Print Friendly and PDF

HAKİKAT ÇİÇEKLERİ (EZHÂR-I HAKİKAT)

 


Ali EMÎRÎ

ALİ EMİRÎ EFENDİ (1857-1924) KİMDİR?

Müellif Ali Emirî Efendi 1857’de Diyarbakır’da doğdu. İlk tah­silini orada yaptı. Başta Ahmed Hilmi Efendi olmak üzere zamanı­nın meşhur müderrislerinden dersler aldı. Kısa zamanda Arapça ve Farsçayı iyi derecede öğrendi. Bu arada eski tarzda şiirler de yazmaya başladı. Ülkenin çeşitli yerlerinde maliye müfettişliği görevinde bulun­du. Bu sırada ‘rütbe-i ula sınıfı sanisi’ nişanı ile taltif edildi. 1908’de II. Meşrutiyet'in ilanından sonra kendi isteği ile emekli oldu. Emekliye ay­rıldıktan sonra Milli Tetebbular Encümeni, Tasnif-i Vesaik-i Tarihiyye Encümeni başkanlığı ile Tarihi Osmani Emcümeni üyeliği yaptı. 23 Ocak 1924’te İstanbul’da öldü. Mezarı Fatih Camii haziresindedir.

Hayatı boyunca gittiği her yerde kitap toplayan Ali Emirî Efendi, ilmi ve edebi faaliyetlerini emekli olduktan sonra daha da artırmıştır. Orta seviyede bir şair, usta bir münekkid olan Ali Emirî Efendi'nin asıl büyük yanı, hayatı boyunca toplamış olduğu paha biçilmez değer­de kitaplardan oluşan kütüphanesini, Fatih’te Feyzullah Efendi Med- resesi'nde kendi kurduğu Millet Kütüphanesi'ne bağışlamasıdır. Bu kü­tüphaneye çoğu nadir ve tek nüsha olan 16 bin cilt eser vakfetmiş, ö­lümüne kadar da bu kurumun başkanlığını yapmıştır. Onun en değerli hizmetlerinden biri de, Kaşgarlı Mahmud’un o güne kadar ele geçme­yen Divan-ı Lügati-t Türk adlı eserini bulması ve ilim âleminin hizme­tine sunmuş olmasıdır.

Te’lif eserlerinden bazıları şunlardır:

Levamiü’l-Hamidiyye (İstanbul, 1312); Cevahirü’l-Müluk (İstanbul, 1319); Tezekire-i Şuara-yı Âmid (İstanbul 1327);

Ezhar-ı Hakikat (İstanbul 1334); Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi (İstanbul 1334).

İşkodra Şairleri; Yanya Şairleri; Yemen Hatıratı; Osmanlı Şairleri gibi sayısı otuzu bulan diğer eserleri ise yayımlanmamıştır.

Bunlardan bazıları da kaybolmuştur. Ayrıca yazma halinde bir de divanı vardır.

Te’lif eserlerinden başka yayımladığı eserleri ve dergileri ile bu dergilerde çıkan önemli makaleleri de vardır.[2]

 

Müellif:

Ali Emirî Efendi

Sadeleştiren:

Abdulkadir DEMİR

 

HAKİKAT ÇİÇEKLERİ (EZHÂR-I HAKİKAT)

Ağustos 2007

 

İÇİNDEKİLER

Önsöz

7

Ezhâr-ı Hakikat

9

Hakikat Çiçekleri

13

Harf-i Elif

17

Harf-i Be

29

Harf-i Te

37

Harf-i Se (Peltek)

39

Harf-i Cim

41

Harf-i Ha

45

Harf-i Hı

47

Harf-i Dal

49

Harf-i Zel

53

Harf-i Ra

55

Harf-i Ze

57

Harf-i Sin

59

Harf-i Şın

61

Harf-i Sad

63

Harf-i Dat

65

Harf-i Tı

67

Harf-i Zı

69

Harf-i Ayn

71

Harf-i Ğayn

75

Harf-i Fe

77

Harf-i Kaf

81

Harf-i Kef

85

Harf-i Lâm

87

Harf-i Mim

89

Harf-i Nun

93

Harf-i Vav

95

Harf-i He

97

Harf-i Ya

99

Sözlük

101

 

ÖNSÖZ

Hayatın cilveleri her gün hatta her an değişik tebessüm eder insana. İnsan ise çoğu zaman bunların arkasında gizlenen hik­meti göremediği ve bilemediği için bazen ağlar, bazen de güler, kimi zaman da şaşkın ve dalgın bir şekilde olaylara bir anlam verememenin kararsızlığı içinde bakar durur.

Halbuki Yüce Yaratıcı yarattığı her şeyi bir hikmetle ve bir gaye ile yaratmıştır. O, abes ve gayesiz hiçbir şey yaratmamıştır. İnsanoğlu şayet dikkatini ve hassasiyetini ortaya koyarak, nefsi­nin ve benliğinin karanlık ortamından kurtulup, mânâ ve hikmet boyutuna geçerek olayları değerlendirmeyi başarabilirse bu hik­met ve mânâyı sezecek, O’nun büyüklüğü ve kudreti karşısında iki büklüm olacak ve kâinatla bütünleşecektir.

Kâinattaki bu manayı keşfeden insan hem en mutlu, hem de en güçlü insandır. Çünkü kâinatı ve onun sahibini tanıyan insan her şeye O’nun adıyla bakacak, O’nun adıyla konuşacak ve O’nun adıyla hareket edecektir. Dolayısıyla da her şey onun emrinde ve onun hizmetinde olacaktır. Bir sarayda sultan adına hareket eden bir kişi ne kadar mutlu ve güçlü ise, kâinat sul­tanını tanıyan insan da bu dünyada öylece mutlu, huzurlu ve güçlüdür.

Akıllı olan ve düşünen insan, bahçesinde dolaştığı sarayın sahibini tanır, onunla tanışır, sarayın her türlü güzelliğinden ve nimetinden istifade etmeye çalışır. Nefsine uyan, kendini beğen­miş ve kendine güvenen insan ise, baş kaldırmak, isyan etmek, eksiklik ve noksanlık aramakla meşgul olduğu için hem huzur-

suz ve tedirgindir, hem de bir zaman sonra, askerler tarafından tutuklanarak sultanın huzuruna çıkarılacak ve her şeyden hesaba çekilecektir.

İşte elinizdeki bu eser, sarayın bahçesinde Sultan adına gezen ve gördüğü her şeydeki güzelliği anlamaya çalışan bir akıl sahibinin müşahede ve tespitlerinden ibarettir.

Müellif Ali Emirî, Osmanlı'nın son zamanlarında pek çok eser kaleme almış çok değerli bir Devlet-i Âl-i Osman mensubu­dur. En küçük zamanlarını dahi değerlendirme azmi ve düşün­cesi içinde olan bir insandır. Bu çalışma da böyle bir bakışın ve değerlendirmenin ürünüdür.

Seksenli yılların başında Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nde boş kaldığımı hissettiğim zamanlarda okulun kütüphanesine giderek zamanımı değerlendirme çalışmaları sırasında, kendimi böyle bir eseri okuma ve yeni nesle aktarma gayreti içinde bul­dum. Bir çırpıda okuduğum, daha sonra da sadeleştirdiğim bu eserde Ali Emirî, hikmet penceresinden hayata baktığında, gör­düklerini ve hissettiklerini kaleme almış, olabildiğince bir tevazu ve mahviyet içinde okuyucularının hizmetine arz etmiştir. Ben de aynı his ve düşüncelerle size bu eseri takdim ediyorum.

Eserin daha anlaşılır olması düşüncesiyle, her paragraf ya da cümlenin altında günümüz Türkçesiyle anlaşılabilecek metni verilmiştir. Ayrıca, mananın kısıtlanmaması için kitabın sonuna sözlük eklenmiştir. Böylece, isteyen okuyucuların, kelimelerin anlamlarıyla yeni ve farklı manalara ulaşabilmelerine imkan sağ­lanmıştır.

Hikmetine uygun bir çalışma olması dileğiyle 

Abdulkadir DEMİR

Sincan/ANKARA/1999

EZHÂR-I HAKİKAT

Her şey için bir zaman-ı tecelli vardır. Vâki olan tecrübeme nazaran insan istediği şeyi her zaman istediği gibi yazamıyor.

Vâkıa zamanının, fikrinin müsâit olmadığı zamanlarda insan cebr-i nefs ile bazı şeyler yazabilir ise de sınâi harâret ve bazı âlât vâsıtasıyla mevsimsiz yetiştirilen meyve ve şükûfe gibi nükhet ve letâfeti, hâl-i tabiîsinde ve mevsiminde yetişmiş olan­lara muâdil olmuyor.

“Ezhâr-ı Hakikat” nâmı altında bir takım küçük cümle­lerden ibaret bulunan böyle bir eser-i nâçiz yazmak hatırıma gelmezdi. Gariptir ki zaman bir iki gün içinde şöyle bir vesile ile yazdırıverdi.

Dersaâdetten aldığım emir üzerine “Berat” sancağında kâin “Luşna” kazasında bazı tahkikât icrasına gitmiştim.[3] Mevsim bahar idi. Vazife-i memuriyete az ve çok bir mânia teşkil etme­mek fikriyle yanıma mütalâa edecek kitap almadım.

Luşna’da tahkikat zamanlarının gayrinde evkât-güzâr olmak için kitap aramaya mecbur oldum. Fakat nerede?

Topu iki yüz haneden ibaret olup henüz bir iki sene zarfında merkez kaza olan Luşna’da[4] şâyân-ı mütalâa kitap mı bulunur?

Akşamları kasabanın haricine çıkar, hayran hayran manâzır-ı eşyaya nigerân olurdum.

Hiç unutamam, kasabanın haricine çıktığım birinci akşam Mezke3’nin o vâsi sahrâsını yaldızlayan güneş, atılmış pamuk gibi bir şekil alan ufukta gurub ediyordu.

Ben bu azamet ve kudret-i vahdâniyeti seyrederek derin bir dalgıya daldım. Bir de baktım ki güneş gurub etmiş. Kasabanın her hânesinde şem’alar peydâ olmuş, etrafında ise binlerce ateş böcekleri parlamakta bulunmuştur.

Manâzır-ı eşyanın az vakitte böyle birden bire değiştiğini görünce kendi kendime ‘bakınız parlak bir cihangirin ufûlü nele­ri peydâ ediyor’ dedim.

Orada pek mebzûl olan şu lâtif böceklerin yaptıkları ateş ta’limlerini seyrettikçe müstağrak-ı şevk ve neş’e olarak Kudret-i Fâtıra’nın şu zayıf mahlûka gayet küçük ve âteşin kanatlarla ihsan eylediği imtiyâz-ı mahsus nazar-ı hayretimi celb etti.

Bir bunlara bir de kubbe-i eflâkı tezyin eden ve her biri cihân-ı azamet olduğu hâlde milyonlara bâliğ olan o şa’şaadar yıldızlara nazar-ı tevhit ile sergerdân bir surette bakıyordum. Saat iki raddelerinde idi. Bu kere de mâh-ı tâbân ortaya atıldı. Eyyâmül-bîyd[5] mürur edeli iki-üç gün kadar olduğu cihetle mikrâz-ı kudret kurs-ı kamerin bir miktarını kat’etmişti.

Bundan yarım saat evvel pehnâ-yı semâvâtı tezyin eden o parlak yıldızların renkleri uçtu.

Bu kere de “Kamer” denilen tâvûs-ı mülemma’-ı pür kudsi, aktâr-ı eflâkda cevelâna başladı. Cenâb-ı mâh-ı münevverin zemine bezl ve ihsan etmeye başladığı nurların bir kısmı ağaçla-

ra, yapraklara ilişip kaldığı cihetle zemin-i bağ, sevâdî bir şekl-i lâtif aldı.

Nazargâhımda zemin nura müstağrak, semâ nura müstağ- rak, şeş cihet eşya nura müstağrak idi.

Ben buna hasb-i hâl ederek dedim ki; yanıma kitap almadı­ğım isâbet olmuş. Eğer almış olsaydım böyle gece vakti sahrâya çıkmayacak, kitap mütalâasıyla vakit geçirecektim. Bu vesile ile bana tabiat, kitab-ı kâinatı mütalâa ettiriyor.

Bir müddet sonra ben hâneme avdet ediyordum ve mâh-ı münevver de fezâ-yı nâmütenâhi-i kudrette devam-ı seyahat eyli­yordu.

Lisân-ı hâl ile ona dedim ki:

Şu cevelân-ı serbâzâne ve müteferridâneye sakın mağrur olma! Bedriyyetin hilâle, kemâlin zevâle tahavvül ediyor.

Şu mevcudât-ı mutlak içinde kimin miknet ve azameti ser- medî ve pâyidâr kalmıştır ki senin de kalsın.

Otuz gün kadar bir müddet-i kalîle içinde ne kadar şekl-i gûna gûna girip çıktığını düşün de ibretbîn ol!

Bâki-i lâyezâl olan ne sensin ve ne de senin iktibâs-ı nur-ı kemâl ettiğin âfitâb-ı cihantâbdır.

Ancak Hay bî zevâl olan odur ki, size o nur-ı kemâli ve bize de vahdâniyetini tasdik için akıl ve hayatı ihsan etmiştir.

Ben bu güftü gûyu icra ve:

Her şey “Emirî” halik (helâk) olur, bir Hüdâ kalır.

Derk eyledim hakikat-ı encâm-ı hilkati.

beytini kıraat eylediğim esnada ikâmetgâhımın kapısı önüne gelmiştim. İşte Luşna’da bulunduğum birkaç gün için geceleri mütalâa edecek böyle bir kitab-ı hakikat bulmuştum.

Lâkin gündüz olunca ifâ-yı vazife-i memuriyet bir iki saatlik sarf-ı mesâiye münhasır idi.

Nehâran boş kaldığım saatler o kadar sıkılıyordum ki târif edemem. Nihâyet hâlî bulunduğum vakitlerde Luşna yadigârı olmak üzere muhtasar bir şey tahririni münasip gördüm.

Az vakitte meydana gelmek için kısa cümleler yazmak husu­su hatıra geldi.

Şimdiye kadar böyle cümel yazmakla me’luf olmadığım gibi örnek ittihaz edecek yanımda kitap dahi yok.

Buna da memnun oldum. Çünkü kimseyi taklit olmayıp mahsul-ü hakiki-i vicdandan ibâret oldu.

Vazife-i memuriyet vakitleri müstesnâ olmak üzere kırk sekiz saat zarfında şu cümleler meydana geldi. Enzâr-ı ihvanda kabûle karin olursa bahtiyarım.

Eâzım-ı ümemin bu bapta pek çok kelâmı dürer-i barî var­dır. O gibi zevât-ı kibârın cümel-i hikmet-i nessârları mevcûd ve meşhûd olduğu hâlde bu abd-i âcizin nazargâh-ı urefâya bu yolda bir eser-i kem-kıymet irâe ve ithaf etmekliğim hususundaki cür’et-i haksârâneyi bî sûd görmek isteyenler gülistân-ı letâfeti tezyin eden envâ-ı şukûfe-i nazar-rübâ arasında bazı sebze-i kem- behânın dahi mevcud bulunması kabilinden add ile mazhar-ı afv ve müsâmaha buyurmalarını temenni eylerim.

Ve minellahi’t-tevfîk.

Ali EMÎRÎ

HAKİKAT ÇİÇEKLERİ

Her şey için bir ortaya çıkış zamanı vardır. Edindiğim tecrübeme göre insan, istediği şeyi her zaman istediği gibi yaza­mıyor.

Gerçi zamanının ve fikrinin müsâit olmadığı zamanlarda insan kendini zorlamak suretiyle bazı şeyler yazabilirse de bu, serada mevsimsiz olarak yetiştirilen meyve ve çiçekler gibi, koku ve güzelliği doğal hâlinde ve mevsiminde yetişmiş olanlara denk olmuyor.

Ezhâr-ı Hakikat (Hakikat Çiçekleri) adında bir takım küçük cümlelerden ibâret bulunan böyle önemsiz bir eser yazmak hatı­rıma gelmezdi. Gariptir ki, zaman bir iki gün içinde şöyle bir vesile ile yazdırıverdi.

İstanbul’dan aldığım emir üzerine Berat sancağında bulu­nan Luşna kazasına bazı soruşturmalar yapmak üzere gitmiş- tim.[6] Mevsim bahar idi. Memurluk görevime az veya çok bir engel oluşturmaması düşüncesiyle yanıma okumak için kitap almadım.

Luşna’da soruşturmaların dışında kalan zamanlarda vakit geçirmek için kitap aramaya mecbur kaldım. Fakat nerede?

Topu topu iki yüz hâneden ibâret olup henüz bir iki sene içinde merkez kaza olan Luşna’da[7] okumaya değer kitap mı bulunur?

Akşamları kasabanın dışına çıkar hayran hayran doğanın manzaralarını seyrederdim.

Hiç unutamam, kasabanın dışına çıktığım ilk akşam Mezke’7nin o geniş ovasını yaldızlayan güneş, atılmış pamuk gibi bir şekil almış olan ufukta batıyordu.

Ben bu bir, tek olan Yaratıcı'nın büyüklüğünü ve kudretini gösteren manzarayı seyrederek derin bir düşünceye daldım. Bir de baktım ki, güneş batmış, kasabanın her evinde mumlar yakıl­mış, etrafımda ise binlerce ateş böcekleri parlayıp duruyor.

Tabiatın görünümünün kısa sürede böyle birdenbire değiş­tiğini görünce kendi kendime ‘Bakınız, eşyaya hâkim olan parlak bir varlığın kayboluşu nelerin ortaya çıkmasına sebep oluyor.’ dedim.

Orada pek çok olan şu hoş böceklerin ateş danslarını seyret­tikçe sevinç ve neşeyle dolmuş olarak Yüce Yaratıcı'nın şu zayıf yaratığa gayet küçük ve ateşli kanatlarla verdiği, kendine has yapısı çok dikkatimi çekti.

Bir bunlara bir de gökyüzünü süsleyen ve her biri bir büyük âlem olduğu hâlde milyonlara ulaşan o parlak yıldızlara Allah’ın bir ve tek olduğu düşüncesiyle hayranlık içinde bakıyordum. Saat iki sıralarında idi. Bu kez de o parlak hâliyle ay ortaya çıktı. Eyyâm’ül Biyd (kameri ayların 13. 14. 15. günleri) geçeli iki üç gün olduğu için kudret makası ayın yuvarlağının bir miktarını kesmişti.

Bundan yarım saat önce gökyüzünün tamamını süsleyen o parlak yıldızların renkleri uçtu.

Bu defa da Kamer, ‘Ay’ denilen parlak ve bembeyaz tavus, gökyüzünde dolaşmaya başladı. O mübarek ve nurlu ayın yeryü­züne bol bol göndermeye başladığı ışıkların bir kısmı ağaçlara,

7 Merkez kaza olan Luşna, Arnavutluk’un en meşhur ve çok bereketli olan Mezke ovasının ortasında bulunmaktadır. O yöre halkı arasında “Mezke ovası” “Altın ovası” diye meşhurdur.

yapraklara takılıp kaldığı için yeryüzü, karaltılı, hoş bir şekil aldı.

Benim gözümde yeryüzü nurla dolmuş, gökyüzü nurla dol­muş ve altı yönden bütün eşya nurla kaplanmıştı.

Ben bunu düşünerek dedim ki; yanıma kitap almadığım çok iyi olmuş. Eğer almış olsaydım böyle gece vakti ovaya çıkmaya­cak, kitap okumakla vakit geçirecektim. Bu vesile ile bana tabiat, kâinat kitabını okutturuyor.

Bir müddet sonra ben evime dönüyordum. Nurlu ay da Allah’ın yarattığı sınırsız gökyüzünde yoluna devam ediyordu.

Hâl dili ile ona şöyle dedim:

“Şu gökyüzünde korkusuzca ve tek başına dolaşmanla gururlanma. Bedir hâlin hilâle, olgunluğun yokluğa dönüşüyor. Şu varlık âlemi içinde kimin kuvveti ve büyüklüğü sürekli ve kalıcı olmuştur ki, senin ki de olsun!

Otuz gün kadar kısa bir zaman içinde ne kadar çok şekilden şekile girip çıktığını düşün de ibret al!

Sonsuz ve ebedi olan ne sensin ne de senin o engin ışığından faydalandığın ve dünyayı aydınlatan güneştir.

Ancak ölümsüz ve daima diri olan odur ki, size o mükem­mel ışığı ve bize de birliğini tasdik için akıl ve hayatı vermiştir.

Ben bu düşünceler içinde:

Her şey yok olur bir Hüdâ kalır ey Emîrî

Anladım yaratılışın nihâyetindeki asıl hikmeti.

beytini okuduğum sırada kaldığım yerin kapısı önüne gel­miştim. İşte Luşna’da bulunduğum birkaç gün için, geceleri okuyabileceğim böyle gerçek bir kitap bulmuştum.

Fakat gündüzleri memurluk görevini yapmak, sadece bir iki saatlik bir çalışma gerektiriyordu.

Gündüzleyin boş kaldığım saatlerde o kadar sıkılıyordum ki, tarif edemem. Nihâyet boş bulunduğum zamanlarda Luşna hatırası olmak üzere az bir şey yazmayı uygun gördüm.

Kısa sürede bitirebilmek için kısa cümleler yazma fikri aklı­ma geldi.

Şimdiye kadar böyle cümleler yazmaya alışık olmadığım gibi yanımda örnek alacak kitap da yoktu.

Buna da memnun oldum. Çünkü kimseyi taklit etmeyip gerçek bir vicdanın eseri oldu.

Görevde olduğum vakitler dışında kırk sekiz saatlik bir süre içinde şu cümleler meydana geldi. Kardeşlerimin görüşlerinde geçerli bir yeri olursa mutlu olacağım.

Bu milletin büyüklerinden bu konuda pek çok, inci gibi söz söyleyenler vardır. Bu gibi büyük insanların hikmet dolu sözleri ortada iken bu fakirin, âriflerin görüşlerine böyle kıymetsiz bir eser sunması ve ortaya koyması konusundaki perişan cesaretimi faydasız görmek isteyenlerin; güzel gül bahçesini süsleyen göz alıcı çiçek çeşitleri arasında kıymetsiz yeşillikler bulunması türün­den sayılmakla bağışlama ve hoşgörü göstermelerini dilerim.

Başarı Allah’tandır.

ALİ EMÎRÎ

HARF-İ ELİF

1-      Allah-ü Azimü’ş Şân’a hulûs-i vicdan ile ibadet, peygam­beri zi-şâna râbıta-i iman ile muhabbet ve vatana kemâl-i ciddi­yetle hizmet edenler, insanların en âkıl ve kerim ve fâzıllarıdır.

(En üstün ve en yüce olan Allah’a samimiyetle ve içtenlikle ibadet edenler, şanlı peygambere iman bağı ile sevgi besleyenler, vatana en ciddi ve en güzel şekilde hizmet edenler, insanların en akıllı, en cömert ve en faziletlileridirler.)

2-      İstiâne zamanında kuzu koyuna, koyun sürüye, sürü çobana, çoban sahibine koşar. Bunların cümlesi bir vazife ve ikdâm ile mükellef olmakla beraber netice-i müteselsilesi Cenâb-ı Rabb-ül âleminden istimdâda çıkar.

(Yardıma ihtiyaç duyulduğu zamanda kuzu koyuna, koyun sürüye, sürü çobana, çoban sahibine koşar. Bunların hepsi bir görev ve sorumluluk ile yükümlü olmakla beraber neticede hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah’a sığınır ve O’ndan yardım ister.)

3-      Ebeveynine itaat etmemiş olan adam tâliinden şikâyet ederse haksızdır.

(Ana-babasının sözünü dinlememiş ve onlara saygı göster­memiş olan kimsenin kaderinden şikâyete hakkı yoktur.)

4-      Ebnâ-yı cinsine gadr edenler insan olduklarını düşünme­yenlerdir.

(Dost, akraba ve arkadaşlarına ihânet edenler insan oldukla­rını düşünmeyenlerdir.)

5-       A’mâl-i hile ile müstefit olan mutazarrır olduğundan bî- haberdir.

(Hile ile kazanç sağlamaya çalışan insan, zararda olduğun­dan habersiz olandır.)

6-               Erbâb-ı hasedin vücudu zinde olsa bile ruhu hastadır.

(Hased eden, başkasını çekemeyen insanın vücudu dinç ve sağlıklı olsa bile ruhu hastadır.)

7-       Ecdâdından çokça bahsedenler meziyeten iflâs edenler­dir.

(Ecdâdından çokça bahsedenler her türlü iyilik, güzellik ve başarı bakımından bitmiş, tükenmiş olanlardır.)

8-       Erbâb-ı kin, ne kadar hoş-âmed ve lâtif ve nerm görünse sözlerine ve iltifatlarına itimat etme. Bunların, çekirdekli pamuk gibi tuhm-i sengîn adâvetleri kulûb-i kâsiyelerinde müstetirdir.

(İçleri kin ve nefret dolu olanlar, ne kadar güzel, iyi ve yumuşak görünseler de sözlerine ve iltifatlarına güvenme. Çünkü bunların düşmanlıkları, sert ve katı olan çekirdeklerini içinde barındıran çekirdekli pamuk gibi katı kalplerinde gizlidir.)

9-               Erbâb-ı basiret düşmandan ziyâde dosttan korkar.

(İleri görüşlü ve gerçeği görebilen insanlar, düşmandan çok dosttan korkarlar.)

10-     İstitâatından büyük işe başlayanlar, istitâatı dairesinde görebileceği işin cellâdı olurlar.

(Güç ve yeteneğinin üstünde büyük işlere kalkışanlar, güç ve yeteneği çerçevesinde gerçekleştirebileceği işin cellâdı olurlar.)

11-       İrtikâb-ı sekâmet edenler kendi hâllerine acımayanlar- dır.

(Çürük işlerle uğraşanlar kendi hâllerine acımayanlardır.)

12-            İstikâmeti i’lâ eden mürtekiplerin gayretidir.

(Doğruluğu ve iyiliği yücelten şey, çirkin işlerle uğraşanların yaptıkları çirkinliklerdir.)

13-      Esnâ-yı tahsilde daima birinci çıkmak şâyân-ı takdir ve âferin almakla beraber ona itimat ve tefahhur eylemek evsâf-ı kâfiye olamaz. Nefse aid bir kusur-ı mücerred dahi bunun aksini icab ettirmez. İnsan vatanına sadâkat, ebnâ-yı cinsine hüsn-i hizmet ve âdâb-ı muâşeret ve âmiriyet sıfat-ı memdûhasını ih- râza kudret gibi zâtî, vicdânî evsâf-ı âliye-i maddiye ve havârik-ı ma’neviye ile mümtaz olmak gerekdir. Bu gibileri bulup mevki­lerinde istihdâm eylemek daha büyüklüktür.

(Eğitim-öğretim sırasında daima birinci olmak takdir edi­lecek ve alkışlanacak bir durum olmakla birlikte sadece ona gü­venmek ve onunla övünmek yeterli ve güzel bir özellik değildir. İnsanın sahip olduğu bir kusurundan dolayı da bunun aksi ge­rekmez. -Yani, insan ne sahip olduğu güzelliklerle övünmeli, ne de sahip olduğu noksanlıklardan dolayı kendini küçük görmeli­dir. Bu davranışların her ikisi de doğru değildir.- Bir insanda asıl olması gerekenler; vatana bağlılık, insana güzel hizmet, terbiye ve görgü kurallarına uymak, maddi manevi, kişisel ve vicdani bütün üstün değerlere ve özelliklere sahip olmaktır. Böylelerini bulup durumlarına uygun iş ve görevlerde vazifelendirmek ise daha büyüklüktür.)

14-      İtibâr ve kıymet daima nâdir olanlaradır. Rezâil-i etvâr ashâb-ı mebzûl; ve fezâil-i ahlâk erbâbı nadirdir. Nadirlere ilti­hâka çalış ki itibâr ve kıymet bulasın.

(İnsanların önem ve değer verdikleri şeyler, daima az bu­lunanlardır. İnsanlar içerisinde yanlış ve olumsuz tavırlar içinde olanlar pek çok, bunun yanında güzel ahlâk sahibi, faziletli insan­lar ise pek azdır. Sen, bu az olanlara katılmaya çalış ki kıymet ve değerin artsın.)

15-      Erbâb-ı işret ve sefâhat olanlar haydutların nezdine kendi ayaklarıyla giderler.

(İçki ve eğlenceye düşkün olanlar haydutların yanına kendi ayaklarıyla giderler.)

16-      Ahmak olan ihtiyar, sükût ettikçe mertebe-i dirâyete bir kadem takarrüb eder.

(Ahmak olan ihtiyar, sustukça, akıllı insan mertebesine bir adım daha yaklaşmış olur.)

17-      İfrât-ı istidât ve zekâya mâlik olanlar tevâzuu târik ve kibir ve gurura münhemik olursa idbâr ve nekbete her an ve dakika muntazır olsun.

(Üstün zekâ ve yeteneğe sahip olanlar, alçak gönüllülüğü terk eder ve gurura sarılırlarsa, küçük düşmeyi ve aşağılanmayı her an beklemelidirler.)

18-      İfrât-ı zekâya mâlik isen kendini tehlikeye ilkâ etmemek için Cenâb-ı Hak’tan daima istimdât et.

(Üstün zekâya sahip isen kendini tehlikeye atmamak için Yüce Allah’tan daima yardım istemelisin.)

19-      Ekser insan kendi vücudunda saklanan kin, garaz, adâ- vet, haset gibi binlerle a’dây-ı hâne-gîye hiç ehemmiyet vermez. Halbuki ebnâ-yı cinsinden bir kimsenin kendisine adüv oldu­ğunu hissederse be-gâyet içtinâb eder. Bu ise hakikatte bir kal’a içinde müthiş adüvleri ilkâ ile, hariçten geleni men’e çalışmaya benzer.

(Çoğu insan kendi vücudunda saklı bulunan kin, garaz, düşmanlık ve haset gibi binlerce iç düşmanlara önem vermez. Halbuki insanlardan birinin kendisine düşman olduğunu hisse­derse bundan son derece kaçınır. Bu durum ise bir kale içinde bulunan müthiş düşmanları bırakıp da dışarıdan gelenleri engel­lemeye çalışmaya benzer.)

20-      En mütefennin, en birinci âlimler mücelledât-ı kü- tüphane-i Kudret’in birinci sahifesinde ve bizim gibi âcizler ise birinci satırının ilk kelimesindedir.

(En büyük ve en değerli bilginler, Kudret kütüphânesindeki ciltli kitapların birinci sayfasında, bizim gibi âcizler ise birinci satırının ilk kelimesindedir.)

21-      Emelsiz ve hâlis olarak hüsn-i hizmet edip mükâfât beklemiyenlerin mükâfatını Lütf-i İlâhî mütekeffildir.

(Herhangi bir çıkar ve menfaat düşünmeden, samimiyetle ve en güzel şekilde hizmet edip mükâfât beklemeyenlerin mükâ- fâtına Yüce Allah kefildir.)

22-            Emelsiz adam, her emele vâsıl olmuş gibidir.

(Yaptığı hizmetleri ve çalışmaları herhangi bir gizli arzu ve isteğe dayandırmayan insan, aslında bu dürüstlüğü sebebiyle bütün arzularını gerçekleştirme imkânına kavuşmuş sayılır.)

23-      İnsan sefâhata müptelâ olmamak için fevkalâde sa’y ve ikdâm etmeli. Lâkin adem-i ibtilâyı kendi himmetinden bilme­meli.

(İnsan, içki ve eğlence gibi kötü alışkanlıklara bulaşmamak için elinden gelen her türlü gayret ve çalışmayı yapmalıdır. Ancak, bu türlü kötü alışkanlıklara bulaşmamış olmayı da ken­dinden bilmemelidir.)

24-      İnsan-ı kâmilin rahatsız zamanı, huzur ve istirahat za­manıdır.

(Her yönden olgun ve mükemmel bir insanın rahatsız olduğu zamanı, kendini rahat ve huzurlu hissettiği zamanıdır. -Çünkü o, bütün zamanını insanlar için ayırmıştır. Onları bırakıp da kendi rahatını düşünmeye başladığında rahatsız ve huzursuz olur.)

25-      İnsanlar için sa’y ve ikdâmdan büyük hüner, tevâzudan kıymetli yâr ve yâver ve hüsn-i niyetten âlî birâder yoktur.

(İnsanlar için, çalışmaktan ve ileri görüşlü olmaktan büyük hüner, alçak gönüllü olmaktan büyük yâr ve yardımcı, iyi niyet sahibi olmaktan daha üstün bir birâder yoktur.)

26-      İnsanların büyüğü, dünyanın hiçbir şan ve şerefiyle hâl ve mesleğini bozmayandır.

(İnsanların büyüğü, dünyanın hiçbir şan ve şerefiyle, makam ve mevkisiyle, sahip olduğu üstün özellikleriyle, durumunda ve davranışlarında herhangi bir değişiklik olmayandır.)

27-      İnsanlar, en âlî madenden zuhur eden cevher-i girân- bahâya benzer. Cevher-i girân-bahânın ise zîver-i fass-ı rağbet ve zînet-i mevki-i ehliyet olması üstâd-ı zü fünûnun dest-i iktidârın- da tirâşîde ve terbiye olmaya vâbestedir.

(İnsanlar, en üstün bir madenden elde edilen en değerli, eş­siz bir mücevhere benzerler. Bu mücevherin insanlar tarafından çok arzu edilmesi ve beğenilmesi, aynı zamanda takıldığı yerde çok güzel durması ise o mücevheri yapan, işleyen ve süsleyen us­tanın o konudaki yetenek ve mahâretine bağlıdır.)

28-      İnsanların yekdiğerinden farkı hilkaten ve kıyâfeten olmayıp edeben ve ilmen olduğuna binaendir ki bu farkı, ehl-i bâsâr göremez. Ancak erbâb-ı basiret görür.

(İnsanların birbirinden farkı, şekil ve giyim-kuşam yönün­den olmayıp sahip oldukları edep ve bilgi yönündendir. Fakat bu farkı, gözleriyle bakanlar göremezler. Ancak basiret sahibi olanlar -akıl, kalp ve gönül gözüyle bakanlar- görürler.)

29-            İnsanlık, beyân ile değil vicdan iledir.

(İnsanlık, yapılan konuşmalarla değil, ancak vicdanın sahip olduğu değerlerle anlaşılır.)

30-            Okumak başka, anlamak başkadır.

31-      İnsanın tedricen büyüdüğüne ve aklının yavaş yavaş tekemmül etmekte olduğuna taaccüb etmemeli. Azamet-i zemin ve âsuman ve kudret-i masnûât-ı hallâkı kün fe kâne, nazar-ı şâmil ve akl-ı kâmil ile vehleten ve def’aten görülmüş olsa, hav- sala-i idrak birdenbire kabul ve ihâta edemez. Meselâ tahtanın yontulması, suyun akması, kömürün ateş olması, ateşin yakması, toprağın itidâli, taşların sertliği ve isti’mâli, demirin tab’an galiz ve müessir olması ve hevâm ve haşerât ve vuhûş ve tuyûr ve hay- vânâtın ahvâl-i mudâr ve menâfii ve sâir bu misillü milyonlarla masnûât-ı kudret-i rabbâniyenin, nev’i insan bîgâne ve garibi ve hayrân ve sergerdânı kalarak ibretnümâ bir surette helâk olur.

(İnsanın belli bir sistem ve düzen içinde büyümesine ve aklının da yavaş yavaş gelişip olgunlaşmasına şaşmamak gerekir. Çünkü, yeryüzünde ve gökyüzünde, Yüce Allah’ın “ol” emriyle oluveren bunca şeyler, bütün gerçekliği ve çıplaklığıyla hep bir­den ve âniden görülmüş olsalar, insanoğlunun anlama gücü ve kapasitesi bunu kaldıramaz. Meselâ, tahtanın yontulması, suyun akması, kömürün ateş olması, ateşin yakması, toprağın yumu­şaklığı, taşların sertliği ve kullanılışı, demirin yapı olarak sert ve iz bırakıcı olması, böceklerin, haşerelerin, vahşi ve ehli tüm hay­vanların faydalı ve zararlı tarafları, bunlardan başka daha milyon­larca, Yüce Allah’ın yarattığı ve idare ettiği varlıklar... İnsanoğlu bütün bunları bir anda görse ve anlasa büyük bir hayranlık ve şaşkınlık içinde kalıp âleme ibret olacak biçimde helâk olur.)

32-      İstikâmet ve kelâm-ı hak ile menfûr ve münferid kal­mak, istikâmet ve sebât-ı azmi fedâ ile bin encümen-i ikbâle dâhil olmaktan hakikatte hayırlı ve kârlıdır.

(Doğruluk ve doğru sözlülük sebebiyle, toplumda isten­meyen ve tek başına kalan bir insan olmak, bunları terk ederek

büyüklük sevdasında olan binlerce insanın arasında olmaktan daha hayırlı ve kârlıdır.)

33-      Evlâdını terbiye etmeye çalışmayan insan, vazife-i übüv- vet hususunda hayvanın dûnunda kalır. Zira tuyûr tayarânı, vuhuş meşyi ve hareketi ve sayâdeti yavrularına ta’lim eder. İnsanların dâire-i ta’limi ise bunlara nisbetle ne kadar vâsi’ ve mihdir.

(Çocuklarını terbiye etmeye çalışmayan insan, babalık gö­revini yerine getirme konusunda hayvandan daha aşağıdadır. Çünkü kuşlar uçmayı, vahşi hayvanlar da yürümeyi, hareketi ve avlanmayı yavrularına öğretirler. İnsanların eğitimlerinde öğre­necekleri şeyler ise bunlara oranla çok daha fazladır.)

34-      Ehl-i riyâ ile ehl-i hakikatın bir fikir üzere ictima’ı, nur ile zulmetin bir noktada ictima’ı kadar müşkildir.

(Gösteriş maksatlı ve ikiyüzlü olanlarla, yaptıkları işi ger­çekçi bir düşünce ile yapanların bir fikir üzerinde anlaşarak bir araya gelmeleri, aydınlık ile karanlığın bir noktada birleşmeleri kadar zordur.)

35-      Eyyâm-ı hayatının geçmiş zamanlarını düşünmeyen veya düşünüp de şâyânı takdir bir hizmet-i hamiyetkârânesini görmeyen, en bedbaht bir insandır.

(Hayatının geçmiş günlerini düşünmeyen veya düşünüp de takdir edilecek, beğenilecek bir hizmetini göremeyen, en bed­baht -talihsiz- bir insandır.)

36-      Eytâm ve erâmil ve dul kadınlara, ma’lûl ve ihtiyarlara kudreti miktarınca merhamet ve muâvenet etmeyenler mazhar-ı gazab-ı ilâhî olduklarına âgâh olmayanlardır.

(Yetim, bekâr, dul, hasta ve ihtiyarlara gücü yettiği ölçüde merhamet ve yardım etmeyenler, bu hâlleriyle Yüce Yaratıcı’nın gazabına çarpılacaklarının farkında olmayanlardır.)

37-            İki sahifelik bir küçük eseri bile istisğâr etme. İnsan-ı

kâmil için Köroğlu masalında dahi ibret alacak ve hatta müstefid olacak şeyler yok değildir.

(İki sayfalık küçük bir eseri bile küçük görme. Çünkü her bakımdan olgunluğa ulaşmış olan bir insan için Köroğlu masa­lında bile ibret alınacak ve faydalanılacak şeyler yok değildir.)

38-      İki ufak gözle mâsivâyı görmeye muktedir olan bir insan, fekk-i ayn ihtimâm ederse cihân-ı ulûm ve maârifin dahi nazar-ı ıttılâına arz-ı mâhiyet-i imkân eylemesi isti’dâtından nasıl me’yus kalır.

(İki ufak gözle bütün âlemi görmeye güç yetiren bir insan, gözlerini açıp dikkatlice bakarsa, bütün ilim ve irfanın, kendi­lerinde var olan her şeyi onun değerlendirmesine sunduğu bir yetenekten nasıl ümitsiz olur.)

39-      İstikâmeti olmayan, her ne kadar etvâr-ı hükümete vâkıf, âkıl ve kâmil dahi görünse, âkıl-ı hakiki ve kâmil-i ma’- nevî olmadığından din ve devlete nâfi’ hizmet îfâsına muktedir olamaz.

(Doğru, dürüst ve namuslu olmayan bir insan, her ne kadar devlet işlerinde vâkıf, -becerikli- akıllı ve kâmil görünse de ger­çek akla ve manevi olgunluğa sahip olmadığından, din ve devlete yararlı hizmet etmeye güç yetiremez.)

40-      İhmâl ve atâlet başka, hazm ve ihtiyât ile teennî-i hakî- mâne başkadır.

(İhmalkâr davranmak ve tembellik göstermek başka, sabırlı ve tedbirli olarak dikkatli ve yerli yerince hareket etmek başka­dır.)

41-      İyi âdem olmak pek güçtür. Fakat her işte vicdan ile müşâvere edildi mi pek kolaylaşır.

(İyi insan olmak pek güçtür. Fakat her işte vicdanın sesine kulak verilirse çok kolaylaşır.)

42-      İyi maslahatı fenalaştırmak, mahâret ve meziyet sa­yılmaz. Çünkü bir binayı yıkmak kolaydır. Lâkin kötü bir şeyi iyileştirmeye muvaffak olmak hüner ve ma’rifettir. Zira yıkılmış bir hâneyi yeniden âbâd ve imâr etmek birçok müşkilâta iktihâm ile hâsıl olabilir.

(Güzel bir şeyi kötüleştirmek hüner ve meziyet sayılmaz. Çünkü bir binayı yıkmak kolaydır. Kötü bir şeyi iyileştirmeyi başarmak, hüner ve marifettir. Zira, yıkılmış bir binayı yeniden yapmak ve düzene koymak birçok zorluğa katlanmakla mümkün olur.)

43-      İyi âdeme hiç kimse fenâlık etmez. Çünkü iyi âdem fenalık nedir anlamaz.

(İyi insana hiç kimse kötülük etmez. Çünkü iyi insan kö­tülük nedir anlamaz -Onun dünyasında kötülüğün adı bile yoktur.)

44-      İfrât-ı zekâya mâlik olanlar mâlik-i ifrât-ı zekâ olduk­larını bilmez veya bilmek ve bildirmek istemezler ise ducret ve tehâlükten masun kalabilirler.

(Üstün zekâya sahip olanlar, bu durumlarını bilmez veya bilmek ve bildirmek istemezlerse sıkıntıdan ve rahatsız edilmek­ten korunabilirler.)

45-      Emel ve istifâdeyi terk ile hakikatin hâdimi olanlar her işte muvaffak olurlar.

(Herhangi bir art niyet ve çıkar düşüncesi olmadan gerçeğin hizmetçisi olanlar her işte başarılı olurlar.)

46-      Âsâr neşrine muvaffak olmayanların ashâb-ı âsâra itiraz etmeleri yolsuz ve haksızlıktır. Bihakkın neşr-i âsâr edenler bu hakka kesb-i istihkâk ederler.

(Bir eser ortaya koyup, onu yayınlamayı başaramayanların,

bunu başaranlara itiraz etmeleri hem uygun değil hem de haksız­lıktır. Hakkıyla eser yayınlamayı başaranlar bu hakkı kazanmaya en lâyık olanlardır.)

47-      Ekseri muvaffak olanlar vakt-i felâkette son dereceye kadar sabır ve tahammül ile temkinini şaşırmayanlardır.

(Genellikle başarılı olanlar, felâket ve sıkıntı zamanlarında son âna kadar sabır ve tahammül ile tedbiri elden bırakmayan­lardır.)

48-      Emlâk ve akârını îmar ve tezyin etmeyip de hâliyle bırakmak gafletinde olanlara ya niçin çıplak gezmemekte olduk­larını suâl kifâyet eder.

(Taşınır, taşınmaz bütün mallarına gereken önem ve özeni göstermeyip onları kendi hâllerine bırakanlara niçin çıplak gez­mediklerini sormak yeterli olur.)

49-      Ahlâksız ve deli olanlardan uzak kaçınız. Zira bir deli kırk akıllıyı şaşırtır.

(Ahlâksız ve deli olanlardan uzak durunuz. Çünkü bir deli kırk akıllıyı şaşırtır.)

50-      En kolay, herkese nasihat vermek ve en güç, kendi nef­sine söz anlatmaktır. Ve en hüner şu müşkili kolaylaştırmaktır.

(En kolay iş, herkese nasihat vermektir. En zor iş, kendi nefsine söz anlatmaktır. Hüner ve marifet ise bu zoru kolaylaş­tırmaktır.)

HARF-İ BE

51-       Başının üstünde top patladığı hâlde korkmayıp titre­meyenden, bir bî-kesin hâline merhametle yüreği titreyen daha cesurdur.

(Başının üstünde top patladığı hâlde korkmayıp titreme­yenden, bir kimsesizin hâline merhametle yüreği titreyen daha cesurdur.)

52-                Bakmak başka, görmek başkadır.

53-       Bir eser-i hayır bırakmaksızın toprak altına gidenler, dünyaya gelmeyen takımdandır.

(Hayırlı bir eser bırakmasızın toprak altına gidenler, dünya­ya gelmeyen takımdandır.)

54-       Bir insan ne kadar mütevâzi ise o kadar âlîdir. Ne kadar müteazzım ise o kadar sefildir.

(Bir insan ne kadar alçakgönüllü ise o kadar üstündür. Ne kadar büyüklük taslarsa o kadar alçaktır.)

55-       Bir işe başlamazdan evvel düşünmek, başladıktan sonra düşünmenin tiryâkıdır.

(Bir işe başlamadan önce düşünmek, başladıktan sonra düşünmenin panzehiridir.)

56-      Bir tembelin nâgehân bir servete nâil olması, çalışmak­sızın vâsıl-ı servet olmak arzusunda bulunanlara bürhân-ı müd- deâ olamaz. Çünkü bir körün tesâdüfen bir cevher bulması, bir gözlünün onu takliden gözünü kör etmesini icâb etmez.

(Bir tembelin ansızın bir servete kavuşması, çalışmaksızın servet sahibi olmak isteyenlerin iddialarına bir delil olamaz. Çünkü, bir körün tesâdüfen bir değerli taş -mücevher- bulması, bir gözü görenin onu taklit ederek gözünü kör etmesini gerek­tirmez.)

57-      Bir câhilin söylemekte olduğu galatâtı bir âlim taklid etmek istese âciz kalır. Ya câhil, âlimi taklid etmek isterse var kıyas et.

(Bir cahilin söylediği yalan yanlış şeyleri bir âlim taklit etmek istese başaramaz. Ya câhil, âlimi taklit etmek isterse var kıyas et -karşılaştır ve durumun vehâmetini düşün.)

58-      Bir gülistân-ı safâya giren hârından, ve bir gencine-i nimete vâsıl olan tarassud-u mârından gâfil olmamalı.

(Güzel bir gül bahçesine giren dikeninden, bir nimet hazi- nesini elde eden de onu gözetleyen yılan-çıyandan- gafil olma­malıdır.)

59-      Bir sene zarfında güneş, yüzler defa fevkımızda cereyân ve küre-i zemin, ayağımız altında deverân etti. Otlar bitti, ağaç­lar yeşillendi, çiçekler açtı, meyvelerin envâı hâsıl oldu. Buğday, arpa ve sâire yetişti. Yedik, içtik, eğlendik, mükevvenâtın bu kadar hizmetlerine bir ivaz yok mu?

(Bir sene boyunca güneş yüzlerce defa üstümüzde dolaştı, yeryüzü ayağımızın altında gezindi. Otlar bitti, ağaçlar yeşillen­di, çiçekler açtı, çeşit çeşit meyveler meydana geldi. Buğday, arpa ve diğerleri yetişti. Yedik, içtik, eğlendik. Yüce Yaratıcı'nın bizim

için var ettiği bunca varlıkların bu kadar hizmetlerine bir karşılık, bir bedel, bir ücret yok mu?)

60-      Bir günlük geçen ömür az bir şey midir? Başımız üstün­de bir hurşid, maşrıkdan mağribe cevelân, zîr-i pâyimizde bir küre-i arz, deverân etti. Şu kadar müsâid bir müddet zarfında vatanına bir hayırlı iş veya ebnâ-yı cinsine bir menfaatli hizmet görmeyen âdem bedbahttır.

(Bir günlük geçen ömür az bir şey midir? Başımız üstünde bir güneş, doğudan batıya gitti gitti geldi, ayağımızın altında yeryüzü, dolaştı durdu. Şu kadar uygun bir zaman zarfında vatanına bir hayırlı iş veya insanlığa bir faydalı hizmet görmeyen insan talih­sizdir.)

61-                Bir nimeti hâsıl etmekten muhâfaza etmesi müşkildir.

(Bir nimeti korumak, onu elde etmekten daha zordur.)

62-      Büyük âdemlerin kelâmlarını takdir ve tesir ettiren, kelâmlarındaki kuvvetten ziyâde hüsn-i niyetleri ve mesleklerinin ulviyetidir.

(Büyük insanların sözlerindeki etki ve beğenilme, sözlerin­deki kuvvetten çok iyi niyetleri ve mesleklerinin yüceliğidir.)

63-      Bir âdemin kandil-i hayâtı revgân-ı hüsn-i ahlâktan mahrum ise onun hülâsa-i hâli nurdan ziyâde zulmeti irâe eder.

(Bir insanın hayatını aydınlatan kandil, güzel ahlâk yağından mahrum ise onun durumu, aydınlıktan çok karanlığı gösterir.)

64-      Bir âdemin aklı ve zekâsı ne kadar çok olursa olsun ve âsârı ne kadar fasih ve beliğ bulunursa bulunsun eczâ-yı vücudu istikâmet ve hüsn-i niyetle muhammer olmaz ise ne kendinden ne de yaldızlı sözlerinden mülk ve millet için bir hayır bekleme. Şeytan akıl ve zekâda yektâ ve melâike-i izâma üstâd-ı bî-hemtâ

ve kurb-i İlâhîde cilve-nümâ iken tard olunarak boğazına tavk-ı lânet geçirildi.

(Bir adamın aklı ve zekâsı ne kadar çok olursa olsun, eser­leri ne kadar güzel ve akıcı bulunursa bulunsun, vücudunun her zerresi doğruluk ve iyi niyetle yoğrulmuş olmaz ise ne kendinden ne de yaldızlı sözlerinden vatan ve millet için bir hayır bekleme. Şeytan akıl ve zekâda tek, bütün meleklere eşsiz bir hoca ve Allah katında cilve yapan birisi iken kovularak boğazına lânet halkası geçirildi.)

65-      Bir makinenin hüsn-i i’mâline ne kadar dikkat lâzım ise hüsn-i isti’mâline ondan daha büyük dikkat ve gayret lâzımdır.

(Bir makinenin güzel üretilmesine ne kadar dikkat lâzım ise güzel kullanılmasına ondan daha büyük dikkat ve gayret lâzımdır.)

66-      Bir kitap meraklısından nadir bir kitabını istemek onu bir büyük felâkete uğratmaktır.

67-      Bir mesire-i dilârâda bir kere etrafa bakıldı mı gayet münevver ve müzeyyen mahbub ve mahbubeler ve âheng-i gûnâ gûn tarab-âver ve gül ve gülzâr ve nihalân meyvedâr ve rengâ­renk ezhâr ve sâir hayret-fezâ masnûât ve âsâr görülür. Bunları seyretmeli ve nazar-ı ibretten geçirmeli. Azamet ve kudret-i Sâni-i hakikiyi zikir ve fikir ile hayrân olmalı. Fakat hiçbirine hırs ve tehâlükle firifte olup meyelân-ı kat’î gösterilmemeli. Çünkü hırs, tehâlük ve iptila gösterilirse onlar insan için zehirdir.

(Göze ve gönle hoş gelen bir gezinti yerinde bir kere etrafa bakıldı mı gayet aydınlık ve güzel sevgililer, türlü türlü renklerin iç içe olduğu, sevinç ve coşku getiren gül ve gül bahçesi, taze fidanlar, meyveli ve rengârenk çiçekler, diğer hayret veren varlık­lar ve eserler görülür. Bunları seyretmeli ve ibretle bakmalı. En

büyük ve en kudretli olan, her şeyin gerçek yapıcısı ve yaratıcısı Yüce Allah’ı zikir ve fikir ile O’na hayrân olmalı. Fakat hiçbirine hırs ve aşırı istek gösterip de aldanmamalı ve onlara karşı kesin bir eğilim ortaya konmamalıdır. Çünkü hırs, aşırı istek ve bağlı­lık gösterilirse onlar insan için birer zehir olurlar.)

68-      Başkasının hakkını zâyi’ eden hakikatte kendi hakkını zâyi’ etmiştir.

(Başkasının hakkını kaybettiren -yiyen- aslında kendi hakkı­nı kaybettirmiştir -yemiştir.)

69-      Bir memleketin ulûm ve maârifini anlamak isteyen, muallimlerinin ahlâkına ve mekteblerinin dinî ve tarihî olan programına baksın.

(Bir memleketin ilim, bilgi ve anlayış seviyesini anlamak isteyen, öğretmenlerinin ahlâkına ve okullarının din ve tarih programlarına baksın.)

70-      Büyük fıtratı hâiz olduğuna vicdanın emin olduğu bir zâttan lütuf görmediğin hâlde zamanın adem-i müsâadesine hüküm ile itikâdını bozma.

(Büyük ve değerli olduğuna vicdanının emin olduğu bir zâttan herhangi bir karşılık, ilgi ve alâka görmediğinde, zamanın müsaitsizliğine hüküm verip de inancını bozma.)

71-      Bir muntazam binaya yolsuz ve mevkisiz konulan bir taş, herkesin nazar-ı garâbet ve teessüfünü celb eder. Bir âdem her muâmelesinde bu noktaya dikkat ederse muvaffâkiyet her gün gelip eteğini öper.

(Çok güzel yapılmış bir binaya uygunsuzca konulan bir taş, herkesin dikkatini çeker ve tuhafına gider. Bir adam, her işinde bu noktaya dikkat ederse başarı her gün gelip eteğini öper.)

72-      Bazı âdemi senâ edip derler ki, bugün eline yüz altın girse yarına kalmaz. Halbuki benim itikadımca o kimse insandan hâriçtir.

(Bazı insanları övüp derler ki, bugün eline yüz altın girse yarına hiçbir şey kalmaz. Halbuki benim inancıma göre o kimse insandan bile sayılmaz.)

73-      Bazı yolsuz görünen efâlin esbâb-ı ma’neviyesi zâhirde bilinmiş olsa, sahibi memdûh görünmese bile mâzur görülür.

(Bazı uygunsuz görülen işlerin manevi sebepleri açıkça bilinmiş olsa, sahibi övülmese de anlayışla karşılanabilir.)

74-      Boğaz lokmanın medhali ve kelâmın mahrecidir. Leziz ve dil-nüvâz lokmalar indirmeğe çalışıldığı gibi lâtif ve ruh-efzâ kelâmlar çıkarmaya da sa’y edilmeli ki bâri bir tevâzün-ü ma’nevi husûle gelmiş olsun.

(Boğaz, lokmanın girdiği ve sözün çıktığı yerdir. Lezzetli ve hoşa giden lokmalar indirmeye çalışıldığı gibi güzel ve ruhu okşayıcı sözler çıkarmaya da çalışılmalı ki böylece manevi bir denge kurulmuş olsun.)

75-      Büyük âdem olmak isteyen kendisini büyük görmez ve istifâde-i gayr-i meşrûâya çalışmaz.

(Büyük adam olmak isteyen kendisini büyük görmez ve meşru olmayan yollardan faydalanmaya çalışmaz.)

76-      Büyük âdemlere bazı kimseler öyle büyük âdemin nefsine ait etmiş olduğu bir kusurdan dolayı afv-ı ricâ ederler. Benim fikrimce bu doğru değildir. Büyük âdemler afvı hatıra bile getirmezler.

(Büyük insanlara bazı kimseler öyle büyük bir kimseye karşı işlemiş olduğu bir kusurdan dolayı ondan özür ve bağış­lanma dilerler. Benim fikrimce bu doğru değildir. Çünkü büyük kimseler afvı hatıra bile getirmezler.)

77-      Büyük âdemler tevâzuan kendini küçük göstermek ister, fakat âsârı büyüktür. Küçük âdemler taazzumen kendini büyük göstermek ister, fakat âsârı küçüktür.

(Büyük insanlar alçakgönüllülükle kendini küçük göstermek isterler, fakat eserleri büyüktür. Küçük insanlar büyüklenerek kendini büyük göstermek isterler, fakat eserleri küçüktür.)

78-      Büyük âdemler hiçbir vakitte kendilerinin büyük olduk­larına kanaat etmemişlerdir.

(Büyük insanlar hiçbir zaman kendilerinin büyük oldukları­na kanaat etmemişlerdir.)

79-      Büyük işlere muvaffak olmak isteyenler, her hususta menâfi-i zâtiye ve husûsât-ı nefsâniyesini fedâ etmelidirler.

(Büyük işler başarmak isteyenler her konuda kişisel çıkarla­rını ve özel işlerini feda etmelidirler.)

80-      Büyük işlere muvaffak olan zâta itiraz ve hatta irti- kâb bile isnâd edilmemek kâbil değildir. Fakat büyüklük, fürü mâyelerin o misillü tefevvühâtına ehemmiyet vermeyip mevkîi müsâit ise büyük iş görmekten yâni, dinine ve vatan ve milletine ve sâir ebnâ-yı cinsine hayırlı ve menfaatli husûsâta çalışmaktan çekinmemektir.

(Büyük işler başaran kişilere karşı çıkılmaması, hatta o kişi­lerin kötülük yapmakla suçlanmaması mümkün değildir. Fakat büyüklük, sütü bozukların böyle olur olmaz söyledikleri şeylere önem vermeyip, durum uygunsa büyük iş görmekten yani, dinine, vatanına, milletine ve insanlığa hayırlı ve faydalı işlerde çalışmaktan çekinmemektir.)

81-      Bir karış toprağı geçip de şehit olan dilâver bir asker, âmirinin tensip ve ihtârından evvel ric’at edip de yüz yıl yaşayan bir âdemden bin mertebe hayırlı ve kârlıdır.

(Bir karış toprağı geçip de şehit olan yiğit bir asker, komu­tanının iznini ve olurunu almadan geri dönüp de yüz yıl yaşayan bir insandan bin kat daha hayırlı ve kârlıdır.)

82-      Te’yîd-i ezelin kılavuzu sa’y ve ikdâmdır. Sa’y ve ikdâ- mın mıknatısı Te’yîd-i ezeldir.

(Ezeli Kudretin -Yüce Yaratıcı'nın- bize gönderdiği kılavuz çalışmak ve ilerlemektir. Çalışma ve ilerlemenin mıknatısı ise Ezeli Kudret'tir. -Yüce Yaratıcı, çalışan ve ilerleme kararlılığı içinde olanların yardımcısıdır.)

83-      Tahsil-i kemâlât etmeyen âdem, kendi istikbâlinin kâtil- i manevisidir.

(Eğitimini tamamlamayan insan, kendi geleceğinin manevi katilidir.)

84-      Tecrübe edilen bir âdemin sûret ve akvâline bakarak tevdi-i umûr edilmemeli. Çünkü kâid bulunan bir âdemi meşy ve hareket ettirmedikçe topal olup olmadığı anlaşılamaz.

(Denenen bir insanın görünüşüne ve sözlerine bakarak işe almamalıdır. Çünkü ayakta bulunan bir adamı yürütmedikçe ve hareket ettirmedikçe topal olup olmadığı anlaşılmaz.)

85-      Tedbirsizlikle geçirdiğin zamanların bir şeâmetini gör­memiş olsan bile o zamanları düşündükçe fevkalâde müteessif ol ve ta’mir-i mâ-fâte çalış.

(Tedbirsizlikle geçirdiğin zamanların bir kötülüğünü görmemiş olsan bile o zamanları düşündükçe fevkalâde hüzün­len ve elden çıkanı tamir etmeye çalış.)

86-      Tedbiri bir dakika bile elden bırakmamalı. Fakat tedbi­re mağrur ve müftehir olmamalı.

(Tedbiri bir dakika bile elden bırakmamalı. Fakat tedbire güvenerek gurura ve kibire kapılmamalı.)

87-      Terk-i hakkâniyetle istifâdeye çalışan mânen kendi zarar ve ziyânını iltizâma çalışır.

(Doğruluğu ve adaleti terk ederek fayda temin etmeye çalı­şan, aslında mânen kendi zarar ve ziyânını hazırlamaktadır.)

88-      Tembel, bir köşeden bir köşeye kalkarsa bir seyahat ettim zanneder.

89-      Tenperver olanlar, küçük mevkide iken mevkiin adem-i müsâadesini beyân ve büyük mevkie gelirse teşrifât-ı ihtişâm mâ- zeretini dermeyân eder. Amma memur, ciddi küçük iken küçük­lüğüne, büyürse büyüklüğüne bakmayıp fa’âl olur.

(Rahatına düşkün ve tembel olanlar, küçük mevkide iken mevkiin uygunsuzluğunu beyan ederler. Eğer büyük mevkie gelirse o zaman da protokolün çokluğunu bahane ederler. Amma memur, ciddi küçük iken küçüklüğüne büyürse büyüklü­ğüne bakmayıp çalışkan olur.)

90-       Servet, insan-ı kâmili fazîlete ve merd-i sâfili rezâlete sevk eder.

(Servet, kâmil -olgun- insanı daha güzel ve faydalı olma­ya, alçak ve kötü niyetli insanı ise her türlü pislik ve kötülüğe yöneltir.)

91-               Servet-ü sâman sa’y-ü ikdâmın mükâfâtıdır.

(Zenginlik çalışmanın ve gayretin mükâfâtıdır.)

92-               Çalışmak başka, iş görmek başkadır.

93-       Câhilin mehd-i cehâleti, âlimin mebde-i irfânı, vâlide ve mürebbiyelerinin âğuşudur.

(Cahilin cehaletinin, âlimin ilminin ve irfanının başlangıcı, annelerinin ve terbiye edicilerinin kucağıdır.)

94-               Câhil, vatanda garib, âlim, gurbette ehl-i vatandır.

(Câhil vatanında garip -yalnız-, âlim ise gurbette bile vata­nında gibidir.)

95-       Cehâlet mesâib-i kevniyenin â’zamı olan bir felâket-i dâimedir.

(Cehalet, kâinatın en büyük musibeti olan daimi bir fela­kettir.)

96-       Cihânın en bedbahtı sinn-ü sâli ve sıhhati müsâid oldu­ğu hâlde istihsâli maârif ve kemâlât ve istikmâli hüner ve sanayi etmeyenlerdir.

(Cihânın en şanssız kişisi, yaşı ve sağlık durumu uygun olduğu hâlde bilgisini ve olgunluğunu artırmayan, hüner ve yeteneklerini geliştirmeyendir.)

97-       Çok âdemler vardır ki, dünyaya geldiklerinden şikâyet ederler. Ben derim ki, gelip de şu masnûât-ı kübrâ-yı kâinatı seyretmek en büyük bahtiyarlıktır.

(Pek çok insan vardır ki, dünyaya geldiklerinden şikâyet ederler. Ben derim ki, dünyaya gelip de şu koskoca kâinattaki sanat mahsulü eserleri seyretmek en büyük bahtiyarlıktır.)

98-      Cihan, masdar-ı garâib-i şuûndur. Mıntıka-i inzivâyı ihtiyar eden bir ehl-i basiret her devre-i inkîlâpta bin garâib-i hikmet ve her zerre-i bedâyi’de bin serâir-i ibret ile tenvir-i dîde-i intibâh eder. Fakat muktezâ-yı âheng-i kudret bu keşmekeş hafâ- yâ-yı hilkatten kendi girîbân ve dâmânını da kurtaramaz.

(Şu kâinat, çok garip işlerin gerçekleştiği bir yerdir. Bir köşeye çekilip oradan kâinata bakan gönül gözü açık bir insanın, kâinattaki her değişiklikte binbir farklı hikmet ve her eşsiz zerre­de dahi binlerce ibret alınacak sırlar ile gözü bir kere daha aydın­lamış olarak açılır. Fakat, güçlü, düzenli ve uyumlu olmanın gerekliliği, bu birbirine karışmış olan yaratılışın gizli sırlarından kendi yaka ve paçasını da kurtaramaz.)

99-      Cihanda en kolay şey nasihat etmek ve en güç şey nasi- hatıyla âmil olmaktır.

(Dünyada en kolay şey öğüt vermektir. En güç olan şey ise verdiği öğüdü kendi hayatında gerçekleştirmektir.)

100-      Cihanda nefsini pek zeki kıyas eden bazı hilekârlar vardır ki, ehl-i mürüvvet olanlara sûret-i haktan görünerek onu aldatır ve emeline nâil olarak istifâde-i nâ-meşrûunu icrâya çalışır. Ve sonra insâniyet gördüğü zâtın sâde deli olduğundan dolayı aldandığını ve kendisinin sûret-i hakta görünen bir hile- kâr-ı mâhir olduğundan nâşi nâil-i emel olduğunu düşünür de kendindeki zekâya perestişhân olur. Fakat nazar-ı hakikatte bu hilekâr aldanmış, öteki ehl-i mürüvvet kazanmıştır. Zirâ bu hilekârın kalb-i sefilinde saklanmış olan çehre-i nekbet meydana çıksa herkes teneffür eder ve o ehl-i merhametin vicdan-ı seli­minde müstetir olan simâ-yı hakikat arz-ı nûr-ı dîdâr etse hüsn-i Yusuf gibi münevver ve güzel görünür.

(Dünyada kendini çok zeki olarak gören bazı hilekârlar vardır ki, iyiliksever ve cömert insanlara haktan, doğrudan yana görünerek onu aldatır ve emelini gerçekleştirerek doğru olmadığı ve hak etmediği hâlde yanlış yollardan çıkar sağlamaya devam eder. Sonra insanlığından ve iyilik, sever olmasından faydalandığı bu kişinin, saf ve akılsız olduğu için aldandığını ve kendisinin de doğrudan ve haktan yana görünerek çok usta bir hilekâr olduğundan dolayı emelini gerçekleştirdiğini düşünür de böylece kendisindeki zekâya hayran olur. Gerçekte ise bu hilekâr aldanmış, iyiliksever olan diğer insan kazanmıştır. Çünkü, bu hilekârın içinde gizlediği çirkin yüzü ortaya çıksa herkes ondan nefret eder ve kaçar. İyiliksever ve cömert olan diğer insanın vicdanında gizli bulunan gerçek yüzü ortaya çıksa Hz. Yusuf’un güzelliği gibi aydınlık ve güzel görünür.)

101-      Cihanın en birinci hakîm-i kâmili, ebnâ-yı cinsine nasihat ettiği şeyleri mesleken ve fiilen isbat edendir.

(Dünyanın gerçek olgun ve hikmetli hareket eden insanı, insanoğluna öğüt olarak söylediği şeyleri, bütün işlerinde ve davranışlarında ortaya koyandır.)

102-      Cihanda herkese nasihat eden, kendisinin de o fırkada dâhil bulunduğunu hiçbir vakitte unutmamalıdır.

(Bu dünyada herkese öğüt veren kişi, kendisinin de o gru­bun içinde olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır.)

103-       Hiddet zamanında kezm-i gayz edenler ve büyük adamların tevbihine mukâbele etmeyip bilakis onun hak ve haki­katte muvâfık gördüğü emir ve tenbihini kabul ve infaz edenler indimde büyük adamlardan ma’dudtur.

(Kızgınlık zamanında öfkesini yutanlar ve büyük insanların azarlamalarına karşılık vermeyip de bilakis onun uyarılarını dik­kate alarak yerine getirmeye çalışanlar, benim yanımda büyük insanlardan sayılırlar.)

104-       Hiddet başka, tağyîr-i hakikate ligarazin sâi olan riya­kâr ve menfaatperestlere şiddetle mukâbele başkadır.

(Öfke ve kızgınlık başka, kasıtlı olarak gerçeği değiştirmeye çalışan ikiyüzlü ve çıkarcılara şiddetle karşı koyma başkadır.)

105– Harîs-i intikam olmak adâleti Rabbâniye'ye kanaat- sızlıktır.

(İntikam alma konusunda çok hırslı ve inatçı olmak Yüce Allah’ın adaletine kanaatsizliktir.)

106-       Haksızlık ağzı ma’küs kılıca benzer. Hasmından ziyâ­de sahibini mecruh eder.

(Haksızlık, ağzı ters yönde açılmış kılıca benzer. Düşmandan çok sahibini yaralar.)

107-       Hukuk-ı ibâda el uzatan dünyasını, ahiretini idrâk etmemiştir.

(Kul hakkına saygı göstermeyip de el uzatan, dünyasını da ahiretini de anlayamamıştır.)

108– Hukuka tecâvüz etmeyenlerin hukukuna tecâvüz etmek denâettir.

(Başkalarının hakkına saygı gösterenin hakkına saygısızlık et­mek en büyük alçaklıktır.)

109– Hükümde meyl-i nefse tâbi olmayan hâkimdir.

(Herhangi bir konuda hüküm verirken nefsinin isteklerine uymayan kişi gerçek hâkimdir.)

110-       Hayat ve memât gerçi kabza-i meşîet-i ilâhiyededir. Lâkin çok yaşamak için birçok meziyet ister.

(Hayat ve ölüm gerçi Yüce Allah’ın dilemesindedir. Ancak çok yaşamak için de birçok güzelliğe sahip olmak gerekir.)

111-       Hayvânât-ı vahşiyenin cinsinin gayrına olan tecâvüzü ma’lum ise de kendi cinsine kasd-ı zarar etmezler. Bunun aksi­ni iltizam eden insanlar acaba hayvânât-ı vahşiyeden olsun hayâ etmezler mi?

(Vahşi hayvanların kendi cinslerinin dışından olanlara sal­dırması bilinmekte ise de kendi cinsine bilerek zarar vermezler. Bunun tersi bir tutum sergileyen insanlar acaba bu vahşi hayvan­lardan utanmazlar mı?)

112-       Husûmete heveskâr olmayan, hasmına karşı temin-i gâlibiyet etmiştir.

(Düşmanlık yapmak eğiliminde olmayan, düşmanına karşı kesin zafer kazanmıştır.)

113-            Hayırsız servet, altın kadehte zehirli şerbet gibidir.

114-      Daima hüsn-i hizmet davasında bulunan bazı riya­kârların tefevvüh ve tâdât eyledikleri hüsn-i hizmetleri tahrir-i evrâk edilse sahifeler dolar. Lâkin sıhhat ve adem-i sıhhati tahkik olunarak sahihlerinin karşısına vaz-ı erkâm edilmek lâzım gelse yekûnu sıfıra çıkar.

(Daima güzel hizmet davasında bulunan bazı gösteriş meraklısı ikiyüzlülerin olur olmaz konuşmaları ve sayıp dur­dukları güzel hizmetleri yazılmaya kalkılsa belki sayfalar dolar. Fakat yaptıkları bu hizmetlerin doğruluk ve güzellik durumları incelenecek olsa ve doğru olanların karşılarına bir rakam koymak gerekse hepsinin toplamı sıfıra denk gelir.)

115-      Düşmanın atmış olduğu taş ne kadar uzak olsa yine ihtirâz etmeli. Belki pek zaif bir mevkie isâbet eder.

(Düşmanın atmış olduğu taş, ne kadar uzak olsa da yine de sakınmak gerekir. Belki pek zayıf bir bölgeye denk gelir.)

116-            Düşmandan korkma, dosttan kork!

117– Dünyada ekseri muvaffak olanlar muktedir âdemleri intihâp edenlerdir.

(Dünyada, çoğunlukla başarılı olanlar, yaptıkları iş konu­sunda yeterli güç ve yeteneğe sahip olanları seçenlerdir.)

118-      Dünyada kimsenin pâyidar olmadığı ve âbâ ve ecdâ- dımızın hâli gözümüzün önünde bulunduğu hâlde tarîk-i gayr-ı muhikka sapanların ahvâli, erbâb-ı ukûlü hayrette bırakır.

(Bu dünyanın kimseye kalmadığı, atalarımızın, ecdadımızın hâli gözümüzün önünde durup durduğu hâlde, yanlış yollara sapanların durumları gerçek akıl sahiplerini hayrette bırakır.)

119-       Dosttan, düşmandan ziyâde ihtirâz et. Zira dost, düş­mandan ziyâde serâir-i ahvâline vâkıftır.

(Dosttan, düşmandan daha çok sakın. Çünkü dost, düşman­dan daha fazla gizli hâllerini bilmektedir.)

120-       Dost-ı rencide ve sadîk-ı âzar da a’dânın en dehşetli­sidir.

(İncitilmiş ve darıltılmış arkadaş da düşmanların en şiddet­lisidir.)

121-       Devlete az itaatsizlik eden, Allah’a çok isyan etmiş olur.

122-       Diğerlerin hizmetini ifâya hasr-ı vicdan edenlerin kendi umûrunu rü’yete Teyîd-i ezel mütekeffildir.

(Başkalarının hizmetlerini görmeyi kendilerine görev kabul edenler, kendi işlerini görmeye de Allah’ı vekil kılmışlardır. -Onların işlerini de Allah Teâlâ gördürür.)

123-       Diğerinde gördüğün lüzumlu bir şeyi taleb etme. Madem ki lüzumlu bir şeydir, ona da lâzımdır.

(Bir başkasında gördüğün lüzumlu bir şeyi isteme. Madem ki, lüzumludur ona da lâzımdır.)

124-       Diğerinin hizmetini kendi işine tercihan rü’yet eden­ler, hakikatte kendi umûrunu diğerine tercihan rü’yet ettirmeye pek güzel bir çare bulmuştur.

(Başkalarının işlerini kendi işlerine tercih edenler, aslında kendi işlerini gördürmeye çok güzel bir çare bulmuşlardır.)

125-            Din ve vatan ve ebnâ-yı cinsine ne gibi hüsn-i hiz-

met ve muâvenet ettiğini akşamları yatarken düşünmeyen veya düşünüp de bir hüsn-i amelde bulunmadığını anlarsa, teessüf etmeyen, insanlık meziyet-i mümtâzesinden her gün bir derece sükût eder.

(Din, vatan ve insanlık adına ne gibi güzel hizmetler ve yar­dımlar yaptığını akşamları yatarken düşünmeyen veya düşünüp de yaptığı güzel bir hizmeti bulunmayanlar, bu durumlarına üzülmüyorlarsa, insanlık adına sahip olunabilecek en güzel dere­ceden her gün bir derece daha düşüyor demektir.)

126– Din o kadar âlîdir ki onu istihkâr veya inkâra cür’et eden kendini o muhit-i süflide ne kadar âkıl ve âlim zan ve kıyas ederse etsin, hakikatte dinin dâire-i ulviyetine zaferyâb-ı vusül olmaya aklen ve ilmen henüz kesb-i istihkâk etmemiştir.

(Din o kadar yücedir ki, onu alaya alan veya inkâr eden kendini o içinde bulunduğu çirkin ortamda ne kadar akıllı ve bilgili zannederse zannetsin, kendi açısından nasıl bir karşılaş­tırma yaparsa yapsın, gerçekte dinin o yüce halkasına başarılı olarak girmeye akıl ve bilgi açısından henüz hak kazanamamış demektir.)

127-       Zilleti mağlub etmek istersen izzetin kadrini bil.

(Aşağılanmayı yenmek istersen, yüceliğin kıymetini bil.)

128-       Zevk-i irfânı olmayanlar velev takdiren olsun o yolda yazılan âsârdan bahs ile numûne intihâp ve irâe ederlerse sahibi­ni tebcilden ziyâde tezyif etmiş olurlar.

(Anlayış ve kavrama zevki olmayanlar velev övgüyle de olsa o yolda yazılan eserlerden söz açarak örnekler vermeye kalkı­şırlarsa o eserin sahibini yüceltmekten çok, küçük düşürmüş olurlar.)

129-       Re’y-i sevâbı ligarazin tezyif edenler insanların en alçağıdır.

(Doğru ve güzel bir düşünceyi kasıtlı olarak zayıf -değer­siz- göstermeye çalışanlar insanların en alçağıdır.)

130-       Riyakârlar nâtık olurlar, fiilleri sâmittir. Müstakîmler sâkit olurlar, fiilleri nâtıktır.

(İkiyüzlü ve sahtekâr olanlar, gösteriş için iş yapanlar çok konuşurlar ancak ortada yaptıkları bir şey yoktur. Doğru ve dürüst olanlar ise kendileri hiç konuşmazlar, yaptıkları şeyler konuşur.)

131-       Riyakâr ve kezzâb olanlar lisânıyla vicdanı arasındaki râbıta-i hakikati kat’ etmiştir.

(İkiyüzlü, gösteriş meraklısı ve yalancı olanlar, dilleriyle vicdanları arasındaki gerçek bağı koparmışlardır.)

132-      Zaman-ı ikbâlde mevti düşün, mağrur olma. Hen- gâm-ı âlâmda mevti düşün, me’yus olma.

(Mutlu olduğun zaman ölümü düşün ve gurura kapılma. Üzüntülü anında da ölümü düşün ve ümitsiz olma.)

133-      Zûr ve kuvvet sahibi olan bir merd-i mukbil bir şahıs, zayıfa edeceği özr ve hakâretin ahz-ı intikamına Cenâb-ı Hak mütekeffil olduğunu düşünmez ise vay istikbâlinin hâline.

(Güç, kuvvet sahibi olan mutlu bir kişi, zayıfa karşı yapacağı eziyet ve hakâretin intikamını almaya Yüce Allah’ın kefil olduğu­nu düşünmezse vay onun gelecekteki haline.)

134-      Zinet-i câme ve lehv ve tarab ve lu’b misillü şeylere ziyâdesiyle mübtelâ olanlar cemiyet-i milliyeye bir felâket; ve işret ve sefâhate inhimak edenler ise ondan daha büyük bir âfet­tir.

(Güzel giysilere, eğlence, oyun ve şenlik gibi faydasız işlere çokça düşkün olanlar toplum için birer felâkettir. İçki ve eğlence­ye kendini kaptırmış olanlar ise ondan daha büyük bir âfettir.)

135-      Zenginin züğürt olması pek büyük bir felâket; züğür­dün zengin olması mûcib-i izzet ve saâdettir. Zengin şu felâkete uğramamak ve züğürt de şu saâdete yetişmek için her bir gay- ret-i mübtesirâneye insilâk etmezler ise ikisinin de yazık netice-i hâllerine.

(Zengin olan birinin fakir duruma düşmesi çok büyük bir felâket; fakir olan kişinin zengin olması ise çok değerli ve mutluluk dolu bir olaydır. Zengin, şu felâkete uğramamak ve fakir de şu mutluluğu elde etmek için gösterilmesi gereken her bir gayret ve çalışmayı ortaya koymazlarsa ikisinin de sonlarına yazık olmuştur.)

136– Sâha-i meserret ve safâ, dert ve elemin de mehd ve meskenidir. Gülistân-ı nevbahar en ferah efzâ bir mevki iken hâr ve mârın da mesken ve me’vâsıdır.

(Zevk ve eğlence yeri aynı zamanda dert ve elemin de beşiği ve meskenidir. İlkbaharda açan bir gül bahçesi en çok zevk ve ferahlık veren bir yer iken, aynı zamanda diken ve yılanın da saklandığı yerdir.)

137-      Sarhoş olmayan mestâne edâ ile yürüyüp hakkında sû- i zannı davet etmemelidir.

(Sarhoş olmayan kişi sarhoş gibi sallana sallana yürümemeli ki, insanların hakkında kötü düşünmelerine meydan vermemiş olsun.)

138-      Serkeş ata binmezsin. Çünkü zabt edemeyip bir tehli­keye ilgâ edeceğini bildiğin cihetle evvel emirde ehline ta’lim ve terbiye ettirirsin. Ya nefsin gibi bir serkeşin tehlikesini ve hüsn-i terbiye ile ondan çâre-i halâsı niçin düşünmüyorsun?

(İnatçı, huysuz bir ata binmezsin. Çünkü sahip olamayıp seni bir tehlikeye atabileceğini bildiğin için önce onu ehline terbiye ettirip eğitirsin. Ya nefsin gibi bir huysuzun tehlikesini ve güzel bir terbiye ile ondan kurtulmanın çaresini niçin düşün­müyorsun?)

139– Sefih olup da kusuru nefsinde bilmeyenler, sefâhat üzerine bir de irfansızlık ilâve ederler.

(Zevk ve eğlenceye düşkün olup da kusuru kendinden bilmeyenler bu kusurlarının üzerine bir de anlayışsızlık eklemiş olurlar.)

140-       Sana haset edenlere mukâbele etme. Hassâdın hasedi sana değil sendeki ilim ve kemâledir.

(Seni kıskananlara karşılık verme. Çünkü onların kıskançlığı sana değil sendeki ilim ve olgunluğadır.)

141-       Sen başkasına “nûr-i aynım” diye hitâb etmelisin ki o da sana “ruhum” diye cevab versin.

(Sen başkasına “gözümün nuru” diye hitâp etmelisin ki o da sana “ruhum” diye cevap versin.)

142-        Şefkât, hazine-i medeniyetin, herkesin iştirâya kudret- yâp olamayacak bir cevher-i giranbahâsıdır.

(Şefkât, medeniyet hazinesinin, herkesin satın almaya güç yetiremeyeceği çok pahalı ve değerli bir cevheridir.)

143-        Şerm ve hayâ cihân-ı ahlâk çarşısının en kıymetli bir metâıdır.

(Utanma ve hayâ, dünyadaki ahlâk çarşısının en değerli bir malıdır.)

144-       Şer ile me’lûf olanlar bir ahvel-i ma’küsdür[8] ki ikiyi bir görürler.

(Şerle uğraşmayı huy edinmiş olanlar öyle şaşıdırlar ki, ikiyi bir görürler.)

145-               Şecaat başka, tehevvür başkadır.

(Yiğitlik ve yüreklilik başka, kızıp köpürme başkadır.)

146-        Şecaat-ı hakika ashâbı, kuvvet, pazu ve mehâbet endâmı hâiz olanlar olmayıp kuvvetlilerin kaçtığı ve yüreklilerin şaşırıp kaldığı yerlerde temkin ve metânet gösterenlerdir.

(Gerçek yiğit ve yürekli olanlar, güç, kuvvet, pazu ve heybetli bir görünüme sahip olanlar değildir. Aksine, kuvvetlilerin kaçtığı ve

yüreklilerin şaşırıp kaldığı yerlerde tedbirli davranıp güç ve kararlı­lığını gösterenlerdir.)

147-      Sabır ve kanaatle me’lûf olamayanlar hayât-ı istikbâlle­rini pençe-i felâkete teslime müheyyâ olmalıdır.

(Sabırlı ve kanaatkâr olmayı huy edinmemiş olanlar, gele­ceklerini felâketin pençesine teslim etmeye hazır olmalıdırlar.)

148-      Sabır, bir nüsha-i nefise-i giranbahâdır ki onu hâmil olanlar bahtiyârânın mümtâzıdır. Şurası garibdir ki o nüsha-i nefiseye herkesin eli yetişmek kâbil iken elde eden bahtiyârân pek azdır.

(Sabır öyle değerli ve kıymetli bir şeydir ki, ona sahip olan­lar mutlu ve bahtiyar olanların en seçkinleridirler. Şurası çok gariptir ki, çok kıymetli ve değerli olan o sabra herkesin sahip olması mümkün iken, elde eden bahtiyar insan çok azdır.)

149– Sadâkat ve ismeti müsellem-i âlem olanlar dahi töhmet ve sû-i zan mahallerinde bulunmak gibi bî hüzün bir pervâsızlığa mütecâsir olmamalı.

(Doğruluğu, dürüstlüğü ve günahlardan uzak durması, her­kesçe bilinen kişiler dahi iftira atılabilecek ve haklarında yanlış düşünmeye sebep olabilecek yerlerde bulunmak gibi bir duruma düşmemelidirler.)

150-       Zuâfa ve fukarâyı nevâziş ve tatyibten çekinme. Nur-ı âfitâbın zemin-i sâfili de tenvir etmesinden ibret al.

(Zayıfların ve fakirlerin gönüllerini almaktan ve onları hoş­nut etmekten geri durma. Gökyüzündeki güneşin yeryüzünü aydınlatmasından ibret al.)

151-       Zayıf kalbi ve adem-i sebâtı iltizâm edenler hiçbir hüsn-i icraata muvaffak olamaz.

(Zayıf bir yapıya ve kararsızlığa sahip olanlar hiçbir güzel hizmeti gerçekleştirmede başarılı olamazlar.)

152-       Tâati, çalışmayı terk edip de yalnız imdâdı Cenâb-ı Hak'tan bekleyenler, kendi mumlarını yakmamalı ve yemeklerini de pişirmemelidirler.

(Allah’ın emirlerine uymayı ve çalışmayı terk edip de Yüce Allah’tan yardım isteyenler, kendi mumlarını yakmamalı ve yemeklerini de pişirmemelidirler.)

153-               Doğru söz, kürsi-i hikmetin en beliğ bir hutbesidir.

(Doğru söz hikmet kürsüsünün en güzel bir hutbesidir. - konuşması, sözüdür.)

154– Zâlimin isti’mâl-i zulm ile istifâde-i zâtiyesini görenler hased etmeyip Allah’a şükür etmelidirler.

(Zalimin, zulmederek kendine çıkar sağladığını görenler onu kıskanmayıp bilakis Allah’a şükür etmelidirler.-Çünkü bu gidişin sonu felakettir.)

155-      Zâlimleri erbâb-ı ilim ve irfân üzerine musallat etme­meli. Ashâb-ı hüner ve maârif, cismen âciz fakat fikren âlîdir. Onlar pençe-i zulm altına girerlerse mahvolup giderler. Lâkin vatan-ı mukaddes muhtaç olduğu istifâdeden mahrum kalır. Zirâ, canhıraş bir şahin bir gülşen-i râ’nâya taslit edilirse bin andelîb-i hoş nevâyı bir anda mahvedebilir. Lâkin, o gülşen-i zibâ, zemzeme-i bülbül-gûyâdan mahcûr olur. İşte nigehbân-ı vatan olanlar bu dekâyıka pek ziyâde dikkat ederek erbâb-ı ilim ve mârifeti öylece himâye ve muhâfaza etmelidir.

(Zâlimleri, ilim ve irfân sahibi insanlar üzerine gönderme- meli. Çünkü onlar bedenen âciz ama fikren güçlüdürler. Onlar, zulüm pençesi altına girerlerse mahvolur giderler. Fakat bu durumda da mukaddes vatanımız muhtaç olduğu faydadan mah­rum kalır. Zira, yırtıcı bir şahin, etrafa güzel kokular saçan bir gül bahçesine girerse pek çok güzel sesli bülbülü bir anda mah- vedelebilir. Fakat o güzel gül bahçesi, güzel sesli bülbüllerden yoksun kalır. İşte vatana gözcülük ve bekçilik edenler bu inceliğe çok dikkat ederek ilim ve anlayış sahiplerini öylece korumalı ve gözetmelidirler.)

156– Âlimin fiiline bakma, kavline bak. Cahilin kavline bak­ma, fiiline bak.

(Âlimin yaptığı işe bakma, konuştuğu söze bak. Cahilin sözüne bakma, yaptığı işe bak.)

157-                Acz ve meskenet başka, tevâzu ve re’fet başkadır.

(Güçsüzlük ve düşkünlük başka, alçakgönüllülük ve yumu­şaklık başkadır.)

158-                Adâleti sû-i isti’mâl, i’tisâf makamına kâim eder.

(Adaleti kötüye kullanma; doğru yoldan sapmaların, zulüm ve haksızlığın toplumda egemen olması demektir.)

159-       Adâlete, merhametten ziyâde dikkat, erbâb-ı siyâset için ahâli hakkında pek büyük merhamettir.

(Adâlete, merhametten çok dikkat etmek, siyasiler için, halka gösterebilecekleri en büyük merhamettir.)

160-       Adâlet, cihân-ı medeniyetin âb ve hava-yı feyznâkı- dır.

(Adâlet, medeniyet âleminin en çok ihtiyaç duyulan su ve havası gibidir.)

161-        Âkıllar hüsn ve cemâl ashâbına hased etmezler. Fakat hüsn-i hulk erbâbına gıpta ederler.

(Akıllı olanlar, yüz ve vücud güzelliğine sahip olanları kıs­kanmazlar. Fakat ahlâk güzelliğine sahip olanlara gıpta ederler.)

162-      Ulûm ve maârif muhitinin ne kadar vasi’ olduğu malûmdur. Bu babda havsala-i beşerin tahammülsüzlüğü itikâ- dında bulunanlar acaba ufak bir aynada aks-i encüm ve eflâkı görmemişler mi?

(İlimlerin, eğitim ve öğretimin alanının ne kadar geniş oldu­ğu herkesçe bilinmektedir. Bu konuda, insan aklının yetersizliği inancına sahip bulunanlar acaba ufak bir aynadaki yıldızların ve gökyüzünün yansımasını görmemişler midir?)

163-      Ömrünü safâ ve sefâhatle geçirenler hîn-i vefâtlarında erbâb-ı fakr ve itidâldan fazla bir şey götüremezler. Şu kadar var ki, ashâb-ı zevk ve sefâhat me’yus; ve erbâb-ı fakr ve itidâl mes­rur gider. Beynlerindeki farkın derecâtını artık sen tefekkür et.

(Ömrünü zevk ve eğlence içinde geçirenler ölüm anında fakir fukaradan daha fazla bir şey götüremezler. Şu kadar var ki, onlar ümitsizlik içinde giderlerken, fakir fukara sevinçli gider. Aralarındaki farkın değerini ve büyüklüğünü var sen düşün.)

164-      Ayıptan herkesi müberrâ görmeyince insan, kâmil olamaz.

(Herkesi ayıpsız ve kusursuz görmeyince insan, gerçek olgunluğa ulaşamaz.)

165-      Akıl ve zekâ erbâbı hiçbir kimseye buğz ve adâvet etmez. Ve bazı kimseler hakkında hiddet ve nefretleri görülse bile şahıslarına olmayıp o hiddet ve nefret, vatan ve milletin selâ­metine pek muzır olan, onların kizb ve riyâ ve hîlelerinedir.

(Akıllı ve zeki insanlar hiç kimseye kötülük ve düşmanlık etmezler. Bazı kimseler hakkında kızgınlıkları ve nefretleri görül­se bile bu onların şahıslarına olmayıp onların vatan ve millete pek çok zararı olan yalan ikiyüzlülük ve hilelerinedir.)

166-      Aynı hacimde birer parça taş ile sâir yumuşakça bir cismin ve hatta kurşunun her ikisi şiddetle bir zemin-i sahta çar­pılınca taşın paralandığı ve diğer cismin daha yüz defa vurulsa şikest olmadığı görülür. İşte zâhiren ve tab’an taş gibi saht ve dürüşt olanlar dahi sademât-ı dehr ile dûçâr-ı mesâib-i uzmâ olacağından insan-ı kâmil olan zâhiren katı görünse bile tab’an mülâyim olmalıdır.

(Aynı büyüklükte birer parça taş ile yumuşakça bir cismin ve hatta kurşunun her ikisi de şiddetle sert bir zemine çarpılınca taşın parçalandığı, diğer yumuşak cismin daha yüz defa vurulsa parçalanmadığı görülür. İşte görünüş itibariyle taş gibi sert ve katı bir yapıya sahip olanlar dahi zamanın yıpratmaları ile büyük felaketlerle karşılaşacağından, gerçek olgun insan, görünüş itiba­riyle katı ve sert olsa bile, yapı olarak yumuşak olmalıdır.)

167-       Garaz tahtında hüsn-i hizmet ifâ edenler mazhar-ı takdir olsalar bile makbul-i hakiki olamazlar.

(Kasıt ve art niyetli olarak güzel hizmet edenler her ne kadar takdir edilseler de gerçekte, makbul ve değerli olamazlar.)

168-      Fazl ve kemâlinden mülk ve milletin istifâde etmediği bir âlim, me’seri ile câhile takaddüm edemez.

(Fazilet ve olgunluğundan vatan ve milletin faydalanmadığı bir âlim, ortaya koyduğu eseri ile cahilin önüne geçemez.)

169-      Fazl ve kemâline mağrur olan erbâb-ı iktidâr, henüz mekteb-i irfâna devama başlamayan mübtedi çocuklardır.

(Sahip olduğu fazilet ve üstünlükleriyle övünen güç kuv­vet sahibi insanlar, henüz irfân mektebine başlamamış ilkokul çocukları gibidir.)

170– Fikr-i îcâd, dünyada herkes için elzemdir. Meselâ kemâl-i fakri hasebiyle sokakta oturup tese’ül etmeye mecbur olan bir kadın, kazancından bir çorap dokumaya kâfi bir meblağ artırabilir. Tese’ül etmekte olduğu halde boşa durmayıp kesbe çalıştığını gören erbâb-ı hayır, merhamet ederek kendisine daha ziyâde sadaka verir. Bu çalışması, tese’ülüne de mâni olmaz. Yavruları varsa elinin emeği olan şu mensûcâtı, sevine sevine onlara giydirir. Veya erbâb-ı insaf, terahhum ederek satın alır ve kazancı mudaaf olur.

Kezâlik, bir dilenci çocuk da eli boş gezip âlemi iz’ac edece­ğine, eline kibrit ve sigara kâğıdı gibi bazı şeyler alsa, herkes için celb-i rikkati ve kendisi için de tezâyüd-ü kesbi mûcib olur.

Mâmâfih, zül süâli irtikâb etmeyip birkaç kuruşla işe başla­yarak zengin olanlar pek çoktur. Hatta bu gibi zevât-ı âliyeden birisiyle bir mahalden avdetimde lütfen beni arabasına kabul etti. Ve esnâ-yı tarîkde ticâretin feyz ve bereketinden bahis açtım ve dedim ki; Yemen’de okumak yazmak bilmez bir zât gördüm. Yirmi beş kuruş ile Yemen'e gitmiş on sene zarfında beş-on bin lira sahibi olmuş idi.

Gülerek dedi ki; Buhâra’dan İstanbul’a gelip iskeleye çık­tığımda keseme baktım yüz param vardı. Sigara kâğıdı gibi bazı şeyler aldım. Köprü başında durdum. Yanımda sâiller duruyordu. Akşam oldu. Herkes kazandığı parayı saydı. Kimisi elli, kimisi yüz kuruş kazandıklarını birbirine memnûnen beyân ediyorlardı. Ben tese’üle tenezzül etmedim. Mesleğimde devam ve helâl kazanca kanaat eyledim. İşte şu yüz para ile işe başladı­ğım hâlde nakd-i mevcut ve metâ-ı ticâret ve sâir servetten başka lehül hamd velminne bugün on dört mağazaya mâlikim dedi. Ben böyle âli bir zâtın elini öpmeyi kendime az gördüm, ayağını öpmek istedim. Lâkin bırakmadı. Ve beyân-ı mâzeret ederek beni en âlî bildiğim şu emelime nâil etmedi. İşte fikr-i îcâd ve ulu himmetle çalışmak insanları böyle bahtiyâr eder.

(Yeni bir şeyler ortaya koyma düşüncesi, bu dünyada herkes için gereklidir. Meselâ çok fakir olması sebebiyle sokakta oturup dilenmeye mecbur olan bir kadın, kazancından bir çorap doku­maya yeterli bir miktar parayı artırabilir. Dilendiği hâlde boş durmayıp kazanmaya çalıştığını gören hayırseverler, merhamet ederek kendisine daha çok sadaka verir. Bu çalışması, dilenmesi­ne de mâni olmaz. Yavruları varsa elinin emeği olan şu dokuyup ördüğü şeyleri, sevine sevine onlara giydirir. Veya insaf sahibi insanlar, merhamet ederek satın alır ve kazancı kat kat artar.

Yine, bir dilenci çocuk da boş boş gezip âlemi rahatsız ede­ceğine, eline kibrit ve sigara kâğıdı gibi bazı şeyler alsa herkesin

merhametini kazanır ve kendisi için de kazancının artmasına neden olur.

Bununla beraber, bu hoşa gitmeyen dilenme işini yapmayıp birkaç kuruşla işe başlayarak zengin olanlar pek çoktur. Hatta bu gibi büyük insanlardan birisi bir yerden dönüşümde lütfen beni arabasına kabul etti. Ve yolculuk sırasında ticaretin feyz ve bereketinden bahis açtım ve dedim ki; Yemen’de okuma yazma bilmeyen bir zât gördüm. Yirmi beş kuruş ile Yemen’e gitmiş, on sene zarfında beş-on bin lira sahibi olmuş idi.

Gülerek dedi ki; “Buhâra’dan İstanbul’a gelip iskeleye çıktı­ğımda keseme baktım yüz param vardı. Sigara kâğıdı gibi bazı şeyler aldım. Köprü başında durdum. Yanımda dilenciler duru­yordu. Akşam oldu. Herkes kazandığı parayı saydı. Kimisi elli, kimisi yüz kuruş kazandıklarını birbirine sevinerek söylüyordu. Ben dilenmeye tenezzül etmedim. Mesleğimde devam ve helâl kazanca kanaat eyledim. İşte şu yüz para ile işe başladığım hâlde nakit para, ticaret malı ve diğer servetten başka Allah’ıma binler­ce şükür, bugün on dört mağazaya sahibim.” Ben böyle yüce bir zâtın elini öpmeyi kendime az gördüm, ayağını öpmek istedim. Lâkin bırakmadı. Ve mâzeretini bildirerek beni en yüce bildiğim şu emelime nâil etmedi. İşte yeni bir şeyler üretme düşüncesiyle ve üstün bir gayretle çalışmak, insanları böyle bahtiyâr eder.)

171– Fenâ âdemlere mukâbele etmeyiniz. Yine kendi fiil ve lisânından kendine isâbet edecek fenâlığa intizâr ediniz.

(Kötü insanlara karşılık vermeyiniz. Yine kendi yaptıkların­dan ve söylediklerinden başına gelecek kötülüğü gözleyiniz.)

172-      Fenâlık eden âdeme iyilik etmek mertliktir derler. Fakat insan-ı kâmil olanlar bunun mânâsını anlamazlar.

(Kötülük eden adama iyilik etmek mertliktir derler. Fakat her bakımdan olgun olan insanlar bunun mânâsını anlamazlar.)

173-      Feyz-i Muhammedî gibi bir nur-ı mübîn-i hidâyetten Ebû Cehil’in hisseyâb-ı saâdet olamadığını bilmekte bulunanlar, ashâb-ı cehl ve temerrüdden ziyâde erbâb-ı isti’dât ve kâbiliyeti, terbiye ve istishâba çalışırlar.

(Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi feyizli ve gerçek mânâda insan­ları hidâyete götüren bir nurdan, Ebû Cehil’in mutluluk adına kendine bir pay çıkaramadığını bilenler, cahil ve inatçılardan çok, yetenekli ve kabiliyetli insanları eğitmeye ve yanında bulundurmaya çalışırlar.)

174-      Kâtil-i müteammid, kendini öldürmüş ve iki nefsin kâtili olmuştur.

(Bilerek ve planlayarak birini öldüren kimse, aynı zamanda kendini de öldürmüş böylece iki nefsin kâtili olmuştur.)

175– Kan ve can yerine, bir âmirin vücudunda merha­met cereyân etse, yine herkesi memnun etmek kâbil olamaz. Binâenaleyh herkesi memnun etmeye meyyâl olmaktan ziyâde, elinde tutmakta olduğu terâzi-yi memûriyetin adâlet ve hak- kâniyetten ibâret olan iki kefesini daimâ mütevâzin tutar yâni, muktedir olanları ve vazifesine bihakkın devam edenleri taltif ve bunun aksi, mesleği mezmum ittihâz edenleri himâyeden beri olarak ta’zir ederse işte o zaman hem herkes kendisinden mem­nun ve hem de vatan kâmiyâb olur.

(Kan ve can yerine, bir âmirin vücudunda merhamet dolaşsa, yine de herkesi memnun edemez. Bu sebeple herkesi memnun etmeye çalışmaktan çok, elinde tutmakta olduğu idare ve yönetme terâzisinin adâlet ve hakkâniyetten ibâret olan iki kefesini daimâ dengeli tutar yâni, başarılı olanları ve vazifesini hakkıyla yapanları ödüllendirip, bunun aksi bir tutum içinde olanları korumaktan uzak durur ve onları cezalandırırsa, işte o zaman hem herkes kendisinden memnun ve hem de vatan bahtiyâr olur.)

176-       Kazandığı muvaffâkiyeti kendi tedâbir-i sâibesinden ve bilâkis, felâket ve nuhûseti, seyyiât-ı nefsini düşünmeksizin Cenâb-ı Hak'tan bilenler, henüz kitab-ı irfanın birinci sahifesini bile okumayanlardır.

(Elde ettiği bütün başarıları, kendisinin, yerinde ve zama­nında almış olduğu tedbirlerden bilenler, buna karşılık başına gelen felâket ve uğursuzlukları, kendi nefsini hesaba katmaksızın Yüce Allah’tan bilenler, henüz irfan kitabının birinci sayfasını bile okumayanlardır.)

177-                 Kazanmayı bilmeyen, sarf etmesini de bilmez.

(Kazanmasını bilmeyen, harcamasını da bilmez.)

178-       Kalbi mağşuş olanlarda maâli-i efkâr aramak, bulanık suda aks-i eflâkı taharri etmeye benzer.

(Kalbi karışık olanlarda üstün fikirler aramak, bulanık suda gökyüzündeki yıldızların yansımasını aramaya benzer.)

179-       Kalb ve lisân yekdiğeriyle tatbik edilmedikçe söyleni­len sözler nâfi ve müessir olamaz.

(Kalb ve dil birbiriyle uyum sağlamadıkça söylenilen sözler faydalı ve etkili olamaz.)

180– Kumara mübtelâ olanlar, kendini soydurmak için gâsıpların rehberi ve müşevvikidirler.

(Kumara alışmış olanlar, kendilerini soydurmak için, hırsız­ların rehberi ve teşvikçisidirler.)

181-       Kavl ve fiilin lâtif ve muteber olmak için vicdanını mekarîm-i ahlâk ile tezyîn et. Zirâ güzel mahsul almak için tar­layı güzel terbiye etmek lâzımdır.

(Söz ve davranışlarının değerli ve etkin olabilmeleri için vicdanını güzel ahlâk ile donat ve süsle. Zira güzel ürün almak için tarlayı güzel terbiye etmek gerekir.)

182-      Kuzular etini, koyunlar sütünü, ağaçlar meyvesini, şems ve kamer nurunu, zemin mahsûlât-ı müddehâresini, cihân letâfetini, âsuman bedâyi’ini ve elhâsıl bütün mâsivâ, masnûât-ı mevcûdesindeki istifâdeyi insan için arz ediyor. Mazhar olduğu şu tekrîm-i bî intihâ ve inâyet-i kübrâ-yı Kibriyâ’yı bilmeyen ve düşünmeyen bir insan ne büyük küfrân-ı nimet ehlidir.

(Kuzular etini, koyunlar sütünü, ağaçlar meyvesini, güneş ve ay nurunu, yeryüzü biriktirdiği ürünlerini, cihân letâfetini, gök­yüzü eşsiz güzelliklerini kısacası tüm yaratılmışlar, kendilerinde bulunan bütün sanatlı ve harika şeylerini, faydalanmaları için insanın hizmetine veriyorlar. Sahip olduğu şu sonsuz nimetlerin ve Yüce Allah’ın yardım ve desteğini bilmeyen ve düşünmeyen bir insan ne kadar büyük nankörlük etmektedir.)

183-                 Kibir ve azamet başka, vakar ve mekânet başkadır.

(Kibir ve büyüklük başka, olgunluk ve ağırbaşlılık başka­dır.)

184-      Küre-i arz üstünde bulunan milyonlarla insanların hilkaten ve şeklen kendisinden hiçbir farkı olmadığını düşünebi­len bir âdem, ne kadar servet-ü sâman sahibi olsa kimseye kibir edemez.

(Yeryüzünde bulunan milyonlarca insanın, yaratılış ve şekil bakamından kendisinden hiçbir farkı olmadığını düşünebilen bir insan, ne kadar mal-mülk sahibi olursa olsun, kimseye karşı büyüklenmez.)

185-      Küre-i arz üstünde bulunan milyonlarla insanların, dünyaya gerek henüz gelmiş olan tıfl-ı şirperveri ve gerek vücû­du bütün avârız-ı kevniyeye mukâvemetle pâyidar olan pîr-i muammeri dahil olduğu halde bunların bir asır sonraki avâkîb-i hâllerini düşünün! Havsala-sûz avâlim bir ateş ile ihtilât etmiş olur.

(Yeryüzünde bulunan milyonlarca insanın; gerek henüz dünyaya gelmiş olan bir süt bebeği ve gerekse dünyanın bütün belâ ve musibetlerine karşı koymuş bir vücuda sahip olan yaşlı bir insanın bir asır sonraki durumlarını düşünün! Her şeyi yakıp mahveden âlemler, bir ateş ile karışmış olur. -İnsanın bu akıbet karşısında dehşete kapılmaması mümkün değildir.)

186-      Kesb-i kemâlât ve safvet, vicdanındaki kâbiliyete göre­dir. Bin bârân-ı nevbahâr ve feyz-i nur-ı âfitâb bir araya gelse bir zemin-i şurezârı, gülistâna tahvil edemez. Sen vicdanını terbiye ve tasfiyeye çalış. Kabahâti mürebbiyelerine isnâd etme.

(Her bakımdan olgunluğa ve temizliğe sahip olmak, insa­nın kendi vicdanındaki kabiliyetine bağlıdır. Binlerce ilkbahar yağmuru ve güneşin ışıkları bir araya gelseler çorak bir toprağı gül bahçesine çeviremezler. Bunun için sen vicdanını iyi terbiye etmeye ve tertemiz hâle getirmeye çalış. Suçu, seni terbiye eden­lerin üzerine atma.)

187-      Kelâmları düstûr’ul amel ittihâz edilecek kadar metin ve parlak olduğu hâlde meslekleri sözlerine mübâyin olanlar büyük âdem olmayıp riyakâr ve müdâhin ve halkı aldatıcıdır.

(Sözleri, hayatta ölçü kabul edilebilecek kadar güzel ve anlamlı olduğu hâlde, yaptıkları şeyler ve yaşayışı, sözlerine zıt olanlar büyük insan olmayıp ikiyüzlü, dalkavuk ve halkı aldatan­lardır.)

188– Küçük fikirliler, büyük âdemleri kendi fikirlerine göre muvâzene edecekleri tabii olduğundan, efkâr-ı maâli ashâbına mûcib-i ye’s ve fütûr olmamak lâzım gelir.

(Küçük fikirlilerin, büyük insanları kendi fikirlerine göre ölçecekleri tabii olduğundan, üstün fikir sahibi insanların ümit­sizliğe ve gevşekliğe kapılmalarına gerek yoktur.)

189– Küçük kalmak isteyen kendini büyük görmeli, büyük olmak isteyen kendini küçük görmeli.

190-      Leylek, kırlangıç, kumru gibi tuyûr-ı ehlînin kendi ehlinden başkasıyla müvâneset ve tavattu’ etmediğini ve yavru­larının infâk ve işbâı hizmetine çalıştığını gören erbâb-ı hevâ ve heves, acaba kendi hâllerinden mahcûb olmazlar mı?

(Leylek, kırlangıç, kumru gibi ehlî kuşların kendi ailesinden başkasıyla yakınlık ve cinsel ilişki kurmadığını ve yavrularının yiyecek ve içecekleri için onların hizmetinde çalıştığını gören zevk ve eğlenceye düşkün olan insanlar, acaba kendi hâllerinden utanmazlar mı?)

191-                 Mâ melekini her isteyene bezl eden, müflis kalır.

(Varını yoğunu her isteyene veren insanın, sonuçta elinde hiçbir şeyi kalmaz.)

192-                 Mütelâşi olmamalı, lâkin muakkib ve müsri’ olmalı.

(Aceleci olmamalı, fakat takipçi ve ısrarcı olmalı.)

193– Muhâtaradan sâlim olacak derecede hak-gûyilik, her bir insan için farzdır.

(Tehlikelerden emin olacak derecede doğruluk, her insan için farzdır.)

194-                 Müdârâ başka, müdâhane başkadır.

(Güler yüzlü olma başka, dalkavukluk başkadır.)

195-       Merhamet, insanlık ma’deninin en kıymettâr cevhe­ridir.

(Acıma ve bağışlama duygusu, insanlık madeninin en değer­li mücevheridir.)

196-        Merhameti, zayıf kalbe isnâd edenler vardır. Fakat vezâif-i kanûniye ile mukayyed olmayanlar hakkında bu söz pek yanlıştır.

(Merhameti zayıf kalpli olmaya bağlayanlar vardır. Fakat kanuni görevleri bulunmayanlar hakkında bu söz pek yanlıştır.)

197-      Mesâlih-i vâkıada ahvâl-i sâbıka ve hâliyeyi ve bilhassa îcâbât-ı âtiyeyi tefekkür ve idrâka muktedir olmayanlar her ne kadar şöhret-i şâyia kazanmış olsa bile büyüklük tabakasına vâsıl olamamıştır.

(Ortaya çıkan olaylarda geçmişi ve şimdiki durumu ve özel­likle gelecekle ilgili hususları düşünme ve anlama gücüne sahip olmayanlar her ne kadar ün kazanmış olsalar bile büyüklük taba­kasına ulaşamazlar.)

198-                 Masrafın taklîli başlıca bir vâridâttır.

(Masrafın azaltılması, başlı başına bir gelirdir.)

199-      Ma’lül ve gayr-i muktedir olanları istihdâm eylemek kırık zarfa su koymak kabîlindendir. Bu baptaki ta’n ve zarar vâzı’ına racîdir.

(Hasta ve güçsüz olanları çalıştırmak, kırık bir kaba su koy­mak gibidir. Bu konudaki her türlü şikâyet ve zarar, onları işe alana aittir.)

200– Müfsid, kendi istikbâlini öldürmek için en hunriz bir kâtildir.

(Bozgunculuk yapan, anarşi çıkaran kendi geleceğini öldür­mek için en kanlı bir katildir.)

201-      Muktedir ve kerim olduğu müsellem olan bir zâttan emel ve maksûduna vâsıl olamadığın halde muğber olma. Her meselenin cereyân-ı zâhirinden başka bir de iç yüzü vardır. Bin mehâmm-ı umûru teshîle himmeti kâfil olan bir kerîm-i zî ikti- dârın vakit ve saat olur ki bir kolay işi tesviye etmesine imsâk-ı zaman müsâid olmaz.

Gücü, kuvveti ve başarısı, herkes tarafından bilinen bir zat­tan, istediğin sonucu elde edemediğin zaman küsüp gücenme. Her meselenin dış görünüşünden başka bir de iç yüzü vardır. Binlerce önemli işi kolayca halletme güç ve kuvvetine sahip olan

bir kişinin, öyle zaman olur ki, kolay bir işi halletmeye zamanın durumu uygun olmayabilir.)

202-      Muhabbet-i vatan harîtası, vicdanının perestişgâh-ı ta’ziminde mengûş olmayan bir âdemi, kime ve neye benzetece­ğimi söylemeye hayâ ederim.

(Vatan sevgisinin haritası, vicdanının en önemli yerinde işlenmiş olmayan bir kimseyi, kime ve neye benzeteceğimi söy­lemeye utanırım.)

203-      Namus, terbiye, hayâ, hayvân-ı nâtık olan insanın ravâbıt ve davâbıtıdır. Bu ravâbıt ile merbût olmayanların zabtı pek müşkildir. Zabt olunmazsa helâkı mukarrerdir.

(Namus, terbiye ve haya, ‘konuşan hayvan’ olan insanın bağlı kalacağı özellikleridir. Bu bağlar ile bağlanmış olmayanla­rın korunması -elde tutulması- çok zordur. Şayet bunlar korun- mazlarsa -elde tutulmazlarsa- mahvolmaları kaçınılmazdır.)

204-      Nefsine lâyık görmediğin bir muâmeleyi başkası hak­kında icrâ etmemeye muvaffak olursan, her bir muvâffâkiyet kapısı sana açıktır.

(Kendine lâyık görmediğin bir davranışı başkasına yapma­ma konusunda başarılı olabilirsen, her türlü başarının kapısı sana açılır.)

205– Nefse söz anlatmak, bütün âleme söz anlatmak kadar güçtür.

206-      Nifâk-ı a’dâya meydan vermemek için, dostu muğber edecek hâlâttan ihtirâz, âkıl için lâzımdır.

(Düşmanların arayı bozmalarına fırsat vermemek için, dostu gücendirecek şeylerden sakınmak, akıllı olan herkes için gereklidir.)

207-      Vicdan-ı tâhir ashâbı, ufak bir yolsuzluğu bile ihtiyâr etmek istemezler. Ufak bir leke, kıymettâr bir aynanın renk ve cilâsına mâni olmasa bile, kadrini tenkis eder.

(Vicdanı tertemiz olanlar, en küçük bir yanlışlığı bile yap­mak istemezler. Çünkü küçük bir leke, çok kıymetli bir aynanın renk ve cilasına mâni olmasa bile, kıymetini azaltır.)

208-      Vicdan-ı münevver, mihrâb-ı kemâlâtın pek parlak, yegâne bir kandil-i nurefşânıdır.

(Aydınlık bir vicdan, bütün güzellik ve olgunlukların, etrafa çok parlak ışık saçan bir kaynağıdır.)

209-      Vücud-u insanda ruhun, aklın, kelâmın ictima’ ettiğini tefekkür eden ashâb-ı ukûl, maddiyât ile mâneviyâtın bir yerde ictima’ etmeyeceği davasından nükûl eder.

(İnsan vücudunda ruhun, aklın, sözün bir arada bulunduğu­nu düşünen akıllı insanlar, maddi şeyler ile manevi şeylerin bir arada bulunamayacağı fikrinden vazgeçerler.)

210-      Vatan muhabbeti, gâyet kıymettâr bir tâc-ı kudsiyedir. Onu iksâ-yı re’s-i hamiyet etmeye kesb-i istihkâk eylemek, hem pek kolay hem de pek güçtür.

(Vatan sevgisi çok kıymetli, kutsal bir taçtır. Onu her türlü işin başına koymaya hak kazanmak, hem çok kolay hem de çok zordur.)

211-      Vatan muhabbeti hakkında yazılan neşîdeler, min- ber-i hikmetin en büyük birer hutbe-i kıymettârıdır.

(Vatan sevgisi hakkında yazılan şiirler, en hikmetli şeylerin konuşulduğu makamın en büyük ve kıymetli sözleridir.)

212-      Vazifeye ve maîşete âid zamanlar istisnâ edilirse, eğer kitap mütalâa etmek olmasaydı, ashâb-ı ukûl için yaşamak ve zamanı imrâr etmek, pek müşkil idi. Evkâtını boş geçirenler nasıl geçirebilmekte olduklarına zevil ukûl olanlar bir derece hayrette- lerdir ki, bu hayret hiçbir vakit onlardan zâil olamaz.

(Görev ve geçim derdi ile ilgili zamanların dışında, eğer kitap okuyup onları değerlendirme olmasaydı, akıllı olan insan­lar için yaşamak ve zaman geçirmek çok zor olurdu. Zamanlarını boşa harcayanların bunu nasıl yapabildiklerine akıllı insanlar hayret ederler ki, bu hayret hiçbir zaman onlardan gitmez.)

213-       Her şeye hışım ve gazap gösteren âteşin mîzaclar, âlemin garibidirler.

(Her şeye öfke ve kızgınlık gösteren geçimsiz insanlar, bu âlemin şaşılacak olan varlıklarıdırlar.)

214-       Her sadâdan nağme-i tevhid, her nevâdan gül-bang-ı tehlîl ve temcidden gayri bir şey hissettikçe, bu mâsivâ senin için bir ibâdethâne-i dâimî değildir.

(Duyduğun her güzel sesten, Allah’ın varlığını ve birliğini, her ahenkten, topluca söylenen kelime-i tevhid ve Peygamberimiz’e getirilen salavât seslerinden başka bir şey hissettikçe, bu âlem senin için sürekli bir ibâdethâne hükmünde değildir.)

215-       Herkes iş görmeye çalışır, insan-ı kâmil görecek işi düşünmeye çalışır.

216-       Her gün, kitab-ı ömrün bir sahifesidir. Onu vak’ayı-ı müstahsene ile tezyîne çalışmalı.

(Her gün, ömür kitabının bir sayfasıdır. Onu, güzel olaylar­la süslemeye çalışmalı.)

217– Hemdem-i süfehâ olan ehl-i kemâl, kemâlinden ma’- küsen istifâde eder.

(Seviyesi düşük, alçak insanlarla birlikte olan olgun insanlar, bu olgunluklarından ters yönde faydalanırlar.)

218-      Hengâm-ı ikbâlinde zaman-ı idbârını düşünmeyen, hakikatte hâlâ idbâra müteveccihtir.

(Mutlu ve güzel günlerinde, kötü günlerini ve zamanları­nı düşünmeyen, aslında hâlâ kötü bir duruma doğru gidiyor demektir.)

219-      Yalan söyleyen, başkasını aidatsa dahi, ma’nen yine kendisi aldanmıştır.

220-      Yokuş, dağ, diken, çirkin, şitâ gibi Cenâb-ı Mâlik’ül Mülk’ün îcâbât-ı kudretinden olan işlere itirâz eden perdebî- rûnlar, bunlar meydanda olmasalardı, iniş, sahra, gül, güzel, nevbahâr misilli lâtif ve ruh-nevâz şeylere de itirâz ederlerdi. Bu mu’terizler, idrâk-i maâlideki aczini bilmeyen irfânsızlardır.

(Yokuş, dağ, diken, çirkin, kış gibi her şeyin sahibi olan Yüce Allah’ın kudretinin gereği olan işlere itirâz eden utan­mazlar, bunlar meydanda olmasalardı, iniş, sahra, gül, güzel, ilkbahâr gibi güzel ve ruh okşayıcı şeylere de itirâz ederlerdi. Bu itiraz edenler, yüksek anlayış noktasındaki acizliğini bilmeyen anlayışsız ve cahillerdir.)

Vallahü a’lemü bissavâb

(Her şeyin doğrusunu en iyi Allah bilir.)

Ali EMİRÎ

 

SÖZLÜK

A’dâ

A’dây-ı hânegî

A’mâl-i hîle

A’zam

Âb

Âbâd etmek

Abd-i âciz

Acz     A

: düşmanlar

: evin içindeki düşmanlar

: hileli işler

: (daha, pek, çok, en) büyük

: su

: ma’mur, şen, bayındır etmek

: zayıf, güçsüz kul

: beceriksizlik, güçsüzlük, bir şeyi

Âdâb-ı muâşeret     yapamamak

: insanlarla olumlu ilişkiler içinde olmak, görgü kuralları

Adâvet

Add ile

Adem-i ibtilâ : düşmanlık

: saymakla

: tutkun olmamak, düşkün olmamak

Adem-i müsâade

Adem-i sebât           : müsadesizlik, izinsizlik

: sebatsızlık, kararsızlık, sözde

Adem-i sıhhat

Adüv

Âfitâb-ı cihantâb     durmamak, dayanıksızlık : sıhhatsizlik, sağlıksızlık : düşman

: dünyaya sıcaklık ve ışık

veren güneş

Afv-ı rica etmek      bağışlanma dilemek, özür

Âgâh : dilemek

haberdar, uyanık, vâkıf, bilen

Âğuş  kucak

Ahali  halk, millet

Âheng           uygunluk, düzen

Âheng-i gûnâ gûn   türlü türlü renklerin bir ahenk

Ahmak :        içinde olmaları

akılsız, sersem, şaşkın, anlayışsız

Ahvâl durumlar, hâller

Ahvâl-i mudâr ve menâfi’ zararlı ve faydalı durumlar

Ahvâl-i sâbıka ve hâliye    geçmiş durumlar ve şimdiki

Ahvel-i ma’kûs        durumlar

şaşı, biri iki gören, ters gören

Ahz-ı intikam :         intikam almak

Akar : para getiren mülk (ev, dükkan,

Âkıl :  tarla vs. gibi) akıllı

Âkıl-ı hakikî :           gerçek akıl sahibi

Akl-ı kâmil : en olgun ve doğru karar veren,

Aks-i eflâkı taharri etmek :            düşünen akıl

gökyüzündeki yıldızların

Aks-i encüm yansımalarını araştırmak yıldızların yansıması

Aktâr-ı eflâk :           gökyüzünün her tarafı

Akvâl sözler

Âlât :  âletler

Âlî :    yüce

Âmil olmak  yapmak, uygulamak, yerine

Âmiriyyet :   getirmek

âmir, emredici olmak,

            kumandanlık hâli

Andelib-i hoş nevâ : güzel sesli bülbül

Arz-ı mâhiyet-i imkân        : özünde, mahiyetinde var olanları sunma

Arz-ı nur-ı dîdâr etmek     : kendini göstermek, yüzünün aydınlığını göstermek

Âsâr

Ashâb-ı âsâr

Ashâb-ı cehl

Ashâb-ı hüner ve maârif Ashâb-ı ukûl Ashâb-ı zevk Âsuman

Atâlet

Âteşîn mizac Âteşîn           : eserler, izler

: eser sahipleri

: cahil, bilgisiz olanlar

: bilgili ve hünerli kişiler

: akıllı ve akıl sahibi kişiler

: zevk sahibi olanlar

: gökyüzü

: tembellik, üşengenlik, durgunluk

: sert yapılı, huysuz, geçimsiz

: ateşli, canlı, sert, (mec: şiddetli, hiddetli)

Avâkib-i hâl

Avâlim

Avârız-ı kevniye      : hâlin, durumun akıbeti, sonuçları

: âlemler, dünyalar

: oluşan arızalar, bu dünyada insanın başına gelen belalar

Avdet etmek

Azamet

Azamet-i sermedî   : dönmek, geri dönmek

: büyüklük

: daimî, ebedî, sürekli büyük olan, rabbanî, ilâhî

Azim-üş Şan : Şanı büyük olan (Allah Teâlâ)

Bâb Bahs Bahtiyârân          B

: konu, kapı, bölüm

: konuşulan şey, söz

: bahtiyar, talihli, mesut, mutlu, kutlu olanlar

Bâki-i lâyezâl

Bâliğ olmak Bârân-ı nevbahar      : sonu olmayan, bâki, kalıcı : erişmek, varmak, ulaşmak : ilkbahar yağmuru

Bedâyi’          : eşi benzeri olmayan güzel, mükemmel ve yeni şeyler

Bedbaht

Bedriyyet

Beğâyet Beliğ           : bahtsız, talihsiz, bahtı kara

: ayın en parlak olduğu hâli

: son derece

: fasih, düzgün (söz veya eser) söz söyleyen

Beyân : izah etmek, açıklamak, anlatmak, açık söylemek

Beyân-ı ma’zeret etmek

Beynlerindeki

Bezl etmek    : mazeretini, özrünü bildirmek

: aralarındaki

: bol bol vermek, esirgemeden vermek

Bî haber

Bî hemtâ

Bî hüzün

Bî kes

Bî sûd

Bihakkın

Binâenaleyh

Bürhân-ı müddeâ    : habersiz

: eşsiz, dengi olmayan, benzersiz

: gamsız, kedersiz, sıkıntısız

: kimsesiz

: faydasız

: hakkıyla, tamamıyla

: bunun üzerine, bundan dolayı

: iddia edilen şeyin delili

C

Canhıraş

Cebr-i nefs

Celb etmek   : yürek paralayan, iç tırmalayan

: kendini zorlamak

: kendi tarafına çekmek, çekmek, götürmek

Celb-i rikkat : yufkalık, incelik, merhamet kazanma

Cemâl

Cemiyet-i milliye

Cenâb-ı mâh-ı münevver   : yüz güzelliği, güzellik

: milli toplum, ulusal toplum, halk

: nurlandırılmış büyük ay

Cereyân etmek        : akmak, akım, geçmek, gidiş, hareket etmek

Cereyân-ı zâhir        : dıştaki oluşum, görünüşteki oluşumlar

Cevelân etmek         : dolaşma, kaynama, yerinde durmayıp gezme

Cevher

Cevher-i giranbahâ

Cihangir

Cihân-ı ahlâk           : maya, öz, elmas, değerli taş

: çok değerli bir cevher

: meşhur, cihanı zapteden, fatih

: ahlâk âlemi, ahlâk dünyası, tüm ahlâkî değerler

Cihân-ı azamet

Cihan-ı ulûm ve maârif

Cilve-nümâ

Cismen

Cümel

Cümel-i hikmet-i nessâr

Cüret-i haksârâne   : büyük dünya, kâinat, âlem

: ilimler ve bilgiler âlemi

: cilve yapan

: cisim itibariyle, vücutça, bedence

: cümleler

: hikmet saçan, dağıtan cümleler

: perişan ve cesaretsizce bir çıkışta, cürette bulunmak

Ç

Çare-i halâs

Çehre-i nekbet         : kurtuluş çaresi

: çirkin, kötü yüz

D

Dahil olmak

Daire-i ta’lim

Daire-i ulviyet

Dâkâyık         : girmek, katılmak

: eğitim dairesi

: yüce, üstün daire

: incelikler, ince ve anlaşılması güç şeyler

Dâmân

Davâbıt/zavâbıt

Def’aten        : etek

: kaideler, nizamlar, usuller

: hep birden, toptan

Denâet

Derecât Derk eylemek Dermiyan etmek : aşağılık, çirkinlik

: dereceler

: anlamak

: ortaya koymak, öne sürmek, söylemek, anlatmak

Dest-i iktidar

Devâm-ı seyahat eylemek

Deverân etmek

Devre-i inkîlap         : iktidar gücü, güç, kuvvetli el

: seyahatine devam etmek

: dönüp dolaşmak

: değişim, dönüşüm devresi, evrende meydana gelen her yeni oluşum

Dîde

Dilâver Dil-nüvâz/dil nevaz Dost-ı rencide      : göz

: yiğit, yürekli

: gönül okşayan

: rencide edilmiş, incitilmiş, kırılmış dost

Ducret

Dûn

Düçâr-ı mesâibi-uzmâ

Dürüşt

Düstûr-ül amel        : iç sıkıntısı, yürek darlığı

: aşağı

: büyük zorluklarla karşılaşmak

: kaba, sert, katı, kalın

: gereği gibi uygulanacak

olan kanun

Eâzım-ı ümem

Ebeveyn

Ebnâ-yı cins  E

: milletin büyükleri

: ana-baba

: kendi cinsinden olanlar, kendi sülalesinden olanlar

Ecdâd

Eczâ-yı vücud

Eda     : atalar, geçmişlerimiz

: vücudun parçaları, bölümleri

: Tarz, üslûb, şive, yerine getirme, ödeme

Ef’al

Efkâr-ı meâli ashabı : işler, ameller, fiiller

: üstün fikirli insanlar

Eflâk   : felekler, semalar, gökler, küreler, zamanlar

Efzâ

Ehl-i basar

Ehl-i hakikat : arttıran, çoğaltan

: görenler

: gerçekçi, doğru sözlü olanlar, doğruluk sahipleri

Ehl-i kemâl

Ehl-i mürüvvet        : olgun, yetkin, eksiksiz olanlar

: insanlıklı, mert, yiğit, cömert ve iyiliksever

Ehl-i riyâ       : ikiyüzlü, gösterişçi, özü sözü bir olmayan

Ekser Ekseri Elhâsıl

Emel

Emlâk Encâm Encüm Encümen-i ikbâl   : çok, pek çok, en çok

: çok defa, çoğu

: netice itibariyle, kısacası

: istek, arzu, gaye, menfaat

: ev, tarla vs. gibi sahip olunan mülk

: son, nihayet, akıbet

: yıldızlar

: büyüklük sevdasında olanların meclisi

Endâm           : vücut, beden, insanın azası, biçim, boy pos, cisim

Enva’

Enzâr-ı ihvân

Erâmil

Erbâb-ı basiret

Erbâb-ı fakr

Erbâb-ı hased

Erbâb-ı hayr Erbâb-ı heva ve heves

Erbâb-ı ilim

Erbâb-ı insaf : çeşit

: kardeşlerin görüşleri, bakışları

: bekarlar

: ileri görüşlü olanlar

: fakirler, yoksullar

: çekememezlik edenler, kıskançlar

: hayır sahipleri

: heva ve hevesine düşkün olanlar

: ilim sahipleri

: insaflı, merhametli olanlar

Erbâb-ı işret ve sefâhat      içkiye, zevk ve eğlenceye

Erbâb-ı kin    düşkün insanlar

kin ve nefret sahibi olanlar

Erbâb-ı ukûl akıl sahipleri, akıllı insanlar

Esbâb-ı ma’neviye   manevi sebepler

Eser-i hayr :  hayırlı bir eser, nişan, alâmet

Eser-i kem kıymet   kıymetsiz, değersiz eser

Esnâ-yı tahsilde       eğitim öğretim sırasında

Esnâ-yı tarîk yol sırasında, yol boyunca,

Etvâr-ı hükümet      yolculuk sırasında hükümetin işleri, tavırları,

Evkât :           hareketleri, tarzları

vakitler, zamanlar, çağlar

Evkâtgüzâr olmak : vakit geçirmek

Evsâf-ı âliye :            üstün özellikler

Evsâf-ı kâfiye :         yeterli özellikler

Evvel emirde :          her şeyden evvel, işin başlangıcında

Eytâm :          yetimler

Eyyâm-ı hayat :        hayatın günleri

Ezhâr :           çiçekler

F

Fa’âl : çok işleyen

Fasîh : güzel, düzgün ve açık konuşan

Fâzıl   faziletli

Fazl    fazilet

Feda etmek   uğruna vermek, bağışlamak,

Fekk-i ayn     gözden çıkarmak gözü açmak

Felâket-i dâime        sürekli, devamlı, felâket

Fenâ   kötü

Ferah  gönül açıklığı, sevinç, sevinme

Fevk : üst, üst taraf, yukarı

Fevkalâde

Fezâil-i ahlâk

Fezâ-yı nâmütenâhî

Fiil

Fiilen

Fikren

Fikr-i icâd

Firifte

Fukarâ

Füru mâye

Fütur  : olağanüstü, hârika

: güzel, faziletli ahlâk

: sınırsız gökyüzü

: iş, hareket, davranış, oluş, amel

: iş, hareket, davranış olarak

: fikir ile, düşünerek, zihnen

: yeni bir şey ortaya çıkarma fikri

: aldatılmış, kandırılmış, aldanmış

: fakirler, yoksullar

: sütü bozuk, soysuz, aşağılık

: ümitsizlik, usanç, zaaf, gevşeklik

G

Galat

Galiz

Garâib-i hikmet Garaz Garib        : yanlış, yanılma

: katı, yoğun

: hikmetli, şaşılacak şeyler

: maksat, niyet, kasıt, kötü niyet, kin

: hayret verici, tuhaf, kimsesiz, zaval­lı, gurbette olan

Gâsıp

Gayr

Gayret-i mübtesîrâne         : hırsız

: başka, diğer

: yapılması, gösterilmesi gereken gayret

Gayr-i muktedir Gencine-i nimet Gıpta etmek : güçsüz, kuvvetsiz, yetersiz

: nimet hazinesi

: imrenme, aynı hâli şiddetle

arzu etme

Giribân

Gurub etmek

Güft-ü gûy

Gül-bang-ı tehlil ve temcid           : yaka, elbise yakası

: batmak

: dedikodu, (düşünce çatışması)

: bir cemaat tarafından Lâilâhe illâl- lah kelimesinin ve Peygamberimiz’i öven sözlerin topluca söylenmesi

Gülistan        : gül bahçesi, gül tarlası

Gülistân-ı letâfet Gülistan-ı safâ

Gülşen-i rânâ Gülşen-i ziba Gülzâr

Ğadr   : güzel gül bahçesi

: hoş ve güzel gül bahçesi

: hoş ve güzel renkli gül bahçesi

: süslü, güzel gül bahçesi

: gül bahçesi

: ihanet

H

Hâdim

Hafâyâ-yı hilkat

Hâiz olmak Hakâret           : hizmet eden, hizmetçi

: yaratılışın sırları

: malik olmak, sahip olmak

: incitme, hor görme, küçük düşür­

me

Hak-gûyî       : hakkı söyleme, doğru söyleme, doğru sözlü olma

Hakikat         : bir şeyin aslı ve esası, mahiyeti; gerçek, doğru

Hakikat-i encâm-ı hilkat    : yaratılışın nihâyetindeki gerçek, hikmet

Hakîm-i kâmil

Hakkaniyet Hâlât    : her şeyi en çok bilen ve inceleyen

: hak ve adalete uygunluk, doğruluk

: hâller, suretler, keyfiyetler, nitelik­ler

Hâl-i tabiî

Hâlî

Hâlis

Hallâk

Hâmil

Hamiyetkârane

Hâr

Hariç  : doğal hâl

: boş

: içten, samimi

: Yaratıcı

: taşıyan, yüklü, götüren

: gayretli, şerefli, kayda değer

: diken

: dışarı, dış

Harîs-i intikam olmak

Harita : intikam almaya çok düşkün olmak : bir yerin coğrafi durumunu göste­ren çizgiler; dağarcık

Hasbihâl

Hasebiyle

Hâsıl  : görüşüp konuşma

: dolayı, gereğince

: husule gelen, peyda olan, olan, çıkan, türeyen

Hasm

Hasr-ı vicdân etmek

Haşerât

Havârık-ı ma’neviye          : düşman

: kendini bir şeye mahsus kılma

: haşereler

: insanda hayranlık uyandıran mane­vi şeyler

Hava-yı feyznak

Havsala suz  : feyizli, bereketli hava

: takatı, tahammülü yakan, mahve­den

Havsala-i beşer Havsala-i idrak

Hay bî zevâl

Hayret fezâ Hayvânât-ı vahşiye Hayvân-ı nâtık Hazine-i medeniyet Hazm            : insan aklı, zihni, anlayışı

: anlama kapasitesi

: ölümlü olmayan, diri, ölümsüz

: hayret veren, şaşırtan

: vahşi yabanî hayvanlar

: konuşan hayvan (insan)

: medeniyet hazinesi

: kat’i karar, sebat, direnme, doğru ve sağlam karar

Helâk

Hemdem-i süfehâ   : mahvolma, ölme

: zevk ve eğlenceye düşkün olanlarla, parasını israf eden akılsızlarla arka­daşlık

Hengâm-ı âlâm Hengâm-ı ikbâl

Hevâm

Heveskâr olmak      : elemli, kederli anında

: mutluluk ve yücelme anı

: böcekler

: istekli, arzulu olmak

Hışım

Hilâl

Hilekâr-ı mâhir

Hilkaten

Himayeden beri olmak Hîn-i vefat

Hisseyâb-ı saâdet olmak Hoş-âmed Hukûk-ı îbâd

Hulâsa-i hâl

Hulûs-i vicdan

Hunrîz

Hurşid

Husûle gelmek        : öfke, hiddet, kızgınlık

: yeni ay şekli

: çok ustaca hile yapan

: yaratılıştan, doğuştan

: korumamak

: ölüm anında

: mutluluktan hisse almak

: hoş gelen, iyi karşılanan

: kul hakkı

: durumun, hâlin özü

: içten, samimiyet

: kan döken, kan dökücü

: güneş

: peyda olmak, çıkmak, türemek, meydana gelmek

Husumet

Hususât-ı nefsâniye : düşmanlık

: nefse (kişiye) ait hususlar, işler, konular, meseleler

Hutbe

Hutbe-i kıymettâr

Hüner

Hüsn

Hüsn-i ahlâk

Hüsn-i hizmet

Hüsn-i i’mal

Hüsn-i icraat

Hüsn-i isti’mal

Hüsn-i niyet

Hüsn-i terbiye

Hüsn-i yusuf

Hüsni-hulk   : konuşma, öğüt, nasihat

: kıymetli bir konuşma

: marifet, bilme, ustalık

: güzel, iyi, güzellik, iyilik

: güzel ahlâk

: güzel hizmet

: güzel yapma, üretme

: güzel çalışma ve gayret

: güzel kullanma

: iyi, güzel niyet

: güzel terbiye

: Yusuf peygamberin güzelliği

: güzel ahlâk, güzel yaratılış

Metin Kutusu: İ’lâ etmek İ’tidâl İ’timâd İ’tisaf
İbadethâne-i daimî İbretbîn olmak İbretnümâ Îcâbât-ı âtiye Îcâbât-ı kudret İcra
İcraya çalışmak
İctima’
İctinâb etmek İdbâr
İdrak etmek İdrak-i maâlî Îfâ
Îfâ-yı vazîfe-i memûriyet İfrât-ı isti’dât ve zekâ
İfrât-ı zekâ İhâta
İhraz
İhsan eylemek İhtar
İhtilât etmek İhtimam
İhtiraz etmek
: yüceltmek

: yumuşaklık, uygunluk

: güven

: doğru yoldan sapma, zulüm ve haksızlık etmek

: sürekli ibadet edilen yer

: ibret almak

: İbret veren, ibret gösteren

: gelecekte lâzım olan gerekli olan

: kudretinin gerektirdiği şeyler

: bir işi yürütmek, yapmak, tatbik etmek

: bir işi yürütmeye, gerçekleştirmeye, yapmaya çalışmak

: toplanma, bir araya gelme

: sakınmak, çekinmek

: geriye gitme, talihsizlik

: anlamak

: yüksek, derin anlayış

: yerine getirmek, yapmak

: memurluk görevini yapmak

: ileri seviyede yetenek ve zeka

: aşırı, üstün, yüksek zekâ

: kuşatma, sarma, çevirme, kavrama, kabullenme

: erişmek, nail olmak, kazanmak

: iyilik, lütuf, bağışlamak

: hatırlatma, dikkatini çekme, tenbih

: karışmak, katışmak

: özen

: sakınmak, çekinmek, korkmak

İhtiyar etmek

İhtiyat : seçmek, tercih etmek

: ilerisini düşünerek davranma, ted­

birli olma

İkdam : gayret ve sebat ile çalışmak, ilerle­me kararlılığı içinde olmak

İksâ-yı re’si hamiyet           : yapılacak bütün çalışma ve gayretin başına koyma

İktibâs-ı nur-ı kemâl

İktihâm İlgâ etmek İlkâ etmek İltihak İltizam etmek İmdâd İmsâk-ı zaman İmtiyâz-ı mahsus    : engin ışığından almak

: göğüs germe, karşı durma

: lağv etme, kaldırma

: atmak

: katılmak

: kendi için lüzumlu sayma

: yardım, yardıma gönderilen kuvvet

: zamanın durumu

: diğerlerinden ayrılmak, farklı olmak, ayrıcalık

İnâyet-i kübrâ-yı Kibriya   : en büyük olan varlığın lütuf ve ihsanı

İnfâk

İnhimâk        : geçindirme, besleme

: bir şeyin üzerine fazla düşme, aşırı düşkünlük

İnsan-ı kâmil : yüksek fazilet sahibi, güzel ahlâk ve huy sahibi

İnsilâk

İntibah İntihap etmek İntizar etmek İrâe İrfân  : yola girme, yol tutma

: uyanma, uyanıklık

: seçmek, tercih etmek

: gözlemek, gözetmek

: gösterme

: bilmek, anlayış, tecrübe ve zekadan ileri gelen zihni olgunluk

İrtikâb            : bir işe girişmek, kötü bir iş işle­mek, yapmak

İsâbet etmek İsmet İsnâd etmek İsti’mâl İstiâne

İstifâde İstifâde-i gayr-i meşrûa   : denk gelmek, tam karşılık olmak

: masumluk, günahsızlık, temizlik

: dayandırmak, yüklemek

: kullanılma, kullanışlılık, kullanma

: dua, yardım isteme, sığınma

: faydalanma, kazanma, fayda bulma

: doğru olmayan, hakkı olmayan bir şekilde faydalanma

İstifâde-i nâ meşru  : doğru olmayan, hakkı olmayan bir şekilde faydalanma

İstifâde-i zâtiyye

İstihdâm       : kendine ait bir fayda, faydalanma : bir hizmette kullanmak, hizmet ettirmek

İstihkâr

İstihsâl          : alaya almak, hafife almak

: meydana getirme, üretim, elde

etme

İstikâmet İstikmâl

İstimdâd İstirahat İstisgâr etmek İstishâb

İstisnâ’          : doğruluk, namuslu hareket

: tamamlama, bitirme

: meded ve yardım istemek

: dinlenme

: küçük görmek, hafife almak

: yanına alma, beraber götürme

: ayırma, ayrı tutma, kural dışı bırakma

İstitâat İşba’ İşret İştirâ İthâf İtiraz etmek İttihaz etmek

İvaz    : gücü yeterli olmak, güç yetirmek

: karnını doyurma, karnı doyurulma

: içki içme

: satın almak

: sunmak

: kabul etmemek, karşı çıkmak

: almak

: bedel, karşılık

Iz’ac etmek   : yerinden koparma, rahatsız etme, bunaltma

İzzet   : değer, kıymet, yücelik, ululuk, hür­met, ikram

K

Kâbil

Kabilinden

Kabule karîn olmak

Kabza-i meşîet-i İlâhiye     : kabul eden, mümkün

: (bakımından, açısından) gibi, türlü

: makbul ve geçerli olmak

: Allah Teâlâ’nın irade ve kudretinde olmak

Kadem Kadir

Kadrini bilmek Kâfil Kâid Kâin Kal’a

Kalb-i sefil Kamer

Kâmil

Kâmil-i manevi

Kâmiyab

Kandil-i hayat          : ayak, adım

: kıymet, değer

: kıymetini, değerini bilmek

: kefâlet eden, üstüne alan

: ayakta duran

: olan, var olan, bulunan

: kale

: her şeyden yoksun olan kalb

: ay

: olgun

: manevi yönden olgun olan

: talihli, isteğine ulaşmış, bahtiyar

: hayatını aydınlatan şey, hayatının feneri

Kandil-i nûr efşân

Kasd-ı zarar etmek : nur, ışık saçan kandil

: zarar vermeye kasdetmek, bilerek zarar vermek

Kat’ etmek

Kâtil-i ma’nevi

Kâtil-i müteammid

Kavl   : kesmek, ayırmak

: manevi katil

: bilerek, tasarlayarak öldüren

: söz

Kelâm-ı dürer-i bâri            : inci gibi söz söyleyen, söylenmiş çok güzel sözler

Kelâm-ı hak

Kemâl

Kemâl-i ciddiyet

Kerîm

Kerîm-i zî iktidar     : doğru söz

: olgunluk, erginlik, fazilet

: son derece ciddi

: cömert

: iktidar, güç sahibi; cömert, büyük kişi

Kesb

Kesb-i istihkâk etmek

Keşmekeş     : kazanmak

: hak kazanmak, hak elde etmek

: çekişme, kavga, mücadele, kararsız­lık

Kezâlik

Kezm-i gayz etmek Kezzâb

Kıraat eylemek Kıyâfeten  : keza, bu; bu da öyle

: öfkesini yenmek

: yalancı

: okumak

: bir şeyin dış görünüşü, zahiri, şekil, suret

Kıymettar

Kifâyet etmek

Kitâb-ı hakikat         : kıymetli, değerli, pahalı

: yeterli olmak

: hakikat kitabı, gerçeklerin yazıldığı kitap

Kitâb-ı irfan  : bilme, anlama, kâinatın sırlarını bilme kitabı

Kitâb-ı kâinat           : kâinat kitabı, yeryüzü gökyüzü, bütün kâinat

Kitâb-ı ömür

Kizb

Kubbe-i eflâk

Kudret           : ömür kitabı

: yalan

: gökyüzü, sema

: güç, kuvvet, takat; Allah’ın ezelî gücü; varlık, zenginlik; Allah yapı­sı; ehliyet, kabiliyet

Kudret-i fâtıra          : Yaratma gücü, kuvveti, her şeyi yaratan, benzeri olmayan

Kudret-i vahdaniyet           : bir ve tek olan Yaratan’ın gücü, kuvveti

Kudretyâp olmak Kulûb-i kâsiye Kurb-i ilâhî

Kurs-ı kamer : kudretli, gücü yetebilen

: katılaşmış, sertleşmiş kalpler

: Allah’a ma’nevi yakınlık

: ayın etrafındaki daire, (ayın uzak­tan görünen düz yüzü)

Kusûr-ı mücerred

Küfrân-ı nimet         : yalnız, tek başına bir eksiklik

: nimetin kıymetini ve değerini bil- meyip onu küçümsemek, önemse­memek, nankörlük etmek

Kün fe kâne

Küre-i zemin Kürsi-i hikmet Kütüphâne-i kudret        : ol denildiğinde olan

: yeryüzü, dünya

: hikmetin konuşulduğu yer

: kudret kütüphanesi (Yaratıcı’nın eserlerinin bulunduğu kütüphane, kâinat)

Lâtif

Lehül hamd vel minne       L

: yumuşak, hoş, güzel, nazif

: bütün hamd ve minnet Allah’a ait­tir

Lehv

Letâfet           : oyun, eğlence, faydasız iş

: hoşluk, güzellik, yumuşaklık, hafif­

lik

Ligarazin       : bilerek ve kasıtlı olarak, kin ve nef­retle

Lisân

Lisân-ı hâl     : dil, konuşulan dil

: hâl dili, bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi

Lu’b    : oyun, eğlence

            M

Ma’dud

Ma’kûs          : sayılı, sayılmış, belli

: tersine dönmüş, tersinden, akse­den, yansıyan

Ma’kûsen istifâde etmek   : ters yönde faydalanmak, tersine işlemek

Ma’lül

Ma’neviyyât : hasta

: maddî olmayan, manevî olan

hususlar, şeyler

Ma’rifet         : herkesin yapamadığı, ustalık, hüner; bilme, tanıma

Ma’zur

Maâli-i efkâr

Maamâfîh     : özürlü, özrü olan

: yüksek derin fikirler

: bununla beraber, böyle iken, böyle ise de

Maddiyât      : maddî, elle tutulur, gözle görülür şeyler

Mağrib Mağrur Mağşuş

Mahâret Mahbûb Mahbube

Mahcûb olmak Mahcûr      : batı

: gururlu, kendini beğenen

: karışık, saf olmayan, katışık

: ustalık, beceriklilik, el uzluğu

: sevilmiş, sevilen, sevgili

: sevilmiş, sevilen, sevgili (kadın)

: utanmak, sıkılmak

: hacr edilmiş, kullanmaktan men edilmiş

Mâh-i tâbân

Mahrec

Mahsûlât-ı müddehare

Mahsûl-ü hakik-i vicdan

Maîşet           : parlayan ay, parlak ay

: çıkış yeri, çıkılacak yer

: biriktirilmiş, toplanmış ürünler

: vicdanın gerçek eseri, ürünü

: yaşayış, ömür, yaşamak için gerekli maddeler

Maksud

Mâlik olmak

Mâlik’ül-Mülk

Mâmelek

Manâzır-ı eşya

Mânia

Mâr

Masdar-ı garâib-i şuûn

Mâsivâ

Maslahat

Masnûât        : kasdolunan, istenilen şey, istek

: sahip olmak

: her şeyin sahibi olan Allah Teâlâ

: bir kimsenin varı yoğu, bütün malı

: doğanın manzaraları, görünümü

: engel

: yılan

: garip şeylerin kaynağı

: dünya ile alakalı şeyler

: iş, emir, keyfiyet

: sanatlı olarak yapılan şeyler, yapı­lanlar

Masnûât-ı kübrâ-yı kâinat Masnûât-ı mevcude

Masun

Maşrik

Mazhar olmak

Mazhar-ı afv ve müsâmaha          : büyük kâinatın sanatlı şeyleri,

: var olan bütün sanatlı şeyler

: saklanmış, korunmuş

: doğu

: elde etmek, nail olmak

: Bağışlanma ve hoşgörüye sahip olma

Mazhar-ı gazâb-ı ilâhî

Mazhar-ı takdir olmak

Me’luf olmak

Me’ser

Me’vâ : ilâhî gazaba uğramak

: takdire lâyık olmak, takdir edilmek

: alışılmış, huy edinmiş olmak, alışık

: güzel eser, iz, nişan

: yurt, mesken, makam, sığınacak

yer

Me’yûs

Mebde-i irfan           : ümitsiz, ümidi kesik

: bilginin ve bilgili olmanın başlan­gıcı, temeli

Meblağ

Mebzûl

Mecruh etmek

Medhal          : miktar

: bol, çok sarf olunan, ucuz

: yaralamak

: girecek yer, giriş, başlangıç


Mehabet        : azamet, ululuk, büyük görünme

Mehamm-ı umur

Mehd-i cehâlet         : önemli, gerekli, lüzumlu şeyler

: cehaletin, bilgisizliğin, beşiği, baş­langıcı

Mekânet

Mekârim-i ahlâk

Melâike-i izâm

Memât

Memduh

Memnunen

Men

Menâfi-i zâtiye

Menfaatpereset       : güç, kuvvet, ağırbaşlılık

: iyi, güzel ahlâk

: büyük melekler

: ölüm

: övülmüş

: memnun olarak, sevinerek

: engellemek, mani olmak

: kişisel çıkarlar, menfaatler

: çıkarcı, hep kendi çıkarlarını düşü­

nen

Menfur          : nefret edilen, istenmeyen, sevilme­yen

Menkuş

Mensûcat

Merbût olmak

Merd-i mukbil

Merd-i sâfil

Mertebe-i dirâyet    : nakşolunmuş, işlenmiş

: dokunmuş şeyler, dokumalar

: bağlanmak, iliştirilmek, eklenmek

: mutlu, bahtiyar adam

: alçak adam

: akıllı, bilgili, zeki, tecrübe sahibi olmak

Mesâib-i kevniye     : bu âleme, bu dünyaya ait musibet­ler, felâketler

Mesâlih-i vâkıa

Mesîre-i dilârâ

Meskenet

Mesleken

Mestâne        : vaki olan, gerçekleşen işler

: gönüle hoş gelen gezinti yeri

: miskinlik, fakirlik, yoksulluk

: meslek, görev vazife olarak

: sarhoşça, mahmur, baygın, sarhoş gibi

Meşhûd : bilinen


Meşy  yürümek

Metâ’ı ticaret ticaret malı

Metânet         metinlik, sağlamlık, kuvvetli ve dayanıklı olma

Mevcûdât-ı mutlak var olan her şey, kâinat, yaratılmış şeyler

Mevki-i müsâit olmak        yer ve durumu uygun olmak

Mevt : ölüm

Meyelân-ı kat’i         kesin eğilim, meyil, arzu

Meyl-i nefs   nefsinin isteklerine uymak

Meyvedâr     meyvalı, yemişli, yemiş veren

Meyyâl olmak          eğimli, eğilimli olmak

Meziyet :       iyilik, iyi ve güzel hareket

Meziyet-i mümtâze en seçkin belirgin özellik

Mezmum :    yerilmiş beğenilmemiş

Mıntıka-i inzivâ       inzivaya, haktan uzağa çekilen yer

Mih :   büyük

Mihrâb-ı kemâlât    olgunlukların en önemli yeri

Miknet :         güç, kuvvet, kudret

Mikrâz-ı kudret       kudret makası (Yaratan’ın ölçüp biçmesi)

Misillü :         benzer, gibi

Mu’teriz :      itiraz eden karşı çıkan

Muâdil :         denk

Muakkib :      takipçi, arkasından koşan

Muâmele :     davranma, davranış, resmi dairler­de görülen herhangi bir iş

Muâvenet :    yardım

Mûcib olmak gerekmek, gerektirmek

Mûcib-i izzet izzet, onur, şeref sahibi

Mûcib-i ye’s ve fütur          ümitsizlik ve kararsızlık sebebi

Mudaaf olmak         katlanarak artmak

Muğber

Muhabbet

Muhâfaza etmek Muhammer       : tozlu, tozlanmış; küskün, gücenmiş

: sevgi, sevmek

: korumak, saklanmak

: yoğrulmuş, mayalanmış, kıvamını bulmuş

Muhâtara

Muhit

Muhit-i süflî

Muhtasar

Mukâbele etmek

Mukarrer

Mukâvemet

Mukayyed olmak Mukbili-hakikî

Muktedir

Muktezâ        : tehlike, zarar, ziyan, korku

: çevre

: kötü, olumsuz çevre

: özet, az, kısa, uzun olmayan

: karşılık vermek

: kararlaşmış, şüphesiz, bildirilmiş

: dayanıklılık

: kayıtlı, bağlı olmak

: gerçek mutlu, bahtiyar olan

: güçlü, kuvvetli, işe gücü yeten

: iktiza etmiş, lâzım gelmiş, icab etmiş, gerektiği gibi

Muntazır olmak

Musallat etmek        : gözlemek, beklemek

: birinin üzerine düşmek, sataşmak, rahat bırakmamak

Mutazarrır

Muvaffak olmak

Muvâneset    : zarara uğramış

: başarmak, başarılı olmak

: ünsiyet peyda etme, biribirine alış­

ma

Muvâzene etmek

Muzır

Mübâyin olmak Müberrâ Mübtelâ

Mücelledât Müdâhane Müdâhin : ölçmek, dengelemek

: zararlı, sakıncalı

: başka türlü, ayrı, zıt

: temize çıkmış, aklanmış

: tutulmuş, dertli, düşkün, tutkun

: ciltlenmiş kitaplar

: dalkavukluk, koltuklama

: yüze gülen, dalkavuk

Müdârâ         : yüze gülme, dost gibi görünme

Müddet-i kalile

Müessir Müfsid

Müftehir

Müheyyâ olmak Mükellef

Mükevvenât : az bir süre

: etkili, tesirli

: bozan, bozguncu

: övünen, iftihar eden

: hazır, hazırlamış olmak

: sorumlu, yükümlü

: yaratılmışların hepsi, mevcudat, kâinat

Mümtâz

Münâsip

Münevver     : üstün, seçkin, seçilmiş

: uygun

: aydınlatılmış, nurlandırılmış, parla­tılmış, ışıklı

Münferit

Münhasır      : tek başına, yalnız

: yalnız bir kimseye veya bir şeye ait olan, sadece

Münhemik

Mürebbiye Mürtekip

Mürûr etmek

Müsâid

Müsellem      : aşırı düşkün

: terbiye eden, eğiten

: çirkin işlerle uğraşanlar

: geçmek, gitmek

: elverişli, uygun, yardım eden

: teslim edilmiş, doğruluğu herkesçe kabul edilmiş,

Müsellem-i âlem     : doğruluğu herkesçe kabul edilmiş olan

Müsri’

Müstağrak

Müstakîm

Müstefid

Müstetir

Müşâvere

Müşevvik      : hız veren, hızlandıran

: gark olmuş, batmış, dalmış

: doğru, düz, dik

: faydalanan, istifade edilen

: gizli, saklı

: danışma, bir üş üzerinde konuşma

: teşvik eden

Metin Kutusu: Müşkil Mütalâa
Müteazzım
Mütecâsir olmak
Müteessif olmak
Mütefennin
Müteferridâne Mütekeffil Mütelâşî Mütevâzin
Müteveccih
Müzeyyen
Nâçiz
Nâfi
Nâgehan
Nağme-i tevhid
Nâil-i emel olmak Nakd-i mevcut Nam Nâşi
Nâtık
Nazargâh
Nazargâh-ı urefa
: zorluk, güçlük

: bir işi etraflıca düşünmek, okumak

: büyüklük taslayan, kibirlenen, ben­lik satan

: cür’et göstermek, bir şeye kalkışan, yeltenen, küstah

: eseflenmek, kederlenmek, teessüf etmek

: fenle uğraşan, âlim, münevver, tek­nik ilimle uğraşan

: tek başına ve yalnız olarak

: kefil olan, üstlenen

: telaşlanan, acele eden, aceleci

: dengeli

: bir tarafa dönen, yönelen, birine
karşı sevgisi iyi düşüncesi olan

: süslenmiş, süslü

N

: çok küçük, önemsiz, değersiz şey, çaresiz

: faydalı, kârlı, menfaatli

: ansızın, birdenbire

: ahenk, ezgi, güzel ses

: arzu ve isteğini gerçekleştirmek

: var olan, elde mevcut olan para

: isim, şöhret

: ..den dolayı, ...sebebi ile, ötürü, ileri gelen

: söyleyen, konuşan

: bakılan, nazar edilen yer

: ariflerin görüş ve değerlendirmeleri

Nazar-ı garâbet        : garibine gitme, tuhafına gitme, hoşa gitmeyen değerlendirme

Nazar-ı hakikat        : doğru, gerçek bir bakış, değerlen­dirme

Nazar-ı hayret

Nazar-ı ıttıla’ : hayranlıkla bakmak

: bilgi sahibi olması için bakışına, değerlendirmesine sunma

Nazar-ı ibret

Nazar-ı şâmil

Nazar-ı teessüf        : ibretle bakma, değerlendirme

: çok geniş bir bakış açısı

: üzüntülü, kederli bakış, değerlen­dirme

Nazar-ı tevhit          : birlik, birleme bakışı, (Tevhit inan­cı çerçevesinde eşyaya bakma)

Nehâran

Nekbet          : gündüzleyin

: talihsizlik, şanssızlık, düşkünlük, felâket

Nerm

Neşîde

Neşr-i âsâr etmek

Netice-i hâl

Netice-i müteselsile

Nevâ

Nevâziş

Nevbahar

Nezd

Nifak-ı a’da  : yumuşak

: şiir, manzume

: eserlerini yayınlamak

: durumun, olayın, neticesi, sonucu

: birbirine bağlı olan netice

: ses, sadâ, makam, ahenk, nâme

: okşama, gönül alma, iltifat

: ilkbahar

: yan, yakın

: düşmanın arayı bozması, dostları birbirine düşürmesi

Nigehbân Nigerân olmak Nihalân Nuhuset Nur-ı âfitab       : gözcü, bekçi

: bakmak

: taze, düzgün fidanlar, sürgünler

: uğursuzluk

: güneşin ışığı

Nur-ı mübin-i hidayet        : açık ve net olarak hidayete götüren

nur

Nur-i aynım

Nükhet

Nükûl : gözümün nuru

: koku

: vazgeçme, kaçınma, cayma, geri dönme

Nüsha-i nefise-i giranbahâ : çok güzel ve pahalı bir nüsha, örnek; muska, efsun

Özr     : bir kusur veya suçun bağışlanması­nı gerektiren sebep

Payidâr          P

: iyice yerleşmiş, devamlı, kadîm, muhkem, sağlam

Pehnâ-yı semâvât

Pençe-i felâket

Pençe-i zulm

Perdebîrûn

Perestişhan olmak   : enli, geniş, yaygın gökyüzü

: felaket pençesi, öldürücü pençe

: zulüm pençesi

: utanmaz, açık saçık konuşan

: aşırı düşkün olmak, taparcasına sevmek

Pervasızlık

Perestişgâh-ı ta’zim

Peyda etmek : korkusuzluk, çekinmemezlik

: taparcasına saygı gösterdiği yer

: meydana çıkmak, meydanda olmak, açık, aşikâr

Pir-i muammer        : yaşlı olarak yaşayan, ömür süren, ihtiyar, yaşlı

Pür kudsî      : kudsiyet dolu

R

Rabıta-i hakikat

Rabıta-i iman           : hakikat bağı : iman bağı


Râci Radde Re’fet    : dönen

: derece, rütbe, sıra

: merhamet etmek, acımak, esirge­mek

Re’yi sevab

Revâbıt          : doğru görüş ve düşünce

: bağlar, ilgiler, tertipler, usuller, düzenler

Revgân

Rezâil-i etvâr

Ric’at etmek

Riyakâr          : yağ

: kötü tavırlılar, davranışlılar

: geri dönmek, çekilmek, gerilemek

: ikiyüzlü, sahtekâr, gösteriş için iş yapan

Ruh-efzâ       : ruhu artıran, canlandıran, ruhun hoşuna giden

Ruh-nevâz

Rü’yet : ruhu okşayan, ruhun hoşuna giden : görmek, işlemek, yapmak

Sa’y ve ikdam Sadâ Sadâkat         S

: çalışma ve gayret

: ses, yankı

: dostluk, vefalık, içten bağlılık, doğ­ruluk

Sademât-ı dehr        : dünyanın, zamanın çarpmaları, belâları, patlamaları

Sadîk-ı âzâr   : incitilmiş, gücendirilmiş arkadaş, dost

Safâ    : gönül şenliği, eğlence, duru, temiz, saf olmak

Saha-i meserret

Saht    : şenlik, eğlence meydanı

: katı, sert, çetin, kuvvetli, güçlü, zor, sağlam

Sâî olmak

Sâil     : çalışmak

: isteyici, dilenci

Metin Kutusu: Sâir
Sâkit
Sâl
Sâmit
Sâni-i hakiki
Sarf-ı mesâi
Sayâdet
Sebât-ı azm
Sebze-i kem baha
Sefâhat
Sefih
Sefil
Sekâmet
Serâir-i ahvâl
Serâir-i ibret Serbâzâne Sergerdan
Serkeş
Servet-ü sâmân Sevâdî
Seyyiât-ı nefs Sıfat-ı memduha
Sınaî hararet
Simâ-yı hakikat
Sinn
Sû-i isti’mâl
Suret-i haktan görünmek Sükût
diğer

susan, ses çıkarmayan; düşen sene, yıl

susan, sesi çıkmayan

gerçek yapıcı, yaratıcı, Allah çalışmak, gayret etmek avlanmak

sözünde ve kararında durma, sağ­lam ve kat’i karar

kıymetsiz yeşillikler, sebzeler

zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlük; akılsızlık

zevk ve eğlenceye aşırı düşkün olan sefalet çeken, yoksul, alçak çürük, bozuk

durumlarla ilgili sırlar

ibret alınacak sırlar, sırlı şeyler korkusuzca, cesurca, yiğitçe başı dönmüş, şaşkın, hayran dikbaşlı, başkaldıran, inatçı, itaatsiz zenginlik, varlıklı olma

siyah, siyah bir renk, siyaha bürün­müş

nefsin kötülükleri

övülen takdir edilen özellik

insan yapısı sıcaklık, yapay sıcaklık (sera...)

gerçek yüz, görünüm

diş, yaş, ömür

kötüye kullanma

doğrudan, haktan yana görünmek susmak, düşmek

            Ş

Şa’şaadar

Şâyân Şâyân-ı takdir

Şeâmet

Şecaat Şecaat-ı hakika

Şeklen Şekl-i gûnâ gûn

Şekl-i lâtif

Şem’a Şems Şerm

Şeş cihet Şikest olmak

Şitâ Şöhret-i şâyia    : gösterişli, parlak

: uygun, lâyık, yaraşır

: takdire lâyık, takdir edilmeye değer

: uğursuzluk

: yiğitlik, yüreklilik

: gerçek yiğitlik ve yüreklilik

: şekil olarak ve görünüş olarak

: türlü türlü şekil

: hoş bir şekil

: mum

: güneş

: utanma

: altı yön

: kırılmak, yenilmek

: kış

: şöhretin yayılması, adının, ününün her tarafa yayılması

Şûküfe-i nazar rüba Şükûfe          : göz alıcı çiçek

: çiçek

Ta’lim

Ta’mir-i mâ-fâte çalışmak  T

: öğretmek, yetiştirmek

: kaybedileni, elden çıkanı düzeltme­ye, tamir etmeye çalışmak

Ta’n

Ta’zir etmek

Taaccüb

Tâat    : sövme, yerme, ayıplama

: azarlamak

: şaşmak, şaşırmak

: Allah’ın emirlerini yerine getirmek, itaat

Taazzumen

Tab’an           : büyüklenerek, kibirlenerek

: yapı olarak

Tâc-ı kudsiye

Tâdât eylemek

Tağyir-i hakikat

Tahavvül etmek      : kutsal tac

: saymak

: gerçeği değiştirmek

: değişmek, dönmek, bir durumdan başka bir duruma geçmek

Tahkik etmek

Tahkikât        : incelemek, ayıklamak

: araştırmalar, incelemeler, soruştur­malar

Tahrir

Tahrir-i evrak etmek

Tahsil-i kemâlât

Tahvil etmek

Takaddüm etmek    : yazmak

: kâğıtlara yazmak

: eğitimi tam ve mükemmel yapmak

: değiştirmek

: önce gelmek, ileri geçmek, öne geçmek

Takarrüb etmek

Takdir

Takdiren

Taklil

Tali’

Tarab âver

Tarab

Tarassud       : birbirine yakın olmak, yaklaşmak

: beğenme, değer verme

: beğenerek, değer vererek

: azaltma

: kısmet, kader, baht

: sevinç, şenlik, coşku getiren

: sevinç, şenlik, coşku

: gözetmek, bekleme, gözleme, dik­katle bakma

Tard olunmak

Tarik

Tarik-ı gayr-i muhik

Taslit etmek

Tatyib : kovulmak, uzaklaştırılmak

: terk eden, ayrılan

: gerçek olmayan yol, yanlış yol

: musallat etmek, sataştırma

: hoş etme, hoşlandırma iyi davran­

ma

Tavattu’

Tavk-ı lânet

Tâvus-ı mülemmâ   : cinsel ilişki kurma

: lanet gerdanlığı

: rengârenk ve parlak olan tavus kuşu

Tayaran Te’sir

Te’yid-i ezel

Tebcil etmek

Tecelli

Tedâbir-i sâibe

Tedricen

Teenni-i hakîmâne

Teessüf etmek

Tefahhur       : uçmak

: alamet, nişan bırakma, içe işleme

: ezeli kuvvet (Allah Teâlâ)

: ululamak, ağırlamak

: bilinme ortaya çıkma

: hedefe uygun olan, doğru tedbirler

: yavaş yavaş

: dikkatli ve hikmetli

: üzülmek

: övünmek, gururlanmak, büyüklen­mek

Tefevvüh       : ağıza alma, söyleme, dil uzatma, münasebetsiz söz söyleme

Tefevvühât   : olur almaz söylenen sözler, boşbo­ğazlılık

Tehâlük         : can atma, istekle atılma, birbirini itip çiğneyerek koşuşma

Tehevvür

Tekemmül etmek    : öfkelenme, köpürme

: tamamlanmak, olgunlaşmak, mükemmelleşmek

Tekrîm-i bîintiha     : sonsuz derecede saygı gösterme, ululama

Temcid

Temenni eylemek

Temerrüd

Temin-i gâlibiyet etmek     : ululama, ağırlama

: dilemek

: dikbaşlılık, inat, direnme

: galip gelmeyi başarmak, galibiyeti garantilemek

Temkin

Tenbih

Teneffür etmek

Tenezzül etmemek : ağırbaşlılık, ihtiyat, tedbir

: uyarma, uyandırma

: iğrenmek, tiksinmek

: inmemek, gönül alçaklığı göster­memek

Tenkis

Tenperver     : azaltma, azalma

: kendini beslemeye, rahatına düş­kün, tembel

Tensip           : uygun görme, münasip uygun bulma

Tenvir

Tenvîr-i dîde-i intibâh etmek

Terahhum etmek

Terazi-yi memuriyet

Tercihan        : aydınlatma, ışıklandırma

: gözü aydınlanmış olarak uyanmak

: merhamet etme, acıma

: memuriyet terazisi

: tercih etmek, üstün tutmak, fazla itibar etmek

Terk-i hakkaniyet Tese’ül

Teshil

Tesviye etmek

Teşrifât-ı ihtişam     : hakkı, doğruluğu terk etmek

: dilenme, isteme

: kolaylaştırma

: düzeltmek

: büyük olmanın gerektirdiği kural­lar, protokoller

Tevâzu

Tevâzuan

Tevâzün-ü ma’nevî

Tevbih

Tevdi-i umur etmek           : alçak gönüllülük

: alçak gönüllü olarak

: manevi denge

: tekdir, azarlama, uyarma

: bazı işlerin yapılması ile görevlen­dirmek

Tevhid           : bir kılma, birleme, Allah’ın birliği­ne inanma

Tezâyüd-ü kesb : kazancın artması

Tezyif etmek : zayıf, değersiz olarak gösterme; eğlenme, alay etme

Tezyin etmek

Tıfl-ı şirperver

T ırâşîde        : süslemek

: süt çocuğu

: yontulmuş, tıraş edilmiş

Tiryak

Töhmet          : panzehir

: birisine isnad edilen ancak kesin olarak işleyip işlemediği belirsiz olan suç, itham altında olma

Tuhm-ı sengin

Tuyûr

Tuyûr-ı ehlî  : taş gibi tohum

: kuşlar

: vahşi olmayan ehlî kuşlar

U

Ufûl Ulviyet Umur : batış, gözden kayboluş

: yükseklik, yücelik

: işler

Üstâd-ı bî hemtâ      : eşsiz, benzersiz üstad, hoca

V

Vâbeste

Vak’ayı-ı müstahsene

Vakar

Vâkıa  : bağlı, bir şeye bağlı olan

: güzel, beğenilmiş olaylar

: ağırbaşlılık, temkinlilik

: olmuş, var olan mevcud bir hadise, olay

Vâkıf  : duran, ayakta duran, bir şey elde eden, haberli olan

Vâki

Vakt-i felâket

Vâridât

Vâsıl olmak

Vâsıl-ı servet olmak

Vâsi

Vatan-ı mukaddes

Vaz-ı erkam etmek  : olan, mevcud ve var olan

: felâket zamanı

: gelirler, kâr

: ulaşmak, elde etmek

: servet, zenginlik elde etmek

: geniş

: kutsal vatan

: rakam koymak, sayılarla belirtmek, rakamlandırmak

Vâzı’   : koyan, koyucu

Vazife-i memuriyet

Vazife-i übüvvet

Vehleten

Velev

Vezâif-i kanuniye

Vicdan           : Memurluk görevi

: babalık görevi

: ansızın

: olsa da, bile, hatta, ister, isterse

: kanuni vazifeler, görevler

: insanın içindeki iyiyi kötüden ayı­rabilen ve iyilik etmekten lezzet alan ve kötülük etmekten elem duyan manevi his

Vicdan-ı münevver

Vicdan-ı selim

Vicdan-ı tahir

Vuhûş : aydınlık vicdan

: doğru, sağlam karar veren vicdan

: temiz vicdan

: yabani hayvanlar

Y

Yâver

Yegâne

Yek diğer

Yekta

Yekûn : yardımcı

: bircik, tek

: bir başkası

: tek, eşsiz, benzersiz

: toplam, netice

Z

Zabt    : sıkı tutma, idaresi altına alma, ken­dine mal etme

Zaferyâb-ı vusül olmak

Zâhiren

Zâil olmak    : zafer, başarı elde etmek

: görünüşte, görünüşe göre

: sona ermek, devamlı olmamak, geçmiş olmak

Zaman-ı idbâr

Zaman-ı ikbâl

Zaman-ı imrâr etmek         : talihsiz, mutsuz bir zaman

: talihli, mutlu zaman

: zamanı geçirmek

Zayi etmek Zemin

Zemin-i bağ

Zemin-i sâfil

Zemin-i sath

Zemin-i şûrezar

Zemzeme-i bülbül gûya

Zerre-yi bedâyi’ Zeval

Zevât-ı âliye

Zevât-ı kibâr

Zevil ukûl

Zevk-i irfân

Zillet

Zinde

Zînet-i câme

Zînet-i mevki-i ehliyet       : elden çıkan, kaybolan, yitik

: yeryüzü

: büyük ve geniş yeryüzü

: alçak, aşağı zemin, yer

: yeryüzü, toprak

: çorak yer

: sanki bülbül sesli, nağmeli

: eşi benzeri olmayan zerre

: sona ermek, gitmek

: yüksek mertebeli insanlar

: büyük kişiler, zatlar

: akıl sahipleri

: irfan, bilme, anlama zevki

: alçaklık, aşağılık

: dinç, diri, canlı, güçlü kuvvetli

: elbise zineti

: bulunduğu yere en uygun olan zinet, takı

Zîr-i pây

Ziver-i fass-ı rağbet : ayak altı, yeryüzü

: çok arzulanan, beğenilen süs ve ziynet, takı

Ziyâde Zuafâ Zulmet Zûr Züfunun

Züğürt

Zül sual         : artma, çoğalma

: zayıflar

: karanlık

: kuvvet, güç

: fenlere, tekniklere ve bilgilere sahip

: fakir, hiçbir şeyi kalmamış

: dilencilik

3 Merkez kaza olan Luşna, Arnavutluk’un en meşhur ve feyiznâk olan Mezke ova­sının vasatında vâkidir. O havâli ahâlisi arasında “Mezke ovası” “Altın ovası” diye meşhurdur.

 

 



[2] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 2/390-391, İstanbul-1989.

[3] Yanya ve İşkodra vilâyetleri mâliye müfettişliğinde bulunduğum esnâda idi.

[4] Buradan vaktiyle meşhur Kurt Ahmet Paşa zuhur etmiştir. Berat’ta mektep, kü­tüphane gibi âsâr-ı hayriyesi vardır. Kütüphânesini ziyaret ve bazı kitapları mü­talâa ve kıymettar gördüğüm kütüb-i mevcûdesinin bir defterini ahzetmiştim. Bu liste hâlâ yanımda mevcuttur.

[5] Her arabi ayın on dördü, on beşi.

[6] Yanya ve İşkodra vilâyetleri mâliye müfettişliğinde bulunduğum sırada idi.

[7] Buradan zamanında meşhur Kurt Ahmet Paşa çıkmıştır. Berat’ta okul, kütüphâne gibi hayırlı eserleri vardır. Kütüphânesini ziyaret etmiş ve bazı kitapları okumak ve önemli gördüğüm mevcut kitapların bir defterini almıştım. Bu liste hâlâ ya­nımda mevcuttur.

[8] Şaşı, biri iki gören.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar