DÜZENİN YENİ BEKÇİLERİ
SERGE
HALIMI
BURADA
APOLET ORADA PARA VE İKTİDAR
Serge Halimi, Yeni Dünya Düzeninin en köklü
muhaliflerini, akademisyen ve aydınları bir araya getiren aylık Le Monde Diplomatique’in önemli ve
sürekli yazarlarından biri. Şimdiye kadar medya, özellikle de Fransız medyası
konusunda çeşitli incelemeleri yayınlandı. 1997 Kasım ayında “Liber- Raisons
d’Agir” dizisinde yayınlanan kitabının orijinal başlığı “Yeni Bekçi Köpekleri”.
“Bekçi Köpekleri” aslında Fransız yazar Paul
Nizan’ın “Bankacıların düzenini
koruyan yazar ve filozoflara” taktığı isim. Nizan’ın “Bekçi Köpekleri”
başlıklı bir kitabı da var. Halimi de buradan yola çıkarak, mevcut yerleşik
düzenin medya tarafından korunduğunu, savunulduğunu anlatmak için bu kitabı
yazmış.
Çok da çetrefil olmayan bir kayıt ve gözlem
çalışmasından yola çıkarak, “Fransız
medyasında kim, ne zaman, neyi, nasıl, nerede ve neden savundu?” sorusuna
yanıtlar arıyor ve son derece ilginç yanıtlar buluyor.
“Yağdanlık
Gazeteciliği”, “Para Karşısında İhtiyat”, “Piyasa Gazeteciliği” ve “Suç Ortaklığı Dünyası” başlıklı dört
bölümde, Fransız medyasını radikal bir eleştiriye tabi tutan Halimi, birçok
açıdan medya eleştirmenlerine örnek olması gereken tutumları benimsiyor.
FRANSA’DA
BÖYLE DE BAŞKA YERDE...
Halimi, kitabında sadece Fransa’dan örnekler
verse de, herhangi bir ülkedeki okur Fransız gazetecilere tekabül eden kendi
gazetecilerini tanımakta zorluk çekmeyecektir. Evrensel Basım Yayın’dan
arkadaşların kitabın Türkçe çevirisi için çalışmalarda bulunduklarını öğrendim.
Kitabın Türkçe çevirisinin ardından, böylesine bir eleştirel yöntemle Türk
medyasının incelenip olumsuz yanlarının ortaya çıkarılması bağımsız
araştırmacılar için elzem hale gelecek herhalde... Çünkü Halimi, bir anlamda
gazeteciliğin gazeteciliğini yapıyor. Gazeteciler, haberin peşinde koşan, haber
yakalayan ve haberi aktaran kişiler ama bütün bu mesleğin nasıl yapıldığı da
ancak gazetecilik üzerine bir haberle anlaşılabiliyor. Halimi, gazeteciliğin
gazeteciliğini de yapmakla sınırlı kalmayıp, Fransız medyasının siyasi
antropolojisini çıkarmaya çalışıyor.
Fransa ile Türkiye, dolayısıyla da Fransız
basını ile Türk medyası arasında hem benzerlikler hem de benzemezlikler var.
Okurlar, kimi bölümlerde “Aaa, bizde de
aynı durum!” diyecekler, kimi bölümlerde ise Fransa ile Türkiye arasındaki
farklılıkları görecekler.
Benzerlik esas olarak medyanın konum ve
işlevinde. Egemen medya, Fransa’da da Türkiye’de de, adı üzerinde egemenlerin
egemenliklerini sürdürmeleri için siyasi-ideolojik-kültürel bir araç olarak
işlev görüyor. Somut örneklere baktığımızda Le
Monde’u Cumhuriyet’e, Libération’u da Radikal’e benzetmek olası. Yani egemenlerin medyası içinde ton
farklarıyla değişik gibi görünen yayın organları da var. Ama bu örnekler
incelendiğinde, temel konularda, temel yaklaşımlarda Le Monde’un Le Figaro’dan,
Cumhuriyet’in de Hürriyet’ten çok farklı olmadıklarını görüyoruz.
Star sistemi de Fransa ve Türkiye’de
yürürlükte. Onların PPDA’sı varsa bizim de Uğur Dündar’ımız var. Aynı
çevrelerde aynı tür haberler yapıyorlar. Yaşam tarzlarından, iktidar ve haberle
ilişkilerine kadar çoğu şey aynı düzeyde, aynı renkte. Fransız bekçi
teşkilatının dobermanlarıyla Türk polisinin dobermanları arasında ne kadar fark
varsa, bu iki ülkenin star gazetecileri arasında da o kadar fark olsa gerek. (Halimi, Nizan’dan alıntıyla bu bekçi köpeği
benzetmesini yaptığı için, ben de dobermanları devreye soktum, yoksa bir hayvan
dostu olarak, kişiliksiz ve uşak ruhlu insanları köpeklere benzetmek, köpekleri
tanımayan ve onlara saygısı olmayan insanların kullandığı bir metafor.)
Reverans gazeteciliğinin Türkçesi, yağdanlık gazeteciliği olsa gerek. Ülkemizde
mebzul miktarda bulunur...
Suç ortaklığı konusunda da Türkiye-Fransa
kardeşliğini görmek kolay. Sayın şu bizim medyada sürekli ahkam kesen köşe
yazarları ile televizyon yorumcularını ve arayın bakalım bulabilecek misiniz
hiç onların birbirleriyle dalaştığı mecraları. Onlar aynı geminin yolcusudur.
Birbirlerini överek aslında kendi yerlerini sağlama almaya çalışırlar. Hoş,
bizde aynı gazetenin ya da aynı grubun köşe yazarları arasında çoğu kez
anlamsız atışmalar olur (Hıncal Uluç-Erman Toroğlu dalaşı mesela!), ama kimi
zaman da (Mesela Umur Talu-Ertuğrul Özkök tartışması) egemenlerin kendi
mecralarında mesleğini ilkeli bir şekilde yapmaya çalışanlara yönelik salvosu
gündeme gelir.
Gelelim farklılıklara: Fransız gazetecilerinin
yetişme ve eğitimleri bizdekilerden daha yüksek. Fikirlerine ya da mesleği icra
tarzına katılın ya da katılmayın, Fransa’da okuma-yazma bilmeyen, lumpen
usluplu kalemşörlere ne köşe verirler ne de gazete yönetim makamını.
Türkiye’de, devlet yetkilileriyle yaptığı iki konuşmadan başyazı ya da köşe
yazısı çıkaranlarla, bir gün boyunca gidip gördüğü gezdiği duyduğu yöreleri ve
insanları yazan köşe yazarlarının yazıları, ciddi Fransız gazetelerinde okur
mektupları sütunlarında bile yayınlanmaz.
Fransız basınında örneğin muhafazakar Le
Figaro’da da bir haber etiği, bir gazetecilik namusu var. Yorum yazılarında
sağcı fikirleri savunuyorlar ama haberlerinde, her halükarda Türkiye’deki kadar
eğme-bükme, yalan-tahrifat yok.
Fransa’da basında halen güçlü bir sendika var.
Fransa’da gazetelerde “İşyeri Komitesi”(Comité
d’Entreprise) çeşitli teknik ve mesleki sorunları çözerken
işveren-yönetici-çalışan üçlüsünü oluşturabiliyor.
Genel açıdan baktığımızda, Fransa’da kamuoyu
var. Tepkisini, dilek ve şikayetlerini okur mektupları köşesinin dışında,
örgütlü ya da örgütsüz bir şekilde ifade edebiliyor.
Bir başka fark, Fransa’nın bir hukuk devleti,
Türkiye’nin ise bir egemenler devleti olması. Gerçi Halimi bu kitapta
değinmiyor ama, gerek Mitterrand döneminde biraz alelacele ve sipariş
yöntemiyle çıkarılan Hersant yasası olsun, Avrupa Birliği Komisyonunun karar ve
yönergeleri olsun, ayrıca Fransız ve Avrupa ticaret kanunundaki anti-tekelci
yaklaşımlar ve dürüst rekabet ile tüketiciyi koruyan yasalar olsun, medya
alanında da uygulanabildiği zaman, çokseslilik ve iletişim özgürlüğüne bazı
yasal güvenceler getiriyor. Ayrıca, aksayan tüm yanlarına rağmen, Fransa’da hala
bağımsız mahkemeler var. Adalet Bakanlığı son dönemlerde savcılara ve sorgu
yargıçlarına daha fazla yetki vermeye yönelik girişimlerle, Fransa’da siyasi
iktidarın adalet mekanizması üzerindeki etkisini azaltmaya çalışıyor.
Bir başka önemli fark da, Halimi’nin de işaret
ettiği, egemen medyanın dışında yer alan yayın organlarının varlığı. Özellikle
haftalık Canard Enchainé ve Charlie-Hebdo gerek siyaset gerekse
medya dünyasında dönen dolapları anında belgeleriyle teşhir ediyor ve bu iki
dergi küçümsenmeyecek tirajıyla önemli bir etkiye sahip.
İki ülkenin medyalarında ‘desinformation’ ve
‘misinformation’ dozajında ve yaptırımlarında da önemli sayılabilecek
farklılıklar var. Türkiye’de son olarak Sakık skandalında olduğu türden,
doğrudan bir propaganda girişimi Fransa’da yapılsaydı bu tutuma ilk başta
kamuoyu karşı çıkar, ardından meslek örgütleri protesto eder ve nihayet adalet
de böylesine büyük bir aldatmaca vakasında gereken soruşturma ve yargılamayı
yapardı.
Bu vesileyle, iki medyayı birbirinden farklı kılan
önemli bir noktayı da belirtmekte yarar var: Türk medyası bağımsız olmadığı,
askeri devlet anlayışına bağımlı olduğu için bir dizi tabuya sahip. Kürt,
Ermeni, Rum sorunları, Silahlı Kuvvetlerin devlet ve toplumdaki rolü ve konumu
gibi bir dizi sorun, ancak ve sadece belirlenmiş resmi doğrultuda ele alınıp
yayın konusu yapılabilirken Fransız medyasında buna benzer herhangi bir tabu,
yani sadece tek tarafın görüşüyle işlenmesi gereken bir konu yok. Dolayısıyla
da Fransa cezaevlerinde yazı yazdığı ya da fikir beyan ettiği için herhangi bir
kimse tutuklu ya da hükümlü olarak bulunmuyor.
Sonuç olarak Türk ve Fransız medyaları genel
olarak kıyaslandığında, yapısal açıdan büyük benzerlikler, uygulama, yaklaşım
ve ayrıntılarda ise farklılıklar ön plana çıkıyor. Sorunlar benzese de,
iletişim özgürlüğünün önünde Türkiye’de apoletliler barikatı çıkarken,
Fransa’da pek kimsenin kaale almadığı Silahlı Kuvvetler ya da Genel Kurmay
Başkanlığı gibi makamların yerini, aslında daha güçlü bir kurum olan mali
sermaye alıyor. Burada Apoletli Medya, orada SİMSE (Siyasi İktidar-Mali
Sermaye). Medya, iletişim özgürlüğü ve gerçek demokrasinin rakipleri.
Gazeteciler ve okur açısından bakıldığında da, sorunların ve güçlüklerin
benzerliğine rağmen, Fransa’da gazetecilik yapmak ya da okur olmak Türkiye’de
basın çalışanı ya da okur olmaya tercih edilir. Orada hiç olmazsa gazete
binalarını bombalayıp gazetecileri öldürmüyorlar, muhalif görünümlü gazeteleri
satın alıp okuyanları da satırla kovalamıyorlar. Sorunların ve güçlüklerin renk
ve sesleri farklı. “Türkiye’de basının durumu kötü, Fransa’da ise iyi” yanlış
bir değerlendirme.
Halimi’nin bu kitapta yaptığı aslında öyle çok
da zor bir çalışma değil. Gazeteci-yazar, Fransa gibi medyatik ürünlerin zengin
ve sözüm ona çok çeşitli olduğu bir ülkede, beş gazete, haftalık dört dergi, üç
radyo ve beş televizyonun haber bültenleri, haber programları ve kitap tanıtım
programlarını izliyor. Ama tabii önce Halimi’de “Gazetecilik nedir? Nasıl yapılır? Nasıl yapılmamalı?” sorularına
verilmiş açık, net, tartışmasız yanıtlar, hatta ilkeler var. Özetle, Halimi,
gazeteciliği siyasal-ideolojik-ekonomik-kültürel mecranın bir ifadesi,
yansıması olarak değerlendiriyor. Gazetecilik, bu mecraya yapılan bir müdahale
aynı zamanda. “Gazeteci haberi kimden, nasıl
ve neden alıyor?”, “Bu bilgiyi nasıl işliyor ve sonra okura, radyo
dinleyicisine ya da TV izleyicisine nasıl aktarıyor?” sorularına yanıt
ararken, tek tek ve somut olarak haber metinleri üzerinde tahlil yapıyor.
Halimi, gazeteciliği, Yeni Dünya Düzeninden önceki dönemlerde olduğu gibi “kamuoyunu doğru, çokyanlı/çokboyutlu,
hızlı, inanılır ve güvenilir bir şekilde bilgilendirmek” olarak anlıyor.
Halimi’ye göre, tıpkı Amerikan liberal teorisi uyarınca, “medya, mevcut siyasi-iktisadi iktidara karşı kamuoyunun safında bir
karşı-iktidar olmalı.” Yazarın önem verdiği gazetecilik ilkeleri arasında
kaçınılmaz olarak çoğulculuk var, yani “tek düşünce”ye karşı muhalefet ediyor
ve bunun gereği olarak da tüm siyasi, iktisadi ve ideolojik kutuplardan
bağımsızlığı öngörüyor. Ama Halimi, tercihini açıkça, kamu yararından,
işçilerden, emekçilerden, azınlıklardan, dışlanmışlardan, muhaliflerden yana
koyan solcu bir gazeteci.
GAZETECİLİĞİN
İKİ TANIMI
İlginçtir, Halimi, gazetecilikle ilgili bu
kitabında sık sık olumlu Amerikan örneklerine yer veriyor, Amerikan yazarlarına
gönderme yapıyor. Kitap, her ne kadar esas olarak Fransız medyasının ipliğini
pazara çıkarmak amacıyla kaleme alınmış olsa da, Halimi’nin çalışmasında,
dünyanın her ülkesi için geçerli olan temel gazetecilik ilkeleri de yer alıyor.
Mesela gazetecilik faaliyetinin Amerikan teorisindeki bir tanımını aktarıyor: “Acı içinde yaşayanları rahatlatmak, rahat
içinde yaşayanlara acıyı tanıtmak.” Kuşkusuz bu formül ancak ve ancak
tanımda aktarıldığı üzere iki taraflı bir şekilde uygulandığı zaman gerçek bir
tanım niteliğine bürünüyor. Halimi, yaptığı alıntılarla “büyük” Fransız
gazeteci ve televizyoncularının çoğunun aslında “Acı içinde yaşayanları umursamamak, rahat içinde yaşayanların
rahatlığına ortak olmak” anlayışıyla çalıştıklarını, haber ve program
ürettiklerini belirtiyor. Halimi’nin aktardığı bir başka gazetecilik tanımı, Le
Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Mèry’den:
“Gazetecilik temas ve mesafe mesleğidir.”
Bu formül de çok hassas. Sadece temas ederseniz gazeteci olamayacağınız
gibi sadece mesafeli durursanız da gazeteci olamıyorsunuz. Burada muhabir ile
haber kaynağı arasındaki ilişkilerin, diyalektik bir tanımı gündeme geliyor:
Haberi almak için temas kuracaksın, ama temas kurduğunla da mesafeyi
koruyacaksın. Aksi takdirde, haber kaynağının sıradan bir taşıyıcısı haline
gelirsin.
İKTİDAR
İLE HABER ARASINDAKİ GÖBEK BAĞI
Yazar, Fransız medya mekanizmasını çözerken
(dèconstruction), meslekte yükselmelerin, ödüllerin, başarının hep iktidardaki
burjuvazinin temel değer yargılarına göre biçimlendirildiğini hatırlatarak,
gazetecilerin de kendilerine bu değerleri kıstas aldıklarını, alıntılarla
kanıtlıyor. Halimi’nin kitabında kaçınılmaz olarak doğru tutum takınan
gazetecilerden ve çalışmalarından örnekler de veriliyor. Mesela Jean-Claude
Guillebaud, “Kaygılarımız saf bir şekilde
imtiyazlarımızla karışıyor” derken bu çelişkiyi ifade ediyor.
Fransa’da, siyasi iktidar ile haber dünyası
arasında bir “göbek bağı” olduğunu belirten Halimi, yakın zamana kadar,
Basından Sorumlu Bakan ile devlet radyo ve televizyonunun genel müdürü arasında
telefon hattı bulunduğunu yazıyor.
Durumun bugün de değişmediğini kaydeden yazar,
Elysée Sarayında ya da Matignon’da oturan kişinin (Cumhurbaşkanı ve Başbakan)
siyasal kimliğine göre yayın politikası izleyen gazete ve dergi yöneticileri
ile yorumcuların, kişiliksizliğini, çeşitli tarihlerde yapmış oldukları
açıklamalar ya da yayınlamış oldukları imzalı yazılarla teşhir ediyor,
“Yağdanlık Gazeteciler” bölümünde.
Fransa’daki jakoben devletçilik geleneğinin
Alman gazetecilik teamülü ile çeliştiği örnekleri de anlatan Halimi,
televizyonda canlı yayında, eşleri bakan olan iki bayan gazetecinin
Cumhurbaşkanı ile önceden hazırlıklı söyleşi yapmasının Fransa’ya has olduğunu
savunuyor. Siyasetçilerin, gazetecileri, bu arada genel yayın yönetmenlerini ve
TV yöneticilerini parmaklarında nasıl oynattıkları konusunda da somut örnekler
aktaran yazar, tüm Fransız medyasının sonuç olarak siyasi-ideolojik olarak
egemen sınıfa bağımlı olduğunu söylüyor. Halimi’nin birkaç tane de kuraldışı
örneği var: Haftalık siyasi mizah dergileri (yani Canard Enchainè ile anarşist
Charlie-Hebdo), Canal Plus’de yayınlanan ‘Les Guignols de l’İnfo’ programı
(Haber Kuklaları), kimi zaman da hiristiyan La Croix gazetesi ile Komünist
Partisi’nin yayın organı l’Humanité. İlginçtir, Le Monde grubu bünyesinde
yayınlanan Le Monde Diplomatique yazarı Halimi’nin sık sık eleştirdiği gazete
ve gazeteciler de Le Monde ve onun yönetici ve yazarları. Halimi, Libération,
Le Nouvel Observateur gibi “nispeten solcu” bilinen yayın organlarının da,
Maastricht Anlaşması, Körfez Savaşı, neoliberalizm, grevcilere ve dışlanmışlara
karşı tutum gibi temel siyasal konularda sağcı Figaro ya da sağcı TF1
televizyonu gibi yayın yaptığını somut örneklerle anlatıyor. Zaten Halimi’nin
Fransız medyasında en çok yakındığı konulardan biri çoğulculuk, çokseslilik,
çokrenklilik eksikliği yani yeknesaklık.
MEDYA
GREVE KARŞI ÇIKSA DA...
Halimi’nin aktardığı bir örnek çok ilginç:
1986 yılında Paris’teki büyük grev öncesinde ve sırasında tüm medyanın
oybirliği ile grevlere karşı çıktığını alıntılarla belirten yazar, grev
hareketinin medyaya rağmen toplumsal bir dayanışma sürecine girip başarıya
doğru yönelmesi ve kitleselleşmesi durumunda, medyanın mecburen hemen çark
ettiğini (hiçbir özeleştiri yapmadan dolayısıyla hiçbir inandırıcılık kaygısı
taşımadan) alıntılarla gösteriyor. Halimi, grevler konusunda Fransız medyasında
çıkan yazılarla, İngiliz ve Amerikan gazetelerinde çıkan yazıları da
kıyaslıyor. The Economist ya da The Wall Street Journal’ın Fransız hükümetiyle
herhangi bir çıkar ilişkisi olmadığı için, grevler konusunda daha tutarlı
haberler yazdığını, daha gerçekçi tahliller yaptığını belirtiyor. Keza
Maastricht Anlaşmasıyla ilgili referandum öncesinde de Fransız medyasının
neredeyse yüzde 99’unun “Evet”ten yana olmasına rağmen, gerçek sonuçlar
açıklandığında bu oranın yüzde 60’ı zor geçtiği anlaşıldı.
Halimi’nin kitabında komik anekdotlar da var.
Fransa’yı grev dalgası kaplamışken, Cumhurbaşkanının seçtiği bir muhabir, TV’de
canlı yayında grevle ilgili herhangi bir soru sormaya tenezzül etmezken güzel
bir soru yöneltiyor: “Sayın
Cumhurbaşkanım, çok merak ediyorum, sanıyorum izleyicilerimiz de merak
ediyordur, ezbere kaç elma türü sayabilirsiniz?” Kamu yararı gazeteciliği!
Halimi’nin yaptığı dökümlerden de, Fransız
medyasında bir dizi siyasi yıldız olduğunu anlıyoruz. Bakan, milletvekili,
senatör ya da parti başkanı, profesör ya da çokamaçlı uzman yaklaşık 20-30
kişilik bir güruh, üstelik hepsi de üç aşağı beş yukarı temel konularda aynı
görüşleri savunuyor, gazete, radyo ve televizyonları parsellemiş durumdalar.
Ispanağın faydalarından Avrupa Birliği’ne, Dünya Futbol Şampiyonası’ndan yeni
çıkan Beaujolais şarabına kadar her konuda değerli fikirler üretiyor bu kişiler...
Siyasi iktidarın bu prenslerinden, bir zamanların sağcı Savunma Bakanı François
Lèotard aynen şöyle konuşmuştu: “Sayın
basın mensupları, Saraybosna’yı o mükemmel yayınlarınızla sizler
kurtaracaksınız”(!) Gazeteciler bu tür böbürlenmelere muhatap olunca
kendilerini iktidarın bir parçası olarak görüyorlar, güçlü hissediyorlar. Her
türlü eleştirel, sorgulayıcı ve muhalif süzgeçlerini yitirip, iktidarın
hoparlörü haline geliyorlar.
Yazarın çıkarsadığı bir görüşe göre, medya,
karşı-iktidar olmaya hiç teşne değil, çünkü bu esas işlevini yerine getirecek
olursa, göbek bağıyla ilişkide olduğu iktidardan ve onun nimetlerinden
uzaklaşacak ya da kopacak. Halimi’nin bir başka ilginç tespiti de 1946’dan bu
yana Fransa’da yoksullaşan yazılı basının hali: 52 yıl önce Fransa’da 28’i
ulusal, 175’i bölgesel olmak üzere toplam 203 günlük gazete yayınlanırken,
bugün bu sayı 67’ye düşmüş durumda (11’i ulusal, 56’sı bölgesel).
Çoksesliliğinin azaldığının istatiski kanıtı.
BU
BENİM MEDYAM O ZAMAN...
Yazar, medya sistemini mülkiyet açısından
irdelerken yine bir Amerikan geleneğini hatırlatıyor: ABD’de gazeteciler,
çalıştıkları medyanın mülkiyetinde bulunan diğer şirketlerle ilgili haber
yaptıklarında, bu şirketin kendi medya gruplarıyla olan ilişkisini açıkça
belirtiyorlar. Mesela, Disney grubuna ait olan ABC televizyonu ya da General
Electric (GE) grubunun sahibi olduğu NBC’de, Disney ya da GE ile ilgili bir
haber yayınlandığında, “Bu TV kanalının
da sahibi olan Disney... ya da ...GE” diye bir ibare kullanılıyor. Fransa’da
da gazete, radyo ve televizyon kanallarının sahibi olan şirketler silahtan
kimyaya, yayıncılıktan inşaat işlerine ve bankacılığa kadar basın sektörü
dışında çeşitli sinai, ticari ya da mali faaliyet gösteriyor. Fransa’da
haberlerde hangi şirketin haberi veren medyayı sahiplendiği belirtilmediği
gibi, medyayı izleyenler, yayınlanan sipariş ya da hatır haberlerinden,
medyanın, patron şirketin diğer alanlarındaki faaliyetlerini izlemeleri hatta
öngörmeleri bile mümkün. Mesela TF1 televizyon kanalının sahibi Bouygues dev
bir inşaat firması. Gana Cumhurbaşkanı, fol yok yumurta yok iken, bu kanala
çıkıp konuşma yaparsa, anlaşılıyor ki, Bouyges firması, Gana’da büyük bir
devlet ihalesine girmiş. Haber de TF1’ün Bouygues şirketine ait olduğu
belirtilmeyince, yayınlanan bilginin haber mi, propaganda mı yoksa reklam mı
olduğu belli olmuyor.
Gazete ve haber yayıncılığının bu aşamasında,
yani editoryal bağımsızlık denilen bu süreçte, araya, yani gerçekle gazetede
yayınlanan haberin arasına işveren giriyor. Halimi’nin bu kez de verdiği örnek
Amerika’dan ama örnek olumsuz: New York Times’ın sahibi Arthur Ochs Sulzberger,
bu konuda son derece açık ve rahat, hatta fütursuz: “Akşam evdeyim ve gazetenin ertesi günkü ilk baskısında hoşuma gitmeyen
bir şeyin basılacak olduğunu görürsem, hiç tereddüt etmeden yazı işlerini
ararım ve ‘Çıkarın o yazıyı bakiim!’ derim.” Haberin doğru olması başka bir
şey, patronun hoşuna gidip gitmemesi başka bir şey...
BİZ
HEPİMİZ BİR AİLEYİZ...
Halimi, Fransız basınından şikayet ederken,
gazete, radyo ve televizyonların, devletin olsun özel sektörün denetiminde
olsun, hepsinin ilke olarak liberalizmi savunduğunu, ve bu ideolojinin
dışındakilere yaşam hakkı, yani söz hakkı verilmediğini belirtiyor. Bu konudaki
formül, “Rantabilite, kamusal yarardan
daha önemlidir, siyaseti boşverin, her şeyin başı ve sonu paradır, bu nedenle
de yoksullara susmak düşer.” Yazara göre, daha doğrusu yazarın aktardığı
alıntılara göre, sosyalist hükümetlerin düşük gelirleri korumaya yönelik küçük
reformları bile dengeyi, istikrarı bozan bir unsur olarak değerlendiriliyor
medya tarafından.
Halimi, kitabında, son zamanlarda birçok
ülkede olduğu gibi, Fransa’daki yıldız gazetecilerin, televizyon haber
sunucularının maaşlarını da, meslek yayınlarından alıntılarla aktarıyor: Mesela
aylık en düşük gelirin 6 bin frank (Yaklaşık 300 milyon TL) olduğu Fransa’da
televizyoncu Claire Chazal’ın aylık geliri 120 bin frank. Halimi, yine somut
ayrıntılarla, ayda 120 bin frank maaşı olan bir televizyon yıldızının,
ekonomiden sorumlu bir bakana “İmtiyazlıların durumu” hakkında soru sorduğunu
da hatırlatıyor. TF1 televizyonundaki sıradan bir gazetecinin 14 ila 20 bin
frank arasında maaş aldığı düşünülürse, 120 bin frankın, özellikle de global
çapta rekabeti savunan bir medyada ne anlama geldiğini sorguluyor Halimi. Ve
yazar yeniden Amerikan medyasına gönderme yaparak gazeteci geliri ile izlediği
konulara yaklaşımı arasındaki ilişkiyi anlatan bir alıntıya yer veriyor: “Vergi, sosyal yardım, ticaret politikaları,
bütçe açığına karşı mücadele, sendikalara karşı tutum gibi ekonomik konularda,
ünlü gazetecilerin fikirleri, maaşları arttıkça giderek daha tutucu olmuştur”
diyen US News and World report dergisinin Yazıişleri Müdürü James Follows’dan
sonra Washington Post’un eski ombudsman’ı Richard Harwood, gazetecilerin
para/haber ilişkisini nasıl yaşadıklarını çarpıcı bir örnekle açıklıyor: “Eskiden sıradan insanlardan bahsetmiyorduk,
çünü biz de onlardan biriydik. Aynı mahallelerde otururduk. Haberciler
kendilerini işçi sınıfının neferleri olrak görürlerdi (...). Ardından daha iyi
eğitimli insanlar bu mesleğe geldiler; ücretler arttı; gitgide daha iyi
eğitimli gençler mesleğe rağbet ettiler. Bundan önce, habercilerin gelir
düzeyleri, komşuları işçilerden bir nebze daha yüksekti. 80 yıllarından bu
yana, habercilerin gelir düzeyleri, komşuları avukatlar ve işverenlerin
gelirlerinin biraz altında. Oysa, gazetecilik mesleğinin kamu nezdindeki
imajını şekillendiren yıllık gelirleri 100.000 doların üstündeki bin kadar
gazeteci (...). Ve tabii yaşam tarzları sebebiyle, ayrıcalıklıların
sorunlarına, asgari ücretle çalışanların sorunlarından daha fazla ilgi
duyuyorlar.” Halimi bu alıntılardan sonra, medyanın artık “paranın küstahlığını öven, halkı küçümseyen
ve mülk sahiplerine hizmet eden bir fikrin bombardımanını” gerçekleştirdiği
sonucuna varıyor.
BEN
SANA, SEN BANA...
Kitabın son bölümünde, medya yıldızlarının
oluşturduğu suç ortaklığı şebekesi gündeme geliyor: “Akıl ve mantık çemberi”
adı altında pazarlanan Fransa’daki sağcı, solcu ya da ortacı gazeteci ve
aydınların kendi çıkarları, özellikle de makamları ya da yeni kitapları söz
konusu olduğunda, karşılıklı olarak birbirlerini övmelerine örnekler veriyor
yazar. Üstelik radyo, televizyon ve gazetelerde köşeleri kapmış olanlar, bu
düzeni sürdürebilmek için nasıl da karşılıklı ve danışıklı bir şekilde, çoğu
zaman yandaşlarının kitaplarını bile okumadan kitap programlarına çıkıp kendi
adamlarını ya da ortaklarını yağladıkları, somut örneklerle anlatılıyor. Öyle
ki, gazetesinin yazı işleri müdürü bir kitap yazınca, aynı gazetenin muhabiri
aynı gazetede patronunu övüyor. Amerikan basın etiğinde ise bu konuda açık
kısıtlamalar var: Amerika’da editörler, kitabın yazarını tanıyan hiç kimseye
kitap tanıtım ya da kitap eleştirisi yazdırmıyor. Hatta kural uyarınca “Bir kitapta adı sık geçen birini tanıyan
kişi de o kitapla ilgili tanıtım ya da eleştiri yazısı yazamaz.” Fransa’da
ise durum neredeyse tam tersine. Üstelik de paslaşmalar çok yoğun. Birisi bir
meslektaşının kitabını övüyorsa, kitabı övülen neredeyse mecburen ilk yazıyı
yazanın kitabı çıktığında o kitabı övmek durumunda. Halimi ise verdiği
örneklerden, medyada çok övülen kitapların çoğu zaman okur tarafından beklenen
(ya da beklenmesi gereken) ilgiyi bulmadığını da hatırlatıyor.
YANKILAR,
ELEŞTİRİLER
Kitap Fransa’da büyük bir ilgi gördü.
Halimi’nin bu çalışması yaklaşık bir yıllık süre içinde 100 bin adet satışa
ulaştı. Aslında ilk başta medya dünyası kitabı görmezden gelmeye çalıştı.
Fransız basınında tanıtım ya da eleştiri yazılarına ancak ‘98 ortalarında
rastlanıyor. Gazete ve dergiler, kitabın çok satması karşısında, biraz da
mecburen, istemeyerek “Düzenin Yeni
Bekçileri” hakkında bir şeyler yazdı. Halimi’nin kitabında, nisbeten olumlu
örnekler olarak söz ettiği siyasi mizah dergileri Canard Enchainé ile
Charlie-Hebdo’nun yanı sıra Fransız Komünist Partisi’nin gazetesi l’Humanitè
kitaba hakkını veren tanıtım yazıları yayınladı.
Halimi’nin yine göreceli olarak olumlu bir
gazete olarak nitelediği “La Croix” gazetesinin eleştiri yazısı da kitabın değinmediği
bir alana temas ediyor: “Aslında sorun
göründüğünden daha karmaşık. Bir yandan da yurttaşların taleplerinin azaldığını
gösteriyor. Oysa ki medya alanında bazı direniş kaleleri mevcut. Bazı yayınlar,
Halimi’nin betimlediği mantığı reddederek, güç de olsa yaşamlarını
sürdürebiliyor. Belki de problematiği tersyüz etmek gerekmez mi? Okur, kendi
seçtiği gazeteye müstehak değil midir?”
Halimi’nin kitabına yönelik en garip
eleştiriler, işadamlarının görüşlerini yansıtan “Capital” ve “Nouvel
Economiste” ile sahte solculukla suçlanan “Nouvel Observateur”den geldi.
Sermaye yanlıları ve Observateur’ün globalci “solcuları”, Halimi’ye muhalefet
konusunda aynı cephedeler. Sermaye yanlısı basın, Halimi’yi 30’lı yılların
komünist yazarı Paul Nizan’ı taklit etmekle suçlarken, Halimi’nin “Stalinci bir uslubu” olduğunu öne
sürdü! “Nouvel Economiste” dergisi ayrıca, ABD’nin saldırganlığını eleştiren
Halimi’nin Saddam yanlısı olduğunu da iddia etti. Pembe solcu “Nouvel
Observateur” ise “Hepsi yoz mu?”
başlıklı eleştiri yazısında, Halimi’nin kitabının çok satmasının nedenlerini
araştırıyor: Yazar, basın dünyasının dedikodularını aktardığı için ilgi gördü!
Nouvel Observateur, solcu ya, Halimi’nin medya ağalarını eleştirmesine bir şey
diyemiyor ama medyada çalışan kadrosuz gazetecilere, stajyerlere neden
değinmediğinin hesabını soruyor! Nouvel Observateur dergisi, büyük bir
ihtimalle bu konuda Halimi ve diğer araştırmacılara kolaylık sağlayabilir...
Observateur, Halimi’nin eleştirilerine o kadar içerlemiş ki, “Önemli olan yazar değildir, kitabın
içeriğidir” deyip, Observateur’ün magazin niteliğindeki kişisel sorularına
yanıt vermeyi reddettiğini de çerçeve içinde belirtiyor. Halimi’nin kitabına
yönelik ilginç bir eleştiri de aşırı sağcı “Présent” gazetesinden geldi. “Tek Düşünceye Karşı” başlıklı yazıda
eleştirmen Halimi’nin sermaye medyasına karşı çıkarken milliyetçi
davranmadığını belirtiyor ve bu nedenle de “tahlilin
eksik kaldığını” savunuyor.
AÇIKLIK
VE UYANIKLIKLA DİRENMEK
Kitabın sonuç kısmında, Nazım Hikmet’in adı da
olumlu bir şekilde geçtikten sonra, meselenin gazetecilerin kişiliği ile ilgili
olmadığını belirtiyor yazar ve Yeni Dünya Düzeninin medya alanındaki yapısının
böyle bir sistemi doğurduğunu yazıyor. Son cümle ise şöyle: “Açıklık, uyanıklık
da bir direniş biçimidir.”
Ragıp
Duran Ocak 1999, Saray Cezaevi
Bu kitap kolayca yok olabilecek ve uçup
gidebilecek haberlerin yöntemli bir biçimde kaydedilmesine dayanmaktadır: İster
radyoda, ister televizyonda yayımlansın sözler uçar ve günlük haberler, deyim
yerindeyse, günübirliktir. Bu belgeci çalışma, gazetecilik faaliyetinin
görünmez dayanaklarından birini, gazetecilerde okurlarından aşağı kalmayan ve
sürekli olarak savrukluğa, tutarsızlığa, dahası birdenbire düşünce ve inanç
değiştirmeye, yüz seksen derece çark etmeye yol açan hafıza kaybını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Burada bir sorumluluk mantığı giriyor işin içine:
Gazeteciler toplumsal alanda ve iktidar alanında bile böylesi bir yetke
kullandıkları halde neden kendi sözlerinin sorumluluğunu yüklenmek zorunda
olmasınlardı? Öteki iktidar adamlarının ve özellikle de siyaset adamlarının
karşısında yargıcı oldukları halde, kendi tavır alışlarının ve dahası
mesleklerini icra etme ve hayatlarını sürdürme tarzlarının neden hesabını
vermesinlerdi?
Bu kitap, kişileri gözden düşürme amacını
taşımadığı gibi, bir mesleği gözden düşürme amacını da taşımıyor en azından.
Kitap, gazetecilerin karşılıklı olarak üstünde anlaştıkları bağışlayıcılıkta,
hoşgörürlükte hiçbir yarar sağlayamadıklarına inanmış, somutluk kazanmış en
küçük bir girişim karşısında herkes ne söylüyorsa onu söylemekle yetinmek
yerine suç ortağı niteliğindeki suskunluğu bozmak ve kendi eleştirici
tanıklığını ortaya koymak isteyen bir gazeteci tarafından yazılmıştır. Kitap, mesleğini gereği gibi yapan ve
aralarından bazılarının bu mesleği ayağa düşürmesinden acı çeken gazeteciler için yazılmıştır. Çoğu zaman görevden
kaçmayı gizlemekten başka bir şeye yaramayan gevezeliğin kurbanı olmadan,
gazeteci olsun gazete okurları olsun, herkese onurunun tam anlamıyla bilincinde
bir gazeteciliğin var olabileceğini hatırlatıyor.
Liber Yayınevi
1932’de Paul Nizan, “döneminin pis ortamı”na ayak uydururken, bir sürü büyük kavram
ardına gizlenmekten hoşlanan bir düşünürü teşhir etmek için, küçük bir deneme
kitabını, “Bekçi Köpekleri”ni
yazmıştı. Günümüzde ise sahtekârlar bir akademi kürsüsü yerine, bir makyajcı
ile bir mikrofona sahipler. İçte ve dışta toplumsal ve politik gerçekleri
sahneye koyanlar, gerçekleri birbiri ardına çarpıtıyorlar. Bunlar, dünyanın
efendilerinin çıkarlarına hizmet ediyorlar. Bunlar, yeni bekçi köpekleridir.
Oysa onlar kendilerini “karşı-iktidar” olarak
ilan ediyor: Güçlü, fütursuz, karanlıkta kalan ve dile getirilmemiş olanın
sözcüsü, dipdiri bir demokrasi forumu havalarına giriyorlar... Amerikalılar bu
kutsal görevi bir cümleyle özetliyorlar: “Acı
içinde yaşayanları rahatlatmak, rahat içinde yaşayanlara acıyı tanıtmak.” Ama
karşı-iktidar yatıştı ve hizmet etmesi gerekenlerin aleyhine döndü.
Gözlemlenmesi gerekenlere hizmet ediyor. Ama suskunluk yasası çatlıyor. Acaba
bizim koca köşe yazarlarımızın kendinden memnun homurtularını bile birdenbire
dayanılmaz kılan, toplumsal çatlağın derinliği midir? Küçük bir ideolojik
çevrede, yapay çatışmaları çoğaltan, haksız ünleri, birbirinin çıkarını kollamayı,
televizyon kanallarında her zaman hazır ve nazır bulunmayı sağlayan bu suç
ortaklığı topluluğunun yüzsüzlüğü mü? Bu, basın özgürlüğünün son kalelerine
karşı, sanayicilerin tekrarlanan –ve her seferinde zaferle sonuçlanan–
saldırılarının bir devamı mı? Ama sonunda, kamuoyunun bir bölümü, “üzerinde güneş batmayan çağdaş atalet
imparatorluğu, (...) zincirlenmiş toplumun kötü rüyası, sonuç olarak sadece
uyumak istediğini söylüyor”1 şeklinde ifade edilen manzara karşısında
başkaldırmış bulunuyor.
Fransa’nın en etkili televizyon gazetecisi
Patrick Poivre d’Arvor, bir açıksözlülük yahut yüzsüzlük nöbetinde bir gün,
yaptığı işin anlamını şöyle saptadı: “Biz
parlak bir dünya görüntüsü vermek için buradayız.” Parlak ve toplumsal bir
sınıfın çıkarlarına her bakımdan uygun bir dünya tabii ki... 1927’de
“bilginlerin ihaneti”ni teşhir eden Julien Benda, “yazarların davranışlarındaki, onlara ün ve saygınlık kazandıran
burjuvazinin hoşuna gitme arzusu”2nun altını çizmişti. Yetmiş yıl sonra, bu
kadar hoş kanıtların bolluğu karşısında insan ne diyeceğini bilemiyor.
Özellikle de “burjuvazi” sözcüğünün gerçekten de artık çok eski olduğunu
varsayar ve onun yerine “kararvericiler” sözcüğünü koyarsak, düzenin hademeleri
olduklarını artık gizlemeyen haber profesyonelleri bu cazip hedefe rahatça
seslenebilir.
Etkili gazeteciler marifetlerinin dikkat
çekmesinden hoşlanırlar. Makaleler, ifşaatlar, portreler söyleşiler azalmaya
başladığında, kalemi kâğıdı ellerine alır, şefkatle sahneye çıkıp o güne
kadarki fetihlerini ve düş kırıklıklarını, bu dünyanın efendilerinin
kendilerine açtıkları sırları, sakin, evcimen bir hayat içindeki seyrek macera
ve savaş günlerini tatlı tatlı anlatırlar. Altında imzası olan tarafından
yazılmış doğru dürüst bir eser ortaya çıkardıkları da olur. Bilinen bir tarzdır
bu. Ama yanıltıcıdır. Basında gerçek iktidarı elinde tutanları sır açıklamaz.
Rouletabille; Beyrut ya da Bağdat’a gitmiş
olabilir, ama Bill Gates veya Ted Turner’ın bulunduğu yer, Seattle veya
Atlanta’dır ve Lübnan’da ya da Irak’ta olup biten hiçbir şeyin, Microsoft’un
veya Time Warner’ın ittifaklarını ve işlerini etkilemeyeceği önceden
belirtilmiştir.
Sansür, belirtilmeye gerek duyulmadığı ve
konuyla ilgili “haber”, patronun çıkarlarıyla mucize kabilinden çakıştığı
durumlarda daha etkilidir. Gazeteci işte o zaman şaşılacak derecede özgürdür.
Aynı zamanda da mutludur. Ayrıca, ona kendisini güçlü görme hakkı da
tanınmaktadır. Özgürlüğe ve pazara açılan Berlin’in yıkık bir duvarı üstünde
kutlama yapan adam, Basra Körfezi’nde “cerrahi” savaşını helikopterle taşıyan
Amerikan donanması ve Batı’nın haçlıları karşısında afallayan küçük asker,
Maastricht referandumunda Avrupa’da monetarist ekonominin büyük avukatı:
Muhabirler ve yorumcular bütün bunları yazmak ve yazdıklarının coşkusunu ve
gücünü dile getirmek için tam yetkiyle donatılmışlardı.
Dünya, “Bilgi Toplumu”na doğru gidiyordu, bu
toplumun da yeni hiyerarşileri, yeni ağaları vardı. Ne var ki bütün bu
düğün-bayram sırasında karşı-iktidar, berbat bir durumdaydı; bakanlar,
generaller ve bankacılar tarafından sımsıkı kuşatılmıştı ve “yeni paradigma”
eskisinin bir karikatürüne benziyordu.
Eğer patronu, yazıişleri müdürü, izlenme
oranları, sallantılı konumu, içinde bulunduğu rekabet ortamı ve ötekilerle
çapraz suç ortaklığı gazeteciyi köşeye sıkıştırmışsa artık onun hiçbir
özerkliği kalmamış demektir. O da gücünden arta kalanı kanıtlasın diye
gazetesinde ya da televizyon yayınında, “araya sokacağı” küçük bir ayrıntıyla,
meslektaşlarına caka satacağı bir şeyler bulur. Bu meslekte muhalefet, bir-iki
kelime ya da bir-iki saniyeyle, gizlice şuraya buraya kesinlikle
sokuşturulamaz; bu, özellikle de bu meslektekilerin beceriksizliğini gösterir.
Ayrıca bir basın patronunun çıkarına olması koşuluyla çalışanlara birtakım
önemsiz saygınlık kırıntılarının bile verilmemesi, bir tür beceriksizlik
olacaktır.
“Karşı-iktidar” yanılsaması genellikle iki
şekilde oluşur. En fazla göz kamaştırıcı olan, aslında trajediye, gerçek
trajediye dönüşür. On yıl içinde Latin Amerika’da çoğu ordu tarafından 173
gazeteci öldürüldü ve failleri hemen hepsi cezasız kaldı. Ayrıca çok sayıda
muhabir de çatışmalar sırasında öldürüldü. Haber toplama-bilgilendirme
görevinin bütün bu kurbanları, parlak bir efsaneye, –artık olağan kabul edilen–
meslek tutkusu efsanesine ve hacıyatmaz tiplere malzeme olurlar.
“Meslek ahlakının temel kuralları”, gerçeği
gizlemenin başka bir biçimidir. Haber, herhangi bir ürün olmadığı için, onun
üreticileri özellikle dikkatli ve uyanık olmayı kural edinmek zorundadırlar:
Her şeyden önce burada hedeflenen şey övgüye değer.
Ancak böyle bir yutturmaca, daha ziyade bu
mesleğin kocaman bir masalının, medyanın iktidarın destekçi bir ayağı olduğu
masalının sürüp gitmesini sağlar. Çünkü haber, tam da sıradan bir ürün haline
gelmiştir; satın alınabilir ve satılabilir, kârlı ya da pahalı, kullanılıp
tüketilince artık işi bitmiş olan herhangi bir ürün... Bundan böyle toplumun bu
ürün aracılığıyla örgütlendiği bize durmadan söylenir; bilindiği gibi her gün
biraz daha özel sektöre devredilir ve biraz daha ticarileşir. Buna rağmen, akıl
almaz bir kıyaslama yapılarak, haberin, toplumsal alanı biçimlendiren
kuralların dışında tutulması istenmektedir. Böyle bir yaklaşım, sadece
düşünceleri her yerde “eskimiş” kabul edilen, üyelerinin ortak yönettiği,
ahlâki bir örgüte ait olabilirdi. Bu yüzyılın sonunun büyük kapitalist
karşı-devrimini yüceltmekten geri durmayan, başkaldırının devam etmesinin
nedeni olan Renault’nun Belçikalı işçilerine, yerlerine daha düşük ücretle
Brezilyalı işçiler alınmasının “kaçınılmaz” olduğunu, kuşkusuz küreselleşmenin
herkesi alışmaya zorladığını açıklamayı en iyi bilen bu aynı kişilerden
kaynaklanan böyle bir körlük şaşırtabilir. Öyleyse bir gazeteciye, kendisi için
de “Lip’in bittiği”ni3, haberler üzerindeki egemenliğinin, olsa olsa
süpermarketteki bir kasiyerin patronunun ticari stratejisi üzerindeki
egemenliğinden daha fazla olduğunu, lisanı münasiple nasıl anlatmalı? Bu hedefe
varmak için bunca staj döneminin, kadrosuz çalışmanın, belirli süreler için
yapılmış bunca sözleşmenin ardından Bob Woodward’ın4 tahtına oturmak hayal edilmişti, ama Martin Bouygues’in5
taşaronluğu kısmet oldu.
1 Guy Debord, La société du spectacle, Paris, Gallimard, 1992, s. 7-11. 2 Julien
Benda, La trahison de clercs, Paris,
Grasset, 1975, s. 205. 3 Fransa’da Besançon yöresinde bir saat fabrikası. Grev
sonunda işçiler fabrikaya el koyup, özerk ve kolektif bir yönetim oluşturdu ve
üretime devam etti. ÇN 4 ABD’de Watergate skandalını ortaya çıkaran iki
gazeteciden biri. ÇN 5 Fransa’nın ünlü beton ve inşaat holdinginin ve TF1 kanalının
sahibi. ÇN
1 -
YAĞDANLIK GAZETECİLİĞİ
Gazetecinin bağımsızlığı efsanesi, hep aynı
nakaratı tekrarlar. Bir varmış bir yokmuş, ‘60’lı yılların Fransa’sında bir
enformasyon bakanı, devlet radyo ve televizyonunun başındaki kişilere talimat
vermek için bürosundan yazıişlerine bir telefon hattı çektirmiş. Hatta saat 20
haberlerinin yeni bir formülünü televizyon izleyicilerine bizzat açıkladığı da
olmuş. Bu olay, bakanlığında esrarengiz bir çıngırak olduğu anlaşılan Alain
Peyrefitte’in1 Candid rolü oynadığına
pek ihtimal verilmediğinden, uzunca bir süre bir sonuca bağlanamamıştı.
Kıssadan hisse: Artık devir değişti; iktidar ile gazetecilik arasındaki dillere
destan “göbek bağı”, o eski çıngırağın ipi gibi kuşkusuz koparıldı. “Fransa’nın
Sesi”2 sustu. Bundan kuşku
duyanlara, günümüzün iletişim patronları, Christine Ockrent kadar soğuk bir
biçimde şöyle diyor: “ORTF3döneminden bu yana kat edilen yola bakıp da
haykırmamak için iyice unutkan olmak gerekir.”4
Fakat çok fazla haykırmak için iyice unutkan olmanın
yanı sıra miyop da olmak gerekir.
1996’da yeni cumhurbaşkanının dostlarından
biri L’Express’in sahibi olmuştu
(Pierre Dauzier, Havas’ın Genel Müdürü). Bu haftalık derginin yayın yönetmeni,
Cumhurbaşkanının hoşuna gitmiyordu. Bu görevi yürüten Christine Ockrent’a,
kovulduğu, zile basıp söylemek mümkün olmadığına göre, kuşkusuz telefonla
bildirildi. Gerçi yüklü bir işten çıkarma tazminatı alması acısını hafifletir
ama bu, başkaları için daha hafif bir ders olmaz.
Medya ve iktidar ilişkileri kadar sık ve
genellikle de aldatıcı bir biçimde ele alınan pek az konu vardır. Nerede? Kim?
Ne zaman? Ne? Nasıl? Niçin? Haber yapılırken gerekli görülen tüm bu sorular,
haber konusunda bilgi vermek söz konusu olduğunda hemen hiçbir zaman
sorulmaz... Akıl almaz ince hesaplar, mesleki omerta ya da yazdığı bir kitabı çok
satanlar listesine taşıyacak medyatik kanalları tehlikeye atmamak için
yazarın yaptığı hesaplar; bunların hepsi rol oynar. Ayrıca bu, özellikle suya
sabuna dokunmayan bir kitap bütün medyada ünlü olurken, olağanüstü ilginç bir
başka kitabın suskunlukla geçiştirilmesinin da izahıdır.5 Birincisinin yazarı,
bu çevrelerde sıkı ilişkileri olan bir kamuoyu araştırmacısı; ikincisinin
yazarları ise, başlıca suçu, Alain Touraine6 ismini taşımamak olan bir sosyolog
ile, “sıradan” üç gazeteciydi. Habercinin görgüsü de sürekli olarak örneklerden
ve yaşanan pratikten beslenir. Söz konusu olan öncelikle, gazeteci ile
politikacı arasındaki ilişki olduğuna göre, her şey, uygun bir ortamın
yaratılmasıyla başlar. TF1’in çalışanlarından biri, bunu şöyle özetliyor: “Politika muhabirleri devlet adamları
nezdinde itibar kazanmak için, bilgi toplamak bahanesiyle dostluk ilişkileri
geliştirmek isterler. Oysa bu, onları dalkavuklaştırdığı gibi, mesleklerini
yapmalarına da engel olur. Ancak iktidara yakınlaştıkları ve kendilerini önemli
hissettikleri için de, bundan memnun olurlar. Bir bakanın kalabalığı yarıp
ellerini sıkmaya gelmesi, koltuklarını kabartır. Ayrıca ufak tefek yararlar da
sağlarlar: Trafik cezalarını iptal ettirmek, çocuk yuvasında çocukları için bir
yer, Paris Belediyesi sayesinde ucuz apartman daireleri...”7Bu
yakınlaşmanın daha ileri gidebileceği –ve bunu hatırlatmanın hakaret anlamına
gelmediği– biliniyor. Her şeyden önce Fransa, aynı zamanda eşleri bakan olan iki
bayan gazetecinin, cumhurbaşkanına, önceden danışıklı sorular sormasının
çılgınca bir şey olarak görülmediği bir ülkedir. Bizim toplumsal
“ilkellikler”imize karşı keskin eleştirilerin en yenileri için her zaman
açgözlülükle vesile arayan yabancılar, medya ve iktidar arasındaki ensest
ilişki gerçeğini, şüphesiz ki çok çarpıcı resmeden, biraz feodal bu tür bir
tutumu hayretle karşıladılar. (Örneğin, “Fransa’da
gazeteciler, haklarında yazı yazdıkları kimselere genellikle çok fazla
yakındırlar,” diye değerlendirdi, 10 Mayıs 1983 tarihli İngiliz gazetesi
The Guardian.)
Oysa yabancı ülkeler bu konuda yanlış
düşünüyorlardı; onların ilerleme ve yenilik çağrıları demek ki bizde istenen
yankıyı uyandırmadı. Le Monde
gazetesinin kurucusu Hubert Beuve-Méry çok uzun bir süre önce, “Gazetecilik, temas ve mesafe mesleğidir”
diye açıklamıştı. Artık geriye temastan başka bir şey kalmadı.
Alain Peyrefitte’in çıngırağı susturuldu. Gene
de, eski cumhurbaşkanının, Vichy rejiminin iğrenç ve kirli işlere bulaşmış önde
gelenlerinden biriyle, savaştan sonra uzunca bir süre ve bile bile görüşmeye
devam ettiğini, Cezayir’in bağımsızlık savaşçılarını giyotine gönderdiğini
ve... cumhurbaşkanlığı görevine ilk başladığı dönemden beri kanser olduğunu
ortaya çıkarmak8 için, François Mitterrand’ın ikinci yedi yıllık başkanlık
döneminin bitimini beklemek gerekti. Bu sonucu elde etmek için öyle çok
araştırmacı, öyle çok gazeteci birbiriyle yarışmıştı ki! Yabancı ülkelerde
acımasızca dikkatleri çeken böylesine devasa bir iflas, bizde başka şeylerden
söz etme arzusunu daha da körükledi. Fransa’da haber merkezi yöneticileri için
başarının göstergesi, öncelikle ve daima, canı ne zaman ve neyi isterse anlatan
bir yetkili bulmak ama bunu, ilk kez kendisinin sorumlusu olduğu basın
organında dile getirmesini garantiye almaktır. Bu şekilde devlet görevlilerinin
düşüncelerini yaymaya, “atlatma haber” denildiği bile oluyor. Bu türden bir
performans ise, hemen her zaman manşet olmaya layıktır.
Unutkan olmayalım. 1984’te François
Mitterrand, yeni bir özel televizyon kanalı, Canal Plus’ü kurduğunda onu, daha
önce kendisinin özel kalem müdürlüğünü yapmış olan André Russelet’ye emanet
etmişti. On yıl sonra Fransız-Alman kanalı Arte’ın sorumluları Transit’in yüzüncü yayınına birtakım
kesitler koymak istediklerinde, akıllarına saray adetlerimizin mucidininki
kadar ilginç bir fikir geldi: Fransız Cumhurbaşkanı ve Alman Başbakanıyla ortak
bir söyleşi yapmak. Hepsi bu kadar da değil: Televizyon kanalının genel yayın
yönetmeni ve eski Başbakan Pierre Mauroy’nın eski danışmanı Jéróme Clement,
Kohl ve Mitterrand’a, kendileriyle görüşme yapması uygun olan gazetecilerin bir
listesini verdi. Bu, Almanya’da büyük bir şaşkınlık yarattı.9 Oysa Bay Clément
bunu övgüye değer bir açık sözlülükle izah etti: “Fransa’da, mülakat yapacak gazetecileri seçerken Elysée’nin fikrini
almak (Cumhurbaşkanlığı Sarayı, ÇN)
tamamen normaldir. Gazeteciler, siyasi iktidarla ve tabii aynı zamanda kültür
dünyasıyla çok daha sıkı ilişki içerisinde bulunurlar.”
Bay Chirac’a bakılırsa, göbek bağı koparılmıştı.
Ama gene de Elysée, devlet başkanının söyleşi yapmak için seçeceği
gazetecilerin özelliklerini ve kimliğini “tartışıyor.” Eğer söyleşinin hoş ve
zevkli geçmesi isteniyorsa huzura Jean Marie Cavada çağrılır; düzeyli olması
isteniyorsa Alain Duhamel’e haber salınır. Yok eğer “içlidışlı” olması tercih
ediliyorsa, koşarak Michel Field gelir. ORTF’den bu yana kat edilen yol
neredeyse baş döndürücü...
İyice hesaplanmış bir hamle ile, aşırı-sol militanlıktan medyatik
merkez-sola, oldukça şık bir dönüş yapmayı başarmış gazeteciler kuşağının en
yeni sembolü, Michel Field’dir. Başkalaşım geçiren, ne yazık ki son derece
bayağı –ve az çok edebi kültüre sahip olanların Balzacvari olarak nitelediği–
bu tür, on yılı biraz aşkın bir süre önce yayınlanan müthiş bir eleştiri
yazısının da konusuydu.10 Bouygues’in TV kanalında Anne Sinclair’in yerine
geçen M. Field için bu, bir sıçrama tahtasıdır. Mart 1994’te France2 TV kanalı
haber dairesi, halkın hiç tutmadığı, birbirinden beter hükümet tasarılarından
olan “Gençlere SMIC” (asgari ücret, ÇN) projesi üzerine, akşam saatlerinde bir
tartışma düzenlemeye karar verdi. France2’nin o zamanki müdürü Louis Bériot
şunları söylüyor: “Elkabbach, Jean-Luc
Mano’ya, gençlerin gelip düşüncelerini açıklayacakları, rahatlatıcı tarzda bir
program hazırlamasını tavsiye etti. Programı sunma görevi Michel Field’e
verildi. Zira, gençlerle konuşmak ve belirli bir inandırıcılığa sahip olmak
için, kendisi de genç olan, solcu ve filozof birisine ihtiyaç vardı.”11
Program, Balladur hükümetinin tepkisine yol açınca –ve misilleme olarak bu
devlet kanalına ayrılan bütçeden 800 milyon franklık bir kesinti yapılınca–
France2’nin o zamanki haber müdürü Jean-Luc Mano, çırpındı ama boşuna: “Bakın, akşamki programı iyi bulmayan bir
bakanla görüştüm. (...) Ona dedim ki, kaynama başladığında iki çözüm vardır:
İsterseniz tencerenin kapağını açarsınız, pek hoş olmasa da yüzünüze biraz
buhar çarpabilir. Ama kapağı açmaz ve suratınıza fırlamasına yol açarsanız, bu
çok daha fazla acı verir. Şüphesiz biz, emniyet subapı görevi gördük. Zeki
olanlar bunu iyi anladılar.”12
10 Ocak 1995’te basit bir olay, yağdanlık
gazeteciliğinin müthiş direnişini ortaya koydu. Matignon’da Edouard Balladur,
basına, yeni yıl dileklerini sunuyordu ki birdenbire beklenmedik alkışlar ortalığı
çınlattı. Mutluluğu elbette herkes paylaşıyordu, çünkü başbakan, yeni seçilecek
cumhurbaşkanının kendisi olacağına o kadar emin bir şekilde, gazetecilerin
kendisine verdikleri “destek”ten dolayı memnuniyetini belirtmekteydi: “Genel olarak sizden şikâyetçi olacağımı
zannetmiyorum.” Şikâyet etmek için gerçekten de hiçbir neden yoktu: Canal
Plus’deki –her gün yayınlanan– rahatlatıcı bir kukla programı, birkaç parti
gazetesi, haftalık iki mizah dergisi dışında medya, onun avucundan
yemleniyordu. Elbette en başta TF1, ama aynı zamanda Edouard Balladur’un beş
yıl önce ülkeye zorla benimsettiği, sıkıcı söyleşi kitaplarından birisinde ona,
hak ettiği değeri biçen Europe1’in kadir bilir gazetecilerden birini başına
getirdiği France2 ve France3 de öyleydi.
“Edouard
Balladur, önce ikametgâhında, başbakan olduktan sonra Matignon’da, hem onu
dinlemek, hem de duyduğu kaygılardan bahsetmek için, her hafta çay saatinde onu
davet ederdi.”13
Bir parça bir basın kulübüne, meşhur
yorumcular cephesine benzeyen bu çay saatleri, fazla endişe uyandırmıyordu.
Tamamen yerinde bir çokseslilik çerçevesinde, Paris’in en büyük günlük
gazetelerinden biri, açıkça sağ eğilimli Balladur yanlısı olurken, diğeri, daha
çok solda olduğu halde, tam bir Balladur’cuydu. Aynı zamanda gün içinde de iyi
bir denge kurulmuştu: Birinci gazete sabah, ikincisi öğleden sonra
yayınlanıyordu.
Her şey o kadar yolundaydı ki, haberleşmeden
sorumlu bakan Alain Carignon’un Lyon’daki Saint-Joseph Hapishanesinde biraz
vakit geçirmek için hükümetten istifa etmesi gerektiğinde, yerine çarçabuk ve
kazasız belasız Nicalos Sarkozy geçti. Buna rağmen karar kışkırtıcıydı; bu
sonuncu kişi o sırada aynı anda devlet radyo ve televizyonundan sorumlu bakan,
bütçeden sorumlu bakan ve... cumhurbaşkanlığına aday Edouard Balladur’un
sözcüsüydü. Ancak, aynı zamande Neuilly Belediye Başkanı da olan Sarkozy’nin
medya çevreleriyle kurmuş olduğu sıkı dostluk, yersiz ve kırıcı tüm
eleştirilere karşı kalkan vazifesi gördü.
Bu güzel dönem kötü bir olayla noktalandı.
1995 Martından itibaren medya adayının şansı kalmamıştı. Öngörülerin ve
planların doğruluğu konusunda iyi bir gösterge olan kamuoyu yoklamaları tehlike
çanları çalıyordu. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmaları ihtimali bile Parisli
gazetecileri mutluluktan havaya uçuran iki aday, birbiri ardı sıra kendilerine
bağlanan güveni ve umutları boşa çıkarmış oluyorlardı. Buna, birincisinin
(Jacques Delores) geveze korkaklığı, ikincisinin ise (Edouard Balladur)
seçmenleri bariz bir biçimde hiçe sayan tutumu neden olmuştu. Bu durumda, hiç
vakit kaybetmeden önceden pek ihtimal verilmeyen Jacques Chirac’ın
cumhurbaşkanı seçileceği fikrine alışmak gerekirdi.
Tesadüfi bir olay karşı-iktidarı uykudan
uyandırmakta gecikmedi.
Toplumsal çatlaklardan yararlanarak, henüz
göreve gelmiş bir savcının, Paris Belediyesine ait muhteşem bir daireyi,
üstelik de ucuz bir fiyata işgal etmekte olduğunu, Canard Enchainé sayesinde öğrenmiş olduk. Bunun ortaya çıktığı
günün akşamı Jacques Chirac, France3 TV kanalında haftalık bir programı idare
etmenin yanı sıra, France Inter radyosunda “felsefi” bir program yapan ve yeni
kurulan eğitim amaçlı televizyon kanalına da başkan olarak atanan Jean-Marie
Cavada’nın konuğu idi. Onca yeteneğe sahip (düşünür, gazeteci, eğitimci,
yapımcı) Jean-Marie Cavada, herkesin merakla beklediği soruyu tereddütsüz
sordu: “Sayın Cumhurbaşkanım, çok merak
ediyorum, sanıyorum izleyicilerimiz de merak ediyordur, ezbere kaç elma türü
sayabilirsiniz?” Oldukça gülünç ve hatta pervasızca bir durum.
Kısa bir süre sonra, kamuoyu yoklamalarında
önde giden J. Chirac ile şansını deneme sırası France2’ye geldi.
Bundan on beş yıl önce, gene Canard Enchainé’nin ortaya çıkardığı
“elmas meselesi” hakkında Valéry Giscard d’Estaing’e soru soracak
gazetecilerin, o lanetli soruyu yönelterek başkanlığın gazabına uğrayacak,
süklüm püklüm olacak kişiyi seçmek için aralarında kura çektikleri anlatılır.
Alain Duhamel 1979 Kasımında mesleğini yapma hakkını böylelikle elde etmişti.
Aradan yedişer yıllık iki başkanlık dönemi geçmişti; Nouvel Observateur’ün o zamanki yayın yönetmeni olan ve bu nedenle
devlet televizyonundaki meslektaşlarından daha az misilleme tehdidiyle karşı
karşıya bulunan Laurent Joffrin, cesaretini toplayıp şöyle dedi:
— Laurent
Joffrin: “Bay Chirac, düşüncenizi
öğrenmek için size sevimsiz ama esaslı bir soru soracağım, sanırım gazeteciler,
hep adayların hoşlanacakları soruları sormak zorunda değildirler.
— Jaques
Chirac: Elbette.
— Laurent
Joffrin: Canard Enchainé’de yayınlanan
makale bir tartışma başlattı. Bu makalede, sizin kiraladığınız, ailenizin
kiraladığı yedinci ilçede bir apartman dairesi söz konusu edildi, yani söz
konusu edilmişti.
— Jacques
Chirac: Daireyi kiralayan benim.
— Laurent
Joffrin: Siz mi? Bir gayrimenkul işinden
çıkar sağladığınız, bu sayede gayrimenkul olarak bu apartmanın sahip olduğu
konfora nazaran ucuz bir fiyata kiraladığınız yüzünüze karşı söylendi,
eleştirildiniz. Siz de her şeyin yasal olduğunu, öyleyse yolsuzluk
bulunmadığını söylediniz. Bu konuda aksini iddia eden olmadı. Ama görüntü
açısından ne de olsa biraz can sıkıcı değil mi? Çünkü bu, yine de size, tamamen
dürüst olsa bile –ki herkes dürüst olduğunu düşünüyor– normal vatandaşlara
kapalı belirli bir ayrıcalıktan –ötekilerle birlikte ve tıpkı ötekiler gibi–
yararlanan çıkarcı herhangi biri görünümünü biraz verme tehlikesi taşıyor,
çünkü ne de olsa söz konusu kira, apartmana göre besbelli ki çok düşük bir
fiyattır.”
Adayların daha kaba sorulara muhatap
kaldıkları da olmuştur.
Fransa’da bir cumhurbaşkanı ölmüş de olsa,
saygı uyandırır. Timisaora (Romanya’daki Timaşver kenti, ÇN) toplu mezarlarının
sahte olması, Körfez Savaşında medyanın yoğun biçimde savaş şakşakçılığı
yapması, Maastricht referandumunda Avrupacılığı, 1994’te Balladurculuğu yoğun
biçimde savunması karşısında oluşan hoşnutsuzluğu dikkate alan özeleştirel bir
yorum görmek mümkün olmadı. Ve medyanın, yekvücut halde Juppé planını hararetle
desteklemesinin üzerinden olsa olsa iki ay geçmişti ki... François
Mitterrand’ın ölümüyle birlikte Fransa’yı yeni bir çiğ gazetecilik ve yapay
birlik-beraberlik dalgası sardı. Olaylar dikkat çekici ama can alıcı nitelikte
değildi. Ölen kişi artık cumhurbaşkanı değildi –eski partisi yavaş yavaş onun
yaptığı işlerin dökümü gibi elim bir işe koyulmuştu. Dünya çapında ilgi
uyandırmış biri de değildi; sağ, hiçbir zaman ondan hoşlanmamıştı, çünkü
iktidarı elinden almıştı ve sağ onun solda olduğunu düşünüyordu. Solun önemli
bir kısmı da geçmişini öğrenip yaptıklarının sonuçlarını düşününce ondan
kopmuştu. Oysa Fransa’nın otuz yılı aşkın tarihine damgasını vurmuş bir kimsenin
taşıdığı değeri tartışmak için onun beklenen ölümünü vesile yapmak yerine,
gazetecilerin neredeyse tümü hazırladıkları dinsel ayini andıran programlarda,
Mitterrand’ın ardından yağcılık yapma yarışına koyuldular. Hep birlikte
çıktıkları Vézelay Kilisesi semalarındaki helikopter gezisinde, eski
cumhurbaşkanıyla geçmişte gerçekleşen çeşitli diyaloglarını, özel mülakatlarda
kendilerine neler söylediğini vb. aktarmayı daha uygun buldular ve onu,
neredeyse çağımızın Saint-Simon’u ilan ederek asıl konudan uzaklaşmayı
yeğlediler. Bazıları dengesizlikte daha ileri giderek, kendilerini haftalık
derginin başına kadar taşıyan Mitterrand’cı uysallıklarını övdüler14 Öyle anlaşılıyor ki karmakarışık
politik zeminde bazıları için (Serge July, Franz-Olivier Giesbert),
Mitterrand’ın cenaze töreni, vekâleten kendi kendini kutlamaktan farksızdır;
zaten eski cumhurbaşkanında en değer verdikleri şey tam da onun fırsatçılığı ve
düzenbazlığıdır.
13 Ocak 1996 günü France2’nin öğlen ana haber
bülteninde, artık âdet haline getirdiği ve kendi düşünce fukaralığına denk
düşen bir program sergilendi: “Mitterrand ve şapkalar” hakkında bir röportaj.
Bu konu, örneğin Mitterrand ve onun, servetlerinin hızla artmasına yardımcı
olduğu sicav hissesi sahipleri, ya da Mitterrand ve Mitterrand’ın sokağa atılıp
sefalete sürüklenmelerine neden olduğu çelik işçileri gibi başka herhangi bir
konuya göre çok daha faydalı görülmüştü. Oysa daha iki gün önce Le Figaro’da Jean-Luc Mano, –France2’nin
o zamanki haber müdürü– kamuoyu önünde, kendisinin de ötekilerle birlikte
hizmet etmekte olduğu boş vaat fıçısını meşrulaştırmak için çırpınıyordu: “İçinde bulunduğumuz şu milli birlik
günlerinde eleştiriye pek yer vermediğimiz için kınandığımız oluyor. Eleştiriye
az yer veriyorsak bunun nedeni, herhangi bir çatışmanın yaşanmaması ve
tarafların karşılıklı olarak bir çeşit ateşkes ilan etmiş olmalarıdır.”
Haydi oradan, karşı iktidar denilen şeyin bu şekilde tarifine ancak başka bir
tanımlama yaraşır.
Körfez Savaşı sırasında basın, savaşı
kızıştırmakla meşgul oldu. L’Humanité
ve aralıklı olarak La Croix dışındaki
bütün günlük gazetelerin yönetmenlerinin, askerlerimizin hizmetine girdiği bu
çatışma sürecinde gazetecilerde eleştirel yaklaşımın yok olduğuna dair çok şey
söylendi.15 Radyolar, televizyonlar ve haftalık yayınlar neredeyse tek vücut
olmuş, Cezayir’de yenik düşmüş ve ıskartaya çıkmış subaylar için hazırlık
kursları sınıfına dönüşerek ve Araplardan intikam almak için yanıp tutuşarak,
hep bir ağızdan bağrışıyorlardı. Gene de bazı aykırılıklar ve bu üstü kapalı
oyuna ortak olmayı reddeden bazı gazeteciler çıktı. Libération gazetesi ve
France2’den bazı isimler hâlâ herkesin hafızasında. O günlerde bozguna uğramış
bir mesleğin onurunu, biraz onlar kurtardılar.
Bu çatışma süresince, kablolu yayınlarla Fransız
devlet kanallarından yayınlanan programları ve Amerikan televizyonlarının haber
programlarını sürekli izleyen bir kimsenin dikkatini, bir şey kesinlikle çekmiş
olmalıdır.
Dikkat çekici bu şey, CBS ve CNN’nin
gazetecilerinin, resmi demeçler ve omzu kalabalıklar karşısında, Parisli
meslektaşlarından daha az boyun eğmiş olmaları değildir. Yumuşak başlılığın
dozu aslında aşağı yukarı aynıydı. Tuhaflık başka yerdeydi. Alınan tüm
kararların ve operasyonların her bir ayrıntısının yegâne kaynağı Beyaz Saray olduğu
halde, Paul Amar gibi Parisli gazetecilerin, Elysée Sarayı’nda “savaş konseyi”
kurulduğu ve tayin edici önemde “ültimatomların” buradan Bağdat’a
gönderildiğini tantanalı bir şekilde ispatlamak için canının çıktığı
görülüyordu. Ve bütün bunlar, canlı yayında söyleniyordu. ABD’de bu haberin
epeyce bir saat farkıyla yayınlanmasından dolayı, ulusal girişimciliğimizin
kaderine ilişkin derhal daha fazla bilgi edinmek isteyen sınırlar ötesindeki
yurtsever gazetecilerimiz sabırsızlanıyorlardı. Ne yazık ki uzaktan kumanda
aletine parmağınızla basit bir dokunuş, Fransa’nın kendisine düşen rolü
oynadığına inandırmaya dönük bu çalım satmanın fos olduğunu anlamak ve gerçeği
görmek için yeterli oluyordu. Daguet Birliği’nin piyade topçularını göndermek
dışında bir katkısı ve etkisi yoktu. Amerikan televizyon kanallarına dönüp
bakınca, diplomatik ve askeri alanda asıl hiyerarşinin nerede olduğu hemen
anlaşılıyordu. Kimse, küçük bir kısa haber olarak bile, savaşın kaderi ile
ilgili olarak Paris’te yaşandığı söylenen bu mühim gelişmelerden söz etmiyordu.
Körfez Savaşı sırasında iktidar ve
gazetecilerin birbirleriyle kaynaşmalarının köklü nedenleri nelerdi? “Müttefik”
uçakları eski Mezopotamya’yı yıktıklarında, Charles Villeneuve gibi ender
rastlanan incelikte bir kültür adamı, bunu gayet iyi açıkladı: “Bu, uygar dünyanın Araplara karşı
savaşıdır.” Ama gene de ulusal benmerkezcilik ve “uygarlaştırıcı misyoner
takımı”nın sömürgeci özlemleri, sadece ikincil bir rol oynadı. Buna karşılık,
havaya girmiş izleyiciler, olan biteni “sonsuz
bir zevkle”16 seyredip, “şaşaalı bir
devri” akıllarına getirdiklerinde; herkesin, bilhassa da “iletişim çağı”nın
kendilerine özel bir sorumluluk yüklediğini düşünenlerin kendilerini geri
çektikleri böyle zamanlarda, herkeste ulusal birlik coşkusu ortaya döküldü.
“İktidar karşıtı” olmak kendilerinin ve gazetelerinin gücünü tehdit etmemiş
miydi? Basın mensuplarının birçoğu, o zaman kurtlarla birlikte ulumayı
yeğlediler. Oysa gazeteci, başkaldırma gibi bir niteliğe sahip olduğunu,
heyecan ve hoşgörüsüzlüğün kabardığı o dönemde gösterebilmeliydi. Oysa o tek
yumruk olma rüzgârına kendini kaptırıp çamura batmaktan, teknolojinin sağladığı
en yeni oyuncaklarla caka satmanın düşünülebildiği hayasızlık seline
kapılmaktan, düşmana karşı cephe oluşturup ordusu ve ülkesiyle birlikte
“seferberlik halinde” olmaktan hoşlanmaktadır. Halk ile iktidar17 arasındaki uzlaşmanın pekişmesi için,
gazeteci uyanıklığının bir kenara bırakılması gerekiyordu. Böylece gerçeği
itiraf etmenin yerini hizmet etmekten duyulan mutluluk alıyordu.
Maastricht Antlaşmasına ilişkin referandum
kampanyası döneminde, Körfez Savaşında görülen taşkınlıklar tekrar yaşandı.
Burada da birçok şey iç içeydi: Halk geçmişe özlem ve korkudan başka bir şey
bilmiyorken, geleceği (“Avrupa’yı”) kuran seçkin azınlığı cesaretlendirme
arzusu duyuluyor; özellikle “popülist” ve “milliyetçi” aşırılara karşı mücadele
ettiği durumlarda merkez eğilimler içgüdüsel olarak tercih ediliyor: Baştaki
nedenlere özellikle duyarlı olan “uzmanların” ve “aydınların” görüşleri onaylanıyordu.
Saçma olana karşı sağduyu, gizli kapaklı olana karşı açıklık, geçmişe karşı
gelecek, başıbozukluğa karşı düzen; sınıfsal ve belli bir kasta ait bu
küçümseyici söylev, Juppé planına karşı gösteriler sırasında birdenbire su
yüzüne çıkacaktı.
Maastricht sorununda kalkış noktası temelli ve
oldukça basitti. Söz konusu olan şey, “rekabetin
serbest olduğu açık bir ekonominin” doğuşunu hızlandırmaktı. Sosyalist
bakanların tamamının, sağ muhalefetin çoğunluğunun ve parlamenterlerin %
89’unun, böyle büyük bir mutluluğu öngören bir antlaşmayı onayladıkları iyice
ortaya çıkınca, karşı-iktidar, hizaya girmekten başka yapacak bir şeyinin
kalmadığını anlamıştı. Kuşkusuz ki onun bu durumu, o anki ideolojisini ve
ülkenin politik, sosyal ve entelektüel seçkin azınlığına ait olma duygusunu
doğal olarak iyice güçlendiriyordu. Ama yine de aşağıdaki alıntılar,18
arkasından gelecek olanlar akılda tutularak okunmalıdır.
20. yüzyıl tarihçileri henüz kamuoyu
yoklamaları şimdiki kadar gelişkin değilken, kamuoyunun durumu hakkında bilgi
toplamak istediklerinde uzun bir süre gazeteleri okumaya dalarlardı. Le Monde, France Soir ve Le Figaro’ya, Le Nouvel Observateur, Paris Match ve L’Express’i şöyle bir taradıktan sonra, sırayla RTL, RMC, France
Inter ve Europe1’in yayınlarını dinler ve televizyon haberlerine göz atar ve bu
turu Les Echos veya Télérama ile tamamladıklarında,
komünistlerinki haricinde genel eğilimi değerlendirebilecek durumda olurlardı.
Ama eğer Eylül 1992’de bir tarihçi böyle bir denemeye girişmiş olsaydı, her
şeyden önce ilkin, ayakta kalabilen günlük gazetelerin sayısındaki düşüşü fark
ederdi.19 Ama referandumda, “hayır” oylarının neredeyse çoğunluğu oluşturacağını asla hayal edemezdi, çünkü adı geçen
yayın organlarının –ve burada anılmayan diğerlerinin– ezici çoğunluğu, “evet”
oyu verilmesi çağrısında bulunmuşlardı.
MAASTRICHT’İN
KOÇLARI
“Demokratik
sistemimizin çıngırağı bozuldu”, “sapkın
basının kampanyası”, “sinsi
gazeteciler”: Büyük bir haftalık derginin değerlendirmeleri ve François
Mitterrand’ın medyayı teşhir etmek için söylediği bu sözler “Habaş Olayı”ndan
sonraya denk geliyordu. Maastricht Antlaşmasına ilişkin tartışma boyunca ise
çıngırağın, “evet” lehine pek sorunsuz çalıştığı görülüyor. Sosyalist hükümet,
sağın liderleri ve işverenler; istenilen yankıyı veren, saygılı ve neredeyse
yekvücut olmuş bir basına sahiptiler. Okurlarının baskısı altındaki bazı büyük
ulusal gazeteler tereddüt ediyorlardı ama “karar
vakti” gelip çattığında, “uzun ve
hararetli tartışma” “eleştirel bir
evet”le noktalandı. (Alain Peyrefitte, Le
Figaro) Diğerleri, daha çok ölçüyü kaçırmış, tekrarcı, kestirmeden giden
yayın yönetmenleri sayesinde tartışmayı daha hızlı sonuçlandırdılar. Le Monde’un o zamanki yönetmeni Jacques
Lesourne, kalemi kâğıdı eline aldı ve şöyle dedi. “Referandumda bir hayır sonucu çıkarsa bu, Fransa ve Avrupa için,
Hitler’in iktidara gelişinin yol açtığı yıkımdan sonraki en büyük felaket
olur.” Haftalık basına gelince; sahip olduğunu iddia ettiği çoğulculuğun
yapay niteliğini, kuşkusuz Körfez Savaşından beri bu denli açığa vurmamıştı.
Bazılarının “köklü ve dramatik bir
kumar”, başka bazılarının da “Fransa’yı
parçalayacak” bir tehdit olarak değerlendirdikleri referandumda “evet oyunun avantajları” yine de ağır
bastı. Ne de olsa “rahatça hayır demek
mümkün değildi ve eğer daha makbule geçecekse felaket tellallığına bile
başvurulabilirdi.” (Claude İmbert, Le Point) Kuşkusuz seçmenler, Fransa’da
egemen düşünceyi yayan haftalık dört büyük dergiyi mutlaka okumak zorunda
değillerdi. O dönemler Jean François Kahn tarafından yönetilen Evénement du Jeudi, diğerlerine göre
sadece biraz daha hararetliydi. Ama Le
Point, L’Express ya da Nouvel Observateur’ün felaket habercisi
kapak sayfalarına bakıldığında da, iç sayfalara garnitür olarak serpiştirilmiş
yorum ve haberlerin çeşitliliği hakkında çabucak bir fikir edinmek mümkündü. Ve
1992 Eylülünde bu tür tartışmalara oldukça mesafeli olduğu sanılan Télérama
bile “Avrupa para birliğini
gerçekleştirmek” üzere “kapıya
dayanan bu fırsatın” üzerine atladı. Radyolar bedava ve “amatör”
olmalarının yanı sıra, aynı zamanda “evet” ve “hayır”ı kabul eden iki Fransa
olduğu fikrine açık olacaklar mıydı? Böyle bir şey, Elisabeth Guigou ve Valery
Giscard d’Estaing’in, François Létard ve Pierre Bérégovoy’un ortak
mitingleriyle üstü örtülmüş eski bir yarayı kaşımak demek olurdu. Böyle bir
tehlikeyi savuşturmak için, söz hakkı sadece zaten yazılı basında da köşeleri
tutmuş bulunan ve modern Avrupa fikrine kazanılmış olanlarla sınırlandırıldı. L’Express’te veya Le Point’da okumadınız mı? Europe1’den de dinleyebilirsiniz. RTL’de
söylenenleri pek iyi anlayamadınız mı? Öyleyse Le Nouvel Economist’i yeniden okuyun. Tanınan gazetecilerinin
hepsinin de “evet” yandaşları olduğu bilinen France2 televizyonundaki Gerçek Saati programına gelince;
yapımcısı François Henri de Virieu’yü RMC radyo istasyonundan izleyip,
Guillaume Durand ve Jean d’Ormesson’un TF1 kanalında cumhurbaşkanına hediye
ettikleri program hakkındaki şu yorumunu dinlemek yeterliydi: “Her şeyin ya gazeteciler tarafından ya da
SOFRES kamuoyu yoklamalarına katılanlar tarafından dile getirildiği bir
ortamda, Philippe Séguin’in (‘hayır’ yanlısı) orada bulunması, tartışmanın netlik kazanması bakımından mutlaka
gerekli değildi.” Gerçi “tartışma” netleşmiş olsa da hedef her zaman aynı
değildi. Biri, “Avrupa’da barışı teminat
altına almak ve dünyanın en güçlü parasına sahip olmak istiyor muyuz?” diye
soruyor, diğeri “Pazartesi günü ya daha
güçlü olacağız ya da daha güçsüzleşmiş olacağız” diye yanıtlıyordu. Bir
üçüncüsü, “hayır oyları Fransa’nın itibarını
düşürür, evet oyları ise elindeki kozlarını güçlendirir” deyip kesin
hükmünü veriyordu. Bu ahenksizlik pek mütevazı bulunmuş olacak ki, dokuz
program yapımcısından sekizinin Maastricht yanlısı olduklarını açıkça ilan
etmiş oldukları bir radyoda, haftalık bir derginin “evet” yanlısı bir
yönetmeniyle, günlük bir gazetenin yine “evet” yanlısı yönetmeni arasında
tartışmayı kızıştıracak bir şeyler bulunabildi. France Inter radyosunda
düzenlenen bir “tartışma” programında ise, ilk defa bir konu üzerinde –...Maastricht’e
evet konusunda– hemfikir olan iki çevreci, Brice Lalonde ile Antoine Waechter
karşı karşıya getiriliyordu. Europe1’de her pazar, “evet” yanlısı iki gazeteci
(Serge July ve Alain Duhamel), “Karşı Karşıya” programına çıkıyorlardı. Bernard
Pivot’nun, “zenginlerin ve medya
maymunlarının küstah azınlığı”, “tuzu
kuru horultucular topluluğu” diye nitelendirdiklerinin karşısında cahil ve
fanatik pleblerden başka kimse yoktu. Onlar da “haydutlar”, “bozguncular
çetesi”, “yıkıcılar”, “umut söndürenler”, “Münih ve Rostock nazi sürülerinin artıkları”, “barbarlar” olarak nitelendirilip, Jean-François Kahn’ın mütevazi
deyimiyle “dikenli tellerden örülü bir
hayır’ı, açıklığın evet’ine” ve “etnik
arınma mantığını, Avrupa’nın kaynaşmasına” tercih edenler olarak mahkûm
edildiler ve bir de üstelik daha beteri ile tehdit edildiler: O dönemde Brüksel
Komisyonu’nun başkanı olan Bay Delors, “hayır” çıkarsa istifa ile tehdit
ediyordu. Daha iki sene önce Iraklılara karşı pek de barışsever davranmayanlar
şimdi hep bir ağızdan “Yeter artık savaş
istemiyoruz!” diye haykırıyorlardı. Basından bahseden kişi, basın
dosyasından da söz ediyor demektir. Basın
Dosyası adıyla bir program hazırlayan İvan Levai’nin France Inter’de –pek
istemeyerek de olsa– görüşler arasında bir denge kurmaya çalıştığı dönemde,
yine “evet” eğilimi “hayır”a göre daha ağır basıyor ve daha bir hararetle
dillendiriliyordu: “Edgar Morin’in
yazısının aktarılması (ikinci kez okunuyordu) bana, neredeyse bir zorunluluk gibi görünüyor” diyordu. Ve “Le Figaro, evet lehine son argümanların
dökümünü yapmaya girişince” France Inter’in tek gözü görmez Basın Dosyası’nın, bunu birlikte
yapmaktan geri kalmayacağına kimsenin kuşkusu yoktu. İstasyonun haber müdürü
de, Bay Giscard d’Estaing’in kampanyasıyla “büyülenmiş
ve heyecanlanmış” olduğunu, Bay Barre’in kampanyasından ise “çok etkilendiğini” ve Bay Rocard’ın ve
Fabius’un “verdiği söylevlerin düzeyinden
duyduğu heyecanın” tasavvuru imkânsız ve çok yüce olduğunu, zaten itiraf
etmişti. O anda yanında bulunan, istasyonun dalkavuk gazetecilerinden birisi de
“evet yanlılarından başka kimse yok” diye
yağcılık yapıyordu. Tabii “hayır” yanlısı görüşler de dile getirildi, ama daha
az, alelacele ve mikrofonun bir tuzak gibi uzatıldığı anlarda. Jean-Pierre
Elkabbach’ın Europe1’de yönelttiği sorular, militan karakterliydi. “Yalnızca sloganlarla konuşmasını engellemek
için”, Philippe de Villiers’in sözünü kesti. Pierre Messmer’i ise şu
sözlerle dinleyicilerine tanıttı: “General
de Gaulle’ü ölümünden yirmi iki yıl sonra konuşturup, Maastricht’e hayır diyen,
de Gaulle fanatiği”. Diğer yandan Bay Giscard d’Estaing ile konuya giriş
daha zarif oldu: “Evet lehinde
yürüttüğünüz muhteşem kampanya, aynı zamanda pedagojik ve sağduyulu bir
kampanya oldu.” “Evet” yanlıları
eğer fazla sıcak karşılanmamışlarsa, rahatsız oluyorlardı. Örneğin France2’de
Başbakan Pierre Beregovoy, saygıda kusur eden bir gazeteciye sertçe şöyle
demişti: “Benim pek acelem yok, umarım
sizin de yoktur.” Doğru, kanal ona tahsis edilmişti. Gerçekten de bolca
zamanları vardı. TF1’de üç saat boyunca hepsi de “evet” yanlısı üç gazeteci, “değişik eğilimleri temsil eden bir topluluk
önünde” cumhurbaşkanına sorular sordular. Çevreci Kuşak adlı marjinal
grubun ülkenin belli başlı partilerinden biri olarak tanıtıldığı programda, çok
iyi bir zamanlamayla on bir seneden beri kanser olduğunu kısa bir müddet önce
açıklayan cumhurbaşkanı, gece saat 11’e doğru biraz Bay Seguin’le karşı karşıya
geldi. İngilizlerin günlük gazetesi The
Guardian, o geceki programı, “Birleşik Avrupa’nın politik bir reklamı”na
benzetti. Programa katılanlardan biri olan Jean d’Ormesson, beş yıl sonra,
bunun tam “bir propaganda yayını” olduğunu itiraf etti. Evénement du Jeudi’nin desteklediği Bay Fabius, gene de durumdan
yakınıyordu: “Eğer medyaya inanılacak
olursa ‘hayır’ daha fazla ilgi uyandırıyor.” Radyo Televizyon Üst Kurulu
da, yaz ayları boyunca “evet” propagandasına daha çok yer verildiğini kabul
ediyordu. Açıklamaya göre “evet” propagandasına, TF1’de % 46, France2’de % 53,
France3’de % 19.1 oranında daha fazla zaman ayrılmıştı. Ama Alain Duhamel yine
de, “Yaz boyunca ‘hayır’ eğilimi referandum kampanyasını kendi tekeline aldı”
değerlendirmesini yapıyordu. Duhamel’in kendisi ise medyadaki tekelleşmeye o
kadar karşıdır ki, aynı anda Europe1 radyosunda, France2 televizyon kanalında, Le Point dergisinde ve Le Quotidien de Paris adlı günlük
gazetede gazeteci ve köşe yazarı olarak çalışmaktadır. Tokyo’daki Fransız
muhabirleri, “Japonya, Maastricht’e evet
oyu verdi” diye belirttiler. Bu bilgi Brüksel’deki Japon elçiliği birinci
sekreteri tarafından doğrulandı. Amerika’ya gelince, Figaro’nun özel muhabiri Stanley Hoffmann, New York Times ve başkan adayı Bill Clinton, uzaktan hepsi de
Maastricht Sözleşmesinin kabulünden yana olduklarını belirttiler. Ama yine de Nouvel Observateur, biraz sıkıcı gelmeye
başlayan bu açıklamaları dikkate almayıp şu başlığı attı: “Maastricht neden Japonya ve ABD’yi korkutuyor?” Ve Başbakan
Bérégovoy Körfez Savaşından bir yıl kadar sonra, eğer “hayır” yanlıları
kazanırsa Fransa yarın, “Bush’a karşı direnemez” dediğinde birçok yorumcu
tarafından desteklenmişti. Ne var ki Bush’un kendisi de Maastricht’ten yana
olduğunu açıkça ilan etmiş bulunuyordu! Her yol mübah görüldü. Avrupa para
sisteminin (SME) başarısının, ortak paraya geçişin teminatı olduğu
söyleniyordu, SME’de çatlaklar başlayınca bu kez de, bu durumun ortak paraya
geçişi zorunlu kıldığı öne sürüldü. Ve nihayet bazı ufak dalavereler de döndü.
“Hayır” eğiliminin yetkin avukatlığına soyunan Bay Seguin’in aslında gizliden
gizliye “evet”in zaferini arzu ettiği söylentisi yayıldı. Zamanın Sanayi Bakanı
Dominique Strauss-Kahn “Eğer ‘hayır’
kazanırsa para piyasasında fırtına kopar, ‘evet’ galip gelirse faiz oranlarında
düşüş yaşanır” diye söz vermişti. “Evet” kazandı ama faiz oranları
yükselmeye devam etti. Bérégovoy önceden uyarmıştı: “Yeterince bilgili olanlar, tercihlerini ‘evet’ yönünde kullanırlar.” 1 De Gaulle’un Radyo-TV’den sorumlu
bakanı, Çin uzmanı, sağcı Le Figaro gazetesinin yöneticisi. ÇN
2 II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline
karşı de Gaulle’cü Direnişçilerin Londra’dan yayın yapan radyosu. ÇN
3 Devlet tekeli zamanındaki Fransa Radyo ve TV
İdaresi. ÇN
4 Christine Ockrent, La mémoire du cœur, Paris, Fayard, 1997, s. 244.
5 Birincisi sıradan: Roland Cayrol, Médias et démocraties: la dérive, Paris, Presses de
Sciences-Po, 1997.
6 Alain Touraine, Juppe planını açıktan
destekleyerek işçi hareketini suçlayan, liberal “solcu” bir sosyologdur. Sağcı
liberallerle birlikte küreselleşme teorisyenliğine soyunmuş olan tanınmış
“aydın”lardan biridir. ÇN
7 İkincisi istisnai: Alain Accardo, Georges
Abou, Gilles Balbstre ve Dominique Marine, Journalistes au quotidien, Bordeaux,
Le Mascaret, 1995
8 Aktaran, Pierre Péan ve Christophe Nick,
TF1: Un pouvoir, Paris, Fayard, 1997, s. 304-305.
9 Süddeutsche
Zetung, “Başbakanla hangi gazetecinin
görüşebileceği konusunda pazarlık yapmanın, Almanya’da, gazeteciliğin
bağımsızlığı kuralını zedeleyen bir davranış olduğunu” yazdı. Aktaran Le Monde, 25 Mayıs 1994.
10 Emmanuel Faux, Thomas Legrand ve Gilles
Perez, La main droite de Dieu: enquête sur François Mitterrand et l’extrême
droite, Le Seuil, 1994 ve Pierre Péan, Une jeunesse française, Paris, Fayard,
1994.
11 Guy Hocquenghem, Lettre ouverte à ceux qui
sont passés du col Mao au Rotary, Paris, Albin Michel, 1986.
12 Luis Beriot, Médiocratie française, Paris,
Plon, 1996, s. 50.
13 Louis Bériot’a göre, a.g.e, s. 18.
14 Evénement
du Jeudi (Edj) dergisinin baş hissedarlarından Thierry Verret 6 Mart 1997
tarihli sayıda, derginin yayın kurulu yönetimine alınan George-Marc Benamou ile
ilgili yazısında en ciddi pozlarından birini takınıp şunları yazıyordu: “Kaymak tabakanın dışında kalmış, şaşkınlık
yaratan ve sınır tanımaz kişiliğiyle o, ‘dördüncü kuvvet’ olarak adlandırılan
şeyin sağladığı rahatlıktan başı dönen bazı medya mensuplarının tersine; Edj’in
gerçekten karşı-iktidar rolü oynamasına katkıda bulunacaktır. Evenement du
Jeudi’ye şahsiyet kazandıran sınır tanımazlık ve hatta kışkırtıcılık gibi
özelliklerle de uyum sağlamaktan haz alacağını biliyorum. Yani başarı ve
sürekliliğin bütün bileşenleri bir araya toplanmış oldu.” Oysa George-Marc
Benamou, daha önce, François Mitterrand’ın ikinci yedi yıllık cumhurbaşkanlığı
döneminde cumhurbaşkanlığı sarayının haftalık yayını olan Glob’un yazıişlerini
yönetiyordu. Daha sonra, eski cumhurbaşkanının son yıllarını ele alan dinî bir
kitap yazdı. Evenement du Jeudi’ye
gelince: Jean-Luc Legardére’in, gazetenin sermayesi içindeki payının % 23’ten %
48’e yükselmesi, onun haddini bilmezliğinin teminatı oldu.
15 Bk. Michel Collon, Attention Médias! Les
médias-mensonges du Golfe, Brüksel, EPO, 1992.
16 TF1’de Etienne Mougeotte yakın iş arkadaşı
Christian Dutoit’nın önerileri. Buna, TF1’in eski yayın yönetmeni Pierre
Gérard’ın şunları eklediği rivayet edilemekte: “Bu yazıişlerinden gelip geçen
tüm düşünce akımlarının, “bougnoule” ve “raton” (Fransızların Araplar için
kullanıkları aşağılayıcı lakaplar, ÇN) tabirlerini kullanan Mageotte’un
davranış tarzıyla uyum sağladıklarını anlamak lazım” Aktaran, Pierre Pean ve
Christophe Nick, a.g.e, s. 436-438. Körfez savaşı sırasında başbakan Michel
Rocard’ın özel kalem müdürü olan, Jean Paul Huchon, Jours tranquilles à Matignon
(Grasset 1993) adlı kitabında, bu dönemi, yaşadığı en mutlu günler olarak
niteler.
17 Nisan 1991’de Europe 1 radyosunda
kendisiyle söyleşi yapılan bir kamuoyu araştırmaları kuruluşu görevlisi, geride
kalan çatışmanın sorumluluğunu daha o zamandan “kamuoyuna” yıkıyordu: “Körfez Savaşı sırasında Fransızların bir
dizi konu üzerinde yeniden değerlendirme yapabileceklerini gördük. Örneğin
gençlerin orduyla ilgili, bütün Fransızların ise Amerika ile ilgili
fikirlerinde değişiklikler yaşanmasına tanık olduk. Eğer üzerinde dikkatle
durulmazsa bu eğilim, Fransızları rehavete sürükler.” (Aktaran, Patrick
Champagne, “Çoğunluğun Yasası,” Toplum
Bilimleri Araştırması, No 101-102, Mart 1994.)
18 Daha ayrıntılı ve metni ağırlaştırmamak
için burada ayrıntılı olarak yer verilmeyen göndermeler için: Bkz. Le bêtisier
de Maastricht, Paris, Arléa, 1997. Serge Halimi, “Décideurs contre
délinquants”, Le Monde Diplomatique,
Kasım, 1992.
19 Fransız günlük gazetelerinin sayısı 1946’da
(28’i ulusal ve 175’i yerel olmak üzere) 203 iken, 1995’te (11’i ulusal, 56’sı
yerel) 67’ye düşmüştür.
2 -
PARA KARŞISINDA İHTİYAT
Fransız gazetecileri, gazetecinin bağımsızlığı masalını kanıtlamak için,
biraz da kuşku uyandıracak tarzda, sadece politik iktidarla ilişkilerine atıfta
bulunurlar. Bu sınırlı alanda, hep aynı çerçevede, televizyonda dönüp dururlar.
Mesleğin özgürlüğünün kazanılmış gibi görünmesi için, devlet başkanına
–kendisinin isteği üzerine ve önceden kararlaştırılmış konularda– sorular soran
kişinin ses tonunun, Michel Droit’nın Charles de Gaulle’la ya da Patrice
Duhamel’in Valery Giscard d’Estaing’le yaptığı “söyleşiler”dekinden biraz daha
gür çıkması yeterli oluyor. İktidarın icra edildiği mekân yer değiştirdiğine ve
Elysée’nin Fransızlara, işletme yaşamına uyum sağlamayı öğütlemekten başka bir
işlevinin kalmadığı düşünüldüğüne göre, basını bunca uşaklığa zorlayan bu
işletmeler karşısındaki kayıtsızlığın nedeni nedir peki?
Noam Chomsky şunu durmadan tekrarlar:
Medyadaki eğilimleri incelerken Batı ülkelerinde komplo teorisine başvurmaya
hiç gerek yoktur. Bir gün Amerikalı bir öğrenci şunu sordu: “Seçkin bir azınlık tabaka, medyayı tam
olarak nasıl denetliyor? Bunu öğrenmeyi çok isterim.” Cevabı şu olur: “Peki bu azınlık, General Motors’u nasıl
denetliyor? Sorun bu şekilde ortaya çıkmaz. Seçkin azınlığın General Motors’u
denetlemesi gerekmiyor, çünkü onun sahibi kendisidir.”20Fransa’da bir grup
sanayici ile medya arasında arapsaçına dönmüş ilişkiler; ülkeyi, “devlete, paranın gücüne ve dış etkilere
karşı, basının özgürlüğünü, onurunu ve bağımsızlığını” teminat altına alan
bir ibareyi programına koymak isteyen Ulusal Direniş Komitesi’nin Üçüncü
Cumhuriyet döneminde karşılaştığı koşullara sürüklemektedir. Elli küsur yıl
sonra Bouygues, Matra-Hachette, la Général des Eaux, Havas, La Lyonnaise des
Eaux gibi gruplar, medyada, Demirciler Örgütü’nün korkunç anılarının
mirasçıları haline geliyorlar.21
Bunun, bilgilendirme-habercilik bakımından
sonuçları nelerdir? 24 Temmuz 1993’te, TF1’in ilk haberi Françis Bouygues’in
ölümüyle ilgiliydi ve yirmi beş dakika boyunca onu göklere çıkardı (“muhteşem patron”, “yorulmak bilmez yatırımcı”, “eşsiz
bir şahsiyet”). TF1’in ekranlarına alışkın olan Edouard Balladur ve Jack
Lang, onun “ülkenin aydınlatılmasına”
büyük katkılarda bulunan “ender kişiliğinin”
aziz hatırasını selamladılar. Bouygues’in sahibi olduğu TV kanalında görevli
gazeteciler Patrick Poivre d’Arvor ve Anne Sinclair, duygularını dile
getirdiler. Bu çok büyük şahsiyetin cenaze töreni, zamanın başbakanının yanı
sıra Bay Lang, Tapie, Delon ve Lagardère, senato başkanı ve şimdiki
cumhurbaşkanını bir araya getiren bir vesile olmuştu.
France2’deki Gazeteciler Topluluğu’nun başkanı
Marcel Trillat, iktidarla France2 arasındaki ilişkilerden şöyle söz ediyordu: “Bakanlar, genellikle, güncel olaylar
gerekli kıldığında değil de, kendi işlerine uygun düştüğü zaman bize
geliyorlar.”22TF1’in bakan kadar ciddiye aldığı kişiler, bu kanalın en
büyük hissedarının esaslı müşterileridir. Bouygues, Fas’ta Kasablanka Camii ve
Agadir Havaalanını inşa etti. Çok kısa bir süre sonra Fas kralının, TF1’in ana
haberler bülteninde koltuğa kurulmuş olduğunu gördük. Aynı akşam Jean-Pierre
Foucault’un, çok güzel adlandırılmış Kutsal
Gece programının baş konuğu da yine kraldı. Bouygues, Angola açıklarındaki
petrol platformlarına ilgi göstermeye başlayınca, hemen birinci kanalın ana
haberlerinde Jonas Savimbi (Angola devlet başkanı, ÇN) boy göstermeye başladı.
Bouygues, Fildişi Sahilleri’nde yeraltından gaz çıkarmak için bir sözleşme
yapmak istiyordu (halen şirketi buradaki su ve elektrik dağıtımını elinde
bulunduruyor); Fildişi Sahilleri cumhurbaşkanı TF1 haber programına davet
edildi. Yani bu Avrupa kanalında, uluslararası aktüaliteye zannedildiği kadar
ilgisiz kalınmadı. Tabii televizyon izleyicileri halen devam eden büyük inşaat
işlerinden de haberdar durumda: İle-de Ré Köprüsü, Hongkong’daki ünlü yapılar,
Normandie köprüsü, büyük Saint-Denis Stadyumu. Kolayca tahmin edilebileceği
gibi Bouygues şirketi tarafından gerçekleştirilen bu proje ender olarak
dalkavukluk kokmayan sayısızca programın konusu oldu. Örneğin 6 Şubat 1996’da
yapılan bir röportajda olduğu gibi: “Devasa
bir şantiye”, “karınca gibi çalışan
350 kişi”, “Ne olağanüstü bir proje!”
Bouygues topluluğu aynı zamanda kültüre de çok meraklıdır. Küçük Buda filmi gösterime girdiğinde, ki film Francis Bouygues’e
ithaf edilmişti, Bertolucci, Anne Sinclair’in 7sur7 programına davet edildi.23Başrollerini Robert de Niro ve
Sharon Stone’un paylaştıkları Martin Scorcese’nin Casino filmi, TF1 tarafından finanse edilmişti. Sharon Stone 25
Şubat 1996’da 7sur7 programının
başkonuğu oldu...
Yirmi haberlerini ve Bouygues’in TV kanalında
on yıl boyunca pazar gecesinin aktüalite programını sunan Anne Sinclair’in konu
seçimi incelendiğinde, birçok izleyicinin ekrandakileri “daha önce duymuş” ve
“çok sık görmüş” gibi bir izlenime kapılmasının
(Balladur-Fabius-Sarkozy-Lang-Sarkozy-Fabius-Balladur...) nedeni çok çabuk
anlaşılır. Çünkü “1992 Aralık’ından 1995
Mart’ına kadar, sağın liderini belirleme kampanyasının iki yılı boyunca Balladur
yanlılarının Chirac yanlılarından dört kez daha fazla ekrana davet edildiği
saptandı. (...) Philippe de Viliers, 1993-1995 arasında 20 haberlerinde dört
kez ekrana davet edildi. Robert Hue hiç çağrılmadı (...) Jacques Chirac
yalnızca dört kez davet edildi (Kanalın özel sektöre devredilmesi ile 1995
yılı arasında) ve kendisinden önce on iki
önemli kişi vardı, Chirac ise, aralarında başpapaz Pierre ve Alain Minc’in de
yer aldığı beş şahsiyetle aynı düzeyde muamele gördü.”24
Ne var ki Bouygues’in televizyon kanalı
–hükümetlerden bağımsızlaştırması için 1987’de özelleştirildi– biraz utana
sıkıla da olsa kanalın baş hissedarının bulaştığı bazı karışık işleri de konu
etmekten kaçınmadı. Örneğin 7 Ekim 1995 Salı günü TF1’in haberleri, Fransız
mahkemesinin bir rüşvet işinden dolayı Patrick Le Lay’ı (o zaman TF1’in
başındaki kişi, ÇN) gözaltı ile onurlandırması olayını suskunlukla geçiştirdi.
19 Aralıkta Patrick Poivre d’Arvor şu haberi verdiğinde aynı ağzısıkılık devam
ediyordu: “Martin Bouygues, Lyon polisi
tarafından işadamı Pierre Botton’un İsviçre’deki hesaplarıyla ilgili yürütülen
soruşturma kapsamında Nanterre’de sorgulandı. Şirketin merkez binasında arama
yapıldı.” (Tam Metin) Üç gün sonra, tam bir ustalıklı özetleme anlayışıyla
haberleri bu kez Claire Chazal okuyordu (tam metin):
“Pierre
Botton’un İsviçre bankalarındaki hesaplarıyla ilgili soruşturma kapsamında,
Bouygues şirketinin başkanı Martin Bouygues hakkında, toplum malını kötüye
kullanmak ve yolsuzluktan soruşturma başlatıldı. Pierre Botton hakkındaki
soruşturma ise yataklık yapmaktan açıldı.”
Birinci haber on saniye sürdü, ikincisi ise on
üç. Bir yıl önce Claire Chazal, Edouard Balladur’a akıllıca bir sorusormuştu: “Sayın başbakan, yargıçların insan avına
girişmelerine şaşırmadınız mı?”
Bouygues’la ilgili olarak belirtilenler, başka
sanayicilerin pençesine düşen diğer basın organları için de geçerliydi.
Jean-Luc Lagardère Ağustos 1996’da Thomson-CSF’in üst kadrolarını şu sözlerle
ikna etmeye çalışıyordu: “Bir basın grubu
ele geçirmenin, siparişleri koparmak için temel önemde olduğunu göreceksiniz.”25
Gerçekten de ekim ayında Thomson-CSA
sözleşmesini –geçici olarak– dondurdu; kendi basın grubundaki yetkilerinden
vazgeçerek bunları Havas’a aktaran Alcatel-Alsthom’un zararına olan ve sembolik
olarak 1 frank karşılığında bir sözleşme. Thomson’un kadroları ortada
olmayınca, Matra-Hachette grubunun sahibi, Lagardère, Thomson’un üst kademe
yöneticilerinin değilse bile, her halûkârda Alain Juppé hükümetinin gönlünü
almasını bilmişti. Jean-Luc Lagardère, sahibi olduğu radyonun (Europe1)
söylediklerinden esinlenerek, onun neoliberal reçetelerini harfiyen uygulayan girişimciye iyi bir örnektir: “Rekabet çok korkunç, dünya büyük bir köye
dönüştü ve ancak kendini devletin ağırlığı ve baskısından kurtarmış olan işletmeler,
direnme gücü gösterebilir ve kazanabilirler. Hiçbir zaman politika yapmadım ve
yapmayacağım. Ama başbakanın (Alain Juppé) cesaretinin, bende hayranlık ve saygı uyandırdığını belirtmek isterim.
(...) Elbette Maastricht de, ‘euro’ya geçiş koşulları da beğenilmeyebilir ve
eleştirilebilir. Ama bu hedefe doğru ilerlemekten başka çare yok.”26Apolitizmi
öylesine güven vermişti ki devlet, Thomson’u Jean-Luc Lagardère’e sunmakta bir
an bile tereddüt etmedi.
Fakat “satış” işi suya düştü. Hachette grubuna
ait Paris Match dergisinde yazıyor
olmanın kendisine sunduğu tarifsiz özgürlükten faydalanan gazeteci Stephan
Denis öfkeyle şunları söylüyordu: “Başarılı
bir özelleştirmenin, sırf dinamik bir adamın ve kazançlı bir işletmenin
desteğinde yapılması yüzünden kuşkulu bir eylem gibi değerlendirilmiş olması
çelişkilidir.”
Denemeci-filozof, yapımcı, yayıncı, aynı
zamanda Hachette grubunun şubesi Grasset’te edebiyat danışmanı olan
Bernard-Henry Lévy, koroya katıldı ve hemen şunları belirtti: “Jean-Luc Lagardère dostumdur ve açıkça
söylemek gerekirse, Thomson’un şuna veya buna devredilmesinin yerinde olup
olmadığına karar verecek özel bir yetkinliğe sahip değilim.” Açıkça
söylemek gerekirse, “özel bir yetkinlik”
eksikliği, yeni yetme bir filozofa görüş belirtme hakkını asla yasaklamaz.
Bernard-Henri Lévy, “dostu”’nun (ve
aynı zamanda yeni çekeceği filmin finansörünün) soruşturmaya uğramasını, “büyük çılgınlık” ve “ortamın saçmalığının” kanıtı olarak
değerlendiriyor: “Daha korkunç
husumetlerle başa çıktığına tanık olduğum Lagardère için bir endişem yok. Ne
var ki, neredeyse her hafta yeni bir kişinin hedefe konduğu şu kahredici oyunu
düşünmemezlik de edemiyorum. Lagardère olayı bir emaredir. ‘Seçkinlerin kıyımı’
sürüyor.”27
1994 Mayısında Alcatel-CIT’in başkanı Bay Pierre
Guichet hakkında soruşturma açıldı, ardından hapse atıldı. O dönemde Générale
Occidentale –ki Alcatel’e % 100 bağlıydı– tarafından denetlenen haftalık L’Express’in köşe yazarı Jean-Claude
Casanova, bu hapsedilme işini derhal eleştirdi. Tabii o da “seçkinlerin
kıyımı”ndan endişe ediyordu: “Bir kişiyi,
hele de tanınmış bir kişiyi hapse atmak, ona henüz doğruluğu kanıtlanmamış bir
suçun cezasını çektirmek demektir.”28Birkaç hafta sonra L’Express, Alcatel-Alsthom’un o zamanki
başkanı Pierre Suard’ın “on iki saatten
fazla” gözaltında tutulmasını dahi tartışma konusu yaptı: “Yargıç biraz aceleci davranmadı mı? Şurası
kesindir ki, Pierre Suard hakkında soruşturma açılması, şirketin uluslararası
plandaki saygınlığına zarar verme tehlikesi taşıyor.”29Fakat Pierre Suard
ciddi bir biçimde suçlanınca, o zaman L’Express’te
gazeteci olan Sylvie Pierre-Brossolette, televizyonda cezanın ağır olduğunu
açıkladı: “Fransa’da birileri bir sıfırın
yanına başka bir sıfır eklemeye kalktığında, hemen homurtular başlar.” Yoksulların
ebedi kıskançlığını da hatırlattıktan sonra, ki bu çok yararlı oldu,
davranışlarını “tamamıyla şaşkınlık
verici” bulduğu yargıçlara çattı: “Bakanlara
ve patronlara aynı tarzda saldırmakta hiç sakınca görmüyorlar. (...) İlk kez
bir işletmenin yöneticisi, işyerini yönetmekten alıkonuyor!”30 Ne o ne de
program sunucusu Michéle Cotta, France2’nin seyircilerini, o dönemde Alcatel ve L’Express arasında var olan ilişkileri
konusunda akıl ettiler.31 Üstelik birkaç yıldan beri piyasa gazetecileri,
yargıçlarımızın, “sıfırdan başlayarak yükselmiş” ve sanayimizin “uluslararası
planda isim yapmasını sağlayan”, “ünlü kişilere saygı borcu bulunduğunu
unutmalarını –acaba tesadüfen mi?– kendilerine çok dert ediniyorlar.
Générale Occidental, 1994’te Fransızca
haftalık yayın piyasasının % 50’den fazlasını kontrol ediyordu. Ana şirket
Alcatel de kamu sektöründeki pazarın büyük bir kısmının talebini karşılayan çok
sayıda işyerinin sahibiydi. Böyle bir konumda bulunmanın, özelleştirmenin
incelenmesi veya hükümetin politikasının içeriğinin değerlendirilmesi konusunda
verilerin işlenmesini etkilemeyeceği düşünülebilir mi? 1994 Ekimine, Bouygues,
Alcatel ve Lyonnaise des Eaux’nun üçüncü radyo-televizyon şebekesini kapmak
için birbirleriyle mücadele ettikleri günlerde, ekonomik sisteme eleştiri
yöneltmekten kaçındığı bilinen Wall
Street Journal gibi bir gazete bile, Fransa’da, “politik kayırmacılığın ve medyanın etkisinin, sanayi stratejisi ve
teknolojiyi yapmak-bilmek kadar önem taşıyabildiği, potansiyel bir kısırdöngü”nün
var olduğunu belirtiyordu.32
Bouygues’in iki milyar franka karşılık
Saint-Denis büyük olimpik stadyumu sözleşmesini onayladığı belli olduktan
sonra, üstünlüğü sadece birkaç gün sürdü. Artık TF1 cumhurbaşkanı seçimlerinin
geleceği üzerinde oldukça fazla söz sahibi olmaya başlamıştı. Hem sonra, aday
olan Balladur, çok uzun zamandan beri Bouygues şirketinin zavallı rakiplerini
küstürmemeye dikkat ediyordu: La Lyonnaise des Eaux, Emanet Sandığı’nın kablolu
televizyon şebekesinin bir bölümünü ele geçirirken, Alcatel de cep telefonu
işini yönetecekti. Safın biri, basının para batıran bir sektör olduğunu düşünse
de bu böyle...
Patronun ve haberin çıkarları arasında kıskaca
alınan gazeteciyi bir de politikacılar uyarırsa, pek tatsız bir çelişki içine
girer. 1993-95 yılları arasında Edouard Balladur’un basın danışmanlığını yapmış
olan Bernard Brigouleix de bunu doğruluyor: “Başbakanın
bizzat kendisi, Çin’e yaptığı geziyle ilgili olarak hazırlanan ve pek nahoş
bulduğu kapak sayfası ve haberlerden dolayı, Le Point dergisinin tanınmış gazetecilerinden Catherine Pégard’i şöyle
azarlamıştı: Eğer sütunlarınızda yansıttığınız haberleri okumak içinse, Pekin’e
kadar gidip kendisine büyük ihaleler koparmamın pek bir anlamı olmadığını, baş
hissedarınıza (o dönemde Alcatel’in patronu Pierre Suard idi) ilettiğimi bilmenizi isterim.”33Gazeteci
bunu, nasıl bilmemezlik edebilirdi ki? Edouard Balladur, Pierre Suard’ı çok
yakından tanıyordu, hatta 1986-88 yılları arasında Chirac hükümetinde maliye
bakanı olduğu dönemde Alcatel-Alsthom’un özelleştirilmesi işini kotaran da
bizzat kendisiydi. Sonra muhalefete geçip sade milletvekili olduğu dönemde ise,
bu işletmeye bağlı bir yavru firmanın başına –kendisine yaraşır bir ücret
karşılığında– geçmişti.
1995’te Alcatel’in yerini Havas aldı. Canal
Plus’ü elinde bulunduran Havas Alcatel’in denetiminde olan medyadaki devasa
hisselere, hemen en yenisini, en fazla dinlenen Fransız radyosu RTL’ye
ortaklığı ekledi. Ama sonunda Générale des Eaux, Havas’ı denetimine aldı.
Pierre Dauzier’nin başkanlığındaki Havas’ın yönetim kurulu, bir ölçüde
karşı-iktidarın merkez komitesiydi.34 Buna
karşılık farklı görüşlerin üretildiği bir merkez miydi? Nisan 1997’de burada
bulunanlar şunlardı: Claude Bebear (UAP), Guy Dejouany (Générale des Eaux),
Lucien Douroux (Crédit Agricole), Albert Frère (Bruxelles-Lambert), Jean-Pierre
Albron (Alcatel-Alsthom), Guillaume Hannezo (Générale des Eaux), Jean-Marie
Messier (Générale des Eaux), René Thomas (BNP), Marc Vienot (Société Général),
Pierre Lescure (Canal Plus).35Bu yöneticilerin genellikle yukarıda belirtilen
şirketlerin patronları olduğu, onları PME’lerle (Küçük ve orta boy işletmeler,
ÇN) karıştırmanın yanlış olacağı anlaşılmıyor mu?
Rakip yayın organlarından birini okuyan hangi
gazeteci, gazetesinde dönen dolapların en azından bir kez olsun farkına varmaz?
Varır ve büyük bir şaşkınlık geçirir. Ne var ki yerellikten kurtulma ve
küreselleşmenin birinci hızlandırılmış yeniden yapılanması evresinde
yaşadığımızdan, “bilgi toplumu”nun neferinin, kendisine, Daewoo veya
Electrolux’un işçisinden daha duyarlı davranılması gerektiğini düşünmesi için
hiçbir neden yoktur. Bundan sonrası, Claude Bebear gibi –kaplan postu üzerinde
fotoğraf çektirmeye bayılan bu kişi Alain Madelin’in36 de yakın dostudur–
müşfik şahsiyetlerin lütfuyla, gazeteci, yırtıcı bir evrende yaşamayı öğrenir.
Avcıdan çok av hayvanı gibi.
Başkalarını, kendi durumu ve bağımlılığı
hakkında bilgilendirmeye gelince; 1996’da en üst makamın hoşuna gitmeyen37
Christine Ockrent’ın yerine –Havas’ın kontrolündeki– L’Express’in genel yayın yönetmenliğine Denis Jeambar getirildi. Bu
konuda okura biraz da eski Sovyetler Birliği’nin Kremlin uzmanları gibi
davranıldı. Gizli bir tasfiye hareketi yapılmış olmalı ki, birdenbire yayın
yönetmeninin başyazısı ortalıktan kayboldu. Durumu, ancak çok açıkgöz bir daimi
okur saptayabilirdi. Olayın olduğu hafta Christine Ockrent’in adı, derginin
“ours köşesinde” (yayın sorumlularının adlarının yazılı olduğu çerçevede) yine
vardı. Derginin bir sonraki hafta yayınlanan 2335. sayısında, yine “ours köşesinde”
yeni yayın yönetmeninin bundan böyle Denis Jeambar olduğu öğreniliyordu. Oysa
eğer Havas grubunun yayın organı ketum kibarlığını gösterecekse, habere ayrılan
sütunlarda bunu yapmak hiç de kusur sayılmazdı. Aslında L’Express, uzun zamandır “Kırmızı Sayfalar” adı altında medyaya bir
yer ayırmıştı. Küçük çaplı temizlik hareketi sırasında bu sayfalar görev
değişikliği söylentilerini çağrıştıyordu fakat Monte-Carlo Radyosu’nda... Bir
görev değişikliği sırasında başkalarının gizli zevklerini yüzüne vurmak, sizi
“şeffaflık” zorunluluğuna uymaktan alıkoymamalı.
Aslında pek yeni bir şey yok. Gazetecilere her
zaman daracık elbiseler biçilir, katı bir çerçeve çizilir. Geçen yüzyılda basın
özgürlüğü basına sahip olanlara aitti, geriye kalanlar için ise “yoksullar susun!”du.
Öyleyse, sahip oldukları saygınlığı kendi yeteneklerine değil de, kendilerine
sunulana borçlu olduklarını bile bile, basın mesleğinin profesyonelleri neden
dünyanın efendileri rolüne soyunmaya başladılar? Bir sanayicinin bu denli
ağırlığı olan bir etkileme aracına, kendi eğilimlerini dayatmaksızın nasıl olup
da para sayabileceğini hayal ettiler? Oysa, bu mülk sahiplerinin nadiren solun
militanları olduğunu öğrenmeye hiçbir engel yok. Pierre Suard ve Patrick La
Lay, Alain Madelin’i desteklediler. Rupert Murdoch, Margaret Thatcher’ı ve Newt
Gingricht’i destekledi. Conrad Black, Kanadalı tutucuları ve Bay Netanyahu’yu;
Silvio Berlusconi, Berlusconi’yi destekledi! New York Times’daki bir yazıda Edwin Diamond, bu bakımdan durumun
“karşı-iktidar” ülkesinde hiç de farklı olmadığını yazıyordu: “Gazeteciler karar verme yetkisinin
kendilerinde olduğunu düşünmekle yanılıyorlar. Gazete, Sulzberger ailesine aittir ve nasıl kullanılacağına,
herhangi bir oylamaya popülarite yarışması düzenlemeye ihtiyaç duymaksızın,
aile karar verir.” (“Punç”) lakaplı
Arthur Ochs Sulzberger bunu doğruluyor: “Eğer
akşam evde otururken, gazetenin ertesi günkü ilk baskısında hoşuma gitmeyen bir
şey görürsem, hiç tereddüt etmeden yazıişlerini arar, ‘çıkarın şunu’ derim.”38
Fransa’da L’Express’in
tarihi, bu bakımdan oldukça çarpıcı bir örnek teşkil eder. Gazete Fransa’da
Jean-Jacques Servan-Schreiber’e ait olduğu ilk zamanlarda, onun reformcu
hareketinin hizmetindeydi. Servan-Schreiber tarafından Jimmy Goldsmith’e
satılınca, duraksamadan o dönemde aşırı bir Thatcher yandaşı olan bu İngiliz
sanayicinin sesi durumuna geldi. “Hatıralar”ında
1981’de L’Express’ten istifa edişini
anlatan Jean-François Revel, yayın yönetmeni ile patron arasındaki herhangi bir
ideolojik anlaşmazlık gerekçesi göstermediğini belirtmeye özen gösteriyordu. (“Amacımın, L’Express’i liberal toplumun ve demokratik dünyanın
hizmetine koşmak olduğuna, Jimmy’ye tekrar tekrar güvence verdim.”)
Ayrılmaya neden olan uyuşmazlığın başka bir
gerekçesi vardı: Revel sadece, derginin şeklini, patronun atlantikötesi
zevklerine göre yeniden düzenlemeyi reddetmiş. Onun halefi ise daha az
özenliydi: “Baş hissedarın bilgece
yeteneklerini, yerinde ve güleryüzlü bir tutumla kabul etti.”39Ve hatta
Jimmy Goldsimith’in dergisi bir gün, kapak sayfalarını ve o sayının önemli bir
bölümünü Fransa’ya ... Jimmy Goldsmith tarafından tavsiye edilen “liberal program”a ayırdı.40Daha
sonrasını biliyoruz, Alcatel, ardından Havas. Ya daha sonraki?
20 Noam Chomsky, Les médias et les illusions
nécessaires, K Film Yayınları, Paris, 1993, s. 39.
21 İki savaş arasında –basın bu dönemde açıkça
satılmıştı– Fransız patronlarının dar çekirdeği Demirciler Örgütü belirli bazı
gazeteleri (Le Temps ve Le Journal des débats) doğrudan
denetliyordu, bu örgüt, sol ve merkez-sol hükümetleri gözden düşürmek için faal
bir rol oynadı.
22 L’Evénement du Jeudi, 18 Nisan 1996.
23 Télérama, 12 Ocak 1994.
24 Pierre Péan ve Christophe Nick. A.g.e, s.
621-625.
25 Le
Canard Enchaîné, 6 Kasım1996.
26 Le
Figaro, 2-3 Kasım 1996.
27 Le
Point, 9 Kasım 1996.
28 Revue de Presse programı, France 2, 4
Haziran 1994
29 L’Express,
7 Temmuz 1994.
30 Revue de Presse programı, France 2, 11 Mart
1995.
31 Amerikan gazetecileri genellikle okurlarını
veya dinleyicilerini, aktardıkları haber ile patronları arasında muhtemel bir
çıkar çatışmasının (veya gizli bir mutabakatın) varlığı konusunda
bilgilendirmeyi bir ödev bilirler. Bu şekilde ABC (sahibi Disney şirketidir)
veya NBC (sahibi General Electric’tir), doğrudan baş hissedarlarını ilgilendiren
bir haber verirlerse, hemen her seferinde bunu yeniden hatırlatırlar: “Disney,
yani bu kanalın sahibi, ...” vb.
32 Eski bir eserde kaynak gösterilmeden
kullanılmış olan bu alıntı, ilk kez “Un journalisme de révérence”da kullanıldı,
Le Monde Diplomatique, Şubat 1995.
33 Bernard Brigouleix, Histoire indiscrète des
années Balladur, Paris, Albin Michel, 1995.
34 CEP İletişim’in şubeler zincirinde
Fransa’nın en büyük yayıncısı Havas yavru şirketi CEP Communication vasıtasıyla
şu yayın organlarını denetliyordu: 01
Informatique, Courrier International, Enteprise, Lexpension, L’Express, La
France Agricole, Gault Millav, La Gazette des communes, Lire, Maison Française,
L’Usine Nouvelle Windows Plus. 10/18 Belfond, Bordas, Armand Colin, Dalloz,
Duond, Gauthier-Villars, Harrag, Robert Laffont, Larousse, Masson, Nathan,
Perrin, Plon, Pocket, Presses de la Cité, Retz, Le Robert, Solar...
35 La Correspondance de la Presse, 4 Temmuz
1997.
36 Fransa’da neoliberal ve globalleşmeci
politikaların sözcüsü ve Balladur hükümeti döneminde ekonomi bakanı. ÇN
37 Nükleer denemelere yeniden başlanmasının
ardından L’Express, “gazetenin satışlarının daha fazla artması
için” (Christine Ockrent) –Jacques Attali tarafından, kamu görevi
çerçevesinde elde ettiği bilgileri kendi tekelci çıkarlarına göre kullanmanın
ustası olarak nitelendiren– François Mitterrand’ın kendi halefi hakkındaki şu
sözlerini ilk haber yapmıştı: “Chirac
eğer cumhurbaşkanı olursa, çok çabuk bütün dünyanın alay konusu haline gelir.”
(L’Express, 5 Ekim 1995.)
38 Edwin Diamond, Behind The Times, New York, Vilard Books, 1993, s. 234.
39 Jean-François Revel, Mémoires: Le voleur dans la maison vide, Paris, Plon, 1997, s. 620.
40 L’Experss,
28 Eylül 1984.
3 -
PİYASA GAZETECİLİĞİ
İktidara biat etmek, paranın karşısında ihtiyatı elden bırakmamak: bu
çifte bağımlılık Fransız basınını cılız bir çoğulculuğa mahkûm etmektedir. Ama
iş bununla bitmiyor. İdeolojik aygıt, işleyiş şekliyle zaten iktidara ve paraya
sahip olanların hakimiyetini daha da güçlendirmektedir. Bir taraftan bazı
konular özellikle gündem dışı bırakılarak, diğer taraftan da yapay gündemlerin
üzerine gidilerek kabul görmüş fikirlerin alanı sürekli genişletilmektedir.
Gazetecilerin intihale41 başvurmalarının,
ajans haberini veya sürekli alıntı yaptıkları “referans” gazetedeki haberi
tekrarlamakla yetinmelerinin altında genellikle, tembellik, yetenek veya kültür
eksikliği ya da mesleklerini hakkıyla yapacak zamanı ayırmamaları
yatar.42Dolayısıyla haber çarpıtmanın her zaman manipülasyon amacı güttüğü iddia
edilemez.
Örneğin 17 Ekim 1995’te, Paris’te RER’e (Paris
Bölgesi Ekspres Metro Ağı, ÇN) bir saldırı yapılır. Bouygues firmasına ait
kablolu haber kanalı LCI, stüdyoya derhal “İslamcılık
uzmanlarını” davet eder. Televizyonun durmadan tekrarlandıkça anlamını
yitiren bu haberi yayınladığı hararetli saatlerin laf kalabalığında nihayet
beklenen soru gelir: “Ülkemizde yaşayan
Müslümanlarla Fransızlar arasında gittikçe derinleşen bir kopma olduğunu
düşünüyor musunuz?” Genel geçer bir sözcük olarak “kopma”nın kullanılması,
Fransızlar ile Müslümanlar arasında zımni bir ayrım yapılması, Müslümanlarla
İslamcıların resen aynı kefeye konulmasında herhangi bir kasıt yoktu. Ama
sorunun soruluş şekli, sorunun çıkış noktası olan zihni yapıyı güçlendirir
mahiyetteydi.
11 Ekim 1996’da Europe 1 radyosundan bir flaş
haber: “Saddam Hüseyin Amerikalıları
tahrike devam ediyor. Iraklılar bir Amerikan jetine füze saldırısında
bulundular.” Burada da haberci işini dürüstçe yaptığını düşünmektedir ve
ona büyük bir ihtimalle haberi, “Irak,
topraklarını bombalamaya çalışan Bill Clinton’ın bir uçağını düşürmek istedi.”
şeklinde vermek sol eliyle sağ kulağını göstermek olurdu. Europe 1 habercisi,
ertesi gün Le Figaro’nun üçüncü
sayfasının manşetinde, “Saddam Hüseyin
ABD’ye meydan okuyor.” başlığını okuduğunda, ne kadar isabetli bir seçim
yaptığını anlar. “Tahrik”, “meydan okuma” ve saldırının kişiselleştirilmesi:
Halbuki esas olan Amerikan uçaklarının Irak topraklarını bombalamasıdır... Dış
haberlerde geçer akçe ak-kara mantığına teslimiyettir. Fazla bir entelektüel
çaba gerektirmeyen bu otomatik üslup zaman kaybını da önler. Nitekim özel
radyolar da bunun farkındalar: RTL’in Avrupa dışındaki muhabir sayısı sadece
dörttür. Afrika, Asya, Latin Amerika’da ise hiç muhabiri yoktur.43
Dünyayı kaale almama, başlı başına yeni bir
dünya oluşturacak bir ideolojidir. “Sıradan
haberler sıradanlaştırırlar”44yaklaşımı da bir ideolojidir, zira dikkatleri
sıradanın üzerine çekerek diğer haberleri hasır altı eder. Reyting de
ideolojidir. Marcel Trillat ile Yannick Letranchant, France 2 TV kanalının
haber yönetmenliğinin, dakikası dakikasına yapılan bir reyting araştırması
sonucunda, hangi haberin iyi ses getirdiğini, hangi haberden kaçınmak
gerektiğini saptadıklarını anlatmaktadır. Ne var ki sahne sanatlarında oyunun
kuralı budur, oyuncular oyunun sonunu önceden bilirler: “Hedef kitlemiz konfeksiyon fikirler, dramatik görüntüler, siyasal ve
ekonomik haber başlıklarının kaba saba diliyle yetineceklerdir: Saat 20
haberlerinde Showbiz ya da sinema yıldızlarının en son çalışmaları... ve tabii,
Carpentras’da kırılan en iri karnıbahar rekoru veya Hautes-Pyrénées’deki bir
ağılın büyülü inekleri. Rekabet uğruna herkes birbirini taklide soyunuyor.”45
Bir de bilinçli ideoloji vardır. “Tek düşünce”
pek bir rağbet görmekte. Ama bu düşünce, her tanımlanışında isim babası
addedilenlerin bir kısmını kaybetti.46Tek düşünce esnek ya da sert olabilir,
ama asla güçlü ve cömert değildir, en kasvetli tarafı da bütün katı
ortodoksilerde olduğu gibi doktrin olmama iddiasıdır. Aynı fizik, iklimbilim ve
biyoloji yasaları47 gibi gerçeği ifade ettiğini savunur. Bu fikrin çömezlerinin
oluşturduğu “sağduyu grupları”nın müdavimleri gazeteciler, fikrin muhaliflerine
geri zekâlı ya da meczup gözüyle bakarlar. Başka bir deyimle davranışlarının,
tımarhane hemşirelerinin delilere yaklaşımından pek bir farkı yoktur. Üstelik
“bilim”in, Fransa’da olsun yurtdışında olsun, misyonu “mükemmel dünya”yı kurmak
olduğu ölçüde imana ihtiyacı vardır. Nitekim tüm dünya hakimleri bu konuda
hemfikir.
Tek düşünce tarafsız olmaz, değişime ayak
uydurmaz ve kendisi gibi bir ikinci yoktur. Tek düşünce, “piyasa” denilen,
güçlü finans çevrelerinin, “uluslararası
sermayenin evrensel iddialı çıkarlarını ideolojik dile”48çevirir. Tek
düşünce, kaynağını, sahip oldukları itibarı ve kendilerine atfedilen
tarafsızlığı kullanan, kullanmanın ötesinde istismar eden, Dünya Bankası, IMF,
OECD, GATT, daha sonra WTO, Fransız Merkez Bankası gibi uluslararası ekonomik
kuruluşlarda bulur. Seçilmişlerin, sadece kendi “şeriatı”na, “mümkün olan tek
politika”ya, riayet ettiği iddiasındadır. Bu politika “kaçınılmaz”dır,
zenginlerin onayına sahiptir. Tek düşüncenin hayali, alternatifsiz bir ortamda
cereyan ettiğinden, hakemliğe ihtiyaç duyulmayan ve tüm anlamını yitirmiş bir
demokratik tartışma ortamıdır. Bu düşünceye boyun eğmek, rantabilitenin her
zaman kamu yararının üstünde olduğunu kabul etmek ve siyasetin aşağılanmasını,
paranın hakimiyetini teşvik etmekle eşanlamlıdır.
Basın dünyamızın prensleri, bazen kendileri de
farkına varmadan günbegün bu eğilimi gün ışığına çıkarmaktadırlar. Le Figaro’nun genel yayın yönetmeni
Franz-Olivier Giesbert, Chirac’ı sorgulamaktadır: “Eğer Fransa bugün bu içinde bulunduğu durumdaysa, bunun sebebi,
gençlerin ve göçmenlerin istihdamını engelleyen katı asgari ücret uygulaması
değil midir?” Le Point dergisinin yönetmenlerinden Philippe Manière,
Gisbert’in ve işverenlerin sabit fikrini yinelemekte: Asgari ücretin yeniden
ayarlanması “ölümcül bir teşvik”
olacaktır demektedir. Ayrıca “gelir
dağılımındaki adaletsizlik, belli ölçüde, yoksulları zenginleşmeye teşvik eder
ve sosyal kalkınmayı sağlar.”49Milli atletlerimiz Kış Olimpiyatlarında kötü
sonuçlar mı elde ettiler? RTL televizyonunun haber yönetmeni Oliver Mazarolle,
hemen beklenmedik bir tahlil yapıverir: “Fransızlar
devlet-baba kavramına alıştıklarından sporla başları hoş değil.”50
TF1’in haber spikeri Jean-Claude Narcy,
programına davet ettiği Dominique Strauss-Kahn’a nutuk çeker: “İşgünü süresinin kısaltılması başlı başına
bir konu. Ancak, bir de bu işin çalışanların ücretlerinde kesintiye gidilmesini
kabul etmeleri yönü var. Onları nasıl ikna etmeyi düşünüyorsunuz?”51Televizyon
izleyicisi neoliberal çevrelerin tornasından geçmesine rağmen, büyük bir
ihtimalle bu soruyu gayet isabetli bulmuştur. Hatta belki de şunu düşünmüştür:
Ya sunucu sorusunu şöyle bitirseydi: “Bütün
araştırmaların gösterdiği gibi, rantlar son on beş yılda büyük bir artış
kaydetmiştir ve işgününün kısaltılması için sermaye geliri sahiplerinin
rantlarından fedakârlıkta bulunmaları gerekir. Bu konuda onları nasıl ikna
etmeyi düşünüyorsunuz?” Bir an da olsa, Dominique Strausse-Kahn, böyle bir
soru karşısında bocalayacak, ekonomi birden çoğulcu bir görünüm kazanacak ve
TF1 de Bouygues’in kanalı olmaktan çıkacaktı.
Şirket kültürü, büyük dengeler teranesi,
küreselleşme aşkı, güçlü frank tutkusu, borsa yazılarındaki patlama, toplumsal
kazanımlara saldırılar, “dışlananlar” adına ücretlilerde suçluluk duygusu
yaratma çabaları, toplu tutkuların terörizmi: Tek düşünce, işverenler zümresi,
sayısız kurum, örgüt ve komisyon hep bunları dayatıyorlar bize. Ama herhalde,
ister sağda olsun, ister solda olduğunu söylesin, medyanın, tek düşünceye bu
denli tercüman olduğu; dünyamızın artık uykusuz ve sınırsız olduğu nakaratını
okuyan piyasaya bu denli arka çıktığı vaki değildir. TF1, GATT anlaşmalarının,
çokuluslu şirketlere en yüksek kâr marjını sağlayacak şekilde
serbestleştirilmesini “yeni bir ruhun
eski kafalar karşısında; geleceğe endekslenmiş bir yaşam tarzının, geçmişi din
haline getiren zihniyet karşısındaki zaferi”nin belirtileri olarak
tanımlamaktadır. Europe 1’in yönetmen yardımcısı ve Valeurs Actuelles ile Figaro
Magazine’in yazarı Catherine Nay, France 2 kanalında ekonomik krizi, “tüketim isteğinin azalması” ile
açıklamıştır: “Bir akşam yemeğindeydim,
herkes tüketiminde kısıtlamaya gidiyordu ama gayet de güzel yaşamaya devam
ediyordu. (...) Aynı arabayı iki sene daha kullanabilir, aynı elbiseyi bir sene
daha giyebiliriz.”52
Le Point’ın
yönetmeni, akşam yemeklerinde yapılan bu ekonomik gözlemler yerine, –ayrıca,
bir Fransız gazetecisinin gerçekten büyük olabilmesi için dünyada yaşanılan
sefaletten kendini soyutlaması ve tahakküm altındakilere53 kulak tıkaması
gerekir– her hafta, kapitalizmin lanetlerini dile getirmeye, bitmiş gitmiş
denklemlerini sıralamaya devam eder: “Yirmi
senedir en sade akl-ı selimle, çok daha esnek sistemlerde çalışan rakipler
Asya’dan başlamak üzere kendilerini ufukta göstermeye başlarken, bu aşırı vergi
yükünün, kırtasiyeciliğin, zorunlu kesinti gözü dönmüşlüğünün, ayağımıza gülle
gibi bağlanan sosyal sigortalar adlı gayya kuyusunun felaketle sonuçlanacağını
söylüyoruz.”54
Bazen alamet-i farika kuşkuya mahal bırakmaz. Le Figaro Magazine ve La Chaîne Info
(LCI)’nun yorumcusu, TF1’in “Service France” programı yönetmeni Jean-Marc Sylvestre,
her gün, France Inter’de işveren ideolojisinin en yeni mamullerini bir sabah
çiyi gibi serpiştirmektedir. Yayında itirafta bulunmaktan da çekinmez: “Ben Keynes gözüyle okumuyorum, benim çözme
yöntemim monetarist.” Bunun üzerine bir dinleyici çıkışta bulunur: “Bir şirketin mamullerini ucuza sattığı için
en iyi şirket olduğuna nasıl hükmedebiliriz? ‘En iyi’ kavramı sosyal öğeler de
içerir.” Sylvestre’in cevabı şu olur: “Ekonomik
gelişme olmaksızın sosyal gelişme olmaz.” Dinleyici ısrar eder: “Sosyal gerileme varsa ekonomik gelişmeden
bahsedilebilir mi?” Sylvestre sinirli bir tonla tekrar eder: “Ekonomik gelişme olmaksızın sosyal gelişme
olmaz.”55Aydınlatıcı bir söyleşi: Fransa’nın her mecrada hazır ve nazır
ekonomi yorumcusu, mesleğe hakim, yayınları tahakkümü altında tutan bu
darkafalı ekonomi anlayışını övüp göklere çıkarır.
Piyasa gazeteciliği, medyaları o denli
hakimiyeti altına almıştır ki, bir gazete başlığından diğerine, bir radyodan ya
da bir televizyon kanalından yekdiğerine geçmek –hem okuyucu, hem dinleyici hem
de haberci için– çocuk oyuncağı haline gelmiştir. Haftalık yayınların birbirine
benzerliği bunaltıcı derecededir: Kapak düzeni, verilen ekler, makaleler
kolaylıkla birbirleriyle değiştirilebilir hale gelmiştir ve genellikle okurların
tercihini abonelik koşulları (daha doğrusu gazetenin verdiği ev eşyalarının
değeri56) belirlemektedir. Oysa Guy Sibon, bundan daha dört sene kadar önce şu
satırları yazıyordu: “Le Figoro’yu alın, parçalara ayırın, ardından
parçaları aklınızdan geçen binlerce şekilde yeniden birleştirmeyi deneyin, asla
bir Nouvel Observateur elde
edemezsiniz.”57Guy Sitbon’un unuttuğu bir şey vardı: Franz-Olivier Giesbert
Le Figaro’nun yayın yönetmeni olmadan
önce, Le Nouvel Observateur’ün
yazıişleri müdürüydü!
Çok mu ileri gittiler acaba? Sınıf
gazeteciliğinin bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmesi ve totaliter
doğasının algılanması kamuoyunun bir kesiminin gözüne bir perde çekmişse de,
son senelerde yaşanılanlar, gitgide daha bir seyrelen duman tabakasının
arkasını ortaya çıkarmıştır. Körfez savaşı, Maastricht Antlaşması, GATT
anlaşmaları, ülkelerin geleceklerini etkileyen ve gerçek bir tartışma ortamı
gerektiren bütün bu konularda, gazetelerin, radyo ve televizyonların büyük
çoğunluğu her seferinde aynı argümanları öne sürüp, aynı teraneyi tekrar
etmişlerdir. Her seferinde savaşın, paranın, ticaretin saflarında...
Libération’un
şimdiki yazıişleri müdürü Laurent Joffrin, biraz da kendinden memnun bir
tavırla, Jean Paul Sartre’ın gazetesinin, kurucusunun belki de amaçlamadığı bir
hedefe vardığını söylüyordu: “Solun
içinde kapitalizmin zaferinin araçları olduk.”58Bu ne kabiliyet... Aslında,
mesleğin en cazip yanlarından biri de, kendilerini Prometheus sanan
Artabanların kattığı neşe. Bir gün Patrick Poivre d’Arvor şöyle demişti: “Televizyon haber programında (TF1
kanalı) yaptıklarımızın insanları bir
dava etrafında seferber etmeye katkısı büyüktür; Kouchner sayesinde,
Somali’deki girişimimiz ‘bir çuval pirinç’ operasyonuyla sonuçlanmış ve açlıkla
mücadelede başarılı olunmuştur.”59Bu gücün nasıl çarçur edildiği, Lady
Di’nin ölümüyle ortaya çıktı! Ancak, politika sahnesinin ikinci rolleri, en
azından medyada daha uzun ömürlü olabilmek ümidiyle, haber starlarının
gururlarını okşamayı da ihmal etmezler. Nitekim, 1994 Şubat’ında, o zaman
savunma bakanı olan, parlak siyaset adamı François Léotard, Bosna meselesine
gönderme yaparak, “Sayın basın
mensupları, Saraybosna’yı o mükemmel yayınlarınızla sizler kurtaracaksınız”
demekte beis görmez.
Piyasa gazeteciliğinin ivmelerini anlayabilmek
için, bir Amerikan gazetecisinin, meslektaşlarının “iktisaden doğru” kavramını tanımlamasından yola çıkılabilir: “Küresel ekonomi, vatandaşlar yerine
yatırımcıların katılımını gerektiren, son derece pahalı ve son derece nazik bir
mekanizmadır.”60O zaman başa düşen başka bir işe soyunmak olacaktır. Hem
ekonomi bilgisi eksikliğinden hem de gelir dağılımı gibi bir konunun tartışma
platformunun dışına çekilmesinin mensup oldukları zümrenin çıkarlarına uygun
olmasından dolayı, büyük gazeteciler, siyasal tartışmalar yerine büyük bir konu
hakimiyeti gerektirmeyen; şiddet, aile, televizyon, ırkçılık, gençlik gibi
ezeli “toplumsal sorunlar”ın –üstelik
de her seferinde sosyal bağlamından soyutlayarak– tartışılması rüyasıyla
yaşarlar. Buna bir de iç politika (RPR-UDF) dedikoduları ve şahsi hıyanetler
(Jospin-Fabius) eklense bile, bu cılız menü dünyanın gidişatı konusunda yeterli
bilgi veremez. Ama bizim star yorumcularımızın ekmeğine yağ sürmeye yeter.
Nasıl olsa piyasalar gerisinin icabına bakmıyorlar mı?
Tabii siyasetçilerin de bu göstermelik
demokrasiye, bu yeni sınırlı egemenlik doktrinine rıza göstermeleri ve
mücadelelerini ikincil sorunlarda sınırlamayı kabul etmeleri gerekmektedir.
Balladur hükümetinin ısmarladığı –ve aydınların dikkate değer bir kesiminin
imzaladığı– geleceğe yönelik bir raporun61 yazarı Alain Minc, vaat edilmiş
topraklara ayak bastığını sanmıştı: “Eğer
seçim kampanyası, Jacques Delors ile Edouard Balladur’u karşı karşıya getirmiş
olsaydı, ne olurdu diye düşünürüm bazen. Sanırım o zaman, Fransız toplumunu
pençesine alan ve politikacıların toplumsal taleplerinde, bol keseden hayasızca
kullandıkları bu olağanüstü demagoji furyası bertaraf edilmiş olurdu. Sonuç
olarak ülkelerin yaşamında tuhaf anlar var; ileri derecede gelişmiş, gayet
sofistike, merkez-sağ ile merkez-sol arasında geçecek Alman tarzı bir kampanya
ile, daha ziyade hayal ve yanılsama peşinde, siyaseti her şeyin üstünde gören
ezeli Fransız tepkilerinin hakim olduğu bir kampanyanın tam sınırındaydık.”62Antropolog-düşünür,
Le Débât dergisinin büyük bir
ciddiyetle, “Alain Minc’in düşüncesi” diye tanımladığı fikrini daha da
geliştirir: “Dünyada bizim gibi düşünen
kimse kalmadı! Daha doğrusu bu tepki Latin halklara mahsus. Katolik dininin
nasıl usdışılığa vardığını siz (Marcel Gauchet) benden daha iyi bilirsiniz.”
Yine 1995 yılında, meşhur “rizikosuz başarı
olmaz” özdeyişine nazire, o sıralar Radio France’ın haber müdürü olan Ivan
LevaÏ, kararsız seçmenlerin sözcülüğüne soyunur. Bunun için de oluşmakta olan
“Alain Minc düşüncesi”ne başvurur: “Esefle
karşıladığım ve bir ihtimal kararsız seçmenlerin de paylaştıkları bir konuya
değinmek istiyorum, Balladur ve Chirac 1993 genel seçimlerini birlikte
kazandıklarında, Rocard, Fabius, Delors, Barre ve Giscard’ın adaylıkları
düşünülmüştü. Ve ben şahsen bu beşlinin olmamasını esefle karşılıyorum.”63Herkes
bir devlet radyosunun haber müdürünün tercihindeki bu ideolojik çeşitliliği
elbet kendine göre değerlendirecektir. Sonuçta, “bu beşli” Fransa’nın ekonomik
politikasını, az veya çok, aynı neoliberal doğrultuda yönlendirmemişler miydi?
Avrupa tek pazarını, Körfez Savaşını ve Maastricht Antlaşmasını onaylayan onlar
değil miydi? L’Express dergisinin
yönetimine getirildiğinde Christine Ockrent’e de, Fransız usulü çoğulculuk,
birdenbire, ilahi bir vahiy gibi iner: “Valéry
Giscard d’Estaing ve Michel Rocard’ı katılmaya ikna ederek yazar kadrosunu
yenilemek”64niyetindedir. Ve maalesef bu girişiminde başarılı olur.
Yıl 1997, yine seçim dönemi gelip çatmıştır.. Décideurs (Kararvericiler, ÇN) isimli
programına, sıradan bir kararvericiyi davet eden Jean-Marc Sylvestre, inkisarda
bulunmaktadır: “Fransa’da ekonominin hâlâ
kamuoyunda tartışılarak itilip kakılmasını nasıl izah edersiniz?(...)
Ekonominin şu veya bu siyasi tezin savunucularınca kullanılmasını nasıl
açıklarsınız?”65Bizimki gibi dingin bir toplumda, böyle bir “itiş-kakış”ı izah etmek güçtür.
Üstelik, TF1’in gazetecisi Jean-Pierre Pernaut’ya göre, en acımasız hasımlar
bile esas üzerinde birleşmektedirler: “Beni
en çok etkileyen Arlette Laguiller ile Paul-Loup Sulitzer’i karşı karşıya
getiren program oldu. İlk yaklaşımda, parayla ilişkileri tamamen zıt olan iki
insan. Ama ikisi de haftalık harcamalarında en yüksek kalemi arabalarının
oluşturması konusunda hemfikirdiler. Birisinin arabası Renault 5 diğerininki
Rolls-Royce’tu. Program bittiğinde nerdeyse ahbap olmuşlardı!”66Yanlış
anlaşılma olmasın, bu sözler mizah olsun diye söylenmemiştir.
Altmış küsur yıl önce Paul Nizan şöyle
diyordu: “Mösyö Michelin, lastik
üretmesinin tek sebebinin, iş vermese ölecek olan işçilere istihdam sağlamak
olduğuna inandırmak zorundadır.”67O günden bu yana özellikle değişen şey,
gazetecilerin de Mösyö Michelin gibi konuşmaya başlamış olması. Düzenin
dalkavuklarının ideolojik işgali altındaki ekonomi sütunları, falanca
yorumcunun filanca siyasi fraksiyon ya da falanca siyasi kurumla olan sözde
ilişkileri kadar bile araştırmaya yol açmamıştır. Aslında, TF1, France2, France
Inter, France Info, Europe1, RTL, Libération
ya da Le Monde olsun, aşağı yukarı
hepsi “yağmada başı çekenlerin
değirmenine su taşıdıktan”68sonra, Sylvestre, Sassier, Garibal, Gaillard,
Manière, Beytout, Briançon ya da Izraelewicz’in Balladur’cu, Chirac’çı,
Madelin’ci veya Strauss-Kahn’cı olmalarının pek bir önemi kalmaz.
Oysa yanlışta bir ısrardır sürüp gidiyor...
Yaklaşık on beş yıl önce, bıkıp usanmadan, ne kadar fazla kâr, o kadar fazla
yatırım ve istihdam deniliyordu; bu buluşa –ki işverenler için gökten zembille
inmiş gibiydi–, milleti etkilemek için bir de “Schmidt Teoremi” adı verildi.
Bugün, bir kuruluş (Renault, Moulinex, Electrolux) herhangi bir toplu işten
çıkarma kararını duyurunca borsa yangın yerine döner oldu, ulusal servetin
dağılımı sermaye sahiplerini daha da ayrıcalıklı bir hale getirirken, işsizlik
iki kat arttı.69
On küsür yıl önce bize dünyanın “bir köye” dönüştüğünü ve daha çok
ihracatın, daha sağlıklı bir maliye ve daha fazla istihdama yol açacağı
söyleniyordu. Bu yeni keşif de “Albert Teoremi” adıyla kamuya sunuldu. Bugün
Fransa’nın ticaret dengesi rekor üstüne rekor kırmaya devam ederken, maliyemiz
en az sosyal durumumuz kadar “feci”.
Peki, ihracat yapmak için ücretlerin “rekabete dayanıklı” olması şart mıdır? O
zaman nasıl oluyor da, kişi başına dünyada en fazla ihracat yapan ülke Almanya,
işçilerine dünyanın en yüksek ücretlerini ödeyebiliyor?
Daha sonra da, Keynes’in fikirlerinin artık
öldüğü ve ekonomideki canlanmanın hiçbir zaman, enflasyona başvurmadan, yani
rantiyelere bir nevi ötanazi yapmadan, işsizlik oranının çalışan nüfusun %
6-8’ine tekabül eden “sıkıştırılamayan bir
oran”ın altına düşmesini sağlayamayacağı anlatıldı. Bugün aynı “uzmanlar”,
Amerikan modeline bakıp ayılıp bayılıyorlar: Sürekli büyüme, % 5 (resmi)
işsizlik ve yaklaşık sıfır enflasyon.
Sayısız köşe yazısı, borsa, kâr ve ekonomi
arasında çelikten ilişkiler kurar. Bugün borsadaki büyüme kârdaki büyümenin ve
kârdaki büyüme de ekonomik büyümenin önünde seyretmekte. Arthur Laffer,
ardından Alain Madelin, sonra Jacques Attali ve daha da sonra François
Mitterrand vasıtasıyla, hemen peşinden de meşhur neoliberal gazeteciler çevresi
aracılığıyla, tasarruf vergisinde indirime gitmenin, yatırımlarda büyük bir
patlama yaratacağı ve ekonomik faaliyetin canlanmasının devleti düze çıkaracağı
teminatı verildi. Hataları diz boyu bu yorumcular, hâlâ, bugün tınmadan, bize dünyanın
gidişatını izah etmeye devam ediyorlar.
TF1’in ekonomik ideolojisi üzerinde bir
inceleme yapan Pierre Péan ve Christophe Nick şöyle yazıyorlar: “Bugün artık sosyal röportaj demek, ticaret
okulları, ekonomi, borsa, finans işleri, SICAV’da yatırım demektir (...) Eğer
istihdam sorunları yaşanıyorsa, bu işveren için işçi alma güçlüğünden
kaynaklanmaktadır. Şirket işçilere ait bir dünya değildir, şirket her şeyden
önce, çabalarının takdir edilmesi gereken müteşebbisin dünyasını yansıtır. Zira
yatırımı canlandıracak olan onlardır.”70Bu özet, sadece Bouygues’in
televizyonuna uygulanamayacak kadar günlük şartlanmalarımızı yansıtmakta.
Bir televizyon sunucusunun çanak tutan bir
sorusu olmuştu: “Alain Madelin, günümüzün
sorunu her şeyden önce bir vergi sorunu: çok fazla vergi ödeniyor. Siz ne
öngörüyorsunuz?”71Buna mukabil Robert Hue, Pierre Suard’ın “saatbaşı bir SMIC (Asgari ücret, ÇN) kazandığını” duyunca tepki
gösterdiğinde, başka bir gazeteci hemen onu haşladı: “Çok para kazanan patronları hedef almak olaylara gerici bir yaklaşımda
bulunmak değil midir?”72 “Yaklaşım” farklı, kavgacı tutum ise tek
taraflıydı. Tabii sorular TF1’de ve hiçbir zaman solda olduğu iddia
edilemeyecek Jean-Claude Marcy ve Claire Chazal tarafından yöneltiliyordu. Bir
başka gazeteci de Arlette Laguiller’ye saldırır: “Siz ki patronların can düşmanısınız.”73Bu sefer söz konusu kanal
France2’dir ve gazeteci François-Henri de Virieu’nün sağda olduğu söylenemez.
Kısacası, Jean-Claude Narcy ve Claire Chazal, Alain Madelin ile söyleşi yaparken,
François-Henri de Virieu’nün Arlette Laguiller ile konuştuğu gibi konuştuğunda
ya da CNPF’nin adamlarıyla söyleşi yaparken sözlerine “Siz ki ücretlilerin can düşmanısınız” diye başladılarsa, bir
şeyler değişmeye başladı diyebiliriz.
Övgüye şayan bir ısrarcılıkla yerleşik düzeni
savunan gazeteciler, üstelik cesaretlerinin takdir edilmesini bekliyorlar. “İş piyasasını boğan kalıplar ve
düzenlemelerle mücadele etmek (...) istihdamın canlanmasında ‘ufak işlerin’
önemini yadsımadan, gençlerin istihdamını engelleyen asgari ücret gibi tabulara
karşı çıkmak” türünden eski antisosyal nakaratlara takılmış Franz-Olivier
Giesbert, üstüne bir de şunu ekliyor: “Günümüz
şartlarında söylenmesi iyi karşılanmayan şeylerden bunlar. Önerilen “kurulu
düzen”in zaferini kutlamaktır. Doğru düşünenler, kulakları acıya tıkalı, bir
tek şeyden korkarlar: Düzenin değişmesinden.” “Kurulu düzene” ve “doğru
düşünenler”e açtığı bu savaşın gülünçlüğü, yazı Le Figaro Magazine’de yayınlandığında bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkar...74 Sonuçta, Barre gibi bir politikacı medyada açık sözlü ve cüretkâr
olarak ün yapmışsa, bunu işverenlerin ücretler konusundaki eli sıkılığını
övmeye ve işsizlerin –iki pinekleme arası– rehavetini eleştirmeye borçludur.
Geçen yıl şimdiki Lyon Belediye Başkanının en gözde konferanslarından
biri olan Davos’tan dönen Christine Ockrent, bir taraftan kendisine muhalif
statüsünü uygun görürken, diğer taraftan da yönetici sınıfların kokmuş
düşüncelerini tekrarlayıp durdu: “Bugün
Fransa’da hakim olan karamsarlık akımına karşı kürek çekmek; ‘Fransız
istisnası’nı muhafaza etme bahanesiyle aslında kırılganlıklarımızı koruyan
beyinlerdeki Maginot Hattı’nı yadsımak; bizi gitgide daha az önemseyen ve uyum
sağlama yeteneğimize kulak asmayan, allak bullak olan bir dünyaya gözlerini
dikmek iyi karşılanmamakta. İşte bunun için her sene Davos yollarına düşüp,
orada, çeşitlilikleriyle, çelişkileriyle gezegenimizin değişimine katkıda
bulunanları izlemekte yarar var.”75Davos’ta “her sene” “çeşitlilikleriyle”
dünyamızı değiştiren ve dünya nüfusunun yarısından daha fazla paraya sahip
olduklarından bunu yapmakta güçlük çekmeyen 358 milyarderden birkaçıyla buluşma
imkânı bulunur. Bununla birlikte, Christine Ockrent, bu satırları L’Express’te yazarken, önce radyoda
(Europe1 veya BFM’de), sonra France3’te Serge July ve Philippe Alexadre’ın
karşısında uzun uzun açımlarken, politika yapmadığına olan inancında samimiydi.
Hatta, “komünizmin her çeşidine her zaman
derin bir nefret duyduğunu”76kabul ettiğinde, büyük bir azimle özümsediği
“Amerikan tarzı” tarafsızlık ününü, bir an için bile olsa tehlikeye attığını
düşünememektedir.
Hâlâ, hem neoliberalizme karşı hoşnutsuzluk
duyup hem gazeteci olunabilir mi? Ockrent, sendika yöneticisi Guillamme Durand
karşısında pedagog kesiliyor: “Artık
Berlin Duvarı da olmadığına göre, kapitalizm, para piyasalarını hesaba katmak
zorundadır.”77 Beş gün sonra 7sur7 programında devamını getirir: “Ücretler konusunda taviz vermek güçtür:
Para piyasaları Fransa’nın en küçük zaafını tetikte bekliyor.”-78 Ancak,
kendi ücretlerinin pazarlığını yaparken, antenlerin ekonomi profesörleri,
işverenlerinin “zaafı”ndan pek o
kadar rahatsız olmazlar. TF1’de düzenlenen bir tartışmada söz alan bir genç,
devamlı ücretleri düşürmek yerine, niçin en yüksek ücretlerin, “örneğin ayda 100.000 frankın üstündeki
ücretlerin” dondurulmadığını sorar. Stüdyoda bulunan bakan gençten
önerisini netleştirmesini ister. Fakat bu önerinin doğrudan hedefi durumunda
olan Patrick Poivre d’Arvor hemen atılır: “Bu
şekilde sorarsanız sorunuz anlaşılmaz.”
Cevap hazır: “Tektipleşen, düşünce değil
gerçekliğin kendisidir.” Bu cevap, “hafıza”ları Fransız İhtilali’ne kadar
uzanıp, İhtilal’den önce de bazı gazete yazarları ve “Ansiklopedist”lerin, o
devrin hakim düşüncesi olduğu halde, mutlak monarşi ve ayrıcalıklarına karşı
çıktığını hatırlayanlara ümit verebilir. Bu muhaliflerin tek istediği değişmezi
değiştirmekti ve başarılı da oldular. Sosyalist düşünce ve sendikal mücadele
ise, komünist devrimlerden çok daha önce, daha bu yüzyılın başında kendini
hissettirdi. O zaman “Berlin duvarı
yıkıldı” diye niçin sussunlar? Ama bu sorular sorulmayacak. Zaman artık
uyum sağlama zamanı.
Bu konuda aydınlatıcı bir konuşma da, iki yıl
önce France Inter’de yayınlandı. Kendisine sorular yöneltilen gazeteci Michel
Garibal, çoğu kez –aynı bu önceki tartışmada olduğu gibi– hakim çevrelerin,
alışkanlıktan farkına bile varmadığımız, masumane gibi gözüken iki küçük
aracını kullandı: –“dün”ün sosyal
köhneliklerinin karşısında liberal çağdaşlığın simgesi– “bugün” ve –aralarında hiçbir mantık silsilesi olmayan ama...
ideolojik bir devamlılık olan iki fikri birbirine bağlayan– “dolayısıyla” sözcükleri.
Dinleyicilerden birinin sorusu: “19 Aralık 1995 tarihli L’Humanité’yi aldım.
Finans güçlerini suçluyordu. Bu eğilimlere France Inter’de rastlayamıyoruz.
(Sizi dinlerken) sanki yapacak bir şey
yokmuş hissine kapılıyoruz.”
Michel Garibal: “Biliyorsunuz artık iktisat öğrencileri –ki sayıları gitgide artmakta–
gelmiş geçmiş bütün doktrinleri inceleme imkânına sahipler. Bu alanda gayet
zengin bir müfredatları var. Ancak saptadığımız bazı noktalar da var. Bir
zamanlar birbirinden farklı sistemler birlikte yaşıyorlardı. Oysa L’Humanité
bile bugün artık komünizmin bitmiş olduğunu kabul ediyor. Dolayısıyla,
ekonominin küreselleştiği günümüzde hakim olan tek sistem piyasa ekonomisi. Bu
sadece bir saptama. Bugün sürekli duyduğumuz şey dünyanın bir köye dönüştüğü.
Ama doğru! Kısacası bugün başkalarıyla oynamak istiyorsanız ortak oyunun
kurallarına uyacaksınız.79 Tabii bu,
içinize sindirmek zorundasınız anlamına gelmiyor. (...)”
“Dolayısıyla”
dinleyici doğru anlamıştı: Bu kadar! Artık yapacak hiçbir şey yok! En fazla
hayıflanılabilir ama o da için için.
Kelimeler arasında şöyle bir dolaşmayı deneyin
bakalım. “Çağdaşlık” neymiş? Serbest mübadele, kuvvetli para, dereglementasyon,
özelleştirme; serbest mübadelenin, kuvvetli paranın, özelleştirmelerin
“Avrupası”. Peki ya “köhnelikler”? Devlet-baba, aslında tek kelimeyle (tabii
polis, ordu, hapishaneleri kapsayan “mutlakiyetçi”
işlevleri dışında) devlet, (“zümre çıkarlarını”
savunan) sendikalar, (“milliyetçi”)
ulus, (“tekellerin”) kamu sektörü, (“popülizm”e kayma eğilimi gösteren)
halk. Basını, radyoları şöyle bir tarayın bu tanımlarla karşılaşacaksınız.
Özelleştirmeleri, dereglemantasyonu, Kuzeyli patronların işgücünü ucuz olduğu
yerde kullanmalarını engelleyen “kısıtlayıcı
düzenlemeler”in kaldırılmasını savunan ideolojiyi bulacaksınız. Ve bugün “diğerleriyle oynamak istiyorsanız”
bütün bunları kabul edeceksiniz.
Ortodoks medya, hedeflerine ulaşacaksa araçlar
konusunda katı davranmaz; Avrupa ve piyasa konusunda olduğu gibi... Kimi zaman
Avrupa ve Brüksel Komisyonu’nun rekabet politikası adına, kamu sektörünün
özelleştirilmesinin talep edilmesi gerekir. Bugün France Télécom’un durumu
budur ve sırada da Fransa Elektrik İdaresi EDF var. Kimi zaman da vahşi
kapitalizme engel teşkil ettiğini ileri sürerek daha fazla Avrupalılaşma
istemek daha akla yakın olacaktır. Bu konuda Alain Duhamel iyi bir göstergedir.
1993-94 arasında, Alain Duhamel, eskiden ne kadar Barre’cı olduysa o kadar
Balladur’cu olmuştu. Fakat 1995 Kasım-Aralık’ındaki –tabii ki kınadığı–
toplumsal eylemlerden hemen sonra, birkaç günlüğüne “liberalizmin topyekûn
reddi”ne kaydı: “Avrupa, piyasa
diktatoryasına karşı en iyi kalkandır (...) Yüz binlerce göstericinin
(Fransız’ın) reddettiği ve milyonlarca kullanıcının tevekülle kabullendiği şey,
liberal dogmaların zorbalığı, piyasa despotluğudur. (...) Fransızlar düzenli
dereglemantasyonlar, zoraki özelleştirmeler istememekte, devlet-babaya son
verilmesini, sosyal modellerinin kuyusunun kazılmasını arzu etmemektedirler.”80Yanlışlık
olmasın, başka bir durumda değişebilecek bu yargısında, Duhamel’in düşüncesini
aslında kullandığı sıfatlar ifade etmektedir. Eğer liberal dogma “zorbalık”tan sıyrılırsa ve piyasalar “despotluk”larından vazgeçerse,
dereglemantasyonlar kısmi, özelleştirmeler makul ölçülerde kalabilir,
devlet-baba küçültülür ve sosyal model sınırlanırsa her şey ılımlı bir yola
girecektir. Ve sonuçta pazarlar ve Avrupa (pazarları) ilerleme kaydedecektir.
Sağ ideoloji ile solun önemli bir kesiminin,
aşağı yukarı aynı ekonomik öncelikler etrafında buluşması, birçok gazetecinin
seçimini kolaylaştırmıştır. Bir “karşı-iktidar” yerine, yönetici sınıfların
seçimlerine arka çıkma fikri yerleşti, üstelik bu konuda “gecikme”
yaşandığından daha da büyük bir şevkle toplu pedagoji görevine soyunuldu.
Ekonomik ve finansal tahlillerin neoliberalleşmesi üzerine Le Monde’da şunlar okunmakta: “Dünya
ekonomisine uyum sağlamamız gerekiyordu ve bunu gecikmeli olarak yaptık. Burada
da, sadece profesyonelce bir tutum içine girmemiz, kendimizi güncelleştirmemiz
bile, aşırı ideolojik yorumlara yol açmaktadır. İdeoloji daha ziyade
eleştirenlerin nostaljik bakış açısında.”81Le Monde’un sütunlarından biri hakkında yazıişleri müdürü Edwy Plenel
şunu belirtiyor: “Şirketlere gelince,
seçimleri gayet açıktır: Komplekssiz, bazen bize ayak bağı olan para dünyasıyla
o karışık, hatta ikiyüzlü ilişkimizden arındırılmış bir mikroekonomi, piyasalar
ve finans.”82
Oysa ekonomi konusunda nostaljinin ve
ikiyüzlülüğün reddedilmesi, güncel konuları hâlâ bozulmamış bir eleştiri
anlayışıyla ele alan medyanın yazıişlerinin tutarlılığı sorununu gündeme
getirmektedir. Zira bir taraftan köklü ticari, moneter ve finansal kararlara
desteğinizi verirken, öte yandan nasıl olur da bu kararların sebep olduğu
eşitliğin gitgide bozulması, toplumsal yapılardaki bozulmanın tırmanışı ve
ferdin kendi içine dönmesi gibi Milliyetçi Cephe’nin beslendiği meseleleri
sorgulayabilirsiniz? Üstüne üstlük her gün ekonominin önceliğini savunurken.
Tabii sorunsal açıkça sağda yer alan bir basın organı için aynı değildir. Fakat
diğerleri, ekonomik katliamın ağır toplarını mazur gösterdikten sonra,
toplumsal dayanışmanın tehdit altındaki küçük siperlerini savunmak durumuna
düşerler.
Jean-Claude Guillebaut bunu gayet iyi ifade
ediyor: “Kaygılarımızla ayrıcalıklarımız
art niyetsiz de olsa birbirine karışıyor.” Bununla beraber paradan konuşmak
kabalıktır, parayla harcanan emek arasında bağlantı kurmak yakışık almaz, belli
bir gelir düzeyi ile fikirler arasında muhtemel ilişkiler kurmaya çalışmak,
kişisel saldırı kapsamına girer. İyi de Bernard Kouchner’e şöyle hitap eden
gazeteci Claire Chazal’ın ayda 120.000 frank kazandığını nasıl
düşünmeyebilirsiniz? “Sosyal güvenlikten
bahsediyorsunuz, Fransa’da artık muhafaza edemeyeceği bazı ayrıcalıkların var
olduğunu düşünmüyor musunuz?” Bir sayısında, Le Nouvel Observateur, TF1’de yıllık maaşı 2,8 milyon frank (Gérard
Carreyrov) ile 7,3 milyon frank (Patrick Le Lay) arasında değişen ve aralarında
6 milyon frankla Patrick Poivre d’Arvor’un da bulunduğu altı gazetecinin
varlığını ifşa etmişti.83Oysa, sürekli daha rekabetçi olmak arzusuyla yanıp
tutuşan küreselleşmiş ekonomimizde, dünyanın herhangi bir yerinde Gérard
Carreyrov kadar kabiliyetli bir Fransız yorumcu, daha ucuza bulunamaz mı?
Bu saldırıyı kaba ve hatta “popülist” –horresco referens– olarak nitelemeden
önce, hemen şunun bilinmesi gerekiyor: Burada söz konusu olanlar kanı sulanmış,
çok kullanımlı, yaşam tarzlarıyla meslektaşlarından uzaklaşmış gazetecilerdir.
1996’da, France2’nin eğlence programı sunucularının “sözleşme davası”
esnasında, bu TV kanalının gazetecisi Eve Metais o günkü ortamı şöyle
anlatıyordu: “Bir yandan havada uçuşan
milyarlar, diğer yandan kadrosuz çalıştırılanlar, bizi şirketi soymakla
suçlayan, parasızlıktan röportaj için gittiğimiz yerdeki bir otel gecemizi
ödemeyi reddeden yöneticiler. Bu ne rezalettir.”84
Christine Ockrent, hâlâ mesleğin daha fazla
eşitlik, daha fazla saygınlık özlemini hiç anlamamış gibi görünüyor. 1988
Eylül’ünde France2’den aldığı ücretin (ayda 120 bin frank85) duyurulmasıyla
ortaya çıkan “rezalet”ten alınır ve savunmaya geçer: Eskiden daha fazla
alıyordum; zaten artık alıştık, hep başka kanallardan daha az kazanırlar. Şimdi
kendi sözlerinden alıntılar. Söz konusu ücret “TF1’deki maaşımın yarısından az”; “radyo-televizyon da bir pazar
haline geldi (...) kamu yayıncılığı ihtiyacı olduğuna kanaat getirdiği
kimilerine diğerlerine nazaran daha iyi maaş veriyordu”; “verileri dolara
çeviren Amerikalı meslektaşlar kendi ülkelerinin televizyon gerçeklerine göre
değerlendirdiklerinde” güya “müstehzi”
bir ifade takınmışlardı: “Nitekim New
York Times benim için, asgari ücretle Fransa’nın başını döndüren gazeteci diye
başlık bile attı.”... 86
Asgari ücret mi? Meslek parasızlık, sürünen
haberciler, geleceği meçhul “staj”lardan geçilmezken? Elbette bu mesleğin
prensleri için “rekabet” her şeyden önce, dünyadaki en yüksek ücreti istemek
hakkı demektir. Ama, Martin Bouygues’in kablolu TV’sinde, Guillame Durand gibi
iyi donanımlı bir gazetecinin bakış açısı bir işçi sendikası sorumlusunun
sorusu karşısında hemen değişiveriyor: “Biliyorsunuz
artık işgücü piyasası da küreselleşti. Ücretlerin arttığı ve sigorta
yükümlülüklerinin ağırlaştığı durumlarda, bir an geliyor, işverenler de ülkeyi
terk ediyor (...). Şirketlerin Fransız işgücü ile Kore işgücü arasında
karşılaştırma yapmasını engelleyemezsiniz.” Yani gayet basit bir dünyaları
var: Bir tarafta “ihtiyaç duyulanlar”, diğer tarafta “işgücü”. Birinci takıma bütün imkânlar sağlanıyor, ikinci takım
ise soyuluyor. Sonuçta bir bakanın tavsiyelerine veya şirket hissedarının
talimatlarına hiç ihtiyaç yok. Bu türden maddi ve zihinsel bir düzende, piyasa
fikirleri bir nehir gibi rahat, kaygısız, akıp gidiyor.
Artık habercilik konusunda referans
Amerikalılar olduğuna göre, niçin bu konuda onların ne yaptıklarına bakmayalım?
En azından, orada, bazı star gazetecilerin astronomik gelirleri ile yönetici
sınıf ideolojisine bağlılıkları arasındaki ilişki bir rezalet olarak
değerlendirilmiyor. Amerika’da hiç kimse, ülkenin üçüncü büyük haber dergisi US News and Word Report’un şimdiki
yazıişleri müdürü James Fallows’ın tespitlerini münasebetsiz bulmuyor: “Vergi, sosyal yardım, ticaret politikaları,
bütçe açığına karşı mücadele, sendikalara karşı tutum gibi ekonomik konularda,
ünlü gazetecilerin fikirleri, maaşları arttıkça giderek daha tutucu olmuştur”87
Washington Post’un eski ombudsmanı, kıdemli
Richard Harwood, ABD’de mesleğin başkalaşımını şöyle açıklıyor: “Eskiden sıradan insanlardan bahsetmiyorduk,
çünkü biz de onlardan biriydik. Aynı mahallelerde otururduk. Haberciler
kendilerini işçi sınıfının neferleri olarak görürlerdi (...). Ardından daha iyi
eğitimli insanlar bu mesleğe geldiler; ücretler arttı; gitgide daha iyi
eğitimli gençler mesleğe rağbet ettiler. Bundan önce, habercilerin gelir
düzeyleri, komşuları işçilerden bir nebze daha yüksekti. 80 yıllarından bu
yana, habercilerin gelir düzeyleri, komşuları avukatlar ve işverenlerin
gelirlerinin biraz altında. Oysa, gazetecilik mesleğinin kamu nezdindeki
imajını şekillendiren, yıllık gelirleri 100.000 doların üstündeki bin kadar
gazeteci (...). Ve tabii yaşam tarzları sebebiyle, ayrıcalıklıların
sorunlarına, asgari ücretle çalışanların sorunlarından daha fazla ilgi
duyuyorlar.”88Fransa’da bu tür bir yaklaşım çok kaba gelebilir. Özellikle
de dolgun ücretli meslektaşlara.
Gerisi fasa fiso. Günde on asgari ücret
karşılığı, –basın toplusözleşmelerinde de yer alan– “meslekte elde edilen tanınırlığı, meslek dışı bir ürün, şirket veya
markanın reklamında kullanma” yasağını, refah içinde, delme imkânı sağlayan
“kayırmalar”. Yine, medya sorumlularını idare eden veya kısıtlayan89 ve bu
sorumluları gazeteyi, bir kere reklam verene bir kere de okuyucuya satmaya
mecbur eden; mutlulukla meta arasındaki bağlantıyı sürekli canlı tutan ve
yakında da gazetelerin gündemini belirleyip yasaklı alanların sınırlarını
çizecek olan, reklam, sponsorluk da fasa fiso.
Kasım-Aralık 1995’te her şey birden açıklığa
kavuşur: Paranın küstahlığını öven, halkı küçümseyen ve mülk sahiplerine hizmet
eden bir fikrin bombardımanı... Bazen halkın silkinmesinin bu tür yararlı
tarafları da vardır: Zira hem ideolojik şartlanmanın gücünü hem de bu
şartlanmanın alt edilebileceği fikrini gözler önüne serer. Juppé Planı’na karşı
başlatılan hareket esnasında, itibarlı yorumcuların oybirliğiyle takındıkları
tavır90 yüzbinlerce ücretlinin greve gitmesini, milyonlarca vatandaşın gösteri
yapmasını, Fransızların ezici çoğunluğunun onlara destek vermesini
engelleyememiştir. Toplumumuzun çelik yasası –yani seslerin ve yayın
organlarının çok sayıda olmasının, yorumlarda çoğulculuk anlamına gelmemesi–
böyle bir vesileyle kendini en acı çıplaklığıyla gösterse de, gerçek ve tahlil
kavramları, her gün, uyuşmuş beyinlerimizin derinliklerinde ne şiddetlere maruz
kalıyor.
Medya cephesinde beş perdelik bir oyun
sergilenmekteydi. Birinci perde, gazete ve haftalık dergiler, radyo
istasyonları ve televizyonların büyük bir çoğunluğu için kendini gösterme ve
Juppé planına duydukları hayranlığı dile getirme fırsatı olacaktır. Ücretliler
ve kamuoyunun, ilk sergiledikleri hasmane tepki karşısında, basın yorumcuları
derhal başbakanı taviz vermemeye davet eder (2. perde) ve bunun karşılığında
da, başbakanın –ve de Nicole Notat’nın– bu kasırga karşısındaki “cesaret”ine olan hayranlıklarını
esirgemezler. Daha sonra, eylemlerin sürdürülmesi ve popülerliğinden bir şey
kaybetmemesi karşısında büyük gazeteci-yazarlarımız, Fransızların gerçekleri
kavrama konusunda, piyasacıların aksine, doğuştan yeteneksiz olup olmadıklarını
sorgulamaya başlarlar. Bu da 3. perdeye damgasını vuracak olan ve bütün
beklentilere –ve bu yönde harcanan çabalara rağmen– grevin gündelik hayatta
doğurduğu rahatsızlıkların, hükümet ve iş çevrelerinin lehine bir toplu tepkiye
dönüşmemesini izah edecek olan
“usdışılık” kavramıdır.
Sendika aleyhtarlığı sonuç vermeyince, piyasa
gazetecileri olayı biraz daha tırmandırarak (4. perde) “loncacılık” ve “rehine”
alan zihniyetin üzerine gider. Ama mademki Latin usdışıcılığı her şeye rağmen
rağbet görüyordu o zaman sosyal hareketin önderlerine söz vermek gerekiyordu.
İşte 5. perdede basının sunduğu Amerikan salatası da bu oldu. Bu gösterinin bir
de sonsözü var, hazin bir sonsöz, yani hükümetin geri adım atması. İşte bazı
fragmanlar.91
Lobotomi yaklaşık on beş yıl sürmüştü: Seçkin
azınlık ve onların medyadaki sesleri amaçlarına ulaştıklarını
zannedebilirlerdi. “Yaşasın kriz!”
naraları atmışlar, Avrupa ve çağdaşlığı göklere çıkararak, değişen hükümetler
karşısında değişmeyenlerin arkasına geçmişler, sosyal adaleti kapitalist
zihniyetin içine hapsetmişlerdi. Ayrıca, Fransa’yı nihayet köhnelik ve
usdışılık kalıntılarından kurtaracak olan büyük yapısal değişimler yaşanırkan,
en küçük bir şey bile yerinden kımıldamamalıydı. Zaten hükümetin sol kanadı
uzun zamandır müttefikleriydi, sendikalar zayıflamış, saray ve ekran aydınları,
serinkanlılıkla bir toplantıyla bir komisyon arasında salınırken bu arada,
tıpkı diğer rantiyerler gibi, bir gecede köşe dönülen bir toplum fikrinin
cazibesine kapılmışlardı. Takvimler 1995 Ekim’ini gösteriyordu.
Ve Juppé konuşur: Aslında “reform”un büyük bir önemi yoktur; bir kez daha söz konusu olan “mümkün olan tek politika”yı gütmek,
yani bedeli ücretlilere ödetmektir. Juppé, pek tutarlılık kaygısı taşımadan
–nasıl olsa Körfez Savaşı ve Maastricht Antlaşması’nda olduğu gibi medyalar
ideolojik açıdan gereğini yapacaklardır–, hem sosyal dayanışmayı muhafaza etme
arzusunu hem de sosyal dayanışmayla pek ilgilenmeyen finans çevrelerinin
güvensizliğine yol açmama niyetini ilan eder. Teşhis malum (“iflas”), tedavi
tahmin edilebilir (“fedakârlık”) alışılmış diyalektik (“hakkaniyet” ve
“çağdaşlık”); dolayısıyla bu “reform”un da bir evvelki gibi başarılı olmaması
için hiçbir sebep yoktur. Pierre Joxe, François Giroud, Bernard-Henri Lévy,
Jean Daniel, Jacques Julliard, Pierre Rossanvallon, Raymond Barre, Alain
Duhamel, Libération, Guillaume
Durand, Alain Touraine, André Glucksmann, Claude Lefort, Gérard Carreyron, Esprit, Guy Sorman... Hepsi, hem “cesur” ve “tutarlı”, hem de “iddialı”,
“yenilikçi” ve “pragmatik” bu planı derhal kabul edeceklerdir.
Bu durumun cazibesine şakşakçıların yanı sıra
spekülatörler de (“piyasalar”) kapılırlar. İş sonuca bağlanmış gibi
görünüyordu: Kişisel gaflar ve politik denemelerle geçen altı aydan sonra,
Fransa’nın başbakanı aldığı tedbirleri ispat etmiştir. Ve –Serge July ve Rupert
Murdoch’un gazetelerinin manşetlerinde okunduğu gibi92– “Juppé II” ya da “Yılmaz Juppé”, piyasa gazetecilerinin kalbinde,
Barre, Bérégovoy ve Balladur’un boş bıraktığı yere yerleşir. O zamanki Milli Eğitim
Bakanı Bayrou, iktidar açısından işler kötü gitmeye başlayınca piyasa
gazetecilerine başlangıçta duydukları sevinci hatırlatmaktan geri kalmaz: “Bütün Fransız basını sürekli olarak,
Reformlar ne zaman yapılacak? diye soruyordu. Ve izninizle şunu söylemek
isterim ki, bize alkış tuttular.”
Baldırı çıplaklara hiçbir zaman fazla güven
olmaz. Bunların ortadan kalktıkları (sınıf savaşı kavramının sonu zaten
“tarihin sonunun” gelmesinden kaynaklanmıyor muydu?), en azından, “dışlanmış”
statüsüne indirgendikleri ve artık sadece hayır kurumlarının ilgi alanında
kaldıkları sanılıyordu. Ama yine ortaya çıkmışlardı, hem de dimdik. Bu
münasebetsizlik karşısında, liberal gazetecilerimiz, 1848 Haziran günlerinde “Souvenirs”de (Anılar, ÇN) Toqueville’in
sarfettiği nefret dolu söylemleri sergilerler. 4 Aralık’ta Franz-Olivier
Giesbert Le Figaro’da ateş
püskürüyordu: “Demiryolcular ve RATP
(Paris Bölgesi Özerk Taşımacılık Rejisi, ÇN) çalışanları Fransa’yı soyup soğana çevirmek için haraca bağlıyorlar.
Çünkü burda söz konusu olan loncacılık, sosyal haraçtan başka bir şekilde
nitelenemez.” Le Point’ın
yönetmeni Claude Imbert, “Devlet ana”ya
ve kamu sektörünün “gayya kuyusu”na
karşı eski sitemlerini tozlu raflardan çıkarmanın memnuniyetiyle koroya
katılır: “Bir tarafta çalışmak isteyen ve
çalışan, mücadele veren bir Fransa, diğer tarafta da ayağını sürüyen, kendini
kazanılmış haklarının rehavetine terk eden bir Fransa var.”
Demiryolcuların “soyup soğana” çevirdiği Giesbert’in ve “kazanılmış haklara” karşı mücadele veren Imbert’in kederi bütün
Fransa’ya sirayet eder. Yıllık ücreti o zaman 2.800.000 frank olduğundan,
grevcilerin taleplerini kavrama düzeyi düşük olan TF1’den Gérard Carreyrou, 5
Aralık’ta şöyle kestirip atar: “Juppé’nin
bir başarı kazandığı kesin, en azından siyasi cesaretiyle. Ancak,
fantasmalarının ve usdışıcılığın gerçekleri gölgelediği bir hareket karşısında
tamam mı devam mı demek zorunda.”
Önemli şahsiyetlerin resmi söylemi en güzel
incilerini sıraladı: Bir tarafta –iktidar ve para cenahından– “cesaret” ve “gerçeklik bilinci”; diğer yanda –halk ve grevcilerin cenahı– “fantasmalar” ve “usdışılık”. Bu toplumsal eylem, 20 yıllık teslimiyet psikolojisini
yeniden gözden geçirme cüretini gösterecek miydi acaba?
Le Monde’un
denetim kurulu başkanı Alain Minc, Le Figaro’ya
şunları beyan eder: “Yaşam tarzları ve
finans piyasalarının görünürde bütünleştirdiği dünyamızda Fransızlara özgü bir
şey var hâlâ: O da kasılma merakı.” Kararvericiler, öğüt vericiler ve
“rasyonel” olanı belirlemeye memur uzmanlar açısından grevler olsa olsa bir “yolunu şaşırmışlık” (Claude Imbert), “toplu bir humma” (Alain Duhamel), “görüntü oyunu” (Franz Olivier
Giesbert), bir “karnaval” (Guy
Sorman), bir “delilik alameti”
(Bernard-Henri Lévy), “şizofrenik bir
sapma” (François de Closets) demekti. Çünkü ılımlıların rüyası, Latin
olmaktan çok Cermen bir “Merkez Cumhuriyeti”93 karşısında milyonlarca “sapkın zihniyetli” göstericiyi dikili
buldu. Bunlar, anlaşılan, “İtalyan usulü
çözümlerden ziyade (borçlanma, enflasyon ve adam kayırma) Alman usulü çözümlere
(ücretlilerle pazarlık ve tavizsiz yönetim) yönelik köhne bir Fransa’nın”94
sınırlarını çizmekteydiler. Latinlere karşı Cermenler, büyük bir ihtimalle
devasa eserinin gerekliliklerinin aştığı Jacques Julliard’ın burada tek yaptığı
“Alain Minc düşüncesi”nin ana antropolojik postulatını tekrar etmekti.
“Elindeki
avucundakini savunan kapalı bir toplumun”95 sergilediği İtalyan
karnavalıyla Fransız köhneliği sokakları istila etmişken, çağdaş borsalar
İngilizce konuşuyordu. 9 Aralık tarihli The
Economist durumu herkesten daha iyi özetler: “Milyonlarca grevci, sokaklarda çarpışmalar, Fransa’da bu son on beş
günde yaşananlar, ülkeyi, muhasara altındaki bir hükümetin muhalif halka
IMF’nin kemer sıkma politikalarını dayatmaya çalıştığı, bir Muz Cumhuriyeti’ne
döndürdü. (...) Piyasalar hükümeti yakın takibe aldılar: En ufak bir uzlaşma
bile frankın krize girmesine sebep olabilir.” Bundan dört gün önce Wall Street Journal, frankın bir gün
önceki düşüşünü, aslında hükümetin verdiği ilk tavizlere bağlıyordu: “Hükümetin bu ilk zafiyetinin neticesi
frankın zarar görmüş olmasına benzemektedir. Eğer Juppé göstericilere boyun
eğer ve ilan ettiği reformlardan vazgeçerse, rizikoya girmenin kendisine
verdiği avantajı kaybeder.” Ertesi gün ortalık durulmuştur: “Yatırımcıların, Juppé hükümetinin grevci
kamu işçileriyle giriştiği bilek güreşini kazanacağı iddiasına girmeleriyle
birlikte, piyasalarda yükselme baş gösterdi.” Bezgin ortam, bir hafta sonra
yeniden çöker: “Juppé’nin, daha ziyade
‘karşılıksız tavizler’ olarak değerlendirilen sözleri piyasaları
canlandırmaktan uzaktır. frankın zayıflaması doğrudan, tabu kelime ‘pazarlığı’
telaffuz etmekten kaçınmayan Alain Juppé’nin müdahalesinin bir sonucudur.”
Piyasaların haddinden fazla sosyal düşüncesi –bu konuda büyük gazetecilerimizle
çakışıyorlar– gerçekten de açıklanmaya değer miydi? Ama her halûkârda Les Echos
bu işi üstlendi: “Bir kez daha, İngiliz
maden işçilerini mat eden Demir Leydi örneği ön plana çıkarıldı.”
Ancak, grevcileri kamuoyunun desteğiyle “mat
etmek” için, bu toplumsal hareket, Fransızlar’ın çoğunluğunu karşısına
almalıydı. France Info’da, TF1 ve diğer mecralarda, gazeteciler, her saat, her
akşam büyük bir titizlikle ve usanmadan “kilometreleri
bulan araç kuyruklarını”, “sabırlarının
sonuna gelen insanları”, “çevre
yolundan gelen siren seslerini”, “tıkanıklığın
eşiğindeki şirketleri”, “gerçekleşemeyen
işçi alımlarını” sıralayarak işe koyulurlar. 12 Aralık’ta France2’nin bir
gazetecisi, bütün saflığıyla, olayların yazıişlerinin hayal gücünü nasıl
çalıştırdığını itiraf edecekti: “Tam on
sekiz gündür size aynı şeyleri tekrar ediyoruz.”
Toplumsal olayları ele alış biçimi genellikle
örnek teşkil eden Le Parisien’den bu
konuda farklı olan France Soir, hiç tereddüt etmez. Gazete, “sürekli hiddetini dile getiren 56 yaşındaki
SDF (Sans domicile fixe-Sokakta yaşayan evsiz, ÇN) Christian”ın yazgısını konu edinir, “Taşımacıların grevi ve metro istasyonlarının kapanması neticesinde,
bir sürü kaderine terk edilmiş zavallı sokakta kaldı. Christian gibi
yüzlercesi, sabahtan akşama kadar, soğuktan donmamak için sokakları
arşınlıyorlar.” Robert Hersant’ın akşam gazetesi, SDF’lerle olduğu kadar,
birdenbire işsizlerin ve RM’cilerin (Revenu Minimal - Asgari Gelir, minimal
yaşam standartı sağlayan kişisel devlet sübvansiyonu, ÇN) kaderiyle de
ilgilenmeye başlar: “Posta idaresine de
sirayet eden grev dalgası, postanelerin kapanmasına sebep olacak ve önümüzdeki
günlerde ödemelerini bekleyen bu kitleyi de mağdur edecek mi?” “Dışlanmışlar”ı
“saçma maddi talepleriyle” grevcilerle karşı karşıya getirmek aslında ne
güzel olurdu! Ayda 8.500 frank kazanan bir demiryolu işçisiyle söyleşi yapan, Le Figaro gazetecisi Thierry Desjardins,
muhatabına fırça atar: “Ama siz de
ayrıcalıklı kesimdensiniz.”...
Piyasa gazetecileri bunalmışlarsa Fransızların
da bunalması gerekirdi. “İnsanlar
sessizlik içinde koşuşturuyorlar. Giyimleri hüznü yansıtıyor, siyahlar, griler
içindeler. Kendinizi Varşova sokaklarında sanırsınız (...). Dalgın yayalar,
başları önlerinde, mekanik adımlarla ilerliyorlar. Evlerine varmaya daha o
kadar çok yol var ki.”96 TF1’de Claire Chazal, sabırla, mutsuzluğumuzu
dağıtmaya çalışıyor: “Şehir
taşımacılığının kilitlenmesi ve ülkemizin içinde bulunduğu krize değinmeden
önce, şu Loto talihlisinin hikâyesini bir dinleyelim.” Ve talihli “Bruno” stüdyoya
davet edilir.
Ne “Christian”, ne “Bruno”, ne RPR’in cılız
“yurttaş” gösterilerinin hiçbir yararı olmaz: Kamuoyu araştırmalarında
piyasanın ve gazete yorumcularının görüşüyle taban tabana zıt neticeler çıkar
ve Fransızlar direnenlerle dayanışma içinde kalmaya devam eder. Sonunda
medyalar Juppé Planı’na desteklerini göz ardı edip, sütunlarını plan
muhaliflerinin görüşlerine açmaya karar verirler. Ama bu görüşlerde genellikle
uzmanların ve eski bakanların lafazanlıkları arasında boğulup gider. Alain Touraine,
kuşkusuz ultraliberal97 bir eleştirinin yazarı ve hükümet planının destekçisi
olduğundan, gece gündüz medyada boy göstermeye başlar. Kouchner, Madelin ve
Strauss-Kahn, grevsiz geçen bir gün kadar sıkıcı “tartışma” programlarının
hepsinde arzı endam ederler. Ama, öylesine kemikleşmiş bir söylemleri vardır
ki, –Daniel Bilalian sürekli “Sadede
gelin!”, “Lütfen sorunuzu sorun!”
diye ikaz etmek zorunda kalır– toplumsal hareketin aktörlerine verilen kısa söz
bile bu savları çürütmeye yetmez.98 Jean-Marie Cavada’nın –güçlülerle cilveli,
diğerlerine karşı tavizsiz– sonu gelmez sözleriyle sık sık bölünse de bir
sendikacının konuşması rahatlıkla on gazetecinin konuşmasına eşdeğerdi.
Hükümetin söyleminin kısıtlı etkisinden ders alan Juppé’ye tek kalan bu “olağanüstü haber çarpıtma girişimini”
kınamak oldu. Ve de, aynı ay içinde kendini, misafirperverlik örneği veren
güleryüzlü Anne Sinclair’in programına üst üste iki kere davet ettirmek oldu.
Barre şöyle diyordu: “İnsanlar zorluklar ve fedakârlıklar pahasına da olsa alışacaklar.”
Bu kez “aşılmaz” aşılmıştı: Demiryolu işçileri ve RATP görevlileri Barre’ın
güvenine mazhar olanlara karşı zafer kazanacaklardı. Bu sonucun Paris
gazetelerini mutluluğa boğduğu söylenemez:
Le Nouvel Economiste “Üstelik büyüme de durdu” başlığını atarken, L’Express “Hepimiz kaybettik” diyordu.
Claude Imbert’ın “yaşadığımız bu ruhi
çöküntü”den kurtulması için ise, arkadaşı Jacques Julliard ile birçok
teselli “tartışması” ve bir o kadar da öfke kusan yazının Le Point’da çıkması gerekti.
Peki kimdi bu ruhi çöküntüyü yaşayan “biz”?
41 Okurlara hatırlatma: Mesleki kuruluşlar,
bir tür zihinsel ürün hırsızlığı olarak nitelenebilecek olan intihale karşı
hiçbir yaptırım uygulamamaktadırlar. Daha da kötüsü, bu yöntemi kullandıkları
ayyuka çıkmış yazarların, medyadaki itibarlarından bir şey kaybetmemeleridir.
Fransa’da en yaygın intihal yöntemi, bir meslektaşın makalesini yağmalayıp,
tahlillerini, verilerini kullanıp, ismini sadece bir kere, o da çok tali bir
noktada zikretmektir. Suçu ortaya çıkıp da yüzüne vurulduğunda, suçüstü
yakalanan gazeteci, işi yüzsüzlüğe vurmaya kadar götürür: “Görmüyor musunuz
size atıfta bulundum”... Amerikan basınında bu tür bir davranış, suçlunun
mesleki saygınlığını yitirmesine yol açar; üniversitelerde ise, öğrenci ya da
öğretmenin kesin ihracıyla sonuçlanır.
42 Bu, zaman yokluğundan uyumculuk eğilimi
için bkz. Gilles Balbastre ve Georges Abou’nun aydınlatıcı metinleri,
Journalistes au quotidien, a.g.e
43 La correspondance de la Presse, 24 Şubat
1997.
44 Pierre Bourdieu, Sur la télévsion, Paris, Liber-Raison d’agir Yayınları., s. 16.
45 Marcel Trillat ve Yannick Letranchant,
“Informer autrement sur France 2”, Le
Monde, 5 Temmuz 1997.
46 Ignacio Ramonet, “La pensée unique”, Le Monde diplomatique, Ocak 1995.
47 İki örnekten birincisi iklimbilimden,
“Piyasanın doğru düşünüp düşünmediğini bilmiyorum, fakat piyasaya rağmen
düşünülemeyeceğini biliyorum. Doludan korkan ama onunla birlikte yaşayan
köylüler gibiyim. (...) Meteorolojik bir olayla karşı karşıyaymışız gibi
davranmalıyız: Olguyu bilmek ve çıkış noktamızı ondan itibaren tayin etmek.”
(Alain Minc, Le Débat, Mayıs 1995).
İkinci örnek biyolojiden: “Jeanne Calment’dan (122 yaşında) sonra, Apple (21
yaşında)... Şirketler de ölür (...) Teknik gelişmelerin hızlanması ve rekabetin
şiddetlenmesi şirketlerin yaşam şartlarında köklü değişimlere yol açmıştır. Her
birinin hayatta kalabilmek için savaşım vermesi kaçınılmazdır, ama bu ille de
sistematik olarak yapay yöntemlere başvurmayı gerektirmez. Bazen ölüm, tercihe
şayandır.” (Başyazı, Le Monde, 8
Ağustos 1997)
48 Ignacio Ramonet, a.g.e.
49 Philippe Manière, “Les vertues de
l’inégalité”, Le Point, 7 Ocak 1995.
50 Revue de Press programı, France 2, 26 Şubat
1994.
51 TF1- Saat 20 haberleri, 26 Şubat 1994.
52 Revue de Presse programı, France 2, 10
Temmuz 1993.
53 Le
Point, 5 Şubat 1994.
54 France Inter, 3 Kasım 1994.
55 Le
Nouvel Observateur, 19 Ağustos 1993.
56 295 frank karşılığında, Le Nouvel Observateur elektronik telefon
(ya da stereo mini müzik seti), FM radyo (ya da bir dolmakalem-tükenmez seti),
ve... bedava 23 sayı sunmakta; 490 frank’a, L’Express,
uzaktan dinlenebilen telesekreter (ya da halojen lambalı alarmlı radyo),
kişiselleştirilmiş bir dolmakalem ve... bedava 30 sayı teklif etmektedir.
57 Laurent Joffrin, France 2, 2 Haziran 1993.
58 Globe Hebdo, 1 Haziran 1994.
59 Lewis Lapham, “Economic Correctness”, Harper’s, Şubat 1997.
60 Duel programı, LCI, 1 Nisan 1995.
61 La
France de l’an 2000, Plan Genel Komiserliği, O. Jacop, Paris 1994. “2000
yılının ekonomik ve sosyal sorunları” komisyonu üyeleri arasında şu kişiler yer
almaktaydı: Claude Bebear, Jean Boissonnat, Michel Bon, Luc Ferry, Jean-Paul
Fitoussi, Edgar Morin, René Rémond, Pierre Rosanvallon, Louis Schweitzer,
Raymond Soubie, Alain Touraine, vb.
62 Marcel Gauchet ile tartışma. Le Débat, No
85, Mayıs-Ağustos 1995.
63 Revue de Presse programı, France 2, 8 Nisan
1995.
64 Christine Ockrent, a.g.e, s. 284.
65 Décideurs programı, LCI, 11 Mayıs 1997.
66 Le
Figaro, 25 Ekim 1995.
67 Paul Nizan, Les chiens de garde, Paris, Maspéro, 1976, s. 61
68 Alain Accardo’nun, Journalistes au
quotidien, a.g.e,. s. 50’deki göreli bir ifadesi.
69 On beş yılda Fransa’da gayri safi hasıla
içinde ücretlerin payı, % 68,8’den % 59,9’a düştü. On yıldan bu yana ilk kez
şirketlerin finansman kapasitesi fazla verdi, (1996’da 134,7 milyar frank).
Oysa 1990’da bu bakiye 149,2 milyar franklık açık veriyordu. Maliye ve Ekonomi
Bakanı Dominique Strauss-Kahn, Fransa’daki işsizliğin bir kısmının
“artıdeğerin, şirketlerin dinamik bir gelişmeden faydalanabilmeleri için,
ücretlilerin aleyhine paylaşılmasından kaynaklandığını” ifade etmektedir. (21
Temmuz 1997, basın konferansından.)
70 Pierre Péan ve Christophe Nick, a.g.e., s.
50.
71 TF1- Saat 20 haberleri, 24 Şubat 1996.
72 TF1- Saat 20 haberleri, 19 Mart 1995.
73 L’Heure de vérité, France 2, 12 Mart 1995.
74 “Socialement incorrect” (Sosyal açıdan
yanlış –ÇN), Başyazı, Le Figaro
Magazine, 15 Mart 1997. Franz-Olivier Giesbert, Le Journal du Dimanche
yazıişleri müdürü Alain Genestar’ın yapıtını eleştirirken, kitabın “medyanın
sürekli tabağımıza doldurduğu uyum soslu gündelik mamamızla tezat
oluşturduğuna” dikkat çekiyor (Le Figaro,
14 Nisan 1995). Ama bunu yapan “Medyalar”, kendisi değil...
75 “Eloge de la globalisation” başyazı, L’Express, 8 Şubat 1996.
76 Christine Ocrent, La mémoire du coeur, a.g.ye, s. 303
77 LCI, 10 Ekim 1995.
78 7sur7 programı, 15 Ekim 1995.
79 Maastricht Antlaşması referanduma
sunulduğunda Jean-Marc Sylvestre, ötekilerinin oyununun kurallarına uymakta
geciken Fransa’nın bunu telafi etmesini öneren benzeri argümanlar kullanmıştı:
“Avrupa sofrasına oturabilmek için, masa adabını bilmek, elleriyle yemek
yememek icap eder.” Bkz. “Le bétisier de Maastricht, (Maastricht’ten İnciler,
ÇN) a.g.e., s.63.
80 Libération,
22 Aralık 1995.
81 Marianne,
28 Avril 1997.
82 Le
Débat, No 9 Mayıs 1996.
83 Le
Nouvel Observateur, 16 Kasım 1995.
84 Télérama,
5 Haziran 1996.
85 O dönemde France 2’de çalışan bir gazeteci
şöyle tepki göstermişti: “Artık üç tane yazıişleri var: Starlarınki (Ockrent
ayda 120.000 frank, Leymergie 100 bin frank, Sannier 60 bin frank); vasat
gazetecilerinki (en fazla 14 bin ile 20 bin frank arasında) ve serbest
gazetecilerinki (günde net 565 frank).” Le
Monde, 14 Eylül 1988.
86 Christine Ockrent, a.g.e., s. 220-224.
87 James Fallows, Breaking the News: How the Media Undermine Amerikan Democracy, New
York, Pantheon Books, 1996, s. 49.
88 Aktaran James Fallows, a.g.ye, s. 75-83.
89 France Télécom’un özelleştirilmesi
meselesinin bazı gazetelerin sabırsızlığına yol açmasının sebebi, acaba bu
özelleştirmeden önce yapılacak olan tanıtım kampanyası ve bu kampanyanın
değişik basın organlarına 200 milyon franklık bir reklam geliri sağlaması değil
midir?
90 İpsos-Opinion’un, 14 Aralık tarihli Le Nouvel Observateur’de yayınlanan bir
kamuoyu araştırmasına göre Juppé Planı’nı medyanın yalnızca % 6’sının olumsuz
olarak değerlendirmesine karşılık, % 60’ı plana olumlu bir yaklaşım içindeydi.
91 Libération,
Paris, 16 Kasım 1995 ve The Times, Londra,
17 Kasım 1995
92 7sur7 programı, TF1, 3 Aralık 1995.
93 1989’da yayınlanan bir kitabın başlığı.
Yazarları François Furet, Jacques Julliard ve Pierre Rosanvallon, Saint-Simon
Vakfı’nın seçkin üyeleri, ilk ikisi ise Le
Nouvel Observateur’un yazıişlerindendir.
94 Jacques Julliard, Le Nouvel Observateur, 7 Aralık 1995. Bu dönemde meydana gelen
densizliklerden biri, her hafta Europe1 kanalında yayına giren Julliard ve
Imbert arasında “Sağ/Sol” tartışma programı, ile Duhamel ve July arasındaki
“Yüz Yüze” programıydı... Dördü de Juppé planına destek çıkmışlardı!
95 Andre Glucksmann, Le Figaro, 4 Aralık 1995.
96 Bertrand de Saint Vincent, “Les regards sont tristes”, Le Figaro,
2-3 Aralık 1995.
97 Alain Touraine, Lettre à Lionel, Michel,
Jacques, Martine, Dominque... et vous.
98 3-4 Aralık 1995 sayısında Le Monde, 1 Aralık 1995’te France 2’nin
“La France en direct” (Canlı yayında Fransa, ÇN) yayınında, toplumsal
anlaşmazlığın önde gelenlerine verilen konuşma sürelerini hesaplamış. 50 Le
Mans grevcisi 3 dakika 41 saniye, Aubervilliers’li 30 grevci 3 dakika 21
saniye, Strasburg’lu 20 kişi 4 dakika 48 saniye, Toulouse grevcileri 4 dakika
17 saniye konuşmuşlardı. İki saat süren ve konusu grev olan bir programda
toplam... 15 dakika bile değil.
4 - SUÇ
ORTAKLIĞI DÜNYASI
Bu denemede bazı isimlere çok sık yer verdik.
Bu isimler ileride de peşimizi bırakmayacaklar. Çok üstlerine gittin
suçlamalarına bu satırların cevabı ben suçsuzum olacak. Burada bu gazetecileri
zikretmeden yapamazdık, zira mesleğe hükmedenler onlar. General Motors, Ford ve
Chrysler’e değinmeden Amerikan otomotiv sanayiinden bahsedemezsiniz. Yine aynı
şekilde, Yönetim Kurulu’nda hakkı huzurları paylaşan ve siyasi olsun, ekonomik
olsun her türlü değişim rüzgârına dayanan, otuz ortaklı bu tröstün ismini
zikretmeden de Fransız gazeteciliğinden söz edilemez. Onların kişiliklerinin
veya yeteneklerinin yeri doldurulamaz olduğundan değildir bu. Aslında başka bir
otuz kişiyle de işler pekâlâ yürütülebilir. Ancak sistemin mimarisini değilse
de en azından çevrenin nasıl işlediğini anlayabilmek için bu otuz kişiyi de
tanımak gerekir. Bu otuzlar, birbirleriyle rekabet etmek şöyle dursun, yukarıda
bahsi geçen zorluklara bir de, en yukarısında çalışanlarından en aşağıdakilere
kadar mesleğe bencilce dayattıkları suç ortaklığını eklemekteler.
Öyle bir çevre ki, aynı tornadan çıkma
fikirler, aynı yorum yöntemleri. Kimisi gazeteci, kimisi “entelektüel” çenesi
düşük otuz kadar adam her yerde karşınıza çıkıyorlar. Altın kuralları
birbirlerine arka çıkmak. Birbirlerini tanır, sık sık görüşür, birbirlerini
takdir ederler, bitmez tükenmez tartışmalara girerler, hemen her konuda
anlaşırlar. Alain Minc, uzun süredir, RTL’de olsun, LCI’de olsun (bir zamanlar
Jacques Attali ile karşı karşıya geldiği “Düello”
programında), değişik sütunlarda olsun, bunların ideolojisini, “sağduyu kulübü” ideolojisi diye
nitelendirirdi. 1994 tarihli Minc raporunu imzalayanlardan biri olan Alain
Touraine, hemen bu tanımlamaya sahip çıkarak, “gerçekçi ve makullerin kulübü”99ifadesini kullanmıştı.
Birbirlerinden ayırmak için neredeyse kuvvet kullanmak icap etmişti... Bu
burjuva mutabakatının, bu organik dayanışmanın dışına çıkıldığında kala kala,
maceracılık, “popülizm” ve demagoji
kalıyordu.
Onlar güneşi hiçbir zaman batmayan bir ülkenin
adamlarıydı: Sabah radyoda, akşam televizyonda; ulusal basın, haftalık basın,
yerel gazetelerin makale bolluğunda, her yerde. Ve bir de bu eksikmiş gibi
bütün medyaların ağız birliğiyle dayattığı yıllık kitaplarında100 Le Point ve France Inter’in yazarı
Philippe Meyer, şunu öneriyordu: “Birçoğu
ne güçlerinin, ne de ünlerinin meşru bir tabana oturmadığını biliyor. Bunu ne
çalışmalarına, ne bilgilerine, ne becerilerine, olsa olsa ortalıkta sık
görünmelerine borçlular.” Bir zamanlar büyük gazeteciler aynı zamanda büyük
muhabirdiler. Çok uzak bir zamanda, anlatması uzun, pahalı. Artık haftalık
–bazen de günlük– yorumlar için odalarından, yemek yemenin dışında, çıkma
ihtiyacını hissetmiyorlar.
Alain Duhamel, her yerde hazır ve nazır bu
seçkin azınlığı herkesten daha iyi temsil eder. Giscard’cı, Barre’cı, sonra
Balladur’cu, yarın gerektiğinde Jospin’ci olabilecek Duhamel, Europe1’in de
yayın kurulu başkanıdır. Bu radyoda, “kararvericileri
hedefleyen sabah kuşağında” cumartesi, pazar hariç her gün –her konuda–
ahkâm keser. Libération, Le Point, Les
Dernières Nouvelles d’Alsace, le Courrier de l’Ouest, Nice Matin...
gazeteleri de ona kucak açar.
Le Monde,
onun radyo yorumlarından öyle büyük bir özenle alıntı aktarır ki, sanki gazete
akşam yemeğinin peçetesi haline gelmiştir. Artık bayağı ılımlı ve burjuva
fikirlerin teminatına ihtiyaç duyan L’Humanité
de düzenli olarak Duhamel’i cezbetmeye çalışmaktadır. Komünist Parti’nin organı
bu gazete, 27 Mart 1996 tarihli sayısında, Libération,
Europe1, Le Point, Nice Martin vs.nin
köşe yazarına sayfasını açar, Duhamel burada, “solu ve belli başlı bileşikleri arasındaki ilişkileri”
anlatıyordu. On gün sonra L’Humanité
Alain Duhamel’in Libération’da
yayınlanan bir yazısından alıntı yapacaktı. Ve Mayıs’ta, Robert Hue, Duhamel’in
köşe yazılarından birini, Komünist Partisi’nin 28. Kongresine101 sunduğu
raporunda zikrederek gazeteciyi en yüksek düzeyde takdis eder. Böylece, Le Monde’un, Libération’dan alıntı aktaran L’Humanité’ye
atıf yapacağı ve hepsinin neticede Alain Duhamel’den alıntı aktaracağı günleri beklemekten
başka yapacak bir şey kalmadı.
Herhalde Alain Duhamel bazı günler
yorgunluktan bitiyordur.102 France2 ve Europe1’de (Le Club de la Presse’de) politikacı konuklarına sorular sorar.
Duhamel tükenmek bilmez, iki senede bir, tek yıllarda genellikle anlaşılmayan
elitleri ve liberal Avrupa’nın faziletlerini konu ettiği bir de kitap yayınlar
–kaçırmanız mümkün değildir. Her çarşamba, bir “haber tartışma” programında, Le
Figaro’nun yazı işleri müdürü Franz-Olivier Giesbert ve Libération’un genel yayın yönetmeni
Serge July’le karşı karşıya gelir. “Tartışma” kibarca cereyan eder. Serge July
çarşamba günleri Europe1’a çıktığı haftalar, Alain Duhamel de cuma günleri Libération’da yazar. Böylece biri yek
diğerinin işvereni durumundadır. Ve hepsi de, hiçbir zorlukla karşılaşmadan, bu
“sağduyu kulübü”nün dar alanına
sığışabilmektedir.
SERGE JULY VE CHRISTINE OCKRENT,
TANINMAYAN BİR YAZARIN
YETENEKLERİNE METHİYE DİZERKEN...
12 Ocak 1997’de, L’Express’in eski genel yayın yönetmeni Christine Ockrent,
France3’te yaptığı siyaset programının sonunu, yeni yayınlanan önemli eserlere
ayırmıştı. Aşağıdaki metin, Christine Ockrent, Serge July ve Philippe Alexandre
arasındaki konuşmanın tam metnidir. — Christine Ockrent: Serge, isterseniz sizin seçiminizle başlayalım, üstelik tercihimizi
aynı yönde kullanmışız. — Serge July: Alain
Duhamel’in kitabı öyleyse. — Christine Ockrent: Flammarion’un yayınladığı Portrait d’un artiste (Bir Sanatçının
Portresi, ÇN). — Serge July: Bu kitabı
tercih etmemek zaten mümkün değil. Büyük bir ihtimalle François Mitterrand’ı
anlatan ilk kitap. Konusu bu dönemin... — Christine Ockrent: ... muhasebesi. — Serge July: ... politikası, muhasebesi. Biraz önce
bilançodan bahsediyordunuz. — Christine Ockrent: ... evet, politikası üzerine. Eksiksiz, gayet ince ayrıntılar içeren
bir kitap. — July: ...öyle bir kitap
ki... — Christine Ockrent: Çok da
sürükleyici. — Serge July: Çok
heyecan verici bir kitap. Hararetle tavsiye ederim. — Christine Ockrent
(Hatıralar’ında, “güç beğenir, sert,
sadık bir kişiliğe sahip olan, aynı zamanda Europe1’in temel direklerinden biri
Alain Duhamel beni, radyoya girmeye çok teşvik etmiştir” diye yazacaktır)
bundan sonra da Philippe Alexandre’ın seçtiği kitaba geçer: Şimdi de tarihe bir göz atalım... —
Serge July (Libération’un siyaset
yazarının kitabı hakkında, söyleyecek birkaç hoş söz bulur): Kolaya kaçan biri değildi. Öyle biri ki...
François Mitterrand o kadar karmaşık bir kişilik ki, cepheden saldırıya geçmeyi
tercih etmiş Mitterrand’a. Bence çok gerekli bir yaklaşım. Philippe
Alexandre o sırada birkaç sözle, okumayı önerdiği kitabı sunar. Bu, Alain
Minc’in, III. Napolyon hakkındaki kitabıdır. Christine Ockrent de zamanının çok
dolu olduğunun103 sanılmasına rağmen, okuduğu bu kitabı, aynı şekilde tavsiye
eder. Üç gazetecinin tanıttıkları kitapların yazarları genellikle
gazetecilerdir.
Daha fazla zapping’e
gerek yok. Meşrulaştırma uzmanlarının başlıca kıstası her şeye el atmış olmak
ve “ortak ilişkiler”dir104: Bir
kürsüye sahip olmak, bir diğerine önerilmenin garantisidir. RTL’in kadrosuz
yorumcuları yelpazesinde Le Monde’un
genel yayın yönetmenini de, Les Echos’nun
genel yayın yönetmenini de bulabilirsiniz. Tabii bu arada, TF1’in haber müdürü
yardımcısını ve Le Point’nın büyük
yorumcularından birini de unutmamak gerekir. 1996’ya kadar Europe1’de işler çok
basitti: Libération’un genel yayın
yönetmenini (pazartesileri 8.25’te), salı günü aynı saatte Le Point’ın genel yayın yönetmeni takip ediyor, çarşamba L’Express’inki, cumartesi L’Evénement du Jeudi’ninki; cuma günü de
Le Nouvel Observateur’ün genel yayın
yönetmen yardımcısınındı. Le Courrier
International’ın genel yayın yönetmeni de, Le Point’a, ardında da L’Express’e
geçtikten hemen sonra, Arte kanalında haftalık bir programa başlamadan hemen
önce, gruba katılmıştı.
Konukların TV kanallarına çağrılmasını
belirleyen yorumculuk nitelikleri midir yoksa yorumcu olarak sahip oldukları
güç müdür? Yann de L’Ecotais, L’Express’in
genel yayın yönetmenliğini Christine Ockrent’e (bu dergide adet olduğu üzere
yaka paça) bıraktıktan birkaç hafta sonra, Europe 1’deki yorumuna da son vermek
zorunda kalır. Hem Le Nouvel Observateur’de
hem Le Figaro’da yazan François
Giroud, eski cumhurbaşkanının özel yaşamına müdahale edilmesini, Hachette
grubunun diğer bir yayını olan Paris
Match’da eleştirince, Le Journal du
Dimanche’tan atılır. Serge July ise Libération’un
TF 1’e yönelik eleştirilerini onayladığı için, 1992’de, Bouygues’in TV
kanalında Philippe Alexandre ile “tartışma” hakkından mahrum edilir. TF 1’in
haber müdürü Gérard Carreyrou, o dönemde bu uygulamayı şöyle
gerekçelendirmişti: “Hem maaşını tıkır
tıkır alıp, hem de seni besleyen eli ısıramazsın.”105Mesleki dayanışmadan
yararlanmak istiyorsan, raconuna uygun hareket edeceksin...
Fransa’da, ücretlilerin veya sosyal
sigortalıların yararına işleyen “loncacılık” ile politikacıların “her işe el
atmalarına” artık bir son verilmesine kuvvetle kani olan tek düşüncenin
mollaları, medyalardaki kendi tekelleri söz konusu olduğunda aynı cesareti
gösterememektedirler. Bu tutarsızlıklarını müstehcenleştiren bir başka nokta
da, gazetecilik mesleğini kasıp kavuran işsizlik afeti ve iletişim
oligarşisinin en ufak bir yazısına ödenen binlerce franktır. Ancak, bir avuç
gazeteci ve gazetenin hakim olduğu bugünkü durumda, bu ayrıcalıkların üstüne
gitmek kimsenin harcı değil.106 Tabii, nüfuz ilişkilerine son verilmediği
takdirde... ama bu sefer de fikirlerin ve ürünlerin (kitaplar, cd’ler,
gösteriler) halka ulaşma ihtimali ortadan kalkacaktır. On beş yıldan beri
politik yaşamı sağa çeken ideolojik birlik, muhalif projelerin hayata
geçirilmesini özellikle zorlaştırmıştır. Yükselen değerlere göbekten bağlı
birtakım televizyon aydınlarının sürekli medyada cirit atmaları, bütün sistemi
kilitlemektedir.107Alain Minc, bu durumu gayet bilinçli bir şekilde, arsızca açıklamaktadır:
“Medya sistemi öyle bir iktidar
yoğunlaşması yaratmıştır ki, Marx’ın dilinden düşürmediği ‘sermayenin ilkel
birikimi’ solda sıfır kalır.”108Peki seçenler kimlerdir? Alain Minc’i kim
seçti? Ya da Bernard-Henri Lévy’yi?
BERNARD-HENRI’NİN
DOSTLARI
15 Mayıs 1994’te Bernard-Henri Lévy, France2 kanalının önemli siyaset
programı L’Heure de Vérité’ye davet
edilir. Bir taraftan, şerefli bir davanın ve ilk filmi Bosna!’nın savunmasını yaparken bir taraftan da Mutualité’deki
gösteriyi ve Haziran’daki Avrupa seçimlerine katılacak olan “Saraybosna”
listesinin duyurusunu yapar. Program sorumlusu François-Henri de Virieu de “seyircilere filmi görmelerini tavsiye
eder.” Daha sonra Bernard-Henri Lévy’ye, Bosna, Avrupa ve solun geleceği
hakkında sorular sorulur. Cannes Ffilm Festivalinden ayağının tozuyla gelen
Lévy, “toplumsal ilişkilerin çatırdadığı”
kehanetinde bulunur. Bu arada stüdyoda Philippe Sollers, Dominique
Strauss-Kahn, Harlem Désir, Marek Halter, Alexandre Adler ve Françoise Verny de
bulunmaktadır. Aynı gün saat 19’da, Avrupa seçimlerinin 3 listebaşı TF1
kanalının “7sur7” programının konuğudurlar. Program sunucusu Anne Sinclair
onlardan, André Malraux’nun L’Espoir (Umut,
ÇN) adlı eseriyle kıyasladığı Bosna!
filmini ekrandan yorumlamalarını ister ve “7sur7’de
muhakkak yeniden görülmesi gerektiğini düşünüyoruz” diye de bir yorum
yapar. Ardından da, çok sayıda aydının karşı tavır takındıkları halde “aydınlar listesi” diye nitelediği bir
“Saraybosna” listesinin seçimlere katılacağını duyurur. Bir asır sonra, konuya
ilgi duyan bir araştırmacı, yayını bir tahlil ederse, 7sur7’de, Anne
Sinclair’in kaç kere Bernard-Henry Lévy’nin yönettiği dergi La Règle du Jeu’nün (Oyunun Kuralı, ÇN)
adını andığını, yeni felsefenin bu mümtaz temsilcisinin son incilerine tepki
gösterdikleri için katılımcılara kaç kere müdahale ettiğini keşfettiğinde çok
yararlanacaktır. Ertesi gün, yani 16 Mayıs günü Bernard-Henri Lévy, aynı gün,
tek bir radyoda (France Inter) dört ayrı programın konusudur. O sırada Ivan
Levai tarafından saat 8.30’da sunulan basından seçmeler de geniş bir biçimde
ona yer verir. Ardından saat 8.40’daki Radio-Com
programına, daha sonra da öğle haberlerine ve nihayet saat 19.20’de de Téléphone sonne (Telefon Çalıyor, ÇN)
programına davet edilir. 19 Mayıs Perşembe günü, Le Nouvel Observateur’ün genel yayın yönetmeni Laurent Joffrin,
Infomatin sütununda, Bernard-Henri Lévy ve dostlarını, “Devleti ve partileri değişime zorlayarak yeni bir siyaset tarzı
getirdiler. Bu, sol’un benimsemesi gereken akımın tipik bir örneğidir” diye
değerlendirir. Daha ertesi gün de, Catherine Pégard, Le Point’da hayranlığını gizlemeye gerek duymaz: “Filmi Bosna!’nın başarısı, L’Heure de Vérité’deki
doğru tavrı, argümanlarının tutarlığı (bu argümanları, bu hafta, son sayfadaki
‘Bloc-notes’ sütununda enine boyuna irdelemektedir), Bernard-Henri Lévy’yi
basın demokrasisi sınırlarının dışına taşımıştır (...) Yazar belli bir
Avrupalılık bilincinin uyanmasına önayak olmuştur.” 29 Mayıs’ta, kamuoyu
araştırmalarının, “Saraybosna” listesine en fazla % 4 oy verdiği bir sırada,
(Bernard-Henri Lévy’nin desteği olmasaydı bu oran % 1,56’da kalacaktı.), Anne
Sinclair 7sur7’de şöyle demektedir: “Aydınlar
Listesi seçim tahminlerini de, Avrupa seçimlerindeki kart dağılımını da altüst
etti.” Bundan dört gün önce de, The
New York Times, “basının bu girişime
verdiği destek doyma noktasına ulaşmak üzere” diye yazmaktaydı; Régis
Debray, iktidarın, “en gözde kültürel
kurumlarını, gündeminin ideolojik yönünü, azgın ve görüntü-takıntılı bu zümreye
havale” ettiğini iddia ediyordu. 1994 Kasımında, Bernard-Henri Lévy,
köktenciliğe karşı yazdığı denemesinin piyasaya çıkması esnasında da basından
gayet geniş bir destekten yararlanır: 7sur7,
Europe1’de yayınlanan Club de la presse,
Le Monde’ün başyazısında yer alır. Ancak, Şubat 1997’de ikinci filmi,
devlet televizyonu ve Jean-Luc Lagardére’in ortak yapımı Le Jour et la nuit (Gündüz ve Gece, ÇN) gösterime girdiğinde (Le Point, Paris Match, L’Evénement du Jeudi,
Le Figaro Magazine, Madame Figaro’nun başyazılarında) patlama yaşanır. Le Nouvel Observateur’ün okurları zaten
birkaç ay önceden, Françoise Giroud sayesinde eserin önhazırlıklarından
haberdardılar. Le Nouvel Obsevateur’ün
yazarı, yeni filozofla birlikte, duygusal konuşmalardan oluşan ve sosyeteyle
ilgili bir kitap yazdıktan ve sütunlarında televizyona her çıkışına yer
verdikten sonra, şimdi de filmin çekiminin yapıldığı Meksika’ya gitmiştir.
Tabii ki Le Point, okurlarının bu
konuda bilgiden mahrum kalmasını kabul edemezdi, rekabetin kuralı malum.
Dolayısıyla, haftalık yazılarıyla “Bloc-notes”ta, Bernard-Henri Lévy, onları
bizzat gelişmelerden haberdar eder. L’Express’in
okurlarının istihkakında da “BHL’nin çevirdiği filmlerin günlüğü” başlıklı iki
sayfa vardı. Yazarı kim mi bu sayfaların? Bernard-Henri Lévy’nin ta kendisi. Büyük an gelir çatar. Le jour et la nuit’nin başrol oyuncusu Alain Delon’u konuk
ederken, “solcu bir aydınla sağçı bir
çadır tiyatrocusunun bu buluşmasından etkilenen” Anne Sinclair, Bosna! filmiyle de yaptığı gibi,
Bernard-Henri Lévy’nin uzun metrajından kesitler yayınlar. Program 7sur7
olmaktan çıkmış, Madame Cinéma
olmuştur! Ve yorumu da kendi getirir yine: “Sarsıcı
ve duygulandıran bir film.” Oysa film daha çok güldürür, zira halk sağlıklı
bir tepkiyle basının bu şartlandırmasını reddetmiş, bu gülünç sahneye
kayıtsızlıkla cevap verip kaale bile almamıştır. Bu arada, sinema
eleştirmenleri de, özellikle Libération’da
Gérard Lefort ve Le Monde’da
Jean-Michel Frodon, büyük düşünürün, bir yıl önce “hayatımın en rizikolu, en çılgınca girişimi” diye nitelediği eseri
ayaklar altına alacaklardır. Ama Bernard-Henri Lévy, Le Point’deki
“Bloc-notes”u için bu eleştirilerden birkaç satır aktarmaktan da geri kalmaz: “Paranın çılgın hakimiyetinin sonu geldi.
İyi de oldu. Ama günümüz püritanizmi, paraya ve mesleği para olanlara şeytan
görmüş gibi bakılması da madalyonun öteki yüzünü oluşturmuyor mu? Bu da yeni
bir çılgınlık değil mi?” Bu arada filmi 53 milyon franka mal olmuştu.
Pohpohçularını ödüllendirerek, kendine gölge
edenleri haşlayarak sütununu kişisel amaçlarla kullanan sadece Bernard-Henri
Lévy değil maalesef.109Yüzlerce defa bu kullanımın üzerine gidilse de –ama pek
canlı örnek verilmez bu durumlarda–, sanki hiçbir yaptırım mümkün
değilmişçesine, yine eskisi gibi devam etmekte, dallanıp budaklanmakta. Daha da
kötüsü yaptırımlar “başka yerlerde
rüşvet, yolsuzluk, zimmete para geçirme, sahtekârlık, nüfuz ticareti, haksız
rekabet, şikeli anlaşma ya da güveni istismar diye nitelenecek olan ve en çok
karşılaşılanı da Fransızca tabiriyle “asansörü geri yollama” denilen bu yollara
başvuranları ifşa edenlerin başına patlamaktadır.”110
Jean Bothorel 1996’da çalıştığı Le Figaro’dan kovulur. Suçu, bu
gazetenin iki yıldızı, yazıişleri müdürü Franz-Olivier Giesbert ve yazı kurulu
başkanı (ve Fransız Akademisi üyesi) Alain Peyrefitte’in kendi yapıtlarına övgü
yağdırmak için gazetenin sütunlarına açgözler gibi el koymalarını
eleştirmektir. Jean Bothorel’e göre111, Le
Figaro’da, Alain Peyrefitte’in De Gaulle’le ilgili kitabı hakkında tam
onbeş makale çıkmıştır! Dolayısıyla, işten çıkarılmasından az bir süre sonra,
bu haddini bilmez yazarın eski gazetesinde, Alain Peyrefitte’in, Franz-Olivier
Giesbert’in son yazdığı “güzel romanını”
altı sütun üzerinden öven bir yazısıyla karşılaşması, pek şaşırtıcı
gelmemişti.112
Bir itirafta bulunmam gerekirse, durum o kadar
gülünç ki, bu satırların yazarı bendeniz, bu genç haliyle, hâlâ kariyerinin
sonuna gelmiş ve korkacak bir şeyi kalmamış bir gazetecinin kendisi için bir
iki cilt cesaretlendirici yazı yazmamış olmasını anlayabilmiş değildir. Ama bu
kim olabilir? Ne zaman? Nerede? Nasıl? Niçin? ABD’de bazı gazeteler yazıişleri
yönetmenlerine, bir kitabın eleştirisini yazarı tanıyan ya da kendisi de bir
kitap yazmış olup da yazarın bu kitap hakkında yazı yazdığı birine ya da “söz konusu kitapta anılan kişilerden biriyle
düzenli ilişki içinde olan” birine vermesini “kesinlikle men ederler.”113Bazen uyulması zor olduğu şüphe
götürmeyen bu yasakların, bizde böylesine fütursuz bir yüzsüzlükle ihlal
edilmesi diğer ülkelerdeki meslek erbabını şaşırtmaktadır.
Fransa’da entelektüel iktidar şöyle
özetlenebilir: “Kırk mediokrat (medya
gücünü elinde tutanlar, ÇN) –o da en
fazla–, kırk bin yazar hakkında ölüm kalım hükmünü verir. (...) Bu yazarların
çalışmalarının zorunlu olarak geçtiği bir elek oluşturur, olayı olay
olmayandan, var olanı var olmayandan, yararlıyı abesten ayırırlar.”114Son
derece medyatize bir deneme yazarı olan Alain-Gérard Slama, Alain Peyrefitte’in
La société de confiance (Güven
Toplumu, ÇN) isimli bir diğer kitabının tanıtımını da, Le Figaro’da değil de Le
Point’de yapar (nedeni birazdan anlaşılacak). Alain-Gerard Slama şöyle
diyordu: “Bir önceki kadar yenilikçi olan
bu kitap, tarih felsefesi üzerine yazılmış nadir zenginlikte bir yapıttır, o
kadar ki yazarını yeni bir Toynbee olarak telakki etmemiz aşırılık
olmayacaktır. (...) Bizi bizden öteye taşıyan bu “tez” ne büyük bir mutluluk
kaynağıdır! İnsanoğlunun sorumluluğuna inanan ve kitabın yoğunluğundan ürkmeyen
bütün liberallerin okuması gereken bir kitap: Kendilerini daha az yalnız hissedecekler.”115
Tanıtım yazısının başlığı “Güven Sorunu”ydu.
İhtiyatsız bir başlık. Çünkü, Le Point’in
okurlarına, düzenli olarak France Culture’le çalışan Alain Slama’nın aynı
zamanda, Le Figaro’nun da yazarı
olduğunu –ve hâlâ olmaya devam ettiğini– hatırlatabilirdi– ama söz konusu
“güven” duyulan bir dergi olunca hangi okur böyle bir üçkâğıdı sezinleyebilir
ki? Zaten burada, Le Figaro’nun yazı
kurulu başkanının yazdığı bir kitap için çıkarları açısından methiye dolu bir
eleştiriden başka bir şey yazabilir miydi? Bu yazının Le Point’da yayınlanmasından yaklaşık on beş gün sonra bazı şeyler
biraz daha aydınlanır. Alain Peyrefitte, Fransız Akademisi üyesi sıfatıyla
kâğıdı kalemi eline alır ve Le Figaro’da
bir kitabın tahlilini yapar. Kitabın yazarı Alain-Gérard Slama’dır... “Alain-Gérard Slama ülkemizde yaşanan
demokratik gerilemenin ilerlemesini görmüş bir kişidir. Bu gerilemeyi tutkuyla
kınıyor ve net bir biçimde irdeliyor. (...) Slama’nın –sonucu toplumun kendi
kendini suçlaması olan çelişkili olgu– “dışlamayla mücadele” tahlili özellikle
kayda değer. Slama Fransızlar’ın bu gerilemeyi, demokratik bir ilerleme
sürecine dönüştürebilmeleri için yeniden demokrasinin kurallarına güvenmelerini
sağlamaya çabalıyor. Ve bunu da büyük bir entelektüel cesaret ve üstün bir ikna
kabiliyetiyle gerçekleştiriyor.”116Her zaman olduğu gibi burda da kilit
kelime “cesaret”.
Alain-Gérard Slama’nın, Le Point’ın, Alain
Peyrefitte’i “yeni Toynbee’miz” diye
övdüğü sayısında, aynı zamanda Le Point’ın
yazarı Alain Duhamel imzalı, bir de Alain-Gérard Slama’nın eserinin eleştirisi
yer alıyordu... Yazı tam bir şenlikti: “yetenekli”,
“parlak”, “doğal bir coşku”, “kaçarsız bir eleştiri”, “tükenmez bir eleştiri
yeteneği”, “muhteşem bir dil ve affetmeyen bir mantık”, vs... Üstelik Alain
Duhamel aynı Franz-Olivier Giesbert ve Christine Ockrent gibi muhaliflere
bayılır. Ve nitekim Slama –bir zamanlar Alain Duhamel117 namlı birinin de
olduğu gibi Siyasal’da hocadır– da “uyumculuğun
rehavetine” savaş açmıştır ve “her
türlü moda düşünceye saldırmaya” hazırdır. “Slama’da, Julien Benda’nın yıkıcı karamsarlığı, tutkulu anlatım gücü,
intikamcı çıkışları ve aristokratik entelektüelliği vardır. Eğer müsaade
buyurulursa De Gaulle’cü bir Blenda tanımlaması yapılabilir Slama için.”
Birkaç ay önce “her türlü moda düşünceye saldırmaya” hazırlanan Alain-Gérard Slama
da tabuları yıkan bir deneme yazarı keşfetmişti: “Alain Duhamel’in bir eşi yok (...) Medyada üslenip (sic) sosyal aktörleri istismar eden,
demokrasinin işleyişini yolundan çıkaran, sıradan şahısların sorgulanmasına
önayak olan onun gibi çok az insan vardır”. Alain Duhamel, Fransız
toplumunun sorunlarının “insanların
yetersizliğinden ziyade, –karma yapı, siyasilerin birden fazla görev
üstlenmeleri, çıkar çatışmaları gibi– yapısal eksikliklerden”118 kaynaklandığını
iddia etmektedir –ve burada Alain-Gérard Slama da ona katılmaktadır. Birden
fazla görevin tek elde toplanması ve çıkar çatışmaları, bundan daha iyi bir
teşhis konulmazdı.
Olsa olsa ideolojisinin karma yapısından
dolayı (Benda’dan119 esinlenen bir Balladur’cü!), Alain-Gérard Slama, 1996
Şubatında, Le Nouvel Observateur’ün
eski yazıişleri müdürü Franz-Oliver Giesbert’in sağcı gazetesinde, –belki bir
gün yetenekli tarihçilerin niçin solcu olarak addedildiğini izah
edebilecekleri– Le Nouvel Observateur’ün
genel yayın yönetmen yardımcısı Jacques Julliard’ın da bir kitabına övgü
yağdırır. Bu küçük çevrede herkesin kendinden önce yaptığı gibi, Slama da (o
zaman, Franz-Olivier Giesbert gibi Europe1’in120 kadrosunda olan) Jacques
Julliard’ın yeteneğine kapılmıştır: “Olayların
kaba maddeselliği altında yatan Proust’vari bir atıl psikolojik gerçeği arama,
kökeni araştırma endişesi taşıyan bir üslup, bir anlatım.”121
Kalemini, öncelikli bir yağcılık mürekkebine
batırmış olan Alain-Gérard Slama, daha iki hafta öncesinde, sol kesimden başka
bir kişiye, üstüne üstlük Sosyalist Parti’nin eski bir bakanına övgüler
yağdırıyordu: “Jean-Noél Jeanneney’nin
kitabı sonsuz bir hazla okunuyor. Her şey Siyasal’da verilen bir dersin meyvası
olan medyanın soyağacını gözler önüne seren bu panoramada gizli ve önemli bir
tarih kitabından beklediğimiz ‘kaynak’ olma özelliğini taşıyor. (...) Yetenek
sonradan kazanılmaz. İnsanı etkileyen, düşünmeye sevk eden o kadar çok şey var
ki bu kitapta!”122Düşünmek tabii her zaman iyidir. Burada (kitap hayal
kırıcı çıktığında), Alain-Gérard Slama ve Jean-Noél Jeanneney’nin birlikte
Siyasal Bilgiler’de, XX. Yüzyıl Tarihi Yüksek Bölümü’nde ders verdikleri
hatırlanmalıdır. Başka bir deyişle, şayet Alain-Gérard Slama “sonsuz” bir haz duyduysa buna şaşmaması
lazım zaten.
Ve sonsöz! 14 Şubat 1996’da, artık medyada
“vazgeçilemez” hale gelen Alain-Gérard Slama, Jean-Marie Cavada tarafından La marche du siècle (Yüzyılın Gidişatı,
ÇN) programına konuk edilir. O akşam France3’ün bu programı Lionel Jospin’e
ayrılmıştır. Jean-Marie Cavada, her zamanki tavrıyla, o zaman hâlâ Sosyalist
Parti’nin birinci sekreteri olan Jospin’e döner ve bir asilzade edasıyla: “Alain-Gérard Slama’yı takdim etmeme gerek
yok herhalde. Muhakkak kitabını okumuşsunuzdur” der... Ama Lionel Jospin
gazeteci değildir ve kararsız ifadesinden okumadığı anlaşılmaktadır.
Gerçekler acıdır. Medyanın zirvesindeki
birinin kitabı, hiçbir zaman dürüst bir eleştirinin oklarına maruz kalmaz.
Medya sütunlarındaki bu tekelleşme, “çapraz
kibarlıklar”123 esere kalkan görevi görür. En fazla uzaktan bir keskin
nişancının silah sesleri gelir, o da paralı askerlerin alkışları arasında
gümbürtüye gider. Çalışanlarından ve kendilerine göbekten bağlı olanlardan
talep ettikleri övgülerin karşısında zevkten mest olanların bu kibiri pek bir
göz yaşartıcıdır. Ancak kendilerine hükmedenlerin çocuk ruhlu kibirini okşamaya
yönelik bu beyaz yalanların bir gazetenin itibarını sarsabileceğini nasıl
düşünemezler? Dalkavuklara prim veren, karşılığında lutuf dağıtan bir yayının
patronu, her gün gazetesinin tartışma ortamına sahte düşünceler sürer, düşünce
kalpazanlığı yapar. Hâlâ meslek ahlakının temel kurallarına inanan
gazetecilerin de kendi çaplarında bir hedefi vardır. Philippe Labro,
Franz-Olivier Giesbert, Jean Daniel, Jacques Julliard, Claude Imbert ve
benzerlerine, yazılarını, ürettiklerini –ve dostlarının ürettiklerini–
başkalarına benimsetmek için, gazetelerini, radyolarını ve ilişkilerini
kullanmayı yasak etmek, RTL’nin, Le
Figaro’nun, Le Nouvel Observateur’ün
veya Le Point’ın temel niteliğini
hiçbir şekilde değiştirmez. Fakat bu tali konu bir metastaz gibi yayılıyorsa,
gerisinden bahsetmenin ne yararı olabilir ki?
Slama, Julien Benda’nın intikamcı çıkışlarıyla
göklere çıkarılsa da, Peyrefitte’in yazdığı kitaplar Toynbee’nin eserleri kadar
yenilikçi olsa da, “çağdaş Çin’in
Tocqueville’i olamadıktan”124 ya da “Beethoven
veya Einstein’ınki gibi bir beyinle”125 dünyayı yeniden keşfe çıkmadıktan
sonra neye yarar? Yine Giesbert “Spinoza’nın
yazmayı hayal ettiği”126 romanı yazsa, Julliard, Proust’u hatırlatsa, Alain
Duhamel, Buffon’u ve Giraudoux’yu, Jean Daniel, Monteverdi’yi hatırlatsa ne
çıkar?.. Siyaset sütunlarında bu tür ipe sapa gelmezlikler yayınlayan bir
gazete yöneticisi, diğer sayfalarında da gerçeklere yer vermeyecektir.
Bazen hatırın getirisi az olabilir. 1997
Mayısı’nda Le Point’ın genel yayın
yönetmeni Claude Imbert L’Express’in
eski yazarı ve Commentaires’in
yönetmeni Claude Casanova’dan, Le Point’da,
bu dergide yazdığı yazılarını içeren kitabına bir yorum kopardığında içi
rahattır. Kendisi de Siyasal’da hoca olan Jean-Claude Casanova, Imbert’i hayal
kırıklığına uğratmaz. İki tam sayfa ona ucu ucuna yeter: “Çocuklarınız mükemmel bir eğitim görsün, Siyasal’a girsin mi
istiyorsunuz? (...) O halde onları, lise son sınıftan itibaren Imbert’in
ellerine teslim edin ve unutulan bir tabiri hatırlayın: Öğrenmek öykünmektir.”127
Aynı hafta Le Point’ın yazarı ve
Fransız Akademisi üyesi Jean-François Revel, memnuniyetini dile getirir, ama L’Express’de: “Imbert’in başyazıları derginin haftalık müdavimleri için bile
birbirlerine bağlantılı mütalaa edilmelidir. Çünkü bu yazılar okunduğunda ve
tekrar okunduğunda, her hafta olduğu gibi belli bir konunun tahlilinden öte,
belli bir bütünlük vizyonunun yerleştirilmeye çalışıldığının farkına varılır.”128
Ama ne yazık ki bu vizyon sadece Imbert meraklılarını ilgilendiriyor. Herhalde,
bu durum Jean-François Revel’i pek şaşırtmamıştır. Nitekim Anılar’ında
açıklamasını kendisi yapar: “Siyasette
olsun, eleştirel yazılarda olsun, aslında okuyucular hatır yazılarını
önsezileriyle hissediyorlar. (...) Son kertede de hiçbir yararı olmayan bu
baygın yazılardaki sahte övgüyü seziyorlar.”129
LABRO
OLAYI
Philippe Labro şanslı adam. RTL kanalının patronu, Christine Ockrent’in
dostu –Le Figaro’da Ockrent’in kitabı
“Anılar” için daha yeni bir yazı yazdı– ama aynı zamanda da romancı. Çıkan her
kitabına yağdırılan övgülerin hangisinin romancının kendisine, hangisinin en
çok satanlara giren kitapların yazarına, dosta ya da güçlü adam özelliğine
düzüldüğünü ayırt etmek zor. Her halûkârda sonuç ortada: Philippe Labro’nun
yeni çıkan bir kitabının fark edilmemesi, Papa’nın Fransa’ya resmi ziyaretinin
fark edilmememesi gibi bir şey olurdu. RTL’de, yazarın yeni büyük kitabının
yayınlanmasından etkilenmeyen tek program herhalde borsa saatidir. Bunun
dışında hemen hemen bütün programlar (haber olsun ya da eğlence programı olsun)
seferber olurlar. Diğer medyalar da hazırola geçer. Genellikle RTL’in dümen
suyundaki TF1 görevinin bilincindedir. Çoğu zaman Labro’yu, RTL’e aldığı
Sinclair, 7sur7’te ağırlar. Sinclair,
12 Mayıs 1996’da, bu programda Labro’ya ilk bakışta küstahça gelebilecek bir
soru yöneltir: “Philippe Labro, kitabınız
büyük bir beğeni kazandı. Sizce bunun sebebi ne olabilir?” Yazarının
yeteneği midir acaba bu sebep? Jean-Marie Cavada yeteneğe La marche du siècle
(Yüzyılın Yürüyüşü, ÇN) programında söz vermişti oysa. FR 3 için iş bununla
bitmez. 14 Nisan 1996’da RTL’nin eski yazıişleri müdürü Christine Ockrent’in
programında, o zamanlar RTL’in yorumcusu Philippe Alexandre, belki de samimi
bir saflıkla, “Philippe Labro’nun
kitabını seçmekten başka bir şey yapamazdım” diyecekti. Bir önceki
kitabında da “başka bir şey”
yapamamıştı. Ancak geleceğinin çok hayırlı olacağı söylenemez: Philippe
Alexandre’ın Lüksemburg radyosundan (RTL) ayrılışının kopardığı gürültü
sebebiyle (hemen akabinde Christine Ockrent’in yazı kurulu başkanı olduğu BFM’e
transfer olmuştu), kendisini “haber
çarpıtmak”la suçlayan romancı eski patronunun yeteneklerine aynı coşkulu
methiyeleri yağdıracağı pek o kadar kesin değil. Philippe Labro’nın programının
hâlâ iki yardakçısı var. Tabi Christine Ockrent: “bu ne heyecan, bu ne isabetlilik” ve Serge July: “Son derece samimi. Büyük bir yazar.”
Labro’nun son durağı belki de bir gün Quai Conti (Fransız Akademisi, ÇN)
olacak. Akademi üyeleri daha şimdiden RTL’in Le Journal inattendu (Beklenmedik Haberler Saati, ÇN) programının
müdavimleri oldular.
“Sert çekirdekleri” birbirine girip düğüm
olmuş ve dostane ilişkilerle birbirlerine bağlı bu şebekeleri oluşturmakta
Fransız kapitalizminin üstüne yoktur. Bouygues ve La Lyonnaise’in ortak
hissedar oldukları Suez grubu vardır; BNP bankası ve UAP sigorta şirketi birçok
şirketin yönetim kurulunda birlikte yer alırlar ve her birinin diğerinde hissesi
bulunur. Şartlara göre bu tarz çalışma, kabile ya da sürü anlayışını getirir.
Basın prenslerinin ilişkileri de bu “sert çekirdek” modeline göre
şekillenmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz “çapraz
kibarlıklar”ın yanı sıra, envai çeşit benzeri ilişkiler, gazetecilerin
kendilerine bol kepçe hizmet veren (alışılmışın dışında cömert sözleşmeler,
yayın dizisi yönetmenliği) yayınevleriyle işbirliklerinde, mesleki
(üniversiteler, kolokyumlar) ya da ticari toplantılarda ve nihayet herkesin
birbiriyle karşılaştığı edebiyat ödülü jürilerinde gelişmekte. Bu iş böyle,
kısacası basın mesleğinin ruhu sürü ruhu.
“Sayın
Françoise Giroud’nun başkanlığında toplanan Mumm Vakfı jürisi 1996 senesi
yazılı basın ödüllerine beş gazeteciyi layık görmüştür. Bu gazeteciler (...)
yorumlarıyla Sayın Jacques Julliard (...) Yılın gazetecileri 50.000 frank
tutarında bir ödülle mükafatlandırılacaklardır. Kültür Bakanı Sayın
Douste-Blazy’nin teşrif edeceği ödül töreni 6 Şubat perşembe günü öğlenleyin,
Montaigne Caddesi’nde, Plaza Athénée’de jüri üyelerinin katılımıyla
gerçekleşecektir.”130Le Nouvel
Observateur’ün yönetmen yardımcısı Jacques Julliard’a 50.000 franklık ödül
veren, yine Le Nouvel Observateur’de
yorumcu François Giroud’nun başkanı olduğu bu jüri kimlerden oluşmaktadır
acaba? Onları seçen kim? Le Nouvel
Observateur’ün yönetmeni Jean Daniel’in yanı sıra jüride bulunan isimler
şunlar: Claude Imbert, Franz-Olivier Giesbert, Christine Ockrent, Jean
d’Ormesson, André Fontaine, Alain Genestar, Ivan LevaÏ, Bernard Pivot, Patrick
Poivre d’Arvor, Philippe Tesson ve Roger Thérond.
1995’te 5000 franklık ve –abartılı biçimde– “Fransa’nın Pulitzer’i” denilen
“Aujourd’hui” ödülü, Le passé d’une
illusion: Essai de l’idée communiste au XXème siècle (Bir Yanılsamanın
Geçmişi: XX. yüzyılda komünist düşün üzerine bir deneme, ÇN) kitabı için,
François Furet’ye verilir. Jacques Fauvet’nin başkanlığındaki jüri, Alain
Duhamel, Catherine Nay, Claude Imbert, Jacques Julliard, Philippe Tesson, Jean
Ferniot ve Christine Clerc’den oluşmaktaydı. Böylesine yetkin bir bilginler ve
yargıçlar kurulu, “XX. yüzyılda komünist düşün”ü değerlendirmek için gerekli
niteliğe gerçekte sahip miydi acaba? Grup içinde tek tarihçi olan Jacques
Julliard’ın131 yan tuttuğuna hükmedilebilir, çünkü bir taraftan, François Furet
Le Nouvel Observateur’de yazardır
(Françoise Giroud ile aynı iç hat numarasına sahipti: 35.20), diğer taraftan da
François Furet, Jacques Julliard ve Pierre Rosanvallon La République du centre (Merkez Cumhuriyeti, ÇN) adlı kitabı
birlikte kaleme almışlardı. Furet ayrıca 10.000 franklık Tocqueville ödülünün
de sahibiydi. Bu jürinin başkanı da Alain Peyrefitte’di.
Bir
Yanılsamanın Geçmişi yayınlanır yayınlanmaz bu küçük çevre tarafından
göklere çıkarılır. Ya olağanüstü hızlı okuma yeteneğine sahip olduklarından, ya
da özellikle o hafta boş olduklarından Serge July ve Christine Ockrent, bu
küçük karakterlerle dizilmiş 572 sayfalık kitabı hemen çıkar çıkmaz France3
seyircilerine tavsiye ederler. Kitaba daha şöyle bir göz atacak vakitleri
olmadan, yazara olan saygılarından, hemen hemen bütün gazeteciler kervana
katılır. 11 Kasım sayısında, Le Point’in medya-politika işbirliğinin şaşmaz
göstergesi “En forme” (Formda, ÇN) sütunu da, François Furet’ye alkış tutuyordu
(dostlar, hemen her zaman “formda”dır, hasımlarsa hemen hemen her zaman “Arıza”
yapar). 5 Aralık 1995’te kitap Le Nouvel
Observateur’ün “yıldızı yükselenler” sütununda yer aldı. Daha sonra bu
ödüllü hikâyenin doğru olmadığı ortaya çıkar132. 1997 Mart’ında François Furet,
Fransız Akademisi’ne seçilir. Le Point
Furet’ye yine “formda” sütununu uygun görür.
Saint-Simon Vakfı, bir buluşma yeridir. On beş
yıldan beri “modern” sol ile ılımlı sağın yolları burada kesişir, birlikte
yemek yerler, zaten birbirlerini de üyeliğe yine kendileri seçerler. Şimdi
hayatta olmayan François Furet ve Saint-Gobain’in eski yönetim kurulu başkanı
Roger Fauroux’un başkanlığındaki vakıf, Fransız Merkez Bankasının guvernörü
Jean-Claude Trichet, çok sayıda sanayici ve birçok gazeteci ya da toplumun
nabzını tutan kişiden oluşur. Bunların arasında, Serge July, Christine Ockrent,
Anne Sinclair, Jean-Pierre Elkabbach, Jean Daniel, Franz-Olivier Giesbert,
Françoise Giroud, Jean Boissonnat, Jean-Claude Casanova, Michèle Cotta, Luc
Ferry, Laurent Joffrin ve Alain Minc bulunur. Bir sert çekirdek daha...
Yetenekli bir simyacı gibi, televizyon,
aralarındaki görüş farklılıkları pek anlaşılmayan katılımcıların tartıştığı az
masraflı “açık oturumlar”la, insanların susuzluğunu gidermeyi bilir. Guy
Debord, La Société du spectaele’da (Gösteri Toplumu, ÇN) bunları, “bir kaşık suda çıkarılan sonu gelmez
fırtınalar” diye niteleyerek sözlerini Hegel’den bir alıntıyla şöyle
bağlamaktadır: “Göçebelerin hareketliliği
sadece şekildedir, zira benzer mekânların dışına çıkmazlar.” Çarpıtılmış
çokseslilik konusunda, yayın yönetmeni, Alain Madelin’e yakın olan LCI’nin
üstüne yoktur. La vie des idées
(Fikirlerin Dünyası, ÇN) ya da Duels
programları olsun, konuklar hep aynı tornanın ürünleridir: Alain Touraine,
Philippe Sollers, Elie Cohen, Pascal Bruckner, Guy Sorman, Luc Ferry, Alain
Finkielkraut. Yapılan “tartışmalar” da ona göre olur: Guy Sorman’la
Bernard-Henri Lévy, Alain Minc’le Alain Peyrefitte, Elie Cohen’le Claude
Imbert, vb. Bu büyük düşünürlere sadakat öyle boyutlara ulaşmıştır ki, aynı
anda iki farklı kanalda seyircilerin karşısına çıkıp, ayrı konularda fikir
beyan ettikleri bile olur.
Örneğin, 19 Ocak 1997 Pazar, saat 12.46’da
zapping yapan izleyiciler, Alain Finkielkraut’ı, hem LCI’de hem de La
Cinquème’de bulabilirler. LCI kanalında La
vie des idées programının sürekli konuğu olarak, Alain Duhamel ile birlikte
François Mitterrand döneminin muhasebesini yapmaktadır. Ancak bu tartışmayı
hiçbirşey kaçırmadan izleyebilmek için, La Cinquième kanalında, Alain
Finkielkraut Le Nouvel Observateur’ün
yazıişleri yönetmeni Bernard Guetta’yı konuk eden Daniel Schneidermann’ın ArrêÍt sur image (Dondurulmuş Kare, ÇN)
programından feragat etmek gerekiyordu. Konu ne miydi? Doğu Avrupa ülkelerinde
medyanın rolü.
9 Mart 1997’de öğleye doğru, Elie Cohen’in
–sol– ultra-liberal ekonomik tahlillerine meraklı televizyon izleyicileri,
tragedyalarda rastlanan cinsten bir ikilemle karşı karşıya kalırlar: Ya France
2 kanalında Michel Cotta’nın Polémiques
(Polemikler, ÇN) programında Elie Cohen’i izleyeceklerdir, ya da LCI kanalında,
Alain Touraine ile Guy Sorman’ın “tartışma”sını seyredeceklerdir. Buna
karşılık, Serge July’nin saçtığı pırıltıların müptelası olanlar, adamlarını
dinlemek için iki kanal arasında seçim yapmak zorunda kalmıyorlardı. Ama
zavallıların biraz soluk alıp dinlenmeleri pek mümkün olamıyordu. 20 Nisan
1997’de saat 23’e doğru, Libération’un
yönetmeni, France3 kanalında Christine Ockrent’in konuğu olmadan birkaç dakika
önce LCI kanalında (Elie Cohen ve Jean-François Kahn ile birlikte) Guillaume
Durand’ın programına katılıyordu. Bunları dinleyince, insan Aristocu olmakla
Aristo olunmadığını daha iyi anlıyor.
Yazılı basında da rakip gazeteler, aynı
düşünceleri savunarak ve aynı okur kitlesine seslenerek rekabet ederler. 2 Mart
1995’te hem Le Nouvel Observateur hem
de L’Evénement du Jeudi, Alain
Tourain ile bir röportaj yayınlar. Sosyolog ve televizyon adamı, Le Nouvel Observateur’de, seçimlerde
Chirac ile Balladur karşı karşıya kaldığı takdirde oyunun Balladur’a gideceğini
açıklıyordu. L’Evénément du Jeudi’de
ise solun yeniden kendine gelmesi için neler yapması gerektiğini izah ediyordu.
Acaba bunun için gereken, Balladur’a oy vermek midir?
Kendisinin ilerici olduğunu ileri süren bu
haftalık dergi, bu tür soruların yanıtını sürekli başkalarının ağzından
vermekle yetinemez tabii. Nitekim, 11 Nisan 1996’da Le Nouvel Observateur, “Sol Ne Yapmalı” başlıklı bir makale
yayınlar. Makale, o zamanki yazıişleri müdürü Laurent Joffrin’in yönettiği ve Le nouvel âge des inégalités (Yeni
Eşitsizlikler Çağı, ÇN) isimli denemenin yazarları Jean-Paul Fitoussi ve Pierre
Rosanvallon ile yapılan üç sayfalık bir röportajdı aslında. Pierre Rosanvallon,
daha önce de gördüğümüz gibi, Le Nouvel
Observateur’ün iki ünlüsü ve aynı zamanda kendisi gibi –Laurent Joffrin ve
Alain Minc gibi– Saint Simon Vakfı üyesi olan Jacques Julliard ve François
Furet ile ortak bir kitaba imza atmıştı.
Le
nouvel âge des inégalités, Jean Daniel’in dergisinde de yer alacaktı: “Tek düşünceye karşı yazılmış bir kitap.”
Kitabın iki yazarının fotoğrafı altında şu ibare bulunuyordu: “Pierre Rosanvallon ve Jean-Paul Fitoussi,
son kitaplarında, Alain Minc’in 1995’te yayınlanan 2000 yılında Fransa
raporunun itiraz gören argümanlarını cevaplıyorlar.”
Derginin de altını çizdiği tek ciddi sorun133 “tek düşünce”yi eleştiren
bu iki kişinin, “2 Haziran 1994’te
Başbakan Edouard Balladur’ün resmen oluşturduğu” komisyonun 36 üyesi
arasında yer almasıydı.134Oysa, Minc Raporu giriş bölümünde, geriye
bakıldığında insana acı gelen şu saptamayı yapmıştı: “Komisyon, genel olarak ileriye yönelik ortak bir vizyona sahiptir.
Dolayısıyla komisyon üyeleri büyük çoğunlukla hemfikir oldukları bu konunun,
sorunlar hakkında kamuda oluşan bilinci yansıttığını ümit eder.”
İşbirlikçiliğin ve sahte tartışmaların konu
edildiği bu bölümü bitirken, bu satırların yazarı, Les guignols de l’info (Haberciliğin Şaklabanları, ÇN) gibi, pazar
akşamları Christine Ockrent, Serge July ve Philippe Alexandre’in birlikte
yaptığı ve “her bir gazetecinin
mükemmelliğini diğerlerinin ona bakışındaki hayranlıkla teyit ettikleri”135
programı kaçırmadığını da itiraf etmek durumundadır. Programda tanıtılan
kitapların “seçimi” –maalesef bu bölüm artık yayınlanmıyor– o kadar danışıklı
dövüş bir seçimdir ki, program seyirci için bir zevk kaynağı haline gelmiştir.
Hatta kimisi seçilecek kitaplarla ilgili bahse bile girmekte... Ama, 6 Nisan
1997 tarihli program en sinsileri bile şaşırttı...
Péchiney –BSN– Emballage ve Carrefour’un136
düzenlediği “Avrupa’da paketleme ve çevre” konulu büyük tartışmayı sunduktan on
üç gün sonra, Christine Ockrent, “kayırma” tekniğinden kendi tanıtımına geçer.
Artık herkes, France3’ün siyaset programının can alıcı noktasının, programın
siyasi denemelerin sunulduğu, son bölümü olduğunu bilmektedir. O pazar akşamı
bu programda, Serge July harika bir zamanlamayla seyircilere Christine
Ockrent’in kitabını tavsiye eder... Bir dakika yirmi altı saniye süren bu
sahne, –şöyle bir, FR 3’te 83 saniyelik bir reklam filminin fiyatını düşünün–
tam metin halinde aktarılmayı hak ediyor:
— Christine Ockrent: Çok mahçup oldum, ne diyeceğimi bilemiyorum....
— Serge July: Christine bir kitap yazmış; (Philippe Alexandre’a doğru eğilerek
tekrarlar) Christine bir kitap yazmış.
— Christine Ockrent: Böyle şeyler yapmayın bana.
— Serge July: Christine bir kitap yazmış...
— Christine Ockrent: O zaman kitap yazmamak lazım.
— Philippe Alexandre: Siz kulaklarınızı tıkayın!
— Serge July: Peki, bir kitap yazdı. Bu, meslekteki anıları içeren bir kitap. Yani
özel anılarını değil. Christine’in deneyimleri çok yönlü, zengin. Bütün
medyalarda anıları var: Radyo, televizyon, yazılı basın. Üstelik bir de
yazıyor. Ve bütün bunlar bayağı bir deneyim demek...
- Philippe Alexandre: Müthiş.
— Serge July: Son derece zengin bir deneyim. İnsan portrelerine de bayılıyor.
Kısacası bu kitapta bir sürü insanın portresini betimlemiş.
— Philippe Alexandre: Muhteşem portreler var!
— Serge July: Harika, yaratıcı bir kalem...
— Philippe Alexandre: Hele bir portre var ki...
— Serge July: (sözünün kesilmesinden
sabırsızlanarak) Söylemek istediğim
sadece şu ki Christine, paylaştığımız bir tutkuya sahip, bu elbette yazma
tutkusu ama aynı zamanda da bir gazetecilik tutkusu. Madem ki Christine ile
birlikte çok beğendiğimiz bir kitap hakkında konuşuyoruz, söylemem gereken bir
şey var, bu hiç de loncacı bir kitap değil. Gazeteciliğe aşık olan Christine’in
gazetecileri çok sevdiği söylenemez. Her halûkârda bazılarını sevmediği kesin.
Onun için genel temayülü yansıttığı söylenemez.
— Christine Ockrent: Yine de bazıları, bazı kişiler...
— Philippe Alexandre: Güzel, sizinle tamamıyla hemfikirim. Bir kereliğine bile olsa.
— Serge July: Çerçevelenip duvara asılacak bir an!
Aslında, bu türden zavallıca bir yüzsüzlüğü
çerçeveleyip duvara asmanın manası yok. Ne var ki sistem teklemiştir: Christine
Ockrent çok ileri gittiğinden değil, benzeri olayla çok karşılaşıldı. Ama bu
sefer, Bernard Pivot, kendisine laf atan, Libération’un
kural tanımaz ve kabiliyetli gazetecisi Pierre Marcelle’nin defterini dürmek
için bu olayı vesile yapar. Aşağıda anlatacağımız ikinci perde şiddetiyle insanı
hayretler içinde bırakıyor.
13 Nisan 1997’de Bernard Pivot, Le Journal du Dimanche’da şöyle
yazmakta: “(Pierre Marcel’in) arka
çıktığı tek program, Christine Ockrent’in Dimanche Soir (Pazar Akşamı, ÇN) programıdır. Beğendiğinden mi? Asla.
Dimanche Soir hakkında tek kelime etmiyorsa bunun tek sebebi, Libération’un yönetim kurulu başkanı Serge July’nin
Philippe Alexandre’la birlikte programın sürekli konuğu olmasıdır. Televizyonda
herkese ders veren bir büyük ahlakçının patronuna, kendisine iş verene dil
uzatması için çıldırmış olması lazım (...). Dün gece kendini herhalde her
zamankinden daha fazla tutmak zorunda kalmıştır. (...) O ne aptallık, o ne
komediydi! Serge July, Christine Ockrent’in kitabını (tanıtmayı) seçti: La mémoire du coeur (Yürek Anıları,
ÇN). İnsan gözlerine inanamıyor! Ama
gerçek, gazetecinin mahcubiyetine rağmen, Libé’nin patronu, France3’teki işvereninin meslek anılarına methiye
düzmekte: “loncacı” bir kitap değilmiş, betimlediği portreler müthişmiş...
Philippe Alexandre da hararetle onaylıyor... Aslında haksız da değiller, ama
hayret edilecek taraf nasıl olup da bu Christine-yağcılığının müstehcenliğinden
dilleri tutulup sesleri kesilmiyor olması. Marcelle için temayüllere ve
özellikle de meslek etiğine aykırı bu durumun kayda değer bir tarafı yok. Oysa
Patrick Poivre d’Arvor televizyonda Claire Chazal’ın romanını, üstelik de
yazarın önünde, övme cesaretini göstermiş olsaydı, Marcelle ertesi gün bize
zıkkım zemberek bir makale yazardı. Ama bu konuda hiçbir şey yazmadığına göre, Libé’nin patronu için bu hazin Ockrent
promosyonunun rahatsız edici bir tarafı yoktur, söylenecek bir şey yoktur.”
Şu tesadüfe bakın ki, ertesi gün, 14 Nisan
Pazartesi Libération’un televizyon
köşesi Bernard Pivot’ya yaylım ateşi açar. Pivot’nun, Robert Badinter’i konuk
ettiği Bouillon de culture (Kültür
Çorbası, ÇN) programından söz ederek Philippe Lançon saldırıya geçer: “Pivot, uzun zamandır programına konuk
ettiği kişileri dinlemiyor bile. Saf rolü oynuyor ama aslında, kulağı ağır
işiten ihtiyar bir kadından farkı kalmadı. Elinde alışveriş listesi gibi,
soracağı sorular; soruları sordukça bir daha aynı soruyu sormamak için üstünü
çiziyor.”
Bir hafta sonra Pierre Marcelle, nihayet
Bernard Pivot’ya, yazılarından birinde hamiş şeklinde, doğrudan cevap verir: “Geçen hafta televizyondaki işimden
tatildeyken, edebiyatın ve kamu hizmetinin piri ve Hachette-Filipacchi’nin
serbest gazetecisi, Le Journal du Dimanche’da Dimanche Soir’a (FR 3 programı) sütunlarımda yer vermememin sebebinin, Christine Ockrent’in daimi konuğunun,
işverenim ve Libération’un yönetim
kurulu başkanı Serge July olduğunu ima etmiş. Bazen bu Bernard Pivot’nun
uyanıklığına hayret etmemek elde değil.” Pierre Marcelle’in, okuyucularının
dikkatini maruz kaldığı bu saldırıya çekmeye mecburiyeti yoktu. Oysa
samimiyetle cevap veriyor, aslında her zaman böyle bir özgürlüğe de sahip
değil. Ama insanları gün geçtikçe saran, boğan bu çıkar ve dostluk ağlarının
örülü olduğu bir meslekte kim özgür olabilir ki?
Pierre Marcelle’e dersini verdikten az sonra,
Bernard Pivot, bu sefer de Christine Ockrent’i Bouillon de culture programına davet eder. “Hazin Ockrent promosyonu” devam ediyordu. Bernard Pivot, Le Journal du Dimanche’ta, zehir zıkkım
yazılar yazmıştı ama yazılarının hedefi Libération’un
genel yayın yönetmeniydi: “Aslında bizim
Hazret, gazetecilere cüret ve cesaret, özgürlük ve bağımsızlık talkını verip
salkımı yutan Tarftuffe’ten farklı değil. Zaten Marcelle de bundan
haysiyetsizliği sayesinde sıyrılmıyor mu?” Bari söz konusu kitabın
tartışılacak bir tarafı olmasaydı... Oysa kitabın orasında burasında gayet
mantıklı şeyler vardır. Örneğin: “Paris’te,
gerçekleri, haysiyeti ayaklar altına alıp, moda düşünceler gibi, sadece kendi
çıkarları doğrultusunda infaza karar veren birtakım şebekelerin gücünü keşfedecektim.
(...) Kliklerin, müşteri ilişkilerinin, karşılıklı iltifat ittifaklarının ve
geri yollanan asansörlerin dışında ne kurtuluş var ne de huzur.”137
Gittikçe daha bir hazır ve nazır kesilen
medyalar, gitgide daha itaatkâr gazeteciler, günbegün bayağılaşan haber.
Toplumsal dönüşüm iradesi daha uzun bir süre bu engele takılacak. İsimsiz bir
parti, hiçbir şey beklenemeyecek bir oligarşi karşısında, medyadaki
çizgidışılıklarının değişmez olduğunun bilincindeki muhalif sesleri aramak ve
cesaretlendirmek tek çıkar yol. Eğer biraz olsun bu kara tabloya –ki bu tablo
aynı zamanda bir tahmindir– bir ferahlık getirilebiliyorsa, bunu propagandanın
başarısızlığına borçluyuz. Toplumsal hayat ekrana direnç göstermekte, çünkü bu
hayat sanal değil ve iktidarın mekanizmalarını, reddin ivediliğini “haber”den
daha iyi gözler önüne sermekte. Kasım-Aralık 1995 grevleri bunun en çarpıcı
örneği.
La Drôme vilayetinde, Taulignan’da, eski
Direnişçiler her yıl 15 Ağustos civarında silah arkadaşlarının anısına bir
gösteri düzenlerler. Güneşin altında taşlık bir yolu yürüyerek ya da arazi
vasıtalarıyla tırmanıp, zamanında bölgedeki Direnişçilerin karargâhı olan La
Lance tepelerinde buluşurlar. Burada, birkaç yüz seyircinin önünde, genç
oyuncular, eski militanların hatıralarından parçalar, Eluard, Pierre Emmanuel,
Nâzım Hikmet’ten şiirler okurlar. Biraz fazla didaktik de olsa –ama Milliyetçi
Cephe bu bölgede çok güçlüdür–, daha o zamanlar, Vichy hükümetinde, ulusal
tercihten bahsedenleri telin ederler. Gösterinin sonunda, hep birlikte “Le
Chant des Partisans” ve “Le Temps de cerises”i (Partizan Marşı ve Kiraz Zamanı,
ÇN) söylerler. Ardından, herkes mutlu bir şekilde Taulignan’a döner. Bu
“haber”, bu kültür, bu duyarlılık, kameraların ilgisini çekmeye yönelik
değildir. Zaten hiçbir olağanüstü nitelik de taşımaz ve “olay”dan sayılmaz. Ama
yaşamayı sürdürür. Ve biraz da bu sayededir ki farklı muhaliflerin sesi
Fransa’dan hiçbir zaman eksik olmamıştır.
Amerikalı bir sendikacı ülkesindeki
gazetecilerden söz ederken şu gözlemini aktarmıştır: “Yirmi yıl önce kantinde bizimle yemek yerlerdi, şimdi işadamlarıyla
yemeğe çıkıyorlar.” Sadece “kararvericiler”le görüşen, hatır ve paraya
teslim olmuş, piyasa düşüncesinin propaganda makinesi haline gelmiş gazetecilik
mesleği bir sınıf ve zümre içine hapsetti kendini. Hem okurlarını hem de
itibarını kaybetti. Açık tartışmayı fakirleştirdi. Neticede bu durum bir
sistemin özelliği: Meslek ahlak kurallarının pek bir faydası olamaz. Ancak,
Paul Nizan’ın “burjuva düşüncesinin
işgüzar veznedarlarının istiflediği itaat konseptleri” diye nitelediklerine
karşı uyanıklık da bir tür direniştir.
99 Alain Minc’e ayrılan L’Heure de vérité programında, Alain Minc’ten
yapılan alıntı, 6 Kasım 1994, France 2.
100 Medyayı parsellemiş olan üç yazar (Alain
Duhamel, Bernard-Henri Lévy ve Alain Minc) 1995 yılı başında, halkı sorumlu
tuttukları birtakım mantıksız girişimleri kınayan siyasi bir deneme
yayınladılar. İki yıl sonra tercih ettikleri konu değişmişti (Tercihler, Alain
Duhamel için Mitterand, Alain Minc için III. Napolyon –ama bu, “aslında Mitterrand’ın yazabileceği bir
kitaptı.”–, Bernard-Henri Lévy için ise, artık sinemacılığa soyunan Bernard
Henri Lévy’ydi) Ama bu konu çeşitliliğine rağmen yine medyaların gündemini
işgal etmekten geri kalmadılar.
101 L’Humanité,
21 Mayıs 1996.
102 Medyadaki parlak, parlak olduğu kadar da
hızlı bir maratonun örneği Alain Duhamel, 7 Ocak 1995, Cumartesi saat 22.30 ile
10 Ocak Salı saat 20 arasında, ulusal radyolarda, en azından yedi kez söz alır.
Cumartesi akşamı uzun bir süre France 3’te bir edebiyat programına katılır.
Pazar sabahı saat 8.40’ta ise Europe1’de haftalık “Face à Face” (Yüz Yüze, ÇN)
programına Serge July ile birlikte içini döker. Aynı gün öğlen, France 2’de, “L’heure de vérité” (Gerçek Saati, ÇN)
programında Nicolas Sarkozy’nin konuğu olur. Pazartesi sabahı 7.25’te Europe
1’de gündelik yorumunu yaptıktan sonra saat 19’da, Robert Hue’nün konuk olduğu “Le Club de presse” (Basın Kulübü, ÇN)
programını yönetir. Programın 20 sularında bitmesiyle 20.30’den itibaren
Jacques Chirac’a sorular yöneltmek üzere France 2’nin stüdyolarına koşar. Salı
saat 19’da, LCI’da Guillaume Durand’ın program konuğudur. Birkaç saat
öncesinde, Europe1’deki günlük yorum konusu “her yerin değişmez siması Jacques
Chirac”tır. Buna rağmen, iki ay sonra, 4 Mart 1995’te France Culture’de Alain
Duhamel, “televizyondaki haber
programlarının birçoğuna katılmayı reddetmek zorunda kalıyorum”
diyebilecektir. Fakat aynı yılın 28 Nisanı’nda Le Figaro’da itiraf edecektir: “Bu
işte çalışmadığım günüm yok gibi.”
103 Bu programa katılan gazeteciler, birçok
vesileyle, seçtikleri kitapları yüz binlerce seyirciye önermekle birlikte,
bunları ya “neredeyse tamamını
okuduklarını” (Serge July, 5 Mart 1995), ya da sadece “başlamış” olduklarını (Christine Ockrent, 21 Ocak 1996) itiraf
etmişlerdir.
104 Pierre Bourdieo’nün “Affinités électives,
liaisons institutionnalisées et circulation de l’information”, La Noblesse
d’Etat, Paris, Minuit Yayınları, 1989, s. 516-526.
105 Libération, 13 Eylül 1992.
106 Guignols de L’Info’nun ve birtakım mizah
dergilerinin (Le Canard Enchaîné ve
Charlie Hebdo) çalışmaları buna istisna teşkil etmektedir.
107 Bu kitlenmeye örnek olarak, bk. Pierre
Carles’in, bugüne kadar Fransız televizyonunda gösterilmeyen filmi, Pas vu, pas
pris..
108 Alain Minc, L’ivresse démocratique, Paris, Gallimard, 1994 Aktaran Eric
Aeschimann, “Alain Minc, la petite entreprise à fabriquer du consensus”, Le Magazine de Libération, 11 Mart 1995.
Bu mükemmel makale, takip eden sorulardan bazılarını cevaplıyor.
109 Bu konuda bk.. Nicolas Beau’nun mükemmel
araştırması, “Dans les cuisines de Bernard-Henri Levy”, Le Nouvel Economiste, 7 Ocak 1994.
110 Pierre Bourdien, “Et pourtant”, Liber, No
25, Actes de la recherche en sciences sociales eki, No 110, Aralık 1995.
111 Jean Bothorel, Le bal des vautours, Paris,
Gérard de Villiers/Jean Piccolec, 1996.
112 Le
Figaro, 6-7 Temmuz 1996.
113 Edwin Diamond, a.g.e s. 355. Yazar, New York Times’deki araştırmasının bir
bölümünün tamamını kitap eleştirileri sorununa ayırmış.
114 Régis Debray, Le pouvoir intellectuel en
France, Ramsay, 1979, s. 175-176.
115 Le
Point, 18 Kasım 1995.
116 Le
Figaro, 2-3 Aralık 1995.
117 Siyasal Bilgiler, geçmişte olduğu gibi
geleceğin de gazetecilerini yetiştiren bir kurumdur. Anne Sinclair şöyle izah
eder: “Alain (Duhamel) ile yirmi yıldır
tanışırız. Hatta Siyasal’da sınav hocam bile oldu. Artık anlayın
arkadaşlığımızın eskiliğini.” (Télé
Dimanche, Canal Plus, 25 Şubat 1996).
118 Le
Figaro, 5 Ocak 1995.
119 Julien Benda’nın adı sık sık Halk Cephesi
ile birlikte anıldı. İkinci dünya savaşından sonra izlediği çizgi onu Komünist
Partisi’ne yakınlaştırdı.
120 10 Nisan 1995’te Giesbert, Europe1’in
yorumcuları Jacques Julliard ve Claude Imbert’i, kitapları La droite et la gauche’dan (Sağ ve Sol, ÇN) bahsetmek üzere
Europe1’e davet etmekte bir sakınca görmez. Hatta “söyleşi”lerini pek
alışılmadık bir “tebrikler!”le noktalar. Dört gün sonra Le Figaro’da, Le Journal du
Dimanche’ın genel yayın yönetmeni ve Europe1’de yorumcu Alain Genestar’ın
bir kitabına (coşkulu) bir eleştiri yazar. Franz-Olivier Giesbert’in bu ilişki
yeteneği, sorumluluklarına bir yenisini daha ilave ederek, Paris Premiére’in
edebiyat programı Le Gai Savoir’ın yapımcılığını kabul etmesini açıklamakta.
121 Le
Figaro, 1 Şubat 1996.
122 Le Figaro,
18 Ocak 1996
123 Jean-Claude Gullebaud’un bulduğu güzel
tabir.
124 Georges Suffert, Le Figaro, 20 Aralık 1996.
125 Pierre Chaunu, Le Figaro, 15-16 Haziran 1996.
126 André Brincourt, Le Figaro, 28 Eylül 1995.
127 Le
Point, 3 Mayıs 1997.
128 L’Express,
1 Mayıs 1997.
129 Jean-François Revel, a.g.e. s. 448.
130 Correspondance
de la Presse, 30 Ocak 1997.
131 Jacques Fauvet ve Alain Duhamel, yine de
bir Fransız Komünist Partisi Tarihi yazmışlardır.
132 Bk. François Furet ve Sovyetler Birliği
hakkında, Moshe Lewin’in tahlili, “Illusions communistes ou réalité
soviétique”, Le Monde diplomatique,
Aralık 1995. Ayrıca, François Furet ve Almanya hakkında Emmanuel Terray’nın,
“Le passé d’une illusion et l’avenir d’une espérance”, Critique, Mayıs 1996
133 Raporun tarihinin dışında tabii, çünkü
rapor 1994’te yayınlanmıştı.
134 Alain Minc, La France de l’an 2000, a.g.e., s. 185
135 Guy Debord’un, Guy Debord, Son art son temps programında Dimanche soir’ı tahlili,
Canal Plus, 9 Ocak 1995.
136 Le
Canard Enchaîné, 9 Nisan 1997.
137 Christine Ockrent, a.g.e., s. 230.
KİTAPTA
ADI GEÇEN BAŞLICA MEDYA KURULUŞLARI Canal Plus: Özel, aboneli televizyon
kanalı. Mülkiyeti, Générale de Eaux tekeline bağlı Havas’ın elindedir. Canard
Enchaîné: Haftalık hiciv gazetesi. Fransa’da politikacıların ve
işadamlarının bulaştığı yolsuzluk, rüşvet ilişkilerinin büyük çoğunluğunu açığa
çıkaran Canard Enchaîné (Zincirli Ördek), karışık işler içindeki gazetecilerin
de korkulu rüyasıdır. Les Echos: Günlük ekonomi ve borsa
gazetesi. Tekellerin görüşlerini yansıtır. Evénement du Jeudi: Haftalık haber
dergisi. Eleştirel liberal solcuların dergisi. Europe1: Ulusal çapta
yayın yapan radyo istasyonu. Mülkiyeti, Matra tekeline bağlı olan Hachette
şirketinin elindedir. Hachette, aralarında günlük gazetelerin, haftalık
dergilerin, radyo istasyonlarının, yayınevlerinin ve gazete dağıtım
şirketlerinin bulunduğu toplam 160 basın kuruluşunun sahibidir. (Ana tekel
Matra’nın sahibi ise bu kitapta ismine sıkça rastlanan Jean-Jacques
Lagardère’dir.) L’Express: Yayın politikası sık sık (satın alanın rengine göre)
değişmekle birlikte, genellikle merkez sağda sayılabilecek haftalık dergi. Şu
andaki sahibi Havas şirketidir. (Havas’ın da sahibi Générale des Eaux
tekelidir.) Le Figaro: Fransa’nın en köklü günlük, sağcı fikir
gazetecisidir. Sahibi İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalcilerini ve
işbirlikçi Vichy rejimini desteklemiş olan mültimilyarder Hersant ailesidir. France2
ve France3: Devlet kanalları. Fransa’nın altı büyük televizyon
kanalından ikisi. Bu iki televizyon kanalı tek bir başkan tarafından
yönetiliyorlar, her birinin ayrıca yayın kurulları var. France3, ulusal çaptaki
yayınlarının yanı sıra, bölgesel yayınlar da yapıyor. France Inter: Kültürel
ağırlıklı yayın yapan ulusal radyo istasyonu. (Devlete aittir) France
Soir: Sansasyonel ve renkli haberleri ile tanınan günlük gazete, merkez
sağ eğilimli. L’Humanité: Fransız Komünist Partisi’nin günlük gazetesidir.
1904 yılından bu yana çıkıyor. Hâlâ resmen parti adına yayınlanıyor. Fakat
FKP’deki değişime bağlı olarak 18 Mart 1999 tarihinden itibaren bu özelliğini
(ve bu arada içeriğini) yitirecek. Libération: Fransa’nın tanınmış
günlük gazetelerinden biri. Kısa zaman öncesine kadar liberal solcuların
gazetesi olan Libération’un yayın çizgisi, ülkenin önde gelen zengin
ailelerinden Seydoux’nun eline geçtikten sonra hissedilir derecede değişti. Le
Nouvel Economiste: Haftalık ekonomi dergisi. Tekellerin görüşlerini
yansıtır. Nouvel Observateur: Liberal ve sosyal demokrat solcuların
haftalık dergisi. Paris Match: Haftalık
moda, magazin ve dedikodu dergisi. Kraliyet ailelerinin, soyluların ve
artistlerin son çılgınlıklarını, kimin kiminle, nerede ne yaptığını izler.
Mülkiyeti Matra tekeline bağlı Hachette’e aittir. Le Parisien: Dağıtımı
ülke çapında yapılıyor olmasına karşın, yerel gazetedir. Sansasyonel haberlere
de yer veren bu günlük gazete, en yüksek tiraja sahip gazetelerdendir. Merkez
sağ eğilimlidir. Le Point: Haftalık dergi. Générale des Eaux tekeline bağlı
Havas’ın mülkiyetinde bulunan Le Point, Fransa’nın en çok satan birkaç
dergisinden biridir. RMC: (Monte Carlo Radyosu) Ülke
çapında yayın yapan büyük radyolardan biri. RTL: (Luxembourg Radyo
Televizyonu) Kitapta sözü edilen radyo istasyonudur. En çok dinlenen ilk beş
radyodan biridir. Radio France: En çok dinlenen radyo istasyonlarından biri,
mülkiyeti devlete ait. Télérama: Haftalık televizyon
dergisi. Televizyon programlarının tanıtımı ve eleştirisinin yanı sıra,
ekonomik, politik ve kültürel yaşamla ilgili röportajlar yayınlar. TF1:
Fransa’nın en büyük televizyon kanalı. Daha önceleri devlet kanalıydı, 1987’de
J. Chirac hükümeti döneminde özel sektöre devredildi. Baş hissedarı (kanalın
sahibi), inşaatçılıktan elektroniğe, silahlanmadan cep telefonu işletmesine
kadar her alana el atmış dev bir tekel olan Bouygues şirketler topluluğudur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar