Türkiye'nin Ruhunu Aramak Bir Kemal Tahir Kitabı
Önsöz
KURTULUŞ KAYALI
Giriş:
Bir Kemal Tahir Kitabı.
EZEL ERVERDİ
Bir Hakkı
Teslim Etmek
DOĞAN ERGUN
Bilim ve
Edebiyat İlişkileri Bakımından Kemal Tahir Üzerine Bir Sosyoloji Yazısı
KURTULUŞ KAYALI
Bizim
Kuşağın Kemal Tahir Okuma Serüveni. .
Önce
Kemalizm Sonra Sosyalizm
Kırılmanın
Ana Noktası
Son Darbe
TEVFİK ÇAVDAR
Roman,
Tarih ve Kemal Tahir
ERTAN EĞRİBEL
Kemal
Tahir Düşüncesinin Dinamizmi: Sosyalizm, Batıcılaşma ve Doğu Sorunu
Batı
Sosyalizmi Anlayışına Karşı Türk Sosyalizmi: Yerlilik ve Doğu-Batı Çatışması
Doğu
Sorunu-Batıcılaşma: Karşılıklı Açmaz ve Çöküntü
Sonuç
Yerine
RECEP ERTÜRK
Türk
Romancısı Kemal Tahir ve Osmanlılık
TALÂT HALMAN
Kemal
Tahir’in Türkçede Roman Türünün Özgünleştirilmesi Konusundaki Teşhisi Tam
İsabetliydi Ama...
D. MEHMET DOĞAN
Kemal
Tahir’in Fikirleri Canlılığını Koruyor
İSMAİL BEŞİKÇİ
Kemal
Tahir’in Yazmadıkları.
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e Geçiş
Kemal
Tahir’in Romanları
Türk
Düşün Hayatı ve Askeri Darbeler
27 Mayıs
1960
12 Mart
1971
12 Eylül
1980
POLAT SAFİ
Yargılamak
mı Anlamak mı? Vefatından 37 Yıl Sonra Kemal Tahir’i Okumak
MÜSLÜM KAVUT
Kemal
Tahir’de Kuram, Toplum ve Tarih İlişkisi Üzerine
1960’lar
Türkiye Solunun Genel Görünümü
ATÜT’ün
Klasik Marksist Metinler Üzerinden Tanımlanması
Dünyada
ve Türkiye’de ATÜT Tartışmaları
Kemal
Tahir’in ATÜT Yaklaşımı
MEHMET ÖZDEN
Kemal
Tahir Üzerine
MUHİTTİN BİLGE
AHMET ÖZCAN
Fikir
Namusu, Namuslu Fikir: Kemal Tahir
IRMAK ZİLELİ
Kemal
Tahir ile Halit Refiğ: Yorulmayan İki Savaşçı
Baylan
Pastanesi’nde İlk Karşılaşma
İlk Ortak
Çalışma: “Haremde Dört Kadın”
“Devlet
Ana”nın Doğuşuna Halit Refiğ’in Katkısı
Tasavvuf
Tartışması
Ödenen
Vefa Borçları ve Kemal Tahir Çizgisinin Devamı
ÖMER LEKESİZ
“Devlet
Ana”daki Heterodoksi
GÜNEŞ AYAS
Kemal
Tahir ve Dostoyevski Üzerine Düşünceler
FATİH ÇALMAZ
Sonuç
Yerine: Türk Romanı Yazma İddiası Gösteren Kemal Tahir’in Ne Öncülü Vardır Ne
de Ardılı
KURTULUŞ KAYALI
Sonuç
Niyetine: Kemal Tahir; Tarihçi, Sosyolog, Romancı
Notlar
Türkiye'nin Ruhunu Aramak
Bir Kemal Tahir Kitabı
Kurtuluş Kayalı
Soruşturma için başvurulan
kişiler1
Nedim Gürsel
İhsan Oktay Anar
Hulki Aktunç
Korkut Tuna
Taylan Altuğ (ulaşılamadı)
Engin Ardıç
Cahit Tanyol*
Tevfik Çavdar
Ahmet Aziz*
Ahmet Kekeç
İsmail Coşkun*
Recep Ertürk*
Orhan Koçak
Nurdan Gülbilek
Talât Halman*
Ömer Lekesiz
Adalet Ağaoğlu
Selim İleri
Leyla Erbil
İsmail Beşikçi
Mehmet Özden*
Hüseyin Su*
Tahir Abacı
Muhittin Bilge*
Cemal Kafadar*
D. Mehmet Doğan*
Asım Öz*
Polat Safi*
Ahmet Özcan*
Fatih Çalmaz*
Hasan Öztürk*
Ahmet Selim*
Lütfi Kural*
Belli ilkeleri oldu bu
kitabın. Her şeyden önce yazıların bu yıl yazılmış, ilk defa yayınlanacak,
takriben on sayfalık metinler olması istendi. Çünkü bu aşamada, bu tarihte
gerçekleştirilecek problem odaklı Kemal Tahir yaklaşımları önemli. Bazıları
için de Kemal Tahir ve düşünceleri geçip gitmiş, yitip bitmiş bir heves. 2010
koşullarında bir Kemal Tahir fotoğrafı çekilmek istendi. Bu önemli bir fotoğraf
olarak tezahür ediyor. Eski makaleler, yazılar yer almıyor bu kitapta. Hani
derler ya tüccar müflisleyince... Bir de tabii temel mesele şu: insanlar
kafalarını iki elleri arasına alıp da Kemal Tahir hakkında düşünüyorlar mı?
Dert bunu sınamak. Dert Kemal Tahir bugün yaşıyor mu onu anlamak. Anlamaya
çalışmak.
Tabii doğal olarak bugün
yaşıyorsa nasıl yaşadığını kavramaya kalkışmak. Belki de her şeyi sorgulayan
entellektüeli sorgulamaktan doğru/yanlış kaçınmamak gerekir. Hele bir şeyin
tabu olması için anlaşılmaması şarttır diyen bir entellektüeli tabulaştırmak
belki de ona yapılacak en büyük haksızlık olur. “Yanılmışız arkadaş” lafını
sürekli olarak kullanan bir entellektüelin bugün yaşasaydı eski düşüncelerini
aynen telaffuz edeceğini söylemek kelimenin tam anlamıyla bir ham hayal.
Dolayısıyla onun düşüncelerini adabıyla, saygılı bir şekilde tartışmak gerekli
görünüyor.
Hayatı sorgulamakla geçmiş
bir entellektüelin düşünceleri hakkında, sanki herkes koro halinde konuşuyormuş
gibi, konuları bölüşüp metinlerini özetlemek çıkar yol değil. Eline kalemi alıp
konu özetletmek, kitap özetlemek mesele değil. Doğrusu meseleyi belirli sorular
çerçevesinde tartışmak. Dolayısıyla sınırlı sayıda kişiye bazı başlıklar
önerildiyse de herkes konu seçmekte özgür bırakıldı, kimseye konu empoze
edilmedi. Ancak böylelikle mesele odaklı bir şekilde düşünülebilir. Belli
sorunlar etrafında tartışılarak. Yoksa bilgi yığınıyla karşılaşılır. Önemli
olan meselelerin tartışılması. Bu nedenle, kitaptaki durumu anlamak için
soruşturma soruları önemli. Önsözde tekrarlanıyor: “Son metinlerinden otuz
dokuz yıl sonra Kemal Tahir’in Türk düşüncesi ve/veya Türk romanındaki yerini
nasıl değerlendirirsiniz?” “Kemal Tahir’in metinlerine yönelik olarak yapılan
tahlillerin zaman içinde farklılaşması konusunda nasıl bir yorum yapılabilir?”
Soruşturma sorularının cevaplanması halinde sayfa sınırı olmadığı söylendi ve
metinlerin özellikle kapsamlı olması istendi. Ama nedense cevaplar oldukça
sınırlı oldu. Ama belki de cevaplar vecizdi.
Belki, belki değil, muhakkak
kimi çelişkiler var yazılanlar arasında. Farklılıklar var. Belki somut
yazıların içinde de çelişkiler var. Bunlar bile Kemal Tahir konusunda daha
yeni, daha farklı değerlendirmelerin yolunu açabilir. Kemal Tahir kitabında yer
alan metinler Kemal Tahir’e dair, ülkeye dair düşüncelerimizi zenginleştirecek
mahiyette. Kemal Tahir’in hayat sürecinde bile düşüncelerinde bir farklılıklar,
bir çelişkiler manzumesi görülmüyor mu?
Kemal Tahir deyince bir
alana hapsolmak yanlış. Ancak her alana dair kalem oynatmak Kemal Tahir’i
anlamanın yolunu açar. Tarih, sosyoloji, felsefe, iktisat, edebiyat ve hattâ
psikoloji -hani o Türk insanının şuuraltını anlamak gerek sözü- folklor ve
bilumum sosyal bilim dalı konularına odaklanmakla Kemal Tahir’in anlaşılmasının
yolu açılabilir. Kemal Tahir’i anlamamak çoğumuzun duçar olduğu belli bilim
disiplinlerine hapsol- maktan kaynaklanıyor. Bu anlamda şu Sosyal Bilimleri
Açın kitabının müellifleri hakikaten Kemal Tahir’in çağdaşları olarak
görünüyor. Ancak böyle disiplinlerarası bir anlayış Kemal Tahir’e yakınlaşmayı
sağlayabilir. Aslında bir adım daha atmak lazım. Akademisyen başka, düşünür
başka. Ancak akademisyenin darlığı aşılarak özgün düşünceye varılabilir. Sezai
Karakoç da böyle söylemiyor muydu? Ortama bakıldığı zaman mesele anlaşılır. Bu
anlamda bu kitabın son yazısını bir müsvedde olarak telakki edip çok ama çok
geliştirilmesi gerektiğini düşünmek gerek. Bu alanda daha kırk fırın ekmek
yemek lazım.
Özgün düşünce adamlığının
üstüne bir de meseleleri sorgulama zorunluluğu konulduğu zaman bu alanda emek
sarfetmenin katkısı ortaya çıkar. Demek ki daha henüz işin başındayız.
Bu kitapta önemli metinler
bir araya getirildi. Türkiye’nin belki de en istikrarlı, en gelişkin sosyoloğu
ve en istikrarlı yayıncısı, ne tür metinler yayınladığının en fazla farkında
olan yayıncısı, en esnek ve en kararlı yayıncısı lütfedip birer metin yazdılar.
Yaşayan yaşça değil başça en büyük Türk sosyoloğu Doğan Ergun ve Ezel Erverdi.
Birikimi önemsemek gerek. İkisi de geçmişte yazılanlara ve yaşananlara iyi
yaslanıyor ve mesele hakkında derinlikli olarak düşünüyor. Tabii bir zamanlar
“Emin Bey’i arayan arkadaş ben buradayım, ” cümlesinin heyecanının romandan
kendisine geçtiğine bizzat şahit olduğum yazılmalarına hâlâ aynı şevkle devam
eden Tevfik Çavdar’ın metninin olması da büyük katkı. Talât Elalman’ın
Türkiye’de Türkoloji alanındaki çalışmalara alternatif bir Türk Edebiyatı
lisansüstü programı sunması ve vakıf üniversitelerinin hemen hepsi
karşılaştırmalı edebiyatı yabancı dilde gerçekleştirmeye çalışırken eğitim
dilinin Türkçe olmasında ısrarcı olması açısından farklı konumu Kemal Tahir
hakkındaki kanaatini önemli kılmaktadır. Talât Halman entellektüel olarak da
Türk kültürüne katkıları bakımından da eli öpülesi bir adamdır. Bilkent Türk
Edebiyatı Bölümü’nde Kemal Tahir konusunda yüksek lisans çalışması yapan
birinin, Seçkin Sevim'in edebiyat eksenli yazısı maalesef yetişmemiştir.
Türkolojiden gelse de onun sınırlılıklarını aşan Ömer Lekesiz’in öyküler
konusundaki tahlilleri Kemal Tahir romanı üzerine de önemli düşünceler ifade
edebileceğinin işaretidir. Bir de Türk öykücülüğü hususunda kapsamlı çalışma
yapmış olması Kemal Tahir metinlerini karşılaştırmalı olarak
değerlendirebileceğinin göstergesidir. Yazdığı somut metin de Kemal Tahir’in
özellikle İslamcılar tarafından ıskalanmış, belki de bile isteye ıskalanmış
yaklaşımlarını incelemeyi teşvik ve tahrik edecek mahiyettedir. Tabii Ahmet
Özcan ve Muhittin Bilge de bu duruma aşikâr bir biçimde parmak basıyor. D.
Mehmet Doğan kırk yıldır Kemal Tahir ve Yol Ayrımı konusunda istikrarlı
düşünceler beyan etmesi bakımından da önemli bir aydındır. İlk çalışması
Batılılaşma ihanetinden (1975) beri Kemal Tahir metinleri üzerine vurgu yapmasa
da Batılılaşma konusunda ısrarla eleştirel bir tutum içindedir. Resmi
ideolojiye eleştirel bakmakta son dönemin modaya yatkın entellektüellerine
tekaddüm eden İsmail Beşikçi’nin aynı hususta çok önceden köklü eleştiriler
yapan Kemal Tahir konusundaki düşünceleri zihin açıcı olabilirdi. Eski
değinilen ve çok yeni göndermelerinin işaret ettiği gibi kapsayıcı bir yazı
mesele hakkındaki kanaatleri zenginleştirebilirdi. Burada eleştiri yapmak
yakışık almaz ama herkesin Ermeni tehcirini ve Kürt sorununu aynı şekilde
değerlendirmesi beklenmez, beklenemez. Eğer yanlış hatırlamıyorsam eski
metinlerinde resmi ideolojiyi eleştirme adına Kemal Tahir romanlarına
göndermeler vardır. Bir de Uluslararası Sömürge Kürdistan kitabıyla önceki
kitapları arasında belirgin düşünsel farklılıklar vardır. Ya da iki ayrı
dünyanın kitapları söz konusudur. Ayrıca Göçebe Alikatı Aşireti ve Doğu
Anadolu’nun Düzeni’ni okuyarak da benzeri bir tarzda “Yazarın Yazmadıkları... ”
başlıklı bir makale yazmak mümkündür. Kaldı ki konu hakkındaki yarım yırtık
bilgisiyle Ömer Türkeş bile Kemal Tahir’in “Ermeni kırımı”na değindiği
hususunda dikkat göstermiştir. Tabii ki İsmail Beşikçi’nin düşüncelerini
telaffuz etme hakkı muhteremdir. Sesinin her zaman birey olarak çıkması
anlamında İsmail Beşikçi’nin yazdıkları elbette önemlidir. Yazdığı metnin Kemal
Tahir üzerine oluşacak düşüncelere katkısının olabileceği de açıktır. Şimdiye
kadar yazılan metinlerde, derleme kitaplarda eksik bırakılan milliyet eksenli
konuların, Ermeni tehciri, Kürt sorunu ve benzeri meselelerin, Kemal Tahir’in
romanlarında nasıl işlendiği ayrıntılara dikkat edecek araştırmacıları
beklemektedir. Bir de yazabilseydi İsmail Coşkun Kurt Kanunu romanını Kemal
Tahir’in resmi ideolojiyi sorgulamak anlamında bir kilometre taşı olarak
niteleyecekti. İsmail Coşkunun yazıyı yetiştiremeyeceğini bilseydim “Bugünü,
Ergenekon’u falan kavramanın yolu Kurt Kanunu’nu anlamaktan geçer, ” diyen
Metin Turan’dan bir yazı isteyecektim. Irmak Zileli konuya aşina olması, Halit
Refiğ’le nehir söyleşi yapmış olması ve ölümünü müteakip onun hakkında en
yetkin makaleyi yazmış olması anlamında en doğru seçim olarak görünmektedir. Bu
kitaptaki metni de başka kaynaklara da yaslanan gelişkin bir makale mahiyetindedir.
İstanbul Sosyoloji kökenli metinler -ki daha fazla olması planlanmıştı ama
maalesef olmadı, olamadı- aslında Cahit Tanyol’dan Lütfi Kural’a kadar geniş
bir yelpaze oluşturacaktı, İstanbul sosyolojinin her renginin bu kitaba
yansıması daha güzel, daha gerçekçi, daha zengin Kemal Tahir yorumlarının
ortaya çıkmasına vesile olabilirdi. Sadece Ertan Eğri- bel, Recep Ertürk ve
Güneş Ayaş’ın problem odaklı güzel makaleleriyle yetinmek durumunda kalındı.
Kemal Tahir kitabının içinde yer alan iki tarihçinin, Mehmet Özden ve Polat
Safi’nin metinleri, Kemal Tahir’in değerlendirilmesinde farklı bir bakış
açısının somutlaşması açısından atlanıl- maması gereken önemli katkılar
mahiyetindedir. Tabii önemli başka tarihçi katkıları da olabilirdi. Hakeza
Türkiye’nin İslami kültürüne ve Marksist literatürüne / Marksist pratiğine
-hadi sanki biliyormuş gibi rahatlıkla söyleyeyim- bihakkın vâkıf Sırrı Süreyya
Önder’in Kemal Tahir metinleri üzerine düşünceleri olmasa bu kitap muhakkak
eksik olurdu. Görüldüğü gibi eksik de kaldı.
Ahmet Özcan, Muhittin Bilge
ve Fatih Çalmaz’ın yazıları vurucu tespitleri ve önemli yorumlarıyla fotoğrafın
tamamlanmasına katkıda bulunmaktadır. Beni zaman zaman neden Kemal Tahir ve
ATÜT üzerine tez yapılmaz düşüncesi meşgul etmiştir. Türkiye’de muhafazakârlar
Kemal Tahir’i Marksizmin ve ATÜT’ün dışında mütalaa ettikleri ve Batıya en
fazla açık öğretim kurumlan da ATÜT’ü artık geçerliliği kalmamış, kuramsal
olarak yanlışlanmış bir şey olarak kabullendikleri için mesele gündeme
getirilmemektedir. Bu nedenle de bir zamanlar, bir üç yıl kadar önce ATÜT
üzerine tez yapmaya soyunan -sonra nedense vazgeçen, vazgeçme gerekçesi
sorgulanmak gereken- Müslüm Kavutun birikime dayanan makalesi bu çabanın bir
sonucu olarak okunmalıdır.
Netice-i kelam, Kemal Tahir
yaşarken düşüncelerim ciddiye alıp bugünlerde de tartışan entellektüellerin
ufkumuzu açan yazıları yanında kitaba orta kuşaktan, genç kuşaktan ve en genç
kuşaktan aydınların katkıda bulunup Kemal Tahir’i anlamamızı geliştirmeleri
olağanüstü önemlidir. O nedenle gelecekten umutvar olmanın şartları tam tekmil
mevcut. Zaman içinde Kemal Tahir’in düşüncelerini daha iyi anlamamızın vasatı
yaratılıyor. Zaten bu kitap da bu sürece mütevazı bir katkı. Bu katkıların
hepten artması en büyük temennimiz.
Daha büyük temenni de bu
kitabın dikkatle okunması ve tartışılması.
Kurtuluş Kayalı
25. 08. 2010-04. 10. 2010
Giriş: Bir Kemal Tahir Kitabı.
Kemal Tahir üzerine bir tek
kitap çıkmaz ki... Kemal Tahir üzerine onlarca kitap yayınlamak mümkün. Fakat
Türkiye’nin kültürel atmosferi, entellektüel iktidar odakları, Türk yayın
dünyasının sınırlılıkları bunun oluşabileceği ortamı engelliyor, tabir caizse
ona set çekiyor. Onun için de Kemal Tahir üzerine düşünme uğraşı çok gerilerde.
Kelimenin tam anlamıyla kısır.
Kemal Tahir üzerine çeşit
çeşit kitap çıkabilir. Öncelikle sadece Kemal Tahir’in metinlerinden oluşmuş
bir kitap. Kıyıda köşede kalmış, konuşmalarını, yazılarını içeren bir kitap.
Örneğin Robert Kolej’de yaptığı bir konuşmayı, Birlik dergisindeki konuşmayı, Yeni
Edebiyat'ta Turgut Uyar’ın Divan kitabı üzerine yazısını, Türkiye’de Soldaki
Bölünmeler'de bir tek cümlesi yayınlanan konuşmasını -ki ilginçtir bu
konuşmadan daha geniş bir kısım kitabın ileriki/sonraki baskılarında
yayınlandı... Sonunda da bütün metin. Türkiye Defteri dergisinin bir sayısında
da bu metin bütünüyle yayınlandı. Sürüsüne bereket böyle birçok yazı var. Ali
Gevgilili’nin Haftanın Forumu başlığı altında düzenlediği tartışmaları. Tabii
bu foruma katılan başka entellektüellere karşı düşüncelerinin konumlanmasını da
sağlar. Bir de değişik yerlerde farklı Türk entellektüellerine dair
söyledikleri. Böyle bir kitap bayağı vurucu bir şekilde konunun anlaşılmasını
sağlar. Kemal Tahir’in düşünce dünyasının anlaşılmasına katkı yapar. Bunu bir
yönü itibariyle vakti zamanında Hulusi Dosdoğru yapmaya çalışmıştı. Ama
neredeyse kırk yıl önce O da kısmen.
Kemal Tahir üzerine bir
sahih Kemal Tahir fotoğrafı verecek bir kitap denemesi Türkiye’nin sıra dışı
entellektüellerinin gözünden bir Kemal Tahir portresi sunacak bir kitap.
Bunların, bu metinlerin bir kısmı ulaşılabilir yerlerde. Ama bir kısmı değil.
Bunların hepsinin sergilenmesi bütünsel bir fotoğrafın bütün unsurlarını
içerebilir, içerir. Bu anlamda belki de en önemlisi Selâhattin Hilav’ın
şimdilerde ulaşılabilir yerlerdeki yazıları. Bunlar bütünsel bir savunu
mahiyetinde. Hilav’ın yanında Tahir Alangu’nun Kemal Tahir hakkında yazdıkları,
bütünlüklü olanları ve bölük pörçük olanları. Öldükten sonra Yeni Ortam
dergisinde yayınlanmış olanı da dâhil olmak üzere. Çünkü Tahir Alangu Kemal
Tahir hakkında en farklı, en olumlu, en gelişkin metinleri yazan edebiyat
eleştirmeni. Belki de Türkiye’de en fazla hatırlanması gerekirken neredeyse
unutulmaya terk edilmiş olan folklor uzmanı ve edebiyat eleştirmeni. Sınırlı da
olsa özellikle Ali Gevgilili’nin, İsmail Cem’in Kemal Tahir öldükten hemen
sonra yazdıkları. Bu anılan tarzda yazılan metinlerin bir kısmı bir yerde
durdu. Zorunluluktan ya da/ve de kişisel tercihten. Bir de uzun süre
süregidenleri var. Halit Refiğ ölümüne kadar neredeyse her yıl mutlaka Kemal
Tahir’le ilgili olarak yazdı. Belki de Türk yayın dünyasında onun kadar bol ve
onun kadar olumlu Kemal Tahir yazıları yazan olmadı. Örneğin onun ancak
Shakespeare ile karşılaştırılabileceğini belirten makalesi. Tabii bir de
mutlaka ıskalanmaması gereken yazı. Devlet Ana çıktıktan hemen sonra Kitaplar
Arasında dergisinde yayınlanan Bülent Ecevit’in yazdığı metin. Bu metnin de ne
kadar samimi olarak yazıldığının en güzel göstergesi yaşamının son dönemlerinde
Devlet Ana'nın filme çekilmesi için girişimde bulunması. Bir de fazla olmasa da
Baykan Sezer’in Kemal Tahir üzerindeki düşünsel istikrar içeren yazılan.
Örneğin Ülke ve Türkiye Günlüğü dergilerindeki makaleleri. Naci Çelik’in seyrek
de olsa kapsayıcı mahiyetteki makaleleri. Tabii kitabı belki de en fazla
çarpıcı kılacak olacak husus Metin Erksan’ın “Kemal Tahir sonrası Türk
edebiyatının kesekâğıdı bile olamayacağım” söylediği o rest çeken konuşması. Ve
tabii Metin Erksan’ın diğer metinleri/yazıları. Lütfi Akad’ın vurucu
nitelemeleri ve Atıf Yılmaz’ın çarpıcı anekdotları. Bunların yanında ölümünden
hemen sonra Hareket dergisinde yayınlanan Aclan Sayılgan imzalı yazı ile Tektaş
Ağaoğlu’nun ölümünün birinci yılında Türkiye Defteri'nde çıkan yazısı. Muzaffer
Buyrukçu’nun gündelik notlarından, hayattan kesitler sunan yazdıklarından
renkli izler taşıyan alıntılar. Ve hiç atlanmaması gereken Oğuz Atay’ın iki
yazısı. Tüm bunlar gelişkin bir Kemal Tahir kitabının dinamik parçaları olarak
kendisini gösterir. Hem de bütünlüklü bir fotoğraf sunar. Tıpkı bir zamanlar
bir ölçüde İskender Özsoy’un yaptığı gibi.
Kemal Tahir iki yönü
itibariyle Türk toplumunda sarsıntı yaratmıştı. Bunlardan biri düşünce hayatı
üzerinde, biri de yapılagelen edebiyat üzerinde. Zaman zaman koşutluk arzetse
de iki alanda da sert eleştirilerle karşılaştı. Bu eleştirilere göğüs germek o
kadar kolay değil. Fakat Kemal Tahir’in eleştirilerini ıskalamak daha vahim. Bu
serüven içinde Türk entellektüelleri oradan oraya belirgin olarak savruldular.
Tipi devam ederken ve dindikten sonra yazılanlar biraz da o dönemin
özelliklerini taşımaktadır. Üzerinden bir kırk yıla yakın zaman geçtikten sonra
insan ister istemez yeni dönemin şartlarına uyuyor. Türk entellektüeli pratik,
pragmatik olduğu için bu böyle. Uzun yıllar önce söylenmiş sözler, ifade
edilmiş düşünceler yok sayılıyor. Bireyler onları ömür billah telaffuz etmek
istemiyorlar. Aslında zaman içinde Kemal Tahir hakkında ifade edilen
düşüncelerde farklılaşmalar ve zaman içinde oluşan suskunluklar bu hususun iyi sayılabilecek
bir fotoğrafını verebilir. O nedenle somut entellektüel ve edebiyatçı
örneklerinden kalkarak yapılacak karşılaştırma hakikaten ilginç olabilir. Emre
Kongar’dan, Cahit Tanyol’dan, Fethi Naci’den, İlber Ortaylı’dan, Hulki
Aktunç’tan, Hilmi Yavuz’dan, Selim İleri’den, Taylan Altuğ’dan birçok kişiye
kadar giden fotoğraf iyi sayılabilecek bir renk verir. Suskunluk. Ona yönelik
tespitler. Ve artık önceliklerin değişmesi. Ne de olsa o dönem aydını
sosyalistti, şimdi sosyalistliğini korusa da liberal solcu oldu. O dönem şeksiz
süphesiz Kemalistti, bu dönemde şeksiz şüphesiz anti-Kemalist oldu. O dönemde
antiemperyalistti, bu dönemde karşılıklı bağımlılık düşüncesiyle Avrupa ve
Amerika’ya olumlu bakmaya başladı. Bu savrulmaya uygun bir şekilde savrulduğun
zaman Kemal Tahir’in düşünceleri ve edebiyatı karşısında şaşalarsın ister
istemez. Zaten insanları da Kemal Tahir karşısında bu savruluş şekillendiriyor.
Özellikle bu savruluşlar bazı hususların merak edilmesinin nedeni. Kimbilir,
belki de okullarda Türk klasikleri okutma girişimi olmasa Kemal Tahir
metinleri, romanları kısmen unutulacak.
Dolayısıyla mesele odaklı
bir soruşturma Kemal Tahir üzerine bir kitabı belki de en gelişkin kitap yapar.
Ama insanlar belirli problemler üzerinde odaklaşmak yerine eline kalemi alıp
aklına geleni yazmaya daha meyyal. Tabii metin yazarken problem odaklı metin
yazan insan sayısı bayağı az. Menfi yönden bir şey söylemek denense, Kemal
Tahir konusunda en problem odaklı olması anlamında istikrarlı, görüş olarak
istikrarsız metinleri yazanın Yalçın Küçük olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ancak temel soruları sorarak, sadece sorulara kapsamlı cevap mahiyetinde bir
durumla olay ortaya çıkarılabilir. Bunu bir kez denedim. Büyük umutlarla bir
derginin nisan sayısı için 1995 Mart’ında. Folklor/Edebiyat dergisinde sorulan
sorulara doğru düzgün verilecek cevaplar Kemal Tahir üzerinde hakikaten
düşünülmesi anlamına gelirdi. Fakat heyhat çoğu kişi cevaplamadı soruları. Çok
sınırlı birkaç cevapla yetindik. Teferruatlı bir soruşturma dosyasını yakın
zamanda, 2010 yılında Asım Öz Ümran dergisinde gerçekleştirdi. Metinler de
derginin 2010 Nisan sayısında yayınlandı. Aslında bu soruşturma sorularından
-tabii araya Dost dergisi soruşturma sorularını da katarak- da yararlanılarak
gerçekleştirilecek bir çalışma olağanüstü gelişkin bir Kemal Tahir kitabıyla
karşılaşmayı beraberinde getirir. Bu kitabın bir parçası olarak düşünülen daha
sınırlı bir soruşturma bu yolun Türkiye açısından çıkar yol olmadığının önemli
bir göstergesi olarak ortaya çıktı. Aslında yapmak neredeyse imkânsız ama has
bir Kemal Tahir kitabı Asım Öz’ün sorularının da aralarında bulunduğu gelişkin,
derinlikli bir soruşturma kitabıyla oluşur. Bu gerçekleşebilir mi? Çok kuşkulu.
Böylesi bir kitap hep başka bir bahara kalır. Aslında böylesi bir kitap Kemal
Tahir’i düşünsel olarak en iyi yansıtan metin olur.
O zaman yapılabilecek olan
ne? Temelde Kemal Tahir’e saygılı ve çeşitlilik arz eden metinlerden oluşan bir
derleme. Eleştirel metinler konusunda kaygı duymaya gerek yok ki. Bu kitapta
yer alan, almayan eleştirilere bakıldığı zaman yazarların Kemal Tahir’in kırk
yıl önceki konumuyla paralelliklerini görmek mümkün. Bir de Kemal Tahir’in
düşüncesinin ve edebiyatının zamana dirençli olduğu gerçeğini ıskalamamak
gerekiyor. Kitap okununca Kemal Tahir’in düşünsel ve edebi dünyasının
zenginliğini ortaya çıkaracak bir derinlik görmek mümkün. Bu kitabın hikâyesini
anlatacak bir başka metin, tasarlanıp da gerçekleşmeyen tasavvuru, en azından
tasavvurun bir kısmını ortaya koyabilir. O çerçevede kitabın mahiyeti de aleni
bir şekilde ortaya çıkar. Bir anlamda Kemal Tahir’in önemini idrak etmiş
kişilerin yapacağı eleştirilerin cevaplanacağı yer de doğal olarak burası
olmaz. En azından burada cevaplamak şık olmaz. Yıllar sonra, yazılışının
üzerinden kırk yılı aşkın bir süre geçtikten sonra Genesis’te Devlet Ana
eleştirisi yapmak metnin ciddiye alındığını gösterir. Bugünün düşünce dünyasına
aşina olmak, giderek mahkûm olmak Kemal Tahir’in düşüncelerinin ortamdan
etkilenenler tarafından biraz daha eleştirel bir şekilde değerlendirilmesinin
yolunu açar.
Edward Said’in kitabı Kemal
Tahir’in ölümünden bir beş yıl sonra yayınlandı. Hakeza milliyetçilik konusunda
düşünsel ortamı etkileyen kitaplar da. Şimdi onlara yaslanıp Kemal Tahir’i
eleştirmenin trajikomik bir yanı var. Kemal Tahir’in konumu, bir dönem 1965
yılında Sosyalizm ve İslamiyet kitabından sonra Türkiye’de esen Garaudy
rüzgârına karşı Niyazi Berkes’in yazdığı “Doğuculuk Modası” başlıklı
makalesindeki durumuna benziyor. Nitekim şimdi de gene Batıdan kaynaklanan
benzer modalar var. Hakikaten bu toplumda turist gibi yaşayanların onu, bunu
oryantalist olarak nitelemesi kelimenin tam anlamıyla komik. Eskiden çok yoğun
bir kesim Garaudy’nin yazdıklarını milat olarak görüyordu, şimdi de başka
metinleri.
Zaman zaman değişik
kişileri, entellektüelleri ve bu arada Kemal Tahir’i neden belli görüşlerdeki
yazarların, düşünce adamlarının andığı şeklinde bir saptama, çoğu kez de
suçlayıcı mahiyette saptamalar yapılır. Aslında bu tür metin yazanlar her
şeyden önce kendi yaklaşım tarzlarını ve kendi yazmaktan kaçınma eylemlerini
sorgulamalıdırlar. Ondan sonra genellemeler yapmaya yönelmeliler. Bu kitapta
yer alan fotoğraf da doğal olarak benzeri bir incelemeye tabi tutulabilir. Bu
nedenle de Kemal Tahir’in bazı düşünceleri ıskalanıyor olabilir. Bunun yanında,
elinizdeki kitabın tasarlanış biçimiyle bu biçimi arasındaki fark da gösterse
gösterse yazarların duyarlılıklarım gösterir. Belli bir duyarlılık olmadığı
sürece de belli bir yazar üzerine yazmak söz konusu olmaz, olamaz. Son
zamanlarda şöyle sol görünümlü bir kurum Kemal Tahir üzerine bir etkinlik
gerçekleştirmediği gibi, sol kimlikli bir dergi de Kemal Tahir hakkında
olağanüstü dar bir dosya bile düzenlememiştir. Milletin ideolojik konumunu
onların düzenleyecekleri, ifşa edecekleri tarzında bir anlayışa saplanmak
gerekmez ki... Onlar etiketleme makamı değil ki.
Netice-i kelam bu ülkede
özgün düşünce üretme becerisi ve meramı olduğu sürece Kemal Tahir hep
hatırlanacak. Batının dünya hâkimiyetine ekonomik, toplumsal ve özellikle
kültürel direnç olduğu sürece Kemal Tahir’in yaklaşımları hep önemini
koruyacak. Türkiye’de son dönem gelişmeleri geçmişi bir bakıma unutturmuşa
benziyor. Düşünce biçimi de hep Batıyı aklayacak bir mecrada seyrediyor.
Bu toplumda bir şeyler eyleyen,
Türkiye’nin geleceğine dair samimi tasavvurları olan Komünistinden İslamcısına,
Milliyetçisinden Sosyal-Demokratına ve Kemalist’ine kadar herkes bu
coğrafyadaki düşünsel geleneği daha fazla hatırladıkça ve ona yaslanmaya
çalıştıkça Kemal Tahir düşüncesi itibariyle hep etkili olacak.
Ve o süreçte onlarca çok
daha gelişkin Kemal Tahir kitapları çıkacak.
Zaten beklentimiz de bu.
27 Mayıs ihtilali ile 1960
sonrası Türkiye, yeni anayasa ve onun getirdiği kurumlara sahip olmuştu.
Batıdaki sosyalist ve Marksist eserlerin tercümelerinin yapılması Türkiye’deki
birçok muhite hareket getirmişti. “Aydın” çevrelerdeki 1960 öncesi
egzistansiyalizm modası yerini Marksizme bırakmıştı. “Bilimsel sosyalizm” o
kadar yaygınlaşmıştı ki, ona karşı “bilimsel sağ” bile çıktı! 1960 sonrası
kimine “aydınlık” kimine “karanlık” gelen yıllarında Türkiye’ye şekil/düzen
verme (bu hareketler zaman zaman yapılır, 2010’larda da devam ediyor) eylemine
bazı aydın ve gençler destek verirken, bazı az sayıda tecrübeli ve bağımsız
aydın ve genç katılmadı. Devrilen iktidar kadroları ve mensupları suçlanmış,
“düşükler”di!
1960’ta İstanbul Erkek
Lisesi’nden mezun olmuştum. Felsefe öğretmenimiz Nurettin Topçu idi. Maarif
Vekaleti bursu ile felsefe öğrenimini Fransa’da tamamlar ve 1934’te Sorbonne’da
felsefe doktorası yapan ilk Türk olarak Türkiye’ye döner. Doktorası aynı yıl
Paris’te Conformisme et Revolte ismi ile yayınlanır (Türkçeye isyan Ahlakı
olarak tercüme edildi). Türkiye’de “muhalif’ kimliğinden dolayı üniversite
yerine lisede öğretmen olarak görev verilir. Pozitivist “yeni düzen”e karşı;
tasavvufa gönül vermiş ahlakçı ve metafizikçi bir felsefeci; bin yıllık bir
tarihe dayanan, toprağa bağlı, antiemperyalist, antikapitalist, antikomünist
bir milliyetçi; devletçi ve sosyalist fikirleri savunan bir “muhalif’. 1939,
1942/3, 1947/9 ve 1952/3 yıllarında aralıklarla aylık Hareket dergisini
çıkarır. Onun etrafında toplanan tamamı üniversite öğrencisi bir grupla Ocak
1966’da Hareket dergisini yeniden yayınlamaya başladık. 1960 sonrasının sisli
havasında Türkiye’ye ve dünyaya umutla bakan gençler olarak Türkiye’nin
meselelerine, tartışma konularına yeniden eğilmek, neticeler çıkarmak
istiyorduk. Yanlışlardan beslenmemek için; tarihimizi, devlet ve toplum
yapımızı,
Türk düşüncesinin köklerini
araştırmak istiyor, “yetmiş iki millete aynı gözle bakmaya” çalışıyorduk.
Üstünde pek durulmamış İslam ve Anadolu Türk iktisadiyatını araştırmak, iki yüz
senedir yapılan “reform”ların tahlilini yeniden yapmak istiyorduk. Bunları yapabilmek
için de her arkadaşa bir çalışma konusu veriyor, mümkünse o konuda
uzmanlaşmalarını hedefliyorduk. Biz içimizde bu çalışmaları yaparken,
imkânlarımız ölçüsünde Türkiye’deki düşünce ve sanat hareketlerini de takip
etmeye çalışıyorduk. Düşünce ortamlarında taraftar gruplar arasında kalın
çizgiler hattâ duvarlar vardı, diyalog imkânı -nerede ise- yoktu.
Sinemaya merakımın tesiri ve
irtibat kurmanın kolaylığı ile önce Halit Refiğ, sonra Metin Erksan’la
tanıştık. Çok kısa sürede, ayrı “mahalle”lerde yetişmememize rağmen kaynaştık.
Sonra da Halit Bey’in aracılığı ile Kemal Tahir ile tanıştık, tik ziyaretimizi
Halit Bey ile beraber yaptık. Genel konuşma çerçevesinde geçen ilk sohbet belli
mesafede kaldı. Kemal Bey kısa bir süre sonra, davet üzerine Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’ne gitti. Gezi sonrası görüşmemizde bu seyahatten pek
memnun kalmadığı, umduğunu bulamadığı izlenimi edindim. Kurt Kanunu ile Büyük
Mal adlı kitaplarının yayınından ve önemli bir akciğer ameliyatından sonra
ziyaretlerimiz, görüşmelerimiz, sohbetlerimiz sıklaştı.
“Mahalle’lerinin kalıplarına
sığmayan, uymayan, aşan, bağımsız düşünebilen iki özel insanı hayatlarının son
senelerinde tanıdım: Hocam Nurettin Topçu (1960-1975) ve Kemal Tahir
(1968-1973). Mizaçları, muhitleri, yetişme şartlan ayrı olan iki münevver. Bazı
insanlar hayata gözlerini açtıklarında pek çok şeyi hazır bulurlar. Ailesi,
muhiti/ortamı, maddi ve manevi hazırlığı, imkânları hazırlamışlardır. Kişi
kabiliyeti, özeni, disiplini varsa bu imkânları değerlendirerek, hayattaki
yolculuğunu daha rahat yapar, bazı noktalara daha kolay ulaşabilir. Tanıdığım
bu iki insan ise her şeyi kendi çabaları ile elde etmişlerdi. Görüşlerinden,
fikirlerinden; duruşlarından dolayı muhitleri. “mahalle”lerinin büyük kısmı
onları anlayamamış, sindirememiş, “aforoz”a uğramışlardı. Arkalarında
bıraktıkları düşünce mirası ve eserler hâlâ tazeliğim muhafaza ediyor.
Vefatlarından 35 37 yıl sonra bile Türkiye’nin onlardan öğreneceği daha çok şey
var.
Yazı yazmaya başladığından itibaren Türkiye üzerine
düşünen, problemlerine cevap arayan, “Donanmayı isyana teşvik” ve komünistlikle
suçlanarak on iki senesini hapishanede geçiren, geniş bir çerçeve ve tecrübeye
sahip, insan tanımada üstat, tanınmış bir romancı ile; yirmi beş yaşında, tıp
fakültesi öğrencisi olan ve kendi gibi düşünenlerle üç yıldır dergi çıkararak
“ülkeyi kurtarma” hayaline kapılmış, birçok yanlışı görmesine rağmen tam da
teşhis koyamayan bir gencin görüşmeleri. Zamanla duyulan karşılıklı itimat,
güven ve bir çapta dostluk.
Çok soru soran, diyalogu
seven, karşısından cevaplar bekleyen, kapısı herkese açık, hoş sohbet, her an
her bilgiyi yeniden sorgulayabilecek bir “tecrübe” ve “sabır” abidesi.
Tanıdığım Kemal Tahir; kolay
diyalog kurar, yüksek sesle düşünür, soru ve aldığı cevaplarla düşünce
geliştirirdi. Karşılık alabildiği, fikir zenginliği gördüğü kişilerle muntazam
aralıklarla görüşmek isterdi. Yanılmaktan çekinmez, kolaylıkla “Yahu yine
atlamışız” yahut “Yahu yine yanıldık” diyebilirdi. İrdeleyici, tahlil edici,
tenkit gücü güçlü bir zekâ. Sanatçı sezgileri yüksekti. Birçok yönelişinde
zekâsı, aklı kadar sezgilerinin de payı olduğu kanaatindeyim.
Onun için değişmez gerçekler
yoktu. Gerçekler de değişebilirdi. Karşılaştığı bir olayı, kişiyi veya fikri,
kitabı çok yönlü inceler, önünde-arkasında-yanında ne var, esas kişi ve gerçek
o mu, diye irdelerdi. Gerçeğin sabit kalmadığını, donmuş kalıplardan ibaret
olmadığını söylerdi. Gerçeği arayan sorumluluk sahibi bir sanatçı ve düşünce
adamıydı. Daha önce sorguladığı, bir kanaate vardığı fikirleri, yeni bilgilere
ulaşınca yeniden sorgulardı ve bunu yaparken de ne utanır, ne de yorulurdu. Bu
yönde müthiş komplekssiz idi. Gerçeği aramak ve şüphe etmek onda birlikte
barınırdı. Sıkça söylediği: “Şüphe edeceksin. Evin kapı numarasından bile emin
olmayacaksın. Sabah kalkıp kontrol edeceksin. Zira akşam değiştirmiş
olabilirler. ” Değişmez sabit fikirleri yoktu. Hazır reçetelerden, kalıplardan
hoşlanmaz, kolaycılığı sevmez, kolaycılığa kaçanı da ayıplardı. Halit Refiğ’in
1965-1971 yılları arasında yazdığı yazılardan bir kitap yapma fikrimi, Kemal
Tahir “Parça-pırtık yazılardan kitap mı olurmuş, Halit otursun yeniden yazsın,
” diye olumsuz karşılamıştı. Ulusal Sinema Kavgası’nın fikri yapısı Kemal
Tahir’in düşünce ve görüşleri üzerine inşa edilmişti. 197 l’de yayınlandığında
kitabı beğenmişti. Zamanında yankı uyandıran bu kitabın günümüzde de önemini
koruduğu kanaatindeyim.
Bir görüşmemizde “Kaç sağlam
kişisiniz?” diye sordu. “Sağlam” sözünün ağırlığından dolayı arkadaş sayımızı
azaltarak söyledim: “On iki. ” “O, çokmuşsunuz, üç kişi ile ihtilal yapılır.
Hadi bakalım, sonuna kadar sayınızı muhafaza edin, ” dedi. Zaman gösterdi ki
sayıyı muhafaza etmek zormuş. Dergimiz için tavsiyelerde bulunurdu. Ek vermek
gibi, okuyucunun dikkatini çekecek aktüel konulara girmek gibi. Biz daha
durağan bir görüntüye sahiptik. Görüşmek istediği bir gün, söze “ortadan”
girdi: “Bak etrafınızda (... ) dolaşıyor. Dikkat edin, o istihbarattandır, size
yön vermesin. ” Afalladım ama takmaz görünmek istedim. Çünkü ismi geçen kişiyi
sevmiştim. O gün Kemal Bey bütün konuşmayı ajanlar, provokasyonlar ve
Türkiye’deki komünist faaliyetler ve devletin tutumu üzerine yaptı. Kemal Tahir
herhalde bizim “toyluğumuzu” görüyor ama “yediliğimiz” hoşuna gidiyordu. Şimdi
geriye bakınca TİP’e mesafeli bakışının, SSCB’nin Çekoslavakya’yı işgalinden
sonra Mehmet Ali Aybar’ın -bizim hoşumuza giden- “Türk sosyalizmi” çıkışma hiç
ehemmiyet vermemesinin acaba o gün anlattıklarıyla ilgisi var mıydı, diye
düşünüyorum. “Çocuklar bağımsız olmak, bağımsız iş yapmak çok zordur,
meşakkatlidir. İnsanı sefalete bile götürür. Dayanmak, direnmek güç iştir.
Hattâ namuslu olmaktan da zordur. Her şeye hazır olmanız gerekir, ” derdi. Bu
sözlerin ehemmiyetini ve doğruluğunu yıllar geçtikçe gördüm.
“Gençlikte dergi çıkarmanın
keyfi başkadır, ” derdi. Sonradan öğrendik ki kendisi de gençliğinde Geçit
dergisinin içinde bulunmuş. (Geçit’i Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde bulamadım.
O kütüphanede tuhaf durumlar yaşamıştım. Nurettin Topçu Sabahattin Ali’yi
beğenirdi. Kitaplarını okumamı istediğinde, 1962’de, piyasadan temin edemedim,
baskısı yoktu. Beyazıt Kütüphanesi’nde kitapların katalog kutularında, fişleri
ve numaraları vardı, fakat çalışanlar “yok” diyerek vermemişler, ben de Hocadan
alarak okumuştum. )
Hareket’in 26. sayısında
(Şubat 1968) Devlet Ana ile ilgili Dr. Hüsrev Hatemi’nin yazısı çıkmıştı. Her
zaman yayın dünyasını yakından takip eden Hüsrev Hatemi, Devlet Ana çıkar
çıkmaz alıp okumuş ve “hayal kırıklığına” uğradığını yazmıştı. Çok sevdiği
Yunus Emre’nin “elinde saz taşıyan, hanlarda şarap içip kebap yiyerek, az önce
tanıştığı şövalye ile siyaset sohbetlerine giren bir ‘garip ozan’” şeklinde
anlatılmasını, “pornografi dozunun biraz fazla kaçırılmış olması”nı tenkit
etmişti. Romanın sürükleyiciliğini ve Kemal Tahir’in ustalığını kabul etmekle
beraber, “Dümbük, olabilemez ki ne kadar, değil ki ne kadar gibi cümlelerin bir
tiyatro eserine yakışır şekilde bol bol kullanılmış” olması türünden takıldığı
yerler vardı. Ben romanı bu yazıdan sonra okudum ve bütün olarak çok beğendim.
Ama Halit Refiğ ile ilk görüşmeye giderken bu yazının da sıkıntısını
taşıyordum. Acaba okudu mu, nasıl karşıladı? Konuşmanın seyrinden okuduğunu
sezinledim. Derginin yazarlarını sorarken ikiz Hatemi biraderler hakkında
derinlemesine bilgi almıştı. Kemal Bey’le seneler sonra Devlet Ana ile ilgili
konuştuğumuzda bu yazıyı ve benim duygularımı, onun espri bombardımanları
arasında yeniden konuştuk. Yol Ayrımı yayınlandığında Hareket’in Aralık 1971
sayısında dört arkadaşımızın yazısı vardı. Bunların arasında bilhassa (Hüseyin
Niyazi müstearı ile) Niyazi Adalı’nın yazdığı “Yol Ayrımı’nda Eşya Dokusu’’nu
beğenmiş ve “o arkadaşla tanışalım, ” demişti. Niyazi, Ankara Siyasal Bilgiler
Fakültesi üçüncü veya dördüncü sınıf öğrencisi idi.
“Milliyetçilik” konusunda;
“Bu da Batının icat ettiği ve kullandığı, bize de bulaştırdığı bir şeydir, ”
sorgulamasında uzun konuşmalarımız oldu. Batıdaki çıkışını, dayandığı temelleri
ve sınıfı, yayılışını, bizde bu kavramı kullananları konuştuk. Bilgisiz
olmadığımızı anladı. Nurettin Topçu’nun “milliyetçilik” anlayışını; Türkiye’de
genel kabul gördüğü şekilde 1923’le başlatmadığını, millet oluşumuzu XV. asırda
Fatih’le başlattığını ve bin yıllık bir Türk tarihi içinde toprağa bağlı, dil
ve emek birliğine dayandırdığını, onun deyişi ile “Allah’a uzanan irademizin
dinlendiği durak” olarak gördüğünü, N. Topçu’nun Batıcı ve Batılılaşma taraftan
olmadığını dilimizin döndüğü kadar anlattık. “Yahu bu anlattıklarınız, Yeni
Osmanlıcılık mı?” dediğinde, olmadığını ama Osmanlı’yı da bütünüyle içine
aldığını söylediğimizde, “Bari başka bir kelime kullanın, yurtseverlik,
milliyetperverlik gibi, ” dedi. Nurettin Bey’in “sosyalizm” anlayışım ve bu
kelimeyi neden kullandığını da sormuştu. 1960 sonrasının modasına uyarak
kullanmadığını, 1952’den beri “yeni bir dünya düzeni” diye ifade ettiği;
kapitalizme ve komünizme karşı, İslamın -tasavvufi anlayışından aldığı- insan
ve kainat görüşü ile, Anadolu’da yaşanan bin yıllık tarih, devlet, kültür ve
toplum düzeni yorumundan hareketle, yalnız emek ve alın terinin eseri olacak
bir mülkiyet görüşüyle sermayenin ve mülkiyetin belli ellerde toplanmadığı,
antiemperyalist, otoriteli bir devlet düzeni tasavvuru olduğunu yine dilimizin
döndüğü kadar anlattık ve bu kelimeyi 1958 ve 1959’da da kullandığını söyledik.
Bu düzeni de; sabırlı, merhametli, hizmet ehli, maddi menfaat peşinde koşmayan,
dünyayı tanıyan, Türk insanını tanıyan ve ona yaslanan, güvenen idealist aydın
gençlerin kuracağını ifade ettik. Gerçekçi Kemal Tahir’e “pek” uymayan bir
“ütopya” idi. Sessiz ve -alışılmış sorularını soramadan- söz kesmeden dinledi.
Halit Refiğ ile İslami
konular ve tasavvuf üzerine sohbet ederdik. Yazılarında da bu konulara
değinirdi: “Kökü ‘tasavvufa dayanan Türk insan-severliği; kökü ‘Rönesans’a
dolayısıyla Yunan felsefesine dayanan Batı hümanizmasına göre çok değişik
özellikler göstermektedir. Tasavvuf, toprakta özel mülkiyete değil, miri düzene
dayanan, bünyesinde hiçbir zaman kölelik sistemi barınmamış olan Türk-İslam
toplumunun devletçi bir dünya görüşüdür... ‘Rönesans hümanizması’ ise köleci
Yunan medeniyetinin ve feodal Batı Avrupa dünyasının, Tanrı ile lordların,
baronların, ilahi haklarını paylaşmak isteyen yeni' yeni güçlenen sınıflarının,
temeli özel mülkiyete dayanan bireyci dünya görüşüdür. ” Kemal Tahir İslami
konulara girmezdi, konuşmazdı. Bir defa Osmanlı toplum düzeninde, tekkelerin,
zaviyelerin önemli rolü olduğunu, Bizans’tan kalan bazı “miras”lardan daha çok
İslam’ın insan ve iktisadi anlayışında aramak gerektiğini konuşmuştuk.
“Aranızda bu konularla ilgili çalışanlar var mı?” diye sorduğunda, tasavvuf ve
tarikatları Mustafa Kara (şimdi profesör olup bu sahada önemli eserler verdi)
ve Yaşar Nuri Öztürk (bu sahada iki eser verdikten sonra, daha aktüel sahalara
geçti), iktisadi konuları Ahmet Tabakoğlu (şimdi profesördür, Türk İktisat
Tarihi ve İslam İktisadına Giriş kitaplarım yazdı) çalıştığını, hepsinin de
öğrenci olduğunu öğrenince “Yahu ömrüm onların yetişmesine yetmez, ” demiş, bir
yandan da memnun olmuştu. Osman Turan’ın “Ortaçağ Türk İktisat Tarihi” veya
“Erken Dönem Türk iktisat Tarihi” çalışması olduğunu duyunca çok heyecanlanmış
“Hoca ne zaman bitirir bu çalışmayı da okusak, ” dediğinde notların, fişlerin
bitmek üzere olduğuna sevinmişti (Osman Turan Hoca’nın ömrü yetmedi, bu notlar
ve fişler hâlâ sahiplerini bekliyor).
Kemal Tahir, Fuad Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan’ın
çalışmalarını çok önemsiyor “Kafamızı abur-cuburla dolduracağımıza, bunları
bilip okusaydık, ” diye hayıflanıyordu. Ayrıca İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Mustafa Akdağ, Halil İnalcık ve Niyazi Berkes’i önemsiyordu. Hilmi Ziya Ülken,
Ziyaeddin Fındıkoğlu ve Mümtaz Turhan’ı tanıdığım için onlar üzerine
konuşurduk. Z. Fındıkoğlu’nun, Avrupa’dan döndükten sonra önemli araştırmaları
ve yazıları vardı, bir süre sonra İstanbul Üniversitesi’nin iklimine uyduğunun
Kemal Bey de farkındaydı. “Yahu bizimkiler bilmiyor, ezberlediklerinin dışına
çıkamıyordu, ya sizinkilerin habersizliğine ve bu zamana kadar dişe dokunan bir
şey ortaya koyamamasına ne demeli?” sorusuna cevap vermemiz zordu. Bir sohbette
“Arif Nihat Asya’yı tanıyor musun, ” diye sordu. Gıyaben tanıdığımı
söylediğimde “Ben Malatya Cezaevi’nde iken o da Malatya’da öğretmendi.
Yattığımdan haberdar olunca aralıklarla bana kendiliğinden kitap getirmeye
başladı. Bazen benim de isteklerim oluyordu, bulduklarını getirirdi. Bir
seferinde kitaplar arasına bir Kuran da ilave etmişti. Herhalde beni doğru yola
davet ediyordu. Kendisine şükran borçluyum. Kısa da olsa sohbet ederdik, ” diye
anlattı.
Vefatından sonra hakkında
yayınlanan yazılardan, notlarından daha iyi anlaşıldı ki bağımsız ve hür olma
onun yaradılışında, karakterinde vardı. Galatasaray Lisesi’ni ailevi sebepler
ve maddi yetersizlikten yarım bırakıp çalışma mecburiyetinde kalması onu
yıldırmadı. On iki yıllık hapis hayatını onun kadar değerlendiren -gözlem
yapan, okuyan, notlar tutan, yazan- yarına kendini hazırlayan kaç kişi vardır?
Şiirle başladığı yazı
hayatında, zaman zaman hikâye yazmasına rağmen romanda karar kılar. “Edebi
kabiliyetini Nâzım Hikmet keşfetti” sözü yaygındı (Kendisine sorduğumda,
ilgilendiğini ve yardım ettiğini kabul etmiş, arkasından gülen çehresi sükûta
dalmıştı). Ülke meselelerine duyarlıdır. Yeni Türkiye’nin problemlerine önce
Kemalist bir gözle bakarken (ilk eşi Fatma İrfan Hanım’a yazdığı mektuplardan),
zamanla sosyalizm ve Marksizme yönelir. Tek parti ve Kemalist fikirleri tenkit
eder. “Donanmayı isyana teşvik” suçu ile 1938’de on iki yıllık hapishane hayatı
başlar (Donanmayı isyana teşvik etmediğini çevresinden öğrenip kendisine birkaç
kez sorduğumda da, ilk birkaçını geçiştirip sonuncusunda da -herhalde-
dayanamayıp: “Bırak bu işi sormayı, olup bitmiş, davası olmaz, siz ne dersiniz
kader işte, ” dedi). Mahkeme kararı ile komünist olmuştur. “Bütün Türkiye
Cumhuriyeti, Ordusu, Temyiz Mahkemesi, Hükümeti ile ‘ille Kemal Tahir’i
komünist yapmak istiyoruz, muhakkak komünist olmalı’ diye seferber olursa;
takdire tedbir uymuyor demektir. Biz de halis yerli komünist olur çıkarız. Hem
komünist olmak atla deve değil ya, önümüzde 15 adet yıl var. Düşüne taşma,
okuya üfleye icabına bakılır, ” (Fatma irfan Hanıma yazdığı mektuplardan). Bir
dönem beraber kaldıkları N. Hikmetle hapishanede beraber çalışırlar, “keskin
Marksist” olur. Ama 1968’de yayınladığı Nâzım Hikmet mektuplarından zaman
içinde aralarında görüş ayrılıkları başladığı anlaşılır. Aynı çevre içinde
bulunmasına rağmen farklılıkları vardır. Araştırır, irdeler, sorgular (kendi
tabiri ile “şıbbadan” bir şeyi kabul etmez) ve uzun soluklu çalışmalara başlar.
1950 affı ile hapisten çıkar ve ikinci eşi Semiha Hanım’la evlenir. Hulusi
Dosdoğru’dan öğreniyoruz ki Kemal Tahir, hapisten sonra TKP ile temas etmez ve
hiçbir zaman bil fiil TKP üyesi olmamıştır.
Semiha Hanım, ağabeyi TKP’li
Hüsameddin Özdoğu vasıtasıyla partiyle temastadır. İlk eşi Kerim Sadi
dolayısıyla da solda geniş bir çevreye sahiptir ve Kemal Tahir’i
irtibatlandırır. Kemal Tahir TİP’ten de uzak durur. Hulusi Bey’e göre K. Tahir
“Marksist ideolojiyi iyi bilirdi”, onun da kanaati Kemal Tahir’in Nâzım
Hikmet’le fikir bazında ayrılıkları olduğu ve N. Hikmet aleyhinde hiç
konuşmadığıdır. “Nâzım bir enternasyonal tutturmuştu. Kemal nasyonalsiz
enternasyonal olmaz. Nasyonal yokken temeli nereye koyacağız da enternasyonale
sıçrayacağız... Kemal biz Türkiye’yi tanımıyoruz, polisle mücadele ediyoruz, ”
diye naklediyor Hulusi Dosdoğru.
Hapishanelerde, sonrası
dışarıda hummalı bir şekilde çalışır. Âşıkpaşa, Naima, Ahmet Cevdet Paşa
tarihlerini, Dede Korkut'u, Evliya Çelebi’yi okur. Siyasetnameler, Kâbusname
gibi kitaplar... Araştırır, tarihi, toplum yapımızı. Her şeyi yeniden sorgular.
Marksizm’in açmazlarını görür. Bize uymayan “reçeteler”i fark eder. Marks ve
Engels’in Doğu toplumları üzerine yazdıklarını okur. Çevresindeki iktisatçı ve
felsefecileri yönlendirir. ATÜT bir dönem onu tatmin etse de, bunu da aşar. Hep
gerçeğin peşindedir. Doğu-Batı tarihsel farklılığı zamanla tam karşıtlığa
dönüşür.
Uzun zamandır üzerine
çalıştığı kendi yazı “dil”ini inşa eder, oya gibi işler. Arka arkaya Türk
edebiyatında köşe başı olacak romanlarını yayınlar. Son kitabının ismi
manidardır. Yol Ayrımı. Kesin yol ayrımı.
Kemal Bey geç kalmamıştı.
Türk “aydınları” geç kalmıştı. Kemal Tahir’in “sağcı” ve “solcu”lara
kazandırdıklarım sıralamak isterim.
Düşünce dünyamıza zenginlik
ve derinlik, ülke meselelerine gerçekçi, metotlu, bütüncül yorumlar getirdi.
Kemal Tahir Osmanlı
toplumunun sınıflı bir iktisadi ve siyasi yapı arz etmediğini, Avrupa’daki
sınıfsal yapının Anadolu’da bulunmadığını ve tarihimizde sınıf mücadeleleri
olmadığını, Batıda güçlü sınıfın devlete hakim olduğunu, Osmanlı’daki
zümrelerin siyasi şuur kazanmadığım ve bu zümrelerin devlete hakim olmadığını
savundu. Avrupa’daki feodal düzenle Osmanlı’daki tımar-ikta sisteminin aynı
olmadığı ve bizde II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet’le oluşturulan “ticari
burjuvazi” vardır görüşüne katılmadı. Klasik Marksizm’in Türk toplum yapısını
açıklayamadığını, Batının kalıplarının bizim meselelerimizi çözemediğini,
senelerdir bir saplantı içinde bulunan klasik Marksist “aydın”lardan
çekinmeden, korkmadan, yılmadan düşüncelerini ortaya koydu. Tek sosyalizm vardır
o da “bilimsel sosyalizm”dir görüşünün Türkiye’de gerçek olmadığını gösterdi.
Osmanlı toplum ve devlet
yapısını yeni bir gözle araştırdı. Osmanlı Devleti’nde özel mülkiyetin sınırlı
olduğunu, tamamının devletin kontrolünde, toprak ve askeri sistemin bir bütün
olduğunu, Batıda devlet olmadığı zamanlarda bile toplumların var olabildiğini,
bizde ise devletsiz toplumların yaşayamadığını söyledi. “Kerim devlet”i
savundu, hattâ devletçi bir görüş benimsedi diyebiliriz. “Zamanımızda bile
sıkışan insanımız ‘devlet nerede’ diye yakınır, ” derdi. Devletin ve merkezin
iktidarı mutlaktı, ayrıca Osmanlı’da sivil toplumdan bahsedilemez
iddiasındaydı. Osmanlı’yı savunur ve yüceltirken, eskiye dönme ve Osmanlılığı
arzulama yoktur. Zira o gerçekçidir, Osmanlı tarihte yerini almıştır.
Daha önce belirttiğim, tek
gerçek olmadığını, gerçeğin değişebileceğini savundu.
Çok cesurca, Kurtuluş
Savaşı, antiemperyalist bir savaş mıdır, sorusunu ortaya attı. Kemalist düşünce
ile devrimlerle ilgili tenkitlerini ve millet vicdanında yer bulamayan
devrimlerin yaşamayacağını yüksek sesle dillendirdi.
Batılılaşma karşıtlığı
Türkiye’de eskidir. “Sağ” çevrede de Batılılaşma tarafları olduğu gibi
Doğu-Batı sentezcileri ve Batılılaşma karşıtları da vardı. Kemal Tahir
Batılılaşma konusundaki tartışmaları daha üst bir perdeye çıkararak, Batı ile
hesaplaşmak zorunda olduğumuzu, er geç ister istemez bunu yapmaya mecbur
olduğumuzu söyledi. Bu hesaplaşma gerçekten olmadan; hizmet teklif ederek
onların etrafında dolaşarak belayı başımızdan def edemeyeceğimizi, Batı insanı,
tarihi ve kültürü ile hiçbir alakamızın olmadığını, benzer yanımızın yalnızca
insan olmamızdır diyerek Batılılaşmaya en şiddetli karşı çıkan düşünür ve
sanatçımızdır.
Dilin, yaşanan hayatın
ayrılmaz bir parçası olduğunu, tarihsiz ve güçlü dili olmayan toplumlarda büyük
sanatçı çıkamayacağını, otuz-kırk yıllık uydurma bir tarih ve dille sanat
yapılamayacağını iddia etti. Sadeleşmeye karşı çıktı. Osmanlıca denilen,
horlanan dilimizin imparatorluk dili olduğunu, yabancı kelimelerin olmasının
tabii olduğunu, “Osmanlılar bizim gibi ahmak olsalardı sadeleştirecek Türkçeyi
zor bulurduk, ” dedi. Sadeleştirme hareketinin “yeni devlet” anlayışının ürünü
olduğunu söyledi ve şiddetle “Güneş Dil Teorisi”ne karşı çıktı. Kemal Tahir
dilin tabii şartlarda, zorlanmadan değişebileceği inanandaydı. “Dille oynamak
milletin tarihiyle, kültürüyle oynamaktır, ” görüşündeydi. “Günümüz nesilleri
onun için tarihsiz yetişiyor, ” diyordu. Ona göre dildeki üstünlük düşüncedeki
üstünlüğü de getirecektir. Dilde üstünlük yaratamayan bir milletin düşüncesi de
kapalı, dar ve sınırlı olur, diyordu.
“Köy romanı” balonunu
patlattı.
Eşkıyadan kahraman çıkaran - Robin Hood misali zenginden
alıp fakire dağıtan - ince Memed’in karşısına Rahmet Yolları Kesti ile çıkarak
bu yolun “esnaflarının yolunu kesti. Osmanlı’da Celali İsyanları’nın sınıf
çatışmasından kaynaklanmadığını, isyanın başını çekenlerin devlet görevlileri
olduğunu belirtti. Şeyh Bedrettin’i de “halk kahramanı” görmez, hattâ
hareketinin halkın yararına olmadığına inanırdı.
1960-1970 yıllarının “sol”da
aktüel konu olan toprak reformu isteklerine de katılmadı. Zira istenilen
reformun köylüye hiçbir şey kazandıramayacağı düşüncesindeydi.
21 Nisan 1973 Cumartesi günü
vefat haberini aldığımızda, aklımıza hemen menhus hastalığın nüksettiği geldi.
Evine vardığımızda kalabalıkta her kafadan bir ses yükseliyordu. Kemal Bey’in
bir tarafta yüz ve el maskını alanlar, bir tarafta önceki gecenin karanlığına
dalanlar, bir tarafta yapılacak işleri planlayanlar. 23 Nisan günü, Bağdat Caddesi
üzerindeki Erenköy Camii’nde cenaze namazı için buluşuldu. Cami de bahçesi de
küçük bir yer, kalabalık aşırı değildi. Beni şaşırtan vakit namazından çıkan
(az cemaat vardı) biri kırmızı gömlekli iki ihtiyar oldu. Çok dikkatli bakmışım
ki yaşı ortanın üstünde biri kulağıma “eski tüfekler” dedi. Cenazeye katılan
epey arkadaşımız vardı. Gençler cenazenin başında değişerek saygı
duruşundaydılar. Birden kaynaşma oldu, bir arkadaş “Ağabey Hareketçiler,
sağcılar cenazeyi kaçıracaklar, sözleri söyleniyor. Bize saygı duruşunda sıra
vermiyorlar, ” dedi. Şaşırmıştım, sükunetlerini bozmamalarını, tabutun başından
ayrılmalarını söyledim. Arkadaşlar bu sözlerime çok üzülmüşlerdi. Cenaze
namazından sonra Sahrayı Cedit Mezarlığı’nda merhum toprağa verildi, “nutuk”lar
çekildi. Sağlığında sevmeyenler sever olmuştu. Hareket'in Mayıs 1973 sayısı
hazırlanmıştı. Kemal Bey’in vefatı üzerine yer açıldı, uzunca “Hareket” imzalı
bir yazı yayınlandı. Kemal Tahir’in Türkiye’nin entelektüel değerlerini allak
bullak ettiğini, hiçbir zaman kapıkulu olmadığını belirtiyor, ömrünü çok
çalışarak, çok düşünerek, ün ve para avcılığına bulaşmadan, kitaplarını
Batılılaşmış yazarların yaptığı ayarlanmış çeviricilere çevirtip yabancı
dillerde yayınlatma düşüklüğüne düşmeden kalıpları kırdığı gibi meziyetleri
yazılmıştı. “Kemal Tahir kendimize dönüştür, kendimize dönüşlerin en dikkate
şayanıdır, ” diyorduk.
Türkiye’deki sanat ve fikir
muhitlerinde görülen tarafgirlik ve sığlık, spor kulüpleri taraflarının
birbirleriyle olan ilişki ve tavırlarından farksız değildi. 1950’lerden
itibaren siyasetçilerde görülen kalın, kesin ve uyuşmaz münasebet, “aydın”lar
arasında birbirini okumamak, dinlememek, anlamak istememek düzeyine
inmemeliydi. 1960’lardan 2010’lara -bu zaman kesitini yaşarak gördüğüm- bir gelişmenin,
bir ilerlemenin hâlâ olmadığıdır.
Kemal Tahir’in evinde,
sofrasında çok şey öğrendik. Eşi Semiha Hanım’ı önce terzilik yaparak evine
katkıda bulunan bir eş olarak tanıdık. Pek konuşmaya katılmaz, bazen yanımızda
oturur işiyle meşgul olurdu. Sonra onun (yanılmıyorsam) Moskova Sosyoloji
Fakültesi’nden mezun olduğunu öğrenince, saygımız daha da arttı. Kemal Bey’in
vefatından bir zaman sonra bir söz ortalıkta dolaşmaya başladı. Güya
ziyaretlerimiz sırasında Semiha Hanım “sağcılar”, “faşistler” Kemal Tahir’i
öldürmesin, bir zarar vermesin diye makasıyla tedbir alırmış! Bu söz hâlâ
dudaklar ve kulaklarda dolaşmakta. Böyle bir durumu hiç fark etmedim. Onu
rahmetle anıyorum.
Kemal Tahir geniş bir
çevreye sahipti. Benim gözlemim en iyi ve yakın dostunun Dr. Hulusi Dosdoğru
olduğudur. Biraz acı da olsa zikretmem gerek: Kalabalıklar içinde yalnızdı.
Çevresi sarılmıştı. Onun tatlı sohbeti, derdini dışarı vurmaz tavrı pek çok
şeyi örtüyordu.
Geçen zaman, muarızlarını
değil Kemal Tahir’i haklı çıkarmıştır. Rahmetle, minnetle hatırlıyoruz.
Bilim ve Edebiyat İlişkileri Bakımından Kemal Tahir Üzerine Bir
Sosyoloji Yazısı
Kemal Tahir bir Türk
romancısıdır. Onun romanı üzerine bir irdeleme denemesine başlarken, Türk
sosyoloğu Ziya Gökalp’in roman üzerine düşüncesinin akla gelmesi, bilmek
dışında, anlaşılır ya da anlaşılmaz bir mutluluk veriyor bu irdelemeyi yapana.
Anlaşılır ya da anlaşılmaz bir yerlilik duygusu, her ikisinin de Türk olması
bakımından...
Bu satırların yazarı önce
bir genel sosyologtur; ve sosyolojinin dalları ya da özel sosyolojiler içinde
edebiyat sosyolojisi kendisinin uzmanlık alanı değildir. Başka bir iki özel
sosyoloji kendisinin uzmanlık alanına girer denilebilir. Ama bir genel
sosyoloğun tanımını ve işlevini bilecek kadar edebiyat sosyolojisiyle bir
aşinalığı gereklidir.
Ziya Gökalp, “Roman,
tarihten daha doğru bir tarihtir, ” demişti. Roman bir edebiyat türü olduğuna
göre, kanımca, Gökalp’in sözünü “Edebiyat, tarihten daha doğru bir tarihtir, ”
olarak anlamanın hiçbir sakıncası yoktur. Edebiyatın bir anlatım sanatı olduğu
bilinir. Tarihe gelince, tarihin, bilim olup olmadığı hâlâ tartışılır; fakat
tarihin önemi asla tartışma konusu olamaz. Çünkü tarih bilmek çok önemlidir;
çok önemlidir, çünkü her toplumsal olay aynı zamanda tarihsel bir olaydır.
Fakat, tarihin bilim olabilmesi için, tarihin bir nesnel ölçüte ihtiyacı olması
ve bu ihtiyacın da siyasal ekonomisi olması gerektiğini söyleyen Henri
Lefebvre, toplumlarda temel olgunun, gerçek tarihsel olgu olduğunu vurgular.
Buna rağmen, tarihin bilim olup olmadığı hâlâ tartışılmaktadır. Özellikle
tarihin yöntembilim konusunda gösterdiği belirsizliklerden dolayı, ki bu, bu
satırların konusu olmayacaktır.
Tarih bilim olsun ya da
olmasın; önemli olan tarihin doğru tarih olmasıdır. Edebiyat bir bilim
değildir; bir anlatım sanatıdır. Edebiyatın, bilgi kaynaklarını tarihsel ve
toplumsal gerçekte araması, bulması edebiyat için çok yararlı ve çok önemlidir.
Edebiyat, bir bilim olmadığı için tarihsel ve toplumsal gerçekleri, tarih,
sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji gibi toplumsal bilimlerin araştırma
sonuçlarından öğrenecektir, öğrenmek zorundadır; çünkü edebiyatın, toplumlarda
her şeyden önce görevi insanları/bireyleri bilinçlendirmek olmalıdır. Edebiyat,
insanları, insanlarda güzellik/estetik duyguları uyandıracak biçimde
bilinçlendirmelidir.
İşte bu yüzden Gökalp’in
“Roman [ya da edebiyat] tarihten daha doğru bir tarihtir” sözü, edebiyat,
tarihi, daha doğru tarih yapar biçiminde anlaşılmalıdır; edebiyat yaşamaya
yardım eder biçiminde anlaşılmalıdır. Ancak toplumsal ve tarihsel gerçekleri,
toplumsal bilimlerin bilgi kaynaklarında aramak, edebiyatı daha sağlam, daha
gerçekçi, daha toplumcu yapmak için önkoşuldur. Tarih, sosyoloji, psikoloji,
sosyal psikoloji gibi toplumsal bilimleri daha doğru bilimler yapacak olan
edebiyatın kendisi bilim değildir. Değildir ama, toplumsal bilimleri daha doğru
bilimler yapacaktır. Bilimsel yöntemi olmayan edebiyat, bilimde hiç olmayan/hiç
olmaması gereken duygu ile bilimi ve özellikle bilimin yöntemini zenginleştirir.
Edebiyatçının duygu aracılığıyla elde ettiği izlenim, bilim insanları için
bilgi kaynağı/ek bilgi kaynağı olabilir. Bazı edebiyatçıların bazı izlenimleri
bilgi keşfi olarak da sonuçlanabiliyor.
Romanın, şiirin, edebiyat
türleri olduğunu hatırlarsak, bu kısa sosyoloji irdelememin kısa girişinin
Gaston Bachelard’ın şu unutulmaz sözleriyle özetlenebileceğini umuyorum:
“Felsefenin bütün umudu, şiiri ve bilimi birbiri içim tümleyici kılmak, onları
tam iki karşıt olarak birleştirmektir. ” Kemal Tahir’e gelince şu soruları
sormak anlamlı olacaktır. Niçin Kemal Tahir Türkiye’de bu kadar ünlendi? Neden
aleyhinde, lehinde herkes her şey yazdı, söyledi? Kemal Tahir’den öncesini
anlamak bakımından Kurtuluş Kayalı’nın çok dikkat çekici ve çok uyarıcı şu
saptamasını yinelemek istiyorum. Kayalı, düşüncesini mealen şöyle
vurgulamaktadır: “Cumhuriyetimiz’in ilk yıllarında, edebiyatçılarımız bir
yerde/bir ölçüde sosyal bilimcilik yapmışlardı. ” Cumhuriyetimiz’in kuruluşu
öncesi ve Cumhuriyetimiz’in ilk yıllarında başta Ziya Gökalp olmak üzere birkaç
sosyal bilimcimiz vardı ama, gerek nitelik olarak gerek sayı olarak elbette
yetersizdiler. Gökalp ve onu izleyenler ellerinden geleni yaptıkları için,
onlar için duyacağımız sevgi ve saygı, geliştireceğimiz minnet duygusu ulusal bilincimizin
gerekli bir sonucu olmalıdır.
Kayalının, Cumhuriyetimiz’in
ilk yıllarındaki edebiyatçılarımız için söylediği “bir yerde/bir ölçüde sosyal
bilimcilik yaptılar” saptamasındaki “bir yerde/bir ölçüde”yi Kemal Tahir çok
ileri götürmek istemişti. “Neden Kemal Tahir çok ileri götürmüştü?” sorusunun
cevabını önce iki değerli felsefecimizin saptamalarında aramak gerekir. Bu
felsefecilerimiz Hilmi Yavuz ve Selâhattin Hilav’dır.
Hilmi Yavuz, Türkiye Defteri
dergisinde ‘Kemal Tahir ve Ulusal Felsefe Sorunu’ başlığını taşıyan yazısında
şöyle açıklıyordu:
Kemal Tahir, kültür
düzeyinde zihinsel işbölümünün gelişmediği ya da tarihsel koşullar gereği,
gelişemediği bir toplumun aydınıdır. Bunu öncelikle belirtmekte yarar var.
Kemal Tahir romanlar yazmıştır, Kemal Tahir geleneksel Türk toplumunun yapısına
ilişkin gözlem ve irdelemelere girişmiştir. Kemal Tahir kültür ve uygarlık
problemlerimizi temellendirmeye çalışan araştırmalar yapmıştır. Kısaca, Kemal
Tahir edebiyattan toplumbilime, tarihten insan-bilime, ekonomiden felsefeye
kadar, değişik, ama bir bağlamda birbirini bütünleyen bilgi alanlarına eğilme
gereğini duymuştur. Bu eğilim onun hem roman sorununu, kendi deyimi ile “çok
derinlere giden, bilim, felsefe ve tekniğe dayalı; dünyadaki bütün meseleleri
içine alabilen ve kullanabilen geniş bir edebiyat türü” olarak almasından, hem
de bu geniş edebiyat türünü Türk toplumunun gerçeklerine dayandırmak için
tarih, toplumbilim, felsefe vb. alanlarında bugüne kadar yapılmış olan bilimsel
araştırmaları yetersiz, eksik ya da yanlış bulmasındandır. Kemal Tahir’e göre
“tarihsel, ekonomik, sosyal koşulları derinlemesine ve genişlemesine incelenmiş
Batı toplumları”nda romancının işi elbette daha kolaydır. “Bizim gibi tarihine,
ekonomisindeki özel koşullarına ve sosyal hayatına pek az eğilinmiş hattâ
tersine, gerçekleri altüst edilmiş, gözden saklanmak istenmiş toplumlarda” ise
bu iş romancıya düşmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse, ulusal gerçeği roman
malzemesi olarak kullanabilme zorunluluğunu, bu gerçeği bilimsel olarak temellendirme
zorunluluğu, ister istemez, birlikte üstlenme durumunda kalmış aydınlarımızdan
biridir Kemal Tahir.2
Hilmi Yavuz’un Kemal Tahir
üzerinden ve özelinden sergilemek istediği bir durumu, Selâhattin Hilav kendi
üzerinden ve özelinden sergilerken, her ikisinin saptaması, Türkiye’de, bir
aydın kuşağının ortak dramını aydınlatmış oluyordu. Evet, Selâhattin Hilav da
şöyle yazmıştı: “Kısacası, benim için, tarihimiz, anlaşılmaz, karanlık, saydam
olmayan bir olaylar yığınıydı. Çok az da olsa, büyük edebiyat eserlerimizdeki
insan imgesi, resmi ideolojinin ve bizdeki klasik Marksist öğretinin sunduğu
Türk insanı imgesine uymuyordu; sınıf çatışması ve politik hayat için de aynı
şeyi söyleyebilirim.”3 Bu kısa saptamasında
Selâhattin Hilav, bir taşla birkaç kuş vurmak gibi uyarıcı bir görev üstlenmiş.
Hilav “... tarihimiz, ... bir olaylar yığınıydı” derken, elbette,
yöntembilimsizliğimizi ima ediyor; “klasik Marksist öğreti” derken de, klasik
Marksist diyalektiğin, bir dönem bilimsel araştırmaların yapılmasını engellediğini
açıklamış oluyordu. Ve Hilmi Yavuz’un belirttiği gibi Kemal Tahir, “ulusal
gerçeği roman malzemesi olarak kullanabilme zorunluluğu ile, bu gerçeği
bilimsel olarak temellendirme zorunluluğu”yla karşı karşıya kaldı. Eğri
oturalım doğru konuşalım. Bu kolay mıydı?..
Aynı zamanda sanatçı ve
bilim adamı olmak kolay mı?..
Bilimin yöntemi başka, amacı
başkadır.
Sanatın yöntemi başka, amacı
başkadır.
Bilimin amacı, bilinmeyeni
bulmaktır; görülmeyeni göstermektir.
Sanatın amacı, insan
olaylarım güzellik duyguları uyandıracak biçimde anlatmaktır.
Güzellik duyguları
uyandırmak, elbette çok iyidir, çok yararlıdır.
Ya gerçeklik?!
Bilim, bilinmeyen
gerçekleri, görülmeyen gerçekleri bulmaya, göstermeye çalışır.
Sanat, güzellik duyguları
uyandırmaya çalışır.
Bu yazıda konu, hem
gerçeklikle hem güzellikle aynı zamanda karşı karşıya kalmış Kemal Tahir’dir.
Ve bütün sorun şudur: Kemal Tahir ne kadar başarılı olmuştur? Bilimsel
gerçeklikte ne kadar başarılı olmuştur, sanatsal gerçeklikte ne kadar başarılı
olmuştur? Bu satırların sosyolog yazarı, elbette ancak ve ancak bilimsel
gerçeklikteki niteliği bakımından Kemal Tahir’le ilgili birkaç söz
söyleyebilir. Kemal Tahir’in sanatsal gerçeklikteki niteliğinin
değerlendirmesi, elbette, sanat sosyologlarının, sanat tarihçilerinin ve sanat
eleştirmenlerinin görevleri kapsamına girer. Romancı Kemal Tahir, sosyoloji,
tarih, ekonomi vb. adını taşıyan bilgi alanlarına eğildi. Bu bilgi alanlarını
kapsayan bilimlere toplumsal bilimler dendiğine göre, bu bilimlerin
yöntembilimi üzerine birkaç kelime söylemek gerekecektir. Bir kere, bilimler
yöntemleriyle adlandırılır. Örneğin, analitik bilim, ampirik/pozitivist bilim,
işlevselci bilim, yapısalcı bilim, diyalektik bilim vb.
Hemen belirtmeliyim ki,
Kemal Tahir, bu yöntemlerden diyalektik yöntemi yeğlemiştir, seçmiştir. Ve ne
mutludur ki Kemal Tahir, Selâhattin Hilav’ın andığı “klasik Marksist öğretinin”
tuzağına düşmemiştir. Çünkü, biraz önce de belirttiğim gibi, klasik Marksist
öğretinin yöntemi olan Marksist diyalektik, 1950, 1960, 1970’lere kadar dünyada
ve Türkiye’de bilimsel araştırmaların yapılmasını engelliyordu. Bu yıllara
kadar, dünyada ve Türkiye’de diyalektik yöntemin doğru dürüst bir uygulaması
görülmemişti. Sadece ve dolaylı olarak kimi toplumsal gözlemlerde diyalektik
yöntem sezinleniyordu.
Bilimin amacının bilinmeyen
gerçekleri bulmak olduğunu söylemiştim. Kemal Tahir bilim adamı değildi,
romancıydı. Ama, romanını gerçeklikler üzerine kurmak istiyordu. Kendisi bilim
adamı olmak için yetişmemişti. Fakat, gerçeklikleri bilimin bulduğuna
inanıyordu. Bilim yoluyla gerçeklikleri öğrendikten sonra, bilimsel
gerçeklikler her şey olmadığına göre, sanat-edebiyat ürünlerinin, bilimin temel
aracı olan bilimsel yöntemi zenginleştirici öğeler taşıdığı bilindiğine göre,
yani böyle bir olanak olduğuna göre, niçin bir Kemal Tahir ya da başka bir
sanatçı/edebiyatçı, “ben böyle bir olanağı gerçekleştirebilirim” hevesi,
iradesi ve iddiasıyla ortaya çıkmasındı? Elbette engeller yoktu; varsa da bu
engeller aşılabilirdi diye, herhalde, bir Kemal Tahir ortaya çıktı.
Kemal Tahir, Marksist
diyalektiğin tuzağına düşmedi derken, kendisini bu tuzaktan kendi
izlenimleriyle koruduğunu düşünmek gerekir. Çünkü, kendisi aynen şunları
yazmıştı: “Gerçekçi olabilmek çok zordur. Çünkü bikez elde edilince sürgit kullanılmaz.
Her durumda gerçekçiliği yeniden elde edip geliştirmek gerekir. ” Böyle
söyleyen bir Kemal Tahir, klasik Marksist öğretinin Marksist diyalektiğinde
elbette debelenmeyi göze alamazdı... “Her durumda gerçeklik” diyor. Böyle diyen
birisi, elbette her türlü dogmatizmi reddedeceği için Marksist diyalektiği de
reddetti.
O zaman Kemal Tahir’in
diyalektiği ne idi sorusuna, kanımca, verilecek en doğru cevap şu olmalıdır:
Göreli diyalektik ya da gerçekçi diyalektik. Kemal Tahir, bu göreli
diyalektiğinde başarılı olabildi mi sorusuna gelince, bu sorunun cevabı için,
kendim bir sosyolog olarak şu cevabı verebilirim. Bu irdelenmesi gereken
bambaşka bir konudur. En azından şunu söyleyebilirim ki, göreli diyalektiği
yeğlemesini bilen bir Kemal Tahir’in ve bu yöntemle Türk/Türkiye gerçeği
üzerine eğilmek isteyen aynı Kemal Tahir’in, sosyolojik kuram ile sosyolojik
araştırma arasında ya da sosyolojik kuram ile ampirik/görgül araştırma arasında
bilimsel olarak bağlantı kuran bir çalışmasını ben görmedim de, okumadım da...
Yani, kısaca, tarih boyunca Türk toplumunun yapısının belirlenmesinde, küçük
toplulukların, toplumsal katmanların, toplumsal sınıfların ve tüm toplumun
karşılıklı ilişkilerini ya da çelişik güçlerini nesnel olarak yansıtan bir
Kemal Tahir çalışması görmedim. Kısacası, kendisi, göreli diyalektiği seçmekle
olumlu bir girişimin başlangıcını kavramış oldu. Fakat, bu göreli diyalektik
yöntemini araştırma teknikleriyle somutlaştıramadığı için, “nasıl” olduya, “ne
biçimde/ne yolla” olduya, yani bu sorulara cevap arayan diyalektik yönteme
işlerlik kazandıramadı. Kemal Tahir, iyi bir yöntem seçti; fakat, bu seçtiği
iyi yöntemle tarihsel olgulara içerik kazandıramadı; sadece kendince bir
izlenimler imparatorluğu kurdu. Hiç yararı olmadı mı? Çok yararı oldu. Romancılığı
üzerine bir şey söylemek zaten bana düşmez ama, ben sosyolog olarak, Kemal
Tahir’in kimi izlenimlerindeki yanlışlıklar bir yana, Türkiye’de şimdiyi
geçmişe bağlayan doğru bir tarih bilinci uyanmasına hatırı sayılır bir katkısı
olduğunu söyleyebilirim.
İmparatorluk olarak
nitelendirdiğim Kemal Tahir’in izlenimleri üzerine şunları belirtmek isterim.
Kemal Tahir’e haksızlık etmemek de gerekir; çünkü bir izlenimler imparatorluğu
kurarak tarihsel olgulara içerik kazandıramadığını söylediğim zaman, amacım
Kemal Tahir’le ilgili verilere dayandığımı göstermekti. Eğer ömrü elverseydi,
bu izlenimlerinden hareketle, bu izlenimlere, kendi araştırmaları sonucunda
nasıl bilimsel içerikler kazandırabileceği sorusuna cevap verilemez ama, Kemal
Tahir’in bilgi ve yeteneği ile yurt sevgisi böyle bir umutlu soruyu sormayı hak
eder. Kısacası, Hilmi Yavuz’un belirttiği gibi, “ulusal gerçeği roman malzemesi
olarak kullanabilme zorunluluğu ile, bu gerçeği bilimsel olarak temellendirilme
zorunluluğu” kanımca, Kemal Tahir’i Türk insanı ve Anadolu Türklüğü üzerine
düşünmeye ve araştırmalara yöneltmiştir. Bu noktada, Naci Çelik’in ‘Kemal Tahir
ve Tarih Notları Hakkında’ başlığını taşıyan yazısından şu alıntıları yapmak
yararlı olacaktır:
Gerek romancının sağlığında
gerek ölümünden sonra “notları” sıralayıp hazırlama görevi bana aralıklı iki
kere verilmişti. İlkinde Kemal Tahir’le beş ana başlık tespit edip, notları bu
sınıflamaya göre ayırmaya başladık.
I. Anadolu’nun Türkleşmesi
ve Osmanlı’nın Doğuşu,
II. Osmanlıların Gelişimi ve
Dünya İmparatorluğu Haline Gelişi,
III. Gerileyiş ve Batılaşma,
IV. Yıkılış,
V. Cumhuriyet,
Kemal Tahir bu beş maddede
toplanan “notları” gözden geçirerek, birçok yerini yeniden yazmayı ve beş ayrı
defter şeklinde yayınlamayı düşünüyordu. Ölüm bırakmadı.4
“Notlar” üstüne daha genel
bir fikir edinebilmek için, yazıların başlıkları da açıklık getirebilir.
Sınıflandırma için teker teker not aldığım arabaşlıklar sıradan şöyle gidiyor:
/
Osmanlılık ve Tekkeler
(Batinilik)/ Osmanlılık ve Hilafet/ Kuva- yı Milliyenin Kafkasya Politikası/ Ne
Güzel Emperyalist Kavga/ Ba- tılaşma ve Osmanlılar/ 31 Mart Olayı/ Eskiciyan
Yazması/ Batılaşma ve Emperyalizm/ Osmanlılık, Tatarlar ve Ruslar/ Din ve
Devlet İlişkileri/ Osmanlılık ve Türklük/ İttihatçıların Devrimciliği/ Ordu ve
Politika/ Cunta Rezaletleri/ Mustafa Kemal Meselesi/ Milli Kurtuluş ve İstiklal
Üzerine/... , Anadolu’nun Osmanlılaşması/ Batı Uygarlığına yetişmek...5
Özetini vermekle yetindiğim
bu sınıflandırmanın Kemal Tahir’in sağlığında yapılıp yapılmadığı belirtilmiyor.
Fakat, bu sınıflandırmanın Naci Çelik’in Kemal Tahir’le birlikte yaptığı beş
maddelik sınıflandırmayla sistematik bir bütünlük sağlamadığı belli oluyor. Ben
bunun üzerinde durmak istemiyorum; çünkü bu konuda ayrıntı bu yazının amacı
değildir. Yalnız şunu çok merak ediyorum: Eğer yaşasaydı toplumsal bilimlerdeki
diyalektiğin işlem ilkesi olan -yöntem ilkesi demiyorum- “bugün”lerden “dünlere
gitmeyi Kemal Tabir uygulayacak mıydı?
“Bilinci, düşünceleri ve
görüşleri ile, gördüğü, duyduğu, bildiği, yaşadığı gerçeklik arasında mümkün
olan en büyük uygunluğu ve tutarlılığı kurmak isteyen bir sanatçıdır. "6 Kemal
Tahir için bunları söyleyen Selâhattin Hilav bence bu özlü saptamasına şu
değerlendirmeleri eklemiştir; Bundan ötürü, klasik Marxist öğretinin Türk toplum
ve insanı açısından yeterli olmadığım, Marxist metodun orijinal bir şekilde
uygulanarak gerçeklerimizin ortaya çıkarılması gerektiğini açıkça ileri sürüp
bu ülkede sesini ilk yükseltenlerden ve bu konuda bilimsel çalışmalara
girişenlerden biridir. Yazarın tarih ve sosyoloji tutkusu; kendi düşünce
doğrultusunda olduğunu sezdiği her yeni araştırmaya karşı duyduğu sınırsız ilgi
bundan ötürüdür. Somut Anadolu insanını çok iyi tanıyan ve kendisine sunulmuş
ölçüler içine yerleştiremeyen yazar, bugünün dünden geldiğini bildiği için,
Osmanlı top- lumunun yeni bir gözle araştırılması gerektiğini düşünmüş; bilim
adamlarımızda bile rastlanmayan bir tutku ve ilgiyle, tarih bilimi alanında
incelemeler yapmıştır. Yazar, özellikle, Türk toplumunun, Batıda görülen üretim
biçimlerinden farklı bir yapıya sahip olduğu üzerinde durmuştur. Bu varsayım
‘faraziye’ onu çok daha önceden sezmiş olduğu bazı somut gerçeklerin felsefi ve
bilimsel bir şekilde ifade edilmesine götürmüştür. Kemal Tahir, bu irdelemeleri
sonunda özellikle Batıdaki anlamda derebeyliğin ‘feodalite’, klasik Türk
toplumunda mevcut olmadığı sonucuna varmıştır. Bu, Kemal Tahir’in felsefi
düşüncesinin temelini teşkil eden çok önemli bir noktadır. Yazar, bu ilkeden
hareket ederek, görüp yaşadığı somut Türk insanı gerçeğini genel bir kavram
çerçevesi içine oturtmuştur.7
Her şeyden önce şunu
söylemek isterim ki rahmetli ve değerli dostum Selâhattin Hilav’ın Kemal Tahir
ile ilgili bu saptamalarının benim yaklaşımlarımla örtüştüğünü görmek beni son
derece mutlu etmiştir. Selâhattin Hilav’ın “Marksist metodun orijinal bir
şekli” dediği yaklaşımı, ben, kimi zaman “zenginleştirilmiş diyalektik”, kimi
zaman “göreli diyalektik” olarak adlandıran biriyim. İkinci olarak, ben, Kemal
Tahir için “izlenimler imparatorluğu kurdu” demiştim. Hilav, belki biraz daha
vurgulamış olmak için “Kemal Tahir, Türk toplum gerçeğinin en gizli ve en temel
unsurlarım, en canalıcı noktalarını ve kaynaklarını dile getirmeye yöneldiğini
belli etmişti, ” diye yazmaktadır. Yani, bence, Hilav ve ben demek istiyoruz
ki, Kemal Tahir, Türk insanı ve Türk toplum gerçeğini bilimsel olarak
açıklayabilmek için kurulacak varsayıma/varsayımlara değerli hem de çok değerli
katkılar yapmıştır. Hilmi Yavuz’un “ulusal gerçeği roman malzemesi” yapmak
için, “bu gerçeği bilimsel olarak temellendirme zorunluluğu üstlendi” dediği
Kemal Tahir, bu bilimsel zorunluluğun gerektirdiği bilimsel
çalışmanın/araştırmanın ilk iki aşamasından yüzünün akıyla çıkmıştır. Bu ilk
iki aşama, konuyu sınırlandırmak ve konu üzerine varsayımlar kurmaktır. Çok
kısaca, bilimsel araştırmanın verileri toplamak, değerlendirmek ve sonuçları
açıklamak olarak özetlenen aşamalarında Kemal Tahir kendini gösterememiştir.
Ömrü yetseydi, yetenekleri ve birikimleri kendini göstermeye elverirdi
diyebilirim. Çünkü asıl bu üç ve dördüncü aşamalarda, tüm toplumsal olaylar
kapsamında çelişik güçlerin gelişmesi ve nicelikten niteliğe dönüşümleri
nicelenir, araştırılır.
Kemal Tahir’in her şeyden
önce bir romancı olduğunu asla unutmayarak, edebiyat sosyolojisi bakımından da,
bir edebiyat türü olan romanın bir edebiyat yaratısı olarak nasıl oluştuğunu
anladıktan ve açıkladıktan sonra kendisinin edebi değeri hakkında hüküm vermek
gerekir. Edebiyat sosyolojisinin uzmanlık alanım olmadığını bu yazının ilk
sayfalarında belirtmiştim. Fakat genel sosyoloji bilgisinin, özel sosyolojiler
üzerine öğrettiklerini hatırlayarak, edebiyat sosyolojisinin edebi
ürünleri/edebi yaratıyı, insanların günlük hayatlarında karşılaştıkları
sorunların ve bu sorunların çözümü ile ilgili uğraşların söylemi olarak
incelediğini belirtmek gerekir. Kemal Tahir’i bu açıdan edebiyat sosyolojisi
uzmanlarının elbette derinliğine incelemesi gerekmektedir.
Kemal Tahir’in romanları ve
ideolojisi konusunun, bu yazımın amaçlarından biri olmayacağı açıktır. Çünkü,
böyle bir konuyu irdelemek edebiyat/roman eleştirmenlerinden beklenir. Fakat,
edebiyat ve ideoloji arasındaki ilişkiler konusunda şu düşünceleri belirtmekte
yarar görüyorum: “Gerçekte, güzel bir edebiyat eserini kötü bir edebiyat
kitabından ayıran fark, tezli eserlerle tezsiz eserler arasındaki karşıtlıkla
açıklanmaz. Söz konusu fark, şu kesin noktada bulunur; yani yazarın
güdümlü/angaje olmadığı tezli edebiyatla yazarın güdümlü/angaje olduğu tezli
edebiyat arasındaki farkı bulunduğu kesin noktada bulunur. ”8 Ayrıca bilim bilimdir;
edebiyat edebiyattır. Bilim, yöntem aracılığıyla ve nesnellikle amacına ulaşır.
Edebiyat, duygu aracılığıyla amacına ulaşır. Bu yüzden, bilimle edebiyat
arasındaki fark çok büyüktür. Fakat, sağlam ve gerçekçi bir edebiyat için,
bilimsel olarak toplumsal ve tarihsel gerçeklerin bilinmesinin edebiyatçıya
katkısı çok yararlı ve çok önemlidir. Toplumsal sorunları sosyoloji inceler.
Edebiyatçı, karşılaştığı, yaşadığı sorunları duygu ve sanat yoluyla anlatır.
Kemal Tahir’in romanları ile kendi kişisel yaşantısı arasındaki ilişkiler ise
yine bambaşka bir araştırma konusudur.
Kemal Tahir ile ilgili bu
yazıyı bitirirken, Türk insanı olarak Kemal Tahir’in Türkçe ve Türkiye ile
ilgili şu iki konumunu hiç unutulmaması dileğiyle, burada yinelemek istiyorum.
“Kemal Tahir, Türk tarihi ve toplumu hakkındaki orijnal ve sağlam görüşlerinden
hareket ettiği için hem ‘mahalli ağızları’, hem Türkçenin küçümsenmiş ve
unutulmuş nesir dilini (eski büyük yazarlardan yararlanarak) hem de yeni
imkânlarını kaynaştırarak ve aşarak kullanabilmiştir. Eserlerindeki eşsiz dil
ve üslup güzelliğinin kaynağı bu davranıştadır. Daha önceki romanlarında da
görülen bu özellik, ‘Devlet Ana’da en yüce noktasına erişmiştir. Türkçenin
unutulmuş olan dehâsı bütün boyutları, zenginliği ve haslığıyla ilk olarak
Kemal Tahir’in eserlerinde kendini göstermektedir. ”9
Kemal Tahir ile Halit Refiğ
arasındaki büyük dostluk bilinir. Bir gazeteci Halit Refiğ’e, “Kemal Tahir’le
sizi birbirinize bağlayan büyük dostluk nedendir?” diye sorduğunda, Halit Refiğ
şu cevabı verir: Vatan sevgisi...
Kemal Tahir ve Halit Refiğ
gibi iki büyük Türk sanatçısını birbirine bağlayan vatan sevgisi, bu son
yıllarda Türkiye’de tartışılır hale geldi. Ne kadar acı!. . Ben de vatan
sevgisiyle o ikisinin dostluğunu özlüyorum...
Bizim Kuşağın Kemal Tahir Okuma Serüveni. .
Bizim kuşağın hadi o
Füruzan’ın tabiriyle “47’lilerin” Kemal Tahir’le ilişkisi hep sorunlu olmuştur.
Yani 60-65 yaş arası kuşağın Kemal Tahir’i okuma serüveninin hem genel hem de
bireysel etkilerine bakmak anlamlı olabilir. Bu kuşağın Kemal Tahir’e ulaşma,
onunla buluşma olanağı sınırlı olmuştur. Daha doğrusu geç ve güç olmuştur. Türk
okuryazarının bazı hususlarla karşılaşması dönemin özellikleri çerçevesinde
gelişmiştir. 1950’li yılların sonlarında okumasa da bu kuşağın kulağında iki
isim tak diye kalmıştır. Bu isimlerden biri Mahmut Makal, diğeri de Yaşar
Kemal’dir. Örneğin ben 1960’lı yılların başlarında Bizim Köy'ü de biliyordum,
İnce Memed’i de. Hattâ 1967 yılında Hürriyet gazetesinde İnce Memed’in ikinci
cildi tefrika edildiğinde metni oradan okudum. Ve o sıralarda zaten Bizim Köy’ü
okumuştum ve Bedri Rahmi’nin “Herifçioğlu Sen Michelde Koyuvermiş Sakalı/Ne
yapsın Bizim Köy’ü, Nitsin Mahmut Makal’ı” dizelerini biliyordum. Nitekim o
dönemin entellektüelleri ülke gerçeğini Bizim Köy un temsil ettiğini
düşünüyorlardı: Böyle bir saptama Şerif Mardin’in bir yazısında da var.
Bizim Köy toplum gerçeğim
olanca katılığıyla sergilerken İnce Memed’de toplumsal başkaldırı yolunu
gösteriyordu. Kitabın, tefrika halinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanma
serüveni eski kuşak tarafından, Cevat Fehmi Başkut tarafından engellenmeye
çabalansa da yayınlanması sağlanabiliyordu. Özellikle bir müddet sonra da İnce
Memed’in etkisi çok daha kökleşti. Aslında iki kitabın öne çıkmasında iki
kurumun kesinlikle bir etkisi vardır. Bunlardan biri Varlık dergisi ve Varlık
Yayınları’dır. Bizim Köy kitabı Varlık Yayınları’ndan yayınlanmıştır. Bu
yayınlardan yayınlanmaktan öte bizatihi Yaşar Nabi Nayır’ın girişimiyle gündeme
getirilmiştir. Zaten o dönemlerde Köy Enstitüsü kökenli yazarların metinleri
Varlık dergisinde, kitapları da Varlık Yayınları’nda yayınlanmıştır. Aslında
onların toplumda kök salmaları 19601ı yılların sosyalizm anlayışından belirgin
olarak önce olmuştur. Enstitü kökenli yazarların dönemin edebiyat zihniyetiyle
buluşması 19501i yıllardadır. Mahmut Makal Cumhuriyet gazetesi tarafından
İstanbul’a davet edilmiş ve onun İstanbul’da dolaşması gazete sütunlarına yoğun
olarak yansımıştır. Aslında bu durum köy kökenli enstitü edebiyatının mevcut
edebiyat anlayışı içine eklemlenme, onunla barıştırılma hareketidir. Varlık’ın
buradaki işlevi de budur. Önemli bir husustur. Dönemin bütün entellektüelleri
köy edebiyatı konusunda güzelleme yazmışlardır. Örneğin Fakir Baykurt da Yunus
Nadi roman ödülünü Kemal Tahir’den çok daha önce kazanmıştır. Yaşar Kemal de
daha İnce Memed romanı tefrika edilmeden önce Cumhuriyet yazarıdır, daha
doğrusu çalışanıdır. Cumhuriyet de o dönemlerde antikomünist bir doğrultuda
heyecanlı sayılabilecek bir tarzda yayın yapmaktadır. Ve bu dönemde Kemal Tahir
ismi bilinen bir komünisttir. Ve dönemin meşru olarak kabullenilen Varlık ve
Cumhuriyet gibi yerlerinde görünmesi mümkün değildir. Ve o kitaplarını Aziz
Nesin’le ortak olarak kurduğu Düşün Yayınları’ndan yayınlamaktadır. Kemal
Tahir’in yayın hayatında kökleşmesi daha sonra gerçekleşmiştir. Orhan Kemal’in
bile bazı metinleri Varlık Yayınları’ndan yayınlanmıştır. Kemal Tahir zaten bu
yazarlar/romancılar arasında sanatsal ürünlerini en geç yayınlayan romancı
olmuştur. Gündelik gelişmelerle pek fazla bağlantılı görünmemektedir. Yeni
dönem bir ölçüde sosyalizmin gündemde olmadığı bir tarih kesitidir. Üç
Kemal’lerin sadece ikisi gündemdedir. Dikkat edilirse sadece ikisi gündemde
kalmıştır. Bugünlerde de.
Sosyalizmin gündemde
olmadığı dönemde Kemal Tahir Göl İnsanları’nı, ilk ve tek öykü kitabını, köy
romanlarını, Sağırdere, Körduman ve Köyün Kamburu’nu, Esir Şehir kitaplarının
ikisini yayınlamıştır. İlki 1955’te yayınlanan köy romanları didaktik mahiyette
değildir ve diğerlerinin yazdıklarının aksine didaktik mahiyet taşımamakta;
tarihsel geçmişi deşelemesi ve olumlu tip olmaması anlamında eleştirel bir
şekilde değerlendirilmektedir. Diğer romanları da ayrıntılı bir şekilde o
dönemde neredeyse kimselerin gündeminde olmayan Milli Mücadele’yi
sorgulamaktadır. Dönemin fazla satar yazarlarından Orhan Kemal de Kemal
Tahir’in insan sevgisi konusunda eleştirel bir tutum takınmaktadır. Ki daha
sonra bu tarz metinleri Fethi Naci de yazacaktır. Köy romanlarının sinemaya
uyarlanması konusunda güncele, gündelik etkiye daha açık oldukları için ondan
ziyade Orhan Kemal’in ve Fakir Baykurt’un romanlarına ilgi olmuştur. Daha
yayınlanmasından hemen sonra Yılanların Öcü’nün tiyatroya ve sinemaya
uyarlanması gündeme gelmiştir. Kemal Tahir’in köy hikâyelerine Erdoğan
Tokatlı’nın 1980’li yıllarının ortalarından sonra “Güneşe Köprü ”yü çekmesiyle
sıra gelmiştir. Ki Kemal Tahir’e düşünsel anlamda yakın yönetmenlerin hiçbiri
de Kemal Tahir’in herhangi bir köy romanını sinemaya uyarlamamıştır. Kemal
Tahir’in sinemaya uyarlanan çoğu metni özgün senaryolardır. Milli Mücadele
romanlarını da diğer güncel yazarlar ve bu arada Talip Apaydın oldukça geç bir
döneminde yazmıştır. Bu durum farklılığını bazı noktalarda aramak/odaklaştırmak
mümkündür.
Kemal Tahir gençlik
yıllarında, daha doğrusu ilk gençlik yıllarında Kemalizmi coşkulu bir şekilde
yaşamış ve belki de ters bir dönemde sosyalizmle buluşmuştur. Sosyalizmle
coşkulu buluşma erken gerçekleşmiş, belki bunun nedeni de Kerim Sadi ve Nâzım
Hikmet olmuştur. Sosyalizmle buluşma Donanma Davası nedeniyle en verimli
olabilecek yıllarını hapiste geçirmesine neden olmuştur. Aslında köy
romancıları ve suyun akarına giden romancılar sosyalizmin aydın katında iktidar
olduğu dönemde sosyalizmle buluşmuşlardır. Dolayısıyla onların her iki
dönemleri itibariyle edebiyat alanındaki, bürokrasi alanındaki iktidarlarla
problemleri olmamıştır. Bir de yükselen güncel, başat, baskın siyasetlerle
bağlantılar kurmuşlardır. Bu anlamda örneğin Fakir Baykurt’un çok uzun yıllar
TÖS başkanlığı yapması ve Yaşar Kemal’in hem Ant dergisinin kurucularından biri
olması hem de TİP’in merkez karar organında yer alması, uzun yıllar yer alması
önemli bir gösterge olarak nitelenmelidir. Kemal Tahir’in bu tarz güncel
gelişmelerle hiçbir bağlantısı yoktur. Zaman içinde de Kemal Tahir’in Kemalizmi
ve Türkiye’de anlaşılış biçimi itibariyle sosyalizmi köklü sayılabilecek bir
şekilde eleştirmesi söz konusudur. Ve hattâ köy romancılarının ve Yaşar Kemal
ile Orhan Kemal’in hayatlarının hiçbir döneminde Kemalizm ve Sosyalizm
anlayışlarıyla bir problemleri olmamıştır. Yaşar Kemal’in belki dönemin
özellikleri çerçevesinde önce Kemalizmle uyumu sonra da Kürt sorununa ilişkin
yaygın yaklaşımla uyumu söz konusudur.
70 yıllık zulüm... falan
filan kısaca budur. Yaşar Kemal’de Kemalizm eleştirisi bayağı geç bir dönemde
gelişmiştir. Ancak hiçbir zaman da serpilip çiçeklenmemiştir. Hele hiç
derinleşmemiştir.
Dönemin özellikleriyle
uyumlu davranma bir başka durumun daha ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dönemin
duyarlılıklarıyla sorunu olmayanlar her dönemin başat tarihsel ve sosyolojik
açıklamalarıyla da sorun yaşamamışlardır. Onlar dönemin önemli tarihçilerinin
ve sosyologlarının meseleleri gördüklerini ve çözümlerim bildiklerini,
kendilerinin ise problemleri somutlaştırmakla yükümlü olduklarını
düşünmüşlerdir. Kemal Tahir ise ülkenin sosyal gerçeklerini ve tarihsel
evrimini doğru açıklamaya çalışan tezler, genellemeler üretmeye erken
sayılabilecek bir dönemde, sanatsal metinlerini yazmaya başladığı dönemde
girişmiştir. Kemal Tahir konusundaki temel aykırı düşünce eğilimi de bu durumu
ayan beyan anlaşılır kılmaktadır. Çoğu yazar dönemin bir siyasal figürünün
peşinden gitmektedir. Bunun bilinmesi gerekmektedir. Özellikle bu hususun
dikkatlice tespit edilmesi gerekmektedir.
Belki gene bununla paralel
olarak edebiyat sorunları üzerine derinlemesine düşünmüştür. Daha doğrusu hem
edebiyat üzerine derinlemesine düşünmüştür, hem de toplumsal gerçekler üzerine.
Orhan Kemal’in Yaşar Nabi
Nayır’a yazdığı mektuplar da bulunmaktadır. Orhan Kemal’le Yaşar Kemal “ikinci
Kuvayı Milliyeciliğimiz” döneminin romancılarıdır. Kemalizm konusunda şüphe
izhar etmemişlerdir. Nâzım Hikmet de önemli bir figür olarak olumlanmaktadır.
Yaşar Kemal hayatının her döneminde, tabii özellikle 1960’lı yılların
ortalarından itibaren Nâzım Hikmet güzellemeleri yazmıştır. 1967 yılında Ant
dergisi kurulduğunda o dergide de Nâzım Hikmet güzellemeleri kaleme almıştır.
Tam o yıllarda Orhan Kemal de Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl başlıklı kitabını
yayınlamıştır. O dönemde Kemal Tahir’in Nâzım Hikmet’le ilgili olarak söylediği
pek bir şey yoktur. Sadece 1960’lı yılların sonlarında Nâzım Hikmet’in
kendisine yazdığı mektupları yayınlamıştır. Durum demek ki en temel yönelimleri
itibariyle mevcut otoriteyle, değişik mahiyetteki otoritelerle uyum sağlayıp
sağlayamamayla ilgilidir. Meselenin bu yönü ciddi olarak araştırılmalı ve
tartışılmalıdır.
Edebiyatla dünyayı anlama ve
anlamlandırma bizim kuşağın temel doğrultusudur. Zaten bizim kuşaktan bir
önceki kuşak da edebiyat ekseninde meseleleri değerlendirmiştir. Hattâ şöyle
bir şey söylemek de mümkün. 1950’li yıllarda okuyan kuşağı da büyük ölçüde
Varoluşçuluk şekillendirmiştir. Bu Varoluşçuluk da meselenin felsefi boyutlarını
öne çıkaran metinler yoluyla değil sanat metinleri yoluyla etkili olmuştur.
Bizim kuşak da Marksist metinleri çok erken yaşlarda okumamıştır. Bayağı geç
yaşlarda okumuştur. Marksist metinlerin de genellikle daha basitleri
okunmuştur. Bunlardan dolayı da edebiyat, özellikle de yerli edebiyat düşünce
etkilemede, belirlemede etken olmuştur. Edebiyat metinleri de otobiyografik ve
meselenin duygusal boyutuyla ilgilenmiş gibidir. Bir başka deyişle dönemin,
1960’lı yılların haleti ruhiyesini 1960Tı yılların mantalitesiyle
anlamlandırmak mümkündür. O dönem yavaş yavaş da, naif de olsa Marksist
klasiklerin Türkçede yaygınlaştığı yıllardır. Ancak edebiyatın ülke
gerçeklerine vâkıf olduğunun düşünüldüğü ve edebiyatla ülke hakkında
düşüncelerin ifade edilebileceğinin gündemde olduğu yıllardır. Edebiyatın
düşüncenin kesinlikle dışında mütalaa edilmediği bir dönem.
O dönemde Rahmet Yolları
Kesti’nin benimsenerek okunması söz konusu değil. Hakeza, Esir Şehir
kitaplarının da. O dönemde yazdıkları, belki Yorgun Savaşçı’ya kadar yazdıkları
bizim kuşağın pek ilgisini çekmiş metinler değil. Milli Mücadele yılları zaten
merkezi bir yerde durmuyor. Aslında Yorgun Savaşçı da eski tarz yaklaşımlarına
uygun bir metin. Roman karakterleri farklı ve bunun yanında metinlerinde yoğun
olarak tarihsel arka plan var, ilave olarak da yoğun bir Milli Mücadele var. Bu
nedenle de Kemal Tahir yazdığı dönemin ortak yazarlarından ziyade Yakup
Kadri’nin Reşat Nuri’nin çağdaşı gibi. Buna dikkat etmek lazım. Bu nedenlerle
de yeni dönemin yazarları/romancıları ölçüsünde dikkat çekip benimsenmemiştir.
Gerek romancı olarak, gerekse genel düşünsel eğilimi açısından benimsenecek bir
yerde durmamaktadır. Daha sonra Yorgun Savaşçı romanına yönelik, bir kısmı aynı
mekândan gelen tepki bir ölçüde Kemal Tahir’in düşünsel olarak sonraki
konumuyla bağlantılıysa, bir ölçüde de olsa meseleleri derinlemesine çözümleme
denemesinden kaynaklanmaktadır. Romancı ve entellektüel olarak Kemal Tahir
büyük ölçüde budur. Ve 1971 yılındaki genellemeleri de ilk dönemdeki tartışmalarından,
ilk dönemdeki incelemelerinden kaynaklanmaktadır, bariz olarak onlara
yaslanmaktadır. 1965 yılındaki Yorgun Savaşçı da dâhil olmak üzere bir Osmanlı
okuması ve Milli Mücadele üzerine odaklaşan düşünce denemesi fotoğrafı iyi
sayılabilecek bir şekilde ele vermektedir. O döneme kadar bizim kuşağın
meseleden bir nebzenin ötesinde uzak durmasının nedenleri vardır. Belki bir
ölçüde farklıdır ama Osmanlı belki de bizim kuşak okurunun hiçbir şekilde
gündeminde değildir. Hakeza Milli Mücadele de. Zaten bu iki konuda
yoğunlaşmanın hiçbir anlamı yok gibidir o yıllarda. O dönemin tutulan romanları
bunun kanıtıdır. Osmanlı üzerinde durulmayacak kadar yaşadığımız günden uzak,
Milli Mücadele’nin birincisi değil de İkincisi yoğun olarak gündemdedir.
Osmanlı’nın hiçbir biçimde olumlu yönü bulunmamakta olup Milli Mücadele de bize
en ince ayrıntısına kadar sağlıklı bir şekilde anlatılmıştır. Bunun, bunların
alternatifi olan kitaplar ise klasik tarihsel romanlardır. Atsız’ın romanları
bir yönü itibariyle böyledir ve Milli Mücadele’yi 1960’lı yıllarda anlatan
romanlar Osmanlı’yı anlatan, Osmanlı’yı anlatan klasik romanlar, örneğin
Abdullah Ziya Kozanoğlu romanları gibidir. O dönemde daha hayatımıza Brecht ve
yabancılaştırma öğesi girmemiştir. Zaten bunların girmesi de belirgin bir
şekilde problemli olacaktır.
Hâlâ girmiş midir o da ayrı
mesele. Kemal Tahir’in metinlerinin bu anlamda farklı tarafları ortadadır. O
sıralarda Yön’de Osmanlı’ya dair yazısı yaptıklarına dair bir fikir verebilir.
En kritik metinlerden biri o ilk baskıları da dâhil olmak üzere yazdıklarının
ve kitaplarının/romanlarının Os- manlı ve Milli Mücadele’ye bakış biçimlerini
karşılaştırmayı deneyen yazılardan geçer. Bu farklar üzerine yoğunlaşmak belki
de Kemal Tahir’i daha doğru anlamanın yolunu sunar. O dönemde Türk edebiyatının
ana ekseni yakın ve uzak geçmişi değil yaşananı anlatmak üzerinedir ve dönemin
temel metinleri, benimsenen metinleri Onuncu Köy gibi, Amerikan Sargısı gibi
yaşananlar konusunda okurun kolaylıkla özdeşleşebileceği metinlerdir. Kemal
Tahir romanları bu nedenle de belirgin olarak dönemin atmosferine uzak
durmaktadır. Günümüzün özdeşleştirmeci (o günün de) man- talitesinden hiç de
uzak değildir o sıraların olağan romanları. Bu ikili uzaklık Kemal Tahir’in
metinlerinin, romanlarının özümsenmesinin, ondan öte benimsenmesinin önünde
önemli birer engel olarak durmaktadır.
Dolayısıyla 1967 yılma kadar
işte Kemal Tahir o üç Kemallerin içinde en kıyıda duran, en az benimsenen bir
romancı olarak belirmektedir. Diğerleri, yazdıklarıyla bir ölçüde klasik
olurken, örneğin İnce Memed, Ortadirek ve Bereketli Topraklar Üzerinde gibi
kitaplar öne çıkarken, Kemal Tahir’in neredeyse hiçbir, tabir caizse, köy
romanı gündeme girmemiştir.
Ancak burada bir husus daha
gündeme alınıp müzakere edilmelidir. Herkes tarım üzerinde tezlerini,
Türkiye’ye dair tezlerini o dönemin romanında anlatıldığından biraz daha az
basit bir şekilde ifade etmiştir. Bu anlamda Kemal Tahir’in düşünce dünyası
belirgin olarak farklıdır. Kimseler de bu farka, bu farklılıklara binaen dönüp
de Kemal Tahir romanlarına yeniden bakmamıştır. Aslında 1980’den sonra
Türkiye’de sosyal bilimlerde dönüp eski dönem mantalitesinin, köy
sosyolojisinin yeni baştan değerlendirilmesi gündeme gelmemiştir. Bu çerçeveden
bakıldığı zaman Kemal Tahir’in köye ilişkin romanlarının birer klasik olarak
değerlendirilmesi gerekmektedir. Hem de sadece bir edebiyat klasiği olarak
değil. Bahattin Akşit’in özeleştiri de içeren makalesi bu konuda yol gösterici
olabilir.
Hem de romanlarına yönelik
“kimse kimseyi sevmiyordu” nitelemesi Kemal Tahir romanlarından bizim kuşağın
uzaklaşmasının nedeniydi. Daha doğrusu nedenlerinden biriydi. Dar bir popülizmi
de yoktu romanlarının. Bu nedenle de bizim kuşak, sadece bizim kuşak değil bir
önceki, bir sonraki kuşak da Kemal Tahir romanlarından uzaktı. Bununla paralel,
bununla beraber düşünülebilecek bir başka konu da dönemin düşünsel zihniyetinin
tam da ortasında olmamasıydı yazdıklarının. Romanlarındaki gerçek kişilerin
problem yaratması, yaklaşımlarının, tespitlerinin problem yaratmasından
kaynaklanıyordu. Yoksa romanda gerçek kişi olması problem yaratmıyordu. Örneğin
bir zamanlar Erol Toy’un İmparator romanı hiç de sorun oluşturmamıştı. Ama o
dönemde Kemal Tahir romanı bariz bir şekilde kenarda durup merkezi bir yer
almıyordu. Yıllar sonra “benim için Kemallerin içinde en önemlisi Orhan
Kemal’dir, ” demesi, Selim İleri’nin böylesi bir nitelemede bulunması, sonradan
meseleye ne ölçüde farklı baktığının önemli bir işaretidir.
Dönem açısından Kemalizme,
belki de daha doğrusu Kemalizmin güncel yorumlarına uzaklık Kemal Tahir’i bizim
kuşaktan uzak tutuyor. Ancak zaman içinde sosyalizmin Türkiye’de cazibe
kazanması uzaktan uzağa bir Kemal Tahir ilgisi yaratıyordu. 1967 yılında
Milliyet gazetesinde Celal Bayar’ın metni, anıları eski döneme dair
nitelemeleri üzerine bir değerlendirme yazması onu kendi yakınındaki
insanlardan da uzaklaştırıyordu. Sosyalizmin giderek daha cazip bir hal alması
ve çekim merkezi haline gelmesi Kemal Tahir ismini biraz daha cazip bir hale
getiriyordu. Ancak bu durum bir uzaklığı, bir gizemi hep beraberinde taşıyordu.
Bunun bir süre böyle devam edeceği görülüyordu. Kemal Tahir bir siyasal figür
olarak biraz, biraz değil fazlasıyla flu görülüyordu. Ta ki bir noktaya kadar.
Kırılmanın gerçekleştiği bir noktaya kadar.
Türkiye’de belli bir
dönemde, 1967 yılında hemen her şey daha bir kris- talize olmaya başladı. DİSK
de 1967 yılında kuruldu. Ant ve Türk Solu dergileri de aynı yıl yayma başladı.
Önceden Türklş sendikal mücadelenin tamamını temsil ediyordu. 1967 Haziran’ma
kadar da Yön genelde Türk sol düşüncesi için genel anlamda platform olmuştu.
1967 yılında bir anlamda farklı farklı sesler çıkmaya başladı. Türkiye’de bir
değişik rüzgar esmeye başladı. Bunun etkilerini özelde Kemal Tahir ekseninde değerlendirmek
de kesinlikle önemli bir tahlil olarak telakki edilebilir. Yıl aynı zamanda
Marksist klasiklerin basit olanlarının, vulgarize olanlarının da yoğun olarak
okunduğu yılların başlangıcı olarak telakki edilebilir. Nitekim zaten sadece
onlar yoğun olarak okunmadı mı?
1967 yılı Devlet Ana’nın ve
Bozkırdaki Çekirdek’in yayınlandığı yıldır. Birisi bir Osmanlı övgüsü olarak
algılanmış, diğeri de Cumhuriyet’in en büyük eğitim atılımı olarak görülen Köy
Enstitüsü eleştirisi olarak belirmiştir. Dolayısıyla bizim kuşak önceki
romanlarının mesafeli okuyucusu iken bu iki romanı büyük bir şaşkınlıkla
karşılamıştır. Özellikle Devlet Ana daha yaygın bir ilgiyle karşılaşmış,
düşünsel ve edebi ortamda belirgin bir hareketlilik yaratmıştır. Burada bir
şekilde gericilik ve Osmanlı övgüsü görülmüştür. Ama buna rağmen Kemal Tahir
hepten defterden silinmemiştir. Diğeri Bozkırdaki Çekirdek ise belki de
insanların en hassas olduğu bir konuya yönelik olarak eleştiri getirmiş,
CHP’nin 1940’lı yıllar koşullarında toprak reformu girişimi yanında
solculuğunun en güçlü öbür kanıtı sayılan Köy Enstitüleri’nin eleştirisi olarak
belirmiştir. En fazla dikkat çeken metin Bozkırdaki Çekirdek olmuştur. Üzerine
en fazla metin yazılan romanı da Bozkırdaki Çekirdek’tir. Köy Enstitüleri bir
de açık bir tarzda, açık bir şekilde 1960’lı yılların Türkiye tarzı
sosyalizminin bir tür alametifarikası olmuştur. Osmanlı’ya yönelik eleştiri
yanında ilgisizlik Bozkırdaki Çekirdek’i daha belirgin olarak eleştiri odağına
oturtmuştur. Edebiyat
anlayışı da farklı olan Kemal Tahir’e önemli eleştiriler yöneltilmiştir.
Anlatılagelen dönem ismet Paşa dönemidir. Ve ismet Paşa döneminin en köklü
eleştirisini getiren Kemal Tahir’dir. Daha sonra İsmet Paşa dönemi benden
sorulur diyenler Kemal Tahir’den ve düşüncelerinden hâlâ haberdar değildirler.
Devlet Ana da her ne kadar Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu konu etse de 1920’ler
ve hattâ 1960’lar dâhil çok geniş bir tarihsel kesiti sorgulamaktadır. Bizim
kuşağın bu iki kitabı da yeterince algıladığı düşünülemez. Bir anlamda gazete
kültürüyle yetişen ve dönemin önemli gazetelerinde zaman zaman ve özellikle 17
Nisan’da Enstitü, Tonguç ve bir ölçüde Yücel güzellemesi okuyan bir kuşağı
Bozkırdaki Çekir- dek’in çarpmaması mümkün değildir. Bir başka şekilde
söylenirse bizim kuşağın Bozkırdaki Çekirdek’e çarpılması olacak iş değildir.
Tabii bunun sonrasını da bizim kuşak üzerinde ancak sonraki dönemlerde, 2000’li
yıllarda da düşünmek gerekecektir.
1969 yılı öğrencilerin
hareketlendiği ve fakat TİP’in etkisinin zaman içinde hepten kaybolduğunun
gözlemlendiği yıldır. 1969 yılında Kemal Tahir’in hepten farklı bir romanı,
İzmir Suikasti bağlamında 1960’lı yıllarda etkili olan maceracı unsurların da
rahatlıkla tartışıldığı Kurt Kanunu yayınlanmıştır. Kurt Kanunu şimdikilerin Erken
Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırdıkları dönemin tahlilidir. O dönemlerde
Kemalizme dönük bu köklü eleştirel roman açısından en ilginç durum metnin, Ulus
gazetesinde yayınlanmasıdır. O romanın yayınlanmasından bir gün önce de Kemal
Tahir’in ortanın solu anlayışından yerli bir düşüncenin çıkabileceğini ifade
ettiği konuşması Ulus gazetesinde yayınlanmıştır. Dönem, bir ölçüde “muteber”
sosyalist anlayışın Kemalizmden ayrışmaya başladığı dönem olmasına karşın roman
dikkat çekmemiştir. Hattâ Kemal Tahir’in düşüncesinin gidebileceği en mütekâmil
yerin sosyal demokrasi olabileceği söylenmiştir. Hem o günlerde hem de çok
sonraları Kemalizm konusu bugünlerde olduğu ölçüde gündemde olmadığı için
romanın pek üzerinde durulmamış görünmektedir. Bizim kuşağın okuyan kesimi için
belki de en çarpıcı metin olarak Kurt Kanunu görülmüştür. Tabii o dönemde
Kemalizmin taraşılmasının dikkat uyandırması olası değildir. Dönem üzerinde
durulduğu zaman bir hususa daha dikkat etmek anlamlı olabilir. O da tam da bu
sıralarda Nihat Erim’in Kemalizm tartışılabilir ve fakat CHP genel sekreteri
Kemalizmi tartışamaz demesidir. Bizim kuşağı, eğer okuduysa, zamanında okuduysa
Kurt Kanunu’nun çarpmaması hiç de mümkün değildir. Ama bizim kuşak bu kitabı
daha genel olarak eleştirel bir gözle, daha doğrusu hazımsız bir edayla
okumuştur. Bu önemlidir. Bu noktada daha detaylı gözlemler daha da önemlidir.
O dönem hakkında daha yaygın
bir saptama yapmak anlamlı olabilir. O dönemde İdris Küçükömer’in Düzenin
Yabancılaşması kitabı daha bir tepkiyle karşılanmıştır. Hattâ kitap
yayınlandıktan hemen sonra Cengiz Çandar Aydınlık dergisinde Divitçioglu’nun da
ismini anarak İdris Küçü-kömer’i eleştirmiştir. Fakat Kemal Tahir
üzerine/hakkında o bir nitelemede bulunmadığı gibi, o dönemin en temel
kitaplarından biri Kemalist Devrim ideolojisi kitabı da sükûtla karşılanmıştır.
Hattâ Eliçin’in kitabının dergide, Eylem dergisinde tefrika edilirken
mahkemelik olması bile dikkati metin üzerinde toplamamıştır. Bu iki metin de o
dönemin aykırı bir yayınevinden yayınlanmıştır. Meseleyi daha düzgün anlamak
anlamında günümüze gelindiği zaman mesele daha bir açıklık kazanır gibi
görünmektedir. İdris Küçükömer’in metni çok büyük beğeniyle ve yoğun ilgiyle
karşılanmaktadır. Kemalist Devrim İdeolojisi’nin de eninde sonunda son döneme
damgasını vuran yayınevi tarafından yayınlanması mümkündür. Ancak bir somut
durum meseleyi en başından itibaren görünür kılmaktadır. Bu dönemde ve her
dönemde sükût suikastinin en âlâsının Kemal Tahir’e karşı yapıldığını görmek
gerekir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a karşı yapılan sükût suikasti Kemal Tahir’e
karşı yapılanın yanında solda sıfırdır. Buna ciddi şekilde dikkat etmek
gerekmektedir. Tabii bir de bunun nedenleri üzerinde ciddi olarak düşünmek.
Tabii ondan sonra, Kurt
Kanunu’ndan bir iki yıl sonra en çarpıcı kitap, Yol Ayrımı gelir. 1971 yılında
yayınlanan bu kitap Serbest Fırka ekseninde bir Cumhuriyet değerlendirmesi
yapar. Kitabın Esir Şehir serisinin, o üçlemenin son kitabı olarak okunması
meselenin daha bütünsel olarak anlaşılmasının yolunu açar. Ve erken 1980'li
yıllar çalışmalarının, günümüz Erken Cumhuriyet Dönemi çalışmalarının çok daha
mütekâmil bir biçimidir bu kitap. Okuyanın bir yanı itibariyle etkilenmemesi
mümkün değildir. Ancak Kemalist duyarlılık kitaba kulağı kapatmayı beraberinde
getirir. Şöyle genel olarak bakıldığında milliyetçi çevrelerin Devlet Anayla,
İslamcı çevrelerin de Yol Ayrımıyla büyülendiğini söylemek hiç de yanlış
sayılabilecek bir genelleme olmaz. Bugünlerde de İslamcıların Yol Ayrım ı’na
vurgu yaparken yeni, eski solcuların ve bu arada Murat Belge’nin Devlet Ana’da
takılıp kalması anlaşılır bir durumdur. Yalçın Küçük’ün sağcılarla değiştirmeye
dair fikri belki de bu durumdan kaynaklanır. Hoş şimdilerde birileri de aynı
şeyi Murat Belge ve Yalçın Küçük hakkında rahatlıkla söyler. Belki söylüyordur
da.
Büyük Mal da sükûtla
karşılanır. Tabii bu bir ölçüde bizim entellektüel- lerin, bizim aydınların
sathiliğinden de kaynaklanır. Belki de en son dikkat ettikleri alan köylülük ve
tarımdır. Bu anlamda üçlemenin bu son kitabı kadar ilk iki kitabı, ilk iki
romanı da önemlidir. Şablonlar diğer alanlarla ilgili olduğu kadar bu alanla da
ilgilidir. Köydeki düzen bir anlamda dünyadaki düzenle de bağlantılıdır.
Popülizm, genel olarak idealize edilmiş tipler yerine gerçek köylü gündeme
girer. Bu önemsenmesi gereken bir husustur.
Bir de Türkiye’de sosyalizm lafı olur olmaz dillendirilir
ve fakat sosyalist olduğunu sürekli olarak söylese de sosyalist lafını,
sosyalizm övgüsünü Kemal Tahir’in metinlerinde çok fazla görmek mümkün
değildir. Hakeza herkesin, o dönemde hemen herkesin diline
pelesenk olmuş azgelişmişlik kavramını da. 1960’lı yılların sosyologları da
Marx’tan bahsetmez ama azgelişmişlik kavramı her şeyi açıklayıcı işlev taşır.
Kemal Tahir 1973 yılında
öldükten sonra yazdıktan yayınlanmaya devam eder. Ancak yoğun bir ilgiyle
karşılaşmaz. Yaşarken, Devlet Ana’dan hemen sonra yayınlanan Dost dergisi
Devlet Ana özel sayısı ve 1971 yılındaki bir sayıdan sonra 1973 yılının son
ayında yayınlanmaya başlayan Türkiye Defteri dergisi ölçüsünde, sonraki
dönemde, yaygın bir ilgiyle karşılaşmaz. Ve hayatının bu döneminde onunla yoğun
olarak ilgilenenlerin de gündeminden çıkar. Birkaç önemli entellektüelin
dışında Kemal Tahir’i romancı ve düşünce adamı olarak önemseyip üzerinde duran aydın
çıkmadı. Vaktiyle düşünce dünyalarında ona yer veren aydınların çoğunun da
düşünce dünyasından Kemal Tahir çıkar.
Bir başka yönü itibariyle de
Kemal Tahir dönemin düşünsel atmosferinin dışındadır. Türkiye’yi azgelişmişlik
kavramıyla tavsif etmiyordu. Türkiye’nin Afrikalı bir kabile toplumu olmadığını
söylüyordu. Ki o zamanlar Türkiye’de araştırmalar Afrika üzerinde odaklaşıyor
ve çoğu kişi Afrika sosyalizminden medet umuyordu. Wallerstein da, onun
farkında olmayan Baskın Oran da. Ayrıca Osmanlı’nın emperyalist olmadığını ve
Türkiye’nin hiçbir dönemde, tarihinin hiçbir döneminde yarı sömürge ya da
sömürge olmadığını söylüyordu. Tarihsel süreci de farklı bir şekilde, oldukça
değişik bir tarzda değerlendiriyordu. Şimdilerde hiç kimse, hemen hiç kimse Türkiye
hakkında azgelişmiş sıfatını kullanmıyor ve Türkiye’nin hiçbir dönemde sömürge,
yarı sömürge olmadığını yabancı yazarlardan alıntılandırarak ifade ediyor ve
fakat Kemal Tahir’e hiçbir göndermede bulunmuyor. Bu önemli bir husus. Bir de
Kemal Tahir’in metinlerinde tıpkı İdris Küçükömer’in metinlerinde olduğu gibi
Asya Tipi Üretim Tarzı kavramı pek o kadar fazla geçmiyor. Tıpkı bu zamanlar
gibi sosyalizm kavramı da pek gündeme girmiyor. Aslında yaşadığımız dönemin
kimi baskın özelliklerinin ona gönderme yapmayı gerektirmesi önemli. Bir
zamanlar artık ATÜT tartışmasının miadının dolduğunu söylemeleri gibi. Gene
aynı şekilde ATÜT’ün bir tür Oryantalizm olduğunu belirterek eski defterleri
kapatıyorlar ya da kapattıklarını sanıyorlar. Çünkü 1980’li yıllardan itibaren
Türkiye’de neredeyse her şey değişti.
Bu değişim süreci içinde
bizim kuşak Kemal Tahir’i nasıl okudu sorusu daha anlamlı bir soru olarak
tezahür ediyor. Anlaşıldığı kadarıyla 1980’li yılların başlarına kadar giden
süreç Kemal Tahir’le Yorgun Savaşçı üzerinden hesaplaşmak şeklinde tezahür
etti. Yorgun Savaşçı romanı da Yorgun Savaşçı sonrası Kemal Tahir figürüyle
anlaşılmak istendi. Bu nedenle işte Yüzbaşı Selahaddin’in Romanı da budur ve
iki temel unsura yaslanarak yasaklanan Yorgun Savaşçı televizyon dizisi de.
Aleyhte eleştiri özellikle iki yayın organından kaynaklanmıştır. Ancak Yorgun
Savaşçı’ya yönelik bu eleştiriyle Kemal Tahir’in önceki, sonraki metinlerine
başka nedenlerle yönelen eleştiri, farklı düşünsel kökenli eleştiri, Kemal
Tahir’i olumsuzlamakta birbiriyle yarış etmektedir. Biri onu anti-Kemalist
olarak niteleyerek diğeri de onun düşüncesinin ana eksenine Kemalist sıfatını
yakıştırarak ve yapıştırarak.
Ama daha sonraki dönemde üç
temel alanda Türkiye’deki belli mecralardaki düşünsel doğrultu değişiyor. Yeni
dönemde çok yaygın bir şekilde eski dönemdeki tarımsal yapılar hakkındaki
tahliller köklü bir şekilde farklılaşıyor. Bu farklılaşmayla bağlantılı olarak
İsmet Paşa dönemindeki tarım alanındaki toprak reformu girişimi radikal bir
solculuk olarak adlandırılmak yerine faşist bir zihniyet olarak niteleniyor. Bu
nitelemeyi Berkes’in yazdıklarında da görmek mümkün daha yeni yeni ortaya çıkan
yayınlarda da. Hattâ tasarının bir biçimde Almanya’daki uygulamaları
çağrıştırdığı ifade ediliyor. Niteleme Menderes’in CHP hakkındaki sözlerini de
çağrıştırıyor. Hakeza Kemal Tahir’in Köy Enstitüleri’nin rejimşör yetiştirdiği
nitelemesiyle de örtüşüyor. Bir yönü itibariyle bu konunun biraz ayrıntılı bir
şekilde gözden geçirilmesi gerekiyor. Şimdi dönüp insanlar Kemal Tahir’in
toprağın Osmanlı’dan beri evrimini anlatan romanlarını ve notlarını, gözlem
notlarını okuyorlar mı? Hiç sanmıyorum.
Bir de Köy Enstitülerine
ilişkin genellemeler belirgin bir şekilde farklılaşıyor. Yalçın Küçük’ün ve
bilahare Attila İlhan’ın Köy Enstitüleri konusundaki tahlilleri zaman içinde
farklılaşıyor. Hem de belirgin olarak farklılaşıp Kemal Tahir’in yaklaşımlarını
andırır oluyor. Daha sonraki dönemde Türkiye üzerinde odaklaşmayan düşünce
odakları da Köy Enstitüleri konusunda benzeri bir eleştirellik içinde meseleyi
değerlendiriyor. Hiç kimsenin vakit bulup Bozkırdaki Çekirdek’i okuması mümkün
değil gibi görünüyor. Bir dönemin eleştirilmekte tabu olan konuları bu dönemde
savunulmakta tabu haline geliyor. Bunun bir biçimde sorgulanması bile
fotoğrafın görüntüsünü sağlayabilir.
Bir şeyin tabu olması için
anlaşılmaması şarttır gibi bir söz önemlidir. Konu daha kapsamlı bir tarzda
Kemalizm eleştirisidir. Hayatlarının erken dönemlerinde Kemalizm konusunda
eleştirel sözün zerresini edemeyenler Kemalizme reddiye yazmaya başlamışlardır.
Bunun sürüsüne bereket örneği vardır. Yalnız burada dikkat edilecek nokta bu
reddiyelerin hemen tamamının Hilmi Ziya Ülken’in tarihsel materyalizme karşı
yazdığı reddiye yanında hiçbir ciddi tarafı yoktur. Bunların yazdığı reddiye
hiçbir biçimde bir bütünlük taşımamaktadır. Bugünün kırk yaşın üstündeki,
otuzlu yaşlardaki siyaset bilimcilerin, sosyologların bilir bilmez sanki
birileri sormuş gibi Kemalist olmadıklarını söylemelerine dikkat edilmelidir.
Bu arada Türkiye’de ifade edilen düşünceler itibariyle bir kişinin, Kadir
Mısıroğlu’nun söyledikleri önemli ve ibretamiz gözükmektedir. Kimsenin, değil
Erken Cumhuriyet Dönemi, 1938-1950 yılları için eleştiri yapamadığı dönemde
1920’li, 1930’lu yılların nasıl eleştirileceğini millete gösterdim demesi
üzerine bir nebze düşünmek anlamlı olabilir. Bu tür genellemeleri elbette daha
geniş çerçevelerde de düşünmek gerekmektedir. Bizim kuşağın, şimdiki durumu
gördüğü zaman Kemalizm eleştirisinin, mevcut Kemalizm eleştirisinin nerelerden
kaynaklandığını ciddi olarak düşünmesi gerekmektedir. Ancak Türkiye’de okuma
serüveni sınırlı ve sorunlu olduğu için böylesi bir bağlantı noktası da
kolayına kurulamamaktadır. Belki de Kemal Tahir’le düşünce referanslarının
kurulamaması yabancı kaynaklara yönelik referanslar dolayısıyladır. Dikkat
edilirse görülür ki Kemal Tahir okumasının sınırlı olmasına paralel bir şekilde
son dönemde Türkiye’nin toplumsal yapısı ve Türk siyasal hayatına dair yerli
sosyologların metinlerinin de hayatımızdan çıkıp gittiği görülmektedir. Mesele
daha çok yabancı yazarların metinlerinden kalkarak gündemimize girmektedir.
Kemal Tahir’deki Kemalizm eleştirisi günümüzün Kemalizm eleştirisinden çok daha
mufassal görünmektedir.
Bu üç alandaki düşünsel
gelişim Türkiye’nin düşünsel ortamına Kemal Tahir’in daha dolaysız olarak
girmesini gerektirmektedir. Ancak bu durum somut olarak gerçekleşmemektedir.
Daha genel mahiyetteki bir değişim Doğu/Batı çalışması bağlamında meseleleri
değerlendiren bir entellektüelin ister istemez gündeme getirilmesine engel
olmaktadır. Artık geçmiş dönem meselelerine bakış tarzı ana batlarıyla
Anderson, Gellner, Hobsbawn’ın formüle ettikleri bir milliyetçilik anlayışının
dünyamızı şekillendirmesini beraberinde getirmektedir. Bu durum da her baktığı
yerde milliyetçilik gören anlayışın Kemal Tahir’e ve onun düşüncelerine daha
eleştirel bakmasını beraberinde getirmiştir. Murat Belge’nin Genesis’le beraber
Kemal Tahir’in düşüncelerine bakışı eski yazdıkları ile bir ölçüde istikrarlı
olsa da büyük ölçüde mahiyet değiştirmiştir. “Biz bize benzeriz” nitelemesinden
kalkarak milliyetçilik, daha bariz bir milliyetçilik eleştirisine yönelmiştir.
Bir de tabii Avrupa Birliği çerçevesinde Türkiye’de hükümetin ve düşünsel
unsurların birleşmeleri Kemal Tahir’in metinlerinde somutlaşan görüşlerin
milliyetçi ve ondan öte Kemalist olarak nitelenmesini de beraberinde
getirmektedir. Bugün kırkının üstünde sosyolog ve siyaset bilimcinin Kemal
Tahir’in düşünceleri konusunda Kemalist sıfatını rahatlıkla kullanabildikleri,
kullanabilecekleri görülmektedir. Dönemimizde at izi it izine rahatlıkla
karıştırılmaktadır. Batıya karşı direnç eleştiri konusu yapılırken ve bu husus
eleştiriyle karşılaşırken Kemalizmin Batıyla entegrasyon düşüncesi belirgin
olarak, daha doğrusu bile isteye ıskalanmaktadır. Dolayısıyla iki dönemin
düşünce dünyası birbirinin tersi gibidir. Ancak belki de siyaset olmadık
kişileri/aydınlan yan yana getirmektedir. Dolayısıyla geçmiş dönemlerin biraz
daha farklı bir biçimde düşünülmesi gerekmektedir.
Son dönemde ve her dönemde
bir husus Türk aydınının ana eksenini belirgin bir doğrultuda oluşturdu. İlk
önce belli bir şekilsiz modernleşmeci eğilim doğrultusunda gelişen aydın
zihniyeti, 1960’lı yılların ortalarından itibaren sınırları oldukça dar ve
basit bir Marksizmin etkisi altında şekillendi. Örneğin Kemal Tahir’in
önemsenmeyip Cemil Meriç’in daha fazla önemsenmesinin altında Meriç’in İslam
olmasa toplum gerçeğini anlamak için Marksizme yöneleceğini yazması da
yatmaktadır. Bu aşamada Kemal Tahir’in aykırı bir noktada durduğunu belirtmek
gerekmektedir. Bizim ezberlediğimiz yanları itibariyle Marksizmin eskidiğini
ifade etmiştir. Onun değerlendirmesinde basitleştirici bir yaklaşım söz konusu
değildir. Cemil Meriç birçok Türk entellektüeli gibi, örneğin Şerif Mardin gibi
bazı Türk Marksistlerinin tahlilleri konusunda olumlu değerlendirmeler
yapmıştır. Bir başka durum da 1980 sonrası Türk düşünce dünyasının Batı
Marksizmine ve daha genel anlamda Batı düşüncesine katı bir şekilde,
bağlantılandırıcı/zorlayıcı bir şekilde entegre olmasıdır. Bu noktada
sağcılarla solcuların frekansları da aşikâr bir tarzda bağdaşmaktadır. Cemil
Meriç’in en erken dönemde Althusser üzerinde durması ve Mağaradakiler'deki
entellektüel ilgileri onu başat Türk solcularıyla buluşturmuştur. Şerif
Mardin’in Batılı düşün odaklarıyla bağlantısı da Türkiye’deki başat sol düşünce
ile frekans eğilimini sağlamıştır. Bu anlamda Kemal Tahir farklı bir yerde
durur görünmektedir. Bu durum, sadece bu durum ayrışmanın tüm boyutlarını
gösterecek mahiyette değildir.
Asıl farklılaştırıcı unsur
bir başka yerde görülmektedir. Son dönemde de durum pek farklılaşmış gibi
değildir. Türkiye’de hemen her zaman sol din deyince AKP’yi anlamıştır. Dinin
sosyolojik boyutundan ziyade, daha doğrusu dinin sosyolojik boyutu dışındaki
siyasallıklar akla gelmektedir. Şerif Mardin de özellikle Bediüzzaman
incelemesi sonrası önemsenmiş olup onun Din ve İdeoloji metni pek dikkat
çekmemiştir. Onun son dönemde dikkat çeken metni de AKP üzerine yazdığı
inceleme olmuştur. Din deyince siyasal parti, somut siyasal parti anlayanlar
sol deyince de düşünsel derinlik yerine bir sol partinin siyasal programını
anlamaktadırlar. Daha belirgin bir biçimde güncel siyasetin kulvarlarında
dolaşmaktadırlar. Düşüncelerini gündelik politika içinde bir yere oturtmaya
çalışmaktadırlar. Bu çerçevede daha bitmemiş bir yazıdaki bir niteleme
meselenin ruhunu ele vermektedir. “Kemal Tahir belli bir siyasi çevrenin akıl
hocası veya unsuru olmadığı için, görüşlerini kendi bütünlüğü içinde ve tarihi
olgu karşısında değerlendirmek doğru olur. Elbette siyasi bir görüşe sahipti
fakat bu reel politik veya konjonktürel dalgalanmalara göre şekillenmemiş, daha
felsefi diyebileceğimiz bir dünya görüşüydü.”10
TEVFİK ÇAVDAR
Kemal Tahir ülkemizin en
usta yazarlarından biridir. Ne var ki yapıtları ve yaklaşımı konusunda
eleştirmenlerimiz arasında derin yorum farkları vardır. Sol kesim, muhafazakar
cenahın onu neden tuttuğunu bir türlü değerlendirememiştir. Aynı şekilde
muhafazakarlar da severek, beğenerek okudukları Kemal Tahir’in kendilerine
yakın gelen yorumlarını irdelemek zahmetine girişmemişlerdir. Benzeri bir
değerlendirme karmaşasına Prof. İdris Küçükömer’in yorumlarına yönelik yazılar
ve de söylemlerde de rastlıyoruz. Örneğin CHP’de önemli mevkilere erişmiş bir
siyaset adamının AKP’ye geçme nedenini Küçükömer’den alıntıladığı satırlarla
gerekçelendirmesi bu bağlamda çarpıcı bir yaklaşımdır.
Önce şu saptamayı peşinen
ortaya koyalım: Kemal Tahir, Marksizm’e gönül vermiş bir aydındır. 1938 Bahriye
Olayı üzerine tutuklanmış, Nâzımla beraber 1950 genel affına kadar cezaevinde
kalmıştır. Bu olay aydınlarımızın tüm ayrıntılarını bildiği bir serüvendir.
Kemal Tahir, cezaevinden çıktıktan sonra tüm yaşamını yazmaya adamıştır. Ekmek parasını
kalemiyle kazanmıştır. Bilinen yapıtlarının yanı sıra, kimsenin şu anda
hatırlayamayacağı, müstear ya da gerçek isimlerle kaleme aldığı onlarca roman
vardır. Bunların en bilineni Mayk Hammer öyküleridir. Şöyleki 1950’h yıllarda
Mayk Hammer adlı bir Amerikalı dedektifin maceralarını ele alan, ABD’li bir
yazarın kitapları çok tutuluyordu. Cağaloğlu’nda bir yayınevi piyasadaki bu
talebi karşılamak için Kemal Tahir’e bu dedektifin serüvenlerini yazdırdı.
Böylece ABD’de beş Mayk Hammer’i ele alan roman varsa, Türkiye’de bu sayı ikiye
katlandı. Ûstadın bu tip çalışmalarının boyutunu kestiremiyoruz. Toplumumuzun
düşün adamlarına ve sanatçılara verdiği değerin güzel bir kriteridir
anlattıklarımız.
Kemal Tahir’in yapıtlarıyla
ilk karşılaşmam “Göl İnsanları” adlı öykü kitabıyla oldu. Salim (Amca)
Şengil’in yayınladığı “Dost” dergisinde bu öyküleri ele alan bir yazım
yayınlandı. Sonra “Yeditepe”, “Papirüs” vb. edebiyat dergilerinde de Kemal
Tahir’in yapıtları üzerine yazılarım yayınlandı. Kendisiyle tanıştım. Ankara’ya
geldikçe buluşur, tartışır, hattâ dertleşirdik. Birkaç kez evine de konuk
oldum. Eski yazılı, bir Osmanlı İmparatorluğu haritası çalışma masasının
arkasında asılıydı. Son görüşmem Sencer Divitçioğlu’nun Vaniköy’deki evinde
oldu. O gün Selâhattin Hilav’ında katıldığı uzun bir sohbetimiz olmuş, “Asya
Tipi Üretim Tarzı” üzerine, moda deyimiyle bir beyin fırtınası yapmıştık.
Fethi Naci’nin gönülden
katıldığım bir savı vardır; der ki: “Türkiye’nin gerçek tarihi romanlarda
gizlidir. ” Kemal Tahir bu savın en mükemmel örneğidir. Bunun yanı sıra
“toplumcu gerçekçilik” akımın en çarpıcı örneklerini de eserleriyle vermiştir.
Kemal Tahir’in Türk
okurlarını kendine bağlayan yapıtı “Esir Şehrin İnsanları” ve onu tamamlayan
“Esir Şehrin Mahpusu” nehir romanıdır. Paşazade, yaşamını dış ülkelerde,
Osmanlı elçiliklerinde geçiren, Kamil Bey ve karısının Birinci Dünya Savaşı
sonrası, işgal altındaki İstanbul’a dönüşü ve zamanla olumlu bir çizgiye
ulaşarak “Milli Harekete” katılışı romandaki ana temadır. Kamil Bey’in, adım
adım ülke gerçekleri ile tanışarak ve “önce bir şövalye edasıyla” işbirliği
yaptığı “millici” bir gazetede bilinçlenmesi, mütareke polisince yakalanıp
hapse atılması, hapisteki “millici” arkadaşlarıyla daha bir bilinçlenmesi ve
sonunda 14 Temmuz Fransız Milli Bayramı resepsiyonuna eniştesi ile katılan
eşini bir gazete resminde görmesiyle onu boşaması... Bu olumlulaşma süreci
1950’nin “Soğuk Savaş” günlerinde hepimiz için adeta panzehir olmuştu. Fethi
Naci’nin “insan Tükenmez” yapıtı o günlerin ürünüdür. Fethi Naci, Kamil Bey
tipiyle Nâzım Hikmet’i bir anlamda özdeşleştirmiştir. Nitekim “Yol Ayrımı” adlı
yapıtında Kemal Tahir, Kamil Bey’in eşini boşamasını eleştirince Naci ile
yazarımızın yolları ayrılmıştır.
“Yol Ayrımı”, Serbest Fırka
komedisini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ahmet Ağaoğlu’nun anıları da
bu bağlamda Kemal Tahir’e kılavuzluk etmiştir. Ne var ki “Yol Ayrımı” “Esir
Şehrin” öyküsünün finali olmaktan ileri bir ilgi görmemiştir. Kamil Bey, Türk
edebiyatında “bireyin olumlu gelişimi” çizgisini en açık anlatan bir tiptir.
Nitekim Kemal Bekir “Kamil Bey”i sahneye aktarmış, fena da yapmamıştır.
Kemal Tahir’in üzerinde
durmamız gereken diğer iki yapıtı da “Kurt Kanunu” ve “Yorgun Savaşçı”dır.
“Kurt Kanunu”, 1926 istiklal Mahkemeleri’ni ele alır. Bilindiği üzere Ziya
Hurşit ve ekibi Gaziye “İzmir’de” başarısız bir suikast girişiminde bulunur.
Bunun üzerine Ankara İstiklal Mahkemesi, o günlerde “Üç Ali’ler divanı” olarak
anılıyordu, önce İzmir’de suikastçileri sonrada Ankara’da İttihatçıları yargıladı.
İzmir’de suikast sanıkları yanı sıra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın önde
gelenleri de yargılandı. Bu bağlamda mahkeme, Başbakan İnönü’yü bile
yargılamaktan, Gazi’nin müdahalesi sonucu, son anda vazgeçmiştir. “Kurt Kanunu”
bu süreci, eski bir İttihatçının gözüyle, Kara Kemal’e odaklanarak anlatır.
Yazarımız bu yapıtında Ziya Hurşit’in kıyıcılığını alabildiğine gözler önüne
sererken Canpolat, Maliye Nazırı Cavit Bey, Dr. Nazım vb. gibi asılanların da
masumiyetine ustaca değinir. Aradan yıllar geçtikten sonra, İsmet Paşa bir
röportajında olayı “siyaseten öyle gerekiyordu” diye değerlendirmiştir.
“Yorgun Savaşçı”,
bağımsızlık savaşının düzenli orduyla kazanılabileceğini adeta kanıtlayan bir
yapıttır. I. Dünya Savaşı’nın yıkımından çıkmış, mağlup ve de onuru zedelenmiş
yorgun subay ve erlerin yeniden ordulaşma çabası yapıtın çekirdek öğesini
oluşturur. Yunan işgalini adeta kaçınılmaz bir kader gibi kabul etmeğe hazır
halkın, yeniden ayağa kalkış öyküsüdür. Bir yerde yazınımızda sık sık değinilen
“Bir millet uyanıyor” temasının tipik örneğidir. Ertuğrul Muhsin de Milli
Mücadele sonrasında aynı adla, “Atıf Kaptan”ın başrolü oynadığı bir filmi
yönetmişti.
Usta yönetmen Halit Refiğ,
bu romanı dizi film yaptı. TRT istemişti. Ne var ki Cuntaların en geri zekâlısı
sıfatına layık Kenarı Evren ekibi bu dizinin TV’de gösterilmesini yasakladı.
“Asmayalım da besleyelim mi?” yaklaşımının mucidi Evren ekibinden de başka bir
davranışı beklemek abes olurdu. Dizi yıllar sonra ekranlara taşındı. Aradan
otuz yıl geçmesine karşın bu yasağın “gerekçesine” hiç kimse vâkıf olamadı.
Klasik askerin “yassah hemşerim" sözünden başka bir gerekçenin var
olduğuna da inanmıyorum.
Kemal Tahir, asırlardır
Anadolu halkının devleti “Kerim” nitelemesiyle değerlendirmesini severdi. Bu
yüzden “Asya Tipi Üretim Tarzı” kuramını fazlasıyla benimsedi. Son
yapıtlarından biri olan “Devlet Ana” bu yaklaşım açısından Osmanlı Devleti’nin
oluşumunu ele alır. Tartışılmaya açık bir yapıttır. “Gaziler Hareketi” olan bu
girişimde, ortak amaç için, “kolektif hareketin zorunluluğunu, AKP liderinin de
pek sevdiği “bitaraf olan bertaraf olur” yaklaşımı ile altını özenle çizmiştir.
Ne var ki, ortak yaşama zorunda olan göçebe topluluğun “oba”sı için geçerli
olan bu yaklaşım, modern toplumda “faşizm”den başka bir noktaya varamaz.
Kemal Tahir köylüden,
çıkarını kollayan “cin fikirliliğinden” ötürü hiç hoşlanmazdı. Bu düşüncelerini
köyü ele alan romanlarında da görmek mümkün. “İnce Memed” vb. gibi olumlu
yiğitlere de karşıydı. Sanırım bu düşünceye uzun süren cezaevi yıllarında
rastladığı köylülerden edindiği deneyimlerden ulaşmıştı. Bu bağlamda, “Köy
Enstitüleri” programını da köylerin daha fazla toplumdan soyutlanmasına yol
açacağı, durağan yaşamlarını sürdürmeye özendireceği düşüncesiyle beğenmezdi.
Bunu bir romanında da belirtmişti.
Sözün özü Kemal Tahir usta
bir kalemdi. Kalemiyle yaşadı. Kalemiyle yüz yaşına anılarak, okunarak,
beğenilerek giriyor. Binlerinin savladığı gibi sağcı değildi. “Sarı Paşa”
nitelemesini Gazi’yi eleştirmek amacıyla değil, onun genel kabul gören bir
lakabı gibi kullanmıştır. Romanlarında okuyucunun beynini gıdıklamayı pek
severdi. Görülenin değil, görünmeyenin araştırılmasını savlardı. Böyle bir
yazarı tanıdığım için çok şey kazandım. Onu sevenler de “zihinsel”
gıdıklanmalardan hoşlananlardı.
Kemal Tahir’i eleştirenler
özellikle yapıtlarında yakın tarih üzerine verdiği “vaaz”lara takılırlardı.
Özellikle Fethi Naci bu konuda acımasızdı. Ne var ki ülkemizde okullarda
okutulan tarihle gerçek tarih arasında önemli bir ayrışmanın varlığını da inkar
edemeyiz. Yazarımız kendinin de yaşadığı dönemlere, bildiği gerçeklerle ışık
tutmuştur. Usta bir roman yazarı olarak bu bağlamda önemli bir görevi de
üstlendiğini söyleyebiliriz. Okurlarına, olayların iki yüzünü birlikte
değerlendirmeleri gereğini başarı ile aşılamıştır. İyi de yapmıştır.
Kemal Tahir Düşüncesinin Dinamizmi: Sosyalizm, Batıcılaşma ve Doğu
Sorunu
Türkiye’de, uzun bir dönem,
mevcut siyaset ve dünya görüşüyle ilgili farklı değerlendirmeler yapılması
neredeyse yasaklanmıştır. Günümüzde ise tersine bir süreç yaşanmaktadır. Resmi
görüşü eleştiri altında her düzeyde farklılıklar mutlaklaştırılmaktadır. Her
iki tavır da sonuçta Türk toplumunu çağdaşlaştırmak veya küresel ilişkilere
uyum sağlamak adına tepeden inmeci, otoriter bir anlayışın tezahürü olmaktan
ileri gitmemiştir. Tartışmaların ana eksenini Türkiye’nin sorunlarının Batı
öncülüğünde çözüleceği anlayışı belirlemiştir. Türkiye seçeneksiz
bırakılmıştır. Çekişme farklı siyasetlere bağlanan takımlar arasındadır. Türk
aydınları değişen bu siyasi hareketlilik içinde ve çevresinde kendini var
etmiştir. Bu çevrenin içinde olmanın getirdiği rahatlık ve sorunlar içinde
çalışmıştır. Böyle bir ortamda siyaset, sanat ve düşünce hayatında tutulan
yoldan bağımsız söz söylemek, Türk toplum ve tarihinin birikim ve
potansiyelinden kendi adımıza yararlanmak imkânsız hale gelmiştir. Kemal Tahir
bu açıdan bir istisnadır. Bu nedenle farklı takımlar tarafından dışlanmıştır.
Günümüzde de bu tavır başka görüntüler altında sürdürülmektedir. Ölümünden bu
yana nerdeyse kırk yıl geçmesine rağmen Kemal Tahir’in görüşlerine, gündeme
getirdiği konulara ilgisiz kalmak mümkün olmamaktadır.
Kemal Tahir’in yaşamı,
sanatı ve düşüncesi birbirini etkileyerek gelişmiştir. Kemal Tahir esas
uğraşını roman olarak tanıtmasına rağmen sanat- edebiyat anlayışı nedeniyle
çeşitli toplum bilimlerinin konu ve sorunlarına da ilgi göstermiştir. Türk
toplum ve tarihiyle ilgili görüşleri en az romanları kadar ilgi çekmiştir. Bu
tartışmalar ilgi alanımızın genişlemesini ve ileriye yönelik olarak mevcut
sorunlarımızın nasıl anlaşılması ve çözülmesi gerektiği konusunda yeni
tartışmalara kaynaklık etmiştir. Kemal Tahir yaşadığı zor koşullara ve
haksızlıklara rağmen Türk toplum ve tarihiyle kaynaşarak sanatımızı ve
düşüncemizi zenginleştiren öncü aydınlarımızdan biri olmuştur.
Bu yıl Kemal Tahir’in 100.
doğum yılı. Kemal Tahir’i donmuş bir müze malzemesi olarak değil, romancılığı
ve görüşleri günümüzde de yaşayan, günümüz Türkiye’si ve dünya sorunları
üzerinde sözü olan bir romancı-düşünür olarak anıyoruz. Kemal Tahir’in ölümü
sonrasında yakın arkadaşlarından biri "fırtına dindi" demişti. Kemal
Tahir yaşadığı dönemde “sert” tartışmaların yazarı olarak tanınmaktadır. Sağ ve
solda çeşitli takımlara dâhil olmamış, resmi dünya görüşü savunucuları
tarafından dışlanmış, yalnız bırakılmış, hapislerde yatmış, hapishane dışında
sürekli olarak rahatsız edilmiş bir yazarın hâlâ “sert" kaldığından söz
edilmesi ilgi çekicidir. Getirdiği tartışma konularının önemi, özgünlüğü
reddedilmese de giderek bu özgünlüğü bir “gösteri" haline getirdiği
söylenerek, kendisine “soyu tükenmiş" bir aydın muamelesi yapılacaktır. Bu
da Kemal Tahir’i dışlamanın bir biçimidir. Kemal Tahir’in ölümünden bu yana
neredeyse kırk yıllık bir zaman geçti. Bu süre içinde dünyada ve Türkiye’de
önceki dönemin siyasetine bağlananların hayal bile edemeyeceği değişiklikler
yaşandı. Türkiye ve dünyada sosyalizmin, modernizmin sonundan, Marx’ın
ölümünden, aydının tükenişinden söz etmek sıradanlaştı. Bütünsel siyasetler,
bütünsel dünya görüşleri gözden düştü. Buna karşılık Kemal Tahir hâlâ
görüşlerinden yararlanacağımız gözde bir yazar, romancı ve düşünür olarak
varlığını sürdürüyor. Ancak Kemal Tahir’in günümüzde bazı çevrelerce gündeme
getirilmesi, görüşlerinden yararlanmak yerine yeni koşullarda ortaya çıkan
belli açıklamalara destek sağlama biçimindedir. Önce bu saptırmaya karşı durmak
gerekiyor.
Kemal Tahir sosyalist bir
yazardır. Kemal Tahir’i daha başlangıçta düşüncelerini olgunlaştırmış,
tamamlamış bir yazar olarak göremeyiz. Sosyalizm anlayışının bir gereği olarak
toplum gerçeği ve düşüncesini donmuş, gerçeklerin yerine geçen bir kalıp olarak
görmemiştir. Olaylar hakkında yeni bilgilere ulaştığında “yanılmışız
arkadaş" diyecek kadar cesurdur. Düşüncelerindeki değişimi bir “tutarsızlık”
olarak değil toplum gerçeğini anlama çabasının ve kararlılığının bir ürünü
olarak görmek gerekir. Kemal Tahir Anadolu Türk toplum gerçeğini ortaya koymak
için mevcut düzeni, tarih anlayışını sorgularken aynı zamanda sürekli olarak
kendi sosyalizm, sosyalist gerçeklik görüşünü de sorgulamış ve geliştirmiştir.
Bu tavrı sosyalizmi inkâr ve reddetme üzerine kurulu değildir. Antikomünist
anlayışın karşısında olduğu gibi Batılı sosyalizm anlayışına karşı da aynı
ölçüde uzak durmuştur. Bu nedenle Kemal Tahir sadece resmi görüş tarafından
dışlanmamış, Batı sosyalizmi savunucuları tarafından da itilip kakılmıştır.
Kemal Tahir’in romancılığı ve toplum düşüncesi değişen olaylar karşısında
sürekli olanı, değişmeyen temel çatışma ve değişimi arama temeli üzerinde gelişmiştir.
Dünya ve Türk toplum sorunlarının çözümüne bütünsel bir tarih anlayışı
çerçevesinde yaklaşmıştır. Ele aldığı olayları değerlendirmede zorluklarla
karşılaştığında ve olaylar elindeki yöntemi doğrulamayınca yöntemini de
olaylara göre geliştirmiştir. Kemal Tahir’in yaşam pratiği, roman anlayışı ve
sosyalizm düşüncesi bu sorgulama temelinde büyük bir zenginlik göstermiştir.
Kemal Tahir düşüncesinin temel dinamizmini öncelikle Doğu-Batı çatışması ile
Anadolu Türk toplum ve tarihi arasında kurduğu bağ oluşturmuştur. Sosyalizm
anlayışının temeli de budur.
Kemal Tahir sosyalizme olan
bağlılığını ve ilgisini hayatının sonuna kadar sürdürmüştür. Ancak sosyalizm
anlayışı bir kalıba veya takıma bağlanmak biçiminde değildir. Dünya ve Türkiye
gerçeğini sorgulama çabasının bir parçasıdır. Günümüzde “Türk solu” ve
“yedilik” denilince akla gelen ilk isimlerden biridir. Kemal Tahir ile ilgili
olarak çeşitli kökenden farklı görüşlere sahip olanların ortak kanısı her türlü
“alışılagelmiş görüşlere" karşı çıkan, “tersine çeviren”, “aykırı"
bir yazar olduğudur. Günümüzde, 40 yıl sonra bile hâlâ bu değerlendirmenin
yapılmasında bir terslik var. Kemal Tahir kendisine bağlı yöntem sahibi,
görüşlerinden yararlanılması ve sonuçlar çıkarılması gereken bir yazar olarak
değil, maharet sahibi (gerçekliği çarpıtan) bir illüzyonist olarak
değerlendirilmektedir. Kemal Tahir’in sosyalizm ve Doğu sorunu ile ilgili
görüşleri tersine eğilip bükülmüş, çarpık, kişisel bir fikir namusu ve
duyarlılığına indirgenmiştir. Kemal Tahir’i “tek başına bir fenomen” olarak
göstermek, bu açıdan övgü veya yergi konusu yapmak kaytarmacılıktır. Kemal
Tahir ile ilgili söz söylemek isteyenler kendi siyasi takım ve görüşlerinin
çerçevesinden çıkmamak için Kemal Tahir’in bağlı olduğu gerçeklikle doğrudan
yakınlık kurmaktan özenle kaçınmışlardır. Kemal Tahir’in Batıcılaşmaya ve Batı
sosyalizmine karşıt görüşleri savunması değerlendirme konusunda belli
zorluklara neden olmuştur. Giderek değerlendirme çabasından vazgeçilerek belli
dönemlerde anılan donmuş bir müze malzemesine dönüştürülmüştür.
Kemal Tahir üzerine yapılmış
belli çalışmalar, övgü ve yergiler bulunmaktadır. Bunlar Kemal Tahir’in
başlattığı bir tartışmaya yanıt verme çabasının ürünüdür. Kemal Tahir’in
kaygılarından kaynaklanmamıştır. Buna rağmen bu tartışmaları bütün bütüne
görmezden gelmek de mümkün değildir. Bu tartışmalar, değerlendirmeler olumlu
veya olumsuz da olsa sonuçta Kemal Tahir’i bugüne taşımıştır. Bu tartışmaları
aşarak Kemal Tahir’in görüşlerinin kendi dinamizmini, güncelliğini öne çıkarmak
gerekir.
Batı Sosyalizmi Anlayışına Karşı Türk Sosyalizmi: Yerlilik ve Doğu-Batı
Çatışması
Kemal Tahir düşüncesinin bir
özelliği Türk toplumu için önerilen hazır Batı açıklamalarına karşı çıkmasıdır.
Bu karşı çıkışın belli bir dayanağı vardır. Kemal Tahir “son gece’sinde bile
bütün hayatı boyunca olaylara belli bir yöntem dâhilinde baktığını söylemiştir.
Bu dayanağı/yöntemi ortaya koymadan Kemal Tahir’in sorgulama çabası, gündeme
getirdiği konu ve sorunlar, sosyalizm ve yerlilik anlayışı da anlaşılamaz. Yöntem,
bizim konularla ilişkilerimizi düzenlemekle kalmamakta, bu ilişkilerde yol
göstermekte ve elde edilen sonuçları başkalarıyla paylaşmamamızı sağlamaktadır.
Batı dünya egemenliğinin söz konusu olduğu ve bizim de Batıcılaşma ile bu
ilişkilere katılmaya çalıştığımız son dönemde açıklama çabalarını Batı
belirlemiştir. Sosyolojinin olduğu gibi sosyalizm açıklamalarının da temel
ekseni değişmemiştir. Bütün çaba Batı üstünlüğüne dayalı dünya yönetiminde
önderlik çekişmesine katılmak ve uyum sağlamak olmuştur. Batı güçlerinin bütün
varlıklarıyla angaje olduğu dünya egemenliğinin önderliği tartışması
milliyetçilik ve sosyalizm akımları ile ifade edilmiştir. Batı toplumları ve
toplum sınıfları arasındaki çekişme Batı-dışı toplumlar için de geçerli temel
çelişme olarak sunulmuştur. Türkiye’de de Batıcılaşma siyasi seçimimiz bu
çerçeve içinde ortaya çıkmış, açıklamaların yönü buna göre biçimlenmiştir.
Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ile Batıda önderlik çekişmesi son bulmuş, tek
merkezli Batı dünya egemenliği (küreselleşme) işçi sınıfının da önderlik
iddiasından vazgeçmesi olarak görülmüştür, ilgi çekici olan Batı-içi
çekişmelerin belirleyiciliği görüşünden vazgeçilmesi ve küreselleşmeden söz
edildiği günümüzde uygarlıklararası çatışma görüşünün öne çıkmasıdır. Ancak sorun
uygarlıklar arası farklılıklardan ve çekişmeden söz etmenin ötesinde, aynı
zamanda bu çatışmanın belirleyici olmasıdır. Doğu ve Batı uygarlıkları temel
özelliklerini bu çatışma içinde kazandıkları gibi dünya tarihinin gelişmesi de
bu çatışmaya bağlıdır. Doğu- Batı çatışması içinde elde edilen üstünlük bir
tarafa kendi koşullarını empoze etmeye izin verdiği gibi, bu dengeden çıkan
olmayan taraf bu koşulları aşma ve bunun imkânlarını yaratma çabası içinde
olmuştur. Doğu-Batı çatışmasında elde edilen dengenin tarih içinde değişmesi
gelişmenin de temelini oluşturacaktır. Toplumsal ilerleme ve gelişmeden
anlaşılması gereken toplumların sorunların çözümünde kullanabilecekleri güç ve
imkânlarının ortaya koyulmasıdır. Türkiye son 200 yıldır sorunlarının çözümünü mevcut
dünya egemenliği içinde görmesine rağmen bu serüven sonucunda Batı kimliğine
ortak olmadığı gibi kendi varlığını koruma ve sürdürme konusunda belli
sorunlarla karşı karşıyadır. Kemal Tahir, sorunlarımızı Doğulu olmamızla
açıklayan ve oryantalist bir anlayışın uzantısı olan Doğu-Batı farklılığı ve
ayrımı görüşü yerine, Doğu-Batı çatışması görüşünü gündeme getirerek mevcut
açıklamalardan kopmuştur. Türk toplum ve tarihine, Osmanlılığa olan ilgisi bu
yönüyledir.
Kemal Tahir’in sosyalizm ve
toplumsal değişme anlayışı Doğu-Batı çatışması görüşü tarafından
belirlenmiştir. Türk toplum tarihine sosyalizmin hem kuramsal, hem de pratik,
güncel, somut olgularından hareketle temellendirici bir bütünlük içinde
bakmaktadır. Toplum bilimlerinde kuram toplumsal gerçeği karmaşık, sınırsız
çeşitliliği ve rastlantısallığı içinde kavramak, değişmenin yönünü belirlemek
ve öngörmek için, değişen olaylar içinde değişmeyen temel gerçeği, temel
çelişkiyi saptama gereksiniminden kaynaklanmıştır. Kemal Tahir sıradan, ampirik
gerçeklik yerine, sosyalist toplumsal-tarihi gerçeklik anlayışının
savunucusudur. Doğu-Batı çatışması karşılaştığımız sorunları bir bütün olarak
kavramamıza, sorunları kendi açımızdan belirlemeye ve dünyanın geleceği
konusunda belli bir değerlendirme yapmamıza izin vermektedir. Kemal Tahir için
sosyalizm, “bilimsel sosyalizmin desteğiyle büyük çalışmalar sonucu varılacak
Doğulu-Türk sosyalizmidir. Sosyalizmin Batılı biçimini, dünyada bilimsel
sosyalizmin tektir aldatmacasıyla kalıp sayarak aynen alabileceğimizi ummak,
Osmanlıların ‘dünyada Batılaşma tektir, bu da kapitalist-burjuva soyguncu
Batılaşmasıdır’ zannettirilerek düşürüldükleri ölüm çukuruna kendi isteğimizle
ve deneylerden yararlanma, olaylardan ders çıkarma yeteneğimizin bulunmadığını
da ispatlayarak tekerlenmemiz olur. "11 Kemal Tahir’in
sosyalizm ve yerlilik anlayışının temeli Anadolu Türk toplumunun Doğu-Batı
çatışması içinde Batı saldırganlığı ve sömürüsüne karşı Doğu toplumlarının
savunuculuğu çerçevesindedir. Anadolu Türk toplumu bu görevi yürütecek siyasi
seçeneği ortaya koyamadığında ve Batıcılaşma siyasi seçimi içinde
debelendiğinde kendi varlık ve kimliği de tartışmalı hale gelmiştir.
Kemal Tabir bize önerilen
hazır kalıplara karşı çıkarak kendi toplum ve tarih gerçeğimize bağlanmaya
çalışmıştır. Bunu her türlü gerçeklikten kaçma, gerçeğe kuşku olarak görmemek
gerekir. Kemal Tahir hayatı boyunca olaylara belli bir yöntemle bakmış, yöntem
kendi yaşadıklarına, gerçekliklere cevap vermediğinde kendi yöntemini
sorgulamaktan ve geliştirmekten çekinmemiştir. Kendi yöntemi ile toplum gerçeği
arasında tutarlılık ararken, hazır kalıplara, kolaycılığa, kaytarmacılığa yüz
vermemiştir. Esas kaygısı her şeyden kuşku duymak değil, değişen toplum
gerçekliği arasında bir tutarlılık (yöntem anlayışı) ortaya koymaktır. Bu
açıdan Doğu-Batı çatışması görüşü toplum özelliklerimizi belirtmenin ötesinde,
bu birikimden yararlanarak sorunlardan çıkış yolunu da göstermektedir.
Kemal Tahir Osmanlılık
aracılığıyla Anadolu Türk toplumunun Doğu- Batı çatışması içindeki konumu ve
rolünü belirtmenin yanında, Batıcılaşma girişimimizin açmazlarını da gündeme
getirmiştir. Türk toplum ve tarihinin yaratıcı gücü ve potansiyelini dünyadaki
gelişmeleri belirleyen Doğu-Batı çatışması içinde değerlendirmiştir. Anadolu
Türk toplumunun Doğu-Batı çatışması içindeki yeri ve rolü kendi varlığını
koruma ve sürdürmenin ötesinde Doğu toplumlarının kaderini de belirlemiştir.
Doğu- Batı çatışmasının dünya tarihini belirleyecek son hesaplaşması, düğümün
çözümü geçmişte olduğu gibi Anadolu’da yaşanmaktadır. Kemal Tahir’in yerlilik,
Türk sosyalizmi anlayışı bu çerçeve içinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Batıcılaşmayı temel
siyaset olarak seçen her türlü resmi düzen savunucularını olduğu kadar, Batıcı
resmi sosyalizm savunucularını da rahatsız etmiş, Kemal Tahir’e yönelik eşi
görülmemiş bir linç girişimi başlatılmıştır. Türk aydınının sorumluluktan
kaçması, etkisizliği kendi toplum gerçekliğine yabancılaşarak önerilen
şemalarla yetinme kolaylığına düşmeşinden kaynaklanmaktadır. Türk
aydınının ilişkilerde ortaya çıkan değişmelere göre sürekli olarak görüş
değiştirmesi, konusu değiştikçe yöntemini de değiştirmesi bir tutarsızlıktır.
Türkiye’de çeşitli kuşaklardan söz edilmesine rağmen toplum düşüncesinde belli
bir birikimin olmaması, ancak Batıcılaşma temelinde bir çizgiden söz edilmesi
bundan kaynaklanmaktadır. Aydın tutarsızlığının bir görünümü yöntemden
uzaklaşma veya sık sık yöntem değiştirme biçimindedir.
Kemal Tahir, Türkiye’nin
sorunlarım anlamak, diğer yandan bu sorunların çözümlenmesindeki katkısı nedeniyle
sosyalizme ilgi duymuştur. Daha önce de belirttik. Esas ilgi alanı Türkiye’nin
sorunları ve konularıdır. Başkalarının yaptığı gibi kendisini tanımlamak için
sosyalist değil Türkiye’nin yararına bir sosyalizm savunucusudur. Sosyalizmin
hazır kalıplarını Türkiye’ye uygulamak yerine, Türk toplum gerçeğinden yola
çıkarak sosyalizme yaklaşmıştır. Sosyalist teoriye katkısı burada ortaya
çıkmaktadır. Kemal Tahir’in görüşlerini sadece Batı karşıtlığı ve toplumumuzun
farklılığı temelinde ele almak yetersizdir. Kemal Tahir kendi içine kapalı
yerli”, yerel bir milliyetçilik veya “cemaat” anlayışının savunucusu değildir.
Türk toplum ve tarihine dayalı bir sosyalizm savunucusudur. Kemal Tahir
toplumumuza önerilen toplum modellerini sorgulamanın ötesine geçerek toplumları
tanımlayan temel ilişkiyi tartışmıştır. Bu yönüyle Batıcılaşma siyasetinin
uzantısı olarak ortaya çıkan ve kendisini milliyetçi, İslamcı, sosyalist olarak
tanımlayan çeşitli takımlardan ayrılmıştır. Mevcut Batı düzen savunuculuğuna
karşı çıkması modernleşme eleştirisiyle sınırlı değildir. Doğu toplumlarına
önerilen Batı öncülüğüne dayalı sosyalizm anlayışından da kopmuştur. Kemal
Tahir’in toplumsal değişme anlayışının temelinde Doğu-Batı çatışması
bulunmaktadır. Bu yöntem anlayışı çerçevesinde Türk toplum ve tarihinin dünya
tarihine katkı yapacak yaratıcı potansiyelini ortaya koymaya çalışmıştır.
Osmanlılığa olan ilgisi bu nedenledir. Kemal Tahir, Türk toplumunun Batıdan
farklılığı saptamasından yola çıkarak tarihi değişme ve gelişmeyi belirleyen Doğu-Batı
çatışması görüşüne ulaşmıştır. Doğu-Batı çatışması görüşü toplumlararası
ilişkilerde Türk toplumunun kendi sözü olabileceği, Doğunun öncülük ve
sözcülüğünü üstlenme olanağımız olduğunu bize göstermektedir. Kemal Tahir’in
Türk toplum ve tarihine olan ilgisi eskiye bir övgü, yergi ya da özlem olmanın
ötesinde, günümüz ilişkilerini etkilemeye yönelik gücümüzü, toplum dinamiğimizi
ortaya koyma anlayışının uzantısıdır.
Kemal Tahir, Doğu-Batı
çatışmasını herhangi bir çatışma olarak görmemektedir. Doğululuk veya Batılılık
iktisadi bir kategori değildir, tarihsel oluş ve birikimin ürünüdür. Kemal
Tahir’e göre Doğulu toplumlar Hıristiyan veya sosyalist de olsalar Doğululuktan
çıkamaz, çıkanlar kendi kökenlerine, tarihine yabancı olur.12 Batılılaşmak ancak sömürüye
yönelmekle mümkündür. Doğu ile Batı arasındaki benzemezlik, Batının varlığının,
kimliğinin Doğu sömürüsüne bağlı olması, diğerinin bunu itmesi, karşı çıkması
ve kırma halidir. Bu iki farklı tavrı uzlaştırmak mümkün olmamaktadır. Sorun
sadece bu farklılığı saptamakla elbette bitmemektedir. Batıda da Doğu-Batı
farklılığından ve çatışmasından söz edilmiş, bu çatışmaya ilgisiz
kalınmamıştır. Ancak Batının Doğu karşısında üstünlüğü, siyasi ağırlığı
nedeniyle Batı çelişkileri önde gelen çelişkiler olarak değerlendirilmekte ve
bu sorunların çözümünde Batıya öncülük verilmektedir. Batı dünya egemenliğinin
günümüzde ulaştığı boyut ve Doğu halklarının direncinin kırılması, sorunların
Batı öncülüğünde ve yönetiminde çözüleceği konusunda bir anlayışın ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Kemal Tahir önce buna karşı çıkmıştır. Batıda XIX. ve XX.
Yüzyılda önerilen ve uygulanan biçimiyle sosyalizm mevcut sömürü düzenine sahip
çıkmanın ötesine geçmemiştir. Türkiye’de sosyalist hareket, bu türden bir
ilintisi bile olmadan Batı sosyalizmi savunucusu olmuştur. Yerlilik ya
küçümsenmiş ya da farklı sosyalizm anlayışları arasında seçim yapmaya
indirgenmiştir. Bu girişimler temelsiz kalmıştır. Kemal Tahir’in Türk
toplumunun dünya ve tarih içindeki yerini ve rolünü açıklamak için getirdiği
çerçeve kendisini güncel kılmaktadır. Güncellikten ve çağdaşlıktan anlaşılması
gereken mevcut çıkarlara bağlanmak, soyguna katılmak veya sömürüye uyum
göstermek değildir. Toplum ve tarihi gerçeği bilmek, güncel olanı geleceğe
doğru aşmanın bilincidir. Kemal Tahir Batıcılaşmaya karşıt olmanın ötesinde,
Batıcılaşmayı aşacak yeni bir dünya görüşünün savunucusudur. Bu nedenle
sosyalisttir. Kemal Tahir’in sosyalizme katkısı, tarihi gelişme ve\ilerleme
anlayışının Batı önderliğinde ve Batı-içi çelişki ve çatışmalara indirgenmesine
karşı çıkması ve Doğu-Batı çatışması görüşüyle zenginleştirmesidir. Türk
sosyalizminin özgünlüğü, yerliliği de bu çerçevede ortaya çıkmaktadır. Toplum
tarihimizin özellikleri, sosyalizme yönelmek ve sosyalizmi zenginleştirmekte
işimize yarayıp yaramayacağı açısından önemlidir. Bu anlamda Kemal Tahir’in
Osmanlı’ya ve ATÜT’e olan ilgisi Batıya benzemediğimizi, farklılığımızı
belirtmenin ötesinde sosyalizmle ilişki kurmak içindir. “Osmanlı toplumu,
bilhassa Anadolu-Türk insanı, Devlet hattâ İmparatorluk kurmakta, bunu
geliştirip yaşatmakta, sonuna kadar savunmakta, olağanüstü bir yatkınlık, bir
ustalık göstermiştir. Bu yatkınlık, ustalık, insan değeri olarak toplumumuza
büyük birikimler, teknik ve öteki öğretilir şeylerle elde edilemez büyük
yetenekler vermiştir. Biz bu birikmiş yeteneklerimizi ergeç kendi
özelliklerimizi işe yarar kılacak yolu bulunca işleteceğiz, bundan hem
kendimiz, hem yakın çevremiz, hem de bütün insanlık yararlanacaktır. "13
Yedilikten, Türk sosyalizminden anlaşılması gereken bu- dur. Kemal Tahir
sosyalizm öğretilerinin Batı ile sınırlı olmadığını göstermiştir. Batı
saldırganlığına karşı koyma, sömürüşüz bir uygarlık kurma ve yaşatma başarısı
gösteren Anadolu Türk toplumu Batı için de geçerli bir çözümü üstlenebilecek
birikim ve yaratıcılığa sahiptir. Sömürünün geride kaldığı bir geleceği inşa
etmek için Doğu ve Batıyı kuşatacak bir düzeni savunmak gerekir. Anadolu Türk
toplumu bu açıdan önemli bir deneyim sahibidir.
Kemal Tahir Doğu-Batı
çatışması görüşüyle mevcut dünya egemenlik düzenini, sömürüyü ve saldırganlığı
mutlaklaştıran koşulların aşılmasını öne çıkarmaktadır. Batı-içi çelişki ve
çatışmaların temel ve evrensel çelişki olarak tanımlanmaktan vazgeçildiği
günümüzde “uygarlıklararası çatışma", “uygarlıklararası diyalog",
“uygarlıklararası ilişkiler" tüm dünyanın ilgi alanındadır. Tartışmanın
tarihi kökenleri ve güncelliği dünyanın gelecekte alacağı biçim ile ilgilidir.
Bu konularda tartışmayı tek yönlü olarak belli bir tarafa bırakmak, bir tarafın
empozesi ile sorunları çözmek mümkün değildir. Kemal Tahir bu konulardaki
görüşleriyle kendi sözümüzü söylememize imkân vermektedir. Kaynaklan tarihte
olan ve günümüzde de belirgin bir biçimde varlığını sürdüren temel, evrensel
toplumlararası çelişki ve çatışmalar Kemal Tahir’i güncel kılmaktadır.
Sosyalizm belli bir dönemde
ve koşullarda gelişmiş ve Batıda endüstri toplumu olarak adlandırılan bir
toplum türünün başlıca sınıflarından biri konumundaki işçi sınıfının dünya
görüşü olmuştur. Marxizm, sorunların çözümünü toplum-içi belli düzenlemelerde
gören sosyolojinin tersine Batı-içi toplum sorunlarını toplumlararası düzeyde
çözme çabasındadır. Mevcut düzen içindeki çatışmalardan yararlanarak düzene
işçi sınıfı adına sahip çıkmak ve yararlanmak istemektedir. İşçi sınıfının
sahip çıkmak istediği düzen burjuvazinin kurduğu ve işlettiği Doğu sömürü
düzenidir. Bu nedenle Batı işçi sınıfının sömürüşüz bir dünya kurma isteği
tartışmalıdır. Dünyanın geleceğini belirlediği söylenen işçi sınıfı ile
burjuvazi arasındaki çekişme Doğu soygun ve sömürüsünün hangi sınıflar
aracılığıyla daha verimli sürdürüleceği tartışması olmaktan ileri gitmemiştir.
İşçi sınıfı Doğu aleyhine kurulan mevcut dünya düzenini aşan yeni bir dünya
siyaseti sunmamaktadır. Kemal Tahir, Batı toplumlarına üstünlük veren, Batı
işçi sınıfı önderliğindeki sosyalizm arayışlarına karşı temkinli yaklaşmıştır.
Sonuçta XIX. Yüzyıl sosyalizmi Batı-dışı toplumların her türlü etkinliğini
dışlamaktadır. Batı-dışı toplumları yine Batı öncülüğündeki sömürü düzenine
katmaktan başka bir sonuç vermemektedir. XX. Yüzyılın sosyalizm anlayışım
belirleyen Bolşevik Devrimi’nin Doğu halklarına burjuva devrimlerinden farklı
bir önerisi yoktur. Bolşevik devrimi, mevcut Batı egemenliği dışında kalan
Batı-dışı halkları dünya egemenliğinin bir başka biçimine katmanın ötesinde
yeni bir seçenek sunmamıştır. XX. Yüzyılda Doğu halklarının Batı saldırganlık
ve soygununa direnişi nedeniyle sosyalizm tartışmalarının ağırlığının Doğuya
kaymasına rağmen sosyalizm bir başka Batı yönetim modeli örneği olmuştur.
Türkiye’de de sosyalizm tartışmaları Batı-içi bölünmede bir dış siyaset
seçeneği (Batı yandaşlığının bir biçimi) olarak kalmıştır. Kemal Tahir, hem
mevcut resmi siyasi seçime, hem de Batıcı sosyalizm anlayışına bu yönüyle karşı
çıkmıştır. Bu nedenle her iki kesim tarafından da dışlanmıştır. Türkiye’de
sosyalizm açıklama ve örgütlenmeleri Türk toplum ve tarihine doğru giden,
mevcut Batıcılaşma deneyimlerini aşan siyasi bir seçenek olmak yerine Batı
savunuculuğunun bir biçimidir. Sosyalistlerin Türk toplum ve tarihinden kopuk
pratiği ve teorisizliği bu nedenledir. Sosyalistlerimiz dünyadaki sosyalizm
deneylerini incelemişler, bu deneyimlerden yola çıkarak birbirlerinden
ayrışmışlar ve aralarında çatışmaya bile girmişlerdir. Ama Türk toplumuna yabancı
kalmışlar, sosyalizm tartışmaları yanıltıcı, zaman tüketici ve sosyalizme
katkıdan uzak, saptırıcı nitelikte olmuştur.
Sosyalizmin bilimsel teori
ve pratiği tarihin bir bütün olarak hareketi ve oluşumu, insanlığın bu bütünlük
içindeki çelişki ve çatışmaları tarafından belirlenir. Geçmişte dünyadaki temel
çelişki işçi sınıfı ile burjuvazi veya kapitalist blok ile sosyalist blok
arasındaki çatışma olarak gösterilmiş, günümüzde bu çelişkinin aşıldığı
belirtilerek sosyalizmin sonundan söz edilmiştir. Gerçekte sona eren Batı
sosyalizmi ve öncülüğü anlayışıdır. Kemal Tahir’in sosyalizm eleştirilerini,
Doğu savunuculuğu görüşlerini bu açıdan değerlendirmek gerekir. “Buradaki
sosyalizm, Batı için düşünülmüş, bir bakıma sömürüyü bir zaman daha sürdürecek
sosyalizm değildir. Gerçek sosyalizm, her çeşit sömürüyü gerçekten kaldıracak
sosyalizmdir. "'Kemal Tahir, Batı sosyalizm anlayışına karşı çıktığı için
mevcut açıklamaları zorlamıştır. Gerçeğe saygısı nedeniyle önceliği belli
kalıplara, şemalara değil Türkiye gerçeğine vermiştir. Diğer bir deyişle
anti-Marxist olduğu için çizgi dışına çıkmış değildir. İnkâr değil, aşma ve
Marxizmi zenginleştirme biçiminde sosyalizme sahip çıkmıştır. Amacı Doğunun ve
Türkiye’nin yaratıcılığını ve ağırlığını sosyalizme katmaktır. Vurgulamaktan ve
tekrardan kaçınmamak gerekir. Kemal Tahir’in Türkiye’den yana bir sosyalizmi,
yerliliği savunması sömürüşüz bir dünya özlemi ile birliktedir. Türkiye’de
Batıdan aktarma (tercüme) bir sosyalizm anlayışının sözcülüğü yerine, dünyada
Türkiye’nin sözcülüğünü tercih etmiştir. Yerliliği, Türk sosyalizmini savunması
bu anlamdadır. Kemal Tahir sadece Batıcılaşma anlayışını değil, Batı
sosyalizminin de sınırlılığını aşmış, sosyalizm ile Doğu-Batı çatışması görüşü
arasında ilişki kurmuştur. Sosyalizm sonuçta soygun ve sömürünün olmadığı bir
dünya özlemi, insanlığın bütün birikimlerini kapsayan ileri bir uygarlık
projesidir. Kuramdaki yanılgılar bu haklı isteğin reddedilmesini gerektirmez.
Bu önerinin sahibi Doğu toplumlarıdır. Doğu toplumlarının sömürünün sürmesini
istemeyecekleri açıktır. XIX. Yüzyıldan bu yana Batı sosyalizmi Doğu ile
ilişkilerde çözüme temel olacak yeni bir Batı kimliğinin savunusunu
yapamamıştır. Günümüzde Batı için düşünülmüş, Doğu sömürüsünü sürdürecek bir
sosyalizm anlayışı bile savunulamamaktadır. Sömürünün ortadan kalkmasını,
sömürücü Batıdan beklemek yanılgı olmuştur. Yanılgı, sömürünün son bulacağı
görüşünde değil temel çelişkinin yanlış saptanmasındadır. Bu yanılgının
sürmesinde Doğu sosyalistlerinin de kolaycılığa, kaytarmacılığa yatkınlığı
önemli bir rol oynamıştır.
1) Kemal Tahir, age s. 5.
Kemal Tahir, mevcut
Batıcılaşma girişimlerine karşı çıkarken, Batı sosyalizm anlayışına da karşı
çıkmaktadır. Batı sosyalizm anlayışı çerçevesinde de sonuçta mevcut dünya
düzeni değişmemekte, Doğu halklarının ve Türk toplumunun yeri ve koşulları aynı
kalmaktadır. Dünya tarihinde esas değişme toplumlararası ilişkiler ve siyaset
düzeyindedir. Türk toplum ve tarihindeki değişiklikler de siyaset değişikliği
biçimindedir. Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi veya Batıcılaşma olayı
Doğu-Batı ilişkilerinde yerimizin ve rolümüzün değişmesiyle ilgilidir.
Batıcılaşma devletin ve toplumun sorunlarına çözüm olmadığı gibi yeni
sorunların da kaynağını oluşturmuştur. Kemal Tahir Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet
dönemlerini bu görüş açısından değerlendirmiştir. Batıcılaşmada terslik Doğulu
bir toplumda Batı yandaşlığına koşulmamız yanında, kendi kimliğimizin de
tartışmalı bir hale gelmesidir. “Batılılaşma bizim Doğuyla
olan tarihsel gerçek, yaşatıcı ilintimizi kesmiştir. Bizi içinden
çıkamayacağımız bir çirkef çukuruna düşürmüş, orada tutmanın bütün şartlarıyla
da çevirmiştir. Umutsuzluğumuz, karamsarlığımız, yorgunluğumuz ve yaşama
sevincini yitirmemizin tek sebebi budur! Bilgilerini, çalışmalarım onurlu işlere
yöneltemeyen kişiler gibi toplumlar da hem gövdeleri, hem de ruhlarıyla er geç
çürümeye mahkumdurlar. ”14
Doğu Sorunu-Batıcılaşma: Karşılıklı Açmaz ve Çöküntü
Kemal Tahir’in Türk
toplumunun dünya ve tarih içindeki yerini anlamak ve açıklamak için getirdiği
çerçeve bugün de önemlidir. Batı çözüm önerileri ve toplum modelleri Anadolu
Türk toplum özelliklerine uymamaktadır. Batıcılaşma girişimleri bu nedenle
zorlama ve biçimsel olmaktan ileri gitmemiştir. Giderek Batı dünya egemenliği
yeni bir aşamaya izin vermeyen bir kısır döngüye dönüşmüştür. Batı için açmaz
Doğu sorunundan kaynaklanmaktadır. Batının Doğu karşısında elde etmiş olduğu
üstünlüğü pekiştirmenin ötesinde bir amacı yoktur. Sonuçta mevcut dünya
egemenliği sorunları çözecek yeni bir aşamaya izin vermediği için karşılıklı
olarak tarafları çürütmektedir. Kemal Tahir Batıcılaşma eleştirilerinden yola
çıkarak Anadolu Türk toplumunun özelliklerini sosyalizm ve Doğu-Batı çatışması
içinde yeni bir çözüme temel olacak biçimde belirlemeye çalışmıştır.
Yeni bir dünya özlemi ve
gereği mevcut dünya düzeninin sorunlarından kaynaklanmaktadır.
Anadolu Türk toplumu,
Doğu-Batı çatışmasının en yoğun yaşandığı son 1000 yıllık dönemde bu çatışma
içinde taraf olmuş ve kimliğini bu çatışma içinde oynadığı rolle kazanmıştır.
Kemal Tahir, Anadolu Türk toplumunun bu özelliğini bize göstermiştir.
Osmanlılık bu kimliğin en üst düzeyde siyasi olarak ifadesidir. Osmanlı bir
imparatorluk olarak tasfiye edilmesine karşılık, Osmanlı’nın temsil ettiği Batı
saldırganlığına karşı Doğu halklarının savunuculuğu ve koruyuculuğu siyasetinin
gereği ortadan kalkmış değildir. Batıcılaşma girişimleri sorunlarımıza çözüm
olmadığı gibi toplumumuza yeni bir kimlik de kazandırmamıştır. Günümüzde,
Osmanlı’nın bıraktığı siyasi boşlukta, Doğu savunuculuğu ve koruyuculuğu
siyasetinin canlılığı Anadolu Türk toplumunun yaşantısı ve toplum özellikleri
içinde sürmektedir. Toplumlar yeni siyasi serüvenlere atılsalar bile kendi
varlıklarını tehlikeye atmamak için yeni gelişmeleri uzun süre denemeden, gerçek
çözüm olduğu ispatlanmadan kendilerine kimliklerini kazandıran nitelikleri terk
etmezler. Doğu-Batı çatışması içinde karşılıklı ilişkilere rağmen taraflar
temel çıkarlarından vazgeçmemiştir. Bunun bir göstergesi, bizim Batı sorunu
dediğimiz sorunun, Batı için Doğu sorunu olarak tanımlanmaya devam etmesidir.
Her iki taraf da son 200 yıldır bir- birleriyle yeni ilişkilere girseler de
tarihsel güç ve imkânlarını, birikimlerini unutmamışlardır. Anadolu Türklüğü
ile Batı arasındaki ilişkiler son 1000 yıldır Doğu-Batı çatışmasının en keskin
biçimini ortaya koymuştur. Ancak çatışmanın kökeni daha eskidir.
Doğu-Batı çatışması tarihin
ilk günlerinde ortaya çıkan, günümüz ilişkilerini de belirleyen temel
çatışmadır. Türkler bu çatışmanın yaratıcısı değildir. Ama bu çatışma içinde
yer alarak kendi kimlik özelliklerini kazandıkları gibi tarih içinde de etkili
olmuşlardır. Günümüzde de Doğu ile Batı uygarlıkları arasındaki farklılık ve
buna bağlı uyuşmazlıklar sürmektedir. Batı, kendi egemenliğini çözüm gibi
göstermek istemesine rağmen, taraflar arasında sorunlar aşılmış değildir.
Doğu-Batı farklılıklarının çatışmaya dönüşmesi çıkarların farklılığı yanında,
buna bağlı bir toplumsal örgütlenme sorununu da belirtmektedir. Taraflar
arasındaki farklılaşma ve çatışma sadece iktisadi düzeyde değildir. Toplumsal
örgütlenme düzeyinde taraflar arasındaki ilişkilerin denetimi geleceğin
oluşturulması, planlanması açısından önemlidir. Bu, denetimi elinde tutan
tarafa belli bir üstünlük ve imkân sağlamaktadır. Batıda ortaya çıkan farklı
merkezlerin temelini Doğu-Batı ilişkilerinin denetimi oluşturmuştur.
Yakın-Doğu’da ortaya çıkan farklı Doğu merkezlerinin temeli de farklı değildir.
Doğu ve Batının uygarlıkları kendi kimliklerini karşılıklı ilişkilerde
bulmuşlardır. Tarafların kendi kimliklerine ve varlıklarına yön veren bu
ilişkileri denetleme çabası büyük bir çekişme konusu olmuştur. Bu ilişkilerin
denetimini eline geçiren merkezler, bağlı oldukları cephenin/uygarlığın öncülük
ve sözcülüğünü yapmışlardır. Batı için Doğu ile ilişkilerin sürekliliğini
sağlayacak ilişkilerin denetimi önemli olduğu gibi, Doğu için de sorun Batı
saldırganlığına ve sömürüsüne karşı belli stratejik noktaları elinde tutarak bu
denetimi kendi adına sürdürecek örgütlenmeleri oluşturmaktır. Anadolu’nun
Doğu-Batı ilişkileri içindeki konumu ve rolü bu nedenle önemlidir. Yakın
Doğu’da Batı soygun ve sömürüsüne engel olarak kurulmuş “asker- devletler”
geleneği geleneksel üretici ATÜT devletlerinden farklılık göstermektedir.15
Asker devletlerin üretimle, ekonomiyle ilintileri Batı saldırılarına karşı
koyma, Doğuyu savunma zorunluluğuna dayanır. Anadolu sadece Batı saldırılarını
ön cephede karşılamak, askeri olarak cephe savunuculuğu üstlenmenin ötesinde,
Doğu-Batı ilişkilerinin siyasi olarak örgütlendiği ve denetlendiği bir
merkezdir. Doğu ve Batı uygarlıkları varlıklarını karşılıklı ilişkilerde
(askeri, siyasi, ticari) bulduğu gibi bu ilişkilerin denetimi taraflar için her
dönem önemlidir. Anadolu Türklüğünün Doğu-Batı çatışması içinde yer alması,
Osmanlılık ile bu ilişkileri düzenleyen ve denetleyen bir merkez olması Batı
için “Doğu sorunu”nun “Türk sorunu" biçiminde ortaya çıkmasına neden
olmuştur.
Doğu-Batı ilişkileri içinde
cephe seçimi kadar bu cephe içinde üstlenilen yer ve rol de önemlidir.
İlişkilerin denetimini ele geçirme çabası, bu ilişkileri eline geçiren tarafa
imkân, sağlayacağı için, cephe içinde de önderlik çekişmesi söz konusudur.
Anadolu Türklüğünün Doğu-Batı ilişkileri içindeki yeri ve rolü, Batı-içi
önderlik çekişmesinde belirleyici olduğu kadar, bunun ötesinde taraflar
arasındaki çatışmanın sonlandırılması için de önemlidir. Günümüzde Batı
içindeki önderlik çekişmesi ortadan kalkmasına ve Doğu üzerinde Batının kesin
denetimi kurulmuş olmasına rağmen Anadolu Türk toplumu Batı için tehdit olarak
görülmeye devam etmektedir. Anadolu Türklüğü Osmanlılık siyasetiyle Batıya
karşı Doğu uygarlıklarının sözcüsü ve öncüsü olmuştur. Bu anlamda Osmanlı
egemenliğindeki çeşitli halklar Osmanlı çözümü ile kaynaşmıştır. Anadolu’nun
Türkleşmesi olayı da bu anlamdadır. Anadolu Türklüğünün savunduğu siyasetle
bütünleşme söz konusu olduğu için çeşitli halklar Türk kimliğiyle
özdeşleşecektir. Günümüzde Türk kimliğinin tartışılması, tartışmalı hale
getirilmek istenmesi Batı için ‘Türk/Doğu sorunu”nun kökten bir biçimde çözülmek
istendiğinin bir göstergesidir. Bu, bir anlamda Batı saldırganlığı ve
sömürüsünü pervasız bir biçimde sürdürme isteğinin bir parçasıdır. Batının
sosyalizmden vazgeçtiği, Doğunun koruyucu bir örgütlenmesinin ve sözcüsünün
bulunmadığı bir dönemde Batı tarafından Doğu-Batı çatışmasının gündeme
getirilmesi boşuna değildir. Aynı dönemde Türk kimliğine karşı saldırıların da
gündeme gelmesi aynı olayın bir başka görüntüsüdür. Günümüzde Kemal Tahir’in
yerlilik ve Türk sosyalizmi görüşleri bu nedenle ayrıca önem kazanmaktadır.
Anadolu Türklüğü kendi
kimlik niteliklerini Doğu-Batı çatışması içinde kazanmıştır. Bu, günümüzde de
faydalanacağımız bir güç ve potansiyeldir. Yakın Doğu, sadece askeri ve ticari
anlamda Doğu-Batı ilişkilerinin en yoğun yaşandığı yer olmanın ötesinde
ilişkilerin denetimi, dünya egemenlik ilişkilerinin de örgütlendiği ve
denetlediği bir yer konumundadır. Yakın Doğu’nun başlıca özelliği tarih içinde
birden fazla merkeze sahip olmasıdır. Anadolu son 1000 yıldır hem Doğunun
toprak bütünlüğünün sağlanması, hem de Batı saldırganlığının sınırlandırılması
açısından önemini korumaktadır. Anadolu Türklüğünün en üst düzeyde siyasi
ifadesi olan Osmanlılık, Doğuyu koruma ve savunma işini üstlenen siyaset
alanında uzmanlaşmış örgütlenmesini belirtmektedir. Bu nedenle Doğu
uygarlıkları yanında ayrı bir Osmanlı uygarlığından söz edilmektedir. !Anadolu
Türk kimliğinin geleneksel Doğu uygarlıkları içinde özel bir yeri ve görevi
vardır. Osmanlılık-Türklük, üretici-Doğu ATÜT uygarlıklarıyla ve Yakın Doğu’da
bulunan bölge çıkışlı farklı toplumlarla eşanlamlı değildir. Anadolu Türk
toplumu dünya egemenliği örgütlenmesi (imparatorluk) içinde kendini
tanımlamaktadır. Dünya egemenliğinin örgütlenmesi geleneksel Doğu ATÜT
uygarlıkları örgütlenmesinden farklılıklar göstermektedir. Osmanlı, Batıya
karşı Doğu uygarlıklarının dünya egemenliği örgütlenmesidir. Dünya egemenliği
başlangıçta askeri bir örgütlenmeyi gerektirse de sadece bununla sınırlı
değildir. Batı üzerinde kesin bir denetim kurmak ve askeri üstünlüğü bir dünya
egemenliğine dönüştürmek için aynı zamanda Doğu-Batı ilişkilerinin
sürekliliğini sağlayan yolların denetlenmesi gereği vardır. Osmanlı,
Batıcılaşma döneminde dünya egemenliği üzerindeki kesin denetimini yitirmiş
olsa bile, bu yollar üzerindeki önemini korumaktadır. Osmanlı sonrası, yeni
Türkiye devletinin Anadolu’da varlığı Batı saldırganlığı ve sömürüsünün
sınırlanması anlamına gelmektedir. Anadolu Türklüğünün Doğu üretimine ve
zenginliğine katkısı, Batı soygununa ve saldırısına engel olmakla dolaylı yoldan
olmaktadır. Batıcılaşma siyasi seçimiyle bu rolden vazgeçmemize, Osmanlı
siyasetini reddetmemize rağmen, Batının Türk karşıtlığı devam etmektedir.
Günümüzde Anadolu Türklüğü Batıya karşı Doğunun askeri, siyasi, ideolojik
birliğini sağlayan ve bunu yürüten bir güç değildir. Osmanlılık sonrası bunu
sağlayan yeni bir örgütlenme de ortaya çıkmamıştır. Bu durum, Batının dünya
egemenliği örgütlenmesinde bir başarısını belirtmesine karşın “Türk/Doğu
sorunu” çözülmüş değildir.
Anadolu Türklüğü Haçlı
Seferleri karşısında Doğunun askeri bir başarısı olarak kalmamıştır. Osmanlılık
ile dünya egemenliği örgütlenmesini de sağlayarak Doğu-Batı ilişkilerinin
denetimini eline geçirmiştir. İstanbul’un fethi sonrasında Batının açmaza
düşmesi de bunu göstermektedir. Osmanlı, Batının Doğu ile ilişkilerini kesmiş
ve Batı kendi varlığını sürdüremeyecek duruma gelmiştir. Batının unutamadığı
olay budur. Osmanlı dışında Doğu ile ilişki kuracak yeni yollar araması ve
bunun sonucunda okyanuslara dayalı yeni bir ilişkiler sistemi ve denetimi
oluşturmasına rağmen, Türkleri Batı önünde en büyük engel olarak görmeye devam
etmiştir. Batının yeni ilişkiler sistemi, Anadolu Türklüğü, Osmanlılık
karşıtlığına dayanmaktadır. Anadolu Türklüğü, elinde tuttuğu stratejik konumu
nedeniyle Batının Doğu içinde rahatça ilerlemesini engelleyerek, dolaylı olarak
Doğu savunmasını sağlamaktadır. Anadolu Türklüğünün artık siyasi olarak Doğuyu
temsil etmesi söz konusu olmasa bile, en azından Osmanlı uygarlık mirasının
koruyucusu durumundadır. İstanbul’un kimliği tartışmalarına da bu açıdan
bakmakta yarar vardır. Batı ile ilişkilerimizdeki bütün yandaşlığımıza karşın,
Batı da kendisini Türk toplumuyla özdeşleştirmekten kaçınacaktır. Batı, Türkiye
ve Türk toplum kimliğiyle kendi kimliği arasında olumlu bir bağlantı
kurmamaktadır. Türkiye’nin Batıcılaşma seçimi, Batı dünya egemenliği içinde
önderlik çekişmesi olduğu müddetçe önem taşımaktadır. Ama bu önderlik çekişmesi
dışında Türkiye ve Türk kimliğiyle uyuşmazlığı devam etmektedir. Batının
Türklere karşı günümüzde de devam eden tepkisini, Batının Doğu ile
ilişkilerinde bir set rolü üstlenmesi ve bunun sürekliliği oluşturmaktadır.
Anadolu Türklüğü Orta Çağ’da, Yeni Çağ’da, Yakın Çağ’dan günümüze, dünya
tarihinin çeşitli dönemlerinde Batı karşısında önemini korumuş, Batının farklı
siyasetlerine karşı koyacak yeni örgütlenmeler oluşturabilmiştir. Anadolu
Türklüğünün önemi sadece Batı karşısında kazanmış olduğu askeri başarılarla
sınırlı değildir. Eskisi gibi askeri başarılarından söz edilmeyen son dönemde
de Batı dünya egemenliğine rağmen önemini korumaktadır. Batı, savaş alanında
Türkler karşısında çeşitli yenilgileri unutsa bile Anadolu Türklüğünün Doğu ile
ilişkilerini engellemesini, İstanbul’un fethi sonrası Batı kimliğini ve
varlığını tehlikeye atacak biçimde karşısına dikilmesini unutmamıştır. Bugün de
Anadolu Türklüğüne karşı süren tepkinin nedeni budur. “Osmanlılar kendilerinin
ölüm fermanı olan Batılaşmayı imzaladıktan sonra, kendilerine bu yolu gösteren
Batılılar tarafından bir an bile rahat bırakılmamışlar, aralıksız tartaklanmış,
tekmelenerek ölüm uçurumunun kıyısına getirilip orada asılı bırakılmışlardır...
Emperyalistler Osmanlı’yı kendisini sömürtmediği için değil, varlığı, uzak
sömürülere engel olduğu için sürekli tartaklamışlardır. Osmanlı, Batılaşmayı kabullenmekle
bilerek veya bilmeyerek bu uzak sömürüyü rahat bırakmayı da kabul etmişlerse
de, bu Batılı soyguna hiçbir zaman yetmemiştir. "16 “Osmanlı toplumunun
sadece var olması, karşı durması, saldırması söz konusu bile olmadan sadece var
olması bile Batılı soyguna direniştir. Bu direniş salt Osmanlı toplumunun
değil, bir bakıma bütün soyulan Doğunun direnişidir. Batılının Osmanlı
düşmanlığı işte buradan gelmektedir, ”17
Anadolu Türklüğünün
Osmanlılık ile Batının Doğu ile olan ilişkilerini kesintiye uğratması ve Doğu
lehine ilişkileri denetim altına alması, Batının gözünde unutamayacağı en büyük
suç olmuştur. Batı, daha sonraki gelişmelerle Doğu ile kurduğu yeni ilişkilerle
Anadolu Türklüğü dışında bir dünya egemenliği örgütlenmesi kurmasına, bu dünya
egemenlik örgütlenmesini bütün Doğu toplumlarını kapsayacak biçimde
genişletmesine karşılık, Anadolu Türklüğünün bağımsız varlığı ve Doğu
halklarının direnci ortadan kalkmamıştır. Türkiye bütün bu gelişmeler
karşısında etkili olmasa da tarihin dışına düşmüş değildir. Ancak gelişmeler
karşısında Batıya karşıt yeni bir seçenek ortaya koyamamıştır. Batı için hâlâ
mesele Doğunun bütün direncinin kırılmasıdır. Anadolu Türk toplumunun elinde
tuttuğu konum ve kimliği bütün yönleriyle ortadan kalktığında Batı dünya egemenliğinin
bütün sonuçlarıyla ortaya çıkacağına inanılmaktadır. Türk/Doğu sorununun
günümüz görüntüsü budur. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu derken
aslında Türklerden istenen kendi kimliklerinden ve konumlarından
vazgeçmeleridir. Türk kimliğinin darlaştırılması, Türk kimliğinin Batıya karşı
Doğunun sözcülüğü ve koruyuculuğunu üstlenen bir imparatorluk örgütlenmesi
olduğu gerçeğinin savunulamaz hale gelmesidir.
Kemal Tahir, Batıcılaşma
seçimimizden bu yana düştüğümüz açmazın ötesinde, Doğu-Batı ilişkilerindeki
yerimizi ve rolümüzü sorgulamaktadır. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nu
elimizden çıkarmamızı bir başarı olarak görenler, günümüzde Osmanlı sonrası
kurulan yeni devletin varlığının geçerliliğini tartışır hale gelmişlerdir.
Batıcılaşma çabasına ve Osmanlılıktan vazgeçmemize karşın bugün de sorunlarımız
olduğu gibi durmaktadır. Günümüz sorunları Osmanlı döneminde karşı karşıya
olduğumuz sorunların bir uzantısı biçimindedir. Batıcılaşma bir çözüm olmak bir
yana, sorunların çözümünde en büyük dayanağımız olan Anadolu Türk toplumunun
varlığını da tartışmalı hale getirmiştir. Kemal Tahir’in ısrarla Batıcılaşma
seçimimizi ve bunun sonuçlarını sorgulaması boşuna değildir. Günümüz Batı
kimliği Osmanlı dışında kurulan dünya egemenliğine dayanmaktadır. Batı dünya
egemenliği örgütlenmesinde Anadolu Türklüğüne yer yoktur. Batı, Osmanlı’nın
ötesinde günümüz Türkiye’sini ve Anadolu Türklüğünü dışlayan bir dünya
egemenliği istemektedir. Bu, geçmişte bir dünya savaşına neden olmuştu ve
Osmanlı’nın tasfiyesinden en büyük zararı Batı dünya egemenliğinin önderi olan
İngiltere görmüştü. Günümüzde tek-merkezli Amerikan dünya egemenliği en çok
karşı olduğu Anadolu Türklüğünü tasfiye etmek için daha ucuz ve kendi önderliği
için tehdit oluşturmayacak bir yol arayışı içindedir. Küreselleşmeye çalışmak,
Batı yandaşlığı yapmak, buna katkıda bulunmaktan başka bir şey değildir.
Sorunlarımızın açmaz haline
gelmesi bu nedenledir. Batıcılaşma kendi varlığımızın tasfiye olmasına destek
vermektir. Batı yandaşlığı ile kendi varlığımızı sürdüreceğimizi sanmak en
büyük yanılgı olmuştur. Kendi toplumuna ve coğrafyasına ters düşen, kendi
toplumundan ve coğrafyasından vazgeçen bir siyasetin başarı kazanma şansı
yoktur. Türkiye Batıcılaşmayla kendi tarihsel özelliklerine ters işlere koşulmuştur.
Bunun sonuçlarından biri devletin ve toplumun her güç koşulda kendini yeniden
toparlamasını sağlayan Anadolu’daki yerli dayanaklarının Batı ile işbirliği
çekişmesine girerek kendi içinde birbirlerine karşıt hale gelmeleridir.
Batıcılaşma siyasetini kendi adımıza denetlemek mümkün olmayınca, devlet
giderek geleneksel dayanaklarını da kaybederek, toplumun birlik ve
dayanışmasını sağlayamayan, etkisiz, tartışılan, yabancı bir örgütlenmeye
dönüşmüştür.
XX. Yüzyılda dünyadaki
gelişmelere damgasını vuran ve birbiriyle bağlantılı iki devletin XXI. Yüzyılda
varlığı tartışmalı hale gelmiştir. Sovyetler Birliği günümüzde tasfiye
olmuştur. Ancak etkinliği ortadan kalkmış değildir. Türkiye ise yeni bir yol
ayrımındadır. Türkiye ya bütün dünyada geçerli olacak yeni bir siyasi seçeneğin
temsilcisi olacak ya da hem Batıda hem de Doğuda kendi yeri ve rolü tartışılır
bir devlet olarak siyasi dayanağını kaybedecektir. Türk toplum ve tarihinden
kopmak, geçmişi gereksiz yük görmek, gelecekten de vazgeçmektir. Günümüzde, “Türkleşmiş
Anadolu halklarını” birbirine karşıt hale getirmek için önce ortak
tarihlerinden, Doğu-Batı çatışması içindeki ortak kimliklerinden
uzaklaştırılacaklardır, karşıtlıklarının temeli Batı ile işbirliği rekabetine
girmeleridir, böylece birbirlerini kırmaları ve etkisizleştirmeleri
beklenecektir. Toplumlar kendi varlıklarını zenginleştirecek girişimlerde
bulunmazlarsa tarih sahnesinden kaybolup gitmektedirler. Bu nedenle her türlü
toplumsal değişmeye olumlu olarak bakmak mümkün değildir. Sorunları açmaz
haline gelen toplumlar çürümekte, varlıkları temelsiz kalmaktadır. Türk toplum
tarihinden vazgeçmek veya bu tarihe ters işlere girmek toplumun birlik ve
dayanışmasını dağıtmaktadır. “Tarih sahibi toplumlar,
tarihlerinden ancak bir durumda gerçekten kopabilirler. Büsbütün dağılırsa... O
zaman bile, tarihleri, yaşayanlara ibret dersi veren bir ölü uygarlık tarihi
olarak, tarih içindeki yerlerinde kalırlar.”18 Batı, Osmanlı’nın
varlığına son vermekle ve günümüzde de Anadolu Türklüğüne karşıtlığını devam
ettirmekle farklı uygarlıklar arasında bir arada barış içinde yaşama isteğinden
vazgeçmiş görünmektir. Bu durum Doğu-Batı çatışmasını kısır bir döngüye
dönüştürerek Batıyı da çürütmektedir. Ancak insanlık ve Türkiye bunu aşabilecek
güçtedir.
Kemal Tahir bir Türk
romancısı ve düşünürü olarak Anadolu Türk toplumunun tarih içinde konumu ve
rolüne uygun bir çözüm arayışındadır. Sosyalizme ve yerliliğe bu nedenle önem
vermiştir. Sosyalizm insana yakışır belli değerlerin, sömürüşüz bir dünyanın
savunusu ve yöntemidir. Ancak bu özlemin geleceğe yönelik bir kehanet olmaktan
çıkması ancak geçmişe dayalı bir çözüm ile mümkündür. Böylece soyut bir gelecek
özlemi yerine tarihten kaynaklanan eğilim ve atılımlardan faydalanmak ve
geleceği biçimlendirmek mümkün olacaktır. Toplumsal değişme ve gelişme soyut
düşünce düzeyinde kalmış bir olay değildir; belli kesimlerin, toplumların
öncülüğüne izin veren, bazı kesimlerin ve toplumların tarihi gelişmelere ters
düşmelerine ve tarih sahnesinden silinmelerine neden olan somut bir olaydır.
Sorun, temel çelişkinin saptanmasıdır. Bu sayede toplum koşulları yanında, bu
koşulları aşacak toplum güçlerini de tanımamız mümkün olmaktadır. Doğu-Batı
çatışmasının temel çelişki olarak tanımlanmasının böyle bir yönü vardır. Bu,
sorunların çözümünde saptanacak amaçların sınırım oluşturduğu gibi toplumların
kendi çapı dışında daha geniş çözümler ve birlikler önermelerine de izin
vermektedir. Sosyalizm anlayışı da bundan bağımsız değildir. Temel çelişki
kavramıyla tarihi gelişme ve değişme mekanik, soyut bir olay olmaktan çıkmakta
ve dinamik ilişkiler üzerine oturmaktadır. Kemal Tahir düşüncesinin dinamiğini
Doğu-Batı çatışması oluşturmaktadır.
Kemal Tahir, başlangıçta
romancı sezgisiyle, sonra bir düşünür olarak bizi tarihsel deneyimlerimizle
buluşturmakta, genel tarihi çerçeve içinde değişen ve değişmeyen yönlerimizi
tanıtmaya çalışmaktadır. Batının Doğu ile ilişkilerinde siyaseti değişse bile
temel tavrı ve kimliği aynıdır. Batı kimliğinden ve uygarlığından söz etmemize
izin veren olay Doğu zenginliklerine ticaret ve soygun yoluyla el koyma
çabasıdır. Buna karşılık Doğunun siyaseti tarih içinde değişiklik göstermemiş,
Batı saldırganlığına karşı koymak, Doğu-Batı ilişkilerini denetleme ve
düzenleme çabası süreklilik göstermiştir. Bu siyasetin tarihte son örneği
Osmanlılık olmuştur. Batının Anadolu Türklüğüne, Osmanlılığa karşı duyduğu
düşmanlık ve öfkenin temelinde bu olay bulunmaktadır. Türkiye, Osmanlı
imparatorluk siyasetinden vazgeçsek bile bu siyasi mirasın sahibidir. Anadolu
Türk toplumu kimliğini Doğu-Batı çatışmasında kazanmıştır. Günümüzde kimlik
tartışmaları temelinde Batıcılaşma döneminde elde ettiğimiz deneyimler de
tartışma konusu olmakta, neredeyse “Türklükten’’ söz etmek suçlama nedeni
olmaktadır. Batı ile yeni işbirliği imkânları adına kendi adımıza siyasetten
vazgeçilmektedir. Doğuda siyasetin gösterdiği zenginliğe rağmen Batı siyaseti
sınırlıdır. Günümüzde de Doğu toplumlarım daha çok soymak, zenginliklerini
yağmalamak, daha çok sömürme imkânı elde etmekten başka bir önerisi yoktur.
Bunun Doğu çıkarına bir siyaset önerisi olması mümkün değildir. Bu nedenle,
Doğu-Batı çatışması eski biçimine en yakın bir biçimde gündemdedir. Batı ile bu
yönde, soygun veya şiddete dayalı bir işbirliğine girmekten Türk toplumunun
hiçbir çıkarı yoktur. Batı, günümüzde dünya egemenliğini elinde tutmasına
rağmen yeni Haçlı Seferleri’nden söz etmekte, üstünlüğüne dayanarak Doğu
toplumlarının zenginliklerini daha çok yağmalamaya izin verecek yapısal bir
değişmeye zorlamaktadır. Türkiye bu tartışmaların ve dayatmaların odağındadır.
Günümüzde, Batıdan
farklılığımıza ve tarihimize dayanarak, Batı ile işbirliği içinde
toplumlararası ilişkilerde ağırlığımızı duyuracağız adı altında Kemalizm ve
modernleşme eleştirilerine gidilmektedir. Batı yağmacılığını kolaylaştıracak
yeni serüvenlere girmek gerçekte Anadolu Türk halklarını ayrıştırmak, birbirine
karşıt yeni rol üstlenmesinden başka bir şey olmamaktadır. Bu durum, sonuçta
Batıya karşı Türkiye’nin kendi adına yeni arayışlara girmesini engellemektedir.
Batı yeni muhafazakârlığının yerel bir uzantısı haline gelen bu güçler, sadece
kendi tarihine değil bölgeye de giderek yabancılaşmaktadırlar. Küreselleşme ile
kimlik tartışmalarının birlikte ortaya çıkması rastlantı değildir. Batı, bu
yolla kendi egemenliğini pekiştirmek istemektedir. Batının günümüzde üstünlüğü,
gelişmeyi, çağdaşlığı temsil ettiği anlamına gelmemektedir. Çağdaşlaşmak,
modernleşmek, adına ne denirse densin, Batı tekelinde değildir. Günümüzü de
belirleyen temel ilişkiler içinde yer almak, mevcut Batı egemenliğini aşarak
Doğu-Batı ilişkilerinin gelişmesine katkıda bulunmak, çağdaşlığın, modernliğin
geçerli tek ölçütüdür. “Tıpkı sulh içinde bir arada yaşamak görüşü ile,
emperyalizmle boğuşmak fikri nasıl birbiriyle katiyen uyuşmazsa, biz- deki
uygulanan biçimiyle Batılaşma da, antiemperyalist düşünceyle bağdaşamaz. ’’19 Batı
çağdaşlaşması dünyayı yıkımın eşiğine getirmiş, soygun ve sömürüyü azgın bir
iştahla artırmıştır. Bu koşullarda zenginliği yeniden üretmenin, üretim
yapmanın da anlamı yoktur. Batı, kendi üstünlüğünü sürdürmek için mevcut dünya
egemenliğinin aşılmasını istememektedir. Yeni bir dünya düzeni önerisi, tarihi
ilerleme ve gelişme çabası yoktur. Batı sosyalizm iddialarının geçersiz hale
gelmesi, muhafazakarlığın yükselmesi de bunu göstermektedir. Buna karşılık Doğu
toplumlarının ve Türkiye’nin kendi ağırlığını duyurduğu yeni bir dünya
düzeninin kurulmasından çıkarı vardır. Türkiye soygun ve sömürüye karşı
çağdaşlığın savunucusu ve öncüsü olabilir. Bunun için yeterli deneyimimiz
vardır, “ilerde, Anadolu Türklüğü, siyasi birliğini ve bağımsız milli devletini
yitirirse sebebini yine burada -yani Türkleşmiş Anadolu halklarının dünya
görüşüyle Batılı toplumların (emperyalizmin) dünya görüşü arasındaki çelişmede
aranmalıdır... Osmanlı çöküşü dış düşman güçlerden medet umduğu zaman
hızlanmış, kendisine dönüp bu çöküşü Batı sömürücülerine pahalı ödeteceğini
ispatladığı dönemlerde yavaşlamış, hattâ duraklamıştır... Bu ana kanun bugün de
Türkleşmiş Anadolu halklarının kurtuluşları için geçerlidir. Nitekim
Batılıların bağışlamaz düşmanlığı, Türkleşmiş Anadolu halklarını kendine
dönmeye çağıranlara karşı hiç azalmadan sürmüştür.”20 Anadolu Türklüğü
günümüz Batı saldırganlığına karşı en büyük güçtür. Türk sosyalizmi veya
yerlilik anlayışının yerellikle, taşralaşmakla ilişkisi yoktur. Tam tersine
dünya sorunları karşısında Anadolu Türklüğünün tüm ağırlığını duyurma
çabasıdır. Kemal Tahir, bu nedenle dünya çapında kurulacak sosyalist büyük
kuruluşlardan en önemlilerinden birinin, coğrafya özelliği ve tarihsel-
ekonomik-sosyal zorunlulukların gereği olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun
bıraktığı boşlukta kurulacak “birleşik sosyalist toplum’’ olabileceği
görüşündedir.21 “Türkleşmiş Anadolu insanının dünya görüşü ve bu dünya görüşünün
zorunlu sonuçları, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra da (1918) Anadolu
halkları var olmayı sürdürdükleri için 1969’larda da 22 devam etmektedir. Bu
süreklilik salt Anadolu ve yakın çevresi için değil, belki sosyalizme geçmiş
Balkan toplumları için de söz konusu sayılabilir. ’'23
Günümüzde Doğu-Batı
çatışmasının ilk sonuçlarından biri, Batı sosyalizminin yenilgisi ve
sosyalizmin Batı muhafazakarlığının destekçisi olmaktan ileri gitmeyen marjinal
bir konuma gelmesidir. Kemal Tahir’in Batı sosyalizm anlayışına karşı kuşku ve
eleştirileri güncel siyaset ve yaşanan pratik olaylar tarafından
doğrulanmıştır. Sömürüşüz bir dünya kurma ve geliştirme görevini sömürücü
Batıdan beklemek en büyük yanılgıdır. Bu nedenle koşullar değiştiğinde, Doğu
halklarının direnci azaldığında, Batı için düşünülmüş ve önerilmiş sosyalizmden
de vazgeçilmiştir. Günümüzde, Türkiye’de sol marjinal konuma gelmiştir, kendi
varlığını Kemalizm eleştirilerine dayayarak, Batı adına tekrar rol üstlenmeye
çalışmaktadır. Ancak bu konuda yeni muhafazakârlar ile yarışmayacak kadar
yüzeyseldir. Modernleşmeye karşı belli eleştirilerin ortaya çıkması bu
nedenledir. Batı da modernleşme eleştirilerine rağmen Batı egemenliğinden ve
üstünlüğünden vazgeçmiş değildir. Doğu toplumlarına sorunlarının çözümünde söz
hakkı vermek istememektedir. Türkiye’nin ve sosyalizmin belli açmazları ve
sorunları vardır. Aslında her ikisinin kaynağı da aynıdır. Dünyanın sorunlarına
Batıdan bir çözüm beklemek bir kısır döngüye neden olmaktadır. Bu kısır
döngünün bir açmaz haline gelmesi sadece Batıyı değil Batı-dışı bütün
toplumları da çürütmektedir. Türkiye’nin de bundan pay almaması, sorunların
artık bir çürüme, çöküntü boyutuna gelmemesi mümkün değildir. Türkiye ve dünya
önce sorunlarını doğru olarak ortaya koyarak düşünce düzeyinde prangalarından
kurtulmalıdır. Türkiye’nin böyle bir imkânı vardır.
Kemal Tahir, Batı
sosyalizminin getirdiği açıklamaları Osmanlılık ve Batıcılaşma serüvenimizle
ilişkili olarak aşmaya çalışmıştır. Türkiye’nin ve sosyalizmin boğuştuğu
sorunların bir karşılığı vardır. Batı düzeninin ve sosyalizmin açmazlarından
Türkiye sorumlu değildir. Batıcı sosyalizm ve modernleşme anlayışının iflas
ettiği günümüzde, Anadolu Türk toplumunun birikim ve deneyimleri dünyanın
çağdaş gündemidir. Sosyalizmin sonu, toplumsalın sonu, sanat ve edebiyatın
sonu, toplumbilimlerinin sonu, tarihin sonu gibi görüşlerin öne çıkarılması,
Türkiye’nin kendi sorunlarına ve toplumuna yabancı kalması bizi
yanıltmamalıdır. Sorunlar vardır ama bunlar aşılmaz değildir. Kısır döngü ve
açmazların temelinde mevcut Batı dünya düzeninin mutlaklaştırılması
bulunmaktadır. Günümüzde militan Osmanlı ve Doğu karşıtlarının, azgın Batı
savunucularının Kemal Tahir’i gündeme getirmelerinde bir terslik var. Bu konuda
açık bir tavrın/yöntemin sınayıcılığı gerekmektedir. Bizim tavrımız açıktır.
Kemal Tahir’i anlama ve anma çabasının çerçevesi Doğu-Batı çatışması ve Baykan
Sezer ilişkisi temelinde olmalıdır. Son sözümüz değişmeyecektir. Kemal Tahir
değerlendirmeleri Baykan Sezer’siz yapılamaz. Samimiyetin ve tutarlılığın
ölçütü budur.
RECEP ERTÜRK
Türk Romancısı Kemal Tahir ve Osmanlılık
Kemal Tahir’in kendisine
verdiği sıfat “Türk Romancısı”dır. Oldukça erken yaşlarında romancı olmak
iddiasını taşıdığı gibi, Kemal Tahir, romancı olarak yaşamak konusunda ısrarla
çaba sarfetmiştir. Romancı olması, romancı olmak çabası, üstünde durulması
gereken bir konudur. Unutulmamalı, yakın dönem Türk düşüncesinde yer almış
birçok kişi önce sanatçı-edebiyatçı kişiliği ile öne çıkmaktadır. Türk
aydınının, sorunları sanat dallan içinde kavrama çabası ilk kez Kemal Tahir’de
görülmemektedir, Birçok kişi (Rusya göçmeni Türk aydınlar dışında) olayları
sanat aracılığı ile kavrama çabasındadır. Hattâ Ziya Gökalp’in bile manzumeler
aracılığı ve öbür edebiyat türleri ile birçok sorunu dile getirdiği
unutulmamalıdır. Hilmi Ziya Ülken de sanat ve edebiyat kadar sanat ve
edebiyatın sorunlar önünde bütünlüklü bir kavrayış edinme arayışına dikkat
çekmiştir.
Hızlı değişim içindeki Türk
toplumunu anlamak, bir dünya görüşü sahibi Türk romancısının temel çabasını
oluşturacaktır. Değişimi kavraya- bilme, dünya görüşü içinde gelişmeleri
değerlendirebilme tasasına bağlı olarak Kemal Tahir’in ilk çalışmalarından
başlayarak çeşitli zaman kesitleri temelinde kurgularını gerçekleştirdiğini
göreceğiz. Çorum’u Osmanlı’dan başlayarak anlatmaktadır. Esir Şehrin İnsanları,
Osmanlı’nın son dönemini konu almaktadır; En belirgin olanı ve şimdilerde en
çok hatırlanması gereken Kurt Kanunu 1969 yılında yayınlanmıştır. Konu olarak,
Cumhuriyet’in ilk hesaplaşmasının kavranması çabasıdır. 1971 yılı olay ve
gelişmelerini yaşayanlar kadar olayı kavramak isteyenler Kurt Kanunu üstünde
düşünmelidirler. Sanatçı sezgisinin ve bilincinin geçmişi kurcalarken geleceği
öngörebilir niteliklerinin ayırdına varmalıdırlar. 1969 yılında yayınlandığında
Kurt Kanunu’nun önemi kavranmış olsaydı, 1971 Martı’nda ve sonrasında olup
bitecekler öngörülebilir, doğru şekilde kavranılabilirdi. Türk romancısı olarak
Kemal Tahir, mesleğini önemsemesine bağlı olarak ciddi bir ön hazırlık, gerekli
birikimi sağlayacak çaba üstüne ve mensubu olduğu toplumun bilincine katkıyı
esas alan bir çaba üstüne kurmuştur sanatını ve yaşamını. Bunu yaşanılan olay
ve gelişmelerden çıkarmak mümkün olduğu gibi, nedense pek kimsenin ilgisini
çekmiş görünmeyen Kemal Tahir’in Notlar’ın da bulmak mümkündür. Söz konusu
Notlar’ın birçoğu romanlara hazırlık çalışmalarıdır. Bazıları roman olarak
yayınlanmıştır. Bazıları ise romanlaşamadan kalmıştır. Romancı olarak Kemal
Tahir’in toplum düşüncemiz açısından önemini kavramaya katkısı olacağı
inancıyla burada kısaca Osmanlılık Notlar’ı üstünde duracağız.
Kemal Tahir’in romanlarında
en çok üstünde durduğu konu Osmanlılıktır. Bazılarının sandığı gibi Osmanlılığa
bu ilgi onun “gerici”liğinden, “Osmanlıcılı”ğından, geçmişe takılı kalmasından
değil, Türk toplumunun dünya tarihine en önemli katkısı olan imparatorluk
geçmişinin bilince çıkarılması gereğini ilk fark eden çağdaş
yazarımız-düşünürümüz olmasından ileri gelmektedir. Daha 1948 yılında yazdığı
mektuplarda Osmanlılık konusu ile ilgilendiği, hazırlıklar yaptığı,
okuma-çalışma planlan içinde bulunduğu görülmektedir. Kemal Tahir, söz konusu
yıllarda çok güç koşullarda iken bile yayınlanmış Osmanlı tarihlerine ulaşmak
için akıl almaz çaba sarfetmiştir. Birçok Osmanlı tarihini elde etmek, bunları
okumak ve notlar almak, başlangıçta bunları roman malzemesi ve roman hazırlığı
olarak yapmak niyetindedir. Bunların içinde Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne
kadar uzanan geniş bir kitap listesi vardır. Bu liste de zamanla kabarmış,
eldekilere yenileri eklenmiştir.
Kemal Tahir, Osmanlı
İmparatorluğu’nda toplum yaşamı konusunu, toplum yaşamının özelliklerini ve
buna bağlı olarak tarihimizdeki insan dramını ilk anlamak isteyen, bu konuda
düşünen kişilerden biridir. Tarihimizle ilgili tartışmaları yakından izleyen ve
konu üstünde uzmanlık iddiası olmamasına karşılık, tarihimizin, tarihi birikimi
değerlendirebilmenin geleceğimizi yaratmadaki rolüne dikkat çeken kişilerden
birisidir.
Unutulmamalı, Türkiye’de hem
aydın olmak, hem de Osmanlı’yı ilgi alanı dışında tutmak imkânı bulunmamaktadır.
Kemal Tahir o bakımdan kolay yolu seçmeyen, işin kolayına kaçmayan, hazır bilgi
ve yargılarla yetinmeyen ve yetinmemeyi öğreten kişidir. Ancak bu tür bir tutum
tepkilere yol açmakta da gecikmemiştir. Sorduğu sorular, toplumumuz ve
sorunlarımız üstüne tartışmaya getirdiği boyut itiraz konusu yapılmıştır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu
gelişmeyi sorgulamak, kavramak tasası bulunmayan çevrelerce yöneltilen eleştiri
ve gösterilen tepkiler böyle bir çabanın güçlüğü, sıkıntı yaratması kadar, Türk
aydınının o döneme değin temel sorumluluklarından kaçındığını da
göstermektedir.
Kemal Tahir, Türkiye’nin
içinde bulunduğu değişimi, gelişme sürecini en erken sorgulamaya başlayan
çağdaş Türk yazarıdır. Başarısızlıkların ortaya çıkması ile birlikte hem
değişim sürecini, hem değişim sürecine yol açan eski rejimi gündeme
getirmiştir. Gelişmeleri olduğu kadar açıklamaları da sorgulamış, sorunların,
açıklamaların uygulandığı toplumların farklı özellikler taşımasından
gelebileceğini görerek Osmanlı’yı yeniden tanımlamak istemiştir. Kemal Tahir
romancı olması nedeniyle bunu elbette kendi sanat alanı içinde yapmış ve ortaya
Devlet Ana çıkmıştır. Devlet Ana, Osmanlı’yı yaygın açıklama ve kuramların
dışında ele alan bir romandır. Yaygın anlayıştan sorgulaması nedeniyle Türk edebiyat
tarihinde hiçbir edebiyat ürününe gösterilmemiş tepkiler Devlet Ana’ya
gösterilmiştir.
Başlangıçta, iddialı olduğu
mesleğinde, romancılıkta gerekli donanımı, hazırlığı yapabilmek için Osmanlı
tarihi ile ilgilenmiştir. Ancak Kemal Tahir’in dünya görüşüne bağlı olarak
sorunları yeni baştan ele alması, hazır kalıplara kuşkuyla yaklaşması,
Türkiye’ye Devlet Ana’yı kazandırmıştır. Kemal Tahir’in, bilinen kalıplar
dışında Osmanlı’yı ele alması, tepkiyle birlikte, ilgiyi de doğurmuştur.
Böylece Osmanlının yeniden sorgulanması, yeni açıklamalara imkân hazırlamıştır.
O dönemde, toplumları toplum tipleri içinde açıklama eğilimi yaygındır. ATÜT
vb. kuramların ilgi çekmesi de bu dönemin ürünüdür. Ancak Kemal Tahir ilk
sorgulamalarla birlikte elde edilen bilgileri, açıklamaları da sorgulamaktan
kaçınmamıştır. Amacı da yalnızca Osmanlı’nın farklı bir toplum olduğunu
göstermek değildir. Osmanlı tarihinin dinamiğini ortaya çıkarmak, onun tarih
içindeki yerini açıklayabilmek çabasına yönelmiştir. Bunun sonucu Kemal Tahir’in
çalışmaları giderek Doğu-Batı ilişkilerine yönelmiştir.
Bugün Kemal Tahir’in sadece
adım bilen kişilerin ilk aklına gelen iki şeyden biri Türk romancısı olduğu,
diğeri ise Osmanlı konusunda yaygın yargıların dışında görüşleri olduğudur.
Tarihçi olmamasına, kendisinin de tarihçilik konusunda bir iddiası olmamasına
karşın, romancılığı kadar tarihe ilgisiyle tanınması, Türk tarihi konusunda
tartışma yaratmış görüşleri ile de tanınması önemlidir.
Kemal Tahir, romancıdır.
Türk romancısı olması nedeniyle, Türkiye insanını anlamak tasasıyla ilgi
duyduğu Osmanlılıkla ilgili eldeki bilgilerin özelliklerini, tartışılması
gereğini görmüş, Osmanlılıkla doğru bir ilişki kurulması zorunluluğuna çabaları
sonucunda ulaşmıştır. Tarihimizin Batıdan farklı olduğunu söylemekle
sorunlarımızın anlaşılamayacağım, şemalar ve kalıplar içinde düşünerek
Osmanlılığı olduğu gibi tarihimizi de anlamamıza imkân olmadığını göstermiştir.
Osmanlılık, Kemal Tahir’in
Notlar’nın birçoğunda yer almıştır. Çeşitli tartışmalar nedeniyle Osmanlılık
konusuna değinmiş, Osmanlılık konusunu anlayabilmek çabasında olmuştur. Osmanlı
İmparatorluğu elbette önce tarihçilerin, sosyologların ilgi alanıdır. Ve öyle
olması gerekir. Ama Batıda Osmanlı İmparatorluğu konusunda öne sürülen
görüşlere ilk karşı çıkışların konunun uzmanlarından ziyade bir Türk
romancısından geldiği de bilinen konular arasındadır. Kemal Tahir, romancıdır.
Ama Notlar’ında da göreceğimiz gibi Osmanlı tarihi ve Osmanlılık konusunda
yapılmış, bulabildiği bütün çalışmaları tartışma gereği duymuştur. Bunları
tarihçilerin yerini almak, tarihçiliğe soyunmak için değil, sorunlarımızın
anlaşılması, Türk romancısının toplumuna olan sorumluluğu nedeniyle yapmıştır.
Kemal Tahir’in Osmanlılık
konusunda söyledikleri de bilinenlerin, tarih bilgilerinin toplamı ya da
tekrarı değildir. Osmanlılık, Osmanlı coğrafyasındaki halklar, imparatorluk
örgütlenmesi ve kurumlan yanında daha birçok konuyu Kemal Tahir değişik yönleri
ile yeniden tartışma konusu yapmıştır. Yeniden tartışma konusu yapmıştır,
çünkü, sözü edilen konularda belli kalıplar ve tutumlar bulunmakta, bunlar
olayın gerçeği gibi kabul görmektedir. Kemal Tahir’e gelinceye kadar kimse
bunları temelden kurcalamaya yanaşmamıştır.
Osmanlılıkla ilgili
Notlar’ın belli özellikleri, öbür konulardaki Notlar’dan farkları
bulunmaktadır. Sözgelişi, dille ilgili not ve yazıları belli bir dönemde
sonuçlandırıp kapatırken, Osmanlılık konusu Kemal Tahir’in hiç vazgeçmediği,
tekrar tekrar ve her defasında yeni baştan ele aldığı konular arasında yer
almaktadır. O nedenle Osmanlılıkla ilgili Notlar’ı Kemal Tahir için ayrı öneme
sahiptir. Kemal Tahir’in düşünce gelişimini ve Kemal Tahir düşüncesine
ulaşmasını en iyi ve açık “Osmanlılık Notları”nda izleyebilmek mümkündür.
Notlar’ında da
görebileceğimiz gibi, Osmanlılık ve Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili çok
değişik tür kitabı, yayını izlemek çabasında olmuştur. Yabancı elçilerin
günlükleri, gezginlerin anıları da kuramsal tarih çalışmaları kadar ilgisi
içinde olmuştur. Siyasal gelişmelerin ve siyasal tarihin dışında ve ondan
bağımsız bir toplum yaşamı arayışında da değildir. Aksine siyasal gelişme ve
ilişkiler ile doğrudan ilişkili toplum yaşamını anlamak, toplum yaşamı ile bu
ilişkilerin bağlantılarını yakalayabilmek çabasında olmuştur. Tarihe ilgisi,
romancının, bir Türk romancısının tarihine ilgisidir. Yalnızca roman dekoru
hazırlamak için değildir. Şayet Kemal Tahir sadece roman dekoru tasasında
olsaydı pekâlâ müze gezerek de bu dekoru oluşturacak bilgileri elde edebilirdi.
O önce bir dünya görüşü, bakış sahibi olması, İkincisi mesleğine saygısı
nedeniyle tarihle, Türk tarihiyle ve Osmanlılıkla ilgilenmiştir. İnsanlık
tarihinin bütünü ile olduğu kadar, kendi tarihimizle de doğru ilişki kurmak
çabasını ömrü boyunca terk etmemiştir.
Kemal Tahir, Osmanlılıkla
ilgilenmeye tarihi romanlara hazırlık gibi bir gerekçeyle de başlamış olsa,
kısa zamanda bu ilgi çok yönlü genişlemiştir. İlgisinin çapı konusunda yalnızca
okuduğu kitaplar bile belli bilgi vermektedir. Kemal Tahir hiçbir dönemde pasif
bir tarih kitabı okuyucusu olmakla yetinmemiştir. Dünya görüşüne bağlı olarak
tarih konusunun önemini bilmiş, Osmanlılığın, Türk toplumunun bugünü ve yarını
konusunda sözü olanlarca önemsenmesi, anlaşılması ve açıklanması gerektiğini
görmüştür. Sorunlarımız kadar gücümüzün de tarihimizle anlam kazanacağını
bildiği için Osmanlılık konusuna ayrı önem vermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk
toplumunun tarihi mirasıdır. Türk toplumunun bugünkü sorunlarının olduğu kadar
gücünün de kaynağı Os- manlı İmparatorluğu’dur. Osmanlı İmparatorluğu ortaçağda
kurulmuş, yeniçağ başında dünya imparatorluğuna dönüşmüş, ortaçağın sona
ermesinde öncülük etmiş, yeniçağı hazırlayan olaylarda ve sonraki gelişmelerde
etkili olmuş, yakınçağı da dünyanın belli başlı siyaset merkezlerinden biri
olarak yaşamış ve bir dünya savaşı ile sona ermiştir. Ortaçağda kurulmuş
olmasına rağmen, ortaçağı kapatan ilişkilere öncülük etmiştir. Osmanlı
İmparatorluğu, üç ayrı çağda ve altı yüzyıl yaşamıştır. Osmanlı
İmparatorluğu’nun bu özelliklerine ilk dikkat çeken Kemal Tahir olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk
toplumunun dünü olduğu gibi, bugün çevremizde yer alan birçok toplumun da
tarihte belli dönem katıldıkları birliktir. Ama Osmanlılığın Türk toplumu ile
öbür toplumlardan farklı bir ilişkisi bulunmaktadır. Kemal Tahir bu konu
üstünde özellikle durmuş, düşüncelerini “Osmanlılık ile Türklük arasındaki
gerçek ilişkiyi bir daha incelemedikçe tarihimizi bu gidişle anlamamız ve
gelecek kuşaklara anlatabilmemiz mümkün olmayacaktır, ” sözleri ile ifade
etmiştir.
Türk toplumunun özellikleri
belirtilirken “devlet kuruculuğu” konusuna ayrı önem verilmekte, bu
vurgulanmaktadır. Türklerin tarihte üç ayrı çağda varlığım sürdürmüş ve siyasi
gelişmelere yön vermiş, imparatorluk kadar uzun ömürlü ve dünya tarihinde
etkili kurabildikleri başka devlet de bulunmamaktadır. Yine benzer özellikler
gösteren başka devlet olduğunu söylemek de güçtür. Bizans belki daha uzun
ömürlüdür. Ancak ortaçağ ile sınırlıdır. Kemal Tahir, -tarihimizle onca
övünmemize karşılık- tarihimize ihanet ettiğimizi söylemek yürekliliğini
gösteren ilk kişidir.
Türk toplumunu anlamak, Türk
toplumunun romancısının sözünü söyleyebilmek için Kemal Tahir, genel dünya
tarihi, Avrupa tarihi ve Türk tarihi ile, Türk tarihinin bütün dönemleri ile
ilgilenmiştir. Bunun yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlılık konusu ile
özel olarak ilgilendiği görülmektedir. Kemal Tahir “Notlar"ında da
görülebileceği gibi birçok konu ile ilgilenmiştir. İlgi alanının genişliği
sağlığında da bilinen bir şeydir. Değişik konularda romancı olarak, Türk düşünce
adamı olarak yayınlanmış mülakatları, yazıları bulunmaktadır. Dilden şiire,
romandan öyküye birçok konuda hazırlıkları, Notları bulunmaktadır. Osmanlılık
konusuna ise ayrı önem vermiştir. Bu nedenle Kemal Tahir, Osmanlı İmparatorluğu
konusunda kendi döneminde İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca
ve Rusça kaynakların tümüne ulaşmak istediği gibi, Romence, Macarca
kaynaklarının, özellikle imparatorluktan koptuktan sonra yazılmış, Sırpça,
Bulgarca, Rumca Osmanlı tarihlerinin de görülmesi gereğine işaret etmiştir.
İmparatorluktan ayrılmış halkların Osmanlı İmparatorluğu konusunda
söylediklerine kayıtsız kalamayacağımız konusunda Türkiye’yi ilk uyaran kişi
olmuştur. 1300’lerden başlayarak dünyada Osmanlılar üzerine bütün kitap ve
makalelerin bilinmesi gereğini söylemiştir.
Kemal Tahir’in Osmanlı
İmparatorluğu konusunda dikkat çektiği diğer konu kendi kaynaklarımızdır. 400
bin el yazması, 200 bin basma, 600 bin eski Türkçe yazılı kitabın
bibliyografyasının çıkarılmasını ve bunların yararlanılabilir hale
getirilmesini söylemiştir. Bunları söylerken öğütçü bir yol izlememiş, kendi
döneminde elde edebildiği yerli-yabancı birçok kitap ve makalenin sınıflamasını
yapmıştır. Kitap ve makalelerden notlar çıkarmış, bunların tezlerini tartışmış,
Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasından başlayarak tarih içindeki serüvenini
izlemek, tarihini tartışmak, Osmanlılıkla ilgili değişik konulardaki bilgileri
bir araya getirmek ve bunlardan sonuç çıkarmak tasası içinde olmuştur.
Osmanlılıkla ilgili yeni
bilgilere ulaşmak için aynı olay ve konuya yer veren değişik kaynaklara el
atmış, tekrar tekrar Osmanlılık üstünde durmuştur. Osmanlılığın anlaşılmasına
yardımcı olabilecek çok değişik çalışmalara ilgi duymuş, tarihçi ve sosyolog
desteği olmadığı gibi ancak bir enstitünün altından kalkabileceği çapta işlere
kendisi girmiştir. Sadece siyasi tarih değil... Hukuk tarihi, iktisat tarihi,
toplum tipleri konularında geniş notlar almış, bunları tarihçilik yapmak için
değil, Türk romancısı olarak, Türk toplumunu anlayabilmek, roman çalışmalarına
hazırlık oluşturmak için yapmıştır.
Kemal Tahir Osmanlılığı,
donuk, değişmez bir kalıp içinde değil, tarihte gösterdiği özellikler içinde
görüp değerlendirmek çabasındadır. Sözgelişi kuruluş dönemini tartışıp
romanlaştırmıştır. Ama eldeki bilgilerle yetinmemiş, yeniden kuruluşla ilgili
notlar almaya devam etmiştir. Yine Kemal Tahir’in notları arasında Osmanlılığın
Batıcılaşması ayrı yer tutmaktadır. Batıcılaşmayı bütün yönleri ile anlamak
çabası içinde olmuş, Notlar’da da görüleceği gibi olayı anlayabilecek bir
çerçeveye ulaşmaya çalışmıştır, ittihatçılık konusu da aynı şekilde üstünde
önemle durduğu sorunlar arasındadır. Bir başka nokta, Osmanlılığın Bizans’la
ilişkisi konusudur. Anadolu Türklüğü ve Osmanlılık ilişkisinde elde hazır çerçeveler
varken bunlarla yetinmemiş, Anadolu Türklüğü ve Osmanlılık arasındaki ilişkinin
söylenegeldiği gibi olmadığına ilk kez dikkat çeken Kemal Tahir olmuştur.
Belki Türkiye’de ilk kez
Batı tarihi ile Osmanlı tarihini karşılaştırma girişimi Kemal Tahir’den gelmiştir.
Osmanlılığı anlayabilmek için Moğol tarihinden Acem tarihine, Arap tarihine,
Orta Asya Türk tarihine kadar geniş konulara ilgi duymuş, bu alandaki
çalışmalardan yararlanabilmek tasasıyla notlar almıştır.
Osmanlılıkla ilgili yaygın
kanaatleri ilk sorgulayan kişidir Kemal Tahir. Ancak yaptıkları sadece bu
değildir. Buna indirgenemez. Yaygın kanaatleri zorladığı gibi, Osmanlılığın
hazır kalıplarla ele alınamayacağına, Osmanlılığın dünya tarihi içindeki yeri
ve rolünün bilinmesi gereğine, ne tür ilişkileri olduğunun anlaşılması gereğine
işaret etmiştir. O nedenle tarih kitapları yanında gezginlerin, tüccarların
veya başka tür görevi olan kişilerin değişik zamanlarda yazdığı gezi notu vb.
türünden kitabı, anıları da tarih belgeleri kadar önemli saymış, Osmanlılıkla
ilgili Notlar’ında bunlardan da yararlanmaktan geri kalmamıştır. İlk
çalışmalarından başlayarak eldeki sonuçları tekrar tekrar sorgulayarak düşünce
zenginliği sağlamıştır.
Kemal Tahir, romancı olarak
ilgilenmeye başladığı Osmanlı’nın, Türkiye insanı ve gerçeğine ulaşmanın da
yolu olduğunu görmüştür. Sonuçta Osmanlılığın dünya tarihindeki yeri ve
öneminin de şema ve kalıplar içine sıkıştırılarak değil, Osmanlılığın Doğu-Batı
ilişkisi ve çatışması içinde anlaşılabileceği gerçeğine ulaşmıştır. Kemal
Tahir’in Osmanlılıkla ilgili Notlar’ı, Türkiye insanının tarihteki yerinin
anlaşılması konusuna olduğu kadar günümüz sorunlarını anlamamıza ve Türkiye
insanının ne tür bir çaba ile gelecekteki yerine ulaşabileceği konusunda da yol
gösterici olmaya devam etmektedir.
Kemal Tahir’in Türkçede Roman Türünün Özgünleştirilmesi Konusundaki
Teşhisi Tam İsabetliydi Ama...
Sayın Prof. Dr. Kurtuluş
Kayalı gibi, çağdaş Türk edebiyatını geniş ufuklarıyla, hem de derinlemesine
bilen müstesna bir sosyal bilimler profesörümüzün Kemal Tahir kitabı için
soruşturma yapmakta olması, heyecan verici bir tasarı. Gerek bu ilginç sorulara
gelecek yanıtların, gerek Kayalı hocanın yapacağı değerlendirmelerin olağanüstü
aydınlatıcı olacağına inanıyorum.
Ben, roman türünde, hele
Kemal Tahir sanatında, kendimi yetkili görmediğim için, vereceğim yargıların
bazılarının tedirginlik yaratabileceğinden kaygu duyuyorum. Ancak, ikinci
soruda “tahlillerin zaman içinde farklılaşması” sözündeki ima da, özellikle
“Devlet Ana”nın 1967’de yayınlandığında ve sonradan yol açtığı hararetli
tartışmalar da, Kemal Tahir’i düşünce ve roman alanımızda sorgulamak bakımından
cesarete yöneltiyor beni.
Hiç tanışmadığım, bir kere
olsun uzaktan bile görmediğim, sözlü ya da yazılı olarak hiç temasta bulunmadığım,
saygın nice aydınımızın “Sokratvari” diye övdüğü sohbetlerinden bazılarını
çeşitli kitaplarda gördüğüm, ama romanlarının her birini dikkatle okuduğum
Kemal Tahir hakkında karmaşık duygu ve izlenimlerim var.
Her şeyden önce şunu
belirtmeliyim ki Kemal Tahir’i tanrılaştıranlar- dan da değilim, umacı ya da
değersiz gibi görenlerden de. 1955’ten bu yana, yorumlarım daima sanatının
güçlü yönleriyle pürüz ve noksanlarını dengeledi. Hayranlıklarımla hüsranlarım
yan yana gelişti ve çelişti. Şunu içtenlikle açıklamak zorundayım: Kemal
Tahir’i ne önemli bir düşünür olarak gördüm, ne de üstün bir romancı olarak.
Ülkemiz için utanç verici bir adaletsizlikle 16 yıla mahkûm olmasını, 12 yıl
hapis yatmasını elbette kınıyorum. Mahpushane yıllarında sabırla okuyup
kültürünü derinleştirmesine hep hayranlık duydum.
Kendisini yapmacıklı bir
alçakgönüllülükle değil, hakkaniyete uygun ve isabetli değerlendirmiş olmasını
çok takdir ediyorum. İsmet Bozdağ’ın “Kemal Tahir’in Sohbetleri” kitabında
yazılı olduğu gibi, 22 Ağustos 1966’da, kendi evindeki bir öğle yemeğinde diyor
ki: “Yahu ben, sanatımdan başka hiçbir şeye bağlı değilim. Roman da, benim her
aradığımı el yordamı ile bulabileceğim bir sanat dalı... Bütün hayatımı bu işe
verdiğim halde, üstesinden gelemiyorum. Birçok yanlışım, birçok eksiğim var.
Her gün yeni bir şey öğreniyor, sanat üzerindeki düşüncemi yeni baştan restore
ediyorum. ”
Kemal Tahir sürekli arayış
içinde, değişmek ve gelişmek itilimiyle düşünen, sanatını yeni ufuklara
yöneltmeye uğraşan bir aydındı. Kendini eleştirmek gibi bir ülküsü ve ahlakı
vardı. Kendisine hep sadık kalarak destek sağlayan sol’u, “otokritik” yapmadığı
için cesaretle kötülemiştir. Ve özeleştirisini ne kadar samimi yapmıştır. 4
Temmuz 1965’te, Arnavutköy’deki “Kuyu Restoran”da İsmet Bozdağ’a itiraf ediyor:
Ben Komünistlikten 16 yıl
ceza giydiğim zaman bile Marksizmi doğru dürüst bilmiyordum. Ne öğrendimse,
mahpus damında ve çıktıktan sonra öğrenmişimdir. Bizim o zamanki
komünistliğimiz, bildiğim, Nâzım Hikmet Komünistliği, canım... Trrrrum,
trrrrum, trrrrum! / trak tiki tak! / makinalaşmak istiyorum!. . Bunu belledin
mi, oldun gitti komünist...
Bir aydın olarak, Kemal
Tahir’in belirgin bir özelliği (ki bunu bir erdem olarak tanımlamak gerekir),
Osmanlıca deyimle “reybi”, alafranga terimlerle “kinik” ya da “septik”
oluşuydu. Körükörüne inançlara saplanıp kalmayan, her şeyi eleştirel anlayışla
sorgulayan bir zihni vardı. Söyleşilerinde “sol”u bazen sarsmış olması
ilginçtir. 6 Kasım 1966’da ismet Bozdağ’a diyor ki:
Bizim şapşal Sağ’ımızla,
şaşkın Sol’umuz hık demiş, birbirinin burnundan düşmüş! Ne yapmış bugüne kadar
bizde Sağ? Burjuva yetiştirmeye çalışmış... Ya bizim Solun yaptığı ne?
Türkiye’de Burjuva sınıfım var sayıp, onun karşısındaki işçi sınıfını
kurtarmaya sıvanmak!... Koca bir sınıf kendisini kurtaramıyor da, birkaç
zibidi, bunlara ön ayak olup kurtulmalarını sağlayacak, öyle mi? İnsanın bunu
düşünmesi için ne kadar şapşal olması gerekir!
Bu acı eleştiriler, sol
ideolojiye sımsıkı sarılmış olan bazı eleştirmenlerimizi öfkelendirmiş olsa
gerek. 1967’de “Devlet Ana” çıktığında kimisinin sert eleştirilerle öç alması,
belki bu yüzden olmuştur.
Nitekim, Kemal Tahir’in
“Devlet Ana”dan önceki eserlerinin çoğu (“Göl insanları”, “Sağırdere”, “Esir
Şehrin İnsanları”, “Körduman”, “Rahmet Yolları Kesti”, “Köyün Kamburu”, “Esir
Şehrin Mahpusu”, “Yorgun Savaşçı”, “Bozkırdaki Çekirdek”) büyük övgüler
aldıkları halde, “Devlet Ana” bazı eleştirmenler tarafından çok beğenilmekle
beraber, gayet olumsuz gözlemlerin de hedefi olmuştu.
“Devlet Ana”yı Prof. Dr.
Berna Moran olumlu değerlendirmişti: “... zengin kadrosu, iç içe dolanmış
öyküleri ve bol serüvenleriyle karmaşık bir roman olmasına karşın ustaca
kurgulanmıştır. ” Prof. Dr. Gürsel Aytaç’a göre, “Devlet Ana” ile “Kemal Tahir,
edebiyatımıza Çağdaş Türk romanının bir klasiğini kazandırmıştır. ”
Ben, eseri önceden çok
önemseyerek heyecanla bekledikten sonra, okuyunca düş kırıklığına uğrayarak
ABD’de olumsuz bir eleştirme yayımlamıştım. Kısa yazım, 1927’den beri,
Amerikada ilkin Books Abroad, 1977’den itibaren de World Literatüre Today
adıyla, yılda dört kere çıkan uluslararası edebiyat dergisinin 1969
sayılarından birinde yer aldı.
Türkiye’nin önde gelen
romancılarından biri olarak tanımladığım Kemal Tahir’in, Osmanlı Devleti’nin
doğuşu ve ilk yılları bakımından büyük bir boşluğu doldurmaya giriştiğini, ama
bunu sıkıcı bir romanla yaptığını söylüyordum. Bana göre bu, “sere serpe bir
tarihi romans”tı. Osmanlı Devleti’ni kuranların bir destanın kahramanları
olarak büyük çapta kişiler olması gerekirken önemsiz, hattâ yavan karakterler
gibi göründüklerini belirtiyor, Avrupa’dan ve İngiltere’den çıkmış tarihsel
romansların basit bir taklidi gibi kaldığından söz ediyordum.
Vurguladığım iki nokta daha
vardı: Yazarın göz kamaştırıcı bir söz zenginliğini heba etmiş olması ve belki
bu eser yüzünden başka Türk yazarlarını Osmanlı Devleti’nin doğup gelişmesini
ve buna önayak olan büyük tarihi şahsiyetleri uzun süre konu olarak ele
almamaları ihtimali.
Gerçi Tarık Buğra 1983’te
çıkan “Osmancık” romanıyla Kemal Tahir’in eksik bıraktıklarım telafi etmeye
yeltendi idiyse de onun da başarılı bir doğuş romanı yaratmış olduğu
söylenemez.
Bir düşünür olarak Kemal
Tahir’in en önemli ve özgün fikri, romanımızın Türk kimliğine ilişkin olanıydı.
Ne yazık ki, bu eleştirel düşünceyi ne genel olarak çağdaş romancılığımıza
başarıyla yöneltebildi ne de kendi yaratıcılığına uygulayabildi. Belki “Devlet
Ana”nın büyük vaadi buydu. Ancak, “Devlet Ana”, böyle bir uygulama gayretinin
tam bir fiyaskosu olarak nitelendirilebilir.
Kemal Tahir’in Türk
kimliğine, gerçeklerine ve karakterlerine uymadığı gerekçesiyle dışlamaya
çalıştığı Batı romanı, kendi kültür benliği çerçevesi içinde, yüzyıllar
boyunca, Don Quixote’den Raskolnikov’a, Anna Karenina’dan Yossarian’a kadar hem
kendi kültürlerine özgü, hem de evrensel şahsiyetler yaratmıştır da Türk romanı
bu yönden başlangıçtan bugüne aciz kalmıştır. Yüz elli yıla yakın bir sürede,
bizim romancılarımız güçlü şahsiyet diye tanımlanabilecek kaç kişi yaratabildi
ki?
İronik bir talih sonucu,
Kemal Tahir’in başarılı eserleri Batıda geliştirilmiş anlatı kurgularının
tekniğini nispeten iyi benimseyip kullanmış olanlardır denebilir. Bunun
belirgin bir örneği, bence, “Devlet Ana”dan iki yıl sonra (1969’da) çıkmış olan
“Kurt Kanunu”dur. Bu romanda, konu ve kişiler tamamen bize ait olmakla
birlikte, kurgu ve karakterizasyon tekniğinde, Kemal Tahir “Devlet Ana”da
kullandığı “Türk romanı” yaklaşımının hiçbir öğesini kullanmamıştır. “Kurt
Kanunu”, herhangi bir ülkede veya kültürde yer alabilecek bir roman olarak ve Kemal
Tahir’in “bize uymayan Batı tarzında” gerçekleştirdiği bir romandır.
Kemal Tahir’in ideolojik
zayıflıklarım ara sıra kıyasıya eleştirdiği solcuların hatalarını işlemiş
olması acıklıdır. O da Marksizmi, komünizmi, sosyalizmi tamamıyla yüzeysel
öğrenmişti, sol kültürü daha çok sloganlarla ve kolay suçlamalarla kendine mal
etmişti denebilir. Batıyı külliyen inkâr ediyor, Doğunun -kusurlarını ve
eksikliklerini göz önüne almaksızın- övgüsünü yapıyordu. Bir sohbetindeki
Batı-Doğu karşılaştırması, karakuşi hükümlerini apaçık yansıtıyor: Batı.
Ailesiyle benzemez bize, kuramlarıyla benzemez, Devlet’i ile benzemez,
sınıfları, sınıflararası kavgasıyla benzemez bize Bizi ters çevirdikleri zaman
Batı, Batıyı ters çevirdikleri zaman biz çıkarız. İnsan’ı toplum kalıbına
yerleştiren ahlak değil mi?... Batıda mülkiyet fikrinin iki bin yıllık tarihi
var; Doğuda, Batı anlamındaki mülkiyet fikrinin tarihi yüz elli yıllık!
Batıdaki insan, sınıfının içinde savunur. Batı Devlet düzeni, sınıfların
dengeli yaşamasını sağlamak için kurulmuştur, Doğuda devlet, ailelerin
gelişmesini sürdürmek için ayaktadır.
Kemal Tahir’in Batı romanını
da iyi okumadığı seziliyor. Bizdeki solcuların çoğu gibi, o da Batıyı sırf
sömürgecilik ve emperyalizm odağı olarak görüyor, Batının kültür ve edebiyatını
da, sömüren Batı iktidarlarının hizmetkârı gibi kabul ediyordu. Oysa, Batılı
yazarların ve başka yaratıcılarının pek çoğu, kendi sistemlerindeki
sömürgeciliğe ve emperyalizme, her türlü sömürüye ya sırt çevirmişler, ya da
karşı gelmişlerdir.
Kemal Tahir’in Türkçede
roman türünün özgünleşmesi konusundaki teşhisi tam isabetliydi ama, “Devlet
Ana” ile bulmaya çalıştığı çözüm başarısızlığa uğradı. Çünkü “Türk romanı”
yaratmak niyetiyle kullandığı yaklaşımlar -tarihimizi ve otantik kişilerimizi
işlemek usulünün yanı sıra- geleneğimizde kuvvetli olan masalcılık tarzına
benzer anlatım ile özellikle konuşmalarda dilimizin zenginliğini, renklerini,
kıvraklığını, başka dillerden apayrı olan özelliklerini vurgulamaktı. (“Devlet
Ana” bu kendine özgü dili dolayısıyla başka dillere çevrilemez diye
tanımlanabilecek bir eserdir. )
Yazarın böyle bir
yapılandırmayı seçmiş olması “Devlet Ana”yı yeteri kadar özgün ve güçlü
yapamamıştır. Masalvari oluşu, efsane ile roman arasında dağınık bir anlatı
sağlayabilmiştir. Kişiler ise, -ne tarihi kahraman olabilmiştir, ne de ilginç
“sıradan” şahsiyetler... Üstelik, eserde olayların dramatik güçten yoksun bir
anlatımla yansıtılması gibi bir kusur da vardır. Sezdiğim pürüzler arasında,
romanda yer yer romantik ve nostaljik bir edanın baş göstermesine de değinmek
isterim.
Kemal Tahir, Osmanlı
tarihini sevda denecek kadar güçlü bir merakla okuyup özümsemişti. “Devlet Ana”
için üç bin sayfa not tutmuş olması, elbette insanda hayranlık uyandırıyordu.
Ancak, edebi yaratıcılıkta önemli olan, notların bol oluşu değildir, esere
nasıl yansıdığıdır, onun ötesinde tutarlı ve görkemli bir senteze ulaşıp
ulaşamadığıdır. “Devlet Ana”, yazarının gelişigüzel okuyarak düzensiz tuttuğu
notlar altında ezilmiş, yaratıcı bütünlükten yoksun kalmış gibidir.
“Türk romanı” kavramı ile
Kemal Tahir, çok önemli bir eleştirel teşhiste bulunmuştu. Bu kavramı “Devlet
Ana” ile uygulamaya koyarak roman sanatımıza sahih (otantik) bir kişilik
kazandırmak girişiminde bulundu. Şahsiyetli bir roman olamayan dağınık ve kusurlu
bir ‘romans’ olarak kalan “Devlet Ana” cesur, yer yer göz doldurucu ve gönül
okşayıcı bir deneyden öteye geçemedi. Güçlü bir düşünce, bu yüzden, başkaları
tarafından sürdürülmedi, deney tekrarlanmadı. Osmanlı Devleti uzun ömürlü,
zaman zaman görkemli bir imparatorluk olduysa da, doğuşunun Türk tarzı bir
masal gibi öyküsü, “ölü doğmuş” gibi etkisiz kaldı.
Kemal Tahir’in Fikirleri Canlılığını Koruyor
1. Son metinlerinden otuz
dokuz yıl sonra Kemal Tahir’in Türk düşüncesi ve/veya Türk romanındaki yerini
nasıl değerlendirirsiniz?
Bugün Kemal Tahir’in
fikirleri canlılığını, aktüelliğini sürdürüyor; fakat bir romancı ve fikir
adamı olarak Kemal Tahir çok fazla gündeme gelmiyor, hakettiği ilgi bu büyük
yazarımıza, maalesef gösterilmiyor.
Kemal Tahir roman yazarak
düşünen, böylece araştırma ve incelemenin kalıplarının dışına,
sınırlayıcılığının üstüne çıkan; ulaştığı sonuçları bu şekilde ifade ederek
zamanında düşünce hürriyetinin tahditlerine takılmadan kendini ifade eden
etkileyici bir örnektir.
Kendi tabiriyle, gerçeklerin
kabuklarıyla yetinmekten utanmaya başladıktan itibaren, gerçekten “gerçekçi”
olmuştur.
Türkiye’de ideolojik
çatışmanın en keskin olduğu bir dönemde, içinde bulunduğu varsayılan ideolojik
çerçeveleri kırarak, aynı zamanda tabu mahiyetinde bilgilerle hesaplaşarak,
Osmanlı tarihi bağlamında bir Doğu- Batı diyalektiği geliştiren Kemal Tahir’in
sadece bir yirminci yüzyıl romancısı veya düşünürü olmadığını rahatlıkla
söylebiliriz.
Kemal Tahir’in tarih eksenli
düşünmesinin sebebi, içinde yaşadığımız toplumun insanlık için benzersiz olan
geçmişidir.
Fakat bu geçmişe, bilhassa
Osmanlı tarihine düşmanlık üzerine kurulu sistematik bir yapı oluşturulmuştur.
Biz kendimize, kendi tarihimize en büyük düşmanlardan daha çok gaddarca düşman
edilmişizdir. Bu yüzden hiç kimseye bu hususta kızmağa, kırılmağa hakkımız
yoktur. “‘Milletlerin geleceği tarihleriyle kurulur’ sözü doğru olduğu için
düşmanların yüzyıllardır uğraştıkları bu ‘tarihsiz bırakma’, ‘aşşağılık duygusu
aşılama’ olayına, bizler Batılaşmaya karar verdikten bu yana, Osmanlı-Türk
devleti aydınları ve bu aydınların devleti olarak katıldık, bu korkunç
katılmayı, bilhassa 1923’ten bu yana, hiçbir milletin tarihinde hiçbir kişinin
veya kişiler topluluğunun göze alamayacağı bir utanmazlık ve acımasızlıkla
sürdürdük. Bunun hesabını geçmiş kuşaklardan ve bugün yaşamakta olanları
gelecekte izlemekten kurtulamayacaklardan gerçek düşünürlerimiz, bilginlerimiz,
vatanseverlerimiz hiç bağışlamadan soracaklardır. ”
Kemal Tahir, Batılıların,
oryantalistlerin Osmanlı tarihini örtbas etme tavrını da eleştirir:
“Osmanlılığın tarihteki gerçek namuslu yerini örtbas etmek için Batılılar,
imparatorluğun doğuşundan başlayarak bütün yaşaması süresince onun değerini
katletmek için debelenmişler, en utanmaz yalanlardan, bilimsel kılıklara
soktukları en kandırıcı uydurmalara kadar her edepsizliğe başvurarak kendi
halklarını olduğu kadar, bilhassa güçsüz dönemlerinde bizzat Osmanlıları bu
yalanlara inandırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Tarihin hiçbir
döneminde, Osmanlı aydınları bu aptalca yalanlara Cumhuriyet döneminin tarihi
inkâr budalalığı sırasında yetişen aydınlar kadar aldanmamışlar, bu öldürücü
akıma kendileri de gönüllü olarak koşulmamışlardır. ”
Kemal Tahir’in en zor bir
zamanda, yani Osmanlı karşıtı propagandaların en güçlü olduğu bir dönemde
ulaştığı gerçeklik, bugün dahi bazı aydın geçinenlerin zihni muhtevasına mal
olmamıştır. Türkiye’de aydınlar topluma uzaklıkları ölçüsünde, gerçek
değerlerimize de uzak kalmaktadır. Onları tanıma ve kitlelere tanıtma hususunda
beklentiler bu yüzden boşunadır.
2. Kemal Tahir’in
metinlerine yönelik olarak yapılan tahlillerin zaman içinde farklılaşması
konusunda nasıl bir yorum yapılabilir?
Kemal Tahir’in yazarken
öğrenen, öğrendiklerini yorumlayan ve gününe ait görüşler ortaya koyan kişiliği
ister istemez çeşitli düşünce safhaları içinden geçmiştir. Onun bunu gerçekten
dürüstlükle yaptığını, farklılaşmadan korkmadığını biliyoruz. Kemalizmin ve
Türkiye’ye has kısır solculuğun tortularını geç de olsa zihninden büyük ölçüde
temizlemiştir. “Yol Ayrımı”nın, bu arınmışlığın mahsulü olarak tamamlanmış son
romanı olarak diğerlerinden önce okunması gereken bir eser olduğu görüşündeyim.
Kemal Tahir, sadece Batının alışılmış roman anlayışı sınırları içinde kalmadan,
kendine mahsus bir roman yapısı oluşturmuştur. Romanları bizim eski anlatı
geleneğimizin, hayal ve orta oyunu sanatlarımızın izlerini taşır. Onu okurken
zaman zaman bir meddahı, halk hikayecisini dinler gibi olursunuz. Veya çağdaş
bir Evliya Çelebi’yi, büyük vak’anüvislerimiz- den Naima’yı okuduğunuzu
sanabilirsiniz.
Kemal Tahir, sağlığında
sözüyle ve yazısıyla, cerbezeli tavrıyla hayli geniş bir çevreyi etkilemişti.
Vefatından sonra etrafında bulunanların çoğu Kemal Tahir’in fikir çizgisini
koruyamadı. Bunun esas sebebi Türkiye’de aydın geçinenlerin ekseriyetinin
gerçek okuryazar olmamasıdır.
Kemal Tahir “mekteb”i
kendinden sonra da devam etmeliydi. Ardından gelen yazarlar, ilim ve fikir
adamları onun tarzını sürdürmeliydi. Bu yapılabilse idi, Türkiye’nin geçmişine
ve bugününe yerli bakışın ciddi ortak fikir zemininin oluşturulması mümkün
olurdu.
Kemal Tahir’in yazmadıkları,
sadece Kemal Tahir’le ilgili bir konu değildir. Bu, Türk düşün hayatıyla, Türk
bilim ve sanat hayatıyla yakından ilgili bir konudur.
Türk siyasal yaşamında resmi
ideoloji olarak adlandırdığımız bir kurum vardır. Bu, sadece siyasal yaşamı
tanzim eden bir kurum değildir, düşün hayatını, bilim, edebiyat ve sanat
hayatını da çok yakından etkileyen bir kurumdur. Resmi ideolojiyi herhangi bir
ideoloji olarak algılamamak gerekir. Resmi ideoloji, devletin idari ve cezai
yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Resmi ideolojiyi
benimsemediğiniz, eleştirdiğiniz zaman, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla
karşılaşmanız büyük bir olasılıktır.
Resmi ideoloji, bazı temel
konularda insanların, araştırmacıların, neler düşüneceğini, hangi kavramlarla
düşüneceğini, hangi konulara girilemeyeceğini vazetmektedir. Bu temel konularda
vazettiği bazı bilgiler vardır. Bunlar kesin doğrulardır, doğruluğundan kuşku
duyulmayan, duyulmaması gereken bilgilerdir. Eleştirilemez, dokunulamaz
bilgilerdir. Resmi ideoloji bunların öğrenilmesini, bunlara göre tavır ve
davranış sergilenmesini ister.
İdeolojiyle bilim, özellikle
resmi ideolojiyle bilim bu yönlerden çok farklı düşün yöntemleridir, ideoloji,
özellikle resmi ideoloji eleştiriye kapalıdır. Bir bilgiye, bir örgüte
inanırsınız, onun gereklerini yerine getirmeye çalışırsınız. Bilim ise, özgür
eleştirinin kurumlaştığı bir alandır.
Kürtler, Kürt sorunu resmi
ideolojinin ilgilendiği temel konuların başında yer almaktadır. Ermeni sorunu,
Alevi sorunu, Kıbrıs sorunu da resmi görüşün ilgilendiği temel sorunlardandır.
Resmi ideoloji, 25-30 yıl
kadar önceleri, komünizm propagandası, şeriatçılık gibi konularla da
ilgilenirdi. Ama 1990’lardan itibaren ilgilendiği tek alan Kürtler oldu.
Solcuları, sol akımları, dinsel akımları, siyasal İslamcıları engellediği gibi,
Kürtleri, Kürt hareketini de engellemeye başladı.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçiş
Osmanlı İmparatorluğu da,
bütün imparatorluklar gibi çok milletli, çok dinli bir imparatorluktu. Ama
Türkiye Cumhuriyeti’nin Türklerden oluştuğu, halkın % 99’unun Müslüman olduğu
vurgulanır. Bu, resmi ideolojinin çok önemli bir bilgisidir. Bu, somut
durumları, somut ilişkileri, toplumsal meşruiyeti gösteren bir bilgi değildir.
İdeolojik bir bilgidir. Devlet, anayasayla, ceza yasalarıyla, öbür yasalarla,
yönetmeliklerle, toplum üzerinde bu bilgiyi egemen kılmıştır. Bu bilginin
toplumsal meşruiyeti yoktur. Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu doğru
değildir. Türkiye’de yaşayan herkesin Müslüman olduğu da doğru değildir.
Kızılbaşlık, Alevilik Müslümanlık değildir. Alevilik Müslümanlık dışı ayrı bir
inançtır.
1923 Lozan Antlaşması’yla,
Kürtler ve Kürdistan bölünmüş, parçalanmış, önemli bir kısmı, yeni kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bırakılmıştır. Kürdistan’ın bu
kesiminde önemli bir Kürt nüfusun yaşadığı açıktır. 1915’de Ermeniler soykırıma
uğramışlardır. Ermenilerin bir kısmı soykırıma uğramamak için Müslümanlığı
kabul etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen, başta İstanbul olmak üzere bazı
yerlerde Ermenilerin yaşadığı bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce,
Karadeniz havalisinde, Orta Anadolu’da, Kapadokya’da yoğun bir Rum-Pontus nüfus
yaşardı. Doğu Karadeniz’in sahil kesiminde Lazlar yaşardı. Savaş başlar
başlamaz, İttihatçı yönetim, bunları, Ege Adaları’na ve Yunanistan’a sürgün
etti. Kalanlar için 1923-1924 yıllarında mübadele söz konusu oldu. 19. Yüzyıl
sonunda İstanbul ve çevresinde 300 bin civarında Rum yaşıyordu. Rumların nüfusu
bugün, ancak binlerle ifade ediliyor. Bugün Van Gölü’nün güney ve batı
yörelerinde Kürtlerle birlikte Ermeniler ve Süryaniler de yaşıyor.
Oğuz boyları, 11. Yüzyılda
Orta Asya’dan İran’a, Kürdistan’a, Anadolu’ya göç ettiklerinde, Anadolu’da ve
Van Gölü çevresinde 13 milyona yakın nüfus vardı. Bölgenin yerli halkları,
Kürtler, Ermeniler, Asuriler, Araplar, Rumlar, Pontuslar, Gürcüler, Lazlar...
Kürtler, Ermeniler, Asuriler ve
Araplar arasında bazı Yahudi
aileler de yaşıyor. 11 ve 14. yüzyıllar arasında, yani dört asır boyunca, Orta
Asya’dan gelen Oğuzların toplamı ise 400 bin-600 bin civarındadır. Selçuklular,
Osmanlılar döneminde bu halkların önemli bir kısmı Müslümanlaştılar. Geriye
kalanlar, millet sistemi içinde, kendi dinsel varlıklarını sürdürdüler. 20.
Yüzyıl başlarına, İttihat ve Terakki’ye kadar, bu halklar millet sistemi içinde
kendi etnik ve dinsel özelliklerini, dinsel kurumlarını koruyarak yaşadılar.
İttihat ve Terakki’nin,
Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk etnisi etrafında yeniden organize etmek gibi bir
projesi vardı, ittihatçılar bu konuda etraflı planlar yaptılar. Bu planlarını
yaşama geçirmek için fırsat yaratmaya çalıştılar. I. Dünya Savaşı İttihatçılara
bu fırsatı verdi. Karadeniz havalisindeki, Kapadokya’daki, Ege’deki, Rumların,
Pontusların önemli bir kısmı, savaş başlar başlamaz Ege Adaları’na ve
Yunanistan’a sürgün edildiler. Batı Ermenistan’daki, Çukurova’daki,
Anadolu’daki Ermeni nüfus soykırımla çürütüldü. Soykırıma uğratılan Ermeni
nüfusunun bir milyonun üzerinde olduğu, bir buçuk milyona yakın olduğu
biliniyor. Aynı dönemde, Hıristiyan, Asuri Süryanilere, köken itibariyle Kürt
olan Ezidilere karşı da soykırım yapıldığı yakından bilinen bir gerçekliktir.
Rumların sürgün edilmesi,
Hıristiyan Ermeni ve Asuri-Süryani nüfusunun, Ezidilerin soykırımla
çürütülmesi, Kürtlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimde edilmeleri
İttihat ve Terakki’nin yeni devlet projesinin önemli boyutlarıdır, İttihatçılar
Osmanlı İmparatorluğu’nu bu ilişkiler temelinde Türk etnisi odak noktasında
yeniden organize etmeye gayret etmektedir. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti,
İttihatçılardan aldığı bu projeyi yaşama geçirmek için yoğun bir çaba
içindedir.
Bundan şu anlaşılmaktadır.
1923’te yeni kurulan devlet, Türkiye Cumhuriyeti, nüfusu şu veya bu şekilde
çürütülmüş halklar ve bunların ülkelerinin gaspı temelinde yükselmiştir.
Kürdistan, Batı Ermenistan, Asuri ülkesi, Rum-Pontus, Kapadokya bu çerçevede
değerlendirilebilir.
Kemal Tahir’in romanlarını
yazarken yoğun bir araştırmaya giriştiği söylenir. Bu araştırmalarla ilgili
notları Bağlam Yayınları tarafından 15 CİLT olarak yayımlanmıştır. Bu çerçevede
şunu belirtmek önemlidir. Kemal Tahir’in araştırmaları resmi ideolojiyi eleştiren,
onu aşan araştırmalar değildir. Hattâ resmi ideolojiyi güçlendiren, ona
meşruluk veren araştırmalar olduğu da söylenebilir. Kemal Tahir Kürtleri,
Ermenileri, Asuri ve Süryanileri, Rum-Pontusları, Ezidileri, Yahudileri vs.
elbette bilmektedir. Fakat bu halkların başına neler geldiği, bu halkların
ülkelerinin nasıl yakılıp yıkılıp gasp edildiği, bu halkların ülkelerinden
nasıl kovuldukları, katliamlar, soykırımlar Kemal Tahir’i ilgilendiren konular
değildir.
Esir Şehrin İnsanları, Esir
Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı romanlarındaki Kamil Bey, yurtsever bir kişidir.
Milli Mücadele sürecinde, sürece yardımcı olabilmek için arkadaşlarıyla çok
büyük çabalar sarfetmektedir. Ama Kemal Tahir, Ermenilerin, Kürtlerin,
Asuri-Süryanilerin de yurtsever olabileceklerini, kendi ülkelerini, kendi
halklarını sevebileceklerini hiç dikkate almamaktadır. Bu insanların kendi
vatanlarından şu veya bu şekilde kovuldukları, örneğin Ermenilerde diasporanın
nasıl meydana geldiği, bu insanların ruhsal ve düşünsel yapıları Kemal Tahir’in
derdi değildir. Bu konu şüphesiz sadece Kemal Tahir’in sorunu değildir. Genel
olarak Türk düşüncesinin, Türk yazarlarının, Türk düşün, bilim ve sanat
hayatının sorunudur.
Kemal Tahir Yorgun Savaşçı,
Bozkırdaki Çekirdek, Kurt Kanunu, Devlet Ana gibi kitaplarında da Türk
yurtseverliğini dile getirmiştir.
Kemal Tahir (1910-1973),
Kürtleri, Ermenileri, Asuri-Süryanileri, Ezidileri, Pontusları elbette
bilmektedir. 1915 Ermeni Soykırımı hakkında çok şey duymuş olması muhtemeldir.
1894’te Sason’da, 1895’te İstanbul’da, 1909’da Çukurova’da Ermenilerin başına
neler geldiğini elbette bilmektedir. 1921 Koçgiri’yi, Cumhuriyet’ten sonra
gerçekleşen Kürt- Türk ilişkilerini, Kürt ayaklanmalarını elbette bilmektedir.
Ama bunlar tarihsel araştırmalar sürecinde Kemal Tahir’in bilincine çarpan
konular değildir. Esir Şehrin İnsanları ’nda, Esir Şehrin Mahpusu’nda, Yol
Ayrımı’nda; Yedi Çınar Yaylası, Köyün Kamburu, Büyük Mal üçlemesinde; Göl
İnsanları’nda Kürtlerden söz ediyor. Romanlarda “Ağrı Hadisesi”, “Şekavet” gibi
kavramlar var, bazı Kürt tipleri var ama sorunun özü, örneğin Kürt-devlet
ilişkilerini belirleyen, yönlendiren asimilasyon politikaları yok. Bunlar Kemal
Tahir’in bilincine çarpan konular değil.
Araştırma-inceleme söz
konusu olduğunda bir konuya daha dikkat çekmek gerekir: Kemal Tahir evini, okul
gibi kullanan bir yazardı. Evinde, haftanın belirli günlerinde sohbetler,
tartışmalar yapılırdı. Yazarlar, gazeteciler, profesörler, bu tartışmalarda,
sohbetlerde aktif olarak yer alırlardı. Tarih, sosyoloji, ekonomi, siyaset
bilimi, antropoloji ve hukuk profesörleri de Kemal Tahir’in konuklarıydı.
Osmanlı toplum yapısının bugünkü Türk toplum yapısına etkisi en çok konuşulan,
tartışılan konulardı. Bu sohbetleri, tartışmaları, yayımlanan kitaplardan,
katılanların yazılarından öğreniyoruz. Kanımca bu toplantılar da resmi ideoloji
çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Örneğin Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi
sorunu gibi bazı temel sorunların bu toplantılarda konuşulduğu, tartışıldığı
kanısında değilim. Örneğin Orta Asya Türk toplumlarının bugünkü Türk toplum
yapısını nasıl etkilediği üzerinde, Asya Tipi Üretim Tarzı gibi konularda
sohbetler, tartışmalar... İşte bu noktada şu konunun belirtilmesi gerekir.
Bugünkü Türk toplum yapısını belirleyen temel sorunlar, Kürt sorunuyla, Ermeni
sorunuyla çok yakından ilgilidir. Bir defa bugünkü Türk burjuvazisinin
zenginliğinin temel kaynağı Ermeni malları ve Rum mallarıdır. Bugünkü Türk
burjuvazisi, Ermeni mallarının ve Rum mallarının yağmalanması üzerinde
yükselmiştir. Kürtlerin yatay hareketi, iç göç, şehirleşmede ve sanayileşmede
çok önemli bir etkendir. Bütün bunların anlatılmasında ise yoğun, kapsamlı
düşün yasakları vardır. İdari ve cezai yaptırımlar bu tür konularla ilgili
düşünce üretimine engel olmaktadır. Kemal Tahir’in evindeki sohbetlerde,
tartışmalarda bu konulara değinildiğini sanmıyorum. Tarihteki Orta Asya Türk
toplumlarının bugünkü Türk toplum yapısına etkileri üzerinde yoğun sohbetler
yapılırken esas temel etkenlere gözlerin kapatılması, dikkate diğer bir
durumdur.
Bugünkü Türk toplum
yapısının incelenmesi, bugünkü Türk toplum yapısının tarihsel temellerinin
açıklığa kavuşturulması elbette önemlidir. Ama bunun için Orta Asya Türk
toplumlarına falan gitmek gerekli değildir. Türk-Ermeni ilişkilerinin,
Türk-Kürt ilişkilerinin incelenmesi ise büyük bir gerekliliktir. Bu çerçevede
bugünkü Türk burjuvazisinin zenginliğinin kaynağının araştırılması elbette
önemlidir. İstanbul’da, Çukurova’da, Ege’de, Karadeniz’de, Kapadokya’da Ermeni
ve Rum mallarının kimlerin denetimine geçtiğinin araştırılması önemlidir.
Cumhuriyet dönemi Türk toplum yapısını şekillendiren, temellendiren etkenlerden
başlıca biri budur. Bu konunun günümüze kadar irdelenmemiş olması büyük bir
eksikliktir. Kürt-Türk-Ermeni ilişkilerini değerlendirirken Batı Ermenistan’daki
Ermeni mallarının, örneğin Kürtlerin eline nasıl geçtiği elbette ciddi bir
şekilde araştırılması gereken bir konudur.
Günümüze kadar Türk-Ermeni
ilişkileri nasıl tanımlanıyordu? Bu konuda örneğin şöyle söyleniyordu. “Türkler
ve Ermeniler asırlar boyunca kardeşçe yaşadılar. ” “Türk. ” Bu, temel
ilişkileri göstermeyen bir anlatımdır. Önemli olan şudur: Sen Ermenilere nasıl
hizmet ettin? Senin de Ermeni toplumuna, Ermeni diline, Ermeni müziğine
hizmetin var mı? Bu konuların irdelenmesi daha önemli olmalıdır.
Şu konuyu kişi olarak çok
merak ediyorum. Yukarıda Kemal Tahir’in evini okul gibi kullandığım, evinde
konuklarıyla tartışmalar geliştirdiğini belirtmiştim. Kemal Tahir bu tutumda
olan ender yazarlardan biridir. Bu çerçevede bir de Cemil Meriç’i, Ankara’da da
Prof. Nusret Hızır’ı sayabiliyorum.
Şunu belirtmek gerekiyor.
Kemal Tahir’in evinde konuklardan biri, örneğin Kürt sorununu, Ermeni sorununu
gündeme getirseydi bu tutum nasıl değerlendirilirdi? Tartışma olur muydu? Hangi
kavramlarla tartışma yapılırdı? Kemal Tahir’in tutumu ne olurdu? Tartışmanın
gelişmesini mi sağlardı yoksa konunun üstünü kapatmaya mı çalışırdı?
Türk Düşün Hayatı ve Askeri Darbeler
Kemal Tahir’in yazmadığı
konulardan biri olarak Türkiye’deki askeri darbeler sorununa kısaca bakmak gereğini
duyuyorum. Askeri darbelerle Kürt sorunu arasındaki ilişkileri belirtmek
gereğini duyuyorum. Son 50 yılda üç önemli askeri darbe yaşandı. 27 Mayıs 1960,
12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 bu askeri darbelerin üçüdür. Bu askeri darbelerin
hepsinin de temelinde Kürt sorunu vardır. Darbelerin temel nedeni Kürt
sorunudur. Ama askeri darbeler konusundaki bu ilişki açıklanamamıştır. Darbe
nedeni olarak hep Kürt sorunu dışındaki temel nedenler sayılmıştır. Darbe
nedenleri arasında işçi olaylan, sendikal mücadeleler, öğrenci olayları, kamu
düzeninin bozulması, bozulan kamu düzeninin yeniden tesisinde hükümetin
yetersiz kalması, laikliğe karşı gelişmeler gibi nedenler sayılmaktadır.
Halbuki askeri darbelerin temel nedeni Kürt sorunudur. Bu ilişkileri kısaca
şöyle belirtebiliriz. .
14 Temmuz 1958’de Irak’ta
Albay Abdülkerim Kasım liderliğinde bir askeri darbe oldu. Kral II. Faysal ve
Başbakan Nuri Sait Paşa, aileleriyle beraber linç edilerek öldürüldü. Darbe
lideri Abdülkerim Kasım Sovyetler Birliği’nde mülteci olarak yaşayan Mela
Mustafa Barzani’yi ve arkadaşlarını Irak’a, Bağdat’a davet etti. Mela Mustafa
Barzani 1947’de Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra, 500 peşmerge ile
birlikte Sovyetler Birliği’ne iltica etmişti. 10 yılı aşkın bir zamandır orada
yaşıyorlardı.
Mela Mustafa Barzani’nin
Irak’a davet edilmesi Türkiye’yi endişelendiren bir süreç başlattı. Sonraki
gelişmeler, Türkiye’nin endişelerini daha da artırıcı bir etki yarattı. O
zamanlar Mustafa Barzani ve arkadaşları “eşkıya” olarak değerlendiriliyordu.
Mustafa Barzani ve birkaç
arkadaşı, önce Bağdat’a hareket ettiler, daha sonra öbür peşmergeler gemiyle
geldiler. 1958 sonbaharı... Peşmergeler Sovyetler Birliği’nde evlenmişler,
Kürtlerin nüfusu artmıştı. Barzani birkaç arkadaşıyla birlikte önce Romanya’ya
geldi. Romanya, Macaristan, Çekoslovakya gibi ülkelerde Barzani devlet
başkanları tarafından karşılandı. Bütün bunlar Türkiye tarafından endişeli bir
şekilde izleniyordu. Barzani’yi taşıyan gemi Mısır açıklarından geçerken,
dönemin Mısır lideri Cemal Abdülnasır Barzani’yi Mısır’a, Kahire’ye davet etti.
Mela Mustafa Barzani ve Cemal Abdülnasır görüştüler.24 Bu Türkiye’yi hem
öfkelendirdi hem endişelerini artırdı. Bu dönemde Kahire radyosu Kürtçe yayına
da başlamıştı. Her gün 15 dakika olarak gerçekleşen yayında İbn-ül Ezrak’ın
Meya-Farqin tarihinden bir bölüm okunuyor, Kürtçe şarkılar çalmıyordu. Kürtçe
yayın da Türkiye’nin öfkesini ve endişelerini artıran bir faktör oldu. Bu
sırada Türkiye’nin Kahire Büyükelçisinin Mısır yetkilileriyle yaptığı bir
görüşme var. Bu görüşmede Türk Büyükelçisi, Cemal Abdülnasır’ın bu eşkıya
lideriyle görüşmesinden, Kahire radyosunun Kürtçe yayınından duyduğu
rahatsızlığı dile getiriyor. “Dünyada Kürtçe diye bir dil yok ama siz yayma
başladınız, ” diye sitem ediyor. Mısırlı yetkili “Sizde Kürt yok, Kürtçe diye
bir dil yok, o zaman endişe etmeyin, ” diyor. Büyükelçi “Sadece bizde değil,
dünyanın hiçbir yerinde böyle bir dil böyle bir halk yok, ” dili yor. Mısırlı
yetkili, “O zaman hiç endişe etmeyin, ” diyor. Türkiye’nin endişelerini,
öfkesini dile getiren bu görüşme, Cumhuriyet gazetesinde küçük bir haber olarak
yer almıştı.
O zaman Cumhuriyet gazetesi,
6 sayfa çıkıyordu, bu haber 5. sayfada 1. sütunun en altında 8-10 satır halinde
yer almıştı. 25
Mela Mustafa Barzani’nin
peşmergelerle birlikte Irak’a dönmesi, Kürtler arasında morallerin güçlenmesini
sağladı. 1958 yılı sonlarında, 1959 başlarında Kürtlerle darbe lideri
Abdülkerim Kasım arasında ilişkiler olumluydu. “Irak halkı Araplardan ve
Kürtlerden oluşur” hükmünü de içeren bir anayasa yapıldı. Buysa Türkiye’yi
iyice rahatsız etti. İşte 27 Mayıs darbesini düşünmenin, planlamanın temel
nedeni kanımca budur.
Darbe gerçekleşir
gerçekleşmez, ağa, şeyh, aşiret reisi Kürtlerin Sivas’ta bir kampta toplanmaları,
tasarının derinliğini ve kapsamını göstermektedir (bkz. Nevzat Çiçek, Sivas
Kampı, 27 Mayıs’ın Öteki Yüzü, Lagin Yayınları, 2010). Bunlar 485 kişidir.
Bunlardan 55’i 6-7 aylık bir gözetimden sonra sürgün edilmişlerdir. 55’lerden
ikisi Kinyas Kartal ve Avukat Faik Bucak, yayınladıkları bir broşürde bu süreci
anlatmışlardır. Kinyas Kartal, Sivas Kampı’nda 300 kişinin yaşadığını
belirtmektedir. Kanımca 485 rakamı da 300 rakamı da doğrudur. Darbenin ilk
günlerinde 485 kişi toplanmıştır. Daha sonraki günlerde yapılan görüşmelerle,
dilekçelerle bazı kişilerin serbest bırakılması gerçekleşmiş olabilir. (Bkz.
Kinyas Kartal, Erivan’dan Van’a Hatıralarım, Anadolu Basın Birliği, Ankara
1987. )
Darbeden hemen sonra Bölge
Yatılı İlkokullarının gündeme gelmesi, Kürtçe köy isimlerinin yasaklanması
dikkate değer bir konudur. Bölge Yatılı İlkokulları, eğitim çağına gelmiş Kürt
çocuklarının, dolayısıyla Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek
için yaşama geçirilmiş eğitim kurumlandır. Asimilasyonu sağlayan sadece okullar
değildir. Şüphesiz askerlik, basın, bürokrasi de önemli asimilasyon
mekanizmalarıdır. 1960’lardan günümüze geldiğimiz zaman, sivil toplum
kuramlarının da asimilasyonda rol aldığını görüyoruz. Milliyet gazetesi
tarafından organize
edilen, desteklenen “baba
beni okula gönder”, “haydi kızlar okula” kampanyalarının amacı, Kürderin
Türklüğe asimilasyonudur. Bu kampanyaların, askerler tarafından, işadamları
tarafından yoğun bir şekilde desteklendiği biliniyor. Fethullah Gülen’in Kürt
bölgelerindeki okullarının tamamının böyle bir amacı olduğu da sır değildir.
Darbenin temel nedeninin Kürt sorunu olduğu, Bakanlar Kurulu tutanaklarının
incelenmesinden de anlaşılmaktadır. Milli Birlik Komitesi tarafından atanan
Bakanlar Kurulu’nun tutanakları 50 yıl sonra, 2010 yılında açıklanmıştır.26
Kürt tarihinde 491ar Davası
olarak bilinen bir olgu vardır. Bunu kısaca şu şekilde belirtmek mümkündür.
Mustafa Barzani’nin 1958 Sonbaharında Irak’a dönmesi ve daha sonraki gelişmeler
Kürtlerde büyük bir moral yaratmıştır. 491ar Davası bu moralin büyümesini,
çoğalmasını engelleme çabasıdır. 19 Aralık 1959’da, 50’yi aşkın Kürdün
gözaltına alınması, Kürtlere haddini bildirme amacını taşımaktadır. 491ar
arasında çeşitli mesleklerden Kürtler ve öğrenciler vardır. 491ar olayını bu bakımdan,
27 Mayıs darbesinin tasarlanması çerçevesinde değerlendirmek gerekir.27
11 Mart 1970’te İrak Devlet
Başkanı Saddam Hüseyin ile Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mustafa Barzani
arasında, Kürt bölgesinin özerkliği konusunda bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma
Kürdistan’ın her tarafında, Kürtler arasında büyük bir sevinç yarattı. Kürderin
moralleri yükseldi. Türkiye’deki 12 Mart darbesinin başta gelen nedeni budur.
12 Mart 197l’e varan
süreçte, Kürt bölgelerinde gelişen olaylara kısaca bakmakta yarar var. 1965
yılında Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi yaşamını sürdürüyor. 1967
Sonbaharı’nda düzenlenen Doğu Mitingleri ile Kürtler seslerini duyurmaya
çalışıyorlar. Doğu Mitingleri’nin düzenlenmesinde Türkiye işçi Partisi’nin de
önemli katkıları var. Doğu Mitingleri’nde “Doğu Sorunu”nun sadece ekonomik bir
sorun olmadığı anlatılmaya çalışılıyor. 1969’da Ankara’da ve İstanbul’da
kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Diyarbakır, Silvan, Batman, Ergani,
Kozluk gibi alanlarda da hızla gelişiyor. 1969’da, Türkiye Kürdistan Demokrat
Partisi’nde tartışmalar başlıyor; Dr. Şıvan öncülüğündeki muhalefet, Türkiye’de
Kürdistan Demokrat Partisi adı altında yeni bir parti kuruyor. Dr. Şıvan, Güney
Kürdistan’a geçiyor ve orada Behdinan, Haftanin gibi yörelerde kamp oluşturmaya
çalışıyor. Türkiye’ye karşı gerilla mücadelesinden söz etmeye başlıyor. 1970
yılı sonlarında düzenlenen 4. Kongre’de Türkiye işçi Partisi “Türkiye’nin
doğusunda Kürtler yaşar” şeklinde, Kürt sorununu dile getiren, Kürtlerin
Türklüğe asimilasyonuna karşı çıkan bir karar alıyor. Bütün bunlar 12 Mart’ın
tasarımında çok büyük rol oynuyor. Kürtlere, Kürt sorununa bakış konusunda 9
Mart cuntasıyla 12 Mart’ta darbeyi gerçekleştiren generaller ve subaylar
arasında hiçbir fark olmadığı yakından biliniyor.
12 Mart’ın gerçekleşmesinden
sonra Kürtlere yönelik üç önemli olay yaşanıyor. İki Kürt örgütüne çok yoğun ve
kapsamlı operasyonlar yapılıyor. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ne ve
Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’ne, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na
mensup bazı kişiler firar edip Güney Kürdistan’da Dr. Şıvan’ın Behdinan ve
Haftanin’de oluşturmaya çalıştığı kamplarda birikmeye başlıyor. 1971 yılı
baharında ve sonbaharında “iki Sait Olayı” yaşanıyor. “İki Sait Olayı”, Kürt
tarihinin önemli olaylarından biridir. Bu olayın planlanmasında Türk
istihbaratının birinci derecede rol oynadığı açıktır. Tetikçiler doğal olarak
her zaman Kürt’tür. Türkiye İşçi Partisi hakkında, Kürt sorunu konusunda aldığı
karardan dolayı kapatılma davası açılması üçüncü önemli olay oluyor.
Bütün bunlar 12 Mart’ın
planlanmasının temel nedenidir. Ordunun Kürt sorununa ilişkin düşünceleri ve
eylemleri, sivil hükümetler tarafından da yoğun bir şekilde benimsendiği ve
desteklendiği için başbakan, hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi darbeye
karşı bir direnç gösterme gereğini duymuyor.
Bütün bunlar Türk düşüncesi
tarafından bilince çıkarılmış konular değildir. Bilmezlikten, görmezlikten,
duymazlıktan gelinen konulardır. Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim
Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, 1971 yılı sonlarında hazırlanan bir iddianame
var. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ve Türkiye’de Kürdistan Demokrat
Partisi hakkında hazırlanan iddianamede askeri savcı şunları söylüyor: “Irak’ta
11 Mart 1970’te, Irak hükümetiyle Kürtler arasında bir anlaşma imzalanmış
olabilir. Bu anlaşmadan dolayı güneyde, kuzeyde, doğuda, batıda Kürtlerin
moralleri yükselmiş olabilir ama biz bu anlaşmanın yaşama geçmesine kesinlikle
engel olacağız. ”
Kürtlerin sevinçlerinin
çoğalması, morallerinin yükselmesi istenmiyor. 19 Ekim 2009’u düşünelim.
Kandil’den ve Mahmur’dan gelen PKK’liler büyük bir sevinçle karşılaşmıştı. Bu
sevincin kaynağı şüphesiz, “... çocuklarımız gelecek, bundan sonra ölümler
olmayacak, barış olacak... ” şeklinde bir beklentiydi. Ama Türkiye’de
muhalefet, basın bu sevinci içine sindiremedi, şiddetle tepki gösterdi. Hükümet
muhalefete direnç gösteremedi. Kürt açılımı, demokratik açılım, milli birlik
projesi durdu. Hükümet içinde de Kürt açılımına karşı olan ciddi bir anlayış
vardı. Hükümet bu anlayışa karşı da direnç gösteremedi.
50 yıl içinde gerçekleşen bu
iki olayla, Kürtlerin sevinçlerinin çoğalmasının istenmediği, Kürtlerin
morallerinin yükselmesine tahammül edemediği açıkça ortada duruyor. Ama
“kederde, kıvançta, sevinçte, tasada ortağız, bin yıldır bir arada kardeşçe
yaşıyoruz” diye resmi bir tez de var. Bu iki olay resmi tezi çürütüyor. Kürtler
ancak Türklerin sevinçlerine, kıvançlarına katıldığı zaman ortaklık oluyor.
“Ordumuz Kıbrıs’ta zafer kazandı, Kore’de zafer kazandı”, “Türk milli takımı
Avrupa Futbol Şampiyonasında büyük bir başarı kazandı. Falanca ülkeyi de
devirdik” gibi. Ama Kürtlerin sevinci söz konusu olduğu zaman, bu sevince orta
olmak bir yana, böyle bir sevincin yaşanmasına bile tahammül edilemiyor.
27 Mayıs’ın ve 12 Mart’ın
tasarlanmasında, planlanmasında Güney Kürdistan’daki gelişmelerin etkisi
büyüktü. 12 Eylül’ün planlanmasında da bu etkileri görmek mümkündür. 1975’te
Türkiye’nin aracılığıyla Irak ve İran arasında Cezayir Anlaşması yapılmıştı. Bu
anlaşmadan sonra Kürtler büyük bir bozgun yaşamışlardı. Ama Kürtler 1976’dan
itibaren derlenip toparlanmaya, Irak’ın siyasal hayatında bir güç olmaya
başladılar. Bu süreçte kuzeyde, Kürtler arasındaki gelişmelere de dikkat çekmek
gerekir. PKK’nin (Apocuların) denetim altına alınması da büyük bir gereklilik
olarak ortaya çıkmaktadır.
Kürtlerin asimilasyonuna
yönelik politikalar bir devlet politikasıdır. Bu çerçevede Diyarbakır
Cezaevi’ni incelemek önemlidir. 12 Eylül sürecinde Türkiye’deki bütün
cezaevlerinde baskı ve zulüm vardı. Bu çok açıktır. Ama Diyarbakır Cezaevi’nin,
dikkatle, ayrıntılı bir şekilde tasarlandığı görülmektedir. Diyarbakır
Cezaevi’nde yaşananlar, yaşanacaklar en ince ayrıntılarına kadar
hesaplanmıştır. Diyarbakır Cezaevi bu bakımdan bir laboratuvardır. Önemli bir
Türkleştirme mekanizması olarak düşünülmüştür. Gözaltına alman, tutuklanan
herkese “Türküm, doğruyum, çalışkanım... Varlığım Türk varlığına armağan olsun”
dedirtmek, İstiklal Marşı okutmak, Türk büyüklerinden söz etmek, onları benimsetmek
önemlidir. Sadece bunlar şüphesiz yetmez. Kürtlerle, Kürt kimliğiyle ilgili her
şeyi unutturmak çok daha önemlidir. Bu doğrultuda devletin ideolojik ve
zorlayıcı baskı araçları yoğun ve kapsamlı bir şekilde kullanılmaktadır. Ama bu
baskı ortamında bile dile getirilen düşünceler, duruşmalarda yapılan
savunmalar, direnişler, kendini yakma olayları, bu projelerin yaşama geçmesini
engellemiştir. 1981-1984 arasında demir çubuklarla, odunlarla, 34 kişi
öldürülmüştür. Sakat kalan yüzlerce genç vardır. Bu baskı süreci içerisinde
Mehmet Hayri Durmuş’un, Mazlum Doğanın, Kemal Pir’in “Kürtler ulustur,
Kürdistan bir ülkedir” şeklindeki savunmaları dikkate değer bir olgudur.
Cezaevi Müdürü Binbaşı Esat
Oktay Yıldıran, bölgedeki kolordu komutanlığıyla doğrudan ilişki kurabilmekte,
talimat almaktadır. Bu cezaevinde Türkleştirme politikalarının uygulanması
sonucunda başarı elde edilseydi, bu mekanizmaların bütün Kürt toplumuna
uygulanmasının planlandığı kanısındayım.
Burada bir ilişkiye daha
dikkat çekmek gerekmektedir. Diyarbakır Cezaevi komutanının bölgedeki kolordu
komutanıyla doğrudan ilişki kurabildiğini belirtmiştim. Bu konuda Korgeneral
Kemal Yamak’ın (1924- 2009) durumunun dikkate alınması önemli olmalıdır.
1981-1984 arasında kolordu komutanı olan Kemal Yamak, aynı zamanda Diyarbakır
sıkıyönetim komutanıydı. Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceler sırasında bu
görevleri yürütüyordu.
31 Ekim 1989’da Turgut Özal,
cumhurbaşkanı seçildiğinde Kemal Yamak da cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğine
getirildi. Cumhurbaşkanı Genel Sekreterliği’ne getirildiğinde emekli
orgeneraldir. Kemal Yamak, Özel Harp Dairesi Başkanlığı yapmış bir generaldi.
1989 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığından emekli olmuştu. Cumhurbaşkanı
Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’teki ölümünden sonra, aynı gün Cumhurbaşkanlığı
Genel Sekreterliği görevinden istifa etmiştir. Aile içinden Cumhurbaşkanı
Özal’ın zehirlendiğini ima eden açıklamalar da var. Bu ilişkilerin irdelenmesi,
açıklığa kavuşturulması önemli olmalıdır. Korkut Özal, kardeşi Turgut Özal’ın
Ergenekon tarafından öldürüldüğünü vurgulamaktadır. Turgut Özal’ın, o günlerde
PKK sorununu çözmek için girişimler yaptığı, Kürdistan Yurtseverler Birliği
Başkanı Celal Talabani ile görüşmeler gerçekleştirmeye çalıştığı bilinmektedir.
Kemal Yamak, Gölgede Kalan İzler, Gölgeleşen Bizler isimli anı kitabında
(Doğan Kitap, Ocak 2008) Diyarbakır Cezaevi’ndeki olaylara, Turgut Özal’ın
ölümü olayına fazla değinmemiştir.
18 Haziran 1988’de Ankara’da
düzenlenen Anavatan Partisi Genel Kongresinde o zaman, partinin genel başkanı
olan Turgut Özal’a suikast düzenlenmiştir. Bu suikastin de Ergenekon tarafından
gerçekleştirildiği Özal ailesi tarafından sık sık dile getiriliyor.
Yargılamak mı Anlamak mı? Vefatından 37 Yıl Sonra Kemal Tahir’i Okumak
“Batı karşısındaki durumumuz, efendisinin
ilaçlarını çalıp içen uşağın durumudur.”
Cemil Meriç
Kemal Tahir’in edebiyat ve
düşünce dünyasında sakıncalı bir tarikatın mensubu gibi yurtsuz bırakılmaya
çalışılması, yazarın düşünme biçiminin onu eleştirenlere göre bir ideolojik ikametgâhı
olmamasındandır. “Türkiye nasıl kurtulur?” sorusuna verdiği cevaplar, Türk solu
tarafından yeterince solcu bulunmamış, sağ tarafından ise hep kuşkuyla
karşılanmıştır. Bir anlamda, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiştir Kemal Tahir.
Batıcılık eleştirisinin
paralelinde geliştirilen bir Kemalizm eleştirisi barındıran “yerli sosyalizm”
arayışı karşısında, bağnaz Kemalistlerin ve Batıcıların sessiz kalmaları
elbette beklenemezdi. Bu çerçevede, en geniş anlamda solun, özelde ise
sol-Kemalist çevrelerin Kemal Tahir’e yönelik eleştirilerini neredeyse bir kan
davasına dönüştürmeleri ve yaptıkları hatayı, sertliğin dozajını zaman içinde
artırarak adeta meşrulaştırmaya yönelmeleri anlaşılır bir tepkidir. Ancak
dertleri ülke meseleleri değil statükoyu korumak olanların, statüko ellerinden
ne kadar kaçarsa Kemal Tahir’i o derece gerici ve cahil saymaları fevkalade
zorlama ve talihsiz bir yakıştırmadan fazlası değildir.
İlginç olan Soğuk Savaş
sonrası esen liberalleşme rüzgârlarının, Kemalizm eleştirilerini tetiklediği
bir dönemde dahi Kemal Tahir’e koyulan mesafenin ısrarla korunmasıdır. Bu
dönem, sözümona liberal ve sosyalist çevrelerin Tahir’e karşı duruşlarını daha
okunabilir hale getirmesi bakımından dikkate değerdir. Zira Türkiye üzerine
düşünmek, temelde, Türkiye’de yapılan, tarafların birbirini iyi tanıdığı ve
ortak sorulara farklı cevapların verildiği bir faaliyet olmaktan bu dönemde
çıkmaya başlamıştır. Birtakım “liberal” ve “sol” aydınlar görünen o ki
kendilerine ülke meseleleri üzerine kafa yormak, okumak ve yazmaktan daha
değerli bir uğraş bulmuşlardır.
Artık sorular Kemal Tahir’in
eserlerini kaleme aldığı dönemdeki kadar berrak ve sade değildir. Kemal
Tahir’in metinlerine yönelik olarak yapılan tahlillerin zaman içinde
farklılaşması da Kemal Tahir’in görüşlerinin zaman içinde değişmesinden ziyade
temelde Türkiye üzerine sorulan soruların değişen doğasıyla; entelijansiyanın
“Türkiye nasıl kurtulur?” yahut “Nasıl bir Türkiye?” sorularından “Bir Türkiye
istiyor muyuz?” veya “Türkiye’nin varlığı ve hayatiyeti ne kadar önemlidir?”
gibi sorulara cevap arayan bir noktaya evrilmesiyle ilgilidir.
Dolayısıyla, Osmanlı
tarihinden bahsetmenin pek de matah bir uğraş sayılmadığı bir dönemde resmi
tezlere müdahale eden Kemal Tahir’in görüşleri ilerici bir çaba sayılabilecekken,
liberal sol çevreler tarafından günümüzde milliyetçi, muhafazakar ve mürteci
bir paranteze itilmeye çalışılması olağan karşılanmalıdır.
Kemal Tahir’in Doğunun
zekâsını Batıya karşı namus savunucusu olarak gören, çözümün zorlama ve
yüzeysel Batılaşma çabalarında değil Türk toplumunun tarihsel geçmişinin ve
toplumsal özelliklerinin yeniden belirlenmesinde yattığını ve özgün kalarak
yenileşebileceğimizi ama bunun zorunlu olarak muhafazakarlık olmadığını savunan
devlet merkezli görüşleri göz önünde bulundurulduğunda, liberal ve Batıcı
tarafı baskın sosyalistlerin Kemal Tahir’e bile isteye karşı çıktıkları
söylenebilir. Bu karşı çıkış günümüzde uluslararası uyum süreçlerinden alınan
cesaretle Kemal Tahir’i düşünce dünyamızda görünmez kılma çabasına dönüşmüştür.
Gerçekten, elifi görse mertek sanacak romancıların sabun köpüğü gibi metinleri
parlatılırken, edebiyat ve tarih bilgisi, gözlem gücü ve teori kurma yeteneği
gün gibi ortada olan Kemal Tahir’den yüz çevrilmesi akıl alır cambazlık
değildir. Bu durum karşısında muhafazakârlar ve sağcılar ise sadece görevlerini
yerine getirmektedir: hangi yönden Kemal Tahir’le uyuştuklarını bilmeden; bir
anlamda, liberallerin attıklarım tutmayı uzun yıllardır vazife edindikleri için
neredeyse içgüdüsel bir motivasyonla sahiplenirler Kemal Tahir’i.
Başka bir ifadeyle, Kemal
Tahir hakkında verilen hükümlerin, Kemal Tahir’i anlamak bakımından önemsiz,
hüküm sahiplerinin neyin peşinde olduklarını açığa çıkarması bakımından önemli
olduğu söylenebilir. Kemal Tahir’i yargılarken Kemal Tahir gibi müstakil ve
yerli bir tonda konuşmuş olsalardı şüphesiz büyük cesaret göstermiş olurlardı.
Ancak söz konusu eser yerine “PR” olunca en kötü örneklerden birisi olarak
karşımıza çıkan Kemal Tahir’i düşünce dünyamızın zavallı bir köşesine sürgüne
yollamak isteyen “PR”cılar zaman içinde hem cesaretten ne kadar uzak
olduklarını hem de cehaletin sanat eseri üretmenin önünde ciddi bir engel
olduğunu ispatlamışlardır. Bereket Türk okuyucusu Kemal Tahir gibi romancı ve
düşünürlerle günümüzdeki ikinci sınıf “PR” romancılarını ve düşünürlerini
kıyaslamaya yavaş yavaş da olsa başlamıştır. Kemal Tahir vefatının üstünden on
yıllar geçmesine rağmen buradadır ve işin, “başkalarının debelendikleri” ve
bizi “çekmeye çalıştıkları yerde değil, bizim meselelerimizin bulunduğu yerde”
olduğunu düşünenler için Kemal Tahir’in eserleri temel modern metinlerimiz
arasındaki yerini korumaktadır.
Kemal Tahir’i anlamak yerine
ona karşı yargılayıcı bir tutum takınanların ortak bir başka özelliği de tarihe
bilinçle değil sezgisel şartlanmalarla yaklaşarak belli bir ideolojik cümleyi
haklı çıkarmak için çaba sarfediyor olmalarıdır. Bu bağlamda, Türkiye’de sosyal
bilimler alanında yürütülen akademik çalışmaların genellikle tahlilden yoksun
tasvirle, entelektüel camiadaki çalışmaların da daha çok tasviri tabandan
yoksun tahlille malul oluşu mezkûr sorunun temelini görmemize yardımcı
olabilir.
İstisnaları olmakla
birlikte, tarih ve edebiyat tezlerinin, transkripsiyonları yayımlanan tahrir
defterlerinden nitelik olarak pek de öteye geçemediği göz önünde
bulundurulursa, akademide ham bilgiye ulaşmanın amaç edinildiği ve bunun ciddi
bir israfa yol açtığı daha rahat görülebilir. Neredeyse mikroskobik
uygulamalardaki bu yaklaşımın tarihe ilgileri ancak merak düzeyinde olan ve
kanaat önderleri gibi çalışan edebiyatçılarımız ve entelektüellerimizin elinde
sağduyuyla, hiç değilse sezgiyle, maddi tabam ve mantıksal tutarlılığı olmayan
aşırı genellemelere dönüştürülmesi bu yüzden doğal karşılanmalıdır.
Mesele tam da bu ikilem
yahut çıkmazda yatmaktadır. Çünkü tasvirle tahlili buluşturup yerli bir tarih
bilinci kurulmasında ısrarcı olan Kemal Tahir, Türkiye’yi ve tarihini
yargılamak yerine anlamaya çalışmaktadır. Tarihi romanımızda (ve elbette
düşünce dünyamızda) bir bireyin, parti veya kuşağın düşünme biçimleri, daha çok
da ihtiraslarının mutlaklaştırılarak sonunda elimizde siyah beyaz bir tablodan
fazlasının kalmadığı göz önünde bulundurulursa, Kemal Tahir’in çok
renkliliğinin önemi daha rahat anlaşılabilir.
Refik Halid Karay, örneğin,
İstanbul’un Bir Yüzü adlı romanını 1920 yerine 1960’larda kaleme almış olsaydı,
“serseri”, “aşağılık bir mahluk” olarak nitelendirdiği “Aziz Bey” üzerinden
ortaya koyduğu Teşkilatı Mahsusa (TM) tablosunu, düşmanca bir motivasyon
içerisinde çizdiğini maddi temellere dayandırmakta zorlanabilirdik. Ancak hem
roman 1920 yılında, ittihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) mensuplarının Tank Zafer
Tunaya’nın ifadesiyle “Adem ile Havva öyküsünden başlanarak” suçlandıkları bir
dönemde kaleme alınmıştır hem de Refik Halid Karay Hürriyet ve İtilaf
Fırkası’nın (HİF) bir mensubudur. Eser, üç sene önce, Büyük Harp devam ederken
yazılmış olsaydı Karay’ın HİF mensubu olmanın getirdiği koyu bir İTC
muhalifliği içerisinde bu romanı kaleme aldığından daha fazlasını
söyleyebilirdik belki. Ancak bu, tehlike kendisinden uzaklaştıkça yapılan
değerlendirmelerin çoğunun yargının ötesine geçemeyeceği gerçeğini
değiştirmeyecektir.
Gerçekten, söz konusu TM
gibi zülfiyare dokunan bir başlık olunca, yakın tarih romanlarımız, Attila
İlhan’ın Dersaadet’te Sabah Ezanları’nı bir kenara koyarsak, genellikle, az ve
son derece tartışılır tarih bilgisinden yola çıkarak efsane yaratma ve dönemin
ideolojik tartışmalarına katılma şeklinde gerçekleşen uğraşların sonuçları
olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla, yazılanlar üzerinden yazarların kendi
söyledikleri değil ancak dahil oldukları ideolojik gruplar belirlenebilir ve
eleştirilebilir hale gelir ki bu imge üzerinde kısaca durmak hem dönemin
zihniyetini ve yazarın niyetini (hattâ okuyucunun alımlama biçimi yahut biçimlerini)
değerlendirme fırsatı sunması bakımından, daha da önemlisi Kemal Tahir’in Türk
romanındaki yerine işaret etmek bakımından yararlı olabilir.
Örneğin, Hasan İzzettin
Dinamo’nun Kutsal İsyan’daki “Yakup Cemil” portresi açık bir şekilde ittihatçı
kadroları yermek, buna karşılık Cumhuriyet kadro ve rejimini önplana çıkarmak,
onları meşrulaştırmak için yazılmıştır. Bu bağlamda, çizdiği TM ve İTC portresi
ancak inkılap Tarihi ders kitaplarına yakışacak türdendir. TM içerisindeki
daimi güvensizlik havasını, komitacılık usullerinin Cemiyet içerisinde
uygulanmaktan kaçınılmadığını, TM mensuplarının birbirlerini öldürme
girişimlerini ve bunu gören parti mensuplarının Cemiyetle yollarını
ayırdıklarını “Hüsrev Bey” üzerinden anlatan Ahmet Altan ve konuya bir dereceye
kadar “Yakup Cemil” üzerinden dikkat çeken Yılmaz Karakoyunlu’nun
motivasyonları da neredeyse Refik Halid Karay seviyesinde bir tutuma işaret
eder.
Tarık Buğra ise Mehmet
Âkifin TM’ye dahil olup üstlendiği görevlere yer verirken açık bir şekilde klasik
Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak şiarından yola çıkmaktadır. Olumsuz gördüğü
şeylerden pek söz etmeyen, devlete hizmet etmiş insanlara olumlu bakan ve
olaylara da böyle bir idealizm ve romantizm içeresinde yaklaşan bir tarzı
vardır. Sonuç itibariyle, Küçük Ağa’da romanın başkarakterine yaptığı gibi,
Firavun İmanı'nda da Mehmet Âkifi öyle bir şirinleştirir ki, şair okuyucu
karşısında neredeyse bir kuklaya döner.
Bir anlamda asıl
söyledikleri metne dahil olmayan, yahut gizli yargıları olan çalışmalardır
bunlar. Okuyucu tarafından sezgisel olarak edinilmesi istenen yargılar ve
tekrarlanması istenen ideolojik amentüler tarihten malzeme toplama ve kurgulama
yoluyla sunulur. Yazarlar ya resmin bütününü göremediklerinden ya görmek
istemediklerinden yahut tarihi bir yargıya mahkûm etmek istediklerinden,
olayları kendi dönemsel ve politik gerçekliği içinde ele alıp değerlendirmek
yerine İTC ve TM’yi yargılamak için malzeme olarak kullanmaktadırlar.
Kemal Tahir ise topyekun
tarih ve siyaset tahlili yaparken, TM’yi bu perspektif içinde özel konumuna
yerleştirme çabasındadır. TM’den geçişlerde, özellikle “Yakup Cemil”
parantezinde Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Büyük Mal
romanlarında bahsetmesine rağmen, onu yalıtılmış bir olgu olarak değil, bir tarih
döneminin belli bir vetiresi olarak ele aldığı açıktır. Bunu Notlar:
Batılaşma’da daha açık bir biçimde görmek mümkündür.
Kemal Tahir tarafından
İTC’nin kapıkulu ve “vurucu ve koruyucu” kadrosu olarak değerlendirilen
Teşkilatı Mahsusa, çoğunluğu itibariyle “daha henüz istiklal istemeyen ya da,
durumları istiklal isteyecek halde olmayan milletlerle, istiklal isteyen
milletlerden kopmuş köksüzlerden kurulmuştur”. Durumun böyle oluşu dışarıdan
bakıldığında İslamcı ve Türkçü politikaların zorunlu bir sonucu gibi
görünmesine rağmen, esasen İttihatçıların yürüttüğü Türkçülük politikasının
temelde bir Osmanlı Türkçülüğü olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak Kemal
Tahir’e göre, yükselen milliyetçiliklerin karşısına çıkartılan bu Türkçülük
politikasının bizatihi kendisi de “tıpkı milli zengin yetiştirmek gibi uydurma
ve köksüz bir özentiden fazlası değildir. Zira Osmanlılarda Batılaşmanın
dışarıdan içeriye gelişmeye başladığı dönemde yapılan birçok icraatta olduğu
gibi, bu işte de “temelle üstyapılar arasında hiçbir uygunluk, hiçbir ilinti,
sürekli alışveriş (yani oluş ve olduruş)” yoktur.
Bir anlamda, TM’yi ne tek
başına bir olgu ne de bir idealin tarihi olarak billurlaştırır Kemal Tahir. Bu
da onu diğerlerinden farklı bir yere koymamızı zorunlu kılar; çünkü böylece fragmenter
olmaktan kurtulmuştur. Erdemlerinden biri de burada yatar Kemal Tahir’in.
Bugünü anlayamamanın geçmiş hakkındaki cehaletle ilişkisinin farkında olarak,
olaylara katı bir gerçekçiliğin yanında sadece bir romancı olarak değil bir
tarih yorumcusu ve sosyolog olarak yaklaşır. Bu yüzden karakterlere hayal
kurdurtmakla değil, onları konuşturmakla meşguldür. Bu çaba o kadar gerçekçidir
ki Esir Şehrin Mahpusu romanında, hapishanede Kamil Bey ile ilgilenen
gardiyan-askerin hiç görmediği Yakup Cemil hakkında söylediği sözler bile
günümüzde konuya ciddiyetle yaklaşma iddiasında olan birtakım uzmanların
mübalağasına yaklaşamaz.
Kemal Tahir yaşıyor olsaydı
ve TM romanı yazmaya karar verseydi işe muhtemelen TM’nin iktisadi yapısını
inceleyerek başlardı. Elbette burada Kemal Tahir’in dünya görüşünün ve
yazarlığı döneminde hâkim olan iktisat merkezli sosyoloji ve ideoloji
anlayışının rolü vardır. Bir yazarın yetiştiği dönem ve üslubu, sonuç
itibariyle hikâye edeceği tarihsel -olgu ve kişileri yansıtma biçimim belirlemektedir.
Sözgelimi, Leo Tolstoy (tarihsel ve ulusal farklar bir an unutulacak olursa)
TM’yi bir romanında anlatacak olsa işe büyük olasılıkla TM mensuplarının
üniformalarını ve yeme-içme alışkanlıklarım tasvir ederek başlardı.
Ancak Kemal Tahir belli bir
siyasi çevrenin akıl hocası veya unsuru olmadığı için, görüşlerini bir
ideolojinin yahut partinin hamiliği altında vazife gören yazar ve
akademisyenlerle değil, kendi bütünlüğü içinde ve tarihsel olgu karşısında
değerlendirmek daha doğru olur. Elbette siyasi bir görüşe sahipti fakat bu reel
politik veya konjonktürel dalgalanmalara göre şekillenmemiş, daha önce de
belirtildiği gibi hamisi sadece “Türkiye nasıl kurtulur?” sorusu olan daha
felsefi diyebileceğimiz bir dünya görüşüydü. Tarihçi veya bilim adamı olmamasına
rağmen, sahip olduğu bu zihinsel berraklık ve biriciklik, Tahir’in
düşüncelerini başka şeylere bağlamadan kendi içinde gözden geçirmeyi
haklılaştırmaktadır. Tarihçinin nispi tarafsızlığı romancı Kemal Tahir’de de
tespit edilebilir.
Kemal Tahir’de Kuram, Toplum ve Tarih İlişkisi Üzerine
Yazdığı romanlarla edebiyat
dünyamızda seçkin bir yere sahip olan Kemal Tahir, belki de edebiyatçı
kimliğine de rengini veren bir niteliğiyle, bir araştırmacı, bir düşünce adamı
olarak Türk düşünce hayatının en önemli ve özgün isimlerinden biridir.
Romanlarıyla, yazılarıyla, ölümünden sonra yayınlanabilen “Notlar”ıyla ve
“Sohbetleriyle; yer aldığı toplantı ve konferanslar aracılığıyla dile getirdiği
düşünceleriyle, hem oldukça fazla ilgi görmüş, hem de çokça eleştirilmiştir.
Kemal Tahir, kendi döneminin
sorunlarına ilgi gösteren, duyarlı bir aydın portresi çizerken, düşünsel
çizgisini tutarlı şekilde korumayı ise kuramsal olan ve pratik olan arasında
kurduğu bağın özgün niteliğiyle başarmıştır. Onun benimsemiş olduğu Marksist
bakış açısı, Marksizmi yeniden ve yeniden yorumlamaya, Türkiye’nin gerçeklerine
uyarlamaya, dolayısıyla özgül Marksist pratikleri aynen tekrarlayan anlayışlara
karşı çıkan bir yaklaşım tarzına dayanmaktadır. Yani Kemal Tahir, Marksizmin
kuramsal araçlarını içinde bulunduğu koşullara uyarlamaktadır. Bu nokta, aynı
zamanda onun, üretici bir düşünür olarak farklılığını ortaya koyar: Herhangi
bir düşünce adamını ve onun metinlerini esas alıp kendisini onun takipçisi
olarak görmemesi. Bu durum Kemal Tahir’in, Türk düşünce tarihinin alışılagelen
saflaştırmaları arasına kolayca sokulamayacak, Cemil Meriç ve Ahmet Hamdi
Tanpınar gibi diğer özgün isimleriyle beraber, çok tartışılmasının ve
eleştirilmesinin yolunu açmıştır.
Bu yazıda, öncelikle Kemal
Tahir’in düşünce dünyamıza katkısının somutlaştığı 1960’lara, solun temel
siyasal ve düşünsel ayrışmaları açısından bakılmaya çalışılacak; daha sonra ise
onun kuram-pratik etkileşimine dayalı yaklaşımının ve somut toplumsal sorunlara
yönelik kuramsal araştırmalarının merkezinde duran bir kavrama, “Asya tipi
üretim tarzı” kavramına değinilecektir. Kemal Tahir’in bu konudaki yorumlama
tarzını somutlaştırmak için; öncelikle, kavramın klasik Marksist metinlerde ele
alınış şeklini özetlemeye, daha sonra ise kavramın dünya ve Türkiye’deki
düşünsel serüvenine değinmeye ve son olarak da Kemal Tahir’in bu noktadaki
özgün yaklaşımını vurgulamaya çalışacağız.
1960’lar Türkiye Solunun Genel Görünümü
Türkiye solu açısından
1960’ların genel düşünsel yapısına bakarken 27 Mayıs’ı bir başlangıç olarak
almak, ya da en azından bu anlamda onun belirleyici rolü üzerinde durmak
faydalı olabilir. 27 Mayıs’ın bir sonucu olarak, Türkiye solunun genel
konumlanışında orduya bakış ve buna bağlı strateji sorunları temel bir noktayı
oluşturur. 27 Mayıs’ın itici gücüyle 60’lar, durgunluk döneminin biriken
potansiyelinin bir patlaması olarak, çok farklı düşüncelerin bir arada
seslendirildiği bir ortam haline gelmiştir. Pek çok konu gündeme getirilmiş,
tartışılmış; aynı zamanda bu süreç içinde toplumun çeşitli kesimleri, örgütlü
olarak siyasal mücadelenin çeşitli katmanlarında yer alma şansı yakalamıştır.
Bunlar arasında belki de en önemlisi işçi hareketleridir. Bunu oluşturacak tüm
unsurlar sürecin içerisinde yer almış, diğer bir deyişle Türkiye’de siyasal bir
işçi hareketinin oluşma koşulları bu dönemde bir araya gelmiştir.28
Diğer bir önemli süreç de
dünyadaki genel eğilimle bağlantılı olarak Marksizmin yükselişi ve solda duran,
aydınlanmacı-ilerlemeci entelektüellerin Marksistleşmesidir. Aslında dünyanın
geldiği noktada Marksizmin aldığı biçim ve yaşadığı dönüşüm Türkiye’ye de
yansımış, daha klasik Marksist öğretiyle doğru düzgün tanışmadan Althusser,
Garaudy, Sartre gibi isimlerin farklı yorum ve eleştirileri yaygınlık
kazanmıştır. Bununla birlikte genel itibariyle dönemin entelektüellerinin
Marksizmi keşfettiği ve dünyayı anlayacak ve yorumlayacak kavramsal araçları ve
metodu buradan devşirdiği söylenebilir.
Bu dönemde Türkiye soluna
hâkim olan ayrışmalara, bu ayrışmaları kuramsal planda şekillendiren görüşler
çerçevesinde ve genel hatlarıyla bakmak gerekirse, öncelikle tarihsel olarak
Yön dergisi ve hareketinden bahsetmek yerinde olacaktır. Yön, Türkiye’de sol
aydınların buluşma noktası olma amacıyla 20 Aralık 1961’de çıkmaya başlamıştır.29 Bu
anlamda çok farklı ideolojik eğilimlerin dile getirilmesine uygun ortam
sağlamıştır. Bu görüşler aynı zamanda farklı düzlemlerde sergilenmiş, evrensel
ya da ulusal nitelikli kuramsal tartışmaların yanı sıra, somut siyasal olaylara
yönelik de oldukça açık, tarafgir olmama kaygısından uzak bir tutum
benimsenmiştir. Dergi, tüm kesimleriyle solun siyasal tavır alışları üzerinde
de etkili olmuştur. Bununla birlikte Yön’ün çekirdek kadrosunun şekillendirdiği
birtakım fikirler, süreç içinde daha da baskın hale gelmiş, öne çıkmıştır. Bu
fikirler, 27 Mayıs’tan güç alıp, onun yöntemlerinin daha ilerici bir sistem
adına devam ettirilmesi temeline dayanmaktadır. Buna göre, azgelişmiş bir ülke
olarak Türkiye’de işçi sınıfı cılız ve bilinçsizdir. Bu özellikleriyle devrimci
eyleme öncülük etmekten uzak gözükmektedir. Buna karşın orta sınıfın (küçük
burjuvazinin) ve bu sınıf içinde de özellikle asker-sivil aydın zümrenin, kökü
tarihimizde bulunan devrimci bir geleneği vardır. Diğer yandan, sol için
seçimle işbaşına gelmek bir hayalden öteye geçmezken, halk yararına yapılan
devrimci bir eylemi halkın destekleyeceği açıktır. Yön’de başlayan, “Devrim”de
süren ve “Sol Kemalizm”30 olarak da adlandırılan bu fikirlere karşı ilk büyük itiraz Türkiye
İşçi Partisi’nin kurulmasıyla yükseltilmiştir. İşçi sınıfının öncülüğünü ve
sosyalist mücadelenin antiemperyalist mücadeleyle birlikte yürütülmesi
gerektiğini vurgulayan TİP’in içinden bir süre sonra; devrimci eylemin
milliliğini daha fazla vurgulayan bir grup kopmuş ve Milli Demokratik Devrim
(MDD) çizgisini oluşturmuştur.31 “Aydınlıkçılar” olarak da bilinen bu grup
daha sonra kendi içinde de ikiye bölünmüş, kopanlar “Proleter-Devrimci
Aydınlık” adlı bir dergi çıkarmaya başlamıştır. Son olarak, Türkiye solunun bu
dönemki düşünsel ayrışmaları içerisinde, Ant dergisi çevresi ve bu çevrenin,
dergiyle organik bağı olmamakla beraber, etkili ismi İdris Küçükömer
sayılabilir. Küçükömer, sınıf ve tabakalara tarihsel gelişimleri içinde
bakılması ve strateji ve ittifakların bu çerçevede ele alınması gereğini
vurgulayarak; Türk siyasal yaşamına hakim olan her iki grubun da (Batıcı-Laik
bürokratlar ve İslamcı-Doğucu cephe) emperyalizme hizmet ettiklerini, bununla
birlikte İslamcı cephenin üretim güçlerini geliştirici rolüyle, halkın bilinçlenmesinin
yolunu açacağını söylemektedir ve bürokrasiye cephe almaktadır.32
1960’lar Türkiye solunun
temel özelliklerinden biri de, tarihe olan ilgisi, daha doğrusu Türkiye’nin
sosyoekonomik yapısının tarihsel temellerine ilişkin, ve özellikle Osmanlı’ya
ilişkin, analiz yapma hevesi olarak gözükmektedir.33 Bu dönemin genel tarih
ilgisinin, içinde yaşanılan topluma ve somut siyasal yapıya dair problemlerle
bağlantılı olduğu söylenebilir. Bu bağ, sosyalist devrim için strateji
arayışlarıyla ilgili olarak da ortaya çıkmaktadır. Tüm bu özellikler göz önüne
alındığında özetle bu dönem, “eski ile yeni, teori ile pratik
ve nihayet ulusal ile evrensel arasındaki birliğin en sağlam ve yaratıcı bir
tarzda kurulduğu bir tarihsel kesit olarak,”34 gözükmektedir.
Toplumsal analizin tarihsel bir perspektiften yapılması eğilimi, klasik dönem
Osmanlı toplum yapısına ilişkin bir tartışmayı da yoğun şekilde solun gündemine
sokmuştur. Aslında bu konudaki ayrışma esas itibariyle, Osmanlı toplum
yapısının özgünlüğünü (“sui generis”liğini) savunan Barkan, Köprülü, İnalcık
gibi (partikülarist Ottomanist) tarihçilerle, bunlara karşılık öne sürülen ve
60’larda güç kazanmaya başlayan Marksist tarih anlayışının yönelttiği
evrenselci itiraz arasındadır.35 Bununla birlikte, bu Marksist anlayışın
içinde de genel “feodalite” nitelendirmesinin yanında, özellikle ele aldığımız
dönemde gündeme gelen ATÜT gibi yorumlar da (aynı ölçüde olmamakla birlikte)
etkili olmuştur. Türkiye’deki ATÜT tartışmasına bakmadan önce kavramın anlamı
ve tarihsel serüveni üzerinde durmak yerinde olacaktır.
ATÜT’ün Klasik Marksist Metinler Üzerinden Tanımlanması
Marx, çalışmalarını
Avrupa’nın sosyal, siyasal ve iktisadi görünümü ve bu görünümün tarihsel
biçimlenmesi üzerine, özellikle de kapitalizm üzerine yoğunlaştırmakla
birlikte, dünyanın geri kalan kısmına ilişkin de incelemelerde bulunmuştur.
Bununla ilgili olarak, özellikle Asya toplumlarının kapitalizm öncesi ekonomik
biçimlenmesinin açıklanmasına yönelik, “Asya tipi (Asyatik) üretim tarzı”
kavramım gitgide yoğunlaşan bir biçimde kullanmıştır. Bu yoğunlaşmanın çeşitli
nedenleri vardır. Öncelikle, Marx’ın 1850’lerde İngiltere’ye sürgünü, onun bir
biçimde, İngiltere’nin Doğudaki sömürgelerine üzerine düşünmesini sağlamıştır.
Ayrıca, Rusya’da yükselen sosyalist hareket de, Marx’ın devrime ilişkin
umutlarını son dönemde bu ülkeye çevirmesine sebep olmuştur. Bu dönemde,
narodnizm gibi, ordaki farklı fikir akımlarına ilişkin olumlu yaklaşımı,
kapitalist dünyanın dışında, farklı bir toplumsal temelden ve ekonomik
biçimlenmeden kaynaklanan sosyalist bir hareket gelişebileceğine yönelik
fikirlerini olgunlaştırmıştır.36 Bunun yanı sıra Marx’ın ilgisini açıklayan
bir diğer nedense, “kapitalist topluma karşı artan kin ve küçümseme duygusu”37
olarak belirtilmektedir.
Şimdi, buradan, Marx’ın ve
Engels’in bu konudaki fikirlerinin genel seyrine, metinleri üzerinden bakmaya
geçebiliriz. Marx, 1853 yılında Engels’e yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:
“Bemier, haklı olarak Türkiye, Iran ve Hindistan’dan bahsederken, Doğudaki
bütün olayların temelini toprakta özel mülkiyetin yokluğunda aramalıdır diyor.
Bu, Doğu cennetinin gerçek anahtarıdır. ”38 Burada ifade edilmek
istenen, Doğu toplumlarının üretim tarzlarının ancak özel mülkiyetin olmaması
şeklinde açıklanabileceğidir. Engels’in Marx’a yanıtı da yine aynı çerçevede,
açıklayıcı olmuştur:
Gerçekten toprak
mülkiyetinin yokluğu bütün Doğunun anahtarıdır. Doğunun siyasi ve dini bütün
tarihi burada gizlidir. Ama nasıl oluyor da Doğulular toprak mülkiyetine, bunun
feodal biçimine bile bir türlü varamıyorlar? Sanırım bu, başlıca, toprağın
koşulları ile birleşen iklimden ileri geliyor, özellikle Sahra’dan,
Arabistan’dan, İran’dan, Hindistan’dan ve Tatar ülkesinden geçerek Asya’nın
yüksek yaylalarına varan, geniş çöl alanlarından. Yapay sulama burada tarımın
ilk koşuludur, bu ise ya köyün, ya vilayetin, ya da merkezi hükümetin
görevidir. Doğuda hükümetin her zaman ancak üç bakanlığı olmuştur: maliye
(ülkenin talanı), harbiye (ülkenin ve yabancı ülkelerin talanı) ve
yeniden-üretimi gözetim altında tutmak için bayındırlık.39
Bu iki birbirini tamamlayıcı
görüş, özel mülkiyetin yokluğu, üretimin coğrafi şartların etkisiyle oluşan
özel biçimi ve devletin bu süreçteki rolünü göstermesi açısından, ATÜT’e
ilişkin genel bir çerçeve sunmaktadır.
1859’da yayınlanan
“Ekonomiği Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde ise, kanıtlarla
destekleme ve açıklama ihtiyacı duyulmadan, toplumsal biçimlenmenin evrelerinin
kısa listesi verilmekle yetinilmiştir. Bunlar, “Asya tipi, antik, feodal ve
modern burjuva üretim biçimleri”40 olarak sıralanmaktadır. Kavram, Marx’ın
hayattayken yayınlanan eserleri arasında ilk kez burada yer bulurken, gerçekte
en yoğun ve açıklayıcı tarzda, ölümünden sonra yayınlanan “Grundrisse” adlı
eserin “Formen” diye de bilinen “Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri” adlı
bölümünde bulunur. Bu eser (Grundrisse), “Kapital’e ve “Katkı”ya hazırlık
olarak yazılan elyazmalarının bir bölümüdür. 1939-41 yılları arasında
Moskova’da ilk kez yayınlanmıştır. Asıl fark edilişi ise 1953 yılında Almanca
baskısıyla gerçekleşen eser, diğer bazı elyazmalarının aksine, Marx’ın olgunluk
çağı eseridir. Bu anlamda Marx’daki “Asyatik toplum” kavrayışının, Althusser’in
“epistemolojik kopma” kavramından hareketle yaptığı Genç Marx-Olgun Marx
ayrımına bağlı olarak, gençlik dönemi eserlerinin bir sonucu sayılarak yetersiz
görülmesi ya da epistemolojik anlamda yanlış sayılması mümkün gözükmemektedir. 41
“Formen”in önemi Hobsbawm
tarafından da şu sözlerle dile getirilmektedir:
Bunlar gelişigüzel alınmış
önemsiz notlar değildir. Bu yapıt, yalnızca Marx’ın Lassalle’e övünçle yazdığı
gibi (12 Kasım 1858) ‘On beş yıl süren araştırmanın, yani yaşamımın en güzel
yıllarının sonucu’ olmakla kalmıyor. Yalnızca Marx’ı en parlak ve en derin bir
biçimde yansıtmakla kalmıyor. Bu yapıt aynı zamanda, birçok bakımdan, kısa bir
süre sonra yazdığı ve tarihsel materyalizmi en özlü biçimde sunan Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı’nın o mükemmel önsözünü tamamlayan, tarihsel evrim
sorununu en sistemli bir biçimde ele alan bir yapıttır. Duraksamasız
söylenebilir ki, bu yapıtı göz önünde bulundurmayan herhangi bir Marksist
tarihsel inceleme, ... bu yapıtın ışığı altında yeniden ele alınmalıdır.42
Bununla birlikte, özellikle
belirtilmesi gereken nokta, Formen’in, Marx’ın kendi için yazdığı bir el yazması
olması sebebiyle, yüksek bir soyutlama düzeyi içermesi, özel ve zor bir dil
taşıması ve okuyucunun metne farklı anlamlar yükleyebilmesine olanak
tanımasıdır. Bununla birlikte, Marx diğer incelemelerine, örneğin kapitalizme
ilişkin nitelendirmelerine, oranla daha yetersiz gözükmektedir.
Eserin konuyu ele alış
tarzının genel yapısı içinde, odaklandığı temel sorun, ilkel komünal toplumdan
çıkış biçiminin, tarihsel evrime direnmeleri yönüyle birbirinden ayrılan, dört
farklı yoldan gerçekleşmesi olarak gözükmektedir. Bunlar; Doğu, Antik, Cermen
ve Slav biçimleridir. Görüldüğü üzere, bu şema, “Katkı”nın önsözünde belirtilen
listenin derinleştirilmesinin sonucudur. Burada Marx, Doğu düzenini, istisnai
bir merkezileşmeyi gerektiren ve başka türlü üzerinde tarım yapılamayacak olan
topraklarda, bayındırlık işlerini ve sulamayı devletin üstlenmesini gerektiren
özel koşulların bir sonucu olarak düşünmüştür. Marx’ın bu sistemin temel
niteliği olarak, kendi içinde üretimin ve artı-üretimin bütün koşullarına sahip
bulunan ve bu yüzden de dağılmaya ve iktisadi evrime tüm öteki sistemlerden
daha çok direnen köy komünü içerisindeki, “manifaktür ve tarımın kendi kendine
yeter birliği”43ni gördüğü söylenebilir.
Bu kendi kendine yeter
birlikler daha büyük bir birliğin parçası olarak var olduklarından, bunlar,
artı ürünün bir kısmını; topluluğun savaş, dinsel ayin gibi harcamalarının yanı
sıra, sulama ve iletişimin sağlanması gibi iktisadi bakımdan gerekli işlerin
karşılanması için ayırabilirler ve bu durumda, bu gibi işler, üst topluluk,
yani “alt toplulukların üstünde yer alan despotik hükümet tarafından yapılmış
görünür. 44 Böylelikle kendi kendine yeter köy komünleri ve bu temel yapının bir
sonucu olarak var olan merkezi hükümet arasındaki ekonomik ilişkilerin,
döngüsel olarak birbirlerini var etmeleriyle sonuçlanması, Asya biçiminin
durağan olarak nitelendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bununla birlikte, sistem
özellikle dış etkiler yoluyla bir evrimleşme süreci yaşamaktadır.45
Dünyada ve Türkiye’de ATÜT Tartışmaları
Görüldüğü gibi Marx, Alman
İdeolojisi (1845) sonrası döneminde, toplum- ların ekonomik evrimlerine ilişkin
incelemelerinde, ATÜT’den ve multili- neer bir evrim şemasından hiç
vazgeçmemiştir. Bununla birlikte, 20’li ve 30’lu yıllarda kavramın; siyasal
çekişmelerin gölgesinde, yavaş yavaş unutulmaya başlandığı ve nerdeyse
hafızalardan silindiği görülmektedir.46 Bu dönemde, genelde Sovyetler Birliği
eksenli gündeme gelen tartışma, ATÜT muhaliflerinin tezlerinin kabul
edilmesiyle sonuçlanmış ve Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm”
kitapçığında kavramı reddetmesiyle, tartışılamaz hale gelmiştir. Önemli bir
gelişme olarak, 1939-41 yılları arasında “Grundrisse”nin yayınlanması,
tartışmanın yeniden başlamasına bir zemin hazırlamış ve fakat, gerçekte kavram
Wittfogel’in çok tartışılan Oriental Despotism (1957) kitabına kadar unutulmaya
yüz tutmuştur. 47 Marx’ın bakış açısının indirgemeci bir tarzda ele alınmasını ve
siyasal sonuçları itibariyle çarpıtılarak, “hidrolik toplum’larla, çağdaş
totaliterlik arasında bağlar kurulması yoluyla, “despotizm” kavramının klasik
anlamının (Batımerkez- ci vurgusuyla) yeniden üretilmesini ifade eden eser,
tartışmanın yeni bir gündem ve konjonktür altında alevlenmesi sonucunu
doğurmuştur. Kruşçev’in, 1956’daki Stalin karşıtı konuşması da tabloyu
tamamlayan diğer bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Bu yeni süreçte kavram
bambaşka bir biçimde, bu kez Fransa merkezli olmak üzere, yeniden gündeme
getirilmiştir. Bu süreci belirleyen bazı temel unsurlar ise şu şekilde
sıralanabilir: Öncelikle 1960’lar, klasik sömürgeciliğin tasfiyesinin devam
ettiği ve Batı sömürgelerinde yeni ulusal ve bağımsız devletlerin ortaya
çıktığı bir dönemdir. Kavramın Fransa merkezli tartışılması da Cezayir
Savaşı’yla bağlandı görülmektedir.48 Bir diğer önemli unsur, Kültür Devrimi
başta olmak üzere Çin’de meydana gelen gelişmelerdir. En eski uygarlık
merkezlerinden biri olan Çin, yeni sosyalist rejimiyle ve bağımsızlıkçı,
bağlantısız siyasal tutumuyla dünya kamuoyunun gözü önündedir. Genel
itibariyle, konuya karşı uyanan ilginin temelinde, kapitalist toplumlar dışında
kalan sosyal yapıların tarihsel gelişimini anlama isteği yatmaktadır. Bu
anlamda yeni dönemde, o güne kadar Hindistan ve Çin örnekleriyle sınırlı kalan
tartışma Aztek, Bizans, Osmanlı gibi tarihi yapılarla; Afrika ve Güney
Amerika’yı da kapsayan bir coğrafyaya taşınmıştır.
Bu genel eğilimin Türkiye’de
de yansımaları olmuştur. Öncelikle, Fransa’dan Enver Abdül Malik’in Mısır:
Askeri Toplum kitabını getirterek tartışmayı başlatanın Kemal Tahir olduğunu
belirtmek gerekir49 Bu alanda yayınlanan ilk yazı ise 1965 yılında, yine Kemal Tahir’in
teşviki ve öncülüğünde Selâhattin Hilav tarafından kaleme alınmıştır.50 Yine
aynı yıl, Godelier’nin ATÜT kitabı, . Atilla Tokatlı tarafından çevrilmiştir.51
Bundan sonra konu, aynı
siyasal süreçte gündeme gelen benzer bir kavramsallaştırma denemesiyle,
Garaudy’nin “Sosyalizm ve İslamiyet” risalesi ve onun temelindeki İslami
Sosyalizm veya Doğu Sosyalizmi görüşüyle birlikte gündeme getirilmiş, yoğun bir
şekilde Yön sayfalarında tartışılmaya başlanmıştır. Tartışmanın öncü isimleri,
Niyazi Berkes, Mihri Belli (E. Tüfekçi), Selâhattin Hilav, Doğan Avcıoğlu ve
Sencer Divitçioğlu’dur. Bunlar arasında, özellikle Niyazi Berkes, “Doğu ve
Doğuculuk Modası”52 adlı yazısında, Cezayir’e ilişkin Garaudy’nin kitabı ve o çerçevedeki
kolaycı görüşleri eleştirirken; bir yandan Türkiye’nin özgün konumunu
vurgulayarak, ulusal bir çözümleme ihtiyacını savunmuş, diğer yandan ise “Asya
Üretim Tarzı” kavramsallaştırmasını önererek konunun daha somut düzlemde
tartışılması gereğini belirtmiştir. Hilav da yine “Asya-Tipi Üretim Nedir?”53
başlığı altında bu konudaki tanıtıcı mahiyetteki yazılarını sürdürmüştür. Daha
sonra konuya ilişkin bir Türk yazarı tarafından yayınlanan ilk kitap olan “Asya
Tipi Üretim Tarzı ve Azgelişmiş Ülkeler” üzerine Doğan Avcıoğlu’nun ve ona
cevaben yazarı Sencer Divitçioğlu’nun yazıları yayınlanmıştır.54 Bu
yazılarda tartışmanın yoğun bir şekilde sosyalist devrim için strateji
arayışları sorununa kilitlendiği, daha doğrusu bürokrasiye bakış konusundaki
görüş ayrılığının keskin bir şekilde gündeme geldiği görülmektedir. Bu
anlamdaki düşünsel çatışma ve ayrışmalar, o dönemki ATÜT kavrayışının devleti
yücelten ve mitleştiren bir mantığa oturduğu ve bu anlamda Kemalist özgücülükle
birleştiği yönündeki, her şeyi birörnekleştiren değerlendirmelerin
yüzeyselliğini ortaya koymaktadır. 55
Kemal Tahir; benimsemiş
olduğu tarihsel materyalist dünya görüşü uyarınca, içinde bulunduğu toplumu
üretim ilişkileri açısından incelemiştir. Onun, asıl üzerinde durduğu ve
araştırdığı sorun, Anadolu Türk toplumunun hangi üretim tarzı içerisinde yer
aldığı sorunudur.56 Türkiye gerçeklerinin tarihsel bir perspektiften ortaya konması
amacından hareket etmektedir. Bunu yaparken de üretim tarzı temelinde bir
Doğu-Batı ayrımından yola çıkmaktadır. Başka bir deyişle Doğu ile Batı
arasındaki ayrımı, üretim tarzları arasındaki temel farkların belirleyiciliğine
dayandırmış, tarihselleştirmiştir. Onun tarih sorunlarına derinlemesine ve irdeleyici
bakışı, Doğulu toplumların, Batılı toplumlardan farklı bir gelişme gösterdiği
gerçeği üzerinde yoğunlaşmaktadır.57 Yani klasik Marksist öğretinin beşli
şemasının getirmiş olduğu dönemsel ayrımın dışında coğrafi bir ayrımı dikkate
almaktadır. Bu durum, Doğu toplumlarının benzersizliğinden hareket eden bir
“başkalık” tezinden çok, “ekonomik ve kültürel şartların özgüllüğüme vurgu
yapan objektif bir kriter arayışını ifade eder.58 Bu arayış Kemal
Tahir’i, Marks’ın Formeti’de belirttiği “Asya tipi toplum” modeline
götürmektedir. Osmanlı üzerine yaptığı incelemelerinde de bu kavramsal çerçeve
üzerinden hareket etmektedir. Kendisi de zaten eğer Marksist olmasaydı,
Osmanlı’yı hiçbir zaman anlayamayacağını, çünkü Osmanlı padişahının,
materyalist açıdan yaklaşılmadıkça Batı krallığı gibi görüneceğini ifade
etmiştir.59 Kemal Tahir’de, tarihimizin kendimize özgü yanlarının araştırılması
ile üretim tarzı konusundaki incelemeler eşzamanlı ve birbirini besleyen
süreçler olarak gelişmiştir. Kemal-Tahir bu incelemeleri sonunda özellikle
Batıdaki anlamda Derebeyliğin, klasik Türk toplumunda mevcut olmadığı sonucuna
varmıştır. Bu, Kemal Tahir’in felsefi düşüncesinin temelini teşkil eden çok
önemli bir noktadır.60 Kemal Tahir kurama ve tarihe yönelik ilgisini, somut siyasal
tartışmalara da gönderme yaparak, toplumsal sorunların çözümlenmesi noktasında
kullanmaktadır. Bu anlamda birçok Batılı ve yerli metinle hesaplaşmaya
girişmiş, değerlendirmelerde bulunmuştur. Kemal Tahir, daha azgelişmişlik ve
ATÜT tartışmaları başlamadan çok önce, belki de Batı feodalitesiyle
benzeşmezliğimizi dillendirdiği 1950lerin ortalarında şekillendirdiği
fikirlerini, bu tartışmalar çerçevesinde sınamak ve sağlamlaştırmak yoluna
gitmiştir. Zaten, bir edebiyat adamı olmasına karşın, Türkiye’de ATÜT
tartışmasını başlatan isim olması da bir tesadüf değildir.
Kemal Tahir; “sosyalizme,
bir yandan Türkiye’nin sorunlarını anlamak, diğer yandan da bu sorunların
çözümlenmesindeki katkısı oranında ilgi duymuştur. ”61 Bu durumu, “Marksizmi
memleketimize insanca bir yönetim getirmek için öğrendik, ’’62 diyerek kendisi de
vurgulamaktadır. Kemal Tahir’in çıkış noktası olarak, ülke gerçeklerinin
anlaşılmasına yönelmiş olması, onun üretim tarzı konusundaki yaklaşımını da
şekillendirmektedir. Bu anlamda ATÜT’ün öneminin Marks’ın çözümlemeleriyle,
onun söyledikleriyle sınırlı olarak değil, “bundan yola
çıkarak üçüncü dünyanın tarihine, bugününe, geleceğine Batı şemalarının
despotik sekterliğinden kurtularak bakabilmeyi sağlamasından,”63
kaynaklandığını belirtmektedir. Bu noktada, Kemal Tahir’in şabloncu
yaklaşımlardan kaçınarak kuramsal bilgiyi pratik gerçekler üzerinden sınayarak
hareket eden bir yönteme sahip olduğunu vurgulamamız gerekir. Kemal Tahir’de
kuramsal, yani soyut olanla, tarihsel ve somut olan; birlikte ve karşılıklı
etkileşimleri bağlamında ele alınır. Bir başka deyişle Kemal Tahir, somut
tarihsel gerçekliklerin, somut tarihsel olguların soyut ve kuramsal şemalara
zoraki ve yapay bir tarzda uyarlanmasından yana değildir. Bu anlamda, Kemal
Tahir, tarihsel olguların anlamlandırılmasında, yorumlanmasında
kalıplaştırılmış, dondurulmuş şemalara karşıdır.64
Bu bakımdan Kemal Tahir ATÜT
konusunda “hiç olmazsa sosyal gerçeklerimizin ortaya çıkarılmasını sağlayacak
yaklaşımların elde edilmesine yardımcı olacağı, ”65 noktasında olumludur.
Bununla birlikte, Batının beşli şemasına, yani köleliğe hiç uğramamış
toplulukları geri kalmışlık/azgelişmişlikle itham etmek, sömürüyü ilerleme için
zorunlu saymak noktasında tepkilidir. Bunun “dünyaya sömürücü Batılı açısından bakmak”66
olduğunu belirtmektedir.
Kemal Tahir, Avrupa ve
Osmanlı arasındaki bu sosyal düzen farkını ortaya çıkaran temel sebebi ise
coğrafi şartlarda, Anadolu’nun tarım ve toprak yapısında bulmaktadır.67 Bu
durum topraklar üzerindeki siyasal örgütlenmeyi de belirlemiştir. Bu türlü bir
arazi üzerinde özel mülkiyet gelişemez, çünkü hiç kimse burada
gerçekleştireceği tarımsal faaliyeti kârlı bir biçimde sürdüremez. Yalnızca
devlet, toprak üzerindeki üretimin devamlılığını sağlayacak hizmetleri yerine
getirebilir. Bu durum devletin niçin “kerim” olduğunu da göstermektedir.68 Bu
devlet sömürücü değil, ihya edici bir devlettir. İşte bu yüzden haklı olarak
toprakların mülkiyeti devletindir.69 Kemal Tahir, o dönem çok tartışılan toprak
reformu meselesinde de mülkiyet düşüncesinin olmadığı bir toplumda toprak
reformunun istenen sonuçları doğurmayacağım belirterek, reformun
gerçekleştirilmesine yönelik kayıtsız şartsız desteği ifade eden hakim görüşün
dışına çıkmıştır.70 Tahir’e göre, Osmanlı’da en geniş üretim vasıtası olan toprağa sahip
olan devlet, aynı zamanda madenler, ormanlar, tersaneler, iç ve dış ticaretin
de tek hakimidir.71 Çarşı esnafı bile fermanlı memur sayılır.72 OsmanlI’dan gelen bu
devletçilik; sosyalizmin Batılı kalıplar içinde dışardan ithal edilmesi yerine
toplum şartları içinden çıkan bir sosyalizmi tarihinden aldığı yatkınlık
gücüyle yaşatabilme şansını beraberinde getirmektedir.73 Bu noktada, ATÜT’ün
Kemal Tahir için ifade ettiği anlamı tekrar vurgulamakta fayda vardır. ATÜT
üzerinde Batıda yapılan tartışmaları, “fikir spekülasyonlarını, cilveleşmeleri,
ancak, bizim kendi gerçeklerimize ışık tutacak yönleriyle değerlendirmenin,
gerisini yutmadığımızı da her hususta belirtmenin, ” şart olduğunu
söylemektedir.74 Kemal Tahir için ATÜT; belli bir tarihsel dönemle sınırlı bir
kavramdan çok, sosyolojik ve kültürel kökleriyle bir devlet geleneğine yönelik
araştırmaların, kuramsal anlamda dayanağını ifade etmektedir.75 Kayalı’nın dediği gibi,
“Bu konuda çalışma yapan Sencer Divitçioğlu gibi diğer isimler ATÜT’ü
tanımlanmış bir kavram olarak Türk toplumuna uyarlarken; Kemal Tahir, ATÜT’ü
yerli gerçeklerimize doğru aşmayı denemiştir. ”76 Kemal Tahir, 1960’lar
Türkiyesi’nin düşünsel dünyasının içinde yer almış, ondan etkilenmiş ama
azımsanmayacak derecede de onu etkilemiştir. Tartışmanın aktığı mecrayı fazlaca
belirleyememişse de, özgün yaklaşımıyla o minval üzerinden kendi gündemini
oluşturabilmiş, hakim anlayışlara karşı eleştirel tutum takmabilmiştir. Bunu
yaparken de, basitçe ve kolayına kaçarak formüle edilen, hazır halde bulunan ve
çabucak benimsenen fikirleri sorgulamış; bu anlamda, sahip olduğu dünya
görüşünü, yaşadığı toplumun gerçeklerine yönelik olarak yeri geldiğinde
eleştiriye tabi tutabilmiş ve aşmaya çalışmıştır. Yaptığı eleştiriler geriye
dönmeyi amaçlayan muhafazakar veya içe kapanmacı, üçüncü dünyacı bir tepkinin
sonucu değildir; şabloncu anlayışların yüzeyselliğine karşı, kuramın toplumsal
şartların da dikkate alınması yoluyla yeniden yorumlanmasına dayanmaktadır.
Belki de Kemal Tahir’in yaptığı en önemli şey, bu toprağın insanından hareket
etmesi, onu anlamaya çalışmasıdır. Dahası, bu çabayı tüm düşünsel yaşamının
başlıca amacı haline getirebilmesidir. Mevcut entelektüel ortam içerisinde, her
dönem itibariyle, ve özellikle bugün, bu hiç de azımsanacak bir farklılık
değildir.
Isaiah Berlin için
entelektüel, ilginç fikirler üreten kişidir. Şüphesiz fikirler tarihi bütünüyle
ilginç simalardan oluşmaz. Tarifin sahibi Berlin ise, liberal bir mütefekkir,
Herzen başta olmak üzere, doğum yeri itibariyle Ruslara özel ilgi duyan bir
fikir tarihçisi ve ayrıca bir siyonisttir. Hem liberal ve hem de siyonist
olmasındaki ilginçlik bir yana, Dostoyevski’den hazzetmemesi ve hattâ onu
“zalim bir kişilik” olarak tavsif etmesi de kayda değerdir. Dostoyevski
hayranlarından biri kalkıp, Berlin’in ve liberal hümanizmin, insanın içine
fazla ayna tutulmasından hoşlanmadığım; varoluşun trajik boyutlarına lakayt
kaldıklarını iddia edebilir. Dostoyevski’ye özel bir muhabbet duyan K. Tahir’in
Türkiye’ye; Türkiye’nin farklılıklarına ayna tutmak muradında olan ilginç bir
romancı-mütefekkir olduğunu daha başlangıçta belirtmeliyiz.
Türkiye’de entelektüel
söylemin bağlam ve şartları nelerdir, suali gerekli ve meşru bir sorudur.
İlkin, entelektüel söylemin; kavramlarla fikir yürütmenin Batıda neşv-ü nema
bulduğunu; Türklerin okuryazar takımının -tıpkı Ruslar, Yunanlılar, İranlılar
gibi- bu yeni tefekkür tarzını Avrupa’dan öğrendiği açıktır. Diğer yandan
Türkler bu bidat'la tanışmadan önce ve imparatorluk mensupları olarak farklı,
iç içe geçmiş söylemlerin sahibiydiler. Şiir merkezli edebi söylem bu
geleneksel diller içinde merkezi bir yere sahipti ki Osmanlı münevverinin
sosyal, siyasi meseleleri bile tumturaklı mısra meselesine indirdikleri
zannedilebilirdi. (Ziya Gökalp gibi ciddi ve az konuşur bir
sosyolog-teorisyenin şiir yazması bir yana, Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl gibi
şairlerin ideolojik etkilerinin, mütefekkirlerden daha ziyade olması ve onlara
fikir adamı statüsü verilmesi Türkiye’de şiir geleneğinin gücünün işaretidir. )
İlmiyenin, bürokrasinin sivil ve askeri kanatlarının, esnafın ritüellerle
desteklenmiş yerleşik söylemleri vardı. Şimdi 19. Yüzyılın ortalarına
gelindiğinde mesele, asli meşrulaştırıcı söylem mevkiinde İslam’ın oturduğu
geleneksel diller içinde toplumsallaşan bir Osmanlı, Batıdaki entelektüel
söylemlerle nasıl temasa geçecekti? Kendi toplumunda cari ve aşina söylemlerin
kodlan açısından mı Avrupa’ya bakacak yoksa Türkiye Garp nazariyelerinin
perspektifinden işleme mi tabi tutulacak, onların malzemesi haline mi
sokulacaktı? İkinci durumda kişi, ‘Doğuda/Osmanlı’da tek kişi özgür, diğer
herkes tutsaktır’ cümlesi kurabilir ve/ya Senedi İttifak’ı Magna Carta ışığında
yorumlayabilir, bir Türk Rönesans ve Reformasyonu tahayyül edebilir, bütün
günahları burjuvazinin yokluğuna bağlayabilir, ilk bakışın sahipleri; Batı
medeniyetine, o medeniyetin kimi değer ve yapılarını reddetmeden, Türkiye’den
bakanlar ise muhafazakârlığın versiyonlarını oluştururlar. Şüphesiz Türk
münevveri Batıyla ilişkisinde sadece iki model oluşturmuş değildir ancak Türk
geleneği ile Batı geleneği arasında ilişki kurmanın -dün olduğu gibi bugün de-
ciddi bir mesele oluşturduğu açıktır.
İlk bahsimize tekrar
dönersek, ilginç olmak, Doğu-Batı arasında Türkiye’de gerçekleştirilmiş
diyalogların, müesses söylemlerin dışına çıkmaktır. Diğer yandan Türkiye
enteresanlıktan hoşlanmayan bir siyasi ve toplumsal kültüre sahiptir. Tanzimat
edebiyatının ‘alafranga züppe’yi ortak kötü ilan etmesinin gösterdiği gibi,
ilginç adam durduk yerde icat çıkaran, muttasıl yürümekte olan tekere çomak
sokan kişidir. Ancak ilginçlik, her kertede yaratıcı bir pervasızlığa dönüşmese
de, teker çomağa, başka bir ifadeyle cemaat aykırı bireye zındık, revizyonist,
hain gibi sıfatlar bulmakta zorluk çekmez. Türk hayatının en mühim
kusurlarından biri sıradanlığın aykırılığa tahammülsüzlüğüdür.
Bu dikkatler ışığında, Kemal
Tahir’i ilginç kılan nedir, sualine cevap aranabilir. Zira aykırı olan
aykırılığını, gökten bir elma düşmesine borçlu değildir ve ilginç söylem
boşlukta oluşmaz; bir aktöre ihtiyaç duyar. Aktör ise bir toplumsal bağlamın,
belirli bir tarihi zamanın, o zamanı tayin eden cemaatlerin, kültürlerin,
söylemlerin içinde aktörleşir. Kemal Tahir de şüphesiz zamanının bir insanıdır.
1910 da; İlanı Hürriyet’in ikinci yılında İstanbul’da başlayan hayatı, gene
İstanbul’da 1973’te bir kalp kriziyle sona erer. 63 yıllık ömür, bazı mühim ve
trajik momentlerle belirlenir, ilkin o, Bir Mülkiyet Kalesi’nde muzip bir dille
aktardığı gibi, Abdülhamit’e yaverlik etmiş, İttihat ve Terakki idaresi gelince
gadre uğramış ve akabinde Milli Mücadele’ye iştirak etmiş bir subayın oğludur.
Kendisinin Fransızca öğrendiği Galatasaray Sultanisi yılları, annesinin ölümü,
babasının yeni bir hanımla evlenmesi üzerine yarım kalır. Avukat bürosunda
kâtiplik, Zonguldak’ta ambar memurluğu gibi Jack London biyografisini andırır
işlerle iştigal ettikten sonra 1930’da, 20 yaşındayken, Babiali’nin kapısından
içeri girer. O dönemler hayranlık beslediği Nâzım Hikmet çevresine dâhil olur. Edebiyat
heveskarı bu genç adam o sıralar üzerine şairane bir sosyalizm sosu dökülmüş
romantik bir Kemalisttir; geçim sıkıntısının ağırlığını edebiyatla, gençliğe
özgü havailikle hafifletmeye çalıştığı bu yılların bazı kesitleri daha sonra
Hür Şehrin İnsanları’nda karşımıza çıkar. İsmet Bozdağ’ın kitaplaştırdığı
Sohbetler’de kendisinin belirttiği gibi, 1930 yılı onun Kemalizme olan
sadakatini sorgulamak zorunda kaldığı gelişmelerin yılıdır. Malum o yıl Mustafa
Kemal Paşa, kendisinden sonra bir diktatörlük manzarası bırakmak istemediği
için yakın arkadaşı Fethi Okyar’ı, kendisinin başkanlığında muhalif bir fırka
kurmak (Serbest Cumhuriyet Fırkası) için cesaretlendirir. Kemal Tahir’in yakın
çevresinden de yeni partinin taraftarları çıkar, bir yol ayrımına gelinir.
Sohbetler'de Tahir’in anlattığı unutulmaz bir gece vardır: Serbest Fırka
taraftarı bir şair arkadaşıyla meyhaneye gidilir, rakılar ısmarlanır, tartışma
başlar; onun karşıdevrimciliğini havsalası almaz, dışarı çıkan iki karşıt
görüşlü sarhoş bu kez yangının yok ettiği bir evin arsasında uzun uzun
dövüşürler. Fakat belediye seçimleri geldiğinde CHP ayak takımını örgütler ve
sandıkta halk iradesinin salimen belirlenmesi hayal olur ve uğruna boks maçı
yaptığı Kemalizme dair güçlü şüpheleri başlar. 1938 yılında Atatürk henüz hayatta iken ve o Fatma
İrfan’la evlilik hazırlıkları yaparken trajikomik ‘Donanma Davası’nda 15 sene
hapse mahkûm olur. Eskinin romantik Kemalistinin reel-Kemalizm tarafından
cezalandırılması, Dostoyevski’nin Sibirya sürgününe benzer tesir yaratır:
İstanbullu Kemal Tahir DP’nin affına kadar Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya
vs. cezaevlerinde Anadolu insanıyla tanışır. 1950’de özgür kaldığında, yanında
üzerine romanlar yazılmış saman kâğıdından onlarca defter vardı. Romanları ardı
ardına yayınlanır; bunlardan Mütareke sonrası ordusuz kalmış subayın dramını
resmettiği Yorgun Savaşçı (1965) ve Türklerin farklılığını Osmanlı kuruluşuna
taşıyarak- epik bir dille kurguladığı Devlet Ana (1967) romanları birisi sivil
diğeri resmi iki Kemalist -ilki Yunus Nadi ve Türk Dil Kurumu Ödülleri- kurumca
taltif edilir. Öldüğünde de Topal Kasırga ve Oğuz Atay’ın tasarlayıp
bitiremediği Türkiye’nin Ruhuna benzer Batı Çıkmazı üzerinde çalışmaktadır.
İsmet Paşa’nın Milli Şef dönemini hapiste geçiren yazarın 63 yıllık ömrü,
Dünya’da Soğuk Savaş’a, Türk siyasetinde ise çok partili hayatla birlikte
halkın ve siyasetin keşfine, 27 Mayıs darbesi ve 12 Mart muhtırasına,
sosyalizmin Yön ve Devrim dergileri üzerinden Kemaliz- mi üretmesine, devlet
merkezli kamusallığı yerini, toplumsala bırakmasına, yeni kamusallığı aşırı
politizasyon tarafından tehdit edilmesine, bu anarşist atmosfer dâhilinde
Türkiye’nin aktüel durumunun tarihi kökenlerine dair polemiklere şahitlik eder.
Kemal Tahir, zamanının bir portresi olarak, bu tarihi yaşanmışlık arasında
nerede durmaktadır?
Kemal Tahir ilkin ve esasen
romancıdır. Bunun içten gelen insiyaki bir sesle olduğu kadar, Tahir’in
Türkiye’nin her mühim meselesine dair bir cevap oluşturmaya yönelik daimi
çabasına romanı en uygun araç olarak görmesiyle de ciddi ilgisi vardır. Zira
roman, gerçekliğin değişken ve çok katmanlı boyutları, kısaca insanlık durumuna
ilişkin başka akademik ve edebi türlerle mukayese kabul etmez zenginlikte ifade
araçlarına sahiptir. Roman, o yüzden modernliğin diyalektiğini; kimi kadını
ilişkiler bir keder yaratarak buharlaşırken, yeni ve şaşırtıcı imkânlar
yaratılmasında ve gelgitler arasında kendi dramını yaşayan -bu arada K.
Tahir’in, romanın dramdan doğduğu yönündeki işaretini hatırlayalım- kişiyi,
kişileri anlatabilmede emsalsizdir.77 Modernlik en çok romanda tezahür eder. K.
Tahir romanın imkânlarından, Türkiye meselesini tartışmak için istifade
etmiştir. Bu tespit, onun romanı araçsallaştırdığı mânâsına gelmez, o romana
roman olarak hakkını vermiş ve mesaj romanı, ideoloji poetikayı tahrip
etmemiştir. Onun tezli romanlarında Çorum eşkıyası Uzun İskender Che gibi
konuşmaz ve bir İttihatçı kendi jargonuna sahiptir. Bu açıdan onun romanı, Köy
Enstitüsü çıkışlı yazarların şablonlar ve karton tipler etrafında kurulu köy
romanlarına tezat oluşturur. Diğer yandan Kemal Tahir romanına diyaloglar
hakimdir ve bu diyaloglar öyledir ki koltuğuna uzanmış herhangi biri o
romanlardan birini rastgele okumaya başlasa, kitabı elinden bırakmayacak ve
okumasına kahkahalar eşlik edecek, sayfaların bir yerinde yazar adına konuşan
roman kahramanı78 sizi düşünmeye sevk edecek cümleler sarfedecektir. Sözgelimi Esir
Şehrin Mahpusunda öğretmen Ramiz’in bir İstanbul külhanbeyi kisvesine bürünerek
hakim önünde yaptığı üç beş sayfalık savunma şaheserdir. ‘Eğer bir roman köy
kahvesinde okunmuyorsa, kıymeti harbiyesi yoktur’ cümlesi, onun niçin
diyalogları tercih ettiğini ve neden diyalog sahibi özneleri zaman ve muhite
uygun konuşturduğunu açıklar. Hülasa Kemal Tahir tiryakilik yaratan, kendi okurunu
kendi oluşturan muharrirlerdendir.
Romancı K. Tahir ile
mütefekkir Kemal Tahir’in paylaştığı üst söylem şudur: Türkler, Türk olmak
itibariyle farklıdırlar. Bu farklılık ontolojik bir farklılıktır ve Türklerin
ari ırktan veya Ural-Altay grubuna mensubiyetlerinden kaynaklanmaz, tarihi
farklı yaşamalarından, tarih içinde farklı toplumsal kurum ve kültürel
gelenekler yaratmalarından kaynaklanır. O halde, Batı toplumsal tarihinden
üretilmiş kuram ve kavramlarla Türkler anlaşılamaz. Çünkü Osmanlı-Türk toplumu,
Batının klasik gelişim çizgisinden farklı bir seyir izlemiş, toplumsal sınıflar
ile devlet arasında ilişkiler farklı kurumlaşmıştı. Kemal Tahir’in bu farklılık
beyanı, Türk sosyalistleri 1960’larda devrim stratejileri üretirken, Türk
Kemalistleri genç subaylarla cuntalar oluştururken ve bütün bunlar teoriler
üzerinden yapılırken dile getirilmişti.
O her iki durumda, politik
şiddeti gerekçelendiren ve halk iradesinin meşruluğunu reddeden siyasetleri,
teorik dipnotlarıyla beraber reddetti. Devrimin köyden şehre doğru mu, yoksa
aksi istikamette mi başlatılmasının daha münasip olacağını tartışan yarı
Kemalist, yarı sosyalist ve fakat her durumda serüvenci ve romantik gençleri
azmettirecek tek satır yazmadı. Diğer yandan, bu eylem tarzı Atatürk ve
Marks’tan hareketle savunulmaktaydı. Tahir, bu hususta o meşhur cümleleri
sarfetti: Gerçeklik değişkendir. Bir kez ele geçirildiğinde sürgit
sürdürülemez. Her kertede yeniden yorumlamak gerekir. Bu açıdan günümüzde
yaşayan herhangi bir kişi, Marks’tan daha şanslı durumdadır; çünkü o Marks’ın
ömrü yetmediği için görmediği pek çok yeniliği bizatihi yaşamaktadır.
Atatürk, imparatorluğun son döneminde yetişmiş Osmanlı paşalarından biridir.
Kişi bu paşalardan birine koşulmamalıdır. Bu örneklerden anlaşılacağı üzere, K.
Tahir’in ilginçliği, aktüel ve aktif söylemlere peşinen teslim olmaması, onlara
hep bir mesafeden bakmasıdır. Bunun tam K. Tahir’lik bir numunesi, eşkıyalık
bahsinde söyledikleridir. Türkiye Defteri dergisinde, bir sosyoloji
öğrencisinin Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’e yönelttiği sorulara verilen cevaplar
yayınlanır. Sorulardan biri, eşkıyalıkla üretim ilişkileri arasındaki bağdır.
Yaşar Kemal, Marksizmin içinden konuşur, feodalite, üretim tarzı, kapitalizm
gibi kavramlara yer verir. K. Tahir’in cevabı kısa ve basittir: ‘Eşkıyalık ile
üretim ilişkileri arasında hiçbir bağ yoktur. Çünkü hiç kimse, aptal olmadıkça,
soyulacağını bile bile üretim yapmaz. ’
Kemal Tahir, Kemalizmle
sosyalizmin ezberini, elitizmini, tehlikeli oyunlarını paylaşmayan ilginç bir
entelektüel, Türkiye’ye faklı bir ayna tutmak isteyen bir heterodokstur. Bu
heterodoksinin bir kanalı, Osmanlı merkezli bir tarih bilincinden beslenirken,
diğer kanalı hapishanede tanıdığı Anadolu insanına, halk bilgeliğine dayanır.
Kişi Kemal Tahir’in aynasında gördüğü her şeye itaat etmek, o heterodoksiyi bir
ortodoksiye dönüştürmek zorunda değildir. Ancak onun tarihi bir uygarlık tarihi
olarak okumasını, bilgelik kaynağı olarak Anadolu halkını önemsemesini dikkate
almalıdır. Çünkü o buna değer.
Kemal Tahir’in Dile
Getirdiği Bazı Düşünceler Bugün Dahi Yeterince Sağlıklı Bir Şekilde
Değerlendirilmemektedir
1. Son metinlerinden otuz
dokuz yıl sonra Kemal Tahir’in Türk düşüncesi ve/veya Türk romanındaki yerini
nasıl değerlendirirsiniz?
Cumhuriyet dönemi Türk
düşüncesinin belki de en ayırt edici özelliği kitleler üzerinde etkili olmuş
düşünce/aksiyon adamlarının -Bediüzzaman istisna tutulursa- hemen hepsinin
edebiyatçı olmasıdır. Mehmet Âkif’ten Necip Fazıl’a, Nâzım Hikmet’ten Kemal
Tahir’e, Sezai Karakoç’a kadar istenirse uzatılabilecek listedeki insanların en
mümeyyiz vasıfları kendi alanlarında önde gelen birer sanatçı olmalarıdır.
Kuşkusuz bunda, söz konusu dönemin ilk yıllarından başlayarak devam eden resmi
ideoloji dışında hiçbir düşüncenin özgürce dile getirilememesinin, dolayısıyla
da bunların, tüm benzeri rejimlerde görüldüğü üzere, ancak edebi metinlerle
ifade edilebilmesinin önemli etkisi vardır. Bu durum -özellikle de görece bir
özgürlük ortamının doğduğu çok partili hayata geçişten sonra- hem sanatçıların
hem de diğer düşünce ve bilim adamlarının düşüncelerini daha rahat ortaya
koydukları bir sürece evrilmiş ve özellikle sanatçılar, sanatın verdiği o
etkileyici ifade tarzını da söylemek istediklerinin aracısı kılarak, bilimsel
çalışmaların hem yok denecek kadar az olması, hem ağır hem de herkese
ulaşamayan dezavantajlarının da etkisiyle, daha geniş kitlelere ulaşmada çok
daha başarılı olmuşlardır. Resmi ideolojinin hilafına da olsa bilimsel/düşünsel
makale ve/ya da kitaplara konu olmuş/olabilecek boyuttaki problematikleri dile
getirebilmiş bu tür yazarların, eserlerinin edebi ve estetik değerlerini
koruyabilmiş, onları ideolojilerinin emrine vererek, basit birer manifesto
eseri durumuna düşürmemiş olmaları da ayrıca kayda değer ve dile getirilmesi gereken
bir özelliktir. Ki onların kitleler nezdinde etkili olabilmelerinin en önemli
nedenlerinden birinin de metnin estetiğine ilişkin bu hassasiyetleri olduğu
söylenebilir. İşte, bu isimlerden biri olan Kemal Tahir de, fikirlerini,
-romanın kendi iç dinamiğine de halel getirmeden- olabildiğince açık ve
etkileyici olarak ifade edebilmiş bir sanat ve düşünce adamıdır.
Türkiye’deki, tipik
vesayetçi sol intelijansiyanın beslendiği ve bunun doğal sonucu olarak da sol
siyaset ve gençlik hareketleri üzerinde de temel belirleyici olmuş, bu
toprakları ve bu toprakların sahip olduğu değerleri adeta yok sayan, ithal
düşünce ve davranış kalıplarına karşı, Kemal Tahir’in önceleri romanları daha
sonra düşünce yazılarıyla gösterdiği o gür sesli, yetkin itiraz hem resmi ideoloji
hem de resmi ideolojinin çizdiği istikametin dışında bir sol söyleme sahip
olamayanların üzerinde bir şok etkisi meydana getirmiştir. Kuşkusuz burada
“itiraz” kelimesi, aynı zamanda, metaforik bir anlamda kullanılmaktadır. Yoksa
Kemal Tahir’inki bir itiraz ve onu çevreleyen reaksiyoner bir tutumdan çok daha
ötede bir “tez” ve bu tezin temellendirilmeye çalışıldığı doneleri içkin bir
mahiyete sahiptir.
Ülkemizde, mütefekkir ile
bilim adamı/akademisyen olmanın çoğu zaman karıştırıldığı bir vakıadır. Bilim
adamları çoğunlukla pozitivist gelenekten devşirdikleri kibirle, kendi
kabilelerinden olmayan insanlara ve onlardan sâdır olan düşüncelere -ne kadar
özgün olursa olsun- her zaman küçümseyici bir eda ile yaklaşmışlardır. Oysa
bilim adamı zorunlu olarak mütefekkirliği içkin olmadığı gibi, bir
mütefekkirin, söz söylediği/söyleyeceği alanda akademik ihtisas yapmış olması
da gerekmemektedir. Kuşkusuz fikri tecessüs ve yeteneğe sahip birisinin ilgili
olduğu alanda ihtisaslaşmasının, serdedeceği görüşlerin özgünlüğüne büyük katkı
sağlayacağı inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak, bazen, bir alanın temel
tartışma konuları bir başka alandan mülhem olabilmektedir. Örneğin, varoluşçu
felsefenin oluşmasında, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının büyük etkisi gibi.
Bizde ise, yukarıda da vurguladığımız üzere gerek yerleşikbilim ve bilim adamı
algısından, gerek yazınsal iktidarı elde bulunduranların ideolojik
yönelimlerinden, gerekse de resmi söylemin, hemen her alanda olduğu gibi
düşünce, sanat ve bilim alanında da -bu alanlarda iktidarı elinde
bulunduranların tayinlerinde de belirleyici bir unsur olarak- başat bir güç
olmasından kaynaklanan nedenlerle, sanatçı/düşünürlerin yapıp etmeleri, resmi
söyleme uygunluğu açısından değerlendirilmiş ve çoğunlukla ya karalanmış ya da
yokluğa mahkûm edilmiştir ki, bu durumun, Kemal Tahir için de geçerli olduğu
bir vakıadır. Kemal Tahir, başarılı bir roman yazarı olduğu gibi aynı zamanda
bir mütefekkirdir de... Sistematiği, metodolojisi, bilimsel açıdan
eleştirilebilir olmakla birlikte, içeriği ve özgünlüğü açısından oldukça yeni
argümanlar ortaya koyabilmiş bir sanatçı/düşünürdür. Onun dile getirdiklerini,
objektif bir bilimsel duyarlılıkla anlamak ve değerlendirmek yerine daha baştan
dışlayanlar kadar, hiçbir kritiğe tabi tutmadan olmazsa olmaz doğrular gibi
sloganlaştıranların da -aynı ölçüde olmasa bile- ona haksızlık ettiğini
düşünmekteyim. Ki, bu, mensuplarınca göklere çıkarılıp, muarızlarınca yok
sayılma ya da tukaka edilme durumu ülkemizde etkili olmuş tüm kalemlerin ortak
kaderidir. Ve bu tür düşünce/davranış kılavuzlarının temel müsebbibi olan
ideolojik eğitim ve yönelim biçimi değişmedikçe de, bu fotoğraf
değişmeyecektir. İkinci soruya vereceğim cevap, yukarıda zikrettiklerimle
bağlantılı olarak, örneklerle de temellendirilecek bir mahiyeti haiz
olacağından, ilk soruya ilişkin söyleyeceklerimi burada bitiriyorum.
2. Kemal Tahir’in
metinlerine yönelik olarak yapılan tahlillerin zaman içinde farklılaşması
konusunda nasıl bir yorum yapılabilir?
Şair ismet Özel;
"İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır" der. Tüm
dünyada siyasetçilere ilişkin olarak varlığını müşahede ettiğimiz, ideolojik,
politik mülahazalarla ne söylenirse veya yapılırsa yapılsın karşı çıkma
refleksi -kabul edilebilir olmasa bile- anlaşılabilir bir tavırdır. Ancak,
ülkemizde bu tavrın, hem yazınsal/düşünsel iktidarı elinde tutanlar tarafından
hem de -onların oluşturduğu yanlı eğilimin etkisiyle- hem de okuyucular
tarafından, kendi ideolojisi ya da yaklaşımına ters düşen yazarlara yönelik
olarak çok daha rijit bir şekilde tezahür ettiği görülür ki, Kemal Tahir de bu
yok sayma ve karalamadan nasibini fazlasıyla almış birisidir. Bu da ideolojik
yönelimlerle yaklaşılan diğer sanatçılarda olduğu gibi, onun da sağlıklı bir
şekilde değerlendirilmesi ve incelenmesi için bir engel teşkil etmiştir. Son
yıllarda, her şeyde olduğu gibi, katı ideolojik yaklaşımlarda da kendini
gösteren değişim ve yumuşamanın bu handikapı bir ölçüde giderdiği ve ideolojik
belirleyicilerden bağımsız objektif araştırmaların yapıldığı bir vakıadır.
Kemal Tahir’e yönelik olarak bugün oldukça objektif edebi metinler ve yüksek
lisans ve doktora çalışmalarının yapıldığını biliyoruz. Ancak, yine de, Kemal
Tahir’in dile getirdiği bazı düşüncelerin bugün dahi yeterince sağlıklı bir
şekilde değerlendirilmediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Örneğin Kemal
Tahir’in 1971 yılında yayınlanan Yol Ayrımı romanında dile getirdiği daha sonra
İdris Küçükömer tarafından da paylaşıldığı görülen, Türk-Yunan savaşının
antiemperyalist bir savaş olmadığı iddiasının, tarihçi ve sosyologlar
tarafından yeterince tartışılmamış olması, hem yukarıda dile getirdiğimiz,
bilim adamlarının düşünceyi kendi tekellerinde görerek, akademisyen
olmayanlardan sâdır olan fikirleri kaale almama kibrinin hem de kendilerine
aykırı düşünceleri yokluğa mahkûm etme eğilimlerinin tipik bir göstergesidir.
Oysa Kemal Tahir’in bu düşüncesi kurtuluş savaşına ilişkin yeni bir
perspektifin oluşmasına katkı sağlayacak bir imkânı mündemiçtir ve maalesef,
İsmet Özel’in yukarıda zikrettiğimiz mısrasını teyit eder biçimde akademik
dünyanın ilgisizliğiyle karşı karşıya gelmiştir. Aynı ilgisiz ve/ya da
pragmatist tavrı, onun Osmanlı ile ilgili kaleme aldıkları karşısında da
görürüz. Bir grup,
Osmanlı’yı “kerim devlet” diye yücelten Kemal Tahir’i yerin dibine batırmakta,
başka bir grup ise sırf bu övgüsünden dolayı göklere çıkarmaktadır. Ben,
Osmanlı’ya “kerim devlet” diyen Kemal Tahir’in bu devleti devlet yapan temel
değerlere, yani İslam ve onun etkisiyle oluşmuş kültürel-siyasal geleneğe dair
-olumsuz bir yaklaşımı olmamakla birlikte- adeta hiçbir şey söylememesinin
yeterince dikkate alınmadığı kanaatindeyim. Oysa buradan, Kemal Tahir’in
altyapı- üstyapı ilişkisini merkeze alan metodolojik yaklaşımı görülebilir ve
onun Osmanlı’nın köklerine ve kültürel değerlerine ilişkin suskunluğunun, bu
metodolojiden kaynaklandığı ortaya konularak tartışılabilirdi. Ama yukarıda da
vurguladığımız gibi hem bilim dünyasının kendi dışındakilere kulaklarını
kapatması hem de ideolojik mülahazalardan dolayı, diğer sanatçıların başına
gelen Kemal Tahir’in de başına gelmiştir. Ancak bunun ilanihaye böyle
sürmediği/sürmeyeceği gerçeğinden hareketle şunu söyleyebiliriz ki, bilim ve
sanatın daha hasbi insanlarca iştigal alanı olmaya başlamasına koşut olarak su
mecrasını bulacak ve bu tür “cins” fikirler ortaya koyabilmiş
sanatçı/düşünürler layıkıyla değerlendirilebilecektir ki bunun sevindirici
göstergeleri gün geçtikçe artmaktadır.
Fikir Namusu, Namuslu Fikir: Kemal Tahir
“Biz gerçek emperyalizmle er geç hesaplaşmak
zorundayız...
Bunu gerçekten yapmadıkça, Batıya hizmet teklif
etmekle, belayı başımızdan defedemeyiz. ”
Kemal Tahir, Notlar: Batılılaşma
Cemil Meriç, Bu Ülke adlı
kitabında şöyle der: “Dost bir sesti Kemal, okşayan inandıran bir ses. Ama bu
yumuşak sesin arada bir korkunçlaştığına da şahit olurduk. Bir vicdanın sesiydi
bu. Melanetlere meydan okuyan bir sayha idi. Yalanları silip süpüren bir
fırtına. Kemal, her namuslu aydının yol arkadaşıydı, yol arkadaşı ve zaman
zaman kılavuzu. Hataları, hepimizin hataları. Vahşi cenk çığlıkları atarak
birbirlerine saldıranlar, onun husumet duvarlarını yıkan büyük sabrından ve
anlayışından ders almalıdırlar... ”
Kemal Tahir, her şeyden önce
haysiyetimizin cesur sesiydi. ‘Esir şehrin insanları’na konuştuğunun farkında
olan bir vicdanın sesi. Yüzyıllara yayılan bitimsiz bir yıkılışı inatla
durdurmaya çalışanların son temsilcilerinden biriydi. İnanmayın diyordu, sakın
inanmayın, sizi yok etmeye çalışanlara inanmayın. Kendinizi, tarihinizi,
haysiyetinizi kaybetmeyin. Kemal Tahir, her şeyden önce derin ruhumuzun bu
inadının onurlu bir nefesiydi.
Cumhuriyet kurulmuştu ve bu
bir nefes alma dönemiydi. Fakat bir zümre bu dönemi ebedi bir düzen
zannediyordu. İnkılaplar yapılmıştı ve bu bir yenilgi dönemi takiyesiydi ve
fakat bir çevre bunları yeni iman umdeleri olarak sunuyordu. Millet
parçalanmıştı ve arta kalanlardan bir yek-vücud oluşturulmaya çalışılıyordu ve
fakat bir kısım insanlar bunu hüdayinabit bir ulus yaratma olarak
uygulamaktaydı. Hacir altına alınmış olan devletimiz, kendisine kısmi bir
egemenlik alanı açmaya çalışıyordu ve fakat bazıları bunu yenildiklerimize
benzeme ve yenilene bir tekme daha vurma fırsatı olarak görmekteydi. Kemal
Tahir, bu yangından sonra arta kalanın başında çömelip bu olan biteni gören
ferasetti. Gavura gavur demeyi yasaklayanlar şimdi bize Osmanlı demeyi de
yasaklamıştı. Tahir, inatla Osmanlı diyordu. Devleti Ali, Cumhuriyet olmuştu ve
Tahir ısrarla kerim devlet diyordu. Millete artık ulus deniyordu ve Tahir
milletin ruh köküne, Anadolu’ya, köye, kasabaya iniyordu ve gerçek insanları
bulup gerçek dilleriyle konuşturuyordu. Tahir, bütün sahteliklere meydan
okuyor, her tür yalana ayna tutuyordu. Doğuluyduk biz, yüzyıllardır
örseleniyor, aşağılanıyor, değişmeye zorlanıyorduk. Her bir yanımız yaralıydı.
Her birimize pay düşmüştü bu travmadan. Kendimize güveni yitirmiş, Batıya,
celladına âşık birer zavallıya dönüşmüştük. Yeni düzen bu psikolojiyi müesses
düzen olarak kurumsallaştırıyordu ve bunu bizi köksüzleştirerek yapıyordu.
Tahir, “Batıdan almaya mecbur olduğumuz her şey, teknik, bilim, bizim de baba
mirasımızdır. Onları almak için milli benliğimizden ayrıca ağır bedeller
ödemeye, haraçlar vermeye mecbur değiliz, ” diyordu. Her şeye rağmen onuru
korumanın, düşmana boyun eğmemenin, Batıya yukardan bakmanın yani o Osmanlı
soylusu bakışın adıydı Tahir:
I. Beyazid’in Çubuk ovasında
kime niçin yenildiğini, Fatih’in hangi amaç için zehirlendiğini, Süleyman’a
neden Kanuni denildiğini, İmparatorluğu kurtarmak için tutulan Tanzimat’ın
(Batılılaşma yolu) bu imparatorluğu batırdığı halde, bugün tarih kitaplarında
neden hâlâ (Hayriye) yani hayırlı diye geçirildiğini... Abdülhamit’e ‘kızıl’
lakabının kimlerce uygun görüldüğünü bilmeden, bugün dünyada olup bitenleri...
hele Türkiye’de olup bitenleri anlamak mümkün değildir. (Notlar: Batılılaşma,
137-138)
“Bugün içinde debelendiğimiz
ekonomiksosyal zorluklarımızın kaynağı, 19. Yüzyıl başından bu yana Batılı
sömürücü (emperyalist) güçlerin, kendi çıkarlarına göre bizi Batılılaşmaya
zorlamalarından ve bizim bu zorlamaya bilir bilmez koşulmuş olmamızdandır. ” (Age) diye vurguluyordu
bunu.
Kemal Tahir, milletin
aydınıydı. Tanzimat’ta tercüme odasından doğan dragomanlardan değildi. Cemil
Meriç, onlara mustağrip aydın diyordu ve
Tahir, onlar gibi kapıkulu
aydın olmayı reddedenlerin timsaliydi. Resmi ideolojinin yalanlarına meydan
okuyarak, hakikatin nöbetini tutmaya koyulmuştu. “Ne mutlu Türk’üm diyene.
Köylü bizim efendimizdir. Türk işçisi dayanıklıdır. İnkılaba gönül vermiştir.
Bunlar nasıl garip sözler? (... ) Ne mutlu Türk’üm diyene. Fekat sokaktaki
kaldırımda değil, dayanıklı, dört ayağı olan sırma koltuklarda. Köylü bizim
efendimizdir. Fekat biz köylünün ağasıyız. Köylü ağanındır. (... ) Türk işçisi
dayanıklıdır. Bu doğru. (... ) Ağız dolusu İnkılap dedikleri soytarılık daha taze
olduğu için mi bu masalları okuyorlar bize dersin?” diyordu.
Kemal Tahir; namuslu aydın
kuşağındandı. Mehmet Âkif, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, İdris Küçükömer,
Nurettin Topçu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Oğuz Atay, Sezai Karakoç... hepsi
hakikat savaşçılarıydı ve bütün kartondan ideolojilerin, sahte kavgaların,
segmenter bölünmelerin ortasında ayaklarını sağlam yere basıp göğüslerini
yalana karşı siper etmişlerdi. Resmi ideolojinin zehirlediği beyinlere yalnızca
hakikati arama tecessüsü aşılayarak akıl sağlığımızı korumaya adamışlardı
kendilerini. Ne çok düşmanları vardı. Ne kadar saldırıya uğramışlardı hepsi de.
Yaşarken çektikleri bireysel acılar hiçbir şeydi. Asıl olarak deli gömlekleri
yaralamıştı hepsini. Birer soğuk savaş ideolojisine yapışıp birbirini vuran
kesin inançlılardı onları vuran silah sahipleri. Tanzimat’ın ülkemize,
devletimize, beyinlerimize dönük ablukası soğuk savaş döneminde bu
ideolojilerle sürüyordu. “Durun kalabalıklar durun, bu cadde çıkmaz sokak”
diyenler bu oyunu bozuyor, sahtelik maskelerini indiriyordu. Fikrin namusunu
korumak, aydın namusunu temsil etmek çok zordu o yıllarda. Tayin edilmiş
saflar, ezberlenmiş roller, hamasi sloganlar, demogoji ve retorikten ibaret
sözde düşünceler... kurşun gibi ağır bir hava ve boşlukta asılı duran ağır bir
çarkın biteviye dönüşü... Kemal Tahir ve kuşağı için bu ortamda konuşmak, hele
hakikati konuşmak, bizatihi bu çabanın kendisi başlıbaşına bir davaydı işte.
Tahir, bu davanın münevverlerinden biriydi.
Kemal Tahir, Doğucuydu.
Navarin bozgunu ile başlayan Batının kendini icadı ve Doğunun Osmanlı şahsında
ötekileştirilmesine itiraz etmenin adıydı Doğuculuk. Biraz da inattı. Evet biz
sizden değiliz demekti. Doğu- Batı çatışması, dönemin moda Marksizmleri içinden
en Doğuya yakın yorumunun diliyle ifade ediliyordu; Asya tipi üretim tarzı.
Tahir, Marksizmin son tahlilde bir tür Batıcılık olduğunun farkındaydı. Ve sol
terminolojinin meramını anlatacak kadar özenle seçilmiş kavramlarıyla
anlatıyordu davasını. Doğuculuk, toplumculuktu, paylaşmaktı, vicdandı,
merhametti. Doğunun geriliği göreceydi. Eksiklikleri, yanlışları, arızaları
sömürgeciliğin ürünüydü. Bin yıldır haysiyetini inatla savunma çabasının tahrip
ettiği insan yapısı, özünde sağlamdı. Bozulma, Batıya bedel ödemekle
başlamıştı. Çürüme, Batı ile yatağa girmenin sonucuydu. Tahir, gerçekçiydi,
popülist değildi, halk dalkavukluğunu sevmezdi. Bütün köy romanları köyün ve
köylülüğün sağlam eleştirileriyle doluydu. Anadolu insanını mapus damlarında
iyi tanımıştı Tahir. Boşa atıp tutacak bir hamasete eyvallah etmemişti. Onun
halkçılığı, toplumcu gerçekçilik denilen perspektifin ürünüydü. Halk ve devlet
bir saftı, tefeci, bezirgan, ayan-ağa, komprador sermaye ise karşı saf. Daha
doğrusu bu saflaşmayı istiyordu O. Gerçek bir sosyal adaletin bu saflaşmadan
doğacağına inanıyordu. Devlet bu nedenle başka bir mânâ ifade ediyordu Tahir’in
zihninde. Devlet, güç sahiplerine karşı güçsüzün tek gücüydü. Batıya karşı
güçsüzlerin tek savunma mevzisiydi. Çürümeye karşı insanımızın tek
sigortasıydı. Tahir’in Devlet Ana’sı, veya kerim devleti, tek parti dönemi ve
devamı olan soğuk savaş dönemi devletine yöneltilmiş 'en sert, en köklü, en
doğru eleştiriydi aslında. Dış güce yaslanıp halkını döven bir devlet, meşru
olamazdı. Tahir, kendi zihnindeki devleti aradı hep. 12 yıl hapis yatmasına
rağmen küsmemişti o devlete. Çünkü o hacir altındaki bir devletin özünün hâlâ
korunduğuna inanıyordu. Kemal Tahir’in devleti ne pahasına olursa olsun bu
halka, bu davaya lazımdı.
Bütün Cumhuriyet aydınları
gibi, Kemal Tahir’in bir yanı da şizofrendi. Çöküşü doğuran nedenlere itiraz
ediyorlar, ama o nedenleri doğuran koşulları sorgulamayı düşünmüyorlardı. Bu
nedenle birçok konuda eksikli, fraktal düşünce yapılarına sahiptiler.
Batılılaşma ile hesaplaşırken Batılılaşmış bir halleri vardı. 19. Yüzyılın Rus
aydınları gibiydiler. Kendi köklerini ararken Avrupa’nın köklerine kadar
gitmişlerdi, kendi hesaplarını Avrupalı’nın zihin haritasında dolaşarak görmeye
çalışıyorlardı. Rus narodniklerin paradoksu, Doğucu solculuğun da çıkmazlarını
özetliyordu. Bu şizofreni, Daryush Shayegan’ın ifadesiyle yaralı bir bilinç
üretmişti. Batının sokak lambaları altında Işık Doğudan Gelir diye
konuşuyorlardı. Dinle ilişki, bu aydın şizofrenisinin en önemli göstergesiydi.
Kemal Tahir, İslâmî önce halkın kendisinden, köylülerin yaşamından öğrenmişti.
Din, köylünün doğayla, devletle, diğer köylülerle kurduğu çarpık ilişkilerin
maskesi gibiydi. Bir tür ikiyüzlülük aynasıydı. Bu nedenle İslam, olsa olsa
tarihin doğru damarım muhafaza eden kutsal bir mahfaza kutusu olabilirdi. Belki
Batıya direnişin motivasyon unsurlarından biri olarak da işe yarayabilirdi. Ama
o kadar. Bu nedenle dönemin İslam ve sosyalizm tartışmaları, kitle desteği
bağlamında Sünniliğin sağın oy deposu olmaktan çıkartılması amacıyla yürütülen
araçsal bir tartışmaya dönüşecekti. Din konusundaki bu fraktal tutum,
Tahiriliğin hem soldan hem de sağdan eleştirilmesini sağlayacak, ne sağ ne de
sol, Tahir’i bir yere koyamayacaktı. Ama asıl önemlisi, Kemal Tahir’in açmaya
çalıştığı yolun tarihsel bir çizgiye dönüşüp dönüşmeyeceği sorusunun boşlukta
kalmasıydı.
Şimdi 21. Yüzyılın
başlarındayız ve bence bugün bu sorunun cevabı çok net; Kemal Tahir, sadece
namuslu fikirleriyle değil, temsil ettiği o aydın namusu kişiliğiyle de hâlâ
yaşıyor.
Bugün, Türkiye 20. Yüzyılını
kapatmaya çalışıyor. Kendi soğuk savaşını bitirmeye uğraşıyor. Sahte
kamplaşmalarına son vermek, soğuk savaşın vesayetçi düzenini dönüştürmek,
ulusal ve bölgesel düzeyde geçmişiyle barışık yeni bir yol çizmek istiyor.
Batılılaşmanın, hem amaçlarına ulaştığı hem de Batının vereceği bir şey
kalmadığı için son demlerini yaşadığı söylenebilir. Artık özgün modernleşme
modellerinin tartışılacağı bir zemin oluşuyor. Cumhuriyet’i doğuran koşullar
ortadan kalktıkça Cumhuriyet’i ebedi bir ideal olarak ezberleyenlerin ezberi
bozuluyor. Her yeni durum, eskinin işlevsizleşmesine, hattâ giderek ek bir
maliyete dönüşmesine yol açıyor. Toplum, bütün aksi zehirlenmelere rağmen
giderek kendine dönüyor, kendine, geçmişine, birbirine bakmayı Batıya bakmaya
tercih eder hale geliyor. Kentleşme, eğitim, sağlık, yol, su, elektrik,
bürokrasi gibi eski sorunların birçoğu bir hatıra olarak geçmişe gömülüyor.
Türkiye, tekrar bir başka yeni hale doğru hızla koşuyor. Ama Batıya bağımlılık,
kendi kimliğini netleştirememe, yolunu, yönünü net tarif etme konusunda henüz
bir mesafe alınmış değil. Adeta kendiliğinden yüzen bir transatlantik gibi,
hattâ biraz da ilahi bir elin yordamıyla kendine doğru ilerleyen bir süreç
yaşanıyor.
Bütün bunlar, Kemal Tahir’in
on yıllar önce söylediklerinin özeti gibi. Namuslu bir aydının ferasetini bugün
daha iyi anlıyoruz. Temel sorunları, esaslı meseleleri, en önemlisi geçmişe
aidiyetle geleceği kendi irademizle kurma haysiyetini yeniden kazanma çabasının
ne kadar önemli olduğunu şimdi bizzat tecrübe ediyoruz. Tahir’in üzerine
bastığı o sağlam yoldan çocuklarımızın da yürüyeceğini görüyoruz. Kemal Tahir,
yaşarken kendisini anlamayan, dışlayan, suçlayan, hapislere salan herkesin
öldüğünü ama kendisinin yaşadığını görseydi eminim, “En uğursuz, en pis hadımlık
öğrenmemek, anlamamak, sepet gelip sepet gitmeyi kabullenmektir, ” derdi yine.
Şimdi, Tahir’i yeniden ve
yeniden okuma, tartışma zamanı. Onun ferasetiyle görüp uyardığı her soruna
odaklanıp çözme çabasına devam etmeli, onun eksik bıraktığı, şizofreniye kurban
ettiği meseleleri daha bir ciddiye almalı, onun yüzünü çevirdiği yöne daha bir
dikkatli bakmalı. Ama en önemlisi, Kemal Tahir’i,
bugün ve gelecek için namuslu bir aydın karakteri olarak, fikir namusunun
vakarlı bir yüzü olarak genç kuşaklara tanıtmak. Çünkü bu ülke bütün olumlu
adımlara rağmen meselenin bam teline hâlâ gelebilmiş değil ve hâlâ Tanzimat’ın
kırmızı çizgilerine dokunan yok. Kemal Tahir, işte bu nedenle de geleceğin
aydın kuşağı için bir kutup yıldızı olmaya devam ediyor. O yıldıza bakıp,
Ayasofya’yı kilise yapmama inadıyla cami olarak kullanamama trajedisi
arasındaki bu makus talihi yeneceğimiz günler için cesaret ve iman toplamaya
devam edeceğiz.
Kemal Tahir ile Halit Refiğ: Yorulmayan İki Savaşçı
Halit Refiğ, düşünce dünyasının
şekillenmesinde etkin rol oynamış birkaç isim arasında sayardı Kemal Tahir’i.
Marx, Freud, Einstein, Eisenstein ve Kemal Tahir isimleri Halit Refiğ’in kültür
ve düşünce dünyasında böylece yan yana geldi... Usta yönetmen, tüm edebiyat
tarihinde büyüklüğü Kemal Tahir’le kıyaslanabilecek tek kişinin Shakespeare
olduğunu söyleyecek kadar hayranlık duyuyordu ona.79 Ancak bu hayranlık
Halit Refiğ ile Kemal Tahir’in zaman zaman fikir ayrılıklarına düşmesinin
önünde engel değildi. Refiğ ile Kemal Tahir arasında, ülkenin kültür yaşamı,
sanatı, tarihi ve toplumsal özellikleri üzerine yürütülen derin tartışmalarda
eksen çoğunlukla Kemal Tahir’in ifadesiyle, Türkiye’nin “Batılılaşma
fiyaskosu”na oturuyordu. Nitekim iki düşünce ve sanat adamını buluşturan temel bakış
açısı da buydu. Bu tespite varmalarını sağlayan ise, yine kendi ifadeleriyle
“gerçek arayışı’ydı. Halit Refiğ, Kemal Tahir’in üzerindeki etki bakımından
öteki edebiyatçıların önüne geçmesini iki kavramla açıklıyordu: “Gerçekçilik
duygusu ve diyalektik düşünce. ”80
Refiğ, tüm yaşamı boyunca
gerçek arayışının ürünü filmlere imza attı. Filmlerin ötesinde, Türkiye’nin
kültür dünyasına bu perspektiften düşünsel katkılarda bulundu. Tıpkı Kemal
Tahir’in romanları aracılığıyla yapmak istediği gibi. Şunu belirtmek gerekir
ki, bu gerçek arayışı Kemal Tahir için romanlarla, Halit Refiğ için de
sinemayla sınırlı kalmadı, ikisi de birbirlerinin alanına müdahil oldu, böylece
ortak çalışmalara imza attılar. Birlikte tasarladıkları, düşünsel zeminini
ortaklaşa oluşturdukları filmler oldu, senaryosunu Kemal Tahir yazdı.
Tasarlananlar içinde ön senaryosunu Halit Refiğ’in yazdığı bir tanesi ise,
Kemal Tahir’in başyapıtı Devlet Ana’nın çıkış noktası oldu.
Bu kısa girişin ardından
Kemal Tahir ile Halit Refiğ ilişkisinin başlangıcına gidelim; iki entelektüelin
dostluğunun nasıl geliştiğine, birlikte hangi yollardan geçtiklerine ve
düşünsel birlikteliklerinin nerelerden beslendiğine bakalım...
Baylan Pastanesi’nde İlk Karşılaşma
Tanıştıkları yıl 1957. Halit
Refiğ bu tanışmanın “oldukça geç” olduğunu düşünmektedir. Oysa henüz 23
yaşındadır. O zamana kadar, “Türk edebiyatının belli başlı bütün kişilikleri
hakkında az çok fikir sahibi” olduğu halde Kemal Tahir’in ismini bile
duymamıştır. Ta ki, Nijat Özön okuması için Körduman romanını tavsiye edene
dek. Bu roman Refiğ’i öyle etkiler ki hızla öteki romanlara geçer. Refiğ,
Körduman’ın üzerinde yarattığı etkiyi açıklarken, Kemal Tahir-Halit Refiğ
ilişkisindeki can alıcı noktanın ipucunu da verir: “Türk toplumunu tanıma
çabasında biri olarak çok etkilendim. ” Kemal Tahir bu romanında, köy gerçeğini
“bir sosyolog gibi çok gerçekçi, çok iyi” anlatmaktadır.81
Bu düşünsel buluşma kısa
süre sonra gerçek bir tanışmaya dönüşecektir. Dönemin sanatçı ve aydınlarının
buluşma noktası olan Baylan Pastanesi’nde karşılaşırlar. O günü şöyle anlatır
Refiğ: “O tarihte Akşam gazetesinde sinema yazıları yazmaktaydım. Turhan Tükel
de o gazetede yazı işleri yardımcısıydı, ayrıca dostluğumuz da vardı ve Metin
Erksan’la da o tarihlerde dostluğumuz başlamıştı. Üçümüz bir akşam birileriyle
buluşmak üzere Baylan Pastanesi’ne gittiğimizde Kemal Tahir bir masada birtakım
kimselerle konuşmaktaydı. Onun da pastaneden ayrılmak üzere olduğu
anlaşılıyordu. Turhan Tükel’in de tanışıklığı varmış, Babıali dolayısıyla. Metin
Erksan ve beni o tanıştırdı Kemal Tahir’le. ” Ne ilginçtir ki, Kemal Tahir’i
ilk kez gördüğü o gün de, ölümünden önceki son görüşünde de Metin Erksan
olacaktır Refiğ’in yanında. Metin Erksan, Kemal Tahir’le aralarına giren bir
gölge gibidir biraz da. Halit Refiğ her fırsatta belirtir, Kemal Tahir,
Refiğ’den çok Metin Erksan’ı “tutar”, onun filmlerini sever. Refiğ ile
ilişkileri ise daha çok usta yönetmenin girişimleri ve hattâ ısrarlarıyla
ilerler. Ne de olsa Kemal Tahir’in kapısı herkese açıktır. Halit Refiğ, o
kapıyı tanıştıkları tarihten ölümüne dek hiç bıkmadan çalacaktır.
Kapının ilk çalmışı, o güne
kadar yalnızca yönetmen asistanlığı yapmış olan Halit Refiğ’in, yönetmen
koltuğuna oturma şansının doğacağı bir film teklifi almasıyla gerçekleşir. Bir
gazete haberinden yola çıkarak tasarladığı öykü, Alman yapımcıların ilgisini
çekmiştir, onu Almanya’ya davet etmektedirler. Refiğ o güne dek genel
hatlarıyla oluşmuş tasarısını senaryoya dönüştürmeden önce “usta” olarak
gördüğü isimlerden fikir almaya karar verir. O dönemde (1958) Kemal Tahir’le
dostlukları pek o kadar gelişmediği için, aklına gelen ilk isim Aziz Nesin
olur. Nesin hikâyeyi beğenmez, kestirip atar: “Sana bir öykümü vereyim onu çek.
” Ancak Almanlar onu bu öykü için çağırmaktadırlar. Bunun üzerine Halit Refiğ,
Kemal Tahir’in evinin yolunu tutar. Çalacağı kapının ardında onu “ilk senaryo
dersi” beklemektedir. Kemal Tahir, hikâyeyi ona bırakmasını ve bir hafta sonra
yeniden gelmesini söyler, gerisini Refiğ’den dinleyelim: “Bir hafta sonra
gittim ve orada bana meslek hayatımın en temel derslerinden birini verdi. Dedi
ki, bu konuyu olduğu gibi yaparsan bu bir gazete haberinin film haline
getirilmesi olur, ama bunun bir film olması için buradaki insan dramının ne
olduğunu vurgulaman gerekir. ”1 Kemal Tahir, bir romancıya yakışan küçük
dokunuşuyla Halit Refiğ’in önünü aydınlatır. “Drama düşmüş insanı anlatma”
yaklaşımı o günden sonra Refiğ’in filmlerini şekillendiren “parola” olacaktır
adeta.
İlk Ortak Çalışma: “Haremde Dört Kadın”
Peki, 1957 yılındaki o ilk
karşılaşma, Kemal Tahir’in hayatında ne tür bir değişime yol açacaktır? O güne
dek romanlarıyla tanınan Kemal Tahir, 1957 yılında Halit Refiğ, Metin Erksan ve
Atıf Yılmaz gibi yönetmenlerle kurduğu ilişki vesilesiyle sinemaya da yakın
ilgi duymaya başlayacaktır. Hattâ bu ilgi, yazarın yan iş olarak film
senaryoları yazmaya yönelmesini de sağlayacaktır. Bu senaryolardan film haline
gelenlerden en önemlileri arasında “Haremde Dört Kadın” (1965) filmi
sayılmalıdır. Bu filmin yönetmeni ise Halit Refiğ’dir. Halit Refiğ’in Kemal
Tahir için “1960’lı yılların başında ‘bizdeki Batılılaşma fiyaskosu’ üzerinde
sistemli olarak düşünmeme yol açtı, ” sözleri boşuna değildir. 1960’lar Kemal
Tahir ile Halit Refiğ’in düşünsel birlikteliğinin geliştiği yıllardır. Aynı zamanda
Türk sinemasında toplumsal gerçekçiliğin geliştiği yıllar... Toplumsal gerçekçi
sinemanın üç ismi, Lütfi Akad, Metin Erksan ve Halit Refiğ’dir. Atıf Yılmaz da
bu sinema anlayışının çok uzağında sayılmaz. Kemal Tahir’in bu sinemacılarla
buluşmasından daha doğal bir şey yoktur. Çünkü o da Türk edebiyatında toplumsal
gerçekçi çizginin temsilcilerindendir. Böyle bir kültür ortamının da etkisiyle,
Kemal Tahir’in senaryosunu yazdığı Halit Refiğ’in ilk dönem filmi “Haremde Dört
Kadın” doğar. O yıllar, tarihi film konusunda ülke genelinde bir kıtlığın
yaşandığı dönemdir aynı zamanda. “Haremde Dört Kadın” Türk sinemasının. sayılı
tarihi filmlerinden biri olacaktır. Filmin konusunu oluştururken ne tür bir
düşünce sürecinden geçtiğini şöyle anlatır Halit Refiğ: “Osmanlı’da çekirdek
hareketlerin olduğu bir dönemde, yani yenileşme hareketlerinin filizlendiği bir
dönemde, yenileşmenin tam karşıtı bir kurumu ele almaya karar verdim. Bunun bir
örneği olmak üzere artık son dönemine gelmiş bir Osmanlı kurumuna, hareme odaklanan
bir film yapmayı düşündük: O olgu hangi şartlarda vardı ve hangi şartlarda o
olguya karşı hareketler başlamıştı ve o olgu hangi şartlar altında bir çeşit
çürüme sürecine girmişti... ”82 “Bizi özellikle Batı toplumlarından ayıran
tarihi farklar nerede gözüküyor? Burada bunu vermeyi amaçlıyordum. ”83 (Tam
bu noktada Kemal Tahir’in Refiğ’i en çok etkileyen “bizdeki Batılılaşma
fiyaskosu” tespitini hatırlamakta fayda var. ) Nitekim Refiğ böyle bir
yaklaşımla film çekmeye karar verdiğinde başvuracağı ilk isim Kemal Tahir
olacaktır. Nihayetinde filmin dramatik yapısını Halit Refiğ oluşturur, Kemal
Tahir ise bu yapı üzerinde kişiliklerin geliştirilmesini sağlar. Birkaç sahne
dışında diyalogların tamamı Kemal Tahir’e aittir. Ancak filmin konusu ve
düşünsel zemininin oluşturulduğu hazırlık döneminde ilgi çekici bir fikir
ayrılığı yaşanır aralarında. Refiğ’in filmin konusuyla ilgili yukarıda
aktardığımız düşüncelerinden farklı bir yaklaşımı vardır Kemal Tahir’in. O,
hikâyeyi İttihat ve Terakki’nin dört kurucusunun tıbbiyedeki örgütlenmesine
dayandırmayı önermiştir. Ancak Halit Refiğ’in ısrarı üzerine önerdiği bu konuyu
Yıldız Alacası ismiyle tasarladığı romanı için bir kenara koyacaktır. Kemal
Tahir’in bu romanı ne yazık ki bir tasarı olarak kalacaktır...
Filmin konusu hakkında
yaşanan bu ayrılık tatlıya bağlansa da, “Haremde Dört Kadın”ın izleyiciyle
buluşmasının ardından, Kemal Tahir’in ortaya çıkan sonuçtan pek memnun
kalmadığını belirtir Halit Refiğ. “Haremde Dört Kadın”dan önce büyük bir başarı
yakalamış olan filmi “Gurbet Kuşları”, yapımcıların Halit Refiğ’e film
teklifinde bulunması için yol açıcı olmuştur. Tipik bir toplumsal gerçekçi
sinema örneği olan “Gurbet Kuşları”, halkın büyük beğenisini toplamış, ilk
Altın Portakalın da sahibi olmuştur. Ancak “Haremde Dört Kadın” aynı başarıyı
yakalayamaz ve eleştirmenlerin övgüsünü alsa da, toplumun tepkisini çeker.
Refiğ’in haremin yapısı, o yılların kadın-erkek ilişkilerine tuttuğu projektör
toplumu rahatsız etmiştir. Film “Türk aile yaşamına hakaret” olarak algılanır.
Senaryoda imzası olan Kemal
Tahir’in de kimi eleştirileri olacaktır “Haremde Dört Kadın” için. Halit Refiğ,
Kemal Tahir’in bu filmin içinde olmaktan pek de hoşnut kalmadığını içten içe
hissedecektir. Bu hoşnutsuzluğu filmin çekildiği 1965 yılı ve sonrasında Kemal
Tahir’in içine girdiği düşünsel hattaki değişime bağlar Refiğ: “1965 yılına
kadar Kemal Tahir’in Osmanlı’ya belli bir bakış açısı vardı. 1966 yılında ise
Kemal Tahir’in düşüncelerinde çok büyük, çok temel bir değişim meydana geldi.
Aslında bu, onun kendisini çok hazırladığı, fakat bunu formüle edecek bir yolu
bulamadığı bir durumdu. Bir yıl içinde bu bakış çok farklı bir hale geldi. Bu
farkın ortaya çıkışında özellikle ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) devletin
yapısı, devletin özelliği meselesi Kemal Tahir için çok uyarıcı, çok etkili
oldu. Kemal Tahir o tarihe, yani 1966’ya kadar hiç kuşkusuz devlet konusunda,
özellikle milli devlet açısından belli düşüncelere sahipti. Özellikle Yorgun
Savaşçı romanı düşünülürse. Fakat bu devlet kavramının Osmanlı’daki kaynaklan
açısından henüz çok keskin bir noktaya gelmemişti. O noktaya geliş 1966’da
oldu. Ve onun sonucu da 1967’de Devlet Ana romanı ortaya çıktı. İşte ‘Haremde
Dört Kadın’ tam da bu değişimin hemen öncesine rastladı. Kemal Tahir çok yeni
geldiği bu noktada devlet açısından meseleye yaklaştığında orada devlet
fikrinin temsilcisi olarak Sadık Paşa’yı gördü. ”84
Sadık Paşa, “Haremde Dört
Kadın” filmindeki haremin sahibi paşadır ve Halit Refiğ onun kişiliğinde filme
“devlet” kavramım yerleştirir. Buraya kadar sorun yoktur. Ancak, Sadık Paşa’nın
yabancılardan para yemesi Kemal Tahir’i rahatsız eder. “Devletin temsilcisi”
paşanın rüşvet alıyor olması neredeyse gücüne gitmiştir. Devlete atfettiği
önem, onun “gerçekçiliği”ni bir parça zaafa uğratmış gibidir. Halit Refiğ’e
göre ise “Haremde Dört Kadın” Osmanlı Devleti’nin gücünü göstermek iddiasında
bir film değildir. Aksine onun çürümüş, tarihin tasfiye ettiği unsurlarını
göstermek iddiasındadır.
“Devlet Ana”nın Doğuşuna Halit Refiğ’in Katkısı
Halit Refiğ ile Kemal Tahir
ilişkisinin birinci perdesini burada kapatmak mümkün. Çünkü aslında bu perde
Kemal Tahir’in yaşadığı büyük değişime koşut olarak kapanıyor. O değişimi
yaşayana dek nasıl bir Kemal Tahir var Halit Refiğ’in karşısında, ondan
dinleyelim:
“Bu devrede Kemal Tahir’in
görüşleri tabii ki, hiç şüphesiz kendisinin o her zamanki araştırmacı, kuşkucu
kişiliğinden meydana gelen bir gelişme çizgisi göstermekteydi. Ama 1960’ların
ortalarına kadar Kemal Tahir klasik Marksist düşünce çizgisinin dışında olmamaya
gayret ediyordu. (... ) Fakat Kemal Tahir’de asıl köklü dönüşüm 1966 yılından
itibaren oldu. Çünkü o tarihlerde, 1960’ların ikinci yarısında, özellikle
Fransa’da Marksist düşüncedeki gruplardan o zamana kadar dile getirilmeyen
farklı görüşler ortaya çıktı. ”
Bu görüşler, Kemal Tahir’in
Osmanlı’ya ve devlet yapısına bakışını Marksizmden kopmadan savunabilmesinin
yolunu açacaktır. O güne dek ince çizgilerle hattını oluşturduğu bu düşünce
biçimi Marksist kaynaklardan aldığı güçle kalınlaşacak ve Kemal Tahir’in
sesinin daha tok, daha kendine güvenli çıkmasını sağlayacaktır. Nitekim, 1967
yılında ilk baskısını yapan Devlet Ana romanının düşünsel kaynakları burada
aranmalıdır.
Peki Devlet Anaya giden
yolda, Halit Refiğ-Kemal Tahir ilişkisinin ikinci perdesinde neler
yaşanmaktadır? Aslında Devlet Ana’nın zeminini oluşturan düşünce nüvelerinden
biri yazının başında sözünü epiğimiz, Kemal Tahir’in Refiğin zihnini açan o
sözüdür: “Batılılaşma fiyaskosu ’. Kemal Tahir’in 1966 yılındaki keskin
dönüşümünden üç dört yıl önce edilen laf, Refiğ’de de benzeri bir sürecin
tetikleyicisi olmuştur. “O cümle o ana kadar benim zihnimde birikmiş bütün
meseleleri birden bir sistem içine oturttu, ” der Refiğ. İlişkinin ikinci
perdesi, Halit Refiğ’e yeni bir tarihi film teklifi gelmesiyle açılır.
Yönetmen, yine Kemal Tahir’in kapısını çalacaktır. Bu kez filmin konusu
romancıdan gelir: Osman Gazi’yi yapalım, der, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu.
Böylece Halit Refiğ yapım şirketine götürmek üzere ön senaryoyu hazırlar.
Tarihi gerçeklere ve olgulara dayanarak hazırladığı bu senaryo için Osmanlı
Devleti’nin kuruluşuna ait bulabildiği tüm Türkçe kaynakları okur.
Gerçekleşemeyen bu film için yaptığı çalışma, Devlet Ana’nın çıkışına kaynaklık
edecektir. Nitekim Kemal Tahir Devlet Ana’nın ilk baskısını Halit Refiğ için
şöyle imzalar: “Devlet Ana’nın yazılmasının ilk ve en önemli yardımcılarından
kardeşim Halit Refiğ’e sevgilerimle... 1968. ”
Halit Refiğ, yazdığı ön
senaryoyu Kemal Tahir’e teslim eder ve bir süre sonra ortaya çıkan Devlet Ana
romanını basılmadan önce okuma şansına erişir. Bu okumanın sonunda Kemal
Tahir’e duyduğu hayranlık bir kat daha artar:
“Ben, tabii soluk almadan
okudum ve şaşkınlıklar içinde kaldım okuduğum zaman. İşte Kemal Tahir’in bana
verdiği ders; Devlet Ana’yı yazarken sadece Osman Gazi ne yaptı, babası
Ertuğrul Gazi neydi, Bizans kimdi bunları anlatmıyordu. O tarihi kişilikleri, o
tarihi olayları anlatırken dram kahramanları koymuştu kitaba. Mesela benim
aklımdan katiyen geçmeyen, hiç düşünmediğim iki tip koymuş Batıyı temsil eden:
Şövalye Nötüs Gladyüs ile Keşiş Rahip Benito. Ve Türkiye’yi temsil eden tipler:
Birisi Kerimcan diye ileride Türk devlet anlayışının adeta bir temsilcisi
olacak bir genç ile Mavro diye Rumluktan Müslümanlığa geçen, adeta
Yeniçeriliğin temsilcisi olan roman kahramanları yaratmış. ”
Halit Refiğ, Devlet Ana’nın
hazırlanış sürecinde ve sonrasında fikir dünyası değişen Kemal Tahir’in
yaşadığı bu değişime yakın planda tanıklık eden isim olur. Tanıklıktan da öte,
bu değişim ikisinin düşünsel ortaklığını pekiştirir, geliştirir. Kemal Tahir bu
romanıyla, Türk toplumunda devletin sınıflar-üstü olduğu görüşünü Osmanlı
Devleti örneği üzerinden kanıtlamaya girişmiştir. Bu tez dönemin sol
çevrelerince tepkiyle karşılanacaktır. Kemal Tahir bir “yol ayrımı”ndadır ve bu
ayrımda yanı başında Halit Refiğ bulunmaktadır. Batılılaşma meselesine
yaklaşımlarındaki ortaklığın hemen ardından şimdi de yine bir başka temel konu
iki Türk aydınını buluşturmaktadır: Devlet kavramı ve sınıf çelişkisi. Halit
Refiğ her ne kadar kendisini en çok etkileyen düşünce adamları arasında Marx’ı
sayıyor olsa da, onun tezlerine şerh koymayı ihmal etmez. “Marx burjuva sınıfı
ile proletarya arasındaki keskin ayrımdan söz ediyordu. Benim ailem de burjuva
sınıfındandı ama Marx’ın tarifine uymuyordu. Ailemin kendi evinde
çalışanlarıyla kurduğu ilişkide bunu görebiliyordum. O zaman bizde sınıf
farklılıklarının Batıdaki kadar keskin olmadığını anladım, ” der. Türk
toplumunda sınıf çelişkilerinin Batıdaki gibi keskin olmadığı yargısı, Kemal
Tahir’in Osmanlı Devleti’nin sınıflar-üstü olduğu görüşüyle çakışır. Bu tezini
şöyle ifade eder Kemal Tahir: “Türk toplumunda esas olan sınıflar değil, esas
olan sosyal zümreler arasındaki uyumdur. Bu uyumu ve dengeyi sağlayan
devlettir, devlet önceliklidir.”
İlişkinin ikinci perdesi
Kemal Tahir’in kanser ameliyatı olduğu 1970 yılına dek kapanmayacaktır. Ancak
sınıf çelişkisinin keskin olmayışı, devletin önceliği gibi meselelerdeki
düşünsel ortaklığa rağmen iki aydının ayrıldığı noktalar da bulunmaktadır.
Bunun ilk ortaya çıkışı Halit Refiğ’in “Bir Türk’e Gönül Verdim” filmiyle olur.
Refiğ’e göre Kemal Tahir onun hiçbir filmini beğenmemiştir. Gördüğü filmlerinin
hiçbiri hakkında tek kelime etmemiş olmasını buna yormaktadır yönetmen. Onun
filmleri hakkında söylediği yegane olumlu cümleyi, “Kırık Hayatlar” filmini
seyrettikten sonra sarfetmiştir Kemal Tahir: “Sen gördüğüm kadarıyla Türk
sinemasında dahili mekânları en iyi kullanan rejisörsün.”85
Ancak, öteki filmleri
hakkında tek kelime etmezken, “Bir Türk’e Gönül ’ Verdim” filminden hiç
hoşlanmadığını açıkça ifade eder. Refiğ’e göre Kemal Tahir’in onunla ilgili
olarak rahatsızlık duyduğu nokta bu filmde açığa çıkmıştır. Film, Mevlana’nın
ve Yunus Emre’nin sözleriyle başlamaktadır. Tasavvufa göndermeyle açılan
filmde, Hıristiyan bir kadın Müslümanlığı seçmektedir. Bu, Kemal Tahir’i
rahatsız eder. Halit Refiğ, Kemal Tahir’in tasavvuf konusundaki yaklaşımını
onun sol ile bağını koparmayı istememesine bağlar: “Benim tasavvuf meselesine
olan ilgimi katiyen tasvip etmiyordu, tasavvuf antidevlettir diyordu. (... )
Doğasında çok gerçekçi olmak vardı. Ayrıca, namuslu olmak, adam satmamak.
Gerçekçilik onu, Türkiye’nin temel gerçeklerinin Batıdan farklı olduğu
noktasına getiriyordu. Fakat burada namusluluk meselesi devreye giriyor. Açıkça
bir soldan sapma durumuna düşmek istemiyor. (... ) Şimdi bu yoldayken Devlet
Ana’ya geldi. Kemal Tahir’i tedirgin eden bir durum oldu. Yani Kemal Tahir çok
açık bir şekilde solun dışında görünmek istemiyordu ama öyle bir durum oldu ki
komünistlikle 12 yıl hapiste yatmış, mahkûm olmuş bir adamı sol aforoz ediyor.
Buna karşılık sağ ve muhafazakâr takım benimseme yolunda. Bu Kemal Tahir’i
tedirgin etti. Bu arada ben tasavvuf meselesi üstünde durmaktayım. Tasavvufun
Batı hümanizmasından çok daha ileri bir insanlık anlayışı olduğu
düşüncesindeyim. Yunus Emre, Mevlana falan Kemal Tahir’in evine girince aman
Allah dedi. Ve benim bu konudaki yaklaşımımı eleştirdi. ”86
Halit Refiğ’in tasavvufa
yaklaşımı mıdır Kemal Tahir’i rahatsız eden, yoksa izleyiciyi iki din arasında
tercihe yönelten kurgusu mudur filmin onu bugün bilmemiz olası değil. Ancak
Marksizmden beslenen bir romancının, çelişkilerin Müslüman-Hıristiyan
farklılıklarına odaklanmasını eleştirmesinde şaşılacak bir şey olmadığı da ortadadır.
İşte ikinci perdenin
kapanışı bu tartışmaların yaşandığı dönemde Kemal Tahir’in kanser ameliyatı
olmasıyla gerçekleşir. Hastalık ilişkiyi kesintiye uğratır. Böylece tartışmalar
da son bulur. Sondan bir önceki perde aradan bir yıl geçtikten sonra aralanır.
Ancak ne yazık ki çok kısa süre sonra yeniden kapanacaktır. 1973 yılının Nisan
ayında Kemal Tahir’i son kez ziyaret eder Halit Refiğ, bunun son görüşme
olduğunu bilmeden.
Ödenen Vefa Borçları ve Kemal Tahir Çizgisinin Devamı
Ve Kemal Tahir’in ölümünden
Halit Refiğ’in de bu dünyayı terk edeceği 2009 yılma dek açık kalacak o son
perde açılır. Halit Refiğ, Kemal Tahir’in eserlerini filme çekerek ve ortak
düşünceleri ışığında işlere imza atarak bu ilişkiyi sürdürür. Bunlardan ilki
Yorgun Savaşçı romanının televizyon için filme çekilmesidir. Bu filmin
hikâyesi, en az Devlet Ana kadar ses getirecek olayların yaşanmasıyla
sonuçlanır. Yorgun Savaşçının filme çekilmesi kararı 1978 yılında alınmıştır.
Bu tarihten başlayarak ülke gündeminde yoğun bir tartışma yaratır Yorgun Savaşçı. Kemal Tahir’in
Atatürk düşmanı olduğu propagandası gırla gitmektedir. 1983’te film gösterime
hazır hale gelir ancak, tek nüsha halinde olan tüm ses ve görüntü malzemesi,
dönemin Başbakanı Bülent Ulusu’nun yazılı emriyle yakılır. 5 yıllık emek kül
olur... Halit Refiğ, Gerçeğin Değişkenliği Kemal Tahir isimli kitabındaki
“Atatürk ve Kemal Tahir” başlıklı yazısında, “Kemal Tahir’i Atatürk’le
birleştiren ‘Milli Mücadele’ ruhu idi. Bana da Yorgun Savaşçı’yı yapma gücü
veren bu ruhtur. Kemal Tahir, çağdaşlaşma ve Batılılaşmanın ‘Milli Mücadele’
ruhunu ortadan kaldıran boyutlara varmasını, pazarcılığın, fırsatçılığın,
siyasi iktidar hırslarının, ferdi çıkarların toplumsal yarardan üstün
tutulmasının, devleti güçsüzlüğe, toplumu parçalanmaya götürdüğünü şiddetle
dile getirdi. 11 Eylül 1980 günü Türkiye’nin varmış olduğu nokta onun ne kadar
haklı olduğunu göstermekte idi, ” diyerek “Atatürk düşmanı” sözlerine yanıt
verir adeta.
Kemal Tahir’in ölümünden
sonra sinemaya uyarladığı ikinci eseri ise Karılar Koğuşu olur. Bir tür vefa
borcu olarak da görülebilecek bu filmde, Kemal Tahir’i Kemal Tahir yapan
nitelikler sinema diliyle aktarılır. Şöyle der Refiğ: “Orada benim amacım
cezaevine bir siyasi mahkûm olarak giren Kemal Tahir’in, cezaevinde yaşadığı
hayat ve gözlemleri çerçevesinde bir romancıya dönüşümünü anlatmaktı. ”
Halit Refiğ, Kemal Tahir’in
yaşamında edindiği yeri ve önemi her fırsatta açıklamaktan kaçınmadı. Bunun da
ötesinde, “sıkı bir Kemal Tahir’ci” olduğunu yineledi, ardından yazdığı yazılarla
Kemal Tahir’in unutulmamasına, genç kuşakların onu daha yakından tanımasına
katkıda bulundu. O yüzden Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı” mücadelesi ve Kanlar
Koğuşu filmlerine ek olarak, Kemal Tahir için bitmez tükenmez bir enerjiyle
yaptığı konuşmaları, yazdığı yazıları da anmak gerekir.
Bununla birlikte Halit
Refiğ, Kemal Tahir’in savunduğu düşünceleri birer dogma olarak görmediğini
ifade eder. Ardından yazdığı yazılardan birinde bunu Kemal Tahir’in “kimsenin
arkasından gitmeyen” bir aydın oluşuna bağlar. “Kemal Tahir kimsenin arkasından
gitmediği için, başka bir kimsenin de onun arkasından gitmesi mümkün değildir,
” der ve şöyle sürdürür: “Bu bakımdan Kemal Tahir’e duyduğum hayranlığa rağmen,
onun belli başlı konulardaki düşüncelerini ‘dogmalar haline getirmek aklımdan
geçmez. Kemal Tahir kendisi dogma kabul etmezken ona hayranlık duyan birinin
onu dogmalaştırmaya kalkması son derece yanlış olur. ”87
Halit Refiğ aile mirasını
reddetmiş bir adamdı. Hollywood’da film yapacakken, “senaryoda değişiklik talebi”
üzerine parasını pulunu düşünmeden projeden vazgeçebilecek kadar işine
saygılıydı. Film yapımcılarıyla pazarlık yapmayan, asla kimsenin kapısını çalıp
“size şöyle bir film yapayım” demeyen bir yönetmendi... Düşüncelerine ket
vuracak, kazara sözünü sakınmasına yol açacak bağlayıcı tüm ilişkilerden
kaçındı. Kimseye borçlu hissetmemeyi ilke edindi. Parayı elinin kiri bildi.
Geride bıraktığı miras; filmleri, kitapları ve yazıları oldu. Sanat ve düşün
adamı olarak bırakabileceği en zengin miras... Hayatının hiçbir döneminde maddi
çıkar peşinde koşmadı, kaderini halkın kaderiyle buluşturmayı mutluluk kaynağı
olarak gördü. Öteki türlü yaşamayı aklına bile getiremedi. “Mânâ”ya verdiği
önem hayat felsefesini belirledi. Halkın kaderiyle buluşmanın bir başka ifadesi,
toplumun gerçeklerinin peşinden gitmekti. Yaşam tarzını toplumla birleştirdiği
ölçüde, onun gerçekleriyle kucaklaşabilen filmler yaptı, ülkenin düşünce
dünyasına katkıda bulundu. Evrensel değerleri kendi bünyesine taşırken de,
ayağı bu topraklardan kesilmedi. O değerleri, bizim coğrafyamızın kökleriyle
buluşturdu, besledi. Bunu yapabilmek için de antiemperyalist bir tutum içinde
olmanın gerekliliğinin farkındaydı. Olup bitenlere dair yaptığı her yorumda,
kritik zamanlarda aldığı her kararda, filmlerinin ana hattını belirlerken,
toplumsal meselelere ilişkin görüş açıklarken kerteriz aldığı nokta
“antiemperyalist” duruştu.
Halit Refiğ ile Kemal
Tahir’in ortak mayası işte bunlardı. İkisi de kök saldıkları toprağa vefa
borçlarını hiç unutmadılar. Yaşamları boyu maddi çıkar hesabı yapmadan
yazdılar, çizdiler, ürettiler. Bu tür bir bağlayıcılığın içine girmedikleri
için de, düşüncelerini eğilip bükülmeden her koşulda ve ortamda
söyleyebildiler. Namuslu Türk aydınları olarak kalmayı başardıkları ölçüde de
kendi kendilerini besleyebildiler.
Onları birleştiren bu maya
tuttu... Geriye miras olarak engin bir birikim kaldı...
Kemal Tahir, Devlet Ana adlı
romanında, “devletin gerekliliği”ni vurgulayarak ütopik solcuların, Yunus
Emre’ye içki içirerek İslamcıların şiddetli tepkisine maruz kalmış; bu tepkinin
yol açtığı kısır tartışma ortamında onun, şimdilerde “Anadolu mayası” olarak
kavramlaştırılan özgün bir düşüncenin temel dinamiklerini keşfederek, bunu
roman türünün imkânlarıyla tahkiye eden ilk yazar olması hep gözardı
edilegelmiştir.
Devlet Ana’dan önceki kimi
romanlarında da “Anadolu mayasının belli başlı unsurlarını “dolgusal
zorunlulukla işleyen Kemal Tahir, ilk kez Devlet Ana’da ona bir “omurga” işlevi
yüklemiş; daha teknik bir söyleyişle “Anadolu mayası”nı sistematik bir bütünlük
içinde romanlaştırmıştır.
Bu yanıyla Kemal Tahir’in
Devlet Ana’da bir cihan devletinin kuruluşunu anlatmaktan çok, o kuruluşu
gerçekleştiren toplumsal dinamiklerin “mahiyetini” ve o mahiyeti oluşturan
“mayayı” kavramayı ve kavratmayı hedeflediği söylenebilir.
Devlet Ana’nın “içinden”
bakıldığında, “mahiyet - maya” kelimelerinin kavramsal karşılığı
heterodoksi’dir. Kabul edilmiş herhangi bir düşünceye karşı aykırılığı ifade
eden bu kavramın “yerli” anlamı ise İslamın temel inanç ve esaslarına
aykırılıktır.
Kimi sözlüklerde “sapkınlık”
anlamı da yüklenen Anadolu’ya mahsus heterodoksinin, Sünniliğin etkisindeki
coğrafya ile Hıristiyanlığın etkisindeki coğrafya arasında sıkışmış olan “yeni
Müslümanlar”ca, Sünnilerle bağlantıyı kopartmaksızın ve Hıristiyanlarla
boğazlaşmaksızın orada mekân tutma zorunluluğuyla “üretilmiş” bir “yaşama
tarzı” olduğu tarihsel kayıtlarla sabittir.
O zamandan beri Bektaşi -
Alevi grupları tarafından temsil edilen bu “yaşama tarzı’nın dini ilk
dayanakları, Ahmet Yesevi ile onun tarikat silsilesinden gelen Hacı Bektaş Veli
ve Yunus Emre’dir.
Benimsenmiş ve benimsenecek
olan tüm kültürel anlayışları “önce insan”, “sonra din” esaslı bir evrensel
anlayışla “mayalandıran” bu isimleri “yönetenler” ise Hz. Muhammet (s. a. v)
ile Hz. Ali (k. v) ve onun neslinden gelen imamlardır. Bu nedenle kaynağı
(İslami oluşu) tartışma dışı tutulan Bektaşi - Alevi inancı (Anadolu
mayası/heterodoksi), onu “mayalayan kabiliyet”in “yönetenler”le ilişkisinin
belirsizliğine mahsus bir “sır”la tahkim edilmişliği nedeniyle de Batıni, diğer
bir söyleyişle “insanüstü” bir nitelik yüklenmektedir.
Öte yandan, Sünniliğin
kaynaklarının Arapça, Mevleviliğin kaynaklarının Farsça olması, Bektaşliğin
okuma-yazma bilmeyen yığınlarca kolayca anlaşılır bir “yeni din dili”ni
üretmelerini zorunlu kılmıştır. İlk bakışta “külfet” gibi görünen bu dilsel
iktidar, heterodoksiye meşruiyet sağlayan temel bir nimete dönüşmüştür.
Kemal Tahir, Devlet Anasında
bu “mahiyet - maya”yı anlamak ve anlatmakla kalmaz, onu, Mevleviliği,
Cavlaklığı kendi iktidarlarını güçlendirmek için istismar eden beylerin,
başıbozukluktan (haşhaş üretim ve satışıyla) çıkar uman odakların ve bunlarla
işbirliği yapan istismarcı Hıristiyanların uzağında konumlandırır.
Ondaki “insani öz”e ve
“evrenselliğe” dikkat çekmek için de önce bir Hıristiyanın (Mavro’nun), sonra
“sahih bir temsilci” olarak Gezgin Ozan’ın (Yunus Emre’nin) ve Kurt Ali Bey’in
yorumlarına başvurur:
Ertuğrul Bey’in savaşçısı,
ev hesabına gelmez. Bekâr gazilerin beşi onu bir evde barınır çünkü. Savaşçı
dervişlerin beşi onu bir zaviyede birikmiştir. Rum abdallarına geldi mi, dam,
çadır tanımaz bunlar, ağaç gölgesinde, ot yığınında eğleşirler. Azraile el ense
çekmiş, gözü kara yiğitlerdir her biri... Karıları bile dövüşkendir Ertuğrul
Bey’in... Bunlara ‘Rum Bacılan’ derler. (... ) Uçlarda talan olur ama,
töresiyledir, büsbütün azıtmak yoktur.88
Bizim buraların çarşısı
pazarı Ahilerden sorulur. Subaşı da karışabi- lemez, tekfur da... Kadı karışır
az biraz, kitabın yazdığı kadarcık... 89 ‘Cavlak’ deriz bunlara biz... İyi
saymayız. Her kötülük vardır bu ta kımda... Utanmaz bunlar, varlıklıdan haraç
ister, vermeyeni öldürür. Varlıksızın nesini bulursa alır, ‘Acından ölür mü?’
demez. Bir zamanlar Moğol’a hizmet ettiler, ordusuna girip... Bellerinde
gördüğün meşin torba afyonluktur, gece gündüz yutarlar afyonu... Şimdi semaha
durdular. Hoplayıp zıplar, sonunda çoğu düşer bayılır. Bayılanı Tanrıya varmış
sayar bu avanaklar! ‘Pirimiz Adem baba’ derler. Bu hesapça Havva anamız da
anaları olur!. . Soğuk sıcak dinlemezler afyon gücüyle... Yunup temizlenmeyi
hiç sevmezler. Akınlarda, afyonlu şarapla sarhoş olup çapula yumulurlar.
Omuzlarına kartal kanatları, kafalarına kara kömüş boynuzları takarlar, gayetle
de kıyıcı olduklarından çapul toprağının adamı yılar bunlardan... Çalışmayı
günah sayar bu takım! Ahiliği, ‘Esnaflıktır’ diye küçümser. Sövmedikleri,
korkudandır. Ahiler çarşılarını kılıç elde savun- masa, ossaat basıp dağıtıp
yüklenip savuşurlar...90 Şeyh Edebali başkadır. Tuttuğu uzar tutamak olur, bastığı düzelir
basamak olurdu. Ben görmedim, kerameti söylenir. 91 Baba İlyaslıdır
ozanımız! Saltuk Baha’dan Burak Baba’ya, ondan Tap- tuk Emre’ye geçmiş
halifedir. Bilgi gücüyle deniz derinlerinde, aşk gücüyle gök yücelerinde
gezinir. Gölgesi millete rahmettir. Ülkenin gören gözü, duyan kulağı, söyleyen
dilidir, eteğine yapışan yoksun kalmaz.92
“Mahiyet - maya”da, kaydi
bilginin değil “geleneğin” etkisini önplana alan Kemal Tahir, bu yaklaşımını
Kerim Çelebi ile Orhan Bey’in de “oynadıkları” ahi töreni üstünden verir:
— Ey can, kulağını aç! Yola
girmek dileğindesin. Şöyle bil ki, Ahilik ince yoldur ve de çetin yoldur ve de
gayet sarp yoldur. Yüreğine, bileğine güvenmeyen girmemek gerekir. Çünkü
yüceleyim derken batağa batmak vardır. Yolumuz anlamaklık yoludur ve de
inanmaklık yoludur ve de tutmaklık yoludur. Töreleri tutmaya gücün yeter mi?
Yüreğin ne demekte?
— Beliii...
— Smavlanmaya da beli mi?
— Beliii...
— Beli dedin, günah gitti
bizden... Yallah bismillah! De bakalım, Ahiliğin açığı kaçtır?
— Dörttür.
— Say gelsin!
— Eli, yüzü, gönlü,
sofrası...
— Kapalısı kaçtır?
— Üçtür.
— Say gelsin!
— Gözü, beli, dili...
— Gözü kapalılıktan murat
nedir?
— Kimsenin suçunu, ayıbını
görmemektir.
— Ekmek yemekte kaç edep
vardır?
— On iki...
“Anlamak, inanmak ve tutmak,
göz, bel, dil”, yukarıda zikredilen “yaşama tarzı”nın vazgeçilmez kelimeleri,
diğer bir söyleyişle “inanç kodları” olarak Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu
ileri sürülen Makalat’larda da yer almaktadır. Kimi zaman “göz” yerine “el”
kelimesinin kullanıldığı bu öğretide “bireyselliğe" değil “toplumsallığa”
vurgu yapılır. Örneğin “el”: elinin erdiği mekânlara sahip olma, “bel”:
kendisinden sonraki nesilleri koruyacak tedbirleri şimdiden üretme, “dil”: doğru
emre uyma ve o emri yaygınlaştırma anlamına gelir.
Kemal Tahir, bu inanış ve
düşüncelerin “tekrar”lama yoluyla kabalaştığını, dolayısıyla geleneğin bu yolla
kurularak, yeni nesle aktarıldığını, çocukların oyunu üstünden “temsili”, Orhan
Bey’in bir gözlemi üstünden de “fiili” bir dille anlatır:
Dedesiyle babası o kadar
tembihleyip gözettikleri halde, kimi savaşçı dervişler, gaziler, hele abdallar,
gavura pek acımıyor, küçük olaylardan yararlanarak sövüp, tükürüp
itekliyorlardı. Birkaç kere, kıza oğlana dille, bir kez de, elle sarkıntılık
olmuş, suçlu cavlak abdala, dedesi Ertuğrul Bey’in emriyle Söğüt’ün Köslük
Meydanı’nda şeriat dayağı atılmıştı. 94
Kemal Tahir, Şeyh
Edebali’nin dilinden Ertuğrul Bey’in “portre”sini oluştururken de yine “mahiyet
- maya ahlakını” ve “geleneği” vurgulamış, Osman Bey’in Şeyh Edebali ile
konuşması üstünden de “bu dünyadaki huzurun, öteki dünyadaki huzurdan daha önce
geldiğini, diğer bir söyleyişle “yaşama tarzı”nın öncelikle bu hayatı ve başka
din ve mezhepten olanlarla birlikte yaşamayı esas aldığını, ayrıca uzun vadeli,
büyük “hayati” projelere kaynaklık ettiğini belirler:
Benzeri bulunmaz adam
güdücülerdendi. Sertliğin gerektiği yerde, sertti çelik kadar, yumuşaklık
gereken yerde yumuşaktı pamuk gibi... İyileri incitmez, kötüleri undurmazdı.
Uzak umutluydu, çünkü sabırlıydı. Kavrayışı, bağışlayışı tez, öfkesi,
cezalandırması yavaştı. Okuma yazma bilmezdi ama, öğütlerden en yararlıyı hemen
seçer, uygulamada hiç duraklamazdı. 95
Anadolu’yu bırakacağım
şimdilik... Benim gördüğüm, tez vakitte gidicidir Moğol... Çünkü Moğol’un
düzeniyle de uyuşamaz bizim Anadolu toprağı... Eski Yunan’ın, Roma’nın
düzeniyle de uyuşamamıştır çünkü. (...) Bizim Bitinya ucumuzun açıktır önü...
İstanbul-Tebriz yolu üstündeyiz! Tüccarımız İstanbul’a bağlıdır. Paralılarımız
İstanbul’da işletir paralarını... İstanbul deniz yoludur ki, ardımızın karayolu
kesildiğine göre umut oradadır.96 (...) Marmara kıyıları verimli
topraklardır, İmparator güçsüz düştüğünden sahipsizdir. Biz fırsat
kollayacaksak, üstünde yaşayanları beslemek zorunda kalacağımız verimsiz
toprakları gözetlemeyeceğiz, sahipleriyle beraber bizi de besleyecek topraklara
yöneleceğiz!97 (...) “Batıya yöneleceğiz! Talan etmeyeceğiz! Din yaymaya
çabalamayacağız. Tersine herkesin inancına saygı göstereceğiz! insanlar
arasında, din, soy, varlık bakımından hiçbir üstünlük tanımayacağız!98
Kemal Tahir, dünyeviliğin
insan hırsıyla bitiştiğinde diğer insanlar için bir “zulme” dönüşeceğinin
farkındadır. Osman Bey’in yukarıdaki sözlerine yansıyan şekliyle, benimsenen
yeni “yaşama tarzı”nın fetih’e, daha açık bir söyleyişle işgal düşüncesine
bitiştiğini görerek, “delikli demir”i icat etmeye çalışan Kaplan Çavuşla, ona
karşı çıkan Yunus Emre’nin tartışması üstünden “mertlik” ve “güçlerin
denkleştirilmesi” yaklaşımıyla bu bitişmeyi kesin bir şekilde ayırır:
_ Şunu aklına yaz, Ozan Ağa,
gerçek mertliği hiçbir nesne bozamaz. Şuncacık borunun ne haddine! Çağın
araçlarına göredir mertlikler.
Bu çağın mertliği kılıç
mertliğiyse, gelecek çağın mertliği delikli demir mertliğidir. Uyuma Yûnus
Ozan, her araç kendi mertliğini dile getirir.99
Kemal Tahir, Devlet Ana’nın
“Fal” adlı bölümüne kadar Bektaşi - Alevi inancının (Anadolu
mayasının/heterodoksinin) inanış ve davranış biçimlerini “dini ve dünyevi”
boyutuyla anlatırken, “Fal” ve sonraki bölümlerde ise söz konusu inancın
“kültürel” boyutunu işlemeye başlar. Örneğin, Şamanlık geleneği sürdüren
Kamağan Derviş, giysileri, adak töreni ve söylemiyle dinsel olmaktan çok eski
ve yeni inanışın kaynaşmasından oluşan kültürel bir ritüelin yaşayan yüzü
olarak öne çıkar:
Cüppesinin üstü maral
postundandı. Eteği altmış parçaydı. Yakasına yedi bebek dikilmişti. Bunlar,
insanoğlunun atası, yağız yerin Tanrısı, şimşekçi, yıldırıma Ülgen’in,
şamanlara fala bakarken yol gösteren yedi ak kızıydı. Bu yedi bebeğin yanına
küçücük yaylar, oklar, çıngıraklar asılmış; ay, güneş, yıldız, kurbağa, yılan,
kuş, kulak, burun resimleri yapılmıştı. Bunlar şamanın dövüş silahlarıydı.
Yolunu kesmek isteyen, şaşırtıp baştan çıkarmak için gök katlarında pusu
kurmuş, yol azdırıcı kara kızların, ancak bu silahlarla hakkından
gelebiliyordu. Kırmızı bezden her biri bir karış boyunda üç boğumlu, tepesine
vaşak kuyruğu asılı içi yapağıyla tıka basa doldurulduğu için dimdik duran
külahını başına geçirmişti. Şaman kılıcıyla kasap bıçağını bir taşın üstüne
koydu. Aslıhan’ın hazırladığı ocağı çakmakla yaktı. Bacıbey’in döktüğü suyla
kara kuzuyu güzelce yıkadı. Kesti, göz açıp kapamaya bırakmadan yüzdü. Kürek
kemiğini çıkarıp dikkatle sıyırdı. Ateşi koydu. Etleri mağaraya götürdü.
Göklere çıkmak, enine boyuna gezinmek için kullandığı köpük taşından yontulmuş
kaz heykelini getirip ortaya koydu. Davulu, derisi gerilsin diye fal ateşinin
yakınına bıraktı. Sığın kemiğinden tokmağı üç kez öpüp kasnağın üstüne
yerleştirdi. Ateşin önüne çömeldi. Bir yandan kürek kemiğini kurutmak için
çevirirken bir yandan yüksek sesle konuşmaya başladı: (...) —Ak köpüklü
sularım! Kara taşlı sularım! Yerden kaynayan, gökten yağan sularım! Bir dileğim
var sizlerden... Vay sularım vay vay... Can alıcı sularım, yiğit alp sularım!
Yukarda mavi gök aşağıda yağız yer yarıldıkta, aralarında çalkanan sularım!
Tanrı’nın hiçbir şey düşünmediği sırada, kendiliğinden çalkanan sularım! Bağla
yollarını kanlımızın, bir dileğim budur sizlerden... Geçit vermesin geçitlerin,
köprülük etmesin köprülerin... Bir dileğim vardır, budur sizden... Uruuuuy!
Uruuuuuy! Uuruuuuuy! (... ) Allah hey! Tanrı hey! Çalap hey! Bir dileğim var
sizlerden, bir dileğim var bunlardan, bir dileğim var şunlardan, bir dileğim
var onlardan... İşin başı bismillah! Kuran’ın başı bismillah! (... ) Çekil
yolumdan kötü şeytan! Çekil koca buruşuk! Çekil kaşları kömür karası... Sakalı
dizlerinde hayın düşman! Bıyıkları yaban domuzunun azılarına benzer kötü,
çekil! Çekil hey, çenesi tokmak, boynuzu çatal, kılıcı yeşil demirden, dizgini
kara deriden, kamçısı kara yılandan kafir, çekil! (... ) Dümbelekçiler piri Şit
peygamber, terziler piri Idris peygamber, rençperler piri Adem baba, Demirciler
piri Davut Sultan bir dileğim budur sizlerden... (...) Pirler hakkına Allah!
Kırklar hakkına Tanrı! Tuğlar hakkına Çalap!Bir dileğim var bunlardan...100
Bunlardan hareketle Kemal
Tahir, yukarıda vurguladığımız geleneği kendisi de doğrudan “yazı planında”
sürdürüyor gibidir; öne çıkardığı dil ve söylem Dede Korkut’tan Oğuzname’lere,
Cönk’lere, Hamzaname’lere (daha sonraları Dürri Meknun’a, Nehcü’l-Feradis’e,
Ahmediye’ye, Mu-hammediye’ye) ulaşan dil ve söylemin izlerini taşır.
Aynı etkiyi, atın
yaratılışıyla ilgili hikâyede daha açık bir şekilde görmek mümkündür. Tıpkı
şeytanla ilgili düalist anlayışı tereyağından kıl çekercesine (halkın diliyle)
sakin ve sade bir şekilde veren Kemal Tahir, aynı şekilde Bektaşi - Aleviliğe
mal edilebilecek “ontolojik inanış”ı da at hikâyesinde aynı sakinlik ve
sadelikle anlatır:
— Şundan ki, rezil Mavro,
benim bildiğim, soylu bir hayvan yalancı biniciyi biç taşımaz üstünde... Höst,
beni dinle! Kitabın yazdığı kurban olduğum Allah, atı yaratayım, demesiyle
düşünceye daldı ki, çok derin yerlere daldı. Neden mi? Çünkü hiç şakası yok bu
işin... At ne demektir? Müslümana güven, gavura kıran demektir. Kanatsız uçan
bir yaratık ki, kovduğunu tutar, kaçtığından kurtulur. (...) Evet, koca Tanrı,
‘Atı yaratsam’ demesiyle, elini uzatıp güney yelinin yakasını kavradı. ‘Dur
eğlen, iki çift sözüm var. Senden atı yaratsam gerek, ’ dedi. Fukara güney
yeli, at nedir bilmezse de, karşısındaki koca Tanrı olduğundan, gerisini
kurcalamadı, ‘Keyfin bilir, ’ diye boyun eğdi. Tanrı’dır, aldı bir avuç yel,
yoğurdu avucunda, atı meydana getirdi, saldı çayıra... Attır, cennet
otlaklarında kişneyerekten, kıç ataraktan doyunadursun, biz şimdicik nerden
verelim haberi, şeytana uyup Havva Ana’mıza o hakareti edip cennetten kovulan,
fukara Adem Baha’mızdan verelim. Âdem Baha’mız, o sıra Serendip Adası’nda, ki,
bizim Söğüt’ümüz tam yetmiş bin yıllık yoldur, serseri olmuş gezinmektedir ki,
yakarışı yeri göğü ırgalamaktadır. Neden mi? Çünkü cennet bağında alışmıştı
hazır yiyip yan gelmeye... İş yok, güç yok, ye iç, biraz gezin, yat uyu...
‘Kocamak bile yok’ diyeyim de gâvur aklın ersin! Kısası, herif alışmamış ekmek
ardından seğirtmeye, çul çaput yolunda çabalamaya... Bir eli apış arasında,
açlıktan karnı bel kemiğine yapışmış, koca Tanrı’yı çağırmakta ki, haykırışına,
yerde kurt kuş, gökte melek melaike ağlaşmakta... Koca Tanrı, ağlaşma
bağırtısından amansız kaldı, ‘Nedir yahu, biz şunda, hiç mi oh demeyeceğiz?’
diye kızdı, soruşturmaya bir aklı eren adamını saldı. Melek melaike takımı,
soruşturmacıyı görünce, ‘Biz bu derbeder Adem Baba’nın bağırtısından tespihi
şaşırttık, sayısını yitirdik, aman, amanı bilir misin? Şunun suçu her neyse,
koca Tanrı’ya bağışlattır, bizi bu beladan kurtar, ’ dediler. Koca Tanrı’dır,
kurban olduğum, suratını asıp başını duvara çevirdi, ‘Ben nasıl bir Allah
olmalıyım ki, tutma dediğimi tutan, tut dediğimi tutmayan ve de cennetimde o
işi işleyip ortalığı pisliğe veren bir akılsızı, ters yüzü döndürüp cennetime
kondurayım, ’ dedi, ‘Hayır gerisin geri cennetine kondurmasın, derdine azdan
çoktan bir derman bağışlasın ademoğlu, bir Adem Baba olmakla adamlıktan çıkmaz
ve de Tanrı’ya en kötü kulundan geçmek hiç yaraşmaz, ’ dediler. Koca Tanrı
biraz düşündü, naza vurup biraz daha olmazlandı, niyeti, Adem Baba’yı bunaltıp
yasağını tutturmak... Sonunda, canından usanmışlığa vurup ‘Peki, ’ dedi, ‘kefil
misiniz?’ ‘Kefiliz, ’ demeleriyle Serendip Adası’na uzandı, ‘Ya Adem, ’ dedi,
‘bir kötü iş tuttun, canımı sıktın, o naneyi yemeseydin iyiydi ya, yedin. Bak
neler oldu? Tüh yüzüne!’” Bunca melek melaike, bunca peygamber, evliya, bunca
ermiş, bunca çokbilmiş, filanı falanı kefil verip yakarıcı oldu, ağzından peki
lafını zor güç aldılar. ‘Hadi, müjdedir hökürtüyü kes, dile dileğini al
muradını, ’ demesiyle Adem Baha’mız sevinç delisi olup külahını yere çaldı ve
de çekip gömleğini yırttı, bu kez naçarlıktan değil haaa, keyfinden
yolunmakta... Sonu, iki dizi üstüne düşüp hiç duraklamadan atı istedi. Koca
Tanrı şaştı bir zaman, şaşması, ‘Benim gökte güney yeliyle gizli söyleşmemizi
ve de yelden at yaptığımı, bu herif Serendip dağında nasıl bildi?’
demesinden... Demek ki, gökteki sarayında, Adem Baha’nın, martalos (casus)
tuttuğundan kuşkulandı. Sonunda kör şeytan aklına getirince ferahlayıp kaskas
güldü, ‘Hay köftehor, bilmezden bir dilek diledin, tam üstüne vurdurdun, kendi
mutluluğunu ve de oğlanlarının mutluluğunu kaptın, yıkıl!’ dedi. Böylece koca
Tanrı, atı önce Adem Ata’ya, ardından Müslüman yiğitlere bağışladı.101
Romanın sonraki kısımlarında
Dede Korkut, Leyla ile Mecnun ve Kerem ile Aslı’yı zikretmekle geleneksel
metinlerle bağını da teyid eden Kemal Tahir, Bektaşi - Alevi inancı (Anadolu
mayası/heterodoksi) kapsamında, “Mehdiliğe” ilişkin telakkiyi işlemeyi de ihmal
etmez.
Kemal Tahir, Kerim’in
Bacıbey’in otoritesini iptal ederek, molla olma kararını uygulamaya koymasıyla
bitirir Devlet Ana’yı... Bu seçimini, Bektaşi - Alevi inancını (Anadolu
mayasını/heterodoksiyi) okuryazar olmayanların sözlü (geleneksel) bilgileri
üzerinden anlatma zorunluluğuna karşı, onun kendi iç-tepkisi olarak
değerlendirmek gerekir. Söz konusu sonuçla, “Tekrarlama yoluyla sürdürülen
gelenek güzeldir ancak geleneği ‘ilimle’ buluşturarak kabalaştırmak ve güvenli
bir şekilde geleceğe taşımak en doğru olanıdır, ” mesajını verir sanki Kemal
Tahir.
İçeriği, mesajı ne olursa
olsun son tahlilde bir “roman”dır Devlet Ana. Bir romanda, kurgunun ve tahkiyenin
sınırlı imkânlarına rağmen yerli he- terodoksinin tarihi, siyasal ve sosyal
gerçeklere bağlı kalınarak bunca derli toplu bir şekilde anlatılabilmesini,
Kemal Tahir’in ustalığına ve onun sanatta “faydayı” ıskalamayan bir “Doğulu
deha” oluşuna bağlamak abartılı bir düşünce olmasa gerektir.
Kemal Tahir ve Dostoyevski Üzerine Düşünceler
Türkiye’de bir sanat veya
fikir adamının değerli sayılması için onu ille de başka bir Batılı
yazar/düşünürle birlikte anmak gibi bir alışkanlık vardır. Türk yazara değer
kazandıran, benzetildiği Batılı yazar olunca, iki düşünür/yazar arasındaki
ilişkide modelin Batıda kopyanın Türkiye’de olduğunun varsayılması doğaldır.
Örneğin bu mantık doğrultusunda Gökalp’e Türk Durkheim’ı denir, Ülgener’e Türk
Weber’i, Sait Faik’e ise Türkiye’nin Çehov’u. Batı karşısındaki bu kompleks
kimi zaman o kadar gülünç boyutlara ulaşır ki, Marx’tan yaklaşık beş yüzyıl
önce yaşamış ibn Haldun’u “Doğunun Marx’ı” olarak adlandırmanın mantıksızlığını
düşünmeyiz bile. Hele ki benzer bir tanımlamayı Batılılar yaptıklarında,
gözümüzdeki değeri daha da büyür. Haşan Ali Toptaş Almanlar tarafından Türk
Kafka’sı olarak değerlendirildiğinde veya Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filmi
Amerikalılar tarafından bir Dostoyevski romanına benzetildiğinde yaşadığımız
sevinç, bu tuhaf kompleksin güncel örnekleridir. Buna karşılık Batı
edebiyatıyla Türk edebiyatı arasındaki bu astüst ilişkisi eşit bir konuma
getirildiğinde, daha önce bu örneklerden coşkuya kapılanlar bu yeni durumu,
üzerinde düşünülmeye değmeyecek bir gariplik olarak görürler. Kemal Tahir’i
Shakespeare’e denk gören Halit Refiğ’in, onu Dostoyevski çapında bir yazar
sayan Baykan Sezer’in veya Balzac ve Dostoyevski ayarında bir romancı olarak
tanımlayan Tahir Alangu’nun, bu değerlendirmeleri her gündeme geldiğinde,
karşılaştıkları alaycı tavır bunun en bariz örneğidir. Burada önemli olan
farklı toplumların dâhi yazarlarını birbiriyle yarıştırmak değil, bir toplumun,
önemi kendisinden kaynaklanan sanatçılar yetiştirme hakkını savunmaktır.
Türk kültürünü Batının basit
bir yansıması olarak görmek, düşünce dünyamızı da kolaycılığa sevk etmektedir.
Türk düşüncesi ve Türk kültür tarihinin kendine özgü dinamiklerini bulmaya
çabalamak yerine, Batılı modellerin Türkiye’deki yansımalarının peşine düşmek
kolaya kaçmaktan başka nedir? Bu yazıda Kemal Tahir’le Dostoyevski arasında bir
bağlantı kurarken aklımızda benzer bir görüş olmadığını peşinen ifade edelim.
Kemal Tahir’i değerli kılan, şüphesiz ki Dostoyevski’yle benzerlikleri
değildir. İki yazar arasındaki benzerlikler saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
Bu benzerlikler sadece iki toplumun içinden geçtiği tarihsel dönemeçlerin ve
yaşadıkları modernleşme deneyimlerinin bir izdüşümü olmakla kalmaz, iki yazarın
bireysel yaşam öykülerindeki çeşitli durakları, benimsedikleri edebiyat
anlayışlarını, uğrunda mücadele ettikleri politik hedefleri, maruz kaldıkları
eleştirileri ve yaşadıkları politik serüvenleri de kapsar. Yine de bu çarpıcı
benzerliklerden çok daha şaşırtıcı olan, birbirine bu kadar benzer iki serüvenin
aynı sonuç ve temaları üretmemiş olmasıdır. İki yazar da benzer yollardan
geçmiş, benzer kaygılar duymuş ve benzer sorular sormuştur. Ama Kemal Tahir’i
Dostoyevski’ye indirgemek mümkün değildir. Hattâ çoğu zaman iki yazarın aynı
soru ve kaygılardan çok farklı sonuçlara vardığı görülmektedir. Örneğin Batı
sorunu üzerine düşünmek Kemal Tahir’i Osmanlılık siyasetini yüceltmeye
götürürken, aynı kaygı Dostoyevski’nin bütün dünya siyasetini Osmanlı
karşıtlığı üzerine oturtmasına yol açmıştır. Sadece bu bile Rus ve Türk
toplumunun benzerliği üzerinde görüş ifade ederken, bu toplumların tarih içinde
yerine getirdikleri birbirine zıt rolleri yeniden gözden geçirmek için bir
uyarıdır.
Cemil Meriç Dostoyevski’yi
en iyi bizim anlayabileceğimizi, çünkü onun toplum olarak yaşadığımız neredeyse
bütün sorunları düşünmüş olduğunu söyler. Hattâ Doğu ve Batının muhasebesini
yaparken bu büyük romancıdan cesaret aldığını belirtir. Baykan Sezer ise
Dostoyevski’yi, ele aldığı sorunlarla Rusya’nın Yirminci Yüzyılda oynayacağı
rolün habercisi olarak görür ve bu açıdan onu Kemal Tahir’le karşılaştırmanın
ilginç olacağını ifade eder. Dostoyevski’nin sanatıyla felsefi-politik
görüşlerini bütün olarak değerlendirenlerin genellikle bütünsel bir dünya
görüşüne sahip kişiler olması manidardır. Ne var ki bu bakış açısı gerek
Dostoyevski gerekse Kemal Tahir açısından hâkim okuma tarzını temsil etmez.
Örneğin Dostoyevski
Türkiye’de kitapları en çok yayınevi tarafından basılan ve en yaygın okunan
klasik yazarı olmasına karşın, Batı sorunu hakkındaki fikirleriyle bilinmez.
Cemil Meriç de “Kaç kişi Puşkin Üzerine Konuşmalar”dan haberli? Batı Batı
Dedikleri hangi dikkatleri Avrupa’nın hakiki çehresine çevirebildi?” diye
sorarak, bu konudaki ilgisizliğe dikkat çekmiştir. Meselenin daha da ilginç bir
yönü Dostoyevski’nin Türkler hakkında çok sık yazmış olmasıdır. Bir Yazarın
Günlüğü nün önemli bir kısmı Türk karşıtı makalelerle doludur. Karamazov
Kardeşler'in en kritik yerinde İvan kendi kurguladığı “Büyük Engizisyoncu”
hikâyesinin gerekçesini anlatırken evrensel uyumun tek bir çocuğun göz
yaşlarına değip değmeyeceğini tartışır ve burada çocuklara yapılan
işkencelerden bahseder. Takip eden “Büyük Engizisyoncu” hikâyesi bütünüyle
İspanyol engizisyonuna ayrılmış olmasına karşın verilen işkence örneklerinin
hepsi tuhaf bir şekilde Bulgaristan’da “Türkler ve Çerkezler” tarafından
çocuklara yapıldığı iddia edilen akıl almaz işkencelerle ilgilidir. Bu bile
Türk aydınlarının dikkatini Dostoyevski’nin bu yönüne çekmeye yetmemiştir.
Dostoyevski’nin din felsefesinden varoluşçuluğuna kadar pek çok konu gerek tez
gerek makale olarak çokça incelenmesine karşın, Dostoyevski’nin Türk
düşmanlığına ilişkin tespit edebildiğimiz neredeyse tek makalenin 1912 yılında
Genç Kalemler’de yayınlanmış olması ilginçtir. Bu, tıpkı Marx’ın Türkiye
üzerine yazdıklarının Kemal Tahir’e kadar ciddi bir şekilde okunmamış olmasına
benzer. Gerçekten de Marx’ın Türkçeye en geç çevrilen yazıları Türkiye’yle
ilgili olanlarıdır.
Benzer bir ıskalama Türk
edebiyatında Kemal Tahir etkisinin gözardı edilmesinde de ortaya çıkmaktadır.
Örneğin Oğuz Atay’ın Kemal Tahir’den çok James Joyce’la ilişkilendirilmesi ve
ısrarla apolitikleştirilerek modem Batı edebiyatı bağlamına yerleştirilmesi
muhtemelen bu eğilimle ilgilidir. Sonuçta Kemal Tahir ve Dostoyevski’nin
eserleri çok ilgi görmüş olsalar da, yazarlarının sağlıklarında değilse bile,
özellikle ölümlerinden sonra, ifade ettikleri felsefi-politik görüşlerden
soyutlanarak psikolojik tahlil veya dil ustalığına indirgenmiş, bu eserlerin
arkasındaki bütünsel dünya görüşü ve Doğu-Batı meselesi vurgusu arka plana
itilmiştir. Dostoyevski ve Kemal Tahir’in dehasına herkes şapka çıkartmakta,
ama esas meşgul oldukları meseleler rahatlıkla yok farzedilebilmektedir.
Hem Kemal Tahir hem de
Dostoyevski hayatlarını belli bir davaya adamışlar ve bütün yapıtlarım sanki
tek bir romanmış gibi, felsefi-politik görüşlerini anlattıkları genel bir plan
çerçevesinde kurgulanmışlardır. Dostoyevski’nin Çernişevski’nin savunduğu
rasyonel egoizme ve Batıcı sosyalistlerin katı rasyonalizmine karşı bir
manifesto gibi kaleme aldığı Yeraltından Notlar ile başlayan ve Suç ve Ceza,
Budala, Cinler, Delikanlı ve Karamazov Kardeşler ile devam eden romanları, aynı
büyük temanın farklı yönleriyle genişletildiği tek bir roman gibi okunabilir.
Daha Sibirya sürgünü sırasında, bir Rus aydını olarak kendi halkından ve
köklerinden ayrı düşüşünü sorgulamaya başlayan Dostoyevski, kendisinin ve bütün
Rus entelektüellerinin düşünsel ızdırabını binlerce sayfa boyunca anlattıktan
sonra nihayet Karamazov Kardeşler’in “olumlu tipi” Alyoşa’nın kişiliğinde Rus
aydınını halkla ve kiliseyle buluşturur. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de
adeta insanlığın bütün sorunlarının kataloğunu tutar, ancak romanının doruk
noktası hem Dostoyevski’nin anlatımına hem de eleştirmenlerin ortak görüşüne
göre merkezinde Batı sorununun yer aldığı “Büyük Engizisyoncu” hikâyesidir.
Dostoyevski, sanatının zirvesi olarak değerlendirilen bu bölümde Büyük
Engizisyoncu’yu Batının insanlığa önerdiği çıkmaz yolun temsilcisi olarak
resmeder, onun kişiliğinde Roma imparatorlarından papalara, Napolyonlardan tuzu
kuru sosyalistlere kadar bütün Batı “çözümlerinin” vaizleri birleşmiştir. Buna
karşılık Alyoşa ise öğretmeni Peder Zosima’yla birlikte “Rus sosyalizminin”
sözcüsüdür. Alyoşa’nın manastırdan çıkarak Zosima’nın öğretisini yaymaya
başlaması, adeta Büyük Engizisyoncu’nun karşısında susmayı tercih eden İsa’nın
sessizliğinin bozulmasıdır. Bu, Dostoyevski’ye göre aynı zamanda “Rus ruhunun”
dünyaya söyleyeceği sözdür.
Benzer bir şekilde Kemal
Tahir de sorgulamasına hapishanede başlar ve Batı Marksizminin kalıpları içine
sığmayan Türk toplumunu anlamaya ve kendi toplumunun dünyaya söyleyebileceği
sözün ne olduğunu keşfetmeye çalışır. Dostoyevski Rus halkının gelecekte
oynayacağı rolü arar. Kemal Tahir Türk halkının (Osmanlı’nın) geçmişte
yüklendiği görevin terk edilmesinden doğan dramın peşine düşer ve bütün
romanlarını devlet kadrolarının dramı ile bu dramın köye ve sıradan halka
yansıması şeklinde iki çizgi halinde sıralanan tek bir romanmış gibi tasarlar.
Zosima Dede, manastırda yetiştirdiği Alyoşa’yı romanın sonunda halkın arasına
gönderir ve Rusya’ya kök salmasını ister. Kemal Tahir ise romanları boyunca
bize dram içindeki kahramanlarının bir düzen (devlet) peşindeki çırpınışlarını
her yönüyle anlattıktan sonra, nihayet Devlet Ana’da bu arayışın ütopyasını
kaleme alır, ikisinin de romanları için tuttuğu notlardan ve buna ek olarak
Dostoyevski’nin gazete yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, romanlar için bir
genel plan söz konusudur ve her birindeki sayısız kahramanı ve temayı birbirine
bağlayan ana halka bu genel plana rengini veren dünya görüşüdür.
Sanat eserleriyle yazarın
dünya görüşünü birbirinden kalın bir duvarla ayıran ve sanat eserini
fikirlerden ve toplumsal sorunlardan özerkleşmiş ölçütlerle değerlendiren
edebiyat eleştirisi son yıllarda çok yaygınlaşmıştır. Tezli romanlardan
küçümsemeyle bahsetmek, fikir mücadelesini edebiyatın dışına sürmeye çalışmak
ve özellikle roman türünde teknik meseleleri önplana çıkartmak moda olmuştur.
Oysaki romanı esas olarak bir Ondokuzuncu Yüzyıl ürünü olarak kabul edeceksek,
bu çağda yazılan belli başlı romanların neredeyse hepsinin sadece bir sanat
eseri olarak görülmeyip siyaset, sosyoloji ve felsefe açısından ciddiye
alındığını, hattâ bu dönemde “düşünce”nin birçok alanda “edebiyat”ı takip
ettiğini hatırlamak gerekir. Freud’un kitaplarını edebi kahramanlara
göndermelerle doldurması, hattâ kimi zaman kuramını oluştururken doğrudan
onları model alması ve Marx’ın iktisat görüşünü Kapital’de Shakespeare ve Dante
gibi yazarlardan aldığı pasajlarla geliştirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Yakın
zamana kadar edebiyat hiç de bugün olduğu gibi “sadece edebiyat” olarak
görülmemiştir.
Bu durum, herhalde en çok
Ondokuzuncu Yüzyıl Rusyası için geçerlidir. Bir Rus eleştirmen Rusya’da
edebiyatın entelektüel hayatın neredeyse tamamını oluşturduğunu söyler.
Ondokuzuncu Yüzyıl Rus düşünce tarihinin neredeyse tamamını bu dönemde yazılan
Rus romanlarından takip etmek mümkündür. Örneğin Dostoyevski’nin yazdığı her
roman aynı zamanda politik bir olaydır. Yeraltından Notlar yayınlandığında,
kimse Dostoyevski’nin bu kitapta esas olarak materyalist sosyalistlere
(özellikle Çernişevski’ye) cevap verdiğinden, İngiltere’nin temsil ettiği
kapitalist Batı medeniyetine ve endüstri toplumunun başarılarına meydan
okuduğundan (romandaki Kristal Saray bu medeniyetin temsilcisidir) ve
rasyonalizme karşı Rus Slavcılarının görüşlerini savunduğundan (bugün
liberalizmle ilişkilendirilen romandaki özgürlük vurgusu, aslında kilise
düşüncesine ve Rus köy komününe dayanan Slavcı özgürlük anlayışına işaret
etmektedir) şüphe etmemiştir. Romanın varoluşçu ve bireyci bir metin haline
getirilmesi çok sonradır. Yine Cinler, hiç kuşku yok ki, Babalar ve Oğullar’ın
Dostoyevski versiyonudur ve hem Batıcı Turgenyev’e bir cevap hem de bir Rus
düşünce tarihi ansiklopedisi niteliğindedir.
Batı sorunuyla en ilgisiz
görülen Budala’da bile, başkahraman Prens Mişkin’in romanın en kritik yerinde
araya girerek, kendisinden hiç beklenmeyecek bir sertlikle Batı Kilisesi’ni
eleştirmesi, Katoliklikle Avrupa sosyalizmini birleştiren çizgiyi sayfalarca
anlattıktan sonra coşkulu bir Avrupa eleştirisine girişmesi, Dostoyevski’nin
roman anlayışını örneklemektedir. Dostoyevski Batı sorununa o kadar önem verir
ki, bu konudaki görüşlerini söyleyebilmek için romanının planını tehlikeye
atmaktan bile çekinmez. Yine de bugün Batılı eleştirmenler tarafından “roman
tekniğine aykırı” olmakla suçlanan bu “konudışı” pasajların o zaman hiç de
anormal görünmediğini belirtmek gerekir. Benzer bir şekilde, meşhur Puşkin’i
anma toplantısı, Rusya’nın dünya siyasetinde oynayacağı rolün tartışıldığı bir
platforma, burada konuşan Dostoyevski ise sosyalistleri, Rus Batıcılarını ve
Slavcıları Rus ülküsü doğrultusunda birleştiren bir Rus peygamberine dönüştüğü
zaman, hiçbir Rus’un aklına edebiyatın siyasi ve felsefi görüşlerden özerk
olması gerektiği gelmemiştir.
Bu durum Kemal Tahir için de
geçerlidir ilk öykülerinden itibaren Türkiye’nin en büyük edebiyatçıları
arasına giren Kemal Tahir sadece Türkçeye hakimiyeti, Anadolu insanını gerçekçi
bir şekilde resmetmesi veya tadına doyulmaz diyaloglarıyla değil romanlarının
taşıyıcısı olduğu büyük fikirlerle de önplana çıkmıştır. Kemal Tahir’in yeni
çıkan her romanı düşünce dünyasında yeni bir tartışmayı tetiklemiş, ezberleri
bozmuş, cepheleşmeler yaratmıştır. Örneğin Yorgun Savaşçı’da Osmanlı toplum
yapısıyla ilgili derinlikli tespitler yapar ve devlet kurumunun Batıda ve
Türkiye’de nasıl zıt roller üstlendiğim göstererek devletsiz kalmış Türk
aydınının dramını anlatır. Roman yayınlandıktan sadece birkaç yıl sonra sola
egemen olacak olan “çeteci” eğilimleri ve “gerillacılık” çizgisini bir romancı
sezgisiyle öngörür ve yol gösterici bir tutum alarak o zamana dek ilerici
yazarlar tarafından romantize edilmiş olan Milli Mücadele sırasındaki çeteci
akımların maskesini düşürür. Rahmet Yolları Kesti aynı şekilde yüceltilen
eşkıyalık kurumunun bir eleştirisidir. Bozkırdaki Çekirdek sadece Köy
Enstitüleri’nin değil, Batıcı aydın ve bürokratların toplumsal gerçekliğimizle
uyuşmayan idealizminin zıddına dönüşerek vardığı çıkmaz sokağın eleştirisidir.
Köy romanlarının her biri Türk aydınının köydeki toplumsal yaşamla ilgili
yarattığı şablonları yıkar. Kemal Tahir’in bu romanlarda çizdiği Türk toplumu
tablosu, Türk düşüncesi üzerinde ciltlerce akademik kitabın ve bir dolu siyasi
nutkun yarattığından daha derin bir etki yaratmıştır. Ve romancı sezgisinden
olsa gerek, hiçbiri doğrudan güncel politikayla ilgili olmasa da (Kemal Tahir
hiçbir zaman romanı politikanın emrine vermekten yana değildir) bir şekilde
günün siyasal ve toplumsal meselelerine denk düşmüş ve tartışma süreçlerine
etkin bir şekilde müdahale etmiştir. Kemal Tahir’in görüşlerini benimseyenler
de karşı çıkanlar da o yıllarda bir Kemal Tahir romanının “sadece roman”
olmadığının farkındadırlar.
Kemal Tahir’in Notlar’ı
ölümünden çok sonra yayınlanmıştır. Bu notların ayrı bir yeri ve değeri
olduğunu inkâr etmek mümkün olmasa da, hiç gün ışığına çıkmamış olsalardı bile,
Türk sosyolojisine ve siyaset tartışmalarına damgasını vuran birçok fikrini
romanlarında geliştiren Kemal Tahir’in Türk düşüncesindeki konumunda bir
değişiklik olmayacağım söyleyebiliriz. Edebiyatın bu kadar teknik meselelere
indirgendiği bu günlerde romanın düşünce dünyasının ve siyasetin ayrılmaz bir
parçası olması, toplumların seslerini romanla duyurmaları, en hayati
sorunlarını romanla tartışmaları, günümüz okuyucusuna garip görünebilir. Ne var
ki Kemal Tahir ve Dostoyevski “dünyayı kurtarmanın” edebiyatçıların işlerinden
biri olarak görüldüğü bir çağın yazarlarıdır.
Kaldı ki Kemal Tahir ve
Dostoyevski’nin düşünsel üretimleri sanatlarıyla sınırlı değildir. Sosyalist
faaliyetleri sebebiyle Çarlığın zulmüne uğrayan Dostoyevski’nin Sibirya
sürgününden döndükten sonra yaptığı ilk iş, Rusya’daki Batıcı-Slavcı
tartışmasına müdahale etmek amacıyla Vremya isimli bir dergi çıkartmak
olmuştur. Dostoyevski hayatının her döneminde Rusya’nın geleceğiyle ilgili
fikirlerini açıklamaya devam etmiştir. İlk Avrupa gezisinden edindiği
izlenimleri Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları adıyla yayınlamış ve burada
gerek Batı toplum ve düşüncesini gerekse Rusya’daki Batıcıları kıyasıya
eleştirmiştir. Kitap olarak yayınlandığında bin iki yüz sayfayı bulan Bir
Yazarın Günlüğü’nde bu kez gazeteciliğe soyunmuş, makaleleriyle dünya
politikasından tutun da, Rus tarihine, sosyalizme ve dine ilişkin çarpıcı
görüşler dile getirmiştir. Bu makalelerdeki pek çok tema geliştirilmiş
biçimiyle romanlarında karşımıza çıkacaktır. Ölümüne yakın Puşkin’i anma
toplantısında yaptığı konuşma, Rusya’nın bütün siyasal akımlarını bir araya
getiren coşkulu bir siyasal söylev olarak görülmüş, Dostoyevski’yi adeta
ulusunun peygamberi haline getirmiştir. Kemal Tahir de, tıpkı Dostoyevski gibi
bir siyasi mahkûmdur, on iki yılını hapiste geçirmiştir. Bunun yanı sıra
romanları için aldığı notlarda ve tarih araştırmalarında Türk toplumunun ve
dünyanın temel sorunları hakkında fikirler geliştirmiş, Türkiye’nin önde gelen
yazarlarından üniversite kürsülerine, yönetmenlerden devlet adamlarına kadar
önemli bir kesimi etkilemiştir. Kemal Tahir hayatının hiçbir döneminde günlük
politikanın içinde yer almamıştır. Belli bir parti veya siyasal hareketin
sözcülüğünü yapmamış, önüne gelen bu türden teklifleri de hep ihtiyatla
karşılayarak esas işinin “romancılık” olduğunu defalarca söylemiştir. Buna
karşın sanki tek kişilik bir siyasi hareketmiş gibi, Türkiye’nin önemli siyasal
gelişmeleri hakkında onun ne düşündüğü hep merak edilmiş, Türkiye’deki siyasal
tartışmaların bir kutbu olmayı her zaman sürdürebilmiştir.
Kısacası iki yazarın
sanatlarıyla felsefi-politik görüşleri o kadar iç içe geçmiştir ki,
sağlıklarında kimse bunları birbirinden ayırmayı aklında geçirmemiştir.
Günümüzdeyse durumun pek böyle olduğu söylenemez. Örneğin Dostoyevski’nin insan
psikolojisiyle ve metafizik problemlerle ilgili olduğu söylenen büyük
romanlarıyla edebiyat dışı politik eserleri (Bir Yazarın Günlüğü, Yaz
İzlenimleri Üzerine Kış Notları ve Puşkin Üzerine Konuşma) arasına bir duvar
örmek ve bunları önemsiz görmek adet olmuştur. Dostoyevski’nin Batı
eleştirisini ve Rusya’nın gelecekte oynayacağı rolle ilgili öngörülerini
dışarıda bırakan psikolojik-metafizik temalar onun bütün insanlığa hitap eden,
“evrensel” yanı olarak görülmekte, Batı konusundaki fikirleriyse politik
önyargılarıyla ilişkilendirilerek bir Rus milliyetçisinin gazete sayfalarındaki
hezeyanlarına indirgenmektedir. Hâlbuki Dostoyevski’yi Rusya’da adeta bir
peygamber haline getiren şey, Bir Yazarın Günlüğü ve Puşkin’i anma
toplantısında yaptığı meşhur konuşma olmuştur. Çağdaş eleştirmenler, her ne kadar
bunların gerçekleşmemiş kehanetlerle dolu milliyetçi metinler olduğunu ve
günümüz okuyucusuna bir şey ifade etmediğini ileri sürseler de, Dostoyevski’nin
yaşadığı çağda bunların Dostoyevski’nin en önemli eserleri olduğu konusunda
kimse şüphe duymamıştır. Örneğin Dostoyevski’nin resmi biyografisini yazmış
olan Strakhov, Bir Yazarın Günlüğü’nü, onun değişik sanat dönemlerinin dört
doruğundan biri sayar. Buna karşın Bir Yazarın Günlüğü, Batı dillerine ve
(elbette Türkçeye) en geç tercüme edilen Dostoyevski eseri olmuştur. Kemal
Tahir’in on beş cilt tutan notlarının akıbeti de pek farklı değildir. Kemal
Tahir, sağlığında çok geniş bir kesimi etkisi altında bırakan, Türkiye’deki
fikir tartışmalarına yön veren bir yazar olmasına karşın ölümünden sonra
“tuhaf’ fikirleri olan usta bir yazar konumuna indirgenmiştir. Her biri onlarca
baskı yapan romanlarının aksine sağlığında heyecanla beklenen notlarının son
derece sınırlı bir kesim tarafından okunması Türk fikir hayatındaki dönüşümü
göstermektedir.
Kemal Tahir ile Dostoyevski arasındaki benzerlik
hapishane ve sürgün deneyimlerinden başlar. Her ikisinin de kendi halklarıyla
çok yakından temas ettikleri yer hapishaneler olmuştur. Bazı eleştirmenler
Kemal Tahir’in romanlarında “kötü” karakterlerin çok oluşunu, Dostoyevski’nin
romanlarındaysa “normal” insanların azınlıkta kalmasını buna bağlarlar. Ayrıca
Kemal Tahir bu sebeple insan sevmezlikle de suçlanmıştır. Bu konuda iki
sanatçının yaklaşımlarında şaşırtıcı bir benzerlik vardır. Kemal Tahir bütün
insanları sevmenin namuslu insanlara haksızlık olduğunu söyler ve romanlarında
namussuz insanlara karşı sevgisizliğini eleştirenlerin kendi ahlaklarını
sorgulamaları gerektiklerini belirtir. Yine aynı sebeple eşkıyalığın ve
kıyıcılığın toplumsal sebeplerle meşrulaştırılmasına karşı çıkar (özellikle
Rahmet Yolları Kesti ve Yorgun Savaşçı’da), solda her tür ahlak bozukluğunu ve
sapkınlığı toplumsal koşullarla veya bozuk düzenle açıklayan anlayışı
eleştirir. Dostoyevski aynı meseleyi Suç ve Ceza’da işlemekle kalmaz, Bir
Yazarın Günlüğü’nde Rus hukuk sistemini tartıştığı makalelerde sayfalarca
derinleştirir. İki yazar da halkta bir cevher arasalar da, insanlığı bütünüyle
yücelten sahtekar bir hümanizmle ahlaki sorunu önemsizleştiren kaba
determinizmi eleştirmişlerdir.
Halkla temas her iki yazarın
görüşlerinin şekillenmesinde birinci dereceden etkili olmuştur. Dostoyevski
Sibirya sürgünü sırasında Batıcı bir eğitimden geçmiş bir aydın olarak
kendisiyle Rus halkı arasındaki aşılmaz duvarı keşfeder ve Rusya’nın kendine
özgü ruhunun halk tarafından korunduğu fikrine varır. Kemal Tahir ise
benimsediği Marksist şablonların Türk halkını açıklayamadığını keşfederek yeni
bir arayışa girişir. Daha yazdığı ilk öykülerde Nâzım Hikmet’in onu sınıf
meselesini yeterince önplana çıkartmamakla eleştirmesi, düşünce çizgisinin çok
erken dönemde şekillendiğini göstermektedir. Batılılaşma tecrübesinin aydınla
halk arasındaki bağı kopardığı konusunda iki yazar da aynı fikirdedir. Batılı
modellerin kendi toplumlarım açıklamaya yetmediği konusunda da benzer şüpheler
taşır ve kendi açıklamalarını getirirler. Gerek Kemal Tahir gerek Dostoyevski
kendi toplumlarının kendine has sesini duyurmaya birinci derecede öncelik
vermişlerdir. Onlara göre Rus ve Türk toplumlarının dünyaya söyleyecek sözleri
vardır, ancak Batılılaşma tecrübesi aydınları taklitçi hale getirmiş ve bu
sözün gerçek kaynağı olan halktan koparmıştır. Batılılaşmanın aydınlarla halk
arasında yarattığı kopukluk ve aydının kendi toplumu içindeki yalnızlığı
Dostoyevski ve Kemal Tahir’in yerli sorunlardan yola çıkarak yarattıkları ve
başarıyla işledikleri evrensel bir temadır. İki yazarda da aydının yalnızlığı
ve köksüzlüğü bireysel düzeyde ele alınmamış, daha genel bir düzen sorununa
bağlanmıştır. Dostoyevski Rus köylüsünü Rusya’yla ve Ortodokslukla özdeşleştirir.
Bunun için, halktan ve Rusya’dan kopan Batılılaşmış aydınlar ona göre
hayatlarına yön verecek ahlaki ilkelerden de kopmuş olurlar. Bu yüzden
romanlarındaki aydınlar hep bunalımdadır, boşluktadır. Dostoyevski’nin
romanlarındaki bu bunalım teması Batıda ve Türkiye’de bireyci yaklaşımı
destekleyecek yorumlarla ek alınmış, bu açıdan Dostoyevski Kafka’nın öncüsü
olarak görülmüştür. Hâlbuki Dostoyevski’nin sözünü ettiği bunalım toplumsal bir
sorundur ve Rusya’nın Batıyla kurduğu sorunlu ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Dostoyevski bunu yüceltmek şöyle dursun, kıyasıya eleştirir ve tek tedavisinin
halkla ve onun “kutsal” değerleriyle bütünleşmek olduğunu söyler.
Kemal Tahir ve
Dostoyevski’nin kendi toplumlarının özgün değerlerini bulmak için halka
başvurmaları, Rus ve Türk toplumlarının Batılılaşma deneyimlerindeki benzer bir
özellikten kaynaklanır. Gerek Tanzimat sonrası Osmanlı Batıcılaşmasında gerekse
Petro reformlarında karşımıza çıkan bir olgu, devletin reform sürecine halkı
dahil etmemiş olmasıdır. Reform yoluyla Batıya benzeme öncelikle devleti
kurtarmanın veya Rusya örneğinde görüldüğü gibi güçlendirmenin bir yolu olarak
görüldüğü için, toplumun yapısının değiştirilmesi düşünülmemiştir. Bu durumda
Batılılaşan ve kendi kökünden uzaklaşan devlet ve aydınlardır, halk ise büyük
ölçüde değişmeden kalır. Bu süreçte, modern devlet örgütlenmesinin temelini
oluşturan bürokratik aydınlar kültür olarak halktan farklılaşmakla kalmayıp,
reformların muazzam maliyetlerini de halkın sırtına yükleyerek aradaki uçurumu daha
da açmışlardır. Böylece kendi köklerini halktan öğrenme imkânlarını da
yitirirler. Onun için gerek Kemal Tahir’de gerekse Dostoyevski’de aydınlara
yönelik bir özüne dönme çağrısı vardır. Tek kurtarıcının halk olduğunu
defalarca ifade eden Dostoyevski, yine de son tahlilde aydınlara, hattâ
eleştirdiği Batılılaşmamış aydınlara seslenir.
Bununla birlikte iki
yaklaşım arasında önemli bir fark da söz konusudur. Öncelikle iki toplumun
Batılılaşma deneyimi, birbiriyle ne kadar ortak yönü olsa da, özünde zıt anlamlara
sahiptir. Bir kere Rusya, Türkiye’nin aksine zaten Batılı bir ülkedir. Rus
toplumunun ilk yöneticileri olan Varegler, Kuzey Avrupalı Norman kökenli
halklardır. Rusya, Hıristiyanlığı Bizans aracılığıyla benimsemiş, Rus Kilisesi
Bizans’ın gönderdiği papazlar tarafından kurulmuştur. Rus alfabesi bile
Bizans’ın ürünüdür. İstanbul Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra
Bizans’ın misyonunu Rusya üstlenmiştir. 3. İvan, papa aracılığıyla son Bizans
imparatorunun yeğeni Prenses Sofya’yla evlenir, Rus hükümdarları Sezar anlamına
gelen Çar unvanını kullanmaya başlarlar ve Rusya Üçüncü Roma öğretisini
benimser. İki Roma yıkılmıştır, Üçüncü Roma Rusya’dır ve dördüncüsü
olmayacaktır. Roma, Batı dünya egemenliği demek olduğuna göre, Rusya’nın önüne
hedef olarak Batının liderliğini koyduğu söylenebilir. Yeni Rusya İtalyanlar
başta olmak üzere Avrupa’nın yardımlarıyla inşa edilir. Rusya’da Batılılaşma
denilen şey, Petro döneminde Rus devletinin modernleştirilmesi ve Batının
liderliğine aday bir dünya devleti haline getirilmesi projesinden başka bir şey
değildir. Bunun ilk aşaması Asya’da Batıya yeni saldırı yollarının açılmasıdır.
Nitekim Petro reformlarından sonra Rusya Asya’da hızla yayılmış, Batının tarih
boyunca etkili olamadığı toprakları ele geçirmeyi başarmıştır. Dostoyevski’nin
Bir Yazarın Günlüğü’ndeki son makalesinin Asya’da Türklere karşı kazanılan Rus
zaferini kutlamak için yazılmış olması tesadüf değildir. Rusya’nın Asya’da Batı
hesabına yayılması, Batı tarafından da desteklenmiştir. Batıyla Rusya arasındaki
mücadele daha ziyade Rusya’nın bu yayılmayı kendi hesabına sürdürerek, Batının
liderliğini üstlenmek istemesiyle ilgilidir. Kısacası Dostoyevski Petro
dönemini ne kadar eleştirse de Rusya’nın üstlenmesini istediği evrensel
misyonun bu reformlar sayesinde mümkün hale geldiğinin farkındadır. Rus
Batılılaşması, aslında Dostoyevski’nin kafasındaki “Rusya’nın evrensel misyonu”
nosyonuyla çelişmez. Bu yüzden de Dostoyevski rahatlıkla Slavcılarla Rus
Batıcıları arasında bir köprü kurabilmiştir.
Rusya’nın esas genişlemesi
Petro dönemindeki Batılılaşma girişimlerinin sonrasına rastlar. Slavcılar
tarafından ne kadar eleştirilse de “Batılılaşma” Rusya’yı bir dünya devleti
haline getirmiştir. Zaten bir dünya devleti olan Osmanlı ise Batılılaşma
girişimlerinden sonra hızla toprak kaybetmeye başlamış ve sonunda dünya
siyasetinden vazgeçerek Batı dengeleri içinde kendi varlığını sürdürmeye
çalışan bir devlet haline gelmiştir. Rus Batılılaşması geleceğe dönük umutlar
üzerine kuruludur. Osmanlı Batılılaşması ise çaresizlik anında gösterilen bir
savunma refleksidir ve çöküşü hızlandırmıştır. Rusya Batının nüfuz alanını Asya
topraklarında genişleterek büyüyen bir ülkedir, Osmanlı ise tersine,
başlangıçta topraklarını Batı aleyhine genişletmiş, geri çekildiği dönemde ise
Batı tarafından Doğu sorununun merkezinde yer alan ve çökertilmesi tasarlanan
Asyalı bir güç olarak görülmüştür. Bu bakımdan Dostoyevski Batılı kalarak
Batıyı eleştirme imkânına sahiptir ve Batının geleceğiyle Rusya’nın geleceğini
özdeşleştirebilir. Başka bir deyişle Rusya’nın geleceğini planlarken aynı
zamanda Batıya hitap etmesi mümkündür. Kemal Tahir ise Batıyla hesabını
kesmiştir, bunun için Batı-içi tartışmalarda taraf olmaz, Batının sorunlarını
çözmekle ilgilenmez. Batı, ona göre kurtarılamayacak kadar çürümüştür.
Dostoyevski’nin düşüncesinde evrensellik çökmekte olan Batının kurtarılması ve
Rusya önderliğinde birleştirilmesidir. Kemal Tahir’de ise Türk toplumunun
evrensel misyonu, Batı soygununa karşı Doğu halklarını koruyan Osmanlı
siyasetinin diriltilmesidir.
Dostoyevski düşüncesinin bir
kutbunda evrensellik diğer kutbunda özgünlük-ulusallık vardır. Batıcı
sosyalistlerin arasındayken evrenselci fikirlere sahip olan Dostoyevski,
Sibirya sürgünü sırasında Rus halkının özgünlüğü fikrini benimsemiştir. Ancak
buradan da bir senteze ulaşmış, Rus halkının ayırt edici özelliğinin diğer
uluslarla ve bir bütün olarak Batıyla özdeşleşebilme yeteneği olduğunu, bu
yüzden de insanlığı birleştirecek evrensel misyonu yerine getirmeye uygun tek
merkezin Rusya olduğunu ileri sürmüştür. Ne var ki Rusya’nın bu rolü başarıyla
yerine getirmesi için, önce Batı etkisinden kurtulması, kendi özüne dönmesi ve
halka yönelerek ondaki özgün ve evrenselci doğayı açığa çıkarması
gerekmektedir. Ne var ki, “evrensel birlik” ve “insanlığın kardeşliği” gibi
kavramları sıkça kullanmasına karşın, Dostoyevski’nin dikkati esas olarak
Batının geleceğine odaklanmıştır. Ne zaman evrensel birlik ihtiyacından söz
etse, bunu
Batıdaki milli ve toplumsal
bölünmelerle ilişkilendirmiş ve Rusya’nın, genç bir ülke olarak Batının belli
bir parçasıyla değil bütünüyle özdeşleşme yeteneğine sahip olması sebebiyle,
Batıdaki bu çelişkileri çözebilecek tek ülke olduğunu ileri sürmüştür. Bu
fikrini kanıtlamak için Batıda evrensel ve toplumsal birliği sağlama iddiasındaki
temel düşünceleri tartışmaya açmıştır. Dostoyevski bir yandan Rus Batıcılarını,
peşinden koştukları ideallerin Avrupa öncülüğünde gerçekleşmeyeceğine ikna
etmeye, bir yandan da bu ideallerin gerçek temsilcisinin Rusya olduğunu
kanıtlamaya çalışır. Amacı hem Rus Batıcılarının yeniden Rusya’yla
bütünleşmesini sağlamak, hem de Batıya Rusya’nın liderliğini kabul ettirmektir.
Her iki yazar da kendi
toplumlarına evrensel bir misyon yüklemekte ve bunu kendi toplumlarının
kimlikleri hakkında yürüttükleri bir tartışmayla temellendirmektedir.
Dostoyevski’de bu kimlik tartışması aslında Rusya’nın ne olduğundan çok ne
olacağıyla ilgili bir meseledir. O, Rus halkının gelecekteki rolü üzerinde
durur. Karamazov Kardeşler’de, Büyük Engizisyoncu karşısında susan İsa’nın
sessizliğini bozacağı günleri düşler. Kemal Tahir ise yaşanmış deneyime vurgu
yapar ve sorunu öncelikle tarih çerçevesinde gündeme getirir. Kemal Tahir’e
göre Türkiye’nin evrensel misyonu bir hayal değil, yaşanmış tarihsel bir
gerçektir. Türk toplumu Osmanlı ile Doğu halklarını Batı soygununa karşı
savunmuş, bu dünya siyaseti çerçevesinde, kendi egemenlik alanında Batı tipi
sınıflaşmaya, zenginleşmeye ve sömürüye izin vermemiştir. Halkın refahı
devletin sorumluluğundadır. Halk ise devletin bu dünya siyasetini sürdürmesinde
faydalandığı insan kaynağı vazifesini görür. Ne var ki Batılaşma döneminde
devlet bu görevinden vazgeçerek, yerine getiremediği sorumluluklarından bir
burjuva sınıf yaratarak kurtulmaya çalışmıştır. Buna karşın Batı tipi bir
toplum yapısına sahip olmayan bir toplumda “burjuva yaratmak” mümkün değildir.
Dolayısıyla devlet babanın adeta evlatlarını reddettiği Batılılaşma sonrasında,
gerek Türk aydını gerek Türk halkı, bir baba hasretiyle yaşamaya başlamıştır.
Bu bakımdan Kemal Tahir’de Türk toplumunun evrensel misyonu, aydınların ve
toplumun dramı, insanın bireysel ve toplumsal anlamda düzeni sağlama ihtiyacı
hep iç içedir ve temel mesele toplumun sorunlarına en ileri çözüm biçimini
oluşturan Devlet’te düğümlenmektedir.
Dostoyevski ve Kemal Tahir
romanlarının temel meselelerinden birisi düzeni sağlama ihtiyacıdır. Bruce
Ward, Dostoyevski’nin Batı konusundaki görüşlerini ele aldığı Dostoevsky’s
Critique of the West adlı çalışmasında, haklı olarak Dostoyevski’nin
metafizik-felsefi temalarıyla politik görüşleri arasındaki birliği sağlayan
köprünün bu düzen sorununda düğümlendiğini belirtir. Dostoyevski de notlarının
birçok yerinde esas meselesinin düzenini kaybetmiş ve köklerinden kopmuş Rus
aydınlarının düzen arayışı olduğunu belirtir. Örneğin Rus Batıcılığının
Tanrısız ahlak arayışının üzerinde duran Delikanlı romanı için düşündüğü ilk
isim kargaşa, düzensizlik anlamlarına gelen “Besporyadok”tur. Notlarda Versilov
“dinin insan hayatına sağladığı düzenden yoksun kalmış biri” olarak tarif
edilir. Dostoyevski’de düzenin kaynağı dindir. Dinden yoksun olmak düzenden de
yoksun olmak anlamına gelir. Benzer bir şekilde Rusya’nın evrensel misyonunu da
dinsel açıdan tanımlar. Rus toplumu gökyüzünden yeryüzüne inen İsa’nın
bedenidir. İsa, Rus toplumu aracılığıyla dünyayı (Batıyı) kurtaracaktır. Hattâ
Rus sosyalizmi ona göre kilise düşüncesinden başka bir şey değildir. Dine
yaptığı bütün vurgulara karşın Dostoyevski’nin bireysel inancının şüpheli
olduğunu bilmekteyiz. Örneğin bir mektubunda hayatı boyunca bir inanç susuzluğu
çektiğini söyleyen de aynı Dostoyevski’dir. Dolayısıyla Dostoyevski
romanlarında konu edilen dinin, çoğu zaman sanıldığı gibi, sadece
bireysel-varoluşsal bir meseleden ibaret olmayıp toplumsal bir işleve de sahip
olduğunu özellikle vurgulamalıyız. Cinler'de Dostoyevski’nin kişiliğini ve
görüşlerini en çok temsil eden karakter olarak görülen Şatov’un Rus Tanrısına
ve Rusya’nın kurtarıcı misyonuna inandığını, Tanrıya ise bir gün inanacağını
söylemesi bu açıdan ilginçtir. Kemal Tahir de benzer bir şekilde dinin
toplumsal rolü üzerinde durmuştur. Doğu-Batı ayrımını temellendirirken din
farklılığının öneminin altını çizmiş, bununla birlikte düşünce sisteminde dine
yer vermemiştir. Dostoyevski’den
farklı olarak Kemal Tahir’de toplumsal düzenin kaynağı din değil Devlet’tir.
Din, Devlet karşısında tabi bir pozisyondadır. Kemal Tahir’in aydınları
kargaşaya düştüklerinde Devlet’i ararlar, Dostoyevski’nin kahramanları ise
Kilise’yi.
Bu, iki toplumun tarihsel
koşullarının farklılığıyla açıklanabilir. Rus tarihinin daha ilk dönemlerinde
kuzeyden gelen ve devletin başına geçen Norman kökenli Vareglerle Slav halkı
arasındaki kopukluk Hıristiyanlık kabul edildikten sonra aşılmış ve Rusluk
Hıristiyanlık sayesinde ortaya çıkmıştır. Vladimir’in Ortodoksluğu kabul etmesi
Rus tarihinde o kadar önemli bir dönüm noktasıdır ki, Rusya bu sayede Asya’daki
Hıristiyan olmayan birçok kavimden biri olarak Asya’nın Avrupa’daki basit bir
uzantısı olmaktan kurtulmuş, Avrupa’nın Asya’daki sınır bekçisi haline gelerek
özel bir önem kazanmıştır. Dolayısıyla Ortodoksluğun kabul edilmesi aynı
zamanda Doğu-Batı ayrımında bir cephe tercihidir, bu sayede Rusya’nın kültürel
ve siyasal temelleri atılmış ve Rusya Roma-Hıristiyan mirasına bağlanmıştır.
Ortodoksluğun önemi bununla sınırlı değildir. Moğol boyunduruğu döneminde
Rusya’nın, Osmanlı boyunduruğu döneminde de Slavların kimliklerini koruması
ancak Ortodoks Kilisesi sayesinde mümkün olmuştur. İki yüz elli yıl süren Moğol
boyunduruğu döneminde devletsiz kalan Rusları kilise bir arada tutmuş, Rus
devletinin yemden kurulması da kilise etrafında sağlanmıştır.
Kemal Tahir Türkiye’de dinin
önemini inkâr etmemekle birlikte toplumu bir arada tutan esas gücün Devlet
olduğu inancındadır. Kemal Tahir’in Osmanlı devlet düzeninde önemle üzerinde durduğu
toprakta devlet mülkiyeti ve devşirme kurumu gibi unsurların İslam hukukundan
kaynaklanmaması, hattâ çoğu zaman onunla çelişmesi bu açıdan ilginç bir örnek
oluşturmaktadır. Devlet Ana’da Osmanlı toplumsal düzeninin adil ve eşitlikçi
yanlarının Hıristiyan Mavro’nun gözünden anlatılması ve Balkanlardaki Osmanlı
yayılmasının İslamiyet’i yaymadaki başarıdan ziyade Balkan halklarının
Bizans’ın sömürü düzenine karşı Osmanlı adaletini tercih etmesiyle açıklanması
bu bağlamda sebepsiz değildir. Kemal Tahir’in aydın ve halktan kahramanlarını
yerleştirdiği bağlam adil bir devlet arayışı ve bu devletin yokluğunun yol
açtığı sorunlardır. Bu bakımdan Kemal Tahir’in aydınlarında metafizik bir
gerilime rastlamayız. Kemal Tahir’de toplumun, devletin ve bireyin dramı birleşmiştir.
Devlet kadrolarının dramı halka karşı tarihsel sorumluluklarını yerine
getirememenin suçluluk ve ezikliğidir. Ahlaki mesele de bunun hesabının
verilmesi üzerine kuruludur.
Halkın yüceltilmesi
konusunda da benzer bir yaklaşım farklılığı görülür. Dostoyevski’nin Rus
halkını Rus ruhunun gerçek taşıyıcısı olarak gören ve aydınları Rus köylüsünden
öğrenmeye çağıran fikirleri akla yalnız Rus narodnizmini değil Ziya Gökalp’in
hars-medeniyet ayrımına dayanan köylücülüğünü ve erken Cumhuriyet döneminin
“köylü milletin efendisidir” anlayışını da getirmektedir. Bununla birlikte,
Dostoyevski’deki ve Türkiye’deki “halkçı” söylem arasındaki köklü fark şudur
ki, Dostoyevski köylüyü Çarla birlikte bir dünya siyasetinin temeli olarak
yüceltmektedir. Türkiye’deyse, özellikle Cumhuriyet döneminde köylülük Osmanlı
imparatorluk mirasının inkârı ve ulus-devletin tek mümkün toplum biçimi olduğu
fikri temelinde yüceltilmiş ve dünya siyasetinden vazgeçmenin bir ifadesi
olmuştur. Bu bakımdan Dostoyevski’nin görüşlerini Baykan Sezer’in köy sorunu
hakkındaki yorumlarıyla birlikte okumak faydalı olacaktır. Yine bu açıdan Kemal
Tahir’in Türk köylüsü konusunda o günlerde yaygın olan iki yanlış anlayışa da
kapılmadığı görülmektedir. Birincisi, Çumhuriyet’in Osmanlı şehir kültürünü
“Türklüğe yabancı bir kültür” olarak kötüleyip Türk milletinin kültür temeli
olarak köyü göstermesine şiddetle karşı çıkmış, Osmanlı kültür mirasını
sahiplenmiştir. Dostoyevski’nin romanlarında aydınlara yol gösteren yoksul Rus
köylüleri romantizmine Kemal Tahir’de rastlamayız. Aksine Kemal Tahir
sorgulayıcı bir kafaya sahip, şehir kültürünü ve imparatorluk mirasını
özümsemiş, gelenekten beslenen ama ileri fikirlere açık olan entelektüel bir
yeni insan tipini öne çıkartmaktadır. Birçok romanında karşımıza çıkan Doktor
Münir bu yeni insanın bir ifadesidir.
Bununla birlikte Kemal Tahir
hatanın diğer kutbundan da uzak durmuş, köylüleri küçümseyip bürokrat aydınları
yüceltme hevesine de kapılmamıştır. Dönemin köy romanlarına ve Batıcı aydınlar
tarafından çizilen yaygın resme göre köylüler cahildir, Türkiye’deki
reformlardan habersizdir, cahil oldukları için ağalar tarafından sömürülürler,
köye giden idealist bürokrat ve aydınlar ise köylüyü savunur ve “aydınlatır. ”
Kemal Tahir’de tablo hiç de böyle değildir. Örneğin Yediçınar Yaylası-Köyün
Kamburu-Büyük Mal üçlemesinde başkentteki gelişmeler köylülerin diyaloglarıyla
anlatılır ve bu gelişmeler hakkında köylülerin değerlendirmelerinin aydınlardan
daha isabetli olduğu görülür. Kemal Tahir’e göre bunun sebebi Anadolu halkının
yüzyıllardır, dünyayı yönetmiş bir imparatorluğun insan kaynağını
oluşturmasıdır. Bu tarihsel deneyim Anadolu halkına muazzam bir sezgi
kazandırmış, devlete zararlı olacak adımlara karşı bir refleks geliştirmelerine
sebep olmuştur. Aydınlar ise Batıcı şablonların etkisi altında olduklarından bu
sezgiden genellikle mahrumdurlar. Ama yine de çözüm köylülerden çıkmayacaktır.
Çünkü Türkiye’nin tarihsel geleneğinde köylüler, devletin kulları olan
idarecilerin aksine tam bir özgürlüğe sahiptirler, öyle ki siyasetten ve
dolayısıyla sorumluluktan da özgürdürler. Dolayısıyla Kemal Tahir’in bütün bu
tespitleri Türk aydınlarını ve devlet kadrolarını ikna etmek içindir. Halkla
aydınlar arasındaki ayrılık kurtarıcı olanın halk olduğu anlamına gelmez, sadece
devlet kadrolarını oluşturan aydınların halka karşı sorumluluklarını yerine
getiremediklerini gösterir. Çözümün kaynağı köylüler değil Devlet’tir.
Peki Kemal Tahir ve
Dostoyevski birer devlet yazarı olarak görülebilir mi? Her iki yazarın da
devleti savunduğu doğrudur, buna karşın Kemal Tahir haksız yere on iki yıl
hapis yatmıştır, Dostoyevski’nin ise yaklaşık on yılı kürek ve sürgün cezasıyla
geçer. Hattâ Çar tarafından idam mangasının önüne kadar çıkarılmışken son anda
affedilir. Yine de her iki yazar da durumlarından şikâyetçi olmamıştır.
Dostoyevski sürgünden dönüşte Rus ilericileri tarafından Çarlığın zulmüne maruz
kalmış bir muhalif olarak yüceltilse de, o bu cezayı ruhunu yücelten ve onu
halkla ve halkın babası Çar’la bütünleştiren bir deneyim olarak görerek
ilericileri şaşırtır. Bu tutum, hakikate acı çekmekle ulaşılabileceği yönündeki
Hıristiyan öğretisiyle de uyumludur, ne var ki sürgün sırasında Çar’a cezasının
hafifletilmesini isteyen yalvar yakar mektuplar yazması bu öğretiyi benimseyen
biri için tutarsız bir davranıştır ve Dostoyevski’deki ahlaki bir zaafa işaret
eder. Buna karşılık Kemal
Tahir, Nâzım Hikmet’in bile Atatürk’e mektup yazarak affını istediği
koşullarda, bu türden bir çabaya girişmeyi aklında dahi geçirmediği gibi,
cezaevinden çıktıktan sonra cezaevi günlerinden hiç bahsetmemiş, birçok solcu
aydının aksine bunu bir övünme vesilesi haline getirmemiştir. Yaşamı boyunca
“Devlet Ana”nın anaçlığım arayan Kemal Tahir “Devlet Baba”nın zulmünü de
olgunluk ve sabırla karşılamıştır. Dostoyevski Çar’la ilişki kurmak için
elinden geleni yapar, Çar’ın üç oğlunun öğretmeni, 3. Aleksandr’ın müstakbel
danışmanı ve yakın dostu Po- bedonostsev ile yakınlık kurar. Pobedonostsev
Çar’ın Rus aydınları arasındaki nüfuzunu artırmak için, bir yandan ilericiler
üzerinde etkisini sürdürürken bir yandan da iktidara en yakın Rus yazarı olan
Dostoyevski’den faydalanır. Kemal Tahir ise kendine zulmedenleri bile
affetmesine ve devleti yüceltmekten hiç vazgeçmemesine karşın devlet
kurumlarıyla hiçbir zaman bu türden bir ilişki kurmamış, devletin mevcut
durumuna karşı eleştirilerini sürdürmüştür.
Daha da önemlisi Kemal Tahir
son nefesine kadar sosyalist inançlarını korur. Devlet hakkında vardığı
görüşlerin de hep bu sosyalist dünya görüşünün bir sonucu olduğunu ısrarla
vurgular. Dostoyevski’de Rus Tanrısı neyse, Kemal Tahir’de de Türk Devleti
odur. Ama bu konumuna layık olmak için Devlet, halkına karşı şefkatli ve kerim
olmalı, açları doyurmalı, yoksulu giydirmek, soyguna ve sömürüye engel
olmalıdır. Bu sorumluluklarını yerine getirmezse devletle halkın arası açılır.
Bu bakımdan Kemal Tahir’in devlet düşüncesiyle sosyalizm ideali birbirinden
ayrılamaz. Ona göre sosyalizm, Türk devletinin tarihsel geleneğine en uygun
idare tarzıdır. Soğuk savaş koşullarında sosyalizmi savunmak elbette ki
Ondokuzuncu Yüzyılda kilise düşüncesine dayanan bir sosyalizmi savunmakla aynı
şey değildir. Yine de sosyalizmi benimseme noktasında Dostoyevski ve Kemal
Tahir benzer bir yaklaşım sergilerler. Dostoyevski Fransız sosyalizminden,
Kemal Tahir ise Marksizmden yola çıkar ve ikisi de yerli bir sosyalizm
anlayışına varır. Batıdaki bireyci toplum yapısının sosyalizmin ihtiyaç duyduğu
fedakâr insanı yaratamayacağı, dolayısıyla sosyalizmin bu temellerde
kurulmasının mümkün olmadığı fikri her iki yazarın da ortak görüşüdür.
Dostoyevski’ye göre, toplumsal birliği ve adaleti sağlamakta başarısız olan,
toplumu birbirine kardeşlik bağıyla bağlı olmayan rekabet halindeki bireylere
bölen ve işçi sınıfını sistemle bütünleştirmeyi başaramayan burjuva toplum yapısı
sosyalizmin doğuşuna zemin hazırlamış olsa da, tam da aynı özellikler sebebiyle
bir ideal düzen olarak sosyalizmin Avrupa’da kurulmasını da imkânsız kılmıştır.
Çünkü sosyalizmin kardeşlik vaadiyle Avrupa toplumlarının maddi çıkara dayanan
bireyci toplum yapısı arasında çözülmesi imkânsız bir çelişki vardır. Bu açıdan
Rus toplum yapısı ile Avrupa toplum yapısı da birbirine taban tabana zıttır. Bu
gözlemden Dostoyevski’nin çıkardığı ilk sonuç, Avrupa sosyalizminin hazır
kalıplarının Rus toplumu için geçerli olduğundan şüphe etmek gerektiğidir.
Dostoyevski’ye göre Rus sosyalizminin temeli Rus köy komünü ve kilise
düşüncesidir. Kemal Tahir’e göreyse Türk sosyalizminin tarihsel kökeni toprakta
devlet mülkiyetine dayanan Osmanlı düzenidir. Osmanlı’da toprakta özel mülkiyet
olmadığı için Türk toplumunda Batı tipi sınıflaşma yaşanmamış, bir mülkiyet
bilinci gelişmemiştir. Devlet mücadele halindeki sınıflardan birinin aleti
olmaktan ziyade, kendisini adaleti sağlamakla yükümlü kılmış, hem kendisine
rakip bir güç odağı oluşmasına hem de halkın sömürülmesine izin vermemek için
aşırı zenginleşmeye engel olmuştur. Tüm bu sebeplerden dolayı Türkler kolektif
mülkiyete dayanan sosyalizm fikrine yatkındır. Kemal Tahir’e göre Batı
toplumsal düzeninin temelinde sadece bireycilik değil aynı zamanda Doğu soygunu
sayesinde erişilen haksız refah vardır. Batı sosyalizmi bir yandan bu
haydutluğun yarattığı suçluluk duygusuyla, bir yandan da bu soygundan elde
edilen zenginliğin paylaştırılmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla sömürüye dayanan
bir sosyalizmin sömürüşüz bir dünya kurması mümkün değildir. Bu anlamda Kemal
Tahir’in sosyalizmi, aynı zamanda bir dünya siyaseti içerir ve Devlet’e Batının
Doğu soygununa engel olma sorumluluğunu da yükler. Kemal Tahir’in evrensel
çözümü de bu bakış açısında gizlidir. Kemal Tahir’e göre Batının insanlığı
kurtarması mümkün olmasa da, Batı sömürüsüne son verilmesi Batı insanını da
kurtaracaktır.
Dostoyevski’nin Batıya karşı
son derece eleştirel görüşler ileri sürmesine karşın, dünya siyasetinde Osmanlı
karşıtlığını benimsemesi ve iflah olmaz bir Türk düşmanı olmasının bir sebebini
de burada aramak gerekir. Dostoyevski Rusya’ya “insanlığı kurtarma” misyonunu
yüklemektedir. Ancak bir bütün olarak incelendiğinde görülmektedir ki,
“insanlık” ona göre Batıdan ibarettir. Dostoyevski’nin Batıyı sürekli olarak
eleştirmesi yanıltıcı olmamalıdır. Dostoyevski Batıyı düzeltmek, değiştirmek ve
içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmak amacındadır, Doğuya ise boyun eğdirmek
ister. Dostoyevski’nin sömürgecilikten ve Doğu soygunundan yana bir şikâyeti
yoktur. Aksine Dostoyevski’nin gelecekteki evrensel birlik hayalinde Doğu
halklarına düşen, boyun eğmek ve sömürge olarak Ruslara hizmet etmektir.
Nitekim Dostoyevski Asya ve Osmanlı hakkında konuşurken bütün sömürgeci klişeleri
tekrarlar. Hattâ Rusya içinde imparatorluk mantığının gerektirdiği esnekliği
göstermekten bile uzaktır. Kırım Tatarlarının topraklarından sürülmesini
önerir, Tatarların Rus toprağında hiçbir hakları olmadığını söyler, Rusya’nın
sadece Ruslara ait olduğunu ileri sürer. Avrupa’ya Osmanlı’nın “yönetme
kabiliyeti olmayan Asyalı bir sürü” olduğunu kanıtlamaya çalışır ve göz diktiği
Osmanlı topraklarının yönetimini Batı Slavlarıyla bile paylaşmaya yanaşmaz.
Dolayısıyla Dostoyevski’nin evrensel birlikten anladığı şey, Batıyı Rusya
öncülüğünde birleştirmek ve' Doğuyu sömürgeleştirmektir ve bu açıdan Rusların
evrensel misyonu aynı zamanda Batıya sunulmuş bir Doğu siyaseti önerisidir. Bu
yüzden de Dostoyevski Batıda bir Batı düşmanı olarak değil Batı kültürünün muhalif
bir parçası olarak görülmüştür. Batı içinde Dostoyevski’ye en çok sahip
çıkanların İngiltere ve Fransa’nın liderliğini sorgulayan Almanlar olması
tesadüf değildir. Batının geleneksel liderliğini, aydınlanmanın ve modenitenin
zaaflarını, Avrupa medeniyetinin dinamizmini yitirmesini kendine mesele eden
Alman düşünürleri için Dostoyevski’nin görüşleri, Batıyı derinlemesine
eleştirirken Batılı kalmayı sürdürme imkânı sağlamaktadır. Türkiye’nin Batıcı
aydınlarını Kemal Tahir’e karşı Dostoyevski’yi tercih etmeye yönelten
sebeplerden biri de pekâlâ bu olabilir. Ne olursa olsun bu tespitler, iki
yazarın dünya görüşleri temelinde, büyük ölçüde politik nitelikteki gözlemlere
dayanmaktadır. Kemal Tahir ve Dostoyevski, hiç şüphe yok ki, sosyopolitik
görüşlerine indirgenemez. Buna karşılık, kendi tuttukları notlarda ve
yazdıkları makalelerde, romanlarının yazılma amacının esas olarak bu tür
sosyopolitik görüşlere dayandığını açıkça ilan eden bu iki yazan, bu
görüşlerden bağımsız olarak değerlendirmek de pek insaflı bir tutum olmaz. Yine
de bu makaledeki gözlemlerimizin, Dostoyevski ve Kemal Tahir’in ihmal
edildiğini düşündüğümüz yönleriyle ilgili bir yeniden düşünme önerisi olarak
değerlendirilmesini isteriz.
Sonuç Yerine: Türk Romanı Yazma İddiası Gösteren Kemal Tahir’in Ne
Öncülü Vardır Ne de Ardılı
1. Son metinlerinden otuz
dokuz yıl sonra Kemal Tahir’in Türk düşüncesi ve/veya Türk romanındaki yerini
nasıl değerlendirirsiniz?
Kemal Tahir, Türk
düşüncesinde paradigma oluşturma çabasıyla yazmış bir düşün adamıdır. O’nun
ikibinli yılları on geçe fotoğrafını belirginleştirebilmenin yolu, ülkemizin
bugün içinde bulunduğu siyasi, entelektüel, edebi ve kültürel atmosferin
anlaşılabilmesiyle mümkündür. Kemal Tahir’i bugüne kadar merkeze alarak
tezlerini ve romanlarını konuştuk mu? Bu soruya olumlu cevap veremiyoruz. Kemal
Tahir’in fikirleri hep başka vesilelerle gündeme getirildi. Bir sistem
etrafında ya da bütünlüklü olarak Kemal Tahir hakkında yazılan pek az şey var
elimizde. Yani Kemal Tahir’in iddialarını konuşabilmemizin ilk yeter şartı,
ülkemizin istikametini belirleme iddiası taşıyan bir merkez fikrin
gerekliliğine inanmamızdan geçiyor. Bugün için artık böyle iddialar ileri
sürmek ve bunlar üzerine -düşünmek söz konusu olamaz. Çünkü ülkemizde artık
yerlilik hissine sahip insanlara ait bir siyasi atmosfer bile yok. Dahası,
“Türk düşüncesinde bir paradigma yoktur” kabilinden bir yargı bile düşünce
dünyamız açısından konu dışı.
Kemal Tahir daha önce
kimsenin yapmadığı bir şey yapmış, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte
kaybolan ‘merkez fikr’i, yeniden inşa etmeye çabalamıştır. Bir teori
oluşturmuş, ve bu teoriden “acaba bundan bir istifademiz olur mu?” diye ümit
beslemiştir. Yani ülkesi adına istifade edilebilecek düşüncenin peşinden
koşarak bir yerden, bir tarafın aydını olarak konuşuyor olması, bizim “Türk
düşüncesi” diye bir şeyden bahsedebilmemizi mümkün kılmıştır.
Kemal Tahir’in Türk
romanındaki yeri konusunda zihnimi yoran bir karmaşa yok. Türkiye’de taklide
başlayan roman Halit Ziya’yla bir şekilde roman tarzının kaidelerine sadakat
sebebiyle bir form edinebilmiş ama hâlâ Türk romanı diyebileceğimiz bir şey
doğmamıştır. Dolayısıyla bu Türkiye’de roman yazmaya gayret eden insanların
kafa yormaları gereken bir şeydir. Kemal Tahir bu mânâda, sadece Türk’ün
yazabileceği, sadece Türk için yazılmış bir metin olarak Devlet Ana’yı
yazmıştır. Çok iyi bir şey mi, ayrı bir şey. Ama tutumu olağanüstü önemlidir,
işte bu tutumu sebebiyle Türk romanı demek bir yerde Kemal Tahir demektir.
Kemal Tahir’i takip eden
birinin çıkması lazımdı. Çıkmadı. Yani roman dili ve roman teması konusunda
takipçileri olarak belki Alev Alatlı ve Reha Çamuroğlu zikredilebilir. Ama Türk
romanı yazma iddiası ve tutumu (dahası istidatı) gösteren Kemal Tahir’in ne
öncülü ne de ardılı vardır. Yani Türkiye’de Türk romanı olmalıdır diyen bir
romancı çıkmadı, olmamalıdır diyenler ödüllendirildi.
2. Kemal Tahir’in
metinlerine yönelik olarak yapılan tahlillerin zaman içinde farklılaşması
konusunda nasıl bir yorum yapılabilir?
Türkiye’de okumuşların etkisiz,
yetkisiz, tepkisiz duruma gelişleriyle bu durumu açıklamak pek naif kalır.
İnsanlar arasındaki bilgi, edep, zekâ farkları sosyal ilişkileri düzene
sokmada, belirleyici bir etken olmaktan gitgide uzaklaşıyorken Kemal Tahir
hakkında yazılıp çizilenlere bakarak meseleyi anlamak zor. Kemal Tahir, Batıda
Hemingway’in yaşadığı kadere benzer bir durumun daha afilisini bu ülkede
yaşamış nadir isimdir. Her düşünce ve ideoloji kliğinin etinden bir parça
dişlediği adamdır Kemal Tahir. Hakkındaki değer yargılarının sıralanması bile
meselenin hezeyan boyutunu gözler önüne serer. Kimi feministlerin gözünde
ataerkil, sol liberallerin gözünde milliyetçi-devletçi-faşist, pür Marksistler
için (teoride) sapkın, İslamcılar için dinsiz, romancılar için ‘sanatını, fikrinin
altında ezdirmiş bir ideolog’, tarihçiler için ‘sadece bir romancı’, kimi
sosyologlar için ‘zikrinin sonu ancak Doğu-Batı meselesine kadar gidebilecek
çaresiz bir Doğulu’, kimisine göre Ebu Cehil, kimisine göre antipatik.
Kısmetsizliği de bu ülkenin aydını olmasından geliyor. Kemal Tahir bu ülke
halkının hesabına çalışmış bir aydındır. Hisleri çoğu zaman dilini gereğinden
fazla işlekleştirmiştir. Ahlakçıdır, değer yargıları konusunda sözünü
esirgemez. Anlamayanlar ya ahmaktır ya da ihanet içindedir.
Benim aklıma ilk gelen hep
şu olmuştur. Mesela son dönemde bazı eleştirmenler Cemil Meriç’i kadavra
masasına yatırmakla meşguller. Yani ne oldu da Cemil Meriç hakkında yazılmaya
başlandı? Kemal Tahir söz konusu olduğunda ise bu tür sorular daha da
çatallaşmaktadır. Mesela bu iki düşünce adamı yaşıyor olsalardı bugün onlar
hakkında yazanlar cümlelerini gözden geçirme ihtiyacı duymazlar mıydı? Benim
görebildiğim birinci problem pervasızlık durumudur.
İkinci mesele Kemal Tahir
eleştiricilerinin konumları. Elitizmle kol kola girmiş bir kozmopolitizm ve
içine ilave edilmiş enternasyonalizm. Konumlarının en belirgin karşıtını Kemal
Tahir’in tezlerinde görmeleri, aslında dolaylı olarak Kemal Tahir’in konumunun
sahiciliğinin bir tescilidir. Buraya kadar bir sorun görülmeyebilir. Ama
karşılarında sistemli, olan biteni toplumsal-tarihsel bir perspektifle
sorunsallaştıran bir Kemal Tahir’e karşı beynelmilel -daha açıkçası, aktarmacı
ve kolaycı-düşünce yapılarıyla bir sistem dahilinde sürekli ve belli bir
sabiteden itiraz getirebilme şansları yoktur. Dolayısıyla problemin ikinci
ayağı aktüelciliktir.
Üçüncü mesele ise
aktüelcilikle bağlantılı olarak Türk düşünce yaşamının dışa bağımlılığıdır.
Türkiye’nin cari entelektüel ortamı, Batılı teorileri toplumsal yapımızdaki
izdüşümleriyle sınama zahmetine girmeyi düşünmez. Kemal Tahir ise bütün
enerjisini, teori ile pratik/gerçeklik arasındaki mesafenin ortadan
kaldırılmasına yönelik metodik zorunluluklara hasretmiştir. Kemal Tahir
karşıtlarında var olan problemin bu ayağı da entelektüel zaafiyet olarak
kavranılabilir.
Kemal Tahir, içinde
bulunduğumuz toplumun kendi asli dinamikleri üstünde durarak bir mücadelenin
tarafı olmuştur. “Dünya vatandaşlığı” gemisinin mürettebatı mı olacağız yoksa
ülke olarak kendi gemimizin kaptanı mı? Pekala bu tercihin her biri diğerinin
aleyhine faaliyet gösterecektir. Son metinlerinden otuz dokuz yıl sonra değil
de 390 yıl sonra Kemal Tahir’in Türk düşüncesi ve/veya Türk romanındaki yerini
konuşup konuşamamamız bu tercihlerden birine bağlı olacaktır.
Sonuç Niyetine: Kemal Tahir; Tarihçi, Sosyolog, Romancı
Tarihçilik çok da ciddiye
alınacak bir durum mudur? Bu hususun sorgulanması gerekir. Roman büyük ölçüde
kurguya dayanır. Hakeza tarih de. Kurgu bütüne hakim olmayı gerektirir. Bütüne
bütünüyle hâkim olmak mümkün değildir. Her tür belgeye ulaşmak mümkün olmadığı
için de tarih bariz olarak boşlukları doldurmayı gerektirir. Bu da ağırlıklı
olarak bir ufuk sahibi olmayı gerektirir. Belge kendi kendine konuşmaz. O
belgeyi konuşturacak bir tarihçiye gereksinim vardır. Demek ki aslolan, tarihin
yorum, tarihçinin yorumcu olduğu gerçeğidir. Tarihçi demek ki atar. Tabii
desteksiz atmaz. Atmasının da bir sınırlılığı vardır yani. Bu nedenle
tarihçinin muhayyilesinin geniş olması lazımdır. Yorumun, muhayyilenin önemi
kullanılacak malzemenin fazlalığı halinde namütenahidir. Demek ki aynı malzeme
yüz değişik tarihçinin eline verilse yüz çeşit tarih çıkar. Demek ki yorum ve
muhayyile malzemeden çok daha önceliklidir. Tarihçinin yorumcu özelliği
malzemenin kat be kat önüne geçer.
Romancı zaman zaman
tanrı-yazardır. Belgeyi ve olguyu fetişleştirmek, ben konuşamıyorum belgeler
konuşsun tarzında bir düşünce telaffuz etmek anlamına gelir. Bunları, sadece
bunları ciddiye almak tarihçiyi aciz bir kul durumuna düşürür. Çoğu tarihçi
aciz bir kulluğa yatkındır. Yatkınlıktan öte çoğu zaman layıktır. Tarihçiliği
de bir tür sanat ve de sanatçılık olarak değil zanaatçılık olarak görür. Bu
nedenle de teknik bir iş yaptığını düşünür. Mesela bu anlamda en gelişkin
teknik tarihçilikten biri Ta-rihlenk kitabıdır. Tarihlenk kitabının temel
özelliği de yaygın metinlerdeki fahiş hataları tespit edip sergilemektir. Bu
anlamda olağanüstü başarılı bir çalışma mahiyetindedir. Bu vatandaş tarihsel
roman da yazar. Bu roman da kul zihniyetiyle, kulluğu kabul ederek kaleme
alınmış iki-üç romandır. Ve son dönemin roman anlayışından hiç de farklı
değildir. Toplum hakkında genel kanaatler ifade etmez. Böyle kesinci olduğu
için de yazdığı metni eleştiri olarak görmez. Dar kafalı bir romancının metninden
fırlayan bir savaşçı gibi, bunlar eleştiri değil kanıt der, gerçek der. Kendi
yazdığının, yanlış olamayacağı gibi bir kanaati vardır. Buna eleştiri dersen,
deme gafletinde bulunursan, ona ukalaca laf eden tarih otoritesinden,
eleştirdiği tarih “otoritesinden” daha fazla zıplar. Aklı durur, mabadı tavana
vurur. Aslında haklı olarak eleştirdiği kişilere benzer bir tepki verir. Demek
ki ufku dar tarihçi kul yazar, ufku geniş tarihçi tanrı-yazar olmaya soyunur.
Tanrı-yazar olmaya soyunmayınca da tarihin büyük meseleleri tartışılmaz,
tartışılamaz.
Bir somut örnek meseleyi
daha anlaşılır kılar. İnsanın dikkat edeceği husus, eleştirdiği tarihçilerden
birinin eleştiri kaldırmaz tutumu karşısında başka türlü söylemeyeceği
eleştirileri dillendirmesidir. Yanlış bir tepkiye maruz kaldığı zaman eleştiri
kapsamını genişletmiş; söz konusu tarihçinin önemli olarak telakki edilen
kitaplarının da eleştiriden âri olmadığını ifade etmiştir. Tabii bu çerçevede
kendi doktora tezini, İngilizce olarak yayınlanmış Kölelik üzerine kitabını
görmeden atıf yaptığını, ona izafe edilen yaklaşımın yanlış olduğunu
belirtmiştir. Yani o eleştirisi de teknik bir eleştiri olarak tezahür etmiştir.
Birisi teknik eleştiride ısrar ediyorsa onun yaptığı şey zanaatkarlıktır. Zaten
onlara göre tarihçilik yalnız ve sadece zanaatkarlıktır.
Tarihçilik bir tür
mikrotarihçilik, yani teknik bir problem olarak anlaşılmıştır. Meselenin
mikrotarihçilik olarak algılanması konusunda, ilginçtir Mete Tunçay, Y. Hakan
Erdem ve Halil İnalcık ortak düşünmektedirler. Son dönemin tarihçiliğinin bu
mecrada seyretmesi de açıklayıcı görünmektedir. İlber Ortaylı’nın bu konudaki
anlayışı hiç de farklı değildir. Bunlar tarihçinin makro meselelerle
uğraşmasını gerekli görmemektedirler. Aslında yatkın olunan durum bir tarz
teknisyenliktir. Hattâ, hayatının her döneminde Halil İnalcık, bir zamanlar
sola yönelmiş akademisyenlerden daha fazla tarihin makro sorunlarıyla
uğraşmıştır. Bu anlamda, ATÜT/feodalite meselesinin tartışıldığı zaman
aralığında özellikle iktisatçıların bizim tarihçilerimize, klasik Osmanlı
tarihçilerine, onların metinlerine ham malzeme olarak bakmaları, yeni dönemin
tarihçilerinin bakış mantaliteleriyle kendi yazdıklarını değerlendiriş şekliyle
uyumlu görünmektedir. Dolayısıyla, bu nedenle Ömer Lütfi Barkan’dan Fuad
Köprülü’ye kadar Kemal Tahir Türk tarihçilerini gerektiğinden daha fazla
ciddiye almıştır. Bu anlamda Kemal Tahir’in çalışmaları, bu noktadaki
düşünceleri örneğin 1983 yılında gerçekleşen Halil Berktay’ın Fuad Köprülü
çalışmasına takaddüm etmektedir. Nitekim Halil Berktay’ın çalışmaları da çok
çabuk biçim değiştirmektedir. Köprülü’nün çalışmasının karşılaştırmalı,
dolayısıyla evrensel özelliğinden söz ettiği gibi, Türk tarih tezinin ana
karakteristiğinin de karşılaştırmalı tarih olduğunu ifadelendirmiştir. Bu
ifadelendirme sırasında ve hattâ hemen sonrasında Halil İnalcık’la baş tarihçi
diye matrak geçerken (1986), on sene geçmeden İnalcık! Türkiye’nin dünyaya
açılan tarihçisi olarak nitelemiştir. Makro tarihsel açılımlar konusunda
özellikle Kemal Tahir neredeyse, neredeyse ne kelime tümüyle benzersiz bir
tarihçi olarak tezahür etmiştir. Tarihi de hiçbir zaman zanaatçılık olarak
algılamamıştır. Tarihçilerin çoğuna olsa olsa titiz bir zanaatkar ya da savruk
bir zanaatkar demek mümkündür.
Çoğu tarihçi için, daha
doğrusu çoğu sosyal bilimci için “Biz Tarık Zaferin paltosundan çıktık” deyişi
tam da onların tarihçiliği seçmeye yöneldiği döneme tekabül etmektedir. Sina
Akşin zaten evvel eski böyledir ve fakat Mete Tunçay tam da o dönemde böylesi
bir süreç içine girmiştir. Ve genelde Türk sosyal bilimcilerinin böylesi bir
süreç içine girmeleri 1980’li yıllar dolayındadır. Hattâ İttihat ve Terakki
üzerine yazarken de Şükrü Hanioğlu diğer örneklerden de rahatlıkla fark
edilebileceği gibi, onlar üzerinde de somutlanacağı, somutlanabileceği gibi
Tarık Zafer Tunaya ölçüsünde makro düzeyde meselelere bakmamaktadırlar.
Dolayısıyla Tarık Zafer Tunaya ile tartışacak olan kişi Kemal Tahir’dir, bunlar
değil. Çünkü aykırı noktalarda, siyasal anlamda aykırı noktalarda bulunan Sina
Akşin ve Mete Tunçay’ın Tarık Zafer’e sadece güzelleme yazmaları meselenin
aşikar biçimde anlaşılmasını sağlar.
Kemal Tahir’e yöneltilen
tarihsel eleştiriler basit, daha doğrusu teknik eleştirilerdir. Mesela
pusulanın icat edildiği tarih gibi. Mete Tunçay da, diline doladığı yok
Galiyev, yok Kara Kemal, yok Osmanlı borçlarının ödenmesi konusundaki somut
yanlışlar üzerinde duruyor. İlaç niyetine örneğin Sultan Galiyev’e değinen bir
tartışması yok. Osmanlı toplumsal yapısı konusunda ne 19601ar ne 1970lerde tek
laf etmemiş. Bunu bugünlerde kendi de söylüyor. Bugünlerde de bu konuda bir şey
söylediği yok. Ama bu memleket ne âlâ memleket. Hiç kimse de ona Osmanlı
toplumsal yapısı üzerine düşüncesi olmayan kişinin nasıl Türkiye’de sol akımlar
üzerine yazabileceğini sormuyor. Aynı kişi Kemal Tahir’den kırk yıl sonra
halifeliğin kalkmasının yanlış olduğunu “kaldrılmayabileceğini” ifade ediyor.102
Aradaki farkı, farklılığı çok açık olarak görmek gerekmektedir. Kemal Tahir
Türkiye konusundaki genellemelerin hemen hepsine dönük olarak düşünce
belirtmiştir. Kemal Tahir’in tarihçiliğinin boyutlarını buralarda aramak
gerekmektedir. Celal Bayar’ın anıları konusunda da köşeli sayılabilecek
değerlendirmeler yapmıştır. Burada üzerinde durulacak olan nokta Kemal Tahir
tarafından tarihçiliğin hiçbir zaman bir teknisyen işi olarak algılanmadığıdır.
Zaman içinde tarihi seçenler böylesi bir eğilim içine girmişlerdir. Hem Kemal
Tahir bu seçiminde öncü olmuş hem de makro tarih anlayışından sapmamıştır.
Zaten bu toplumun doğru düzgün tarihinin yazılmadığından dem vurmuş, hem de bu
toplumda sosyoloji yapılamadığından şikayetçi olmuştur. Bu tarz bir düşünsel
yönelim içine 1940’lı yılların sonlarından itibaren girmiştir. Bu kesinlikle
önemsenmesi gereken bir husustur. Hem içerik açısından hem de erken tarihte
yönelmesi açısından.
1970’li yılların başlarında
sosyologların, özellikle Doğan Ergun ve Baykan Sezer’in Kemal Tahir’i
fazlasıyla önemsemeleri boşuna değildir. Sosyologlar, belki de Behice Boran
dışında toplumda pek bilinen kimseler değildir. Behice Boran da sosyolog
kimliğiyle değil siyasetçi kimliğiyle bilinmektedir. Örneğin Mübeccel Kıray’ı
da sosyolog olarak 1960’lı yıllarda, en fazla Doğan Avcıoğlu önemsemiştir.
Tabii bir de Kemal Tahir. Kemal Tahir eleştirel bir konumdadır, diğeri ise
Behice Boran’ı olumlayan bir pozisyondadır. Ancak bunun farkına bir yirmi sene
sonra varmışlardır. İşin ilginç tarafı da Doğan Avcıoğlu da Kemal Tahir gibi
Türk toplumunun özgünlüğü konusunda vurgu yapmaktadır. İkisi de Niyazi
Berkes’in önemi konusunda da hemfikirdirler. Ve fakat Mübeccel Kıray tabir
yerindeyse Niyazi Berkes’in varlığından bile haberdar değildir ve yazdıklarına
hayatı boyunca hiçbir göndermede bulunmamıştır. Okuduğu da kuşkuludur. Her
şeyden önemlisi Berkes’in yazdıklan 1960’lı yıllarda dönemin ruhunu köklü bir
şekilde etkilemiştir. Kemal Tahir, tarihle sosyoloji ilişkisini esas alarak bir
genel değerlendirme yapmaya çalışmıştır. Nitekim ATÜT tartışması da bir anlamda
tarihle sosyolojinin kesişmesini esas almaktadır. Nitekim adı anılan iki
sosyologun Kemal Tahir’le yollarının buluşması ATÜT tartışmaları
vesilesiyledir, iki sosyologla Kemal Tahir arasındaki temel fark da onların
ATÜT’ten kalkarak Türk, Osmanlı toplumuna gelmeleri Kemal Tahir’in de Osmanlı
toplumundan kalkarak ATÜT’e gelmesidir.
1970’li yıllarda köy ve
köylülük en öne çıkmış sorun olarak tezahür etmiş ve entellektüeller,
sosyologlar da dahil olmak üzere köylülüğü anlamaya çalışmışlardır. 1960’lı
yılların sosyologları köy sorununu o günkü biçimlenişi içinde ve tarihten
soyutlayarak ele almışlardır. Bunun yanında, toprak alanında da belirli bir
kutuplaşmanın olduğunu belirtmişlerdir. Kemal Tahir’de böylesi bir
değerlendirme yoktur. Tabii böylesi bir değerlendirme yokluğu da onu toprak
reformunun sorunların tek çözüm yolu olduğu şeklindeki bir kanaate
götürmemiştir. Hattâ ondan öte onun köy ve şehir meselesini bir mekân meselesi
olarak anlamadığının kanıtıdır bu. 1960’lı yılların en temel doğrultusuyla
yolunun çok net olarak ayrıldığı görülmektedir. Bu durum o dönemdeki en
belirgin ayrışmayı net sayılabilecek bir şekilde göstermektedir.
Bu tarz bir genel
değerlendirmenin Marksizme bakış tarzıyla da bir bağlantısı bulunmaktadır.
Kemal Tahir bir sistem dâhilinde düşünmekten bahsetse de bizim ezberlediğimiz,
bizim bildiğimiz anlamda Marksizmin artık eskidiğini ifade etmiştir. Hele
Türkiye’de anlaşılış biçiminin hepten geçersiz olduğunu ifade etmiştir. Nitekim
ATÜT’ten de ilk o söz etmiş, Mısırlı Enver Abdel Malik’ten de. Şu Mısır: Askeri
Toplum metnini yazan entellektüelden de. Bunlar kesinlikle önemli
yönelimlerdir. Bir de buna çok farklı olan Türk toplumunun özelliklerini anlama
denemesi eklenince sosyolog fotoğrafı çok daha belirgin olarak ortaya
çıkmaktadır. Meselenin sosyolojik tahlili Kemal Tahir’de net olarak vardır.
Marksizm konusunda bu tarz eleştirel yorum son dönemde daha belirgin olarak
fazlalaşmıştır. Yeni yeni Marksizmin bazı konulardaki yaklaşımlarının aşılması
düşünülmüştür. Bir dönem İslamcıların dile getirdiği Kemal Tahir’in Marksizmden
koptuğu şeklindeki yaklaşım, solcuların Kemal Tahir’in Marksizmden uzaklaştığı
tarzındaki tespitiyle örtüşmektedir. Kemal Tahir’in Marksizm yorumu son dönem
bazı Marksizm yorumlarını çağrıştırmaktadır. Hem Batıdaki hem de oradan kopya
çeken Türkiye’deki varyantlarını.
Osmanlı toplumunun
yorumlanması da son dönemlerde fazlalaşmış görünmektedir. Kemal Tahir tarzında
yorumlar olmasa da, Kemal Tahir’in temel ilgi alanları, Türk sosyal
bilimcilerinin de ilgi alanını oluşturmuştur. Ancak son dönemlerde hem tarihi
yorumların, hem de sosyolojik yorumların genel planda olmaması, daha mikro
çalışmalara yönelinmesi söz konusudur. Bu nedenle de son dönemde bu genel
mahiyetteki yorumların gündeme gelmemesi söz konusudur. Son dönemin sosyal
bilimcileri, tarihsel ve sosyolojik yorumlara yönelse de bu tahliller makro
tahliller olmaktan uzaktır. Ve yeni dönemde sadece yeni konular yeni bir
mantıkla tartışılmaktadır. Geçmişten bütünüyle kopuk, ayrışmış bir tartışma
serüveni geçerlidir. Bugün altmış yaş civarındaki entellektüellerin, aydınların
kendilerini ideolojik olarak, düşünsel olarak tanımlamalarında belirgin bir
farklılaşma, hattâ farklılaşmadan öte bir başkalaşma vardır. Kemal Tahir’in
değişik konumu da tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Kemal Tahir’in Türk toplumu
hakkındaki tahlilleri zaman içinde değişmiştir. Ancak Kemal Tahir her zaman bir
sistem dâhilinde düşündüğünü ifade etmiştir. Marx’ın bazı genellemelerini
sorgulasa da Marksist kimliği konusunda hiç de eleştirel bir tutum
takınmamıştır. Diğerlerinde belirgin bir fark vardır. Eski dönemde Marx, Lenin
ve Stalin’in düşüncelerini ne ölçüde katı bir şekilde savunuyorlarsa bugünlerde
de Benedict Anderson, Gellner ve Hobsbawn’ın düşüncelerini aynı katılıkta
benimsemektedirler. Dün temel sorun ne ölçüde sınıf sorunuysa bugün de temel sorun
aynı ölçüde milliyetçilik sorunudur. Tabii milliyetçilik sorunu tabirini
kamufle ederek kültür sorunu olarak nitelemektedirler. Bir başka farklılık da
çoğu entellektüelin siyaset bilim ve iktisat eksenli tahliller yaparken Kemal
Tahir’in istikrarlı bir şekilde tarihsel ve sosyolojik tahlil yapmasıdır.
Tarihçi ve sosyolog kimliği başından beri istikrarlı olmuştur. Hattâ
Türkiye’nin genel anlamda tarih alanındaki ve sosyoloji alanındaki birikimini,
Türkiye’nin entellektüel camiasının aksine ciddi şekilde tartışmıştır. Herkes
örneğin Behice Boran’ın siyasal tezlerini olumlu, olumsuz anlamda tartışırken o
Boran’ın sosyolojik tahlillerini eleştirmiştir.
Tarihçi ve sosyolog
kimliğinin en baştan itibaren önplanda olmasının en belirgin göstergesi,
tarihsel gerçekliklerinin saptırıldığı ve sosyolojik tahlillerin ihmal
edilegeldiği bir toplumda, romancının tarihçi ve sosyolog olma zorunluluğunu
ifade etmesidir. Doğal olarak kendi iddiası olmasa da, ben garip bir yazıcıyım
dese de, bir romancının tarihçi ve sosyolog olduğunu söylemek mümkündür. Kaldı
ki Kemal Tahir’in bizatihi kendisi tarihçilik ve sosyologluk yapmakta olduğunu
ifade etmiştir. Romanlarında, sanat-edebiyat notlarında Balzac ve Dostoyevski
üzerinde durmuş, Marx’ın Balzac’a gönderme yapmasına benzer bir tarzda memleket
gerçeklerini anlatmaya, anlamaya çalışmıştır. Sadece son romanlarında da değil,
daha ilk romanında, Sağırdere’de bile tarihçi ve sosyolog kimliği ortaya
çıkmaktadır. Ve Kemal Tahir sadece sosyolojik ve tarihsel gerçekleri değil,
romanı da olağanüstü önemli görmüştür, ciddiye almıştır. Zaten, gün yirmi dört
saat, roman düşündüğünü ifade etmiştir.
Döneminde tarihçilik nasıl
bir teknisyenlik, sosyologluk da basit bir tasvir olarak anlaşılıyorsa
romancılık da basit bir şekilde insanın başından geçenleri anlatması olarak
düşünülmüştür. Kemal Tahir’in, roman gerçeğinin güncel gerçekten farklı
olduğunu söylemesi, aslında, Beş Romancı Tartışıyor kitabında hayat hikâyesi
anlatımının roman olmadığını ifade etmesiyle de somutlaşmış olmaktadır. Aslında
Yaşar Kemal’in, Fakir Baykurt’un yazdıklarında somut hayattan yansımalar ve
bariz otobiyografik izler vardır. Kemal Tahir’in -bir romancının- beş dakika
köyü görüp roman yazabileceğini söylemesi, gündelik hayatın birebir
aktarılmasıyla roman oluşamayacağını ifade etmesi önemlidir. Bunlara bakıldığı
zaman hayatlarının ya da anlattıkları hayatın “roman” olduğunu düşünmek gibi
bir durum vardır.
Mesele böyle yorumlandığı
zaman, romancının kendi hayatının ya da şahit oldukları hayatların olağanüstü
ilginç olduğu şeklinde bir anlayış kökleşmiştir. Belki de bu nedenle hapishane
hayatının Kemal Tahir açısından çok verimkâr olduğu şeklinde bir düşünce
oluşmuştur. Fakat aynı yorum daha çok Nâzım Hikmet’in hapishane konusundaki,
kendi tecrübesi üzerine düşüncelerinden oluşmuştur. Muhakkak ki halka romantik
bir bakış, bir yüceltme düşüncesi egemendir. Alaaddin Karaca’nın belirttiği
fark önemsenmelidir. Bu fark Kuvayı Milliye Destanı’nda Nâzım Hikmet’in Milli
Mücadele’yi halkın yaptığına dair yorumu ile Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’da
Milli Mücadele’yi askerlerin, ordunun bir kesiminin gerçekleştirdiğine dair
yorumudur.103 Bu tür yaklaşımı Talip Apaydın’ın geç dönemde gerçekleştirdiği romanla
karşılaştırarak derinleştirmek mümkündür. O da en belirgini Köylüler romanında
olmak üzere, Milli Mücadele’yi köylülerin gerçekleştirdiği tarzında bir yoruma
yönelmiştir. Burada da romantik denebilecek bir bakış açısı gündemdedir. Tarık
Buğra da Milli Mücadele’yi esas olarak din adamlarının şekillendirdiği tarzında
bir düşünce içinde olmuştur. Kemal Tahir dışında bunların hemen hepsi görmek
istediklerini görmüşlerdir. Bir de olayın bir başka yönü, meselenin daha fazla
aydınlanmasına yol açar. Milli Mücadele’yi askerlerin gerçekleştirdiğini
belirten Kemal Tahir, Türk toplumu üzerinde ittihatçılığın etkisine bu
romancılar arasında en fazla karşı çıkan entellektüeldir. Diğerlerinin ise
ittihatçı etki ile temelde bir problemleri yoktur. En azından kendi meslek
serüvenlerinin son aşamasına gelmelerine kadar.
Konunun belki de daha önemli
boyutu, yaşantıyı fazlasıyla önemseyenlerin, kendi yaşantılarını da fazlasıyla
önemsemelerinden kaynaklanmaktadır. insanların kendi çektikleri acının
davranışlarını rasyonelleştirmesi, davranışlarını meşrulaştırması gibi bir
durum vardır. On iki yıllık hapislik dönemi hakkında, o dönemdeki Marksizm
anlayışı hakkında eleştirel bir tutum içinde görünmektedir. O dönem Marksizmi
bir tür Nâzım Hikmet Marksizmi demektedir. Belki de daha da önemlisi, on iki
yıllık hapislik ve 6-7 Eylül sırasında çektikleri, genelde devlet hakkında
olumsuz düşünmesine yol açmamış, devlet konusunda olumlu tutum takınmasını
engellememiştir. Herkesin “ceberrut devlet” dediği dönemde “kerim devlet”
kavramını bilinçli olarak kullanmıştır. Bu durum, çoğu kişinin dünya görüşünün
hayat hikâyesi incelenerek görülebileceğini, anlaşılabileceğini ortaya
koymaktadır. Bu durum, onun romancı kimliği kadar, tarihçi ve sosyolog
kimliğini de ortaya koymaktadır. Belki de bu hayat hikâyesini, onun eski roman
müsveddeleri ile çağdaşlarının romanlarını karşılaştırarak önemli paralellikler
yakalayıp anlamak mümkün olacaktır. Kemal Tahir’in roman müsveddeleri ve sahici
romanları dünle bugün arasındaki diyalogunun anlaşılmasının yolunu açacaktır.
Belki de yaşadıklarının
romanına en az yansıdığı romancı Kemal Tahir’dir. Devlet konusundaki tahlilleri
yaşadıklarından kaynaklanan tahliller olarak gündeme gelmemiş, kendisi
tarafından gündeme getirilmemiştir. Ancak diğer romancıların yaşadıklarıyla,
yazdıkları neredeyse gündelik hayatlarıyla birebir örtüşmektedir. Hattâ daha
yüzeysel görünümlü 1950-1960’lı yıllardaki hayat Yaşar Kemal’le Fakir
Baykurt’un metinlerini şekillendirmiştir. Onların yaşadıklarının düzeyi Kemal
Tahir’in 1955 yılındaki durumuna göre çok daha hafiftir. Ancak Kemal Tahir,
onların aksine, o dönemin mücadele eden iki siyasal partisini birbiriyle
paralel bir tarzda değerlendirmiştir, değerlendirebilmiştir. Diğerlerinin ufku
neredeyse 1950’li yıllarla sınırlıdır.
Memleket meselelerini
kendisini soyutlayarak değerlendirme denemesi, sadece roman anlayışının
farklılığından değil aynı zamanda tarihçi ve sosyolog kimliğinden de
kaynaklanmaktadır. Nasıl özgün bir roman üretmek niyetindeyse, nasıl Batı
romanının üzerine Türk dehasını koyarak Türk romanı yazmak niyetindeyse, başka
herhangi bir sosyolog ya da tarihçinin yorumuna mutlak anlamda katılmadan Türk
toplumunun evrimini yorumlamayı denemiştir. Belki de onu sürü adamı kimliğinden
kurtarıp gerçek birey yapan husus budur.
Türk düşün ve roman
dünyasının sınırlı bireylerinden biridir Kemal Tahir. Roman üzerinde de, toplum
üzerinde de derinlemesine düşünmüştür. Eksik olan husus, sonraki kuşağın bu
kimliğinin farkına varmaması, varamamasıdır.
Bir Önnot 5
Önsöz 7
Giriş: Bir Kemal Tahir
Kitabı... | KURTULUŞ KAYALI 13
Bir Hakkı Teslim Etmek |
EZEL ERVERDİ 19
Bilim ve Edebiyat İlişkileri
Bakımından Kemal Tahir Üzerine Bir Sosyoloji Yazısı | DOĞAN ERGUN 31
Bizim Kuşağın Kemal Tahir
Okuma Serüveni... | KURTULUŞ KAYALI 41
Roman, Tarih ve Kemal Tahir
| TEVFİK ÇAVDAR 57
Kemal Tahir Düşüncesinin
Dinamizmi:
Sosyalizm, Batıcılaşma ve
Doğu Sorunu | ERTAN EĞRİBEL 61
Türk Romancısı Kemal Tahir
ve Osmanlılık | RECEP ERTÜRK 85
Kemal Tahir’in Türkçede
Roman Türünün Özgünleştirilmesi Konusundaki Teşhisi Tam İsabetliydi Ama... |
TALÂT HALMAN 93
Kemal Tahir’in Fikirleri
Canlılığını Koruyor | D. MEHMET DOĞAN 99
Kemal Tahir’in
Yazmadıkları... | İSMAİL BEŞİKÇİ 103
Yargılamak mı Anlamak mı?
Vefatından 37 Yıl Sonra
Kemal Tahir’i Okumak | POLAT
SAFİ 117
Kemal Tahir’de Kuram, Toplum
ve Tarih İlişkisi Üzerine | MÜSLÜM KAVUT 123
Kemal Tahir Üzerine | MEHMET
ÖZDEN 137
Kemal Tahir’in Dile
Getirdiği Bazı Düşünceler Bugün Dahi Yeterince Sağlıklı Bir Şekilde
Değerlendirilmemektedir | MUHİTTİN BİLGE 143
Fikir Namusu, Namuslu Fikir:
Kemal Tahir | AHMET ÖZCAN 147
Kemal Tahir ile Halit Refiğ:
Yorulmayan İki Savaşçı | IRMAK ZİLELİ 153
“Devlet Ana”daki Heterodoksi
| ÖMER LEKESİZ 165
Kemal Tahir ve Dostoyevski
Üzerine Düşünceler | GÜNEŞ AYAS 175
Sonuç Yerine: Türk Romanı
Yazma İddiası Gösteren Kemal Tahir’in Ne Öncülü Vardır Ne de Ardılı | FATİH ÇALMAZ
195
Sonuç Niyetine: Kemal Tahir;
Tarihçi, Sosyolog, Romancı | KURTULUŞ KAYALI 199
Türkiye’nin Ruhunu Arayan
Adam: Kemal Tahir 209
BİR KEMAL TAHİR KİTABI
Türkiye'nin Ruhunu Aramak
Editör KURTULUŞ KAYALI
[←1]
Başvurulan kişiler, soruşturma sorularını cevaplamak yerine genellikle
yazı yazmayı tercih ettiler
[←2]
Hilmi Yavuz, “Kemal Tahir ve Ulusal Felsefe Sorunu”, Türkiye Defteri,
İstanbul, 1973, sayı 6, s. 56-57.
[←3]
Selâhattin Bağdatlı/Selâhattin Hilav’la Konuşma, Türkiye Defteri,
İstanbul, 1975, sayı 18, s. 531.
[←4]
Naci Çelik, “Kemal Tahir ve Tarih Notları Hakkında”, Türkiye Defteri,
İstanbul, 1975, sayı 18, s. 491.
[←5]
Naci Çelik, “Kemal Tahir ve Tarih Notları Hakkında", Türkiye
Defteri, İstanbul, 1975, sayı 18, s. 492.
[←6]
Selâhattin Hilav, “Kemal Tahir'in Felsefi Düşüncesi ve Devlet Ana”,
Türkiye Defteri, sayı 7, s. 7-8, İstanbul 1974.
[←7]
Selâhattin Hilav, “Kemal Tahir’in Felsefi Düşüncesi ve Devlet
Ana", Türkiye Defteri, sayı 7, s. 8, İstanbul 1974.
[←8]
Claude Roy, Defense de la Litterature, Paris, 1968, Gallimard, s. 176.
[←9]
Selâhattin Hilav, “Kemal Tahir’in Felsefi Düşüncesi ve Devlet
Ana", Türkiye Defleri, sayı 7, s. 11, İstanbul 1974.
[←10]
Polat Safi, “Siperdeki Tarih”, s. 7.
[←11]
Kemal Tahir, Notlar: Batılaşma, Yay. Haz. C. Yazoğlu, Bağlam Yayınları,
İstanbul, 1992, s. 176-177.
[←12]
Kemal Tahir, Notlar: Batılaşma, Yay. Haz. C. Yazoğlu, Bağlam Yayınları,
İstanbul,
1992, s. 156
[←13]
Kemal Tahir, Notlar: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, Yay. Haz. C. Yazoğlu,
Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992, s. 321.
[←14]
Kemal Tahir, Notlar: Batılaşma, Yay. Haz. C. Yazoglu, Bağlam Yayınları,
İstanbul, 1992, s. 220.
[←15]
Baykan Sezer, Yakın Doğu’da “asker devletlerde geleneksel üretici ATÜT
uygarlıkları arasındaki ilişki ve farklılığı bütün yönleriyle ortaya koyarak,
bütün Batı-dışı toplumların ATÜT ile özdeşleştirilmesi yanlışlığının önüne
geçmiştir.
[←16]
Kemal Tahir, Notlar: Batılaşma, Yay. Haz. C. Yazoğlu, Bağlam Yayınları,
İstanbul, 1992, s. 217.
[←17]
Kemal Tahir, age s. 169.
[←18]
Kemal Tahir, age s. 14.
[←19]
Kemal Tahir, age s. 212
[←20]
Kemal Tahir, age s. 143.
[←21]
Kemal Tahir, age s. 89.
[←22]
Yazının yazıldığı tarih.
[←23]
Kemal Tahir, age s. 143.
[←24]
Mesut Barzani, Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, cilt 1, 2.
basım, Doz Yayınları, İstanbul, Ekim 2004, s. 310. Ayrıca bkz. Zeynel Abidin
Kızılyaprak, Irak Kürdistan’ı ve Etkilen, Türki Korkunun Anatomisi, Doz
Yayınları, Haziran 2005.
[←25]
Bu küçük haber o zaman Ankara’da ve İstanbul’da, üniversitede tahsil gören
bazı Kürt öğrenciler tarafından kesilmiş. Öğrenciler bu haberi defterlerinin ve
kitaplarının arasında saklıyorlar. 49’lar Davası’nda gözaltına alman ve
tutuklanan öğrencilerin evlerinde arama yapılırken bazı öğrencilerin
kitaplarının ve defterlerinin arasında bu haber bulunmuş. Bu, önemli bir suç
olarak algılanıyor. Öğrenciler arasındaki ilişkilerin maddi delili olarak kabul
ediliyor. Eski TCK 125’ten açılan bu davada, askeri savcı, sanıkların çoğu
hakkında idam cezası istiyordu. 60’ların ortalarına kadar devam eden bu davada
çeşitli mahkumiyet kararları verilmişti.
[←26]
27 Mayıs Bakanlar Kumlu Tutanakları (2 Haziran 1960-16 Kasım 1961) Yapı
Kredi Yayınları tarafından Profesör Cemil Koçak’ın önsözüyle, 2010 da 2 CİLT
halinde yayımlanmıştır.
Üçüncü toplantıda, (s. 163 vd. ), dördüncü toplantıda (s. 163 vd. ),
yedinci toplantıda, (s. 230 vd. ), otuzbeşinci toplantıda (s. 488 vd. ),
altmışdördüncü toplantıda (s. 895 vd. ) bu konular konuşulmuştur.
[←27]
1943’teki 33 Kurşun olayını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
1941’de İran’ın batısı, İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından işgal
edilmiştir. Batı İran’ın güney yöreleri İngiltere’nin, kuzey yöreleri Sovyetler
Birliği’nin işgaline uğramıştır. Sovyet işgal bölgesinde Kürtler arasında bir
milli hareket yeşermeye başlamıştır. Kürtlerdeki bu moral gelişme daha sonra
1946’da Mahabad Cumhuriyeti’nin oluşmasını sağlayacaktır. Mahabad çerçevesinde
Kürtlerde büyüyen, çoğalan bu moral şüphesiz Van, Hakkari yörelerindeki
Kürtlerde de etkisini göstermektedir. İşte 1943’teki 33 Kurşun olayını da
Kürtlere haddini bildirme olayı olarak kavramak gerekir. Hayvan kaçakçılığını
önlemek vs. sadece küçük bir bahanedir.
[←28]
Ergun Aydınoğlu, Türk Solu: Eleştirel Bir Tarih Denemesi (1960-1971),
Belge Yayınları, 1992, İstanbul, s. 20.
[←29]
“Yön”ün çıkış bildirisini ilk imzalayanlar arasında, döneminin önde
gelen hemen hemen tüm sol aydınlarıyla beraber, Kemal Tahir de bulunmaktadır.
Listenin tamamı için bkz. Hikmet Özdemir, 1960’lar Türkiyesi’nde Sol Kemalizm:
Yön Hareketi, İz Yayıncılık, 1993, îstanbul, s. 325-7.
[←30]
Çetin Yetkin, Türkiye’de Soldaki Bölünmeler (1960-1970), Toplum
Yayınları, 1970, Ankara, s. 16
[←31]
Bu grup, Avcıoğlu’yla da devrimci mücadelenin öncülüğü konusunda
anlaşmazlığa düşmüştür.
[←32]
İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayınları, 2002,
İstanbul, s. 72-4
[←33]
Ergun Aydınoğlu, Türk Solu: Eleştirel Bir Taıih Denemesi (1960-1971),
Belge Yayınları, 1992, İstanbul, s. 16.
[←34]
Ergun Aydınoğlu, age, s. 21.
[←35]
Halil Berktay, “Tarih Çalışmaları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, CİLT 9, İletişim Yayınları, 1996, İstanbul, s. 2470-73.
[←36]
Marks, bu konudaki görüşünü Vera Zasuliç’e cevaben yazdığı mektubunda,
“de- mekki bu hareketin (kapitalist sisteme yönelik evrimleşmenin) ‘tarihsel
kaçınılmazlığı’ kesinlikle Batı Avrupa ülkelerine özgüdür... orjinal
kaynaklarda malzeme arayarak yapmış olduğum özel inceleme, bu tarım
komünlerinin, Rusya’da toplumsal yeniden üretimin dayanağı olduğuna beni
inandırdı, ” diyerek tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. ” bkz. K. Marx-F.
Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları, 1992, Ankara, s.
280-1.
[←37]
E. J. Hobsbawm (1964), “Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimlerine Önsöz”,
1964 ıç. Marx, K. -Engels, F. , Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol
Yayınları, 1992, Ankara, s. 43.
[←38]
K. Marx-F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları,
1992, Ankara, s. 142.
[←39]
K. Marx-F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları,
1992, Ankara, s. 142.
[←40]
Kari Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”ya Önsöz, iç. K.
Marx-F. Engels, Felsefe İncelemeleri, çev. Cem Eroğul, Sol Yayınları, Ankara,
1968.
[←41]
Bu tarz bir nitelendirme için, bkz. Bryan Turner, Marx ve Oryantalizmin
Sonu, Kaynak Yayınları, 2001, İstanbul.
[←42]
E. J. Hobsbawm (1964), “Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimlerine Önsöz”,
1964, iç. Marx, K. -Engels, F. , Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol
Yayınları, 1992, Ankara, s. 10.
[←43]
K. Marx-F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları,
1992, Ankara, s. 76.
[←44]
K. Marx-F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları,
1992, Ankara, s. 62-5.
[←45]
Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, YKY, 2003,
İstanbul, s. 46-7.
[←46]
E. J. Hobsbawm (1964), “Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimlerine Önsöz”,
1964, iç. K. Marx-F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol
Yayınları, 1992, Ankara, s. 54.
[←47]
Şükrü Hanioğlu (2003), “Önsöz”, s. 12, iç. Sencer Divitçioğlu, Asya
Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, YKY, 2003, İstanbul.
[←48]
E. Eğribel-U. Özcan, “1960’ların ATÜT ve Azgelişmişlik Tartışmaları
Üstüne”, Sosyoloji Yıllığı, sayı 12, Kızılelma Yayıncılık, 2005, İstanbul, s.
437.
[←49]
Selâhattin Hilav, “S. Hilav Söyleşisi: Bu İnsanla Başa Çıkılmaz”,
Selâhattin Hilav’a Saygı, 2006, Agora Yayınları, İstanbul.
[←50]
Age. Yazı ilk önce Eylem dergisinin 13. sayısında yayınlanmış, aynı
yazı yine bu konudaki ilk çalışmalardan biri olan, Fethi Naci’nin Azgelişmiş
Ülkeler ve Sosyalizm derlemesinde yer almıştır. (Gerçek Yayınları, Mayıs 1965).
[←51]
Tartışmanın bundan sonraki seyri, genel bir bakışla, şu şekilde
özetlenebilir: 1965 ve 1966 yılında Yves Lacoste’un sırasıyla, Azgelişmiş
Ülkeler ve Sınıf Açısından Azgelişmişlik kitapları çevrilmiştir. Yine 1966
yılında Bahattin Akşit’in Türkiye’de Azgelişmiş Kapitalizm ve Köylere Girişi
adlı kitabı “Teknolojik Gelişimi Sosyolojik Ölçüt Alan Diyalektik Bir Yaklaşım
Açısından” üst başlığıyla yayınlanmıştır. 1967 yılında ise hem Sencer
Divitçioğlu’nun kitabı, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, hem de Kemal
Tahir’in OsmanlInın kuruluş dönemini ATÜT tartışmalarına ilişkin görüşlerini de
içeren şekilde anlattığı, tarihsel çözümlemeleriyle bugünü açıklamaya çalıştığı
romanı Devlet Ana yayınlanır. Daha sonra ise İdris Küçükömer’in,
Divitçioğlu’nun formüle ettiği anlayış çerçevesinde ATÜT kavramından hareketle
Türk siyasal yaşamına ilişkin aykırı bakışını ortaya koyan Düzenin
Yabancılaşması adlı eser ve Muzaffer Sencer'in; öncelikle bu tartışmayı
özetleyen ve sonra da kendi fikirlerini aktardığı Osmanlı Toplum Yapısı adlı
çalışması yayınlanır. 1969’da yine Divitçioğlu’nun Osmanlı-Türk toplumu konulu
yazısı Le Pensee dergisinde yayınlanır. Bununla birlikte, Hanioğlu’nun
iddiasının aksine (Önsöz, s. 13), Türk yazarlarının uluslararası literatüre tek
katkısı bu yazı değildir. Yine aynı derginin 1976 yılındaki 186. sayısında
Yıldız Sertel’in bu konuda bir yazısı yayınlanmıştır (Berktay, s. 2478).
Yeniden 1969 yılma dönersek, bu kez feodalite tezini savunan isimler olan
Muzaffer Erdost, Mübeccel Kıray ve Şahin Alpay’ın yazılarının üst üste
yayınlandığını görürüz. 1970 yılma gelindiğinde ise Niyazi Berkes, bu kez
Türkiye İktisat Tarihi adlı çalışmasında konuyu ele alırken, Hikmet Kıvılcımlı
ise Grundrisse'yi 1965’te yayınladığı Tarih Tezi çerçevesinde, tekrar elden
geçirmek ihtiyacı hissettiğini belirterek Toplum Biçimlerinin Gelişimi adlı
kitabı yayınlar. Yine aynı yıl, Godelier’nin ATÜT derlemesi Ant Yayınları
tarafından yayınlanır. Daha sonraki döneme ilişkin olarak ise 1970’lerin
sonlarına doğru “Toplum ve Bilim Dergisi” çevresinde tartışmanın bir ölçüde
yeniden gündeme geldiğini, tartışmaya katılan yeni isimler olarak ise Huricihan
İslamoğlu ve Çağlar Keyder ile Baykan Sezer’i görmekteyiz. Mehmet Ali
Kılıçbay’ın “Osmanlı Üretim Tarzı” eksenli çalışması ise konuyla ilgili olmakla
birlikte, ATÜT çerçevesinde değerlendirilemez. Doğan Ergun ise, bugüne değin
Marksist perspektife bağlı kalarak ve ATÜT’ü ve Kemal Tahir’in düşünsel
yaklaşımını temel alarak gerçekleştirdiği, Türk toplumuna ve düşünce hayatına
ilişkin çalışmalarıyla dikkat çekmektedir.
[←52]
Yön dergisi, 21 Ocak 1966, s. 9-10.
[←53]
Yön dergisi, 11 Şubat-18 Şubat 1966, sayı 150-151.
[←54]
Yön dergisi, S. Divitçioğlu’nun Kitabı Üzerine, 24 Haziran 1966, sayı
169.
Doğan Avcıoğlu’nun Yazısı Üzerine, 8 Temmuz 1966, sayı 171.
[←55]
Bu tarz bir değerlendirme için bkz. “ATÜT Tartışmaları ve Sol”, Suavi
Aydın - Kerem Ünüvar, Modem Türkiye’de Siyasi Düşünce 8: Sol, 2007, İstanbul.
[←56]
Selâhattin Hilav, Edebiyat Yazıları, Yapı Kredi Yayınları, 1995,
İstanbul, s. 85.
[←57]
Hilmi Yavuz, “Kemal Tahir ve Marksizm”, Toplum ve Bilim, Yaz 1977, s.
45.
[←58]
Özgüllük ve başkalık kavramları arasındaki ayrım için bkz. Ahmet
Çiğdem, “Türk Batılılaşmasını Açıklayıcı Bir Kavram, Türk Başkalığı”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce 3, İletişim Yayınları, 2002, İstanbul.
[←59]
İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, Emre Yayınları, 1995,
İstanbul, s. 6.
[←60]
Selâhattin Hilav, Edebiyat Yazıları, Yapı Kredi Yayınları, 1995, İstanbul,
s. 79.
[←61]
Ertan Eğribel, “Kemal Tahir ve Sosyalizm” iç. Ertan Eğribel (edt. )
Sosyoloji Yıllığı, sayı 10, Kızılelma Yayıncılık, 2003, İstanbul, s. 67.
[←62]
) ismet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, Emre Yayınları, 1995,
İstanbul, s. 21.
[←63]
Kemal Tahir, Notlar: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları,
1992, İstanbul, s. 154.
[←64]
Hilmi Yavuz, “Kemal Tahir ve Marksizm”, Toplum ve Bilim, Yaz 1977, s.
47.
[←65]
Selâhattin Hilav, Edebiyat Yazılan, Yapı Kredi Yayınları, 1995,
tstanbul, s. 87.
[←66]
Kemal Tahir, Notlar: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları,
1992, İstanbul, s. 154.
[←67]
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, Tekin Yayınları, 2003, İstanbul, 147.
[←68]
“Kerim devlet” kavramı için bkz. Notlar: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek,
Bağlam Yayınları, 1992, İstanbul, s. 163-8.
[←69]
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, Tekin Yayınları, 2003, İstanbul, s. 147.
[←70]
) Kemal Tahir, Notlar: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları,
1992, İstanbul, s. 100.
[←71]
Kemal Tahir, Notlar: Batılaşma, Bağlam Yayınları, 1992, İstanbul, s.
98.
[←72]
Kemal Tahir, Devlet Ana, Tekin Yayınları, 2004, İstanbul, s. 223.
[←73]
Kemal Tahir, Notlar: Çöküntü, Bağlam Yayınları, 1992, İstanbul, s. 137.
[←74]
Kemal Tahir, Notlar: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları,
1992, İstanbul, s. 154.
[←75]
Bu anlamda Divitçioğlu’nun Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu
kitabına yönelik eleştirisi için bkz. Kemal Tahir, Notlar: Sosyalizm, Toplum ve
Gerçek, Bağlam Yayınları, 1992, İstanbul, s. 363-4.
[←76]
Kurtuluş Kayalı, “Kemal Tahir Gibi Yerli Bir Entellektüeli Anlamanın
Yolu Düşünsel Farklılığını Kavramaktan Geçer”, Doğu-Batı, sayı 11, s. 49, 2000,
Ankara.
[←77]
Nurdan Gürbilek’in mağdurluk çerçevesinde vurguladığı gibi, “Kavramsal
düşünce önemlidir: ama kavramların bazen taşlaştığını, kavramaya aday oldukları
içerikleri anlatmak şöyle dursun, anlatılmalarının önünde bir engele
dönüştüğünü biliyoruz. Belki en çok bu yüzden, yaşantının sarsıcı içeriğinin
unutulmasına razı olmadığı için önemlidir güçlü edebiyat. (... ) Yine de en az
bunun kadar önemli bir başka özelliği daha var güçlü edebiyatın. Bazı
fikirlerden, bazı kararlardan, bazı cümlelerden ibaretmiş gibi düşündüğümüz
insan bilincini bütün kararsızlıkları, çoktan bastırılmış sesleri, henüz
kurulmamış cümleleriyle bir çatışma alanı olarak görme, bu birbiriyle yanşan
sesleri aynı anda duyabilme yeteneği. ” Nurdan Gürbi- lek, Mağdurun Dil i;
İstanbul: Metis, 2008, s. 12.
[←78]
Roman kahramanlarının fikir adamı gibi konuşmaları ve fakat bunu
kürsüden değil gerçek hayatın içinden yapmaları gibi hususlarda Bahtin’in
Dostoyevski özelinde söyledikleri ufuk açıcıdır: “Dostoyevski’nin kahramanı
yalnızca kendisine ve yakın çevresine dair bir söylem değildir, bunun yanı sıra
dünyaya dair bir söylemdir de... Yeraltı İnsanı zaten bir ideologtur... Onda
fikir neredeyse yapıtın kahramanı haline gelir gerçekten de... Dünyaya dair
söylem kişinin kendisine dair söylemiyle birleşir. Dostoyevski’ye göre dünyanın
hakikati, kişiliğin hakikatinden ayrılmaz... Dostoyevski için kişisel hayat ile
dünya görüşü, en mahrem tecrübeler ile fikir sanatsal olarak birleştirilir...
Fikir Dostoyevski’nin yapıtında sanatsal temsilin konusu haline,
Dostoyevski’nin kendisi de büyük bir fikir sanatçısı haline gelmiştir...
Dostoyevski’nin kahramanı, fikirden doğan kişidir... Dostoyevski asla hazır
fikirleri monolojik biçimde yorumlamaz... Dostoyevski bir sanatçı olarak
fikirlerini felsefeciler veya akademisyenlerle aynı şekilde yaratmamıştır, onun
öylece gerçekliğin içinde bulduğu, işittiği, bazen kehanette bulunurcasına
önceden sezdiği fikir imgeleri, yani zaten yaşayan veya fikir güçleri olarak
hayata dahil olan fikirler yaratmıştır. ” Mihail M. Bahtin, Dostoyevski
Poetikasının Bazı Sorunları, çev. Cem Soydemir, İstanbul: Metis, 2004,
Alıntılar, kitabın 132-158. sayfaları arasından seçilmiştir.
[←79]
Gerçeğin Değişkenliği: Kemal Tahir, Halit Refiğ, Ufuk Kitapları,
tstanbul: 2000, s. 18.
[←80]
Sinemada Ulusal Tavır-Halit Refiğ Kitabı, Şengün Kılıç Hristidis,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: 2007, s. 93.
[←81]
Doğruyu Aradım Güzeli Sevdim, Halit Refiğlrmak Zileli, Bizim Kitaplar,
İstanbul: 2009, s. 202.
[←82]
Sinemada Ulusal Tavır-Halit Refiğ Kitabı, Şengün Kılıç Hristidis,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: 2007, s. 158-159.
[←83]
Düşlerden Düşüncelere Söyleşiler, Halit Refiğ, İbrahim Türk, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul: 2001, s. 190.
[←84]
Age s. 195.
[←85]
Doğruyu Aradım Güzeli Sevdim, Halit Refiğ-Irmak Zileli, Bizim Kitaplar,
s. 209.
[←86]
Age s. 209-210.
[←87]
Age s. 269.
[←88]
Devlet Ana, İthaki, 7. Baskı, İstanbul: 2009, s. 26-7.
[←89]
Age, s. 30.
[←90]
Age s. 52.
[←91]
Age s. 53.
[←92]
Age s. 53.
[←93]
Age s. 92-93.
[←94]
Age s. 106.
[←95]
Age s. 183.
[←96]
Age s. 189.
[←97]
Age s. 190.
[←98]
Age s. 191-192.
[←99]
Age s. 248.
Age s. 319-325’ten karışık alıntı.
Age s. 417-418-419’dan karışık alıntı.
Mete Tunçay, “Atatürk Dönemi Yargısı içler Acısı”, (Konuşan: Neşe
Düzel), Taraf, 01. 03. 2010.
Alaattin Karaca, “Dragomanlar Ülkesinde Yerli Bir Aydın Kemal Tahir”,
Zaman Kitap, Mart 2010, s. 12.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar