BİR DARBENİN ANATOMİSİ ....Yılmaz Öztuna
ÖTÜKEN
NEŞRİYAT A.Ş.
EYLEMİN KİŞİLERİ
1876 Türkiyesi
1876
Türkiyesi 11.827.170 kilometrekare üzerinde 64.343.000 nüfusu barındırıyordu.
Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bu ihtiyar devlete Avrupalılar “Türkiye”
veya “Osmanlı İmparatorluğu” diyorlardı. Türklere göre ise adı sadece
“Devlet-i Aliyye”, yani “Yüce Devlet” idi. Kendilerininkinden başkasını devlet
yerine koymayan bir zamanların Türkler’in zihniyetlerini yansıtan bir isimlendirme
idi. Hâlbuki o zamanlar mazi olmuştu...
1074’te
kurulan Türkiye Devleti’nin Selçukoğulları’ndan sonra ikinci büyük-hâkanlık
(imparatorluk) hânedânı Osmanoğulları idi. Osmanoğulları’ndan atası Gazi
Ertuğrul Bey, Ahlat çevresindeki atalar toprağını bırakmış, 1231 yılında
bugünkü Bilecik-Eskişehir-Kütahya illerinin kesiştiği yöreye yerleşmişti.
Oğuzlar’ın, yeni adlarıyla Türkmenler’in 24 boyu içinde en soylusu ve hâkanlık
boyu sayılan Kayılar’dan bir oymağın beyi idi. O sırada Türkiye tahtında, Konya’da
oturan Selçuklu padişahı Büyük Alâeddin Keykubâd, Ertuğrul Bey’e o çevreyi
“yurt” olarak vermiş, Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu sınırının o kesiminin
korunması ve genişletilmesi görevini tevdi etmişti. Ertuğrul Bey, Söğüt
kasabasını Bizanslılar’dan fethederek kendine merkez yapmıştı.
Osmanoğulları’nın menşei bu idi. Selçukoğulları düştükten sonra, onların açık
bıraktığı Türkiye imparatorluk tahtına hak iddia etmişler, uzun çabalardan
sonra kırk beyliğe bölünmüş Anadolu’yu Selçuklular devrindeki gibi derleyip
birleştirmişler, iddialarını kabûl ettirmişlerdi. Oğlu Osman Bey, 1300’de
büyük uç-beyi olmuş, onun oğlu Sultan Orhan 1326’da Bursa’yı Bizans’tan
fethederek artık gerçek bir kral hâline gelmiş, onun oğlu Birinci Sultan Murad
da 1361’de Edirne’yi gene Bizans’tan fethederek imparatorluk tahtına hak
kazanmıştı. Onun oğlu Yıldırım Beyazıt Hân, 1396’da bütün Avrupa’nın birleşik
ordusunu Niğbolu’da mahvederek, Timuroğulları’nın Türkistan (Doğu Türk)
hâkanlığından sonra dünyanın ikinci büyük devletini meydana getirmişti. Onun
torunu İkinci Murad, 1447’de Timuroğlu Sultan Şâhruh’un ölümüyle, dünyanın en
kudretli devletinin sahibi olmuştu. Onun oğlu İkinci Mehmed, 1453’te İstanbul’u
fethederek çağ değiştirmiş ve bir cihan devletinin temellerini atmıştı. Onun
torunu Yavuz Sultan Selim, 1517’de “cihan devleti”ni gerçekleştirmişti...
1683
Viyana bozgununa kadar bu cihan devleti devam etmiş, sonra gerilemeye
başlamıştı. Ancak 1771’e kadar Türkiye, hâlâ dünyanın birinci devleti idi. Bu
tarihten sonra İngiltere, Fransa ve Rusya çok güç kazanmışlar, Osmanlı
Devleti’ni, ehemmiyet bakımından, dünya devletleri arasında 4. sıraya
düşürmüşlerdi. 1871’e kadar Türkiye bu 4. sırayı muhafaza etmiş, bu tarihte
bütün Alman devletlerinin birleşerek Almanya İmparatorluğu’nu yeniden
kurmaları üzerine 5. sıraya düşmüştü...
1876
Türkiyesi; işte İngiltere, Almanya, Rusya ve Fransa’dan sonra dünyanın 5.
mühim devleti idi. Onu ehemmiyet sırasıyla Avusturya-Macaristan, Çin, Birleşik
Amerika, İtalya ve İspanya takip ediyordu. Bu 10 devlet dışındaki devletler
“büyük devlet” sayılmıyordu. Esasen 1875 dünyasında müstakil devlet sayısı
58’den ibâretti. Bugünkü kadar devlet yoktu. Türkiye İmparatorluğu 1875’te
Almanya, Fransa ve Rusya’dan sonra dünyanın 4. ordusuna, İngiltere ve
Fransa’dan sonra dünyanın 3. donanmasına sahipti. Nüfus bakımından 58 devlet
içinde Çin, İngiltere ve Rusya’dan sonra 4., toprak bakımından İngiltere ve
Rusya’dan sonra 3. geliyordu...
1876’da
dünya nüfusu 1.326.427.000’den ibaretti. Bu nüfusun 1 milyar 108 milyonunu 10
büyük devlet aralarında paylaşıyorlar, diğer 48 devlete ancak 189 milyon toplam
nüfus düşüyordu. Dünyada sadece 8 şehrin nüfusu bir milyonu aşıyordu ve
Osmanlı Devleti’nin taht şehri İstanbul bunlar arasında 5. idi...
1875
Türkiyesi, demiryollarının uzunluğu bakımından dünya devletleri arasında 9. ve
telgraf hatlarının uzunluğu bakımından ise 5. idi. Bu sırada ne Çin’de, ne
Japonya’da tek kilometre ne demiryolu, ne de telgraf hattı bulunuyordu...
Demek
Osmanlı Devleti, modernleşiyor, çağdaşlaşıyordu... Modern ordunun, donanmanın,
bakanlar kurulunun, devlet teşkilâtının kurucusu İkinci Sultan Mahmud idi.
1826’da bu hükümdar, kesin şekilde Batı’ya dönmeye karar vererek Türk
Devleti’nin geleceğini tayin etmişti. Gerçi Üçüncü Selim 1793’de “nizâm-ı cedîd
= yeni düzen” reformu ile daha önce bu kararı almış, fakat 1807’de
başarısızlığını ilân ederek tahtı bırakmıştı. İkinci Mahmud, Üçüncü Selim’in
gerçi amca-oğlu idi ama aralarında 24 yaş fark vardı. Çocuğu da olmadığı için,
Şehzade Mahmud’u, kendi kafasına göre yetiştirmiş ve çok itina etmişti...
İkinci
Mahmud, Üçüncü Selim’in çok daha dikkatli, azimli, kararlı bir talebesi idi.
1826’da eski Türkiye’ye darbeyi vurduğu zaman taviz vermedi. Yeni Türkiye’nin
kurucusu oldu. Harbiye’yi, Tıbbiye’yi açtı, Mühendishâne’yi modernleştirdi.
Avrupa tekniğine âit neyi faydalı gördüyse aldı... Yalnız teknik medeniyeti...
Türk kültürüne dokunmadı. Kanunî Sultan Süleyman’dan, 1566’dan beri gelen
padişahların en büyüğü sıfatıyla 1839’da öldü...
İkinci
Mahmud’un yerine önce büyük oğlu Sultan Abdülmecid, onun ölümü ile de küçük
oğlu Sultan Abdülaziz geçti. Bugünkü Türkiye’de Atatürk ne ise, o günkü
Türkiye’de de Sultan Mahmud o idi. Mezarından rejimi yönetiyordu. Nice
memnuniyetsizlik, nice muhâlefetler oldu, hiç kimse İkinci Mahmud’un yolunu
bırakmaya cesaret edemedi. İkinci Mahmud rejiminin esasları şu idi: Avrupa’nın
teknik medeniyetini onlar derecesinde öğrenip uygulayamazsak, geldiğimiz yere,
Orta Anadolu’ya döneriz. Bunu yapacağız. Çepçevre düşmanla çevrildiğimiz için
ordu ve donanmamızı en üstün çizgide tutacağız. Fakat orduyu ne padişah olarak
iç siyasette kullanacağız, ne de ordunun politikaya müdahâlesine izin
vereceğiz. Ordu, sadrâzam denen imparatorluk başbakanının kayıtsız şartsız
emrinde olacaktır. Başkumandan padişahtır. Ancak ordunun ve donanmanın fiilen
başkumandanları olan serasker ve kaptan-ı deryâ, kabineye bakan sıfatıyla
katılacaklardır. Onlar dışında hiçbir subay, politika ile uğraşmayacaktır...
İkinci
Mahmud’dan sonra devlet yönetimini üzerine, bilhassa Büyük Mustafa Reşid Paşa
aldı. Reşid Paşa... Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük başbakanı ve en büyük
diplomatlarından biri... İkinci Mahmud’un has adamı idi, efendisinin yoluna
devam etti. İkinci Mahmud 1826’da modern rejimi kurmuştu ama ölünceye kadar
devleti bizzat idâre etti. Kendisinden sonra gelecek oğullarının kendi büyük
dehâsına sahip olamayacaklarını hesaplamış, Tanzimat denen ikinci bir reformlar
dizisi hazırlamıştı. Ölür ölmez Tanzimat’ı, Reşid Paşa -kelle koltukta- ilân
etti. 17 yaşındaki yeni padişah Sultan Abdülmecid, Tanzimat’ı akıllıca
destekledi...
Tanzimat
ile padişah, mutlak yetkilerinin bir kısmından, kendi irâdesiyle vazgeçiyor, bu
yetkiyi sadrâzama, hükûmete, yargı organlarına bırakıyordu. Artık padişah
dâhil, hiçbir vezirin emriyle hiçbir kişiyi ne idam etmek, ne hapsetmek, ne
sürmek, ne servetini Hazîne’ye almak mümkün değildi. Hepsi için bağımsız
mahkemelerin kararı gerekiyordu. Mahkemeler sadece teknik olarak adliye
nâzırına (adalet bakanı) bağlı olup, kararlarına devletçe hiçbir müdahale
yapılamıyordu. Örfî idâre mahkemeleri bundan müstesna idi. Örfî idâre
mahkemeleri de yalnız devlete karşı ayaklanma suçlarına bakabiliyorlardı...
Bundan
başka padişah, gerçi sadrâzamı kendisi seçiyordu ama artık eskisi gibi
beğendiği vezîri bu makama getiremiyordu. Bürokratik dengeyi kollamak
mecburiyetinde idi. Dehşetli bir Tanzimat bürokrasisi kuruldu... Herkes mülkiye
ve hâriciye mesleklerine rağbet etti. İlmiye ve askeriye mesleklerine rağbet
azaldı. Zira İkinci Mahmud, ilmiye sınıfının elinden de yetki alanlarını
dörtte bire kadar daraltarak pek çok selâhiyetini almıştı. Bu sınıf kabinede
tek üye ile şeyhülislâm ile temsil ediliyordu. Mahkemeler, okullar hızla bu
sınıfın elinden alındı, yeni kurulan sivil adliye ve maârif nezâretlerine
bağlandı. İlmiye sınıfı hemen hemen din işleriyle uğraşır hâle getirildi, fakat
dinî okullar onların yetkisine bırakıldı. Bununla beraber vakıflar bile ilmiye
sınıfından alınarak sivil ve mülkî evkaf nezaretine bağlandı. Binâenaleyh
herkesin en büyük arzusu, çocuğunu devlet idâresinde kâtip yapmak hâline
geldi. Sivil Tanzimat idaresinde bürokrasinin ilk kademesi idi kâtiplik... Ve
sadrâzamlığa kadar yolu vardı. Devlet, bir aydın bürokratlar sınıfına verilmiş
oldu. Padişah da, ordu da, ilmiye de, kendi nüfuzlarını çok daraltan bu duruma
isteyerek veya mecbûren razı oldular. Zira Sultan Mahmud, bu yolu
göstermişti... Sultan Mahmud’a kavuk yerine fes, şalvar yerine pantolon
giydiği, kızını kışlaları ziyarete gönderdiği için halk “gâvur padişah” dedi
ama gerçekte devlet adamlarından hiç kimse açık bir muhâlefete cesaret
edemedi. Subay ise, zâten Sultan Mahmud’un eseriydi, onun reformlarına
başkaldırması düşünülemezdi. Zira Harbiye’yi açan Sultan Mahmud idi.
Harbiye’den o zamanlar yalnız piyade ve süvari subayı çıkardı ama, bunlar da
ordunun esası idi. İstihkâm ve topçu subayı yetiştiren Mühendishâne-i Berrî-i
Hümâyûn ile deniz subayı yetiştiren Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn, Sultan
Mahmud’dan yarım, hattâ bir asır önce açılmıştı...
Vak’a-i
Hayriyye ve Tanzimat ile Türkiye’nin güç kazandığını gören Avrupa devletleri,
Osmanlı Devletini bir an rahat bırakmadılar. Güçlenmesini önlemek için her
türlü müdahaleyi yaptılar ama 1875 Türkiyesi’nde Avrupa ile teknik mesafe
henüz ehemmiyetli şekilde açılmış değildi. Böylesine şartlar içinde, karmaşık
meseleler ortasında olan Orta Avrupa ile Orta Afrika arasında uzanan, Doğu
Türkistan’da Çin sınırında toprağı bulunan bu büyük devleti kimler
yönetiyordu?.. Söylendi, sadrâzamın başında bulunduğu Tanzimat bürokrasisi...
Padişah, saltanat sürüyor, hükûmet etmiyordu ama bu bürokratlar kimlerdi?
Bunları tanıyarak mevzuya girmek gerekiyor.
Âlî Paşa ve Sonrakiler
Mustafa
Reşid Paşa, çok kudretli bürokratlar yetiştirdi ki; böyle bir kadroyu, Kanûnî
devrinden, XVI. asırdan beri Osmanlı Devleti görmediği gibi, günümüze kadar da
bir daha göremeyecektir. Büyük bir adam seçme ve yetiştirme kabiliyeti vardı.
Yetiştirdiklerinin içinde ikisi, kendisi gibi dehâ sahibi idi. Âlî Paşa ve
Keçeci-zâde Büyük Dr. Mehmed Fuad Paşa... Bu iki paşanın da gerçek mesleği -her
ne kadar Fuad Paşa tıp fakültesi mezunu ise de- üstâdları, Reşid Paşa gibi
diplomatlıktı. Binâenaleyh Tanzimat bürokrasisi hariciye, dâhiliye, maârif,
maliye gibi bölümlere ayrılırsa, devlet idaresinde büyük ağırlığın hâriciyede,
diplomatlarda olduğu görülür. Bunun sebep ve felsefesi şudur:
Bir
imparatorluğun yönetimi, bir millî devletin yönetiminden çok farklıdır.
İmparatorluklar normal devletler değillerdir. Bugün çağı geçmiş acayip
devlerdir. Yemen’e ve Libya’ya, İstanbul’dan nahiye müdürü, takım ve bölük
kumandanı gönderen bir devleti düşününüz... Böyle bir devlet ancak çok
kudretli bir ordu ve donanma ile ayakta kalabilir. Gerçi tebaasının mutlak
çoğunluğu devletten memnundur... Üstelik Türk imparatoru aynı zamanda
halîfe’dir, yani dünyadaki bütün Müslümanların en büyük lideridir ama başka
imparatorluklar da vardır. İmparatorluklar, birbirlerine yutulmamak için
birbirleriyle devamlı mücâdele içindedirler. İlk defa olarak 1683’te Osmanlı
Devleti, 4 büyük devletin ittifâkına mağlûp olmuştur. Kanûnî devrindeki Türk
Silâhlı Kuvvetleri’nin dünyanın geri kalan bütün ordu ve donanmalarının toplam
gücü üzerinde tutulması askerî politikasının mâziye karıştığı anlaşılmıştır.
Son defa Türkiye, 1736-39 savaşında İran, sonra Almanya ve Rusya gibi üç büyük
imparatorlukla tek başına yaptığı harbi kazanmıştır ve bu da sonuncusu
olmuştur. 1770’ten itibaren yenilmeye başlamıştır... Binâenaleyh Sultan
Mahmud ve Reşid Paşa, Avrupa devletlerinin durumlarını incelemişler,
hiçbirinin yanına müttefik almadan savaşmadığını görmüşlerdir. Ancak kudretli
müttefik edinilebilmek için gene kudretli bir orduyu elde bulundurmak icap
ettiğini de müşâhede etmişlerdir. Büyük Devletlerin çok hassas dengesi içinde
bulunmak ve imparatorluğu ancak bu şekilde yaşatmak gerektiğine inanılmış,
diğer imparatorlukların da hayatlarını ancak böyle devam ettirebildikleri
görülmüştür. Bir Londra, bir Paris büyükelçiliğinin, hâriciye nâzırlığı kadar
mühim olduğu anlaşılmıştır. Reşid Paşa ve talebeleri uzun yıllar bu Avrupa
merkezlerinde bulunarak yetişmişler ve çok mâhirane şekilde büyük devletler
dengesine girebilmişlerdir.
Reşid
Paşa’nın ölümünden sonra Âlî-Fuad Paşalar ekibi, çok iyi uyuşan, birbirini hiç
kıskanmayan bir çift olarak, Osmanlı İmparatorluğunu, akıl almaz yetkilerle
yönetmişlerdir. Biri sadrâzam olduğu zaman, diğeri hâriciye nezâretine
geçmiştir. Padişahı hükûmet hattâ devlet işlerine karıştırmamışlar, üstelik bu
işi yazılı bir yetkileri olmaksızın, otoriteleri ve şahsiyetlerinin gücüyle
becerebilmişlerdir. Ancak üstâdları Reşid Paşa’dan eksik bir tarafları vardır:
Adam yetiştirmemişlerdir...
Âlî
Paşa, 5 defa sadrâzam ve 8 defa hâriciye nâzırı olduktan sonra, 7 Eylül 1871’de
öldü. Fuad Paşa iki buçuk yıl önce hayattan çekilmişti. 57 yaşını bitirmeden
ölen Âlî Paşa’nın da politika sahnesinden çekilmesiyle, Türk siyâsî
edebiyatında ve devlet hayatında zamanımıza kadar çok kullanılan “kaht-ı ricâl” tâbiri yayıldı. “Kaht-ı ricâl”, “devlet adamı kıtlığı”
demektir...
Âlî
Paşa’dan sonra devlet hayatında istikrar bozuldu. Sadrâzamlar birbiri ardınca
beceriksizlikler yapıp değiştirilmeye başlandı. Âlî Paşa’dan sonra Mahmud
Nedim Paşa 10 ay, 24 gün, Midhat Paşa 2 ay, 10 gün, üçüncü defa Mütercim Rüşdü
Paşa 3 ay, 27 gün, Ahmed Es’ad Paşa 1 ay, 28 gün, Şîrvânî-zâde Mehmed Rüşdü
Paşa 9 ay, 29 gün, Hüseyin Avni Paşa 1 yıl, 2 ay, 10 gün, 2. defa Es’ad Paşa 4
ay, 1 gün, 2. defa Mahmud Nedim Paşa 8 ay, 16 gün sadrazamlıkta kalabildi...
Böylece 1871 yılından 1876’ya gelindi...
Sultan
Aziz, Âlî-Fuad Paşalar devrinde hükûmet etmeyi düşünmezken, sadrâzamlarının
eskileri derecesinde olmadığını, liyâkatsizliklerini, kudretsizliklerini,
ihtiraslarını, yetersizliklerini müşâhede etti. Hükûmet işlerine karışmaya
başladı. Mahmud Nedim Paşa, Tanzimat esaslarına aykırı olarak devlet
adamlarını sürmeye, rüşvet almaya başladı.
Haleflerinin
ekserisi de türlü şekillerde devletin anayasası mâhiyetinde bulunan Tanzimat’a
aykırı hareket ettiler. Padişah, devlet ve hükûmet işlerine müdâhalelerini
artırdıkça artırır oldu. Haklı haksız, kendi aklının, bütün devlet
adamlarından fazla olduğuna kanaat getirdi.
Devlet
adamları içinde ikisi, fevkalâde ihtirasları ve iddiaları ile dikkati
çekiyordu. Bunlardan biri sivil valilikten gelme vezirlerden Midhat Paşa,
diğeri ise müşîr (mareşal) Hüseyin Avni Paşa idi...
Hüseyin Avni Paşa
Hüseyin
Avni Paşa, 1821 yılında Isparta’nın o zaman köy olan Gelendost karyesinde
doğdu. Çok mütevâzı bir aileden geliyordu. Üstelik ailenin şöhreti iyi değildi.
Babasının adı Eşekçi Ahmed idi. Bu Ahmed, Eğridir eşrâfından Hacımemişoğlu’nun
uşağı idi. Bu sırada İkinci Mahmud, yeni açtığı Harbiye’de subay yetiştirmek
için, Anadolu’da belli başlı eşrafın oğullarından birinin askerî öğrenim için
İstanbul’a gönderilmesini emretti. Hacımemişoğlu, kendi oğlundan ayrılmak
istemedi. Uşağının oğlu Hüseyin Avni’yi İstanbul’a yolladı.
Hüseyin
Avni, Hacımemişoğlu tarafından Gelendost’ta köy okulundan sonra Eğridir
Medresesi’nde okutulmuştu. 1836’da İstanbul’a geldiği zaman 15 yaşında idi.
Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde müderris olan dayısının yanına sığında.
Medresede Kur’ân ve Arapça okudu. 1837 Temmuzunda nefer (er) olarak
Harbiye’nin hazırlık sınıfına alındı. 8 ay sonra imtihanla onbaşı, 1839
Temmuzunda çavuş, sonra başçavuş oldu. 1842’de Mekteb-i Fünûn-i Harbiye-i
Şâhâne’yi bitirerek 21 yaşında mülazım (teğmen) rütbesini aldı. O yıl
mezunlarından 5 teğmen, Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâne’ye, Harb Akademisi’ne
ayrıldı, biri Hüseyin Avni Efendi idi. 1849’da erkân-ı harb kolağası (kurmay
kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle 28 yaşında Harb Akademisi’nden çıktı. Sınıfının
üçüncüsü idi. Sınıf birincisi 1891’de ölen Müşîr Mahmud Mes’ud Paşa, ikinci de
1859’da ölen Müşîr Safvet Paşa’dır. Bu, Harb Akademilerinin ilk kurmay
sınıfıdır. Daha önce Türkiye’de de, Avrupa’da da kurmaylık yoktu.
Hüseyin
Avni Efendi, 1852 Haziranında binbaşı rütbesi ve “bey” unvanı ile Harbiye’ye
taktik öğretmeni tayin edildi. 12 Haziran 1853’te yarbay rütbesiyle Şumnu’ya,
sonra Sofya’ya gönderildi, az sonra Vidin’deki tümenin kurmay başkanlığına
getirildi. Rusya ile savaş (Kırım Harbi) başlamıştı. Ferik (sonradan müşîr)
Ahmed Paşa’nın yanında Çatana Meydan Muharebesi’nde Rus Ordusu’nun
yenilmesinde hizmet etti. Muharebede bir Rus güllesi, bindiği atın kellesini
koparıp aldı. Kumandanı Mirliva Çerkes İsmail Paşa, kendisine bir at hediye
etti. Modern Türk Ordusu’nun Ruslar’a karşı ilk zaferine katıldığı için bu
başarı siciline işlendi ve çabuk yükselmesinin âmillerinden biri oldu. Osmanlı
Devleti’nde askerî veyâ mülkî bir görevde yıl geçirerek değil, liyakat ve
başarı veyâ teveccüh üzerine rütbe alınırdı. Aynı sınıf mezunu bir kurmay
albayın yanında, aynı kıdemde müşîr rütbesine çıkanlara rastlanırdı. Yönetimi millî
devletlere benzemeyen imparatorlukların ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, faydası
kadar zararı da olan bir sistemdi.
Çatana
zaferi üzerine padişah Sultan Mecid, Hüseyin Avni Bey’e altın kabzalı kılıç,
albay rütbesi ve 5. rütbe olan Mecîdî Nişânı’nın yerine 4. rütbe nişan verdi.
Sonra mirlivâ (general) olarak Kars’a, oradan Şumnu’ya gönderildi. Kırım Harbi
bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1855’te Sohumkale’deki (Gürcistan) kolordunun
kurmay başkanı oldu... 3. rütbe Mecîdî Nişânı aldı. Savaş bitince Karadağ’a
gönderildi. 1858’de Mekteb-i Harbiye kumandanı, sonra Mekâtib-i Askeriye
(askerî okullar) kumandanı oldu. Tümen kumandanı olarak tekrar Karadağ’a
gitti. 1862 Şubatında ferik (korgeneral), Ocak 1863’te Askerî Şûrâ reisi,
Temmuz 1863’te müşîr (mareşal) rütbesiyle Birinci Ordu (İstanbul) Kumandanı,
bir ara Serasker (millî savunma bakanı) vekili oldu. Birinci Ordu Kumandanı
iken, 42 yaşındaki genç mareşalin bir hareketi, netice bakımından Türk
imparatorluğunu acı maceralara sürükleyecek bir şekilde gelişti:
Avni
Paşa, Fuad Paşa’nın himayesindeydi. Âlî Paşa, davranışından ve fizyonomisinden
hoşlanmadığı için Avni Paşa’yı pek tutmuyordu. Ancak arkadaşı Fuad Paşa’nın
adamı olduğunu bildiği için sesini çıkarmıyordu. Üstelik Avni Paşa, devrinin en
iyi askerlerinden biri olarak tanınmıştı... Binâenaleyh Bâb-ı Âlî
bürokrasisinin gelenekleri içine girebildiği takdirde, Seraskerliğe kadar
çıkmasına hiçbir engel yoktu... Genç yaşına rağmen devletin en yüksek askerî
rütbesi kendisinden esirgenmemişti.
Padişahlar
her Cuma günü, bir camiye namaza gi-derlerdi. Cami içinde dinî olan bu tören,
cami dışında padişahın saraya gidip gelişinde tamamen askerî bir gösteri halini
alırdı. Dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar, halîfelerini görürler,
Avrupalılar Türk birliklerini seyrederler, İstanbul mahşer gününe dönerdi.
“Cum’a
Selâmlığı” denen bu mühim imparatorluk törenine, devlet adamları da katılırdı.
İstanbul’daki Birinci Ordu Kumandanı’nın da katılması tabiî idi... Böyle bir
Cuma günü Avni Paşa da büyük üniforması ile nişânları ve müşîr apoletleriyle
törene katılmıştı. Törene Hânedân’a mensup kadınlar da katılırlar, yalnız
kadınların Cuma namazı kılması bahis mevzuu olmadığı için, kapalı saltanat
arabalarının içinde avluda padişahın camiden çıkmasını beklerlerdi. Böyle bir
törende Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’in eşlerinden bir Kadın-Efendi’ye
sözle sarkıntılık etti...
Böyle
bir şey, Osmanlı tarihinde ne görülmüş, ne işitilmişti. Padişah eşleri Türk
imparatorluk düzeninde, kraliçe protokolündedir (fakat imparatoriçe protokolü
uygulanmaz, tek imparatoriçe, hayatta bulunuyorsa padişahın “Vâlide Sultan”
denen annesidir). Bir bakıma görülmemiş derecede ağır bir suçtu, bir bakıma da
seviyeli bir külhanbeyine bile yakışmayacak bir hafiflikti ama garip olan, Avni
Paşa’nın mizacını göstermesiydi. Padişah kadınına böyle muamelede bulunabilen
bir adamın, başkalarına neler yapabileceği, hattâ yapmakta bulunduğu
düşünülebilir. Garabet Sultan Aziz’de de mevcuttur. Çünki böyle bir adama,
cezasını çektiğine kanaat getirdikten sonra, tekrar en yüksek devlet
görevlerini emniyet edebilmiştir.
Olay
duyulunca Hüseyin Avni Paşa, Birinci Ordu Kumandanlığından alındı. 14 ay
hiçbir görev verilmedi, fakat maaşını aldı. Bu müddet sonunda Bosna-Hersek
eyâlet valiliğine tayin edildi, fakat Girit’te Rumlar ayaklanınca, Bosna’ya
gönderilmesinden vazgeçilerek Girit’e yollandı (7 Mart 1867). Bir ay sonra
yerine Müşîr Ömer Paşa gönderildi. Hüseyin Avni Paşa’ya Yanya ve Tesalya
tümenlerinin kumandanlığı verildi. 29 Kasım 1867’de Girit eyâlet valisi oldu. 9
Şubat 1869’da Serasker (savunma bakanı) olarak ilk defa imparatorluk kabinesine
girdi. 48 yaşında idi...
Seraskerlik,
Tanzimat Türkiyesi’nin en yüksek askerî görevi idi. Bugünkü genelkurmay
başkanı ile millî savunma bakanının ve kara kuvvetleri kumandanının bütün
yetkilerini bir arada taşıyordu. Şu fark ile ki; deniz kuvvetleri, yetkisi
dışında bulunuyordu. Serasker, imparatorluk bakanlar kurulu protokolünde
sadrâzam ve şeyhulislâm’dan sonraki sırada idi. Birkaç sivil serasker varsa da,
hemen daima müşîr (mareşal) rütbesini taşıyan askerlerden seçilirdi. Deniz
kuvvetleri için ayrı bir bakan vardı, bu bakana 1867’ye kadar “kapdân-ı deryâ”
denirken, bu tarihte unvanı “bahriye nâzırı”na çevrilmişti. Rütbesi bahriye müşîri
(büyük amiral) idi. Fakat birkaç sivilin veyâ kara mareşalinin de bu göreve
getirildiği vakidir. İmparatorluk kabinesinin üçüncü asker üyesine “Tophâne-i
Âmire Müşîri” denirdi, bu göreve de ekseriya bir mareşal getirilirdi. Kara
ordusuna âit bütün askerî fabrikaların en büyük âmiri idi. “Erkân-ı Harbiye-i
Umûmiye Reîsi” denen generalin o dönemde büyük önemi yoktu. Seraskerin kurmay
başkanı görevini yapardı, ordunun başı değildi. Bu görevin rütbesi umumiyetle
ferik (korgeneral) idi. Askerî paşalık sadece üç rütbe idi: Mirlivâ, ferik ve
müşîr. Mirlivâ, bugünkü tuğ ve tümgeneral rütbelerine karşılıktı. Ferik,
korgeneral veyâ kor-or general idi (1901’de birinci ferik=orgeneral rütbesi
ihdas edilerek feriklik iki dereceye ayrıldı), müşîr ise mareşal.
1870’de
Hüseyin Avni Paşa’ya 1. rütbe Mecîdî Nişânı verildi (en yüksek nişan
değildir). 2 yıl, 7 ay seraskerlikte kaldı. Bu müddet içinde beğenmediği
generalleri ya emekliye ayırdı, ya İstanbul’dan uzaklaştırdı. Emrinden
çıkmayacak generalleri İstanbul’a tayin etti ve kendisine bağladı. Bu
tayinleri, subayın politikaya karıştığını hayatında görmemiş olan Sadrâzam Âlî
Paşa’ya askerî zaruretler olarak izah edip imzalattı. Böylesine bir ikbâl
içinde iken, 8 Eylül 1871’de seraskerlikten azledilmekle kalmadı, rütbesi ve
nişanları alınıp askerlikten tardedilerek Isparta’ya sürüldü. Tanzimat
Türkiyesi’nde emsali az görülmüş bir cezadır...
Bu
defaki suçu da gene ırz ve namus meselesine taalluk ediyordu. Harem-i
Hümâyûn’un “hazinedar” denen çok yüksek rütbeli câriyelerinden Arz-ı Niyâz
Kalfa ve muhtemelen padişah câriyelerinden (hizmetçi kızlardan) bir veyâ ikisi
ile münasebet kurduğu ortaya çıkmıştı. Padişahın bu defaki tepkisi ve verdiği
ceza sert oldu. On bir ay rütbesiz bir adam olarak Isparta’da oturması kararlaştırıldı.
Isparta’ya kumarı sokanın Hüseyin Avni Paşa olduğunu Böcü-zâde Süleyman Sâmi
Efendi, Isparta Tarihi’nde yazar...
Padişah,
ihtimal Avni Paşa’yı cezasını çekmiş saydı. Fakat paşa, padişaha sönmez bir
kin beslemeye başladı. Üstelik böyle bir adam, 17 Kasım 1872’de Sadrâzam
Mütercim Rüşdü Paşa tarafından Aydın eyâleti valiliğine getirildi. Merkezi
İzmir olan, bütün Ege Bölgesi’ni içine alan, imparatorluğun en seçkin
eyâletlerinden biri idi... 25 Ocak 1873’te aynı sadrâzam tarafından bahriye nâzırı
olarak kabineye alındı. Müşîr rütbesi ve nişânları iade edildi. Üç hafta
sonra 15 Şubat’ta ikinci defa serasker oldu. Ertesi yıl, 13 Şubat 1874’te,
seraskerlik de uhdesinde kalmak üzere sadrazamlığa getirildi...
Yerine
geldiği sadrâzam, Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’yı Hicaz Valiliği ile İstanbul’dan
uzaklaştırdı. Bununla da kalmadı, 23 Eylül 1874’te Şîrvânî-zâde’yi Tâif’te
zehirleterek öldürttü. Şîrvânî-zâde, 45 yaşında, Tanzimat’ın en değerli
vezirlerinden idi...
Evvelce
Hüseyin Avni Paşa, iki vezire, Midhat ve Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’ya, padişahı
tahtından indirmek fikrini ifşa etmişti. Şîrvânî-zâde, sadrâzam olunca, Avni
Paşa’ya artık bu bahsi açmadı. Onun üzerine Avni Paşa, padişah ile görüşerek,
Şîrvânî-zâde’nin Veliahd Murad Efendi’nin adamı olduğunu, onun emrinden
çıkmadığını söyledi. Bu yalan üzerine padişah, Şîrvânî-zâde’yi azledip,
sadakatini arz eden Avni Paşa’yı sadârete getirdi. Ancak Avni Paşa;
Şîrvânî-zâde’nin, vaktiyle kendisine padişahın tahttan indirilmesi bahsinin
açıldığını Sultan Aziz’e bildirmesi korkusu içinde idi. Midhat Paşa da telâşta
idi. Bu korkusunu ortadan kaldırmak için Şîrvânî-zâde’yi zehirletti. Elde
ettiği câriyeler vasıtasıyla padişahı da zehirletmek istedi. Fakat câriyeler
buna cesaret edemediler...
Hüseyin
Avni Paşa sadârette tutunamadı. Büyük ölçüde yabancı firmalardan “komisyon”
adıyla rüşvet aldığı padişaha duyuruldu. Asker olmasına rağmen Hersek’te çıkan
ihtilâli küçük gördü, büyümesine göz yumup tedbir almadı. Tehlikeli hâle gelen
maliye işlerinden hiç anlamıyordu. Kabalığı ve zulmü yüzünden halk kendisinden
nefret etti. Tekrar Aydın (İzmir) eyâlet valiliği ile İstanbul’dan
uzaklaştırılıp sadâretten ve seraskerlikten azledildi. Bir müddet sonra hasta
olduğunu ileri sürdü. Tedavi için Avrupa’ya gitti. Hiçbir hastalığı yoktu.
Sıhhat ve alkolden yanakları kıpkırmızı idi. Londra’da İngiliz nazırları ile
Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi meselesini görüşmeye cesaret etti. O
devrin Birleşik Amerikası olan İngiltere’nin onayını aldı. Avrupa’dan döndü.
Türlü entrikalar, rüşvetler ve padişahın inanılmaz gaflet eseri olarak üçüncü
defa serasker oldu. Ordu seraskerin emrinde olduğu için, Avni Paşa maksadına
yaklaşmıştı. Üstelik aynı kanaatte bulunan Midhat Paşa da adliye nâzırlığına
getirildi.
Midhat Paşa
Midhat
Paşa, Hüseyin Avni Paşa’dan bir buçuk yaş küçüktü... 1822 Kasımında
İstanbul’da doğdu. Ailesi aslen Rusçuklu’dur. Küçük bir kadı’nın oğludur. Ahmed
Şefik Midhat, babası ile Rumeli’ni gezdi. İstanbul’da Arapça ve Farsça okudu.
Fransızcaya 35 yaşından sonra çalışabildi ve kendi tâbiriyle “mümkün mertebe”
öğrenebildi. Bu bakımdan diğer Tanzimat devlet adamlarına nispetle kültürü çok
geri idi. Hattâ gençliğinde Fransızca kitaplar tercüme eden Hüseyin Avni Paşa,
Tanzimat’ın çok kültürlü devlet adamlarından sayılmamasına rağmen, Midhat
Paşa’dan ileri idi. 18 yaşında kâtip yardımcısı olarak sadâret mektûbî
(başbakanlık özel) kalemine girdi. İki yıl sonra Suriye Eyâleti (Şam) valisine
kâtip olup iki buçuk yıl orada çalıştı. Aynı görevi iki yıl Konya, bir yıl
Kastamonu valisinin yanında yaptı. 1850 Ocağında gene sadâret mektûbî kalemine
döndü; kâtip, 1851 Ocağında “mütemâyiz” rütbesine yükselerek başkâtib oldu.
Mütemâyiz albaya eşit mülkiye (sivil) rütbesi idi. Sadrâzamın emriyle,
hakkında para yolsuzluğu ihbarında bulunulan Altıncı Ordu Kumandanı’nın
yaptıklarını araştırmak için ordu merkezi Bağdat’a gitti. Müfettiş olarak 6 ay
Bağdat’ta bulundu. Ordu kumandanının aleyhinde çok etraflı bir rapor
düzenleyerek döndü. 1852 Aralığında ûlâ sânîsi (tümgeneral’e eşit mülkiye
rütbesi) rütbesine yükseltildi. Vilâyetleri tanıması ve meseleleri dikkatle
araştırması gibi hususiyetleriyle, kâtibi olarak çalıştığı sadrâzamların
hepsine, bu arada Büyük Reşid Paşa, Âlî Paşa gibi çok nüfuzlu olanlarına kendini
beğendirdi.
20
yaşında 25 altın aylık maaşla Şam’a giden Midhat Efendi’nin maaşı, 10 yıl sonra
ayda 130 altına yükseltildi. Rumeli’ne müfettiş olarak yollandı. Sonra Bursa’ya
gönderildi. Haklarında şikâyet olan valileri teftiş için gene Rumeli’ne gitti.
1857-58’de 6 ay için Avrupa’ya gitti. Paris, Londra, Viyana ve Brüksel’de
oturdu. Âlî Paşa’nın bu lûtfu, Midhat Efendi’yi daha yüksek görevlere getirmek
istediğine, fakat bunun için dış ülkeleri de görmesi lüzûmuna inandığına
işaretti. Dönüşünde Meclis-i Vâlâ genel sekreteri, 5 Ocak 1861’de Sultan
Abdülmecid’in son aylarında, askerî rütbelerden mareşal’e eşit en yüksek
mülkiye rütbesi olan vezir pâyesiyle Niş valisi oldu. 38 yaşında idi. 1862
Ekiminde 2. rütbe Mecîdî nişanı değiştirilerek 1. rütbesi verildi. Prizrin
(Kosova) Valiliği’ne, 13 Ekim 1864’te ayda 600 altın maaşla merkezi Rusçuk olan
ve sınırları bugünkü Bulgaristan’dan büyük bulunan Tuna Valiliği’ne
getirildi...
Midhat
Paşa, Tuna Valiliği’nde hârikalar meydana getirdi. Şöhreti bütün Avrupa’ya
yayıldı. Avrupa gazeteleri sık sık kendisinden bahsetti. Çağın Avrupa ölçüsünde
en muktedir umûmî valilerinden biri olarak kabûl edildi. Eyâletine büyük
bayındırlık getirdiği gibi, en küçük âsâyişsizlikleri bile disiplin altına
aldı. Okullar, yollar, bankalar, fabrikalar yaptırdı. Âlî Paşa, 1 Nisan 1868
günü uzun zamandan beri üzerinde çalıştığı Şûrây-ı Devlet’i açtı ve 5 Mart’ta
Midhat Paşa’yı Tuna Eyâleti’nden alarak Şûrây-ı Devlet Reisi olarak İstanbul’a
getirdi. Böylece Midhat Paşa, imparatorluk bakanlar kuruluna girdi. Zira
Şûrây-ı Devlet Reisi, en mühim nâzırlardan sayılıyor ve kabineye giriyordu.
Şûrây-ı Devlet, bugünkü Danıştay gibi idârî bir mahkemeden ibaret değildi.
Teşrî (yasama) meclisi idi, kanunları o yapıyordu. Aynı zamanda anayasa
mahkemesi idi. Dîvân-ı Âlî olarak nazırları muhakeme edebildiği gibi, yasaların
ve icranın Tanzimat esaslarına uygun olup olmadığına karar verebiliyordu.
Bütün bunlara ilâve olarak, halkın idâreye iştirâkini temin ile demokrasiye
geçişi sağlıyordu. Fakat siyâsî bir kuruluştu ve sadrâzamın emrinde idi.
Üyeleri, ceza ve hukuk hâkimleri gibi, icranın emrinde bulunmayan müstakil
yargıçlar değildi. Meselâ sadrâzam, bir temyiz üyesinin kararına hiçbir
şekilde karışamadığı halde, Şûrây-ı Devlet dairelerinin kararları üzerinde
üyelerle evvelce anlaşıyordu, beğenmediği üyeleri değiştirebiliyordu. Hâlbuki
hükmünü beğenmediği hâkimi değil sadrâzamın, padişahın değiştirmesi bile
mümkün değildi... Şûrây-ı Devlet, kanun yaptığına göre, devlet bütçesini de
hazırlıyordu. Zira bütçe de bir kanundu. Vilâyetlerden seçilmiş üyeler, her yıl
İstanbul’a gelerek görüşlerini Şûrây-ı Devlet’e bildiriyorlardı. Açılış
nutkunda Sultan Aziz, “Teşkîlât-ı cedîde
(yeni düzenleme) kuvve-i icrâiyyenin, kuvve-i adliye, dîniye ve teşrîiyeden
tefriki(ayrılması) esâsına müsteniddir (dayanmaktadır)” diyerek yalnız
yargının değil, din işlerinin de icrâdan ayrılacağını işaret etmişti.
Bu
derecede mühim bir kuruluşun başına getirilen Midhat Paşa, Âlî Paşa’yı hayâl
sukutuna uğrattı. Âlî Paşa, bu büyük umûmî valinin, merkezî devlet teşkilâtı,
bir imparatorluğun yüksek politikası hakkında çok az şey bildiğini, nâzır
olarak yetersiz bulunduğunu esefle gördü. Bir yıl geçmeden, 27 Şubat 1869’da
Midhat Paşa’yı, sınırları bugünkü Irak’tan geniş olan Bağdat eyâleti valiliğine
tayin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı...
Midhat
Paşa, Tuna’da gösterdiği büyük başarıyı, Irak’ta da gösterdi. Fevkalâde bir
âsâyiş sağladı ve büyük bayındırlık ve kültür eserleri yaptırdı. 3 yıl
Bağdat’ta kaldıktan sonra istifa etti. Edirne eyâletine tayin edildi. Edirne’ye
gitmek üzere İstanbul’a gelince, eyâlet valilerinin görev yerlerine gitmeden
padişahı ziyaretleri âdet olduğu için, huzûr-ı hümâyûna çıktı. Konuşmayı
siyasete döktü ve Sultan Aziz’e, Mahmud Nedim Paşa’nın yolsuzluklarını anlattı.
Esasen sadrâzamı değiştirmeye karar veren padişah, bu makama Midhat Paşa’yı
getirdi...
Midhat
Paşa’nın sadrazamlığının, nâzırlığından bile kötü olduğu, 2 ay 19 gün
sürebilen sadâretinde kolaylıkla ve açıklıkla ortaya çıktı. Âlî Paşa’nın
liyâkatsiz halefi Mahmud Nedim Paşa’nın karmakarışık ettiği devlet düzenini,
yeni yolsuzluklarla lekeledi. 28 Eylül’de Mısır hıdîvi (umûmî valisi) İsmail
Paşa’ya haricî istikraz, yani Avrupa’dan borçlanabilme hakkı tanıdı. Bu ferman
için hidiv, İstanbul’daki devlet ve saray adamlarına yüz, yüz ellişer bin
altın rüşvet dağıttı. Üstelik açığı olan bütçede gelir fazlası bulunduğunu
padişaha söylemeye cesaret etti ki; Midhat Paşa’nın ne derecede pervasız
olduğunu gösterir. Zira Osmanlı geleneğinde padişaha yalan söylemek çok büyük
suç sayılırdı. Bu yalanın ortaya çıkması üzerine Sultan Aziz Midhat Paşa’yı
azletti. Mütercim Rüşdü Paşa, üçüncü defa sadrâzam oldu...
Böylece
bir valinin, ekserisi diplomatlıktan gelen büyük Tanzimat sadrâzamlarının
yerini tutamayacağı anlaşıldı. Zira Midhat Paşa’nın dış politika üzerinde
hiçbir bilgisi yoktu ama şöhreti devam etti. Bu şöhreti, Yeni Osmanlılar
körükledi...
Âlî-Fuad
Paşalar ekibini yıkıp yerlerine geçmek isteyen Yeni Osmanlılar’ın kendileri
iktidara gelinceye kadar Âlî Paşa’nın yerine getirilmesini istedikleri vezir
Mahmud Nedim Paşa idi... Ancak bu zât sadrâzam olup akıl almaz mecnunluklar,
akılsızlıklar, hırsızlıklarla Tanzimat esaslarını berbat edince, Yeni
Osmanlılar uyandılar. Yeni Osmanlılar’ın Ziyâ Bey’den (Paşa) sonra gelen en
ünlü üyesi Nâmık Kemâl Bey:
Bilmem nedir lüzumu vücûd-î habîsinin
Dünyâyı boynuzun mu tutar hey, öküz teres
diye
Âlî Paşa’yı tahkir etmiş adamdı. Kendi ifâdesine göre Nâmık Kemâl, Mahmud
Nedim’in kötü idâresini görünce, Âlî Paşa’nın mezarına gidip ağladı ve
ruhundan af diledi ama iş işten geçmişti. Ziyâ ve Kemâl Beyler’in amansız,
muhteris ve haksız tenkit ve iftiraları, Âlî Paşa’nın hayatını kısaltmıştı.
Yeni Osmanlılar bu defa Midhat Paşa’yı ileri sürerek onu vasıta yapmak
istediler. Midhat Paşa, kendisini göklere çıkaran bu gazeteci-şâirlerin
lehindeki propagandasını sadârete yükselmek için menfaatine uygun buldu ama
sadrâzam olunca büyük vefasızlık göstererek, Tanzimat esaslarına aykırı olarak
Nâmık Kemâl’i Gelibolu’ya sürüverdi.
Midhat
Paşa, Yeni Osmanlılar’ın çok sevdikleri ve içli-dışlı oldukları padişahın
yeğeni Veliahd Murad Efendi tarafından destekleniyordu. İçki sofralarında, Yeni
Osmanlılar’la devlet ve rejim üzerinde kararlar alan Midhat Paşa, tam bir
hayâlperest idi. Avrupa medeniyetine, bayındırlığına, zenginliğine hayrandı.
Bunun meşrûtî bir idare (taçlı demokrasi) ile sağlandığını sanıyordu.
İngiltere’deki parlamento idâresini Osmanlı Devleti’nde uyguladığı an,
Türkiye’nin İngiltere kadar bayındır olacağını zannediyordu. Böyle bir idâreyi
ise yürütecek tek ve yegâne, biricik ve emsalsiz, rakibsiz, yeri doldurulmaz
ve vazgeçilmez adamın kendisi olduğuna emindi. Hüseyin Avni Paşa, padişahın
tahttan indirilmesi projesini önce bu muhteris, akılsız ve gerçekleri
kavramakta yeteneksiz vezire açtı ama parlamenter idareden hiç bahsetmedi.
Zira Hüseyin Avni Paşa amansız bir müstebid idi, o da imparatorluğa, hayatının
sonuna kadar asker gücüyle hâkim olacağını hesaplıyor, Midhat Paşa’nın
dayandığı basın gücünü, liberal cereyanları küçük görüyordu.
Hüseyin
Avni Paşa tasavvurunu ikinci olarak Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’ya açtı. Fakat bu
zât sadrâzam olunca bu bahsi ağzına bile almadı. Şirvânî-zâde düşünce de onu
zehirletti. Sonra Mütercim Rüşdü Paşa’ya açıldı. Hüseyin Avni Paşa Eylem’in
birinci, Midhat Paşa ikinci, bu Rüşdü Paşa ise üçüncü şahsiyetidir. Kimdi
Mütercim Rüşdü Paşa?
Mütercim Rüşdü Paşa
Mütercim
Rüşdü Paşa, 1876’da 65 yaşında idi. 55 yaşındaki Avni ve 54 yaşındaki Midhat
Paşalara nispetle çok yaşlı ve kıdemli idi. 1811 Şubatında Sinop’un Ayancık
kasabasında doğmuştu. Yoksul bir kayıkçının oğludur. Mehmed Rüşdü, 3 yaşında
annesi ile İstanbul’a geldi. Tophane’de ilköğrenimini yaptı. 1826’da
yeniçeriliğin ilgası üzerine İkinci Mahmud, henüz Harbiye’nin hazırlıklarını
tamamlayamadığı için, acele yeni sistemde piyade ve süvâri subayı yetiştirmek
için Tophane’de geçici bir subay okulu açtırmıştı. Mehmed Rüşdü bu okula
yazıldı ve bitirerek teğmen çıktı. Çok çalışkan ve fevkalâde zeki idi. Yeni
düzende bilgi edinmeksizin adam olunamayacağını hemen anladı. Büyük gayret
göstererek Arapça, Farsça ve çok iyi derecede Fransızca öğrendi. Bir tesadüfle
Sultan Mahmud ile karşılaştı. Yetiştirecek kabiliyetli adam arayan padişah, bir
teğmenin çok iyi Fransızca bildiğini öğrenince bu delikanlıya dört elle
sarıldı. Padişahın kurduğu yeni askerî okullar için kitaplar ve tüzükler
tercüme ederek hükümdarın takdirini kazandı ve “Mütercim” diye anılmaya
başlandı. Tercüme ettiklerini Müşîr Nâmık Paşa, Türk bünyesine göre düzelterek
askerî eğitim, öğretim ve düzende yürürlüğe koydu.
Mehmed
Rüşdü Efendi yüzbaşı, sonra kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu. 9 yıl bu son rütbe
ile Rumeli, Anadolu ve Suriye’de orduda hizmet ettikten sonra binbaşı
olabildi. Alay emîni (kıdemli binbaşı), kaymakam (yarbay) rütbelerini daha
hızlı atladı. 1839’da albay, 1843 Eylülünde general, 1845’te ferik, 2 Şubat
1847’de müşîr (mareşal) oldu. 36 yaşında idi. Birinci Ordu Kumandanı, Askerî
Şûrâ Reisi olup 17 Mayıs 1851’de Serasker sıfatıyla imparatorluk Bakanlar
Kuruluna girdi, 1852 Ağustosunda 1. rütbe Mecîdî nişanı aldı. 15 Mayıs 1853’te
Seraskerlikten istifa etti. Tekrar Birinci Ordu Kumandanı, Suriye Eyâleti
Valisi oldu. İkinci ve üçüncü defa Serasker, Tophane müşîri, devlet nâzırı,
Tanzimat Meclisi Reisi sıfatlarıyla devamlı kabinede bulundu. Sonunda
Sadrazamlığa getirildi (24 Aralık 1859). Sultan Abdülmecid’in son yılları ve
Rüşdü Paşa 49 yaşında idi. Bir iki yıl önce askerlikten istifa etmiş, bunun
üzerine taşıdığı mareşal rütbesi, mülkiyede eşit rütbesi olan vezir pâyesi ile
değiştirilmişti. Binâenaleyh Hüseyin Avni Paşa gibi sadâretinde üniforma
taşımadı, sivildi.
Mütercim
Mehmed Rüşdü Paşa, Batı kültürüne sahip, son derece zeki ve kurnaz bir
politikacı idi. Avni ve Midhat Paşalar karakter bakımından cesur, hattâ cür’et
sahibi oldukları ve mes’uliyet yüklenmekten hiç kaçınmadıkları halde, ‘eylem’in bu 3 numaralı adamı, aksi
mizaçta idi. Korkaktı ve mes’uliyet yüklenmekte son derecede ürkekti. Çok
tecrübeli bir devlet adamı olmasına, ‘eylem’e
katılanların en yaşlısı bulunmasına rağmen, devlet işlerinde sorumluluk
getirecek bir müşkül meseleyle karşılaşınca derhâl istifasını sadrâzama veyâ
sadrâzamlıkta bulunuyor ise, padişaha sunması ile garip bir şöhret yapmıştı.
1876 yılında 4. defa sadrâzam olmuştu. Entrikacı, yalancı, menfaatlerine
düşkündü. İhtiyar yaşında rahata kavuşmak için eyleme katılmıştı. Kıdemi
bakımından ölünceye kadar sadârette bırakılacağını ümit ediyordu. Hüseyin Avni
Paşa gibi diktatör karakterde değildi. Gerçek bir Tanzimatçı ve Reşid Paşa
ekolünün adamı idi. Ancak Midhat Paşa gibi Meşrûtiyetçi de değildi. Eylemin
gerçek mânâda devletin bünyesini çok iyi tanıyan tek tecrübeli elemanı olduğu
için, Osmanlı İmparatorluğu gibi millî olmayan ve milliyetler mozaiği
hâlindeki bir devleti dağıtacak en kolay yolun demokrasi olduğunu çok iyi
biliyordu. Zâten demokrasi 1876 yıllarında cihanşümül bir rejim değildi.
Fransa, İngiltere, İtalya ve Birleşik Amerika’da, bir de küçük Batı Avrupa
devletlerinde uygulanıyor, fakat asla bu devletlerin sömürgelerine teşmil
edilmiyor, yalnız anayurtlarında tatbik ediliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda
ise, anayurt-sömürge ayırımı yoktu. Aydın (İzmir) ve Ankara eyâletleri nasıl
yönetiliyorsa, Yemen ve Tuna (Bulgaristan) eyâletlerinin de statüsü aynı idi.
Osmanlı İmparatorluğu, 1876 yılında Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya
imparatorlukları nasıl, hangi rejimle yönetiliyorsa, öyle yönetiliyordu. Tatbik
edilen siyâsî rejim Rusya’ya nispetle çok daha liberaldi...
Hasan Hayrullah Efendi
Eylemin
4 numaralı ve sonuncu büyük şahsiyeti, çok zavallı bir adamdı. Şeyhülislâm
Hasan Hayrullah Efendi adındaki bu kişi, menfaatlerine son derecede düşkün genç
bir yobazdı. Kasımpaşalı mütevâzı bir ailenin çocuğu olarak 1834’te doğdu.
Binâenaleyh ‘Eylem Yılı’ olan 1876’da
ancak 42 yaşında bulunuyordu... Çocukluğunda sesinin fevkalâde güzelliği
anlaşıldı ve bu husus onu akıldan geçirilmez mertebelere yükseltti. Hâfız
oldu. Sesinin güzelliği ile bir şeyhe dâmat oldu. Sesinin güzelliği yüzünden
yaptığı şöhret ve kayınpederinin nufûzu ile pek de hak etmediği halde
medrese’nin yüksek kısmından rüûs (diploma) aldı. Nihayet güzel okuyuşunu,
padişah bizzat takdir edince, bu sırada Saray’ın ikinci imâmı öldüğü için, 19
yaşında olduğu halde bu göreve getirildi (27 Şubat 1853)...
Padişaha,
sultanlara, şehzâdelere, kadın-efendilere Kur’ân okuyarak hepsinden -maaşı
dışında- büyük ihsânlar aldı. Hepsinin gözdesi oldu. 1856’da 22 yaşında
“mahreç” payesi aldı ki, albay’a eşit ilmîye (dinî-kazaî) rütbesi idi. 3 yıl
sonra “Haremeyn” pâyesine çıkarıldı ki, askerî rütbelerden tümgenerale eşitti.
Sultan Aziz’in tahta geçmesinden az sonra Saray’ın birinci imâmı oldu. Sultan
Aziz’in Bursa’ya gidişinde, Ulu Cami’deki cuma selâmlığında fevkalâde bir cuma
hutbesi okuyup halkı heyecanlandırdı. 1863 başında kazasker rütbesine
yükseltildi ki, askerî mareşal ve mülkî vezir rütbelerinin ilmiye sınıfı için
karşılığıdır. 29 yaşında idi. Padişahın Mısır ve Avrupa seyahatlerine bu rütbe
ile atıldı. Hüseyin Avni Paşa, ikbâl ile başı dönen bu adamın karakterine nüfuz
etti. Taraftarı olarak ilmiyeden büyük rütbeli bir adamın bulunmasının
ehemmiyeti, hattâ zaruretini biliniyordu. Dini de ‘eylem’ yolunda kullanmaya
kararlı idi. Hayrullah Efendi’yi kendisine iyice bağlayıp minnettar etmek için,
sadrâzam olunca, 40 yaşındaki bu genç kazaskerin şeyhülislâm yapılmasını
Sultan Aziz’den istedi. Sultan Aziz, Hayrullah Efendi’yi zevkle dinlerdi. Fakat
şeyhülislâm sıfatıyla imparatorluk bakanlar kurulunun sadrâzamdan sonra gelen
şahsiyeti olarak düşünmemişti. Garipsedi, fakat Avni Paşa’nın arzusunu yerine
getirdi ki, büyük sorumsuzluktur. Zira kendisi halîfe sıfatıyla dünya
Müslümanlar’ının başıdır ama Halîfe’nin papa gibi dini kendiliğinden tefsir
etme selâhiyeti yoktur. Halîfe’nin dinî ilimlerde bilgin olması da şart
değildir, zâten bu sıfatta çok az halîfe gelmiştir... Osmanlı devrinde halîfe
olan padişahlar, ancak şeyhülislâm vasıtasıyla dinî işleri yönetirler, şahsen
din işlerine karışmadıkları gibi, şahsen fetvâ da vermezler. Üstelik Hayrullah
Efendi’nin alelâde bir saray dalkavuğu olduğunu, okuyup ihsan alınca saray
kadınlarının eteklerini öptüğünü, devlet adamı vasfında bulunmadığını en iyi
Sultan Abdülaziz biliyordu. Buna rağmen şahsına da bağlı saydığı için bu adamı
böylesine yüce bir makama getirdiği düşünülebilir ki, padişah için gerçek bir
mesuliyetsizlik örneğidir. Fakat Hayrullah Efendi bu yüce görevde 38 günden
fazla tutunamadı. 19 Temmuz 1874’te padişah; kendisini, işleri beceremediği,
temsil edemediği için bu görevden aldı, yerine eski şeyhülislâmlardan Hasan
Fehmi Efendi’yi getirdi ki, Sultan Aziz’in hocası idi.
Ama
38 günlük meşîhati (şeyhülislâmlık), genç yobaz asla unutmadı. Makamın şaşaası
gözlerini kamaştırmıştı. Zira bütün imparatorlukta sadrazamlıktan sonra gelen
ikinci büyük görev olduğu gibi, vezâret’in üzerinde bulunan sadâret’e eşit tek
rütbe de fiilen şeyhülislâmlara mahsus meşîhat rütbesi idi ve o kadar yüksek
bir rütbe idi ki, askerî rütbelerde karşılığı yoktu. Zira “mareşal”in üzerinde
idi. Üstelik Hayrullah Efendi, kendisini 38 gün sonra azleden efendisi,
velinimeti Sultan Abdülaziz Hân’a sönmez bir kin beslemeye başladı. Zira lâyık
olmadıkları mevkiye getirilenlerin, kendilerini o mevkiye yükseltenlere karşı
en küçük bir iğbirarda nankörlük ve ihânet gösterdikleri değişmez kaidedir.
Sultan
Aziz, onu şeyhülislâmlıktan uzaklaştırmaya mecbur kalınca, hatırı kırılmasın
diye 2500 altın ihsân etti ama meşihat makamının yanında iki bin beş yüz altın
ne idi ki?...
Osmanlı
düzeninde mağrur ve geçmişi şerefle dolu bir zümre olan ulemâ sınıfı, Hayrullah
Efendi’nin padişaha mukallitlik yapan, taşıdığı sarığın ve ilmî pâyenin
haysiyetini düşüren bir şahıs olduğunu biliyordu. Binâenaleyh böyle bir adamın
şeyhülislâm yapılıp başlarına getirilmesi, ulemânın padişaha kırgınlığına sebep
oldu. Aradan iki yıl geçmeden Mütercim Rüşdü Paşa gene sadrâzam olunca,
şeyhülislâm olarak Hayrullah Efendi’yi istedi. Padişah, gene razı olmak
zaafında bulundu. Hâlbuki şeyhülislâm tayini, Tanzimat geleneklerine göre, sadrâzam
tayini gibi, hükümdarın imtiyazında idi. Diğer nâzırların tayinine
benzemezdi... Sadrâzam, diğer nâzırlar için direnebilirdi, fakat şeyhülislâm
için ancak padişah ile mutabık kalabilirdi. Sultan Aziz, sanki sarayında
(Şerrullah=Allah’ın Şerri) denen Hayrullah Efendi, 38 günlük ilk meşîhatinde
rezil olmamış gibi hiç itiraz etmedi. Ancak mâbeyncisine:
-
“Hayrullah Efendi sarayda iken, “müfsid
imâm” derlerdi. Rüşdü Paşa’nın tavsiyesiyle şimdi şeyhülislâm nasbeyledik,
Allah vere bir halt etmese!” dedi.
Padişah,
Hayrullah Efendi’nin ‘eylem’de, ulemânın en yüksek mevkiinde bulunan
şeyhülislâmın manevî desteğini sağlamak için bu makama istendiğini aklının
köşesinden geçiremezdi.
Eylemin Diğer Kişileri
Eylem’in
büyükleri sayılan 4 kişiden Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa
ve Hayrullah Efendi’den başka padişahın tahttan indirilmesi işi kendisine
açılan tek nazır (bakan), bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa idi. Bahriye
Müşîri (büyük amiral) olan Ahmed Paşa, 70 yaşında, cahil, fakat tecrübeli, çok
cesur bir askerdi. Hal’e (tahttan indirmeye) taraftar olduğunu ve zırhlıları
Saray’ın önüne yığacağını Hüseyin Avni Paşa’ya söyledi ve dediğini yaptı. Fakat
hal’ işinde birinci derecede rolü yoktur.
Avni
ve Midhat Paşalar dışında hal’e katılanların hepsi, bu meseleden son haftalarda
haberdar edildiler. Onun için eylemi Avni ve Midhat Paşalar plânladılar, nasıl
gerçekleştirilebileceğini ise tek başına Avni Paşa tasarladı. Fakat hal’
işinin plânlanması, Veliahd’dan da gizli tutuldu ve onun onayı, eylemden ancak
bir iki hafta önce alındı.
Sultan
Aziz, doğulu bir hükümdardı. Müslüman ve Türk geleneklerini seviyordu. Veliahd
Murad Efendi ise, babası Sultan Abdülmecid derecesinde, hattâ ondan çok fazla
Batılı bir prensti. İşlek Fransızca konuşur, pek iyi piyano çalar, Batı
Musikîsi parçaları besteler, Avrupa sarayları ile mektuplaşır, san’atkâr ve
gazetecileri çevresinden eksik etmezdi. Türk farmasonlarınca üstâd-ı âzam
yapılmış ve adına İstanbul’da Murad Locası açılmıştı. En büyük farmason
sayılan Gal Prensi (İngiltere Veliahdı) Edward (müstakbel VII. Edward) ile
dosttu ve onun tarafından farmason yapılmıştı. Gene farmason olan Aziz Bey ve
Skalyeri gibi müşavirlerinin tesirindeydi ki, bu zâtların İngiliz ajanı
oldukları sonradan bulunan vesikalarla kesinleşmiştir. Şehzâde Murad Efendi,
yakışıklı, kibar, zeki ve girgin bir prens olduğu için, amcası Sultan Aziz’in
Avrupa seyahatinde büyük sükse yapmış, hattâ Kraliçe Victoria’nın 19 yaşındaki
dördüncü kızı ile 1867’de evlendirilmesi düşünülmüşse de, Sultan Aziz
engellemiştir. Ziyâ ve Nâmık Kemâl Beyler ve emsali ediplerin yakın dostu idi.
Bu zâtlar, iktidara yükselebilmek için Sultan Aziz’den ümid kesmişler, Murad
Efendi’nin bir vakit önce tahta çıkmasını bekliyorlardı. Murad Efendi’nin bazı
hareketleri, halk tarafından hoş görülmüyordu. Yukarıda sayılan meziyetlerine
rağmen, yine yukarıda anılan kusurları sebebiyle, amcası Sultan Abdülaziz’in
yerini doldurabilecek bir prens değildi. Yakın dostu Midhat Paşa’nın
meşrûtiyet fikrini destekleyerek saltanata yükselmek hevesindeydi. Hüseyin Avni
Paşa ile ilgisi yoktu ve Avni Paşa’dan hoşlanmazdı.
Hal’e
birkaç gün kala Avni Paşa, sonradan serasker olan Askerî Şûrâ Reisi Müşîr Redif
Paşa’yı da ikna etti. Gafil, zayıf karakterli ve palavracı bir asker olan
Redif Paşa ise, Avni Paşa’ya Süleyman Paşa’yı tavsiye etti... Avni Paşa,
eylemin kesin başarısına kadar kendilerinin ortaya çıkmasının doğru
olmadığını, meydana Süleyman Paşa’yı sürmenin münâsip bulunacağını düşündü.
İşte gerçek mânâda eylemi, bu Süleyman Paşa gerçekleştirecekti. Kimdi Süleyman
Paşa?
Süleyman Paşa
Süleyman
Hüsnü Paşa, 1838’de İstanbul’da doğdu. Babası şekerci esnafından ve
Anadolu’dan gelme idi. 1859’da Harbiye’yi bitirdi. Harbiye’de taktik hocası
-kendisinden 17 yaş büyük olan- Hüseyin Avni Paşa idi. Harbiye’de tarih ve
edebiyat okuttu. Hersek, Karadağ ve Girit ayaklanmalarında başarı gösterdi...
1872’de yarbay, 1873’te albay, 1874’te general oldu. 36 yaşında iken Harbiye ve
Askerî Mektepler Kumandanlığına getirildi. Askerî rüşdiye (ortaokul) ve
îdâdîleri (lise) çoğalttı, düzenledi. Öğrencilere tarih, edebiyat zevkini
aşıladı. Edebî bilgiler üzerinde mühim eserlerinden sonra 1874’te Târîh-i Âlem (Dünya Tarihi) adlı büyük
kitabını yayınladı. Burada Türk ırkının, tarihi yapan en büyük millet
olduğunu, Türk tarihinin Selçuklular ve Osmanlılar’dan ibaret bulunmadığını,
Türkiye devletini kurmadan Malazgirt’ten önce çok şanlı ve büyük bir geçmiş
yaşadığımızı açıkladı. Askerî öğrencileri, subay adaylarını heyecanlandırdı
ve onlara kendini pek çok sevdirdi. Osmanlı Devleti’nin şimdi eski devirlere
nispetle çok gerilediğini, dünya üzerinde payının azaldığını, Türk milletinin
buna müstahak olmadığını, tekrar yükselebilmemiz için Batı Avrupa’nın
meşrûtiyet (taçlı demokrasi) rejimini almamız gerektiğini telkin etti...
Hüseyin
Avni Paşa, eski talebesinin Harbiye’de bu lâfları söyleyip bu telkinlerde
bulunduğunu öğrenince, çoktan beri aradığı adamı bulduğunu anladı. Süleyman
Paşa adındaki tecrübesiz gencin demokrasi fikirleri kendisini zerre kadar
ilgilendirmiyordu. Zira bu fikirlere düşmandı. Ancak kültürlü bir adam olan ve
Fransızca tarih kitapları okuyan, bazılarını tercüme bile eden Avni Paşa,
ihtilâlcilerin idealistleri hizmetlerinde kullandıktan sonra onları bertaraf
ettiklerini biliyordu. Ziyâ Bey, Nâmık Kemâl Bey, Ali Süâvi Efendi, Çapanoğlu
Âgâh Efendi, Sâdullah Bey gibi çok meşhur şâir – edip - gazetecilerin liberal
fikirlerinden nefret eden Avni Paşa, bu nefretini dikkatle sakladı. Bunlar
sivil bürokratlar olduğu için, fazla adam yerine koymuyordu. Âlî Paşa gibi
bir devlet adamına nasıl kan kusturduklarını biliyor, büsbütün nefret
ediyordu. Süleyman Paşa adındaki bu 38 yaşındaki genç general, eski talebesi ve
hiç olmazsa Harbiye mezunu idi. Kendinden büyük adamları tenkit etmeyecek bir
disiplinde yetişmiş bulunması ümid edilebilirdi...
Serasker
Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa’yı makamına, şimdiki İstanbul Üniversitesi
Merkez binasına çağırttı. Süleyman Paşa’nın makamı Taksim’le Nişantaşı
arasındaki Harbiye’de idi. Arabaya binip derhal Beyazıt’a gitti. Bir sürü
kordonlu subayın arasından geçip Avni Paşa’nın kapısının önünde generallerin
titrediği odasına kadar gelebildi. Yaverlerden biri, bu ehemmiyetsiz ve küçük
rütbeli generali, Devletlü Übbühetlü Serasker Paşa Hazretleri’nin huzuruna
çıkardı ve “Saâdetlü Süleyman Paşa”
diye bağırdı (liva generallerin resmî lâkabı “saâdetlü” idi, Avni Paşa’nın “devletlü”
lakabı mareşal olduğunu, “übbehetlü”
ise evvelce sadâret makamında bulunduğunu göstermektedir).
Süleyman
Paşa, askerî selâm verip Seraskerin yazıhânesinin açığında hazır ol vaziyetinde
bekledi, Hüseyin Avni Paşa:
Otur!
deyince şaşırdı. O devirde askerî disiplin çok sertti. Mareşaller, generalleri
oturtmaz, generaller esas duruşta iken emir verirlerdi.
Hüseyin
Avni Paşa, eski talebesine, devletin kötüye gittiğini, padişahın reformlar
için direndiğini, çok büyük bir müstebid olduğunu, Murad Efendi’yi tahta
çıkarabilirlerse idareye hâkim olup, devleti ve milleti kurtaracaklarını, aksi
halde devletin batacağını, askerî bir belâgat içinde anlattı. Zâten iyi konuşan
bir askerdi. Süleyman Paşa, ordunun başı olan eski hocasına, bu uğurda
kellesini koymayı şeref bileceğini ve serasker paşa hazretlerinin her türlü
emrini yerine getirmenin esasen vazifesi bulunduğunu söyledi. Avni Paşa, bu iş
için nasıl bir askerî plân gerektiğini sordu. Süleyman Paşa özet olarak şunları
söyledi:
-
Serasker Paşa Hazretleri! Bu hayırlı iş için maalesef Birinci Orduyu, hattâ bu
ordunun herhangi bir birliğini kullanamayız. Birinci Ordu, kendisine padişah
aleyhinde bir hareket teklif edeni derhal tevkif edip dîvân-ı harbe sevk eder.
Harbiye talebesi, bendenize çok bağlıdır. Onlara nefer (er) üniforması giydirip
Saray’ın önüne gece sevk ederim. Gündüz padişahı Saray’ından cebren almak,
mümkün değildir, çok kan dökülür, muvaffakiyet de ümid edilmez. Onun için
gece, sabaha karşı harekete geçmemiz icab eder. Ayrıca birkaç tabur asker daha
gerekir. Bunların Türkçe bilmeyen taburlar olması lâzımdır. Gene de kendilerine
padişah aleyhinde bir iş yaptırılamaz. Padişahın emriyle Saray’ın muhafaza
altına alındığını söylemek gerekir. Bu taburlara icab eden zabitleri
yerleştiririm. Beş on zabite ne yapacağımızı bildirmekten başka çare yoktur.
Fakat ikna ederiz. Vatan ve millet işidir. Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle muvaffak
oluruz...
Serasker,
genç generale keskin bir nazarla baktı. Bir tümeni, kolorduyu, orduyu, ordular
grubunu düşmana taarruza geçirtmekten daha nâzik olan bir eylemi bu derecede
basite indirgeyip plânlayabilen Süleyman Paşa dikkatini çekmişti. Ancak ona
olan ihtiyacı kesindi. Gerçekten Birinci Ordu’nun herhangi bir birliğine
şahsen padişah aleyhinde bir emir veremezdi...
Binâenaleyh
Midhat Paşa dışında, eylemi meşrûtiyet (demokrasi) için yaptığına inanan tek
şahıs Süleyman Paşa idi. 25 Mayıs gecesi Hüseyin Avni Paşa, Müşîr Redif ve
Mirlivâ Süleyman Paşalar’ı Kuzguncuk’taki yalısına çağırdı. Nihâî eylem planı,
son defa gözden geçirildi. Bu işte Harbiye öğrencilerinin birinci derecede rol
oynayacakları üzerinde ittifaka varıldı...
Eylemin
haftası içinde elde edilenler, Hüseyin Avni Paşa’nın bacanağı Şûrây-ı Askerî
üyesi Mirlivâ Hüseyin Sabri Paşa, alafrangalığından dolayı “Mösyö” denen
Mirliva Necib Paşa, sonradan ferik olan Miralay Hacı Râşid Bey, donanma
kumandanı bahriye mirlivâsı (tümamiral) Ârif Paşa’dır. Ârif Paşa’ya Kayserili
Ahmed Paşa, diğerlerine Avni Paşa ile çengel attılar.
Diğer
hal’ erkânı (büyük eylemciler) da boş durmadılar. Şeyhülislâm Hayrullah Efendi,
eski İstanbul Kadısı Kazasker Ahmed Hulûsi Efendi’yi elde etti. Bu zât, Avni
Paşa’nın zehirlettiği eski sadrâzamlardan Şîrvânî-zâde Mehmed Rüşdü Paşa’nın
kardeşidir. Çengel atılan ulemâdan diğer bir şahıs da, Midhat Paşa tarafından
ikna edilen, fetva emîni Kazasker Kara Halil Efendi’dir. Sonra şeyhülislâm olmuştur.
Yeni rejimde külâh kapmak sevdasıyla:
-
Hal’ emr-i hayrına çarşaf kadar fetvâ yazarım, diyen yobazdır. Murad Efendi’nin
yakınlarına eylemin günü bildirilmemiş, fakat böyle bir şey olacağı
hissettirilmişti. Bunlar, Yenikapı Mevlevî-hânesi’nin kudretli ve nüfuzlu şeyhi
Osman Salâhaddin Dede, hassa sarrafı Hristaki, Dr. Capoleone adındaki İtalyan
hekimi, Aziz Bey, Skaliyeri adlı diğer bir İtalyan, şâir Ziyâ Bey’dir. Nâmık
Kemâl ise daha Magosa’dadır. Orada söylenegeldiği gibi zindana falan atılmış değildir.
Son yıllarda Türk Tarih Kurumu’nun 4 büyük cilt hâlinde yayınladığı
mektuplarında açıklandığına göre zevk, sefa ve keyif içinde yaşamakta, güzel
şiirler yazmaktadır.
Süleyman
Paşa, bir iki gün önceden güvendiği subaylara haber verdi, onlarla anlaştı. Bu
subaylar şunlardır: İstanbul Merkez Kumandanı Mirliva Mustafa Seyfi Paşa,
Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne Dâhiliye Miralayı Ahmed Hıfzı Bey, devrin ünlü
ediblerinden erkân-ı harb kolağası (kurmay kıdemli yüzbaşı) Manastırlı Rifat
Efendi, sonradan ferik olan Kolağası Bedri Efendi, Birinci Ordu subaylarından
tabur binbaşısı Edhem Bey, 4. Tabur binbaşısı Osman, Tabur binbaşısı İzzet
Efendi ile bunun muavini Yüzbaşı Necib Efendi elde edildi.
Eylemi Hazırlayan Ortam
Tanzimat’ın
esaslarını, bilhassa Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa alt üst etmişti. Devlet
büdçesinde 5 milyon altın açık vardı. Dış borçlar zorlukla ödeniyordu. Bu
durumda Mahmud Nedim Paşa, dış borç faizlerinin yarı yarıya indirildiğini tek
taraflı olarak ilân etti. Bu meşhur 6 Ramazan (6.10.1875) hükûmet
kararnâmesinde, Sadrâzam dışında, nâzırlardan şunların imzası vardır: Serasker
Rızâ Paşa, Adliye Nâzırı Midhat Paşa, Maliye Nâzırı Yusuf Paşa, Ticaret
Nâzırı Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa, Sadâret müsteşarı Saîd Efendi...
Rusya’nın
İstanbul büyükelçisi ve panslavist denen akımın Rusya’da başlıca lideri
Orgeneral Kont İgnatiev, dostu olan Sadrâzama, bu faiz indirimi yolunu telkin
ve tavsiye etmişti. Böylece Türkiye’nin Avrupa’da kredisinin yok olmasını
sağlıyordu. Türkiye’nin Rusya’ya borcu olmadığı için, faiz indirimi Rusya’yı
ilgilendirmiyordu. Hükûmet kararının ilân edileceği sabahın gecesinde Midhat
ve Dâmad Mahmud Paşalarla İgnatiev, ellerindeki bütün tahvilleri sattılar ve
ertesi gün bu tahvillerin değeri yarı yarıya düştüğü için büyük kazanç
sağladılar. Sultan Aziz, böyle bir şeye tenezzül etmeyi aklından geçirmediği
için 3 milyon altın zarara uğradı. Karar, borç sahibi İngiltere ile Fransa’da
büyük protestolara sebep oldu. Türkiye’de elinde tahvil bulunan ve geçimini
buna bağlayan vatandaşlar büyük zarar gördü. Hükûmete, belki padişaha beddua
edildi. Tam bir ihtilâl ortamı idi ve ihtilâl de bütün uğursuzluğuyla
yaklaşıyordu.
Bosna-Hersek
ayaklanması devam ederken, 2 Mayıs 1876’da Bulgaristan’da büyük bir isyan
çıktı. Ruslar tarafından gizlice silâh gönderilen 55 Bulgar köyünün erkekleri,
Türk köylerini bastılar. 1000 kadar Türk’ü büyük vahşetle öldürdüler. Bu sırada
şimdiki Bulgaristan nüfusunun yüzde 55’i Türk, yüzde 45’i Bulgar’dı. Onun için
Tuna’ya kadar olan bölge, Türk anayurdu içinde sayılırdı. Müşîr Abdülkerim
Nâdir (Abdi) Paşa iki tümenle âsîlerin üzerine yürüdü. 39 gün süren ayaklanmada
âsîler tamamen ezildi ve isyan söndürüldü. 4500 âsî öldü. Bu haber Avrupa
basınına, Türklerin on binlerce Hıristiyan’ı öldürdükleri ve yüzlerce Bulgar
köyünü yerle bir ettikleri şeklinde yansıtıldı. Dehşetli bir anti-Türk
propaganda, bütün Avrupa’yı sardı. Kuzey Amerika basınına sıçradı. 6 Mayıs’ta
(1876) Selânik’teki Almanya konsolosu Abbott ile Fransa konsolosu Moulin’in,
Türk halkınca linç edilmeleri, durumu büsbütün gerginleştirdi. Bir Rus-Yunan
komplosu olan bu olay kasten çıkarılmış ve Türkler’i Avrupa kamuoyunda mahkûm
etmek, Avrupa’dan tecrid etmek gayesi güdülmüştü. O zamanki diplomasi,
tamamen bir prestij diplomasisi idi. Herhangi bir diplomat hakarete uğradı
diye, koca devletler münasebet keser, hattâ savaşa başlarlardı. Bâb-ı Âlî,
meseleyi kapatmak için, konsolosları öldürenlerin altısını astırdı ve Selânik
valisi Baytar Mehmed Re’fet Paşa’yı azletti.
Kışkırtılan Yüksek Öğrenim Talebesinin
Hükûmete Karşı Gösterisi
İhtilâli
hazırlayanlar, bu belâlar içindeki ortamı gayeleri için çok müsait görüp
seviniyorlardı. Mahmud Nedim Paşa, karışık işler peşinde olduklarını sezdiği
Hüseyin Avni Paşa’yı seraskerlikten alıp Hudâvendigâr (Bursa) eyâletine vali
yaptı ve Midhat Paşa’yı da Adliye Nazırlığından uzaklaştırdı. İhtilâlciler
telâşa düştüler. Midhat Paşa, Veliahad Efendi’den aldığı parayı, “talebe-i
ulûm” denen; medreselerin yüksek sınıf öğrencilerine dağıttırdı. Bin kadar öğrenciye
bazı yobaz takımı da katıldı. Bâb-ı Âlî’ye gidip Sadrâzam aleyhine gösteri
yaptılar.
Sultan
Aziz kalabalığı dağıtmak yerine, arzularını yerine getireceğini vaad etmek
zaafını gösterdi. Fakat diğer taraftan, ulemâya, bir daha böyle bir şey olursa
üzerlerine asker göndereceği tehdidinde bulundu. En kritik bir zamanda ulemâyı,
korkularından ihtilâlcilerle işbirliği yapmaya sevk etti. 11 Mayıs’ta Mahmud
Nedim Paşa’yı azletti ve Mütercim Rüşdü Paşa 4. sadâretine geldi. Rüşdü Paşa,
Meşîhate Hayrullah Efendi’yi, Seraskerliğe yani ordunun başına Hüseyin Avni
Paşa’yı, devlet nâzırlığma da Midhat Paşa’yı getirdi ve eylemin 4 büyükleri
aynı kabinede birleşmiş oldu. “Kînim dinimdir” inancında olan Hüseyin Avni
Paşa, bu defaki Seraskerliğe oturuşundan sadece 18 gün sonra saltanat darbesi
yaptı.
Sultan Abdülaziz Hân
Sultan
Abdülaziz Hân’ın saltanatının 15. yılı dolmak üzere idi. Bestekâr, neyzen,
ressam, sportmen, asker, donanma ve silâha ibtilâ derecesinde meraklı, çok
mağrur bir hükümdardı. Fakat şahsî muamelelerinde pek nâzikti. Sert mizacı
altındaki merhamet ve şefkat hisleri kuvvetliydi. Kızdığı zaman
soğukkanlılığını muhafaza edemezdi. Dindar, fevkalâde vatansever, heybetli bir
padişahtı. Büyük zekâsının yanında, aynı zamanda bir safdillik içindeydi.
Ağabeyi gibi, aşırı derecede cömertti. İlk 10 senesinde dengeli, nispeten
muktesit bir hayat yaşadı. Fuad ve Âlî Paşaları devamlı şekilde iktidarda
tutmak dirayetini ve uzak görüşlülüğünü gösterdi. Kendisi de, bugün üzerinde
35 devletin toprakları bulunan imparatorluk da rahat etti. Avrupa’da prestiji
fevkalâde idi. Büyük bir devletin büyük bir hükümdarı olduğundan dost düşman
kimsenin şüphesi yoktu.
Son
beş yılında ise birinci sınıf devlet adamlarından mahrum kaldı. Böylesi var
idiyse de seçip iktidara getiremedi. Ümid bağladığı sadrâzamlarının hiçbirinin
Âlî Paşa’nın yerini dolduramadığını, binbir hata yaptığını, ahlâksızlıklar
irtikâb ettiğini gördü. Kendini hepsinden üstün görmeye başladı. Bâb-ı Âlî’nin
otoritesi zayıfladı. Saray, Tanzimat esaslarına aykırı olarak olur olmaz
hükûmet işlerine karışmaya başladı. Evvelce yalnız saltanat süren padişah,
hükûmet etmenin de lezzetine alıştı. Bir bakıma 1839’dan önceki mutlakıyet
hortlamış oldu. Ancak 1876 yılı, dünyada 1839’a benzemediği, çok değiştiği
gibi, Sultan Aziz de, 1839’dan önce tahtta bulunan babası Sultan Mahmud’un
büyük dehâsına sahip değildi. Mahmud Nedim Paşa gibi değersiz olduğu nispette
ahlâksız bir veziri iki defa iktidara getirdi. Toplam 1 yıl, 7 ay, 11 gün
sadrâzam olan Mahmud Nedim Paşa’dan halk, Rus taraftarı ve dostu olduğu için
nefret ediyordu. Üstelik Rusya’ya karşı bir siyaseti olan o devrin en büyük
devleti İngiltere, iki defa Rus dostu bir vezîri iktidara getiren Sultan
Aziz’e cephe aldı...
Tabii
Sultan Aziz’in ordu ve donanma siyaseti de İngiltere’yi ürkütmüştü. İngiltere
büyükelçisi, Sadrâzama bir defa açıkça:
-
Bu kadar büyük donanmayı ne yapacaksınız? Rusya’ya karşı ise, fazladır. Rus
donanmasından birkaç defa üstün bir donanma meydana getirdiniz. İngiltere’ye
karşı ise, İngiliz donanmasına yetişebilmeniz imkân haricindedir, şeklinde
endişelerini belirtmiş, Sadrâzam:
-
Zât-ı Şâhâne’nin arzuları bu istikamettedir, diye adetâ padişahı hedef gösteren
bir cevap vermişti.
İngiltere,
Sultan Aziz’in tahttan indirilmesini müsbet karşılayacağını, vaktiyle Londra’yı
ziyareti sırasında Hüseyin Avni Paşa’ya bildirdiği gibi, 1867’den beri
İstanbul’da elçi bulunan Sir Henry Elliot da bu hususta Avni ve Midhat
Paşalarla karışık münasebetlere girişmişti. Nitekim eylemin günü kendisine
bildirilen tek yabancı Elliot idi. İngiltere, Galler Prensi’nin dostu, İngiliz
demokrasininin ve hayat tarzının hayranı, farmason olmak bakımından Galler
Prensi (VII. Edward) ile ilişkili Veliahd Mehmed Murad Efendi’nin tahta
çıkmasını da arzu ediyordu. Sultan Aziz gerçi Rus düşmanı idi ama İngiltere’ye
karşı bir yakınlık da duymuyordu. İngiliz istihbaratı, bütün bu hususları
değerlendirdi.
Yeğeni
Sultan Vahîdeddin’i nasıl Dâmad Ferîd Paşa felâkete sürüklediyse, Sultan
Aziz’in başını yiyen de denebilir ki, bu Mahmud Nedim Paşa oldu. Vezirler,
müşîrler, Sultan Aziz’in heybetinden ürküyorlardı. Beylerbeyi Sarayı’nda devlet
adamlarını, kendisine alıştırdığı bir erkek arslan yanında olduğu halde kabûl
eden padişahın ve yanındaki hayvanın azametinden, ziyaretçilerin yürekleri
ağızlarına geliyordu. Hükümdarların dostu olmadığı söylenir. Çevredekilerin ya
düşmanları, ya da bendeleri olduğu iddia edilir. Sultan Aziz’in hiçbir yakın
dostu bulunmadığı ise bir gerçektir. Ne aleyhinde kaynayan kazanı kendisi fark
edebildi, ne de böyle bir şey kendisine duyurulabildi...
Halk,
israfına rağmen, bu hükümdarı seviyordu. Osmanoğlu olması, bu sevgiyi kendisine
doğuşundan sağlamıştı. Üstelik halîfe olduğu için, mü’min bir Müslüman,
padişaha karşı gelerek günaha girmek istemezdi. Kara ve deniz manevralarına
katılması, askerle karavana yemesi, ordu ve donanma ve askere gösterdiği itina
ve çok açık sevgi, prestijini artırıyordu. Kadınlarına düşkün değildi. Millet,
ağabeyi Sultan Abdülmecid’i çok sevmiş, fakat kadınlarından da bıkmıştı. Sultan
Aziz için böyle bir şey bahis mevzuu değildi... Dört zevcesi dışında bir câriye
ile ilişkisi duyulmamış, Abdülaziz Hân böyle bir şeyi küçüklük saymıştı.
Üstelik zevceleri saraydaki dairelerinden çıkamazlar, ağabeyinin kadınları gibi
İstanbul’da istedikleri gibi gezip tozamazlardı. Hiçbir zaman ne içki, ne tütün
kullanmamıştı. Sıhhatli olmak bakımından da ağabeyinden ayrılıyordu. Ancak,
israf başlıca dedikodu mevzuu idi. Ağabeyinin başlattığı Çırağan Sarayı’nı,
Dolmabahçe’den daha muhteşem şekilde yaptırıp döşettiği gibi, Beylerbeyi’nde de
bir saray yaptırmıştı.
Koç
ve horoz dövüştürüp kazanan hayvana nişan taktığı gibi şeyler, Yeni
Osmanlılar’ın Avrupa’da yayınladıkları muhâlefet gazetelerinde uydurdukları
şeylerdi, hiçbir asılları yoktu. Ancak bu menfi propaganda, halka kadar sirayet
edebilmişti. Üstelik Sultan Aziz, eski Türk temaşa san’atlarından orta oyununa
meraklı idi. Orta oyununda Hüseyin Avni ve Midhat Paşalar gibi mağrur
nazırların taklitlerini müsamaha ile seyrediyordu. Her iki paşa da bunu
duyuyor, fevkalâde içerliyorlardı...
Tenkit
hedeflerinin başlıcası; Türk mâliyesinin, o tarihe kadar asla düşmediği bir
perişanlık içinde olması, iflâsa yaklaşması idi. 20 yıl kadar önce Türkiye,
bütün tarihinde ilk defa olarak dış borçlanma yoluna gitmiş, önce buna muhalif
olan devlet adamları bile, bu kolay görünen yola sık sık başvurmaya
başlamışlardı. Kırım Harbi’nin yüklü dış borçları Sultan Aziz devrine kaldı.
Tahta geçtiği zaman 90 milyon altın olan devlet borçları, Sultan Aziz’in 15
yıllık saltanatı sonunda 196 milyon altını buldu. Paranın satınalma gücünün çok
yüksek olduğu o devir için gerçekten büyük meblağ idi. Sultan Aziz, ağabeyi
devrinden kalan donanmayı tamamen değiştirdi, yenileştirdi, zırhlı hâle
getirdi, birkaç misli kuvvetlendirdi. Bu kadar kısa müddet içinde dünyanın
üçüncü donanmasını meydana getirmek Türk maliyesinin takatinin üzerinde idi.
Tersanelere, askerî fabrikalara büyük para harcandı. İstanbul Tersâneleri,
zırhlı inşa edecek kapasiteye getirildi. Tophane’de, modern toplar
dökülebiliyordu. 25 zırhlı, 50.000 deniz ve 700.000 kara askeri, Türkiye için
ağır bir yük teşkil etti. Sultan eninde sonunda Rusya ile bir savaş çıkacağını,
Kırım Harbi’nde yenilen Rusya’nın Türkiye’den bunun öcünü almak isteyeceğini
düşünüyordu. Müttefiksiz bir Türkiye’nin Rusya’yı yenmesi icab ettiğini
planladığı gibi, Kırım’ı Rusya’dan geri almak istediğini de ağzından
kaçırmıştı... Halbuki 1875’lerde Türkiye’nin tek başına Rusya’yı yenmesi mümkün
değildi. Fakat Rus taarruzlarını başarıyla püskürtüp hiçbir toprak
kaptırmaması hâlâ mümkündü...
Sultan
Aziz, ordu ve donanma masraflarından bunalan nazırlarıyla istediği askerî
tahsisatı almak için mücâdele ederken, bir taraftan devlete hizmet ediyor, bir
taraftan felâketini hazırlıyordu. Avrupa’nın XVI. asırdan itibaren
denizcilikle üstünlük kazanmaya başladığını biliyor, fakat bu işin öyle beş on
yıl içinde gerçekleştirilemeyeceğini kabûl etmek istemiyordu. Daima
değiştirilmek ve yenilenmek isteyen büyük bir donanma, savaşta faydalı
olabilmesi için bile yetişmiş denizcilere muhtaçtı. Şüphesiz 46 yaşındaki
hükümdar için ufuklar açık görünüyor, gelecekte pek çok şeyi yapabileceğini
hesaplıyordu. Artık kalkınma işini bizzat üzerine almış, vezirlerinin
liyakatsizlikleri, cesaretini artırmıştı. Sultan Aziz, Mütercim Rüşdü Paşa’ya
kızdığı bir gün, paşa huzurundan ayrıldıktan sonra, yanındaki Başmâbeyncisine:
Benim
ecdâdım (atalarım) bu gibilerin aklıyla hareket etmiş olsaydı, Konya Ovası’nda
koyun sürüleriyle çadırda yaşamaktan kurtulamazdık! demişti...
Gerçi
İngiltere Devleti’nin borçları daha 1857’de 837 milyon altındı. 1939’da 8.301
milyon sterline yükselmişti. 1971’de 33.420 milyon sterlin idi. Fakat Osmanlı
Devleti’nin, İngiliz mâliyesinin gelir kaynaklarıyla mukayese edilecek
gelirleri yoktu. Sanayi gelişmemişti. Üstelik Sultan Aziz bayındırlık ve
demiryolu siyasetine de ağırlık vermişti. İngiltere’de yapılan zırhlıların bir
tanesine 380.000 altın kadar fiyat ödenmişti. Demiryolu ve telgraf şebekesine
büyük para gitmiş, pek çok okul açılmış, bürokrasi gelişmiş ve artmıştı. Midhat
Paşa gibi imarcı valiler, padişahın bu tutumundan cesaret alarak birçok ülkeyi
bayındır hâle getirmişlerdi. Sultan Abdülaziz Hân, Avrupa seyahatini
tamamlayıp Türkiye’ye dönerken, Tuna valisi Midhat Paşa kendisini Budapeşte’ye
gelip karşıladı. Tuna üzerinden Budapeşte’den Rusçuk’a geldiler. Gemi şehre
yaklaşırken padişah iskelelere sıralanmış jandarma ve polisin üniformalarını,
düzenini, şehrin bayındırlığını, temizliğini görünce:
-
Burası neresidir? diye sordu. Yanındaki Midhat Paşa:
-
Memâlik-i Şâhâneniz’den Tuna Vilâyeti’nin merkezi Rusçuk’dur Efendimiz! diye
cevap verdi. Sultan Aziz:
-
Paşa, hizmetinize teşekkür olunur, asker ve jandarmayı, şehri, Avrupa’da
gördüğüm yerlerden farksız hâle getirmişsiniz, diyerek sevincini belli etti.
Yollar,
bankalar, okullar, bayındırlık eserleri, düzen ve asayişle Midhat Paşa,
Bulgaristan’ın çağdaş kalkınmasının temelini atmıştı. Eyâlet jandarmasını
düzenlemekle görevlendirdiği Kurmay Binbaşı Şâkir Bey, sonradan mareşal
olmuştur. Tuna adlı resmî eyâlet gazetesinin başyazarı, ünlü romancı Ahmed
Midhat Efendi idi. Midhat Paşa, çalıştığı bölgeyi tefrik etmeksizin Tuna’da,
Irak’ta, Suriye’de, Batı Anadolu’da aynı bayındır durumu meydana getirdi ama
bunun için hükümdarın desteği şarttı. Meselâ demiryolları, tüneller, köprüler
için akıl almaz paralar harcandı. Bu kakınmayı fazla gören bir hükümdar ile
hiçbir vali fazla bir şey yapamazdı.
Âlî
Fuad paşalar ekibini iktidardan uzaklaştırmayı düşünmedi ve ölümüne kadar Âlî
Paşa’yı sadârette bıraktı, zamanında asker kullanarak bir darbe yapmak,
Londra’da ne derecede imkânsız bir şeyse, İstanbul’da da öyleydi. Sultan Aziz,
halk tarafından çok sevildi. Mısır ve Avrupa seyahatlerinden dönüşünde çılgınca
sevgi gösterilerine muhâtab oldu. Temyiz kudreti vardı. Bir örneği şudur:
Meclis-i
Vâlâ’ya gittiği bir gün, Başkâtib Mansûrî-zâde İzmirli Mustafa Nûri Efendi,
derhal dikkatini çekti. Hakkında yaptırdığı araştırma da müsbet netice
verince, mülkî rütbesinin yetersizliğine rağmen defaten Mâbeyn-i Hümâyûn
Başkâtibi yaparak Saray’ına aldı, bu pek mühim görevi verdi. Bu Mustafa Nûri
Paşa, sonradan vezir ve nâzır olmuş pek değerli bir devlet ve fikir adamıdır.
4 ciltlik müstesna değerde bir Osmanlı Tarihinin yazarıdır.
Hatt-ı
hümâyunlarının çoğunu Sultan Aziz bizzat kaleme almıştır. Askerlikten ne
derecede anladığına da şu olay örnektir:
Avrupa
seyahatinde Paris yakınlarında Fransız, Koblenz yakınlarında Prusya ordularının
şerefine düzenlenen manevralarını, Fransız İmparatoru III. Napoléon ve Prusya
Kralı (sonradan Almanya İmparatoru) I. Wilhelm ile beraber seyretmişti. Yıllar
boyu iki ordu hakkındaki intibâlarını unutmadı. 1870’te Prusya-Fransa harbi
başlayınca bütün Türk devlet adamları Fransa’nın kazanacağından şüphe
olmadığını beyan ettikleri halde, onları dikkatle dinleyen padişah, harbi
Prusya’nın kazanacağını söylemişti.
Bu
devri çok iyi inceleyenlerden Ali Rızâ ve Mehmed Galib Beyler, 1920’de
yayınladıkları müşterek eserlerinde şöyle derler:
“Sultan Abdülaziz Hân, devlet işlerini
görmek için pek çok çalıştı. Devlet adamı yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara
gitti, askerin yiyecek, giyecek ve koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i Harbiyye
ve Bahriyye’ye gidip incelemeler yaptı. Kendisine verilen yazıları bizzat okudu.
Gerek dilekçeleri, gerek Bâb-ı Âlî’nin resmî yazılarını dikkatle inceledi.
Devletin selâmetini düşündü. Devletin yükselmesi sebeplerini hazırlamak ve
tebaasının sevgisini kazanmak için çalıştı. Yakınlarını iyi seçti. Devlet
işlerine dair fikir ve mütalaaları dikkatle dinledi...”
Süleyman
Nazif Bey’in yazdıkları da çok iyi bir tahlilin eseridir:
“Sultan Abdülaziz’in saltanat devrini; ilki
bir şan, şevket, düzen, kuvvet ve kudret, diğeri kargaşa, basiretsizlik ve
siyasetsizlik olarak birbirine zıt iki safhaya ayırmaya sebep olan iki şahsiyet
vardır ki, biri Âlî Paşa ve diğeri Mahmud Nedim Paşa’dır... Sultan Aziz,
Türklüğün en necib vasıf ve hasletlerini taşıyan mert bir padişah idi ve o
padişah ile beraber koca bir milletin nekbet ve felâketi de başladı...”
EYLEM
A) Tahttan İndirme
Eylem Başlıyor
Darbe
31 Mayıs’ta yapılacaktı. Veliahd Murad Efendi, askerin gelip kendisini
dairesinden çıkarmasını istedi. Kendiliğinden dışarı çıkmayı reddetti. Darbe
başarı kazanmazsa, amcasına karşı mâsum olduğunu iddia edecekti. Ancak
Süleyman Paşa’nın ısrarıyla darbenin bir gün öncesine, 30 Mayıs sabahına
alınması, veliahda haber verilemedi veyâ ihmal edildi.
Hüseyin
Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalarla Hayrullah Efendi (eylemin dört büyükleri),
darbenin öğle vakti yapılmasında çok ısrar ettiler. Çünki o sırada dördü de
kabine toplantısında, Bâb-ı Âlî’de bulunacaklardı... Darbe başarılamadığı
takdirde, suçu Süleyman Paşa ile Harbiye öğrencilerinin üzerine atıp kendi
şahıslarını sigortalamak istiyorlardı. Süleyman Paşa, bunu fark etti mi veyâ
askerce mi düşündü bilinmez:
-Öğleyin
Sultan Aziz cebren sarayından alınamaz, kan dökülse bile muvaffakiyet ihtimali
yoktur, deyip kestirip attı… Güneş doğmadan sabah saat 04’ü 34 geçe Saray’ın
kuşatılarak Sultan Aziz’in kaldırılması planında direndi. Eylemi o yapacağı
için, dediğini kabûl etmekten başka çare bulunamadı.
Süleyman
Paşa, 300 Harbiye talebesi ve Türkçe bilmeyip İstanbul’a yeni gelen Suriyeli
Arab bölükleri ile Dolmabahçe Sarayı’na geldi. Bunlara, düşmanlara karşı
padişahı korumak için Saray’ın muhasara edileceğini söylemişti.
Bu
sırada Avni, Midhat, Rüşdü, Redif Paşalarla şeyhülislâm, Hüseyin Avni Paşa’nın
Kuzguncuk’taki yalısında toplanmışlardı. Daha ortalık iyice aydınlanmamış,
fakat fecr-i kâzib başlamıştı. Baharın sonları idi. Hava yağışlı idi ve yağışın
şiddetleneceği anlaşılıyordu. Paşalar, Kuzguncuk’taki yalının pencerelerinde
ellerinde dürbünler, karşıdaki Saray’ın durumunu çok rahatlıkla
görebiliyorlardı. Donanma kumandanı Amiral Arif Paşa, o yılların dünyanın en
büyük ve modern saff-ı harb gemileri sayılan zırhlıları, Dolmabahçe açıklarına
getirmiş, bu hareket bile Saray’ın dikkatini çekmemiş, normal bir seyr-ü sefer
sayılmıştır. Zira Sultan Aziz, donanmasının gözleri önünde bulunmasından çok
zevk alırdı.
Asker Kandırılıyor...
Merkezi
Şam’da olan Beşinci Ordu’dan Türkçe bilmeyen birkaç bölük Arab asıllı askerin
Dolmabahçe Sarayı önüne yerleştirilmesi, bir gün evvelden başlamıştı. Bunlar
iki gün önce vapurla Beyrut’tan getirilmişlerdi. Talim görüp Şam’a iade
edileceklerdi. Hüseyin Avni Paşa, henüz kışlalarda yer açılmadığı bahanesi ile
bunları Dolmabahçe karşısında çadırlara yerleştirmiş, padişaha da bu şekilde
arz etmişti. Gece gelen Süleyman Paşa ise askere, padişaha sûikast yapılmak
üzere bulunulduğu, bu sûikasdin önleneceği, bunun için Saray’ın içinden
dışarıya ve dışarıdan saraya kuş uçurtulmaması gerektiğini, çok şerefli bir
görevi yerine getireceklerini söylemişti. Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne
Kumandanı, öğrencilerine de aynı martavalı okumuş, onlara padişahı sûikasdden
korumak için saraya gidileceğini söyleyerek gece yarısı uyandırıp tam silâhlı
talim emriyle giydirmişti. Süleyman Paşa, çok az sayıda subay ve erle saraydan
içeri girecektir. Bölükler ve Harbiyeliler, saray dışında, padişahı sûikastten
kurtarmak için (!) bekleyeceklerdi. Dolmabahçe’ye getirilen donanma, subay ve
efradına da Amiral Arif Paşa aynı şeyi söylemiştir.
Darbeciler
için büyük kumardı. Fakat bütün darbe teşebbüsleri zâten birer kumar değil midir?..
Darbe
sabahından önceki gece Avni Paşa, Kuzguncuk’taki yalısına Dr. Marko Paşa’yı
çağırmış, beraberce rakı içmişlerdi. Darbeden birkaç saat öncesini Askerî
Tıbbiye Kumandanı olan bir askerî hekimle geçirmesi çok mânâlı idi. Acaba,
darbe sırasında bir öldürme olayı vuku bulur da hemen bir resmî rapor icab
eder, diye mi düşünüyordu?... Ama Marko Paşa, Şeytan’a külâhmı ters
giydirebilecek bir adamdı. Kimsenin eline girmez, avuçların arasından
kayıverirdi.
Selimiye
Kışlası’na nakledilmek üzere bekleyen 4 tabur ve Arab askerinden birkaç bölük,
saray kapılarını tutmuşlardı. Süleyman Paşa, Harbiye öğrencilerini de kapılara
koydu. Fakat gene de asker kaynaşmaya başlamıştı. Gerçeği bilen bazı subaylar,
padişahın öldüğünü söylediler. Bunun üzerine asker arasında Sultan Aziz’i
sûikasdden korumak için geldikleri ve Sultan Aziz öldüğü veya delirdiği için
geldikleri hakkında alçak sesle münakaşa başladı. Az sonra toplar atılınca,
padişahın öldüğünü iddia eden askerler kendilerinin haklı olduğuna inandılar.
Saray
gerçek bir muhafaza altında değildi. Sadece birkaç nöbetçi vardı: Albay Reşid
Bey, Albay Zîver Bey, Binbaşı Hüsâmeddin Bey, Binbaşı Osman Bey, Kıdemli
Yüzbaşı Hüsnü Efendi. Saray’ın uzağında hassa birliklerinden sadece 4 bölük
bulunuyordu ama bu bölükleri çağırıp emir verecek tek kişi yoktu.
Üç
kıt’ada on iki milyon kilometre kareye hükmeden bir imparator ve yeryüzündeki
bütün Müslümanların başı işte böyle korunuyordu...
Fazla
tedbire ne lüzum vardı ki? Sultan Aziz, taht şehrinin ortasında, milleti ve
ordusu içinde yaşıyordu. Milletinden ve ordusundan tek kişi, şahsına bir
kötülükte bulunmak ister miydi? Sultan Aziz’e göre böyle bir ihtimal, hayâl
değeri bile taşıyamazdı. On beş yıldan beri Saray’ının ve şahsının muhafazası
için tek tedbir aldığını hatırlamıyordu. Millet ve ordudan büyük hangi tedbir
olabilirdi?
Gaflet,
işte bu derecede idi. İkinci Abdülhamid, bu gafleti çok iyi
değerlendirecektir. Yıldız Sarayı’nın sûrları arasına kapanacak, Yıldız’ı ayrı
bir şehir hâline getirecek ve bu ayrı sitenin içinde, imparatorluğun en büyük
vurucu gücü olarak silâhlandırılmış tam bir tümen askerle yaşayacaktır. Evet,
bugün de İngiltere Kraliçesi’ni bir tümen asker korumaktadır ve bu tümenin
kışlası Buchingham Sarayı’nın elli metre solundadır ama... Türkiye hükümdarını
halktan tecrid eden olay, işte Sultan Aziz’e yapılan bu baskındır.
Padişah Uyuyor...
Sultan
Aziz uyuyordu. Henüz sabah namazına kalkmamıştı. Hayatında ilk olarak sabah
namazını kılamayacağını aklından bile geçirmiyordu. Böylesine uykuya atalarımız
“gaflet uykusu” demişlerdir.
Süleyman
Paşa, harem dairesinin önündeki karakola kadar geldi. Arkasında, bir elleri
tabancalarında, bir elleri kılıçlarında birkaç subayla, süngü takmış birkaç er
vardı. Demek Türk imparatorluk sarayına sabaha karşı böylesine girilebiliyordu.
Böyle bir şey mümkündü!
Mâbeynciler,
yaverler, kâtipler, musâhipler ordusu nerede idiler? Onlar da gaflet uykusunda
idiler. Haremin muhafazası zenci hadım ağalarına âiddi.
Süleyman
Paşa’nın terbiyesi, ne zorla kadınların dairelerine ne de padişahın yatak
odasına girmeye müsait değildi. Dârüssaâde ağası ile konuşmak istediğini
söyledi. Üzerine süratle bir şey alan ve Harem-i Hümâyûn’un en büyük âmiri ve
vezir pâyesinde bulunan Dârüssaâdeti’ş-Şerîfe Ağası Cevher Ağa yetişti. Bir
bakışta durumu kavradı. Akıldan geçirilmeyenin başa geldiğini anladı. Süleyman
Paşa’nın yüzüne baktı. Paşayı tanımıyordu, sıradan bir binbaşı sandı, yüzünü
buruşturdu. Zira Süleyman Paşa general işaretlerini sökmüş, binbaşı rütbesine
mahsus sırmalar takınmıştı. Böylesine bir komedya idi. Süleyman Paşa:
-
Ağa Efendimiz, dedi; millet Sultan Abdülaziz Hân’ın fiil ve hareketlerinden
memnun ve hoşnut değildir. Millet kendilerini hal’ etti (tahttan indirdi).
Şahs-ı hümâyunlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti
için kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’mûrum. Lütfen kendilerine
derhal bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum!
Devrinde
Türk generallerinin hemen hemen en bilgini, hem de büyük yetenekli bir kumandan
olan Süleyman Paşa, bu suretle tarihimizde, üç beş kişinin menfaati ve garezi
için yapılan nâ-meşru işler için ilk defa “millet” adını kullanabiliyordu.
Birkaç gün sonra “millet” dediğinin sadece 63 ihtilalciden ibaret olduğu
anlaşılacaktı ama onun “millet” kelimesini bu yolda kullanmasını muhteris
politikacılar, hiçbir zaman unutmayacaklar ve pek çok defa tekrar edeceklerdir.
Dârüssaâde
ağası gece herhangi bir haber vermek için odasına girip haber vermek
selâhiyetini haizdi.1687 yılında Dördüncü Mehmed’e de tahttan indirildiğini bir
dârüssaâde ağası bildirmişti. Fakat Cevher Ağa, bunu yapmayı göze alamadı.
Hızla Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın dairesine koştu. Padişahın annesini
uyandırıp durumu bildirdi.
Padişah Uyandırılıyor...
Vâlide
Sultan, bir şal ve bir başörtüsü alıp oğlunun odasına koştu. Sultan Aziz’i
uyandırdı. Tam o sırada donanmadan toplar atılmaya başladı. Daha sonra
Pertevniyâl Sultan’ın Yıldız Mahkemesi için verdiği yazılı ifadede anlattığına
göre, durumu oğluna açıkça bildirmeye cesaret edemedi. “Ne oldu?” diye soran
padişaha; “Takdir-i Hudâ” diye başlayıp karışık sözler söyledi. Fakat Sultan
Aziz acı bir tebessümle:
-
Bunlar Sultan Murad’ın cülûs toplarıdır Vâlide, dedi. Beni amcam Sultan Selim’e
döndürdüler ve bu işi Avni Paşa yapmıştır. Sanırım Rüşdü Paşa ile Ahmed Paşa
da birliktir. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş!
Hızla
giyindi ve ailesine giyinmelerini emretti. Ataları gibi kadere rızâ
göstermişti. Ancak bu davranışı sonradan nice tarihçi ve yazar tarafından Sultan
Aziz’in basiretinin bağlanması şeklinde değerlendirilecek, mukavemet etmediği
için çok kınanacaktır.
Ancak
padişah, karşısında kim olduğunu bilmiyordu. Herhalde “millet” tarafından
tahtından indirilmediğine emindi ama donanma ile İstanbul’daki Birinci Ordunun
hükûmet kararı ve ittifakıyle hareket ettiğini sanmış olabilir. Gerçek durumu
sadece 63 kişinin bildiğini, 4 Arab taburu ile 300 Harbiyelinin bile padişahın
lehine olarak sarayın önüne getirildiğini o sırada Sultan Aziz’e söyleyen
bulunsa her halde inanmazdı. Başını deniz tarafından bir pencereden uzatıp
zırhlılardaki askere bağırsa veyâ kara tarafındaki bir pencereye gelip askere
emir verse, herhalde birkaç kişi öldükten sonra darbe o anda akametle
neticelenecekti. Nitekim ertesi gün gerçeği öğrenen asker, ayaklanacak ve
ayaklanan taburlar ve bölükler İstanbul’dan derhal uzaklaştırılacaklardır.
Ama
Abdülaziz Hân, babası Sultan Mahmud değildi. Sultan Mahmud olsa, elinde pala,
yıldırımlar yağdırırdı. “Amcam” dediği babasının amca oğlu Sultan Selim gibi
neyzen ve gene onun gibi mütevekkildi. Ağabeyi gibi bir Tanzimat hükümdarı idi.
Hiç ihtilâl falan görmemiş, babası gibi bu işlerin içinde pişmemişti.
Ağabeyinin 22 yıllık saltanatında veliahd olarak, 30 yaşına kadar demokratik
Batı ülkelerindeki hükümdar namzetleri şeklinde terbiye görmüştü. Padişahın
gayrımes’ul ve masûn olduğu kendisine öğretilmişti. Bu ilkelerin sadece
kâğıtta yazılı bulunduğunu idrak edememişti.
Kayığa Bindiriliyor...
Mayıs’ın
sonu olmasına rağmen Boğaz havası soğuğa yakın serindi. Henüz güneş doğmuştu.
Çiseleyen yağmur hızını arttırmış, fırtınalı denecek bir şekilde yağıyordu.
Sultan Aziz, ailesi ve yakınları, aceleyle giyinmişler, kahvaltı etmemişler ve
Saray’ın rıhtımına indirilmişlerdi. Burada kendilerini birkaç kayık bekliyordu.
İlk kayığa Abdülaziz Han, oğullarının büyüğü Yusuf İzzeddin ve Mahmud
Celâleddin Efendiler, Başmâbeynci Hafız Mehmed Bey ve Başkâtib Âtıf Bey
bindirildiler. İkinci kayığa Pertevniyâl Valide-Sultan ile padişahın küçük
yaştaki oğulları Abdülmecid henüz bebek olan Seyfeddin Efendiler
yerleştirildiler. Kadın-Efendiler ve padişahın diğer yakınları başka kayıklara
taksim edildiler.
Sonradan
olayın tarihini yazanlardan Memduh Paşa:
“Bu sırada Sultan Aziz son fırsatı
kaçırdı... Kayıkta ayağa kalkıp zırhlılara doğru bağırıp imdat isteseydi,
bahriyeliler o anda kumandanları Ârif Paşa’yı parçalarlar ve karaya çıkıp
Süleyman Paşa’nın bir avuç taraftarını süngülerlerdi. Fazlasına da hacet yoktu.
Saray’ın önündeki Şamlı askerlerle Harbiyeliler’in de darbe hakkında hiçbir
bilgileri yoktu ve başkumandanları olan padişahın emriyle yapmayacakları şey
tasavvur edilemezdi. Avni Paşa ile iki üç paşa ne yapabilirlerdi?
Kaçamadıkları takdirde ipe giderlerdi. Darbeden nazırların, askerin, ulemânın
hiç haberleri yoktu.” diyor.
Olayı
yazanlardan büyük tarihçi Mahmud Celâleddin Paşa ise: “Padişahın birkaç cesur, fedakâr ve uyanık adamı bulunup da onu alıp
askerin yanına götürselerdi Süleyman Paşa’nın işi bitmişti... Avni Paşa için
tek çare intihar olurdu.” der.
Diğer
bir tarihçi, İbnülemin Mahmud Kemâl İnal:
“Ancak bu çok küçük tedbirlerin hiçbiri
yerine getirilmedi, kimse soğukkanlı değil, herkes dehşet içindeydi; zâten
sarayda aklı başında birkaç kişi olsaydı işler bu hâle gelebilir miydi?”
diye yazar.
Kadın-Efendi’nin Şalı Alınıyor...
Hükümdar
ailesini kayıklara bindirmeye memur subaylardan biri, kayığa binmek üzere
bulunan padişahın zevcesi 28 yaşındaki Neş’erek Nesrin Üçüncü Kadın-Efendi’nin
mücevher sakladığını sandı. Omuzlarındaki şalı hızla çekip aldı. Mücevher falan
yoktu. Kadın-Efendi, derhal kayığa atladı. Şal, subayın elinde kaldı. Neş’erek
Kadın narin ve hassas bünyeli idi. Çıplak kalan omuzlarına müthiş bir yağmur
yedi. Kocasının felâketiyle zâten perişan olmuştu. Hemen o gün hastalandı ve
birkaç gün sonra öldü. Şehzâde Şevket Efendi ile Emine Sultan’ın annesi idi.
Kraliçe
protokolündeki padişah eşine yapılan bu muamele, Türkiye tarihinde tektir,
emsali yoktur. Ancak birkaç saniye süren bu alçaklığın nasıl neticeler
vereceğini, Türkiye tarihini nasıl etkileyeceğini o anda ne bu haltı eden cahil
adam, ne kimse tahmin etmişti.
Zira
Neş’erek Kadın-Efendi, Binbaşı Çerkes Hasan Beyin iki yaş büyük ablası idi...
Hasan Bey, ablasının intikamını hemen aldı ve Türkiye tarihinin akışını
değiştirdi ama, asıl intikam alacak kişi, bu olayı penceresinden kanlı
gözyaşları dökerek seyrediyordu. Bu, Şehzâde Abdülhamid Efendi idi. Amcasının
ve ailesinin nasıl kayıklara bindirilip zırhlıların açığından geçirilerek
Sarayburnu’na çıkarıldığı sahnesini, hayatının sonuna kadar unutmayacaktı. Bu
işi yapanları doğduklarına pişman edecek, cehennemleri başlarına geçirecekti.
Kendisi de benzeri bir oyuna gelmemek için, otuz küsur yıl, milleti pek çok
rahatsız eden bir sürü tedbir alacaktı.
Abdülaziz
Hân, Topkapı Sarayı’na nakledildi. Sarayburnunda karaya çıkan hâkan ve ailesi,
arabalara bindirilerek Saray’ın harem kısmına getirildiler. Saray
hazırlanmamıştı. Hakan ve ailesine öğle yemeği verilemedi. Üçüncü Selim
Dairesine yerleştirildiler. Önce bunun, çok kaba bir dikkatsizlik eseri olduğu
sanıldı. Zira burası, 68 yıl önce, Üçüncü Selim’in şehid edildiği daire idi...
Sonradan bilhassa bu daireye yerleştirilmeleri için Hüseyin Avni Paşa’nın emir
verdiği anlaşıldı. Tük ordusunun başındaki adam, çepeçevre düşmanla çevrili
büyük bir imparatorluğun orduları ile uğraşacağına böylesine süflî işlerle
vakit harcayıp mizacına yakışır şekilde eğleniyordu...
İstanbul’da Heyecan...
Diğer
taraftan, uğursuz 30 Mayıs Salı günü başlamış, çelişkili rivayetler muazzam
İstanbul beldesine yayılmıştı. Bu arada İstanbul’da bir milyon iki yüz bin
nüfus yaşıyordu ve dünyanın -Londra, Paris, New York ve Pekin’den sonra beşinci
büyük şehri idi. Nüfusun üçte biri gayrimüslimdi. İngiltere, Fransa, Almanya,
Avusturya, Rusya ve İran, İstanbul’da büyükelçilerle temsil ediliyorlardı.
Diğer devletlerin temsilcilikleri orta elçilik seviyesinde idi (Zira 1918’e
kadar yalnız büyük devletler aralarında büyükelçi teati ederlerdi). Bunlardan
yalnız İngiltere Büyükelçisi Lord Henry George Elliot, darbenin vurulacağını
bir gün önceden biliyordu. Evet, Türkiye hakanı, Türk hariciye nâzırı falan
bilmiyorlar, fakat Lord Elliot biliyordu. İnanılmaz gibidir, fakat ayn-ı
hakikattir. Lord Elliot, 9 yıldan beri İstanbul’da büyükelçi ve Doğu
diplomasisinin üstâdı, Hüseyin Avni ve Midhat Paşalar’ın mahrem dostu idi.
Darbenin içinde bulunuyordu. Sonradan İngiltere’ye dönüp bunayınca, Abdülhaziz
Hân olayı üzerinde bir broşür yazıp kendini savunacaktır...
Yabancı
gazete muhabirleri, telgrafhânelere koştular. Türk gazeteleri, başlık
değiştirmeye başladılar. Halk kaynaşıyor, fakat doğru dürüst bir şey
öğrenilemiyordu. Sultan Aziz’in öldüğü, öldürüldüğü, delirdiği, tahttan
indirildiği, sûikasde uğradığı ama bir şeyinin olmadığı gibi, haberlerin
hangisinin gerçek olduğu bilinmiyordu. Yalnız bir gerçek vardı: Gün ışırken
donanma cülûs topları atmıştı... Bu herhalde, Veliahd Murad Efendi’nin tahta
geçtiğini gösteriyordu.
Türkiye’deki
iç durumla İngiltere Büyükelçisi derecesinde ilgili tek büyükelçi, Rusya Sefiri
Orgeneral Kont İgnatiyef idi. Darbeyi sabahın köründe ilk öğrenenlerden biri
oldu. Darbenin kimlerce yapıldığını hemen tahmin etti. İlk bakışta darbe,
Rusya’nın menfaatine değil gibi görünüyordu. Zira Hüseyin Avni ve Midhat
Paşalar’ın İngiltere ile yüzgöz oldukları kesindi. Fakat bu yeni durumu
Rusya’nın menfaatine kullanmanın elbette bir çaresi olmalıydı. İgnatiyef
birkaç ay içinde bu çareyi bulacaktır...
30
Mayıs Salı günü güneş, Türk İmparatorluğu’nun Çin’deki Kâşgar’la Adriya Denizi,
Afrika’da Ekvator çizgisi ile Macaristan arasında uzanan topraklarında doğduğu
zaman bu ülkelerin gerçekte tek hâkimi vardi: Hüseyin Avni Paşa...
Hüseyin Avni Paşa’nın Durumu
Avni
Paşa, popüler bir sima değildi. Kendisinden önceki Serdâr-ı Ekrem Ömer Paşa,
Cihan Seraskeri Rızâ Paşa gibi halk arasında şöhret kazanmış ve sevilmiş
değildi. Zira bir hayır eseri yaptırdığı, yoksulları kolladığı görülmemişti.
Bu gibi şeyler o devir vezirlerince âdet hükmündeydi. Kaba ve yüzü gülmez
olması da sevilmemesinin sebeplerindendi. Irz düşmanı olduğu da yaygın rivayet
hâlindeydi. Üstelik devlet parası çaldığı, bu para ile, yoksulluktan gelenlere
mahsus lüzumsuz gösterişler yaptığı biliniyordu... Süleymaniye’deki muhteşem
konağının böyle nâmeşru paranın mahsulü olduğu, Kuzguncuk’taki yalının ise
padişah ihsânı olduğu malûmdu. Süleymaniye’deki konağı 12 Aralık 1875 Salı
gecesi yanmış, halk bunun “mazlumların âhı ateşi” olduğunu söylemişti. Harem
dairesindeki bir sobadan çıkan ateş, yarım saatte konağı kül etmiş, hiçbir şey
kurtarılamamıştı. Kütüphânesi, silâh koleksiyonu, antikaları, gümüş eşyası ve
döşemeleri ile konağın bütün vezir konaklarından üstün olduğunu, devletin resmî
vak’anüvisi Kazasker Lütfi Efendi itina ile kaydetmektedir.
Yanan
eşyanın değeri 40.000 altındı. O zamanın altını, bu günün altını değildir.
Hayat çok ucuz ve satınalma değeri çok yüksektir. Bugün iki buçuk altınla
alınabilecek şeyler o devirde bir altınla rahatça satın alınabilmekte idi.
Hüseyin
Avni Paşa en büyük ihtilâslarını, Almanya’da Krupp firmasından top, Birleşik
Amerika’da Martini firmasından da bir milyon tüfek satın alındığı zaman aldığı
komisyonlarla yapmıştı... Bu top ve tüfekler 1875 dünyasının en modern seri
atışlı ateşli silâhları idi. Komisyonun paşaya verilmesinde Ermeni Azaryan’ın
aracılık ettiği biliniyordu.
Buna
karşılık paşanın, orduları çok sıkı disiplin altında tuttuğu, onun
seraskerliğinde hiçbir disiplinsizlik olmadığı biliniyordu. Ordunun yeniden
düzenlenmesinde, Prusya Ordusu ile eş bir şekilde yetiştirilmesinde,
üniformalarında, bilhassa redif askerinin hazırlanmasında kusursuz hizmet
ettiği malûmdu ama bunlar, Abdülaziz Hân’ın devamlı takipleri ile mümkün
olmuştu. Padişahın ordu ve donanma sevdası olmasa aynı şeyleri kendiliğinden
yapacağı çok şüpheliydi. Nitekim hâkanın donanma politikasına karşı
çıkıyordu... (Donanma; Osmanlı düzeninde seraskere değil, başka bir bakana,
bahriye nâzırına bağlıdır).
Kendini
beğenmişliği Avni Paşa’ya çok düşman kazandırmıştı. Ferikler (korgeneraller)
karşısında oturmaksızın hazır ol vaziyetinde emir telâkki edip çekiliyorlardı.
Bu, protokole aykırı idi. Zira diğer seraskerler eskiden beri ferikleri
oturtup emir verirler, sadece mirlivâlar (tümgeneraller) ayakta emir telâkki
ederlerdi. Sultan Aziz bir defa onun arkasından; “Bu ne kendini beğenmiş heriftir!” demiştit. Padişaha kibir taslayan
bir adamın, emri altındakilere neler yapabileceği âşikârdır. Kibrin, vekar ile
alâkası yoktur. Bambaşka şeylerdir. Vaktiyle Âlî ve Fuad Paşalar, hâkanın
huzurunda vakur idiler, fakat asla kibirli değillerdi. Kimse onlara “kibirli
adamlar” diyememişti.
Nitekim
Avni Paşa’nın Sultan Murad’a yaptığı hareket, kibrin tipik örneğidir, aşağıda
anlatılacaktır.
Avni
Paşa’nın en etraflı biyografisini yazan büyük tarihçi İbnülemin Mahmud Kemâl
Bey; “Kibir, azamet, hırs, tama, kin
garaz, gadr, hıyanet, istibdat, inat, istihza ve istihfaf timsali idi, af ve
merhamet duygularına yabancı idi” diyor. İkinci Abdülhamid, Avni Paşa
hakkında onun ölümünden yıllarca sonra; “Hain
ve nankördü, ne yaptıysa şahsî garaz eseridir,
devletin menfaati için değildir” hükmünü veriyor. Cevdet Paşa, Mahmud
Celâleddin Paşa, Memduh Pasa, Abdurrahman Şeref Bey gibi çok tanınmış bütün
tarihçiler, Avni Paşa’nm ahlâkını aynı fevkalâde ağır hükümlerle
değerlendiriyorlar. Medhini yapan ciddî bir tarihçi yoktur.
Sultan
Aziz’e yaptıkları, Avni Paşa’nın, her türlü necâbet hissinden uzak, klasik bir
“alçak adam” tipi olduğunu ortaya koyar. Zira, bir darbe yapıp devlete el
koymak başka şeydir, bunu şahsî zevk hâline getirip manyaklığını göstermek
başka şey... Abdülaziz Hân, bütün Türklerin hâkanı ve bütün Müslümanların
halîfesidir. Hazret-i Peygamberin meşru halefi ve üzerinde güneş batmaz bir
imparatorluğun devlet başkanıdır. Asker ve denizci doğmuş, ordusunun ve
donanmasının içinde yaşamış, manevralarına katılmış, erlerle karavana yemiş
bir hükümdardır. Hayatında tek kişiyi ne öldürmüş, ne belirli bir zulüm
yapmıştır. Avni Paşa’ya, Kuzguncuk’taki yalısını satın alıp döşeyebilmek için
hazîne-i hassasından 15.000 altın ve Bâb-ı Âlî ile yalısı arasında gidip
gelebilmesi için beş çifte (yani 10 kürekçinin çektiği) muhteşem bir yaldızlı
kayık ihsan etmiştir.
Sultan
Abdülaziz’i, Topkapı Sarayı’ndan Ortaköy’e getiren, bu meşhur kayıktır.
Hânedâna mahsus bir sürü kayık olduğu halde Avni Paşa, bu kayıkla hâkanı
naklettirmiştir. Memduh Paşa’nın ifâdesiyle; “Avni Paşa’yı tebcil lutfuyle Sultan Aziz’in ihsân ettiği bu kayığı
paşa, efendisini tezlil yolunda kullanmıştır.” Böyle şeylerden zevk
alabilecek tıynette bulunan bir adamın, ruh sağlığına sahip olamayacağı
apaçıktır.
Bu
olay hakkında Mahmud Kemâl Bey: “Hüseyin
Avni Paşa’nın, akıl ve zekâsıyla, ilim ve marifetiyle tanınmış, pek çok lutfunu
gördüğü bir padişah olan Sultan Aziz’e bu alçaklığı yapması onun, her türlü
mânâsiyle nefis zilleti içinde bulunduğunu gösterir” diyor.
İsmail
Hâmi Dânişmend, hâdiseyi; “Avni Paşa’nın
kalbinde, kinden başka hiçbir hisse yer yoktu” şeklinde vurgular. Mehmed
Zeki Pâkalın; “İntikam almak en büyük
zevki idi” diye yazıyor. Bizzat Avni Paşa’nın da kendisi hakkındaki hükmü
aynı şekildedir. Darbe günü Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’e; “Muvaffak olduğum şu sırada hâsıl eylediğim
ferah ve memnuniyet kadar dünyada hiçbir şeyden lezzet almadım” demiştir.
On
iki milyon kilometrekareye hükmeden bir imparatorluk, 30 Mayıs günü işte böyle
bir manyağın elindedir.
Sultan
Aziz’i Sarayburnu’ndan alan kayık, Avni Paşa’nın emriyle, Ortaköy’e yanaşmadan
evvel, bir müddet, yol değiştirerek, Kuzguncuk’ta paşanın padişah ihsânı
yalısının önünde durdurulmuştur. Avni Paşa, hâkanı, pencereden keyifle
seyretmiştir. Zevkine o derecede dalmıştır ki, pek çok kişinin bu manzarayı
kanlı gözyaşları ile seyrettiğinin farkında bile olmamıştır.
Bu
devrin çok ciddî tarihçilerinden biri Ali Fuad Türkgeldi şöyle diyor:
“Âlî Paşa’dan sonra gelen sadrâzamların
hemen hiçbiri devletin ne iç, ne dış siyasetinde muvaffak olamadılar. Mahmud
Nedim, Midhat, Şîrvânî-zâde Rüşdü, Mütercim
Rüşdü, Hüseyin Avni Paşalar gibi vezirler, Alî- Fuad Paşalar’ın başlarında
bulundukları yıllarda, Âlî ve Fuad Paşalar’ın, dirayeti ve kontrolü altında iyi
hizmetler etmişlerdi. Fakat onların ölümünden sonra tek başlarına kaldılar,
artık başlarında kimse yoktu. Ne tek başlarına, ne birkaçı bir arada bilgileri
ile tecrübeleriyle, Âlî-Fuad Paşalar’ın yerini tutamadılar...”
Avni
Paşa’nın bu meş’um darbede kör âleti olan Süleyman Paşa’nın da kumandanı
hakkındaki fikirleri onun lehinde değildir. Sonradan Hiss-i İnkılâb adlı eserinde, bu işi Avni Paşa’yı sevdiği için
değil, Meşrûtiyet için yaptığını, yoksa Avni Paşa’nın ahlâkının sevilecek bir
şey olmadığını yazar. Gene Avni Paşa, darbe sabahı yalısından, ailesiyle
helâlleşerek çıkmıştır. Zira birkaç saat sonrası için sadece iki ihtimal
bulunduğunu biliyordu: Muazzam bir imparatorluğun hâkimi olmak veyâ... kurşuna
dizilmek!
Rüşdü Paşa’nın Durumu
Avni
ve Midhat Paşalar veyâ Süleyman Paşa, Ahmed Paşa gibi askerlerin çok cesur
insanlar oldukları, biyografileri ile sabittir. Bunu herkes biliyordu ama
ihtiyarlığından dolayı “Koca” denilen Mütercim Rüşdü Paşa... Onun gibi
gölgesinden korkan bir adamın, böylesine cür’etli ve tehlikeli bir darbe işine
girişmesine, herkes hayret etti...
Rüşdü
Paşa’yı nihâî olarak bu işe sevkeden hâdise, Sultan Aziz’in birkaç gün sonra
kabineyi değiştireceği, Rüşdü Paşa’yı azledeceği, hattâ gene -herkesin nefret
ettiği- Mahmud Nedim Paşa’yı iktidara getireceğini ağzından kaçırmasıydı.
Padişahın bu tedbirsizliği, Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar’ın hemen harekete
geçmesinin âmilidir. Zira Mahmud Nedim Paşa’nın yeni bir sadâreti, ancak Avni
ve Midhat Paşa’nın birer görevle İstanbul’dan çıkarılması şartıyla kabul
edeceğini padişaha bildirdiği duyulmuştu. Bunu Bâşmabeynci Hâfız Mehmed Bey,
dostu olan Avni Paşa’ya –bir dostluk eseri olarak- bildirmişti. Saray’ın çok
yüksek bir görevlisinin ve padişahın görüşme yaptığı hemen herkesin yanında
-görevi icabı- bulunan bir padişah yakınının, görüşülenler mutlak şekilde sır
olduğu halde, dışarıya sızdırması, Türkiye hâkanının; Saray’ına da, çevresine
de, adamlarına da, belki ailesine de hâkim olmadığını, gaflet uykusunun en
derinlerine daldığını açıklar.
Mahmud
Nedim Paşa, Avni ve Midhat Paşalar, İstanbul’dan uzaklaştırılmadan yeniden
görev kabûl etmemekte, kendi bakımından haklı idi. Zira son Mahmud Nedim Paşa
kabinesini düşüren öğrenci ayaklanmasını bu iki paşanın tertip ettiği kesin
şekilde anlaşılmıştı.
Hâkanın,
Rüşdü Paşa’dan da sıdkı sıyrılmıştı. Paşanın dalkavukluğundan nefret ediyordu.
Birkaç defa Rüşdü Paşa’nın diğer vezirler gibi kendisini sağ eliyle yerden
temenna ederek selâmlamamasını, çok dalkavukça sözler söyleyerek sıkılmasına
sebep olmamasını duyurmuş, fakat Rüşdü Paşa âdetinden vazgeçmemişti. Sultan
Aziz; belki çok kaba insanlar gibi nezâketin ötesinde nâzik mizaçtaki
insanların da makbul adamlar olmadıklarını, ruhen bozuk olduklarını fark
etmiştir. Şurası muhakkaktır ki, Rüşdü Paşa’nın aşırı nezaketinden, Avni
Paşa’nın kabalığı derecesinde hoşlanmıyordu.
Başmâbeynci
Hafız Mehmed Bey bir gün Rüşdü Paşa’ya:
Efendimiz,
zât-ı devletleri için; “Câri olan âdet
veçhile küçük bir âdâb ile huzuruma girsin, öyle fazla hulûskârlıklarda
bulunmasın, sıkılıyorum!” buyurdular, dedi.
Rüşdü
Paşa, âdeti veçhile sol eliyle sakalını karıştırarak Başmabeynciye:
-
Aman beyefendi oğlum, dedi; padişahlara nasıl muamele edileceğini sen mi bize
öğreteceksin? Gençliğimde Beykoz Kasrı’nda, padişahımızın pederleri Sultan
Mahmud Hân Gazi Cennet-Mekân’ın hizmetinde idim. Rusya imparatorluk
prenslerinden mareşal rütbesinde bir grandük, huzur-ı hümâyunlarında idi.
Abdülaziz Hân Efendimiz çok küçük çocuk ve lalasının kucağında idi. Grandük,
Abdülzaziz Hân efendimizin iki ayağını tutup öptü. Sen şimdi Efendimiz’in
huzurunda yer öptüğüm için günaha girdiğimi, Efendimiz’in böyle şeyi
istemediğini söylüyorsun. Ben padişahımızın ağabeyi ve pederi cennet-mekânların
hizmetlerinde, müşîrliğinde, vezirliğinde, hattâ sadâretinde bulundum.
Padişahlara muamelenin nasıl olacağını padişahımızdan iyi bilirim!
Bu
Rüşdü Paşa’yı darbeden birkaç gün önce tekrar sadrâzam yapan Abdülaziz Hân:
-
Sizi halk istediği için me’mûr ettim, diyerek mühr-i hümâyûnu vermişti. Bu
sözdeki gizli tehdidi sezen Rüşdü Paşa:
-
Aman Efendimiz, dedi; halk bizi ne bilsin? Nâmımızın şöhret bulması, şahane
teveccühlerinizin eseridir!
Avni
Paşa hırsız, Midhat Paşa menfaatlerine düşkün olarak bilindiği halde, Rüşdü
Paşa, namuslu devlet adamı şeklinde tanınmıştı. Gerçekten Vefa’daki konağında,
Avni ve Midhat Paşalardan çok daha mütevazı şartlar içinde yaşardı. Gerçi
yıllar önce Avni ve Midhat Paşalar’la Abdülaziz Hân aleyhinde konuşmuş adamdı. Fakat
gerçekte padişahın tahttan indirilebileceğini de pek sanmıyordu. Avni ve Midhat
Paşaları hoş tutmak için onlarla aynı fikirde imiş gibi görünüyordu. Zâten
herkesle aynı fikirde olmaya (!) çalışırdı. Midhat Paşa, onun bu tabiatını
biliyordu. Darbeden önce Rüşdü Paşa’yı:
-
Eğer darbe işinde bizden ayrılırsanız, millet sizi Beyazıt Meydanında parça
parça eder, diye tehdit etmişti.
Sadrazamlık
mevkiinde iken ihtilâlin dışında kaldığı takdirde tasfiye edileceğini bilecek
kadar tecrübeliydi Rüşdü Paşa. Kendisi gibi en tecrübeli, Fuad Paşa’dan bile
önce Sultan Mecid zamanında sadrazamlık etmiş beyaz sakallı bir vezir dururken,
Sultan Aziz’in başkalarını iktidara getirmesi dolayısıyla padişaha muhabbetini
kaybetmişti. En küçük zorluklarda istifasını yazmak huyundan dolayı Sultan Aziz
ve sadrâzamları onu, hattâ birçok kabinenin dışında bırakmışlar, eyâletlere de
yollamamışlardı. Fakat gene de bir hâkan-halifeyi tahtından indirmenin devlette
husule getireceği sarsıntıları takdir edecek tecrübe ve zekâsı vardı. Darbe
işine zor şekilde, âdetâ isteksizlikle yanaştı. Sonradan bir yakınına:
Aslında
Avni Paşa’nın niyetini padişaha bildirmem lazımdı, demiştir; fakat bu çok zor
bir işti. Zor olduğuna inanmayabilirsiniz. Fakat Abdülaziz Hân’ın mizâcını
bilmek lâzımdır. Böyle bir ihbar üzerine derhal Avni Paşa’yı çağırır, Rüşdü
Paşa beni tahtımdan indirmek istediğini söylüyor der, meseleyi benimle Avni
Paşa arasında bırakır, beni himaye etmez, üstelik Cenâb-ı Hak’tan gayrisi
tarafından tahtından indirilebileceğini tasavvur etmeyecek mizaçta olduğu için
Avni Paşa’yı belki azleder, fakat muhtemelen lâyık olduğu şekilde
cezalandıramazdı. O zaman Avni Paşa’yı tanırsınız, bütün kini benim üzerime
teveccüh ederdi. Böylesine bir kine karşı koymaya ben muktedir değildim! Zira
Avni Paşa benim darbe işine karışmak istemediğimi bilirdi. Kaç defa açıkça
tehdit etmiştir ama ben gene vazifemi yaptım. Abdülaziz Hân’ın büyük oğlu
Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi’nin, Avni Paşa’nın babası hakkındaki niyetleri
üzerinde kulağını büktüm. Ne oldu dersiniz? 19 yaşında tecrübesiz Şehzâde,
Avni Paşa kendisine çok iltifat ettiği ve Avni Paşa’yı bir büyük asker sandığı
ve belki kendisinin hayran olduğu, hürmet ettiği için, söylediklerimi Hüseyin
Avni Paşa’ya anlattı. Hem de bu boşboğazlığı seraskerlik makamında, Avni
Paşa’nın odasında yaptı. Belki bana inanmadı, Avni Paşa’ya oyun oynayıp onu
ordunun başından attırmak istediğimi sandı. O da babası gibi, biz vezirlerin
bir hâkan-halifeyi tahtından edebileceğine inanmazdı. Söylediklerimi babasına nakletmeye
cesaret edemedi, gitti Avni Paşa’ya anlattı. Avni Paşa hükûmet toplantısından
önce bana hâdiseyi anlattı ve tehdit eder şekilde benimle istihza etti!... Avni
Paşa’ya; “Tasavvur olunan iş, bir büyük meseledir, epeyce düşünmek lâzımdır,
acele işe şeytan karışır” deyip darbe işini hiç olmazsa geciktirmeye çalıştım.
Fakat Avni Paşa tehdidini artırarak; “Paşa Hazretleri, siz vatanın ve milletin
tehlike içinde olduğuna aldırmayıp vazgeçirmeye bakıyorsunuz, mutlaka vatan,
millet ve zât-ı devletiniz için muzır bir netice mi bekliyorsunuz?” diyerek
küstahlığını artırdı. Sadrâzam ve en kıdemli vezir olduğum için, benim
kendilerinin önüne düşmem icab ettiğini söyledi. Hattâ vesveseli, korkak ve
hesaplı, heyecanlı ve telâşlı, ciddî işlerden kaçınır olduğumu imaya cür’et
etti! diye anlatmıştır.
Rüşdü
Paşa’nın anlattıklarının büyük kısmı doğru olmak icab eder. Cenâb-ı Hakk’ın
bir işi takdir ettiği zaman, gören gözleri kör ettiğine dair, tarihte bunun
gibi pek çok örnek vardır...
Darbeyi İhbar Teşebbüsleri
Darbeyi
padişaha ihbar için yapılmış başka tecrübelerden de biraz bahsetmek, konuya
daha aydınlık getirecektir. Başka olaylar da Rüşdü Paşa’nın açık bir şekilde
hareket etmekle beraber, padişahı ikaz etmek istediğini, bu ikazı yapamayınca
da darbeye katılmayı, darbeyi karşılamaya tercih ettiğini göstermektedir.
Aslında darbe sırasında sâdrazam olduğunu, serasker ve ordu da onun emrinde
bulunduğu, kendisinin de sivil hayata geçmeden önce müşîrlik rütbesine çıkmış
eski bir asker bulunduğu için, darbeyi önlemek görevi, herkesten, padişahtan
bile önce, kendisine âiddi. Fakat bazı çok hesaplı teşebbüsleri oldu. Darbeden
birkaç gün önce Sultan Aziz’in mâbeyncilerinden Emin Bey’i yalısına akşam
yemeğine çağırdı. Söz arasında şunları söyledi:
Beyefendi
oğlum, sizler Efendimiz’in sarayda çevresindeki adamlar olarak ne
yapıyorsunuz? İş işten geçiyor. Gaflet üzeresiniz. Ne türlü tedbir alıyorsunuz?
Bulutlar alçaldı, fırtına alâmetidir!
Ama
bu mâbeyncide bunları hâkana iletecek yürek yoktu. Emin Bey, ancak âmiri olan
Başmâbeynci Hâfız Bey’e iletti ki, bu adam da, Avni Paşa’nın dostu idi; Avni
Paşa’ya zarar verecek bir şeyi padişaha nakletmezdi. Esasen Avni Paşa’nın ne
hâkanı devireceğine, ne de istese dahi böyle bir şeye iktidarı bulunacağına
kafasını kesseler inandırılamazdı…
Rüşdü
Paşa’nın son sadâretteki selefi Mahmud Nedim Paşa da ihbar teşebbüslerinde
bulundu. Onun bilgisi, kesin bir sezgi mâhiyetindeydi. Elinde delil yoktu.
Fakat Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın huzuruna çıktı:
Vâlide-Sultan
Efendimiz, dedi; Avni Paşa asıl hâkanımıza düşmandır. Bana düşmanlığı, solda
sıfır kalır. İş işten geçmeden tedbir alınmak gerekir.
Vâlide-Sultan;
“Aman efendim” diye cevap verdi, “Arslanıma hiç böyle lakırdı söylenir mi?” 1
1
Anneleri padişahlara “arslanım” ve bazen “kaplanım” diye hitab ederler, “oğlum”
diyemezler, başkaları gibi “padişahım, efendimiz” falan da demezlerdi.
Başlangıcından sonuna kadar Osmanoğulları’nda padişah ile annesi arasındaki
protokol budur. Keza padişah, istese de annesinin elini öpemezdi. Zira
padişahın velev annesi olsun bir faninin elini öpmesi, temsil ettiği Türk
Milleti’ne ve dünya Müslümanlarına karşı saygısızlık sayılırdı.
Mahmud
Nedim Paşa, Avni Paşa’nın bir sûikasde doğru gittiğini Yusuf İzzeddin Efendi,
hânedânın işlerini çeviren eski nâzırlardan Vezir Kemâl Paşa gibi başkalarına
da bildirdi. İhbarın artık çeşitli kaynaklardan geldiğini kestiren Yusuf
İzzeddin Efendi, nihayet bütün cesaretini toplayarak babasına durumu anlattı.
Abdülaziz
Hân, kılı kıpırdamadan ve yüzünde tek çizgi oynamadan büyük oğlunu dinledikten
sonra ona şu cevabı verdi:
-
Bu naklettikleriniz, Mahmud Nedim Paşa’nın vesve-seleridir!...
İzzeddin
Efendi, babasının cevabını Mahmud Nedim Paşa’ya naklettikten sonra:
-
Ne yapayım? dedi; pederi ikna etmek mümkün olmadı. Bâri Hüseyin Avni Paşa
saraya gelince ben tabancamı çekip onu vurayım!
Şehzâde
tabancasını çekip Hüseyin Avni Paşa’yı vurmadı. Aynı işi, sadece 20 gün sonra,
başka bir subay yapacaktı...
Saray-ı
Hümâyûn’un en büyük âmiri ve çok dürüst bir adam olan eski Mâbeyin Müşîri Ferid
Paşa da, Avni Paşa hakkında Vâlide-Sultan’ın dikkat nazarını çekti. Fakat bir
şey çıkmadı. Mahmud Nedim Paşa, tekrar Pertevniyâl Sultan’ın huzuruna çıktı:
-
Vâlide-Sultan Efendimiz, dedi; Avni Paşa’nın, Efendimiz’e bir süikast
teşebbüsünde bulunacağı hakkındaki rivayetler fevkalâde kesâfet kazanmıştır.
Padişahımızın yanıbaşındaki en yüksek me’mûr olan Başmâbeynci Hâfız Mehmed Bey
de derhal değiştirilmelidir. Zira Avni Paşa’nın dostudur. Hem padişaha Avni
Paşa aleyhindeki gerçekleri bildirmiyor, hem de Avni Paşa hakkında padişah ile
kim ne konuşuyorsa korkarım ki bir vasıta ile ona iletiyor.
Nihayet
Vâlide-Sultan, bin tereddütle oğluna gidip kendisine anlatılanların bir
kısmını aktarmaya cesaret etti. Padişah, Avni Paşa’yı ordunun başından
uzaklaştıracağına, gayet garip bir tedbir aldı: Veliahd Murad Efendi’nin,
sayfiyedeki köşkünden derhal Dolmabahçe Sarayı’ndaki Velihat dairesine
gelmesini irâde etti. Veliahd’ı el altında bulundurmak ve tahta geçmesini
önlemek istediği âşikârdır.
Öyle
ya sarayında, bütün bir Birinci Ordu’nun ve milletin muhafazası altında idi.
Hangi kudret, kendi Saray’ında, iradesine rağmen bir şey yapabilirdi?..
Başmâbeynci
Hâfız Mehmed Bey, Mâbeyn-i Hümâyûn Başkâtibi -çok dürüst bir adam olarak
tanınmış- Âtıf Bey’e:
Beni
şikâyet ediyorlar, Hünkâr’a bazı şeyleri bildirmemekle itham ediyorlar, dedi.
Benim vazifem, her işittiğim saçmayı padişaha bildirerek onu rahatsız etmek (!)
değildir!
Hâlbuki
büyük makamdakilerin çevresinde bulunanların görevleri, çok uyanık olmaktır.
Gafil mizaçta olanlar, çevreye girememelidir.
Avni
Paşa, elini çabuk tutmadığı takdirde başının çok büyük derde gireceğini, hattâ
belâlardan belâ seçmesi gerekeceğini artık anlamıştı. Padişah aleyhindeki
tutumu yıllardan beri devam ediyordu ve artık ortalık bulanmaya başlamıştı.
Bir gün Mâbeyn-i Hümâyûn Başkâtibi Âtıf Bey’e:
Mahmud
Paşa’nın yine sadrâzam olacağı söyleniyor, sahih mi? diye sordu. Padişahın
başkâtibi yalanladı.
Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi
Şehzâde
Yusuf İzzeddin Efendi ise Avni Paşa’ya inanıyor, aleyhinde söylenenlerin
paşanın düşmanlarınca uydurulduğunu sanıyordu. Bir gün seraskerlikte Avni
Paşa’ya:
Paşa,
dedi; büyük vâlidem (Pertevniyâl Vâlide-Sultan) de sizin aleyhinize döndü.
Efendimiz’e sizin hakkınızda bir şeyler söylemiş. Murad Efendi ile münasebette
olduğunuz rivayetleri çok yayıldı. Dikkat buyurunuz!
Yusuf
İzzeddin Efendi’nin, babasının yeryüzündeki en büyük can düşmanına söylediği
sözler budur. Öz babaannesini bile seraskere şikâyet etmiştir. Gafletin hududu
olmamaktadır. Hâlbuki Avni Paşa cevaben, Şehzâdeye şunları söylemiştir:
-
Efendi Hazretleri, kulunuz hakkında ne düşünürlerse düşünsünler! Nedense bir
türlü efendimizin (Sultan Aziz) îtimâd-ı şâhânelerine mazhar olamadım. Mahmud
Paşa sadâretten azledilir, gene eller üzerinde, padişahımızın yanıbaşındadır.
Ben ise sadâretten hakaret edilerek uzaklaştırıldım!
Tabii
Krupp ve Martini şirketlerinden komisyon aldığı için azledildiğini ilâve
etmemiştir. Zira politikacıların içinde haksız olduğunu itiraf eden kimse
henüz çıkmamıştır!
Yusuf
İzzeddin Efendi, askerî paşalar, yani generallerle çok içli dışlı idi.
Bazılarına kendisini o kadar sevdirmişti ki, bir zemin hazırlansa da babası
öldüğü zaman yerine geçse, veraset Avrupa’da olduğu gibi büyük oğula intikal
etse diye düşünenler, padişah böyle bir kanun getirmek isterse seslerini
çıkarmayacaklarını söyleyenler vardı. Babası gibi asker tabiatlı olan Şehzâde
Yusuf İzzeddin Efendi’nin seraskerlikte (Savunma Bakanlığı, şimdiki İstanbul
Üniversitesi Merkez Binası) hususî odası vardı. Haftada beş gün gelir,
Paşalarla konuşurdu. Bunlardan bazıları, tam olarak bilmemekle beraber,
Serasker Avni Paşa’nın bir halt edeceğini sezmişlerdi. Fakat ellerinde kesin
delil yoktu. Bu durumda hiçbiri Şehzâdeye açılmaya cesaret edemedi. Zira genç
Şehzadenin boşboğazlığı ve Avni Paşa’ya sevgi ve itimadı biliniyordu. Böyle
bir ihbarı Avni Paşa’ya yetiştireceği tahmin ediliyordu. O takdirde Avni Paşa,
generallerin canına okur, derhal emekliye sevk ederdi. Özet olarak şunu kesin
şekilde söyleyebiliriz: Seraskerlikte görevli olan ve Türk Ordusu’nun
karargâhında bulunan, bütün generalleri şahsen tanıyıp görüşen Yusuf İzzeddin
Efendi’nin, darbeyi önlemek için en küçük hizmeti olmadıktan başka, tecrübesizliği
ve babasına, kimsenin kötülüğü dokunamayacağı hakkındaki yanlış itikadı
yüzünden, belki de istemeyerek darbeye hizmet etmiştir!
İkinci
Abdülhamid lâyiha şeklindeki bir yazısında, çok sevdiği amcası Abdülaziz Hân’ın
bu olaydaki tutumunu şu şekilde şiddetle tenkit etmektedir:
“Avni Paşa ve etrafındaki haşarât, herkesi
Sultan Abdülaziz’den uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Cennet-mekân Hâkan da âdetâ
onlara yardım etmiştir. Bu haşarâtın ayaklandırdığı bir avuç insanın
nümayişini, milletin arzusu sanmış, şahsına ve devlete sadık adamları azletmiş,
şahsına ve devlete yaramaz adamları
eliyle iktidara getirmiştir. Avni Paşa ve etrafındakilerin maksadı da zâten bu
idi. Nümayişe katılanlar asker ve ders kaçağı yobazlar idi ki, Midhat Paşa’nın
Sultan Murad’dan aldığı paradan birer mecidiyeyi (bir altının beşte biri)
Çapan-zâde Âgâh Efendi (ünlü gazeteci) kendi elleriyle bunlara dağıtmıştır.”
Rüşdü
Paşa derecesinde olmamakla beraber, Midhat Paşa da büyük tereddütlerden sonra
darbeye katılmaya karar vermiştir. Bu tereddüdün bir sebebi devlet düzenini
bozmak endişesi ise, diğer sebebi de, Avni Paşa’nın mizaç ve ahlâkına olan
güvensizliktir. Hele Midhat Paşa kesin şekilde bir asker diktatörün sultasına
girecek karakterde değildir. Ama gene karakteri icabı, bazen önünü
görebilmekte, fakat asla uzağı farkedememektedir. Devamlı sadrâzam olmak sâbit
fikrini taşımaktadır. Sultan Abdülaziz bunu sağlayabilirse Murad Efendi için
kılını kıpırdatacak değildir. Belki Meşrûtiyetten de taviz verecektir. Yahut
Meşrûtiyetin sınırları üzerinde padişahla anlaşmaya hazırdır. Bir bakıma
Meşrûtiyeti Sultan Aziz’e kabûl ettirmek, Avni Paşa’ya kabûl ettirmekten çok
daha kolaydır. Midhat Paşa bunun da farkındadır. Yoksa Sultan Aziz’e, Avni Paşa
gibi şahsî bir kini yoktur. Sadece padişahı sevmemektedir.
Hayatı
derinden incelenirse Midhat Paşa’nın kimseyi gerçekten sevmek kabiliyeti
olmadığı ortaya çıkar.
Midhat
Paşa, darbeden birkaç gün cince Sultan Aziz’den mülâkat istedi ve huzura kabûl
edildi. Hüseyin Avni Paşa’nın “istibdadı yüzünden” sevilmediğini ve sadrâzam
olmadığı halde nâzırları tehdit eder tavra kadar işi vardırdığını söyledi.
Sınırlı bir Meşrûtiyet, Tanzimat Fermanı’nı genişletecek bir anayasa ile işin
içinden çıkılacağını arz etti. Sultan Aziz, müsbet ve menfî bir cevap vermedi.
Esasen böyle bir cevap Midhat Paşa’ya değil, o sırada sadrâzam olan Rüşdü
Paşa’ya verilebilirdi. Bu mülâkatı Midhat Paşa, Rüşdü Paşa’ya anlattı ve Avni
Paşa’dan saklaması hususunda iki paşa mutabık kaldılar. Fakat daima
duygularıyla hareket eden ve merkezî devlet idâresinde aldığı son tesire göre
fikir değiştiren Midhat Paşa’nın artık Sultan Aziz’in itimadını kaybetmiş
olduğu düşünülebilir. Zira sevgi ve sevgisizlik, ekseriya karşılıklıdır. Midhat
Paşa’nın Topkapı dışında Çırpıcı Çayırı’ndaki Arabzade Çiftliği’ni satın
alarak yaptırdığı mâlikâne içindeki mükellef köşkünde her gece kurulan
çilingir sofralarında paşa, hâkan hakkında sevimsiz şeyler söylüyor, bunlar
ertesi gün duyuluyordu...
Eh
Sultan Aziz de, sarayında Avni ve Midhat Paşalar’ın taklidini yaptırıp
eğleniyor, bunlar da dışarıya sızıyordu. Her iki paşa kızıyorlardı. Hattâ Avni
Paşa, padişahın ordusunun başında bulunduğunu; böyle maskaralıklardan
vazgeçilmesini bir Saray görevlisine söylemişse de, bu da alelusul hâkana
bildirilmeye cesaret edilememişti. Orta oyunu san’atkârları ne söylüyorlarsa,
Avni Paşa’ya ağır gelmişti...
Hal’ Fetvası
Hâkanın
tahtından indirilmesi, alelusûl bir fetvaya bağlanmak gerekiyordu. Bu
traji-komedi şöyle sahneye kondu:
Darbeden
bir gün önce cunta, yakında Sultan Aziz’in hal’ edileceğini (tahttan
indirileceğini) birkaç kişiye duyurmuştu. Bunların arasında en değerli
vezirlerden Safvet Paşa da vardı ki, sonradan sadrâzam olmuştur ve Âlî-Fuad
Paşalar ekibinin en muktedir diplomatlarından biri idi. Gene bir gün önce,
hal’ fetvâsını hazırlamak icab etmiştir. Hâkanın sıfatlarından biri halife
olduğu için, hal’inin fetvâ’ya bağlanması şarttı. Aksi takdirde hâkanlık
tahtından düşmüş, fakat halifelik sıfatı devam ediyor durumunda kalırdı.
(Osmanlı padişahları gibi Sultan Aziz de 4 defa imparator sayılırdı: Türkiye,
Doğu Roma, Mısır ve Hilâfet (Halifelik) taçlarının her biri ayrı imparatorluktu
ve bunların hepsini padişah şahsında birleştiriyordu). Üstelik fetvâ, halkı
uyutmak ve şerbetlemek için bir propaganda vasıtası idi. Fakat yalana dayanan
bir fetvânın ters tesir ettiği düşünülememişti.
Fetvâ,
önce Şerif Abdülmuttalib Efendi’den istendi. Peygamber torunlarından olduğuna
inanılan 86 yaşında, fakat cin gibi bir pîr-i fâni idi.2 Cunta mensuplarına
şöyle dedi:
2
Büyiik virtüöz Şerif Muhiddin Targan’ın ve Damad Abdülmecid Beyefendi’nin
büyükbabasının babasıdır.
-
Bir padişahı hal’ etmek için onun ya küfr etmesi (dinden sapıtması), ya cünun
getirmesi (deli olması) lâzımdır. Sultan Aziz kâfir mi oldu, mecnun mu?
Avni
Paşa, hukukî ve şer’î işleri bilmediği için sustu. Kimsenin sesini
çıkarmadığını görüp telâşlanan Kasımpaşalı seviyesiz Şeyhülislâm Hasan
Hayrullah Efendi:
-
Ben Sultan Aziz’in küfrüne şehâdet ederim! dedi.
Ama
Sultan Aziz’in niçin “kâfir” yani, Müslüman di-ninden sapıtmış olduğunu
söyleyemedi. Koca Mütercim Rüşdü Paşa ise, anlamsız sözler sarf edildiğini
görüp:
-
Eğer Sultan Aziz, dedi; daha on gün hilâfet makamında bulunursa, Memâlik-i
Mahrûsa (imparatorluk ülkeleri) mahvolur!
En
pratikleri Midhat Paşa oldu. Fetvâ Emîni Filibeli Kara Halil Efendi, baba dostu
idi ve şeyhülislâm olabilmek ümidiyle “hal’
emr-i hayrına çarşaf kadar fetvâ yazarım” diyen başka bir aşağılık yobazdı.
En kutsal bir müessese olan fetvâ’yı nasıl anladıklarını gösterip dinlerini
berbat ettiklerine ehemmiyet bile vermiyorlardı. Bir rütbe atlamak için din
de, millet de, hâkan-halife de, sevgili nefislerine kurban olsundu! Bu sarıklı
cuntacıya Midhat Paşa şu talimatı verdi:
-
Fetvâ’nın kuvvetli olması için, padişahın hem aklen, hem dinen kusurlu
bulunduğunu yazmak icab eder. Fetvâ mukaddestir, ne denirse halk inanır! Halk
üzerinde müessir sözler bulunması da icab eder.
Bu
şekilde fetvâ’yı kazasker efendi değil, Midhat Paşa dikte etti. Halil Efendi ancak
usûlüne uygun hâle getirip düzeltti. Dinin ne yalanlara âlet edilebildiğini
gösterir en kesin vesikalardan biri olan ve Türk imparatorluğunun kaderini
değiştiren bu tarihî fetvâ şöyledir:
“Emîrü’l-Mü’minîn (halife) olan Zeyd (kişi)
muhtellü’ş-şuûr (deli) ve umûr-ı siyâsiyyeden bîbehre (politikadan anlamaz)
olup emvâl-i mîriyyeyi (devlet hazînesini) mülk-ü milletin tâkat ve tahammül
edemiyeceği mertebe masârif-i nefsâniyyesine (şahsî masraflarına) sarf ve
umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi (din ve dünya işlerini) ihlâl-ü teşvîş
(karmakarışık) ve mülk-ü milleti tahrîb edip, bekaası (makamında kalması)
mülk-ü millet hakkında muzırr olsa, hal’i (tahttan indirilmesi) lâzım olur mu? (İslâm dini bakımından gerekir
mi?) Beyân buyrula.
El-cevâb: Allâhü Ta’âlâ a’lem (Cenâb-ı Hak
bilir ki) OLUR!”
Bu
fetvâda Abdülaziz Hân:
1-
Şuuru bozuk, yani deli olmakla,
2
- Din işlerini karıştırmak, yani dinden sapıtmakla,
3
- Devlet hazînesini şahsı için sarf etmekle,
4
- Dünya ve siyaset işlerini de karıştırıp imparatorluğu tahrip etmekle,
5
- Siyasetten anlamamak, dolayısıyla devlet başkanhğı, görevini yerine getirmek
yeteneğinden yoksun olmakla,
6
- Vücudu din ve devlet, millet ve memleket için zararlı olduğundan dinimiz
hükümlerine göre saltanat ve hilâfet görevlerini yerine getirmek hakkını
taşımamakla, itham edilmektedir.
Şimdi
bu ithamların doğruluk derecelerini tahlil edelim:
Midhat
Paşa, yıllar sonra kaleme aldığı Tabsıra-i
İbret adındaki hâtıralarının ilk cildinde, Abdülaziz Hân hakkında aynen şöyle
demektedir:
“Sultan Abdülaziz, âkil ve fatıyn ve
hayrhâh-ı devlet ve âlî-himmet bir zât olduğu ve devlet ve memleketin hüsn-i
idâresi kaanûn ve nizâm ile olmak lâzım geleceğini cümleden ziyâde bildiği
halde, Âlî Paşa’nın vefâtını müteâkıb umûr-i devletde birçok sûiistîmâlât
meydân almış idi.”
İşte
1876 Mayısının 29. mübarek günü yukarıdaki fetvâ’yı hemen hemen kendisi yazan
veyâ dikte eden Midhat Paşa birkaç yıl sonra, hâtıralarında böyle demektedir:
-
Sultan Abdülaziz yalnız akıl sahibi değil, aynı zamanda ince zekâ sahibi idi,
-
Devletin iyiliğini isterdi,
-
Devlet için yüksek bir çaba içindeydi,
-
Devlet ve memleketin iyi idâresinin ancak yasalar ve düzeni muhafaza etmekle
mümkün olduğunu herkesten (yani biz vezirlerden) daha iyi bilirdi.
-
Fakat Âlî Paşa öldükten sonra devlet işlerinde çok kötülükler oldu.
Şu
halde Midhat Paşa, fetvâsı’nı yalanlamaktadır. Fetvada hâkanın deli, kitabında
akıllı ve zeki olduğunu yazıyor. Padişahın dinsiz olduğu iddiasını ise
kitabında tekrar etmeye bile cesaret edemiyor. Yeteneklerinin “cümle”
vezirlerden üstün olduğunu söylüyor. Niyetinin de iyi olduğunu tasdik
buyuruyor. Ama, diyor, Âlî Paşa’nın ölümünden sonra çok kötülükler oldu. Bu
kötülüklere padişahın iştiraki’ni söylemek istiyor. Bu son ithamın cevabı
şudur:
Devlet
idaresi bir bütündür. Kötülüklere padişahın katıldığı hakkındaki itham, bu
bakımdan derhal reddedilemez. Elbette Sultan Aziz’in de kötü davranışları
olmuştur. “Sûistimâl” yapan vezirlerini, marifetlerini duyunca, sadece azletmiştir
(bunların başında Avni Paşa’yı, Krupp ve Martini firmalarından komisyon aldığı
için sadrazamlıktan uzaklaştırması gelir). Hâlbuki yürürlükteki Tanzimat
Fermanı’nın o yıllar içindeki anayasa kuvvetindeki hükümleri çok açıktır:
Suiistimal yapan sadrâzam olsun, nahiye müdürü olsun, derhal “alenî” yani açık
yargı yapan mahkemeler önüne çıkarılır. O devirde bu görev, dîvân-ı âlî
vazifesi de yapan Şûrây-ı Devlet’e âitti. Eğer vezir mahkûm olursa, çaldığı
para kendisinden alınır ve hayat boyu devlet görevlerinden mahrum olur. Suçu
ayrıca bunu gerektiriyorsa, hapis de edilebilir. Yalnız incelik şuradadır:
Padişah, böyle bir müracaat yapmaya mecbur değildir. Esasen gayrı mes’ul bir
devlet başkanıdır. Ancak üç sebeple tahtından indirilebilir: Delilik, dinden
sapıtmak ve vatana ihânet. Bu üç suçtan en az birini işlese dahi padişah,
ancak tahtından indirilebilir. Ne hapsedilebilir, ne de idam edilebilir. Düzen
budur...
Bir
vezîrin yargı önüne çıkartılmasını istemek hakkı padişahta vardır. Esasen
nazarî olarak padişahta bütün haklar mevcuttur. Fakat bu görev, asıl
sadrâzamındır. Nâzırlardan en az biri, hükûmete, diğer bir nâzırın veyâ vezîrin
mahkemeye sevki için teklif getirebilir. Hükûmet bunu müzakere edip reddeder
veyâ kabûl edip sanığı yüksek mahkemeye sevk eder. Bu iş çok açıktır ki,
birinci derecede sadrâzamın görevidir. Ancak bizzat sadrâzam kötülüklerin başı
ise ne olacaktır? Vâzı-ı kanun burasını biraz muğlâk bırakmıştır. Zira bir
nâzırın, kabinesinin başı olan sadrâzamın mahkemeye sevki için hükûmete teklif
getirmesi sadece nazarî bakımdan mümkündür. Gerçekte nâzırın düşmesi ile
neticelenir. Ancak kanun, sadrâzam tayin yetkisini hâkana verdiğine göre, bir
yolsuzlukta, hâkanın müdâhale etmesini istediğini gösterir. Eh, Sultan Aziz de,
Âlî Paşa’nın ölümünden sonra boyuna sadrâzam tayin ve azletmiştir.
Midhat
Paşa’nın, Âlî Paşa’nın ölümünden sonra yolsuzluklar yapıldığını -haklı olarak-
yazdığı 5 yıllık dönemde sadrâzamlık yapanlar kimlerdir? Şimdi bunu
hatırlayalım:
Bizzat
kendisi, yani Midhat Paşa’mızdır. Bütçede kesin açık olduğu halde hâkana “bütçe
fazlası” olduğunu söylediği için -hayat boyu geldiğini sandığı- sadâretten
azledilmiştir. Diğer bir sadrâzam, Midhat Paşa cuntasının başı olan Hüseyin
Avni Paşa’dır. Nedense her sadrâzam kendisinin, Mustafa Reşid ve Âlî Paşalar
gibi ölünceye kadar iktidarda kalacağını sanarak koltuğa oturduğu için, Avni
Paşa da azlediliverince çok hayret etmiştir. Onun azil sebebi de devletin
milyonlarını cebine indirmesidir. Diğer bir sadrâzam, Mütercim Rüşdü Paşa,
yani cunta erkânından birisidir. Bu durumda Midhat Paşa; “Âlî Paşa’nın ölümü ile Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi arasında
geçen beş yılda bütün kötülükler sadece Mahmud Nedim Paşa’nın iktidar
döneminde olmuştur” iddiasında ise, bu iddiaya sadece gülünür... Evet
Mahmud Paşa çok kötü başbakanlık yapmıştır ama diğerleri de pek beğenilecek
işler yapmamışlardır...
Acaba
Sultan Aziz; evvelce akıllı ve zekî idi de, son günlerde mi delirmişti?
Olmayacak şey değildir. Her deliliğin bir başlangıcı vardır. Acaba halk buna
inanır mı idi? Bu da olmamıştır. Zira darbeden üç gün sonra Sultan Aziz’in
yazıp yeni hükümdar yeğeni V. Murad’a gönderdiği mektup, gazetelerde
yayınlanmış ve herkes, böyle bir mektubu parmak ısırarak okumuştur. Zira
mektup, o çağ edebiyatında üslûb kudretinin şâhikası sayılmıştır. Sahibinin hem
ne derecede yüksek tahsil görmüş bir adam, hem de ne derecede kıvrak zekâlı bir
hükümdar olduğunu göstermiştir. Hoş, Sultan Aziz’in fetvâ’da söylendiği gibi
“deli” olduğuna tek kişinin dahi inandığı sanılmaz...
Mektup,
Topkapı Sarayı’ndan münâsip bir saraya nakli için Sultan Aziz’in Sultan Murad’a
yazdığı tezkiredir. Tezkire; “Kendi
elimle silâhlandırdığım askerin beni bu hâle getirdiğini tahattur buyurmanızı
tavsiye ederim” gibi çok manâlı bir cümleyi de ihtiva ediyor, “Saltanat-ı Âl-i Osmân’ı Sultân Mecîd
Hazretleri’nin hânedânına tebrîk ederim” diye bitiyordu. Bu son cümlenin
mânâsı şudur: Osmanoğulları’nda saltanat, hânedânın en yaşlı şehzâdesine
kalmaktadır. Şimdi Sultan Murad padişah ve onun iki yaş küçük kardeşi 34
yaşındaki Abdülhamid Efendi, veliahd olmuştur. Sonra sırada Sultan Murad’ın
diğer kardeşleri Mehmed Reşad, Mehmed Kemâleddin, Mehmed Burhâneddin ve Ahmed
Nûreddin Efendiler vardır. Bunların hepsi, Sultan Aziz’in ağabeyi Sultan
Mecid’in oğullarıdır. Ancak bunlardan sonra sırada Sultan Aziz’in büyük oğlu
Yusuf İzzeddin Efendi vardır. Sultan Aziz saltanatı, ağabeyi “Sultan Mecid
Hazretleri’nin hânedânına” terk ve tebrik ederken, oğluna sırasının gelmesi
için uzun yılların geçeceğini de hesaplamak zekâsını göstermiştir. Ancak Yusuf
İzzeddin Efendi 1916’da veliahd iken ölmüş, saltanata geçememiştir. Bu
suretle 1876’dan 1922’ye kadar 46 yıl, birbiri ardı sıra Sultan Mecid’in 4 oğlu
(V. Murad, II. Abdülhamid, V. Mehmed Reşad ve VI. Mehmed Vahîdeddin) padişah
olmuşlardır. Sultan Aziz’in üçüncü oğlu II. Abdülmecid ancak 1922’de halife olabilmiştir. Babası Abdülaziz
Hân’dan 48 yıl sonra...
Fetvây-ı
şerîfedeki Midhat Paşa’nın eseri olduğu görüldüğü iddia edilen kesin hal’ (tahttan
indirme) delili, Sultan Aziz’in “muhtelü’ş-şu’ûr”,
yani şuuru bozuk, açık tabirle deli olduğudur. Dinden sapıttığı ve vatana
ihanet ettiği pek açıkça söylenmeye cesaret edilememiş, sadece din işlerini
karmakarışık ettiği ve devletin parasını şahsı için harcadığı iddialarına yer
verilebilmiştir.
Cenâb-ı
Hakk’ın takdirine bakınız ki, bu iddiadan sadece 12 saat sonra, Sultan Aziz’in
kuyusunu kazan halefi ve yeğeni Sultan Murad’ın şuuru bozulmuş ve birkaç hafta
içinde tamamen deli olmuştur. Bin itina ile yetiştirilen, ateşli ve cevval
zekâsı ile tanınan Sultan Murad’ın bu durumu da Avni Paşa’nın eseridir. Milleti
ve şahsına ümid bağlayan devlet adamlarını matemlere boğmuşsa da, umum
tarafından İlâhî bir ceza şeklinde tefsir edilmiş, mâsum amcasına delilik
isnadının mücâzâtı sayılmıştır. Bu suretle taht, hiç akıllarından geçmez
şekilde ikinci Abdülhamid’e açılmıştır. Yerinde anlatılacaktır.
Fetvâ’daki
diğer ithamların doğruluk derecesi üzerinde uzun boylu söz söylemeye hâcet
yoktur. Abdülaziz Hân, o sırada Rusya İmparatoru İkinci Aleksandr, Almanya
İmparatoru Birinci Wilhelm, Avusturya İmparatoru Franz Joseph nasıl bir
hükümdar iseler, öyle bir hükümdardı. Tahttan indirilmesi için sebep olmadığı
muhakkaktır. Gene tahttan indirilmesinin devlete felâketler getireceği
muhakkaktı. Bu işin, kin ve menfaat sâikasıyla 63 kişilik bir cuntanın başında
bulunan üç beş paşanın hıyanet eseri olduğu açıktır.
Beşinci Murad’ın Cülûsu
Darbe
günü Velîahd-i saltanat Mehmed Murad Efendi 35 yaşını 8 ay ve 10 gün geçiyordu.
Türk İmparatorluğu’nun ikinci veliahdı olarak doğmuştu; 15 yıldan, babası ölüp
amcası tahta geçtikten beri de veliahddı. Dünyanın en büyük
imparatorluklarından birinin vârisi idi. Türkiye 1871 yılına kadar dünya
devletleri arasında ehemmiyet bakımından -İngiltere, Fransa, Rusya’dan sonra-
dördüncü sayılırken 1871’de Prusya Krallığı’nın Almanya İmparatorluğu’na
dönüşmesiyle beşinci ehemmiyet sırasına düşmüştü. Sırasıyla İngiltere, Almanya,
Rusya ve Fransa’dan sonra dünyanın beşinci devleti idi. Bunlardan sadece Fransa
- 1871’den beri- cumhuriyetti. İşte Murad Efendi, yeryüzündeki ehemmiyeti bu
durumda olan bir Türkiye’ye vâris olmanın eşiğindeydi. Türk Ordusu -Almanya,
Fransa ve Rusya’dan sonra- dünya dördüncüsü, Türk Donanması ise -İngiltere ve
Fransa’dan sonra- dünya üçüncüsü sayılıyordu. 1876 dünyasında istiklâl sahibi
devlet sayısı sadece 58 idi (daha 1850’de 92 idi, fakat Alman ve İtalyan
devletleri ortadan kalkmış, Alman ve İtalyan birlikleri gerçekleşmişti). Dünya
nüfusu ise 1.327.000.000. Türkiye işte bu 58 müstakil devlet arasında
yüzölçümü bakımından da İngiltere ve Rusya’dan sonra üçüncü, nüfus bakımından
ise Çin, İngiltere, Rusya’dan sonra dördüncü geliyordu...
Murad
Efendi Hazretleri, çok tatlı bir 36 yıl yaşamıştı. Eski şehzadeler gibi
ihtilâller görmemiş, ataları olan eski veliahdlar gibi idam tehlikesiyle
karşılaşmamıştı. Şen, şakrak, serbest bir hayat sürmüş, Tanzimat rejiminin
hürriyetlerinden faydalanmıştı. Dolmabahçe Sarayı’nda muazzam bir Veliahd
dairesi ona ayrılmıştı ama Murad Efendi, amcasına çok yakın olmamak için, bu
daireye az uğrar, ekseriya şahsına âid İstanbul banliyölerindeki köşklerde
yaşardı.
Padişah
Saray’ında içki sofraları kurulamazdı. Padişah Saray’ına Murad Efendi’nin
çevresini teşkil eden- şâir, edip, gazeteci, bestekâr, şeyh gibi adamlar ve
sürüyle ecnebi değil, sadrâzamlar bile randevu ve protokolle girerlerdi. Gerçi
Veliahd Dairesi’nin (bugünkü Dolmabahçe Resim ve Heykel Müzesi’dir) dış kapısı
ayrı idi. Fakat gene de padişahın yanıbaşındaki bir daire yabancı misafirlerle
dolup boşalamazdı...
İngiltere,
Fransa, Belçika, İtalya, Almanya, Avusturya- Macaristan gibi birçok Avrupa
ülkesini de gören Murad Efendi, amcasının öleceği günü hesaplıyordu ama Avni
Paşa adındaki mahlûk olmasa idi, bir darbeyi hayalinden geçirmezdi. Esasen
şiddetten ve kan dökmekten nefret ederdi. Büyükbabası Sultan Mahmud gibi değil,
babası Sultan Mecid mizacında bir adamdı. Davranışları, hattâ kültürü Avrupa
prenslerinden farklı olmadığı için, hem Avrupalıların, hem İstanbul’daki Avrupa
hayranı Türkler’in göz bebeği idi. Fakat annesi Şevk-Efzâ Kadın-Efendi, oğlunun
padişahlığını görmek ve Türkiye imparatoriçelik tahtına yükselmek uğrunda, kan
dökmeyi ve cinayeti dahi göze alabilecek mizaçta, Çerkes asıllı, muhteris bir kadındı.
Olayların gelişmesinde Sultan Murad’la annesinin, bu apayrı iki karakterin
tesirleri olduğu için bu nokta hatırda tutulmalıdır. Darbe sırasında Şevk-Efzâ
Kadın, 56 yaşındaydı. Sultan Mecid’le 19 yaşında bir genç kızken evlenmiş,
ertesi yıl Sultan Murad’ı doğurmuştu. Kocası Sultan Mecid’den 3 yaş büyüktü.
Sultan Murad’dan başka çocuk doğurmamıştı.
Veliahd
Efendi, müsrif bir babanın oğlu idi. Sonra müsrif bir amcanın veliahdi olmuştu.
Bu tutum, Osmanoğullarının müsrif olmaksızın cömert olmak karakterlerine aykırı
idi. Murad Efendi, israfta babası ve amcasından ileri idi. Padişah olduğu an,
borçları bir milyon Aziz altınına ulaşmıştı. Bir milyon Aziz altını ile bugün
200 milyon dolarla ne yapılabilirse, 1876’da aynı şeyler yapılabilir ve satın
alınabilirdi, paranın iştirâ (satınalma) gücü o derecede yüksekti.
Ve
gene bir milyon altını ödemeye, Osmanlı Devleti veliahdinin gücü yoktu. Bu şu
demektir: Sultan Murad, borçlarının ödenmesi için eninde sonunda amcası
padişahtan para isteyecekti. Gerçi bankerler henüz sıkıştırmıyorlardı. Fakat
Sultan Murad, yakında bankerlerin amcasına müracaat edeceklerini biliyordu.
Sultan Abdülmecid’in, Tanzimat’ın bu güzide hâkanının büyük oğlunun, borçlarını
ödemesi için amcasına müracaat etmek çok ağırına gidiyordu. Bu kadar büyük
borcun altına girdiği için bir defa zılgıt yiyecekti. Fakat asıl mühimmi, bu
kadar parayı ne yaptığını Sultan Aziz, mutlaka yeğenine soracaktı. Zira
yeğeninin cami inşa ettirmediğini, saray yaptırmadığını, kızlarından hiçbirini
henüz evlendirmediğini, sadece tek oğlu olduğunu biliyordu.
Sultan
Aziz, yeğeninin hayat tarzından da gafildi. Tek başına musallat olmasın da
nasıl yaşarsa yaşasın diyordu. Tahta çıkmak için hırs beslediğini biliyordu ama
bunu yeğeninin yüzüne karşı bir tek defa ima etmemişti. Fakat Osmanoğulları
denen yüce hânedândan biri, Veliahd Efendi’nin hayatını çok yakından takip
ediyordu. Bu zât Şehzâde Abdülhamid Efendi idi. İnsanların yapıp ettiklerini
takip etmek ve insanları tanımak en büyük merakı idi.
Şehzâde Abdülhamid Efendi
Abdülhamid
Efendi, Murad Efendi’nin günü gününe iki yıl küçük kardeşi ve hânedânın ondan
sonra gelen büyüğü, açık tabirle ikinci veliahd idi. Murad Efendi ile amcası
Sultan Aziz arasındaki mesafe çok büyüktü... Fakat Murad ve Abdülhamid
Efendiler arasında hiçbir mesafe yoktu. Arkadaştılar, birbirlerine sevgileri
vardı. Birbirlerine “birâder” diye hitap ederler ve hânedân arasında âdet
olduğu üzere “siz” diye konuşurlardı. Abdülhamid Efendi, Murad Efendi’ye
“ağabey” demezdi.
Abdülhamid
Efendi, darbe sırasında 33 yaşını 8 ay ve 10 gün geçiyordu. Ağabeyini sevmekle
beraber, birçok huyunu beğenmezdi. Bir defa amcaları Sultan Aziz’i
çekiştirmesini ve zamanı gelmeden yerine geçmek arzusunu beğenmiyordu. Sultan
Abdülmecid Hân’ın 8 oğlunun ikincisi olan Abdülhamid Efendi, üçüncü veliahd
olarak doğmuş, babası ölüp amcası tahta çıkınca ikinci veliahd olmuştu. O da
ağabeyi Murad Efendi’nin gördüğü bütün Avrupa ülkelerini gezmiş, Türk
İmparatorluğu’nun bir vilâyeti olan Mısır’a da gitmiş, Afrika’yı da görmüştü.
Fakat Murad Efendi gibi Avrupa hayatını sevememişti. Amcası gibi Doğu,
Müslüman ve Türk geleneklerine, örf ve âdetlerine, yaşayış tarzına bağlı idi.
Bunların muhafazasına taraftardı. Avrupa’nın ancak tekniği ve ilmi
alınabilirdi. Kültürü de öğrenilebilirdi ama öylesine bir kültür içinde
yaşanamazdı.
Abdülhamid
Efendi, ağabeyinin; gazeteciler, ilim, san’at ve fikir adamları ile içli dışlı
olmasını hoş görmüyordu. Abdülhamid Efendi de onlarla konuşuyor, davet ediyor,
onları himaye ediyor, ihsânlar veriyordu ama beraberce içki içip padişahı
çekiştirmiyordu. Saray mahremiyetine ve devlet işlerine âid sırları onlara
sızdırmıyordu. O da ağabeyi gibi Batı Musikîsi öğrenmişti ve bu musikiyi
seviyor, Türk Musıkîsi’ni bilmiyordu.
Abdülhamid
Efendi sıhhatli idi. Spor yapar, yüzer, ata biner, silâh kullanırdı. İbadetini
hiç ihmal etmezdi. İhtiyatlı ve cömertlikten mahrum olmamak üzere muktesit idi.
Ağabeyinin para israfının ne netice vereceğini merakla bekliyordu. Ağabeyinin
kusûrları hususunda onu birkaç defa ikaz etmiş, fakat netice alamamıştı.
Ağabeyinden sonra kardeşlerinden en çok Kemâleddin Efendi ile sıkı fıkı idi.
Kendisinden küçük ve Kemâleddin Efendi’den büyük olan Reşad Efendi ile
mizaçları uyuşmazdı. Ağabeyinin borcu bir milyon altına eriştiği zaman,
Abdülhamid Efendi; büyük nakit para, bir sürü gayrimenkul, çiftlikler,
mücevherler biriktirmeye muvaffak olmuştu. Şehzadelerin en zengini idi. Murad
Efendi ihtiyatsız ve boşboğaz, Abdülhamid Efendi ihtiyatlı ve sıkı ağızlı idi.
Darbeyi
Murad Efendi biliyordu. Fakat 31 Mayıs sabahı olarak biliyordu. İlk karar 31
Mayıs sabahı içindi. Son anda bir gün önceye alınmış, fakat bu Murad Efendi’ye
bildirilmemişti.
Süleyman
Paşa, Abdülaziz Hân’ı kayığa bindirip Sarayburnu’na naklettikten hemen sonra,
Dolmabahçe Sarayı’nın Veliahd dairesinin ana kapısına geldi. Yanındaki iki
bölük askeri Necib Bey, iki sıra hâlinde dairenin boyunca dizdirmişti. Veliahd
dairesinin muhafızlarına:
-
Kapıyı açın, Efendimiz’i isterim, çabuk olunuz, Efendimiz’e hemen haber
veriniz, dışarı teşrif buyursunlar, dedi.
Murad
Efendi’nin ağaları içeri koştular. Yukarıda Sultan Aziz’in hal’i sırasında
söylendiği gibi Süleyman Paşa, binbaşı üniforması giymiş, generallik alâmeti
olan sırmalı kılıcını da takmamış, subaylara mahsus siyah kayışlı bir kılıç
kuşanmıştı. Onun için ağaları, gecenin uykusunda olan Veliahd Hazretleri’nin
yatak odasına dalıp:
-
Bir binbaşı efendimizi istiyor, dediler.
Sultan
Murad, fevkalâde bir hâdise olduğunu ancak kavrayabildi. Aksi takdirde bu
şekilde uyandırılmaya cesaret edilemezdi. Yeryüzünde tek kişi kendisini bu
suretle uyandırabilirdi. Murad Efendi, bu ihtimalle titredi. Pencereye koştu.
İki sıra askerin bütün veliahd dairesini çepçevre kuşattığını görünce benzinde
renk kalmadı: Yarın sabahki darbeyi amcası Abdülaziz Hân öğrenmiş, asker
göndermişti; tevkif edilecekti.
O
anda aklı kaydı.
Şuuru
yarı bozulmuş halde hızla giydirildi. Birkaç dakika sonra dışarıya çıktı,
baktı. Karşısında genç bir binbaşı duruyordu. Bu binbaşıyı tanımadığına da
emindi. Zira Veliahd Efendi, Süleyman Paşa’yı şahsen tanımazdı,
görüşmemişlerdi. Ancak Veliahd’ın tek oğlu Şehzâde Salâhaddin Efendi, henüz
Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’ye, yani Süleyman Paşa’nın kumandanlığını yaptığı
İmparatorluk Harb Okulu’na başlamıştı. Şehzadeyi, Harbiye’ye baş lalası
Süleyman Ağa getirip götürürdü. Bu sırada Murad Efendi’nin yanında olan
Süleyman Ağa:
Bu
Süleyman Paşa’dır, Efendimiz! dedi.
Süleyman
Paşa, esas duruşta Veliahd’i askerî selâmla selâmladıktan sonra, duruşunu
bozmadan konuşmaya başladı. Murad Efendi çok geniş bir nefes aldı. Demek tevkif
edilmiyordu! Ama birkaç dakika önce kayan aklı, artık aylarca yerine
gelemeyecek, bilakis gittikçe daha fazla kayacaktı. Zira Murad Efendi’yi, bu
sabahkini gölgede bırakan başka sürprizler de bekliyordu…
Süleyman
Paşa, Veliahd’in önüne düşüp onu saraydan çıkarttı. Dolmabahçe Sarayı Karakolu
önüne geldikleri zaman Müşîr Redif Paşa’yı gördüler. Redif Paşa, Şûrây-ı
Askerî Reisi idi ve bu sabahtan itibaren ek görev olarak Birinci Orduy-ı
Hümâyûn Kumandanlığına da getirilmişti. Veliahd’i görünce koştu, uzun
ceketinin eteğini tutup öptü. Bu sefer kafilenin başına o geçti. Asker hattına
geldiler. Beşinci Ordu’dan Türkçe bilmeyen iki tabur burada kordon
yapmışlardı. Padişahı muhafaza ettiklerini sanıyorlardı. Padişah için bir
nöbette ise, müşîr rütbesi bile geçersizdi. Müşîr Redif Paşa’ya süngü gösterip
“yasak!” dediler ve kordonu geçirmediler. Redif Paşa şaşırdı, Murad Efendi’nin
benzi attı. Yalnız mizacı bakımından böyle şeylere pabuç bırakmayan Süleyman
Paşa, cuntadan iyi Arapça konuşabilen Müşîr Nâmık Paşa-zâde Kıdemli Yüzbaşı Ali
Bey’i çağırdı. Ali Bey, askerlere durumu anlattı. Süleyman Paşa’ya telâş
içinde; “Bu asker niçin sizi tanımıyor?” diyen Murad Efendi’nin tahta
oturacağını, zira Sultan Aziz’in öldüğünü söyledi. Askerler açıldılar. Kafile,
kordonun dışına çıktı.
Kordon
dışında Hüseyin Avni Paşa, yanında sadık adamı bahriye nâzırı ve müşîri
(büyükamiral) Kayserili Ahmed Paşa, Hüsnü Paşa bekliyorlardı. Müşîr Abdülkerim
Nâdir Abdi Paşa da yeni padişahı karşılamak için çağrılmışsa da söz vermesine
rağmen gelmemişti.
Bu
akıl almaz kargaşa içinde Veliahd dairesinde telâş gittikçe büyüyordu. Murad
Efendi’nin adamlarının ekserisi Sultan Aziz’in veliahdı tevkif ettirdiği
kanaatinde idiler.
Asıl
Dolmabahçe Sarayı’nda ise Sultan Aziz’in adamları pencerelere hücum etmişler,
Murad Efendi’nin, bir binbaşı sandıkları Süleyman Paşa’nın eşliğinde Veliahd
dairesinden çıktığını görmüşlerdi:
-
Murad Efendi bir hainlik etti, efendimiz asker gönderip tevkif ettirdi,
diyorlardı. Gaflet ve şaşkınlık bu derecede idi.
Hâlbuki
bu sırada efendileri Abdülaziz Hân, beş çifte kayık içinde Boğaz üzerinde,
Sarayburnu’na yol alıyordu.
Hüseyin
Avni Paşa, makam arabasının içinde idi. Redif ve Süleyman Paşalar’ın Murad
Efendi’yi getirdiklerini gördü. Süleyman Paşa, Veliahd’i arabanın yanına doğru
götürürken Avni Paşa’nın arabadan çıkabilmesi için işi ağırdan alıyordu. Fakat
hayretle Seraskerin arabadan çıkmadığını gördü. Avni Paşa arabasının içinde
Veliahd’i, elini fesine götürerek askerce, fakat oturduğu yerden selâmladıktan
sonra, kendi eliyle sağ kapıyı açıp sol tarafa geçerek Murad Efendi’nin sağına
oturmasını temin etti... Bu hâdiseyi sonradan Süleyman Paşa, Hüseyin Avni Paşa’ya
galiz küfürler ederek anlatacaktır... Zira bu akıl almaz bir terbiyesizlik ve
protokol hatasıdır. Bir veliahdı sadrâzam bile arabasından inip selâmladıktan
ve onu bindirdikten sonra sol taraftan dolaşıp sol kapıdan girip soluna
oturduktan sonra hareket edilmesi gerekiyordu. Kaldı ki Murad Efendi o anda
artık veliahd değil, hâkan sayılıyordu.
Bu
arabaya alma olayının sonradan büyük dedikoduları yapılmıştır. Hüseyin Avni
cuntası, paşalarının çok büyük heyecan içinde bulunduğunu, onun için ne yaptığının
farkında olmadığını iddia ederek savunmuşlardır. Fakat herkes “Sultan Murad,
Avni Paşa’nın maiyetinden bir subay mıdır ki, lütfen yanına oturtsun!” şeklinde
kınamıştır. Avni Paşa’nın kabalık, görgüsüzlük, kibir ve azametine yeni bir
delil olmak üzere değerlendirilmiş ve herkesi fena halde korkutmuştur. Zira
padişaha böyle davranabilen bir adamın artık amansız bir diktatör olacağını
ihsas ettiği anlaşılmıştır. Bir padişahı devirmeye ve yerine başkasını
geçirmeye cür’et edebilen bir adamın telâş ve heyecanla değil, bilerek böyle
bir davranışta bulunduğu ileri sürülmüştür. Aynı zamanda, Sultan Aziz korkusu
üstünden kalkan Seraskerin artık Sultan Murad falan dinlemeden astığı astık,
kestiğ kestik duruma geçmeyi tasarladığı söylenmiştir.
Araba
ile ancak Sultan Mecid’in annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, yani - Sultan
Murad’ın babaannesi tarafından yaptırılan- Dolmabahçe Camii’ne kadar gelindi.
Cami, bilindiği gibi yalıdadır (deniz üzerinde). Burada üç çifte bir kayık
bekliyordu. Avni Paşa, kayığı Murad Efendi’ye gösterip “Buyurunuz efendimiz”
dedi. Murad Efendi, Avni Paşa’nın kayığa binmeyeceğini sanarak korktu. Bilhassa
donanmanın amcasına aşkla bağlı olduğunu bildiği için, Dolmabahçe önündeki
zırhlılardan kendisine bir kötülük gelmesinden çekiniyordu. Kayığa atladı.
Arkasından Avni Paşa da atlayınca rahat nefes aldı. Fakat Avni Paşa
dümenciye:
-
Donanmanın içine doğru sür! emrini verince yeniden vesveselendi:
-
Niçin donanmaya gidiyoruz? diye sordu.
-
Bahriye Nâzırı Ahmed Paşa kulunuz, Dolmabahçe’de zât-ı şâhânelerini
karşıladıktan sonra donanmaya geçti, gidip sahili tam bir ablukaya almasını,
zırhlıları tek sıra hâlinde dizmesini söyleyeceğim, şeklinde cevap aldı.
Sultan Murad:
-
Kayık durmasın, çeksinler, dedi; süratle geçelim, şimdi donanmaya emir verecek
zaman değildir, seraskerliğe gidelim!
Hüseyin
Avni Paşa, mecbûren bu emri yerine getirdi. Zira Sultan Murad, kesin şekilde
zırhlılardan birine çıkmak istemiyor; denizcilerin, amcası Sultan Aziz’i çok
sevdiklerini biliyordu.
Bu
sırada seraskerin beş çifte makam kayığı, Abdülaziz Hân’ı Sarayburnu’na
çıkarmıştı, dönüyordu. Beş çifteye deniz üzerinde rastlayınca Avni Paşa,
kayığı durdurdu. Derhal Sultan Aziz’in seraskere hediyesi olan bu tekneye
geçerek yollarına devam ettiler. Yağmur, fırtına hâline dönüşmüştü. Kayık
zorlukla ilerleyebiliyordu. Salıpazarı önlerinde bir devriye çatanasına
rastlanması üzerine Avni Paşa, onu durdurdu. Bu defa çatanaya geçtiler... Bütün
bu vasıta değiştirmeler sırasında Sultan Murad’ın heyecanı yatışmamış,
artmıştı. Sonradan eniştesi Dâmad Müşîr Nûri Paşa’nın ifâdesine göre, hâlâ
Sultan Aziz’in zırhlılarından birinin top ateşiyle, bindikleri tekneyi denizin
dibine göndereceğini sanıyordu, hattâ buna emindi. Donanmadan üzerlerine
gülle gelmemesine şaşıyordu âdetâ. Bu sırada donanmadan 101 pâre cülûs topları
atıldığını ve bunun Sultan Murad’ı büsbütün telâşa düşürdüğünü kaydetmek
lâzımdır. Zira amcası gibi top tüfek sesleriyle haşır neşir değil, çelebi bir
prensti.
Çatana,
Sirkeci’ye yanaştı ve çıktılar. Hüseyin Avni Paşa, yanına aldığı Kıdemli
Yüzbaşı Ali Bey’e:
Dolmabahçe’ye
dön, Redif ve Süleyman Paşalar’a, Efendimiz’le beraber Sirkeci’ye çıktığımızı,
Beyazıt’e gideceğimizi bildir! emrini verdi.
Ali
Bey, bu görevi yerine getirdi. Süleyman Paşa, Dolmabahçe Sarayı Veliahd
Dairesi’ne geldi. Lala Süleyman Ağa’ya artık “Vâlide-Sultan” dediği Sultan
Murad’ın annesi Şevk-Efzâ Kadın-Efendi’yi görüp göremeyeceğini sordu. Müsbet
cevap alınca harem kısmına yürüdü. Şevk-Efzâ Kadın-Efendi ayakta bekliyordu...
Süleyman Paşa, evvelâ askerce selâmladıktan sonra yerden etekledi:
-
Vâlide-Sultan Efendimiz, dedi; Zât-ı Şâhâne, Sirkeci’de karaya çıkmışlardır.
Bîat kabûll buyurmak üzere seraskerliğe gittiklerini arz ederim! Bu
münasebetle zât-ı seniyyelerini ve talebem olan şehzâde-i civân-baht
hazretlerini tebrik ederim!
“Şehzâde-i
civân-baht”, yani Sultan Murad’ın tek oğlu Salâhaddin Efendi, babaannesinin
arkasında duruyor, Harbiye’de hocası ve kumandanı olan Süleyman Paşa’yı
dinliyordu. Şevk-Efzâ Kadın-Efendi:
-
Teşekkür ederim paşa, dedi; dünyada tek evlâdım vardır. Önce Allah’a, sonra
size emanet.
Bu
sırada top sesleri aralıklarla devam ediyor ve 101 pâre tamamlanmaya
çalışılıyordu. Süleyman Paşa, Vâlide-Sultan’ı tekrar etekledi. Arka arkaya kapıya
gidip orada da askerce selâmlayarak çıktı. Harem ağaları arkasından kapıyı
kapattılar.
Sirkeci’den
Sultan Murad ve Hüseyin Avni Paşa ile maiyetindekiler, arabalara binip
Beyazıt’a geldiler. Bu sırada Sultan Aziz’in hal’ (tahttan indirme) fetvâsı resmen
yayınlanmış, halk, padişahın ölmeyip tahttan indirildiğini anlamıştı.
Seraskerlikteki generallerden biri, büyük salonda toplanmış ve büyük ekseriyeti
askerî paşalar olan kalabalığa, Veliahd Murad Efendi’nin gelişini:
-
Hâkan-ı Berreyn ve Bahreyn, Halîfe-i Rûy-i Zemîn, Zıll’ullâhi fi’l-Ard,
Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn Sultân Murâd Hân-ı Hâmis Efendimiz! şeklinde
bağırarak haber verdi.
Koltukta Tahta Çıkan Hükümdar
Herkes
ayağa kalktı ve protokole göre sıralandı. Beyazıt Kulesi’nden verilen işaret
üzerine bu sırada kara topları da atışa başladı. Seraskerliğin en lüks koltuğu
getirilerek Sultan Murad oturtuldu. İstisnâsız herkes ayakta idi... Darbe
gizli yapıldığı için nazırların ve vezirlerin çoğu gelememişlerdi. Keza
Topkapı Sarayı Hazîne Dâiresi’nde muhafaza edilen ve merâsim bittikten sonra
aynı gün muhafaza altında Topkapı Sarayı’na iade edilen, asla Dolmabahçe gibi
başka bir sarayda bırakılmayan “Bayram Tahtı” denen Osmanoğulları’nın tarihî
tahtı da böylesine anormal bir ortamda getirtilememişti. Zavallı Sultan Murad,
atalarının tahtında değil, alelade bir koltuğa oturtularak padişah ilân
edilecekti. Hiçbir zaman da Bayram Tahtı’na oturamadı. Som altın ve
mücevherler gömülmüş olan ve bugün Topkapı Sarayı Hazînesi’nde cam içinde teşhir
edilen bu taht, vezîr-i âzam Dâmad İbrahim Paşa tarafından parçalar hâlinde
Kahire’de yaptırıldıktan sonra bu parçalar İstanbul’da birleştirilmişti. Altın
levhalar Derviş Bey’in, üzerine kakılmış mücevherler ise Kuyumcu İbrahim Bey’in
eseridir. Bu şekilde taht 23 Eylül 1585’te Cihan Hakanı Üçüncü Sultan Murad’a
sunulmuştur. Bazıları güvercin yumurtası büyüklüğündeki zümrütleri, gök ve
sarı yâkutları, zeberced ve fîrûzeleri göz kamaştırmaktadır. İşte bu taht,
1585’ten saltanatın sonuna kadar yılda iki defa, bayram günleri padişahlar
tarafından, bir de bîat (tahta geçme) törenlerinde mutlaka kullanılmıştır.
Hiçbir padişah yılda iki defadan fazla bu tahta oturmamıştır. Son defa tahta
oturup bîat kabûl eden zât Sultan Abdülaziz’in oğlu İkinci Abdülmecid’dir ki,
1922 Kasım’ı sonunda bu taht üzerinde halife sıfatıyla bîat kabûl etmiştir.
Paşalar
teker teker, oturmakta olan Sultan Murad’ın karşısına geliyor, sağ ellerini
zemine kadar indirip iki büklüm başlarının üzerine koyduktan sonra, “yerden
temennâ” denen usulle yeni padişaha bîat ediyorlardı. Bu sıralarda pencereleri
dehşetli bir yağmur dövüyordu. Buna rağmen ne olduğunu anlamak için büyük bir
halk kalabalığı, Beyazıt Meydanı’nı doldurmuştu.
Bîat
bittikten sonra Sultan Murad derhal seraskerlikten çıkarıldı. Zira çok yorulmuş
ve çehresinde -sonradan akıl dengesinin kaymasına alâmet olduğu anlaşılan-
perişanlık görülmüştü. Askerî selâmlar içinden geçerek kapalı bir arabaya
bindirilip Sirkeci’ye getirildi. Padişaha mahsus yedi çifte saltanat kayığına bindirilerek,
gene şiddetli yağmur altında Dolmabahçe Sarayı rıhtımına, birkaç saat önce
amcasının ayrıldığı yerden çıkarıldı. Çevresinde başyâveri Halil Paşa ve
mâbeyncilerinden Seyyid Bey’le Zîver Bey bulunuyordu. Ancak burada da saray
erkânının bîatlerini kabûl etmek mecburiyetindeydi. Muâyede Salonu’na girdi.
Baktı, Bayram Tahtı’nı göremedi. Kimsenin tahtı Topkapı Sarayı’ndan getirmeyi
düşünmediğini anladı ve bunu hayra yormadı; bu tahta oturmayan bir Osmanoğlunun
saltanatının sakat ve uğursuz olacağına inandı. Bir kanepeye oturtuldu. Orada
bîat kabûl etti. Sonra Harem Dairesi’ne geçirildi. Orada da kadınların bîatini
kabûle mecbur olduğunu biliyordu. Başta artık vâlide-sultan ve Türkiye’nin tek
imparatoriçesi olan annesi, sultanların, kadın-efendilerin ve diğer hanımların
bîatini kabûl ettikten sonra yatırıldı.
Seraskerlikteki
bîate yetişemeyen nâzır ve vezirler soluğu Dolmabahçe Sarayı’nda almışlardı...
Burada nazırlar arasında çirkin münakaşalar oldu. Nâzırların birbirlerine
düşman gibi baktıklarını ve niçin baktıklarını anlayan Sultan Murad, müteessir
oldu... Demek bazı nâzırlar ve vezirler, amcasının tahttan indirilmesini kötü
karşılamışlardı.
Midhat
Paşa, Hüseyin Avni Paşa ile beraber Beyazıt’ta seraskerlikte bîat etmiş, onun
için Dolmabahçe’ye gelmemişti. İhtiyar Sadrâzam Rüşdü Paşa ise ne olur ne olmaz
diye seraskerliğe gelmemiş, artık işin bittiğini anladıktan ve iknâ edildikten
sonra Dolmabahçe’ye yetişmişti. Nâzırlar içinde şahsiyeti bakımından kimseden
çekinmez mizaçta olan eski sadrâzamlardan Yusuf Kâmil Paşa, arkadaşlarının
ihtiyatlı şekilde sükût ederek sadece mimikle sadrâzamı tahkir etmeleri
karşısında, hükûmetin ve bütün icranın ve ordunun başı olan sadrâzamı sözle de
hırpalamaktan çekinmedi.
Nazırların Münakaşası
Yusuf
Kâmil Paşa bu sırada Şûrây-ı Devlet reîsi olarak kabine üyesi nâzırdı. 68
yaşında ve hasta idi. Akkoyunlu hânedânından inme bir Türk soylusu idi... Gerek
kendisi, gerek eski Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı olan eşi
Zeyneb Hanım, çok zengin ve çok büyük hayır sahibi idiler. Hususî yatı vardı.
O sabah yatına binip Bâb-ı Âlî’de kabine toplantısına gidiyordu. (Şimdi yerinde
İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Fen fakülteleri binası olan Zeyneb Hanım
Konağı’nda oturuyordu; fakat birkaç gün önce Bebek’teki yazlık konağına
nakletmişti). Bebek’ten Sarayburnu’na yaklaşırken halkın anormal şekilde
çeşitli yerlerde toplandığını gördü. O sırada Müşîr Rızâ Paşa’yı görüp yatına
aldı. Rızâ Paşa; “Hükûmet bugün Bâb-ı Âlî’de değil, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanacak”
dedi. Yusuf Kâmil Paşa hayret etti. Zira ancak harb gibi pek fevkalâde
zamanlarda padişah sarayında hükûmet toplanırdı. Fakat Rızâ Paşa da bir şey
bilmiyordu. Seraskerlikten bu şekilde bir tezkere aldığını söyledi. Dolmabahçe
Sarayı iskelesine yaklaşırken, Abdülaziz Hân’ın tahttan indirildiği anlaşıldı.
Hiçbir
dünya ihtirası olmayan, olduysa bile artık o devreyi arkada bırakan devrin en
olgun ve itibarlı vezîri Yusuf Kâmil Paşa, büyük teessür içinde rıhtımdan ve
deniz tarafındaki kapıdan saraya girdi. Muâyede Salonu dolmuştu. Grup grup
ürkek fısıltılarla konuşuluyordu. Paşa, Muâyede Salonu’nun yanındaki küçük
salona girdi. Nâzırlar ve vezirler burada toplanmıştı. Rüşdü Paşa’yı gördü.
Kendisini saygıyla selâmlayan ve üç yaş küçüğü olan sadrâzama:
-
İyi halt ettiniz! şeklinde küfretti.
Sadrâzam
Rüşdü Paşa:
-
Paşa Hazretleri... diye başlayıp mazur olduğunu gösterecek birkaç söz söylemek
istedi. Kâmil Paşa sözünü kesti:
-
Mâzeret yoktur, dedi; yetmiş yıldır unutulan bir meş’um fiili hortlattınız,
padişah hal’ ettiniz. Şahsî menfaatleriniz için devletin ve milletin
menfaatlerini pâymâl eylediniz (ayaklar altına aldınız). Utanmadan bu haltınız
için devlet ve millet adını kullandınız. Allah belânızı versin! Bu yüzden
göreceksiniz, tez zamanda memleket dâhilinde ve haricinde ne fenalıklar zuhur
edecektir!
Meclise
sessizlik çöktü. Kimsede çıt çıkmıyordu. Kâmil Paşa’yı ne ret, ne tasdik
makamında tek söz edilemeyeceğini anlayan Sadrâzam Rüşdü Paşa, kendisini
ihtilâl bile olamayan aşağılık darbeyi savunmaya mecbur hissediyordu. Zira
Midhat ve Avni Paşa’lar yarın niçin sustuğunun hesabını kendisinden
sorarlardı. Bunu çok iyi biliyordu. Bin ihtiyatla tekrar:
-
Fakat Paşa Hazretleri... diye titrek ve pest bir sesle söze girmeye teşebbüs
etti ki... Kâmil Paşa gene sadrâzamın sözünü kesip âdeti olduğu üzere çok
yüksek sesle:
-
Yaptığınız iş şahsî garaz eseridir, dedi; milletin tek ferdi sizin darbenize
rızâ göstermez. Birkaç menfaatperest ve kindar hain, kendinize uyan birkaç
alçağı bulup bu işi yaptınız. Farz edelim padişahın kusuru vardır. İçinizden
hanginiz bu kusurunu söyleyip düzeltmeye teşebbüs ettiniz? Vezirlik böyle
işler içindir, boş yere rütbe taşımak değildir. Padişaha bir şey teklif ettiniz
de o kabûl etmedi mi?
Rüşdü
Paşa:
-
Benim bu işte belli başlı bir medhalim yoktur, arkadaşlarımın inat ve
ısrarlarına mukavemet mümkün olmadı, deyince Yusuf Kâmil Paşa, adetâ kehânete
benzeyen şu sözleri söyledi:
-
Artık uyanmaz kabûl edilen en meş’um fitneyi uyandırdınız... Göreceksiniz
bundan sonra neler olacak... Devletin tarihinde hiçbir hal’ (tahttan indirme)
hâdisesi yoktur ki, çok büyük belâlara sebep olmamış olsun... Şimdi başka türlü
olabileceğini mi savunuyorsunuz? Politika karmakarışık olacaktır. Harb
başlayacak ve çok kan dökülecektir. Elinizde madem padişahı tahtından edecek
kuvvet vardı, bu kuvveti onu ıslah etmek için kullanamaz mıydınız?
Terbiye
ve nezaketin ibadet kadar mühim ve vazgeçilmez sayıldığı o devirde, biri eski,
biri hâlen sadrâzam olmuş ve ikisi de altmış beş yaşını geçmiş dünyaca
tanınmış iki Türk devlet adamı arasında işte bu münakaşa, düzinelerce muteber
şahidin önünde geçti. Ne yazık ki Kâmil Paşa’yı sözle olsun açıkça destekleyen
başka vezir çıkmadı. Fakat Rüşdü Paşa buna aldanamayacak kadar tecrübeli ve
zeki idi. Kâmil Paşa konuşurken bütün vezirlerin çehresinde gördüğü,
söylenenlerin candan tasdik edildiği idi. Hattâ bütün çehrelerde, kendilerinin
söyleyemediklerini içlerinden en kıdemli bir vezîrin söyleyebilmesinin verdiği
ferahlığı okudu. Kâmil Paşa’nın söylediklerini tasvip etmez tarzda dinleyen
tek çehre göremedi ve fena halde sarsıldı.
Evet,
Kâmil Paşa’dan başkası sesini yükseltemedi. Politikayı medenî cesaretsizlik
sayanlar ekseriyetteydi ama o andan itibaren fısıltı hâlinde konuşanların ardı
kesilmeyecekti. Rüşdü Paşa, bunu tahmin edecek derecede yaşamış ve görmüştü.
İlk
dedikodular, söylentiler, tahminler nasıl başladı ve nasıl gelişti? Yusuf Kâmil
Paşa’nın; “Milletin tek ferdinin haberi
olmadan yediğiniz halt” dediği işin iç yüzü devlet adamları ve hemen hemen
aynı zamanda halk tarafından nasıl anlaşıldı, nasıl değerlendirildi? Şimdi bu
mevzuda bir şeyler söylemek lâzımdır.
Darbenin Yankıları
Darbeciler,
şüphesiz yaptıkları işi beğeniyorlardı, savunacaklardı. Bu savunmayı devletin
resmî görüşü hâline getirmek için her şeye tenezzül edeceklerdi... İlk darbe
günü seraskerlikte Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’e -ki merhum Âlî Paşa’nın
en yakın adamlarındandı- tesadüf eden Hüseyin Avni Paşa, başını birkaç defa iki
yana sallayarak:
Bak
dünyada kimsenin haberi olmayarak neler olur? demek yüzsüzlüğünde bulunmuştu...
Gene
Mahmud Celâleddin Paşa’nın yazdığına göre, aydın tabakada hâdise şöyle
değerlendirildi:
Nâzırlardan
üç veyâ dört kişinin şahsî garazlarını birleştirerek, saltanat ve hilâfet
sıfatlarını nefsinde toplayan bir büyük devletin padişahını tahttan
indirmeleri, emsali görülmemiş bir hâdisedir. Nâzırlar, padişahın vekilleri
olarak onun namına selâhiyetli kılınmış icrâ adamlarıdır. Hukuken padişaha
karşı sorumludurlar. Padişah onlara karşı sorumlu değildir. Böyle bir darbe;
şerîate, İslâmî esaslara olduğu kadar, yasalara, Türk örf ve âdetine, millî
hukuka da aykırıdır... Hele bu darbenin millet namına yapıldığını ve milletin
tasvip ettiğini iddia etmek, akıl almaz bir yalandır.
Avrupa
gazetelerinden kimi ikinci baskı ile kimi 31 Mayıs sabahı manşette
Türkiye’deki darbeyi haber veriyordu. İngiliz basınının, soğuk ifadeleri
altında bir sevinç ve tasvip hissediliyordu. Diğer milletler umumiyetle
tarafsız olarak öğrenebildiklerini naklediyorlardı. Rusya, Avusturya-Macaristan
basınında ise darbeyi kınayan ifadeler görülüyordu. Fikrini soran bir
Avusturyalı gazeteciye Viyana büyükelçisi Ârifî Paşa (sonradan sadrâzam
olmuştur) şöyle diyordu:
“Ben darbeyi tasvip etmiyorum... Vekil,
padişahı azle- demez... Aksi takdirde her şey bozulur.”
Midhat
Paşa ise, darbe kendilerine haber verilmediği için kendisine çatan nâzır
arkadaşlarına şöyle diyordu:
-
Sizlere söyleyemezdik. Darbeye katılmaz, karşı çıkardınız... Hiç olmazsa
duyulurdu. Onun için Hüseyin Avni Paşa nâzırlardan yalnız bana, Kayserili Ahmed
Paşa’ya, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’ye ve Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya bildirip
tasviplerimizi aldı.
Hüseyin
Avni Paşa’nın ise, Fransız yazarlarından Charles Mismer’e söyledikleri daha da
ilgi çekicidir:
-
Darbeyi ben yaptım. Bazı arkadaşlarım benim yaptığım emr-i vâkiden sadece
istifade ettiler. Siz İngilizler ve Fransızlar, Midhat Paşa’yı çok tutarsınız
ama, ona bile darbenin ancak bir kısmını ifşâ ettim. Zira sarhoş olduğu
zamanlar dilini tutamaz, her türlü sırrı ağzından kaçırır! Darbeyi yapanlar
63 kişiden ibarettir.
Kapdân-ı
Deryâ Kayserili Ahmed Paşa bile:
Biz
bir iki seneden beri Avni Paşa ile bu işi kurmuştuk, incisini yumurtluyordu.
Midhat
Paşa:
Hüseyin
Avni Paşa darbeyi, asker arkadaşları Müşîr Abdülkerim Nâdir Abdi, Redif ve
Kayserili Ahmed Paşalara bildirmiş, bir de Süleyman Paşa’ya söylemişti,
diyordu.
Abdülaziz
Hân’ın son başkâtibi Âtıf Bey:
-
Darbe teşebbüsü Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya açılınca muhâlefet etmiş, fakat darbeci
paşaları ikna edememiştir, diyordu ve ilâve ediyordu:
-
Önce halka Sultan Abdülaziz’in vefat ettiği ve Sultan Murad’ın cülûs ettiği
ilân edildi. Zira Abdülaziz Hân’ın tahttan indirildiğini söylemeye cesaret
edilemedi.
Artık
veliahd olan Abdülhamid Efendi ise şöyle diyordu:
-
Sultâniye vapuru Şam’dan birkaç tabur Arab askeri getirmişti. Bunlardan iki
taburla Dolmabahçe Sarayı kordona alındı. Önce bunlara padişaha suikast
yapılacağı, gece ve sabah saraya girmek isteyen kim olursa olsun ateş etmeleri
emredildi. Sultan Abdülaziz, Topkapı Sarayı’na nakledilince de, padişahın
öldüğü bildirildi. Asker, birkaç saat içinde birbirine benzemez yalanlarla
aldatıldı.
Ali
Rızâ Bey şöyle yazıyor:
“Keyfiyet Hüseyin Avni, Rüşdü ve Midhat
Paşalar arasında kararlaştırılmıştı. Bazı devlet adamları teşebbüsü
duymuşlardı ama bu paşalardan korkularından dillerini tuttukları gibi, o
zamanlar henüz jurnalcilik usulü ihdas edilmediği için padişaha haber
verilemezdi.”
Bu
suretle jurnalcilik usulünü ihdas edip 33 yıl yürürlükte kalmasına sebep olan
İkinci Abdülhamid değil, Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar olduğu
âşikârdır. Gene bu darbe sebebiyledir ki Sultan Abdülhamid, şahsına bağlı gizli
istihbarat teşkilâtı kuracak, “hafiye”
denen ajanları ile her şeyi öğrenmeye çalışacaktır.
Bilindiği
gibi, İkinci Abdülhamid’in en çok tenkit edilen ve gerçekten bilhassa son
yıllarda ıstırap verici şekle dönüşen tarafı da jurnalcilik ve hafiyelik denen
istihbarat müesseseleridir. Bunların fiilî kurucusunun Abdülhamid Hân olduğu
muhakkaktır. Fakat gerçek kurucuların Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Ali Suâvi
Efendi gibilerin olduğuna da en küçük şüphe yoktur. Bu konuda benden önce
birçok tarihçi dikkat çekmiştir.
Süleyman
Paşa’nın darbe hakkında söyledikleri, diğer bütün söylenenleri gölgede
bırakacak ehemmiyettedir. Zira darbeyi yapandır. Şıpka kahramanı şöyle
buyuruyor:
“Hal’de kullandığım asker, zabitleri de
dâhil, Sultan Abdülaziz’i vefat etmiş biliyorlardı. Donanmada yalnız Ârif Paşa
ve kara askerleri içinde birkaç zabit (subay) hakikate vâkıftılar (gerçeği
biliyorlardı).”
V.
Murad’ın eniştesi ve mâbeyn-i hümâyûn müşîri yani, Saray’ın en büyük âmiri olan
Dâmad Nûri Paşa’nın söyledikleri de mühimdir (Yıldız Mahkemesi hazırlık
sorgusu zabıtlarından):
-
Askere, hakikat mutlak şekilde bildirilmemişti. “Padişahın hal’i için ayaklanma oldu, padişahı muhafaza için saraya
getirildiniz!” denildi. Ama öğleye doğru asker hakikati öğrendi ve neye
âlet edildiğini anlayarak isyan alâmetleri gösterip askerlikle uyuşmaz lâflar
duyulmaya başlandı. Bu taburlar derhal taşraya sürüldü. Yerlerine getirilen
taburlarda da aynı havanın esmemesi için bunlara 45 bin altın dağıtıldı.
Onlar da seslerini çıkarmadılar. Esasen olan olmuştu.
Süleyman
Paşa, yediği haltla şu şekilde öğünmektedir:
“Hüseyin Avni Paşa, ben olmamış olsa idim,
hal’i hiçbir zaman gerçekleştiremezdi. Birinci Ordu’dan herhangi bir birliğe
“padişahı tahtından indireceğiz’ diye
emir vermek akılları durduran bir şeydi. Böyle bir emri veren seraskere derhal
süngüler çevrilirdi. Esasen çok kişi Avni Paşa’yı sevmezdi. Zira gayetle
kindar, mütekebbir, hodbin (egoist) ve mutaazzım (büyüklük taslayan) idi.”
Midhat
Paşa ise şöyle öğünüyor:
“Böylesine akıl almaz büyüklükteki bir işin
bir katre kan dökülmeksizin vücuda getirilmesi karşısında bütün dünya hayretten
parmağını ısırdı. Herkes bizi tebrik etti!”
Sonradan
dâhiliye nâzırı olan Mazlûm Paşa-zâde Memduh Bey şöyle diyor:
“Darbe günü, rüzgâr gayet şiddetle esmekte, yağmur fasılasız seller
husule getirmekte idi. Yıldırımlar düşüyor ve gök gürlemesi dinmiyordu. Pek
büyük ağaçlar devrildi. Güya, Cenâb-ı Hakk’ın gazabı, Avni Paşa’nın başına
yağıyordu. Fakat o, bunu hissedecek duyguya sahip değildi.”
Darbe
akşamı Hüseyin Avni ve Midhat Paşalar, Rüşdü Paşa’nın Bebek’teki yalısına
giderek geç vakitlere kadar üçlü bir müzakere yaptılar. Bu müzakereden
dışarıya fazla bir şey sızmadı. Daha sabahtan Necib Paşa, merkezi Bebek’te olan
telgraf hatlarına el koydurarak muhabereyi kestirmişti.
Sultan
Murad’ın tahta çıkarılması için milletler arası masonluğun büyük faaliyet
gösterdiği de, gittikçe halk arasında yayılıyordu. En yüksek düzeydeki Türk
aydınları ise milletlerarası masonluğun, İngiltere hâriciye nezâretinin bir
icra vasıtası hâline getirildiğini biliyorlardı.
İhtilâllerin
sıcak aylarda olduğu üzerinde umumiyetle birleşilir, 30 Mayıs darbesi de bu
kaideyi bozmadı.
Gene
ihtilâllerden önce, büyük tabiî âfetler, kıtlık, perişanlık ve ıstırap
olduğuna tarihçiler dikkat etmişlerdir.
Bu
defa Türk milleti, kötü bir mahsul için kâfi derecede sert iklimli aylar
geçirdiklerini söylemeye başladı. Gene halk, vaktiyle Hüseyin Avni Paşa
sadrâzam iken Anadolu’nun Konya, Ankara ve Sivas eyâletlerinde kıtlık
olduğunu, güneşin her şeyi kavurduğunu, mahsul alınamadığını, açlıktan
köylünün ıstırap çektiğini hatırladı. Sultan Abdülaziz Hân, bunu unutmuş, Avni
Paşa’yı gene serasker yapmıştı. İlâhî ihtarlara kulak tutmamıştı... Halkın bir
kesimi de böyle düşünüyordı.
Kış
o derecede sert ve soğuk geçmişti ki, Mayıs sonunda bile çok serin bir havada
yağmur fırtınaya dönüşmüş, Istanbul’da büyük zarar vermişti. Demek musibetler
bitmemişti Cenâb-ı Hakk, milletin üzerine yeni cezalar hazırlıyordu. Zira
millet, padişahını muhafaza ve müdafaa edememişti. Halkın bir kesimi de böyle
söylüyordu.
Avni Paşa’nın İlk Tedbirleri
Bu
söylentiler Avni Paşa’nın kulağına kadar erişti. Halk cahil ve nankördü. Halka
zerre kadar ehemmiyet vermezdi. Kuvvet kimdeyse halk ona boyun eğerdi. Böyle
düşünmesine rağmen endişelendi. “Karşı darbe” diye bir şey olduğunu
biliyordu. Kurmay sınıflarında okumuştu. Rüşdü Paşa’nın Bebek’teki yalısında
yapılan üçlü toplantı bittikten sonra Dolmabahçe Sarayı’na geldi...
Sabaha
az kalmıştı. O geceyi ve sonraki iki geceyi de sarayda geçirdi. Sultan Murad’a
zarar gelmesinden çekindiği için sarayda kaldığını söylüyordu. Hâlbuki sarayda
görevli olmayanın padişah saraylarından birinde yatması saygısızlık
sayılıyordu. Padişah sarayında, gece yatısına kimse misafir edilmezdi.
Osmanoğullarının geleneği buydu ama amansız diktatör Hüseyin Avni’ye, gelenek
falan hatırlatmaya cesaret edecek tek kişi ortada görünmüyordu.
Sarayın
muhafazasından Müşîr Redif Paşa mes’uldü. Seraskerden, kuş uçurmamak emrini
almıştı. Redif Paşa, kaypak, fakat Avni Paşa kadar sert olmayan bir askerdi.
Seraskerin, Sultan Murad’ın şehzadeliğinde çevresini teşkil eden ilim ve
san’at adamlarını, padişaha haber vermeksizin geri çevirmesi ve asla
görüştürmemesi emrini hayretle dinledi, fakat ses çıkarmadı.
Ama
padişahın herkesle bağlantısını kesmek mümkün değildi. Bunun için Avni Paşa,
kendisine bağlı mâbeyncileri Padişaha sormaksızın tayin etti. Osmanlı
Saray’ında mâbeyncilerini bizzat seçemeyen padişah görülmemişti ama bu iş de
oldu! Avni Paşa’nın emri, Rüşdü Paşa ile Midhat Paşa padişaha ne söylerlerse
kelimesi kelimesine kendisine iletilmesi merkezindeydi. En çok onlardan ve en
fazla emr-i vâki yapıp padişaha anayasa ve meşrûtiyet (taçlı demokrasi) ilân
ettirmelerinden çekiniyordu. Bu Midhat Paşa sarhoşunun dilinden düşmeyen
Meşrûtiyet de ne menem şeydi? Bu vesileyle Midhat Paşa’nın külâh kapmasına nzâ
göstermeyecek, devleti bildiği gibi idâre edecek, bütün düşmanlarını
mahvedecekti. Kesin kararlı idi. Günde birkaç defa Sultan Murad’ın huzuruna
çıkıp şu fikirleri telkin etmek istedi:
Padişah,
muvaffakiyetle atalarının tahtına oturmuştur. Bu askerin, bilhassa seraskerlik
makamının (yani kendisinin) eseridir. Bunu hiç unutmamak icab eder. Zira
padişahın tahtı henüz emniyette değildir. Abdülaziz Hân’ın pek çok taraftarı
vardır... Her şeyi askere ve onun başındaki seraskere bırakmak lâzımdır.
Padişah istediği gibi keyif edip nefs-i hümâyûnunu devlet işleriyle üzmemesi
lâzımdır.
Sultan
Murad, bu tehdit dolu palavraları hayretle ve sabırla dinliyordu. Fakat Avni
Paşa denen bu heriften nefret etmişti... Bir padişahla böyle konuşan bir
adamdan devlet ve millet için hayır beklemek boş şeydi. Avni Paşa’nın orta
boylu, dolgun vücudu, boyunsuz gibi hemen omuzlarının arasından çıkan kocaman
kafasını, artık tamamen beyazlaşmış gür sakalını, keskin, yüksek, kaba ve
kalın sesini artık gittikçe sabırsızlık ve asabiyet içinde süzüp dinliyordu.
Sultan
Murad’ın evvelce Hüseyin Avni Paşa ile hususî ve amcası aleyhinde temasları
olmamıştı. Sultan Murad, evvelden de törenlerde karşılaştığı bu kaba
seraskerden hiç hoşlanmazdı. Fakat amcasının aleyhinde olduğu ve orduyu elinde
tuttuğu için bu hissini açıklamamıştı.
Şâir Ziyâ Paşa
Cuntanın
Sultan Murad’la irtibatı, Midhat Paşa vasıtasıyla idi. Sultan Murad’la Midhat
Paşa anlaşırlar, meşrûtiyeti ilân edip Türkiye’yi İngiltere ve Fransa yapmayı
hayâl ederlerdi. Ancak bir veliahdin Midhat Paşa gibi bir nâzırla hususî
görüşmeleri zordu, padişahın dikkatini çekerdi. Paşa ile Sultan Murad’ın
söylediklerini karşılıklı devrin en büyük şâiri sayılan Ziyâ Bey birinden
diğerine giderek naklederdi. Ziyâ Bey, bir darbe yapılacağını biliyordu. Fakat
günü ve ne şekilde olacağı hakkında bilgisi yoktu. Meşrûtiyet Türkiyesini ne
ihtiyar Rüşdü Paşa’nın, ne de despot bir askerden başka bir şey olmayan Avni
Paşa’nın yürütemeyeceğinden emindi. Dâhî olduğu için, Midhat Paşa’yı da
gerçekçilikle değerlendirmişti. Şimdilik onu destekleyecek, fakat sarhoş ve
boşboğaz, ihtiyatsız ve dış politikada bilgisiz olan Midhat Paşa’nın ilk
bocalamasında kendisi sadrâzam olacaktı. Sultan Murad’ın, babası Abdülmecid
Hân’ın adamı ve Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirmesi olan 47 yaşındaki Ziyâ
Bey’e büyük sevgisi vardı. Sultan Murad’ın çok yakın dostu olan Ziyâ Bey,
sadrâzam olduğu zaman en yakın arkadaşı 36 yaşındaki Nâmık Kemâl Bey’i de
hâriciye nâzırı yapacaktı. Yıllarca Londra’da, Paris’te, Cenevre’de
yaşamışlar, Avrupa hayatını yakından tanıyorlardı. Avrupa’yı kulaktan dolma
tanıyan ve iyi bir Batı dili bile bilmeyen Midhat Paşa’nın çok az zamanda
tökezleyeceğinden emin idiler.
Sultan
Murad’la Ziyâ Bey arasındaki bu açıkça konuşulmamış, fakat aşağı yukarı
üzerinde anlaşılmış projeyi Hüseyin Avni Paşa mantık yoluyla keşfetmişti. Ziyâ
Bey’e diş biliyordu. Ancak Ziyâ Bey’in memleketteki şöhreti, Avni Paşa’nın
şöhretinin on misli idi. Onun için, bu tehlikeli, her- kese kafa tutabilecek
mizaçta, fevkalâde zeki adamı ne yapıp edip padişahın çevresinden
uzaklaştırmaya kararlı idi. Şöhret bakımından ondan aşağı kalmayan Nâmık Kemâl
Bey’den de hoşlanmıyordu ama şimdilik o Avni Paşa’nın ikinci derecede bir
problemi idi. Zira kıdemi, devlet hizmetindeki derecesi ve yaşı bakımından
henüz sadrazamlığa tâlib olamazdı.
Avni
Paşa gibi Midhat Paşa da, Ziyâ ve Kemâl Beylerin kendisini küçük gördüklerini
hissetmişti fakat onlarla dostluğunu kesmeye cesareti yoktu. Meşrûtiyetin en
ateşli ve müessir propagandacısı idiler. Meşrûtiyet ise, Midhat Paşa kafasına
göre, kendisi için ölesiye başbakanlık demekti...
Midhat
Paşa ile Sultan Murad arasında darbeden önce Ziyâ Bey’den başka Nâmık Kemâl
Bey, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin çok nüfuzlu şeyhi Osman Salâhaddin Dede,
Sultan Murad’ın hususî hekimi İtalyan Capoleone de aracılık etmişlerdir.
Avni
Paşa, halkın darbeyi karşılayış şeklinden memnun değildi. Bu cahil yığın niçin
aralarına yaydığı rivayetlere inanmıyor da, gerçeği bulmaya çalışıyordu? Avni
Paşa o kadar yukarıdan atmıştı ki, küçümsediği halkın en cahil kesimi bile
bunlara inanmıyordu. Zavallı, kendisi namına konuşulan, karar verilen, hattâ
darbe yapılan millet, Abdüla- ziz Hân’ın oğlunu velîahd yapmak için Çar’dan
İstanbul’a 40 bin Rus askeri göndermesini istediğini yutar mıydı? Millet
hazînesinde para olmadığı halde, Sultan Aziz’in hususî hazînesinde 50 milyon
altın bulunduğuna inanır mıydı?
Herkes,
Sultan Aziz’in ihtiyatsızlık ettiği kanaatinde birleşiyordu. Eski Serasker
Müşîr Derviş Paşa’yı tekrar seraskerliğe getirmek için Avni Paşa’yı azle karar
verdiğini, darbe bir gün geciktirilseydi bunun böyle olacağını herkes
öğrenmişti. Üstelik Sultan Aziz, Başmâbeynci Hâfız Mehmed Bey’i, Şeyhülislâm
Hasan Hayrullah Efendi’nin Süleymaniye’deki makamına (Bâb-ı Meşihat) göndermiş,
talebelerin nümayişine mani olamadıkları için ulemâ’yı tehdit ettirmiş, onları
da karşısına almıştı.
Halk
bir gün içinde, darbenin bütün tafsilâtını öğrenmişti. Darbenin yapılacağı
sabahtan önceki gecede Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’taki padişah ihsânı
yalısında Rüşdü ve Midhat Paşalar’la, Hayrullah Efendi ve Redif Paşa
toplanmışlardı. Sabaha karşı makam kayıkları ile Kuzguncuk’tan ayrılmışlardı.
Rüşdü ve Midhat Paşalar’la şeyhülislâm, Avni Paşa’nın getireceği Sultan
Murad’ı beklemek için Bâb-ı Seraskerî’ye, yani Beyazıt’a, Avni Paşa da yanına
Redif Paşa’yı alıp Süleyman Paşa, Sultan Aziz’i kayığa bindirdikten sonra
Dolmabahçe’ye gitmişlerdi. Rüşdü Paşa ve yanındakiler Bahçekapısı’nda kayıktan
inmişler, Rüşdü Paşa, seraskerliğe gitmekten vazgeçmiş, öğleden sonra
Dolmabahçe’de yeni padişaha bîat etmeye karar vermişti.
Türkiye Düşmanlığı
Sultan
Abdülaziz giyinip Harem Dairesi’nden çıkarken, yanındaki dârüssaâde ağası
Cevher Ağa, başmâbeyncisi Hâfız Mehmed Bey ve başkâtibi Âtıf Bey’e şu tarihî
sözleri söylemiştir:
-Böyle
olacağını biliyordum. Zira benden önceki sultanlardan benim gibi devletin şan
ve şevketinin yükselmesine hizmet edenler, felâkete uğradılar. Amcam şehîd-i
mağfûr Sultan Selim’in uğradığı felâketin derecesi tarih sayfalarını kanlara
boyadı ve herkese ebedî bir esefi yâdigâr olarak bıraktı. Felâket, şimdi benim
başıma da geldi!
Burada
Abdülaziz Hân, Türkiye’nin yükselmesi için büyük çaba harcayanların yabancı
güçler (o devir için İngiltere, Rusya, Yunanistan vs.) tarafından Türk devlet
adamlarına para dağıtılarak felâkete uğratıldıklarını açıkça ima etmektedir.
Türkiye’nin çok güçlenmesi asla arzu edilmemiştir. Yabancılar bu oyunla çok
şey kazandıklarına göre, oyuna gittikçe daha fazla ağırlık vermişlerdir.
Düşünmelidir ki, Sultan Abdülaziz Hân’ın Türkiyesi, bugünkü Türkiye’nin
-toprak bakımından- tam 15 mislidir. Demek on beşte on dördü, yabancı
devletler hesabına budanabilmiştir. Bugün de birçok devlet, 800 bin kilometre
kareden küçük olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türkler için büyük görmektedir.
Halk,
padişahın sadece üç kişiye söylediği yukarıdaki sözleri, nasıl olmuş, kim kime
nakletmişse, üzerinden bir gün bile geçmeden öğrenmiştir. Hele padişahın,
tamamen şahsî eseri olduğunda bütün yerli ve yabancı yazarların birleştikleri
büyük Türk Donanması’nın önünden geçirilerek köhne Topkapı Sarayı’na
götürülmesi, millet için şok olmuştur. İlk defa bu vak’a dolayısıyla millet, gene
kendisi hakkında şu sözleri söylemiştir:
-
Bizim millete yaranılmaz! Başımıza felâket getirenleri el üzerinde tutar, bize
hizmet edenleri alaşağı ederiz!
İngiltere,
Fransa ve Rusya devlet adamları, Londra, Paris ve Petersburg’daki Türk
büyükelçilerine, daha birkaç ay önce şu sualleri sormuşlardı:
-
Birleşik Amerika’dan son sistem bir milyon Martini tüfeği, Krupp’tan son
sistem ağır toplar aldınız. Bu kadar silâhı ne yapacaksınız? Zâten
tüfekleriniz ve toplarınız mükemmeldi. Şimdi bunlarla, Avrupa’da devletler
muvazenesini bozdunuz. Bir milyon Martini tüfek, bizim ordularımızda yoktur.
İstanbul’daki tersânenizde zırhlılar yapmaya başladınız. Askerî fabrikalarınızı
genişlettiniz. Bir sürü yeni kale, istihkâm ve tabya yaptınız. Majeste Sultan’ın,
ordu ve donanma için daha fazla, sonra ondan daha fazla, sonra ondan da fazla
tahsisat isteyip kendi tayin ettiği nâzırlarla münakaşa ettiğini İstanbul’daki
büyükelçilerimiz bize duyuruyorlar. Harbe mi hazırlanıyorsunuz? Gerçi Tuna,
Bosna-Hersek, Karadağ ve Girit gibi eyâletlerinizde bazı ayaklanmalar vardır.
Fakat bu kadar silâh elbette onlar için değildir. Zâten Türkiye istemedikçe
hiçbir devlet onunla harbe giremez. Rusya’da da harb isteyen panslavistler
vardır ama Çarımız sulh taraftarıdır ve onlara sözünü geçirir. Türk Donanması,
yalnız İngiltere’de bulunan en modern zırhlıları edinmiştir. İngiltere ve
Fransa’nın donanmasından sonra dünyada üçüncü hâle getirilmiştir ama gerçekte
Türkiye’nin modern zırhlıları Fransa’da yoktur. Fransız Donanması, Türk
Donanması’ndan henüz daha büyük, fakat tekne bakımından daha eskidir.
Türkiye’nin savunmak mecburiyetinde olduğu Karadeniz, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz
ve Basra Körfezi vardır. Bu denizler, okyanuslara nispetle küçük su
parçalarıdır. İngiltere ve Fransa ise sömürgeleri dolayısıyla altı kıt’ada
okyanusları savunmak durumundadır. Binâenaleyh donanma siyasetinin, İngiltere
ve Fransa gibi makul gerekçesi yoktur. 750 bin askeri silâh altında tutuyor,
terhis etmiyorsunuz...
Bu
konuşmalar, tabiatıyla Sultan Aziz’e intikal ettirilmişti. İşte padişah
ayrılırken, üç yüksek görevlisine söylediği sözlerle, hangi güçlerin kendisini
evi mesabesinde olan sarayından söküp attığını ima ediyordu.
Avrupa’daki
Türk büyükelçileri, çok değerli diplomatlardı. 1876’da Türkiye’yi büyükelçi
olarak Londra’da Vezir Muzurus Paşa, Paris’te -sonradan sadrâzam olan- Sâdık
Paşa, Petersburg’da (Leningrad) Müşîr Çapanoğlu Şâkir Paşa, Berlin’de
-sonradan sadrâzam olan- Vezir İbrahim Edhem Paşa, Viyana’da -sonradan sadrâzam
olan- Vezir Ahmed Ârifî Paşa, Tahran’da -sonradan maârif nâzırı olan ünlü
bilgin- Vezir Münif Paşa temsil ediyorlardı. Diğer Türk temsilcileri, orta
elçi idiler.
Halk,
hal’in nasıl olduğunun bütün tafsilâtını öğrenmişti:
Beşinci
Ordu’nun dördüncü alayının birinci taburunu saraya getiren, İstanbul Merkez
Kumandanı Mirlivâ (tümgeneral) Mustafa Seyfi Paşa idi. Başlarında binbaşılar
İzzet Bey, Osman Ağa, Edhem Bey bulunan Birinci Ordu’nun ikinci, üçüncü,
dördüncü ve beşinci taburları arka tarafa alınmıştı. Er elbisesi giydirilmiş
300 Harbiye talebesi, Arab taburunun arkasındaydı. Sonra Harbiye talebesi,
Süleyman Paşa tarafından, Veliahd Dairesi’nin önüne getirilmiş, çift sıra
hâlinde sıralanmıştı. Maçka’ya, Yüzbaşı Hüseyin Efendi kumandasında bir dağ
bataryası yerleştirilmişti. Süleyman Paşa, Abdülaziz Hân’ın mukavemet ettiğini
işaretle bildirirse, bir taraftan bu bataryanın, diğer taraftan Donanma
Kumandanı Ârif Paşa’nın emriyle deniz cihetinden zırhlıların, Dolmabahçe
Sarayı’nı bombardıman etmesi kararlaştırılmıştı. Tabii bu son husus, fevkalâde
şüpheli bir keyfiyetti. Saray’ın önünde, muhâfızdan fazla merâsim nöbetçileri
olan bir “kısım” (yani yarım bölük) piyade askeri ve başlarında birkaç subay
vardı. Süleyman Paşa, tabancasını çekerek bu subayları teslim almış ve
silâhtan tecrid etmişti. Ne olduğunu anlayamayan ve Sultan Aziz’in emriyle
geldiğini iddia eden Süleyman Paşa’nın yalanına inanan yarım bölük asker de
derhal geri hatlara çekilip saraydan uzaklaştırılmıştı. Saraya gelen bütün
yollar kesilmişti. Asıl hassa taburları Maçka gibi uzak yerlerdeki kışlalarında
idi. Bunlar daha uykuda iken Sultan Aziz, Topkapı Sarayı’na nakledilmişti.
Diğer
taraftan Hüseyin Avni Paşa, padişahın darbenin yapıldığı 30 Mayıs günü
kendisini azledip yerine eski serasker Müşîr Lofçalı Derviş Paşa’yı
getireceğini duymuş, hattâ saraydaki adamları, bu rivayeti doğrulamışlardı ama
padişah telâşlanırsa, o gece de Derviş Paşa’yı çağırtıp serasker yapar; paşa,
seraskerliğe gelip bütün kara kuvvetlerine el koyardı. Onun için Hüseyin Avni
Paşa, 29 Mayıs’ı 30 Mayıs’a bağlayan gece, Karaköy Köprüsü’nü açtırdı ve
İstanbul tarafı ile Saray’ın bağlantısını kesti. Ayrıca Çapa’daki Derviş
Paşa’nın konağı o gece ablukaya aldırtıldı. Askere, Derviş Paşa’nın padişaha
ihanet ettiği (!) söylenerek, o gece konaktan kimsenin dışarı bırakılmaması,
zorla çıkmak istenirse, kim olursa olsun vurulması, fakat konağa girmenin
serbest olduğu emri verildi.
Süleyman
Paşa hâtıralarında bizzat anlattığına göre, taburları Saray’ın önüne,
kararlaştırılan saatten biraz geç getirdi. Askerin, Beşiktaş’a henüz
inmediğini gören Hüseyin Avni Paşa, sağ elini sol dizine vurarak ve Süleyman
Paşa’yı kastederek; “Ah kumandan paşa!” diye teessürlerini ifade etti. Aslında
taburlar Beşiktaş’a inmiş, fakat gizlenmişlerdi, henüz saray kapılarına
yanaşmamışlardı. Durumu dürbünle Kuzguncuk’taki yalısında gözleyen Hüseyin
Avni Paşa’nın yanındaki Rüşdü Paşa’nın telâşı üzerine heyecanı son derece
artmıştı. Avni Paşa, Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya:
-
Sandala buyurun, beraberce gidip bakalım Beşiktaş’ta ne olmuş! deyince Rüşdü
Paşa’da şafak atmış:
-
Ben gelmem, siz dahi gitmeyiniz, Redif Paşa oğlumuzu gönderelim, gidip baksın!
demişti!
-Yok,
artık ayıb olur! diyen Avni Paşa, ailesiyle helâlaştıktan sonra yalnız
gitmişti.
Rüşdü
Paşa ise, evine gitmeden, seraskerliğe uğrayıp Midhat Paşa’yı görmek istemişti.
Burada Midhat Paşa ile Şeyhülislâm Efendi’yi yüzlerinden düşen bin parça tabir
edilen şekilde görünce:
-
Bu işe girmemeliydik, ne yaptık? demiş, Şeyhülislâm korkusundan tek kelime
konuşamamış, cesur bir adam olmasına rağmen Midhat Paşa bile:
-
Ne yapalım, Avni Paşa’ya uyduk! demiştir.
Halkın
en çok şaştığı ve teessüf ettiği husus, sarayda padişahı hakkıyla koruyacak
tek tedbirli, cesur ve uyanık adamın bulunmaması idi. Öyle fırsatlar olmuştu
ki, tek bir cesur adamın ileri atılması, darbeyi o anda akamete uğratırdı.
Fakat böyle bir adam çıkmamıştı. Halk, sarayda görevli ve padişah ekmeği yiyen
o kadar adama beddualar ediyordu.
Sultan Murad’ın Durumu
Amcası
eceliyle ölüp de tahta geçseydi millet Sultan Murad’ı sevgiyle kucaklayacaktı.
Çehre bakımından babası Abdülmecid Hân’a benzediği için seviliyordu. Abdülmecid
Hân’ın büyük şehzâdesi olduğundan bin bir itina, emek, naz ve titizlik içinde
yetiştirilmişti. Gerçi babası ve amcası kadar sevilip sayılması mümkün değildi.
Zira bazı kusûrları vardı ve bu kusûrlarını halk biliyor, Sultan Murad zâten
saklamak için bir gayret göstermiyordu. Sultan Murad’ın, İngiltere seyahatinde
tanışıp şahsî dostluk kurduğu ve sonra devamlı mektuplaştıkları İngiltere
Veliahdı Galler Prensi Edward (Yedinci Edward)’ın teklifiyle farmason olduğu
duyulmuşsa da halk buna inanmamıştı. Bir Osmanoğlunun, hele kutsal hâkanlık
tahtının vârisi bir şehzâdesinin farmason olabileceğine kimse ihtimal vermemişti.
Halkın
büyük kesimi, Sultan Murad’ın kusûrlarını düzelmez şeyler saymıyor, gençlik
eseri telâkki ediyor, tahta çıkınca yaşayışına çeki düzen vereceğine emin
görünüyordu. Esasen Sultan Aziz daha genç, 46 yaşında ve arslanlar gibi idi.
Hâlbuki
Sultan Murad yıllarca önce, nasıl bir vakit evvel tahta çıkabileceğinin yalnız
hesabına değil, fiiliyatına da girmişti.
Yeni Osmanlılar
“Yeni
Osmanlılar” denen ve Âlî Paşa’nın iktidardan düşürülmesini isteyen daha çok
fikir adamları, gazeteci ve şâirlerden müteşekkil gizli cemiyet, Âlî Paşa’nın
iktidar makamında ölümünden sonra Ziyâ Bey (Paşa) sadrâzam oluncaya kadar
Mahmud Nedim, sonra Midhat Paşalar’ı desteklemişti. Fakat kendileri iktidara
gelmek için zamanla Abdü- laziz Hân’ın tahttan çekilmesini ve V. Murad’ın tahta
çıkmasını en iyi formül olarak görmeye başladılar. Çoğu meşrûtiyet (taçlı
demokrasi) taraftarı idiler. Gerçekte, bu vasıta ile iktidarı istiyorlardı.
Birçok
kişi, içlerinde vezirler de bulunduğu halde bu cemiyete girip çıkmışlardı.
Cemiyetin kuvveti, basın vasıtasıyla idi. Gazete, kitap ve şiir, büyük
kudretlerini teşkil ediyor, mizah ve hiciv yoluyla da büyük kitle tesirleri
yapıyorlardı. Tanzimat edebiyatının kurucusu sayılan Mustafa Re- şid Paşa
yetiştirmesi Şinâsî Efendi de vaktiyle bu faaliyetlere katılmış, sonra kesin
şekilde el çekmiş, zâten ölmüştü. Cemiyetteki pek büyük şöhretler, her ikisinin
de dâhî olduğu herkesçe kabûl edilen Ziyâ Bey ile Nâmık Kemâl Bey idi.
Teşekkülün mânevî reisi de Sultan Murad’dı... Sultan Murad’ın Kadıköy’ünde
Kurbağalıdere’deki köşkü bu gizli faaliyetin merkezi idi.
Cemiyette
Kavalalı ailesinden bazı zengin prensler de vardı... Yeni Osmanlılar’ın ilk
başkanı zâten Mehmed Ali Paşa’nın torunu ve Mısır valisi İsmail Paşa’nın
kardeşi, Osmanlı nâzırlarından Mustafa Fâzıl Paşa idi. Sonradan Fâzıl Paşa, bu
işten yavaş yavaş sıyrıldı. Cemiyetin bütün malî yükü Sultan Murad’ın üzerine
kaldı. Mehmed Ali Paşa’nın oğullarından Abdülhalim Paşa da cemiyet üyesi idi.
Bir zamanlar Mahmud Nedim Paşa’nın ağabeyi Ahmed Bey’in oğlu Mehmed Bey de
cemiyetin en faal üyelerinden bulunuyordu. Ermeni banker Köçeoğlu Agop ve Rum
banker Hristaki Efendiler dahi cemiyete dâhildiler. Sonraları cemiyete
farmasonluk sızdı. Skalyeri, Aziz Bey, Dr. Capoleone gibi farmason büyükleri
cemiyete girdiler. Fevkalâde nüfuzlu bir şeyh olan Yenikapı Mevlevi Şeyhi
Osman Salâhaddin Efendi de içlerinde idi. Ali Suâvi Efendi de dâhildi. Fakat
Ziyâ ve Kemâl beylerle fena halde bozuşmuştu. Galatalı bankerlerden Rum Zafiri
Efendi de sonraları cemiyete girdi. Kozmopolit topluluğu Rüşdü ve Midhat
Paşalar destekliyor, el altında bulunduruyor, üyeleri ile görüşüyorlardı.
Zamanla cemiyet üyeleri, Velîahd-i Saltanat Murad Efendi’den büyük paralar
çektiler. Murad Efendi’nin şahsî masrafları da veliahdce değil, padişahça idi.
Lâyık olana değil, her isteyene para dağıtıyordu.
Murad
Efendi’nin maaşı ve mülklerinin geliri yetmeyince borçlandı. Sonra
borçlandıkça borçlandı. Nihayet bu borç -yukarıda anlatıldığı gibi- bir milyon
altını buldu. Kavalalı Abdülhalim Paşa, Avrupa’ya gidip, Veliahd namına bir
milyon altın borç bulmaya çalıştı. Fakat hiçbir banka bu borcu vermedi. Uzun
müzakerelerden sonra, tutumluluğu ve ileri görüşlülüğü sayesinde büyük serveti
olan Şehzade Abdülhamid Efendi kefil olduğu takdirde, ağabeyi veliahde bir
milyon altın verilebileceği bildirildi.
Fakat
Abdülhamid Efendi (İkinci Abdülhamid), bir milyon istikrazın ağabeyinin
borcuna yatırılacağını, sonra ağabeyinin bu borcunu da ödeyemeyeceğini,
masraflarını da karşılayamayacağını çok iyi biliyordu. Üstelik böyle bir borca
kefil olsa amcası öğrenecek, bu kadar parayı veliahdin ne yaptığını soracak,
kefil olduğu için kendisini de mimleyecekti.
Abdülhamid
Efendi, kefil olmayı reddetti. Bu durumda Sultan Murad için artık tahta çıkmak,
şahsî ihtiras değil, borçlarını kapatıp rezil olmamak meselesi hâline geldi.
Aksi takdirde amcasının eline düşecekti. Amcası şüphesiz bu borcu ödeyecek
fakat hem yeniden borçlanmaması için bütün tedbirleri alacak, hem de zâten çok
büyük olan şahsî gelirleri üzerinde bir milyon altını nerelere sarf ettiğini
araştıracak, veliahdinden para alan adamları teker teker tespit edip onları
mimleyecekti. Ziyâ ve Kemâl Beyler dâhil, birçok kimse de böyle bir
araştırmanın yapılmasını, şahısları ve istikbâlleri için tehlikeli görmeye
başlamışlardı. Onlar da Sultan Murad’ın tahta geçmesini kendileri için bir ölüm
kalım meselesi hâline getirdiler.
Ziyâ
Bey, Sultan Murad’ın tahta geçtiği gün Mâbeyn-i Hümâyûn Başkâtibliği gibi
Saray’ın en yüksek görevlerinden birine getirildi. Bu görevin çok ehemmiyetli
bir tarafı da vardı. Mâbeyn Başkâtibi, hükûmet ile padişah arasında aracı idi.
Hükûmete padişah ağzından yazı yazmaya yetkili tek kişi idi. Padişah çok
kudretli bir şahsiyet ise veya başkâtib çok kudretli bir şahsiyet değil ise,
mesele yoktu. Fakat Ziyâ Bey, devrin belki en kudretli şahsiyeti idi. Çok uzun
yıllardan beri dostu olan Sultan Murad’ın ağzından girip burnundan çıkacak en
keskin zekânın sahibi idi. Öyle sadrâzamdan falan ürkecek bir adam hiç değildi...
Vaktiyle Âlî Paşa gibi eşsiz iktidarda bir sadrâzamla ölüm kalım mücâdelesine
girmiş, Âlî Paşa bile Ziyâ Bey’i yiyememişti. Sultan Murad, Ziyâ Bey’i bu
göreve getirirken, Yeni Osmanlılar’ın bu en tanınmış ve kıdemli şahsiyetine
karşı vefa borcunu ödüyordu. Ama Ziyâ Bey için bu görev sadece sadârete
dayanmış bir merdivendi. Hemen o günlerde vezir pâyesine yükseltilmesi için
padişahla anlaşmıştı.
Ziyâ
Bey’i gözü kesmeyen Avni Paşa, bu tayini öğrenince çılgına döndü. Ziyâ Bey’in
kendisine, padişaha giden bütün yolları kapatacağını zannetmiyordu, bundan
emindi. Üstelik bu şâir Midhat Paşa gibi müfrit değil, fakat mutedil bir
Meşrûtiyetçi idi. Bütün Meşrûtiyetçilerin Allah belâsını versindi! Şart kelimesinden bile nefret ediyordu (meşrûtiyet, “şart” kelimesinden türer). Kim kendisinin yetkilerine şart şurt
koyabilirdi? Kellesini koltuğunun hemen altına alıp Abdülaziz Hân gibi
heybetinden yanına yaklaşılmaz bir hâkanı tahtından eden kendisi idi, Ziyâ Bey
değildi. Derhal Sultan Murad’a haber uçurdu. Ticaret nâzırı Sadullah Bey’in
başkâtibliğe getirilmesini rica etti. Sultan Murad bir şok daha geçirdi.
Tayinlerde kendisini ancak Sadrâzam ikaz edebilirdi. Serasker ancak askerî
tayinlerde söz sahibi idi. Üstelik bu tayin, nâzır, sefir, vali tayini değildi.
Kendi şahsî başkâtibinin tayini idi. Bu kadar şahsî bir tayine şimdiye kadar
Reşid, Âlî, Fuad Paşalar gibi en otoriter sadrâzamlar bile karışmamışlardı ama
yapılacak şey yoktu. Mûtedil Yeni Osmanlılar’dan olan Sâdullah Bey (Paşa)
başkâtib oldu. Ziyâ Bey, dişlerini gıcırdatarak saraydan ayrıldı.
Amansız
diktatör bununla da yetinmedi. Saray’ın en büyük âmirine “mâbeyn-i hümâyûn
müşîri” denirdi ki, Avrupa saraylarındaki saray nâzırı veyâ saray mareşali
demekti. Bu göreve de eskiden beri yakınlık kurduğu genç bir vezîri, Dâmâd Nûri
Paşa’yı getirdi ve onun mülkî vezir rütbesini, askerî eşdeğeri olan müşîr
rütbesine çevirdi. Edhem Bey başmâbeynci ve Seyyid Bey ikinci mâbeynci oldular.
Sultan Aziz’in bütün mâbeynci, kâtip ve yâverleri o gün Avni Paşa’nın emriyle
saraydan çıkarıldılar ki, bunların içinde Avni Paşa’nın dostu olan Başmâbeynci
Hâfız Mehmed Bey’le, sarayda Avni Paşa’nın casusu ve adamı olan ikinci
mâbeynci Fahri Bey de vardı. Seryâver Halil Paşa, yâverler Albay Reşid Bey,
Albay Zîver Bey, Binbaşı Hüsâmeddin Bey, Yüzbaşı Hüsnü Efendi ve diğerleri
saraydan çıkarıldılar.
Padişahın
çevresindeki bütün adamların Avni Paşa tarafından tayinine yalnız Sultan Murad
şok geçirmedi, Sadrâzam Rüşdü Paşa ile Midhat Paşa da şok geçirdiler. Fakat
padişah göz yumduktan sonra karışamazlardı.
Sultan Aziz’in Hazînesinin Yağması
Abdülaziz
Hân ve ailesi ile birkaç maiyeti Dolmabahçe’den çıkartılıp kayıklara
bindirilirken üzerlerine hiçbir şey almamaları tenbih edilmiş, onlar da öyle
yapmışlardı. Yalnız padişah, askerî pelerininin altına yatak odasında başucuna
asmak âdetinde bulunduğu amcası şehid Üçüncü Sultan Selim Hân’dan (1789-1807)
kalan tarihî palayı saklamıştı. Birkaç çok yüksek rütbeli câriyenin Dolmabahçe
Rıhtımı’nda çirkin şekilde üstleri aranmış, bir mücevher bulunamamıştı. Bu
arada 28 yaşındaki hâkanın eşi Neş’erek Kadın-Efendi’nin omzundaki şal da
çekilmiş ve bu şal tabii bir şey bulunamamasına rağmen iade edilmemişti ki,
daha önce kısaca temas ettiğimiz bu olayın nasıl bir destanî trajedi ile
neticeleneceği aşağıda görülecektir.
Belki
sarayda hiç bulunmamış ve Süleyman Paşa tarafından bilhassa tamahkâr ve kaba
adamlardan seçilmiş birkaç subay, Neş’erek Kadın-Efendi’nin kraliçe olduğunu
bilmiyorlardı, câriyelerden biri sanmışlardı. Fakat asıl bilmedikleri,
padişah hizmetinde ve “hazînedar” denen câriyele- rin taşıdıkları rütbelerdi.
Bunlardan başhazînedar kalfa’nın rütbesi askerî rütbelerden mareşale, üçüncü
hazînedarınki tümgenerale, diğer hazînedarlarınki albaya eşit sayılıyordu. Avrupa
saraylarında kraliçe nedîmelerinin düşes, markiz, kontes vs. olmaları
gibiydi... Böyle rütbeler taşıyan ve hepsi evlenmemiş kadınlar olan (sarayda
evli kadın kullanılmazdı) hazinedarların, bir kısmı Harbiye mezunu da olmayan
alaydan yetişmiş teğmen ve yüzbaşılarca hakarete maruz kalması, düpedüz
alçaklıktı.
Ünlü
tarihçi Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı merhum da bu olay için “yüz
kızartıcı” demektedir.
Şimdi,
tahtından edilen hâkanın serveti ne idi? Biraz bunun üzerinde duralım:
Osmanlı’da
padişah sarayları, içindeki bütün eşya ile beraber millî servet teşkil
ederler... Padişah malı sayılmazlar. Yani bir padişah bu sarayları ne
satabilir, ne vârislerine veyâ istediğine miras bırakabilir. En küçük saray
eşyası, en küçük mücevher bile böyledir. Padişah, bunları sadece kullanabilir.
Padişah, Topkapı Sarayı Hazînesi’nin müze eşyası niteliğinde olan
mücevherlerini de isterse belirli günlerde kendisi veyâ şehzâdeleri tarafından
kullanılmak üzere isteyebilir... Topkapı Sarayı Hazîne kethüdası, bunları
padişaha verir. Törenlerde kullanılır, tören bitince derhal yerine iade
edilir. Padişah tek bir yüzüğü bile alıkoyamaz. Nitekim son padişah Altıncı
Mehmed Vahîdeddin, Türkiye’yi Dolmabahçe rıhtımından terk etmeden bir gün önce,
zimmetindeki bir tarihî cep saatini Topkapı Sarayı’na göndererek, imzalı
senet mâhiyetindeki tezkiresini geri istemiştir.
Bu
Osmanlı geleneği mantığa dayanmaktadır. Zira her padişahın sarayları ve
eşyaları; oğulları, kızları, eşleri arasında paylaşılsa idi, yeni padişaha bir
şey kalmazdı.
Klasik
devir, yani 1826’dan önceki padişahların durumu bizim konumuzla ilgili
değildir. Yalnız klasik devirde padişahların çok zengin gelirleri olduğunu
kaydetmekle yetinelim. Tanzimat padişahları ise, hazîneden çok büyük bir maaş
almaktadırlar ve sarayların masrafları da hazîneden görülmektedir. Ayrıca her
padişahın şehzâdeliğinden kalan ve şahsına âid parası, mücevherleri,
gayrimenkulleri, çiftlikleri vs. olabilmektedir. Bunlar, padişahın şahsî mülkü
sayılmaktadır. Bir kısmı şehzâdeliğinde babası tarafından kendisine
verilmiştir, bir kısmı şehzâdeliğindeki maaşlarla edinilmiştir.
Şimdi
Sultan Abdülaziz’in bıraktığı servet, bu açıkla maların ışığında, daha iyi
anlaşılacaktır. Dolmabahçe Sarayı’ndaki tek sandalye bile padişahın olmadığına
göre, tahttan indirilen hâkanın şahsına âid ve öldüğü zaman kanûnî vârisleri
olan oğulları ile kızları (oğula iki hisse, kıza bir hisse olarak) arasında
bölüştürülmesi icab eden serveti ne idi?
Altın,
nakit para, tahviller ve hisse senetleri, diğer padişahlardan kalmayan ve
Abdülaziz Hân tarafından şahsen satın alınan mücevherler... Bunlar dışında,
ehemmiyetsiz çapta çiflikler ve bazı gayrimenkuller...
Bütün
menkul padişah serveti, Dolmabahçe Sarayı’nda belirli hazîne odalarında idi. Ancak
Saray’ın harem kısmındaki mücevherler ve altın paraların hemen hiçbiri
padişaha âid değildir. Padişahın eşlerine, kızlarına, câriyelerine âiddi.
Câriyeler maaşlı idi. Maaşlar yüksekti ve câriyelerin bütün ihtiyaçları
saraydan görüldüğü için bunları biriktirirler, üstelik birçok vesile ile
padişah, Vâlide-Sultan ve Sultanlardan atıyyeler alırlardı. Bankaya yatırmak
usulü yerleşmediği için, bankadan da emniyetli saydıkları saraydaki
odalarında muhafaza ederlerdi. Şimdi bunların hepsi ihtilâlcilerin elinde
idi. Yıllarca emeklerinin mahsulü olan yüksek rütbeli câriyelerin bu
varlıklarına el koymak, herhangi bir memûrun memûriyeti boyunca bütün
biriktirdiklerini elinden alıp, beş parasız evinden atmakla birdi!
Bu
olay oldu ve bunun başını Midhat Paşa çekti. Hal’ fetvâsını kaleme aldıktan
sonra nefsini, aynı zamanda en büyük hukukçu sandığı anlaşılıyor ki, bütün bu
menkullerin devlete âid olduğunu söyledi. Tek şahıs ses çıkarmadı. Bari
gerçekten devlete intikal etseydi... Bakınız ne oldu:
Dohmabahçe
Sarayı’na gelen Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar, Abdülaziz Hân’a âid
mücevherlerin bir kısmının saraya giren subay ve erlerle bazı generaller
tarafından yağma edildiğini öğrendiler. Sultan Aziz ve ailesini kayıklara
bindirdikten sonra harem’e giren asker, bu mârifeti yapmıştı. Paşalar, bu işin
tahkikat mevzuu yapılmamasını kararlaştırdılar. Zira bu asker, padişahı kayığa
bindirip göndermek gibi büyük hizmet yapmış, darbeci paşaları kurtarmıştı.
Sonra
Midhat Paşa:
-
Olan olmuş, dedi; padişahın geri kalan serveti milletin parasıyla alınmıştır,
devlet namına müsâderesi icab eder. Bir komisyon kurup bu işin icabına
bakalım...
Diğer
iki paşa tarafından kabûl edilen ve arzusu üzerine komisyonun başkanlığı da
kendisine verilen teklif sahibi Midhat Paşa, yukarıdaki sözleri ve fiiliyle
devletin anayasası mâhiyetinde olan Tanzimat Fermanı’na ihânet etmişti. Şöyle
ki:
Müsadere,
Tanzimat Fermanı ile yasaklanmıştı. Mah-keme kararı ile bir malın başkasına
âid bulunduğu veyâ devletten çalındığı hükme bağlanmadıkça, kimsenin servetine
hükûmet veyâ padişah el koyamazdı. 1839’dan beri bu kaide de bozulmamıştı. 37
yıl sonra şimdi ilk defa Meşrûtiyet kahramanı Midhat Paşa tarafından
bozuluyordu, İkinci Mahmud ile Mustafa Reşid Paşa’nın kemikleri sızlasa yeriydi.
İkincisi;
mülkiyet, düzenin vazgeçilmez prensibiydi ve bütün dünyada böyle idi. İlk defa
1917’de Rusya’da mülkiyet ilga edilecektir. Midhat, Rüşdü, Avni Paşalar’ın, en
yoksul ve ehemmiyetsiz bir şahsın malı, mülkü, parası oluyordu da, devlet
kurucusu ve bir aşiretten cihan imparatorluğu çıkaran Osmanoğullarının Hânedân
başı demek olan padişahın nasıl şahsen bir şeyi olamazdı? “Milletin parasıyla
almış!” ne demekti? Her şey milletindi. Midhat Paşa’nın Topkapı dışındaki
mâlikanesi, konağı, yalısı, serveti de millet parası değil miydi? Yoksa paşaya
küçük bir devlet memûru olan babasından mı kalmıştı?
Üçüncüsü;
Sultan Aziz’in oğulları, kızları, eşleri ve geçinmeleri onun şahsına bağlı
adamları vardı. Bunlar ne yapacaklardı? Ne yaptılar, onu da söyleyelim:
Hepsi
İkinci Abdülhamid’in himayesine sığındılar. Bu padişah onlara ayrı ayrı maaş
bağlayıp oturmaları için mülkler verdi. Aksi takdirde sürüneceklerdi.
İşte
Midhat Paşa budur. Hukuk bilgisi budur ve vicdanı bu kadardır! Kendini zengin
edip en mûtenâ makamları veren padişahının servetini bakalım ne yaptı:
Midhat
Paşa başkanlığında bir komisyon kuruldu. Komisyon üyeleri Dâmad Mahmud
Celâleddin, Dâmad Nûri ve Dâmad Edhem Paşalar, vezir müşîr rütbesinde ve üçü de
Beşinci Murad’ın kız kardeşleri ile evli adamlardı. Komisyonda ayrıca Beşinci
Murad’ın hazîne-i hassa idâresi reisi Saîd Efendi ile bu idârenin muhasebecisi
Hüsnü Efendi bulunuyordu. Bu komisyon ne yaptı?
Sultan
Aziz’in şahsî serveti olarak 85.000 altın nakit para, 800.000 altın değer
tahmin edilen ve aslında su içinde bir milyon altından fazla edeceği söylenen
mücevher ve değerli taş, 7.400.000 altın değerinde tahvil tespit edildi.
Başkaca şahsına âid bir servetinin bulunmadığı anlaşıldı. Şahsî servetin
yekûnunun 8.285.000 altın olduğu tespit edildi (ilk gün yağmalanan mücevherler
bunun dışındadır ve ne değerde mücevherler yağmalandığı belli olmamakla
beraber, yüz binlerce altın değerinde oldukları sonradan ileri sürüldü). Bu
meblağın Sultan Aziz namına bloke edilmesi ve onun ölümünden sonra oğullarına
iki hisse, kızlarına ve kadınlarına birer hisse olarak bölüştürülmesi, kanun
hükmü idi. Fakat son kuruşuna kadar el konuldu... Bu meblağın içinde Sultan
Aziz’in annesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’a, padişahın eşleri kadın-efendilere
ve kızları sultanlara, oğulları şehzâdelere âid nakit para ve mücevher de
vardı. Fakat onlar da “Sultan Aziz’indir” diye bir ayırım yapılmaksızın defter
edildi. Sultan Aziz ailesinden sadece annesi Pertevniyal Vâlide-Sultan’ın gasb
edilen saraydaki servet dışında malları vardı. Fakat ehemmiyetli şeyler
değildi. Çünki Vâlide-Sultan fazla parasını daima hayır işlerine yatırırdı.
İstanbul, Aksaray semtinde yaptırdığı cami, mektep, kütüphane gibi binalara ve
vakıflara, Konya’da inşa ettirdiği camiye, ihtiyaç sahiplerine yaptığı
yardımlara da çok para harcamıştı.
85.000
altın nakit, o sırada homurdanmaya başlayan ve padişahlarını muhafaza
edemedikleri için askerlik şereflerinin ihlâl edildiğini, padişaha sadakat
yeminlerini yerine getiremediklerini söyleyen Birinci Ordu birliklerine
dağıtıldı. Bu işi resmîleştirmek için de “Sultan
Murad’ın cülûs atıyyesi” dendi. Hâlbuki son cülûs bahşişi 30 Ekim 1757’de
Üçüncü Mustafa’nın tahta geçmesi ile verilmiş, sonra bu âdet kaldırılmıştı.
Şimdi darbeci Paşalar, 119 yıl önce tarihe gömülen bu Yeniçeri âdetini
hortlatıyorlardı. Hem de nasıl? Vaktiyle cülûs bahşişi, ordu birliklerine eşit
şartlar ve kanunun gösterdiği meblağlar hâlinde dağıtılırdı. Bu 85 bin altın
ise, 7 Osmanlı ordusundan sadece İstanbul’daki Birinci Ordu’nun en çok
homurdanan birliklerine dağıtıldı. Diğer 6 Türk Ordusu hava aldı.
7.400.000
altın değerindeki hisse senetleri, tahviller, dış borçlara yatırılmak üzere
Osmanlı Bankası’na verildi.
800.000
altın değerindeki ve aslında daha fazla ettiği söylenen bütün mücevherler,
Beşinci Murad’ın Rum sarrafı Hristaki’ye teslim edildi. Bunların İstanbul’da
ucuza elden çıkarılacağı, Paris’e gönderilip satılırsa değerini bulacağı
söylendi. Hristaki Zografos Efendi, mücevherleri alıp Paris’e gitti ve gidiş o
gidiş oldu... Bir Türk hâkanının mücevherleri, dolandırıcı bir Rum’un elinde
kaldı. Hristaki, asla Türkiye’ye dönmedi. Mücevherlerin parası olarak da
Türkiye’ye tek altın göndermedi...
Sultan
Murad’ın ve bilhassa annesinin bu yağmadaki sorumlulukları çok büyüktür.
Komisyondaki üç dâmad paşa, yeni vâlide-sultan’ın emriyle böyle bir tasarrufa
girdi! Komisyondaki üç dâmad paşadan Nûri Paşa, Avni Paşa’nın ve
Vâlide-Sultan’ın emrinden çıkamaz, onların has adamı, Edhem Paşa çekingen bir
adam olmasına rağmen, Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa nâzırlık yapmış, çok dişli
ve cür’etkâr bir devlet adamıydı. Ondan da bir itiraz gelmedi. Şevk-Efzâ
Vâlide-Sultan, Sultan Aziz ailesini mahvetmek istiyordu. Tahttan indirilen
padişah ve ailesinin son meteliğine kadar soyulmasını şiddetle telkin etti.
Sultan Murad da, annesinin bu tutumuna göz yumdu.
Servet
tespiti sırasında da büyük yolsuzluk oldu. Mücevher sandıklarından birini
şahsen açan ve içlerinden en büyük pırlantaları alan Dâmad Nûri Paşa’ya, olayı
bir gün sonra öğrenen Midhat Paşa, mücevherleri iade etmesini söyledi. Nûri
Paşa’nın taşları padişaha ve annesine verdiğini ima ve iddia etmesi
karşısında, zorla alamadı. Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya gitti:
-
Bu mülevves işe devam edemeyeceğim, herkes istediğini aşırıyor, yerime
başkasını bulun! dedi.
Yerine
Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa komisyon başkanı oldu. Abdülaziz Hân’ın
servetinin tek kuruşunun eski padişaha ve ailesine bırakılmaması için baskının
artması karşısında bu iş vicdanına ağır geldi, o da istifa etti. Rüşdü Paşa,
sadrâzam olarak müşkil mevkide kaldı. Yerine iki sebeple Müşîr Nâmık Paşa’yı
komisyon başkanlığına getirdi: Nâmık Paşa, hem Sultan Aziz’in düşmanı idi ve
oğlu darbeci subayların arasında bulunuyordu. Hem de devletin en kıdemli
vezir-müşîri idi. Bu yaşta ve kıdemde bir adamın adâletsizlik yapmayacağına
halk inanır sandı. Hâlbuki Nâmık Paşa, servetinin tek kuruşunu Sultan Aziz ve
ailesine vermeden, yukarıda belirtilen şekilde defterleri kapadı. Bu şekilde
kendisini yetiştirip, adam eden İkinci Mahmud’un küçük oğlu Sultan Aziz’in
ailesini sürünmek tehlikesiyle karşı karşıya bırakarak, 37 yıl önce ölen
efendisine minnet borcunu ödedi.
Bu
tarihte Nâmık Paşa 72 yaşında idi. Konyalı mütevazı bir ailenin çocuğu idi.
Sultan Mahmud tarafından seçilerek Paris’e gönderildi. Orada askerî akademide
okudu. Fransızca, İngilizce öğrendi. Daha önce Arapça ve Farsça öğrenmişti.
Sultan Mahmud kendisini 1832’de 28 yaşında general ve paşa yaptı. Sultan
Mahmud’un emriyle Harbiye’yi kuran generaller arasında bulundu. Az zamanda
müşîrliğe yükseldi. Çeşitli nâzırlıklarda ve birçok kere seraskerlikte bulundu.
Sultan Aziz devrinde ihtiyarlamış sayıldığı için kendisine fazla faal görev
verilmemişti. Bunun için padişaha düşman olmuştu.
Dâmad
Nûri Paşa, darbe günü hemen Mâbeyn Müşîri yapıldığı için, Saray’ın en yüksek
görevlisi, idârecisi ve âmiri durumunda idi. Mücevher yağması ile yetinmedi;
birçok antika saray eşyasını, hattâ Sultan Aziz’in fevkalâde değerli atlarını
çaldı. Bunların bir kısmının sükût hakkı olarak Hüseyin Avni, Mütercim Rüşdü
ve Midhat Paşalarla Şeyhülislâm Efendi’nin konaklarına gönderildiğini,
Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa (Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa değil!) Mir’ât-ı Hakıykat = Gerçeğin Aynası
adlı bu devir tarihi üzerinde en değerli kaynak olan kitabında yazmaktadır.
Gene
aynı tarihçi (Mahmud Celâleddin Paşa), Sultan Aziz ve annesine âid altın para
sandıklarının bir kısmının da Nûri Paşa tarafından aşırıldığını, fakat paşanın
bunun çoğunu Vâlide Şevk-Efzâ Sultan’a verdiğini yazmaktadır. Gene aynı yazar
Sultan Aziz’in şahsî malı sayılmayan ve padişahtan padişaha geçen birçok
değerli saray eşyasının da paylaşıldığını iddia etmektedir.
Ben
de şunu ilâve edeyim: Bu 1876 Dolmabahçe Sarayı yağmasından elde edilen bir
kısım antika eşya, 1940’lar ve 50’lerde İstanbul’da satılmıştır. Antikacılar
hatırlayacakların- ve bu eşyayı satanların Hânedân’la ilgileri yoktu.
Yağmacıların torunları ve vârisleri idiler.
Kolayca
tahmin edilebilir ki; bizim olayımızda, en nâzik taraf, tahttan indirilen padişahtır.
Çünki, en az bir düzine sebepten dolayı meşrûiyetin en büyük temsilcisi
durumundadır. Bu vasıfta bir adama karşı, çok az kimse menfî harekette
bulunmayı kabûl eder. Binâenaleyh Sultan Aziz’le ilgili işler, bu işleri
yapabilecek tıynette adamlar bilhassa seçilerek bunlara gördürülmüştür!
Süleyman
Paşa ile Avni Paşa, böyle birkaç uşak seçmişlerdir. Seçtikleri üç uşaktan,
gelecek bahsimizde bahsedeceğim. Bunların hepsinin gaddar ve gözü kanlı
adamlar olmaları ve büyük menfaatler beklemeleri şarttır... Aksi takdirde
kendilerinden isteneni yapmazlar.
Avni
Paşa; kendisi dâhil, darbeyi neye yaptıklarını bilerek, ancak 63 kişinin
gerçekleştirdiğini söyler. Avni Paşa’dan nefere kadar çeşitli derecelerde 63
kişi... Gerisi kandırılmış, padişahı muhafaza edeceksiniz, padişah öldü falan
yalanlarıyla kullanılmış insanlardır!
Darbenin Teknik Tafsilâtı
Kendisine
padişahın tahttan indirileceği önceden açıkça söylenen başlıca subay Binbaşı
İzzet Bey’dir. Daha sonra anlatacağımız Yıldız Mahkemesi’nde bu adamın niçin
şiddetle itham edileceğini anlamak için, onun bu hususî durumuna atıf yapmak
lâzımdır.
Binbaşı
İzzet Bey, Birinci Ordu 5. Piyade Taburu Kumandanı idi. Sonradan Yıldız
Mahkemesi’nde, padişahın tahtan indirileceğini bilmediğini, medrese
öğrencileri ile ayak takımının işbirliği yaparak (!) Dolmabahçe Sarayı’nı
basacakları (!) kendisine söylenerek, saraya taburu ile beraber inmesinin
emredildiğini, kumandanların emirleri başkumandan olan hâkan adına
verdiklerini, hiçbir askerin ben bu emri dinlemem demesinin mümkün olmadığını,
aksi takdirde cezasının askerlikten tard veyâ kurşuna dizilme arasında bir şey
olacağını, Süleyman Paşa’yı evvelce şahsen tanımadığını ifade etmiştir.
Bu
ifadelerin topu yalandır.
Hizmeti
karşılığında yarbay ve hemen albay yapılan İzzet Bey, darbeden günlerce önce
Süleyman Paşa ile şahsen ve gizlice ve baş başa görüşerek ondan emir almış ve
en nâzik görevlerden biri kendisine verilmiştir. Bu işi kabûl eden İzzet Bey
taburundan tek subayı, birinci bölük kumandanı Yüzbaşı Gürcü Necib Efendi’yi
açılmaya müsait görmüş, durumu ona anlatmış, o da darbeye katılmayı kabûl
etmiştir. Nitekim darbeden sonra Necib Efendi, Binbaşı Necib Bey olmuştur
(binbaşı rütbesine kadar subaylara “efendi”, binbaşı olunca “bey”, mirliva
olunca “paşa” denirdi; Harbiye mezunu değillerse “ağa”, eğer bir vezir veyâ
müşîrin oğlu iseler binbaşıdan küçük rütbede olsalar da “bey” denirdi). Hattâ
bu Necib Efendi, darbeden birkaç gün önce, birkaç defa Veliahd Murad
Efendi’nin dairesine giderek kendisine darbenin gelişmesi üzerine Süleyman
Paşa’nın emriyle bilgi vermiştir. Yıldız Mahkemesi’nde bütün bunlar açığa
çıkmıştır.
İşte
bu İzzet Bey’le Necib Efendi, Sultan Aziz’in muhafızları olmuşlardır.
Avni
Paşa darbeden önce, Sultan Murad tahta geçtiği takdirde kardeşi Abdülhamid
Efendi’nin veliahd olacağını, fakat buna rağmen darbeyi kabûl etmeyeceğini,
amcasına ve meşrûiyete çok bağlı olduğunu, mizaç bakımından diğer şehzâdelere
benzemediğini, buluttan nem kapıp derhal gerçeği yakalayacak bir karakterde,
üstelik çok serinkanlı olduğunu, Süleyman Paşa’ya söylemişti. Bunun üzerine
Süleyman Paşa, Abdülhamid Efendi’nin dairesini darbe sabahı kordon altına
almıştı. Abdülhamid Efendi’nin padişahın dairesine geçerek bir şeyler yapması
da bu şekilde önlenmiş oluyordu.
30
Mayıs Salı sabahı Dolmabahçe Sarayı, daha güneş doğmadan darbeciler tarafından
askerî abluka altına alınmıştı.
Saray
teşkilâtı iki kısma ayrılır: Mâbeyn-i Hümâyûn ve Harem-i Hümâyûn. Harem’e,
padişah ve oğullarından başka hiçbir erkek giremez. Burada yüzlerce câriye
yaşar. Harem’in en büyük görevlileri Dârüssaâde Ağası olan Zenci veyâ Habeş
hadım ile “Başhazînedâr Kalfa” denen en kıdemli câriyedir. Her ikisinin
rütbeleri vezir-müşîr’e eşittir. Harem’in başı ise Vâlide-Sultan, eğer ölmüşse
padişahın ilk evlendiği hanım, yani Baş-Kadın-Efendi’dir. İlki imparatoriçe,
İkincisi kraliçe derecesinde protokole girerler (Osmanlı düzeninde padişah
eşleri imparatoriçe sayılmazlar).
Mâbeyn
kısmında ise kadın yoktur. Bu daire, padişahın gündüz çalıştığı, görüştüğü
kısımdır. Devlet başkanı ile hükûmetin ve akla gelen bütün ilgili şahısların
münasebetlerini Mâbeyn düzenler. Mâbeyn-i Hümâyûn’un en büyük âmiri Mâbeyn
Müşîri denen mareşaldir... Son defa bu görevde Abdülhamid Ferid Paşa bulunmuş,
fakat bir yıl önce görevi nihayet bulmuş, Sultan Aziz yerine tayin yapmamıştı.
Yani darbe sırasında bu görev boştu. Mâbeyn Müşîri olmadığı takdirde en büyük
görevliler başmâbeynci ve sonra mâbeyn başkâtibidir; daha sonra ikinci mâbeynci
ve ikinci mâbeyn kâtibi gelir. Bunlar çok yüksek görevlilerdir. Darbe sırasında
Hâfız Mehmed Bey başmâbeynci ve Âtıf Bey, başkâtib idiler. Başkâtiblik, bugünkü
cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğidir. Darbe gecesinde başmâbeynci ve başkâtib
beyler Saray’da değillerdi. Evlerine gitmiş, uyuyorlardı... Bunlardan Âtıf Bey,
padişaha çok bağlı, yüksek kültürlü bir adamdı. Hâfız Mehmed Bey hakkında sonra
çok konuşulmuş, darbeci cuntaya mensup olduğu iddia edilmişse de, bu iddia
delillendirilememiştir. Onun için Yıldız Mahkemesi’ne çıkarılmamış, bir ceza
görmemiş, fakat kendisine devlet görevi de verilmemiştir. Kendisini savunmak
ve darbe ile ilgisi bulunmadığını anlatmak için Hakaaiku’l-Beyân fî Hakk-ı Cennet-Mekân Sultân Abdül-Azîz Hân diye
değerli bir eser yazmıştır. Yalnız Mehmed Bey’in, Avni Paşa’nın dostu olduğu
muhakkaktır. Avni Paşa’nın dost edinmek için kendisiyle çok iyi geçinmeye
dikkat ettiğini sanıyorum.3 Burada şunu hatırlamak lâzımdır: Mâbeyn Müşîri çok
büyük bir adamdır ve nâzırlarla eşit sayılır; kendi dairesinde oturur ve
Saray’ın sadece yüksek politika, güvenlik ve protokol işlerine bakar.
Başmâbeynci ise daha faaldir. Başmâbeyncinin haberi olmadan hiç kimsenin
padişahla görüşmesi mümkün değildir.
3
Manastırlı Hâfız Bey, Hüseyin Avni Paşa’nın kör âleti olduğu için İkinci
Abdülhamid’ce mimlenmişti. Tahta çıkınca onu Antalya mutasarrıfı (Sancak=İl
Vâlisi) tayin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı. Sonra asla İstanbul’a dönmesine
izin vermedi. Fakat rızıkla oynamamayı prensip edindiği için kendisine
Antalya’nın 50 kilometre kuzeyinde çok büyük Dağbucağı çiftliğini ihsan etti. O
mevkie yakın zamana kadar “Hâfız Bey” denmiştir. Hâfız Bey, ancak 1908’de
meşrutiyet ilanından sonra İstanbul’a dönebildi ve Sultan Hamid muhâlifi
sayıldığı için kendisine Samsun mutasarrıflığı verildi. İşte Sultan Aziz
Vak’ası üzerinden eserini bu sırada yazıp Sultan Aziz Vak’ası’nı, Sultan Hamid
rejiminden ters biçimde yorumlayıp bu yorumlarını devletin resmî görüşü yapan
İttihatçılar zamanında yayınladı. Bu bakımdan söylediklerinin değeri çok
artmaktadır. 4 oğlundan büyükleri Semih ve Mustafa İzzettin Beyler, Antalya’da
ilki 1902’den sonra, ikincisi babası hayatta iken 5.10.1898’de 28 yaşında öldü.
3. oğlu Burhaneddin Bey, Birinci Cihan Harbi’nde subay olarak şehit düştü.
Küçük oğlu ise Bal Mahmud Bey(Mahmud Baler)’dir. Hâfız Mehmet Bey bâlâ
rütbesinde idi. (orgenerale eşit mülkiye rütbesi)
Binâenaleyh
darbe gecesi Saray’ın Mâbeyn kısmında ikinci mâbeynci Fahri Bey nöbette idi.
Fakat odasına çekilmiş uyuyor veyâ uyur gözüküyordu. Harem kısmında hiçbir
görevlinin Mâbeyn’e geçmesi veyâ bunun aksi mümkün değildi. Yâverler dairesinde
herkes evine gitmiş veyâ sarayda uyumuştu; yalnız Yüzbaşı Hüsnü Efendi nöbette
idi (Başyaver, Saray protokolünde başkâtib’ten sonra gelir). Saray’ın önüne asker
yığıldığını ve bunların muntazam saflar hâlinde dizildiklerini görünce Fahri
Bey’i uyandırdı. İkinci Mâbeynci:
-
Saraydan çık, git bak, niçin gelmişler! diye emir verdi. Hüsnü Efendi saraydan
çıkarken, elinde tabancası bulunan binbaşı üniforması giymiş Süleyman Paşa ile
karşılaştı ve tabancası ile kılıcı alındı.
İkinci
Mâbeynci Fahri Bey, cuntaya dâhildi ve doğrudan Avni Paşa’dan emir alıyordu.
Vak’anın birkaç dakika olsun geç duyulması için elinden geleni yaptı.
Bundan
sonra Süleyman Paşa, protokolde Mâbeyn Müşîrinden bile evvel gelen Dârüssaâde
Ağası Cevher Ağa’yı çağırtıp onunla konuştu, yerinde anlatılmıştı. Bu sırada
fevkalâde şeyler olduğunu öğrenen Hâfız Mehmed Beyle Âtıf Bey de Beşiktaş’taki
evlerinde acele giyinip gelmişler ve Süleyman Paşa’nın yanına erişmeye
muvaffak olmuşlardı. Süleyman Paşa, kendisinden çok üstün rütbedeki dürüssaâde
ağası ile saygı ile konuştu. Bu sırada gelen Müşîr Redif Paşa ise küstahça:
-
Abdülaziz Hân’a söyleyin, dedi; biraz daha ömür sürmek isterse hemen Topkapı
Sarayı’na nakletsin!
Sonradan
Redif Paşa ve başkalarının bu gibi akıl almaz küstahlıklarını öğrenen V. Murad:
-
Amcam hakkındaki bu hakareti asla kabûl etmem! Topkapı Sarayı’na
gönderileceğini ise aklımdan geçirmezdim, nâzırlar gönderdiler, şeklinde
Osmanoğulları’nın şerefini savunmak istemiştir.
Sultan
Abdülaziz giyinirken yanında Cevher Ağa, Hâfız Mehmed Bey, Âtıf Bey ve Fahri
Bey de bulunmuştur... Bu sırada İkinci Hazinedar Ebrûnigâr Kalfa bunlara hitâb
ederek:
Hepinizin
gözleri kör olsun, diye beddua etmiştir; bilirsiniz de ihbar etmediniz,
cümleniz ihânet içindesiniz!..
Kalfanın
lakırdıyı uzatacağını anlayan Abdülaziz Hân:
Sus
kalfa, diye susturmuştur; artık böyle lakırdıların sırası geçti. Pelerinimi
getirin. Oğullarım Yusuf’la Mahmud’u da çağırın!
Süleyman
Paşa’nın yazdığına göre, Abdülaziz Hân önce saraydan ayrılmamakta ısrar
etmiştir. Bunun üzerine Hâfız Mehmed Bey, kötü şeyler olabileceğini ima ederek
ve tatlı sözlerle hâkanı ikna etmiş, Sultan Aziz:
Ne
yapalım kader böyle imiş, el-hükmü l’illâh! demiştir.
Kayıklara
bindirilmeden önce bazı câriyelerin üstleri, Beşinci Murad’ın dârüssaâde ağası
yapılan Süleyman Ağa tarafından aranmıştır. İşte bu sırada kayığa binilmek
üzere iken rıhtımda ve çok şiddetli yağmur altında, Neş’erek Kadın-Efendi’nin
şalı omuzlarından çekilip alınmış ve iade de edilmemiştir. Bunu yapan, en
kuvvetli iddiaya göre Hüseyin Avni Paşa’nın ikinci yâveri Yarbay Sâmi Bey’dir
ki, darbeden hemen sonra albay ve tümgeneral yapılan Sâmi Paşa’dır.
Sultan
Aziz geçerken, nefer ve subaylar askerce selamlamışlar, pelerininin altındaki
amcası Sultan Selim’den kalan palasını gördükleri halde istemeye cesaret
edememişlerdir. Yağmur altında boğaz geçilirken herkes son derece ıslanmış, bu
suretle Topkapı Sarayı’na girmek üzere Sarayburnu’na çıkılmıştır... Burada
arabalara bindirilerek saraya götürülmüşlerdir.
Abdülaziz Hân, Topkapı Sarayı’nda
Topkapı
Sarayı’na nakil ve bilhassa Sultan Selim’in dairesine yerleştirilmek parlak
fikrinin Hüseyin Avni Paşa’ya âid olduğu çeşitli şahıslarca ifade edilmiştir
ki, seraskerin manyaklığını gösteren kesin delillerden biridir. Midhat Paşa
Topkapı Sarayı işini işitince hayret ettiğini, zira Abdülaziz Hân’ın kendi
yaptırdığı Beylerbeyi Sarayı’nda oturtulmasını kararlaştırdıklarını, hattâ
isterse Avrupa’ya gidip yaşayabilmesine de izin vereceklerini söylemiştir.
Sultan
Abdülaziz ve ailesi, Topkapı Sarayı’nda 3 gün kalmışlardır. Ertesi gün padişah,
yeğeni Sultan Murad’a yukarıda anılan mektubunu yazmıştır. Bu mektup aynı gün
basına sızdırıldığı için; darbeci paşalar çok kızmışlardır. Zira yerinde
söylediğim gibi bu mektup, o zamanki edebî üslûbun Türkçe’de bir şaheseri
olup, bir mantık ve ölçüyü bulma nümunesi idi. Üstelik mektupta; “Kendi elimle silâhlandırdığım asker beni
bu hâle getirdi!” gibi çok mahzurlu bir cümle vardı. Midhat Paşa köpürdü.
Saray’ın kuşatılmasına katılan subaylar, kendilerine Abdülaziz Hân’ın şuuru
bozulduğu için şeyhülislâm fetvası ile ve çaresizlik içinde tahttan
indirileceğinin söylendiğini, şuuru bozuk adamın nasıl böyle mantık şaheseri
bir mektup yazabildiğini Süleyman Paşa’ya sorup aralarında dedikoduya
başladılar.
Sultan
Murad ertesi gün bir mektupla amcasına baş kâtibi ünlü edip Sâdullah Bey’i
(Paşa) göndermek istedi. Sâdullah Bey, affedilmesini yakardı. Bunun üzerine
padişah bu görevi başmâbeyncisi Edhem Bey’e verdi, dedi ki:
Bu
tezkireyi sâbık hâkan hazretlerinin şâhâne eşiğine ilet! Mahsûsan mübârek ve
şâhâne ellerinden öptüğümü arz et! Hiç teessüf buyurmasınlar. Topkapı Sarayı’na
nakledildiklerinden kat’â haberim yoktur. Derhâl pâdişâh saraylarından bir
münâsibine geçmeleri için emir vereceğim. Sonra bütün saray-ı hümâyûnlar
kendilerinindir, hangisinde ikaamet buyurmak isterlerse orası tahsîs
olunacaktır... Başka ne türlü emirleri varsa yerine getirmekten zevk duyarım!
Görüldüğü
gibi Sultan Murad amcasının tahttan indirilmesini istiyordu. Fakat asla
inciltimesine taraftar değildi. Zira bu, artık Hanedan’ın başı kendisi olduğu
için, Osmanoğullarının şerefine leke sürmek olurdu. Esasen babası Sultan Mecid
gibi merhametli, şiddetli ve kan dökülmekten nefret eden bir mizaçta olduğu
kesinlikle bilinmektedir… Ama annesi Şevk-Efzâ Kadın-Efendi, aynı fikirde
değildi. Ama biraderi Sultan Aziz’in ve üvey kayınvâlidesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın
her türlü azaba uğratılmalarını temenni ve teşvik ediyordu. Bu hususta Avni
Paşa’nın insanî olmayan, kaplan ve develere ve fillere mahsus kinine
güveniyordu. Çünki Nûri Paşa, Sultan Aziz’e âid mücevherleri, altınları,
eşyayı, hattâ atları aşırmıştı. Padişah malına el uzatılmıştı. Hiç kimse
tarafından binilemeyen, binilmesi saygısızlık sayılan ve “rikâb-ı şâhâneye
mahsus” tabir edilen Sultan Aziz’in binek atları dahi iç edilmişti. Eh, Sultan
Aziz bir daha güç bulursa Nûri Paşa’nın canını okuyacağından en küçük bir şüphe
yoktu. Nitekim eninde sonunda öyle oldu. Yeri gelince anlatacağım…
Sultan
Aziz’e tazyik edilmesi hakkında Sultan Murad’ın muvafakatini almanın yolu
yoktu. Zira bir padişah öldürülebilir fakat ona hakaret edilemezdi. Çünki bütün
dünya Müslümanlar’ının ve Osmanlı tebeasının onun şahsında hakaret gördüğüne
inanılırdı. Bayrağa hakaret edilmemesi gibi mukkaddesattân bir şey
sayılırdı.1622 ihtilâlinde “Genç” denen İkinci Sultan Osman öldürülmeden önce
hakaret gördüğü için koca imparatorluk 10 yıl alt üst olmuş, her eyâlette
padişah intikamcıları türemiş, düzen bozulmuş, onbinlerce kişinin kanı akmıştı.
Abdülaziz Hân’ın Ortaköy’e Nakli
Başmâbeynci
Edhem Bey, Topkapı Sarayı harem kısmında Üçüncü Selim Dairesi’ne geldi.
Abdülaziz Hân’ın huzuruna çıktı. Sultan Murad’ın tezkiresini takdim ettikten
sonra yeni padişahın amcasına söylenmesini emrettiği sözleri arz etti. Bunun
üzerine Sultan Aziz:
-
Ortaköy’de Sultan-Efendilerin (Türk İmparatorluk Prensesleri) ikameti için yeni
yaptırdığım Fer’iyye Sarayı’nın baştaki dairesi boş mudur? diye sordu.
Edhem
Bey boş olduğunu söyleyince:
Öyle
ise, orasını hemen hazır ediniz, bir vakit evvel oraya nakledeyim, burası
(Topkapı Sarayı) yaşanacak gibi değil! Fakat yaz için Beylerbeyi Sarayı’nı
isterim. Kışları Ortaköy’de oturacağım. Sözlerimi aynen Zât-ı Şâhâneye arz et!
Edhem
Bey, Dolmabahçe’ye gelip durumu anlatınca Sultan Murad, amcasının isteklerini
yerine getirebilmek suretiyle onu biraz teselli edebileceği için sevindi:
Emirleri
baş üstüne! dedi; fakat hükûmete söylemeden ne Sultan Aziz’i nakledebilir ne de
Ortaköy ve Beylerbeyi saraylarını tahsis edebilirim! Git hükûmet âzâsı
nâzırlara söyle!
Kendi
saraylarını istediğine tahsis etmek kudretini taşımadığını bu suretle bizzat
ifade eden Sultan Abdülmecid’in zavallı büyük oğlunun “hükûmet” ve “nâzırlar”
dediği, âşikâr ki, Hüseyin Avni Paşa idi. O sırada Sadrâzam Rüşdü, Serasker
Avni, Midhat, Kayserili Ahmed, Hâriciye Nâzırı Râşid Paşalar’la şeyhülislâm
olacak mel’un, Dolmabahçe Sarayı’nın bir odasında, kimbilir ne gibi bir fesadı
müzakere ediyorlardı? Başmâbeynci Bey, odalarına girip Zât-ı Şâhâne’nin emrini
tebliğ etti:
Sabık
Hâkan’a her iki sarayın tahsisi ile bütün isteklerinin yerine getirilmesi ve
her türlü ihtiyacının karşılanması, Efendimizin irâde ve arzûy-i kat’î-i
şâhâneleri cümlesindendir!
Rüşdü
Paşa, başmâbeynciyi savdıktan sonra arkadaşlarına, Sultan Aziz’i Beylerbeyi
Sarayı’na nakletmekte ve orada muhafaza etmekte zorluklar olduğunu söyledi.
Diğer nâzırlar, bu fikre katıldılar. Başmâbeynciyi çağıran Rüşdü Paşa, Sultan
Aziz’in Ortaköy Sarayı’na derhal nakledileceğini, fakat Beylerbeyi Sarayı’nın
kendisine tahsisine şimdilik imkân bulunmadığını söyledi. Sultan Murad’ın
huzuruna giren başmâbeynci durumu anlattı... Padişah kıpkırmızı oldu. Çünki
önce, Beylerbeyi Sarayı’nı amcasına söz vermişti. Sonra padişah saraylarını
padişah istediğine tahsis ederdi ve bu, demokrasinin hüküm sürdüğü İngiltere’de
bile hükûmet meselesi olamazdı. Nazırların sadrâzamla beraber çağırılmasını, kendileriyle
görüşeceğini bilirdi. Hâkan’ın iradesini iletince, Sadrâzam Rüşdü Paşa:
Vallâhilazim
çok yorgunuz. Şevketmeâb Efendimiz’in ayaklarını öperek şâhâne müsâadelerini
istirhâm eyleriz, dedi!
Kendi
sarayında bulunan sadrâzam ve nazırların, bir padişahla birkaç salon öteye
gidip görüşmeyi reddetmeleri, Osmanlı ve belki dünya tarihinde emsali olmayan
bir fiyasko idi. Sultan Murad durumu öğrendi. Aklı biraz daha kaydı.
Avni
Paşa, Dolmabahçe ve şimdi eski hâkana tahsis edilecek Ortaköy Fer’iyye saraylarının
muhafazası ile Albay Hacı Râşid Bey’i görevlendirmişti. Darbenin ertesi günü
mirlivâ (tümgeneral) ve az sonra ferik (korgeneral) olan Râşid Paşa, doğrudan
doğruya cuntadan idi. Ona yardımcı olarak da yarbay rütbesi ile Binbaşı İzzet
Bey, 5. Piyade Taburu ile beraber verilmişti... Deniz tarafında hâlâ Donanma
kumandanı Amiral Ârif Paşa bulunuyordu.
Abdülaziz
Hân’a, Ortaköy’deki Fer’iyye Sarayı’nın harem kısmı, son tefrişat tamamlanarak
hazırlandı. Harem kısmını selâmlık kısmından ayırmak için, aradaki kapı örüldü.
Artık içeriden bu iki kısımdan birbirine geçmek imkânsız hâle geldi. Dışarıdan
ayrı kapılar olduğu için, iki başka saray durumuna sokulmuştu. Selâmlık kısmına
Yarbay İzzet Bey, taburunun askerlerini yerleştirdi. Bu suretle kışla gibi
kullanılan saray mahvoldu (Galatasaray’ın ilk kısmının olduğu binadır). Bir
kısım asker de, sarayın karşısındaki Fer’iyye Karakolu’na kondu. Bir dış kapı
açılarak askerin rıhtıma kolayca çıkması sağlandı. Bir tek dış kapıdan
başkaları çok muhkem şekilde iptal edildi. Bu suretle Sultan Aziz’in oturacağı
binanın tek giriş ve çıkışı olacak ve asker arasından ve karakoldan görünmeden
kimsenin girmesi ve çıkması imkânı kalmayacaktı. Gece tek kapı kapanacak ve
anahtarı karakoldaki kumandanda bulunacaktı. Gündüz saraya giriş ve çıkış için
karakol kumandanından izin şarttı.
Yarbay
İzzet Bey, muavini Binbaşı Gürcü Necib Bey’e güveniyordu. Çünki cuntadan idi.
Necib Bey, Sultan Murad’ın kardeşlerinden Şehzade Nureddin Efendi’nin kölesi
iken Harbiye’de okutulmuştu. Darbeden sonra yüzbaşılıktan -o zaman mecburî bir
rütbe olan kolağası- kıdemli yüzbaşı yapılmadan- binbaşı olmuş ve hünkâr
yâveri kordonları da takınmıştı. Bu kordonlar kendisine saraylara kolayca
girip çıkma imkânı sağlıyordu.
Bu
kadar tedbir, çok sıkı bir hapishâne düzeni idi. Yarbay İzzet Bey’in âmiri
cuntadan Mirlivâ Hacı Râşid Paşa, “Saraylar kumandanı” adıyla, hem Dolmabahçe,
hem Fer’iyye saraylarının dışarıdan muhafaza, daha doğrusu muhasarasına me’mûr
edilmişti. Çünki gerçekte, Sultan Murad da Sultan Aziz gibi, Avni Paşa’nın
esiri idi. Avni Paşa ile Şevk-Efzâ Vâlide tarafından tazyik edilen Mâbeyn
Müşîri Dâmad Nûri Paşa, bu Râşid Paşa denen herife, Sultan Aziz’i mümkün
olabildiği kadar rahatsız etmesi için emir vermişlerdi. Bu hususu, Sultan
Aziz’in son başkâtibi Âtıf Bey, hâtıralarında açık şekilde yazmaktadır.
Şimdi
eski hâkanın, Topkapı Sarayı’ndan Sarayburnu’nda kayığa bindirilerek Ortaköy’de
Fer’iyye Sarayı’nın rıhtımına çıkarılmasını görelim.
“Kan Ağlıyor Bütün Cihan!”
Hüseyin
Avni Paşa, eski hâkanı yeni yeni nasıl azaplara sokacağını hesaplarken,
gözlerini indirip büyük millete bakmıyordu. Bakamıyordu, çünki gönül gözü
kördü. Milletin ne düşündüğünden, ne hissettiğinden yalnız habersiz değil,
tamamen alâkasızdı. Hâlbuki Sultan Aziz, Ortaköy’e nakledildiği demlerde,
darbenin üzerinden üç gün geçmiş olup, telgraflar vasıtasıyla, Türk Devletinin
bütün ülkelerinde duyulmuştu ve cihan kan ağlıyordu... Türküler yakılmaya,
mersiyeler söylenmeye başlamıştı:
Seni tahtdan indirdiler
Beş-çifteye bindirdiler
Topkapı’ya gönderdiler
Uyan Sultân Azîz uyan
Kan ağlıyor bütün cihân4
4
Türkünün notası yayımlanmıştır. Kerkük Türküleri arasında hâlâ okunduğunu
folklorcularımız bana bildirdiler.
Arab
ülkelerinde de teessür büyük oldu. Sultan Aziz için söylenip bestelenen çok
güzel Arapça bir mersiyeyi o devri yaşayan pek yaşlı bir hanımdan dinlemiştim.
1876 darbesinde 7 yaşında olan büyük müzikolog hocam merhum Dr. Subhi Ezgi, “İstanbul’da teessür o kadar büyük olmuştu
ki, hâlâ hatırlıyorum; çocuk yaşıma rağmen unutmadım” demişti. Sultân
Azîz’in dâmâdı vezîr ve nâzırlardan Dâmâd Şerîf Paşa bana aynı şeyleri söyledi.
Sultan Aziz vak’ası sırasında Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın çocuk nedimelerinden
ve 9 yaşında olan İkinci Abdülhamid’in eşi Ayşe Müşfika Dördüncü
Kadın-Efendi’ye, vak’a sırasında Harem-i Hümâyûndaki bütün gelişmeleri
anlattırmış ve not almıştım. Kadın-Efendi şöyle demişti:
-
Cennet-Mekân Abdülaziz Hân’ın annesinin nedimesi idim. Daha doğrusu ben ve kız
kardeşim, figüran ve süs eşyası idik. Çocuk olduğumuz halde mücevherlere
boğulmuş vaziyette, bir haşmet unsuru olarak Vâlide-Sultan Efendimiz’in
çevresinde dururduk. Bütün vazifemiz bu ve birkaç şeyi Vâlide-Sultan’a
vermekten ibâretti. Bir yandan da Saray’da hazinedar kalfalardan ders
görürdük. Kuzey Kafkasya beylerinden Gazi Şehid Mahmud Bey’in kızıyım. Babam
Ruslar’a karşı şehid olunca, kızkardeşimle beraber, Pertevniyâl Vâlide
Efendimiz bizi yanına almıştı. Sultan Aziz vak’asından dokuz buçuk yıl sonra
Sultan Abdülhamid Hân Efendimiz’le evlendim ve Ayşe Sultan’ı doğurdum. Halk
kan ağlıyordu. Bilhassa Abdülaziz Hân Hazretleri’nin kendi parasıyla yaptırıp
yaldızlatıp Avni Paşa’ya hediye ettiği ve çok güzel bir san’at eseri olan
beş-çifte makam kayığına bindirilmesi, halkın muhayyilesini tutuşturmuş,
gönüllere ateş düşürmüştü. Söylediğiniz türküyü hatırlıyorum. Mersiyede geçen
“beş çifte” lafzından da halkın bu işe ne kadar üzüldüğü anlaşılıyor. Avni
Paşa, bu suretle hakanımızı tahkıyr etmek, küçük düşürmek, kendi kendini,
kinini tatmin etmek istemişti. Fakat elde ettiği netice aksi oldu. Ne derecede
keyiflendiğini bilemem, Zira bilebilmek için onun gibi ruh ve vicdan düzeni
bozuk olmak lâzımdır. Fakat halk, serasker paşaya lânet etti. Avni Paşa,
herkesi aptal sanırdı. En akıllı kendisi idi. Zira kelimenin bütün
mânalarıyla şevketlü bir hâkanın sırtını yere getirmiş, annesi Vâlide-Sultân
efendimi yerlerde sürütmüştü. Onun için, halk bir şeyden anlamaz sanırdı. Halk
içinde -asker olduğundan- kendisini sevenler varsa, onlar da kalmadı. Aptal
sandığı halk, beş çifte hikâyesini aynı gün duydu ve seraskerlerinin ruhen
sapık bir adam olduğunu idrak etti...
Sultan
Aziz’le beraber bütün Topkapı Sarayı’na gönderilenler; annesi, eşleri,
çocukları ve adamları, Ortaköy’de rıhtıma çıkarılıp Fer’iyye Sarayı’na
yerleştirildiler. İzzet Bey ve askerleri selâma durdular. Râşid Paşa ise, selâm
durmamak için mahsus rıhtıma inmemiş, uzaktan gözlüyordu.
Sultan
Aziz, ertesi gün hava almak için Saray’ın bahçesine indi. Yanında Sultan
Murad’ın başmâbeyncisi Edhem Bey’le Sultan Aziz’in ikinci mâbeyncisi Fahri Bey
vardı. Bu sırada bir binbaşı gelip selâm vermeden bahçede gezinmenin yasak
olduğunu söyledi. Yerlerin dibine geçen Edhem Bey, padişaha:
Efendimizi
bilemediler! dedi. Fakat bu hâdiseden sonra Sultan Aziz bahçeye çıkmadı. Bu
büyük alçaklığı yapanın, sırf hakaret etmek kasdiyle bu haltı ettiği açıktı.
Bu adamın kim olduğu Yıldız Mahkemesi’nde araştırıldı. Pencereden olayı gören
bir iki câriye, “Bir mülâzım (teğmen) idi” dedilerse de, uzaktan rütbe fark
edemedikleri yahut rütbe işaretlerini bilemedikleri anlaşıldı. Çünki vak’aya en
yakın şahit olan Edhem Bey, verdiği yazılı ifadede, bu subayın, kıdemli
yüzbaşı iken vak’anın ertesi günü binbaşı olan Ali Bey olduğunu söyledi. Ali
Bey, Sultan Aziz’in babası Sultan Mahmud’un adam ettiği ve birçok defa nâzır
olan Müşîr Nâmık Paşa’nın oğlu idi. Yıldız Mahkemesi’nde ölüm cezasına mahkûm
olacaktır, yerinde göreceğiz.
Diğer
bir vak’a, Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın bahçeye çıkmak isterken, yasak olduğunu
söylemekle kalmayıp, 64 yaşındaki zavallı kadını göğsünden iten bir süngülü
askerin meydana getirdiği olaydır. Sultan Mahmud’un eşi ve Türkler’in
imparatoriçesi olan devlet düşkünü bir kadına yapılan bu muamele aslında cahil
neferlere bu yolda emir veren Ali Bey, İzzet Bey, Râşid Paşa, Redif Paşa, Nûri
Paşa, Avni Paşa’nın eseridir. Yıldız Mahkemesi sırasında bu neferin kim olduğu
tespit edilemedi.
Edhem
Bey, Ali Bey’in yaptığını Sadrâzam Rüşdü Paşa’ya anlatınca, Rüşdü Paşa:
-
Münasebetsiz olmuş! dedi.
B) Cinâyet
Sultan Selim’in Palası Meselesi
Bu
kadar tedbir, bir şeyler hazırlandığını gösteriyordu. Bu hazırlığın da,
imparatorluğun mutlak hâkimi durumuna gelmiş ve tahta geçirdiği Beşinci
Murad’ı kendi uşağını tayin edemez hâle getirmiş bulunan Hüseyin Avni Paşa’nın
direktifi ile yapıldığı âşikârdı. Abdülaziz Hân’ın kaldığı Fer’iyye Sarayı’nın
harem dairesinde kapılar örülmüş, selâmlık kısmı ile irtibat kesilmiş,
dışarıya tek çıkış kapısı bırakılmıştı. Bu kapının anahtarları da cuntadan
Binbaşı Gürcü Necib Bey’de idi. Hüküm süren Hânedânın imparatorluk prensleri,
prensesleri, kraliçeleri olan Sultan Aziz’in oğulları, kızları, eşleri
hapisteydi. Değil saray dışına çıkmaları -yukarıda anlatıldığı gibi- sarayın
bahçelerinde gezinmeleri yasaktı. Bu yasak da açıkça bildirilecek yerde, Râşid
Paşa’nın emriyle cuntadan Binbaşı Ali Bey’in Abdülaziz Hân’a ve adı tespit
edilemeyen bir neferin de annesine hakaretleri ile sağlanmıştı.
Şimdi
ortada çok mühim (!) bir mesele kalmıştı: Üçüncü Selim’den kalma palanın
Abdülaziz Hân’dan alınması… Bu palayı Sultan Aziz çok sever, yatağının başına
asardı.
Bu
pala amcası Üçüncü Selim’e âiddi. Üçüncü Selim, 69 yıl önce tahttan indirilmiş
ve 68 yıl önce öldürülmüştü. 1807 ve 1808’de geçen bu olaylar, Osmanlı
tarihinde son olduğu, âdetâ Orta Çağ’a mahsus hâdiseler gibi anılarak,
Tanzimat Türkiye’sinin övünme mevzuu idi.
Bu
pala, Sultan Aziz ve ailesinin yanındaki tek silâhtı, Dolmabahçe’den çıkan
padişah, “sako” denen askerî pelerin pardösüsünün altına saklamış, Topkapı
Sarayı’ndan Fer’iyye’ye gelirken gene yanına almıştı. Ters bir şey yapar diye
pala, bu gelip gitmeler sırasında Sultan Abdülaziz’den istenememişti ama şimdi
Serasker Avni Paşa’nın kesin emri vardı: Bu tehlikeli (!) silâh, eski hâkandan
alınacaktı.
Pala
meselesi, uzun uzun müzakere edildi. Sultan Aziz ters bir adamdı. Zâten kafası
bozuktu. Acaba amcasının palasını kendisinden isteyenin kellesini bir vuruşta
uçurur muydu? Zâten bedenî kuvveti büyük bir pehlivan olarak tanınan hâkanın
elinden bir kaza çıkması ve ön safta bulunanın kim vurduya gitmesi, cuntayı
korkuttu. Râşid Paşa, İzzet Bey’e, ne şekilde olursa olsun palanın padişahtan
alınmasını emretti.
Haziran
ki, Sultan Aziz’in Fer’iyye’ye naklinin ertesi günüdür, Yarbay İzzet Bey,
Abdülaziz Hân’ın hizmetinde bırakılan ve gerçekte cuntadan olan ve padişahı
gözlemeye memûr bulunan ikinci mâbeynci Fahri Bey’i, sarayın önündeki karakola
çağırdı. Kendisinden çok yüksek rütbede bir devlet görevlisi olan Fahri Bey’e, Yıldız
Mahkemesi’nde 10 sene kürek yemesine sebep olacak şu emri verdi:
-
Beyefendi, sâbık hâkandan yanındaki tarihî pala ile revolveri alıp bana
yollayınız. Vermezse zorla alınacaktır!
Fahri
Bey, eski hâkanın revolveri olmadığını, hiçbir zaman da yanında tabanca
taşımadığını, palaya gelince, yalvarıp yakararak almaya çalışacağını söyledi.
Tabanca mes’elesinin, bir şüphe ve ağız arama olduğu âşikârdır. Fahri Bey,
İzzet Bey’e söz vermesine rağmen, palayı padişahtan istemeyi gözü kesmedi.
Vâlide Pertevniyâl Sultan’ın huzuruna girip durumu anlattı ve ayrıca dört harem
ağası, üç uşağın, Sultan Aziz ve ailesinin hizmetinde bulunmak için içeriye
kabûl edilmelerinin İzzet Bey tarafından kendisinden istendiğini söyledi.
Vâlide-Sultan:
Allah
Allah, dedi; pala, Sultan Selim Cennet-mekândan kalma hatıradır. İstemeye ne
hakları var? Arslanım muhtemelen vermez. Dört harem ağası gelsinler. Fakat üç
uşak nasıl harem dairesinde vazife görür? Böyle bir şeyin emsali var mıdır? Üç
erkeğin padişahın harem dairesine girdiği yüzlerce senede vaki midir? Böyle bir
hizmete ihtiyacımız yoktur ve üç uşağı saraya kabûl etmem!
Ancak
palayı istemeyi Valide-Sultan’ın da gözü kesmedi. Diğer taraftan daha dün,
süngülü bir neferin kendisini göğsünden itmesinin tesirinde idi. Askerin pala
falan bahanesiyle saraya girip tatsız şeyler olmasını istemiyordu. Oğlu
Sultan Aziz’in yatak odasına girdi. Ondan habersiz olarak gizlice palayı alıp
etekliğinin altına sakladı. Bir câriyeye verip Fahri Bey’e gönderdi. Fahri Bey,
Saray’ın bir penceresine çıktı. Pencerenin altındaki süngülü nefere palayı
uzattı. Yıldız Mahkemesi’nde Onbaşı Hasan olduğu anlaşılan nöbetçi; palayı,
nöbetçi subayı Bursalı Yüzbaşı Ahmed Efendi’ye verdi. O da götürüp Yarbay İzzet
Bey’e teslim etti... Bu olay 3 Haziran gecesi geçti. Sultan Abdülaziz,
silâhtan tecrid edilmişti...
İzzet
Bey, palayı götürüp kumandanı Tümgeneral Râşid Paşa’ya verdi. Râşid Paşa,
böylesine mühim (!) bir hâdiseyi bildirmek için yıldırım sür’atiyle Ortaköy’den
Beşiktaş’a geldi; Dolmabahçe Sarayı’na girdi. Mâbeyn mareşali Dâmad Nûri
Paşa’nın huzuruna çıkıp pis bir neşe ile:
Hele
hamdolsun Müşîr Paşa Hazretleri, dedi; palayı aldık!
Nûri
Paşa:
İyi
etmişsiniz, diye cevap verdi; hele kazasız belâsız alındığına sevindim. Çünki
sâbık hâkan bir sert mizaçlı kişi olup ve silâhtan da anladığından palayı
vermeden, kullanmaya kalkabilirdi(!)...
Nûri
Paşa, Yıldız Mahkemesi’ndeki ifâdesinde, palayı kendisine teslim ettiği zaman
Râşid Paşa’nın sarhoş olduğunu beyan etmiştir.
Bu
arada Fahri Bey’i tekrar karakola çağıran İzzet Bey, üç uşağın mutlaka saraya
sokulmasını istedi. Fahri Bey:
-
Böyle bir şeyi sâbık hâkana söylemedim ve söyleyemem, git kendin söyle!
demişti.
Katillerin Saraya Sokulması
Sultan
Abdülaziz’in Ortaköy Sarayı’nda kendisine uygulanan muamele karşısında şüpheye
düştüğü, Yıldız Mahkemesi tarafından şahit olarak ifadeleri alınan annesi
Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın, büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin ve
başkalarının söyledikleri ile anlaşılmaktadır. Vâlide-Sultan’ın yazılı
ifâdesine göre oğlu kendisine:
-
Bir memlekette iki padişah olmaz Vâlide, demiştir; beni tahttan indirmek
elbette öldürmek içindir!
Pertevniyâl
Sultan:
-
Tanzimat’tan sonra böyle şey kaldı mı? Allah’a tevekkül edin, hiçbir şey
olmayacaktır! şeklinde cevap vermişse de Abdülaziz Hân:
-
Ne olacak görürsün! şeklinde ısrar etmiştir.
Pertevniyâl
Sultan’ın muvafakati üzerine Yarbay İzzet Bey, karakol binasına gelmiş bulunan
dört hadım ağasını, Sultan Aziz’in bulunduğu Fer’iyye Sarayı’nın harem kısmına
soktu. Bunlar Karabiber Reyhân Ağa, Nazîf Ağa, Râkım Nesîb Ağa ve Mercân Ağa
idiler. Bunlardan sonuncusu, Yıldız Mahkemesi’nden önce ölmüş ve mahkemeye
çıkarılamamıştır. Bu dört harem ağasıyla az aşağıda bahis konusu olacak üç
uşağı İzzet Bey’e, saray yâverlerinden Nâmık Pa- şa’nın oğlu Binbaşı Ali Bey
getirmiştir... Harem ağalarına, Sultan Aziz ve ailesinin dışarı ile olan bütün
sözlü, yazılı, fiilî münasebetlerinin derhal ve gizlice İzzet Bey’e bildirilme
si talimatı ve bazı çok gizli emirler verilmiştir.
Bu
ağaları, Sultan Murad’ın dârüssaâde ağası ve Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan’ın
emrindeki Süleyman Ağa, diğer harem ağaları arasından seçerek yollamıştı.
Pertevniyâl
Vâlide-Sultan tarafından bütün ısrarlara rağmen saraya sokulan üç uşağa
gelince: Bunlar Pehlivan Süvâri Mustafa, Boyabatlı Hacı Mehmed ve Cezayirli
Mustafa’dır. Bu üç kişi, Sultan Murad veliahd iken, onun Kurbağalıdere’deki
köşkünde bahçe muhâfızı (korucu) idiler. Okuyup yazmaları yoktu. En eskileri
olan ve “Cezayirli” denen, aslında Üsküdar doğumlu Mustafa, on dört yıl
boyunca Kurbağalıdere Köşkü’nde koruculuk yapmıştı. Her üçünü de Şevk-Efzâ
Vâlide-Sultan seçerek, çok sevdiği (!) Sultan Abdülaziz’e gönderilmeden önce
Mâbeyn mareşali Dâmad Nûri Paşa bunları kabûl etmiş, şunları söylemiştir:
Sâbık
Hâkan Hazretleri’nin hizmetlerinde size ihtiyaç vardır. Siz padişah efendimizin
sadık adamlarısınız. Onun için Sultan Abdülaziz Hazretleri’nin hizmetine tayin
olundunuz. Maaşınız ayda yüz altındır. Ayrıca otuz altın elbise ücreti
alacaksınız. Üçünüzden Cezayirli Mustafa’yı diğer ikiniz dinleyecektir... Hiç
kimse ile görüşmeyecek, Fer’iyye Sarayı Karakolu’nda yatacak, karakol kumandanı
İzzet Bey ne emir verirse yerine getireceksiniz!
Şimdi
verilen bu emrin acayiblikleri üzerinde kısa bir tahlil yapalım:
İlk
bakışta bugünün okuyucusu, bir Mâbeyn Müşîri’nin bu emrindeki çarpıklıkları
anlamayabilir. Çünki o devrin şartlarını bilmez. O devirde mareşal rütbesinde
ve padişah damadı olan bir mâbeyn müşîrinin huzuruna girmek, fevkalâde
protokollü bir işti. Mâbeyn müşîrinin uşaklara talimat verdiği görülüp
işitilmiş şeylerden değildi. Sadrâzam saraya gelse mâbeyn müşîrinin onu
karşılaması âdet değildi, sadrâzamı ancak başmâbeynci karşılardı. Bugün bile üç
er’in bir mareşalle şahsî görüşüp talimat alması, her halde olağan işlerden
sayılmaz. Nerede kaldı ki en girift ve çetrefilli protokolün hüküm sürdüğü
Osmanlı İmparatorluk Sarayı’nda böyle bir şey olağan olsun!
Diğer
bir çarpıklık, üç uşağa verilen maaşın miktarıdır. Osmanlı Sarayı’nda küçük hizmetliler
bile iyi maaş alırlar, ayrıca bedava yer, içer, yatıp kalkarlardı. Fakat tayin
edilen iki Mustafa ile bir Mehmed’in, Sultan Murad’ın hizmetinde iken maaşları;
en kıdemlileri Cezayirli Mustafa’nın üç altın, diğerleri daha azdı. O zaman üç
altınla, bugün 7,5 altınla ne yapılabiliyorsa o yapılabilirdi; para çok değerli
ve satınalma gücü çok yüksekti. Aslında bir uşak, bahçıvan, korucu ayda pek üç
altın alamazdı. Fakat Hânedân sarayında çalıştıkları için bu yüksek meblağ
kendilerine verilirdi.
Şimdi
bu adamların aylık maaşı üç altından yüz altına yükseltiliyordu. Bu meblağ o
devirde, yüksek devlet memûrlarının maaşı idi. Bugün de öyledir. Birkaç misal:
Sonradan sadrâzam olan Safvet Paşa, padişah olan ve fiilen tahtta bulunan
Abdülmecid’in Fransızca hocalığına ayda 100 altın maaşla me’mûr olmuştu. Aynı
zât, ayda ancak 20 altın maaşla, Osmanlı hükûmeti baştercümanlığına
getirilmişti. Sonradan sadrâzam olan Hayreddin Paşa, ferik (korgeneral)
olunca maaşı sadece 35 altına yükselmişti, mirliva (tümgeneral) iken maaşı 18
altından ibâretti. Sonradan sadrâzam olan Küçük Saîd Paşa, sadâret
mektupçuluğuna (başbakanlık genel sekreteri) yükseldiği zaman 100 altın maaş
verilmişti. Bu örnekler pek çok uzatılabilir.
İkinci
Abdülhamid bir yazısında şöyle demektedir:
“Sultan Aziz’in yanına bırakılan Server Ağa
adındaki harem ağası ise, zâten eskiden beri Hüseyin Avni Paşa’nın adamı idi.
Bu Server, hazinedarlardan Ebrû-kemân, Arz-ı niyâz ve Ebrû-niyâz kalfalarla
Avni Paşa’nın haberleşme, hattâ buluşmalarını temin ederdi. Bu üç hazinedar
da, Sultan Abdüllaziz’in hizmeti için onunla beraber Fer’iyye Sarayı’na
gönderilmişti. Keza mâbeynci Fahri Bey de Avni Paşa’nın emrinde bir mel’undu.
Bu suretle padişahın etrafındaki hizmetkârların mühim bir kısmı elde edilmişti.”
4 Haziran Pazar Sabahı
4
Haziran Pazar sabahı geldiğinde, Abdülaziz Hân, ancak 48 saatten beri Ortaköy
Fer’iyye Sarayı’nda idi (sonradan üçte biri Galatasaray’ın ilk kısmı olan
bina). İki gününü Kurân-ı Kerîm okuyarak geçirmişti. O sabah Arz-ı Niyâz
Kalfa’nın getirdiği kahvesini içmiş, sonra kahvaltı etmiş, tuvaletini
yapmıştı. Sakalının bazı tüylerini kesmek için bir tırnak makası istemiş, makas
gene aynı kalfa tarafından getirilmişti... Bir hayli müddet padişah, bu
tuvalet işleri için yalnız kalmıştı. Odanın kapısının önünden geçen Ebrû-Kemân
Kalfa, odadan padişahın haykırdığını, garip ses ve gürültüler geldiğini
duymuş, hazinedar kalfalar istedikleri gibi padişahın yatak odasına
girebilecekleri halde nedense girmemiş, diğer hazinedar arkadaşları Arz-ı Niyâz
ve Ebrû-Nigâr Kalfalar’a haber vermiştir. Bu üç hazinedarın yıllardan beri
Hüseyin Avni Paşa için çalıştıkları, bütün kaynaklar tarafından kabûl edilmiş
olup, münakaşalı ve ihtilâflı tarihî konulardan değildir. Bu üç kalfa aralarında:
Korktuğumuz
başımıza geldi, ah neden makası verdik? şeklinde yüksek perdeden feryat ederek
rol yapmaya başlamışlar, fakat başkalarına açtırmak için, Sultan Aziz’in
kapısını açmaya gene yanaşmamışlardır.
Nihayet
Pertevniyâl Sultan ile Fahri Bey yetişmişler ve odaya girmişlerdir. Oda
kapısının açılış zamanı kesin şekilde sabah 09.36 olarak tespit edilmişti. Şu
manzara görülmüştür:
Kilitli
olduğu için omuzlanarak girilen kapı açılınca Abdülaziz Hân karşıdaki sedirin
köşe minderi üzerinde sağ tarafına yatmış bulunuyordu. Her iki bileğinden çok
miktarda kan akıyordu. Biraz ileride padişahın Kur’ân’ı, Yûsuf Sûresi açık
olmak üzere göze çarpıyordu. Hâkan hayatta, fakat kendinden geçmek üzere idi.
Annesini tanıdı. Kendisini kucaklamak isteyen Vâlide-Sultan’ın göğsüne
bileğinden kanlar akan iki elini dayayarak “Allah” diye feryad etti. Sonra ne
söylediği anlaşılamadı, çünki büyük gürültüler başlamıştı. Esasen hükümdar,
hayatta olmakla beraber, kendinden geçmişti. Pertevniyâl Sultan’ın göğüs ve
etekleri kanlara bulanmıştı. Fahri Bey odadan fırlayıp İzzet Bey’e haber
vermiş, o da borazanları çaldırtarak alarm ilân etmişti. Bunun üzerine sarayı
deniz tarafından muhasara eden gemilerden birinde bulunan Donanma kumandanı
Koramiral Ârif Paşa, derhal rıhtıma çıkıp saraya girdi. Harem ağaları ve
hazinedarlar yüksek sesle feryada başlayıp camları kırdıkları ve âdetâ mahsus
sanılacak derecede lüzumsuz gürültü yaptıkları ve koşuşturdukları için, manzara
bütünüyle karışmış ve netlik kaybolmuştu.
Olayı
beklemekte olan karşı sahildeki Hüseyin Avni Paşa’nın, meşhur beş-çifte’sine
atlayıp olaydan sadece 10 dakika sonra 09.46’da rıhtıma çıktığı, münakaşa
mevzuu olmayan noktalardan biridir.
Hüseyin
Avni Paşa, Ârif Paşa’dan en çok 5 dakika sonra vak’a mahalline gelmiştir.
Abdülaziz Hân’ın cesedinin karakola taşınması hakkındaki emrin bu paşalardan
biri tarafından verildiğinde kaynaklar birleşiyorlar, fakat bazıları Avni,
bazıları henüz o gelmeden Ârif Paşalar tarafından verildiğini yazıyorlar. Ârif
Paşa, Yıldız Mahkemesi’nden önce ölmüş ve idam cezasından kurtulmuştur. Onun
için resmî sorgusu yapılamamıştır. Avni Paşa da mahkemeden çok evvel öldüğü
için aynı durumdadır.
Avni
Paşa’dan birkaç dakika sonra Dolmabahçe Sarayı’ndaki makam odasından Mâbeyn-i
Hümâyûn Müşîri Dâmad Nûri Paşa, vak’a mahalline gelmiştir... Sonra Sadrâzam
Mütercim Rüşdü Paşa yetişti. Sonra Midhat Paşa ve ihtiyar Müşîr Nâmık Paşa
geldiler. Daha sonra birkaç nâzır geldi.
Kapı
kırılıp odaya girildiği zaman, Vâlide-Sultan ile Kadın-Efendiler de girmişler
ve henüz hayatta olan hâkana sarılmışlardı. Bu durumda Ârif Paşa veyâ Avni
Paşa, yahut Ârif Paşa’dan sonra hemen yetişen Avni Paşa ikisi beraber, sonradan
“henüz eser-i hayât” bulunduğu itiraf edilen hâkanı, Fer’iyye karakol binasına
taşıtmışlardır. Kadınlar odadan çıkarıldıktan sonra hâkan, askerler tarafından
ceset muamelesine tabi tutularak saraydan çıkarılıp karakol binasına
getirilmiştir... Hâlbuki ertesi günkü resmî açıklamada hâkanın “meyyit olarak”
yani, kapı kırıldığı zaman ölmüş bulunarak taşındığı ilân edilmiştir. Bunun
doğru olmadığı bütün şehâdetlerin ittifakı ile anlaşılmıştır. Tek şahit,
Abdülaziz Hân’ın oda kapısı kırıldığı zaman ölmüş olduğunu söyleyememiştir.
Yalanlar serisi bununla başlamış ve yılan hikâyesi gibi uzayıp gitmiştir.
Dâmad
Nûri Paşa geldiği zaman Abdülaziz Hân’ı karakol binasında ve üstü örtülü,
başucunda da Avni Paşa olarak görmüştür. Avni Paşa, Dâmad Paşa’ya:
-
Sultan Aziz vefat etti, demiştir; makasla kollarını kesmiş! Şimdi doktorlar
gelecek, rapor alacağız. Padişahımız efendimiz (Sultan Murad) nereyi irâde
buyururlarsa oraya hemen gömeceğiz, işi uzatmamak lâzımdır. Allah Efendimiz’e
(Sultan Murad’a) ömürler versin!
Sultan
Aziz, karakol binasında kahve ocağının kar-şısında erlerin oturduğu minderlerin
üzerine yatırılmıştır. Avni Paşa, pencerelerden birinin perdesini kendi eliyle
kopartarak eski hâkanın üzerine ayaktan saça kadar hiçbir yeri görünmeyecek
şekilde örtmüştür. Az sonra nazırlar ve doktorlar gelmiştir. Bu dakikalarda
Abdülaziz Hân, son anlarını yaşamaktadır ve az sonra ölmüştür.
Ölüm Raporu
Bu
arada doktorlar birer ikişer gelmeye başlamışlardır. Avni Paşa, ilk gelen
doktorlara, hâkanın sadece bileklerine bakıp gösterdiği makasla damarlarının
açıldığına, ölümün bu suretle vuku bulduğuna dair hemen rapor yazmalarını
istemiştir. Sonradan gelen doktorlara bu raporu imzalatacağını düşündüğü
muhakkaktır. Cesedin bileklerini önce askerî doktorlardan meşhur Marko Paşa
görmüştür. Tıbbiyye-i Askeriyye-i Şâhâne (Gülhâne) kumandanı olan Dr. Marko
Paşa, Avni Paşa’nın dostu ve adamıdır. Esasen askerî tıbbiye, serasker olan
Avni Paşa’nın emrinde bir fakültedir. Bununla beraber şeytana külâhmı ters
giydirecek zekâda olan ve bu işin burada bir raporla kapanmayacağını, çok
gelişmeler göstereceğini derhal tahmin eden Marko Paşa, raporu yazmak
istememiş, sebebini soran Avni Paşa’ya:
-
Bir fiil-i cerh (yaralanma fiili) var, fakat bunun merhum tarafından
yapıldığını gösterecek bir şey yok! diyerek paşasının intihar nazariyesini
hemen hemen çok açık şekilde reddedince Avni Paşa’da şafak atmış:
-
Tereddüde mahal yoktur, demiştir; fiil-i cerh, merhum hakanın kendisi
tarafından ika edilmiştir. Daha hekimler de geleceklerdir. Sen şimdi hemen
raporunu yaz, gelen hekimler imza etsin!
Verilen
emrin küstahlığı, bu küstahlığın altında yatan ilme ve gerçeğe saygısızlık,
telâş ve endişe, gaddarlık ve ceberut çok açıktır. Avni Paşa, bir hekime, hem
de devrinin en tanınmış bir mütehassısına tıb bahsinde akıl öğretmektedir.
Marko Paşa’nın Avni Paşa’ya taktik dersi vermek istemesi kadar garip, ilim ve
mantık dışı bir şeydir. Marko Paşa’dan hemen sonra gene askerî doktorlardan
Albay Ömer Bey gelmiştir. Avni Paşa, askerî doktor olmak bakımından doğrudan
doğruya emrindeki bir adam olan Dr. Ömer Bey’e Marko Paşa’nın bilekleri
gördüğünü, intihar raporu yazdığını, raporu hemen imzalamasını emretmiştir.
Bileklere bir göz atan Ömer Bey, elle temas etmeye lüzum görmeden, raporu
imzalamayacağını söyleyince Avni Paşa son derece kızarak:
-
Edepsizlik ediyorsun, demiştir; derhal imzala!
Dr.
Ömer Bey, hiçbir baskı karşısında böyle bir raporu imzalamayacağını, cesedin
muayenesinden de istinkâf ettiğini söyleyince Avni Paşa, askerî doktorun önce
sağ, sonra sol kolunu tutarak kolların uçlarındaki mîralay (albay) rütbesinin
sırmalarını sökmüştür. Bu, askerî törede, askerlikten tard edilme
mânâsındadır. Artık sivil doktor olarak karakolu terk ederken Ömer Paşa, bir
şeyler söylemesin diye, ertesi gün Avni Paşa’nın emriyle tevkif edilerek yaka
paça Libya’ya sürülmüştür (İkinci Abdülhamid tarafından askerî rütbesi iade
edildikten sonra generalliğe yükseltilerek İkinci Ordu Sıhhiye Reîsliği ve
Edirne Askerî Hastahânesi başhekimliğine getirilecektir).
İşin
fevkalâde ilgi çekici tarafı şudur: Avni Paşa, önce Marko Paşa, sonra Ömer Paşa
ile konuşurken, başta Sadrâzam Rüşdü ve Midhat Paşalar olmak üzere,
nâzırlardan haylisi aynı odada idiler. Hiçbiri tek kelime konuşmamaya ve
karışmamaya -aralarında ittifak etmiş gibi- fevkalâde itina etmişlerdir. Bunun
mânâsı, Avni Paşa’ya: “Yediğin haltı kendin temizle!” demekti. Şunu hatırlatmak
gerekir ki, aslında rapor yazdırmak ve ölen hâkana âid tahkikat işi ile
seraskerin hiçbir ilgisi yoktur. Bu, sadrâzam emir ve nezaretinde, adliye
nâzırı tarafından yaptırılması icab eden birşeydir. Ne sadrâzam, ne adliye
nâzırı Safvet Paşa’nın ise tahkikat raporu işinde en küçük rolleri olmamıştır.
Dr.
Marko Paşa, Avni Paşa’nın komşusu idi. Onun da Kuzguncuk’ta bir köşkü vardı.
Acele Fer’iyye’ye çağırıldığı zaman yanında Dr. Jacques Castro bulunuyordu. Onu
da yanına alıp hususî sandalı ile karşıya Ortaköy’e geçmişti. Fer’iyye
karakoluna geldiği sıralarda Dr. Karatodori Paşa da vâsıl olmuştu. Dr. Castro,
Yıldız Mahkemesi’nde şahit olarak dinlenmiş, özetle şunları söylemiştir:
-
Ben cesedin bileklerine baktığım sırada hâkan henüz ölmüş, üzeri beyaz bir
perde ile örtülmüştü.
Sultan
Aziz, Fer’iyye’den karakola, bir pencere perdesine konarak taşınmıştı. Sonra
Avni Paşa, üzerini karakoldaki bir pencerenin perdesini kendi elleriyle
kopararak örtmüştü. Doktorlar bir an cesedin yüzüne bakmışlar, yalnız kollar
kendilerine gösterilmişti. Başka hiçbir tarafını göremedikleri cesette çok bol
kan olduğu müşâhede ediliyordu. Esasen hâkanın yara aldığı Fer’iyye’deki odası
kan içinde kalmıştı. Doktorlar bu sathî gözlemi yaparlarken nâzırlar da
başlarındaydı. Bu arada sadâret mektupçusu (başbakanlık genel sekreteri) Memduh
Bey (Dâhiliye Nâzırı Memduh Paşa) da oradaydı. Sonradan “Cennet-mekân’ın iki kollarının şiryanları kesilmişti, gözleri
kapatılmamıştı, mübarek gözlerini yukarıya dikmişlerdi, üzerlerinde sade bir
beyaz keten gecelik vardı, sadece bu kadar müşâhede edebildim” demiştir.
Bu
sırada Fer’iyye Sarayı’nda çok büyük teessür hüküm sürüyordu. Hânedândan birçok
kişinin hekimi olan Dr. Castro, yanına bir doktor alarak, Abdülaziz Hân’ın
büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin odasına gitmiş, kendisini teselli etmişti.
İkinci Bir Ölüm Raporu
Bu
suretle Avni Paşa, 5 doktora bir rapor yazdırdı. Beş imzalı bu rapor, birkaç
kelimeden ibarettir. Şöyle son buluyordu:
“Cerihanın hafileri (yaranın kenarları)
gayr-ı muntazam ve bâzı yerlerde
memzuk bulundukları hasebiyle aldığımız habere göre âlet-i câriha makas olduğu
cihetle musaddak bulunmuş olduğunu mübeyyin bu imzalarımızı koyuyoruz.”
Bu
ifadede doktorlar, makasın bu iki bilekteki yaraları açtığı hakkında oldukça
açık şekilde şüphe belirtiyor, makasın cerh âleti olduğu hakkında kendilerine
ifade edilmiş şehâdeti nakletmekle yetiniyorlar, yaraların durumu karşısında da
derin tereddüt gösteriyorlardı... Bu rapor, Sultan Aziz’in bu yaraları
kendisinin açmış olamayacağı hakkında bir tıbbî delil ve vesika mahiyetindeydi
(Yıldız Mahkemesi’nde de bu şekilde değerlendirilmiştir). Bu raporu Hüseyin
Avni Paşa kabûl etmedi. İntihar raporu olmadığını söyledi. Nasıl bir rapor
istediğini anlattı. Bunun üzerine bu rapor, yayınlanmamak üzere saklandı. Yeni
ve çok imzalı bir raporun düzenlenmesine geçildi.
Yeni
raporu 19 hekim hazırlıyordu. Hâlbuki bunlardan ancak bir kısmı cesedin sadece
kollarını sathî şekilde görebilmişler, diğerleri ya uzaktan seyretmiş, ya hiç
görmeden raporu imzalamışlardı. Birçok doktor, böyle adlî tıp raporu
yazılamayacağını, cesedin etraflı ve bütünüyle incelenmesi icab edeceğini,
salonda tek muhatabları olduğunu çoktan anladıkları seraskere söylediler. Avni
Paşa o sırada karakol kapısının salona bakan iç tarafı önünde ve kılıcına
dayanmış vaziyette:
Bu
cenaze, dedi; Ahmed Ağa, Mehmed Ağa değildir bir padişahtır; her tarafını açıp
size gösteremem!
Bu
suretle birkaç doktor, sathî şekilde bilekleri ince-lediler. Cesedin tamamı
örtü altında kaldı. Yeni raporu Tıbbiye müderrislerinden (profesör) Dr. Mervan
Bey kaleme aldı. Avni Paşa bu ikinci raporu da beğenmedi ve kabûl etmedi. Bu
ikinci rapor derhal yırtıldığı için ne mealde olduğu hakkında bir şey
bilmiyoruz. Fakat her halde intihar tezini destekler bir şey değildi ki,
serasker paşa tarafından yırtılmıştır. Bunun üzerine ertesi günki gazetelerde
yayınlanan üçüncü rapor kaleme alındı ki, 19 doktora imza ettirilmiş ve Abdülaziz
Hân’ın ölümü için devletin resmî raporu sayılmıştır.
Bu
rapor, doktorların; Beşinci Sultan Murad’ın iradesi üzerinde “Sâbık Hâkan
Abdülaziz Hân”ın vücudunu, karakol binasının alt katında üzeri örtülü olarak
gördüklerini söylemekle başlamaktadır. Raporun, nâzırlar tarafından
kendilerinden; padişahın ölüm sebebini öğrenmek için istendiğini söylemekte,
ölüm sebebinin her iki kol damarlarının açılıp kan kaybından olduğu kesin
ifadeyle bildirilmekte, kollardaki yaraların nasıl açıldığı hakkında, “bize bir makas gösterildi ve yaraların eski
hâkan tarafından bu makasla meydana getirildiği beyan edildi” denmektedir.
Rapor “bir intihâr vuku’a geldiği
istidlâl olunuyor” gibi tahminî bir cümleyle nihayetlenmektedir.
Nâzırların ne şekilde elde edildiğini yukarıda özetlediğim bu raporu alıp
basına verdikten sonra rahat nefes aldıklarını şâhitler naklediyorlar.
Raporun
aslı kelimesi kelimesine şöyledir:
“Ber-muktezây-ı irâde-i seniyye-i Cenâb-ı
Şehenşâhî, vükelây-ı fihâm hazarâtı tarafından verilen emr üzerine, 11
cumâde’l-ûlâ sene 93 ve 23 Mayıs 92 Pazar günü öğleden bir sâat evvel
hudâvendigâr-ı sâbık Abdül-Azîz Hân’ın sebeb-i mevtini tahkıyk etmek için
Çırağan Saray-ı Hümâyûnu ittisâlinde bulunan karakol-hâneye giderek, orada bizi
alt katda bulunan bir odaya götürdüklerinde, yerde serili bir şilte üzerinde, üzeri cedîd bir bez ile
örtülmüş bir cesed gördük. Örtüyü kaldırdığımızda hudâvendigâr-ı sabık
Abdül-Azîz Hân’ın cesedi olduğunu tanıdık. Bi’l-muâyene, bi’l-cümle âzâsı
soğuk, kansız ve soluk ve bâzı mahalleri dem-i mühassir ile mestûr olup, cesed
ise henüz donmamışdı. Göz kapakları açıkça, karîn lâmiası hafifçe kesîf ve ağzı
dahi biraz açık idi ve kolları ile ayaklarını setr eden bezler kan ile mülemmâ
olup, kolundaki bezi kaldırdığımızda, sol kolunun büklümünden biraz aşağısında
beş aşîr-i zirâ tûlünde, üç aşîr-i zirâ umkunda bir cerîha müşahede eyledik.
İşbu cerihanın kenârları pürüzlü ve gayr-ı muntazam olup, istikaameti ise
yukarıdan aşağıya ve dâhilden hârice doğru idi. Mezkûr nâhiyenin evridesi
kesilmiş ve şiryân-ı zendî, takriben hurûc eylediği noktada, çapının üç rub’u
açılmış idi. Sağ kolunun büklüm mahallinde dahi, iki buçuk aşîr-i zirâ tûlünde
kezâlik pürüzlü ve biraz münharif bir cerîha müşâhede eyledik. İşbu mahaldeki
cerîha küçük çaplı evride üzerinde olup, şerâyin, sâlim idiler. On aşîr-i zirâ
tûlünden ve ziyâde keskin, bir kolunun ucuna yakın yan tarafında ufak bir
düğmesi bulunan bir mıkrâz irâe olundu. Mezkûr mıkrâz kanlı olup,
hüdâvendigâr-ı sâbık’ın bâlâda zikr olunan cerihaları, bununla icrâ etmiş
olduğunu, bizlere beyân etdiler. Bâ’de bizleri hudâvendigâr-ı merhûm’un
ikâmetgâhı olan deniz tarafındaki büyük odaya götürdüler. Bu odanın, bir
pencerenin kurbünde bulunan köşe minderi, üzeri kan ile göl kesilmiş ve
hasırın üzerinde dahi pıhtılaşmış vâfir mıkdâr kan bulunduğu, hasırın ötesinde
berisinde dahi kan lekeleri müşâhede olunmuşdur. İşte sâlifü’z-zikr ahvâlden,
cümlemiz müttehiden âtıyyi’z-zikr karârı verdik. Evvelâ: Hudâvendigâr-ı sâbık
Abdü’l-Azîz Hân’ın vefâtına, kol büklümlerindeki ev’iyenin kat’ı ile hâsıl olan
seyelân-ı dem sebeb olmuştur. Sâniyen: Bize irâe olunan âlet, cürûh-i mezkûreyi
husûle getirebilir. Sâlisen: Cürûhun hey’et ve istikaametinden ve onları
husûle getirmiş olan âlet-i cârihadan bir intihâr, yâ’nî telef-i nefs vuku’a
geldiği istidlal olunuyor... Binâenaleyh, Çırağan Saray-ı Hümâyûnu
karakol-hânesinde yapmış olduğumuz işbu mazbata-i âcizânemiz, imzâ ve takdîm
kılındı.”
Sonra
19 hekimin imzası vardır. İlk imza “Dr. Marko”, son imza “Dr. Mehmed” şeklindedir.
Rapordan
anlaşıldığına göre, cesedin görülmesine saat 11.00’de başlanmıştır. Yani
Abdülaziz Hân’ın oda kapısının kırılmasından 1 saat, 24 dakika sonra. Bu
suretle cesette hayat eseri olmadığı, fakat ölüm katılaşmasının da henüz
başlamadığı anlaşılıyor.
Ceset
gösterildikten sonra doktorlar, Sultan Aziz’in bulunduğu saray odasına
çıkarılmışlardır. Orada bulunan Binbaşı Nâmık Paşa-zâde Ali Bey, doktorları
görür görmez heyecanından:
-
Ben yapmadım! diye bağırmıştır.
Doktorları
odaya getiren seraskerlik başyâveri Tümgeneral Mustafa Paşa ise, Ali Bey’e:
-
Behey budala, sana kim diyor ki “sen yaptın!” şeklinde bağırmıştır.
Olayın, Sultan Murad’a Bildirilmesi
Olayı
öğrenen Sultan Murad’ın, artık bu şoka da dayanamayarak dengesini kaybettiğinde
ittifak edilmektedir. Olayı padişaha, eniştesi Dâmad Nûri Paşa bildirince
Sultan Murad:
-
Hemen durma git! demiştir, git ve Allah aşkına amcamın tedavisine pek çok
dikkat olunsun! Aman bir şey olmasın! Umum millet bunu benden bilir! Bu yükün
altından kalkamam!
Heyecan
ânında söylenmiş olan bu sözlerin tamamen samimî olduğu muhakkaktır. Rapor
alındıktan sonra Dolmabahçe’ye dönen Nûri Paşa, Sultan Murad’a arz-ı tâziyette
bulunarak, amcasının kurtulamadığını bildirmiştir. Nazırların derhal gömülmesini
istediklerini söyleyerek nereye gömüleceğini sormuştur. Sultan Murad;
amcasının, babası İkinci Sultan Mahmud Hân’ın yanına, Cağaloğlu’ndaki Türbe’ye
gömülmesini irâde etmiş ve fenalaştığı için, gözden biraz daha uzak bulunsun
diye o akşam Dolmabahçe Sarayı’ndan Yıldız Sarayı’na götürülmüştür.
Abdülaziz
Hân’ın ölümü olayında Sultan Murad’ın haberi ve hiçbir rolü yoktur. Ancak
annesi Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan’ın haberi ve rolü olduğu kesindir. Osmanlı
İmparatorluğu protokolünde padişahtan sonra ve veliahdden evvel ikinci şahıs
olan Vâlide-Sultan’ın, oğlunu atlayarak, fakat oğlunun sırtına kaldıramayacağı
yükler yükleyerek bu işe karıştığı bugün kesin şekilde bilinmektedir. Denebilir
ki, bu büyük ve dörtbaşı mamur trajedide Hüseyin Avni Paşa’dan sonra en kindar
ve muhteris şahsiyet, Şevk-Efzâ Sultan’dır. İkisinin aynı yaşta bulunmaları
bir garip tesadüftür. Vâlide-Sultan 12 Aralık 1820, Paşa ise 1821 başı
doğumludur.
Dâmad
Nûri Paşa’nın Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgusundaki ifâdesinde şu sözler yer
almaktadır:
Sultan
Murad, amcasının ölümü haberini alınca önce istifrağ etti (kustu), sonra
baygınlık geçirdi. Mâbeynci Seyyid Bey ayıltmaya çalışıyordu. Fakat sözlerinde
ve bakışlarındaki teşevvüş (kargaşa) görüldüğü için o akşam Dolmabahçe’de
kalması mahzurlu görüldü, (herkesin gözünden uzaklaştırmak için) Yıldız kasr-ı
hümâyûnu’na nakledildi. Sanıyorum Sultan Murad’a çok tesir eden bir husus;
Marko Paşa’nın hâdisenin intihar olmadığını ima ederek raporu imza etmemesi,
sonra Avni Paşa ve diğer nâzırların zoruyla imzaladığını öğrenmesi oldu. Bunun
ne demek olduğunu Sultan Murad hemen kavradı. Çok büyük bir tarihî vebal
altına gireceği endişesindeydi. Çünki bizde halk, iyilik ve kötülük, ne olursa
olsun, hep padişahtan bilmeye alışmıştır; padişahın haberi olmadan bir şey vuku
bulacağını tasavvur etmez.
Diğer
taraftan, henüz birkaç günlük padişah olduğu halde Sultan Murad, başta Avni
Paşa olmak üzere; onunla beraber hareket eden Rüşdü, Midhat, Kayserili Ahmed,
Dâmad Mahmud Paşalar’la Hayrullah Efendi’nin mütegallibâne muamelesinden yaka
silkmişti. Hattâ saltanattan ferâgat edeceğini, böyle hükümdarlık olmayacağını
söylediği ve bu sözü, yukarıda isimleri söylenenlerce duyuldu. Bu Paşalar’ın,
tahta Sultan Murad’dan başkasının geçmemesi için tedbir aldıkları muhakkaktır.
En büyük korkuları Abdülaziz Hân’ın tahta dönmesi idi. Olmaz şey değildi. Zira
Osmanlı tarihinde birden fazla emsali vardır. Diğer taraftan Sultan Murad’ın
davranışlarında gayrı tabiîlik de artık göze batar ve saklanamaz dereceye gelmişti,
üstelik gittikçe artıyordu.
Abdülaziz Hân’ın Cenaze Töreni
Hükûmet,
Abdülaziz Hân’ın teçhiz ve tekfin edilerek Cağaloğlu’nda babasının türbesine
götürülmesini kararlaştırdı. Fakat bunu öğrenen Sultan Murad, derhal
Başmâbeynci Edhem Bey’i, Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’ya gönderdi. Padişah
cenâzelerinin daima Topkapı Sarayı’nda hazırlandığını, oradan kaldırılarak
nereye gömülecekse götürüldüğünü, bu işin Fer’iyye’de yapılmasını kesin
şekilde yasakladığını, aksi takdirde Sultan Aziz’e padişah muamelesi
yapmamakla da itham edileceğini bildirdi. Nâzırlar, daha doğrusu nâzırlardan
cuntayı teşkil eden birkaç şahıs, çaresîz razı oldu.
Cenâze,
karakol odasından alındı. Saray rıhtımından çatanaya konuldu. Topkapı
Sarayı’nda, Sarayburnu üzerinde Yalı Köşkü’nün rıhtımına çıkarıldı. Cenâze,
karakolda yatırıldığı pis şiltenin üzerindeydi. Üstü beyaz bir perde, onun
üzeri de siyah bir şalla örtülmüştü. Halbuki bu iş için lâzım olan örtüler, az
ötedeki saraydan kolayca temin edilebilirdi. Fakat işe Hânedan ve
mensuplarından kimse karıştırılmadı. Cunta, cenâzeyi bir an önce başından atmak
istiyordu. Topkapı Sarayı’ndan Enderun ağaları geldiler. Sedye gibi bir şey
bulunamadı. Eski sökülmüş kapı kanadının üzerine konarak cenâze ağalarca
taşındı… Fakat kapı kanadı dar geldi. Şilte iki taraftan taşıyordu. Üstelik
cenazenin üzeri tamamen örtülü olduğu için başının ve ayaklarının hangi tarafa
isabet ettiği fark edilemedi. Onun için taşıma sırasında ne tarafından
tutulduğu bilinemedi ve dinî usulle taşınamadı. Sonradan cenâzeyi taşıyanlardan
Safranbolulu Mehmed Ağa dayanamadı, örtünün sökük tarafını kaldırıp baktı.
Başın ön tarafta olduğu, yâni cenazenin doğru tutulduğu anlaşıldı. Başlarında
cuntacı subaylar olduğu için bu işleri çok iyi bildikleri halde Enderun ağalarının
elleri ayaklarına dolaşmıştı.
Padişahların
nerde ölürlerse ölsünler Topkapı Sarayı’nda hazırlandığını bütün halk bilirdi.
Nâzırların bilmemesine imkân yoktu. Nitekim son padişahlar, 1839’da ölen İkinci
Mahmud (ki Sultan Aziz’in babasıdır) ve 1861’de ölen Abdülmecid (ki Sultan
Aziz’in ağabeyidir), Topkapı dışında vefat ettikleri halde, Topkapı Sarayı’na
getirilmişlerdi. Nâzırların, cenâze’nin Fer’iyyede hazırlanmasını istemelerinin
sebepleri, Sultan Aziz’e gayzları ve bu işten bir an önce kurtulup rahat nefes
almak ihtiyaçlarıdır.
Cenâzeyi,
Sultanahmed Camii vâiz ve başimâmı Ömer Efendi yıkadı. Ona Ayasofya hatibi
Hâfız Mustafa Âsım Efendi yardım etti. Ömer Efendi’nin Yıldız Mahkemesi’ndeki
mühim şehâdetini aşağıda göreceğiz. Zira cenâzeyi bütün ve çıplak şekilde
yakından gören tek kişidir. Hiçbir doktara bu izin verilmemiş, sadece kollar
gösterilmişti. Sonradan nâzırların Fer’iyyede cenazenin hazılanmasını, cesedin
herhangi bir imâm tarafından görülmemesi için istedikleri söylenecektir.
Padişahın
cenâzesi üzerinden çıkarılan giyecek ve çamaşırlarla üzerine örtülen beyaz
patiska perdeler, bir araya toplanarak, âdet olduğu üzere, Topkapı Sarayı
Hazîne Dairesi’ne gönderildi. Yıldız Mahkemesi’nde bunlar getirtilip teşhir
edildikten sonra gene oraya iade edilmiştir, bugün de Topkapı Sarayı
Müzesindedir.
Cenâze,
Topkapı Sarayı’ndan, kısa mesafe olan Cağaloğlu’na getirildi. Aynı günün akşamı
olmuştu. Divanyolu’nda kısaca Türbe denen babası Sultan Mahmud’un türbesine,
onun yanına, gömüldü. Merâsimde Sadrâzam ve nâzırların çoğu bulundu. Padişahın
şehzâdelerinin katılmasına izin verilmedi. Halktan katılanlar az oldu. Bunun
sebebi, halktan katılanların Serasker Paşa’nın gazabı ile felakete
uğratılacakları inanışı idi. Bu yanlış inanış, sonraki yıllarda da Türk
milletinin başına epey felâket getirecektir.
Ölümünün Şer’î Îlâm ile İlân Edilmesi
Ama
ölen adam aynı zamanda yeryüzündeki bütün Müslümanlar’ın başı, Peygamberimizin
meşru halefi ve halifesi, Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi (Zıll’Ullâhi fi’l-Ard),
Emîrü’l-Mü’minîn idi. Şerîat hükümlerine göre bir “îlâm” çıkarılması lazımdı.
Bu da “Bâb-ı Meşîhat” denen şeyhülislamlık makamının görevi idi.
Şeyhülislâm
Hayrullah Efendi, bu işle Müsteşar Muavini Hüseyin Hüsnü Efendi’yi
görevlendirdi ve onun yanına îlâm-ı şer’iyye mümeyyizi Hacı Tevfik Efendi’yi
verdi. Tevfik Efendi, Fer’iyye Sarayı’na durumu delilleriyle tespit edip îlamı
kaleme almak için gittiler. Ancak cenaze Fer’iyye’den çıkarılmış bulunuyordu.
İki efendi karşılarında Askerî Mektepler Kumandanı Ferik Süleyman Paşa ile
Saraylar Muhafızı Mirliva Hacı Râşid Paşa’yı, yani cuntanın iki eylemci
subayını buldular. Süleyman Paşa, cuntadan olan eski ikinci mâbeynci Fahri
Bey’i çağırtarak Efendilerle görüştürdü. Efendiler, onun ifâdesini aldıktan
sonra, diğer şahitleri dinleyeceklerini söylemeleri üzerine Süleyman Paşa:
-
Diğer şahitler de aynı şeyleri söyleyeceklerdir, dedi. Fahri Bey’in şehâdeti
ile iktifa edip îlâm-ı şer’iyye’yi kaleme almamız, Şeyhülislâm Efendi
Hazretleri’nin emirleridir!
Diğer
şahitlerle görüşdürülmeyeceklerini anlayan Hüsnü ve Tevfik Efendiler îlâmı
yazdılar, ilâmda, “bizzât kendi kendini öldürdü!” cümlesi de yer alıyordu. Bu
cümle ertesi gün basında 19 doktorun raporu ile beraber yayınlanınca kıyamet
koptu. Zira raporda asla böyle bir şey olmadığı halde ilâmda, “Doktor raporunda yazıldığı üzere kendi
kendini öldürdü” denmesi, Efendilerin üstelik doktor raporunu da
görmediklerini, sadece Fahri Bey’in ifade ve iddiasını îlâm olarak kaleme
aldıklarını gösteriyordu. İşin bu derecesi zâten kâfi fiyasko idi. Fakat Yıldız
Mahkemesi hazırlık sorgusunda, meselenin beter olduğu ortaya çıktı. Savcı,
hazırlık sorgusunda, iki efendiye şu suali tevcih etti:
-
Doktor raporunda, şehid padişah hazretlerinin (Sultan Aziz’in) tırnak makası
ile bizzât nefsini telef ettiği meselesi ne izah, ne tasrih edilmemiştir! Ancak
yaraların gösterilen tırnak makası ile açılmış olabileceği, başkasından işitme
rivayet olarak hikâye edilmiştir. Rapor bu mealde iken siz şer’î îlâmda neye
dayanarak, “Cennet-Mekân Hâkan
Hazretleri’nin bizzât telef-i nefs ettiklerini verilen rapor te’yîd eylemiştir”
diye yazdınız?
Savcının
bu sorusuna gerek Hüsnü, gerek Tevfik Efendiler ayrı ayrı dinlendikleri halde,
aşağı yukarı şu aynı cevabı verdiler:
-
Şer’î îlâmı biz yazmadık!
-
Ya kim yazdı?
-
Bizim yazdığımız şer’î îlâmı o gece Kuruçeşme’deki yalısında Şeyhülislâm
Hayrullah Efendi okudu ve beğenmedi. Kendi istediği gibi değiştirdi.
Gazetelere verilen îlâm meâli şeyhülislâm efendinin kaleminden çıkmıştır!
Mâbeynci
Fahri Bey’in Yıldız Mahkemesi’ndeki ifâdesi:
Bab-ı
Meşihat’ten iki efendi geldiler. Kendileriyle karakolda görüştük. Görüşmemiz
yarım saatle üç çeyrek saat arası kadar sürdü. Akşama kadar askerler beni
Fer’iyye Sarayı’na dönmem için bırakmadılar. Akşama doğru bir sorgu hâkimi
gelerek Efendilerin aldığı ifadeyi bana imzalattı. Akşam olunca beni
bıraktılar, saraya döndüm.
Abdülaziz Hân’ın Ölümü Olayının Tahlil ve
Münakaşası
Şimdi,
ölüm olayının detaylarına inmek ve bu detayların münakaşasını yapmak zamanı
gelmiştir. Bütün vesikaları ve şahitleri ortada, üstelik birkaç yıl sonra
Yıldız Mahkemesinde didik didik edilen bir olayın münakaşayı mucip tarafları
olmamak icab ettiği düşünülürse de, gerçek böyle değildir. Zira bu tip
olayların derinliklerinde, akıl almaz hakikatler ve entrikalar yatmaktadır.
Herhalde adâlet sistemi, 1876 Osmanlı adâlet sisteminden geri olmayan çağdaş
Birleşik Amerika’da Kennedy Kardeşlerin öldürülmelerinin gerçekleri üzerinde
hâlâ münakaşa edilmektedir. Hâlâ detaylar üzerinde anlaşılamamaktadır. Hâlâ
kimlerin ve hangi mihrakların “vur!” emrini verdiği, hattâ kimlerin vurduğu
üzerinde tartışılmaktadır.
Sultan
Aziz olayı, Kennedy Kardeşler olayından daha karmaşıktır. Zira her ikisinde de
politikanın en çirkef tarafları vardır ama devlet, Birleşik Amerika’da
tarafsızdır. Devletin, adlî deliller üzerinde bir görüşü yoktur. Böyle bir
görüş farz-ı muhâl olsaydı bile bunu kime zorla kabûl ettirebilirdi? Sultan
Aziz vak’asında ise bunun aksidir. Osmanlı Devleti’nin bu vak’a üzerine
birbirine zıt iki görüşü vardır:
-
Sultan
Aziz intihar etmiştir: 1876-1881 arasında ve 1908’den günümüze kadar
resmî görüşdür.
-
Sultan
Aziz öldürülmüştür: 1881-1908 arasında resmî görüştür.
Tabii
her iki devrede de aksi kanaatte olanlar vardır. Fakat aksi kanaatte olanlar,
rejime muhalif, hattâ vatan haini muamelesi görmüş, zarara uğratılmışlardır.
Her
iki görüş, birbirinin zıddı olmakla kalmaz, birbirinin can düşmanıdır. Tarih
gerçeklerine ambargo konulması, şüphesiz totaliter rejimlere mahsustur.
Totaliter rejimlerde ise tabu şahsiyetler vardır. Onların aleyhine bir şey
söylenip yazılamaz. Gene bunun tersi, tabu şahsiyetler vardır. Onların lehine
bir şey söylenip yazılamaz.
Bugün
milyarlarca insanın yaşadığı ülkelerin çoğunda değil, ancak azında gerçekler
ifade edilebilmektedir. En demokratik ülkelerde bile gerçeklerin çarpıtılmak
merakı hâlâ geçerlidir. Meselâ fikir hürriyetinin şüphesiz birinci olduğu
ülke İngiltere’de, Napoléon’un lehine bir tarih kitabı, bir edebî eser, bir san’at
mahsulü, -benim bildiğim kadarıyla- henüz mevcut değildir. Hâlbuki Napoléon,
pek çok dehâ dolu cephesi bir yana, bütün Hıristiyanlık tarihinin yetiştirdiği
en büyük askerdir. İngiltere’de iş böyle olursa, fikir hürriyetinin, tarih
vicdanının, tarafsız adaletin, demokrasinin bütün güzel ilkelerinin
yerleşemediği, tamamen oluşamadığı ülkelerde ve toplumlarda nasıl olabileceği,
mantık yoluyla bile kolayca fark edilebilir.
Bununla
beraber insanlık, gerçekleri söyleyen, kudretle söyleyebilen liderler, fikir ve
san’at adamları ile ilerlemiştir. Aksi tabiatta olanlar, içinde bulundukları ve
beşer camiasının bir parçası olan toplumları sadece geriletmişlerdir. Sultan
Aziz vak’asında da, bir asırdan beri, en büyük Türk tarihçi ve yazarları daima
gerçeği yazmışlar, hiçbir zaman resmî görüşe, devlet baskısına
aldırmamışlardır. Bu husus, Türk fikir hayatına şeref verir.
Sultan
Aziz vak’asında gerçeğe kesin şekilde yaklaşılamamasının iki kompleksi şudur:
-
Olay, bir ölümün aydınlatılması şeklinden çıkartılarak, İkinci
Abdülhamid-Midhat Paşa mücâdelesi ve bu iki kişinin şahsiyetleri üzerinde
münakaşa zeminine çekilmiştir.
-
Bizzat cuntanın başı Hüseyin Avni Paşa’nın ifâdesine göre, asker ve sivil
sadece “63 kişi”den ibaret bir cunta tarafından yapılan darbe, Türk Ordusu’na
mâl edilmek istenmiştir. O sırada Türk Kara Kuvvetleri’nin 7 ordu ile
birtakım bağımsız tümenlerden kurulduğu, hâlbuki darbeye İstanbul’da
merkezlenen Birinci Ordu’nun bile katılmadığı, yukarıdan beri anlatılanlarla
ortadadır.
Şu
zarurî girişten sonra şimdi ölüm olayının detayına inebiliriz.
Yukarıda
nakledilen resmî ölüm raporuna, daha ilân edildiği gün tek kişi inanmamıştır.
Umûmî kanaat, Sultan Abdülaziz Hân’ın şehîd edildiği merkezinde idi. Yıldız
Mahkemesi neticelerine ve bütün delillere göre olay şu şekilde geçmiştir:
Sultan Aziz Nasıl Öldü?
Olay
sabahı, geceyi karakol binasında erlerle beraber geçirdiklerini gördüğümüz üç
bahçıvan Cezayirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve
Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Fahri Bey tarafından saraya sokulmuştur.
Bunlarla beraber Binbaşı Necib ve Binbaşı Ali Beyler de gelmiştir. Cem’an bu 6
kişi, sessizce Sultan Aziz’in odası önüne gelmişlerdir. Odanın kapısında harem
ağaları Reyhan ve Râkım Ağalar nöbet tutuyorlardı. Bunlar odaya kimseyi
sokmamak üzere kapı önünde nöbetçi bırakılmış, 6 kişi birden padişahın odasına
girmiştir. Sultan Aziz, hiçbir fâninin kendisine tecavüz ve taarruz
edebileceğine inanmadığı için bir an şaşalamış, bundan faydalanan 6 kaatil,
hücuma geçmişlerdir. Sedirde oturan padişahın bir dizine Cezayirli Mustafa,
diğerine Boyabadlı Mehmed oturmuşlar… Fahri Bey, padişahın iki kolunu arkaya
çekerek kollarıyla sarmış, Yozgatlı Mustafa ise elindeki çakı ile Sultan
Aziz’in önce sol, sonra sağ kolunun damarlarını kesmiştir. Bu sırada Necib ve
Ali Beyler, yalın kılıç, oda kapısının iç tarafında bulunmuşlardır. Sultan
Aziz şaşkınlıktan bir “Aman Allahım!” demiş, sonra kan kaybıyla kendinden
geçmeye başlamıştır. Kaatiller odada 5 dakikadan az kalmışlar, sonra dördü,
sofadan geçerek ana kapıdan karakola kaçmış, Cezayirli Mustafa odanın
penceresinden bahçeye atlamış, Fahri Bey’le iki harem ağası ise saraydaki
odalarına dağılmışlardır. Bu iş biter bitmez, yerinde anlatıldığı gibi,
cuntaya mensup üç hazinedar kalfa feryada başlamışlardır.
Yukarıdaki
paragrafta özetlenen durumun bütün detayları ve delilleri, aşağıda teker teker
gözden geçirilecektir.
Beşinci
hazinedar meşhur Arz-ı Niyâz Kalfa, padişahın intihar ettiğine şehâdet
etmiştir. Yıllardan beri Avni Paşa ile münasebetleri kesin şekilde bilinen bu
rütbeli câriyeden başka, intiharı gözüyle gördüğünü iddia edebilen babayiğit
çıkmamıştır.
Meseleye
tarihî bir olay değil de, siyâsî bir durum olarak o derece angaje olunmuştur
ki, Osmanoğulları bile konuda birleşememişlerdir. Sultan Murad’ın çocukları ve
torunları, intihar tezini desteklemişlerdir. Hânedânın diğer bütün Mecid ve
Aziz dalları ise, kesin şekilde padişahın katledildiğine kanidirler. Olay
sırasında en yaşlı şehzâde olan İkinci Abdülhamid’in bu husustaki kanaati
kesindir. Sultan Aziz’in oğullarından, 1944’te Paris’te ölen son halife İkinci
Abdülmecid’in, babasının intihar ettiğini söylediğini veyâ yazdığını duyduğu
hiç kimsenin elini sıkıp konuşmadığı meşhurdur. Sultan Hamid devrinde cinayete
inanıp da sonra İttihatçılardan korkularından intihara inanmış gibi görünen
birkaç Osmanoğlu bile vardır. Hâsılı bu kadar belâlı bir mevzu olmuştur.
Ölümün Adlî Tıb Bakımından
Değerlendirilmesi
Önce
raporu ve nasıl hazırlandığını gözden geçirmek yerinde olur:
1876
yılında adlî tıp, bugünkü derecesinde olmamakla beraber, hayli gelişmiş
bulunuyordu. Buna rağmen cesede otopsi yapılmamıştır. Otopsi şöyle dursun,
ceset tıbbî bir incelemeye tabi tutulamamıştır. Önce yüzü açılarak doktorlara
cesedin Abdülaziz Hân’a âid olduğu gösterilmiş, sonra sadece iki kolu
açılmıştır. İlk iki rapor, içlerinde hiçbir hekim olmayan nâzırlarca
beğenilmemiş, sonra üçüncüsü yazdırılmıştır. İki doktor raporu imzalamadığı
için Avni Paşa tarafından kovulmuş, bunlardan sonradan general ve paşa olan
Mâbeyn-i Hümâyûn hekimlerinden Albay Dr. Ömer Bey’in oracıkta rütbeleri
sökülerek askerlikten tard edilmiştir. Raporu imzalayan 19 doktorun sadece
birkaçı kollarda damarları incelemişler, diğerleri sadece inceleyen arkadaşlarını
seyretmişlerdir. Bu arada meşhur Dr. Marko Paşa’mızın cesede elini bile
sürmediği sonraki şehâdetlerle ortaya çıkmıştır. Hâlbuki Marko Paşa, Avni
Paşa’nın yakın dostu, hem de asker olması bakımından zâten Avni Paşa’nın
emrindeydi; üstelik o sırada Türk ordusundaki en yüksek rütbeli doktordu.
Askerî Tıbbiye Kumandanı olmak hasebiyle de, en yüksek tıbbî otoriteyi temsil
ediyordu. Kaldı ki rapor, siyâsî bir vesika mâhiyetinde olmasa, ilmî kabûl
edilse bile vuzuhtan mahrumdur. Raporu kaleme alanlar, şüpheye yer bırakmayacak
şekilde açıkça “intihardır” mânâsına bir söz kullanamamışlardır. Zâten buna
imkân yoktu. Cesedi tamamen incelemeden “intihar” raporu imzalayan doktorun,
ilmî haysiyeti kalmazdı. Raporun adlî tıp esaslarına aykırı olduğu, Avrupa
basınında da yazılmıştır. Charles Mismer de kitabında raporun adlî tıp raporu
olarak kabûl edilemeyeceğini yazar.
Görüştüğümüz
bugünkü hekimler de, sadece kollar incelenerek adlî tıp raporu yazılmasına
imkân olmadığını ittifakla söylemişlerdir. Üstelik böyle bir incelemenin her
türlü baskı dışında yapılması şarttır. Başlarında sadrâzam, serasker,
kapdân-ı deryâ, diğer bir iki nâzır, birçok subay bulunan bir hekimler
heyetinin, bu manzaradan ürkeceği tabiîdir. Kaldı ki, doktorların birkaçı
askerî doktor olmak bakımından seraskerin emrindeki subaylardır. Bir kısmı da
seraskerin, nâzırların, Sultan Murad’ın doktorları ve dostlarıdır. Onları
müşkül durumda bırakacak bir rapora imza koymak istemeyecekleri âşikârdır. Türk
imparatorluk hükûmetini, hattâ bizzat sultan-halifeyi itham eder mahiyet
taşıyacağı âşikâr olan intihara aykırı bir hususun rapora dercinden, pek çok
siyâsî ve şahsî sebeble kaçınılmış olması mantıkîdir. O yıllarda devlet
otoritesi çok büyüktü. Çok az kimse bu otoriteye çarpmayı göze alabilirdi.
Nitekim göze alabilen bir hekimin oracıkta rütbeleri sökülüp diğer doktorlara
gözdağı verilmiş ve o hekim, ertesi gün Libya eyaletine sürülüvermiştir.
Resmî
rapor hakkında tarih bakımından değer hükmü şudur: Elbette bir tarihî
vesikadır. Fakat tıp ilmi ve adlî usuller bakımından çeşitli sebeplerle
malûldür. İntihar tezini desteklemek üzere kullanılması çok mahzurludur.
Tıb
ilmi böylesine ayaklar altına alındığı gibi, adlî tahkikat usulleri de hiçe
sayılmıştır. Bir serserinin ölümünün çok daha itinalı ve adliye usullerine
uygun incelendiği bir devirde, dünyanın en mühim beş on kişisinden biri olan
hükümdarın ölümünün Taş Devri kafasıyla tespitinin yapılması, daha doğrusu
hiçbir adlî tahkikata mevzu olmaması, hayret vericidir.
İlmen
beş para etmeyen bir rapor ve adlî tahkikata lüzum görmeyen, “Halk ne söylesek
yutar, biz o kadar üstün adamlarız!” zihniyetini açığa vuran bir mantıktır bu
mantık. Fahri Bey adındaki adamlarının ifâdesini zapta geçirtivermekle iktifa
etmiştir. Sarayda Abdülaziz Hân’la beraber oturan annesi, eşleri, oğulları,
kızları, harem ağaları ve Sultan Aziz ailesinin hizmetindeki takriben 300
câriye vardı. Hiçbirinin ifâdesi alınmadı!
Adlî Tahkikat Bakımından Değerlendirme
Bu
gibi olaylarda tahkikatın hâdise mahallinde yapıldığı, maktul henüz ölmemişse
ancak hayatını kurtarmak ihtimali mevcud olduğu takdirde hastahaneye
kaldırılacağı, yerinden kıpırdatılması hayatını büsbütün tehdit edecekse bunun
yapılamayacağı, eğer ölmüşse, bütün deliller incelenmeden yerinden kaldırılmak
değil, pozisyonun değiştirilemeyeceği, o yıllarda da adlî tahkikatın esas
prensipleri idi. Dünyanın en büyük devletlerinden ve ordularından birini idare
eden paşaların bunları bilmemeleri mümkün değildi. Buna rağmen ne oldu?
Bir
rivayete göre Koramiral Ârif Paşa’nın, diğer rivayete göre Hüseyin Avni
Paşa’nın veya her ikisinin birden emriyle padişah, bir şiltenin üzerinde
saraydan çıkarılmış, sarayın bahçesi geçilmiş, sarayın karşısındaki karakol
binasında erlerin kahve ocağının bulunduğu odaya taşınmıştır. Niçin?
Bugüne
kadar bu ‘niçin’in cevabını verebilen bir babayiğit çıkmadı. Avni Paşa, bir
saat sonra doktorların bütün vücudun açılmasını istemeleri karşısında onları “Bu Ahmed Ağa’nın değil, bir padişahın
cenazesidir, her tarafını açıp size gösteremem, ölüme kol damarlarının
kesilmesi sebep olmuştur, sadece
kolları inceleyiniz!” deyip tehdid edebilmiştir. O halde bir padişah
cenazesinin karakol odasında işi nedir? Böyle bir şey duyulup işitilmiş midir?
Sadrazamlıkta, bahriye nazırlığında, tam dört defa seraskerlikte bulunan ve
Harbiye’den sonra kurmay okulunu da bitirmiş bir mareşalin bunu bilmemesine
yahut heyecanlanıp yanlış bir emir vermesine ihtimal olabilir mi? (O zamanki
seraskerlik; savunma bakanlığı + genelkurmay başkanlığı + kara kuvvetleri
kumandanlığıdır, yalnız deniz kuvvetleri serasker emrinde değildir). 13 yıldır
mareşal rütbesi taşıyan, Avrupa görmüş bir adamın böylesine bir gafletine basit
bir tesadüf denilebilir mi?
Olaydaki
kasıt gayet açıktır ve şöyledir: Padişaha ilk yardımın yapılmasını önlemek, onu
saraydan çıkarmak suretiyle olay odasına kimseyi sokmamak ve odadaki delilleri
subaylar ve cuntadan olan harem ağaları ve hazinedar kalfalarla yok etmek,
biraz sonra gelecek doktorların yerinde incelemesini engelleyerek vak’ayı
‘oldu da bitti mâşallah’ hâline getirmek...
Olay
yerinden nakil bir yanlış eylemdir, karakol odası gibi hiç müsait ve mâkul
olmayan bir yere nakil, ikinci bir yanlış eylemdir. Fakat asıl sûikasd bunlar
değildir, şudur: Nakil sırasında Sultan Abdülaziz Hân canlıdır, sadece kan
kaybıyla kendinden geçmiştir. Kaldı ki, sonradan yalnız kan kaybıyla değil, tam
kalbinin üzerine yediği bir başpehlivan yumruğu yahut bir muşta ile de
bayılmış olabileceği ortaya çıkmıştır. (Yıldız Mahkemesi’nde Sultanahmed Câmii
vâızı ve başimamının şehâdeti ki, cenâzeyi yıkarken kalp üzerinde gayet iri bir
morluk gördüğünü söylemiştir).
Henüz
ölmemiş bir insana ilk yardım usullerinin uygulanmaması, bütün toplumlarda ve
bütün zamanlarda, cinayet fiili ile eşittir ve bütün dinî, millî, ahlâkî,
insanî prensiplere aykırıdır... Ve Abdülaziz Hân’a, hiçbir ilk yardım
yapılmamıştır. Yıldız Mahkemesi’nde itham edilen taraf, ilk yardım olarak
sadece sol koldaki büyük ve 5x3 santimetre genişlikte olduğu 19 doktorun mahut
raporu ile sabit olan kocaman yaranın üzerine küçük bir metal (bakır) para
konmuş olduğunu iddia edebilmiştir. Dünyanın en medenî saraylarından birinde,
sürüyle doktorun bulunduğu Türk İmparatorluk sarayında, sürüyle okuyup yazmış
yüksek rütbeli insanların kol gezdiği bir yerde, işte Türkler’in hâkanına
yapıldığı iddia edilebilen ilk yardım bundan ibarettir...
Sanıklar
Yıldız Mahkemesi’nde ilk yardım yaptıklarını iddia edememişlerdir. Kimi bunun
kendi görevleri olmadığını söylemiş, kimi de heyecanla akıl edemediğini ileri
sürmüştür. Bu ne bitmez heyecan, bu ne kadar kolay tükenen bir akıldır? Şunun
bunun değilse, kimin görevidir, kim sorumludur? Dünyanın dengesini değiştiren
bir darbeyi planlayıp -kendi hesaplarına- başarı kazananlar ne basit meselelerde
yanıldıklarını kolayca söyleyip sıyrılmak istemektedirler. Bir taraftan bu
olayı anlatırken, Sultan Aziz’e ilk yardım yapılmamasını “Dağ başlarındaki haydutların bile irtikâb etmeyecekleri bu müthiş
vahşet” diye vasıflandırmaktadırlar. Olay intihar bile olsaydı, bu suretle
cinayete dönüşmüştür. Padişah hiç yerinde bırakılsaydı yardımdan mahrum kalır
mıydı? Derhal câriyeler ilk yardımı yapacaklar ve ilk gelen doktorlar yardıma
devam edecekler, Sultan Aziz’in hayatı belki kurtarılacaktı. Karakola nakil emri
âşikârdır ki, bunu önlemek için verilmiştir.
Sultan
Aziz’in karakoldaki ranzaya yatırıldığı zaman hayatta olduğunu, intihar tezini
savunan siyasîlerden hiçbiri inkâr etmemiştir. Yani bu husus, münakaşa mevzuu
olan detaylardan biri değildir. Padişah karakolda, kanları aka aka can
çekişmiş, onun bu hâlini seyreden Avni Paşa, gözler sabitleşince, kendi eliyle
karakol penceresinin beyaz patiska perdesini koparıp yüzüne örtüvermiştir...
Karakola
gelen ilk doktorlar, padişahın yanına yaklaştırılmamış ve henüz hayatta olan
Sultan Aziz’in tedavisi önlenmiştir. Bunu da Avni Paşa engellemiştir. Birkaç
doktor da padişahın ölümünü dakikalarca seyretmişlerdir. Bu husus, Sadrâzam
Mütercim Rüşdü Paşa’nın şu ifâdesi ile sabittir:
“Nâşı karakola çıkarmışlar ve çıkardıkları
zaman, eser-i hayât mevcûd imiş. Hekimler de karakola çağırıldıkları vakit,
eser-i hayât olduğunu tasdik eylediler.” (Yıldız Mahkemesi hazırlık
sorgusundan).
Mütercim
Rüşdü Paşa ifâdesine şöyle devam etmiştir:
“Ol vakit bunu ben de sordum. Padişahın
tekellüme (konuşmaya) iktidarı olmadığı cevabını almış idim. Karakolda ne
kadar yaşadığını bilemem. Orada bulunan vükelâ ve ulemâ ve rical sâir kimseler
bu hâli görmüşlerdir ve benim gibi sonradan gelenler de onlardan işitmişlerdir
ki, karakolda bir müddet yaşadıktan sonra vefât etmiştir.”
Avni Paşa’nın Karakola Gelmesi Meselesi
Şimdi
Avni Paşa’nın nasıl Sultan Aziz’in kapısı açılıp odasına girildikten sonra bu
kadar kısa müddet içinde Ortaköy’e gelebildiği olayını inceleyelim... Bu oda
kapısının kilitli olduğunu hatırlayalım. Kapıyı ya dışarı çıkarken kaatiller
kilitlemişlerdir veya herkes kapıdan çıktığı halde tek başına pencereden
atlayan Cezayirli Mustafa tarafından içeriden kilitlenmiştir.
Olay
sabahı Avni Paşa tamamen giyinmiş, üniformalı ve fesli olduğu hâlde
Kuzguncuk’taki yalısının penceresi önünde Ortaköy’e bakıyordu. Salonun bu
penceresi önünde paşanın daima bir dürbünü bulunurdu... Paşa, yalnız değildi.
Yanında vezir pâyesindeki büyükelçilerden -o sırada Hüdâvendigâr (Bursa)
eyaleti valisi olan- Veliyyeddin Paşa vardı ki, eski sadrâzamlardan Mustafa
Nâilî Paşa’nın oğludur. Veliyyeddin Paşa’nın ifâdesi şöyledir:
-
Vak’a sabahı Avni Paşa ile konuşuyorduk. Pencereden sık sık Sultan Abdülaziz’in
bulunduğu Fer’iyye Sarayı tarafına bakması dikkatimi çekti. Nihayet saray
tarafından feryatlar duyuldu. Âdetâ bunu bekleyen Avni Paşa “Afedersiniz, gitmem lâzım, galiba bir şey
oldu!” diyerek acele beni salonda yalnız bırakıp çıktı. Beş çiftesi
aşağıda on kürekçisi, dümencisi, yâveri, emir çavuşları ile harekete hazır
bekliyordu. Yıldırım gibi Ortaköy’e geçti. Doğrusu şüpheli bir vaziyetti...
Maliye
Nâzırı Yusuf Paşa’nın ifâdesi:
-
Sultan Abdülaziz’in hal’inden (tahttan indirilmesinden) iki gece sonra Avni
Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısına gittim. Yanında askerî doktorlardan Ahmed Paşa
vardı. Bu Ahmed Paşa, Avni Paşa’nın hem şahsî ve aile hekimi, hem gizli
müşaviri, yakın dostu idi, bunu herkes bilir. Gizli bir şey konuşuyorlardı, ben
gelince sustular. Avni Paşa, doktoruyla adetâ tıbbî bir mesele konuşur
gibiydi. Dr. Marko Paşa da Avni Paşa’nın hem dostu, hem de Kuzguncuk’ta komşusu
idi. Marko Paşa da o günlerde Avni Paşa’nın yalısından eksik olmadı...
Darbeyi
bizzat yapan Askerî Mektepler Kumandanı Süleyman Paşa’nın ifâdesi:
-
Nâzırlar, tahttan indirilen padişaha tazyik yapılmasına kat’î şekilde muhalif
idiler. Ben de muhaliftim ama askerdim, sözüm geçmezdi(!)... Avni Paşa, Sultan
Aziz’in hoş, hattâ serbest tutulmasını isteyen nâzırlara bir defa şöyle dedi: “Sultan Aziz’in muhafazası işi, askere
âittir. Bu işi askere bırakınız (yani siz karışmayınız). Hangi suretle emniyet
görülürse o suretle muhafaza edilir!” Maalesef sonradan öğrendik ki Avni
Paşa, padişaha sarayın deniz cihetine bakan penceresinden baktırılmamasını
bile emretmiş. Herhalde, harb gemilerinden birinden imdat isteyeceğini
sanmıştır!
Olayın
tarihini yazanlardan İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın 1940’ta Millî Eğitim
Bakanlığı’nın yayınladığı eserinden:
-
Beş on garazkâr, kendilerini millet yerine koyup harekete geçtiler. Sonra
Sultan Aziz ölünce utanmadan “Kendisinden
hoşnut olmadıklarını fiilen ortaya koyan bir millet içinde zillet ve hakaretle
yaşamaya tenezzül etmeyerek intihar etti” dediler. Yaşasaydı, milletten
zillet ve hakaret değil, izzet ve hürmet görür, tekrar saltanat makamına
geçmek imkânını bulsa idi, garazkârların canlarına okurdu...
Olayı
yazan İsmail Hâmi Dânişmend’in 1952’de yazdıklarından:
-
Osmanlı tarihinde şahsî ihtirasların “vatan” ve “millet” teraneleriyle
süslenmesi, bilhassa Sultan Abdülaziz hadisesi ile başlar. Yaralı kuşlar için
hastahaneler kurmuş olan eski Türk şefkat ve hassâsiyetiyle Hüseyin Avni ve
arkadaşlarının, adam öldürmekten bin kat beter olan hayattaki bir adamı
yüzlerce metre sürükleyip başka bir yere götürmek ve en küçük bir âcil yardımı
menetmek, hattâ bir damla su vermemek hareketleri karşılaştırılınca, bütün
vuzuhuyla göze çarpan manevî ve ruhî tereddî manzarası karşısında ürpermemek
kabil midir? O gün Fer’iyye karakolundaki nâzırlar, subaylar ve doktorlar
mahşeri içinde bu hâle isyan edebilecek cesareti gösterebilen bir kişi bile
çıkmamış olması, yüz kızartıcı bir vaziyet ve millî bir lekedir...
İmparatorluğun
resmî vak’anüvîsi Kazasker Lütfi Efendi’nin ifâdesi:
-
Sultan Aziz, gözlerini Avni Paşa’ya dikerek vefat etti...
Olay Hakkında Osmanoğulları’nın
Şâhitlikleri
Abdülaziz
Hân’ın büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin Yıldız Mahkemesi hazırlık
sorgusundaki ifâdesinden:
-
Yatağımda kendimden geçmiş yatıyorken, Cennet-mekân’ın odası tarafından gürültü
başladı. Kendime geldim. Odaya koştum. Süngülü askerler bırakmadılar ve odama
kadar götürüp kapıyı üzerime kilitlediler. Cennet-mekân’ın şehid edildiği, her
hâl ve hareketten anlaşılmakta idi...
Bu
Yusuf İzzeddin Efendi, 1909’da velîahd-i saltanat oldu. İkinci Meşrûtiyet ve
İttihâd-ü Terakkî yılları idi. Babasının nasıl öldürüldüğünü şurada burada
söylemekte devam etmesi üzerine, İttihatçılar kendisini tehdit ettiler ve
devle- tin resmî görüşünün “intihar” olduğunu, resmî görüşün aleyhinde
konuşmakla devlete zarar vereceğini söylediler. Bunun üzerine Velîahd-i
Saltanat Hazretleri’nin, kalabalık bir iki mecliste, babasının intihar ettiğini
söyleyerek durumu düzelttiği meşhurdur. Bunu yapmaya ihtiyacı yoktu, üstelik
babası gibi sert mizaçlı idi ama bu gibi yüksek (!) politika oyunları, devlete
çok zarar vermiştir.
Sultan
Abdülaziz’in oğullarından ve 1922-24 arasında son halife olup 1944’te ölen
İkinci Abdülmecid Hân’ın ifâdesinden:
Pederimin
şehid edildiği muhakkaktır. Sûikasde uğradığı mahalde bırakılmamış, cebren
ailesinin elinden alınıp karakola nakledilmiştir. Doktorlara yalnız kolları
gösterilmiştir. Bunun sebebinin, kalbi üzerindeki yaranın görülmemesi olduğu,
pederimin cenâzesi yıkanırken anlaşılmıştır. Tedkik ettirilmeyecek bir vücudu
tabiblerin önüne koymanın mânâsı nedir? Tehdid altında muayene kaabil midir?
İkinci
Sultan Abdülhamid Hân’ın ifâdesinden:
Hüseyin
Avni Paşa, Cennet-mekân’a sûikasdi çok evvelden hazırlamıştır. Kendisine
hizmet eden en yakınlarını elde etmesi bunu gösterir. Cennet-mekân’ın yanında
bırakılan tek erkek olan Fahri mel’ûnu, merhumun şehâdeti esnasında kollarını
arkadan tutmuştur. İkinci hazinedar Ebrû-Kemân ve beşinci hazinedar Arz-ı Niyâz
ile daha bir iki rezîle ve Server nâmındaki harem ağası, uzun müddet Harem-i
Hümâyûn ile Avni Paşa arasında haber taşımışlardır...
Osmanlı Devlet Adamlarının Şâhitlikleri
XIX.
asrın en büyük Türk hukukçusu ve tarihçisi olan 3 defa maarif, bir defa
dâhiliye, 5 defa adliye, 2 defa evkaf nazırı olan kazasker, sonra vezir Ahmed
Cevdet Paşa’nın ifâdesi:
Sultan
Abdülaziz’in cebren ve gadren katledildiği, kimsenin şüphe ve tereddüdü
kalmayacak surette âşikârdır.
Sultan
Murad’ın en yakın dostlarından ve Yeni Osmanlılar’dan Ali Şefkatî Bey’in
ifâdesi:
-
Sultan Abdülaziz hal’ edilince ortadan kaldırılmasını Hüseyin Avni Paşa, Sultan
Murad’a teklif etti. Dehşete düşen Sultan Murad “Ben kaatil olamam” diye
teklifi şiddetle reddetti. Avni Paşa “O halde yine onun tahta geçirilmesi
lâzım gelir, dehşetli fenalıklar zuhur eder” tarzında tehdit edip korkutmak
istedi. Bunun üzerine Sultan Murad “Beni tahta geçirirken reyimi sordunuz mu
ki, onun yok edilmesi için benden müsaade istiyorsunuz?” dedi ve teessür içinde
Avni Paşa ile konuştuğu odayı terkedip çıktı. Hüseyin Avni Paşa bu cevabı,
padişah irâdesi hükmünde telâkki etti ve katil hâdisesini hazırlamaya başladı.
Nâzırlardan
Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:
-
Hüseyin Avni, Sultan Aziz vak’asından altı yedi ay evvel Mustafa Fâzıl Paşa’ya
“Ben padişahtan intikam almadıkça Allah
canımı almasın!” demiş. Mustafa Paşa o zaman bana bizzat söylemişti.
Nitekim
Avni Paşa’nın, Sultan Aziz’e sûikasd için birden fazla teşebbüste bulunduğu,
muvaffak olmadığı, birçok tarafsız şahidin ifâdesinden anlaşılmaktadır. Önce
padişahı Londra’dan Eczacıbaşı Faik Paşa vasıtasıyla getirttiği kokusuz ve
hemen öldüren bir zehirle zehirletmek istemiş, fakat padişaha bu zehri vermeyi
kabûl edecek kimse bulamamıştır.
Sonradan
İkinci Abdülhamid’in tüfekçibaşısı ve paşa olup 1911’e kadar yaşayan Matlı
Celâl Bey (Arnavutluk Kralı Ahmed Zogo’nun babasıdır), Avni Paşa’nın
adamlarındandı. Gerek Avni Paşa, gerek zabtiye nâzırı Hüsnü Paşa onu ajan
olarak kullanırlardı. Bir gün Avni Paşa, Celâl Bey’den, gözü pek bir Arnavut
istedi ve bir devlet işinde kullanacağını, işin gizli olduğunu, bir devlet
düşmanını öldürteceğini söyledi. Celâl Bey, böyle bir Arnavud’u bulup getirdi,
fakat Avni Paşa’nın bu adama kimi öldürteceğini sormadı, esasen soramazdı. Avni
Paşa, Arnavud’a padişah öldürmesini telkin etti. Kaatil, hazırlıklara girişip
şurada burada keşif maksadıyla dolaşmaya başladı. Adamdan şüphelenen Şehzâde
Yusuf İzzeddin Efendi, herifi tevkif ettirdi. Herif, zabtiye nezaretine
sorguya çekilmek üzere sevk edildi. Gece Serasker Avni Paşa, ansızın adamı olan
Hüsnü Paşa’nın evine geldi “Namus ve
hayatım senin elindedir, tevkif ettiğin Arnavud’u öldürt” dedi. Zabtiye
Nâzırı Hüsnü Paşa “Öldürtemem paşam”
dedi, “ancak bir daha İstanbul’a gelmemek
üzere en uzak yere sürerim, zât-ı devletlerine bu kadar minnet borcum vardır;
fakat herifin niyetini anladım; biliniz ki padişahlarımız, peygamberimizin
vekilleridir; onlarda yedi evliyâ kuvveti vardır; padişaha yan gözle bakanın
gözü çıkar, değil ki sûikad oluna.” Hüsnü Paşa, bu işte Kayserili Ahmed
Paşa’nın parmağı olduğunu da sonradan söylemiş, işi polisçe hallettiğini
sanmış, padişaha bir şey duyurmaya cesaret edememiştir. Fakat Avni Paşa
sadrâzam olunca onu Konya Valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırmış, sonra Yanya
ve Manastır valisi yapıp bir daha İstanbul’a dönmemesini temin etmiştir.
Yukarıda
anılan vak’a yalnız Hüsnü Paşa’nın şehâdetine dayanmamaktadır. Adliye Nâzırı
Âkif Paşa da, Hüsnü Paşa’nın vak’ayı o sırada kendisine naklettiğini
söylemiştir. Bu suretle Hüsnü Paşa sırrı, adliye nâzırı ile paylaşmak istemiş,
“söylerse o söylesin” diye düşünmüştür (zabtiye nazırı, kabine = hükûmet üyesi
değildir). Âkif Paşa, dürüstlüğü ile çok ünlü, yalan söylemesi imkânsız bir
şâhit olarak tanınmıştır.
Kavalalı
Mehmed Ali Paşa’nın oğullarından Prens Abdülhalim Paşa da, yalan söylemesi
muhtemel olmayan, böyle bir sebep de bulunmayan bir milyarderdir. Bu paşaya
Avni Paşa’nın kendisine Abdülaziz Hân’ı ortadan kaldırmak teklifinde
bulunduğunu, derhal nefretle reddettiğini beyan ile şunları eklemiştir:
-
Avni Paşa, kin ve garaz dolu idi; bütün hareketlerini, kini ve garazı tayin
ederdi. Her türlü kötülüğü, hattâ kaatilliği irtikâbdan çekinmeyen nefret
edilecek bir şahıstı.
Padişahın
öldüğü sabah Avni Paşa kalkar kalkmaz, biraz sonra Fer’iyye Sarayı’nda asker
birikeceğini, böyle bir şey olur olmaz kendisine bildirmesini, evinde oturan ve
manevî oğlu olan adliye nezareti hukuk işleri müdürü şâir Serezli Niyazi
Efendi’ye tenbih etmiştir. Niyazi Efendi, paşanın doktoru ve dostu Rodoslu
Ahmed Paşa’nın da damadı idi. Sultan Aziz ölünce, Avni Paşa’nın vak’ayı
evvelden bildiğini Niyazi Efendi, Veys Paşa-zâde Zeynülâbidin Reşid Bey’e
anlatmıştır. Devrin çok ünlü ediblerinden olan Reşid Bey, şâir olan Niyazi
Efendi’nin Avni Paşa’yı çok sevip beğendiğini de söylemiştir. Niyazi
Efendi’nin ifâdesi:
-
Paşa, her gece içerdi. Meclisi şendi. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Hepimiz
kendisini çok severdik. O gece Hüseyin Avni Paşa bana şunları söyledi: “Oğlum Niyazi, geceler oldu ki bir saat
uyuyamadım, vücudum çok yorgundur. Ben şimdi mâbeyn odasındaki kanepeye
uzanacağım, hareme gidip yatmayacağım. Benim yerime sen uyumayacaksın.
Hatırım için uyanık kalacaksın. Uyuyabilirsem ne âlâ, uyuyamazsam biraz
dinlenip rahat ederim. Şu dürbün yanında bulunsun. Şafak söktüğü andan itibaren dürbünle Abdülaziz’in ikamet ettiği saraya
bak! Önünde, etrafında mutad olmayan şekilde asker biriktiği, insanlar
gezindiği, fevkalâde bir şey olduğu takdirde hemen gelip beni uyandır. Kayığım
da, söyle, şimdiden her an harekete nazır bulundurulsun!”
Olaya Karışanların Şahitlikleri
Vak’a
sırasında kaatillerden Fahri Bey, 30 yaşındadır. İstanbul, Eyüb’de doğmuştur.
Enderûn’a alınıp 7 yıl tahsil gördükten sonra istabl-ı âmireye (has ahırlar) at
uşağı olarak verilmiş, 3 ay sonra mâbeynci olmuş, 9 yıl mabeyincilikte
bulunduktan sonra çok mühim bir görev olan ikinci mâbeynciliğe, yani
başmâbeynci birinci yardımcılığına getirilmiştir. At uşaklığından yetişen,
genç yaşta gıpta edilir makamlara getirilen, hasebi nesebi belirsiz kimselerin
padişahın yanıbaşına verilmesinin nasıl belâlara sebep olduğu, bu Fahri Bey
misalinden anlaşılır.
Fahri
Bey sorgusunda şöyle demiştir:
Ben,
Sultan Aziz merhum, “Kendini öldürdü” diyemem. “Öldürmedi” dahi diyemem. Ben
zaten Mustafalar’la Mehmed Ağa’nın oraya gelişini pek beğenmemiştim.
Harem
ağalarından Reyhân Ağa’nın Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgusundaki ifâdesinden:
Sultan
Aziz’in odasına girenler Cezayirli Mustafa, diğer Mustafa, Mehmed Ağa, Fahri
Bey, zabitlerden Ali Bey’le Necib Bey, harem ağası Râkım ve bendenizden
ibarettir. Diğer harem ağası Nazif, aşağı katta idi. Odanın iç tarafında Ali
ve Necib Beyler, kılıçlarını çekmişlerdi; birisi içeri girmek isterse vurmak
üzere bekliyorlardı. Padişahın arkasından dahi Fahri Bey tutmakta idi. Mehmed
Ağa ile Cezayirli Mustafa dizlerinden tutmakta oldukları halde diğer Mustafa
Çavuş dahi Avrupa’dan gelen beyaz saplı bir ufak neşter (ustura) gibi çakı ile
padişahın kol damarlarını kesmekte olduğunu gördüm. Sultan Aziz “Aman Allah”
diye bağırmakta idi. Camlar kapalı idi. Kapının haricinde sofada dahi iki
nefer beklemekteydi. Bir damarını kestiler. Kan kapıya kadar fışkırdı. Bu işler
on on beş dakika kadar bir müddet içinde oldu. Ondan sonra bir perde yırttılar
sarmak için. Sonra Vâlide-Sultan ve ikinci hazinedar ve sair kalabalık
koştular. Her taraftan feryâd-ü figan başladı.
Midhat
Paşa’nın ifâdesi:
-
Yıldız Mahkemesi hazırlık sorgulamasında üç pehlivana işkence yapıldı.
Tahammül edemedikleri için Sultan Abdülaziz’i katlettiklerini söylediler.
Üç
pehlivanı tevkif edip muhakeme için İstanbul’a getiren Kolağası (Kıdemli
Yüzbaşı) Yusuf Efendi’nin yıllar sonra ünlü türkolog Yarbay Necib Âsım
(Yazıksız) Bey’e söyledikleri:
Pehlivanları
tevkif ettiğim zaman üçü de büyük teessür içindeydiler ve tek kelimeyle niçin
tevkif edildiklerini sormadılar. Sebebini sordum. “Ne için çağırdığınızı biz
biliyoruz” dediler.
Yozgatlı
Mustafa Çavuş’un ifâdesi:
Dâmad
Nuri Paşa beni çağırttı, gittim. Yalnızdı... “Seni Mustafa ve Mehmed’le beraber yüz altın maaşla Sultan
Abdülaziz’in hizmetine memuren göndereceğiz. Oraya memuriyetiniz, yalnız
Sultan Abdülaziz’i telef etmek içindir. Sol kolundan vurup kan damarlarını
kesersen çabuk ölür, kimse anlamaz. Zabitiniz Cezayirli Mustafa’nın malumatı
vardır. Bir sırasını düşürüp bu işi bir an evvel bitirin. Siz de kurtulursunuz,
biz de kurtuluruz. Güzel hizmet edin. Boğazından kesmek olmaz. Önce sol
kolunun damarlarını kestikten sonra, sağ kolunun damarlarını da keserek işi bitirmelidir” dedi. O
gece karakolda yattık. Sabahleyin Fahri Bey gelip bizi saraya soktu.
Merdivenlerde elime beyaz saplı bir çakı verdi. “İşi bununla uydur” dedi. Odaya girdiler. Fahri Bey padişahı
arkasından kucakladı. Cezayirli Mustafa ile Mehmed dizlerine oturdular. Ben de
çakı ile emredildiği gibi damarlarını kestim. Önce “Ne yapıyorsunuz” gibi bir şeyler söyleyip “Aman Allah” diye bağırdı. Fakat sonra üzerine fenalık geldi ve
kendinden geçti.
Boyabatlı
Elmacıoğlu Hacı Mehmed Pehlivan’ın hazırlık sorgusunda savcıya verdiği ifadeden:
-
Sabahleyin Mustafa Çavuş ve Cezayirli Mustafa ile beraber Fahri Bey bizi
karakol-hâneden aldı, Fer’iyye Sarayı’nın içine götürdü. Sultan Aziz’in odasına
girdik. Fahri Bey, arkasından kollarını tuttu. Ben ve Mustafa dizlerine oturup
ayaklarını tuttuk. Mustafa Çavuş, beyaz çakı ile kollarının damarlarını kesti.
Hemen savuştuk. Padişah daha ölmemişti. Bu iş beş on dakika kadar sürdü. Nûri
Paşa’dan, Dârüssaâde Ağası Süleyman Ağa’dan ve Başmâbeynci Edhem Bey’den bu
yolda talimat almıştık.
Midhat
Paşa’nın hazırlık sorgusundan:
-
İntihar olduğuna dair deliller pek kuvvetli değildi. Fakat nazır arkadaşlarım
ses çıkarmadılar, ben de sustum. Bütün tahkikatı (!) Hüseyin Avni Paşa
yaptırdı. Sultan Abdülaziz’in muhafazası işi hükûmet tarafından Avni Paşa ile
Kayserili Ahmed Paşa’ya havale edilmişti. Mademki katledilmiş, bunun iki
paşanın tertibi olduğu vâzıh ve aşikârdır.
Bu
suretle büyük politikacı, işin bütün mes’uliyetini, o sırada her ikisi de ölmüş
bulunan iki mareşale yıkmaktadır. Sonra şu akıl almaz sözleri söylemektedir:
-
Bu iş, cinayet olduğu söylenen bir ölüm vak’asıdır. Rüşvet, hırsızlık,
memlekete kötülük gibi yüz kızartıcı bir cürüm değildir! Öldürülmüşse bile,
millet ve vatanın menfaatine bir sebebi olmak gerekir...
Savcı,
Midhat Paşa’ya şu suali sormuştur:
-
Abdülaziz Hân’ın ölümünden sonra Fer’iyye Sarayı’na giderken, nâzır
arkadaşlarınıza “Hâkanın muhafazası pek
müşkül ve tehlikeli idi, bu veçhile vefatı pek iyi oldu” şeklinde
buyurmuşsunuz. Müteaddit şahitlerin ifâdesi bu sözleri zât-ı devletlerinin
söylediği üzerinde birleşmiştir. Ne buyurursunuz?
Midhat
Paşa, böyle bir söz söylemiş olabileceğini, fakat hâdisenin cinayet olduğu,
cinayet ise, kendisinin iştiraki bulunduğu hakkında delil teşkil edemeyeceğini
beyan etmiştir.
-
Tahkikat için her ne lâzımsa yapılmıştır, şeklinde konuşan Midhat Paşa,
sıkışınca vaziyeti şu şekilde itiraf etmişti:
-
Fahri Bey’in iki zenci hadım ile birlikte vuku bulan takrir ve ifâdesi,
tamamiyle hâle muvafık olduğundan ve diğer tarafta merhumun vefatıyle mükedder
olan Vâlide- Sultan ile kadın-efendilerin bu hâdise için sorguya çekilmeleri
ile rahatsız edilmeleri (!) dahi münâsip görülmemiş olduğundan, bütün
nâzırlar, bu derece malûmât ile iktifâ ettik...
Oğlunun
ölümü üzerine adlî sorguya çekilmesi, rahatsız edileceği için yerine
getirilmemiş Vâlide Pertevniyâl Sultan’ın ne için sorguya çekileceğini aşağıda
anlatacağım. Midhat Paşa’nın çok büyük kusuru, herkesi budala sanmasıdır.
İmparatorluğun
son vak’anüvîsi, maarif nâzırı olan, imparatorluk senatörü ve Cumhuriyet
devrinin milletvekili, ünlü bilgin Abdurrahman Şeref Efendi’nin ifâdesi:
-
Sultan Aziz’in öldüğü sırada hizmetinde bulunan 300 kadar câriyenin birçoğu ile
görüştüm. Hepsi padişahın şehid edildiğine kani idiler. İntihar ettiğini
söyleyen tek kişi çıkmadı…
Şer’î
îlâmda padişahın “şuûruna halel gelip intihar ettiği”nin yazılması, büyük
fiyasko olmuştur. Zira birkaç gün önce zâten Sultan Aziz’in şuûrunun bozulduğu
için tahttan indirildiği fetvâ ile ilân edilmişti.
Savcı,
hazırlık sorgusunda Mütercim Rüşdü Paşa’ya, Abdülaziz Hân’ın palasının
alındığından bir saat sonra öldüğünü, bunu ne şekilde tefsir edeceğini
söylediği zaman bu adam suali ancak:
-
Bundan ne çıkar? suali ile karşılayabilmiştir.
Bulunduktan
sonra en az bir saat yaşayan bir insana tıbbî yardım yapılmaması ve
yaptırılmamasına ise, Yıldız Mahkemesi’nde ve daha evvelki uzun sorgusunda
cevap verebilen tek babayiğit çıkmamış, sadrâzamlıkta bulunmuş adamlardan
mütevâzı uşaklara kadar savcının bu suali tevcih ettiği her şahit, sadece
önüne bakıp susmuştur.
Abdülaziz Hân’ın Annesi, Oğlu ve Ablasının
Söyledikleri
Abdülaziz
Hân’ın feci ölümü ile en çok sarsılanların başında annesi Pertevniyâl
Vâlide-Sultan’ın gelmesi tabiîdir. Oğlunun kanlar içinde ve henüz canlı
vücudunu kucaklamış, sonra kucağından oğlu çekilerek, zorla odasına götürülüp
kapatılmıştır. Burada fenalık geçirince câriyeler doktor getirmek istemişler,
Vâlide-Sultan:
-
Evlâdım şehîd oldu, beni de şehîd etsinler, bana hekimin lüzumu yoktur! demiştir.
Hiçbir
tesir altında olmaksızın ve olayların geçtiği dakikalarda söylenen bu cümle,
Yıldız Mahkemesi’nde cinayeti işaret eden kesin delillerden biri sayılmış,
birçok câriye, Valide-Sultan’ın bu cümlesini duyduklarını beyan ettikleri
gibi, Pertevniyâl Sultan da mahkemenin hazırlık sorgusunda aynı ifadede
bulunmuştur. Vâlide-Sultan’ın ifâdesinden:
-
Sûikasde bir gün önceden karar verildiğini gösteren emâreler vardı. Fakat bu
emareleri hem o gün iyi anlayamadım, hem de Cennet-mekân’ı üzmemek için belli
etmedim. Ancak Yâver Binbaşı Necib Bey gelip de, “Cennet-mekân şehîd oldu”
dediği zaman aklım başıma geldi.
Abdülaziz
Hân’ın ikinci oğlu Mahmud Efendi’nin hazırlık sorgusunda savcıya ifâdesi:
-
Vak’a günü ağabeyim (Yusuf İzzeddin Efendi) gibi benim ve diğer aile efradının
odalarının önüne birer veyâ ikişer süngülü nöbetçi konmuştu. Odalarımızdan
çıkmamıza, bütün ricalarımıza rağmen asla izin verilmedi.
Bu
arada Sultan Abdülaziz’in ablası Adile Sultan’ın, kardeşinin öldürüldüğü
hakkındaki kanaatine öteden beri tarihçiler büyük ehemmiyet vermişlerdir.
Gerçi Adile Sultan vak’a sırasında sarayda değil, kendi hususî sarayında
oturuyordu. Tam 50 yaşında ve Sadrâzam Dâmad Mehmed Ali Paşa’dan duldu. İkinci
Sultan Mahmud’un -evlenecek yaşa kadar yaşayabilen- 4 kızının küçüğüdür. Fakat
Adile Sultan, ağzından çıkan her sözün gerçek olmasıyla meşhurdu. Hiç kimseden
pervâsı yoktu, küçük kardeşi Sultan Abdülaziz’i ve yeğeni Sultan Abdülhamid’i
azarlardı. Babası ve kocasından büyük miras yemişti, emsalsiz servetini
ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı, hiçbir padişahtan bir şey kabûl etmezdi. Koyu
dindar ve tarîkat mensubu idi. Çok kültürlü ve vakurdu, şiirlerini divan
hâlinde toplamış, sonra da basılmıştır. Kendi malı olan sarayında yüzlerce
câriye tarafından hizmeti görülür, sadrâzamlar huzuruna, hemen hemen padişah
sarayındaki protokolle çıkardı. Siyasetle kesin şekilde ilgilenmezdi. Kabûl
salonu diğer sultanlar (Osmanoğullarından Türk imparatorluk prensesleri) gibi
Avrupa mobilyası ile değil, eski Türk tarzı döşenmişti. Kendisi divanda
oturarak misafir kabûl ederdi. Yalnız Vâlide-Sultanları, yani padişah
annelerini divanda yanına oturturdu. Başka kim olursa olsun oturduğu divanın
karşısında zemine dizilmiş atlas minderlere oturturdu. Yıldız Mahkemesi hazırlık
sorgusunda vâlide sultanlar bile sorguya çekildiği halde, onun sarayına bir
savcı göndermeye Sultan Abdülhamid cesaret edememişti. Zira savcıyı kabûl
etmeyeceğini biliyordu. Padişah sarayında ne geçerse, kendisine derhal
bildirilirdi. Herkes kendisinden maddî yardım gördüğü için, her yerde minnet
duygusuyla kendisine bağlı kimseler vardı. Babası İkinci Mahmud’un mücessem
vekar timsali sayılırdı. Böyle bir şahsiyetin herhangi bir sebeple kanaati
dışında söz söyleyebileceğini, hiç kimse iddia edememiştir. Bazı yakınlarına
kardeşinin öldürüldüğünü söylemesi ve kardeşi için mersiye yazması, kanaatini
gösterir. Bu mersiyeden bazı mısrâlar:
Nasıl yanmam kimê, oldû olanlar Şâh-ı
Devrân’a
Bilinmez/oldu hâlî kıydılar/ol Zıll-ı
Yezdân’a
O gitdî mülk-i ukbâyâ firâkı geçdi tâ câna
Sarâyâ velvelê saldı cihânı koydu efgaana
Nasıl hemşîresî bû Âdile yanmaz o hâkaana
Ki kıydı bunca zâlimler karındâşı cihanbâna
Bahçıvan Pehlivanların Maaş Meselesi
Abdurrahman
Şeref Efendi’den:
Hüseyin
Avni Paşa, o sabah Kuzguncuk’taki yalısında, yanında Veliyyeddin Paşa,
gözlerini karşıdaki Fer’iyye Sarayı’ndan ayıramıyordu. Câriyelerin feryadını
duyar duymaz beş-çiftesine atladı ve Azrail gibi karşıya geçti.
Zira
kaatillerin işlerini gördüklerini anlamıştı. Kaatiller, hiç şüphesiz üç
bahçıvan pehlivandı. Sultan Aziz’in hizmetinde bırakılmış tek erkek olan Fahri
Bey’di. Israrla bu işlerde kullanılan üç binbaşı idi. Bir gün evvel
Fer’iyye’ye sokulan üç harem ağası idi.
Bugüne
kadar hiçbir tarihçi, üç bahçıvana 30’ar altın atıyye ve ayda 100’er altın maaş
verilerek olaydan bir gün evvel Fer’iyye Sarayı’na gönderilmelerinin, başka bir
tarzda izahını yapamamıştır. Bu husus, en açık delillerden biri sayılmıştır.
Yıldız Mahkemesi’nde de, tarihçiler nezdinde de... Zira bir adamın maaşı iki,
üç misli yükseltilebilir. Kırk misli yükseltilirse, bir fevkalâdelik olduğu
muhakkaktır. Eski pehlivanlar olan ve içlerinden biri askerlikte çavuşluğa
yükselmiş bulunan bu adamlar, bahçe korucusu idiler. Geceleri Sultan Murad’ın köşkünün
bahçesinde nöbet tutarlardı. Çavuş olanın maaşı ayda 3 altın, diğerlerinin
daha azdı (yiyecek, yatacak, yakacak, giyecek ihtiyaçları çalıştıranca temin
edilirdi). 100 altın o devirde, kıdemli feriklerin (korgeneral) maaşı idi.
Kaatillerden Fahri Bey, suçu bu üç pehlivana yükler ve kendisinin hiçbir ilgisi
olmadığını iddia eder mahiyette ifade vermiştir.
Midhat
Paşa ise, pehlivanlara işkence yapılarak ifade alındığını beyan etmiştir. Bu
iddia en kuvvetli ihtimalle doğrudur. Fakat işkence, o devirde -Anglosakson
sistemi hariç- bütün ülkelerde kullanılan bir adlî metottu. Bugün bize iğrenç
ve insanlık dışı gelebilir. Fakat bugün bile -demokrasi iddiasındaki birçok
ülke dâhil- poliste ve savcılıkta işkence yapılmaktadır. Padişah kaatilliği
akıl almaz bir cürümdür. Padişah, hâkan olması bakımından bütün Türk’lerin,
halife olması bakımından da bütün Müslümanların en kutsal şahsıdır. Böyle bir
suçu işlemek cesaretini gösteren gözü kanlı adamların, efendice sorguya
çekilerek, gerçeği söylemeleri mümkün değildir. Zira çarptırılacakları ceza
malûmdu. Pehlivanların tokat ve sopa ile dövüldüğü, koltuk altlarına kızgın lop
yumurta konduğu iddia edilmiştir.
Sultanahmed Vâızı Ömer Efendi’nin
Söyledikleri
Sultanahmed
Camii vâızı ve başimâmı Ömer Efendi’nin söylediklerine çok ağırlık verilmiştir.
İki sebepten: Sultan Abdülaziz’in cesedini çıplak olarak görebilen tek şahıstı
ve yaşı, mevkii, mesleği, ahlâkı bakımından adliyede “bulunmaz şahit” olarak
vasıflandırılıp hayal edilen mükemmel şahit tipini temsil ediyordu.
80
yaşını geçmiş bir din adamı olan Ömer Efendi, padişahın cenâzesini yıkamış,
Ayasofya imamı ile Enderun’dan 7 ağa da ona yardım etmişlerdir. Bunların
hepsinin ifadeleri Yıldız Mahkemesi’nde dinlenmiştir. Ömer Efendi,
Cennet-mekân’ın kalbi üzerinde büyük bir mor leke olduğunu yeminle beyan
etmiştir. 7 Enderûn ağası bu ifadeyi desteklemişler, cesedin, sakalının sol
tarafının yolunmuş ve iki dişinin de gayrı muntazam şekilde kırılmış olduğunu
eklemişlerdir. Bu şehadetler üzerine Midhat Paşa:
Padişahın
bir iki dişi bozuk ve eksik olabilir, demişse de, bir padişah dişinin kırık
olamayacağı âşikârdır.
Mahkemede
teşhir edilen padişahın hırkasının kalbin üzerine isabet eden kısmındaki delik
ise, meseleyi daha vazıh bir şekle koymuştur. Sultan Aziz’in çok kuvvetli,
spor yapmış bir adam, bir pehlivan olduğu malûmdur. Altı kendisinden genç ve
kuvvetli adamın (ki bunların üçü eski pehlivan ve ikisi subaydır) tecavüzünü
karşılayamayacağı muhakkaktır. Fakat anlaşılan derhal kendinden geçirmek için,
kalbinin üzerine vurmuşlardır.
Din Bakımından İntihar
Bilindiği
gibi gerek Hıristiyan, gerek İslâm dininde intihar, Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği
ve ondan başka kimsenin bahşetmek iktidarında bulunmadığı cana karşı
sûikasddir.
Allah’ın
en değerli eseri olan insan’ı yok etmektir. Allah’ın en büyük nimetini kendi
eliyle ortadan kaldırmaktır. Allah’a yapılacak büyük isyanlardan biridir.
Müntehir veya müntehire, kendi canını kendi eliyle aldığı anda, Hıristiyan ise
Hıristiyan, Müslüman ise Müslüman toplumundan çıkmıştır. Allah’ı inkâr
etmiştir. Hıristiyan dininde kendisine dînî âyin yapılamaz, bir Hıristiyan
mezarlığına gömülemez. İslâm dininde de ceset yıkanmaz, Müslüman mezarlığına
gömülemez ve gömüldüğü yerde kendisine İslâmî telkin yapılamaz.
Dini
bütün bir Müslüman’ın böyle bir şeyi göze alamayacağı âşikârdır. Hele bütün
Müslümanların başı olan bir halifenin böylesine bir günahı irtikâb edeceğine
ihtimal verilemez. Gece gündüz Kur’ân okuyan, zemzem içen Sultan Abdülaziz de,
her halde Kur’ân’ında, Sûre-i Yûsuf açık olduğu halde, Kutsal Kitab’ın
karşısında damarlarını keserek, başı bulunduğu dinle ve itikadı ile alay
etmemiştir...
Kaldı
ki intihar, Türk toplumunda çok az raslanan bir âdettir. Bir çok Batılı
müşâhid, eski asırlarda Türkleri, “İntihar bilinmeyen bir toplum” şeklinde
tavsif etmiştir. Türkler XIX. asırda, Avrupa’daki intihar hâdiselerini hayretle
öğrenirlerdi.
İntihar
tezi, siyâsî maksatlarla savunulmuştur. Türkiye’de olduğu gibi, Batı’da da
böyledir. Darbeyi önceden bilen ve darbecilerin arkasında bulunan İngiltere,
intihar tezini kabûl eder. Hattâ darbeyi planlayanlardan İngiltere’nin
İstanbul büyükelçisi Sir Henry Elliot, olayın intihar olduğu üzerinde, Midhat
Paşa’yı savunmak gayesiyle bir broşür kaleme almıştır. Bu broşürde o derecede
maddî tarihî yanlışlar vardır ki, savunduğu intihar tezi de buna benzemekte,
ancak olayları az bilen Avrupalılar’ı belki ikna edebilmektedir. Bugün bile Encyclopedia Britannica, ihtiyatlı bir
dille, intihar tezini ileri sürer. Fransız ve Rus eserlerinde, cinayet
tezinin tutulduğu görülür. Grande
Encyclopédie, o yıllarda çıkan büyük Fransız
Ansiklopedisi’dir. Açıkça Sultan Aziz’in Avni Paşa tarafından
öldürtüldüğünü yazar. Grand Larousse
gibi sonraki Fransız ansiklopedileri kesin şekilde öldürüldüğünü yazarlar. Şu
herkesin elinde bulunan, her yıl baskısı çıkan Petit Larousse’da da Sultan Abdülaziz maddesinde “fut assassiné = katledildi” yazılıdır.
İntihar Eden Şahıs, Her İki Kolunun
Damarlarını Kesebilir mi?
Şimdi,
en fennî delile geçelim:
Hüseyin
Avni Paşa’nın 19 doktora imzalattığı meşhur raporda, eski hâkanın sol kolundaki
yaranın 5 santim uzunluğunda ve 3 santim derinliğinde, sağ koldakinin ise 2,5
santim uzunluğunda bir kesik olduğu zikredilmiştir. Sol kolda bu derece vahîm bir
yara açıldıktan sonra, bu sol kolun parmakları ile makas tutulup sağ kolda da
büyük bir yaranın açılmasını tıp otoriteleri, imkânsız denecek derecede müşkil
saymaktadırlar. Üstelik meşhur raporda Sultan Aziz’in “cubital” damarlarının
kesildiğinden bahsedilmektedir. Hâlbuki intiharlarda bu damarların kesilmesi
pek nâdir vak’alardan olup, müntehir, ekseriya “radial” denen üst damarlardan
ötesine nüfûz edememektedir.
Şimdi,
Sultan Abdülaziz Hân’ın ölümü olayını derleyip toplayalım:
İntihar mı, Cinayet mi?
Eğer
ortada İkinci Abdülhamid-Midhat Paşa çekişmesi olmasaydı, hattâ olay bir
meşrûtiyet-mutlakıyet meselesi hâline getirilmeseydi sanıyorum, hiçbir yazar ve
politikacı intihar tezine iltifat etmezdi.
Yukarıda
olayı; detaylarıyla, mûteber şâhidlerin ifadeleriyle, resmî vesikalarla,
şahısların durum ve psikolojileri ile ortaya koyduk. Bu tablodan intihar
çıkıyorsa, olay elbette intihardır... Çıkamıyorsa, cinayet olduğunu kabûl
etmekte zaruret vardır.
Aslında
olay intihar ise bile, tarih ilmi bakımından değerlendirme hükmü aynıdır. Bu
hükmü en iyi şu cümleyle, İbnülemin Mahmud Kemâl İnal ifade etmiştir:
“Eğer intihar rivayeti doğru bile olsa,
Sultan Aziz’in kaatili gene Hüseyin Avni Paşa’dır. Çünki intiharına sebep
olmuştur.”
Elimizdeki
vesikaların bugünkü durumuna göre Midhat Paşa’nın, cinayetten haberi yoktur ve
cinayeti düzenleyenler arasında değildir. O sadece Sultan Aziz’i tahttan
indirmek ve cinayetten sonra olayı örtbas etmekle suçludur. Şimdi burada iki
römark yapmak lâzımdır:
Midhat
Paşa, Sultan Aziz’in öldüğünü öğrendikten sonra ne yapabilirdi? Hemen cevabını
vereyim: Hiçbir şey yapamazdı, sadece susardı. Nitekim öyle yapmıştır. Aslında
hiçbir şey yapamayacağına göre hükûmetten istifa etmesi gerekirdi ama hayat
boyu sadrâzam olmak hayaliyle hükümdar tahttan indirilip kellesini bir defa
ortaya koyan bir adamdan böyle bir feragat beklemek mümkün müdür? Niçin bir şey
yapamazdı? Onun da cevabı şudur: Bütün kudret Avni Paşa’nın elindeydi. Avni
Paşa’yı tevkif mi ettirirdi, mahkemeye mi sevk edebilir, yoksa kurşuna mı
dizdirirdi? Hiçbirisine gücü yetmezdi. Çünki devlet düzeni bir defa
şirazesinden çıkmaya görsün, bu düzen bozukluğundan kimin zarar göreceği
evvelden hiç kestirilmez. Böyle bir cezayı verebilecek kudrette son sadrâzam, Âlî
Paşa idi ve 5 yıl önce ölmüştü.
Sadrâzam
Mütercim Rüşdü Paşa’nın durumu da aynen -hiç sevmediği- fakat İngiltere’nin
baskısı ile kabinesine almak rnecburiyetinde kaldığını söylediği- Midhat
Paşa’nınki gibidir. Lâfta sadrâzamdı. Onun da cinayetten haberi yoktu. O da
cinayeti öğrenince sustu. Zira hiçbir şey yapmazdı ve zira o da Midhat Paşa ve
emsali gibi asıl kaatilin kim olduğunu, haberi öğrendiği saniye hemen tahmin
etmişti.
Sadrâzam
Mütercim Rüşdü Paşa’nın, orduya dayanan Avni Paşa’ya karşı eli kolu bağlı idi.
Ordunun başındaki adamı tevkif ettirmek gücünde değildi. Bu güce sahip olsa
bile kullanamazdı. Zira meseleye iyice karışmış, boynuna kadar batmıştı.
Aslında
bu işin hesabını soracak adamlar vardı! Fiilen soracak adam vardı, Çerkes Hasan
Bey’di; hukuken soracak adam vardı, Abdülhamid Hân’dı. Sahneye çıkacakları ânı
bekliyorlardı. Zira ihtilâllerde roller cunta tarafından tevzi edilemez. Hiçbir
cunta bugüne kadar bunu başaramamıştır. Hiç beklenmedik anlarda sahneye, o
piyeste rol alması akıldan geçirilmemiş şahsiyetler çıkıp başrolü oynayanları
sahnenin kenarına itiverirler.
Midhat Paşa’nın Sorumluluğu
İntihar
mı, cinayet mi? meselesinin kördüğüm hâline getirilmesindeki başlıca sebep,
Midhat Paşa’nın Yıldız Mahkemesi’nde cinayetle itham edilmesidir. Hâlbuki
paşayı cinayete bağlayan deliller yetersizdi, belki hiç yoktu. Ve üstelik paşa
o sırada sadrâzam da değildi ki “İcrânın başı olduğun halde cinayeti niçin
örtbas ettin?” denebilsin. Gerçi Şurây-ı Devlet reisi olarak imparatorluk kabinesi
üyesi idi. Ama Şûrây-ı Devlet reisi, adliye nâzırı tarafından kendisine
sevkedilmeyen bir meseleye kendiliğinden bakamaz. Gerçekte cinayete göz
yummakta Midhat Paşa, ancak diğer kabine arkadaşları kadar sorumlu idi.
Ama
Yıldız Mahkemesi’nin rûhu bu değildi. Yukarıda arzedilen tablo, sadece nazarî
hukuk bakımındandır. Meselenin, Sultan Abdülhamid’in mutlaka İskender kılıcı
ile çözmeye mecbur bulunduğu kördüğümün ruhu şu idi:
Midhat
Paşa, Türk imparatorluğunun düzenini altüst etmişti. İhtilâlin Avni Paşa’dan
sonraki ikinci adamı idi. Onun iştiraki olmasa belki Avni Paşa zaten kaç
senedir planlayıp bir türlü sahneye koyamadığı darbeyi fiil mevkiine
çıkaramazdı. Bu darbe haksızdı. Belli başlı hiçbir sebep olmadan bir padişah
tahttan indirilmiş, öldürülmüş veyâ ölüme terk edilmiş, bunun hesabı bile
sorulmamış, saraylar yağma edilmişti. Üç ay sonra yeniden bir padişah tahttan
indirilmişti... Devletin başına o derecede büyük belâlar açılmıştı ki, Türk
tarihinin felâket sahneleri sergilenmişti, yeri geldikçe göreceğiz. Dış
politikada dehâ olan ve bütün dış entrikaları bilen Abdülhamîd Hân, Midhat
Paşa’nın İngiltere ile ilişkilerinin bütün detayını biliyordu ve üstelik
Midhat Paşa, darbeden yıllar sonra bile arkasını İngiltere’ye dayıyordu. İngiltere
ile padişahı, dolayısıyla Türk devletinin düzenini tehdit ediyordu. Bu işi bir
defa yapmış, onarılmaz facialara sebep olmuştu. İkinci Abdülhamid, bunu
tekrarlatmamak azmindeydi...
Meselenin
ruhu budur.
Yıldız
Mahkemesi’nde Midhat Paşa, Sultan Aziz’in kaatillerinden biri olarak değil de,
sadece darbe yaptığı ve cinayet işlendikten sonra göz yumduğu için mahkûm olsa
idi, mesele bu derecede alevlenmezdi ama Midhat Paşa, başka mevzularda ne kadar
saçmaladı ise, cinayete katılmadığı hakkında, kendini o derecede mantıklı
savundu. Gerçeğe dayandığı için bu mevzuda zaten kuvvetli idi. İkinci
Abdülhamid onu amcasının kaatili olarak değil de, 93 Harbi’nde ölümüne sebep
olduğu bir milyon Türk’ün kaatili olarak mahkûm ettirseydi ve astırsaydı,
polemikler bu derecede büyük olmazdı. Ama bir şahsı, yapmadığı bir işle itham
ederseniz, hem o şahsa diğer suçları için kabadayılık hakkını zımnen tanımış
olursunuz, hem de o fiilin diğer suçluları için, acaba onlar da masum mu
şüphesini uyandırırsınız.
Sultan
Abdülaziz’in üst düzeyde kaatilleri birinci derecede Hüseyin Avni Paşa idi.
Yıldız Mahkemesi’nden çok önce öldü. İkinci derecede Şevk-Efzâ Valide-Sultan
idi. Türkiye imparatoriçeliği yaptığı, padişah annesi ve Hanedana mensup
bulunduğu, Türk adalet sisteminde kadınlara ölüm cezası verilmediği için, değil
cezasını bulmak, Yıldız Mahkemesi’ne çıkarılmadı bile... Zira mahkeme kararı
ile mahkûm olmuş böyle bir kadının torunu, bir gün Türkiye tahtına çıkabilir,
babaannesi hüküm giymiş kaatil olarak anılırdı. Velhâsıl iki ucu pis bir
değnekti, hiç ellememek evlâ idi. Abdülhamid Hân da öyle yaptı. Üçüncü
derecede kaatil Müşîr Dâmad Nûri Paşa, dördüncü derecede Vezir Dâmad Mahmud
Paşa idi. Bunlar mahkûm oldular. Asıl katil fiilini işleyenler alt düzeyde
adamlardı; onların mahkûm olmalarıyla zaten kimse uğraşmazdı.
İşte
1908’de İttihad ve Terakki iktidara gelip tâlihsiz ikinci meşrûtiyet başladığı
zaman, değerlendirme bu oldu. Evet, Midhat Paşa ve Sultan Hamid, yukarıda
anılan şahıslardı. Ancak Midhat Paşa da, Sultan Hamid de, bu iki
vasıflarından başka düzinelerle, belki yüzlerce başka vasıfları olan adamlardı
ama o vasıflar tamamen silindi. Üzerlerinde konuşmak bile apolitik telâkki
edildi. Zira İttihatçılar, meşrûtiyet sloganı ile iktidara gelmişlerdi.
Meşrûtiyetin babasını savunmak ve meşrûtiyeti 30 yıl geciktiren bir adama
karşı vaziyet almak mevkiinde idiler. Böyle oldu.
Tarihin Hükmü
Ama
İttihatçılar, tarihçi ve ilim adamları değillerdi. Sadece politikacı idiler.
Bugüne kadar tarihi yapan politikadan, tarihi istediği şekilde yazmasına,
hiçbir ülkede izin verilmemiştir... Bunu tecrübe eden ve bir müddet yürüten
çok kudretli otokratlar, oligarşiler mevcuttur. Fakat sonunda daima tarihçinin
dediği olmuştur. Tarihçi, gerçekleri sergileyivermiştir. Bunun uğrunda kelle
veren tarihçiler vardır. Zira hakikat aşkı, insanlığı sevkeden en büyük
duygulardan biridir. Birçok ahvalde, menfaat duygusundan daha kudretlidir.
Nitekim
Mutlakıyet devrinde de (1878-1908), Meşrûtiyette de (1908-1922), Cumhuriyet’te
de en büyük tarih otoriteleri, Sultan Aziz’in başına gelenleri açıkça
yazdılar. Avni Paşa’nın tertibiyle öldürüldüğünü söylemekten çekinmediler.
Cevdet Paşa, Mahmud Celâleddin Paşa, Memduh Paşa, Lütfi Efendi, Abdurrahman
Şeref Efendi, İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, İsmail Hâmi Dânişmend gibi o devri
en iyi bilen tarihçiler, cinayet olduğunu bütün delilleriyle gösterdiler.
İntihar
fikrini savunan resmî devlet görüşünün yanında yer almakta menfaatleri olan
veyâ öyle olduğuna inanan yazarlar ise, mevzuu bütün genişliğiyle incelemeye
asla cesaret edemediler. Bazı gerçekleri bilhassa unutmaya veyâ unutturmaya
gayret gösterdiler. Bunlardan bir zâtı tanırım ki, bütün hususî konuşmalarında
Sultan Aziz’in öldürüldüğünde tereddüt dahi edilemeyeceğini tekrarlamış, fakat
bütün yazılarında intihar ettiğini yazmıştır. Öldürüldüğü fikri tuttuğu halde,
sonradan korkutularak veya menfaat sağlanarak aksi yazdırılmış olanlar da
vardır. Bilhassa İttihad ve Terakki taraftarları, intihar fikrini körü körüne
tutmuşlardır. Gerçekte ise bu tutum, İttihadçılar’a hiçbir hakiki menfaat
sağlamıyordu ama olayların içinde yaşayanlar bu uzak görüşlülüğü
gösterememişler; bütün günleri, içinde yaşadıkları gün gibi olacak
sanmışlardır.
Sultan
Abdülaziz, tahttan indirilmesinden sonra 3 gün Topkapı ve 48 saat de Fer’iyye
Sarayları’nda, cem’an 5 gün yaşadı. Ölümünde 46 yaşını 3 ay ve 25 gün
geçiyordu.
Abdülaziz Hân Niçin Öldürüldü?
Abdülaziz
Hân niçin öldürüldü? Tahttan indirilmişti, ikinci veliahd olarak doğmuş,
babasının saltanat döneminde 9 yıl, 4 ay, 11 gün ikinci veliahd, ağabeyinin
saltanat döneminde 21 yıl, 11 ay, 25 gün veliahd, nihayet 14 yıl, 11 ay, 5 gün
padişah olan bir kişi, niçin sadece 5 gün hayatta bırakıldı? Şimdi bu
meseleyi, bütün Osmanlı tarihi çerçevesinde gözden geçirelim:
Yıldırım
Bâyezid, düşman tarafından tahttan indirildikten sonra 7 ay, 6 gün yaşamış,
1403’te eceliyle ölmüştü. İkinci Bâyezid, tahttan indirildikten sonra 1 ay, 2
gün yaşamış, 1512’de ölmüştü. İkinci Osman 1622’de tahttan indirildikten 1 gün
sonra öldürülmüştü. Sultan İbrahim tahttan indirildikten 10 gün sonra 1648’de
öldürülmüştü. Dördüncü Mehmed tahttan indirildikten 5 yıl, 1 ay, 28 gün sonra
1693’te ölmüştü. İkinci Mustafa tahttan indirildikten 4 ay, 8 gün sonra 1703’te
ölmüştü. Üçüncü Ahmed tahttan indirildikten 5 yıl, 9 ay, 1 gün sonra 1736’da
ölmüştü... Üçüncü Selim tahttan indirildikten 1 yıl, 2 ay sonra 1808’de
öldürülmüştü. Dördüncü Mustafa tahttan indirildikten 3 ay, 19 gün sonra
1808’de öldürülmüştü.
Sultan
Abdülaziz vak’asından sonra; Beşinci Murad tahttan indirildikten 27 yıl, 11 ay,
29 gün sonra 1904’te ölmüştü. İkinci Abdülhamid tahttan indirildikten 8 yıl, 9
ay, 13 gün sonra 1918’de ölmüştü. Altıncı Mehmed Vahîdeddin tahttan
indirildikten 3 yıl, 5 ay, 28 gün sonra yurt dışında 1926’da ölmüştü. Halife
İkinci Abdülmecid tahttan indirildikten 20 yıl 5 ay, 21 gün sonra 1944’te yurt
dışında ölmüştü.
Bu
tabloda ihtilâlcileri korkutan hâdise, 1808’de Üçüncü Selim’in öldürülmesi ile
son bulan ve İkinci Mahmud’u tahta yükselten Alemdar Vak’ası’dır. Zira Alemdar
Mustafa Paşa, ordu ile Topkapı Sarayı’nı, Üçüncü Selim’i yeniden tahta geçirmek
üzere basmış, yarım saat geciktiği için Dördüncü Mustafa, Üçüncü Selim’i
öldürtmüş, fakat karşı ihtilâlciler gene Dördüncü Mustafa’yı tahtta
bırakmamış, kardeşi İkinci Mahmud’u tahta geçirmişlerdi.
68
yıl sonra ikinci bir Alemdar Vak’ası ile bir karşı ihtilâle imkân var mıydı?
Vardı. Midhat Paşa’nın şu ifâdesinden, böyle bir imkânın olduğu ve ihtilâl
cuntasını ürküttüğü açıkça anlaşılıyor:
-
Dolmabahçe Sarayı’nın, yani Sultan Abdülaziz’in muhafazasına memur piyade ve
süvari nizam hassa taburları vardı. Memuriyetleri de padişahın muhafazası idi.
Bu uğurda, her şeye mukavemet edip, hayatlarını feda edecek derecede
çalışmaları borçları iken, bunu ifa etmemişlerdi. Bundan dolayı askerî
şereflerinin mahvolduğunu söylüyorlar, padişahı koruyamadıkları,
aldatıldıkları için pişmanlık, nedamet izhar ediyorlar, kendi kendilerini
takbih ve tel’în ediyorlardı. Zabitler de, neferler de aynı duyguda idiler.
Nitekim bunları Avni ve Redif Paşalar derhâl Birinci Ordu bölgesi dışına
gönderdiler. Ancak Birinci Ordu’nun diğer kıtalarında da aynı sözler
söyleniyordu. İstanbul dışındaki diğer orduların vaziyetini bilemiyorum...
Müşîr
Dâmad Nûri Paşa’nın ifâdesinden:
-
Huzursuzluk askerden sonra, ulemâ (ilmiye) sınıfında da yaygın hâle geldi.
Askerler; “Eğer padişahın hal’
edileceğini bilse idik asla Dolmabahçe’ye gelmezdik” diye söyleniyor ve
büyük memnuniyetsizlik gösteriyorlardı. İlmiye mensuplarının ise padişahı
yeniden tahta çıkaracakları söyleniyordu. Bu işler, hükûmet arasında çok gizli
şekilde müzakere edildi. Bir kısım kıt’alar derhal İstanbul dışına çıkarıldı.
Bir kısmına da para dağıtıldı.
Midhat
Paşa’nın ifâdesinden:
Dolmabahçe
Sarayı’nın önüne getirilen askerlerin ve Harbiyeliler’in padişahın tahttan
indirileceğinden katiyen haberleri yoktu. Onun için hakikati öğrenince
memnuniyetsizlik büyük oldu.
Süleyman
Paşa, Harbiydiler’ce gelmiş geçmiş en sevilen okul kumandanlarından biridir...
Harbiyeliler, kendisine saygılarından, memnuniyetsizliklerini fazla ileri
götürmediler. Süleyman Paşa’nın Harbiyeliler’e bir şeyler vaat etmiş olmasını
düşünüyorum. Fakat şimdiye kadar böyle bir vesika veyâ rivayete tesadüf
edemedim. Mamafih Birinci Ordu’da: “Biz böyle olacağını bilse idik...” cümlesi
gittikçe yayılıyordu. Karşı ihtilâl, ancak liderini bekliyordu. Bu sırada
Karadağ ve Sırbistan’da isyanlar çıkması ve Rusya’nın bu isyanları silâhla
desteklemesi, dikkatleri dışarıya döndürdü.
Sultan
Abdülaziz’in muhafazasının sadece kendisi ile Kapdân-ı Deryâ Ahmed Paşa’ya ait
olduğunu, başka kimsenin karışamayacağını Avni Paşa, tahttan indirilen
padişaha çok iyi muamele edilmesini isteyen nâzırlara karşı -usul ve üslûbu
olduğu üzere- tehdit eder tarzda söylemişti. Avni Paşa, Birinci Ordu
Kumandanlığına getirdiği Müşîr Redif Paşa’ya kuş uçurtmamasını ve sert
tedbirler almasını emretmişti. Sonra Sultan Aziz daha Ortaköy Sarayı’na adım
atar atmaz, üç pehlivan eskisi uşak -bütün âdetler hilâfına- saraya sokulmak
istenmiş, sokulamayınca, Saray’ın karşısındaki karakolda bir gece
yatırılmışlardır. Hayatlarında üç altından fazla maaş yüzü görmeyen bu
adamların yüzer altın maaşla Ortaköy Sarayı’na gönderilmeleri ve sarayın harem
dairesine sokulmakta ısrar edilmesi, niyetleri çok açıkça ortaya koymaktadır.
Diğer
taraftan, klinik psikopat olduğu muhakkak bulunan Avni Paşa’nın, Sultan
Aziz’in öldüğünü görmeden rahat nefes alamayacağını, yukarıdan beri anlatmaya
çalıştım. Üstelik artık ihtilâl cuntası tehdit altında idi... Hele Sultan
Murad’ın aklî dengesinin gittikçe bozulması, cunta üyelerini korkudan
çıldırtmıştı. Delinin hâkan ve halife olması mümkün değildi. Geçici delilikte
bile mümkün değildi. İşin açığa çıkması artık gün meselesi hâlini almıştı. İş
açığa çıkınca artık cuntacılar biliyorlardı ki, fikirler ikiye ayrılacaktı:
Sultan Aziz’in yeniden tahta çıkarılmasını isteyenler (ki Osmanlı tarihinde
birden fazla emsali vardı) ve Veliahd Abdülhamid Efendi’nin padişahlığını
isteyenler... Böyle durumlarda ne olacağı, kimin üste çıkacağı belli olmazdı.
En küçük fırsatta “zabtedilmiş arslan” diye tavsif edilen Sultan Aziz’in
zincirlerinden boşanıp kendini Birinci Ordu birliklerinin içine atması, aynı
gün cuntacıların asılmaları ile sona ererdi... Sultan Aziz’in ikinci defa
aldanmayacağı, gaflete düşmeyeceği, merhamet etmeyeceği âşikârdı.
Sultan Aziz’in Ölümüne Nazırların Tepkileri
Onun
içindir ki cuntacılar, Sultan Azîz’in nasıl öldürüldüğünü pek iyi bildikleri
halde, geri zekâlılık taslamaya karar verdiler. “Vah vah, intihar etmiş,
makamı cennet olsun!” dediler. Fakat hiç kimse aldanmadı. Yalnız, Avni Paşa
korkusundan kimse ağzını açamıyordu. Bununla beraber, bazı tepkiler sert
geldi... Nâzırlardan eski sadrâzam ihtiyar Yusuf Kâmil Paşa, haberi öğrenince,
yanındaki kabine arkadaşlarına:
Hüseyin
Avni köpeğine söyleyiniz, dedi; Peygamberimiz “Kaatili katil’le tebşir ediniz” buyurmuşlardır. Bu sır yakın
zamanda, o köpek için zuhûr edecektir!
Paşa
söz değil, keramet söylüyordu. İstikbali okuyan Devr-i Kadîm kâhinleri
gibiydi... Sonra şöyle ilâve etti:
Hain
Hüseyin Avni, başımıza neler getirdi, neler getirecek... Ayağının ucundan
başına kadar, Cenâb-ı Hakk’ın Osmanlı padişahı olarak halk ettiği vücudu nâdir
gelir bir hâkanın kaybına sebep oldu... Mel’un herif, padişahın başını yedi.
İnşallah o kaatil de tez zamanda katledilir...
Maliye
Nâzırı Yusuf Paşa da dikkate şayan bir şey söyledi:
Hüseyin
Avni, Pertevniyâl Vâlide-Sultan’dan sakınsın...
Bu
suretle Pertevniyâl Sultan’ın, oğlunun kanını yerde koymayacağını ima ederek, o
da kehânette bulunmuş oldu...
Hâlbuki
bu saatlerde Pertevniyâl Vâlide-Sultan için, oğlunun feci ölümü yanında, kendi
şahsına tevcih edilmiş en ıstıraplı günler başlıyordu...
Vâlide-Sultan’ın Tazyiki ve Sarayın Yeniden
Yağmalanması
Şimdi,
Sultan Aziz’i kucakladığı andan itibaren annesi Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın
başına gelenleri anlatalım:
Yerinde
söylediğimiz gibi, omuz vurulup Sultan Aziz’in odası kırılıp içeri girildi.
Vâlide-Sultan hemen koşup oğlunu kucakladı... Bütün üstü başı oğlunun kanıyla
boyanan 64 yaşındaki uzun boylu, şişman kadın, subaylar ve erler tarafından
oğlundan koparıldı. Oğlunu bırakmak istemedi... Zorla ayrılınca kısa bir
baygınlık geçirdi. Askerler, taşıyarak odasına götürdüler. Bu baygınlık
sırasında Binbaşı Necib Bey, Vâlide-Sultan’ın kulağındaki küpelerle
parmağındaki yüzüğü çekip aldı. Belki bir düzine câriye ve bir ordu askerin
önünde, bunları cebine attı. Necib Bey’in âmiri Yarbay İzzet Bey, ondan aşağı
kalmadı. Vâlide-Sultan odasına taşınırken o da odaya girdi ve etrafta gördüğü
mücevher namına ne varsa cebine attı. Yukarıda yerinde söylediğim gibi bu
tıynette adamlar bilhassa seçilmişti. Yoksa normal askerlerin böyle hizmetleri
yapamayacakları muhakkaktır.
Bundan
sonrasını tasvir edebilmek için, benim kalem kudretim zayıf, hattâ âciz kalır.
Efsaneler çağının büyük kalemlerine, Homeroslara, Sofokleslere, Evripideslere
ihtiyaç vardır.
Vâlide-Sultan
kendine gelince, oğlunun kanlı ölümüyle aklı başından gitmiş ve daha 5 gün
evvel Türkiye imparatorluk protokolünün ikinci şahsiyeti olan ihtiyar kadına,
kendisinin Topkapı Sarayı’na götürüleceği söylendi. Torunları şehzâdeler ve
sultanlar, çevresini almışlar:
-
Vâlidemizi vermeyiz, nereye götürüyorsunuz? diye feryat ediyorlardı. Askerler,
zorla Vâlide-Sultan’ı torunlarının kollarından çektiler. Binbaşı Necib Bey,
Sultan’ı kollarından tutup sürükleyerek götürdü. Bu Necib Bey, Şehzâde Nureddin
Efendi’ye satılmış bir Gürcü köle idi. Nureddin Efendi ona köle değil, arkadaş
muamelesi etmiş, okutmuş, Harbiye’ye gönderip subay yapmıştı. Şimdi,
Osmanoğulları’na sadakat ve şükran borcunu ödüyordu! Yarbay İzzet Bey’in
muavini ve şer âleti bir vicdan yoksulu idi.
Pertevniyâl
Sultan, yalınayak ve ferâcesizdi. Üzerindeki beyaz entari değiştirilemediği
için, oğlunun kanları ile rengi -Osmanoğulları’nın Hanedan rengi ve oradan
alınarak Türk bayrağının rengi olan- al’a dönüşmüştü... Saraydan itilip
çekilerek çıkarıldı... Sarayın bahçesine, karakol binasının önüne getirildi.
Orada kendisini Hacı Râşid Paşa ile İzzet Bey bekliyordu. Paşa, çatana ile
Topkapı Sarayı’na götürüleceğini söyleyince devlet düşkünü kadın:
Ben
vapura binmem, dedi; oğlumu öldürdüğünüz gibi beni de denize atacaksınız. Çok
rica ediyorum paşa, beni burada bırakınız!
Mirliva
Râşid Paşa’nın cevabı şu oldu:
Vapura
bineceksin! Milleti batırdınız, daha gitmek istemiyorsun!
Bu
-her iki mânâda- yüksek üsluplu cevapla paşa ve arkasında baykuş gözleri ile
bakan Yarbay İzzet, bu suretle İkinci Mahmud’un eşine minnet borçlarını ödüyorlardı.
Türkiye’yi XIX. asır başlarında batarak Türkistan durumuna gelmekten kurtaran,
modern Türkiye’nin ve modern Türk Ordusu’nun ve Harbiye’nin kurucusu İkinci
Mahmud Hân’ın, sıradan asker gibi yıllarca kışlaların taş odalarında yatıp kar
ve çamur içinde alaylarının önünde talime çıkarak yeni Türk Ordusu’nu kuran,
ilk Harbiye mezunlarına albay maaşı vererek teşvik eden Sultan Mahmud’un...
Fakat
Vâlide-Sultan, nedense denize atılacağı sabit fikriyle5 o derecede direndi ki,
kendisini çatanaya bindirmek değil, rıhtıma sürüklemek kabil olmadı. Rıhtıma
sürükleniyor, sonra askerlerin ellerinden kaçıp bahçeye doğru koşuyordu.
Râşid Paşa, araba ile köprüden geçerek Sarayburnu’na gitmeyi kabûl edip
etmeyeceğini sordu. Vâlide-Sultan:
5
Osmanlı saraylarında padişaha ihanet eden câriyeler Marmara Denizine atılırdı.
Zirâ kadınlara idam cezası yoktu.
Araba
ile gitmeyi kabûl ederim, dedi; ama biliyorum beni götürüp öldüreceksiniz!
Bunun üzerine Binbaşı Necib:
Sus
behey büyücü! hitâbıyla, Osmanlı Sarayı terbiyesini ne derecede benimsediğini
açığa vurdu.
Pertevniyâl
Sultan’ın yanına, ibrikdar ustası olan kalfa (rütbeli câriye) katılarak kapalı
arabaya bindirildi. Başlarına muhafız olarak bir harem ağası verildi. Topkapı
Sarayı’na sevkedildi.
Aynı
gün, Tiryâl Hanımefendi tevkif edildi. Tiryâl Hanım kimdi?
Tiryâl Hanımefendi
Tiryâl
Hanımefendi, İkinci Sultan Mahmud Hân’ın baş-ikbâl’i yani eşlerinden biri idi.
Çocuğu olmamıştı. O tarihte 66 yaşında idi. Sultan Abdülaziz’in
şehzâdeliğinde, onun üzerinde bu üvey annenin, öz annesi Pertevniyâl Sultan
kadar emeği geçmişti. Bu yüzden Sultan Aziz, kendisini sever, sayardı. Bütün
Sultan Aziz saltanatı boyunca, İkinci Vâlide-Sultan muamelesi gördü. Çok
zengindi. Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın da teveccühünü ve arkadaşlığını
kazanmıştı. Esasen İkinci Sultan Mahmud’la, Pertevniyâl Sultan’dan daha önce
evlenmişti. Bir tesadüfle, her ikisi de 1883’te 73 ve 71 yaşlarında ölmüşlerdir
ki, anlattığımız Sultan Aziz vakasından 7 yıl sonradır.
Hikâye
edilen alçaklığı, adı geçen adamlarla beraber Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan
paylaşmaktadır... Zira Pertevniyâl Valide ile Tiryâl Hanım’a yapılan baskıların
onun emriyle, hiç olmazsa teşvik veyâ telkiniyle yapıldığı sabittir.
Pertevniyâl Sultan ve Tiryâl Hanım, Şevk-Efzâ Sultan’ın üvey kayınvâlideleri
oluyorlardı. Sultan Aziz saltanatı boyunca bu iki hanım da saltanat sürmüş,
Şevk-Efzâ Vâlide, veliahdin annesi olduğu halde genç yaşta gölgede kalmıştı.
Şimdi bunun intikamını alıyordu ama Hânedân şuuru içinde değildi.
Osmanoğulları’nın şerefini ayaklar altına aldığının farkında olmayacak
derecede kin ve ihtiras dolu idi...
Tiryâl
Hanım, kendi konağında otururdu. Dârüssaâde ağası ve Şevk-Efzâ Sultan’ın şer
aleti Süleyman Ağa, kendisine bir harem ağası ile haber göndererek Vâlide Pertevniyâl
Sultan’ın çağırdığını bildirmişti. Fer’iyye Sarayı’na giden Tiryâl Hanımefendi,
orada tevkif edilmiş, padişahın emriyle kendisinin de Topkapı Sarayı’na
gönderileceği bildirilmişti ama Pertevniyâl Sultan’la aynı arabada
gönderilmemiş, Pertevniyâl Sultan’ı götüren araba geri dönünce o da aynı araba
ile aynı gün Topkapı Sarayı’na sevk edilmişti.
Pertevniyâl
Sultan’la Tiryâl Hanım, servetleri ellerinden alınmak, Şevk-Efzâ Sultan ve
cuntacılar hesabına soyulmak üzere, Topkapı Sarayı’na gönderilmişlerdi. Böylece
hem Sultan Aziz taraftarı iki kudretli kadının servetleri ellerinden alınacak,
hem de cuntacılar biraz daha zenginleşeceklerdi.
Her
iki hanıma da, padişahın emriyle tevkif edildikleri bildirildi. 39 gün Topkapı
Sarayı’nda kaldılar. İlkel şartlarda yaşıyorlardı. Üstlerindekileri
değiştiremediler. İlk üç gece karanlıkta bırakıldılar ve bir tek mum
verilmedi. Sonra iki hanımdan her birinin odası için birer kandil verdiler.
Odalarda her türlü haşere, yılan ve fareler cirit atıyordu. 10 gün sonra
Dârüssaâde Ağası Süleyman Ağa geldi, Pertevniyâl Sultan’a:
Zât-ı
Şâhâne, siz efendimiz’e selâm gönderdiler, dedi. O zamana kadar sedirde oturan
Vâlide-Sultan, Osmanlı protokolü icabı padişah selâmını dinlemek üzere derhal
ayağa kalktı ve:
İnşallah
arslanım âfiyettedirler ağa? diye sordu.
İyidirler.
Efendimiz için Fer’iyye’de daire döşetiyorlar, yakında oraya nakil
buyurulacağınızı bildirmek için kulunuzu gönderdiler.
Tiryâl
Hanım’la da görüşen ve aslında padişahtan değil Şevk-Efzâ Vâlide’den emir alan
-rütbesi vezir, müşîrlerle eşit olan ve protokolde onlardan evvel gelen-
dârüssaâde ağasının ziyaretinden sonra, tazyikler azaldı. 39. gün sonunda
Süleyman Ağa tekrar geldi. Sultanla Hanımefendiyi alıp Ortaköy Sarayı’na
getirdi. Birer odaya kondular. Pencereleri kapatılıp mıhlandı. Kapılar
kilitlendi. Yani hapis hayatları devam ediyordu. İsmet ve Emin Ağalar, iki
harem ağası, Pertevniyâl Sultan’ı, mevcut bulunmayan gizli hazînesinin yerini
söyletmek için, hayli tazyik ettiler. Torunlarından hiçbir şehzade ve sultan bu
üç ay müddetle Vâlide-Sultan’ın yanına sokulmadı. İsmet Ağa’nın işkencesi,
sekiz gün sekiz gece sürdü. İsmet Ağa, Vâlide-Sultan’a:
-
(Şevk-Efzâ) Vâlide-Sultan’dan sizin hakkınızda, “mutlaka Vâlide-Sultan’ı
öldür, öldürmeden dönme!” emrini aldım. Hazînenizin yerini söylerseniz
öldürmem, şeklinde sözler söylüyor:
-
Ne hazînem, ne malım vardır, yaşmaksız, feracesiz Topkapı Sarayı’na sürüldüğümü
bilmiyor musunuz? cevabını alınca:
-
Madem söylemiyorsunuz, mutlaka kendi kendinizi öldürünüz, ben sizi
öldürmeyeceğim ama ölünüzü görmeden de saraya dönemem, diye zırvalıyor,
Pertevniyâl Sultan:
-
Hayır, ben Müslüman’ım, kendi kendimi öldürmem, sen öldür de bu iş bitsin!
diyordu.
Sekizinci
gün pencereler açıldı. Temmuz sıcağından kurtulup, kendini Boğaz’ın rüzgârına
atan Valide, biraz ferahladı. Fakat manevî baskılar devam ediyor, hâlâ gizli
hazînesinin yeri (!) söyletilmek isteniyordu. Bu işkence, Topkapı Sarayı’na
sevk edildiği oğlunun şehid olduğu günden itibaren tam 88 gün devam etti. 88
gün sonra Sultan Abdülhamid tahta çıktı. Şevk-Efzâ Sultan, vâlidelik tahtından
indi. Pertevniyâl Sultan serbest kaldı, İkinci Abdülhamid’e şu dikkate değer
mektubu yazdı:
Pertevniyâl Sultân’ın Mektubu
“Sultan Murad’ın kemâl-i lutf-ü kereminden
olarak (!) fermân-ı şâhâneleriyle beni Topkapı Sarayı’na sürdükleri vakit,
(Sultan Murad’ın) mürüvvetlerinden (!) üzerimde bulunan ve yanımda olan eşya
ne ise, siz arslanıma gönderiyorum. Bir padişah vâlidesinin ne hâle düştüğünü
ileriki nesillerin görmesi için bu eşyanın (müzede) hatıra olarak saklanmasını
istiyorum. Üç padişah (kocası İkinci Mahmud, üvey oğlu Sultan Mecid, oğlu
Sultan Aziz) sayesinde nail olduğum büyük servetin mühim kısmını cami, mektep
kütüphane, çeşme, türbe gibi hayır eserlerine, yardım isteyen muhtaçlara
harcadım. Gerisi, Sultan Abdülaziz arslanımın tahttan indirildiği gün
Dolmabahçe Sarayı yağma edilirken alındı. Birkaç parça, oğlumun şehid edildiği
gün kulaklarımdan ve parmaklarımdan koparılıp odamdan çalındı. Şimdi üç yüz
câriyemden yanımda üçü kalmıştır. Bütün eşyamı da gönderiyorum, on üç parçadır.
Ancak incili tesbihin bir değeri vardır. Dünya malından arınarak Cenâb-ı
Hakk’ın huzuruna çıkacağım için bahtiyarım. Yolladığım beyaz Hint keteninden
entari, göreceğiniz gibi kızıla boyanmıştır. Bu boya, amcanız Sultan
Abdülaziz’in mübarek ve mukaddes kanıdır... Bu entari üzerimde olduğu halde
Topkapı Sarayı’na gönderildim ve 33 gün bu entariyi sırtımdan çıkarıp
değiştirme imkânım olmadı. Hayatımda kimse hakkında kötü niyet eseri
göstermedim... Bu eşyamı görenler Allah aşkına benden ibret alıp, Fâtiha
okumak mürüvvet ve merhametinde bulunsunlar! Başıma gelenleri bilmeyen
kalmamıştır. Kanımı deryalara akıttılar. Hüküm, Allâh’ındır.
Pertevniyâl.”
Bu
devir Osmanlı iç tarihinin gelmiş geçmiş en büyük mütehassısı olan büyük
tarihçi merhum İbnülemin Mahmud Kemâl İnal şöyle yazıyor:
“Sultan Abdülaziz’in üzerine kapanmış
zavallı annesini, zabitlerden Nazif
namında bir mel’un, oğlunun odasından alırken, küpesini ve yüzüğünü zorla gasb
edip def olduğu gibi, diğer zabitler de karakol-hâne meydanına çıkarıp orada
bıraktılar. Yaşına ve mevkiine hürmet, bahusus uğradığı musibete merhamet
edilmesi gereken muhterem kadının gördüğü hakaret ve mihnet, bu kadarla
kalmadı. Saklı mallarının yerini bildirmesi için de çeşitli tazyikler ve
tahkirlere hedef oldu. Karakol önünde uğradığı hakaretleri uzaktan o sırada
karakola Sultan Aziz’in cesedini görmeye gelen bazı nazırlar ses çıkarmadan seyrettiler. Saraydan ise, Şehzadelerin ve
Sultanların feryatları yükseliyordu. Gûyâ Kerbelâ idi ve gûyâ bu zulümleri
yaptıran Yezîd idi!”
Sultan
Aziz’in son Mâbeyn-i Hümâyûn başkâtibi şâir Âtıf Bey’in ifâdesi:
-
O facia günü Avni denen Yezîd, yeniden mal derdine düştü. Daha beş gün önce
Dolmabahçe Sarayı yağma edildiği halde şimdi de Ortaköy Sarayı’nda yağma
başladı. Askerlere emir verildi. Câriyelerin şalvarlarına kadar her yerde
mücevher, altın ve değerli şey arandı. Bir padişah annesinin mücevher saklamak
tenezzülünde bulunabileceğini sanacak kadar Osmanoğulları’nın vekarından
habersiz bir mel’un, Pertevniyâl Sultan’ın ağzının içine parmağını sokarak,
ağzına cevher saklamış mıdır diye araştırdı. Avni Paşa hakkında oğlunun birkaç
defa dikkat nazarını çektiği için, yalnız kini için yaşayan Serasker, Valide
Sultan’a münfail idi. Eline fırsat geçince, dakika fevt etmedi. Alçak sadrâzam
(Mütercim Rüşdü Paşa) ve mahalle imamı tabiatlı bir denî olan şeyhülislâm ve
diğer köpekler Avni Paşa’ya uydular... Sultan Aziz’in raporunu aldıktan sonra
her biri saraya girdi. Sultan Aziz Efendimizin ve Vâlide-Sultân’ın yatak
odalarına girip pis vücutları ile yataklarına oturdular. Bir padişahın yatak
odasına cebren girmek hangi faninin haddi olmuştu? Devlet nizamını böylesine
şîrâzesinden çıkardılar! Pis gözleriyle etrafta cebe indirecek bir şey var mı
diye bakarlardı. Sultan Aziz’in hizmetinde bırakılmış eski dârüssade ağası
(vezir pâyesindeki) Cevher Ağa nâzırların önüne çıkıp “Bu âna kadar nice padişah tahttan indirildi, bunlardan hiçbirinde
nazırların harem dairesine girdiği, uşak makulesi adamların efendilerine
böylesine hakaret ettikleri işitilmedi, maksat mal ise, padişahın nesi varsa
hazîne-i hümâyûn defterinde yazılıdır, padişah yatak odasında hazîne olur mu?”
dedi. Mütercim Rüşdü Paşa, Cevher Ağa’nın azarlamasına karşı pişkinlik
gösterip, “Ağa hazretleri” dedi, “Yirmi beş milyon altın varmış, onu arıyoruz
ve elbette devlet için arıyoruz, bize kolaylık gösteriniz!” Cevher Ağa
büsbütün kızdı, “Paşa hazretleri”
dedi, “bunca defa nâzırlık ve sadâret yaptınız,
hiç söylediğiniz mikdar para yatak odasında saklanır mı?” Tabii tek altın
bulunamadı. 25 milyon altın gibi akıl almaz bir paranın tahttan indirilmiş bir
padişahın yatak odasında bulunabileceğini sanan güya devletin en tecrübeli
vezirine, bazı âzâsı (organları) eksik ve vezirlerce aklı da eksik sayılan bir
harem ağasının verdiği cevap utandırıcıdır. Fakat hiçbirinde utanacak yüz
yoktu... 25 milyon altının 175 ton olduğunu ve bu kadar altının iki yüz seneden
beri hiçbir padişahın hususî hazînesinde bulanmadığını da bilmiyorlardı...
İbnülemin
Mahmud Kemâl Bey, 1940’ta Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan büyük
eserinde ilâve ediyor:
Bu
mel’ûnâne işleri yapanlar ve yaptıranlar, pek az müddette perişan oldular.
Namlarından iz kalmadı. Zira dağlarda gezen en dehşetli haydutların tel’în
edecekleri vahşiyâne muameleleri irtikâb etmişlerdi.
Çorlulu-zâde
Mahmud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:
Beş
gün ara ile sarayda yapılan bu ikinci yağmada yalnız mal değil, can da
yağmalandı... Sultan Abdülaziz ailesinin peri çehreli câriyelerinden bazıları
çekilip alındı ve darbecilerin evlerine götürüldü. Rüşdü, Midhat, Avni
Paşa’larla Şeyhülislâm, evlerine Sultan Aziz câriyesi kaçıranlar arasında idi!
Osmanlı Sarayında Câriyelik
O
sırada 30 yıldan beri Osmanlı İmparatorluğu’nda kölelik ilga edilmişti ama
Saray’ın da seçilmiş, unvanlı, resmî câriye ihtiyacı vardı. Halkın sandığı gibi
bu câriyeler, padişah odalıkları değildir. Padişah eşleri, bir sürü
protokolden geçtikten sonra seçilmiş, unvanlı, resmî câriyelerdir. Her birinin
dairesinde otuzar kırkar câriye hizmet eder. Câriyeler, saray hizmetlerini
gören genç kızlardır. Saray Harem-i Hümâyûn hizmetleri Osmanlı’da sadece genç
kızlar tarafından görülür. Erkekler ve evli yahut evlenmiş kadınlar hareme
sokulmazdı. Saltanatın başından sonuna kadar bu iş böyle yapıldı. Câriyeler
eğitim yılları dışında, 7 yıl haremde çalışmaya mecburdu. Küçük yaşta, yüz ve
vücut bakımından çok güzel kız çocuklar bu maksatla saraya alınırdı. 7 yıllık
hizmetten sonra her câriye, Harem’in başı olan Vâlide-Sultan’a, o ölmüşse
Baş-Kadın-Efendi’ye müracaat ederek “çırağ
edilmesini” yânî saraydan çıkarılmasını isteyebilirdi. Sarayda hizmette
iken evlenmek mümkün değildi. Saraydan çıkarılan câriyeye Vâlide-Sultan,
zengin çeyiz vererek ileri gelen bir devlet görevlisi veya onun oğlu ile
evlendirirdi. Sarayda hizmet gördüğü en az 7 yıl içinde câriyeler zâten yüksek
maaşlar aldıkları, bunları harcayacak yerleri olmadığı, her şey saraydan
sağlandığı, çok sık da atıyye (hânedan mensuplarının verdiği değerli hediye)
aldıkları için, zâten zengin genç kızlardı. Fevkalâde terbiye ve protokol
öğrenmiş, istidatlarına göre çeşitli sahalarda yetirilmiş güzel kızlar
oldukları için, birçok devlet görevlisi oğluna bir “saraylı hanım” almak isterdi. Bunların manevi anneleri
Vâlide-Sultan sayılırdı. Evlendikten sonra, bayramlarda saraya gelip
sultanların, kadın-efendilerin eteklerini öperlerdi. Bâzıları saraydan
çıkarılıp evlendikleri zaman çok yüksek rütbeli olurdu. Halk bunların sarayda rütbe
taşıdıklarını, meselâ “başhazînedâr kalfa” denen en büyük câriyenin rütbesinin
vezîr-müşîr’e eşit olduğunu ve vezîr maaşı aldığını bilmezdi. Bunlar anlı şanlı
hanımlardı. Cumhuriyet devrinde birçok kişi bu saraylı hanımları, Hânedan
mensubu yani Osmanoğulları’ndan sanmıştır. Son defa birkaç ay önce gene böyle
sanan bir hâtırâtı, bir gazete tefrikasında okumuştum.
İkinci
Sultan Abdülhamid’in ifâdesi:
Fer’iyye
dairesinde erkek ve kadın ayırmaksızın bilcümle Hânedân câriyeleri üzerinde
icra edilen zulümler, gayr-ı kabil-i tariftir. Harem ağaları ve görevliler,
mücevher bulmak ümidiyle, mahremiyete yakışmayan yerlere kadar aradılar...
Yıllarca hizmet eden câriyelerin biriktirdikleri birkaç altına ve ufak tefek
mücevherlere kadar tenezzül ederek aldılar...
Ama,
amansız Sezar’ın sahneye çıkmak üzere olduğunu, piyeste başrolü alanlardan
figüranlarına kadar kimse bilmiyordu. Hepsini silip süpürecek ve sahnede tek
başına kalmaya çok dikkat edecek olan Sezar, hepsine “Allah’ım, keşke
doğmasaydık!” dedirtecektir. Öbür dünyadaki azabın provasını onlara bu dünyada
yaptıracaktır.
Bununla
beraber Sultan Abdülhamid, âdeti olduğu üzere, “ceza şahsîdir” hukuk
prensibine çok sadık kalacaktır. Mücrimleri mahvedecek, fakat çoluk
çocuklarının rızkı ile oynamayacaktır. Zira halife, âdil olmaya mecburdur.
Pertevniyâl Sultân’a Düşmanlığın Sebepleri
Ancak
Pertevniyâl Sultan’a revâ görülen, Yunan trajedilerindeki sahnelere rahmet
okutan muamelenin tek sebebi Avni Paşa değildir. Pertevniyâl Sultan ve oğlu
Sultan Abdülaziz, Hanedan’ın büyük kanadı tarafından tutulmayan şahsiyetlerdir.
Şimdiye kadar -Osmanoğulları’nın iç durumları iyi bilinmediği için- hiçbir
tarihçinin üzerinde durmadığı bazı gerçekler vardır. Bunları açıklamak,
tarihçi olarak görevimizdir:
Günümüze
kadar gelen Osmanoğulları’nın hepsi, 1808-1839 arasında saltanat süren İkinci
Sultan Mahmud’un (1785-1839) neslidir, başka hiçbir istisna yoktur. İkinci
Sultan Mahmud’un nesli, yalnız iki oğlu tarafından yürütülmüştür (diğer
hiçbir oğlu bülûğ yaşına kadar yaşamamıştır): 1839-1861 arasında saltanat
süren Birinci Abdülmecid (1823-1861) ve 1861-1876 arasında saltanat süren
Abdülaziz Hân (1830-1876). Bugün bütün Osmanoğulları, ya Abdülmecid Han, ya
Abdülaziz Han’dan inerler. Hânedanın bu iki büyük dalına “Mecîdîler” ve
“Azîzîler” denir.
Sultan
Mecid öldüğünde geriye kalan 9 zevcesi mühim bir mevzu teşkil etti. Çünki
bunlardan 4’ü, kraliçe protokolünde idiler: Servet-Sezâ Baş-Kadın-Efendi, Şevk
Efzâ İkinci Kadın-Efendi, Verd-i Cinân Üçüncü Kadın-Efendi ve Perestû Dördüncü
Kadın-Efendi. Bu 9 dul padişah eşinin en genci 19 ve en yaşlısı (Şevk-Efzâ
Kadın) 41 yaşlarında idiler. Sultan Aziz tahta geçince, ağabeyi Sultan Mecid’in
ailesi, yani oğulları, kızları ve dul eşleri için nasıl bir statü değişikliği
oldu?
Sultan
Mecid’in ölümünde, 8 kızının ancak ilk 4’ü evli, diğer 4’ü genç kız, daha
doğrusu çocuktu. -Odalıklar dışında- 24 hanımla evlenen Sultan Mecid, 22
yıllık saltanatında bunların birçoğunu genç yaşında kaybetmiş, bir ikisini de
boşamıştı... Kendisinden dul kalan 9 hanımın çoğu, çocuklarının annesi, yani
çocuklu idiler.
Sultan
Aziz, dul yengelerini, yeğenlerinin dairelerine gönderdi. Her dul, çocuğu ile
beraber oturmaya başladı. Bunlardan 4 evli Sultanın kendi sarayları vardı,
anneleri, onlar ve Sultan zevci Dâmad Paşalarla beraber oturmaya başladılar.
Şehzâdelerden yetişmiş olanların da padişah sarayında daireleri, fakat ayrıca
her birinin saray dışında köşkleri, küçük şahsî sarayları, yalıları,
çiftlikleri vardı.
Sultân
Mecid zamanında 8 sultân (imparatorluk prensesi) düğünü oldu. Sultan Aziz
zamanında ise hiçbir sultan düğünü olmadı. Şehzâdelere ise sultanlar tarzında
debdebeli düğünler yapılmak âdeti yoktu. Onlar basit törenlerle sarayda
evlenirlerdi.
Bu
bilgilerden sonra şimdi, her iki kardeş padişah devrinde Hânedan’ın yaşama
tarzını mukayese edebiliriz:
Sultan
Abdülmecid, kadınlarına ve çocuklarına mukavemet edemez, onlar ne isterlerse
yerine getirirdi. Oğullarının sünnet ve kızlarının düğün şenlikleri, binbir
geceden nümûne idi, bütün İstanbul halkı günlerce eğlenmişti. Kızlarına ve
kadınlarına, akıl almaz değerde mücevherler hediye ederdi. Onları çok
şımarttığının da farkındaydı, bir teessür ânında “Beni kadınlarım ve kızlarım bitirdi” demiştir. Oğullarını da çok
severdi, fakat onlar babaları ile yüzgöz olamıyorlardı.
Sultan
Abdülmecid böyle bir hayat içinde veremden öldü... Babası gibi, Rus harbinin
verdiği üzüntüyle gelmiş verem değildi. Büyükbabası (Birinci Abdülhamîd) gibi
Ukrayna’da bir Türk kalesine (Özü) Ruslar girip Türkler’i kılıçtan
geçirdiklerini öğrendiği anda beyin damarları çatlayıp da ölmemişti. Yaşadığı
dikkatsiz hayat ile nazik bünyesini tahrib etmiş, o fevkalâde yakışıklı ve
güzel adam, kırk yaşını bulamamıştı.
Ama
halk, tuhaftır. Birinci Abdülhamid, milletin hâfızasında fazla yer etmemişti.
İkinci Mahmud ise, inkılâpları ile halkın canını sıkmış, “gâvur padişah” denmişti. Millet böyle bir padişah olmayaydı,
Türkiye’nin Avrupa’dan Asya’ya çekileceğinin farkında değildi. Böyle bir
hizmet yapmayan fakat babasının ekolünü devam ettirmek için karşı tarafa tâviz
de vermeyen Sultan Abdülmecid ise, çok sevilmişti. Çünki yakışıklı idi, çok
nâzikti, merhametliydi, mütevazı idi, halkın arasına karışırdı. Üstelik devri
refah devri idi, millet hiçbir mağlûbiyet acısı tatmamış, şanlı şerefli yıllar
yaşamıştı. Bugün de bu sıfatları dolayısıyla bazı yeni tarihçiler Sultan
Mecid’e, “büyük hükümdar” demektedirler.
Sultan
Aziz devrinde durum değişti. Sultan Aziz de, annesi de, koyu birer Türk; Doğu
ve İslâm geleneklerine çok bağlı idiler. Hâlbuki Sultan Mecid ve annesi (Bezm-i
Âlem Vâlide-Sultan) Batı’dan çok şey getirmişlerdi... Sultan Aziz’in havsalası,
kadınlara dedikodu mevzuu olacak derecede yüz verilmesini almazdı. Kızları
zaten çocuk yaştaydı. Yalnız büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’ye zaafı vardı.
Buna karşılık, birçok saray inşa ettirdi ve muhteşem şekilde döşetti. Demiryolu
siyasetine başladı. Ağabeyi devrinden pek az demiryolu kalmıştı. Dört bin
kilometreden fazla demiryolu yaptırdı. Orduya ve donanmaya ise akıl almaz
bütçeler tahsis etti. Bu siyasetin sonu ne oldu?
Halk,
kendi içine fazla karışmayan, daha çok ordusunun birlikleri ve zırhlı
gemilerinde dolaşmayı seven bu hâkandan korkuyordu, ona gerçek bir saygı
duyuyordu ve herhalde seviyordu ama ağabeyi derecesinde değil... Büyük devlet
adamları, Sultan Mecid devrindeki debdebeyi arıyorlardı. Bu ordu, donanma ve
demiryolu politikasından gittikçe yaka silkmeye başlamışlardı... Hele Âlî
Paşa’nın ölümünden sonra, son 5 yılda padişahın devlet işlerine bizzat
karışması karşısında memnuniyetsizlikleri gittikçe büyüyordu. Eskiden sadece
sadrâzama hesap verirlerdi ama o da nihayet kendilerinden biriydi. Şimdi
padişaha hesap verip Sultan Mahmud devrine dönmekten nefret ediyorlardı.
Ama
daha büyük memnuniyetsizlik, Sultan Mecid ailesinde oldu. Sultan Aziz,
ağabeyinin eşlerinin ve çocuklarının malına, mülküne, parasına, mücevherine
tabiatıyla dokunmadı. Fakat onlara maaşları dışında, babaları devrinde
alıştıkları büyük atıyyeler ve mücevherler de vermedi Hele politikaya
karışmalarını önledi. Veliahd Murad Efendi politikaya boğazına kadar batmıştı
ama, ona karışmayı da doğru bulmuyordu. Çünki ağabeyi Sultan Mecid de veliahd
iken, kendi yaşayışına karışmamıştı ama bütün memnuniyetsizler, şu veyâ bu yafta
altında Veliahd Murad Efendi’nin çevresinde toplandılar.
Sultan
Mecid’in dulları, başlarında Şevk-Efzâ Kadın olmak üzere Sultan Aziz’den de,
annesinden de nefret ediyorlardı. Eski muhteşem yaşayışlarını bırakmış, mesire
âlemlerine gidemez olmuş, daha muhafazakâr giyinmeye mecbur kalmışlardı. Eski
serbest vur patlasın, çal oynasın hayat yoktu artık. Ciddî bir yaşama tarzı
vardı. Sultan Mecid devrindeki davranışları dolayısıyla, Vâlide Pertevniyâl
Sultan tarafından sevilmedikleri ve beğenilmedikleri de artık kendilerine
anlatılmıştı.
Binâenaleyh
Sultan Mecid şehzâdeleri anneleri tarafından, Pertevniyâl Vâlide kendilerine
kötülenerek, bu ninniyi dinleyerek büyümüşlerdir. Sultan Aziz’e doğrudan
doğruya dil uzatılamıyordu. Çünki Osmanlı Saray’ında bu, irtikâb edilemeyecek
bir terbiyesizlikti. Onun için Sultan Mecid’in sulbünden gelen Osmanoğulları
yani “Mecîdîler” -Sultan Murad dalı müstesna- Sultan Aziz’e saygılıdırlar,
fakat Pertevniyâl Vâlide’yi pek tutmazlar. İkinci Abdülhamid, amcasının
ailesine yapılanlara kan ağladığı halde, Pertevniyâl Vâlide hakkında sadece
saygılı davranmıştır. Gene onun gibi Sultan Mecid’in oğlu olan Altıncı Mehmed
Vahîdeddin de Pertevniyâl Vâlide’ye sempati duymaz. Sultan Murad ailesi ise
Pertevniyâl Vâlide-Sultan’a karşı düşmandır.
Abdülaziz Hân’ın Şahsiyeti Hakkında...
Abdülaziz
Hân’ın şahsiyeti hakkında evvelce fazla temas edilmeyen bazı noktaları
söyleyip, bu bahsi tamamlayacağız- Bilhassa padişahı yakından tanıyan veyâ bu
devri çok iyi inceleyen tarihçilerin ve şahitlerin ifadelerini nakledeceğim.
Dâhiliye
Nâzırı Memduh Paşa’dan:
-
Merhum hâkan Abdülaziz Han, güzel yüzlü idi. Güzel konuşurdu. Çabuk kavrayışlı
idi, yapılan imaları derhal anlardı... Azametli olmakla beraber, tavırları ve
söz söylemesi nazikti... Yüksek ruhlu ve yüksek ahlâklı idi.
Son
başkâtibi Âtıf Bey’in ifâdesi:
-
Türkçe’yi iyi yazar ve kullanırdı. Hatt-ı hümâyûnlarının çoğu kendi ifâdesidir
ve güzel bir hatla lâl (kırmızı) mürekkeple yazmıştır. Yazdığı bir risale,
kendi yazısı ile Dolmabahçe Sarayı Kütüphanesi’ndedir (şimdi İstanbul
Üniversitesi Kütüphanesi’nde). Her sazı bilir ve az çok çalardı. Fakat ney’i
üstâdâne üflerdi. Mevlevi muhibbi idi. Ne içki, ne tütün kullanırdı. Hattâ
bunların aleyhine bir güzel makale kaleme almıştı. Resimdeki istidadı çok
büyüktü. Meşhur Rus deniz ressamı Ayvazofski ile konuşurken, bir kâğıda
rastgele çizerek sandal resmi yapmış, bu kâğıdı ressam rica ederek almış, Çar
İkinci Aleksandr’a hediye etmişti. Bu resim Mecmû’a-i
Ebü’z-Ziyâ’da neşredilmiştir. Resimden anlayanlar, çizgilerdeki
orijinalliği hayranlıkla seyrederler. Diğer resimleri de öyleydi. Bilhassa gemi
resimleri çizmeyi severdi. Arada güzel levhalar da yazardı... Aksaray semtinde
annesi Pertevniyâl Sultan Camii’ndeki celî sülüs levha onun eseridir. Son
derece derin zekâlı idi. Çok kuvvetli konuşur ve nutuk söyler, çok tesir
ederdi ve hazırcevaptı.
Ünlü
edip Sadullah Paşa’nın ifâdesi:
Dîvân-ı
Hümâyûn tercümanı olduğum yıllarda, merhum Sultân Abdülazîz yabancıları kabûl
ettiği zaman, tercümanlık ederdim. Doğrusu güzel konuşurdu. Hiç düşünmeden en
münâsip cevabı söylerdi. Bazı konuşmalarda sadrâzam da bulunurdu. Padişahın
bazı cevaplarından o kadar millî bir haz duymuşuzdur ki, memnuniyetimizden
benim ve sadrâzamın yüzlerimiz kızarmıştı. Konuşurken çok vakurdu, ecnebilerle
konuşurken vekarı artardı... Askerlikten çok iyi anladığı şüphe götürmez.
Hakkıyla müşîr (mareşal) ve bahriye müşîri (büyükamiral) üniformalarını giyer,
ordusunun, donanmasının içinde bulunmaktan gerçek bir zevk duyardı. Ordu
dışında iken üniforma giymez, hepimiz gibi pantolon, ceket giyerdi. En büyük
Prusya kumandanlarından Prens Karl da bir defa bana Almanya’da “Padişahınızın hem askerî bilgisi, hem
askerî değerlendirmesi çok kudretli” dedi... Avrupa seyahatinde Fransız
İmparatoru Üçüncü Napoléon, şerefine askerî bir manevra yaptırmıştı. Ondan
aşağı kalmamak için Prusya Kralı Birinci Wilhelm de Koblenz’de Sultan Aziz
önünde manevra yaptırdı ve Sultan Aziz’e Prusya Ordusu’nu teftiş ettirdi. O
sırada (1867) Prusya, 30 Alman devletinin sadece en güçlüsü idi. Kimse
Prusya’nın Fransa’dan üstün olduğunu söyleyemez, belki hatırından geçirmezdi.
Hele bizim bütün paşalarımız, Fransız Ordusu’nun dünyanın birinci ve en
kudretli ordusu olduğunu söylerlerdi. Hâlbuki Sultan Aziz, bütün bu
mütalâaların tesirinde kalmaksızın seyahatinden dönüşte şöyle dedi: “Fransa ve Prusya orduları arasında esaslı
fark var. Bir Fransa-Prusya harbinde Prusya’nın kazanacağına şüphem yoktur...”
Padişahın -3 yıl sonra gerçekleşecek- bu kehânetini birçok kimse hatırlar.
Çünki birçok devlet adamı arasında söylemişti.
Cevdet
Paşa’dan:
-
Merhum, millî gayret sahibi ve vatanı için hamiyet duygusu ile dolu idi.
Mehmed
Emin Paşa’nın ifâdesi:
-
Mühürdarı olduğum sırada merhum Sadrâzam Yusuf Kâmil Paşa bir gün bana, Sultan
Abdülaziz’in kendisine çok mahremâne “Donanmamızın
tekemmülüne gayret edişim, Kırım’ı geri almak içindir” dediğini nakletti.
İbnülemin
Mahmud Kemâl İnal’ın değerlendirmeleri:
-
Ordu ve deniz manevralarına bizzat katılırdı. Yeni silâhların hepsini edindi.
Yeni usul istihkâmlar yaptırdı. Ordu için fabrikalar ve tersaneler kurdurarak
askerî ihtiyaçların mühim kısmının dâhilde yapılmasını temin etti. Hem askerî,
hem sivil mekteplerin ıslahı ile maarifin terakkisine çok çalıştı. Telgraf
hatlarını her tarafa yaydı. Her yerde postahâneler açtırdı. Demiryolları ve
şoseler yaptırdı. Birçok şehir ve kasabada belediye teşkilâtı kurdurdu. Mülkî
idareyi ıslah etti. Şûrây-ı Devlet’i ve Mahkeme-i Temyîz’i kurdu. Atası
Yavuz’un fethinden beri üç buçuk asırdır hiçbir padişahın adım atmadığı Mısır
eyaletine giderek ahalisinin saltanata bağlılığını pekiştirdi. İlk ve son defa
Avrupa devletlerini resmen ziyaret eden padişah oldu. Hükümdarlar ve o
ülkelerin büyük devlet adamları ile konuşarak devletin şan ve şerefini
liyakatle artırdı. Devletin yükselmesi için pek çok çalıştı, zamanını şahsî
zevklerine harcamadı. Değerli, hamiyetli, gayretli, ince bir padişah idi.
Âtıf
Bey’den:
-
Türk ve İslâm âdetlerini takib etmekte titizdi. Bu hususta adetâ ağabeyine
aksülamel gösteriyordu. Frenk âdetlerini taklid edenlerin arkasından alay
ettiğini birkaç defa duydum. Çok sofu ve işi gücü ibadet değildi... Zaten
olamazdı, zira devlet, bilhassa ordu işlerinden çok az vakti kalırdı. Fakat
samimî dindar olduğunda kimse şüphe edemez.
Devrin
Müşîr Kâzım Paşa, meşhur maarif nâzırı vezîr Kemâl Paşa, Hakkı Bey, Sâdî Bey
gibi birçok ünlü şâiri ardından uzun ve güzel mersiyeler yazdılar. Başına
gelenler Kerbelâ vak’ası ile mukayese edildi ve Hüseyin Avni hakkında “Yezîd”
lâkabı fazlasıyla kullanıldı. Kemâl Paşa’dan:
Dîn-ü devlet hâinî birkaç melâîn-û Yezîd
Eylemişler Hazret-î Abdü’l-Aziz Hân’î şehîd
Sâdî
Bey’in müseddes mersiyesinin nakarat beyti:
Ağlasın şâh-î şehîde halk-ı âlem, ağlasın
Çağlasın hûn-âb-ı çeşm-î ehl-i matem
çağlasın
KARŞI
EYLEM
Meşrûtiyet ve Avni Paşa
İhtilâl
niçin yapılmıştı? Meşrûtiyet için... İngiltere gibi taçlı demokrasi olacak,
meclisler açılacak, o zamana kadar devletin anayasası mâhiyetinde olan Tanzimât
ve Islâhât hatt-ı hümâyûnları artık gerçek bir anayasa hâline
dönüştürülecekti. Seçimler yapılacak, meclisler icrâyı (hükûmeti) kontrol
edecekti.
Sultan
Murad’ın meşrûtiyet istediği biliniyordu ama onun İngiltere Kraliçesi kadar
bile nüfûzu yoktu ki... Kâtibini tayin edemiyor, her şeye Avni Paşa
karışıyordu. Her şeye Avni Paşa hâkimdi. Her şey onun elindeydi. O istemeden
değil anayasa yapıp meclis açmak ve seçim yaptırmak, kuş uçurmak kabil değildi.
O andaki Avni Paşa’nın durumunu büyük tarihçi İbnülemin Mahmud Kemâl İnal
şöyle anlatıyor:
-
Sultan Abdülaziz’i hal’ etmenin asıl sebebi, gûyâ istibdadı ortadan kaldırmak,
meşrûtiyet ilân ederek devletin geleceğini ve milletin saadet ve selâmetini
temin edecek sağlam bir idâre kurmaktan ibaretti. Hâlbuki, askerî kuvvet
elinde bulunmak ve muazzam bir padişahı bir anda ve kolayca mahvetmiş olmak
itibariyle, kendini herkesin âmiri ve manevî hükümdar mevkiinde görmeye ve
herkese azamet ve ceberût göstermeye kalkışan Hüseyin Avni Paşa, istibdada
mâni olacak tedbirlere tevessül etmek şöyle dursun, meşrûtî idâreyi hararetle
arzu edenlerin fırsat düşünce ocaklarını söndürmek tasavvurunda bulunuyordu.
Hâlbuki Avni Paşa, Murad Efendi’nin cülûsu ile beraber meşrûtiyeti kurmaya
çalışacağını -meşrûtiyetçilerin bayraktarı olan- Midhat Paşa’ya vaad etmişti.
Bu vaad, Midhat Paşa’nın, hal’ işinde kendine muhalif bir vaziyette
bulunmamasını temin etmek içindi. Zira kîni dîni olan garazkâr Avni Paşa’nın en
büyük emeli, Sultan Abdülaziz’i ortadan kaldırmaktı. Nitekim kendi ağzıyla
Sultan Murâd’m cülûs ettiği gün dîvân-ı hümâyûn âmedcisi Mahmud Bey’e, “Bu işe muvaffak olduğum sırada istihsâl
eylediğim ferah ve memnûniyet kadar dünyâda hiçbir şey ile mütelezziz olmadım’’
demişti. İşte bu en büyük emeline nail olunca, Midhat Paşa ve arkadaşlarına
olan vaadini unuttu. Esâsen Sadrâzam Rüşdü Paşa da Avni Paşa gibi istibdad
heykeli idi. Bu iki müstebit, her şeyde aldanan Midhat Paşa’yı bu işte
atlattılar. Sultan Aziz’in başına getirilenlerin, durumu ıslah etmek emelinden
değil, kin ve garazdan ileri geldiğini, bütün aklı başında olanlarla beraber,
fakat onların hepsinden sonra Midhat Paşa da anladı...
Cuntacıların
bir toplantısında Midhat Paşa, Meşrûtiyet meselesini açtı. Rüşdü Paşa,
hükûmetin ve icranın başı olarak şöyle buyurdu:
-
Padişahımız millet meclisi teşkil etmek istemiyor (pâdişâha da iftira
atıyor!). Milletimizin vukuf ve terbiyesi, meclise müsait değildir. Ancak yeni
kanunlar yapar, mâliyeyi de ıslâh edersek, emniyetsizliği ortadan kaldırırız!
Avni
Paşa, sadrâzamın sözlerini başka kelimelerle tekrarladı. Midhat Paşa:
-
Bir meclis teşkili şarttır, dedi.
“Sultan
Aziz’in hal’i için çarşaf kadar fetvâ yazarım” tarihî cevherini yumurtlayan
yobaz fetvâ emîni Kazasker Kara Halil Efendi:
-
Öyle meclise falan lüzum yoktur! buyurdu.
Sadrâzam
Rüşdü Paşa:
-
Biz millet meclisi yapamayız, yapmayacağız, şeklinde kesin konuştu. Zira
arkasında Avni Paşa’nın bütün ceberûtuyla bulunduğunu ve isteseler de
kendilerine meclis falan açtırtmayacağını biliyordu. Sadrâzam Hazretleri şöyle
devam etti:
-
Mâliyeyi düzeltelim kâfidir. Kim meclis istiyor ki? Padişahımız da meclis için
ısrar etmez...
Darbeyi
şahsen yapan Ferik (Korgeneral) Süleyman Paşa’nın tepesi attı:
-
Çünki meram bu imiş ve kaanûn-i esâsı (anayasa) yapılmayacakmış, biz niçin bu
işe âlet olduk? Eski hâlin ne fenalığı vardı? deyince, Avni Paşa sözünü
keserek:
-
Sen sus, asker siyasete karışmaz! diye bağırdı.
Kumandanının
bu paylaması ile Süleyman Paşa’nın şüphesiz korkudan değil, teessürden dili
tutuldu. Bize bu şekilde azarlandığını bizzat kendisi anlatmaktadır. İşte
insanı gırtlağına kadar batırarak şahsî menfaatlerine âlet ederler, vatan ve
millet diye kandırırlar, işlerine gelmeyen en ufak bir şey zuhur ederse bir
kenara atıverirlerdi. Siyasetten nefret etti. Yaptığına pişman oldu. Sadrâzam
Rüşdü Paşa’dan da şu zılgıtı yedi:
-
Paşa oğlum, siz askersiniz. Hiçbir memlekette asker olanın lisanından böyle
lakırdılar çıkmaz ve asker olan, bizim devlet nizamımızda sadece verilen
emirleri yapar, siyasete karışamaz!
Gene
Süleyman Paşa’nın yazdığına göre, toplantı dağılırken Midhat Paşa onu
durdurmuş:
-
Müteessir olmayınız, demiştir; bu iki müstebide (Avni ve Rüşdü Paşalar) karşı
ne yapabilirdim? Hâlbuki üçümüz, Meşrûtiyet için (darbeden önce) birbirimize
söz vermiştik...
Süleyman
Paşa:
-
Efendim, demiştir; madem beni böyle bir meclise (toplantıya) çağırdınız,
elbette fikrimi almak içindir. Niçin susturuldum, tekdir ve tehdit edildim?
Dinlemek üzere çağrıldı isem, buna lüzum yoktu. Serasker veyâ sadrâzamın bana
şahsen emir vermeleri kâfi idi...
Ancak
Süleyman Paşa, şu mütalâaları ilâve etmektedir:
-
Darbeden sonra Avni Paşa, benden gittikçe uzaklaşmaya ve şüphelenmeye başladı.
Birinci Ordu zâbitlerinin bir derece terfii için kendisine liste takdim
etmiştim. Orduda (Sultan Aziz olayı dolayısıyla) memnuniyetsizlik vardı ve biz,
serasker paşadan fazla ordunun içindeydik. Ona söylenemeyenleri biz duyuyorduk.
Bu memnuniyetsizliği yatıştırmak icab ediyordu. Önce teklif ettim. Çok kızdı,
fakat imzaladı. Artık tabiatını öğrenmiştim (biraz geç öğrenmiş!). İlk
fırsatta beni başından atmasını ve hattâ tabiatı icabı beni bir tehlikeye
uğratmasını her an beklemeye başladım ve iki hafta müddetle bekledim, çok
ihtiyatlı hareket ettim...
Bu
mütalâalara tarihçi ne diyebilir? Darbenin zavallı kahramanı Süleyman Paşa’ya
sadece acınır ama ona acımak, sebep olduğu felâketi telâfi eder mi? Süleyman
Paşa bu sırada, edebiyat ve tarihe ait kitaplarıyla ünlü idi. Asker olarak halk
arasında bir şöhreti yoktu. Bir sürü mirlivâ ve ferik’ten biri idi. Henüz
“Şıpka Kahramanı” ve millî kahraman değildi. Rus harbinin Gazi Osman ve Gazi
Muhtar Paşalar’dan sonraki üçüncü kahramanı olarak şöhret yapmamıştı.
Sultan
Aziz’in son mâbeyn başkâtibi Âtıf Bey’in ifâdesi:
-
Eğer Hüseyin Avni Paşa hayatta kalsaydı, Midhat’ı ve onunla beraber hareket
eden meşrûtiyetçileri mahvedeceğine şüphe yoktur. Zira kendisinden başka
kimseye iktidar hakkı tanımayacağı bütün davranışlarından açığa çıkıyordu.
Cuntanın
İngiliz üyesi, İstanbul Büyükelçisi Sir Henry Elliot’un mütalâası:
-
Hüseyin Avni Paşa ölmese idi,mutlaka Midhat’la çatışacak ve kötü şeyler
olacaktı.
Durumu
iyi anlayabilmek için, dış politika bakımından değerlendirmek icab eder. Şöyle
ki:
Aslında
meşrûtiyeti, Türkiye’de tek vatandaş istemiyordu. Hiç kimse hürriyetsizlikten
şikâyetçi değildi. Meşrûtiyetçiler, bir avuç aydın ve gazeteciden ibâretti.
Bunların kahir ekseriyeti meşrûtiyeti, yeni rejimde külah kapmak için
istiyorlardı. Meşrûtiyet içe değil, dışa dönük olarak kullanılmak isteniyordu.
Bilhassa Midhat Paşa, meşrûtiyeti ilan ettirirse, hem Avrupa’da –zâten yerinde
olan- itibarının çok artacağını, hem de devletler üzerindeki bazı baskıların,
hem liberal devletler (İngiltere, Fransa), hem müstebit devletler (Rusya, Avusturya)
tarafından hafifletileceğini, hâtta kaldırılacağını sanıyordu. Bu düşünceler
tamamen yanlıştı ve devleti Rus harbi felaketine sürükledi. Yanlış olduğu
felâketten sonra anlaşılabildi. Delikanlılığından beri meşrûtiyetçi olan ve en
ateşli en cesur kaleme sahib bulunan Namık Kemâl bile, meşrûtiyetten vazgeçti.
Dış
yazışmaların ve gelişmelerin içinde olan Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa, nâzırlara
mahsus makam vapurunda o günlerde sadâret mektupçusu (başbakanlık genel
sekreteri) Memduh Bey’e (Paşa ) tesadüf etti. Şunları söyledi:
-
Beyefendi dış politikada başımız dertten kurtulmuyor. Padişahı niçin
indirdiğimizi bir türlü Avrupa’ya izah edemedik. Avrupa matbuatı, sarayları,
hükûmetleri ve meclisleri bu işin dedikodusu ile aleyhimizde çalkanıyor.
Ordunun siyasete karıştığı söyleniyor. Tanzimat’ın sona erdiği yazılıp
çiziliyor. Şimdi padişahın ölüm şekli bizi büsbütün müşkül durumda bıraktı.
Ölüm şeklini bir türlü izah edemiyoruz (yani intihar olduğu iddiasını
yutmuyorlar!). Avusturya matbuatı acayip şeyler yazıyor. Çar çok müteessir
olmuş ve teessürünü bir çok kişiye söylemiş. Zira önümüzdeki inkişaflardan, bir
Türk-Rus harbini durduramayacağını hissetmiş. Hâsılı her yeni gün ne
yapacağımızı şaşırıyoruz.
Râşid
Paşa, belki ihtilâlin her yeni gün yeni sürprizlerle geldiğini bilmiyordu.
İhtilâl, olağan düzen değildir. Olağan dışı düzensizliktir. Düzenin yeniden
kurulmasına kadar geçecek müddet içinde ne gibi gelişmeler kaydedileceğini
şimdiye kadar hiçbir ihtilâl ve fikir adamı kestirememiştir.
15 Haziran Gecesi
Sultan
Aziz’in hal’inden 16 ve ölümünden 11 gün geçmişti. 15 Haziran gecesi için
kabine toplantısı kararlaştırıldı. Karadağ ve Girit’te çıkan isyanlar ve
Avrupa devletlerinin bu isyanlar karşısında tavrı gündemde idi.
Yaz
dolayısıyla hükûmet toplantıları Bâb-ı Âlî’de değil, nâzırların konaklarında
yapılıyordu. O geceki toplantının Şûrây-ı Devlet Reîsi Midhat Paşa’nın
Beyazıt’ta, Soğanağa’daki konağında olacağına dair nâzırlara sadrâzamın
imzasını taşıyan davet tezkereleri gitmişti. Sadrâzam, yazlığa geçmiş ve
Boğaz’ın üst taraflarında oturan ve mevzu ile de pek ilgisi olmayan birkaç
nâzıra, rahatsız olmasınlar diye davet tezkeresi göndermemişti. Nâzırlar, birer
ikişer Midhat Paşa’nın konağına geldiler.
Sadrâzam
Mütercim Rüşdü Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Kapdân-ı Deryâ Kayserili Ahmed
Paşa, Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa, Maârif Nâzırı Cevdet Paşa, Defter-i Hâkânî
Nâzırı Yûsuf Paşa, “mecâlis-i âliyye’ye me’mûr nâzır” denilen nezaretsiz kabine
üyesi devlet bakanları olan Hasan Rızâ Paşa, Hâlet Paşa ve Şerif Hüseyin Paşa,
Sadâret Müsteşarı Kabzımâl-zâde Saîd Efendi, âmedî-i divân-ı hümâyûn
Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey, sadâret mektupçusu Memduh Bey, teker teker
makam arabaları ile teşrif buyurdular. Konak sahibi Midhat Paşa tarafından
karşılandılar. Devlet nâzırlarından eski sadrazam Yusuf Kâmil Paşa, hem hasta
olduğu, hem gördüğü yerde Avni Paşa’ya yüzüne karşı hakaret ettiği, Avni Paşa
da cevap veremediği için, davet edilmeyenler arasında idi. Davet
edilmeyenlerden bir diğeri, Adliye Nâzırı Safvet Paşa, bir diğeri Şeyhülislâm
Hayrullah Efendi idi.
İçkili
akşam yemeği yendi. Birçok nâzırın neş’esi yerine geldi, birçoğunun da neş’esi
gayrıtabiî şekilde arttı. Bu kafa ile imparatorluğun mühim bir dış meselesi
müzakere edilecekti. Tabii Cevdet Paşa gibi nâzırlar ellerini içkiye
sürmüyorlar, fakat masada oturuyorlardı. Alt (zemin) katta, paşaların
ağalarına (baş uşak) yemek çıkartılmış, onlar da içerek kafayı bulmuşlardı,
sonra bazıları kumar oynamaya başladılar.
Saat
gece 10.30’a (22.30) gelmişti. Sultan Abdülaziz Hân’ın şehîd olması üzerinden
tam on bir gün ve on iki saat geçmiş bulunuyordu. Müzakereler ilerlemiş, fakat
henüz noktalanmamıştı. Mecliste tuhaf bir durgunluk vardı. Hava da sıcak ve
esintisizdi. Ecnebî devletlere verilecek bir notanın metnini iki defa kaleme
almış, beğenmemişlerdi. İkincisini Midhat Paşa kaleme almış, okuduktan sonra
kendi yazdığı metni beğenmeyip “şurası, burası iyi olmadı!” demiş:
-
Ne acâyib hâl, zihnimizi toplayamıyoruz! diye ilâve etmiş, nâzırlar hafif
tebessümle tasdik etmişlerdi. Bazıları, içkinin zihinlerine verdiği kesâfeti
dağıtmak için fincan fincan kahve yudumluyorlardı. Bazıları sigara
içiyorlardı.
Böyle
bir durumda hünkâr (hassa) yâveri kordonları takınmış genç bir subay, yıldırım
gibi bulundukları salona daldı.
Bu
subay “Çerkes Hasan Bey” diye tanınıyordu. Şimdi “Çerkes Hasan Vak’ası”nı
anlatmadan önce, bu subayı yakından tanıyalım.
Çerkes Hasan Bey Kimdi?
Gazi
İsmail Bey, Rus zulmünden Kuzey Kafkasya’yı bırakıp Osmanlı topraklarına iskân
edilen ve Silivri’ye yerleşen bir Çerkes beyi idi. Üç çocuğu oldu: 1848’de
Nesteren (Nesrin) Hanım, 1850’de Hasan Bey ve 1851’de Osman Bey. Soylu Çerkes
kız çocuklarının saray hizmetine alınması âdetti. Nesteren Hanım da küçük yaşta
saraya verildi. Saray usûlüne göre adı “Neş’erek” olarak değiştirildi. 1868’de
Dolmabahçe Sarayı’nda Sultan Abdülaziz ile evlendirildi. Daha önce padişah 3
hanımla (Dürr-i Nev Baş-Kadın-Efendi, Edâ-Dil İkinci Kadın-Efendi ve Hayrân-ı
Dil Üçüncü Kadın-Efendi) evlendiği için Neş’erek Hanım, o anda “Dördüncü
Kadın-Efendi” unvanıyla kraliçe protokolüne girdi. 7 yıl sonra, 1875’te,
Şehzâde Mahmud Celâleddin Efendi’nin annesi olan Edâ-Dil İkinci Kadın-Efendi,
28 yaşında öldü. Hayrân-ı Dil İkinci ve Neş’erek Üçüncü Kadınlığa yükseldi.
Padişahın 1873’te evlendiği Seyfeddin Efendi’yi doğuran Baş-İkbâl Gevherî
Hanımefendi de Dördüncü Kadın-Efendi oldu.
Neş’erek
Üçüncü Kadın-Efendi, 24 Ağustos 1874’te Emine Sultan’ı (ölümü: 29 Ocak 1920)
ve 5 Haziran 1872’de Şehzâde Mehmed Şevket Efendi’yi (ölümü: 22 Ekim 1899)
doğurdu (Şevket Efendi’nin bugün torunu Sâdeddin Efendi ve onun iki çocuğu
hayattadır.) Bu Neş’erek Kadın-Efendi, Sultan Aziz’in hal’ edildiği gün ateşli
hasta idi, omzundaki şal alınarak hakarete maruz kaldı. Çıplak omuzlarına
Boğaz’dan geçerken yağmur yedi. Topkapı Sarayı’nda bakımsız kaldı. Başlarına
gelen büyük felâketin de tesiriyle 11 Haziran 1876 günü 28 yaşında öldü.
Sayın
okuyucularımın dikkatlerine sunuyorum: Neş’erek Kadın-Efendi’nin ölümü, Sultan
Aziz’in ölümünden bir hafta sonra ve yukarıda anlatmaya başladığım Midhat Paşa
Konağı’ndaki kabine toplantısından sadece 4 veyâ 5 gün öncedir.
Neş’erek
Kadın-Efendi’ye nasıl ve kimin tarafından hakaret edildiği yerinde
anlatılmıştı, burada tekrarına lüzum yoktur. Yalnız hatırlanması zarûrî idi.
Gazi
İsmail Bey’in oğulları Hasan ve Osman ise, ilköğretimden sonra bahriye (deniz)
rüşdiyesini (ortaokul) ve îdâdîsini (lise) okudular. Son sınıfta Hasan Bey,
askerî îdâdîye geçti. Sonra Hasan, Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne’yi (Harb Okulu),
Osman da Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne’yi (Deniz Harb Okulu) bitirerek teğmen
oldular. Osman Bey, uzun yıllar Osmanlı bahriyesinde hizmet etti ve amiral
oldu.
Gazi
İsmail Bey’in kız kardeşi, yani Neş’erek Kadın’la Hasan Bey’in halası olan
hanım, vaktiyle Kapdân-ı Deryâ bahriye müşîri (büyükamiral) Ateş Mehmed Paşa
ile evlenmişti. Olayımızın geçtiği 1876 yılında Trabzonlu Ateş Mehmed Paşa
ölmüştü ve dul hanımı, onun konağında yaşıyordu. Çerkes Hasan Bey de bekâr
olduğu için halasının -eniştesinden kalma- bu konağında ikamet ediyordu.
Neş’erek
Kadın-Efendi ölünce, kızı Emîne Sultan’ı 2 ve oğlu Şevket Efendi’yi 4 yaşında
oldukları halde anasız bırakmış, zaten zavallı çocuklar, bir hafta önce de
babaları Abdülaziz Hân’ı kaybetmişler, babaanneleri Pertevniyâl Valide de
tevkif edilip Topkapı Sarayı’na sürülmüştü. Çocuklar, Ortaköy Fer’iyye
Sarayı’nda, ağabey ve ablaları ile hizmetlerindeki câriyelerle yaşıyorlardı.
Çerkes
Hasan Bey, Şûrây-ı Askerî’ye yâver oldu. Sonra ablasının iltimasıyla padişahın
büyük oğlu olup müşîr rütbesi taşıyan Yusuf İzzeddin Efendi’nin yâveri oldu.
Saraya serbestçe girip çıkmaya, hünkâr yâveri kordonları takınmaya başladı.
Sultan Aziz, beğendiği asker tipinde olan bu genç kayın biraderini seviyordu.
Hasan Bey, kolağası (kıdemli yüzbaşı) idi. Yaşı 26’ya gelmişti.
Ve
darbe oldu. Avni Paşa, Çerkes Hasan’ı yakından tanıyordu. Memduh Paşa’nın Mir’ât-ı Şüûnât’da yazdığına göre,
Avrupa ve Amerika’dan yeni silâhlar geldiği zaman Hasan Bey’i çağırır:
Şu
silâhı eline alıp bir tecrübe et bakalım, sen iyi nişancısın, iyi vuruyorsun,
at, vur, göreyim! dermiş.
Padişah
kayın biraderi, kadın-efendi kardeşi, şehzade ve sultan dayısı olan böyle bir
subayı Avni Paşa’nın değil sarayda, İstanbul’da ve Birinci Ordu’da
bırakmayacağı aşikârdı. Kendisini Altıncı Ordu merkezine, yani Bağdat’a tâyin
etti ve gücenmemesi için, Bağdat’a gönderilirken rütbesinin binbaşılığa
çıkarılmasını emretti. Esasen darbeden sonra birçok subaya bir rütbe terfi
verilmişti.
Başka
niyetleri olan ve Bağdat’a gitmeyi aklından geçirmeyen Hasan Bey emri
savsakladı. Bunun üzerine tevkif edildi. Askerî tevkifhâneye kondu. Orada,
Birinci Ordu Kumandanı ve Şûrây-ı Askerî Reîsi Müşîr Redif Paşa’yı görmek
istediğini bildirdi. Redif Paşa, Hasan Bey’i kabûl etti:
Sen
asker değil misin? diye bağırdı; şehzâde veya sultan-zâde misin? İstanbul
dışına gitmem dersin? Askerî emre muhâlefet ettin. Vazife yerine zamanında
hareket etmedin. Dîvân-ı harbe çıkacaksın...
(Ablamın
ölümünden dolayı) ailevî teessürüm ve mazeretim vardı Paşa Hazretleri, diye
cevap verdi Hasan Bey; eğer beni bugün salıverirseniz yarın Bağdat’a hareket
edeceğime askerî ve şahsî namusum üzerine söz veriyorum. Bugün serbest kalmam
lâzım. Yapacak mühim işim (!) var. Gene emr-ü ferman zât-ı devletlerinindir...
Redif
Paşa bir saniye tereddüd ettikten sonra, Hasan Bey’in salıverilmesini nöbetçi
subaya işaret etti. Padişahla akraba bir subayı dîvân-ı harbe verip yahut
mahfûzen Bağdad’a gönderip dünyâ kadar dedikoduya sebebiyet vermektense,
sessizce halletmek çok daha akıl işiydi.
Hasan
Bey, Beyazıt’tan Cibali’ye indi. Halasının konağı burada idi. Halası ve merhum
Kapdân-ı Deryâ Ateş Mehmed Paşa’nın büyük oğlu sadâret mektûbî kalemi halifesi
(başbakanlık özel kalemi kâtibi) Ali Rızâ Bey gibi, Çerkes Hasan Bey’in de
ikametgâhı burası idi. İhtilâlden sonra, saraydaki yâver odasını kaybetmişti.
Fakat hâlâ hassa yâveri kordonlarını takıyordu. Konaktaki odasına çıktı. Bir
müddet arka üstü uzanıp dinlendi. Akşam olmuştu. Yavaş yavaş, hiç telâş ve
acele etmeden hazırlanmaya başladı. Dört beş ay önce ölen Sadrâzam Müşîr Es’ad
Paşa’nın -ki Hüseyin Avni’nin can düşmanı idi ve onun da genç yaşında Avni
Paşa tarafından zehirlettirildiği kanaati hâkimdi- terekesinden bir çift
altıpatlar revolver almıştı. Mükemmel silâhlardı. Çok denemiş, hiç tutukluk
yapmamıştı. Bu iki tabancayı kuşandı. Şurasına burasına iki veyâ üç küçük
tabanca daha sokuşturdu. Teker teker gözden geçirdi. Hepsi dolu idi. Her zaman
taşıdığı Çerkes kamasından başka iki kamayı daha üzerinde gizli yerlere
yerleştirdi. Hazırdı. Konaktan çıktı.
Cibali
iskelesinden kiralık kayıkla Kuzguncuk’a geçti. Hüseyin Avni Paşa’nın yalısına
gitti:
-
Paşa Hazretleri buradalar mı? diye sordu.
Uşaklardan
biri:
-
Hayır, dedi; Midhat Paşa’nın konağına gitti, bu gece hükûmet orada
toplanacakmış. Nişanlarını da taktı. Çünki halkın arasından geçecekmiş!
Hasan
Bey, kayığa atlayıp Sirkeci’de karaya çıktı. Beyazıt’a Midhat Paşa konağına
geldi. Kapıdaki ağalara:
-
Serasker Paşa Hazretleri buradalar mı? diye sordu.
Saraydan
bir haber getirdiğine şüphe etmeyen ağalardan biri:
-
Yukarıdalar, diye cevap verdi, ama çok acele değilse (!) şimdi girmeseniz iyi
olur. Hükûmet müzakere hâlinde. Serasker Paşa’nın âdetidir, sıkça abdest-hâneye
çıkar. Sofada beklerseniz, çıkınca yakalarsınız...
Yalnız
Çerkes Hasan Bey’in işi acele, hem çok acele idi. Öyle seraskerin sofaya
çıkmasını falan bekleyecek hâli yoktu.
Bu
sırada nâzır paşalar hazretleri; sıcak, içki ve fazla yemekten bunalmışlar, herkese
rehavet çökmüştü. Ekserisi de yaşlıca adamlardı. Hüseyin Avni Paşa oldukça
şişman idi. Halet Paşa sıkılmış, koltuğunda oturmuyor, ayakta dolaşıp boyuna
koltuk değiştiriyordu. Pencerenin önünde Râşid Paşa vardı. Cevdet Paşa, kapı
tarafına düşmüştü, yanındaki koltukta eski Serasker Rızâ Paşa oturuyordu. Onun
yanında da Midhat Paşa. Karşıda Şerif Hüseyin Paşa ile Yusuf Paşa yan yana
idiler. Başköşede Rüşdü Paşa, Avni Paşa, altlarında Ahmed Paşa bulunuyordu
(oturuş şekli, Cevdet Paşa’nın yazılı ifâdesine göredir). Cevdet Paşa’nın
tarafı rüzgâr almıyordu, çok terlemeye başlamıştı. Bu sırada pencerenin
önündeki Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa rüzgârdan sıkılmıştı; Cevdet Paşa’ya, yer
değiştirmeyi isteyip istemediğini sordu: “Canıma minnet bildim” diyen Cevdet
Paşa, Hâriciye Nâzırı ile yer değiştirdiler. O gece Râşid Paşa hükûmet
toplantısına evvelâ çağırılmamıştı. Çünki yazlığı Boğaz’da uzak yerde idi.
Fakat gündüz, Dîvân-ı Hümâyûn âmedcisi Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’i
(Paşa) görüp “Biz nâzır değil miyiz?” demesi üzerine Mahmud Bey, ona da
sadrâzam imzalı bir davetiye çıkartmıştı.
Ve
saat 22.30 olmuştu. Hâlâ bazı Avrupa devletlerine, Karadağ ve Girit isyanlarına
müdahale etmemeleri için verilecek notanın metni üzerinde mutabakat hâsıl
olmamıştı. Çerkes Hasan Bey, nâzırların toplandığı salonun kapısını açtı. Ayağı
ile kapıyı sertçe kapayıp, elindeki altıpatlar Amerikan yapısı tabancayı
Hüseyin Avni Paşa’ya doğru çevirip:
-
Davranma serasker! diye bağırdı ve bütün salondakileri:
-
Davranmayınız (kıpırdamayınız)! Şeklinde ihtar etti. Fakat ihtara az kişi kulak
astı. Salon bir anda karmakarışık oldu. Nazırların çoğu ayağa kalkmıştı.
Katliâm
Çerkes
Hasan Bey, uzaktan Avni Paşa’ya iki el ateş etti. Kurşunlardan birini göğsüne,
diğerini karnına yiyen amansız diktatör, hemen can vermedi. Dokuz canlı idi.
Elini şiddetle dizine vurdu. Can havliyle sofaya atıldı. Fakat yere serildi.
Henüz ölmemişti, fakat yediği kurşunlar amansızdı. Bilhassa karnına isabet
edeni barsaklarını parçalamıştı, müthiş ıstırap veriyordu. Hasan, seraskerin
arkasından atıldı ki, yetişen ihtiyar Kapdân-ı Deryâ Kayserili Ahmed Paşa,
genç subayı arkasından kucakladı. Bir defa şiddetle silkinen Hasan kuvvetinin,
Ahmed Paşa’nın kollarını çözmeye kâfi gelmeyeceğini hemen anladı. Her saniyesi
de sayılı idi. Uzunca bir mücadeleyi göze alamazdı. Sağ elindeki tabancayı
bırakmaksızın, sol eliyle kamasını çıkardı. Ahmed Paşa’nın bir kulağına kamayı
dokundurdu. Kulağının dibi şiddetle kanamasına ve yüzü gözü kan olmasına rağmen
Kapdân-ı Deryâ, Hasan Bey’i bırakmadı. Hasan, arkadan göğsüne uzanan Ahmed
Paşa’nın koluna kamayı sapladı. Gene bırakmadı. Bunun üzerine Kapdân-ı
Deryâ’nın parmaklarını pastırma keser tarzda dilimleyerek kesmeye başladı.
Mecâli kalmayan Ahmed Paşa, Hasan Bey’i bıraktı. Bu mücâdele yarım dakikadan az
sürmüştü.
Hasan
Bey, sofada kanlar içinde yatan Hüseyin Avni Paşa’yı gördü. Serasker ölüm
hâlindeydi. Fakat ne olur ne olmaz, işi şansa bırakamazdı. Ahmed Paşa’nın
parmaklarını doğradığı kamayı, diktatörün üzerine çökerek vücuduna sapladı.
Serasker, son defa titredi. Kasıldı kaldı. Çerkes Hasan, hıncını alamamıştı.
Kamasını birkaç defa daha Hüseyin Avni’nin leşine batırıp çıkardı. Bu arada
nümayiş olsun diye bir iki kurşunu havaya sıktı (ertesi gün attığı kurşunlardan
toplayabildiğini, bir İngiliz gazetesinin muhabiri tanesini bir altına satın
almıştır).
Ancak
Ahmed Paşa ile mücâdele ve baş hedef olan seraskeri sofaya kadar takip etmek
mecburiyeti, Hasan Bey’e çok değerli bir veya iki dakika kaybettirdi. Sofadan
salona döndüğü zaman, Râşid Paşa dışında tek kişi göremedi. Diğer bütün
nazırlar salonu terk edip kaçmışlardı. Yalnız Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa,
oturmakta devam ediyordu. Hasan Bey, başını nişan alarak Râşid Paşa’ya kurşun
attı. Paşa, oracıkta hemen öldü.
Mamafih
bir rivayet de şudur: Baskın sırasında Râşid Paşa korkmuş ve kalp sektesinden
oturduğu yerde ölmüştür. Çerkes Hasan, nâzırın zâten ölmüş vücuduna kurşunu
sıkmıştır. Diğer bir rivâyet, Râşid Paşa, herkes kaçıştığı halde şu sebepten
yerinden kımıldamamıştır ki, cunta ile hiçbir ilgisi yoktu. Cunta ile Sultan
Aziz’in hal’i ve şehâdeti ile hiçbir ilgisi olmayan bir nâzırı Çerkes Hasan’ın,
heyecanla kurşunladığı muhakkaktır. Dehşet vermek ve o kabine (hükûmet)
hakkındaki kanaatini kurşunlarla belirtmek istediği de düşünülebilirse de,
bizzat kendisinin ifâdesi şudur: Ne pahasına olursa olsun serasker Avni Paşa’yı
öldürmek gayesiyle bu işe girişmiş, Kayserili Ahmed Paşa ile Midhat Paşa’yı da
öldürmeye kararlıdır. Fakat bu ikisinin öldürülmesi, seraskerin hayatını
kurtarma şansı bahasına gerçekleştirilmeyecektir. Yalnız seraskeri de öldürse,
bütün hükûmeti de katletse cezası değişmeyeceği ve giriştiği iş de tarihin
akışını değiştirecek mahiyette bulunduğu için, kurunun veya yaşın yanması
kendisi için eşittir.
Bir
dakika içinde, devletlü paşalar hazretleri, nereye savuşmuşlardı? Midhat Paşa,
konak sahibi sıfatıyla hemen harem kısmına geçtiği için, kendini en iyi şekilde
teminata almıştı. Bu arada arkadaşlarını kurtarabilmek için en küçük jest yapmamıştır.
Bunu korkaklığından değil, egoistliğinden yapmamıştır. Midhat Paşa, egosu ve
egoistliği ile çok meşhurdur ama ihtiyar Serasker Müşîr Rızâ Paşa, akıllı ve
tecrübeli idi. Hemen hâne sahibinin peşine takılmış, o da Midhat Paşa ile
beraber hareme geçerek canını kurtarmıştır.
Yûsuf
ve Şerîf Hüseyin Paşalar, salonun yanındaki odaya kaçmışlar, Cevdet Paşa da
onları tâkib etmişti. Fakat kaçtıkları odanın mahfuz olmadığı anlaşıldığından,
karşı taraf kapısından odayı terk edip her biri bir yere savuştular. Cevdet
Paşa, kendini kiler merdiveninin başında buluverdi. Hükûmeti bir karşı ihtilâl
kuvveti basmış sanılıyordu. Dışarıda asker müdâhale etmediğine göre, başka
türlü olması düşünülemezdi. Fakat Sadrâzam Rüşdü Paşa, bir bakışta durumu anlar
gibi olmuş, Çerkes Hasan’ı tanıyınca, bunun şahsî ve münferit bir sûikasde
benzediğine karar vermişti.
Maliye
Nâzırı Yusuf Paşa, merdivenlerden birinden avluya inmiş, bir arabanın altında
bir müddet saklandıktan sonra kimsenin gelmediğini görünce, sokağa çıkıp canını
kurtarmıştı. Birkaç saniye sonra Cevdet Paşa da kendini sokağa attı ve Yusuf
Paşa ile sokakta buluştu. Yusuf Paşa bir şeyler söyleyip konağına gitmek üzere
savuştu. Cevdet Paşa, sokakta bekleyip ne olacağını görmek istedi.
Sadrâzam
Rüşdü Paşa ise, Hâlet Paşa ile beraber, salonun mukabil tarafına açılan odaya
sığınmış ve kapısını kilitlemişti. Bu sırada işini bitiren Çerkes Hasan, Midhat
ve Ahmed Paşalar’ı öldürmek ümidiyle, Rüşdü Paşa’nın bulunduğu odaya geldi ve
omuzlayarak kapıyı aralamaya muvaffak oldu. Fakat aralıktan Rüşdü Paşa soba
demiri ile Hasan Bey’in koluna vurup taarruzu püskürttü. Odanın diğer kapısına
koşan Çerkes Hasan, Hâlet Paşa’nın muhafazasındaki bu kapıyı zorladığı halde
açamadı, tekrar Rüşdü Paşa’nın bulunduğu kapının önünde şansını denemeye karar
verdi:
Aç
paşa, dedi; sana bir şey yapacak değilim. Rızâ Paşa da eski seraskerimdir.
Kayserili’yi verin, gideyim! Sadrâzam:
Hasan
Bey oğlum, şimdi hiddetin üzerindedir, yarın gel görüşelim, şeklinde mantık
dışı bir cevap verdi. Zira bu işin yarını olmayacağı muhakkaktı. Şahitler bu
sırada Rüşdü Paşa’nın çok korktuğunu ve ecel terleri döktüğünü kaydediyorlar.
Hasan
Bey, arkadan kendisine sarılan Ahmed Paşa’nın kollarını kamasıyla çözdükten
sonra ona bir kurşun sıkarak öldürebilirdi. Fakat bütün ruhu ile sofada can
çekişmekte olan Avni Paşa’ya karşı son vazifesini yapmak istediği için, Ahmed
Paşa’ya bir sâlise zaman ayırmamış, vücudunu Ahmed Paşa’dan kurtardığı an,
Avni Paşa’nın üzerine atlamıştır.
Kayserili
Ahmed Paşa’nın darbeye katılması, meşrûtiyet taraftarı olanlarca lânetlenmişti.
O yaşta bu gibi dünyevî işlere girmesi, o devirde “hırs-ı pîrî = ihtiyarlık
hırsı” diye anılır ve karaktersizlik şeklinde görülürdü. O devrin telâkkisine
göre o yaşta bir adam, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmaya çok yaklaşmıştı. Ya
yüzde yüz müsbet ve hayırlı dünya işleri ile uğraşır, yahut ibadet eder,
âhıretini hazırlardı. Üstelik devlet, Ahmed Paşa’ya, alaydan yetişmiş
olmasına rağmen, büyükamirallik ve bahriye nâzırlığı vermişti Cahil, fakat
cesur ve iyi denizci idi ama Sultan Aziz kendisini donanmanın başında
tutmamıştı. Zira zırhlı donanma, başka bir şeydi. Eski alaydan yetişmiş
amirallerin değil, derin mühendislik bilgisi olan, bu işin tahsilini yapmış
subayların harcıydı. Ahmed Paşa, karakterindeki alçaklık saikasıyla bunu
anlayamadı ve sanki devletin kapdân-ı deryâlığı babasından kalan malmış gibi,
padişahın kendisini aynı makamda tutmaması dolayısıyla ona kinlendi. Darbe’ye,
hayâtının sonuna kadar kapdân-ı deryâ veya bahriye nazırı (aynı şeydir) kalmak
için katıldı. Kendisini o derece yücelten denizciliğe, Türk donanmasına zerre
kadar sevgisi ve saygısı olsaydı, devletin deniz kuvvetlerini ihya eden bir
padişaha karşı sûikasde katılmazdı. Devrinin geçtiğini anlayıp köşeye çekilir,
çubuğunu yakar, ibadetini yapardı. Bu derecede karaktersiz olan adam, Çerkes
Hasan’ın elinden kurtuldu. 2 yıl sonra 72 yaşında öldü. Yıldız Mahkeme-si’nin
cezasından da kurtuldu. Cenâb-ı Hakk’ın mücâzâtından kurtulamadığı muhakkaktır.
Tarihçilerin nefretine ve Türk’ün lanetine hak kazanmış olanlardandır.
Midhat
Paşa bu vak’ada ölseydi, 93 felâketinin önlenebilmesi mümkün olabilirdi.
Midhat Paşa umumî vâli olarak hayatını tamamlasa idi, nâzır ve sadrâzam
yapılmasa idi, ne kendi şahsı, ne devlet zarar görürdü. Ahmed Paşa, zamanında
emekliye sevk edilseydi, gene aynı şeydi.
Midhat
Paşa’nın mühtedî uşağı Ahmed Ağa, bu sırada Çerkes Hasan Bey’e bir rivayete
göre ekmek bıçağı, diğer rivayete göre bir yatağanla arkadan saldırdı. Fakat
bu işleri bilmediği için, sadece Hasan Bey’i ensesinden yaralayabildi. Ağır
yara değildi. Hasan Bey, bir kurşun sıkarak onu da öldürdü.
Bu
sırada katliâmın geçtiği salona asker gelmeye başladı. İlk gelenlerden biri,
Çerkes Hasan’ın kurşunu ile öldü. Bir zabtiye (polis) eri idi. Hasan Bey ertesi
günkü sorgusunda:
-
Bîçâre bir zabtiyeyi öldürdüğüme, fakat bilhassa Midhat Paşa’yı öldüremediğime
teessüf ediyorum! demiştir.
Vak’anın
hayrete şayan tarafı, iki hafta önce meşrû bir imparator -halîfeyi hileyle
tahtından indiren, öldürten veyâ ölümüne sebeb olan, bu işleri dolayısıyla iki
haftadan beri dünya basınında manşette ve dünya kabinelerinde gündemde olan bir
hükûmetin, hiçbir ciddî muhafaza altında olmadığının anlaşılmasıydı. Zira
hükûmet toplantısı sırasında konağın zemin katında ve bahçesinde yâver, emir
çavuşu, ağa, uşak olarak 30 ilâ 40 kişinin bulunduğu muhakkaktır. Bunlardan
hiçbiri zamanında yetişememiştir. Hattâ hiçbiri müdâhalede bulunmamıştır. Ancak
Hasanpaşa Karakolu’ ndan asker gelip üst kata çıkınca onlarla beraber çıkan
sadâret yâverlerinden Bahriye Kolağası (deniz kıdemli yüzbaşısı) Şükrü Bey,
Çerkes Hasan’ı askerlere tevkif ettirmiş, silâhlarını aldıktan sonra ağır
şekilde tahkir etmiştir. Bunun üzerine Çerkes Hasan, çizmesine eğilmiş, oradan
minyatür bir tabanca çıkarıp deniz subayını vurmuştur. Şükrü Bey, derhal
ölmüştür. Bu suretle vak’ada Çerkes Hasan, 5 kişi öldürmüştür. Yaraladıklarının
sayısı çeşitli şehâdet ve kaynaklara göre 2 ilâ 10 arasında değişik rakamlarla
ifade edilmektedir. Fakat bunların hepsini Hasan Bey yaralamış değildir. Bir
kısmı aşağıdan ateş edilirken yaralanmıştır, şöyle:
İlk
yetişen askerlerin başındaki yüzbaşı, hükûmet üyelerinin bulunduğu zemin
katından sonraki birinci kata, konağın bahçesinden ateş emri vermiştir. Askerler
tüfekle, birinci katın pencerelerine ateş etmişlerdir. Bu emri veren
yüzbaşının aklından şüphe edilir, hattâ sonradan onun da hükûmete suikast için
Çerkes Hasan’a yardımcı olduğu iddia edilmiştir. Sonra hemen bir binbaşı
yetişmiş, ateşi durdurmuş, askerleri merdivenlere sevk ederek birinci kata
çıkartmış ve ateş emri veren yüzbaşıya çok ağır şekilde hakaret etmiştir.
Çerkes Hasan Bey’in Sorgusu
Çerkes
Hasan Bey, Beyazıt’ta Bâb-ı Seraskerî denen seraskerlik binasının (İstanbul
Üniversitesi Merkez Binası) yanındaki Süleymâniye kışlasında bir odaya
götürüldü. Sorgusuna başlandığı zaman saat takriben 0.30, yani gece yarısından
sonra yarımdı. Vak’anın üzerinden sadece 2 saat geçmişti.
Hasan
Bey’in odasına önce bir operatör girdi. Ensesinden, başından, sırtından yaralı
olan eylemciyi tedavi etmek istiyordu. Hasan Bey:
-
Teşekkür ederim cerrah bey, dedi; tedavinize lüzum yoktur! Beni ya asarlar, ya
kurşuna dizerler. Bu işi hemen yapacaklardır. Yaralarıma baktırmak abestir.
Doktor
çıktı. Askerî sorgu başladı. Sorgu zabıtları elimizdedir. Çerkes Hasan Bey’in
bu sorguda söyledikleri içinde dikkate değer bulduğum birkaç cümleyi
naklediyorum:
“- Avni ve Ahmed Paşalar’ı vurmaya kesin kararlı idim. Fırsat bulursam
Midhat Paşa’yı da vuracaktım. Başka kimseyi vurmayı düşünmüyordum. Sultan
Abdülaziz, hal’ edilir edilmez bunu tasarladım. Sultan Abdülaziz’in yeniden
tahta çıkması lâzımdı ama hâkan öldü. Bunu haber alır almaz, söylediğim
paşaları Sultan Aziz’in cenâze merâsiminde, Sultan Mahmud Türbesi’nde vurmaya
karar verdim. Fakat böyle mukaddes bir merâsimde kan dökmenin yakışık
almayacağını düşündüm, vazgeçtim. Fırsat kollamaya başladım. O günden beri
fırsat arıyordum. Öyle bir şey yapmalıydım ki, ibret olsun, bundan sonra kimse
padişah hal’ etmek falan gibi şeylere cesaret edemesin! Aynı zamanda, devlet
büyüklerinin kâfi derecede muhafaza edilmediklerini de fiilen isbât ettim.
Gerek Zât-ı Şâhâne (Beşinci Murad), gerek nâzırlar, sanırım bundan sonra
maiyetlerinde bulunanlara ve muhafaza edilmelerine ziyâdesiyle dikkat edeceklerdir. Sorgum bitince telef
edileceğimi biliyorum… “
Bu
sözlerdeki ehemmiyetli noktalar şunlardır: Sultan Aziz daha ölmeden, tahttan
indirildiği an, bunu yapanları öldürmek kararını verdiğine göre Çerkes Hasan
Bey, meşruiyeti savunmak için bu işe girmiştir. Bunda, tahttan indirme günü
ablasının gördüğü hakaretin de elbette tesiri vardır. Sultan Aziz öldürülüp
ardından ablası da ölünce, herhalde kararını keskinleştirmiştir. Diğer
taraftan, padişahın dahi kâfi muhafazada olmadığını söylemiştir. Bu ihtarı
Beşinci Murad değerlendirecek zaman bulamamıştır. Fakat bu ihtarı şahane
şekilde 33 yıl boyunca değerlendirecek olan İkinci Abdülhamid’dir. Biraz
formaliteyi tamamlamak meselesi olduğu anlaşılan kısa sorgunun en mühim tarafı
şudur:
Askerî
savcı, nereden telkin ve emir almışsa, Hasan Bey’e, bu işi kimin emir ve
teşvikiyle yaptığını, kendisinden başka kimlerin şu veya bu suretle iştiraki
olduğunu sormamıştır. Böyle bir tahkikata lüzum görülmemesi, meselenin derhal
kapatılmak, karıştırılmamak istendiğini açık şekilde gösterir ve muhtemelen
Sadrâzam Rüşdü Paşa’nın emriyle olmuştur. Çerkes Hasan Bey’in derhal
öldürülmesi bunu gösterir. Gerçek bir dîvân-ı harbe çıkarılıp muhâkemesi
yapılmadan ortadan kaldırılıverilmesi, sonradan çok kınanmış ve çok mânâlı da
bulunmuştur.
Çerkes
Hasan sorguya çekilirken, gece yarısı olmasına rağmen, Midhat Paşa konağındaki
ve konağın bulunduğu sokaktaki kargaşa bitmemiş, büyük kalabalık toplanmış, her
tarafa askerî birlikler yığılmıştı. Cevdet Paşa, sokaktan tekrar konağa girdi.
Kanlar içinden ilerleyerek hareme geçti. Midhat ve Rızâ Paşalarla görüşdü.
Rızâ Paşa soğukkanlı idi, teessür de göstermiyordu. Onun bu durumunun şüpheli
olduğunu Rızâ Paşa ile dünür olan Cevdet Paşa ima ediyorsa da, bu ima bize göre
yersizdir. Zira Rızâ Paşa 67 yaşında bir mareşal, harb ve darb görmüş bir
askerdi, birçok defalar serasker, kapdân-ı deryâ, tophâne müşîri, ticaret
nazırı olarak kabineye girmişti. Böyle bir adamın kan gördü diye, -ilmiyye’den
yetişmiş Cevdet Paşa gibi- telâşa kapılmayacağı muhakkaktı.
Ancak
sonradan Çerkes Hasan’ın arkasında bu mareşalin bulunduğu söylenmiştir. Zira
olaydan iki gün önce Hasan Bey’in, “Cihan Seraskeri” denen bu Rızâ Paşa’nın
konağından çıktığı görülmüştür. Nitekim ertesi gün, -yedinci defa olarak- bu
Rızâ Paşa, serasker (savunma bakanı ve genel kurmay başkanı) olmuştur (eylem
sırasında kabinede Tophâne Müşîri sıfatıyla bulunuyordu). Rızâ Paşa’nın eşi,
Sultan Mahmud sarayından çıkmış bir “saraylı hanım” idi. Ertesi gün eylemi
duyunca bu hanımefendinin, ziyaretine gelen bazı nâzır hanımlarına:
Çerkes
Hasan’ın elleri nûrdan kopsun! dediği duyulmuştur. Bütün bu sözler ve bu
sözlerin ardında yatan gerçekler araştırılmamıştır. Avni Paşa’nın yerine geçen
Rızâ Paşa böyle bir şeye izin vermediği gibi, Rüşdü Paşa’nın da işine
gelmemiştir. Midhat Paşa ise, Avni Paşa’nın ölümüyle büyük bir sevince ve ümide
düşmüş, artık meşrûtiyeti ilân ettirip ölesiye sadrâzam olabileceğini
hesaplamıştır. Rızâ Paşa, Sultan Mahmud’un şahsen yetiştirdiği askerlerden
olduğu için, düzeni koruyacağı ve orduda her türlü sızıntıyı önleyeceği hesâb
edilmiş, nitekim öyle de olmuştur.
Çerkes
Hasan Bey hakkında dîvân-ı harb, askerlikten ihraç edilerek idam hükmü verdi.
Askerlikten ihrâc edilmeyerek idam hükmü verse kurşuna dizilecekti. Fakat
kumandanını öldürmek gibi askerliğe aykırı bir iş yaptığı gerekçesiyle,
askerlik silkinden tard edilmesi kararlaştırıldı. Bu şekilde asılarak idamı
sağlanmış oluyordu. Bir gün sonra, 17 Haziran Cumartesi günü yeni başlarken,
henüz sabah karanlığında alelacele Beyazıt Meydanı’nda büyük kapının yanındaki
dut ağacına asılarak idam edildi.
İstisnasız
herkes, Çerkes Hasan Bey’i millî bir kahraman olarak gördü. Halk, kendi
hissettiklerini eylem hâline dönüştüren bu kahramanı tebcîl etti. Cuntacı
nâzırlar dâhil herkes, neşe ve sevinç içindeydi. Çünki Avni Paşa belâsı artık
yoktu.
Darbeyi
vuran ve ihtilâli yapan adamın saltanatı ancak 16 gün sürmüştü. Hâlbuki Avni
Paşa, 54 yaşını henüz tamamlamıştı. Kendisine biçtiği saltanat asla 16 yıldan
az değildi. Dünyanın en büyük imparatorluklarından birinde ölesiye, Ali kıran
baş kesen olmaya kesin kararlı idi.
Şimdi
artık ihtilâlin başı, eylemin ardındaki fikrin gerçek temsilcisi olarak ortaya
çıkan Midhat Paşa idi. Askerin, askerlikten başka bir şeyden, politikadan
anlamadıkları kesin kanaatinde idi. Zaten sivillerin içinde de kendi çapında
hiçbir kişinin bulunmadığına -samimiyetle- inanıyordu. Şimdi onun devri
başlıyordu. Şimdi o, devletin ve şahsen kendi varlığının başına belâlar sarmaya
başlayacaktı.
Çerkes
Hasan Bey, Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Mezar taşı bir rivayete göre
Pertevniyâl Sultan, diğer rivayete göre İkinci Abdülhamid tarafından
yaptırıldı. Taşa “Genç yaşında
veliyyünnîmeti uğrunda fidây-ı cân eden
merhûm ve mağfûrünleh Çerkes Hasan Bey’in rûhiyçün Fâtiha” diye yazıldı.
İkinci Abdülhamid, Çerkes Hasan’ın asıldığı dut ağacını da kökünden söktürerek
imha ettirdi. Senâî, Naîm, Hilmî Efendiler, Müşîr Eşref Paşa gibi şâirler,
Hasan Bey hakkında mersiyeler yazıp onun ne büyük bir kahraman olduğunu
terennüm ettiler. Eşref Paşa’nın mersiyesinden:
Rabb-i izzet Cennet etsin kabrinî Çerkes
Hasan
Kaamet-î Avnî’ye ol/esnâda biçmişdî kefen
Mehmed
Hilmi Efendi ise, mersiyesinin bir mısraında Sultan Aziz’in kolunu mıkrâz
(makas) ile keserek intihar ettiğini savunan resmî görüşle şu mısra ile alay
ediyordu:
Var mıdır dünyâda hiç mıkrâz ile kolun kesen
Âtıf
Bey şöyle yazıyor:
-
Sultan Abdülaziz’in o kadar ihsanını gören kimse vardı. Bunların içinde yalnız
Çerkes Hasan Bey canını feda etmek şerefini kazandı. Gerçek bir gazi idi (yani
Avni Paşa’yı öldürerek gaza yapmıştı)...
Çerkes
Hasan’ın sorgusu sırasında:
-
Nefsim için bu işi yapmadım, millet için yaptım! demesi, bütün millet
tarafından onaylandı.
Ama
Çerkes Hasan’ın misyonu ve Avni Paşa’nın âkıbeti hakkındaki en kesin hükmü
Süleyman Paşa vermektedir:
- Avni Paşa’nın niyeti, cellâdâne idi.
Arkadaşlarını da, kendisine direnen kumandanları da ortadan kaldırmaya
çekinmeyecekti. Diktatör olmaya azimli idi. Buna, Cenâb-ı Hakk mağfiret etsin,
Çerkes Hasan mani oldu. Ne olurdu, Avni Paşa, Sultan Aziz’i tahttan indirmeden
evvel öldürülse idi... Bütün bu musibetler olmayacaktı. Ne çare ki milletin
mukadderatı böyle imiş!
Bu
müthiş cümleler, Süleyman Paşa’nın kendisini âlet gibi kullanarak eyleme iten
ve sonra o eylemin üzerine oturmak isteyen Avni Paşa hakkında verdiği en ağır
hükmü teşkil etmektedir. Şüphesiz olaydan sonra ve olayın getirdiği akıl almaz
millî felâketleri yaşadıktan sonra birkaç cümle yazarak pişmanlık göstermek,
Süleyman Paşa’nın haksız eylemini asla mâzur gösteremez.
Hüseyin Avni Paşa’nın Cenazesi
Hüseyin
Avni’nin cenazesi, Çerkes Hasan’ınkinden bir gün önce kaldırıldı. Süleymaniye
Camii hazîresinde Sadrâzam Âlî Paşa’nın ayakucuna gömüldü. Hâlbuki Âlî Paşa’nın
ayağının tırnağı değildi. Muhteşem bir mezar taşı dikildi. Dostu eski zabtiye
nazırı Hüsnü Paşa’nın söylediği şiir bu taşa kazılmıştır. Bu manzûmede Avni
Paşa’nın taktiğe ait bir telif kitabı ile askerliğe dâir Fransızca’dan üç
tercüme kitabı bulunmasına kadar her şey yazılmıştır ama diğer şâirler, Avni
Paşa’nın ölümünden ne kadar sevinç duyduklarını anlatan şiirler yazmışlardır
ki, şüphesiz bu da her faniye nasîb olmaz. Avni Paşa’yı aşağılayan pek çok
şiirden buraya örnek almaya lüzum görmüyorum. Ancak Avni Paşa üzerinde onunla
beraber çalışmış devlet adamlarının, askerlerin, sonradan gelen tarihçilerin
hükümlerinden örnekler vermek, sonra bu Avni Paşa bahsini kapatarak, ihtilâlin
Midhat Paşa safhasına geçmek icab eder.
Hüseyin Avni Paşa’nın Şahsiyeti
Murassâ
Osmânî ve Mecîdî nişânları ile birçok yabancı devletin nişânlarını alan Avni
Paşa; iyi, bilgili, otoriter, teşkilâtçı, cesur bir askerdi. Büyük bir harbe
girerek bir zafer kazanmış falan değildi. Fakat askerî harekâtta başarıları
görüldü, hiç birinde de mağlûb olmadı. Kendisine yapılan hücumlar, kötü asker
olduğu için değil, nâdir gelen bir psikopat olması dolayısıyladır. Nefsini ve
şahsî duygularını devletin her türlü menfaati üstünde tutması, bu yolda hiç
kimseyi harcamaktan çekinmemesi dolayısıyladır. Merhamet eskilerin “ulüvv-i
cenâb” dedikleri karakter yüceliği gibi vasıfların yanından geçmemişti.
Vicdansız değildi. Sadece kendisi için vicdan denen bir şey mevcut değildi.
Müşîr Süleyman Paşa, Avni Paşa hakkında şöyle diyor:
-
Hüseyin Avni Paşa, karakter bakımından bencil ve müstehzi, her işinde istibdada
sapan, inatçı bir adamdı. Bir makama gelince, ilk işi, sevmediği insanları
alçaltmak olurdu. En büyük zevki bu idi.
Her
şahsı tanıyan, her şeyi araştıran İkinci Abdülhamid, Yıldız Mahkemesi hazırlık
sorgusu için -padişah olduğu halde- yazılı ifâdesinde şöyle diyor:
- Büyük Rus harbi belâsının başlangıcı,
bilindiği gibi Hersek sancağımızda -ecnebî devletlerce- çıkartılan isyandır.
Sultan Abdülaziz, sancağa derhal asker sevkini istedi. Hüseyin Avni Paşa, bu
emre itaat etmedi. Hâlbuki bir fırka (tümen) asker göndererek bu mesele
oracıkta bitirilebilirdi. Öyle olmadı, milletlerarası mesele hâline getirildi.
Zâten Balkanlar’ı karıştıran devletlerin (Rusya ile Avusturya) maksadı bu idi.
Hersek hâdisesinden cesaret alan bu devletler, bunun üzerine Sırbistan,
Karadağ, Bulgaristan’da isyanlar çıkartıp işi büyüttüler. Sultan Murad cinnet
hâlinde idi. Avni Paşa, padişahın oğlu Salâhaddin Efendi’yi saltanat naibi ilân
edip kendisi devlete hükmetmek sevdasında idi...
Sadrâzam
Rüşdü Paşa’nın ifâdesi:
-
Sultan Abdülaziz’in hal’ edilmemesi için Hüseyin Avni Paşa’ya ihtar ettim, “İş
fena olur!” dedim, dinlemedi. Hakikaten iş fena oldu. Sultan Murad daha
cülûsunun ilk günü garip haller göstermeye başladı. Halk, tahttan indirmenin
şahsî garazlara dayandığını her yerde söyler oldu. Avni Paşa aleyhindeki
dedikodular, ayyûka çıktı. Bir musibete uğramamak için sadâretten istifa etmeyi
düşündüm, olmadı...
Ferik
(Korgeneral) Selâmi Paşa’nın ifâdesi:
-
Avni Paşa, ferik olduğum halde beni oturtmaz, ben de ayakta emir telâkki
ederdim. Hâlbuki diğer seraskerler, ferikleri oturtarak emir verirlerdi...
İbnülemin
Mahmud Kemâl İnal’dan:
-
Avni Paşa’nın son derece kibirli, azametli, fevkalâde kindar, hırslı ve
tamahkâr, inatçı, gaddar ve fesada düşkün, şehvetine mağlûb, af ve merhamet
duygularından mahrum, emsalsiz ve görülmemiş derecede garazkâr olduğunda,
kendisini pek yakından tanıyanlar, müttefiktirler. Pespâye bir baba ile annenin
sulbünden gelmiş, çocukluğu sefalet içinde geçmiştir. Bunlarda şüphesiz şahsî
kusuru yoktur ama tahsil ve terbiye gördükten sonra, cehâletten aydınlığa
çıktıktan sonra da karakterini değiştiremedi. Yaratılışındaki ve nesebindeki
kötülük, ruhunun aydınlanmasına mani oldu. Kötü huylarını bırakamadı. Hazret-i
Alî’nin “Sefillerin çocuklarına ilim
öğretmeyiniz; onlar tahsil edince yüksek işler isterler; istediklerine erişince
şerefli insanları alçaltmaya itina
ederler” mânâsındaki sözünün, gerçeğin ta kendisi olduğuna Avni Paşa misali
kâfidir. Nitekim Fuzûlî de, “Kılma ehl-î
zulme tâlîm-î maârif zînhâr” der...
Ölümünden
sonra, yabancı basın “Osmanlı kavimleri
kendisinden memnun değillerdi, onun için ölümüne kimse teessüf etmedi”
şeklinde yorumlar yaptı.
XIX.
asrın en büyük Türk tarihçisi ve hukukçusu olan Cevdet Paşa’dan:
-
Avni Paşa, Sadrâzam Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’yı Tâif’te zehirletti. Sadrâzam
Müşîr Es’ad Paşa’yı da onun zehirlettiği pek çok söylendi. Sultan Aziz’i zehirletmek
istedi, muvaffak olamadı. Tarsus Müftüsü Ahmed Hilmi Fiendi’yi de zehirli
şerbetle -Sultan Aziz hakkındaki tasavvurunu Vâlide-Sultan’a söylememesi için-
öldürttüğü bilinmektedir. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa’yı Çeşme’ye sürdükten
sonra orada zehirleteceğini söylemesi üzerine Midhat Paşa: “Bunu yapamazsınız,
muhâlefet ederim ve eğer böyle bir fiili irtikâb ederseniz bütün dünyaya
kaatil olduğunuzu ilân ederim, isbâta da muktedirim” demiş ve vazgeçirmiştir.
Evet
sayın okuyucularım, Borgialar devrinde Rönesans Roması’nda değil, Tanzimat
Türkiyesi’ndeyiz.
Midhat
Paşa’nın hazırlık sorgusundaki ifâdesinden:
-
Evet, Hüseyin Avni Paşa’nın Mahmud Nedim Paşa’yı zehirletmek istediği doğrudur.
Kayserili Ahmed Paşa’yı da ikna etmiş. Fakat ben mani oldum. Gerçekten Avni
Paşa da, Ahmed Paşa da fena adamlardı. Avni Paşa cezasını çekmiştir. Bunu o
zaman Rüşdü Paşa’ya da söylemiştim, belki hatırlar. Avni Paşa aynı zamanda
büyük meblağlar rüşvet almıştır. Biri Mısır Valisi İsmail Paşa’dan aldığı
rüşvettir ki ona, istediğinden geniş imtiyazlar tanıyan ferman temin etmiştir.
Cevdet
Paşa’dan:
-
Büyük hırsızlıkta Avni Paşa, Mahmud Nedim Paşa’dan ileri idi. Avrupa’dan satın
alınan silâhlar için yapılan mukavelelerde, büyük meblağlar almıştır...
Âtıf
Bey’den:
-
Amerika’dan 600 bin Martini tüfeği alınan partide Avni Paşa, Azaryan
vasıtasıyla hayli para kazandı. Bu Azaryan’ı Avni Paşa, kardeşi gibi severdi.
Zaten kendisi gibi şişman ve hırsızlıkta birbirlerine ortak idiler. Krupp
fabrikalarından da çok para aldılar.
Ebüzziyâ
Tevfik Bey’in Yeni Osmanlılar Tarihi’ndeki
ifâdesi:
- Hüseyin Avni Paşa’ya göre Mısır hıdivi
İsmail Paşa, yağlı kuyruktu; epey sızdırmıştır.
İbnülemin
Mahmud Kemâl İnal’dan:
- Mahmud Nedim Paşa ilk defa sadrâzam
olunca, Hüseyin Avni Paşa’nın devlet hazînesinden 10 bin keseden fazla (10
milyon altın) çaldığı hakkında aleyhinde tahkikat açtırdı. Sonra Mahmud Nedim
Paşa düşünce, bu tahkikat durduruldu (zira bu kadar büyük meblağın Avni Paşa
tarafından tek başına çalınması mümkün değildir, başka devlet adamlarına da
mutlaka hisse vermiştir). Avni Paşa’nın Mahmud Paşa’ya düşmanlığının sebebi
budur...
Başmâbeynci
Lûtfî Simâvî Bey’den:
- Avni Paşa’nın silâh satın alınmalarında
birçok paralar aldığı söylenmiştir...
Müşîr
Nusret Paşa’nın ifâdesi:
- Avni Paşa, çaldığı paralarla çok mal mülk
edinmişti. Bu paraların bir kısmını sonradan devlet ve milletin baş belâları
olan rezillere dağıttı. Velînîmeti olan Sultan Abdülaziz hakkında cesaret
ettiği hıyanet ve cinayet, herkesi ondan nefret ettirdi... Onun konağındaki
döşemeler, kütüphâne, antikalar, gümüş eşyalar, silâhhâne hiçbir vezirde
yoktu...
Âtıf
Bey’den:
- Şehvetine çok mağlûbdu. Irz düşmanı idi.
Birtakım fâhişeleri konağına getirtir, geceleri içki içerdi. Güzel hanımları olan
zabitleri taşraya gönderir, karılarının ırzlarına tasallut ederdi...
O
yılları yaşayan ve Türkler’in yetiştirdiği en büyük tarih bilginlerinden olan
Süreyyâ Bey’den:
- Avni Paşa, kelimenin bütün mânâsıyle ırz
düşmanı bir canavardı.
Mahmud
Celâleddin Paşa’dan:
- Şehvetine mağlûb, namus hissinden uzak,
milletin haklarını çiğnemekte tereddüt bile etmeyen bir sefihti...
General
Halil Sedes’ten:
- Avni Paşa devrine yetişen paşalardan
dinledim, gece yarılarına kadar kumar oynar ve oynatırmış...
Cevdet
Paşa’dan:
- Askerî bilgisi tamdı. Mülkî işleri hiç
bilmezdi... Askerî kuvvet, Avni Paşa elinde idi. Kapdân-ı Derya Kayserili
Ahmed Paşa dahi onun gölgesi hükmünde olmakla, deniz kuvvetleri de onun elinde
gibiydi. Rüşdü ve Midhat Paşalar’ı aradan çıkarıp da kendisi diktatör olmak
sevdasında idi. Zâten korkunç ve kötü huylu bir adamdı. Biz diğer nâzırların
hükmümüz ise solda sıfırdı. Bizi hiç dikkate almazdı.
Ebuzziyâ
Tevfik Bey’den:
- Avni Paşa diktatör olmak istedi. Cenâb-ı
Hak mağfiret etsin, Çerkes Hasan’ın yaptığı güzel iş, buna mâni oldu...
Süleyman
Nazif Bey’den:
- Çerkes Hasan’ın tabancasından çıkan
kurşunlardan Hüseyin Avni’ye isabet edeni, memleket için musibet olmamış,
bilâkis hayır ve isabet olmuştur...
Âtıf
Bey’den:
-
Avni Paşa, gürültü çıkarmaksızın padişahı
tahttan indirdikten sonra, bıyığını balta kesmez oldu. Askerin ve kuvvetin
elinde bulunduğunu görünce, alçak tabiatının icabı olan kibir ve gururu bir
kat daha arttı. Meclislerde müzakere olunurken artık söz söylemeye bile
tenezzül etmeyip, arkadaşı nâzırların sözlerini başını ve kaşını kaldırıp
indirerek kabûl veyâ reddetmeye başladı... Devletin temellerini tahrîb eden
mel’unlardan biri Serasker Avni’dir. İstediği mel’aneti icra etmekten kendisini
alıkoyan velînîmetini ortadan kaldırdıktan sonra, azamet ve ceberûtu büsbütün
artmıştı. Hayâtının sonuna kadar seraskerlikte kalacağını sanırdı...
Eski
kapdân-ı deryâlardan bahriye müşîri (büyükamiral) Hacı Vesim Paşa’dan:
- Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinden birkaç
gün son ra, şâir Ziyâ Bey (Paşa) ve Mansûrî-zâde MustafaEfendi (Paşa) ile
beraber Hüseyin Avni Paşa’nın yalısına gittik. Bizi bir buçuk saat
beklettikten sonra kabûl etti. Akıl alır küstahlık değildi ama artık o
günlerde gemi azıya almıştı.Benden nefret ederdi. Zira bir defa Sultan
Abdülaziz’i ona karşı ikaz etmiştim, duymuş olabilirdi. Sultan Aziz
birmanevradan sonra bana “Serasker Avni Paşa askere iyi bakmış, kıyafetleri
mükemmel, pek beğendim” dedi. Yalnızdık, mevzu da açılmıştı. Fırsatı kaçırmadım:
“Padişahım” dedim, “Avni Paşa değerli bir askerdir. Fakat gayet kindardır.
Fırsat bulsa efendimizden bile intikam almaya kalkar. Onu İstanbul’da
bulundurmayınız. Ordu kumandanlığı inzimâmiyle Bağdat’a vâli olarak gönderiniz.
Oraları ıslah etsin. İstanbul’da nefs-i hümâyûnunuzu ona teslim etmeyiniz.” Ama
bilirsiniz Sultan Aziz, böyle lâflara kulak asmazdı. Sonunda Avni, diktatör
bile oldu. Neyse Çerkes Hasan geldi de, hepimizin askerî şerefimizi kurtardı...
Şeyhülislâm Hayrullah Efendi de Avni kadar
alçaktı. Fâhişeye benzer bir sesi ve edası vardı, kırıta kırıta konuşurdu.
Tahttan indirme vak’asından sonra o nankör yobaz bile büyüklük taslamaya
kalkmasın mı? Deli olmak doğrusu işten değildi. Kötü huylu bir adamdı. Sultan
Aziz’in israfından şikâyet ederlerdi. Hal’inden sonra padişahın malı olan o
kadar altın para, mücevher, değerli eşya ve tahviller ne oldu? Onun israfından
şikâyet edenler aşırdılar, kapanın elinde kaldı. Devlet hazînesine girmedi...
Âtıf
Bey:
- Sultan Abdülaziz tahttan indirilince
nâzırlar, Dolmabahçe Sarayı’na geldiler. Efendimizin daima oturduğu kanepeye
Avni Paşa, edepsiz bir şekilde çöktü. Bilhassa yapmıştı…
Ord.
Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan:
- Avni Paşa’da şeker olduğunu Midhat Paşa
yazmaktadır. Şeker, delilik yapar.
Avni Paşa’nın bazı hareketlerini buna bağlamak lâzımdır...
İkinci
Abdülhamid Han:
- Sultan Aziz’i hal’ etmek fikri en evvel
Serasker Hüseyin Avni Paşa’ya gelmişti. Midhat Paşa ile diğer hal’ erkânı,
Hüseyin Avni Paşa tarafından bu işe âdetâ sürüklendiler, karıştırıldılar.
Seraskeri, padişaha düşman yapan sebep, bir aralık rütbe ve nişanları alınarak
doğduğu memlekete sürülmesidir. Bu şekilde doğduğu yere sürülerek rezil
edildiğine kani oldu. Eline geçen ilk fırsatta intikamını aldı. İsraflar falanlar
hep yalandır, bahânedir. Martini Henry tüfeklerinin satın alınmasında Hüseyin
Avni Paşa, hazînenin zararı karşısında köpüren bir mutaassıp olmadığını, âleme
göstermişti.
Ali
Fuad Türkgeldi:
- Avni Paşa gâyet azamet taslar, inatçı ve
kindar idi. Niyetinden dönmek ve kin bağladığı bir kimseyi afvetmek ihtimali
yoktu. Mahmud Nedim Paşa sadrâzam olunca Hüseyin Avni Paşa’yı sürdü ve
sûiistimallerini açığa çıkartmak için tahkikat komisyonu kurdurdu. Onu intikama
sevkeden sebep budur...
Süleyman
Nazif Bey:
- Sultan Aziz’i hal’ edenler arasında
meşrûtiyete taraftar olanlar yalnız Midhat Paşa ile Süleyman Paşa idiler.
Ordunun padişahtan sonra gelen ikinci büyük kumandanı sayılan serasker (Avni
Paşa) ise, tahttan indirdiği hâkanın mutlakıyetini kendi eline almak azminde
bulunuyordu...
Basiret
gazetesi sahibi Ali Efendi:
Avni Paşa çok kindardı. Konağına gittiğim
bir gün ba na Midhat Paşa hakkında burada yazamayacağım kelimeler söyledi.
Gazetemde yazdığım bir yazıyı Cennet-mekân Sultan Aziz mütalâa ederek Avni
Paşa’yı azarlamıştı. Bunun üzerine Avni Paşa beni bir hafta habse attırdı.
Fazlasına cesaret edemeyerek yakamı bıraktı...
Ord.
Prof. Yusuf Akçura:
Avni Paşa, değerli, iktidar sahibi adamları
çekemez, onların kuyusunu kazardı. Henüz 44 yaşında ve mirliva (tümgeneral)
rütbesinde bulunan Mustafa Celâleddin Paşa’yı, 1870’te sırf kitaplarıyla şöhret
yaptı diye emekliye sevketmişti. Hâlbuki bu paşa, sonra yeniden askere alındı,
ferik oldu, muhaberelerde muvaffakiyet gösterdi ve düşman karşısında şehîd
oldu...
Sâdullah
Paşa:
Ticaret nâzırı idim. Avni Paşa, Sultan
Murad’a mâbeyn-i hümâyûn başkâtibi olduğumu bildirdi, şaşırdım. Şâir Ziyâ
Bey’in (Paşa) yerine bu vazifeye gelmek bana yakışmazdı. Özür diledim.
Kaşlarını çatarak “Ne söylüyorsunuz, böyle lakırdıların şimdi sırası mı?” diye
sert şekilde konuştu. Hâlbuki ben onun nâzır bulunduğu hükûmette bir nâzır
idim. Bir padişahın başkâtibinin serasker tarafından -hem de hükûmetin bir
âzâsı alınarak- tayin edildiğini hiç duymamıştım...
Lutfi
Simâvî Bey:
Avni Paşa, Sultan Murad’ın yakınlarına bile
kendi adamlarını tayin etti. Midhat Paşa’nın yazdığı, padişahın tasvip ve
tasdik ettiği cülûs hatt-ı hümâyûnunu okutmadı ve oradan meşrûtiyetin ilân
edileceği cümlesini tehdîd ederek çıkarttı. Midhat Paşa, asker süngüsünden
ürkmezdi, fakat bir şey yapamadı ve beklemeye başladı. Hüseyin Avni Paşa,
Mahmud Nedim Paşa’nın ilk sadâretinde kendisini rezil ederek sürgüne
göndermesine kinlenmişti. Geri kalan hayatını denilebilir ki, bu vak’a idâre
etmiştir. Süngü göstererek ikbâl mevkiine yükselmek istedi ve bunu yaptı.
Fakat rüşvetle lekelenmişti. Hem de bu paraları milletin haklarının muhafazasıyla vazifeli ordunun silâhlarından
çalarak edinmişti. Belki meşrûtiyetten, bu eski defterler açılır diye çekiniyordu.
Maamâfih meşrûtiyeti istememek hususunda Sadrâzam Rüşdü Paşa, ondan ileri
idi...
Ebuzziyâ
Tevfik Bey:
- Avni Paşa sadrâzam iken, Mahmud Paşa’nın
bile vermeye cesaret edemediği geniş imtiyazları Mısır valisi Hıdîv İsmail
Paşa’ya verdi. Bunun için İsmail Paşa’dan 40 bin altın rüşvet aldı. İsmail
Paşa bu işini yaptırmak için Midhat Paşa’ya 20 bin altın teklif etmiş, Midhat
Paşa ise İsmail Paşa’yı ağır şekilde azarlamıştı. Bu defa bir misli meblağı
Hüseyin Avni Paşa’ya vererek işini yaptırdı... Avni Paşa, Süleyman Paşa
olmasaydı, Sultan Aziz’e diş bilemekle ömrünü tamamlar, asla onu tahtından
indirmeye muvaffak olamazdı. Süleyman Paşa’yı öğleyin Dolmabahçe’yi basmaya
ikna etmek istemiş, fakat edememiştir. Zira öğle üzeri serasker, hükûmet toplantısında
olacaktı. Süleyman Paşa muvaffak olursa ne âlâ... Olamazsa, Süleyman Paşa ile
300 Harbiye talebesini ve birkaç subayı kendi eliyle tevkif edip kendi emriyle
kurşuna dizdirecek, bu hizmetine karşılık Sultan Aziz’in kendisini uzun müddet
seraskerlikte bırakacağını ümid edecekti. Avni Paşa işte böyle bir inkılâbçı,
böyle bir hamiyyet sahibi idi...
Albay
İsmail Hakkı Bey:
- Avni Paşa’nın hususî hayatı rezaletti. O
yüksek rütbedeki asker, ayak takımının devam ettiği genelevlere gider,
fâhişelerle eğlenirdi. Bilhassa, “Acem’in Umumhânesi”ne dadanmıştı. Ana ve
babası cihetinden çok aşağı bir aileden olması bir yana, hanımı da iyi bir
aileden değildi.6
6
Eşi Huriye Hanım, Beşiktaş iskelesi hamallarından İbrahim’in kızıdır.
Abdurrahman
Şeref Efendi:
- Veliahd Murad Efendi, saltanat makamına
karşı hırs göstermiş, acele etmiş, sabırsızlanmıştır. Bir müddet sonra Serasker
Hüseyin Avni Paşa’nın da kendisini tahta çıkarmak isteyenler arasında
bulunduğu, Veliahd’e haber verildi. Murad Efendi inanamadı. Avni Paşa’nın
amcasının kendisini yoklamak için bir tertibi sandı. Hiç sadrazamlık yapmış
bir serasker, padişaha ihânet eder miydi? Fakat haber getirenler ısrar ettiler.
Avni Paşa’nın ciddî olduğunu tekrarladılar. Bunun üzerine Murad Efendi, dostu
Nâmık Kemâl Bey’i, Avni Paşa’ya gönderdi, paşanın iyice ağzını aramasını
istedi. Nâmık Kemâl Bey, Avni Paşa’ya gidip gizlice görüştü. Avni Paşa büyük
fikir adamını, Sultan Murad’çı olduğuna ikna etti. Hâlbuki Avni Paşa
derecesinde kindar adamlara bel bağlamak, saltanat makamına namzet bir insan
için çok büyük hata idi. Zira bu karakterde bir adam, padişah olduğu zaman
kendisine de kolayca ihânet edebilirdi...
Cevdet
Paşa:
Hüseyin Avni Paşa ile Midhat Paşa’dan her
türlü hareket beklenirdi. Rüşdü Paşa ise ağır ve tedbirli olup, saltanat
makamına bağlı idi. Gerçi riyâkârdı. Fakat riyâsı ile yıllardır herkesi
aldatmaya muvaffak olmuştu. Şimdi yıllar sarf ederek yaptığı bu iyi şöhreti
kendi eliyle mahvetmesi, hatıra gelir işlerden değildi. Hal’den birkaç gün
sonra zevcem, Rüşdü Paşa’nın hanımını ziyarete gitmişti. “Hanımefendi” demiş
zevcem, Rüşdü Paşa’nın hanımına, “Keşke Paşa efendimiz (Rüşdü Paşa) bu işin
içinde bulunmasa idi. Midhat Paşa savruk bir adamdır. Avni Paşa’nın ise ırz
düşmanı hain bir herif olduğunu
herkes biliyor, zâten yüzünden de belli. Rüşdü Paşa efendimizden ise erkek
kadın herkes emindi.” Rüşdü Paşa’nın yaşlı hanımı, bizim hanıma “A kızım
yavrum” demiş, “Rüşdü Paşa hiç onlarla beraber bulunmak istemedi. Avni Paşa,
zevcin Cevdet Paşa’yı da, Müşîr Derviş Paşa’yı da, Sultan Aziz’e
bağlılıklarından dolayı İstanbul dışına tayin etmek istiyordu. Hattâ o gün sana
Ayşe Hanım’la haber göndermiştim. Bu sürgüne Rüşdü Paşa çok güç engel olabildi
ama Rüşdü Paşa’yı tehdit ettiler, seni sağ bırakmayız dediler. Mecbûren işin
içinde bulunup bulaşmıştı.”
Cevdet
Paşa şöyle devam ediyor:
- Sultan Aziz tahttan indirildikten sonra
Rüşdü Paşa, her şeyin halledildiğini sanacak bir budalalığın içine girmedi.
İhtilâllerin sonunu kimsenin kestiremediğini bilecek kadar okumuş ve görmüştü.
O günlerde kendisini ziyarete gelen birçok kişiye “Keşke bir sene evvel Allah
canımı alaydı da bu işin içinde
bulunmasaydım” gibi lâflar söylemiştir. Hâlbuki darbeyi yapanların içinde en
yüksek mevkide bulunan kendisi idi, fiilen sadrâzamdı ama gene iki tarafı
kollamak siyasetini yürütüyordu. Zira Avni ve Midhat Paşalar gibi
ihtilâlciler, Rüşdü Paşa’da istidat görmeseler, sadrâzam olması için Sultan Abdülaziz’i tazyik etmezlerdi ve
gene Rüşdü Paşa isteseydi bu fitneyi defedebilirdi, darbeyi yaptırmazdı. Hâsılı
gene riyakârlığa devam ediyordu ama bu darbeye onun gibi ihtiyar, devlet görmüş
bir adamın iştirakini kimse iyi görmedi. O kadar yılda kazandığı hürmeti
kaybetti, bir daha da kazanamadı. Midhat Paşa ise başka âlemdi. Aksine, o
günlerde ziyarete gelenlere, yaptığı işle öğünen lâflar ediyordu. Hattâ darbeyi
yapanların başı olduğunu iddia
ediyordu. Hâlbuki bu baş olmak meziyetini Hüseyin Avni Paşa kimseye vermek
istemezdi. Tavrından, Midhat ve Avni Paşalar gibi müfritleri defederek saltanat
makamını da nüfûzu altına almak hayalinde bulunduğunu anlıyordum. Rüşdü
Paşa’nın bu son kabinesinde üçüncü defa maârif nâzırlığına getirilmiştim. Ondan
önceki Mahmud Nedim Paşa kabinesinde ikinci defa adliye nâzırı idim ama nüfûzum,
darbeye katılmamış diğer bütün nâzırlar gibi solda sıfırdı. Buna rağmen bizi
hükûmetten çıkarmak istemiyorlardı. Zira darbenin bütün hükûmetin
birleşmesiyle yapıldığını ilân etmişlerdi ama gerçeği bilmeyen yoktu. Gerçeği
bilmeyenler belki darbeyi yapanlardan ibâretti. Avni Paşa, Kayserili Ahmed
Paşa’yı, Müşîr Redif Paşa’yı, darbenin ertesi günü ferik (korgeneral) yaptığı
Süleyman Paşa’yı pençesinde tutuyor ve işini onlarla yürütüyordu. Hattâ
tavrıyla anlatmak istiyordu ki bu iş, ordunun işidir. Rüşdü ve Midhat Paşaları
ancak âlet gibi kullanmıştır. Fakat Rüşdü Paşa, hattâ Midhat Paşa gibi hatip
değildi, onlar gibi güzel ve ikna edici konuşamazdı. Onun için umûmî yerlerde
susmayı tercih eder, sadece azametle kurulur, otururdu. Bir gün bana “Cevdet Paşa
Hazretleri” dedi, “siz tarihçisiniz. Daha birkaç gün önce yapılan işler için
saçma sapan yazılar hem bizde, hem Avrupa’da yazılmaya başlandı. Aradan zaman
geçtikçe kim bilir ne yanlış şeyler yazacaklardır. Siz otoritesiniz. Bu vak’ayı
yazmak isteseydiniz, herkes sizin yazdıklarınızı doğru olarak kabûl eder, diğer
yazanlara inanmazdı. Şunu arz etmek isterim, bu işe hayli seneler önce niyet
ettim. Birkaç defa da teşebbüs ettim, lâkin tahakkuk etmedi. Sonra Rüşdü ve
Midhat Paşaları ikna ettim.” Bu minvâl üzere -herkesin bildiği- birçok lâf
söyledi. Her türlü tafsilât için de emrime âmâde bulunduğunu ve bu mesele
üzerindeki bütün vesikaları da verebileceğini beyan etti. Fakat Çerkes Hasan
Vak’ası oldu. Kendisiyle bir daha baş
başa görüşemedik...
Çorlulu-zâde
Mahmud Celâleddin Paşa:
- Avni Paşa tehdîd eder ve tehdîdini
merhametsizce yerine getirirdi. Midhat Paşa ise sadece tehdîd eden bir
palavracı idi. Midhat Paşa, darbeden
az evvel Rüşdü Paşa’ya “Eğer bu işte ittifaktan ayrılırsan, Beyazıt Meydanı’nda
milletin seni pâre pâre edeceğini düşünmelisin” demiş. Rüşdü Paşa Midhat
Paşa’nın bu tarz boş lâflar ettiğini bilmesine rağmen korktu. Korkmakla
beraber, Sultan Abdülaziz’e duyurmak istedi, muvaffak olamadı...
Hukukçu
Abdurrahman Âdil Bey:
- Hüseyin Avni Paşa sadrâzam iken hükûmet,
Fransa’dan bir istikraz işinde hata yaparak bir milyon frank (50 bin Osmanlı
altını) hazîne kaybına sebep oldu. Dikkate şayandır ki, Sultan Aziz’i
müsriftir diye fetvâ alıp hal’ etmiş olan Hüseyin Avni Paşa, bir milyon franklık
bir zarar ve zayiatın bile Sultan
Aziz’i gazaplandıracağını bilerek, durumu arz etmekten çekinmiş ve meseleyi
örtbas etmiştir...
Sayın
okuyucularımın daha fazla midelerini bulandırmamak için, bu Hüseyin Avni Paşa
bahsini burada kesiyor ve olayların akışına devam ediyorum...
Meşrûtiyet Meselesi
Avni
Paşa ortadan kalktıktan sonra meşrûtiyet için ümitler ciddî şekilde arttı.
Sadrâzam Rüşdü Paşa nasıl olsa bertaraf edilirdi. Cunta dışında kalanların ise
henüz nüfuzları yoktu.
Meşrûtiyet
meselesi için hem Sultan Murad’ın cülûs hatt-ı hümâyûnunda, hem 3 Haziran’da
Sultan Murad’ın başkanlık ettiği hükûmet toplantısında, hem de Avni Paşa’nın
katlinden az önce Bâb-ı Meşihat’te, yani Süleymaniye’deki şeyhülislâmlık
makamında yapılan toplantıda bir netice alınamadığı gibi, Avni Paşa yaşadıkça
bu işin olmayacağı da açığa çıkmıştı. Sonuncu toplantıya bütün hükûmet üyeleri
dışında; Müşîr Redif Paşa, Ferik Süleyman Paşa, Kazasker Kara Halil Efendi gibi
3 cuntacı ve cunta dışından Kazasker Seyfeddin İsmail Efendi, âmedci
Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey (Paşa), sadâret mektupçusu Memduh Bey (Paşa)
çağırılmışlardı. Bu toplantıda, Avni Paşa’nın hayatta oldukça meşrûtiyet ilân
ettirmeyeceği ortaya çıkmakla beraber, daha sonraki gelişmeleri anlamak bakımından,
fikirlerin ne şekilde dağıldığını söylemek lâzımdır.
Midhat
Paşa: Kaanûn-i Esâsî (Anayasa) derhal hazırlanıp ilân edilsin ve millet
meclisi kurulsun. Bu fikri hâriciye nâzırı Râşid Paşa, devlet nâzırları Halil
Şerif ve Server Paşalar ve çok şiddetle Ferik Süleyman Paşa destekledi.
Devlet
nâzırlarından Müşîr Nâmık Paşa: Midhat Paşa’nın fikirleri aynen uygulanmalı, şu
şartla: milletvekilleri yalnız Müslümanlar’dan seçilsin. İmparatorluğun
Hıristiyan kavimlerine böyle bir politik güç tanınamaz, imparatorluk aleyhine
kullanırlar. İngiltere ve Fransa, millet meclislerine -milyonlarca Müslüman
tebaaları olduğu halde- Müslüman milletvekili kabûl ediyorlar mı?
Maârif
Nâzırı Cevdet Paşa, Adliye Nâzırı Safvet Paşa ve Kazasker Seyfeddin Efendi: Tanzimat-ı
Hayriyye (1839) ve Islâhât (1856) fermanları bir anayasa hâline
dönüştürülebilir ve 1876 şartlarına göre böyle de yapılmalıdır. Zaten
imparatorlukta Fâtih ve Kanûnî anayasaları asırlarca hükümran olmuştur.
Millet meclisi ise çok tehlikelidir. Kurulmamalıdır demiyoruz, fakat üzerinde
pek çok düşünülmelidir. İngiltere ve Fransa’da vardır ama İngiliz ve Fransız
milletvekillerinden mürekkeptir. Bizde ise nüfusa göre yapılacak bir seçimde
üçte bir gibi çok kudretli bir Hıristiyan azınlık milletvekilleri grubu doğar.
Belki imparatorluğun Müslüman kavimleri arasına da zıddiyet girer.
Bu
fikirleri ileri süren Cevdet Paşa devrinin, belki bütün XIX. asrın en büyük
Türk âlimidir. Mustafa Reşid Paşa yetiştirmesi bir Tanzimatçı’dır. Tarihçi
olduğu için Osmanlı toplumunu da çok iyi tanımaktadır.
Safvet
Paşa ise, Ali ve Fuad Paşalar’m arkadaşı ve onlar gibi Mustafa Reşid Paşa
yetiştirmesi bir diplomattır... Bilhassa Avrupa devletlerinin idâre
şekillerini ve politik dengelerini çok iyi bilmektedir; çok uzun yıllar
Avrupa’da elçilikler yapmış en değerli devlet adamlarından biridir, o sırada
Cevdet Paşa’nın yerine adliye nezaretine getirilmiş, Cevdet Paşa tekrar
maârife alınmıştır. Bu iki şahıs aynı zamanda çok meşrûiyetçi ve devlete çok
bağlı karakterleri temsil ederler. Devlet adamları arasında bir ihtilâl
sonrasında pek çok görülen bölünmelerle devletin zarara uğrayacağından ödleri
kopmaktadır. Her iki ucu birleştirebilecek formüller ileri atmalarının ikinci
sebebi de budur.
Sadrâzam
Rüşdü Paşa: Bu meclise katılan devlet adamlarının en kıdemlisiyim. Böyle bir
imparatorluk usûl-i meşrûta (demokrasi) ile yönetilemez, derhal dağılır.
Mecliste her kavim imparatorluğu değil, kendi kavmiyetini savunur. Her kavmin
arasına da Avrupa devletlerinden biri geçiverir.
Şeyhülislâm
Hayrullah Efendi, Müşîr Redif Paşa, Mahmud Celâleddin Bey, Memduh Bey, Ticaret
Nâzırı Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa, Tophâne müşîri (kabineye dâhildir) Cihan
seraskeri Rızâ Paşa, Maliye Nâzırı Yusuf Paşa, Evkaf Nâzırı Ahmed Kemâl Paşa:
Sadrâzam Paşa Hazretleri ile aynı fikirdeyiz. İmparatorluğun 1876 yapısı
bakımından bu fikrin büyük ağırlığı vardı.
Kazasker
Kara Halil Efendi: Şeyhülislâmlıkça seçilmiş kişilerden bir Müslüman meclisi
kurulsun, hükûmet istediği zaman bu meclise danışsın...
Serasker
Hüseyin Avni Paşa: Meşrûtiyet ilân edilemez!
Kapdân-ı
Deryâ Ahmed Paşa: Serasker Paşa Hazretleri ile aynı fikirdeyim!
Böyle
bir meclisten tek fikir etrafında birleşmesini istemek muhâl ile uğraşmak
olduğundan başka; zaten tek bir gerçek vardı: Bütün nâzırlar ve padişah
meşrûtiyet istese, sadece Avni Paşa istemese, meşrûtiyet ilân edilemezdi. Avni
Paşa’nın ise meşrûtiyet ilân ettirmemek hususundaki azim ve kararı kat’î idi.
Hattâ Çerkes Hasan Bey’in, meşrûtiyet taraftarlarınca harekete geçirildiği bile
o günlerde söylenilmişse de doğru değildir.
Çerkes
Hasan Vak’asına kadar asıl mücâdele Avni ve Midhat Paşalar arasında geçti.
Midhat Paşa için çok ümidsiz bir mücâdeleydi ve ısrar ederse eninde sonunda
Avni Paşa’nın onu bertaraf edeceği ayan beyan belli idi. Fakat Çerkes Hasan
buna hacet bırakmadı ve mücâdelenin Midhat Paşa tarafından kazanılmasını -bu
işle hiç alâkası olmamasına rağmen- sağlamış oldu. Çerkes Hasan vak’asından
önceki Avni-Midhat Paşa çekişmesinin birkaçını aşağıda anmak istiyorum:
Midhat
Paşa, Sultan Murad’ın huzurunda yapılan toplantıda, meşrûtiyet lüzumunu, büyük
mübâlâğa ve o tip şarlatan politikacılara has bir ateşle, fakat hitâbet
sanatının parlak bir örneğini vererek izah etti. Sultan Murad’ın mütebessim
çehresi ve küçük mimikleri konuşmayı çok beğendiğini, meşrûtiyete ise samimî
bir şekilde taraftar bulunduğunu gösteriyordu. Meşrûtiyet padişahın
selâhiyetlerine “şart” koymak demekti. Bu şart zâten Tanzimat Fermanı ile 37
yıl önce konmuştu. Şimdi İngiltere ve Fransa kralları gibi bir Türk Padişahı
yapılmak isteniyordu. Yani padişahın yetkileri; Avusturya-Macaristan
İmparatorundan, İspanya Kralından, Rusya İmparatorundan daha az, bu son
ikisinden pek çok daha az olacaktı. Sultan Murad da buna muvafakat ediyordu. Osmanoğulları,
yukarıda anılan hânedanların hepsinden daha fazla devletin kurucusu olduğu
halde… Böyle bir padişah bulunamazdı. Midhat Paşa da çok memnun oldu. Fakat
Sultan Murad’ı atalarının selâhiyetlerinden kimin lehine olduğu pek de belli
olmayacak şekilde feragat ettiği için biraz küçümsedi.
Avni
Paşa:
-
Bu mes’ele dedi; ileride etrafıyla müzakere edilecek mes’elelerdendir. Şimdi
düşünülmesi lâzım gelen daha mühim şeyler vardır…
Sultan
Murad’ın cülûs hatt-ı hümâyûnunda meşrûtiyete ve ıslahata dair mutat yuvarlak
lâflar dışında, bir vaatte bulunmasına Avni Paşa izin vermedi. Artık halk,
Sultan Aziz’in tamamen şahsî kin ve ihtiraslar için tahtından edildiğine kanaat
getirdi. Halk meşrûtiyet ve meclis nedir pek bilmiyordu. Hele Türk asıllı
olanlar, Hristiyanların da katılacakları bir millet meclisinden şiddetle
ürküyorlardı ama bir şeyler de bekliyorlardı. Koskaca anlı şanlı bir asker
padişah, yok yere mi tahtından edilmişti? Midhat Paşa bunu az çok hissediyordu.
Çerkes Hasan vak’asından önce gene bir gün kendi konağında nâzırlar toplandığı
zaman şunları söylemişti:
-
Padişahı hal’ etmekten maksadımız, meşrûtiyeti ilan ile devlet ve milletin her
veçhile hayatî selâmetini temin edebilmektir. Yoksa yine istibdât idaresini
devâm ettirmeye çalışmak, istibdâtı yaşatmak değildir!
Midhat
Paşa’nın bu tarz konuşmalarının yaldızından artık tamamen bıkan Avni Paşa,
sadrâzamları bile azarlayacak şekilde burnu büyümüş Midhat Paşa’yı şu sözleri
ile dehşet içinde bırakıp mes’eleyi kesip attı:
-
(Kılıcını göstererek) Millete ıslahat işte bu kılıçtır ve padişahların idâresi
ise devletin başında bulunanlara aittir.
Sadrâzam
Mütercim Rüşdü Paşa’nın ifâdesi:
-
Avni Paşa’nın ölümünden sonra bir hey’et Kaanûn-i Esâsî’yi hazırlamaya başladı.
Bütün evrâkı âmedci Mahmud Bey’e verdim. Artık karışmadım. Onlar da bana sual
etmediler. Zira meşrûtiyetin devlete muzır olduğunu biliyordum…
Cevdet
Paşa’nın ifâdesi:
-
O vakit devlet, Avni, Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın eline düştü. Gerçi hükûmet
şirket kabûl etmez. Fakat bunlar diğer nâzırları tahakküm altına aldılar. Her
biri, diğer ikisini ortadan kaldırıp tek başına kalmak emelindeydi. Gerçi
kuvvet Avni Paşa’nın elindeydi. Fakat İngiltere, Midhat Paşa’ya pek fazla sahip
çıkıyordu. Rüşdü Paşa ise fiilen sadrâzamdı. Benim de dâhil olduğum sair
nâzırlar ise, sol taraftaki sıfır gibi idi...
Sultan Murad’ın Hastalığı
Sultan
Aziz’in ölümünden iki gün sonra, 6 Haziran’da Sultan Murad’ın hastalığı, açıkça
belli oldu. Hususî hekimi Dr. Kapolyon, yanlış bir tedavi uyguladı, büsbütün
zarar gördü. Hükûmet, dünyanın en meşhur akıl hastalıkları mütehassısı olan
Dr. Liedersdorfu Viyana’dan İstanbul’a davet etti. Ancak Çerkes Hasan
Vak’asını öğrenmesi üzerine Sultan Murad, hemen hemen tamamen çıldırdı.
Padişahın hastalığından bahsetmek büyük suçtu. Nâzırlar, kendi aralarında bile
bundan bahsetmemeye karar verdiler. Ancak halk, durumu hızla öğreniyordu.
Hüseyin Avni, öldürülmesinden bir iki gün önce padişah hakkında:
Hânedânın
içinde en değerlisi bu idi, o da böyle oldu! demişti. Bununla, artık kendi
diktatörlüğünün meşrûlaşacağını da ihtar etmiş oluyordu. Hüseyin Avni gibi bir
adamın, kimin değerli, kimin değersiz olduğunu takdir edebileceği şüphesiz
renk köründen renkleri ayırmasını istemek gibi bir şeydir.
Çerkes
Hasan Vak’ası üzerine hükûmet, padişahın oturduğu Yıldız Kasrı çevresine
çepeçevre birlikler koydurdu. Zira eylemin kimin tarafından, kime karşı
yapıldığı, hedefler arasında hükümdarın da bulunup bulunmadığı, şümûlü,
ordunun hangi parçalarının eyleme tarafdar olduğu tamamen meçhuldü. Padişahın,
Yıldız’a kapanması da doğru görülmeyip kapalı araba ile gene Dolmabahçe
Sarayı’na getirildi.
O
sırada Mâbeyn başkâtibi olan Sâdullah Bey’in (Paşa) ifâdesi:
-
Hükûmetin Çerkes Hasan Vak’ası hakkında bildirdiği bütün mahrem malûmatı,
Mâbeyn-i Hümâyûn Müşîri âmirim Dâmad Nûri Paşa’ya ve Dârüssaâde ağası Süleyman
Ağa’ya naklettim. Halk, Çerkes Hasan’ın yaptığı işi beğendiğini anlatır
taşkınlıklar yaptığı için, vaziyet çok keyifsizdi.
Osmanoğulları’nda
taç giyme töreni karşılığı olan kılıç kuşanma töreninin, yeni padişahın tahta
geçmesinden sonraki ilk cuma günü yapılması lâzım geliyordu. Bu merasim
yapılmadan, hükümdarın hâkan ve halife sıfatlarının tamamlanmadığına
inanılırdı. Sultan Murad’ın hastalığı sebebiyle kılıç alayının geciktirildikçe
geciktirilmesi, halk arasında büyük dedikodulara sebep oluyordu.
Topkapı
Sarayı’ndan Eyüp’e giden cadde (Divanyolu - Bayezid - Fatih - Edirnekapısı -
Defterdar - Eyüp) üze-rindeki bütün binalar, bazıları ağır kiralarla kiralanmış,
arsa ve mezarlıklara salaşlar yapılmış, velhâsıl halk, padişahını seyretmek
için kendi hesabına bütün tedbirleri almıştı. Önce, amcasının ölümü üzerine
Zât-ı Şâhâne’nin teessürü dolayısıyla kılıç alayının ertelenmesini irâde
ettiği bildirildi. Sonra sırtında çıkan bir çıban dolayısıyla gömlek ve ceket
giyemeyeceği için kılıç alayının belirsiz bir tarihe bırakıldığı ilân edildi.
Halk:
-
Padişahsız devlet idaresi paşaların hoşuna gitti, demeye, Rüşdü ve Midhat
Paşalar hakkında ağır sözler söylemeye başladı. Ulemâ:
-
Halîfe cinnet hâlinde olduğundan cuma namazı kılınmaz! diye konuşuyordu.
Veliahd Abdülhamid Efendi’nin tahta çıkarılması icab ettiği gittikçe daha sık
söyleniyordu.
Midhat
Paşa’nın ifâdesi:
-
Sultan Abdülhamid lâfı ortaya atılınca en ziyâde Sultan Murad’ın annesi olacak
cadı telâşa düştü. Zira gayetle muhteris bir kadındı ve oğlundan başka bir
padişahın kendisinden hesap soracağından korkardı...
İç
durumun karışıklığı, dış duruma aksetti. Rusya, iç durumu ihtilâl içinde
bulunan Türkiye’yi karıştırmaya başladı. Türkiye imparatorluğunun birer
parçası olan Sırbistan ve Karadağ prenslikleri, 2 Temmuz’da isyana başladılar.
Sınırlarını tecavüz ettiler. İkisi de Sırp ve Ortodoks olan bu prenslikler,
Rusya tarafından kışkırtılıyorlardı. Hattâ Sırp kuvvetlerine, bir müddet önce
Doğu Türkleri’nden Taşkend’i aldığı için “Taşkend Fatihi” denen Rus orgenerali
Çernayef kumanda ediyordu. Böylece 1877-78 Türk-Rus savaşının mukaddimesi
başlamış oldu.7
7
Sırbistan prensliği 43.555 km2 ve 1.384.000 nüfuslu, Karadağ ise 4.427 km2 ve
120.000 nüfuslu, iç idarelerinde otonom iki ülke idi.
Sultan
Murad’ın hastalığı, halktan saklanmayacak hâle geldi. Viyana’dan getirilen Dr.
Leidersdorf, padişahın Viyana’daki kliniğinde birkaç ay tedavi görmesi icab
ettiğini, bu tedaviden sonra iyileşmesinin kesin olduğunu, aklî dengesinin
geçici olarak bozulduğunu ve daimî olmadığını bildirir raporunu verdi.
Hükûmetin, böyle uzun bir tedaviyi göze almasına ve hele padişahı Viyana’ya
göndermesine imkân yoktu. Bu cuma selâmlığından dönen Sultan Murad’ın
kendisini pencereden üniformasıyla havuza atmak istemesi, bardağı taşıran son
damla oldu. Adamları, hükümdarı pencereden çekip almak için, parmaklarını zorla
açmak istediler. Manzarayı seyreden kardeşi Veliahd Abdülhamid Efendi,
padişahı zorlayan saray adamlarını ağır şekilde azarladığı gibi, durumu Rüşdü
Paşa’ya da bildirdi.
Veliahd Abdülhamid Efendi’nin Durumu
Ticaret
Nâzırı Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa, kayınbiraderi Beşinci Murad’ın hal’i ile
diğer kayınbirâderi Veliahd Abdülhamid Efendi’nin tahta geçirilmesi lüzumunu
ileri sürdü ve bu iş için hayli çalıştı. Mahmud Paşa, İkinci Abdülhamid’in en
sevgili kız kardeşi olan Cemile Sultan’la evli idi. Fakat buna rağmen
Abdülhamid Efendi, bu Mahmud Paşa’yı mimlemişti. Zira amcası Sultan
Abdülaziz’in hal’i ile pek ilgisi yoksa da, katli ile ilgisi olduğunu, bunu
evvelden bildiği veya sezdiğini gösterir epey delil vardı. Sonradan Cemile
Sultan’ın kocasının afvı için Sultan Abdülhamid’e yaptığı bütün ricaları neticesiz
kalacaktır. Sultan Abdülhamid’in ise, amcasının katline az veyâ çok nisbette
katıldığına kanaat getirmeden, böyle bir adamı feda etmesine imkân yoktu.
Bu
sırada Müşîr Redif Paşa, serasker vekili olarak ordunun başında idi. Asıl
serasker Abdülkerim Nâdir Abdi Paşa, Sırbistan isyanını yerinde görmek için
Tuna boyuna gitmişti. Yeni bir hal’ ve yeni bir cülûs (tahttan indirme ve
tahta çıkarma) için ordunun muvafakatini almak lâzımdı. Hüseyin Avni Paşa’nın
yerine serasker olan Abdülkerim Nâdir Paşa, cuntadan değildi. Avni Paşa
kendisine Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi lüzumunu açtığı zaman şu cevabı
vermişti:
-
Ne yaparsanız yapınız, fakat askeri bu işe karıştırmayınız, askersiz yapınız.
Askeri karıştırırsanız, sonra yeniden yeniçeri olurlar. Biz yeniçeriliği 51
sene geride bıraktık...
Bu,
Sultan Aziz Vak’ası üzerinde söylenmiş en kudretli ve en ileri görüşlü
cümledir... Bir mareşal tarafından söylendiği için ehemmiyeti artmaktadır.
Halkın “Abdi Paşa” dediği bu Abdülkerim Nâdir Paşa, 69 yaşında yaşlı bir
askerdi. İkinci Mahmud’un şahsen uğraşarak yetiştirdiği subaylardandı.
1835-40 arasında 5 yıl Viyana’da kurmaylık tahsil etmiş, çok iyi Batı ve Doğu
dilleri öğrenmişti. Fakat 1876 dünyasında Abdi Paşa’nın askerlik görüşlerinin
modası geçmişti. Çok atılgan bir kumandan da olmayan Abdi Paşa, nâzırlıklarda
bulunmuştu. Sultan Aziz hakkındaki sûikasdı önceden bildiği halde pasif
vaziyette kaldığı için Sultan Abdülhamid’ce mimlenmişti.
Redif
Paşa, Abdülhamid Efendi tahta çıkar çıkmaz asaleten seraskerliğe gelmeyi ümid
ediyordu (öyle de oldu). Fakat bu iş, Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın bu mevzuda
anlaşmalarına bağlı idi.
Abdülhamid
Efendi, kolları sıvamanın zamanı geldiğine inandı. Ağabeyi hasta idi. Bir çeşit
nâibe-i saltanat şeklinde Kösem Sultanlık oynayan Şevk-Efzâ Vâlide-Sultan,
Abdülhamid Efendi’nin en hoşlanmadığı üvey annesi idi. Devlet başkanı ortada
yoktu. Rüşdü Paşa ihtiyar ve allâk, Midhat Paşa palavracı idi. Dışarıda kara
bulutlar, Türkiye’ye doğru geliyordu. Aklı yerinde olmayan bir hükümdarın
makamında kalamayacağına hiçbir şüphe yoktu. Tahta geçmesi icab ediyordu.
Midhat Paşa’yı hiç sevmiyordu. Bu adamın eninde sonunda imparatorluğun başını
belâya sokacağını kesin şekilde hissediyordu. Rüşdü Paşa’nın ise devri çoktan
geçtiği gibi, hiçbir şekilde itimat edilecek adam değildi ama bu ikisiyle
anlaşmadan, onları ikna etmeden tahta çıkmak da mümkün değildi. Hiç olmazsa pek
zordu. İşin uzamasına, deli bir hükümdarın daha aylarca tahtta kalmasına
sebep olurdu. Bu iki paşadan kurnaz ve zeki olduğuna emindi. Onları ikna için
çalışmaya karar verdi. Fakat tabiatiyle davet ve teşebbüs karşı taraftan
gelmeliydi... Karşı tarafa da bu davet ve teşebbüsü yapmaya mecbur bulunuyordu.
Abdülhamid
Efendi bu kararı ile bir karar daha verdi. O yaşına kadar padişah olmayı pek
ümid edememişti. Amcası da, veliahd olan ağabeyi de gençti... Muhtemelen
kendisine sıra gelmezdi. Ancak amcası tahttan indirilip ağabeyi de dengesizlik
alâmetleri gösterince, bu işi düşünmeye başladı. İnsan olarak ağabeyi Sultan
Murad’ı severdi. Çocukluklarından beri iyi geçinir ve sevişirlerdi. Aralarında
kötü hiçbir şey geçmemişti. Fakat ağabeyinin, amcalarına karşı en pis
entrikalara karıştığına veyâ karıştırıldığına şahit olan Abdülhamid Efendi,
ağabeyinin karakterinden nefret etti. Ağabeyinin, Osmanoğulları’nın 650 yıllık
şerefini lekelediğine kanaat getirerek müteessir oldu. Ağabeyinin annesinden
ise eskiden beri hoşlanmaz, çok muhteris bulurdu. Fakat bunu belli etmemişti.
Zira bir şehzâdenin üvey annesine kötü davranması, Osmanoğulları geleneğinde
büyük terbiyesizlik sayılırdı.
Sultan
Murad, denilebilir ki Cenâb-ı Hakk’ın cezasına, daha bu dünyada uğramıştı.
Peygamberin meşrû halefi ve vekili de olan Türkiye hâkanı amcasına delilik
isnad ederek tahttan indirmeye zemin hazırlaması, çok beddua almasına sebep
olmuştu. Milletin menfaatleri ve bu menfaatlerin başında gelen silâhlı
kuvvetlerin üzerine titreyen bir hükümdarın, ortada belli başlı bir sebep
bulunmaksızın haksız yere ve zulmedilerek tahttan uzaklaştırılmasının büyük
felâketler getireceğini, belki devlet adamlarından çok defa daha hassas olan
halk hissetmişti. Sultan Murad’ın durumu, ağustos ayında artık açıkça ortaya
çıkınca herkes, bu deliliğin, Allah’ın bir mücâzâtı olduğunda ittifak etti.
Sultan Murad, mutlaka Allah’ın gücüne giden bir şey yapmıştı. Halk, bu şekilde
değerlendirmişti.
Cuntacıların
değerlendirmesi ise şüphesiz ve her zaman olduğu gibi, halktan farklı idi.
Kudretli adam pozundaki Midhat Paşa, yeniden bir saltanat değişikliğini sadece
can sıkıcı buluyordu. Hiç kimseyi sevmeyen bir mizaçta olduğu için Sultan
Murad’a da gerçek bir sevgisi yoktu. Bütün megalomanyaklar gibi de, kendi
şahsından başka kimseye karşı gerçek bir saygı duymuyordu. Ha Murad, ha
Abdülhamid... Böyle düşünüyordu. Veliahd Efendi’nin ağabeyi gibi meşrûtiyet
taraftarı olmadığı söyleniyordu ama bunun da fazla ehemmiyeti yoktu. Zira
Sadullah Bey (Paşa), Nâmık Kemâl Bey, Ali Suâvi Efendi gibi edipler bu sırada,
Midhat Paşa’yı kesin şekilde iktidara getirecek bir anayasa üzerinde
çalışıyorlardı... Bu anayasa ile Midhat Paşa hayat boyu ve ölesiye sadrâzam
olacak, kafa tuttuğu takdirde padişaha haddini bildirecek, dostu sandığı
İngiltere’yi yanına alıp diğer devletlere bile kafa tutabilecekti. Hele ilk
fırsatta Rusya’ya haddini bildirip, Mustafa Reşid Paşa’nınkini geçen bir
şöhret kazanacaktı. Reşid Paşa’nın yaptığı işi o neden yapamasındı?
Rüşdü
Paşa’nın değerlendirmesi ise, tek noktası doğru olmayan Midhat Paşa’nınkinden
çok daha gerçeklere yatkındı. O, şahısları anlamaya itina ederdi... Yani
Midhat Paşa’nın hiç ehemmiyet vermediği bu husus, onun siyâsî hayatında esas
prensipti. Bu Veliahd Abdülhamid Efendi’nin, ağabeyi Sultan Murad’dan hemen
hemen tamamen ayrı bir karaktere sahip olduğunu hissediyordu. Bir bakıma amcası
Sultan Aziz’e benziyordu ama Sultan Aziz’de olmayan ve Sultan Aziz’in küçüklük
saydığı kurnazlık, bu veliahd efendide var gibiydi. Belli etmemesine rağmen,
fevkalâde zeki, faal ve çalışkan olduğu söyleniyordu. Ağabeyinin kusur ve
iptilâlarının bir tekinin bile Abdülhamid Efendi’de bulunduğunu işitmemişti.
Abdülhamid Efendi az konuşuyor, çok dinliyordu. Kapalı kutu idi. Herhalde böyle
bir adamın Sultan Murad gibi uysal bir hükümdarın yerine tahta çıkarılması
şahsı ve cunta için hayırlı değildi. Abdülhamid Efendi’nin tek müsbet tarafı,
meşrûtiyete taraftar olmadığının söylenmesiydi. Fakat Allah kahretsin, bu bile
Rüşdü Paşa’yı sinirlendiriyordu. Demek Abdülhamid Efendi, saltanat süreceği
imparatorluğu bu derece iyi tanıyordu. Yani şu Midhat Paşa’dan çok daha iyi
tanıyordu. Böyle bir adamı tahta çıkarmamak lâzımdı ama bu mümkün müydü? Hayır,
değildi...
Rüşdü
Paşa için meseleyi dalgalanmaya bırakmak da icab ediyordu. Abdülhamid Efendi
ile Midhat Paşa’yı karşı karşıya bırakıp aradan fırlamaya karar verdi. Bunun
şahsı için en münâsip politika olduğuna emindi.
Velîahd-i
Saltanat Abdülhamid Efendi, Rüşdü ve Midhat Paşaları, Maslak Köşkü’ne dâvet
etti. Gayet maharetli cümlelerle Rüşdü Paşa’yı ölünceye kadar sadârette
bırakacağından bahsetti. Midhat Paşa’ya da meşrûtiyete taraftar gözüktü.
Hattâ Midhat Paşa’yı elde etmek için pırlanta kol düğmelerini kolundan çıkarıp
paşanın koluna taktı. Bu düğmeleri Midhat Paşa sonradan Avrupa’da 4 bin İngiliz
altınına satacaktır. Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın Abdülhamid Efendi’ye tamamen
kandıklarını söylemek doğru olmaz. Fakat kanmış görünmeye mecburdular. Sultan
Murad’ı tahtta tutmak imkânı kalmamıştı. Abdülhamid Efendi tahta çıkınca,
olayların gelişmesine göre şahsî politikalarını devam ettireceklerdi.
Rüşdü
Paşa, kabineyi topladı. Hal’ ve cülûsun üzerinde bütün nâzırlar -tek istisna
ile- birleştiler. Tophâne müşîri Cihan Seraskeri Rızâ Paşa, muhalif rey verdi.
Sultan Murad’ın tedavi ettirilmesini, hastalığının geçici olduğunun Dr.
Leidersdorf tarafından beyan edildiğini, o zamana kadar Abdülhamid Efendi’nin
saltanat nâibi sıfatıyle vekâleten devlet başkanlığını yürütebileceğini,
Abdülmecid Hân’ın sevgili büyük oğlu Sultan Murad’a kıyılmamasını söyledi; o,
Sultan Mahmud Hân Cennet-mekânın büyük oğlunun büyük oğlu idi.
Rüşdü
Paşa cevap verdi: Nâib olması Abdülhamid Efendi Hazretleri’ne teklif edilmiş,
kesin şekilde red buyurmuşlar, devletin başına bir de niyâbet meselesinin
ağırlık vermemesini söylemişlerdir. Bu fikrin ağırlığına şahsen katılırım.
Başka bir şehzâdeyi nâib yapmak ise, işleri artık fevkalâde karıştırır. Eski
asırlardaki gibi Vâlide-Sultân’ı da nâibe yapamayız. İçimizden birkaç nâzırdan
müteşekkil bir niyâbet meclisi kursak, zaten dedikodu ayyûka çıktı, halk bizi
tefe koyar, hiç haysiyetimiz kalmaz. Tek yol, Velîahd-i Saltanat Hazretleri’ni
cülûs ettirmektir (tahta çıkarmaktır).
Diğer
kabine üyeleri o yolda oy kullandılar. 31 Ağustos 1876 günü Beşinci Sultan
Murad Hân, Osmanlı tarihinin en kısa saltanatından sonra tahttan indirildi.
Hakkında “muhtellü’ş-şuûr” fetvâsı
alınmıştı ve bu defa bu sıfat doğruydu, amcası hakkında verilen gibi alçakça
bir isnat değildi.
Sultan Murad’ın Tahttan İndirilmesi ve
İkinci Abdülhamid’in Tahta Çıkması
İşte
o kadar ümidlerle beklenen, Ziyâ Bey’in sadrâzam ve Nâmık Kemâl Bey’in hâriciye
nâzırı olmak üzere yıllarca bekledikleri, bu derecede anlı şanlı şahsiyetler
tarafından ümid hâline getirilen Sultan Murad’ın saltanatı böyle hüzünle sona
erdi ama amcasının uğradığı felâkete asla uğramadı. Ne hakaret gördü, ne
öldürüldü, ne ailesi efradına bir şey yapıldı. Saltanatı 3 ay ve 1 gün veyâ
tahttan indirildiği gün de hesaplandığı takdirde 93 gün sürmüştü. Nitekim şu
beyit meşhur oldu:
Doksan üçde doksan üç gün pâdişâh-î dehr
olup
Göçdü uzlet-gâhınâ Sultan Murâd-î nâ-murâd
İlk
“93”, olayın geçtiği 1293 yılını işaret eder. Beytin mânâsı şöyledir:
“93’te 93 gün zamanın padişahı olup -muradı
gerçekleşemeyen- Sultan Murad yalnızlık köşesine çekildi!”
35
yaşını 11 ay ve 11 gün geçiyordu. Diğer bir deyişle, 36 yaşından 19 gün eksik
olarak tahttan çekiliyordu. Şevk-Efzâ Vâlide-Sultân ise, “Makaam-ı Mehd-i Ulyâ”
denilen Türkiye imparatoriçelik tahtını bırakıyordu. Bu tahta şimdi, Sultan
Abdülmecid’in Şevk-Efzâ Sultan’dan 10 yaş genç diğer bir eşi, Perestû Dördüncü Kadın-Efendi
oturuyordu; 46 yaşındaki Perestû Vâlide-Sultan, Sultan Abdülhamid’in asıl
annesi değildi ama asıl annesi Tîr-i Müjgân Kadın-Efendi ölünce, çocuksuz olan
Perestû’nun dairesine Şehzade Abdülhamid’i elinden tutarak babası Sultan
Abdülmecîd bizzat getirip oğulluğa kabûl edip etmeyeceğini sormuştu. Henüz 23
yaşında olan Perestû Kadın, on buçuk yaşındaki yetim şehzâdeyi, ondan sadece
12 yaş büyük olmasına rağmen, gerçek anne sevgisinden farksız bir şefkatle
kucaklamış ve öyle yetiştirmişti. Şimdi mükâfatını görüyordu: Osmanlı
tarihinde ilk ve son defa olarak bir padişah, kendisini doğurmayan ve aslında
üvey annesi olan manevî annesini, Vâlide-Sultanlık tahtına oturtuyordu.
Perestû Vâlide-Sultan, imparatoriçelik tahtında selefi olan ortağı Şevk-Efzâ
Sultan’dan tamamen farklı bir karakterde, çok tatlı ve yumuşak huylu, politika
ile asla meşgul olmaz, şefkatli ve hayır sahibesi bir kadındı. 28 yıl şan ve
şerefle, sessizce ve hiçbir şekilde ismini duyurmayarak Türkiye
imparatoriçelik tahtında oturdu ve bu makamda iken 1904’te öldü. Ondan sonra da
bu makam boş kaldı. Zira sonra tahta çıkan padişahların anneleri hayatta
değildi.
İkameti
için amcasının yaptırdığı muhteşem Çırağan Sarayı kendisine, annesi, tek oğlu
Mehmed Salâhaddin Efendi, kızları ve yüzlerce hizmetkârı ile oturmak üzere
tahsis edilen Sultan Murâd-ı Nâ-Murâd, 28 yıl sürecek acıklı hayatına başladı.
Bu müddet içinde Çırağan Sarayı’ndan çıkmadı. Bu suretle, amcasına ihânet
ederek Türk milletinin başına tarihin gördüğü en büyük felâketlerden birinin
açılmasına zemin hazırlamanın cezasını yaşadı.
1977
yılından beri Osmanlı Hânedânı’nın başı -yani en yaşlı şehzâdesi- olan Ali
Vâsıb Efendi (1984’te öldü), Sultan Murâd’ın oğlu Salâhaddin Efendi’nin
torunudur. Sultan Mahmûd’un büyük oğlu Sultan Mecîd’in büyük oğlu Sultan
Murâd’ın tek oğlu Salâhaddin Efendi’nin büyük oğlu Ahmed Nihâd Efendi’nin tek
oğludur.
İkinci Abdülhamid’in Şahsiyeti
İkinci
Abdülhamid, sonradan İttihatçılar’ın Türk düşmanları ile aynı paralelde
propaganda ettikleri gibi cahil değil, İttihatçılar’ın hemen hepsinden daha
bilgili ve kültürlü, İttihatçıların istisnasız hepsinden daha zeki ve
kabiliyetli idi. İbrahim Edhem Paşa, Ahmed Kemâl Paşa ve Fransız olan
Gardet’den Fransız, Gerdankıran Ömer Efendi’den Türk, Ali Mahvî Efendi’den
Fars, Ferid Efendi ile Şerif Efendi’den Arab dillerini mükemmel şekilde
öğrenmişti. Vak’anüvis Kazasker Lutfi Efendi’den Osmanlı tarihi, Guatelli Paşa
ile Lombardi’den Batı musikîsi ve piyano öğrenmiş, Türk musikîsi öğrenmemişti.
Diğer sahalardaki hocalarını saymıyorum. Uzun saltanat devrinde çağdaşı olan
dünyanın bütün hükümdârları içinde en zekisi ve dış politikaya en çok aklı
ereni idi.
İkinci
Abdülhamid, XIX. asrın sonları ile XX. asrın başlarında, dünyanın üzerinde en
çok konuşulan birkaç şahsiyetinden biri olmuştur. Hakkında her devirde yapılan
neşriyat, vagonlar dolusudur. İkinci Meşrûtiyet’ten sonra gelen yeni rejim,
İkinci Abdülhamid’i mahkûm etmiş, bundan sonra, hattâ nedense bu güne kadar, bu
hükümdarın lehinde, hattâ tarafsız yazmak ve konuşmak, yazan ve konuşanın
istikbali için tehlikeli sayılmıştır. Bunun sebebi, İkinci Abdülhamid’in, asla
mürteci olmamak şartıyla, muhafazakâr olması ve imparatorluğu 30 yıldan fazla
şahsen, muhafazakâr bir siyasetle idâre etmesidir. İkinci Abdülhamid’den sonra
gelen rejimler birbirinden inkılâpçı oldukları için, bu hükümdarın
muhafazakârlığını beğenmemek durumunda kalmışlardır. Ancak tarih, siyaset
değildir. Tarihçi siyâsî cereyanları tarafsız şekilde incelemeye alışmış adam
demektir. Bu alışkanlığı edinememiş, günün modasına göre söz söyleyen yazar,
tarihçi değildir. Çünki siyâsî rejimler ve fikir modaları, daima değişir. Bu
değişiklikler içinde ve gelecekte tarihçi, tarafsız kalmasını ve gerçekleri
aksettirmesini bilmiş olmalıdır. Kaldı ki, bir şahsı veyâ devri beğenmek ve
delil getirerek lehinde bulunmak, bazı cahil budalaların sandığı gibi, o şahsın
ve devrin günümüzde hasretini duymak değildir. Bugün tek kişi, değil İkinci
Abdülhamid, Kanunî Sultan Süleyman devrinde bile yaşamak istemez. On yıl
öncesinin, hattâ geçen yılın şartları içinde yaşamak istemez. Zira -haklı
olarak- beğenmez. Çünki verilen lehte veyâ aleyhte hükümler, beğenip
beğenmemek, o günün dünya şartları içindir. Başka bir devre uygulanamaz. Onun
için, tarihin gerçeklerini değiştirerek içinde yaşanılan rejimi ve şartları
savunmak en sakat yoldur. İki bakımdan çok sakattır: Önce tarihin gerçeklerini
değiştirmeye Hitler ve Stalin bile muvaffak olamamıştır. Gerçek kadar merak
edilen ve cazip hiçbir şey yoktur. İnsan tabiatinin bu hassası, daima gerçeği
bulur. İkincisi, ancak zayıf rejimler ve şartlar, iyi olan devirleri kötü,
kötü olanları iyi göstererek güçlenmeye ihtiyaç duyarlar.
Bu
hususta Cumhuriyet döneminde yetişen en değerli tarihçilerden biri Ord. Prof.
Ömer Lütfi Barkan, 1941’de İktisat
Fakültesi Mecmuası’na yazdığı bir makalede şöyle demektedir:
“Tanzimat tetkiklerinin karşılaştığı
müşkillerden biri, bertaraf edilmesi daha kolay bir anlayış tarzına taalluk
etmektedir. Gerçekten memleketimizde olduğu gibi, büyük inkılâplara sahne
olmuş bir memlekette yakın mazinin tarihi tedkik edilirken hususî bir vaziyet
takınmak ve halkta bu mazi hakkında mümkün olduğu kadar fena intibâlar hâsıl
etmeye çalışmak, uzun müddet için zarurî addedilebilir. Hâlbuki, birtakım
siyâsî düşüncelere ve pratik zarûretlere dayanan bu hissî görüş tarzı,
hakikaten ilmî olmak karakterini haiz tetkiklerin yapılmasına manidir. Çünki bu
vaziyette, muayyen siyâsî maksatların hizmetinde çalıştırılan tarih
tedkikleri, kendilerini gerçekten verimli kılan zihnî tarafsızlıktan mahrum
kalarak, eski devrin çarklarının nasıl işlediğini ve niçin öyle işlediğini
tedkikten fazla, sadece fena işlediğini tespit için çalışır. Bu anlayış
tarzında, bugünkü şartlardan uzak, ayrı bir devir ve düzenin zaruretleri,
bugünkü anlayışlarımızla çarpıştırılır ve mahkûm edilir.
“Fakat unutmamak lâzım gelir ki, herhangi
bir devri ilmî bir şekilde inceleyebilmek için, o devrin hususiyetleriyle
sempatize olmak, yani devrin içine girmek, anlamak ve mazur görmek lâzımdır.
Diğer taraftan, bazı sathî görüşlü kimseler, bugünkü oluşları küçültür, gölgede
bırakır diye, eski devirlerdeki reform hareket ve hamlelerinin bazı tarihî
anlarda aldığı kahraman ve azametli vaziyetleri ve bu gibi tarihî dönüm noktalarında
milletin geleceğini yönetenlerin oynadığı rolü küçültmeye taraftar gözükürler.
Fakat fikrimizce, bizim memleketimizde kamuoyunun olgunluğu ve inkılâp
prensiplerimizin hususî mahiyeti icabı, bu prensiplerin bu çeşitten bir geçmiş
kin ve nefret içinde uzun müddet muhafaza edilmeye ve beslenmeye ihtiyaçları
yoktur. Elimizin altında, onların gerçek kuvvetini yapan daha müsbet kıymetler
mevcut olduğu için, onların hesabına, tarihî realiteden korkmamız mânâsızdır.”
Bu
satırlar, 1941’de ve amansız bir tek parti yönetiminde ve sansürü altında ve
amansız bir savaş içinde yazılmıştır. Hâlâ aynı çizgide sayıklıyorsak, millet
olarak çok düşünmemiz gerekir...
Zira
bugün de İkinci Abdülhamid aleyhindeki yalanları nakletmek modası
yürürlüktedir. Bir kısım yazarlar ve ilimle uğraştıkları iddiasında
bulunanlar, mensûb oldukları tarafın resmî görüşleri cenderesinden
çıkamamışlardır.
Bunları
niçin yazıyorum? Zira son devir Türkiye tarihi, tarafsızlıkla ele
alınmamaktadır. Bu da gerçek tarihçiliği, gerçeği bulmak aşkıyla vicdanı yanan,
beyni feveran eden gerçek fikir adamını yaralamakta, bir bakıma bu işi irtikâb
edenleri pek çok küçültmektedir.
13
Şubat 1878’e kadar İkinci Abdülhamid’in ilk 1 yıl, 5 ay, 13 günü, bu hükümdarın
şahsî idaresiyle ilgisiz bir zaman parçasıdır. Şahsî idare, 13 Şubat 1878’de
Meclis-i Meb’ûsân’ın süresiz tatili ile başlar ve İkinci Meşrûtiyet’in ilân
edildiği 23 Temmuz 1908’e kadar 30 yıl, 5 ay, 9 gün sürer. İkinci
Meşrûtiyet’ten sonraki 9 ay, 5 günlük saltanatı da, İkinci Abdülhamid’in şahsî
idâresine dâhil değildir. Böylece bu hükümdar, ancak 30 yıllık şahsî idâre
devresinden 1878-1908 yıllarından sorumludur.
İkinci Abdülhamid’in Taht’a Oturması ve İlk
Günleri
İkinci
Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 günü saat 12’de (öğle), Topkapı Sarayı’nda, altın
tahta oturarak cülûs etti. 7 Eylül’de kılıç alayı yapıldı. Rahatsızlığından
dolayı, Beşinci Murad’ın kılıç alayı yapılamamıştı. İkinci Abdülhamid,
saltanat kayığı ile denizden Dolmabahçe Sarayı’ndan Eyübsultan’a gitti. Orada
kılıç kuşandıktan sonra, at üzerinde Topkapı Sarayı’na geldi. Oradan gene
kayıkla Dolmabahçe’ye geçti. Dönüşte, âdet olduğu üzere, atalarından
bazılarının türbelerini ziyaret etti, sadakalar dağıttı. 14 Eylül’de şimdi
üniversite merkez binası olan seraskerlik makamına gitti. Subaylarla yemek
yedi. Bir nutuk söyledi. Nutka serasker vekili Müşîr Redif Paşa cevap verdi.
15 Eylül akşamı Yıldız Sarayı’nda nâzırlar, devlet ve saray erkânı ile yemek
yedi. Aralarındaki bütün anlaşmazlıkları unutup, devlet hizmeti görmelerini tavsiye
eden bir nutuk söyledi. 18 Eylül’de Kasımpaşa’da bahriye nezâretine (eski
kapdân-ı deryâlık) gitti. Amiraller ve subaylarla beraber karavana yedi. 5
Ekim’de Süleymâniye’de Meşîhat’i ziyâret etti, ulemâ efendilerle iftar etti. 9
Kasım’da Haydarpaşa Askerî Hastahanesi’nde gazilerin hatırını sordu. Şehzâdeler
ve nâzırlarla beraber Marmara, Boğaz ve Karadeniz’de deniz gezintileri yaptı.
Camilerde halkın arasında namaz kıldı. Bu sûretle, Osmanlı tarihinde görülmemiş
derecede demokrat bir hükümdar şahsiyetiyle ortaya çıkan Sultan Hamid’i az
zamanda Yıldız’a kapanmaya mecbur eden ortamı aşağıda göreceğiz.
İkinci
Abdülhamid, tahta çıkınca, harem ağalarını protokolden çıkardı. Törenlere
katılmalarını yasakladı. Başta vezir pâyesindeki dârüssaâde ağası (kızlar
ağası) olmak üzere, harem ağaları eski rütbelerini İkinci Meşrûtiyet’e kadar
muhafaza ettilerse de, harem dışına çıkmaları artık tarihe karışmıştı.
Ağabeyinin
başkâtibi Sâdullah Bey (Paşa) yerine, sonradan 9 defa sadrâzam olan
gazetecilikten gelme Küçük Saîd Bey’i (Paşa) getiren İkinci Abdülhamid, Büyük
(Eğinli) Saîd Paşa’yı da mâbeyn feriki yaptı. İngiltere’de 9 yıl deniz makine
mühendisliği tahsil ettiği için “İngiliz” denen bahriye feriki (sonra müşîri =
büyükamiral) Saîd Paşa’ nın mâbeyn müşîri olarak âmiri, Dâmâd Mahmud
Celâleddin Paşa idi. Dâmad Nûri Paşa yerine sarayın en büyük görevine
getirilmişti.
Mütercim
Rüşdü Paşa, 19 Aralık 1876’da istifa etti. Üç padişah zamanına rastlayan bu 4.
sadareti 7 ay, 9 gün süre- bilmişti. Yerine Şûrây-ı Devlet Reisi Midhat Paşa,
2. defa sadrâzam oldu. Nasıl?
Hüseyin
Avni belâsından kurtulduktan sonra Midhat Paşa için sadâret ve mutlak iktidar
yolunu kapatan tek engel, ihtiyar bir bunak saydığı, aslında kendisinden çok
daha zeki olan Mütercim Rüşdü Paşa idi. Rüşdü Paşa’yı, henüz tahta ayak
basmış padişaha şöyle kötüledi:
-
Biz efendimizin haini miyiz? Bu adama (Rüşdü Paşa) niçin tahammül
buyuruyorsunuz? Her ne emr-ü fermanınız olursa bendenize irâde buyurunuz, can
fedâ ederek işlere bakarım...
İkinci
Abdülhamid’in sonraki yazılı mütalâası:
-
Rüşdü Paşa, Midhat Paşa’nın entrikaları kadar, ilânına hazırlanılan
meşrûtiyetten de ürkerek istifa etti.
Cevdet
Paşa’nın mütalâası:
-
Hüseyin Avni Paşa ölünce, bütün devlet işleri Rüşdü Paşa’nın eline kaldı. Ancak
görünüşte sadrâzam, gerçekte manevî hükümdar gibi idi. Midhat Paşa şu bakımdan
ona ortak idi ki, İngiltere ve Türk matbuatı Midhat Paşa’yı pek fazla
tutuyordu. Ancak Rüşdü Paşa padişah ile anlaşsaydı, Midhat Paşa’yı
defedebilirdi, bu iktidarı haizdi. Ama istifayı tercih etti...
Tersâne Konferansı
(23 Aralık 1876-20 Ocak 1877)
Bu
sırada Bosna-Hersek eyâletindeki dışa bağlı ayaklanma devam ettiği gibi, Girit
de huzursuzdu. Üstelik Sırbistan ve Karadağ prenslikleri de Osmanlı Devleti’ne
isyan ettiler. Mısır Valisi Hıdîv İsmâil Paşa’ya bile Balkanlar’da kullanılmak
için asker göndermesi emredildi ve gönderilen Mısır askeri de Balkanlar’a sevk
edildi. 29 Ekim’de sonradan “Gazi” diye meşhur olan Ferik Osman Paşa, Rus
generali Çernayefin kılık değiştirerek kumanda ettiği âsî Sırp kuvvetlerini
Aleksinaç meydan muharebesinde kolayca dağıttı, Belgrad’a girmek üzereyken
Rusya, Bâb-ı Âlî’ye ültimatom verdi. Savaşı göze alamayan Bâb-ı Âlî, Osman
Paşa’ya emir vererek ileri harekâtını durdurduğu gibi, âsî Sırp ve Karadağlı
tebeasına 2 aylık bir mütareke bahşetti...
Ancak
Rusya’nın Türkiye’nin iç işlerine karışması, başta İngiltere olmak üzere,
Avrupa devletlerini kuşkulandırdı. 23 Aralık 1876’da İstanbul’da Tersâne
Konferansı toplandı. Hâriciye nâzırı Safvet Paşa’nın başkanlığında açılan bu
konferansta, Türkiye, İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya-Macaristan
ve İtalya, İstanbul’daki büyükelçilerinden başka, ayrıca birer başmurahhas ile
temsil ediliyorlardı. İkinci Türk murahhası, az sonra sadârete yükselen Berlin
Büyükelçisi İbrahim Edhem Paşa idi. 29 gün içinde, 29 Ocak 1877’ye kadar 9 defa
toplanan konferanstaki en mühim diplomat, İngiltere başmurahhası olan Hindistan
nâzırı Lord (Marki) Salisbury idi. Türk dostu ve Rus düşmanı olan bu zât, bir
savaşı önlemek istiyordu. Yalnız başına Rusya’ya karşı girişeceği bir savaşta
Türkiye yenilirse, Rusların nerede durdurulabileceklerini bilememe endişesinde
idi. Böyle bir savaşta İngiltere’nin Türkiye’yi desteklemesi de mümkün değildi.
Zira bu takdirde savaş, Avrupa harbine dönüşecek, Rusya’yı destekleyen
devletler de çıkacaktı. Ancak Midhat Paşa ile birkaç Türk devlet adamı ve
askeri, tamâmen yanlış olarak, İngiltere’nin yanımızda savaşa katılacağı zannı
ile hareket ediyor, Rusya’ya bu şekilde muamelede bulunuyorlardı. Bu suretle
Rusya’yı ezerek (!) hayatlarının sonuna kadar Türkiye’de iktidarda
kalacaklardı...
Lord
Salisbury, savaşı önlemek için bazı fedakârlık yapılmasını Türkiye’ye gizlice
tavsiye etti. Zira Rusya’da “panslavist” denen akım, Çar İkinci Aleksandr’ın
savaşı pek istememesine rağmen, Rus halkını Türkler aleyhine fevkalâde
kışkırtmıştı. Balkanlar’daki Ortodoks Slav tebeaya verilecek bazı tavizler,
Rusya’da tansiyonu düşürecekti.
20
Aralık’ta huzür-ı hümâyûna kabûl edilen ve İngiliz Saîd Paşa’nın tercümanlığı
ile İkinci Abdülhamid ile konuşan Lord Salisbury, Safvet Paşa’ya evvelce
anlattığı yukarıdaki mütalâalarını padişaha da tekrarladı. Sultan Hamid, savaş
istemiyordu. Fakat savaş isteyen devlet adamlarının, İstanbul basınının, Midhat
Paşa’nın kışkırttığı mihrakların baskısı altında idi. Henüz böyle bir savaşa
engel olacak nüfûzu edinememişti. Bu nüfûzu, devlet adamlarının
yanıldıklarının ispatı bahasına elde edecek ve devlet büyük felâketlere
uğradıktan sonra tesis edebilecektir.
Savaşı
isteyenlerin başında Midhat Paşa geliyordu. Savaşı Türkiye’nin kazanacağına
emin idi. Çünki kendisini o kadar seven İngiltere, onu yalnız bırakmazdı!
Böylece Midhat Paşa, üstâdı Reşid Paşa’nın Kırım Harbi’nde Rusya’ya oynadığı
oyunu tekrar ederek daha büyük bir zaferle harbi kapatacaktı. Hâlbuki bütün
şahidlerin, vesikaların ve olayların müttefikan söyledikleri, Midhat Paşa’nın
dış politika hakkında hiçbir şey bilmediği, sadece eyâletlerin yönetiminden ve
eyâletleri bayındır ve âsâyişli hâle getirmekten anladığı merkezindedir. Gafil
serasker kaymakamı Müşîr Redif Paşa ile Mâbeyn müşîri Dâmad Mahmud Celâleddin
Paşa da, savaşa girilmesi için Midhat Paşa’yı teşvik ediyorlardı.
Birinci Meşrûtiyet’in İlânı
(23 Aralık 1876)
“93
Meşrûtiyeti” de denen ve hayatı çok kısa olan Birinci Meşrûtiyet, Midhat
Paşa’nın eseri sayılabilir. Ancak Midhat Paşa, bir hukukçu olmadığı gibi,
Osmanlı İmparatorluğu’nda demokrasinin nasıl yürütülebileceğini düşünmüş,
düşünebilmiş, düşünmeye fırsat ve lüzum görmüş değildi. Hayran olduğu ve destek
gördüğü İngiltere, o zaman dünyanın mukayese kabûl etmez derecede en ileri ve
üstün devleti olduğu için, Türkiye’de de İngiltere’deki gibi bir rejim
uygulanırsa, bütün pürüzlerin halledilivereceğini sanıyordu. Gerçek zekâdan
mahrumdu. Safdil ve megalomandı. Mağrur ve ataktı. Tecrübesiz ve kültürsüzdü.
Hesapsız ve duygusuzdu. Vefasız ve egoistti. İkinci Abdülhamid’in Midhat Paşa
hakkındaki mütalâaları:
Midhat
Paşa, öteden beri meşrûtiyet taraftarı idi. Lâkin ismini ve bazı kitaplarda
medhini işitmekle hâsıl olmuş bir taraftarlıktı. Hiçbir devletin kaanûn-i
esâsîsini (anayasasını) tetkik etmemiş ve bu bapta esaslı bir fikir edinmiş
değildi. Rehberi, nafia müsteşarı Odyan Efendi idi... Odyan Efendi ise, o zaman
bile bizde en seçkin hukukçu değildi. Hele memleketi hiç bilmezdi. Zannederim
bu vukufsuzluk, Midhat Paşa ile Tâif kalesine kadar beraber gitti...
Midhat
Paşa’nın başkanlığında, Ziyâ Bey (Paşa) ve Nâmık Kemâl Bey’in de katıldığı bir
komisyon tarafından hazırlanan ve “kaanûn-i esâsî” denen anayasanın 113.
maddesi, hükümdâra, hükûmetin tavsiyesiyle siyâsî bakımdan mahzurlu gördüğü
bir şahsı sürmek hakkını tanıyordu. Hâlbuki böyle bir hak, daha 1839 Tanzimatı
ile kaldırılmış olduğu için, tam bir irtica mâhiyetinde idi. Bu maddenin Midhat
Paşa tarafından mahsus koydurulduğu söylenmektedir. Çünki yeni rejimde
ölünceye kadar iktidarda kalacağından emin bulunan paşa, bu suretle
muhaliflerini sürebilecekti. Nitekim meşrûtiyetin zararlı olabileceği görüşünde
bulunan bir paşa, iki kazasker ve birkaç devlet adamını, yaptığı bu işin
Tanzimat’a aykırı olduğunu ihtar edenlere rağmen, İstanbul’dan sürgüne
gönderdi. İkinci Abdülhamid de muhâkemesiz insan sürmenin Tanzimat’a aykırı
olduğu hakkında Midhat Paşa’nın dikkatini çekince, istifa tehdidi ile cevap
aldı. İlk sadâretinde de en büyük destekçilerinden ve taraftarlarından biri
olan Nâmık Kemâl’i Gelibolu’ya sürmek vefasızlık ve nankörlüğünden çekinmeyen
Midhat Paşa, işte böyle bir demokrasi kahramanıdır!... Yukarıda anılan devlet
adamlarını gece yarısı evlerinde tevkif ettirip bazılarını Akdeniz adalarına,
bazılarını doğdukları kasabalara sürüverdi. Bu devlet adamları Kazasker Şerif
Efendi, Kazasker Dağıstanlı Muhyiddin Efendi, Râmiz Paşa, Rızâ Bey ve birkaç
müderris idi...
İbnülemin
Mahmud Kemâl İnal’ın mütalâası:
-
Sultan Hamid, Midhat Paşa’nın bu hareketini mimledi. Sürgün cezasının ne kolay
tatbik edildiğini kendisine öğreten üstâdının bu dersini unutmadı... Bu dersi,
evvelâ üstadı hakkında kemâl-i mahâretle tatbik etti... Mahâretine hayran
kaldığı üstâdını, ailesiyle vedâ etmeye bile vakit bırakmadan, memleketten
çıkartıverdi...
Midhat
Paşa anayasaya, imparatorluktaki her milletin kendi dillerini resmen
kullanabileceklerini koydurmak istemişse de, bu feci madde, İkinci
Abdülhamid’in emriyle Türkçe’nin tek resmî dil olduğu şeklinde düzeltilmiştir.
Gene de padişah endişelerini ünlü: “Türk’ün
hakkı mahfuz (saklı) kalır mı?” suâliyle açığa vurmuştur.
Midhat
Paşa, hükümdarın nüfûzunu ortadan kaldırmak ve icabında kendisini sadâretten
uzaklaştırması ihtimalini önlemek için anayasayı, Avrupa büyük devletlerinin
ortaklaşa ve zincirleme kefaleti altına koymak istemiştir. Türk devletinin
istiklâlini tamamen ortadan kaldırabilecek bu feci madde de çıkarılmıştır.
İmparatorlukta
şahsî idâresine tek engel gördüğü hükümdara ve hanedana karşı İngiltere’ye
dayanmak isteyen Midhat Paşa, Londra’nın Türk anayasasına kefil olması için
akıl hocası Ermeni hukukçu Odyan Efendi’yi İngiliz başkentine bile gönderdi,
fakat netice alamadı. Bunun üzerine Midhat Paşa, İstanbul’da Tersâne Sarayı’nda
toplanan konferansa bu meseleyi getirdi ve bu anayasa ortadan kaldırılacak
olursa, büyük devletlerin müdahale haklarını kullanmalarını istedi. Az sonra
devletin bütünlüğüne ve anayasaya aykırıdır diyerek, bir kazâyı Karadağ’a
bırakmamak için Rusya ile savaş çıkaran ve muazzam ülkelerin kaybına zemin
hazırlayan paşanın, Türk imparatorluğunun istiklâli hakkındaki görüşü, bu
merkezdedir.
İkinci
Abdülhamid’in tasdik ettiği anayasayı, 23 Aralık 1876 günü, Mâbeyn Başkâtibi
Küçük Saîd Bey (Paşa) getirdi. Midhat Paşa anayasayı, âmedci (âmedî-i Dîvân-ı
Hümâyûn) meşhur tarihçi, hukukçu ve bestekâr Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin
Bey’e (Paşa) okuttu. Avrupa siyâsetini bilmeyen Midhat Paşa, anayasa ilânının
Tersâne Konferansına murahhas gönderen büyük devletleri şiddetle
etkileyeceğini ve Balkanlar’da Hıristiyanlar lehine reform istemekten
vazgeçireceğini sanıyordu. Hâlbuki bu devletler içinde, hiç anayasası olmayan,
koyu istibdat ile yönetilen başta Rusya olmak üzere; imparatorluklar mevcuttu
ki, yalnız bu husus Türkiye’de demokrasi ilânını bu devletlerin soğuk
karşılamaları için büyük bir sebepti. Anayasa, toplar atılarak ilân edildi.
Türk başmurahhası ve konferansın başkanı hâriciye nâzırı Safvet Paşa;
murahhaslara, bunların anayasa topları olduğunu bildirdi. Sonra Safvet Paşa,
Bâb-ı Âlî’ye geldi. Kendisini heyecanla bekleyen Sadrâzam Midhat Paşa mutadı
olduğu üzere aceleyle:
Ne
dediler, ne dediler? diye sorunca, Safvet Paşa’dan:
Ne
diyecekler, “çocuk oyuncağı” dediler, cevabını alarak bozuldu. Fakat hiç
ehemmiyet vermedi. Tükenmez iyimserlikle dolu ve kendi dışında geçenleri
küçümseyen bir mizacı vardı.
Gerçekten
Tersâne Konferansı, Bâb-ı Âlî’yi Bosna-Hersek ve Tuna eyâletlerinde reform
yapmak için zorluyordu. Çıkacak bir Türk-Rus harbinin kıvılcımlarının nereye
kadar sıçrayacağı meçhûldü. Konferansın tekliflerini incelemek için 18 Ocak
1877’de Bâb-ı Âlî’de 60’ı Hıristiyan 240 kişilik fevkalâde bir meclis, Midhat
Paşa tarafından toplantıya çağırıldı. Paşa ve yardakçısı Mahmud Celâleddin
Paşa, Rusya’ya harb ilânı için heyecanlı nutuklar çektiler. Bir yıl sonra Türk
imparatorluğundan parçalar istemek için büyük devletlere başvuracak olan Ermeni
ve Rum rûhânî liderleri, kutsal Türk imparatorluğundan bir karış toprak
bırakılmayacağını, Hıristiyanların keyif ve refah içinde yaşadıkları için
reform da gerekmeyeceğini heyecanla anlattılar.
Midhat
Paşa için, Rusya’ya haddini bildirecek (!) bir savaşa tek engel kalmıştı:
Savaş istemediği için küçümsediği İkinci Abdülhamid... Onun da çaresini buldu,
padişahın Rus dostu olduğu rivayeti yayıldı. Çarla içtikleri su ayrı
gitmiyordu! İkisi de halklarını ezen müstebiddi! Midhat Paşa, öğrencilere para
dağıtmak oyununu tekrarladı. Yüksek medrese talebesi, padişahın penceresi
altına kadar gelerek “Harb!” diye bağırdılar. Harbi, İstanbul kaldırımlarında
kabadayılık etmek gibi bir şey sanıyorlardı. Bir taraftan da Midhat Paşa,
Beşinci Murad’ın iyileştiği haberini -ki bu gerçekti- etrafa yayıyordu. Basın,
paşanın teşvikiyle ciddî bir harb kundakçılığına başladı. Rusya ile harbin
faziletlerinden (!) bahseden makaleler döşendi... Rusları ağır şekilde tahkir
eden yazılar yazıldı. Lord Salisbury telâşa düştü, bir mektupla Midhat Paşa’yı
uyardı, Türkiye harbi kazansa bile bir şey elde edemeyeceğini, sadece asker ve
servet kaybedeceğini anlattı...
Bu
lord da kim oluyordu? Hindistan nâzırı, ikinci derecede bir devlet adamı idi!
Midhat Paşa ancak İngiltere kraliçesine, veliahdine, başbakanına, haydi
diyelim hâriciye nazırına muhâtab olabilirdi. Lord’un İngiltere başbakanı adına
konuştuğunun farkına bile varmadı. Hiç İngiltere, Türkiye’yi Rusya’ya ve
yardakçısı devletlere karşı tek başına bırakır mıydı? Bu hususta İngiltere’den
ima yoluyla olsun bir işaret almış değildi. Sadece Kırım Harbi’nde böyle
olduğunu, Türkiye harbe girdikten sonra İngiltere ile Fransa’nın onun yanında
yer aldıklarını, bir gençlik hâtırası şeklinde düşünüyordu. Büyük Reşid
Paşa’nın bu işi, Türk diplomasi tarihinde Fâtih ve Kanûnî devirlerinden beri
görülmemiş bir incelik ve maharetle yıllardan beri ve büyük dehâsını bu konuya
hasrederek hazırladığını incelememişti bile... Zira bazı derslere düşkün,
bazılarından nefret eden bir lise talebesi gibiydi. Dış politikadan hoşlanmadığı
için meşgul olmazdı. Aklı fikri hayat boyu iktidarda kalmak, eyâletleri
kalkındırmak, rakiplerini aşağılamak, onları iktidardan uzak kılmak,
zenginleşmek gibi şeylerde idi. Bunun için de sloganı meşrûtiyet yahut anayasa
idi.
İkinci
Abdülhamid, Bâb-ı Âlî’de toplanan büyük meclisin Tersane Konferansı’nın
tekliflerini reddetmesindeki neticeleri hesaplayacak uzak görüşlülükte, dış
politikaya ölesiye meraklı ve kabiliyetli bir mizaçta idi... Fakat karara
karşı gelecek gücü yoktu, tasdik etti. Konferans dağıldı. Büyük Devletlerin
büyükelçileri, İstanbul’da yerlerine birer maslahatgüzar bırakarak protesto
makamında ülkelerine çekilip gittiler. Türkiye, yapayalnız kaldı. Rusya’ya gün
doğmuştu...
Bu
durumda olsun Midhat Paşa ve avenesinin akılları başlarına gelmek gerekmez
miydi? Fakat mevcut bulunmayan bir şey nasıl yerine gelirdi? Harb propagandası
devam etti, İstanbul’dan eyâletlere taştı...
İki Ayrı Kutub: Midhat Paşa ve İkinci
Abdülhamid
Midhat
Paşa, padişahı sadece sevmiyordu, zâten kimseyi sevememekle maruftu... Fakat
padişah ondan nefret ediyordu. İki padişahın, amcası ile ağabeyinin tahttan üç
ay ara ile indirilmelerinde birinci derecede rol sahibi tehlikeli bir adamdı.
Bir padişahın ölümü hâdisesine, bir serserinin katledilmesi kadar bile
ehemmiyet vermeden geçiştirmiş adamdı. Hattâ bunu olağan, basit bir hâdise gibi
muhâkeme etmişti. Padişahların hukukunu gözetecek ve onlarla işbirliği
yapabilecek bir adam değildi. Demokrasi âşıkı rolü oynayan bir müstebiddi.
Hoşuna gitmeyen adamları belki Hüseyin Avni Paşa gibi öldürtmüyordu, fakat kim
olduklarını bir an düşünmeden sürüveriyor, azlediveriyordu. Kendi nefsinden
başka Türk imparatorluğunda hiçbir şahsiyetin ehemmiyeti olabileceğini
kavrayamayacak bir havsalaya sahipti...
Genç
bir hükümdar ve orta yaşlı bir sadrâzam... İşbirliği yapabilmeleri için
mizaçlarında ortak bir çizgi, bir asgar-ı müşterek bulmak, Diyojen’in fenerle
adam aramasına benzeyen boşuna bir çaba idi...
Ama
Paşa’nın kuyusunu asıl kazan padişah değildi, bizzat kendisi idi. Padişahın
istihbaratı, öyle amcasının gafletine benzemiyordu, kuş uçsa anında haber
alıyor, her şeyi merak ediyor, her şeyi araştırıyordu. Midhat Paşa, her gece
rakı ve konyak sofrasında devletin en gizli sırlarını, gönlünün en mahrem arzularını
ifşa ediyor, bu sırlar ertesi gün bütün İstanbul’a yayılıyordu. Nerede kaldı ki
İkinci Abdülhamid karakterinde bir adam öğrenmesin...
Ziyâ
ve Kemâl Beylerin de katıldıkları bu meclislerde Midhat Paşa’nın telâffuz
etmediği saçmalık kalmamış gibi gözüküyordu. Bir defasında cumhuriyet
ilânından, Üçüncü Napoléon gibi önce cumhurbaşkanı, sonra imparator
olacağından bahsetmiş “Niye ‘Âl-i Osmân’
olur da, ‘Âl-i Midhat’ olmaz?” diyecek kadar işi ileri götürmüş, ertesi
gün herkes bu “Âl-i Midhat = Midhatoğulları,
Midhat Hânedânı” sözünü duymuştu.
Şüphesiz
meşrû hânedanın düşürülmesini düşünmek ve konuşmak, demokrat bir monarşide bile
çok ağır suçtu. Hele böyle bir şeyi o devir Osmanlı imparatorluğunda
yürürlüğe koymaya kalkışmak, imparatorluğun derhal ayrışmasını göze almaktı.
Midhat
Paşa’nın hususî asker yazmaya kalkışması, artık İkinci Abdülhamid’in sabrını
taşırdı... Bu yeni asker “Millet Askeri”
namıyla müstakil bir ordu teşkil edecek ve paşanın şahsına bağlı bulunacaktı.
Artık Fransız İhtilâli’nden ilham alındığı âşikârdı... Hıristiyan ve
Müslümanlardan gönüllü yazılanlar, başkumandanları Midhat Paşa lehine
nümâyişler yapıp, İstanbul caddelerinde huzûru bozuyorlardı. Paşa’nın böyle
bir şeye hiç ihtiyacı yoktu. Çünki Tanzimat sisteminde de, Meşrûtiyet
sisteminde de, eski klasik Osmanlı düzeninde de ordu ve donanma zaten
sadrâzamın emrinde idi. İkinci Abdülhamid, sadrâzamını, bu gönüllülerin
seraskerliğe başvurarak Birinci Ordu’ya yazılmaları hususunda uyardı. Ancak
Midhat Paşa, Ziyâ ve Kemâl Beylerin teşvikiyle bu kendilerine “Millet Ordusu”
diyen gönüllüler:
Bâb-ı
Seraskerî maiyyetinde askerliği kabûl etmeyiz, biz milletin askeriyiz! şeklinde
gösteriler yaptılar.
Böylece
çok daha kötü bir yeniçeri ocağı hortlatmak isteyen Midhat Paşa, şahsına ve
devlete bağlı olmak üzere, iki bağımsız kuvvetin teşkiline girişti... Eh bu
imparatorluğu İkinci Abdülhamid, Midhat Paşa’dan devralmış değildi, sokakta da
bulmamıştı... Atalarından kalmıştı. “Millet Askeri” meselesi, hükümdarın,
sadrâzamına zerre kadar itimadı varsa, onu da silip süpürdü...
Midhat
Paşa’nın İkinci Abdülhamid’e kullandığı dil de, düşmesinin başlıca
sebeplerinden biridir. Bugün bile hiçbir devlet başkanının tahammülüne imkân
olmayan, şahsen tahammül etse bile, temsil ettiği devletin şerefinin tahammül
etmemesi gereken bu sözler, bardağı taşırdı... Bir yazısında padişaha şöyle
yazdığı iddia edilmektedir:
-
Evvelâ Zât-ı Mülûkânelerine âid olan vezâif-i hükümdârânenizi mutlaka
bilmelisiniz; zîrâ bi’l-cümle harekâtınızdan, millet nazarında mes’ûl
olacaksınız. Usûl-i meşveretle (demokrasi ile) idâre olunan bir millette nizâm
nedir bilir misiniz?... Binây-ı devleti tâmîre çalıştığımız sırada, siz âdetâ
yıkmak istiyorsunuz.
Gerçi
bu devrin en büyük mütehassısı olan İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, bu yazının
Midhat Paşa düşmanları tarafından uydurulduğunu, padişaha böyle yazı
yazılamayacağını -mantık yoluyla- ileri sürüyorsa da, bu yazı tertip olsa
bile, Midhat Paşa’nın söylediği kesinleşmiş sözlerdeki üslûba çok
benzemektedir. Meselâ Midhat Paşa’nın İstanbul’dan uzaklaştırılırken:
“Teessüf ederim ki, İstanbul’a avdetimde
(dönüşümde), ne şevketlü efendimizi bu saraylarda ve ne de mülkü (devleti)
yerinde göremeyeceğim!” dediğinde tarihçiler arasında anlaşmazlık yoktur.
Bir
defasında da Paşa, hükümdarın yüzüne karşı aynı manâda şeyler söyleyince,
İkinci Abdülhamid kendisini derhal huzûrundan çıkarttı. Demek artık, bir arada
çalışmalarına imkân kalmamıştı ve bütün kusur İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın
“önünü, ardını gözetmez, yaptığı işi düşünmez bir adam” şeklinde tarif ettiği
Midhat Paşa’da idi.
Midhat
Paşa, millî geleneklere aykırı davranışlarda da bulundu. Birini burada anmak
kâfidir: Bosna-Hersek eyâletinde, Türk bayrağındaki ay yıldızın yanına bir haç
ilâve edilmesini emretti. Ancak bu suretle bu eyâletteki Hıristiyanların
isyanını durdurmak şöyle dursun, bu sefer Müslüman Boşnakları müteessir
etti... Devlet bayrağının bir tek eyâlette olsun sadrâzam emriyle
değiştirilmesi de Midhat Paşa’nın demokrasi anlayışı hakkında örnektir. Bu
haçlı Türk bayrağını taşıyan ve Hıristiyanlar’la Müslüman gönüllülerin
karışık teşkil ettikleri bir tabur asker, İstanbul’a da geldi, bu bayrakla
geçit resmi yaptı, Niş’teki tümene gönderildi.
Midhat
Paşa’nın ikinci sadâreti ancak 47 gün sürdü. Bu kısacık müddet içinde, akla
gelen ve gelmeyen her türlü hatayı irtikâb etti. Şahsî felâketine zemin
hazırladı. İki sadâretinin toplamı 4 ay ve 6 günden ibarettir. Yerine Şûrây-ı
Devlet reisi ve İkinci Abdülhamid’in şehzâdeliğinde Fransızca hocası olan
İbrahim Edhem Paşa, sadrazamlığa getirildi. Meclis-i Meb’ûsân’ın 19 Mart
1877’de açılması, bu sadrâzamın zamanındadır. Dârülfünûn (Üniversite) için
yapılan ve 1933’te Adliye (adalet sarayı) iken yanan muhteşem bina, ilk Osmanlı
parlamentosuna tahsis edildi... Ayân üyeleri (senatörler), kayd-ı hayat
şartıyle atanmışlardı. Meb’us (milletvekili) seçimi iki dereceli idi. Yemen,
Libya, Bosna-Hersek gibi uzak eyâletlerden bile milletvekilleri geldiler. Ahmed
Vefik Efendi (Paşa), meclisin ilk reisi oldu. Böylece esas bakımından 1961’e
kadar yürürlükte kalacak olan 93 Anayasası, mer’iyyete girmiş oldu.
Midhat Paşa’nın Düşmesi
Midhat
Paşa, meclisin açıldığını Avrupa’da öğrenebildi. Paşadan mühr-i hümâyûnu,
Mâbeyn-i Hümâyûn müşîri Büyükamiral Saîd Paşa aldı. Derhal İzzeddin vapuruna
bildirildi. Parası olmadığını söylemesi üzerine kendisine 500 altın verildi.
İzzeddin vapuru, İtalya’nın Brindisi limanına yanaşarak Midhat Paşa’yı çıkartıp
geri döndü. Sürüleceğini öğrenince:
Eğer
beni sürerseniz memleket mahvolur! dediği meşhurdur. Hattâ Çanakkale
Boğazı’ndan geçerken, İstanbul’da ihtilâlin başlayıp başlamadığını sormuştur.
Midhat Paşa sürüldü diye ne İstanbul’da, ne taşrada tek itiraz yükselmedi.
Yalnız bazı İngiliz ve Fransız gazeteleri padişaha veriştirdiler.
Midhat
Paşa’nın dâmâdı Vefik Bey’in, Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı bir
hâtırası:
-
Bir gece Kaanûn-i Esâsî (anayasa) komisyonu Midhat Paşa’nın konağında toplandı.
Ziyâ Bey (Paşa) ve Kemâl Bey (Nâmık Kemâl), paşaya küfür derecesinde ağır
sözler söylediler, paşa da karşılık verdi. Artık samimiyet de, birarada
çalışmak ihtimali de kalmamıştı...
Zira
gerçekte meşrûtiyet (taçlı demokrasi) ve bunun temelini oluşturacak kaanûn-i
esâsî (anayasa) fikri bilindiği gibi, önce Midhat Paşa’dan değil, Yeni
Osmanlılardan çıkmıştır, mazisi de on yıldan öncelere gidiyordu. Yeni
Osmanlıların liderleri de Ziyâ-Kemâl ikilisi idi. Midhat Paşa onlar için
sadece geçici bir sadrâzam adayı idi. Midhat Paşa, Yeni Osmanlıların demokrasi
fikrine yapışarak hayat boyu iktidarda kalacağını planlayan adamdı...
Nitekim
hazırlanan taslağı Nâmık Kemâl okuyup düzeltti. Padişahın emri üzerine bir de
Mahmud Celâleddin Bey (Paşa) kanun tekniğini çok iyi bildiği için okuyup
düzeltti ve son şeklini aldı. Bâb-ı Alî’de yağmur altında anayasa metnini
halka gene Mahmud Celâleddin Bey okudu. Midhat Paşa nutuk söyledi. Midhat Paşa,
anayasanın yayımlanması için çok acele etti. Bu aceleyi duyan eski kurt
Mütercim Rüşdü Paşa konağında, misafirlerine:
-
Pek iyi ama paşamız emin olsun ki, bu kanun en evvel kendisinin başını
yiyecektir! dedi...
Rüşdü
Paşa’nın sözlerini Midhat Paşa’ya yetiştirdiler. Bunak saydığı Rüşdü Paşa’nın
ihtarına en küçük bir ehemmiyet vermedi.
Az
sonra çok büyük bir savaşa ve Türk tarihinin gördüğü en büyük birkaç
felâketten birine sebep olacak Rusya ile ipleri koparma meselesinde de Midhat
Paşa, padişahın uyarılarına kulak asmadı. Nâdiren sesini yükselten İkinci
Abdülhamid, sinirlenip yüksek sesle Lord Salisbury’nin bir savaşta Osmanlı’nın
yalnız kalacağını hükûmeti namına resmen beyan ettiğini söyleyince Midhat Paşa
şu cevabı verdi:
Salisbury
(Selzböri), efendimize yalan söylemiştir. İngiltere behemehal bize yardım
edecektir. Biz politikaya me’mûruz, mesleğimiz (tutacağımız yol) tâyin
edilmiştir.
Son
cümlede padişahın dış politikadan anlamadığını îmâ ettiği açıktır. Bu îmâ, dış
politikada dâhî olan İkinci Abdülhamid’e yapılmıştır. Asrın en büyük tarihçisi
ve hukukçusu olan Cevdet Paşa’nın mütalâası:
Rusya
imparatoru, muharebe kapısının açılmasını istemiyordu. Midhat Paşa, Çarı harb
ilânına mecbur etti...
Lord
Salisbury bu sırada 47 yaşında ve Hindistan nâzırı idi, 4 yıl sonra Muhafazakâr
Parti lideri ve İngiltere başbakanı olacaktır. Onun mütalâası:
Midhat
Paşa, tekliflerimizi Bâb-ı Âlî’de topladığı fevkalâde meclise o tarzda ifade
etti ki, meclis için bu teklifleri reddetmekten başka çare kalmadı. Şöhret
kazanmak için bu yolu tutan paşa, kendi milletinin geleceğini feda etti...
Midhat
Paşa’nın damadı Vefik Bey’in mütalâası:
Büyük
Devletlere öyle cevaplar verildi ki, yalnız Rusya’ya değil, hepsine harb ilânı
mânâsına idi. Nitekim Büyük Devletlerin hepsinin büyükelçileri yerlerine
maslahatgüzâr bırakıp İstanbul’u terk ettiler...
O
kadar güvendiği Meclis-i Meb’ûsân açıldıktan sonra da tek milletvekili,
Avrupa’da bulunan Midhat Paşa hakkında tek söz söylemedi, kendilerinin
varlığına sebep olan anayasanın babasına tek cümle ile teşekkür edilmedi.
Paşanın saflığına örnek (İngiliz Saîd Paşa’ya hitâben):
Birkaç
yıl sadârette kalmamı bile çok dikkatli hareket etmeme bağlıyorsunuz. Bu sabah
falcılıkta usta olan bir adam evime geldi, sadârette on altı yıl kalacağımı
söyledi, sizin ifadeniz bu müddeti kısaltıyor...
Belki
bu sözleri Saîd Paşa ile alay etmek için söylemiştir. Fakat buna benzer başka
sözleri de vardır. Şeyhülislâm Sâhib Efendi’nin sözleri:
-
Midhat Paşa, bana hürmet ederdi. Ah niçün elime bir sopa alarak evine gidip
masasının üstündeki konyak şişelerini kırmadım, meclisinde bulunan aşağılık
adamları kovmadım, paşaya; “Be adam, aklını başına topla, gaflet uykusundan
uyan” demedim...
Yeni
Osmanlılar denen gayri resmî partinin veya fikir akımının lideri Ziyâ Bey,
Midhat Paşa ile anlaşamayacağına karar verdi. Arkadaşı Nâmık Kemâl’in
itirazlarına rağmen padişahtan taşra görevi istedi. Ziyâ Paşa’ya 1. derece
Osmânî nişânı ve rütbesi yükseltilerek vezir pâyesi (mareşal’e eşit mülkiye
rütbesi) verilerek ayda 350 altın maaşla Suriye eyâleti valisi olarak Şam’a
yollandı, bir daha asla İstanbul’a dönmedi.
Tanzimat’a
aykırı yüksek yargı kararı olmaksızın bir hâkimi görevinden almak isteyen ve
adliyeyi bozmaya niyetlenen Midhat Paşa’nın bu husustaki arzını padişah
imzalamadı. Tanzimat, hele meşrûtiyet düzeninde sadrâzam arzının saraydan
çevrilmesi nâdir bir olay olduğu halde Paşa gene uyanmadı. Mehmed Emin Paşa’nın
mütalâası:
-
Midhat Paşa’nın sadrâzam yapılmasında padişah da kusurludur. Midhat Paşa
belirli işlerde ehliyetli ve çok çalışkandı. Fakat kibir ve gururu görülmemiş
derecede idi. Sadâret gibi devletin en mühim makamına getirmemek gerekirdi.
Bazı nezâretlerde, hele eyâlet valiliklerinde kullanılsa idi, pek büyük işler
yapabilirdi...
Midhat
Paşa’nın azline Times, Manchester
Guardian, République Française gibi gazeteler “Türkler adam olmaz”
mânâsına sözler yazarak edebsizlik ettiler. Devrin en büyük diplomatı sayılan
Almanya imparatorluğu şansölyesi (federal başbakan) Prens von Bismarck, şu
sözleri söylemekle yetindi:
Midhat
Paşa bir büyük adam olduğu için, iktidar mevkiinden düşmesi de elbette büyük
bir sebebe dayanmaktadır.
Midhat
Paşa, İskoçya’da Sunderland dükünün şatosunda misafir kalırken, İkinci
Abdülhamid, Avrupalı devlet adamları ile temasından ürkerek kendisini
Türkiye’ye çağırdı. Bin beş yüz altın gönderdi. Girit’in Hanya şehrinde ayda
200 altın maaşla ailesiyle oturmasını, kendisine lâyık bir eyâlet açılır
açılmaz tayin edeceğini bildirdi (28.9.1878). 1 yıl, 7 ay, 21 günlük Avrupa’da
ikameti bu suretle sona erdi.
Diğer
taraftan, Midhat Paşa’dan sonra İstanbul’da siyâsî hayat, meclisin açılması dolayısıyla
daha da karıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Ahmed Vefik Efendi,
milletvekillerini kaynaştırmaya, demokrasi tecrübesini yürütmeye çalışıyordu.
Disipliniyle
meşhur olan büyük devlet adamı, kargaşaya engel olan başlıca şahsiyet hâlinde
çalıştı. Milletvekilleri içinde iyi Türkçe bilmeyenler vardı. Tek müzakere dili
Türkçe olduğu için, bunlar sadece parmak kaldırıyorlardı. Meclislerin, hükûmet
düşürmek hakkı yoktu. Almanya İmparatorluğu meclisleri bile 1918’e kadar
hükûmet düşüremedikleri için, bu hususu, bugünkü anlayış ölçülerimize vurup,
ilkellik şeklinde telâkki etmemek lâzımdır.
Meclisi
bizzat Abdülhamid Hân, kurulan tahtına oturarak açtı. Yanına kardeşlerinin iki
büyüğünü Veliahd Mehmed Reşâd Efendi ile ikinci Veliahd Kemâleddîn Efendi’yi
almıştı. Hükümdar nutkunu, Sadrâzam Edhem Paşa vasıtasıyla, başkâtibi Saîd
Bey’e (Paşa) verdi. Pek parlak olan nutku, o okudu.
93 Harbi’nin Başlaması
28
Şubat 1877’de Sırbistan isyânı sona erdi. Ancak Karadağ, Bosna-Hersek ve
Girit’te -bu sonuncusunda nüfusun ancak yarısını bulan- Ortodoks
Hıristiyanların isyan ve huzursuzlukları sürüp gidiyordu.
31
Mart’ta İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya arasında
Londra Protokolü imzalandı. Bu protokol Bâb-ı Âlî’ye, Tersâne Konferansı
kararlarından daha hafif ıslahat şartları teklif ediyordu... Birkaç Balkan
eyâletinde Hıristiyan tebea lehine yapılacak bu ıslahat karşılığında büyük
devletler, Rusya’ya karşı Türkiye’nin sınırlarını garanti ediyorlar, bizzat
Rusya, bu garantiye katılıyordu. Rusya için de büyük fedakârlıkları mucip
olacağı muhakkak bulunan bir savaşı Çar İkinci Aleksandr göze almak
istemiyordu. Rus devletinin bünye zaafını ve Rus milletinin geriliğini bilen bu
reformcu hükümdar, Rusya’nın Balkanlarda fütuhata atılmasını mevsimsiz
görüyordu. II. Aleksandr’ın Rusya’da 20 milyondan fazla toprak kölesini (serf)
hür vatandaşlar olarak tanımasının üzerinden ancak 16 yıl geçmiş ve bu büyük
reform henüz hazmedilmemişti. Ancak nasıl İstanbul’da savaş isteyen bir zümre ve
devlet adamları varsa, Petersburg’ta da aynı adamlar ve zümre mevcuttu.
“Panslavizm” denen ve bütün Slav ırkları, Slav olmayan milletlerin (ki bunların
başlıcaları Türklerle Almanlardı) boyunduruğundan koparıp Rus boyunduruğuna
almayı amaçlayan fikir akımı, kudretliydi ve Rusya’da devlet idâresinin her
dalında temsilcileri, ateşli taraftarları vardı.
Londra
Protokolünün başlıca şartları, Karadağ’a Hersek sancağından Ortodokslarla
meskûn iki kazânın (ilçe) verilmesi, Karadağ’ın gene Türkiye’ye tâbi olmakta
devam etmesi, Tuna ve Bosna-Hersek eyâletlerinde bizzat Bâb-ı Âlî’ce ıslahat
yapılması idi. Aynı zamanda Tuna boylarında son zamanlarda toplanan Türk
ordularının sulh zamandaki mevcutlarına indirilmesi isteniyordu. Buna mukabil
Rusya da, son yıl içinde silâh altına aldığı birliklerini terhis edecek ve bu
kuvvetleri Türk sınırından uzaklaştıracaktı.
10
Nisan’da Bâb-ı Âlî, Londra Protokolü’nü reddetti. Bilhassa Karadağ’a arazi
bırakılamayacağı büyük devletlere bildirildi. Bunun üzerine Çar, Karadağ’a
sadece Nikşik ka- zâsının bırakılması şartıyla savaşı önleyebileceğini Bâb-ı
Âlî’ye tebliğ ettirdi. Bu kazâyı olsun iç yönetiminde Ortodokslara vermeden
savaşı önleyemeyeceğini, halkın muhâlefetini yatıştıramayacağını, millî gururu
muhafaza edemeyeceğini söylüyordu. İngiltere’nin savaşa katılma ihtimalini de
hesab ediyordu. 1853 savaşında Türk orduları tek başlarına Tuna üzerinde
Rusları birçok defalar bozguna uğratmışlardı. 1876 Türk ordusu ise, daha
kalabalık, daha moderndi... Ancak Ruslar da Kırım Harbi’nden sonra çok
hazırlanmışlardı.
Çar’ın
son teklifi, Sadrâzam İbrahim Edhem Paşa tarafından hoyratça reddedildi.
Petersburg’a bildirildi ki, tâbî bir prensliğe dahi tek kazanın terkedilmesi,
“kanûn-i esâsiye mugayir” yani, anayasaya aykırıdır. Bu tutum, Türkiye için,
bütün tarihi çapında bir felâket oldu. Hıristiyan ve düşman halkla meskûn
ehemmiyetsiz ve sefil bir kazâ terkedilmemek için göze alınan bu savaşta
Türkiye’nin verdikleri, akıl almaz şeyler oldu.
Rusya’nın
İstanbul büyükelçisi ve panslavistlerin başı General Kont İgnatiyev, Avrupa’da
idi... İstanbul’da maslahatgüzar olarak Nelidof vardı. 24 Nisan’da bu Nelidof,
hariciye nâzırı Safvet Paşa’ya, Çar’ın harb ilânı notasını verdi. Aynı gün,
Petersburg’taki maslahatgüzârımız Tevfik Bey’e (son Osmanlı sadrâzamı Tevfik
Paşa) pasaportları tevdi edildi. “93 Harbi” denen ve 1877-78 Türk-Rus savaşı
olan büyük harb başlamıştı. Bu savaş, 1870-71 Alman-Fransız savaşı ile
1904-1905 Japon-Rus savaşı arasındaki dünyanın en büyük harbidir.
Harb,
Rusların 22 Haziran 1877’de Tuna’yı geçmesi ile fiilen başladı. Harbin
ilânından 2 ay geçmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun birer parçası olan Romanya,
Sırbistan ve Karadağ prenslikleri, metbûları olan devlete baş kaldırarak
-istiklâl ümidiyle- Rusların yanında harbe katıldılar. Yunanistan krallığı da
(bugünkünün üçte biri kadardı) Türkiye’ye hasmane bir tutum aldı ve birçok
Türk birliğini bağlamış oldu. Türkiye’nin tek müttefiki yoktu ve olmadı.
Avrupa (Tuna) cephesinde Serdâr-ı Ekrem (Başkumandan) Abdülkerim Nâdir (Abdi)
Paşa liyâkatsizlik gösterip azledildi. Yerine gelen Müşîr Mehmed Alî Paşa
durumu düzeltemedi. Bu defa cüretiyle tanınan ve az önce müşîr olan meşhur
eylemci Süleyman Paşamız, başkumandan oldu. Müşîr Gazi Osman Paşa’nın üç Plevne
zaferine rağmen kış geldiği zaman galibiyet, Ruslarda idi. Kafkasya (Doğu
Anadolu) cephesinde ise, Müşîr Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın (sonradan sadrâzam
olmuştur) Rus ordularını birkaç meydan muharebesinde yenmesine rağmen Kars
düştü. Destanî bir savunma neticesinde Aziziye tabyalarını geri alan Türkler,
düşmanı Erzurum’a sokmadılar.
Harb
başladığı zaman müşîr olan Süleyman Paşa, Hersek Sancağı’nın merkezi Mostar’da
idi. 25.000 kişilik bir kolordu ile buradan Karadağ’ın güneyindeki Adriyatik
üzerinde Bar (Antivari) limanına geldi. Buradaki Türk filosu, kolorduyu aldı
ve Otranto Boğazı, Yunan (İyonya) Denizi, Mora ile Girit arası ve Adalar
Denizi(Ege Denizi)’nden geçirerek, Batı Trakya’da Dedeağaç limanına, Meriç’in
az batısına çıkardı. Dedeağaç’tan trene bindirilen kolordu ve bütün
teçhizatı, Temmuzun 26. günü Kızanlık yakınlarında trenden indirildi ve Şıpka
geçidinin güney eteklerine vâsıl oldu. Şıpka geçidinin kuzeyinde başlayan asıl
Bulgaristan’da üç Türk ordusu vardı. Süleyman Paşa, bunlarla birleşmek için
geçidi 7 gün, 7 gece zorladı, fakat muvaffak olamadı (20-26 Ağustos 1877).
Türk
mareşalleri arasındaki çok çirkin rekabet,harbin kaybını hızlandırdı. Sonunda
Ruslar, İstanbul’un banliyösü Aya Stefanos’a (Yeşilköy) kadar gelip buraya bir
heykel diktiler. Türkiye, mütareke istedi. 31 Ocak 1878 Edirne Mütarekesi,
İngiltere kraliçesi Victoria’nın aracılığı ile imzalandı. Savaş sadece 9 ay, 7
gün sürmüş, fakat bu müddet, bütün Türk tarihinin en büyük felâketlerinden
biriyle neticelenmek için kâfi gelmişti. 11 ay, 4 günlük bir sadâretten sonra
Edhem Paşa azledilip büyükelçi olarak Viyana’ya gönderildi; 60 yaşındaydı.
Dâhiliye nâzırı Ahmed Hamdi Paşa, sadrâzam oldu. 24 gün iktidarda kalabildi.
Aydın (İzmir) valiliğine gönderildi. 51 yaşında idi. Ahmed Vefik Paşa
“başvekil” unvanıyla sadrâzam oldu. 55 yaşında, ünlü bir diplomat ve edîb idi,
altı yedi dil bilmesiyle tanınmıştı. Senatör ve Meclis-i Meb’ûsân reîsi idi.
İşte Meclis-i Meb’ûsân, onun zamanında kapatıldı.
Meclis-i Meb’ûsân’ın Süresiz Olarak Kapatılması
ve Birinci Meşrûtiyet’in Fiilen Sona Ermesi
(13 Şubat 1878)
Meclis-i
Meb’ûsân, 13 Şubat 1878’de müddeti belli olmayacak ve aslında 30 yıl, 5 ay, 9
gün sürecek şekilde tatil edildi. Bu suretle Birinci Meşrûtiyet, hukûken
olmasa bile fiilen sona erdi, “Devr-i
İstibdâd” olarak tarihe geçen İkinci Abdülhamid’in şahsî idare dönemi
başladı. Meşrûtiyet 1 yıl, 1 ay, 21 gün sürmüş, Meclis-i Meb’ûsân ise sadece 10
ay ve 25 gün açık ve toplantı hâlinde kalabilmişti. İkinci Abdülhamid, irâde-i
seniyye ile muvaşşah meclis-i vükelâ (bakanlar kurulu) karar-nâmesi ile
Meclis’i ancak tatile sevk etti. Meşrûtiyet’i ve onun dayandığı 93 Anayasası’nı
ilgaya lüzum girmedi. Devletin resmî salnamelerinin (yıllık) en başına her yıl
bu anayasa derc edilmiş ve 1908’de İkinci Meşrûtiyetin ilânına kadar bir tek
yıl ihmâl edilmemiştir. Fakat gerçekte bu 30,5 yıl, bir mutlakıyyetle, daha
açık tâbirle parlâmentosuz bir idare ile geçmiş, üstelik devlet yönetimi her
yıl Bâb-ı Âlî’den Saray’a, Yıldız’a doğru kayarak Tanzimat’ın esas yapısı da
ortadan kalkmıştır.
Meşrûtiyet,
1878 Türkiye’sinin gerçeklerine asla uygun değildi. Bugün nasıl Türkiye
demokrasiden gayrı bir rejimle idâre edilemezse, o yılların Türk imparatorluğu
da demokrasi ile yönetilemezdi. Yoksa bazı budalaların ileri sürmek
istedikleri gibi, Midhat Paşa’yı tutmamak demokrasi düşmanlığı, İkinci
Abdülhamid’i tutmak gene demokrasi düşmanlığı değildir. Böyle eblehçe
ithamlardır ki, tarih gerçeklerinin üzerine şal atmıştır.
Osmanlı
Türk İmparatorluğu’nda bir anavatan
ile o anavatan çevresinde toplanmış
ülkeler ayırımı yoktu. Bu durum, gerileme ve Batı emperyalizminin
azgınlaşma yıllarında, imparatorluğa çok zarar verdi. İngiltere ise bu
yıllarda, geniş anavatan dışındaki topraklarını, tam bir sömürge gibi idare
ediyordu. Örnek demokrasi olan İngiltere böyle olduğu gibi, diğer devletler de
böyleydi. Rusya gibi Türkiye’den daha batılılaşmış ve ileri bir imparatorlukta
değil yabancı unsûrlara, Ruslara bile seçim hakkı tanınmamıştı. İlk Rus
parlamentosu 1905’te açılmıştır. Yani Türkiye’de ilk parlamentonun açılmasından
28 yıl sonra ve Türkiye’de İkinci Meşrûtiyet’ten 3 yıl önce... Kaldı ki,
Rusya’da 1990’da bile parlamenter idare yoktur. Almanya İmparatorluğu gibi,
Alman’dan başka nüfusu pek az olan homojen bir devlette bile parlamentonun
rolü, bugünkü anlayışımıza göre, devletin idaresine iştirak etmekten çok
uzaktı. Meselâ hükûmeti düşüremezdi. İmparatorluğu doğrudan doğruya kayzer
(imparator) ve onun itimadına mazhar olan şansölye (federal başbakan), mutlak
yetkilerle idâre ederlerdi 1918’e kadar da böylece devam etmiştir.
Birinci
Meşrûtiyet’in ilk parlamentosunda ana dili Türkçe olan milletvekilleri
azınlıktı. Hakkı Târik Us’un yayınladığı Birinci Meclis-i Meb’ûsân zabıtları
okunursa görülür ki, müzakerelerde, yalnız Rum, Bulgar, Ermeni, Yahudi, Romen,
Makedon, Sırp, Mârûnî gibi gayrimüslim milletvekilleri değil, Arab, Arnavut,
Boşnak gibi Müslüman milletvekilleri de garip isteklerde bulunmuşlardır. Bu
isteklerde bulunan milletvekilleri de, arkalarına daima en az bir yabancı
devleti almayı ve onlardan çok defa para kabûl etmeyi unutmamışlardır. Kendi
dillerinin Türkçe yanında, resmî dil olmasını istemekten tutun da, muhtariyet
(otonomi), hattâ istiklâl (bağımsızlık) isteklerine, Yunanistan’a Girit ve Epir
ve Tesalya verilirse ne çıkacağını soranına kadar azınlık milletvekilleri,
Türk devletine zararlı konuşmalarda ve taleblerde bulunmuşlardır.
Meclisteki
Türk milletvekillerinin de, biraz da parlamentonun ne olup ne olmadığını
bilmemek ve tecrübesizlik yüzünden, müsbet bir çalışma içinde bulundukları
iddia edilemez. Bir kumaş taciri olan İstanbul milletvekili Ahmed Efendi,
padişahı dahi ağır şekilde tenkit etmekten çekinmemiş ve savaşın
milletvekillerince idare edilmesini istemiştir. Azınlık milletvekilleri,
doğrusu bu kadarına asla cesaret edememişler, hele padişah-halife’ye dokunur
bir şey söylememeye hususî itina göstermişlerdir.
Bu
durumda ilk Meclis-i Meb’ûsân’ın feshini, İkinci Abdülhamid’in büyük
hizmetlerinden biri şeklinde değerlendirmek lâzımdır. Zira Türkiye
İmparatorluğu’nu, Avrupa’da kızgın ve saldırgan bir emperyalizmin hüküm
sürdüğü o yıllarda tasfiye edilmekten kurtarmıştır. Bu tasfiye o tarihte
olsaydı, 1922’de İstanbul’u ve İzmir’i değil, ancak Konya ve Sivas’ı savunmak
mecburiyetinde kalabilirdik. Nitekim 30 yıl sonra, 1908 Meşrûtiyeti,
imparatorluğu ancak 10 yıl muhafaza edebilmiştir. Almanya şansölyesi, Alman
imparatorluğunun kurucusu ve devrinin en kudretli devlet adamı olan Prens
Bismarck, Müşîr Ali Nizâmî Paşa’ya bu münasebetle:
Bir
devlet, millet-i vâhideden mürekkeb olmadıkça, demiştir; parlamentosunun
faydasından ziyade mazarrâtı olur.
Ve
Türkiye’de meclisin dağılmasını yerinde görmüştür. Zira bizim 93 Meclisimiz,
Midhat Paşamız’ın zan buyurduğu gibi imparatorluğa şifa değil, zehirdi.
Paşamıza hayat boyu iktidar da temin edemedikten sonra ne faydası kalmıştı ki?
Sultan Hamid, tatile sevk ediverdi.
Bu
suretle ilk milletvekillerinin görevleri sona erdi. Ancak senatörlük, hayat
boyu idi. Sultan Hamid “Ayân âzâsı” denen senatörlerin bu bakımdan görevlerine
son vermedi. Bunlar ölümlerine kadar bu unvanı taşıdılar ve maaşlarını aldılar.
Resmî devlet sâlnâmelerinde her yıl isimleri ilân edildi. 1877’de seçilen
senatörlerden 1908’de hayatta kalan ancak 3 kişi idi. Bu 3 senatör, 1908
parlamentosuna da dâhil oldular.
Ruslar,
Yeşilköy’de karargâh kurdular. Türk’ün boğazına bıçak dayayarak, akıl
almayacak fecaatteki Aya Stefanos (Ayastafanos = Yeşilköy) Muâhedesi’ni 3 Mart
1878’de imzalattılar. İşi oldu da bittiye getirmek istiyorlardı. Fakat
Dolmabahçe’de, Türk’ün yetiştirdiği son diplomasi dehâsı oturuyordu. Bu feci
anlaşma asla yürürlüğe girmedi. İkinci Abdülhamid, bütün Avrupa’yı Rusya
aleyhine ayaklandırmaya muvaffak oldu. İngiltere ve başka devletlerle bir savaşı
göze alamayan Rusya, bu muâhedenin keenlemyekûn olduğunu ve yeni bir anlaşma
imzalamak için Berlin’de toplanması kararlaştırılan konferansa murahhaslarını
göndermeyi kabul etti. Şahsî diplomasisi eseri, her oluşma ve gelişmeyi
değerlendirerek, bu derecede büyük bir millî başarı elde eden İkinci
Abdülhamid, Meclis-i Meb’ûsân’ı kapadıktan sonra, böyle felâketli bir ortam
içinde şahsî idâre devresini açtı.
Sezar
gelmişti.
93 Felâketinin Bilançosu
“93
Harbi” denen 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nı ana çizgileriyle olsun anlatmak,
mevzuumuzu taşırır. Fakat bu harbin bilânçosunu burada sayın okuyucularıma
sunmaya mecburum. Ancak bu şekilde Midhat Paşa ve avenesinin verdiği zararın,
açtığı belânın derecesi anlaşılabilecektir. Sultan Hamid Hân’ın, nasıl bir felâketin
neticesinde imparatorluğun dizginlerini eline almak iktidarına sahip
olabileceği kavranacaktır.
Türk
milleti bu bilânçoyu, bir tek olay, Sultan Abdülaziz Hân’ı tahttan düşüren
darbe uğruna ödemiştir. Tahtın sahibi Sultan Abdülaziz yerinde otursaydı, bu
felâketler olmayacaktı. İşte bilânço, rakamlar sözlerden çok daha
belâgatlidir:
Savaşı
tasfiye eden Berlin Muâhedesi 13 Temmuz 1878’de imza edildi. Ayastafanos
muâhedesinin; Türkiye’yi âdetâ Balkanlardan tasfiye eden en feci maddeleri,
Osmanlı İmparatorluğu’nun lehine olarak kökünden değiştirilmişti. Bu muâhede,
Türkiye’nin Balkanlardaki hayatını 35 yıl daha uzatıyordu. Türk savaş
tazminatını pek çok azaltıyordu. Berlin Muâhedesi, 1815 Viyana, 1856 Paris ve
1871 Versailles muâhedelerinden sonra, Avrupa’nın siyâsî coğrafyasını tadil
eden son mühim anlaşma oldu. Muâhede 64 madde idi. Toprak değişiklikleri
dışında en mühim maddeler, Türkiye’nin, Doğu Anadolu’da Ermeniler ve
Makedonya’da Hıristiyanlar lehine ıslahat yapmasını isteyen hükümlerdi. Her
iki maddeyi de İkinci Abdülhamid, bin bir politik kombinezonla asla tatbik
etmeyecektir.
Berlin
muâhedesi Türkiye’yi, Rusya’ya 350.000 altın taksitler hâlinde 40 milyon altın
savaş tazminatı ödemeye mahkûm ediyordu. Ayastafanos Anlaşması’na göre tazminat
245 milyon Osmanlı altını iken, bu dereceye indirilmişti. Bu tazminatı İkinci
Abdülhamid 30 yıl boyunca ödedi.
Gene
bu muâhedeye göre Romanya, Sırbistan ve Karadağ, Türk İmparatorluğu’ndan
ayrılıp müstakil devletler hâline geliyorlardı. Bu suretle Balkanlarda
Yunanistan’dan sonra 3 yeni devlet daha ortaya çıkıyordu.
Kars,
Artvin ve Ardahan sancakları ve bu arada Batum kazası, Rusya’ya terkediliyordu.
Kıbrıs’ın
idaresi, geçici olarak İngiltere’ye bırakılıyordu. İleriki yıllarda Tesalya
sancağının Yunanistan’a ve Tunus eyâletinin Fransa’ya bırakılması
kararlaştırılıyordu. Bulgaristan’a iç işlerinde otonomi veriliyordu.
Türk
İmparatorluğunun yalnız Avrupa’da kesin kayıpları 237.298 kilometrekare toprak
ve 8.184.000 nüfustu ki bu topraklarda bugün 30 milyon insan yaşamaktadır.
Bu
şekilde Türkiye, dev donanmasını devam ettiremeyecek, ordusundan kısıntı
yapmaya mecbur, demiryolu ve iktisâdî kalkınma hamlelerini yavaşlatmaya mahkûm
bir hâle getiriliyordu. Buna karşılık İkinci Abdülhamid, maârif, eğitim
politikasına pek ağırlık verecektir.
Harbin
en büyük meselesi göç ve göçmen idi. Bir milyon kişi, bugünkü Bulgaristan
topraklarından kovuldu. Devlet bunları, İstanbul ve Anadolu başta olmak üzere,
tâ Libya’lara, Yemen’lere kadar iskân etti. Yarım milyon sivil de harb içinde
Ruslar ve Bulgarlar tarafından katliâm edildi. Bu suretle savaştan önce
bugünkü Bulgaristan topraklarında, yani Tuna eyâletindeki Türkler, Bulgarlar’a
nispetle hafif bir nüfus üstünlüğüne sahipken, savaştan sonra bu topraklarda
Bulgarlar ekseriyet oldular. Bugün Bulgaristan’da Türk nüfus onda bire kadar
düşmüştür.
Rusya’ya
da ümid ettiği kazancı sağlamayan bu savaş milyarlarca altınlık ve 500 yılda
elde edilmiş Türk servetlerinin mahvolmasına, düşman eline geçmesine, harcanmasına
sebeb oldu.
İşte
Hüseyin Avni Paşa’nın darbesi bu neticeyi verdi. Gerçi savaşı çıkartanlar başta
Midhat Paşa olmak üzere, Mahmud Celâleddin Paşa, Redif Paşa, İbrahim Edhem
Paşa’dır. Harbi kötü yönetenler birkaç Türk müşîridir. Fakat bunların ardında
yatan ve bu zemini hazırlayan Hüseyin Avni Paşa’dır ve onun sorumluluğu
müstakildir. Midhat Paşa’nınki ile bile kıyas kabûl etmeyecek büyüklüktedir.
Ali Suâvi Vak’ası
(20 Mayıs 1878)
18
Nisan 1878’de Ahmed Vefik Paşa, 2 ay, 9 günlük bir sadâretten sonra azledilerek
yerine 52 yaşındaki Mehmed Sâdık Paşa, gene “başvekil” unvanıyla getirildi.
Meşhur Ali Suâvi Vak’ası, Hüseyin Avni darbesinin bir neticesi olarak, bu
sadrâzamın zamanındadır. Ali Suâvi kimdir ve Ali Suâvi Vak’ası nedir?
Batı
ve Doğu dillerine olan vukufuna, başarılı bir edib, gazeteci ve fikir adamı
olmasına rağmen Ali Suâvi Efendi, muvazenesiz bir tiptir. Ahlâksızdır. Hiçbir
işte tutunamamıştır. Bir İngiliz hanımı ile evlidir. Sultan Hamid tahta
oturunca, bu adamın zekâ ve kültüründen faydalanmak için saraya almış, Ali
Suâvi Efendi burada kalamamış, o zaman çok önemli bir eğitim görevi sayılan
Galatasaray Sultânîsi müdürlüğüne getirilmiş, burada da tutunamamıştır. Ziyâ
Paşa ve Nâmık Kemâl gibi eski arkadaşlarının hepsiyle, kanlı bıçaklı denecek
şekilde bozuşmuştur. 39 yaşında bulunan Ali Suâvi, en eski Yeni
Osmanlılar’dandır. Sultan Hamid, kısa bir teveccühten sonra Suâvi Efendi’nin ne
mal olduğunu anlayıp kendi hâlinde bırakınca, bu padişah zamanında bir baltaya
sap olamayacağını anlamıştır... En büyük hırsı, çok yüksek devlet görevlerinde
bulunan eski arkadaşları Ziyâ ile Kemâl’den daha mühim mevkilere gelmektir...
Hâlbuki belirli bir branşta en üstün dereceye çıkamamak ve dengesiz olmak gibi
iki vasfı dolayısıyla, Ziyâ ve Kemâl’den ayrılmaktadır ve onların derecesinde
bir şahsiyet değildir. Şöhreti de onlarla mukayese edilememektedir.
Sultan
Hamid, tahta geçtikten az sonra Ziyâ Bey’e vezir pâyesi vererek, onu Suriye
umumî valiliğine, Şam’a göndermiştir. Vezir pâyesi, askerî rütbelerden müşîre
(mareşal) ve ilmî rütbelerden kazaskere eşit, en yüksek mülkî (sivil) rütbedir.
Genç padişah böylece, sadrâzam olmak isteyen bu -kendince- tehlikeli adamı
İstanbul’dan uzaklaştırmıştır (Ocak 1877). Ağabeyi Sultan Murad’ın arkadaşları
olduğunu bilmesine ve doğrudan doğruya cuntadan olmamakla beraber, Sultan
Aziz’in hal’ine müncer olan olaylar silsilesinin belki ilk halkası olmalarına,
Âlî Paşa gibi artık mâziye karışan bir ırka mensup tamamen istisnaî bir devlet
adamının en büyük muhalifleri bulunmalarına ve kendi gayeleri için -her ikisi
de muzır şahıslar olan- Mahmûd Nedim ve sonra Midhat Paşalar’ı desteklemelerine
rağmen Sultan Hamid, Ziyâ Paşa ile Nâmık Kemâl Bey’e, diğer cuntacılara
yaptığı muameleyi yapmamış ve yapmayacaktır. Bunun iki sebebi vardır: Bu ikisi,
imparatorluğun en şöhretli adamlarıdır. O devirde şâir ve fikir adamlarının
değeri, bugünkü gibi değildi. Toplumun kremasını teşkil ederler ve çok büyük
saygı görürlerdi. Ziyâ ile Kemâl’in aleyhinde bir tutum, halkı hükümdar
aleyhine bile müteessir ederdi. Midhat Paşa’ya metelik vermeyen halk, Ziyâ ve
Kemâl’in incinmesine çok üzülürdü. Zira Midhat Paşa me’mûrdu, politikacı idi.
Ona yapılacak muameleyi tayin etmek hakkı –o devir Türk telâkkisine göre-
pâdişâha âiddi, pâdişâhın hakkı idi. Ziyâ ve Kemâl ise müstesna şahsiyetlerdi.
Onları himaye etmek, padişahın vazifesi idi. Gelenek ve görenek buydu. Diğer
bir sebep, bu iki şahsın “Osmanlıcılık” yaftası altında çok kudretli bir
“vatan” edebiyatı ile Türk milliyetçiliği yapmaları, İslâm dinine pek çok
ağırlık vermeleri, Osmanoğulları’nı hem imparatorluğun, hem Türk milletinin
birliği için vazgeçilmez bir unsur şeklinde görmeleriydi. O devir ve ondan
sonra gelen fikir akımları içinde en kudretlisi olduğu kadar, devletin ve
toplumun en işine yarayanı da Ziyâ-Kemâl ekibinin bu fikirleri idi. Üstelik
Nâmık Kemâl, damarlarında Osmanlı Hânedânı’nın kanı da bulunan, birkaç kuşak
Osmanoğulları’nın yakın bendeleri olmuş bir ailenin çocuğu idi. Ziyâ Paşa ise,
daha delikanlılığında Sultan Hamid’in babası Sultan Mecid’in himayesine ve
sevgisine mazhar olmuş, kâtibliğini yapmıştı. Nâmık Kemâl’in babası -ki
oğlundan sonra ölmüştür- Mustafa Asım Bey, ûlâ (korgenerale eşit mülkî rütbe)
rütbesinde ve Meclis-i Mâliye üyesi idi; hayatının sonuna kadar Sultan
Abdülhamid’in müneccimbaşısı olmuştur. Onun babası Şemseddin Bey, Üçüncü Sultan
Selim’in başmâbeyncisi idi. Onun babası şâir Ahmed Râtib Paşa, vezir
(büyük-amiral), kapdân-ı deryâ ve Üçüncü Sultan Ahmed’in dâmadı idi. Onun
babası Topal Osman Paşa, sadrâzam ve XVIII. asrın ikinci çeyreğinin büyük
askerlerindendir. Onun babası ise Konyalı Ebû-Bekr Ağa’dır. Nâmık Kemâl’in
annesinin babası ise, Sofya mutasarrıfı (valisi) Abdüllatif Paşa olup Arnavut
asıllıdır.
Nitekim
ileride Nâmık Kemâl ölünce tek oğlu şâir Ali Ekrem Bey’i (Bolayır) Sultan
Hamid, mâbeyn kâtibi olarak yanına almış, bâlâ rütbesine (orgenerale eşit mülkî
rütbe) yükseltmiş, sonradan umûmî vali olmuştur... Nâmık Kemal’in mezarını da
muhteşem şekilde Sultan Abdülhamid yaptırmış ve onu Rumeli Fatihi Velîahd
Şehzâde Gazi Süleyman Paşa’nın (Orhan Gazi’nin büyük oğlu ve Birinci Murad’ın
ağabeyi) karşısına gömdürmüştür.
Bu
sırada Sultan Hamid, Nâmık Kemâl’in hâlâ Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarmak
hayalinde olduğunu görerek müteessir oldu. Nâmık Kemâl, Şûrây-ı Devlet üyesi ve
bu sırada (1878) 38 yaşında idi. Henüz bâlâ rütbesini almamıştı, ûlâ
rütbesinde (korgenerale eşit mülkî rütbe) idi... Midilli mutasarrıfı (valisi)
olarak o da İstanbul’dan uzaklaştırılmış oldu. Ne Ziyâ Paşa, ne Nâmık Kemâl,
bir daha İstanbul’a dönemeyecek, biri Adana umûmî valisi, diğeri Sakız valisi
olarak bu şehirlerde hayatlarını tamamlayacaklardır. Yıldız Mahkemesi sırasında
Ziyâ Paşa ölmüştü. Nâmık Kemâl’in ise mahkemeye adı bile karıştırılmadı.
İşte
geçmişte aynı grubun (Yeni Osmanlılar) üyesi olan Ali Suâvi Efendi, öyle bir
şey yapmaya karar verdi ki, arkadaşlarının erişemedikleri en yüksek makamları
kapabilsin... Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarmaya kalkıştı...
Bu
karar, Rus orduları, Yeşilköy’de büyük karargâhlarını kurdukları an tatbik
edilecekti. Sultan Aziz’in hal’i Ali Suâvi’ye cesaret veriyordu ama, Sultan
Aziz’i hal’ eden adam, Türk ordularının başı idi, üstelik yanına sadrâzamı,
birkaç nâzır ve kumandanı almıştı. Ali Suâvi’nin Avni paşacılık oynamak için
hiçbir şeyi yoktu. Buna rağmen işe girişti.
Bu
sırada İstanbul’a on binlerce Balkanlı göçmen yığılmıştı... Ali Suâvi
bunlardan birkaç yüzünü kandırdı. 20 Mayıs günü öğle üzeri, Sultan Murad’ın
oturduğu Çırağan Sarayı’nı bastı... Bu yüzden bu olaya “Çırağan Vak’ası” da denir. Derhal yetişen ve sonradan müşîr olan
Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa, elindeki sopayı Ali Suâvi’nin kararsız ve
dengesiz kafasına indirdi. İlk bakışta onun şef durumunda olduğunu anlamıştı.
İhtilâlci gazeteci derhal öldü. Ayrıca ihtilâlcilerden 23 zavallı göçmen öldü
ve 15’i yaralandı. Olay iki saat içinde bastırıldı.
İki
saat... Fakat âh o iki saat... O iki saatin cezasını Türk milleti çekti, hem de
tam 30 yıl...
Zira
Abdülhamid Han, bu vak’anın tesirini hiçbir zaman üzerinden atamadı. 3 ay
içinde iki selefi padişahın hal’ edilmesini, amcasının feci ölümünü gören
Sultan Hamid, hiç beklenmedik bir zamanda, hiç beklenmeyen bir şahsın
öncülüğünde yapılan böyle bir darbe teşebbüsünden sonra, vehim ve kuşkusunu
son derecede artırdı. Bu bakımdan Ali Suâvi’nin Türk milletine yaptığı kötülük
pek büyüktür. Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesafede karargâh
kurmuş, imparatorluğun mümkün olabildiği derecede ülkelerini ve menfaatlerini
koruyabilmek ve Ayastafanos anlaşmasını bozabilmek için diplomatik yolla bütün
bir Avrupa ile mücadele hâlinde bir padişahı, bir gazetecinin tahtından
indirmek ve yerine şuuru bozuk ağabeyini çıkartarak koca imparatorluğu eline
almak istemesi, fevkalâde şaşırttı. Latin Amerika’nın muz ve kakao
cumhuriyetlerinde bile örneğine az rastlanacak derecede fantastik ve
eksantrik bir darbe teşebbüsünü, uçurumun eşiğine gelmiş bir dudağı yerde, bir
dudağı gökte koca bir imparatorlukta tatbik etmek isteyen Ali Suâvi Efendi,
bunu başaramadı. Başarsaydı, herhalde Türkiye’ye birkaç eyâlete mal olurdu.
Ali
Suâvi Olayı’nın sarsıntısını Türk milleti 30 yıl boyunca sırtında hissetti.
Sultan Hamid’in şahsına bağlı gizli bir emniyet teşkilâtı kurması ile bu
teşkilâtın “hafiyye” denen meşhur ve sevimsiz ajanları, ortalığı istilâ etti.
Basın hürriyeti mahvoldu. Zira Ali Suâvi, mesleğine de ihânet ederek çok büyük
bir halt etmiş, gazetesinin bir gün evvelki nüshasına manşette bir haber
vererek bütün okuyucuların; yarın olacak çok büyük ve hayırlı bir işi
beklemelerini bildirmişti. Hâriciye ve maârif nezaretlerinde sansür hey’etleri
kuruldu. Basın hürriyeti yok oldu. Hattâ kitaplar, ancak bu hey’etlerin
okumasından sonra basılabilir hâle geldi.
Sultan
Hamid’in, bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesini aklı bir türlü
kesmedi... Sadrâzam Sâdık Paşa’yı bunaltırcasına sıkıştırdı ve darbe
teşebbüsünün arkasında hiç olmazsa bir iki nâzırın bulunması icab ettiğini
söyledi. Bunalan Sadrâzam:
-
Hiç biz yapsaydık, netice böyle mi olurdu? diye eblehçe bir cevap verince
derhal azledildi...
İşin
ardında nâzır bulunup bulunmadığı bugüne kadar anlaşılamamıştır. Sultan Hamid
vehim mi etmiştir, yoksa meşhur derin zekâsıyla gerçeğe çok mu yaklaşmıştır,
elimizde hiçbir vesika ve şehâdet yoktur. Zira Yıldız Sarayı’ndaki sandıklar
dolusu evrakı İttihatçılar, Bayezid Meydanı’nda yaktırdıkları için, tarihin
birçok tarafı karanlıkta kalmıştır... Elimizde delil olarak şu tek olay vardır:
Ali
Suâvi darbesi başarılınca, bir işaretle karşı tarafa bildirilecekti. Bu
işareti almadığı takdirde Suâvi’nin İngiliz hanımı, bütün evrakı yakıp kaçacak
ve kocasının tevkif edildiğini anlayacaktı. İngiliz kadını bütün evrakı
yaktıktan sonra limanda evvelce anlaştığı bir ecnebi gemisiyle Avrupa’ya
savuştu ve bir daha asla Türkiye’ye dönmedi. Suâvi’nin evine geç baskın
yapılıp gizli evrakın ele geçirilememesi; Sultan Abdülhamid’i pek çok kızdırdı
ki, Sâdık Paşa’yı azletmesinin sebeplerinden biridir.
İşin
içinde bir İngiliz kadınının bulunması, midelerimizi bulandırmaya kâfidir, şu
sebeple:
Çağımızda
CIA ve KGB neyse, o çağda ve asrımızın ikinci yarısına kadar “Intelligence Service” denen İngiliz
Gizli İstihbarat Teşkilâtı o idi. Çalışması cihanşümûldü, her ülkede her
mevkide adamlar arasında ajanları vardı. Mason locaları, bankalar vasıtasıyla
nüfuz ederdi ve bunları kullanırdı. Çok büyük meblağda paralar harcardı.
Dünyanın her ülkesinde darbeler, ihtilâller, sûikasdler hazırlayacak güçte
idi.8 İmdi: Ali Suâvi Vak’ası, Midhat Paşa’nın düşmesinden ve Türkiye dışına
atılmasından bir yıl üç buçuk ay sonradır. Bu müddet içinde Midhat Paşa,
Avrupa’da idi. İtalya, İspanya, Fransa ve İngiltere’yi gezdi. Paris ve sonra
Londra’da oturdu. İngiltere devlet adamları ile görüştü. Türkiye’ye dönmek için
onlardan teşvik aldığı kesindir. İngiltere ise Midhat Paşa’nın yönettiği bir
Türkiye görmekte ısrar ediyordu. Sultan Aziz’in ve Sultan Hamid’in “halife”
unvanlarına verdikleri ağırlıktan ve panislam politikalarından dehşetli
ürküyordu. Zira İngiltere hükümdarı, Hindistan imparatoriçesi idi ama,
Hindistan’ın on binlerce camiinde halife adına her cuma günü hutbe okunuyordu.
Demek Hindistan’ın mânevî hükümdarı padişahtı. Dünyanın en kalabalık Müslüman
cemaati Hindistan’da idi (bugünkü Pakistan ve Bengaldeş, Hindistan’a dâhildi).
Müslüman nüfus bakımından İngiliz Hindistânı’nı Türkiye izliyordu. Dünyada en
büyük Müslüman nüfusu bakımından Türkiye’yi takip eden devletler ise; Çin,
Holanda (İndonezya’yı elinde tutuyordu), Rusya, İran, Fas, Türkistan,
Afganistan, Bornu, Fransa, Zengibar, Habeşistan, İspanya idi. Başka hiçbir
devletin bir milyonun üzerinde Müslüman tebeası yoktu. Bu halifelik meselesi
çok mühimdir. Burada Cemaleddin Afganî ve saireden bahsetmek konuyu dağıtmak
olur. Fakat halifelik, emperyalizmin karşısına dikilmiş, denilebilir ki; Türk
ordusundan sonra, ikinci büyük engeldi. Halifelik, bizde bazı kimselerce
telkin edilmeye çalışıldığı gibi küçük, ufak, hurda, gülünç, çağdışı bir
mesele sayılmıyordu...
8
Mareşal Lord (Kont) Kitchener (1850-1916) 1874-1882 yılları arasında
İstanbul’da İngiltere sefaretinde BIS (British İntelligence Service) ajanı
olarak çalışmıştır. 1876 darbesinde ve 1877 Çırağan darbe teşebbüsünde birinci
dereceden rolü olduğu muhakkaktır. Fakat BIS’e âid arşiv vesikalarını incelemek
biz târihçiler için mümkün değildir. Kitchener büyük Türk ve İslâm
düşmanlarından birisi idi, biyografisi mâlûmdur.
Sâdık
Paşa’nın yerine -beşinci defa olarak- Mütercim Rüşdü Paşa, sadrâzam oldu. Sâdık
Paşa’nın sadâreti 31 günden ibaret kaldı. Fakat Rüşdü Paşa’nınki sadece 7 gün
sürebildi. Zâten Rüşdü Paşa, tamamen isabetsiz bir seçimdi. Çünki 67 yaşındaki
Sadrâzam’la 36 yaşındaki padişah arasında en küçük bir itimat yoktu. Rüşdü Paşa
artık 1878 Türkiyesi’nde sadâret makamını doldurmaktan çok uzak bir şahsiyet
hâline gelmişti. Yerine -hâriciye nâzırlığını da muhafaza etmek şartıyla- 63
yaşındaki büyük diplomat Safvet Paşa sadrâzam oldu. İsabetli seçimdi. Ortam,
tam böyle bir sadrâzam istiyordu, henüz Berlin Muâhedesi imza edilmemişti.
Safvet Paşa, Büyük Reşid Paşa’nın yetiştirmesi, Âli ve Fuad Paşaların akranı ve
arkadaşı olduğu halde, 6 defa hâriciye nâzırı olmuş, fakat sadârete kadar
yükselememişti.
Abdülhamid
Hân, Sadık Paşa ile beraber Mâbeyn-i Hümâyûn-i Cenâb-ı Mülükâne Müşîri
Büyükamiral İngiliz Eğinli Saîd Paşa’yı da azletti. Dehşetli bir meşrûiyetçi
olan ve inkılâpçılık taslayanlardan, hele orduyu siyâsete karıştıran
askerlerden nefret eden Gazi Osman Paşa’yı, mâbeyn müşîri yaparak Saray’ının en
yüksek âmirliğine getirdi (7 ay sonra Gazi Osman Paşa serasker = harbiye nâzırı
olacak, fakat sonra tekrar mâbeyn müşîrliğine getirilerek, 1900 yılından
ölünceye kadar bu makama çok büyük şan ve şeref verecek, öyle ki ondan sonra bu
makam açıkta bırakılacak ve kimse tayin edilmeyecek, Gazi Osman Paşa, Osmanlı
tarihinin son mâbeyn müşîri olacaktır).
Ali Suâvi Vak’ası Hakkında Bazı Şehâdetler
İbnülemin
M. Kemâl İnal’dan:
Düşman
ordularının pâyitaht kapısında durduğu öyle dehşetli bir zamanda büyük bir
ihtilâl çıkarıp memleketi, ahaliyi ve devleti çeşitli belâya uğratacak
hareketlerde bulunmak, ya cinnet yahut ihanet eseridir... Milletin yıllarca
istibdat elemleri içinde kalmasına, hafiyelik belâsının feci surette vatanın
her köşesinde yayılmasına, matbuatın dilsiz hâle gelmesine birinci sebep, bu
vak’adır. Sultan Abdülhamid’in doğuş eseri olan vehim ve vesvesesinin ve herkes
hakkındaki sû-i zannının artmasına sebep olanların en ileri gelenlerinin
birincisi, Sultan Abdülaziz’i hal’ ve ifnâ edenler ve bilhassa Avni Paşa,
ikincisi de Ali Suâvi Efendi’dir...
Sultan
Abdülhamid’in bu vak’a üzerinde söyledikleri çok ilgi çekici ve çok
şümullüdür... Fakat vesikalar yandığı için bu iddiaların gerçeğe ne kadar yakın
bulunduğunu tayin edemiyorum. İkinci Abdülhamid şöyle diyor:
Suâvi
Vak’ası’nın ardında Sadrâzam Sâdık Paşa, bir aydan beri seraskerliğe getirdiğim
(eniştem) Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa ve isimlerini söylemeyi münasip
görmediğim sair şahıslar vardır. İngilizler’in işin içinde bulundukları ise
kat’îdir. Vak’a sırasında kalabalık arasında (In- telligence Service’in ajanı)
Sandison görülmüştür. Onun arkasında da İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi
Layard vardı. Hasan Paşa’nın uyanıklığı sayesinde ayaklanma hemen bastırıldı ve
ben de vak’a yerine geldim. Yoksa Birinci Ordu’dan nizâmiye kıt’alarının gelmesi
beklenseydi, Sultan Murad’ı kim bilir nereye götürmüşlerdi. Zira Ali Suâvi
koluna girmiş, Sultan Murad’ı dairesinden çıkarmıştı. Bunun üzerine vak’anın
üçüncü günü benim tarafıma bir kurşun atıldı, atan tespit edilemedi. Rus askeri
Yeşilköy’de bulunduğu için, vak’ayı süratle örtbas etmeye mecburdum. Uzun uzun
adlî tahkikat falan yaptıramazdım... Sâdık Paşa’yı Suriye valisi yapmak
istedim, kabûl etmedi, sonunda Cezâyir-i Bahr-i Sefîd (Akdeniz Adaları) umûmî
valiliği ile İstanbul’dan çıktı ve bir daha İstanbul’a dönmedi. Mütercim Rüşdü
Paşa’nın durumu da şüpheli idi. Bir hafta sadârette kaldı. Bu kısa müddet
içinde tek yaptığı iş, Kıbrıs idâresinin İngiltere’ye bırakılması hakkındaki
mukaveleyi bana gönderip tasdik etmemi istemesidir (burada İkinci Abdülhamid,
Ali Suâvi Vak’ası’nın ardında İngiltere’nin Kıbrıs’ı kapmak istemesi olayının
da yattığını ima etmektedir).
Ali
Suâvi’nin Sultan Hamid’e çok kısa müddet -ne idü- ğünü padişaha anlatacak
kadar- çatmasının sebebi, Midhat Paşa ve meşrûtiyet aleyhinde makaleler
yazmasıdır. Aslında Suâvi, pek çok fikrin lehinde ve aleyhinde yazmış bir
adamdır. Midhat Paşa ve meşrûtiyet aleyhinde yazması ise, osırada Ziyâ ve
Kemâl’in bunların lehinde yazmaları dolayısıylaydı. Yoksa Midhat Paşa da,
meşrûtiyet de, iyi veyâ kötü olsun, Suâvi’nin umurunda değildi. Bu yüzden
Sultan Hamid kendisine, hiçbir devlet görevlisi rütbesi taşımamasına rağmen
defaten mütemâyiz pâyesi verdi ki, albaya eşit mülkî rütbedir ve Galatasaray
Müdürlüğüne getirdi... Fakat okulun program ve disiplinini alt üst etmesi için
birkaç hafta fazlasıyla yetti. Hele İngiliz hanımıyla okulda yatması
dedikoduyu mûcib oldu. Bu hanım9, gösterişli tuvaletlerle ve Avrupalı kadın
kılığında okulun bahçesinde dolaşıp öğrencilerle sohbet etmeye başladı. O
zamanın anlayışına göre değil Türkiye’de, İngiltere’de bile skandal sayılan bir
davranıştı. Okulda birkaç hafta içinde öylesine disiplin bozuldu ki, maârif
nâzırı Suâvi’yi alıp yerine, hayret etmeyiniz, bir askeri, sonradan müşîr olan
ferik (korgeneral) Ali Nizâmî Paşa’yı getirdi ki, bu üniformalı müdür, çok iyi
Fransızca bilirdi.
9
Adı Mary olan bu hanım Londra’ya kaçtı, bir Ermeni ile evlenip Paris’e
yerleşti. Abdurrahmân Bey’in yazdığına göre, çok güzel ve pek şık idi.
Bu
sırada hem Ali Suâvi, hem Sâdık Paşa, İstanbul milletvekili seçildiler. Bu
kombinezon Sultan Hamid’i çok kızdırdı. Suâvi’nin mebusluğu onu
ilgilendirmiyordu. Fakat - henüz sadrâzam olmayan- Sâdık Paşa hakkında:
Vezir
pâyesinde bir devlet memûru meb’ûs olmaz, meb’ûslar me’mûrlar dışından ve
halktan seçilir, hemen istifa etsin! dedi.
Ancak
az sonra böyle bir adamı ve onun ardından da Rüşdü Paşa’yı Sultan Hamid gibi
bir şahsiyetin nasıl olup da sadrâzam yaptığını anlamak, biraz fazla derin
düşünmeye ihtiyaç gösterir. Ben bunun ardından bir İngiltere tazyiki ve
Büyükelçi -meşhur arkeolog- Lord Henry Layard Cenabları’nın telkinlerini
hissediyorum. Bu hissimi vesikalandıramam. Zira bu devir vesikaları İkinci
Meşrûtiyet ilân edilince -nice hacının hac yolunda koltuğu altında haç
görünmemek için- yakılmıştır. İngiltere ise, çok mahrem arşiv vesikalarını
yayınlamamaktadır. Fakat bu sırada Ruslar, İstanbul’un kapısında durmuşlardır
ve Ayastafanos Muâhedesi’nin şartları yerine getirilmediği takdirde -ki Sultan
Hamid’in bu şartları yerine getirmeye zerre kadar niyeti yoktur, nitekim
getirmemiştir- şehre gireceklerini iddia etmektedirler. Padişah ise,
tabiatiyle dünyanın birinci devleti olan İngiltere’den pek çok şey beklemekte
ve Londra’ya karşı - aslında İngilizlerden Ruslardan fazla nefret etmesine
rağmen- güler yüz göstermektedir.
İbnülemin
Mahmud Kemâl İnal’dan:
Mühim
siyâsî meselelerde sarayca reyine müracaat edilen Ali Suâvi’nin, memleketin en
muntazam mekteplerinden birini bile idâre edememesine şaşılmamalıdır. Asıl şaşılacak
şey, onun gibi her kalıba girip çıktığı bilinen bir şahsa yüzlerce vatan
yavrusu teslim edenlerin zihniyetidir.
Suâvi
Vak’ası sırasında serasker (savunma bakanı ve genelkurmay başkanı) olan
padişahın eniştesi Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:
Ali
Suâvi, Sultan Murad’ı tahta geçirmeye muvaffak olamazsa, o sırada (Ruslar,
İstanbul’a giremesin diye) İstanbul sularında bulunan İngiliz harb gemilerine
götürüp Londra’ya nakledecek ve bir oyuncak gibi kullanacaktı (asıl hepsini
oyuncak gibi kullanmak isteyen İngiltere’dir). Böylesine mecnun bir adamdı.
Rumeli muhacirlerine de, padişahın kendilerine para vereceğini söylemişti...
Suâvi’nin
ertesi gün yapacağı darbeyi bir gün evvelki Basiret
gazetesinde halka “yarını bekleyiniz!”
şeklinde kısa bir fıkra ile bildirmesi de, Türk basınını berbat etmiştir. “Basîretçi” denen Ali Efendi’nin vak’aya
iştirakine dair hiçbir delil bulunamamış, fakat gazetesi kapatılmış, kendisi de
Kudüs şehrine sürülmüştür...
İbnülemin
Mahmud Kemâl İnal’dan:
-
Bir fitne ihdâsı kararlaştırıldığını ilân eden ve o âna kadar gazetelerde
misli görülmeyen bu acayip fıkraya hükûmetçe dikkat ve her ihtimale karşı
sakınma tedbirleri alınmasına itina edilmemesine şaşılır. Matbuatın tazyikini,
hafiyeliğin büyük ehemmiyet verilerek kurulmasını ve herkesin zan, şüphe
altında bulundurulmasını mûcib olan hallerin en mühimlerinden biri, bu fitne
çıkarıcı gazete fıkrasıdır ki, o fıkrayı yazan Suâvi, her türlü kınamaya
müstehaktır.
Suâvi
göçmenleri, Kuzguncuk’tan bir mavnaya doldurup Çırağan Sarayı rıhtımına
çıkartmıştır. Başlarında kendisi vardır... Kendi evi de Üsküdar, Ayazma’da
“Direkli Yalı” denen konaktır. Diğer bir göçmen grubu da kendisini
Beşiktaş-Ortaköy Caddesi’nde bekliyordu...
İbnülemin
M. Kemâl’den:
-
Galiba o zaman pâyitahtta zabıta kuvveti yokmuş! Yahut herkes istediği her
şeyi yapabilmek imtiyazını haiz imiş. Bir zabtiye neferi, bir mahalle bekçisi,
bir kayıkçı, ahaliden bir kişi, merak edip de bunca şahsın -harb gemisiyle
muharebeye gidiyormuş gibi- hiçbir ihtiyat ve çekingenliğe lüzum görmeksizin,
tam bir serbestlikle karşı yakaya geçmesinin sebebini anlamaya davranmamıştır.
Sultan Murad’ın her türlü temastan men edilmesi, Sultan Hamid’in en büyük emeli
iken, eski padişahı muhafazaya memûr olan askerî kıt’alar pek zayıf imiş ki,
saraya hücum edenler ve onların başındaki Suâvi, bir lahzada tepelenmemiştir.
Doğrusu bu noktalar çok şüphe vericidir.
Bu
suretle Hüseyin Avni Paşa’yı da bir Hasan (Çerkes Hasan Bey), Ali Suâvi
Efendi’yi de bir Hasan (Hasan Paşa) öldürmüşlerdir. Suâvi’yi öldürdüğü sopayı
Hasan Paşa, hayatının sonuna kadar makam odasında başucuna asmıştır. Bu
sopayı, Çırağan Sarayı’na girerken, kapıdaki bekçilerden birinin elinde görüp
ihtiyaten almıştı.
Çırağan
Sarayı’nın karşısında Mes’ûdiye zırhlısı demir atmıştı. Gemide Amiral Hasan
Paşa vardı (sonradan uzun yıllar bahriye nâzırı olmuştur). Saraydan gürültüler
gelmesi üzerine filika indirtip sahile çıktı ve yanındaki bahriyelilerle
derhal sarayı işgal etti ve düzeni sağladı. Sultan Murad’ın Suâvi’nin yanı
başında iken öldürülmesinden fevkalâde müteessir olduğu ve çok kan görmekten
bunaldığı anlaşılıyordu. Sultan Murad derhal Yıldız Sarayı’na nakledildi.
Suâvi’nin
adamlarıyla asker arasında tüfek ve tabanca ateşi teati edilirken, bazı kurşunların
Yıldız Sarayı’na kadar ulaştığı görüldü. İhtilâlcilerden sağ kalanlar dîvân-ı
harbe sevkedilip cezalandırıldı. Olay sırasında Sultan Hamid, Çırağan Sarayı’na
hassa birliklerinden asker sevk etti.
Sultan
Murad, birkaç gün Yıldız’da Malta Köşkü’nde ağırlandıktan sonra Çırağan
Sarayı’na iade edildi.
Sarayların
muhafazası, her türlü selâhiyetle donatılmış olan mâbeyn müşîrinin görevi idi.
Bu muhafazanın da, düşman Yeşilköy’de olduğuna göre, eksiksiz yapılması
lâzımdı. Bunu yapamayan Büyükamiral Saîd Paşa’yı Sultan Hamid derhal
görevinden aldı ve Konya valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırdı.
Halk,
silâh seslerinden çok telâşa düştü. Esasen herkes harb fâciasıyla kan
ağlıyordu. Ruslar, İstanbul’a indi sanıldı. Çarşılar ve dükkânlar kapatıldı.
Mâbeyn
müşîri Büyükamiral Eğinli İngiliz Saîd Paşa’nın ifâdesi şöyledir:
-
Huzûr-ı Hümâyûn’da idim (yani padişahla görüşü- yormuş). Bir yâver gelip beni
dışarı çağırınca mühim bir şey olduğunu anladım. Zira padişahın huzurunda iken
bana bir şey söylenmesi mutat şeylerden değildi. Derhal selâm verip çıktım.
Padişah dikkatle bana ve yavere baktı, fakat çalışmasına devam etti. Yavere
kapıda “ne istiyorsun?” dememe kalmadı, kapının dışında İkinci Mâbeynci Osman
Bey (İstanbul’daki ünlü semte adını veren) ile Hazinedar Hâfız Behrâm Ağa
telâşla; “Çırağan’ı bastılar, Sultan
Murad’ı iclâs edeceklermiş!” dediler. Padişah haberi alır almaz bir an
hareme gidip üniformasını giydi ve silâhlandı. Bu dakikalardan istifade edip,
iki bölük askeri Çırağan Sarayı’na sevk ettim. Bir yâveri de donanmaya
gönderip, Çırağan sahilinden kuş uçurtulmamasını emrettim. Yıldız bahçesini de
askerle doldurdum. Bu sırada padişah çıktı, ata binip Çırağan’a gidecekti.
Bana, “yanımdan ayrılma, tertibatını burada yap!” şeklinde iradesini bildirdi.
Çırağan’daki hâdisenin bastırıldığı, Suâvi’nin öldürüldüğü, Sultan Murad’ın
Yıldız’a sevk edildiği haberi gelince padişah, Çırağan’a gitmekten vazgeçti...
Malta Köşkü’ne gidip biraderi Sultan Murad’ı gördü.
Çorlulu-zâde
Mahmud Celâleddin Paşa’nın ifâdesi:
Suâvi,
otuz dokuz buçuk yaşında idi. Medresede okumuş, yüksek kısmını
bitirememişti... Sofya, Simav, Filibe ve Bursa rüşdiyelerinde (ortaokul)
muallimlik yaptı. İstanbul gazetelerindeki makaleleri, Ayasofya ve Beyazıt
camilerindeki kışkırtıcı vaizleri ile şöhret kazandı. Her renge boyanmıştı.
Paris ve Londra’da devleti aleyhine gazeteler çıkarttı. Orada, “Yeni
Osmanlılar” denen sefihler cemiyetindeki diğer arkadaşlarını aldattığı için
onlarla bozuştu (Ziyâ ve Kemâl’i imâ ediyor). Avrupa’ya kaçmak suretiyle
gitmişti. Zira bir makalesi dolayısıyla Âlî Paşa kendisini Kastamonu’ya
sürmüştü (esasen Çerkes’in bir köyünde doğmuştu. Orada “Artin” adına bir
pasaport çıkartıp Avrupa’ya savuştu. Eski arkadaşları (Ziyâ ve Kemâl) onun
hakkında öyle makaleler yazdılar ki, ne adam olduğunu anlamak için onları
okumak kâfidir. Abdülhamid Hân’ın cülüsunda affedilip Avrupa’dan İstanbul’a
-İngiliz madaması ile- geldi. Sarayda, sonra Galatasaray müdürü olarak vazife
verildi. İrtikâbı ve kötü davranışları sebebiyle azledilmişti...
Bağdatlı Süleyman Bey
Suâvi’nin
darbe teşebbüsü, yani Çırağan Vak’ası’nı, harb içinde bulunulduğu için Mustafa
Paşa başkanlığında dîvân-ı harb (askerî mahkeme) muhakeme etti. Yalnız Hafız
Nûri Efendi idama mahkûm olup cezası Akkâ’da müebbed kürek mahkûmluğuna
çevrildi. Filibeli Ahmed Paşa, Hâfız Ali Efendi ve Hacı Mehmed Efendi,
sırasıyla Kütahya, Ankara ve Kastamonu’da hayat boyu ve habsedilmelerine
lüzum görülmeksizin sürgüne hüküm giydiler. Üsküdarlı Nûri Bey, 3 yıl Rodos’ta,
İzzet Paşa-zâde Süleyman Bey’le Kethudâ-zâde Süleyman Bey ise, gene 3’er yıl
Sakız’da habsedileceklerdi. Es’ad Efendi, 3 ay hapis yatacak, Basiret gazetesi sahibi Ali Efendi ise
hayat boyu Kudüs şehrinde oturacak, şehirden dışarı çıkamayacaktı; ayrıca gazetesi
kapatılıyor ve 25 altın ödemeye mahkûm oluyordu. 10 yıla mahkûm Pazarcıklı
Ahmed hasta olduğu için afvedildi. 5 yıla mahkûm Pazarcıklı Molla Kara Hasan
ise firâr ettiğinden cezası yerine getirilemedi. Filibeli Şevki ve Filibeli
Sâlih 4’er, diğer 30 zavallı Rumeli göçmeni 3’er yıl habse mahkûm oldular.
Temyiz kâtiblerinden Hakkı Efendi 3 yıl yedi. Sultan Murad’ın kilercibaşısı
Çankırılı Ali Ağa, aşçıbaşısı Bolulu Hasan Ağa, Şehzâde Salâhaddin Efendi’nin
lalası Ali Efendi ve yardımcısı Ahmed Ağa, aileleriyle beraber hayat boyu
oturmak ve hapislerine lüzum görülmemek üzere memleketlerine sürüldüler
(Çankırı, Bolu vs.).
İşte
Suâvi, bu kadar adamın başını ateşlere yaktı. Fakat benim bu kadar mahkûm
arasından tabir caizse cımbızla seçip tanıtmak istediğim, Sakız hapishanesinde
3 yıl habsine hükmedilen Bağdatlı Kethudâ-zâde Süleyman Fâik Bey’dir.
Bu
Süleyman Bey, Bağdat’da doğmakla beraber, Arab aslından değildir. Çerkes ve
daha kuvvetli ihtimalle Gürcü olduğu ileri sürülmekle beraber, Kuzey Kafkasya
ırklarından olan Çeçenler’den olması ihtimali en kuvvetlisidir (Çeçenler, Türk
yahut Çerkes falan değil, müstakil dilleri olan müstakil bir küçük ırktır).
Kuzey Kafkasya’dan göç eden veyâ köle olarak getirilen Tiflis doğumlu Tâlib
adında birinin oğludur. Bağdat valilerinin sarayında Türk olarak, Türkçe
öğretilip tahsil ettirilerek -1826’dan önceki Osmanlı sistemine göre-
yetiştirilmiştir. Devlet görevlisi ve Bağdat valisine kethüda olmuş, iyi Arapça
ve Türkçe öğrenmiş, Türkçe’yi ana dili kabûl etmiştir. Basra mutasarrıflığına
yani valiliğine kadar yükselmiş, devletin yüksek me’mûrlarından biri olmuştur.
Müntefik mutasarrıflığında da bulunmuştur. Suâvi mel’anetine karıştığı zaman
açıkta ve İstanbul’da me’mûriyet bekliyordu. Gözlüklü ve şişmanca idi.
İşte
bu Süleyman Bey’in, 1857 yılının ilk aylarında Bağdat’da iken Ayşe Hanım’dan
bir oğlu doğmuştu... Suâvi Vak’ası sırasında 21 yaşında olan bu çocuğun adı
Mahmud Şevket’tir. Ve vak’a sırasında İstanbul’da Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’de,
yani Harb Okulu’nda öğrenci idi. O yıllarda İngiltere, Almanya, Rusya gibi
birbirinden farklı çeşitli rejimlerle yönetilen büyük devletlerde babası,
hükümdara karşı, hükümdarı tahtından etmek isteyen bir suçla mahkûm olan bir
çocuk, derhal askerî okuldan çıkarılırdı.
Ama
Osmanlı saftır. Babasının suçu yüzünden oğlunun zarar görmesine çok üzülür.
Böyle bir halt edeni çok ayıplar. İdam ettiği adamın oğlunu sadrâzam yapar ki,
Osmanlı tarihinde hayli örneği vardır.
İşte
bizim Mahmud Şevket Efendi de bu suretle vak’adan az sonra yüksek derece ile
Harbiye’yi bitirdi ve kurmay sınıflarına ayrıldı. Sınıfının birincisi olarak da
Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâne’den 2 Temmuz 1882’de kurmay yüzbaşı
rütbesiyle diploma aldı. 25,5 yaşında idi ve Suâvi Vak’ası’ndan 4 yıl geçmiş, babası
bir yıl önce cezasını tamamlayıp Sakız’dan dönmüştü. Bağdat’a gidip orada
öldü.
Mahmud
Şevket Efendi, Almanya’ya da gönderildi. Çok iyi Almanca, Fransızca, Arapça ve
Farsça öğrendi. Girit’te bulundu. Fakat daha çok İstanbul’da görevlendirildi...
1884’te kolağası (kıdemli yüzbaşı), 1886’da binbaşı, 1889’da kaymakam (yarbay),
1891’te 34 yaşında mîralay (albay) oldu. 9 yıl Almanya’da görevlendirildi. Bir
ara Fransa’da kaldı. Oralardaki Türk subaylarının stajlarında, yeni silâh ve
tâbiyeleri öğrenmelerinde, başlarında bulundu.
Seraskerin
imzasıyla alınabilecek son rütbe albaylıktı. General olabilmek için Osmanlı
düzeninde padişahın tasdiki ve imzası şarttı. Herhangi bir tarafını
beğenmediği albayı generalliğe yükseltmemek, padişahın hakkı idi.
1895’te
İkinci Sultan Abdülhamid’in önüne, Mîralay Mahmud Şevket Bey’in sicil dosyası
kondu. Serasker Rızâ Paşa, bu subayın generalliğe yükseltilmesini, padişahın
takdirlerine sunuyordu. Sultan Hamid sicili tetkik etti: 38 yaşında bir albay.
Çok iyi yetişmiş. Esasen kendisini tanıyor ve görevlerini takip ediyordu... Tek
kusuru vardı: Babasını da tanıyordu. Ali Suâvi Vak’ası’na katılmış, kendisini
devirmek istemişti. Fakat böyle bir suçu oğluna teşmil etmek, bir Osmanoğlu
için küçüklük sayılırdı. İmzaladı.
Mahmud
Şevket Paşa, 44 yaşında ferik (korgeneral) (18 Mayıs 1901), 48 yaşında birinci
ferik (orgeneral) (Nisan 1905) oldu. Bir yıl Hicaz’da hizmet görmüştü. 1908
Meşrûtiyet’i ilân edildiği zaman 51 yaşında, Sultan Hamid’in hemen ileriki
günlerde müşîr rütbesi vermeyi kararlaştırdığı bir generaldi. Sultan Hamid,
Mahmud Şevket Paşa’sını, üç buçuk yıldır Kosova eyâlet valisi (merkezi Üsküb
idi) olarak, Makedonya’nın en hassas bir kesiminde kullanıyordu (Meşrûtiyet’in
ilânında merkezi Selânik’te olan Üçüncü Ordu kumandanlığına getirildi).
Padişah kendisine Birinci Mecîdî ve murassâ Osmânî nişanları vermişti.
Abdülhamid Hân’ın en itimadına mazhar generallerden sayılıyordu. Sultan
Hamid’e sürüyle jurnal takdim etmiş generallerden biri idi.
İşte
Meşrûtiyet’in ilânından daha bir yıl geçmeden, “Hareket Ordusu” adı verilen ve
Türkler’in azınlıkta bulunduğu bir Balkanlı eşkıyâ sürüsünün başında, Sultan
Abdülhamid’i 31 Mart âsîlerinin elinden kurtaracağını ilân ederek Selânik’ten
çıkan, bu Mahmud Şevket Paşa’dır. Sultan Abdülhamid’i, Türklük için en karanlık
ve pis dış ve iç emellere bilerek ve bir kısmını da bilmeyerek âlet olup
tahtından indiren kuvvetin başında bulunan Mahmud Şevket Paşa’dır. Sultan
Hamid’in kendisinden hırs içinde emir bekleyen Birinci Ordu’ya “vur” emri
vermemesindeki asaleti ve vatanseverlik derecesini takdir edemeyen, gene bu
Mahmud Şevket Paşa’dır. 33 yıl sonra Hüseyin Avni Paşa’yı tekrarlayıp aynı
meş’um role çıkan, Sultan Hamid tahtta olsaydı asla çıkmayacak Balkan Harbi
faciasına sebep olan, 550 yıllık Türk yurdu Rumeli’nin kaybı ve Türk sınırının
Adriyatik’ten Meriç’e çekilmesini intâc eden olaylar silsilesinin baş
halkasını elinde tutan, bu Mahmud Şevket Paşa’dır ve bu Mahmud Şevket Paşa,
Hüseyin Avni’nin Dolmabahçe Sarayı’nı yağmalattığı tarihte 19 yaşında idi. O
olayı unutmamıştır. Yıldız Sarayı’nı yağmalatmıştır...
1909
Yıldız Sarayı yağmasında, milyonlarca altın değerinde hazîneler Balkanlı
çapulcuların eline geçmiştir. Sarayın papağanlarına kadar yağmalanmıştır.
Sultan Hamid’in ecnebi hükümdarlarından aldığı nişanlarına, sultanların
feracelerine kadar soyulup soğana çevrilmiştir. Sultan Hamid’in altın arabası
bile levhalar hâlinde parçalanıp bölüşülmüştür. Ve bu milletin serveti,
“millet” adı kullanılarak işkembelere indirilmiştir...
Geçmişden adam hisse kaparmış ne masal şey
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi
Târîhi tekerrür diye târîf ediyorlar
Hîç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
YARGI
A) Hazırlık Sorgusu
Siyâsî İstikrarsızlık
Siyâsî
istikrar bir defa bozuldu mu; düzelmesi, zamana ve büyük gayretlere muhtaç
olur. Sultan Abdülaziz Hân, Âlî Paşa ölünce, yerine Mahmud Nedim Paşa gibi bir
veziri getirdiği için çok tenkit edilmiştir. Bu tenkitlere itiraz edecek
değilim. Gerçek payı vardır. Fakat padişahın da mazeretleri vardır, şöyle:
Mahmud
Nedim Paşa, “Yeni Osmanlılar” denen muhâlefetin adayı idi. Yeni Osmanlılar on
yıldan beri Âlî-Fuad Paşalar ekibini yıkmaya uğraşıyordu. Bunun için yalnız
imparatorlukta değil, Avrupa’da da çok şiddetli bir kampanya açmışlardı. İki
buçuk yıl arayla Fuad ve Âlî Paşalar öldü. Bu sonuncusunun iktidar makamında
ölümüne kadar padişah, Âlî Paşa’yı yalnız muhâlefetin şerrinden muhafaza
etmekle kalmadı, ağabeyinden öğrendiği Tanzimat hükümdarlığı terbiyesini devam
ettirerek, sadrâzamın prestijini zedeleyecek bir harekette bulunmaktan -Âlî
Paşa’nın otoriter tavırlarından sıkılmakla beraber- dikkatle kaçındı. Bu
kadarında zâten Midhat Paşa ile de mutabıkız. O da aynı şeyleri söylemektedir.
Âlî
Paşa ölünce Sultan Abdülaziz, Yeni Osmanlılar’ın, yani muhâlefetin adayı Mahmud
Nedim Paşa’ya kendi mühr-i hümâyûnunu vererek, iktidara getirdi. Zira bir
padişah için sadrâzamın şu veya bu partiden olmasının hiç bir ehemmiyeti ve
şahsı yahut hânedânı bakımından sakıncası yoktur. Padişah tamamen gayr-ı mesul
olduktan başka –Türk bayrağı gibi- kutsaldır. Üstelik Tanzimat prensiplerine
göre saltanat sürmekte fakat hükûmet etmemektedir. “Hey’et i Vükela” denen
bakanlar kurulu önüne ne koyarsa imzalamaktadır. Gerek Sultan Mecid’in gerek
kardeşi Sultan Aziz’in, imzalamayı reddettikleri kararnâme sayısı bir düzineyi
bulmaz. Âlî Paşa’dan evvel sadrâzam otoritesi öyleydi ki sâdece padişahın
sarayında kullandığı yüksek görevlilerin tayinine karışmıyordu. Hattâ
bunlardan, hükûmetle hâkanın yazışmalarını düzenleyen mâbeyn bâşkatibinin
tayinine bile Tanzimat sadrazamları karışmıştır.
Tanzimat
da bir çeşit meşrûtiyet ve demokrasiye merhaledir. Ortada bir şart vardır,
karşılıklı verilmiş, devlet nâmına karşılıklı verilmiş tâvizler kombinezonudur.
Padişah geleneksel bu kadar hakkından kendi irâdesi ile vazgeçiyordu ama
hükûmet de padişahın –devlete ihanet, İslâm dininden sapıtma ve aklını bozma
gibi üç hâlin dışında- saltanatını ölümüne kadar garanti altına alıyordu. Artık
Osmanlı tarihinde olduğu gibi hâkan aleyhinde ayaklanma tahttan indirme falan
olmayacaktı. Tanzimat zihniyeti bunları “yeniçeri devri” diyerek küçümseyip
reddediyordu.
Sultan
Aziz, Yeni Osmanlılar’ı yanına almak, icrâda ne yapacakları görmek için bazı
teşebbüslerde de bulundu. Mesela Ziyâ Bey’i hâriciye nâzırı yapmak istedi, o
sırada sadrâzam olan Rüşdü Paşa şiddetle karşı koydu. (19.10. 1872) Kaldı ki
Sultan Aziz, Yeni Osmanlılar’ı - haklı olarak– kendi muhâlifi değil,
iktidardaki Âlî-Fuad Paşalar ekibinin ve Bâb-ı Âlî yüksek bürokrasisinin
muhâlifi sayıyordu. Nitekim Ziyâ Bey, Cenevre’de sıkıntıda olduğunu öğrenince
Yûsuf İzzeddin Efendi bin altın göndermiştir ki, o tarihte şehzâde çocuk olduğu
için babasının tasvibi olmaksızın böyle bir şey yapması mümkün değildi (Ziyâ
Bey bir ara Şehzâde’ye Türk edebiyâtı okutmuştu). Ancak gizli de olsa parayı
oğlu adına göndermesi, padişahın Tanzimat bürokrasininden çekindiğini
göstermektedir. Tanzimat bürokrasisinde artık liberal ve muhafazakâr olarak iki
akımın oluştuğu görülmektedir. Liberallarin başı Midhat Paşa idi ama Yeni
Osmanlılar’a içten sevgi ve inanç beslemiyordu. Nâmık Kemâl’e yaptığı muamele
açıktır. Yeni Osmanlılar’ı, liberal akımın öncüleri olduğu için sadece
kullanmak istiyordu. Eh, Yeni Osmanlılar’ın da paşayı âlet ve bir basamak
olarak kullanmak istediklerini itiraf etmek gerekir. Binâenaleyh politik
iklimde samimiyetsizlik hâkimdi ve bundan zarar gören devlet’ti.
Binâenaleyh
Sultan Abdülaziz, muhâlefetin adayını, Mahmud Paşa’yı iktidar’a getirip
muhâlefetin verdiği baş ağrısından kurtulayım diye düşünmüşse –ki bence
düşünmüştür- kınanamaz. Zira muhâlefetin adayı da sokaktan gelmiyordu. Vezirdi,
umumî valiliklerde ve Âlî Paşa gibi bir başbakanın kabilesinde nâzırlıklarda
bulunmuştu, babası da (Mehmed Necib Bey) vezirdi. Efendim bir padişah vezîrini
nasıl tanımaz? Evet, tanıması icab eder diye düşünülebilir. Fakat Ziyâ Bey,
Nâmık Kemâl gibi dâhîlerin tanımayıp sadrâzam namzetleri ortaya attıkları
Mahmud Paşa’yı, dâhî olmayan Sultan Abdülaziz evvelden kestiremediyse bu da
bilerek işlenmiş bir cürüm değildir. Bu adamın sadrâzam olduğu zaman bütün
liyakatsizlik ve ahlâksızlıklarını sergileyeceğini kestirmemiştir ama ne matah
olduğunu anlayınca da on bir ayını doldurmadan yerinden alıvermiştir. Kimi
yerine getirmiştir? Gene muhâlefetin, Yeni Osmanlılar’ın adayı olan Midhat
Paşa’yı…
Bu
defa, Yeni Osmanlılar, Mahmud Paşa hakkında yanıldıklarını, “vatanı kurtaracak”
vezirin ancak Midhat Paşa olacağını, yeri göğü inletir biçimde propaganda
etmişlerdir.
Ama
yerinde anlattım, Midhat Paşa da üç ayını dolduramamıştır ve kabahat ve
yetersizlik tamamen Midhat Paşa’dadır. Yeni Osmanlılar’ın asıl maksadının Ziyâ
Bey’in sadrâzam olması idiğini, Sultan Abdülaziz elbette biliyordu. Fakat bu
merhalede böyle bir tayini yapamamıştır. Zira bütün Bâb-ı Âlî ve o zaman
devlete hâkim bulunan yüksek bürokrasi, ihtilâlci ve düzene karşı saydıkları
Ziyâ Bey’e tepki gösteriyordu. Bu defa Sultan Aziz, eski bir sadrâzamı,
Tanzimatçılardan Mütercim Rüşdü Paşa’yı iktidara getirdi... Kıdemi dolayısıyla
bütün bürokrasiyi eline alacağını ümid ediyordu. Ancak o da 4 ayını
dolduramayınca, ilk defa olarak Abdülaziz Hân, kendi bir adamını, Müşîr Es’ad
Paşa’yı sadârete getirdi. Bir saray adamının başlarına geçmesini Bâb-ı Âlî
tepkiyle karşıladı... Es’ad Paşa’nın icraatına çomak koydu, esasen o da genç
ve tecrübesizdi. İki ayını dolduramadı. Sonra bilindiği gibi Sultan Aziz, 10
ay için Şîrvânî-zâde Rüşdü Paşa’yı tecrübe etti. Muktedir bir Tanzimatçı idi.
Fakat Avni-Midhat Paşaların entrikalarıyla düşürüldü. Hüseyin Avni Paşa 14 ay
için sadrâzam oldu, seraskerliğini de muhafaza ederek... Ne oldum delisine
dönüp çalıp çırpmaya başlayınca Sultan Aziz kızdı, tekrar Es’ad Paşa’yı
sadrâzam yaptı ama Bâb-ı Âlî tepkisini devam ettiriyordu. 4 ay sonra alıp gene
Mahmud Nedim Paşa’yı getirince Avni-Midhat ekibi kıyâmeti koparıp işi sokak
nümayişlerine döktüler. 9 ay dolmadan Sultan Aziz, Mahmud Paşa’yı
uzaklaştırıp, Avni-Midhat ekibinin namzedi olan Mütercim Rüşdü Paşa’yı sadrâzam
yaptı.
İkinci
Sultan Abdülhamid Hân’ın saltanatı birbirinden mühim krizlerle açıldı: Midhat
Paşa’nın devleti ve hâkanı vesayetine almak teşebbüsleri, Meşrûtiyet ve
meclisler, Balkanlardaki dış kaynaklı ayaklanmalar, korkunç bir Rus Harbi, bir
buçuk milyon Türk’ün mahvolması, Ali Suâvi darbe teşebbüsü, hâkanın devlet
idaresini Bâb-ı Âlî’den Yıldız’a almak istemesinin açığa çıkmasının
tepkileri...
Bu
atmosferde hükûmetler kurulup bozuluyordu. İstikrardan eser kalmamıştı. Bunu
daha iyi görebilmek için, Âlî Paşa’nın öldüğü 7 Eylül 1871’den sonraki
sadrâzamların hükûmet müddetlerini gözden geçirelim, sırasıyla:
Mahmud
Nedim Paşa 10 ay 24 gün,
Midhat
Paşa 2 ay 19 gün,
Mütercim
Rüşdü Paşa 3 ay 27 gün,
Es’ad
Paşa 1 ay 28 gün,
Şîrvânî-zâde
Rüşdü Paşa 9 ay 29 gün,
Hüseyin
Avni Paşa 1 yıl 2 ay 8 gün,
tekrar
Es’ad Paşa 4 ay,
gene
Mahmud Nedim Paşa 8 ay 17 gün,
gene
Mütercim Rüşdü Paşa 7 ay 8 gün (Abdülaziz Hân’ın son, Beşinci Murad’ın tek,
İkinci Abdülhamid’in ilk sadrâzamı olarak),
gene
Midhat Paşa 1 ay 17 gün,
İbrahim
Edhem Paşa 11 ay 4 gün,
Ahmed
Hamdi Paşa 24 gün,
Ahmed
Vefik Paşa 2 ay 9 gün,
Mehmed
Sâdık Paşa 1 ay 10 gün,
gene
Mütercim Rüşdü Paşa 7 gün,
Safvet
Paşa 6 ay,
Hayrettin
Paşa 7 ay 26 gün,
Ahmed
Ârifî Paşa 2 ay 20 gün,
Küçük
Saîd Paşa 7 ay 20 gün,
Mehmed
Kadri Paşa 3 ay 3 gün,
gene
Küçük Saîd Paşa 1 yıl 7 ay 30 gün,
Abdurrahman
Nûreddin Paşa 2 ay 11 gün,
gene
Küçük Saîd Paşa 4 ay 20 gün,
gene
Ahmed Vefik Paşa 3 gün,
3
Aralık 1882’de 4. defa Küçük Saîd Paşa.
Demek
11 yıl, 2 ay, 26 günde tam 24 hükûmet... Bir hükûmetin ortalaması 5 ay, 17
gün...
Bu
feci bir tablodur. Çağdaş İtalyan hükûmetlerine, Dördüncü Cumhuriyet’in
Fransız hükûmetlerine, 971 sonrası Türk hükûmetlerine benzemektedir. Bu
müddet içinde bir yılını dolduran Hüseyin Avni Paşa ile Küçük Saîd Paşa’nın
ikinci hükûmetidir ve ünlü Yıldız Mahkemesi işte bu İkinci Saîd Paşa sadâreti
zamanındadır ki, şeyhülislâm Uryânî-zâde Ahmed Es’ad Efendi, serasker Gazi
Osman Paşa, Tophâne Müşîri Ali Sâib Paşa, bahriye nâzırı büyük-amiral Hasan
Hüsnü Paşa, hâriciye nâzırı Mehmed Âsım Paşa, evkaf nâzırı Abdüllatif Subhi
Paşa, dâhiliye nâzırı -eski sadrâzam- Mahmud Ne dim Paşa, adliye nâzırı Ahmed
Cevdet Paşa, maârif nâzırı - müstakbel sadrâzam- Kıbrıslı Kâmil Paşa, Şûrây-ı
Devlet reîsi Server Paşa, maliye nâzırı Ahmed Münir Paşa, nâfia nâzırı Hasan
Fehmi Efendi (Paşa), ticâret nâzırı Râif Efendi (Paşa) idi. Yıldız Mahkemesi
sırasında kabine üyeleri bunlardı.
1880
ve kesin şekilde 1882 sonunda İkinci Abdülhamid devri istikrârı başlamakta ve
1908’e kadar devam etmektedir.
Midhat Paşa Hakkında
Yıldız
Mahkemesi Hazırlık Sorgusu’na girmeden önce, Midhat Paşa hakkında, yukarıda
söylenmemiş birkaç söz daha söylemek icab etmektedir. Zira Yıldız Mahkemesi’nin
baş aktörü Midhat Paşa’dır. Hattâ bu mahkemenin yalnız Midhat Paşa için
kurulduğu, diğerlerinin figüran olduğu pek çok iddia edilmiştir.
Yıldız
Mahkemesi, çok kişiyi ve halkı sevindirmiş, Sultan Abdülaziz’in hesabının
sorulması büyük memnuniyet uyandırmıştır. Senîh’in Yıldız Mahkemesi dolayısıyle
İkinci Abdülhamid’e hitaben yazdığı müsemmen’in bir bendi şöyledir:
Kimdir ol mâtûh Rüşdî-î dalâlet-intimâ
Yâ o Şerr’ullah ne Hayrullâh o
müfti’l-eşkıyâ
Kim o müfsid Midhat-î mezmûm-ı bî-şerm-û
hayâ
Hem diğer/eşhâs-ı nâ-Mahmûd-ü bî-Nûr-û Zıyâ
Eylesin de böyle bir cürm-î azıyme ictirâ
Görmesinler hîç mümkin miydi hakkıyle cezâ
Aldın elhak hûn-i amm-î ekrem-î zî-şânını
Arşa as şimden-gerû tîğ-î fürûğ-efşânını
Şiirde
geçen isimler Rüşdü Paşa, Midhat Paşa, Hayrullah Efendi, Dâmad Mahmud ve Nûri
Paşalardır. Rüşdü Paşa için “doğru yoldan sapmış bunak”, Midhat Paşa için “âr
ve hayâ duygusundan mahrum fesatçı”, Hayrullah Efendi için “Allah’ın kötülüğü
olan eşkıya müftüsü” denmekte ve Sultan Hamid, “şanlı ve keremli amcanın öcünü
aldın” diye tebrik edilmektedir.
Midhat
Paşa’yı yakından tanıyan, onunla yıllarca çalışmış olan ve büyük şöhrete sahip
isimler, onun hiç de lehinde şeyler söylememektedirler. İkinci Abdülhamid’in
hükmü:
Midhat
Paşa ne yaptığını bilmezdi ve yaptığı işin zamanını (yani zamanı olup
olmadığını) takdir edemezdi.
Sadrâzam
Âlî Paşa’nın hükmü:
Okur
yazar bir devlet adamıdır, bir işin nereye doğru gittiğini asla kestiremez.
Vak’anüvis
Kazasker Lutfi Efendi’nin hükmü:
Midhat
Paşa, gözünü budaktan sakınmazdı. Cesurdu... Rüşvet alıp vermekten çekinmezdi.
Eğlenceye düşkündü. Büyük servet edinmişti.
İbnülemin
Mahmud Kemâl İnal’ın hükmü:
Hiçbir
şeyi gizlemeye tabiati müsâit değildi.
Midhat
Paşa’nın kendi hakkındaki hükmü:
İhtimaldir
ki, siyâsî hayatımda ben birçok hatalar etmiş olayım ve şüphesiz ki etmişimdir
de…
Çorlulu-zâde
Mahmud Celâleddin Paşa’nın hükmü:
Çok
cüretkârdı. Hiçbir işi ve fiili yoktu ki, şahsî menfaatine bağlamasın...
Kendini çok beğenirdi.
İbnülemin’in
ilâvesi:
Son
derecede mağrur, bencil ve kendini beğenmişti. Ruh asâletinden ve yüksek
duygulardan tamamen mahrûm bulunduğunu yalnız düşmanlarından değil,
dostlarından ve taraftarlarından da işittik.
Yeni
Osmanlıların son halkası olan Süleyman Nazif Bey’den:
Odyan
Efendi, Aleko Paşa gibi kötü müşavirleri vardı ve bunların kötü tavsiyelerini
dinlerdi ve onlara kanardı. Bu vezir Aleko Paşa, son derece hain ve Türk
düşmanı idi ve çok Türk kanının akmasına sebep olmuş, keyiflenmiş, Osmanlı
devletinden kovulmuş, yıllarca Avrupa’da serserilik ettikten sonra orada
ölmüştür.
9
defa sadrâzam olarak Osmanlı tarihinde rekor kıran Küçük Saîd Paşa’nın hükmü:
Midhat
Paşa’nın siyâsî ehliyeti yoktu. Üstelik karakter bakımından iyi adam değildi.
Babası Eşref Efendi, Bağdat valiliğine giderken oğlunu uğurlamak için
İstanbul’da oğlunun konağına gelmiş ve dostlarından birisini kendisine tavsiye
etmişti. Midhat Paşa kalabalık içinde babasına “Eşşek herif, sen benim işime karışma!” demiş, herkes donup
kalmıştir... Bunu çok kişi hatırlar. Zaten insanları çok iyi tanıyan Âlî Paşa
“Midhat Paşa’nın (sadrâzamlık) nöbeti gelirse devlet harâb olur” demiştir.
Zira Şûrây-ı Devlet reisi yaparak kabinesine aldığı zaman Âlî Paşa’yı çok
sukuut-ı hayâle uğratmıştı. Midhat Paşa hem mağrur, hem gafildi. Bu iki sıfatı
dolayısıyle felâkete uğradı.
Midhat
Paşa, hasm-ı cânı İkinci Abdülhamid’den tam 20 yaş büyüktür. Yani Abdülhamid
Hân doğduğu zaman o, 20 yaşında idi. 21 Eylül 1842 günü Şehzâde Abdülhamid,
Sultan Abdülmecid Hân’ın ikinci oğlu ve 3. veliahd olarak doğduğu zaman Midhat
Efendi (Paşa) şu tarih beytini söylemiştir:
Geldi üçler söyledi târîh-i tamın Midhat’e
“Kıldı pür-nûr âlemî Şeh-zâde-î
Abdü’l-Hamîd” (1258)
Midhat
Paşa’nın doğumuyla “âlemi nûr içinde bıraktığını” söylediği şehzâde, 40 yıl
geçmeden, onun hayatını karanlıklara boğacaktır.
Sultan Abdülaziz Hân’ın Ölümü Hakkında Adlî
Araştırma
1880
yılı girdiği zaman İkinci Abdülhamid, devlet idâresinin dizginlerini artık
tamamen ellerine geçirmiş bulunuyordu. 5 yıl önce geçen facianın hesabını
devlet namına olduğu kadar, şahsen de sormaya yalnız kararlı değil, azimli
idi. Başlıca fail Avni Paşa gerçi ölmüş, diğer faillerden de ölenler olmuştu.
Fakat birçokları hâlâ hayatta idiler.
Midhat
Paşa, sadâretten azledilip Avrupa’ya gönderilince, 1 yıl, 8 ay çeşitli
ülkelerde dolaşmıştı. Londra’da İngiliz ileri gelenleri ile siyâsî konuşmalar
yapması ve İkinci Abdülhamid’in aleyhinde bulunması üzerine içeride kalması,
dışarıda olmasından daha hayırlı görüldü... Türkiye’ye çağırıldı. Bu suretle,
paşa dilini tutmamak yüzünden başını bir defa daha belâya sokmuş oluyordu. İki
defa sadârete yükselmiş bir devlet adamının da kendi devletinin başkanı olan
hükümdarını bir yabancı devletin ileri gelenlerine çekiştirmesi, son derece
münasebetsizdi. Hâlbuki akıllı uslu Avrupa’da hayatını tamamlayabilirdi. 2 ay
Girit eyâletinin merkezi olan Hanya’da oturduktan sonra, 10 Aralık 1878’de
Suriye umûmî valiliğine atandı. Valilikteki büyük kabiliyetini kaybetmiş
değildi. Bu görevde 1 yıl, 8 ay kalmasına rağmen, epey işlere girişti, 4
Ağustos 1880’de, en mühim eyâlet sayılan ve bütün Ege Bölgesi’ni içine alan
Aydın (merkezi İzmir) eyâletine nakledildi. İşte Yıldız Mahkemesi hazırlık
sorgusuna resmen Midhat Paşa, İzmir’de Aydın eyâleti valisi iken başlandı.
Şurasını
kabûl etmelidir ki İkinci Abdülhamid, tahta geçer geçmez, amcasının hal’i ve
ölümü hakkında el altından tahkikata başlamış ve yazılı birçok ifade almıştır.
Bu hususta kendisine başkâtibi Küçük Saîd Bey (Paşa) yardım etmiştir ve
İkinci Abdülhamid, Sultan Aziz Vak’ası’nın en gizli taraflarını, en vurucu
gerçeklerini şahsen bilen insanların başında geliyordu. Araştırıcı zekâsı,
mevkii, olgun yaşta ve hâdiselerin yanı başında yahut içinde bulunması, ona bu
imkânları herkesten iyi sağlamıştı.
Diğer
taraftan Midhat Paşa’nın, tahta çıktığı andan beri başına belâ kesilmesi,
Sultan Abdülhamid’i tahrik eden bir unsur şeklinde kabûl edilebilir. Bu adamın
devletin de başına belâ olduğu, dışarıda ve içeride yabancılara Türk
devletini çekiştirdiği, nihayet Rus harbine zemin hazırlayarak felâketlerin en
büyüğüne sebep olanlardan biri bulunduğu hakkında Abdülhamid Hân’ın kanaati tam
ve samimi idi. Midhat Paşa hakkında gizli istihbarat raporları, padişahın
önünden eksik olmuyordu. Midhat Paşa’nın Sultan Murad’dan hâlâ vazgeçmediğine
dair deliller birbirini takip ediyordu. İşte Ali Suâvi Vak’ası... İşte
Masonlardan Aziz Bey ile Kleanti Skalyeri’nin Çırağan Sarayı’na girmeleri ve
Sultan Murad’ı sarayın su yollarından kaçırmaya kalkışırken tevkif edilmeleri...
Birçok şahidin ifâdesinin altında Midhat Paşa teşviki vardı. Midhat Paşa’nın
İngiltere’nin adamı olduğuna kanaat getiren padişah, onun Avrupa’nın en büyük
diplomatı Bismarck’ın da teşhis ettiği gibi meşrûtiyet rejimi ile
imparatorluğu dağıtacağından da korkuyordu.
Sultan
Abdülaziz’in hizmetindeki “hazinedar” denen ve subay rütbesi taşıyan, fakat
sıra numarası verilmeyen yüksek hizmetkârların içinde Pervîn-Felek Kalfa
vardı. Sultan Aziz’in Fer’iyye Sarayı’ndaki son iki günlük hayatında da padişahın
hizmetkârları arasında on beş yaşlarında bir genç kızdı. Bir iki yıl sonra bu
saraylı genç kız, Sâlih Münir Bey’le evlendi. Sâlih Münir Bey, sonradan -1908
Aralık’ına kadar- 13 yıl Sultan Hamid’in Paris büyükelçiliğini yapmış vezirdir.
Babası Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Paşa, Sultan Hamid’e maliye ve nafia
nâzırlığı yapmış olup, XIX. asrın en büyük Türk tarihçi, hukukçu ve
bestekârlarındandır. Bu Mahmud Celâleddin Paşa, Sultan Aziz Vak’ası sırasında
âmedî-i dîvân-ı hümâyûn sıfatıyle bütün kabine toplantılarına katılmış, çok
uyanık bir adamdı ve vak’a sırasında 37 yaşında, Âlî Paşa yetiştirmesi çok
değerli bir devlet adamı idi. İşte onun gelini olan Pervîn-Felek Hanım’ın
savcıya verdiği ifade şudur:
Merhum
Sultan Abdülaziz Hazretleri, Ortaköy (Fer’iyye) dairesine naklolundukta,
hizmetlerine tayin olunmuş adamları istemezlerdi. Kendi emniyetleri bulunan
eski adamlarını talep etmişlerdi. Fakat buna müsaade olunmamıştır. Vâkıa
uğradıkları felâketten mükedder bir hâl içinde bulunuyordu. Fakat akıl ve şuurlarında
zerre kadar fenalık ve kendilerine kasd edecek (intihar edecek) tarzda bir
uygunsuzluk yoktu. İrtihalleri gününün akşamı ikinci hazinedar Arz-ı Niyâz
Kalfa, benim gibi küçük hazinedarlara “efendimiz rahat edecekler, siz de rahat
ediniz” diyerek aşağı kata inmemizi emretti. Bizi savdıktan sonra merdiven
kapısını kapayarak efendimizin bulunduğu katla bizim katı tecrîd etti. Kendisi
yukarıda, efendimizin katında kaldı. Hepimiz o gece alt katta yattık. Sabah
olunca bir gürültü ve bir feryâd ile “Efendimiz canına kıydı!” diye haber veren
yine Arz-ı Niyâz Kalfa oldu. Şu kadar gördük ki, merhumun vefat ettiği odanın
köşe penceresi açıktı. Sonra işittik ki, merhuma kasdedenler, o pencereden
içeri alınıp yine oradan aşırılmış imiş.
Pervîn-Felek
Hanım’ın bu ifâdesi 1881 yılına âittir. Fakat Sultan Hamid daha yıllarca önce
amcasının ölümünü tahkik ettirmeye kararlı idi. Nitekim 13 Nisan 1879 tarihli
bir liste elimizde olup, Sultan Aziz Vak’ası’na karışanların 3 yıl sonra ne
durumda olduklarını bize şu şekilde bildirmektedir:
Dolmabahçe Sâhil-Saray-ı Hümâyûnu’nu
muhasara edenler:
Müşîr Redif Paşa: Vak’ada gene müşîr,
Şûrây-ı Askerî reisi olup vak’a günü Birinci Ordu kumandanlığı da uhdesine
verildi. Şimdi 93 Harbi suçlusu olarak hayat boyu Rodos’ta sürgündür (1905’te
öldü).
Bursalı Kaşıkçı-zâde Topal Mehmed Redif
Paşa, 8 Mayıs 1871’de müşîr rütbesine yükselmiştir. 93 Harbi sırasında,
Meclis-i Meb’ûsân’da aleyhinde çok ağır tenkitler yapıldığı ve İstanbul’da
halk aleyhinde nümayişlerde bulunduğu için azledilip Rodos’a sürüldü.
Ferik Kör Hasan Tahsin Paşa: O tarihte
İstanbul’da mevki kumandanı olup vak’a sırasında merhum Hakan’a hürmetsizlik
etmiştir. Şimdi müşîr rütbesiyle Yanya’da görevlidir.
Mirliva Mustafa Seyfi Paşa: Vak’a
sırasında İstanbul Merkez Kumandanı olup darbenin ertesi günü ferik oldu. Şimdi
bu rütbe ile Selanik’te görevlidir.
Mirliva Kasab Hüseyin Paşa: Hüseyin
Avni Paşa’nın bacanağıdır. Vak’anın ertesi günü ferik oldu. 93 Harbi’nde
Ardahan’daki kötü idaresi sebebiyle rütbesi alınıp askerlikten tard olundu ve
Sinop’a sürüldü.
Mirliva Süleyman Paşa: Vak’ada
mekâtib-i askeriyye nazırı (askerî okullar kumandanı) olup darbeyi Harbiye
talebesi ve iki taburla bizzat yapmıştır. Darbenin ertesi günü ferik, ertesi
yıl müşîr olmuştur. 93 Harbi’nde Tuna cephesinin son başkumandanı iken
harekâtındaki kusurlardan ve diğer müşîrlere yardım etmemesinden dolayı
dîvân-ı harbe verilmiş, Bağdat’a sürgün edilmiştir. Hâlen Bağdat’daki evinde
oturup kitap yazmaktadır.
Mirlivâ Mösyö Necib Paşa: Vak’anın
ertesi günü ferik oldu. Vak’ada telgraf muhaberatına el koymuştur. Hâlen
seraskerlikte Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Dâiresi’nde dâire başkanıdır.
Alafrangalığı ile meşhurdur.
Mîralay Tayyar Bey: Darbenin ertesi
günü mirlivâ oldu. Sonra ferikliğe yükseldi. 93 Harbi’nde Kafkas cephesindeki
başarısızlığı yüzünden dîvân-ı harbe verildi. Şimdi sürgündedir.
Mîralay Giritli Mustafa Bey: Darbede
Hüseyin Avni Paşa’nın başyâveri idi. Sonra mirlivâ oldu. Şimdi Dördüncü Orduy-i
Hümâyûn’da Erzincin’da görevlidir.
Binbaşı Edhem Bey: Darbede Birinci Ordu’nun birinci alayının ikinci taburu
kumandanı olup, Süleyman Paşa’nın emriyle Taşkışla’daki taburunu çıkarıp
Dolmabahçe’ye indi. Hâlbuki Süleyman Paşa onun âmiri değildi, ne alayının, ne
tümeninin, ne de ordusunun kumandanı değildi. 93 Harbi’nde Ruslar’a esir düştü.
Şimdi ferik (korgeneral) olup Yunan hududu kumandanıdır. Daha önce çok iyi
asker olduğu için Birinci Tümen kumandanı idi, fakat böyle bir adamın
İstanbul’da bulunması tehlikeli görülüp uzaklaştırılmıştır. Darbe sırasında
alayının kumandanı olan Albay Emin Bey’i tevkif ettiği için ayrıca suçludur.
Binbaşı Arnavut Osman Bey: Darbede
birinci alayın dördüncü taburu kumandanı idi. O da taburu ile Beşiktaş’a
geldi. Darbenin ertesi günü yarbay, sonra albay olup iki ay önce öldü.
Binbaşı Ahmed Bey: Darbede aynı alayın
üçüncü tabur kumandanı olarak aynı işi yaptı. Ertesi günü yarbay sonra albay
oldu. Rus harbine katıldı. Şimdi Edirne’de İkinci Ordu hizmetindedir.
Binbaşı İzzet Bey: Darbede beşinci
tabur kumandanı olup ertesi gün yarbay, sonra albay oldu. Şimdi Kâğıthâne
üstünde Uzuncaova’daki istihkâm alayının kumandanıdır. Vak’ada merhum hâkana en
kötü muamelede bulunan subaylardan biridir.
Binbaşı Hoca Ahmed Bey: Darbede
Yıldız’da ikinci tabur kumandanı idi. Ertesi gün yarbay, sonra albay oldu,
yakınlarda öldü.
Kurmay Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Bedri
Efendi: Süleyman Paşa’nın emrinde Harbiye’de talebe taburunun kumandanı
idi. Darbeye bilfiil katılıp ertesi günü binbaşı, sonra yarbay oldu. Şimdi
Karadağ sınırındadır.
Kurmay Kolağası Rifat Efendi: Bu da
darbe sırasında Harbiye talebesini kandıranlardandır. Şimdi binbaşı rütbesiyle
Harbiye muallimidir. Tanınmış ediblerdendir.
Binbaşı Tâhir Bey: Darbenin ertesi günü
yarbay oldu. Şimdi albay ve Yunan sınırında görevlidir.
Kolağası Gürcü Necib Nazif Efendi:
Hâkan hazretlerinin (İkinci Abdülhamid) biraderleri Şehzâde Nûreddin Efendi
Hazretleri’nin kölesi iken Harbiye’de okutulmuş. Vak’a sırasında Sultan Aziz
ailesine çok alçaklıklar etmiş, darbe ertesi günü binbaşı, sonra yarbay
olmuştur. Şimdi albay rütbesiyle seraskerlikte erkân-ı harbiyye-i umûmiye
(genelkurmay) dairesinde görevlidir.
Binbaşı Hâfız Ali Bey: Darbede casusluk
işlerinde kullanılmış, ertesi günü yarbay olmuştur. Şimdi bu rütbe ile
genelkurmay dairesindedir.
Kurmay Kolağası Beşiktaşlı Tâhir Efendi:
Bu da Avni Paşa’ya casusluk işinde kullanılmıştır. Şimdi binbaşı ve genelkurmay
başkanlığında vazifelidir.
Binbaşı Ali Bey: Vak’ada Avni Paşa’nın
yâverlerindendi. Şimdi yarbaydır.
Mîralay Şükrü Bey: Darbede süvari
birlikleri ile İstanbul sokaklarını tarassut etmiştir. Şimdi mirlivâ
(tümgeneral) ve İstanbul’da görevlidir.
Yüzbaşı Kâmil Efendi: Darbede Harbiye
öğrencilerinin başında bulunmuş, kolağası olmuştur. Şimdi de Harbiye’de
görevlidir.
Yüzbaşı
Kadri Efendi ile Yüzbaşı Besim Efendi, Kâmil Efendi ile aynı durumdadır.
Yüzbaşı Hüseyin Efendi: Topçu bataryası
ile darbe sırasında -icabında Dolmabahçe Sarayı’nı bombardıman etmek için-
Maçka’da bulunmuştur. Ertesi günü kolağası, sonra binbaşı olmuştur. Şimdi
yarbay rütbesiyle Mekteb-i Harbiye’de görevlidir. Merhum kapdân-ı deryâlardan
Büyükamiral Fosfor Mustafa Paşa’nın dâmadı ve dolayısıyle merhum şehid Çerkes
Hasan Bey’in halasının damadıdır.
Kolağası Ali Bey: Serasker Müşîr Nâmık Paşa’nın oğludur. Ertesi gün binbaşı
olmuş, darbe sırasında Sultan Aziz ailesine kötü muamelelerde bulunmuştur.
Yüzbaşı İsmet Efendi: Darbede
Dolmabahçe’ye inenlerden. Şimdi Birinci Ordu İkinci Tabur Kumandanı ve
binbaşıdır.
Kurmay Kolağası Kemâl Efendi: Darbede
çalışanlardan. Şimdi albaydır.
Mirlivâ Ârif Paşa: Vak’ada donanma
kumandanı idi. Ertesi gün bahriye ferîkı (koramiral) oldu. Vak’ada donanmayı,
‘padişahın emridir’ deyip saray önüne getirmiş ve mühim rol oynamıştır.
Miralay Hacı Râşid Bey: Vak’anın ertesi
günü mirlivâ ve paşa olmuş, çok kötü bir rol oynamıştır. 93 Harbi’nde suçlu
görülerek askerlikten tard edilmiştir. Şimdi sürgündedir.
Serasker
Hüseyin Avni Paşa katledilmiş, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa ise
ölmüştür.
Sultan
Aziz vak’asına karışan subaylar bunlardır.
Osmanoğulları’nın Bir Hânedân Geleneği
Osmanoğulları
denen yüce hânedânın bir geleneği vardır: Padişah veya şehzade, bir Osmanoğlu
tahtından indirildi veyâ öldürüldü yahut hakaret gördü ise, onun intikamını
almak, ailenin başı olan padişaha aittir. Bunun hiçbir istisnası yoktur. Eski
hükümdarın gördüğü zarar veya kötülük, yeni hükümdarın lehine olabilir, onu
tahta çıkartmış olabilir. Bu hâl, durumda herhangi bir değişiklik yapmaz. Gene
yeni hükümdar, eskisine zarar verenlerin canına okumaya, onları yok etmeye
mecburdur. Türk hâkanlık geleneği budur. Bunu yapamayanın hâkanlık sıfatında
eksiklik vardır, tahtını dolduramamıştır, Türk’ü temsil etmeye liyakatinden
şüphe edilir. Hunlar’dan Tabgaçlar’a, Avarlar’a, Göktürkler’e, Uygurlar’a,
Karahanlılar’a, Selçukoğulları’na ve onlardan Osmanoğulları’na geçen gelenek
budur. Hânedân’ın yazılı olmayan anayasasının bir maddesi gibidir. İşte
Osmanlı tarihinden birkaç misal:
8
Mayıs 1410’da Yıldırım Bâyezid’in büyük oğlu Birinci Süleyman, üzerine yürüyen
kardeşi Mûsâ Çelebî’den kaçarken, Edirne-İstanbul yolunda köylüler tarafından
-yeni padişah Mûsâ Çelebi’ye kolaylık olsun diye- öldürüldü. Tahta geçen Mûsâ
Çelebi, ağabeyinin öldürülmesi işine uzaktan yakından karışanları diri diri
yaktırttı.
17
Mart 1513’te, yeni tahta çıkan kardeşi Yavuz Sultan Selim’den canını kurtarmak
için ağabeyi Korkut Hân, Mısır’a kaçmak üzereyken; yeri, Antalya’da,
Türkmenler tarafından ihbâr edilip yakalattırıldı ve Yavuz tarafından idam
edildi. Gene Yavuz, ağabeyini ihbâr eden 15 Türkmen’i derhal öldürttü.
20
Mayıs 1622’de “Genç” denen İkinci Sultan Osman, âsi kapıkulları tarafından
şehîd edildi. Kardeşi Dördüncü Murad, tahta çocuk olarak ve niyabet altında
geçti. Büyüyüp niyabetten kurtulunca, ağabeyinin ölümüyle yalnız ilgili
olanları değil, ağabeyinin ölümüne sebep olan zihniyeti imha etti. Bu yolda
öldürttüklerinin sayısı binleri bulmaktadır.
17
Ağustos 1648’de Sultan İbrahim Hân öldürüldü. Yerine geçirilen oğlu Dördüncü
Mehmed 6,5 yaşında idi. Henüz doğru dürüst okuyup yazma bilmiyordu. Babasının
tahttan indirilmesiyle uzaktan yakından ilgili olan her şahsın adını,
emrindeki bir enderun subayına gizlice bir deftere yazdırttı. Yıllar geçip büyüyünce,
bu isimleri unutacağından korkuyordu. 15 yaşında, niyabetten kurtuldu.
Deftere yazdırdığı bütün isimleri buldurup öldürttü.
22
Ağustos 1703 Edirne Vak’ası denen ihtilâl ile İkinci Sultan Mustafa tahttan
indirildi, hayatına dokunulmadı. Yerine kardeşi Üçüncü Sultan Ahmed tahta
çıkarıldı. Üçüncü Ahmed bir yıl geçmeden, ağabeyini tahttan indirenlerin
hepsini öldürttü.
1
Ekim 1730 Patrona İhtilâli’nde bu defa Üçüncü Ahmed tahttan indirildi, hayatına
dokunulmadı, hiçbir hakaret görmedi, daha yıllarca yaşayıp eceliyle öldü.
Yerine ağabeyi İkinci Mustafa’nın büyük oğlu Birinci Sultan Mahmud çıkarıldı.
Sultan Mahmud, amcasını -kendisini tahta çıkarmak için- tahtından indirenleri
bir yıl geçmeden tamamen kılıçtan geçirdi.
28
Temmuz 1808’de bir yıl önce tahttan indirilmiş olan Üçüncü Sultan Selim Hân,
amcaoğlu Dördüncü Mustafa’nın verdiği emirle öldürüldü ve olay, Dördüncü
Mustafa’nın kardeşi İkinci Mahmud’un tahta çıkmasını temin etti. İkinci
Mahmud, amcaoğlu Üçüncü Selim’in ölümüyle uzaktan yakından ilgili bin kadar
şahsı derhal öldürttü. Bunların içinde birkaç saray câriyesi de vardı. Osmanlı
düzeninde kadınlar idam edilemediği için, bu câriyeler sandala kondu, Marmara
açıklarında kementle boğulduktan sonra ayaklarına taş bağlanıp denize atıldı.
Bu
örnekler yeter. Padişahların, Osmanlı tarihini çok iyi bildiklerini, hânedân
geleneklerine de çok bağlı olduklarını biliyoruz. Şimdi İkinci Sultan
Abdülhamid Hân, amcasının başına gelenlerin hesabını sormadığı takdirde, bu
yasayı, geleneği bozacak, şerefi lekelenecekti. Bu noktaya tarihçiler dikkat
etmemişlerdir. Fakat bunu belirtmekte fayda vardır.
Sanıkların Tespiti
Midhat
Paşa, Mir’ât-ı Hayret adlı basılı
hâtıralarında - doğru olması ihtimali kuvvetli- şu iddialarda bulunmaktadır:
Serasker
Müşîr Rauf Paşa, Rusya ile sulh yapılınca, Sultan Abdülhamid tarafından siyâsî
bir görevle Petersburg’a, Çar Aleksander’a gönderilmiş. İhtilâlcilerden nefret
eden Çar, Paşa’ya, “Sultan Aziz’in
katilleri hakkında en şiddetli
cezalar gerekir, bu her hânedân için şeref meselesidir; biz Avrupa hükümdârları
birbirimizin kardeşiyiz, harb ederiz, fakat şahsen düşman değiliz; şevketlü
kardeşim Abdülhamid Hân’a lütfen arz ediniz” demiş. Bunun üzerine Sultan
Hamid, o âna kadar Sakız ve sonra Midilli Adaları’nda sürgün tuttuğu eski
sadrâzam Mahmud Nedim Paşa’ya dâhiliye nâzırı olarak İstanbul’a getirtmiş ve
kendisine Sultan Aziz dosyasının düzenlenmesine başlanmasını emretmiş...
Böyle
bir olay olabilir. Ancak İngilizci Midhat Paşa, sırf Rusya’nın teşvikiyle Sultan
Aziz olayının araştırılmaya başlandığını ima etmek ve böylece Sultan Hamid’i
küçültmek istiyorsa, bu iddia mesnetten mahrumdur. Zira Sultan Hamid, gizli
araştırmalara ve dosya tutmaya, tahta geçtiği an başlamıştır. Midhat Paşa’nın
göremediği padişahın bu şahsî evrakı bugün arşiv malzemesi olarak bizim
elimizdedir. Esasen Sultan Hamid’in amcasının ölümünü tahkik ettirmesi için
birbirinden mühim yarım düzine sebebi olduğu muhakkaktır.
Asker
olan sanıkların yerleri tespit edildikten sonra sivil sanıklar araştırılmaya
başlanmıştır. Bunlardan Midhat Paşa, Aydın eyâleti vâlisi olarak İzmir’dedir.
Emekli olan Mütercim Rüşdü Paşa, Manisa dışındaki çiftliğinde ve hastadır.
Eski şeyhülislâm Hayrullah Efendi Hicâz’da, Dâmâd Nûri Paşa, Dâmâd Mahmud Celâleddin
Paşa, İstanbul’da eşleri sultanların (Sultan Hamid’in ablası Fatma Sultan ve
kızkardeşi Cemile Sultan) saraylarında oturmaktadır. Bunlar en yüksek rütbeli
adamlar oldukları için, tevkifleri sonraya bırakılmıştır.
Buna
mukabil Sultan Aziz’in ikinci mâbeyncisi ve katillerinden Fahri Bey,
İstanbul’daki evinden alınarak Yıldız Sarayı’na hapsedilmiştir. Üç pehlivan da
memleketlerine gönderilen bir binbaşı tarafından tevkif ettirilip Yıldız’a
getirilip hapsedilmiştir. Bunlardan Pehlivan Mustafa Çavuş, Yozgat’ın
Akdağmadeni köylerinden Cullalı’da, Elmacıoğlu Hacı Mehmed Pehlivan, Boyabad
köylerinden Hurremşah’da, Cezayirli Üsküdarlı Mustafa Pehlivan da belediye
çavuşluğu yaptığı İzmir’de tevkif edilmişlerdi.
Sonra
Mâbeynci Seyyid Bey, Karabiber Reyhân Ağa, Râkım Nesib Ağa, Albay İzzet Bey,
Binbaşı Gürcü Necib Nazif Bey, Binbaşı Nâmık Paşa-zâde Ali Bey tevkif edilip
mahfuzan Yıldız’a sevk edilmişlerdir. Bunlardan İzzet Bey, Altıncı Ordu
(merkezi Bağdat) 40. alay kumandanı olarak bulunduğu Maraş’ta; Ali Bey, Üçüncü
Ordu (merkezi Manastır) 24. alay üçüncü tabur kumandanı bulunduğu Tesalya’da
Dömeke’de, Necib Bey, İkinci Ordu (merkezi Edirne) 15. alay birinci tabur
kumandanı bulunduğu Selânik’te iken Çorum’da tabur kumandanlığına nakledilmiş
olmasıyla Çorum’da tevkif edilmişlerdir. Sultan Murad’ın ikinci mâbeyncisi
Seyyid Bey, Kastamonu’da oğlu İlhâmi Bey’in evinde yakalanmıştır. Sonra Müşîr
Dâmad Nûri Paşa, eşi Fatma Sultan’ın Baltalimanı’ndaki muhteşem sarayında ve
Müşîr Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa (eski serasker, mâbeyn müşîri, Tophâne
müşîri, ticâret nâzırı) da eşi Cemile Sultan’ın Fındıklı’daki sarayından
alınarak tevkif edilmişlerdir. Fatma Sultan Sarayı bugün Kemik Hastahânesi,
Cemile Sultan Sarayı da sonradan Güzel Sanatlar Akademisi olan binalardır.
Sonra Rüşdü ve Midhat Paşalar’ın tevkifleri için emir çıkmış, fakat Rüşdü
Paşa’nın yerinden kımıldamasının mahzurlu olacağı doktor raporu ile te’yid
edildiği için Manisa’da çiftliğinde savcı tarafından sorguya çekilip tevkif
edilememiştir.
Sanıkların ve Şahitlerin Sorguları
Padişahın
yanında yıllardan beri bulunduğu halde onun aleyhinde çalışan ve Avni Paşa’yla
işbirliği yapan Arz-ı Niyâz Kalfa, tevkif edilip Yıldız’a getirilmiş, sorguya
çekilmiş, Sultan Aziz’in öldürülmediği, intihar ettiği hakkında direnmiştir.
Hazinedarlardan
Zevkyâb Kalfa’nın ifâdesinden:
Odaya
hep beraber girdiğimiz zaman henüz hâkan hayatta idi ve “Allah” diye
inliyordu... Odada kimse yoktu. Fakat bir adam pencereden atlıyordu...
Ferik
Dr. Marko Paşa’nın ifâdesinden:
Kuzguncuk’ta
yalımın penceresinden Ortaköy’e bakıyordum. Zira fevkalâde bir hâl vardı.
Hâkanın hangi odada bulunduğunu biliyordum. Bu odanın penceresinden pehlivan
yapılı bir adam atladı. Atlayanı o zaman Sultan Abdülaziz zannetmiştim...
Râkım
ve Reyhân Ağalar:
Katle
iştirak ettiğimizi, hâkanın damarları kesilirken gözcülük ettiğimizi kabûl
ediyoruz...
En
çok üç pehlivanla Fahri Bey’in üzerinde durulmuştur. Zira bu dördü, fiilen
kaatil olmakla itham edilmişlerdir. Bu üç pehlivan ayda 130 altın gibi en
yüksek devlet görevlilerine verilen maaşla Sultan Aziz’in oturduğu Fer’iyye
Sarayı’na gönderilmişlerdi. Hâlbuki birinin rütbesi çavuş, diğer ikisi
rütbesiz nefer (er) idi. Katilden sonra Sultan Murad’ın ibrikdarlık, esvapçılık
ve şamdancılık görevlerine getirilerek mükâfatlandırıldılar. Fakat üç ay sonra
Sultan Murad tahttan inince Cezayirli Pehlivan ayda 5 altın ve diğer ikisi 2,5
altın emekli maaşı ile İstanbul’dan uzaklaştırılmışlardı. Ayda 130 altın maaş
verilen adamların bu kadar düşük emekli maaşı ile uzaklaştırılmalarındaki
garabet ortadadır. Başları olan Mustafa Çavuş’un sorgusuna savcı Fındıklılı
Mehmed Efendi tarafından 1 Nisan 1881’de başlanmıştır. Sorguda Şûrây-ı Devlet
Tanzimat Dairesi Reisi Çorlulu-zâde Mahmud Celâleddin Bey’le, Mâbeynci Ragıp
Bey de bulunmuşlar ve onlar da soru sormuşlardır. İlk sorgularda Pehlivan
Mustafa Çavuş direnmiştir. Fakat diğer arkadaşlarının itiraf ettikleri
kendisine söylenmiş ve iddiaya göre işkence de yapılmış olduğu için 19
Nisan’da şu ifadeyi vermiştir:
-
Dâmad Mahmud Paşa beni ve arkadaşlarım Cezayirli Mustafa ve Mehmed Ağa’yı,
Mâbeyn-i Hümâyûn’da misafirlere mahsus olan odaya celp etti. Yalnızdı... “Sizi
Fer’iyye Sarayı’na me’mûren göndereceğim; maaşlarınız yüzer liradır; fakat
böyle yüzer lira maaşı niçin veriyoruz biliyor musunuz?” dedi. Biz de
bilmediğimizi söyledik. Bunun üzerine Mahmud Paşa, “Şu işi bir an önce
becermeniz içindir” dedi... İşin ne olduğunu sorduk. “Sultan Abdülaziz’in bir
an önce öldürülmesidir” demesiyle, “Biz böyle şeyden korkarız” dedik. “Ne
korkuyorsunuz, padişahımızın (Sultan Murad’ın) emridir, ben de size emir
veriyorum” dedi. Bunu icra etmeyecek olursanız hakkınızda fena olur, mazarrat
görürsünüz” diye ekleyip bize talimat verdi. Verdiği talimat içinde “Sultan Abdülaziz’in
işini kimsenin anlamayacağı, intihar ettiğini sanacağı şekilde bitirin; önce
sol kolunun damarlarını kesin, sonra sağ kolunun damarlarını dahi keserek işini
bitirin” tavsiyeleri vardı. Sonra bizi Dâmad Nûri Paşa, Mâbeyn Müşîrliği makamı
odasında kabûl etti. O da “Sultan Aziz’e iyi hizmet edeceksiniz, her şeyini
bana bildireceksiniz” deyip Mahmud Paşa’nın talimatını te’yîd etti ve ayrıca
otuzar altın verdi. Sonra bir yâveri yanımıza katıp Fer’iyye karakoluna
gönderdi. O gece karakolda yattık. Sabah Mâbeynci Fahri Bey geldi. Bizi saraya
soktu. Beyaz saplı çakıyı da o bana verdi. Hep birden Sultan Abdülaziz’in
odasına girip hâkanı ayağa kalkmadan kucakladık. Fahri Bey ellerini arkasından
tuttu. Cezayirli Mustafa ile Mehmed birer ayağına oturdular. Ben de bana tarif
edildiği veçhile önce sol kolun ve sonra sağ kolun damarlarını çakı ile
kestim. Sol kolundan ziyâde, sağdan daha az kan aktı. Üç harem ağası kapının
önünde, fakat odanın iç tarafında bizi seyrettiler.
3
harem ağasından biri ölmüştü. Diğer ikisinin ifâdesi:
Odanın
içinde oturduğumuz yalandır, yahut vakit geçti, Pehlivan iyi hatırlayamıyor.
Odanın dışında, fakat kapının önünde, kimse girmesin diye bakıyorduk ama
ötemizde birkaç süngülü asker de vardı...
Savcının
sorusu:
Harem
ağaları odanın dışında imişler ve o sırada Sultan Aziz Hazretleri ne hâl ve
muamelede bulundular? Hâkan merhum bünyece çok kuvvetli olduğundan nasıl
zaptedebildiniz?
Harem
ağaları odanın içindeydiler. Bir an çıkmış olabilirler. Onlara değil, işimize
bakıyorduk. Hâkan Hazretleri’ni gafil avlamıştık. Henüz giyinmemişti. Gecelik
kıyafetle idi ve oturuyordu. Galiba Kur’ân okuyordu. Yanında Kur’ân-ı Kerîm
açıktı. Odada kaldığımız bütün müddet en az beş, en çok on dakikadır...
Diğer
iki pehlivan, arkadaşlarının ifâdesi paralelinde ifade vermişlerdir. Onların
ifadelerini nakletmeye lüzum görmüyorum.... Savcı:
-
Valide Pertevniyâl Sultan ifâdesinde bir gün önce hâkanın kapısı önünde birkaç
kişinin “Şimdi mi girelim, acaba yanında kimse var mı?” diye söyleştiğinin
sonradan kendisine anlatıldığını söylüyorlar. Bu söyleşenler siz miydiniz?
-
Hayır biz değildik. Biz doğrudan doğruya odaya girdik. Yalnız harem ağaları
vardı. Ne odada, ne sofada kadın yoktu...
Fesâdın
içinde bulunan Beşinci Murad’ın dârüssaâde ağası Süleyman Ağa’nın ifâdesi
alınmamıştır. Zira harem ağalarını bir gün önce Fer’iyye’ye gönderen odur ve
Şevk-Efzâ Vâlide’den talimat almıştır. Beşinci Murad düşünce Süleyman Ağa, ayda
20 altın emekli maaşı ile Medine’ye gönderilmiştir. Sultan Murad’ın
veliahdliğinde de, veliahdin baş harem ağası idi.
Dâmâd Nûri Paşa’nın Sorgusu
Savcının,
Müşîr Dâmad Nûri Paşa’ya sorusu:
-
Merhum Hâkan’ın bütün adamları yanından alındığı halde yalnız Fahri Bey’in
yanında kalmasına izin verdiniz. Hâkanın hizmetinde 300 kadın, birkaç harem
ağası, fakat erkek olarak yalnız Fahri Bey bırakıldı. Fahri Bey’e ne yolda
talimat verdiniz?
-
Fahri Bey’e talimat vermiş değilim. Gerçi mâbeyn müşîri olarak mâbeyncilerin
âmiri idim... Sultan Aziz’in bulunduğu saray sûretâ benim emrimde idi.
Gerçekte sâbık hâkanın muhâfazasına asker bakıyordu... Ben asker değilim.
Hakan’ın tahttan indirildiği gün vezîr olan rütbem as kerî rütbelerden eşiti
olan müşîre çevrilerek mâbeyn müşîri yapıldım. Asker üniforması giydim... Ancak
asker Avni Paşa’nın ve onun adamı olan Râşid Paşa’nın emrindeydi. Fahri Bey’i
kimin gönderdiğini bugün bile bilmiyorum. Pehlivanları evet ben gönderdim.
Vâlide Şevk-Efzâ Sultan öyle emretmişti...
Nûri
Paşa’nın ilâvesi:
Mâbeyn
müşîri, normal zamanlarda bütün padişah saraylarının en büyük âmiri ve
mes’ûlüdür. Bir padişahın tahttan indirildiği zaman ise, normal zaman değildir.
Nûri
Paşa, harem ağalarını gönderenin de kendisi olmadığını ve olamayacağını, zira
mâbeyn müşîrinin kadınların oturduğu Harem-i Hümâyûn’a karışmadığını, oranın
âmirinin dârüssaâde ağası olduğunu, o sırada bu görevde de Süleyman Ağa’nın
bulunduğunu söyledi. Mâbeyn müşîrinin âmirinin doğrudan doğruya padişah
olduğunu, mâbeyn müşîrine padişahtan başka kimsenin emir veremeyeceğini, fakat
Sultan Murad rahatsız olduğu için mecbûren bazı emirleri Vâlide-Sultan’dan
aldığını, dârüssaâde (kızlar) ağasının âmirinin ise Vâlide-Sultan, yoksa baş
kadın-efendi olduğunu söyledi. Kendisi Sultan Murad’ın kızkardeşi ile evli
olduğu cihetle esasen Vâlide-Sultan’ın kendi kayınvâlidesi sayılabileceğini
ekledi.
Sonunda,
Şevk-Efzâ Vâlide’nin bu sorguya karıştırılıp Hânedân’ın şerefiyle
oynanamayacağı, Medine’deki Süleyman Ağa’nın ifâdesi alınsa emirleri
Vâlide-Sultan’dan aldığını söyleyeceği anlaşıldığından, bu cihetle kapalı
geçildi. Sultan Aziz’in katli için gönderilen dört harem ağasından Ken’an Ağa,
bu sırada ölmüş bulunuyordu. Karabiber Rey- hân, Nazif ve Râkım Nesib Ağalar’ın
sorguları yapılıp, üçü de hayat boyu Libya’ya sürüldüler ve orada ölünceye
kadar nezaret altında, fakat kendi evlerinde yaşadılar.
Ancak
sorgu derinleştirilince Nûri Paşa Hazretleri’nin üç pehlivana, biri âşikâr,
diğeri mahrem iki türlü talimat verdiği ortaya çıktı. Açık talimat, Sultan
Aziz’in hizmetine gönderildikleri, kimseyle görüşmemeleri ve saire
şeklindeydi. 20 dakika süren ve ardından verilen gizli talimat, pazar
sabahına kadar Sultan Aziz’in, intihara delâlet edecek şekilde öldürülmesini
emrediyordu... Hiçbir tazyik altında yaptıklarını ifşa etmemeleri de söylenmişti.
Nûri Paşa bu mahrem talimatını, sonuna kadar inkâr etmiştir. 3 Temmuz günü bile
Nûri Paşa şöyle demektedir:
Efendim
Sultan Murad’ın ve annesi Vâlide Sultan’ın ve Avni Paşa ile Kayserili Ahmed
Paşa’nın Sultan Aziz merhum üzerine olan düşmanlıkları cümlenin ve ezcümle
padişahımızın (İkinci Abdülhamid’in) malûmlarıdır. Böyle bir fiilde Seyyid
Bey’den başka mahremleri de olamaz. Ben kim oluyorum da, bir hâkanın
öldürülmesi için emir vereyim!..
Dâmâd Mahmud Celâleddin Paşa’nın Sorgusu
Sultan
Abdülmecid’in büyük kızı Fatma Sultan ile evli olan Nûri Paşa’ya karşılık,
Mahmud Celâleddin Paşa da aynı padişahın üçüncü kızı Cemile Sultan’la evli ve
o da Sultan Murad’la Sultan Hamid’in enişteleri idi. Nesebi, bulunduğu
makamlar ve şahsiyeti bakımından Nûri Paşa’dan mühimdi. Sultan Aziz’in hal’i
işine karışmamıştı. Katline iştirak etmekle itham ediliyordu. Babası Müşîr
Dâmad Ahmed Fethi Paşa, bir ara “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk müsteşarı”
denecek kadar nüfuz kazanmış meşhur Tanzimatçılardandır. 1858’de 57 yaşında
ölmüştür. İkinci Mahmud’un 4 kızının üçüncüsü olan Atıyye Sultan ile
evlenmiştir. Fakat Mahmud Celâleddin Paşa bu izdivaçtan değil, Fethi Paşa’nın
daha evvelki izdivacından doğmuştur. Fethi Paşa’nın Sultan’dan doğan kızları
Seniyye ve Feride Hanım-Sultanlar, Mahmud Celâleddin Paşa’nın -anne ayrı- kız
kardeşleri olup Müşîr Hüseyin Paşa ve Müşîr Prens Mahmud Nedim Yeğen Paşa ile
evlenmişlerdir. 1836’da İstanbul’da doğan Mahmud Celâleddin Paşa, darbe
sırasında 40 ve mahkeme sırasında 45 yaşlarında idi. Eşi Cemile Sultan
kendisinden 7 yaş küçüktür. Cemile Sultan, Mahmud Celâleddin Paşa’dan 3
hanım-sultan ve 2 sultan-zâde beyefendi doğurmuştur. Yıldız Mahkemesi sırasında
Mahmud Celâleddin Paşa, Sultan ile 23 yıllık evli ve 3 prensesle 2 prensin
babası idi.
Buna
mukabil Dâmad Nûri Paşa, bu derecede ehemmiyet arz etmiyordu. Ferik Ârif
Paşa’nın oğlu idi. 1840’ta İstanbul’da doğmuştu. Mahmud Paşa’dan 4 yıl kadar
küçüktü. Fatma Sultan önce Büyük Mustafa Reşid Paşa’nın gelini olmuş, fakat ilk
kocası hâriciye nâzırı Dâmâd Ali Galib Paşa, 29 yaşında Boğaz’da boğularak
ölünce, Sultan 18 yaşında dul kalmış, 6 ay sonra kendisiyle aynı yaşta olan
Nûri Paşa ile evlendirilmişti. Yıldız Mahkemesi sırasında Nûri Paşa, Sultan’la
22 yıldan beri evli idi. Sultan’dan çocuğu yoktu (3’er yaşlarında ölen birer
kız ve erkek çocuğu olmuştu).
İkinci
Abdülhamid, Nûri Paşa eşi ablası Fatma Sultan’la resmî olmasına rağmen, Mahmud
Paşa eşi kızkardeşi Cemile Sultan’la çok sevişirlerdi. Zîrâ ikisi bir arada
üvey ve mânevî anneleri Perestû Kadınefendi tarafından büyütülmüşler,
çocuklukları berâber geçmişti. Sultan Hamîd’in ilk aylarında Mahmud Paşa,
fevkalâde nüfuz kazanmıştı. Eniştesi Amiral İngiliz Eğinli Said Paşa, yeni
padişaha önce mâbeyn ferîkı, sonra müşîri, Mahmud Paşa’nın adamlarından
gazeteci Said Bey (Sadrâzam Küçük Said Paşa) ise, mâbeyn başkâtibi olmuştu.
Mahmud Celâleddin Paşa seraskerliğe getirilmişti. Ancak asabî, sabırsız bir
adam olan Mahmud Paşa, Midhat Paşa ile işbirliği ettiği için Sultan Abdülhamid’i
sinirlendirmiş, Libya eyâleti valiliğine gönderilmişti. Sonra Çeşme’de
oturtulmuş, nihayet Sultan Abdülaziz’in katlinde suçlu olduğu ithamiyle
İstanbul’a getirilmiştir.
Mahmud
Celâleddin Paşa, Sultan Abdülaziz’in ölü-münde rolü olduğunu sonuna kadar
inkâr etmiştir. Şunları söylemiştir (özet):
-
Abdülaziz Hân’ın ölümünden iki gün sonra Şevk-Efzâ Vâlide’nin emriyle Fer’iyye
Sarayı’na gittim. Sultan Abdülaziz’in hizmetindeki 10 yaşından yukarı
câriyelerin Fer’iyye’den çıkartılıp diğer saraylara nakline ve çıkarlarken
yanlarında bir şey götürmemelerine nezaret ettim. Sultan Aziz’in ölümünü,
Çamlıca’da köşkümde iken duydum. Hemen Sadrâzam Rüşdü Paşa’nın yalısına
giderek o gece tafsilâtı öğrendim. Pehlivanlara talimat verdiğim, külliyen
yalandır...
Mahmud
Paşa’nın yukarıdaki ifâdesi çelişkiler ve yalanlarla doludur. Bunların
açıklamasına girmeyi lüzumsuz sayıyorum.
Dârüssaâde
ağası Hâfız Behrâm Ağa’nın, Yıldız Mahkemesi reisi Sürûrî Efendi’ye ifâdesi:
-
O tarihte, Mahmud Paşa’nın zevcesi Cemile Sultan Hazretleri’nin baş harem ağası
idim. Sultan, Mahmud Paşa ile beraber yazlığa, Fındıklı’dan Çamlıca’ya
geçmişti. Ben de beraberdim. Fakat Sultan Aziz’in vefâtı günlerinde paşa,
Çamlıca’ya gelmedi. Bazı nâzırlarla beraber Fındıklı’daki sarayında
görüşmelerde bulunmak için Fındıklı’da kaldı. Bunu kat’î suretle hatırlıyorum
ve kat’î surette beyan ediyorum.
Mahkeme
sırasında dârüssaâde ağalığına yükselen vezir pâyesindeki, dindarlığı ve
dürüstlüğü ile tanınmış Hâfız Behrâm Ağa’nın ifâdesi budur. Mahkeme ayrıca
Paşa’nın eşi Cemile Sultan’ın ifâdesine müracaat etmeye lüzum görmemiştir.
Zira Cemile Sultan’ın iddiası şudur: Amcam Sultan Abdülaziz öldürülmüş
olabilir, elbet öldürülmüştür, fakat paşa zevcimin bu işle hiçbir alâkası
yoktur, olamaz.
Buna
mukabil Cemile Sultan’ın 3 yaş büyük ablası ve Sultan Abdülmecid’in büyük kızı
Fatma Sultan’ın düşüncesi şöyledir: Amcam Sultan Abdülaziz öldürülmüştür… Bu
alçakça işe maalesef hiç karışmaması icab eden bir şahıs zevcim Nûri Paşa da
karışarak, hânedânımızın şerefini ayaklar altına almıştır.
Ancak
bu Sultanlar’ın ifâdelerine resmen başvurulmamıştır. Sebebi şudur: Herhangi bir
kadının kocası aleyhine olabilecek şehâdette bulunması, usul bakımından kanuna
uygundur; ancak kanunların ruhu bakımından ve ahlâkî bakımdan mahzurlar
taşır...
Nûri
Paşa, Mâbeynci Seyyid Bey gibi sanıkların ve bazı şâhitlerin ifâdesinden şunlar
da öğrenilmiştir: Cuntacılar, hakaret olsun diye Sultan Abdülaziz’i, Ayasofya
avlusunda Sultan İbrahim’in türbesine gömmek istemişler. Ancak Sultan Murad
müdâhale ederek amcasının, büyük babası ve amcasının babası Sultan Mahmud’un
yanına Cağaloğlu’ndaki türbeye gömülmesini kesin şekilde irâde etmiş...
Pertevniyâl
Vâlide-Sultan’ın ifâdesi, sarayına Savcı Latif Bey’le Mâbeynci Râgıb Bey
gönderilerek alınmıştır. Vâlide- Sultan ifâdesinde, oğlunun ölümünü feryadlar
yükselip koşuşmalar başlayınca öğrendiğini ve o sırada saray yâverlerinden
Binbaşı Gürcü Necib Bey’in yanına gelip “Cennet- mekân şehîd oldu” cümlesiyle
durumu resmen kendisine bildirdiğini söylemiştir. Sonra palanın ne gibi
tehditlerle alındığını hikâye etmiş; bir gün önce, oğlu ile son görüşmesinde,
oğlunun kendisini öldüreceklerini söylediğini nakletmiştir. Oğlunun odasının
anahtarı olduğunu, fakat içeriden sürgüsü bulunmadığını da bildirmiştir.
Abdülaziz
Hân’ın büyük oğlu ve o sırada müşîr rütbesini taşıyan Yusuf İzzeddin
Efendi’nin ifâdesinden:
-
Cennet-mekân’ın şehîd edildiği her hâl ve hareketinden his olunuyor ve
anlaşılıyordu... Cennet-mekân haklarında asker tarafından hürmetsizlikler
huzurlarında sigara içmek derecesinde hakaret hâline geldi. Fakat kendileri
asla tavırlarını değiştirmediler ve görmezlikten geldiler...
Savcı,
28 Mayıs 1881 günü Dr. Marko Paşa’ya, nasıl olup da Sultan Aziz’in resmî ölüm
raporuna imza attığını sorduğunda Paşa, ezcümle şöyle ifade vermiştir:
-
Evet, dediğim gibi bu rapor, fennen nâkıstı. Avrupa’da da etıbbâca beğenilmedi,
ilmî bulunmadı...
-
Bu raporu imzaladıktan sonra Müşîr Redif Paşa’dan murassâ (elmaslı) bir enfiye
mahfazası aldığınız doğru mu?
-
Evet aldım, fakat bu bir şey ispat etmez. Almamazlık edemezdim. Çünki Redif
Paşa âmirimdi. Üstelik kutunun padişahın ihsânı olduğunu söyleyerek verdi.
Kimse padişah ihsânını geri çeviremez. Sonra yalnız bana değil, başkalarına
da verildi. Meselâ bana verilen murassâ kutunun aynısı Dâmad Nûri Paşa’ya da
verildi...
Sultan
Murad’ın başmâbeyncisi Edhem Bey’le ikinci mâbeyncisi Seyyid Bey’in ifâdeleri
alındıktan sonra ilki serbest bırakılıp mahkemeye sevkine lüzum görülmemiş, ikincisi
tevkif edilmiştir.
Eski Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’nin
Durumu
Şeyhülislâm
Hasan Hayrullah Efendi, 26 Temmuz 1878’de azledilmişti. Başına bir şeyler
geleceğini bildiği için İstanbul’da bulunmayı nefsi için tehlikeli saymış,
Medine’de Ravza-i Mutahhara’da şeyhu’l-harem-i Hazret-i Nebevi hizmetini
istemiştir. Padişah, arzusunu yerine getirmiştir. Yıldız Mahkemesi sırasında
bu görevle Medine’de idi. Kendisi Yıldız Mahkemesi için İstanbul’a
getirilmemiş, gıyabında hüküm verilerek Medine’de tevkif edilip Tâif kalesine
sevk olunmuştur.
Şimdi,
Yıldız Mahkemesi safhalarına geçmeden önce Midhat Paşa’nın İzmir’de ve Rüşdü
Paşa’nın Manisa’da nasıl sorguya çekildiklerini, ne dediklerini, nasıl
davrandıklarını anlatmam icab ediyor:
Midhat Paşa’nın İzmir’de Fransa
Başkonsolosluğu’na Sığınması
Sultan
Abdülhamid, Midhat Paşa’yı sorguya çekmek üzere, bizzat adliye nazırı Ahmed
Cevdet Paşa’yı memûr etti. 19. asrın en büyük Türk hukukçusu ve tarihçisi,
ilmiye’den mülkiyye’ye geçmiş ve her iki branşta da en yüksek rütbelere erişmiş
(kazasker ve vezir), imparatorluğun medenî kanunu olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi tedvîn etmiş, Sultan Aziz Vak’ası
sırasında maârif nâzırı olduğu için olayın bütün tafsilâtını yakından yaşamış,
şahsiyeti ve ahlâkı bakımından nüfuz edilemez ve devlet menfaati aleyhine
herhangi bir harekete sevk edilemez mizaçta bulunan Cevdet Paşa, aynı zamanda
imparatorluk adâletinin başı olarak, bu işle görevlendirilmişti. Midhat Paşa
ile birçok kabinede beraber bulunmuştu. Gerçi tam tarafsız olduğu söylenemez.
Zira devletin başına açtığı belâlar dolayısıyla Midhat Paşa’dan nefret ettiği
muhakkaktır. Fakat Midhat Paşa ile şahsî bir meselesi de yoktu. Üstelik bir
çeşit fevkalâde savcılık yapacak, sorguya çekecek, mazbatayı Midhat Paşa’ya
imzalatacaktı. Hiçbir yargı yetkisi yoktu. Vapurla İstanbul’dan İzmir’e
gelirken, yanında eski şûrây-ı devlet reisi Alî Paşa da vardı ki, Midhat
Paşa’nın yerine Aydın eyâleti valiliğine gönderiliyordu.
Midhat
Paşa, haberalma hizmetlerinde kullandığı ve her üçü de zabtiye onbaşısı rütbesi
taşıyan Yahudi Bohor, Rum Ancilos ve Ermeni Karabet’ten, İstanbul’dan kendisini
sorguya çekme selâhiyetiyle bir hey’etin geldiğini öğrendi. Bilhassa Bohor’u,
en gizli işlerinde kullanırdı. Sorguya çekilmeye falan niyeti yoktu. Avrupa’ya
kaçmaya karar verdi. Fakat İstanbul’da seraskerlikten telgrafla İzmir’e bir
askerî birliğe tevkif edilmesi için emir verildiği şüphesi üzerine, rıhtıma
kadar inip bir vapurla anlaşıncaya kadar, İzmir’deki konsolosluklardan birine
sığınmaya karar verdi. Normal olarak, İngiltere Konsolosu B. Dennis’e sığınması
lâzımdı. Fakat Fransa başkonsolosu de Pellissier de Reynaud’ya sığınmaya
mecbur oldu. Şu sebeplerden:
İzmir’de;
Fransa başkonsolos, fakat İngiltere konsolos bulunduruyordu. Fransa
başkonsolosluğu daha yakındı. İngiltere konsolosu o sırada sayfiyede idi; aynı
zamanda ihtiyar ve mütereddit bir adamdı.
Hakkında
tevkif emri çıktığını öğrenir öğrenmez, 18 Mayıs 1881 gecesi Midhat Paşa,
Fransa konsolosluğuna gidip başkonsolostan siyâsî sığınma hakkı aldı. Eski bir
sadrâzam ve hâlen devletin en mühim eyâletinin başındaki bir umûmî valinin bu
hareketi, son devir Türkiye tarihinin en çirkin olaylarından biridir ve Midhat
Paşa için gerçek bir lekedir. Bunun şahsı için çok alçaltıcı bir olay olduğunu
Midhat Paşa da kabûl etmekte ve hâtıralarında “Yalnız bana değil, evlâdıma da kalacak târîh-i ömrümün lekesidir”
şeklinde itiraf ile ancak can kaygısına düştüğünü ileri sürerek, şahsını
savunmaya çalışmaktadır.
Abdülhamid
Hân, Fransa büyükelçisi Tissot’yu çağırarak tehdîd etti. Fransa’nın,
Türkiye’nin iç işlerine karışmak niyetinde olup olmadığını sordu. Büyükelçi,
Midhat Paşa’nın siyâsî mülteci olduğunu, bir konsoloshânenin Türk toprağı
olmadığı için siyâsî mülteci kabûl edebileceğini - haklı olarak- ileri sürdü ve
Paris’ten talimat isteyeceğini söyledi. Paris’ten uygun talimat alınca,
İzmir’deki başkonsolos Pellissier’ye telgraf çekerek, Midhat Paşa’yı konsolos
haneden çıkartmasını emretti. Bu emir, Fransa için bir leke teşkil eder. Ancak
o sıralarda Fransa, Bâb-ı Âlî’yi tahrik edecek durumda değildi. Zira bir iki ay
önce Tunus’u işgal eden Fransa, Türkiye’nin ciddî bir müdâhalesinden
çekiniyordu. Üstelik İngiltere’nin adamı saydığı Midhat Paşa’yı tutmuyordu.
Cevdet
Paşa, henüz konsoloshânedeki Midhat Paşa’ya şu yazıyı gönderdi:
-
İzmir’de Fransa devleti başkonsoloshânesine firâr eylediğiniz hakkında resmî
tebliğ vuku bulmamış olsaydı, kat’iyen inanmazdım. Hele bana, İstanbul’a ancak
bir ecnebi gemisiyle gidebileceğiniz ve İstanbul’da da ancak büyükelçilerin
taahhüdü altında bir mahkemede muhâkeme edilmeyi kabûl ettiğiniz hakkında
yolladığınız haber, inanılacak gibi değildir. Başka tedbirlere hâcet bırakmadan
derhal çıkarak teslîm olmanızı rica ederim.
Diğer
taraftan Cevdet Paşa, başkonsolosa da, Midhat Paşa’nın siyâsî mülteci sıfatıyla
kabûl edilemeyeceğini, zira Sultan Abdülaziz’in katlinden maznun bulunduğunu,
âdî bir suçla itham edildiğini bildirdi.
İstanbul’daki
büyükelçi Tissot’dan “O suretle hareket
ediniz ki, Midhat Paşa, bir saat daha Fransız bayrağı altında kalmasın! Fransa
konsoloshânesinin kendisi için melce’ olamayacağını paşaya bildiriniz”
şeklinde çok kesin ve keskin emir alan Başkonsolos Pellissier, Paşa’ya durumu
bildirdi.
Cevdet
Paşa’nın İzmir’e geldiği İstanbul vapurunda maiyetinde hünkâr yâverlerinden
bahriye kolağası (deniz kıdemli yüzbaşısı) Osman Bey de bulunuyordu. Bu Osman
Bey, meşhur Çerkes Hasan Bey’in bir yaş küçük kardeşi olup Yıldız Mahkemesi
sırasında 30 yaşında idi. Ağabeyinin vak’asında sorguya çekilmiş ve tazyik
edilmişti. Sonra Sultan Abdülhamid kendisini yâverleri arasına almıştı.
Sonradan amiral olmuştur. Torunları hayattadır.
Midhat
Paşa, konsoloshâneden çıkmış ve İstanbul vapuruna gelip Cevdet Paşa ile
görüşmüştür. Cevdet Paşa, eski arkadaşına, kendisini bu vapurla beraberce
İstanbul’a götüreceğini, orada mahkemeye çıkacağını, fakat vapur limanda iken
kendisinin ve savcı Latif Bey’in hazırlık sorgusunu yapacağını, istediği gibi
cevap verebileceğini söylemiştir (Midhat Paşa, Cevdet Paşa gibi Rumeli asıllı,
Cevdet Paşa’dan yaşça sadece 5 ay büyük, vezirlik rütbesinde Cevdet Paşa’dan 2
yıl, 3 ay, 19 gün kıdemli idi).
Midhat
Paşa’nın ilk sorgusu İstanbul vapuru İzmir limanında iken 3 saat, ertesi gün
yapılan ikinci sorgusu gene 3 saat devam etmiştir. Bu sırada Midhat Paşa’nın
önce Fransa konsoloshanesine ilticâsı, sonra tevkifi, gerçekten büyük haber
olmakla Türk ve Avrupa basınında kendisine sahifeler tahsis ediliyordu. Pek çok
Avrupa gazetesi, Yıldız Mahkemesi’ni takip etmek için, İstanbul’a ilâve
muhabirler göndermeye başlamışlardı. Büyük edîb Ahmed Midhat Efendi’nin Tercümân-ı Hakikat’in 20 Mayıs 1881 cuma
günkü nüshasında yazdığı başmakale şudur (sadeleştirerek veriyorum):
Ahmed Midhat Efendi’nin, Midhat Paşa Hakkındaki
Başmakalesi
“Aslında meziyyet ve mertebesi hiçlikten
ibâret iken, Osmanlı saltanat-ı seniyyesi sâyesinde, beşer mertebelerinin
sonuncusu bulunan vezâret rütbesini ihrâz eylediğinden başka, vezirler ve
müşîrler arasında riyâset makamı olan
yüce sadâret makamına da vâsıl olmuş bir zât olan Midhat Paşa, şu fâni âlemde
hayâl ve hâtıra sığabilen pâdişâh ihsânları ve mükâfatlarının hepsine
ulaşmıştı. Öyle olduğu halde, devleti, meşrû hükûmeti, velinimeti efendisi
padişaha karşı, umûmî efkârda ve âmme vicdânında ne büyük ve müthiş bir
cinayetle maznûn olursa olsun, kendi vicdânında kendisini müttehem ve cânî
görmeseydi, cebânetine (korkaklığına) mağlûb olmazdı. Bilakis, kendi hakkında
hâsıl olan şübheden berâeti ve sadâkatini ibrâz için istintak ve muhâkemeye
kendisi tâlib olurdu. Sadakât ve insâniyet bu idi. Ama Midhat Paşa, kendi
vicdânında dahi müttehem ve cânî idi. Fevkalâde sorgu hey’etinin
gönderilmesinden birkaç saat evvel keyfiyetten haberdar oldu. Hiç şüphe
edilmeyeceği üzere, Cennet-mekân Şehîd Abdülaziz Hân’ın mübârek ve mazlûm kanı,
Midhat Paşa’nın basiretini bağladı. Ne tedbir kuracağını şaşırdı. Kanunun
pençesinden kurtulurum diye ümîd etti. İzmir’deki Fransa konsoloshânesine
sığındı. İzmir’de sekiz on devletin konsoloshânesi bulunduğu hâlde, hangisini
seçti? Tunus meselesinden dolayı Devlet-i Aliyye ile dostça münasebetleri
zedelenmiş bulunan Fransa konsoloshânesini tercih etti. Osmanlı hamiyyetine
sahip namus sahipleri için burası ayrıca düşünülecek maddelerdendir. Zira
Midhat Paşa, kendi kurtuluşu uğruna, Fransa ile devletimiz aleyhine olacak bir
inkişafa güvendi. Saltanat-ı Seniyye için can fedasına dinen ve aklen mecbur
olduğumuz halde, böyle şahsî menfaatler uğruna bu şekilde bir davranış,
herkesin nefret ve lânetine hak kazanır. Hele Midhat Paşa ki, öteden beri
kendisini âleme kanunları tanıyan, onlara riayet eden, fevkalâde bir
vatanperver adam olarak tanıttırmıştı. Şimdi Fransa konsoloshânesine
sığınması, onun bu sıfatlarına inananları, hayâl sukutuna uğrattı. Öylesine
bir en büyük cinayeti Fransa bayrağının da kaldıramayacağını kestiremedi.
Firâr ârını irtikâb etti. Milletlerarası kanunların inceliklerini kavrayamadı.
Cehaletiyle
berâber hamiyyetsizliğini, vatanperverlik
şöyle dursun, hattâ hayatındaki en büyük cürmü de açığa vurdu.
İtham edildiği cinayet fiilinde iştiraki
olduğunu, umûmî efkâr nezdinde, bütün bütün takviye etti...”
Midhat Paşa’nın, Cevdet Paşa Tarafından
Yapılan Hazırlık Sorgusu
Midhat
Paşa’nın, Cevdet Paşa, Başsavcı Latif Bey ve üç hâkim huzurunda kendisine
tevcih edilen sorulara verdiği cevaplardan birkaçını aşağıya naklediyorum:
Abdülaziz
Hân’ın hal’i ne sûretle ve kimlerin mârifetiyle olmuştur? Lütfen tafsîlen beyan
buyurunuz.
Bu
meselenin tafsilâtı kâğıtlara sığmaz. Abdülaziz Hân’ı birçok defa ikaz ettiğim
halde faydası olmadı. Bir defasında şöyle dedim: “Yalnız askere hasr-ı nazar
etmekle (orduya ehemmiyet vermekle) olmaz. Bulunduğumuz coğrafî mevki
nâziktir. Bu mülkün idâresi bir kanuna bağlanmak ve İslâm ile Hıristiyan
sahiden müsavi hâle getirilmek lâzımdır...”
Konsoloshâneye
firâr fikrinin ânî geldiğini beyan buyurdunuz. Hâlbuki konağınızın harem
tarafının arkasından bir gizli küçük kapıyı bir iki ay evvel açtırdığınız ve
konağı oradan terk buyurduğunuz anlaşıldı. İlticânız üzerine kara ve deniz
askerimiz, konsoloshâneyi hem karadan, hem denizden muhâsaraya aldı.
Başkonsolos sizi iâde etmek istediği halde ona da karşı koydunuz ve Fransa
konsoloshânesine sığınmakla, İzmir’deki bütün devletlere ilticâ etmiş
sayılacağınızı bildirdiniz. İzmir’deki on dört devletin konsolosunu,
bulunduğunuz konsoloshâneye çağırtıp bunu yüzlerine karşı söylediniz. Belki
Fransa konsolosunun sizi teslim edeceğini ümîd etmiyordunuz. Fakat hiçbir
zaman o binâyı terk edip Avrupa’ya da gidemezdiniz. Bütün devletleri başınıza
toplamaktan, şahsınızı bu derece milletlerarası bir hâdise hâline getirmekten
ve Devlet-i Aliyye’ye bu derecede muhabbetsizlikten maksadınız ne idi?
Can
korkusuna kapılmıştım. Şimdi bu yaptığımı, siyâsî hayatımın en büyük lekesi
olarak kabul ediyorum.
Sadrâzam
Rüşdü Paşa’ya, Hüseyin Avni ve Kayserili Ahmed Paşalar hakkında, Çerkes Hasan
Vak’ası’ndan sonra “Bunların ikisi de fena adamlardır, cezalarını gördüler”
buyurmuşsunuz, doğru mu ve doğru ise böyle fena adamlarla niçin işbirliği
yaptınız?
Bu
sözü Rüşdü Paşa’ya söyledim. Her ikisiyle de aynı kabinede nâzır olarak
beraberdik. Sadrâzam değildim, nâzırlardan biriydim. O hükûmetteki iyi ve kötü
adamlardan mes’ûl olamam!
Padişah
cenâzelerinin nasıl kaldırıldığını biliyorsunuz. Sultan Abdülaziz’in cenâzesini
niçin el çabukluğuna getirdiniz? Cennet-mekân’ın sol memesi altındaki morluğa
ve ince yaraya ve ön dişlerinden ikisinin kırık olmasına ve sakalının bir
tarafının yoluk bulunmasına ne dersiniz?
Fevkalâde
bir zamandı. Cenâzenin hemen kalkması lâzımdı. Cenâzeyi ben görmedim. Beyan
ettiğiniz hususlarda malûmatım yoktur.
Çerkes
Hasan’ı niçin mahkemeye çıkarmadan hemen idam ettirdiniz?
Çerkes
Hasan’ın idamı için hükûmet kararı alınmadı ve benim reyim yoktur. Asker (ordu)
içinde bir hâdise idi. Hemen idamına karar vermişler.
Cennet-mekân
Hâkan’ın pala’sının sûikasdden yarım saat evvel alınmasına ne buyurursunuz?
Bu
hususta bir malûmatım yoktur.
Cennet-mekân’ın
şehîd edilmesi kimin emriyle oldu?
Vefâtına
intihar dendi. Gerçi pek inanamadım. Fakat kimse sesini çıkarmayınca ben de
öyle davrandım. Abdülaziz merhumun muhafazası işi Avni Paşa ile Kayserili Ahmed
Paşa’ya verilmişti. Mademki intihar olmayıp katledildiğini söylüyorsunuz,
elbette bu ikisinin tertibiyle olmuştur. Nasıl tertîb ettiklerini bilmiyorum,
kendilerine sorulmak icab eder.
Paşa
Hazretleri, ikisi de yıllar evvel ölmüş iki şahsı sorguya çekmemizi tavsiye
ediyorsunuz. Bu ciddî bir tavsiye değildir. Nasıl tertîb edildiğini, vak’anın
içinde bulunan zât-ı devletleri gibi zevatı sorguya çekerek öğreneceğiz.
Sultan Abdülaziz Hazretleri’nin irtihalleri haberini Bâb-ı Âlî’ye o sabah
gittiğinizde sadâret müsteşarı Saîd Efendi’den işittiğinizi ifade
buyurmuştunuz. Keyfiyet, Saîd Efendi’den soruldu. İfâdenizi külliyen ret ve
tekzîb etmiştir.
Artık
beş senelik hâdiseleri daha fazla hatırlayamıyorum.
Daha
fazla örnek vermeye lüzum görmüyorum. Yukarıdaki misallerden, Midhat Paşa’nın
hâdiselerin üzerinden kaymak istediği, bazen mağrur cevaplar verdiği, bazen sorgu
hey’etiyle istihzâya kadar işi ilerlettiği açık şekilde anlaşılmaktadır.
Eski Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa’nın
Manisa’daki Mâlikânesinde Yapılan Sorgusu
Rüşdü
Paşa tevkif emrine, doktor raporu ile karşı çıktı... Savcı, raporu reddetti. Bu
sefer bir doktorlar hey’eti tarafından muayene edildi. Yerinden
kaldırılmasının hayatî mahzur doğurabileceğine dair rapor aldı. Bunun üzerine
tevkif edilemedi. Manisa yakınlarındaki mâlikânesine bir hey’et gönderilerek
sorgusu yapıldı. Bu sırada gerçekten hasta ve 70 yaşında idi. Ertesi yıl
Manisa’da mâlikânesinde ölmüş ve yakasını kurtarmıştır.
Sadrâzam
Keçeci-zâde Dr. Büyük Mehmed Fuad Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’e Rüşdü Paşa
hakkındaki sözü:
Rüşdü
Paşa o derecede ihtiyatlı bir zâttır ki, bir işi başarması mümkün değildir.
İkinci
Sultan Abdülhamid’in babası Sultan Mecid’in Fransızca hocası olan Mütercim
Rüşdü Paşa hakkındaki kanaati:
Mürâî
ve iki yüzlü idi. Bütün harekâtı sahte idi. Bir şeyi yapacak gibi yaltaklanır,
fakat elinden bir şey gelmezdi.
İki
çok keskin görüşlü politikacının Rüşdü Paşa hakkındaki bu hükümleri doğrudur.
Şunu da ben ilâve edeyim: Rüşdü Paşa’nın maaşı ve -o zaman çok tabiî ve son
derecede meşru sayılan- padişah ihsânları dışında hiçbir para, menfaat ve
hediye kabûl etmediği, servet denecek mühim bir şey bırakmayarak siyâsî
hayatını kapadığı da kesin şekilde bilinmektedir. Rüşdü Paşa’nın zekâsı ise,
Midhat Paşa’dan kat kat üstündür. Aşağıda onun sorgusundan da örnekler
verecek, fakat tefsir yapmayacağım. Şu kadarını belirteyim; cevapları, dört
padişaha beş defa sadrâzamlık yapmış, askerlikte müşîr rütbesine kadar
geldikten sonra mülkiyeye geçmiş bir devlet adamının zerre kadar vekarını
taşımamaktadır. Sadece inkâr cevaplarıdır. İşte örnekler:
Sultan
Aziz Hazretleri’nin hal’inde kullanılan askerî kıt’alar “Bizim hal’den
haberimiz olsaydı başka türlü olurdu” demeleri üzerine, bu kıt’aları derhal
taşraya sevk ettiniz. Diğer kıt’alara ise Sultan Aziz Hazretleri’nin şahsî
parasından 45.000 altın dağıttınız. Zât-ı Devletleri, sadrâzam idiniz.
Evet
sadrâzam idim. Fakat ordu işleriyle serasker uğraşır... Zerre kadar malûmatım
yoktur.
Murad
Efendi’nin cülûsu, kimse tarafından hoş-nutlukla karşılanmadı. Efkâr-ı
umûmiyenin önünü almak için ne gibi tedbirler ittihaz buyurdunuz?
-
Hiçbir tedbir almış değilim. Alınmışsa, benim haberim yoktur.
-
Cennet-mekân Hâkan’dan pala’sının alınarak teslim olunması ve şayet vermezse
askerler girip cebren alacağı o zaman binbaşı olan İzzet Bey’ce Fahri Bey
vasıtasıyla bildirilmiştir. Bir binbaşının böyle bir şeyi kendiliğinden
yapamayacağı âşikârdır. Siz mi emir buyurdunuz?
-
Bir sadrâzamın o kadar işi vardır ki, bir binbaşı ile uğraşmaz. İzzet Bey’in
kumandanı kim ise, elbette o emir vermiştir.
-
Yüzer altın gibi bir maaşla üç bahçıvanın Sultan Abdülaziz Hazretleri’nin
hizmetlerine gönderilmesindeki maksat nedir, lütfen beyan buyurunuz!
-
Asla bildiğim ve işittiğim şeylerden değildir, külliyen meçhulümdür.
-
Cennet-mekân Hâkan’ın hizmetine gönderilmiş üç bahçıvan pehlivanın ifadeleri
Zât-ı Devletleri’ne okundu. Fahri Bey’le beraber cinayeti nasıl işlediklerini
ikrâr ediyorlar. Pehlivan Mustafa Çavuş, “İbtidâ sol kolunun, sonra sağ
kolunun damarlarını kestim ve böyle şehîd ettim” diyor. Buna ne buyurulur?
-
İlk defa işitiyorum.
-
Bu kaatil Mustafa Çavuş’un, Hüseyin Avni Paşa ile şahsen tanıştığı şâhitlerin
ifâdesiyle ortaya çıkmıştır. Bir seraskerle bir çavuş nasıl ve niçin tanışır
ve konuşur?
-
Bu dahi külliyen meçhûlümdür.
-
2 ilâ 3 altın aylık maaş almaları icab eden üç bahçıvana 100 altın aylık maaş
ve 30 altın atıyye ile hizmet verilmesindeki sûiniyet bedâhaten anlaşılmaz mı?
-
Zerre kadar malûmatım yoktur. Ben bahçıvan maaşlarını nereden bileyim?
-
Sultan Murad cülûs eder etmez, muhtellüş’ş-şuûr olduğu ortaya çıktı. Bu
vaziyette Sultan Aziz Hazretleri’nin tekrar tahta çıkmaları mümkün olabilir mi
idi?
-
Bu bâbta beyân-ı re’ye âcizim. Çünki ulu hâkanlarımız, Cenâb-ı Hak tarafından
seçilirler... Ben Allah’ın bir kuluyum. Benim zan ve hesabım bâtıl olmaz mı?
Zât-ı
Devletleri’ni tehdid ederek Avni ve Midhat Paşalar’ın hal’ işine
sürüklediklerini birçok kimseye, yana yakıla hikâye buyurmuşsunuz. Sultan Aziz
merhumun hal’i için verilen fetvanın da haksız olduğunu söylemişsiniz. Bunlar
doğru mudur?
Hüseyin
Avni Paşa tarafından pek çok defa tehdid edildiğim doğrudur. Elim ayağım bağlı
idi. Kötü adamların kılıcı altında idim.
Çerkes
Hasan’ın çıkardığı vak’anın sebebi ne idi?
O
vakitler pek çok şey söylendi. Hattâ kafayı çekip bu işi yaptığı bile iddia
edildi. Sonra araştırdık. Ömründe içki içmediği ortaya çıktı. Maksadın ne
olduğunu ben bilemem.
Çerkes
Hasan’ın fiilini niçin tahkik etmediniz? Hakkında idam cezası hangi mahkemede
hükmolundu? İdam cezası için irâde-i seniyye istihsâl kılındı mı?
Her
memlekette bu çeşit suçlar için alelacele mahkeme kurulup hüküm infaz edilir.
Elbet bu vak’ada da böyle olmuştur.
Hüseyin
Avni Paşa’nın katlinin ertesi günü Yıldız kasr-ı hümâyûnunda Nûri Paşa’nın
odasında Midhat Paşa, Çerkes Hasan için “Tahkikat ve istintak ve muhâkemeye
hâcet yoktur, katl ve idam olunmalı ve bu makulenin vücudu kâmilen ortadan
kaldırılmalıdır” dediğini paşa haber veriyor, ne buyurursunuz?
Hiç
hatırımda yoktur.
Çerkes
Hasan Vak’ası hakkında olan evraka müracaat olunmuş, bir mahkemeden hüküm çıkmadığı
anlaşılmıştır.
-
Benim hatırıma gelen, yukarıda ifade ettiğim derecededir.
-
İfâdesine müracaat ettiğimiz doktorlar, Sultan Abdülaziz merhum için alınan
rapor hakkında, “kendi kendisini öldürmüştür” denmesi üzerine sathîce bir rapor
yazdıklarını söylemişlerdir. Ertesi günü Dr. Marko Paşa ile Nûri Paşa’ya birer
murassa (elmaslı) kutu ve sair tabiplere 360 altın mükâfat verilmiştir.
Bunlardan elbette haber ve mâlûmât-ı devletleri vardır.
-
Bunların hiç birisini bilmiyorum, belki bilen vardır.
-
Şehid Hâkan karakola nakledildiği zaman yaralı olup, hayât eseri olduğu
şahitlerin ifadeleriyle kat’î şekilde anlaşılıyor. Bu durumda Zât-ı Devletleri
ve Midhat Paşa ve sair nazırlar ve ulemâ ne yaptınız?
-
Bu sorulan şeyleri hatırlamaktan âcizim.
-
Şehid Hâkan’ın tahttan indirilmesinin üçüncü ve dördüncü günleri ahalinin
Sultan Abdülaziz lehine hareketleri ve askerin aynı şekilde heyecan göstermesi
ve ileri giden kıt’aların taşraya gönderilmesi hakkında mâlûmât-ı devletleri
nedir?
-
Muhâkeme olunduğu halde her şey meydana çıkacağı muhakkaktır.
-
Pehlivanların gönderilmesi hususunda Zât-ı Sâmîleri’nin ve bulunduğunuz bir
hey’etin kararı olduğunu Nûri Paşa beyan etmiştir.
-
Yalandır.
-
Merhum Hâkan niçin karakol gibi münasebetsiz bir yere taşınıp bırakıldı? Bu
münasebetsizliği görünce Zât-ı Devletleri ne yaptınız? Ne söylediniz, ne tedbir
aldınız?
-
Evet, taşınması ve karakolda bulundurulması münasebetsizdir. Niçin olduğunu
elbette sordum gibi hatırıma geliyor. Ne cevap aldığım şimdi asla hatırıma
gelmiyor.
-
Merhum Hâkan’ın, Topkapı Sarayı’nda gasl edilmesinde sol memesi üzerindeki
büyük morluk ve kesik, ön dişlerinin iki kırığı -ve sol sakalının yolukluğu,
Sultanahmed vâızı Ömer Efendi ve 7 Enderun Hırka-i Şerif ağası tarafından beyan
edildi.
Şimdi
işitiyorum.
Kaleme
alınan bir rapor muhafaza edilmeyip hemen karakolda yırtılmış.
Asla
malûmatım yoktur.
Alelade
bir cesed bile keşif naibi tarafından îlâm verilmedikçe defnolunamaz. Hâlbuki
Şehîd Hâkan, uydurma bir rapor alınıp cesedi gömülmüştür. Sonra sadreyn
müsteşar muavini Tahsin Efendi oraya gelince gıyabî bir zabıt tutmuş, bu
varaka Hayrullah Efendi’nin imzasıyla şer’î îlâm hâline sokulmuştur. Böyle bir
varakanın keşif îlâmı yerine îtibâr edilmesine hükûmet karşı çıkmadı mı?
Hayır!
Bu gibi meselelerde şeyhülislâm konuşur, hükûmetin dîğer âzâsı böyle şer’î
meselelere karışmazlar. Hâkanın dışarıdan öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Fakat bu
cümlemi zabtetmeyiniz. Yazarsanız imza etmem!
Bu
cümlenizi niçin söylüyor, fakat imzalamıyorsunuz?
Bu
cümleyi imzalamıyorum. İfademin diğer kısım-larını imzalıyorum.
Midhat
Paşa’nın yukarıda naklettiğim sözlerini işittiniz mi?
İşitmedim.
Fakat Midhat Paşa, âdeti veçhile birtakım aşağılık sefilleri toplar, gece içki
sofrası başında böyle saçma şeyler söylerdi. Onlar da ertesi günü doğru yanlış
etrafa yayarlardı.
Hâkanın
ölümü gecesi, hatırlayacaksınız, bütün İstanbul matemlere boğulmuştu. Hâlbuki
aynı gece Fer’iyye Karakolu’nun önünde kandil yakılarak şenlik yapılmış. Halkla
alay edilmiş. Hükûmet olarak bunu duyunca ne yaptınız?
Bu
hususta bir şey işitmedim. İşitseydim elbette yapanları cezalandırırdım.
-
Hâkan karakola getirildiği zaman hayatta bulunduğunu kabûl buyurdunuz,
karakolda ne kadar yaşadı?
-
O vakit bunu ben de sordum. Evet yaşıyordu, fakat tekellüme (konuşmaya)
iktidarı yoktu.
-
Hâkan henüz hayatta ve yaralı iken nasıl olur da bulunduğu yerde tedavi
edileceğine, karakol gibi akıl almaz bir yere taşınır? Vefatı hâlinde en büyük
tazimat içinde cenazesi kaldırılmak icab ederken, hiç kimse hakkında icrası
dinimize, millî şerefimize ve insanlığımıza sığmaz tarzda çul üzerine konup
hakaret görür? Bütün bunlar sûikasd olduğuna delâlet eder. Çok açık
delillerdir. Her türlü ve en ince adlî tahkikat yapılmaya lâyık meselelerdir.
Hiçbir tahkikat yapılmamış. Bu meselenin hurda teferruatıyla 5 senedir bütün
dünya çalkalanırken Zât-ı Devletleri, sanki sorduğum sualler tarihlerin uzun
sayfalarını kaplayacak en fevkalâde ehemmiyette şeyler değil de, sudan
şeylermiş gibi; hatırlayamadığınızdan, bilmediğinizden, bilemeyeceğinizden
bahsettiniz. Bu vak’alar geçerken sadrâzam değil miydiniz?
-
Aradan beş sene geçti. Ben dört senedir hastayım. Zihnim perişandır.
Hatırlayamamam tabiîdir.
-
Şehid Hâkan’ın Fer’iyye’de oturduğu ve afiyette bulunduğu bir sırada böyle
birdenbire terk-i hayât eylemiş olduğunu, sâhil-hâne-i devletlerinde iken
haber almış bulunduğunuzu ifade buyurdunuz. Sonra merhum Hâkan Hazretleri’nin
saraylarından alınıp, hayatta bulundukları halde karakola götürüldükleri ve
öldüklerini beyan buyurdunuz. Hâlbuki bir ferd, hâlet-i nez’de (komada iken)
rûhunu teslim etmedikçe bulunduğu yerden harice çıkarılamaz ve başı ucunda
Kur’ân okunur ve rahat etmesine dikkat olunur ve yaralı ise yaralarına ihtimam
edilir ve çocukları ve haremi, yanına çağrılır. Bütün bunlar dinin ve
insanlığın en basit emirleridir. Öyle bir şanlı padişah nasıl oluyor da,
üzerinden kanlar aka aka, muhterem ailesinin ellerinden zorla kopartılıp
karakola götürülmüştür? Nazırlar Meclisi’nde (bakanlar kurulu) bu facia
(trajedi) niçin müzakere edilmemiş ve suçluların cezalandırılması yoluna
gidilmemiştir? Zât-ı Sâmîleri, sadrâzam olarak bu husustaki vazifenizi ne
şekilde ifa buyurdunuz? Bütün bunlar, bir intiharı değil, bir cinayeti gösteren
açık deliller olduğu halde Zât-ı Devletleri “Kimse intihar olduğuna şüphe
etmedi, ben de etmedim” buyuruyorsunuz. Hiçbir suale dosdoğru tek cevap
vermediğiniz halde, sualleri değişik şekilde sormama itiraz buyuruyorsunuz.
-
Benim başka cevabım yok. Bütün bu söylediklerinize hiçbir cevabım yok. Ne
biliyorsam yukarıda söyledim.
-
Zât-ı âlîleri, istintâkın (sorgunun) başından beri, suallerin en canlı ve
hükümlü olanlarına kat’î bir cevap vermediniz. Hatırlayamadığınızdan bahs ile
geçiştirmek istediniz. Bendeniz savcı olarak, kat’î cevap talep ederim ve bu
talebimde ısrar etmek benim hakkım ve vazifemdir. Herkesin bildiği şeyleri
bile hatırlayamadığınızı beyan buyurdunuz. Hâlbuki bu ifadeniz mahkemeye
intikal edecektir. Bir beğenilecek ve hâkimleri tatmin edecek ifade değildir.
Tam cevaplar verip kendi bakımınızdan müdafaalı sözler söylemeniz münasip ve
hukuka ve menfaatlerinize uygun olurdu. Suallerim içinde itiraz edecekleriniz
oldu ise, bunları yalanlamak da hakkınızdı. Fakat bunların hiçbirini yapmadınız!
-
Perişan zihnimin müsaade ettiği her şeye cevap verdim. Vukuf ve mâlûmâtım
olmayan şeylere ve hatırlayamadığım hususlara ait bilmiyorum diye cevap
vermek, benim sarîh hakkımdır.
-
Bazı suallerime cevap lutfetmeyip bu suallerin cevaplarını ancak Şevketmeâb
Efendimiz Hazretleri’ne (İkinci Abdülhamid’e )söyleyebileceğinizi, başkasına
söylemeyeceğinizi beyan buyurdunuz.
-
Evet, öyle dedim.
-
Sultan Abdülaziz’in Fer’iyye Sarayı’ndan taraftarlarınca kaçırılacağı zât-ı
âlîlerine ihbar edilmedi mi?
Kat’iyyen
mâlûmâtım yok.
Hükûmet
olarak neşrettiğiniz resmî raporda, merhum Hâkan’ın sol kolunda beş ve sağ
kolunda ve kan damarlarında üç santimetre büyük ve müteaddit yaralar olduğu
yazılıdır. Demek ki merhum Hâkan önce sol kolu damarlarını kesmiş ve bu
kesilen kolunu hareketten alıkoymuştur. Böyle muattal ve hareketi olmayan kol
ile diğer; yani, sağ kolun kesilmesi makul müdür? Niçin merhum Hâkan’ı tıbbî ve
ilmî ve fennî ve dinî şekilde muayene ettirip otopsi yaptırmadınız? Yaptırsa
idiniz, mademki intihar ettiğine kanisiniz, iddianız ortaya çıkar, şüpheler
kalkardı.
Ben
oraya mevkiimin uzaklığı ve haberin geç gelmesi cihetiyle en sonra geldim.
Herkes toplanmıştı. Hekimler gelmişti. Naaş karakolda idi. Bana intihar olduğu
söylendi. İnanmamam için bir sebep yoktu.
Merhum
Hâkan’ın her iki kolunun damarlarının da kesik olduğunu karakolda haber
almadınız mı? Bir kişinin sol damarları tamamen kesikken nasıl sol eliyle makas
tutar da sağ damarlarını da kesebilir?
O
vakit aklım başımda bulunsa idi, bir kolunu kestikten sonra, diğer kolunu
kesmeye nasıl iktidarı olabileceğini sormak tabiî idi. Fakat herkes vefâtın
intihar suretiyle olduğunu söyledi. Dehşet ve telâş içinde, yaralı ve
damarları çözülmüş sol kolla sağ kolun damarlarının kesilemeyeceğini
düşünemedim.
Bu,
delillerin sonuncusu ve en kesini idi...
Sorgu
bitmişti.
B) Mahkeme
Yıldız Mahkemesinin Teşekkülü
Cevdet
Paşa, o kadar senelik arkadaşı Midhat Paşa’yı teslim alıp İstanbul vapuruna
koyarken, vali konağını boşaltan Midhat Paşa’nın ailesi, İzmir’deki İngiltere
konsoloshânesine “misafir” sıfatıyle geçmişler ve orada oturmaya
başlamışlardır. 23 Mayıs sabahı vapurdan çıkartılan Midhat Paşa, Yıldız
Sarayı’nda Malta Köşkü’nde alıkonulmuştur. Zira muhakemenin Yıldız Sarayı’nda
yapılmasına karar verilmiştir.
3
gün sürecek ve o kadar milletlerarası tesirler uyandıracak Yıldız Mahkemesi,
padişahın ikamet ettiği sarayın bahçesinde kurulan bir büyük otağ içinde
icrây-ı adalet edecekti. Şüphesiz seçilen yer yanlıştı. Fevkalâde bir mahkeme
havası veriyordu. Padişahın tesiri altında yapıldığı hissini veriyor ve
hâkanı Türk düşmanlarının tenkitlerine hedef kılıyordu.
Hâlbuki
fevkalâde bir mahkeme değildi. Hâkimlerin hiçbir usul dışı selâhiyetleri yoktu.
Celseler açıktı. Bütün bunlarla beraber gene de Yıldız Mahkemesi’nin siyâsî
tesirlerden tamamen uzak, bütün hukuk kaideleri uygulanmış bir teşekkül olduğu
iddia edilemez. Ancak görülen dava, zâten bir bakıma tamamen siyâsî idi. Bir
devlet başkanının şahsî sebeplerle devrilmesi ve öldürülmesi muhâkeme
ediliyordu.
Mahkemeye,
adliye nezaretinden alınan davetiye ile girilebiliyordu. Şüphe olmayan belirli
sayıda isteyen şahsa davetiye veriliyordu. Yabancı muhabirlerin ve
kordiplomatiğin hepsine davetiye verilmişti. Türk gazetecileri de mahkemeyi
takip ediyorlardı.
Mahkeme
27, 28 ve 29 Haziran 1881 pazartesi, salı, çarşamba günleri olmak üzere 3 gün
sürecekti.
Muhâkeme,
tabii merciinde, yani Temyîz’e bağlı İstinaf Mahkemesi’nin cinayet mahkemesi
kısmında yapılıyordu. Burada reîs Ali Sürûrî Efendi, ikinci reîs -Rum asıllı-
Hristo Forides Efendi, üyeler Emin Bey, Hüseyin Hâmid Bey, Emin Efendi ve
Gadban Efendi idi. İddia makamı da İstinaf Cinayet Mahkemesi’nin normal
savcılarından ibaretti: Başsavcı Abdüllatif Bey, yardımcı savcılar Râşid Bey ve
Râif Bey, mahkeme başkâtibi Emrullah Efendi idi. Emrinde 9 zabıt kâtibi
bulunuyordu (Şâkir, Rızâ, Sedad, Aziz, Tahsin, Nûri, Zekâî, diğer Rızâ ve Rupen
Efendiler). Hazırlık sorgusunu yapmış müstantık (sorgu hâkimi) Fındıklılı Mehmed
Efendi ile diğer müstantık Hüseyin Şükrü Efendi de, bir şey sorulması
ihtimaline binâen hazır bulunduruluyordu.
İddia-nâmede
Beşinci Murad ile Şevk-Efzâ Vâlide de ithâm ediliyor, ancak durumları
dolayısıyla muhâkeme edilemiyorlardı. Zâten -bu sırada artık tamamen iyileşmiş
olmasına rağmen- Sultan Murad’ın deli olduğu, itina ile zikrediliyordu. Arz-ı
Niyâz Kalfa, cinayetle itham edilmesine rağmen, kadın olduğu için padişah
tarafından muhakemeden af edildiği bildiriliyordu. Hasta olduğu için doktor
raporuna göre Manisa’dan getirtilemeyen Rüşdü Paşa, gıyabında muhakeme
edilecekti; sorgusu Manisa’da tamamlanmış, ayrıca kendisini müdafaa sadedinde
söyleyecek bir şeyi olup olmadığı da kendisinden sorulmuştu. Sultan Murad’ın
başmabeyncisi Edhem Bey’in suçlu olmadığı hazırlık sorgusunda anlaşılmıştı;
hakkında savcı ithamı yoktu, mahkemede sadece şahid olarak dinlenebilecekti.
Maznunlara
(sanıklara) avukat tutmaları, tutmak istemeyenlere adliye nezâretince
tutulacağı bildirilmiştir. Midhat Paşa eski avukatlarından Şehrî Efendi’yi
seçmişti. Nûri Paşa da aynı avukatı seçmiş, Mahmud Paşa, avukat istememekte
direnmiştir. Ayrıca meşhur hukukçu ve Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler)
müderrislerinden Manyasi-zâde Refik Bey (ki 1908’de adliye nâzırı olacaktır),
Midhat Paşa’yı ek avukat olarak savunacaktı. Sanıkların ailelerinden bazıları,
mahkemeyi takip için dâvetiye almışlardı.
Hâkimler ve Savcılar
Reîs
Ali Sürûrî Efendi’nin babası Kadı Ali Nazif Efendi, Köprülüler devrinde 1674’e
kadar 12 yıla yakın şeyhülislamlık etmiş büyük devlet adamı ve hukukçulardan
Minkaarî-zâde Yahyâ Efendi’nin torunlarından olup Alâiye (Alanya)’ye bağlı
İbradı kasabasındandır. Sürûrî Efendi’nin annesi Nefise Hanım ise, Üçüncü
Selim’in ünlü Nizâm-ı Cedit kumandanı Vezir Kadı Abdurrahman Paşa’nın kızıdır.
Yıldız mahkemesi sırasında rütbesi İstanbul idi (orgenerale eşit askeri rütbe),
1882’de Kazasker olmuş, 1888’de ilmiye sınıfından –Cevdet Paşa gibi- mülkiyeye
geçerek rütbesi eşiti olan vezîr’e çevrilmiştir. Eyâlet valiliklerinde
bulunmuştur. Yıldız Mahkemesi’nden 9 yıl sonra 30 Kasım 1890’da İzmir’de
ölmüştür. Oğlu Nazif Surîrî Bey bâlâ rütbesine kadar çıkmış devlet adamlarından
şair ve ediptir. Onun oğulları Yusuf, Lûtfullah, Celâl, Ali Sürûrî kardeşler,
tiyatro san’atkârlarıdır.
İkinci
Reîs Hristo Forides Efendi, İstanbullu Rumlar’dan olup mahkeme sırasında 51
yaşında idi. 55 altın aylık maaş alıyordu. 28 Şubat 1892’de Temyîz üyesi iken
İstanbul’da öldü.
Üye
Hüseyin Hâmid Bey, 44 yaşında ve 47,5 altın aylık maaş sahibi idi (imparatorluk
devrinde bütün me’mur maaşları kesintisizdir). Sonradan bâlâ rütbesine
(orgenerale eşit) kadar çıkmış, 2 Kasım 1911’de ölmüştür. Kıbrıslı bahriye
nâzırı Kayserili Ahmed Paşa’nın damadıdır.
Üye
Mehmed Emin Bey, 56 yaşında ve 40 altın maaşlıdır. 20 Ekim 1982’de ölmüştür.
Cevdet Paşa resmî siciline el yazısı ile şu kaydı düşmüştür: “Geniş kültür, iffet ve fevkâlade doğruluk
sahibi olup, şöhreti tariften müstağnidir” İstanbul’da Mekteb-i Hukuk-ı
Şâhânenin (Hukuk Fakültesi ) ilk dekanıdır.
Hacı
Emin Efendi Haremeyn pâyesinde idi.
Başkâtib
Emrullah Efendi, Bigalı’dır ve muhakemede 35 yaşında idi. Sonradan Temyîz üyesi
olmuş, ûlâ rütbesine yükselmiş, 1908’den sonra ölmüştür.
Başsavcı
Abdülallatif Bey, Vak’a-i Hayriyye’nin ünlü sadrâzamı Benderli Mehmed Selim
Paşa’nın oğludur. Mahkeme sırasında 45 yaşında idi. Rütbesi ûlâ sanisi
(tümgenerale eşit) idi. Sonradan bâlâ rütbesine kadar yükselmiş, 1889 Mart’ında
Tokat mutasarrıfı iken bu şehirde ölmüştür.
Muavini
Mehmed Râşid Bey, 33 yaşında idi. İstanbullu’dur.
Sorgu
hâkimi (müstantık) Mehmed Nazmi Efendi, 59 yaşında idi. İstanbul’da doğmuştur.
Ocak 1889’da ölmüştür.
Diğer
sorgu hâkimi Hüseyin Sıdkı Efendi, 45 yaşında idi. Koniçe’de doğmuştur. 30
Mayıs 1895’te öldü.
Yıldız
Mahkemesi kararlarını temyiz eden Temyiz Reîsi Mustafa Lebîb Efendi, aynı
zamanda İzmir’de Mütercim Rüşdü Paşa’nın sorgusunu yapan hâkimdir. 43 yaşında
idi. İstanbul doğumludur. Bâlâ rütbesinde (orgeneral’e eşit), Birinci Osmânî ve
Birinci Mecîdî nişânlarını hâizdi. 1877’den beri senatör olup bu sıfatını 1900
Şubatında ölünceye kadar muhafaza etti. Yüksek hâkimlerden iken 1876’da İkinci
Abdülhamid tahta çıkınca onun mâbeyn ikinci kâtibi, ertesi yıl senatör, ertesi
yıl mâbeyn başkâtibi, sonra ayda 150 altın maaşla Temyiz Reisi, Yıldız
Mahkemesi’nden sonra Bulgaristan fevkalâde komiseri, sonra Saltanat
(İmparatorluk) Başsavcısı olmuştur.
Yıldız
Mahkemesi’ni temyizde görüşen hey’etin ikinci hâkimi Mustafa Hâşim Efendi,
Şeyhülislâm Ahmed Muhtar Efendi’nin oğludur. Bu şeyhülislâm da Sadrâzam Koca
Yusuf Paşa’nın torunudur. İstanbul’da doğan Hâşim Efendi (yahut Bey), mahkeme
sırasında 39 yaşında idi. 1890’da Libya eyâleti valisi, 1903’te rütbesi
ilmiyeden eşiti olan mülkiye rütbesi vezire çevrilerek ve böylece Haşim Paşa
olarak maârif nâzırı olmuştur. 1908’e kadar maârif nâzırlığında kalmış, 1920’de
ölmüştür. Arapça ve Türkçe bazı kitaplar yazmıştır. “Mektepler olmasaydı şu maârifi ne güzel idare ederdim!” nüktesi,
bu Hâşim Paşa’ya izâfe edilir.
Temyiz
üyesi Mahmud Mazhar Bey, Bergama doğumludur. 54 yaşında idi.
Temyiz
üyesi Rızâ Bey bâlâ rütbesinde idi.
Temyiz
üyesi Yorgiadis Efendi ile ûlâ rütbesindeki İkyadis Efendi, Rum asıllı idiler.
Diğer üye hâkimler Rüşdü Bey, Reşad Bey (ûlâ sânîsi), Raûf Efendi (Haremeyn)
idi.
Yıldız
Mahkemesi boyunca kendi bilgi ve isteklerini Sultan Abdülhamid, 34 yaşındaki
mâbeyncilerden Râgıb Bey vasıtasıyle iletmiştir. 1857’de İstanbul’da doğmuş,
1920’de İstanbul’da 63 yaşında ölmüştür. Galatasaray mezunudur.
Sonradan
vezir ve Râgıb Paşa olmuş, hepsi murassa İmtiyâz; Osmânî ve Mecîdî nişanlarını
almış, 1908’e kadar mâbeyncilikte kalmıştır.
Mahkemenin Açılması
(27 Haziran 1881 Pazartesi, Saat: 10.00)
Saat
tam 10.00’da başlarında Midhat Paşa olduğu halde 11 sanık mahkemeye getirildi: Eski
sadrâzam Midhat Paşa, eski nâzırlardan Vezir Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa ve
Müşîr Dâmad Nûri Paşa, eski ikinci mâbeynci Fahri Bey, eski ikinci mâbeynci
Seyyid Bey, Albay İzzet Bey, Binbaşı Nâmık Paşa-zâde Ali Bey, Binbaşı Gürcü
Necib Bey, Pehlivan Mustafa Çavuş, Pehlivan Cezayirli Mustafa, Pehlivan Hacı
Mehmed.
Hâkimler,
bir metre yüksekliğinde bir kürsünün arkasında yer almışlardı. Reîs Sürûrî
Efendi başta, diğer hâkimler kıdemlerine göre onun solunda oturuyorlardı.
Reisin sağ tarafında ise Başsavcı Abdüllatif Bey’in yardımcıları
bulunuyorlardı. Bunların arkasında yaldızlı bir koltuğa oturan adliye nâzırı
Cevdet Paşa, muhâkemeyi bütün ruhuyla takibe hazırlanıyordu. Sağ tarafta sanık
avukatları, onların karşısında şahitler yer almıştı. Ön sıralar büyükelçilere
ve diğer kordiplomatiğe, onların arkasındaki sıralar ecnebi ve yerli
gazetecilere ayrılmıştı. Mahkeme salonu hâline getirilmiş çadır en çok 400
kişiyi alabiliyordu. Çadır dışında büfe kurulmuştu. Büfede her şey yenip
içilebiliyor ve ücret ödenmiyordu. İlk günü mahkemeye gelen dinleyicilerin
sayısı, basın mensupları tarafından 200’e yakın olarak tahmin edildi.
Dinleyiciler arasında Osmanlı nazırları, eski nazırlar, vezir ve müşîrler de
göze çarpıyordu. Gazeteciler arasında bilhassa Londra ve Paris’ten gönderilmiş
hususî muhabirler görülüyordu. Başlarında reis, hâkimler içeri girince
istisnasız herkes ayağa kalktı.
Muhakemenin Birinci Günü
Saat
on birde Sürûrî Efendi, celseyi açtığını bildirdi. Siyah cübbeli beyaz sarıklı
idi. Taşıdığı ilmiye rütbesinin cübbesini giymişti. Reisin emriyle Başkâtib
Emrullah Efendi, ithamnameyi okumaya başladı. Abdüllâtif Bey’in ithamnamesi
dikkatle hazırlanmıştı ve çok uzundu. Onun için diğer kâtipler, başkâtib
yorulunca, okumaya devam ettiler. İthamnamenin okunması saat 13.00’te bitti,
yani tam 2 saat sürdü.
İthamnâme,
üç pehlivanın, Dâmad Mahmud ve Dâmad Nûri Paşalar’ın 15 ilâ 25 yıllık
bahçıvanları olduğunu, 2 ilâ 3 altın maaş alan bu pehlivanlara birden 130 altın
aylık verilerek Sultan Aziz’in sözde hizmetine gönderildiğini, pehlivanların
130 altın aylıklarının vaktiyle ceyb-i hümâyûn defterlerine resmen
kaydedildiğini iddia ediyordu. Bu derecede mühim bir emrin Dâmad Paşalar
tarafından pehlivanlara, Fahri Bey’e, cinayet sırasında dalkılıç kapıyı
bekleyen Binbaşı Ali ve Necib Beyler’e, “hal’
erkânı” denen Avni, Midhat ve Rüşdü Paşalar’la Hayrullah Efendiler’in
bilgisi, tasdikleri ve direktifleri olmadan verilemeyeceği uzun uzun
belirtiliyordu. Kaldı ki bu sonuncular, hâkanın ölümünden sonra yapmaya mecbur
oldukları tahkikata da yaptırmamışlardı. Bu suretle cinayet fiiline iştirak
etmiş oluyorlardı. Başsavcı, Seyyid ve İzzet Beyler hakkında ceza kanununun
175. maddesine göre 10’ar yıl hapis, diğer 9 sanıkla Medine’deki Hayrullah
Efendi hakkında ise, aynı kanunun 170. ve 45. maddelerine göre idam istiyordu.
Katle iştirak eden 3 harem ağası, hayat boyu Konya’ya sürülmüşlerdi. Onlar, bu
mahkemenin mevzuuna dâhil değillerdi.
Mahmud
ve Nûri Paşalar ile Ali ve Necib Beyler, katle birinci derecede yardımcı ve
hazırlayıcı ve medhaldar olmakla üç pehlivan ve Fahri Bey ise kaatillikle
suçlanıyorlardı. Ceza kanunu, her iki grup için de aynı cezayı veriyordu.
Reis
efendi, bundan sonra ilk olarak Pehlivan Mustafa Çavuş’un dinlenmesini emretti.
Pehlivan Mustafa Çavuş’un Muhakemesi
Çavuşun
avukatı Manyasî-zâde Refik Bey, müvekkili için cezanın hafifletilmesini, çünki
en büyük yerlerden emir alarak bu fiili işlediğini belirtti. Sonra Reis Efendi,
Mustafa Çavuş’a:
-
Ayağa kalkınız ve bu işin nasıl olduğunu bize anlatınız, dedi.
Mustafa
Çavuş, hazırlık sorgusunda söylediklerini tekrarladı. Reis sık sık sual
sorarak, davanın iyice ortaya çıkmasını sağladı. Sonra Hacı Mehmed Pehlivan,
sonra Cezayirli Mustafa Pehlivan, sonra Mâbeynci Fahri Bey, reis tarafından
sorguya çekildiler.
Fahri Bey’in Sorgusu
Fahri
Bey, genç, uzun ve mütenasip vücutlu, güzel çehreli, zayıfça idi (Times muhabiri Sir Mckenzie Dules’in 28
Haziran tarihli gazetesine gönderdiği telgraf haberindeki tavsif). Fahri Bey,
kendisinden önce dinlenen üç pehlivanın kaatilliği kabûl etmeleri hakkındaki
ifadeleri reddetti. Eski hakanın, şuuruna halel geldiği için intihar ettiğini
iddia etti. Reîs Efendi, Fahri Bey’in uzun müdafaasını dinledi. Sonra şu
suali sordu:
Sultan
Abdülaziz merhûmun nezdinde Sultan Selim’e ait pala’yı, hâkan hazretleri,
şahsını korumak için alıkoymuştu. Niçin palayı ondan aldınız?
-
Bana palayı almamı emrettiler. Ben de itaate mecbur oldum.
-
Bu palayı kime ve nasıl verdiniz?
-
Pencereden uzatarak bir çavuşa verdim.
-
Cinayetten bir gün evvel sizi karakolda Dâmad Mahmud Paşa, Dâmad Nûri Paşa,
Hüseyin Avni Paşa ve İzzet Bey’le oturup müzakerede bulunduğunuzu görmüşler. Ne
konuştunuz?
-
Ben onların müzakerelerine katılmadım. Beni sadece palayı almam için
çağırmışlardı.
-
Palayı teslim ettiğiniz çavuş kimdi?
-
İsmini bilmiyorum.
-
Vâlide-Sultan ifâdesinde, pala verilmediği takdirde zorla alınacağını tehdit
eder tarzda söylediğinizi bildiriyor. Hâkanın tek müdafaa vasıtası olan ve
hakkında müşîrlerin toplanarak müzakere ettiklerini söylediğiniz bu palayı
nasıl olur da ismini bilmediğiniz bir çavuşa pencereden verirsiniz? Bu
ifadenizi kabûl edemem.
-
Saray, askerle kuşatılmıştı. Hepsinin ismini bilemezdim. Verdiğim asker palayı
elbette merciine teslim edecekti.
Sonra
Binbaşı Necib Bey, sonra Binbaşı Ali Bey sorguya çekildiler. Ondan sonra Reis
Sürûrî Efendi yorulduğu için çekildi. Sorguya alınan Dâmad Mahmud Celâleddin
Paşa’nın sorgusunu ikinci reis Hristo Forides Efendi yaptı.
Dâmâd Mahmud Paşa’nın Sorgusu
Her
iki binbaşının da kaatilliği reddetmesinden sonra Mahmud Paşa dinlendi. Times muhâbirine göre, Dâmad Paşa “uzun boylu, toplu, fakat yakışıklı endamlı,
bünyesinden kuvvet fışkıran, güzel siyah gözlü idi”, hâkimin bazı
sorularına cevap verirken tereddüt geçirdiği müşâhede ediliyordu. Reis efendi,
sorgusuna devam etti:
-
Üç pehlivanı eski hâkanın hizmetine kim tayin etti?
-
Ben değilim.
-
Nûri Paşa ile Seyyid Bey, bu üç pehlivanın tayininin irâde alınarak ve
nâzırlardan bazılarıyla danışılarak yapıldığını söylüyorlar. Siz de nâzır
idiniz ve sarayda bulunuyordunuz. Nûri Paşa, Mustafa Çavuş’u sizin kendisine
tavsiye ettiğinizi söylüyor.
-
Bu Mustafa’yı bundan 15 sene evvel bir defa Çamlıca’da görmüştüm. Hizmetkârlar
listesini hazırlayan Nûri Paşa’ya tavsiye etmiş olabilirim.
-
Pehlivan Mustafa’ya talimat verdiniz mi?
-
Hayır.
-
Bu 3 pehlivan, kendilerini bir odaya çağırdığınızı, Sultan Abdülaziz’i
öldürmek için 100 Türk altını aylık bağladığınızı ve 30 altın atıyye verildiğini
söylüyorlar. Sonra sizden hususî talimat aldıklarını beyan ediyorlar. Bu
makule adamların padişah nezdine tayinleri makul müdür?
-
Bunların hepsi asılsızdır. Esasen sâbık hâkanın saray adamlarını tayin için
benim selâhiyetim yoktu.
-
Cinayetten evvelki gece nerede idiniz?
-
Çamlıca’daki köşkte idim. Sabahleyin Mehmed Rüşdü Paşa’nın Bebek’teki yalısına
gittim.
-
Mehmed Rüşdü Paşa, o sabah yalısına geldiğinizi kabûl etmiyor. Uşağınız Derviş
Ağa da o gece sizin Fındıklı’daki sarayınızda bulunduğunuzu söylüyor. Behram
Ağa ise, o zaman baş harem ağanızdı, Fındıklı’daki sarayınızda bazı nâzırlarla
toplandığınızı beyan ediyor.
-
Ben de size o gün Çamlıca’da olduğumu başka şahitlerle isbât edebilirim.
-
Yüzbaşı Ahmed Efendi, Abdülaziz Hân’ın vefâtından iki saat evvel sizi karakolda
gördüğünü beyân ediyor.
-
Karakola asla gitmiş değilim.
-
Sultan Aziz Merhûm’un sarayını nezâret altında bulundurmak ve servetini tanzim
etmekle vazifelendirildiği- niz anlaşılıyor.
-
Merhum hâkanın sarayının gözcüsü falan değildim ve sarayda hiçbir vazife ve
memuriyetim yoktu.
-
Nasıl olur? Sultan Aziz’in servetini tasfiyeye memûr komisyonun âzâsı ve bir
ara reisi idiniz. Her şeyi Nûri Paşa ile beraber kararlaştırıyor ve her an
Sultan Murad’ın vâlidesi ile görüşüyordunuz. Bunları Midhat Paşa söylüyor.
-
Benim komisyondan malûmatım yok.
-
Abdülaziz Hân’ın başına gelen felâketi ve tafsilâtını kimden öğrendiniz?
-
Gazetelerden öğrendim.
-
Nasıl olur? Bu ifadenizi kabûl edemem!
Dâmad Nûri Paşa’nın Sorgusu
Dâmad
Nûri Paşa’nın sorgusunu da Forides Efendi yaptı:
-
Sultan Murad cülûs edince sizi kim mâbeyn müşîrliği makamına getirdi?
-
Sultan Murad getirdi. Mâbeyn müşîrini padişahtan başka kimse tayin edemez.
-
Sâbık Hâkan’ın Fer’iyye Sarayı’na nakline nezârete ve servetinin alınmasına ve
tasfiyesine kim me’mûr edilmişti?
-
Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa.
-
Tek başına o mu?
-
Komisyon; Rüşdü Paşa, Mahmud Paşa, Midhat Paşa, Avni Paşa, Hayrullah Efendi’den
müteşekkildi. Bu komisyonun mütalâa ve emri alınmadan hiç kimse hiçbir şey
yapamazdı. İrâde-i şâhâne de bu merkezde idi.
-
Pehlivanları siz mi tayin ettiniz?
-
Onları bana Seyyid Bey getirdi. Pehlivanlara 100 altın maaşı ben verdim.
Komisyon bu maaşı münasip görmüştü, nitekim resmî ceyb-i hümâyûn defterinde
kayıtlıdır.
-
Sizin gibi ve sizin makamınızda bir adam, bu üç pehlivanın yüzüne ve hallerine
bakıp, ne makule adamlar olduklarını hemen anlar. Böyle adamlar padişahın
hizmetine nasıl verilir? Komisyondan emir aldığınızı ve padişah irâdesiyle bu
komisyonun -usul dışı olarak- size emir vermek selâhiyetine sahip kılındığını
iddia buyuruyorsunuz. Bu adamların sâbık hâkana gönderilemeyeceğini niçin
komisyona söylemediniz? Emir zâbiti değildiniz ki, mâbeyn müşîri idiniz.
-
Bir fevkalâde zamandı. Buyurduklarınız, tabiî zamanlarda geçer şeylerdir.
İrâde-i seniyye ile muvaşşah komisyon kararlarını münakaşa edemezdim.
Emirlerini icra edecek başkasını yerime getirirlerdi.
-
Pehlivanlara nasıl gizli talimat verdiniz?
-
Gizli talimat vermedim ve pehlivanlarla yalnız kalmadım... Pehlivanları Seyyid
Bey bana getirdiği zaman yanımda Dâmad Mahmud Paşa, Dârüssaâde ağası Süleyman
Ağa ve daha bir iki şahıs vardı.
-
Mâbeyn müşîrinin haberi olmadan padişah saraylarında kuş uçmaz. Her şeyi önce
mâbeyn müşîri öğrenir. Her şeye, her türlü emri vermeye selâhiyetlidir...
Mes’ûliyeti de o derecededir. Ölüm haberinin önce size iletilmesi lâzımdı. Ölüm
mahalline herkesten önce gitmeniz ve derhal tahkikatı başlatmanız lâzımdı.
Bunları yaptınız mı?
-
Evet gelip bana Sultan Abdülaziz’in kendi hayatına kasdettiğini, kendisini
yaraladığını ve vahim vaziyette bulunduğunu haber verdiler. Artık önce bana mı
haber verdiler, burasını bilemem. Derhal vak’a mahalline gittim ve derhal
sâbık hâkanın hususî hekimi olan Dr. Marko Paşa’nın çağırılmasını emrettim.
Fakat Avni Paşa orada idi ve bana söz düşmezdi. Marko Paşa’nın, rapor hakkında
diğer hekimlerle münakaşasını dinleyip çekildim.
İkinci Mâbeynci Seyyid Bey’in Sorgusu
Sonra
Sultan Murad’ın ikinci mâbeyncisi Seyyid Bey’in sorgusunu gene Hristo Forides
Efendi yaptı:
-
Pehlivanları Nûri Paşa’ya sizin götürdüğünüz hakkında Nûri Paşa’nın biraz
önceki ifâdesini duydunuz. Esasen Sultan Aziz’in ölümü üzerine Nûri Paşa’ya
“Sultan Murad’ın talii varmış, çünki kendisine endişe verecek tek adam öldü”
demişsiniz ve sevinç izhar etmişsiniz.
-
Bir padişahın ölümüne sevinç izhar edecek terbiye ile yetiştirilmedim. Farz-ı
muhâl öyle yapmış olsam bile, hislerimi açıklamam, beni hangi kanunun hangi
maddesi ile suçlu duruma düşürür?
-
Sevinç izhar ettiğiniz Nûri Paşa’nın ifâdesiyle sâbittir, kelime oyunları ile
kapatamazsınız. Herhalde bir mâbeyn müşîri ve padişah damadı size iftira etmez.
Pehlivanlar cinsinden adamları padişah hizmetine nasıl lâyık gördünüz ve merhum
hâkana hangi hizmette bulunacaklardı ki, şimdi benim aldığım maaşın üç katı
maaşla tayinleri için Nûri Paşa’ya götürdünüz? Bir mâbeynci olarak hangi çeşit
adamların padişah hizmetine verileceğini pekâlâ bilmeniz icab eder. Sûikast
niyetini bilmeden pehlivanları götürdüğünüzü iddia etmeniz makul değildir.
-
Bu adamları ben seçmedim. Midhat Paşa bu pehlivanlar hakkında fikir ve
mütalâamı sordu, ben de bildiklerimi söyledim.
-
Ne söylediniz? Midhat Paşa gibi bir adam nasıl bahçıvan tayini ile uğraşır?
Süikast ve sûiniyyet apâşikârdır.
Sonra
Albay İzzet Bey’in sorgusu gene İkinci Reîs efendi tarafından yapıldı. İfadesi
arasında İzzet Bey şunları söyledi:
Sultan
Aziz’in sarayına âit her şey Fahri Bey’in emriyle yapılıyordu ve onun izni
olmadan kimse saraya girip çıdamıyordu. Biz, sarayın karşısındaki karakolda
idik. Sultan Aziz’in bulunduğu Fer’iyye Sarayı’na serbestçe girip çıkan tek
kişi Fahri Bey’di.
Midhat Paşa’nın Sorgusu
Midhat
Paşa’nın sorgusuna da ikinci Reîs efendi başladı. Diğer sanıkların sorgusunda
Midhat Paşa salonda değildi, Malta Köşkü’nde dinleniyordu. Reis efendinin
emriyle getirildi. Paşa, elinde defterler, kâğıtlar olduğu halde pervasız
denecek bir tavırla girdi. Çıt çıkmıyordu. Dâmad Mahmud Paşa’nın yanındaki
sandalye gösterildi, oraya oturdu. Sanıkların arasında muhâfızlar vardı, fakat
silâh taşımıyorlardı. Paşa koyu gri softan bir yazlık takım giymişti.
Sakalında beyaz tüyler görülüyordu... Yüzü iyi ve sıhhatli idi. İkinci Reîs
efendi, isterse oturarak da ifade verebileceğini söyledi. Midhat Paşa, fırlar
şekilde birden ayağa kalktı. Sıhhati yerinde olduğunu, yalnız reis efendinin
izniyle önündeki iskemlenin arkasını tutarak ayakta ifade vereceğini söyledi.
Reis izin verdi ve kendini iyi hissetmediği takdirde hemen oturmasını ve
cevaplarını oturduğu yerden vermesini, bunun için ayrıca izne ihtiyacı
bulunmadığını bildirdi.
Midhat
Paşa, bu çeşit mahkemelerin bütün dünyada kapalı celsede yapılmasının usûl
olduğunu, öyle olduğu halde açık celsede muhâkeme edilmekten sevinç duyduğunu
belirtti. Bundan sonra Hristo Efendi ilk sualini tevcih etti:
Sultan
Murad’ın sözlü irâdesi üzerine sarayda bir komisyon kuruldu mu ve bu komisyon
kimlerden müteşekkildi?
Midhat
Paşa, bu suale cevap vermeyeceğini, çünki sadet dışı, lüzumsuz, mevzuu dağıtıcı
bir sual olduğunu, kendisinin suçlanmasıyla ilgili bulunmadığını beyan etti.
Sonra hayli tafsilât vererek, Sultan Murad’ın tahta geçmesinden sonraki hükûmet
toplantı ve kararlarını anlattı. Reis:
Paşa
Hazretleri, dedi, sorduğum suallere cevap vermekle mükellefsiniz. Suallerin
zât-ı devletleri ile ilgisi olmayabilir... Fakat dâvânın başka taraflarıyla
alâkalıdır ve bunun takdiri mahkemeye âittir. Muhâkemeyi ve mevzuunu da siz
değil, biz tayin ederiz.
Midhat
Paşa ezcümle şunları söyledi:
Bütün
nâzırların bir araya gelmesindeki zorluk karşısında, o fevkalâde zamanda
benimle Rüşdü Paşa, Avni Paşa, Mahmud Celâleddin Paşa ve Hayrullah Efendi’den
mürekkep bir komisyon kurulmuştu.
Bu
komisyonla devlet işlerini yürütmek, diğer nâzırların haklarını kısıtlamak
değil midir ve kanunlarımızda böyle şey olur mu? Merhum hâkanı, nasıl
Fer’iyye’ye nakledip muhâfaza ettiniz?
Fer’iyye’ye
nakil merhûmun kendi arzusu üzerine oldu. Muhâfazası ile cümlemiz meşguldük.
Pehlivanların
tayini meselesinde yukarıda bahis buyurduğunuz komisyonun bilgisi olduğunu Nûri
Paşa söyledi, ne dersiniz?
Bu
tayinden biz nâzırlara haber verdiler. Sultan Murad’ın sadık adamları
olduklarını söylediler. İtiraza mahal yoktu... Ben kendilerini görmedim.
Bu
kadar nâzik bir mevkie, yani padişah ve halîfenin hizmetine bu makule adamların
tayinleri münâsip mi idi? Bunda bir acayiplik görmediniz mi?
Ben
adamları görmediğim için ne makule olduklarını bilemezdim.
Öyle
söylüyorsunuz ama, Mustafa Çavuş’la Avni Paşa’nın tanıştıkları tahkikatımız
neticesi ortaya çıkmıştır. Acaba hâkanı öldürmek emrini komisyonunuz vermedi
mi?
Siz
buna delil mi diyorsunuz?
Ben
size soruyorum, delil değil midir diye. “Sultan Aziz günün birinde tekrar
saltanata geçecek olursa kendimizi mahvolmuş addedebiliriz” buyurmuşsunuz. O
sırada böyle dediğinizi hazırlık sorgusunda kabûl ettiniz. Sultan Aziz’in tahta
dönebilmesi korkusu sizi bir sûikasde sevk etmiş olamaz mı?
Bunların
hepsi mantıklı sözlerdir. Güzel düşünülmüş şeylerdir. Fakat hiçbiri delil
değildir.
Sabık
hâkanın bütün adamlarını yanından uzaklaştırdığınız halde, yalnız Fahri Bey’i
bıraktınız. Sâbık hâkanın Fahri Bey hakkındaki itimadı, sizin için istifadeyi
mûcib oldu. Komisyonun tasavvurunu icra mevkiine koymak için bundan istifade
ettiniz. Felâketten haberdar olunca ne yaptınız?
Bâb-ı
Âlî’de iken öğrendim. Hemen Fer’iyye karako-luna geldim. Birçok nâzır, ulemâ
ve on dokuz hekim toplanmıştı. Fahri Bey hâkanın intihar ettiğini söyledi.
Herkes gibi ben de buna inandım.
Siz
yalnız Fahri Bey’in söyledikleriyle iktifa ettiniz. Hakikatin tezâhürü için
inceden inceye tahkikat icrâsını emretmemişsiniz. Şûrây-ı Devlet Reisi, nâzır
ve en yüksek mahkemenin başı idiniz. İşgal eylediğiniz mevkie nazaran vak’ayı
derinleştirmek vazifenizdi. Meseleyi sükût ile geçiştirmek istediniz. Bu da
cinayette madhaliniz olduğunu ortaya koyar.
Bunun
için ben mes’ûl addediliyorsam, diğer nâzırları da mes’ul tutmak lâzım gelir.
Fakat o nâzırları burada yanımda maznûn (sanık) olarak göremiyorum.
-
Nâşı niçin iyice muayene ettirmediniz? Sathî bir muâyene ile iktifa ettiniz?
Etıbbâ raporu tıbbî nazardan tamamen eksiktir. Şer’î îlâm, yalnız Fahri Bey’in
ifâdesine dayanmaktadır... Bütün bunların sebepleri nedir?
-
Ben de sizden fazla bilemem. Doktorlara ve şer’iye me’mûrlarına sorunuz!
-
Cesedin sol memesi üzerindeki oldukça büyük, morarmış kesik, yoluk sakal ve
kırık iki diş hakkında ne diyorsunuz?
-
İlk defa duyuyorum.
-
Sultan Abdülaziz’in vefat ettiği gece Fer’iyye karakolunda şenlik yapıldığı,
zeybek oynandığı, bütün millet ve karşıda sarayda merhumun ailesi kanlı
gözyaşları dökerlerken zevk ve eğlenceye dalındığı doğru mu ve bu durumda
nâzırlar komisyonunuz ne yaptı?
-
Komisyon, askerin zeybek oyunuyla meşgul olmaz. Bu kadarı fazladır. Bunlar
sadece küçültücü suallerdir.
-
Bununla beraber hâdisenin söylediğim gibi olduğu muhakkaktır. Merhum hâkan
karakola getirildiği zaman henüz hayatta idi. Hayatta olduğunu bildiğiniz halde
tedavi ettirmediniz, projenizi tahakkuk ettirmek içindir.
-
Hayatta olduğunu bilmiyordum.
-
Mahkeme sizi İzmir hâdisesi hakkında da sorguya çekmek istiyor. Sizi Fransız
konsoloshânesine ilticaa sevkeden sebepler nelerdir?
-
Hayatıma yapılacak sûikasdden korktum.
-
Siz, hayâtınıza bir sûikasdde bulunulmasından korktuğunuzu, bunun için
ikametgâhınızdan gizlice çıkıp Fransız konsoloshânesine bir sığınak talebine
gittiğinizi söylüyorsunuz. Endişeniz bundan ibaret olsaydı, memleketinizin
zabıta ve adliyesine müracaatla yardım talebinde bulunabilirdiniz. Siz de
bizimle beraber kabûl edersiniz ki, nefsine emniyeti bulunan bir adam,
memleketin adliyesinden kaçınmaz ve bir yabancı bayrağı altına sığınmaz, ama
siz konsolosluğun size siyâsî sığınma hakkı vereceğine, iade etmeyeceğine çok
güvendikten başka; şahsınızı, milletlerarası bir mesele hâline de getirmek
istediniz. Bundan başka, sorgunuzun başından beri sualleri reddettiniz,
ithamları inkâr ettiniz. Sanki hiçbir şey olmamış, olmuş olsa bile pek
ehemmiyetsiz bir şey olmuş gibi davrandınız. Bir hükümdarın öldürülmesi ise,
emîn olunuz hiçbir adlî sistemde, ehemmiyetsiz bir şey telâkki edilmez.
Buyurunuz, sorgunuz bitmiştir.
İlk Günün İkinci Celsesi
Saat
16.30 idi. Midhat Paşa çıkarıldı. Diğer sanıklar yerlerinde kaldılar. Yarım
saat ara verildi... Saat 17.00’de Reîs Sürûrî Efendi yerini aldı ve ilk günün
ikinci celsesini açtığını bildirdi. Haklarında Libya’ya hayat boyu sürgün
kararı hükümdarca verilen harem ağalarından Reyhân Ağa’yı şâhit sıfatıyla
sorguya çekti (çünki zâten sürgüne mahkûm olmuşlardı). Reyhân Ağa dedi ki:
Sultan
merhumu öldürüyorlardı. Fahri Bey padişahı omuzlarından tutmuştu. Cezayirli
Mustafa ile Hacı Mehmed birer bacaklarına oturmuşlardı. Mustafa Pehlivan da
kollarını kesiyordu... Ali Bey’le Necib Bey, yalınkılıç kapıda bekliyorlardı.
Bu manzara karşısında aklım başımdan gitti. Her şey bir anda olup bitti.
Her
iki binbaşı da kılıçlarını çekmişler miydi?
Yalnız
Ali Bey yalınkılıçtı, Necib Bey kılıcını çekmeksizin onun yanında idi. Hemen
aşağı kaçtım. Orta katta Arz-ı Niyâz Kalfa ile Mahmud Celâleddin Paşa’yı
konuşurlarken gördüm.
Mahmud
Paşa, Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, teker teker söz alarak Reyhân Ağa’nın
şehâdetini reddettiler, yalan söylediğini iddia ettiler. Sürûrî Efendi’nin
Reyhân Ağa’ya “ne dersiniz?” demesi üzerine Ağa, çok şiddetli bir dille,
anlattıklarının aynen geçtiğini, kendisini yalanla itham edenlerin yalan
söylediklerini belirtti.
Sonra
Râkım Nesîb Ağa dinlendi, aynı şeyleri söyledi. Sonra dinlenen Nazîf Ağa, aşağı
yukarı aynı şeyleri tekrarladı. Ferîd Ağa adında bir harem ağasının -hâlen
İstanbul’da olmadığı için- yazılı ifâdesi okundu. Hâriciye kâtiplerinden
Mahmud Celâleddin Bey dinlendi. Hüseyin Ağa şahit olarak çağırıldı. Sultan
Abdülaziz’in nâşının yıkandığının ertesi günü, yıkayan Ömer Efendi’nin nâşta
sol memenin altında kan sızan bir yara gördüğünü kendisine ve başkalarına
anlattığını beyan etti. Sultan Abdülaziz’in eski ağalarından olduğunu, Fahri
Bey’in de ertesi günü kendisine ve başkalarına ayna ve makas hikâyesini hiç inandırıcı
olmayan bir şekilde naklettiğini söyledi.
Ömer Efendi’nin Şahitliği
Ömer
Efendi şahit olarak alındı. Şerif olduğu için yeşil sarık sarınmıştı.
İlmiyye’den olduğunu, Sultan Abdülaziz’in cesedini bizzat yıkadığını, Enderûn
ağalarının ken-disine yardım ettiklerini, o sırada Sultanahmed Câmii vâızı ve
başimamı olduğunu anlattı. Yaşı doksana yaklaşmıştı. Ezcümle şu beyanda
bulundu:
-
Kollarındaki yaralardan başka, sol meme üzerinde büyükçe bir morluk ve ince
bir kesik vardı, henüz kanıyor gibiydi, kan yeni durmuştu. Ön dişlerden ikisi
kırılmıştı. Sakalın sol tarafı gayrı muntazam şekilde yolunmuştu.
Hâkanı
gasledenlerden Tahsin Efendi alındı. Kendisinin Ömer Efendi nâşı yıkarken
odanın kapısı önünde bulunduğunu, Cennet-mekân’ın göğsündeki yarayı ve morluğu
bizzat görmediğini, fakat gasletme işi bitince bunu o anda ve yerde Şeyh Ömer
Efendi’nin kendisine anlattığını söyledi.
Sultan
Abdülaziz’in gaslinde yardım eden 6 Enderûn ağası da teker teker dinlendilerse
de, bunlar da Tahsin Efendi gibi, uzakta hizmet ettiklerini, göğüsteki yarayı
görecek durumda olmadıklarını, zâten heyecanlı olduklarını, fakat Ömer
Efendi’nin 5 yıl önce o gün yarayı kendilerine de anlattığını beyan ettiler.
Bu şahitler Hayri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mehmed Efendilerle bir ağa idi.
Zevkyâb
Kalfa alındı. Times muhabirine göre, “zarif ve kibar bir hanımefendi (lady)”
idi. Sultan Abdülaziz’in hizmetindeki hazinedarlardan olduğunu, o gün
Fer’iyye’de de hizmet-i şâhâne’de bulunduğunu, şimdi Ali Bey’le evli olduğunu
söyledi. Cezayirli Mustafa’nın nasıl pencereden atladığını beyan etti.
Reis
Sürûrî Efendi, taşrada hizmette bulunan Yüzbaşı Ahmed Efendi ile Binbaşı Reşid
Bey’in ifâdelerini okuttu. Bu subaylar, Fer’iyye önünde nöbette bulunduklarını,
Dâmad Mahmud Paşa’yı Fer’iyye’de İzzet, Ali ve Necib Beylerle konuşurken
gördüklerini söylüyorlardı. İzzet Bey’e pala getirilince çok sevindiğini de
ilâve ediyorlardı.
Sonra
gene taşrada bulunan yüzbaşılar Hüseyin ve Osman Efendiler’in yazılı beyanları
okundu. Pertevniyâl Vâli- de-Sultan’ın Fer’iyye’den çıkarılıp Topkapı Sarayı’na
götürülürken başörtüsüz olduğunu teessürle hatırladıklarını (o zaman akıl
almaz bir işti) beyan ediyorlardı.
Sürûrî
Efendi, şahit Dr. Marko Paşa’nın getirilmesini emretti... Marko Paşa ezcümle
şöyle dedi:
Dr. Marko Paşa’nın Şahitliği
-
Şimdi olduğu gibi o zaman da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriyye-i Şâhâne nâzırı idim
(Askerî Tıp Fakültesi Kumandanı ve Dekanı). Askerî doktorum, rütbem o zaman da
şimdi de feriktir (korgeneral). Aynı zamanda Abdülaziz Hân’ın hususî
hekimlerinden idim. Kendisini ve ailesini tedavi ederdim. Evim Kuzguncuk’ta,
Çırağan Sarayı’nın tam karşısındaki yalıdır. Yanımızdaki yalı, Hüseyin Avni
Paşa’nın idi. Paşa, kumandanım ve dostum idi, onun da hekimi idim. Evine sıkça
giderdim. Sultan Aziz’in Fer’iyye Sarayı’na nakledildiği 48 saat içinde
dürbünle oraya bakmaktan kendimi alamazdım. O sabah Feriye rıhtımında olağan
olmayan hareket gördüm. Yanımda karım da vardı. Yükselen sesleri bile
duyabiliyorduk. Pencereden birisinin atladığını gördüm. Az sonra da saraydan
çağırıldım ve hüzün verici hakikati öğrendim.
-
Cesedi muayene ettiniz mi?
-
Buna cesaret edemedim. Tarifsiz hüzünler içindeydim. Kalbim sıkışıyor, gözlerim
sulanıyordu. Merhum Sultan Abdülaziz benim babam, velinimetim idi, sonsuz
ihsanlarını görmüştüm... Bendenizi severdi. Tam mânâsıyle efendimdi. Sayesinde
adam olmuştum. Birçok doktor vardı, onlara “Muayene ediniz. Raporu yazınız,
ben imzalarım” dedim.
-
Feth-i meyyit (otopsi) ve tıbbî tahkikat yapıldı mı?
-
Her ikisi de yapılmadı. Öyle istenmiş, bir de rapor yazılmıştı. Rapora pek
bakmadan imzaladım... Çok kalabalıktı. Nâzırlardan Hüseyin Avni Paşa’yı,
Mehmed Rüşdü Paşa’yı, Dâmad Mahmud Paşa’yı hatırlıyorum. Midhat Paşa da orada
imiş ama gözüme çarpmamıştı. Ne yapıldı ise Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle
yapıldı. Nasıl istedi ise öyle hareket ettik...
Dr.
Kastro Bey alındı:
-
5 yıldan beri Âyân âzâsındanım (senatörüm), dedi; Cennet-mekân’ın bize sadece
kolları gösterildi. Sol koldaki ceriha beş santim uzunluğunda ve üç buçuk
santim derinliğinde idi...
Dr.
Nûri Paşa, meslektaşının söylediklerini tekrarladı.
Sürûrî
Efendi, birinci günün ikinci celsesini kapattı. Muhakemeye ertesi günü (salı)
sabahı saat 11.00’de devam edileceğini bildirdi.
Muhakemenin İkinci Günü
Bildirilen
saatte Sürûrî Efendi celseyi açtı. Dinleyicilerin daha kalabalık olduğu
görüldü. Reis Efendi, iki şer’î raporunu okuttu... Birisi Rumeli Kazaskeri
Tosyalı Mustafa İzzet Efendi’nin -ki bu raporu imzaladıktan 6 ay geçmeden
ölmüştü- imzaladığı rapordu. Şuuruna halel geldiği için padişahın intihar
ettiği, sadece Fahri Bey’in şehâdetine dayanılarak iddia edilen feci bir
vesika idi. Diğeri, Hüsnü Efendi’nin düzenleyip Şeyhülislâm Hayrullah
Efendi’nin imzaladığı olayın intihar olduğuna dair gene Fahri Bey’in
ifâdesine dayanan şer’î îlâm idi. Bu Hüsnü Efendi şahit olarak çağrıldı. Ceset
bir gün evvel gömüldüğü için görülmesi ve muayenesi imkânsız bulunduğunu, Fahri
Bey ne söylediyse onun îlâma geçirildiğini, başka şahitin kendisine
dinletilmediğini beyan etti.
Müstantık
(sorgu hâkimi) Mustafa Efendi, şahit olarak çağrıldı. Zabtiye Nâzırı Abdi
Paşa’nın emriyle Fahri Bey’in ifâdesini aldığını, kendisine başka şahidin
dinletilmediğini söyledi. Reîs Efendi, Fahri Bey’e sordu. Fahri Bey, ifadenin
doğru olduğunu tasdik etti. Sonra Dr. Merkel çağırıldı. Lembergli Leh Yahudisi
olduğu için, şimdiye kadar şahidlere Kur’ân
ve İncil üzerine el bastırılıp yemin
ettirildiği halde, bu şahide Tevrat’a
el bastırıldı. Dr. Merkel şöyle dedi:
- Raporu imzalayan doktorlardan biriyim.
Fer’iyye karakoluna ilk gelen doktorlardanım... Ancak iki saat bekletildikten
ve diğer doktorlar geldikten sonra Dâmad Mahmud Paşa, bizi cesedi görmeye davet
etti. Yalnız kollarını gösterdiler ve çok acele bakmamızı bildirdiler. Cesedin
güneş batmadan gömülmesi îcâb ettiğini söylüyorlardı. Sonra bizi padişahın
öldüğü odaya götürdüler. Orada bir subay bizi görünce “Ben öldürmedim!” diye
bağırdı. Bunun üzerine paşa onu “Kim sana padişahı öldürdün diyor?” diye azarladı.
Dr.
Merkel’in ifâdesini Binbaşı Nâmık Paşa-zâde Ali Bey birden ayağa kalkıp
bağırarak:
-
Benden bahsetmek istiyor ama aldanıyor, diyerek kesti... Reîs Efendi, Ali
Bey’e susmasını söyleyip şâhide ifâdesini tamamlamasını bildirdi. Doktor tekrar
ifâdesine devam ettiği sırada Ali Bey tekrar fırlayarak “Bahsettiği zâbit ben
değilim” diye bağırdı. Bunun üzerine Reis, bahsettiği subayın Ali Bey olup
olmadığını Dr. Merkel’e sordu. Merkel “Zannederim, bu zâbitti” diye cevap
verdi.
Sultan
Murad’ın başmâbeyncisi İbrahim Edhem Bey alındı. Bu makama getirilmeden önce
Topkapı Sarayı hazîne kethüdası bulunduğunu söyledi. Fer’iyye’de bir küçük
rütbeli subayın Sultan Aziz’e hakaret sayılacak tavır takındığını, kendisinin
o sırada bahçede Sultan Aziz’le beraber bulunduğunu, bunun üzerine padişahın
artık bahçeye çıkmaktan vazgeçtiğini anlattı. Binbaşı Ali Bey tekrar yerinden
fırlayıp:
Ben
Sultan Aziz’e bahçede değil, rıhtımda hitâb ettim ve öyle söylemedim... diye
başlayınca, Sürûrî Efendi, bir daha müdâhale ederse salondan çıkartacağını
söyleyip oturttu.
Edhem
Bey, Topkapı Sarayı’nda Sultan Aziz ve ailesine yemek verilemediğini,
verilebilmesi için kendisinin Dolmabahçe’ye gidip Nûri Paşa’ya müracaat
ettiğini söyledi ve şöyle devam etti:
-
Mâbeyn Müşîri Paşa, bu işin kendisine taalluku olmayacağını, Topkapı Sarayı’na
kendisinin karışmadığını bildirdi. Bunun üzerine teessürle merdivenlerden
inerken, saraydaki nazırlar toplantısına çıkan Hüseyin Avni Paşa’ya
rastladım. Ona bahsettim. Yemek verilmesi işini hususî komisyonu teşkil eden
nazırlara açacağını söyledi.
-
Şu halde sabık hâkanın yiyeceğini vermek için nazırlar meclisince karar
verilmek lâzım geldi demek.
-
Evet efendim.
Mâbeyn
Müdürü (yani Mâbeyn-i Hümâyûn başhademesi) Ahmed Ağa çağırıldı. 62 yaşında,
Üsküdarlı, 37 yıldan beri saray hizmetinde bulunduğunu bildirdi.
Şunları
söyledi:
-
Üç pehlivanı Nûri Paşa’nın odasına soktum. Odada Seyyid Bey’le Dârüssaâde ağası
Süleyman Ağa da vardı. Kendilerine 130’ar altın aylık verileceğini ve âdetâ
mâbeynci sıfatı takılacağını öğrendim, çok şaştım.
Sonra
Pervîn-Felek Hanım’ın yazılı ifâdesi okundu. Sonra Sultan Abdülaziz’e ait
eşya, bir büyük atlas bohçadan çıkarılarak teker teker gösterildi. Padişahın
üzerinden çıkarılan kanlı çamaşırlar, üzerine örtülen perdeler, hep bu
bohçanın içindeydi. Mintanla gömleğin kalbe isabet eden yerinde bir yırtık
görülüyordu. Bu manzara karşısında heyecana kapılan dinleyicilerden bir ferik
(korgeneral) mübaşirlere “Getirin, ben de göreyim, ne alçakça bir cinâyetmiş
bu” diye bağırdı. Fakat Reîs Efendi, dinleyicilerin jüri olmadığını, onlara
bir şey gösterilemeyeceğini söyledi. Sonra, iki günden beri dinlenen şahitlere
sanıkların itirazlarını dinleteceğini bildirdi.
Mustafa
ve Mehmed Pehlivanlar bir itirazda bulunmadılar. Cezayirli Mustafa, şahitlerin
yalan söylediğini iddia etti. Fahri Bey, kendisinin kaatiller arasında
bulunduğunu bildiren bütün şehâdetleri reddetti. Necib Bey, Reyhân Ağa’nın
kendisine o zamandan garazı olduğunu söyleyerek, kendi hakkındaki şehâdetinin
yalan olduğunu beyân etti. Seyyid Bey sözü olmadığını bildirdi. Zira şimdiye
kadar onun aleyhinde bir şehâdet dinlenmemişti... Ali Bey Edhem Bey’in
kendisine izâfe ettiği şeyleri söylemediğini iddia etti. Nûri ve Mahmud
Paşalar, aleyhlerindeki şehâdetleri kabûl etmediler. Mahmud Paşa, hâkanın
ölümünden bir gün evvel Fer’iyye karakoluna asla gitmediğini bildirdi.
Savunma Avukatlarının Müdâfaaları
Reis,
avukatların savunmalarına başlayabileceklerini bildirdi. İlk sözü Manyasî-zâde
Refik Bey aldı. 27 yaşında ateşli bir hukukçu idi. Galatasaray ve Hukuk mezunu
idi. Babası Raûfî Bey, Temyiz üyesi ve Mülkiye’de Medenî Hukuk müderrisi idi.
Refik Bey, Yeni Osmanlılardandı ve Midhat Paşa için elinden geleni yaptı.
Devrin en büyük avukatı olarak tanınmaya başlıyordu. Nâmık Kemâl’in yakın
arkadaşı idi. Aynı zamanda müzisyen ve Türk Mûsikîsi meraklısı idi. Sonuna
kadar Sultan Hamid muhalifi kalacaktır. Yüksek sesle konuşuyor, Türkçe’yi çok
güzel söylüyordu. Hukukî cümleleri çok kuvvetliydi. Herkes takdirle kendisini
dinlemeye başlamıştı. Hâkimler, babası, arkadaşları olan bu genci iftihar ve
sevgiyle dinliyorlardı. Fakat o kadar... Zira pehlivanlarla Necib Bey’i
savunuyordu Refik Bey. Onları ise, gelip geçmiş dünyanın en büyük avukatı
kimse, o gelse kurtaramazdı. Sonradan Refik Bey, Sultan Hamid rejimi ile başı
belâya giren siyâsî mahkûmları İstanbul ve Selânik’te savunmakla ün yapacak,
üyesi bulunduğu gizli İttihad ve Terakki Cemiyeti iktidara gelir gelmez,
1908’de önce zabtiye, sonra adliye nâzırı olacak, fakat ömrü vefa etmeyip pek
az sonra ölecektir.
Avukat
Mehmed Ali Efendi söz aldı. Fahri Bey’le Cezayirli Mustafa’yı savundu.
Talihsiz, ümitsiz, neticesiz savunma idi. Başsavcı Abdüllatif Bey söz
isteyerek şiddetli bir cevap verdi:
-
Müdafaa avukatı, dedi; bu devlette galiba kimin ne kadar maaş aldığını
bilmiyor ki, bir bahçıvana ayda 100 altın verilebileceğini, bunun tabiî
olduğunu söylüyor. Sonra bize bir tırnak makası getirip, tırnağı zor kesen bu
makasla eski hakanın iki kolunu birbiri ardınca üç santim derinliğinde
kestiğine inanmamızı istiyor. Sonra Fahri Bey’in, Sultan Abdülaziz’in bendesi
olduğu, efendisini nasıl öldürebileceği hakkında uzun uzun nutuk çekiyor. Bu
husus, müvekkilinin lehine değil, aleyhinedir. Zâten Sultan Abdülaziz’in
yanından herkesin alınması, bir tek Fahri Bey’in bırakılması da, padişaha
karşı ihanetin tezgâhlanması maksadıyladır. Bunları ithamnamemde kâfi derecede
açıklıkla anlattım. Aynı şeyleri tekrarlayacak değilim. Makas hikâyesi yalnız
Fahri Bey’in uydurmasıdır. Doktorların, sorguya gelenlerin karşısına tek şahit
olarak, sanki tek şahit o imiş gibi dâima ve yalnız Fahri Bey çıkartılmıştır.
Bu Fahri Bey’e bir sempati duymuyoruz ve bu hissimizi ifade etmekten de
çekinmiyoruz. Gene bu Fahri Bey’e göre bütün deliller uydurma, bütün şahitler
yalancıdır. Herkes kendisinin aleyhinde, kendisi mazlûm ve mağdurdur. Suçlu
görmesek, adâletimiz için Fahri Bey, mühim bir şahsiyet değildir, kendisiyle
hiç uğraşmayız.
Sonra
Dâmad Mahmud Paşa söz aldı. Müdafaasını şahsen yapacağını söyledi. Fakat
doğduğundan bu yana sadece hürmet görmüş bir adamdı. En genç yaşında, gıpta
edilecek makamlara yükselmiş, emir vermeye alışmış, karşısında elpençe divan
durulmuştu. Hayatında maddî ihtiyaç bilmemişti, servet içinde yüzüyordu.
Mağrur, gafil, cesur, ataktı. Sultan Abdülmecid gibi bir padişahın damadı idi.
4 yaşından 14 yaşına -Sultân’ın ölümüne- kadar üvey annesi Atıyye Sultân
tarafından, Atıyye Sultân’ın erkek çocuğu olmadığı için, onun tarafından
şımartılarak, şehzâdeler gibi büyütülmüştü. Atıyye Sultan ise, modern
Türkiye’nin kurucusu ikinci Sultan Mahmud Hân-ı Adlî’nin kızıydı. Babası
Ahmed Fethi Paşa, Tanzimat rejiminin kurucularındandı. İşte böyle bir adam, bir
cinayet mahkemesinde itham edilince, bütün şahsiyetini ve melekelerini
kaybetti. Karşısında konuşulmayan, sadece hayatı boyunca kendisi konuşup
dinletmiş olan Mahmud Paşa, mahkemede üç mantıklı cümleyi bir araya getiremedi.
Bir şöhreti varsa, onu da kaybetti. Kendisi hakkında “Dâmad Mahmud Paşa bu mu
imiş?” dedirtti. Özel nâzırlar komisyonunun üyesi olmadığında direndi ki,
yalandı ve böyle bir şeyi inkâr etmek acemilikti. Zira Midhat Paşa bile böyle
gizli bir komisyonun var olduğunu, kendisinin ve Mahmud Paşa’nın da üye
bulunduklarını söylemişti. Sultan Aziz’in hal’i işinde rolü olmadığını,
tahttan indirildikten sonra öğrendiğini ileri sürdü ki, bu doğru idi. Fakat
işe yaramayan bir doğru. Evet, hâkanı tahttan indiren cuntaya dâhil değildi ama
indirildikten yirmi dört saat geçmeden o cuntanın içine girmekle kalmamış,
piramidin zirvesinde yer almıştı.
Hele
kendi müdafaası için hiçbir değer taşımadıktan başka, tarihî bakımdan da hiçbir
değer taşımayan, yani tamamen yanlış ve yalan olan “Sultan Abdülaziz’i hal’
keyfiyeti, dört kişinin işi değildi; millî arzunun, umûmî efkârın cebir ve
tazyikinin neticesi idi; toplar atılıp kılıçlar çekilerek kutlanmıştı” sözleri,
bedbaht cümlelerdi.
Mahmud
Paşa, sıkıntı ve asabiyet içinde oturdu, terini sildi. Binbaşı Gürcü Necib Bey
ayağa kalkarak kendini savunmaya başladı. Saraydan yetiştiğini, Sultan
Mecid’in oğullarından ve Sultan Hamid’in kardeşlerinden efendisi Şehzâde
Nûreddin Efendi’nin kendisini itina ile ve en son Harbiye’de okuttuğunu, subay
çıkınca saraya aldığını uzun uzun ve nutuk çeker bir eda ile anlatmaya başladı.
Bu imtiyazlı durumunu, harem ağalarının çekemediğini ve daha Sultan Aziz
devrinde teğmen ve yüzbaşı iken birçokları ile kavga ettiğini örnek vererek
söyledi. Başsavcı Latif Bey, Reis efendiden bu sanığın, müdafaası ile ilgisiz
eski saray hâtıralarını anlattığını, sadede gelmesini taleb etti. Sürûrî
Efendi, Necib Bey’e, savcının itirazının reddedildiğini, kendisini savunmak
için aklına ne geliyorsa çekinmeden beyân edebileceğini söyledi. Savcı, Necib
Bey’e ters bir nazar atarak hiddetle oturdu. Sonra Dr. Kastro dünkü şehâdetini
tavzih maksadıyla tekrar söz aldı. Sonra Midhat Paşa salona alındı.
Midhat Paşa’nın, Reîs Sürûrî Efendi’yi
Hâkimlikten Reddetmesi
Sürûrî
Efendi şunları söyledi:
-
18 sene evvel Midhat Paşa, Tuna (Bulgaristan) eyâleti valisi idi. Ben de
eyâletteki en yüksek hâkimdim. Vâli Paşa ile anlaşmazlığımız oldu. On memûrla
beraber İstanbul’dan, beni Tuna eyâletinden almasını istedim. İsteğim yerine
getirildi. Dün Midhat Paşa’yı bunun için ben değil, mahkememizin ikinci Reisi
Hristo Efendi sorguya çekti. Şimdi Midhat Paşa, mahkememize bir istida
(dilekçe) vermiştir. Ben başkanlık kürsüsünde oturduğum müddetçe savunmasını
yapmayacağını ve avukatlarından Şehrî Efendi’nin de savunma yapmayacağını
bildirdi. Ceza muhâkemeleri usulü kanunumuza göre bu taleb, yerine getirilemez.
Bu kanun, mahkeme reisine tam bir selâhiyet tanır. Ancak, reisin vazifelerinden
biri, gerçeğin ortaya çıkması ve adâletin yerine getirilmesini sağlamak ise,
diğeri de, müdafaanın tam, eksiksiz ve şüphesiz şekilde yerine getirilmesini
temin etmektir. Midhat Paşa’nın müdafaası sırasında kürsüyü terk ediyor ve
reisliği Hristo Efendi’ye bırakıyorum.
Sürûrî
Efendi çekildi ve çıktı. Hristo Forides Efendi, başkanlık kürsüsüne geçti.
Fahri Bey, Ali Bey, İzzet Bey, müdâfaalarını yaptıktan sonra sıra bunları
dikkatle dinleyen Midhat Paşa’ya geldi. Uzun konuşmasında Midhat Paşa bir
aralık şunları söyledi:
Sultan
Aziz tahtta iken benim hâkan aleyhine sözler söylediğimi Dâmad Nûri Paşa da,
Mütercim Rüşdü Paşa da ileri sürdüler. Ahmed Midhat Efendi ile Ebüzziyâ Tevfik
Bey ise gazetelerinde, vaktiyle benim soframda iken sarf ettiğim Sultan Aziz
aleyhtarı sözleri yazdılar. Bunların çoğu doğru değildir. Sultan Aziz
hakkındaki tenkitlerimi, ben padişahın yüzüne söyleyecek mevkide idim. Ahmed
Midhat Efendi’yi ise bir gün soframdan, bana hakaret ettiği için kovdum.
Sultan Aziz aleyhinde sözler söylemiş olsam da, bunu Hanedânın damadı olan Nûri
Paşa’ya söylemezdim. Bunlar birtakım dedikodulardan ibarettir...
Savcı
Lâtif Bey söz aldı:
-
Patavatsızlık etme, boşboğazlık, düşünmeden söyleme, Midhat Paşa’nın
mesleğidir (karakteridir), dedi; bu sözlerin söylenmesi o zaman cürümdü; zira
Sultan Abdülaziz hâkan ve Paşa onun nâzırı idi. Bugün belki cürüm değildir.
Fakat paşanın Sultan Aziz aleyhindeki komplolara kolayca dâhil olabilmesinin
izahını yapmak, savcı olarak benim vazifemdir. Bir cinayete götüren sebepleri
izah etmek, cinayet mahkemelerinde, savcıdan mutlaka istenen hususlardandır.
Tabii
Midhat Paşa’nın bu beyânı, tâlihsizdi. Vaktiyle kendisini o kadar destekleyen
Yeni Osmanlılardan iki meşhur edip ve gazeteciyi, Midhat Efendi ile
Ebüzziyâ’yı ithâm ediyordu. Midhat Paşa devam etti. Başsavcı tekrar sözünü
kesip:
Midhat
Paşa, dedi; bu tahkikatın icrası sırasında, pek çok defalar yalancılığından
dolayı mahcup bırakılmıştır. Evet, müdafaa sadedinde her şeyi söylemek maznûnun
(sanığın) sarîh (açık) hakkıdır ama bir müdafaa sadece yalanlara, ithamlara,
böbürlenmelere dayandırılamaz. Gösterdiğimiz delillerin çürütülmesi veyâ yeni
deliller getirilmesine dayandırılmak îcâb eder. Paşanın İzmir’deki Fransızlar’a
nasıl iltica ettiğini anlatması, tamâmen yalan ve düzmedir. Bunu kesin şekilde,
en açık delilleriyle isbât etmiş durumdayım ve isbâtımda Midhat Paşa’nın
yalanları bana en büyük yardımcı olmuştur, kendisine teşekkür ederim...
Reîs,
savcının sanıkla istihza edemeyeceğini, istihza etmeksizin, itirazlarını
yapmasını ihtar etti. Fakat Midhat Paşa, mahkemeyi umursamaz tavrını devâm
ettiriyordu. Bu mahkemenin kendisini asla mahkûm edemeyeceği havasında olduğu
artık açıkça belli olmuştu. Dinleyiciler, paşanın neye güvendiğini dedikoduya
başlamışlardı. Dinleyicilerin yaşlıları, bu devlette, Midhat Paşa’nın itham
edildiğinin onda biri kadar suçlar için vezir kellesi düşürülen çağları
hatırlatıyorlardı. Midhat Paşa sonunda işi, Reîs Hristo Efendi ile açık
münakaşaya kadar götürdü. Münakaşa, Midhat Paşa’nın, kendisi gibi sanık olarak
o sırada mahkemede bulunanları şahit sıfatıyla dinletmek istemesinden çıktı.
Reîs, diğer sanıkların, başka bir sanık (yani Midhat Paşa) tarafından şahit
sıfatıyla sorguya çekilmelerinin bizim hukuk usulümüzde mevcut bulunmadığını
söyledi, fakat paşa talebinde direndi. Başsavcı, talebin hukuk usulüne tamamen
aykırı olduğunu bildirdi. Hâkimler, paşanın bu talebini müzâkere etmek için
birkaç dakika salondan ayrıldılar. Salona dönüşte Reîs şunları söyledi:
Diğer
sanıkları şâhit göstermek talebiniz kabûl edilmiştir. Fakat onları bizzat
sorguya çekemezsiniz. Soracağınız sualleri bana hitâben söyleyeceksiniz. Cevap
vermesini ben, sanık şahide emredeceğim.
Öyle
şey olmaz, ben kendim isticvâb edeceğim (sorguya çekeceğim).
Siz
burada ne hâkimsiniz ne müstantiksiniz. Siz bir sanık ve belki de bir
mücrimsiniz. Siz suallerinizi mahkemeye tevcîh ediniz. Mahkeme bu suallerin
cevaplarını sanıklardan ister.
Sanıkları
teker teker sorguya çekeceğim. Birini sorguya çektiğim zaman diğer hiçbiri
salonda bulunmayacaktır.
Böyle
şey olmaz. Şimdi size Pehlivan Mustafa’nın ifadesini dinletiyorum… Pehlivan
Mustafa’yı dinlediniz. Kendisine müdafaanız babaında bir soracağınız var mı?
Benim
ona soracak yirmi yedi sualim var.
İfâdesine
itiraz etmek istediğiniz yerlere itiraz ediniz ve mevzudan ayrılmayarak
suallerinizi sormaya başlayınız.
Katille
itham edilen sanıkların her birine yirmiyedişer sual ve diğer sanıklara doksan
dört sual soracağım. Ayrıca başka şahitler dinlenmesini de isteyeceğim. Sultan
Aziz’in bütün oğulları ve hatta Vâlidesi Sultan’ın buraya gelip ifade
vermelerini istiyorum. Raporu imzalayan bütün doktorların bilhassa sefâret
doktorlarının çağrılmalarını da taleb ediyorum.
İstediğiniz
şahitlerin, sizin müdafaanıza yarayacak tek cümle söylemelerinin mümkün
olmadığını siz de biliyorsunuz. Hem yerine getirilmeyecek taleplerle
mahkememizi müşkül durumda bırakabileceğiniz zannı içindesiniz, hem de
mahkemeyi sahneye çevirmek istiyorsunuz. Sanıkları ömüdafaa şahidiniz olarak
dinletmek istediniz. Kabûl ettik. Birincisi ifâdesini verdi. Suallerinize
başlamanızı söylüyorum, siz böyle yapacağınıza, daha ne kadar sual sorup iahit
dinleteceğinze dair nutuk veriyorsunuz. Anlaşılan biz hâkimlere değil,
gazetecilere hitâb ediyorsunuz. Böyle bir tavır takınmanıza izin vermem mümkün
değildir. Müdafaanıza başlayınız.
Midhat
Paşa bütün talepleri yerine getirilmeden müdafaasına başlamayacağını, hakkında
idam hükmü verilmesini, bunun ehemmiyeti olmadığını söyledi. Hâkimler konuyu
görüşmek için 10 dakika çekildiler. Bu müddetin sonunda Reîs, dört defa Midhat
Paşa’ya müdafaasına başlamasını ihtâr etti. Dört defasında da paşa, ayrı ayrı
ve çok açık ukalalıklarla reddetti. Bunun üzerine Reîs mahkemeye bir saat ara
verdiğini bildirdi. Kürsüden ayrılırken, mahkemenin karar safhasına geçtiğini,
bir saat sonra kararların bildirileceğini söyledi.
Bir
saat sonra Hristo Efendi’nin başkanlığında mahkemenin ikinci celsesi açıldı.
Kararları Başkâtip Emrullah Efendi okudu:
Mustafa,
Cezayirli Mustafa, Mehmed pehlivanlarla Fahri Bey’in cinayet işlediklerine,
Midhat,
Mahmud ve Nûri Paşalar ile Ali ve Necib Beyler’in bu cinayette cürüm ortağı
olduklarına,
Seyyid
ve İzzet Beyler’in cinayete yardımcı olduklarına, ekseriyetle hükmedilmişti.
Reîs
Efendi, mahkemeyi ertesi güne bırakıp celseyi kapattı.
Muhâkemenin Üçüncü Günü
29
Haziran Çarşamba günü saat 11.00’de mahkemeyi, Reîs Sürûrî Efendi açtı.
Dinleyiciler kalabalıktı. Reîs sanık avukatlarına son sözlerini söylemelerini
emretti. Refik Bey, Mehmed Ali Efendi, Şehrî Efendi, İzzet Efendi,
müvekkillerini savundular. Sıra Dâmad Mahmud Paşa’nın avukatı Kostaki Sardinski
Efendi’ye gelince, Mahmud Paşa avukatının sözünü kesip:
-
Benim hareketim en çok ceza kanununun 184. maddesine uyar, dedi.
Hâlbuki
şimdiye kadar tamamen mâsum bulunduğunu söylemişti. 184. madde ise şu idi: “Arzûsunu icrâ etdirmek için tazyik
vesâitine mâlik bir âmirin emriyle bir cinayet îkaa olunduğu takdirde, kaatil
sıfatıyla âmir tecziye olunur. Tazyik vesâitine mâlik demek, aldığı emri îfâ
etmekden imtinâ eyleyeni öldürtmek kudret ve kuvvetini hâiz olan demekdir ve o
mânâya gelir. Bu vaziyet hâricinde, böyle bir emri îfâ eden mâdûn, mâzûr
görülemeyeceğinden kaatil sıfatıyle tecziye olunur. Vesâit-i tazyîkıyyeye mâlik
olmadığı hâlde cinâyeti emreyleyen âmir, muvakkat kürek cezâsına çarptırılır.”
Hâkimler,
yarım saat için çekildiler. Bu müddet sonunda Sürûrî Efendi, ikinci celseyi
açtı. Verilen cezaları bizzat okumaya başladı:
-
Mustafa Pehlivan, Mehmed Pehlivan, Cezayirli Mustafa Pehlivan, Fahri Bey, Ali
Bey, Necib Bey, Mahmud Paşa ve Nûri Paşa idama, Seyyid Bey ve İzzet Bey 10’ar
sene habse mahkûm edilmişlerdir. Mahmud Paşa ve Nûri Paşa hakkındaki karar
ekseriyetle alınmıştır. Temyiz yolu 8 günlük müracaat süresini geçirmemek
şartıyla açıktır.
Celse
tatil edildi. Mahkûmların hepsi çıkarıldı. Sürûrî Efendi çekildi. İkinci
celseyi başkan olarak Hristo Efendi açtı. Midhat Paşa içeri alındı. Reîs
Efendi şöyle dedi:
-
Mahkememiz sizin cinâyet fiiline ortak olduğunuza karar vermiş, fakat henüz
cezanızı tayin etmemiştir. Şimdi söz sizindir.
-
Ne biçim cinayet cürmü ortağı olduğumu anlayamadım. Ben pehlivanlarla beraber
Sultan Aziz’in odasında mı idim? Sultan Aziz öldürülürken yardım mı ettim?
Nasıl cinayet ortağı oluyorum? Yahut cinayet işlenmesi için emir mi verdim?
Bunu savcı bey bile isbât edemedi, sadece Mahmud ve Nûri Paşalar’ın emir verdiğini
tekrarlayıp durdu.
Cinayete
iştirak, sizin anladığınızdan çok daha şümûllüdür. Maamâfih itirazlarınızı
Temyiz’de yapmakta serbestsiniz.
Midhat
Paşa ve avukatı daha birkaç şey söylediler... Hâkimler karar için çekildiler.
Hristo Efendi, yeniden celseyi açıp kararı tefhim etti:
-
Midhat Paşa, ekseriyetle idama mahkûm edildiniz. Temyîz etmek için 8 günümüz
vardır.
Midhat,
Mahmud ve Nûri Paşalara idam değil, müebbed hapis verilmesini isteyenlerin
hangi hâkim veyâ hâkimler olduğu kesin şekilde belli değildir. Zira bu üçü
için karar ekseriyetle, diğer 8’i hakkında ittifakla çıkmıştır. Fakat sonradan
ileri sürüldüğüne göre üç paşa hakkında müebbed hapis reyi veren, hâkimlerden
sadece Emin Bey’dir.
Midhat Paşa’nın Temyize Mürâcaatı
Görüldüğü
gibi, muhâkeme üç günde bitirilmiştir. Cinâyet davaları, klâsik Osmanlı
döneminde olduğu gibi, 1826’dan sonraki modern Osmanlı döneminde de, karara
kadar ara verilmeksizin yapılmaktadır. Bu hususta Osmanlı usulü, İngiltere ve
Birleşik Amerika’daki Anglosakson muhâkemeleri usûlüne uygundur.
Yıldız
Mahkemesi’nin XIX. asrın yeryüzünde cereyân etmiş en meşhur yargılamalarından
biri kabûl edilmesi, Midhat Paşa ve bu meseleye İngiltere basın ve hükûmetinin
verdiği ehemmiyet ve Türkiye’nin iç tarihindeki gelişmeler dolayısıyladır.
Yoksa Midhat Paşa olmasaydı, diğer 10 sanık idam edilseydi bu, fazla ehemmiyet
atfedilmeyen tarihî muhâkemelerden biri sayılacaktı. Tarih, hukuk değildir.
Metodları
ve hükümleri hukuktan farklıdır. Hukuk daha çok şeklîdir, şeklin ehemmiyeti
büyüktür. Tarih, şekilden çok fazla rûha nüfûz etmeye çalışır. Bu hususu
belirttikten sonra, hukuk ve tarih bakımından Midhat Paşa’nın durumu nedir?
Daha açık söyleyeyim: Midhat Paşa, Sultan Aziz’in kaatili olarak idam cezasını
haketmiş midir?
Midhat
Paşa şüphesiz Sultan Abdülaziz’in kaatili değildir... Ne onun bileklerini
kesmiş, ne ellerini tutmuş, ne kapısında nöbet beklemiş, ne bulunduğu saraya
adımını atmış, ne öldürülmesi için kaatil tutmuş, emir vermiş, para veyâ silâh
vermiş, teşvik etmiş, karar vermiştir. Durum böyle olunca, hakkında verilen
idam cezasının, hukuk bakımından sakat, hattâ tamamen sakat olduğu ileri
sürülebilir. İleri sürülünce de, buna hukuk açısından itiraz etmek -ben hukukçu
değilim ama- herhalde kolay değildir.
Onun
için Sultan Hamid keşke Yıldız Mahkemesi’nin yolundan başka yolla
cezalandırmaya girişseydi diye düşünülebilir. Böyle düşünenlere geniş ölçüde
hak vermek de mümkündür...
Yalnız
şunu da eklemek lâzımdır, demokrasiler, şekle büyük ehemmiyet verirler. Hürriyeti
imha edeceğini ilân edenlere bile hürriyet hakkı tanımaya kadar işi
vardırmışlardır. Tanzimat da, demokrasinin bir basamağı olan bir rejimdir.
Tanzimat’ta hükümdar, yani Türkler’in hâkanı ve Müslümanların halîfesi olan
zât, bir şahsı idam ettiremez, süremez, hapsettiremez. Tanzimat hükûmetlerinin
de buna selâhiyeti yoktur. Mutlaka bir mahkeme kararı îcâb etmektedir. Mahkeme
kararı da suçun tasrîhi şeklinde mümkün olabilmektedir.
Kaldı
ki Sultan Abdülhamid, meşrûtî bir hükümdardır. Kanûnî’nin, İkinci Mahmud’un
selâhiyetleri -nazariyede olsun- sınırsızdır. Yapamayacakları şey yoktur. Bu
selâhiyet, Tanzimat’a göre, Tanzimat padişahlarına tanınmamıştır.
Tanzimat,
yukarıdan aşağıya bir reformdur. Büyük Fransız İhtilâli gibi, hükümdar
selâhiyetlerini aşağıdan gelen baskıyla budamamıştır. Onun için ihtilâl değil,
reformdur. Padişah, devletinin ve milletinin saadetini o yolda gördüğü için,
kendiliğinden selâhiyetlerini başka organlara, sadrâzama, hükûmete, yargıya,
seçilmiş meclislere (ilçe, sancak ve eyâlet meclisleri) bırakmıştır.
Üstelik
İkinci Abdülhamid yalnız Tanzimat ile değil, Meşrûtiyet, yani basbayağı bugün
bildiğimiz demokrasi kaideleriyle de bağlıdır. Çünki Tanzimat esaslarını
düzenleyen babasının ve amcasının fermanlarını, ezcümle 1839 Tanzimat ve 1856
Islahat fermanlarını yürürlükten kaldırmadığı gibi, 93 Meşrûtiyeti’nin Kanûn-i
Esâsî’sini, anayasayı da kaldırmamıştır. Anayasa her yıl devlet yıllıklarının
en başında bir formayı işgal etmektedir... Niçin diktatördür? Bunları kaldırmadığı
halde, bunların hükümleri ile kayıtlı olmaksızın devleti idâre ettiği için.
Onun
için Midhat Paşa’yı cezalandırmanın artık en büyük şart (şart-ı âzam) olduğu noktasına gelmiş, fakat şekli de muhafaza etmek
istemiştir. Büyük babası İkinci Mahmud, yahut Yıldız davası sırasında tahtta
bulunan Çar Üçüncü Aleksandr veyâ Mikado Mutsu-Hito, yahut devrimizin sağ
yahut sol diktatörleri olsalardı ne yaparlardı? Binlerce emsali olduğu gibi,
Midhat Paşa’yı derhal öldürtürlerdi.
Midhat
Paşa, benden evvelki epey tarihçinin de dikkat ettiği gibi, kendi belâsını
kendi aramıştır. Bu derece belâ arayan bir devlet adamını, tarih nâdiren
kaydeder. Basiretsizliğin, ileri görüşten yoksunluğun tipik örneğidir:
Megalomanisini, psikopatlığını, devletin gündeminin birinci maddesi olarak
muhafaza etmek için elinden geleni yapmıştır. Rus harbi belâsının
hazırlayıcılarından olarak, beş yüz yıllık Türk yurtlarının elden çıkmasına,
milyonlarca Türk’ün ölümüne, ıstırabına sebep olmuştur. Kılı bile kıpırdamamış,
en küçük teessür göstermemiştir. Yalnız nefsini seven bir adamdır. II. Mahmud
böyle bir adamı, esasen bu derecede birbiri üstüne hatalar yapmasına da fırsat
vermeden tutup idam ettirirdi. Keyfi istiyorsa arkasından bir de ihânetlerine
dair mahkeme kararı alırdı. Sultan Hamid bunu yapamadığı için sıkıntıda idi.
Benim
şahsî kanaatime göre Sultan Hamid davayı, aynı zamanda amcasının hal’i (tahttan
indirilmesi) için açmalı idi. Zira padişahı tahttan indirmek, Tanzimat
esaslarını çiğnemek, yeniçerilik devrine dönmekti. Bütün felâketler bu tahttan
indirilme ile başlamıştı. Suçun en büyüğü bu idi. Yoksa tahttan indirilmiş bir
padişahın öldürülmesi, devlet düzeni bakımından, herhangi bir cinayetten biraz
daha ağır suçtur. Nitekim Yıldız Mahkemesi, ancak alelâde cinayetlere mahsus
ceza kanunu maddelerine dayanarak hükmetmişti ama görülen dava bu derecede
basit mi idi? Bence, Türk devletine karşı işlenmiş en büyük tarihî cürümlerden
birinin açıkça, cesurca hesabı sorulmalı idi. O zaman Midhat Paşa, gerçekten
yakasını kurtaramazdı. Zira Sultan Aziz’in kaatili değildi. Böyle bir ithamdan
şeklen kolayca yakasını sıyırırdı.
Sultan
Abdülaziz ölürse iyi olur, belâdan kurtuluruz, Sultan Murad rahat eder,
padişahı tekrar tahta çıkartmak heveslileri ile uğraşmayız meâlindeki laflar
ki, Midhat Paşa söylemekle itham ediliyordu ve şüphesiz söylemiştir, bunlar
biz tarihçiler için ehemmiyetlidir. Hukuk bakımından ehemmiyeti yoktur. Hiç
kimse “Şu devlet başkanı ölse de kurtulsak!” dediği için cinayet mahkemesine
verilmez.
Midhat
Paşa’nın durumu acaba bu kadarla mı kalmıştır? Bu mevzuu, benden ve benden
önceki tarihçilerden daha iyi bilen ve daha çok inceleyen İkinci Abdülhamid’in,
Sultan Aziz’in ölüm kararının “hususî komisyon” dediği hükûmet üstü
prezidyumda alındığı hakkındaki kanaati doğru mudur? Bunu bilemiyorum. Zira
Yıldız Mahkemesi’nde bu husus kesin delillere bağlanmamış, bazı şehâdetler
yoluyla neticeye varılmak istenmiştir. Delillere bağlanamadığı için de Midhat
Paşa, böyle bir “vur!” emri veren komisyonun üyesi olduğu için idama mahkûm
edilemez. Benim şahsî kanaatim, bu işi Hüseyin Avni Paşa’nın düzenlediğidir.
Komisyona falan bildirmeye de hiç ihtiyacı olmayan bir diktatör idi ve işi bu
şekilde hallettiği için komisyondan kimsenin sesini yükseltmeyeceğine emniyeti
vardı, nitekim öyle olmuştur.
Dolmabahçe
Sarayı’nda, âdetâ nâibler meclisi gibi toplanan bu hususî komisyonun üyeleri
şunlardı: Serasker Hüseyin Avni Paşa, Şûrây-ı Devlet Reisi Midhat Paşa,
Sadrâzam Rüşdü Paşa, Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa (vezir ve eski ticaret
nâzırı), Bahriye Nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi.
Sayın okuyucularımdan, komisyon üyelerinin sırasını tekrar okumalarını rica
edeceğim… Bu, her üyenin o sıradaki nüfuz sıralamasıdır. En nüfuzludan, en
nüfuzsuza doğru bir sıralama...
Midhat
Paşa, mahkemede kendini şöyle savundu: Sultan Aziz’in ölümünün iyi tahkik
edilmemesinden ben sorumlu isem, diğer bütün nâzırlar da aynı derecede
sorumludurlar ama ben onları sanık olarak şimdi yanımda göremiyorum.
Bu
savunma doğru değildir... Bahis mevzuu olan bir ihtilâl devresidir. Yukarıda
adları sayılan 6 kişiden müteşekkil komisyon, ihtilâle âit kararları almakta,
hükûmete ancak devletin rutin işlerini sevk etmektedir. Bu 6 kişiden ikisi
Yıldız Mahkemesi sırasında ölmüştü (Avni ve Ahmed Paşalar). Diğer üçü;
Hayrullah Efendi, Rüşdü Paşa ve Dâmad Mahmud Paşa ise, Midhat Paşa’nın sanık
olarak yanında idiler.
Başta
pervâsız Midhat Paşa olmak üzere komisyon şöyle düşünmüştür: Bize göre
padişahın ölümü intihardır. Aksini düşünenlerden cesareti olanlar, karşımıza
çıkıp söylesin! Bu bir Tanzimat mantığı değildir. İstibdat mantığı bile
değildir, doğrudan doğruya orman ve aşîret mantığıdır. Ne çare ki bu şekilde
cereyan etmiştir.
Eğer
Londra’da, Türkiye İmparatorluğu’nun ‘daha neresini budayabiliriz’den başka
düşünceleri olmayan İngiliz nâzırları ile sürgündeki Midhat Paşa, Sultan
Hamid’in diktatör ve gayrımeşrû olduğunu, Sultan Murad’ın meşrûtiyetçi ve
meşrû ve şuuru avdet etmiş ve İngilizler için şüphesiz tek mühim unsur olarak
anglofil olduğunu müzakere etmese idi, İkinci Abdülhamid, Midhat Paşa’yı uzun
yıllar Türkiye’ye almazdı. Midhat Paşa da servet içinde Türkiye’den pek çok
fazla beğendiği, belki sevdiği İngiltere’nin bir köşesinde rahat rahat
otururdu. Bir politikacının hayatının sonuna kadar politikada ve iktidarın
içinde bulunması şart değildir. Demokrasilerde hiç şart değildir.
Sultan
Abdülhamid’in, Midhat Paşa’nın adam olaca-ğından zerre kadar ümidi yoktu. Katı
bir gerçekçi idi ve düşünün sayın okuyucularım, Midhat Paşa ne derecede
hayalperestti... Üstelik hâkanın, adam olması hâlinde bile Midhat Paşa’yı
-fevkalâde yüklü mazisi dolayısıyla- afva şayan ve lâyık görmesi mümkün değildi
ve paşamız, bu kadar aydın gerçekleri kavramaktan âcizdi, zokayı yuttu.
Girit’te iki ay tebdîl-i havâ eyledikten sonra doğru Şam’a, Suriye eyâlet
valiliğine gönderildi. Orada ecnebî ajanlarla ilgisi, Sultan Hamid’i bezdirdi.
Daha yakına, İzmir’e, Aydın eyâleti valiliği’ne aldı. Nasıl bir gelişmenin
mihrakı olduğundan paşamızın zerre kadar haberi yoktu. İlk fırsatta Sultan
Murad tahta çıkar, ben de sadrâzam olurum hayalinde devam ediyordu.
İşte
bu Midhat Paşa şimdi, Temyiz mahkemesinde idi... 6 Temmuz 1881 tarihli
dilekçesi ile Temyiz’e başvurdu. Kendisinin Sultan Abdülaziz Hân’ın öldürüldüğü
odaya asla girmediğini, esasen hakkında böyle bir iddia da bulunmadığını, bu
bakımdan kendisi için 45. maddenin uygulanamayacağını,
Bundan
başka o tarihte nâzır olduğu için istînâf cinâyet mahkemesinde
yargılanamayacağını, kendisi ve Rüşdü Paşa hakkında dîvân-ı âlî kurularak
muhâkeme edilmelerinin anayasa hükmü bulunduğunu bildiriyordu. İşi biraz daha
büyütmek istediği ortadadır.
Temyiz,
Reis Lebîb Efendi’nin başkanlığında, sadece ceza dairesi üyeleri ile 8
Temmuz’da toplandı. Lebîb Efendi, aynı zamanda senatördü. İkinci Reis Mustafa
Hâşim Efendi (maârif nâzırı Hâşim Paşa), üyeler Mahmud Mazhar, Hüseyin Rızâ,
Ahmed Raûf, Osman Reşad, Rüşdü, İkyadis ve Nikolaki Yorgiadis Efendiler idi.
Aynı
gün Temyiz Ceza Dairesi, Midhat Paşa’nın taleplerinin reddine karar verdi.
Mahmud ve Nûri Paşalar’ın ise cezalarının hafifletilmelerine ait dilekleri
kabûle şayan görülmedi.
İstînâf
Cinâyet Mahkemesi’nin kararı ile Temyiz Ceza Dairesi’nin tasdikine âid iki
îlâm, adliye nezâretine gönderildi. Nâzır Cevdet Paşa, “başvekil” unvanıyla
sadrâzam olan Küçük Saîd Paşa’ya bu ilâmları göndererek, bakanlar kurulunda
müzakeresini istedi.
14
kişiden müteşekkil “hey’et-i vükelâ” denen bakanlar kurulu toplandı. Bir
mazbata kaleme alındı. 14 nâzır tarafından teker teker mühürlendi. Bu
mazbatada iki husus bence mühimdir:
Abdülaziz
Hân’ın tahttan indirilmesinin, devlet için en büyük felâketlere sebep olduğu,
bütün felâketlerin “mebdei”nin bu “mâdde-i
hal’ “ bulunduğu, dirayet ve sarahatle belirtiliyordu.
Bakanlar
kurulu, mahkeme kararlarını değiştirmeye kendinde selâhiyet de, lüzum da
görmüyordu. Ancak cezaların afvı veya hafifletilmesi, anayasaya göre “hukuuk-ı
pâdişâhîden”, yani padişaha tanınmış haklardan idi.
Bu
mazbatayı kaleme almadan önce bakanlar kurulunda nazırların mütalâaları da
bizim için çok ilgi çekicidir (bakanlar kurulu müzâkere zabıtlarından):
Mahkeme Kararlarının Bakanlar Kurulu’nda
Müzâkeresi
Nâfia
Nâzırı Hasan Fehmi Efendi (sonradan Paşa), Başvekil Said Paşa’dan ilk sözü
istedi. Şöyle dedi:
Bu
dâvâ, devletin felâket ve harâbiyetinin başlangıcı olan Sultan Abdülaziz’in
tahttan indirilmesi davasıdır. Yapanlara lânet olsun! Hükümlerin aynen infâzı
lâzımdır!
Fevkalâde
dürüst bir devlet adamı olan Evkaf-ı Hümâyûn Nâzırı Sâmi Paşa-zâde Subhi Paşa
(Hamdullah Subhi’nin babası):
Bu,
bir padişahın tahttan indirilmesine, malını yağma edenlere âid, memleketin
felâketine sebep olanların davasıdır. Esasen bizim mahkeme kararlarını
değiştirmeye, hattâ değiştirilmesini teklife selâhiyetimiz yoktur.
Hâriciye
Nâzırı Mehmed Âsım Paşa:
-
Bu dâvâ neticesinde, tek istisnası ile İstanbul’daki büyükelçilerin de,
Avrupa’nın da kılı kıpırdamadı. Mahkemeyi dikkatle takip eden İran
büyükelçisinin de... Tek istisna, Londra’dır... Avam Kamarası’nda müzakere
mevzuu oldu ve Türk ve İslâm düşmanı başvekil Gladstone bizzat söz aldı.
Londra matbuatı da aleyhte yazdı.
Şûrây-ı
Devlet Reîsi Server Paşa:
-
Sultan Abdülaziz Vak’ası, Devlet-i Aliyye’de yetmiş seksen seneden beri
unutulmuş bir fenalığı yeniledi. Devleti fena halde sarstı. Buna cür’et
edenler, fenadan fena insanlardır. Bu işi yalnız intikam ve menfaat için
yaptılar. Yalnız hal’ (tahttan indirme) meselesine karışanların bile idamı icab
eder.
Şeyhülislâm
Ahmed Es’ad Efendi:
-
Sultan Abdülaziz’i hal’ edenler, milleti ve devleti ve İslâm âlemini mahva
teşebbüs ettiler.
Maârif
Nâzırı -sonradan sadrâzam olan meşhur- Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa:
-
Kaatillere lânet olsun!
Ticâret
Nâzırı Köse Râif Efendi (sonradan Paşa):
-
İlâmlar mükemmel, hukuk bakımından noksansız ve hatasızdır. İrâde-i seniyye’ye
arzdan başka yapacağımız bir şey yoktur.
Sadâret
Müsteşarı Zihni Efendi (sonradan Paşa):
-
Fikirlerimi söyledim, fakat kaideten rey vermeye selâhiyetim yoktur.
Mâliye
Nâzırı Vidinli Tevfik Paşa:
-
İrâde-i seniyye’ye arz edelim, başka yapacak bir işimiz yok!
Tophâne-i
Âmire Müşîri Ali Sâib Paşa:
-
Muhâkeme ve kararlar âdil ve yerindedir.
Adliye
Nâzırı Ahmed Cevdet Paşa:
-
Hukuk bakımından bir eksiklik yoktur. İrade-i seniyye’ye arzı lâzımdır.
Bahriye
Nâzırı Büyükamiral Hasan Paşa:
-
Devlete bu kadar muazzam fenalıklara sebep olan bu adamları lanetle yâd
ediyorum.
Harbiye
Nâzırı Gazi Osman Paşa:
-
Kanun hükmünü aynen icra edelim. Tereddüd edersek ve cezaları hafifletirsek, devleti
tehlikeye atarız. Devletin istikbâlinin te’mîni, bu kararların aynen infâzına
bağlıdır.
Mahkeme Kararlarının Meclis-i Ulemâ’da
Müzâkeresi
İkinci
Sultan Abdülhamid Hân, mahkeme kararlarının laik bir mahkemede ve laik bir
temyizde, laik ceza kanununa dayanılarak verildiği gerekçesiyle, hâkan
sıfatının dışında bir de halîfe sıfatını taşıdığı ve İslâm dininin başı
olduğu için, mahkeme kararlarının bir de şeriat hükümleri bakımından
incelenip bir rapor hâlinde kendisine sunulmasını irâde etti. 19 Temmuz’da
toplanan ulemâ meclisi kararı şöyle bitiyordu:
“Bilâ-sebeb-i şer’î (şer’î sebep olmaksızın)
imâmü’l-müslimîn’in (halîfenin) hal’ ve katlini intâc eder ahvâle ictisâr ve
emvâl-i beytü’l-mâli (hazîne malını) yağma ve gaaret ve beynlerinde bi’1-inkısâm
(aralarında bölüşerek) memâlik-i islâmiyye’nin (İslâm ülkelerinin) tahribine
bâis ve bâdî olup (93 Harbi’nin kayıpları kasdediliyor) müstemiren
sâî-bi’l-fesâd olanların, re’y-i imâmü’l-müslimîn ile siyâseten katle kadar
mücâzâtları (cezalandırılmaları) meşrû olduğu, muhât-ı âlem-ârây-ı cenâb-ı tâcdârîleri buyuruldukda, ol bâbda
ve kaatıbe-i ahvâlde emr-ü fermân, hazret-i veliyyü’l-emrindir.”
Mahkeme Kararlarının Fevkalâde Bir Heyet
Tarafından İncelenmesi
Şeyhülislâmın
başkanlık ettiği ulemâ meclisi kararı da geldikten sonra Abdülhamid Hân,
nâzırlar dışında, itibarlı bazı devlet adamlarının da katılmasıyla Yıldız
Sarayı’nda bir fevkalâde hey’etin toplanmasını istedi. Hey’ette Başvekil Saîd
Paşa da bulunacaktı (bu Saîd Paşa’nın ikinci sadâretidir ve bu sırada 43
yaşındadır). Bu hey’et, mahkeme kararlarının aynen tatbiki veyâ değiştirilmesi
hakkında, tek tek tekliflerini, padişaha arz edecekti. Bunun için, hukuk
derecesinde devletin yüksek menfaatlerini de düşünerek rey verecekti. Zira
Yıldız Davası, milletlerarası bir mesele hâlini almıştı. Bilhassa İngiltere,
Midhat Paşa’yı kurtarmak için her şeyi göze alacak gibi görünüyordu. Anlaşılan
Midhat Paşa bu tarihte, bir asır sonra Birleşik Amerika için Şah veyâ
Samoza’nın arz ettiğinden çok daha fazla ehemmiyet arz ediyordu.
9
Temmuz günü Yıldız Sarayı’nda müzakere başladı. Hey’ete eski sadrâzamlardan o
tarihte 66 yaşında bulunan Safvet Paşa başkan seçildi. Sonunda ekseriyetin;
kararların aynen uygulanmasını, azınlığın, cezaların hafifletilmesini (yani
idamların müebbede çevrilmesini) istediği ortaya çıktı. 25 kişilik hey’etten
15 kişi cezaların aynen uygulanmasını, 10’u hafifletilmesini istiyorlardı.
Cezaların
aynen uygulanmasını isteyen 15 kişi şunlardır: Zabtiye Nâzırı10 Hâfız Ahmed
Paşa, Ferik Mehmed Asaf Celâleddin Paşa (Gizli Emniyet Başkanı), Erkân-ı
Harbiye-i Umûmiyye Reîs Vekili Müşîr Edhem Paşa, Mâliye Nâzırı Vidinli Tevfik
Paşa, Müşîr Ali Nizâmî Paşa, Birinci Orduy-ı Hümâyûn Kumandanı Müşîr Kurd
İsmâil Hakkı Paşa, Bahriye Nâzırı Büyükamiral Hasan Hüsnü Paşa, Eski Serasker
Müşîr Raûf Paşa, Maârif Nâzırı Kıbrıslı Kâmil Paşa, Tophâne Müşîri Ali Sâib
Paşa, Adliye Nâzırı Cevdet Paşa, eski Serasker Müşîr Hüseyin Hüsnü Paşa,
Serasker Gazi Osman Paşa, Şeyhülislâm Uryânî-zâde Ahmed Es’ad Efendi, Dâhiliye
Nâzırı -eski sadrâzam- Mahmud Nedim Paşa.
10
Kabineye dâhil olmayan, hükümet üyesi bulunmayan nâzırlardandır. Osmanlı
Türkiyesi’nde hükümet üyesi olan ve olmayan iki çeşit nâzır vardı: Zabtiye
nâzırı, Defter-i Hâkaanî Nâzırı, Hazîne-i Hâssa Nâzırı (bu üçü birkaç defa
kabineye alındılar), Rüsûmât Nâzırı, yahut Mekteb-i Tıbbiye Nâzırı, Mekteb-i
Harbiye Nâzırı, Askerî Mektebler Nâzırı gibi “kumandan” mânâsına gelen
nâzırların, kabine üyeliği ile ilgisi yoktu. Kabine üyelerinin bazıları ise
nâzır unvanı taşımaksızın nâzır idiler: Sadrâzam (başvekil), kabinenin ikinci
adamı sayılan şeyhülislâm, kabine de üçüncü sırada olan ve bazen “Harbiye Nâzırı” da denen serasker,
1867’den sonra “Bahriye Nâzırı” denen Kapdân-ı Deryâ, Tophâne Müşiri, Şûrây-ı
Devlet Reîsi, sadâret müsteşârı ve “mecâlis-i âliyye’ye me’mûr” yahut “meclis-i
vükelâya me’mûr” denen devlet bakanları, istisnasız nâzır ve kabine üyesi
idiler.
Cezaların
hafifletilmesini isteyen 10 kişi: Ticâret ve Ziraat Nâzırı Köse Râif Efendi
(Paşa), Nâfia Nâzırı Hasan Fehmi Efendi (Paşa), Müşîr Gazi Ahmed Muhtar Paşa
(sonradan sadrâzam olmuştur), Evkaf Nâzırı Abdüllâtif Subhi Paşa, Hâriciye
Nâzırı Asım Paşa, Başvekil Küçük Saîd Paşa, eski Sadrâzam Tunuslu Hayreddin
Paşa, eski Sadrâzam Ahmed Arifî Paşa, eski Sadrâzam Cenânî-zâde Kadri Paşa,
hey’etin başkanı eski Sadrâzam Safvet Paşa.
14’ü
mülkiye, 10’u asker, l’i ilmiye’den olan bu 25 kişi ayrı ayrı birer kâğıda
kısaca şahsî mütalâalarını da el yazıları ile yazıp imzâlayıp pâdişâha
verdiler. Bu mütalâalardan bâzıları çok ilgi çekicidir:
-
Bu iş pek mühimdir. İbret-i müessire olması lâzımdır. Bu bakımdan mahkeme
kararlarının aynen icrâsını efendimizden (padişahtan) rica ederim (isterim)...
Hal’ meselesi, şu içinde bulunduğumuz fecî ve vahîm neticeleri vücûda
getirmiştir. Hükmün icrasını tekrar efendimizden istirham ederim (Raûf) (eski
serasker ve 93 Harbi Tuna cephesi müşîrlerinden Raûf Paşa).
-
Kanun hükmünün icrâsı re’yindeyim (Kâmil) (sonradan sadrâzam olan meşhur
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa).
-
Kanun hükmünün icrâsı re’yindeyim (Ali Sâib) (eski serasker, Tophâne Müşîri Ali
Sâib Paşa) (aynen tatbikini isteyenler umûmiyetle bu cümleyi veya benzerini
diğer bir iki cümle ile beraber yazmışlardır).
-
Kararların icrâsı emr-i tabiîdir. Bu kararların hafifletilmesi veya
değiştirilmesi, bir sebebe dayanmak lâzım gelir. Öyle bir sebep göremiyorum,
görsem arz ederim (Cevdet) (Adliye Nazırı Ahmed Cevdet Paşa, XIX. asrın en
büyük Türk hukukçusu ve tarihçisidir).
-
Şehîd edilen bir padişahtır. Herhalde ibret-i müessire icrası lâzım gelir.
Hükm-i kaanûnun icrâsını efendimizden istirhâm ederim (Osman) (Serasker Gazi
Osman Paşa, XIX. asrın en büyük Türk askeridir).
-
Bu iş pek mühimdir. Tahkikat ve sorgular usulüyle cereyan etmiştir, ilâm hükmü
tatbik edilmez, değiştirilirse, bu gibi fesatların önü alınmak kabil değildir
(Ahmed Es’ad) (Şeyhülislâm Uryânî-zâde Es’ad Efendi).
-
Hal’ vak’ası (tahttan indirme olayı), felâketimizin başlangıcıdır. Buna sebep
olanların kıyamete kadar lânetle anılacakları tabiîdir. Bu faciaya bir de bir
padişahın şehid edilmesi eklenmiştir. Muhâkeme usul içinde yapılmıştır.
Hükümlerin icrası tabiîdir. Ancak dış devletlerdeki tesirlerini de düşünmek
icab eder. Karar efendimizindir (Hasan Fehmi Nafia Nâzırı Hasan Fehmi Efendi,
daha sonra Paşa).
-
Muhâkeme usule uygundur, bu hususta bir diyeceğim yoktur. Ancak, vicdân-ı
şâhânenin vereceği hüküm yerindedir (Gazi Ahmed Muhtar) (Müşîr, sonradan
Sadrâzam, 93 Harbi’nde Kafkasya cephesi başkumandanı).
-
Bu adamlar her bakımdan en ağır cezayı haketmiş iseler de, her ne veçhile irâde
ve ferman buyurulursa, isabet ondadır (Subhi) (Evkaf Nâzırı Sâmi Paşa-zâde
Subhi Paşa).
-
Temyiz’in tasdik ettiği hüküm esas ve hukukîdir. Bununla beraber cezânın
icrâsında ve tâdilinde hukuk-ı seniyye (padişah hakları) sarihtir (Saîd)
(Başvekil Küçük Saîd Paşa).
“Kanun
hükmünün icrâ veyâ tâdîli, padişahın hakları cümlesindendir” (Safvet) (eski
sadrâzam büyük diplomat Safvet Paşa).
“Cezaların
hafifletilmesi daha iyidir” (Hayreddin) (eski Sadrâzam Tunuslu Hayreddin Paşa).
İkinci Abdülhamid İdam Kararlarını Müebbed
Hapse Çeviriyor
İkinci
Abdülhamid Hân, fevkalâde hey’ette ekseriyetin değil, azınlığın fikrini
uyguladı. Yani: İdam cezalarının hepsini müebbed hapse çevirdi. Bu suretle 9
idam hükümlüsü ve Yıldız Mahkemesi’nde hüküm yememekle beraber aynı statüde
olan Manisa’daki Rüşdü Paşa ile Medine’deki Hayrullah Efendilerin cezaları
artık müebbed hapisti. Mahkûm olanların hepsi askerî veyâ sivil rütbelerini,
nişânlarını ve madalyalarını kaybediyorlardı. Nişânlarını ve madalyalarını
devlete iade edeceklerdi. Padişah, Hânedânın başı olarak, kız kardeşleri Fatma
ve Cemîle Sultanlar’ın, Nûri ve Mahmud Paşalar’la nikâhlarını feshediyor,
“Dâmad” unvanlarını kaldırıyor, onları Nûri Bey ve Mahmud Bey hâline
getiriyordu.
İkinci
Abdülhamid’in bu kararında İngiltere’nin de tesiri olduğu inkâr edilemez. Zira
İngiltere’de basın, hükûmet ve Avam Kamarası, Midhat Paşa’yı şiddetle
savunuyordu. Midhat Paşa mahkûm olduktan sonra da İngiltere, ondan vazgeçmeyecektir.
Ölümüne kadar vazgeçmeyecektir.
Liberal
Fransız basını da Midhat Paşa ve diğer mahkûmların idam cezasını ağır
görüyordu... Muhafazakâr Fransız basını (mutlakıyetçi kralcılar, meşrûtiyetçi
kralcılar ve imparatorcular), fazla ses çıkarmıyordu. İstanbul’daki
büyükelçilerin duayeni, en kıdemlisi İran Büyükelçisi Müşîr Hacı Muhsin
Hân’dı. Türk asıllı idi. 17 Mayıs 1873’ten itibaren, 8 yıldan beri büyükelçi
idi.11 Diğer büyükelçiler, İstanbul’da Cağaloğlu’ndaki İran sefarethânesinde
toplandılar (İngiltere sefiri Dufferin markisi Roderick Temple, Fransa sefiri
C. J. Tissot, Rusya sefiri Prens Novikov, Avusturya-Macaristan sefiri Baron von
Calice, Almanya sefiri Kont von Hatzfeldt, İtalya sefiri Senatör Kont Corti,
diğer bütün devletler orta elçiler ile temsil ediliyorlardı). Büyükelçiler,
mahkûmların idam cezalarının kaldırılması için padişahın “merhamet-i şahanesine
ilticâ” etmeye karar verdiler. Diplomatik dilde bunun mânâsı, “idam
hükümlerinin kaldırılmasını istiyoruz”dur. Bunu iletmek isteyen İran
Büyükelçisi’ni İkinci Abdülhamid kabûl etmedi. Mahkemesiz, Şâh’ın herhangi bir
bendesinin emriyle insanların ve büyük devlet adamlarının kafasının kesildiği
İran’ın sefirinin böyle bir tavassutunu kabûl edemeyeceğini, mâbeyn ikinci
kâtibi Râşid Bey vasıtasıyla bildirdi.
11
İran 1828’de büyük devletler arasından çıktığı halde Türkiye, büyükelçi
teâtîsine devâm etti. Tahran’da yalnız Türkiye büyükelçi bulundururdu, diğer
bütün devletlerinki orta elçi idi.
Bununla
beraber, diğer elçiler padişahın başını ağrıttılar. Bilhassa İtalya elçisi çok
ısrâr etti. Fakat sert tepki, Lord Dufferin’den geldi. İngiltere Büyükelçisi,
Midhat Paşa’nın idamı hâlinde iki büyük devletin münasebetlerinin bozulacağını
söyleyerek hem Türkiye’yi tehdit etti, hem de Midhat Paşa’dan başkalarının
İngiltere’ye vız geldiğini açıklamış oldu.
Bununla
beraber 8 Temmuz tarihli Times, Türk halkının bu davanın neticelerinden son
derecede memnun kaldığını saklamıyordu ama 22 Temmuz’da Avam Kamarası’nda
gündem, Midhat Paşa’ya verilen idam cezası idi. Midhat Paşa’nın Türkiye’den
kaçırılmasını teklif edecek kadar gözü dönmüş İngiliz milletvekilleri (Mister
Macon) çıktı ve bu yıllarda İngilizler, sömürge muamelesi yaptıkları İrlanda’da
binlerce kişiyi doğruyor, İrlanda ve Hindistan’da bölge bölge açlıktan ve
salgın hastalıktan yüz binlerce kişi ölüyordu.
Bilindiği
gibi İkinci Abdülhamid, bütün saltanatı boyunca, itibarlı Avrupa gazetelerinin
Türkiye ile ilgili haber ve makalelerini, aynı gün kendisi için yapılmış Türkçe
tercümelerinden okurdu. Bu yayınlar, Midhat Paşa aleyhindeki haklı duygularını
daha da kamçılamış oldu. Zaten yıllardan beri Yeni Osmanlılar’ın basını ile bir
kısım Avrupa, bilhassa İngiliz basını, Midhat Paşa’nın kaatilliği misyonunu
üzerlerine almış gibiydiler. Bu yayınların, paşanın megalomanyak olmasındaki
tesirleri inkâr edilemez.
Yıldız
Mahkemesi dolayısıyle her taraftan padişaha tebrikler yağıyordu. Bilhassa
Pertevniyâl Vâlide-Sultan’ın şahsı ve Sultan Abdülaziz ailesi için teşekkürü,
gönül yakıcı idi. Eski Vâlide-Sultan bu sırada 69 yaşında idi ve bir buçuk
yıllık ömrü kalmıştı. Sultan Aziz’in şehzâdeleri, sultanları ve kadınları da
teşekkür mektupları yazdılar.
Mahkûmların
on birinin de cezalarını -ikisi 10 yıl, diğerleri müebbed- Hicaz eyâletinde
yazlık şehir olan Tâif’in kalesinde çekmeleri kararlaştırıldı. Medîne’den
müebbed hapis cezasıyla eski şeyhülislâm Hayrullah Efendi getirilip, Tâif’e 12.
mahkûm olarak kondu. Ancak son aylarını yaşamakta olduğu anlaşılan Mütercim
Rüşdü Paşa’nın, mâlikânesinden çıkmamak şartıyla, Manisa’daki mâlikâne
çiftliğinde yaşamasına Sultan Abdülhamid hususî izin ve emir verdi. Yıllar
önce Midhat Paşa’yı İstanbul’dan Brindisi’ye götüren aynı İzzeddin vapuru,
mahkûmları alıp Cidde limanına çıkartacaktı. Mahkûmların muhâfazasından Albay
Çerkes Süleyman Bey (Karzek) ve deniz binbaşısı Çerkes Osman Bey (Çerkes
Hasan’ın bir yaş küçük kardeşi) mes’ul idiler. Mahkûmları Tâif Kalesi’ne kadar
götüreceklerdi. Osman Bey oraya kadar mahkûmların yanında, Sultan Aziz
ailesinin bir intikam timsali gibi bulunacaktı; zira Sultan Aziz’in
kayınbiraderi, Şehzâde Şevket Efendi ile Emîne Sultan’ın dayıları idi.
İngiltere Büyükelçisi’nin Söyledikleri
Mahkûmların
naklinden önce, İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord (Marki) Dufferin’in,
Sultan Abdülhamid’in hazîne-i hassa nâzırı (kabine üyesi değildir) Ermeni
asıllı Vezir Agop Paşa ile 5 Temmuz’da (1881) sefârethânede yaptığı mülâkat
ilgi çekicidir. Burada büyükelçi, padişahın yüzüne karşı söyleyemediklerini,
kendisi ve hükûmeti namına söyleyip içini boşaltmıştır. Büyükelçi, paşadan
alacağı bilgileri hükûmetinin kendisinden istediğini, çünki Başbakan
Gladstone’un milletvekillerine cevap verebilmek için her an bu bilgilerle
mücehhez olmak istediğini Agop Paşa’ya söylemiştir. Lord Cenapları şöyle dedi:
-
Ekselans, Yıldız Mahkemesi’nde itham edilenler suçsuzdur gibi bir iddianın
içinde değilim. Ancak muhâkemenin hukuk usullerine çok uygun şekilde cereyan
etmediği, bütün İngiltere umûmî efkârına yayılmıştır. Majestelerinin Hükûmeti,
bir hükümdar aleyhine olan bu gibi iğrenç davranışları, sûikasd ve katilleri
nefretle karşılar. Sultan Abdülaziz vak’ası hakkında da hükûmetimin davranışı
aynıdır. Ancak bu gibi davalar, en hassas davalardır. Bu gibi davalarda
yapılacak en küçük bir usul hatası, çok büyük dedikodulara sebep olur. Bizim
bu dava ile ilgimiz, ancak dostânedir ve ancak insanlık çerçevesi içindedir. En
alçak caniye bile, haksızlığa uğradığı takdirde acıyacak insan bulunur.
Lord’un
sadece Midhat Paşa’yı kurtarmak için yapılan ve bu tek maksadı örtmek için icra
olunan bu gevezeliklerine Agop Paşa ezcümle şunları söyledi:
-
Bundan birkaç sene evvel örfî idâre ilân olunmuştur. Örfî idâre, bugün de
kaldırılmamıştır; sadece bazı tatbikatı gevşetilmiştir. Eğer efendimiz (Sultan
Hamid) canilerin muhâkemesini örfî idâreye bağlı bir dîvân-ı harbe verse idi,
şimdiye kadar kanunun hükmü icra olunur, idamlar çoktan yerine getirilir,
kimsenin de diyeceği bir şeyi kalmazdı. Biliyorsunuz ki, muhakemenin açık veyâ
kapalı celsede olması hâkimin selâhiyetindedir. Bu gibi mahkemeler de, bütün
dünyada kapalı celse çalışır. Çünki devlete âit birçok sırlar söylenir. Öyle
olduğu halde Yıldız Mahkemesi açık celse çalışmıştır.
-
Midhat Paşa mahkemede şahitlerini dinletememiş, avukatı da aleyhinde şehâdet
edenleri sorguya çekememiştir. Bu bütün Avrupa’da çok aleyhte tesirler
yapmıştır.12
12
İstiklâl Mahkemeleri’nde sanıkların avukat tutma ve şâhit dinletme hakları
olmadığını, berâat ve idam olarak sadece iki türlü karar verildiğini hatırlamak
gerekir.
-
Lord Cenabları! Her millet, kendi ceza muhakemeleri usulüne göre muhakeme eder.
Hiçbir devlet, ille İngiltere’deki usullere uymaya mecbur olamaz. Midhat
Paşa’nın talebi, zâten davayı milletlerarası hâle koymak ve karmakarışık hâle
getirmek içindir. Sultan Aziz’in vâlidesine kadar, şehzâdeleri, sultanları,
münasebetli münasebetsiz kişileri şahit olarak dinletmek istemiştir. İngiliz
mahkemelerinde hâkim böyle şeyleri kabûl eder ve mücrimin böyle oyunlarına
fırsat verir mi? Yıldız Mahkemesi’nde düzinelerce kesin delil getirilmiştir.
Bir tek, 2-3 altın aylıklı bahçıvanlara yüzer altın aylık maaş verilip Sultan
Aziz’in yanına gönderilmiş bulunmaları kâfidir.
-
Evet haklısınız! Deliller için konuşmuyorum. Fakat bazı usul hataları
yapıldığına bütün Avrupa inanmıştır. Onun için bilhassa Midhat Paşa’nın ölüm
cezasının hafifletilmesi, temenniye şâyandır...
Tâif’te
Midhat
Paşa’nın Yıldız Sarayı Çadır Köşkü’nde mahpus tutulması 66 gündür. Sonra,
İzzeddin vapuru ile Cidde’ye çıkartılmıştır. Vapur, bir İngiliz kılavuz vapurun
öncülüğünde Süveyş Kanalı’dan geçerek Kızıldeniz’e girmiştir. Bu tarihte
Kızıldeniz’de hemen yalnız Osmanlı Devleti’nin sahilleri vardır ve bir Türk
denizidir. İngiliz kılavuz gemisi, İzzeddin vapurunun pervanelerine mahsustan
çarpıp yoldan alıkoymak ve Midhat Paşa’yı kurtarmak istemiştir. İngilizlerin
Midhat Paşa’yı kurtarmak için yaptıkları ilk teşebbüs budur. Bunun üzerine
İzzeddin’in kapdanı, İngiliz kılavuz gemisine ihtiyacı olmadığını söyleyip
başından savmıştır. Cidde ve Tâif sokaklarında halk, padişah ve halîfelerini,
Sultan Abdülaziz Hân’ı öldüren kaatilleri, lanet okuyarak karşılamıştır.
Kaatiller, Türk askerinin himayesinde sokaklardan geçebilmişlerdir. Daha
birkaç ay sonra, 1882 Martında Cidde’de araştırıldığı zaman, milliyetini
saklamasına rağmen, İngiliz ve İngiliz gizli ajanı olan bir şahıs, resmî Türk
makamlarınca tevkif edilmiş ve Midhat Paşa’yı kurtarmak amacıyla Hicaz’a ayak
bastığı anlaşılmıştır. Sonra İngilizler’in bu yoldaki teşebbüslerinin ardı
kesilmemiştir.
Mahkûmların
Tâif’teki hayatları ve sonları, benim çizdiğim çerçeveye dâhil değildir. Onun
için, Tâif’teki sonlarına dair birkaç cümle yazıp, neticeye gelmek istiyorum.
Midhat
Paşa ile Dâmâd Mahmud Paşa’nın Tâif’teki kışlada birer odada hapis yatmaları 2
yıl, 9 ay devâm etti. Bu müddet içinde Midhat Paşa, sonradan basılan 2 ciltlik
hâtıralarını kaleme aldı. 6 Mayıs 1884 akşamı Midhat ve Mahmud Celâleddin
Paşalar, askerler tarafından boğularak öldürüldüler. Bu emrin kimin tarafından
verildiği bugüne kadar münakaşalı kaldı. Tabii Sultan Hamid’in pek yaman olan
ve bu hükümdarı lekelemek için efsane sınırlarını aşan yalanlar uydurmaktan
çekinmeyen muhalifleri, emrin bizzat padişah tarafından verildiğini kesin
şekilde iddia etmektedirler. Ancak bu mesele henüz tavazzuh etmiş, bütün
vesikalar yayınlanmış, tarafsız tefsirlere tabi tutulmuş, bilhassa üzerinde
tarafsız bir zihniyetle, Sultan Hamid düşmanlığı illeti ile malûl olmaksızın
durulmuş değildir. Bu emrin; İkinci Abdülhamid tarafından verilmiş olması
muhtemeldir, fakat bugün için kesin değildir. Doğrudan doğruya Hicaz vâlisi
Müşîr Osman Nûri Paşa’nın emriyle de icra edilmiş olabilir. Yahut Osman Nûri
Paşa, böyle bir şey yaparsa hem kendi, hem padişahın başını bir büyük dertten
kurtarmış olabileceğine ve padişahın bu emr-i vâkıa ses çıkarıp gürültü
yapamayacağına kanâat getirmiş olabilir. Zira bu paşa, Bâb-ı Âlî ve Yıldız’a
sormadan Mekke şerifini tevkif edecek ve yerine başkasını tayin edecek
cür’ette, çok sert bir askerdi.
İngiltere,
Midhat, mümkünse Mahmud Paşa’yı kurtarmaya karar vermiş, hattâ Kızıldeniz’deki
bir harb gemisini bu işle görevlendirmişti. Mahmud Paşa, Hânedân’dan olduğu
için, İngiltere onu da, padişaha karşı elinde bulundurmak istiyordu. Nitekim
bu defa muvaffak olunamayınca, birkaç yıl sonra, muvaffak olan bir oyun
sahnelenecek, gene Sultan Hamîd’in kayın biraderi olan başka bir vezir Mahmud
Celâleddin Paşa, iki oğlu (ki biri bir İngiliz ajanı olan Prens Sabâhaddin’dir)
ile beraber Avrupa’ya aktarılıverecektir. Çünki Sultan Hamid’in şahsı, Türk
imparatorluğunun birliği için, gitgide daha fazla en büyük teminat hâlinde
görülmüş, nitekim tahttan indirildikten birkaç yıl sonra, bir ayağı yerde, bir
ayağı gökte koca imparatorluk dağılıvermiştir.
İşte
Midhat Paşa’nın hiç beklenmedik bir zamanda, nâmı unutulmuş gibi iken,
şüphesiz fecî ve câniyâne, fakat Sultan Aziz’inkinden daha merhametli şekilde
öldürülmesinin sebebi, bu İngiliz teşebbüsünün neticesidir. Paşanın İngilizler
tarafından Avrupa’ya kaçırılmasında, Türkiye bakımından sonsuz siyâsî
mahzurlar vardı... İkinci Abdülhamid, hiçbir siyâsî cinayet işlememiş, âdî
idam kararlarını bile hapse çevirmiş bir hükümdardır. Eğer Tâif katli emrini
bizzat vermişse bu, uzun siyâsî hayatında yegâne hâdise olarak kalacaktır. Yeryüzünde
Sultan Hamid’inki kadar kansız hiçbir şahsî idareyi tarih kaydetmez. Hele bu iş
33 yıllık, üçte bir asır ve bir nesil süren geniş bir zaman parçası içinde
olduğu için büsbütün değer kazanır.
Midhat
Paşa, 62 ve Mahmud Celâleddin Paşa 48 yaşlarında idiler. Sayın okuyucularım
diğer Tâif mahkûmlarının da sonunu merâk ederler diye yazıyorum:
Şeyhülislâm
Hayrullah Efendi, 17 sene Tâif Kalesi’nde kaldıktan sonra, kaledeki odasında 64
yaşında 9 Ekim 1898’de öldü.
Dâmad
Nûri Paşa, iki bakımdan cünun getirdi, deli oldu: Nâz ve naîm içinde,
milyarlar içinde yaşayan, Sultan Abdülmecid’in 8 kızının en büyükleri olan
Fatma Sultan’ın bu kocası, Tâif in şartlarına dayanamadı. Üstelik diğer bütün
mahkûmlar, mahkûmiyetlerinin sonuna kadar, aileleriyle mektuplaştılar,
onlardan eşya ve hediye aldılar, yalnız Fatma Sultan kocasını, Hânedân’a
ihânetle suçladı. Zâten Sultan’ın 2 yaş küçük kardeşi olan İkinci Abdülhamid,
ablasının nikâhını feshetmişti. Fatma Sultan da bu feshi tanıdı ve bir daha
Nûri Paşa ile mektuplaşmak değil, zâten Yıldız Mahkemesi’nden 3 yıl sonra ölen
Sultanın yanında Nûri Paşa’nın adı anılmadı. Hâlbuki Mahmud Paşa’nın zevcesi
Cemîle Sultan, kendi nikâhı da feshedilmiş olmasına rağmen, kocası ile
ilgisini kesmedi ve ona karşı uzaktan olsun şefkatini esirgemedi; çocukları
vardı. Nûri Paşa ile -44 yaşında ölen- Fatma Sultan’ın ise çocukları yoktu.
Nûri Paşa bu şartlar içinde 21 Temmuz 1890’da 50 yaşında Tâif’te -9 yıllık bir
hapisten sonra- öldü.
Mâbeynci
Fahri Bey, tam 27 yıllık bir hapisten sonra, 1908’de Meşrûtiyet ilân edilince
İstanbul’a döndü. 1918’de öldü. Uydurma hâtıralarının en başında, Üçüncü Selim
devri sadrâzamlarından Hâfız İsmail Paşa13’nın torununun torunu olduğunu
söyler.
13
Yeniçerileri pâdişaha ve Nizâm-ı Cedîd’e karşı kışkırtıp Kabakçı İhtilâli’ni
hazırladığı için Türkiye târihinde çok kötü isim bırakmıştır.
Mâbeynci
Seyyid (Seyyid Ahmed) Bey 10 yıl yemişti. 1891’de mahkûmiyeti bittiği halde
salıverilmedi. 15 Mart 1898’de Tâif’te öldü. 61 yaşında idi.
Binbaşı
Necib Bey 12 yıllık bir hapis hayatından sonra 1893’te Tâif’te öldü, 40 yaşında
idi.
Binbaşı
Ali Bey, 27 yıl Hicaz’da kaldı. 1908’de salıverildi. 2 Nisan 1925’te 80 yaşında
öldü. Birçok defa serasker ve nazır olan Müşîr Nâmık Paşa’nın küçük oğludur.
1886’da ağabeyi Müşîr Cemil Paşa, Hicâz eyâleti valisi olduğu zaman Ali Bey
rahata kavuştu. Çünki Tâif, Hicâz eyâletinde bir kazâ (ilçe) idi. Cemil Paşa,
kardeşinin Tâif Kalesi’nden çıkarılması için padişaha çok yalvarıp yakardı.
Bunun üzerine Ali Bey, 7 yıl hapis yattıktan sonra, 1883’te Medine şehrinde
kendisine bir ev tutularak orada, şehir dışına çıkmamak şartıyla 20 yıl oturdu.
İkinci Abdülhamid’in, Sultan Aziz aleyhtarı Nâmık Paşa’nın oğlu ve Sultan Aziz
kaatillerinden Ali Bey’in ağabeyi Cemil Paşa’ya müşîr rütbesi vermesi ve
Hicâz’a umûmî vâli tayin etmesi ilgi çekicidir.
Yozgatlı
Mustafa Pehlivan 65 yaşında 10 Haziran 1891’de -10 yıl hapis yattıktan sonra-
Tâif’te öldü. Hacı Mehmed Pehlivan 27 yıl hapis yattı. 1908’de 66 yaşında
serbest bırakıldı ve memleketi olan Boyabad’a gitti. Cezayirli Mustafa Çavuş
da 27 yıl yattı, 1908’de serbest bırakılarak İstanbul’a geldi.
Tâif
mahkûmlarını 5 yıl, Hicâz eyâleti valisi ve Hi- câz’daki tümenin kumandanı
Müşîr Hacı Topal Osman Nûri Paşa, sıkı disiplin altına aldı. Ondan sonraki
valiler, bu disiplini gevşettiler ve mahkûmlar Tâif’te serbest gibi kaldılar.
Nitekim eski Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Tâif’te bir Arab hanımla yeniden
evlendi, 1882’de bu hanımdan bir oğlu Tâif’te doğdu. Osman Nûri Paşa, 1840’ta
İstanbul’da Maçka’da Albay Ahmed Şükrü Bey’in oğlu olarak doğdu. 1863’te
Mekteb-i Erkân-ı Harbiyye-i Şâhâne’den (İmparatorluk Harb Akademisi) kurmay
yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 1881’de general ve 1884’te mareşal oldu. 1886’ta
Hâleb eyâleti vâliliğine gönderildi ve yerine Müşîr Nâmık Paşa-zâde Müşîr Cemil
Paşa, Hicâz eyâleti vâlisi oldu. Osman Nûri Paşa sonra Yemen eyâleti vâlisi,
Yedinci Orduy-ı Hümâyûn kumandanı, ikinci defa Hâleb vâlisi, Suriye vâlisi
oldu ve 1898’de İstanbul’da 58 yaşında öldü. Oğlu Ziyâ Paşa, Osmanlı
Devleti’nin son harbiye nâzırlarındandır. Osman Nûri Paşa, sımsıkı ellerle,
bugünkü Türkiye büyüklüğündeki Hicâz eyâletini idâre etmiş, üstelik hayli
bayındırlık eseri yaptırmıştır. Mekke’de hükûmet konağı, Hicâz’ın çeşitli
yerlerinde 4 büyük kışla (bu arada Mekke girişinde hâlâ duran muhteşem Hamîdiye
Kışlası); 18 nizâmiye (askerî) karakol, Mekke’de 20 küsur çeşme, matbaa,
hastahâne, okullar, telgraf hatları, su yolları ve pek çok şey yaptırmış,
Hicâz’da hiçbir asayişsizliğe izin vermemiştir. Bir Türk başçavuşu, en büyük
Arab aşîret reislerine rahatlıkla emir verebilmiş ve bu otorite hiçbir askerî
harekâta lüzum olmadan kurulmuştur. Nihâyet Osman Nûri Paşa; Akabe, Moylah,
el-Vech, Emlec, Zaba kazâ ve kalelerini Mısır eyâletinden alarak, Hicâz
eyâletine bağlamıştır.
Bu
suretle Sultan Abdülaziz Vak’ası’na karışanların hiçbiri yakalarını
kurtaramamışlardır. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi, Sultan Murad’ın -geçici
olarak- çıldırması, onunla beraber annesi Vâlide-Sultan’ın da imparatorluk tahtından
düşmesi ilk işaretler olmuştu. Geri kalanlar Sultan Abdülhamid tarafından,
yaptıkları kötülükler kadar şahsiyetleri de dikkate alınarak çok dengeli bir
şekilde cezalandırılmışlardır. Meselâ Ziyâ Paşa, Nâmık Kemâl ve emsali, çok
yüksek görevlerde kullanılmakla beraber, bir daha İstanbul yüzü
görememişlerdir. Ünlü edîb ve Sultan Murad’ın başkâtibi Vezir Sadullah Paşa,
uzun müddet kaldığı büyükelçilikle Viyana’da ölmüş, bir daha İstanbul’a döne
memiştir. Ali Suâvi’nin akıbeti malûmdur. “Şıpka Kahramânı” ve Sultan Aziz
Vak’ası’nın akılsız ve bedbaht âleti Müşîr Süleyman Paşa, Bağdat’da oturtulmuş,
mareşal emeklisi maaşı almış, orada cilt cilt değerli eserler yazmıştır.
Hâtıralarında, Hüseyin Avni Paşa’ya da, Meşrûtiyeti uygulamadığı için İkinci Abdülhamid’e
de epey veriştirir. Hâlâ kafasını değiştiremediği anlaşılır.
Vak’aya
karışan her ferdin âkıbetlerini yazdım. Bunların çok azı hayırlı âkıbetler
olmuştur. Bu adamlar, Sultan Abdülhamid gibi çok dengeli bir iç politika tâkıyb
etmeyi şiâr edinen bir hükümdarın değil de, meselâ Rusya’da Çar’ın tebeası
olsalar idi, hepsi kurşuna dizilirler, çok azı da hayat boyu Sibirya
buzullarını boylardı.
Sultan
Abdülaziz Vak’ası, 93 felâketinin başlıca sebebi ve büyük yıkımın başlangıcı,
imparatorluk rejiminin de sarsılması olduğu halde, hâlâ resmî görüş
tarihçileri, Tâif mahkûmlarına ve onların kafadaşlarına methiye düzer, Sultan
Hamid’i alçaltmak için masallar uydururlar.
Bu
dengesizlikler; ilme, tarihe ve gerçeğe oturmayan bu tutum insanı şaşırtır,
tarafsız tarihçiyi hayretler içinde bırakır. Fakat en kötüsü, millî şuur ve
mâşerî vicdanı bozar. Zira millî şuur ve mâşerî vicdan, gerçeklerle yücelir.
Yalanlarla şaşar. Bugünkü ortama gelişte, gayri millî bir eğitim ve hain bir
kültür politikasının mutlak şekilde en büyük rolü oynadığı hakkındaki fikrimi
asla değiştirmem!
Netice
30
Mayıs 1876 Sultan Abdülaziz Vak’ası, bir ihtilâl değildir. Zira halktan
gelmemiştir. Alelâde bir darbe-i hükûmettir (coup d’état).
Çok aleladedir. Onun içindir ki
çok şaşırtıcıdır. 63 kişilik bir cuntanın eseridir. Bu 63 kişi, 300 Harbiyeli
ile 2 tabur Türkçe anlamayan askeri, ve bir batarya ile birkaç gemiyi,
padişahın emriyle padişaha yardım edecekleri gerekçesiyle kandırmıştır. Darbeyi
vuran, Harbiye kumandanı olan 38 yaşında genç bir tümgeneraldir. Hem çok iyi
bir asker ve kumandan, hem mühim bir fikir adamı ve yazar olarak meşhurdur.
Fakat budalalığı, bu sıfatlarından da ileridedir. Darbenin hazırlayıcısı, 55
yaşındaki bir mareşalin basit bir âleti olmuş ve darbeyi vurduktan sonra âlet
muamelesi görmüştür.
55
yaşındaki mareşal, vaktiyle bir yıl kadar başbakanlıkta da bulunmuş millî
savunma bakanıdır. “Serasker” denen o zamanın savunma bakanları daima mareşal
rütbesinde asker ve aynı zamanda Kara Kuvvetleri Komutanı ve genelkurmay
başkanıdırlar ve kabine protokolünde 3. sırada bulunurlar, fakat donanma
üzerinde yetkileri yoktur.
63
kişilik ve bazıları alelâde adamlar olan cuntanın 5 kişisi kabinede bakandır:
Sadrâzam (başbakan), şeyhülislâm, serasker, Şûrây-ı Devlet reîsi ve bahriye
nâzırı. Diğer nâzırlar darbeden habersizdir.
Darbe,
hükümdâra karşı olup, hükûmete karşı değildir.
İmparatorluğun
vârisi olan Velîahd, eyleme katılmamakla beraber, 63 kişilik cuntanın
içindedir.
Darbe,
sadece Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın eseridir. Hattâ sırf darbe tekniği olarak
ele alındığı takdirde şâheseridir. Zira padişah dışında kimse hayatını
kaybetmemiş hiçbir ciddî ayaklanma olmamış, âdetâ tereyağından kıl çekilmiştir.
Ancak
darbe, sırf şahsî kîne ve menfaate, para ve makam hırsına dayanmaktadır.
Ama
ilk defa olarak bu darbede “vatan” ve “millet” nâmına hareket edildiği iddia
edilmiştir. Hiçbir darbe, bir ideolojiye dayandırılmaksızın mümkün değildir.
Bu darbe için de bir ideoloji bulunmuş ve resmen ilân edilmiştir: Meşrûtiyet
denen taçlı demokrasi.
Bu
ortamı ve ideolojiyi hazırlayanlarsa Yeni Osmanlılar’dır. Yeni Osmanlılar;
İstanbul’da, darbeden on bir yıl önce, 1865’te gizli bir dernek olarak genç
aydınlarca kuruldu. Üye sayısı 245’e kadar yükseldi. Yalnız Veliahd Murad
Efendi değil, İkinci Veliahd Şehzâde Abdülhamid Efendi de dernekle ilgilenip
senpati gösterdiler. Ancak 1867’de Sadrâzam Alî Paşa, gayri meşrû muhâlefet
yaptıkları için Yeni Osmanlılar’ı dağıttı. En kuvvetli üyeler Avrupa’ya gidip,
orada muhâlefetlerine devâm ettiler. Dernek Avrupa’ya sığınınca Abdülhamid
Efendi, dernekten el çekti. Fakat Murad Efendi sonuna kadar alakasını devâm
ettirdi. İşte Yeni Osmanlılar’ın açtığı zemîne Midhat Paşa kolayca oturmak
istedi.
Cuntanın
başı olan serasker öldürülmeseydi, diktatörlüğü devâm ettiği müddetçe,
Meşrûtiyetin ilânı kabil ol-mayacaktı.
Cunta;
darbe için, İngiltere’nin gizli, fakat kesin yardımını gördü. İngiltere’nin eli
olduğunu bildiği için Rusya, darbeyi fena karşıladı. Avusturya-Macaristan
darbeden endişelendi. Almanya iyi karşılamadı. Fransa’da fikirler dağıldı.
Türk
Kara Kuvvetleri, 7 ordu ve bir takım müstakil tümenlerden ibaretti. Birinci
Ordu’nun memnuniyetsizlik gösteren birlikleri diğer ordulara gönderildi, bir
kısmına altın dağıtıldı. Birinci Ordu subaylarının çoğu, darbenin ertesi günü
bir rütbe yükseldiler. Bu durum, diğer 6 orduda büyük memnuniyetsizlik meydana
getirdi, eşitlik ilkesi bozuldu.
Darbe,
padişahın sırf Osmanoğulları’nın tarihî, millî ve dinî prestijinin himayesinde
bulunduğunu, fakat bunun artık yetmediğini gösterdi. İkinci Abdülhamid bu
hususu değerlendirerek şahsını emniyet altına alabilmek için, normal ve
anormal bütün tedbirlere başvurdu.
Darbe,
93 felâketinin sebebi ve başlangıcı oldu. 93 felâketi ise, bütün Türkiye, hattâ
bütün Türk, hattâ bütün İslâm tarihinin en büyük felâketlerinden biridir.
Türklük, bugüne kadar onulmaz yaralar aldı. Türk’ün cihan dengesindeki
ehemmiyeti sarsıldı ve Türkiye ehemmiyet bakımından geri sıralara düşmeye
başladı. Yoksullaştı ve kalkınması tökezlendi.
Demokratik
Gelişmenin Geciktirilmesi
1876
darbesi, aynı zamanda Türkiye’de demokratik gelişmeyi uzun yıllar için geciktirdiği,
hattâ epey geriye götürdüğü için kınanmaya müstahaktır. Zira Sezar’a davetiye
çıkarmıştır ve Allah’tan sezar gelmiştir. Gelmeseydi, o yıllarda imparatorluk
dağılırdı ki, artık parçalarını toplayıp birleştirmek de belirsiz zamanlara
kalırdı. Türkiye, Türkistan ve Kafkasya gibi Türk ellerine dönerdi.
1876
Türkiye’sinin ihtiyacı şüphesiz İngiliz demokrasisi, Midhat Paşa Meşrûtiyeti
değildi. İhtiyaç bu olsa idi bu rejimi, o tarihte İspanya, Japonya, Rusya,
Avusturya-Macaristan, Almanya gibi bizden daha ileri toplumların yaşadığı
imparatorluklar tatbik ederlerdi. İhtiyaç, Tanzimat’ın geliştirilmesi idi. Bu
suretle XX. asra gelip de imparatorluk makul bir çerçeve içine girince
demokrasiye çok rahat geçilecekti.
İkinci
Abdülhamid ile, hemen hemen dedesi İkinci Mahmud tipinde bir hükümdar ortaya
çıkar. İkinci Abdülhamid’in çağdaşları olan Mikado Mutsu-Hito, Çar Üçüncü
Aleksandr, Nâsıreddîn ve oğlu Muzaffereddîn Şâhlar, hattâ Kayzer Birinci ve
torunu İkinci Wilhelmler, şüphesiz Türk hükümdarından daha otoriter simalardır.
Ancak Türkiye, bu devletlerden daha az gelişmiştir. Az gelişmişliğin birçok
kusuru da, Sultan Abdülhamid’in sırtında kalmıştır. İkinci Abdülhamid,
çağdaşlarından Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Franz Joseph’le
mukayese edilebilir.
Hâlbuki
babası Sultan Abdülmecid, -hiç olmazsa saltanatının üçte ikisinde- amcası Sultan
Abdülaziz, hattâ ağabeyi Beşinci Murad, yukarıda sayılanlar tipinde
hükümdarlar değildir. İngiltere’de Dördüncü George ve kardeşi Dördüncü
William, Fransa’da da Louis-Philippe tipinde hükümdarlardır. Yani taçlı
demokrasi için çok uygun tipler...
Sultan
Abdülhamid’in, devlet idâresini -tabiî mercii olan- Bâb-ı Âlî’den Yıldız’a,
daha açık ifadeyle hükûmetten saraya alması, demokratik gelişmeyi ve demokrat
hükümdar tipini yaralamıştır. Türk devletini belki kurtarmıştır,
imparatorluğun hayatını mutlaka 30 yıl uzatmıştır ama bu gerçekler de birer
vâkıadır. Sonra İkinci Abdülhamid’e tepki olarak İttihatçılar, kardeşi Sultan
Reşad’la hiçbir yerde görülmeyen, damadının haksız idamını afvetme yetkisini
kullanamayan bir hükümdar tipi îcâd etmişlerdir. Bugünkü İsveç veyâ Belçika
krallarından daha yetkisiz bir tip ortaya çıkarmışlardır. Tamamen monarşist
olan İttihatçılar, bu suretle monarşiye, monarşinin dayandığı Hânedan’a ve
demokratik gelişmeye, Sultan Hamid’den de daha ağır darbe indirmişlerdir. Üstelik
Sultan Hamid iç politikada orduyu asla kullanmadığı halde; İttihatçılar, Türk
subayını ikiye bölmüş ve boğazına kadar politikaya gömmüşlerdir.
Sultan
Hamid, doğuştan bir müstebid değildir. Doğuştan bir müstebidin hiçbir
karakterini taşımamaktadır. Saltanatının ilk aylarında, 93 felâketini
görmeden, Midhat Paşa ve Ali Suâvi tarafından çileden çıkarılmadan
davranışları, âdetâ bugünkü Batı demokrasilerinin hükümdârları gibidir.
Sultan
Abdülaziz tahttan indirildikten sonra ona yapılan muamele ve sûikast ise, hem
İkinci Abdülhamid için, hem de kötü niyetliler için, uzun yıllar açık bir ders
teşkil etmiştir. Bu bakımdan da Hüseyin Avni, kınanmaya hak kazanır.
Gerçi
XIX. asır, devlet başkanlarına sûikasdlar, terö-ristler ve nihilistler
çağıdır. Teknik ve sanâyileşme, toplumların bazı kesimlerindeki ahlâk
değerlerini o derecede değiştirmiştir ki, o kesimleri, ahlâkî boşluğa
atmıştır. Ancak bir hükümdar, kendi hükûmeti tarafından öldürülmemektedir.
Böyle bir misal aranırsa, ancak 1917-18 Rusyasına uzanmak îcâb eder ve oradaki
şartlar kendine mahsustur.
Bu
yıllardaki bazı çok meşhur sûikasdların bir ikisini anmak istiyorum:
Büyük
bir hükümdâr olan, Rusya’da 20 milyon toprak kölesini hürriyete kavuşturan ve
93 Harbi’nin çıkmasını istemeyen Çar İkinci Aleksandr, 1881’de 63 yaşında ve
26 yıldır tahtta idi. Türk düşmanı, İkinci Mahmud’u dehşetli kıskanan ve
Reşid Paşa’nın kombinezonu ile çıkan Kırım Harbi’nde mağlûb olduğu için intihar
eden Birinci Nikolay’ın oğlu ve halefidir. Kendisine iki sûikasd yapıldı.
Bunların şaşırtmaca sûikasdlar olduğu sonradan anlaşıldı. Sûikasdlardan
kurtulduğunu sandığı anda, saltanat arabasına bomba konularak öldürüldü. Onun
öldürülmesi Rusya’da meşrûtiyeti 1905’e kadar geciktirdi. Türkiye’de olduğu
gibi, Rusya’da da 1881’den 1905’e kadar bir tepki rejimi sürdü.
Avusturya
İmparatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi Elisabeth, 10 Eylül 1898’de, 61 yaşında,
Cenevre’de seyahatte iken bir İtalyan anarşist tarafından bıçaklanarak
öldürüldü. Avusturya İmparatorluğu’ndaki İtalyanlar, İtalya ile birleşmek
istiyorlardı (Trieste bölgesi). İmparatoriçe, Fransız Joseph’in eşi ve
hayırseverliği ile tanınmış bir kadındı. 42 yıldan beri imparatoriçe idi.
Birleşik
Amerika’nın 16. başkanı Abraham Lincoln, 14 Nisan 1865 gecesi, Abdülaziz Han’dan
on bir yıl önce, Washington’daki tiyatro locasında tabanca kurşunu ile beynine
ateş edilerek öldürüldü. Kaatil, akıl hastası idi… Fakat ikinci defa başkanlığa
henüz seçilen Lincoln, Kuzey-Güney harbinin yaralarını sarmak için tasarısını
ertesi gün ilan edecekti. Birleşik Amerika’daki 4 milyon zenci köleyi
hürriyetine kavuşturmuştu. Ondan sonra Kuzey’le Güney eyâletleri arasında uzun
müddet düşmanlık davası ortadan kaldırılamadı, 56 yaşında idi.
1945’de
ABD’nin Avrupa’daki en kudretli generali Patton’ın ölümünün esrarı hâlâ
çözülememiştir. Asya’daki en kudretli General Mac Arthur ise çok büyük millî
kahraman olduğu için, ona karşı sûikasde cesaret edilemedi.
20.
asrın ikinci yarısında Başkan Kennedy, kudretli bir adam olduğu ve güçlü bir
devleti temsil etmek istediği için öldürülmüştür. Ondan sonra Reagan’a kadar
güçlü bir başkan seçilememiştir. Koskoca Birleşik Amerika’da güçlü bir adamın
bulunmadığına inanmak zordur. Bilhassa seçilmemiştir fikrinin ağırlığı inkâr
edilemez. Aynı zamanda Kennedy’den sonra başkanlık müessesesi büyük yara almış
ve otoritesi zayıflamıştır. Ağabeyinden daha kudretli bir adam olduğu bilinen
Robert Kennedy’nin ise başkanlık seçimi kampanyasında öldürülmesi dikkat
çekmektedir. Bu cinayetlerin esrarı henüz aydınlanmış değildir. Siyasî
cinayetler, kudretli adamları hedef almaktadır. Zayıf şahsiyetlere pek itibar
edilmemektedir.
Sultan
Abdülaziz’in; Türk Ordusu ve Donanması’nı çok kuvvetlendirdiği, demiryolları,
telgraf hatları, tersâneler, fabrikalarla ülkeyi donattığı, eğitime ağırlık
verdiği, hâsılı imparatorluğu güçlendirdiği ve dengeyi Türkiye lehine
bozabileceği duygusunu verdiği için tepetaklak edildiği şüphesizdir.
İkinci
Abdülhamid, aynı sebepten tepetaklak edilecektir. Daha sonra başka misaller,
bunları takip edecektir… Hepsi dışarıdan kaynaklanmıştır. İçeriden satın alınan
veyâ kandırılan kişiler vardır. Sultan Hamid, dedesi İkinci Mahmud gibi bir
dâhi değil de, herhangi bir hükümdar olsaydı, Türk İmparatorluğu’nun o yıllarda
dağıtılması mukadderdi. Bunu da ehemmiyetle belirtmeliyim. Zira bir diktatör
dâhi değilse –ki dehâ da fevkalâde az rastlanan bir haslettir- devleti ancak
batırır. Demokrasi rejiminin faydalarından ve gelişme kabiliyetinin
sebeplerinden biri de budur. Dâhiye muhtaç olmaksızın yürüyebilen bir rejimdir.
Bir de dâhi yetiştirirse sıçrama yapabilir.
Sultan
Aziz - Sultan Murad – Sultan Hamid üçgeni, Sultan Selim – Sultan Mustafa -
Sultan Mahmud üçgenine benzemektedir. Âdetâ tarih, 68 yıl arayla tekerrür
etmiştir. Şöyle ki:
Üçüncü
Selim tahttan indirilmiş (1807), amca oğlu Dördüncü Mustafa tahta çıkarılmış,
ertesi yıl Üçüncü Selim’i tekrar tahta çıkarmak isteyen Nizâm-ı Cedid’ciler,
Dördüncü Mustafa’nın kardeşi İkinci Mahmud’u tahta çıkartmışlardır. Dördüncü
Mustafa da, mürteciler hâlâ ondan ümid kesmedikleri için öldürülmüştür ama bu
kısa saltanatı boyunca Sultan Mustafa, kendisini tahta çıkardıkları halde,
Üçüncü Selim’i tahttan indirenleri temizlemiştir. Az sonra bu İkinci Mahmud da,
Üçüncü Selim’in ölümüne sebep olan, zemin hazırlayan, padişahı savunmakta en
ufak ihmâli görülen, padişahın öldürülmesine karşı duygusuz kalanları
öldürtmüştür. Sultan Abdülhamid, dedesi gibi aynı şeyi yapamadı, daha
ihtiyatlı ve hafif davrandı ise bu ikinci Mahmud’un Türkiye’yi modern bir
devlet yapması sebebiyledir ama Üçüncü Selim’in Sultan Abdülaziz’e, Dördüncü
Mustafa’nın Beşinci Murad’a ve İkinci Mahmud’un İkinci Abdülhamid’e benzediği
âşikârdır. Sultan Abdülaziz gibi Üçüncü Selim de Nizâm-ı Cedîd ile devleti
güçlendirdiği için devrilmişti. Beşinci Murad ise, Dördüncü Mustafa kadar
âcizdir ve olaylara yakasını kaptırmıştır. İkinci Abdülhamid hem dedesinin
dehâsına vâris olmuş, hem de İkinci Mahmud gibi her adımını hesapla atmayı;
darbe, ihtilâl ve felâket içinde öğrenmiştir.
Ele aldığımız devir Osmanlı iç
tarihinin en büyük mütehassısı olan ve o devir adamlarına da yetişmiş bulunan
İbnülemin Mahmud Kemâl İnal üstâdımız (1870-1957) şu doğru hükmü vermektedir:
“Kimseye emniyeti kalmayan Sultan
Abdülhamid’in; Askerî mektepler, Mülkiye ve bilhassa Harbiye hakkındaki
şiddetli kayıtlamaları, talebenin hal’de (Sultan Aziz’in tahttan
indirilmesinde) kullanılmasındandır... ‘Talebe-i ulûm’ denilen yüksek medrese
talebesine karşı çekingen muamelelerinin sebebi de; onların, hal’den az önce,
garaz sahipleri tarafından tahrîk edilerek, hükûmet aleyhine ayağa
kaldırılmasındandır. Meclis-i vükelâda (bakanlar kurulu) nâzırlar arasında
casuslar bulundurması, hal’e bazı nâzırlar tarafından karar verilmesinden
doğmuştur. İnsaf ve hak dâhilinde söylemek icab eder ki, memleketin hayatını
otuz seneden fazla kemiren istibdâdın baskılarının ilk ve en büyük sebebi,
başta Hüseyin Avni Paşa olmak üzere, hal’e iştirâk eden diğer adamlardır.
Bunlar, devlet ve milleti gûyâ bir müstebitin pençesinden kurtaralım
bahânesiyle hareket etmişlerken, öylesine iç ve dış felâketlerin zuhûruna sebep
olmuşlardır ki; hem kendilerini, hem de milleti, istibdadın pençesine teslîm
etmişlerdir. Hele kötü ahlâklı bir kişi olan Ali Suâvi’nin (ki o da bir İngiliz
ajanıdır) çıkardığı vak’a; istibdadın ve ‘hafiye’ denen gizli emniyet
ajanlarının kullanılmasının en mühim sebeplerindendir.”
Bütün
bu gelişmeler ve çok sonralara kadar uzanan tesirleri bakımından 30 Mayıs 1876
darbesi; Türkiye tarihinin, her zaman için en feci olaylarından biri olmak
durumunu muhafaza edecektir.
Ankara, 20 Eylül 1979
BİBLİYOGRAFYA
-Abdurrahmân
Şeref Bey, Târîh Musâhebeleri, İst.
1917, 1925 (yeni harflerle de baskısı var); “Sultân Abdülazîz’in Vefâtı İntihâr
mı, Katil mi?”, TOEM, XIV, 321 v. dd.
-Abdülazîz
Hân, torununun kızı Neslişâh Sultân’dan alınan kendi el yazısı ile lâyihalar.
-Ahmed
Midhat Efendi, Üss-i İnkılâb, İst.
1877-8,1906.
-Aksüt
(Ali Kemâlî), Sultân Azîz’in Mısır ve
Avrupa Seyâhati, İst. 1944.
-Ali
Rızâ ve Mehmed Gaalib Beyler, XIII. Asr-ı
Hicrî’de İstanbul Hayâtı, İstanbul, eski ve yeni harflerle 2 baskı.
-Alî
Vehbî Bey, Pensées et Souvenirs de
Tex-Sultan Abdulhamid, Neuchâtel 1913.
-Atay
(Fâlih Rıfkı), Başveren İnkılâbçı (Alî
Suâvî), İst. târihsiz.
-Âtıf
Bey, Hâtırat, İ. M.K. İnal nş., TOEM, XV.
-Ayşe
Müşfika IV. Kadın-Efendi, Ayşe Sultân, Şâdiye Sultân, Sultân Azîz’in ve
Neş’erek Kadın-Efendi’nin dâmadları vezîr ve nâzırlardan Dâmâd Şerîf Paşa gibi
Hânedân mensupları, sarayla ilgili kişiler, Dr. Subhî Ezgi gibi o zamâna
yetişmiş şahıslarla 1945’ten sonra müellifin yaptığı mülakatlar ve tuttuğu
notlar.
-Bastelberger
(J. M.), Die Militärischen Reformen unter
Mahmud II, Gotha 1874.
-Bérard
(Victor), La Politique du Sultan,
Paris 1897.
-Cevdet
Paşa, Tezâkir, C. Baysun nş., 3. c.,
TTK, Ank. 1953,1960,1963; Mârüzât,
Yusuf Halaçoğlu nş., İst. 1980.
-
Charmes (G.), La Turquie du Sultan, Paris 1897.
-
Corcî Zeydân, Meşâhîrü’ş Şark, 2 c.,
Kahire 1902.
-
Dânişmend (İsmail Hâmî), Îzahlı Osmanlı
Târîhi Kronolojisi, IV, İst. 1955.
-Dempwolff,
Serail und Hoche Pforte, Viyana 1876.
-
Devereux (Robert), The First Otoman
Constitutional Period, Baltimore 1963.
-
Ebü’z-Ziyâ Tevfîk Bey, Yeni Osmânlılar
Târîhi, Tasvîr-i Efkâr, 1909’da tefrika, Ziyâd Ebüzziyâ nş., 3 c., İst.
1974.
-
Elliot (Lord Henry), “The Death of Abdul Aziz”, Nineteenth Century, no. 23/132, Londra, Şubat 1888, s. 276-96, Tr.
trc. Bir Hakıykatin Tezâhürü, İst.
-Engelhardt,
La Turquie et le Tanzimat, 2 c.,
Paris, 1882-Tr. trc. de var.
-Fahrî
Bey (Mâbeynci), İbretnümâ, B.S.
Baykal nş., TTK, Ank. 1968.
-Fatma
Aliyye Hanım, Ahmed Cevdet Paşa ve Zamânı,
İst. 1914.
-Freeman
(E.- A.), The Ottoman Power in Europe,
Londra 1877.
-Gardey,
Voyage du Sultan Abdul Aziz de Stamboul
au Caire, Paris 1865.
-Gotha,
Almanach de, ilgili yıllar.
-Gövsa
(İbrahim Alâeddin), Türk Meşhurları Ansiklopedisi, İst. 1944.
-Hâfız
Mehmed Bey, Hakaaiku’l-Beyân fî Hakkı
Cennet-Mekân Sultân Abdülazîz Hân, İst. 1908.
-İstanbul,
Paris, Londra, Viyana gazeteleri, ilgili yıllar.
-
İnal (İbnülemîn Mahmûd Kemâl), Son
Sadrâzamlar, 14 c., İst. 1940-53; Son
Asır Türk Şâirleri, 12 c., İst. 1930-42; “Sultân Abdülazîz’e Dair”, TTEM, XV, 177 v. dd.
-Kératry
(Comte de), Mourad V, Paris 1878.
-Kuntay
(Midhat Cemâl), Nâmık Kemâl, 3 c.,
İst. 1944-56.
-Lavisse-Rambaud,
Histoire Générale, XI-XII, Paris, ilk
tab’i 1904.
-Lutfî
Efendi, Târîh, X-XV, TTK Küt., Ankara
ve M. Aktepe nş.
-Lutfî
Simâvî Bey, Devr-i İnkılâb, İst.
1918.
-Maârif
Vekâleti, Tanzîmât, İst.1940
(makaleler mecmuası).
-Mahmûd
Celâleddîn Paşa, Mir’ât-ı Hakıykat, 3
c., İst. 1908-9, yeni harflerle de baskısı var.
-Mehmed
Gaalib Bey, Sâdullâh Paşa, İst. 1909.
-Memdûh
Paşa, Asvât-ı Sudûr, İzmir 1910; Kuvvet-i İkbâl ve Alâmet-i Zevâl, İst.
1911; Mir’ât-ı Şüûnât, İzmir, 1910; Hal’ler ve İclâslar, İzmir 1910; Serâir-i
Siyâsiyye, İst. 1907.
-Midhat
(Ali Haydar). The Life of Midhat Pasha,
Londra 1903; Hâtıralarım (1872-1946),
İst. 1946.
-Midhat
Paşa, Tabsıra-i İbret ve Mir’ât-ı Hayret,
İst. 1908 (bu 2 ciltlik hatıratın Fr. ve İng. trc. de var).
-Millingen
(Frederick), La Turquie sous le Règne
d’Abdul-Aziz, Brüksel 1868.
-Mismer
(Charles). Souvenirs du Monde Musulman,
Paris 1892; Soirées de Constantinople,
Paris 1870. Mordtmann (A.D.), Stambul das
Moderne Türkentum, c., Leipzig, 1877-8.
-Osmanoğlu
(Ayşe), Babam Sultân Abdülhamîd, İst.
1952,1958, 1984, Fr. trc. de var.
-Örik
(Nâhid Sırrı), 150 Yılın Meşhurları (1800-1950), 3 fas.,
İst. 1953-4.
-Öztuna
(Yılmaz), Büyük Türkiye Tarihi, 14
c., İst. 1977- 9; Osmanlı Devleti Tarihi,
2 c., İst. 1986 (2 baskısı daha ve Arapça trc. var); Büyük Osmanlı Tarihi, 10 c., İst. 1994.
-Pâkalın
(Mehmed Zeki), Son Sadrâzamlar ve
Başvekiller, 5 c., İst. 1940-48; Tanzimat
Mâliye Nâzırları, 2. c., İst 1939-40; Sicill-i
Osmânî Zeyli, yazma.
-Saîd
Paşa (Eğinli), Hâtırât, N. Dânişmend
nş., Türklük mecmuasında.
-Saîd
Paşa (Sd. Küçük), Hâtırât, İst.
- Sâl-nâme-i Devlet-i Aliyye-i
Osmâniyye’ler, ilgili yıllar.
-
Schwitzer (H. de), Trois Sultans d’Abdul
Aziz à Abdul Hamid, Paris 1900.
- Statesman’s Year-Book, Londra, ilgili
yıllar.
-
Süleymân Paşa, Hiss-i İnkılâb, İst.,
1908, yeni harflerle de yayınlandı; Umdetü’l-Hakaaık,
5 c., T.C. Genel Kurmay Başkanlığı’nca eski harflerle yayınlanmıştır.
-Süreyya
Bey (Mehmed), Sicill-i Osmânî, 4 c.,
İst. 1891-7.
-Şehsuvaroğlu
(Halûk Y.), Sultân Azîz, İst. 1949.
-Tahsîn
Paşa, Yıldız Hâtıraları, İ. M.
Mayakon nş., İst. 1931.
-Takvîm-i Vekaayi’, İst. ilgili yıllar.
-Tanpınar
(Ahmed Hamdi), XIX. Asır Türk Edebiyatı
Târihi, İst. 2: 1956.
-Tansel
(Fevziye Abdullah), Nâmık Kemâl’in
Mektupları, 4 c.,TTK, 1967-86.
-Türkgeldi
(Ali Fuâd), Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiyye,
B. S. Baykal nş., TTK, 3 c., Ank. 1957-86.
-Ubicini
(A.) ve Pavet de Courteille, Etat Présent
de l’Empire Otoman, Paris 1876.
-Us
(Hakkı Tarık), Meclis-i Meb’ûsân, İlk
Devre (1877) Zabıtları, 2 c., İst. 1940,1954.
-Uzunçarşılı
(İsmail Hakkı), Midhat ve Rüşdü Paşaların
Tevkifleri, TTK, Ank. 1946; Midhat
Paşa ve Tâif Mahkûmları, TTK, Ank. 1950; Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, TTK, Ank. 1967; “Çırağan Sarayı
Vak’ası”, Belleten, VIII, 1944,
71-118; “Azîz Bey Komitesi”, Belleten,
VIII, 1944,245-318; “Çerkes Hasan”, Belleten,
IX, 1945, 89- 133; “V. Murâd’ı Kaçırma Teşebbüsü”, Belleten, IX; “Çırağan’a Girmek İsteyen Şahıslar”, Belleten, XIII.
-
Valmy (Duc de), La Turquie et l’Europe,
Paris 1867.
-
Woods (Koramiral Sir Henry Paşa, 1842-1929), Spunyarn, 2 c., Londra, 1924, 2. cildin Tr. trc. hâkim tümam. Fahri
Çöker, Türkiye Anıları, Milliyet’te tefrika, sonra İst. 1976.
- Yıldız Mahkemesi ve hazırlık sorguları
zabıtları. Meclis-i Vükelâ mazbataları, Yıldız vesîkaları.
-
Ziyâ Şâkir, Çırağan Sarayı’nda 28 sene:
Beşinci Murâd’ın Hayâtı, İst. 1943 (V. Murâd’ın 4. ikbâli Filizten
Hanımefendi’nin yazara anlattıkları).
EKLER
Ek: I
Türkiye’de Teceddüd ve Tanzimat Hareketinin
Oluşması
Tanzimat
rejiminin daha iyi anlaşılması için, menşelerine inmek gerekir. Osmanlı
tarihini kaleme alanlar, modern Türkiye’yi Tanzimat’tan başlatmak kapital ve
gayr-i kaabil-i münâkaşa hatâsına düşmüşlerdir. Hâlbuki Tanzimat’ı hazırlayan
İkinci Mahmud’dur. Vak’a-i Hayriyye ve Sultan Mahmud’un radikal reformları
olmasa, Tanzimat asla mümkün değildi. Bu hususta Mustafa Reşid Paşa,
Tanzimat’ı gökten indirmiş gibi bir hava yayılarak, bütün tenkitler onun
üzerine yağdırılmıştır. Hâlbuki Reşid Paşa, Sultan Mahmud’un itina ile
yetiştirdiği has adamıdır, efendisinin yolunda gitmiş, onun eserini
tamamlamıştır. Kesin şekilde Batı’ya dönük ve Batı’dan mülhem reformlar devrini
de - âşikârdır ki- Reşid Paşa açmamıştır. Vak’a-i Hayriyye’den sonra Sultan
Mahmud açmıştır. Esasen ne eski orduyu yıkıp yenisini kurmak, ne askeri
yönetimden çekip idâreyi sivillere vermek, hattâ ne kavuğu bırakıp fes
giydirmek ve daha bunun gibi birçok reform, hiçbir paşanın haddi değildi.
Osmanlı
Devleti’nde reform hareketini ve ihtiyacını iki safhada mütalâa etmek gerekir:
Birinci safha, devletin kendi içinde reformudur. İkinci safha, Batı’ya dönük,
oradan mülhem reformlardır ki, Nizâm-ı Cedîd ile 1793’te başlamıştır. Birinci
dönemde devlet, ya cihan devleti idi, ya - 1683’ten sonra 1770’e kadar- gene
dünyanın en kudretli devleti idi. Batı’da olup bitenler Avrupa’nın Asya’ya
kesin üstünlüğünü henüz isbât edebilmiş değildi. Bu dönemde Şeyhülislâm Hoca
Sâdeddîn Efendi, Hâce-i Sultânî Ömer Efendi, İkinci Sultan Osman, Koçi Bey,
Kâtib Çelebi, Dördüncü Murad, Köprülü Mehmed Paşa gibi reformistler, devleti
kendi içinde düzenlemeye çalıştılar. Batı’dan alınan bir şey yoktur veya ‘lâ
şey’ kabîlindedir. Batı’ya kapalı son reformist Köprülü-zade Fâzıl Mustafa
Paşa, Batı’ya dönük ilk reformcu ise Râmî Mehmed Paşa’dır. Sonra gelen Dâmad
Nevşehirli İbrahim Paşa, Birinci Mahmud, Üçüncü Mustafa, Birinci Abdülhamid
gibi yeni müessese kuranlar, Batı’dan bir şeyler aldılar. Fakat az bir şey
aldılar. Zira aradaki fark zâten az bir şeydi. Bilhassa Üçüncü Mustafa ile
Birinci Abdülhamid, Batı’dan daha fazlasını almak istediler. Fakat yeniçeri
belâsından, devlete büsbütün zarar vermek ihtimalinden çekindiler. Radikal
reform devri Nizâm-ı Cedîd ile açıldı ama radikal reform yapmak isteyen ilk
şahsiyet Üçüncü Selim değil, 1785’te bir saltanat darbesi yaparak Üçüncü
Selim’i tahta çıkarmak isteyen Halîl Hamîd Paşa’dır.
Sadrâzam
Ispartalı Halîl Hamîd Paşa (Burdur 1736 - Bozcaada 27.4.1785), radikal
reformlarını yapamadı, darbe teşebbüsü anlaşıldı, idam edildi. Fikirleri
kafasında kaldı ama Reîsülküttâb Ebûbekir Râtib Efendi’yi yetiştirmişti.
Osmanlı bürokrasisinde radikallerin liderliğini o üzerine aldı. Râtib Efendi
(idamı Rodos 1799), 1791 Ekiminde Üçüncü Selim’e verilen Nizâm-ı Cedîd’e âid 21
lâyihadan birinin sahibidir. Müşâviri, ünlü oriyantalist ve Büyük Osmanlı
tarihi mütehassısı Avusturyalı genç Baron von Hammer’di. Diğer bir müşâviri
büyük oriyantalist Moradgea d’Ohsson’dur. Râtib Efendi, Viyana’da sefirlik de
yapmış bir diplomattı. Bu sırada devletin başında da radikal Üçüncü Selim
vardı. Onun radikalizmi daha çok, radikal reforma cesaret edemeyen
seleflerinden, babasından ve amcasından geliyordu. Onlardan çok daha genç tahta
çıkmıştı, onlardan çok daha kültürlü idi. Nizâm-ı Cedîd onun için yeni bir
ordudan ibâret değildi, tam bir reformdu. Musikide bile reform yaptı. Üçüncü
Selim aynı zamanda radikalizmi ilk defa uygulamaya koydu. Bütün Asya’da ilk
defa olarak Avrupa’dan mülhem kesin reformlara girişti. 1793-1806 arasında
Nizâm-ı Cedîd yürürlükte kaldı. Artık Avrupa’nın üstünlüğü âşikâr hâle gelmiş;
Osmanlı, can damarlarından birini, Kırım’ı kaybetmişti.
Üçüncü
Selim’e devletin zirvesinde İkinci Mahmud vâris oldu ama radikal reformlarını
ancak 1826’da başlatabildi. Bu arada bürokrasideki radikaller, dikkatle
fikirlerini muhafaza ediyor, iktidardaki muhafazakâr ve mürtecîlere karşı
kellelerini koruyabilmek için çok itina ediyorlardı. Nizâm-ı Cedîd ricâli,
Rusçuk Yârânı çok şehid verdi. Sivil bürokrasi dışında askerler arasında da
radikaller zuhûr etti. Başlıcası Kadı Abdurrahman Paşa’dır. Alemdar Mustafa
Paşa da bunlardan biriydi ama radikaller, çok kültürlü insanlar oldukları
halde o câhildi, aslında kendisi gibi Nizâmcı olan Abdurrahman Paşa ile bile
anlaşamadı. İkisi de devletin reformcu, yeni ordu kurulmasına taraftar
mareşalleri oldukları halde...
Bürokraside
radikallerin liderliği, Râtib Efendi’nin kazâ- ya uğramasından sonra, diğer bir
diplomat, Reîsülküttâb Mahmûd Râif Efendi’ye geçti ki, Kabakçı ihtilâlinde
şehîd edilmiştir (25.5.1807), 3 yıl Londra’da kalmış, mükemmel şekilde
İngilizce ve Fransızca öğrenmişti. Sonraki lider Mehmed Saîd Galib Efendi’dir
ki, sonradan Sadrâzam Galib Paşa olmuştur (İstanbul 1763-Balıkesir 1829).
Bunlar hep birbirini yetiştirmiştir. Galib Paşa, dâhiliye nâzırı vezir Mehmed
Saîd Pertev Paşa’yı (Darıca 1786-Edirne 8.10.1836) yetiştirmiştir. O da kazâya
uğrayarak çok değerli başını vermiştir.
Nihayet
en büyük lider Mustafa Reşid Paşa ortaya çıkmıştır. Bir taraftan radikal
bürokrasinin lideri Pertev Paşa, diğer taraftan radikal devlet başkanı İkinci
Mahmud tarafından en büyük itinâlarla yetiştirilmiştir (13.3.1800 - 7.1. 1858).
Ondan sonra Teceddüdcü ve Tanzimatçı hareketin başı, Reşid Paşa’nın
yetiştirmesi Sadrâzam Mehmed Emin Âlî Paşa (5.3.1815-7.9.1871), muavini veyâ
ikinci lider de gene Reşid Paşa yetiştirmesi Sadrâzam Keçeci-zâde Büyük Dr.
Mehmed Fuad Paşa’dır. Âlî Paşa, Terceme Odası’ndan ve Fuad Paşa, Tıbbiye’den
çıkmışlardır. İkisi de Reşid Paşa gibi diplomasiden gelmedir. Fuad Paşa, Âlî
Paşa’dan önce ölmüştür. Âlî Paşa’nın ölümünden sonra teceddüd, Tanzimat ve
inkılâp fikri ikiye parçalanmıştır: muhafazakâr Tanzimatçılar ki, Reşid - Alî
- Fuad Paşa’nın ekolünü devam ettirmek istemişlerdir ve inkılâpçılar ki,
gerçek Tanzimatçıların hedefini aşarak düzen değiştirmeye çalışmışlar, fakat
1908’e kadar iktidâra gelememişlerdir. Birinci grubun liderliğini Âlî Paşa’nın
ölümünden sonra Sultan Abdülaziz ve ondan sonra İkinci Abdülhamid üzerlerine
almışlar, Tanzimat bürokrasisini, devletin sivil yüksek bürokratlarınca
yönetilmesini savunmuşlardır. İnkılâpçılar, daha Âlî Paşa’nın hayâtında bu
fikre karşı çıkarak, muhâlefetlerini Sultan Azîz’e ve Sultan Hamîd’e karşı da
devâm ettirmişlerdir. İnkılâpçıların lideri Ziyâ Bey (vezîr Abdülhamîd
Ziyâeddîn Paşa) ve muâvini Nâmık Kemâl Bey’dir. “Yeni Osmanlılar” adıyla gayri
resmî bir parti veyâ fikir akımı kurmuşlar, Türkiye’de muhâlefet yapamadıkları
zaman Avrupa’da yapmaya ve iktidârı yıkmaya çalışmışlardır. İktidâr adayları
olarak iki defa kısa müddet sadrâzam olan Midhat Paşa’yı ortaya atmışlardır.
Gerçek maksatları Ziyâ Paşa’nın sadrâzam ve Nâmık Kemâl’in hâriciye nâzırı
olması fikrini, Tanzimatçı bürokrasiye kabûl ettirememişlerdir. Midhat Paşa,
Ziyâ-Kemâl İkilisinin fikirlerini sömürerek ve Osmanlı tarihinde ilk defa
olarak bir yabancı devlet, o çağın Birleşik Amerikası olan İngiltere ile
râbıtalanarak, padişahı kukla hâle getirip, iktidara geçmek istemiştir.
Bu
plan, Reşid Paşa Tanzimatçıları’nın hedeflerini çok aşıyordu ve imparatorluğu
derhâl dağıtacağı için gerçekçi değildi. Samimi de değildi, şahsî ve oligarşik
bir menfaat mücâdelesi idi.
İkinci
Abdülhamid; Tanzimat’ı, birçok yerini bozmaya mecbur kalarak, fakat birçok
yerine de ağırlık vererek, 1908’e kadar esas rejim olarak muhafaza etmiştir.
Bertaraf ettiği Midhat Paşa’nın fikirlerine de, gizli kurulan İttihâd ve
Terakki Partisi vâris olmuştur. Reşid Paşa’nın değil, Ziyâ Paşa’nın
tasavvurlarını bile çok aşan bir radikalizm, Midhat Paşa’dan İttihâdçılar’a
intikal etmiştir.
Osmanlı
Devleti’nde Teceddüd hareketinin en ana çizgileri budur. Tanzimat’ın birden
ortaya çıkmadığı, Reşid Paşa icadı olmadığı hususunu, bu birkaç paragraf bile
izaha kâfi gelmektedir.
Ek:
II
1876 Yılında Büyük Devletler ve
Hükümdârları
BÜYÜK
BRİTANYA Krallığı: 24.017.905 km2, 302. 615.000 n. Kraliçe: Victoria
(1837-1901) (doğ. 1819). Başkent Londra 3.988.000 n. (Dünyâ’nın 1. şehri).
İmparatorlukta toplam 17.811.000 nüfuslu 86 büyük (50.000’den fazla nüfuslu)
şehir mevcut. Toprak bakımından 1., nüfus bakımından 2. olan imparatorluk, 6
kıt’aya yayılmış durumda.
ALMANYA
İmparatorluğu: 540.857 km2, 42.355.000 n. İmparator-Kral: Wilhelm I (1861-1887)
(doğ. 1798). Başkent Berlin 1.194.000 n. (Dünyâ’nın 6. şehri). 4.718.000
toplam nüfuslu 28 büyük şehir var. Bu birleşik imparatorluğun yalnız Avrupa
kıt’asında toprağı var.
RUSYA
İmparatorluğu: 21.728.600 km2, 89.417.000 n. İmparator: Aleksandr II
(1855-1881) (doğ. 1818). Başkent Sankt (Sen) Petersburg, 830.000 n. (Dünyâ’nın
11. şehri). Toplam 2.897.000 nüfuslu 16 büyük şehir var. Devlet iki kıt’ada
(Avrupa ve Asya) uzanıyor.
FRANSA
Cumhûriyeti: 2.521.485 km2, 44.596.000 n. Cumhurbaşkanı: Mareşal M. de
MacMahon, Due de Magenta 1873-1879 (1808-1893). Başkent Paris 2.210.000 n.
(Dünyâ’nın 2. şehri). Toplam 5.697.000 nüfuslu 26 büyük şehir var. Devletin 6
kıt’ada toprağı bulunuyor.
TÜRKİYE
İmparatorluğu: 11.827.170 km2, 64.343.000 n. İmparator-Halîfe: Abdülazîz Hân
(1861-1876) (doğ. 1830). Başkent İstanbul 1.200.000 n. (Dünyâ’nın 5. şehri).
Toplam 4.980.000 nüfuslu 39 büyük şehir var. Toprakları 3 kıt’aya yayılıyor.
AVUSTURYA-MACARİSTAN
İmparatorluğu: 624. 045 km2, 37.630.000 n. İmparator-Kral: Franz Joseph
(1848-1916) (doğ. 1830). Başkent Viyana 1.021.000 n. (Dünyâ’m n 7. şehri).
Toplam 2.156.000 nüfuslu 11 büyük şehir var. Devletin yalnız Avrupa’da toprağı
mevcut.
ÇİN
İmparatorluğu: 10.240.090 km2, 430.134.000 n. İmparator: Kuang-hsu (1875-1908)
(doğ. 1872). Başkent Pekin 1.649.000 n. (Dünyâ’nın 4. şehri). Toplam 9.468.000
nüfuslu 34 büyük şehir. Yalnız Asya kıt’asında.
BİRLEŞİK
AMERİKA Cumhûriyeti: 9.375.642 km2, 44.818.000 n. Başkan: Org. U.S. Grant
1869-77 (1826-1902) Başkent Washington 120.000, en büyük şehir New York
1.912.000 n. (Dünyâ’nın 3. şehri). Toplam 6.218.000 nüfuslu 24 büyük şehir.
Yalnız Kuzey Amerika kıt’asında.
İTALYA
Krallığı: 296.305 km2, 27.351.000 n. Kral: Vit- torio-Emmanuele II (1849-1878)
(doğ. 1820). Başkent Roma 221.000. Yalnız Avrupa kıt’asında.
İSPANYA
Krallığı: 953.398 km2, 25.483.000 n. Kral: Alfonso XII (1868-1885) (doğ. 1857).
Başkent Madrit 349.000 n. 5 kıt’ada toprakları var (yalnız Güney Amerika’da
yok).
Yukarıda
1876 dünyâsı’ndaki ehemmiyetlerine göre sıralanan bu 10 büyük devletten sonra
gelen mühim devletlerden bazıları:
Japonya
İmparatorluğu (444.599 km2, 33.111.000 n.),
Holanda
Krallığı (2.287.885 km2, 29.378.000 n.),
İran
İmparatorluğu (1.641.558 km2, 12.000.000 n.),
Brezilya
İmparatorluğu (8.513.844 km2, 9.894.000 n.),
İsveç-
Norveç Krallığı (835.989 km2, 6.142.000 n.).
Bütün
müstakil devletlerin sayısı 58 olup 10’u büyük devlet sayılmaktadır. 58
devletten İslâm devletleri Türkiye, İran, Afganistan, Fas, Bornu, Belucistan,
Zengîbâr, Hıyve ve Buhârâ’dır. Dünyada 50.000’den fazla nüfuslu 375 şehir vardı
ki, bunlardan 183’ünün nüfusu 100.000’in üzerinde idi. Milyonu geçen 8,
yarım-bir milyon arasında 14, 400-500 bin arasında 7 şehir vardı.
Ek: III
1876’da Osmanlı Hânedânı
Darbe
günü olan 30.5.1876’da Osmanlı Hânedânı’nın önce erkek, sonra kadın bütün
üyeleri, o günkü yaşları ile şöyle idi:
1)
Sultân Abdülazîz Hân (b. Mahmûd II) 46,3,9
2)
Murâd (V) Efendi (b. Abdülmecîd I) 35,8,9
3)
Abdülhamîd (II) Efendi (b. Abdülmecîd I) 33,8,6
4)
Mehmed (V) Reşâd Ef. (b. Abdülmecîd I) 31,6,17
5)
Kemâleddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 27,10,15
6)
Burhâneddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 27,0,7
7)
Nûreddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 24,2,9
8)
Yûsuf İzzeddîn Ef. (b. Abdülazîz I) 18, 7,20
9)
Süleymân Ef. (b. Abdülmecîd I) 15,10,6
10)
Mehmed (VI) Vahîdeddîn Ef. (b. Abdülmecîd I) 15,3,27
11)
Salâhaddîn Ef. (b. Murâd V) 14,9,16
12)
Mahmûd Ef. (b. Abdülazîz I) 13,6,16
13)
Abdülmecîd (II) Ef. (b. Abdülazîz I) 8,0,1
14)
Selîm Ef. (b. Abdülhamîd II) 6,4,20
15)
Şevket Ef. (b. Abdülazîz I) 3,11,25
16)
Ziyâeddîn Ef. (b. Mehmed V) 2, 9,5
17)
Seyfeddîn Ef. (b. Abdülazîz I) 1,8,8
18)
Tevfîk Ef. (b. Burhâneddîn Ef.) 1,8,5
1)
Âdile Sultân (b. Mahmûd II) 50,0,8
2)
Fatma Sultân (b. Abdülmecîd I) 35,6,29
3)
Refîa Sultân (b. Abdülmecîd I) 34,3,22
4)
Cemîle Sultân (b. Abdülmecîd I) 32,9,14
5)
Behîce Sultân (b. Abdülmecîd I) 27,9,5
6)
Senîha Sultân (b. Abdülmecîd I) 24,5,26
7)
Medîha Sultân (b. Abdülmecîd I) 21,9,0
8)
Nâile Sultân (b. Abdülmecîd I) 19,8,0
9)
Sâliha Sultân (b. Abdülazîz I) 13,10,2
10)Nâzıme
Sultân (b. Abdülazîz I) 10,3,4
11)Hadîce
Sultân (b. Murâd V) 6,0,26
12)Zekiyye
Sultân (b. Abdülhamîd II) 4,4,10
13)Esmâ
Sultân (b. Abdülazîz I) 3,2,10
14)Emîne
Sultân (b. Abdülazîz I) 1,9,7
15)Fehîme
Sultân (b. Murâd V) 0,9,29
Ek:
IV
Osmanlı Türkiyesi’nde Devlet Protokülü
(1876)
Hâkan-Halife:
Halkın “pâdişâh” dediği devlet başkanı ve dünyâdaki bütün Müslümanların lideri,
Peygamberin meşrû halefi, Allâh’ın Yeryüzü’ndeki Gölgesi, Mekke ve Medine hâdimi,
bütün Türkler’in hâkaanı, bütün Osmanlılar’ın imparatoru. Adının başına
“sultân” ve sonuna “hân” unvanları getirilir: Sultân Abdülazîz Hân. Avrupa
protokolünde: S. M. I. (Sa Majesté Impériale). - Vâlide-sultan: pâdişâhın
hayatta bulunan annesi, ana imparatoriçe, adının sonuna “vâlide-sultân” unvânı
getirilir: Pertev-niyâl Vâlide-Sultân. Batı protokolünde: S.M.I.
Velîahd-i
Saltanat: Pâdişâhdan sonra Osmânoğulları’nın en yaşlı şehzâdesi ve tahtın
adayı. Protokolde pâdişâh ve vâlide’den sonra 3. kişidir. Adının sonuna
“Efendi” gelir: Velîahd-i Saltanat Murâd Efendi. Batı protokolünde: S.A.I. (Son
Altesse Impériale). - Şehzâdeler: Velîahd’dan sonra yaş sırasıyla protokole
giren şehzâdeler, imparatorluk prensleri. 2. veliahd, protokolde 4. kişi sayılır,
şehzâdelere “efendi” denir: Abdülhamîd Efendi. Batı protokolünde: S.A.I. -
Sultânlar: yaş sırasıyle ve şehzadelerden sonra protokole giren, fakat derece
bakımından şehzâdelere eşit sayılan imparatorluk prensesleri, pâdişâh veyâ
şehzâde kızları: Adile Sultân. Batı’da: S.A.I. - Kadınefendiler: pâdişâhın
veyâ eski pâdişâhın ilk 4 zevcesine verilen unvan ki, evlenme târihleri
sırasıyle protokole girerler ve kraliçe sayılırlar (imparatoriçe sayılmazlar):
Neş’erek Üçüncü Kadınefendi. Batı’da: S.M.
Sultân-zâde:
“Sultân” denen imparatorluk prenseslerinin erkek çocukları. Yaş sırasıyla
protokole girerler, “beyefendi” denir, prens sayılırlar (şehzâdeler gibi
“imparatorluk prensi” değil), Batı protokolünde: S.A.: Sultân-zâde Alâeddin
Beyefendi. - Hanım-sultân: prenses, Batı protokolünde: S.A. Sultân denen
imparatorluk prenseslerin kız çocukları, yaş sırasıyla protokole girerler:
Seniyye Hanım-Sultân. - ikbâl: pâdişâhın ve eski pâdişâhların 4
kadınefendi’den sonra gelen -evlenme sırasıyla protokole giren- prenses
derecesinde 4 zevcesi ki hanımefendi denir: Başıkbâl Neveser Hanımefendi -
Velîahd ve şehzâde zevceleri: ikbâller gibi Batı protokolünde prenses ve S.A.
olup hanımefendi denir. Şehzadelerinin yaş sırasına göre ve ikbâl’lerden sonra
protokole girerler. - Dâmâd: sultân denen imparatorluk prensesinin kocası. Bu
unvânı, sultân zevcesi ölünce de devam eder, boşanma hâlinde düşer. Prens ve
S.A. derecesindedir. Protokole hanım-sultânlardan (yâni oğulları ve
kızlarından) sonra ve ikbâl’lerden önce girerler.
Buraya
kadarki protokol, Hanedan protokolü olup, kadınlar ancak kendi aralarında
protokole çıktıkları için geniş ölçüde Saray’a mahsustur. Asıl devlet
görevlileri protokolü, aşağıda başlar ve rütbelerine göre yukarıdan aşağıya
şöyledir:
Sadâret
ve meşihat rütbeleri: Batı protokolünde bu rütbeyi taşıyan veyâ evvelce taşımış
bulunanlar S.A. (prens) derecesindedir. Sadâret rütbesi, fiilen sadrâzam olan
kişiye, meşihat rütbesi ise fiilen şeyhülislâm olana mahsustur. İlki mülkiye
(sadrâzam asker ise askeriye), ikincisi ilmiye rütbesi olup istisnâî
rütbelerdir. Fiilen sadrâzam olmayan 6 Mısır vâlisi vezire ve fiilen
şeyhülislâm olmıyan 3 kazaskere de sadâret ve meşihat rütbeleri verilmiştir.
Osmanlı târihinde başka istisnâsı yoktur. Sadrâzam ve şeyhülislâmlıktan
ayrılınca bu rütbeleri düşer, gene vezir veyâ müşîr ve kazasker olurlar, fakat
lakablarında eski sadrâzam ve şeyhülislâm oldukları belirtilir. Sadrâzamlara
-mülkiye’den gelseler, askeriye’den gelseler- paşa, şeyhülislâmlara efendi
denir: Sadrâzam Rüşdî Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi.
Vezîr,
müşîr (mareşal) ve kazasker rütbeleri: Birbirine eşit sırasıyle mülkiye,
askeriye, ilmiye rütbeleri. Bu rütbeyi aldıkları târih sırasıyla protokole
girerler. Batı protokolünde S.E. (Ekselans, Ekselansları) denir ki, Avrupa’nın
duka (dük) derecesine eşit sayılabilir. Vezîr ve müşîrlerin adı sonuna “paşa”,
kazaskerlerin adı sonuna “efendi” getirilir. İlmiye’de kazasker rütbesi,
Anadolu ve daha kıdemli olmak üzere Rûmeli diye iki dereceye ayrılır. Dârüssaâde
ağası, vezîr pâyesinde olmakla berâber, yalnız ona “paşa” değil, “ağa” denir.
Harem-i Hümâyûn’un en yüksek kadın görevlisi olan başhazînedâr da vezîr
derecesinde sayılır ve “Kalfa” denir.
Bâlâ
rütbesi: mülkiye rütbesi olup askerî ve ilmî rütbelerde karşılığı yoktur. Bu
rütbe sâhiblerine efendi veyâ bey denir ve bir rütbe yükselirse vezîr olur.
Batı protokolünde: S.E.
Ferîk,
ûlâ, Rûmeli ve İstanbul rütbeleri: Bugünkü korgeneral’e eşit askerî (ferîk),
mülkî (ûlâ ve Rûmeli), ilmî (İstanbul) rütbeleridir. Batı protokolünde: S.E.
Ferîk (korgeneral) ve Rûmeli beylerbeyisi rütbelere “Paşa”, İstanbul pâyeli
ilmiye mensublarına -bütün derecelerdeki ilmiye’liler gibi- “efendi”, ûlâ
rütbesindeki mülkiyelilere “efendi” veyâ - daha az- “bey” denir. İsimleri sonunda
“Hazretleri” gelen son derece budur. Bundan aşağıdaki derecelere “Hazretleri”
denmez. “Hazretleri”, ismin ve unvânın sonuna resmen, pâdişâh’tan başlayarak en
az ferîk, ûlâ, Rûmeli, İstanbul rütbeliler için kullanılır: Sultân Abdülazîz
Hazretleri, ferîk Mehmed Paşa Hazretleri. Kezâ Batı protokolünde bundan daha
aşağı dereceler için “Ekselans” denmez. Buraya kadar olan rütbe sâhiblerine
“ricâl-i devlet” denir (Hânedân men- subları için kullanılmaz). Bir ferîk bir
derece terfî ederek müşîr, bir ûlâ ise bâlâ olur, İstanbul pâyeli ise Anadolu
kazaskerliğine yükselir. Rûmeli beylerbeyisi pâyelinin tabiî yükselme basamağı
da bâlâ’dır.
Mîrlivâ,
ûlâ sânîsi, mîrmîrân ve Haremeyn (veyâ Mekke) rütbeleri: Bugünkü tümgenerale
(tuğgeneral derecesi de buna dâhildir) eşit askerî (mîrlivâ), mülkî (ûlâ
sânîsi ve mîrmîrân) ve ilmî - kazâî - dînî (Haremeyn) rütbeleridir. Bu
derecelerde bulunanlara “erkân-ı devlet” denir. Mîr- livâ’ya (asker) ve
mîrmîrân’a (sivil) “paşa”, Haremeyn ve ûlâ sânîsine “efendi” denir (bu sonuncusu
“bey” de olabilir).
Mîralay,
mütemayiz, hamse rütbeleri: Albay’a eşittir. “Ümerâ” denen görevliler sınıfının
üst basamağıdır. Mîralay, bugünkü albay, asker ve “bey”dir. Mütemâyiz,
mülkiyeli ve efendi (bâzan bey), hamse rütbesi sâhibi ise ilmiye’den ve
efendi’dir.
Kaymakam,
sâniye, mîr-i ümerâ, mahreç rütbeleri: Yarbay’a eşittir. “Ümerâ” sınıfının orta
basamağıdır. Kaymakam, bugünkü yarbay, asker ve bey’dir. Mîr-i ümerâ, sivil,
mülkiyeli ve paşa’dır. Sâniye, bu basamağın asıl mülkiye rütbesi ve efendi
(bâzan bey)’dir. Mahreç, ilmî - dînî - kazâî rütbe olup sâhibi efendi’dir.
1876’da alaylı denen, yüksek askerî okul bitirmemiş çok az yarbay kalmıştı,
fakat hâlâ hayli alaylı binbaşı vardı, bunlara “bey” değil, “ağa” denirdi.
Binbaşı,
sâlise, kapıcıbaşı, kibâr-ı müderrisîn: Binba şı’ya eşit, “ümerâ” sınıfının ilk
basamağını oluşturan rütbelerdir. Binbaşı asker olup bey, bâzen efendi, alaylı
ise ağa’dır. Kibâr-ı müderrisîn pâyesi ilmiye rütbesi olup sâhibine efendi
denir. Sâlise, mülkiye rütbesi olup sahibine efendi, bir vezîr-müşîr ailesinden
geliyorsa bey denir. Kapıcıbaşılık, kezâ mülkiye rütbesi olup sahibi “ağa” diye
anılır. Kibâr-ı müderrisîn payesinin üzerindeki ilmiye mensublarına “molla” da
denmiştir: Neş’et Molla.
Kolağası,
râbia, müderris: Kıdemli yüzbaşı’ya eşit, “zâbitân” denen sınıfın son (en
yüksek) basamağıdır. Kolağası asker ve kd. yzb., efendi, müşîr veyâ vezîr oğlu
veyâ paşa-zâde ise bey’dir. Müderris, ilmî rütbe olup efendi denir. Râbia ise,
eşitleri olan mülkiye rütbesidir ve sahibine efendi, paşa-zâde’ye ise bey
denir.
Yüzbaşı,
hamise, hâcegân: “Zâbitân” denen sınıfın orta basamağıdır. Yüzbaşı, askerdir
ve efendi, alaylı ise ağa, paşa-zâde ise bey denir. Hamise bir mülkiye ve
hâcegân bir ilmiye rütbesi olup mensublarına efendi denir.
Mülâzım:
Zâbitân sınıfının ilk basamağı olup, mülkî ve ilmî rütbelerde karşılığı yoktur.
Bugünkü teğmen olup asteğmen, üsteğmen gibi rütbeleri de içerir. Efendi,
alaylı ise ağa, paşa-zâde ise bey denir.
Gedikli
çavuşlara (assubaylar) “başçavuş” denmektedir. Sonra gelen askerî rütbeler
çavuş ve onbaşı olup, rütbesiz askere (er) “nefer” denmektedir.
Ek: V
Kitapta Adları Çok Geçen 40 Kişinin
Kimlikleri14
14
Eylem Günü (EG): 30.5.1876 saltanat darbesi. Hüküm Günü (HG): 29.6.1881 Yıldız
Mahkemesi’nin karar günü. Kısa biyogrıafisi verilen 40 kişinin bu günlerdeki
yaşları, teker teker işaret edildi.
ABDÜLAZÎZ
Hân (Sultân) (Eyüb Sarayı, 18.2.1830 – Fer’iyye Sarayı, 4.6.1876, sabah saat
9.36 = 46 yıl, 3 ay, 14 gün): İkinci Mahmûd (salt. 1808-1839) ile Pertevniyâl
Vâlide-Sultân’ın (b. bk.) oğlu, 2. veliahd olarak doğdu, 6, 9, 23 yaş büyük
ağabeyi Birinci Abdülmecîd’in saltanatı boyunca velîahd (1.7.1839-25.6.1861 =
21, 11, 25). Hâkan-halîfe 30.5.1876 sabahı = 14, 11, 5. Sultân Mahmûd
Türbesi’nde, babasının yanında gömülü. Nesli günümüzde devâm ediyor. Eylem
Günü’nde yaşı: 46, 3, 9.
ABDÜLHAMÎD
II Hân (Sultân) (Eski Çırağan Sarayı, 22.9.1842 saat 05.00 - Beylerbeyi Sarayı,
10.2.1918 saat 15 = 75, 4, 18): Birinci Abdülmecîd’in (salt. 1839-1861) 2.
oğlu. Annesi Tîr-i Müjgân 3. Kadınefendi (6.8.1819-3.10.1852). 3. velîahd
olarak doğdu. Amcası Sultân Azîz’in saltanatı boyunca 2. velîahd
(25.6.1861-30.5.1876 = 14,11,5), ağabeyi V. Murad’ın 93 günlük saltanatında
velîahd, sonra hâkan-halife 13.8.1876-27.4.1909 = 32, 7, 17. Hal’ edildi.
1687’den günümüze kadar Türkiye’de en uzun müddet devlet başkanlığı makaamını
işgâl etti. Sultân Mahmûd Türbesi’nde, dedesi İkinci Mahmûd ile amcası Sultân
Azîz’in yanına gömüldü. Nesli günümüzde devâm ediyor. Eylem Günü’nde yaşı 33,
8, 8. Hüküm Günü’nde 38, 9, 8.
ABDÜLLATÎF
BEY (Edirne 1830-Tokat, 3.1889 = 63): Vak’a-i Hayriyye (1826) sadrâzamı
Benderli Mehmed Selîm Sırrı Paşa’nın kızkardeşinin oğlu Hüseyin Bey’in oğlu.
Yıldız Mahkemesi’nde ûlâ sânîsi rütbesiyle başsavcı, 1881’de ûlâ, 1883’de
bâlâ. Tokat’ta mutasarrıf iken öldü, oradaki mezarını İkinci Abdülhamîd
yaptırdı. EG 40, HG 45 yaşında.
ÂDİLE
SULTÂN (23.5.1826-12.2.1899= 72, 8, 20): İkinci Mahmûd’un evlenme yaşına kadar
yaşayan 4 kızının küçüğü. Annesi Zer-nigâr 2. Kadınefendi’dir (ölm. 1832).
Üvey annesi Hacıye Pertev-Piyâle Nev-fidân Başkadınefendi (4.1.
1793-25.12.1855) tarafından büyütüldü. 1845’te Sadrâzam Dâmâd Mehmed Alî Paşa
(1813-1868) ile evlendi. Hayriye Hanım-Sultân’ın (1846-1869) annesidir. Eyüb
iskelesindeki türbesinde gömülüdür. Dîvân sâhibi şâirdir. EG 50, 8, 8 ve HG
55, 9, 8. 1861’den 1899’a kadar 38 yıl, bütün Hânedânın en yaşlı kişisi olarak
yaşadı.
AHMED
PAŞA (Kayserili) (Tusatlı köyü/Develi/Kayseri 1816-İstanbul 28.10.1878 = 62):
Mehmed oğlu. 9 yaşında İstanbul’a gelip nefer yamağı olarak bahriyeye girdi ve
1854’te bahriye müşîri (büyükamiral) oldu. Cezâir-i Bahr-i Sefîd (2 defa),
Aydın (İzmir) (2), Hüdâvendigâr (Bursa), Saydâ (Lübnan), Yanya (Epir), Adana, Tuna
(Bulgaristan) eyâletlerinde vâlilik, devlet ve 2 defa bahriye nâzırlığı yaptı.
Cesûr, korkusuz, eski tarzda iyi denizci ve amiral, muhteris, duygusuz,
merhametsiz, çok zengin, irtikâba düşkündü. EG 60 yaşında ve bahriye nâzırı ki
Darbe’den hemen sonra ısrârı üzerine unvânı eskiden olduğu gibi “kapdân-ı
deryâ” şeklinde değiştirildi. Bulunduğu makaamın unvânını değiştirmek için
Darbe’ye katıldığı bile söylendi.
ÂTIF
BEY (Mehmed) (İstanbul 1833-İstanbul 1917 = 84): Ağnâm müdîri Alî Şâkir Efendi
oğlu. 1871’de Mâbeyn-i Hümâyûn kâtibi, 1.1876’da bâlâ rütbesiyle Mâbeyn
başkâtibi oldu ve Darbe’de bu görevde idi. 3.1888’de Karası (Balıkesir) eyâlet
vâliliğinden emekli oldu. Şâir ve müellif. Hâtırâtı başlıca
kaynaklarımızdandır. İ.M.K. İnal’ın biyografisi üzerine yazdığı eser,
yayınlanmamıştır. EG 43 ve HG 48 yaşlarında.
CEMîLE
SULTÂN (17.8.1843-26.2.1915 = 71, 6, 10): Birinci Abdülmecîd’in (1839-1861) 8
kızının 3.’sü. Annesi Düzd-i Dil Üçüncü Kadınefendi’dir (18257-18.8.1845).
Perestû Vâlide-Sultân (b. bk.) tarafından 1 yaş büyük ve onun gibi annesi ölmüş
ağabeyi müstakbel İkinci Abdülhamîd ile beraber büyütüldü. 1858’de Dâmâd Mahmûd
Celâleddin Paşa (b. bk.) ile evlendi. Nikâhı 1881’de ağabeyi İkinci Abdülhamîd
feshetti. Nesli günümüze geldi. Sultânselîm Câ- mii’ndeki türbesinde gömülüdür.
Çocukları: Fethiye Hanım-Sultân (1859-1887), Celâleddin Beyefendi (1864-1916,
ikiz), Sâkıb Beyefendi (1864-1897, ikiz), Ayşe Hanım-Sultân (1875-1937), Fatma
Hanım-Sultân (1879-1890). EG 32, 9,14, HG 37,10,14.
CEVDET
PAŞA (Ahmed) (Lofca, 26.3.1822-İstanbul,25.5.1895 = 73, 2,0): Lofcalı
Yularkıranoğlu Hacı İsmâil Ağa oğlu. XIX. asrın en büyük Türk hukukçu, târihçi
ve bilgini. Tanzîmât adliye ve maârifinin kurucusu. Kazasker 23.5.1863, eşiti
mülkiye rütbesi vezîr pâyesini alarak ilmiye sınıfından ayrılması ve sarık
yerine fes giymesi 8.1.1866. Fâtih Câmii’nde gömülü. Nesli devâm ediyor.
Haleb, Yanya, Sûriye eyâlet vâliliklerinde bulundu. 18, 9,19 müddetle
imparatorluk kabinelerinde sandalye işgâl etti (9, 11, 2 müddetle 5 defa
adliye, 3 defa maârif, 2 defa evkaaf, birer defa devlet, ticâret, dâhiliye
nâzırı ve sadrâzam vekîli). Eylem’de maârif nâzırı, EG 46, 2, 5, HG 50, 3, 5.
ELLIOT
(Sir Henry George) (Cenevre 1817-Ardington House 1907 = 90): Darbe’yi yapan
Cunta’nın İngiliz üyesi. 2. Minto Kontu (earl) Gilbert Elliot’ın oğlu ve 1.
Minto Kontu olan Hindistan genel vâlîsi(1806-13)’nin (1751-1814) torunu.
Yeğeni olan 4. Minto Kontu (1845-1914) da Hindistan kral nâibi (1905-10)
olmuştur. 1841’de diplomat, İstanbul büyükelçisi 6.7.1867-24.4.1877=9,9,19,
Viyana büyükelçisi 1877-1884 ve emekli. EG 59 ve HG 64 yaşında. Yıldız
Mahkemesi sırasında Viyana’da idi.
FAHRİ
BEY (İstanbul, 26.7.1854-İstanbul 1916 = 64): Gümrük başkâtibi Hacı Hüseyin Bey
oğlu. Eylem sırasında Sultân Azîz’in 2. mâbeyncisi, daha önce pâdişâhın
mâbeyncisi, daha önce at uşağı, 27 yıl Tâif’te kaldı (1881-1908). EG 5, HG
26,11,5.
FATMA
SULTÂN (1.11.1840-26.8.1884 = 43,9, 25): Birinci Abdülmecîd’in (salt.
1839-1861) 8 kızının en büyüğü. Annesi Gülcemâl 4. Kadınefendi
(1826-16.11.1851), Sultân Reşâd ile Refîa Sultân’ın da annesidir. Kendisi ve
aynı anneden kardeşleri, anneleri ölünce, çocuksuz olan Servet-sezâ
Başkadınefendi (18247-24.9.1878), yâni üvey annelerinden biri tarafından
büyütüldüler. İkinci Abdülhamîd’in 2 yaş büyük ve tek ablası olan Sultân, 3
çocuk doğurduysa da, üçü de 3 yaşlarına varamadan öldü. Bestekârdır. Yeni
Câmi’de ağabeyi Beşinci Murâd’ın türbesindedir. 1854’te Büyük Reşîd Paşa’nın
oğullarından vezîr ve hâriciye nâzırı Alî Gaalib Paşa (1829-1858), dul kalınca
1859’da Dâmâd Nûri Paşa (b. bk.) ile evlendi ve nikâhları 1881’de İkinci
Abdülhamîd’ce feshedildi. EG 35, 6, 29, HG 40, 7, 29.
FORİDES
EFENDİ (Hristo) (İstanbul, 1830-İstanbul,28.2.1892= 62): Yıldız Mahkemesi’nde
2. reîs olan Rum. Midhat Paşa, 1. reîs Sürûrî Efendi’yi reddettiği için, Midhat
Paşa’yı mahkemede sorguya çeken hâkim oldu. O sırada maaşı 55 altın idi. Sonra
Temyîz üyesi oldu, bu görevde öldü. EG 46, HG 51 yaşlarında.
HASAN
BEY (Çerkes) (Silivri, 1850-İstanbul, 24.6.1876 = 26): Gaazî İsmâîl Bey oğlu.
Halasının zevci kapdân-ı deryâ bahriye müşîri Trabzonlu Ateş Mehmed Paşa’dır
(ölm. 1865). Neş’erek Kadınefendi’nin (b. bk.) 2 yaş küçük kardeşi ve Sultân
Azîz’in kayın-birâderi. Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin yaveri. Binbaşı. Eylem’den 2
hafta sonraki “Çerkes Hasan Vak’ası”nın kahramanı. Karşı-eyleminin sabâhı
Bâyezid meydanında asıldığı dut ağacını, İkinci Abdülhamîd kökünden kestirdi ve
Edirnekapısı’ndaki mezarını yaptırdı.
HAYRULLÂH
EFENDİ (Hasan) (İstanbul, 1834-Tâif, 1898 = 64): Tersâne yoklamacısı
Kasımpaşalı Hamdullah Ef. oğlu. Ünlü şeyhlerden Ebüssüûd-zâde Ahmed Hıfzı
Efendi’ye (ölm. 1890) dâmâd oldu. Kazasker 1862 ve Rûmeli kazaskeri 1870
payelerini aldı. İmâm-ı sultânî iken iki defa şeyhülislâm oldu: 11.6.1874-19.7.1874
= 0, 1, 8 + 12.5.1876-= 1, 2,15 = 1, 3,13. “Müfsid İmâm” ve “Şerrullâh” diye
tanındı. 26.7.1877’de Şeyhu’l-Harem olarak Medine’ye gitti ve oradan 1881’de
Tâif’e sürülüp orada öldü. Tâif’te yeniden evlenip bir oğlu oldu. Hem Sultân
Azîz, hem Sultân Murâd için hal’ fetvâsı vermekle umûmî nefret kazandı.
Tâif’te gömülüdür. Nesli günümüze gelmiştir. EG 42, HG 47 yaşlarında.
HÜSEYİN
AVNÎ PAŞA (Gelendost, 1821-İstanbul, 16.6.1876, saat 22.30 = 55): Eşekçi Ahmed
oğlu. İlk 5 kurmay’dan biri. 8.1863’de müşîr, 4 defa serasker, birer defa
bahriye nâzırı, 1. Ordu kumandanı, serasker vekîli, sadrâzam (seraskerlik’le
beraber) 15.2.1874-25.4.1875 = 1, 2,8. Bâyezid, Mercan’da Âlî Paşa’nın ayak
ucunda gömülü. Nesli günümüzde yaşıyor. Torunlarından çok centilmen bir tıb
doktoru, arada bana telefon edip dedesi hakkında insafsız davrandığımdan şekvâ
eder. Eylem’in 1 no.lı şahsiyeti ki, yaptığı saltanat darbesinden 17 gün sonra
Çerkes Hasan tarafından katledildi.
MAHMÛD
CELÂLEDDÎN PAŞA (EG ve HG’nde: “Bey”) (Çorlulu-zâde) (İstanbul, 1839-İstanbul,
18.1.1899 = 60): Sayıştay üyesi Azîz Efendi (18187-1874) oğlu. Baba ve ana
taraflarından Sadrâzam Dâmâd Çorlulu Silâhdâr Alî Paşa (16717-1711) neslinden.
Târihçi, hukukçu, bestekâr, hattat, şâir, hânende, mesen, kitâbet-i resmiyye
üstâdı. Târihi, başlıca kaynaklarımızdandır. Âlî Paşa yetiştirmesidir. 4 defa
Girid vâlîsi veyâ vâlî vekîli, Hüdâvendigâr (Bursa) vâlîsi, Zirâat Bankası
genel müdîri, 2 defa ticâret-nâfia nâzırı, 15.11. 1881’de vezîr oldu. 1870’te
aldığı bâlâ rütbesi ile âmedci (âmedî-i Dîvân-ı Hümâyûn) iken Eylem oldu. EG 37
ve HG 42 yaşlarında. Büyük oğlu vezîr (21.3.1903) Sâlih Münîr Paşa (Çorlulu)
(1859-1839 = 80), Paris büyükelçisi (1895-1908) ve Paris’de corps diplomatique
doyen’i idi ki, zevcesi Pervîn-felek Hanım, Sultân Azîz’in câriyelerinden
olmakla, Yıldız Mahkemesi’nde yazılı şehâdeti okundu. Mahmûd Celâleddîn
Paşa’nın küçük oğlu, büyük bestekâr Şemseddîn Ziyâ Bey (1882-1925 = 43) İkinci
Abdülhamîd’in en küçük kızı ile nişanlı idi.
MAHMÛD
CELÂLEDDÎN PAŞA (Dâmâd Rodoslu-zâde) (İstanbul, 1836?-Tâif, 7.5.1884 gece
yarısı = 48?): Tanzîmât rejiminin kurucularından müşîr Rodoslu-zâde Dâmâd Ahmed
Fethî Paşa’nın (1801-1858 = 57) ilk eşinden olma oğlu. Bu Paşa’nın sonraki eşi
ve Mahmûd Celâleddin Paşa’nın üvey annesi, İkinci Mahmûd’un (salt. 1808-1839)
kızı Atıyye Sultân’dır (1824-1850 = 26) ki, 1840’da evlendi ve Mahmûd
Celâleddin’i öz oğlu gibi yetiştirdi. Atıyye Sultân’ın kızları Seniyye
(1843-1910 = 67) ve Ferîde (1847-1913 = 66) Hanım-Sultânlar, Mahmûd Celâleddîn
Paşa’nın anne ayrı kızkardeşleridir. Birinci Abdülmecîd’in (salt. 1839-1861) 3.
kızı ve üvey annesinin yeğeni Cemîle Sultân (b. bk.) ile 1858’de evlenip bu yıl
vezîr oldu (Sultân’dan olan çocukları için Cemîle Sultân’a bakınız), nikâh
İkinci Abdülhamîd tarafından 1881’de feshedildi. 3 defa ticâret nâzırı, Tophâne
müşîri, ilâveten serasker vekîli oldu. İstanbul’dan 28.7.1881’de hareketle
6.8.1881’de Cidde’ye ayak bastı ve diğer mahkûmlarla beraber Tâif kalesine
gönderildi. Orada Midhat Paşa ile berâber aynı dakikalarda boğuldu ve Tâif’e
gömüldü. Midhat Paşa gibi İngiltere ile işbirliği yapıyordu. Gerek Sultân’dan
olan çocuklarından, gerek Sultân’dan önceki iki zevcesinden olan birer
oğlundan nesli günümüze gelmiştir. EG 40 ve HG 45 yaşlarında idi.
MAHMÛD
NEDÎM PAŞA (İstanbul, 1816-İstanbul,14.5.1883 = 67): vezîr Gürcî Necîb Paşa
(ölm. 1851) oğlu, 25.2.1855’te vezîrliğe yükseldi. Saydâ (Lübnân), Sûriye,
Aydın (İzmir), Tarâblusgarp (Libya) (burada 7 yıl), Kastamonu, Adana eyâlet
vâlîliklerinde, deâvî, ticâret, bahriye, dâhiliye nâzırlıklarında ve 2 defa
sadrâzamlıkta bulundu: 8.9.1871-31.7.1872 = 0,10,24 + 26.8.1875-11.5.1876 =
0,8,16. Nesli günümüze geldi. Dîvân sâhibi şâirdir. EG 58 ve HG 63 yaşlarında.
Cağaloğlu’ndaki türbesinde gömülüdür. Dâmâdı vezîr Sâlih Vâmık Paşa oğlu vezîr
Ahmed Refîk Paşa’dır. Âlî Paşa’nın otoritesi altında vâlî ve nâzır olarak iyi
hizmet gördü. Âlî Paşa ölünce ekseri vezîr ve müşîrler gibi başına buyruk
kaldı. Pâdişâh dışında, bütün yüksek bürokrasiye hâkim bir vezîr çıkmadı.
Mahmûd Paşa da irtikâba, rüşvete, yolsuzluğa, intikama saptı ve İngiltere
tarafdârı vezîr arkadaşlarına karşı Rusya ile ilişki kurmak büyük hatâsına da
düştü. Ancak saltanat makamına bağlı ve sâdık idi. Bununla berâber bu
duygusunun hiç bir fiilî değeri olmadıktan başka, kötü fiilleriyle, efendisi
Sultân Azîz’i felâkete sürükledi.
MARKO
PAŞA (Apostolidis) (İstanbul, 1830?-İstanbul, 1888 = 58?): İstanbullu Rum.
İstanbul askerî tıbbiyesi me’zûnu. Ferik (korgeneral) rütbesiyle Mekteb-i
Tıbbiyye-i Askeriyye-i Şâhâne nâzırlığında (dekan ve kumandan) uzun müddet
kaldı. 1878’de senatör seçildi. EG 46 Ve HG 51 yaşlarında. Fevkalâde zekî,
nâzik, terbiyeli, samîmi, hoşsohbet, mesleğinde otoriter ve iyi hekim idi.
Birçok Hânedân mensûbunun da husûsî doktoru idi. “Derdini Marko Paşa’ya
anlat!”, “derdin beni ilgilendirmiyor, derdini anlatacak birini bulabilirsen
ona anlat ama kimsenin seni dinleyeceğini de sanmıyorum” mânâsında İstanbul’da
ve Türkiye’de çok kullanılmıştır ki, Marko Paşa’nın mizâcını da gösterir.
Zîrâ mürâcaat sâhiblerini dikkatle dinler görünür, muhâtabını kırmaksızın,
gücendirmeksizin, hatırını alarak atlatırdı.
MEMDÛH
PAŞA (Mehmed Fâik) (İstanbul, 1839-İstanbul, 9.3.1925 = 86): vezîr Mazlûm Paşa
(1812-1862) oğlu. Hal’de ûlâ rütbesiyle sadâret mektupçusu (başbakanlık genel
sekreteri) idi. 1894’de vezîr oldu. 1895’ten 1908’e kadar aralıksız dâhiliye
nâzırlığı yaptı. Daha önce Konya, Sivas, Ankara eyâlet valiliklerinde
bulunmuştu. Nesli günümüze gelmiştir. İstanbul’da Çarşamba’da İsmet Efendi
dergâhında gömülüdür. Şâir, müellif olup kitapları, bu eserimizin kaynakları
arasındadır. EG 37 ve HG 42 yaşlarında.
MİDHAT
PAŞA (Ahmed Şefik) (İstanbul, 11.1822-Tâif, 7.5.1884 gece yarısı = 61, 6):
Rusçuklu kadı Hâfız Hacı Eşref Efendi oğlu. Vezîr (5.2.1861), Niş, Prizrin,
Tuna (Bulgaristan), Bağdâd (Irak), Edirne, Selânik, Sûriye, Aydın (İzmir)
eyâlet vâlîsi, 2 defa Şûrây-ı Devlet reisi, adliye ve devlet nâzırı, 2 defa
sadrâzam oldu: 31.7.1872-19.10.1872 = 0, 2,19 + 19.12.1876-5.2.1877 = 0, 1, 17
+ 0, 4, 6. Tâiften getirilen kemikleri 1951’de İstanbul’da Hürriyet-i Ebediyye
anıtkabrine kondu. Nesli devâm ediyor. Hâtıralarını iki cild hâlinde Tâif’te
kaleme aldı. Tâif kalesinde işgâl ettiği iki odaya girilerek Mahmûd Celâleddin
Paşa ile beraber boğuldu. EG 53, 6 ve HG 58, 7 yaşlarında.
MURÂD
V (Mehmed, Hân, Sultân) (Eski Çırağan Sarayı, 22.9.1840-Yeni Çırağan Sarayı,
29.8.1904 = 63, 11, 7): Birinci Abdülmecîd’in (salt. 1839-1861) büyük oğlu.
Annesi Şevk-efzâ Vâlide-Sultân’dır (b. bk.) 2. velîahd olarak doğdu. Amcası
Sultân Azîz’in saltanatı boyunca velîahd 30.5.1876 = 14,11,5, sonra hâkan
halîfe 30.5.1876-= O, 3, 2. Amcası gibi hal’edildi. Yeni Câmî’deki türbesine
gömüldü. Nesli günümüzde devam ediyor. EG 35, 8, 8, HG 40, 9, 8 yaşlarında.
NÂMIK
KEMÂL BEY (Mehmed) (Tekirdağ, 21.12.1840- Sakız, 2.12.1888 = 47, 11, 12):
İkinci Abdülhamîd’in müneccimbaşısı ve kendisinden sonra ölen ûlâ rütbeli
(1897) Mustafa Âsım Bey’in (18107-1900) oğlu. Onun babası sultân-zâde
Şemseddin Paşa (17527-1826), Enderûn mezûnu, Üçüncü Selîm’in şehzâdeliğinde
lalası fakat Nizâm-ı Cedîd muhalifi idi. Bunun babası kapdân-ı derya şâir
Dâmâd Ahmed Râtib Paşa (1711-1758), Üçüncü Ahmed’in dâmâdıdır. Bunun babası
Sadrâzam Topal Osmân Paşa (1677-1733), 20.7.1733’te Dücûm meydan muhârebesinde
târîhin son cihangirlerinden olan Nâdir Şâh Avşar’ı bozguna uğrattı ve
pâdişâhtan bütün Osmanlı târihinde birkaç kişiye verilen - kavuğun üzerine tâc
gibi konan- elmas çelenk adlı istisnâî nişan ve murassâ altın kılıç aldı ve
Birinci Mahmûd’a da “Gaazî” unvânı verildi. Osmân Paşa, Kerkük meydan
muhârebesinde gene Nâdir Şâh’ın karşısında şehîd düşüp oraya gömüldü. Nâmık
Kemâl, Âlî-Fuâd Paşalar’a muhâlefet edip iktidâra gelmek isteyen Yeni
Osmanlılar’ın Ziyâ Bey’den (Paşa) sonra ikinci lideri idi. 3, 6, 9 müddetle
Avrupa’da yaşadı. Âlî Paşa afvedince döndü, fakat Ziyâ Bey, Âlî Paşa’nın
ölümüne kadar Avrupa’da kaldı. Hal’de ûlâ idi, sonradan bâlâ oldu. Sakız’da
mutasarrıfken öldü. Vasıyyeti üzerine Bolayır’da Rûmeli Fâtihi Valîahd-Şehzâde
Gaazî Süleymân Paşa’nın türbesi karşısında, deniz üzerine gömüldü. Mezârını
İkinci Abdülhamîd yaptırdı ve sonradan bâlâ’lığa kadar yükselttiği oğlu Alî
Ekrem Bey’i (Bolayır) Mâbeyn’e kâtib olarak aldı. Nesli günümüze gelmiştir.
Hal’de arkadaşı Ziyâ Paşa gibi İstanbul’da değil, Magusa’da sürgündü. EG
35,5,10 ve HG 40, 6,10. Reşîd Paşa yetiştirmesi Tanzîmât edebiyâtının kurucusu
Şinâsî’nin (İbrâhim Şinâsî Efendi) yetiştirmesi olan Nâmık Kemâl hakkında
fazla bir şey söylemek lüzumsuzdur.
NÂMIK
PAŞA (Mehmed) (Konya, 1804-İstanbul,= 88): Konyalı bir yoksulun oğlu.
İstanbul’a gelip askere girdi. İkinci Mahmûd’a (salt. 1808-1839) modern orduyu
kurmakta yardım eden subaylardandır. Efendisinin ölümünde ferîk idi,
11.12.1843’te müşîr oldu. Bağdâd (2 defa), Hüdâvendigâr, Kastamonu, Hicâz
eyâlet vâlîlikleri, ticâret, bahriye, devlet nâzırlıkları, 3 defa seraskerlik,
2 defa Şûrây-ı Devlet reîsliği, I., V. (Şam), 2 def a VI. (Bağdâd) ordu
kumandanlıkları yaptı, senatör (1877), şeyhu’l-vüzerâ (en kıdemli vezîr-müşîr)
oldu. Nesli günümüze geldi. Karacaahmed’de medfûndur. Tanzîmât ricâlinin
ekserisinin çok iyi bildiği Fransızca ve iyi bildikleri Arapça ile Farsça
dışında İngilizce de öğrenmişti, ki ilk Tanzîmât döneminde İngilizce ve
Almanca bilenler azdı. EG 72 ve HG 77 yaşlarında idi. Nâmık Paşa’nın büyük oğlu
müşîr (1877) Hüseyin Cemil Paşa (1833-1890 = 57?), 1887’de Hicâz vâlisi oldu.
Ortanca oğlu ferîk İbrâhîm Paşa’dır (ölm. 1897). Küçük oğlu Alî Bey (İstanbul,
1845-İstanbul, 2.4.1925 = 80), 5.1876’da binbaşı oldu ve Eylem’de Cunta’nın kör
âleti olarak çok kötülükler yaptı. 1881-1887’de 6 yıl Tâif kalesinde bir odada
kaldı, 1887’den 1908’e kadar da Medine’de bir evde oturarak, bu târihte
İstanbul’a döndü. Medîne’de evlendiği Arab hanımından 5 kızı oldu.
NEŞ’EREK
KADINEFENDİ (İstanbul, 1848-Fer’iyye Sarayı, 11.6.1876 = 28): Gaazî İsmâîl Bey
kızı, Çerkes Hasan’ın ablası. 1868’de Sultân Azîz ile evlenerek 4. ve 1875’te
3. kadınefendi oldu. Şevket Efendi (1872-1899) ile Emîne Sultân’ı (1874-1920)
doğurdu ki ilkinden nesli günümüze gelmiştir. Asıl adı Nesteren (kısaltılmışı:
Nesrîn) olup Neş’erek, Saray’a alınınca verilen isimdir. Çocukken Saray’a
alınıp tahsil ve terbiye gördükten sonra pâdişâh ile evlendi. EG 28 yaşında ve
hasta idi. Eylem’den 12 gün sonra ölümü, Çerkes Hasan Vak’ası’nın
sebeblerindendir.
NÛRÎ
PAŞA (Dâmâd Mehmed) (İstanbul, 1840-Tâif, 21.7.1890 = 50): Ferik Ârif Paşa
(ölm. 1866) oğlu. Sultân Mecîd’in 3. mâbeyncisi iken 1859’da vezir rütbesi
verilerek pâdişâhın -kendisi ile aynı, 19 yaşındaki- dul büyük kızı Fatma
Sultân (b. bk.) ile evlendirildi. İkinci Abdülhamîd; 1881’de, Paşa, Yıldız
Mahkemesi’nde mahkûm olunca nikâhı feshetti. 2 çocuğu, 3 yaşlarından önce
öldü. 1872’de devlet nâzırı olarak kabineye girdi. 1876’da 3 ay Beşinci Murâd’a
mâbeyn müşîrliği yaptı. Bu müddet içinde kayın-birâderi pâdişâhın ve annesi
Şevkefzâ Vâlide-Sultân’ın kör âleti oldu. 9 yıl Tâif kalesindeki odasında
yaşayıp orada öldü, Tâif’e gömüldü. EG 36 ve HG 41 yaşlarında.
PERESTÛ
VÂLİDE-SULTAN (Rahîme) (18307-1904 = 74?): “Mâvi gözlü, altın sarısı saçlı,
beyaz, şeffaf tenli, nârin, ufak tefek” idi. Sultân Abdülmecîd (sal. 1839-1861)
ile evlenip 1861’de 4. kadınefenliğe yükseldi ise de çocuk doğurmadı. Pâdişâhın
anneleri ölen çocukları Şehzâde (İkinci) Abdülhamîd ve Cemîle Sultân’ın mânevî
anneleri olarak onları büyüttü. İkinci Abdülhamîd, 1876’da tahta geçince
kendisini -gerçek annesi olmadığı hâlde- vâlide-sultân îlân etti, fakat ayrı
sarayda oturttu. Osmanlı târihinin son vâlide-sultânı, imparatoriçesi oldu.
1904’te ölünce “makaam-ı mehd-i ulyâ” denen ana-imparatoriçelik müessesesi
târihe karıştı. İkinci Mahmûd’un (salt. 1808-1839) ablası Esmâ Sultân’ın
(1778-1848) Çerkes câriyesi ve çocuğu olmayan Sultân’ın manevî kızı iken,
yeğeni Abdülmecîd Hân ile evlendirmişti. EG 46 ve HG 51 yaşlarında.
PERTEVNİYÂL
VÂLİDE-SULTÂN (18127-5.2.1883 = 717): “Niyâl”, “Nihâl’in Saray telaffuzunda
bozulmuş şeklidir. 1829’a doğru İkinci Mahmûd (salt. 1808-1839) ile evlendi.
“Uzun boylu, buğday tenli, siyah saçlı, yaşlılığında şişman” idi. 1830’da 5.
kadınefendi ve 1861-1876’da oğlu Sultân Abdülazîz’in saltanatı boyunca 15 yıl
vâlide-sultân oldu. EG 64 ve HG 69 yaşlarında.
REDÎF
PAŞA (Topal Mehmed) (ölm. Rodos 1905): Bursalı Kaşıkçı-zâde âilesinden. 1874’te
müşîr, 1. Ordu kumandanı, serasker oldu, 1879’da Rodos’a sürülüp orada öldü ve
oraya gömüldü. Cunta’nın başlıca şahıslarından ve Hüseyin Avni Paşa’nın kör
âleti idi. 93 Harbi’ne girişte de körce davrandı.
RÜŞDÜ
PAŞA (Mütercim Koca Mehmed) (Ayandon, 2.1811-Manisa dışındaki çiftliği,
26.3.1882 = 71, 1): Sandalcı Hacı Hasan Ağa oğlu. 3.2.1847’de müşîr, sonra
askerlikten ayrılarak vezîr oldu. Serasker (5 def a), devlet nâzırı (4),
Tophâne müşîri, Meclis-i Tanzîmât reîsi, adliye nâzırı (2), meclis-i hazâin
reîsi olarak kabinelerde bulundu, Şûrây-ı Askerî reîsliği, 2 defa 1. Ordu
kumandanlığı, 4 pâdişâh devrinde 5 defa sadrâzamlık yaptı: 24.12.1859-28.5.1860
+ 5.6.1866-11.2.1867 + 19.10.1872-15.2.1873 + 12.5.1876- + 28.5.1878-4.6.1878 =
toplam 2, 0, 23. EG 65 ve HG 70 yaşlarında. Darbe’nin Dört Büyükleri’nin Avni
ve Midhat Paşalardan sonra üçüncüsü olup sonuncusu Şeyhülislâm Hayrullâh
Efendi’dir. Nesli günümüze geldi. Manisa’da Hâtûniye Câmii’nde medfûndur.
SÂDULLÂH
PAŞA (Râmî) (Erzurum,18.11.1 S38-Viyana, 19.1. 1891 = 52, 2,1): Vezîr
Ayaşlı-zâde Es’ad Muhlis Paşa (1780-1851) oğlu ve gene Ayaşlı-zâdeler’den
vezîr Vecîhî Paşa (1797?-1867) dâmâdı. Babasının görevle bulunduğu Erzurum’da
doğdu. Defter-i hâkaanî nâzırı olarak kabineye girdi (3.7.1874). 3.1876’da
ticâret nâzırı ve 1.6.1876’da cülûs eden Beşinci Murâd’a -Sultân Murâd’ın Ziyâ
Bey’i istemesine rağmen- başkâtib oldu. Mûtedil Yeni Osmanlılar’dan, şâir,
edîb, diplomat idi.11.5.1877’de Berlin ve oradan 22.3. 1883’te Viyana
büyükelçiliklerine getirilerek 5,10,12 +7, 10, 4 = 13, 8,16 müddetle Avrupa’da
kaldı. Tâtîl için bile İstanbul’a gelemedi. Viyana’da büyükelçi iken,
Avusturyalı oda hizmetçisi kızla münâsebetinin duyulacağı endîşesiyle havagazı
ile intihâr etti. İstanbul’a getirilip Sultân Mahmûd Türbesi bahçesine gömüldü.
Nesli devâm ediyor. Oğlunun kızı, son sadrâzam Tevfîk Paşa’nın küçük gelinidir.
EG 37, 6,12 ve HG 42, 7,12 yaşlarında.
SAFVET
PAŞA (Mehmed Es’ad) (İstanbul, 6.1815-İstanbul, 13.11. 1883 = 68,5): Sürmeneli
Mehmed Hulûsî Ağa oğlu. Büyük Reşîd Paşa yetiştirmesi. 1845’ten 1855’e kadar
Sultân Mecîd ile oğlu Sultân Murâd ve kızı Fatma Sultân’a Fransızca ve sâir
ilimler öğretti. 16.2.1863’te vezîr oldu. 15, 9, 28 müddetle imparatorluk
kabinelerinde bulundu: 6 defa hâriciye, 3 defa maârif, 4 defa adliye, 3 defa
ticâret, bir defa nâfia nâzırı, Şûrây-ı Devlet reîsi, 2 defa sadâret müsteşârı,
2 defa Paris büyükelçisi oldu. Sadrâzamlık yaptı: 4.6.1878-4.12.1878 = 0, 6,0.
Nesli günümüze geldi. EG 60, 11 ve HG 66 yaşlarında. Terceme Odası’ndan
yetişmiş, aslen diplomat. Tanzîmât rejiminin kurucularındandır.
SALÂHADDÎN
EFENDİ (Mehmed) (15.8.1861-29.4.1915 = 53, 8,15). Beşinci Murâd’ın (salt. 1876)
tek oğlu. Annesi Reftâr-ı Dil İkinci Kadınefendi’dir (5.6.1838-3.3.1936),
1909’da 3. velîahd oldu. Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Câmii’nde Şehzâde Kemâleddîn
türbesine gömüldü. Nesli günümüze geldi. EG 14, 9,16 ve HG 19,10,16 yaşlarında.
SÜÂVÎ
EFENDİ (Alî) (İstanbul 1839 - İstanbul, 20.5.1878= 39): Çankırı’dan İstanbul’a
gelip kâğıt mühreciliği yapan esnaftan Hüseyin Ağa’nın oğlu (Çankırı’nın Çay
köyü). Müfrit Yeni Osmanlılar’dan olup, sonra bu hareketin liderleri olan
arkadaşları Ziyâ ve Kemâl Beylerle çok kötü şekilde bozuştu. 1869’dan 1876’ya
kadar Avrupa’da kaldı. Gazeteci ve müelliftir. Süleymân Paşa gibi Türk milliyetçiliğine
ağırlık vererek, Ziyâ-Kemâl’in çok dengeli Osmanlıcılık sisteminden biraz
ayrılır. İngiliz ajanı idi. EG 37 yaşında. 2 yıl sonra Alî Süâvî Vak’ası da
denen Çırağan Baskını’nda Hasan Paşa’nın sopasını başına yiyerek sarayın içinde
öldü.
SÜLEYMÂN
PAŞA (Hüsnî) (İstanbul, 1838-Bağdâd, 1892 = 54): Anadolu’dan İstanbul’a gelip
şekerci dükkânı açan bir esnafın oğlu. 1874’te mîrlivâ ve Mekteb-i Harbiye,
sonra mekâtib-i askeriyye (bütün askerî okullar) nâzırı (kumandanı) oldu. Bu
görev ve rütbede iken Hüseyin Avnî Paşa’ya uyarak tek başına saltanat
darbesini planladı ve başarıyla uyguladı. Avnî Paşa tarafından iğfâl
edildiğini ve yanlış bir eyleme itildiğini anlaması için sâdece birkaç gün
kâfî geldi. Darbeden birkaç gün sonra ferîk (6.1876), ertesi yıl müşîr, 93
Harbi’nde Tuna cephesinin 3. ve sonuncu başkumandanı oldu. 1878’de Bağdâd’a
sürüldü ve burada 14 yıl oturarak öldü. Târih, edebiyat, dîn üzerinde değerli
kitapları, “Hüsnî” mahlasıyle şiirleri vardır. Nesli günümüze geldi. EG 38 ve
HG 43 yaşlarında. Darbe’de birinci derecede sorumlu olmasına rağmen, Sultân
Azîz’in ölümü ile ilgisi olmadığı için Yıldız Mahkemesi’ne çıkarılmadı, esâsen
Bağdâd’da hayat boyu sürgünde idi. Sarışın olduğu için “Sarı Süleymân” ve 93
Harbi’ndeki ünlü operasyonu dolayısıyla “Şıpka Kahramânı” denmiştir. Bu
lâkabına rağmen Şıpka’da askerini duygusuzca harcamış, başarı da
kazanamamıştır. Başarı kazanamayınca da Doğu Rûmeli’ni savunmaksızın çekilmiş
ve düşmanın ayakları altında bırakmıştır.
SÜRÛRÎ
PAŞA (Alî) (İbradı = Aydınkent/ Akseki/Antalya, 1827-İzmir, 30.11.1890 = 63):
EG ve HG’nde 49 ve 54 yaşlarında ve “Efendi”. Büyük ilmiye âilelerinden
Minkaarî-zâdeler’den kadı Şeyh Hacı Alî Nazîf Efendi oğludur. Annesi Nefîse
Hanım (ölm. 1883), kezâ aynı âileden ve Nizâm-ı Cedîd ordusunun başlıca
kurucusu vezîr Kadı Abdurrahmân Paşa (1759-1808) -ki Üçüncü Selîm ile berâber
şehîd edildi- kızıdır. Rusçuk kadısı, Tuna vilâyeti temyîz reîsi (1864, bu
sırada eyâlette Midhat Paşa vâlî idi), İstanbul payesi (1879), Yıldız Mahkemesi
reîsi (1881), kazasker (1881), ilmiye’den mülkiye’ye geçerek vezîr ve “efendi”
yerine “paşa” (1888), Elazîz, Trabzon, Sivas, Konya eyâletleri vâlîsi oldu.
İzmir’deki türbesini İkinci Abdülhamîd yaptırdı. Nesli günümüzde yaşıyor.
Yıldız Mahkemesi reîsliğine seçilmiş değildir. Sultân Azîz’in katli iddiası,
cinâyet mahkemesine (İstanbul ağır cezâ) tevdî edilmişti ve bu sırada cinâyet
mahkemesinin reîsi de Sürûrî Efendi idi. Gerçekte böylesine bir dâvâ için
dîvân-ı âlî kurulması daha iyi ve Tanzîmât ve yürürlükteki Kaanûn-i Esâsî
hükümlerine daha uygun olurdu.
ŞEVK-EFZÂ
VÂLİDE-SULTÂN (12.12.1820-17.9.1889 = 68, 9, 8): 1839’da -kendisinden 3 yaşa
yakın küçük- Sultân Abdülmecîd ile evlenerek 3. ve 1849’da 2. kadınefendi oldu.
Oğlu Beşinci Murâd’ın saltanatında 3 ay vâlide-sultânlık yaptı. Yeni Câmî’de
oğlunun yanında yatmaktadır. EG 55, 5,19 ve HG 60,6,19 yaşlarında. Çerkes
asıllıdır. Sultân Azîz fâciasının Hüseyin Avnî Paşa’dan sonraki en kötü
sîmâsıdır. Sultân Azîz’e ve annesi Pertevniyâl Sultân’a sönmez bir kîni olup,
bu yolda mensûb olduğu ve kendisini imparatoriçelik tahtına kadar yükselten
Hânedân’ın şerefini ayaklar altına aldıracak derecede duygusuz, sorumsuz,
dengesiz davranmış, Hüseyin Avnî Paşa’nın istediği kaatilleri bile o te’mîn
etmiştir. Buna rağmen, Hânedân’ın adını lekelememek için Yıldız Mahkemesi’ne
karıştırılmamış, fakat başsavcı, eski vâlide-sultânı açıkça ithâm etmekten
çekinmemiştir.
YÛSUF
İZZEDDÎN EFENDİ (11.10.1857-1.2.1916 = 58,3, 21): Sultân Abdülazîz’in
-şehzâdeliğinde doğmuş- büyük oğlu. Annesi Dürr-i Nev Başkadınefendi’dir
(15.3.1835- 4.12.1895 = 60, 8, 20). EG 18, 7, 20 ve HG 23, 8, 20 yaşlarında,
27.4.1909-1.2.1916 = 6,9,4 müddetle amca-zâdesi Sultân Reşâd’a velîahd-i
saltanat oldu. Sultân Mahmûd Türbesi’ne, dedesi ve babası yanına defnedildi.
Çocukları Şükriye Sultân (1906-1972), Nizâmeddîn Efendi (1908-1933) ve
Mihrişâh Sultân (1916-1987) olup, hiçbirinin çocuğu olmadı. 1909’da velîahd
olan Efendi, İttihâdcılarİa önce iyi geçinmeye çalıştı, hattâ onların îkaazı
ile babasının intihâr ettiğini bile ileri sürdü ki, 1876-1909 arasındaki kesin
kanâatinin aksidir. Ancak İttihâdcılarla arası gittikçe açılmaya başladı.
İttihâdcılar, kuzu bir pâdişâh bulmuşlar, fakat kuzu bir velîahd
bulamamışlardı. Bilhassa Çanakkale cebhesini ziyâretten sonra Yûsuf İzzeddîn
Efendi fevkalâde sarsıldı ve başkumandan vekîli Enver Paşa ile, Türk askerini
sorumsuzca harcadığı için şiddetle münâkaşa etti ve Almanya’dan ayrılarak
münferid sulh yollarının aranması gerektiğini söyledi ki Enver Paşa’nın en
ödünü koparan şey münferid sulh tarafdarları idi (nitekim bu sebeble yakın
arkadaşı Yâkub Cemîl’i öldürtmüştür). Bu defa Sultân Azîz olayındaki bütün
acemilikler ve hatâlar değerlendirilerek ve Velîahd’in sâdece sol kolunun
damarları açılıp sağ kol ile oynanmayarak bir gece, köşkünün yatak odasında
öldürüldü. Babasının intihâr şeklini taklîd ettiği ileri sürüldü ve hiçbir
yayına ve söylentiye izin verilmedi. Zîrâ örfî idâre vardı ve memleket Büyük
Harb dolayısıyle felâket içinde idi. Bu sûikasdde Enver Paşa’nın, Almanların
muvâfakatini aldığı muhakkaktır ve belki süikast Almanlarca planlanmıştır.
Yûsuf İzzeddin Efendi’nin yerine amca-zâdesi Mehmed Vahîdeddîn Efendi velîahd
oldu. Yûsuf İzzeddîn Efendi, mantıklı İttihâdcı muhâlifi idi. Vahîdeddîn Efendi
ise İttihâdcıların tâviz kabûl etmez azılı düşmanı idi ve onların
imparatorluğu batırdıkları kesin fikrinde idi.
YÛSUF
KÂMİL PAŞA (Arabgir, 1808-İstanbul, 11.10.1876= 68): Akkoyunlu hânedânından
Mehmed Bey’in (ölm. 1815?) oğlu. 1833-1850’de 17 yıl Mısır’da vâlî Mehmed Alî
Paşa’nın hizmetinde kaldı ve bu târihte İstanbul’a döndü. 1845’te Mehmed Alî
Paşa’nın kızı Zeyneb Hanım (1825- 1882) ile evlendi. 3.1852’de vezîr oldu.
Devlet (6 defa), adliye (4), ticâret (2) nâzırı, Şûrây-ı Devlet (3) ve Meclis-i
Tanzîmât reîsi (bunlar da kabine’ye dâhil), sadrâzam vekili (2), Sultân Azîz’in
Mısır seyâhatinde pâyitaht kaymakamı (saltanat nâibi), sadrâzam
(5.1.1863-1.6.1863 = 0,4,27) oldu. Şâir, müellif, çocuksuzdu. EG 68 yaşında
olup 4 ay, 12 gün sonra öldü.
ZİYÂ
PAŞA (Abdülhamîd Ziyâeddîn) (İstanbul, 1829- Adana, 18.5.1880 = 51): Gümrük
kâtibi Ferdeddîn Efendi oğlu. Büyük Reşîd Paşa yetiştirmesi. Reşîd Paşa’nın
tavsiyesiyle Sultân Mecîd’e mâbeyn kâtibi (1856-1862) oldu ve 1862’de mîrmîrân
paşa, fakat az sonra rütbesi ûlâ’ya çevrilerek gene “bey” oldu. Yeni
Osmanlılar cemiyetinin kurucusu değilse de, gerçek lideri oldu. Bir müddet
sabretse Tanzîmât bürokrasisinde sadârete kadar çıkması işten değilken, zaman
zaman Sultân Azîz’i de karşısına alarak ve Velîahd Murâd Efendi ile girift
ilişkiler kurarak, Âlî-Fuâd Paşalar ekibine karşı muhâlefetten fazla ölüm-kalım
mücâdelesine benzeyen bir tutum içine girdi. 17.5.1867’de en yakın arkadaşı
Kemâl Bey (Nâmık Kemâl) ile Avrupa’ya kaçtı. Londra, Paris, Cenevre’de çok
ağır ve çoğu mübâlâğa ve iftira olan Âlî Paşa aleyhdârı bir kampanya açtı.
Kemâl, Âlî Paşa ile barışıp döndüğü hâlde o direndi ve ancak 10.1871’de Âlî
Paşa’nın ölümü üzerine döndü. Yûsuf İzzeddîn Efendi’ye Türk edebîyâtı okuttu.
Sultân Azîz onu hâriciye nâzırı yapmak istedi ise de, Mütercim Rüşdî Paşa’nın
nefretle direnmesi üzerine muvaffak olamadı. 2.1.1877’de vezîr pâyesiyle
Sûriye, sonra Konya ve Adana eyâlet vâlîsi oldu. Adana’da defnedildi.
Kızkardeşi Sâliha Hanım, Şeyhülislâm Uryânî-zâde Es’ad Efendi’nin (1808-1889)
gelinidir. EG 47 yaşında ve “Bey” idi. Bütün maksadı sadrâzam olup Nâmık
Kemâl’i de hâriciye’ye geçirmekti, pâdişâhlardan fazla Tanzîmât bürokrasisinin
direnmesi sebebiyle muvaffak olamadı. Âlî Paşa’nın himâyesini, Reşîd Paşa’nın
himâyesini kabûl ettiği gibi kabûl etse idi, maksadına erişecekti. Büyük
kültür sâhibi, keskin hatîb, emsâli çok az görülmüş zekâ derecesinde,
muhteristi. En büyük şâirlerdendir. Gazeteciliği de çok kudretlidir. Şinâsî
ile berâber Tanzîmât edebiyâtının kurucusudur. Bugün siyâsî hayâtından fazla
edebî hüviyyeti bilinmektedir. Mûtedil meşrûtiyetçi idi. Midhat Paşa’yı devamlı
ileri sürüp şöhretini artırdı. Fakat Midhat Paşa, Ziyâ-Kemâl ikilisini
atlayarak onların meşrûtiyet ve anayasa fikirlerini kendi fikri imiş gibi
ortaya attı ve onları mümkün mertebe kenarda bırakmaya çalıştı. Sonunda Midhat
Paşa’nın konağında dehşetli bir küfürleşmeye varan bir kavgadan sonra Ziyâ ve
Kemâl Beyler, Midhat Paşa ile ilgilerini kestiler. Ziyâ ve Kemâl’in, Midhat Paşa
gibi İngiltere ile ilişkisi yoktu. Midhat Paşa, onların meşrûtiyetçi Tanzîmât
ve Osmanlılık sistemlerinin çok ötesine geçti. Âdetâ İngiltere demokrasisi
kurup, Hânedân’ı tahtından değilse bile haklarından tecrîde çalıştı. Ziyâ
Paşa’nın nesli devâm ediyor.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar