HAKİKAT ÇİÇEKLERİ (EZHÂR-I HAKİKAT)
Ali EMÎRÎ
ALİ EMİRÎ EFENDİ (1857-1924) KİMDİR?
Müellif Ali Emirî Efendi 1857’de
Diyarbakır’da doğdu. İlk tahsilini orada yaptı. Başta Ahmed Hilmi Efendi olmak
üzere zamanının meşhur müderrislerinden dersler aldı. Kısa zamanda Arapça ve
Farsçayı iyi derecede öğrendi. Bu arada eski tarzda şiirler de yazmaya başladı.
Ülkenin çeşitli yerlerinde maliye müfettişliği görevinde bulundu. Bu sırada
‘rütbe-i ula sınıfı sanisi’ nişanı ile taltif edildi. 1908’de II. Meşrutiyet'in
ilanından sonra kendi isteği ile emekli oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra Milli
Tetebbular Encümeni, Tasnif-i Vesaik-i Tarihiyye Encümeni başkanlığı ile Tarihi
Osmani Emcümeni üyeliği yaptı. 23 Ocak 1924’te İstanbul’da öldü. Mezarı Fatih
Camii haziresindedir.
Hayatı boyunca gittiği her yerde
kitap toplayan Ali Emirî Efendi, ilmi ve edebi faaliyetlerini emekli olduktan
sonra daha da artırmıştır. Orta seviyede bir şair, usta bir münekkid olan Ali
Emirî Efendi'nin asıl büyük yanı, hayatı boyunca toplamış olduğu paha biçilmez
değerde kitaplardan oluşan kütüphanesini, Fatih’te Feyzullah Efendi Med-
resesi'nde kendi kurduğu Millet Kütüphanesi'ne bağışlamasıdır. Bu kütüphaneye
çoğu nadir ve tek nüsha olan 16 bin cilt eser vakfetmiş, ölümüne kadar da bu
kurumun başkanlığını yapmıştır. Onun en değerli hizmetlerinden biri de,
Kaşgarlı Mahmud’un o güne kadar ele geçmeyen Divan-ı Lügati-t Türk adlı
eserini bulması ve ilim âleminin hizmetine sunmuş olmasıdır.
Te’lif eserlerinden bazıları
şunlardır:
Levamiü’l-Hamidiyye
(İstanbul, 1312); Cevahirü’l-Müluk (İstanbul, 1319); Tezekire-i Şuara-yı Âmid
(İstanbul 1327);
Ezhar-ı Hakikat
(İstanbul 1334); Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi (İstanbul 1334).
İşkodra
Şairleri; Yanya Şairleri; Yemen Hatıratı; Osmanlı Şairleri gibi sayısı otuzu
bulan diğer eserleri ise yayımlanmamıştır.
Bunlardan
bazıları da kaybolmuştur. Ayrıca yazma halinde bir de divanı vardır.
Te’lif
eserlerinden başka yayımladığı eserleri ve dergileri ile bu dergilerde çıkan
önemli makaleleri de vardır.[2]
Müellif:
Ali Emirî Efendi
Sadeleştiren:
Abdulkadir DEMİR
HAKİKAT ÇİÇEKLERİ (EZHÂR-I HAKİKAT)
Ağustos 2007
İÇİNDEKİLER
Önsöz |
7 |
|
Ezhâr-ı Hakikat |
9 |
|
Hakikat Çiçekleri |
13 |
|
Harf-i Elif |
17 |
|
Harf-i Be |
29 |
|
Harf-i Te |
37 |
|
Harf-i Se (Peltek) |
39 |
|
Harf-i Cim |
41 |
|
Harf-i Ha |
45 |
|
Harf-i Hı |
47 |
|
Harf-i Dal |
49 |
|
Harf-i Zel |
53 |
|
Harf-i Ra |
55 |
|
Harf-i Ze |
57 |
|
Harf-i Sin |
59 |
|
Harf-i Şın |
61 |
|
Harf-i Sad |
63 |
|
Harf-i Dat |
65 |
|
Harf-i Tı |
67 |
|
Harf-i Zı |
69 |
|
Harf-i Ayn |
71 |
|
Harf-i Ğayn |
75 |
|
Harf-i Fe |
77 |
|
Harf-i Kaf |
81 |
|
Harf-i Kef |
85 |
|
Harf-i Lâm |
87 |
|
Harf-i Mim |
89 |
|
Harf-i Nun |
93 |
|
Harf-i Vav |
95 |
|
Harf-i He |
97 |
|
Harf-i Ya |
99 |
|
Sözlük |
101 |
|
Hayatın cilveleri her gün hatta her
an değişik tebessüm eder insana. İnsan ise çoğu zaman bunların arkasında
gizlenen hikmeti göremediği ve bilemediği için bazen ağlar, bazen de güler,
kimi zaman da şaşkın ve dalgın bir şekilde olaylara bir anlam verememenin
kararsızlığı içinde bakar durur.
Halbuki Yüce Yaratıcı yarattığı her
şeyi bir hikmetle ve bir gaye ile yaratmıştır. O, abes ve gayesiz hiçbir şey
yaratmamıştır. İnsanoğlu şayet dikkatini ve hassasiyetini ortaya koyarak, nefsinin
ve benliğinin karanlık ortamından kurtulup, mânâ ve hikmet boyutuna geçerek
olayları değerlendirmeyi başarabilirse bu hikmet ve mânâyı sezecek, O’nun
büyüklüğü ve kudreti karşısında iki büklüm olacak ve kâinatla bütünleşecektir.
Kâinattaki bu manayı keşfeden insan
hem en mutlu, hem de en güçlü insandır. Çünkü kâinatı ve onun sahibini tanıyan
insan her şeye O’nun adıyla bakacak, O’nun adıyla konuşacak ve O’nun adıyla
hareket edecektir. Dolayısıyla da her şey onun emrinde ve onun hizmetinde
olacaktır. Bir sarayda sultan adına hareket eden bir kişi ne kadar mutlu ve
güçlü ise, kâinat sultanını tanıyan insan da bu dünyada öylece mutlu, huzurlu
ve güçlüdür.
Akıllı olan ve düşünen insan,
bahçesinde dolaştığı sarayın sahibini tanır, onunla tanışır, sarayın her türlü
güzelliğinden ve nimetinden istifade etmeye çalışır. Nefsine uyan, kendini
beğenmiş ve kendine güvenen insan ise, baş kaldırmak, isyan etmek, eksiklik ve
noksanlık aramakla meşgul olduğu için hem huzur-
suz ve tedirgindir, hem de bir zaman
sonra, askerler tarafından tutuklanarak sultanın huzuruna çıkarılacak ve her
şeyden hesaba çekilecektir.
İşte elinizdeki bu eser, sarayın
bahçesinde Sultan adına gezen ve gördüğü her şeydeki güzelliği anlamaya çalışan
bir akıl sahibinin müşahede ve tespitlerinden ibarettir.
Müellif Ali Emirî, Osmanlı'nın son
zamanlarında pek çok eser kaleme almış çok değerli bir Devlet-i Âl-i Osman
mensubudur. En küçük zamanlarını dahi değerlendirme azmi ve düşüncesi içinde
olan bir insandır. Bu çalışma da böyle bir bakışın ve değerlendirmenin
ürünüdür.
Seksenli yılların başında Konya
Yüksek İslâm Enstitüsü’nde boş kaldığımı hissettiğim zamanlarda okulun
kütüphanesine giderek zamanımı değerlendirme çalışmaları sırasında, kendimi
böyle bir eseri okuma ve yeni nesle aktarma gayreti içinde buldum. Bir çırpıda
okuduğum, daha sonra da sadeleştirdiğim bu eserde Ali Emirî, hikmet
penceresinden hayata baktığında, gördüklerini ve hissettiklerini kaleme almış,
olabildiğince bir tevazu ve mahviyet içinde okuyucularının hizmetine arz
etmiştir. Ben de aynı his ve düşüncelerle size bu eseri takdim ediyorum.
Eserin daha anlaşılır olması
düşüncesiyle, her paragraf ya da cümlenin altında günümüz Türkçesiyle
anlaşılabilecek metni verilmiştir. Ayrıca, mananın kısıtlanmaması için kitabın
sonuna sözlük eklenmiştir. Böylece, isteyen okuyucuların, kelimelerin
anlamlarıyla yeni ve farklı manalara ulaşabilmelerine imkan sağlanmıştır.
Hikmetine uygun
bir çalışma olması dileğiyle
Abdulkadir DEMİR
Sincan/ANKARA/1999
Her şey için bir zaman-ı tecelli
vardır. Vâki olan tecrübeme nazaran insan istediği şeyi her zaman istediği gibi
yazamıyor.
Vâkıa zamanının, fikrinin müsâit
olmadığı zamanlarda insan cebr-i nefs ile bazı şeyler yazabilir ise de sınâi
harâret ve bazı âlât vâsıtasıyla mevsimsiz yetiştirilen meyve ve şükûfe gibi
nükhet ve letâfeti, hâl-i tabiîsinde ve mevsiminde yetişmiş olanlara muâdil
olmuyor.
“Ezhâr-ı Hakikat” nâmı altında bir
takım küçük cümlelerden ibaret bulunan böyle bir eser-i nâçiz yazmak hatırıma
gelmezdi. Gariptir ki zaman bir iki gün içinde şöyle bir vesile ile
yazdırıverdi.
Dersaâdetten aldığım emir üzerine
“Berat” sancağında kâin “Luşna” kazasında bazı tahkikât icrasına gitmiştim.[3]
Mevsim bahar idi. Vazife-i memuriyete az ve çok bir mânia teşkil etmemek
fikriyle yanıma mütalâa edecek kitap almadım.
Luşna’da tahkikat zamanlarının
gayrinde evkât-güzâr olmak için kitap aramaya mecbur oldum. Fakat nerede?
Topu iki yüz haneden ibaret olup
henüz bir iki sene zarfında merkez kaza olan Luşna’da[4]
şâyân-ı mütalâa kitap mı bulunur?
Akşamları kasabanın haricine çıkar,
hayran hayran manâzır-ı eşyaya nigerân olurdum.
Hiç unutamam, kasabanın haricine
çıktığım birinci akşam Mezke3’nin o vâsi sahrâsını yaldızlayan güneş, atılmış
pamuk gibi bir şekil alan ufukta gurub ediyordu.
Ben bu azamet ve kudret-i vahdâniyeti
seyrederek derin bir dalgıya daldım. Bir de baktım ki güneş gurub etmiş.
Kasabanın her hânesinde şem’alar peydâ olmuş, etrafında ise binlerce ateş
böcekleri parlamakta bulunmuştur.
Manâzır-ı eşyanın az vakitte böyle
birden bire değiştiğini görünce kendi kendime ‘bakınız parlak bir cihangirin
ufûlü neleri peydâ ediyor’ dedim.
Orada pek mebzûl olan şu lâtif
böceklerin yaptıkları ateş ta’limlerini seyrettikçe müstağrak-ı şevk ve neş’e
olarak Kudret-i Fâtıra’nın şu zayıf mahlûka gayet küçük ve âteşin kanatlarla
ihsan eylediği imtiyâz-ı mahsus nazar-ı hayretimi celb etti.
Bir bunlara bir de kubbe-i eflâkı
tezyin eden ve her biri cihân-ı azamet olduğu hâlde milyonlara bâliğ olan o
şa’şaadar yıldızlara nazar-ı tevhit ile sergerdân bir surette bakıyordum. Saat
iki raddelerinde idi. Bu kere de mâh-ı tâbân ortaya atıldı. Eyyâmül-bîyd[5] mürur edeli iki-üç
gün kadar olduğu cihetle mikrâz-ı kudret kurs-ı kamerin bir miktarını
kat’etmişti.
Bundan yarım saat evvel pehnâ-yı
semâvâtı tezyin eden o parlak yıldızların renkleri uçtu.
Bu kere de “Kamer” denilen tâvûs-ı
mülemma’-ı pür kudsi, aktâr-ı eflâkda cevelâna başladı. Cenâb-ı mâh-ı münevverin
zemine bezl ve ihsan etmeye başladığı nurların bir kısmı ağaçla-
ra, yapraklara ilişip kaldığı cihetle
zemin-i bağ, sevâdî bir şekl-i lâtif aldı.
Nazargâhımda zemin nura müstağrak,
semâ nura müstağ- rak, şeş cihet eşya nura müstağrak idi.
Ben buna hasb-i hâl ederek dedim ki;
yanıma kitap almadığım isâbet olmuş. Eğer almış olsaydım böyle gece vakti
sahrâya çıkmayacak, kitap mütalâasıyla vakit geçirecektim. Bu vesile ile bana
tabiat, kitab-ı kâinatı mütalâa ettiriyor.
Bir müddet sonra ben hâneme avdet
ediyordum ve mâh-ı münevver de fezâ-yı nâmütenâhi-i kudrette devam-ı seyahat
eyliyordu.
Lisân-ı hâl ile ona dedim ki:
Şu cevelân-ı serbâzâne ve
müteferridâneye sakın mağrur olma! Bedriyyetin hilâle, kemâlin zevâle tahavvül
ediyor.
Şu mevcudât-ı mutlak içinde kimin
miknet ve azameti ser- medî ve pâyidâr kalmıştır ki senin de kalsın.
Otuz gün kadar bir müddet-i kalîle
içinde ne kadar şekl-i gûna gûna girip çıktığını düşün de ibretbîn ol!
Bâki-i lâyezâl olan ne sensin ve ne
de senin iktibâs-ı nur-ı kemâl ettiğin âfitâb-ı cihantâbdır.
Ancak Hay bî zevâl olan odur ki, size
o nur-ı kemâli ve bize de vahdâniyetini tasdik için akıl ve hayatı ihsan
etmiştir.
Ben bu güftü gûyu icra ve:
Her şey “Emirî” halik (helâk) olur,
bir Hüdâ kalır.
Derk eyledim hakikat-ı encâm-ı hilkati.
beytini kıraat eylediğim esnada
ikâmetgâhımın kapısı önüne gelmiştim. İşte Luşna’da bulunduğum birkaç gün için
geceleri mütalâa edecek böyle bir kitab-ı hakikat bulmuştum.
Lâkin gündüz olunca ifâ-yı vazife-i
memuriyet bir iki saatlik sarf-ı mesâiye münhasır idi.
Nehâran boş kaldığım saatler o kadar
sıkılıyordum ki târif edemem. Nihâyet hâlî bulunduğum vakitlerde Luşna yadigârı
olmak üzere muhtasar bir şey tahririni münasip gördüm.
Az vakitte meydana gelmek için kısa
cümleler yazmak hususu hatıra geldi.
Şimdiye kadar böyle cümel yazmakla
me’luf olmadığım gibi örnek ittihaz edecek yanımda kitap dahi yok.
Buna da memnun oldum. Çünkü kimseyi
taklit olmayıp mahsul-ü hakiki-i vicdandan ibâret oldu.
Vazife-i memuriyet vakitleri müstesnâ
olmak üzere kırk sekiz saat zarfında şu cümleler meydana geldi. Enzâr-ı ihvanda
kabûle karin olursa bahtiyarım.
Eâzım-ı ümemin bu bapta pek çok
kelâmı dürer-i barî vardır. O gibi zevât-ı kibârın cümel-i hikmet-i nessârları
mevcûd ve meşhûd olduğu hâlde bu abd-i âcizin nazargâh-ı urefâya bu yolda bir
eser-i kem-kıymet irâe ve ithaf etmekliğim hususundaki cür’et-i haksârâneyi bî
sûd görmek isteyenler gülistân-ı letâfeti tezyin eden envâ-ı şukûfe-i
nazar-rübâ arasında bazı sebze-i kem- behânın dahi mevcud bulunması kabilinden
add ile mazhar-ı afv ve müsâmaha buyurmalarını temenni eylerim.
Ve minellahi’t-tevfîk.
Ali
EMÎRÎ
Her şey için bir ortaya çıkış zamanı
vardır. Edindiğim tecrübeme göre insan, istediği şeyi her zaman istediği gibi
yazamıyor.
Gerçi zamanının ve fikrinin müsâit
olmadığı zamanlarda insan kendini zorlamak suretiyle bazı şeyler yazabilirse de
bu, serada mevsimsiz olarak yetiştirilen meyve ve çiçekler gibi, koku ve
güzelliği doğal hâlinde ve mevsiminde yetişmiş olanlara denk olmuyor.
Ezhâr-ı Hakikat (Hakikat Çiçekleri)
adında bir takım küçük cümlelerden ibâret bulunan böyle önemsiz bir eser yazmak
hatırıma gelmezdi. Gariptir ki, zaman bir iki gün içinde şöyle bir vesile ile
yazdırıverdi.
İstanbul’dan aldığım emir üzerine
Berat sancağında bulunan Luşna kazasına bazı soruşturmalar yapmak üzere
gitmiş- tim.[6] Mevsim bahar idi.
Memurluk görevime az veya çok bir engel oluşturmaması düşüncesiyle yanıma
okumak için kitap almadım.
Luşna’da soruşturmaların dışında
kalan zamanlarda vakit geçirmek için kitap aramaya mecbur kaldım. Fakat nerede?
Topu topu iki yüz hâneden ibâret olup
henüz bir iki sene içinde merkez kaza olan Luşna’da[7]
okumaya değer kitap mı bulunur?
Akşamları kasabanın dışına çıkar
hayran hayran doğanın manzaralarını seyrederdim.
Hiç unutamam, kasabanın dışına
çıktığım ilk akşam Mezke’7nin o geniş ovasını yaldızlayan güneş, atılmış pamuk
gibi bir şekil almış olan ufukta batıyordu.
Ben bu bir, tek olan Yaratıcı'nın
büyüklüğünü ve kudretini gösteren manzarayı seyrederek derin bir düşünceye
daldım. Bir de baktım ki, güneş batmış, kasabanın her evinde mumlar yakılmış,
etrafımda ise binlerce ateş böcekleri parlayıp duruyor.
Tabiatın görünümünün kısa sürede
böyle birdenbire değiştiğini görünce kendi kendime ‘Bakınız, eşyaya hâkim olan
parlak bir varlığın kayboluşu nelerin ortaya çıkmasına sebep oluyor.’ dedim.
Orada pek çok olan şu hoş böceklerin
ateş danslarını seyrettikçe sevinç ve neşeyle dolmuş olarak Yüce Yaratıcı'nın
şu zayıf yaratığa gayet küçük ve ateşli kanatlarla verdiği, kendine has yapısı
çok dikkatimi çekti.
Bir bunlara bir de gökyüzünü süsleyen
ve her biri bir büyük âlem olduğu hâlde milyonlara ulaşan o parlak yıldızlara
Allah’ın bir ve tek olduğu düşüncesiyle hayranlık içinde bakıyordum. Saat iki
sıralarında idi. Bu kez de o parlak hâliyle ay ortaya çıktı. Eyyâm’ül Biyd
(kameri ayların 13. 14. 15. günleri) geçeli iki üç gün olduğu için kudret
makası ayın yuvarlağının bir miktarını kesmişti.
Bundan yarım saat önce gökyüzünün
tamamını süsleyen o parlak yıldızların renkleri uçtu.
Bu defa da Kamer, ‘Ay’ denilen parlak
ve bembeyaz tavus, gökyüzünde dolaşmaya başladı. O mübarek ve nurlu ayın yeryüzüne
bol bol göndermeye başladığı ışıkların bir kısmı ağaçlara,
7 Merkez kaza
olan Luşna, Arnavutluk’un en meşhur ve çok bereketli olan Mezke ovasının ortasında
bulunmaktadır. O yöre halkı arasında “Mezke ovası” “Altın ovası” diye
meşhurdur.
yapraklara takılıp kaldığı için
yeryüzü, karaltılı, hoş bir şekil aldı.
Benim gözümde yeryüzü nurla dolmuş,
gökyüzü nurla dolmuş ve altı yönden bütün eşya nurla kaplanmıştı.
Ben bunu düşünerek dedim ki; yanıma
kitap almadığım çok iyi olmuş. Eğer almış olsaydım böyle gece vakti ovaya
çıkmayacak, kitap okumakla vakit geçirecektim. Bu vesile ile bana tabiat,
kâinat kitabını okutturuyor.
Bir müddet sonra ben evime dönüyordum.
Nurlu ay da Allah’ın yarattığı sınırsız gökyüzünde yoluna devam ediyordu.
Hâl dili ile ona şöyle dedim:
“Şu gökyüzünde korkusuzca ve tek
başına dolaşmanla gururlanma. Bedir hâlin hilâle, olgunluğun yokluğa dönüşüyor.
Şu varlık âlemi içinde kimin kuvveti ve büyüklüğü sürekli ve kalıcı olmuştur
ki, senin ki de olsun!
Otuz gün kadar kısa bir zaman içinde
ne kadar çok şekilden şekile girip çıktığını düşün de ibret al!
Sonsuz ve ebedi olan ne sensin ne de
senin o engin ışığından faydalandığın ve dünyayı aydınlatan güneştir.
Ancak ölümsüz ve daima diri olan odur
ki, size o mükemmel ışığı ve bize de birliğini tasdik için akıl ve hayatı
vermiştir.
Ben bu düşünceler içinde:
Her şey yok olur bir Hüdâ kalır ey
Emîrî
Anladım yaratılışın nihâyetindeki
asıl hikmeti.
beytini okuduğum sırada kaldığım
yerin kapısı önüne gelmiştim. İşte Luşna’da bulunduğum birkaç gün için,
geceleri okuyabileceğim böyle gerçek bir kitap bulmuştum.
Fakat gündüzleri memurluk görevini
yapmak, sadece bir iki saatlik bir çalışma gerektiriyordu.
Gündüzleyin boş kaldığım saatlerde o
kadar sıkılıyordum ki, tarif edemem. Nihâyet boş bulunduğum zamanlarda Luşna
hatırası olmak üzere az bir şey yazmayı uygun gördüm.
Kısa sürede bitirebilmek için kısa
cümleler yazma fikri aklıma geldi.
Şimdiye kadar böyle cümleler yazmaya
alışık olmadığım gibi yanımda örnek alacak kitap da yoktu.
Buna da memnun oldum. Çünkü kimseyi
taklit etmeyip gerçek bir vicdanın eseri oldu.
Görevde olduğum vakitler dışında kırk
sekiz saatlik bir süre içinde şu cümleler meydana geldi. Kardeşlerimin
görüşlerinde geçerli bir yeri olursa mutlu olacağım.
Bu milletin büyüklerinden bu konuda
pek çok, inci gibi söz söyleyenler vardır. Bu gibi büyük insanların hikmet dolu
sözleri ortada iken bu fakirin, âriflerin görüşlerine böyle kıymetsiz bir eser
sunması ve ortaya koyması konusundaki perişan cesaretimi faydasız görmek
isteyenlerin; güzel gül bahçesini süsleyen göz alıcı çiçek çeşitleri arasında
kıymetsiz yeşillikler bulunması türünden sayılmakla bağışlama ve hoşgörü
göstermelerini dilerim.
Başarı Allah’tandır.
ALİ EMÎRÎ
1-
Allah-ü Azimü’ş Şân’a hulûs-i vicdan
ile ibadet, peygamberi zi-şâna râbıta-i iman ile muhabbet ve vatana kemâl-i
ciddiyetle hizmet edenler, insanların en âkıl ve kerim ve fâzıllarıdır.
(En üstün ve en yüce olan Allah’a
samimiyetle ve içtenlikle ibadet edenler, şanlı peygambere iman bağı ile sevgi
besleyenler, vatana en ciddi ve en güzel şekilde hizmet edenler, insanların en
akıllı, en cömert ve en faziletlileridirler.)
2-
İstiâne zamanında kuzu koyuna, koyun
sürüye, sürü çobana, çoban sahibine koşar. Bunların cümlesi bir vazife ve ikdâm
ile mükellef olmakla beraber netice-i müteselsilesi Cenâb-ı Rabb-ül âleminden
istimdâda çıkar.
(Yardıma ihtiyaç duyulduğu zamanda
kuzu koyuna, koyun sürüye, sürü çobana, çoban sahibine koşar. Bunların hepsi
bir görev ve sorumluluk ile yükümlü olmakla beraber neticede hepsi âlemlerin
Rabbi olan Allah’a sığınır ve O’ndan yardım ister.)
3-
Ebeveynine itaat etmemiş olan adam
tâliinden şikâyet ederse haksızdır.
(Ana-babasının sözünü dinlememiş ve
onlara saygı göstermemiş olan kimsenin kaderinden şikâyete hakkı yoktur.)
4-
Ebnâ-yı cinsine gadr edenler insan
olduklarını düşünmeyenlerdir.
(Dost, akraba ve arkadaşlarına ihânet
edenler insan olduklarını düşünmeyenlerdir.)
5-
A’mâl-i hile ile müstefit olan
mutazarrır olduğundan bî- haberdir.
(Hile ile kazanç sağlamaya çalışan
insan, zararda olduğundan habersiz olandır.)
6-
Erbâb-ı hasedin vücudu zinde olsa
bile ruhu hastadır.
(Hased eden, başkasını çekemeyen
insanın vücudu dinç ve sağlıklı olsa bile ruhu hastadır.)
7-
Ecdâdından çokça bahsedenler
meziyeten iflâs edenlerdir.
(Ecdâdından çokça bahsedenler her
türlü iyilik, güzellik ve başarı bakımından bitmiş, tükenmiş olanlardır.)
8-
Erbâb-ı kin, ne kadar hoş-âmed ve
lâtif ve nerm görünse sözlerine ve iltifatlarına itimat etme. Bunların,
çekirdekli pamuk gibi tuhm-i sengîn adâvetleri kulûb-i kâsiyelerinde
müstetirdir.
(İçleri kin ve nefret dolu olanlar,
ne kadar güzel, iyi ve yumuşak görünseler de sözlerine ve iltifatlarına
güvenme. Çünkü bunların düşmanlıkları, sert ve katı olan çekirdeklerini içinde
barındıran çekirdekli pamuk gibi katı kalplerinde gizlidir.)
9-
Erbâb-ı basiret düşmandan ziyâde
dosttan korkar.
(İleri görüşlü ve gerçeği görebilen
insanlar, düşmandan çok dosttan korkarlar.)
10-
İstitâatından büyük işe başlayanlar,
istitâatı dairesinde görebileceği işin cellâdı olurlar.
(Güç ve yeteneğinin üstünde büyük
işlere kalkışanlar, güç ve yeteneği çerçevesinde gerçekleştirebileceği işin
cellâdı olurlar.)
11-
İrtikâb-ı sekâmet edenler kendi
hâllerine acımayanlar- dır.
(Çürük işlerle uğraşanlar kendi
hâllerine acımayanlardır.)
12-
İstikâmeti i’lâ eden mürtekiplerin
gayretidir.
(Doğruluğu ve iyiliği yücelten şey,
çirkin işlerle uğraşanların yaptıkları çirkinliklerdir.)
13-
Esnâ-yı tahsilde daima birinci çıkmak
şâyân-ı takdir ve âferin almakla beraber ona itimat ve tefahhur eylemek evsâf-ı
kâfiye olamaz. Nefse aid bir kusur-ı mücerred dahi bunun aksini icab ettirmez.
İnsan vatanına sadâkat, ebnâ-yı cinsine hüsn-i hizmet ve âdâb-ı muâşeret ve
âmiriyet sıfat-ı memdûhasını ih- râza kudret gibi zâtî, vicdânî evsâf-ı âliye-i
maddiye ve havârik-ı ma’neviye ile mümtaz olmak gerekdir. Bu gibileri bulup
mevkilerinde istihdâm eylemek daha büyüklüktür.
(Eğitim-öğretim sırasında daima
birinci olmak takdir edilecek ve alkışlanacak bir durum olmakla birlikte
sadece ona güvenmek ve onunla övünmek yeterli ve güzel bir özellik değildir.
İnsanın sahip olduğu bir kusurundan dolayı da bunun aksi gerekmez. -Yani,
insan ne sahip olduğu güzelliklerle övünmeli, ne de sahip olduğu
noksanlıklardan dolayı kendini küçük görmelidir. Bu davranışların her ikisi de
doğru değildir.- Bir insanda asıl olması gerekenler; vatana bağlılık, insana
güzel hizmet, terbiye ve görgü kurallarına uymak, maddi manevi, kişisel ve
vicdani bütün üstün değerlere ve özelliklere sahip olmaktır. Böylelerini bulup
durumlarına uygun iş ve görevlerde vazifelendirmek ise daha büyüklüktür.)
14-
İtibâr ve kıymet daima nâdir
olanlaradır. Rezâil-i etvâr ashâb-ı mebzûl; ve fezâil-i ahlâk erbâbı nadirdir.
Nadirlere iltihâka çalış ki itibâr ve kıymet bulasın.
(İnsanların önem ve değer verdikleri
şeyler, daima az bulunanlardır. İnsanlar içerisinde yanlış ve olumsuz tavırlar
içinde olanlar pek çok, bunun yanında güzel ahlâk sahibi, faziletli insanlar
ise pek azdır. Sen, bu az olanlara katılmaya çalış ki kıymet ve değerin
artsın.)
15-
Erbâb-ı işret ve sefâhat olanlar
haydutların nezdine kendi ayaklarıyla giderler.
(İçki ve eğlenceye düşkün olanlar
haydutların yanına kendi ayaklarıyla giderler.)
16-
Ahmak olan ihtiyar, sükût ettikçe
mertebe-i dirâyete bir kadem takarrüb eder.
(Ahmak olan ihtiyar, sustukça, akıllı
insan mertebesine bir adım daha yaklaşmış olur.)
17-
İfrât-ı istidât ve zekâya mâlik
olanlar tevâzuu târik ve kibir ve gurura münhemik olursa idbâr ve nekbete her
an ve dakika muntazır olsun.
(Üstün zekâ ve yeteneğe sahip
olanlar, alçak gönüllülüğü terk eder ve gurura sarılırlarsa, küçük düşmeyi ve
aşağılanmayı her an beklemelidirler.)
18-
İfrât-ı zekâya mâlik isen kendini
tehlikeye ilkâ etmemek için Cenâb-ı Hak’tan daima istimdât et.
(Üstün zekâya sahip isen kendini
tehlikeye atmamak için Yüce Allah’tan daima yardım istemelisin.)
19-
Ekser insan kendi vücudunda saklanan
kin, garaz, adâ- vet, haset gibi binlerle a’dây-ı hâne-gîye hiç ehemmiyet
vermez. Halbuki ebnâ-yı cinsinden bir kimsenin kendisine adüv olduğunu
hissederse be-gâyet içtinâb eder. Bu ise hakikatte bir kal’a içinde müthiş
adüvleri ilkâ ile, hariçten geleni men’e çalışmaya benzer.
(Çoğu insan kendi vücudunda saklı
bulunan kin, garaz, düşmanlık ve haset gibi binlerce iç düşmanlara önem vermez.
Halbuki insanlardan birinin kendisine düşman olduğunu hissederse bundan son
derece kaçınır. Bu durum ise bir kale içinde bulunan müthiş düşmanları bırakıp
da dışarıdan gelenleri engellemeye çalışmaya benzer.)
20-
En mütefennin, en birinci âlimler
mücelledât-ı kü- tüphane-i Kudret’in birinci sahifesinde ve bizim gibi âcizler
ise birinci satırının ilk kelimesindedir.
(En büyük ve en değerli bilginler,
Kudret kütüphânesindeki ciltli kitapların birinci sayfasında, bizim gibi
âcizler ise birinci satırının ilk kelimesindedir.)
21-
Emelsiz ve hâlis olarak hüsn-i hizmet
edip mükâfât beklemiyenlerin mükâfatını Lütf-i İlâhî mütekeffildir.
(Herhangi bir çıkar ve menfaat
düşünmeden, samimiyetle ve en güzel şekilde hizmet edip mükâfât beklemeyenlerin
mükâ- fâtına Yüce Allah kefildir.)
22-
Emelsiz adam, her emele vâsıl olmuş
gibidir.
(Yaptığı hizmetleri ve çalışmaları
herhangi bir gizli arzu ve isteğe dayandırmayan insan, aslında bu dürüstlüğü
sebebiyle bütün arzularını gerçekleştirme imkânına kavuşmuş sayılır.)
23-
İnsan sefâhata müptelâ olmamak için
fevkalâde sa’y ve ikdâm etmeli. Lâkin adem-i ibtilâyı kendi himmetinden bilmemeli.
(İnsan, içki ve eğlence gibi kötü
alışkanlıklara bulaşmamak için elinden gelen her türlü gayret ve çalışmayı
yapmalıdır. Ancak, bu türlü kötü alışkanlıklara bulaşmamış olmayı da kendinden
bilmemelidir.)
24-
İnsan-ı kâmilin rahatsız zamanı,
huzur ve istirahat zamanıdır.
(Her yönden olgun ve mükemmel bir
insanın rahatsız olduğu zamanı, kendini rahat ve huzurlu hissettiği zamanıdır.
-Çünkü o, bütün zamanını insanlar için ayırmıştır. Onları bırakıp da kendi
rahatını düşünmeye başladığında rahatsız ve huzursuz olur.)
25-
İnsanlar için sa’y ve ikdâmdan büyük
hüner, tevâzudan kıymetli yâr ve yâver ve hüsn-i niyetten âlî birâder yoktur.
(İnsanlar için, çalışmaktan ve ileri
görüşlü olmaktan büyük hüner, alçak gönüllü olmaktan büyük yâr ve yardımcı, iyi
niyet sahibi olmaktan daha üstün bir birâder yoktur.)
26-
İnsanların büyüğü, dünyanın hiçbir
şan ve şerefiyle hâl ve mesleğini bozmayandır.
(İnsanların büyüğü, dünyanın hiçbir
şan ve şerefiyle, makam ve mevkisiyle, sahip olduğu üstün özellikleriyle,
durumunda ve davranışlarında herhangi bir değişiklik olmayandır.)
27-
İnsanlar, en âlî madenden zuhur eden
cevher-i girân- bahâya benzer. Cevher-i girân-bahânın ise zîver-i fass-ı rağbet
ve zînet-i mevki-i ehliyet olması üstâd-ı zü fünûnun dest-i iktidârın- da
tirâşîde ve terbiye olmaya vâbestedir.
(İnsanlar, en üstün bir madenden elde
edilen en değerli, eşsiz bir mücevhere benzerler. Bu mücevherin insanlar
tarafından çok arzu edilmesi ve beğenilmesi, aynı zamanda takıldığı yerde çok
güzel durması ise o mücevheri yapan, işleyen ve süsleyen ustanın o konudaki
yetenek ve mahâretine bağlıdır.)
28-
İnsanların yekdiğerinden farkı
hilkaten ve kıyâfeten olmayıp edeben ve ilmen olduğuna binaendir ki bu farkı,
ehl-i bâsâr göremez. Ancak erbâb-ı basiret görür.
(İnsanların birbirinden farkı, şekil
ve giyim-kuşam yönünden olmayıp sahip oldukları edep ve bilgi yönündendir.
Fakat bu farkı, gözleriyle bakanlar göremezler. Ancak basiret sahibi olanlar
-akıl, kalp ve gönül gözüyle bakanlar- görürler.)
29-
İnsanlık, beyân ile değil vicdan
iledir.
(İnsanlık, yapılan konuşmalarla
değil, ancak vicdanın sahip olduğu değerlerle anlaşılır.)
30-
Okumak başka, anlamak başkadır.
31-
İnsanın tedricen büyüdüğüne ve
aklının yavaş yavaş tekemmül etmekte olduğuna taaccüb etmemeli. Azamet-i zemin
ve âsuman ve kudret-i masnûât-ı hallâkı kün fe kâne, nazar-ı şâmil ve akl-ı
kâmil ile vehleten ve def’aten görülmüş olsa, hav- sala-i idrak birdenbire
kabul ve ihâta edemez. Meselâ tahtanın yontulması, suyun akması, kömürün ateş
olması, ateşin yakması, toprağın itidâli, taşların sertliği ve isti’mâli,
demirin tab’an galiz ve müessir olması ve hevâm ve haşerât ve vuhûş ve tuyûr ve
hay- vânâtın ahvâl-i mudâr ve menâfii ve sâir bu misillü milyonlarla masnûât-ı
kudret-i rabbâniyenin, nev’i insan bîgâne ve garibi ve hayrân ve sergerdânı
kalarak ibretnümâ bir surette helâk olur.
(İnsanın belli bir sistem ve düzen
içinde büyümesine ve aklının da yavaş yavaş gelişip olgunlaşmasına şaşmamak
gerekir. Çünkü, yeryüzünde ve gökyüzünde, Yüce Allah’ın “ol” emriyle oluveren
bunca şeyler, bütün gerçekliği ve çıplaklığıyla hep birden ve âniden görülmüş
olsalar, insanoğlunun anlama gücü ve kapasitesi bunu kaldıramaz. Meselâ,
tahtanın yontulması, suyun akması, kömürün ateş olması, ateşin yakması,
toprağın yumuşaklığı, taşların sertliği ve kullanılışı, demirin yapı olarak
sert ve iz bırakıcı olması, böceklerin, haşerelerin, vahşi ve ehli tüm hayvanların
faydalı ve zararlı tarafları, bunlardan başka daha milyonlarca, Yüce Allah’ın
yarattığı ve idare ettiği varlıklar... İnsanoğlu bütün bunları bir anda görse
ve anlasa büyük bir hayranlık ve şaşkınlık içinde kalıp âleme ibret olacak
biçimde helâk olur.)
32-
İstikâmet ve kelâm-ı hak ile menfûr
ve münferid kalmak, istikâmet ve sebât-ı azmi fedâ ile bin encümen-i ikbâle
dâhil olmaktan hakikatte hayırlı ve kârlıdır.
(Doğruluk ve doğru sözlülük
sebebiyle, toplumda istenmeyen ve tek başına kalan bir insan olmak, bunları
terk ederek
büyüklük sevdasında olan binlerce
insanın arasında olmaktan daha hayırlı ve kârlıdır.)
33-
Evlâdını terbiye etmeye çalışmayan
insan, vazife-i übüv- vet hususunda hayvanın dûnunda kalır. Zira tuyûr
tayarânı, vuhuş meşyi ve hareketi ve sayâdeti yavrularına ta’lim eder.
İnsanların dâire-i ta’limi ise bunlara nisbetle ne kadar vâsi’ ve mihdir.
(Çocuklarını terbiye etmeye
çalışmayan insan, babalık görevini yerine getirme konusunda hayvandan daha
aşağıdadır. Çünkü kuşlar uçmayı, vahşi hayvanlar da yürümeyi, hareketi ve
avlanmayı yavrularına öğretirler. İnsanların eğitimlerinde öğrenecekleri
şeyler ise bunlara oranla çok daha fazladır.)
34-
Ehl-i riyâ ile ehl-i hakikatın bir
fikir üzere ictima’ı, nur ile zulmetin bir noktada ictima’ı kadar müşkildir.
(Gösteriş maksatlı ve ikiyüzlü
olanlarla, yaptıkları işi gerçekçi bir düşünce ile yapanların bir fikir
üzerinde anlaşarak bir araya gelmeleri, aydınlık ile karanlığın bir noktada
birleşmeleri kadar zordur.)
35-
Eyyâm-ı hayatının geçmiş zamanlarını
düşünmeyen veya düşünüp de şâyânı takdir bir hizmet-i hamiyetkârânesini
görmeyen, en bedbaht bir insandır.
(Hayatının geçmiş günlerini
düşünmeyen veya düşünüp de takdir edilecek, beğenilecek bir hizmetini
göremeyen, en bedbaht -talihsiz- bir insandır.)
36-
Eytâm ve erâmil ve dul kadınlara,
ma’lûl ve ihtiyarlara kudreti miktarınca merhamet ve muâvenet etmeyenler
mazhar-ı gazab-ı ilâhî olduklarına âgâh olmayanlardır.
(Yetim, bekâr, dul, hasta ve
ihtiyarlara gücü yettiği ölçüde merhamet ve yardım etmeyenler, bu hâlleriyle
Yüce Yaratıcı’nın gazabına çarpılacaklarının farkında olmayanlardır.)
37-
İki sahifelik bir küçük eseri bile
istisğâr etme. İnsan-ı
kâmil için Köroğlu masalında dahi
ibret alacak ve hatta müstefid olacak şeyler yok değildir.
(İki sayfalık küçük bir eseri bile
küçük görme. Çünkü her bakımdan olgunluğa ulaşmış olan bir insan için Köroğlu
masalında bile ibret alınacak ve faydalanılacak şeyler yok değildir.)
38-
İki ufak gözle mâsivâyı görmeye
muktedir olan bir insan, fekk-i ayn ihtimâm ederse cihân-ı ulûm ve maârifin
dahi nazar-ı ıttılâına arz-ı mâhiyet-i imkân eylemesi isti’dâtından nasıl me’yus
kalır.
(İki ufak gözle bütün âlemi görmeye
güç yetiren bir insan, gözlerini açıp dikkatlice bakarsa, bütün ilim ve
irfanın, kendilerinde var olan her şeyi onun değerlendirmesine sunduğu bir
yetenekten nasıl ümitsiz olur.)
39-
İstikâmeti olmayan, her ne kadar
etvâr-ı hükümete vâkıf, âkıl ve kâmil dahi görünse, âkıl-ı hakiki ve kâmil-i
ma’- nevî olmadığından din ve devlete nâfi’ hizmet îfâsına muktedir olamaz.
(Doğru, dürüst ve namuslu olmayan bir
insan, her ne kadar devlet işlerinde vâkıf, -becerikli- akıllı ve kâmil görünse
de gerçek akla ve manevi olgunluğa sahip olmadığından, din ve devlete yararlı
hizmet etmeye güç yetiremez.)
40-
İhmâl ve atâlet başka, hazm ve
ihtiyât ile teennî-i hakî- mâne başkadır.
(İhmalkâr davranmak ve tembellik
göstermek başka, sabırlı ve tedbirli olarak dikkatli ve yerli yerince hareket
etmek başkadır.)
41-
İyi âdem olmak pek güçtür. Fakat her
işte vicdan ile müşâvere edildi mi pek kolaylaşır.
(İyi insan olmak pek güçtür. Fakat
her işte vicdanın sesine kulak verilirse çok kolaylaşır.)
42-
İyi maslahatı fenalaştırmak, mahâret
ve meziyet sayılmaz. Çünkü bir binayı yıkmak kolaydır. Lâkin kötü bir şeyi
iyileştirmeye muvaffak olmak hüner ve ma’rifettir. Zira yıkılmış bir hâneyi
yeniden âbâd ve imâr etmek birçok müşkilâta iktihâm ile hâsıl olabilir.
(Güzel bir şeyi kötüleştirmek hüner
ve meziyet sayılmaz. Çünkü bir binayı yıkmak kolaydır. Kötü bir şeyi
iyileştirmeyi başarmak, hüner ve marifettir. Zira, yıkılmış bir binayı yeniden
yapmak ve düzene koymak birçok zorluğa katlanmakla mümkün olur.)
43-
İyi âdeme hiç kimse fenâlık etmez.
Çünkü iyi âdem fenalık nedir anlamaz.
(İyi insana hiç kimse kötülük etmez.
Çünkü iyi insan kötülük nedir anlamaz -Onun dünyasında kötülüğün adı bile
yoktur.)
44-
İfrât-ı zekâya mâlik olanlar mâlik-i
ifrât-ı zekâ olduklarını bilmez veya bilmek ve bildirmek istemezler ise ducret
ve tehâlükten masun kalabilirler.
(Üstün zekâya sahip olanlar, bu
durumlarını bilmez veya bilmek ve bildirmek istemezlerse sıkıntıdan ve rahatsız
edilmekten korunabilirler.)
45-
Emel ve istifâdeyi terk ile hakikatin
hâdimi olanlar her işte muvaffak olurlar.
(Herhangi bir art niyet ve çıkar
düşüncesi olmadan gerçeğin hizmetçisi olanlar her işte başarılı olurlar.)
46-
Âsâr neşrine muvaffak olmayanların
ashâb-ı âsâra itiraz etmeleri yolsuz ve haksızlıktır. Bihakkın neşr-i âsâr
edenler bu hakka kesb-i istihkâk ederler.
(Bir eser ortaya koyup, onu
yayınlamayı başaramayanların,
bunu başaranlara itiraz etmeleri hem
uygun değil hem de haksızlıktır. Hakkıyla eser yayınlamayı başaranlar bu hakkı
kazanmaya en lâyık olanlardır.)
47-
Ekseri muvaffak olanlar vakt-i
felâkette son dereceye kadar sabır ve tahammül ile temkinini şaşırmayanlardır.
(Genellikle başarılı olanlar, felâket
ve sıkıntı zamanlarında son âna kadar sabır ve tahammül ile tedbiri elden
bırakmayanlardır.)
48-
Emlâk ve akârını îmar ve tezyin
etmeyip de hâliyle bırakmak gafletinde olanlara ya niçin çıplak gezmemekte
olduklarını suâl kifâyet eder.
(Taşınır, taşınmaz bütün mallarına
gereken önem ve özeni göstermeyip onları kendi hâllerine bırakanlara niçin
çıplak gezmediklerini sormak yeterli olur.)
49-
Ahlâksız ve deli olanlardan uzak
kaçınız. Zira bir deli kırk akıllıyı şaşırtır.
(Ahlâksız ve deli olanlardan uzak
durunuz. Çünkü bir deli kırk akıllıyı şaşırtır.)
50-
En kolay, herkese nasihat vermek ve
en güç, kendi nefsine söz anlatmaktır. Ve en hüner şu müşkili
kolaylaştırmaktır.
(En kolay iş, herkese nasihat
vermektir. En zor iş, kendi nefsine söz anlatmaktır. Hüner ve marifet ise bu
zoru kolaylaştırmaktır.)
51-
Başının üstünde top patladığı hâlde
korkmayıp titremeyenden, bir bî-kesin hâline merhametle yüreği titreyen daha
cesurdur.
(Başının üstünde top patladığı hâlde
korkmayıp titremeyenden, bir kimsesizin hâline merhametle yüreği titreyen daha
cesurdur.)
52-
Bakmak başka, görmek başkadır.
53-
Bir eser-i hayır bırakmaksızın toprak
altına gidenler, dünyaya gelmeyen takımdandır.
(Hayırlı bir eser bırakmasızın toprak
altına gidenler, dünyaya gelmeyen takımdandır.)
54-
Bir insan ne kadar mütevâzi ise o
kadar âlîdir. Ne kadar müteazzım ise o kadar sefildir.
(Bir insan ne kadar alçakgönüllü ise
o kadar üstündür. Ne kadar büyüklük taslarsa o kadar alçaktır.)
55-
Bir işe başlamazdan evvel düşünmek,
başladıktan sonra düşünmenin tiryâkıdır.
(Bir işe başlamadan önce düşünmek,
başladıktan sonra düşünmenin panzehiridir.)
56-
Bir tembelin nâgehân bir servete nâil
olması, çalışmaksızın vâsıl-ı servet olmak arzusunda bulunanlara bürhân-ı müd-
deâ olamaz. Çünkü bir körün tesâdüfen bir cevher bulması, bir gözlünün onu
takliden gözünü kör etmesini icâb etmez.
(Bir tembelin ansızın bir servete
kavuşması, çalışmaksızın servet sahibi olmak isteyenlerin iddialarına bir delil
olamaz. Çünkü, bir körün tesâdüfen bir değerli taş -mücevher- bulması, bir gözü
görenin onu taklit ederek gözünü kör etmesini gerektirmez.)
57-
Bir câhilin söylemekte olduğu
galatâtı bir âlim taklid etmek istese âciz kalır. Ya câhil, âlimi taklid etmek
isterse var kıyas et.
(Bir cahilin söylediği yalan yanlış
şeyleri bir âlim taklit etmek istese başaramaz. Ya câhil, âlimi taklit etmek
isterse var kıyas et -karşılaştır ve durumun vehâmetini düşün.)
58-
Bir gülistân-ı safâya giren hârından,
ve bir gencine-i nimete vâsıl olan tarassud-u mârından gâfil olmamalı.
(Güzel bir gül bahçesine giren
dikeninden, bir nimet hazi- nesini elde eden de onu gözetleyen yılan-çıyandan-
gafil olmamalıdır.)
59-
Bir sene zarfında güneş, yüzler defa
fevkımızda cereyân ve küre-i zemin, ayağımız altında deverân etti. Otlar bitti,
ağaçlar yeşillendi, çiçekler açtı, meyvelerin envâı hâsıl oldu. Buğday, arpa
ve sâire yetişti. Yedik, içtik, eğlendik, mükevvenâtın bu kadar hizmetlerine
bir ivaz yok mu?
(Bir sene boyunca güneş yüzlerce defa
üstümüzde dolaştı, yeryüzü ayağımızın altında gezindi. Otlar bitti, ağaçlar
yeşillendi, çiçekler açtı, çeşit çeşit meyveler meydana geldi. Buğday, arpa ve
diğerleri yetişti. Yedik, içtik, eğlendik. Yüce Yaratıcı'nın bizim
için var ettiği bunca varlıkların bu
kadar hizmetlerine bir karşılık, bir bedel, bir ücret yok mu?)
60-
Bir günlük geçen ömür az bir şey
midir? Başımız üstünde bir hurşid, maşrıkdan mağribe cevelân, zîr-i pâyimizde
bir küre-i arz, deverân etti. Şu kadar müsâid bir müddet zarfında vatanına bir
hayırlı iş veya ebnâ-yı cinsine bir menfaatli hizmet görmeyen âdem bedbahttır.
(Bir günlük geçen ömür az bir şey
midir? Başımız üstünde bir güneş, doğudan batıya gitti gitti geldi, ayağımızın
altında yeryüzü, dolaştı durdu. Şu kadar uygun bir zaman zarfında vatanına bir
hayırlı iş veya insanlığa bir faydalı hizmet görmeyen insan talihsizdir.)
61-
Bir nimeti hâsıl etmekten muhâfaza
etmesi müşkildir.
(Bir nimeti korumak, onu elde
etmekten daha zordur.)
62-
Büyük âdemlerin kelâmlarını takdir ve
tesir ettiren, kelâmlarındaki kuvvetten ziyâde hüsn-i niyetleri ve
mesleklerinin ulviyetidir.
(Büyük insanların sözlerindeki etki
ve beğenilme, sözlerindeki kuvvetten çok iyi niyetleri ve mesleklerinin
yüceliğidir.)
63-
Bir âdemin kandil-i hayâtı revgân-ı
hüsn-i ahlâktan mahrum ise onun hülâsa-i hâli nurdan ziyâde zulmeti irâe eder.
(Bir insanın hayatını aydınlatan
kandil, güzel ahlâk yağından mahrum ise onun durumu, aydınlıktan çok karanlığı
gösterir.)
64-
Bir âdemin aklı ve zekâsı ne kadar
çok olursa olsun ve âsârı ne kadar fasih ve beliğ bulunursa bulunsun eczâ-yı
vücudu istikâmet ve hüsn-i niyetle muhammer olmaz ise ne kendinden ne de
yaldızlı sözlerinden mülk ve millet için bir hayır bekleme. Şeytan akıl ve
zekâda yektâ ve melâike-i izâma üstâd-ı bî-hemtâ
ve kurb-i İlâhîde cilve-nümâ iken tard olunarak
boğazına tavk-ı lânet geçirildi.
(Bir
adamın aklı ve zekâsı ne kadar çok olursa olsun, eserleri ne kadar güzel ve
akıcı bulunursa bulunsun, vücudunun her zerresi doğruluk ve iyi niyetle
yoğrulmuş olmaz ise ne kendinden ne de yaldızlı sözlerinden vatan ve millet
için bir hayır bekleme. Şeytan akıl ve zekâda tek, bütün meleklere eşsiz bir
hoca ve Allah katında cilve yapan birisi iken kovularak boğazına lânet halkası
geçirildi.)
65-
Bir
makinenin hüsn-i i’mâline ne kadar dikkat lâzım ise hüsn-i isti’mâline ondan
daha büyük dikkat ve gayret lâzımdır.
(Bir
makinenin güzel üretilmesine ne kadar dikkat lâzım ise güzel kullanılmasına
ondan daha büyük dikkat ve gayret lâzımdır.)
66-
Bir
kitap meraklısından nadir bir kitabını istemek onu bir büyük felâkete
uğratmaktır.
67-
Bir
mesire-i dilârâda bir kere etrafa bakıldı mı gayet münevver ve müzeyyen mahbub
ve mahbubeler ve âheng-i gûnâ gûn tarab-âver ve gül ve gülzâr ve nihalân
meyvedâr ve rengârenk ezhâr ve sâir hayret-fezâ masnûât ve âsâr görülür.
Bunları seyretmeli ve nazar-ı ibretten geçirmeli. Azamet ve kudret-i Sâni-i
hakikiyi zikir ve fikir ile hayrân olmalı. Fakat hiçbirine hırs ve tehâlükle
firifte olup meyelân-ı kat’î gösterilmemeli. Çünkü hırs, tehâlük ve iptila
gösterilirse onlar insan için zehirdir.
(Göze
ve gönle hoş gelen bir gezinti yerinde bir kere etrafa bakıldı mı gayet
aydınlık ve güzel sevgililer, türlü türlü renklerin iç içe olduğu, sevinç ve
coşku getiren gül ve gül bahçesi, taze fidanlar, meyveli ve rengârenk çiçekler,
diğer hayret veren varlıklar ve eserler görülür. Bunları seyretmeli ve ibretle
bakmalı. En
büyük
ve en kudretli olan, her şeyin gerçek yapıcısı ve yaratıcısı Yüce Allah’ı zikir
ve fikir ile O’na hayrân olmalı. Fakat hiçbirine hırs ve aşırı istek gösterip
de aldanmamalı ve onlara karşı kesin bir eğilim ortaya konmamalıdır. Çünkü
hırs, aşırı istek ve bağlılık gösterilirse onlar insan için birer zehir
olurlar.)
68-
Başkasının
hakkını zâyi’ eden hakikatte kendi hakkını zâyi’ etmiştir.
(Başkasının
hakkını kaybettiren -yiyen- aslında kendi hakkını kaybettirmiştir -yemiştir.)
69-
Bir
memleketin ulûm ve maârifini anlamak isteyen, muallimlerinin ahlâkına ve
mekteblerinin dinî ve tarihî olan programına baksın.
(Bir
memleketin ilim, bilgi ve anlayış seviyesini anlamak isteyen, öğretmenlerinin
ahlâkına ve okullarının din ve tarih programlarına baksın.)
70-
Büyük
fıtratı hâiz olduğuna vicdanın emin olduğu bir zâttan lütuf görmediğin hâlde
zamanın adem-i müsâadesine hüküm ile itikâdını bozma.
(Büyük
ve değerli olduğuna vicdanının emin olduğu bir zâttan herhangi bir karşılık,
ilgi ve alâka görmediğinde, zamanın müsaitsizliğine hüküm verip de inancını
bozma.)
71-
Bir
muntazam binaya yolsuz ve mevkisiz konulan bir taş, herkesin nazar-ı garâbet ve
teessüfünü celb eder. Bir âdem her muâmelesinde bu noktaya dikkat ederse
muvaffâkiyet her gün gelip eteğini öper.
(Çok
güzel yapılmış bir binaya uygunsuzca konulan bir taş, herkesin dikkatini çeker
ve tuhafına gider. Bir adam, her işinde bu noktaya dikkat ederse başarı her gün
gelip eteğini öper.)
72-
Bazı
âdemi senâ edip derler ki, bugün eline yüz altın girse yarına kalmaz. Halbuki
benim itikadımca o kimse insandan hâriçtir.
(Bazı
insanları övüp derler ki, bugün eline yüz altın girse yarına hiçbir şey kalmaz.
Halbuki benim inancıma göre o kimse insandan bile sayılmaz.)
73-
Bazı
yolsuz görünen efâlin esbâb-ı ma’neviyesi zâhirde bilinmiş olsa, sahibi memdûh
görünmese bile mâzur görülür.
(Bazı
uygunsuz görülen işlerin manevi sebepleri açıkça bilinmiş olsa, sahibi övülmese
de anlayışla karşılanabilir.)
74-
Boğaz
lokmanın medhali ve kelâmın mahrecidir. Leziz ve dil-nüvâz lokmalar indirmeğe
çalışıldığı gibi lâtif ve ruh-efzâ kelâmlar çıkarmaya da sa’y edilmeli ki bâri
bir tevâzün-ü ma’nevi husûle gelmiş olsun.
(Boğaz,
lokmanın girdiği ve sözün çıktığı yerdir. Lezzetli ve hoşa giden lokmalar
indirmeye çalışıldığı gibi güzel ve ruhu okşayıcı sözler çıkarmaya da
çalışılmalı ki böylece manevi bir denge kurulmuş olsun.)
75-
Büyük
âdem olmak isteyen kendisini büyük görmez ve istifâde-i gayr-i meşrûâya
çalışmaz.
(Büyük
adam olmak isteyen kendisini büyük görmez ve meşru olmayan yollardan
faydalanmaya çalışmaz.)
76-
Büyük
âdemlere bazı kimseler öyle büyük âdemin nefsine ait etmiş olduğu bir kusurdan
dolayı afv-ı ricâ ederler. Benim fikrimce bu doğru değildir. Büyük âdemler afvı
hatıra bile getirmezler.
(Büyük
insanlara bazı kimseler öyle büyük bir kimseye karşı işlemiş olduğu bir
kusurdan dolayı ondan özür ve bağışlanma dilerler. Benim fikrimce bu doğru
değildir. Çünkü büyük kimseler afvı hatıra bile getirmezler.)
77-
Büyük
âdemler tevâzuan kendini küçük göstermek ister, fakat âsârı büyüktür. Küçük
âdemler taazzumen kendini büyük göstermek ister, fakat âsârı küçüktür.
(Büyük
insanlar alçakgönüllülükle kendini küçük göstermek isterler, fakat eserleri
büyüktür. Küçük insanlar büyüklenerek kendini büyük göstermek isterler, fakat
eserleri küçüktür.)
78-
Büyük
âdemler hiçbir vakitte kendilerinin büyük olduklarına kanaat etmemişlerdir.
(Büyük
insanlar hiçbir zaman kendilerinin büyük olduklarına kanaat etmemişlerdir.)
79-
Büyük
işlere muvaffak olmak isteyenler, her hususta menâfi-i zâtiye ve husûsât-ı
nefsâniyesini fedâ etmelidirler.
(Büyük
işler başarmak isteyenler her konuda kişisel çıkarlarını ve özel işlerini feda
etmelidirler.)
80-
Büyük
işlere muvaffak olan zâta itiraz ve hatta irti- kâb bile isnâd edilmemek kâbil
değildir. Fakat büyüklük, fürü mâyelerin o misillü tefevvühâtına ehemmiyet
vermeyip mevkîi müsâit ise büyük iş görmekten yâni, dinine ve vatan ve
milletine ve sâir ebnâ-yı cinsine hayırlı ve menfaatli husûsâta çalışmaktan
çekinmemektir.
(Büyük
işler başaran kişilere karşı çıkılmaması, hatta o kişilerin kötülük yapmakla
suçlanmaması mümkün değildir. Fakat büyüklük, sütü bozukların böyle olur olmaz
söyledikleri şeylere önem vermeyip, durum uygunsa büyük iş görmekten yani,
dinine, vatanına, milletine ve insanlığa hayırlı ve faydalı işlerde çalışmaktan
çekinmemektir.)
81-
Bir
karış toprağı geçip de şehit olan dilâver bir asker, âmirinin tensip ve
ihtârından evvel ric’at edip de yüz yıl yaşayan bir âdemden bin mertebe hayırlı
ve kârlıdır.
(Bir
karış toprağı geçip de şehit olan yiğit bir asker, komutanının iznini ve
olurunu almadan geri dönüp de yüz yıl yaşayan bir insandan bin kat daha hayırlı
ve kârlıdır.)
82-
Te’yîd-i
ezelin kılavuzu sa’y ve ikdâmdır. Sa’y ve ikdâ- mın mıknatısı Te’yîd-i ezeldir.
(Ezeli
Kudretin -Yüce Yaratıcı'nın- bize gönderdiği kılavuz çalışmak ve ilerlemektir.
Çalışma ve ilerlemenin mıknatısı ise Ezeli Kudret'tir. -Yüce Yaratıcı, çalışan
ve ilerleme kararlılığı içinde olanların yardımcısıdır.)
83-
Tahsil-i
kemâlât etmeyen âdem, kendi istikbâlinin kâtil- i manevisidir.
(Eğitimini
tamamlamayan insan, kendi geleceğinin manevi katilidir.)
84-
Tecrübe
edilen bir âdemin sûret ve akvâline bakarak tevdi-i umûr edilmemeli. Çünkü kâid
bulunan bir âdemi meşy ve hareket ettirmedikçe topal olup olmadığı anlaşılamaz.
(Denenen
bir insanın görünüşüne ve sözlerine bakarak işe almamalıdır. Çünkü ayakta
bulunan bir adamı yürütmedikçe ve hareket ettirmedikçe topal olup olmadığı
anlaşılmaz.)
85-
Tedbirsizlikle
geçirdiğin zamanların bir şeâmetini görmemiş olsan bile o zamanları düşündükçe
fevkalâde müteessif ol ve ta’mir-i mâ-fâte çalış.
(Tedbirsizlikle
geçirdiğin zamanların bir kötülüğünü görmemiş olsan bile o zamanları düşündükçe
fevkalâde hüzünlen ve elden çıkanı tamir etmeye çalış.)
86-
Tedbiri
bir dakika bile elden bırakmamalı. Fakat tedbire mağrur ve müftehir olmamalı.
(Tedbiri
bir dakika bile elden bırakmamalı. Fakat tedbire güvenerek gurura ve kibire
kapılmamalı.)
87-
Terk-i
hakkâniyetle istifâdeye çalışan mânen kendi zarar ve ziyânını iltizâma çalışır.
(Doğruluğu
ve adaleti terk ederek fayda temin etmeye çalışan, aslında mânen kendi zarar
ve ziyânını hazırlamaktadır.)
88-
Tembel,
bir köşeden bir köşeye kalkarsa bir seyahat ettim zanneder.
89-
Tenperver
olanlar, küçük mevkide iken mevkiin adem-i müsâadesini beyân ve büyük mevkie
gelirse teşrifât-ı ihtişâm mâ- zeretini dermeyân eder. Amma memur, ciddi küçük
iken küçüklüğüne, büyürse büyüklüğüne bakmayıp fa’âl olur.
(Rahatına
düşkün ve tembel olanlar, küçük mevkide iken mevkiin uygunsuzluğunu beyan
ederler. Eğer büyük mevkie gelirse o zaman da protokolün çokluğunu bahane
ederler. Amma memur, ciddi küçük iken küçüklüğüne büyürse büyüklüğüne bakmayıp
çalışkan olur.)
90-
Servet,
insan-ı kâmili fazîlete ve merd-i sâfili rezâlete sevk eder.
(Servet,
kâmil -olgun- insanı daha güzel ve faydalı olmaya, alçak ve kötü niyetli
insanı ise her türlü pislik ve kötülüğe yöneltir.)
91-
Servet-ü
sâman sa’y-ü ikdâmın mükâfâtıdır.
(Zenginlik
çalışmanın ve gayretin mükâfâtıdır.)
92-
Çalışmak
başka, iş görmek başkadır.
93-
Câhilin
mehd-i cehâleti, âlimin mebde-i irfânı, vâlide ve mürebbiyelerinin âğuşudur.
(Cahilin
cehaletinin, âlimin ilminin ve irfanının başlangıcı, annelerinin ve terbiye
edicilerinin kucağıdır.)
94-
Câhil,
vatanda garib, âlim, gurbette ehl-i vatandır.
(Câhil
vatanında garip -yalnız-, âlim ise gurbette bile vatanında gibidir.)
95-
Cehâlet
mesâib-i kevniyenin â’zamı olan bir felâket-i dâimedir.
(Cehalet,
kâinatın en büyük musibeti olan daimi bir felakettir.)
96-
Cihânın
en bedbahtı sinn-ü sâli ve sıhhati müsâid olduğu hâlde istihsâli maârif ve
kemâlât ve istikmâli hüner ve sanayi etmeyenlerdir.
(Cihânın
en şanssız kişisi, yaşı ve sağlık durumu uygun olduğu hâlde bilgisini ve
olgunluğunu artırmayan, hüner ve yeteneklerini geliştirmeyendir.)
97-
Çok
âdemler vardır ki, dünyaya geldiklerinden şikâyet ederler. Ben derim ki, gelip
de şu masnûât-ı kübrâ-yı kâinatı seyretmek en büyük bahtiyarlıktır.
(Pek
çok insan vardır ki, dünyaya geldiklerinden şikâyet ederler. Ben derim ki,
dünyaya gelip de şu koskoca kâinattaki sanat mahsulü eserleri seyretmek en
büyük bahtiyarlıktır.)
98-
Cihan,
masdar-ı garâib-i şuûndur. Mıntıka-i inzivâyı ihtiyar eden bir ehl-i basiret
her devre-i inkîlâpta bin garâib-i hikmet ve her zerre-i bedâyi’de bin serâir-i
ibret ile tenvir-i dîde-i intibâh eder. Fakat muktezâ-yı âheng-i kudret bu
keşmekeş hafâ- yâ-yı hilkatten kendi girîbân ve dâmânını da kurtaramaz.
(Şu
kâinat, çok garip işlerin gerçekleştiği bir yerdir. Bir köşeye çekilip oradan
kâinata bakan gönül gözü açık bir insanın, kâinattaki her değişiklikte binbir
farklı hikmet ve her eşsiz zerrede dahi binlerce ibret alınacak sırlar ile
gözü bir kere daha aydınlamış olarak açılır. Fakat, güçlü, düzenli ve uyumlu
olmanın gerekliliği, bu birbirine karışmış olan yaratılışın gizli sırlarından
kendi yaka ve paçasını da kurtaramaz.)
99-
Cihanda
en kolay şey nasihat etmek ve en güç şey nasi- hatıyla âmil olmaktır.
(Dünyada
en kolay şey öğüt vermektir. En güç olan şey ise verdiği öğüdü kendi hayatında
gerçekleştirmektir.)
100-
Cihanda
nefsini pek zeki kıyas eden bazı hilekârlar vardır ki, ehl-i mürüvvet olanlara
sûret-i haktan görünerek onu aldatır ve emeline nâil olarak istifâde-i
nâ-meşrûunu icrâya çalışır. Ve sonra insâniyet gördüğü zâtın sâde deli
olduğundan dolayı aldandığını ve kendisinin sûret-i hakta görünen bir hile- kâr-ı
mâhir olduğundan nâşi nâil-i emel olduğunu düşünür de kendindeki zekâya
perestişhân olur. Fakat nazar-ı hakikatte bu hilekâr aldanmış, öteki ehl-i
mürüvvet kazanmıştır. Zirâ bu hilekârın kalb-i sefilinde saklanmış olan çehre-i
nekbet meydana çıksa herkes teneffür eder ve o ehl-i merhametin vicdan-ı seliminde
müstetir olan simâ-yı hakikat arz-ı nûr-ı dîdâr etse hüsn-i Yusuf gibi münevver
ve güzel görünür.
(Dünyada
kendini çok zeki olarak gören bazı hilekârlar vardır ki, iyiliksever ve cömert
insanlara haktan, doğrudan yana görünerek onu aldatır ve emelini
gerçekleştirerek doğru olmadığı ve hak etmediği hâlde yanlış yollardan çıkar
sağlamaya devam eder. Sonra insanlığından ve iyilik, sever olmasından
faydalandığı bu kişinin, saf ve akılsız olduğu için aldandığını ve kendisinin
de doğrudan ve haktan yana görünerek çok usta bir hilekâr olduğundan dolayı
emelini gerçekleştirdiğini düşünür de böylece kendisindeki zekâya hayran olur.
Gerçekte ise bu hilekâr aldanmış, iyiliksever olan diğer insan kazanmıştır. Çünkü,
bu hilekârın içinde gizlediği çirkin yüzü ortaya çıksa herkes ondan nefret eder
ve kaçar. İyiliksever ve cömert olan diğer insanın vicdanında gizli bulunan
gerçek yüzü ortaya çıksa Hz. Yusuf’un güzelliği gibi aydınlık ve güzel
görünür.)
101-
Cihanın
en birinci hakîm-i kâmili, ebnâ-yı cinsine nasihat ettiği şeyleri mesleken ve
fiilen isbat edendir.
(Dünyanın
gerçek olgun ve hikmetli hareket eden insanı, insanoğluna öğüt olarak söylediği
şeyleri, bütün işlerinde ve davranışlarında ortaya koyandır.)
102-
Cihanda
herkese nasihat eden, kendisinin de o fırkada dâhil bulunduğunu hiçbir vakitte
unutmamalıdır.
(Bu
dünyada herkese öğüt veren kişi, kendisinin de o grubun içinde olduğunu hiçbir
zaman unutmamalıdır.)
103-
Hiddet
zamanında kezm-i gayz edenler ve büyük adamların tevbihine mukâbele etmeyip
bilakis onun hak ve hakikatte muvâfık gördüğü emir ve tenbihini kabul ve infaz
edenler indimde büyük adamlardan ma’dudtur.
(Kızgınlık
zamanında öfkesini yutanlar ve büyük insanların azarlamalarına karşılık
vermeyip de bilakis onun uyarılarını dikkate alarak yerine getirmeye
çalışanlar, benim yanımda büyük insanlardan sayılırlar.)
104-
Hiddet
başka, tağyîr-i hakikate ligarazin sâi olan riyakâr ve menfaatperestlere
şiddetle mukâbele başkadır.
(Öfke
ve kızgınlık başka, kasıtlı olarak gerçeği değiştirmeye çalışan ikiyüzlü ve
çıkarcılara şiddetle karşı koyma başkadır.)
105–
Harîs-i intikam olmak adâleti Rabbâniye'ye kanaat- sızlıktır.
(İntikam
alma konusunda çok hırslı ve inatçı olmak Yüce Allah’ın adaletine
kanaatsizliktir.)
106-
Haksızlık
ağzı ma’küs kılıca benzer. Hasmından ziyâde sahibini mecruh eder.
(Haksızlık,
ağzı ters yönde açılmış kılıca benzer. Düşmandan çok sahibini yaralar.)
107-
Hukuk-ı
ibâda el uzatan dünyasını, ahiretini idrâk etmemiştir.
(Kul
hakkına saygı göstermeyip de el uzatan, dünyasını da ahiretini de
anlayamamıştır.)
108–
Hukuka tecâvüz etmeyenlerin hukukuna tecâvüz etmek denâettir.
(Başkalarının
hakkına saygı gösterenin hakkına saygısızlık etmek en büyük alçaklıktır.)
109–
Hükümde meyl-i nefse tâbi olmayan hâkimdir.
(Herhangi
bir konuda hüküm verirken nefsinin isteklerine uymayan kişi gerçek hâkimdir.)
110-
Hayat
ve memât gerçi kabza-i meşîet-i ilâhiyededir. Lâkin çok yaşamak için birçok
meziyet ister.
(Hayat
ve ölüm gerçi Yüce Allah’ın dilemesindedir. Ancak çok yaşamak için de birçok
güzelliğe sahip olmak gerekir.)
111-
Hayvânât-ı
vahşiyenin cinsinin gayrına olan tecâvüzü ma’lum ise de kendi cinsine kasd-ı
zarar etmezler. Bunun aksini iltizam eden insanlar acaba hayvânât-ı vahşiyeden
olsun hayâ etmezler mi?
(Vahşi
hayvanların kendi cinslerinin dışından olanlara saldırması bilinmekte ise de
kendi cinsine bilerek zarar vermezler. Bunun tersi bir tutum sergileyen
insanlar acaba bu vahşi hayvanlardan utanmazlar mı?)
112-
Husûmete
heveskâr olmayan, hasmına karşı temin-i gâlibiyet etmiştir.
(Düşmanlık
yapmak eğiliminde olmayan, düşmanına karşı kesin zafer kazanmıştır.)
113-
Hayırsız
servet, altın kadehte zehirli şerbet gibidir.
114-
Daima
hüsn-i hizmet davasında bulunan bazı riyakârların tefevvüh ve tâdât
eyledikleri hüsn-i hizmetleri tahrir-i evrâk edilse sahifeler dolar. Lâkin
sıhhat ve adem-i sıhhati tahkik olunarak sahihlerinin karşısına vaz-ı erkâm
edilmek lâzım gelse yekûnu sıfıra çıkar.
(Daima
güzel hizmet davasında bulunan bazı gösteriş meraklısı ikiyüzlülerin olur olmaz
konuşmaları ve sayıp durdukları güzel hizmetleri yazılmaya kalkılsa belki
sayfalar dolar. Fakat yaptıkları bu hizmetlerin doğruluk ve güzellik durumları
incelenecek olsa ve doğru olanların karşılarına bir rakam koymak gerekse
hepsinin toplamı sıfıra denk gelir.)
115-
Düşmanın
atmış olduğu taş ne kadar uzak olsa yine ihtirâz etmeli. Belki pek zaif bir
mevkie isâbet eder.
(Düşmanın
atmış olduğu taş, ne kadar uzak olsa da yine de sakınmak gerekir. Belki pek
zayıf bir bölgeye denk gelir.)
116-
Düşmandan
korkma, dosttan kork!
117–
Dünyada ekseri muvaffak olanlar muktedir âdemleri intihâp edenlerdir.
(Dünyada,
çoğunlukla başarılı olanlar, yaptıkları iş konusunda yeterli güç ve yeteneğe
sahip olanları seçenlerdir.)
118-
Dünyada
kimsenin pâyidar olmadığı ve âbâ ve ecdâ- dımızın hâli gözümüzün önünde bulunduğu
hâlde tarîk-i gayr-ı muhikka sapanların ahvâli, erbâb-ı ukûlü hayrette bırakır.
(Bu
dünyanın kimseye kalmadığı, atalarımızın, ecdadımızın hâli gözümüzün önünde
durup durduğu hâlde, yanlış yollara sapanların durumları gerçek akıl
sahiplerini hayrette bırakır.)
119-
Dosttan,
düşmandan ziyâde ihtirâz et. Zira dost, düşmandan ziyâde serâir-i ahvâline
vâkıftır.
(Dosttan,
düşmandan daha çok sakın. Çünkü dost, düşmandan daha fazla gizli hâllerini
bilmektedir.)
120-
Dost-ı
rencide ve sadîk-ı âzar da a’dânın en dehşetlisidir.
(İncitilmiş
ve darıltılmış arkadaş da düşmanların en şiddetlisidir.)
121-
Devlete
az itaatsizlik eden, Allah’a çok isyan etmiş olur.
122-
Diğerlerin
hizmetini ifâya hasr-ı vicdan edenlerin kendi umûrunu rü’yete Teyîd-i ezel
mütekeffildir.
(Başkalarının
hizmetlerini görmeyi kendilerine görev kabul edenler, kendi işlerini görmeye de
Allah’ı vekil kılmışlardır. -Onların işlerini de Allah Teâlâ gördürür.)
123-
Diğerinde
gördüğün lüzumlu bir şeyi taleb etme. Madem ki lüzumlu bir şeydir, ona da
lâzımdır.
(Bir
başkasında gördüğün lüzumlu bir şeyi isteme. Madem ki, lüzumludur ona da
lâzımdır.)
124-
Diğerinin
hizmetini kendi işine tercihan rü’yet edenler, hakikatte kendi umûrunu
diğerine tercihan rü’yet ettirmeye pek güzel bir çare bulmuştur.
(Başkalarının
işlerini kendi işlerine tercih edenler, aslında kendi işlerini gördürmeye çok
güzel bir çare bulmuşlardır.)
125-
Din
ve vatan ve ebnâ-yı cinsine ne gibi hüsn-i hiz-
met
ve muâvenet ettiğini akşamları yatarken düşünmeyen veya düşünüp de bir hüsn-i
amelde bulunmadığını anlarsa, teessüf etmeyen, insanlık meziyet-i mümtâzesinden
her gün bir derece sükût eder.
(Din,
vatan ve insanlık adına ne gibi güzel hizmetler ve yardımlar yaptığını
akşamları yatarken düşünmeyen veya düşünüp de yaptığı güzel bir hizmeti
bulunmayanlar, bu durumlarına üzülmüyorlarsa, insanlık adına sahip olunabilecek
en güzel dereceden her gün bir derece daha düşüyor demektir.)
126–
Din o kadar âlîdir ki onu istihkâr veya inkâra cür’et eden kendini o muhit-i
süflide ne kadar âkıl ve âlim zan ve kıyas ederse etsin, hakikatte dinin
dâire-i ulviyetine zaferyâb-ı vusül olmaya aklen ve ilmen henüz kesb-i istihkâk
etmemiştir.
(Din
o kadar yücedir ki, onu alaya alan veya inkâr eden kendini o içinde bulunduğu
çirkin ortamda ne kadar akıllı ve bilgili zannederse zannetsin, kendi açısından
nasıl bir karşılaştırma yaparsa yapsın, gerçekte dinin o yüce halkasına
başarılı olarak girmeye akıl ve bilgi açısından henüz hak kazanamamış
demektir.)
127-
Zilleti
mağlub etmek istersen izzetin kadrini bil.
(Aşağılanmayı
yenmek istersen, yüceliğin kıymetini bil.)
128-
Zevk-i
irfânı olmayanlar velev takdiren olsun o yolda yazılan âsârdan bahs ile numûne
intihâp ve irâe ederlerse sahibini tebcilden ziyâde tezyif etmiş olurlar.
(Anlayış
ve kavrama zevki olmayanlar velev övgüyle de olsa o yolda yazılan eserlerden
söz açarak örnekler vermeye kalkışırlarsa o eserin sahibini yüceltmekten çok,
küçük düşürmüş olurlar.)
129-
Re’y-i
sevâbı ligarazin tezyif edenler insanların en alçağıdır.
(Doğru
ve güzel bir düşünceyi kasıtlı olarak zayıf -değersiz- göstermeye çalışanlar
insanların en alçağıdır.)
130-
Riyakârlar
nâtık olurlar, fiilleri sâmittir. Müstakîmler sâkit olurlar, fiilleri nâtıktır.
(İkiyüzlü
ve sahtekâr olanlar, gösteriş için iş yapanlar çok konuşurlar ancak ortada
yaptıkları bir şey yoktur. Doğru ve dürüst olanlar ise kendileri hiç
konuşmazlar, yaptıkları şeyler konuşur.)
131-
Riyakâr
ve kezzâb olanlar lisânıyla vicdanı arasındaki râbıta-i hakikati kat’ etmiştir.
(İkiyüzlü,
gösteriş meraklısı ve yalancı olanlar, dilleriyle vicdanları arasındaki gerçek
bağı koparmışlardır.)
132-
Zaman-ı
ikbâlde mevti düşün, mağrur olma. Hen- gâm-ı âlâmda mevti düşün, me’yus olma.
(Mutlu
olduğun zaman ölümü düşün ve gurura kapılma. Üzüntülü anında da ölümü düşün ve
ümitsiz olma.)
133-
Zûr
ve kuvvet sahibi olan bir merd-i mukbil bir şahıs, zayıfa edeceği özr ve
hakâretin ahz-ı intikamına Cenâb-ı Hak mütekeffil olduğunu düşünmez ise vay
istikbâlinin hâline.
(Güç,
kuvvet sahibi olan mutlu bir kişi, zayıfa karşı yapacağı eziyet ve hakâretin
intikamını almaya Yüce Allah’ın kefil olduğunu düşünmezse vay onun gelecekteki
haline.)
134-
Zinet-i
câme ve lehv ve tarab ve lu’b misillü şeylere ziyâdesiyle mübtelâ olanlar
cemiyet-i milliyeye bir felâket; ve işret ve sefâhate inhimak edenler ise ondan
daha büyük bir âfettir.
(Güzel
giysilere, eğlence, oyun ve şenlik gibi faydasız işlere çokça düşkün olanlar
toplum için birer felâkettir. İçki ve eğlenceye kendini kaptırmış olanlar ise
ondan daha büyük bir âfettir.)
135-
Zenginin
züğürt olması pek büyük bir felâket; züğürdün zengin olması mûcib-i izzet ve
saâdettir. Zengin şu felâkete uğramamak ve züğürt de şu saâdete yetişmek için
her bir gay- ret-i mübtesirâneye insilâk etmezler ise ikisinin de yazık
netice-i hâllerine.
(Zengin
olan birinin fakir duruma düşmesi çok büyük bir felâket; fakir olan kişinin
zengin olması ise çok değerli ve mutluluk dolu bir olaydır. Zengin, şu felâkete
uğramamak ve fakir de şu mutluluğu elde etmek için gösterilmesi gereken her bir
gayret ve çalışmayı ortaya koymazlarsa ikisinin de sonlarına yazık olmuştur.)
136–
Sâha-i meserret ve safâ, dert ve elemin de mehd ve meskenidir. Gülistân-ı
nevbahar en ferah efzâ bir mevki iken hâr ve mârın da mesken ve me’vâsıdır.
(Zevk
ve eğlence yeri aynı zamanda dert ve elemin de beşiği ve meskenidir. İlkbaharda
açan bir gül bahçesi en çok zevk ve ferahlık veren bir yer iken, aynı zamanda
diken ve yılanın da saklandığı yerdir.)
137-
Sarhoş
olmayan mestâne edâ ile yürüyüp hakkında sû- i zannı davet etmemelidir.
(Sarhoş
olmayan kişi sarhoş gibi sallana sallana yürümemeli ki, insanların hakkında
kötü düşünmelerine meydan vermemiş olsun.)
138-
Serkeş
ata binmezsin. Çünkü zabt edemeyip bir tehlikeye ilgâ edeceğini bildiğin
cihetle evvel emirde ehline ta’lim ve terbiye ettirirsin. Ya nefsin gibi bir
serkeşin tehlikesini ve hüsn-i terbiye ile ondan çâre-i halâsı niçin
düşünmüyorsun?
(İnatçı,
huysuz bir ata binmezsin. Çünkü sahip olamayıp seni bir tehlikeye atabileceğini
bildiğin için önce onu ehline terbiye ettirip eğitirsin. Ya nefsin gibi bir
huysuzun tehlikesini ve güzel bir terbiye ile ondan kurtulmanın çaresini niçin
düşünmüyorsun?)
139–
Sefih olup da kusuru nefsinde bilmeyenler, sefâhat üzerine bir de irfansızlık
ilâve ederler.
(Zevk
ve eğlenceye düşkün olup da kusuru kendinden bilmeyenler bu kusurlarının
üzerine bir de anlayışsızlık eklemiş olurlar.)
140-
Sana
haset edenlere mukâbele etme. Hassâdın hasedi sana değil sendeki ilim ve
kemâledir.
(Seni
kıskananlara karşılık verme. Çünkü onların kıskançlığı sana değil sendeki ilim
ve olgunluğadır.)
141-
Sen
başkasına “nûr-i aynım” diye hitâb etmelisin ki o da sana “ruhum” diye cevab
versin.
(Sen
başkasına “gözümün nuru” diye hitâp etmelisin ki o da sana “ruhum” diye cevap
versin.)
142-
Şefkât,
hazine-i medeniyetin, herkesin iştirâya kudret- yâp olamayacak bir cevher-i
giranbahâsıdır.
(Şefkât,
medeniyet hazinesinin, herkesin satın almaya güç yetiremeyeceği çok pahalı ve
değerli bir cevheridir.)
143-
Şerm
ve hayâ cihân-ı ahlâk çarşısının en kıymetli bir metâıdır.
(Utanma
ve hayâ, dünyadaki ahlâk çarşısının en değerli bir malıdır.)
144-
Şer
ile me’lûf olanlar bir ahvel-i ma’küsdür[8]
ki ikiyi bir görürler.
(Şerle
uğraşmayı huy edinmiş olanlar öyle şaşıdırlar ki, ikiyi bir görürler.)
145-
Şecaat
başka, tehevvür başkadır.
(Yiğitlik
ve yüreklilik başka, kızıp köpürme başkadır.)
146-
Şecaat-ı
hakika ashâbı, kuvvet, pazu ve mehâbet endâmı hâiz olanlar olmayıp
kuvvetlilerin kaçtığı ve yüreklilerin şaşırıp kaldığı yerlerde temkin ve
metânet gösterenlerdir.
(Gerçek yiğit ve yürekli olanlar,
güç, kuvvet, pazu ve heybetli bir görünüme sahip olanlar değildir. Aksine,
kuvvetlilerin kaçtığı ve
yüreklilerin şaşırıp kaldığı yerlerde
tedbirli davranıp güç ve kararlılığını gösterenlerdir.)
147-
Sabır
ve kanaatle me’lûf olamayanlar hayât-ı istikbâllerini pençe-i felâkete teslime
müheyyâ olmalıdır.
(Sabırlı
ve kanaatkâr olmayı huy edinmemiş olanlar, geleceklerini felâketin pençesine
teslim etmeye hazır olmalıdırlar.)
148-
Sabır,
bir nüsha-i nefise-i giranbahâdır ki onu hâmil olanlar bahtiyârânın mümtâzıdır.
Şurası garibdir ki o nüsha-i nefiseye herkesin eli yetişmek kâbil iken elde
eden bahtiyârân pek azdır.
(Sabır
öyle değerli ve kıymetli bir şeydir ki, ona sahip olanlar mutlu ve bahtiyar
olanların en seçkinleridirler. Şurası çok gariptir ki, çok kıymetli ve değerli
olan o sabra herkesin sahip olması mümkün iken, elde eden bahtiyar insan çok
azdır.)
149–
Sadâkat ve ismeti müsellem-i âlem olanlar dahi töhmet ve sû-i zan mahallerinde
bulunmak gibi bî hüzün bir pervâsızlığa mütecâsir olmamalı.
(Doğruluğu,
dürüstlüğü ve günahlardan uzak durması, herkesçe bilinen kişiler dahi iftira
atılabilecek ve haklarında yanlış düşünmeye sebep olabilecek yerlerde bulunmak
gibi bir duruma düşmemelidirler.)
150-
Zuâfa
ve fukarâyı nevâziş ve tatyibten çekinme. Nur-ı âfitâbın zemin-i sâfili de
tenvir etmesinden ibret al.
(Zayıfların
ve fakirlerin gönüllerini almaktan ve onları hoşnut etmekten geri durma.
Gökyüzündeki güneşin yeryüzünü aydınlatmasından ibret al.)
151-
Zayıf
kalbi ve adem-i sebâtı iltizâm edenler hiçbir hüsn-i icraata muvaffak olamaz.
(Zayıf
bir yapıya ve kararsızlığa sahip olanlar hiçbir güzel hizmeti gerçekleştirmede
başarılı olamazlar.)
152-
Tâati,
çalışmayı terk edip de yalnız imdâdı Cenâb-ı Hak'tan bekleyenler, kendi
mumlarını yakmamalı ve yemeklerini de pişirmemelidirler.
(Allah’ın
emirlerine uymayı ve çalışmayı terk edip de Yüce Allah’tan yardım isteyenler,
kendi mumlarını yakmamalı ve yemeklerini de pişirmemelidirler.)
153-
Doğru
söz, kürsi-i hikmetin en beliğ bir hutbesidir.
(Doğru
söz hikmet kürsüsünün en güzel bir hutbesidir. - konuşması, sözüdür.)
154– Zâlimin isti’mâl-i zulm ile istifâde-i
zâtiyesini görenler hased etmeyip Allah’a şükür etmelidirler.
(Zalimin,
zulmederek kendine çıkar sağladığını görenler onu kıskanmayıp bilakis Allah’a
şükür etmelidirler.-Çünkü bu gidişin sonu felakettir.)
155-
Zâlimleri
erbâb-ı ilim ve irfân üzerine musallat etmemeli. Ashâb-ı hüner ve maârif,
cismen âciz fakat fikren âlîdir. Onlar pençe-i zulm altına girerlerse mahvolup
giderler. Lâkin vatan-ı mukaddes muhtaç olduğu istifâdeden mahrum kalır. Zirâ,
canhıraş bir şahin bir gülşen-i râ’nâya taslit edilirse bin andelîb-i hoş
nevâyı bir anda mahvedebilir. Lâkin, o gülşen-i zibâ, zemzeme-i bülbül-gûyâdan
mahcûr olur. İşte nigehbân-ı vatan olanlar bu dekâyıka pek ziyâde dikkat ederek
erbâb-ı ilim ve mârifeti öylece himâye ve muhâfaza etmelidir.
(Zâlimleri,
ilim ve irfân sahibi insanlar üzerine gönderme- meli. Çünkü onlar bedenen âciz
ama fikren güçlüdürler. Onlar, zulüm pençesi altına girerlerse mahvolur
giderler. Fakat bu durumda da mukaddes vatanımız muhtaç olduğu faydadan mahrum
kalır. Zira, yırtıcı bir şahin, etrafa güzel kokular saçan bir gül bahçesine
girerse pek çok güzel sesli bülbülü bir anda mah- vedelebilir. Fakat o güzel
gül bahçesi, güzel sesli bülbüllerden yoksun kalır. İşte vatana gözcülük ve
bekçilik edenler bu inceliğe çok dikkat ederek ilim ve anlayış sahiplerini
öylece korumalı ve gözetmelidirler.)
156–
Âlimin fiiline bakma, kavline bak. Cahilin kavline bakma, fiiline bak.
(Âlimin
yaptığı işe bakma, konuştuğu söze bak. Cahilin sözüne bakma, yaptığı işe bak.)
157-
Acz
ve meskenet başka, tevâzu ve re’fet başkadır.
(Güçsüzlük
ve düşkünlük başka, alçakgönüllülük ve yumuşaklık başkadır.)
158-
Adâleti
sû-i isti’mâl, i’tisâf makamına kâim eder.
(Adaleti
kötüye kullanma; doğru yoldan sapmaların, zulüm ve haksızlığın toplumda egemen
olması demektir.)
159-
Adâlete,
merhametten ziyâde dikkat, erbâb-ı siyâset için ahâli hakkında pek büyük
merhamettir.
(Adâlete,
merhametten çok dikkat etmek, siyasiler için, halka gösterebilecekleri en büyük
merhamettir.)
160-
Adâlet,
cihân-ı medeniyetin âb ve hava-yı feyznâkı- dır.
(Adâlet,
medeniyet âleminin en çok ihtiyaç duyulan su ve havası gibidir.)
161-
Âkıllar
hüsn ve cemâl ashâbına hased etmezler. Fakat hüsn-i hulk erbâbına gıpta
ederler.
(Akıllı
olanlar, yüz ve vücud güzelliğine sahip olanları kıskanmazlar. Fakat ahlâk
güzelliğine sahip olanlara gıpta ederler.)
162-
Ulûm
ve maârif muhitinin ne kadar vasi’ olduğu malûmdur. Bu babda havsala-i beşerin
tahammülsüzlüğü itikâ- dında bulunanlar acaba ufak bir aynada aks-i encüm ve
eflâkı görmemişler mi?
(İlimlerin,
eğitim ve öğretimin alanının ne kadar geniş olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu
konuda, insan aklının yetersizliği inancına sahip bulunanlar acaba ufak bir
aynadaki yıldızların ve gökyüzünün yansımasını görmemişler midir?)
163-
Ömrünü
safâ ve sefâhatle geçirenler hîn-i vefâtlarında erbâb-ı fakr ve itidâldan fazla
bir şey götüremezler. Şu kadar var ki, ashâb-ı zevk ve sefâhat me’yus; ve
erbâb-ı fakr ve itidâl mesrur gider. Beynlerindeki farkın derecâtını artık sen
tefekkür et.
(Ömrünü
zevk ve eğlence içinde geçirenler ölüm anında fakir fukaradan daha fazla bir
şey götüremezler. Şu kadar var ki, onlar ümitsizlik içinde giderlerken, fakir
fukara sevinçli gider. Aralarındaki farkın değerini ve büyüklüğünü var sen
düşün.)
164-
Ayıptan
herkesi müberrâ görmeyince insan, kâmil olamaz.
(Herkesi
ayıpsız ve kusursuz görmeyince insan, gerçek olgunluğa ulaşamaz.)
165-
Akıl
ve zekâ erbâbı hiçbir kimseye buğz ve adâvet etmez. Ve bazı kimseler hakkında
hiddet ve nefretleri görülse bile şahıslarına olmayıp o hiddet ve nefret, vatan
ve milletin selâmetine pek muzır olan, onların kizb ve riyâ ve hîlelerinedir.
(Akıllı
ve zeki insanlar hiç kimseye kötülük ve düşmanlık etmezler. Bazı kimseler
hakkında kızgınlıkları ve nefretleri görülse bile bu onların şahıslarına olmayıp
onların vatan ve millete pek çok zararı olan yalan ikiyüzlülük ve
hilelerinedir.)
166-
Aynı
hacimde birer parça taş ile sâir yumuşakça bir cismin ve hatta kurşunun her
ikisi şiddetle bir zemin-i sahta çarpılınca taşın paralandığı ve diğer cismin
daha yüz defa vurulsa şikest olmadığı görülür. İşte zâhiren ve tab’an taş gibi
saht ve dürüşt olanlar dahi sademât-ı dehr ile dûçâr-ı mesâib-i uzmâ
olacağından insan-ı kâmil olan zâhiren katı görünse bile tab’an mülâyim
olmalıdır.
(Aynı
büyüklükte birer parça taş ile yumuşakça bir cismin ve hatta kurşunun her ikisi
de şiddetle sert bir zemine çarpılınca taşın parçalandığı, diğer yumuşak cismin
daha yüz defa vurulsa parçalanmadığı görülür. İşte görünüş itibariyle taş gibi
sert ve katı bir yapıya sahip olanlar dahi zamanın yıpratmaları ile büyük
felaketlerle karşılaşacağından, gerçek olgun insan, görünüş itibariyle katı ve
sert olsa bile, yapı olarak yumuşak olmalıdır.)
167-
Garaz
tahtında hüsn-i hizmet ifâ edenler mazhar-ı takdir olsalar bile makbul-i hakiki
olamazlar.
(Kasıt
ve art niyetli olarak güzel hizmet edenler her ne kadar takdir edilseler de
gerçekte, makbul ve değerli olamazlar.)
168-
Fazl
ve kemâlinden mülk ve milletin istifâde etmediği bir âlim, me’seri ile câhile
takaddüm edemez.
(Fazilet
ve olgunluğundan vatan ve milletin faydalanmadığı bir âlim, ortaya koyduğu
eseri ile cahilin önüne geçemez.)
169-
Fazl
ve kemâline mağrur olan erbâb-ı iktidâr, henüz mekteb-i irfâna devama
başlamayan mübtedi çocuklardır.
(Sahip
olduğu fazilet ve üstünlükleriyle övünen güç kuvvet sahibi insanlar, henüz
irfân mektebine başlamamış ilkokul çocukları gibidir.)
170–
Fikr-i îcâd, dünyada herkes için elzemdir. Meselâ kemâl-i fakri hasebiyle
sokakta oturup tese’ül etmeye mecbur olan bir kadın, kazancından bir çorap
dokumaya kâfi bir meblağ artırabilir. Tese’ül etmekte olduğu halde boşa
durmayıp kesbe çalıştığını gören erbâb-ı hayır, merhamet ederek kendisine daha
ziyâde sadaka verir. Bu çalışması, tese’ülüne de mâni olmaz. Yavruları varsa
elinin emeği olan şu mensûcâtı, sevine sevine onlara giydirir. Veya erbâb-ı
insaf, terahhum ederek satın alır ve kazancı mudaaf olur.
Kezâlik,
bir dilenci çocuk da eli boş gezip âlemi iz’ac edeceğine, eline kibrit ve
sigara kâğıdı gibi bazı şeyler alsa, herkes için celb-i rikkati ve kendisi için
de tezâyüd-ü kesbi mûcib olur.
Mâmâfih,
zül süâli irtikâb etmeyip birkaç kuruşla işe başlayarak zengin olanlar pek
çoktur. Hatta bu gibi zevât-ı âliyeden birisiyle bir mahalden avdetimde lütfen
beni arabasına kabul etti. Ve esnâ-yı tarîkde ticâretin feyz ve bereketinden bahis
açtım ve dedim ki; Yemen’de okumak yazmak bilmez bir zât gördüm. Yirmi beş
kuruş ile Yemen'e gitmiş on sene zarfında beş-on bin lira sahibi olmuş idi.
Gülerek
dedi ki; Buhâra’dan İstanbul’a gelip iskeleye çıktığımda keseme baktım yüz
param vardı. Sigara kâğıdı gibi bazı şeyler aldım. Köprü başında durdum.
Yanımda sâiller duruyordu. Akşam oldu. Herkes kazandığı parayı saydı. Kimisi
elli, kimisi yüz kuruş kazandıklarını birbirine memnûnen beyân ediyorlardı. Ben
tese’üle tenezzül etmedim. Mesleğimde devam ve helâl kazanca kanaat eyledim.
İşte şu yüz para ile işe başladığım hâlde nakd-i mevcut ve metâ-ı ticâret ve
sâir servetten başka lehül hamd velminne bugün on dört mağazaya mâlikim dedi.
Ben böyle âli bir zâtın elini öpmeyi kendime az gördüm, ayağını öpmek istedim.
Lâkin bırakmadı. Ve beyân-ı mâzeret ederek beni en âlî bildiğim şu emelime nâil
etmedi. İşte fikr-i îcâd ve ulu himmetle çalışmak insanları böyle bahtiyâr
eder.
(Yeni
bir şeyler ortaya koyma düşüncesi, bu dünyada herkes için gereklidir. Meselâ
çok fakir olması sebebiyle sokakta oturup dilenmeye mecbur olan bir kadın,
kazancından bir çorap dokumaya yeterli bir miktar parayı artırabilir.
Dilendiği hâlde boş durmayıp kazanmaya çalıştığını gören hayırseverler,
merhamet ederek kendisine daha çok sadaka verir. Bu çalışması, dilenmesine de
mâni olmaz. Yavruları varsa elinin emeği olan şu dokuyup ördüğü şeyleri, sevine
sevine onlara giydirir. Veya insaf sahibi insanlar, merhamet ederek satın alır
ve kazancı kat kat artar.
Yine,
bir dilenci çocuk da boş boş gezip âlemi rahatsız edeceğine, eline kibrit ve
sigara kâğıdı gibi bazı şeyler alsa herkesin
merhametini
kazanır ve kendisi için de kazancının artmasına neden olur.
Bununla
beraber, bu hoşa gitmeyen dilenme işini yapmayıp birkaç kuruşla işe başlayarak
zengin olanlar pek çoktur. Hatta bu gibi büyük insanlardan birisi bir yerden
dönüşümde lütfen beni arabasına kabul etti. Ve yolculuk sırasında ticaretin
feyz ve bereketinden bahis açtım ve dedim ki; Yemen’de okuma yazma bilmeyen bir
zât gördüm. Yirmi beş kuruş ile Yemen’e gitmiş, on sene zarfında beş-on bin
lira sahibi olmuş idi.
Gülerek
dedi ki; “Buhâra’dan İstanbul’a gelip iskeleye çıktığımda keseme baktım yüz
param vardı. Sigara kâğıdı gibi bazı şeyler aldım. Köprü başında durdum.
Yanımda dilenciler duruyordu. Akşam oldu. Herkes kazandığı parayı saydı.
Kimisi elli, kimisi yüz kuruş kazandıklarını birbirine sevinerek söylüyordu.
Ben dilenmeye tenezzül etmedim. Mesleğimde devam ve helâl kazanca kanaat
eyledim. İşte şu yüz para ile işe başladığım hâlde nakit para, ticaret malı ve
diğer servetten başka Allah’ıma binlerce şükür, bugün on dört mağazaya
sahibim.” Ben böyle yüce bir zâtın elini öpmeyi kendime az gördüm, ayağını
öpmek istedim. Lâkin bırakmadı. Ve mâzeretini bildirerek beni en yüce bildiğim
şu emelime nâil etmedi. İşte yeni bir şeyler üretme düşüncesiyle ve üstün bir
gayretle çalışmak, insanları böyle bahtiyâr eder.)
171–
Fenâ âdemlere mukâbele etmeyiniz. Yine kendi fiil ve lisânından kendine isâbet
edecek fenâlığa intizâr ediniz.
(Kötü
insanlara karşılık vermeyiniz. Yine kendi yaptıklarından ve söylediklerinden
başına gelecek kötülüğü gözleyiniz.)
172-
Fenâlık
eden âdeme iyilik etmek mertliktir derler. Fakat insan-ı kâmil olanlar bunun
mânâsını anlamazlar.
(Kötülük
eden adama iyilik etmek mertliktir derler. Fakat her bakımdan olgun olan
insanlar bunun mânâsını anlamazlar.)
173-
Feyz-i
Muhammedî gibi bir nur-ı mübîn-i hidâyetten Ebû Cehil’in hisseyâb-ı saâdet
olamadığını bilmekte bulunanlar, ashâb-ı cehl ve temerrüdden ziyâde erbâb-ı
isti’dât ve kâbiliyeti, terbiye ve istishâba çalışırlar.
(Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi feyizli
ve gerçek mânâda insanları hidâyete götüren bir nurdan, Ebû Cehil’in mutluluk
adına kendine bir pay çıkaramadığını bilenler, cahil ve inatçılardan çok,
yetenekli ve kabiliyetli insanları eğitmeye ve yanında bulundurmaya
çalışırlar.)
174-
Kâtil-i
müteammid, kendini öldürmüş ve iki nefsin kâtili olmuştur.
(Bilerek
ve planlayarak birini öldüren kimse, aynı zamanda kendini de öldürmüş böylece
iki nefsin kâtili olmuştur.)
175–
Kan ve can yerine, bir âmirin vücudunda merhamet cereyân etse, yine herkesi
memnun etmek kâbil olamaz. Binâenaleyh herkesi memnun etmeye meyyâl olmaktan
ziyâde, elinde tutmakta olduğu terâzi-yi memûriyetin adâlet ve hak- kâniyetten
ibâret olan iki kefesini daimâ mütevâzin tutar yâni, muktedir olanları ve
vazifesine bihakkın devam edenleri taltif ve bunun aksi, mesleği mezmum ittihâz
edenleri himâyeden beri olarak ta’zir ederse işte o zaman hem herkes
kendisinden memnun ve hem de vatan kâmiyâb olur.
(Kan
ve can yerine, bir âmirin vücudunda merhamet dolaşsa, yine de herkesi memnun
edemez. Bu sebeple herkesi memnun etmeye çalışmaktan çok, elinde tutmakta
olduğu idare ve yönetme terâzisinin adâlet ve hakkâniyetten ibâret olan iki
kefesini daimâ dengeli tutar yâni, başarılı olanları ve vazifesini hakkıyla
yapanları ödüllendirip, bunun aksi bir tutum içinde olanları korumaktan uzak
durur ve onları cezalandırırsa, işte o zaman hem herkes kendisinden memnun ve
hem de vatan bahtiyâr olur.)
176-
Kazandığı
muvaffâkiyeti kendi tedâbir-i sâibesinden ve bilâkis, felâket ve nuhûseti,
seyyiât-ı nefsini düşünmeksizin Cenâb-ı Hak'tan bilenler, henüz kitab-ı irfanın
birinci sahifesini bile okumayanlardır.
(Elde
ettiği bütün başarıları, kendisinin, yerinde ve zamanında almış olduğu
tedbirlerden bilenler, buna karşılık başına gelen felâket ve uğursuzlukları,
kendi nefsini hesaba katmaksızın Yüce Allah’tan bilenler, henüz irfan kitabının
birinci sayfasını bile okumayanlardır.)
177-
Kazanmayı
bilmeyen, sarf etmesini de bilmez.
(Kazanmasını
bilmeyen, harcamasını da bilmez.)
178-
Kalbi
mağşuş olanlarda maâli-i efkâr aramak, bulanık suda aks-i eflâkı taharri etmeye
benzer.
(Kalbi
karışık olanlarda üstün fikirler aramak, bulanık suda gökyüzündeki yıldızların
yansımasını aramaya benzer.)
179-
Kalb
ve lisân yekdiğeriyle tatbik edilmedikçe söylenilen sözler nâfi ve müessir
olamaz.
(Kalb
ve dil birbiriyle uyum sağlamadıkça söylenilen sözler faydalı ve etkili
olamaz.)
180–
Kumara mübtelâ olanlar, kendini soydurmak için gâsıpların rehberi ve
müşevvikidirler.
(Kumara
alışmış olanlar, kendilerini soydurmak için, hırsızların rehberi ve
teşvikçisidirler.)
181-
Kavl
ve fiilin lâtif ve muteber olmak için vicdanını mekarîm-i ahlâk ile tezyîn et.
Zirâ güzel mahsul almak için tarlayı güzel terbiye etmek lâzımdır.
(Söz
ve davranışlarının değerli ve etkin olabilmeleri için vicdanını güzel ahlâk ile
donat ve süsle. Zira güzel ürün almak için tarlayı güzel terbiye etmek
gerekir.)
182-
Kuzular
etini, koyunlar sütünü, ağaçlar meyvesini, şems ve kamer nurunu, zemin
mahsûlât-ı müddehâresini, cihân letâfetini, âsuman bedâyi’ini ve elhâsıl bütün
mâsivâ, masnûât-ı mevcûdesindeki istifâdeyi insan için arz ediyor. Mazhar
olduğu şu tekrîm-i bî intihâ ve inâyet-i kübrâ-yı Kibriyâ’yı bilmeyen ve
düşünmeyen bir insan ne büyük küfrân-ı nimet ehlidir.
(Kuzular
etini, koyunlar sütünü, ağaçlar meyvesini, güneş ve ay nurunu, yeryüzü
biriktirdiği ürünlerini, cihân letâfetini, gökyüzü eşsiz güzelliklerini
kısacası tüm yaratılmışlar, kendilerinde bulunan bütün sanatlı ve harika
şeylerini, faydalanmaları için insanın hizmetine veriyorlar. Sahip olduğu şu
sonsuz nimetlerin ve Yüce Allah’ın yardım ve desteğini bilmeyen ve düşünmeyen
bir insan ne kadar büyük nankörlük etmektedir.)
183-
Kibir
ve azamet başka, vakar ve mekânet başkadır.
(Kibir
ve büyüklük başka, olgunluk ve ağırbaşlılık başkadır.)
184-
Küre-i
arz üstünde bulunan milyonlarla insanların hilkaten ve şeklen kendisinden
hiçbir farkı olmadığını düşünebilen bir âdem, ne kadar servet-ü sâman sahibi
olsa kimseye kibir edemez.
(Yeryüzünde
bulunan milyonlarca insanın, yaratılış ve şekil bakamından kendisinden hiçbir
farkı olmadığını düşünebilen bir insan, ne kadar mal-mülk sahibi olursa olsun,
kimseye karşı büyüklenmez.)
185-
Küre-i
arz üstünde bulunan milyonlarla insanların, dünyaya gerek henüz gelmiş olan
tıfl-ı şirperveri ve gerek vücûdu bütün avârız-ı kevniyeye mukâvemetle pâyidar
olan pîr-i muammeri dahil olduğu halde bunların bir asır sonraki avâkîb-i
hâllerini düşünün! Havsala-sûz avâlim bir ateş ile ihtilât etmiş olur.
(Yeryüzünde
bulunan milyonlarca insanın; gerek henüz dünyaya gelmiş olan bir süt bebeği ve
gerekse dünyanın bütün belâ ve musibetlerine karşı koymuş bir vücuda sahip olan
yaşlı bir insanın bir asır sonraki durumlarını düşünün! Her şeyi yakıp mahveden
âlemler, bir ateş ile karışmış olur. -İnsanın bu akıbet karşısında dehşete
kapılmaması mümkün değildir.)
186-
Kesb-i
kemâlât ve safvet, vicdanındaki kâbiliyete göredir. Bin bârân-ı nevbahâr ve
feyz-i nur-ı âfitâb bir araya gelse bir zemin-i şurezârı, gülistâna tahvil
edemez. Sen vicdanını terbiye ve tasfiyeye çalış. Kabahâti mürebbiyelerine
isnâd etme.
(Her
bakımdan olgunluğa ve temizliğe sahip olmak, insanın kendi vicdanındaki
kabiliyetine bağlıdır. Binlerce ilkbahar yağmuru ve güneşin ışıkları bir araya
gelseler çorak bir toprağı gül bahçesine çeviremezler. Bunun için sen vicdanını
iyi terbiye etmeye ve tertemiz hâle getirmeye çalış. Suçu, seni terbiye edenlerin
üzerine atma.)
187-
Kelâmları
düstûr’ul amel ittihâz edilecek kadar metin ve parlak olduğu hâlde meslekleri
sözlerine mübâyin olanlar büyük âdem olmayıp riyakâr ve müdâhin ve halkı
aldatıcıdır.
(Sözleri,
hayatta ölçü kabul edilebilecek kadar güzel ve anlamlı olduğu hâlde, yaptıkları
şeyler ve yaşayışı, sözlerine zıt olanlar büyük insan olmayıp ikiyüzlü,
dalkavuk ve halkı aldatanlardır.)
188–
Küçük fikirliler, büyük âdemleri kendi fikirlerine göre muvâzene edecekleri
tabii olduğundan, efkâr-ı maâli ashâbına mûcib-i ye’s ve fütûr olmamak lâzım
gelir.
(Küçük
fikirlilerin, büyük insanları kendi fikirlerine göre ölçecekleri tabii
olduğundan, üstün fikir sahibi insanların ümitsizliğe ve gevşekliğe
kapılmalarına gerek yoktur.)
189–
Küçük kalmak isteyen kendini büyük görmeli, büyük olmak isteyen kendini küçük
görmeli.
190-
Leylek,
kırlangıç, kumru gibi tuyûr-ı ehlînin kendi ehlinden başkasıyla müvâneset ve
tavattu’ etmediğini ve yavrularının infâk ve işbâı hizmetine çalıştığını gören
erbâb-ı hevâ ve heves, acaba kendi hâllerinden mahcûb olmazlar mı?
(Leylek,
kırlangıç, kumru gibi ehlî kuşların kendi ailesinden başkasıyla yakınlık ve
cinsel ilişki kurmadığını ve yavrularının yiyecek ve içecekleri için onların
hizmetinde çalıştığını gören zevk ve eğlenceye düşkün olan insanlar, acaba
kendi hâllerinden utanmazlar mı?)
191-
Mâ
melekini her isteyene bezl eden, müflis kalır.
(Varını
yoğunu her isteyene veren insanın, sonuçta elinde hiçbir şeyi kalmaz.)
192-
Mütelâşi
olmamalı, lâkin muakkib ve müsri’ olmalı.
(Aceleci
olmamalı, fakat takipçi ve ısrarcı olmalı.)
193–
Muhâtaradan sâlim olacak derecede hak-gûyilik, her bir insan için farzdır.
(Tehlikelerden
emin olacak derecede doğruluk, her insan için farzdır.)
194-
Müdârâ
başka, müdâhane başkadır.
(Güler
yüzlü olma başka, dalkavukluk başkadır.)
195-
Merhamet,
insanlık ma’deninin en kıymettâr cevheridir.
(Acıma
ve bağışlama duygusu, insanlık madeninin en değerli mücevheridir.)
196-
Merhameti,
zayıf kalbe isnâd edenler vardır. Fakat vezâif-i kanûniye ile mukayyed
olmayanlar hakkında bu söz pek yanlıştır.
(Merhameti
zayıf kalpli olmaya bağlayanlar vardır. Fakat kanuni görevleri bulunmayanlar
hakkında bu söz pek yanlıştır.)
197-
Mesâlih-i
vâkıada ahvâl-i sâbıka ve hâliyeyi ve bilhassa îcâbât-ı âtiyeyi tefekkür ve
idrâka muktedir olmayanlar her ne kadar şöhret-i şâyia kazanmış olsa bile
büyüklük tabakasına vâsıl olamamıştır.
(Ortaya
çıkan olaylarda geçmişi ve şimdiki durumu ve özellikle gelecekle ilgili
hususları düşünme ve anlama gücüne sahip olmayanlar her ne kadar ün kazanmış
olsalar bile büyüklük tabakasına ulaşamazlar.)
198-
Masrafın
taklîli başlıca bir vâridâttır.
(Masrafın
azaltılması, başlı başına bir gelirdir.)
199-
Ma’lül
ve gayr-i muktedir olanları istihdâm eylemek kırık zarfa su koymak
kabîlindendir. Bu baptaki ta’n ve zarar vâzı’ına racîdir.
(Hasta
ve güçsüz olanları çalıştırmak, kırık bir kaba su koymak gibidir. Bu konudaki
her türlü şikâyet ve zarar, onları işe alana aittir.)
200–
Müfsid, kendi istikbâlini öldürmek için en hunriz bir kâtildir.
(Bozgunculuk
yapan, anarşi çıkaran kendi geleceğini öldürmek için en kanlı bir katildir.)
201-
Muktedir
ve kerim olduğu müsellem olan bir zâttan emel ve maksûduna vâsıl olamadığın
halde muğber olma. Her meselenin cereyân-ı zâhirinden başka bir de iç yüzü
vardır. Bin mehâmm-ı umûru teshîle himmeti kâfil olan bir kerîm-i zî ikti-
dârın vakit ve saat olur ki bir kolay işi tesviye etmesine imsâk-ı zaman müsâid
olmaz.
Gücü,
kuvveti ve başarısı, herkes tarafından bilinen bir zattan, istediğin sonucu
elde edemediğin zaman küsüp gücenme. Her meselenin dış görünüşünden başka bir
de iç yüzü vardır. Binlerce önemli işi kolayca halletme güç ve kuvvetine sahip
olan
bir
kişinin, öyle zaman olur ki, kolay bir işi halletmeye zamanın durumu uygun
olmayabilir.)
202-
Muhabbet-i
vatan harîtası, vicdanının perestişgâh-ı ta’ziminde mengûş olmayan bir âdemi,
kime ve neye benzeteceğimi söylemeye hayâ ederim.
(Vatan
sevgisinin haritası, vicdanının en önemli yerinde işlenmiş olmayan bir kimseyi,
kime ve neye benzeteceğimi söylemeye utanırım.)
203-
Namus,
terbiye, hayâ, hayvân-ı nâtık olan insanın ravâbıt ve davâbıtıdır. Bu ravâbıt
ile merbût olmayanların zabtı pek müşkildir. Zabt olunmazsa helâkı mukarrerdir.
(Namus,
terbiye ve haya, ‘konuşan hayvan’ olan insanın bağlı kalacağı özellikleridir.
Bu bağlar ile bağlanmış olmayanların korunması -elde tutulması- çok zordur.
Şayet bunlar korun- mazlarsa -elde tutulmazlarsa- mahvolmaları kaçınılmazdır.)
204-
Nefsine
lâyık görmediğin bir muâmeleyi başkası hakkında icrâ etmemeye muvaffak olursan,
her bir muvâffâkiyet kapısı sana açıktır.
(Kendine
lâyık görmediğin bir davranışı başkasına yapmama konusunda başarılı
olabilirsen, her türlü başarının kapısı sana açılır.)
205–
Nefse söz anlatmak, bütün âleme söz anlatmak kadar güçtür.
206-
Nifâk-ı
a’dâya meydan vermemek için, dostu muğber edecek hâlâttan ihtirâz, âkıl için
lâzımdır.
(Düşmanların
arayı bozmalarına fırsat vermemek için, dostu gücendirecek şeylerden sakınmak,
akıllı olan herkes için gereklidir.)
207-
Vicdan-ı
tâhir ashâbı, ufak bir yolsuzluğu bile ihtiyâr etmek istemezler. Ufak bir leke,
kıymettâr bir aynanın renk ve cilâsına mâni olmasa bile, kadrini tenkis eder.
(Vicdanı
tertemiz olanlar, en küçük bir yanlışlığı bile yapmak istemezler. Çünkü küçük
bir leke, çok kıymetli bir aynanın renk ve cilasına mâni olmasa bile, kıymetini
azaltır.)
208-
Vicdan-ı
münevver, mihrâb-ı kemâlâtın pek parlak, yegâne bir kandil-i nurefşânıdır.
(Aydınlık
bir vicdan, bütün güzellik ve olgunlukların, etrafa çok parlak ışık saçan bir
kaynağıdır.)
209-
Vücud-u
insanda ruhun, aklın, kelâmın ictima’ ettiğini tefekkür eden ashâb-ı ukûl,
maddiyât ile mâneviyâtın bir yerde ictima’ etmeyeceği davasından nükûl eder.
(İnsan
vücudunda ruhun, aklın, sözün bir arada bulunduğunu düşünen akıllı insanlar,
maddi şeyler ile manevi şeylerin bir arada bulunamayacağı fikrinden
vazgeçerler.)
210-
Vatan
muhabbeti, gâyet kıymettâr bir tâc-ı kudsiyedir. Onu iksâ-yı re’s-i hamiyet
etmeye kesb-i istihkâk eylemek, hem pek kolay hem de pek güçtür.
(Vatan
sevgisi çok kıymetli, kutsal bir taçtır. Onu her türlü işin başına koymaya hak
kazanmak, hem çok kolay hem de çok zordur.)
211-
Vatan muhabbeti hakkında yazılan
neşîdeler, min- ber-i hikmetin en büyük birer hutbe-i kıymettârıdır.
(Vatan sevgisi hakkında yazılan
şiirler, en hikmetli şeylerin konuşulduğu makamın en büyük ve kıymetli
sözleridir.)
212-
Vazifeye ve maîşete âid zamanlar
istisnâ edilirse, eğer kitap mütalâa etmek olmasaydı, ashâb-ı ukûl için yaşamak
ve zamanı imrâr etmek, pek müşkil idi. Evkâtını boş geçirenler nasıl
geçirebilmekte olduklarına zevil ukûl olanlar bir derece hayrette- lerdir ki,
bu hayret hiçbir vakit onlardan zâil olamaz.
(Görev ve geçim derdi ile ilgili
zamanların dışında, eğer kitap okuyup onları değerlendirme olmasaydı, akıllı
olan insanlar için yaşamak ve zaman geçirmek çok zor olurdu. Zamanlarını boşa
harcayanların bunu nasıl yapabildiklerine akıllı insanlar hayret ederler ki, bu
hayret hiçbir zaman onlardan gitmez.)
213-
Her şeye hışım ve gazap gösteren
âteşin mîzaclar, âlemin garibidirler.
(Her şeye öfke ve kızgınlık gösteren
geçimsiz insanlar, bu âlemin şaşılacak olan varlıklarıdırlar.)
214-
Her sadâdan nağme-i tevhid, her
nevâdan gül-bang-ı tehlîl ve temcidden gayri bir şey hissettikçe, bu mâsivâ
senin için bir ibâdethâne-i dâimî değildir.
(Duyduğun her güzel sesten, Allah’ın
varlığını ve birliğini, her ahenkten, topluca söylenen kelime-i tevhid ve
Peygamberimiz’e getirilen salavât seslerinden başka bir şey hissettikçe, bu
âlem senin için sürekli bir ibâdethâne hükmünde değildir.)
215-
Herkes iş görmeye çalışır, insan-ı
kâmil görecek işi düşünmeye çalışır.
216-
Her gün, kitab-ı ömrün bir
sahifesidir. Onu vak’ayı-ı müstahsene ile tezyîne çalışmalı.
(Her gün, ömür kitabının bir
sayfasıdır. Onu, güzel olaylarla süslemeye çalışmalı.)
217– Hemdem-i süfehâ olan ehl-i
kemâl, kemâlinden ma’- küsen istifâde eder.
(Seviyesi düşük, alçak insanlarla
birlikte olan olgun insanlar, bu olgunluklarından ters yönde faydalanırlar.)
218-
Hengâm-ı ikbâlinde zaman-ı idbârını
düşünmeyen, hakikatte hâlâ idbâra müteveccihtir.
(Mutlu ve güzel günlerinde, kötü
günlerini ve zamanlarını düşünmeyen, aslında hâlâ kötü bir duruma doğru
gidiyor demektir.)
219-
Yalan söyleyen, başkasını aidatsa
dahi, ma’nen yine kendisi aldanmıştır.
220-
Yokuş, dağ, diken, çirkin, şitâ gibi
Cenâb-ı Mâlik’ül Mülk’ün îcâbât-ı kudretinden olan işlere itirâz eden perdebî-
rûnlar, bunlar meydanda olmasalardı, iniş, sahra, gül, güzel, nevbahâr misilli
lâtif ve ruh-nevâz şeylere de itirâz ederlerdi. Bu mu’terizler, idrâk-i
maâlideki aczini bilmeyen irfânsızlardır.
(Yokuş, dağ, diken, çirkin, kış gibi
her şeyin sahibi olan Yüce Allah’ın kudretinin gereği olan işlere itirâz eden
utanmazlar, bunlar meydanda olmasalardı, iniş, sahra, gül, güzel, ilkbahâr
gibi güzel ve ruh okşayıcı şeylere de itirâz ederlerdi. Bu itiraz edenler,
yüksek anlayış noktasındaki acizliğini bilmeyen anlayışsız ve cahillerdir.)
Vallahü a’lemü bissavâb
(Her şeyin doğrusunu en iyi Allah
bilir.)
Ali EMİRÎ
A’dâ
A’dây-ı hânegî
A’mâl-i
hîle
A’zam
Âb
Âbâd etmek
Abd-i âciz
Acz A
:
düşmanlar
: evin
içindeki düşmanlar
: hileli
işler
: (daha,
pek, çok, en) büyük
: su
: ma’mur,
şen, bayındır etmek
: zayıf,
güçsüz kul
:
beceriksizlik, güçsüzlük, bir şeyi
Âdâb-ı
muâşeret yapamamak
:
insanlarla olumlu ilişkiler içinde olmak, görgü kuralları
Adâvet
Add ile
Adem-i
ibtilâ : düşmanlık
: saymakla
: tutkun
olmamak, düşkün olmamak
Adem-i müsâade
Adem-i
sebât : müsadesizlik,
izinsizlik
:
sebatsızlık, kararsızlık, sözde
Adem-i sıhhat
Adüv
Âfitâb-ı
cihantâb durmamak, dayanıksızlık :
sıhhatsizlik, sağlıksızlık : düşman
: dünyaya
sıcaklık ve ışık
veren
güneş
Afv-ı rica
etmek bağışlanma dilemek, özür
Âgâh : dilemek
haberdar,
uyanık, vâkıf, bilen
Âğuş kucak
Ahali halk, millet
Âheng uygunluk, düzen
Âheng-i
gûnâ gûn türlü türlü renklerin bir
ahenk
Ahmak : içinde olmaları
akılsız,
sersem, şaşkın, anlayışsız
Ahvâl durumlar, hâller
Ahvâl-i
mudâr ve menâfi’ zararlı ve faydalı durumlar
Ahvâl-i
sâbıka ve hâliye geçmiş durumlar ve şimdiki
Ahvel-i
ma’kûs durumlar
şaşı, biri
iki gören, ters gören
Ahz-ı
intikam : intikam almak
Akar : para getiren mülk (ev,
dükkan,
Âkıl : tarla vs. gibi) akıllı
Âkıl-ı
hakikî : gerçek akıl sahibi
Akl-ı
kâmil : en olgun ve doğru karar
veren,
Aks-i
eflâkı taharri etmek : düşünen akıl
gökyüzündeki
yıldızların
Aks-i
encüm yansımalarını araştırmak
yıldızların yansıması
Aktâr-ı
eflâk : gökyüzünün her tarafı
Akvâl sözler
Âlât : âletler
Âlî : yüce
Âmil olmak yapmak, uygulamak, yerine
Âmiriyyet
: getirmek
âmir,
emredici olmak,
kumandanlık hâli
Andelib-i hoş nevâ : güzel sesli bülbül
Arz-ı
mâhiyet-i imkân : özünde, mahiyetinde var olanları sunma
Arz-ı
nur-ı dîdâr etmek : kendini göstermek, yüzünün aydınlığını göstermek
Âsâr
Ashâb-ı âsâr
Ashâb-ı cehl
Ashâb-ı hüner ve maârif Ashâb-ı ukûl Ashâb-ı zevk Âsuman
Atâlet
Âteşîn
mizac Âteşîn : eserler, izler
: eser
sahipleri
: cahil,
bilgisiz olanlar
: bilgili
ve hünerli kişiler
: akıllı
ve akıl sahibi kişiler
: zevk
sahibi olanlar
: gökyüzü
:
tembellik, üşengenlik, durgunluk
: sert
yapılı, huysuz, geçimsiz
: ateşli,
canlı, sert, (mec: şiddetli, hiddetli)
Avâkib-i hâl
Avâlim
Avârız-ı
kevniye : hâlin, durumun akıbeti,
sonuçları
: âlemler,
dünyalar
: oluşan
arızalar, bu dünyada insanın başına gelen belalar
Avdet etmek
Azamet
Azamet-i
sermedî : dönmek, geri dönmek
: büyüklük
: daimî,
ebedî, sürekli büyük olan, rabbanî, ilâhî
Azim-üş
Şan : Şanı büyük olan (Allah
Teâlâ)
Bâb Bahs
Bahtiyârân B
: konu,
kapı, bölüm
:
konuşulan şey, söz
:
bahtiyar, talihli, mesut, mutlu, kutlu olanlar
Bâki-i lâyezâl
Bâliğ
olmak Bârân-ı nevbahar : sonu olmayan, bâki, kalıcı : erişmek, varmak, ulaşmak :
ilkbahar yağmuru
Bedâyi’ : eşi benzeri olmayan
güzel, mükemmel ve yeni şeyler
Bedbaht
Bedriyyet
Beğâyet
Beliğ : bahtsız, talihsiz,
bahtı kara
: ayın en
parlak olduğu hâli
: son
derece
: fasih,
düzgün (söz veya eser) söz söyleyen
Beyân : izah etmek, açıklamak,
anlatmak, açık söylemek
Beyân-ı
ma’zeret etmek
Beynlerindeki
Bezl etmek : mazeretini, özrünü
bildirmek
:
aralarındaki
: bol bol
vermek, esirgemeden vermek
Bî haber
Bî hemtâ
Bî hüzün
Bî kes
Bî sûd
Bihakkın
Binâenaleyh
Bürhân-ı
müddeâ : habersiz
: eşsiz,
dengi olmayan, benzersiz
: gamsız,
kedersiz, sıkıntısız
: kimsesiz
: faydasız
:
hakkıyla, tamamıyla
: bunun
üzerine, bundan dolayı
: iddia
edilen şeyin delili
C
Canhıraş
Cebr-i nefs
Celb etmek : yürek paralayan, iç
tırmalayan
: kendini
zorlamak
: kendi
tarafına çekmek, çekmek, götürmek
Celb-i
rikkat : yufkalık, incelik,
merhamet kazanma
Cemâl
Cemiyet-i milliye
Cenâb-ı
mâh-ı münevver : yüz güzelliği, güzellik
: milli
toplum, ulusal toplum, halk
:
nurlandırılmış büyük ay
Cereyân etmek : akmak, akım, geçmek, gidiş, hareket etmek
Cereyân-ı
zâhir : dıştaki oluşum,
görünüşteki oluşumlar
Cevelân
etmek : dolaşma, kaynama,
yerinde durmayıp gezme
Cevher
Cevher-i giranbahâ
Cihangir
Cihân-ı
ahlâk : maya, öz, elmas,
değerli taş
: çok
değerli bir cevher
: meşhur,
cihanı zapteden, fatih
: ahlâk
âlemi, ahlâk dünyası, tüm ahlâkî değerler
Cihân-ı azamet
Cihan-ı ulûm ve maârif
Cilve-nümâ
Cismen
Cümel
Cümel-i hikmet-i nessâr
Cüret-i haksârâne : büyük dünya, kâinat,
âlem
: ilimler
ve bilgiler âlemi
: cilve
yapan
: cisim
itibariyle, vücutça, bedence
: cümleler
: hikmet
saçan, dağıtan cümleler
: perişan
ve cesaretsizce bir çıkışta, cürette bulunmak
Ç
Çare-i halâs
Çehre-i
nekbet : kurtuluş çaresi
: çirkin,
kötü yüz
D
Dahil olmak
Daire-i ta’lim
Daire-i
ulviyet
Dâkâyık : girmek, katılmak
: eğitim
dairesi
: yüce,
üstün daire
:
incelikler, ince ve anlaşılması güç şeyler
Dâmân
Davâbıt/zavâbıt
Def’aten : etek
:
kaideler, nizamlar, usuller
: hep birden,
toptan
Denâet
Derecât
Derk eylemek Dermiyan etmek : aşağılık, çirkinlik
:
dereceler
: anlamak
: ortaya
koymak, öne sürmek, söylemek, anlatmak
Dest-i iktidar
Devâm-ı seyahat eylemek
Deverân etmek
Devre-i
inkîlap : iktidar gücü, güç,
kuvvetli el
: seyahatine
devam etmek
: dönüp
dolaşmak
: değişim,
dönüşüm devresi, evrende meydana gelen her yeni oluşum
Dîde
Dilâver
Dil-nüvâz/dil nevaz Dost-ı rencide : göz
: yiğit,
yürekli
: gönül
okşayan
: rencide
edilmiş, incitilmiş, kırılmış dost
Ducret
Dûn
Düçâr-ı mesâibi-uzmâ
Dürüşt
Düstûr-ül
amel : iç sıkıntısı, yürek
darlığı
: aşağı
: büyük
zorluklarla karşılaşmak
: kaba,
sert, katı, kalın
: gereği
gibi uygulanacak
olan kanun
Eâzım-ı ümem
Ebeveyn
Ebnâ-yı
cins E
: milletin
büyükleri
: ana-baba
: kendi
cinsinden olanlar, kendi sülalesinden olanlar
Ecdâd
Eczâ-yı vücud
Eda : atalar, geçmişlerimiz
: vücudun
parçaları, bölümleri
: Tarz,
üslûb, şive, yerine getirme, ödeme
Ef’al
Efkâr-ı
meâli ashabı : işler, ameller, fiiller
: üstün
fikirli insanlar
Eflâk : felekler, semalar,
gökler, küreler, zamanlar
Efzâ
Ehl-i basar
Ehl-i hakikat : arttıran, çoğaltan
: görenler
:
gerçekçi, doğru sözlü olanlar, doğruluk sahipleri
Ehl-i kemâl
Ehl-i mürüvvet : olgun, yetkin, eksiksiz
olanlar
:
insanlıklı, mert, yiğit, cömert ve iyiliksever
Ehl-i riyâ : ikiyüzlü, gösterişçi,
özü sözü bir olmayan
Ekser Ekseri Elhâsıl
Emel
Emlâk
Encâm Encüm Encümen-i ikbâl : çok, pek çok, en çok
: çok
defa, çoğu
: netice
itibariyle, kısacası
: istek,
arzu, gaye, menfaat
: ev,
tarla vs. gibi sahip olunan mülk
: son,
nihayet, akıbet
:
yıldızlar
: büyüklük
sevdasında olanların meclisi
Endâm : vücut, beden, insanın
azası, biçim, boy pos, cisim
Enva’
Enzâr-ı ihvân
Erâmil
Erbâb-ı basiret
Erbâb-ı fakr
Erbâb-ı hased
Erbâb-ı hayr Erbâb-ı heva ve heves
Erbâb-ı ilim
Erbâb-ı insaf : çeşit
:
kardeşlerin görüşleri, bakışları
: bekarlar
: ileri
görüşlü olanlar
:
fakirler, yoksullar
:
çekememezlik edenler, kıskançlar
: hayır
sahipleri
: heva ve
hevesine düşkün olanlar
: ilim
sahipleri
: insaflı,
merhametli olanlar
Erbâb-ı
işret ve sefâhat içkiye, zevk ve eğlenceye
Erbâb-ı
kin düşkün insanlar
kin ve
nefret sahibi olanlar
Erbâb-ı
ukûl akıl sahipleri, akıllı
insanlar
Esbâb-ı
ma’neviye manevi sebepler
Eser-i
hayr : hayırlı bir eser, nişan,
alâmet
Eser-i kem
kıymet kıymetsiz, değersiz eser
Esnâ-yı
tahsilde eğitim öğretim sırasında
Esnâ-yı
tarîk yol sırasında, yol
boyunca,
Etvâr-ı
hükümet yolculuk sırasında
hükümetin işleri, tavırları,
Evkât : hareketleri, tarzları
vakitler,
zamanlar, çağlar
Evkâtgüzâr
olmak : vakit geçirmek
Evsâf-ı
âliye : üstün özellikler
Evsâf-ı
kâfiye : yeterli özellikler
Evvel
emirde : her şeyden evvel, işin
başlangıcında
Eytâm : yetimler
Eyyâm-ı
hayat : hayatın günleri
Ezhâr : çiçekler
F
Fa’âl : çok işleyen
Fasîh : güzel, düzgün ve açık
konuşan
Fâzıl faziletli
Fazl fazilet
Feda etmek uğruna vermek,
bağışlamak,
Fekk-i ayn gözden çıkarmak gözü
açmak
Felâket-i
dâime sürekli, devamlı, felâket
Fenâ kötü
Ferah gönül açıklığı, sevinç,
sevinme
Fevk : üst, üst taraf, yukarı
Fevkalâde
Fezâil-i ahlâk
Fezâ-yı nâmütenâhî
Fiil
Fiilen
Fikren
Fikr-i icâd
Firifte
Fukarâ
Füru mâye
Fütur : olağanüstü, hârika
: güzel,
faziletli ahlâk
: sınırsız
gökyüzü
: iş,
hareket, davranış, oluş, amel
: iş,
hareket, davranış olarak
: fikir
ile, düşünerek, zihnen
: yeni bir
şey ortaya çıkarma fikri
: aldatılmış,
kandırılmış, aldanmış
:
fakirler, yoksullar
: sütü
bozuk, soysuz, aşağılık
:
ümitsizlik, usanç, zaaf, gevşeklik
G
Galat
Galiz
Garâib-i
hikmet Garaz Garib : yanlış, yanılma
: katı,
yoğun
:
hikmetli, şaşılacak şeyler
: maksat,
niyet, kasıt, kötü niyet, kin
: hayret
verici, tuhaf, kimsesiz, zavallı, gurbette olan
Gâsıp
Gayr
Gayret-i
mübtesîrâne : hırsız
: başka,
diğer
:
yapılması, gösterilmesi gereken gayret
Gayr-i
muktedir Gencine-i nimet Gıpta etmek : güçsüz, kuvvetsiz, yetersiz
: nimet
hazinesi
: imrenme,
aynı hâli şiddetle
arzu etme
Giribân
Gurub etmek
Güft-ü gûy
Gül-bang-ı
tehlil ve temcid : yaka, elbise yakası
: batmak
:
dedikodu, (düşünce çatışması)
: bir
cemaat tarafından Lâilâhe illâl- lah kelimesinin ve Peygamberimiz’i öven
sözlerin topluca söylenmesi
Gülistan : gül bahçesi, gül
tarlası
Gülistân-ı letâfet Gülistan-ı safâ
Gülşen-i rânâ Gülşen-i ziba Gülzâr
Ğadr : güzel gül bahçesi
: hoş ve
güzel gül bahçesi
: hoş ve
güzel renkli gül bahçesi
: süslü,
güzel gül bahçesi
: gül
bahçesi
: ihanet
H
Hâdim
Hafâyâ-yı hilkat
Hâiz olmak
Hakâret : hizmet eden, hizmetçi
:
yaratılışın sırları
: malik
olmak, sahip olmak
: incitme,
hor görme, küçük düşür
me
Hak-gûyî : hakkı söyleme, doğru
söyleme, doğru sözlü olma
Hakikat : bir şeyin aslı ve
esası, mahiyeti; gerçek, doğru
Hakikat-i
encâm-ı hilkat : yaratılışın nihâyetindeki gerçek, hikmet
Hakîm-i kâmil
Hakkaniyet
Hâlât : her şeyi en çok bilen
ve inceleyen
: hak ve
adalete uygunluk, doğruluk
: hâller,
suretler, keyfiyetler, nitelikler
Hâl-i tabiî
Hâlî
Hâlis
Hallâk
Hâmil
Hamiyetkârane
Hâr
Hariç : doğal hâl
: boş
: içten,
samimi
: Yaratıcı
: taşıyan,
yüklü, götüren
:
gayretli, şerefli, kayda değer
: diken
: dışarı,
dış
Harîs-i intikam olmak
Harita : intikam almaya çok
düşkün olmak : bir yerin coğrafi durumunu gösteren çizgiler; dağarcık
Hasbihâl
Hasebiyle
Hâsıl : görüşüp konuşma
: dolayı, gereğince
: husule
gelen, peyda olan, olan, çıkan, türeyen
Hasm
Hasr-ı vicdân etmek
Haşerât
Havârık-ı ma’neviye : düşman
: kendini bir şeye mahsus kılma
: haşereler
: insanda
hayranlık uyandıran manevi şeyler
Hava-yı feyznak
Havsala suz : feyizli, bereketli hava
: takatı,
tahammülü yakan, mahveden
Havsala-i beşer Havsala-i idrak
Hay bî zevâl
Hayret fezâ Hayvânât-ı vahşiye Hayvân-ı nâtık Hazine-i
medeniyet Hazm : insan aklı, zihni, anlayışı
: anlama kapasitesi
: ölümlü olmayan, diri, ölümsüz
: hayret veren, şaşırtan
: vahşi yabanî hayvanlar
: konuşan hayvan (insan)
: medeniyet hazinesi
: kat’i
karar, sebat, direnme, doğru ve sağlam karar
Helâk
Hemdem-i
süfehâ : mahvolma, ölme
: zevk ve
eğlenceye düşkün olanlarla, parasını israf eden akılsızlarla arkadaşlık
Hengâm-ı âlâm Hengâm-ı ikbâl
Hevâm
Heveskâr
olmak : elemli, kederli anında
: mutluluk
ve yücelme anı
: böcekler
: istekli,
arzulu olmak
Hışım
Hilâl
Hilekâr-ı mâhir
Hilkaten
Himayeden beri olmak Hîn-i vefat
Hisseyâb-ı saâdet olmak Hoş-âmed Hukûk-ı îbâd
Hulâsa-i hâl
Hulûs-i vicdan
Hunrîz
Hurşid
Husûle
gelmek : öfke, hiddet, kızgınlık
: yeni ay
şekli
: çok
ustaca hile yapan
:
yaratılıştan, doğuştan
:
korumamak
: ölüm
anında
: mutluluktan
hisse almak
: hoş
gelen, iyi karşılanan
: kul
hakkı
: durumun,
hâlin özü
: içten,
samimiyet
: kan
döken, kan dökücü
: güneş
: peyda
olmak, çıkmak, türemek, meydana gelmek
Husumet
Hususât-ı
nefsâniye : düşmanlık
: nefse
(kişiye) ait hususlar, işler, konular, meseleler
Hutbe
Hutbe-i kıymettâr
Hüner
Hüsn
Hüsn-i ahlâk
Hüsn-i hizmet
Hüsn-i i’mal
Hüsn-i icraat
Hüsn-i isti’mal
Hüsn-i niyet
Hüsn-i terbiye
Hüsn-i yusuf
Hüsni-hulk : konuşma, öğüt, nasihat
: kıymetli
bir konuşma
: marifet,
bilme, ustalık
: güzel,
iyi, güzellik, iyilik
: güzel
ahlâk
: güzel
hizmet
: güzel
yapma, üretme
: güzel
çalışma ve gayret
: güzel
kullanma
: iyi,
güzel niyet
: güzel
terbiye
: Yusuf
peygamberin güzelliği
: güzel
ahlâk, güzel yaratılış
: yüceltmek
:
yumuşaklık, uygunluk
: güven
: doğru
yoldan sapma, zulüm ve haksızlık etmek
: sürekli
ibadet edilen yer
: ibret
almak
: İbret
veren, ibret gösteren
:
gelecekte lâzım olan gerekli olan
:
kudretinin gerektirdiği şeyler
: bir işi
yürütmek, yapmak, tatbik etmek
: bir işi
yürütmeye, gerçekleştirmeye, yapmaya çalışmak
:
toplanma, bir araya gelme
:
sakınmak, çekinmek
: geriye
gitme, talihsizlik
: anlamak
: yüksek,
derin anlayış
: yerine
getirmek, yapmak
: memurluk
görevini yapmak
: ileri
seviyede yetenek ve zeka
: aşırı,
üstün, yüksek zekâ
: kuşatma,
sarma, çevirme, kavrama, kabullenme
: erişmek,
nail olmak, kazanmak
: iyilik,
lütuf, bağışlamak
:
hatırlatma, dikkatini çekme, tenbih
:
karışmak, katışmak
: özen
:
sakınmak, çekinmek, korkmak
İhtiyar etmek
İhtiyat : seçmek, tercih etmek
: ilerisini
düşünerek davranma, ted
birli olma
İkdam : gayret ve sebat ile
çalışmak, ilerleme kararlılığı içinde olmak
İksâ-yı
re’si hamiyet : yapılacak bütün çalışma ve gayretin başına koyma
İktibâs-ı nur-ı kemâl
İktihâm
İlgâ etmek İlkâ etmek İltihak İltizam etmek İmdâd İmsâk-ı zaman İmtiyâz-ı
mahsus : engin ışığından almak
: göğüs
germe, karşı durma
: lağv
etme, kaldırma
: atmak
: katılmak
: kendi
için lüzumlu sayma
: yardım,
yardıma gönderilen kuvvet
: zamanın
durumu
:
diğerlerinden ayrılmak, farklı olmak, ayrıcalık
İnâyet-i
kübrâ-yı Kibriya : en büyük olan varlığın lütuf ve ihsanı
İnfâk
İnhimâk : geçindirme, besleme
: bir
şeyin üzerine fazla düşme, aşırı düşkünlük
İnsan-ı
kâmil : yüksek fazilet sahibi,
güzel ahlâk ve huy sahibi
İnsilâk
İntibah
İntihap etmek İntizar etmek İrâe İrfân : yola girme, yol tutma
: uyanma,
uyanıklık
: seçmek,
tercih etmek
:
gözlemek, gözetmek
: gösterme
: bilmek,
anlayış, tecrübe ve zekadan ileri gelen zihni olgunluk
İrtikâb : bir işe girişmek, kötü
bir iş işlemek, yapmak
İsâbet etmek İsmet İsnâd etmek İsti’mâl İstiâne
İstifâde
İstifâde-i gayr-i meşrûa : denk gelmek, tam karşılık olmak
:
masumluk, günahsızlık, temizlik
:
dayandırmak, yüklemek
:
kullanılma, kullanışlılık, kullanma
: dua,
yardım isteme, sığınma
:
faydalanma, kazanma, fayda bulma
: doğru
olmayan, hakkı olmayan bir şekilde faydalanma
İstifâde-i
nâ meşru : doğru olmayan, hakkı
olmayan bir şekilde faydalanma
İstifâde-i zâtiyye
İstihdâm : kendine ait bir fayda,
faydalanma : bir hizmette kullanmak, hizmet ettirmek
İstihkâr
İstihsâl : alaya almak, hafife
almak
: meydana
getirme, üretim, elde
etme
İstikâmet İstikmâl
İstimdâd İstirahat İstisgâr etmek İstishâb
İstisnâ’ : doğruluk, namuslu
hareket
:
tamamlama, bitirme
: meded ve
yardım istemek
: dinlenme
: küçük
görmek, hafife almak
: yanına
alma, beraber götürme
: ayırma,
ayrı tutma, kural dışı bırakma
İstitâat İşba’ İşret İştirâ İthâf İtiraz etmek İttihaz etmek
İvaz : gücü yeterli olmak, güç
yetirmek
: karnını
doyurma, karnı doyurulma
: içki
içme
: satın
almak
: sunmak
: kabul
etmemek, karşı çıkmak
: almak
: bedel,
karşılık
Iz’ac
etmek : yerinden koparma,
rahatsız etme, bunaltma
İzzet : değer, kıymet, yücelik,
ululuk, hürmet, ikram
K
Kâbil
Kabilinden
Kabule karîn olmak
Kabza-i
meşîet-i İlâhiye : kabul eden, mümkün
:
(bakımından, açısından) gibi, türlü
: makbul
ve geçerli olmak
: Allah
Teâlâ’nın irade ve kudretinde olmak
Kadem Kadir
Kadrini bilmek Kâfil Kâid Kâin Kal’a
Kalb-i sefil Kamer
Kâmil
Kâmil-i manevi
Kâmiyab
Kandil-i
hayat : ayak, adım
: kıymet,
değer
:
kıymetini, değerini bilmek
: kefâlet
eden, üstüne alan
: ayakta
duran
: olan,
var olan, bulunan
: kale
: her
şeyden yoksun olan kalb
: ay
: olgun
: manevi
yönden olgun olan
: talihli,
isteğine ulaşmış, bahtiyar
: hayatını
aydınlatan şey, hayatının feneri
Kandil-i nûr efşân
Kasd-ı
zarar etmek : nur, ışık saçan kandil
: zarar
vermeye kasdetmek, bilerek zarar vermek
Kat’ etmek
Kâtil-i ma’nevi
Kâtil-i müteammid
Kavl : kesmek, ayırmak
: manevi
katil
: bilerek,
tasarlayarak öldüren
: söz
Kelâm-ı
dürer-i bâri : inci gibi söz söyleyen,
söylenmiş çok güzel sözler
Kelâm-ı
hak
Kemâl
Kemâl-i ciddiyet
Kerîm
Kerîm-i zî iktidar : doğru söz
: olgunluk, erginlik, fazilet
: son derece ciddi
: cömert
: iktidar,
güç sahibi; cömert, büyük kişi
Kesb
Kesb-i
istihkâk etmek
Keşmekeş : kazanmak
: hak kazanmak,
hak elde etmek
: çekişme,
kavga, mücadele, kararsızlık
Kezâlik
Kezm-i gayz etmek Kezzâb
Kıraat eylemek Kıyâfeten : keza, bu; bu da öyle
: öfkesini yenmek
: yalancı
: okumak
: bir
şeyin dış görünüşü, zahiri, şekil, suret
Kıymettar
Kifâyet etmek
Kitâb-ı hakikat : kıymetli, değerli, pahalı
: yeterli olmak
: hakikat
kitabı, gerçeklerin yazıldığı kitap
Kitâb-ı
irfan : bilme, anlama, kâinatın
sırlarını bilme kitabı
Kitâb-ı
kâinat : kâinat kitabı, yeryüzü
gökyüzü, bütün kâinat
Kitâb-ı ömür
Kizb
Kubbe-i eflâk
Kudret : ömür kitabı
: yalan
: gökyüzü,
sema
: güç,
kuvvet, takat; Allah’ın ezelî gücü; varlık, zenginlik; Allah yapısı; ehliyet,
kabiliyet
Kudret-i
fâtıra : Yaratma gücü, kuvveti,
her şeyi yaratan, benzeri olmayan
Kudret-i
vahdaniyet : bir ve tek olan Yaratan’ın
gücü, kuvveti
Kudretyâp olmak Kulûb-i kâsiye Kurb-i ilâhî
Kurs-ı
kamer : kudretli, gücü
yetebilen
:
katılaşmış, sertleşmiş kalpler
: Allah’a
ma’nevi yakınlık
: ayın
etrafındaki daire, (ayın uzaktan görünen düz yüzü)
Kusûr-ı mücerred
Küfrân-ı
nimet : yalnız, tek başına bir
eksiklik
: nimetin
kıymetini ve değerini bil- meyip onu küçümsemek, önemsememek, nankörlük etmek
Kün fe kâne
Küre-i
zemin Kürsi-i hikmet Kütüphâne-i kudret : ol denildiğinde olan
: yeryüzü,
dünya
: hikmetin
konuşulduğu yer
: kudret
kütüphanesi (Yaratıcı’nın eserlerinin bulunduğu kütüphane, kâinat)
Lâtif
Lehül hamd
vel minne L
: yumuşak,
hoş, güzel, nazif
: bütün
hamd ve minnet Allah’a aittir
Lehv
Letâfet : oyun, eğlence, faydasız iş
: hoşluk, güzellik, yumuşaklık, hafif
lik
Ligarazin : bilerek ve kasıtlı
olarak, kin ve nefretle
Lisân
Lisân-ı
hâl : dil, konuşulan dil
: hâl
dili, bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi
Lu’b : oyun, eğlence
M
Ma’dud
Ma’kûs : sayılı, sayılmış, belli
: tersine
dönmüş, tersinden, akseden, yansıyan
Ma’kûsen
istifâde etmek : ters yönde faydalanmak,
tersine işlemek
Ma’lül
Ma’neviyyât : hasta
: maddî
olmayan, manevî olan
hususlar,
şeyler
Ma’rifet : herkesin yapamadığı,
ustalık, hüner; bilme, tanıma
Ma’zur
Maâli-i efkâr
Maamâfîh : özürlü, özrü olan
: yüksek
derin fikirler
: bununla
beraber, böyle iken, böyle ise de
Maddiyât : maddî, elle tutulur,
gözle görülür şeyler
Mağrib Mağrur Mağşuş
Mahâret Mahbûb Mahbube
Mahcûb
olmak Mahcûr : batı
: gururlu,
kendini beğenen
: karışık,
saf olmayan, katışık
: ustalık,
beceriklilik, el uzluğu
:
sevilmiş, sevilen, sevgili
:
sevilmiş, sevilen, sevgili (kadın)
: utanmak,
sıkılmak
: hacr
edilmiş, kullanmaktan men edilmiş
Mâh-i tâbân
Mahrec
Mahsûlât-ı müddehare
Mahsûl-ü hakik-i vicdan
Maîşet : parlayan ay, parlak ay
: çıkış
yeri, çıkılacak yer
:
biriktirilmiş, toplanmış ürünler
: vicdanın
gerçek eseri, ürünü
: yaşayış,
ömür, yaşamak için gerekli maddeler
Maksud
Mâlik
olmak
Mâlik’ül-Mülk
Mâmelek
Manâzır-ı
eşya
Mânia
Mâr
Masdar-ı
garâib-i şuûn
Mâsivâ
Maslahat
Masnûât : kasdolunan, istenilen
şey, istek
: sahip
olmak
: her
şeyin sahibi olan Allah Teâlâ
: bir
kimsenin varı yoğu, bütün malı
: doğanın
manzaraları, görünümü
: engel
: yılan
: garip
şeylerin kaynağı
: dünya
ile alakalı şeyler
: iş,
emir, keyfiyet
: sanatlı
olarak yapılan şeyler, yapılanlar
Masnûât-ı kübrâ-yı kâinat Masnûât-ı mevcude
Masun
Maşrik
Mazhar
olmak
Mazhar-ı
afv ve müsâmaha : büyük kâinatın sanatlı şeyleri,
: var olan
bütün sanatlı şeyler
:
saklanmış, korunmuş
: doğu
: elde
etmek, nail olmak
: Bağışlanma
ve hoşgörüye sahip olma
Mazhar-ı
gazâb-ı ilâhî
Mazhar-ı
takdir olmak
Me’luf
olmak
Me’ser
Me’vâ : ilâhî gazaba uğramak
: takdire
lâyık olmak, takdir edilmek
:
alışılmış, huy edinmiş olmak, alışık
: güzel
eser, iz, nişan
: yurt,
mesken, makam, sığınacak
yer
Me’yûs
Mebde-i
irfan : ümitsiz, ümidi kesik
: bilginin
ve bilgili olmanın başlangıcı, temeli
Meblağ
Mebzûl
Mecruh
etmek
Medhal : miktar
: bol, çok
sarf olunan, ucuz
:
yaralamak
: girecek
yer, giriş, başlangıç
Mehabet : azamet, ululuk, büyük
görünme
Mehamm-ı umur
Mehd-i
cehâlet : önemli, gerekli,
lüzumlu şeyler
:
cehaletin, bilgisizliğin, beşiği, başlangıcı
Mekânet
Mekârim-i ahlâk
Melâike-i izâm
Memât
Memduh
Memnunen
Men
Menâfi-i zâtiye
Menfaatpereset : güç, kuvvet,
ağırbaşlılık
: iyi,
güzel ahlâk
: büyük
melekler
: ölüm
: övülmüş
: memnun
olarak, sevinerek
:
engellemek, mani olmak
: kişisel
çıkarlar, menfaatler
: çıkarcı,
hep kendi çıkarlarını düşü
nen
Menfur : nefret edilen,
istenmeyen, sevilmeyen
Menkuş
Mensûcat
Merbût olmak
Merd-i mukbil
Merd-i sâfil
Mertebe-i
dirâyet : nakşolunmuş, işlenmiş
: dokunmuş
şeyler, dokumalar
:
bağlanmak, iliştirilmek, eklenmek
: mutlu,
bahtiyar adam
: alçak
adam
: akıllı,
bilgili, zeki, tecrübe sahibi olmak
Mesâib-i
kevniye : bu âleme, bu dünyaya
ait musibetler, felâketler
Mesâlih-i vâkıa
Mesîre-i dilârâ
Meskenet
Mesleken
Mestâne : vaki olan, gerçekleşen
işler
: gönüle
hoş gelen gezinti yeri
:
miskinlik, fakirlik, yoksulluk
: meslek,
görev vazife olarak
:
sarhoşça, mahmur, baygın, sarhoş gibi
Meşhûd :
bilinen
Meşy yürümek
Metâ’ı
ticaret ticaret malı
Metânet metinlik, sağlamlık,
kuvvetli ve dayanıklı olma
Mevcûdât-ı
mutlak var olan her şey, kâinat,
yaratılmış şeyler
Mevki-i
müsâit olmak yer ve durumu uygun olmak
Mevt : ölüm
Meyelân-ı
kat’i kesin eğilim, meyil, arzu
Meyl-i
nefs nefsinin isteklerine
uymak
Meyvedâr meyvalı, yemişli, yemiş
veren
Meyyâl
olmak eğimli, eğilimli olmak
Meziyet : iyilik, iyi ve güzel
hareket
Meziyet-i
mümtâze en seçkin belirgin
özellik
Mezmum : yerilmiş beğenilmemiş
Mıntıka-i
inzivâ inzivaya, haktan uzağa
çekilen yer
Mih : büyük
Mihrâb-ı
kemâlât olgunlukların en önemli
yeri
Miknet : güç, kuvvet, kudret
Mikrâz-ı
kudret kudret makası (Yaratan’ın
ölçüp biçmesi)
Misillü : benzer, gibi
Mu’teriz : itiraz eden karşı çıkan
Muâdil : denk
Muakkib : takipçi, arkasından koşan
Muâmele : davranma, davranış, resmi
dairlerde görülen herhangi bir iş
Muâvenet : yardım
Mûcib
olmak gerekmek, gerektirmek
Mûcib-i
izzet izzet, onur, şeref sahibi
Mûcib-i
ye’s ve fütur ümitsizlik ve kararsızlık sebebi
Mudaaf
olmak katlanarak artmak
Muğber
Muhabbet
Muhâfaza
etmek Muhammer : tozlu, tozlanmış; küskün, gücenmiş
: sevgi,
sevmek
: korumak,
saklanmak
:
yoğrulmuş, mayalanmış, kıvamını bulmuş
Muhâtara
Muhit
Muhit-i süflî
Muhtasar
Mukâbele etmek
Mukarrer
Mukâvemet
Mukayyed olmak Mukbili-hakikî
Muktedir
Muktezâ : tehlike, zarar, ziyan,
korku
: çevre
: kötü,
olumsuz çevre
: özet,
az, kısa, uzun olmayan
: karşılık
vermek
:
kararlaşmış, şüphesiz, bildirilmiş
:
dayanıklılık
: kayıtlı,
bağlı olmak
: gerçek
mutlu, bahtiyar olan
: güçlü,
kuvvetli, işe gücü yeten
: iktiza
etmiş, lâzım gelmiş, icab etmiş, gerektiği gibi
Muntazır olmak
Musallat
etmek : gözlemek, beklemek
: birinin
üzerine düşmek, sataşmak, rahat bırakmamak
Mutazarrır
Muvaffak olmak
Muvâneset : zarara uğramış
:
başarmak, başarılı olmak
: ünsiyet
peyda etme, biribirine alış
ma
Muvâzene etmek
Muzır
Mübâyin olmak Müberrâ Mübtelâ
Mücelledât
Müdâhane Müdâhin : ölçmek, dengelemek
: zararlı,
sakıncalı
: başka
türlü, ayrı, zıt
: temize
çıkmış, aklanmış
:
tutulmuş, dertli, düşkün, tutkun
: ciltlenmiş
kitaplar
:
dalkavukluk, koltuklama
: yüze
gülen, dalkavuk
Müdârâ : yüze gülme, dost gibi
görünme
Müddet-i kalile
Müessir Müfsid
Müftehir
Müheyyâ olmak Mükellef
Mükevvenât : az bir süre
: etkili,
tesirli
: bozan,
bozguncu
: övünen,
iftihar eden
: hazır,
hazırlamış olmak
: sorumlu,
yükümlü
:
yaratılmışların hepsi, mevcudat, kâinat
Mümtâz
Münâsip
Münevver : üstün, seçkin, seçilmiş
: uygun
:
aydınlatılmış, nurlandırılmış, parlatılmış, ışıklı
Münferit
Münhasır : tek başına, yalnız
: yalnız
bir kimseye veya bir şeye ait olan, sadece
Münhemik
Mürebbiye Mürtekip
Mürûr etmek
Müsâid
Müsellem : aşırı düşkün
: terbiye
eden, eğiten
: çirkin
işlerle uğraşanlar
: geçmek,
gitmek
:
elverişli, uygun, yardım eden
: teslim
edilmiş, doğruluğu herkesçe kabul edilmiş,
Müsellem-i
âlem : doğruluğu herkesçe
kabul edilmiş olan
Müsri’
Müstağrak
Müstakîm
Müstefid
Müstetir
Müşâvere
Müşevvik : hız veren, hızlandıran
: gark
olmuş, batmış, dalmış
: doğru,
düz, dik
:
faydalanan, istifade edilen
: gizli,
saklı
: danışma,
bir üş üzerinde konuşma
: teşvik
eden
: zorluk, güçlük
: bir işi
etraflıca düşünmek, okumak
: büyüklük
taslayan, kibirlenen, benlik satan
: cür’et
göstermek, bir şeye kalkışan, yeltenen, küstah
:
eseflenmek, kederlenmek, teessüf etmek
: fenle
uğraşan, âlim, münevver, teknik ilimle uğraşan
: tek
başına ve yalnız olarak
: kefil
olan, üstlenen
:
telaşlanan, acele eden, aceleci
: dengeli
: bir tarafa dönen, yönelen, birine
karşı sevgisi iyi düşüncesi olan
:
süslenmiş, süslü
N
: çok
küçük, önemsiz, değersiz şey, çaresiz
: faydalı,
kârlı, menfaatli
: ansızın,
birdenbire
: ahenk,
ezgi, güzel ses
: arzu ve
isteğini gerçekleştirmek
: var
olan, elde mevcut olan para
: isim,
şöhret
: ..den
dolayı, ...sebebi ile, ötürü, ileri gelen
:
söyleyen, konuşan
: bakılan,
nazar edilen yer
:
ariflerin görüş ve değerlendirmeleri
Nazar-ı
garâbet : garibine gitme,
tuhafına gitme, hoşa gitmeyen değerlendirme
Nazar-ı
hakikat : doğru, gerçek bir
bakış, değerlendirme
Nazar-ı hayret
Nazar-ı
ıttıla’ : hayranlıkla bakmak
: bilgi
sahibi olması için bakışına, değerlendirmesine sunma
Nazar-ı ibret
Nazar-ı şâmil
Nazar-ı
teessüf : ibretle bakma,
değerlendirme
: çok
geniş bir bakış açısı
:
üzüntülü, kederli bakış, değerlendirme
Nazar-ı
tevhit : birlik, birleme bakışı,
(Tevhit inancı çerçevesinde eşyaya bakma)
Nehâran
Nekbet : gündüzleyin
:
talihsizlik, şanssızlık, düşkünlük, felâket
Nerm
Neşîde
Neşr-i âsâr etmek
Netice-i hâl
Netice-i müteselsile
Nevâ
Nevâziş
Nevbahar
Nezd
Nifak-ı
a’da : yumuşak
: şiir,
manzume
:
eserlerini yayınlamak
: durumun,
olayın, neticesi, sonucu
:
birbirine bağlı olan netice
: ses,
sadâ, makam, ahenk, nâme
: okşama,
gönül alma, iltifat
: ilkbahar
: yan,
yakın
: düşmanın
arayı bozması, dostları birbirine düşürmesi
Nigehbân
Nigerân olmak Nihalân Nuhuset Nur-ı âfitab : gözcü, bekçi
: bakmak
: taze,
düzgün fidanlar, sürgünler
:
uğursuzluk
: güneşin
ışığı
Nur-ı
mübin-i hidayet : açık ve net olarak hidayete götüren
nur
Nur-i aynım
Nükhet
Nükûl : gözümün nuru
: koku
:
vazgeçme, kaçınma, cayma, geri dönme
Nüsha-i
nefise-i giranbahâ : çok güzel ve pahalı bir nüsha, örnek; muska, efsun
Özr : bir kusur veya suçun
bağışlanmasını gerektiren sebep
Payidâr P
: iyice
yerleşmiş, devamlı, kadîm, muhkem, sağlam
Pehnâ-yı semâvât
Pençe-i felâket
Pençe-i
zulm
Perdebîrûn
Perestişhan
olmak : enli, geniş, yaygın
gökyüzü
: felaket
pençesi, öldürücü pençe
: zulüm
pençesi
: utanmaz,
açık saçık konuşan
: aşırı
düşkün olmak, taparcasına sevmek
Pervasızlık
Perestişgâh-ı ta’zim
Peyda
etmek : korkusuzluk,
çekinmemezlik
:
taparcasına saygı gösterdiği yer
: meydana
çıkmak, meydanda olmak, açık, aşikâr
Pir-i
muammer : yaşlı olarak yaşayan,
ömür süren, ihtiyar, yaşlı
Pür kudsî : kudsiyet dolu
R
Rabıta-i hakikat
Rabıta-i
iman : hakikat bağı : iman
bağı
Râci Radde
Re’fet : dönen
: derece,
rütbe, sıra
: merhamet
etmek, acımak, esirgemek
Re’yi sevab
Revâbıt : doğru görüş ve düşünce
: bağlar,
ilgiler, tertipler, usuller, düzenler
Revgân
Rezâil-i etvâr
Ric’at etmek
Riyakâr : yağ
: kötü
tavırlılar, davranışlılar
: geri
dönmek, çekilmek, gerilemek
:
ikiyüzlü, sahtekâr, gösteriş için iş yapan
Ruh-efzâ : ruhu artıran,
canlandıran, ruhun hoşuna giden
Ruh-nevâz
Rü’yet : ruhu okşayan, ruhun
hoşuna giden : görmek, işlemek, yapmak
Sa’y ve
ikdam Sadâ Sadâkat S
: çalışma
ve gayret
: ses,
yankı
: dostluk,
vefalık, içten bağlılık, doğruluk
Sademât-ı
dehr : dünyanın, zamanın
çarpmaları, belâları, patlamaları
Sadîk-ı
âzâr : incitilmiş,
gücendirilmiş arkadaş, dost
Safâ : gönül şenliği, eğlence,
duru, temiz, saf olmak
Saha-i meserret
Saht : şenlik, eğlence meydanı
: katı,
sert, çetin, kuvvetli, güçlü, zor, sağlam
Sâî olmak
Sâil : çalışmak
:
isteyici, dilenci
diğer
susan, ses
çıkarmayan; düşen sene, yıl
susan,
sesi çıkmayan
gerçek
yapıcı, yaratıcı, Allah çalışmak, gayret etmek avlanmak
sözünde ve
kararında durma, sağlam ve kat’i karar
kıymetsiz
yeşillikler, sebzeler
zevk ve
eğlenceye aşırı düşkünlük; akılsızlık
zevk ve
eğlenceye aşırı düşkün olan sefalet çeken, yoksul, alçak çürük, bozuk
durumlarla
ilgili sırlar
ibret
alınacak sırlar, sırlı şeyler korkusuzca, cesurca, yiğitçe başı dönmüş, şaşkın,
hayran dikbaşlı, başkaldıran, inatçı, itaatsiz zenginlik, varlıklı olma
siyah,
siyah bir renk, siyaha bürünmüş
nefsin
kötülükleri
övülen
takdir edilen özellik
insan
yapısı sıcaklık, yapay sıcaklık (sera...)
gerçek
yüz, görünüm
diş, yaş,
ömür
kötüye kullanma
doğrudan,
haktan yana görünmek susmak, düşmek
Ş
Şa’şaadar
Şâyân Şâyân-ı takdir
Şeâmet
Şecaat Şecaat-ı hakika
Şeklen Şekl-i gûnâ gûn
Şekl-i lâtif
Şem’a Şems Şerm
Şeş cihet Şikest olmak
Şitâ
Şöhret-i şâyia : gösterişli, parlak
: uygun,
lâyık, yaraşır
: takdire
lâyık, takdir edilmeye değer
:
uğursuzluk
:
yiğitlik, yüreklilik
: gerçek
yiğitlik ve yüreklilik
: şekil
olarak ve görünüş olarak
: türlü
türlü şekil
: hoş bir
şekil
: mum
: güneş
: utanma
: altı yön
:
kırılmak, yenilmek
: kış
: şöhretin
yayılması, adının, ününün her tarafa yayılması
Şûküfe-i
nazar rüba Şükûfe : göz alıcı çiçek
: çiçek
Ta’lim
Ta’mir-i
mâ-fâte çalışmak T
:
öğretmek, yetiştirmek
:
kaybedileni, elden çıkanı düzeltmeye, tamir etmeye çalışmak
Ta’n
Ta’zir etmek
Taaccüb
Tâat : sövme, yerme, ayıplama
:
azarlamak
: şaşmak,
şaşırmak
: Allah’ın
emirlerini yerine getirmek, itaat
Taazzumen
Tab’an : büyüklenerek,
kibirlenerek
: yapı
olarak
Tâc-ı kudsiye
Tâdât eylemek
Tağyir-i hakikat
Tahavvül
etmek : kutsal tac
: saymak
: gerçeği
değiştirmek
:
değişmek, dönmek, bir durumdan başka bir duruma geçmek
Tahkik etmek
Tahkikât : incelemek, ayıklamak
:
araştırmalar, incelemeler, soruşturmalar
Tahrir
Tahrir-i
evrak etmek
Tahsil-i kemâlât
Tahvil etmek
Takaddüm
etmek : yazmak
:
kâğıtlara yazmak
: eğitimi tam
ve mükemmel yapmak
:
değiştirmek
: önce
gelmek, ileri geçmek, öne geçmek
Takarrüb etmek
Takdir
Takdiren
Taklil
Tali’
Tarab âver
Tarab
Tarassud : birbirine yakın olmak,
yaklaşmak
: beğenme,
değer verme
:
beğenerek, değer vererek
: azaltma
: kısmet,
kader, baht
: sevinç,
şenlik, coşku getiren
: sevinç,
şenlik, coşku
:
gözetmek, bekleme, gözleme, dikkatle bakma
Tard olunmak
Tarik
Tarik-ı gayr-i muhik
Taslit etmek
Tatyib : kovulmak,
uzaklaştırılmak
: terk
eden, ayrılan
: gerçek
olmayan yol, yanlış yol
: musallat
etmek, sataştırma
: hoş
etme, hoşlandırma iyi davran
ma
Tavattu’
Tavk-ı
lânet
Tâvus-ı
mülemmâ : cinsel ilişki kurma
: lanet
gerdanlığı
:
rengârenk ve parlak olan tavus kuşu
Tayaran Te’sir
Te’yid-i ezel
Tebcil etmek
Tecelli
Tedâbir-i sâibe
Tedricen
Teenni-i hakîmâne
Teessüf etmek
Tefahhur : uçmak
: alamet,
nişan bırakma, içe işleme
: ezeli
kuvvet (Allah Teâlâ)
:
ululamak, ağırlamak
: bilinme
ortaya çıkma
: hedefe
uygun olan, doğru tedbirler
: yavaş
yavaş
: dikkatli
ve hikmetli
: üzülmek
: övünmek,
gururlanmak, büyüklenmek
Tefevvüh : ağıza alma, söyleme,
dil uzatma, münasebetsiz söz söyleme
Tefevvühât : olur almaz söylenen
sözler, boşboğazlılık
Tehâlük : can atma, istekle
atılma, birbirini itip çiğneyerek koşuşma
Tehevvür
Tekemmül
etmek : öfkelenme, köpürme
:
tamamlanmak, olgunlaşmak, mükemmelleşmek
Tekrîm-i
bîintiha : sonsuz derecede saygı
gösterme, ululama
Temcid
Temenni eylemek
Temerrüd
Temin-i
gâlibiyet etmek : ululama, ağırlama
: dilemek
:
dikbaşlılık, inat, direnme
: galip
gelmeyi başarmak, galibiyeti garantilemek
Temkin
Tenbih
Teneffür etmek
Tenezzül
etmemek : ağırbaşlılık, ihtiyat,
tedbir
: uyarma,
uyandırma
:
iğrenmek, tiksinmek
: inmemek,
gönül alçaklığı göstermemek
Tenkis
Tenperver : azaltma, azalma
: kendini
beslemeye, rahatına düşkün, tembel
Tensip : uygun görme, münasip
uygun bulma
Tenvir
Tenvîr-i dîde-i intibâh etmek
Terahhum
etmek
Terazi-yi
memuriyet
Tercihan : aydınlatma,
ışıklandırma
: gözü
aydınlanmış olarak uyanmak
: merhamet
etme, acıma
:
memuriyet terazisi
: tercih
etmek, üstün tutmak, fazla itibar etmek
Terk-i hakkaniyet Tese’ül
Teshil
Tesviye etmek
Teşrifât-ı
ihtişam : hakkı, doğruluğu terk
etmek
: dilenme,
isteme
:
kolaylaştırma
:
düzeltmek
: büyük
olmanın gerektirdiği kurallar, protokoller
Tevâzu
Tevâzuan
Tevâzün-ü ma’nevî
Tevbih
Tevdi-i
umur etmek : alçak gönüllülük
: alçak
gönüllü olarak
: manevi
denge
: tekdir,
azarlama, uyarma
: bazı
işlerin yapılması ile görevlendirmek
Tevhid : bir kılma, birleme,
Allah’ın birliğine inanma
Tezâyüd-ü kesb : kazancın artması
Tezyif
etmek : zayıf, değersiz olarak
gösterme; eğlenme, alay etme
Tezyin
etmek
Tıfl-ı şirperver
T ırâşîde : süslemek
: süt
çocuğu
:
yontulmuş, tıraş edilmiş
Tiryak
Töhmet : panzehir
: birisine
isnad edilen ancak kesin olarak işleyip işlemediği belirsiz olan suç, itham
altında olma
Tuhm-ı sengin
Tuyûr
Tuyûr-ı
ehlî : taş gibi tohum
: kuşlar
: vahşi
olmayan ehlî kuşlar
U
Ufûl
Ulviyet Umur : batış, gözden kayboluş
:
yükseklik, yücelik
: işler
Üstâd-ı bî
hemtâ : eşsiz, benzersiz üstad,
hoca
V
Vâbeste
Vak’ayı-ı müstahsene
Vakar
Vâkıa : bağlı, bir şeye bağlı
olan
: güzel,
beğenilmiş olaylar
:
ağırbaşlılık, temkinlilik
: olmuş,
var olan mevcud bir hadise, olay
Vâkıf : duran, ayakta duran,
bir şey elde eden, haberli olan
Vâki
Vakt-i felâket
Vâridât
Vâsıl olmak
Vâsıl-ı servet olmak
Vâsi
Vatan-ı mukaddes
Vaz-ı
erkam etmek : olan, mevcud ve var
olan
: felâket
zamanı
:
gelirler, kâr
: ulaşmak,
elde etmek
: servet,
zenginlik elde etmek
: geniş
: kutsal
vatan
: rakam
koymak, sayılarla belirtmek, rakamlandırmak
Vâzı’ : koyan, koyucu
Vazife-i memuriyet
Vazife-i übüvvet
Vehleten
Velev
Vezâif-i kanuniye
Vicdan : Memurluk görevi
: babalık
görevi
: ansızın
: olsa da,
bile, hatta, ister, isterse
: kanuni
vazifeler, görevler
: insanın
içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet alan ve kötülük
etmekten elem duyan manevi his
Vicdan-ı münevver
Vicdan-ı
selim
Vicdan-ı
tahir
Vuhûş : aydınlık vicdan
: doğru,
sağlam karar veren vicdan
: temiz
vicdan
: yabani
hayvanlar
Y
Yâver
Yegâne
Yek diğer
Yekta
Yekûn : yardımcı
: bircik,
tek
: bir
başkası
: tek,
eşsiz, benzersiz
: toplam,
netice
Z
Zabt : sıkı tutma, idaresi
altına alma, kendine mal etme
Zaferyâb-ı vusül olmak
Zâhiren
Zâil olmak : zafer, başarı elde
etmek
:
görünüşte, görünüşe göre
: sona
ermek, devamlı olmamak, geçmiş olmak
Zaman-ı
idbâr
Zaman-ı
ikbâl
Zaman-ı
imrâr etmek : talihsiz, mutsuz bir
zaman
: talihli,
mutlu zaman
: zamanı
geçirmek
Zayi etmek Zemin
Zemin-i bağ
Zemin-i sâfil
Zemin-i sath
Zemin-i şûrezar
Zemzeme-i bülbül gûya
Zerre-yi bedâyi’ Zeval
Zevât-ı âliye
Zevât-ı kibâr
Zevil ukûl
Zevk-i irfân
Zillet
Zinde
Zînet-i câme
Zînet-i
mevki-i ehliyet : elden çıkan, kaybolan, yitik
: yeryüzü
: büyük ve
geniş yeryüzü
: alçak,
aşağı zemin, yer
: yeryüzü,
toprak
: çorak
yer
: sanki
bülbül sesli, nağmeli
: eşi
benzeri olmayan zerre
: sona
ermek, gitmek
: yüksek
mertebeli insanlar
: büyük
kişiler, zatlar
: akıl
sahipleri
: irfan,
bilme, anlama zevki
:
alçaklık, aşağılık
: dinç,
diri, canlı, güçlü kuvvetli
: elbise
zineti
:
bulunduğu yere en uygun olan zinet, takı
Zîr-i pây
Ziver-i
fass-ı rağbet : ayak altı, yeryüzü
: çok
arzulanan, beğenilen süs ve ziynet, takı
Ziyâde
Zuafâ Zulmet Zûr Züfunun
Züğürt
Zül sual : artma, çoğalma
: zayıflar
: karanlık
: kuvvet,
güç
: fenlere,
tekniklere ve bilgilere sahip
: fakir,
hiçbir şeyi kalmamış
: dilencilik
3 Merkez kaza olan Luşna, Arnavutluk’un en meşhur ve feyiznâk
olan Mezke ovasının vasatında vâkidir. O havâli ahâlisi arasında “Mezke ovası”
“Altın ovası” diye meşhurdur.
[2] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, 2/390-391, İstanbul-1989.
[3] Yanya ve
İşkodra vilâyetleri mâliye müfettişliğinde bulunduğum esnâda idi.
[4] Buradan vaktiyle meşhur
Kurt Ahmet Paşa zuhur etmiştir. Berat’ta mektep, kütüphane gibi âsâr-ı
hayriyesi vardır. Kütüphânesini ziyaret ve bazı kitapları mütalâa ve kıymettar
gördüğüm kütüb-i mevcûdesinin bir defterini ahzetmiştim. Bu liste hâlâ yanımda mevcuttur.
[5] Her arabi
ayın on dördü, on beşi.
[6] Yanya ve
İşkodra vilâyetleri mâliye müfettişliğinde bulunduğum sırada idi.
[7] Buradan zamanında meşhur
Kurt Ahmet Paşa çıkmıştır. Berat’ta okul, kütüphâne gibi hayırlı eserleri
vardır. Kütüphânesini ziyaret etmiş ve bazı kitapları okumak ve önemli gördüğüm
mevcut kitapların bir defterini almıştım. Bu liste hâlâ yanımda mevcuttur.
[8] Şaşı, biri iki gören.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar