevne zaferine rağmen kış geldiği zaman galibiyet, Ruslarda idi. Kafkasya (Doğu Anadolu) cephesinde ise, Müşîr Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın (sonradan sadrâzam olmuştur) Rus ordularını birkaç meydan muharebesinde yenmesine rağmen Kars düştü. Destanî bir savunma neticesinde Aziziye tabyalarını geri alan Türkler, düşmanı Erzurum’a sokmadılar.

            Harb başladığı zaman müşîr olan Süleyman Paşa, Her­sek Sancağı’nın merkezi Mostar’da idi. 25.000 kişilik bir ko­lordu ile buradan Karadağ’ın güneyindeki Adriyatik üze­rinde Bar (Antivari) limanına geldi. Buradaki Türk filosu, kolorduyu aldı ve Otranto Boğazı, Yunan (İyonya) Denizi, Mora ile Girit arası ve Adalar Denizi(Ege Denizi)’nden ge­çirerek, Batı Trakya’da Dedeağaç limanına, Meriç’in az ba­tısına çıkardı. Dedeağaç’tan trene bindirilen kolordu ve bü­tün teçhizatı, Temmuzun 26. günü Kızanlık yakınlarında trenden indirildi ve Şıpka geçidinin güney eteklerine vâsıl oldu. Şıpka geçidinin kuzeyinde başlayan asıl Bulgaris­tan’da üç Türk ordusu vardı. Süleyman Paşa, bunlarla birleşmek için geçidi 7 gün, 7 gece zorladı, fakat muvaffak olamadı (20-26 Ağustos 1877).

            Türk mareşalleri arasındaki çok çirkin rekabet,harbin kaybını hızlandırdı. Sonunda Ruslar, İstanbul’un banliyösü Aya Stefanos’a (Yeşilköy) kadar gelip buraya bir heykel diktiler. Türkiye, mütareke istedi. 31 Ocak 1878 Edirne Mütarekesi, İngiltere kraliçesi Victoria’nın aracılığı ile imzalan­dı. Savaş sadece 9 ay, 7 gün sürmüş, fakat bu müddet, bü­tün Türk tarihinin en büyük felâketlerinden biriyle netice­lenmek için kâfi gelmişti. 11 ay, 4 günlük bir sadâretten son­ra Edhem Paşa azledilip büyükelçi olarak Viyana’ya gönde­rildi; 60 yaşındaydı. Dâhiliye nâzırı Ahmed Hamdi Paşa, sadrâzam oldu. 24 gün iktidarda kalabildi. Aydın (İzmir) valiliğine gönderildi. 51 yaşında idi. Ahmed Vefik Paşa “başvekil” unvanıyla sadrâzam oldu. 55 yaşında, ünlü bir diplomat ve edîb idi, altı yedi dil bilmesiyle tanınmıştı. Se­natör ve Meclis-i Meb’ûsân reîsi idi. İşte Meclis-i Meb’ûsân, onun zamanında kapatıldı.

            Meclis-i Meb’ûsân’ın Süresiz Olarak Kapatılması ve Birinci Meşrûtiyet’in Fiilen Sona Ermesi

            (13 Şubat 1878)

            Meclis-i Meb’ûsân, 13 Şubat 1878’de müddeti belli olma­yacak ve aslında 30 yıl, 5 ay, 9 gün sürecek şekilde tatil edil­di. Bu suretle Birinci Meşrûtiyet, hukûken olmasa bile fiilen sona erdi, “Devr-i İstibdâd” olarak tarihe geçen İkinci Abdülhamid’in şahsî idare dönemi başladı. Meşrûtiyet 1 yıl, 1 ay, 21 gün sürmüş, Meclis-i Meb’ûsân ise sadece 10 ay ve 25 gün açık ve toplantı hâlinde kalabilmişti. İkinci Abdülhamid, irâde-i seniyye ile muvaşşah meclis-i vükelâ (bakanlar kurulu) karar-nâmesi ile Meclis’i ancak tatile sevk etti. Meşrûtiyet’i ve onun dayandığı 93 Anayasası’nı ilgaya lüzum girmedi. Devletin resmî salnamelerinin (yıllık) en başına her yıl bu anayasa derc edilmiş ve 1908’de İkinci Meşrûti­yetin ilânına kadar bir tek yıl ihmâl edilmemiştir. Fakat gerçekte bu 30,5 yıl, bir mutlakıyyetle, daha açık tâbirle parlâmentosuz bir idare ile geçmiş, üstelik devlet yönetimi her yıl Bâb-ı Âlî’den Saray’a, Yıldız’a doğru kayarak Tanzi­mat’ın esas yapısı da ortadan kalkmıştır.

            Meşrûtiyet, 1878 Türkiye’sinin gerçeklerine asla uygun değildi. Bugün nasıl Türkiye demokrasiden gayrı bir rejim­le idâre edilemezse, o yılların Türk imparatorluğu da de­mokrasi ile yönetilemezdi. Yoksa bazı budalaların ileri sür­mek istedikleri gibi, Midhat Paşa’yı tutmamak demokrasi düşmanlığı, İkinci Abdülhamid’i tutmak gene demokrasi düşmanlığı değildir. Böyle eblehçe ithamlardır ki, tarih ger­çeklerinin üzerine şal atmıştır.

            Osmanlı Türk İmparatorluğu’nda bir anavatan ile o ana­vatan çevresinde toplanmış ülkeler ayırımı yoktu. Bu du­rum, gerileme ve Batı emperyalizminin azgınlaşma yılların­da, imparatorluğa çok zarar verdi. İngiltere ise bu yıllarda, geniş anavatan dışındaki topraklarını, tam bir sömürge gi­bi idare ediyordu. Örnek demokrasi olan İngiltere böyle ol­duğu gibi, diğer devletler de böyleydi. Rusya gibi Türki­ye’den daha batılılaşmış ve ileri bir imparatorlukta değil yabancı unsûrlara, Ruslara bile seçim hakkı tanınmamıştı. İlk Rus parlamentosu 1905’te açılmıştır. Yani Türkiye’de ilk parlamentonun açılmasından 28 yıl sonra ve Türkiye’de İkinci Meşrûtiyet’ten 3 yıl önce... Kaldı ki, Rusya’da 1990’da bile parlamenter idare yoktur. Almanya İmparatorluğu gi­bi, Alman’dan başka nüfusu pek az olan homojen bir dev­lette bile parlamentonun rolü, bugünkü anlayışımıza göre, devletin idaresine iştirak etmekten çok uzaktı. Meselâ hükûmeti düşüremezdi. İmparatorluğu doğrudan doğruya kayzer (imparator) ve onun itimadına mazhar olan şansöl­ye (federal başbakan), mutlak yetkilerle idâre ederlerdi 1918’e kadar da böylece devam etmiştir.

            Birinci Meşrûtiyet’in ilk parlamentosunda ana dili Türk­çe olan milletvekilleri azınlıktı. Hakkı Târik Us’un yayınla­dığı Birinci Meclis-i Meb’ûsân zabıtları okunursa görülür ki, müzakerelerde, yalnız Rum, Bulgar, Ermeni, Yahudi, Ro­men, Makedon, Sırp, Mârûnî gibi gayrimüslim milletvekil­leri değil, Arab, Arnavut, Boşnak gibi Müslüman milletve­killeri de garip isteklerde bulunmuşlardır. Bu isteklerde bu­lunan milletvekilleri de, arkalarına daima en az bir yabancı devleti almayı ve onlardan çok defa para kabûl etmeyi unutmamışlardır. Kendi dillerinin Türkçe yanında, resmî dil olmasını istemekten tutun da, muhtariyet (otonomi), hattâ istiklâl (bağımsızlık) isteklerine, Yunanistan’a Girit ve Epir ve Tesalya verilirse ne çıkacağını soranına kadar azın­lık milletvekilleri, Türk devletine zararlı konuşmalarda ve taleblerde bulunmuşlardır.

            Meclisteki Türk milletvekillerinin de, biraz da parla­mentonun ne olup ne olmadığını bilmemek ve tecrübesizlik yüzünden, müsbet bir çalışma içinde bulundukları iddia edilemez. Bir kumaş taciri olan İstanbul milletvekili Ahmed Efendi, padişahı dahi ağır şekilde tenkit etmekten çekinmemiş ve savaşın milletvekillerince idare edilmesini is­temiştir. Azınlık milletvekilleri, doğrusu bu kadarına asla cesaret edememişler, hele padişah-halife’ye dokunur bir şey söylememeye hususî itina göstermişlerdir.

            Bu durumda ilk Meclis-i Meb’ûsân’ın feshini, İkinci Abdülhamid’in büyük hizmetlerinden biri şeklinde değerlen­dirmek lâzımdır. Zira Türkiye İmparatorluğu’nu, Avru­pa’da kızgın ve saldırgan bir emperyalizmin hüküm sürdü­ğü o yıllarda tasfiye edilmekten kurtarmıştır. Bu tasfiye o tarihte olsaydı, 1922’de İstanbul’u ve İzmir’i değil, ancak Konya ve Sivas’ı savunmak mecburiyetinde kalabilirdik. Nitekim 30 yıl sonra, 1908 Meşrûtiyeti, imparatorluğu an­cak 10 yıl muhafaza edebilmiştir. Almanya şansölyesi, Al­man imparatorluğunun kurucusu ve devrinin en kudretli devlet adamı olan Prens Bismarck, Müşîr Ali Nizâmî Paşa’ya bu münasebetle:

            Bir devlet, millet-i vâhideden mürekkeb olmadıkça, demiştir; parlamentosunun faydasından ziyade mazarrâtı olur.

            Ve Türkiye’de meclisin dağılmasını yerinde görmüştür. Zira bizim 93 Meclisimiz, Midhat Paşamız’ın zan buyurdu­ğu gibi imparatorluğa şifa değil, zehirdi. Paşamıza hayat boyu iktidar da temin edemedikten sonra ne faydası kal­mıştı ki? Sultan Hamid, tatile sevk ediverdi.

            Bu suretle ilk milletvekillerinin görevleri sona erdi. An­cak senatörlük, hayat boyu idi. Sultan Hamid “Ayân âzâsı” denen senatörlerin bu bakımdan görevlerine son vermedi. Bunlar ölümlerine kadar bu unvanı taşıdılar ve maaşlarını aldılar. Resmî devlet sâlnâmelerinde her yıl isimleri ilân edildi. 1877’de seçilen senatörlerden 1908’de hayatta kalan ancak 3 kişi idi. Bu 3 senatör, 1908 parlamentosuna da dâhil oldular.

            Ruslar, Yeşilköy’de karargâh kurdular. Türk’ün boğazı­na bıçak dayayarak, akıl almayacak fecaatteki Aya Stefanos (Ayastafanos = Yeşilköy) Muâhedesi’ni 3 Mart 1878’de im­zalattılar. İşi oldu da bittiye getirmek istiyorlardı. Fakat Dolmabahçe’de, Türk’ün yetiştirdiği son diplomasi dehâsı oturuyordu. Bu feci anlaşma asla yürürlüğe girmedi. İkinci Abdülhamid, bütün Avrupa’yı Rusya aleyhine ayaklandır­maya muvaffak oldu. İngiltere ve başka devletlerle bir sa­vaşı göze alamayan Rusya, bu muâhedenin keenlemyekûn olduğunu ve yeni bir anlaşma imzalamak için Berlin’de toplanması kararlaştırılan konferansa murahhaslarını gön­dermeyi kabul etti. Şahsî diplomasisi eseri, her oluşma ve gelişmeyi değerlendirerek, bu derecede büyük bir millî başarı elde eden İkinci Abdülhamid, Meclis-i Meb’ûsân’ı kapadıktan sonra, böyle felâketli bir ortam içinde şahsî idâre devresini açtı.

            Sezar gelmişti.

            93 Felâketinin Bilançosu

            “93 Harbi” denen 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nı ana çizgi­leriyle olsun anlatmak, mevzuumuzu taşırır. Fakat bu har­bin bilânçosunu burada sayın okuyucularıma sunmaya mecburum. Ancak bu şekilde Midhat Paşa ve avenesinin verdiği zararın, açtığı belânın derecesi anlaşılabilecektir. Sultan Hamid Hân’ın, nasıl bir felâketin neticesinde impa­ratorluğun dizginlerini eline almak iktidarına sahip olabile­ceği kavranacaktır.

            Türk milleti bu bilânçoyu, bir tek olay, Sultan Abdülaziz Hân’ı tahttan düşüren darbe uğruna ödemiştir. Tahtın sahi­bi Sultan Abdülaziz yerinde otursaydı, bu felâketler olma­yacaktı. İşte bilânço, rakamlar sözlerden çok daha belâgatlidir:

            Savaşı tasfiye eden Berlin Muâhedesi 13 Temmuz 1878’de imza edildi. Ayastafanos muâhedesinin; Türkiye’yi âdetâ Balkanlardan tasfiye eden en feci maddeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun lehine olarak kökünden değiştirilmiş­ti. Bu muâhede, Türkiye’nin Balkanlardaki hayatını 35 yıl daha uzatıyordu. Türk savaş tazminatını pek çok azaltıyor­du. Berlin Muâhedesi, 1815 Viyana, 1856 Paris ve 1871 Versailles muâhedelerinden sonra, Avrupa’nın siyâsî coğrafya­sını tadil eden son mühim anlaşma oldu. Muâhede 64 mad­de idi. Toprak değişiklikleri dışında en mühim maddeler, Türkiye’nin, Doğu Anadolu’da Ermeniler ve Makedon­ya’da Hıristiyanlar lehine ıslahat yapmasını isteyen hükümlerdi. Her iki maddeyi de İkinci Abdülhamid, bin bir politik kombinezonla asla tatbik etmeyecektir.

            Berlin muâhedesi Türkiye’yi, Rusya’ya 350.000 altın tak­sitler hâlinde 40 milyon altın savaş tazminatı ödemeye mahkûm ediyordu. Ayastafanos Anlaşması’na göre tazminat 245 milyon Osmanlı altını iken, bu dereceye indirilmiş­ti. Bu tazminatı İkinci Abdülhamid 30 yıl boyunca ödedi.

            Gene bu muâhedeye göre Romanya, Sırbistan ve Kara­dağ, Türk İmparatorluğu’ndan ayrılıp müstakil devletler hâline geliyorlardı. Bu suretle Balkanlarda Yunanistan’dan sonra 3 yeni devlet daha ortaya çıkıyordu.

            Kars, Artvin ve Ardahan sancakları ve bu arada Batum kazası, Rusya’ya terkediliyordu.

            Kıbrıs’ın idaresi, geçici olarak İngiltere’ye bırakılıyordu. İleriki yıllarda Tesalya sancağının Yunanistan’a ve Tunus eyâletinin Fransa’ya bırakılması kararlaştırılıyordu. Bulga­ristan’a iç işlerinde otonomi veriliyordu.

            Türk İmparatorluğunun yalnız Avrupa’da kesin kayıp­ları 237.298 kilometrekare toprak ve 8.184.000 nüfustu ki bu topraklarda bugün 30 milyon insan yaşamaktadır.

            Bu şekilde Türkiye, dev donanmasını devam ettireme­yecek, ordusundan kısıntı yapmaya mecbur, demiryolu ve iktisâdî kalkınma hamlelerini yavaşlatmaya mahkûm bir hâle getiriliyordu. Buna karşılık İkinci Abdülhamid, maârif, eğitim politikasına pek ağırlık verecektir.

            Harbin en büyük meselesi göç ve göçmen idi. Bir mil­yon kişi, bugünkü Bulgaristan topraklarından kovuldu. Devlet bunları, İstanbul ve Anadolu başta olmak üzere, tâ Libya’lara, Yemen’lere kadar iskân etti. Yarım milyon sivil de harb içinde Ruslar ve Bulgarlar tarafından katliâm edil­di. Bu suretle savaştan önce bugünkü Bulgaristan toprakla­rında, yani Tuna eyâletindeki Türkler, Bulgarlar’a nispetle hafif bir nüfus üstünlüğüne sahipken, savaştan sonra bu topraklarda Bulgarlar ekseriyet oldular. Bugün Bulgaristan’da Türk nüfus onda bire kadar düşmüştür.

            Rusya’ya da ümid ettiği kazancı sağlamayan bu savaş milyarlarca altınlık ve 500 yılda elde edilmiş Türk servetle­rinin mahvolmasına, düşman eline geçmesine, harcanması­na sebeb oldu.

            İşte Hüseyin Avni Paşa’nın darbesi bu neticeyi verdi. Gerçi savaşı çıkartanlar başta Midhat Paşa olmak üzere, Mahmud Celâleddin Paşa, Redif Paşa, İbrahim Edhem Paşa’dır. Harbi kötü yönetenler birkaç Türk müşîridir. Fakat bunların ardında yatan ve bu zemini hazırlayan Hüseyin Avni Paşa’dır ve onun sorumluluğu müstakildir. Midhat Paşa’nınki ile bile kıyas kabûl etmeyecek büyüklüktedir.

            Ali Suâvi Vak’ası

            (20 Mayıs 1878)

            18 Nisan 1878’de Ahmed Vefik Paşa, 2 ay, 9 günlük bir sadâretten sonra azledilerek yerine 52 yaşındaki Mehmed Sâdık Paşa, gene “başvekil” unvanıyla getirildi. Meşhur Ali Suâvi Vak’ası, Hüseyin Avni darbesinin bir neticesi olarak, bu sadrâzamın zamanındadır. Ali Suâvi kimdir ve Ali Suâvi Vak’ası nedir?

            Batı ve Doğu dillerine olan vukufuna, başarılı bir edib, gazeteci ve fikir adamı olmasına rağmen Ali Suâvi Efendi, muvazenesiz bir tiptir. Ahlâksızdır. Hiçbir işte tutunama­mıştır. Bir İngiliz hanımı ile evlidir. Sultan Hamid tahta otu­runca, bu adamın zekâ ve kültüründen faydalanmak için saraya almış, Ali Suâvi Efendi burada kalamamış, o zaman çok önemli bir eğitim görevi sayılan Galatasaray Sultânîsi müdürlüğüne getirilmiş, burada da tutunamamıştır. Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl gibi eski arkadaşlarının hepsiyle, kanlı bıçaklı denecek şekilde bozuşmuştur. 39 yaşında bulunan Ali Suâvi, en eski Yeni Osmanlılar’dandır. Sultan Hamid, kısa bir teveccühten sonra Suâvi Efendi’nin ne mal olduğunu anlayıp kendi hâlinde bırakınca, bu padişah zama­nında bir baltaya sap olamayacağını anlamıştır... En büyük hırsı, çok yüksek devlet görevlerinde bulunan eski arkadaş­ları Ziyâ ile Kemâl’den daha mühim mevkilere gelmektir... Hâlbuki belirli bir branşta en üstün dereceye çıkamamak ve dengesiz olmak gibi iki vasfı dolayısıyla, Ziyâ ve Ke­mâl’den ayrılmaktadır ve onların derecesinde bir şahsiyet değildir. Şöhreti de onlarla mukayese edilememektedir.

            Sultan Hamid, tahta geçtikten az sonra Ziyâ Bey’e vezir pâyesi vererek, onu Suriye umumî valiliğine, Şam’a gön­dermiştir. Vezir pâyesi, askerî rütbelerden müşîre (mareşal) ve ilmî rütbelerden kazaskere eşit, en yüksek mülkî (sivil) rütbedir. Genç padişah böylece, sadrâzam olmak isteyen bu -kendince- tehlikeli adamı İstanbul’dan uzaklaştırmıştır (Ocak 1877). Ağabeyi Sultan Murad’ın arkadaşları olduğu­nu bilmesine ve doğrudan doğruya cuntadan olmamakla beraber, Sultan Aziz’in hal’ine müncer olan olaylar silsilesi­nin belki ilk halkası olmalarına, Âlî Paşa gibi artık mâziye karışan bir ırka mensup tamamen istisnaî bir devlet adamı­nın en büyük muhalifleri bulunmalarına ve kendi gayeleri için -her ikisi de muzır şahıslar olan- Mahmûd Nedim ve sonra Midhat Paşalar’ı desteklemelerine rağmen Sultan Ha­mid, Ziyâ Paşa ile Nâmık Kemâl Bey’e, diğer cuntacılara yaptığı muameleyi yapmamış ve yapmayacaktır. Bunun iki sebebi vardır: Bu ikisi, imparatorluğun en şöhretli adamla­rıdır. O devirde şâir ve fikir adamlarının değeri, bugünkü gibi değildi. Toplumun kremasını teşkil ederler ve çok bü­yük saygı görürlerdi. Ziyâ ile Kemâl’in aleyhinde bir tu­tum, halkı hükümdar aleyhine bile müteessir ederdi. Mid­hat Paşa’ya metelik vermeyen halk, Ziyâ ve Kemâl’in incin­mesine çok üzülürdü. Zira Midhat Paşa me’mûrdu, politikacı idi. Ona yapılacak muameleyi tayin etmek hakkı –o devir Türk telâkkisine göre- pâdişâha âiddi, pâdişâhın hakkı idi. Ziyâ ve Kemâl ise müstesna şahsiyetlerdi. Onları himaye etmek, padişahın vazifesi idi. Gelenek ve görenek buydu. Diğer bir sebep, bu iki şahsın “Osmanlıcılık” yafta­sı altında çok kudretli bir “vatan” edebiyatı ile Türk milli­yetçiliği yapmaları, İslâm dinine pek çok ağırlık vermeleri, Osmanoğulları’nı hem imparatorluğun, hem Türk milleti­nin birliği için vazgeçilmez bir unsur şeklinde görmeleriy­di. O devir ve ondan sonra gelen fikir akımları içinde en kudretlisi olduğu kadar, devletin ve toplumun en işine ya­rayanı da Ziyâ-Kemâl ekibinin bu fikirleri idi. Üstelik Nâ­mık Kemâl, damarlarında Osmanlı Hânedânı’nın kanı da bulunan, birkaç kuşak Osmanoğulları’nın yakın bendeleri olmuş bir ailenin çocuğu idi. Ziyâ Paşa ise, daha delikanlı­lığında Sultan Hamid’in babası Sultan Mecid’in himayesine ve sevgisine mazhar olmuş, kâtibliğini yapmıştı. Nâmık Kemâl’in babası -ki oğlundan sonra ölmüştür- Mustafa Asım Bey, ûlâ (korgenerale eşit mülkî rütbe) rütbesinde ve Meclis-i Mâliye üyesi idi; hayatının sonuna kadar Sultan Abdülhamid’in müneccimbaşısı olmuştur. Onun babası Şemseddin Bey, Üçüncü Sultan Selim’in başmâbeyncisi idi. Onun babası şâir Ahmed Râtib Paşa, vezir (büyük-amiral), kapdân-ı deryâ ve Üçüncü Sultan Ahmed’in dâmadı idi. Onun babası Topal Osman Paşa, sadrâzam ve XVIII. asrın ikinci çeyreğinin büyük askerlerindendir. Onun babası ise Konyalı Ebû-Bekr Ağa’dır. Nâmık Kemâl’in annesinin ba­bası ise, Sofya mutasarrıfı (valisi) Abdüllatif Paşa olup Ar­navut asıllıdır.

            Nitekim ileride Nâmık Kemâl ölünce tek oğlu şâir Ali Ekrem Bey’i (Bolayır) Sultan Hamid, mâbeyn kâtibi olarak yanına almış, bâlâ rütbesine (orgenerale eşit mülkî rütbe) yükseltmiş, sonradan umûmî vali olmuştur... Nâmık Kemal’in mezarını da muhteşem şekilde Sultan Abdülhamid yaptırmış ve onu Rumeli Fatihi Velîahd Şehzâde Gazi Sü­leyman Paşa’nın (Orhan Gazi’nin büyük oğlu ve Birinci Murad’ın ağabeyi) karşısına gömdürmüştür.

            Bu sırada Sultan Hamid, Nâmık Kemâl’in hâlâ Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarmak hayalinde olduğunu görerek müteessir oldu. Nâmık Kemâl, Şûrây-ı Devlet üyesi ve bu sırada (1878) 38 yaşında idi. Henüz bâlâ rütbesini almamış­tı, ûlâ rütbesinde (korgenerale eşit mülkî rütbe) idi... Midil­li mutasarrıfı (valisi) olarak o da İstanbul’dan uzaklaştırıl­mış oldu. Ne Ziyâ Paşa, ne Nâmık Kemâl, bir daha İstan­bul’a dönemeyecek, biri Adana umûmî valisi, diğeri Sakız valisi olarak bu şehirlerde hayatlarını tamamlayacaklardır. Yıldız Mahkemesi sırasında Ziyâ Paşa ölmüştü. Nâmık Ke­mâl’in ise mahkemeye adı bile karıştırılmadı.

            İşte geçmişte aynı grubun (Yeni Osmanlılar) üyesi olan Ali Suâvi Efendi, öyle bir şey yapmaya karar verdi ki, arka­daşlarının erişemedikleri en yüksek makamları kapabil­sin... Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarmaya kalkıştı...

            Bu karar, Rus orduları, Yeşilköy’de büyük karargâhlarını kurdukları an tatbik edilecekti. Sultan Aziz’in hal’i Ali Suâvi’ye cesaret veriyordu ama, Sultan Aziz’i hal’ eden adam, Türk ordularının başı idi, üstelik yanına sadrâzamı, birkaç nâzır ve kumandanı almıştı. Ali Suâvi’nin Avni paşacılık oy­namak için hiçbir şeyi yoktu. Buna rağmen işe girişti.

            Bu sırada İstanbul’a on binlerce Balkanlı göçmen yığıl­mıştı... Ali Suâvi bunlardan birkaç yüzünü kandırdı. 20 Mayıs günü öğle üzeri, Sultan Murad’ın oturduğu Çırağan Sarayı’nı bastı... Bu yüzden bu olaya “Çırağan Vak’ası” da denir. Derhal yetişen ve sonradan müşîr olan Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa, elindeki sopayı Ali Suâvi’nin kararsız ve dengesiz kafasına indirdi. İlk bakışta onun şef durumunda olduğunu anlamıştı. İhtilâlci gazeteci derhal öldü. Ayrıca ihtilâlcilerden 23 zavallı göçmen öldü ve 15’i yaralandı. Olay iki saat içinde bastırıldı.

            İki saat... Fakat âh o iki saat... O iki saatin cezasını Türk milleti çekti, hem de tam 30 yıl...

            Zira Abdülhamid Han, bu vak’anın tesirini hiçbir zaman üzerinden atamadı. 3 ay içinde iki selefi padişahın hal’ edil­mesini, amcasının feci ölümünü gören Sultan Hamid, hiç beklenmedik bir zamanda, hiç beklenmeyen bir şahsın ön­cülüğünde yapılan böyle bir darbe teşebbüsünden sonra, vehim ve kuşkusunu son derecede artırdı. Bu bakımdan Ali Suâvi’nin Türk milletine yaptığı kötülük pek büyüktür. Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesafede karargâh kurmuş, imparatorluğun mümkün olabildiği de­recede ülkelerini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastafanos anlaşmasını bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa ile mücadele hâlinde bir padişahı, bir gazeteci­nin tahtından indirmek ve yerine şuuru bozuk ağabeyini çı­kartarak koca imparatorluğu eline almak istemesi, fevkalâ­de şaşırttı. Latin Amerika’nın muz ve kakao cumhuriyetle­rinde bile örneğine az rastlanacak derecede fantastik ve ek­santrik bir darbe teşebbüsünü, uçurumun eşiğine gelmiş bir dudağı yerde, bir dudağı gökte koca bir imparatorlukta tat­bik etmek isteyen Ali Suâvi Efendi, bunu başaramadı. Ba­şarsaydı, herhalde Türkiye’ye birkaç eyâlete mal olurdu.

            Ali Suâvi Olayı’nın sarsıntısını Türk milleti 30 yıl boyun­ca sırtında hissetti. Sultan Hamid’in şahsına bağlı gizli bir emniyet teşkilâtı kurması ile bu teşkilâtın “hafiyye” denen meşhur ve sevimsiz ajanları, ortalığı istilâ etti. Basın hürri­yeti mahvoldu. Zira Ali Suâvi, mesleğine de ihânet ederek çok büyük bir halt etmiş, gazetesinin bir gün evvelki nüsha­sına manşette bir haber vererek bütün okuyucuların; yarın olacak çok büyük ve hayırlı bir işi beklemelerini bildirmiş­ti. Hâriciye ve maârif nezaretlerinde sansür hey’etleri ku­ruldu. Basın hürriyeti yok oldu. Hattâ kitaplar, ancak bu hey’etlerin okumasından sonra basılabilir hâle geldi.

            Sultan Hamid’in, bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesini aklı bir türlü kesmedi... Sadrâzam Sâdık Paşa’yı bunaltırcasına sıkıştırdı ve darbe teşebbüsünün arkasında hiç olmazsa bir iki nâzırın bulunması icab ettiğini söyledi. Bunalan Sadrâzam:

            - Hiç biz yapsaydık, netice böyle mi olurdu? diye ebleh­çe bir cevap verince derhal azledildi...

            İşin ardında nâzır bulunup bulunmadığı bugüne kadar anlaşılamamıştır. Sultan Hamid vehim mi etmiştir, yoksa meşhur derin zekâsıyla gerçeğe çok mu yaklaşmıştır, eli­mizde hiçbir vesika ve şehâdet yoktur. Zira Yıldız Sarayı’ndaki sandıklar dolusu evrakı İttihatçılar, Bayezid Meydanı’nda yaktırdıkları için, tarihin birçok tarafı karanlıkta kalmıştır... Elimizde delil olarak şu tek olay vardır:

            Ali Suâvi darbesi başarılınca, bir işaretle karşı tarafa bil­dirilecekti. Bu işareti almadığı takdirde Suâvi’nin İngiliz hanımı, bütün evrakı yakıp kaçacak ve kocasının tevkif edildiğini anlayacaktı. İngiliz kadını bütün evrakı yaktıktan sonra limanda evvelce anlaştığı bir ecnebi gemisiyle Avru­pa’ya savuştu ve bir daha asla Türkiye’ye dönmedi. Su­âvi’nin evine geç baskın yapılıp gizli evrakın ele geçirileme­mesi; Sultan Abdülhamid’i pek çok kızdırdı ki, Sâdık Paşa’yı azletmesinin sebeplerinden biridir.

            İşin içinde bir İngi­liz kadınının bulunması, midelerimizi bulandırmaya kâfi­dir, şu sebeple:

            Çağımızda CIA ve KGB neyse, o çağda ve asrımızın ikin­ci yarısına kadar “Intelligence Service” denen İngiliz Gizli İstihbarat Teşkilâtı o idi. Çalışması cihanşümûldü, her ülke­de her mevkide adamlar arasında ajanları vardı. Mason lo­caları, bankalar vasıtasıyla nüfuz ederdi ve bunları kullanır­dı. Çok büyük meblağda paralar harcardı. Dünyanın her ülkesinde darbeler, ihtilâller, sûikasdler hazırlayacak güçte idi.8 İmdi: Ali Suâvi Vak’ası, Midhat Paşa’nın düşmesinden ve Türkiye dışına atılmasından bir yıl üç buçuk ay sonradır. Bu müddet içinde Midhat Paşa, Avrupa’da idi. İtalya, İspanya, Fransa ve İngiltere’yi gezdi. Paris ve sonra Londra’da oturdu. İngiltere devlet adamları ile görüştü. Türkiye’ye dönmek için onlardan teşvik aldığı kesindir. İngiltere ise Midhat Paşa’nın yönettiği bir Türkiye görmekte ısrar edi­yordu. Sultan Aziz’in ve Sultan Hamid’in “halife” unvanla­rına verdikleri ağırlıktan ve panislam politikalarından deh­şetli ürküyordu. Zira İngiltere hükümdarı, Hindistan imparatoriçesi idi ama, Hindistan’ın on binlerce camiinde halife adına her cuma günü hutbe okunuyordu. Demek Hindis­tan’ın mânevî hükümdarı padişahtı. Dünyanın en kalabalık Müslüman cemaati Hindistan’da idi (bugünkü Pakistan ve Bengaldeş, Hindistan’a dâhildi). Müslüman nüfus bakımın­dan İngiliz Hindistânı’nı Türkiye izliyordu. Dünyada en bü­yük Müslüman nüfusu bakımından Türkiye’yi takip eden devletler ise; Çin, Holanda (İndonezya’yı elinde tutuyordu), Rusya, İran, Fas, Türkistan, Afganistan, Bornu, Fransa, Zengibar, Habeşistan, İspanya idi. Başka hiçbir devletin bir mil­yonun üzerinde Müslüman tebeası yoktu. Bu halifelik meselesi çok mühimdir. Burada Cemaleddin Afganî ve saireden bahsetmek konuyu dağıtmak olur. Fakat halifelik, emperyalizmin karşısına dikilmiş, denilebilir ki; Türk ordu­sundan sonra, ikinci büyük engeldi. Halifelik, bizde bazı kimselerce telkin edilmeye çalışıldığı gibi küçük, ufak, hur­da, gülünç, çağdışı bir mesele sayılmıyordu...

            8 Mareşal Lord (Kont) Kitchener (1850-1916) 1874-1882 yılları arasında İstanbul’da İngiltere sefaretinde BIS (British İntelligence Service) ajanı olarak çalışmıştır. 1876 darbesinde ve 1877 Çırağan darbe teşebbüsünde birinci dereceden rolü olduğu muhakkaktır. Fakat BIS’e âid arşiv vesikalarını incelemek biz târihçiler için mümkün değildir. Kitchener büyük Türk ve İslâm düşmanlarından birisi idi, biyografisi mâlûmdur.

            Sâdık Paşa’nın yerine -beşinci defa olarak- Mütercim Rüşdü Paşa, sadrâzam oldu. Sâdık Paşa’nın sadâreti 31 günden ibaret kaldı. Fakat Rüşdü Paşa’nınki sadece 7 gün sürebildi. Zâten Rüşdü Paşa, tamamen isabetsiz bir seçimdi. Çünki 67 yaşındaki Sadrâzam’la 36 yaşındaki padişah arasında en küçük bir itimat yoktu. Rüşdü Paşa artık 1878 Türkiyesi’nde sadâret makamını doldurmaktan çok uzak bir şahsiyet hâline gelmişti. Yerine -hâriciye nâzırlığını da muhafaza etmek şartıyla- 63 yaşındaki büyük diplomat Safvet Paşa sadrâzam oldu. İsabetli seçimdi. Ortam, tam böyle bir sadrâzam istiyordu, henüz Berlin Muâhedesi imza edil­memişti. Safvet Paşa, Büyük Reşid Paşa’nın yetiştirmesi, Âli ve Fuad Paşaların akranı ve arkadaşı olduğu halde, 6 defa hâriciye nâzırı olmuş, fakat sadârete kadar yükselememişti.

            Abdülhamid Hân, Sadık Paşa ile beraber Mâbeyn-i Hümâyûn-i Cenâb-ı Mülükâne Müşîri Büyükamiral İngiliz Eğinli Saîd Paşa’yı da azletti. Dehşetli bir meşrûiyetçi olan ve inkılâpçılık taslayanlardan, hele orduyu siyâsete karıştı­ran askerlerden nefret eden Gazi Osman Paşa’yı, mâbeyn müşîri yaparak Saray’ının en yüksek âmirliğine getirdi (7 ay sonra Gazi Osman Paşa serasker = harbiye nâzırı olacak, fakat sonra tekrar mâbeyn müşîrliğine getirilerek, 1900 yı­lından ölünceye kadar bu makama çok büyük şan ve şeref verecek, öyle ki ondan sonra bu makam açıkta bırakılacak ve kimse tayin edilmeyecek, Gazi Osman Paşa, Osmanlı tarihinin son mâbeyn müşîri olacaktır).

            Ali Suâvi Vak’ası Hakkında Bazı Şehâdetler

            İbnülemin M. Kemâl İnal’dan:

            Düşman ordularının pâyitaht kapısında durduğu öyle dehşetli bir zamanda büyük bir ihtilâl çıkarıp memleketi, ahaliyi ve devleti çeşitli belâya uğratacak hareketlerde bu­lunmak, ya cinnet yahut ihanet eseridir... Milletin yıllarca istibdat elemleri içinde kalmasına, hafiyelik belâsının feci surette vatanın her köşesinde yayılmasına, matbuatın dilsiz hâle gelmesine birinci sebep, bu vak’adır. Sultan Abdülhamid’in doğuş eseri olan vehim ve vesvesesinin ve herkes hakkındaki sû-i zannının artmasına sebep olanların en ileri gelenlerinin birincisi, Sultan Abdülaziz’i hal’ ve ifnâ eden­ler ve bilhassa Avni Paşa, ikincisi de Ali Suâvi Efendi’dir...

            Sultan Abdülhamid’in bu vak’a üzerinde söyledikleri çok ilgi çekici ve çok şümullüdür... Fakat vesikalar yandığı için bu iddiaların gerçeğe ne kadar yakın bulunduğunu ta­yin edemiyorum. İkinci Abdülhamid şöyle diyor:

            Suâvi Vak’ası’nın ardında Sadrâzam Sâdık Paşa, bir aydan beri seraskerliğe getirdiğim (eniştem) Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa ve isimlerini söylemeyi münasip gör­mediğim sair şahıslar vardır. İngilizler’in işin içinde bulun­dukları ise kat’îdir. Vak’a sırasında kalabalık arasında (In- telligence Service’in ajanı) Sandison görülmüştür. Onun ar­kasında da İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Layard vardı. Hasan Paşa’nın uyanıklığı sayesinde ayaklanma hemen bastırıldı ve ben de vak’a yerine geldim. Yoksa Birinci Or­du’dan nizâmiye kıt’alarının gelmesi beklenseydi, Sultan Murad’ı kim bilir nereye götürmüşlerdi. Zira Ali Suâvi ko­luna girmiş, Sultan Murad’ı dairesinden çıkarmıştı. Bunun üzerine vak’anın üçüncü günü benim tarafıma bir kurşun atıldı, atan tespit edilemedi. Rus askeri Yeşilköy’de bulun­duğu için, vak’ayı süratle örtbas etmeye mecburdum. Uzun uzun adlî tahkikat falan yaptıramazdım... Sâdık Paşa’yı Suriye valisi yapmak istedim, kabûl etmedi, sonunda Cezâyir-i Bahr-i Sefîd (Akdeniz Adaları) umûmî valiliği ile İstanbul’dan çıktı ve bir daha İstanbul’a dönmedi. Müter­cim Rüşdü Paşa’nın durumu da şüpheli idi. Bir hafta sadârette kaldı. Bu kısa müddet içinde tek yaptığı iş, Kıbrıs idâ­resinin İngiltere’ye bırakılması hakkındaki mukaveleyi ba­na gönderip tasdik etmemi istemesidir (burada İkinci Abdülhamid, Ali Suâvi Vak’ası’nın ardında İngiltere’nin Kıb­rıs’ı kapmak istemesi olayının da yattığını ima etmekte­dir).

            Ali Suâvi’nin Sultan Hamid’e çok kısa müddet -ne idü- ğünü padişaha anlatacak kadar- çatmasının sebebi, Midhat Paşa ve meşrûtiyet aleyhinde makaleler yazmasıdır. Aslın­da Suâvi, pek çok fikrin lehinde ve aleyhinde yazmış bir adamdır. Midhat Paşa ve meşrûtiyet aleyhinde yazması ise, osırada Ziyâ ve Kemâl’in bunların lehinde yazmaları dola­yısıylaydı. Yoksa Midhat Paşa da, meşrûtiyet de, iyi veyâ kötü olsun, Suâvi’nin umurunda değildi. Bu yüzden Sultan Hamid kendisine, hiçbir devlet görevlisi rütbesi taşımama­sına rağmen defaten mütemâyiz pâyesi verdi ki, albaya eşit mülkî rütbedir ve Galatasaray Müdürlüğüne getirdi... Fa­kat okulun program ve disiplinini alt üst etmesi için birkaç hafta fazlasıyla yetti. Hele İngiliz hanımıyla okulda yatma­sı dedikoduyu mûcib oldu. Bu hanım9, gösterişli tuvaletler­le ve Avrupalı kadın kılığında okulun bahçesinde dolaşıp öğrencilerle sohbet etmeye başladı. O zamanın anlayışına göre değil Türkiye’de, İngiltere’de bile skandal sayılan bir davranıştı. Okulda birkaç hafta içinde öylesine disiplin bo­zuldu ki, maârif nâzırı Suâvi’yi alıp yerine, hayret etmeyi­niz, bir askeri, sonradan müşîr olan ferik (korgeneral) Ali Nizâmî Paşa’yı getirdi ki, bu üniformalı müdür, çok iyi Fransızca bilirdi.

            9 Adı Mary olan bu hanım Londra’ya kaçtı, bir Ermeni ile evlenip Paris’e yerleşti. Abdurrahmân Bey’in yazdığına göre, çok güzel ve pek şık idi.

            Bu sırada hem Ali Suâvi, hem Sâdık Paşa, İstanbul mil­letvekili seçildiler. Bu kombinezon Sultan Hamid’i çok kız­dırdı. Suâvi’nin mebusluğu onu ilgilendirmiyordu. Fakat - henüz sadrâzam olmayan- Sâdık Paşa hakkında:

            Vezir pâyesinde bir devlet memûru meb’ûs olmaz, meb’ûslar me’mûrlar dışından ve halktan seçilir, hemen is­tifa etsin! dedi.

            Ancak az sonra böyle bir adamı ve onun ardından da Rüşdü Paşa’yı Sultan Hamid gibi bir şahsiyetin nasıl olup da sadrâzam yaptığını anlamak, biraz fazla derin düşün­meye ihtiyaç gösterir. Ben bunun ardından bir İngiltere taz­yiki ve Büyükelçi -meşhur arkeolog- Lord Henry Layard Cenabları’nın telkinlerini hissediyorum. Bu hissimi vesikalandıramam. Zira bu devir vesikaları İkinci Meşrûtiyet ilân edilince -nice hacının hac yolunda koltuğu altında haç gö­rünmemek için- yakılmıştır. İngiltere ise, çok mahrem arşiv vesikalarını yayınlamamaktadır. Fakat bu sırada Ruslar, İs­tanbul’un kapısında durmuşlardır ve Ayastafanos Muâhedesi’nin şartları yerine getirilmediği takdirde -ki Sultan Hamid’in bu şartları yerine getirmeye zerre kadar niyeti yok­tur, nitekim getirmemiştir- şehre gireceklerini iddia etmek­tedirler. Padişah ise, tabiatiyle dünyanın birinci devleti olan İngiltere’den pek çok şey beklemekte ve Londra’ya karşı - aslında İngilizlerden Ruslardan fazla nefret etmesine rağ­men- güler yüz göstermektedir.

            İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’dan:

            Mühim siyâsî meselelerde sarayca reyine müracaat edilen Ali Suâvi’nin, memleketin en muntazam mekteple­rinden birini bile idâre edememesine şaşılmamalıdır. Asıl şaşılacak şey, onun gibi her kalıba girip çıktığı bilinen bir şahsa yüzlerce vatan yavrusu teslim edenlerin zihniyetidir.

            Suâvi Vak’ası sırasında serasker (savunma bakanı ve ge­nelkurmay başkanı) olan padişahın eniştesi Dâmad Mah­mud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:

            Ali Suâvi, Sultan Murad’ı tahta geçirmeye muvaffak olamazsa, o sırada (Ruslar, İstanbul’a giremesin diye) İstan­bul sularında bulunan İngiliz harb gemilerine götürüp Londra’ya nakledecek ve bir oyuncak gibi kullanacaktı (asıl hepsini oyuncak gibi kullanmak isteyen İngiltere’dir). Böylesine mecnun bir adamdı. Rumeli muhacirlerine de, padi­şahın kendilerine para vereceğini söylemişti...

            Suâvi’nin ertesi gün yapacağı darbeyi bir gün evvelki Basiret gazetesinde halka “yarını bekleyiniz!” şeklinde kısa bir fıkra ile bildirmesi de, Türk basınını berbat etmiştir. “Basîretçi” denen Ali Efendi’nin vak’aya iştirakine dair hiçbir delil bulunamamış, fakat gazetesi kapatılmış, kendisi de Kudüs şehrine sürülmüştür...

            İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’dan:

            - Bir fitne ihdâsı kararlaştırıldığını ilân eden ve o âna ka­dar gazetelerde misli görülmeyen bu acayip fıkraya hükûmetçe dikkat ve her ihtimale karşı sakınma tedbirleri alın­masına itina edilmemesine şaşılır. Matbuatın tazyikini, ha­fiyeliğin büyük ehemmiyet verilerek kurulmasını ve herke­sin zan, şüphe altında bulundurulmasını mûcib olan halle­rin en mühimlerinden biri, bu fitne çıkarıcı gazete fıkrasıdır ki, o fıkrayı yazan Suâvi, her türlü kınamaya müstehaktır.

            Suâvi göçmenleri, Kuzguncuk’tan bir mavnaya doldu­rup Çırağan Sarayı rıhtımına çıkartmıştır. Başlarında kendi­si vardır... Kendi evi de Üsküdar, Ayazma’da “Direkli Yalı” denen konaktır. Diğer bir göçmen grubu da kendisini Beşiktaş-Ortaköy Caddesi’nde bekliyordu...

            İbnülemin M. Kemâl’den:

            - Galiba o zaman pâyitahtta zabıta kuvveti yokmuş! Ya­hut herkes istediği her şeyi yapabilmek imtiyazını haiz imiş. Bir zabtiye neferi, bir mahalle bekçisi, bir kayıkçı, aha­liden bir kişi, merak edip de bunca şahsın -harb gemisiyle muharebeye gidiyormuş gibi- hiçbir ihtiyat ve çekingenliğe lüzum görmeksizin, tam bir serbestlikle karşı yakaya geç­mesinin sebebini anlamaya davranmamıştır. Sultan Murad’ın her türlü temastan men edilmesi, Sultan Hamid’in en büyük emeli iken, eski padişahı muhafazaya memûr olan askerî kıt’alar pek zayıf imiş ki, saraya hücum edenler ve onların başındaki Suâvi, bir lahzada tepelenmemiştir. Doğrusu bu noktalar çok şüphe vericidir.

            Bu suretle Hüseyin Avni Paşa’yı da bir Hasan (Çerkes Hasan Bey), Ali Suâvi Efendi’yi de bir Hasan (Hasan Paşa) öldürmüşlerdir. Suâvi’yi öldürdüğü sopayı Hasan Paşa, ha­yatının sonuna kadar makam odasında başucuna asmıştır. Bu sopayı, Çırağan Sarayı’na girerken, kapıdaki bekçilerden birinin elinde görüp ihtiyaten almıştı.

            Çırağan Sarayı’nın karşısında Mes’ûdiye zırhlısı demir atmıştı. Gemide Amiral Hasan Paşa vardı (sonradan uzun yıllar bahriye nâzırı olmuştur). Saraydan gürültüler gelmesi üzerine filika indirtip sahile çıktı ve yanındaki bahriyeliler­le derhal sarayı işgal etti ve düzeni sağladı. Sultan Murad’ın Suâvi’nin yanı başında iken öldürülmesinden fevkalâde müteessir olduğu ve çok kan görmekten bunaldığı anlaşılı­yordu. Sultan Murad derhal Yıldız Sarayı’na nakledildi.

            Suâvi’nin adamlarıyla asker arasında tüfek ve tabanca ateşi teati edilirken, bazı kurşunların Yıldız Sarayı’na kadar ulaştığı görüldü. İhtilâlcilerden sağ kalanlar dîvân-ı harbe sevkedilip cezalandırıldı. Olay sırasında Sultan Hamid, Çırağan Sarayı’na hassa birliklerinden asker sevk etti.

            Sultan Murad, birkaç gün Yıldız’da Malta Köşkü’nde ağırlandıktan sonra Çırağan Sarayı’na iade edildi.

            Sarayların muhafazası, her türlü selâhiyetle donatılmış olan mâbeyn müşîrinin görevi idi. Bu muhafazanın da, düş­man Yeşilköy’de olduğuna göre, eksiksiz yapılması lâzım­dı. Bunu yapamayan Büyükamiral Saîd Paşa’yı Sultan Ha­mid derhal görevinden aldı ve Konya valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırdı.

            Halk, silâh seslerinden çok telâşa düştü. Esasen herkes harb fâciasıyla kan ağlıyordu. Ruslar, İstanbul’a indi sanıl­dı. Çarşılar ve dükkânlar kapatıldı.

            Mâbeyn müşîri Büyükamiral Eğinli İngiliz Saîd Paşa’nın ifâdesi şöyledir:

            - Huzûr-ı Hümâyûn’da idim (yani padişahla görüşü- yormuş). Bir yâver gelip beni dışarı çağırınca mühim bir şey olduğunu anladım. Zira padişahın huzurunda iken ba­na bir şey söylenmesi mutat şeylerden değildi. Derhal se­lâm verip çıktım. Padişah dikkatle bana ve yavere baktı, fa­kat çalışmasına devam etti. Yavere kapıda “ne istiyorsun?” dememe kalmadı, kapının dışında İkinci Mâbeynci Osman Bey (İstanbul’daki ünlü semte adını veren) ile Hazinedar Hâfız Behrâm Ağa telâşla; “Çırağan’ı bastılar, Sultan Murad’ı iclâs edeceklermiş!” dediler. Padişah haberi alır almaz bir an hareme gidip üniformasını giydi ve silâhlandı. Bu dakikalardan istifade edip, iki bölük askeri Çırağan Sarayı’na sevk ettim. Bir yâveri de donanmaya gönderip, Çırağan sahilinden kuş uçurtulmamasını emrettim. Yıldız bah­çesini de askerle doldurdum. Bu sırada padişah çıktı, ata bi­nip Çırağan’a gidecekti. Bana, “yanımdan ayrılma, tertiba­tını burada yap!” şeklinde iradesini bildirdi. Çırağan’daki hâdisenin bastırıldığı, Suâvi’nin öldürüldüğü, Sultan Murad’ın Yıldız’a sevk edildiği haberi gelince padişah, Çırağan’a gitmekten vazgeçti... Malta Köşkü’ne gidip biraderi Sultan Murad’ı gördü.

            Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:

            Suâvi, otuz dokuz buçuk yaşında idi. Medresede oku­muş, yüksek kısmını bitirememişti... Sofya, Simav, Filibe ve Bursa rüşdiyelerinde (ortaokul) muallimlik yaptı. İstanbul gazetelerindeki makaleleri, Ayasofya ve Beyazıt camilerin­deki kışkırtıcı vaizleri ile şöhret kazandı. Her renge boyan­mıştı. Paris ve Londra’da devleti aleyhine gazeteler çıkarttı. Orada, “Yeni Osmanlılar” denen sefihler cemiyetindeki di­ğer arkadaşlarını aldattığı için onlarla bozuştu (Ziyâ ve Ke­mâl’i imâ ediyor). Avrupa’ya kaçmak suretiyle gitmişti. Zi­ra bir makalesi dolayısıyla Âlî Paşa kendisini Kastamonu’ya sürmüştü (esasen Çerkes’in bir köyünde doğmuştu. Orada “Artin” adına bir pasaport çıkartıp Avrupa’ya savuştu. Eski arkadaşları (Ziyâ ve Kemâl) onun hakkında öyle makaleler yazdılar ki, ne adam olduğunu anlamak için onları okumak kâfidir. Abdülhamid Hân’ın cülüsunda affedilip Avrupa’dan İstanbul’a -İngiliz madaması ile- geldi. Sa­rayda, sonra Galatasaray müdürü olarak vazife verildi. İrti­kâbı ve kötü davranışları sebebiyle azledilmişti...

            Bağdatlı Süleyman Bey

            Suâvi’nin darbe teşebbüsü, yani Çırağan Vak’ası’nı, harb içinde bulunulduğu için Mustafa Paşa başkanlığında dîvân-ı harb (askerî mahkeme) muhakeme etti. Yalnız Hafız Nûri Efendi idama mahkûm olup cezası Akkâ’da müebbed kürek mahkûmluğuna çevrildi. Filibeli Ahmed Paşa, Hâfız Ali Efendi ve Hacı Mehmed Efendi, sırasıyla Kütahya, An­kara ve Kastamonu’da hayat boyu ve habsedilmelerine lü­zum görülmeksizin sürgüne hüküm giydiler. Üsküdarlı Nûri Bey, 3 yıl Rodos’ta, İzzet Paşa-zâde Süleyman Bey’le Kethudâ-zâde Süleyman Bey ise, gene 3’er yıl Sakız’da habsedileceklerdi. Es’ad Efendi, 3 ay hapis yatacak, Basiret ga­zetesi sahibi Ali Efendi ise hayat boyu Kudüs şehrinde otu­racak, şehirden dışarı çıkamayacaktı; ayrıca gazetesi kapa­tılıyor ve 25 altın ödemeye mahkûm oluyordu. 10 yıla mah­kûm Pazarcıklı Ahmed hasta olduğu için afvedildi. 5 yıla mahkûm Pazarcıklı Molla Kara Hasan ise firâr ettiğinden cezası yerine getirilemedi. Filibeli Şevki ve Filibeli Sâlih 4’er, diğer 30 zavallı Rumeli göçmeni 3’er yıl habse mah­kûm oldular. Temyiz kâtiblerinden Hakkı Efendi 3 yıl yedi. Sultan Murad’ın kilercibaşısı Çankırılı Ali Ağa, aşçıbaşısı Bolulu Hasan Ağa, Şehzâde Salâhaddin Efendi’nin lalası Ali Efendi ve yardımcısı Ahmed Ağa, aileleriyle beraber ha­yat boyu oturmak ve hapislerine lüzum görülmemek üzere memleketlerine sürüldüler (Çankırı, Bolu vs.).

            İşte Suâvi, bu kadar adamın başını ateşlere yaktı. Fakat benim bu kadar mahkûm arasından tabir caizse cımbızla seçip tanıtmak istediğim, Sakız hapishanesinde 3 yıl habsine hükmedilen Bağdatlı Kethudâ-zâde Süleyman Fâik Bey’dir.

            Bu Süleyman Bey, Bağdat’da doğmakla beraber, Arab aslından değildir. Çerkes ve daha kuvvetli ihtimalle Gürcü olduğu ileri sürülmekle beraber, Kuzey Kafkasya ırkların­dan olan Çeçenler’den olması ihtimali en kuvvetlisidir (Çeçenler, Türk yahut Çerkes falan değil, müstakil dilleri olan müstakil bir küçük ırktır). Kuzey Kafkasya’dan göç eden veyâ köle olarak getirilen Tiflis doğumlu Tâlib adında biri­nin oğludur. Bağdat valilerinin sarayında Türk olarak, Türkçe öğretilip tahsil ettirilerek -1826’dan önceki Osmanlı sistemine göre- yetiştirilmiştir. Devlet görevlisi ve Bağdat valisine kethüda olmuş, iyi Arapça ve Türkçe öğrenmiş, Türkçe’yi ana dili kabûl etmiştir. Basra mutasarrıflığına ya­ni valiliğine kadar yükselmiş, devletin yüksek me’mûrlarından biri olmuştur. Müntefik mutasarrıflığında da bulun­muştur. Suâvi mel’anetine karıştığı zaman açıkta ve İstan­bul’da me’mûriyet bekliyordu. Gözlüklü ve şişmanca idi.

            İşte bu Süleyman Bey’in, 1857 yılının ilk aylarında Bağdat’da iken Ayşe Hanım’dan bir oğlu doğmuştu... Suâvi Vak’ası sırasında 21 yaşında olan bu çocuğun adı Mahmud Şevket’tir. Ve vak’a sırasında İstanbul’da Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’de, yani Harb Okulu’nda öğrenci idi. O yıllarda İn­giltere, Almanya, Rusya gibi birbirinden farklı çeşitli rejim­lerle yönetilen büyük devletlerde babası, hükümdara karşı, hükümdarı tahtından etmek isteyen bir suçla mahkûm olan bir çocuk, derhal askerî okuldan çıkarılırdı.

            Ama Osmanlı saftır. Babasının suçu yüzünden oğlunun zarar görmesine çok üzülür. Böyle bir halt edeni çok ayıplar. İdam ettiği adamın oğlunu sadrâzam yapar ki, Osmanlı tarihinde hayli örneği vardır.

            İşte bizim Mahmud Şevket Efendi de bu suretle vak’adan az sonra yüksek derece ile Harbiye’yi bitirdi ve kurmay sınıflarına ayrıldı. Sınıfının birincisi olarak da Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâne’den 2 Temmuz 1882’de kur­may yüzbaşı rütbesiyle diploma aldı. 25,5 yaşında idi ve Suâvi Vak’ası’ndan 4 yıl geçmiş, babası bir yıl önce cezasını tamamlayıp Sakız’dan dönmüştü. Bağdat’a gidip orada öl­dü.

            Mahmud Şevket Efendi, Almanya’ya da gönderildi. Çok iyi Almanca, Fransızca, Arapça ve Farsça öğrendi. Girit’te bulundu. Fakat daha çok İstanbul’da görevlendirildi... 1884’te kolağası (kıdemli yüzbaşı), 1886’da binbaşı, 1889’da kaymakam (yarbay), 1891’te 34 yaşında mîralay (albay) ol­du. 9 yıl Almanya’da görevlendirildi. Bir ara Fransa’da kal­dı. Oralardaki Türk subaylarının stajlarında, yeni silâh ve tâbiyeleri öğrenmelerinde, başlarında bulundu.

            Seraskerin imzasıyla alınabilecek son rütbe albaylıktı. General olabilmek için Osmanlı düzeninde padişahın tasdi­ki ve imzası şarttı. Herhangi bir tarafını beğenmediği alba­yı generalliğe yükseltmemek, padişahın hakkı idi.

            1895’te İkinci Sultan Abdülhamid’in önüne, Mîralay Mahmud Şevket Bey’in sicil dosyası kondu. Serasker Rızâ Paşa, bu subayın generalliğe yükseltilmesini, padişahın takdirlerine sunuyordu. Sultan Hamid sicili tetkik etti: 38 yaşında bir albay. Çok iyi yetişmiş. Esasen kendisini tanıyor ve görevlerini takip ediyordu... Tek kusuru vardı: Babasını da tanıyordu. Ali Suâvi Vak’ası’na katılmış, kendisini devir­mek istemişti. Fakat böyle bir suçu oğluna teşmil etmek, bir Osmanoğlu için küçüklük sayılırdı. İmzaladı.

            Mahmud Şevket Paşa, 44 yaşında ferik (korgeneral) (18 Mayıs 1901), 48 yaşında birinci ferik (orgeneral) (Nisan 1905) oldu. Bir yıl Hicaz’da hizmet görmüştü. 1908 Meşrûtiyet’i ilân edildiği zaman 51 yaşında, Sultan Hamid’in hemen ileriki günlerde müşîr rütbesi vermeyi kararlaştırdığı bir generaldi. Sultan Hamid, Mahmud Şevket Paşa’sını, üç buçuk yıldır Kosova eyâlet valisi (merkezi Üsküb idi) ola­rak, Makedonya’nın en hassas bir kesiminde kullanıyordu (Meşrûtiyet’in ilânında merkezi Selânik’te olan Üçüncü Or­du kumandanlığına getirildi). Padişah kendisine Birinci Mecîdî ve murassâ Osmânî nişanları vermişti. Abdülhamid Hân’ın en itimadına mazhar generallerden sayılıyordu. Sul­tan Hamid’e sürüyle jurnal takdim etmiş generallerden biri idi.

            İşte Meşrûtiyet’in ilânından daha bir yıl geçmeden, “Ha­reket Ordusu” adı verilen ve Türkler’in azınlıkta bulundu­ğu bir Balkanlı eşkıyâ sürüsünün başında, Sultan Abdülhamid’i 31 Mart âsîlerinin elinden kurtaracağını ilân ederek Selânik’ten çıkan, bu Mahmud Şevket Paşa’dır. Sultan Abdülhamid’i, Türklük için en karanlık ve pis dış ve iç emel­lere bilerek ve bir kısmını da bilmeyerek âlet olup tahtından indiren kuvvetin başında bulunan Mahmud Şevket Paşa’dır. Sultan Hamid’in kendisinden hırs içinde emir bekle­yen Birinci Ordu’ya “vur” emri vermemesindeki asaleti ve vatanseverlik derecesini takdir edemeyen, gene bu Mahmud Şevket Paşa’dır. 33 yıl sonra Hüseyin Avni Paşa’yı tek­rarlayıp aynı meş’um role çıkan, Sultan Hamid tahtta olsay­dı asla çıkmayacak Balkan Harbi faciasına sebep olan, 550 yıllık Türk yurdu Rumeli’nin kaybı ve Türk sınırının Adri­yatik’ten Meriç’e çekilmesini intâc eden olaylar silsilesinin baş halkasını elinde tutan, bu Mahmud Şevket Paşa’dır ve bu Mahmud Şevket Paşa, Hüseyin Avni’nin Dolmabahçe Sarayı’nı yağmalattığı tarihte 19 yaşında idi. O olayı unutmamıştır. Yıldız Sarayı’nı yağmalatmıştır...

            1909 Yıldız Sarayı yağmasında, milyonlarca altın değe­rinde hazîneler Balkanlı çapulcuların eline geçmiştir. Sara­yın papağanlarına kadar yağmalanmıştır. Sultan Hamid’in ecnebi hükümdarlarından aldığı nişanlarına, sultanların fe­racelerine kadar soyulup soğana çevrilmiştir. Sultan Ha­mid’in altın arabası bile levhalar hâlinde parçalanıp bölü­şülmüştür. Ve bu milletin serveti, “millet” adı kullanılarak işkembelere indirilmiştir...

            Geçmişden adam hisse kaparmış ne masal şey

            Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi

            Târîhi tekerrür diye târîf ediyorlar

            Hîç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

 

            YARGI

 

            A) Hazırlık Sorgusu

            Siyâsî İstikrarsızlık

            Siyâsî istikrar bir defa bozuldu mu; düzelmesi, zamana ve büyük gayretlere muhtaç olur. Sultan Abdülaziz Hân, Âlî Paşa ölünce, yerine Mahmud Nedim Paşa gibi bir vezi­ri getirdiği için çok tenkit edilmiştir. Bu tenkitlere itiraz edecek değilim. Gerçek payı vardır. Fakat padişahın da ma­zeretleri vardır, şöyle:

            Mahmud Nedim Paşa, “Yeni Osmanlılar” denen muhâlefetin adayı idi. Yeni Osmanlılar on yıldan beri Âlî-Fuad Paşalar ekibini yıkmaya uğraşıyordu. Bunun için yalnız im­paratorlukta değil, Avrupa’da da çok şiddetli bir kampanya açmışlardı. İki buçuk yıl arayla Fuad ve Âlî Paşalar öldü. Bu sonuncusunun iktidar makamında ölümüne kadar pa­dişah, Âlî Paşa’yı yalnız muhâlefetin şerrinden muhafaza etmekle kalmadı, ağabeyinden öğrendiği Tanzimat hüküm­darlığı terbiyesini devam ettirerek, sadrâzamın prestijini zedeleyecek bir harekette bulunmaktan -Âlî Paşa’nın otori­ter tavırlarından sıkılmakla beraber- dikkatle kaçındı. Bu kadarında zâten Midhat Paşa ile de mutabıkız. O da aynı şeyleri söylemektedir.

            Âlî Paşa ölünce Sultan Abdülaziz, Yeni Osmanlılar’ın, yani muhâlefetin adayı Mahmud Nedim Paşa’ya kendi mühr-i hümâyûnunu vererek, iktidara getirdi. Zira bir pa­dişah için sadrâzamın şu veya bu partiden olmasının hiç bir ehemmiyeti ve şahsı yahut hânedânı bakımından sakıncası yoktur. Padişah tamamen gayr-ı mesul olduktan başka –Türk bayrağı gibi- kutsaldır. Üstelik Tanzimat prensiplerine göre saltanat sürmekte fakat hükûmet etmemektedir. “Hey’et i Vükela” denen bakanlar kurulu önüne ne koyarsa imzalamaktadır. Gerek Sultan Mecid’in gerek kardeşi Sultan Aziz’in, imzalamayı reddettikleri kararnâme sayısı bir düzineyi bulmaz. Âlî Paşa’dan evvel sadrâzam otoritesi öyleydi ki sâdece padişahın sarayında kullandığı yüksek görevlilerin tayinine karışmıyordu. Hattâ bunlardan, hükûmetle hâkanın yazışmalarını düzenleyen mâbeyn bâşkatibinin tayinine bile Tanzimat sadrazamları karışmıştır.

            Tanzimat da bir çeşit meşrûtiyet ve demokrasiye merhaledir. Ortada bir şart vardır, karşılıklı verilmiş, devlet nâmına karşılıklı verilmiş tâvizler kombinezonudur. Padişah geleneksel bu kadar hakkından kendi irâdesi ile vazgeçiyordu ama hükûmet de padişahın –devlete ihanet, İslâm dininden sapıtma ve aklını bozma gibi üç hâlin dışında- saltanatını ölümüne kadar garanti altına alıyordu. Artık Osmanlı tarihinde olduğu gibi hâkan aleyhinde ayaklanma tahttan indirme falan olmayacaktı. Tanzimat zihniyeti bunları “yeniçeri devri” diyerek küçümseyip reddediyordu.

            Sultan Aziz, Yeni Osmanlılar’ı yanına almak, icrâda ne yapacakları görmek için bazı teşebbüslerde de bulundu. Mesela Ziyâ Bey’i hâriciye nâzırı yapmak istedi, o sırada sadrâzam olan Rüşdü Paşa şiddetle karşı koydu. (19.10. 1872) Kaldı ki Sultan Aziz, Yeni Osmanlılar’ı - haklı olarak– kendi muhâlifi değil, iktidardaki Âlî-Fuad Paşalar ekibinin ve Bâb-ı Âlî yüksek bürokrasisinin muhâlifi sayıyordu. Nitekim Ziyâ Bey, Cenevre’de sıkıntıda olduğunu öğrenince Yûsuf İzzeddin Efendi bin altın göndermiştir ki, o tarihte şehzâde çocuk olduğu için babasının tasvibi olmaksızın böyle bir şey yapması mümkün değildi (Ziyâ Bey bir ara Şehzâde’ye Türk edebiyâtı okutmuştu). Ancak gizli de olsa parayı oğlu adına göndermesi, padişahın Tanzimat bürokrasininden çekindiğini göstermektedir. Tanzimat bürokrasisinde artık liberal ve muhafazakâr olarak iki akımın oluştuğu görülmektedir. Liberallarin başı Midhat Paşa idi ama Yeni Osmanlılar’a içten sevgi ve inanç beslemiyordu. Nâmık Kemâl’e yaptığı muamele açıktır. Yeni Osmanlılar’ı, liberal akımın öncüleri olduğu için sadece kullanmak istiyordu. Eh, Yeni Osmanlılar’ın da paşayı âlet ve bir basamak olarak kullanmak istediklerini itiraf etmek gerekir. Binâenaleyh politik iklimde samimiyetsizlik hâkimdi ve bundan zarar gören devlet’ti.

            Binâenaleyh Sultan Abdülaziz, muhâlefetin adayını, Mahmud Paşa’yı iktidar’a getirip muhâlefetin verdiği baş ağrısından kurtulayım diye düşünmüşse –ki bence düşünmüştür- kınanamaz. Zira muhâlefetin adayı da sokaktan gelmiyordu. Vezirdi, umumî valiliklerde ve Âlî Paşa gibi bir başbakanın kabilesinde nâzırlıklarda bulunmuştu, babası da (Mehmed Necib Bey) vezirdi. Efendim bir padişah vezîrini nasıl tanımaz? Evet, tanıması icab eder diye düşünülebilir. Fakat Ziyâ Bey, Nâmık Kemâl gibi dâhîlerin tanımayıp sadrâzam namzetleri ortaya attıkları Mahmud Paşa’yı, dâhî olmayan Sultan Abdülaziz evvelden kestiremediyse bu da bilerek işlenmiş bir cürüm değildir. Bu adamın sadrâzam olduğu zaman bütün liyakatsizlik ve ahlâksızlıklarını sergileyeceğini kestirmemiştir ama ne matah olduğunu anlayınca da on bir ayını doldurmadan yerinden alıvermiştir. Kimi yerine getirmiştir? Gene muhâlefetin, Yeni Osmanlılar’ın adayı olan Midhat Paşa’yı…

            Bu defa, Yeni Osmanlılar, Mahmud Paşa hakkında yanıldıklarını, “vatanı kurtaracak” vezirin ancak Midhat Paşa olacağını, yeri göğü inletir biçimde propaganda etmişlerdir.

            Ama yerinde anlattım, Midhat Paşa da üç ayını doldurama­mıştır ve kabahat ve yetersizlik tamamen Midhat Paşa’dadır. Yeni Osmanlılar’ın asıl maksadının Ziyâ Bey’in sadrâ­zam olması idiğini, Sultan Abdülaziz elbette biliyordu. Fa­kat bu merhalede böyle bir tayini yapamamıştır. Zira bütün Bâb-ı Âlî ve o zaman devlete hâkim bulunan yüksek bürok­rasi, ihtilâlci ve düzene karşı saydıkları Ziyâ Bey’e tepki gösteriyordu. Bu defa Sultan Aziz, eski bir sadrâzamı, Tan­zimatçılardan Mütercim Rüşdü Paşa’yı iktidara getirdi... Kıdemi dolayısıyla bütün bürokrasiyi eline alacağını ümid ediyordu. Ancak o da 4 ayını dolduramayınca, ilk defa ola­rak Abdülaziz Hân, kendi bir adamını, Müşîr Es’ad Paşa’yı sadârete getirdi. Bir saray adamının başlarına geçmesini Bâb-ı Âlî tepkiyle karşıladı... Es’ad Paşa’nın icraatına ço­mak koydu, esasen o da genç ve tecrübesizdi. İki ayını dol­duramadı. Sonra bilindiği gibi Sultan Aziz, 10 ay için Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’yı tecrübe etti. Muktedir bir Tanzimat­çı idi. Fakat Avni-Midhat Paşaların entrikalarıyla düşürüldü. Hüseyin Avni Paşa 14 ay için sadrâzam oldu, seraskerliğini de muhafaza ederek... Ne oldum delisine dönüp ça­lıp çırpmaya başlayınca Sultan Aziz kızdı, tekrar Es’ad Paşa’yı sadrâzam yaptı ama Bâb-ı Âlî tepkisini devam ettiriyordu. 4 ay sonra alıp gene Mahmud Nedim Paşa’yı geti­rince Avni-Midhat ekibi kıyâmeti koparıp işi sokak nüma­yişlerine döktüler. 9 ay dolmadan Sultan Aziz, Mahmud Paşa’yı uzaklaştırıp, Avni-Midhat ekibinin namzedi olan Mütercim Rüşdü Paşa’yı sadrâzam yaptı.

            İkinci Sultan Abdülhamid Hân’ın saltanatı birbirinden mühim krizlerle açıldı: Midhat Paşa’nın devleti ve hâkanı vesayetine almak teşebbüsleri, Meşrûtiyet ve meclisler, Balkanlardaki dış kaynaklı ayaklanmalar, korkunç bir Rus Harbi, bir buçuk milyon Türk’ün mahvolması, Ali Suâvi darbe teşebbüsü, hâkanın devlet idaresini Bâb-ı Âlî’den Yıldız’a almak istemesinin açığa çıkmasının tepkileri...

            Bu atmosferde hükûmetler kurulup bozuluyordu. İstik­rardan eser kalmamıştı. Bunu daha iyi görebilmek için, Âlî Paşa’nın öldüğü 7 Eylül 1871’den sonraki sadrâzamların hükûmet müddetlerini gözden geçirelim, sırasıyla:

            Mahmud Nedim Paşa 10 ay 24 gün,

            Midhat Paşa 2 ay 19 gün,

            Mütercim Rüşdü Paşa 3 ay 27 gün,

            Es’ad Paşa 1 ay 28 gün,

            Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa 9 ay 29 gün,

            Hüseyin Avni Paşa 1 yıl 2 ay 8 gün,

            tekrar Es’ad Paşa 4 ay,

            gene Mahmud Nedim Paşa 8 ay 17 gün,

            gene Mütercim Rüşdü Paşa 7 ay 8 gün (Abdülaziz Hân’ın son, Beşinci Murad’ın tek, İkinci Abdülhamid’in ilk sadrâzamı olarak),

            gene Midhat Paşa 1 ay 17 gün,

            İbrahim Edhem Paşa 11 ay 4 gün,

            Ahmed Hamdi Paşa 24 gün,

            Ahmed Vefik Paşa 2 ay 9 gün,

            Mehmed Sâ­dık Paşa 1 ay 10 gün,

            gene Mütercim Rüşdü Paşa 7 gün,

            Safvet Paşa 6 ay,

            Hayrettin Paşa 7 ay 26 gün,

            Ahmed Ârifî Pa­şa 2 ay 20 gün,

            Küçük Saîd Paşa 7 ay 20 gün,

            Mehmed Kad­ri Paşa 3 ay 3 gün,

            gene Küçük Saîd Paşa 1 yıl 7 ay 30 gün,

            Abdurrahman Nûreddin Paşa 2 ay 11 gün,

            gene Küçük Sa­îd Paşa 4 ay 20 gün,

            gene Ahmed Vefik Paşa 3 gün,

            3 Aralık 1882’de 4. defa Küçük Saîd Paşa.

            Demek 11 yıl, 2 ay, 26 günde tam 24 hükûmet... Bir hükûmetin ortalaması 5 ay, 17 gün...

            Bu feci bir tablodur. Çağ­daş İtalyan hükûmetlerine, Dördüncü Cumhuriyet’in Fran­sız hükûmetlerine, 971 sonrası Türk hükûmetlerine benze­mektedir. Bu müddet içinde bir yılını dolduran Hüseyin Avni Paşa ile Küçük Saîd Paşa’nın ikinci hükûmetidir ve ünlü Yıldız Mahkemesi işte bu İkinci Saîd Paşa sadâreti zamanındadır ki, şeyhülislâm Uryânî-zâde Ahmed Es’ad Efendi, serasker Gazi Osman Paşa, Tophâne Müşîri Ali Sâib Paşa, bahriye nâzırı büyük-amiral Hasan Hüsnü Paşa, hâriciye nâzırı Mehmed Âsım Paşa, evkaf nâzırı Abdüllatif Subhi Paşa, dâhiliye nâzırı -eski sadrâzam- Mahmud Ne dim Paşa, adliye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa, maârif nâzırı - müstakbel sadrâzam- Kıbrıslı Kâmil Paşa, Şûrây-ı Devlet reîsi Server Paşa, maliye nâzırı Ahmed Münir Paşa, nâfia nâzırı Hasan Fehmi Efendi (Paşa), ticâret nâzırı Râif Efendi (Paşa) idi. Yıldız Mahkemesi sırasında kabine üyeleri bun­lardı.

            1880 ve kesin şekilde 1882 sonunda İkinci Abdülhamid devri istikrârı başlamakta ve 1908’e kadar devam etmekte­dir.

            Midhat Paşa Hakkında

            Yıldız Mahkemesi Hazırlık Sorgusu’na girmeden önce, Midhat Paşa hakkında, yukarıda söylenmemiş birkaç söz daha söylemek icab etmektedir. Zira Yıldız Mahkemesi’nin baş aktörü Midhat Paşa’dır. Hattâ bu mahkemenin yalnız Midhat Paşa için kurulduğu, diğerlerinin figüran olduğu pek çok iddia edilmiştir.

            Yıldız Mahkemesi, çok kişiyi ve halkı sevindirmiş, Sul­tan Abdülaziz’in hesabının sorulması büyük memnuniyet uyandırmıştır. Senîh’in Yıldız Mahkemesi dolayısıyle İkinci Abdülhamid’e hitaben yazdığı müsemmen’in bir bendi şöyledir:

            Kimdir ol mâtûh Rüşdî-î dalâlet-intimâ

            Yâ o Şerr’ullah ne Hayrullâh o müfti’l-eşkıyâ

            Kim o müfsid Midhat-î mezmûm-ı bî-şerm-û hayâ

            Hem diğer/eşhâs-ı nâ-Mahmûd-ü bî-Nûr-û Zıyâ

            Eylesin de böyle bir cürm-î azıyme ictirâ

            Görmesinler hîç mümkin miydi hakkıyle cezâ

            Aldın elhak hûn-i amm-î ekrem-î zî-şânını

            Arşa as şimden-gerû tîğ-î fürûğ-efşânını

            Şiirde geçen isimler Rüşdü Paşa, Midhat Paşa, Hayrullah Efendi, Dâmad Mahmud ve Nûri Paşalardır. Rüşdü Pa­şa için “doğru yoldan sapmış bunak”, Midhat Paşa için “âr ve hayâ duygusundan mahrum fesatçı”, Hayrullah Efendi için “Allah’ın kötülüğü olan eşkıya müftüsü” denmekte ve Sultan Hamid, “şanlı ve keremli amcanın öcünü aldın” di­ye tebrik edilmektedir.

            Midhat Paşa’yı yakından tanıyan, onunla yıllarca çalış­mış olan ve büyük şöhrete sahip isimler, onun hiç de lehin­de şeyler söylememektedirler. İkinci Abdülhamid’in hük­mü:

            Midhat Paşa ne yaptığını bilmezdi ve yaptığı işin za­manını (yani zamanı olup olmadığını) takdir edemezdi.

            Sadrâzam Âlî Paşa’nın hükmü:

            Okur yazar bir devlet adamıdır, bir işin nereye doğru gittiğini asla kestiremez.

            Vak’anüvis Kazasker Lutfi Efendi’nin hükmü:

            Midhat Paşa, gözünü budaktan sakınmazdı. Cesur­du... Rüşvet alıp vermekten çekinmezdi. Eğlenceye düş­kündü. Büyük servet edinmişti.

            İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın hükmü:

            Hiçbir şeyi gizlemeye tabiati müsâit değildi.

            Midhat Paşa’nın kendi hakkındaki hükmü:

            İhtimaldir ki, siyâsî hayatımda ben birçok hatalar et­miş olayım ve şüphesiz ki etmişimdir de…

            Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa’nın hükmü:

            Çok cüretkârdı. Hiçbir işi ve fiili yoktu ki, şahsî men­faatine bağlamasın... Kendini çok beğenirdi.

            İbnülemin’in ilâvesi:

            Son derecede mağrur, bencil ve kendini beğenmişti. Ruh asâletinden ve yüksek duygulardan tamamen mahrûm bulunduğunu yalnız düşmanlarından değil, dostların­dan ve taraftarlarından da işittik.

            Yeni Osmanlıların son halkası olan Süleyman Nazif Bey’den:

            Odyan Efendi, Aleko Paşa gibi kötü müşavirleri vardı ve bunların kötü tavsiyelerini dinlerdi ve onlara kanardı. Bu vezir Aleko Paşa, son derece hain ve Türk düşmanı idi ve çok Türk kanının akmasına sebep olmuş, keyiflenmiş, Osmanlı devletinden kovulmuş, yıllarca Avrupa’da serseri­lik ettikten sonra orada ölmüştür.

            9 defa sadrâzam olarak Osmanlı tarihinde rekor kıran Küçük Saîd Paşa’nın hükmü:

            Midhat Paşa’nın siyâsî ehliyeti yoktu. Üstelik karakter bakımından iyi adam değildi. Babası Eşref Efendi, Bağdat valiliğine giderken oğlunu uğurlamak için İstanbul’da oğ­lunun konağına gelmiş ve dostlarından birisini kendisine tavsiye etmişti. Midhat Paşa kalabalık içinde babasına “Eşşek herif, sen benim işime karışma!” demiş, herkes donup kalmıştir... Bunu çok kişi hatırlar. Zaten insanları çok iyi ta­nıyan Âlî Paşa “Midhat Paşa’nın (sadrâzamlık) nöbeti gelir­se devlet harâb olur” demiştir. Zira Şûrây-ı Devlet reisi ya­parak kabinesine aldığı zaman Âlî Paşa’yı çok sukuut-ı ha­yâle uğratmıştı. Midhat Paşa hem mağrur, hem gafildi. Bu iki sıfatı dolayısıyle felâkete uğradı.

            Midhat Paşa, hasm-ı cânı İkinci Abdülhamid’den tam 20 yaş büyüktür. Yani Abdülhamid Hân doğduğu zaman o, 20 yaşında idi. 21 Eylül 1842 günü Şehzâde Abdülhamid, Sul­tan Abdülmecid Hân’ın ikinci oğlu ve 3. veliahd olarak doğduğu zaman Midhat Efendi (Paşa) şu tarih beytini söy­lemiştir:

            Geldi üçler söyledi târîh-i tamın Midhat’e

            “Kıldı pür-nûr âlemî Şeh-zâde-î Abdü’l-Hamîd” (1258)

            Midhat Paşa’nın doğumuyla “âlemi nûr içinde bıraktı­ğını” söylediği şehzâde, 40 yıl geçmeden, onun hayatını ka­ranlıklara boğacaktır.

            Sultan Abdülaziz Hân’ın Ölümü Hakkında Adlî Araştırma

            1880 yılı girdiği zaman İkinci Abdülhamid, devlet idâresinin dizginlerini artık tamamen ellerine geçirmiş bulunu­yordu. 5 yıl önce geçen facianın hesabını devlet namına ol­duğu kadar, şahsen de sormaya yalnız kararlı değil, azimli idi. Başlıca fail Avni Paşa gerçi ölmüş, diğer faillerden de ölenler olmuştu. Fakat birçokları hâlâ hayatta idiler.

            Midhat Paşa, sadâretten azledilip Avrupa’ya gönderilin­ce, 1 yıl, 8 ay çeşitli ülkelerde dolaşmıştı. Londra’da İngiliz ileri gelenleri ile siyâsî konuşmalar yapması ve İkinci Abdülhamid’in aleyhinde bulunması üzerine içeride kalması, dışarıda olmasından daha hayırlı görüldü... Türkiye’ye ça­ğırıldı. Bu suretle, paşa dilini tutmamak yüzünden başını bir defa daha belâya sokmuş oluyordu. İki defa sadârete yükselmiş bir devlet adamının da kendi devletinin başkanı olan hükümdarını bir yabancı devletin ileri gelenlerine çe­kiştirmesi, son derece münasebetsizdi. Hâlbuki akıllı uslu Avrupa’da hayatını tamamlayabilirdi. 2 ay Girit eyâletinin merkezi olan Hanya’da oturduktan sonra, 10 Aralık 1878’de Suriye umûmî valiliğine atandı. Valilikteki büyük kabiliyetini kaybetmiş değildi. Bu görevde 1 yıl, 8 ay kal­masına rağmen, epey işlere girişti, 4 Ağustos 1880’de, en mühim eyâlet sayılan ve bütün Ege Bölgesi’ni içine alan Ay­dın (merkezi İzmir) eyâletine nakledildi. İşte Yıldız Mahke­mesi hazırlık sorgusuna resmen Midhat Paşa, İzmir’de Ay­dın eyâleti valisi iken başlandı.

            Şurasını kabûl etmelidir ki İkinci Abdülhamid, tahta geçer geçmez, amcasının hal’i ve ölümü hakkında el altından tahkikata başlamış ve yazılı birçok ifade almıştır. Bu husus­ta kendisine başkâtibi Küçük Saîd Bey (Paşa) yardım etmiş­tir ve İkinci Abdülhamid, Sultan Aziz Vak’ası’nın en gizli taraflarını, en vurucu gerçeklerini şahsen bilen insanların başında geliyordu. Araştırıcı zekâsı, mevkii, olgun yaşta ve hâdiselerin yanı başında yahut içinde bulunması, ona bu imkânları herkesten iyi sağlamıştı.

            Diğer taraftan Midhat Paşa’nın, tahta çıktığı andan beri başına belâ kesilmesi, Sultan Abdülhamid’i tahrik eden bir unsur şeklinde kabûl edilebilir. Bu adamın devletin de ba­şına belâ olduğu, dışarıda ve içeride yabancılara Türk dev­letini çekiştirdiği, nihayet Rus harbine zemin hazırlayarak felâketlerin en büyüğüne sebep olanlardan biri bulunduğu hakkında Abdülhamid Hân’ın kanaati tam ve samimi idi. Midhat Paşa hakkında gizli istihbarat raporları, padişahın önünden eksik olmuyordu. Midhat Paşa’nın Sultan Murad’dan hâlâ vazgeçmediğine dair deliller birbirini takip ediyordu. İşte Ali Suâvi Vak’ası... İşte Masonlardan Aziz Bey ile Kleanti Skalyeri’nin Çırağan Sarayı’na girmeleri ve Sultan Murad’ı sarayın su yollarından kaçırmaya kalkışırken tevkif edilmeleri... Birçok şahidin ifâdesinin altında Midhat Paşa teşviki vardı. Midhat Paşa’nın İngiltere’nin adamı olduğuna kanaat getiren padişah, onun Avrupa’nın en büyük diplomatı Bismarck’ın da teşhis ettiği gibi meşrû­tiyet rejimi ile imparatorluğu dağıtacağından da korkuyor­du.

            Sultan Abdülaziz’in hizmetindeki “hazinedar” denen ve subay rütbesi taşıyan, fakat sıra numarası verilmeyen yük­sek hizmetkârların içinde Pervîn-Felek Kalfa vardı. Sultan Aziz’in Fer’iyye Sarayı’ndaki son iki günlük hayatında da padişahın hizmetkârları arasında on beş yaşlarında bir genç kızdı. Bir iki yıl sonra bu saraylı genç kız, Sâlih Münir Bey’le evlendi. Sâlih Münir Bey, sonradan -1908 Aralık’ına kadar- 13 yıl Sultan Hamid’in Paris büyükelçiliğini yapmış vezirdir. Babası Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa, Sultan Hamid’e maliye ve nafia nâzırlığı yapmış olup, XIX. asrın en büyük Türk tarihçi, hukukçu ve bestekârlarındandır. Bu Mahmud Celâleddin Paşa, Sultan Aziz Vak’ası sıra­sında âmedî-i dîvân-ı hümâyûn sıfatıyle bütün kabine top­lantılarına katılmış, çok uyanık bir adamdı ve vak’a sırasın­da 37 yaşında, Âlî Paşa yetiştirmesi çok değerli bir devlet adamı idi. İşte onun gelini olan Pervîn-Felek Hanım’ın sav­cıya verdiği ifade şudur:

            Merhum Sultan Abdülaziz Hazretleri, Ortaköy (Fer’iyye) dairesine naklolundukta, hizmetlerine tayin olunmuş adamları istemezlerdi. Kendi emniyetleri bulunan eski adamlarını talep etmişlerdi. Fakat buna müsaade olunma­mıştır. Vâkıa uğradıkları felâketten mükedder bir hâl içinde bulunuyordu. Fakat akıl ve şuurlarında zerre kadar fenalık ve kendilerine kasd edecek (intihar edecek) tarzda bir uy­gunsuzluk yoktu. İrtihalleri gününün akşamı ikinci hazine­dar Arz-ı Niyâz Kalfa, benim gibi küçük hazinedarlara “efendimiz rahat edecekler, siz de rahat ediniz” diyerek aşağı kata inmemizi emretti. Bizi savdıktan sonra merdiven kapısını kapayarak efendimizin bulunduğu katla bizim ka­tı tecrîd etti. Kendisi yukarıda, efendimizin katında kaldı. Hepimiz o gece alt katta yattık. Sabah olunca bir gürültü ve bir feryâd ile “Efendimiz canına kıydı!” diye haber veren yi­ne Arz-ı Niyâz Kalfa oldu. Şu kadar gördük ki, merhumun vefat ettiği odanın köşe penceresi açıktı. Sonra işittik ki, merhuma kasdedenler, o pencereden içeri alınıp yine ora­dan aşırılmış imiş.

            Pervîn-Felek Hanım’ın bu ifâdesi 1881 yılına âittir. Fakat Sultan Hamid daha yıllarca önce amcasının ölümünü tah­kik ettirmeye kararlı idi. Nitekim 13 Nisan 1879 tarihli bir liste elimizde olup, Sultan Aziz Vak’ası’na karışanların 3 yıl sonra ne durumda olduklarını bize şu şekilde bildirmektedir:

            Dolmabahçe Sâhil-Saray-ı Hümâyûnu’nu muhasara edenler:

            Müşîr Redif Paşa: Vak’ada gene müşîr, Şûrây-ı Askerî re­isi olup vak’a günü Birinci Ordu kumandanlığı da uhdesi­ne verildi. Şimdi 93 Harbi suçlusu olarak hayat boyu Ro­dos’ta sürgündür (1905’te öldü).

            Bursalı Kaşıkçı-zâde Topal Mehmed Redif Paşa, 8 Mayıs 1871’de müşîr rütbesine yük­selmiştir. 93 Harbi sırasında, Meclis-i Meb’ûsân’da aleyhin­de çok ağır tenkitler yapıldığı ve İstanbul’da halk aleyhin­de nümayişlerde bulunduğu için azledilip Rodos’a sürül­dü.

            Ferik Kör Hasan Tahsin Paşa: O tarihte İstanbul’da mev­ki kumandanı olup vak’a sırasında merhum Hakan’a hürmetsizlik etmiştir. Şimdi müşîr rütbesiyle Yanya’da görevli­dir.

            Mirliva Mustafa Seyfi Paşa: Vak’a sırasında İstanbul Merkez Kumandanı olup darbenin ertesi günü ferik oldu. Şimdi bu rütbe ile Selanik’te görevlidir.

            Mirliva Kasab Hüseyin Paşa: Hüseyin Avni Paşa’nın ba­canağıdır. Vak’anın ertesi günü ferik oldu. 93 Harbi’nde Ar­dahan’daki kötü idaresi sebebiyle rütbesi alınıp askerlikten tard olundu ve Sinop’a sürüldü.

            Mirliva Süleyman Paşa: Vak’ada mekâtib-i askeriyye na­zırı (askerî okullar kumandanı) olup darbeyi Harbiye tale­besi ve iki taburla bizzat yapmıştır. Darbenin ertesi günü fe­rik, ertesi yıl müşîr olmuştur. 93 Harbi’nde Tuna cephesinin son başkumandanı iken harekâtındaki kusurlardan ve di­ğer müşîrlere yardım etmemesinden dolayı dîvân-ı harbe verilmiş, Bağdat’a sürgün edilmiştir. Hâlen Bağdat’daki evinde oturup kitap yazmaktadır.

            Mirlivâ Mösyö Necib Paşa: Vak’anın ertesi günü ferik ol­du. Vak’ada telgraf muhaberatına el koymuştur. Hâlen se­raskerlikte Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Dâiresi’nde dâire başkanıdır. Alafrangalığı ile meşhurdur.

            Mîralay Tayyar Bey: Darbenin ertesi günü mirlivâ oldu. Sonra ferikliğe yükseldi. 93 Harbi’nde Kafkas cephesindeki başarısızlığı yüzünden dîvân-ı harbe verildi. Şimdi sürgün­dedir.

            Mîralay Giritli Mustafa Bey: Darbede Hüseyin Avni Paşa’nın başyâveri idi. Sonra mirlivâ oldu. Şimdi Dördüncü Orduy-i Hümâyûn’da Erzincin’da görevlidir.

            Binbaşı Edhem Bey: Darbede Birinci Ordu’nun birinci alayının ikinci taburu kumandanı olup, Süleyman Paşa’nın emriyle Taşkışla’daki taburunu çıkarıp Dolmabahçe’ye in­di. Hâlbuki Süleyman Paşa onun âmiri değildi, ne alayının, ne tümeninin, ne de ordusunun kumandanı değildi. 93 Harbi’nde Ruslar’a esir düştü. Şimdi ferik (korgeneral) olup Yunan hududu kumandanıdır. Daha önce çok iyi asker ol­duğu için Birinci Tümen kumandanı idi, fakat böyle bir adamın İstanbul’da bulunması tehlikeli görülüp uzaklaştı­rılmıştır. Darbe sırasında alayının kumandanı olan Albay Emin Bey’i tevkif ettiği için ayrıca suçludur.

            Binbaşı Arnavut Osman Bey: Darbede birinci alayın dör­düncü taburu kumandanı idi. O da taburu ile Beşiktaş’a geldi. Darbenin ertesi günü yarbay, sonra albay olup iki ay önce öldü.

            Binbaşı Ahmed Bey: Darbede aynı alayın üçüncü tabur kumandanı olarak aynı işi yaptı. Ertesi günü yarbay sonra albay oldu. Rus harbine katıldı. Şimdi Edirne’de İkinci Or­du hizmetindedir.

            Binbaşı İzzet Bey: Darbede beşinci tabur kumandanı olup ertesi gün yarbay, sonra albay oldu. Şimdi Kâğıthâne üstünde Uzuncaova’daki istihkâm alayının kumandanıdır. Vak’ada merhum hâkana en kötü muamelede bulunan su­baylardan biridir.

            Binbaşı Hoca Ahmed Bey: Darbede Yıldız’da ikinci ta­bur kumandanı idi. Ertesi gün yarbay, sonra albay oldu, ya­kınlarda öldü.

            Kurmay Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Bedri Efendi: Sü­leyman Paşa’nın emrinde Harbiye’de talebe taburunun ku­mandanı idi. Darbeye bilfiil katılıp ertesi günü binbaşı, son­ra yarbay oldu. Şimdi Karadağ sınırındadır.

            Kurmay Kolağası Rifat Efendi: Bu da darbe sırasında Harbiye talebesini kandıranlardandır. Şimdi binbaşı rütbe­siyle Harbiye muallimidir. Tanınmış ediblerdendir.

            Binbaşı Tâhir Bey: Darbenin ertesi günü yarbay oldu. Şimdi albay ve Yunan sınırında görevlidir.

            Kolağası Gürcü Necib Nazif Efendi: Hâkan hazretlerinin (İkinci Abdülhamid) biraderleri Şehzâde Nûreddin Efendi Hazretleri’nin kölesi iken Harbiye’de okutulmuş. Vak’a sı­rasında Sultan Aziz ailesine çok alçaklıklar etmiş, darbe er­tesi günü binbaşı, sonra yarbay olmuştur. Şimdi albay rüt­besiyle seraskerlikte erkân-ı harbiyye-i umûmiye (genelkurmay) dairesinde görevlidir.

            Binbaşı Hâfız Ali Bey: Darbede casusluk işlerinde kulla­nılmış, ertesi günü yarbay olmuştur. Şimdi bu rütbe ile ge­nelkurmay dairesindedir.

            Kurmay Kolağası Beşiktaşlı Tâhir Efendi: Bu da Avni Paşa’ya casusluk işinde kullanılmıştır. Şimdi binbaşı ve genelkurmay başkanlığında vazifelidir.

            Binbaşı Ali Bey: Vak’ada Avni Paşa’nın yâverlerindendi. Şimdi yarbaydır.

            Mîralay Şükrü Bey: Darbede süvari birlikleri ile İstanbul sokaklarını tarassut etmiştir. Şimdi mirlivâ (tümgeneral) ve İstanbul’da görevlidir.

            Yüzbaşı Kâmil Efendi: Darbede Harbiye öğrencilerinin başında bulunmuş, kolağası olmuştur. Şimdi de Harbiye’de görevlidir.

            Yüzbaşı Kadri Efendi ile Yüzbaşı Besim Efendi, Kâmil Efendi ile aynı durumdadır.

            Yüzbaşı Hüseyin Efendi: Topçu bataryası ile darbe sıra­sında -icabında Dolmabahçe Sarayı’nı bombardıman etmek için- Maçka’da bulunmuştur. Ertesi günü kolağası, sonra binbaşı olmuştur. Şimdi yarbay rütbesiyle Mekteb-i Harbi­ye’de görevlidir. Merhum kapdân-ı deryâlardan Büyükamiral Fosfor Mustafa Paşa’nın dâmadı ve dolayısıyle mer­hum şehid Çerkes Hasan Bey’in halasının damadıdır.

            Kolağası Ali Bey: Serasker Müşîr Nâmık Paşa’nın oğlu­dur. Ertesi gün binbaşı olmuş, darbe sırasında Sultan Aziz ailesine kötü muamelelerde bulunmuştur.

            Yüzbaşı İsmet Efendi: Darbede Dolmabahçe’ye inenler­den. Şimdi Birinci Ordu İkinci Tabur Kumandanı ve binba­şıdır.

            Kurmay Kolağası Kemâl Efendi: Darbede çalışanlardan. Şimdi albaydır.

            Mirlivâ Ârif Paşa: Vak’ada donanma kumandanı idi. Er­tesi gün bahriye ferîkı (koramiral) oldu. Vak’ada donanma­yı, ‘padişahın emridir’ deyip saray önüne getirmiş ve mü­him rol oynamıştır.

            Miralay Hacı Râşid Bey: Vak’anın ertesi günü mirlivâ ve paşa olmuş, çok kötü bir rol oynamıştır. 93 Harbi’nde suçlu görülerek askerlikten tard edilmiştir. Şimdi sürgündedir.

            Serasker Hüseyin Avni Paşa katledilmiş, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa ise ölmüştür.

            Sultan Aziz vak’asına karışan subaylar bunlardır.

            Osmanoğulları’nın Bir Hânedân Geleneği

            Osmanoğulları denen yüce hânedânın bir geleneği var­dır: Padişah veya şehzade, bir Osmanoğlu tahtından indi­rildi veyâ öldürüldü yahut hakaret gördü ise, onun intika­mını almak, ailenin başı olan padişaha aittir. Bunun hiçbir istisnası yoktur. Eski hükümdarın gördüğü zarar veya kö­tülük, yeni hükümdarın lehine olabilir, onu tahta çıkartmış olabilir. Bu hâl, durumda herhangi bir değişiklik yapmaz. Gene yeni hükümdar, eskisine zarar verenlerin canına oku­maya, onları yok etmeye mecburdur. Türk hâkanlık gelene­ği budur. Bunu yapamayanın hâkanlık sıfatında eksiklik vardır, tahtını dolduramamıştır, Türk’ü temsil etmeye liya­katinden şüphe edilir. Hunlar’dan Tabgaçlar’a, Avarlar’a, Göktürkler’e, Uygurlar’a, Karahanlılar’a, Selçukoğulları’na ve onlardan Osmanoğulları’na geçen gelenek budur. Hânedân’ın yazılı olmayan anayasasının bir maddesi gibidir. İş­te Osmanlı tarihinden birkaç misal:

            8 Mayıs 1410’da Yıldırım Bâyezid’in büyük oğlu Birinci Süleyman, üzerine yürüyen kardeşi Mûsâ Çelebî’den ka­çarken, Edirne-İstanbul yolunda köylüler tarafından -yeni padişah Mûsâ Çelebi’ye kolaylık olsun diye- öldürüldü. Tahta geçen Mûsâ Çelebi, ağabeyinin öldürülmesi işine uzaktan yakından karışanları diri diri yaktırttı.

            17 Mart 1513’te, yeni tahta çıkan kardeşi Yavuz Sultan Selim’den canını kurtarmak için ağabeyi Korkut Hân, Mı­sır’a kaçmak üzereyken; yeri, Antalya’da, Türkmenler tara­fından ihbâr edilip yakalattırıldı ve Yavuz tarafından idam edildi. Gene Yavuz, ağabeyini ihbâr eden 15 Türkmen’i der­hal öldürttü.

            20 Mayıs 1622’de “Genç” denen İkinci Sultan Osman, âsi kapıkulları tarafından şehîd edildi. Kardeşi Dördüncü Murad, tahta çocuk olarak ve niyabet altında geçti. Büyüyüp niyabetten kurtulunca, ağabeyinin ölümüyle yalnız ilgili olanları değil, ağabeyinin ölümüne sebep olan zihniyeti im­ha etti. Bu yolda öldürttüklerinin sayısı binleri bulmaktadır.

            17 Ağustos 1648’de Sultan İbrahim Hân öldürüldü. Yeri­ne geçirilen oğlu Dördüncü Mehmed 6,5 yaşında idi. He­nüz doğru dürüst okuyup yazma bilmiyordu. Babasının tahttan indirilmesiyle uzaktan yakından ilgili olan her şah­sın adını, emrindeki bir enderun subayına gizlice bir defte­re yazdırttı. Yıllar geçip büyüyünce, bu isimleri unutaca­ğından korkuyordu. 15 yaşında, niyabetten kurtuldu. Def­tere yazdırdığı bütün isimleri buldurup öldürttü.

            22 Ağustos 1703 Edirne Vak’ası denen ihtilâl ile İkinci Sultan Mustafa tahttan indirildi, hayatına dokunulmadı. Yerine kardeşi Üçüncü Sultan Ahmed tahta çıkarıldı. Üçün­cü Ahmed bir yıl geçmeden, ağabeyini tahttan indirenlerin hepsini öldürttü.

            1 Ekim 1730 Patrona İhtilâli’nde bu defa Üçüncü Ahmed tahttan indirildi, hayatına dokunulmadı, hiçbir hakaret gör­medi, daha yıllarca yaşayıp eceliyle öldü. Yerine ağabeyi İkinci Mustafa’nın büyük oğlu Birinci Sultan Mahmud çıka­rıldı. Sultan Mahmud, amcasını -kendisini tahta çıkarmak için- tahtından indirenleri bir yıl geçmeden tamamen kılıç­tan geçirdi.

            28 Temmuz 1808’de bir yıl önce tahttan indirilmiş olan Üçüncü Sultan Selim Hân, amcaoğlu Dördüncü Musta­fa’nın verdiği emirle öldürüldü ve olay, Dördüncü Musta­fa’nın kardeşi İkinci Mahmud’un tahta çıkmasını temin et­ti. İkinci Mahmud, amcaoğlu Üçüncü Selim’in ölümüyle uzaktan yakından ilgili bin kadar şahsı derhal öldürttü. Bunların içinde birkaç saray câriyesi de vardı. Osmanlı dü­zeninde kadınlar idam edilemediği için, bu câriyeler sanda­la kondu, Marmara açıklarında kementle boğulduktan son­ra ayaklarına taş bağlanıp denize atıldı.

            Bu örnekler yeter. Padişahların, Osmanlı tarihini çok iyi bildiklerini, hânedân geleneklerine de çok bağlı olduklarını biliyoruz. Şimdi İkinci Sultan Abdülhamid Hân, amcasının başına gelenlerin hesabını sormadığı takdirde, bu yasayı, geleneği bozacak, şerefi lekelenecekti. Bu noktaya tarihçiler dikkat etmemişlerdir. Fakat bunu belirtmekte fayda vardır.

            Sanıkların Tespiti

            Midhat Paşa, Mir’ât-ı Hayret adlı basılı hâtıralarında - doğru olması ihtimali kuvvetli- şu iddialarda bulunmakta­dır:

            Serasker Müşîr Rauf Paşa, Rusya ile sulh yapılınca, Sul­tan Abdülhamid tarafından siyâsî bir görevle Petersburg’a, Çar Aleksander’a gönderilmiş. İhtilâlcilerden nefret eden Çar, Paşa’ya, “Sultan Aziz’in katilleri hakkında en şiddetli cezalar gerekir, bu her hânedân için şeref meselesidir; biz Avrupa hükümdârları birbirimizin kardeşiyiz, harb ederiz, fakat şahsen düşman değiliz; şevketlü kardeşim Abdülha­mid Hân’a lütfen arz ediniz” demiş. Bunun üzerine Sultan Hamid, o âna kadar Sakız ve sonra Midilli Adaları’nda sür­gün tuttuğu eski sadrâzam Mahmud Nedim Paşa’ya dâhili­ye nâzırı olarak İstanbul’a getirtmiş ve kendisine Sultan Aziz dosyasının düzenlenmesine başlanmasını emretmiş...

            Böyle bir olay olabilir. Ancak İngilizci Midhat Paşa, sırf Rusya’nın teşvikiyle Sultan Aziz olayının araştırılmaya baş­landığını ima etmek ve böylece Sultan Hamid’i küçültmek istiyorsa, bu iddia mesnetten mahrumdur. Zira Sultan Ha­mid, gizli araştırmalara ve dosya tutmaya, tahta geçtiği an başlamıştır. Midhat Paşa’nın göremediği padişahın bu şah­sî evrakı bugün arşiv malzemesi olarak bizim elimizdedir. Esasen Sultan Hamid’in amcasının ölümünü tahkik ettirmesi için birbirinden mühim yarım düzine sebebi olduğu muhakkaktır.

            Asker olan sanıkların yerleri tespit edildikten sonra sivil sanıklar araştırılmaya başlanmıştır. Bunlardan Midhat Pa­şa, Aydın eyâleti vâlisi olarak İzmir’dedir. Emekli olan Mü­tercim Rüşdü Paşa, Manisa dışındaki çiftliğinde ve hasta­dır. Eski şeyhülislâm Hayrullah Efendi Hicâz’da, Dâmâd Nûri Paşa, Dâmâd Mahmud Celâleddin Paşa, İstanbul’da eşleri sultanların (Sultan Hamid’in ablası Fatma Sultan ve kızkardeşi Cemile Sultan) saraylarında oturmaktadır. Bun­lar en yüksek rütbeli adamlar oldukları için, tevkifleri son­raya bırakılmıştır.

            Buna mukabil Sultan Aziz’in ikinci mâbeyncisi ve katil­lerinden Fahri Bey, İstanbul’daki evinden alınarak Yıldız Sarayı’na hapsedilmiştir. Üç pehlivan da memleketlerine gönderilen bir binbaşı tarafından tevkif ettirilip Yıldız’a ge­tirilip hapsedilmiştir. Bunlardan Pehlivan Mustafa Çavuş, Yozgat’ın Akdağmadeni köylerinden Cullalı’da, Elmacıoğlu Hacı Mehmed Pehlivan, Boyabad köylerinden Hurremşah’da, Cezayirli Üsküdarlı Mustafa Pehlivan da belediye çavuşluğu yaptığı İzmir’de tevkif edilmişlerdi.

            Sonra Mâbeynci Seyyid Bey, Karabiber Reyhân Ağa, Râkım Nesib Ağa, Albay İzzet Bey, Binbaşı Gürcü Necib Nazif Bey, Binbaşı Nâmık Paşa-zâde Ali Bey tevkif edilip mahfuzan Yıldız’a sevk edilmişlerdir. Bunlardan İzzet Bey, Altıncı Ordu (merkezi Bağdat) 40. alay kumandanı olarak bulun­duğu Maraş’ta; Ali Bey, Üçüncü Ordu (merkezi Manastır) 24. alay üçüncü tabur kumandanı bulunduğu Tesalya’da Dömeke’de, Necib Bey, İkinci Ordu (merkezi Edirne) 15. alay birinci tabur kumandanı bulunduğu Selânik’te iken Çorum’da tabur kumandanlığına nakledilmiş olmasıyla Çorum’da tevkif edilmişlerdir. Sultan Murad’ın ikinci mâ­beyncisi Seyyid Bey, Kastamonu’da oğlu İlhâmi Bey’in evinde yakalanmıştır. Sonra Müşîr Dâmad Nûri Paşa, eşi Fatma Sultan’ın Baltalimanı’ndaki muhteşem sarayında ve Müşîr Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa (eski serasker, mâbeyn müşîri, Tophâne müşîri, ticâret nâzırı) da eşi Cemile Sultan’ın Fındıklı’daki sarayından alınarak tevkif edilmiş­lerdir. Fatma Sultan Sarayı bugün Kemik Hastahânesi, Ce­mile Sultan Sarayı da sonradan Güzel Sanatlar Akademisi olan binalardır. Sonra Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın tevkifle­ri için emir çıkmış, fakat Rüşdü Paşa’nın yerinden kımılda­masının mahzurlu olacağı doktor raporu ile te’yid edildiği için Manisa’da çiftliğinde savcı tarafından sorguya çekilip tevkif edilememiştir.

            Sanıkların ve Şahitlerin Sorguları

            Padişahın yanında yıllardan beri bulunduğu halde onun aleyhinde çalışan ve Avni Paşa’yla işbirliği yapan Arz-ı Niyâz Kalfa, tevkif edilip Yıldız’a getirilmiş, sorguya çekilmiş, Sultan Aziz’in öldürülmediği, intihar ettiği hakkında diren­miştir.

            Hazinedarlardan Zevkyâb Kalfa’nın ifâdesinden:

            Odaya hep beraber girdiğimiz zaman henüz hâkan ha­yatta idi ve “Allah” diye inliyordu... Odada kimse yoktu. Fakat bir adam pencereden atlıyordu...

            Ferik Dr. Marko Paşa’nın ifâdesinden:

            Kuzguncuk’ta yalımın penceresinden Ortaköy’e bakı­yordum. Zira fevkalâde bir hâl vardı. Hâkanın hangi odada bulunduğunu biliyordum. Bu odanın penceresinden pehli­van yapılı bir adam atladı. Atlayanı o zaman Sultan Abdülaziz zannetmiştim...

            Râkım ve Reyhân Ağalar:

            Katle iştirak ettiğimizi, hâkanın damarları kesilirken gözcülük ettiğimizi kabûl ediyoruz...

            En çok üç pehlivanla Fahri Bey’in üzerinde durulmuş­tur. Zira bu dördü, fiilen kaatil olmakla itham edilmişlerdir. Bu üç pehlivan ayda 130 altın gibi en yüksek devlet görev­lilerine verilen maaşla Sultan Aziz’in oturduğu Fer’iyye Sarayı’na gönderilmişlerdi. Hâlbuki birinin rütbesi çavuş, di­ğer ikisi rütbesiz nefer (er) idi. Katilden sonra Sultan Murad’ın ibrikdarlık, esvapçılık ve şamdancılık görevlerine ge­tirilerek mükâfatlandırıldılar. Fakat üç ay sonra Sultan Murad tahttan inince Cezayirli Pehlivan ayda 5 altın ve diğer ikisi 2,5 altın emekli maaşı ile İstanbul’dan uzaklaştırılmış­lardı. Ayda 130 altın maaş verilen adamların bu kadar dü­şük emekli maaşı ile uzaklaştırılmalarındaki garabet ortadadır. Başları olan Mustafa Çavuş’un sorgusuna savcı Fındıklılı Mehmed Efendi tarafından 1 Nisan 1881’de başlan­mıştır. Sorguda Şûrây-ı Devlet Tanzimat Dairesi Reisi Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’le, Mâbeynci Ragıp Bey de bulunmuşlar ve onlar da soru sormuşlardır. İlk sorgular­da Pehlivan Mustafa Çavuş direnmiştir. Fakat diğer arka­daşlarının itiraf ettikleri kendisine söylenmiş ve iddiaya gö­re işkence de yapılmış olduğu için 19 Nisan’da şu ifadeyi vermiştir:

            - Dâmad Mahmud Paşa beni ve arkadaşlarım Cezayirli Mustafa ve Mehmed Ağa’yı, Mâbeyn-i Hümâyûn’da misa­firlere mahsus olan odaya celp etti. Yalnızdı... “Sizi Fer’iy­ye Sarayı’na me’mûren göndereceğim; maaşlarınız yüzer li­radır; fakat böyle yüzer lira maaşı niçin veriyoruz biliyor musunuz?” dedi. Biz de bilmediğimizi söyledik. Bunun üzerine Mahmud Paşa, “Şu işi bir an önce becermeniz için­dir” dedi... İşin ne olduğunu sorduk. “Sultan Abdülaziz’in bir an önce öldürülmesidir” demesiyle, “Biz böyle şeyden korkarız” dedik. “Ne korkuyorsunuz, padişahımızın (Sul­tan Murad’ın) emridir, ben de size emir veriyorum” dedi. Bunu icra etmeyecek olursanız hakkınızda fena olur, mazarrat görürsünüz” diye ekleyip bize talimat verdi. Verdiği talimat içinde “Sultan Abdülaziz’in işini kimsenin anlamayacağı, intihar ettiğini sanacağı şekilde bitirin; önce sol kolunun damarlarını kesin, sonra sağ kolunun damarlarını dahi keserek işini bitirin” tavsiyeleri vardı. Sonra bizi Dâmad Nûri Paşa, Mâbeyn Müşîrliği makamı odasında kabûl etti. O da “Sultan Aziz’e iyi hizmet edeceksiniz, her şeyini bana bildireceksiniz” deyip Mahmud Paşa’nın talimatını te’yîd etti ve ayrıca otuzar altın verdi. Sonra bir yâveri ya­nımıza katıp Fer’iyye karakoluna gönderdi. O gece karakol­da yattık. Sabah Mâbeynci Fahri Bey geldi. Bizi saraya sok­tu. Beyaz saplı çakıyı da o bana verdi. Hep birden Sultan Abdülaziz’in odasına girip hâkanı ayağa kalkmadan ku­cakladık. Fahri Bey ellerini arkasından tuttu. Cezayirli Mustafa ile Mehmed birer ayağına oturdular. Ben de bana tarif edildiği veçhile önce sol kolun ve sonra sağ kolun da­marlarını çakı ile kestim. Sol kolundan ziyâde, sağdan daha az kan aktı. Üç harem ağası kapının önünde, fakat odanın iç tarafında bizi seyrettiler.

            3 harem ağasından biri ölmüştü. Diğer ikisinin ifâdesi:

            Odanın içinde oturduğumuz yalandır, yahut vakit geç­ti, Pehlivan iyi hatırlayamıyor. Odanın dışında, fakat kapı­nın önünde, kimse girmesin diye bakıyorduk ama ötemiz­de birkaç süngülü asker de vardı...

            Savcının sorusu:

            Harem ağaları odanın dışında imişler ve o sırada Sul­tan Aziz Hazretleri ne hâl ve muamelede bulundular? Hâkan merhum bünyece çok kuvvetli olduğundan nasıl zaptedebildiniz?

            Harem ağaları odanın içindeydiler. Bir an çıkmış olabi­lirler. Onlara değil, işimize bakıyorduk. Hâkan Hazretleri’ni gafil avlamıştık. Henüz giyinmemişti. Gecelik kıyafet­le idi ve oturuyordu. Galiba Kur’ân okuyordu. Yanında Kur’ân-ı Kerîm açıktı. Odada kaldığımız bütün müddet en az beş, en çok on dakikadır...

            Diğer iki pehlivan, arkadaşlarının ifâdesi paralelinde ifade vermişlerdir. Onların ifadelerini nakletmeye lüzum görmüyorum.... Savcı:

            - Valide Pertevniyâl Sultan ifâdesinde bir gün önce hâkanın kapısı önünde birkaç kişinin “Şimdi mi girelim, aca­ba yanında kimse var mı?” diye söyleştiğinin sonradan kendisine anlatıldığını söylüyorlar. Bu söyleşenler siz miy­diniz?

            - Hayır biz değildik. Biz doğrudan doğruya odaya gir­dik. Yalnız harem ağaları vardı. Ne odada, ne sofada kadın yoktu...

            Fesâdın içinde bulunan Beşinci Murad’ın dârüssaâde ağası Süleyman Ağa’nın ifâdesi alınmamıştır. Zira harem ağalarını bir gün önce Fer’iyye’ye gönderen odur ve Şevk-Efzâ Vâlide’den talimat almıştır. Beşinci Murad düşünce Süleyman Ağa, ayda 20 altın emekli maaşı ile Medine’ye gönderilmiştir. Sultan Murad’ın veliahdliğinde de, veliahdin baş harem ağası idi.

            Dâmâd Nûri Paşa’nın Sorgusu

            Savcının, Müşîr Dâmad Nûri Paşa’ya sorusu:

            - Merhum Hâkan’ın bütün adamları yanından alındığı halde yalnız Fahri Bey’in yanında kalmasına izin verdiniz. Hâkanın hizmetinde 300 kadın, birkaç harem ağası, fakat erkek olarak yalnız Fahri Bey bırakıldı. Fahri Bey’e ne yol­da talimat verdiniz?

            - Fahri Bey’e talimat vermiş değilim. Gerçi mâbeyn müşîri olarak mâbeyncilerin âmiri idim... Sultan Aziz’in bu­lunduğu saray sûretâ benim emrimde idi. Gerçekte sâbık hâkanın muhâfazasına asker bakıyordu... Ben asker deği­lim. Hakan’ın tahttan indirildiği gün vezîr olan rütbem as kerî rütbelerden eşiti olan müşîre çevrilerek mâbeyn müşîri yapıldım. Asker üniforması giydim... Ancak asker Avni Paşa’nın ve onun adamı olan Râşid Paşa’nın emrindeydi. Fahri Bey’i kimin gönderdiğini bugün bile bilmiyorum. Pehlivanları evet ben gönderdim. Vâlide Şevk-Efzâ Sultan öyle emretmişti...

            Nûri Paşa’nın ilâvesi:

            Mâbeyn müşîri, normal zamanlarda bütün padişah sa­raylarının en büyük âmiri ve mes’ûlüdür. Bir padişahın tahttan indirildiği zaman ise, normal zaman değildir.

            Nûri Paşa, harem ağalarını gönderenin de kendisi olma­dığını ve olamayacağını, zira mâbeyn müşîrinin kadınların oturduğu Harem-i Hümâyûn’a karışmadığını, oranın âmi­rinin dârüssaâde ağası olduğunu, o sırada bu görevde de Süleyman Ağa’nın bulunduğunu söyledi. Mâbeyn müşîri­nin âmirinin doğrudan doğruya padişah olduğunu, mâbeyn müşîrine padişahtan başka kimsenin emir veremeye­ceğini, fakat Sultan Murad rahatsız olduğu için mecbûren bazı emirleri Vâlide-Sultan’dan aldığını, dârüssaâde (kız­lar) ağasının âmirinin ise Vâlide-Sultan, yoksa baş kadın-efendi olduğunu söyledi. Kendisi Sultan Murad’ın kızkardeşi ile evli olduğu cihetle esasen Vâlide-Sultan’ın kendi kayınvâlidesi sayılabileceğini ekledi.

            Sonunda, Şevk-Efzâ Vâlide’nin bu sorguya karıştırılıp Hânedân’ın şerefiyle oynanamayacağı, Medine’deki Süley­man Ağa’nın ifâdesi alınsa emirleri Vâlide-Sultan’dan aldı­ğını söyleyeceği anlaşıldığından, bu cihetle kapalı geçildi. Sultan Aziz’in katli için gönderilen dört harem ağasından Ken’an Ağa, bu sırada ölmüş bulunuyordu. Karabiber Rey- hân, Nazif ve Râkım Nesib Ağalar’ın sorguları yapılıp, üçü de hayat boyu Libya’ya sürüldüler ve orada ölünceye kadar nezaret altında, fakat kendi evlerinde yaşadılar.

            Ancak sorgu derinleştirilince Nûri Paşa Hazretleri’nin üç pehlivana, biri âşikâr, diğeri mahrem iki türlü talimat verdiği ortaya çıktı. Açık talimat, Sultan Aziz’in hizmetine gönderildikleri, kimseyle görüşmemeleri ve saire şeklin­deydi. 20 dakika süren ve ardından verilen gizli talimat, pa­zar sabahına kadar Sultan Aziz’in, intihara delâlet edecek şekilde öldürülmesini emrediyordu... Hiçbir tazyik altında yaptıklarını ifşa etmemeleri de söylenmişti. Nûri Paşa bu mahrem talimatını, sonuna kadar inkâr etmiştir. 3 Temmuz günü bile Nûri Paşa şöyle demektedir:

            Efendim Sultan Murad’ın ve annesi Vâlide Sultan’ın ve Avni Paşa ile Kayserili Ahmed Paşa’nın Sultan Aziz mer­hum üzerine olan düşmanlıkları cümlenin ve ezcümle pa­dişahımızın (İkinci Abdülhamid’in) malûmlarıdır. Böyle bir fiilde Seyyid Bey’den başka mahremleri de olamaz. Ben kim oluyorum da, bir hâkanın öldürülmesi için emir vere­yim!..

            Dâmâd Mahmud Celâleddin Paşa’nın Sorgusu

            Sultan Abdülmecid’in büyük kızı Fatma Sultan ile evli olan Nûri Paşa’ya karşılık, Mahmud Celâleddin Paşa da ay­nı padişahın üçüncü kızı Cemile Sultan’la evli ve o da Sul­tan Murad’la Sultan Hamid’in enişteleri idi. Nesebi, bu­lunduğu makamlar ve şahsiyeti bakımından Nûri Paşa’dan mühimdi. Sultan Aziz’in hal’i işine karışmamıştı. Katline iş­tirak etmekle itham ediliyordu. Babası Müşîr Dâmad Ahmed Fethi Paşa, bir ara “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk müsteşarı” denecek kadar nüfuz kazanmış meşhur Tanzi­matçılardandır. 1858’de 57 yaşında ölmüştür. İkinci Mah­mud’un 4 kızının üçüncüsü olan Atıyye Sultan ile evlen­miştir. Fakat Mahmud Celâleddin Paşa bu izdivaçtan değil, Fethi Paşa’nın daha evvelki izdivacından doğmuştur. Fethi Paşa’nın Sultan’dan doğan kızları Seniyye ve Feride Hanım-Sultanlar, Mahmud Celâleddin Paşa’nın -anne ayrı- kız kardeşleri olup Müşîr Hüseyin Paşa ve Müşîr Prens Mah­mud Nedim Yeğen Paşa ile evlenmişlerdir. 1836’da İstanbul’da doğan Mahmud Celâleddin Paşa, darbe sırasında 40 ve mahkeme sırasında 45 yaşlarında idi. Eşi Cemile Sultan kendisinden 7 yaş küçüktür. Cemile Sultan, Mahmud Celâ­leddin Paşa’dan 3 hanım-sultan ve 2 sultan-zâde beyefendi doğurmuştur. Yıldız Mahkemesi sırasında Mahmud Ce­lâleddin Paşa, Sultan ile 23 yıllık evli ve 3 prensesle 2 pren­sin babası idi.

            Buna mukabil Dâmad Nûri Paşa, bu derecede ehemmi­yet arz etmiyordu. Ferik Ârif Paşa’nın oğlu idi. 1840’ta İs­tanbul’da doğmuştu. Mahmud Paşa’dan 4 yıl kadar küçük­tü. Fatma Sultan önce Büyük Mustafa Reşid Paşa’nın gelini olmuş, fakat ilk kocası hâriciye nâzırı Dâmâd Ali Galib Pa­şa, 29 yaşında Boğaz’da boğularak ölünce, Sultan 18 yaşın­da dul kalmış, 6 ay sonra kendisiyle aynı yaşta olan Nûri Paşa ile evlendirilmişti. Yıldız Mahkemesi sırasında Nûri Paşa, Sultan’la 22 yıldan beri evli idi. Sultan’dan çocuğu yoktu (3’er yaşlarında ölen birer kız ve erkek çocuğu ol­muştu).

            İkinci Abdülhamid, Nûri Paşa eşi ablası Fatma Sultan’la resmî olmasına rağmen, Mahmud Paşa eşi kızkardeşi Ce­mile Sultan’la çok sevişirlerdi. Zîrâ ikisi bir arada üvey ve mânevî anneleri Perestû Kadınefendi tarafından büyütül­müşler, çocuklukları berâber geçmişti. Sultan Hamîd’in ilk aylarında Mahmud Paşa, fevkalâde nüfuz kazanmıştı. Eniş­tesi Amiral İngiliz Eğinli Said Paşa, yeni padişaha önce mâbeyn ferîkı, sonra müşîri, Mahmud Paşa’nın adamlarından gazeteci Said Bey (Sadrâzam Küçük Said Paşa) ise, mâbeyn başkâtibi olmuştu. Mahmud Celâleddin Paşa seraskerliğe getirilmişti. Ancak asabî, sabırsız bir adam olan Mahmud Paşa, Midhat Paşa ile işbirliği ettiği için Sultan Abdülhamid’i sinirlendirmiş, Libya eyâleti valiliğine gönderilmişti. Sonra Çeşme’de oturtulmuş, nihayet Sultan Abdülaziz’in katlinde suçlu olduğu ithamiyle İstanbul’a getirilmiştir.

            Mahmud Celâleddin Paşa, Sultan Abdülaziz’in ölü-mün­de rolü olduğunu sonuna kadar inkâr etmiştir. Şunları söy­lemiştir (özet):

            - Abdülaziz Hân’ın ölümünden iki gün sonra Şevk-Efzâ Vâlide’nin emriyle Fer’iyye Sarayı’na gittim. Sultan Abdü­laziz’in hizmetindeki 10 yaşından yukarı câriyelerin Fer’iy­ye’den çıkartılıp diğer saraylara nakline ve çıkarlarken yan­larında bir şey götürmemelerine nezaret ettim. Sultan Aziz’in ölümünü, Çamlıca’da köşkümde iken duydum. He­men Sadrâzam Rüşdü Paşa’nın yalısına giderek o gece taf­silâtı öğrendim. Pehlivanlara talimat verdiğim, külliyen ya­landır...

            Mahmud Paşa’nın yukarıdaki ifâdesi çelişkiler ve yalan­larla doludur. Bunların açıklamasına girmeyi lüzumsuz sa­yıyorum.

            Dârüssaâde ağası Hâfız Behrâm Ağa’nın, Yıldız Mahke­mesi reisi Sürûrî Efendi’ye ifâdesi:

            - O tarihte, Mahmud Paşa’nın zevcesi Cemile Sultan Hazretleri’nin baş harem ağası idim. Sultan, Mahmud Paşa ile beraber yazlığa, Fındıklı’dan Çamlıca’ya geçmişti. Ben de beraberdim. Fakat Sultan Aziz’in vefâtı günlerinde paşa, Çamlıca’ya gelmedi. Bazı nâzırlarla beraber Fındıklı’daki sarayında görüşmelerde bulunmak için Fındıklı’da kaldı. Bunu kat’î suretle hatırlıyorum ve kat’î surette beyan ediyo­rum.

            Mahkeme sırasında dârüssaâde ağalığına yükselen vezir pâyesindeki, dindarlığı ve dürüstlüğü ile tanınmış Hâfız Behrâm Ağa’nın ifâdesi budur. Mahkeme ayrıca Paşa’nın eşi Cemile Sultan’ın ifâdesine müracaat etmeye lüzum gör­memiştir. Zira Cemile Sultan’ın iddiası şudur: Amcam Sultan Abdülaziz öldürülmüş olabilir, elbet öldürülmüştür, fakat paşa zevcimin bu işle hiçbir alâkası yoktur, olamaz.

            Buna mukabil Cemile Sultan’ın 3 yaş büyük ablası ve Sultan Abdülmecid’in büyük kızı Fatma Sultan’ın düşüncesi şöyledir: Amcam Sultan Abdülaziz öldürülmüştür… Bu alçakça işe maalesef hiç karışmaması icab eden bir şahıs zev­cim Nûri Paşa da karışarak, hânedânımızın şerefini ayaklar altına almıştır.

            Ancak bu Sultanlar’ın ifâdelerine resmen başvurulmamıştır. Sebebi şudur: Herhangi bir kadının ko­cası aleyhine olabilecek şehâdette bulunması, usul bakımından kanuna uygundur; ancak kanunların ruhu bakı­mından ve ahlâkî bakımdan mahzurlar taşır...

            Nûri Paşa, Mâbeynci Seyyid Bey gibi sanıkların ve bazı şâhitlerin ifâdesinden şunlar da öğrenilmiştir: Cuntacılar, hakaret olsun diye Sultan Abdülaziz’i, Ayasofya avlusunda Sultan İbrahim’in türbesine gömmek istemişler. Ancak Sul­tan Murad müdâhale ederek amcasının, büyük babası ve amcasının babası Sultan Mahmud’un yanına Cağaloğlu’ndaki türbeye gömülmesini kesin şekilde irâde etmiş...

            Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın ifâdesi, sarayına Savcı Latif Bey’le Mâbeynci Râgıb Bey gönderilerek alınmıştır. Vâlide- Sultan ifâdesinde, oğlunun ölümünü feryadlar yükselip ko­şuşmalar başlayınca öğrendiğini ve o sırada saray yâverlerinden Binbaşı Gürcü Necib Bey’in yanına gelip “Cennet- mekân şehîd oldu” cümlesiyle durumu resmen kendisine bildirdiğini söylemiştir. Sonra palanın ne gibi tehditlerle alındığını hikâye etmiş; bir gün önce, oğlu ile son görüşme­sinde, oğlunun kendisini öldüreceklerini söylediğini nakletmiştir. Oğlunun odasının anahtarı olduğunu, fakat içeri­den sürgüsü bulunmadığını da bildirmiştir.

            Abdülaziz Hân’ın büyük oğlu ve o sırada müşîr rütbesi­ni taşıyan Yusuf İzzeddin Efendi’nin ifâdesinden:

            - Cennet-mekân’ın şehîd edildiği her hâl ve hareketin­den his olunuyor ve anlaşılıyordu... Cennet-mekân hakla­rında asker tarafından hürmetsizlikler huzurlarında sigara içmek derecesinde hakaret hâline geldi. Fakat kendileri as­la tavırlarını değiştirmediler ve görmezlikten geldiler...

            Savcı, 28 Mayıs 1881 günü Dr. Marko Paşa’ya, nasıl olup da Sultan Aziz’in resmî ölüm raporuna imza attığını sordu­ğunda Paşa, ezcümle şöyle ifade vermiştir:

            - Evet, dediğim gibi bu rapor, fennen nâkıstı. Avrupa’da da etıbbâca beğenilmedi, ilmî bulunmadı...

            - Bu raporu imzaladıktan sonra Müşîr Redif Paşa’dan murassâ (elmaslı) bir enfiye mahfazası aldığınız doğru mu?

            - Evet aldım, fakat bu bir şey ispat etmez. Almamazlık edemezdim. Çünki Redif Paşa âmirimdi. Üstelik kutunun padişahın ihsânı olduğunu söyleyerek verdi. Kimse padi­şah ihsânını geri çeviremez. Sonra yalnız bana değil, başka­larına da verildi. Meselâ bana verilen murassâ kutunun ay­nısı Dâmad Nûri Paşa’ya da verildi...

            Sultan Murad’ın başmâbeyncisi Edhem Bey’le ikinci mâbeyncisi Seyyid Bey’in ifâdeleri alındıktan sonra ilki serbest bırakılıp mahkemeye sevkine lüzum görülmemiş, ikincisi tevkif edilmiştir.

            Eski Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’nin Durumu

            Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi, 26 Temmuz 1878’de azledilmişti. Başına bir şeyler geleceğini bildiği için İstanbul’da bulunmayı nefsi için tehlikeli saymış, Medi­ne’de Ravza-i Mutahhara’da şeyhu’l-harem-i Hazret-i Ne­bevi hizmetini istemiştir. Padişah, arzusunu yerine getir­miştir. Yıldız Mahkemesi sırasında bu görevle Medine’de idi. Kendisi Yıldız Mahkemesi için İstanbul’a getirilmemiş, gıyabında hüküm verilerek Medine’de tevkif edilip Tâif kalesine sevk olunmuştur.

            Şimdi, Yıldız Mahkemesi safhalarına geçmeden önce Midhat Paşa’nın İzmir’de ve Rüşdü Paşa’nın Manisa’da na­sıl sorguya çekildiklerini, ne dediklerini, nasıl davrandıkla­rını anlatmam icab ediyor:

            Midhat Paşa’nın İzmir’de Fransa Başkonsolosluğu’na Sığınması

            Sultan Abdülhamid, Midhat Paşa’yı sorguya çekmek üzere, bizzat adliye nazırı Ahmed Cevdet Paşa’yı memûr etti. 19. asrın en büyük Türk hukukçusu ve tarihçisi, ilmiye’den mülkiyye’ye geçmiş ve her iki branşta da en yüksek rütbelere erişmiş (kazasker ve vezir), imparatorluğun me­denî kanunu olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi tedvîn et­miş, Sultan Aziz Vak’ası sırasında maârif nâzırı olduğu için olayın bütün tafsilâtını yakından yaşamış, şahsiyeti ve ah­lâkı bakımından nüfuz edilemez ve devlet menfaati aleyhi­ne herhangi bir harekete sevk edilemez mizaçta bulunan Cevdet Paşa, aynı zamanda imparatorluk adâletinin başı olarak, bu işle görevlendirilmişti. Midhat Paşa ile birçok ka­binede beraber bulunmuştu. Gerçi tam tarafsız olduğu söy­lenemez. Zira devletin başına açtığı belâlar dolayısıyla Mid­hat Paşa’dan nefret ettiği muhakkaktır. Fakat Midhat Paşa ile şahsî bir meselesi de yoktu. Üstelik bir çeşit fevkalâde savcılık yapacak, sorguya çekecek, mazbatayı Midhat Paşa’ya imzalatacaktı. Hiçbir yargı yetkisi yoktu. Vapurla İs­tanbul’dan İzmir’e gelirken, yanında eski şûrây-ı devlet re­isi Alî Paşa da vardı ki, Midhat Paşa’nın yerine Aydın eyâ­leti valiliğine gönderiliyordu.

            Midhat Paşa, haberalma hizmetlerinde kullandığı ve her üçü de zabtiye onbaşısı rütbesi taşıyan Yahudi Bohor, Rum Ancilos ve Ermeni Karabet’ten, İstanbul’dan kendisini sor­guya çekme selâhiyetiyle bir hey’etin geldiğini öğrendi. Bil­hassa Bohor’u, en gizli işlerinde kullanırdı. Sorguya çekil­meye falan niyeti yoktu. Avrupa’ya kaçmaya karar verdi. Fakat İstanbul’da seraskerlikten telgrafla İzmir’e bir askerî birliğe tevkif edilmesi için emir verildiği şüphesi üzerine, rıhtıma kadar inip bir vapurla anlaşıncaya kadar, İzmir’de­ki konsolosluklardan birine sığınmaya karar verdi. Normal olarak, İngiltere Konsolosu B. Dennis’e sığınması lâzımdı. Fakat Fransa başkonsolosu de Pellissier de Reynaud’ya sı­ğınmaya mecbur oldu. Şu sebeplerden:

            İzmir’de; Fransa başkonsolos, fakat İngiltere konsolos bulunduruyordu. Fransa başkonsolosluğu daha yakındı. İngiltere konsolosu o sırada sayfiyede idi; aynı zamanda ih­tiyar ve mütereddit bir adamdı.

            Hakkında tevkif emri çıktığını öğrenir öğrenmez, 18 Ma­yıs 1881 gecesi Midhat Paşa, Fransa konsolosluğuna gidip başkonsolostan siyâsî sığınma hakkı aldı. Eski bir sadrâzam ve hâlen devletin en mühim eyâletinin başındaki bir umû­mî valinin bu hareketi, son devir Türkiye tarihinin en çirkin olaylarından biridir ve Midhat Paşa için gerçek bir lekedir. Bunun şahsı için çok alçaltıcı bir olay olduğunu Midhat Pa­şa da kabûl etmekte ve hâtıralarında “Yalnız bana değil, ev­lâdıma da kalacak târîh-i ömrümün lekesidir” şeklinde iti­raf ile ancak can kaygısına düştüğünü ileri sürerek, şahsını savunmaya çalışmaktadır.

            Abdülhamid Hân, Fransa büyükelçisi Tissot’yu çağıra­rak tehdîd etti. Fransa’nın, Türkiye’nin iç işlerine karışmak niyetinde olup olmadığını sordu. Büyükelçi, Midhat Paşa’nın siyâsî mülteci olduğunu, bir konsoloshânenin Türk toprağı olmadığı için siyâsî mülteci kabûl edebileceğini - haklı olarak- ileri sürdü ve Paris’ten talimat isteyeceğini söyledi. Paris’ten uygun talimat alınca, İzmir’deki başkon­solos Pellissier’ye telgraf çekerek, Midhat Paşa’yı konsolos haneden çıkartmasını emretti. Bu emir, Fransa için bir leke teşkil eder. Ancak o sıralarda Fransa, Bâb-ı Âlî’yi tahrik edecek durumda değildi. Zira bir iki ay önce Tunus’u işgal eden Fransa, Türkiye’nin ciddî bir müdâhalesinden çekini­yordu. Üstelik İngiltere’nin adamı saydığı Midhat Paşa’yı tutmuyordu.

            Cevdet Paşa, henüz konsoloshânedeki Midhat Paşa’ya şu yazıyı gönderdi:

            - İzmir’de Fransa devleti başkonsoloshânesine firâr eyle­diğiniz hakkında resmî tebliğ vuku bulmamış olsaydı, kat’iyen inanmazdım. Hele bana, İstanbul’a ancak bir ecne­bi gemisiyle gidebileceğiniz ve İstanbul’da da ancak büyü­kelçilerin taahhüdü altında bir mahkemede muhâkeme edilmeyi kabûl ettiğiniz hakkında yolladığınız haber, inanılacak gibi değildir. Başka tedbirlere hâcet bırakmadan der­hal çıkarak teslîm olmanızı rica ederim.

            Diğer taraftan Cevdet Paşa, başkonsolosa da, Midhat Paşa’nın siyâsî mülteci sıfatıyla kabûl edilemeyeceğini, zira Sultan Abdülaziz’in katlinden maznun bulunduğunu, âdî bir suçla itham edildiğini bildirdi.

            İstanbul’daki büyükelçi Tissot’dan “O suretle hareket ediniz ki, Midhat Paşa, bir saat daha Fransız bayrağı altın­da kalmasın! Fransa konsoloshânesinin kendisi için melce’ olamayacağını paşaya bildiriniz” şeklinde çok kesin ve kes­kin emir alan Başkonsolos Pellissier, Paşa’ya durumu bil­dirdi.

            Cevdet Paşa’nın İzmir’e geldiği İstanbul vapurunda ma­iyetinde hünkâr yâverlerinden bahriye kolağası (deniz kı­demli yüzbaşısı) Osman Bey de bulunuyordu. Bu Osman Bey, meşhur Çerkes Hasan Bey’in bir yaş küçük kardeşi olup Yıldız Mahkemesi sırasında 30 yaşında idi. Ağabeyi­nin vak’asında sorguya çekilmiş ve tazyik edilmişti. Sonra Sultan Abdülhamid kendisini yâverleri arasına almıştı. Sonradan amiral olmuştur. Torunları hayattadır.

            Midhat Paşa, konsoloshâneden çıkmış ve İstanbul vapu­runa gelip Cevdet Paşa ile görüşmüştür. Cevdet Paşa, eski arkadaşına, kendisini bu vapurla beraberce İstanbul’a götü­receğini, orada mahkemeye çıkacağını, fakat vapur liman­da iken kendisinin ve savcı Latif Bey’in hazırlık sorgusunu yapacağını, istediği gibi cevap verebileceğini söylemiştir (Midhat Paşa, Cevdet Paşa gibi Rumeli asıllı, Cevdet Paşa’dan yaşça sadece 5 ay büyük, vezirlik rütbesinde Cevdet Paşa’dan 2 yıl, 3 ay, 19 gün kıdemli idi).

            Midhat Paşa’nın ilk sorgusu İstanbul vapuru İzmir lima­nında iken 3 saat, ertesi gün yapılan ikinci sorgusu gene 3 saat devam etmiştir. Bu sırada Midhat Paşa’nın önce Fran­sa konsoloshanesine ilticâsı, sonra tevkifi, gerçekten büyük haber olmakla Türk ve Avrupa basınında kendisine sahifeler tahsis ediliyordu. Pek çok Avrupa gazetesi, Yıldız Mahkemesi’ni takip etmek için, İstanbul’a ilâve muhabirler gön­dermeye başlamışlardı. Büyük edîb Ahmed Midhat Efendi’nin Tercümân-ı Hakikat’in 20 Mayıs 1881 cuma günkü nüshasında yazdığı başmakale şudur (sadeleştirerek veri­yorum):

            Ahmed Midhat Efendi’nin, Midhat Paşa Hakkındaki Başmakalesi

            “Aslında meziyyet ve mertebesi hiçlikten ibâret iken, Osmanlı saltanat-ı seniyyesi sâyesinde, beşer mertebeleri­nin sonuncusu bulunan vezâret rütbesini ihrâz eylediğin­den başka, vezirler ve müşîrler arasında riyâset makamı olan yüce sadâret makamına da vâsıl olmuş bir zât olan Midhat Paşa, şu fâni âlemde hayâl ve hâtıra sığabilen pâdi­şâh ihsânları ve mükâfatlarının hepsine ulaşmıştı. Öyle ol­duğu halde, devleti, meşrû hükûmeti, velinimeti efendisi padişaha karşı, umûmî efkârda ve âmme vicdânında ne bü­yük ve müthiş bir cinayetle maznûn olursa olsun, kendi vicdânında kendisini müttehem ve cânî görmeseydi, cebânetine (korkaklığına) mağlûb olmazdı. Bilakis, kendi hakkında hâsıl olan şübheden berâeti ve sadâkatini ibrâz için istintak ve muhâkemeye kendisi tâlib olurdu. Sadakât ve insâniyet bu idi. Ama Midhat Paşa, kendi vicdânında dahi müttehem ve cânî idi. Fevkalâde sorgu hey’etinin gönderilmesinden birkaç saat evvel keyfiyetten haberdar oldu. Hiç şüphe edilmeyeceği üzere, Cennet-mekân Şehîd Abdülaziz Hân’ın mübârek ve mazlûm kanı, Midhat Paşa’nın basiretini bağladı. Ne tedbir kuracağını şaşırdı. Kanunun pençesin­den kurtulurum diye ümîd etti. İzmir’deki Fransa konsoloshânesine sığındı. İzmir’de sekiz on devletin konsoloshânesi bulunduğu hâlde, hangisini seçti? Tunus meselesinden do­layı Devlet-i Aliyye ile dostça münasebetleri zedelenmiş bulunan Fransa konsoloshânesini tercih etti. Osmanlı hamiyyetine sahip namus sahipleri için burası ayrıca düşünü­lecek maddelerdendir. Zira Midhat Paşa, kendi kurtuluşu uğruna, Fransa ile devletimiz aleyhine olacak bir inkişafa güvendi. Saltanat-ı Seniyye için can fedasına dinen ve aklen mecbur olduğumuz halde, böyle şahsî menfaatler uğruna bu şekilde bir davranış, herkesin nefret ve lânetine hak ka­zanır. Hele Midhat Paşa ki, öteden beri kendisini âleme ka­nunları tanıyan, onlara riayet eden, fevkalâde bir vatanper­ver adam olarak tanıttırmıştı. Şimdi Fransa konsoloshânesine sığınması, onun bu sıfatlarına inananları, hayâl sukutu­na uğrattı. Öylesine bir en büyük cinayeti Fransa bayrağı­nın da kaldıramayacağını kestiremedi. Firâr ârını irtikâb et­ti. Milletlerarası kanunların inceliklerini kavrayamadı. Ce­haletiyle berâber hamiyyetsizliğini, vatanperverlik şöyle dursun, hattâ hayatındaki en büyük cürmü de açığa vurdu.

            İtham edildiği cinayet fiilinde iştiraki olduğunu, umûmî ef­kâr nezdinde, bütün bütün takviye etti...”

            Midhat Paşa’nın, Cevdet Paşa Tarafından Yapılan Hazırlık Sorgusu

            Midhat Paşa’nın, Cevdet Paşa, Başsavcı Latif Bey ve üç hâkim huzurunda kendisine tevcih edilen sorulara verdiği cevaplardan birkaçını aşağıya naklediyorum:

            Abdülaziz Hân’ın hal’i ne sûretle ve kimlerin mârifetiyle olmuştur? Lütfen tafsîlen beyan buyurunuz.

            Bu meselenin tafsilâtı kâğıtlara sığmaz. Abdülaziz Hân’ı birçok defa ikaz ettiğim halde faydası olmadı. Bir de­fasında şöyle dedim: “Yalnız askere hasr-ı nazar etmekle (orduya ehemmiyet vermekle) olmaz. Bulunduğumuz coğ­rafî mevki nâziktir. Bu mülkün idâresi bir kanuna bağlan­mak ve İslâm ile Hıristiyan sahiden müsavi hâle getirilmek lâzımdır...”

            Konsoloshâneye firâr fikrinin ânî geldiğini beyan bu­yurdunuz. Hâlbuki konağınızın harem tarafının arkasından bir gizli küçük kapıyı bir iki ay evvel açtırdığınız ve konağı oradan terk buyurduğunuz anlaşıldı. İlticânız üzerine kara ve deniz askerimiz, konsoloshâneyi hem karadan, hem de­nizden muhâsaraya aldı. Başkonsolos sizi iâde etmek iste­diği halde ona da karşı koydunuz ve Fransa konsoloshânesine sığınmakla, İzmir’deki bütün devletlere ilticâ etmiş sa­yılacağınızı bildirdiniz. İzmir’deki on dört devletin konso­losunu, bulunduğunuz konsoloshâneye çağırtıp bunu yüz­lerine karşı söylediniz. Belki Fransa konsolosunun sizi tes­lim edeceğini ümîd etmiyordunuz. Fakat hiçbir zaman o binâyı terk edip Avrupa’ya da gidemezdiniz. Bütün devletle­ri başınıza toplamaktan, şahsınızı bu derece milletlerarası bir hâdise hâline getirmekten ve Devlet-i Aliyye’ye bu derecede muhabbetsizlikten maksadınız ne idi?

            Can korkusuna kapılmıştım. Şimdi bu yaptığımı, siyâsî hayatımın en büyük lekesi olarak kabul ediyorum.

            Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya, Hüseyin Avni ve Kayserili Ahmed Paşalar hakkında, Çerkes Hasan Vak’ası’ndan son­ra “Bunların ikisi de fena adamlardır, cezalarını gördüler” buyurmuşsunuz, doğru mu ve doğru ise böyle fena adam­larla niçin işbirliği yaptınız?

            Bu sözü Rüşdü Paşa’ya söyledim. Her ikisiyle de aynı kabinede nâzır olarak beraberdik. Sadrâzam değildim, nâzırlardan biriydim. O hükûmetteki iyi ve kötü adamlardan mes’ûl olamam!

            Padişah cenâzelerinin nasıl kaldırıldığını biliyorsunuz. Sultan Abdülaziz’in cenâzesini niçin el çabukluğuna getir­diniz? Cennet-mekân’ın sol memesi altındaki morluğa ve ince yaraya ve ön dişlerinden ikisinin kırık olmasına ve sa­kalının bir tarafının yoluk bulunmasına ne dersiniz?

            Fevkalâde bir zamandı. Cenâzenin hemen kalkması lâ­zımdı. Cenâzeyi ben görmedim. Beyan ettiğiniz hususlarda malûmatım yoktur.

            Çerkes Hasan’ı niçin mahkemeye çıkarmadan hemen idam ettirdiniz?

            Çerkes Hasan’ın idamı için hükûmet kararı alınmadı ve benim reyim yoktur. Asker (ordu) içinde bir hâdise idi. Hemen idamına karar vermişler.

            Cennet-mekân Hâkan’ın pala’sının sûikasdden yarım saat evvel alınmasına ne buyurursunuz?

            Bu hususta bir malûmatım yoktur.

            Cennet-mekân’ın şehîd edilmesi kimin emriyle oldu?

            Vefâtına intihar dendi. Gerçi pek inanamadım. Fakat kimse sesini çıkarmayınca ben de öyle davrandım. Abdülaziz merhumun muhafazası işi Avni Paşa ile Kayserili Ahmed Paşa’ya verilmişti. Mademki intihar olmayıp katledildiğini söylüyorsunuz, elbette bu ikisinin tertibiyle olmuş­tur. Nasıl tertîb ettiklerini bilmiyorum, kendilerine sorul­mak icab eder.

            Paşa Hazretleri, ikisi de yıllar evvel ölmüş iki şahsı sorguya çekmemizi tavsiye ediyorsunuz. Bu ciddî bir tav­siye değildir. Nasıl tertîb edildiğini, vak’anın içinde bulu­nan zât-ı devletleri gibi zevatı sorguya çekerek öğrenece­ğiz. Sultan Abdülaziz Hazretleri’nin irtihalleri haberini Bâb-ı Âlî’ye o sabah gittiğinizde sadâret müsteşarı Saîd Efendi’den işittiğinizi ifade buyurmuştunuz. Keyfiyet, Sa­îd Efendi’den soruldu. İfâdenizi külliyen ret ve tekzîb et­miştir.

            Artık beş senelik hâdiseleri daha fazla hatırlayamıyorum.

            Daha fazla örnek vermeye lüzum görmüyorum. Yukarı­daki misallerden, Midhat Paşa’nın hâdiselerin üzerinden kaymak istediği, bazen mağrur cevaplar verdiği, bazen sor­gu hey’etiyle istihzâya kadar işi ilerlettiği açık şekilde anla­şılmaktadır.

            Eski Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’nın Manisa’daki Mâlikânesinde Yapılan Sorgusu

            Rüşdü Paşa tevkif emrine, doktor raporu ile karşı çıktı... Savcı, raporu reddetti. Bu sefer bir doktorlar hey’eti tarafın­dan muayene edildi. Yerinden kaldırılmasının hayatî mah­zur doğurabileceğine dair rapor aldı. Bunun üzerine tevkif edilemedi. Manisa yakınlarındaki mâlikânesine bir hey’et gönderilerek sorgusu yapıldı. Bu sırada gerçekten hasta ve 70 yaşında idi. Ertesi yıl Manisa’da mâlikânesinde ölmüş ve yakasını kurtarmıştır.

            Sadrâzam Keçeci-zâde Dr. Büyük Mehmed Fuad Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’e Rüşdü Paşa hakkındaki sözü:

            Rüşdü Paşa o derecede ihtiyatlı bir zâttır ki, bir işi başarması mümkün değildir.

            İkinci Sultan Abdülhamid’in babası Sultan Mecid’in Fransızca hocası olan Mütercim Rüşdü Paşa hakkındaki kanaati:

            Mürâî ve iki yüzlü idi. Bütün harekâtı sahte idi. Bir şe­yi yapacak gibi yaltaklanır, fakat elinden bir şey gelmezdi.

            İki çok keskin görüşlü politikacının Rüşdü Paşa hakkındaki bu hükümleri doğrudur. Şunu da ben ilâve edeyim: Rüşdü Paşa’nın maaşı ve -o zaman çok tabiî ve son derece­de meşru sayılan- padişah ihsânları dışında hiçbir para, menfaat ve hediye kabûl etmediği, servet denecek mühim bir şey bırakmayarak siyâsî hayatını kapadığı da kesin şe­kilde bilinmektedir. Rüşdü Paşa’nın zekâsı ise, Midhat Paşa’dan kat kat üstündür. Aşağıda onun sorgusundan da ör­nekler verecek, fakat tefsir yapmayacağım. Şu kadarını be­lirteyim; cevapları, dört padişaha beş defa sadrâzamlık yapmış, askerlikte müşîr rütbesine kadar geldikten sonra mülkiyeye geçmiş bir devlet adamının zerre kadar vekarını taşımamaktadır. Sadece inkâr cevaplarıdır. İşte örnekler:

            Sultan Aziz Hazretleri’nin hal’inde kullanılan askerî kıt’alar “Bizim hal’den haberimiz olsaydı başka türlü olur­du” demeleri üzerine, bu kıt’aları derhal taşraya sevk etti­niz. Diğer kıt’alara ise Sultan Aziz Hazretleri’nin şahsî pa­rasından 45.000 altın dağıttınız. Zât-ı Devletleri, sadrâzam idiniz.

            Evet sadrâzam idim. Fakat ordu işleriyle serasker uğ­raşır... Zerre kadar malûmatım yoktur.

            Murad Efendi’nin cülûsu, kimse tarafından hoş-nutluk­la karşılanmadı. Efkâr-ı umûmiyenin önünü almak için ne gibi tedbirler ittihaz buyurdunuz?

            - Hiçbir tedbir almış değilim. Alınmışsa, benim haberim yoktur.

            - Cennet-mekân Hâkan’dan pala’sının alınarak teslim olunması ve şayet vermezse askerler girip cebren alacağı o zaman binbaşı olan İzzet Bey’ce Fahri Bey vasıtasıyla bildi­rilmiştir. Bir binbaşının böyle bir şeyi kendiliğinden yapa­mayacağı âşikârdır. Siz mi emir buyurdunuz?

            - Bir sadrâzamın o kadar işi vardır ki, bir binbaşı ile uğ­raşmaz. İzzet Bey’in kumandanı kim ise, elbette o emir ver­miştir.

            - Yüzer altın gibi bir maaşla üç bahçıvanın Sultan Abdülaziz Hazretleri’nin hizmetlerine gönderilmesindeki mak­sat nedir, lütfen beyan buyurunuz!

            - Asla bildiğim ve işittiğim şeylerden değildir, külliyen meçhulümdür.

            - Cennet-mekân Hâkan’ın hizmetine gönderilmiş üç bahçıvan pehlivanın ifadeleri Zât-ı Devletleri’ne okundu. Fahri Bey’le beraber cinayeti nasıl işlediklerini ikrâr ediyor­lar. Pehlivan Mustafa Çavuş, “İbtidâ sol kolunun, sonra sağ kolunun damarlarını kestim ve böyle şehîd ettim” diyor. Buna ne buyurulur?

            - İlk defa işitiyorum.

            - Bu kaatil Mustafa Çavuş’un, Hüseyin Avni Paşa ile şahsen tanıştığı şâhitlerin ifâdesiyle ortaya çıkmıştır. Bir se­raskerle bir çavuş nasıl ve niçin tanışır ve konuşur?

            - Bu dahi külliyen meçhûlümdür.

            - 2 ilâ 3 altın aylık maaş almaları icab eden üç bahçıva­na 100 altın aylık maaş ve 30 altın atıyye ile hizmet verilme­sindeki sûiniyet bedâhaten anlaşılmaz mı?

            - Zerre kadar malûmatım yoktur. Ben bahçıvan maaşla­rını nereden bileyim?

            - Sultan Murad cülûs eder etmez, muhtellüş’ş-şuûr olduğu ortaya çıktı. Bu vaziyette Sultan Aziz Hazretleri’nin tekrar tahta çıkmaları mümkün olabilir mi idi?

            - Bu bâbta beyân-ı re’ye âcizim. Çünki ulu hâkanları­mız, Cenâb-ı Hak tarafından seçilirler... Ben Allah’ın bir kuluyum. Benim zan ve hesabım bâtıl olmaz mı?

            Zât-ı Devletleri’ni tehdid ederek Avni ve Midhat Paşalar’ın hal’ işine sürüklediklerini birçok kimseye, yana yakı­la hikâye buyurmuşsunuz. Sultan Aziz merhumun hal’i için verilen fetvanın da haksız olduğunu söylemişsiniz. Bunlar doğru mudur?

            Hüseyin Avni Paşa tarafından pek çok defa tehdid edildiğim doğrudur. Elim ayağım bağlı idi. Kötü adamların kılıcı altında idim.

            Çerkes Hasan’ın çıkardığı vak’anın sebebi ne idi?

            O vakitler pek çok şey söylendi. Hattâ kafayı çekip bu işi yaptığı bile iddia edildi. Sonra araştırdık. Ömründe içki içmediği ortaya çıktı. Maksadın ne olduğunu ben bilemem.

            Çerkes Hasan’ın fiilini niçin tahkik etmediniz? Hak­kında idam cezası hangi mahkemede hükmolundu? İdam cezası için irâde-i seniyye istihsâl kılındı mı?

            Her memlekette bu çeşit suçlar için alelacele mahkeme kurulup hüküm infaz edilir. Elbet bu vak’ada da böyle ol­muştur.

            Hüseyin Avni Paşa’nın katlinin ertesi günü Yıldız kasr-ı hümâyûnunda Nûri Paşa’nın odasında Midhat Paşa, Çerkes Hasan için “Tahkikat ve istintak ve muhâkemeye hâcet yoktur, katl ve idam olunmalı ve bu makulenin vücudu kâ­milen ortadan kaldırılmalıdır” dediğini paşa haber veriyor, ne buyurursunuz?

            Hiç hatırımda yoktur.

            Çerkes Hasan Vak’ası hakkında olan evraka müracaat olunmuş, bir mahkemeden hüküm çıkmadığı anlaşılmıştır.

            - Benim hatırıma gelen, yukarıda ifade ettiğim derecededir.

            - İfâdesine müracaat ettiğimiz doktorlar, Sultan Abdülaziz merhum için alınan rapor hakkında, “kendi kendisini öldürmüştür” denmesi üzerine sathîce bir rapor yazdıklarını söylemişlerdir. Ertesi günü Dr. Marko Paşa ile Nûri Paşa’ya birer murassa (elmaslı) kutu ve sair tabiplere 360 altın mükâfat verilmiştir. Bunlardan elbette haber ve mâlûmât-ı devletleri vardır.

            - Bunların hiç birisini bilmiyorum, belki bilen vardır.

            - Şehid Hâkan karakola nakledildiği zaman yaralı olup, hayât eseri olduğu şahitlerin ifadeleriyle kat’î şekilde anla­şılıyor. Bu durumda Zât-ı Devletleri ve Midhat Paşa ve sair nazırlar ve ulemâ ne yaptınız?

            - Bu sorulan şeyleri hatırlamaktan âcizim.

            - Şehid Hâkan’ın tahttan indirilmesinin üçüncü ve dör­düncü günleri ahalinin Sultan Abdülaziz lehine hareketleri ve askerin aynı şekilde heyecan göstermesi ve ileri giden kıt’aların taşraya gönderilmesi hakkında mâlûmât-ı devlet­leri nedir?

            - Muhâkeme olunduğu halde her şey meydana çıkacağı muhakkaktır.

            - Pehlivanların gönderilmesi hususunda Zât-ı Sâmîleri’nin ve bulunduğunuz bir hey’etin kararı olduğunu Nûri Paşa beyan etmiştir.

            - Yalandır.

            - Merhum Hâkan niçin karakol gibi münasebetsiz bir yere taşınıp bırakıldı? Bu münasebetsizliği görünce Zât-ı Devletleri ne yaptınız? Ne söylediniz, ne tedbir aldınız?

            - Evet, taşınması ve karakolda bulundurulması münase­betsizdir. Niçin olduğunu elbette sordum gibi hatırıma ge­liyor. Ne cevap aldığım şimdi asla hatırıma gelmiyor.

            - Merhum Hâkan’ın, Topkapı Sarayı’nda gasl edilmesin­de sol memesi üzerindeki büyük morluk ve kesik, ön dişle­rinin iki kırığı -ve sol sakalının yolukluğu, Sultanahmed vâızı Ömer Efendi ve 7 Enderun Hırka-i Şerif ağası tarafından beyan edildi.

            Şimdi işitiyorum.

            Kaleme alınan bir rapor muhafaza edilmeyip hemen karakolda yırtılmış.

            Asla malûmatım yoktur.

            Alelade bir cesed bile keşif naibi tarafından îlâm veril­medikçe defnolunamaz. Hâlbuki Şehîd Hâkan, uydurma bir rapor alınıp cesedi gömülmüştür. Sonra sadreyn müste­şar muavini Tahsin Efendi oraya gelince gıyabî bir zabıt tut­muş, bu varaka Hayrullah Efendi’nin imzasıyla şer’î îlâm hâline sokulmuştur. Böyle bir varakanın keşif îlâmı yerine îtibâr edilmesine hükûmet karşı çıkmadı mı?

            Hayır! Bu gibi meselelerde şeyhülislâm konuşur, hükûmetin dîğer âzâsı böyle şer’î meselelere karışmazlar. Hâkanın dışarıdan öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Fakat bu cümlemi zabtetmeyiniz. Yazarsanız imza etmem!

            Bu cümlenizi niçin söylüyor, fakat imzalamıyorsunuz?

            Bu cümleyi imzalamıyorum. İfademin diğer kısım-ları­nı imzalıyorum.

            Midhat Paşa’nın yukarıda naklettiğim sözlerini işitti­niz mi?

            İşitmedim. Fakat Midhat Paşa, âdeti veçhile birtakım aşağılık sefilleri toplar, gece içki sofrası başında böyle saç­ma şeyler söylerdi. Onlar da ertesi günü doğru yanlış etra­fa yayarlardı.

            Hâkanın ölümü gecesi, hatırlayacaksınız, bütün İstan­bul matemlere boğulmuştu. Hâlbuki aynı gece Fer’iyye Karakolu’nun önünde kandil yakılarak şenlik yapılmış. Halkla alay edilmiş. Hükûmet olarak bunu duyunca ne yaptınız?

            Bu hususta bir şey işitmedim. İşitseydim elbette ya­panları cezalandırırdım.

            - Hâkan karakola getirildiği zaman hayatta bulunduğu­nu kabûl buyurdunuz, karakolda ne kadar yaşadı?

            - O vakit bunu ben de sordum. Evet yaşıyordu, fakat te­kellüme (konuşmaya) iktidarı yoktu.

            - Hâkan henüz hayatta ve yaralı iken nasıl olur da bu­lunduğu yerde tedavi edileceğine, karakol gibi akıl almaz bir yere taşınır? Vefatı hâlinde en büyük tazimat içinde ce­nazesi kaldırılmak icab ederken, hiç kimse hakkında icrası dinimize, millî şerefimize ve insanlığımıza sığmaz tarzda çul üzerine konup hakaret görür? Bütün bunlar sûikasd ol­duğuna delâlet eder. Çok açık delillerdir. Her türlü ve en in­ce adlî tahkikat yapılmaya lâyık meselelerdir. Hiçbir tahki­kat yapılmamış. Bu meselenin hurda teferruatıyla 5 sene­dir bütün dünya çalkalanırken Zât-ı Devletleri, sanki sor­duğum sualler tarihlerin uzun sayfalarını kaplayacak en fevkalâde ehemmiyette şeyler değil de, sudan şeylermiş gi­bi; hatırlayamadığınızdan, bilmediğinizden, bilemeyeceği­nizden bahsettiniz. Bu vak’alar geçerken sadrâzam değil miydiniz?

            - Aradan beş sene geçti. Ben dört senedir hastayım. Zih­nim perişandır. Hatırlayamamam tabiîdir.

            - Şehid Hâkan’ın Fer’iyye’de oturduğu ve afiyette bu­lunduğu bir sırada böyle birdenbire terk-i hayât eylemiş ol­duğunu, sâhil-hâne-i devletlerinde iken haber almış bulun­duğunuzu ifade buyurdunuz. Sonra merhum Hâkan Hazretleri’nin saraylarından alınıp, hayatta bulundukları halde karakola götürüldükleri ve öldüklerini beyan buyurdunuz. Hâlbuki bir ferd, hâlet-i nez’de (komada iken) rûhunu teslim etmedikçe bulunduğu yerden harice çıkarılamaz ve ba­şı ucunda Kur’ân okunur ve rahat etmesine dikkat olunur ve yaralı ise yaralarına ihtimam edilir ve çocukları ve hare­mi, yanına çağrılır. Bütün bunlar dinin ve insanlığın en basit emirleridir. Öyle bir şanlı padişah nasıl oluyor da, üzerinden kanlar aka aka, muhterem ailesinin ellerinden zorla kopartılıp karakola götürülmüştür? Nazırlar Meclisi’nde (bakanlar kurulu) bu facia (trajedi) niçin müzakere edilmemiş ve suçluların cezalandırılması yoluna gidilmemiştir? Zât-ı Sâmîleri, sadrâzam olarak bu husustaki vazifenizi ne şekilde ifa buyurdunuz? Bütün bunlar, bir intiharı değil, bir cinayeti gösteren açık deliller olduğu halde Zât-ı Devletleri “Kimse intihar olduğuna şüphe etmedi, ben de etmedim” buyuruyorsunuz. Hiçbir suale dosdoğru tek cevap verme­diğiniz halde, sualleri değişik şekilde sormama itiraz buyu­ruyorsunuz.

            - Benim başka cevabım yok. Bütün bu söylediklerinize hiçbir cevabım yok. Ne biliyorsam yukarıda söyledim.

            - Zât-ı âlîleri, istintâkın (sorgunun) başından beri, sual­lerin en canlı ve hükümlü olanlarına kat’î bir cevap verme­diniz. Hatırlayamadığınızdan bahs ile geçiştirmek istedi­niz. Bendeniz savcı olarak, kat’î cevap talep ederim ve bu talebimde ısrar etmek benim hakkım ve vazifemdir. Herke­sin bildiği şeyleri bile hatırlayamadığınızı beyan buyurdu­nuz. Hâlbuki bu ifadeniz mahkemeye intikal edecektir. Bir beğenilecek ve hâkimleri tatmin edecek ifade değildir. Tam cevaplar verip kendi bakımınızdan müdafaalı sözler söyle­meniz münasip ve hukuka ve menfaatlerinize uygun olur­du. Suallerim içinde itiraz edecekleriniz oldu ise, bunları yalanlamak da hakkınızdı. Fakat bunların hiçbirini yapma­dınız!

            - Perişan zihnimin müsaade ettiği her şeye cevap ver­dim. Vukuf ve mâlûmâtım olmayan şeylere ve hatırlayama­dığım hususlara ait bilmiyorum diye cevap vermek, benim sarîh hakkımdır.

            - Bazı suallerime cevap lutfetmeyip bu suallerin cevap­larını ancak Şevketmeâb Efendimiz Hazretleri’ne (İkinci Abdülhamid’e )söyleyebileceğinizi, başkasına söylemeyeceğinizi beyan buyurdunuz.

            - Evet, öyle dedim.

            - Sultan Abdülaziz’in Fer’iyye Sarayı’ndan taraftarların­ca kaçırılacağı zât-ı âlîlerine ihbar edilmedi mi?

            Kat’iyyen mâlûmâtım yok.

            Hükûmet olarak neşrettiğiniz resmî raporda, merhum Hâkan’ın sol kolunda beş ve sağ kolunda ve kan damarla­rında üç santimetre büyük ve müteaddit yaralar olduğu ya­zılıdır. Demek ki merhum Hâkan önce sol kolu damarlarını kesmiş ve bu kesilen kolunu hareketten alıkoymuştur. Böy­le muattal ve hareketi olmayan kol ile diğer; yani, sağ kolun kesilmesi makul müdür? Niçin merhum Hâkan’ı tıbbî ve il­mî ve fennî ve dinî şekilde muayene ettirip otopsi yaptırmadınız? Yaptırsa idiniz, mademki intihar ettiğine kanisi­niz, iddianız ortaya çıkar, şüpheler kalkardı.

            Ben oraya mevkiimin uzaklığı ve haberin geç gelmesi cihetiyle en sonra geldim. Herkes toplanmıştı. Hekimler gelmişti. Naaş karakolda idi. Bana intihar olduğu söylendi. İnanmamam için bir sebep yoktu.

            Merhum Hâkan’ın her iki kolunun damarlarının da ke­sik olduğunu karakolda haber almadınız mı? Bir kişinin sol damarları tamamen kesikken nasıl sol eliyle makas tutar da sağ damarlarını da kesebilir?

            O vakit aklım başımda bulunsa idi, bir kolunu kestik­ten sonra, diğer kolunu kesmeye nasıl iktidarı olabileceğini sormak tabiî idi. Fakat herkes vefâtın intihar suretiyle oldu­ğunu söyledi. Dehşet ve telâş içinde, yaralı ve damarları çö­zülmüş sol kolla sağ kolun damarlarının kesilemeyeceğini düşünemedim.

            Bu, delillerin sonuncusu ve en kesini idi...

            Sorgu bitmiş­ti.

 

            B) Mahkeme

            Yıldız Mahkemesinin Teşekkülü

            Cevdet Paşa, o kadar senelik arkadaşı Midhat Paşa’yı teslim alıp İstanbul vapuruna koyarken, vali konağını bo­şaltan Midhat Paşa’nın ailesi, İzmir’deki İngiltere konsoloshânesine “misafir” sıfatıyle geçmişler ve orada oturmaya başlamışlardır. 23 Mayıs sabahı vapurdan çıkartılan Midhat Paşa, Yıldız Sarayı’nda Malta Köşkü’nde alıkonulmuştur. Zira muhakemenin Yıldız Sarayı’nda yapılmasına karar ve­rilmiştir.

            3 gün sürecek ve o kadar milletlerarası tesirler uyandıra­cak Yıldız Mahkemesi, padişahın ikamet ettiği sarayın bah­çesinde kurulan bir büyük otağ içinde icrây-ı adalet edecek­ti. Şüphesiz seçilen yer yanlıştı. Fevkalâde bir mahkeme ha­vası veriyordu. Padişahın tesiri altında yapıldığı hissini ve­riyor ve hâkanı Türk düşmanlarının tenkitlerine hedef kılı­yordu.

            Hâlbuki fevkalâde bir mahkeme değildi. Hâkimlerin hiçbir usul dışı selâhiyetleri yoktu. Celseler açıktı. Bütün bunlarla beraber gene de Yıldız Mahkemesi’nin siyâsî tesir­lerden tamamen uzak, bütün hukuk kaideleri uygulanmış bir teşekkül olduğu iddia edilemez. Ancak görülen dava, zâten bir bakıma tamamen siyâsî idi. Bir devlet başkanının şahsî sebeplerle devrilmesi ve öldürülmesi muhâkeme edi­liyordu.

            Mahkemeye, adliye nezaretinden alınan davetiye ile girilebiliyordu. Şüphe olmayan belirli sayıda isteyen şahsa dave­tiye veriliyordu. Yabancı muhabirlerin ve kordiplomatiğin hepsine davetiye verilmişti. Türk gazetecileri de mahkeme­yi takip ediyorlardı.

            Mahkeme 27, 28 ve 29 Haziran 1881 pazartesi, salı, çar­şamba günleri olmak üzere 3 gün sürecekti.

            Muhâkeme, tabii merciinde, yani Temyîz’e bağlı İstinaf Mahkemesi’nin cinayet mahkemesi kısmında yapılıyordu. Burada reîs Ali Sürûrî Efendi, ikinci reîs -Rum asıllı- Hristo Forides Efendi, üyeler Emin Bey, Hüseyin Hâmid Bey, Emin Efendi ve Gadban Efendi idi. İddia makamı da İstinaf Cina­yet Mahkemesi’nin normal savcılarından ibaretti: Başsavcı Abdüllatif Bey, yardımcı savcılar Râşid Bey ve Râif Bey, mahkeme başkâtibi Emrullah Efendi idi. Emrinde 9 zabıt kâtibi bulunuyordu (Şâkir, Rızâ, Sedad, Aziz, Tahsin, Nûri, Zekâî, diğer Rızâ ve Rupen Efendiler). Hazırlık sorgusunu yapmış müstantık (sorgu hâkimi) Fındıklılı Mehmed Efen­di ile diğer müstantık Hüseyin Şükrü Efendi de, bir şey so­rulması ihtimaline binâen hazır bulunduruluyordu.

            İddia-nâmede Beşinci Murad ile Şevk-Efzâ Vâlide de ithâm ediliyor, ancak durumları dolayısıyla muhâkeme edilemiyorlardı. Zâten -bu sırada artık tamamen iyileşmiş ol­masına rağmen- Sultan Murad’ın deli olduğu, itina ile zik­rediliyordu. Arz-ı Niyâz Kalfa, cinayetle itham edilmesine rağmen, kadın olduğu için padişah tarafından muhakemeden af edildiği bildiriliyordu. Hasta olduğu için doktor raporuna göre Manisa’dan getirtilemeyen Rüşdü Paşa, gıya­bında muhakeme edilecekti; sorgusu Manisa’da tamamlan­mış, ayrıca kendisini müdafaa sadedinde söyleyecek bir şe­yi olup olmadığı da kendisinden sorulmuştu. Sultan Murad’ın başmabeyncisi Edhem Bey’in suçlu olmadığı hazırlık sorgusunda anlaşılmıştı; hakkında savcı ithamı yoktu, mahkemede sadece şahid olarak dinlenebilecekti.

            Maznunlara (sanıklara) avukat tutmaları, tutmak istemeyenlere adliye nezâretince tutulacağı bildirilmiştir. Midhat Paşa eski avukatlarından Şehrî Efendi’yi seçmişti. Nûri Paşa da aynı avukatı seçmiş, Mahmud Paşa, avukat istememekte direnmiştir. Ayrıca meşhur hukukçu ve Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler) müderrislerinden Manyasi-zâde Refik Bey (ki 1908’de adliye nâzırı olacaktır), Midhat Paşa’yı ek avukat olarak savunacaktı. Sanıkların ailelerinden bazıları, mahkemeyi takip için dâvetiye almışlardı.

            Hâkimler ve Savcılar

            Reîs Ali Sürûrî Efendi’nin babası Kadı Ali Nazif Efendi, Köprülüler devrinde 1674’e kadar 12 yıla yakın şeyhülislamlık etmiş büyük devlet adamı ve hukukçulardan Minkaarî-zâde Yahyâ Efendi’nin torunlarından olup Alâiye (Alanya)’ye bağlı İbradı kasabasındandır. Sürûrî Efendi’nin annesi Nefise Hanım ise, Üçüncü Selim’in ünlü Nizâm-ı Cedit kumandanı Vezir Kadı Abdurrahman Paşa’nın kızıdır. Yıldız mahkemesi sırasında rütbesi İstanbul idi (orgenerale eşit askeri rütbe), 1882’de Kazasker olmuş, 1888’de ilmiye sınıfından –Cevdet Paşa gibi- mülkiyeye geçerek rütbesi eşiti olan vezîr’e çevrilmiştir. Eyâlet valiliklerinde bulunmuştur. Yıldız Mahkemesi’nden 9 yıl sonra 30 Kasım 1890’da İzmir’de ölmüştür. Oğlu Nazif Surîrî Bey bâlâ rütbesine kadar çıkmış devlet adamlarından şair ve ediptir. Onun oğulları Yusuf, Lûtfullah, Celâl, Ali Sürûrî kardeşler, tiyatro san’atkârlarıdır.

            İkinci Reîs Hristo Forides Efendi, İstanbullu Rumlar’dan olup mahkeme sırasında 51 yaşında idi. 55 altın aylık maaş alıyordu. 28 Şubat 1892’de Temyîz üyesi iken İstanbul’da öldü.

            Üye Hüseyin Hâmid Bey, 44 yaşında ve 47,5 altın aylık maaş sahibi idi (imparatorluk devrinde bütün me’mur maaşları kesintisizdir). Sonradan bâlâ rütbesine (orgenerale eşit) kadar çıkmış, 2 Kasım 1911’de ölmüştür. Kıbrıslı bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa’nın damadıdır.

            Üye Mehmed Emin Bey, 56 yaşında ve 40 altın maaşlıdır. 20 Ekim 1982’de ölmüştür. Cevdet Paşa resmî siciline el yazısı ile şu kaydı düşmüştür: “Geniş kültür, iffet ve fevkâlade doğruluk sahibi olup, şöhreti tariften müstağnidir” İstanbul’da Mekteb-i Hukuk-ı Şâhânenin (Hukuk Fakültesi ) ilk dekanıdır.

            Hacı Emin Efendi Haremeyn pâyesinde idi.

            Başkâtib Emrullah Efendi, Bigalı’dır ve muhakemede 35 yaşında idi. Sonradan Temyîz üyesi olmuş, ûlâ rütbesine yükselmiş, 1908’den sonra ölmüştür.

            Başsavcı Abdülallatif Bey, Vak’a-i Hayriyye’nin ünlü sadrâzamı Benderli Mehmed Selim Paşa’nın oğludur. Mahkeme sırasında 45 yaşında idi. Rütbesi ûlâ sanisi (tümgenerale eşit) idi. Sonradan bâlâ rütbesine kadar yükselmiş, 1889 Mart’ında Tokat mutasarrıfı iken bu şehirde ölmüştür.

            Muavini Mehmed Râşid Bey, 33 yaşında idi. İstanbullu’dur.

            Sorgu hâkimi (müstantık) Mehmed Nazmi Efendi, 59 yaşında idi. İstanbul’da doğmuştur. Ocak 1889’da ölmüştür.

            Diğer sorgu hâkimi Hüseyin Sıdkı Efendi, 45 yaşında idi. Koniçe’de doğmuştur. 30 Mayıs 1895’te öldü.

            Yıldız Mahkemesi kararlarını temyiz eden Temyiz Reîsi Mustafa Lebîb Efendi, aynı zamanda İzmir’de Mütercim Rüşdü Paşa’nın sorgusunu yapan hâkimdir. 43 yaşında idi. İstanbul doğumludur. Bâlâ rütbesinde (orgeneral’e eşit), Birinci Osmânî ve Birinci Mecîdî nişânlarını hâizdi. 1877’den beri senatör olup bu sıfatını 1900 Şubatında ölünceye kadar muhafaza etti. Yüksek hâkimlerden iken 1876’da İkinci Abdülhamid tahta çıkınca onun mâbeyn ikinci kâtibi, ertesi yıl senatör, ertesi yıl mâbeyn başkâtibi, sonra ayda 150 altın maaşla Temyiz Reisi, Yıldız Mahkemesi’nden sonra Bulga­ristan fevkalâde komiseri, sonra Saltanat (İmparatorluk) Başsavcısı olmuştur.

            Yıldız Mahkemesi’ni temyizde görüşen hey’etin ikinci hâkimi Mustafa Hâşim Efendi, Şeyhülislâm Ahmed Muhtar Efendi’nin oğludur. Bu şeyhülislâm da Sadrâzam Koca Yu­suf Paşa’nın torunudur. İstanbul’da doğan Hâşim Efendi (yahut Bey), mahkeme sırasında 39 yaşında idi. 1890’da Libya eyâleti valisi, 1903’te rütbesi ilmiyeden eşiti olan mülkiye rütbesi vezire çevrilerek ve böylece Haşim Paşa olarak maârif nâzırı olmuştur. 1908’e kadar maârif nâzırlığında kalmış, 1920’de ölmüştür. Arapça ve Türkçe bazı ki­taplar yazmıştır. “Mektepler olmasaydı şu maârifi ne güzel idare ederdim!” nüktesi, bu Hâşim Paşa’ya izâfe edilir.

            Temyiz üyesi Mahmud Mazhar Bey, Bergama doğumlu­dur. 54 yaşında idi.

            Temyiz üyesi Rızâ Bey bâlâ rütbesinde idi.

            Temyiz üyesi Yorgiadis Efendi ile ûlâ rütbesindeki İkyadis Efendi, Rum asıllı idiler. Diğer üye hâkimler Rüşdü Bey, Reşad Bey (ûlâ sânîsi), Raûf Efendi (Haremeyn) idi.

            Yıldız Mahkemesi boyunca kendi bilgi ve isteklerini Sul­tan Abdülhamid, 34 yaşındaki mâbeyncilerden Râgıb Bey vasıtasıyle iletmiştir. 1857’de İstanbul’da doğmuş, 1920’de İstanbul’da 63 yaşında ölmüştür. Galatasaray mezunudur.

            Sonradan vezir ve Râgıb Paşa olmuş, hepsi murassa İmtiyâz; Osmânî ve Mecîdî nişanlarını almış, 1908’e kadar mâbeyncilikte kalmıştır.

            Mahkemenin Açılması

            (27 Haziran 1881 Pazartesi, Saat: 10.00)

            Saat tam 10.00’da başlarında Midhat Paşa olduğu halde 11 sanık mahkemeye getirildi: Eski sadrâzam Midhat Paşa, eski nâzırlardan Vezir Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa ve Müşîr Dâmad Nûri Paşa, eski ikinci mâbeynci Fahri Bey, es­ki ikinci mâbeynci Seyyid Bey, Albay İzzet Bey, Binbaşı Nâ­mık Paşa-zâde Ali Bey, Binbaşı Gürcü Necib Bey, Pehlivan Mustafa Çavuş, Pehlivan Cezayirli Mustafa, Pehlivan Hacı Mehmed.

            Hâkimler, bir metre yüksekliğinde bir kürsünün arka­sında yer almışlardı. Reîs Sürûrî Efendi başta, diğer hâkim­ler kıdemlerine göre onun solunda oturuyorlardı. Reisin sağ tarafında ise Başsavcı Abdüllatif Bey’in yardımcıları bu­lunuyorlardı. Bunların arkasında yaldızlı bir koltuğa otu­ran adliye nâzırı Cevdet Paşa, muhâkemeyi bütün ruhuyla takibe hazırlanıyordu. Sağ tarafta sanık avukatları, onların karşısında şahitler yer almıştı. Ön sıralar büyükelçilere ve diğer kordiplomatiğe, onların arkasındaki sıralar ecnebi ve yerli gazetecilere ayrılmıştı. Mahkeme salonu hâline getiril­miş çadır en çok 400 kişiyi alabiliyordu. Çadır dışında bü­fe kurulmuştu. Büfede her şey yenip içilebiliyor ve ücret ödenmiyordu. İlk günü mahkemeye gelen dinleyicilerin sa­yısı, basın mensupları tarafından 200’e yakın olarak tahmin edildi. Dinleyiciler arasında Osmanlı nazırları, eski nazırlar, vezir ve müşîrler de göze çarpıyordu. Gazeteciler arasında bilhassa Londra ve Paris’ten gönderilmiş hususî muhabir­ler görülüyordu. Başlarında reis, hâkimler içeri girince istisnasız herkes ayağa kalktı.

            Muhakemenin Birinci Günü

            Saat on birde Sürûrî Efendi, celseyi açtığını bildirdi. Si­yah cübbeli beyaz sarıklı idi. Taşıdığı ilmiye rütbesinin cübbesini giymişti. Reisin emriyle Başkâtib Emrullah Efendi, ithamnameyi okumaya başladı. Abdüllâtif Bey’in itham­namesi dikkatle hazırlanmıştı ve çok uzundu. Onun için di­ğer kâtipler, başkâtib yorulunca, okumaya devam ettiler. İthamnamenin okunması saat 13.00’te bitti, yani tam 2 saat sürdü.

            İthamnâme, üç pehlivanın, Dâmad Mahmud ve Dâmad Nûri Paşalar’ın 15 ilâ 25 yıllık bahçıvanları olduğunu, 2 ilâ 3 altın maaş alan bu pehlivanlara birden 130 altın aylık ve­rilerek Sultan Aziz’in sözde hizmetine gönderildiğini, peh­livanların 130 altın aylıklarının vaktiyle ceyb-i hümâyûn defterlerine resmen kaydedildiğini iddia ediyordu. Bu de­recede mühim bir emrin Dâmad Paşalar tarafından pehli­vanlara, Fahri Bey’e, cinayet sırasında dalkılıç kapıyı bekle­yen Binbaşı Ali ve Necib Beyler’e, “hal’ erkânı” denen Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar’la Hayrullah Efendiler’in bilgisi, tasdikleri ve direktifleri olmadan verilemeyeceği uzun uzun belirtiliyordu. Kaldı ki bu sonuncular, hâkanın ölü­münden sonra yapmaya mecbur oldukları tahkikata da yaptırmamışlardı. Bu suretle cinayet fiiline iştirak etmiş oluyorlardı. Başsavcı, Seyyid ve İzzet Beyler hakkında ceza kanununun 175. maddesine göre 10’ar yıl hapis, diğer 9 sa­nıkla Medine’deki Hayrullah Efendi hakkında ise, aynı ka­nunun 170. ve 45. maddelerine göre idam istiyordu. Katle iştirak eden 3 harem ağası, hayat boyu Konya’ya sürülmüş­lerdi. Onlar, bu mahkemenin mevzuuna dâhil değillerdi.

            Mahmud ve Nûri Paşalar ile Ali ve Necib Beyler, katle bi­rinci derecede yardımcı ve hazırlayıcı ve medhaldar olmak­la üç pehlivan ve Fahri Bey ise kaatillikle suçlanıyorlardı. Ceza kanunu, her iki grup için de aynı cezayı veriyordu.

            Reis efendi, bundan sonra ilk olarak Pehlivan Mustafa Çavuş’un dinlenmesini emretti.

            Pehlivan Mustafa Çavuş’un Muhakemesi

            Çavuşun avukatı Manyasî-zâde Refik Bey, müvekkili için cezanın hafifletilmesini, çünki en büyük yerlerden emir alarak bu fiili işlediğini belirtti. Sonra Reis Efendi, Mustafa Çavuş’a:

            - Ayağa kalkınız ve bu işin nasıl olduğunu bize anlatı­nız, dedi.

            Mustafa Çavuş, hazırlık sorgusunda söylediklerini tek­rarladı. Reis sık sık sual sorarak, davanın iyice ortaya çık­masını sağladı. Sonra Hacı Mehmed Pehlivan, sonra Ceza­yirli Mustafa Pehlivan, sonra Mâbeynci Fahri Bey, reis tara­fından sorguya çekildiler.

            Fahri Bey’in Sorgusu

            Fahri Bey, genç, uzun ve mütenasip vücutlu, güzel çehreli, zayıfça idi (Times muhabiri Sir Mckenzie Dules’in 28 Haziran tarihli gazetesine gönderdiği telgraf haberindeki tavsif). Fahri Bey, kendisinden önce dinlenen üç pehlivanın kaatilliği kabûl etmeleri hakkındaki ifadeleri reddetti. Eski hakanın, şuuruna halel geldiği için intihar ettiğini iddia et­ti. Reîs Efendi, Fahri Bey’in uzun müdafaasını dinledi. Son­ra şu suali sordu:

            Sultan Abdülaziz merhûmun nezdinde Sultan Selim’e ait pala’yı, hâkan hazretleri, şahsını korumak için alıkoymuştu. Niçin palayı ondan aldınız?

            - Bana palayı almamı emrettiler. Ben de itaate mecbur oldum.

            - Bu palayı kime ve nasıl verdiniz?

            - Pencereden uzatarak bir çavuşa verdim.

            - Cinayetten bir gün evvel sizi karakolda Dâmad Mahmud Paşa, Dâmad Nûri Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve İzzet Bey’le oturup müzakerede bulunduğunuzu görmüşler. Ne konuştunuz?

            - Ben onların müzakerelerine katılmadım. Beni sadece palayı almam için çağırmışlardı.

            - Palayı teslim ettiğiniz çavuş kimdi?

            - İsmini bilmiyorum.

            - Vâlide-Sultan ifâdesinde, pala verilmediği takdirde zorla alınacağını tehdit eder tarzda söylediğinizi bildiriyor. Hâkanın tek müdafaa vasıtası olan ve hakkında müşîrlerin toplanarak müzakere ettiklerini söylediğiniz bu palayı nasıl olur da ismini bilmediğiniz bir çavuşa pencereden verirsiniz? Bu ifadenizi kabûl edemem.

            - Saray, askerle kuşatılmıştı. Hepsinin ismini bilemez­dim. Verdiğim asker palayı elbette merciine teslim edecekti.

            Sonra Binbaşı Necib Bey, sonra Binbaşı Ali Bey sorguya çekildiler. Ondan sonra Reis Sürûrî Efendi yorulduğu için çekildi. Sorguya alınan Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa’nın sorgusunu ikinci reis Hristo Forides Efendi yaptı.

            Dâmâd Mahmud Paşa’nın Sorgusu

            Her iki binbaşının da kaatilliği reddetmesinden sonra Mahmud Paşa dinlendi. Times muhâbirine göre, Dâmad Paşa “uzun boylu, toplu, fakat yakışıklı endamlı, bünyesinden kuvvet fışkıran, güzel siyah gözlü idi”, hâkimin bazı sorularına cevap verirken tereddüt geçirdiği müşâhede edi­liyordu. Reis efendi, sorgusuna devam etti:

            - Üç pehlivanı eski hâkanın hizmetine kim tayin etti?

            - Ben değilim.

            - Nûri Paşa ile Seyyid Bey, bu üç pehlivanın tayininin irâde alınarak ve nâzırlardan bazılarıyla danışılarak yapıl­dığını söylüyorlar. Siz de nâzır idiniz ve sarayda bulunu­yordunuz. Nûri Paşa, Mustafa Çavuş’u sizin kendisine tav­siye ettiğinizi söylüyor.

            - Bu Mustafa’yı bundan 15 sene evvel bir defa Çamlıca’da görmüştüm. Hizmetkârlar listesini hazırlayan Nûri Paşa’ya tavsiye etmiş olabilirim.

            - Pehlivan Mustafa’ya talimat verdiniz mi?

            - Hayır.

            - Bu 3 pehlivan, kendilerini bir odaya çağırdığınızı, Sul­tan Abdülaziz’i öldürmek için 100 Türk altını aylık bağladı­ğınızı ve 30 altın atıyye verildiğini söylüyorlar. Sonra siz­den hususî talimat aldıklarını beyan ediyorlar. Bu makule adamların padişah nezdine tayinleri makul müdür?

            - Bunların hepsi asılsızdır. Esasen sâbık hâkanın saray adamlarını tayin için benim selâhiyetim yoktu.

            - Cinayetten evvelki gece nerede idiniz?

            - Çamlıca’daki köşkte idim. Sabahleyin Mehmed Rüşdü Paşa’nın Bebek’teki yalısına gittim.

            - Mehmed Rüşdü Paşa, o sabah yalısına geldiğinizi kabûl etmiyor. Uşağınız Derviş Ağa da o gece sizin Fındık­lı’daki sarayınızda bulunduğunuzu söylüyor. Behram Ağa ise, o zaman baş harem ağanızdı, Fındıklı’daki sarayınızda bazı nâzırlarla toplandığınızı beyan ediyor.

            - Ben de size o gün Çamlıca’da olduğumu başka şahit­lerle isbât edebilirim.

            - Yüzbaşı Ahmed Efendi, Abdülaziz Hân’ın vefâtından iki saat evvel sizi karakolda gördüğünü beyân ediyor.

            - Karakola asla gitmiş değilim.

            - Sultan Aziz Merhûm’un sarayını nezâret altında bu­lundurmak ve servetini tanzim etmekle vazifelendirildiği- niz anlaşılıyor.

            - Merhum hâkanın sarayının gözcüsü falan değildim ve sarayda hiçbir vazife ve memuriyetim yoktu.

            - Nasıl olur? Sultan Aziz’in servetini tasfiyeye memûr komisyonun âzâsı ve bir ara reisi idiniz. Her şeyi Nûri Paşa ile beraber kararlaştırıyor ve her an Sultan Murad’ın vâlidesi ile görüşüyordunuz. Bunları Midhat Paşa söylüyor.

            - Benim komisyondan malûmatım yok.

            - Abdülaziz Hân’ın başına gelen felâketi ve tafsilâtını kimden öğrendiniz?

            - Gazetelerden öğrendim.

            - Nasıl olur? Bu ifadenizi kabûl edemem!

            Dâmad Nûri Paşa’nın Sorgusu

            Dâmad Nûri Paşa’nın sorgusunu da Forides Efendi yaptı:

            - Sultan Murad cülûs edince sizi kim mâbeyn müşîrliği makamına getirdi?

            - Sultan Murad getirdi. Mâbeyn müşîrini padişahtan başka kimse tayin edemez.

            - Sâbık Hâkan’ın Fer’iyye Sarayı’na nakline nezârete ve servetinin alınmasına ve tasfiyesine kim me’mûr edilmişti?

            - Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa.

            - Tek başına o mu?

            - Komisyon; Rüşdü Paşa, Mahmud Paşa, Midhat Paşa, Avni Paşa, Hayrullah Efendi’den müteşekkildi. Bu komis­yonun mütalâa ve emri alınmadan hiç kimse hiçbir şey ya­pamazdı. İrâde-i şâhâne de bu merkezde idi.

            - Pehlivanları siz mi tayin ettiniz?

            - Onları bana Seyyid Bey getirdi. Pehlivanlara 100 altın maaşı ben verdim. Komisyon bu maaşı münasip görmüştü, nitekim resmî ceyb-i hümâyûn defterinde kayıtlıdır.

            - Sizin gibi ve sizin makamınızda bir adam, bu üç pehli­vanın yüzüne ve hallerine bakıp, ne makule adamlar ol­duklarını hemen anlar. Böyle adamlar padişahın hizmetine nasıl verilir? Komisyondan emir aldığınızı ve padişah irâ­desiyle bu komisyonun -usul dışı olarak- size emir vermek selâhiyetine sahip kılındığını iddia buyuruyorsunuz. Bu adamların sâbık hâkana gönderilemeyeceğini niçin komis­yona söylemediniz? Emir zâbiti değildiniz ki, mâbeyn müşîri idiniz.

            - Bir fevkalâde zamandı. Buyurduklarınız, tabiî zaman­larda geçer şeylerdir. İrâde-i seniyye ile muvaşşah komis­yon kararlarını münakaşa edemezdim. Emirlerini icra ede­cek başkasını yerime getirirlerdi.

            - Pehlivanlara nasıl gizli talimat verdiniz?

            - Gizli talimat vermedim ve pehlivanlarla yalnız kalma­dım... Pehlivanları Seyyid Bey bana getirdiği zaman ya­nımda Dâmad Mahmud Paşa, Dârüssaâde ağası Süleyman Ağa ve daha bir iki şahıs vardı.

            - Mâbeyn müşîrinin haberi olmadan padişah sarayların­da kuş uçmaz. Her şeyi önce mâbeyn müşîri öğrenir. Her şeye, her türlü emri vermeye selâhiyetlidir... Mes’ûliyeti de o derecededir. Ölüm haberinin önce size iletilmesi lâzımdı. Ölüm mahalline herkesten önce gitmeniz ve derhal tahki­katı başlatmanız lâzımdı. Bunları yaptınız mı?

            - Evet gelip bana Sultan Abdülaziz’in kendi hayatına kasdettiğini, kendisini yaraladığını ve vahim vaziyette bu­lunduğunu haber verdiler. Artık önce bana mı haber verdi­ler, burasını bilemem. Derhal vak’a mahalline gittim ve der­hal sâbık hâkanın hususî hekimi olan Dr. Marko Paşa’nın çağırılmasını emrettim. Fakat Avni Paşa orada idi ve bana söz düşmezdi. Marko Paşa’nın, rapor hakkında diğer he­kimlerle münakaşasını dinleyip çekildim.

            İkinci Mâbeynci Seyyid Bey’in Sorgusu

            Sonra Sultan Murad’ın ikinci mâbeyncisi Seyyid Bey’in sorgusunu gene Hristo Forides Efendi yaptı:

            - Pehlivanları Nûri Paşa’ya sizin götürdüğünüz hakkın­da Nûri Paşa’nın biraz önceki ifâdesini duydunuz. Esasen Sultan Aziz’in ölümü üzerine Nûri Paşa’ya “Sultan Murad’ın talii varmış, çünki kendisine endişe verecek tek adam öldü” demişsiniz ve sevinç izhar etmişsiniz.

            - Bir padişahın ölümüne sevinç izhar edecek terbiye ile yetiştirilmedim. Farz-ı muhâl öyle yapmış olsam bile, hisle­rimi açıklamam, beni hangi kanunun hangi maddesi ile suçlu duruma düşürür?

            - Sevinç izhar ettiğiniz Nûri Paşa’nın ifâdesiyle sâbittir, kelime oyunları ile kapatamazsınız. Herhalde bir mâbeyn müşîri ve padişah damadı size iftira etmez. Pehlivanlar cin­sinden adamları padişah hizmetine nasıl lâyık gördünüz ve merhum hâkana hangi hizmette bulunacaklardı ki, şimdi benim aldığım maaşın üç katı maaşla tayinleri için Nûri Pa­şa’ya götürdünüz? Bir mâbeynci olarak hangi çeşit adamla­rın padişah hizmetine verileceğini pekâlâ bilmeniz icab eder. Sûikast niyetini bilmeden pehlivanları götürdüğünü­zü iddia etmeniz makul değildir.

            - Bu adamları ben seçmedim. Midhat Paşa bu pehlivan­lar hakkında fikir ve mütalâamı sordu, ben de bildiklerimi söyledim.

            - Ne söylediniz? Midhat Paşa gibi bir adam nasıl bahçı­van tayini ile uğraşır? Süikast ve sûiniyyet apâşikârdır.

            Sonra Albay İzzet Bey’in sorgusu gene İkinci Reîs efendi tarafından yapıldı. İfadesi arasında İzzet Bey şunları söyledi:

            Sultan Aziz’in sarayına âit her şey Fahri Bey’in emriy­le yapılıyordu ve onun izni olmadan kimse saraya girip çı­damıyordu. Biz, sarayın karşısındaki karakolda idik. Sultan Aziz’in bulunduğu Fer’iyye Sarayı’na serbestçe girip çıkan tek kişi Fahri Bey’di.

            Midhat Paşa’nın Sorgusu

            Midhat Paşa’nın sorgusuna da ikinci Reîs efendi başladı. Diğer sanıkların sorgusunda Midhat Paşa salonda değildi, Malta Köşkü’nde dinleniyordu. Reis efendinin emriyle ge­tirildi. Paşa, elinde defterler, kâğıtlar olduğu halde pervasız denecek bir tavırla girdi. Çıt çıkmıyordu. Dâmad Mahmud Paşa’nın yanındaki sandalye gösterildi, oraya oturdu. Sa­nıkların arasında muhâfızlar vardı, fakat silâh taşımıyorlar­dı. Paşa koyu gri softan bir yazlık takım giymişti. Sakalında beyaz tüyler görülüyordu... Yüzü iyi ve sıhhatli idi. İkinci Reîs efendi, isterse oturarak da ifade verebileceğini söyledi. Midhat Paşa, fırlar şekilde birden ayağa kalktı. Sıhhati ye­rinde olduğunu, yalnız reis efendinin izniyle önündeki is­kemlenin arkasını tutarak ayakta ifade vereceğini söyledi. Reis izin verdi ve kendini iyi hissetmediği takdirde hemen oturmasını ve cevaplarını oturduğu yerden vermesini, bu­nun için ayrıca izne ihtiyacı bulunmadığını bildirdi.

            Midhat Paşa, bu çeşit mahkemelerin bütün dünyada ka­palı celsede yapılmasının usûl olduğunu, öyle olduğu hal­de açık celsede muhâkeme edilmekten sevinç duyduğunu belirtti. Bundan sonra Hristo Efendi ilk sualini tevcih etti:

            Sultan Murad’ın sözlü irâdesi üzerine sarayda bir ko­misyon kuruldu mu ve bu komisyon kimlerden müteşek­kildi?

            Midhat Paşa, bu suale cevap vermeyeceğini, çünki sadet dışı, lüzumsuz, mevzuu dağıtıcı bir sual olduğunu, kendisi­nin suçlanmasıyla ilgili bulunmadığını beyan etti. Sonra hayli tafsilât vererek, Sultan Murad’ın tahta geçmesinden sonraki hükûmet toplantı ve kararlarını anlattı. Reis:

            Paşa Hazretleri, dedi, sorduğum suallere cevap ver­mekle mükellefsiniz. Suallerin zât-ı devletleri ile ilgisi ol­mayabilir... Fakat dâvânın başka taraflarıyla alâkalıdır ve bunun takdiri mahkemeye âittir. Muhâkemeyi ve mevzu­unu da siz değil, biz tayin ederiz.

            Midhat Paşa ezcümle şunları söyledi:

            Bütün nâzırların bir araya gelmesindeki zorluk karşı­sında, o fevkalâde zamanda benimle Rüşdü Paşa, Avni Pa­şa, Mahmud Celâleddin Paşa ve Hayrullah Efendi’den mü­rekkep bir komisyon kurulmuştu.

            Bu komisyonla devlet işlerini yürütmek, diğer nâzırların haklarını kısıtlamak değil midir ve kanunlarımızda böy­le şey olur mu? Merhum hâkanı, nasıl Fer’iyye’ye nakledip muhâfaza ettiniz?

            Fer’iyye’ye nakil merhûmun kendi arzusu üzerine ol­du. Muhâfazası ile cümlemiz meşguldük.

            Pehlivanların tayini meselesinde yukarıda bahis buyurduğunuz komisyonun bilgisi olduğunu Nûri Paşa söy­ledi, ne dersiniz?

            Bu tayinden biz nâzırlara haber verdiler. Sultan Murad’ın sadık adamları olduklarını söylediler. İtiraza mahal yoktu... Ben kendilerini görmedim.

            Bu kadar nâzik bir mevkie, yani padişah ve halîfenin hizmetine bu makule adamların tayinleri münâsip mi idi? Bunda bir acayiplik görmediniz mi?

            Ben adamları görmediğim için ne makule olduklarını bilemezdim.

            Öyle söylüyorsunuz ama, Mustafa Çavuş’la Avni Paşa’nın tanıştıkları tahkikatımız neticesi ortaya çıkmıştır. Acaba hâkanı öldürmek emrini komisyonunuz vermedi mi?

            Siz buna delil mi diyorsunuz?

            Ben size soruyorum, delil değil midir diye. “Sultan Aziz günün birinde tekrar saltanata geçecek olursa kendi­mizi mahvolmuş addedebiliriz” buyurmuşsunuz. O sırada böyle dediğinizi hazırlık sorgusunda kabûl ettiniz. Sultan Aziz’in tahta dönebilmesi korkusu sizi bir sûikasde sevk et­miş olamaz mı?

            Bunların hepsi mantıklı sözlerdir. Güzel düşünülmüş şeylerdir. Fakat hiçbiri delil değildir.

            Sabık hâkanın bütün adamlarını yanından uzaklaştır­dığınız halde, yalnız Fahri Bey’i bıraktınız. Sâbık hâkanın Fahri Bey hakkındaki itimadı, sizin için istifadeyi mûcib ol­du. Komisyonun tasavvurunu icra mevkiine koymak için bundan istifade ettiniz. Felâketten haberdar olunca ne yap­tınız?

            Bâb-ı Âlî’de iken öğrendim. Hemen Fer’iyye karako-lu­na geldim. Birçok nâzır, ulemâ ve on dokuz hekim toplan­mıştı. Fahri Bey hâkanın intihar ettiğini söyledi. Herkes gi­bi ben de buna inandım.

            Siz yalnız Fahri Bey’in söyledikleriyle iktifa ettiniz. Hakikatin tezâhürü için inceden inceye tahkikat icrâsını emretmemişsiniz. Şûrây-ı Devlet Reisi, nâzır ve en yüksek mahkemenin başı idiniz. İşgal eylediğiniz mevkie nazaran vak’ayı derinleştirmek vazifenizdi. Meseleyi sükût ile ge­çiştirmek istediniz. Bu da cinayette madhaliniz olduğunu ortaya koyar.

            Bunun için ben mes’ûl addediliyorsam, diğer nâzırları da mes’ul tutmak lâzım gelir. Fakat o nâzırları burada ya­nımda maznûn (sanık) olarak göremiyorum.

            - Nâşı niçin iyice muayene ettirmediniz? Sathî bir muâyene ile iktifa ettiniz? Etıbbâ raporu tıbbî nazardan tamamen eksiktir. Şer’î îlâm, yalnız Fahri Bey’in ifâdesine dayan­maktadır... Bütün bunların sebepleri nedir?

            - Ben de sizden fazla bilemem. Doktorlara ve şer’iye me’mûrlarına sorunuz!

            - Cesedin sol memesi üzerindeki oldukça büyük, morar­mış kesik, yoluk sakal ve kırık iki diş hakkında ne diyorsu­nuz?

            - İlk defa duyuyorum.

            - Sultan Abdülaziz’in vefat ettiği gece Fer’iyye karako­lunda şenlik yapıldığı, zeybek oynandığı, bütün millet ve karşıda sarayda merhumun ailesi kanlı gözyaşları dökerler­ken zevk ve eğlenceye dalındığı doğru mu ve bu durumda nâzırlar komisyonunuz ne yaptı?

            - Komisyon, askerin zeybek oyunuyla meşgul olmaz. Bu kadarı fazladır. Bunlar sadece küçültücü suallerdir.

            - Bununla beraber hâdisenin söylediğim gibi olduğu muhakkaktır. Merhum hâkan karakola getirildiği zaman henüz hayatta idi. Hayatta olduğunu bildiğiniz halde teda­vi ettirmediniz, projenizi tahakkuk ettirmek içindir.

            - Hayatta olduğunu bilmiyordum.

            - Mahkeme sizi İzmir hâdisesi hakkında da sorguya çek­mek istiyor. Sizi Fransız konsoloshânesine ilticaa sevkeden sebepler nelerdir?

            - Hayatıma yapılacak sûikasdden korktum.

            - Siz, hayâtınıza bir sûikasdde bulunulmasından kork­tuğunuzu, bunun için ikametgâhınızdan gizlice çıkıp Fran­sız konsoloshânesine bir sığınak talebine gittiğinizi söylü­yorsunuz. Endişeniz bundan ibaret olsaydı, memleketini­zin zabıta ve adliyesine müracaatla yardım talebinde bulu­nabilirdiniz. Siz de bizimle beraber kabûl edersiniz ki, nef­sine emniyeti bulunan bir adam, memleketin adliyesinden kaçınmaz ve bir yabancı bayrağı altına sığınmaz, ama siz konsolosluğun size siyâsî sığınma hakkı vereceğine, iade etmeyeceğine çok güvendikten başka; şahsınızı, milletlera­rası bir mesele hâline de getirmek istediniz. Bundan başka, sorgunuzun başından beri sualleri reddettiniz, ithamları in­kâr ettiniz. Sanki hiçbir şey olmamış, olmuş olsa bile pek ehemmiyetsiz bir şey olmuş gibi davrandınız. Bir hüküm­darın öldürülmesi ise, emîn olunuz hiçbir adlî sistemde, ehemmiyetsiz bir şey telâkki edilmez. Buyurunuz, sorgu­nuz bitmiştir.

            İlk Günün İkinci Celsesi

            Saat 16.30 idi. Midhat Paşa çıkarıldı. Diğer sanıklar yer­lerinde kaldılar. Yarım saat ara verildi... Saat 17.00’de Reîs Sürûrî Efendi yerini aldı ve ilk günün ikinci celsesini açtığı­nı bildirdi. Haklarında Libya’ya hayat boyu sürgün kararı hükümdarca verilen harem ağalarından Reyhân Ağa’yı şâhit sıfatıyla sorguya çekti (çünki zâten sürgüne mahkûm olmuşlardı). Reyhân Ağa dedi ki:

            Sultan merhumu öldürüyorlardı. Fahri Bey padişahı omuzlarından tutmuştu. Cezayirli Mustafa ile Hacı Mehmed birer bacaklarına oturmuşlardı. Mustafa Pehlivan da kollarını kesiyordu... Ali Bey’le Necib Bey, yalınkılıç kapı­da bekliyorlardı. Bu manzara karşısında aklım başımdan gitti. Her şey bir anda olup bitti.

            Her iki binbaşı da kılıçlarını çekmişler miydi?

            Yalnız Ali Bey yalınkılıçtı, Necib Bey kılıcını çekmeksizin onun yanında idi. Hemen aşağı kaçtım. Orta katta Arz-ı Niyâz Kalfa ile Mahmud Celâleddin Paşa’yı konuşurlar­ken gördüm.

            Mahmud Paşa, Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, teker teker söz alarak Reyhân Ağa’nın şehâdetini reddettiler, yalan söylediğini iddia ettiler. Sürûrî Efendi’nin Reyhân Ağa’ya “ne dersiniz?” demesi üzerine Ağa, çok şiddetli bir dille, anlattıklarının aynen geçtiğini, kendisini yalanla itham edenlerin yalan söylediklerini belirtti.

            Sonra Râkım Nesîb Ağa dinlendi, aynı şeyleri söyledi. Sonra dinlenen Nazîf Ağa, aşağı yukarı aynı şeyleri tekrar­ladı. Ferîd Ağa adında bir harem ağasının -hâlen İstan­bul’da olmadığı için- yazılı ifâdesi okundu. Hâriciye kâtip­lerinden Mahmud Celâleddin Bey dinlendi. Hüseyin Ağa şahit olarak çağırıldı. Sultan Abdülaziz’in nâşının yıkandı­ğının ertesi günü, yıkayan Ömer Efendi’nin nâşta sol me­menin altında kan sızan bir yara gördüğünü kendisine ve başkalarına anlattığını beyan etti. Sultan Abdülaziz’in eski ağalarından olduğunu, Fahri Bey’in de ertesi günü kendisi­ne ve başkalarına ayna ve makas hikâyesini hiç inandırıcı olmayan bir şekilde naklettiğini söyledi.

            Ömer Efendi’nin Şahitliği

            Ömer Efendi şahit olarak alındı. Şerif olduğu için yeşil sarık sarınmıştı. İlmiyye’den olduğunu, Sultan Abdüla­ziz’in cesedini bizzat yıkadığını, Enderûn ağalarının ken-di­sine yardım ettiklerini, o sırada Sultanahmed Câmii vâızı ve başimamı olduğunu anlattı. Yaşı doksana yaklaşmıştı. Ezcümle şu beyanda bulundu:

            - Kollarındaki yaralardan başka, sol meme üzerinde bü­yükçe bir morluk ve ince bir kesik vardı, henüz kanıyor gi­biydi, kan yeni durmuştu. Ön dişlerden ikisi kırılmıştı. Sa­kalın sol tarafı gayrı muntazam şekilde yolunmuştu.

            Hâkanı gasledenlerden Tahsin Efendi alındı. Kendisinin Ömer Efendi nâşı yıkarken odanın kapısı önünde bulundu­ğunu, Cennet-mekân’ın göğsündeki yarayı ve morluğu biz­zat görmediğini, fakat gasletme işi bitince bunu o anda ve yerde Şeyh Ömer Efendi’nin kendisine anlattığını söyledi.

            Sultan Abdülaziz’in gaslinde yardım eden 6 Enderûn ağası da teker teker dinlendilerse de, bunlar da Tahsin Efen­di gibi, uzakta hizmet ettiklerini, göğüsteki yarayı görecek durumda olmadıklarını, zâten heyecanlı olduklarını, fakat Ömer Efendi’nin 5 yıl önce o gün yarayı kendilerine de an­lattığını beyan ettiler. Bu şahitler Hayri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mehmed Efendilerle bir ağa idi.

            Zevkyâb Kalfa alındı. Times muhabirine göre, “zarif ve kibar bir hanımefendi (lady)” idi. Sultan Abdülaziz’in hiz­metindeki hazinedarlardan olduğunu, o gün Fer’iyye’de de hizmet-i şâhâne’de bulunduğunu, şimdi Ali Bey’le evli ol­duğunu söyledi. Cezayirli Mustafa’nın nasıl pencereden at­ladığını beyan etti.

            Reis Sürûrî Efendi, taşrada hizmette bulunan Yüzbaşı Ahmed Efendi ile Binbaşı Reşid Bey’in ifâdelerini okuttu. Bu subaylar, Fer’iyye önünde nöbette bulunduklarını, Dâmad Mahmud Paşa’yı Fer’iyye’de İzzet, Ali ve Necib Bey­lerle konuşurken gördüklerini söylüyorlardı. İzzet Bey’e pala getirilince çok sevindiğini de ilâve ediyorlardı.

            Sonra gene taşrada bulunan yüzbaşılar Hüseyin ve Os­man Efendiler’in yazılı beyanları okundu. Pertevniyâl Vâli- de-Sultan’ın Fer’iyye’den çıkarılıp Topkapı Sarayı’na götü­rülürken başörtüsüz olduğunu teessürle hatırladıklarını (o zaman akıl almaz bir işti) beyan ediyorlardı.

            Sürûrî Efendi, şahit Dr. Marko Paşa’nın getirilmesini emretti... Marko Paşa ezcümle şöyle dedi:

            Dr. Marko Paşa’nın Şahitliği

            - Şimdi olduğu gibi o zaman da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriyye-i Şâhâne nâzırı idim (Askerî Tıp Fakültesi Kuman­danı ve Dekanı). Askerî doktorum, rütbem o zaman da şimdi de feriktir (korgeneral). Aynı zamanda Abdülaziz Hân’ın hususî hekimlerinden idim. Kendisini ve ailesini te­davi ederdim. Evim Kuzguncuk’ta, Çırağan Sarayı’nın tam karşısındaki yalıdır. Yanımızdaki yalı, Hüseyin Avni Paşa’nın idi. Paşa, kumandanım ve dostum idi, onun da heki­mi idim. Evine sıkça giderdim. Sultan Aziz’in Fer’iyye Sarayı’na nakledildiği 48 saat içinde dürbünle oraya bakmaktan kendimi alamazdım. O sabah Feriye rıhtımında olağan ol­mayan hareket gördüm. Yanımda karım da vardı. Yükselen sesleri bile duyabiliyorduk. Pencereden birisinin atladığını gördüm. Az sonra da saraydan çağırıldım ve hüzün verici hakikati öğrendim.

            - Cesedi muayene ettiniz mi?

            - Buna cesaret edemedim. Tarifsiz hüzünler içindeydim. Kalbim sıkışıyor, gözlerim sulanıyordu. Merhum Sultan Abdülaziz benim babam, velinimetim idi, sonsuz ihsanları­nı görmüştüm... Bendenizi severdi. Tam mânâsıyle efendimdi. Sayesinde adam olmuştum. Birçok doktor vardı, on­lara “Muayene ediniz. Raporu yazınız, ben imzalarım” de­dim.

            - Feth-i meyyit (otopsi) ve tıbbî tahkikat yapıldı mı?

            - Her ikisi de yapılmadı. Öyle istenmiş, bir de rapor ya­zılmıştı. Rapora pek bakmadan imzaladım... Çok kalaba­lıktı. Nâzırlardan Hüseyin Avni Paşa’yı, Mehmed Rüşdü Paşa’yı, Dâmad Mahmud Paşa’yı hatırlıyorum. Midhat Pa­şa da orada imiş ama gözüme çarpmamıştı. Ne yapıldı ise Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle yapıldı. Nasıl istedi ise öyle hareket ettik...

            Dr. Kastro Bey alındı:

            - 5 yıldan beri Âyân âzâsındanım (senatörüm), dedi; Cennet-mekân’ın bize sadece kolları gösterildi. Sol koldaki ceriha beş santim uzunluğunda ve üç buçuk santim derin­liğinde idi...

            Dr. Nûri Paşa, meslektaşının söylediklerini tekrarladı.

            Sürûrî Efendi, birinci günün ikinci celsesini kapattı. Mu­hakemeye ertesi günü (salı) sabahı saat 11.00’de devam edi­leceğini bildirdi.

            Muhakemenin İkinci Günü

            Bildirilen saatte Sürûrî Efendi celseyi açtı. Dinleyicilerin daha kalabalık olduğu görüldü. Reis Efendi, iki şer’î rapo­runu okuttu... Birisi Rumeli Kazaskeri Tosyalı Mustafa İz­zet Efendi’nin -ki bu raporu imzaladıktan 6 ay geçmeden ölmüştü- imzaladığı rapordu. Şuuruna halel geldiği için pa­dişahın intihar ettiği, sadece Fahri Bey’in şehâdetine daya­nılarak iddia edilen feci bir vesika idi. Diğeri, Hüsnü Efen­di’nin düzenleyip Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’nin imza­ladığı olayın intihar olduğuna dair gene Fahri Bey’in ifâde­sine dayanan şer’î îlâm idi. Bu Hüsnü Efendi şahit olarak çağrıldı. Ceset bir gün evvel gömüldüğü için görülmesi ve muayenesi imkânsız bulunduğunu, Fahri Bey ne söylediy­se onun îlâma geçirildiğini, başka şahitin kendisine dinletilmediğini beyan etti.

            Müstantık (sorgu hâkimi) Mustafa Efendi, şahit olarak çağrıldı. Zabtiye Nâzırı Abdi Paşa’nın emriyle Fahri Bey’in ifâdesini aldığını, kendisine başka şahidin dinletilmediğini söyledi. Reîs Efendi, Fahri Bey’e sordu. Fahri Bey, ifadenin doğru olduğunu tasdik etti. Sonra Dr. Merkel çağırıldı. Lembergli Leh Yahudisi olduğu için, şimdiye kadar şahidlere Kur’ân ve İncil üzerine el bastırılıp yemin ettirildiği halde, bu şahide Tevrat’a el bastırıldı. Dr. Merkel şöyle dedi:

            - Raporu imzalayan doktorlardan biriyim. Fer’iyye kara­koluna ilk gelen doktorlardanım... Ancak iki saat bekletil­dikten ve diğer doktorlar geldikten sonra Dâmad Mahmud Paşa, bizi cesedi görmeye davet etti. Yalnız kollarını göster­diler ve çok acele bakmamızı bildirdiler. Cesedin güneş bat­madan gömülmesi îcâb ettiğini söylüyorlardı. Sonra bizi pa­dişahın öldüğü odaya götürdüler. Orada bir subay bizi gö­rünce “Ben öldürmedim!” diye bağırdı. Bunun üzerine paşa onu “Kim sana padişahı öldürdün diyor?” diye azarladı.

            Dr. Merkel’in ifâdesini Binbaşı Nâmık Paşa-zâde Ali Bey birden ayağa kalkıp bağırarak:

            - Benden bahsetmek istiyor ama aldanıyor, diyerek kes­ti... Reîs Efendi, Ali Bey’e susmasını söyleyip şâhide ifâde­sini tamamlamasını bildirdi. Doktor tekrar ifâdesine devam ettiği sırada Ali Bey tekrar fırlayarak “Bahsettiği zâbit ben değilim” diye bağırdı. Bunun üzerine Reis, bahsettiği suba­yın Ali Bey olup olmadığını Dr. Merkel’e sordu. Merkel “Zannederim, bu zâbitti” diye cevap verdi.

            Sultan Murad’ın başmâbeyncisi İbrahim Edhem Bey alındı. Bu makama getirilmeden önce Topkapı Sarayı hazî­ne kethüdası bulunduğunu söyledi. Fer’iyye’de bir küçük rütbeli subayın Sultan Aziz’e hakaret sayılacak tavır takın­dığını, kendisinin o sırada bahçede Sultan Aziz’le beraber bulunduğunu, bunun üzerine padişahın artık bahçeye çık­maktan vazgeçtiğini anlattı. Binbaşı Ali Bey tekrar yerinden fırlayıp:

            Ben Sultan Aziz’e bahçede değil, rıhtımda hitâb ettim ve öyle söylemedim... diye başlayınca, Sürûrî Efendi, bir daha müdâhale ederse salondan çıkartacağını söyleyip oturttu.

            Edhem Bey, Topkapı Sarayı’nda Sultan Aziz ve ailesine yemek verilemediğini, verilebilmesi için kendisinin Dolmabahçe’ye gidip Nûri Paşa’ya müracaat ettiğini söyledi ve şöyle devam etti:

            - Mâbeyn Müşîri Paşa, bu işin kendisine taalluku olmayacağını, Topkapı Sarayı’na kendisinin karışmadığını bildirdi. Bunun üzerine teessürle merdivenlerden inerken, sarayda­ki nazırlar toplantısına çıkan Hüseyin Avni Paşa’ya rastla­dım. Ona bahsettim. Yemek verilmesi işini hususî komisyo­nu teşkil eden nazırlara açacağını söyledi.

            - Şu halde sabık hâkanın yiyeceğini vermek için nazırlar meclisince karar verilmek lâzım geldi demek.

            - Evet efendim.

            Mâbeyn Müdürü (yani Mâbeyn-i Hümâyûn başhademesi) Ahmed Ağa çağırıldı. 62 yaşında, Üsküdarlı, 37 yıl­dan beri saray hizmetinde bulunduğunu bildirdi.

            Şunları söyledi:

            - Üç pehlivanı Nûri Paşa’nın odasına soktum. Odada Seyyid Bey’le Dârüssaâde ağası Süleyman Ağa da vardı. Kendilerine 130’ar altın aylık verileceğini ve âdetâ mâbeynci sıfatı takılacağını öğrendim, çok şaştım.

            Sonra Pervîn-Felek Hanım’ın yazılı ifâdesi okundu. Son­ra Sultan Abdülaziz’e ait eşya, bir büyük atlas bohçadan çı­karılarak teker teker gösterildi. Padişahın üzerinden çıkarı­lan kanlı çamaşırlar, üzerine örtülen perdeler, hep bu boh­çanın içindeydi. Mintanla gömleğin kalbe isabet eden ye­rinde bir yırtık görülüyordu. Bu manzara karşısında heye­cana kapılan dinleyicilerden bir ferik (korgeneral) mübaşir­lere “Getirin, ben de göreyim, ne alçakça bir cinâyetmiş bu” diye bağırdı. Fakat Reîs Efendi, dinleyicilerin jüri olmadığı­nı, onlara bir şey gösterilemeyeceğini söyledi. Sonra, iki günden beri dinlenen şahitlere sanıkların itirazlarını dinle­teceğini bildirdi.

            Mustafa ve Mehmed Pehlivanlar bir itirazda bulunma­dılar. Cezayirli Mustafa, şahitlerin yalan söylediğini iddia etti. Fahri Bey, kendisinin kaatiller arasında bulunduğunu bildiren bütün şehâdetleri reddetti. Necib Bey, Reyhân Ağa’nın kendisine o zamandan garazı olduğunu söyleyerek, kendi hakkındaki şehâdetinin yalan olduğunu beyân etti. Seyyid Bey sözü olmadığını bildirdi. Zira şimdiye ka­dar onun aleyhinde bir şehâdet dinlenmemişti... Ali Bey Edhem Bey’in kendisine izâfe ettiği şeyleri söylemediğini iddia etti. Nûri ve Mahmud Paşalar, aleyhlerindeki şehâdetleri kabûl etmediler. Mahmud Paşa, hâkanın ölümün­den bir gün evvel Fer’iyye karakoluna asla gitmediğini bil­dirdi.

            Savunma Avukatlarının Müdâfaaları

            Reis, avukatların savunmalarına başlayabileceklerini bildirdi. İlk sözü Manyasî-zâde Refik Bey aldı. 27 yaşında ateşli bir hukukçu idi. Galatasaray ve Hukuk mezunu idi. Babası Raûfî Bey, Temyiz üyesi ve Mülkiye’de Medenî Hu­kuk müderrisi idi. Refik Bey, Yeni Osmanlılardandı ve Midhat Paşa için elinden geleni yaptı. Devrin en büyük avukatı olarak tanınmaya başlıyordu. Nâmık Kemâl’in ya­kın arkadaşı idi. Aynı zamanda müzisyen ve Türk Mûsikîsi meraklısı idi. Sonuna kadar Sultan Hamid muhalifi kala­caktır. Yüksek sesle konuşuyor, Türkçe’yi çok güzel söylü­yordu. Hukukî cümleleri çok kuvvetliydi. Herkes takdirle kendisini dinlemeye başlamıştı. Hâkimler, babası, arkadaş­ları olan bu genci iftihar ve sevgiyle dinliyorlardı. Fakat o kadar... Zira pehlivanlarla Necib Bey’i savunuyordu Refik Bey. Onları ise, gelip geçmiş dünyanın en büyük avukatı kimse, o gelse kurtaramazdı. Sonradan Refik Bey, Sultan Hamid rejimi ile başı belâya giren siyâsî mahkûmları İstan­bul ve Selânik’te savunmakla ün yapacak, üyesi bulunduğu gizli İttihad ve Terakki Cemiyeti iktidara gelir gelmez, 1908’de önce zabtiye, sonra adliye nâzırı olacak, fakat öm­rü vefa etmeyip pek az sonra ölecektir.

            Avukat Mehmed Ali Efendi söz aldı. Fahri Bey’le Ceza­yirli Mustafa’yı savundu. Talihsiz, ümitsiz, neticesiz savun­ma idi. Başsavcı Abdüllatif Bey söz isteyerek şiddetli bir ce­vap verdi:

            - Müdafaa avukatı, dedi; bu devlette galiba kimin ne ka­dar maaş aldığını bilmiyor ki, bir bahçıvana ayda 100 altın verilebileceğini, bunun tabiî olduğunu söylüyor. Sonra bize bir tırnak makası getirip, tırnağı zor kesen bu makasla eski hakanın iki kolunu birbiri ardınca üç santim derinliğinde kestiğine inanmamızı istiyor. Sonra Fahri Bey’in, Sultan Abdülaziz’in bendesi olduğu, efendisini nasıl öldürebileceği hakkında uzun uzun nutuk çekiyor. Bu husus, müvekkili­nin lehine değil, aleyhinedir. Zâten Sultan Abdülaziz’in ya­nından herkesin alınması, bir tek Fahri Bey’in bırakılması da, padişaha karşı ihanetin tezgâhlanması maksadıyladır. Bunları ithamnamemde kâfi derecede açıklıkla anlattım. Aynı şeyleri tekrarlayacak değilim. Makas hikâyesi yalnız Fahri Bey’in uydurmasıdır. Doktorların, sorguya gelenlerin karşısına tek şahit olarak, sanki tek şahit o imiş gibi dâima ve yalnız Fahri Bey çıkartılmıştır. Bu Fahri Bey’e bir sempati duymuyoruz ve bu hissimizi ifade etmekten de çekinmi­yoruz. Gene bu Fahri Bey’e göre bütün deliller uydurma, bütün şahitler yalancıdır. Herkes kendisinin aleyhinde, kendisi mazlûm ve mağdurdur. Suçlu görmesek, adâletimiz için Fahri Bey, mühim bir şahsiyet değildir, kendisiyle hiç uğraşmayız.

            Sonra Dâmad Mahmud Paşa söz aldı. Müdafaasını şah­sen yapacağını söyledi. Fakat doğduğundan bu yana sade­ce hürmet görmüş bir adamdı. En genç yaşında, gıpta edi­lecek makamlara yükselmiş, emir vermeye alışmış, karşı­sında elpençe divan durulmuştu. Hayatında maddî ihtiyaç bilmemişti, servet içinde yüzüyordu. Mağrur, gafil, cesur, ataktı. Sultan Abdülmecid gibi bir padişahın damadı idi. 4 yaşından 14 yaşına -Sultân’ın ölümüne- kadar üvey annesi Atıyye Sultân tarafından, Atıyye Sultân’ın erkek çocuğu ol­madığı için, onun tarafından şımartılarak, şehzâdeler gibi büyütülmüştü. Atıyye Sultan ise, modern Türkiye’nin ku­rucusu ikinci Sultan Mahmud Hân-ı Adlî’nin kızıydı. Baba­sı Ahmed Fethi Paşa, Tanzimat rejiminin kurucularındandı. İşte böyle bir adam, bir cinayet mahkemesinde itham edi­lince, bütün şahsiyetini ve melekelerini kaybetti. Karşısında konuşulmayan, sadece hayatı boyunca kendisi konuşup dinletmiş olan Mahmud Paşa, mahkemede üç mantıklı cümleyi bir araya getiremedi. Bir şöhreti varsa, onu da kay­betti. Kendisi hakkında “Dâmad Mahmud Paşa bu mu imiş?” dedirtti. Özel nâzırlar komisyonunun üyesi olmadı­ğında direndi ki, yalandı ve böyle bir şeyi inkâr etmek ace­milikti. Zira Midhat Paşa bile böyle gizli bir komisyonun var olduğunu, kendisinin ve Mahmud Paşa’nın da üye bu­lunduklarını söylemişti. Sultan Aziz’in hal’i işinde rolü olmadığını, tahttan indirildikten sonra öğrendiğini ileri sür­dü ki, bu doğru idi. Fakat işe yaramayan bir doğru. Evet, hâkanı tahttan indiren cuntaya dâhil değildi ama indiril­dikten yirmi dört saat geçmeden o cuntanın içine girmekle kalmamış, piramidin zirvesinde yer almıştı.

            Hele kendi müdafaası için hiçbir değer taşımadıktan başka, tarihî bakımdan da hiçbir değer taşımayan, yani ta­mamen yanlış ve yalan olan “Sultan Abdülaziz’i hal’ keyfi­yeti, dört kişinin işi değildi; millî arzunun, umûmî efkârın cebir ve tazyikinin neticesi idi; toplar atılıp kılıçlar çekilerek kutlanmıştı” sözleri, bedbaht cümlelerdi.

            Mahmud Paşa, sıkıntı ve asabiyet içinde oturdu, terini sildi. Binbaşı Gürcü Necib Bey ayağa kalkarak kendini sa­vunmaya başladı. Saraydan yetiştiğini, Sultan Mecid’in oğullarından ve Sultan Hamid’in kardeşlerinden efendisi Şehzâde Nûreddin Efendi’nin kendisini itina ile ve en son Harbiye’de okuttuğunu, subay çıkınca saraya aldığını uzun uzun ve nutuk çeker bir eda ile anlatmaya başladı. Bu imti­yazlı durumunu, harem ağalarının çekemediğini ve daha Sultan Aziz devrinde teğmen ve yüzbaşı iken birçokları ile kavga ettiğini örnek vererek söyledi. Başsavcı Latif Bey, Re­is efendiden bu sanığın, müdafaası ile ilgisiz eski saray hâ­tıralarını anlattığını, sadede gelmesini taleb etti. Sürûrî Efendi, Necib Bey’e, savcının itirazının reddedildiğini, ken­disini savunmak için aklına ne geliyorsa çekinmeden beyân edebileceğini söyledi. Savcı, Necib Bey’e ters bir nazar ata­rak hiddetle oturdu. Sonra Dr. Kastro dünkü şehâdetini tav­zih maksadıyla tekrar söz aldı. Sonra Midhat Paşa salona alındı.

            Midhat Paşa’nın, Reîs Sürûrî Efendi’yi Hâkimlikten Reddetmesi

            Sürûrî Efendi şunları söyledi:

            - 18 sene evvel Midhat Paşa, Tuna (Bulgaristan) eyâleti valisi idi. Ben de eyâletteki en yüksek hâkimdim. Vâli Paşa ile anlaşmazlığımız oldu. On memûrla beraber İstan­bul’dan, beni Tuna eyâletinden almasını istedim. İsteğim ye­rine getirildi. Dün Midhat Paşa’yı bunun için ben değil, mahkememizin ikinci Reisi Hristo Efendi sorguya çekti. Şimdi Midhat Paşa, mahkememize bir istida (dilekçe) vermiştir. Ben başkanlık kürsüsünde oturduğum müddetçe savunmasını yapmayacağını ve avukatlarından Şehrî Efendi’nin de savunma yapmayacağını bildirdi. Ceza muhâkemeleri usulü kanunumuza göre bu taleb, yerine getirilemez. Bu kanun, mahkeme reisine tam bir selâhiyet tanır. Ancak, reisin vazifelerinden biri, gerçeğin ortaya çıkması ve adâletin yerine getirilmesini sağlamak ise, diğeri de, müdafaanın tam, eksiksiz ve şüphesiz şekilde yerine getirilmesini temin etmektir. Midhat Paşa’nın müdafaası sırasında kürsüyü terk ediyor ve reisliği Hristo Efendi’ye bırakıyorum.

            Sürûrî Efendi çekildi ve çıktı. Hristo Forides Efendi, başkanlık kürsüsüne geçti. Fahri Bey, Ali Bey, İzzet Bey, müdâ­faalarını yaptıktan sonra sıra bunları dikkatle dinleyen Midhat Paşa’ya geldi. Uzun konuşmasında Midhat Paşa bir aralık şunları söyledi:

            Sultan Aziz tahtta iken benim hâkan aleyhine sözler söylediğimi Dâmad Nûri Paşa da, Mütercim Rüşdü Paşa da ileri sürdüler. Ahmed Midhat Efendi ile Ebüzziyâ Tevfik Bey ise gazetelerinde, vaktiyle benim soframda iken sarf et­tiğim Sultan Aziz aleyhtarı sözleri yazdılar. Bunların çoğu doğru değildir. Sultan Aziz hakkındaki tenkitlerimi, ben padişahın yüzüne söyleyecek mevkide idim. Ahmed Mid­hat Efendi’yi ise bir gün soframdan, bana hakaret ettiği için kovdum. Sultan Aziz aleyhinde sözler söylemiş olsam da, bunu Hanedânın damadı olan Nûri Paşa’ya söylemezdim. Bunlar birtakım dedikodulardan ibarettir...

            Savcı Lâtif Bey söz aldı:

            - Patavatsızlık etme, boşboğazlık, düşünmeden söyle­me, Midhat Paşa’nın mesleğidir (karakteridir), dedi; bu sözlerin söylenmesi o zaman cürümdü; zira Sultan Abdülaziz hâkan ve Paşa onun nâzırı idi. Bugün belki cürüm değil­dir. Fakat paşanın Sultan Aziz aleyhindeki komplolara ko­layca dâhil olabilmesinin izahını yapmak, savcı olarak be­nim vazifemdir. Bir cinayete götüren sebepleri izah etmek, cinayet mahkemelerinde, savcıdan mutlaka istenen husus­lardandır.

            Tabii Midhat Paşa’nın bu beyânı, tâlihsizdi. Vaktiyle kendisini o kadar destekleyen Yeni Osmanlılardan iki meş­hur edip ve gazeteciyi, Midhat Efendi ile Ebüzziyâ’yı ithâm ediyordu. Midhat Paşa devam etti. Başsavcı tekrar sözünü kesip:

            Midhat Paşa, dedi; bu tahkikatın icrası sırasında, pek çok defalar yalancılığından dolayı mahcup bırakılmıştır. Evet, müdafaa sadedinde her şeyi söylemek maznûnun (sanığın) sarîh (açık) hakkıdır ama bir müdafaa sadece yalan­lara, ithamlara, böbürlenmelere dayandırılamaz. Gösterdi­ğimiz delillerin çürütülmesi veyâ yeni deliller getirilmesine dayandırılmak îcâb eder. Paşanın İzmir’deki Fransızlar’a nasıl iltica ettiğini anlatması, tamâmen yalan ve düzmedir. Bunu kesin şekilde, en açık delilleriyle isbât etmiş durum­dayım ve isbâtımda Midhat Paşa’nın yalanları bana en bü­yük yardımcı olmuştur, kendisine teşekkür ederim...

            Reîs, savcının sanıkla istihza edemeyeceğini, istihza et­meksizin, itirazlarını yapmasını ihtar etti. Fakat Midhat Pa­şa, mahkemeyi umursamaz tavrını devâm ettiriyordu. Bu mahkemenin kendisini asla mahkûm edemeyeceği hava­sında olduğu artık açıkça belli olmuştu. Dinleyiciler, paşa­nın neye güvendiğini dedikoduya başlamışlardı. Dinleyici­lerin yaşlıları, bu devlette, Midhat Paşa’nın itham edildiği­nin onda biri kadar suçlar için vezir kellesi düşürülen çağ­ları hatırlatıyorlardı. Midhat Paşa sonunda işi, Reîs Hristo Efendi ile açık münakaşaya kadar götürdü. Münakaşa, Midhat Paşa’nın, kendisi gibi sanık olarak o sırada mahke­mede bulunanları şahit sıfatıyla dinletmek istemesinden çıktı. Reîs, diğer sanıkların, başka bir sanık (yani Midhat Paşa) tarafından şahit sıfatıyla sorguya çekilmelerinin bi­zim hukuk usulümüzde mevcut bulunmadığını söyledi, fa­kat paşa talebinde direndi. Başsavcı, talebin hukuk usulüne tamamen aykırı olduğunu bildirdi. Hâkimler, paşanın bu talebini müzâkere etmek için birkaç dakika salondan ayrıl­dılar. Salona dönüşte Reîs şunları söyledi:

            Diğer sanıkları şâhit göstermek talebiniz kabûl edil­miştir. Fakat onları bizzat sorguya çekemezsiniz. Soracağınız sualleri bana hitâben söyleyeceksiniz. Cevap vermesini ben, sanık şahide emredeceğim.

            Öyle şey olmaz, ben kendim isticvâb edeceğim (sorguya çekeceğim).

            Siz burada ne hâkimsiniz ne müstantiksiniz. Siz bir sanık ve belki de bir mücrimsiniz. Siz suallerinizi mahkemeye tevcîh ediniz. Mahkeme bu suallerin cevaplarını sanıklardan ister.

            Sanıkları teker teker sorguya çekeceğim. Birini sorguya çektiğim zaman diğer hiçbiri salonda bulunmayacaktır.

            Böyle şey olmaz. Şimdi size Pehlivan Mustafa’nın ifadesini dinletiyorum… Pehlivan Mustafa’yı dinlediniz. Kendisine müdafaanız babaında bir soracağınız var mı?

            Benim ona soracak yirmi yedi sualim var.

            İfâdesine itiraz etmek istediğiniz yerlere itiraz ediniz ve mevzudan ayrılmayarak suallerinizi sormaya başlayınız.

            Katille itham edilen sanıkların her birine yirmiyedişer sual ve diğer sanıklara doksan dört sual soracağım. Ayrıca başka şahitler dinlenmesini de isteyeceğim. Sultan Aziz’in bütün oğulları ve hatta Vâlidesi Sultan’ın buraya gelip ifade vermelerini istiyorum. Raporu imzalayan bütün doktorların bilhassa sefâret doktorlarının çağrılmalarını da taleb ediyorum.

            İstediğiniz şahitlerin, sizin müdafaanıza yarayacak tek cümle söylemelerinin mümkün olmadığını siz de biliyorsunuz. Hem yerine getirilmeyecek taleplerle mahkememizi müşkül durumda bırakabileceğiniz zannı içindesiniz, hem de mahkemeyi sahneye çevirmek istiyorsunuz. Sanıkları ömüdafaa şahidiniz olarak dinletmek istediniz. Kabûl ettik. Birincisi ifâdesini verdi. Suallerinize başlamanızı söylüyorum, siz böyle yapacağınıza, daha ne kadar sual sorup iahit dinleteceğinze dair nutuk veriyorsunuz. Anlaşılan biz hâkimlere değil, gazetecilere hitâb ediyorsunuz. Böyle bir tavır takınmanıza izin vermem mümkün değildir. Müdafaanıza başlayınız.

            Midhat Paşa bütün talepleri yerine getirilmeden müdafaasına başlamayacağını, hakkında idam hükmü verilmesini, bunun ehemmiyeti olmadığını söyledi. Hâkimler konuyu görüşmek için 10 dakika çekildiler. Bu müddetin sonunda Reîs, dört defa Midhat Paşa’ya müdafaasına başlamasını ihtâr etti. Dört defasında da paşa, ayrı ayrı ve çok açık ukalalıklarla reddetti. Bunun üzerine Reîs mahkemeye bir saat ara verdiğini bildirdi. Kürsüden ayrılırken, mahkemenin karar safhasına geçtiğini, bir saat sonra kararların bildirileceğini söyledi.

            Bir saat sonra Hristo Efendi’nin başkanlığında mahkemenin ikinci celsesi açıldı. Kararları Başkâtip Emrullah Efendi okudu:

            Mustafa, Cezayirli Mustafa, Mehmed pehlivanlarla Fahri Bey’in cinayet işlediklerine,

            Midhat, Mahmud ve Nûri Paşalar ile Ali ve Necib Beyler’in bu cinayette cürüm ortağı olduklarına,

            Seyyid ve İzzet Beyler’in cinayete yardımcı olduklarına, ekseriyetle hükmedilmişti.

            Reîs Efendi, mahkemeyi ertesi güne bırakıp celseyi kapattı.

            Muhâkemenin Üçüncü Günü

            29 Haziran Çarşamba günü saat 11.00’de mahkemeyi, Reîs Sürûrî Efendi açtı. Dinleyiciler kalabalıktı. Reîs sanık avukatlarına son sözlerini söylemelerini emretti. Refik Bey, Mehmed Ali Efendi, Şehrî Efendi, İzzet Efendi, müvekkillerini savundular. Sıra Dâmad Mahmud Paşa’nın avukatı Kostaki Sardinski Efendi’ye gelince, Mahmud Paşa avuka­tının sözünü kesip:

            - Benim hareketim en çok ceza kanununun 184. madde­sine uyar, dedi.

            Hâlbuki şimdiye kadar tamamen mâsum bulunduğunu söylemişti. 184. madde ise şu idi: “Arzûsunu icrâ etdirmek için tazyik vesâitine mâlik bir âmirin emriyle bir cinayet îkaa olunduğu takdirde, kaatil sıfatıyla âmir tecziye olunur. Tazyik vesâitine mâlik demek, aldığı emri îfâ etmekden imtinâ eyleyeni öldürtmek kudret ve kuvvetini hâiz olan demekdir ve o mânâya gelir. Bu vaziyet hâricinde, böyle bir emri îfâ eden mâdûn, mâzûr görülemeyeceğinden kaatil sıfatıyle tecziye olunur. Vesâit-i tazyîkıyyeye mâlik olmadığı hâlde cinâyeti emreyleyen âmir, muvakkat kürek cezâsına çarptırılır.”

            Hâkimler, yarım saat için çekildiler. Bu müddet sonunda Sürûrî Efendi, ikinci celseyi açtı. Verilen cezaları bizzat oku­maya başladı:

            - Mustafa Pehlivan, Mehmed Pehlivan, Cezayirli Musta­fa Pehlivan, Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Mahmud Paşa ve Nûri Paşa idama, Seyyid Bey ve İzzet Bey 10’ar sene habse mahkûm edilmişlerdir. Mahmud Paşa ve Nûri Paşa hakkındaki karar ekseriyetle alınmıştır. Temyiz yolu 8 günlük müracaat süresini geçirmemek şartıyla açıktır.

            Celse tatil edildi. Mahkûmların hepsi çıkarıldı. Sürûrî Efendi çekildi. İkinci celseyi başkan olarak Hristo Efendi aç­tı. Midhat Paşa içeri alındı. Reîs Efendi şöyle dedi:

            - Mahkememiz sizin cinâyet fiiline ortak olduğunuza karar vermiş, fakat henüz cezanızı tayin etmemiştir. Şimdi söz sizindir.

            - Ne biçim cinayet cürmü ortağı olduğumu anlayama­dım. Ben pehlivanlarla beraber Sultan Aziz’in odasında mı idim? Sultan Aziz öldürülürken yardım mı ettim? Nasıl cinayet ortağı oluyorum? Yahut cinayet işlenmesi için emir mi verdim? Bunu savcı bey bile isbât edemedi, sadece Mahmud ve Nûri Paşalar’ın emir verdiğini tekrarlayıp durdu.

            Cinayete iştirak, sizin anladığınızdan çok daha şümûl­lüdür. Maamâfih itirazlarınızı Temyiz’de yapmakta serbest­siniz.

            Midhat Paşa ve avukatı daha birkaç şey söylediler... Hâ­kimler karar için çekildiler. Hristo Efendi, yeniden celseyi açıp kararı tefhim etti:

            - Midhat Paşa, ekseriyetle idama mahkûm edildiniz. Temyîz etmek için 8 günümüz vardır.

            Midhat, Mahmud ve Nûri Paşalara idam değil, müebbed hapis verilmesini isteyenlerin hangi hâkim veyâ hâ­kimler olduğu kesin şekilde belli değildir. Zira bu üçü için karar ekseriyetle, diğer 8’i hakkında ittifakla çıkmıştır. Fa­kat sonradan ileri sürüldüğüne göre üç paşa hakkında müebbed hapis reyi veren, hâkimlerden sadece Emin Bey’dir.

            Midhat Paşa’nın Temyize Mürâcaatı

            Görüldüğü gibi, muhâkeme üç günde bitirilmiştir. Cinâyet davaları, klâsik Osmanlı döneminde olduğu gibi, 1826’dan sonraki modern Osmanlı döneminde de, karara kadar ara verilmeksizin yapılmaktadır. Bu hususta Osmanlı usulü, İngiltere ve Birleşik Amerika’daki Anglosakson muhâkemeleri usûlüne uygundur.

            Yıldız Mahkemesi’nin XIX. asrın yeryüzünde cereyân et­miş en meşhur yargılamalarından biri kabûl edilmesi, Mid­hat Paşa ve bu meseleye İngiltere basın ve hükûmetinin verdiği ehemmiyet ve Türkiye’nin iç tarihindeki gelişmeler dolayısıyladır. Yoksa Midhat Paşa olmasaydı, diğer 10 sa­nık idam edilseydi bu, fazla ehemmiyet atfedilmeyen tarihî muhâkemelerden biri sayılacaktı. Tarih, hukuk değildir.

            Metodları ve hükümleri hukuktan farklıdır. Hukuk daha çok şeklîdir, şeklin ehemmiyeti büyüktür. Tarih, şekilden çok fazla rûha nüfûz etmeye çalışır. Bu hususu belirttikten sonra, hukuk ve tarih bakımından Midhat Paşa’nın duru­mu nedir? Daha açık söyleyeyim: Midhat Paşa, Sultan Aziz’in kaatili olarak idam cezasını haketmiş midir?

            Midhat Paşa şüphesiz Sultan Abdülaziz’in kaatili değil­dir... Ne onun bileklerini kesmiş, ne ellerini tutmuş, ne ka­pısında nöbet beklemiş, ne bulunduğu saraya adımını at­mış, ne öldürülmesi için kaatil tutmuş, emir vermiş, para veyâ silâh vermiş, teşvik etmiş, karar vermiştir. Durum böyle olunca, hakkında verilen idam cezasının, hukuk bakı­mından sakat, hattâ tamamen sakat olduğu ileri sürülebilir. İleri sürülünce de, buna hukuk açısından itiraz etmek -ben hukukçu değilim ama- herhalde kolay değildir.

            Onun için Sultan Hamid keşke Yıldız Mahkemesi’nin yolundan başka yolla cezalandırmaya girişseydi diye düşü­nülebilir. Böyle düşünenlere geniş ölçüde hak vermek de mümkündür...

            Yalnız şunu da eklemek lâzımdır, demokrasiler, şekle büyük ehemmiyet verirler. Hürriyeti imha edeceğini ilân edenlere bile hürriyet hakkı tanımaya kadar işi vardırmışlardır. Tanzimat da, demokrasinin bir basamağı olan bir re­jimdir. Tanzimat’ta hükümdar, yani Türkler’in hâkanı ve Müslümanların halîfesi olan zât, bir şahsı idam ettiremez, süremez, hapsettiremez. Tanzimat hükûmetlerinin de buna selâhiyeti yoktur. Mutlaka bir mahkeme kararı îcâb etmek­tedir. Mahkeme kararı da suçun tasrîhi şeklinde mümkün olabilmektedir.

            Kaldı ki Sultan Abdülhamid, meşrûtî bir hükümdardır. Kanûnî’nin, İkinci Mahmud’un selâhiyetleri -nazariyede ol­sun- sınırsızdır. Yapamayacakları şey yoktur. Bu selâhiyet, Tanzimat’a göre, Tanzimat padişahlarına tanınmamıştır.

            Tanzimat, yukarıdan aşağıya bir reformdur. Büyük Fransız İhtilâli gibi, hükümdar selâhiyetlerini aşağıdan gelen bas­kıyla budamamıştır. Onun için ihtilâl değil, reformdur. Pa­dişah, devletinin ve milletinin saadetini o yolda gördüğü için, kendiliğinden selâhiyetlerini başka organlara, sadrâza­ma, hükûmete, yargıya, seçilmiş meclislere (ilçe, sancak ve eyâlet meclisleri) bırakmıştır.

            Üstelik İkinci Abdülhamid yalnız Tanzimat ile değil, Meşrûtiyet, yani basbayağı bugün bildiğimiz demokrasi kaideleriyle de bağlıdır. Çünki Tanzimat esaslarını düzen­leyen babasının ve amcasının fermanlarını, ezcümle 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanlarını yürürlükten kaldır­madığı gibi, 93 Meşrûtiyeti’nin Kanûn-i Esâsî’sini, anayasa­yı da kaldırmamıştır. Anayasa her yıl devlet yıllıklarının en başında bir formayı işgal etmektedir... Niçin diktatördür? Bunları kaldırmadığı halde, bunların hükümleri ile kayıtlı olmaksızın devleti idâre ettiği için.

            Onun için Midhat Paşa’yı cezalandırmanın artık en bü­yük şart (şart-ı âzam) olduğu noktasına gelmiş, fakat şekli de muhafaza etmek istemiştir. Büyük babası İkinci Mahmud, yahut Yıldız davası sırasında tahtta bulunan Çar Üçüncü Aleksandr veyâ Mikado Mutsu-Hito, yahut devri­mizin sağ yahut sol diktatörleri olsalardı ne yaparlardı? Binlerce emsali olduğu gibi, Midhat Paşa’yı derhal öldürtürlerdi.

            Midhat Paşa, benden evvelki epey tarihçinin de dikkat ettiği gibi, kendi belâsını kendi aramıştır. Bu derece belâ arayan bir devlet adamını, tarih nâdiren kaydeder. Basiret­sizliğin, ileri görüşten yoksunluğun tipik örneğidir: Mega­lomanisini, psikopatlığını, devletin gündeminin birinci maddesi olarak muhafaza etmek için elinden geleni yap­mıştır. Rus harbi belâsının hazırlayıcılarından olarak, beş yüz yıllık Türk yurtlarının elden çıkmasına, milyonlarca Türk’ün ölümüne, ıstırabına sebep olmuştur. Kılı bile kıpırdamamış, en küçük teessür göstermemiştir. Yalnız nefsini seven bir adamdır. II. Mahmud böyle bir adamı, esasen bu derecede birbiri üstüne hatalar yapmasına da fırsat verme­den tutup idam ettirirdi. Keyfi istiyorsa arkasından bir de ihânetlerine dair mahkeme kararı alırdı. Sultan Hamid bu­nu yapamadığı için sıkıntıda idi.

            Benim şahsî kanaatime göre Sultan Hamid davayı, aynı zamanda amcasının hal’i (tahttan indirilmesi) için açmalı idi. Zira padişahı tahttan indirmek, Tanzimat esaslarını çiğ­nemek, yeniçerilik devrine dönmekti. Bütün felâketler bu tahttan indirilme ile başlamıştı. Suçun en büyüğü bu idi. Yoksa tahttan indirilmiş bir padişahın öldürülmesi, devlet düzeni bakımından, herhangi bir cinayetten biraz daha ağır suçtur. Nitekim Yıldız Mahkemesi, ancak alelâde cinayetle­re mahsus ceza kanunu maddelerine dayanarak hükmet­mişti ama görülen dava bu derecede basit mi idi? Bence, Türk devletine karşı işlenmiş en büyük tarihî cürümlerden birinin açıkça, cesurca hesabı sorulmalı idi. O zaman Midhat Paşa, gerçekten yakasını kurtaramazdı. Zira Sultan Aziz’in kaatili değildi. Böyle bir ithamdan şeklen kolayca yakasını sıyırırdı.

            Sultan Abdülaziz ölürse iyi olur, belâdan kurtuluruz, Sultan Murad rahat eder, padişahı tekrar tahta çıkartmak heveslileri ile uğraşmayız meâlindeki laflar ki, Midhat Paşa söylemekle itham ediliyordu ve şüphesiz söylemiştir, bun­lar biz tarihçiler için ehemmiyetlidir. Hukuk bakımından ehemmiyeti yoktur. Hiç kimse “Şu devlet başkanı ölse de kurtulsak!” dediği için cinayet mahkemesine verilmez.

            Midhat Paşa’nın durumu acaba bu kadarla mı kalmıştır? Bu mevzuu, benden ve benden önceki tarihçilerden daha iyi bilen ve daha çok inceleyen İkinci Abdülhamid’in, Sul­tan Aziz’in ölüm kararının “hususî komisyon” dediği hükûmet üstü prezidyumda alındığı hakkındaki kanaati doğ­ru mudur? Bunu bilemiyorum. Zira Yıldız Mahkemesi’nde bu husus kesin delillere bağlanmamış, bazı şehâdetler yo­luyla neticeye varılmak istenmiştir. Delillere bağlanamadığı için de Midhat Paşa, böyle bir “vur!” emri veren komis­yonun üyesi olduğu için idama mahkûm edilemez. Benim şahsî kanaatim, bu işi Hüseyin Avni Paşa’nın düzenlediği­dir. Komisyona falan bildirmeye de hiç ihtiyacı olmayan bir diktatör idi ve işi bu şekilde hallettiği için komisyondan kimsenin sesini yükseltmeyeceğine emniyeti vardı, nitekim öyle olmuştur.

            Dolmabahçe Sarayı’nda, âdetâ nâibler meclisi gibi topla­nan bu hususî komisyonun üyeleri şunlardı: Serasker Hü­seyin Avni Paşa, Şûrây-ı Devlet Reisi Midhat Paşa, Sadrâ­zam Rüşdü Paşa, Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa (vezir ve eski ticaret nâzırı), Bahriye Nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi. Sayın okuyucularımdan, komisyon üyelerinin sırasını tekrar okumalarını rica edece­ğim… Bu, her üyenin o sıradaki nüfuz sıralamasıdır. En nü­fuzludan, en nüfuzsuza doğru bir sıralama...

            Midhat Paşa, mahkemede kendini şöyle savundu: Sul­tan Aziz’in ölümünün iyi tahkik edilmemesinden ben so­rumlu isem, diğer bütün nâzırlar da aynı derecede sorum­ludurlar ama ben onları sanık olarak şimdi yanımda göre­miyorum.

            Bu savunma doğru değildir... Bahis mevzuu olan bir ih­tilâl devresidir. Yukarıda adları sayılan 6 kişiden müteşek­kil komisyon, ihtilâle âit kararları almakta, hükûmete ancak devletin rutin işlerini sevk etmektedir. Bu 6 kişiden ikisi Yıl­dız Mahkemesi sırasında ölmüştü (Avni ve Ahmed Paşa­lar). Diğer üçü; Hayrullah Efendi, Rüşdü Paşa ve Dâmad Mahmud Paşa ise, Midhat Paşa’nın sanık olarak yanında idiler.

            Başta pervâsız Midhat Paşa olmak üzere komisyon şöyle düşünmüştür: Bize göre padişahın ölümü intihardır. Ak­sini düşünenlerden cesareti olanlar, karşımıza çıkıp söyle­sin! Bu bir Tanzimat mantığı değildir. İstibdat mantığı bile değildir, doğrudan doğruya orman ve aşîret mantığıdır. Ne çare ki bu şekilde cereyan etmiştir.

            Eğer Londra’da, Türkiye İmparatorluğu’nun ‘daha nere­sini budayabiliriz’den başka düşünceleri olmayan İngiliz nâzırları ile sürgündeki Midhat Paşa, Sultan Hamid’in dik­tatör ve gayrımeşrû olduğunu, Sultan Murad’ın meşrûtiyetçi ve meşrû ve şuuru avdet etmiş ve İngilizler için şüp­hesiz tek mühim unsur olarak anglofil olduğunu müzakere etmese idi, İkinci Abdülhamid, Midhat Paşa’yı uzun yıllar Türkiye’ye almazdı. Midhat Paşa da servet içinde Türkiye’den pek çok fazla beğendiği, belki sevdiği İngiltere’nin bir köşesinde rahat rahat otururdu. Bir politikacının hayatı­nın sonuna kadar politikada ve iktidarın içinde bulunması şart değildir. Demokrasilerde hiç şart değildir.

            Sultan Abdülhamid’in, Midhat Paşa’nın adam olaca-ğın­dan zerre kadar ümidi yoktu. Katı bir gerçekçi idi ve düşü­nün sayın okuyucularım, Midhat Paşa ne derecede hayalpe­restti... Üstelik hâkanın, adam olması hâlinde bile Midhat Paşa’yı -fevkalâde yüklü mazisi dolayısıyla- afva şayan ve lâyık görmesi mümkün değildi ve paşamız, bu kadar aydın gerçekleri kavramaktan âcizdi, zokayı yuttu. Girit’te iki ay tebdîl-i havâ eyledikten sonra doğru Şam’a, Suriye eyâlet valiliğine gönderildi. Orada ecnebî ajanlarla ilgisi, Sultan Hamid’i bezdirdi. Daha yakına, İzmir’e, Aydın eyâleti valiliği’ne aldı. Nasıl bir gelişmenin mihrakı olduğundan paşa­mızın zerre kadar haberi yoktu. İlk fırsatta Sultan Murad tahta çıkar, ben de sadrâzam olurum hayalinde devam edi­yordu.

            İşte bu Midhat Paşa şimdi, Temyiz mahkemesinde idi... 6 Temmuz 1881 tarihli dilekçesi ile Temyiz’e başvurdu. Kendisinin Sultan Abdülaziz Hân’ın öldürüldüğü odaya asla girmediğini, esasen hakkında böyle bir iddia da bulun­madığını, bu bakımdan kendisi için 45. maddenin uygula­namayacağını,

            Bundan başka o tarihte nâzır olduğu için istînâf cinâyet mahkemesinde yargılanamayacağını, kendisi ve Rüşdü Pa­şa hakkında dîvân-ı âlî kurularak muhâkeme edilmelerinin anayasa hükmü bulunduğunu bildiriyordu. İşi biraz daha büyütmek istediği ortadadır.

            Temyiz, Reis Lebîb Efendi’nin başkanlığında, sadece ce­za dairesi üyeleri ile 8 Temmuz’da toplandı. Lebîb Efendi, aynı zamanda senatördü. İkinci Reis Mustafa Hâşim Efendi (maârif nâzırı Hâşim Paşa), üyeler Mahmud Mazhar, Hüse­yin Rızâ, Ahmed Raûf, Osman Reşad, Rüşdü, İkyadis ve Nikolaki Yorgiadis Efendiler idi.

            Aynı gün Temyiz Ceza Dairesi, Midhat Paşa’nın taleple­rinin reddine karar verdi. Mahmud ve Nûri Paşalar’ın ise cezalarının hafifletilmelerine ait dilekleri kabûle şayan gö­rülmedi.

            İstînâf Cinâyet Mahkemesi’nin kararı ile Temyiz Ceza Dairesi’nin tasdikine âid iki îlâm, adliye nezâretine gönde­rildi. Nâzır Cevdet Paşa, “başvekil” unvanıyla sadrâzam olan Küçük Saîd Paşa’ya bu ilâmları göndererek, bakanlar kurulunda müzakeresini istedi.

            14 kişiden müteşekkil “hey’et-i vükelâ” denen bakanlar kurulu toplandı. Bir mazbata kaleme alındı. 14 nâzır tara­fından teker teker mühürlendi. Bu mazbatada iki husus bence mühimdir:

            Abdülaziz Hân’ın tahttan indirilmesinin, devlet için en büyük felâketlere sebep olduğu, bütün felâketlerin “meb­dei”nin bu “mâdde-i hal’ “ bulunduğu, dirayet ve sarahat­le belirtiliyordu.

            Bakanlar kurulu, mahkeme kararlarını değiştirmeye kendinde selâhiyet de, lüzum da görmüyordu. Ancak ceza­ların afvı veya hafifletilmesi, anayasaya göre “hukuuk-ı pâdişâhîden”, yani padişaha tanınmış haklardan idi.

            Bu mazbatayı kaleme almadan önce bakanlar kurulunda nazırların mütalâaları da bizim için çok ilgi çekicidir (ba­kanlar kurulu müzâkere zabıtlarından):

            Mahkeme Kararlarının Bakanlar Kurulu’nda Müzâkeresi

            Nâfia Nâzırı Hasan Fehmi Efendi (sonradan Paşa), Baş­vekil Said Paşa’dan ilk sözü istedi. Şöyle dedi:

            Bu dâvâ, devletin felâket ve harâbiyetinin başlangıcı olan Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi davasıdır. Ya­panlara lânet olsun! Hükümlerin aynen infâzı lâzımdır!

            Fevkalâde dürüst bir devlet adamı olan Evkaf-ı Hümâ­yûn Nâzırı Sâmi Paşa-zâde Subhi Paşa (Hamdullah Subhi’nin babası):

            Bu, bir padişahın tahttan indirilmesine, malını yağma edenlere âid, memleketin felâketine sebep olanların davası­dır. Esasen bizim mahkeme kararlarını değiştirmeye, hattâ değiştirilmesini teklife selâhiyetimiz yoktur.

            Hâriciye Nâzırı Mehmed Âsım Paşa:

            - Bu dâvâ neticesinde, tek istisnası ile İstanbul’daki bü­yükelçilerin de, Avrupa’nın da kılı kıpırdamadı. Mahkeme­yi dikkatle takip eden İran büyükelçisinin de... Tek istisna, Londra’dır... Avam Kamarası’nda müzakere mevzuu oldu ve Türk ve İslâm düşmanı başvekil Gladstone bizzat söz al­dı. Londra matbuatı da aleyhte yazdı.

            Şûrây-ı Devlet Reîsi Server Paşa:

            - Sultan Abdülaziz Vak’ası, Devlet-i Aliyye’de yetmiş seksen seneden beri unutulmuş bir fenalığı yeniledi. Devle­ti fena halde sarstı. Buna cür’et edenler, fenadan fena insan­lardır. Bu işi yalnız intikam ve menfaat için yaptılar. Yalnız hal’ (tahttan indirme) meselesine karışanların bile idamı icab eder.

            Şeyhülislâm Ahmed Es’ad Efendi:

            - Sultan Abdülaziz’i hal’ edenler, milleti ve devleti ve İs­lâm âlemini mahva teşebbüs ettiler.

            Maârif Nâzırı -sonradan sadrâzam olan meşhur- Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa:

            - Kaatillere lânet olsun!

            Ticâret Nâzırı Köse Râif Efendi (sonradan Paşa):

            - İlâmlar mükemmel, hukuk bakımından noksansız ve hatasızdır. İrâde-i seniyye’ye arzdan başka yapacağımız bir şey yoktur.

            Sadâret Müsteşarı Zihni Efendi (sonradan Paşa):

            - Fikirlerimi söyledim, fakat kaideten rey vermeye selâhiyetim yoktur.

            Mâliye Nâzırı Vidinli Tevfik Paşa:

            - İrâde-i seniyye’ye arz edelim, başka yapacak bir işimiz yok!

            Tophâne-i Âmire Müşîri Ali Sâib Paşa:

            - Muhâkeme ve kararlar âdil ve yerindedir.

            Adliye Nâzırı Ahmed Cevdet Paşa:

            - Hukuk bakımından bir eksiklik yoktur. İrade-i seniy­ye’ye arzı lâzımdır.

            Bahriye Nâzırı Büyükamiral Hasan Paşa:

            - Devlete bu kadar muazzam fenalıklara sebep olan bu adamları lanetle yâd ediyorum.

            Harbiye Nâzırı Gazi Osman Paşa:

            - Kanun hükmünü aynen icra edelim. Tereddüd edersek ve cezaları hafifletirsek, devleti tehlikeye atarız. Devletin istikbâlinin te’mîni, bu kararların aynen infâzına bağlıdır.

            Mahkeme Kararlarının Meclis-i Ulemâ’da Müzâkeresi

            İkinci Sultan Abdülhamid Hân, mahkeme kararlarının laik bir mahkemede ve laik bir temyizde, laik ceza kanunu­na dayanılarak verildiği gerekçesiyle, hâkan sıfatının dışın­da bir de halîfe sıfatını taşıdığı ve İslâm dininin başı oldu­ğu için, mahkeme kararlarının bir de şeriat hükümleri bakı­mından incelenip bir rapor hâlinde kendisine sunulmasını irâde etti. 19 Temmuz’da toplanan ulemâ meclisi kararı şöy­le bitiyordu:

            “Bilâ-sebeb-i şer’î (şer’î sebep olmaksızın) imâmü’l-müslimîn’in (halîfenin) hal’ ve katlini intâc eder ahvâle ictisâr ve emvâl-i beytü’l-mâli (hazîne malını) yağma ve gaaret ve beynlerinde bi’1-inkısâm (aralarında bölüşerek) memâlik-i islâmiyye’nin (İslâm ülkelerinin) tahribine bâis ve bâdî olup (93 Harbi’nin kayıpları kasdediliyor) müstemiren sâî-bi’l-fesâd olanların, re’y-i imâmü’l-müslimîn ile siyâseten katle kadar mücâzâtları (cezalandırılmaları) meşrû olduğu, muhât-ı âlem-ârây-ı cenâb-ı tâcdârîleri buyuruldukda, ol bâbda ve kaatıbe-i ahvâlde emr-ü fermân, hazret-i veliyyü’l-emrindir.”

            Mahkeme Kararlarının Fevkalâde Bir Heyet Tarafından İncelenmesi

            Şeyhülislâmın başkanlık ettiği ulemâ meclisi kararı da geldikten sonra Abdülhamid Hân, nâzırlar dışında, itibarlı bazı devlet adamlarının da katılmasıyla Yıldız Sarayı’nda bir fevkalâde hey’etin toplanmasını istedi. Hey’ette Başvekil Saîd Paşa da bulunacaktı (bu Saîd Paşa’nın ikinci sadâ­retidir ve bu sırada 43 yaşındadır). Bu hey’et, mahkeme ka­rarlarının aynen tatbiki veyâ değiştirilmesi hakkında, tek tek tekliflerini, padişaha arz edecekti. Bunun için, hukuk derecesinde devletin yüksek menfaatlerini de düşünerek rey verecekti. Zira Yıldız Davası, milletlerarası bir mesele hâlini almıştı. Bilhassa İngiltere, Midhat Paşa’yı kurtarmak için her şeyi göze alacak gibi görünüyordu. Anlaşılan Mid­hat Paşa bu tarihte, bir asır sonra Birleşik Amerika için Şah veyâ Samoza’nın arz ettiğinden çok daha fazla ehemmiyet arz ediyordu.

            9 Temmuz günü Yıldız Sarayı’nda müzakere başladı. Hey’ete eski sadrâzamlardan o tarihte 66 yaşında bulunan Safvet Paşa başkan seçildi. Sonunda ekseriyetin; kararların aynen uygulanmasını, azınlığın, cezaların hafifletilmesini (yani idamların müebbede çevrilmesini) istediği ortaya çık­tı. 25 kişilik hey’etten 15 kişi cezaların aynen uygulanması­nı, 10’u hafifletilmesini istiyorlardı.

            Cezaların aynen uygulanmasını isteyen 15 kişi şunlar­dır: Zabtiye Nâzırı10 Hâfız Ahmed Paşa, Ferik Mehmed Asaf Celâleddin Paşa (Gizli Emniyet Başkanı), Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyye Reîs Vekili Müşîr Edhem Paşa, Mâliye Nâzırı Vidinli Tevfik Paşa, Müşîr Ali Nizâmî Paşa, Birinci Orduy-ı Hümâyûn Kumandanı Müşîr Kurd İsmâil Hakkı Paşa, Bahriye Nâzırı Büyükamiral Hasan Hüsnü Paşa, Eski Serasker Müşîr Raûf Paşa, Maârif Nâzırı Kıbrıslı Kâmil Paşa, Tophâne Müşîri Ali Sâib Paşa, Adliye Nâzırı Cevdet Paşa, eski Serasker Müşîr Hüseyin Hüsnü Paşa, Serasker Gazi Osman Paşa, Şeyhülislâm Uryânî-zâde Ahmed Es’ad Efendi, Dâhiliye Nâzırı -eski sadrâzam- Mahmud Nedim Paşa.

            10 Kabineye dâhil olmayan, hükümet üyesi bulunmayan nâzırlardandır. Osmanlı Türkiyesi’nde hükümet üyesi olan ve olmayan iki çeşit nâzır vardı: Zabtiye nâzırı, Defter-i Hâkaanî Nâzırı, Hazîne-i Hâssa Nâzırı (bu üçü birkaç defa kabineye alındılar), Rüsûmât Nâzırı, yahut Mekteb-i Tıbbiye Nâzırı, Mekteb-i Harbiye Nâzırı, Askerî Mektebler Nâzırı gibi “kumandan” mânâsına gelen nâzırların, kabine üyeliği ile ilgisi yoktu. Kabine üyelerinin bazıları ise nâzır unvanı taşımaksızın nâzır idiler: Sadrâzam (başvekil), kabinenin ikinci adamı sayılan şeyhülislâm, kabi­ne de üçüncü sırada olan ve bazen “Harbiye Nâzırı” da denen serasker, 1867’den sonra “Bahriye Nâzırı” denen Kapdân-ı Deryâ, Tophâne Mü­şiri, Şûrây-ı Devlet Reîsi, sadâret müsteşârı ve “mecâlis-i âliyye’ye me’mûr” yahut “meclis-i vükelâya me’mûr” denen devlet bakanları, is­tisnasız nâzır ve kabine üyesi idiler.

            Cezaların hafifletilmesini isteyen 10 kişi: Ticâret ve Ziraat Nâzırı Köse Râif Efendi (Paşa), Nâfia Nâzırı Hasan Fehmi Efendi (Paşa), Müşîr Gazi Ahmed Muhtar Paşa (sonradan sadrâzam olmuştur), Evkaf Nâzırı Abdüllâtif Subhi Pa­şa, Hâriciye Nâzırı Asım Paşa, Başvekil Küçük Saîd Paşa, eski Sadrâzam Tunuslu Hayreddin Paşa, eski Sadrâzam Ahmed Arifî Paşa, eski Sadrâzam Cenânî-zâde Kadri Paşa, hey’etin başkanı eski Sadrâzam Safvet Paşa.

            14’ü mülkiye, 10’u asker, l’i ilmiye’den olan bu 25 kişi ayrı ayrı birer kâğıda kısaca şahsî mütalâalarını da el yazı­ları ile yazıp imzâlayıp pâdişâha verdiler. Bu mütalâalar­dan bâzıları çok ilgi çekicidir:

            - Bu iş pek mühimdir. İbret-i müessire olması lâzımdır. Bu bakımdan mahkeme kararlarının aynen icrâsını efendi­mizden (padişahtan) rica ederim (isterim)... Hal’ meselesi, şu içinde bulunduğumuz fecî ve vahîm neticeleri vücûda getirmiştir. Hükmün icrasını tekrar efendimizden istirham ederim (Raûf) (eski serasker ve 93 Harbi Tuna cephesi müşîrlerinden Raûf Paşa).

            - Kanun hükmünün icrâsı re’yindeyim (Kâmil) (sonra­dan sadrâzam olan meşhur Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa).

            - Kanun hükmünün icrâsı re’yindeyim (Ali Sâib) (eski serasker, Tophâne Müşîri Ali Sâib Paşa) (aynen tatbikini is­teyenler umûmiyetle bu cümleyi veya benzerini diğer bir iki cümle ile beraber yazmışlardır).

            - Kararların icrâsı emr-i tabiîdir. Bu kararların hafifletil­mesi veya değiştirilmesi, bir sebebe dayanmak lâzım gelir. Öyle bir sebep göremiyorum, görsem arz ederim (Cevdet) (Adliye Nazırı Ahmed Cevdet Paşa, XIX. asrın en büyük Türk hukukçusu ve tarihçisidir).

            - Şehîd edilen bir padişahtır. Herhalde ibret-i müessire icrası lâzım gelir. Hükm-i kaanûnun icrâsını efendimizden istirhâm ederim (Osman) (Serasker Gazi Osman Paşa, XIX. asrın en büyük Türk askeridir).

            - Bu iş pek mühimdir. Tahkikat ve sorgular usulüyle ce­reyan etmiştir, ilâm hükmü tatbik edilmez, değiştirilirse, bu gibi fesatların önü alınmak kabil değildir (Ahmed Es’ad) (Şeyhülislâm Uryânî-zâde Es’ad Efendi).

            - Hal’ vak’ası (tahttan indirme olayı), felâketimizin baş­langıcıdır. Buna sebep olanların kıyamete kadar lânetle anı­lacakları tabiîdir. Bu faciaya bir de bir padişahın şehid edil­mesi eklenmiştir. Muhâkeme usul içinde yapılmıştır. Hü­kümlerin icrası tabiîdir. Ancak dış devletlerdeki tesirlerini de düşünmek icab eder. Karar efendimizindir (Hasan Feh­mi Nafia Nâzırı Hasan Fehmi Efendi, daha sonra Paşa).

            - Muhâkeme usule uygundur, bu hususta bir diyeceğim yoktur. Ancak, vicdân-ı şâhânenin vereceği hüküm yerindedir (Gazi Ahmed Muhtar) (Müşîr, sonradan Sadrâzam, 93 Harbi’nde Kafkasya cephesi başkumandanı).

            - Bu adamlar her bakımdan en ağır cezayı haketmiş iseler de, her ne veçhile irâde ve ferman buyurulursa, isabet ondadır (Subhi) (Evkaf Nâzırı Sâmi Paşa-zâde Subhi Paşa).

            - Temyiz’in tasdik ettiği hüküm esas ve hukukîdir. Bu­nunla beraber cezânın icrâsında ve tâdilinde hukuk-ı seniyye (padişah hakları) sarihtir (Saîd) (Başvekil Küçük Saîd Paşa).

            “Kanun hükmünün icrâ veyâ tâdîli, padişahın hakları cümlesindendir” (Safvet) (eski sadrâzam büyük diplomat Safvet Paşa).

            “Cezaların hafifletilmesi daha iyidir” (Hayreddin) (eski Sadrâzam Tunuslu Hayreddin Paşa).

            İkinci Abdülhamid İdam Kararlarını Müebbed Hapse Çeviriyor

            İkinci Abdülhamid Hân, fevkalâde hey’ette ekseriyetin değil, azınlığın fikrini uyguladı. Yani: İdam cezalarının hep­sini müebbed hapse çevirdi. Bu suretle 9 idam hükümlüsü ve Yıldız Mahkemesi’nde hüküm yememekle beraber aynı statüde olan Manisa’daki Rüşdü Paşa ile Medine’deki Hayrullah Efendilerin cezaları artık müebbed hapisti. Mahkûm olanların hepsi askerî veyâ sivil rütbelerini, nişânlarını ve madalyalarını kaybediyorlardı. Nişânlarını ve madalyaları­nı devlete iade edeceklerdi. Padişah, Hânedânın başı ola­rak, kız kardeşleri Fatma ve Cemîle Sultanlar’ın, Nûri ve Mahmud Paşalar’la nikâhlarını feshediyor, “Dâmad” unvanlarını kaldırıyor, onları Nûri Bey ve Mahmud Bey hâli­ne getiriyordu.

            İkinci Abdülhamid’in bu kararında İngiltere’nin de tesi­ri olduğu inkâr edilemez. Zira İngiltere’de basın, hükûmet ve Avam Kamarası, Midhat Paşa’yı şiddetle savunuyordu. Midhat Paşa mahkûm olduktan sonra da İngiltere, ondan vazgeçmeyecektir. Ölümüne kadar vazgeçmeyecektir.

            Liberal Fransız basını da Midhat Paşa ve diğer mahkûm­ların idam cezasını ağır görüyordu... Muhafazakâr Fransız basını (mutlakıyetçi kralcılar, meşrûtiyetçi kralcılar ve imparatorcular), fazla ses çıkarmıyordu. İstanbul’daki büyü­kelçilerin duayeni, en kıdemlisi İran Büyükelçisi Müşîr Ha­cı Muhsin Hân’dı. Türk asıllı idi. 17 Mayıs 1873’ten itibaren, 8 yıldan beri büyükelçi idi.11 Diğer büyükelçiler, İstanbul’da Cağaloğlu’ndaki İran sefarethânesinde toplandılar (İngilte­re sefiri Dufferin markisi Roderick Temple, Fransa sefiri C. J. Tissot, Rusya sefiri Prens Novikov, Avusturya-Macaristan sefiri Baron von Calice, Almanya sefiri Kont von Hatzfeldt, İtalya sefiri Senatör Kont Corti, diğer bütün devletler orta elçiler ile temsil ediliyorlardı). Büyükelçiler, mahkûmların idam cezalarının kaldırılması için padişahın “merhamet-i şahanesine ilticâ” etmeye karar verdiler. Diplomatik dilde bunun mânâsı, “idam hükümlerinin kaldırılmasını istiyoruz”dur. Bunu iletmek isteyen İran Büyükelçisi’ni İkinci Abdülhamid kabûl etmedi. Mahkemesiz, Şâh’ın herhangi bir bendesinin emriyle insanların ve büyük devlet adamla­rının kafasının kesildiği İran’ın sefirinin böyle bir tavassutunu kabûl edemeyeceğini, mâbeyn ikinci kâtibi Râşid Bey vasıtasıyla bildirdi.

            11 İran 1828’de büyük devletler arasından çıktığı halde Türkiye, büyükelçi teâtîsine devâm etti. Tahran’da yalnız Türkiye büyükelçi bulundururdu, diğer bütün devletlerinki orta elçi idi.

            Bununla beraber, diğer elçiler padişahın başını ağrıttılar. Bilhassa İtalya elçisi çok ısrâr etti. Fakat sert tepki, Lord Dufferin’den geldi. İngiltere Büyükelçisi, Midhat Paşa’nın idamı hâlinde iki büyük devletin münasebetlerinin bozula­cağını söyleyerek hem Türkiye’yi tehdit etti, hem de Mid­hat Paşa’dan başkalarının İngiltere’ye vız geldiğini açıkla­mış oldu.

            Bununla beraber 8 Temmuz tarihli Times, Türk halkının bu davanın neticelerinden son derecede memnun kaldığını saklamıyordu ama 22 Temmuz’da Avam Kamarası’nda gün­dem, Midhat Paşa’ya verilen idam cezası idi. Midhat Paşa’nın Türkiye’den kaçırılmasını teklif edecek kadar gözü dönmüş İngiliz milletvekilleri (Mister Macon) çıktı ve bu yıllarda İngilizler, sömürge muamelesi yaptıkları İrlanda’da binlerce kişiyi doğruyor, İrlanda ve Hindistan’da bölge böl­ge açlıktan ve salgın hastalıktan yüz binlerce kişi ölüyordu.

            Bilindiği gibi İkinci Abdülhamid, bütün saltanatı boyun­ca, itibarlı Avrupa gazetelerinin Türkiye ile ilgili haber ve makalelerini, aynı gün kendisi için yapılmış Türkçe tercü­melerinden okurdu. Bu yayınlar, Midhat Paşa aleyhindeki haklı duygularını daha da kamçılamış oldu. Zaten yıllardan beri Yeni Osmanlılar’ın basını ile bir kısım Avrupa, bilhassa İngiliz basını, Midhat Paşa’nın kaatilliği misyonunu üzerlerine almış gibiydiler. Bu yayınların, paşanın megalomanyak olmasındaki tesirleri inkâr edilemez.

            Yıldız Mahkemesi dolayısıyle her taraftan padişaha teb­rikler yağıyordu. Bilhassa Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın şah­sı ve Sultan Abdülaziz ailesi için teşekkürü, gönül yakıcı idi. Eski Vâlide-Sultan bu sırada 69 yaşında idi ve bir buçuk yıllık ömrü kalmıştı. Sultan Aziz’in şehzâdeleri, sultanları ve kadınları da teşekkür mektupları yazdılar.

            Mahkûmların on birinin de cezalarını -ikisi 10 yıl, diğer­leri müebbed- Hicaz eyâletinde yazlık şehir olan Tâif’in ka­lesinde çekmeleri kararlaştırıldı. Medîne’den müebbed hapis cezasıyla eski şeyhülislâm Hayrullah Efendi getirilip, Tâif’e 12. mahkûm olarak kondu. Ancak son aylarını yaşa­makta olduğu anlaşılan Mütercim Rüşdü Paşa’nın, mâlikânesinden çıkmamak şartıyla, Manisa’daki mâlikâne çiftli­ğinde yaşamasına Sultan Abdülhamid hususî izin ve emir verdi. Yıllar önce Midhat Paşa’yı İstanbul’dan Brindisi’ye götüren aynı İzzeddin vapuru, mahkûmları alıp Cidde limanına çıkartacaktı. Mahkûmların muhâfazasından Albay Çerkes Süleyman Bey (Karzek) ve deniz binbaşısı Çerkes Osman Bey (Çerkes Hasan’ın bir yaş küçük kardeşi) mes’ul idiler. Mahkûmları Tâif Kalesi’ne kadar götüreceklerdi. Os­man Bey oraya kadar mahkûmların yanında, Sultan Aziz ailesinin bir intikam timsali gibi bulunacaktı; zira Sultan Aziz’in kayınbiraderi, Şehzâde Şevket Efendi ile Emîne Sul­tan’ın dayıları idi.

            İngiltere Büyükelçisi’nin Söyledikleri

            Mahkûmların naklinden önce, İngiltere’nin İstanbul Bü­yükelçisi Lord (Marki) Dufferin’in, Sultan Abdülhamid’in hazîne-i hassa nâzırı (kabine üyesi değildir) Ermeni asıllı Vezir Agop Paşa ile 5 Temmuz’da (1881) sefârethânede yap­tığı mülâkat ilgi çekicidir. Burada büyükelçi, padişahın yü­züne karşı söyleyemediklerini, kendisi ve hükûmeti namı­na söyleyip içini boşaltmıştır. Büyükelçi, paşadan alacağı bilgileri hükûmetinin kendisinden istediğini, çünki Başba­kan Gladstone’un milletvekillerine cevap verebilmek için her an bu bilgilerle mücehhez olmak istediğini Agop Paşa’ya söylemiştir. Lord Cenapları şöyle dedi:

            - Ekselans, Yıldız Mahkemesi’nde itham edilenler suç­suzdur gibi bir iddianın içinde değilim. Ancak muhâkemenin hukuk usullerine çok uygun şekilde cereyan etmediği, bütün İngiltere umûmî efkârına yayılmıştır. Majestelerinin Hükûmeti, bir hükümdar aleyhine olan bu gibi iğrenç dav­ranışları, sûikasd ve katilleri nefretle karşılar. Sultan Abdülaziz vak’ası hakkında da hükûmetimin davranışı aynıdır. Ancak bu gibi davalar, en hassas davalardır. Bu gibi dava­larda yapılacak en küçük bir usul hatası, çok büyük dediko­dulara sebep olur. Bizim bu dava ile ilgimiz, ancak dostânedir ve ancak insanlık çerçevesi içindedir. En alçak caniye bi­le, haksızlığa uğradığı takdirde acıyacak insan bulunur.

            Lord’un sadece Midhat Paşa’yı kurtarmak için yapılan ve bu tek maksadı örtmek için icra olunan bu gevezelikleri­ne Agop Paşa ezcümle şunları söyledi:

            - Bundan birkaç sene evvel örfî idâre ilân olunmuştur. Örfî idâre, bugün de kaldırılmamıştır; sadece bazı tatbikatı gevşetilmiştir. Eğer efendimiz (Sultan Hamid) canilerin muhâkemesini örfî idâreye bağlı bir dîvân-ı harbe verse idi, şimdiye kadar kanunun hükmü icra olunur, idamlar çoktan yerine getirilir, kimsenin de diyeceği bir şeyi kalmazdı. Bi­liyorsunuz ki, muhakemenin açık veyâ kapalı celsede olması hâkimin selâhiyetindedir. Bu gibi mahkemeler de, bütün dünyada kapalı celse çalışır. Çünki devlete âit birçok sırlar söylenir. Öyle olduğu halde Yıldız Mahkemesi açık celse ça­lışmıştır.

            - Midhat Paşa mahkemede şahitlerini dinletememiş, avukatı da aleyhinde şehâdet edenleri sorguya çekememiştir. Bu bütün Avrupa’da çok aleyhte tesirler yapmıştır.12

            12 İstiklâl Mahkemeleri’nde sanıkların avukat tutma ve şâhit dinletme hak­ları olmadığını, berâat ve idam olarak sadece iki türlü karar verildiğini hatırlamak gerekir.

            - Lord Cenabları! Her millet, kendi ceza muhakemeleri usulüne göre muhakeme eder. Hiçbir devlet, ille İngilte­re’deki usullere uymaya mecbur olamaz. Midhat Paşa’nın talebi, zâten davayı milletlerarası hâle koymak ve karmaka­rışık hâle getirmek içindir. Sultan Aziz’in vâlidesine kadar, şehzâdeleri, sultanları, münasebetli münasebetsiz kişileri şahit olarak dinletmek istemiştir. İngiliz mahkemelerinde hâkim böyle şeyleri kabûl eder ve mücrimin böyle oyunla­rına fırsat verir mi? Yıldız Mahkemesi’nde düzinelerce ke­sin delil getirilmiştir. Bir tek, 2-3 altın aylıklı bahçıvanlara yüzer altın aylık maaş verilip Sultan Aziz’in yanına gönde­rilmiş bulunmaları kâfidir.

            - Evet haklısınız! Deliller için konuşmuyorum. Fakat ba­zı usul hataları yapıldığına bütün Avrupa inanmıştır. Onun için bilhassa Midhat Paşa’nın ölüm cezasının hafifletilmesi, temenniye şâyandır...

            Tâif’te

            Midhat Paşa’nın Yıldız Sarayı Çadır Köşkü’nde mahpus tutulması 66 gündür. Sonra, İzzeddin vapuru ile Cidde’ye çıkartılmıştır. Vapur, bir İngiliz kılavuz vapurun öncülü­ğünde Süveyş Kanalı’dan geçerek Kızıldeniz’e girmiştir. Bu tarihte Kızıldeniz’de hemen yalnız Osmanlı Devleti’nin sa­hilleri vardır ve bir Türk denizidir. İngiliz kılavuz gemisi, İzzeddin vapurunun pervanelerine mahsustan çarpıp yol­dan alıkoymak ve Midhat Paşa’yı kurtarmak istemiştir. İngilizlerin Midhat Paşa’yı kurtarmak için yaptıkları ilk te­şebbüs budur. Bunun üzerine İzzeddin’in kapdanı, İngiliz kılavuz gemisine ihtiyacı olmadığını söyleyip başından savmıştır. Cidde ve Tâif sokaklarında halk, padişah ve halî­felerini, Sultan Abdülaziz Hân’ı öldüren kaatilleri, lanet okuyarak karşılamıştır. Kaatiller, Türk askerinin himayesin­de sokaklardan geçebilmişlerdir. Daha birkaç ay sonra, 1882 Martında Cidde’de araştırıldığı zaman, milliyetini sakla­masına rağmen, İngiliz ve İngiliz gizli ajanı olan bir şahıs, resmî Türk makamlarınca tevkif edilmiş ve Midhat Paşa’yı kurtarmak amacıyla Hicaz’a ayak bastığı anlaşılmıştır. Son­ra İngilizler’in bu yoldaki teşebbüslerinin ardı kesilmemiştir.

            Mahkûmların Tâif’teki hayatları ve sonları, benim çizdi­ğim çerçeveye dâhil değildir. Onun için, Tâif’teki sonlarına dair birkaç cümle yazıp, neticeye gelmek istiyorum.

            Midhat Paşa ile Dâmâd Mahmud Paşa’nın Tâif’teki kış­lada birer odada hapis yatmaları 2 yıl, 9 ay devâm etti. Bu müddet içinde Midhat Paşa, sonradan basılan 2 ciltlik hâtı­ralarını kaleme aldı. 6 Mayıs 1884 akşamı Midhat ve Mah­mud Celâleddin Paşalar, askerler tarafından boğularak öl­dürüldüler. Bu emrin kimin tarafından verildiği bugüne ka­dar münakaşalı kaldı. Tabii Sultan Hamid’in pek yaman olan ve bu hükümdarı lekelemek için efsane sınırlarını aşan yalanlar uydurmaktan çekinmeyen muhalifleri, emrin biz­zat padişah tarafından verildiğini kesin şekilde iddia et­mektedirler. Ancak bu mesele henüz tavazzuh etmiş, bü­tün vesikalar yayınlanmış, tarafsız tefsirlere tabi tutulmuş, bilhassa üzerinde tarafsız bir zihniyetle, Sultan Hamid düş­manlığı illeti ile malûl olmaksızın durulmuş değildir. Bu emrin; İkinci Abdülhamid tarafından verilmiş olması muh­temeldir, fakat bugün için kesin değildir. Doğrudan doğru­ya Hicaz vâlisi Müşîr Osman Nûri Paşa’nın emriyle de icra edilmiş olabilir. Yahut Osman Nûri Paşa, böyle bir şey ya­parsa hem kendi, hem padişahın başını bir büyük dertten kurtarmış olabileceğine ve padişahın bu emr-i vâkıa ses çı­karıp gürültü yapamayacağına kanâat getirmiş olabilir. Zi­ra bu paşa, Bâb-ı Âlî ve Yıldız’a sormadan Mekke şerifini tevkif edecek ve yerine başkasını tayin edecek cür’ette, çok sert bir askerdi.

            İngiltere, Midhat, mümkünse Mahmud Paşa’yı kurtar­maya karar vermiş, hattâ Kızıldeniz’deki bir harb gemisini bu işle görevlendirmişti. Mahmud Paşa, Hânedân’dan ol­duğu için, İngiltere onu da, padişaha karşı elinde bulun­durmak istiyordu. Nitekim bu defa muvaffak olunamayınca, birkaç yıl sonra, muvaffak olan bir oyun sahnelenecek, gene Sultan Hamîd’in kayın biraderi olan başka bir vezir Mahmud Celâleddin Paşa, iki oğlu (ki biri bir İngiliz ajanı olan Prens Sabâhaddin’dir) ile beraber Avrupa’ya aktarılıverecektir. Çünki Sultan Hamid’in şahsı, Türk imparator­luğunun birliği için, gitgide daha fazla en büyük teminat hâlinde görülmüş, nitekim tahttan indirildikten birkaç yıl sonra, bir ayağı yerde, bir ayağı gökte koca imparatorluk dağılıvermiştir.

            İşte Midhat Paşa’nın hiç beklenmedik bir zamanda, nâ­mı unutulmuş gibi iken, şüphesiz fecî ve câniyâne, fakat Sultan Aziz’inkinden daha merhametli şekilde öldürülme­sinin sebebi, bu İngiliz teşebbüsünün neticesidir. Paşanın İngilizler tarafından Avrupa’ya kaçırılmasında, Türkiye ba­kımından sonsuz siyâsî mahzurlar vardı... İkinci Abdülha­mid, hiçbir siyâsî cinayet işlememiş, âdî idam kararlarını bi­le hapse çevirmiş bir hükümdardır. Eğer Tâif katli emrini bizzat vermişse bu, uzun siyâsî hayatında yegâne hâdise olarak kalacaktır. Yeryüzünde Sultan Hamid’inki kadar kansız hiçbir şahsî idareyi tarih kaydetmez. Hele bu iş 33 yıllık, üçte bir asır ve bir nesil süren geniş bir zaman parça­sı içinde olduğu için büsbütün değer kazanır.

            Midhat Paşa, 62 ve Mahmud Celâleddin Paşa 48 yaşla­rında idiler. Sayın okuyucularım diğer Tâif mahkûmlarının da sonunu merâk ederler diye yazıyorum:

            Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, 17 sene Tâif Kalesi’nde kaldıktan sonra, kaledeki odasında 64 yaşında 9 Ekim 1898’de öldü.

            Dâmad Nûri Paşa, iki bakımdan cünun getirdi, deli ol­du: Nâz ve naîm içinde, milyarlar içinde yaşayan, Sultan Abdülmecid’in 8 kızının en büyükleri olan Fatma Sultan’ın bu kocası, Tâif in şartlarına dayanamadı. Üstelik diğer bü­tün mahkûmlar, mahkûmiyetlerinin sonuna kadar, ailele­riyle mektuplaştılar, onlardan eşya ve hediye aldılar, yalnız Fatma Sultan kocasını, Hânedân’a ihânetle suçladı. Zâten Sultan’ın 2 yaş küçük kardeşi olan İkinci Abdülhamid, ab­lasının nikâhını feshetmişti. Fatma Sultan da bu feshi tanıdı ve bir daha Nûri Paşa ile mektuplaşmak değil, zâten Yıldız Mahkemesi’nden 3 yıl sonra ölen Sultanın yanında Nûri Paşa’nın adı anılmadı. Hâlbuki Mahmud Paşa’nın zevcesi Cemîle Sultan, kendi nikâhı da feshedilmiş olmasına rağ­men, kocası ile ilgisini kesmedi ve ona karşı uzaktan olsun şefkatini esirgemedi; çocukları vardı. Nûri Paşa ile -44 ya­şında ölen- Fatma Sultan’ın ise çocukları yoktu. Nûri Paşa bu şartlar içinde 21 Temmuz 1890’da 50 yaşında Tâif’te -9 yıllık bir hapisten sonra- öldü.

            Mâbeynci Fahri Bey, tam 27 yıllık bir hapisten sonra, 1908’de Meşrûtiyet ilân edilince İstanbul’a döndü. 1918’de öldü. Uydurma hâtıralarının en başında, Üçüncü Selim devri sadrâzamlarından Hâfız İsmail Paşa13’nın torununun torunu olduğunu söyler.

            13 Yeniçerileri pâdişaha ve Nizâm-ı Cedîd’e karşı kışkırtıp Kabakçı İhtilâli’ni hazırladığı için Türkiye târihinde çok kötü isim bırakmıştır.

            Mâbeynci Seyyid (Seyyid Ahmed) Bey 10 yıl yemişti. 1891’de mahkûmiyeti bittiği halde salıverilmedi. 15 Mart 1898’de Tâif’te öldü. 61 yaşında idi.

            Binbaşı Necib Bey 12 yıllık bir hapis hayatından sonra 1893’te Tâif’te öldü, 40 yaşında idi.

            Binbaşı Ali Bey, 27 yıl Hicaz’da kaldı. 1908’de salıverildi. 2 Nisan 1925’te 80 yaşında öldü. Birçok defa serasker ve nazır olan Müşîr Nâmık Paşa’nın küçük oğludur. 1886’da ağa­beyi Müşîr Cemil Paşa, Hicâz eyâleti valisi olduğu zaman Ali Bey rahata kavuştu. Çünki Tâif, Hicâz eyâletinde bir kazâ (ilçe) idi. Cemil Paşa, kardeşinin Tâif Kalesi’nden çıka­rılması için padişaha çok yalvarıp yakardı. Bunun üzerine Ali Bey, 7 yıl hapis yattıktan sonra, 1883’te Medine şehrin­de kendisine bir ev tutularak orada, şehir dışına çıkmamak şartıyla 20 yıl oturdu. İkinci Abdülhamid’in, Sultan Aziz aleyhtarı Nâmık Paşa’nın oğlu ve Sultan Aziz kaatillerinden Ali Bey’in ağabeyi Cemil Paşa’ya müşîr rütbesi vermesi ve Hicâz’a umûmî vâli tayin etmesi ilgi çekicidir.

            Yozgatlı Mustafa Pehlivan 65 yaşında 10 Haziran 1891’de -10 yıl hapis yattıktan sonra- Tâif’te öldü. Hacı Mehmed Pehlivan 27 yıl hapis yattı. 1908’de 66 yaşında ser­best bırakıldı ve memleketi olan Boyabad’a gitti. Cezayirli Mustafa Çavuş da 27 yıl yattı, 1908’de serbest bırakılarak İstanbul’a geldi.

            Tâif mahkûmlarını 5 yıl, Hicâz eyâleti valisi ve Hi- câz’daki tümenin kumandanı Müşîr Hacı Topal Osman Nûri Paşa, sıkı disiplin altına aldı. Ondan sonraki valiler, bu di­siplini gevşettiler ve mahkûmlar Tâif’te serbest gibi kaldı­lar. Nitekim eski Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Tâif’te bir Arab hanımla yeniden evlendi, 1882’de bu hanımdan bir oğlu Tâif’te doğdu. Osman Nûri Paşa, 1840’ta İstanbul’da Maçka’da Albay Ahmed Şükrü Bey’in oğlu olarak doğdu. 1863’te Mekteb-i Erkân-ı Harbiyye-i Şâhâne’den (İmparatorluk Harb Akademisi) kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 1881’de general ve 1884’te mareşal oldu. 1886’ta Hâleb eyâleti vâliliğine gönderildi ve yerine Müşîr Nâmık Paşa-zâde Müşîr Cemil Paşa, Hicâz eyâleti vâlisi oldu. Osman Nûri Paşa sonra Yemen eyâleti vâlisi, Yedinci Orduy-ı Hü­mâyûn kumandanı, ikinci defa Hâleb vâlisi, Suriye vâlisi oldu ve 1898’de İstanbul’da 58 yaşında öldü. Oğlu Ziyâ Pa­şa, Osmanlı Devleti’nin son harbiye nâzırlarındandır. Os­man Nûri Paşa, sımsıkı ellerle, bugünkü Türkiye büyüklü­ğündeki Hicâz eyâletini idâre etmiş, üstelik hayli bayındır­lık eseri yaptırmıştır. Mekke’de hükûmet konağı, Hicâz’ın çeşitli yerlerinde 4 büyük kışla (bu arada Mekke girişinde hâlâ duran muhteşem Hamîdiye Kışlası); 18 nizâmiye (as­kerî) karakol, Mekke’de 20 küsur çeşme, matbaa, hastahâne, okullar, telgraf hatları, su yolları ve pek çok şey yaptır­mış, Hicâz’da hiçbir asayişsizliğe izin vermemiştir. Bir Türk başçavuşu, en büyük Arab aşîret reislerine rahatlıkla emir verebilmiş ve bu otorite hiçbir askerî harekâta lüzum olma­dan kurulmuştur. Nihâyet Osman Nûri Paşa; Akabe, Moylah, el-Vech, Emlec, Zaba kazâ ve kalelerini Mısır eyâletin­den alarak, Hicâz eyâletine bağlamıştır.

            Bu suretle Sultan Abdülaziz Vak’ası’na karışanların hiç­biri yakalarını kurtaramamışlardır. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi, Sultan Murad’ın -geçici olarak- çıldırması, onunla beraber annesi Vâlide-Sultan’ın da imparatorluk tahtından düşmesi ilk işaretler olmuştu. Geri kalanlar Sul­tan Abdülhamid tarafından, yaptıkları kötülükler kadar şahsiyetleri de dikkate alınarak çok dengeli bir şekilde ce­zalandırılmışlardır. Meselâ Ziyâ Paşa, Nâmık Kemâl ve em­sali, çok yüksek görevlerde kullanılmakla beraber, bir daha İstanbul yüzü görememişlerdir. Ünlü edîb ve Sultan Murad’ın başkâtibi Vezir Sadullah Paşa, uzun müddet kaldığı büyükelçilikle Viyana’da ölmüş, bir daha İstanbul’a döne memiştir. Ali Suâvi’nin akıbeti malûmdur. “Şıpka Kahramânı” ve Sultan Aziz Vak’ası’nın akılsız ve bedbaht âleti Müşîr Süleyman Paşa, Bağdat’da oturtulmuş, mareşal emeklisi maaşı almış, orada cilt cilt değerli eserler yazmıştır. Hâtıralarında, Hüseyin Avni Paşa’ya da, Meşrûtiyeti uy­gulamadığı için İkinci Abdülhamid’e de epey veriştirir. Hâ­lâ kafasını değiştiremediği anlaşılır.

            Vak’aya karışan her fer­din âkıbetlerini yazdım. Bunların çok azı hayırlı âkıbetler olmuştur. Bu adamlar, Sultan Abdülhamid gibi çok dengeli bir iç politika tâkıyb etmeyi şiâr edinen bir hükümdarın de­ğil de, meselâ Rusya’da Çar’ın tebeası olsalar idi, hepsi kur­şuna dizilirler, çok azı da hayat boyu Sibirya buzullarını boylardı.

            Sultan Abdülaziz Vak’ası, 93 felâketinin başlıca sebebi ve büyük yıkımın başlangıcı, imparatorluk rejiminin de sarsılması olduğu halde, hâlâ resmî görüş tarihçileri, Tâif mahkûmlarına ve onların kafadaşlarına methiye düzer, Sultan Hamid’i alçaltmak için masallar uydururlar.

            Bu dengesizlikler; ilme, tarihe ve gerçeğe oturmayan bu tutum insanı şaşırtır, tarafsız tarihçiyi hayretler içinde bırakır. Fakat en kötüsü, millî şuur ve mâşerî vicdanı bozar. Zira millî şuur ve mâşerî vicdan, gerçeklerle yücelir. Yalanlarla şaşar. Bugünkü ortama gelişte, gayri millî bir eğitim ve hain bir kültür politikasının mutlak şekilde en büyük rolü oynadığı hakkındaki fikrimi asla değiştirmem!

          Netice

            30 Mayıs 1876 Sultan Abdülaziz Vak’ası, bir ihtilâl değil­dir. Zira halktan gelmemiştir. Alelâde bir darbe-i hükûmet­tir (coup d’état).

            Çok aleladedir. Onun içindir ki çok şaşırtıcıdır. 63 kişilik bir cuntanın eseridir. Bu 63 kişi, 300 Harbiyeli ile 2 tabur Türkçe anlamayan askeri, ve bir batarya ile birkaç gemiyi, padişahın emriyle padişaha yardım edecekleri gerekçesiyle kandırmıştır. Darbeyi vuran, Harbiye kumandanı olan 38 yaşında genç bir tümgeneraldir. Hem çok iyi bir asker ve kumandan, hem mühim bir fikir adamı ve yazar olarak meşhurdur. Fakat budalalığı, bu sıfatlarından da ileridedir. Darbenin hazırlayıcısı, 55 yaşındaki bir mareşalin basit bir âleti olmuş ve darbeyi vurduktan sonra âlet muamelesi gör­müştür.

            55 yaşındaki mareşal, vaktiyle bir yıl kadar başbakanlık­ta da bulunmuş millî savunma bakanıdır. “Serasker” denen o zamanın savunma bakanları daima mareşal rütbesinde asker ve aynı zamanda Kara Kuvvetleri Komutanı ve genelkurmay başkanıdırlar ve kabine protokolünde 3. sırada bu­lunurlar, fakat donanma üzerinde yetkileri yoktur.

            63 kişilik ve bazıları alelâde adamlar olan cuntanın 5 ki­şisi kabinede bakandır: Sadrâzam (başbakan), şeyhülislâm, serasker, Şûrây-ı Devlet reîsi ve bahriye nâzırı. Diğer nâzırlar darbeden habersizdir.

            Darbe, hükümdâra karşı olup, hükûmete karşı değildir.

            İmparatorluğun vârisi olan Velîahd, eyleme katılma­makla beraber, 63 kişilik cuntanın içindedir.

            Darbe, sadece Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın eseridir. Hattâ sırf darbe tekniği olarak ele alındığı takdirde şâheseridir. Zira padişah dışında kimse hayatını kaybetmemiş hiçbir ciddî ayaklanma olmamış, âdetâ tereyağından kıl çekilmiştir.

            Ancak darbe, sırf şahsî kîne ve menfaate, para ve ma­kam hırsına dayanmaktadır.

            Ama ilk defa olarak bu darbede “vatan” ve “millet” nâ­mına hareket edildiği iddia edilmiştir. Hiçbir darbe, bir ide­olojiye dayandırılmaksızın mümkün değildir. Bu darbe için de bir ideoloji bulunmuş ve resmen ilân edilmiştir: Meşrû­tiyet denen taçlı demokrasi.

            Bu ortamı ve ideolojiyi hazırlayanlarsa Yeni Osmanlılar’dır. Yeni Osmanlılar; İstanbul’da, darbeden on bir yıl ön­ce, 1865’te gizli bir dernek olarak genç aydınlarca kuruldu. Üye sayısı 245’e kadar yükseldi. Yalnız Veliahd Murad Efendi değil, İkinci Veliahd Şehzâde Abdülhamid Efendi de dernekle ilgilenip senpati gösterdiler. Ancak 1867’de Sadrâ­zam Alî Paşa, gayri meşrû muhâlefet yaptıkları için Yeni Osmanlılar’ı dağıttı. En kuvvetli üyeler Avrupa’ya gidip, orada muhâlefetlerine devâm ettiler. Dernek Avrupa’ya sı­ğınınca Abdülhamid Efendi, dernekten el çekti. Fakat Mu­rad Efendi sonuna kadar alakasını devâm ettirdi. İşte Yeni Osmanlılar’ın açtığı zemîne Midhat Paşa kolayca oturmak istedi.

            Cuntanın başı olan serasker öldürülmeseydi, diktatörlüğü devâm ettiği müddetçe, Meşrûtiyetin ilânı kabil ol-maya­caktı.

            Cunta; darbe için, İngiltere’nin gizli, fakat kesin yardımını gördü. İngiltere’nin eli olduğunu bildiği için Rusya, darbeyi fena karşıladı. Avusturya-Macaristan darbeden en­dişelendi. Almanya iyi karşılamadı. Fransa’da fikirler dağıldı.

            Türk Kara Kuvvetleri, 7 ordu ve bir takım müstakil tü­menlerden ibaretti. Birinci Ordu’nun memnuniyetsizlik gös­teren birlikleri diğer ordulara gönderildi, bir kısmına altın dağıtıldı. Birinci Ordu subaylarının çoğu, darbenin ertesi gü­nü bir rütbe yükseldiler. Bu durum, diğer 6 orduda büyük memnuniyetsizlik meydana getirdi, eşitlik ilkesi bozuldu.

            Darbe, padişahın sırf Osmanoğulları’nın tarihî, millî ve dinî prestijinin himayesinde bulunduğunu, fakat bunun ar­tık yetmediğini gösterdi. İkinci Abdülhamid bu hususu de­ğerlendirerek şahsını emniyet altına alabilmek için, normal ve anormal bütün tedbirlere başvurdu.

            Darbe, 93 felâketinin sebebi ve başlangıcı oldu. 93 felâketi ise, bütün Türkiye, hattâ bütün Türk, hattâ bütün İslâm tarihinin en büyük felâketlerinden biridir. Türklük, bugüne kadar onulmaz yaralar aldı. Türk’ün cihan dengesindeki ehemmiyeti sarsıldı ve Türkiye ehemmiyet bakımından ge­ri sıralara düşmeye başladı. Yoksullaştı ve kalkınması tö­kezlendi.

          Demokratik Gelişmenin Geciktirilmesi

            1876 darbesi, aynı zamanda Türkiye’de demokratik ge­lişmeyi uzun yıllar için geciktirdiği, hattâ epey geriye götürdüğü için kınanmaya müstahaktır. Zira Sezar’a davetiye çıkarmıştır ve Allah’tan sezar gelmiştir. Gelmeseydi, o yıl­larda imparatorluk dağılırdı ki, artık parçalarını toplayıp birleştirmek de belirsiz zamanlara kalırdı. Türkiye, Türkis­tan ve Kafkasya gibi Türk ellerine dönerdi.

            1876 Türkiye’sinin ihtiyacı şüphesiz İngiliz demokrasisi, Midhat Paşa Meşrûtiyeti değildi. İhtiyaç bu olsa idi bu reji­mi, o tarihte İspanya, Japonya, Rusya, Avusturya-Macaristan, Almanya gibi bizden daha ileri toplumların yaşadığı imparatorluklar tatbik ederlerdi. İhtiyaç, Tanzimat’ın geliş­tirilmesi idi. Bu suretle XX. asra gelip de imparatorluk makul bir çerçeve içine girince demokrasiye çok rahat geçilecekti.

            İkinci Abdülhamid ile, hemen hemen dedesi İkinci Mahmud tipinde bir hükümdar ortaya çıkar. İkinci Abdülhamid’in çağdaşları olan Mikado Mutsu-Hito, Çar Üçüncü Aleksandr, Nâsıreddîn ve oğlu Muzaffereddîn Şâhlar, hattâ Kayzer Birinci ve torunu İkinci Wilhelmler, şüphesiz Türk hükümdarından daha otoriter simalardır. Ancak Türkiye, bu devletlerden daha az gelişmiştir. Az gelişmişliğin birçok kusuru da, Sultan Abdülhamid’in sırtında kalmıştır. İkinci Abdülhamid, çağdaşlarından Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Franz Joseph’le mukayese edilebilir.

            Hâlbuki babası Sultan Abdülmecid, -hiç olmazsa salta­natının üçte ikisinde- amcası Sultan Abdülaziz, hattâ ağa­beyi Beşinci Murad, yukarıda sayılanlar tipinde hükümdar­lar değildir. İngiltere’de Dördüncü George ve kardeşi Dör­düncü William, Fransa’da da Louis-Philippe tipinde hü­kümdarlardır. Yani taçlı demokrasi için çok uygun tipler...

            Sultan Abdülhamid’in, devlet idâresini -tabiî mercii olan- Bâb-ı Âlî’den Yıldız’a, daha açık ifadeyle hükûmetten saraya alması, demokratik gelişmeyi ve demokrat hüküm­dar tipini yaralamıştır. Türk devletini belki kurtarmıştır, imparatorluğun hayatını mutlaka 30 yıl uzatmıştır ama bu gerçekler de birer vâkıadır. Sonra İkinci Abdülhamid’e tep­ki olarak İttihatçılar, kardeşi Sultan Reşad’la hiçbir yerde görülmeyen, damadının haksız idamını afvetme yetkisini kullanamayan bir hükümdar tipi îcâd etmişlerdir. Bugün­kü İsveç veyâ Belçika krallarından daha yetkisiz bir tip or­taya çıkarmışlardır. Tamamen monarşist olan İttihatçılar, bu suretle monarşiye, monarşinin dayandığı Hânedan’a ve de­mokratik gelişmeye, Sultan Hamid’den de daha ağır darbe indirmişlerdir. Üstelik Sultan Hamid iç politikada orduyu asla kullanmadığı halde; İttihatçılar, Türk subayını ikiye bölmüş ve boğazına kadar politikaya gömmüşlerdir.

            Sultan Hamid, doğuştan bir müstebid değildir. Doğuş­tan bir müstebidin hiçbir karakterini taşımamaktadır. Salta­natının ilk aylarında, 93 felâketini görmeden, Midhat Paşa ve Ali Suâvi tarafından çileden çıkarılmadan davranışları, âdetâ bugünkü Batı demokrasilerinin hükümdârları gibi­dir.

            Sultan Abdülaziz tahttan indirildikten sonra ona yapılan muamele ve sûikast ise, hem İkinci Abdülhamid için, hem de kötü niyetliler için, uzun yıllar açık bir ders teşkil etmiş­tir. Bu bakımdan da Hüseyin Avni, kınanmaya hak kazanır.

            Gerçi XIX. asır, devlet başkanlarına sûikasdlar, terö-rist­ler ve nihilistler çağıdır. Teknik ve sanâyileşme, toplumların bazı kesimlerindeki ahlâk değerlerini o derecede değiştir­miştir ki, o kesimleri, ahlâkî boşluğa atmıştır. Ancak bir hü­kümdar, kendi hükûmeti tarafından öldürülmemektedir. Böyle bir misal aranırsa, ancak 1917-18 Rusyasına uzanmak îcâb eder ve oradaki şartlar kendine mahsustur.

            Bu yıllardaki bazı çok meşhur sûikasdların bir ikisini anmak istiyorum:

            Büyük bir hükümdâr olan, Rusya’da 20 milyon toprak kölesini hürriyete kavuşturan ve 93 Harbi’nin çıkmasını is­temeyen Çar İkinci Aleksandr, 1881’de 63 yaşında ve 26 yıl­dır tahtta idi. Türk düşmanı, İkinci Mahmud’u dehşetli kıs­kanan ve Reşid Paşa’nın kombinezonu ile çıkan Kırım Harbi’nde mağlûb olduğu için intihar eden Birinci Nikolay’ın oğlu ve halefidir. Kendisine iki sûikasd yapıldı. Bunların şa­şırtmaca sûikasdlar olduğu sonradan anlaşıldı. Sûikasdlardan kurtulduğunu sandığı anda, saltanat arabasına bomba konularak öldürüldü. Onun öldürülmesi Rusya’da meşrû­tiyeti 1905’e kadar geciktirdi. Türkiye’de olduğu gibi, Rus­ya’da da 1881’den 1905’e kadar bir tepki rejimi sürdü.

            Avusturya İmparatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi Elisabeth, 10 Eylül 1898’de, 61 yaşında, Cenevre’de seyahatte iken bir İtalyan anarşist tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Avusturya İmparatorluğu’ndaki İtalyanlar, İtalya ile birleşmek istiyorlardı (Trieste bölgesi). İmparatoriçe, Fransız Joseph’in eşi ve hayırseverliği ile tanınmış bir kadındı. 42 yıldan beri imparatoriçe idi.

            Birleşik Amerika’nın 16. başkanı Abraham Lincoln, 14 Nisan 1865 gecesi, Abdülaziz Han’dan on bir yıl önce, Washington’daki tiyatro locasında tabanca kurşunu ile beynine ateş edilerek öldürüldü. Kaatil, akıl hastası idi… Fakat ikinci defa başkanlığa henüz seçilen Lincoln, Kuzey-Güney harbinin yaralarını sarmak için tasarısını ertesi gün ilan edecekti. Birleşik Amerika’daki 4 milyon zenci köleyi hürriyetine kavuşturmuştu. Ondan sonra Kuzey’le Güney eyâletleri arasında uzun müddet düşmanlık davası ortadan kaldırılamadı, 56 yaşında idi.

            1945’de ABD’nin Avrupa’daki en kudretli generali Patton’ın ölümünün esrarı hâlâ çözülememiştir. Asya’daki en kudretli General Mac Arthur ise çok büyük millî kahraman olduğu için, ona karşı sûikasde cesaret edilemedi.

            20. asrın ikinci yarısında Başkan Kennedy, kudretli bir adam olduğu ve güçlü bir devleti temsil etmek istediği için öldürülmüştür. Ondan sonra Reagan’a kadar güçlü bir başkan seçilememiştir. Koskoca Birleşik Amerika’da güçlü bir adamın bulunmadığına inanmak zordur. Bilhassa seçilmemiştir fikrinin ağırlığı inkâr edilemez. Aynı zamanda Kennedy’den sonra başkanlık müessesesi büyük yara almış ve otoritesi zayıflamıştır. Ağabeyinden daha kudretli bir adam olduğu bilinen Robert Kennedy’nin ise başkanlık seçimi kampanyasında öldürülmesi dikkat çekmektedir. Bu cinayetlerin esrarı henüz aydınlanmış değildir. Siyasî cinayetler, kudretli adamları hedef almaktadır. Zayıf şahsiyetlere pek itibar edilmemektedir.

            Sultan Abdülaziz’in; Türk Ordusu ve Donanması’nı çok kuvvetlendirdiği, demiryolları, telgraf hatları, tersâneler, fabrikalarla ülkeyi donattığı, eğitime ağırlık verdiği, hâsılı imparatorluğu güçlendirdiği ve dengeyi Türkiye lehine bozabileceği duygusunu verdiği için tepetaklak edildiği şüphesizdir.

            İkinci Abdülhamid, aynı sebepten tepetaklak edilecektir. Daha sonra başka misaller, bunları takip edecektir… Hepsi dışarıdan kaynaklanmıştır. İçeriden satın alınan veyâ kandırılan kişiler vardır. Sultan Hamid, dedesi İkinci Mahmud gibi bir dâhi değil de, herhangi bir hükümdar olsaydı, Türk İmparatorluğu’nun o yıllarda dağıtılması mukadderdi. Bunu da ehemmiyetle belirtmeliyim. Zira bir diktatör dâhi değilse –ki dehâ da fevkalâde az rastlanan bir haslettir- devleti ancak batırır. Demokrasi rejiminin faydalarından ve gelişme kabiliyetinin sebeplerinden biri de budur. Dâhiye muhtaç olmaksızın yürüyebilen bir rejimdir. Bir de dâhi yetiştirirse sıçrama yapabilir.

            Sultan Aziz - Sultan Murad – Sultan Hamid üçgeni, Sultan Selim – Sultan Mustafa - Sultan Mahmud üçgenine benzemektedir. Âdetâ tarih, 68 yıl arayla tekerrür etmiştir. Şöyle ki:

            Üçüncü Selim tahttan indirilmiş (1807), amca oğlu Dördüncü Mustafa tahta çıkarılmış, ertesi yıl Üçüncü Selim’i tekrar tahta çıkarmak isteyen Nizâm-ı Cedid’ciler, Dördüncü Mustafa’nın kardeşi İkinci Mahmud’u tahta çıkartmışlardır. Dördüncü Mustafa da, mürteciler hâlâ ondan ümid kesmedikleri için öldürülmüştür ama bu kısa saltanatı boyunca Sultan Mustafa, kendisini tahta çıkardıkları halde, Üçüncü Selim’i tahttan indirenleri temizlemiştir. Az sonra bu İkinci Mahmud da, Üçüncü Selim’in ölümüne se­bep olan, zemin hazırlayan, padişahı savunmakta en ufak ihmâli görülen, padişahın öldürülmesine karşı duygusuz kalanları öldürtmüştür. Sultan Abdülhamid, dedesi gibi ay­nı şeyi yapamadı, daha ihtiyatlı ve hafif davrandı ise bu ikinci Mahmud’un Türkiye’yi modern bir devlet yapması sebebiyledir ama Üçüncü Selim’in Sultan Abdülaziz’e, Dör­düncü Mustafa’nın Beşinci Murad’a ve İkinci Mahmud’un İkinci Abdülhamid’e benzediği âşikârdır. Sultan Abdülaziz gibi Üçüncü Selim de Nizâm-ı Cedîd ile devleti güçlendir­diği için devrilmişti. Beşinci Murad ise, Dördüncü Mustafa kadar âcizdir ve olaylara yakasını kaptırmıştır. İkinci Ab­dülhamid hem dedesinin dehâsına vâris olmuş, hem de İkinci Mahmud gibi her adımını hesapla atmayı; darbe, ih­tilâl ve felâket içinde öğrenmiştir.

            Ele aldığımız devir Osmanlı iç tarihinin en büyük müte­hassısı olan ve o devir adamlarına da yetişmiş bulunan İbnülemin Mahmud Kemâl İnal üstâdımız (1870-1957) şu doğru hükmü vermektedir:

            “Kimseye emniyeti kalmayan Sultan Abdülhamid’in; Askerî mektepler, Mülkiye ve bilhassa Harbiye hakkındaki şiddetli kayıtlamaları, talebenin hal’de (Sultan Aziz’in taht­tan indirilmesinde) kullanılmasındandır... ‘Talebe-i ulûm’ denilen yüksek medrese talebesine karşı çekingen muame­lelerinin sebebi de; onların, hal’den az önce, garaz sahipleri tarafından tahrîk edilerek, hükûmet aleyhine ayağa kaldırılmasındandır. Meclis-i vükelâda (bakanlar kurulu) nâzırlar arasında casuslar bulundurması, hal’e bazı nâzırlar tarafından karar verilmesinden doğmuştur. İnsaf ve hak dâhi­linde söylemek icab eder ki, memleketin hayatını otuz sene­den fazla kemiren istibdâdın baskılarının ilk ve en büyük sebebi, başta Hüseyin Avni Paşa olmak üzere, hal’e iştirâk eden diğer adamlardır. Bunlar, devlet ve milleti gûyâ bir müstebitin pençesinden kurtaralım bahânesiyle hareket etmişlerken, öylesine iç ve dış felâketlerin zuhûruna sebep olmuşlardır ki; hem kendilerini, hem de milleti, istibdadın pençesine teslîm etmişlerdir. Hele kötü ahlâklı bir kişi olan Ali Suâvi’nin (ki o da bir İngiliz ajanıdır) çıkardığı vak’a; istibdadın ve ‘hafiye’ denen gizli emniyet ajanlarının kullanılmasının en mühim sebeplerindendir.”

            Bütün bu gelişmeler ve çok sonralara kadar uzanan te­sirleri bakımından 30 Mayıs 1876 darbesi; Türkiye tarihinin, her zaman için en feci olaylarından biri olmak durumunu muhafaza edecektir.

            Ankara, 20 Eylül 1979

 

            BİBLİYOGRAFYA

            -Abdurrahmân Şeref Bey, Târîh Musâhebeleri, İst. 1917, 1925 (yeni harflerle de baskısı var); “Sultân Abdülazîz’in Vefâtı İntihâr mı, Katil mi?”, TOEM, XIV, 321 v. dd.

            -Abdülazîz Hân, torununun kızı Neslişâh Sultân’dan alı­nan kendi el yazısı ile lâyihalar.

            -Ahmed Midhat Efendi, Üss-i İnkılâb, İst. 1877-8,1906.

            -Aksüt (Ali Kemâlî), Sultân Azîz’in Mısır ve Avrupa Seyâhati, İst. 1944.

            -Ali Rızâ ve Mehmed Gaalib Beyler, XIII. Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayâtı, İstanbul, eski ve yeni harflerle 2 baskı.

            -Alî Vehbî Bey, Pensées et Souvenirs de Tex-Sultan Abdulhamid, Neuchâtel 1913.

            -Atay (Fâlih Rıfkı), Başveren İnkılâbçı (Alî Suâvî), İst. târihsiz.

            -Âtıf Bey, Hâtırat, İ. M.K. İnal nş., TOEM, XV.

            -Ayşe Müşfika IV. Kadın-Efendi, Ayşe Sultân, Şâdiye Sul­tân, Sultân Azîz’in ve Neş’erek Kadın-Efendi’nin dâmadları vezîr ve nâzırlardan Dâmâd Şerîf Paşa gibi Hânedân mensupları, sarayla ilgili kişiler, Dr. Subhî Ezgi gibi o zamâna yetişmiş şahıslarla 1945’ten sonra müelli­fin yaptığı mülakatlar ve tuttuğu notlar.

            -Bastelberger (J. M.), Die Militärischen Reformen unter Mahmud II, Gotha 1874.

            -Bérard (Victor), La Politique du Sultan, Paris 1897.

            -Cevdet Paşa, Tezâkir, C. Baysun nş., 3. c., TTK, Ank. 1953,1960,1963; Mârüzât, Yusuf Halaçoğlu nş., İst. 1980.

            - Charmes (G.), La Turquie du Sultan, Paris 1897.

            - Corcî Zeydân, Meşâhîrü’ş Şark, 2 c., Kahire 1902.

            - Dânişmend (İsmail Hâmî), Îzahlı Osmanlı Târîhi Kro­nolojisi, IV, İst. 1955.

            -Dempwolff, Serail und Hoche Pforte, Viyana 1876.

            - Devereux (Robert), The First Otoman Constitutional Period, Baltimore 1963.

            - Ebü’z-Ziyâ Tevfîk Bey, Yeni Osmânlılar Târîhi, Tasvîr-i Efkâr, 1909’da tefrika, Ziyâd Ebüzziyâ nş., 3 c., İst. 1974.

            - Elliot (Lord Henry), “The Death of Abdul Aziz”, Ninete­enth Century, no. 23/132, Londra, Şubat 1888, s. 276-96, Tr. trc. Bir Hakıykatin Tezâhürü, İst.

            -Engelhardt, La Turquie et le Tanzimat, 2 c., Paris, 1882-Tr. trc. de var.

            -Fahrî Bey (Mâbeynci), İbretnümâ, B.S. Baykal nş., TTK, Ank. 1968.

            -Fatma Aliyye Hanım, Ahmed Cevdet Paşa ve Zamânı, İst. 1914.

            -Freeman (E.- A.), The Ottoman Power in Europe, Lond­ra 1877.

            -Gardey, Voyage du Sultan Abdul Aziz de Stamboul au Caire, Paris 1865.

            -Gotha, Almanach de, ilgili yıllar.

            -Gövsa (İbrahim Alâeddin), Türk Meşhurları Ansiklo­pedisi, İst. 1944.

            -Hâfız Mehmed Bey, Hakaaiku’l-Beyân fî Hakkı Cennet-Mekân Sultân Abdülazîz Hân, İst. 1908.

            -İstanbul, Paris, Londra, Viyana gazeteleri, ilgili yıllar.

            - İnal (İbnülemîn Mahmûd Kemâl), Son Sadrâzamlar, 14 c., İst. 1940-53; Son Asır Türk Şâirleri, 12 c., İst. 1930-42; “Sultân Abdülazîz’e Dair”, TTEM, XV, 177 v. dd.

            -Kératry (Comte de), Mourad V, Paris 1878.

            -Kuntay (Midhat Cemâl), Nâmık Kemâl, 3 c., İst. 1944-56.

            -Lavisse-Rambaud, Histoire Générale, XI-XII, Paris, ilk tab’i 1904.

            -Lutfî Efendi, Târîh, X-XV, TTK Küt., Ankara ve M. Aktepe nş.

            -Lutfî Simâvî Bey, Devr-i İnkılâb, İst. 1918.

            -Maârif Vekâleti, Tanzîmât, İst.1940 (makaleler mecmu­ası).

            -Mahmûd Celâleddîn Paşa, Mir’ât-ı Hakıykat, 3 c., İst. 1908-9, yeni harflerle de baskısı var.

            -Mehmed Gaalib Bey, Sâdullâh Paşa, İst. 1909.

            -Memdûh Paşa, Asvât-ı Sudûr, İzmir 1910; Kuvvet-i İk­bâl ve Alâmet-i Zevâl, İst. 1911; Mir’ât-ı Şüûnât, İzmir, 1910; Hal’ler ve İclâslar, İzmir 1910; Serâir-i Siyâsiyye, İst. 1907.

            -Midhat (Ali Haydar). The Life of Midhat Pasha, Lond­ra 1903; Hâtıralarım (1872-1946), İst. 1946.

            -Midhat Paşa, Tabsıra-i İbret ve Mir’ât-ı Hayret, İst. 1908 (bu 2 ciltlik hatıratın Fr. ve İng. trc. de var).

            -Millingen (Frederick), La Turquie sous le Règne d’Abdul-Aziz, Brüksel 1868.

            -Mismer (Charles). Souvenirs du Monde Musulman, Pa­ris 1892; Soirées de Constantinople, Paris 1870. Mordtmann (A.D.), Stambul das Moderne Türkentum, c., Leipzig, 1877-8.

            -Osmanoğlu (Ayşe), Babam Sultân Abdülhamîd, İst. 1952,1958, 1984, Fr. trc. de var.

            -Örik (Nâhid Sırrı), 150 Yılın Meşhurları (1800-1950), 3 fas., İst. 1953-4.

            -Öztuna (Yılmaz), Büyük Türkiye Tarihi, 14 c., İst. 1977- 9; Osmanlı Devleti Tarihi, 2 c., İst. 1986 (2 baskısı daha ve Arapça trc. var); Büyük Osmanlı Tarihi, 10 c., İst. 1994.

            -Pâkalın (Mehmed Zeki), Son Sadrâzamlar ve Başvekil­ler, 5 c., İst. 1940-48; Tanzimat Mâliye Nâzırları, 2. c., İst 1939-40; Sicill-i Osmânî Zeyli, yazma.

            -Saîd Paşa (Eğinli), Hâtırât, N. Dânişmend nş., Türklük mecmuasında.

            -Saîd Paşa (Sd. Küçük), Hâtırât, İst.

            - Sâl-nâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’ler, ilgili yıllar.

            - Schwitzer (H. de), Trois Sultans d’Abdul Aziz à Abdul Hamid, Paris 1900.

            - Statesman’s Year-Book, Londra, ilgili yıllar.

            - Süleymân Paşa, Hiss-i İnkılâb, İst., 1908, yeni harflerle de yayınlandı; Umdetü’l-Hakaaık, 5 c., T.C. Genel Kur­may Başkanlığı’nca eski harflerle yayınlanmıştır.

            -Süreyya Bey (Mehmed), Sicill-i Osmânî, 4 c., İst. 1891-7.

            -Şehsuvaroğlu (Halûk Y.), Sultân Azîz, İst. 1949.

            -Tahsîn Paşa, Yıldız Hâtıraları, İ. M. Mayakon nş., İst. 1931.

            -Takvîm-i Vekaayi’, İst. ilgili yıllar.

            -Tanpınar (Ahmed Hamdi), XIX. Asır Türk Edebiyatı Târihi, İst. 2: 1956.

            -Tansel (Fevziye Abdullah), Nâmık Kemâl’in Mektupla­rı, 4 c.,TTK, 1967-86.

            -Türkgeldi (Ali Fuâd), Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiyye, B. S. Baykal nş., TTK, 3 c., Ank. 1957-86.

            -Ubicini (A.) ve Pavet de Courteille, Etat Présent de l’Empire Otoman, Paris 1876.

            -Us (Hakkı Tarık), Meclis-i Meb’ûsân, İlk Devre (1877) Zabıtları, 2 c., İst. 1940,1954.

            -Uzunçarşılı (İsmail Hakkı), Midhat ve Rüşdü Paşaların Tevkifleri, TTK, Ank. 1946; Midhat Paşa ve Tâif Mah­kûmları, TTK, Ank. 1950; Midhat Paşa ve Yıldız Mah­kemesi, TTK, Ank. 1967; “Çırağan Sarayı Vak’ası”, Belle­ten, VIII, 1944, 71-118; “Azîz Bey Komitesi”, Belleten, VIII, 1944,245-318; “Çerkes Hasan”, Belleten, IX, 1945, 89- 133; “V. Murâd’ı Kaçırma Teşebbüsü”, Belleten, IX; “Çırağan’a Girmek İsteyen Şahıslar”, Belleten, XIII.

            - Valmy (Duc de), La Turquie et l’Europe, Paris 1867.

            - Woods (Koramiral Sir Henry Paşa, 1842-1929), Spunyarn, 2 c., Londra, 1924, 2. cildin Tr. trc. hâkim tümam. Fahri Çöker, Türkiye Anıları, Milliyet’te tefrika, sonra İst. 1976.

            - Yıldız Mahkemesi ve hazırlık sorguları zabıtları. Meclis-i Vükelâ mazbataları, Yıldız vesîkaları.

            - Ziyâ Şâkir, Çırağan Sarayı’nda 28 sene: Beşinci Murâd’ın Hayâtı, İst. 1943 (V. Murâd’ın 4. ikbâli Filizten Hanımefendi’nin yazara anlattıkları).

 

          EKLER

 

            Ek: I

            Türkiye’de Teceddüd ve Tanzimat Hareketinin Oluşması

            Tanzimat rejiminin daha iyi anlaşılması için, menşelerine inmek gerekir. Osmanlı tarihini kaleme alanlar, modern Türkiye’yi Tanzimat’tan başlatmak kapital ve gayr-i kaabil-i münâkaşa hatâsına düşmüşlerdir. Hâlbuki Tanzimat’ı ha­zırlayan İkinci Mahmud’dur. Vak’a-i Hayriyye ve Sultan Mahmud’un radikal reformları olmasa, Tanzimat asla mümkün değildi. Bu hususta Mustafa Reşid Paşa, Tanzi­mat’ı gökten indirmiş gibi bir hava yayılarak, bütün tenkitler onun üzerine yağdırılmıştır. Hâlbuki Reşid Paşa, Sultan Mahmud’un itina ile yetiştirdiği has adamıdır, efendisinin yolunda gitmiş, onun eserini tamamlamıştır. Kesin şekilde Batı’ya dönük ve Batı’dan mülhem reformlar devrini de - âşikârdır ki- Reşid Paşa açmamıştır. Vak’a-i Hayriyye’den sonra Sultan Mahmud açmıştır. Esasen ne eski orduyu yı­kıp yenisini kurmak, ne askeri yönetimden çekip idâreyi si­villere vermek, hattâ ne kavuğu bırakıp fes giydirmek ve daha bunun gibi birçok reform, hiçbir paşanın haddi değil­di.

            Osmanlı Devleti’nde reform hareketini ve ihtiyacını iki safhada mütalâa etmek gerekir: Birinci safha, devletin ken­di içinde reformudur. İkinci safha, Batı’ya dönük, oradan mülhem reformlardır ki, Nizâm-ı Cedîd ile 1793’te başlamıştır. Birinci dönemde devlet, ya cihan devleti idi, ya - 1683’ten sonra 1770’e kadar- gene dünyanın en kudretli devleti idi. Batı’da olup bitenler Avrupa’nın Asya’ya kesin üstünlüğünü henüz isbât edebilmiş değildi. Bu dönemde Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi, Hâce-i Sultânî Ömer Efendi, İkinci Sultan Osman, Koçi Bey, Kâtib Çelebi, Dördüncü Murad, Köprülü Mehmed Paşa gibi reformistler, devleti kendi içinde düzenlemeye çalıştılar. Batı’dan alınan bir şey yoktur veya ‘lâ şey’ kabîlindedir. Batı’ya kapalı son reformist Köprülü-zade Fâzıl Mustafa Paşa, Batı’ya dönük ilk reformcu ise Râmî Mehmed Paşa’dır. Sonra gelen Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa, Birinci Mahmud, Üçüncü Mustafa, Birinci Abdülhamid gibi yeni müessese kuranlar, Batı’dan bir şeyler aldılar. Fakat az bir şey aldılar. Zira ara­daki fark zâten az bir şeydi. Bilhassa Üçüncü Mustafa ile Bi­rinci Abdülhamid, Batı’dan daha fazlasını almak istediler. Fakat yeniçeri belâsından, devlete büsbütün zarar vermek ihtimalinden çekindiler. Radikal reform devri Nizâm-ı Cedîd ile açıldı ama radikal reform yapmak isteyen ilk şahsi­yet Üçüncü Selim değil, 1785’te bir saltanat darbesi yaparak Üçüncü Selim’i tahta çıkarmak isteyen Halîl Hamîd Paşa’dır.

            Sadrâzam Ispartalı Halîl Hamîd Paşa (Burdur 1736 - Bozcaada 27.4.1785), radikal reformlarını yapamadı, darbe teşebbüsü anlaşıldı, idam edildi. Fikirleri kafasında kaldı ama Reîsülküttâb Ebûbekir Râtib Efendi’yi yetiştirmişti. Osmanlı bürokrasisinde radikallerin liderliğini o üzerine aldı. Râtib Efendi (idamı Rodos 1799), 1791 Ekiminde Üçüncü Selim’e verilen Nizâm-ı Cedîd’e âid 21 lâyihadan birinin sahibidir. Müşâviri, ünlü oriyantalist ve Büyük Osmanlı tarihi mütehassısı Avusturyalı genç Baron von Hammer’di. Diğer bir müşâviri büyük oriyantalist Moradgea d’Ohsson’dur. Râtib Efendi, Viyana’da sefirlik de yapmış bir diplomattı. Bu sırada devletin başında da radikal Üçün­cü Selim vardı. Onun radikalizmi daha çok, radikal reforma cesaret edemeyen seleflerinden, babasından ve amcasından geliyordu. Onlardan çok daha genç tahta çıkmıştı, onlardan çok daha kültürlü idi. Nizâm-ı Cedîd onun için yeni bir or­dudan ibâret değildi, tam bir reformdu. Musikide bile re­form yaptı. Üçüncü Selim aynı zamanda radikalizmi ilk de­fa uygulamaya koydu. Bütün Asya’da ilk defa olarak Avru­pa’dan mülhem kesin reformlara girişti. 1793-1806 arasında Nizâm-ı Cedîd yürürlükte kaldı. Artık Avrupa’nın üstünlü­ğü âşikâr hâle gelmiş; Osmanlı, can damarlarından birini, Kırım’ı kaybetmişti.

            Üçüncü Selim’e devletin zirvesinde İkinci Mahmud vâ­ris oldu ama radikal reformlarını ancak 1826’da başlatabil­di. Bu arada bürokrasideki radikaller, dikkatle fikirlerini muhafaza ediyor, iktidardaki muhafazakâr ve mürtecîlere karşı kellelerini koruyabilmek için çok itina ediyorlardı. Nizâm-ı Cedîd ricâli, Rusçuk Yârânı çok şehid verdi. Sivil bü­rokrasi dışında askerler arasında da radikaller zuhûr etti. Başlıcası Kadı Abdurrahman Paşa’dır. Alemdar Mustafa Paşa da bunlardan biriydi ama radikaller, çok kültürlü in­sanlar oldukları halde o câhildi, aslında kendisi gibi Ni­zâmcı olan Abdurrahman Paşa ile bile anlaşamadı. İkisi de devletin reformcu, yeni ordu kurulmasına taraftar mareşal­leri oldukları halde...

            Bürokraside radikallerin liderliği, Râtib Efendi’nin kazâ- ya uğramasından sonra, diğer bir diplomat, Reîsülküttâb Mahmûd Râif Efendi’ye geçti ki, Kabakçı ihtilâlinde şehîd edilmiştir (25.5.1807), 3 yıl Londra’da kalmış, mükemmel şekilde İngilizce ve Fransızca öğrenmişti. Sonraki lider Mehmed Saîd Galib Efendi’dir ki, sonradan Sadrâzam Galib Paşa olmuştur (İstanbul 1763-Balıkesir 1829). Bunlar hep birbirini yetiştirmiştir. Galib Paşa, dâhiliye nâzırı vezir Mehmed Saîd Pertev Paşa’yı (Darıca 1786-Edirne 8.10.1836) yetiştirmiştir. O da kazâya uğrayarak çok değerli başını vermiştir.

            Nihayet en büyük lider Mustafa Reşid Paşa ortaya çık­mıştır. Bir taraftan radikal bürokrasinin lideri Pertev Paşa, diğer taraftan radikal devlet başkanı İkinci Mahmud tarafından en büyük itinâlarla yetiştirilmiştir (13.3.1800 - 7.1. 1858). Ondan sonra Teceddüdcü ve Tanzimatçı hareke­tin başı, Reşid Paşa’nın yetiştirmesi Sadrâzam Mehmed Emin Âlî Paşa (5.3.1815-7.9.1871), muavini veyâ ikinci lider de gene Reşid Paşa yetiştirmesi Sadrâzam Keçeci-zâde Bü­yük Dr. Mehmed Fuad Paşa’dır. Âlî Paşa, Terceme Odası’ndan ve Fuad Paşa, Tıbbiye’den çıkmışlardır. İkisi de Re­şid Paşa gibi diplomasiden gelmedir. Fuad Paşa, Âlî Paşa’dan önce ölmüştür. Âlî Paşa’nın ölümünden sonra teceddüd, Tanzimat ve inkılâp fikri ikiye parçalanmıştır: mu­hafazakâr Tanzimatçılar ki, Reşid - Alî - Fuad Paşa’nın eko­lünü devam ettirmek istemişlerdir ve inkılâpçılar ki, gerçek Tanzimatçıların hedefini aşarak düzen değiştirmeye çalış­mışlar, fakat 1908’e kadar iktidâra gelememişlerdir. Birinci grubun liderliğini Âlî Paşa’nın ölümünden sonra Sultan Abdülaziz ve ondan sonra İkinci Abdülhamid üzerlerine almışlar, Tanzimat bürokrasisini, devletin sivil yüksek bü­rokratlarınca yönetilmesini savunmuşlardır. İnkılâpçılar, daha Âlî Paşa’nın hayâtında bu fikre karşı çıkarak, muhâlefetlerini Sultan Azîz’e ve Sultan Hamîd’e karşı da devâm et­tirmişlerdir. İnkılâpçıların lideri Ziyâ Bey (vezîr Abdülhamîd Ziyâeddîn Paşa) ve muâvini Nâmık Kemâl Bey’dir. “Yeni Osmanlılar” adıyla gayri resmî bir parti veyâ fikir akımı kurmuşlar, Türkiye’de muhâlefet yapamadıkları za­man Avrupa’da yapmaya ve iktidârı yıkmaya çalışmışlar­dır. İktidâr adayları olarak iki defa kısa müddet sadrâzam olan Midhat Paşa’yı ortaya atmışlardır. Gerçek maksatları Ziyâ Paşa’nın sadrâzam ve Nâmık Kemâl’in hâriciye nâzırı olması fikrini, Tanzimatçı bürokrasiye kabûl ettirememişlerdir. Midhat Paşa, Ziyâ-Kemâl İkilisinin fikirlerini sömü­rerek ve Osmanlı tarihinde ilk defa olarak bir yabancı dev­let, o çağın Birleşik Amerikası olan İngiltere ile râbıtalanarak, padişahı kukla hâle getirip, iktidara geçmek istemiştir.

            Bu plan, Reşid Paşa Tanzimatçıları’nın hedeflerini çok aşı­yordu ve imparatorluğu derhâl dağıtacağı için gerçekçi de­ğildi. Samimi de değildi, şahsî ve oligarşik bir menfaat mü­câdelesi idi.

            İkinci Abdülhamid; Tanzimat’ı, birçok yerini bozmaya mecbur kalarak, fakat birçok yerine de ağırlık vererek, 1908’e kadar esas rejim olarak muhafaza etmiştir. Bertaraf ettiği Midhat Paşa’nın fikirlerine de, gizli kurulan İttihâd ve Terakki Partisi vâris olmuştur. Reşid Paşa’nın değil, Ziyâ Paşa’nın tasavvurlarını bile çok aşan bir radikalizm, Midhat Paşa’dan İttihâdçılar’a intikal etmiştir.

            Osmanlı Devleti’nde Teceddüd hareketinin en ana çizgi­leri budur. Tanzimat’ın birden ortaya çıkmadığı, Reşid Paşa icadı olmadığı hususunu, bu birkaç paragraf bile izaha kâfi gelmektedir.

          Ek: II

            1876 Yılında Büyük Devletler ve Hükümdârları

            BÜYÜK BRİTANYA Krallığı: 24.017.905 km2, 302. 615.000 n. Kraliçe: Victoria (1837-1901) (doğ. 1819). Baş­kent Londra 3.988.000 n. (Dünyâ’nın 1. şehri). İmparatorluk­ta toplam 17.811.000 nüfuslu 86 büyük (50.000’den fazla nü­fuslu) şehir mevcut. Toprak bakımından 1., nüfus bakımın­dan 2. olan imparatorluk, 6 kıt’aya yayılmış durumda.

            ALMANYA İmparatorluğu: 540.857 km2, 42.355.000 n. İmparator-Kral: Wilhelm I (1861-1887) (doğ. 1798). Baş­kent Berlin 1.194.000 n. (Dünyâ’nın 6. şehri). 4.718.000 top­lam nüfuslu 28 büyük şehir var. Bu birleşik imparatorluğun yalnız Avrupa kıt’asında toprağı var.

            RUSYA İmparatorluğu: 21.728.600 km2, 89.417.000 n. İmparator: Aleksandr II (1855-1881) (doğ. 1818). Başkent Sankt (Sen) Petersburg, 830.000 n. (Dünyâ’nın 11. şehri). Toplam 2.897.000 nüfuslu 16 büyük şehir var. Devlet iki kıt’ada (Avrupa ve Asya) uzanıyor.

            FRANSA Cumhûriyeti: 2.521.485 km2, 44.596.000 n. Cumhurbaşkanı: Mareşal M. de MacMahon, Due de Magen­ta 1873-1879 (1808-1893). Başkent Paris 2.210.000 n. (Dün­yâ’nın 2. şehri). Toplam 5.697.000 nüfuslu 26 büyük şehir var. Devletin 6 kıt’ada toprağı bulunuyor.

            TÜRKİYE İmparatorluğu: 11.827.170 km2, 64.343.000 n. İmparator-Halîfe: Abdülazîz Hân (1861-1876) (doğ. 1830). Başkent İstanbul 1.200.000 n. (Dünyâ’nın 5. şehri). Toplam 4.980.000 nüfuslu 39 büyük şehir var. Toprakları 3 kıt’aya yayılıyor.

            AVUSTURYA-MACARİSTAN İmparatorluğu: 624. 045 km2, 37.630.000 n. İmparator-Kral: Franz Joseph (1848-1916) (doğ. 1830). Başkent Viyana 1.021.000 n. (Dün­yâ’m n 7. şehri). Toplam 2.156.000 nüfuslu 11 büyük şehir var. Devletin yalnız Avrupa’da toprağı mevcut.

            ÇİN İmparatorluğu: 10.240.090 km2, 430.134.000 n. İmparator: Kuang-hsu (1875-1908) (doğ. 1872). Başkent Pe­kin 1.649.000 n. (Dünyâ’nın 4. şehri). Toplam 9.468.000 nü­fuslu 34 büyük şehir. Yalnız Asya kıt’asında.

            BİRLEŞİK AMERİKA Cumhûriyeti: 9.375.642 km2, 44.818.000 n. Başkan: Org. U.S. Grant 1869-77 (1826-1902) Başkent Washington 120.000, en büyük şehir New York 1.912.000 n. (Dünyâ’nın 3. şehri). Toplam 6.218.000 nüfuslu 24 büyük şehir. Yalnız Kuzey Amerika kıt’asında.

            İTALYA Krallığı: 296.305 km2, 27.351.000 n. Kral: Vit- torio-Emmanuele II (1849-1878) (doğ. 1820). Başkent Roma 221.000. Yalnız Avrupa kıt’asında.

            İSPANYA Krallığı: 953.398 km2, 25.483.000 n. Kral: Alfonso XII (1868-1885) (doğ. 1857). Başkent Madrit 349.000 n. 5 kıt’ada toprakları var (yalnız Güney Amerika’da yok).

            Yukarıda 1876 dünyâsı’ndaki ehemmiyetlerine göre sı­ralanan bu 10 büyük devletten sonra gelen mühim devlet­lerden bazıları:

            Japonya İmparatorluğu (444.599 km2, 33.111.000 n.),

            Holanda Krallığı (2.287.885 km2, 29.378.000 n.),

            İran İmparatorluğu (1.641.558 km2, 12.000.000 n.),

            Bre­zilya İmparatorluğu (8.513.844 km2, 9.894.000 n.),

            İsveç- Norveç Krallığı (835.989 km2, 6.142.000 n.).

            Bütün müstakil devletlerin sayısı 58 olup 10’u büyük devlet sayılmaktadır. 58 devletten İslâm devletleri Türkiye, İran, Afganistan, Fas, Bornu, Belucistan, Zengîbâr, Hıyve ve Buhârâ’dır. Dünyada 50.000’den fazla nüfuslu 375 şehir vardı ki, bunlardan 183’ünün nüfusu 100.000’in üzerinde idi. Milyonu geçen 8, yarım-bir milyon arasında 14, 400-500 bin arasında 7 şehir vardı.

 

            Ek: III

            1876’da Osmanlı Hânedânı

            Darbe günü olan 30.5.1876’da Osmanlı Hânedânı’nın ön­ce erkek, sonra kadın bütün üyeleri, o günkü yaşları ile şöy­le idi:

            1) Sultân Abdülazîz Hân (b. Mahmûd II) 46,3,9

            2) Murâd (V) Efendi (b. Abdülmecîd I) 35,8,9

            3) Abdülhamîd (II) Efendi (b. Abdülmecîd I) 33,8,6

            4) Mehmed (V) Reşâd Ef. (b. Abdülmecîd I) 31,6,17

            5) Kemâleddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 27,10,15

            6) Burhâneddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 27,0,7

            7) Nûreddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 24,2,9

            8) Yûsuf İzzeddîn Ef. (b. Abdülazîz I) 18, 7,20

            9) Süleymân Ef. (b. Abdülmecîd I) 15,10,6

            10) Mehmed (VI) Vahîdeddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 15,3,27

            11) Salâhaddîn Ef. (b. Murâd V) 14,9,16

            12) Mahmûd Ef. (b. Abdülazîz I) 13,6,16

            13) Abdülmecîd (II) Ef. (b. Abdülazîz I) 8,0,1

            14) Selîm Ef. (b. Abdülhamîd II) 6,4,20

            15) Şevket Ef. (b. Abdülazîz I) 3,11,25

            16) Ziyâeddîn Ef. (b. Mehmed V) 2, 9,5

            17) Seyfeddîn Ef. (b. Abdülazîz I) 1,8,8

            18) Tevfîk Ef. (b. Burhâneddîn Ef.) 1,8,5

            1) Âdile Sultân (b. Mahmûd II) 50,0,8

            2) Fatma Sultân (b. Abdülmecîd I) 35,6,29

            3) Refîa Sultân (b. Abdülmecîd I) 34,3,22

            4) Cemîle Sultân (b. Abdülmecîd I) 32,9,14

            5) Behîce Sultân (b. Abdülmecîd I) 27,9,5

            6) Senîha Sultân (b. Abdülmecîd I) 24,5,26

            7) Medîha Sultân (b. Abdülmecîd I) 21,9,0

            8) Nâile Sultân (b. Abdülmecîd I) 19,8,0

            9) Sâliha Sultân (b. Abdülazîz I) 13,10,2

            10)Nâzıme Sultân (b. Abdülazîz I) 10,3,4

            11)Hadîce Sultân (b. Murâd V) 6,0,26

            12)Zekiyye Sultân (b. Abdülhamîd II) 4,4,10

            13)Esmâ Sultân (b. Abdülazîz I) 3,2,10

            14)Emîne Sultân (b. Abdülazîz I) 1,9,7

            15)Fehîme Sultân (b. Murâd V) 0,9,29

 

          Ek: IV

            Osmanlı Türkiyesi’nde Devlet Protokülü

            (1876)

            Hâkan-Halife: Halkın “pâdişâh” dediği devlet başkanı ve dünyâdaki bütün Müslümanların lideri, Peygamberin meşrû halefi, Allâh’ın Yeryüzü’ndeki Gölgesi, Mekke ve Medine hâdimi, bütün Türkler’in hâkaanı, bütün Osmanlılar’ın imparatoru. Adının başına “sultân” ve sonuna “hân” unvanları getirilir: Sultân Abdülazîz Hân. Avrupa protoko­lünde: S. M. I. (Sa Majesté Impériale). - Vâlide-sultan: pâdi­şâhın hayatta bulunan annesi, ana imparatoriçe, adının so­nuna “vâlide-sultân” unvânı getirilir: Pertev-niyâl Vâlide-Sultân. Batı protokolünde: S.M.I.

            Velîahd-i Saltanat: Pâdişâhdan sonra Osmânoğulları’nın en yaşlı şehzâdesi ve tahtın adayı. Protokolde pâdi­şâh ve vâlide’den sonra 3. kişidir. Adının sonuna “Efendi” gelir: Velîahd-i Saltanat Murâd Efendi. Batı protokolünde: S.A.I. (Son Altesse Impériale). - Şehzâdeler: Velîahd’dan sonra yaş sırasıyla protokole giren şehzâdeler, imparator­luk prensleri. 2. veliahd, protokolde 4. kişi sayılır, şehzâdelere “efendi” denir: Abdülhamîd Efendi. Batı protokolünde: S.A.I. - Sultânlar: yaş sırasıyle ve şehzadelerden sonra pro­tokole giren, fakat derece bakımından şehzâdelere eşit sayı­lan imparatorluk prensesleri, pâdişâh veyâ şehzâde kızları: Adile Sultân. Batı’da: S.A.I. - Kadınefendiler: pâdişâhın ve­yâ eski pâdişâhın ilk 4 zevcesine verilen unvan ki, evlenme târihleri sırasıyle protokole girerler ve kraliçe sayılırlar (im­paratoriçe sayılmazlar): Neş’erek Üçüncü Kadınefendi. Batı’da: S.M.

            Sultân-zâde: “Sultân” denen imparatorluk prensesleri­nin erkek çocukları. Yaş sırasıyla protokole girerler, “beye­fendi” denir, prens sayılırlar (şehzâdeler gibi “imparatorluk prensi” değil), Batı protokolünde: S.A.: Sultân-zâde Alâeddin Beyefendi. - Hanım-sultân: prenses, Batı protokolünde: S.A. Sultân denen imparatorluk prenseslerin kız çocukları, yaş sırasıyla protokole girerler: Seniyye Hanım-Sultân. - ik­bâl: pâdişâhın ve eski pâdişâhların 4 kadınefendi’den sonra gelen -evlenme sırasıyla protokole giren- prenses derecesin­de 4 zevcesi ki hanımefendi denir: Başıkbâl Neveser Hanı­mefendi - Velîahd ve şehzâde zevceleri: ikbâller gibi Batı protokolünde prenses ve S.A. olup hanımefendi denir. Şeh­zadelerinin yaş sırasına göre ve ikbâl’lerden sonra protoko­le girerler. - Dâmâd: sultân denen imparatorluk prensesinin kocası. Bu unvânı, sultân zevcesi ölünce de devam eder, bo­şanma hâlinde düşer. Prens ve S.A. derecesindedir. Proto­kole hanım-sultânlardan (yâni oğulları ve kızlarından) son­ra ve ikbâl’lerden önce girerler.

            Buraya kadarki protokol, Hanedan protokolü olup, kadınlar ancak kendi aralarında protokole çıktıkları için geniş ölçüde Saray’a mahsustur. Asıl devlet görevlileri protokolü, aşağıda başlar ve rütbele­rine göre yukarıdan aşağıya şöyledir:

            Sadâret ve meşihat rütbeleri: Batı protokolünde bu rütbeyi taşıyan veyâ evvelce taşımış bulunanlar S.A. (prens) derecesindedir. Sadâret rütbesi, fiilen sadrâzam olan kişiye, meşihat rütbesi ise fiilen şeyhülislâm olana mahsustur. İlki mülkiye (sadrâzam asker ise askeriye), ikin­cisi ilmiye rütbesi olup istisnâî rütbelerdir. Fiilen sadrâzam olmayan 6 Mısır vâlisi vezire ve fiilen şeyhülislâm olmıyan 3 kazaskere de sadâret ve meşihat rütbeleri verilmiştir. Osmanlı târihinde başka istisnâsı yoktur. Sadrâzam ve şeyhü­lislâmlıktan ayrılınca bu rütbeleri düşer, gene vezir veyâ müşîr ve kazasker olurlar, fakat lakablarında eski sadrâzam ve şeyhülislâm oldukları belirtilir. Sadrâzamlara -mülkiye’den gelseler, askeriye’den gelseler- paşa, şeyhülislâmla­ra efendi denir: Sadrâzam Rüşdî Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi.

            Vezîr, müşîr (mareşal) ve kazasker rütbeleri: Birbirine eşit sırasıyle mülkiye, askeriye, ilmiye rütbeleri. Bu rüt­beyi aldıkları târih sırasıyla protokole girerler. Batı protoko­lünde S.E. (Ekselans, Ekselansları) denir ki, Avrupa’nın du­ka (dük) derecesine eşit sayılabilir. Vezîr ve müşîrlerin adı sonuna “paşa”, kazaskerlerin adı sonuna “efendi” getirilir. İlmiye’de kazasker rütbesi, Anadolu ve daha kıdemli ol­mak üzere Rûmeli diye iki dereceye ayrılır. Dârüssaâde ağası, vezîr pâyesinde olmakla berâber, yalnız ona “paşa” değil, “ağa” denir. Harem-i Hümâyûn’un en yüksek kadın görevlisi olan başhazînedâr da vezîr derecesinde sayılır ve “Kalfa” denir.

            Bâlâ rütbesi: mülkiye rütbesi olup askerî ve ilmî rütbe­lerde karşılığı yoktur. Bu rütbe sâhiblerine efendi veyâ bey denir ve bir rütbe yükselirse vezîr olur. Batı protokolünde: S.E.

            Ferîk, ûlâ, Rûmeli ve İstanbul rütbeleri: Bugünkü korgeneral’e eşit askerî (ferîk), mülkî (ûlâ ve Rûmeli), ilmî (İs­tanbul) rütbeleridir. Batı protokolünde: S.E. Ferîk (korgene­ral) ve Rûmeli beylerbeyisi rütbelere “Paşa”, İstanbul pâyeli ilmiye mensublarına -bütün derecelerdeki ilmiye’liler gibi- “efendi”, ûlâ rütbesindeki mülkiyelilere “efendi” veyâ - daha az- “bey” denir. İsimleri sonunda “Hazretleri” gelen son derece budur. Bundan aşağıdaki derecelere “Hazretle­ri” denmez. “Hazretleri”, ismin ve unvânın sonuna resmen, pâdişâh’tan başlayarak en az ferîk, ûlâ, Rûmeli, İstanbul rütbeliler için kullanılır: Sultân Abdülazîz Hazretleri, ferîk Mehmed Paşa Hazretleri. Kezâ Batı protokolünde bundan daha aşağı dereceler için “Ekselans” denmez. Buraya kadar olan rütbe sâhiblerine “ricâl-i devlet” denir (Hânedân men- subları için kullanılmaz). Bir ferîk bir derece terfî ederek müşîr, bir ûlâ ise bâlâ olur, İstanbul pâyeli ise Anadolu ka­zaskerliğine yükselir. Rûmeli beylerbeyisi pâyelinin tabiî yükselme basamağı da bâlâ’dır.

            Mîrlivâ, ûlâ sânîsi, mîrmîrân ve Haremeyn (veyâ Mekke) rütbeleri: Bugünkü tümgenerale (tuğgeneral dere­cesi de buna dâhildir) eşit askerî (mîrlivâ), mülkî (ûlâ sânî­si ve mîrmîrân) ve ilmî - kazâî - dînî (Haremeyn) rütbeleri­dir. Bu derecelerde bulunanlara “erkân-ı devlet” denir. Mîr- livâ’ya (asker) ve mîrmîrân’a (sivil) “paşa”, Haremeyn ve ûlâ sânîsine “efendi” denir (bu sonuncusu “bey” de olabi­lir).

            Mîralay, mütemayiz, hamse rütbeleri: Albay’a eşittir. “Ümerâ” denen görevliler sınıfının üst basamağıdır. Mîra­lay, bugünkü albay, asker ve “bey”dir. Mütemâyiz, mülkiye­li ve efendi (bâzan bey), hamse rütbesi sâhibi ise ilmiye’den ve efendi’dir.

            Kaymakam, sâniye, mîr-i ümerâ, mahreç rütbeleri: Yarbay’a eşittir. “Ümerâ” sınıfının orta basamağıdır. Kay­makam, bugünkü yarbay, asker ve bey’dir. Mîr-i ümerâ, si­vil, mülkiyeli ve paşa’dır. Sâniye, bu basamağın asıl mülki­ye rütbesi ve efendi (bâzan bey)’dir. Mahreç, ilmî - dînî - ka­zâî rütbe olup sâhibi efendi’dir. 1876’da alaylı denen, yük­sek askerî okul bitirmemiş çok az yarbay kalmıştı, fakat hâ­lâ hayli alaylı binbaşı vardı, bunlara “bey” değil, “ağa” de­nirdi.

            Binbaşı, sâlise, kapıcıbaşı, kibâr-ı müderrisîn: Binba şı’ya eşit, “ümerâ” sınıfının ilk basamağını oluşturan rütbe­lerdir. Binbaşı asker olup bey, bâzen efendi, alaylı ise ağa’dır. Kibâr-ı müderrisîn pâyesi ilmiye rütbesi olup sâhibine efendi denir. Sâlise, mülkiye rütbesi olup sahibine efendi, bir vezîr-müşîr ailesinden geliyorsa bey denir. Kapıcıbaşılık, kezâ mülkiye rütbesi olup sahibi “ağa” diye anılır. Kibâr-ı müderrisîn payesinin üzerindeki ilmiye mensublarına “molla” da denmiştir: Neş’et Molla.

            Kolağası, râbia, müderris: Kıdemli yüzbaşı’ya eşit, “zâbitân” denen sınıfın son (en yüksek) basamağıdır. Kola­ğası asker ve kd. yzb., efendi, müşîr veyâ vezîr oğlu veyâ paşa-zâde ise bey’dir. Müderris, ilmî rütbe olup efendi de­nir. Râbia ise, eşitleri olan mülkiye rütbesidir ve sahibine efendi, paşa-zâde’ye ise bey denir.

            Yüzbaşı, hamise, hâcegân: “Zâbitân” denen sınıfın or­ta basamağıdır. Yüzbaşı, askerdir ve efendi, alaylı ise ağa, paşa-zâde ise bey denir. Hamise bir mülkiye ve hâcegân bir ilmiye rütbesi olup mensublarına efendi denir.

            Mülâzım: Zâbitân sınıfının ilk basamağı olup, mülkî ve ilmî rütbelerde karşılığı yoktur. Bugünkü teğmen olup as­teğmen, üsteğmen gibi rütbeleri de içerir. Efendi, alaylı ise ağa, paşa-zâde ise bey denir.

            Gedikli çavuşlara (assubaylar) “başçavuş” denmekte­dir. Sonra gelen askerî rütbeler çavuş ve onbaşı olup, rütbe­siz askere (er) “nefer” denmektedir.

 

            Ek: V

            Kitapta Adları Çok Geçen 40 Kişinin Kimlikleri14

            14 Eylem Günü (EG): 30.5.1876 saltanat darbesi. Hüküm Günü (HG): 29.6.1881 Yıldız Mahkemesi’nin karar günü. Kısa biyogrıafisi verilen 40 kişinin bu günlerdeki yaşları, teker teker işaret edildi.

            ABDÜLAZÎZ Hân (Sultân) (Eyüb Sarayı, 18.2.1830 – Fer’iyye Sarayı, 4.6.1876, sabah saat 9.36 = 46 yıl, 3 ay, 14 gün): İkinci Mahmûd (salt. 1808-1839) ile Pertevniyâl Vâlide-Sultân’ın (b. bk.) oğlu, 2. veliahd olarak doğdu, 6, 9, 23 yaş büyük ağabeyi Birinci Abdülmecîd’in saltanatı boyun­ca velîahd (1.7.1839-25.6.1861 = 21, 11, 25). Hâkan-halîfe 30.5.1876 sabahı = 14, 11, 5. Sultân Mahmûd Türbesi’nde, babasının yanında gömülü. Nesli günümüzde devâm ediyor. Eylem Günü’nde yaşı: 46, 3, 9.

            ABDÜLHAMÎD II Hân (Sultân) (Eski Çırağan Sarayı, 22.9.1842 saat 05.00 - Beylerbeyi Sarayı, 10.2.1918 saat 15 = 75, 4, 18): Birinci Abdülmecîd’in (salt. 1839-1861) 2. oğlu. Annesi Tîr-i Müjgân 3. Kadınefendi (6.8.1819-3.10.1852). 3. velîahd olarak doğdu. Amcası Sultân Azîz’in saltanatı bo­yunca 2. velîahd (25.6.1861-30.5.1876 = 14,11,5), ağabeyi V. Murad’ın 93 günlük saltanatında velîahd, sonra hâkan-halife 13.8.1876-27.4.1909 = 32, 7, 17. Hal’ edildi. 1687’den gü­nümüze kadar Türkiye’de en uzun müddet devlet başkan­lığı makaamını işgâl etti. Sultân Mahmûd Türbesi’nde, de­desi İkinci Mahmûd ile amcası Sultân Azîz’in yanına gö­müldü. Nesli günümüzde devâm ediyor. Eylem Günü’nde yaşı 33, 8, 8. Hüküm Günü’nde 38, 9, 8.

            ABDÜLLATÎF BEY (Edirne 1830-Tokat, 3.1889 = 63): Vak’a-i Hayriyye (1826) sadrâzamı Benderli Mehmed Selîm Sırrı Paşa’nın kızkardeşinin oğlu Hüseyin Bey’in oğlu. Yıl­dız Mahkemesi’nde ûlâ sânîsi rütbesiyle başsavcı, 1881’de ûlâ, 1883’de bâlâ. Tokat’ta mutasarrıf iken öldü, oradaki mezarını İkinci Abdülhamîd yaptırdı. EG 40, HG 45 yaşında.

            ÂDİLE SULTÂN (23.5.1826-12.2.1899= 72, 8, 20): İkinci Mahmûd’un evlenme yaşına kadar yaşayan 4 kızının küçü­ğü. Annesi Zer-nigâr 2. Kadınefendi’dir (ölm. 1832). Üvey annesi Hacıye Pertev-Piyâle Nev-fidân Başkadınefendi (4.1. 1793-25.12.1855) tarafından büyütüldü. 1845’te Sadrâ­zam Dâmâd Mehmed Alî Paşa (1813-1868) ile evlendi. Hay­riye Hanım-Sultân’ın (1846-1869) annesidir. Eyüb iskelesin­deki türbesinde gömülüdür. Dîvân sâhibi şâirdir. EG 50, 8, 8 ve HG 55, 9, 8. 1861’den 1899’a kadar 38 yıl, bütün Hânedânın en yaşlı kişisi olarak yaşadı.

            AHMED PAŞA (Kayserili) (Tusatlı köyü/Develi/Kayseri 1816-İstanbul 28.10.1878 = 62): Mehmed oğlu. 9 yaşın­da İstanbul’a gelip nefer yamağı olarak bahriyeye girdi ve 1854’te bahriye müşîri (büyükamiral) oldu. Cezâir-i Bahr-i Sefîd (2 defa), Aydın (İzmir) (2), Hüdâvendigâr (Bursa), Saydâ (Lübnan), Yanya (Epir), Adana, Tuna (Bulgaristan) eyâletlerinde vâlilik, devlet ve 2 defa bahriye nâzırlığı yap­tı. Cesûr, korkusuz, eski tarzda iyi denizci ve amiral, muh­teris, duygusuz, merhametsiz, çok zengin, irtikâba düşkün­dü. EG 60 yaşında ve bahriye nâzırı ki Darbe’den hemen sonra ısrârı üzerine unvânı eskiden olduğu gibi “kapdân-ı deryâ” şeklinde değiştirildi. Bulunduğu makaamın unvânını değiştirmek için Darbe’ye katıldığı bile söylendi.

            ÂTIF BEY (Mehmed) (İstanbul 1833-İstanbul 1917 = 84): Ağnâm müdîri Alî Şâkir Efendi oğlu. 1871’de Mâbeyn-i Hü­mâyûn kâtibi, 1.1876’da bâlâ rütbesiyle Mâbeyn başkâtibi oldu ve Darbe’de bu görevde idi. 3.1888’de Karası (Balıke­sir) eyâlet vâliliğinden emekli oldu. Şâir ve müellif. Hâtırâtı başlıca kaynaklarımızdandır. İ.M.K. İnal’ın biyografisi üzerine yazdığı eser, yayınlanmamıştır. EG 43 ve HG 48 yaşlarında.

            CEMîLE SULTÂN (17.8.1843-26.2.1915 = 71, 6, 10): Bi­rinci Abdülmecîd’in (1839-1861) 8 kızının 3.’sü. Annesi Düzd-i Dil Üçüncü Kadınefendi’dir (18257-18.8.1845). Perestû Vâlide-Sultân (b. bk.) tarafından 1 yaş büyük ve onun gibi annesi ölmüş ağabeyi müstakbel İkinci Abdülhamîd ile beraber büyütüldü. 1858’de Dâmâd Mahmûd Celâleddin Paşa (b. bk.) ile evlendi. Nikâhı 1881’de ağabeyi İkinci Ab­dülhamîd feshetti. Nesli günümüze geldi. Sultânselîm Câ- mii’ndeki türbesinde gömülüdür. Çocukları: Fethiye Hanım-Sultân (1859-1887), Celâleddin Beyefendi (1864-1916, ikiz), Sâkıb Beyefendi (1864-1897, ikiz), Ayşe Hanım-Sultân (1875-1937), Fatma Hanım-Sultân (1879-1890). EG 32, 9,14, HG 37,10,14.

            CEVDET PAŞA (Ahmed) (Lofca, 26.3.1822-İstanbul,25.5.1895 = 73, 2,0): Lofcalı Yularkıranoğlu Hacı İsmâil Ağa oğlu. XIX. asrın en büyük Türk hukukçu, târihçi ve bilgini. Tanzîmât adliye ve maârifinin kurucusu. Kazasker 23.5.1863, eşiti mülkiye rütbesi vezîr pâyesini alarak ilmiye sınıfından ayrılması ve sarık yerine fes giymesi 8.1.1866. Fâ­tih Câmii’nde gömülü. Nesli devâm ediyor. Haleb, Yanya, Sûriye eyâlet vâliliklerinde bulundu. 18, 9,19 müddetle im­paratorluk kabinelerinde sandalye işgâl etti (9, 11, 2 müd­detle 5 defa adliye, 3 defa maârif, 2 defa evkaaf, birer defa devlet, ticâret, dâhiliye nâzırı ve sadrâzam vekîli). Eylem’de maârif nâzırı, EG 46, 2, 5, HG 50, 3, 5.

            ELLIOT (Sir Henry George) (Cenevre 1817-Ardington House 1907 = 90): Darbe’yi yapan Cunta’nın İngiliz üyesi. 2. Minto Kontu (earl) Gilbert Elliot’ın oğlu ve 1. Minto Kon­tu olan Hindistan genel vâlîsi(1806-13)’nin (1751-1814) to­runu. Yeğeni olan 4. Minto Kontu (1845-1914) da Hindistan kral nâibi (1905-10) olmuştur. 1841’de diplomat, İstanbul büyükelçisi 6.7.1867-24.4.1877=9,9,19, Viyana büyükelçi­si 1877-1884 ve emekli. EG 59 ve HG 64 yaşında. Yıldız Mahkemesi sırasında Viyana’da idi.

            FAHRİ BEY (İstanbul, 26.7.1854-İstanbul 1916 = 64): Gümrük başkâtibi Hacı Hüseyin Bey oğlu. Eylem sırasında Sultân Azîz’in 2. mâbeyncisi, daha önce pâdişâhın mâbeyncisi, daha önce at uşağı, 27 yıl Tâif’te kaldı (1881-1908). EG 5, HG 26,11,5.

            FATMA SULTÂN (1.11.1840-26.8.1884 = 43,9, 25): Birin­ci Abdülmecîd’in (salt. 1839-1861) 8 kızının en büyüğü. An­nesi Gülcemâl 4. Kadınefendi (1826-16.11.1851), Sultân Reşâd ile Refîa Sultân’ın da annesidir. Kendisi ve aynı anne­den kardeşleri, anneleri ölünce, çocuksuz olan Servet-sezâ Başkadınefendi (18247-24.9.1878), yâni üvey annelerinden biri tarafından büyütüldüler. İkinci Abdülhamîd’in 2 yaş büyük ve tek ablası olan Sultân, 3 çocuk doğurduysa da, üçü de 3 yaşlarına varamadan öldü. Bestekârdır. Yeni Câmi’de ağabeyi Beşinci Murâd’ın türbesindedir. 1854’te Bü­yük Reşîd Paşa’nın oğullarından vezîr ve hâriciye nâzırı Alî Gaalib Paşa (1829-1858), dul kalınca 1859’da Dâmâd Nûri Paşa (b. bk.) ile evlendi ve nikâhları 1881’de İkinci Abdülhamîd’ce feshedildi. EG 35, 6, 29, HG 40, 7, 29.

            FORİDES EFENDİ (Hristo) (İstanbul, 1830-İstanbul,28.2.1892= 62): Yıldız Mahkemesi’nde 2. reîs olan Rum. Midhat Paşa, 1. reîs Sürûrî Efendi’yi reddettiği için, Midhat Paşa’yı mahkemede sorguya çeken hâkim oldu. O sırada maaşı 55 altın idi. Sonra Temyîz üyesi oldu, bu görevde öl­dü. EG 46, HG 51 yaşlarında.

            HASAN BEY (Çerkes) (Silivri, 1850-İstanbul, 24.6.1876 = 26): Gaazî İsmâîl Bey oğlu. Halasının zevci kapdân-ı deryâ bahriye müşîri Trabzonlu Ateş Mehmed Paşa’dır (ölm. 1865). Neş’erek Kadınefendi’nin (b. bk.) 2 yaş küçük karde­şi ve Sultân Azîz’in kayın-birâderi. Yûsuf İzzeddîn Efen­di’nin yaveri. Binbaşı. Eylem’den 2 hafta sonraki “Çerkes Hasan Vak’ası”nın kahramanı. Karşı-eyleminin sabâhı Bâyezid meydanında asıldığı dut ağacını, İkinci Abdülhamîd kökünden kestirdi ve Edirnekapısı’ndaki mezarını yaptırdı.

            HAYRULLÂH EFENDİ (Hasan) (İstanbul, 1834-Tâif, 1898 = 64): Tersâne yoklamacısı Kasımpaşalı Hamdullah Ef. oğlu. Ünlü şeyhlerden Ebüssüûd-zâde Ahmed Hıfzı Efendi’ye (ölm. 1890) dâmâd oldu. Kazasker 1862 ve Rûmeli ka­zaskeri 1870 payelerini aldı. İmâm-ı sultânî iken iki defa şeyhülislâm oldu: 11.6.1874-19.7.1874 = 0, 1, 8 + 12.5.1876-= 1, 2,15 = 1, 3,13. “Müfsid İmâm” ve “Şerrullâh” diye tanındı. 26.7.1877’de Şeyhu’l-Harem olarak Medine’ye gitti ve oradan 1881’de Tâif’e sürülüp orada öldü. Tâif’te ye­niden evlenip bir oğlu oldu. Hem Sultân Azîz, hem Sultân Murâd için hal’ fetvâsı vermekle umûmî nefret kazandı. Tâ­if’te gömülüdür. Nesli günümüze gelmiştir. EG 42, HG 47 yaşlarında.

            HÜSEYİN AVNÎ PAŞA (Gelendost, 1821-İstanbul, 16.6.1876, saat 22.30 = 55): Eşekçi Ahmed oğlu. İlk 5 kurmay’dan biri. 8.1863’de müşîr, 4 defa serasker, birer defa bahriye nâzırı, 1. Ordu kumandanı, serasker vekîli, sadrâ­zam (seraskerlik’le beraber) 15.2.1874-25.4.1875 = 1, 2,8. Bâyezid, Mercan’da Âlî Paşa’nın ayak ucunda gömülü. Nesli günümüzde yaşıyor. Torunlarından çok centilmen bir tıb doktoru, arada bana telefon edip dedesi hakkında insafsız davrandığımdan şekvâ eder. Eylem’in 1 no.lı şahsiyeti ki, yaptığı saltanat darbesinden 17 gün sonra Çerkes Hasan ta­rafından katledildi.

            MAHMÛD CELÂLEDDÎN PAŞA (EG ve HG’nde: “Bey”) (Çorlulu-zâde) (İstanbul, 1839-İstanbul, 18.1.1899 = 60): Sayıştay üyesi Azîz Efendi (18187-1874) oğlu. Baba ve ana taraflarından Sadrâzam Dâmâd Çorlulu Silâhdâr Alî Paşa (16717-1711) neslinden. Târihçi, hukukçu, bestekâr, hattat, şâir, hânende, mesen, kitâbet-i resmiyye üstâdı. Târi­hi, başlıca kaynaklarımızdandır. Âlî Paşa yetiştirmesidir. 4 defa Girid vâlîsi veyâ vâlî vekîli, Hüdâvendigâr (Bursa) vâlîsi, Zirâat Bankası genel müdîri, 2 defa ticâret-nâfia nâzırı, 15.11. 1881’de vezîr oldu. 1870’te aldığı bâlâ rütbesi ile âmedci (âmedî-i Dîvân-ı Hümâyûn) iken Eylem oldu. EG 37 ve HG 42 yaşlarında. Büyük oğlu vezîr (21.3.1903) Sâlih Münîr Paşa (Çorlulu) (1859-1839 = 80), Paris büyükelçisi (1895-1908) ve Paris’de corps diplomatique doyen’i idi ki, zevcesi Pervîn-felek Hanım, Sultân Azîz’in câriyelerinden olmakla, Yıldız Mahkemesi’nde yazılı şehâdeti okundu. Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın küçük oğlu, büyük bestekâr Şemseddîn Ziyâ Bey (1882-1925 = 43) İkinci Abdülhamîd’in en küçük kızı ile nişanlı idi.

            MAHMÛD CELÂLEDDÎN PAŞA (Dâmâd Rodoslu-zâde) (İstanbul, 1836?-Tâif, 7.5.1884 gece yarısı = 48?): Tanzîmât rejiminin kurucularından müşîr Rodoslu-zâde Dâmâd Ahmed Fethî Paşa’nın (1801-1858 = 57) ilk eşinden olma oğ­lu. Bu Paşa’nın sonraki eşi ve Mahmûd Celâleddin Paşa’nın üvey annesi, İkinci Mahmûd’un (salt. 1808-1839) kızı Atıyye Sultân’dır (1824-1850 = 26) ki, 1840’da evlendi ve Mahmûd Celâleddin’i öz oğlu gibi yetiştirdi. Atıyye Sultân’ın kızları Seniyye (1843-1910 = 67) ve Ferîde (1847-1913 = 66) Hanım-Sultânlar, Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın anne ayrı kızkardeşleridir. Birinci Abdülmecîd’in (salt. 1839-1861) 3. kızı ve üvey annesinin yeğeni Cemîle Sultân (b. bk.) ile 1858’de evlenip bu yıl vezîr oldu (Sultân’dan olan çocukla­rı için Cemîle Sultân’a bakınız), nikâh İkinci Abdülhamîd tarafından 1881’de feshedildi. 3 defa ticâret nâzırı, Tophâne müşîri, ilâveten serasker vekîli oldu. İstanbul’dan 28.7.1881’de hareketle 6.8.1881’de Cidde’ye ayak bastı ve diğer mahkûmlarla beraber Tâif kalesine gönderildi. Orada Midhat Paşa ile berâber aynı dakikalarda boğuldu ve Tâif’e gömüldü. Midhat Paşa gibi İngiltere ile işbirliği yapıyordu. Gerek Sultân’dan olan çocuklarından, gerek Sultân’dan ön­ceki iki zevcesinden olan birer oğlundan nesli günümüze gelmiştir. EG 40 ve HG 45 yaşlarında idi.

            MAHMÛD NEDÎM PAŞA (İstanbul, 1816-İstanbul,14.5.1883 = 67): vezîr Gürcî Necîb Paşa (ölm. 1851) oğlu, 25.2.1855’te vezîrliğe yükseldi. Saydâ (Lübnân), Sûriye, Ay­dın (İzmir), Tarâblusgarp (Libya) (burada 7 yıl), Kastamo­nu, Adana eyâlet vâlîliklerinde, deâvî, ticâret, bahriye, dâ­hiliye nâzırlıklarında ve 2 defa sadrâzamlıkta bulundu: 8.9.1871-31.7.1872 = 0,10,24 + 26.8.1875-11.5.1876 = 0,8,16. Nesli günümüze geldi. Dîvân sâhibi şâirdir. EG 58 ve HG 63 yaşlarında. Cağaloğlu’ndaki türbesinde gömülüdür. Dâmâdı vezîr Sâlih Vâmık Paşa oğlu vezîr Ahmed Refîk Paşa’dır. Âlî Paşa’nın otoritesi altında vâlî ve nâzır olarak iyi hizmet gördü. Âlî Paşa ölünce ekseri vezîr ve müşîrler gibi başına buyruk kaldı. Pâdişâh dışında, bütün yüksek bürokrasiye hâkim bir vezîr çıkmadı. Mahmûd Paşa da irtikâba, rüşve­te, yolsuzluğa, intikama saptı ve İngiltere tarafdârı vezîr ar­kadaşlarına karşı Rusya ile ilişki kurmak büyük hatâsına da düştü. Ancak saltanat makamına bağlı ve sâdık idi. Bunun­la berâber bu duygusunun hiç bir fiilî değeri olmadıktan başka, kötü fiilleriyle, efendisi Sultân Azîz’i felâkete sürük­ledi.

            MARKO PAŞA (Apostolidis) (İstanbul, 1830?-İstanbul, 1888 = 58?): İstanbullu Rum. İstanbul askerî tıbbiyesi me’zûnu. Ferik (korgeneral) rütbesiyle Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriyye-i Şâhâne nâzırlığında (dekan ve kumandan) uzun müddet kaldı. 1878’de senatör seçildi. EG 46 Ve HG 51 yaşlarında. Fevkalâde zekî, nâzik, terbiyeli, samîmi, hoş­sohbet, mesleğinde otoriter ve iyi hekim idi. Birçok Hânedân mensûbunun da husûsî doktoru idi. “Derdini Marko Paşa’ya anlat!”, “derdin beni ilgilendirmiyor, derdini anla­tacak birini bulabilirsen ona anlat ama kimsenin seni dinle­yeceğini de sanmıyorum” mânâsında İstanbul’da ve Türki­ye’de çok kullanılmıştır ki, Marko Paşa’nın mizâcını da gös­terir. Zîrâ mürâcaat sâhiblerini dikkatle dinler görünür, muhâtabını kırmaksızın, gücendirmeksizin, hatırını alarak at­latırdı.

            MEMDÛH PAŞA (Mehmed Fâik) (İstanbul, 1839-İstanbul, 9.3.1925 = 86): vezîr Mazlûm Paşa (1812-1862) oğlu. Hal’de ûlâ rütbesiyle sadâret mektupçusu (başbakanlık ge­nel sekreteri) idi. 1894’de vezîr oldu. 1895’ten 1908’e kadar aralıksız dâhiliye nâzırlığı yaptı. Daha önce Konya, Sivas, Ankara eyâlet valiliklerinde bulunmuştu. Nesli günümüze gelmiştir. İstanbul’da Çarşamba’da İsmet Efendi dergâhın­da gömülüdür. Şâir, müellif olup kitapları, bu eserimizin kaynakları arasındadır. EG 37 ve HG 42 yaşlarında.

            MİDHAT PAŞA (Ahmed Şefik) (İstanbul, 11.1822-Tâif, 7.5.1884 gece yarısı = 61, 6): Rusçuklu kadı Hâfız Hacı Eşref Efendi oğlu. Vezîr (5.2.1861), Niş, Prizrin, Tuna (Bulgaris­tan), Bağdâd (Irak), Edirne, Selânik, Sûriye, Aydın (İzmir) eyâlet vâlîsi, 2 defa Şûrây-ı Devlet reisi, adliye ve devlet nâzırı, 2 defa sadrâzam oldu: 31.7.1872-19.10.1872 = 0, 2,19 + 19.12.1876-5.2.1877 = 0, 1, 17 + 0, 4, 6. Tâiften getirilen ke­mikleri 1951’de İstanbul’da Hürriyet-i Ebediyye anıtkabrine kondu. Nesli devâm ediyor. Hâtıralarını iki cild hâlinde Tâif’te kaleme aldı. Tâif kalesinde işgâl ettiği iki odaya giri­lerek Mahmûd Celâleddin Paşa ile beraber boğuldu. EG 53, 6 ve HG 58, 7 yaşlarında.

            MURÂD V (Mehmed, Hân, Sultân) (Eski Çırağan Sara­yı, 22.9.1840-Yeni Çırağan Sarayı, 29.8.1904 = 63, 11, 7): Bi­rinci Abdülmecîd’in (salt. 1839-1861) büyük oğlu. Annesi Şevk-efzâ Vâlide-Sultân’dır (b. bk.) 2. velîahd olarak doğ­du. Amcası Sultân Azîz’in saltanatı boyunca velîahd 30.5.1876 = 14,11,5, sonra hâkan halîfe 30.5.1876-= O, 3, 2. Amcası gibi hal’edildi. Yeni Câmî’deki türbesine gömüldü. Nesli günümüzde devam ediyor. EG 35, 8, 8, HG 40, 9, 8 yaşlarında.

            NÂMIK KEMÂL BEY (Mehmed) (Tekirdağ, 21.12.1840- Sakız, 2.12.1888 = 47, 11, 12): İkinci Abdülhamîd’in müneccimbaşısı ve kendisinden sonra ölen ûlâ rütbeli (1897) Mus­tafa Âsım Bey’in (18107-1900) oğlu. Onun babası sultân-zâde Şemseddin Paşa (17527-1826), Enderûn mezûnu, Üçün­cü Selîm’in şehzâdeliğinde lalası fakat Nizâm-ı Cedîd mu­halifi idi. Bunun babası kapdân-ı derya şâir Dâmâd Ahmed Râtib Paşa (1711-1758), Üçüncü Ahmed’in dâmâdıdır. Bu­nun babası Sadrâzam Topal Osmân Paşa (1677-1733), 20.7.1733’te Dücûm meydan muhârebesinde târîhin son ci­hangirlerinden olan Nâdir Şâh Avşar’ı bozguna uğrattı ve pâdişâhtan bütün Osmanlı târihinde birkaç kişiye verilen - kavuğun üzerine tâc gibi konan- elmas çelenk adlı istisnâî nişan ve murassâ altın kılıç aldı ve Birinci Mahmûd’a da “Gaazî” unvânı verildi. Osmân Paşa, Kerkük meydan mu­hârebesinde gene Nâdir Şâh’ın karşısında şehîd düşüp ora­ya gömüldü. Nâmık Kemâl, Âlî-Fuâd Paşalar’a muhâlefet edip iktidâra gelmek isteyen Yeni Osmanlılar’ın Ziyâ Bey’den (Paşa) sonra ikinci lideri idi. 3, 6, 9 müddetle Avru­pa’da yaşadı. Âlî Paşa afvedince döndü, fakat Ziyâ Bey, Âlî Paşa’nın ölümüne kadar Avrupa’da kaldı. Hal’de ûlâ idi, sonradan bâlâ oldu. Sakız’da mutasarrıfken öldü. Vasıyyeti üzerine Bolayır’da Rûmeli Fâtihi Valîahd-Şehzâde Gaazî Süleymân Paşa’nın türbesi karşısında, deniz üzerine gö­müldü. Mezârını İkinci Abdülhamîd yaptırdı ve sonradan bâlâ’lığa kadar yükselttiği oğlu Alî Ekrem Bey’i (Bolayır) Mâbeyn’e kâtib olarak aldı. Nesli günümüze gelmiştir. Hal’de arkadaşı Ziyâ Paşa gibi İstanbul’da değil, Magusa’da sürgündü. EG 35,5,10 ve HG 40, 6,10. Reşîd Paşa ye­tiştirmesi Tanzîmât edebiyâtının kurucusu Şinâsî’nin (İbrâhim Şinâsî Efendi) yetiştirmesi olan Nâmık Kemâl hakkın­da fazla bir şey söylemek lüzumsuzdur.

            NÂMIK PAŞA (Mehmed) (Konya, 1804-İstanbul,= 88): Konyalı bir yoksulun oğlu. İstanbul’a gelip askere girdi. İkinci Mahmûd’a (salt. 1808-1839) modern or­duyu kurmakta yardım eden subaylardandır. Efendisinin ölümünde ferîk idi, 11.12.1843’te müşîr oldu. Bağdâd (2 defa), Hüdâvendigâr, Kastamonu, Hicâz eyâlet vâlîlikleri, ticâret, bahriye, devlet nâzırlıkları, 3 defa seraskerlik, 2 defa Şûrây-ı Devlet reîsliği, I., V. (Şam), 2 def a VI. (Bağdâd) ordu kumandanlıkları yaptı, senatör (1877), şeyhu’l-vüzerâ (en kıdemli vezîr-müşîr) oldu. Nesli günümüze geldi. Karacaahmed’de medfûndur. Tanzîmât ricâlinin ekserisinin çok iyi bildiği Fransızca ve iyi bildikleri Arapça ile Farsça dışın­da İngilizce de öğrenmişti, ki ilk Tanzîmât döneminde İngi­lizce ve Almanca bilenler azdı. EG 72 ve HG 77 yaşlarında idi. Nâmık Paşa’nın büyük oğlu müşîr (1877) Hüseyin Ce­mil Paşa (1833-1890 = 57?), 1887’de Hicâz vâlisi oldu. Or­tanca oğlu ferîk İbrâhîm Paşa’dır (ölm. 1897). Küçük oğlu Alî Bey (İstanbul, 1845-İstanbul, 2.4.1925 = 80), 5.1876’da binbaşı oldu ve Eylem’de Cunta’nın kör âleti olarak çok kö­tülükler yaptı. 1881-1887’de 6 yıl Tâif kalesinde bir odada kaldı, 1887’den 1908’e kadar da Medine’de bir evde otura­rak, bu târihte İstanbul’a döndü. Medîne’de evlendiği Arab hanımından 5 kızı oldu.

            NEŞ’EREK KADINEFENDİ (İstanbul, 1848-Fer’iyye Sa­rayı, 11.6.1876 = 28): Gaazî İsmâîl Bey kızı, Çerkes Hasan’ın ablası. 1868’de Sultân Azîz ile evlenerek 4. ve 1875’te 3. kadınefendi oldu. Şevket Efendi (1872-1899) ile Emîne Sultân’ı (1874-1920) doğurdu ki ilkinden nesli günümüze gelmiştir. Asıl adı Nesteren (kısaltılmışı: Nesrîn) olup Neş’erek, Sa­ray’a alınınca verilen isimdir. Çocukken Saray’a alınıp tah­sil ve terbiye gördükten sonra pâdişâh ile evlendi. EG 28 yaşında ve hasta idi. Eylem’den 12 gün sonra ölümü, Çerkes Hasan Vak’ası’nın sebeblerindendir.

            NÛRÎ PAŞA (Dâmâd Mehmed) (İstanbul, 1840-Tâif, 21.7.1890 = 50): Ferik Ârif Paşa (ölm. 1866) oğlu. Sultân Mecîd’in 3. mâbeyncisi iken 1859’da vezir rütbesi verilerek pâ­dişâhın -kendisi ile aynı, 19 yaşındaki- dul büyük kızı Fat­ma Sultân (b. bk.) ile evlendirildi. İkinci Abdülhamîd; 1881’de, Paşa, Yıldız Mahkemesi’nde mahkûm olunca nikâ­hı feshetti. 2 çocuğu, 3 yaşlarından önce öldü. 1872’de dev­let nâzırı olarak kabineye girdi. 1876’da 3 ay Beşinci Murâd’a mâbeyn müşîrliği yaptı. Bu müddet içinde kayın-birâderi pâdişâhın ve annesi Şevkefzâ Vâlide-Sultân’ın kör âle­ti oldu. 9 yıl Tâif kalesindeki odasında yaşayıp orada öldü, Tâif’e gömüldü. EG 36 ve HG 41 yaşlarında.

            PERESTÛ VÂLİDE-SULTAN (Rahîme) (18307-1904 = 74?): “Mâvi gözlü, altın sarısı saçlı, beyaz, şeffaf tenli, nârin, ufak tefek” idi. Sultân Abdülmecîd (sal. 1839-1861) ile evlenip 1861’de 4. kadınefenliğe yükseldi ise de çocuk doğurmadı. Pâdişâhın anneleri ölen çocukları Şehzâde (İkinci) Abdül­hamîd ve Cemîle Sultân’ın mânevî anneleri olarak onları büyüttü. İkinci Abdülhamîd, 1876’da tahta geçince kendisi­ni -gerçek annesi olmadığı hâlde- vâlide-sultân îlân etti, fa­kat ayrı sarayda oturttu. Osmanlı târihinin son vâlide-sultânı, imparatoriçesi oldu. 1904’te ölünce “makaam-ı mehd-i ulyâ” denen ana-imparatoriçelik müessesesi târihe karıştı. İkinci Mahmûd’un (salt. 1808-1839) ablası Esmâ Sultân’ın (1778-1848) Çerkes câriyesi ve çocuğu olmayan Sultân’ın manevî kızı iken, yeğeni Abdülmecîd Hân ile evlendirmişti. EG 46 ve HG 51 yaşlarında.

            PERTEVNİYÂL VÂLİDE-SULTÂN (18127-5.2.1883 = 717): “Niyâl”, “Nihâl’in Saray telaffuzunda bozulmuş şek­lidir. 1829’a doğru İkinci Mahmûd (salt. 1808-1839) ile ev­lendi. “Uzun boylu, buğday tenli, siyah saçlı, yaşlılığında şişman” idi. 1830’da 5. kadınefendi ve 1861-1876’da oğlu Sultân Abdülazîz’in saltanatı boyunca 15 yıl vâlide-sultân oldu. EG 64 ve HG 69 yaşlarında.

            REDÎF PAŞA (Topal Mehmed) (ölm. Rodos 1905): Bursalı Kaşıkçı-zâde âilesinden. 1874’te müşîr, 1. Ordu kuman­danı, serasker oldu, 1879’da Rodos’a sürülüp orada öldü ve oraya gömüldü. Cunta’nın başlıca şahıslarından ve Hüse­yin Avni Paşa’nın kör âleti idi. 93 Harbi’ne girişte de körce davrandı.

            RÜŞDÜ PAŞA (Mütercim Koca Mehmed) (Ayandon, 2.1811-Manisa dışındaki çiftliği, 26.3.1882 = 71, 1): Sandalcı Hacı Hasan Ağa oğlu. 3.2.1847’de müşîr, sonra askerlikten ayrılarak vezîr oldu. Serasker (5 def a), devlet nâzırı (4), Tophâne müşîri, Meclis-i Tanzîmât reîsi, adliye nâzırı (2), meclis-i hazâin reîsi olarak kabinelerde bulundu, Şûrây-ı Askerî reîsliği, 2 defa 1. Ordu kumandanlığı, 4 pâdişâh devrinde 5 defa sadrâzamlık yaptı: 24.12.1859-28.5.1860 + 5.6.1866-11.2.1867 + 19.10.1872-15.2.1873 + 12.5.1876- + 28.5.1878-4.6.1878 = toplam 2, 0, 23. EG 65 ve HG 70 yaşlarında. Darbe’nin Dört Büyükleri’nin Avni ve Midhat Paşalardan sonra üçüncüsü olup sonuncusu Şey­hülislâm Hayrullâh Efendi’dir. Nesli günümüze geldi. Ma­nisa’da Hâtûniye Câmii’nde medfûndur.

            SÂDULLÂH PAŞA (Râmî) (Erzurum,18.11.1 S38-Viyana, 19.1. 1891 = 52, 2,1): Vezîr Ayaşlı-zâde Es’ad Muhlis Pa­şa (1780-1851) oğlu ve gene Ayaşlı-zâdeler’den vezîr Vecîhî Paşa (1797?-1867) dâmâdı. Babasının görevle bulunduğu Erzurum’da doğdu. Defter-i hâkaanî nâzırı olarak kabineye girdi (3.7.1874). 3.1876’da ticâret nâzırı ve 1.6.1876’da cülûs eden Beşinci Murâd’a -Sultân Murâd’ın Ziyâ Bey’i istemesi­ne rağmen- başkâtib oldu. Mûtedil Yeni Osmanlılar’dan, şâ­ir, edîb, diplomat idi.11.5.1877’de Berlin ve oradan 22.3. 1883’te Viyana büyükelçiliklerine getirilerek 5,10,12 +7, 10, 4 = 13, 8,16 müddetle Avrupa’da kaldı. Tâtîl için bile İstanbul’a gelemedi. Viyana’da büyükelçi iken, Avusturyalı oda hizmetçisi kızla münâsebetinin duyulacağı endîşesiyle havagazı ile intihâr etti. İstanbul’a getirilip Sultân Mahmûd Türbesi bahçesine gömüldü. Nesli devâm ediyor. Oğlunun kızı, son sadrâzam Tevfîk Paşa’nın küçük gelinidir. EG 37, 6,12 ve HG 42, 7,12 yaşlarında.

            SAFVET PAŞA (Mehmed Es’ad) (İstanbul, 6.1815-İstanbul, 13.11. 1883 = 68,5): Sürmeneli Mehmed Hulûsî Ağa oğ­lu. Büyük Reşîd Paşa yetiştirmesi. 1845’ten 1855’e kadar Sultân Mecîd ile oğlu Sultân Murâd ve kızı Fatma Sultân’a Fransızca ve sâir ilimler öğretti. 16.2.1863’te vezîr oldu. 15, 9, 28 müddetle imparatorluk kabinelerinde bulundu: 6 defa hâriciye, 3 defa maârif, 4 defa adliye, 3 defa ticâret, bir defa nâfia nâzırı, Şûrây-ı Devlet reîsi, 2 defa sadâret müsteşârı, 2 defa Paris büyükelçisi oldu. Sadrâzamlık yap­tı: 4.6.1878-4.12.1878 = 0, 6,0. Nesli günümüze geldi. EG 60, 11 ve HG 66 yaşlarında. Terceme Odası’ndan yetişmiş, as­len diplomat. Tanzîmât rejiminin kurucularındandır.

            SALÂHADDÎN EFENDİ (Mehmed) (15.8.1861-29.4.1915 = 53, 8,15). Beşinci Murâd’ın (salt. 1876) tek oğlu. Annesi Reftâr-ı Dil İkinci Kadınefendi’dir (5.6.1838-3.3.1936), 1909’da 3. velîahd oldu. Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Câmii’nde Şehzâde Kemâleddîn türbesine gömüldü. Nesli günümüze geldi. EG 14, 9,16 ve HG 19,10,16 yaşlarında.

            SÜÂVÎ EFENDİ (Alî) (İstanbul 1839 - İstanbul, 20.5.1878= 39): Çankırı’dan İstanbul’a gelip kâğıt mühreciliği yapan esnaftan Hüseyin Ağa’nın oğlu (Çankırı’nın Çay köyü). Müfrit Yeni Osmanlılar’dan olup, sonra bu hareketin liderleri olan arkadaşları Ziyâ ve Kemâl Beylerle çok kötü şekilde bozuştu. 1869’dan 1876’ya kadar Avrupa’da kaldı. Gazeteci ve müelliftir. Süleymân Paşa gibi Türk milliyetçili­ğine ağırlık vererek, Ziyâ-Kemâl’in çok dengeli Osmanlıcı­lık sisteminden biraz ayrılır. İngiliz ajanı idi. EG 37 yaşında. 2 yıl sonra Alî Süâvî Vak’ası da denen Çırağan Baskını’nda Hasan Paşa’nın sopasını başına yiyerek sarayın içinde öldü.

            SÜLEYMÂN PAŞA (Hüsnî) (İstanbul, 1838-Bağdâd, 1892 = 54): Anadolu’dan İstanbul’a gelip şekerci dükkânı açan bir esnafın oğlu. 1874’te mîrlivâ ve Mekteb-i Harbiye, sonra mekâtib-i askeriyye (bütün askerî okullar) nâzırı (ku­mandanı) oldu. Bu görev ve rütbede iken Hüseyin Avnî Pa­şa’ya uyarak tek başına saltanat darbesini planladı ve başa­rıyla uyguladı. Avnî Paşa tarafından iğfâl edildiğini ve yan­lış bir eyleme itildiğini anlaması için sâdece birkaç gün kâfî geldi. Darbeden birkaç gün sonra ferîk (6.1876), ertesi yıl müşîr, 93 Harbi’nde Tuna cephesinin 3. ve sonuncu başku­mandanı oldu. 1878’de Bağdâd’a sürüldü ve burada 14 yıl oturarak öldü. Târih, edebiyat, dîn üzerinde değerli kitap­ları, “Hüsnî” mahlasıyle şiirleri vardır. Nesli günümüze geldi. EG 38 ve HG 43 yaşlarında. Darbe’de birinci derece­de sorumlu olmasına rağmen, Sultân Azîz’in ölümü ile ilgi­si olmadığı için Yıldız Mahkemesi’ne çıkarılmadı, esâsen Bağdâd’da hayat boyu sürgünde idi. Sarışın olduğu için “Sarı Süleymân” ve 93 Harbi’ndeki ünlü operasyonu dola­yısıyla “Şıpka Kahramânı” denmiştir. Bu lâkabına rağmen Şıpka’da askerini duygusuzca harcamış, başarı da kazana­mamıştır. Başarı kazanamayınca da Doğu Rûmeli’ni savunmaksızın çekilmiş ve düşmanın ayakları altında bırakmış­tır.

            SÜRÛRÎ PAŞA (Alî) (İbradı = Aydınkent/ Akseki/Antal­ya, 1827-İzmir, 30.11.1890 = 63): EG ve HG’nde 49 ve 54 yaş­larında ve “Efendi”. Büyük ilmiye âilelerinden Minkaarî-zâdeler’den kadı Şeyh Hacı Alî Nazîf Efendi oğludur. Annesi Nefîse Hanım (ölm. 1883), kezâ aynı âileden ve Nizâm-ı Cedîd ordusunun başlıca kurucusu vezîr Kadı Abdurrahmân Paşa (1759-1808) -ki Üçüncü Selîm ile berâber şehîd edildi- kızıdır. Rusçuk kadısı, Tuna vilâyeti temyîz reîsi (1864, bu sırada eyâlette Midhat Paşa vâlî idi), İstanbul pa­yesi (1879), Yıldız Mahkemesi reîsi (1881), kazasker (1881), ilmiye’den mülkiye’ye geçerek vezîr ve “efendi” yerine “paşa” (1888), Elazîz, Trabzon, Sivas, Konya eyâletleri vâlîsi oldu. İzmir’deki türbesini İkinci Abdülhamîd yaptırdı. Nesli günümüzde yaşıyor. Yıldız Mahkemesi reîsliğine se­çilmiş değildir. Sultân Azîz’in katli iddiası, cinâyet mahke­mesine (İstanbul ağır cezâ) tevdî edilmişti ve bu sırada ci­nâyet mahkemesinin reîsi de Sürûrî Efendi idi. Gerçekte böylesine bir dâvâ için dîvân-ı âlî kurulması daha iyi ve Tanzîmât ve yürürlükteki Kaanûn-i Esâsî hükümlerine da­ha uygun olurdu.

            ŞEVK-EFZÂ VÂLİDE-SULTÂN (12.12.1820-17.9.1889 = 68, 9, 8): 1839’da -kendisinden 3 yaşa yakın küçük- Sultân Abdülmecîd ile evlenerek 3. ve 1849’da 2. kadınefendi oldu. Oğlu Beşinci Murâd’ın saltanatında 3 ay vâlide-sultânlık yaptı. Yeni Câmî’de oğlunun yanında yatmaktadır. EG 55, 5,19 ve HG 60,6,19 yaşlarında. Çerkes asıllıdır. Sultân Azîz fâciasının Hüseyin Avnî Paşa’dan sonraki en kötü sîmâsıdır. Sultân Azîz’e ve annesi Pertevniyâl Sultân’a sönmez bir kîni olup, bu yolda mensûb olduğu ve kendisini imparato­riçelik tahtına kadar yükselten Hânedân’ın şerefini ayaklar altına aldıracak derecede duygusuz, sorumsuz, dengesiz davranmış, Hüseyin Avnî Paşa’nın istediği kaatilleri bile o te’mîn etmiştir. Buna rağmen, Hânedân’ın adını lekeleme­mek için Yıldız Mahkemesi’ne karıştırılmamış, fakat baş­savcı, eski vâlide-sultânı açıkça ithâm etmekten çekinme­miştir.

            YÛSUF İZZEDDÎN EFENDİ (11.10.1857-1.2.1916 = 58,3, 21): Sultân Abdülazîz’in -şehzâdeliğinde doğmuş- büyük oğlu. Annesi Dürr-i Nev Başkadınefendi’dir (15.3.1835- 4.12.1895 = 60, 8, 20). EG 18, 7, 20 ve HG 23, 8, 20 yaşlarında, 27.4.1909-1.2.1916 = 6,9,4 müddetle amca-zâdesi Sultân Reşâd’a velîahd-i saltanat oldu. Sultân Mahmûd Türbesi’ne, dedesi ve babası yanına defnedildi. Çocukları Şükri­ye Sultân (1906-1972), Nizâmeddîn Efendi (1908-1933) ve Mihrişâh Sultân (1916-1987) olup, hiçbirinin çocuğu olma­dı. 1909’da velîahd olan Efendi, İttihâdcılarİa önce iyi ge­çinmeye çalıştı, hattâ onların îkaazı ile babasının intihâr et­tiğini bile ileri sürdü ki, 1876-1909 arasındaki kesin kanâati­nin aksidir. Ancak İttihâdcılarla arası gittikçe açılmaya baş­ladı. İttihâdcılar, kuzu bir pâdişâh bulmuşlar, fakat kuzu bir velîahd bulamamışlardı. Bilhassa Çanakkale cebhesini ziyâretten sonra Yûsuf İzzeddîn Efendi fevkalâde sarsıldı ve başkumandan vekîli Enver Paşa ile, Türk askerini sorum­suzca harcadığı için şiddetle münâkaşa etti ve Alman­ya’dan ayrılarak münferid sulh yollarının aranması gerek­tiğini söyledi ki Enver Paşa’nın en ödünü koparan şey münferid sulh tarafdarları idi (nitekim bu sebeble yakın ar­kadaşı Yâkub Cemîl’i öldürtmüştür). Bu defa Sultân Azîz olayındaki bütün acemilikler ve hatâlar değerlendirilerek ve Velîahd’in sâdece sol kolunun damarları açılıp sağ kol ile oynanmayarak bir gece, köşkünün yatak odasında öldürül­dü. Babasının intihâr şeklini taklîd ettiği ileri sürüldü ve hiçbir yayına ve söylentiye izin verilmedi. Zîrâ örfî idâre vardı ve memleket Büyük Harb dolayısıyle felâket içinde idi. Bu sûikasdde Enver Paşa’nın, Almanların muvâfakatini aldığı muhakkaktır ve belki süikast Almanlarca plan­lanmıştır. Yûsuf İzzeddin Efendi’nin yerine amca-zâdesi Mehmed Vahîdeddîn Efendi velîahd oldu. Yûsuf İzzeddîn Efendi, mantıklı İttihâdcı muhâlifi idi. Vahîdeddîn Efendi ise İttihâdcıların tâviz kabûl etmez azılı düşmanı idi ve on­ların imparatorluğu batırdıkları kesin fikrinde idi.

            YÛSUF KÂMİL PAŞA (Arabgir, 1808-İstanbul, 11.10.1876= 68): Akkoyunlu hânedânından Mehmed Bey’in (ölm. 1815?) oğlu. 1833-1850’de 17 yıl Mısır’da vâlî Mehmed Alî Paşa’nın hizmetinde kaldı ve bu târihte İstanbul’a dön­dü. 1845’te Mehmed Alî Paşa’nın kızı Zeyneb Hanım (1825- 1882) ile evlendi. 3.1852’de vezîr oldu. Devlet (6 defa), ad­liye (4), ticâret (2) nâzırı, Şûrây-ı Devlet (3) ve Meclis-i Tanzîmât reîsi (bunlar da kabine’ye dâhil), sadrâzam vekili (2), Sultân Azîz’in Mısır seyâhatinde pâyitaht kaymakamı (sal­tanat nâibi), sadrâzam (5.1.1863-1.6.1863 = 0,4,27) oldu. Şâ­ir, müellif, çocuksuzdu. EG 68 yaşında olup 4 ay, 12 gün sonra öldü.

            ZİYÂ PAŞA (Abdülhamîd Ziyâeddîn) (İstanbul, 1829- Adana, 18.5.1880 = 51): Gümrük kâtibi Ferdeddîn Efendi oğlu. Büyük Reşîd Paşa yetiştirmesi. Reşîd Paşa’nın tavsi­yesiyle Sultân Mecîd’e mâbeyn kâtibi (1856-1862) oldu ve 1862’de mîrmîrân paşa, fakat az sonra rütbesi ûlâ’ya çevri­lerek gene “bey” oldu. Yeni Osmanlılar cemiyetinin kuru­cusu değilse de, gerçek lideri oldu. Bir müddet sabretse Tanzîmât bürokrasisinde sadârete kadar çıkması işten de­ğilken, zaman zaman Sultân Azîz’i de karşısına alarak ve Velîahd Murâd Efendi ile girift ilişkiler kurarak, Âlî-Fuâd Paşalar ekibine karşı muhâlefetten fazla ölüm-kalım mücâ­delesine benzeyen bir tutum içine girdi. 17.5.1867’de en ya­kın arkadaşı Kemâl Bey (Nâmık Kemâl) ile Avrupa’ya kaç­tı. Londra, Paris, Cenevre’de çok ağır ve çoğu mübâlâğa ve iftira olan Âlî Paşa aleyhdârı bir kampanya açtı. Kemâl, Âlî Paşa ile barışıp döndüğü hâlde o direndi ve ancak 10.1871’de Âlî Paşa’nın ölümü üzerine döndü. Yûsuf İzzeddîn Efendi’ye Türk edebîyâtı okuttu. Sultân Azîz onu hâri­ciye nâzırı yapmak istedi ise de, Mütercim Rüşdî Paşa’nın nefretle direnmesi üzerine muvaffak olamadı. 2.1.1877’de vezîr pâyesiyle Sûriye, sonra Konya ve Adana eyâlet vâlîsi oldu. Adana’da defnedildi. Kızkardeşi Sâliha Hanım, Şey­hülislâm Uryânî-zâde Es’ad Efendi’nin (1808-1889) gelini­dir. EG 47 yaşında ve “Bey” idi. Bütün maksadı sadrâzam olup Nâmık Kemâl’i de hâriciye’ye geçirmekti, pâdişâhlar­dan fazla Tanzîmât bürokrasisinin direnmesi sebebiyle mu­vaffak olamadı. Âlî Paşa’nın himâyesini, Reşîd Paşa’nın himâyesini kabûl ettiği gibi kabûl etse idi, maksadına erişe­cekti. Büyük kültür sâhibi, keskin hatîb, emsâli çok az gö­rülmüş zekâ derecesinde, muhteristi. En büyük şâirlerden­dir. Gazeteciliği de çok kudretlidir. Şinâsî ile berâber Tanzî­mât edebiyâtının kurucusudur. Bugün siyâsî hayâtından fazla edebî hüviyyeti bilinmektedir. Mûtedil meşrûtiyetçi idi. Midhat Paşa’yı devamlı ileri sürüp şöhretini artırdı. Fa­kat Midhat Paşa, Ziyâ-Kemâl ikilisini atlayarak onların meş­rûtiyet ve anayasa fikirlerini kendi fikri imiş gibi ortaya at­tı ve onları mümkün mertebe kenarda bırakmaya çalıştı. Sonunda Midhat Paşa’nın konağında dehşetli bir küfürleş­meye varan bir kavgadan sonra Ziyâ ve Kemâl Beyler, Mid­hat Paşa ile ilgilerini kestiler. Ziyâ ve Kemâl’in, Midhat Pa­şa gibi İngiltere ile ilişkisi yoktu. Midhat Paşa, onların meş­rûtiyetçi Tanzîmât ve Osmanlılık sistemlerinin çok ötesine geçti. Âdetâ İngiltere demokrasisi kurup, Hânedân’ı tahtın­dan değilse bile haklarından tecrîde çalıştı. Ziyâ Paşa’nın nesli devâm ediyor.

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar