Babam Mehmet Âkif
EMİN ÂKİF ERSOY
Babam Mehmet Âkif
-İstiklâl Harbi
Hatıraları-
Derleme-Giriş:
Yusuf Turan Günaydın
Babam Mehmet Akif
-İstiklâl Harbi
Hatıraları-
EMİN ÂKİF ERSOY
İç Tasarım: İrfan Güngörür
Önsöz
Emin Âkif Ersoy'un,
babası Mehmet Âkif'i merkeze alarak yazdığı hatıraları bölük pörçük olarak
çeşitli mevkûtelerde yayınlanmıştır. Aslında o, hatıralarını Orta Çiftlik adını verdiği bir deftere
kaydetmiştir. Fakat bu defterin âkıbeti –şimdilik– meçhuldür. O da kendisi
gibi, insanın yüreğini burkan bir âkıbete sahip olmalıdır.
Derleme çalışmamızda,
Emin Âkif'in hatıralarından yayınlanmış olanların büyük bir kısmını ihtiva eden
Millet gazetesindeki tefrika başı
çekmektedir. Bu gazetedeki hatıralar 12 Şubat 1948 tarihli 106. sayıdan başlar
ve 10 Haziran 1948 tarihli 122. sayıda sona erer; toplam on beş bölümden
ibarettir.
Çalışmamızda ikinci
olarak Nusret Safa Coşkun'un 25 Aralık 1947 tarihli Memleket'te Emin Âkif'i
konuşturarak hazırladığı bir bölümlük neşir yer almaktadır. Bu metin de Mehmed
Âkif merkeze alınarak hazırlanmıştır.
Kenan Akın'ın 24
Şubat 1966 tarihli Tercüman'da
yayınladığı ve Emin Âkif'i ziyaret ederek kayda geçirdiği hatırat ihtiva eden
yine bir bölümlük görüşmesi derlememizin son bölümünü oluşturmaktadır. Emin
Âkif'in hatıralarını Orta Çiftlik
adıyla bir deftere kaydettiği bilgisinin kaynağı da bu yazıdır. Bu kaynakta,
adı geçen hatırat defterinden iktibaslar ve Emin Âkif'in söz konusu defterden
bazı pasajları okurken çekilmiş bir resmi yer alır.
Âkif'in ortanca kızı
Feride [Akçor] ve damadı ile 1978'de gerçekleştirilmiş bir röportaj da hem Emin
Âkif'ten kısaca da olsa söz edilmesi, hem de Âkif'in İstiklâl Harbi sırasındaki
hatıralarına yer vermesi bakımından önemlidir. Emin Âkif'in hatıralarını
bütünleyeceğini düşünerek bu metni de iktibas ettik.
Hayat hikâyesi
hakkındaki dağınık bilgileri de bir araya getirerek yayına hazırladığımız bu
hatırat neşrinde yukarıda saydığımız metinler yer almaktadır. Gazeteler ve
dergiler tarandığında bu toplama, belki başka katkılar da sağlanabilir. Ayrıca
derlememize Refi Cevad Ulunay ve Çetin Altan'ın Emin Âkif'le ilgili yazıları da
metnin sonuna ek olarak konulmuştur.
Aslında önümüzde
çözümlenmesi gereken bir dizi mesele vardır:
Emin Âkif'in
kardeşleri ve bazı yakınları sağken ve evlenmişken neden bu kadar yalnız
kaldığı, hayat hikâyesi hakkında yazılanlarla kısmen aydınlanmaktadır. Fakat
elbette bu hususta daha fazla ayrıntıya ihtiyaç vardır. Eşinin kendisinden önce
vefat ettiğini kaydeden kaynaklar, bu evliliğinden çocuğu olup olmadığı
hususunda ise sükût hâlindedir. Kendisiyle yapılan görüşmelerde, hatıralarında
neden diğer kardeşlerinden hiç söz etmemiş, hatta ‘babasının tek oğlu olduğunu'
vurgulama ihtiyacı hissetmiştir? Mehmet Âkif'in Türkiye'ye dönmeden kısa bir
süre önce o sırada askerliğini yapmakta olan oğlunun başına gelenler karşısında
nasıl bir tavır takındığı hususu ise hepten karanlıktadır. Âkif Türkiye'ye
döndüğünde Emin ne durumdaydı? Kabri nerededir?
Gazetelerden
derleyerek hazırladığımız bu neşir, Emin Âkif'in hayatını ve büyük oranda
babasının etrafında şekillenen hatıralarının sadece bir kısmını ihtiva
etmektedir. Bu hâliyle belki de onun hatıratını kaydettiği deftere ulaşılması
ve bu defterin bütünüyle yayınlanabilmesi yönünde bir teşvik unsurudur.
Hatıratın bir an önce
kitaplaşabilmesi için gösterdikleri çabadan ötürü Oğuzhan ve Selçuk Azmanoğlu
kardeşlere çok teşekkür borçluyum. Nusret Safa Coşkun'un Memleket'teki röportajını Meclis Kütüphanesi'nden onlar temin etti.
Eksik olan dokuzuncu bölümü Ali Birinci Kütüphanesi'nde tam takımı bulunan Millet'ten onlar fotoğrafladı. Metnin
dizgisini de onlar gerçekleştirdi. Bu gayretleri olmasa, dağınık metinler hâlâ
derlenip toparlanmayı bekliyor olacaktı.
Kapakta kullandığımız
resmi, hazîne-i evrâkından cömertçe sunan Mehmet Ruyan Soydan Beyefendiye ve
kitabın basılmasındaki teşvikinden ötürü İsmail Dervişoğlu'na da teşekkürler.
Ersan Güngör ise eserin en güzel bir biçimde basılabilmesi için editörlük
vazifesini hakkıyla yerine getirdi; müteşekkiriz.
Emin Âkif Ersoy'a ve
bu vesileyle Mehmet Âkif'e tekrar tekrar rahmet diliyor, baba-oğlun hatırası
karşısında hürmetlerimi sunuyorum.
Yusuf Turan Günaydın
Yenişehir
Emin Âkif Ersoy'un
Hayatı ve Hatıraları
Mehmed Âkif'in büyük
oğlu Emin Âkif (1908-1967) babasıyla ilgili hatıralarını kaleme almış, İstiklâl
Savaşı'na onunla birlikte Anadolu'yu dolaşarak iştirak etmiş; fakat askerliğini
yaptığı sırada yaşadığı talihsiz bir vaka sonrasında hayatının kalan kısmını
büyük oranda perişan bir biçimde geçirmiş bir şahsiyettir. Millet gazetesinde on beş; Memleket
ve Tercüman gazetelerinde birer bölüm
hâlinde yayınlanmış hatıralarında babasıyla geçirdiği Mısır ve İstiklâl Savaşı
yıllarına dair birçok ayrıntı vermiş ve hem yakın tarihe, hem de Mehmet Âkif
biyografisine katkıda bulunmuştur.
Emin Âkif'in Hayatı
Mehmed Âkif'in üç
oğlu dünyaya gelmiştir: İbrahim Naim, Emin ve Tahir Ersoy. Büyük oğlu İbrahim
Naim bir buçuk yaşında iken ölmüştür.[1] Emin ortanca oğludur. Küçük
oğlu Tahir (1916-2000) ise babası Tahir Efendi'nin (ö. h. 1305) adını taşır.
Âkif'in hayatı
hakkında bilgi veren kaynaklar çocukları hakkında doyurucu malûmat vermezler.
En başta, damadı Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952)'un Safahat neşrinin başında verdiği malûmat yetersizdir. En yakın
arkadaşlarından Hasan Basri Çantay (ö. 1962)'ın Âkifnâme'sinde ise "Mehmed Âkif'in Doğumu ve Âilesi"
başlıklı bir bölüm olmasına rağmen yalnızca anne ve babası hakkında bilgi
verilmiştir.[2]
Emin Âkif'in hayatı
hakkındaki ayrıntılar ise daha çok Reşad Ekrem Koçu ile M. Ertuğrul Düzdağ'ın
eserlerindedir. Düzdağ'ın verdiği malûmata göre Emin Âkif 1908'de İstanbul'da
doğmuştur.[3] Mehmet Âkif'in İstiklâl Savaşı'na katılmak üzere
İstanbul'dan yola çıkarken yanına aldığı Emin o sırada 12 yaşındadır.[4]
Ailesinin diğer fertlerini bir müddet sonra Kastamonu'ya getirtip orada bir ev
kiralayan Âkif, Emin'i de Kastamonu'ya göndermiş ve mektebe kaydettirmiştir.
Fakat Emin Kastamonu'da fazla duramayarak kaçmış, babasının yanına, Ankara'ya
gelmiş ve Âkif'le birlikte Taceddin Mahallesi'nde ikamet etmiştir. Âkif, bir
müddet sonra eşi ve diğer çocuklarını da Ankara'ya getirtmiştir. Fakat
başkentin Kayseri'ye taşınma tartışmalarının yaşandığı İstiklâl Savaşı
sıralarında eşini ve çocuklarını Kayseri'ye göndertmiş, yanında yalnızca Emin'i
alıkoymuştur. "Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün" diyerek baba-oğul
cepheleri dolaşmışlar, halka ve askere moral verip düşmanın çıkardığı
yangınlara su taşımak gibi fedakârlıklarda bulunmuşlardır.[5]
Emin Âkif,
hatıralarında babasının kendisini yanında alıkoymasından iftiharla söz eder,
bunu biraz da onu diğer kardeşlerinden daha fazla sevmesine bağlar.[6]
Mehmet Âkif, uzun
süreli gidişinden önce de birkaç kez Mısır'a gitmiştir. 1923 ve 1924 kış
aylarını geçirmek üzere Abbas Halim Paşa'nın davetlisi olarak Kahire'ye gitmiş,
1924 ve 1925 baharlarında İstanbul'a dönmüştür. Fakat Mısır'da kaldığı ilk iki
kış döneminde İstanbul'da bulunan Emin Âkif, haylazlık yaptığı için çok üzülmüş
ve 1925 sonlarında uzun süreli olarak Kahire'ye giderken onu da yanında
götürmüştür. Âkif daha sonra eşini ve küçük oğlu Tahir'i de yanına
aldırtmıştır.
Âkif'in Mısır'da iken
Emin sebebiyle ne kadar tedirgin olduğunu, Kahire'den dostu Fuad Şemsi İnan
(1886-1974)'a yazdığı mektuplar yeterince gösterir.[7] Gerek Fuad
Şemsi'ye, gerekse diğer dostlarına yazdığı mektuplarında Emin'le ilgili birçok
husus dile getirilmiştir.
Mektuplarda bir baba
olarak Âkif'in oğlu hakkındaki endişelerini bütün açıklığıyla görürüz. Onun
İstanbul'da iken okula devamsızlık vb. davranışlarından duyduğu üzüntü;
Mısır'da iken de Arapça ve İngilizce öğrenmesi için gösterdiği gayret ve
teşvik, bu hususta yeterince gayretli görmediği oğlu hakkında esprili bir
üslûpla dile getirdiği şikâyetler, eğitimiyle ilgili gelişmeleri takipteki
hassasiyeti, güreş ve yüzme gibi spor dallarında gösterdiği kabiliyetten
duyduğu memnuniyet ayrıntılı bir biçimde mektuplarından takip edilebilir.
Âkif'in Mektuplarında Emin Âkif
Mektuplarda Emin
Âkif'le ilgili bölümleri kronolojik sırayla iktibas edersek şöyle bir manzara
ortaya çıkar:
İki gözüm Fuat,
Bizim Emin çok haylazlık
ediyormuş; müdavim bulunduğu Üsküdar Sultanisi'nden savuşup çarşılarda,
pazarlarda dolaşıyormuş. Annesi, ben başa çıkamıyorum diyor. Dünden beri kafam
alt üst oldu.
Artık mektebe kadar
giderek derece-i devamı hakkında tahkikat icra edersin, sonra bizim eve de
uğrayarak validesiyle konuşursun. Oğlanı azarlamak, dövmek, türlü cezaya
çarpmak salâhiyyetin dâhilindedir. Benim avdetime kadar sen velisi olacaksın,
anladın mı? Kat'iyyen ihmal etmeyeceğinden emin olduğum için sana yazıyorum.
Kuzum kardeşim, icabını icrada terâhî gösterme!
Gelecek posta ile
annesine de yazacağım; çünki şimdi vakit yok... Hatta bu mektubu bir gidenle
Port-Said yolundan göndereceğim. (Fuad Şemsi İnan'a, 3 Mart 1341 (3 Mart 1925).[8]
*
İki gözüm Fuat,
Geçen hafta kemal-i
isti'cal ile yazıp gönderdiğim mektubun vusulünden emin olamadığım için tekrar
yazıyorum.
Evden gelen son
mektupta bizim Emin'in mektebe canı isterse gittiği, canı istemediği surette
...[9] sıvışıp sokak sokak dolaştığı, verilen nasihatlerin, edilen
tevbihlerin, ihtarların müessir olamadığı bildiriliyor. Ben bu hâli zaten
seziyordum. İş'ar-ı ahir, olanca aklımı başımdan aldı. Avdetime kadar çocuğun
vazife-i velayetini ifa edecek dostumu, zihnen bir hayli taharriden sonra seni
buldum. Enişteleri, sonra sana şifahen bildireceğim esbabdan dolayı, bu işe
ehil değillerdir. Kuzum kardeşim, bizim ev Üsküdar'da, Selimiye'de, eczahaneye
muttasıl Şevket Paşa'nın evidir. Acele ile öbür mektupta tarif etmesini
unutmuştum. Oğlanın mektebi de Üsküdar Sultanisi'dir. Geçen sene Çengelköy'deki
Havuzbaşı Numune Mektebi'nin beşinci senesini zor zar geçebilmişti.
Numuneler'in altıncı senesinin kaldırılması üzerine bu mektebe vermeğe mecbur
olduk.
Oğlan ahmaktır.
Senelerden beri uğraştığım hâlde yalan söylemekten vazgeçiremedim. Yarım saat
sonra meydana çıkacak yalanlarla işini görebileceğine kani olan sersemlerden!
Doğrusunu söylemek şartıyle birçok kusurlarını bağışladığım ve bu tabiatim
hakkında kendisine itimat verdiğim hâlde bir türlü o huyundan vazgeçiremedim.
Her neyse kardeşim,
eve uğrar, mucib-i şikâyet olan ahvalini validesinden öğrenirsin; tabiî
mektebine de giderek müdüründen, müdür muavininden lâzım gelen malumatı
alırsın! Selimiye'de bizim Miralay İsmail Hakkı Bey isminde bir dostumuz vardır
ki pek mübarek bir adamdır. İstersen, onunla da konuş! Hâsılı, tekdir ile ihtar
ile, dayak ile, tazyik ile, murakabe ile bu sersem çocuğu yola getirmeğe çalış!
Ahval, beni canımdan bîzar etmişti; bu hâdise, yıkık maneviyatım üstüne tüy
dikti!
Çoktan beri
yazamıyor, imâte-i vakt için okuyordum. Şimdi aynı satırı kırk defa okusam bir
şey anlayamıyorum. Bu vazifeyi muvakkaten sana devretmekle azıcık teselli
duyuyorum. İleride mektebini değiştirmek, leylîye kalbetmek icap ederse
düşünür, birlikte kararını veririz. Arzu edersen daima murakabe edebileceğin
bir mektebe geçiririz.
Âh, kendi yumurcağını
terbiyeden aciz babaların mürebbi-i ümmet geçinmesi ne ayıp şeymiş! Bu hafta
validesine yazdım; senin icraatına kat'iyyen müdahale etmemesini sıkı sıkı
ihtar ettim. Hani sen zengin olacaktın da beni şair edecektin. Ondan vazgeçtim.
Şu çocukla biraz meşgul olursan beni cidden minnettar edersin. Dirîğ-ı lutf
etmeyeceğinden eminim. Cenab-ı hak tevfik versin!
Onun küçüğü Tahir var
ki daima kendisinden beyan-ı memnuniyyet ediyorlar. Tabiî neticeye ait bana
malûmat verirsin!
Baki kemal-i iştiyak
ile gözlerini öperim, kardeşim Fuad'ım. (Fuad Şemsi İnan'a, 8 Mart 1341 (8
Mart, 1925) Pazar).[10]
*
Bizim aptal oğlanla
ne yaptın? Çağırdın, tekdir, yahut nasihat etmedin mi? Herifte adamlık
kabiliyeti görüyor musun? Her hâlde vazife-i vesayeti kemal-i ciddiyyetle ifa
etmelisin!
(...) Allah sağlık
verirse, 29 Nisan'da İskenderiye'den vapura bineceğiz. Şu hesapça, bir ay sonra
görüşürüz. Allah'a emanet ol, kardeşim! Oğlanın işini ihmal etme ha! (Fuat Şemsi
İnan'a, 12 Ramazan, 1343 (6 Nisan 1925) Pazartesi).
*
Fuat,
Seni taltif için,
hayli zamandır bir vesile arıyordum; kısmetin açık imiş ki iki tane birden
zuhur etti.
1. Bizim Tahir,
galiba, ağabeyi Emin'in bir buçuk iki sene evvelki mesleğini tuttu. Zannediyorum
o daha çabuk yola gelecek kabiliyettedir. Onlar şimdi Beylerbeyi'nde,
Havuzbaşı'nda, Ressam Halil Paşa'nın köşkünde, Ömer Rıza ile beraber
oturuyorlar. Önceden Rıza'yı haberdar ederek bir cuma günü lütfen gider,
tahkikat-ı lâzimeyi icra ve tenbihat-ı muktezıyyeyi fîsebilillah i'tâ edersen,
ben hazretlerini hizmetinden memnun olmak cihetine biraz imaleye muvaffak
olursun. (Fuat Şemsi İnan'a, 2 Recep 325 (6 Ocak 1927) Perşembe).
*
Tahir için validesine
yazdım. Hiç karışmayacak, tamamiyle sana bırakacak. Emin'i buraya getirdiğimden
dolayı o kadar memnunum, o kadar doğru bir iş gördüğüme kaniim ki sorma!
Evet,
"Secde"den sonra bir şeyler yazmak isterdim amma, tercüme işini ikmal
etmeden şairliğe kalkışmağı doğru bulmuyorum. (Fuad Şemsi İnan'a, 8 Şaban 1345
(10 Şubat 1342/1927) Perşembe).[11]
*
Emin Arapça ile
İngilizce ile hiç iyi değil. Zaten onun oyundan başka arasının iyi olduğu bir
şeyi henüz göremedik! Mamafih, buraya getirdiğim çok isabet oldu,
mütalâasındayım.
Hâ! Kuzum evlâdım,
Zihni Efendi merhumun el-Müşezzeb diye bir risalesi vardır ya,
onu lütfen bana yollayıver. Hatırımda kaldığına göre onun sarfiyle nahvi aynı
risalededir. Bunu Emin'e okutmak istiyorum. Gündüzleri mektebe gidiyor,
ellerinizi öper. Kardeşi Fahir'e de arz-ı hürmet eder. Kemal-i iştiyak ile
gözlerini öper, cümlenizi sıyânet-i mevlâya emanet ederim. Ferit'i, Hayri'yi
görürsen, unutma, ikisine de selâmımı söyle. (Mahir İz'e, 25 Kânûnusânî 1342
(25 Ocak 1926)[12]
*
Kitaba çok memnun
oldum. Bakalım, bizim Emin'e onu okutmak istiyorum. Lisan hafıza işi, oğlanda
ise o meleke, ötekilerden de berbat! Ramazan'ın başından beri çalıştığı Tebbet
Yedâ sûresini Kadir Gecesi dinletebildi, o da dört yanlışla! Sonra da bana,
"Baba, beni hafız mı etmek istiyorsun?" demesin mi! "Oğlum, böyle
bir şey aklımdan geçmedi. Zaten, baksana; maazallah öyle bir tasavvurum olsa,
bu gidişle ömr-i beşer değil, ömr-i beşeriyyet bile yetişmeyecek!" dedim.
Mamafih, çocuğun
gayet iyi bir hâli var: Kendisinden son derecede memnun. Şu hakkını da
unutmayalım ki Ramazan'ı tamamiyle oruçlu geçirdi. Senin Fahir ne yaptı? Vakıa
o, zannederim, geçenlerde bir hastalık atlattı. Tabiî zayıf düşmüş, oruç
tutamamıştır." (Mahir İz'e, 29 Ramazan 1344 (12 Nisan 1926).[13]
*
Emin hâlinden,
bermûtad, pek memnun. Rüyalarını bile Arapça görüyormuş! Bizim dairenin
kapıcısı, Elbasan köylerinden Kâzım Ağanın, Emin'den bir yıl evvel Mısır'a
gelen, o yaşlarda bir oğlu var. İşte bizim mahdûm-ı mükerrem, ondan tashih-i
lügat ile meşgul!
"Var kıyâs et vüs'at-i deryâ-yı rahmet nidüğün!"
Mamafih, getirdiğim
çok isabet olmuş. Bilhassa ellerinizden öper. (Mahir İz'e, 1345, Perşembe (30
Haziran 1927).[14]
*
Emin geçen sene
Hilvan'da hususi bir mektebe gidiyordu. Bu yıl Mısır'a gidecek. Terakkisi gayet
yavaş, mamafih fena değil. Mahsus, ellerinizden öpüyor, kardeşi Fahir'e de
selâm ediyor. (Mahir İz'e, 20 Safer 1346, 18 Ağustos 1343, Perşembe (1927).[15]
*
Emin düşe kalka
gidiyor. Avamın konuştuğu dili çoktan öğrendi. Lisan-ı fasihi öğrenmesine,
bilmem, ömr-i tabiî kâfi gelecek mi?" (Mahir İz'e, 17 Muharrem 1347, 5
Temmuz 1344, Perşembe (1928).[16]
*
Emin ile Tahir
ellerinizi öpüyorlar. Emin, Fahir'e birçok selâmlar gönderiyor. Geçen kış,
onlarla birlikte bir resim aldırmıştık. Altına şu kıtayı yazdım:
Ne odunmuş babanız, olmadı bir baltaya sap!
Ona siz çekmeyiniz, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Pek de incelmeyiniz, sâde biraz yontulunuz.
(Mahir İz'e, 15 Recep
1348 (17 Aralık 1929).[17]
*
İnşallah ben de size
Emin ile kardeşi Tahir'in resimlerini aldırır, yollarım. Tahir, biz Hâil'de
iken dünyaya gelmişti. Şimdi on dört, on beş yaşlarında! Zaman ne süratle
ilerliyor değil mi? Üç kızımın üçü de müteehhil. İkisi İstanbul'da, birisi
Milas'ta. Şimdilik iyiler. Biri erkek, mütebakisi kız olmak üzere beş torunum
var. Biz Mısır'da iki çocuk, bir de anneleri olmak üzere dört kişiyiz.
Hamdolsun geçinip gidiyoruz. Emin Arapçayı bir fellâh gibi söylüyor. Tahir de
fena değil. Mekteplerine gidiyorlar. Şimdilik hâllerinden memnunum.
Mısır'da ikamet tabiî
daha iyi olur. Ancak memleket çok pahalıdır. Üç yüz elli lira ile o kadar ferah
geçinmek kabil olamaz. Evet, bundan daha az bir para ile de yaşamak mümkündür.
(Kuşçubaşı Eşref Sencer'e, 18 Ağustos 1346 (1930) Pazartesi).[18]
*
Emin idmancı oldu.
Kuvvetinin zararı yok, vücudu biçimli, güzel yüzüyor, iyi bisiklete biniyor,
atlaması, güreşmesi yolunda. Küçüğünün[19] spora çokluk hevesi yok.
İnşallah ilk fırsatta aldıracağımız resmi takdim ederiz. Hayli zamandır
görmediğiniz kardeşinizi epeyce ihtiyarlamış bulacaksınız. Mamafih sıhhatim
yolunda. İhtiyarlık, vücut sağlam olduktan sonra büyük bir keder değil...
(Kuşçubaşı Eşref Sencer'e, 3 Cemaziyelevvel 1349 (25 Eylül 1930).[20]
Görüldüğü üzere 3
Mart 1925 – 15 Eylül 1930 arasında kaleme alınmış bulunan bu mektuplar,
kronolojik olarak Emin Âkif'le ilgili birçok gelişmeyi yansıtmaktadır. İlk
zamanlar yanında bulunmayan oğluyla ilgili aldığı haberler onu telâşlandırmış,
üzmüş ve bu hususta sert ve otoriter mizacıyla tanınmış bulunan dostu Fuad
Şemsi'den yardım istemiştir. Emin'i yanında Mısır'a götürdükten sonra eğitimi
ve terbiyesiyle bizzat ilgilendiğini de bu mektuplardan anlıyoruz. Gelişmeleri
yine kendisi takip etmiş ve duyduğu memnuniyeti de dostlarıyla paylaşmıştır.
Sadece bu mektuplar
bile Mehmet Âkif'in ailesiyle yakından ilgilenen ve onlarla ilgili her babanın
duyacağı endişe ve memnuniyetleri duyan bir şahsiyet olduğunu gösterebilir.
Mehmet Âkif'in Ölümünden Sonra Emin Âkif
Kaynakların bu
hususta verdiği bilgilere göre Emin Âkif, 1934'te askerliğini yapmak üzere
Mısır'dan Türkiye'ye döndü. Askerliğini Kırklareli'nde er olarak yapmaktaydı.
Fakat bu dönemde koğuştaki arkadaşlarına Kur'an okuyup tefsir ettiği
gerekçesiyle Divan-ı Harb'e verildi.
Bu bilginin kaynağı
Ali İlmî Fanî'nin Rıza Tevfik'e gönderdiği bir mektuptur. 14 Ekim 1935 tarihli
söz konusu mektup Emin Âkif'in Bereketzâde Cemil Bey'e gönderdiği bir mektuptan
iktibaslar ihtiva etmektedir. "Kırıkhan'da mevkuf şair Mehmed Âkif Bey'in
mahdumu Emin" imzalı mektuptan iktibasta şu ifadeler yer almaktadır:
Kırklareli'nde
vazife-i askeriyemi ifâ ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma
Kur'an okur, âyetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü.
Divan-ı Harb'e tevdi olundum ve tevkif edildim. Tevkifhâneden şimdi benimle
beraber bulunan çavuşumun delâlet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul'a geldik,
oradan bir vapura atladık. Mersin'e çıktık. Mersin'den yaya olarak Antakya'ya
gelirken yoldaki karakolhanedeki jandarmalar hâlimizden şüphelendi,
pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan kazasına gönderdiler.
Şimdi bizi Türkiye'ye iade edecekler. İmdadımıza yetişiniz.[21]
Bu hadise vuku
bulduğunda Mehmet Âkif sağdır ve Mısır'dadır. Hadiseyi duyduktan sonraki tavrı
hakkında ise bir şey bilmiyoruz. Tutuklandıktan sonra cezasını çektiği ve
askerliğini bitirip terhis olduğu anlaşılmaktadır.
Terhisi sonrasıyla
ilgili bilgiler ise Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul
Ansiklopedisi'ndedir. Buna göre Emin Âkif terhis olduktan sonra kendini
içkiye verdi ve yakınlarıyla irtibatsız bir biçimde perişan bir hayat sürdü.
Sabahçı kahvehanelerinde ve hamamlarda barındı. Yalın ayak dolaşarak şarap,
ispirto ve esrar parası için hamallık yaptı. 1939'da İstanbul zabıtası
tarafından bir esrarkeş olarak yakalandı ve akıl hastanesine sevk edildi. Bir
müddet cezaevinde kaldı. Bu arada kendisine ulaşan bir baba dostu tarafından
Bursa'da Atatürk Çiftliği harasına kâhya olarak yerleştirildi. Evlendi ve
mazbut bir hayat sürmeye başladı. Fakat bir müddet sonra (1963-1964) işinden
çıkartıldı. İstanbul'a döner dönmez tekrar esrara başladı. 1966 başlarında eşi
vefat edince yine kimsesiz kaldı. Bu kez âdeta intihar kastıyla kendisini
içkiye ve esrara verdi.
1966 sonlarında
birkaç ay akıl hastanesinde kaldı. Hastaneden çıktığında (Kasım 1966) geceleri
Tophane'de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri içinde yatmaya başladı ve 24
Ocak 1967'de bu karoserin içinde ölü bulundu.[22]
Reşad Ekrem'in
nitelemesiyle Emin Âkif: "(...) hayatı kendi itirafları ve bütün
teferruatı ile zabt edilerek yazılabilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan
İtalyan yazarı Tullio Murri'nin Kürek
Cehennemi isimli eserinin ayarında dehşet verici bir romanın kahramanı
olabilecek kara bahtlı bir adam"dır. Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük
çoğunluğu yazıya dökülmemiştir.[23]
Emin Âkif'le İlgili Bir Rivayetin Sıhhati
Emin Âkif'in işsiz
kaldığı günlerde çeşitli tanıdıklarına; baba dostlarına başvurmuş olması tabiî
karşılanacak bir hadisedir. Kaynaklar bu hususta bize üç isim vermektedir.
Nusret Safa Coşkun (1915-?), Refi Cevad Ulunay (1890-1968) ve Çetin Altan (d.
1927)...
İlk olarak Nusret
Safa'nın Memleket gazetesinde çıkan
(25 Aralık 1947) röportaj-yazısında Emin Âkif'in böyle bir başvurusundan söz
edilmektedir. Bunun dışında Refi Cevad Ulunay'ın da aynı meâlde bir yazısı
vardır.[24]
Ulunay'ın bu yazısı
Emin Âkif'in Karacabey Harası'nda çalışırken meydana gelen bir zelzele
sebebiyle işsiz kalması hadisesine ışık tutmaktadır. Hadise, yazı "İki ay
kadar oluyor (...)" diye başladığına ve 30 Ocak 1965 tarihini taşıdığına
göre 1964'ün Aralığında vuku bulmuş olmalıdır ve Ulunay Milliyet gazetesinde çalışırken vuku bulmuştur.
Bir yıl sonra da
hemen hemen aynı hadise vuku bulmuş olabilir mi? O yıllarda yine Milliyet gazetesinde çalışan Çetin
Altan'ın Sabah gazetesinin 5 Ağustos
1999 tarihli nüshasında yayınlanan "Enver Paşa'nın Kız Kardeşi ve Mehmet
Âkif'in Oğlu" başlıklı yazısında anlattığı şeyler, Ulunay'ın
anlattıklarıyla aynı meâldedir. Altan'ın anlattıklarına bakılırsa Emin Âkif bu
kez de Çetin Altan'ı ziyaret etmiş ve ondan yardım istemiştir. Yalnız Ulunay'ın
yazısında kaybettiği işini tekrar elde etmek için bir tavassut isteği söz
konusuyken, Altan'ın yazısında para yardımı isteği söz konusudur.
Ulunay'ın ilgisi
sonucu, Emin Âkif Ziraat Bakanlığı tarafından tekrar Karacabey Harası'ndaki
işine iade edilmiş ve fakat kendisine kalacak yer olarak merkeze 7-8 km. ötede
Poyrazbahçe Koyun Ağılı gösterilmiştir.
Her iki yazarın aynı
gazetede çalışıyor olması ve hadiselerin çok yakın sayılabilecek bir tarihte
vuku bulmuş görünmesi Emin Âkif'in Ulunay'ın yanına –belki– bir kez daha
uğradığını ve onu bulamadığı için Altan'la görüştüğünü düşündürüyor. Burada
kafa karıştırıcı olan şey, Altan'ın Ulunay'ın anlattığı hadiseden tamamen
habersiz görünmesidir. Ulunay 1953-1968 tarihleri arasında Milliyet'te çalışmıştır.[25] Altan ise Nebioğlu'nun Türkiye'de Kim Kimdir adlı
ansiklopedisine bakılırsa 1960'lı yıllarda Milliyet'te
çalışmıştır.[26] Bu durumda Ulunay'la aynı tarihlerde Milliyet gazetesinde mesai arkadaşıdırlar. Fakat anlattığı hadise için verdiği tarih
1966 olduğuna göre Ulunay'la o tarihte mesai arkadaşı olmayabilirler. Yine de
Altan'ın olayın vuku buluş tarihi olarak zikrettiği 1966, bir hafıza yanılması
değilse Ulunay'ın anlattıklarıyla çok yakın bir tarihte vuku bulmuş olmaktadır.
Bu durumda Emin Âkif hem 1964 Aralığında Ulunay'a, hem de 1966'da Çetin Altan'a
gelmiştir. Altan'ın Milliyet
gazetesinde vuku bulan ilk hadiseyi duymamış ve aynı zamanda Ulunay'ın
gazetedeki köşesinden okumamış olması mümkün müdür? Hadisenin Milliyet gazetesi merkezinde –ufak çaplı
da olsa– bir çalkantıya sebep olmaması düşünülemez.
Ulunay ile Altan'ın
yazılarını yan yana koyduğumuzda iki yazıdan ilkinde bir tavassut dileği,
diğerinde ise para yardımı isteği söz konusudur. Fakat Altan, adını vermediği
bazı gazetelerde Emin Âkif'in ‘Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde (...)
ölüsünün bulunduğunu' yazmıştır ki, Emin Âkif'in öldüğünde Tophane'de terk
edilmiş bir kamyonetin karoseri içinde yaşadığı bilenmektedir. Dolayısıyla
Altan'ın verdiği ve birçok kaynağın ittifakla ondan naklettiği bu hususu doğru
kabul etmemiz mümkün değildir. Altan, 1966'da gerçekleştiğini yazdığı bu
hadiseden ‘bir ay geçmeden' ölümüyle ilgili haberi okuduğunu belirttiğine ve
Emin Âkif 24 Ocak 1967 öldüğüne göre hadise 1966'nın sonlarında vuku bulmuş
olmalıdır.[27]
Altan'ın Emin Âkif'in
ölümüyle ilgili yazdıkları Âkif'in çocuklarını söz konusu eden birtakım
eserlerde[28] aktarılmıştır.
Emin Âkif'in Yarım Kalmış Hatıraları
Söz konusu hatıraları
son iki bölüm hâriç, Millet
gazetesinden derlemiş bulunuyoruz. Yazıların tam künyeleri şöyledir:
"Trabzon Mebusu
Ali Şükrü Bey'le Beraber, Bir Yaylı Araba İle Yola Çıktık-I, Millet, Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106,
s. 16.
"Eskişehir'de
Silâhlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu-II", Millet, Yıl: III, 19 Şubat 1948, S. V/107, s. 16.
"Âkif ve Sarhoş
İki İtalyan Şoförü-III", Millet,
Yıl: III, 26 Şubat 1948, S. 108, s. 15.
"Âkif En Ziyade
Süs ve Modaya Düşkün Erkeklere Çok Kızardı-IV", Millet, Yıl: III, 11 Mart 1948, S. 110, s. 16.
"Âkif'in
Hayatında Yegâne Görebildiği Toplu Para: 970 Lira İdi-V", Millet, Yıl: III, 18 Mart 1948, S. 111,
s. 17.
"Anlaşıldı ki
Mustafa Sağîr Bir Hain ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin
Ankara'ya Gelmişti. Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca-VI", Millet, Yıl: III, 25 Mart 1948, S. 112,
s. 15.
"Âkif,
Gözyaşları İçinde Yazıyordu-VII", Millet,
Yıl: III, 1 Nisan 1948, S. 113, s. 18.
"Türk Neslinin
Günden Güne Bozulduğunu Görmek Âkif'i Çok Üzüyordu-VIII", Millet, Yıl: III, 8 Nisan 1948, S. 114,
s. 18.
"Safahat Şairini
Oğlundan Dinleyiniz-IX", Millet,
Yıl: III, 15 Nisan 1948, S. 115, s. 18.
"Pek Sevdiği Ali
Şükrü Bey'in Kayboluşu Babama Gözyaşları Döktürmüştü-X", Millet, Yıl: III, 22 Nisan 1948, S. 116,
s. 18.
"Gecenin
Issızlığında Top Sesleri Ankara Sokaklarında Duyuluyordu-XI", Millet, Yıl: III, 29 Nisan 1948, s. 117,
s. 18.
"Annem
Gözyaşları İçinde Beni Hasretle Bağrına Basmıştı-XII", Millet, Yıl: III, 6 Mayıs 1948, S. 118,
s. 18.
"Büyük Taarruz
Başlamıştı, Her Taraftan Gelen Müjdeli Haberler Birbirini
Kovalıyordu-XIII", Millet, Yıl:
III, 13 Mayıs 1948, S. 119, s. 18.
"Mehmet Âkif,
Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti-XIV", Millet,
Yıl: III, 27 Mayıs 1948, S. 120, s. 18.
"Ruhu Huzur
İçinde, Vatan Topraklarında Yatıyor", (XV), Millet, Yıl: III, 10 Haziran 1948, S. 122, s. 15 (Birinci kısmın
sonu).
Bu yazı dizisinin Millet'teki bölüm başlığı "Safahat
Şairini oğlundan dinleyiniz..." şeklindedir ve ilk bölümün sunuşu
şöyledir:
İstiklal Marşı şairi
rahmetli Mehmet Âkif Ersoy'un, Emin Âkif Ersoy adlı bir oğlu olduğunu bilir
misiniz? Emin Âkif, henüz on üç yaşında iken İstiklâl Mücadelesi'ne katılan
babasıyla beraber Anadolu'ya geçmiş, zafere kadar yanında kalmış, sonra
beraberce Mısır'a gitmiştir. Emin Âkif şimdi ana vatandadır ve safahat şairinin
bilinmeyen taraflarını kucaklayan hatıralarını Millet'in muhterem okurlarına
sunmaktadır.[29]
Hatırat tefrikasının
bitişinde ise "Birinci kısmın sonu" ifadesi vardır. Dolayısıyla bu
hatıraların devam edeceği okuyucuya bir nevi müjdelenmiş olmaktadır. Emin
Âkif'i Millet gazetesini yayınlayan
Cemal Kutay konuşturmuş ve hatıralarını yazıya aktarmış olmalıdır. Bu sebeple
hatıratın ikinci kısmı belki de gazetede yayınlanacak biçimde hazırlanamadığı
için on beşinci bölümden sonrası gelmemiş olabilir. Dolayısıyla ikinci kısmın
Cemal Kutay Arşivinde kalmış olabileceği akla gelmektedir. Elbette hiç kayda
geçirilmemiş olma ihtimali de vardır. Vefatından sonra ne durumda olduğunu
bilmediğimiz Cemal Kutay Arşivinde araştırma imkânı bulamadığımız için bu
hususta kesin bir şey söyleyemeyiz.[30]
Ayrıca Nusret Safa
Coşkun'un Memleket gazetesinde, Kenan
Akın'ın Tercüman'da Emin Âkif'i
konuşturarak yayınladığı hatıralarını[31] da bu çalışmaya ekleme
ihtiyacı duyduk. Nusret Safa'nın röportajı 1947'de gerçekleştirilmiştir ve Emin
Âkif o sırada 35-36 yaşlarındadır. Röportaj-yazıda o yaştaki hâlini yansıtan
bir fotoğrafının klişesi de kullanılmıştır.
Böylece Emin Âkif'in
yayınlanmış hatıralarından bulabildiklerimizi derleyerek bir araya getirmiş
oluyoruz.
* * *
Emin Âkif'in
hatıralarında Mehmet Âkif'in İstiklâl Savaşı'na iştirak etmek üzere Anadolu'ya
geçerken yaşadıkları, takip ettiği güzergâh, âilesiyle ilgili anekdotlar ve
yolculuk esnasında ve Ankara'ya geldikten sonra yaşadıkları hakkında birçok
ipucu ve ayrıntı yer alır.
Fakat daha hatıratın
başında yer alan "(...) ben onun yegâne oğlu olduğum (...)"
şeklindeki ifadeyi açıklamak gerekir. Bilindiği üzere Âkif'in iki oğlu vardır.
Fakat hatıratın başladığı tarihlerde Âkif'in küçük oğlu Tahir daha dünyaya
gelmediği için Emin Âkif böyle söylemiş olmalıdır.
Emin Âkif'in
hatıralarına göre Mehmet Âkif yola çıktıktan sonra Karacaahmet Mezarlığı'nda
Ali Şükrü Bey'le buluşmuş, Geyve yakınlarında bir köyde ise Kuşçubaşı Eşref'le
birleşmiştir. Böylece Âkif'in yol arkadaşlarının kimler olduğunu da Emin
Âkif'in hatıralarından öğrenmiş oluruz. İstanbul'dan çıkıp Anadolu'ya geçtikten
sonraki güzergâhı ise Emin Âkif'in ifadelerine göre şöyledir:
Adapazarı-İzmit
üzerinden Geyve, Eskişehir, Ankara.
Ankara'ya ulaştıktan
sonra da çeşitli şehir ve beldelere yolculukları sürmüştür. Emin Âkif,
Ankara'ya yerleştikten sonra ilk olarak Eskişehir'e gittiklerini anlatmaktadır.
Emin Âkif söz konusu
belde ve şehirlere uğradıklarında nerelerde misafir kaldıklarını, kimlerle
görüştüklerini hatırlamıştır. Eskişehir'de Şefik Bey'in Bakteriyolojihanesine
uğramışlar ve akşamları da onun evinde kalmışlardır. Emin Âkif'in verdiği
ayrıntılardan Şefik Bey'in Pendik Bakteriyolojihane Müdürü Şefik Kolaylı olduğu
anlaşılmaktadır. Şefik Kolaylı[32], Âkif'in yakın dostlarından Neyzen
Tevfik'in de kardeşidir. Eskişehir'de 20 gün kalmış ve peşinden Ankara'ya
dönmüşlerdir. Fakat bu arada Mehmet Âkif Burdur milletvekili seçildiği için
Burdurlular tarafından ısrarla davet edilmektedir. Bunun üzerine Âkif, yanında
Emin ile birlikte Burdur'a doğru hareket eder. Kendilerine Antalya Mebusu
Süleyman Efendi eşlik etmektedir. Burdur'da bir hafta kadar kalırlar. İstikamet
Antalya'dır. Antalya yolu üzerinde Sandıklı ve Dinar'a uğranır. Antalya'da
Süleyman Efendi'nin evinde misafir olurlar. On beş günlük bir misafirlikten
sonra Ankara'ya dönüş başlar. Fakat seferler sürecek ve bir ay kadar sonra da
Eskişehir üzerinden Afyon'a, oradan da Konya'ya gidilecektir. Dönüş güzergâhı
da aynıdır.
Bu esnada İstanbul'da
bulunan ailesini Ankara'ya getirtmek isteyen Âkif, ailenin eski emektarlarından
Halil Ağa ile Ankara'da karşılaşınca ondan ailesini Ankara'ya getirmesini
istedi. Âkif, ailesini karşılamak üzere oğluyla birlikte Çankırı, Ilgaz,
Kastamonu üzerinden İnebolu'ya vardı. Fakat fırtına yüzünden İnebolu'ya yolcu
indiremeyen vapur, Sinop'a yolcularını indireceği için onlar da Sinop'a
gittiler. Âkif, ailesini alarak Sinop'tan Kastamonu'ya götürdü. Âkif dokuz
kişilik ailesini Ankara'da Taceddin Mahallesi'ndeki iki odalı bir evde
barındıramayacağını anlayınca onlara Kastamonu'dan ev kiralayıp Ankara'ya
döndü. Bu kez Emin Âkif annesiyle Kastamonu'da kalmıştı. Fakat babasının
yanında olmayı çok isteyen Emin, o sırada Kastamonu'ya gelen Şefik Kolaylı ile
Ankara'ya döndü. Aylar sonra Kastamonu'daki aile fertleri de Ankara'ya geldiler.
Emin Âkif'in
hatıralarının yedinci bölümünden itibaren hep Ankara'daki günler anlatılır.
Sakarya Savaşı başladığında Yunanlıların Ankara yakınlarına kadar gelmiş olması
bir panik havası doğurunca başkentin Kayseri'ye nakli tartışılmaya başlanmıştı.
Bu gerçekleşmediyse de birçok mebus, çoluk çocuğunu Kayseri'ye göndermişti. Bu
arada Âkif de yanında sadece Emin'i alıkoyarak diğer aile fertlerini Kayseri'ye
gönderdi. Ancak Sakarya Savaşı kazanıldıktan sonra Ankara'ya döndüler.
Hatıratın on üçüncü
bölümünde Büyük Taarruz günleri anlatılmaktadır. O günlerde Âkif, Eskişehir,
Afyon üzerinden çekilen Yunan ordusu tarafından yakılıp yıkılmış Bilecik
şehrine gittiler. Burada yangın söndürme faaliyetlerine katıldılar.
Hatıratın on dördüncü
ve on beşinci bölümlerinde Yunanlıların İzmir'den denizi dökülüşü, İstanbul'dan
müttefiklerin çekilişi sebebiyle yaşanan sevinç ve o sırada gerçekleştirdikleri
bir Edirne seyahati anlatılır. İstanbul üzerinden Edirne'ye vasıl olan Âkif ve
oğlu burada on beş gün kaldılar.
Âkif, Abbas Halim
Paşa'nın daveti üzerine Mısır'a gitmeye karar verdi ve Ankara'ya döndü. Burada
milletvekilliğinden istifa eden Âkif, 1923 senesi Eylül sonlarında kış
mevsimini geçirmek üzere Mısır'a gitti.
Mısır'a bu ilk
gidişinden sonra gelişen hadiseler ve Âkif'in ölümünden kısa bir süre önce
Türkiye'ye dönüşünü çok hızlı çizgilerle anlatan bir paragrafla on beşinci
bölüm bitmektedir. Bu bölümün sonuna "Birinci Kısmın Sonu" açıklaması
konulduğu hâlde Âkif'in Mısır'a İstiklâl Savaşı sonunda gidişinden sonraki
hadiselerin tamamen özetlenerek verilmesi, Emin Âkif'in hatıralarının geri
kalan bölümünü de anlattığı izlenimini vermektedir.
Emin Âkif'in yarım
kalmış hatıraları İstiklâl Savaşı sırasında Âkif'in hayatını araştıranlara
birçok ipucu ve ayrıntı sağlamaktadır. Çok teferruatlı bir Âkif kronolojisi
hazırlayabilmek için de bu hatırat tefrikasının mutlaka görülmesi gerektiği
açıktır. Ayrıca Âkif'in İstiklâl Savaşı'na katılma konusunda tereddüt yaşayan
Anadolu şehirlerinde etkili hitabeti ve ikna gücü yüksek düşünceleriyle nasıl
bir rol oynadığını da en iyi bu hatırat metni anlatmaktadır.
12-13 yaşlarındaki
bir çocuğun gözlemlerine dayalı olarak ileriki yaşlarında hatırladıklarından
derlenen bu hatırat, Âkif'in kişiliği, aile reisi olarak tavırları, Millî Mücadele'ye
katkısı bakımından müstakil olarak neşredilmeyi hak eden bir metindir.
Hatıraların 6.
bölümünde söz edilen Mustafa Sağîr hadisesiyle ilgili anlatılanlar, konuya
değinilen bir kaynakta -Aykut Kazancıgil
Kitabı- verilen bilgilere açıklık getirmektedir. Burada Emin Âkif'in bu
hususta söyledikleri arasında geçen şu cümleler önemlidir:
İstiklâl Marşı
şairinin bu hain İngiliz casusunun içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü
olmuştur. Rol değil, Mustafa Sağîr'i suç üzeri babam yakalamış, Atatürk'ün
doğrudan doğruya hayatı ile alâkadar olan teşkilatlı bir suikasta mâni
olabilmiştir. Bittabi Mustafa Sağîr kendisine Hindistan'ın Ankara Hükûmeti'ni
alkışlayan bir ferdi, âlemi İslâm'ın bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi.
Babam da eskiden beri Türkiye'de İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden
bir mütefekkir tanındığı için Mustafa Sağîr ile samimiyet peyda etmiş, içyüzünü
henüz bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar Taceddin Mahallesi'ndeki
evimize davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendi hesabına faydalanmayı düşünen
Hintli casus yeni yeni düzelmekte olan muhabere işlerinde babamın adresiyle
mektuplaşmayı daha münasip bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla muhabereye
başlamıştı. Lâkin Mustafa Sağîr namıyla Hindistan'dan, İstanbul'dan, hattâ
Mısır'dan babamın adresine o kadar çok mektuplar koca koca zarflar geliyordu ki
peder şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul'dan Mustafa Sağîr'e gelen
büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış
sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı dikkatini çeken şey
mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı.
Satırsız büyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir
tabakada üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul'da havaların yağmurlu
gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sağîr'e muvaffakiyetler temenni ediliyordu.
Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi. Bu gibi hâllerde istimal edilen kimyevi
mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr değil kebir bir hain
olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can verdi.
Aynı konuya
Kazancıgil de Avni Refik Bekman'dan naklederek değinmektedir:
(...) Hintli bir
casus, Mustafa Sağîr diye bir İngiliz casusu, Afganistan'daki Afgan Kralını
vurmuş... Daha sonra İngilizler tarafından Ankara'ya Atatürk'ü vurmakla görevli
olarak gönderiliyor. Fakat Mustafa Sağîr, Ankara'dayken bir türlü Atatürk'ü
göremiyor; ama bir yandan da İngilizlerle yazışıyor. "Merak etmeyin,
mutlaka vuracağım," diye... Bizimkilere de Hint Müslümanlarını temsilen
geldiğini ve onlardan milli mücadeleye yardım için para getirdiğini söylüyor.
Fakat Mustafa Sağîr'in -Sağîr, küçük demektir- bir zaman sonra Ankara'da niyeti
anlaşılıyor ve asılıyor... Ben ajan olduğunun nasıl anlaşıldığını, işin aslını
merak ettim. Bir gün Ankara Üniversitesi'nde kimya hocası olan Profesör Avni
Refik Bekman bir dergide; "Ben Berlin'de kimya okumuştum, Adnan Adıvar
bakandı, ben de mecliste kâtiptim o zamanlar," diye bir yazı yazmış, Adnan
Adıvar merak etmiş bu adamı, Almanya'da ne okudu diye... O da, "Biyokimya
doktorası yaptım," demiş. Adnan Adıvar, bunu öğrenince hemen adamı sağlık
bakanlığına bağlı, biyokimya laboratuarı kurmakla görevlendirmiş, aletler
bulmuşlar falan. O esnada da birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik Bey'e;
mektubun bir yüzü dolu, arkası boş! Avni Refik Bey, türlü çalışmalardan sonra
kimyasal reaksiyonlar yardımıyla bu mektupların limonla yazılmış, gizli
mektuplar olduğunu buluyor ve Mustafa Sağîr'in foyası o zaman ortaya çıkıyor ve
yakalanıyor. Atatürk belki de ölümden kurtuluyor bu sayede. Bu olayı
sosyalistler ya da başka gruplar kendilerince açıkladılar zaman içinde; ama
kimse bunun böyle kimyasal bir analiz sonucu ortaya çıktığını anlatmamıştı,
mühim bir belge diye hemen bunu buldum ve yayınladım dergide.
-Nereden buldunuz bu belgeleri?
-Büyük Millet
Meclisi'nin kuruluşunun 50. ya da 60. kuruluş yıldönümünde -tam hatırlamıyorum-
bir kitap çıkarmışlar, o kitapta buldum.[33]
Emin Âkif'le
Bekman'ın verdiği bilgileri telif etmek gerekirse -Kazancıgil'in bahsetmemesine
rağmen- mektuplar Bekman'a Âkif vasıtasıyla ulaşmış olabilir diyebiliriz.
Nitekim Kazancıgil "O esnada da birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik
Bey'e (...)" diyerek bu hususta muğlak bir ifade kullanır.
* * *
Kenan Akın'ın
görüşmesinde, Emin Âkif'in hatıralarını Orta
Çiftlik adıyla kaleme aldığı vurgulanmakta ve bu hatırattan bazı iktibaslar
da yapılmaktadır. Burada hemen hatırlatmak gerekir ki, bugün elimizde bu
hatırat defteri yoktur. Defterin Millet
gazetesinde yayınlanan hatırat tefrikasının devamı olabileceği veya oradaki
bölümlerle birlikte daha fazlasını ihtiva ettiği akla geliyor.
Bugüne kadar ortaya
çıkmadığına göre hatırat defterinin -ne yazık ki- kaybolmuş olduğuna
hükmetmemiz gerekiyor. Çünkü Millet'teki
tefrika 12 Şubat 1948 tarihli nüshasında başlar, 10 Haziran 1948' tarihli
nüshasında sona erer. Kenan Akın Orta
Çiftlik adlı bu hatırat defterinden bazı bölümleri 24 Şubat 1966 tarihli Tercüman'da yayınladığına göre Emin
Âkif'in ölümünden (24 Ocak 1967) on bir ay önce kaleme alınmış durumda olduğu
ortaya çıkmaktadır. Burada Emin Âkif'in -belki de son- resmi de yer almaktadır.
Memleket gazetesinde 1947'de
yayınlanan fotoğrafıyla kıyaslandığında zamanın Emin Âkif üzerindeki yıpratıcı
tesiri bütün açıklığıyla fark edilmektedir.
Akın'ın röportaj-yazısında
Emin Âkif'in MTTB ilgililerince himaye altına alındığı kaydedildiğine göre bu
defterin MTTB arşivinde olma ihtimali akla gelmektedir. Tabii bu arşiv muhafaza
edilebildiyse...
Bütün bunları
destekleyen bir metin olarak Âkif'in ortanca kızı Feride [Akçor] Hanım ve
damadı Muhiddin Akçor ile yapılmış bir röportaj da önemlidir. Bu röportajda
Âkif'in mizacı, İstiklâl Savaşı sırasındaki tutumu hakkında kızı ve damadının
ağzından bilgiler verilmekte; ayrıca Emin Âkif'ten de –adı anılmadan– söz edilmektedir.
Dolayısıyla metni, derlememize eklemiş bulunuyoruz.
Sözü fazla uzatmadan
okuyucuları Emin Âkif'le ve hatıralarıyla baş başa bırakalım.
İSTİKLÂL HARBİ
HATIRALARI
1
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'le Beraber,
Bir Yaylı Araba ile Yola Çıktık[34]
Millî Mücadele
yıllarında Mehmet Âkif'in büyük bir gazâ telakki ettiği bu savaşa nasıl iştirak
ettiğini bugün benim kadar yakından bilen kimse yoktur; çünkü ben onun yegâne
oğlu olduğum kadar, Yunan Harbi'nin cereyan ettiği zamanlarda, bidayetten nihayete
yine onun yegâne can yoldaşı ve yol arkadaşı idim.
İstanbul en hazin ve
pek kara günlerini yaşıyor idi. Müttefikler bu güzel şehri işgal etmişlerdi.
Boğaz; İngiliz, Amerikan, İtalyan, Fransız harp gemileriyle dolu iken
memleketin muhtelif semtlerinde işgal kuvvetlerinin ayrı ayrı karakolları ve
kuvvetleri vardı. O zamanları çok iyi hatırlarım; on iki yaşımda idim.
Çengelköyü'nde büyük bir evde oturuyorduk.
Bir mayıs sabahı
babam bizzat beni pek erken uyandırdı; kalabalık olan evimizde bir fevkalâdelik,
garip bir heyecan vardı. Annem gizlemek istediği gözyaşlarını saklayamıyor,
herkes bana düşünceli görünüyor idi. Çabucak hazırlandık, Mehmet Âkif ile gün
doğmadan Üsküdar'a müteveccihen yola düzüldük...
Safahat şairi o zamanlar çok zinde ve pek çevik bir adamdı. Ben de
kanı kaynayan bir çocuktum. Çengelköyü ile Karacaahmet arasındaki mesafeyi
süratle katettik. Henüz güneş doğar iken Üsküdar'ın büyük bir kısmını kaplayan
Karacaahmet Mezarlığı'na vâsıl olmuştuk. Orada bizi bir payton arabası
bekliyordu. Merhum Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey oradaydı. Kısıklı üzerinden
derhal hareket ettik. Payton ikindiye kadar bizi Alemdağı arkalarında bir
çiftliğe götürdü. O günlerde bizim geçtiğimiz yollar pek tehlikeli idi. İşgal
ordularına hizmet etmeyi kabul eden bazı hamiyetsiz vatansızlar yolları
kesiyor, Millî Mücadele'ye menfaat temin edebilecek herhangi bir teşebbüse mâni
olmağa ellerinden geldiği kadar gayret ediyorlar idi.
Çiftlikte pürsilâh
heybetli insanlar dikkatimi çekti. Bunların bazıları göğüslerine çapraz
fişeklikler asmışlar, başlarına da İzmir zeybeklerininkine benzeyen başlıklar
dolamışlar idi. İşte bu kahramanlar o muazzam savaşın ilk günlerinde düşmanlara
karşı cephe tutan Kuvayi Milliye'nin serhad fedaileri oluyorlardı. Orada az bir
zaman istirahat ettik. Bize yol gösteren müsellâh bir süvariyi çiftlikten
bindiğimiz atlar ile takip ettik. Geceyi o civar köylerin birinde köy
muhtarının misafiri olarak geçirdik.
Ertesi gün sabah
erken hareket ettik. O gün bütün gün yol aldık. İzmit ile Adapazarı arasında
bir köye geldik. Orada Kuvayi Milliye'ye cephane götüren kalabalık bir kafileye
rast geldik ve onlara iltihak ettik. Atların taşıdığı cephane sandıklarının
üzerinde şarka doğru gider iken cereyan eden ufak bir hâdiseyi kaydetmek
istiyorum:
Emsali arasında
cesaret ve atılganlığı ile tanınmış bir çavuş kır atının üzerinde aşka gelerek
mavzerini havaya bir iki el boşalttı. Bu vaziyetten cesaret alan efrat onu
taklide başladı. Kuvayi Milliye'ye cephane taşıyan, bu uğurda ölümü göze alan
bu kafile, böyle bir hareketle hata ediyor, boş yere sayısız fişek yakıyor idi.
Mehmet Âkif bu halin devamına dayanamadı, atını ileri sürerek şöyle bağırdı:
«Arkadaşlar boşa attığınız her kurşun bir düşman öldürmeğe kâfi gelir. Bugünse
elimizdeki kurşundan sandıklarımızdaki cephanelerden çok düşmanımız var, çok
rica ederim atışa nihayet veriniz.» Bu sözler derhal tesir etti. Silah sesleri
kesildi. O zamanlar Biga, Karabiga hattâ Geyve ve Adapazarı eteklerine kadar
uzanan bir Anzavur Ahmet Çetesi türemişti. İngilizlerin bir iki ay zarfında
paşalık unvanı ile taltif ettikleri Anzavur Ahmet Paşa aslen Çerkez, maiyeti de
Abaza, Gürcü ve Türklerden mürekkep idi. İngilizler ve güya Halifeye çalışan
bir teşkilât reisi olan Anzavur, kara cahil bir adamdı.
Kafilemiz Geyve
Boğazı'na yaklaşır iken bir köyde konakladı. Orada Kuşçubaşı'nın oğlu Eşref
Bey'le birleştik. Bu zât Mehmet Âkif'in dostlarından ve sevdiği
arkadaşlarındandır. Harb-i Umumî'de Necid Çölleri'nde de develer üzerinde uzun
boylu arkadaşlıkları vardır. Eşref Bey'le birlikte Enver Paşa'nın yaveri, o
zamanlar binbaşı olan Yenibahçeli Şükrü Bey de var idi. Türk ordusunda
nişancılığı ile şöhret bulan Binbaşı Şükrü Bey'e de Mehmet Âkif'in sevgisi pek
fazla idi. Anzavur Ahmet Çetesi'nin Kuvayi Milliye'ye cephane sevk eden kafilemizi çevirmek gayesi ile üzerimize
geldiğini duyduk. Ancak buna cesaret edemeyerek bize yol verdi.
Tehlikeli mıntıka
geçildikten sonra biz, yani Mehmet Âkif ve ben, Ali Şükrü Bey, Kuşçubaşı Eşref
Bey, Binbaşı Şükrü Bey kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinde dekovil ile
Eskişehir'e kadar daha çabuk gittik. O zamanlar Yunanlılar İzmir'i işgal
etmişler, Manisa, Aydın, Ödemiş üzerine ilerliyorlardı. Eskişehir'den Ankara'ya
tren ile gittik. Atatürk Ankara'da idi. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti.
Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.
Tren öğleye doğru
Ankara'ya vâsıl oldu. Ali Şükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan Millet
Meclisi'nin önünde indik. Babam bana sen buralarda otur diyerek, Meclisin
bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı ile gözüktü.
Yanında Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya Hoca var idi, daha tanımadığım iki üç
kişi var idi. Evvelâ Ali Şükrü Bey'in elini sıkarak hoş geldiniz, diyen Atatürk
oldu; bilâhare şaire iltifat etti: "Sizi bekliyordum efendim, tam
zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim"
dedi.
Onlar uzaklaşır iken
biz de Ankara'da acıkan karnımızı doyuracak bir lokanta aradık.
Mehmet Âkif'in Safahat adı altında kaleminden süzülen 7
ciltlik eserleri arasındaki altıncı kitap (Asım)'a verdiği emek çok fazla ve
pek kıymetlidir. Ankara'da Tacettin Mahallesi'nde tamamladığı bu cilde Yunan
Harbi başında başlamıştır. Diğer yazıları hakkında büyük bir tevazu gösteren
şair, Asım'ı şaheser olarak kabul ederdi. Aruz vezninin Türk edebiyatında bu
kitapta vasıl olduğu tekâmülüne, zarafetine kendisi bile imreniyor, cidden
sanatkârane işlediği manzumeleriyle iftihar ediyor, gurur duyuyor idi. Ben o
zamanlar on iki yaşında bir çocuktum. Babam beni çok sever, bana gönlünün en
mahrem köşelerini açmakta, içini dökmekte teselli arardı. İstanbul'u işgal
ordularının işgal edişi zavallı babamı madden ve manen harap etmişti.
Yazılarını itmam eylemesi için zaman ve zemin hiç müsait değil idi. Bu yüzden
üzüldüğünü, ağır bir yük altında ezildiğini söylüyordu. Ankara'da gayesine
yükselebildi. Bu muvaffakiyet o kara günlerde onu bayağı sevindirmişti; bu
başarısından doğan derin bir vecd içinde; ziyaretine gelen arkadaşlarının
karşısında kendisine seccadelik vazifesini gören bir karaca derisinin, üzerinde
diz çöker, heyecanlı bir ahenkle Asım'ı okur, dinleyenler yalçın ye muazzam
kayalardan çağlayarak gürleyen bu berrak şelâlenin baş döndürücü nağmeleriyle
mest olurlardı. Ben Asım'ı bu şekilde yaratıcısının ağzından işite işite baştan
başa ezberlemiştim.
Babam bazı hususlarda
pek beceriksiz olduğunu daima itiraf eder, bu hâline çok teessüf ederdi. İkimiz
yalnız idik. Çamaşırımızı yıkayacak, söküğümüzü dikecek kimse bulamıyor, bu
yüzden sıkıntı çekiyorduk.
Bereket versin
Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya hocam, Ankara'ya ailesiyle yerleşmiş, Fatma
isminde Erzurum'dan getirdiği hamarat ve gürbüz bir evlâtlığını her gün muayyen
saatlerde bizim de ufak tefek hizmetlerimizi görmeğe memur etmişti.
Daha sonra komşumuz
Ankara mebusu Bünyanlı Hoca, Balıkesir Mebusu Basri Bey, yine Balıkesir mebusu
Abdülgafur Hoca bize büyük bir misafirperverlik ve insanlık göstermişlerdir.
İşte o kara günlerde babamı pek derinden yaralayan, çileden çıkaran, hırsından
ağlatan bir hâdiseyi kaydeylemek isterim: Çengelköyü'nde oturur iken her sabah
kapımıza kadar zerzevat getiren İsmail Ağa isminde bir bahçıvanın yirmi
yaşlarında genç bir oğlu var idi. Büyük Millet Meclisi'nin karşısındaki parkta
bir gün babamı bekler iken Kemal ağabey dediğim bu delikanlıya rast geldim. Beni
görünce cebinden kâğıt kalem çıkardı. Babama verilmek üzere elime bir pusula
tutuşturdu. Herhangi bir sebepten dolayı birkaç saat caketimin cebinde
unuttuğum bu mektubu gece evde babama verdiğim zaman yalnız idik. Beş altı
satırdan ibaret olan bu çirkin yazı şairin temiz mânalar ifade eden çehresinin
azimkâr çizgilerinde korkunç tahavvüller husule getirdi. Kalınca ve mukavves
kaşlarının altındaki biraz müstehziyane bakan kara gözlerinde şimşekler çaktı!
2
Eskişehir'de Silahlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu[35]
Elindeki kâğıt
parçasını parça parça ettikten sonra ‘Allah kahretsin' diyerek fırlattı, attı.
Anladığıma yöre bir iki hafta evvel bu delikanlı babamla Ankara'da karşılaşmış,
İstanbul'dan Ankara'ya gelmesine sebep olarak mevhum vatanî bir izzetinefis
hâdisesini hikâye etmiş. Güya Türklüğe ve Müslümanlığa hakaret eden bir Fransız
subayını öldürdüğünü ve Cumhuriyet Türkiyesi'nin başşehrine iltica ettiğini
ilâve eylemişti. Aslında hiç bir meziyeti olmayan vatanı ve millî hisleri
uğrunda her şeyi göze alarak bir düşman zabitini yere sermek şehametini
göstermek kabiliyetinden pek uzakta olan bu genç, Mehmet Âkif'in tavassutu ile
bir çete reisinin maiyetine girmiş, zoru görünce silâhını dahi atarak cepheden
firar etmişti. Bu yetişmiyormuş gibi hâlâ temiz kalpli şairi aldatmak hiç bir
zaman affedilmeyecek korkaklık ve küstahlığını hoş göstermek âdiliğinde ısrar
ediyordu.
Anayurdunu zebunkeş
ve nâmert düşman istilâsından korumak için ölümü; şerefin, şehametin en yüksek
rütbesi telâkki eden kahramanlar; o pek karanlık günlerde Mehmet Âkif'e bir
İstiklâl Marşı yazabilmek ilhamını aşılamıştır. Meclis'in önünde gördüğüm zaman
bir memnuniyet hissettiğim, çünkü İstanbul'da köylümüz idi; Kemal Ağabey gibi
karakterinde alçaklık olan bedbahtlar bütün bir milletin dişili, erkekli,
haksızlığa, zulme karşı isyan ederek kıyam ettiği anlarda utanmıyor, cepheden
firar ediyor, bir de Âkif'ten muavenet talep ediyordu.
Yunan orduları
Kütahya, Simav ve Bilecik havalisini henüz işgal etmişlerdi. Ankara'dan ilk
olarak Eskişehir'e hareket ettik. Mümtaz Bey isminde genç bir yüzbaşı trende
bize refakat ediyordu. Babam, ben, Yüzbaşı Mümtaz Bey üç kişi idik. Cephelerde
harikulade yararlıklar gösteren Mümtaz Bey'e babam çok hürmet ediyordu. Cephede
yaralanmış, Ankara'da tedavi görmüş tekrar cepheye avdet ediyordu. Çok
yakışıklı ve ağır bir gençti.
Trenden Eskişehir'e
inince yabancılık çekmedik. Bugün Ziraat Bakanlığı'nda salahiyetli bir mevkii
olan eski Pendik Bakteriyolojihane Müdürü Şefik Bey de otuz kırk çift sığır bir
o kadar davar, at ve arabalarla mühim bir kalabalık ve yekûn teşkil eden
müessesesini düşman istilâsı karşısında Pendik'ten Bursa'ya, oradan da
Eskişehir'e kaçırmıştı. Bu o zaman için nev'inde müstesna fevkalâde bir
muvaffakıyet sayılıyordu.
Eskişehir'de Şefik
Bey'in henüz işgal ettiği bakteriyolojihanesinde misafir edildik. Bina geniş ve
güzel, hayvanları kâmilen alabilecek ahırlar muntazamdı. İstanbul'dan Ankara'ya
gelirken Geyve Boğazı'nı çeteci Eşref Bey'e cephane götüren yine onun
tayfasından bir kafile ile geçmiştik. Eskişehir'de Kuşçubaşı'nın oğlu çeteci
Eşref Bey babamın ziyaretine geldiği zaman pek zinde ve pürsilah bir adam idi.
Bir doksan boyunda çok geniş omuzlu 110 kiloluk bir insandı. Benim o zamanlar
ata öyle dehşetli bir iptilam bir merakım vardı ki bu halimi hissedince bana
bir kısrak hediye etti. Hayatımda hiç bir hediye beni bu derece
sevindirmemiştir!
Babam vaziyeti
görünce; İyi amma oğlum, biz başımızı sokacak bir yer bulduk da atımıza mı bir
ahır temin etmek kalmıştı? Ne yapalım Allah onu da versin!
Eskişehir'de yirmi
gün kaldık. Geceleri Şefik Bey'in evinde kalıyorduk. Eşref Bey'in bana
bağışladığı kısraktan akşamları ayrılmak en büyük üzüntümü teşkil ediyordu.
Çocuk idim. Harpten düşmandan çokluk bir şey anlamıyordum. Her an her dakika
karşılaştığım çakı gibi zabitler çevik, atik süvariler, pürsilâh çeteler hiç
bunlar dururken korkak düşman bu yerlere gelebilir miydi?
Babam da bir hayvan
tedarik ediyor. Bazen Eskişehir eşrafından Osman Bey namında bir zatın şehirden
birkaç saat uzaktaki çiftliğine gidiyor idik. Orası Kuvayi Milliye'ye yeni
iltihak edenlerin bir talimhanesi haline getirilmişti. Çeteci Eşref Bey, Sami
Bey, Binbaşı Şükrü Bey nereden tedarik edildiğini bilmediğim bazı ağır ve hafif
makineli tüfekler ile ateş ediyorlar. Daha ileride süvariler muhtelif,
manevralar yapıyorlardı. Eskişehir'den bir bayram günü Ankara'ya hareket
ettiğimizi hatırlarım. Babam bu şehirden daha neş'eli, daha ümitvar olarak
ayrılıyordu. Safahat şairinin en büyük kusurlarından biri de hislerini
gizleyememesidir, kırıldığı zaman imkânı yok belli eder, kaşları gayri ihtiyarî
çatılır, geniş alnı gerilir. Daha garip parlamağa başlar, bütün hal etvarı
iğbirarını izhar eder. Aksi takdirde sevindiği zamanlar, sürurunu gizleyemez.
Gözlerinin içi güler. Ben tabiatını bildiğim için halinden anlıyordum. Babam
İstanbul'dan ayrılır iken bu kadar nikbin değildi. Her halde onun gönül
ferahının sebepleri, hem de çok mühim sebepleri vardı.
Evinde misafir
kaldığımız Osman Bey çok zengin bir vatandaştı. Kuvayi Milliye'ye maddî müzaherette
bulunmak istiyordu. Lâkin kayınpederini buna ikna edememişti. Aslen Tatar ve
gayet sofu olan bu ihtiyara babam derhal tesir etti. Bu harbin bir cihat hem de
çok kıymetli bir gaza olduğuna onu ikna etti.
İki akşam eylerinde
misafir kalmıştık. İhtiyar halinde bahçe kapısına kadar babamı teşyi eden Hacı
Tahir Ağa babama titrek elini uzatırken ağlıyor. Gözyaşları arasında bizi
selametliyordu.
Mehmet Âkif Burdur,
Biga Mebusu seçilmişti. Biga maalesef düşman istilâsı altında kalmıştı,
Burdur'a pederi davet ediyorlardı. Ankara'da on beş yirmi gün kadar kaldıktan
sonra cenuba doğru hareket ettik. Seyahatimiz yaylı bir araba ile başladı. Bu
seferimizde bize Antalya Mebusu Süleyman Efendi refikası ile birlikte iştirak
ediyordu. Günlerce muayyen mevkilerde mola vererek yol aldık. Burdura vasıl
olduğumuz zaman bu uzun araba yolculuğu hepimizi epeyce yormuştu. Lâkin orada
gördüğümüz iyi kabul bize bütün acıları unutturdu. Mehmet Âkif'i Burdur eşrafı
aralarında taksim edemiyorlardı. Her akşam bir yerde ağırlanıyor. Şerefimize
ziyafetler, hususî toplantılar tertip ediliyordu.
İngilizlerin o
günlerde bize şimdi olduğu gibi müttefik olduklarını kendileri dahi iddia
edemezler. Millî Mücadele başlayınca; İngilizler Osmanlı Hanedanı'ndan politika
bakımından da faydalanmağa kalktılar.
İşte Mehmet Âkif'in
kat'iyyen mürteci bir softa olmadığına Anadolu'nun çok derinlerine kadar
zehirli filizler salan bu propagandaları milletin kalbinden söküp atması
delâlet eder.
Mehmet Âkif Millî
Mücadele'nin muazzam bir cihat olduğuna halkı o kadar yakından ikna etmişti ki;
bu vadide öyle mahirane bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı ki,
Anadolu'nun birçok vilâyetlerinde, kazalarında hattâ nahiyelerinde, camilerde,
medreselerde, meydanlarda insan kütlelerine karşı hitap etti. O çok samimî
konuşuyor. Doğruyu söylüyordu. Sözleri herkesin üzerinde çok derin tesir
ediyor. Onu bir kere dinleyen ve eli silâh tutabilen bütün erkekler ailesiyle vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını
Allaha emanet ederek cepheye koşuyordu.
Babamı ilk defa
Burdur'da hükümet konağında üç dört yüz kişiyi mütecaviz bir cemaate karşı
hitap ederken gördüm. Fazla bağırdığı zaman sertleşen gür sesi ile konuşuyor.
Çok heyecanlı olduğu bütün hareketlerinden belli oluyordu. İzmir havalisinden
sızan kara haberleri vatandaşlarımıza yapılan işkence ve hakaretleri, mülevves
çizmeler altında çiğnenen tarihî ve ilâhî mabetlerimizi öyle yanık bir dille
ifade ediyor. Bu fecayiin yürekler acısı avakıbını öyle acı bir dille tarif
ediyordu ki: Ben de dinleyiciler arasında sıkışmıştım.
O muazzam kalabalık
derin bir sükûta dalmıştı. Lâkin bu öyle bir sessizlik öyle bir hava idi ki,
kasırgalar koparacak ruhların kellesini koltuğuna almağa niyet eden başların
son kat'î kararından doğuyordu. Bir de şurada burada hissiyatına malik olamayarak
hıçkırıklarını tutamayan vatanseverlerin iniltileri duyuluyordu.
Burdur'da bir hafta
kadar kaldık. Babama çok fazla iltifat ettiler. Öğle ve akşam yemeklerini başka
başka yerlerde davetli olarak yiyorduk. Safahat şairi boğazlı bir insan değildi.
Bünyesine nispeten az yerdi. Lâkin güzel yemekleri intihap etmekte bilhassa
sanatkârane yapılmış hamur tatlılarını seçmekte zevki selim sahibi idi.
Burdur'da eşraftan bazı kimselerin sofralarında yediğimiz armudî şekilde imal
edilmiş bir tatlı çok hoşuna gitti. Hane sahibinden bunun ismini bile öğrenmeye
kalktı. Antalya Mebusu Hacı Süleyman Efendi ile Antalya'ya kadar arkadaşlık
yapacağımızı söylemiştim. Hattâ Süleyman Efendi'nin refikası dahi bizimle
birlikte seyahat ediyordu.
3
Akif ve Sarhoş İki İtalyan Şoförü[36]
Burdur'dan cenuba
müteveccihen hareket ettik. Seyahatimize yine yaylı ile devam ediyorduk.
Sandıklıya kadar epeyce uzun ve arızalı olan mesafeyi hiç mola vermeden
katettik.
O zamanlar Sandıklı
dört tarafı dağlar ile çevrili çukurda, küçük bir kasaba idi. Havasından ağır
ve sıtmalık olduğu hissediliyor. Bakımsızlığı dikkat çekiyordu. Orada iki akşam
yattık. Birinci akşam babam kasabanın, en büyük camiinde yatsı namazını
müteakip minbere çıktı. Cemaate karşı vâiz tarzında nutuk verdi. Sandıklı ile
Dinar arasındaki yolu daha kolaylıkla geçtik. Hem arazi daha müsait hem de yol
düzgünce idi. Dinar'da üç gün eğlendik Misafir kaldığımız yer büyük bir bina
idi. Hane sahibinin ben kadar çocukları vardı. Üç gün onlarla vakit geçirdim.
Babam müteaddit yerlere gitti, geldi.
Dinar'dan Antalya'ya
kadar uzun bir mesafe, hem de ormanlık, dağlık bir yol katettik. Bu sefer
yolculuğumuz yaylı ile değil kamyon ile başladı. İtalyanların idare ettikleri
kamyonlar o zaman Antalya ile Dinar arasında işliyor, yolcu ve yük
taşıyorlardı. Sarhoş bir İtalyan şoförü ile yine sarhoş muavininin idare ettiği
kamyonda dört kişi iki de biz altı yolcu idik. Geçen bir hâdiseyi nakletmek
isterim: Babam, Süleyman Efendi'ye; Allah, mukadderatımız bu iki sarhoş
İtalyan'ın eline kaldıysa yardımcımız olsun, derken; süratle giden makineden
fesi uçtu.
Babam direksiyonu
idare eden İtalyan şoförün omzunu dürterek ve Türkçe olarak rüzgârın fesini
başından aldığını, makineyi durdurmasını söylüyordu. Suratının gayritabii
kızıllığından gözlerinin şehlâ nazarlarından adamakıllı şarap içtiği anlaşılan
şoför, dudakları arasından İtalyanca bir şeyler mırıldanıyor, süratle yola
devam etmekte ısrar ediyordu.
Mehmet Âkif, çok
kavi, aynı zamanda usta bir pehlivandı, şoför arkadaşının yanında müstehziyane
bu muhavereyi takip eden muavinim yakalarını kuvvetli elleriyle yakaladı,
herifi oturduğu yerden yukarıya doğru öyle şiddetli çekti ki İtalyan âdeta
muallakta kaldı, bu şekilde adamı iki üç defa ileriye geriye tartakladı, tekrar
yerine oturturken bu sefer Fransızca arkadaşına hemen durmasını haber vermesini
ihtar etti. Süleyman Efendi ve refikası şaşırmışlar, ben de bir iki dakika
içinde cereyan eden bu hâdisenin neticesini heyecanla bekliyordum.
İki İtalyan bir
şeyler konuştular, kamyon yavaşladı
ve istop etti, babam beni fesini getirmeğe yolluyordu. Otomobilden derhal
atladım, fesi üç dört yüz metre geçmiştik, koşarak gitsem dört beş dakika bir
zaman kaybedecektim. Babamı hiç merak etmiyordum, çünkü o bu iki İtalyan'ın
hakkından gelebilecek kadar kuvvetli ve silâhlı idi!
Babamın hasırsız fesi
-daima öyle fes kullanırdı- çok uzaklarda şosenin kenarında yatıyordu. Aldım,
koşarak döndüm, yolumuza devam, ediyorduk. Şoför hırsını sanki süratten
alacakmış gibi uçarcasına sürüyordu. Babam ise şöyle söyleniyordu: Bu herifle
az evvel boğuşmaktan hiç ürkmüyordum; amma şimdi, kellesi dumanlı olan şoförün
baş döndürücü şu süratle gidişinden huylanıyor, daha doğrusu korkuyorum!
Makineye su almak
üzere saatlerden beri devam eden ormanın az meyilli yamacında bir akar çeşme
önünde durduk. Bereket versin İtalyanlar kin gütmüyorlar, aramızda hiçbir
hâdise geçmemiş gibi gayet pişkin ve samimî davranıyorlardı. Babamın Fransızca
konuşması hayretlerini mucip olmuştu. İstiklâl Marşı şairinden uzun uzadıya
mukabele görmedikleri halde konuşuyor ona iltifat ediyorlardı.
Antalya Mebusu
Süleyman Efendi zengin aynı zamanda âlim ve asilzade bir adamdı... Bizi,
ağaçlık, çiçeklerle, süslü büyük bir bahçenin ortasındaki köşkünde misafir
etti. Bahçedeki fıskiyeli havuzların içerisinde kırmızı balıklar yüzüyor, ayrı
bir köşeyi portakal ve limon ağaçları kaplıyordu.
Antalya, Anadolu'da o
zamanlar gezdiğim memleketlerin en güzeli sayılabilirdi. Maalesef bu şirin
şehrin sahillerinde İtalyan askerleri yüzüyorlar, müttefikler arasında Türklere
pek yüksek medeniyet ve nezaketlerini pahalıya mâl etmeyi siyaset ittihaz
edinmiş olan bu millet, şehirde tedricen nüfuz etmiş daha içerilere doğru kol
atmak emeliyle mürettep plânlarını muvaffakiyetle neticelendirmeğe
yelteniyorlardı.
İstiklâl Marşı şairi,
bu memlekette boşuna zaman itlâf etmedi. Kuvayı Milliye'ye silah, cephane
vesaire temin edebilmek için nakden fedakârlık gösterebilecek kimseler ile
mülâkatlar yapıldı. Süleyman Efendi bu vadide teşekkül eden bir şebekeye reis
intihap edildi. Bu teşkilâtı ana hatlarını Mehmet Âkif ile Ankara'da tertip
etmişler, yollarda hazırlamışlar, Antalya'da tatbike koyulmuşlardı. Ben açıktan
kulak misafiri, olmuştum. Maalesef bu vadide daha sarih malûmatım mevcut
değildi sinnim de buna gayri müsaitti.
4
Âkif; En Ziyade Süs ve Modaya
Düşkün Erkeklere Çok Kızardı[37]
Antalya Mebusu Hacı
Süleyman Efendi edebiyata çok meraklı idi. O günler ise güzel sanatlar ile
meşgul olunacak vakitler değildi. Demek oluyor ki: Süleyman Efendi'nin Acem
Edebiyatı'na ifrat derecesindeki sevgisine hanesinde misafir ettiği şairi
gecenin ilerlemiş saatlerinde kavuşabildiği yalnızlıktan mahrum etmesi delâlet
eder.
Babam akşam
yemeklerini yedikten sonra çok geç vakitlere kadar oturan ziyaretçilerden
ayrılarak tam odamıza çekilerek kafamızı dinleyeceğimiz sıralarda Süleyman
Efendi elinde bir takım Acem divanları ile gelir. Sabahlara kadar peder ile
konuşur, okur, uykusunu severek feda ederdi. Safahat şairi ise namütenahi
nazikti. Değil Süleyman Efendi gibi makul ve zarif kimseleri, o sırasında
mütemadiyen saçmalayan edebiyat hastalarını bile nezaketen dinler ve
sabrederdi.
(Mahalle Kahvesi)
bence Safahat şairinin şaheserlerinden biridir. Eski mahalle kahvelerinin
duvarlarına yazılan beylik manzumeler hakkında şu söz ne kuvvetli ve müstehzi
bir buluştur.
Bedaheten kusulan
herzepareler ki düşün! Epey zaman daha lazım idi herze olmak için!. Bunu otelde
bana zorla şiirlerini okuyan eski hukuk mezunlarından bir zata söyledim de
üzerine hiçbir şey alınmadı. Çünkü hiçbir şey anlamadı!..
Antalya'da on beş gün
kadar eğlendik. Tekrar Ankara'ya hareket ettik. Dinar'a kadar Manavgatlı zengin
bir tüccarın Fort otomobili ile gittik. Oradan yolumuza yaylı araba ile devam
ettik. Burdur'da bizi daha samimi ve candan karşıladılar. Ahalinin ısrarı karşısında
bir hafta kalmak mecburiyetinde kaldık. Ankara'ya bir gün evvel vasıl olmak
için can atıyordum. Ev sahiplerine emanet bıraktığımız kısrağı öyle göreceğim
gelmişti ki gece rüyalarıma bile giriyordu!..
Mevsim kıştı. Birinci
İnönü Muzafferiyeti'nin müjdesini Ankara'ya gelişimizden sonra haber aldık.
Mehmet Âkif'i bu zafer çok sevindirmişti. Geceleri onunla bir yatakta yatardık.
Bana o gece bu
zaferin ehemmiyetini, kıymetini, Allah'ın bize müzaheretini anlatmaktan zevk
alıyordu. Yalnız kaldığımız zamanlar kendisine münasebetli münasebetsiz birçok
şeyler sorardım. Benim anlayabileceğim şekilde uzun uzun izahat verir sorduğum
sualleri bana anlatmaya çalışırdı.
Çocukluğum saikasıyla
bazen kendisinden sorduğum bir şeyi bana uzun uzadıya anlatırken dalar onu dinlemezdim.
Bir defasında kulağımı acı acı çekti. Bana bir iki gün hiç yüz vermedi. O
zamanlar Ankara'da Taceddin Mahallesi'nin münzevi bir köşesinde müstakil iki
odalı bir evde oturuyor. Babam yazılarını yazacak, düşünebilecek, kafasını
dinleyebilecek asude bir zemin bulmuştu. Mehmet Âkif'i bu sırada Eşref Edip Bey
çok sık ziyaret ederdi. Âkif'e misafir olmakla temiz bir ev temin etmiş
oluyordu. Zaten Eşref Edip Bey hayatı imtidadınca Mehmet Âkif'i bırakmamış, ta
Mısır'a kadar takip etmişti. İstiklâl Marşı şairi rahmeti rahmana kavuştuktan
sonra (Mehmet Âkif) başlığı altındaki yazılarını tekrar etmişti.
Safahat şairinin bazı
hususiyetlerini söylemekte hiçbir mahzur görmüyorum; pek yakınlarından başka
kimselerin bilmediği, itiyatları, içyüzü, kendisinin hoşlandığı veyahut
sevmediği şeyler içerisinde aleyhine fikir yürütülecek hiçbir ahlâkı yoktur.
Temizliği çok severdi. Vücudu, eli, ayağı her zaman nazarı dikkati celbedecek
derecede temizdi. Dişlerini misvak ile fırçalar, nezafetine itina ederdi.
Tırnaklarımı zamanında kesmeyerek temiz tutmamaklığım hayatta babamdan
müteaddit defalar azar işitmeme sebep olmuştur. Sabahları gayet erken kalkar,
mevsimlerin soğukluğunu nazarı dikkate almayarak yaz kış soğuk su ile duş
yapardı. Yatağa girerken ayak yıkamak bu da peder ile bir arada geçen yıllar
imtidadınca çarnaçar mecbur olduğum bir keyfiyet idi. Bu yüzden de şairin
epeyce ağır olan laflarına ihtarlarına hedef oldum.
Eşref Edip Bey
Taceddin Mahallesi'ndeki evimize misafir olunca babamın o güne kadar sade bana
inhisar eden azarlarına ortak oldu.
Mehmet Âkif'in şıklık
ile hiçbir alâkası mevcut değildi. Hele erkeğin tuvalet ve süse kıymet
vermesini hiç kabul etmiyordu. Gençlerin cinsiyetine yakışır bir tarzda
giyinmelerine muarız değildi. O tırnaklarına manikür yapan, zülüflerini acaip
bir şekilde uzatan, yürüyüşüne gayri tabii bir reşakat ilave etmeye kalkışan
kimselere fena halde kızardı. "Ecnebileri taklit etmek bunu kabul
ediyorum" derdi. "Ancak Frenklerde taklit edilecek manikürden,
danstan, tuvaletten daha mühim işler dururken ikinci hatta üçüncü derecede
kalan fuzuli fantezilere özenenleri sevemiyorum. Baştan başa katılaşmağa,
erkekleşmeğe muhtaç olduğumuz şu günlerde Levantenlik çok yersiz, aynı zamanda
pek tehlikeli bir şey." Mehmet Âkif Milli Mücadele senelerinde böyle
düşünüyordu...
Antalya'dan Ankara'ya
geleli ancak bir ay olmuştu. Mevsim kıştı. Babamı Büyük Millet Meclisi'nin
önündeki parkta bekliyordum. Akşam ezanı okunmak üzere iken Meclis binasının
büyük kapısından mebuslar grup grup dağılıyorlardı. Uzaktan babamı ayağındaki
siyah çizmelerinden elini kolunu kendine has bir şekilde sallayışından tanıdım.
O tarafa doğru koşarak bekledim.
5
Âkif'in Hayatında Yegâne Gördüğü
Toplu Para: 970 lira idi[38]
O zaman en ileride
gelen Atatürk başındaki siyah kalpağı sırtında aynı renkteki paltosu elinde
bastonu ile yanımdan geçmek üzere idi. Her halde nazarı dikkatini çektim. O
esnada babam da yanıma gelmişti. Ben elimle onu tuttum. "Oğlunuz mu?"
diye babama soran Gazi müsbet cevap alınca soğuktan üşüyen parmaklarıyla
suratımı okşadı ve uzaklaştı. O ince uzun parmakların çehremi okşamasından hâlâ
gurur duyuyorum...
O akşam babam ertesi
gün için daha erken kalkacağımızı uzun bir tren yolculuğuna hazır olmamı haber
verdi; Eskişehir üzerinden, Afyon'a oradan da Konya'ya gidecektik. Birkaç kat
çamaşırımızı muhafaza eden bavulu ben taşıyamıyordum. Sabahın pek erken
saatlerinde yürüyerek Ankara İstasyonu'na vasıl olduk. Ankara'yı kesif bir sis
tabakası gizliyor, şehir derin bir sükûn içinde uyuyordu. Artık bu yola gide
gele bütün aradaki istasyonları bile öğrenmiş ve bu geniş Haymana Ovası'nın,
trenin pencerelerinden döne döne uzayan ufuklarını seyrede ede ezberlemiş idim.
Haymana, saatlerce tükenmeyen uçsuz bucaksız ova... Düşmanın, taarruzlarını
bağrında boğan o kahraman toprak! Bugün çok kıymetli şehitlerimizin muazzam bir
makberesi olduğu kadar, Ankara'yı işgal ederek Türklüğü haritadan silmek
sevdasıyla can veren zebunkeş düşmanlarımızın seraplar ile karşılaştıkları suya
hasret bir vatan köşesidir. Eskişehir'de hiç kalmadık, bizi Konya'ya kadar
götürecek başka bir trene aktarma yaparak yolumuza devam ettik.
Afyonkarahisar'da kalmağa niyetimiz olmadığı halde, Afyon mebusu Şükrü Bey
namında bir zat babamı istasyonda tesadüfen gördü ve bizi trenden inmeğe mecbur
etti. Şehre girdiğimiz vakit karanlık yeni çöküyor idi, dehşetli bir soğuk
ortalığı kasıp kavuruyor idi. O akşam Şükrü Bey'in istasyona pek uzak olmayan
hanesinde yattık. 48 saat kadar süren bir tren yolculuğunu müteakip haritada
olmayan bu misafirlik bize çok iyi geldi! Gayet teniz ve kaba bir döşekte
istirahat ettik, yorgunluğumuzu aldık.
Milli Mücadele'de
Afyonkarahisar, malûm olduğu gibi ismi dünya tarihine karışan ve Orta
Anadolu'ya bir köprü mevkiinde bulunan mühim bir vilâyetimiz idi. Türkiye
Cumhuriyeti bugünkü refahını, istiklâlini; istiklâl dedikten sonra söylenecek
bir şey kalmıyor, velhasıl Cumhuriyet Hükümeti'nin haricî ve dahilî düşmanlar
tarafından baltalanmakta olan temelleri, Afyonkarahisar'da savrulan Türk
mermilerinin açtığı zaferle pek sağlam olarak yerine oturmuş idi. Müttefik
devletlerin yurdumuzda en metin bir mevkii müstahkem olarak tahkim ettiği,
icabında harikalar yaratan Türk gücünün katiyen yıkamayacağı kat'î kanaatinde
bulunduğu, Afyonkarahisar'ın istirdadı, tarihin seyrini değiştirmiş bütün
vatanda maneviyatı yükseltmiş, zafer, intikam aşkı ile tutuşan gönülleri
coşturmuş münhezimen kaçan düşmanı kovalamakta piyade süvari ile baş başa
gelmiştir.
Misafiri olduğumuz
Afyonkarahisar mebusu Şükrü Bey aslen yerli imiş, babam ile aralarında geçen
muhavereyi hatırlıyorum: Afyon'da doğmuş ve büyümüş, fakat hemşerilerini
beğenmiyordu. Kuvayi Milliye'ye gönüllü giden vatandaşlar arasında
hemşerilerinin diğer yurttaşlar kadar yararlık, cesaret, fedakârlık
göstermediklerini, bu yüzden pek müteessif olduğunu anlatıyordu. Babamın
herhalde Konya'da görülecek mühim işleri vardı. Çünkü Şükrü Bey'in birkaç zaman
daha kalmamız üzerindeki ısrarlarını suret-i nazikânede kabul etmedi. Afyon'a
varışımızın dördüncü günü Konya'ya müteveccihen şehirden ayrıldık, Konya
İstasyonu'nda bir arabaya bindik, Hüsamettin Bey isminde bir zatın kapısının
önünde indik. Babam bana trende iken Konya'da gideceğimiz yerin rahat ve temiz
bir yer olduğunu zannettiğini söylemişti. O zamanlar Konya'da yurdun muhtelif
taraflarına beyannameler, günlük emirlere benzer neşriyat tab' eden bir
matbaanın müdürü ve sahibi olan Hüsamettin Bey babamı Ankara'ya geldiği esnada
Konya'ya davet etmiş, Mehmet Âkif de onun bu davetine icabetle beni de birlikte
götürmüştü. Konya'da da benim vakitlerim çok güzel geçiyordu. Gündüzleri ev
sahibinin kendi yaşındaki oğlu ile geziyor, on dört yaşlarında olan Cemil ile
Konya'nın görülecek yerlerine gidiyorduk. Babamı bu şehirde çok iyi
karşılıyorlardı. Her akşam birlikte davetli olduğumuz yerlere gidiyor, hane
sahipleri tarafından çok büyük kabul ve hürmet görüyorduk.
Konya'da babam ile
birlikte gittiğimiz yerlerde ibadete verilen kıymet sair vilâyetlerden daha
ziyade idi. Namaz zamanlarında, cemaatle kılınıyor. Müslümanların, Allah'a
secde ederek borç bildikleri bu ibadeti bütün hazır bulunanlar eda etmekte
kusur göstermiyorlardı. İstiklâl Marşı şairini ekseri imamete intihap
ediyorlar, o bazı yerlerde tevazu gösterdiği zaman ısrar ile onu saflarının
önüne sürüyorlar idi. Mehmet Âkif Kur'an'ı başından sonuna kadar ezbere
bilirdi. Hıfzı çok kuvvetli idi. Şairlik hususiyetlerinden birisi de,
hafızasının pek kuvvetli oluşudur, bilhassa gençliğinde bir kere okuduğunu
ezberleyecek derecede kuvvetli bir dimağa sahip olduğunu neşeli zamanlarında
iftiharen söylerdi.
Safahat şairinden
1934 de Kahire'de ayrıldım. Onun tek oğlu olduğum için bana çok düşkün idi. Ben
de kendisini candan sever, kendisine karşı içimde korku ile karışık derin bir
hürmet taşırdım. Bir arada yaşadığımız son günlerde, ah diyordu, paraya kıymet vermedim,
şimdi yanıldığımı görüyorum, hayat, dünya benim bildiğim gibi değilmiş! Lâkin
çok geç aklım başıma geldi...
İşte babam Konya'da
iken bana şu sırrını da ifşa etti: Hayatımda bu kadar zengin olduğumu [hiç]
hatırlamıyorum. Cebimde 960 lira param var. Ne yazık ki annen, kardeşlerin
İstanbul'da şimdi yoksulluk çekiyorlar. Onlara para gönderebilecek bir vasıta
bulamıyorum. Bu yüzden çok üzüntü içindeyim. Zavallı babacığım dokuz yüz Türk
lirasını tecavüz eden toplu bir parayı bir arada yeni gördüğünü itiraf
ediyordu. Bu servete malik olmasının sebebi de ailesine birkaç aydır para
yollayamamış olması idi.
6
Anlaşıldı ki Mustafa Sağîr, Bir Hain ve Casustu.
Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin Ankara'ya Gelmişti.
Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca...[39]
Babam Konya'da Kuvayi
Milliye'yi takviye edebilecek gönüllü kafilelerini çoğaltmak, milletin gönlünde
heyecanlar yaratmak maksadıyla nutuklar söyledi, konferanslar verdi. Kalabalık
insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak veriyorlardı.
Babamı İstanbul'daki
refikası ve kardeşlerim çok meşgul etmeğe başladı. Kendilerinden haber dahi
alamıyorduk. O zamanlar posta ile muhabere etmek de kabil olmuyordu. En ziyade
bu işe bir nihayet vermek, hiç olmazsa onlara para gönderebilecek bir vasıta
bulmak emeliyle Konya'yı terk ettik. Tren ile Afyon, Eskişehir, oradan da
Ankara'ya avdet ettik. Babam, Ankara'da Koyunpazarı'nda meşhur bir kebapçı olan
Hacı Kadri Ağa'nın daimî bir müşterisi, aynı zamanda samimî bir arkadaşı
olmuştu. Saf, hakikatte biraz da cahil bir adamcağız olan Hacı Kadri Ağa şaire
çok fazla tesir etmişti. Ankara'nın yerlisi, temiz bir Türk kanı taşıyan bu
nurlu yüzlü ihtiyar, cidden muhterem bir adam idi. Konya'dan avdetimizi
müteakip bir öğle yemeğini kebapçı dükkânında yer iken tesadüf karşımıza Halil
Ağa'yı çıkardı. Halil Ağa bizim eski emektar aşçımız ve sadık bir adamımız idi.
Esasen Bolulu olan bu adamcağız Harbi Umumi'de İngilizlere esir düşmüş,
esaretten kurtulmuş, pederin Ankara'da olduğunu işitince onu aramağa gelmişti.
Ankara'da Halil
Ağa'yı bulmak babamı cidden sevindirdi. Çünkü aşçımız babamın her cihetçe
itimat edebileceği sadık ve fedakâr bir emektardı. Babam Halil Ağa'ya hemen
İstanbul'a hareket etmesini, beş altı kişiden mürekkep olan annemi ve
kardeşlerimi Ankara'ya getirmesini söyledi.
Halil Ağa İstanbul'da
kalan, annemi ve kardeşlerimi Ankara'ya getirmek üzere Ankara'dan Sinop'a,
oradan da İstanbul'a varabilmesi muayyen bir zamana mütevakkıftı. İstanbul'dan
ailemizin hazırlanıp yola çıkmaları, İnebolu'ya gelebilmeleri, bütün bunları
aksi ihtimalleri de göz önüne alarak hesap ettik. Halil Ağa'nın arkasından on
beş gün sonra babam ile Ankara'dan ayrıldık. Yaylı bir araba ile Çankırı
üzerinden Ilgaz'ı geçtik. Kastamonu'ya, oradan yine yaylı araba ile Küre
tarikiyle İnebolu'ya vardık. Halil Ağa'yı İstanbul'a götüren Bahri Cedit vapuru
biz İnebolu'ya vasıl olduğumuz sıralarda Karadeniz Boğazı'nı aşmıştı. Annem ve
kardeşlerim Halil Ağa ile beraber bu vapur ile geliyorlardı.
«Bahri Cedit» yolsuz
küçük bir vapur idi, mevsim kış, Karadeniz'de tipi ile karışık dehşetli bir
fırtına başlamıştı, haftalarca devam eden bu hava, denizleri allak bullak
etmiş, Bahri Cedit'in haftalarca dalgalar arasında bocalayan talihsiz yolcuları
karaya çıkmaktan ümitlerini kesmeye başlamışlardı.
Babam ile İnebolu'da
yolcularımızı sabırsızlıkla bekliyor idik. Dört gün evvel İnebolu açıklarında
görünmesi lâzım gelen Bahri Cedit'ten hiç bir haber yok idi. Sahillerde
şarapneller gibi patlayan dalgalara bakar iken annemin ve kardeşlerimin sağ
salim karaya çıkmalarına dualar ediyor, heyecanlanıyor idim. Nihayet beşinci
günün akşamüzeri Bahri Cedit muazzam dalgaların arasında bir ceviz kabuğu gibi
yalpa vuruyor, İnebolu'yu acı acı düdük çalarak selâmlıyordu. Lâkin bu
fırtınada yolcu indirmek imkânsız bîr hâdise idi. İnebolu'nun meşhur
kayıkçıları bu havada denize açılmak cesaretini gösteremediler. Yalnız sahilden
dört çifte sağlam bir kayık denize çöken alaca karanlık içinde coşkun dalgalar
arasında kâh yükseliyor, kâh nazarlardan kayboluyor, vapura müteveccihen
dalgalar içerisinde yol almağa çabalıyor idi. O gün Bahri Cedit vapurundan bu
dört cifte sandal bir tek yolcu aldı.
Hintli Mustafa Sağîr
karaya çıkarıldı. Bu zat İslâm Hindistan ile kurtuluş mücadelesi yapan
Türkiye'nin münasebetlerini tanzim etmek için İslâm âlemi adına Ankara
hükümetine elçi gönderiliyor idi. Aradan üç dört ay geçtikten sonra aynı adamın
Ankara'da Büyük Millet Meclisi karşısındaki meydanlıkta asılmış cesedini
gördüm. Kurnaz bir İngiliz casusu olan bu Hintliye hiç acımadım. Sözün sırası
gelmiş iken Mustafa Sağîr'den birazcık bahsetmek isterim. Çünkü İstiklâl Marşı
şairinin bu hain İngiliz casusunun içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü
olmuştur. Rol değil, Mustafa Sağîr'i suç üzeri babam yakalamış, Atatürk'ün
doğrudan doğruya hayatı ile alâkadar olan teşkilatlı bir suikaste mâni
olabilmiştir. Bittabi Mustafa Sağîr kendisine Hindistan'ın Ankara Hükûmeti'ni
alkışlayan bir ferdi, âlemi İslâm'ın bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi.
Babam da eskiden beri Türkiye'de İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden
bir mütefekkir tanındığı için Mustafa Sağîr ile samimiyet peyda etmiş, içyüzünü
henüz bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar Tacettin Mahallesi'ndeki
evimize davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendi hesabına faydalanmayı düşünen Hintli
casus yeni yeni düzelmekte olan muhabere işlerinde babamın adresiyle
mektuplaşmayı daha münasip bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla muhabereye
başlamıştı.
Lâkin Mustafa Sağîr
namile Hindistan'dan, İstanbul'dan, hattâ Mısır'dan babamın adresine o kadar çok
mektuplar koca koca zarflar geliyordu ki, peder şüphelenmeğe başladı. Hiç
unutmam, İstanbul'dan Mustafa Sağîr'e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara
yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu.
İkimizin de nazarı dikkatini çeken şey mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam
artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı. Satırsız büyük eseri cedit kâğıtları
bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir tabakada üç dört satırlık bir yazı
vardı. İstanbul'da havaların yağmurlu gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sağîr'e
muvaffakiyetler temenni ediliyordu. Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi.
Bu gibi hallerde
istimal edilen kimyevi mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr
değil kebir bir hain olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can
verdi.
Bahri Cedit
İnebolu'ya ancak Mustafa Sağîr'i indirebilmişti. Zaten bu adamcağız hayatına
kıymet veren bir insan değildi, çıkan deniz onu korkutmuyor, onun görecek pek
mühim işleri vardı. Hakikaten boğulmadı. Lâkin Hakk'ın Ankara'da boynuna
geçirdiği ilmik küstah hayatına acı bir hatime çekti. Gelelim biz bizimkilere.
Onlar İnebolu'ya inememiş Sinop'a doğru dalgalar arasında yollarına mecburen
devam etmişlerdi.
Onların arkasından
karadan Sinop'a gitmek kabil olmayacaktı. Nasıl olsa yanlarında Halil Ağa
vardı. Biz Kastamonu'ya dönerken Küre'de kaldığımız bir han sahibine tembih
ettik. Çünkü annem ve kardeşlerim de bu handa konaklayacaklardı. Geldikleri
zaman kendilerini ağırlamasını iyi bir adam olan bu han sahibinden rica ettik.
Güç belâ Sinop
Limanı'na yolcularını çıkaran Bahri Cedit vapurundan salimen karaya ayak basan
annem orada Halil Ağa'ya bir koç aldırarak kurban kesmiş, denizlerin bu küçük
tekneyi gark etmek raddelerine yükseldiği esnada batmadan toprağa çıkarsak
fakir fukaraya dağıtılmak üzere bir kurban adamıştı.
Babam ile yine bir
yaylı araba kiralayarak geldiğimiz yollardan Kastamonu'ya avdet ettik. Ankara
Taceddin Mahallesi'ndeki iki odalı mesken bizim ile dokuz kişiye ailemize kâfi
gelemezdi. Kastamonu'da Ankara'da olduğu gibi ev buhranı mevcut değildi. Orada
Olukbaşı Mahallesi'nde kocaman bir bahçe ortasında köşk gibi münasip bir ev
kiraladık.
İki hafta sonra
eşyaları ile birlikte üç yaylı arabayı dolduran annem, kardeşlerim Halil Ağa
ile birlikte geldiler. Zavallı annemin sevincini tarif edemeyeceğim. Babamı ve
beni çok severdi. Tuttuğumuz evi pek beğendi. Yerleştik. O esnada Kastamonu da
dehşetli bir kış ve soğuk vardı, bereket versin odun boldu. Mehmet Âkif'in
bilâhare Ankara'da, o zamanlar Balıkesir eşrafından Yüzbaşı Hayrettin Bey'e
verdiği Süheylâ Hanım isminde bir evlâdı manevisi de ablalarım ile birlikte
gelmişti. Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım.
7
Âkif, Gözyaşları İçinde Yazıyordu[40]
Hasan Tahsin Bey
namında babamın pek samimi arkadaşlarından bir zatın kızı olan Süheylâ Hanım'ın
pederi ölmüş babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile
bizzat alakadar olmuş, netice Süheylâ ablam Darülmuallimat'ı ikmal ettikten
sonra Darülfünun'u dahi bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan
öğrendim.
Babam Kastamonu'da
bir ay kadar kaldı. Beni anneme emanet ederek Ankara'ya gitti. Çünkü ben
Kastamonu İlk Mektebi'ne yazılmıştım. Babamdan ayrılmak doğrusu çok gücüme
gitti. O da bana çok tutkundu. Lâkin bir seneye yakın bir zamandan beri beni
adamakıllı özleyen validem ısrar etti. Beni babam ile Ankara'ya yollamadı.
Çocuk iken gayet zeki idim, İstiklâl Marşı şairi ile o zamanlar geçirdiğim
maceralar seyahatler ile dolu hayat pek hoşuma gitmişti. Annem ablalarım ile
Kastamonu'da normal ve rahat bir ömür geçiriyorduk, lâkin bu hayat tarzından
pek çabuk usandım. Ankara'ya babamın yanma dönmek için can atıyor idim. Hatır
hayale gelmeyecek yaramazlıklar yaparak validemin gözünü korkuttum. Benimle
başa çıkamadı. O sıralarda Kastamonu'ya gelmiş olan Eskişehir Bakteriyolojihane
Müdürü Şefik Kolaylı tekrar yerine dönüyor, Ankara yolu ile Eskişehir'e
gidiyordu. Annem onunla beni babama yolladı. Yaylı bir araba ile Ilgaz'ı
geçerken soğuktan donacak idik. O sene kış pek şiddetli idi. Taceddin Mahallesi'ndeki
evimize babamın yanına bir gece yarısı döndüğüm zaman safahat şairi beni pek
tatlı bir yüzle karşıladı. Eşref Edip Bey de meydanda yoktu. Anladığıma nazaran
babam ona daha münasip bir ikametgâh bulmak ıztırarında kalmış! O günlerde
İstiklâl Marşı'nı yazan babam pek dalgın çok müteheyyiç bir durumda idi. Her
gün her gece hattâ her saat cephelerden bazı ümit verici ekseri üzücü haberler
gelmekte idi. (Bülbül) manzumesi işte o kararsız günlerin ve tehlikeli
gecelerin tazallüm eden sitemkâr bir mahsulüdür.
Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin!
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?!
diye feryat eden
şair, Bursa'da Yunanlıların vatandaşlarımıza yaptıkları hakaretlere mülevves
çizmeler altında çiğnenen mabetlerimizin haline için için yanıyor, cidden
müteellim oluyordu. Mehmet Âkif'i yazarken ağlar bir vaziyette hem de bol
gözyaşları dökerek derin derin hıçkırarak ağlar bir halde çok gördüm. İyi
biliyorum ki gözyaşlarını yalnız benden gizlemez inkisarını bana izhar etmekte
bir mahzur görmezdi.
Kuşçubaşı'nın oğlu
çeteci Eşref Bey'in bana bağışladığı kısrak doğurmuştu. Artık ben bir de tay
sahibi olmuştum, O esnada babam benim çocukluk saikasıyla taşkın neşemi bile
çok görüyor, bu halimden hoşlanmıyor, memleketin kan ağladığı bu kara günlerde
sürur, neşe, taşkınlık çocukların tabiî bir haklan olan bu hallere bile
kızıyor, bana acı acı sitem ediyordu.
İşte o günlerde babam
ile aramızı açan bir hâdiseyi zikredeceğim. Zira Safahat şairini hayatta hiç bu
kadar asabi bu derece muğber gördüğümü hatırlamıyorum. Bir akşamüzeri kısrağı
semtimizin yakınlarından geçen dereden sulamaya götürmüş hayvana rakiben avdet
ediyordum. Tam hayvandan inerken bahçe kapısının önünde genç bir adam ile
karşılaştım. Pek ağır yürüyen bu tanımadığım şahıs benim yolumu, kesiyordu.
«Yol versene görmüyor musun geçeceğim ne cansız adamsın!» diye bağırdım.
Dudakları arasından işitemediğim bir şeyler mırıldandı. Hâlâ önümden
çekilememişti. Mahsus yapıyor zannettim. Atımı üzerine doğru sürdüm ve çarptım.
O zaman acı acı inledi. Nereden çıktığını hâlâ anlayamadığım babam beni
kısrağın üzerinden öyle şiddetle aşağı çekti ki yere çamurlardı içine
yuvarlandım. Babam beni kaktırdı. Suratıma iki üç tokat aşketti. Tekrar yere
düştüm.
Sonradan anladığıma
nazaran o meçhul adam cephede yaralanmış ve el'an yarası kapanmayan bir
gönüllü; göğsünü vatanına göz diken düşmanlara karşı siper eden bu yüzden ağır
yaralanan bir komşu çocuğu imiş.
Benim bütün bunlardan
haberim yoktu. Ben onu kasten yolumu kesen bir kimse zannederek böyle hareket
etmiş kendisine ıstırap veren yarasını incitmiştim. Sonradan babam da beni
affetti; amma yediğim o ağır tokatların acısı hâlâ içimden çıkmamıştır.
8
Türk Neslinin Günden Güne Bozulduğunu
Görmek Âkif'i Çok Üzüyordu[41]
O zamanlar her ne
kadar memleketin vaziyeti pek bozuk, neticenin ne olacağı meşkûk ise de arada
yine bir takım şenlikler tertip ediliyor, cirit oyunları, at yarışları güreşler
ve emsali müsabakalar yapılıyordu. Mehmet Âkif'in usta bir pehlivan olduğunu
bir kere daha zikreylemiştim. Şunu da ilave etmek isterim ki kendisinden şu
sözleri işittim. Benim belden aşağım yukarılarım yani kollarım, omuzlarım,
boynum gibi kuvvetli olmuş olsaydı bana çok yazık olurdu. Çünkü o zaman ben
başa güreşebilecek ve muvaffak olacak bir pehlivan yetişirdim.
Dolayısıyla peder
gençliğinin bütün güzide pehlivanlarını yakından tanıyor. O zamanlar dünya
güreş rekorunu kazanan Koca Yusuflar, Kara Ahmedler, Adalı Halil Pehlivan,
Hergeleci, Küçük Yusuf, Yaşar Pehlivan, Çolak Mümin Hoca, Kıyıcı Osman Pehlivan
gibi dünyaca tanınmış meşhur pehlivanlarımızın bütün güreşlerini takip
ediyordu, bunların bir kısmı ile arkadaşlığı samimiyeti dahi varmış. Meselâ
dünya şampiyonu olan Kara Ahmed'i Prens Abbas Halim Paşa'nın himayesi altına
vermiş. Bu yolda ona tavassut etmişti. Pek hürmet ile andığı Kıyıcı Osman
Pehlivan ta çocukluğundan beri mahallelisi ve arkadaşı idi. Bütün bunları
yazmaktan maksadım Mehmet Âkif'in güreş bilir ve güreşir bir sporcu, bir
meraklı olduğunu belirtmektir. İşte o zamanlar Ankara'da tertip edilen derme
çatma güreşler onun pek canını sıkıyor. Sırtı yere gelmeyen gürbüz Türk
neslinin Harbi Umumi'den, Balkan Harbi'nden hele mütareke senelerini takip eden
Yunan Harbi yıllarında hastalık, açlık sefalet yüzünden düştüğü derin inkıraza
candan yanıyor. O da pek cılız ve aç pehlivanlarının üç beş kuruş uğrunda
acayip bir şekilde boğuşmaları onu yaralıyordu. Mehmet Âkif'e taassup irtica
isnat edenler olmuştur. Halbuki o hiçbir zaman ne mürteci ne de softa fikirli
idi. Onun yalnız başka şekilde tezahür eden taassupları kendine has görüşleri
vardı. Sıhhaten ve bedenen inkıraz etmekte olan nesil onu çileden çıkarıyor.
Birçok cehaletlerin, suiistimallerin de rol oynadığı bu inkıraza ne kadar
üzülüyordu.
Aslında eski köyleri,
köy düğünlerindeki güreşleri, levent endamlı pehlivanları, onları candan
seyreden zinde ve kavi Türk ırkını tasvir ederken okuyucu o müşa'şa devrin
azametini iftihar ile duyar ve yaşar. Yine aynı eserinde son devrin yeni Harbi
Umumi senelerinin harbin, felâketin, sefahatin, zaruretin ve cehaletin kasıp
kavurduğu Türk köylüsünü, Türk vatandaşını acı acı anlatır.
İşte Harbi Umumi
sonlarının o bedbaht yıllarında bir köy düğününü canlandırmaya çalışırken;
kemikleri çıkmış cılız, aç zavallı iki öküzün sürüklediği sakat bir gelin
arabası içinde giden geline şöyle hitap eder: Zavallı kızım, sana baksın da
bahtın utansın. Senin nerede medfun olduğundan haberim olmayan ananın ruhuna
melekût aguş açarken onun temiz ve saf naşını gizleyen tabut! Senin şimdi şu
gelinlik arabandan daha şahane idi... geline böyle acırken güreşlere geçer.
Yine yokluğun sefaletin harap ettiği cılız pehlivanları onların bitik hallerini
tasvir ederek okuyanları bile mahzun eder. İşte bütün dünyada bükülmez kolunun
kuvveti dönmez yüzünün mehabeti ile tanınmış Türk ırkının bu acı tereddisi
karşısında ecnebilerin, düşmanlarımızın mevzun endamları, sıhhatleri, demevi
çehreleri Mehmet Âkif'i derin bir gıpta acı bir kıskançlık içinde bırakıyor.
Onların bu üstünlüklerini kat'iyyen çekemiyor, içerliyor, üzülüyor, acı acı
feryat ediyordu. Safahat şairi bu cepheden hakikaten mutaassıp hem de çok koyu
mutaassıptı. O zamanlar Ankara'da tertip edilen güreşlere beraber gittik. Bu
müsabakalar da babamı tatmin edemiyor bilâkis üzüyordu.
Spordan bahsetmişken
babamın talebelik hayatında on sekiz on dokuz yaşlarında Halkalı Ziraat
Mektebi'nde talebe iken başından geçen bir hâdiseyi nakletmek münasip olacak.
Bu meseleyi benden başka, bugün bilen hiç kimse kalmamıştır: Babamın sınıf
arkadaşları arasında birisi Musevi diğeri Ermeni olmak üzere iki yaman rakibi
varmış. Musevi'nin ismini unuttum. Hem bu adamın, babamla ilgisi yalnız
derslere inhisar ediyormuş. Sınıfta birinciliği arkadaşlarına vermek istemeyen
bu Musevi'nin bilhassa ziyaziyesi çok kuvvetli imiş. Agop'a gelince o da
derslerine pek fazla çalışıyor sınıfta en ileri gelen talebelerin başında geliyormuş. Aynı zamanda vücut itibariyle pek
kuvvetli ve okkalı olan bu Ermeni
biraz da güreş biliyormuş. Lâkin babama nazaran yaşı da ileri, kilosu da çok
fazla imiş. Lâkin genç Mehmet Âkif Halkalı Ziraat Mektebi'nde sınıfında
birinciliği bu iki Türk olmayana vermeyi çok büyük bir zül telâkki ederek geceyi gündüze katarak çalışmış onları-geçmiş ve sınıfının birincisi olmuş.
9
Safahat Şairini Oğlundan Dinleyiniz[42]
Hatta mektepten
aldığı diplomasında bu imtiyazı göze çarpar ve şehadetnamesi birinciliğini
kaydeder. Agop, mektepteki talebe hatta hademeler arasında kolunun harikulade
kuvveti ve güreşteki mahareti sayesinde önüne geleni yeniyor. Koca mektepte
kimse bu genç irisi delikanlıya mukavemet edemiyordu. Mehmet Âkif o zamanlar
çok çevik, kuvvetli ve usta bir güreşçi olduğu kadar izzeti nefis sahibi ve
mağrur bir Türk genci idi. Agop için bana şöyle söylemişti:
Ermeni bildiğin gibi
değil dehşetli kuvvetli idi. Arkadaşlarımı çarçabuk altına alıp ezmesi öyle
zoruma gidiyor, beni çileden çıkarıyordu ki sana anlatamam... Kendisi ile şaka
mahiyetinde dahi olsun hiç tutuşmamıştık. Zira onun da gözü beni pek
tutmuyordu. Cüsseten okkaca kendisinden aşağıda idim. Lâkin ondan çok daha atik
ve daha oyuncu idim. Göz hasmını tanır! O da bunları görüyor, hesap ediyor,
benimle elense şakası bile yapmaya yanaşmıyordu. Bir gün hiç unutmam. Hüseyin
Avni isminde Fatihli bir hemşerim ve benden bir sınıf aşağı bir arkadaşımla
Agop idman mahiyetinde güreş tutmuşlardı. İdman filân derken Avni'ye boyunduruk
çekiyor, şiddetli elenseleriyle çocuğu eziyor, pek müşkil vaziyetlere
sokuyordu. Nasıl oldu bilmiyorum Avni, Agop'un çektiği şiddetli bir elense ile
yere kapandı. Ağzından dişlerinden kan boşanmaya başladı. Artık dayanamadım. Gel
Agop dedim biraz da ikimiz idman tutalım. Tereddüt edemedi. Arkadaşlarımın
intikamını almak üzere Agop'u tek çapraza aldım. Meydan genişti. Belki on beş
yirmi adım sürdüm. Nihayet kavi rakibim tutunamadı. Burnu üzerine yüzükoyun
yere kapaklandı. Bu sefer çok iyi kullandığım kündeye aldım. O koca Agop'u
kaldırarak öyle bir çevirdim ve sırtını yere getirdim ki bütün bunlar bir buçuk
iki dakika içinde olmuştu. Ermeni ne olduğunu şaşırdı. Kıpkırmızı olmuş hâlâ
yerinde oturuyor, önüne bakıyordu. İşte o zaman etrafı şiddetli bir alkış
tufanı çınlattı. Agop'u tam manasıyla mağlup etmiştim. Hiç sesini çıkarmadı.
Yavaş yavaş yerinden kalktı, kafası önünde kös kös mektebin kapısından içeriye
girerek kayboldu.
Bir riyaziye hocamız
Ekrem Bey vardı. O da bu hâdiseye şahit olanlar arasında idi. Muhterem ihtiyar
o kadar sevinmiş o kadar heyecanlanmış idi ki: "Yahu Agop'u, Agop'u
kaldırdı savurdu attı, Agop kalkar mı?" diye bağırıyor, tuhaf tuhaf
hareketler yapıyordu.
Kastamonu'da kalan
validem Ankara'ya bizim yanımıza gelmek istiyor, bu hususta babama üst üste
haber gönderiyordu. Her şeyden evvel onlara münasip bir ev bulmak icap
ediyordu. Kendisinden daha önce bahsettiğim Kebapçı Hacı Kadri Ağa evinin
müstakil bir bölüğünü babama terk etti. Bunun üzerine annem kardeşlerimle
birlikte Kastamonu'dan Ankara'ya geldiler. Artık Ankara'da ailece yerleşmiş
idik. Mehmet Âkif bu sıralarda İstiklâl Marşı'nı yaratmış bu muvaffakiyeti 500
lira nakdî bir mükâfat ile tâltif edilmişti. Babam o esnada 500 liraya
gerçekten muhtaç bir adamdı. Fakir idi. Parası yoktu. Lâkin mâlum olduğu gibi
gönlü çok boldu.
İyi biliyorum ki,
babam bu parayı almadı, onu Kızılay'a terk etti... Ben İstiklâl Marşı'nı
babamın ağzından ezberledim. Birçok yerlerde muvaffakiyetle okudum. Hatta
Ankara'da bir müsamerede büyük bir kalabalığa karşı okuduğum bu manzumeyi
alkışlamışlar ve bana matbu bir takdirname vermişlerdi. Babam o esnada yine pek
bedbin ve düşünceli idi. Hürmetkârı bulunduğu Erzurum Mebusu Gözübüyükzâde Ziya
Hoca Meclis'te garip bir istiskale maruz kalmış, bu hâdise pederi ziyadesiyle
rencide etmişti. Meclis'te sevdiği Balıkesir Mebusu Basri Bey, Abdülgaffur Hoca
da Meclis'ten ayrılmışlar Safahat şairi arkadaşlarının kaybına üzülmüştü. O
zamanlar Ankara'da Ziraat Mektebi'ne sık sık gidiyor. Orada Halide Edip Hanım,
Doktor Adnan Bey, Hamdullah Suphi Bey babamı ekseri görüştüğü arkadaşlardan
sayılabilirdi.
10
Pek Sevdiği (Ali Şükrü) Bey'in Kayboluşu
Babama Gözyaşları Döktürmüştü[43]
Yazılarımın başında
isini geçen Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, İstanbul'dan Ankara'ya kadar muhtelif
vasıtalarla geçtiğimiz her bakımdan tehlikeli yollarda babamın can yoldaşı ve
yegâne arkadaşı bu zat birdenbire ortadan kayboldu. O zamanlar Trabzon
mebusunun refikası hanım ve kerimeleri bize komşu denecek bir yerde oturuyorlar.
Bizimkiler onlara onlar bizim eve sık sık gelip giderlerdi.
Kocasının bu
beklenmedik kayboluşuna hanım efendi pek üzülüyor ve merak ediyordu: Her halde
babam da bu hususta birçok şeyleri hesap ediyor ve şüpheleniyordu. Aradan iki
gün, üç gün, bir hafta geçtiği halde Ali Şükrü Bey'den hiç bir malûmat
alınamamış, nerede olduğu öğrenilememişti. Halbuki vaziyetler onun Ankara'dan,
Meclis'ten böyle haftalarca ayrılmasına hiç müsait değildi. Bu işin içinde yani
Ali Şükrü Bey'in kaybının pek mühim ve müphem bir sebebi, düşündürücü,
şüphelendirici bir mânası olmalıydı. Babamı o güne kadar o derece mahzun,
kederli gördüğüm pek nadirdir. Gözlerinde gizlemeğe çalıştığı yaşlar garip bir
şekilde parlıyor. Sesi âzap duyan bir heyecanın titrek nâğmelerini fısıldıyordu:
Ben ona söylemiştim!
Bu adama itimat etme. Ondan kendini sakın ve koru demiştim. Demek ki Allah bana
bunları söyletmiş yüreğimde bir hissikablelvuku Ali Şükrü'ye Topal Osman'dan
gelecek felâketi bana ilham etmiş, ben de bunu kendisine ifade etmeye uğraşmıştım.
Ne yazık ki onu ikna edemedim. Mert çocuk, hemşerilikten, mertlikten, saflıktan
bahsediyor, Topal Osman'a güveniyordu. Çok yazık oldu.
Pek sevdiği
arkadaşının esrarengizce öldürülüşü onu çok derinden yaralamış. Meclisten
soğutmuştu. Korkmuştu diyemeyeceğim babamı çok iyi tanıdım. Hiç bir zaman
korkak değildi. Korkunun ihtirazın, tedbirin, mukadderatın önüne geçmeyeceğine
öyle kuvvetli bir kanaati vardı ki; daima mütevekkil her zaman Allah'a güvenir
ondan gelecek her şeye boyun büker ve sinesine çekerdi...
Trabzon Mebusu Ali
Şükrü Bey'i, memleketlisi, Kuvayi Milliye'nin ilk günlerinde Karadeniz
sahillerinde, Trabzon, Samsun ve havalisinde Rum çetelerine, hattâ Ermenilere
karşı büyük muvaffakiyetler kazanan, Türk köylerini, kazalarını ve kasabalarını
yakıp yıkan vatandaşlarımıza hatır ve hayale gelmeyen işkenceler yapan yerli
düşmanları dağıtan, Düvel-i Müttefike'den muavenet görerek gayriinsanî
katliâmlara girişen Hıristiyan çetelerini bastıran, sindiren çete reisi Topal
Osman haddizatında cahil, lâkin muktedir ve cesur, bir reis ve vatana bu
hususta birçok yararlıklar göstermiş bir kahramandır. İşte Trabzon, mebusu Ali
Şükrü Bey, Topal Osman'ın hürmetkârı, aynı zamanda hemşerisi olmak hasebiyle
onunla iftihar ettiği Şükrü Bey bu hunhar çetebaşının kurbanı olmuş, Ankara
civarındaki Çubuk Ovası'nda Osman'ın avenesi tarafından kahve içerken boynuna
sardırılan kementle boğdurulmuştu. Zavallıyı Ankara açıklarında böyle ıssız bir
yere davet etmişler onu gafil avlayarak boğmuşlardı.
Cesedini, paltosu ve
elbisesiyle pek derin kazılmayan bir çukura atmışlar; bir iki gün sonra yağan
şiddetli yağmurlar toprağı sürüklemiş, ceset meydana çıkmış, hâdise de
anlaşılmıştı.
Ali Şükrü Beyin sıkı
sıkı kapadığı avuçları acılınca, boğulmamak için sarf ettiği gayret ve mukabele
esnasında kendisini müdafaa için kullandığı hasır bir iskemlenin hasırları
çıkmış. Ankara'da kendisine bütün şehrin iştirak ettiği muazzam bir cenaze
merasimi yapılmış, bir top arabasına yerleştirilen tabutunu ay yıldızlı
bayrağımız sarmalamıştı...
Havalar yaza döndü,
Yunan Harbi devam ediyor, talih harbi ara sıra yüzümüze gülüyorsa da netice,
kat'i neticenin ne olacağını yalnız Cenabı Hak biliyordu.
Sakarya Harbi
başladı, malûm olduğu üzere bu harb pek mühimdir. Payitahtın yakınlarına kadar
uzanmaya fırsat bulan, Ankara'yı hedef tutan düşman orduları hakikaten bayağı
dayanıyordu.
11
Gecenin Issızlığında Top Sesleri Ankara
Sokaklarında Duyuluyordu[44]
Haymana'ya doğru
ilerlemeğe bütün gayretleriyle uğraşıyorlardı. Top sesleri gecenin ıssızlığında
Ankara'dan duyulabiliyordu. O zaman Ankara'yı Kayseri'ye nakletmek düşünülüyor.
Mebuslar, büyük memurlar ailelerini çocuklarını peyderpey Kayseri'ye
gönderiyorlardı. Ziraat Mektebi daha bazı müesseseler dahi Kayseri'ye göç
etmişlerdi. Sıra yine bizimkilere geldi. Sıcak bir yaz günü akşamüzeri
Kayseri'ye giden kağnı arabalarından müteşekkil bir kafile ile anam ve
hemşirelerim de yola çıktılar. Babam beni yanından ayırmadı. Benim kaldığım,
icabında öldüğüm yerde oğlum da ölsün dedi. Gözyaşlarımı tutamayarak anamın
elini öptüm, kardeşlerim ile vedalaştım. Kağnı arabaları hazin gıcırtılar
çıkararak ağır ağır uzaklaşıyor, Şarka doğru hicret eden bu zavallıları
taşıyorlardı. Onları teşyi ederken çeteci Eşref Bey'in bana verdiği kısrağa
binmiştim. Babamla boş kalan evimize dönerken yedeğimizde gelen kısrağın bile
mahzun bir hali vardı. Atın; mahlûkat içinde, Allah'ın özenerek yarattığı bu
asîl hayvanın, ne demek olduğunu, ahırların gübre kokan yumuşak zemininde
dolaşmayanlar, açlığını sahibine ince kişneyişleriyle ihsas etmeye çalışan
atların dilinden anlamazlar, bu bambaşka bir âlem, apayrı bir ilimdir. Burada
uzun uzadıya izah edemeyeceğim.
İşte o yaz Ankara en
tehlikeli günleri geçiriyor, babam Yunanlıların Türk ordusu karşısında bu
derece dayanmalarına gıpta ve hayret
ediyordu. Sakarya Harbi epeyce sürdü. Düşman hattı müdafaamızı geçemedi, bütün
gayretlerine, bütün ısrarlarına rağmen Ankara ufuklarını uzaktan bile seçemedi.
Ricat etmek mecburiyetinde kaldı.
Lâkin panik halinde kaçmadı, muntazaman çekildi. Sakarya'nın öbür kıyısında
tutundu ve kaldı. O zaman bizim de düşmana saldıracak, onu söküp atacak bozacak
kudretimiz yoktu. Bir sene kadar bir mütareke devresi geçirdik ki. Bu vakitten
mümkün olduğu kadar istifade ettik, hazırlandık, silâhlandık. Şark cephesinde
Kâzım Karabekir Paşa Ermenileri bozmuş onlardan külliyetli miktarda silâh ve
mühimmat iğtinam etmişti. Malûm olduğu gibi bu yıl içinde Afyon taarruzuna
kalkabilmek için icap eden bütün hazırlıkları yaptık ve muvaffak olduk.
Sakarya'da harp
kazanılarak düşman çekilince, Ankara'ya hicret eden memurin ve mebusan
aileleri, resmî müessese ve mektepler tekrar Ankara'ya avdet etmeye başladılar.
Bizim eski emektarımız Halil Ağa, annem ve kardeşlerim Kayseri'ye gittikleri
zaman o da memleketine düşman ayağı basmayan Bolu'ya gitmişti. O esnada tekrar
Ankara'ya yanımıza geldi.
Validem Kayseri'den
Ankara'ya dönen kafileleri, aileleri gördükçe sabredemiyor, Ankara'ya gelmek
istiyor, babama bu hususta mektuplar yağdırıyordu. Halil Ağa da gelince babam
kendisine epeyce para verdi, beni de yanına katarak ikimizi ailemizi getirmek
üzere Kayseri'ye gönderdi.
Halil Ağa ile
Ankara'dan Kayseri'ye kadar uzayan yolculuğumuz rahat geçti, çünkü oraya
gitmekte olan bir tüccarın otomobiline bindik, çok çabuk ve rahat gittik. Kayseri'ye
hicret eden mebus ailelerine hükümet kolaylık göstermiş, onları orada çabucak
iskân etmişti.
12
Annem Gözyaşları İçinde Beni
Hasretle Bağrına Basmıştı[45]
Burdur ve Biga Mebusu
Mehmet Âkif'in ailesinin oturduğu yeri istihbarattan öğrenerek çabucak bulduk.
Bu ev aslen Ermeni olan bir kunduracının hanesi imiş. Lâkin orada ne annem, ne
de kardeşlerim mevcut değildi. Sorduğumuz zaman beş gün evvel Ankara'ya hareket
eden bir kafileye iştirak ettiklerini ve iki yaylı araba ile gittiklerini hayretle
haber aldık.
Artık Halil Ağa ile
bana Ankara'ya derhal dönmekten başka yapacak hiç bir iş kalmıyordu.
Ancak hangi vasıta
ile dönecek ve nasıl dönecektik. Bunu düşünerek hiç görmediğimiz Kayseri sokaklarında serseriyane dolaşırken oraya göç
etmiş ulan Ankara Ziraat Mektebi aşçısına tesadüf ettik. Bu bizim için büyük
bir hüsnü talih ve güzel bir tesadüf oldu. Ziraat Mektebi'nin aşçısından
mektebin bir, iki güne kadar Ankara'ya gideceğini öğrendik. Halil Ağa'nın
ahbabı meslektaşı aynı zamanda hemşerisi olan aşçı bizi bırakmadı. Şehrin biraz
açığında olan mektebe gittik. Hakikaten üç
dört gün sonra Ziraat Mektebi öküz ve kağnı arabalarından müteşekkil uzun
bir kafile halinde Ankara'ya müteveccihen yola düzüldü. Biz de beraber
Türkiye'nin yeni payitahtına dönüyorduk. Kırşehir üzerinden Kayseri'den
Ankara'ya öküz arabalarıyla tam 23 günde varabildik. Annem ve kardeşlerim
çoktan Ankara'yı bulmuşlar, validem benim için çok üzülüyor, peder ile bu
hususta her gün münakaşa ediyormuş. Hatta sağ salim eve dönersem adaklar
kurbanlar adamış! Ankara'ya bir menzil kala bir yerde rahmetlik Halil Ağa'ya
bir oyun yaptım. Yalnız o değil bütün, kafile bu işle alâkadar olmuş beni
bayağı merak etmişler ve üzülmüşler. Geriden iki yaylı araba ile maalesef bugün
ismini unuttuğum İzmir mebuslarından bir zatın ailesi gelmekte idi, kafilemize
yetiştikleri zaman bizim öküzlerin ayağı ile Ankara'ya daha iki buçuk günlük
yol vardı. Yaylıdaki kadınlar beni tanıyor ve seviyorlardı. O zamanlar
başımdaki kuzu derisi siyah kalpağım, sırtımdaki aynı renkteki paltom ile hoş
bir kıyafetim vardı, ayağımda da Kastamonu'da meşhur bir ustanın yaptığı
çizmeler vardı. Yalnız haftalarca süren yollarda fena halde bitlenmiş, çok
kirlenmiştim. Beni görünce
arabalarına davet ettiler, ben de kimseyi haberdar etmeden, bu davete icabet
ettim. Dinç beygirlerinin çektiği yaylı araba o akşam gece yarısı Ankara'yı
tuttu.
Evimize yaklaşınca
arabadan atladım koşarak kapımızı çaldım. Bana kapıyı açan hemşirem anneme
yüksek sesle müjde verdi. Emin geldi, diye feryat ediyordu. Halbuki zavallı
kadıncağızı bu seklide bir çok defalar aldatmışlar, güya şaka yaparak
kandırmışlardı. Henüz yatmayan annemin sesini işittim. Artık çok oluyorsunuz.
Vakitli vakitsiz benim heyecanlarımla oynamayınız, sonra kalbinizi kırarım
diyordu. Bu sözler üzerine ben bağırdım: «Anne benim, hakikaten geldim.»
Gece yarısı evin içi
karıştı, anam boynuma sarılıyor, beni göğsüne çekiyordu. Kendisine beni pek
fazla kucaklamamasını zira yollarda bitlendiğimi hatırlattım. Zavallı aldırış
etmiyor beni bırakmıyordu.
Hiç unutmam hemen
beni tepeden tırnağa soydu ve eliyle yıkadı. Babam o gece bir yere davetli
imiş, geç kalarak henüz gelmemişti. Doğrusunu söylemek lazımsa annemden çok
babamı göreceğim gelmişti.
Annem, kardeşlerime
çocuklar Emin'in geldiğini babanıza söylemeyiniz. Birdenbire görsün derken,
kapı çalındı, babam gelmişti, beni güya sakladılar. Ama babam kapının önünde
çıkardığım mahud çizmelerimi görmüş, tanımış ve geldiğimi anlamıştı!..
İki gün sonra Halil
Ağa çıkageldi. Adamcağız beni araya sora bir hal olmuş, bana çok darılmıştı.
Kendisine bir daha Halilof demeyeceğime söz vererek gönlünü aldım.. Ruslarla
müteaddid muharebelerde dövüşen bu hiç su katılmamış koca Türk, Halilof lâfına
o kadar kızar ve sinirlenirdi ki tarif edemeyeceğim.
İşte o sıralarda
kendisinden daha önce bahsettiğim Süheylâ ablam, babamın manevî evlâdı,
Ankara'da gelin oldu. Babam onu bilâhare Balıkesir mebusluğuna seçilen
Hayreddin Bey'e verdi.
13
Büyük Taarruz Başlamıştı, Her Taraftan
Gelen Müjdeli Haberler Birbirini Kovalıyordu[46]
Babam Büyük Taarruz'a
geçileceğini biliyor, bu uğurda bütün milletin dişili erkekli, geceyi gündüze
katarak sarfettiği candan gayreti ve fedakârlığı elinden geldiği kadar
körüklemeye gayret ediyor, bu hususta yazılar yazıyor, nutuklar söylüyordu.
Hâttâ Bestekâr Rauf Bey'in bestelediği o zamanlar, ordunun ağzından düşmeyen
«Yılmam ölümden, yaradan askerim! Orduma gazi dedi Peygamberim» bu güfte malûm
olduğu gibi Mehmed Âkif'indir. Ancak Erkânıharbiye'nin başında pek mahdut
kimselerden başkasının bilmediği büyük taarruz gününün hangi gün olduğunu
tabiatıyla babam da bilemiyordu. Gecelerin gebe hem de doğurmak üzere hâmile
olduğunu söylüyordu.
Ankara'nın o günleri
büyük taarruz ile başlayan her saat, her gece, ardı arkası kesilmeyen müjdeli
haberleriyle panik halinde kaçan düşmanın elinden kurtulan topraklarımızın,
kasaba ve şehirlerimizin istirdadını müjdeleyen o mes'ut günler, Mehmet Âkif'i
neşeden sarhoş edecek kadar sevindiriyor, babam yerinde duramıyor, gözleri
ümitle, sevinçle parlıyordu.
Fazla dayanamadı ordu
ile birlikte olmazsa harikalar yaratan o kahramanların biraz arkasından o da
ayaklandı. Beni de yanına almayı unutmayarak Ankara'dan Eskişehir'e oradan da
Afyon'a hareket ettik.
Yunan Harbi'nin henüz
dumanları tüten karmakarışık meydanları, daha hayvan ve düşman leşleriyle
tamamıyla temizlenemeyen, kırık topların hurdahaş olmuş mitralyözlerin kum
torbalarının başa giyilen miğferlerinin doldurduğu o muharebe [meydanını]
babamla adım adım dolaştık. Yanan yıkılan kasabalarda, şehirlerde düşman
esirlerinin yüksek üniformalı Yunan zabitanının mukadder akıbetlerine şahit
olduk. Maneviyatı sıfıra düşen müstevli hâlâ kaçıyor, piyademiz,
süvarilerimizle onları kovalamakta yarış ediyordu. Bazı yerlerde mel'un düşman
oraları yakmağa, tahrip etmeğe zaman ve fırsat bulmuş, köylerimizi,
kasabalarımızı gazla yakarak harap etmiş, halka akla gelmeyen zulümler
yapmıştı.
Bilecik ve havalisine
vardığımız zaman henüz söndürülemeyen yangınlara kovalarla su taşıdık. Babam
Mehmet Âkif de bu itfaiye ameliyesine bizzat iştirak etti.
14
Mehmet Âkif,
Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti[47]
Bilecik, kısmen
yanmıştı. Henüz söndü[rü]lemeyen kasabanın, için için yanarak dumanlar çıkan
harabelerinde; bu facialara sebep olan yüksek üniformalı Yunan subayları,
kovalarla su taşıyor, Mehmetçiğin, parlak süngüsü önünde, acımadan yangın
yerine soktukları bu güzel yurdun, yangından zarar görmeyen yerlerini
kurtarmağa mecbur ediliyorlardı.
Bu arada düşman
ordusunun mümtaz sınıfından sayılan fistanlı Efzun askerleri, garip kıyafetleri,
püsküllü serpuş ve pabuçları ile ortalıkta dolaşıyorlardı.
Bilecik'ten
Eskişehir'e döndük. Bereket versin, Yunanlılar kaçarlarken bu şirin ve mamur
ülkemizi yakmaya, tahrip etmeğe fırsat bulamamışlardı. Orada fazla kalmadık,
Ankara'ya avdet ettik. Ankara daha önce arz ettiğim gibi, en neşeli, en mesut
günlerini yaşıyordu. Gazeteler Akdeniz sahillerine yaklaşan bu müthiş zaferin
kulaklara saadetler, ümitler fısıldayan haberlerini yazıyor, arkasına bakamadan
silâhını atarak kaçan, yenik halindeki bozgun düşman ordusunun tahliye ettiği
memleketlerimizi, bu gazetelerde okuyor ve haber alıyorduk.
İşte o sırada, bizim,
bir de Edirne seyahatimiz vardır:
Düşman İzmir'den
denize dökülmüş, İstanbul'dan müttefikler henüz çekilmiş, memleket iç ve dış
düşmanlarından temizlenmişti. Edirne'de Türk Bayrağı dalgalandığı halde, şehre
biraz ilerideki tren istasyonu, Yunanlıların elinde kalmıştı. O zamanlar
muvakkat bir hudut tesbit edilmişti. Edirne'ye gitmek üzere Ankara'dan
İstanbul'a gelmiştik. İki sene evvel şirin sahillerinde korkunç kâbuslar
şeklinde yükselen ecnebi diritnotları, kara ve meş'um ağızlarını minarelere
doğru çevirmiş, güzel sularımıza demir atmış, koca Boğazı büyük hacimleriyle
kaplamışlardı.
Allah'a çok şükür,
artık şimdi onlardan eser kalmamış, İstanbul kurtulmuş, üzerine yıllarca abanan
o korkunç heyulalar ortadan kalkmış, Fatih'in surlarına, kahraman şehitleri
merdiven yaparak yükseldiği bu tarihî şehirde, ay yıldızlı sancağımız
dalgalanıyordu.
İstanbul'da ancak bir
hafta kaldık. Hedefimiz Edirne olduğu için, Sirkeci'den trene bindik. Evvelce
de söylediğim gibi, Edirne'ye gidecek olan Türkler, o zaman Babaeski
İstasyonu'nda treni terk ediyor, oradan Edirne'ye başka bir vasıta ile
gidiyorlardı. Çünkü Edirne tren istasyonu, Yunan hudutları dahilinde
bulunuyordu. Çatalca'yı geçerken, gece yarısına yaklaşıyorduk. Babamla birlikte
işgal ettiğimiz kompartımanda iki kişi yalnızdık.
Mevsim kış, lâkin
kompartıman sıcaktı. İstanbul'da kaldığımız yedi sekiz gün zarfında her gece
bir yere gitmiş, geç vakitlere kadar kalmıştık. Demek istiyorum ki, uykusuzduk.
Trenin malûm olan muntazam sarsıntıları ve çıkardığı sesler, bize bir ninni
tesiri yapmış olacak. İnmekliğimiz elzem olan Babaeski'de uyuya kalmışız.. Bize
hiç kimse dokunmamış. Uyandığımız zaman tan yeri atıyor. Tren de Edirne'ye
vasıl olmak üzere bulunuyordu.
Benim başımda, mahut
siyah kalpağım, babam da fesli idi. Artık bunları gizlemeye lüzum görmeyerek,
Edirne'de treni terk ettik. Bizi o zaman Yunanlıların hudut kumandanına
çıkardılar. Bir albay rütbesini taşıyan bu Yunan kumandanı, babamla tercüman
vasıtasıyla konuştu. Mükâleme çok sürmedi. Babam vaziyeti olduğu gibi anlattı.
Yalnız mebus olduğunu söylemedi. Ticaret için Edirne'ye giden, yolda
uykusuzluğa tahammül edemeyerek Babaeski'de inemeyen bir tüccar olduğunu
söyledi. İki Yunan subayı kendi hudut karakollarını geçerek Edirne'ye yakın bir
köprübaşında olan Türk hududuna kadar bizi getirdiler ve bizi kendi
ırkdaşlarımıza teslim ettiler.
Edirne, Mehmet
Âkif'in pek güzide hatıralarıyla andığı bir şehirdir. Babam çok genç yaşta
yüksek baytar mektebini ikmal edince, Edirne'ye tayin edilerek oralarda epey
zaman kalmış. Yirmi bir, yirmi iki yaşlarında iken bu memlekette çok tatlı ve
heyecanlı günler yaşamıştı.
15
Ruhu Huzur İçinde,
Vatan Topraklarında Yatıyor![48]
Biz, Edirne'ye vasıl
olunca Bekir Efendi'nin evine indik. Bekir Efendi, aslen Edirneli, babamın pek
eski gençlik arkadaşlarından bir zattır. Ben babam hakkında, bilmediğim,
kendisinden işitmediğim birçok hatıraları bu adandan öğrendim:
Babamı cidden
sevdiğini, onu görünce gözlerinden dökülen sevinç yaşlarından anladım. Bize
öyle derin bir hürmet ve samimiyet gösteriyordu ki, tarif edemeyeceğim. Yaşça
Safahat şairinden büyük olan Bekir Efendi, babamın bütün ısrarlarına rağmen
kendi eliyle bize hizmet ediyor, artık ne biçim hareket edeceğini şaşırıyordu,
O zamanlar Edirne'deki bütün ekalliyetler yerli Rumlar, Ermeniler, hattâ
Yahudiler memleketi terk etmişler... Bu hicret o kadar âni olmuştu ki:
mallarını mülklerini bile alamayacak kadar acele etmişlerdi. Her halde onların
bu isticallerinde bildikleri bir şey vardı, kabahatlerini biliyorlardı... Öyle
olmasa mal canın yongası imiş, hiç cana pek lüzumlu olan bu yongadan geçilir
mi?!
Ben Edirne'de kendime
tam aradığım bir muhit bulmuştum.
Kış mevsimlerinde
orada kızak kaymak adetmiş. Oturduğumuz mahalle ise bu iptidaî (kayak) sporuna
en müsait bir yokuşun başındaydı.
Edirne'de on beş gün
kaldık. Edirneliler, oturmamızı uzatmamızı istiyorlardı. Fakat babamın pek
hürmetkârı olan merhum Prens Abbas Halim Paşa, 1923 de Kahire'den İstanbul'a
gelmişti. Âkif'in Edirne'de olduğunu anlayınca, uzun bir telgrafla bizi
Heybeliada'daki köşküne davet etti. Önümüz yazdı. Bizi ısrarla Mısır'a davet
etti. Kahire'nin kışlık bir mesiresi olan Hilvan'da kalacaktık. Babam, ömrümün
arta kalan yıllarını bu İslâm diyarında geçirmek, kendisini şiirlerine ve
eserlerine tamamen vermek kararında idi. Nil kıyıları ona, aradığı asude hayatı
verebilecekti.
Babamla Ankara'ya
gittik ve Safahat şairi, milletvekilliğinden istifasını verdi. Annemi ve
kardeşlerimi alıp İstanbul'a döndük. Çengelköy'le Beylerbeyi arasında
Havuzbaşı'nda, Çakaltepe'nin üstünde rahat, geniş bir eve yerleştik.
Babam, eski
dostlarına kavuşmuştu. Bu arada bilhassa, Çamlıca'da oturan Şerif Muhittin
Bey'i ziyaret ederdik. Amerika'da viyolonsel konserleri muvaffakiyet kazanan bu
şair ruhlu sanatkâr, aynı zamanda çok güzel ud çalardı. O zaman Babanzâde Naim
Bey'le de sık konuşurduk. Bu kıymetli ilim adamı, biz Mısır'da iken ölmüştü.
Babamın bu kadar içten ağladığını hiç hatırlamam... «Bir gün anavatanıma
dönebilirsem, beni onun yanına gömünüz.» dedi.
Kudretine bütün
varlığıyla inandığı ve bütün hayatında ilâhî adaletini terennüm ettiği Allah'ı,
bu dileğini kabul buyurdu. Safahat
şairi bugün, Edirnekapı Şehitliği'nde. Babanzâde Naim Bey'le beraber yatar.
Dünya dostluğu, ahiret âleminde de devam ediyor.
Akif, son senelerini,
gördüğü bazı vasıfsızlıklara karşı bedbin geçirdi:
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet hani... Ondan bile mahrumum ben...
diyordu.
Vefasızlıklar, onu çok üzüyordu. Temiz kalbi, dürüst seciyesi,
karaktersizliklere hiç tahammül edemezdi:
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlâhi bir avuç toprağını...
1923 senesi eylül
sonlarında Prens Halim Paşa ile birlikte Mısır'a gittik. O kışı Kahire'de
geçirecek, yaza doğru Prens ile birlikte İstanbul'a dönecektik. Âkif, Umumî
Harp'ten önce Mısır'ı bir defa daha görmüştü. Hilvan'da çok rahat bir yaz
geçirdik. Âkif'e Mısır'da gösterilen alâka ve yakınlık, hayatımın en sıcak
hatıraları arasındadır. Bu müşfik alâka, şairi pek mütehassis etmişti:
Bileydim ey Koca Şark... Ey cihan-ı duradur
Senin nerendeki evlâdının nasibi huzur...
diyordu. Safahat
şairinin Mısır'da geçen hayatı, ayrı ve bakir hatıralarla doludur. Onu, münasip
bir zamanda vatandaşlarıma anlatmayı vazife addediyorum.
Şair, canından pek
çok sevdiği vatanına dönerken:
Ben ki yaşlıyım artık, düşük kolum kanadım...
diye fâni hayatının
son günlerini yaşadığını anlatıyordu. Vefalı Türk milleti, onu, kadirbilirlikle
bağrına bastı.
Ruhu, yurdunun
ufuklarında huzur içindedir.[49]
EKLER
Şair Mehmet Âkif'in Oğlu Şimdi Ne Yapıyor?
Nusret Safa Coşkun
Kapı ağır ağır
açıldı; aralıktan muhteriz bakışlı bir yüz görüntü. Yüzdeki tereddüt ve
çekingenliğin sirayet ettiği gövde ve ayaklar neden sonra kapı önünde, baş,
gövde ve ayaklar, ihtirazın büklümlerinden kurtularak teşkil ettikleri şahsı,
yere amut bir hâle getirebildiler. Bu, donuk bakışlı; fakat ara sıra gözlerinde
zeki pırıltılar beliren, ince bıyıklı, otuz dört, otuz beş yaşlarında bir genç
adamdı. Titrek bir sesle:
"İsmim Mehmet
Emin", dedi. Herhangi bir şikâyeti veya dileği olan bir okuyucu sanmıştık.
Fakat yer gösterirken, o ilâve etti:
"Şair Mehmet
Âkif merhumun oğluyum."
Bu defa tabiatıyla
alâkamız arttı. İtiraf etmeliyim ki, derin bir hüzün bu alâkanın üstüne çıktı.
Zira dün ihtifali yapılan İstiklâl Marşı şairinin oğlunun durumu, her bakımdan
yürekler acısı idi. Bitkin bir hâlde masamın yanındaki sandalyeye çökerken;
"Hâlihazırda çok
mağdur durumdayım" dedi. "Elimden tutulması lâzım, maddî, manevî
müzaherete ihtiyacım var."
Muhtelif işlerde
bulunmuş. Şimdi boşta ve ihtiyaç içinde bir otel köşesinde kimsesiz ve her
türlü alâkadan mahrum günlerini geçiriyormuş.
"Çok iyi Arapça
bilirim. Arap edebiyatına tamamen vâkıfım. İngilizcem de var. Türkçem çok
kuvvetlidir. Sizden münasip bir vazifeye yerleştirilmem hususunda tavassutunuzu
ricaya geldim."
Bu dilek üzerinde
bütün bir şey yapabilmek iktidarında bulunanların durmak kadirşinaslığını göstereceklerine
emin olduğumuzu belirterek, Âkif'ten kalan yegâne canlı hatıranın, tam ihtifal
günü karşımızda bulunduğunu düşünerek bu mesut tesadüften, Âkif severler adına
faydalanmağı düşündük. Merhumun hususiyetlerini, bizce malûm olmayan
taraflarını oğlundan daha iyi kim bilebilirdi? Nitekim bu tahminimizde
yanılmadık. B. Mehmet Emin diyor ki:
Senelerce onunla
Mısır'da baş başa yaşadık. Benden başka muhatabı yoktu. Son yazıları bendedir.
Bunların içinde tasavvufa ait olanları da var. Kendisi neşirlerini istemedi.
Fakat neşri, edebiyatımıza kazandırılmak istenilirse, ruhundan af dileyerek,
neşrinde bir mahzur görmeyeceğim. Bu eserleri edebiyata kazandırmak suretiyle
ifa edeceğim hizmetten duyacağım huzur, pederin sözünü dinlememekten mütevellit
çekeceğim azaptan daha kuvvetli olacaktır.
Âkif'in oğlu,
babasının hususiyetlerini şöyle anlatıyor:
Bence ilmî ve edebî
kıymetinden çok, karakterinin kıymeti daha fazla idi. Çok kuvvetli bir iradesi
vardı. Hatta bu bazen inatçılık derecesini bulurdu. Otuz beş sene kullandığı
enfiyeyi bir sözle bıraktığını hatırlarım. Son zamanlarda çok bedbindi. Sebebi
de Garbın dev adımlarla ilerleyişi ve yükselişi karşısında bizim sönük
kalışımızdı. Bir kusuru vardı: Çok fazla itimat ederdi. Bu yüzden pek çok
nankörlükler görmüş, kırılmıştır. Diyebilirim ki, ben, en sevdiği bir tane
oğluna, fazla itimat etmesi, hayatta başarısızlığıma âmil olmuştur.
Türkiye'den uzakta
yaşamak onu çok üzüyordu. Bunu göstermek, belli etmek istemezdi. Ben çok
yakınında olduğum için anlıyor, hissediyordum.
Onun mükemmel bir
sporcu olduğunu bilir misiniz? Çok küçük yaşımdan beri bana zorla İsveç usûlü
jimnastik yaptırmıştır. Güzel sesli kadınlara meftundu. Hatta Mısır'ın meşhur
muganniyesi Ümmü Gülsüm için, "Bu kadının sesi, bir erkeği baştan çıkarmak
için kâfîdir" derdi.
Mütedeyyindi, fakat
asla softa değildi. Dinin tababet, ziraat, iktisat gibi, işlenecek, ilerlenecek
tekâmül ettirilecek bir ilim şubesi olduğuna kaniydi. Yobazlardan nefret eder,
kadınların çarşaf giymeye varan tesettürüne aleyhtar bulunurdu. Dinin birtakım
softalar elinde şirazesinden çıktığını daima söylerdi.
"Size bir şey
bıraktı mı?"
"Muhteşem bir
isim ve gurur. Başka hiçbir şey bırakamazdı. Çünkü bırakılacak bir şeyi
yoktu."
Âkif'in oğlu acı acı
başını sallayarak sözlerine şunları ilâve ediyor:
Teessürle görüyorum
ki, Türkiye'de pek sevdiği ve dost bildiği bazı arkadaşları, onunla sırf
menfaatleri için düşüp kalkıyorlarmış. Bunu bilhassa söylemek isterim.
Ayın 27'sinde
yapılacağını sandığı ihtifalinde söz söylemeye hazırlanırken, ihtifalin Eminönü
Halkevi'nde yapılmak üzere olduğunu öğrenince tehâlükle yerinden sıçradı:
"Gitmeliyim!" dedi; fakat birdenbire
durakladı:
"Bu kıyafetle
doğru olur mu dersiniz?"
Kendisine şu cevabı
verdim:
"Herhalde bundan
utanması lâzım gelen siz değilsiniz."[50]
Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede
Kenan Akın
Üç metre boyunda, iki
metre eninde, basık, yer yer badanası dökülmüş, eşyaları temiz bir odanın
içindeydik... Ufak bir mangaldan çıkan ısı, titrek titrek odanın içine
yayılıyordu. Burada Vatan ve İman Şairi Mehmet Âkif Ersoy'un hayatta kalmış,
daha doğrusu hayata terk edilmiş erkek oğlu barınıyordu... Emin Âkif Ersoy...
Evde yoktu...
"Hastalığa iyi
gelir diye. Tuzsuz ekmek aramağa gitmiş" dediler...
Gözler evin
duvarlarını tarıyor ve gazetelerden kesilmiş birkaç resme takılıyordu.
Tak... tak... tak...
Bir ayak sesi... Uzun boylu, güleç yüzlü bir insan, gölge gibi içeriye
süzülüyor... İşte, Emin Âkif Ersoy... 57 yaşında, saçlarına ak düşmüş, hayatın
acı cilvesi, alnına yüzüne keskin çizgilerle âdeta konmuştu...
Divan gibi kullandığı
yatağına otururken, kısık bir sesle "Hoş geldiniz" diyor ve merakla
bakıyor... Sonra tanışıyoruz. Tercüman'dan
olduğumuzu anlayınca, gözleri dalıyor ve ağzından titrek titrek şu kelimeler
dökülüyor:
"Emin olun, çok
memnun oldum. Ne diyeceğimi şaşırdım. Yıllar yılı bu kapı aralanmadı. Bir dost,
bir aşina yüz ne hâldesin diye sormadı."
... Ve sonra sohbete
başlıyoruz. Kelimeler, Mehmet Âkif Ersoy ve geçen günler üzerinde gezinip
duruyordu.
* * *
Üstadın oğlu,
hatıralarını yazıyordu... "Orta Çiftlik" adını koymuş hatıra
defterine... Hayatının tatlı ve acı anılarını, karalıyor da karalıyordu. İşte, Orta Çiftlik'ten birkaç satır:
16 yıl önce...
Mayısın 13'ü. Günlerden Pazardı. Baba dostları tavassut etmişlerdi. Henüz 40
yaşlarındaydım. Çocukluğum, delikanlılığım 25'ine kadar iyi geçti. Maalesef
bunu takip eden yıllar devamlı bir kâbusun, korkunç karanlıkları içinde,
inkisâr-ı hayâl, hüsran, sıkıntı ve sefaletle doludur...
... Ve işte Âkif
merhumdan bir hatıra, oğlu anlatıyor:
Peder, Halkalı Ziraat
Mektebi'ndeyken, garip bir tesadüf eseri, sınıfın çalışkanı bir Musevî, kulun
sırtı yere gelmez pehlivanı da bir Ermeniydi... Peder bu duruma tahammül
edememiş ve gecesini gündüzüne katarak ders çalışmış, saray pehlivanları ile
idman yaparak, her iki gayrimüslimin önüne çıkmıştır. Kısa bir zamanda sınıfın
birincisi olan peder, güreşçi Agop'u da eze eze mükerreren yenmiştir. İşte,
pederin taassubu, böyle bir taassuptu...
Hayatının yarıdan
fazlası acı içinde geçen Emin Âkif, şimdi MTTB gibi milliyetçi, tarih sever bir
gençlik kuruluşunun himayesi altındaydı...
Karanlık Geceler
Saat üç, hayli vakit var sabaha,
Üşüdüm, yatmamak olmaz, acaba;
Uzanırsam çabuk açmaz mı şafak?
Sabah olmaz yüz kere kalkar gezinir
Gece bitmiş ağarır şimdi etraf
Bu sabahın yelidir, ne yazık;
Duyduğum ses, yine baykuş sesidir.[51]
Kızı Feride Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor,
İstiklâl Marşı Şairimizi Anlatıyor
Röportaj: Burhan Bozgeyik
Cemiyetteki büyük
insanlar buhranlı günlerde ortaya çıkarlarmış. Güllük gülistanlık dönemlerde de
genç fidelere su vermekle meşgul olurlarmış. Tarihimiz aslında her dönemde
"büyük"lerle doludur. Bazıları vardır ki, insan her an onlarla,
hatıralarıyla, eserleriyle baş başadır. O "büyük"le haşir neşir
olmuştur. Cesedini fânî dünyaya bırakmış olsa bile. İşte Mehmet Âkif böyle
büyüklerimizden birisidir. Ülkenin en sıkıntılı dönemi. Şanlı fakat talihsiz
koca bir devlet çözülme hâlinde. Yıllardır bu ânı gözetleyen düşmanlar hep
birden yüklenmişler. Düşmanda silah, cephane, malzeme bol. Müslüman Türk'te mi?
Ne gezer. Silah, cephane ve erzak bakımından düşmanla kıyas kabul edilmez bir
yokluk. Bu yokluk içerisinde yegâne "var"ı iman'ı, bu imandan aldığı
güç ve ümitle kazanacağına inancı. Bir de evet bir de Mehmet Âkif gibi
vatanperver, imanlı kişiler, rehberler var. İstiklâl Harbi'nin zaferle
neticelenmesi, imanın küfre karşı mutlak üstünlüğüdür. Zafer kazandıran ruhlara
tılsımlı nefes gibi işleyen Âkif'in tesirli, gür sesli şiirleri... Ay yıldızlı
bayrağın gölgesinde ebediyete kadar bu vatan gençliğinin okuyacağı İstiklâl
Marşı bunlardan bir tanesi.
İstiklâl Marşı
şairimizin yakınlarıyla görüştük. Kızı Feride Hanımefendi ve damadı, aynı
zamanda talebesi Muhiddin Akçor Beyefendi anlattılar çok sevdikleri
pederlerini. Safahat şairini...
Muhiddin Akçor: Mehmet Âkif Bey'in ikisi erkek, üçü kız beş çocuğu
vardır. Bir de öz evlâtlarından ayırt etmediği manevî kızı vardır. Bugün iki
erkek çocuğundan küçüğü hayattadır. Manevî kızı vefat etmiştir. Üç kızı berhayattır.
Feride Hanım ortanca kızıdır.
M. Âkif Bey,
ailesinden ziyade cemiyetin adamı idi. Evvelâ cemiyet, ondan sonra vakit
bulabildiği takdirde kendi ailesi ile meşgul olan bir insan idi. 1920'de
İstanbul'da Sebilürreşad'da başmakale
yazıyordu. Nâşiri Eşref Edib'le anlaşıyor, "Ben Anadolu'ya gidiyorum. Sen
de derginin malzemelerini de alarak arkamdan gel" diyor. Büyük oğlunu
yanına alıp birçok kişinin ihtiyar ettiği yoldan, Alemdağı'ndan yürüyerek
Kastamonu'ya gidiyor. Arkasından da Eşref Edib Bey malzemelerle birlikte
Kastamonu'ya gidiyor ve orada mecmuayı çıkarmaya başlıyorlar. Bu mecmuanın
takip ettiği hedef millî tesânüdü kuvvetlendirmek, milletin mücadele gücünü
artırmak ve düşmana karşı koyma arzularını uyandırmak ve Millî Mücadele'yi de
teşci etmek. Orada intişâr eden Sebilürreşad
orduya da dağıtılıyordu. Dokuz ay sonra Mehmet Âkif Bey'in ailesi de
Kastamonu'ya gidiyor. Âkif Bey, Kastamonu'ya gidişinden üç ay sonra Ankara'ya
gidiyor. Ankara'ya gidince Burdur mebusu olması teklif ediliyor. I. Devre
sonuna kadar mebus sıfatıyla Ankara'da kalıyor. Fakat zamanının kısm-ı azamını
memleketin muhtelif yerlerine yaptığı seyahatlerle, ordu ile temasta bulunarak,
mev'izelerle, sohbetlerle, halkı birlik ve beraberliğe davet ederek, mücadele
güçlerini arttırmaya sarf ediyordu.
Feride Akçor: Zaten muhtelif defalar cepheye gidiyor. Bazen ordu
kumandanları davet ediyor. Bazen kendisi gidiyor. Mümkün mertebe askerle çok
temasta bulunarak, onların gayretlerini arttıracak sohbetler yapardı. Manevî
cepheyi kuvvetlendirmeye çalışırdı.
Muhiddin Bey: İstanbul'dan Kastamonu'ya giden ailesini de bir
müddet sonra Ankara'ya aldırttı. Fakat bu faaliyetlerinden vakit bulabildiği
kadar kendi çocuklarıyla meşgul olurdu.
Feride Hanım: Sonra harp çıkıp Yunanlılar Polatlı'ya geldiği vakit
Ankara'yı boşalttılar. Biz de Kayseri'ye kafileler hâlinde gittik. Kayseri'ye
gidişimiz çok hazindir. Kağnılarla gidiyorduk. Müthiş de sıcak vardı. On gün
sürdü yolculuğumuz. Ben o zaman on sekiz yaşındayım. O sıcağın altında akşama
kadar yürüdüğümüz oluyordu.
Muhiddin Bey: O zaman cephenin en buhranlı zamanıydı. 1921
başlarında. Düşman Eskişehir'i aldıktan sonra Polatlı'ya kadar yaklaşması
üzerine hükümet dairelerinin, bazı müesseselerin Kayseri'ye nakli
kararlaştırıldı. Birçok hükümet devâiri de Kayseri'ye gittiler. O zamanlar çok
buhranlı zamanlardı. Vasıta yok. Asayiş yok. Yer yer eşkıyâlar türemişti.
Bozgeyik: O sıralar ne ile
meşguldünüz?
Muhiddin Bey: Millî Mücadele senelerinde ben Ankara Ziraat
Mektebi'nde muallimlik yapıyordum. Mehmet Âkif Bey bize gelirdi. Sevdiği
insanları nerede olursa olsunlar, arar bulurdu. Bir gün dahi abes lâfla iştigâl
ettiğini işitmemişimdir. Çocuklarının da devamlı bedenen güçlenmeleri, bir
şeyler öğrenmeleri için elinden geleni yapardı.
Bozgeyik: Âkif Bey'le ilk
defa ne vakit, nasıl tanıştınız?
Muhiddin Bey: Âkif Bey'le tanışmam yahut benim onu tanımam çok eski
zamanlara dayanır. 12-13 yaşlarında iken gördüm ilk defa. Sonra talebesi oldum.
Kendisini çok severdim. O da beni severdi. Hatta çocuklarını Kayseri'ye ben
yolcu ettim.
Ben Darüşşafaka'da
okurken 12-13 yaşlarındaydım. Bazı toplantılarda, sınıf hocamız bana Mehmet
Âkif Bey'in Safahat'tan alınmış
şiirlerini okuturdu. O vesileyle Safahat
ve Âkif'e karşı bir yakınlığım vardı. Bir gün mektebin bahçesinde oynarken
hocamız beni çağırdı. Merdivenden çıkmakta olan bir zâtı işaret ederek
"İşte Mehmet Âkif budur!" dedi. Ben de o merdivenleri çıkıncaya kadar
hayranlıkla seyrettim. Sonra Halkalı Ziraat Mektebi'nde bize kitabet dersi
veriliyordu. Bu dersimize de hoca olarak Mehmet Âkif Bey gelmez mi? Benim artık
sevincime pâyân yok. Sanki onun bir dostuymuşum gibi. Onun derslerini dört
gözle takip ederdim.
Bozgeyik: Efendim, hocanız
Mehmet Âkif Bey'le aranızda cereyân eden hiç unutamadığınız bir hatıranızı
anlatır mısınız?
Muhiddin Bey: Çok hatıramız var. Ama en mühimi şu: Âkif Bey,
kitabet dersinde tahtaya bir beyit yazar, bunun tahlilini yapardı. Bir gün
tahta başında bir talebeyle meşgul olurken sınıftan birisi, zannederim
münasebetsiz bir gürültü yaptı. Talebelere karşı döndü ve gözünü bana dikti.
Halbuki ben dersi dikkatle takip ediyordum. Kolay kolay sinirlenmezdi. Ama o
zaman canı sıkılmıştı. "Tahtaya kalk!" dedi. Ben de tahtaya
kaldırdığı için sevinmiştim. "Yaz!" dedi. Hâlâ sesi kulağımdadır:
"Gönder Allah'ım bu millet kurtulur, tek mucize
Bir utanmak hissi ver gaib hazinenden bize."
Bu ikinci mısraı
okuyunca ne kastettiğini anladım. Bu saygısızlığın benim tarafımdan yapıldığını
zannetmişti. "Anlamadın mı?" dedi. İkinci mısraı bir daha tekrar
etti. Yine yazmadım. Sonra yumuşak bir sesle; "Yazmayacak mısın?"
dedi. "Hayır, yazmayacağım!" dedim. "Peki oturun!" dedi.
İşte bana karşı muhabbet peyda etmesinin başlangıcı budur.
Bozgeyik: Şiirleri irticâlî
olarak mı yazıyordu, yoksa üzerinde durduktan sonra mı yazıp neşrediyordu?
Muhiddin Bey: Âkif Bey'in şiirleri büyük bir emeğin mahsûlüdür.
Kendisinin de belirttiği gibi aylarca üzerinde çalıştığı mısraları vardır. O
kadar akıcı, selis, güzel Türkçesi vardır.
Âkif Bey Ankara'ya
gittiği zaman Taceddin Dergâhı'nda kalmıştır. Şimdi müze olarak düzenlenmiştir.
O tekkenin şeyhi olan Nureddin Efendi misafir etti. Âkif Bey, bazı dostlarıyla
orada kaldı. Bu dostları; Washington sefîri iken vefat eden Münir Ertegün,
Ziraat Vekâleti'nde me'mûrîn müdürlüğü yapmış Çopur Hilmi Bey, Hariciye
Vekâleti'nden Mısırlı Hilmi Bey vardı. Bunlarla beraber otururlardı. Sonra Âkif
Bey'in ailesi Ankara'ya geldi ve onun yanındaki bir evi kiraladı. Orada oturdu.
Bozgeyik: Birçok ilim, fikir
ve sanat adamlarının konuşmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Âkif Bey'in bu
yönü nasıldı?
Muhiddin Bey: Âkif Bey hoşlandığı insanlar yanında konuşurdu.
Sohbeti gayet tatlıydı. İnsan, o konuşurken bitmesin diye nefes almaktan bile
çekinirdi. Şayet hoşlanmadığı bir kimse olursa, abes laflar eden birisi olursa
susardı. Hafif uykuya dalardı. Fakat sevdiği insanlar yanında birbirinden güzel
fıkralarla güzel sohbet eder, edebî kudretine inandığı insanlara, eserleri
hakkında fikir sorardı.
Bozgeyik: Efendim, babanızla
küçüklüğünüzden başlayarak unutamadığınız hatıralarınızdan bahseder misiniz?
Feride Hanım: Babam küçükken, zaman zaman bizi gezmeye götürürdü.
Çok küçüktük o zamanlar. Hatta yorulduğum zaman beni omzuna alır, gezdirirdi.
Şehzadebaşı'nda meşhur bir çaycı vardı, oraya götürürdü. Babam arkadaşlarıyla çay
içer, sohbet ederdi. Bana da lokum verirdi. Bunları hatırlıyorum küçüklüğümden.
Daima açık havayı severdi babam. Geniş bahçeli evlerde otururduk. Bizim büyük
şairlerin şiirlerini okuturdu. Bazen açıklardı. Bir kısmını ezberletirdi.
Babam Anadolu'ya giderken
küçük kardeşimi yanına aldı. Oğlanların büyüğüydü kardeşim. O sıralar altı
yaşındaydı. Aileden onu aldı yanına.
Harp sırasında çok
üzüntülüydü. Fazla konuşmazdı. Heyecanlıydı. Arkadaşlarıyla sabahladıkları
oluyordu. Konuşuyorlardı. Ve kazanacağımıza son derece inanıyordu.
Bozgeyik: Hiç unutamadığınız
bir hatıranız?
Feride Hanım: Hiç unutamadığım hatıra, babamın ilk Anadolu'ya
gidişi esnasında cereyan etmiştir. Annem bir sabah geldi. "Çocuklar
kalkın, babanız Halkalı'ya gidiyor" dedi. Babam her zaman Halkalı'ya
giderdi. Dersi var diyorduk. Baktım, babam kapının önünde giyinik vaziyette
duruyor. Baktım, babamın gözlerinden yaşlar akıyordu. İlk defa o vaziyette
görüyordum babamı. Çok fena oldum. Gayet tabii bir şeyler anladım. Ben de
kendimi tutamadım. Ağlayarak yukarıya koştum. Babam da arkamdan koştu. Beni
kucakladı. "Üzülmeyin!" dedi. Babamın o hâlini çok iyi anlıyordum.
Çünkü bir daha ya görüşecektik, ya görüşemeyecektik.
Sonradan görüştüğümüz
bir asker, babamın Anadolu'ya gidişini anlattı. Küçük kardeşimle yola çıkmıştı.
Aileden bir hatıra olsun diye onu almıştı. –Çok sevdiği bu erkek kardeşim
sonradan vefat etti.– Kardeşimi hep sırtında taşırmış. Ayakkabıları yırtılmış.
Ayakları kanlar içerisindeymiş.
Bozgeyik: Âkif Bey'in spora
alâkası nasıldı?
Muhiddin Bey: Son derece sporcu bir insandı. Talebeliği zamanında
Halkalı'ya yürüyerek giderdi. Bir hatıramı anlatayım: Merhum, Çengelköyü'nde
tepede bir evde otururdu. Erenköy'e bize geleceği zaman kestirmeden yürüyerek
gelirdi. Alemdağı'ndan çıkar, Çamlıca'dan aşar, buraya kadar yürüyerek gelirdi.
Yine bu tarafta
oturan bir dostuyla sözleşmiş, sana falan gün gelirim, diye. O gün işi çıkmış,
gelemeyecek. Sabah namazından sonra çıkıyor yola, yürüyerek dostunun evine
gidiyor. "Bugün işim çıktı, sana gelemeyeceğim" diyor,
"Allahaısmarladık" deyip dönüyor.
Çok kuvvetliydi.
Güreşirdi. Alaturka güreş yapardı. Güreşi severdi. Halkalı'da hoca iken, bizim
arkadaşlardan birisi vardı, iri yarı bir şey. "Sıkılmasam şu oğlanla güreş
tutacağım" derdi.
Feride Hanım: Bizi hafta sonları kırlara götürürdü. Çocukları
toplardı. Koca koca taşları fırlatır, atardı. Gayet güzel yüzerdi.
Bozgeyik: Gençlerle Âkif Bey
arasındaki münasebetleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Muhiddin Bey: Âkif Bey'in fikirleri gençler için faydalıdır. Safahat'ın bir parçası olan Âsım,
Âkif'in nasıl bir gençlik istediğini açıkça ortaya koyar. Bugün memleketi
hercümerç içerisinde bırakan bugünkü gençlik Asım'ı mutlaka okumalıdır.
Gençleri iki şeye
teşvik ederdi. Birincisi; kuvvetli bir bünyeye sahip olmak. İkincisi;
kafalarını geliştirmeye. Her çocuğu okumaya, bir şeyler öğrenmeye teşvik
ederdi. Bu hususta kendisi yardımcı olurdu. Birisi yeter ki bir şeyler öğrenmek
istesin, hemen oturtur, ders verirdi. Kimisine lisan dersi verir, Fransızca
öğretir, kimine edebiyat dersi verir, herkesin hangi meslekten olursa olsun
zamanını bir şeyler öğrenmekle geçirmesine teşvik ederdi.
Feride Hanım: Mithat Cemal Kuntay her hafta gelir, Fransızca dersi
alırdı. Yani boş zamanı yoktu. Ya okuyacak, ya okutacak. Ya yürüyecek, ya
yürütecek.
* * *
Şahıslarına ait
soruma Muhiddin Bey'in cevabı şu oldu:
Muhiddin Bey: Mehmet Âkif mevzubahis olunca, kızı ve damadı olarak
kendimize bir iftihar vesilesi çıkarmaktan içtinab ederiz. Sizler Mehmet Âkif'e
bizden ziyade yakınsınızdır.
Bugün Âkif'in yüzünü
görmemiş fakat eserlerinden onu öz evlâtlarından daha iyi tanımış nice gençler
vardır. Bundan eminiz.
Bozgeyik: Teşekkür ederiz
efendim.[52]
Takvim'den Bir Yaprak: Mehmed Âkif'in Oğlu
Refi Cevad Ulunay
İki ay kadar oluyor,
orta yaşlı bir zat matbaada ziyaretime gelmişti.
"Ben Mehmed
Âkif'in oğluyum, ismim Emin'dir."
Kendisini böyle
takdim eden bir zata:
"Hangi Mehmed
Âkif?"
denilemez. Çünkü
Türkiye'de Mehmed Âkif bir tanedir; fakat ben muhatabıma nasıl bir nazar atfetmiş
olacağım ki...
"Müşkül
durumdayım" dedi. "Karacabey Harası'nda günde ufak bir ücretle
çalışıyorum ve 15 seneden beri orada barınmaktayım."
İnsanlar acayiptir.
Büyük adamların çocuklarının da büyük olacaklarını düşünürler. Halbuki Kur'ân-ı
Kerîm'de: "Ölüden diri, diriden ölü
çıkmaz."[53] buyruluyor. Mehmed Âkif'in oğlu da hayatta
muvaffak olmayabilir. Bunun için;
"Âkif gibi bir
adamın oğlu olduğunuz hâlde Karacabey Harası'nda ücretle çalışan bir
gündelikçiden başka bir şey olamadınız mı?"
demedim. Mehmed
Âkif'in oğlu devam etti:
"Karacabey'de
zelzele harayı alt üst etti. Hara müdürü; "Buraları eski hâline
getirilinceye kadar git, başının çaresine bak" dedi. Beni bu durumdan
kurtarmak için tavassutunuzu rica ediyorum."
Elimden geleni
esirgemeyeceğimi söyledim. Alâkadar makamlara müracaat ettim ve neticeyi
bekledim.
Evvelki gün Mehmed
Âkif'in oğlundan bir mektup aldım; Ziraat Bakanlığı'ndan tekrar haraya
gönderildiğini ve kendisine yer olarak merkeze yedi, sekiz kilometre mesafede
Poyrazbahçe Koyun Ağılı denilen bir yerde yatıp kalkabileceğini söylediklerini
yazıyor. Sobasız, gıdasız, pislik içinde olan buradan kurtarılmasını rica
ediyor. Hatta bana şöyle bir kıt'a da yazmış:
Tut elimden diyerek, boynumu büktüm Ulunay
Yüzde yüz üzdü senin gönlünü bitkin durumum
"Âkif'in oğlu" dedim, sen de şaşırdın. Bu mu? Ay!
Sürünüp kıvranıyor, iş arıyor. Vay gidi vay!
Bu zat hiçbir şey
olmayabilir. Fakat Mehmed Âkif'in oğludur. O Mehmed Âkif ki...
*
Dün akşam Kâni Karaca
bizim mahallede bir Mevlid okumağa gelmiş, bana da uğradı. Hoşbeşten sonra
İstanbul'un Hâfız Osman, Hâfız Recep, Hâfız Hasan gibi tanınmış eski
mevlidhanlarından bahsettik. Bu meyanda Said Paşa İmamı Hasan Efendi'den de
bahsedildi. Hasan Efendi biraz meczup idi, Boğaz'da Mevlid okumak üzere Valide
Sultan'a gelirken Üsküdar Çarşısı'nda karşısına bir kadın çıkmış, ona beş kuruş
uzatarak:
"Dağ gibi bir
evlât kaybettim, bugün kırkıdır. Onun için bir Mevlid oku!"
demiş. Hasan Efendi
de:
"Paranı cebine
koy. Okuyayım!"
demiş, yüreği yanık
ananın evine gitmişler. Öyle bir Mevlid okumuş ki, dinleyenlerden bayılanların
hesabı yok. Mahalle yerinden oynamış. Hasan Efendi'nin gece yarısı kayığa
binerek Valide Sultan'ın sarayına giderken yolda okuduğu kasideyi Mehmed Âkif
şöyle yazıyor:
Kayalardan, kıyılardan bir ateştir çağlar,
Lahn-i Dâvûd ile inler gûyâ dağlar.
Dem çekip, dem tutarak, etmeye başlar feryâd,
Boğaz'ın her tarafından bir ilâhî inşâd:
"Sultan-ı rusül, Şâh-ı mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i sermedsin efendim!
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin efendim
Hak'tan bize Sultân-ı müeyyedsin efendim!"
Bugün Karacabey
Harası'nın koyun ağılında sobasız. Gıdasız, diz boyu pislik içinde titreyen
adam işte bunu yazan Mehmed Âkif'in oğludur.[54]
Mehmet Âkif'in Oğlu
Çetin Altan
(...)
Bir öğle sonrası...
Bayram içeri girdi, "Sizi biri görmek istiyor" dedi.
-Buyursun...
İçeri tıraşı uzamış,
üstü başı bakamsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir
duruş ve hafif bükük bir boyunla:
-Bendeniz, dedi,
Mehmet Âkif'in oğluyum...
Bir anda ne olduğumu
yine şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak
istercesine:
-Ooooo buyurun
buyurun, nasılsınız?.. türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım.
O tavrını bozmadı:
-Rahatsız etmeyeyim,
dedi. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim...
Gökler mi tepeme
yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak
bullak oldum...
Ve yine tek
yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, bükük boynuyla:
-Siz ne münasip
görürseniz, dedi.
Cinnet
cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. Cüzdanımı açtım; içinde ne
varsa çıkardım –fazla bir şey de yoktu– elimde tuttum. Bir iki adım attı.
Sanırım sadece bir 10, yahut 20 Lira aldı...
-Çok çok teşekkür
ederim, rahatsız ettim, dedi ve çıktı.
Aradan bir ay geçti
geçmedi. Gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme...
Beşiktaş'taki çöp
bidonlarından birinde Mehmet Âkif'in oğlunun ölüsü bulunmuştu.[55]
Kaynaklar
AKIN, Kenan,
"Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat 1966.
ALTAN, Çetin,
"Enver Paşa'nın Kız Kardeşi ve Mehmet Âkif'in Oğlu", Sabah, 5 Ağustos 1999.
Bir 150'liğin Mektupları: Ali İlmî Fânî'den Rıza Tevfik'e Mektuplar,
Haz. Abdullah Uçman – Handan İnci, Kitabevi Y., İstanbul 1998.
BOZGEYİK, Burhan,
"Kızı Feride Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor, İstiklâl Marşı
şairimizi anlatıyor", Köprü,
Aralık 1978, S. 21, s. 3-5.
COŞKUN, Nusret Safa,
"Şair Mehmet Âkif'i Oğlu Şimdi Ne Yapıyor? ", Memleket, 27
Aralık 1947.
CÜNDİOĞLU, Dücane, Âkif'e Dair, Kaknüs Y., 1. b., İstanbul
2005.
ÇANTAY, Mustafa, Âkifnâme (Mehmed Âkif), Ahmed Sait
Matb., İstanbul 1966
DOĞRUL, Ömer Rıza,
"Mehmed Âkif'in Hayatı", Safahat,
İnkılâp ve Aka Kitabevleri Y., 11. b., İstanbul 1977, s. XVII.
DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Mehmed Âkif Mısır Hayatı ve Kur'ân Meâli,
Şûle Y., 2. b., İstanbul 2005.
ERSOY, Emin,
"Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyle Beraber, Bir Yaylı Araba İle Yola
Çıktık-I, Millet, Yıl: III, 12 Şubat
1948, S. 106, s. 16.
ERSOY, Emin,
"Eskişehir'de Silâhlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu-II", Millet, Yıl: III, 19 Şubat 1948, S.
V/107, s. 16.
ERSOY, Emin,
"Âkif ve Sarhoş İki İtalyan Şoförü-III", Millet, Yıl: III, 26 Şubat 1948, S. 108, s. 15.
ERSOY, Emin,
"Âkif En Ziyade Süs ve Modaya Düşkün Erkeklere Çok Kızardı-IV", Millet, Yıl: III, 11 Mart 1948, S. 110,
s. 16.
ERSOY, Emin,
"Âkif'in Hayatında Yegâne Görebildiği Toplu Para: 970 Lira İdi-V", Millet, Yıl: III, 18 Mart 1948, S. 111,
s. 17.
ERSOY, Emin,
"Anlaşıldı ki Mustafa Sağîr Bir Hain ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa'yı
Öldürmek İçin Ankara'ya Gelmişti. Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca-VI", Millet, Yıl: III, 25 Mart 1948, S. 112,
s. 15.
ERSOY, Emin,
"Âkif, Gözyaşları İçinde Yazıyordu-VII", Millet, Yıl: III, 1 Nisan 1948, S. 113, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Türk Neslinin Günden Güne Bozulduğunu Görmek Âkif'i Çok
Üzüyordu-VIII", Millet, Yıl:
III, 8 Nisan 1948, S. 114, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Safahat Şairini Oğlundan Dinleyiniz-IX", Millet, Yıl: III, 15 Nisan 1948, S. 115, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Pek Sevdiği Ali Şükrü Bey'in Kayboluşu Babama Gözyaşları
Döktürmüştü-X", Millet, Yıl:
III, 22 Nisan 1948, S. 116, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Gecenin Issızlığında Top Sesleri Ankara Sokaklarında
Duyuluyordu-XI", Millet, Yıl:
III, 29 Nisan 1948, s. 117, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Annem Gözyaşları İçinde Beni Hasretle Bağrına Basmıştı-XII", Millet, Yıl: III, 6 Mayıs 1948, S. 118,
s. 18.
ERSOY, Emin,
"Büyük Taarruz Başlamıştı, Her Taraftan Gelen Müjdeli Haberler Birbirini
Kovalıyordu-XIII", Millet, Yıl:
III, 13 Mayıs 1948, S. 119, s. 18.
ERSOY, Emin Âkif,
"Mehmet Âkif, Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti-XIV", Millet, Yıl: III, 27 Mayıs 1948, S. 120,
s. 18.
ERSOY, Emin Âkif,
"Ruhu Huzur İçinde, Vatan Topraklarında Yatıyor", (XV), Millet, Yıl: III, 10 Haziran 1948, S.
122, s. 15 (Birinci kısmın sonu).
GÜNAYDIN, Yusuf
Turan, "Mehmed Âkif Ersoy Kaynakçası (1911-2007)", Hece, Yıl: XII, 2. baskı, Ocak 2008, S.
133 (Mehmet Âkif Özel Sayısı), s. 659-751.
GÜNAYDIN, Yusuf
Turan, Mehmet Âkif'in Mektupları,
Ebabil Y., Ankara 2009.
Her Doğum Bir Mucizedir:
Aykut Kazancıgil Kitabı, Söyleşi: Figen Şakacı, İş Bankası Kültür Y., 2.
b., İstanbul 2006, s. 358-359
KOÇU, Reşat Ekrem, İstanbul Ansiklopedisi-X, Koçu Y.,
İstanbul 1971.
KUTAY, Cemal, Necid Çöllerinde Mehmed Âkif, Tarih Y.,
İstanbul 1963.
NEBİOĞLU, Osman,
"Altan,Çetin", Türkiye'de Kim
Kimdir, Nebioğlu Y., İstanbul 1961-1962, s. 56.
NEBİOĞLU, Osman, Türkiye'de Kim Kimdir, Nebioğlu Y.,
İstanbul 1961-1962.
ÖZÇELİK, Mustafa, Mehmet Âkif Ersoy: Kronolojik Hayat Hikâyesi,
Erguvan Y., İstanbul 2009.
"Ulunay, Refi
Cevad", Tanzimat'tan Bugüne
Edebiyatçılar Ansiklopedisi-II, Yapı Kredi Y., İstanbul 2001, s. 852.
ULUNAY, Refi Cevad,
"Mehmed Âkif'in Oğlu", Milliyet,
30 Ocak 1965.
[1] Bk. Ömer
Rıza Doğrul, "Mehmed Âkif'in Hayatı", Safahat, İnkılâp ve Aka Kitabevleri Y., 11. b., İstanbul 1977, s.
XVII. Âkif'in 1314 yılında İsmet Hanım'la evliliğinden dünyaya gelen çocukları
Cemile, Feride, Suad (ö. 27 Şubat 2000) adlı kızları ile bu evlâtlarından sonra
doğan oğullarıdır. İsmet Hanım, Âkif'in 1936'da vefatından sonra birkaç sene
daha yaşamış, gençliğinden beri pençeleştiği nefes darlığı hastalığı sebebiyle
son senelerde daha fazla hırpalanmış ve nihayet 1944 senesinin 19 Nisan günü
akşamüzeri vefat etmiştir. Bk. Doğrul, s. XVII. Kızlarından Cemile [Doğrul]
1900-1981 yılları arasında yaşamıştır. Feride Hanım'ın 1902'de doğduğunu
biliyorsak da ölüm tarihi tespit edemedik. Kendisiyle yapılmış bir röportajdan
anlaşıldığı kadarıyla 1978'de sağdır. Suad 1907-2000 yılları arasında
yaşamıştır. Ayrıntılar için bk. Mustafa Özçelik, Mehmet Âkif Ersoy: Kronolojik Hayat Hikâyesi, Erguvan Y., İstanbul
2009, s. 35-38.
[2] Bk. H. B.
Çantay, Âkifnâme (Mehmed Âkif), Ahmed
Sait Matb., İstanbul 1966, s. 13-14.
[3] Reşat
Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi'nde
doğum tarihini 1904 olarak göstermiştir (Bk. İstanbul Ansiklopedisi-X, İstanbul 1971). Düzdağ'ın da işaret
ettiği gibi Emin Âkif Millet'te
neşredilen hatıralarında 1920 yılı için "Ben o zamanlar on iki yaşında bir
çocuktum" dediğine göre doğum tarihi 1908 olmalıdır. Ayrıca bk. Özçelik, a.g.e, s. 38.
[4] Emin
Âkif'in ortanca ablası Feride Hanım, bir röportajda o sıralarda Emin'in 6
yaşında olduğunu söylüyorsa da yanlış hatırlıyor olmalıdır. Bk. Burhan
Bozgeyik, "Kızı Feride Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor, İstiklâl
Marşı şairimizi anlatıyor", Köprü,
Aralık 1978, S. 21, s. 4.
[5] M.
Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Mısır Hayatı
ve Kur'ân Meâli, Şûle Y., 2. b., İstanbul 2005, s. 117-118.
[6] Feride
Hanım da Âkif'in Emin'e olan sevgisine işaret eder. Bk. Bozgeyik, a.y., s. 5.
[7] Bk. Yusuf
Turan Günaydın, Mehmet Âkif'in Mektupları,
Ebabil Y., Ankara 2009, s. 87-89.
[8] Günaydın, a.g.e, s. 86.
[9] Mektubu
yayına hazırlayan Kaya Bilgegil'in verdiği bilgiye göre, üzerine vurulan zımba
yüzünden bir kelime yok olmuştur.
[10] Günaydın,
a.g.e, s. 87-88.
[11] Günaydın,
a.g.e, s. 96.
[12] Günaydın,
a.g.e, s. 30.
[13] Günaydın,
a.g.e, s. 35.
[14] Günaydın,
a.g.e, s. 49.
[15] Günaydın,
a.g.e, s. 51.
[16] Günaydın,
a.g.e, s. 56.
[17] Günaydın,
a.g.e, s. 61.
[18] Günaydın,
a.g.e, s. 75.
[19] Tahir.
[20] Günaydın,
a.g.e, s. 77.
[21] Bir 150'liğin Mektupları: Ali İlmî Fânî'den
Rıza Tevfik'e Mektuplar, Haz. Abdullah Uçman – Handan İnci, Kitabevi Y.,
İstanbul 1998, s. 101-102.
[22] Koçu, a.g.e.-X, s. 5220. Görüldüğü üzere
Emin'in ‘bir çöp bidonu içinde ölü bulunduğu' şeklinde Çetin Altan tarafından
yayılan bilgi yanlıştır.
[23] Bu
bakımdan Dücane Cündioğlu'nun söyledikleri dikkat çekicidir: "Âkif'in çok
trajik bir hayat ve ölümün maruzu olan oğlu Emin hakkında ben de birkaç yazı
yazmış ve bazı tanıklıklar aktarmıştım. Ancak elimdeki bazı bilgileri
aktar(a)mamamın bir sebebi de hüzün, sadece hüzün. Hani derler ya yazmak
içimden gelmiyor diye işte aynen öyle! Tahassüs işte bu gibi durumlarda
ihtisasa galebe çalıyor!", Âkif'e
Dair, Kaknüs Y., 1. b., İstanbul 2005, s. 58. Cündioğlu'nun bu eserinde
"Akif'in Çocukları" başlıklı müstakil bir bölüm vardır. Bk. a.g.e., s. 83-103.
[24] Bu yazıya
Hece dergisinin Mehmet Âkif Özel
Sayısının bibliyografya kısmını hazırlarken Millî Kütüphane'de bulunan Âkif
Zarflarından birinde rastladım. Bk. Ulunay, "Mehmed Âkif'in Oğlu", Milliyet, 30 Ocak 1965.
[25] Bk.
"Ulunay, Refi Cevad", Tanzimat'tan
Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi-II, Yapı Kredi Y., İstanbul 2001, s.
852.
[26] Nebioğlu,
Türkiye'de Kim Kimdir, Nebioğlu Y.,
İstanbul 1961-1962, s. 56.
[27] Nitekim
bu karşılaştırmayı sağlamak maksadıyla iki yazının metnini bu kitabın sonunda
ek olarak veriyoruz.
[28] Bk.
Düzdağ, a.g.e., s. 123; Cündioğlu, a.g.e., s. 90.
[29] Millet, Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106,
s. 16.
[30]
Belirtmeliyiz ki Kutay, Millet'te
yayınlanan hatıratı Necid Çöllerinde
Mehmed Âkif adlı eserinde iktibas etmiştir.
[31] Nusret
Safa Coşkun, "Şair Mehmet Âkif'i Oğlu Şimdi Ne Yapıyor?", Memleket, 27 Aralık 1947; Kenan Akın,
"Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat 1966.
[32] Âkif'in
Şefik Kolaylı'ya bir mektubu için bk. Günaydın, a.g.e, s. 108-109.
[33] Her Doğum Bir Mucizedir: Aykut Kazancıgil Kitabı, Söyleşi: Figen
Şakacı, İş Bankası Kültür Y., 2. b., İstanbul 2006, s. 358-359
[34] Millet, Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106,
s. 16. Gazetedeki bölüm başlığı "Safahat Şairini oğlundan
dinleyiniz..." şeklindedir ve ilk bölümün sunuşu şöyledir: "İstiklal marşı şairi rahmetli Mehmet Âkif
Ersoy'un, Emin Âkif Ersoy adlı bir oğlu olduğunu bilir misiniz? Emin Âkif,
henüz on üç yaşında iken İstiklâl mücadelesine katılan babasıyla beraber
Anadolu'ya geçmiş, zafere kadar yanında kalmış, sonra beraberce Mısır'a
gitmiştir. Emin Âkif şimdi ana vatandadır ve safahat şairinin bilinmeyen
taraflarını kucaklayan hatıralarını Millet'in muhterem okurlarına sunmaktadır."
[35] Millet, Yıl: III, 19 Şubat 1948, S.
V/107, s. 16.
[36] Millet, Yıl: III, 26 Şubat 1948, S. 108,
s. 15.
[37] Millet, Yıl: III, 11 Mart 1948, S. 110,
s. 16.
[38] Millet, Yıl: III, 18 Mart 1948, S. 111,
s. 17.
[39] Millet, Yıl: III, 25 Mart 1948, S. 112,
s. 15.
[40] Millet, Yıl: III, 1 Nisan 1948, S. 113,
s. 18.
[41] Millet, Yıl: III, 8 Nisan 1948, S. 114,
s. 18.
[42] Millet, Yıl: III, 15 Nisan 1948, S. 115,
s. 18 (Millet'e bu bölüme müstakil
bir başlık konulmamıştır).
[43] Millet, Yıl: III, 22 Nisan 1948, S. 116,
s. 18.
[44] Millet, Yıl: III, 29 Nisan 1948, s. 117,
s. 18.
[45] Millet, Yıl: III, 6 Mayıs 1948, S. 118,
s. 18.
[46] Millet, Yıl: III, 13 Mayıs 1948, S. 119,
s. 18.
[47] Millet, Yıl: III, 27 Mayıs 1948, S. 120,
s. 18.
[48] Millet, Yıl: III, 10 Haziran 1948, S.
122, s. 15.
[49] Burada
"Birinci kısmın sonu" ifadesi vardır ve tekrar belirtelim ki, Millet'te hatıratın devamı yer
almamıştır.
[50] Memleket, 25 Aralık 1947.
[51] Kenan
Akın, "Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat 1966.
[52] Köprü, Aralık 1978, S. 21, s. 3-5.
[53]
"(...) çıkar." Âyetin tam metni için bk. Âl-i İmran: 27.
[54] Milliyet, 30 Ocak 1965.
[55] Çetin
Altan, "Enver Paşa'nın Kız Kardeşi ve Mehmet Âkif'in Oğlu", Sabah, 5 Ağustos 1999 (Yazının Enver
Paşa'yla ilgili paragrafları alınmamıştır).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar