Strateji... Osman Pamukoğlu
2016, İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ
YENECEK VE KAZANACAKSIN
Osman Pamukoğlu'nun yayınevimizden
yayımlanmış diğer kitapları şunlardır: Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yale, 2004; Ey Vatan, 2004; Kara Tohum, 2005; Ayandon, 2006; Yolcu, 2007; İnsan ve Devlet, 2007; Angut,
2008; Akıllı Ol!, 2012; Siyasetin Sefaleti,
2013; Cehennemdere Kanyonu, 2013; Savaş Sanatı, 2014; Önder, 2016; Kafes, 2016.
İçindekiler
Teşekkür........................................................................
9
Başlarken.....................................................................
11
Stratejik Önder............................................................
13
Savaş Stratejisi............................................................
37
Kazanmak ve Yenmek İçin.......................................... 51
İskender ................................................................... 51
Anibal...................................................................... 55
Sezar.......................................................................
62
Mutlak ve Mükemmel Bir Başarı İçin................. ,..... 67
Cengiz Han.............................................................
67
Friedrich................................................................... 72
Napolyon.................................................................
84
Stratejik Öngörüsüzlük- Stalingrad Faciası................
lÖl
Savaş Belirsizliktir.....................................................
129
Devletler Ne Yapmak İster? ..................................... 141
Stratejik Karar Noktası..............................................
151
Stratejinin Yumruğu Muharebeler............................. 165
Savunına Muharebeleri.........................................
166
Saldırı Muharebeleri
............................................ 167
Kuşatma ve Çevirme Muharebeleri...................... 170
Tesadüf Muharebeleri...........................................
171
Sinir Savaşı Stratejisi.................................................. 173
Jomini........................................................................
179
Clausewitz.................................................................
191
Savaşta İnsan ve Psikoloji.........................................
213
Jeopolitik, Yaşam Sahası-Haushofer.........................
281
Deniz Stratejisi-Mahan..............................................
299
Hava Stratejisi-Douhet, Mitchell................................ 329
Savaş Sanatında Rönesans-Machiavelli....................
349
İngiltere ve
Fransa'nın
Topyekun Savaş Konsepti
ChurchiH, L]oyd George, Clemenceau.................................................................................... 383
Almanya'nın Topyekun
Savaş
Konsepti - Ludendorff 403
Savaş Gücünün Ekonomik
Temelleri
Adam
Smith, Alexander Hamilton, Friedrich Lise....
417
K
aynakça
.................................................................. 461
"Bir strateji kitabına ihtiyaç var; böyle bir kitabı da
ancak siz yazabilirsiniz," diyerek, bu eseri kaleme
almama vesile olan mümtaz
tarihçi yazar Sinan Meydan'a
teşekkürlerimi
sunanın...
Strateji yaşamın
gereğidir.
Strateji sözcüğünün kökeni Yunancadır.
Özgünü: Strate- gos'tur. Anlamı: "savaş ve generallik" sanatıdır.
Bugün dünyada "strateji"
denilince yirmiye yakın
dile çev-
rilmiş olan dört eser akla gelir: Niccolo Machiavelli'nin Savaş Sanatı; Antoine-Henri Jomini'nin Savaş Sanatının Ana Hatları; Carl von Clausewitz'in Savaş Üzerine ve Liddell Hart'ın kaleme aldığı
Strateji-Dolaylı Tutum kitaplarıdır.
Strateji; zaman,
kuvvet ve mekanın ustaca kullanılması
sanatıdır.
Strateji, tüm mücadele alanları için ihtişamlı
öngörüdür.
Strateji, kazanmak ve
yenmek için mevcut olanakların beceriyle kullanılması
sanatıdır.
Stratejik planlama ve
uygulama; cesaret, zeka, sezgi ve özgüven, en çok da "deha" ister.
Mutlak ve mükemmel bir başarı ancak kusursuz bir stratejiyle elde edilebilir.
Stratejinin uygulama vasıtaları taktiklerdir. Sağlam
olmayan, kötü bir stratejiyi en iyi
ve fedakarca yürütülen taktikler de düzeltemez.
Kötü bir politikayı iyi bir strateji düzeltemez, ama daha kötüye gitmesine mani olabilir. -
Bireylerden en üst kurumsal yapı olan devletlere kadar tüm faaliyet ve süreçler; aşama aşama önce politika, sonra strateji, daha sonra da taktiklerden geçer.
Stratejinin zaman,
kuvvet ve mekandan kaynaklanan gücünü hiçbir çağ değiştiremez. Değişen unsurlar sadece o çağa ait vasıta ve araçlardır, stratejinin temel faktörlerini etkileyemezler.
Stratejinin pratiği nedir, olması ve yapılması gerekenler nelerdir diye sorulduğunda, yalın ve en net cevap şudur: Eldeki mevcut kuvveti, zamanı iyi hesaplayarak,
hareket edilecek sahada bir yumruk gibi hedefe yöneltmek ve onu ele geçirmektir.
Bu kitap, stratejiyi tüm geçmişteki örnekleriyle göz önüne sermektedir.
Osman Pamukoğlu
23 Nisan 2016
Ankara
Stratejik
Önder
Perslerin (İran) Suriye ve Anadolu'yu işgallerinden sonra, kıta Yunanistanı'na karadan ve denizden taarruzlara başlamasıyla, Yunan Şehir Devletleri kendilerini korumak için çeşitli savaş yöntemleri geliştirmek zorunda kalmışlardır. Strategos (strateji) denilen, "savaş ve generallik" sanatı olarak kullanılan bu sözcük de ilk kez o dönemde
kullanılmıştır (MÖ 470).
Strateji ile ilgili
ilk yazılı eser, Doğu Roma İmparatoru Mavrikios (MS 582-602) zamanında yayımlanmıştır. El yazması bir eserdi^ adı Strategioıı’dur.
Kitabın yazarı Mavrikios'un kayınbiraderi olan general Philippikos'tur.
Hannibal'a özel bir ilgisi olduğu kitaptaki anekdotlardan anlaşılmaktadır.
Stratejinin sade bir tanımı da hedefe giden yolun nasıl
kullanılacağıdır. Sonuçta planlamayı yapan da tatbik eden de insandır. General
Sir Archibald Wavell, 1939 yılında "General ve Generallik"
seminerinde bir konuşma yapmış, sonra bu konuşma makaleye çevrilmiştir. Makale
1941'de Almanya'da da yayımlanmıştır. Almanca kopyası II. Dünya Savaşı'nda
Kuzey Afrika'da Rommel'in yanından ayırmadığı en kıymetli belge olmuştur.
Bugün gelişmiş orduların harp okulları, sınıf okulları ve harp
akademilerinde bu makale zamanın eskitemediği en değerli kaynak olarak yerini
korumakta ve öğrencilere dağıtılmaktadır. Wavell'in makalesinin önemi;
stratejinin uygula-
ması olan taktiklerin içerisinde, insanın önemini çarpıcı bir dille anlatmasından
kaynaklanmaktadır.
General Sir Archibald
Wavell'in Makalesi:
"Geçenlerde 'Önderlik' konusu hakkında bir konferans vermek isteği ile karşılaştığım zaman, genel adetlere uyarak belirli bir muharebe veya tarih safhası hakkında söz söylemekten ise genellikle generallere ve bir generalin nitelikleri ve mahiyetinin
nelerden ibaret olduğuna
ait bazı açıklamalar yapmayı faydalı bulmuştum. Bana göre bu şekilde, savaş tarihi ile ilgili olarak açıklama gerektirecek bazı noktaların tarif ve açıklaması,
bunları belirli bir muharebeye bağlayarak anlatmaktan daha kolay olacaktı.
Şüphe yoktur ki, okuyucularımın çok az bir kısmı general olabilecek, buna karşılık birçoğu generallerin emrinde
zorluklar çekecek veya zaferler kazanacaktır.
Fakat generalleri eleştirmeye hepsinin az çok hevesli olacağı
fazlasıyla düşünülür. Ben, bu eleştirilerin mümkün olduğu kadar tarafsız
olmasını arzu edenlerdenim. 1. Dünya Savaşı'ndan beri bütün generallerin ve özellikle
İngiliz generallerinin basın yayın organlarında kötü bir şöhreti vardır.
Ben generaller hakkında bir savunma belgesi
yazacak değilim; amacım
bir generalin niteliğini ve özelliklerini açıklamak ve onun mesleğini ne gibi şartlar altında
yerine getirmek zorunda bulunduğunu layıkıy- la göstermektir.
Önderin seçkin niteliklerini tayin ve
tarif etmeye yönelik gayretlerim sırasında,
geçmiş devirlerde bu nitelikler hakkın- daki düşüncelerin nelerden ibaret olduğunu
tespit maksadıyla tarih kitaplarını da karıştırdım.
Türlü türlü yazarların bir general için lazım
saydıkları askeri ve askeri olmayan
meziyetler hakkında birçok
yazı okudum. Fakat bunlardan bir tanesini anlayarak ve
meselenin ruhunu kavrayacak nitelikte buldum ki, bu tarif Sokrates'e bağlanmaktadır. Bunda şöyle deniliyor: 'General, askerlerin yiyeceğini ve savaşta gereken diğer
levazımını temin etmesini bilmelidir.
Planlar kurabilmek için
hayal itibariyle
zengin olmalı, fakat işlerin pratik tarafını da gözden
kaçırmamalıdır. Kendi planlarını tatbik için lazım gelen gücü de olmalıdır. Generalin çok ince ayrıntıları
araştıran, yorulmaz derecede çalışkan, nazik, gaddar, sade tavırlı, müsrif ve cimri, titiz, cüretli ve sezgili olması
lazımdır. General bütün bu ve bunun gibi daha birçok niteliği ya yaratılıştan almalı veya sonradan kazanmalıdır.
Taktikten de anlaması şarttır. Zira, alalade bir taş yığını bina olmadığı gibi, tertip ve düzenden
mahrum bir insan sürüsü de bir ordu olamaz.'
Yukarıdaki tanımda beni bilhassa
ilgilendiren taraf konunun dizilişinde de takip edilen sıradır.
İşin idari tarafı en başta geliyor ki, gerçekten
bu yön bence de generalin görevlerinin en önemli
noktasını oluşturur. Buna karşılık taktik, yani kıranın
savaşta sevk ve idaresi usulü, birçoklarının yaptığı gibi en başta değil, en sonda belirtiliyor. Bundan başka Sokrates'in tarifi,
pratik düşünceye ve uygulama gücüne
büyük değer veriyor ve bunları, bir generalin taşıması
lazım gelen birçok zıt nitelikler arasında en önemlileri olarak sayıyor. İlk
bakışta bir çelişki gibi görünen bu nokta, bilakis bir generalin vazifesini teşkil eden sahanın ne kadar geniş olduğunu,
bir generalin düşebileceği birbirinden büsbütün farklı vazifelerin sayısız
bulunduğunu ve sonuç olarak, bir generalde mutlaka intibak kabiliyeti bulunması lüzumunun yazar tarafından
layıkı ile kavranmış olduğunu gösteriyor.
Fakat zannederim ki,
Sokrates'in tarifi bile generalin esas niteliği olarak kabul ettiğim bir yönü, yani sağlam yapılı olmak ve harbin sarsıntılarına
dayanıklılık gösterebilmek hususunu yeterli
derecede öne sürmüyor. (Wavell, 1. Dünya
Savaşı'nda yüzbaşı rütbesindeyken, 1915'te sol gözünü kaybetti.) Sokrates'in zamanında
bu sebep, ihtimal ki bir rol oynamazdı. O zamanın
insanları bugünkü nazikane tabirle
'sinir zayıflığına'
düşkün değillerdi. Sağlam yapı ve 'yıpran- mazlık' tabirleriyle neyi kastettiğimi bir karşılaştırma ile daha iyi anlatabileceğimi
ümit ediyorum. Henüz genç bir subay
iken bir dağ topçusundan dinlemiştim. Eskiden Topçu
Dairesi Komisyonu'na yeni bir dağ topu modeli getirildiği zaman; bu sayın heyet, topu bir kulenin tepesine çıkartıp oradan aşağı attırmıştır. Top bu düşüşten
sonra yine faal ise diğer hususlarda muayeneye tabi tutulur, aksi takdirde işe yaramaz diye reddedilirmiş. Komisyonun düşüncesine göre 'bir katır,
topu ile birlikte bir yamaçtan aşağıya her zaman yuvarlanabilirmiş ve top böyle bir talihsizliğe
göğüs gerebilmeliymiş. Aynı düşünceden hareketle, ufak çaplı silah heyetince
muayene edilecek tüfek ve otomatik silahlar da 48 saat müddetle çamura gömülür ve ancak ondan sonra atış sürati tecrübesine tabi tutulurmuş.
Savaş zamanında general yalnız 48 saat değil,
günlerce ve haftalarca, güvenilmeyen istihbarattan ve değişen sebeplerden meydana gelen bir çamur ve kum yığınına
gömülü kalır. Düşmanın beklenmeyen bir
hareketi, önceden
hesaplanması mümkün olmayan bir olay
veyahut birdenbire aleyhe dönen hava şartları yüzünden her zaman karşı karşıya kaldığı darbe ve sarsıntılar, topun kuleden yuvarlanmasına tamamıyla karşılık gelir.
Hassas bir mekanizma savaşta çok işe yaramaz. Bu kural önderin hem ruhi hem de bedeni
yaratılışı
hakkında geçerli olduğu gibi, ordunun ruh halini ve donatılmış bulunduğu silahlarla malzemeyi
de aynı derecede içine
alır. Savaşta kullanılacak her malzeme general de
dahil olmak üzere
belli bir sabra sahip olmalı ve dayanıklılık derecesi normal çalışma sınırlarının kat kat üstünde bulunmalıdır. İngiliz savaş
malzemelerinin gereğinden fazla sağlam
olduğu iddia edilmiştir. Aynı iddia, İngiliz
generalleri hakkında da söylenebilir. Bu nedenle sağlamlık konusunda her şeyde bir pay aranması muhakkak ki doğrudur.
Savaş yönetiminin bir sanat mı yoksa bir ilim mi olduğu çok tartışılmıştır. Bu makalemi yazmaya
davet olunduğum zaman, 'savaş
ilminin' herhangi bir dalını kendime konu ola-
rak seçmede serbest bırakıldım. Davet edenin yerinde bir başkası olsaydı, belki de savaş sanatından bahsederdi. Ancak, sanatkar·vev::ı alim, bir tablo, heykel veya tecrübe üzerinde çalışırken, rakiplerinin ona taşla hücum etmesini veya avadanlıklarını çalmasını serbest bırakan bir ilim veya sanat dalı tanımıyorum. Bu şartlar çerçevesinde dünyada acaba kaç büyük sanat eseri veyahut kaç keşif meydana gelebilirdi?
Askerlerinin hayatı generalin elindedir. Bu sebeple, bu sorumluluğun yükünü taşıyabilmek için onun ruhen sağlam ve yıpranmaz bir kabiliyette olması
gerekir. 1. Dünya Savaşı'nda birçok önderin aniden ölümü, bu sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu
gösterir. Savaş tarihi ile uğraşanların, 'ruhi yıpranmazlık'
noksanlığı yüzünden meydana gelen başarısızlıkları gözden
kaçırmamaları bence önemlidir.
Generalin bedeni
nitelikleri hakkında da birkaç kelime ilave etmek isterim. Bunlar da cesaret, sağlık ve gençliktir. Generalin fiziki yapısı ve tabiatı bizi pek o kadar alakadar etmez. Gerçi iyi bir fizik, lehte
ve faydalı bir unsur olabilir. Ancak iyi generaller, tıpkı iyi koşu atları gibi, 'her kalıba uyabilirler'. Bünyevi cesaret, göğüs göğse
dövüşülen devirlerde yüksek bir rütbe elde edebilmenin en önemli şartı idi. Bugün önemi azalmış olmakla beraber, bu nitelik yine önderin karşı durmaya ve sorumluluğunu üzerine almaya hazır bulunduğu
tehlikeyi tayin hususunda bir rol oynar. Bir de bugünkü motorize kuvvetler savaşında generallerin belki de
yine kıta başına
geçmeleri veya uçaktan savaşı takip ve idare etmeleri dolayısıyla cesaret unsurunun önemi bir parça daha artmıştır.
Marlborough'nun
Blenheim Muharebesi sırasında
Schellen- berg'e yaptığı hücum, generallerin vaktiyle ateş hattında ne kadar çok
kaldıklarına bir örnek oluşturur. Yalnız bu hücum esnasında
altı tümgeneral öldürülmüş, müttefik ordudan beş general yaralanmış ve bu savaşta 1500 kişilik zayiatı
içinde dört tuğgeneral, 28 alay komutanı ve yarbay bulunmuştur. Napolyon'un mareşallerinden
olup daha sonra Ranzip Du-
kası nasbolunan, cesaret ve
kahramanlığı ile meşhur yaşlı Lefebvre'e ait hoş bir hikaye vardı.
Mareşalin dostları11dan sivil bir kişi, kendisini evi ile rütbe ve madalyalarından dolayı kıskanırmış. Bu kıskançlık,
yaşlı mareşalin nihayet canını sıkmış ve dostuna demiş ki: 'Peki, mademki bütün bunlara sahip olmak
istiyorsun, gel bahçeye
inelim, orada kırk adım mesafeden senin üzerine kırk el silah atayım, kurtulursan, evimi bütün her şeyiyle sana devretmeye hazırım.'
Dostu bu teklife şüphesiz razı olmamış, mareşal de, 'Bundan sonra hatırında tut ki, ben bütün bu kıskandığın
şeyleri elde edinceye kadar üzerime aynı mesafeden birkaç yüz el silah atılmıştır,'
demiş.
Muhakkak ki bir
generalin hem ruhi hem bedeni cesareti olmalıdır. Voltaire,
Marlborough'yu överken 'Karışıklık
içinde sakin bir kahramanlık, tehlike içerisinde gönül şenliği, işte
tabiatın kendisine bahşettiği en büyük ihsan bu idi,' diyor. Joffre hakkında pek yüksek bir fikir beslemeyen çağdaş bir askeri eleştirmen, ondaki sakinlik ile sarsılmaz azmin ve en karanlık geri dönüş
günlerinde büyük bir tesiri görüldüğünü ve bu tesirin, evvelce yapılan birçok strateji hatalarını telafi eylediğini itiraf etmek zorunda kalmıştır. Önderin vücut sağlığı olması şüphesiz mühim olmakla beraber, herhalde değişen bir kıymettir. Sağlığı yerinde birçok rakipten fazla, yanımızda
hasta bir Napolyon görmeyi şüphesiz ki hepimiz tercih ederiz. Zayıf bir bünyede büyük bir ruhi güç
yaşayabilir, bunun Moltke gibi daha
birçok misalleri vardır. Bugünkü
askeri tıp komisyonlarının ekserisi
Marlborough'yu büyük muharebeleri başardığı
sıralarda muhakkak ki çürüğe çıkarırlardı.
Şimdi de anlaşılmaz bir dava olan yaş haddi durumuna gelelim. Klasik Roma şairlerinden biri, yaşlıların savaş ve aşk vadilerindeki gülünç
rezaletlerine işaret ediyor. Ancak işin zor tarafı, generalin hasmının ve Don Juan'ın
kadınlara hangi yaştan itibaren tehlikeli olmaktan çıktıklarını tayin etmektir.
Hanibal, Büyük İskender,
Napolyon, Wellington, Wolfe ve daha birçok diğer misallerle sabittir ki, en büyük zeferler genç
adamlara kolay olmuştur. Buna karşılık Sezar ve Cromwell kırk yaşını hayii geçtikten sonra gayet büyük
savaşlar idare etmişlerdir. tv[alborough, en meşhur savaşı olan Necglusultra hatlarını zaptı sırasında 16 yaşında idi. Turennes'in 63 yaşında iken giriştiği son zaman ise, cesurca ve mükemmel bir sevk ve idare örneği olarak gösterilir.
Çağımızın önderlerinin en kabiliyetlisi olan
Moltke ilk zaferini 66 yaşında kazandı ve yetmişinde şöhretini kuvvetlendirdi. Güney
Afrika'da ilk müthiş hezimetlerimizden
birini müteakip Boer ordusunu Bloemfontein'de kuşatarak Pretoria şehrini zapt etmek suretiyle vaziyeti kurtaran General Roberts, o zaman 67 yaşında idi. General Foch, öteden beri meşhur olan kudretini, canlılığını
ve büyük orijinalliğini, 67 yaşında iken hala tamamen muhafaza ediyordu. Eski devirlerle mukayeseler yaparken, insanların asrımızdan daha geç meydana çıktığını
hatırda tutmak lazımdır. Wellington, Wolfe, More ve Crawford daha 15 yaşında iken subay olmuşlardı, hatta bunlardan bazıları
subaylığa terfi etmezden önce de kıta hizmetlerinde bulunmuşlardı.
Gerçek şudur ki, gençliğin ateşi ve korkusuzluğu, olgunluk senelerinin yorumlama gücünü ve yeteneğini karşılaştırarak ölçmeye imkan yoktur. Olgun bir yaşlı, yeni fikirler yaratmak
veya temsil etmek, beklenilmeyen olaylara göğüs germek, cesaretle yeni
planlar kurup tatbik etmek yeteneklerini hala taşıyor ise, bilgi ve yorum gücü bakımından üstün olacağı gençlere karşı ihtimal ki üstünlükler elde eder. Bununla beraber şüphe götürmez bir gerçektir ki, genellikle iyi ve genç bir general, iyi ve yaşlı bir generali yener.
Önderin ahlaki niteliklerinden
uzun uzadıya bahsetmeye lüzum yoktur, sanırım. Yalnız
şurasını belirtmek isterim ki bir insan istediği kadar çalışıp
çabalasın, yaratılışından yeteneği yoksa, savaş önderi olamaz. Eline bir ordu teslim edilmiş olan kimsenin
karakteri azami derecede sağlam olmalıdır. Bu kimse, yalnız ne istediğini bilmekle kalmamalı,
istediğini düşünceden pratiğe çıkarmak için lazım gelen cesarete ve azme de
sahip olmalıdır. İnsanlarla candan ilgilenmeli ve onların yaratılış ve özelliklerini yakından bilmelidir. Çünkü
kendi rtı.esle- ğinin 'hammaddesini'
insanlar teşkil eder. Fakat bu kimsede her şeyden evvel mücadele hevesi ve idare kuvveti olmalıdır, çünkü zaferi bunlar temin
eder. Bu gerçeği bilhassa sporda görürüz.
Bu sahada her kim ki fena vaziyete düştüğü zaman tekrar ileri atılmak kuvvetini kendinde
bulur ve son dakikaya kadar pes etmezse, o her zaman başa geçer. Gerçekten büyük bir önderi vasat bir generalden ayıran diğer bir niteliği de burada belirtmek isterim. Bu da macera meyil ve hevesidir ki,
kumarbazlardaki ruh haline pek benzer. Napolyon, 'Savaş sanatı, hiçbir tehlikeyi göze almamaktan ibaret olsaydı, şan ve şeref ancak en normal yeteneklilerce kolayca sınırlanmış olurdu' diyor. Kendisi
sık sık şu veya bu generalin talihi var mı diye sorarmış, fakat bu surette asıl öğrenmek istediği şey, o generalin cesaretli
olup olmadığı imiş. Cesaretli bir generalin aynı zamanda talihi de
yaver olabilir, fakat bir general cesaretsiz ise, talihinin yaver olmasına imkan yoktur. Kurallara harfi harfine bağlanarak bunları kendine ayak bağı yapan bir önderin savaşta
galip gelme ihtimali pek zayıftır.
Önderin gücü ve yeteneğine gelince, bunlardan bence en mühimi, mümkün olan ile mümkün olmayanı ayırabilme kabiliyetidir ki, Fransızlar buna 'Sens du praticable' yani 'mümkün olanı seziş' derler, biz ise sadece
'sağduyu' adını
veririz. Bu 'sağduyu' hareket ve iaşe meselesini iyiden iyiye kavramış ve anlamış olmak gerekir. Zira askeri talim ve terbiyenin esaslarını bunlar teşkil eder, yoksa çoğunluğun
zannettiği gibi strateji ve taktik değil. Strateji heveskarlarını
yanlış yollara sevk eden, bu ilmin esaslarını bilmeyişleri değildir.
Çünkü, bunlar normal bir zeka ile bile çabuk kavranır, onları şaşırtan
tarafı, askeri harekat ile idarenin esasları ve usulleri hakkın-
daki bilgilerinin noksan oluşudur.
Maalesef askeri
eserlerin genelinde stratejiye lüzumundan fazla kıymet verilerek idari unsurlar ihmal olunmuştur.
Savaş tarihini ve askeri
meseleleri incelerken, idari unsurların önemini daima göz önünde tutmak lazımdır. Zira askeri eleş-
tirmenlede birçok generalin hataya düştükleri nokta budur.
Makalemi bitirmeden
evvel kendi kendime soruyorum. Acaba asker olmayanlar, modern savaş tekniklerinin ne kadar zor ve karışık olduğunun farkındalar mı?
Çağımızın savaş önderi hava silahları yani uçaklarla,
uçaksavar topu ve tanklarıyla iş görmesini öğrenmek mecburiyetindedir. Gaz ve dumanın taarruzda ve savunmada
kullanılış
tarzını bilmeli ve irtibatları korumada kullanılmak
üzere telsiz ve telgrafçılık ilminde de yeterli
derecede bilgi sahibi olmalıdır.
Bundan başka propaganda maksadıyla
yapılan kamuflaj işlerinden de anlamalı ve askerlik ilminin en son gelişmelerine hakim olmalıdır. Şurası da dikkat çekicidir ki, bütün bu bilgiler, mesleğin
icap ettirdiği normal bilgilere
eklenmelidir.
Savaş meydanında hal ve vaziyet, şüphe yok ki büsbütün başka
türlüdür. Marlborough, Blenheim'de bataryaları bizzat mevziye soktuktan ve bütün cepheyi atla boydan
boya gezdikten sonra savaş alanında top ateşi altında
öğle yemeği yemiş, sonra da sağ tarafta kendisinden dört mil uzakta olan arkadaşı Prens Eugen'i beklemeye koyulmuştur. O zaman dört mil büyük bir mesafe idi. Austerlitz'de Napolyon, hazırlanan karşı taarruza düşmanın nasıl
ümitsizce göğüs gerdiğini kendi gözü ile görüyor ve taarruza geçmek
için en uygun dakikayı bizzat kendi tayin
ediyordu. Falamanca'da Wellington düşmanın bir tek yanlış hareket yaptığını
görünce, birkaç emir veriyor ve sonra İspanyol temsilcisine dönerek,
'Azizim Ala- va, Marmot (Napolyon'un İspanya'daki cesaret ve ataklığı ile ünlü generali) mahvoldu,' diyor. Bundan 60 sene sonra bile, Moltke ile Prusya kralı, Sedan'ı da Fransız ordusunun sıkışık vaziyetini küçük bir tepeden seyir ve takip etmişlerdir.
1. Dünya Savaşı'nda ise önder şöyle dursun, kendi ihtiyat bölüğünü savaşa süren bir tabur komutanı bile vaziyeti bu derece açıklıkla görebilmekten mahrumdu. Başkomutan ise
savaş meydanında asla bulunmaz,
cepheden birçok mil uzakta ya odasında ya da bir şatonun
bahçesinde endişe ile dolaşır ve gelmesi uzadıkça uzayan ve gelince de insanı büsbütün şaşırtan haberleri bekler
dururdu.
Geçmişte olaylar bu
merkezdeydi. Şimdi de geleceğe göz
atalım: Karada ve havada, imkanlarının sınırları henüz tamamen keşfedilemeyen yeni kuvvetler işe
karışmıştır. Bunların bazıları 1. Dünya Savaşı'nda da kullanılmış olmakla beraber, o zamandan beri birçok düzeltmeyle geliştirilmiş, bazıları da henüz tecrübe bile edilmemiştir.
Değişme ve düşünme kuvveti, daha doğrusu
dehası sayesinde bütün bu yeni kuvvetlerden
istifade etmesini bilen savaş önderinin 'Büyük Önderler' sırasına gireceği tahmin olunabilir. Fakat onun bu unvanı zahmetsizce elde edeceği sanılmasın. Generalde bulunması lazım
gelen nitelik ve gücü bir an için bütün
ayrıntılarıyla düşünelim: Karada sürat yönünden eski devrin en çevik
süvari kıtasını gölgede bırakan ve bu süratle mesafeler aşan kuvvetlerle iş
görmek zorundadır. Aynı zamanda donanma ve süvari kıtasının stratejisinden de muhakkak anlaması lazımdır. Savaş meydanında kendi vaziyetinden az çok haberdar olmak ve süratle karar vermek zorunluluğu
da vardır. Savaş önderinin hava kuvvetlerini de
kara kuvvetleri derecesinde sevk ve idare edebilmesi lazım geldiğini söylemeyi ise gereksiz sayarım.
Savaş önderi dilerse hava savaşını esaslı şekilde öğrenmiş asker, dilerse kara stratejisi ile bir surette uğraşmış havacı olsun, bence büyük
bir farkı yoktur. Bu savaşı ve gelecek savaşları kara ve hava kuvvetlerinin müşterek ıtıesaisi kazanacaktır. Bunlardan yalnız bir tanesinin diğerinden
ayrı olarak yapacağı hareketlerle savaş asla kazanılamaz. Bu vesile ile ilave etmek istediğim bir taraf şudur ki, önderin
sağduyusunun temeli; insan
bilgisidir, zira harbin fiili olarak sevk ve idaresi, makinelerin
hususiyetlerine değil,
baştan aşağı insanlardaki
hususiyetlere dayanır.
Generalin kıtaları ile olan ilişkisi
kurmayına bağlıdır, onun yardımı iledir ki, orduyu yönlendirir ve idare eder. Burada iki kural konu edilmektedir ve her generalin bunlara uyması kendi menfaati icabıdır.
General kurmayının işini asla kendisi görmek istememeli, kurmayın
kendisiyle ordu arasına girmesine de asla müsaade etmemelidir.
Açık ve kesin talimat
alarak bunların
ayrıntılarını başka hiçbir müdahale görmeden ayrı olarak hazırla.mak, her kurmayın
imreneceği bir vaziyet olduğuna şüphe yoktur düşüncesindeyim. Diğeri generallerle kıtaların
genellikle en fazla hoşlarına giden tarz ise, generalin kendileriyle devamlı şahsi temasta bulunması ve her şeyi kurmayın
gözüyle görmemesidir. General vaktinin büyük kısmını kıtaları başında
geçirirse, bu kendi hakkında o nisbette hayırlı olur.
Diğer önderlerle olan münasebetlerinde generalin, bunların
özelliklerini bilmesi önemlidir. Bunlardan hangisini sıkı tutmak, hangisini teşvik etmek lazımdır, hangisine başlı başına görülmek üzere bir vazife verilebilir ve hangisi bu vazifenin yapılmasında göz önünde
bulundurulmalıdır, general bu yönlerin hepsini bilmelidir. Bazı subaylara verilecek
emirler her türlü ayrıntıyı
kapsayacak şekilde ve mutlaka açık surette olmalıdır,
bazılarına da genel mahiyette direktifler
kafi gelir. Birçok general vardır ki önderin idaresi altında
oldukları müddetçe onun emirlerini yerine
getiren mükemmel
önderlerdir, fakat bağımsız bir komuta mevkisine getirilince de kendi yetenekleri dairesinde çalıştırarak her ikisinden de istifade etmek, kanaatimce önemlidir. Bu ayrıntılardan da görülür ki, önder hiç
şüphesiz iyi bir 'insan sarrafı' olmalıdır.
Generalin kıtalar ile ilişkileri
hakkında kesin kurallar koymaya imkan yok
gibidir. Subayın, yani alay hizmetinde bulunan subayın tavır ve hareketi,
askerlerinin tabiatına uymalıdır.
Her millet kendine göre bir muamele ister. Askerlerine vatanın şan ve şerefinden bahseden Fransız, onlara 'Evlatlarım' diye hitap eder. İngiliz subayının maiyetine 'Erler' diye
hitap etmesi ise çok azdır. Sovyet Rusya subayları
'Yoldaşlar' hitabını kullanırlar. Askerlerine heyecan
vermek isteyen bir Alman komutanın ileride belki de 'Hür ve asil milktdaşlarım'
diyeceğini düşünüyorum. Ancak milliyet farklarından, diğer özelliklerden
vazgeçilirse, meydana kalan en esaslı mesele şudur: Askeri, yiğitlik
göstererek hayatını tehlikeye koymaya sevk
eden nedir? Ve bir general, birliklerinin dayanıklılığını ne surette artırabilir? Hiçbir asker ölmek istemez, ona ölümü
göze aldıran sebep nedir? Acaba
ganimet veya şan ve şeref ümidi mi, yoksa disiplin mi, ecdattan gelen gelenekler mi, bir davaya bağlılık mı, vatan sevgisi mi, yoksa bir şahsiyete karşı uğruna nefsini feda edecek
derecede sevgi mi? Bugün
ganimetle şan ve şerefin cazibesi kalmamış gibidir. Zaten bunlara erişmek ihtimali de artık büyük değildir. İltifat ve terfiler bir dereceye kadar rol oynasa da, paylaştırmada itina ve basiret gösterilmediği takdirde, birçok kıskançlıklara da sebebiyet verebilirler. Bir davaya bağlılığın öneminin pek büyük olduğunu zannediyorum, hele medya da savaşın kutsal olduğuna dair fertlerin kanaatini takviye ederse. Gerçekten 1. Dünya Savaşı'na
ait eserlerden alınan şu cümlede, bütün saydıklarıma rağmen isabet vardır: 'Bir asker kaçarsa, haksız
bir dava için dövüştüğünden dolayı değildir ve hücum ediyorsa, haklı bir dava için
dövüştüğünden dolayı değildir. Kaçması düşmandan daha zayıf
oluşundan, ileri atılması da daha kuvvetli oluşundan veya düşmana üstün olduğuna subayları
tarafından ikna edilmesindendir.'
Bir kişi uğruna nefsini feda etme durumu, geçmiş devirlerde askerleri çoğunlukla gayrete getirme olduğu
gibi bugün de bilhassa totaliter
memleketlerde yine aynı
işi görmektedir. Gerçekten kahramanlığın ilk şartının anane ve disiplin olduğuna şüphe yoktur. Geleceğin ordularında disiplin kavramı eskiden bilinen şeklinden
pek çok değişikliğe uğrayacaktır. Bu kavram benim orduya
dahil olduğumdan beri bile hayli değişmiştir
ve bu değişim bunlardan sonra da devam
edecektir.
Ancak yürürlükte olan sistemin tarzları
ne olursa olsun, general, adalet dağıtmaktan
yükümlüdür. Hak ve mantık gözetilerek tatbik edilen bir nizam sıkı da olsa, hiçbir asker buna karşı bir memnuniyetsizlik duymaz. Disiplinden alıkoyan sebepler, askeri meşgul eden kaygılar her zaman ve her yerde aynıdır. Bunların başında şahsi huzur ve güvenlik gelir ki, bu da yiyecek hakkının muntazam verilmesi, kısaca iyi yemek ve iyi bakım ile sağlanabilir. Hemen her yerde mühim
olan diğer bir taraf da şahsi emniyet unsurudur ki, ancak yenmek ve sağ kalmak ihtimalleri
kuvvetli olduğu zaman cenge sürüleceğine askerin inanması demektir. Yani top yerine tereyağı değil, hem top hem tereyağı!
Askere iyi gıda temin eden maiyetine ancak başarabilecek vazifeler veren ve
muharebe kazanan bir general, elbette askerlerinin itimadını da kazanır.
Onların aynı zamanda sevgisini de kazanıp
kazanamayacağı ayrı bir meseledir. Wellington idari işlerin hepsinde son derece dikkat ve itina ettiği, hiçbir muharebe kaybetmediği halde, asker arasında
sevihnezdi. Kendisini kıtaya sevdirmeye hiçbir zaman çalışmamış olan Kitchener, Atbara savaş meydanında ani bir sevgi gösterisiyle karşılaştı. Bu da tehlikeli bir vaziyette olan ordunun, tam kendine lazım olan öndere kavuşmuş
olmak duygusundan ileri gelmişti. Askerlerin güvenine sahip olduğu
müddetçe, onlara aynı zamanda kendini sevdirmek de bir general için önemli midir? Şurası muhakkak ki generalin bu sevgiyi elde etmek için uğraşması katiyen uygun değildir,
onun askerlerinden itimat
ve saygı görmesi kafidir. Fazla övgü
genellikle itimatsızlık uyandırır.
Bugünkü büyük ordular, kendilerine
komuta eden generalleri hemen hemen tanımazlar.
Gayet hırslı bir adam olan ve
birlikleri arasına
karışmaktan hiç hoşlanmayan Haig'i tanımak fırsatını, askerlerinden pek azı bulmuş olsa gerektir. Generallerin tehlikeli anlarda, Napolyon'un Lodi Köprüsü'nde ve Lannes'ın Ulm'da yaptıkları gibi kıtanın başına bizzat geç-
meleri (Napolyon bunu birçok defa yapmıştır}
artık mşziye karışmıştır. Haig, Ypres
Muharebesi'nde ihtiyatlarını
sön askerine kadar ateş hattına sürdükten sonra, atına binerek ve yanına
kurmayından birkaç kişiyi alarak Menin'e giden şoseden aşağı doğru atla yürümüş ve bu surette yukarıda
ifade edilen örneklere uyan bir davranışta bulunmuştur. Bu lüzumsuz olmakla beraber belki de yine en doğru jest idi.
Fakat bugün bir önder,
kıtasının başına geçmeksizin de seferde
askerlerinin dövüş kabiliyeti üzerinde etkili olabilir. Bunun dikkat çekici bir örneği, Murray'in komutası
altında Gazze'de iki kere yenilgiye uğramış bulunan Mısır kuvvetlerinin (Türkler
tarafından) seferi üzerinde Allenby'in 1917 yazında
yaptığı tesirdir. Avustralyalı kıtalar İngiliz generallerine pek önem vermeseler de resmi
Avustralya savaş tarihinden alınan aşağıdaki
satırlar Allenby'in bunlar üzerinde bıraktığı derin izlenimi gösterir:
'Allenby'in alay ve taburlar ile teması muhafaza etmek hususundaki kabiliyetinde bir fevkaladelik vardı. Sıcak ve tozlu çadırların
arasında dolaşması, ferahlık veren bir meltem tesiri
yapardı.
Arabasını bir süvari alayının önünde durdurur, subayların ellerini sıkar, alelacele fakat ne iyi ne kötü hiçbir şeyi kaçırmayan keskin gözleriyle, genellikle bir tek bölüğün
atlarını denetler ve birkaç dakika sonra da yoğun
bir toz bulutu içinde gözden kaybolurdu. Dinç bir gövdesi, yorulmak bilmeyen gayreti, hançer gibi bakışları, keskin burnu, etkili konuşma tarzı ve amirane tavır ve hareketi her tarafta azami bir azim ve irade ile demir bir disiplin havası yaratırdı. Allenby bir hafta zarfında her süvari ve her piyade askerine şahsiyetinin damgasını vurmuştu.'
General askerleriyle
tek tek mi, yoksa toplu halde mi konuşmalı? Benim fikrime kalırsa, general ancak yaratılıştan
yeteneği varsa konuşmalıdır. Bu kelimelerin mutlaka çok etkili sözler olması gerekmez, hal ve duruma uygun sözler bulabilme yeteneği kafidir. General söz söylerken nefsine güveni tam olmalıdır, aksi takdirde itibarını
eksiltme ihtimali artma 26
ihtimalinden fazladır. Yerinde olmayan bir düşünce, yanlış bir eda, tavır ve hareketle ufak bir uygunsuzluk, haysiyetine zarar verir ve bu nedenle
generale faydadan fazla zarar getirebilir. Allenby'in büyükçe bir kıtaya karşı
yalnız bir hitabını hatırlıyorum ki, o da kıtayı övgü maksadıyla söylenmiş
değildi, Napolyon diyor ki: 'Önceden hazırlanmış nutuklar, askeri sayaş alanında cesur yapmaz, yaşlı askerler bu gibi sözleri dinlemezler bile,
acemi askerler ise, onları
ilk silah patlar patlamaz unutur. Merasimle söylenen nutuklarla nasihatlerin olsa olsa seferde dövüş bölümlerinde bir manası vardır. Zira bu sayede, zararlı
bir tesiri ortadan kaldırmak, yanlış haberleri düzeltmek, ordugaha uygun bir ruh hali devam ettirmek, askerlerin bilgisini artırmak ve onları
eğlendirmek mümkün olabilir.'
Öfke ve kızgınlık saçmak, bir generalin emri altında bulunanlar üzerindeki etki ve itibarını
kırmaz, hatta bu gibi sertlik kendisinden
ara ara belki de beklenir bile. Zira general sert olmak ayrıcalığına sahiptir. Bu gibi hallerden dolayı genellikle hiç kimse gücenmez, hatta doğrudan
doğruya muhatap olmayanlar bu hususta
bazen hayranlık
gösterecek kadar ileri bile
gidebilirler. Halbuki alaya alma, küçük görme, etraftakileri her
zaman kırar ve nadiren mazur görülür.
Önderin nükteden anlaması, yani hoşsohbet olması lazım mıdır? Şüphe
yok ki gülünç vaziyetleri sezebilmek
herkes için
faydalıdır, ancak bu yeteneğin ısrarla ileri sürülmesi uygun değildir. Bu nedenle söyleyeyim ki generallerde bu kabiliyete çok az tesadüf edebildim. Allenby muhakkak ki hoşsohbetten anlardı, fakat ona bir şaka
yapmak tehlikeli bir işti. Napolyon, Haig de şakadan anlamazlarmış. Hoşsohbet diye sınıflandırabileceğim
tek bir general, Rus dahisi Suvorov'dur, fakat bu
acayip halli generale de hakiki bir nüktedandan ziyade bir soytarı demek doğru olur.
Savaş tarihi grafikler, formüller ve kaideler değil,
doğrudan doğruya kanla yazılır. Bu sahada karşılaşan ve çarpışan-
lar makineler değil, insanlardır. Bir vesile ile ziyaret ettiğim Fransız Piyade Okulu'nda,
konferans salonunun duvannda özdeyiş olarak şu sözleri gördüm: 'Savaşta birinci silah insandır.
Bu sebeple savaşta insanı incelemeliyiz, zira gerçek işi yapan odur. Ancak geçmişi araştırmak suretiyledir ki, gerçek zihniyetini elde edebilir ve bu sayede gelecekte askerlerin nasıl dövüşeceğini öğrenebiliriz.'
Savaş tarihi ile uğraşanlar, strateji veya savaşın
esas kaidelerine ait eserler okuyacaklarına; biyografiler, hatıralar,
bir de Şeref Yolu ve Schönbrımn gibi romanlar okumalı
işin derinliklerine nüfuz etmeye çalışarak,
ayrıntıyı bir yana bırakmalıdır. Napolyon'un 1796 seferini, iç hatlarda mı yoksa dış hatlar da mı manevra yaparak kazandığını
öğrenmek bir fayda vermez. Fakat insan, tanınmamış bir gencin eski kıyafetli,
itaatsiz ve açlıktan bitkin bir orduyu nasıl teşvik ve cesaretle cenge götürdüğünü, o orduyu, yürüdüğü gibi yürütebilmek ve çarpıştığı gibi çarpışabilmek
için lazım olan kararlılığı ve gayreti nasıl verdiğini
kavrayabiliyorsa; bu tanınmamış gencin kendinden daha yaşlı ve daha tecrübeli generallere hükmetmesi
ve komuta ettiği güne kadar birbirini takip eden tarihi sürecin gelişimini anlayabiliyorsa, işte o zaman cidden bir şey öğrenmiş sayılır. Napolyon, strateji hakkındaki araştırmalarından fazla, insan gücünün
savaştaki cilvelerine ait derin bilgisi
sayesinde yüksek mevkisine erişmiştir. Toulon Kuşatması'nda
henüz topçu subayı iken, bir bataryayı o derece tehlikeli bir mevziye yerleştirmiş ki, bu topları kullanmak için insan bulamayacağı kendisine söylenmiş. Napolyon, derhal bataryanın üzerine 'kahramanlar bataryası' diye bir levha astırmış,
o andan itibaren batarya tüm mürettebatla çalışmıştır.
Fikrimce, başarılı bir generalin kıtası
ile münasebetlerini düzenlemeye sebep olan birkaç prensibi burada kaydetmek isterim. Generalin tatbik edeceği disiplin sıkı olmakla beraber, katiyen ikna kabul etmez derecede sert olmamalıdır. General gösterilen bir bağlılık
karşısında takdirini kaçınmadan
ifade etmeli ve
kendisini orduya mümkün
olduğu kadar çok göstermelidir.
Generalin mutlaka sakınması gereken bir şey varsa, o da meslektaşiarı
hakkında hafife alıcı lisan kullanmasıdır,
kırıcı tavırlardan da sakınması gerekir; planların gizli tutulması gereği
ayrı tutularak, askere gerçek olduğu gibi söylenmelidir. 1. Dünya
Savaşı'nda İngiliz askerlerinin en fazla canını sıkan şey Almanların iyi dövüşmediği
hakkındaki bilgilerdi, zira düşmanlarının her zamankinden daha fedakarca dövüştüğünü İngiliz askerleri kendi gözlemleriyle biliyorlardL
Etraflıca düşünülürse, general ile ordusu arasındaki ilişkiyi, süvari ile at arasındaki
münasebete benzetmek pek de isabetsiz değildir. Malumdur ki atı,
hem sert ve keskin surette zapt etmek hem de okşamak ve gayrete getirmek lazımdır. Eski bir avcı kuralına göre ata ahırda 500 İngiliz liralık
değeri varmış gibi özen gösterilmeli, seferde üstüne
binildiği zaman ise beş şilin etmezmiş gibi kullanılmalıdır.
At, süvarisinin iyi binici olup olmadığını hissetmekle kalmaz, onun cesur mu yoksa korkak mı, kararlı mı yoksa kararsız mı
olduğunu da sezer. General de bazen
askerlerini sert bir muamele ile gayrete getirmek zorundadır. En mükemmel ve en başarılı biniciler, mutlaka atlara en fazla ilgi gösteren ve sevgi gösterenler değildir. Bir general üstlerini
aldatmayı ve onlara iyi bir önder olduğuna inandırmayı bir müddet
başarabilir. Fakat bu hususta lazım gelen nitelikler gerçekten kendisinde yoksa, istediğini yapsın, kıtalar onun iyi bir önder
olduğuna hiçbir zaman kanmaz.
En zor ve en karmaşık meselelerden biri de generaller ile hükümetteki politikacılar arasındaki ilişkilerdir. Politikacıların
askeri önderleri idare ettikleri ve çalıştırdıkları şüphesizdir. 1. Dünya
Savaşı'nda askerler ile devlet adamları arasındaki ilişkilerin iyi gitmediği zamanlar olduğu bilinmektedir. Politikacıların
askerleri dar düşünce ve tavırcılıkla suçlamalarına karşın, askerler de askeri işlere müdahalelerinden do-
layı politikacılardan şikayet eder ve onları, uğradıkları birçok zorluktan sorumlu tutmak isterlerdi. Siviller ile askerler arasındaki bu gerginlik, savaşlarda
kısmen yeni bir etkendir. Bu da demokrasinin iyiyi kötüden ayıran bir niteliğidir ve otokrat idare tarzında mevcut değildir.
Eski devirlerde bu
tezatlar azdı, buna karşılık genellikle askerler ile devlet adamları karşılıklı olarak birbirinin
yerine geçerlerdi. Anibal'in tarihi, bize planları siyasi entrikalarla
verimsiz bırakılan bir generalin bariz örneğini gösterir. Devlet başkanları asırlarca savaş
meydanlarında ordularını bizzat idare ettiler. Misal
olarak Büyük İskender,
İngiliz kralları, Gustav Adolf sayılabilir. Savaşın idaresinde siyasi müdahale meselesi, bu sistem yürürlükte oldukça söz konusu olmazdı. Bu hususta Marlborough'nun vasiyeti bilhassa dikkat çekicidir. Kendisi seferi ordularının
başkomutanı olduktan başka aynı zamanda dışişleri
bakanıydı ve Britanya dış politikasını genel karargahından idare ederdi. Bundan başk;ı mesleki hayatının zirvesinde bulunduğu zaman, iç politika sahasında da aynen başbakan yetkisine sahipti. Buna rağmen Hollanda devlet adamları ile düşmanlarının
müdahalesi yüzünden planlarının altüst edilişini, Marlborough derecesinde çoklukla hiçbir general görmemiştir. Marlborough bu müdahalelere
savaş meydanlarındaki soğukkanlılığı ile tahammül etti ve bütün
hatalarına rağmen İngiltere'nin en büyük askeri dehası olduğunu
gösterdi.
Britanya önderlerinden en iyileri siyasi tecrübe sahibi olmalarına rağmen 'siyasi' generaller, İngiliz askeri geleneklerine uygun değildir. Bu arada mesela Cromwell, asker olmadan önce parlamento üyesiydi. Marlborogh, general olduğu vakit askerlikte
pratik tecrübeden fazla, siyasi entrika sahasında pay sahibiydi.
Wellington, İrlanda ve Britanya parlamentolarında
üyeydi.
Buna karşılık Fransız ihtilal muharebelerinde, genellikle harekata mani olmak hakkına sahip 'siyasi komiserlere' tesa-
düf olunur. Napolyon diktatörlüğünü ilan etmekle bu vaziyete son vermiştir.
Üzeriııde- durmak istediğim diğer bir örnek de Birleşik Amerika içsavaşıdır.
Büyük Lincoln ile generalleri arasındaki münasebetler o derece enterasandır ki bu hususta etraflıca
bir araştırma yapmaya değer. Lincoln, başarısızlıkla
sonuçlanan birçok tecrübelerden sonra Grant gibi
kendisine tamamıyla itimat edebileceği birini bulunca, bütün
seferlerin idaresini ona bıraktı ve onun işine hiç
karışmadı. Generallerine yazdığı bir mektuptan alınan
aşağıdaki özet, Lincoln'ün kapalı taraflarını iyice aydınlatmaktadır.
Potomac'daki ordu komutanlığına tayini sebebiyle Hooker'e gönderdiği bu mektupta şöyle yazıyor: 'Sizi Potomac ordusunun başına getirdim. Tabii ki
bunu gerektiren yeterli sebepler mevcut olduğu için böyle hareket ettim. Bu sebeple birçok hususlarda sizden memnun olmadığımı da bildirmeyi faydalı buluyorum. Sizi kahraman ve kabiliyetli bir asker olarak tanır ve meziyetlerinizi şüphe yok ki takdir ederim.
Siyasete karışmak niyetinde olmadığınızı da zannediyorum ki, bu hareketinizde de isabet vardır. Nefsinize güveniniz var ki, bence de bu kıymetli ve hatta lüzumlu bir niteliktir. Oldukça
hırslısınız, ancak yaratılışınızın bu özelliğini kabul edilebilir bir sınırda tutarsanız, bundan zarar değil, fayda gelebilir.
Fakat zannediyorum ki
General Burnside'nin komutasında bulunduğunuz zaman, hırsınıza
kapılarak kendisine elinizden geldiği kadar zorluk çıkardınız.
Bu suretle hem vatanınıza hem de çok hizmet etmiş değerli bir arkadaşınıza
karşı bir suç işlediniz. Güvenilir yerlerden haber aldığıma göre, gerek ordunun gerek hükümetin bir diktatöre ihtiyacı olduğunu
söylemişsiniz. Şüphe yok ki size komutanlığı bu beyanatınızdan dolayı değil, fakat buna rağmen verdim. Diktatörleri ancak işlerinde
başarılı olmuş generaller seçerler. Sizden yalnız başarı isterim buna karşılık
ben de diktatörlüğü yüklenme eğitimini denemeye hazırım.
Hükümetin en geniş himayesine kavuşacağınıza
güveniniz bulunsun. Hükümet bu davranışıyla size karşı, -şimdiye
kadar bütün diğer komutanlara yaptığından ne daha az ne de daha fazla bir şey yapmış oluyor. Fakat korkarım ki orduya telkin etmeyi doğru
bulduğunuz zihniyet, yani amire karşı eleştiri, kendinize karşı dönmesin.
Size elimden geldiği kadar yardım edeceğim. Fakat şurasını
hatırlatayım ki eleştirici düşünce taşıyan
bir ordu ile ne siz bir iş görebilirsiniz ne de Napolyon bir iş görebilir. Şunu da söyleyeyim: Acele işlerden
sakınınız, azim ve yorulmak bilmeyen bir
dikkatle işe koyulunuz.'
1. Dünya
Savaşı'nda askerler ile politikacılar arasında ortaya çıkan uzun tartışmalardan
doğan görüş farkları ile hataları uzun uzadıya incelemeye yerimiz müsait değildir. Yalnız yaşanılan bir olay olarak şurasını
kaydetmek isterim ki, büyük savaşta İngiltere'de bu gibi siyasi anlaşmazlık
meydana gelmemiştir. Bu siyasi kıymetlerin ne derece önemli olduğunu
ise savaşın neticesi göstermiştir. Kanaatimce Alman Başkomutanlığı, kayıtsız ve şartsız denizaltı savaşında ısrar ederek Washington'daki Alman elçisinin bütün ihtar ve ikazlarına rağmen Amerika'yı savaşa
iştirak ettirdiğinden dolayı savaşı kaybetmiştir. Bu durum, Sir Edward Grey'in abluka meselesinde amiralliğin bütün itirazlarına
rağmen Amerikan hassasiyetini gözeten ihtiyatlı davranışlarıyla
karşılaştırılınca, aradaki fark görülür.
2. Dünya
Savaşı'nda en önemli anlaşmazlıklar, daima mücadele halinde bulundukları bilinen Lloyd George ile Ro- bertson arasında ortaya çıkardı. Halbuki, Robertson biraz daha uysal, Lloyd George da bir parça daha az dik kafalı
olsalardı, ikisinin de ne mükemmel bir çift teşkil
edebileceği düşünülünce, bu durumlara fazlasıyla üzülünür.
Robertson, başbakanın askerliğe ait ithamlarındaki
yanlışlıkları gösterip açıklayacağı yerde, onları dürüst karşılamakla hata etmiştir. Halbuki Lloyd George'un genel strate-
jiye ait düşüncelerinde hemen hemen hiç hata yoktu. Bunlar bazen mükemri1el denilebilecek
derecedeydi. Fakat Lloyd George'lfn savaş mekanizmasına ait bilgisi yoktu,
yani askeri kıtaların bir yerden diğerine nakli için lazım gelen zamanı hesaplayamadığı
gibi, coğrafi ve iklimsel tesirlere
de hiç önem vermiyordu. Bu anlayışla
Lloyd George, Fransa'da büyük harekata imkan bırakmayan
kış ayları zarfında kıtaları buradan çekerek Türkiye'de ve Filistin'de yığınak
yapmayı ve ilkbaharda tekrar Fransa'ya
nakletmeyi düşünüyordu. Lloyd George, Filistin'e bir veya iki tümen göndermenin bile ne kadar zaman ve zorluğa mal olacağından habersizdi. Bundan başka düşünemiyordu ki, bu takdirde
Filistin'le olan nakil hatlarını baştan başa sıraya koyma ve düzenleme lazım gelirdi ki, bu da aylarca zamana bağlıydı.
Lloyd George'un batı cephesinin demir seddini 'İtalya ve Sırbistan' üzerinden yapılacak harekat yardımıyla
yıkmaya ilişkin planları da bu türdendi. Ana fikri düşmanın iki tarafını
çevirip hırpalamaktı ve esas itibariyle
gayet doğru olan bir askeri düşünceye
dayanıyordu. Ancak düşünemiyordu ki gerek nakliye gerek yiyecek, içecek ve barınma imkanları yetersizdi.
I. Dünya Savaşı'nda merkezi devletlerin vaziyetlerini bir daire şeklinde düşünür ve dairenin etrafı
üzerinde başlıca irtibat hatlarının iç ve dış hatlarıyla
şeklini çizersek görürüz ki bu hatlar bakımından İngiliz ve Fransızların bir dereceye kadar eşit şartlarla
savaşabilecekleri tek cephe batı cephesiydi. İngiliz
ve Fransızların bu cepheye karşı tatbik ettikleri taktik belki de çok sertti ve ağır kayıplara mal oluyordu, gerçekten
de öyle oldu. Fakat ne olursa
olsun, Robertson'un başlıca
İngiliz ve Fransız gayretlerinin, irtibat hatlarından dolayı batı cephesine yönlenebilmesi lazım geldiği
hakkındaki esas fikri çok doğruydu .
. Bu makale serisinin
birinci kısmında
açıklandığı şekilde savaş önderlerinin iyisini kötüsünden ayıran taraf savaş mekanizmasına
ait bilgidir, yoksa strateji esaslarına ait bilgi de-
ğildir. Yukarıda belirttiğim örneklerin her birinden alınabilen
dersler hangileridir? Devlet adamları ile generallerin karşılıklı olarak bir diğerinin yerine geçmesi veya birbirlerine vekalet etmesi imkanı son asırda ortadan kalkmıştır. Almanlar savaşı büsbütün
bir meslek haline getirdiler. Yeni icatlar
sayesinde savaş gittikçe daha teknik bir vaziyet almakta ve daha fazla ihtirasa lüzum göstermektedir.
Aynı durum politika hayatında da geçerlidir. Burada da demokrasi profesyonelliğe yönelmiştir. İnsanları sevk ve idare suretiyle insanlık alemini düzenlemeye yönelik bulunan ve esas itibariyle aynı 'işlerin' çeşitli, farklı bölümlerinden oluşan; askerlik ve politikacılığı,
aralarındaki bu benzerliğe rağmen, halihazırda hiç kimse aynı zamanda üstüne alma cesaretini gösteremez.
Politikacı, mesleki yeteneğini geliştirme yönünden askere kıyasla daha uygun durumdadır.
Çünkü, o her zaman seferdedir. Halbuki muvazzaf subayı, barış zamanında mesleğini pratik bakımından geliştirme
fırsatını çok az bulur. Vazifesi kandırmak ve karşı iddiaları
çürütmekten ibaret olan ve bu itibarla zekasını daima işletmek mecburiyetinde olan politikacı, ne eleştiriden ne de tartışmadan asla kaçmaz. Bu karşılık sormadan emir veren general ile sormadan itaat eden subay, fikren
hareketsiz kalmaya ve belirli kurallara lüzumundan fazla bağlanmaya eğilimlidir. Şurasını belirtmek isterim ki, politikacılarla askerlerin bir diğerini anlayacak yetenekte olması, modern savaşın yönetimi bakımından büyük
öneme sahiptir.
Ancak, bu karşılıklı anlayış nasıl temin edilebilir? Kanaatimce bunun tek anahtarı, geçmişi bilinçli bir şekilde araştırmak
ve aynı zamanda içinde bulunulan zamana sevgisi bulunan aydın bir düşünürün
varlığıdır. O zaman fırsat ortaya çıkınca sabırlı
bir gayret sayesinde iki tarafın da zorlukları ortaya çıkar. Bir asker, devlet adamının maruz kaldığı zorluğu genellikle gözden
kaçırmaya veya azımsamaya eğilim gösterir.
Hatırımda kaldığına göre bugünkü politikacılarımızdan biri bu yolda ikna edici şöyle bir örnek göstermiştir.
Oybirliği ile kararlaştırılan belirli bir tedbirin, mesela genel askerlik hizmetinin uygulanması hakkında bir politikacının
tereddüdü ve gecikmesi üzerine bir asker sabırsızlanmış ve aralarında şu dikkat çekici konuşma
geçmiş: Asker, 'Mademki bu tedbirin lüzumlu
olduğunu biliyorsunuz, neden derhal
uygulamaya geçmiyorsunuz?'
Politikacı: 'Düşman tarafından tutulmuş bulunan ve hedefe erişmek için sizce geçilmesi gereken bir nehre vardığımız zaman, düşmana derhal mi taarruz edersiniz?' Asker, 'Hayır etmem. Evvela düşman topçusunun mevzisini keşfetmek, kendi toplarımı mevziye koymak, köprüler
kurmak ve düşmanın dikkatini, nehri geçmek istediğim noktadan başka tarafa çekmek
zorundayım,' der. Politikacı, 'Öyle ise, benim de tıpkı
sizin gibi önceden görülecek işlerim vardır, ben de kamuoyunu hazırlamak, itirazları önlemek ve bütün sınıfları tatmin edecek kararnameler meydana getirmek mecburiyetindeyim,'
der.
Makalem sona erdi.
Elde ettiğim,
sandığım tek netice, savaş tarihini genel hatlarıyla
araştırmak gereği hakkında okuyucularıma bir düşünce ve bugün gelişme halinde olan veya belki de hazırlanmakla olan bir harekatı anlayabilmeleri için
de bir parça bilgi vermek olmuştur. Umarım ki savaşın grafik cetveller, prensipler ve kaidelerden ibaret olmadığını okuyucularıma anlatabildim. Hastalığa
teşhis koymak için ansiklopediye başvuran bir hekime ne kadar itimat gerekirse, işini görmek için seferi hizmet nizamnamesine
müracaat eden bir öndere de o kadar güvenebilir.
Lüzumlu esas meziyet olan, yani 'mücadele zihniyeti' mevcut olmadıkça ne eğitim ve terbiye ne de terfi usulleri hatta ne de sağduyu, savaş önderini meydana getiremez. Ne
kadar hata işlemiş olurlarsa olsunlar, I. Dünya Savaşı'nın gerçek büyük şeflerinin hepsindeki bunlardan örnek olarak yalnız Clemenceau, Foch, Llyod, George ve Haig'i zikrediyorum; müşterek bir özellik vardı:
'Yılmayan ve pes etmeyen bir ruh.' Bu şeflerden biri diyor ki: 'Savaş
önderi pes etmedikçe, bir muharebeye kaybolmuş denilmez.'
Eski Roma'nın en karanlık bir anında vaziyeti kurtaran bir önder için şu kitabeyi taşıyan bir heykel dikilmişti:
'Cumhuriyetten ümidini kesmediği için.'
Son bir sözüm daha var. Romalılar bütün
büyük ilahlarının adına heykel diktikten sonra
başka bir heykel yapar ve bunu da 'Meçhul ilaha' ayırırlardı. Biz de büyük
önderlerin hatırasını anarak Anibal,
Napolyon, Marlborough ve emsali insanlara heykeller dikerken, bu heykellerden
bir tanesini de bir bölüğü,
bir takımı veya bir mangayı ileri süren veya silah başında nöbet bekleyen 'meçhul asker'e ayırmalıyız. Zira bir savaşın
kazanılmasında en büyük vazifeyi gören hep bu 'meçhul önderler'dir.
İngilizler öteden beri hür bir milletti ve bugün
de hala nisbeten hür bir milletir. Gerçi,
Allah'a şüküı; askeri bir millet değiliz. Fakat gelenek ve hürriyet ülküsü, savaştaki genç şeflerimize kıymeti takdir olunamayacak ölçüde bir meziyet veriyor ki, bu da 'teşebbüs fikri'dir. Bu teşebbüs
fikri, mevzuat ve resmi işlemler ile lüzumundan fazla şartlar koymayarak sağlam kaldıkça bunda sonraki muharebelerimizi de, hatta bazen başkomutanlarımıza rağmen,
kazanacağımızı ümit ederim. "
Savaş Stratejisi
S
avaş, düşmana irademizi kabul
ettirmek için bir kuvvet kullanma eylemidir.
Savaş, çok genişletilmiş bir düellodan başka bir şey değildir. Pek çok sayıda, tek tek düelloculardan
oluşan bir birliği düşünmek yerine, düello yapan iki kişiyi
gözümüzün önüne getirecek olursak daha
iyi yapmış oluruz. Bunlardan her biri fiziksel gücüyle diğerine kendi iradesini kabul
ettirmeye çalışır. Onun ilk amacı, düşmanı yenmek ve böylece daha sonra herhangi bir mukavemette bulunamayacağı bir duruma sokmaktır.
Kuvvet, kuvvete karşı koymak için bilim ve sanatın buluşlarıyla
donatılır. Kuvvet, yani fiziksel güç düşmana irademizi zorla kabul ettirme amacının aracıdır. Bu amaca güvenle ulaşabilmek için düşmanı silahtan arındırmak
zorundayız ve bu da savaşın asıl hedefidir. Bu hedef amacın yerini alır ve onu bir bakıma savaşa ait olmayan bir şeymiş
gibi bir kenara iter.
Şimdi insancıl kimseler, fazla kan dökmeden düşmanı silahtan arındırmanın ya da yenmenin sanatkarca bir yolu olabileceğini ve savaş sanatının gerçek eğiliminin de bu olduğunu kolayca hayal edebilirler. Ne kadar iyi izlenim bırakırsa bıraksın bu yanılgının ortadan kaldırılması zorunludur; çünkü
savaş gibi çok tehlikeli şeylerde iyi niyetlikten doğan
yanılgılar, yanılgının en kötüsüdür. Fiziksel kuvvetin bütün kapsamıyla kullanılması, hiçbir zaman aklın da beraber kullanılmasına
engel olmadığından bu fiziksel kuvveti açmadan
kan dökmekten çekinmeden kullanan taraf, düşman
da aynı şeyi yapmazsa üstünlük sağlar. Böylece diğer taraf da kuralı öğrenmiş
olur ve artık taraflar içinde bulundukları dengeden başka sınır
tanımaksızın aşırılığa kadar tırmanırlar.
Konuya bu açıdan bakmak zorunludur ve bu kaba unsura duyulan nefretten dolayı bu unsurun tabiatını dikkate almamak yararsız,
hatta zararlı bir çabadır.
Savaşlar, ilkel dönemlerden daha az zalim ve daha az yıkıcı oluyorsa (hiç değilse bir kent ele geçtiğinde
orada yaşayan kadın, erkek, çoluk çocuk kılıçtan geçirilmiyor!) bu, devletlerin hem kendi içlerindeki hem de birbirleri arasındaki toplumsal durumdan ileri gelmektedir. Savaş durumunun yarattığı koşullardan doğar ve durumun zorunlu neticesi olur, bu durumla sınırlanır, hafifler; fakat bunlar, bizzat savaşa ait şeyler olmayıp, zaten mevcut olan şeylerdir ve saçmalamadan savaş felsefesine yumuşatıcı
bir ilke asla dahil edilemez.
İnsanlar ·arasındaki kavga,
esas itibariyle iki unsurdan oluşur: Düşmanlık duygusu ve düşmanca niyet. İkincisi,
düşmanca niyet daha geneldir. Düşmanca niyeti olmayan çok kaba, içgüdüsel bir kin ve garez tutkusu düşünülemezse de, düşmanlık duygusunun eşlik etmediği ya da hiç değilse egemen rol oynamadığı pek çok düşmanca niyet vardır. Az gelişmiş uluslarda duygunun, uygar uluslarda aklın emrettiği niyetler egemendir.
Aradaki bu fark sadece gelişmişlikten ileri gelmez; ulusların bu niteliklerine eşlik eden koşulların, kurumların, geleneklerin de bunda rolü vardır. Bu farkın her durumda bulunması
gerekmez, ama çoğu durumda bulunur. Kısacası, en uygar uluslar bile birbirlerine karşı aşırı hareketlerde bulunabilirler.
Savaş her ne kadar bir
kuvvet kullanma eylemiyse de zorunlu olarak duygusal yönü de vardır. Savaş duygulardan kaynaklanmasa bile, az ya da çok duygunun etkisinde kalır ve bu uygarlık düzeyine değil, düşmanca
çıkarların önemine ve süresine bağlıdır.
Barutun
bulunması
ve ateşli silahların gittikçe gelişmesi, savaş kavramında, mevcut düşmanı imha
etme eğiliminin
artan uyğarhk sayesinde
hiçbir
şekilde ortadan kalkmadığı ayan beyan meydandadır.
Savaşta kuvvet
kullanmada hiçbir
sınır olmadığından ve
sınır
tanınrnadığından taraflar
birbirlerini daha fazla kuvvet kullanmaya iterler; böylece, mantıki olarak aşırılığa kaçması zorunlu bir karşılıklı etki doğar.
Eğer düşmana irademizi kabul ettirmek
istiyorsak, onu kendisinden beklediğimiz hareketlerden daha zor bir duruma sokmamız gerekir.
Fakat bu durumun yarattığı
sonuç, en azından görünüşe göre geçici olmamalı; aksi takdirde düşman
daha uygun bir zamanı bekleyecek ve pes etmeyecektir. Savaşan bir
devletin düşebileceği
en kötü durum,
tamamen silahtan arındırılmış
olmasıdır. Nasıl söylenirse söylensin savaşın hedefi, daima düşmanın silahtan
arındırılması
ya da yenilmesidir.
Yüzölçümüyle ülke ve nüfus, silahlı kuvvetlerin kaynağı olmaktan
başka,
savaş alanının bir
bölümü olarak ya da savaş alanı Üzerinde belirli bir etki yaparak savaşı etkileyen
faktörlerin
ayrılmaz bir parçasını oluşturur.
Taraflar,
düşmanın
karakterinden, donatımından, durumundan, içinde bulunduğu koşullardan sonuçlar
çıkararak, hasrnın muhtemel
hareketlerini hesaplayarak bir hükme varırlar ve buna göre de
kendi hareketlerini tayin ederler.
Savaşta otaya
konulacak olan gayret, politik hedefin büyüklüğüne bağlıdır. Politik hedef ne kadar küçük olursa,
ona verilen değer de o kadar az olur, çabalar da
küçük olur. Politik
hedef ve amaç,
savaşın asıl nedeni
olarak, hem savaşta
ulaşılmak istenen sonuç için hem de harcanması gereken gayretler için ölçü olacaktır.
Bir
politik amaç,
değişik uluslarda ya da değişik zamanlarda aynı ulusta
tamamen farklı etkiler yaratabilir. O nedenle
politik amaca, yalnız harekete geçirdiği kitlelerin
düşün-
celeri üzerine yaptığı etki bakımından bir ölçü olarak kabul edilebilir. İki ulus ya da iki devlet arasında öyle gerginlikleı; öyle
düşmanlıklar bulunabilir ki çok önemsiz bir politik savaş
nedeni, kendi doğasını çok aşan büyük bir etki, gerçek bir patlama yaratabilir.
İki taraf savaş için silahlanmış ise buna aralarındaki
düşmanlık neden olmuş demektir. Taraflar silahlanmış halde kaldıkları sürece bu düşmanlık ister istemez devam edecektir. İki taraf da harekat için uygun zamanı bekleyecektir; bu zaman, birine avantaj sağlarken diğerini zorda bırakacaktır.
Kuvvet dengesi, harekatın durmasını sağlayamaz; taarruz eden ileri harekata devam etmeye mecburdur. Denge barış getirmez, sadece savaşı uzatır ve belirsizliklerin sayısını artırır.
Savaşı destekleyen, besleyen,
teşvik eden unsur tehlikedir. Moral gücü savaşın en güçlü
silahıdır. Cesaret, bu gücün motorudur. Tehlikeyi göze almak, talihe güvenmek, yiğitlik, atılganlık sadece cesaretin dış görünümleridir ve bütün ruh halleri tesadüfü
ve yazgıyı ararlar. Akıl daima açıklıktan ve kesinlikten yana olmasına karşın, ruh daha çok belirsizlikten, kuşkulu
şeylerden hoşlanır. Ruh, kendisini yabancı hissettiği, bütün bilinen unsurların kendisini terk etmiş
göründüğü yerlere ulaşmak için araştırma ve mantıki sonuç
çıkarmanın zahmetli yollarından yürümek yerine hayal gücüyle,
biraz da bilinçsiz olarak tesadüflere ve şansa sığınmayı
tercih eder. İhtiyaçların zorunluluğu yerine tesadüfler ve şans ortamının
zenginliğinde yaşamak ister; bu onu heyecanlandırır, coşturur. Cesaret çabucak artar, tehlikeli girişimlerle deli gibi akan bir
nehirdeki cesur yüzücü
ruhuna bürünür.
Savaş bir vakit geçirme değildir; başıboş bir coşkunun işi de değildir;
savaş, ciddi bir amaç için ciddi bir araçtır. Talihin türlü cilvesinden ihtirasın,
cesaretin, hayalin, heyecanın dalgalanmalarından payına
düşen her şey sadece bu aracın özellikleridir.
Savaş karmaşık ve değişken bir tabiata sahiptir. Düşmanın silahlı kuvvetleri imha
edilmeden, topraklarına hakim olunmadan, savaşma azmi kırılmadan savaş bitmiş ve zafer kazanılmış
sayılmaz. Bu üç şey yapılmadığı takdirde, ileride oluşması kaçınılmaz olan yeni bir savaş ufukta görünecektir.
Savaşta araç tektir, o da
muharebedir. Savaş kavramı
içinde görünen bütün etkiler muharebeden
gelir. Silahlı kuvvetlerin kullanılması, esas itibariyle çarpışma
olduğu için yapılan iş muharebelerin saptanması ve düzenlenmesinden
başka bir şey değildir.
Savaş faaliyetleri doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak muharebeyle ilgilidir. Asker orduya alınır, giydirilir, silahlandırılır,
eğitilir, uyur, yer, içer ve yürür. Bütün bunlar, sadece uygun yerde ve uygun zamanda savaşmak içindir. Savaş faaliyetlerinin hepsi muharebede son bulur.
Gerçek anlamda savaş bir kavgadır; daha geniş anlamda savaş adını alan çok çeşitli faaliyetler içinde
tek etkin ilke çarpışmadır. Bu kavga, savaş vasıtasıyla maddi ve manevi kuvvetlerin ölçülmesi demektir. Manevi güçlerin bir tarafa bırakılması söz
konusu değildir. Çünkü, ruh halinin bedensel güç üzerinde kesin etkisi vardır.
Dövüşme ihtiyacı, kavgada insanı kişisel buluşlara
yöneltmiştir. Bu yüzden çarpışmanın şekli çok
değişebilir, ama çarpışma kavramı değişmez.
Muharebe, silah ve donatımın şeklini belirler; silah ve donatım da muharebenin şeklini değiştirir; ikisi arasında karşılıklı
etki vardır. Muharebenin kendisi
tamamen özel bir faaliyettir, tehlike unsuru içinde
cereyan eder ve bu onu daha çok özel bir faaliyet haline getirir.
Özel anlamda savaş sanatı, mevcut vasıtaları
muharebede kullanma sanatıdır ve buna "savaşın sevk ve idaresi" denir. Fakat buna, geniş anlamda askere alma, silahla^a, donatım, eğitim gibi savaş yüzünden ortaya çıkan ve silahlı kuvvetleri var eden faaliyetlerin tümü de dahildir.
Çarpışmalar birbirinden tamamen farklı iki faaliyeti or-
taya
çıkarır,
bunlar birbirinden farklı, ama
birbirlerinin tam destekçileridir.
Stratejik bir hatayı taktik
başarılarla
düzeltmek mümkün olmadığı gibi, iyi bir strateji de kötü taktik
uygulamaları
avantaja çeviremez.
Çarpışmaları kendi içinde düzenlemek, yöneltmek ve savaşın amacına tepki kılmak için kullanılan iki eylem vardır, bunun
birine strateji, diğerine
de taktik denir.
"Strateji" ve "taktik" terimleri hemen hemen herkes tarafından kullanılmakta, ama ayrımı pek
bilinmemektedir. Tek başına bir
olayın strateji mi taktik mi olduğu değerlendirilmesi körü körüne
yapılmakta, aralarındaki fark
umursanmamaktadır,
iki ayrı kavram
özensiz
kullanıldığında tek
bir anlamda birleşmektedir.
Silahlı kuvvetlerin
savaşın
amacına göre, ülkenin tüm kaynaklarıyla birlikte
kullanılması
strateji; çarpışmalarda muharebelerin kullanılması ise taktiktir. Strateji yüksek öngörü ile genel planlamaları, taktik ise pratiği temsil
eder.
Strateji
ve taktiğin
birleştiği tek bir ilke vardır. Belli
bir zamanda, belli bir noktada üstünlük sağlama. Bu da ancak zaman, kuvvet ve
mekan üçlüsünün
kombinezonuyla mümkündür.
Tehlike,
savaşta esas faktör olduğundan cesaret, kendi gücüne güven duygusu olarak öne çıkar. Herkes baskının, yandan
ve geriden yapılan
taarruzların moral
etkisini bilir; düşman
arkasını döner dönmez herkes
onun cesaretini küçümser,
takip ederken, takip edilirken
nazaran tehlikeyi daha çok göze alır. Herkes yeteneğine, yaşına ve tecrübesine göre düşman hakkında hükme varır ve hareketini buna göre düzenler. Herkes hem kendi kuvvetlerinin
hem de düşman
birliklerinin
ruh halini ve mizacını
değerlendirir, yoklar.
Moral nitelikleri, bütün bu ve benzeri faaliyetler, tecrübeyle kendini gösterir. Gerçeklerin zorunlu nitelik belgesi tecrübedir. Hiçbir teori psikolojik ve fizyolojik ukalalıklarla uğraşmamalı, hiçbir savaş önderi de bu ukalalıklarla kendini denemeye kalkışmamalıdır.
Savaşlarda hemen hemen hiç eksik olmayan ulusal kin, kişilerin birbirine karşı beslediği az ya da çok kuvvetli düşmanlığın yerini tutmuştur. Ulusal kin olmazsa, başlangıçta bir öfke, bir kızgınlık bulunmasa bile düşmanlık
duygusu savaşta kendiliğinden alevlenir.
Tehlike savaşçıya yalnız kendisini tehdit ederek değil, ona emanet edilen her şeyi tehdit ederek egemen olur.
Hayatın bu ciddi işinde bazı küçük tutkuların
oyunlarına ara verilir, ama bu sadece alt
kademedeki savaşçılar için
geçerlidir. Çünkü, onlar bir tehlikeden diğer bir tehlikeye, bir zorluktan diğer bir zorluğa koşarlar, hayatın diğer
yönlerini gözden uzak tutarlar; ölüm geçersiz kılındığından
ikiyüzlülüğü bırakırlar ve savaşın daima en iyi erdemi olan "basit asker" karakterine dönerler. Yüksek kademelerde durum başkadır; çünkü biri ne kadar yüksek kademede bulunuyorsa o kadar çok etrafına bakmak zorundadır; işte burada çok yönlü
çıkarlar, iyilik ve kötülük tutkusunun çok çeşitli
oyunları ortaya çıkar. Kıskançlık ve cömertlik,
büyüklük taslama, hiddet ve riyakarlık, büyük dramda etkin güçler
olarak ortaya çıkar.
Savaşta komutanın yetenekleri, ordunun savaşçılığı ve ulusal duygular, sonucun tayin edilmesinde en önemli etmenlerdir. Biri diğerinden
üstün olabilir mi diye düşünmek doğal bir mantıktır, ama tarihe bakıldığında bir numaranın komutanın
yetenekleri (savaş önderliği) olduğu hemen ortaya çıkar.
Ordunun savaşçılığı, yalın cesaretten ve savaş
coşkusundan farklı bir şeydir. Cesaret, hiç kuşkusuz
savaşçılığın zorunlu bir unsurudur; fakat
bir insanda doğal bir yetenek olan cesaret, ordunun bir ferdi
olan muharipte alışkanlık ve eğitimle
sağlanabilir. Askerdeki cesaret,
doludizgin bir faaliyet ve güç harcamak değil; itaat, düzen, kural ve yöntem gibi daha yüksek isteklere tabi olmalıdır.
Askerliğe karşı duyulan sevgi ve
heyecan, bir ordunun savaşçılığına hayat verir, güç katar, ama savaşçılığın zorunlu bir unsuru değildir.
Cesaretin savaşta kendine özgü bazı
imtiyazları vardır.
Başarının hesabında zaman, mekan ve kuvvet
faktörlerinin
ötesinde cesarete de belli bir yüzde ayırmak gerekir; hu yüzde
her zaman bir tarafın üstünlüğünü, diğer tarafın zayıflığını gösterir. Cesaret yaratıcı bir güçtür. Cesaret ancak uzun bir tedbirlilikle karşılaştığı zaman yenik düşer; tedbirli insanların çoğu
korktukları için tedbirlidir.
Sayıca üstünlük, stratejide olduğu gibi taktikte de zaferin en genel ilkesidir. Strateji nerede, ne zaman,
hangi kuvvetle muharebeye girileceğini tayin eder. Strateji bu üç faktörle muharebenin sonucu üzerine çok önemli etki yapar. Sayıca
üstünlük her zaman arzu edilen bir faktördür, ama bunun kaç kat fazla olduğu
önemlidir. Eğer düşman en fazla iki veya üç katsa gerçek bir savaş önderi,
doğru seçilen bir coğrafya ve baskın tarzında
bir zamanlamayla sayısal üstünlüğü işe yaramaz hale getirebilir.
Seçilecek bir bölgeye kuvvetleri toplayarak düşmana üstünlük sağlamak kaçınılmaz iken; bir başka husus da düşmana baskın
yapmaktır. Baskın üstünlüğün aracıdır, moral etkisi çok büyüktür; düşmanın cesaretini kırar, kargaşa artar, başarı büyür.
Bütün girişimlerin temelinde baskın olmalıdır.
Gizlilik ve çabukluk, baskının iki faktörüdür.
Yumuşak ve gevşek ilkelerle baskın
sağlamaya kalkışmak boşunadır. Doğal koşullardan ötürü taktikte baskın daha çok söz konusudur, çünkü taktikte zaman ve mesafeler daha kısadır. Stratejide ise alınacak önlemler taktik alana girdiği
takdirde baskın daha kolay, politik
alana girdiğinde ise daha güç
sağlanacaktır. Bu yüzden bir devletin diğer
bir devlete baskın şeklinde savaş açması veya büyük kuvvetlerin izlediği
yön hakkında diğer devleti baskına uğratması çok seyrek görülür.
Savaşın hile ve aldatma olduğu sözü, yerinde bir sözdür
ve hilede daima gizli bir niyet vardır. Hile başarılı olduğu
zaman tam bir aldatmadır. Hileye başvuran biri, aldatmak istediği
kimsenin aklını o derece yanıltır ki, aldatılmak istenen gözünde işin
şekli birdenbire değişir. Hile, eylemlerle yapılan bir oyunbazlıktır.
Baskının temelinde de hile vardır.
Düşmanı beklemediği yer ve zamanda sıkıştırmak, savaşan bütün taraflar için arzu edilen ideal bir durumdur; bu da ancak aldatma ve yanıltma ile olur. Hile aslında
bir kurnazlıktır; fakat hile yapacağım diye kuvvetleri birbirinden ayırmak, mesafeleri iyi hesap
edememek, işler kötü
gittiğinde, nasıl hareket edileceği doğru düşünülüp sağlam hareket tarzları uygulanmazsa, "ava giden avlanır" çaresizliğine düşülebilinir.
Stratejinin emrindeki
kuvvetler ne kadar zayıf
olursa, strateji de hileye yatkın olur. Çok zayıf, çok
küçük, akıl ve tedbirden artık hiçbir şey beklemeyen, savaş
sanatından umudunu kesmiş olan tarafa hile son çare olarak görünür.
En iyi strateji, daima
çok kuvvetli olmaktır; önce genel olarak kuvvetli olmak, sonra da kesin sonuç yerinde kuvvetli olmak. Zorunluluk olmadan asıl kuvvetlerden asla bir kuvvet ayrılmamalıdır. Bu ilke hayatidir ve sıkı sıkıya sarılmak gerekir.
Taktik, kuvvetleri
birbiri arkasından kullanabilir; strateji ise aynı anda kullanır.
Savaşta ihtiyatın iki görevi vardır: Birincisi, muharebeyi uzatmak ve yenilemek; ikincisi, önceden kestirilemeyen hallere
karşı
kullanmaktır. Birinci görev kademeli kuvvet kullanılmasını
gerektirir ve bu nedenle strateji de görülmez. Bir birliğin,
düşmek üzere olan bir yere sevk
edilmesi ikinci göreve
girer; çünkü yapılması gereken mukavemet, önceden kestirilememiş demektir.
Muharebenin devamı için görevlendirilen ve bu nedenle ihtiyat olarak geride tutulan bir birlik, ateş tesirinden uzaktadır, ama muharebeyi yöneten
komutanın emrindedir ve ona tahsislidir. O
nedenle stratejik değil,
taktik ihtiyattır. Her şeye rağmen, önceden kestirilemeyen durumlar için bir kuvvetin hazır bulundurulması ihtiyacı, stratejide de ortaya çıkabilir, bu nedenle stratejik
ihtiyatlar da olabilir. Önceden kestiremeyen durumlar taktik
alanda daha fazla olacaktır,
çünkü taktik birebir cereyan eden faaliyetlerin en uç noktasıdır.
Tarafların muharebede verdiği zayiat, sadece fiziki ka-
yıplar değildir. Moral de sarsılır, kırılır ve bozulur. Sadece insan, silah ve teçhizat kaybedilmez; düzen ve güven; muharebeye devam planı da bozulur. Burada sonucu moral gücü tayin eder, yenen de
yenilen de çok kayıp
verdiği zaman, neticenin ne olacağını ruhsal güç belirler.
Fiziki zayiatın oranını muharebenin cereyanı
sırasında tayin etmek zordur; ama moral kaybı kolaydır. Bunu iki şey belli eder. Birincisi, üzerinde çarpışılan arazinin kaybı; ikincisi de düşman
ihtiyatlarının üstünlüğüdür.
İki cephede dövüşmeye mecbur kalmak ve daha da kötüsü geri çekilme imkanının kalmaması, hareketleri ve direnme gücünü felce uğratır, zafer ve yenilgiyi tayin eder. Yenilgi halinde zayiatı da artırır, zayiat azamiye yükselirken,
birliğin tamamını imhaya da götürebilir.
Değişmez ilke şudur: "Gerisinde düşmanı
hisseden önün- dekiyle savaşamaz. " Bu nedenle düşman hiçbir zaman gerimize düşmemeli, aksine biz düşmanın
arkasına sarkmalıyız. En küçük birlik bile gerisini düşünmeden düşmanın üzerine atılamaz, çoğu zaman düşmanın gerisini kavramayı
düşünür.
Tarafların tüm kayıpları ile ölü ve yaralılar
hakkında- ki raporları hiçbir zaman tam değildir, nadiren doğrudur ve çoğu zaman da kasıtlı olarak yanlış verilir. Zaferin, yenmenin gerçek dili şudur: Düşmanın muharebeden vazgeçmesi
ve teslim olmasıdır. Bu yoksa, zihinsel oyunlarla kendini kandırmak vardır.
Savaşın iki esas şekli vardır, bunlar taarruz ve savunmadır. Taarruzda bir yerin
ele geçirilmesi, savunmada ise bir yerin korunması vardır. Savaşta sonuç taarruzla alınır; kuvvetli olan saldırır,
zayıf olan savunur. Sürekli savunma uygulayarak zafer kazanılmaz. Savunma, taarruza geçecek güce ulaşıncaya kadar geçici bir harekat tipidir. Güçlü bir arazi az bir
kuvvetle savunulabilir ve taarruz edenin gücünü azaltabilir, ama bu
sonsuza dek devam edemez. Savunan, harekat alanında tüm inisiyatifi taarruz edene vermiş demektir. Aylarca sa-
vunma mevzilerinde saldıranı bekleyen askerlerin ruhsal gücü bir yerde mutlaka tükenecektir. Sinir savaşı taarruz edenden yanadır:
Meydan muharebesi
nedir? Asıl kuvvetlerle yapılan
bir muharebedir; önemsiz ve ikinci derece amaçlarla yapılan sıradan bir muharebe değildir. Küçük bir başarı elde edilmesiyle de vazgeçilebilen bir muharebe sınıfına
girmez. Gerçek bir zafer için bütün gayretlerin bir araya getirilmesiyle, var güçle yapılan bir muharebedir. Bunda kesin sonuç beklenir; savaşın sonunu da getirebilir.
Hayal gücünü ve morali etkileyecek ilk talihsizlik, yığınların erimesidir, sonra
toprak kaybı gelir. Daha sonra başlangıçtaki düzen bozulur, birlikler
birbirinin içine girer, bunu bazen kuvvetli bazen zayıf bir geri çekilme tehlikesi izler; sonunda çoğu kez gece başlayan ve bütün gece boyunca devam edecek olan geri çekilme gelir çatar; ilk geri yürüyüşte bir miktar yorgun ve dağınık erler geride
kalabilir. Bunlar çoğu
kez en ileriye kadar gitme cesaretini göstermiş ve en uzun süre mukavemet etmiş en mert askerlerdir. Muharebe sahasında yalnız yüksek rütbeli subayları üzen yenilmiş olmak duygusu, şimdi en basit askere kadar herkesi kaplar. Muharebede bu kadar büyük hizmetler görmüş mert askerleri düşmanın
eline bırakmış olmanın verdiği kötü izlenim, yenilmiş olma duygusunu kuvvetlendirir. Sevk ve idare makamlarına duyulan güvensizlik de yenilmiş olma hissini artırır.
Bu yenilmiş olma duygusu bir
kuruntu değil, düşmanın
üstün olduğunu gösteren bir gerçektir. Bu gerçek, önceden
görülemeyecek kadar esas nedenlerini
içinde saklamış
olabilir; fakat sonunda açık ve kesin olarak ortaya çıkar. Belki önceden de fark edildi, ama gerçekçi düşünelemediğinden, şans ve kadere bel bağlandığından,
alınan kararlara karşı koymaya cesaret edilemediğinden, acı gerçek bütün
çıplaklığı ve kaçınılmazlığıyla insanların
karşısına dikilir.
Bütün bunlar, savaşçı yeteneğini kanıtlamış bir orduda
asla olmaz. Bir
muharebede işler kötü gitse veya muharebe kaybedilse bile panik ve korku yaşanmaz. I
Coğrafi koşullar, yani arazi arızaları, topografik özellikler ile iklim şartları,
savaşın hazırlanmasına ve cereyanına kesin etki yapar. Mekan etkisi daha çok taktik alanda kendini gösterir; stratejide ise sonuçları
görünür. Dağlarda cereyan eden bir
muharebe ile ovada cereyan eden muharebe arasında uçurumlar kadar fark vardır. Topografik yapı, mekan; geçişe ve görüşe engel olarak, düşman
ateşine karşı örtü sağlayarak üç halde savaş faaliyetlerine etki yapar.
Yükseklikler ve derinliklerle,
zemin şekliyle; ormanlar, bataklıklar, nehirler ve göllerle,
doğal yapısıyla; kültürün meydana
getirdikleriyle çevre,
harekatı etkiler. Düz ve orta derecede bir arazide savaşın sevk ve idaresi en
kolay olanıdır. Ormanlarla kapalı bir arazide görüş
engeli, dağlık arazide geçiş engeli hakimdir.
Ormanlarda ve dağlarda kuvvetin bölünmesi
kaçınılmazdır, ama bu bölünme fazla büyük
olmamalıdır. Her iki yerde de ya hiçbir yerinden geçilemez veya geçmek için
büyük gayret sarf etmek zorunda kalınır. Dağlarda hareket, ormanlık alanlara nazaran daha sıkıntılı ve güçlüklerle doludur.
İklim koşulları, özellikle de derin kar ve şiddetli soğuklar, savaş alanında yer alan insan, silah ve donatımı düşmandan daha çok etkiler. İdari ve lojistik faaliyetler, muhariplik yeteneğinin de önüne geçer; burada mesele düşmandan
önce doğayı yenmeyi gerektirir. Ve savaş dağlarda sürdürülecekse iş daha da zorlaşır. Her şey bu kendine özgü koşullara uygun bir planlama ve uygulamaya gösterilecek özen ve tecrübeye bağlıdır.
Savunma, bir yeri veya
bir şeyi
korumaktır. Eşit koşullar altında savunma taarruzdan
daha kolaydır. Savunma, ekmediği yerden biçmektir.
Zamanı iyi kullanamayan, atılgan olmayan, ileri harekata geçmede
tembellik eden taraf savunana yardım etmiş olur. Savunanın iki dostu vardır; tuttuğu
güçlü
bir arazi ve bunu elde
tutma azmi. Eğer inisiyatif düşmana
bırakılmışsa ve düşmanın karşıdan görünmesi bekleniyorsa, büyük
küçük her muharebe taktik bakımından bir savunma muharebesidir. Tarihte kuvvetli ordunun savunduğu zayıf ordunun ise taarruz ettiği görülmüş şey değildir. Zayıf ordu kuvvetli bir orduya taarruz edebilir, ama bu iki ordu da açıkta olduğu zaman olur. Kuvvetli olan hiçbir vakit zayıf gelsin bana saldırsın
diye kendini toprağa gömmez.
Dağlarda, nehir hatlarında bataklıklarda ve ormanlarda savunma, bu doğal engellerin güçlü özellikleri nedeniyle daha az kuvvette ve daha iyi sonuçlar elde edebilecek şekilde uygulanabilir.
Taarruz; savaşın hedefi olan düşman
silahlı kuvvetlerini imha ederek, onun
yenilmesini sağlayacak harekat tipidir. Sadece imha ile yetinilmez
toprak da kazanılır. Taarruzda başarı mevcut bir üstünlüğün, fizik ve moral gücünün
bir araya getirilmesi sonucudur. Taarruzun amacı düşman ülkesinin işgali
olduğunda ileri harekat üstünlük tükeninceye kadar devam eder, bu üstünlük hedefe kadar götürüldüğünde buna "taarruzun denge noktası" denir.
Kuvvetli tahkim edilmiş savunma hatlarına taarruz, nehir hatlarına taarruz, dağlarda taarruz, ormanlara taarruz; buraların sahip olduğu kendine özgü yapılarına
uygun tertiplenme ve manevraları zorunlu kılar.
Kazanmak
ve Yenmek İçin
İskender, Anibal, Sezar
İskender
B
abası Philip'.in tasarladığı Asya seferini İskender
hayata geçirmiştir. Iskender'in eline geçirdiği varlık, sadece bir plan ve Philip'in geliştirdiği örnek nitelikteki bir
ordudan ibaret miras değildi. Kendisinin yüksek strateji üzerine bir ana fikri de vardı. Ayrıca İskender'e babasından kesin bir maddi değer
taşıyan başka bir miras daha kalmıştı. Bu da Philip'in MÖ 336'da ele geçirdiği
Çanakkale Boğazı köprübaşları idi.
İskender, Asya'yı istila hareketinin başlangıcında, romantik bir duygunun etkisi altında kalarak, tarihi Troya Savaşı'nın Homeros tarafından
anlatılan öyküsünü yeniden canlandırmıştır. Ordusu Çanakkale
Boğazı'nı geçmek üzere beklerken, kendisi seçkin bir müfreze ile birlikte, Yunanlıların
daha önce Troya Savaşı'nda gemilerini halatlarla kıyıya bağladıkları yer olan Ilion'da
karaya çıkmış ve sonra Tro- ya şehrinin ilk bulunduğu çevreye ilerlemiştir. Burada Atina tapınağında
kurban adamış, muharebenin küçük çapta bir benzerini sahneye koymuş ve geleneklere göre kendisinin soyu sayılan
Aşil'in gömülü bulunduğu ünlü tepede bir söylev vermiştir. Ancak bu sembolik gösterilerden sonraki gerçek harekatı yönetmek üzere ordusunun başına
dönmüştür.
İskender'in giriştiği seferleri gösteren bir
harita incelenirse, bu hareketlerin bir kesin
zikzaklar dizisinden ibaret olduğu görülür. Ayrıca bu harekatı kapsayan
tarih bölümü de incelenince, buradaki
nedenlerin stratejik olmaktan çok politik olduğu da
ortaya çıkmaktadır.
Ancak bu siyasal nitelik, yüksek strateji
anlamı
çerçevesindedir.
İlk seferi
sırasında
İskender'in lojistik
alandaki stratejisi dolaysız nitelikte
olup, incelikten yoksundu. Bunun nedeni şöyle açıklanabilir: Her şeyden önce, krallık ve zafer için yetiştirilmiş olan İskender'in gençlik dönemindeki kişiliğinde, tarihin en büyük komutanlarından daha çok, Homeros'un
kahramanlarının.
etkisi vardır. Ayrıca, bundan belki de daha etkili diğer bir
nokta, İskender'in
elindeki ordunun ve kendi savaş sevk
ve idare yeteneğinin
üstünlüğüne beslediği büyük inançtır. Bu
yüzden
düşmanın stratejik dengesini bozmak bakımından hiçbir hazırlayıcı harekete girişmeye ihtiyaç duymamıştır.
İskender'in dünya siyasi ve savaş tarihine
bıraktığı
dersler iki kutupta toplanır: Yüksek strateji ve taktik.
İskender, MÖ 334yılı ilkbaharında Çanakkale
Boğazı'nın doğu kıyısından harekete
geçti;
önce güneye doğru ilerleyerek
Biga Çayı
bölgesindeki Pers
(İranlılar)
örtme kuvvetlerini yendi. Buradaki Pers
kuvvetleri, İskender'in
mızraklı süvarisinin hücumları ve
hızı
karşısında şaşkınlığa uğradılar. Fakat
bunlar, bütün dikkatlerini çok atılgan davranmakta olan İskender'in üzerine toplayarak, onu öldürebilirlerse, istilayı daha başlangıçta felce uğratacaklarını değerlendirebilecek derecede de uyanık insanlardı. Hatta bu amaçlarına neredeyse ulaşmak üzereydiler, ancak bunu başaramadılar.
İskender bundan
sonra güneye, Gediz ve Büyük Menderes arasındaki politik ve ekonomik kilit noktası olan
Sard üzerine
ilerlemiş ve buradan Efes'in batısına yönelmiştir. Buradaki Yunan şehirlerine yeniden demokratik yönetim ve
diğer
haklarını kazandırmıştır. İskender'in bu
tutumundaki
başlıca amacı, kendi arkasını en ekonomik biçimde
güvence altına almaktı.
İskcüder, Ege kıyısına döndü; buradan önce güneye ve sonra Muğla civarına,
oradan da Antalya yöresinden doğuya doğru ilerledi. Kendisinin bu ilerleme sırasındaki amacı, Pers donanmasının hareket serbestliğini ortadan kaldırmak, Pers- lerin deniz hakimiyetini bozmaktı. Bunu, Pers donanmasını dayandığı üslerden mahrum ederek başarmak
istiyordu. Sonuçta başardı da. Bu deniz üslerini özgür duruma getirerek, düşman donanmasını buralardan bağladığı insan gücünden de yoksun bırakmıştır.
Antalya'nın ötesinde, Anadolu kıyısının geri kalan kısmında hemen hemen hiç liman yoktu. Bu nedenle İskender yine kuzeye, Kütahya, Afyon çevresine döndü
ve buradan doğuya yönelerek Ankara'ya kadar geldi.
Orta Anadolu'nun kontrolünü
sağlamlaştırdı ve kendi gemilerini güvence altına aldı.
Daha sonra MÖ 333'te, doğruca Suriye'ye ulaşmayı
sağlayan Kilikya, Çukurova geçitleri üzerinden güneye
yöneldi. Pers imparatoru III. Darius, İskender'e karşı koymak üzere kuvvetlerini burada topluyordu. İskender istihbaratının, Perslerin kendisini
ovada bekleyecekleri yolundaki haberlerin ve kendi varsayımlarının yanlış çıkması
yüzünden stratejik manevra bakımından zararlı duruma düştü. Buna karşılık Darius, dolaylı tutuma başvurmuş ve Fırat'ın yukarı
kesimlerine doğru hareket ederek, Amonos
geçitleri
üzerinden İskender'in gerisine doğru ilerlemiştir. Kendi üsler zincirini güvencede tutmak için o kadar dikkatli davranmış bulunan İskender, şimdi bu üslerle
bağlantısının kesildiğini görmüştür. Hızla geriye dönerek, İsos Muharebesi sonunda bu durumdan yakasını sıyırmıştır. Çünkü, hiçbir komutan, beklenmedik bu dolaylı hareketi, hiçbir zaman bundan daha büyük bir ölçüde kullanabilmiş değildir.
Kazandığı bu başarıyı, aşırı ataklığı ve kurduğu taktik üstünlük sayesinde sağlamıştır.
İskender bundan sonra tekrar
bir dolaylı tutum izlemiş-
tir. Pers Devleti'nin
kalbi niteliğindeki Babil üzerine ilerlemek yerine, Suriye kıyısı boyunca aşağıya yönelmiştir. İskender'i bu tutumu izlemeye açıkça yüksek strateji zorlamıştır. Çünkü kendisi, Perslerin deniz hakimiyetini sarsmakla beraber, onların deniz gücünü tam olarak ortadan kaldıramamıştı. Bu deniz gücü, var olduğu sürece
İskender'in gemileri her zaman tehdit altındaydı. İskender'in Fenike'ye ilerlemesi, Pers donanmasını parçalamıştır. Çünkü, bu donanmanın bir bölümünü
Fenikeliler oluşturuyordu. Arta kalan donanmanın büyük bir parçası
İskender'e teslim olmuştur. Surlulara ait kısmı
ise Sur'un ele geçirilmesiyle çökmüştür. İskender bu kez, yeni bir ihtiyat tedbiri olmaksızın, denizcilik bakımından pek de izah edilemeyecek bir harekete girişerek Mısır'a doğru hareket etmiştir. Onun bu hareketi, Pers İmparatorluğu'nu ele geçirmek yolundaki siyasi amacının ışığı
altında daha iyi anlaşılabilir, çünkü Mısır'ın
kaynakları çok büyük ekonomik olanaklar sağlıyordu.
İskender, MÖ 331'de tekrar kuzeye,
Halep'e doğru ilerlemiş
ve sonra doğuya dönmüştür. Fırat'ı geçmiş ve Dicle'nin yukarı
kesimlerine doğru baskısını artırmıştır. Darius, burada Musul yakınlarında yeni bir ordu toplamış
bulunuyordu. İskender, savaşma konusunda pek
istekliydi. Dicle'yi yukarı kesiminden geçerek, nehrin doğu kıyısı boyunca aşağı doğru ilerledi ve böylece
Darius'u mevzisini değiştirmek zorunda bıraktı. Muharebe Erbil'in altmış mil uzağında yapıldı; İskender ve ordusu, Pers ordusuna karşı sahip oldukları tam üstünlüğü bir kere daha göstermişlerdir.
O kadar ki, bu üstünlük karşısında Pers ordusu, İskender'i yüksek strateji alanındaki
amacına ulaştıracak yol üzerinde en az ciddiye alınacak
bir engel niteliğinden daha öteye gidememiştir. Bu muharebeyi Babil'in ele geçirilmesi izlemiştir.
İskender'in bundan sonraki seferleri, Hint sınırına varıncaya kadar, bir yandan Pers İmparatorluğu'nun
askeri bakını- dan temizlenmesini sağlarken, öte yandan kendisinin kurmakta olduğu imparatorluğu siyasi anlamda sağlamlaştırmıştır.
Bu
arada Uxian engelini
zorla geçmiş ve Pers geçitlerini
aşmıştır. Hydaspes Nehri'nde karşısına Poros çıkınca, kendi stratejik niteliklerinin olgunlaştığını
gösteren üstün bir ustalık uygulamış, ordusunu mısır
tarlalarının sağladığı örtü altında nehrin batı kıyısı boyunca geniş ölçüde yayarak, amacına ulaşmak
için düşmanlarını yanıltmıştır. İskender'in süvari birliklerinin birbiri ardından
gürültülü bir şekilde yürüyüşleri ve karşı hareketlerde bulunmaları, Poros'u önce son derece kuşkulandırmış-
tır. Bu hareketlerin bir dizi halinde tekrarlanması yüzünden, onun tepki ve dikkati körelmiştir. İskender, Poros'u besbelli bir
stratejik duruma bağladıktan
sonra ordusunun büyük kısmını onun karşısında
bırakmıştır. Kendisi ise seçme bir kuvvetle nehri on sekiz mil daha yukarıdan geceleyin geçmiştir. Sağladığı baskın tesiriyle, Poros ordusunun moral ve fizik dengesini olduğu kadar, Poros'un kendisinin de moral ve düşünce dengesini altüst etmiştir. İskender, bu durumu sağladıktan sonra giriştiği muharebede sadece ordusunun bir bölümünü kullandığı halde, düşman ordusunun tamamım yenmeyi başarmıştır.
İskender'in ölümünden sonra halefleri arasında gerçekleşen savaşlar, onun kurmuş olduğu
imparatorluğu parçaladı. İskender'in generalleri de en az
Napolyon'un generalleri kadar değerliydiler, edindikleri deneyimler paha biçilmezdi ama bu, imparatorluğu devam ettirmelerine yetmedi; İskender başlarında olduğu sürece onlar yeteneklerini sergileyebiliyorlardı. İskender'in ölmesiyle birlikte sergiledikleri nitelikler de imparatorluğu parçalamaktan öteye gitmedi.
Anibal
MÖ, Yunan-Pers savaşlarından sonra, kesin sonuçlu
olan ve Avrupa tarihini etkileyen büyük savaşlar, Roma ile Kartaca arasındaki savaşlardır. Bu savaşlar sırasındaki kesin dönemi, Anibal (Hannibal) Savaşı veya diğer adıyla Pön
Savaşı oluşturmaktadır. Bu savaş, çeşitli safha ve seferlerden ibarettir. Bunların her biri savaşın gidişini yeni bir y_öne çevirmek bakımından kesin bir karakter taşır.
Birinci safha, MÖ 218 yılında Anibal'in İspanya'dan Alpler'e ve İtalya'ya
ilerlemesiyle başlar. Bu safhanın normal kapanış
noktası, ertesi ilkbaharda yapılan ve yok edici bir özellik taşıyan Trasimene Zaferi'dir.
Bu kesin sonuçlu muharebe, eğer isteseydi, Anibal'in yapabileceği ileri harekat karşısında, Roma'yı koruma imkanından yoksun bir duruma düşürebilirdi.
Anibal'in başlangıçta dolaşık ve sarp karayolunu doğrudan denizyoluna tercih edişinin nedeni Roma'nın "denizlere hakim oluşu"dur. Anibal'in Rom Nehri geçitlerini kullanmasını önlemek
için Roma ordusu Marsilya'ya gönderildi. Ani- bal, o sırada
umulmadık derecede yükselmiş olan bu heybetli nehri geçmeyi başardı. Sonra, daha düz ve kolaylıkla
tıkanabilecek yolları takip etmeyerek, Isere
Vadisi boyunca uzanan dolaşık ve sert yola ulaşmak için daha kuzeye yöneldi.
Romalılar üç gün sonra nehrin geçit yerine varınca,
düşmanın geçip gittiğini anlayarak şaşkına döndüler. Romalılar, Anibal kuvvetlerinin İtalya'ya gitmek için kuzey yolunu izlemeye asla cesaret edemeyeceğine kendilerini inandırmış durumdaydılar. İtalyan general Scipio, derhal verdiği bir kararla ordusunun
bir kısmını geride bırakarak, kendisi süratte harekete geçmiş ve Anibal'in karşısına
Lombardiya Ovalarında tam vaktinde çıkabilmek için denizyoluyla İtalya'ya
dönmüştür. Fakat Ani- bal, süvarilerinin üstün manevralarıyla
elverişli araziyi elinde tuttu ve üst üste Ticinus ve Trebia zaferlerini kazandı. Bu başarıların yarattığı moral etkisi, bölgeden
Anibal kuvvetlerine büyük ölçüde personel ve ikmal maddesi sağladı.
İtalya'nın kuzeyine hakim olan
Anibal kışı burada geçirdi. Bahar gelince, onun ileri harekata devam edeceğini tahmin eden Roma'nın yeni konsülleri emirlerindeki ordulardan birini Adriyatik bölgesinde Rimini'ye, diğerini de Etruria'da
Arezzo'ya göndererek, Anibal'in Roma'ya ilerleyebilmek için izlemek zorunda olduğu doğu ve batı yollarını kontrol altına aldılar.
Aı1ibal, etraflı incelemelerden sonra
Etruria'ya ulaşan bütün
yolların, biri hariç, hem uzun hem de düşman
tarafından iyi bilindiğini anladı. Bataklık
bölgelerden geçen bir yol Anibal'in dehasına en uygun olanıydı; bu yoldan ilerlemeye karar verdi. Ancak Anibal'in ordusundaki bürün askerler, onun kendilerini bataklıklar arasından yürüteceği haberi yayıldığı zaman dehşete
kapılmışlardır...
Normal nitelikteki
askerler, bilineni bilinmeyene tercih ederler, Anibal ise olağanüstü bir komutandı. Bu nedenle, tarihin diğer büyük generalleri gibi davranmış ve düşmanlarının seçtikleri bir mevzide onlarla karşılaşmayı gerektiren belli bir
hareketi yapmaktansa, en tehlikeli koşulları göze almayı tercih etmiştir. "Ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağız" ünlü sözünü, Anibal bu sırada
söylemiştir. (Bu söz, bugün bile, büyük bir mücadelenin azmini anlatabilmek için dünyanın her yerinde kullanılmaktadır.)
Anibal'in ordusu dört gün dört gece su altında uzayıp giden bir yol üzerinde
yürüdü. Yorgunluk ve uykusuzluk yüzünden büyük sıkıntılar çekildi,
birçok insan ve at kaybedildi. Anibal bu yolu aştığı zaman Roma ordusunun hala pasif bir şekilde ordugahta bulunduğunu gördü, ancak cepheden bir taarruza geçmedi. Anibal şunu hesaplamıştı: Eğer kendisi Roma ordugahına
çatmadan güneye inmeye devam ederse,
Roma ordusu komutanı,
kısmen halk tarafından kınanma korkusundan ve kısmen de sinirlenme yüzünden
memleketin çiğnenmesine pasif bir şekilde seyre devam edemez, derhal takibe koyulur ve böylece, taarruz edilmeye çok uygun fırsatlar sağlamış olurdu.
Anibal'in ana fikri, düşmanın gerisini kavrayan bir manevraydı, düşman komutanının karakterini de iyi incelemişti. Roma yolu boyunca baskısını sürdürerek ilerleyen Anibal, tarihin en büyük tuzağını kurmuş, Roma ordusunu yok et-
mıştır. Bu tuzağın kurulmasını takip eden sabahın sislerle kaplı şafak vaktinde, Trasimene Gölü'nü çevreleyeiı.tepelerin etekleri boyunca
Anibal kuvvetlerini sıkı
bir şekilde izlemekte olan Roma ordusu, önüne ve arkasına kurulan tuzaklarla baskına uğramış ve imha edilmiştir.
Bir tarihçi, "Bir gemiyi baş dümencisinden mahrum ederseniz, bu gemi bütün
mürettebatıyla birlikte düşmanın eline geçer. Bunun gibi, savaşta
da bir ordunun generalini zeka ve manevra alanında alt ederseniz, çoğu
kez bütün düşman ordusunu elinize
geçirmiş olursunuz," diyerek Anibal'in zaferinden alınan başlıca dersi ortaya koymuştur.
Roma, ordularının başına General Fabius'u getirdi. Fabius, Anibal'in askeri üstünlüğünü çok iyi kavradığından,
büyük askeri hareketleri göze almamıştır. Kendisi, bir yandan askeri alanda bir çatışmadan kaçarken, öte yandan da istilacıların dayanma gücünü
yıpratmak için çimdikleyici nitelikte küçük çaplı askeri harekatlar yapmayı planlamıştır. Bu, "Fabian Stratejisi" olarak tarihe geçmiştir.
Bir davranış biçimiydi; çoğu kötü bir biçimde olmak üzere, sonradan çok taklit edilmiştir. Fabius'un ortaya koyduğu bu strateji sadece
zaman kazanmak için bir muharebeden kaçınma
metodu değildi. Bu stratejide aynı zamanda düşmanın morali üzerindeki etki hesaba katılıyor, hatta daha da fazla müttefikler üzerinde yapacağı moral etkisi de
dikkate alınıyordu.
Böylece bu strateji, esas itibariyle bir savaş politikasrve yüksek
strateji sorunu oluyordu. Böylelikle, Anibal kuvvetlerinin İtalyan şehirlerinden veya Kartaca üssünden destek görmesini
önlemek amacını gütmüştür.
Fabian Stratejisi'nin
temel unsuru, Roma ordusunun daima tepelerde kalması ve böylece, Anibal'in süvari bakımından
sahip olduğu kesin üstünlüğü hiçe indirmesiydi. Bu durum, Anibal ile Fabius arasında bir düello halini almıştır.
Fabius, düşmanın çevresinden ayrılmayarak,
birliklerinden ayrı düşen düşman personelinin veya
birliklerine yiyecek sağlamak için
görevli grupları yakalayarak veya bunların
devamlı bir üs edinmelerini önleyerek
akılları karıştırmış, Anibal'in zafer yürüyüşünün parlaklığını
karartmıştır. Böy- lece Fabius. bir
yenilgiye uğramaktan
kaçınarak, Anibal'in önceki zaferlerinin Roma'nın
İtalyan müttefikleri üzerinde yapmış olduğu etkinin önüne geçmiş ve bu müttefiklerin
taraf değiştirmesini önlemiştir. Aynı zamanda bu gerilla tipi harekat, Roma birliklerinin moral gücünü de yeniden canlandırmıştır.
Buna karşılık, yurtlarından çok uzakta olan Kartacalılar üzüntüye kapılmışlar ve erken bir sonuca ulaşılması zorunluluğunu daha iyi anlamaya başlamışlardır. Ancak yıpratma stratejisi iki tarafı
da etkileyen keskin bir silahtır. Ayrıca kullananlar üzerinde,
ustalıkla kullanıldığı zaman bile bir yük oluşturur. Bu tutum, özellikle halk kitlelerinin canını sıkar. Çünkü halk, mümkün olduğunca çabuk bir sonuca ulaşılmasını ister, ayrıca bu sonucu daima düşmanın
sonu olarak düşünme eğilimindedir.
Zaman çok uzadığı için, halkın bir bölümü ve ordu içersindeki ihtiraslı
kişiler Fabius'u "korkak ve pısırık ruhlu" olarak eleştirmeye başlamışlardır. MÖ 216 yılında Roma'nın bugüne kadar ortaya koyduğu
en büyük ordunun teşkilatlanmasına girişilmiş, Varro isimli bir general de bu ordunun başına getirilmiştir. Varro'da taarruz ruhu
ile muhakeme arasında bir denge bulunmadığı
için, Roma böyle bir önder seçmenin cezasını kısa zamanda ağır bir şekilde
ödemiştir.
Varro'nun ana fikri ve
genel isteği, düşmana
nerede ve ne zaman rastlanırsa taarruz etmekti. Bunun sonucu olarak Varro, Anibal'le çarpışmak hususunda yakaladığı ilk fırsatı
kullanmıştır. Bu muharebe, Cannae Ovası'nda olmuştur.
Varro'nun taarruz
karakteri, beklemek yüzünden
sinirlenen ordunun büyük kısmı tarafından da destekleniyordu. Varro şöyle diyordu: "İnsan buluttur ve rüzgara
tabidir. İnsanlar işe bir kere karar verince, katlanılması kendi alınyazı- ları gereği olan bütün
kötülüklere dayanmaktan başka bir şey yapamazlar."
Kısa bir süre sonra da Varro Roma ordusunu muharebeye, hem de Anibal'in istediği biçimde bir muhar^_beye sokmak üzere ordugahtan harekete geçirdi. Her zaman olduğu gibi her iki taraf, muharebe alanında kendi piyadelerini
orta kısımda,
süvarilerini yanlarda düzenlemişti. Fakat, Anibal'in kendi kıtalarını ayrıntılı olarak düzenleyişi alışılmış biçimde
olmamıştır. Çünkü Anibal, Keltler ve İspanyolları ileri sürerek piyade hattının orta kesimine yerleştirmiş,
Afrikalı kendi piyadelerini geride tutarak
piyade hatlarının her iki ucunda tertiplemiştir.
Bu durumda Keltler ve İspanyollar, Roma piyadelerini Üzerlerine
çekecek şekilde doğal bir mıknatıs durumundaydılar. Bunlar Roma piyadesinin saldırısı karşısında, plan gereği geriye doğru çekilmek durumunda kalmışlar gibi hareket etmişler,
başlangıçta dışbükey gibi görünen orta kesim, sahte çekilmeyle içbükey durumuna gelmiştir. (Asya kavimlerinin muharebe taktiği de böyledir.)
Bu gözle görülür biçimdeki başarının
coşkusuyla Romalı lejyonerler, açılan gediğe dalmışlar, buradaki kalabalık
gittikçe artmış ve o hale gelmiştir ki, askerler silahlarını
güçlükle kullanabilecek duruma düşmüşlerdir. Lejyonerler, Kartaca cephesini yarmakta olduklarını sandıkları sırada,
gerçekte kendilerini bir Kartaca torbasının içine atmışlardır. Tam bu sırada Anibal'in tecrübeli
Afrikalı askerleri her iki taraftan içeriye doğru hücuma geçmişlerdir.
Yoğun bir topluluk haline gelmiş olan Romalılar, otomatik olarak, tam anlamı ile kuşatılmıştır. Bu manevra, tıpkı
Salamis Deniz Savaşı'ndakine benzer bir kapan
meydana getirmiştir.
Anibal'in sol yanında bulunan ağır süvarisi, Roma süvarisini bozmuş,
Romalıların gerisine dolanmıştır. Anibal'in sağında bulunan çevik Numidyalı
süvari birliği diğer yanda bulunan Roma süvarisine saldırmış ve onları
dağıtmıştır. Kar- taca ağır süvarisi, Roma süvarilerinin takibini Numidyalılara
bırakıp, Roma piyadesinin gerisine hücum ederek, ona son darbeyi indirmiştir. Bundan sonra muharebe
bir katliam ha-
lini almış, 76 bin kişilik Roma ordusundan 70 bin kişi savaş alanında can vermiştir.
Cannae'daki bu
felaket, Roma İtalya
koı::federasyonunu bir süre için parçaladı, ama Roma'nın kendi üzerinde parçalayıcı
bir etki yapmadı.
Savaşın ikinci aşaması, MÖ 207 yılında son buldu. Konsül ve General Nero, kuvvetlerini Anibal'in karşısındaki mevzi- lerden, Anibal'in kardeşinin komutası altındaki ordunun karşısında topladı. Kuzey İtalya'dan
henüz gelmiş olan Anibal'in kardeşi komutasındaki bu orduyu Metaurus'ta yok ettikten sonra Nero, Anibal fark etmeden eski
mevzilerine geri döndü.
Bundan sonra İtalya'da çıkmaza giren bir durum hüküm
sürmüştür. Bu üçüncü safhadır. Anibal, Güney İtalya'da
beş yıl süre ile bütün varlığını ortaya koyarak savaşmıştır.
Birbirini izleyen Romalı komutanlar, aslanın
inine karşı uyguladıkları lüzumundan fazla dolaysız tutumlar yüzünden
aldıkları yaralarla birlikte ortadan çekilip gitmişlerdir.
MÖ 210'da genç Publius Scipio, pek de umutlu görülmeyen bir amaçla, Anibal'in gerçek stratejik üssü olan İspanya'ya
gönderilmiştir. İspanya'nın kuzeydoğu köşesinde Roma'nın tutmakta olduğu küçük bir arazi parçasını muhafaza eden Scipio; hızlı hareket etmesi, üstün bir taktik kullanması ve ustaca bir diplomasi takip etmesi sayesinde savunmayı, Kar- taca ve Anibal'e karşı saldırı hamlesine dönüştürmüştür. Tam zamanında ve ustaca gerçekleştirdiği
baskınlarla, geniş bir bölgeyi Kartaca ordusundan kurtarmış, babasının ve amcasının İspanya'da uğramış
oldukları felaketlerin izlerini silmiştir.
Publius Scipio, MÖ 205 yılında
İtalya'ya dönünce Afrika'ya geçmek için Roma Senatosu'ndan izin çıkarttı, ama asker toplama isteği reddedildi. MÖ 204 ilkbaharında,
sadece 7000 gönüllü asker ile Cannae
Meydan Muharebesi'nde suçlu görüldükleri için Sicilya'ya gönderilmiş, gözden düşmüş iki lejyonu (alay) da yanına alarak Afrika
sahillerine çıktı.
Scipio, Kuzey
Afrika'da elindeki küçük
kuvvetle umul-
madık başarılar kazandı, limanları ele geçirdi,
karşısına 60 bin kişilik bir Kartaca ordusu çıkınca güçlü bir araziye geçip orayı tahkim etti ve savaştı.
Bütün bu olup bitenler Roma'yı sevindirdi ve moral kazandırdı. Senato, Scipio'yu
askeri güç olarak destekleme kararı aldı.
Scipio, doğrudan Kartaca surlarına taarruz etmedi, ama onların gözü önünde Tunus'a ilerleyerek Kartacalıları dehşet ve şaşkınlık
içersinde bırakmak istedi. Bu sırada Anibal Afrika'ya dönerek Leptis'te karaya çıktı. Scipio, Anibal'i destek üslerinden uzak tutmak için ordusunu Kartaca'dan çok uzaklara çekerek, Anibal'i seçtiği arazide muharebeye mecbur kılmaya zorlayan bir strateji uyguladı ve Zama'da Anibal'i yendi. Anibal taktik alanda ilk defa yenilgiye uğradı,
bunun sonucu olarak da başına ilk kez stratejik yenilgi geldi. Çünkü elinde, yok edilmemek için kendisine birliklerini yeniden toparlama imkanı verecek hiçbir kale yoktu. Bu durumun doğal neticesi olarak
harekat Kartaca'nın kan dökülmeksizin teslim olması ile bitmiştir.
Zama Savaşı, Roma'yı Akdeniz bölgesinin egemen devleti haline getirmiştir. Bu üstün durumun genişlemesi ve tüm çevrenin uyruk haline getirilmesi ciddi bir direnişle karşılaşmamış, bu alanda sadece
tehdite başvurulması amaca yetmiştir. MÖ 202 yılı, dünyanın
ilkçağ tarihindeki dönüm noktalarının ve bunların askeri nedenlerinin gözden geçirilmesi bakımından doğal sınır oluşturur. En sonunda, Roma egemenliğinin yayılma hızı duracak ve o zaman dünya çağındaki 1200 yıllık bu imparatorluk, kısmen düşman devletler ve· daha çok da içerden çökme
yüzünden parçalanacaktır.
Sezar
Sezar, MÖ 50 yılı aralığında
Rubicon'u geçtiğinde elinde yetersiz sayılabilecek bir kuvvet vardı. Askerlerin gözleri arkada kalmasın diye nehir geçişinde
kullanılan ne varsa hepsini yak-
tırdı. İtalya ve Roma'ya bağlı sömürgelere Pompeius hakimdi. Başlangıçta Sezar'ın elinde 9 lejyon (alay)
vardı. Fakat, bunlardan sadece: bir tanesi kendisiyle birlikte Ravenna'daydı. Öteki lejyonlar çok uzakta, Galya'da bulunuyorlardı. Pompeius'un elinde ise
İtalya'da 10, İspanya'da 7 olmak üzere 17 alay ve ayrıca bütün imparatorluk içinde
yayılmış birçok müfreze de vardı. Sezar, bu kadar küçük
bir birlikle güneye doğru hızla ilerlediği için eleştirilmiştir. Sezar'ın
yaptığı savaşın zaman ve baskın unsurunu, bu hayati iki etkiyi iyi kullanmasıdır. Bunlar kadar önemli başka bir unsur da Sezar'ın,
Pompeius'un aklından geçenleri kavramış olmasıydı. Ravenna'dan Roma'ya giden iki yol vardı. Sezar, bunların daha uzun ve dolaşık
olanını izlemiş; Adriyatik kıyısı boyunca uzayan bir yol üzerinde, hızla ilerlemeyi de başarmıştır. Nüfusça kalabalık olan bu bölgeyi
geçerken, Pompeius için toplanmakta olan askerler kendisine katılmıştır. Bunun üzerine, moral bakımından
sarsılmış olan Pompeius taraftarları, Roma'yı bırakarak Capua'ya çekilmişlerdir. Sezar, Pompeius'un ana kuvvetleriyle onun öncüleri arasına girerek, kan dökmeden
düşman öncü kuvvetlerinin kendisine katılmalarını sağlamıştır. Bundan sonra Sezar'ın
kuvvetleri bir çığ gibi artmış, düşman kuvvetlerini panik halinde İtalya yarımadasının ucuna kadar sürmüş,
onları Brindisi Limanı'na çekilmek zorunda bırakmıştır. Sezar'ın şiddetli takibi Pompeius'un Adriyatik üzerinden Yunanistan'a çekilmesine sebep olmuş, bu da Sezar'ı, savaşı
bir zafer içinde bitirme şansından mahrum etmiştir.
Ayrıca, Akdeniz havzası çerçevesinde daha dört yıl süre ile inatçı bir savaş yapmak zorunda bırakmıştır.
Sezar, Yunanistan'a çekilen Pompeius'un arkasından
gitmeyerek, İspanya'daki Pompeius taraftarı cephe ile meşgul olmak üzere oraya yöneldi. Pireneler üzerinden
düşmanın ilerdeki kuvvetlerine doğrudan doğruya yapılan bu ilerleme, düşman
kuvvetlere muharebeden kaçınma imkanı vermiş ve · bu hamle başarısızlığa
uğramış, Sezar'ın kişisel müdahalesi
sayesinde de bir
felaketin önüne
geçilmiştir. Sezar, askerlerinin morali gittikçe
bozulduğu bu sırada, Ilerda şehrinin bulunduğu
Sicoris Nehri üzerinde yapay bir geçit oluşturarak, nehrin iki kıyısına hakim bir duruma gelmiştir. Bu durum ikmal kaynaklarını tehdit ettiğinden, Pompeius taraftarları
henüz zaman varken çekilmeyi tercih etmişlerdir.
Sezar, bunların hiçbir baskıya uğramadan
çekilip gitmelerine göz yummuş, fakat gerilerini kesmek ve yürüyüşlerini geciktirmek için Galyalı süvarileri
göndermiştir. Düşman artçıları tarafından tutulan köprüye hücum etmek yerine, sadece süvarilerin geçebileceği derin bir geçitten lejyonlarını geçirme riskini göze almış ve geceleyin geniş
bir çark hareketi yaparak, düşmanın çekilme istikameti üzerine
yerleşmiştir. Sezar, kendi
askerlerinin şiddetli
çarpışma isteğini sıkı bir kontrolle önlerken, öte yandan da gittikçe daha yorgun, aç ve moralsiz bir hale düşmekte olan düşman askerlerine karşı
kardeşlik duygularını teşvik etmiştir. En sonunda düşmanı önüne katarak susuz bir bölgede mevzi almak zorunda bırakmış, sonuçta düşmanın asıl kuvvetlerinin tamamı
teslim olmuştur. Bu, stratejik bir
zaferdi, çünkü yenenler gibi yenilenler de hiç kan dökmemişlerdir. Burada Sezar'ın önem
verdiği, düşman tarafından ne kadar az insan öldürülürse, kendi saflarına taraflar kazanma ve askerlerin katılma ihtimalinin de o kadar
çok olacağıydı.
Bu harekatta düşmana doğrudan hücumların yerini manevralar aldığı halde, bütün harekat Sezar'ın ancak altı haftabk bir zamanını
almıştır.
Sezar, MÖ 48 yılındaki seferinde, Illyria üzerinde uzanan dolaylı karayolunu izleyerek Yunanistan'a ilerleme yerine, önceki stratejisini değiştirmiş;
doğrudan denizyolu üzerinde karar kılmıştır. Bu surette başlangıçta vakit kazanmışsa da en sonunda kayba uğramıştır. İçsavaşın başlangıcından beri Pompeius'un donanması vardı, Sezar'ın ise yoktu. Sezar çok sayıda gemi inşasını veya toplanmasını
emretmişse de bunların ancak bir kısmı
sağlanabilmiştir. Fakat beklemek- tense,
toplanan kuvvetin de sadece yarısı ile denize açılmış
ve Palaeste'de karaya çıktıktan sonra önemli bir liman olan Durazzo'ya doğru kıyı boyunca ilerlemiştir. Buna karşılık Pompeius·, Sezar'dan önce oraya varmıştır. Pompeius, her zaman olduğu gibi gene pek yavaş davrandığından, Sezar'ın generali Antnoy gelmeden önce üstün kuvvetini kullanmak fırsatını kaçırmıştır. Antony, Sezar ordusunun diğer yarısıyla birlikte d_üşman donanmasından kurtularak karaya çıktığında bile merkezi durumda
olan Pompeius, Tiran'da Sezar ve Antony'nin birleşmelerini önleyememiştir.
Bundan sonraki
hareketler, iki tarafın
birbirini yoklaması ve köşe kapmaca şeklinde, denizden ikmal sağlayan
Pompeius zaman zaman lojistik sıkıntı çeken Sezar'a nazaran üstünlükler
göstermiştir. Sonunda Sezar, her şeyi düzeltmek için kuvvetlerinin tamamıyla
saldırıya geçmiş, ancak bu saldırı başarıya ulaşamamış ve ağır kayıplar
vermiştir. Sezar'ın morali bozulmuş birliklerini yok olma durumundan Pompeius'un uyuşukluğu kurtarmıştır.
Sezar'ın komutanları ve askerleri düşmana karşı yeniden hücuma
geçirilmelerini ısrarla istemişler, fakat Sezar dersini almıştır. Yeniden dolaylı stratejiye döndü. Pompeius'un şansı
daha iyiydi, Adriyatik'i yeniden geçebilir ve İtalya'yı tekrardan kontrolüne alabilirdi. Bu Sezar için siyaseten çok tehlikeliydi, bulunduğu
coğrafyada yeni bir durum yaratmalıydı, derhal Pompeius'un Makedonya'da bulunan yardımcısının kuvvetleri üzerine
yürüyüşe geçti. Aklı bu harekete çevrilen Pompeius İtalya'ya dönme
fikrini geri plana atarak, Sezar'ı takibe koyulmuştur. Bu yarışta Makedonya'ya ilk varan Sezar olmuştur. İki tarafın çeşitli stratejik uygulamaları sonunda ordular Farsala'da muharebeye girdiler ve Sezar yendi. Bu zaferden
sonra Sezar, Çanakkale
Boğazı üzerinden Anadolu'ya çekilen ve oradan Akdeniz'i aşarak İskenderiye'ye giden Pompeius'un arkasını bırakmadı. Ancak, Pompeius İskenderiye'de
bir suikastte öldürülünce, Sezar büyük bir sıkıntıdan
kurtulmuş oldu.
Sezar, !vlısır tahtını ele geçirme konusunda Ptolemaios ve kız kardeşi arasındaki kavgaya müdahale ederek ve gereksiz boş çabalarla sekiz ay kaybetmiştir. Bu sekiz aylık arada Pompeius taraftarları,
İspanya ve Afrika'da yeni kuvvetler
toplayarak harekata hazır
hale gelmişlerdir.
Sezar'ın Afrika'da karşılaştığı güçlükler, yardımcısı Curio'nun uyguladığı
yanlışlıklar dolayısıyla daha da artmıştır. Curio pusuya düşürülüp
kuvvetleriyle birlikte yok edilmiştir. Sezar'ın kendisinin yönettiği Afrika seferi MÖ 46'da başlamıştır. Yunanistan da yaptığı
gibi Afrika'da da yetersiz kuvvetlerle şiddetli
hareketlere girişmiş, kötü durumlara düşmüş, ama her zamanki şansı
ve taktik alandaki ustalığı sayesinde bu durumlardan kurtulmayı bilmiştir. Takviye kuvvetleri geldikten sonra da küçük çaplı, sık sık tekrarlanan baskınlarını sürdürerek düşmanın moralini bozmuş, nihayetinde de düşmanın
ana üssüne taarruz ederek, kesin sonuçlu bir muharebeyle işi
sonuçlandırmıştır. Afrika harekatından sonra MÖ 45 yılında İspanya
seferine başladı. Sezar'ın stratejisi hep az kayıpla muharebe kazanmaya yönelik olduğundan, önce sürekli kuşatma manevralarıyla düşmanı
çaresiz ve takatsiz hale getirecek teslim
almak, bu olmadığı takdirde taarruza başvurmaktır.
Sezar'ın seferleri, coğrafi olarak bakıldığında
İspan- ya'dan İtalya'ya, oradan Yunanistan ve
Makedonya'ya, devamla Anadolu'ya, oradan Mısır'a, peşinden Afrika'ya, tekrar İspanya'ya, en nihayetinde de İtalya'ya, Roma'ya dönmek şeklinde özetlenebilir.
Mutlak ve Mükemmel
Bir Başarı İçin
Cengiz, Friedrich,
Napolyon
Cengiz Han
G
öçer atlı kavimlerin kurduğu ilk önemli i^?arat^rl^k, daha sonra da Anadolu'ya yerleşecek olan Turklerın ım- paratorluğuydu.
Türkler, MS 6 ve 7. yüzyıllardan başlayarak, Çin
sınırlarından Karadeniz'e kadar
uzanan bir bozkır imparatorluğunu
egemenlikleri altında tutmuşlardır. Türk imparatorluğunun çöküşünden sonra doğu bozkırı,
başkentleri bugünkü Moğolistan'ın Hentiy eyaleti olan doğu bozkırı, Orhun Vadisi'nde bulunan, yarı göçer olarak tanımlanabilecek, gene Türk soyundan olan Uygurların
egemenliğine geçmiştir. 9. yüzyılda Uygurlar, güneye ve batıya doğru
göçerek bugünkü Çin'in en batı ucu olan Sincan bölgesine
yerleştiler.
Uygurlardan sonra
karahitaylar, kendi adlarıyla
bir imparatorluk kurdular.
Karahitaylar daha batıya
doğru gidip Baykal Gölü çevresine ve büyük Pers İmparatorluğu'nun
doğu sınırlarına yakın bölgelere kadar yayıldılar. Kendilerine Çince
Kin, Moğolca Altan Han, Türkçe Altun Han hanedanlığı ismini taktılar.
Aynı dönemde Moğollar doğu bozkırlarını kontrolleri
altına almak için diğer kabilelerle mücadele
ederek ortaya çıkmaktadırlar. 12. yüzyılda, bölgenin politik sahnesi Karahi- tayların yarattığı boşluğu doldurmak için tüm kabileler arasında çıkan
sürtüşmelerle tanımlanabilir. Bu kabileleri Türk- Moğol olarak tanımlamak en doğrusu
olacaktır, çünkü hepsi ya Türkçe ya da Moğolca
konuşmakta ve evlilikler kabileler arasında gerçekleşmekteydi.
Temuçin'in (Büyük Han unvanını aldıktan sonra Cengiz) yükselmesi,
kabilelerinin birbiriyle olan mücadeleleri ortamında başladı.
Bölgedeki tüm kavimleri kendi önderliği altında toplamak, Asya politikasının
olağan oynak kıpırdanmalarına karşı bu birliği sürdürebilmek, olağanüstü bir başarıya
ulaşmak demekti. Temuçin, acımasız bir çocukluk dönemi
geçirdi; annesi ve kardeşleriyle Onon Irmağı'nın
yakınındaki dağlara kaçarak düşmanlarından korunmak istediler. Buralarda yoksulluk ve tehdit altında yapayalnız kalıp, böğürtlen, balık ve avladıkları
hayvanları yiyerek yaşamlarını sürdürdüler. Bu yaşam tarzı ve genç yaşta
giriştiği silahlı mücadeleler, Temuçin'de keskin, gözü kara, kararlı ve yerine göre acımasız bir kişilik
oluşturdu.
Dünya tarihinde, Cengiz Han'ın gerçekleştirdiği seferler, mesafe olarak en uzağa erişenlerdir. Hiçbir zaman bu kadar fazla toprağa bir tek kişi tarafından
el konulmamıştır. Öldüğü zaman imparatorluğunun sınırları, Büyük
İskender'in ulaştığı sınırların dört, Roma İmparatorluğu'nun ise iki katıydı ve genişleme
dönemi henüz başlamıştı.
Tüm standartlara göre Cengiz Han dünya tarihi için önemli bir kişiydi, ama yine de ulaştığı
başarılar Batı'da yeterli ilgi görmedi. Batı dünyasında onun adı,
dizginlenmemiş bir barbarlık, uygarlığın sona erdirilişi ve putperest orduların
tehdidi olarak görülmek istenmiştir. Ne yasaları, ne strateji ve taktiklerine askerlerinin eğitim usülleri, ne muhteşem
istihbarat örgütlenmesi, ne haberleşme sistemleri, ne binlerce millik mesafeleri arabalarla alması, ne lojistik planları,
ne mali işleri
. düzenlemesi ne de kıvrak diplomasi hamleleri sırt dönülmüş hayati konulardır. Hiçbir zaman büyük imparatorluklar kuran İskender ve Napolyon'la eşdeğer
tutulmadı. Oysa ulaştığı başarıların derecesi, bilinen ve tanınan isimlerin hepsinden yüksektir. Bunun birinci nedeni Moğol İmparatorluğu'nun sürekliliğidir. Büyük İskender ölünce,
imparatorluğu generalleri arasmda paylaşıldı ve önemsiz nedenlerle aralarında çıkan kavgalar sonunda topraklarının geriye kalan kısımları da yok oldu. Moğol
İmparatorluğu ise yüreğindeki karizmatik kişinin
ölümünden sonra bile, diğer imparatorlukların aksine amacını yitirmedi. Cengiz Han, halefini seçtiği gibi, bir imparatorluğu yönetecek birimlerin temelini de atmıştı. Tıpkı Napolyon gibi çağdaş bir ordusu, yetenek ve becerilerine göre ödüllendirilerek rütbeleri yükseltilmiş generalleri vardı.
Cengiz Han da rütbeleri Napolyon gibi, soy esasına göre değil, cesaret ve savaşçılık
yeteneğine göre verdi.
Zaferlerini daima
parlak bir strateji, organizasyon, disiplin ve cesaret sonucunda
elde etti. Yaşamının son yirmi beş yılı içinde
kazandığı zaferlerin kıyaslanabileceği hiçbir örnek yoktur. Nasıl bir ordu ve strateji ki, Pasifik Okyanusu'nun doğu kıyısına (Sarı Deniz'den) Atlantik Okyanusu'nun doğu kıyısına (Polonya'nın başkenti Varşova'ya) kadar gitmiştir, hem de o çağın
koşullarında. Belki de bedeli çok ağır olmuştu, ama Asya kıtasının tümü Cengiz Han ismiyle çınlamıştır.
Savaş tarihçilerinin hepsi çok iyi bilir ve kabul ederler ki, general denilince Doğu'da Cengiz Han, batı
da Napolyon ismi akla gelir.
Orta Asya'nın tamamında egemenliğin
sağlanmasını, Çin'in işgalini, Harzemşahları yıkarak İran'ın ele geçirilmesini, Irak ve Suriye ile Güney Rusya'nın kontrole alınmasını ve Kafkaslar'da hakimiyetin sağlanmasını Cengiz Han sağlığında gerçekleştirdi.
Cengiz Han sağlığında, henüz kendisi ordusunun başında seferlere katılırken, dört çocuğunun annesi olan eşinin
"50
yaşını
geçtin, hala at üstünde savaşlara katılıyorsun, her şey olabilir,
sağlığında
imparatorluğun başına, senden
sonra geçecek
olanı seç ki, bir çatışma ve
kaosa meydan verme" sözünden bir
hafta sonra halefini seçip ilan
etti.
Cengiz
Han zaten hazırlıklıydı,
dört kardeşten en
küçük olan Ögeday'ı seçti. Dört kardeşten en zeki ve kesinlikle en cömert ve
hoşgörülü
olanı, Ögeday'dı. Cengiz
Han, diğer üç
oğluna da imparatorluğun geniş toprakları içersinde
birbirinden çok uzak
coğrafyalarda
hanlıklar verdi.
Tuna
altında Bulgaristan ve Macaristan'ın işgalini Cen- giz'in çocukluk arkadaşı ve en gözde generali
Sübedey
yaptı. Münferit ve
birleşik
olarak hangi ordu karşısına çıktıysa yendi.
1237
yılında,
Sübedey Cengiz Han'ın torunu
Batu Han'la birlikte (Cengiz Han Güney Rusya'yı büyük oğlu Cuci'ye vermişti. Cuci erken ölünce, oğlu Batu yerine geçti.) Volga'yı geçerek, Ukrayna üzerinden Avrupa'nın istilasına giriştiler. Kış
aylarında olunduğu için ne
Rus prensleri, ne Avrupa prensleri ve kralları Moğollara karşı koymak için birleşmelerine rağmen bu aylarda bir taarruz beklemiyorlardı. Bölgede kuzeyden güneye akan
dev nehirlerin hepsi donduğundan, bunları Moğol süvarileri için birer engel diye değerlendiriyorlardı. Avrupalıların en güvendikleri savaşçılar da ünlü şövalyelerin meydana getirdiği birliklerdi.
Buz
tutmuş nehirler, Moğol ordusuna
aksine avantaj sağlamış,
geçit veya köprü arama
veya köprü kurma zahmetinden onları kurtarmıştı. Büyük Moğol ordusu önce buz
tutmuş Volga Nehri'ni geçerek Sübedey'in planları uyarınca Rusya'nın
içlerine doğru ilerlemeye
başladı ve sıra sıra önemli şehirleri, hiç beklemedikleri için çok zorlamadan
ele geçirdiler.
Sübedey'in öncüleri olan, Baydar ve Kadan komutasındaki birlikler, mart sonunda Oder Irmağı'nı geçerek Polonya'nın içlerine
daldılar. Kadan ve Baydar, önlerindeki Breslav kentini ele geçirerek taş üstünde taş bırakmadılar. Kent halkı kaleye
sığınmıştı,
ama Moğollar onlara
el sürmediler.
Dük Henryk'nin ordusu Moğollardan 10 bin kişi fazlaydı ve birkaç günlük
yürüyüş mesafesinde kayınbiraderi Bohemya kralı Wenceslaus'un 50 bin kişilik ordusu bulunuyordu. Dük'ün 30 bin askeri arasında
Kuzey Avrupa'nın en güçlü birliklerinden olan Töton şövalyeleri ve Fransa'dan gelme
Templar ve Hospitaller şövalyeleri de yer alıyordu. Şövalyeler uçuşan
bayrakları ve güneşte parlayan miğferleriyle
göz alıcı manzara oluşturuyordu, ama ordunun bir kısmı
zorla askere alınmış köylülerden meydana getirilmişti.
9 Nisan'da iki ordu Polonya'nın batısındaki Legnica adlı yerde karşılaştı.
Moğollar talim ettikleri gibi manevralara başladılar. Bir öncü grup Avrupalılara
yaklaştı ve dönüp dörtnala uzaklaşmaya
başladı. Bu bir tuzaktı, ama bunu anlamayan Dük Henryk, Avrupa şövalye sınıfının temsilcisi olan süvarilerini Moğol hatlarına
doğru bir intihar saldırısına gönderdi. Zırh, mızrak ve miğferlerinin
ağırlığı altında ezilen şövalyeler, taktik gereği geri çekilen Moğol
öncülerinin peşine düştüler.
Avrupalı süvarilerle piyadeler ayrılınca, Moğollar iki birliğin birbirini görmesini
olanaksız hale getiren bir duman perdesi oluşturdular. Ve süvariler birdenbire kendilerini pusuda bekleyen Moğol okçularının ortasında buluverdiler.
Templar, Hospitaller
ve Töton
şövalyeleri çarpışabilecekleri düşmanları görebilmek için dönüp
duruyorlardı. Dumanların arasından görebildikleri tek şey 100 metre kadar uzaktan, bir tepenin üzerinden gelen öldürücü ok yağmuruydu. Bu arada başka bir Moğol birliği bir yay biçiminde ilerleyip ıssızlığın
ortasında kalakalmış olan piyadeleri kuşatıverdi. Moğollar çaresiz kalan şövalyelerin
üzerine ok yağdırmayı sürdürdüler. Giydikleri zırhlar bedenlerini kılıç
darbelerine karşı koruyordu ama ok ve kementlere karşı hiçbir faydası yoktu.
Katliam, ağır süvari birliğinin işe
karışmasına kadar sürdü. Moğol ağır süvarileriyle
Avrupalı şövalyeler göğüs göğüse son derece korkunç ve kanlı bir biçimde
dövüştüler. Moğollar ağır kayıplar verdiler, ama
muharebenin sonucu belli olmuş-
tu. Legnica Muharebesi
Avrupalılar
için tam bir felaket oldu. Kaçmaya çalışan Dük Henryk öldürüldü.
Legnica'dan sonra Moğolların batıya ilerleyeceği sanılıyordu,
ama onlar güneye döndüler Kral Wenceslas, Leg-
nica yenilgisinin haberini alınca, yedeklerini toplamak için Bohemya'nın yolunu tuttu. Moğollar
ağır kayıplar verdikleri halde, onun
ordusunu yolun büyük bir bölümünde
kovalamayı sürdürdüler. Ve bu durumda büyük bir orduyla çarpışma riskine girmeden, ordularını küçük gruplara bölüp, kırsal bölgelerde dehşet
saçtılar. Moğollar köy kasaba demeden ilerleyip önlerine çıkan her şeyi yok ederken, Polonyalılar
inanılmaz ve yenilemez güçte bir ordunun altında
eziliyormuşlar duygusuna kapılıyorlardı. Sanki Moğollar aynı anda birçok yerde bulunuyor ve belirgin bir amaçları olmadan ilerliyordu. Ama işin aslı böyle
değildi; Moğollar bu kez kuzeyden Macaristan'ı ele geçirmek için hareket ediyorlardı.
Moğollar, Batu komutasındaki 40 bin savaşçıyla Kral Bela komutasındaki 100 bin kişilik Macar ordusunu Lajo Nehri'ni geçerek yendi: Macarlar 60 bin
kayıp verdi, Kral Bela, Lajo Nehri'ni yüzerek geçti ve öteki kıyıdaki ormanda saklandı.
Peşte'ye ulaşan Moğollar kenti ateşe verdiler. Sonra Tuna boyunca ilerleyip karşı kıyıdaki Buda kentini' tehdit
ettiler. 10 Nisan 1241 gecesi, Asya'nın neredeyse 10 bin kilometre uzaktaki doğu
bozkırından yola çıkmış olan Moğol ordusu, Macaristan ovasına
tamamen hakim olmuştu ve Atlas Okyanusu'nun kıyısına kadar yollarına çıkıp
engel oluşturabilecek hiçbir güç kalmamıştı.
Friedrich
Prusya kralı Büyük Friedrich modern Almanya'nın kurucusudur. Prusya kralı olduğunda devlet, Avrupa'nın
güçsüz devletlerinden biri olup iki bölümlü küçük bir yapıya sahipti.
Yedi Yıl Savaşları'nda tek başına
Avrupa'nın en büyük ordularıyla savaşmış; bu dönemde milli sınırlarını
başarı ile kendisine karş:ı birleşen düşmanlarına toprak kaptırmadan
savunmuştur. Onun bu başarıları, birçok küçük Alman eyaletlerinin Prusya etrafında toplanmasına sebep oldu. Prusya'nın gelişmesini ve büyümesini Bismarck tamamlamıştır.
Friedrich babasının ölümü üzerine 31 Mayıs 1740'ta kral oldu. Avusturya'dan Silezya'yı aldı ve 1 O Nisan 1741'de
Mollwitz'de büyük bir zafer kazandı. 1744'te Prag'ı zapt etti. Yedi Yıl
Savaşları'nın 1756 yılında başlamasına kadar kendisini krallığına
adadı. Bilimler Akademisi'ni kurdu, ziraati teşvik etti, kanal sistemlerini genişletti, bataklıkları kuruttu ve ordusunu
160 bine çıkardı. Hayatı
boyunca sabah 4 veya 5'te kalktı ve gece yarısına kadar durmaksızın
çalıştı. Yedi Yıl Savaşları kendisi için büyük bir başarıydı.
Arkasından tekrar refaha yöneldi. Güç durumda olan bölgelerden
bir müddet vergi almadı. Orduya ait atları
çiftçilere dağıttı, hazineyi iyi durumda
olmayan şehirlerin
inşasında kullandı. 17 Ağustos 1786'da, 74 yaşında
öldüğünde, Almanya'nın birliğini tamamlamış, geriye dev bir hazineyle, çelik çekirdek 200 bin kişilik bir ordu bırakmıştır.
Prusya ordusunda
cezalar şiddetli idi, ama bütün ordularda da böyleydi.
Fransız ordusunda yağmalama ve firar ölümle
cezalandırılırken, Prusya ordusunda kamçı cezası veriliyordu. Kamçı
cezası Fransız ordusunda bırakılmasına rağmen Alman ve İngiliz ordusunda daha uzun süre devam etmiştir. Amerikan ordusunda kamçı cezası 1814 yılında terk edildi.
Friedrich döneminde Avrupa orduları çok
kalabalık ama teşkilatlanmış değildi. Hatlar dar, cepheler geniş olduğundan kontrol zayıftı. Bugün bile dünya
ordularında kullanılan "Prusya
askeri" sözü, "disiplin ve itaat gücünü" anlatır. "Kurmaylık" müessesesi de Prusyalılara aittir ve onlar tarafından
kullanılmıştır. "Disiplin ve
itaat" denilince akla gelen
"Prusya
askeri" sözü ile "kurmaylık"
temellerini ilk atan da Friedrich'tir. (Nereden geldiği, kimlere ait olduğu
bilinmez ama her ülkede, her kurumda ve şirketlerde
"kurmay" lafı, insanların dilinden düşmez!)
Friedrich bütün zamanını stratejiye harcadı. Friedrich'in taktiği
harekete dayanır. Bu taktik ona üstünlük sağlamıştır. Çünkü,
düşmanlarının hantal birliklerinin
hareket kabiliyeti çok sınırlıdır,
bir yerden başka bir yere gitmeleri
bile çok uzun zaman almaktadır.
Prusya ordusundaki
askerler düşmanlarından iki misli süratle tüfeklerini
doldurup ateşleyebiliyorlardı. Bu atışları çok etkili oluyordu ve düşmandan daha hızlı hücuma geçtikleri için, onların
ateşlerini de etkisiz hale getirebiliyorlardı. Düşmanları da bu taktikleri öğreninceye kadar Friedrich onlar üzerinde uzun zaman zafer kazanmıştır.
Friedrich daima
taarruz taraftarıydı. Hatta kendisinden çok üstün düşman karşısında dahi taarruz taktiğini değiştirmemiştir. Derhal çatışmaya girmez, fırsat kollar, bulduğunda da bütün
şiddetiyle hücum ederdi. Strateji ve savaş sanatında Friedrich'in getirdiği
yenilikler şöyle sıralanabilir: Daha hızlı ve kolay yürüyebilmesi
için orduyu kısımlara ayırması, sol ve sağ kanat yürüyüşleri, kademeli düzen, yeni kuşatma yöntemi, süvarinin
ağırlıklarının atılması, topçu birliklerin hareket yeteneğinin artırılması, atlı topçu birliklerinin geliştirilmesi,
havan topu sayısmın artırılması.
Friedrich'in büyük şöhreti Avrupa ordularının Prusya ordu sistemini tamamen taklit etmelerine sebep oldu.
Napolyon, Friedrich'i
Sezar, Anibal, Turenne gibi büyük komutanlar arasında sıralamış ve çalışma
masasının arkasındaki duvara Friedrich'in
resmini astırmıştır. Friedrich'in diğer
Avrupalı generallere nazaran en büyük farkı, hepsinden daha da cesur olmasıdır. Ancak Friedrich'in şöhreti Napolyon'un kendi şöhreti yüzünden gölgede kalmıştır.
Friedrich 1747 yılında, 35 yaşındayken Büyük
Friedrich'in
· Generallerine
Direktifleri isimli dikkate değer bir eser yayımlamıştır. 1748 yılında bazı
düzeltmelerle yeniden yayımlandı. 1753 yılıiıda kimseye gösterilmemesi
ricasıyla, basılan 50 kopya kralın takdir ettiği subaylara dağıtıldı. (İlk
baskıdan itibaren hep gizli olarak, seçilmiş subaylara verildi.) Subaylar bu kitabı muharebe meydanlarına götürmeyecek ve ölümleri halinde de varisleri, kitabı mühürlü olarak krala iadesini sağlayacaklardı.
Prusyalı bir general 1760 yılında Avusturya ile yapılan
bir savaşta esir düştü. Üzerinde Friedrich'in gizli eseri vardı. Eser hemen değerlendirildi. Fransızcaya
çevrilerek Fransa'da, İngilizceye çevrilerek İngiltere'de
basıldı. Büyük Friedrich'in 150'nci ölüm yıldönümü nedeniyle 1936'da Berlin'de, 1747 Emirleri adıyla bir kez daha yayımlandı.
Büyük Friedrich'in
Generallerine Direktifleri eserinden bazı bölümler aşağıdadır:
"Prusya
birliklerine komuta edenler onlara diğer ülkelerin komutanlarının kendi askerlerine gösterdiklerinden daha çok dikkat ve ihtimam göstermek zorundadırlar.
Alaylarımızın yarısı kendi vatandaşımız, yarısı da paralı askerlerden kuruludur. Paralı askerlerin devlete bağlılığı sadece para ile sağlandığı
için, muharebe alanında çok güç duruma düşünce kaçıp canını kurtarmayı
düşünürler.
Prusya ordusunun gücünü bir alışkanlık haline getiren fevkalade düzeni, tam itaati ve
askerlerinin cesaretidir.
Prusya birliklerinin
yeni ve zor durumlara süratle manevra düzenleyerek uyma yeteneklerini görmeleri, üstelik bunları düşman karşısında uygulamaları, düşman generallerini hayrete düşürmektedir.
Subaylarda ve
astsubaylarda itaat o kadar kesindir ki, emirlere ait katiyen soru sorulmaz, zamanında yerine getirilir ve bir general kendisine itaati nasıl sağlayacağını bilmese bile, kendisine itaat edileceğinden emindir. Verilen görevin yapılıp yapılamayacağı
hakkında kimse akıl yürütmez ve yerine getirilmesinde hiç kimse ümitsizliğe
kapılmaz.
Subaylar, askerlerini öyle azimli ve cesur yetiştirirler
ki, asla teslim olmamak onlar için bir şeref meselesidir. Birçokları
yaralı oldukları halde cesaretle dövüşürler. Çünkü, onlar geçmişteki cesur savaşlarıyla
övünürler ve korkaklık gösteren bir asker geçmişin
kahramanlıklarına gölge düşürecektir.
Bizim komşularımızdan başka düşmanlarımız yoktur.
Bir komutan sefer planını hazırlayabilmek için düşmanını,
müttefiklerini, kaynaklarını ve ülkesinin tabiat şartlarını çok iyi bilmelidir. Yine komutan, dostlarından ne gibi yardım alabileceğini, kendi kaynaklarının miktar ve gücünü, politik manevraların ileride ne gibi yarar ve zararlar getirebileceğini önceden hesaplayabilmelidir. Bütün bu şartların kesin olmaması ve talihin bize ileride ne gibi sürprizler hazırlayabileceğini önceden görmemizin imkansız olması
yüzünden bir generalin göz önünde
bulundurması gereken genel ilkeler vardır.
Eğer düşman kuvvetleri sizin üç katınız değilse, sefer planı
hazırlarken düşman askerlerinin sayısı sizi rahatsız etmesin. Çok geniş sefer planları
değersizdir. Düşman içine sızma veya katı bir savunma taktiği
uygulayan planlara karşıyım. Düşman toprakları içinde fazla ilerlemek seni zayıflatacak, muharebeni güçleştirecektir. Güvenli fetihler yapabilmek için prensipleri
uygulayarak ilerleyeceksin. İlerle, kendini emniyete al, sonra tekrar ilerle, yine emniyetini sağla ve bu arada ordunun lojistik kaynaklarının kolayca erişebileceğin bir yerde olmasına dikkat et.
Tamamen savunmaya bağlı strateji pratik değildir.
Çünkü, ordunu mevzilerin arkasına sakladığın takdirde düşman seni kuşatacaktır ve sana gelecek bütün
takviye kuvvetlerini ve ikmal konvoylarını durduracaktır. İkmal ve takviye yolları kesilen ve devamlı
saldırılarla cesareti kırılan askerlerinin dayanma gücü de gittikçe zayıflayacaktır. Bu yüzden savaşı kaybetme tehlikesi olmasına rağmen, taarruz taktiğini tercih ederim. Çünkü
bu senin geri çekilmen veya ürkek savunmandan daha az tehlikelidir. Birincisinde ümitsizliğe düşen asker-
· !erinin kaçması sonucu geri geri çekilerek toprak kaybedersin; taarruz ettiğinde risk o kadar çok
değildir, üstelik şansın yaver gidt!rse parlak
zaferler elde edebilirsin.
İkmali tam ve zamanında yapılmayan bir ordunun ve büyük
bir generalin aç olduğunda kahramanlığı uzun sürmez. Yiyecek maddelerinin temininde dürüstlüğüne, yeteneklerine ve zekasına güvendiğimiz kişiler
görevlendirilmelidir.
Şehirlerde, ormanlık ve dağlık arazide askerlerini katiyen fazla yaymamalısın. Buralardaki yürüyüşlerinde birçok güçlüklerle
karşılaşacak ve sık sık düşmanın baskınlarına hedef olacaksın.
Savaş sanatının en büyük sırrı ve akıllı bir komutanın en büyük başarısı
düşmanı açlığa mahkum etmektir. Düşmanını açlıkla yenebilmek kahramanlık
göstererek yenmekten daha kesindir.
Zorunlu yetenek; bir
generalin bir ülkenin arazi avantajlarını
anında görüp ordusuna nasıl faydalı olabileceğini sezme kabiliyetidir. Bu da ordunun mevcuduna alıştıktan sonra kazanılabilir. Bu alışkanlık belli sayıdaki birliklerin ne kadar genişlikte bir araziyi işgal edeceğini öğretir.
Düşmana saldırmak için açık araziyi tercih et.
Prusya kudretini hücumdan
alır. Şartlar ne olursa olsun, büyük bir kıta ihtiyat olarak beklemelidir. Bu ihtiyat kuvveti önceden tastik edilecektir. Çünkü, ordunun gerisindeki
kuvvetler ordunun güvenliğidir ve nihai zafer genellikle onlar sayesinde kazanılır.
Özel müfrezeler meselesine gelince: Sık sık tekrarlanan eski bir savaş kaidesi vardır. Buna göre; daima kuvvetlerini bir arada tut, özel görevler için müfrezeler teşkil etme ve düşmanla savaşmak
istediğinde her türlü avantajı elinde tutarak bütün
kuvvetinle saldır. Bu kaideyi ihmal eden birçok general hatalarının
cezasını fazlasıyla ödemiştir. Biz de birliklerimizin
müstesna cesareti ve komutanlarımızın
becerikliliği sayesinde sonunda mağlup olmaktan kurtulduk. Dolayısıyla özel müf-
rezeler konusu oldukça naziktir. Makul bir sebep yoksa, eğer açık bir arazide saldırı harekatı yapmıyorsan ve stratejik noktalara hakim değilsen, bu uygulamadan önemle
kaçın.
Öncü kuvveti olarak önden giden birlikleri özel müfreze kabul etmiyorum. Özel müfrezelerin görevleri bitince veya mecbur kalınca geri çekilmeleri için güvenliğini
sağlamak şarttır. Bu uygulamayı Yukarı Silezya'da yaptım. Üstün
düşman kuvvetleriyle karşılaşan bu müfrezeler emniyet içinde, üç ayrı
bölgedeki kalelere sığınmışlardır. Bu müfrezelere
komutanlık eden subaylar seçkin, yetenekli ve ihtiyatlı
kişiler olmalıdır. Küçük kuvvetler onları heyecanlandırmamalı, fakat beklemedikleri güçlü bir düşmanla karşılaştıklarında derhal başlarının
çaresine bakabilmeli ve geri çekilme yollarını aramalıdırlar.
Küçük adamlar her şeyi elde etmeye uğraşırlar.
Fakat akıllılar sadece en önemlilerini yakalamakta acele ederler. Onlar büyük darbeleri çekerler ve küçük olayları
küçümserler. Eski bir atasözü vardır: 'Her şeye sahip olmak isteyen hiçbir şeye sahip olamaz.' Dolayısıyla esası elde etmek için küçük
şeyleri gözden çıkar. Bu esas da düşmanın asıl kuvvetlerinin nerede olduğudur. Bu asıl kuvvetleri yenmeye çalış, diğer küçük kuvvetlerin kaçmasına göz yum. Onları nasıl olsa kolayca avlayabilirsin. Biz aynı şeyi Macaristan'da yaptık, küçükten vazgeçip büyüğe taarruz ettik, onu yendikten sonra, küçük kendiliğinden teslim oldu.
Mükemmel bir general, tıpkı Platon'un cumhuriyeti gibi bir hayal mahsulüdür. Hayranlık duyulan bir kişi olabilir, fakat onun da her insanın
olduğu gibi zayıflıkları ve noksan tarafları olacaktır. Her insanın
kusurları olabileceğini kabul etmemize rağmen, bir generalde pek çok meziyetlerin toplanmasını arzu etmemiz gereksiz de değildir. Bu meziyetlere hepimiz
sahip olmak isteriz ama ancak sayılı kişiler bu yüce armağanlardan nasibini alabilirler. Bir general daima hakiki hislerini gizleyebilmeli,
hem zihnen hem de bedenen faal ol-
malı, daima ihtiyatlı olmalı, çok mecbur olmadıkça
askerlerinin kanını akıtmamaya çalışmalı, her şeyden haberi olmalı ve her zaman, kendisi oyuna gelmeden, düşmanı aldatmaya çalışmalıdır. Ayrıca çalışkan, yorulmaz ve bir görevi
yerine getirirken diğerini göz ardı eden ve hepsinden önemlisi, çok önemli neticeler doğurmayan önemsiz görünen detayları
küçümseyen bir kişidir.
Sır saklamak bir generalin
en önemli meziyetlerindendir. Eskilere göre dünyada diline hakim
olabilecek hiç kimse yoktur. Fakat bu çok önemlidir.
Eğer, dünyanın en mükemmel savaş planını da yapsan, diline hakim olamazsan, düşman onu mutlaka öğrenecektir. Plan uygulama anı gelinceye kadar bütün
subaylardan gizli tutulmalıdır. Sana bağlı generallere yazman gerekiyorsa daima şifre kullan.
Savaş için çok geniş hazırlıklara gerek duyulduğu ve bunların
bazılarının önden yapılması şart olduğu için, gizliliği korumak güç olacaktır. Bu durumda kendi subaylarını amacının başka olduğuna, sadece düşmanı telaşa
düşürmek için bu tedbirlere başvurduğuna inandırmalısın. Bu durum kendi subaylarının
sır saklayamamaları yüzünden; ki amacı da buydu, düşman tarafından
öğrenilir ve gerçek planın gizli kalmış olur. Baskın tarzında
ve ani taarruzların planları hazırlanmalı, fakat yine bu operasyonu uygulayacak subaylar dahi bu plandan haberdar olmamalıdır. Yürüyüş planlıyorsan, her şeyi yine başka bahaneler arkasına gizleyerek hazırla ve aniden gerçek planı uygula. Sık sık taktik değiştirmen ve yeni entrikalar hazırlaman gerekecektir. Çünkü, etrafın ne düşündüğünü ve onları nasıl
yapacağını öğrenmek isteyen 50 bin meraklı kişiyle çevrilmiştir.
Bir komutan
askerlerine gereğinde sert gereğinde arkadaş
gibi davranmalıdır. Onlarla sık sık konuşmalı, yemek pişirirken sohbet etmeli, iyi bakılıp bakılmadıklarını sormalı, ihtiyaçları olup olmadığını
öğrenmelidir. Savaş tecrübesi olmayan subaylara
nazik davranmalı, iyi hareketleri daima
övülmeli, küçük arzuları yerine getirilmeli, dayanamayacakları şekilde görevlendirilmemeli,
fakat hizmet söz konusu
olunca disiplin unutulmamalıdır.
İhmalci subay derhal cezalandırılmalı, emirlerine karşı gelenler
sert bir şekilde azarlan- malı, gerekirse
ağır
şekilde cezalandırılmalıdır.
General;
ast komutanlarıyla
bir araya gelip savaşı tartışmalı, onların serbestçe fikirlerini söylemelerine imkan tanımalıdır. Eğer yapıcı önerilerine rastlarsan o anda kendilerine
bunu hissettirme fakat daha sonra bu öneriden istifade
et. Öneriyi
uyguladıktan sonra
diğerlerinin
huzurunda öneriyi getireni
ödüllendir.
Bu mütevazı tutum
iyi düşünenlerin
dostluğunu kazandıracak ve
etrafında
fikirlerini serbestçe söyleyecek kişiler bulacaksın.
Şüphecilik güvenliğin anasıdır. Sadece aptallar düşmanlarına güvenirler, ihtiyatlı kişiler asla. General ordunun nöbetçisidir. Sahip olduğu şeye çok dikkat etmeli ve onu asla
felakete maruz bırakmamalıdır.
Bir kişi savaş sona erince savaş sarhoşluğu veya düşmanın cesaretinin
tamamen kırıldığına
inandığında kendini
güvende hisseder. Bir başkası kurnaz
bir düşmanın
yalancıktan yaptığı barış teklifini
alınca kendini emniyette hisseder. Bir diğeri de
zihni tembellik; düşmanın
esas niyetini sezemediğinden kendisini emniyet içinde hisseder.
Bütün
bunları değerlendirebilmesi için komutan
kendisini düşmanın
yerine koyup 'Onun yerinde olsam
ne yapardım?
Nasıl bir plan oluştururdum?' diye kendi kendine sormalıdır. Bu planları çok hızla kağıt üzerinde uygula, yapılıp yapılamadığını ortaya çıkar. Yapılamıyorsa derhal düzelt.
Genellikle bir saatlik ihmal veya gecikme, uzun bir çalışma sonucu
elde ettiğin
başarıyı silip süpürür.
Daima
düşmanın
tehlikeli planları olduğunu farz et ve çarelerini bulmaya çalış. Fakat
bu şüphecilik
seni katiyen ürkek yapmasm.
İhtiyatlı
olmak iyidir, ama bir noktaya kadar.
Kendimin daima uyguladığım
ve faydasını gördüğüm bir kaideyi siz de unutmayın: 'Eğer istirahat etmek istiyorsan düşmanını devamlı meşgul et.' Bu uygulama onların savun-
ma düzenine geçmelerine yol açacak ve bütün sefer boyunca başlarını
kaldıracak cesareti bulamayacaklardır.
SavJşta entrikanın yeri çok önemlidir. Bu, hedefe anayollardan varmaktan daha kısa
ve güvenlidir. Hayvanlar içgüdüleriyle hareket ederler fakat insan zekası sayesinde sayısız çareler bulabilir. Entrikanın
amacı, düşmana planları hissettirmeden, onu hazırladığın tuzağa düşürmektir.
Eğer, bir sefere çıkmak niyetindeysen askerlerini önce değişik yönlerde yürüt, böylece düşman senin nerede toplanacağını
kestiremez. Bir şehri zapt etmeyi düşünüyorsan,
kuracağın ordugahı öyle seç ki, düşman aynı zamanda iki veya üç şehrini koruma tedbirleri almaya zorlansın. Eğer bir kanadını daha güçlü tutuyorsa, ona diğer
kanadından saldır. Amacın stratejik bir mevkii
ele geçirmekse, başka
yönlere hareket ederek düşmanı oradan veya oralardan uzaklaştır. Bu oyuna gelirse, çok hızlı hareket ederek bu stratejik noktaları zapt et.
Düşmanı oyuna getirerek savaşa zorlar veya savaştan
kaçınmasını sağlayabilirsin. Düşmanı savaşa mecbur etmenin iki yolu vardır. Birincisi korkmuş gibi görünmektir. Bu durumda onun kendine güveninden istifade edebilirsin.
Onun kendine güveni birçok yerdeki emniyet tedbirlerini gevşetmesine ve ihmaline yol açacaktır. Bu taktik Friedberg Muharebesi'nde tarafımızdan çok ustaca uygulandı.
Eğer savaştan sakınmak istiyorsan, geceden
istifade ederek, daha önceden
planladığın gibi gizlice geri çekil. Bu düşmanı hayal kırıklığına
uğratır. Seni takip ederse, kanatlarından birine saldır.
Eğer düşman çok kuvvetliyse ve ona saldırmaktan çekiniyorsan, kuvvetlerini dağıtmaya
mecbur et. Fakat bu arada kendi birliklerin hep bir
arada bulunsun. Düşman
kuvvetlerini o şekilde dağıtmaya mecbur et ki, tehlike anında toplayacak vakit bulamasın. O zaman da bütün gücünle
saldır, Turenne'ın 1673 yılında yaptığı seferleri sık sık incele. O, bu tür
taktiğin en iyi modelidir.
Zamanımızda orduların tamamını pusuya düşürmek artık imkansızdır. Şimdi
düşmanın hatalarından yararlanmakla
yetiniyoruz. Pusuları ancak küçük birliklere uygulayabiliriz.
Üç tür ülke vardır. Kendi vatanın, tarafsız ülke ve düşman ülkesi. En güvenli, kendi ülkende düşmana
karşı koyabilirsin. Çünkü, bütün avantajlar senin tarafındadır. Düşmanın bütün hareketleri kontrol
edilebilir ve halkın
desteğinden yararlanabilirsin. Her şeyin üstünde, başarısızlığının
ülkenin işgaliyle sonuçlanacağı düşüncesi seni daha heyecanlı ve cesur yapacaktır.
Tarafsız ülkede dost kazanmak esastır. Bu ülkede ne kadar dostun olursa, işin
o kadar kolaylaşır. Eğer halk Katolik- se,
katiyen dinden bahsetme. Protestan ise, dine karşı olan yanlış tutumun sizi onlara bağladığına inandırır. Bu hususta papazlardan
yararlanın.
Eğer kullanmasını biliyorsanız, din çok çok tehlikeli bir silah olabilir.
Bir general ordusuna yaptırdığı hareketlerden ne umabilir? Hiç kimse düşmanını,
yapacağı hareketlere göre tedbir almasını
sağlamak maksadıyla bu hareketleri yapmaz.
Kendine çok güvenen bir generalin bozguna uğrama ihtimali çoktur. Savaş bir şans oyunu değildir. Pek çok bilgi, çalışma ve uzun düşünce sonucu yapılan planlar başarı
sağlayabilir. Uygun şartı bularak ilk darbeyi vuranın büyük avantajlara sahip olacağı unutulmamalıdır.
Sefere başlam^dan önce alacağın ilk tedbir, ordunun gerekli ihtiyaç maddelerini kontrol etmek olmalıdır. Eğer bu halledilmiş ise her türlü göreve
çıkabilirsin.
Yeteneksiz bir
komutan, önüne konulan ilk tuzağa
düşecektir. Bu yüzden düşman hakkında bilgi sahibi olmak çok önemlidir. Eğer düşman komutanın zeka durumu ve karakter yapısını bilirsen, kullanacağın taktik için elinde iyi kozlar olur.
Düşmanın en az umduğu bir taktiği kullanmak, en başarılı
olanıdır. Eğer geçit vermediğini sandığı dağlara güvenerek
ihtiyat tedbirlerini bırakmışsa ve sen de onun bilmediği
bir yolu keşfetmişsen, sonuç onun için sürpriz olur. Yine bir nehir geçidini
tutmuşsa ve sen onun bilmediği, aşağıda veya yukarıda başka
bir geçit tespit etmişsen, rahatlıkla onu arkadan vurabilirsin. Bu hususta sayısız örnek vardır.
Eğer bir boğaya boynuzlarından saldırırsan, herhalde durumun pek parlak olmaz.
Sebepsiz olarak bir iş yapan kişi ya aptal ya da delidir. Savaş ancak muharebelerle sonuçlanır. Bu yüzden savaşıl-
malıdır. Fakat savaşırken bütün avantajların sizin tarafınızda olmasına dikkat ediniz. Bu avantajlarla birlikte fırsatları da kollamalısınız.
En büyük fırsat, düşmanın ikmal yollarını kesmekle, savaş
meydanının size en uygun olmasıyla elde edilir. Düşmanın
sırtı bir nehre veya dar geçitlere bakıyorsa derhal saldır.
Bir komutan ne kadar ihtiyatlı hareket ederse etsin, talihi bazı oyunlar oynayabilir. Çünkü, savaşın gidişatına etki eden o kadar
etken var ki; hava şartları,
arazinin karakteri, subayların yetenekleri, askerlerin sağlık durumu, güvendiğin bir subayın ölümü,
komutanın yaptığı hatalar, askerlerin moral bozukluğu,
casusların açığa çıkması, subayların ihmalleri ve son
olarak da ihanet. Bütün
bunlar devamlı göz önünde bulundurulmalı, onlara karşı
hazırlıklı olmalı ve kaderimizin iyi görünmesi bizi kör
yapmamalıdır.
Savaş ne kadar çabuk biterse o kadar az adam ölür. Benim taktiğime göre düşmanı savaş
meydanından kovmak, piyadenin görevidir. Dolayısıyla piyadenin dikkatli ve çok süratli hareket etmesi şarttır. Bu yetenekler de ancak manevra sayesinde kazanılır ve geliştirilir.
Çok gerekli veya büyük avantajlar söz konusu olduğu zaman kış seferine çıkılabilir.
Çok mecbur olunduğu için çıkılan bu seferlerin kısa zamanda bitirilmesi için gayret sarf
edilmelidir. Çok önemli sebepler olunca kış seferlerini kabul ediyorum."
Napolyon
Napolyon; İskender, Anibal ve Sezar'ın
yaptığı savaşların toplamından daha fazla savaşmıştır. Avrupalı askerlerin en büyüğü
olarak kabul edilir. O hiçbir zaman savaş sanatı
ilkelerini veya teorilerini kaleme almadı. Fakat sık sık böyle bir niyeti olduğunu ifade etti ve onların
ne kadar basit olduğunu görünce herkesin çok şaşıracağını belirtti.
Napolyon düşmanlarını süratli hücumlarla
şaşkına çevirirdi. Onun stratejisi çok hızlı hareket etmek ve düşmanın bir kanadını ezerek onu elverişsiz bir durumda savaşa
zorlamaya dayanıyordu. Önce düşmanın ön sıralarına devamlı akınlar yaparak onu meşgul
ediyor ve daha küçük kuvvetlerle düşmanın gerisinden dolaşarak onu büyük bir şaşkınlık içine
sokuyordu. Bu şaşkınlıktan istifade ederek de son
darbeyi indiriyordu. Bu darbe, yoğun bir topçu
desteğinde, yakın kuşatma tarzında güçlü bir saldırı ile yapılıyordu.
Napolyon topçuyu, hatları yarmak, şaşkınlık yaratmak ve piyadeye yol açmak için kullanmaktaydı. Sonuçta çok sayıda piyadenin kanının
dökülmesini önledi ve zafer şansını artırdı.
Napolyon halen Batı dünyasının bir numaralı stratejisti- dir. Strateji sanatının onun operasyonlarında en üst dereceye ulaştığında konunun uzmanları tam fikir birliği
içersindedir- ler. Baron de Jomini
onun metotlarının ilk uygulayıcısıdır;
Napolyon'un stratejilerini yazdığı kitap, Amerikan içsavaşın-
da generaller tarafından ceplerinde taşınmıştır.
Büyük Friedrich Savaşlarından sonra otuz yıl geçmiş ve tarih perdesi, Napolyon'un ortaya çıkışıyla "Büyük savaş" için açılmıştır. Yüz yıl önce
olduğu gibi Fransa, Avrupa devletleri için yine bir tehdit oluşturmaktaydı.
Bu nedenle Avrupa devletleri de yeniden bu tehlikeye karşı birleşmişlerdir. Ancak bu kez mücadelenin yönü farklıydı, çünkü ihtilalci Fransa'dan yana olanlar çoktu. Ancak bu taraflar, ulusların hükümet mensupla-
rı ve devletlerin silahlı kuvvetlerine komuta eden kimseler arasında değildi. Bununla beraber, sanki
vebaya yakalanmış gibi zorla tecrit edilmiş bir halde tutulan ve savaşa tek başına başlayan Fransa, kendisini boğmak isteyen birleşik çabaları sadece geri atmakla kalmamış; aynı zamanda yapısal bir değişikliğe de uğrayarak,
Avrupa'nın öteki ülkeleri için bir tehdit olmuş ve en sonunda bunların
çoğunu askeri idaresi altına almıştır. Fransa'nın böyle bir güce
ulaşmasının sırrı, uygun koşulların ve zorlayıcı
faktörlerin birleşimine dayanmaktadır.
Fransa'nın halk ordularını esinleyen ihtilalci ruh böyle bir ortamı ve itici gücü birlikte yaratmıştır. Bu durum titiz bir askeri eğitimi imkansız kılmış; fakat bu sakıncayı giderme yolunda, kişinin taktik anlayışına ve inisiyatif gücüne
genişlik kazandırmıştır. Bu yeni akıncı taktiğin basit ancak hayati bir dayanağı vardı; bu da düşmanlarının dakikada 70 adımlık
normal yürüyüş hızına karşılık, Fransızların artık dakikada 120 adımı
bulan bir hızla yürümeleri ve savaşmalarıydı. Yürüyüş hızındaki bu temel fark, makine teknolojisinin ordularına insan ayağından daha hızlı taşıt
araçları sağlamadığı günlerde, vurma kuvvetin çabucak hareketini ve kuvvet kaydırmasını mümkün kılmıştır. Böylece Fransızlar, gerek stratejik gerekse taktik alanda, Napolyon'un deyişiyle "hızlı yığınak" olanağını
artırmıştır.
Fransızların diğer bir avantajı da ordunun belli kuruluşlara sahip tümenler halinde kurulmuş
olmasıydı. Bu tümenler, bağımsız olarak kullanıldıkları
takdirde, kendi kendilerine yetecek durumda ve ordunun ortak amacına katkıda bulunacak güçteydiler.
İkmal sistemindeki
yenilikler ve "hafif yükle hareket etme" çalışmaları da hızlı hareket etmeye katkı
sağlamıştır. Bütün bu şartların ötesinde ve üstünde kesin bir faktör olarak da bir önder
vardı: Napolyon Bonapart (Napoleon Bonaparte).
Napolyon, askeri
alandaki üstün değerini askeri tarih çalışmalarıyla
geliştirmiş Büyük Friedrich yanında, özellikle 18.
yüzyılın en seçkin ve orijinal askeri yazarları olan Bourcet ve
Guibert'in teorilerinden fikir kaynağı olarak yararlanmıştır.
"Hesaplı dağılma prensibi "ni, "Çeşitli bölümleri bulunan bir plan"nı, "Muhtelif hedefleri tehdit eden istikamet üzerinde harekatta bulunma"yı
Bourcet'den öğrenmiştir. Napolyon'un ilk
seferinde uyguladığı
planın esası da Bourcet'in 50 yıl önce tasarladığı plana dayanıyordu.
Napolyon; hareket
kabiliyeti ve çevikliği,
tümen teşkillerinin yeterliliği konularında ise Guibert'in fikirlerinden yararlanmıştır. Sonra da
"Napolyon metodu" olarak tanımlanan sistemi, bir nesil önceki yazısında Guibert şöyle tarif etmiş:
"Asıl sanat, kuvvetleri tehlikeye maruz
bırakılmaksızın
yaymak, parçalamadan düşmanı kuşatmak; kendi kanadını açık bırakmaksızın, düşman
kanadını kuşatacak hareketleri veya taarruzları birbiriyle ilişkili olarak yürütmektir. "
Bu teori Napolyon'un uyguladığı bir strateji ve taktik haline gelmiştir. Napolyon'un "düşman mevzisinin bir kilit noktasını parçalamak ve yarmak için, kendi çevik topçusunu
orada toplama" metodunun kökü de aynı kaynağa
dayanır. Napolyon, geçmişten öğrendiği her şeye bir uygulama niteliği
ve dinamizm kazandırmıştır, bu yeteneği olmasaydı, bu fikirlerin hepsi sadece bir teoriden öteye geçemezdi.
Napolyon'un stratejiye
en büyük katkısı,
eğilimi ve içgüdüsü birbirine uyduğundan, stratejiyle düzenlerin
gelişimini sağlaması olmuştur.
Napolyon, Toulon Kuşatması'nda yüzbaşı olarak kendisine topçu
komutanlığı verildiğinde 24 yaşında, "İtalyan ordusu" komutanlığına general olarak atandığında
ise 26 yaşındaydı.
Napolyon ilk edindiği tecrübeden sonra, "Savaş ilkeleri, tıpkı kuşatma ilkeleri gibidir. Ateş bir noktada toplanmalıdır. Gedik açılır açılmaz denge bozulmuş olur ve bundan sonrası
artık kendiliğinden gelir," demiştir. "Bir nokta" fiziki; "denge" ise psikolojik sonucu
belirlemektedir.
"Avusturya, en
azimli düşmanımızdır... Eğer o yıkılırsa,
İspanya ve İtalya kendiliklerinden düşerler. Taarruzlarımız dağıtılrn^Tmalı; aksine bir hedefe yöneltmeliyiz:," diyerek; "bir nokta"yı "birleşim
noktası" haline getirerek
uygulamaya koymuştur.
Napolyon altmış iki muharebeye girdi. Avrupa'yı tamamen kontrolü altına aldı ve 1812'de Moskova'ya girdi. Rus- lar Moskova'yı ateşe vererek şehri terk ettiler. Avrupa'dan Moskova üzerine yürüme konusunda, II. Dünya Harbi'nde Moskova'ya taarruz eden Alman tankları ve zırhlı
birliklerinden 12 gün önce Moskova önlerine
ulaştı. Bu harekat uçsuz bucaksız Rus step ve ovalarında
tam bir felaketle sonuçlandı. Kış koşulları ve derin coğrafya
Fransız ordusunu perişan bir hale düşürdü. Moskova Harekatı, Napolyon'un 20 yıllık
döneminde ilk kaybettiği savaşıdır. İkincisi ise 1815'te Waterloo'da gerçekleşti. İngiliz dükü general Welligton'un komutasındaki Avrupa Birleşik kuvvetlerine Waterloo'da yenildi. "Bir nokta"
gerçekleşmediğinden,
"denge" de sağlanamadı. Napolyon'un, Prusya kralı Blücher'in komutasındaki orduyu takip etmek görevlendirdiği generali Grouchy'nin, Waterloo'dan top sesleri gelmesine, Fransız subaylarının "Hemen oraya gidelim" diye yalvarmalarına rağmen; ilk göreve bağlanarak inisiyatif kullanamaması her şeyi
mahvetmiştir. Prusya ordusunu bulamadığı gibi, Waterloo'ya koşmayı da becerememiştir. Tersi olmuş, Waterloo'da her şey dengede iken, Prusya kralı ordusuyla Waterloo'ya
gelerek savaşın kaderini tayin etmiştir.
Napolyon'un ilkeleri
ve vecizelerini içeren
pek çok kol- leksiyon yapılmıştır. Bunların en iyisi ilk olarak 1827'de Paris'te basılmış ve derhal Almanca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyancaya
çevrilmiştir. Bu koleksiyondan alınan bazı bölümler şunlardır:
"Bir ülkenin sınırlarını büyük nehirler, dağ silsileleri veya çöller belirler. Bütün bu engeller içinde
bir ordunun yürüyü-
şünü en
çok
güçleştiren çöllerdir. Daha
sonra dağlar gelir ve büyük nehirler
ancak üçüncü
sırayı alır.
Bir
sefer planı,
düşmanın yapabileceği her
şeyi
görebilmeyi
ve onları bertaraf edecek tedbirleri de kapsamalıdır.
Sefer
planları
komutanın yeteneklerine, birliklerin kabiliyetine ve muharebe sahasının arazi
yapısına
göre değişiklikler gösterebilir.
Bir
ülkeyi istila eden ordu ya her iki kanadını tarafsız ülkelere veya sıradağlar, nehirler gibi büyük engellere
dayamıştır.
Ya da bir kanadını bu
şekilde destekler veya her iki kanadı da
destekten mahrumdur.
Birinci
durumda bir general her şeyden önce cephesinin yarılmadığını görmelidir. İkinci durumda komutanın kendisi
takviye edilmiş olan kanatta bulunmalıdır. Üçüncü durumda ise birliklerini merkez
kuvvetlerinin etrafında
toplamalı ve buradan ayrılmalarına müsaade etmemelidir. Eğer birlikler
birbirinden ayrılırsa
ordu tehlikeye düşecektir.
Prensip
olarak iki veya üç ordu bir ülkeyi işgal ederken her ordu kendi harekat bölgesinden ayrılmamalıdır. Asla düşmanın civarına küçük kolordularla yaklaşılmamalıdır. Çünkü, düşman sadece bu birliklerin birleşmesine mani olmaz, aynı zamanda
onları teker teker imha edebilir.
Bütün savaşlar sistematik olmalıdır, çünkü her savaşın bir
amacı
olmalı ve savaş bu
sanatın prensip ve kurallarına göre yapılmalıdır. Savaş,
karşılaşılacak güçlüklerin cinsine
göre
seçilen kuvvetlerle yapılmalıdır.
Bir
seferin başlangıcında,
ilerleyip ilerlememeye karar
vermek için iyice düşünmeniz gerekir. Ama taarruzu uygulamaya karar vermişseniz bunu sonuna kadar götürünüz. Geri çekilme ne
kadar başarılı
manevralarla yapılırsa yapılsın, askerin morali üzerinde olumsuz
etki yapar. Çünkü, galibiyet şansını düşmanın eline bırakmış olursunuz.
Üstelik geri çekilme
en kanlı
çarpışmalardan daha
çok can ve mal kaybına sebep
olur. Yine unutmamak gerekir ki, muharebelerde düş-
manın kaybı hemen hemen sizinki kadardır. Geri
çekilmede
kaybeden hep siz olursunuz.
Bir
ordu her zaman elinden geldiği kadar
kendini savunmaya hazır olmalıdır. Bu yüzden askerlerin
silah ve cephanesi daima elleri altında bulunmalıdır. Piyade daima beraber savaşacağı topçu ve süvari birliklerinin
yanında bulunabilmelidir. Ordunun ■ değişik birlikleri
daima birbirlerine yardım edecek durumda olabilmeli, sefer
ve yürüyüşlerde
birlikler daima avantajlı durumda
bulunmalıdır.
Yürüyüş halinde öncü ve
artçı birlikler düşman hakkında malumat toplamalıdır. Bu sayede asıl kuvvetler
karşı tedbir alacak zamanı bulabilirler.
Bir
general daima, kendi kendine, şimdi düşman önden, yandan veya geriden görünürse ne
yapmalıyım
diye sormalıdır. Eğer cevap vermekte güçlük çekiyorsa, düzeninde bir bozukluk var demektir. Derhal
hatasını
bulup düzeltmelidir.
Bir
ordunun kuvveti mekanikteki momente benzer, hızıyla ağırlığının çarpımı bize ordunun gücü hakkında bilgi verir. Enerjik ve hızla yürüyen bir ordunun bu durumu üstünlüğünü gösterir ve zafer şansını artırır.
Eğer bir
düşman ordusu her bakımdan üstün ise meydan savaşından kaçınmalısın. Sayı azlığı hızlı hareket etmekle, topçu eksikliği manevra uygulamakla, süvari zayıflığı ise uygun savaş düzeni seçimi ile karşılanabilir. Önemli olan askerler arasında kendine
güven duygusunun bulunmasıdır.
Birbirinden
uzak hatlarda ve aralarında
irtibat olmadan
birliklerin harekata başlamaları büyük bir hatadır. Asıl kuvvetlerden ayrılan birlikler
ancak ilk gün komutandan emir alabilirler,
fakat diğer
günler rastgele hareket etmek zorunda kalacaklardır. Bu birlikler için düşman tarafından ayrı ayrı saldırıya
uğrama tehlikesi de mevcuttur. Bu
durumda birbirlerinin yardımına da
koşamazlar.
Bir
ordunun sadece bir harekat hattı olmalıdır ve onu dikkatle muhafaza
etmelidir. Çok
büyük güçlüklerle karşılaşmadıkça oradan
ayrılmamalıdır.
Yürüyüş halindeki bir ordunun
birlikleri arasında mesafe; arazi şartlarına,
düşmana olan yakınlık veyi-uzaklığa ve yürüyüş amacına
göre değişir.
Dağlar arasında pek çok tabii stratejik mevziler vardır. Buralara saldırmaktan kaçının. Akıllı bir komutan düşmanın
ya gerisinde ya da yan taraflarında ordugah kurar. Böylece
düşman mevzilerini terk edip daha gerilere çekilebilir.
Dağ savaşlarında taarruz eden taraf
daima dezavantajlıdır.
Bu savaşlarda önemli olan değişik entrikalar uygulayarak düşmanı kendinize taarruza zorlamaktır. Mesela, savunma hatasına
düşmüş gibi davranarak düşmanı mevzisinden çıkarıp
kendinize taarruz etmesini sağlayabiliriz.
Savaşırken komutan daima
ordusunun şan ve şerefini ön planda tutmalıdır.
Kayıplar konusunu ikinci planda düşünmelidir.
Geri çekilmelerde ordu hem şeref ini kaybetmekte hem de askerlerini telef etmektedir. Bu yüzden daima cesur olunuz. Cesaretini kaybetmeyen zafere daha çok layıktır.
Düşmanın istediği gibi hareket etmemek, savaşın en yaygın kaidesidir.
Bu yüzden düşmanın daha önceden keşif
yaptırdığı ve çok iyi tanıdığı savaş
alanında muharebeyi kabul etme. Tahkim ettiği kale ve ordugahlarına
saldırmaktan kaçın. Geri püskürtü- lebileceğini düşündüğün pozisyonlarda asla taarruz etme.
Senden üstün olan düşmanla
savaşmaktan kaçmak için, geceleri siperler kazıp savunmaya müsait yerleri işgal etmeye çalış. Tabii engeller tek başına seni düşmana karşı koruyamaz. Bu engelleri takviye etmen şarttır.
Kötü bir durumda olan sıradan general üstün düşman kuvvetlerini görünce
hemen geri çekilmeyi düşünür. Halbuki büyük komutanlar, büyük
bir azim göstererek düşmanı karşılamak için ilerlerler. Bu düşmanı
bir an olsun durdurun. Bu duraklamadan istifade
etmesini bilen akıllı komutanlar durumlarını
düzeltebilir, manevra yapabilirler;
gece ise siperler kazdırarak
savunmalarını güçlendirirler.
Savunma pozisyonundan hücum pozisyonuna geçmek
savaşın en becerikli operasyonlarından biridir.
Harekat hattından asla ayrılmamak bir kaidedir ama değişen şartlara göre bu hattı değiştirebilmek en başarılı askeri manevralardandır.
Bu sayede düşmanı kandırabilirsiniz ve bundan istifade
etmek de yetenekli bir komutan için kolaydır.
Savaşan iki ordudan biri geri çekilmeye zorlanırsa, bu geri çekilmeyi tek yönde yapmak zorundadır. Halbuki takip eden ordu daha rahat ve her taraftan hareket edebilir. Dolayısıyla geri çekilen ordunun yanlarından vurarak sonunda yine zaferi kazanır.
Birbiriyle irtibatı olmayan kolorduları ayn ayn muharebeye sokmak kaidelere aykırıdır. Hele karşıdaki düşman tek vücut halinde ve birlikleri arasındaki irtibat çok iyi olursa sonuç felaket olur.
İlk durumunuzu terk etmek
zorunda kaldığınızda,
birliklerinizin tekrar toplanma yeri
o kadar geride olmalı ki, düşman tekrar muharebe için
tertiplenmesini tamamlamadan yetişemesin. Aksi takdirde askerlerinizi teker teker avlayarak yok eder.
Muharebeden önce hiçbir birliğe özel görev verme, çünkü muharebe gününden bir evvelki gecede durumda değişiklikler olabilir. Düşmanın geri çekilme karan veya takviye kuvvetlerinin gelmesi ile taarruza geçmeyi planlaması, senin önceki planlarını
altüst edebilir.
Savaşa karar verdiğin zaman bu.tün kuvvetlerine görev
ver. Bazen bir tabur savaşın gidişatını değiştirebilir.
Tertiplenmesini tamamlamış ve bilhassa yüksek
tepeleri tutmuş bir düşman ordusu karşısında bir kanatla yürüyüşe
çıkmak kadar savaş prensiplerine aykırı bir şey yoktur.
Kesin bir muharebeye
girmeye niyetleniyorsan bütün başarı fırsatlarını yaratmaya çalış. Yenilsen bile ikmal depolarına ve tahkim edilmiş şehirlere yakın olmaya gayret et. Bu durum senin için tekrar bir şans yaratabilir.
Birliklerin
arasını asla fazla açık bırakıp, düşmanın sızmasına imkan verme. Sızanlar olmuşsa derhal yolç et.
Aynı ordunun
birlikleri öyle bir şekilde konaklamalı ki, daima tehlike anında birbirlerine
yardımcı
olabilsinler.
Surlar
savunma muharebesinde düşmanı geciktirmek,
engellemek, kuvvetten düşürmek ve
kızdırmak
için fevkalade araçlardır.
Feuguieres,
asla düşmanı mevzilerde beklememeni; mevziinden çıkıp ona
taarruz etmeni öğütler.
Bence bu yanlıştır. Savaşta sık sık istisnai durumlar ortaya çıkabilir ve
düşmanı mevzide beklemenin çok büyük hata
olduğunu
kabul etmek her zaman geçerli değildir.
Tahkim
edilmiş kaleler askerlerini belirli bir
zaman koruyabilir ve bu belirli zaman gelince
askerin savunma gücü yok olur ve düşmana teslim
olur. Birçok medeni milletler bu fikri
savunur. Fakat bazı generallere göre kale
komutanı
asla teslim olmamalıdır. Son anda kale duvarlarını patlayıcı maddelerle yıkarak, geceden
de istifade ederek düşman
arasından kaçmayı savunurlar.
Tahkimatları
tahrip edemezsen bile, bir koşul yaratarak
kale dışına ani yarma hareketi yap ve askerlerini kurtar. Bu taktiği uygulayan
komutanlar genellikle askerlerinin 3/4'ü ile
asıl kuvvetlerine katılabilmişlerdir.
Büyük bir
gayretle savunulan bir kaleyi teslim almanın en
iyi yolu, düşmanın
arzu edeceği vaatlerde
bulunmaktır.
Aksi takdirde düşman, ölümü çok onur kırıcı bir
teslim olmaya tercih edecektir.
İyi bir
general, iyi subaylar, astsubaylar, iyi organizasyon ve sıkı disiplin,
iyi ordular meydana getirir. Fakat vatan sevgisi
ve vatana katkıda bulunma arzusu, muharebe alanında çok önemli olan şevk ve
heyecanı
doğurur.
Yetenekli
subay ve astsubaylara sahip olmayan bir milletin
bir ordu kurması
çok zordur. Çünkü subaylar
ordunun çekirdeği
ve askeri organizasyonun vazgeçilmez unsurlarıdır.
Bir askerin en önemli özelliği güçlüklere ve yorgunluklara dayanabilmesidir. Cesaret bundan sonra gelir. Güçlükler ve mahrumiyetler iyi bir askerin oluşmasında önemli etkenlerdir.
Bir askerin yanında mutlaka bulunması gereken beş şey; tüfeği,
fişek kutusu, dört günlük istihkakı ve küçük baltası olarak sıralanır. Eğer
sırt çantası büyük bulunursa, küçültün. Fakat mutlaka bir çantası bulunsun.
Daima askerlerine
orduda kalmalarını
teşvik et. Bunu tecrübeli ve yaşlı askerlerine saygı
göstererek sağlayabilirsin. Kıdeme göre ücret vermen de sana yardımcı
olacaktır. Yeni giren bir askerle yaşlı bir askere eşit ücret vermen haksızlık olur.
Esirlerden elde edilen
bilgiler ihtiyatla değerlendirilmelidir,
çünkü bir asker ve subay dahi kendi bölüğünün dışındaki birliklerden pek bilgi sahibi olamaz. Ayrıca komutanlar planlarını son ana kadar gizli tutarlar. Bu yüzden esir alınan düşman askerlerinin ifadeleri daha önce casuslar tarafından gönderilen bilgileri tutmadıkça fazla değerli kabul edilmemelidir.
Muharebe esnasında nutuk atarak askerlerin cesareti artırılamaz. Eski askerler onları dinlemezler, gençler
de ilk top atışında hepsini unuturlar. Eğer bu konuşmaların bir yararı olacaksa, yürüyüş
esnasında hoşnutsuzluğa sebep olan yanlış söylentileri yalanlayarak, onların
morallerini yükselterek, konaklamalarda faydalı konuşma konularıyla yapabilirsin. Yazılı
emirler dağıtarak da bunu yapabilirsin.
Savaşta emir ve komuta birliğinden daha önemli bir şey yoktur. Bu yüzden tek bir düşman ordusuyla savaştığınızda,
sizin de tek bir hatta savaşan tek bir komutan tarafından
idare edilen bir ordunuz olmalıdır.
General ve diğer subaylara belli şartlarda
teslim olmaları için yetki vermek şüphesiz tehlikeli sonuçları beraberinde getirebilir. Korkaklara, enerji ile bekleyen adamlara, hatta yanlış yönlendirilmiş cesur adamlara bu yolu açmak, bir milletin askeri
ruhunu imha etmek olur. Çok olağanüstü bir durum,
çok olağanüstü bir çözüm ister.
Bir ordunun karşı
koyması ne kadar sert ve inatçı olursa,
ya yardım alma'ya da çıkış yolu
bulma şansı
çoğalır. Pek çok imkansız görünen güçlükler yine ölümden başka seçeneği olmayan kararlı adamlarca
yenilmiştir.
Fethettiği bir ülkede bir
general davranışlarında
güçlüklerle karşılaşabilir. Eğer sert biriyse nefret uyandırır ve
düşmanlarının
sayısını artırır. Eğer yumuşak biriyse
suistimallere yol açan
ümitler doğurabilir. General
bu tip olayları
bastırmada, rahatsızlıkları gidermede adaleti, sertliği, yumuşaklığı nasıl kullanacağını bilmelidir.
Bir komutan, hükümdar; başkalarını sebep göstererek hatalarının sorumluluğundan kaçamaz.
Özellikle emri veren kişi savaş alanından uzakta olduğu ve
gerçek durumdan haberi olmadığında, komutanın sorumluluğu daha da artar. Bu yüzden sonucunun
kötü
olacağını bildiği bir
planı icraya kalkan her general cezaya müstahaktır. Planın kusurlarını hükümdara iletmeli ve plan değişikliğinde ısrar etmelidir.
Üstlerinden gelen emir sonucu kesinlikle mağlubiyete uğrayan bir komutan da aynı şekilde cezaya müstahaktır.
Son duruma göre emre
itaat etmeyi reddetmelidir. Emri veren makam da itirazı inceleyip,
gerekirse emirde değişiklik
yapabilmelidir.
Fakat bir generalin; komutanın veya
hükümdarın
emrini uyguladığı ■ için savaşı kaybettiğini ve zafer şansını rakibine
bıraktığını
varsayalım. Komutan
hükümdarın
emrine uymaya
mecbur mu? Hayır.
Eğer general böyle garip
bir emrin tehlikelerini kavrayabilmiş ise, bu emre uymayı reddetmeliydi.
Bir generalin en büyük özelliği soğukkanlılığını koruyabilmesidir. Böylece her
şey
gerçekte olduğu gibi
ve gerçek
oranlarında gözükür. İyi veya
kötü haberlerle telaşa kapılıp sıkıntıya düşmez.
Günler boyunca
aynı zamanda veya sırayla edinilen
izlenimler hafızada düzenli bir şekilde sıralaümalı ve kendi uy-
. gun yerlerini almalıdır. Çünkü, doğru bir muhakeme ve akıl
yürütme, önce bu izlenimlerin kontrolünden başlar ve onların birbiriyJe·kıy::ıslanmasıyla ortaya çıkar.
Öyle adamlar vardır ki, fiziki ve moral yapıları sayesinde her şeyi hayali renkler içinde
hafızalarına kaydederler. Ne tür bilgi, yetenek, cesaret ve benzeri iyi meziyetlerle donatılmış olurlarsa_ olsunlar; tabiat bu kişileri orduların komutasına ve büyük savaşların idaresine uygun görmemiştir.
Memleketin coğrafya ve topoğrafyasına
aşina olmak, keşif yapmada yetenekli
olmak, emirlerin gönderilmesinde
dikkatli olmak, bir ordunun çok karmaşık hareketlerini çok basit bir şekilde idare edebilmek; bütün bunlar genel komutan mevkiine getirilecek generali seçmekte aranması gereken vasıflar olmalıdır.
Başkomutanlar kendi deha ve tecrübeleriyle orduları idare etmelidirler. Topçu
ve istihkam subayları taktik branşlardaki gelişmeler ve fen konularını kitaplardan öğrenebilirler.
Fakat komutanlık sadece tecrübe ve eski komutanların sefer- lerinı incelemekle kazanılır.
Gustav, Adolf, Turenn, Friedrich, İskender, Anibal ve Sezar seferlerinde hep aynı kuralları uygulamışlardır. Birliklerinizi bir arada tutmak, hiçbir yönde zayıf olmamak, önemli noktalara hızla gitmek; bunlar zaferi kesinleştiren kaidelerdir.
Sizin ordularınızın kazandığı şöhretin
yarattığı korkuyla müttefikleriniz size sadık kalır, f ethettiğiniz milletler de boyun eğer.
İskender, Anibal, Sezar, Gustav,
Turenne, Eugene ve Friedrich'in savaşlarını tekrar tekrar okuyun. Onları kendinize örnek alın. Bu büyük bir general olmanın
ve savaş sanatının sırlarını ustaca öğrenmenin tek yoludur. Bu sayede aydınlanmış düşüncelerinizle bu büyük komutanlarınkine uymayan bütün öğütleri reddedeceksiniz.
Bir komutan ilk
prensip olarak ne yapması
gerektiğini hesaplamalı, düşmanın önüne koyduğu engelleri aşacak gü-
cünün olup olmadığını araştırmalı, kararını
verdiği anda da bu engelleri bertaraf
etmek için her şeyi
yapmalıdır.
Büyük bir generalin bütün özelliklerini tek bir kişide görmek istisnadır. Bu nadir kişiden beklenen ve kendisini diğerlerinden ayıran özelliği, akıl ve becerisi ile karakter ve cesareti arasındaki dengedir. Eğer cesaret üstünse, general planlarında ileriye gider ve kendini tehlikeye atar; aksine aklı cesaretinden üstün
ise, planları gerçekleştirmek için gerekli cesareti bulamaz.
Büyük bir generalin başarıları asla şansa ve tesadüfe mal edilemez; onlar her zaman dehanın ve isabetli hesaplamaların sonucudur.
Bir komutan ne
fatihlere ne de fethedilenlere asla boş vakit vermemelidir.
Plansız ve ilkelere uymadan
hareket eden kararsız bir general, düşmandan
daha büyük bir orduya komuta etse
de kendini daima rakibinden aşağı görür. Beceriksizlik ve kararsızlık onu felakete götürür.
Düşmandan korkan veya onun
etkisinde kalan bir generalin verilecek emri yoktur. Onun emirlerine uyan herkes suçludur.
Bir kuşatma manevrasında (muharebesinde) maharet, ateşi tek bir nokta üzerine toplayabilmektir. Muharebe başlar başlamaz becerikli bir komutan derhal ve umulmadık bir topçu ateşiyle bu noktalardan birine ateş toplar ve sonunda
mutlaka başarıya
ulaşır. .
Savaş, sonuca etki edecek tesadüflerle doludur. Bir general savaş prensiplerine sadık
kalsa bile, bu tesadüflerden istifade etme fırsatını gözden uzak tutmamalıdır. Bu dehanın
işaretidir.
Savaşta istifade edilmesi
gereken tek büyük fırsat
vardır. En büyük sanat da o anı yakalayabilmektir.
Savaşın hemen hemen bitimine
kadar elinde savaşa sokmadığı
hazır kuvvetleri bulunan bir komutan daima kaybet-
meye mahkumdur. Eğer işe yarayacaksa, en son adamını da savaşa sokmalıdlr. Çünkü, kesin zaferden sonra artık önünde önemli bir engel yoktur.
Sadece prestiji, muzaffer komutana yeni başarılar kazandıracaktır.
Savunma muharebesi
asla taarruzu ihmal edemez.
Savaş sanatının ilkelerine göre düşman ordusunun bir kanadını
kuşatmak için ordunuzu parçalamamalısınız.
Bir ordu senenin her
mevsiminde, iki askerin ayaklarını basabileceği her yere yürüyüş yapabilir.
Arazi koşulları tek başına, her türlü şartların
göz önüne alınarak kararlaştırılması gereken bir savaş için karar noktası
olmamalıdır.
Bir ülkenin coğrafi şartları, ova ve dağlık kesimlerdeki yaşam
tarzı, eğitim ve disiplin askerlerin
karakteri üzerinde çok etkili olur.
Bütün büyük askerler büyük işleri savaş sanatının prensiplerine uyarak kazanmışlardır.
Onlar, hiçbir zaman savaşı gerçek bir bilimden farklı
düşünmemişlerdir. Bu yüzden onlar bizim için
çok değerli örneklerdir. Bir kişi ancak onları taklit ederek onlara yaklaşmayı hayal edebilir.
Kara savaşlarında genellikle denizdekilerden daha fazla zayiat olur.
Donanmadaki asker sefer boyunca ancak bir kez dövüşür, ama karadaki asker her gün dövüşmek zorunda kalabilir. Denizci
asker, denizin tehlike ve zorlukları ne olursa olsun
karadaki askerden daha az eziyet çeker. Denizci asker hiçbir zaman aç ve susuz değildir. Her zaman yatacak yeri, mutfağı, reviri ve eczanesi vardır. Disiplinin sağlandığı,
temizliğin, tecrübenin ve sağlıklı kalmanın bütün yollarının
keşfedildiği İngiliz ve Fransız donanmalarında, kara ordularından daha az hastalıkla
karşılaşılmıştır. Savaşın tehlikelerinin yanında, denizciler fırtınanın risklerini göze alır. Fakat denizcilik öyle ilerlemiştir ki, bu tür tehlikeler karadaki halk ayaklanması, suikastler, düşmanın yaptığı ani baskınlar yanında
oldukça hafif kalır.
Bir donanmaya komuta
eden amiral ile bir orduya komuta eden general farklı özelliklere sahip olmalıc:lır.
Birisi bir orduyu idare edecek uygun özelliklerle doğmuştur. Halbuki bir donanmayı idare etmek ancak tecrübe ile mümkündür.
Karada savaşma sanatı bir zekanın ve insanın içinden
gelen bir ilhamın ürünüdür. Denizde her şey kesindir ve tecrübe meselesidir.
Amiralin sadece bir
bilime ihtiyacı
vardır: Denizcilik. Bir
generalin bütün
bilgi ve tecrübelerden yararlanmasını bilen bir yeteneği
olmalıdır. Bir amiralin bir
durumu çözmesi için zihnini yorması
gerekmeyebilir. O, düşmanın nerede olduğunu
ve gücünü bilir. Bir general hiçbir şeyi kesin olarak bilemez, düşmanını net olarak göremez ve tam nerede olduğunu önceden anlayamaz. Ordular karşılaştığı zaman, ufak bir arazi parçası, küçük bir koruluk ordunun
bir bölümünü gizleyebilir. En tecrübeli göz, düşman ordusunun tümünü veya dörtte
üçünü gördüğünü iddia edemez. Bir
general aklının
gözüyle, olay ve şartları bütün olarak muhakemeyle ve Tanrı'dan aldığı ilhamla görür, bilir ve yargılar.
Amiralin sadece tecrübeli bir bakışa ihtiyacı
vardır ve düşman gücünün hiçbir kısmı ondan gizlenemez. Generalin işini güçlendiren diğer bir faktör de çok sayıdaki insan ve hayvanı
canlı ve tok tutmak
mecburiyetidir. Amiralin böyle şeylere kafa yorması gerekmez, çünkü o her şeyini beraberinde taşır. Bir amiralin keşif yapmasına, ,arazi incelemesine ve savaş alanının topoğ- rafik şartları üzerinde muhakeme yapmasına
gerek yoktur. Hint Okyanusu, Atlas Okyanusu, Kuzey
Denizi her zaman su olan ovalardır. En yetenekli amiralin,
en yeteneksizine kıyasla bir avantaj yoktur.
Ama bölgeye hakim rüzgarları
biliyorsa, bunları izleyerek hangi rüzgarın veya fırtınanın
çıkacağını önceden kestirebilir. Hava
durumuna bakarak da durum muhakemesi yapabilir. Bu özellikler ise sadece ve sadece tecrübeyle kazanılır.
General üzerinde savaşacağı araziyi her zaman bilemez.
Onun tespit ettiği bilgiler tahmine dayanır. Arazi hakkındaki bilgiler hep olaylara bağlı olduğundan kesin değildir ve tecrübeye day,mmaz. Değişik
ülkelerin tabiatına uygun arazi ilişkilerini anında anlayabilmek bir yetenektir. Bir bakışta askeri durumu
kavrayabilme yeteneği denen; büyük generallerin tabiattan aldığı üstün kabiliyettir. Yine de topoğrafik haritalar üzerinde yapılacak incelemeler ve harita okumadaki eğitim ve alışkanlıkların verdiği kolaylıklar generale yardımcı olabilir.
Bir amiral, bir
generalin emrindeki komutanlara bağlı olmasından daha çok gemi kaptanlarına
bağlıdır. Generalin bütün kuvvetlerin emir komutasını kendi eline alma şansı vardır. Böylece bir yöne hareket etmek veya yanlış atılmış bir adımı düzeltmek mümkün olabilir. Bir amiral ancak kendi bulunduğu gemideki askerleri
etkileyebilir, haberleşme de çok güvt>nli
değildir. Bu yüzden denizcilikle gemi süvarileri diğer mesleklerdekinden daha
çok kendi inisiyatiflerini kullanmak zorundadırlar."
Stratejik Öngörüsüzlük
Stalingrad Faciası
S
talingrad Meydan
Muharebesi II. Dünya
Savaşı'nda Alman, Sovyet Rusya
cephesindeki savaşın dönüm
noktasıdır. Büyük bir stratejik hatanın nelere mal olduğunun, belki de dünya savaş tarihindeki en çarpıcı
ve en çıplak örneğidir. Ne kadar taktik başarı kazanılırsa kazanılsın, ne kadar insanüstü
fedakarlıkta bulunulursa
bulunulsun, vahim bir stratejik hatanın asla geri döndürülemeyeceğinin
de en dikkate değer misalidir.
Stalingrad'da kuşatılan 300 bin kişilik Alman 6'ncı Ordusu'nu kurtarmak için birkaç kez teşebbüste bulunan Alman Don Ordular Grup Komutanlığını Feldmareşal Erich von Manstein yapmaktaydı. Manstein Sovyet Rusya'da yürütülen tüm savaşlarda başından sonuna kadar vazife yaptı. Savaştan sonra da Kaybedilen
Zaferler isimli bir kitap yayımladı. Bu eserin bir bölümünde Stalingrad faciasına, hata üzerine hata yaparak adım
adım nasıl gidildiği, ibret alınacak bir tarzda anlatılmaktadır.
Don Ordular Grup Komutanı (sonraki adı Güney Ordular Grubu) Feldmareşal Erich von Manstein'den:
'"Ey yolcu!
Sparta'ya yolun düşerse,
oradakilere, bizim buralarda, kanunun emrettiği şekilde serilmiş
olduğumuzu gördüğünü bildir!'
Bize Termopoli savunmacıların kahramanlığından bilgi veren ve o zamandan beri kahramanlığın, sadakatiffve itaatin destanı yerine geçen bu mısralar, Volga kıyısındaki Stalingrad şehrinin başına
hiçbir zaman, orada yok edilen 6'ncı Alman Ordusu'nun feda oluşunun bir hatırası olarak nakşedilmeye- cektir.
Orada ölen, aç kalan, donan Alman askerlerinin varlığını gösteren izleri üzerinde hiçbir zaman bir haç, bir anıt taşı
yükselmeyecektir.
Fakat, galibin zafer çığlıklarının çınlaması sona erse, elem ve ıstırap feryatları, hesapları hayale uğrayanların hiddetleri dinse dahi, Alman askerlerinin çektikleri, anlatılmaz acıları, ölmeleri, emsalsiz kahramanlıkları,
sadakatleri, vazi- feşinaslıkları hayat boyunca hatırlanacaktır.
Varsın bu kahramanlık boşa gitmiş, bu sadakat, ne anlayan ne de takdir eden ve dolayısıyla bunu hak etmemiş olan bir adama karşı
gösterilmiş, bu vazifeşinaslık ölüme ve esarete götürmüş olsun, yine de bu fedakarlık, bu sadakat, bu vazifeşinaslık, gerçi bugün yok olmuş fakat bir zamanlar bütün hayatı söndüren atom bombaları devrine şahit olmuş Alman askerliğinin bir destanı olarak kalacaktır.
Varsın kaybolmuş bir şey için yapılan bir fedakarlık faydasız,
hürmet ve itibar bilmeyen bir rejime gösterilen sadakat, manasız,
dayandığı şartların hayali olduğu sabit olan itaat yersiz görülsün, 6'rıcı Ordu askerlerinin fedakarlıklarını sonuna kadar götürmelerine sebep olan zihniyetin ahlaki kıymeti yine de baki kalacaktır.
Ben bu facianın seyrini sakin, soğukkanlı
ve objektif olarak izaha çalışacağım. 6'ncı Ordu'nun kaderini büyük olayların çerçevesi dahilinde, Stalingrad
bunun en fecisidir ve sadece bir kısmını teşkil etmektedir.
Stalingrad'da cereyan eden meydan muharebesinin gürültüsü, Stalingrad etrafındaki steplerin karlı sahaları,
uçurumları, boğazları, geçitleri, yerleşim alanları dahil her yeri inletti.
Stalingrad Meydan
Muharebesi Sovyetlerce pek tabii olarak savaşın dönüm noktası olarak gösterilmektedir. İngi- lizler çle ] 940 senesinde İngiliz
Adaları'na yapılan Alman genel hava taarruzlarının
önünün kesilmesini, Amerikalılar da müttefiklerin başarılarını dönüm
noktası kabul ederler.
Almanya'da ise Stalingrad'ın kati neticeli meydan muharebesi olduğu görüşü hakimdir.
Şurası muhakkak ki, o zaman
Volga boyuna ilerleyen Alman taarruz dalgası, bir dalga kırana çarpmış gibi kırılıp geri çekilince, Stalingrad hemen hemen II. Dünya Savaşı'nın bir dönüm noktası tarihini teşkil
etmiştir. Fakat 6'ncı Ordu'nun zayiatı o kadar ağır olmakla beraber, Doğu'daki savaş ve dolayısıyla topyekun savaş bu yüzden hemen tamamen kaybedilmiş
olamazdı. Şayet Alman siyaseti ve
askeri sevk ve idaresi ona göre ayarlanmış
olsaydı, yine de bunu önleyici bir çare
düşünebilirdi.
6'ncı Ordu'nun yok olmasının sebebini tabiatıyla Hit- ler'in şüphesiz
ki esas itibariyle prestiji kaybetmemek düşüncesiyle Stalingrad'ı isteyerek terk etmemek meselesinde aramak lazımdır.
6'ncı Ordu'nun böyle bir duruma düşmesi, Alman Başko-
mutanlığı'nın daha önceden, Alman 1942 genel taarruzunun planlama ve tatbikatında düştüğü hatalara dayanmaktadır.
Bu hataların 1942 sonbaharının
sonlarında, Alman Doğu Cephesi'nin güney
kanadının düştüğü harekat durumundan
ziyade, 6'ncı Ordu'nun yazgısı
bakımından hayati noktalara bakılması lazımdır.
1942 Alman genel
taarruzu, Hitler'in tercihen savaş ekonomisi görüşlerine göre kararlaştırılan hedef tayini yüzünden,
biri Kafkasya'ya ve diğeri Stalingrad olmak üzere birbirine aykırı iki istikamete ayrılmıştı.
Bunun neticesi olarak Alman taarruzunun felce uğramasıyla, mevcut kuvvetlerle tutulamayacak bir cephe meydana gelmişti. Kırım'dan serbest kalan 11'inci Ordu da muhtelif istikametlerce dağılınca, topyekun
cephenin
bu kanadında
Alman Başkomutanlığı'nın elinde operatif seviyede ihtiyat kalmamıştı.
A
Ordular Grubu, Kafkasya'nın
kuzey kısmında Karadeniz ile Hazar Denizi arasında; B
Ordular Grubu, Stalingrad'ın
güneyinde Voiga'ya, Don Nehri'nin orta kısmından bükülerek bu nehir boyunca kuzeye kadar
uzanan cepheyi tutuyordu.
Her
iki ordular grubu da kendi kuvvetlerinin yeterli olamayacağı kadar genişlikte cepheler tutmak zorunda bulunuyorlardı. Buna karşılık düşman, cephe ve cephe gerilerinde, bu
ordu gruplarının
karşısında çok kuvvetli
operatif seviyede ihtiyatlara sahipti. A ve B Ordular Gruplarının arasında bulunan 300 km'lik bir cephede de sadece
bir tümen yetersiz emniyet kuvveti olarak tertiplenmişti.
İşte bu
çok
genişleyen cepheyi sonsuza dek tutmaya çalışmak, 6'ncı Ordu'nun
1942 Kasım
ayı sonunda, ümitsiz duruma düşmesine yol
açan ilk hatayı teşkil ediyordu.
İkinci daha
ağır bir hata da Hitler'in B Ordular
Grubu'nun esas gücü olan 6'ncı Ordu
ile 4'üncü
Zırhlı Ordusu'nu, Stalingrad'ın içindeki ve etrafındaki savaşlara tahsis etmeye zorlaması olmuştur. B Ordular Grubu'nun Don kıyısındaki geniş kanadında ise bir.Romen ordusu, bir İtalyan ordusu
ve bir Macar ordusu bırakılmıştır. Daha ötedeki arazide
ise zayıf olan 2'nci Alman Ordusu
bulunuyordu. Hitler bu müttefik birlikleriyle,
Don Nehri'nin arkasından
yapılacak kuvvetli bir Sovyet taarruzuna karşı konulamayacağını bilmeliydi.
Ele
geçirilmesi
ilk hamlede ancak kısmen sağlanmış bulunan Stalingrad'ın, Volga üzerinde hakimiyet
kazanılarak
taarruzla tamamen ele geçirilmesi sağlanabilirdi, ama bu olmadı. Bu
olmadığı
gibi B Ordular Grubu'nun esas
kuvveti de yetersiz kanat emniyetiyle haftalarca Stalingrad'ın bir bölümünde kaldı. Bu suretle düşmana, güney kanattan saldırma fırsatı verilmiş oldu. Yani düşman, kendisine
sunulan şanstan faydalanarak kuşatmaya davet
ediliyordu.
Buna
ayrıca, Alman güney kanadına doğrudan doğruya müdahale edecek şekilde, yeni
bir komuta sistemi kuruldu; bu da üçüncü hataydı.
Bu
tertibe göre, A Ordular Grubu'nun artık hiçbir komutanı olmayıp, bizzat Hitler tarafından sevkve idare edilecekti.
B
Ordular Grubu, aralarında
dört müttefik ordusu
olmak üzere yedi
orduya komuta ediyordu. Halbuki, prensip olarak ordu sayısı üç veya
en fazla beş
olmalıydı. Üstelik bunların dördü müttefik de olsalar, başka ülkelerin askerleriydi. Müttefik orduların iyi gözetilmesi için komutanlık, sevk ve idare yerini bunların arkasında olmasına özen göstermek durumunda kalınca, Alman
Ordularından
çok uzak mesafelerde bulunmak zorunda
kalıyordu.
Buna
Hitler'in müdahaleleri
de eklenince, Ordular Grup Komutanlığı, 6'ncı Ordu'ya müdahale de
imkansız
sayılabilecek
durumlara düşüyordu.
Alman
Kara Kuvvetleri Komutanlığı
sevk ve idaredeki bu sıkıntıyı çözmek için Romen Mareşal Antonescu
yönetiminde yeni bir Don Ordular Grup Komutanlığı kuruluşu hazırladı, fakat Hitler evvela Stalingrad'ın ele geçirilmesini istediğinden, bu plan uygulanamadı.
Mareşal Antonescu'nun
bu mevkie getirilmesi de çok ağır bir
hata olmuştu.
Henüz bir harekatla denenmemişti ama onun iyi bir asker olduğu muhakkaktı. Romen mareşalin
bu coğrafyadaki
sıkıntıları görmesi ile
Hitler'e yapacağı
tekliflerin geri çevrilmesi pek mümkün değildi. O ne de olsa Hitler'in 6'ncı Ordu
veya B Grubu komutanından
daha fazla değer vermesi
gereken bir devlet reisi ve müttefiki idi!
Başarı sağlamak isteyen her başkomutan riski göze almak mecburiyetindedir. Fakat Alman Başkomutanlığı'nın 1942 sonbaharının sonlarına doğru göze almak zorunda olduğu risk,
B Ordular Grubu'nun darbe kudretince sahip kuvvetlerini Stalingrad'a bağlayarak, Don Cephesi'nde kolayca yırtılabilecek düşman tertibatına taarruz etmemeleriydi. Bun-
da müttefik orduların savaş yetenekleri konusundaki hayal kırıklıkları da etkili olmuştur, ama B Ordular Grubu'ndaki Alman orduları, düşman perdesini yırtıp atacak güce sahiptiler. Yine de müttefikler
içerisinde en iyisi Romen birlikleriydi, Kırım seferinde edinilen tecrübelere dayanılarak önceden beklenebilecek gibi dövüşmüşlerdi. Fakat İtalyanların savaş gücü hakkında her türlü tahayyül
boşa çıkmıştı.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan 21 Kasım 1942'de komuta ettiğim
1 l'inci Ordu Komutanlığı'na gelen emirde: 'Don Ordular Grup Komutanlığı kurulduğunu, benim de grup komutanı olarak atandığım,
4'üncü Zırhlı ve 6'ncı ordularla 3'ncü Romen Ordusu'nun da komutama verildiği' bildiriliyordu. Gerekçe olarak da, 'Stalingrad'ın
batı ve güneyinde cereyan eden ağır savunma savaşlarına
katılan orduların daha geniş bir şekilde topluca sevk ve idaresinin temini maksadıyla,' deniliyordu.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın emrinde Don Ordular Grubu'na düşman taarruzlarını durdurmak ve
kaybedilen bölgeleri
düşmandan geri almak vazifesi veriliyordu.
Vazife tahlil edildiğinde ve bize verilmesi vaat edilen kuvvetlerin sevk edilmesindeki yetersizlikten
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın
Stalingrad etrafındaki durumun arz ettiği tehlikeden o gün
Stalingrad'ın içindeki 6'ncı Ordu'yla birlikte çembere alınıp kuşatıldığından haberi olmadığı
anlaşılıyordu.
Durumun yeniden düzeltilebilmesi için mümkünse, ancak yığınağı
tamamladıktan sonra genel taarruza geçebilecek büyük bir ordu yapılanması
için önemli kuvvetlere ihtiyaç vardı.
Düşman, 19 Kasım sabahı kuvvetli bir topçu
ateşi hazırlığını takiben Don köprübaşından itibaren ve daha batıda Don üzerinden, 6'ncı Ordu'nun sol kanadına
ve 3'üncü Romen Ordusu'na karşı taarruza geçti. Aynı zamanda, büyük kuvvetlerle; Stalingrad güneyinde bulunan 4'üncü Romen Ordusu ile General Hoth idaresindeki Alman 4'üncü Zırh-
lı Ordu cephesini önden yardı. Düşman, 6'ncı Ordu'nun sol kanadını tutarken Romenleri her
iki cephede de hezimete uğrattı. Ku·vvetli Sovyet zırhlı birlikleri her iki yarma yerinde (bizden öğrendikleri gibi) derinliğine
hücuma geçtiler. 21 Kasım sabahı 6'ncı Ordu'nun ikmali için hayati önemi olan ve henüz
tahrip edilmemiş olan Don Köprüsü'nün bulunduğu Klatsch'a ulaştılar. Böylece 6'ncı Ordu'nun kuşatma sahasına sürülmüş olan 4'üncü
Zırhlı Ordu ile diğer Alman ve Romen birliklerinin bir kısmı da düşman tarafından çembere alınmış oldu.
21 Kasım öğleden evvel, toplam 20 tümeni ihtiva eden 5 Alman
kolordusu, 2 Romen kolordusu, Alman Kara Kuvvetleri topçusunun
tamamı, kara istihkam
birlikleri bu kuşatma çemberinin içinde bulunuyordu. Bu
tarihten itibaren ordular grubunca, kuşatma çemberi içinde kalan Alman
askerlerinin mevcutları
hakkında tam bir bilgi edinilememiştir. Bizzat 6'ncı
Ordu tarafından verilen rakamlar
250.000-270.000 arasındadır. Romen kıtaları ve ikmal kuvvetleri buna dahil değildir. Çember içinde kalan asker sayısı mübalağasız 300.000 kişi kadardı.
Romen orduları dağılınca bölgede Alman birlikleriyle yeni bir düzen alındı. Kuşatma çemberinin doğu-batı hattının çapı 50 km, kuzey-güney
çapı ise 40 km'yi buluyordu.
B Ordular Grubu'nun görüşüne göre, 6'ncı Ordu'nun elinde sadece iki savaş gününe yetecek kadar cephane
ve altı günlük erzak kalmıştı.
Havayolu ile ikmal ve iaşe; hava durumunun müsaadesi nispetinde, ancak ordunun ihtiyacı olan cephane ve işletme parçalarının % 1 0'u temin edilebilmişti. Bu işe 100 tanker uçağı vaat edilmiş, ama bu sayıda
uçak çalıştıramamıştır.
Düşman durumuna gelince: T ümenler, zırhlı ve mekanize tugaylar olmak üzere, 24 birlik ile Stalingrad'ın güneyinde açılan gedikten içeri
girerek kuzeye doğru 6'ncı Ordu'nun güney kanadına
şiddetli taarruzlarını sürdürüyordu.
Düşmanın 3'üncü Romen Ordusu'nu yardığı yerden
24 birlikle 6'ncı Ordu'nun gerilerine sarkarken, diğer23 birlikle de daha batıya, güneye, hatta güneybatıya doğru ilerlediği bildirildi. Ayrıca Stalingrad'da
6'ncı Ordu'nun taarruzlarına karşı Volga üzerinden takviye
alarak, sonuna kadar dayanan kuvvetleri vardı. Düşmanın demiryolu ile sürekli takviye
aldığından
şüphe yoktu. 28 Kasım'da toplam
tümen ve tugaylar olarak, düşmanın 143
birliğinin
yeni kurulan Don Ordular
Grubu'nun muharebe sahasında
bulunduğu tespit edilmiştir.
Benim
emrim altındaki
Don Ordular Grubu'nu teşkil edecek
olan kuvvetler ise; Stalingrad etrafında, üç misli düşman
kuvveti tarafından
kuşatılmış ve savaşlarda hayli yıpranmış; cephanesi, işletme maddesi,
iaşe
stokları tükenmiş; sürekli ikmalden
mahrum; 20 Alman tümeni ile 2 Romen tümeninden ibaret 6'ncı Ordu
vardı ki, kuşatılmış olması bir tarafa, Stalingrad'ı ne pahasına olursa
olsun elde tutmak için Hitler'den sıkı emir
aldığı
için, hareket serbestisinden de
mahrumdu.
6'ncı Ordu'nun
Don Ordular Grubu'nun emrine verilmesi
de bir tuhaftı.
Bu ordu o zamana kadar kara
kuvvetlerine doğrudan
doğruya bağlıydı. Kendi
gücü ve inisiyatifiyle belki
de çıkabilecek
fırsatlardan istifade
ile kurtulabilirdi, fakat Hitler onu adeta Stalingrad'a mıhlamıştı. Şimdi artık operatif bakımdan hareket
etmesine imkan yoktu. Bağlı bulunduğu Ordular Grubu da onu artık sevk
ve idare edemeyecek, ancak yardımda bulunabilecekti.
Kaldi ki Hitler ordu üzerindeki direkt komuta gücünü, 6'ncı Ordu Komutanlığı nezdindeki bir irtibat kurmay subayı vasıtasıyla günlük olarak sürdürüyordu. Ayrıca ordunun
ikmali de bu işi havayoluyla sağlayabilecek vasıtalarda Hitler'in kendi elinde ve ona bağlıydılar. 6'ncı Ordu sadece şekil itibariyle
bana bağlıydı.
Bu koşullarda 6'ncı Ordu'nun eskiden olduğu gibi
gene kara kuvvetlerine bağlı kalması doğru olurdu, çünkü komuta
edilemiyor, bir plan uygulatılamıyor, bir emir verilemiyorsa, 6'ncı Ordu'yu
Don Ordular Grubu'na bağlıymış gibi göstermenin
bir anlamı yoktu.
Kuşatma altında ve dolayısıyla operatif maksatla kullanılmayacak olan 6'ncı Ordu bir kenara bırakılınca, Don Ordular Grubu'nun
elindeki kuvvetlerin hepsi bir enkaz yığınından ibaretti. Stalingrad'ın çerriberden
kurtarılması için ileri harekat
yapabilecek zinde ve yeterli kuvvet olmamasına karşın, Don Ordular Grubu kurmayları hemen planlamaya başladılar.
B Ordular Grubu'ndan
bana, 6'ncı Ordu Komutanı
General Paulus'un Hitler'e
hitaben yazdığı, 23 Kasım tarihli mektubunu verdiler. O, bu mektubunda gerek kendi ve gerekse maiyetindeki bütün generallerin fikirlerine
göre, ordunun güneybatıya
doğru bir çıkış hareketinde bulunmasının bir zaruret haline gelmiş olduğunu belirtmekte, bu iş için, ordu içinde bazı kıta kaydırmaları ve kuzey cephesinden kuvvet tasarrufu maksadıyla kısa bir hatta geri çekilmesine ihtiyaç gösteriyordu. B Ordular Grubu'nun görüşüne göreyse, Hitler tarafından derhal müsaade
edilse bile, 6'ncı Ordu bu yarma hareketine 28 Kasım'dan önce girişemezdi.
Bizim Don Ordular
Grubu karargahında,
6'ncı Ordu'nun bu karışık işleriyle meşgul olmaya ne zamanımız ne de imkanımız vardı. General Paulus da herhalde, Hitler'in kendisini Stalingrad'a bağlayan emirleri çerçevesinde, ordusunun başlangıçta daha az tehdit altında bulunan cephelerinden kuvvet çekmek hususunda mümkün olanı yapmış olmalıydı. Nitekim, General Paulus düşmanın yarattığı tehlikeleri hesaplayarak, Volga'nın doğu ve batısında Volga ve Don arasında yapılabilecek tüm düzenlemeleri yaptı.
Bu tedbirler, ordunun
kendisini çevreleyen
düşman kuvvetlerinin taarruzlarıyla yenilerek uçuruma yuvarlanmasına mani oldu, ama çepeçevre, sıkı bir şekilde
kuşatılmasını engelleyemedi.
General Paulus, 22 ve
23 Kasım'da ordusu ile güneyba-
tıya doğru bir çıkış - hareketinde
bulunmayı
teklif ettiği zaman da belki de iş işten geçmiş bulunuyordu. Bu görevinden önce General Paulus Kara Kuvvetleri Komutanlığı kurmay başkanlığının 1 'inci yardımcısıydı. O, Hitler'in o kış Alman
ordusuna, her ne pahasına
olursun, 'Dur!' emri vermiş olmakla, Napolyon'un çekilmesinde maruz kalınan felaketten
korunmuş
olduğunu kendine mal ettiğini biliyordu.
Hitler'in Lgor Sarayı'nda
Stalingrad hakkındaki konuşmasından sonra, artık hiçbir zaman şehrin tahliyesine
razı
olmayacağını bilmeliydi.
Bu şehrin ismi diktatörün nezdinde kendi askeri prestijine bağlıydı. Tek
imkan, Hitler'i, ordunun kendi kendine
bir kurtuluş
teşebbüsüne geçtiği şekilde, bir
oldubittiye getirmekti. Ancak böyle bir
hareketin, General Paulus'un başına mal
olması da mümkündü. Fakat
General Paulus böyle şeylerden endişe edecek adam değildi. O,
doğrudan
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı olduğu ve telsiz irtibatı da
kesintisiz sağlandığı
için, çıkış müsaadesi istemesi
Hitler'e olan bağlılığından
ileri geliyordu. Paulus, tüm genel
durumu da açık bir şekilde bilemez
ve kestiremezdi. Tek başına hareket kararının zorluğu, ordunun bir çıkış hareketi
onun için Stalingrad'da kalmaktan daha büyük bir
tehlike ihtimalini de yaratabilirdi.
Düşman, kuşattığı 6'ncı Ordu'yu imha hususunda her şeyi yapacaktı. 3'üncü Romen Ordusu'nun yenilgisinden de
faydalanarak seri . kuvvetlerle Don büyük kavsinde
Rostov istikametinde bir yarma hareketinde de bulunabilirdi. Çünkü, böyle bir hareket tarzıyla sadece
6'ncı ve 4'üncü zırhlı orduların değil, aynı zamanda A Ordular Grubu'nun geri irtibatını kesmiş olacaktı. Düşmanın elindeki mevcut kuvvetler ve sevk
olabileceği
takviyeler, ona bu imkanları sağlayacak durumdaydı.
Don
Ordular Grubu'nun ilk işi 6'ncı Ordu'yu
kurtarmak olmalıydı.
Çünkü, 300 bine yakın Alman
askerinin mukadderatı
söz konusuydu. Bu ordu korunmaksızın ve kurtarılmak-
sızın, doğu cephesinin güney kanadındaki durumun düzeltilmesi düşünülemezdi. 6'ncı Ordu kurtarılsa bile Stalingrad'dan vazgeçilemezdi. Bu bir prestij meselesi değil, a-skeri
bir zorunluluktu bizim için. Kuşatmanın Stalingrad'dan kaldırılması ve 6'ncı Ordu'nun
rahatlatılması
sağlanabilirse, Alman
güney
kanadının durumu önümüzdeki kışa kadar dayanabilir ve istikrar sağlamak mümkün olabilirdi ve bizim buna şiddetle ihtiyacımız vardı.
General
Paulus'un çemberi
yarıp çıkma teklifine
Alman Başkomutanlığı'ndan
günler geçmesine rağmen, kaldı ki
her geçen zaman düşmanın lehine
işliyordu;
bir cevap gelmemişti. 6'ncı Ordu çemberi yarmak
için iki ayrı mihverden
birini seçebilirdi.
Bu mihverlerin fayda ve mahzurları şöyleydi: 6'ncı Ordu, Klatsch civarındaki Don geçidi istikametinde
bir yarma teşebbüsünde bulunabilirdi. Şayet düşman çemberini bu istikamette yarabilse dahi, bu
defa Don barajı
önüne düşmüş olacaktı. İlk yarma
teşebbüsünde
cephanesinin büyük bir
kısmını
harcayacaktı. Don
Nehri'ni geçiş onu zorunlu olarak, Don'un batısına doğru ilerlemekte olan ve karşısında hiçbir Alman kuvveti bulunmayan güçlü düşman birlikleriyle karşı karşıya getirecekti. Her şeyin halledildiği düşünülse bile, yetersiz mühimmatla 6'ncı Ordu'nun; kuzeyden, doğudan ve
güneyden
kendisini sıkıştıran düşmanın gerilerine sarkmayı başarabilmesi çok şüpheli görülüyordu.
Diğer yarma
teşebbüsü
de Don'un doğusundan güneybatıya, yani 4'üncü Zırhlı Ordu'nun geri kalanlarının bulunduğu taraftan yapılabilirdi. Fakat düşmanın bunu
bekliyor olması çok muhtemeldi. Bu yarma gerçekleştiğinde, Stalingrad'ın etrafında,
doğu, kuzey ve batı cepheleri
önünde bulunan düşman ordularının hepsi 6'ncı Ordu'nun
peşine
düşeceklerdi. En
kötü durumda ordunun yetersiz cephane,
işletme malzemeleri ve iaşeyle steplerde
tekrar düşmana yakalan- masıydı. Belki
bazı
kısımları ve zırhlı birliklerin
bir bölümü kendini kurtarabilirdi, ama doğu cephesinin
güney
kanadının
henüz Kafkaslar'da bulunan A
Ordular Grubu dahil imhasına yol açardı.
6'ncı Ordu'nun kurtuluşunu sağlayacak olan Stalingrad üzerine
yapılacak olan kurtarma grupları harekatıydı. Bu ope- ratif hareketler düşmanı kurtarma gruplarına yönelmesini sağlayacak, bir yarma teşebbüsünde bulunamazsa bile savaş gücünün muhafaza edilmesiyle, üzerine yapılan baskıyı
kaldıracaktı.
Bu düşüncelerimi, kara kuvvetleri kurmay başkanına telefonla bildirdim:
6'ncı Ordu'nun güneybatıya doğru bir yarma hareketinin halen mümkün
olduğunu, Stalingrad'da kalmasında ısrar edilmesi halinde ikmal faaliyetinin kesintisiz devamının şart olduğunu (asgari ihtiyaç günde 550 tonu buluyordu. Tanksavar ve piyade mühimmatı hayati idi. Ve bu ikmalin havadan yapılması gerekiyordu) açıkladım.
Kurtarma harekatının başarı sağlaması için buraya kuvvet sevkiyatının
şart olduğunu. Havadan ikmal garanti edilemediği takdirde, 6'ncı Ordu'nun Stalingrad'da bırakılmasının sonuçlarının ne olacağını kimsenin kestiremeyeceğini
belirttim.
Sonuçta, Hitler ültimatom gibi talimatını verdi ve 6'ncı Ordu Stalingrad'da kaldı. Bu arada General
Paulus, Hitler'e mi yoksa Don Ordular Grup Komutanlığı'na mı itaat edeceği konusunda tereddüt etti ve Hitler'in emirlerine uydu.
Kar fırtınasından uçakları kalkamadığı
için tren yoluyla Don Ordular Grup Komutanlığı karargahını kuracağımız mevkie ulaştık ve ertesi gün
irtibatlarımızı bize tahsis edilen
birliklerle sağlayabildik.
Önümüzde iki vazife vardı: Biri 6'ncı Ordu'nun kurtarılması; bu sadece insani bakımdan bir vazife değil, bu ordunun korunması
sağlanmadıkça, doğu cephesinin (Rusya'nın tümü) güney kanadı
üzerinde, sonradan düzeltilmeyecek kadar önemliydi.
Daha da vahimi, doğu cephesinin bütün güney
kanadı-
nın imhası tehlikesiyle, hatta savaşın neticesini tayin edecek, savaşın kaybedilmesine sebep
olacak (zaten öyle oldu!) bir neticeyle karşı karşıya gelebilirdik.
Ruslar, Stalingrad bir
tarafa A Ordular Grubu gerileri ile yeni kurulmuş olan Don Ordular Grubu
cephesi arasındaki yegane güvenlik
hattını teşkil eden zayıf engeli de aşmayı başardıkları
takdirde sadece 6'ncı Ordu'dan ümidi kesmekle kalınmayacak, A Ordular Grubu'nun durumu da nazikleşecekti.
27 Kasım'da, Don Ordular Grubu'nun kara kuvvetlerine gönderdiği görüşlere ait bir telgraf geldi. Bu telgrafın bizim görüşlerimizi paylaştığı
söylenebilir, ama harekatın sevk ve idaresi konusundaki tekliflerimize cevap ancak 3 Aralık'ta geldi. Bu gecikme Hitler'in kendisinin işine gelmeyen cevapları nasıl geciktirmek adetinde olduğunu gösteriyordu.
Don Ordular Grubu;
Stalingrad'da kuşatılmış bulunan 6'ncı Ordu'ya ulaşmak,
kuşatma çemberini yararak o bölgedeki çarpışmaları lehimize çevirmek
maksadıyla 1 Aralık'ta 'Kış Fırtınası' harekatına
başlayacaktır. Harekata katılacak birlikler ile taarruz mihverleri şöyledir:
4'üncü Zırhlı Ordu, bütün kuvvetleriyle en geç 8 Ara- lık'ta Don'un doğusundan itibaren taarruzda geçecektir. Düşman örtme kuvvetlerini yardıktan
sonra, Stalingrad etrafındaki kuşatma cephelerini geriden ve merkezden taarruzlarla dağıtacak.
'48'inci Zırhlı Kolordu, Don köprübaşından
itibaren düşman örtme kuvvetlerinin gerisine
sarkacak, 4'üncü Zırhlı Ordu'nun geri bölgesini
örterek koruyacak.
6'ncı Ordu, Stalingrad'dan ayrılmayacağına göre, kendisine yaklaşmaya
çalışan 4'üncü Zırhlı Ordu'nun taarruz istikametindeki düşman cephesine baskı
uygulayacaktır.'
3. Aralık'ta
düşman 6'ncı Ordu'nun üzerine şiddetle saldırdı. 4 ve 8 Aralık'ta bu taarruzlar devam etti. Ordu büyük bir kahramanlık sergileyerek kendisinden katbekat üstün Rus kuvvetlerini kanlı bir şekilde
püskürttü. Bu, ordunun ikmal
seviyesinin
zannedildiğinden
iyi olduğunu gösteriyordu. (Belki de kısıntıyapmak için beygirlerin mühim bir
kısmını elden çıkarmışlardı!} Mevcut stokların 12-16
gün daha idare edebileceği bildiriliyordu. 5 Aralık'ta havadan
300 tonluk ikmal maddesinin gelmesi de ümit vericiydi.
Ne yazık ki bu 300 ton ilk ve son oldu.
4'üncü Zırhlı Ordu'ya Kafkaslar'dan katılacak olan
57'nci Zırhlı Kolordu'nun intikali de kar, çamur ve
şiddetli
soğuklar nedeniyle 8 Aralık'tan önce mümkün olmadı. Ama düşman boş durmuyordu, 57'nci Zırhlı Kolordu'nun
intikale başlayacağı
Kotelnikov üzerine harekete
geçti.
Düşmanın Rus
cephesinin güney
kanadında bulunan tüm birliklere,
mevzilere, hatlara stratejik bir kış taarruzu
başlattığı
bir iki günde ortaya
çıktı.
Çok miktarda topçu ve
zırhlı birlik kullanıyor, ilk hatlardaki kıtalarını sürekli takviye ediyordu.
4'üncü Zırhlı Ordu ile 48'inci Zırhlı Kolordu
Stalingrad üzerine ilerlerken düşman taarruzlarıyla karşılaştılar. 4'üncü
Zırhlı Ordu'nun önündeki düşman uğradığı başarısızlık nedeniyle Don Köprüsü'nden faydalanarak geri çekilmeye başladı. 48'inci Zırhlı Kolordu
da güneybatıya
doğru akan Rus kuvvetlerinin önünde set
teşkil ederek ilerleyişin hızını kesmiş oldu.
9 Aralık 1942
tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığı'yla görüştüm, raporum Hitler'e sunuldu, ama yapılması gerekenler bir türlü gerçekleşmiyordu. Zaman düşmandan yana
işliyor,
düşman .her cephedeki kuvvetini gün geçtikçe büyütüyordu. Bizim en büyük derdimiz
Don orduların
kuruluşunu meydana getiren birliklerin bulundukları yerlerden getirilerek komutaffilz
altına
girememiş olmalarıydı. Yarmaya
4'üncü
Zırhlı Ordu ve 48'inci Zırhlı Kolordu
katılıyordu
fakat bunlara
verilmesi vaat edilen tümenler gelmemiş, gelememişti. Stalingrad'ı
çepeçevre kuşatan birliklerin
dış
kenarlarına ulaşıp onlarla
savaşa girmeden önce katedilecek
mesafeler üzerinde çarpışılması gereken Büyük Rus
Kuvvetleri vardı.
Hal böyleyken, Don Ordular Grubu Komutanlığı'nın kuvvetlerinin toplanması beklenmeden, karşılarındaki Rus kuvvetlerinin de miktarı belliyken, neden kurtarma harek.ii- tına giriştiği ve düşmanı küçük
gördüğü düşünülebilir. 6'ncı Ordu'daki arkadaşlarımıza savaşarak bir kurtuluş şansı
sağlayabilmek için büyük bir riskin göze alınmasından başka çare yoktu.
Bu koşullarda gerek düşmanın
gerekse bizim giriştiğimiz savaşın bir ölüm kalım
mücadelesi olduğu şüphesizdi. Bizim için hedef 6'ncı
Ordu'nun hayatta kalması idi. Durum öyle bir şekilde gelişti ki, düşman
taarruzları karşısında bir yerden başka bir birliğe
kuvvet kaydırması, sadece Don Ordularını değil, aynı zamanda A Ordularını da tehlikeye sokmak
demekti.
18
Aralık'ta düşman bizim batımızda bulunan B Ordular Grubu'nun sağ kanadını teşkil eden İtalyan ordusuna karşı
taarruza geçince, İtalyan ordusu ilk hücumda hezimete uğradı;
bu suretle Don Ordular Grubu'nun sol kanadı yarılmış oldu. Romen Kolorduları da düşman hücumlarını karşılaya- madılar.
Hiç olmazsa fazla yıpranmadan kendilerine gösterilen mevzilere çekilip çekilemeyecekleri de şüpheli bir hal aldı.
Durumun gittikçe vahim bir şekil alması üzerine lojistik şube müdürü Kurmay Binbaşı
Eismann'ı 6'ncı Ordu Komu- tanlığı'na, Stalingrad'a gönderdim. Eismann'ın görevi; Sta- lingrad'a çarpışarak yaklaşmaya çalışan, bizim 4'üncü
Zırhlı Ordumuzun geliş istikametinde, Stalingrad'dan 4'üncü Zırh Ordu'nun doğru bir yarmaya girişmesine, 6'ncı Ordu komuta heyetini
ikna etmekti.
Bu teklifi, 6'ncı Ordu'nun Kurmay Başkanı Tuğgeneral Arthur Schmidt
reddetti. Bu kararı muhakkak ki ordu komutanı Paulus'la almışlardı. Tuğgeneral Arthur: 6'ncı
Ordu'nun bir yarma hareketinde bulunmasının imkansız olduğunu ve bunun bir felaketle sonuçlanacağını, 6'ncı Ordu'nun Büyük Yortu esnasında
dahi mevzilerini savunacağını söylemiş, ye- ker ki siz bizi iyi ikmal ediniz demişti.
Binbaşı Eismann:
Ordular Grubu'nun 6'ncı Ordu'nun ikmali için elinden
geleni yaptığını,
fakat ne ikmaLuçuşlarını imkansızlaştıran hava durumunu değiştirmenin ne de nakliye uçaklarına istediğini yaptırmanın kendi elinde olmadığını bildirmesi General Schmidt'i
feverana getirmişti.
(General Schmidt çok cesur
ve inatçı biriydi. Esareti sırasında da
şerefine toz kondurtmadı. Kendisine 25 yıl kürek cezası veren mahkeme karşısında da askerce bir tavır koyarak
kişiliğine
halel getirtmedi.)
19
Aralık'ta taarruzun
ucu Stalingrad'ın
güney kuşatma cephesine
48 km yaklaşmıştı.
Yani bu, Don Orduları Grup
Komutanlığı'nın
kurulmasından bu
yana hasretini çektiğimiz,
kuşatmadan kurtarma kuvvetlerinin 6'ncı Ordu'yu
çemberden
kurtarma şansını bahşeden en kritik andı. 4'üncü Zırhlı Kolordu kuzeye doğru taarruza
devam ederken ve hiç olmazsa bu suretle düşman kuşatma cephesinden daha başka kuvvetleri
üzerine
çekerken, 6'ncı Ordu
bir yarma hareketine geçmiş olsaydı; bu takdirde düşman her
iki ordu arasında,
iki ateş arasında kalmış olacaktı.
4'üncü Zırhlı Ordu hemen gerisinde akaryakıt, mühimmat ve iaşe konvoyları vardı. Bunlar yarma yaptığı takdirde
6'ncı Ordu'nun ilk temas edilecek
birliklerine verilmek üzere taarruz
kademesini geriden takip ediyorlardı. 6'ncı Ordu'nun topçusunun bir kısmını hareketli
hale getirmek için cer makineleri de lojistik kolun içinde bulunuyordu.
4'üncü
Zırhlı Ordu ile 6'ncı Ordu
arasında
tanklar vasıtasıyla bir irtibat tesis edilir edilmez,
bu ikmal malzemelerinin tamamı 6'ncı Ordu'ya aktarılacaktı.
Ordular
Grubu'nun, Don'un batısındaki
cephesindeki harekatını etkileyecek veya hiç olmazsa
6'ncı Ordu'nun kendisini 4'üncu Zırhlı Ordu'nun yardımıyla savaşarak kurtarın- caya kadar, geciktirecek kesin
sonucun sağlanabileceği
ümidi belirmişti.
Bunun
için 19 Aralık akşamı Alman Kara Kuvvetleri
Komutanlığı'na telgrafla; 6'ncı Ordu'nun Stalingrad'dan çıkarak 4'üncü Zırhlı Ordu'nun bulunduğu
güneybatıya doğru hücuıi,a geçmesini teklif ettik. Bu telgrafa derhal cevap vermeyince, Don Ordular Grup Komutanlığı olarak, 6'ncı ve 4'üncü ordulara verilen emir şunu ihtiva ediyordu: 6'ncı Ordu mümkün olan süratle ve en kısa zamanda, güneybatıya
doğru bir yarma hareketinde bulunacak, şimşek (gök gürültüsü) parolası ile yarma hareketini, Stalingrad bölgesini kesim kesim tahliye ederek,
4'üncü Zırhlı Ordu ile birleşinceye kadar sürdürecektir.
Don Ordular Grup Komutanlığı olarak bizim, Hitler'e, 6'ncı Ordu'nun her hal ve koşulda Stalingrad'dan ayrılmaması
için verdiği emri geri aldırmamız lazımdı. Çünkü 6'ncı Ordu'ya emir vererek, inisiyatifi ve sorumluluğu üzerimize almış oluyorduk. Hitler'in değişmez tutumu 6'ncı Ordu'yu frenliyordu. Verdiğimiz emir büyük risk taşıyordu.
6'ncı Ordu'nun da bu emri yerine getirip getirmeyeceği 19/25 Aralık kesitinde belli olacaktı.
Don Ordular Gri.ıbu'nun cephesindeki genel durumun gelişmesi, özellikle de komşu olduğumuz B Ordular Grubu bölgesindeki gelişmeler,
4'üncü Zırhlı Ordu ve 6'ncı Ordu'nun Don'un doğusunda
bulunmasına imkan tanımıyordu. Mevcut şartlar,
özellikle de düşmanın azimli hareketleri geri bölgemizi tehdit ettiği için 6'ncı Ordu'nun değil, Don Ordular Grubu'nun da mukadderatının tayine doğru gidiyordu.
6'ncı Ordu'nun bir yarma harekatına girişebilmesi için hesapladıkları
altı günlük süre de çok fazlaydı. Zaman satırla keser gibi aleyhimize çalışıyordu. Stalingrad'ı kuşatan düşman da bu derece uzayacak olan yarma hazırlığına seyirci kalamazdı.
Hitler'in Stalingrad'da
doğrudan kendisiyle irtibat halinde olduğu bir irtibat subayı
vardı ve onun vasıtasıyla 6'ncı Ordu'nun savaş yeteneğinin ne olup olmadığından
günübirlik haberi oluyordu. İrtibat subayı aracılığı ile General Paulus'un akaryakıt durumu nedeniyle güneybatıya doğru bir yarma
hareketine girişmesini değil; bu harekatın
hazırlığının tamamlanabilmesinin de imkansızlığı kon usunda bilgi edinmişti.
Hitler ile yaptığım uzun telefon görüşmesinde,
kendisini, ordunun Stalingrad'ı bırakarak bir çıkış hareketinde bulunmasını
onaylamasını sağlamaya çalıştığım zaman da bana yine 'Ne
istersiniz; kuzum, Paulus'un elinde sadece 30 km'ye yetecek kadar akaryakıt varmış ve bu vaziyette bir çıkış hareketinde bulunamazmış!' cevabını verdi.
Stalingrad düşmeden önce rütbesi feldmareşallığa
yükseltilen Paulus'un kararlarını, onun yaşadığı
koşulları yaşamadan, taşıdığı sorumluluğun eziciliğini anlayamadan eleştirmek
kolaydır. Paulus'un sadece Hitler'in
emirlerine itaat için
hareket edemediği yönündeki kesin hüküm de yanlıştı. Bir yarma harekatına
girişip girişmemek konusunda ağır bir vicdan hesabı içinde
bulunduğu şüphesizdi. Ordunun bir çıkış hareketi, ona kurtuluş
şansı sağlayabileceği gibi, onun yok
edilmesine de yol açabilirdi.
Düşman kuşatma cephesine karşı girişilecek bir yarma hareketi başarıya ulaşamadığı takdirde ordu yarı yolda kalırken,
4'üncü Zırhlı Ordu da daha fazla
ilerlemeyecek, düşman da gerilerden ve kanatlardan bastırdığı zaman 6'ncı Ordu'nun akıbeti ortaya çıkm1ş
olacaktı. Dolayısıyla 6'ncı Ordu çok büyük bir cüretkarane hareket ve çok ağır bir vazife karşısında bulunuyordu. O, güneybatıya
doğru girişeceği taarruzun önünün her an kesilebileceği,
artçıları ve kanat emniyeti sağlayan kıtalarının hezimete uğrayacağı tehlikesini göze
alarak, dört istikamete doğru kale nizamında
savaşarak, 4'üncü Ordu'ya doğru olan yolu almak zorunda olacaktı. Bu vazife gıdasızlıktan zayıf düşmüş, hareket kabiliyeti de geniş ölçüde sınırlandırılmış kıtalarla yapılacaktı. Fakat, hürriyetlerini
tekrar kazanmak, ölüm ve esaretten kurtulmak
ümidi, kıtalara
imkansızı mümkün kılacak bir yeteneği sağlayacaktı.
20
Aralık'tan itibaren dramatik gelişmeler oldu. Sabahın erken saatlerinde İtalyanların sağ kanadını sevk ve idare eden
general gelerek emrindeki iki İtalyan tümeninin süratle çe-
kilmekte
olduklarını
bildirdi. Bu tümenlerin kanatlarının derinliklerinde iki düşman zırhlı kolordusu bulunuyordu ki, bu
general I, Ordular Grubu emrinde idi. Bu generale her çareye başvurarak çekilmekte olan İtayan tümenlerini derhal durdurması emrini verdik. Bunlar çekildikçe bizim de sol kanadımız düşmana açık hale geliyordu; sol kanadımızı kendimizin korumas_ı en
doğru
olduğu için batıda emniyet
için kademeli bir düzene geçtik.
Bu
yetmiyormuş
gibi B Ordular Grubu'nun bize komşu olan
1 'inci Romen Kolordusu panik halinde mevzilerini terk etmişti ve
burada cephe düşman
tarafından iki yerden yarıldı. İtalyanların ise mukavemete devam edip
etmediklerini ve nerelerde olduklarını kimse söyleyemezdi.
20
Aralık akşamı Alman Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na İtalyanların bulunduğu bölgeden cephenin yarıldığını ve düşmanın Rostov'a
doğru taarruza devamla Don ve A
Ordular- Grubu'na karşı topyekun kati netice alıcı bir
harekata girişeceğini
bildirdik.
24
Aralık'ta buhran
son haddine vardı.
Üç düşman zırhlı ve
mekanize kolordusu İtalyan ve Romen tümenlerinin hezimeti sonucu açılan gedikten
içeri
sızdılar 6'ncı Ordu'nun
havadan ikmali için hayati olan iki hava üssüne yaklaştılar (Morosovski ve Tanzinski hava üsleri) Ertesi
gün
düşman Tanzinski Havaalanı'nı ele geçirdi ve
biz 28 Aralık'ta
geri alıncaya kadar
elinde tuttu.
25
Aralık'ta düşman 4'üncü Zırhlı Ordu'nun içinde olarak Stalingrad'a ulaşmaya çalışan 5 7'nci Zırhlı Kolordu'ya
saldırarak
onu geri çekilmeye mecbur
etti, müteakip
günlerde de kolorduyu doğudan ve
batıdan
kuşatma girişimlerine başladı.
4'üncü Zırhlı Ordu'nun kuzey ve doğu cephesi
önünde, Rusların 2'nci
ve 5l'inci muhafız
ordularının bulunduğu tespit
olundu. Bu kuvvetlerin büyük bir
kısmı Stalingrad cephesinde alınmıştı. Düşman herhalde Volga üzerinden yeni
kuvvetler getirmişti.
Düşmanın 4'üncü Zırhlı Ordu'ya karşı birkaç misli kuvvet getirmesi sonunda ordu, müteakip günlerde, l} Aralık'ta Stalingrad'a ulaşmak
için ileri harekata başladığı noktalara çekilmeye mecbur kaldı.
Kafkaslar'da bulunan A
Ordular Grubu'ndan Sta- lingrad'a yapılacak taarruz için bazı birliklerle bizi desteklemesi önerimizi hem Hitler hem de A Ordular Grup Komutanlığı reddetmişlerdi. Kafkaslar'da herhangi
bir hareket yoktu ve A Ordular Grubu izole bir şekilde o bölgede sakin bir şekilde duruyordu.
31 Aralık'ta Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan
Don Ordular Grup Komutanlığı'na gelen talimat şöyleydi:
Hitler'in yeni teçhiz edilerek kadrosu
tamamlanan SS Zırhlı Kolordu- su'nu, 'Muhafız',
'Ölü Kafası' ve 'Reich' adlı zırhlı tümenleriyle birlikte batıdan bizim bölgeye
göndermeye karar verdiği bildiriliyordu. Bu kuvvetler Charkov etrafında toplanacak ve oradan
Stalingrad üzerine,
kuşatmadan kurtarma kuvveti olarak genel taarruza geçirilecekti. Demiryollarının verimi düşük olduğundan, gelecek kolordu ancak şubat ortalarında Charkov etrafında toplanabilecekti. O zamana kadar da 6'ncı Ordu'nun Stalingrad'da
nasıl ayakta kalabileceği
açık bir mesele olarak ortada duruyordu. B ve Don
Ordular Grubu'nun sahasındaki
durum gittikçe vahim bir hal alıyordu. İtalyanların ve Romenlerin durumu içler acısıydı. Şimdi Macarların hali de hiç olumlu değildi. SS Kolordusu'nun Sta- lingrad üzerine genel bir taarruza gücünün yetebileceği asla kabul
edilemezdi. Aralık ayında 4'üncü Zırhlı Ordu'nun 130 km
katederek
yapacağı harekatı, şimdi 5 60 km katederek yapılacağı hayal ediliyordu. Bu
akıl almaz bir durumdu. Aralık ayı sonunda Hitler'e, Don Ordular Grubu takviye
halinde, 4'üncü Zırhlı Ordu'nun bu harekatı hızla sonuçlandırabile- ceğimizi
saatlerce anlatmamıza rağmen kabul ettirememiştik. Alınacak mesafe 130 kmiken
şimdi 560 km'ye çıkmış, üstelik düşmanın karşımızdaki gücü de birkaç misli
artmış, İtalyan
ve Romen kıtaları da dağılıp, bizim batı kanadımızı
tehlikeli bir hale sokmuşlardı.
6'n.::ıOrdu komutanı Paulus, Kara
Kuvvetleri Komutanlığı ile Don Ordular Grup Komutanlığı'na bir rapor ve tebliğ gönderdi.
'Kanlı zayiat, soğuk ve yetersiz ikmal ve iaşe, tümenlerin savaş güeünü son zamanlarda hayli düşürmüştür. Bu itibarla aşağıdaki
hususları bildirmek mecburiyetindeyim:
1. Ordu düşman taarruzlarını şimdiye kadar olduğu gibi def edebilecek ve yerel krizleri; daha iyi ikmal edilmek ve en yakın bir zamanda havayoluyla ihtiyat gönderilmek şartıyla, birkaç zaman için bertaraf edebilecektir.
2. Şayet Rus, Hoth'un önüne
önemli kuvvetler sürerek bunlarla veya diğer kıtalarla müstahkem mevki üzerine kütle halinde taarruza geçerse, burası uzun müddet dayanamayacaktır.
3. Öncelik bir koridor açılıp
ordu insan, malzeme, mühimmat ve iaşe bakımından
yeter derecede desteklenmedikçe, artık bir yarma hareketinde
bulunulamaz.
Bu itibarla, topyekun
durum orduyu fedaya mecbur etmiyorsa, onun bir an önce kuşatmadan kurtarılması için enerjik tedbirlerin alınması şarttır. Ordunun son imkanlarına kadar dayanmak hususunda elinden geleni yapacağı şüphesizdir. Bunun dışında ordu şunları bildirmektedir: Bugün
ha- vayoluyla sadece 70 ton ikmal yapılabilmiştir. Ekmek yarın, yağ bu akşam, tüm yiyecekler bazı kolordularda yarın
bitmektedir. Artık kati tedbirler alınması zaruri bir hal almıştır.'
9 Ocak'ta 6'ncı Ordu düşman
tarafından teslime davet edilmiş ise de Hitler'in emriyle reddedilmiştir.
Sırf askeri bakımdan, henüz herhangi bir şekil
ve imkanla savaşabilecek durumda olan bir
ordunun teslim olmaması gerektiği
hususunda hem fikirim. Bunun tersini düşünmek askerliğin sonu demek olurdu. Askerlik şerefi mutlaka muhafaza edilmelidir; açık
bir ümitsizlikte dahi hemen teslim olmayı
düşünmek bir mazeret sayılamaz. Kendi durumunu ümitsiz gören her komutan teslim olmayı isteseydi, hiçbir.zaman savaş kazanılamazdı. Tamamen ümitsiz
görünen durumlarda dahi yine
de bir çıkar yolun bulunduğu
çok örnekler vardır. General Paulus'un
teslim olmayı reddetmesi askeri bir zorunluluk ve gurur meselesidir.
6'ncı Ordu'nun bundan
sonraki mukavemeti ümitsiz olmakla beraber, çarpışmalara devamı, karşısında bulunan düşman
kuvvetlerini mümkün olduğu kadar kendisine bağlayarak bölgedeki savaşın genel gidişine
fayda sağlaması olabilirdi.
A ralık ayı başında 6'ncı Ordu'yu çevreleyen
kuşatma çemberinde piyade, zırhlı ve mekanize tümen ve tugaylarıyla düşmanın 60 kadar büyük
birliği vardı.
19 Ocak'ta Don Ordular
Grubu'nun sahasında
bulunduğu tespit edilen 259 düşman birliğinden 90'ının 6'ncı Ordu'nun önünde
bulunduğu sabit olmuştu. Bu 90 birlikten meydana gelen kütle, 6'ncı Ordu'nun teslim olması halinde, serbest kalarak Don Ordular Grubu'nun doğu cephesi ile güney kanadına çullanacakları ayan beyan ortadaydı.
6'ncı Ordu'nun 9 Ocak'ta, düşmanın 'Teslim olun' talebini reddetmesinden sonra,
düşman
taarruzları bütün cephede; yoğun bir topçu ateşiyle,
kitle halinde tank kullanarak şiddetlendi. Taarruzun ağırlığı, ordunun Marinovka üzerinden batıya doğru ileri çıkmış
mevzileri üzerine oldu ve düşman birçok yerde mevzileri yarmayı başardı.
11 Ocak'ta durum daha
da vahim bir hal aldı. Cephane ve akaryakıt bitme noktasına
geldiğinden durum düzeltilemez oldu. Mevzilerin ve bilhassa Kargovka Vadisi'nin kaybedilmesi, şimdiye kadar kıtaları
soğuğun tesirinden koruyan barınma
imkanlarını da ortadan kaldırmış oldu. Hava muhalefeti de havayoluyla yapılan, sınırlı da olsa, ikmali imkansızlaştırdı.
6'ncı Ordu Komutanlığı'nın, Don Ordular Grup Komu-
tanlığı'nca Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na havale edilen rapor ve tebliğinde
şöyle deniliyordu:
'Son ·günlerde meydana
gelen ağır savaşlar,
kahramanca direnmeye rağmen, şimdiye kadar zorla önlenebilen
derin düşman yarmalarına yol açmıştır. Artık ihtiyat birlikleri olmadığı gibi, teşkiline de imkan yoktur. Cephane mevcudu ancak üç günlük, akaryakıt ise bitmiştir. Ağır silahlar artık
çalışmamaktadır. Ayrıca şiddetli soğuklarla beraber, yüksek zayiat ve yetersiz ikmal, kıtaların dayanma gücünün hayli azalmasına yol açmıştır. Tahkimat cephesinin ancak birkaç gün daha dayanabileceği tahmin edilmektedir. Bu direnme daha sonra münferit muharebelere dönüşecektir.'
General Paulus ayrıca, ordunun dayandığı yerlerde son mermisine kadar savaşacağını bildiriyordu.
O gün Pitomnik uçuş alanı da kaybedildi. Stalingrad'a kuşatma çemberinin içinde artık sadece Gumrak uçuş
alanı kalmıştı.
Bununla beraber
General Paulus geceleyin, şayet derhal havayoluyla
fazla miktarda silahlı taburlar gönderildiği
takdirde savunmaya bir müddet daha devam edebileceğini
bildiriyordu. Zayiatı karşılamak için de birçok defalar binlerce adam istemişti.
Don Ordular Grubu ise,
elinde ne yedek asker ve ne de tabur olmadığı için bu isteklere cevap
veremedi. Ordunun ihtiyacı
olan yeni mezun subaylar ile kurmayları da çember içine havayoluyla sevk edemedik. Bu subaylar, ne pahasına olursa olsun Stalingrad'a gitmeyi bir gurur ve şeref meselesi yaptıklarından,
vazife ve arkadaşlık duygularıyla çırpınıyorlardı.
General Paulus'un, 24
Ocak tarihli Kara Kuvvetleri Ko- mutanlığı'na gönderdiği rapor ve içeriğindeki teklif, Don Ordular Grup Komutanlığı'na da iletildi.
Rapor şöyleydi:
'Müstahkem mevki ancak birkaç gün daha dayanabile-
cektir.
İkmal
yetersizliği askerleri
kuvvetten düşürmüş,
silahları işlemez hale
getirmiştir.
Son uçuş alanında pek yakında kaybedilmesiyle
ikmal işi asgariye düşecektir. Stalingrad'ın elde tutulması yolundaki
muharebe vazifesi için
artık bir esas mevcut değildir. İnsan kaybı yüzünden bütün hatların
çökmesiyle Rus daha şimdiden çeşitli cephelere nüfus edebilir.
Buna rağmen komutan ve askerlerin cesaret ve şecaati henüz kırılmamıştır. Bundan son darbede faydalanmak üzere, çöküntüden kısa bir müddet önce bütün kısımlara güneybatı istikametinde teşkilatlı bir yarma hareketinde bulunma
emrini vermeyi düşünüyorum.
Bazı münferit gruplar bu işi başarabilir ve Rus cephesi arkasında karışıklıklar yaratabilir. Burada kalındığı müddetçe her şey mahvolacak,
esirler dahi açlık ve soğuktan ölecektir. Bu itibarla, savaşın müteakip sevk ve idaresinde faydaları dokunabilecek
bazı uzman kimselerin, subayların ve askerlerin buradan uçakla kaçmalarını teklif ediyorum; uçuş imkanı muhtemelen çok kısa bir
müddet daha mevcut olabilecektir. Bu
hususta emir çok
yakın bir zamanda verilmelidir. Bu
kafileye katılacak
subayları bilhassa benim tayin etmeme müsaade edilmesini rica ediyorum. Ben
Stalingrad'da, burada kalacağım.'
Buna,
Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı General
Zeitzler tarafından
aşağıdaki cevap verildi:
'Telsiz
telgrafınız
alınmıştır. Benim
bundan dört gün
evvelki teklifime uymaktadır. Führere arz edilmiş ve
o da şu
kararı almıştır:
1.
Düşünülen yarma
hareketi hakkında:
Führer bu hususta
son kararını
saklı tutmaktadır. Bu
itibarla bana icabında bir defa daha telsizle müracaat edilmesini
rica ederim.
2.
Havayoluyla
çember
dışına çıkarılacak uzmanlar
hakkında:
Führer şimdilik bunu
reddetmektedir. Bu hususta kendisine bir defa daha teklifte
bulunmak üzere General Zitzewitz'in lütfen buraya
gönderilmesi;
ben onu Führer'e bizzat
çıkaracağım.'·
Paulus'un uzman
personeli uçaklarla
çemberin dışına taşıma teklifi mantıklı gibi görünmekle birlikte vicdani bir ra- hatsızlık-yaratacağı kabul edilmelidir.
Zaten sınırlı olan hava ulaştırmasında
önceliğin yaralılarda olması gerekirdi. Alman
askeri anlayışına göre
subaylar hayat kurtarılması konusunda sorumluluklarını taşıdıkları erlerden sonra gelmelidir. Don Ordular Grup Komutanlığı olarak 6'ncı Ordu'nun teklifini Hitler nezdinde destekleme hususunda hiçbir adım atmaffilştır.
Son anlarda küçük gruplar halinde düşman
hatlarını yarma teşebbüsü meselesine gelince: Hitler bu hususta saklı tuttuğu son kararını hiçbir zaman vermemiştir.
Bununla beraber Ordular
Grubu, bir yarma hareketinde başarılı olabilecek gruplar için, düşman cephesi gerilerinde muhtelif yerlere gıda maddesi atmak ve bu grupları keşif uçaklarıyla aramak suretiyle, onlara yaşama imkanları sağlamaya çalışmıştır. Fakat, bunlardan ne bir grup ordular cephesine ulaşabilmiş ve ne de uçaklarınız
tarafından görüle- bilmiştir.
General Paulus'un
teklifinden, kahraman 6'ncı Ordu'da, kendilerini hiç olmazsa biraz kuvvetli hissedenlerde, savaş azminin henüz sönmemiş bulunduğunu
göstermektedir. Bilhassa henüz mukavemet kabiliyetli genç subay ve erlerin, her ihtimale karşı son anda düşman kuşatma
çemberini yarıp çıkmaya karar vermiş olduklarını, Don Ordular Komutanlığı'nca
da biliniyordu. Bu sebepledir ki, biz yukarıda belirtilen fakat ne yazık ki, boşa giden tedbirleri almış bulunuyorduk.
22.
Ocak'ta Rusların Gumrak Havaalanı'nı da ele geçirmesiyle, ağır aksak giden havadan ikmal de kesildi. Mühimmat ve iaşe tükendi. Bu nedenle General Paulus, Hitler'den teslim müzakerelerine bir an evvel girişilmesine
müsaade edilmesini talep etti. Bu mesele
üzerinden ben de uzun uzun telefonla görüştüm. Ordu ağır savaşlarla
kendinden çok üstün düşmana karşı son gücüyle dayanmak suretiyle o kış doğu cephesinin korunmasında kati bir rol oynamıştı.
Uzun ve şiddetli münakaşalardan sonra Hitler, Paulus'un ve benim tekliflerimizi reddederek sonuna kadar savaşa devamda ısrar etti. Ona göre, düşman ne kadar çok birlikle ve ne kadar uzun süre Stalingrad'a bağlanırsa o kadar iyi idi; böylece geçecek her gün genel cepheye fayda sağlıyordu.
Bu arada Rusların Macar ordusunu da Don kıyısından çiğneyip geçmesiyle, B Ordular Grubu'nun ortadan silinmesi sonunda, düşman hızla ilerlemeye başladı. Bu durumda Don ve Kafkas bölgesinden çekilme halinde bulunan A
Ordular Grubu'nun da durumu şüpheli görünmeye başladı.
Hitler, 6'ncı Ordu'nun artık birbirine bağlı bir cephe teşkil edemese bile, savaşın
muhtelif küçük çemberler içinde bir müddet daha devam ettirilebilineceği
görüşünü taşıyordu. Netice de Ruslar
herhangi bir anlaşmaya
yanaşmayacağı için, teslim olmanın manasızlığını izah etmek istiyordu. Onun bu düşüncesinde harfiyen değilse bile haklı olduğunu
gösterdi. Stalingrad'da 300 bine yakın mevcuttan hayatta kalmayı başarabilen ve teslim alınan 90 bin askerden sadece birkaç binin yaşayabilmiş olması bunun kanıtıdır.
24 Ocak'ta 6'ncı Ordu'nun cephesi, Stalingrad'ın kuzey kıyısında, merkezde ve güney
kenarında olmak üzere üç küçük çembere ayrılmıştı.
31 Ocak'ta 6'ncı Ordu'nun artık
feldmaraşelliğe yükseltilmiş olan komutanı Paulus, karargahıyla birlikte Sovyetler'in eline esir düştü.
- Şubat'ta da henüz sonuna kadar savaşmakta
olan kuzey grubu, yani 1 l'nci
Kolordu kalıntıları da teslim alındı. 6'ncı Ordu'nun savaşları sona erdi.
Çetin savaşlar; merhametsiz açlığın, Rus steplerinin buz gibi soğuğun; şimdi de Sovyet esareti,
kendilerini, kuvvetsiz kalan kolları silahları kullanamaz, donmuş elleri onları idare edemez olduktan, kat kat düşmana karşı cephanesiz kaldıktan sonra teslim olmuş
bulunan askerlerin üzerinden kapanıyordu.
Fakat hiç olmazsa Alman uçak
mürettebatının maharet ve fedakarlıkları sayesinde takriben 30 bin kadar yaralı asker çember dışın::ı çıkarılabilmişti.
6'ncı Ordu faciasının sorumlusunu araştırmak
isteyenlere en açık cevabı Hitler kendisi vermiştir.
Benim de katıldığım, 5 Şubat'taki toplantıda Hitler:
'StaHngrad'ın sorumlusu yalnız ve yalnız benim. Halbuki Göring'in (Alman Hava Kuvvetleri Komutanı) bana, hava
kuvvetleriyle ikmal imkanları
hakkında isabetsiz bir mütalaada bulunduğu
söylenebilir. Bu nedenle hiç olmazsa sorumluluğun bir kısmını ona yükleyebilirdim.
Fakat o benim bizzat tarafımdan tayin edilmiş halefim olması nedeniyle onu Stalingrad'dan sorumlu tutamam.'
Buna rağmen ne yazık ki, bu ağır, kendi sevk ve idaresinin sebep olduğu
mağlubiyetten gelecek için de bir ders çıkartmadığı
ileride yaşananlarla görülecektir."
Stalingrad uğruna, 6'ncı Ordu ile birlikte aşağıdaki birlikler yok edilmiştir:
-
4, 8, 11, 51 'inci
kolordular ile 14 'üncü
Zırhlı Kolordu.
- 44, 71, 76, 94, 113, 295, 297, 305, 371, 376, 384
ve 389'uncu piyade tümenleri.
-
3, 29 ve 60'ıncı motorlu tümenler.
-
14, 16 ve 24'üncü zırhlı tümenler.
-
l 00'üncü Avcı Tümeni ve 369'uncu Hırvat
Alayı.
- Çok sayıda ordu bağlı birlikleri, kara kuvvetleri kıtaları, uçaksavar birlikleri ve hava
kuvveti yer birlikleri.
Il-I—lı Ayrıca 20'nci Romen Tümeni ile 1 'inci Romen Tümeni.
Ruslar tarafından esir alınan 90 bin askerden de hayatta sadece
birkaç bini sağ kalabilmiştir.
Stralingrad'da yapılan stratejik hatanın nelere mal olduğu, dünya
savaş tarihinde rastlanabilecek en ibret verici örneklerden biridir.
Savaş Belirsizliktir
S
avaş tarihinde
yaşanmış
olaylardan hareket ederek, sonuçların iyi ve kötü stratejilerin
eseri olduğu hemen anlaşılmaktadır. Stratejinin, gerçekte ne
olup olmadığının
net bir şekilde ortaya
konulması,
hiçbir tereddüt ve
şüphenin
kalmaması zorunludur.
Clausewitz,
anıtsal bir değer taşıyan Savaş Üzerine adlı ünlü eserinde, stratejiyi "savaşta amaca ulaşmak için, muharebeleri bir araç olarak
kullanmak sanatı"
diye tanımlamıştır. Başka bir deyimle strateji, savaş planını oluşturur, savaşı teşkil eden çeşitli harekatın öngörünen akışını tasarlar ve bu seferlerin her
birinde yapılacak
muharebeleri düzenler.
Bu
tanımlamada,
stratejinin siyaset alanına veya
savaşın
yüksek seviyede güdümü ile
ilişkide
bir eksiklik göze çarpmaktadır. Gerçekte siyaset ve yüksek strateji,
askeri harekatın
güdümü içerisinde hükümet tarafından görevlendirilmiş olan askeri önderliğin sorumluluğu değildir. Bu sorumluluk hükümetin kendisine
aittir. Clausewitz'in tanımındaki diğer bir husus da stratejinin anlamını sadece
muharebeden yararlanma biçiminde daraltmış olmasıdır. Böyle olunca da muharebe, stratejik
amaca ulaşmasının
sanki tek amacıymış gibi
bir düşünce
ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak da
Clausewitz'in görüşlerini uygulamak isteyen ancak onun
kadar parlak bir niteliği
bulunmayan kimseler, araç ile
amacı birbiriyle bağdaştırama- mışlardır. Ayrıca her şeyin kesin
sonuçlu bir muharebe yapmak amacına yönetilmesi gibi bir kanıyı kolaylaştırmışlardır.
Strateji
ile siyaset arasındaki
statü farkının belirlenmesi
gerekir. Bu sorun, Frederic veya Napolyon örneğinde olduğu gibi, bu fonksiyonların normal olarak aynı kişi üzerinde toplandığı hallerde fazla bir önem taşımaz. Ancak, bu gibi otokratik
asker-devlet adamlarına
modern çağlarda çok az rastlanmaktadır. Ayrıca 19. yüzyılda geçici de olsa bunlar son bulduğundan, siyaset ile strateji arasındaki statünün belirlenmesinin etkisi, sinsi bir biçimde zararlı olmuştur. Çünkü bu durum, siyasetin askeri harekatın güdümüne bağlı olması gerektiği
şeklinde mantıklı olmayan
bir görüş ileri sürmeleri bakımından askerleri teşvik etmiştir. Bunun gibi siyaset ile strateji arasındaki bu belirsizlik, özellikle demokratik
ülkelerde, devlet adamlarını ellerindeki olanakları fiilen kullanmada kendi çalışma alanlarının sınırlarını aşmaya
yöneltmiştir. Böylece bunlar,
askeri personelin sorumluluk sahasına taşınmak durumuna düşmüşlerdir.
Moltke
bu konuda daha açık ve mantıklı bir
tanımlamaya varmıştır. Kendisinin deyimiyle strateji:
"Bir komutanın
emrine verilen imkanların, öngörülen hedefin elde edilmesini sağlayacak biçimde, uygulama alanında kullanmasıdır. "
Bu
tanımlama,
bir komutanın kendisini
görevlendiren
hükümete karşı taşıdığı sorumluluğu belirtmektedir.
Komutanın
bu sorumluluğu, emrine verilmiş olan
kuvveti kendisine ayrılan harekat
alanında
yüksek savaş politikası yararına en
verimli biçimde
kullanmaktır. Komutan,
kendisine verilen bu kuvveti yetersiz buluyorsa, bu düşüncesini ilgili makama bildirmek
yetkisindedir. Eğer bu görüşü kabul
edilmemişse,
görevlendirilmiş olduğu komutanlıktan affını isteyebilir veya istifa edebilir.
Ancak, verilen görevin
yapılması için, emrinde
bulunması
gerekli görülen kuvveti
hükümete
zorla kabul ettirmeye kalkışırsa, o zaman yetkisini aşmış olur.
Öte yandan
hükümet,
savaş politikasını tespit
eder ve bunu, savaşın
gelişmesi sırasında çok defa
değişen
şartlara uydurmak zorundadır. Ayrıca, bir harekatın stratejisine
de 130
haklı olarak
karışabilir.
Bu halde müdahaleyi, sadece güvenini yitirmiş olan bir komutanı görevden almak biçiminde değil, o komptanm düşündüğü hedefi
savaş
politikasının gereklerine göre yapar.
Bununla beraber bir hükümet, bir
komutanın
emrindeki kuvvetleri ve diğer olanakları nasıl kullanması gerektiğine
karışmamalı, ancak
ona verilen görevin
niteliğini açıkça belirtmelidir.
Böylece,
stratejiyi ne olursa olsun, savaşta
sadece düşmanın
askeri gücünü yok
etmeyi amaçlayan
bir kavramdan ibaret olarak görmemelidir. Bir hükümet ya
genel olarak bütün harekat alanlarında ya da özel bir
harekat alanında,
düşmanın askeri üstünlüğüne sahip olduğu yolunda
bir değerlendirmeye
varırsa, pek yerinde olarak, sınırlı bir
amacı kapsayan bir strateji
emredebilir.
Hükümet, müttefiklerin işe el atması veya
diğer bir harekat alanından kuvvet
getirilmesi suretiyle kuvvet dengesi değişinceye kadar beklenmesini isteyebilir.
Bunun gibi, karşılaşılan
problemi ekonomik savaş veya
deniz kuvvetleri hareketleri ile bir sonuca bağlamaya çalışırken, diğer alanlarda beklemeyi, hatta askeri harekatı kısıtlamayı tercih edebilir. Ayrıca, düşman askeri gücünün yok
edilmesi ihtimalinin kesin olarak kendi gücünün dışında olduğunu veya sonucun harcanacak çabaya değmeyeceğini hesaplayabilir. Bundan başka ya
elde tutmak ya da barış
görüşmelerinde bir
pazarlık
unsuru olarak kullanılmak için arazi ele geçirilmesini öngörebilir ve böylece savaş politikasının amacına ulaşabilir.
Böyle bir
siyaset, bugüne kadar askeri düşüncelerden daha çok, tarih
tarafından
destek görmüştür. Yapısal olarak bu politika, başka tezi
savunan bazı düşünürlerin
ileri sürdükleri derecede zayıf değildir. Asker toplama, ekonomik gücün savaşa dönük yapılandırılması,
endüstriyel ve
sanayi işletmelerinin savaş malzemeleri
üretimine
geçirilmesi, siyasi
ve askeri ittifaklar, barış yolundaki
arayışlar,
hep hükümetlerin işi ve sorumluluğundadır. Savaş döneminde halkın
yapması gereken fedakarlıklar konusunda da onları ikna
edip inan-
dırmak gene
hükümetlere
düşen işlerdir'. Bütün bunlar
yapılmadan ne savaşa hazırlanılabilir ne de savaşın nasıl yapılması gerektiği konusunda akıl yürütülebilir. "Savaş, poİitikaların bir devamıdır; diplomasi yolları tıkanınca da onun aracından başka bir şey değildir" tanımı en doğru sözdür.
Sınırlı bir
amaç
güden stratejiyi benimsemenin en olağan nedeni,
kuvvet dengesinde bir değişme olmasını beklemektir. Bu denge değişikliği çok defa kendini tehlikeye düşürecek darbeleri
göze almak yerine, iğnelercesine bir nitelik taşıyan küçük darbelerle düşmanın kuvvetini
yıpratmaya
çalışarak aranır ve
gerçekleştirilir.
Bu amaca şu yollarla
ulaşılabilir:
Düşmanın ikmal hatlarına saldırarak; düşman birliklerini yok edecek ya da büyük ölçüde kayıplar verdirecek bölgesel taarruzlar
yaparak; düşmanı
faydasız saldırılara girişmeye kandırmak suretiyle
kuvvetlerini çok
geniş bir cepheye kaymasına neden olarak; öteki hareket
tarzları
kadar önemli olan,
düşmanın
moral ve maddi gücünü kaybetmesini
sağlayarak.
Sınırlı bir
amaç
güden bir savaş politikası, normal olarak sınırlı bir
hedef stratejisi uygulanmasını
zorunlu kılar. Bu
nedenle kesin sonuçlu bir amaç, ancak
hükümet
onayı ile uygulanmalıdır. Çünkü, böyle bir amacın "astarı yüzünden pahalı" olabilir.
Stratejinin
kısa
tanımı: Siyasal amaçlara ulaşmak için askeri gücün mevcut
imkanlarla ve beceriyle uygulanması sanatıdır. Strateji ve taktik, her zaman tartışılmıştır, ama bilinmesi gereken, bunların birbirinden
ayrılamayacağı,
birbirini etkilediği ve kaynaşmış olmalarıdır.
Yüksek strateji,
silahlı kuvvetleri desteklemek için, milletlerin ekonomik imkanlarının ve insan gücünün hem
hesaplanması
hem de geliştirilmesidir. Yüksek strateji, "uygulama
halindeki siyaset" anlamını da
taşır.
Çünkü, yüksek stratejinin görevi; bir
milletin veya milletler grubunun bütün olanaklarını, temel politikanın tanımladığı amaç olarak savaşın
siyaset
hedefinin elde edilmesi için koordine
etmek ve yönetmektir.
Bu
husus, moral gücü de kapsar. Çünkü halkın moral duygularını canlı tutarak yükseltmesi, çok defa belirli kuvvet kaynaklarına sahip olmak kadar önemlidir. Yüksek strateji, silahlı kuvvetlerin
kendi aralarında
olduğu gibi, bu kuvvetlerle sanayi arasındaki güç bölümünü de düzenlemelidir. Savaşına gücü, yüksek strateji araçlarından sadece biridir. Bu strateji, düşmanın azmini
zayıflatmak
için kendi mali, diplomatik, ticari ve bunlar kadar önemli olan
moral baskı gücünü
de hesaba katmalı ve
uygulamalıdır.
İyi bir düşünce, bir
kalkan olduğu kadar
aynı zamanda bir kılıçtır. Buna
göre
savaşta şövalye ruhu
moral gücünü
kuvvetlendirdiği gibi,
düşmanın
direnme azmini zayıflatan en etkili silahtır.
Stratejinin
ufku silahla sınırlandığı
halde, yüksek strateji,
bakışlarını
savaşın ötesine aşırarak bunu
izleyecek barışa da yöneltir. Ayrıca yüksek Strateji, çeşitli araçları yalnız birleştirmekle kalmaz, gelecekteki barış durumuna
emniyet ve refah yönünden
bir zarar vermeyecek biçimde bunların kullanışını da düzenler. Birçok savaştan sonra görüldüğü üzere, bir barışın her
iki taraf için de acı sonuç vermesi,
yüksek stratejinin uygulanmasını bilmemekten kaynaklanır.
Temel
strateji konusunda ise tema, "generallik sanatı" üzerine oluşturulmalıdır. Stratejinin başarılı olabilmesi,
her şeyden
önce, en çok amaç ve
araçların
iyi hesaplaması ve koordine edilmesine bağlıdır. Amaç, eldeki toplam araçlara uygun
bir orantıda
olmalıdır. Dolayısıyla elde
edilecek başarı,
gerçeğe en yakın bir
orantıya
bağlıdır. Bilim, uygulanması bakımından sanata dayanır, sanat
ise aracı amaca yaklaştırır ve araçlarla daha
üstün bir değer kazandırır. Bu durum da hesaplama işini karışık hale sokmaktadır. Çünkü hiç kimse, insanın deha
ve ahmaklık
kapasitesini, irade yetersizliğini tam olarak hesaplayamaz.
Stratejide
hesaplama işi,
taktiğe kıyasla daha
sade ve
imkanlar
ölçüsünde
doğruya daha yakındır. Çünkü savaşta başlıca hesaplanamayan unsur insan
iradesidir. Bu irade kendini
direnme şeklinde
belli eder. Direnme, taktigin sınırları içine girer. Düşmanın direnme
imkanını
zayıflatmak, hareket
ve baskın
unsurlarıyla sağlanabilir. Hareketi
yaratmak ve sürdürebilmek
geniş ölçüde stratejinin,
baskın ise taktiğin alanına girer. Baskın psikolojik
sahayla ilişkilidir,
hesaplanması maddi
sahadan çok daha zordur. Hareket ve baskın, karşılıklı olarak birbirini etkiler; hareket
baskın
yaratır, baskın ise
harekete hız kazandırır. Çünkü, hızlanan ve yönünü değiştiren bir hareket, kaçınılmaz bir şekilde ve
belirli bir ölçüde
baskın etkisi yaratır. Buna
karşılık
baskın, düşmanın karşı tedbir
ve hareketini önleyerek
hareketin yolunu açar.
Uygulama
alanında,
askeri hareketler başladığında stratejinin nerede bittiği ve
taktiğin
nerede başladığı sınırı çok defa belirsiz bir hal alabilir.
Ama bunun pek bir anlamı
yoktur, esas olan, her ikisi için de
zamanın,
kuvvetin, mekanın hakkını verebilmektir.
Düşmanın stratejik
dengesi; onu cephe değişikliğine
zorlamak, kuvvetlerini
birbirinden ayırmak,
ikmal sistemini bozmak suretiyle yapılabilir. Dengesizlik sadece bunlardan
biriyle de sağlanabilir.
Ancak, çok defa
bu etkilerin birkaçının
sonucudur. Düşmanın gerisine
yönelmiş
bir harekat, bu tesirlerden birkaçının birleşmesine yol açar. Orduların çok bağımlı olmadıkları yerlerde, bahsedilen faktörlerin etkileri de azalır.
Psikolojik
alanda denge bozulması,
maddi etkilerin düşman komutanın kafasında yarattığı izlerin sonucudur. Komutan
birdenbire kötü duruma düştüğü inancına kapılır ve düşmanın hareketine
karşılık
verecek güçte olmadığını hissederse, düşüncesini etkileyen izlenimlerin şiddeti artar.
Psikolojik dengesizlik esas olarak, tuzağa düşürülmüş olduğu duygusundan doğar.
Girişilen bir
harekatın
çok defa düşman gerisine
yönel-
tilmesinin
nedeni de budur. Bir ordu, tıpkı bir
insan gibi, arkadan gelecı"k bir darbeye karşı silahlarını kullanmak üzere yeni
bir istikamete dönmezse,
kendisini uygun bir şekilde savunamaz.
Geçici olarak "dönüş", bir insanda olduğu gibi
bir ordunun da dengesini bozar. Bu istikrarsızlık, tek insana oranla, kaçınılmaz şekilde orduda çok daha
uzun sürelidir.
Bu nedenle arkadan gelen herhangi
bir tehdide karşı,
komutan ve kıtasının kafası çok daha hassastır. (Değişmez ilke şudur: Arkasında düşmanı hisseden, önündekiyle dövüşemez.)
Bunun
aksine kendisine karşı
doğrudan ilerleyen bir düşman karşısında fizik ve psikolojik denge sağlam olur
ve direnme gücü artar.
Çünkü, cepheden yapılan bir
saldırı,
onu geriye
yani ihtiyarlarına,
ikmal maddelerine, takviye
kuvvetlerine doğru iter. Bu ise ruhu rahatlatır, mukavemeti artırır. Cepheden yapılan bir
taarruz şok
sağlamaz, tedirginliği artırır.
Düşmanın gerisine
yapılacak
harekat onu bir veya iki kanattan
kuşatma
manevrasını, ki
bu düşman savunma veya taarruz için aldığı tertibatın yakınından yapılır veya çok uzak
bir mesafeden çevirme
manevrasıyla uygulanabilir.
Aradaki fark; kuşatmada
kısa mesafe, çevirmede uzun
bir istikametin katedilmesi gerekir. Ancak, her
iki manevra sırasında
da düşman cephesine
zayıf da olsa baskı yapılmaya devam edilmelidir. Farklı bölgelerde dikkat çekici gösteri hareketleri de fayda sağlayarak, düşmanın zihninde kuşku ve
kaygı yarata^ bilir, ama savaş tecrübesi olan bir düşmanın bu
tip hareketlere kanmayacağı da bilinmelidir. Düşmanı yerinden
etmek ve kuvvetlerini yaymasını sağlayabilecek her tip hileye de koşullar elverdiği sürece başvurmak gerekir. "Aldat, şaşırt, baskına uğrat."
"Baskın" denge
bozmak için zorunlu unsurdur. Düşman komutanının "aklını çelmek" onun elinden, hareket
serbestisini almak demektir.
Harekat
alanında
strateji; ağırlık merkezi
olarak kuvveti bütün imkanlarla
bir yere toplama, zamanı
çok iyi tespit ederek kullanma sanatıdır. Birlikler sürekli birbiriyle
irtibatta
olmalı, yaklaşma güvenle yapılmalı, bütün birlikler tek bir hedefe saldırmalıdır.
Bir ordu öyle bir şekilde
düzenlenmelidir k^ her bir kıta birbirine yardım edebilen, bir yerde en büyük ağırlık merkezini (yumruk) sağlayacak gibi bir araya gelebilsin. Bu, işin en ideal olanıdır, olması gereken de budur. Ancak, bu ilkeden şu veya bu şekilde beklenmeyen durumlar yüzünden vazgeçilemez. Tüm birlikler olamasa
bile, "mümkün olan en çok" kuvvetle ağırlık merkezi mutlaka kurulmalıdır.
Savaş planı birçok kolu kapsamalıdır. Bunların her biri öyle iyi tasarlanmalıdır
ki, bunlardan biri veya diğeri başarısızlığa uğramamalıdır.
Düşman bir çıkmazın boynuzları üzerine oturtulmalıdır. Yola gelmeyen bir düşmanla ilgili bir mesele karşısında en iyi hareket tarzlarının
ne olması gerektiği önceden kestirilebilmeli ve sağlanmalıdır. Duruma uyma yeteneği,
yaşamda olduğu gibi savaşta da hayatta kalmaya hükmeden yasadır.
Pratik bir değer taşıyabilmek bakımından herhangi bir plan, düşmanın bunu bozma gücü dikkate alınarak hazır-
lanmalıdır. Planın karşısına dikilebilecek herhangi
bir engeli yenmenin en iyi yolu, eldeki planın karşılaşılan durumlara göre kolaylıkla değiştirilebilecek bir esneklikte olmasıdır.
Bir yandan inisiyatif hala elde bulundurulurken, öte yandan da planın yeni duruma uyma yeteneği korunmalıdır. Bunun en iyi şekli ise, harekatın alternatif hedefler sağlayan bir istikamet boyunca sürdürülmesidir.
Amaç araçlara göre ayarlanmalıdır, çiğneyebilinecekken fazlasını
ısırmak ve hemen parçalayamamak akılsızlık olur. Plan mevcut şartlara uydurulmalıdır, ama bu yapılırken mevcut amaç daima göz önünde
bulundurulmalıdır. Düşmanın en az umacağı hareket tarzı
seçilmeli; düşman gibi düşünmek ve bunu iyi yapabilmek planın çatılmasında en önemli hususlardan biridir. Düşmanın tertiplenmesinde, kuvvetlerinin en zayıf olduğu kesime, harekat kollarından birini yöneltmek
veya
asıl taarruzu buraya yöneltmek hayatidir.
Bunu yapmak demek, kuşatma veya çevirmeyi ihmal
etmek değildir.
Bazen topoğrafya kanatlara sarkmaya büyük engel
teşkil edebilir. Savaş bilinmezlikler
deryasıdır,
bütün ilkelere, bütün tecrübelere rağmen. O
nedenle alternatif hedefleri içeren hareket
tarzlarına
ve bunları tatbike
de hazır
olunmalıdır. Planlarda
alınacak
savaş düzenleri de
sade ve esnek olmalıdır,
plan cıva gibi,
savaş
düzeni çelik bilye
gibi hareketleri karşılamalıdır.
Plan
başarı
kazandığında veya
başarısızlığa
uğranıldı- ğında veya
kısmi bir başarı kazanıldığında, düzen ve tertiplenmeler ortaya çıkan duruma
uyabilmeyi kolaylaştıracak
tarzda olmalıdır. Başarısızlığa uğramış bir taarruzu aynı isti-
ka^et boyunca tekrarlamamak lazımdır. Bu
tertibi bir miktar kuvvetle de takviye etmek bir yarar sağlamayacaktır, taarruz istikameti değiştirilmelidir.
Savaşta dengenin
değişmesi,
çok defa düşmanın yanlışlıklar yapması sayesinde sağlanır. Talih,
hayatın bir parçası olan
savaştan
hiçbir zaman ayrı kalmaz.
Savaş, hiç şüphesiz mantığa karşı bir harekettir. Çünkü, meselelere
görüşmeler
yoluyla ulaşılmış bir
çözüm
bulunmayınca, savaşlar sorunları zorla
karara bağlayan
bir araç olmuştur. Buna karşılık, eğer hedefe ulaşılmak isteniyorsa,
savaşın
yönetimine mantık hakim
olmalıdır.
Çünkü:
Savaş fiziksel
bir hareket olduğu halde, bunun güdümü akıl ve zeka işidir. Stratejiniz
ne kadar iyi olursa, duruma hakim olur ve daha az kayba uğrarsınız.
Kuvvetinizi
ne kadar çok israf ederseniz, terazinin kefesinin
aleyhinize dönme ihtimali o kadar artar.
Muharebe
meydanında
başarı kazanmak için, savaş içgüdüsünün varlığı zorunludur. Bununla beraber,
burada bile, soğukkanlılığını
koruyan savaşçı, gözünü ·kan bürümüş düşmana karşı üstünlük sağlar. Ancak savaşın dizginleri
daima sıkı
tutulmalıdır.
Gerçek anlamda
zafer, barış halini de kapsar. Böyle bir
barışta halkın hali ve durumu, zafer öncesindeki haline kıyasla
daha iyi olur. Bir zafer, ancak hızlı bir
hareketle, kaynakların
ekonomik bir şekilde kullanılması ve ihtiyaçlara uydurulmasıyla kazanılabilir.
Her
iki taraf da karşısındakinin
gücünü alt edemeyeceğini karşılıklı olarak anlayınca, çıkmaza giren bu durumda yapılacak barış, hiç olmazsa, tarafların güçlerini yitirdikten sonra yapılacak barıştan daha iyidir. Böyle olursa,
sürekli bir barış için çok daha uygun bir temel atılmış olur.
Barışı korumak
için
savaş riskini göze almak,
savaşta zafer kazanmak için kendi
kendini yitirme tehlikesini göze almaktan
daha akıllıca
bir tutumdur. Bu sonuç, alışılmış inançlara aykırı olmakla beraber, tercübelerle doğrulanmıştır. Savaşta ısrar, ancak iyi bir sonuca ulaşma şansı çok olduğu takdirde haklı bir
davranış
sağlayabilir. Burada
"iyi" deyimi ile nitelenen sonuç, savaşta insanlara yüklediği sefaleti
giderecek bir barışa ulaşılması halidir.
İster ferdler
isterse milletler olsun, bunlar arasında saldırgan tiplerin yatıştırabilineceği hayaline kapılmak budalalık olur. Çünkü, tatmin
edilmeleri amacıyla
bunlara verilecek paralar ve diğer kaynaklar,
daha çok istekte bulunmalarına yol açar. Bunlar
ancak caydırıcı
güçten anlarlar ve gerilirler. Yırtıcı insanla
da devletle de gerçek bir barış yapmak
zordur. Bunlara sadece bir mütareke durumu
kabul ettirilebilir. Mütareke hali,
genel bir ezilmeden çok daha
iyidir. Saldırgan
birini veya devleti diplomasi,
strateji ve taktiklerle hizaya ge- tirebiliyorsan; bu, en iyisidir.
Kendini
bir boşlukta
hissetme, üzüntü vericidir.
Bu duygu, kişiler kadar,
çok defa milletleri de intihara sürüklemiştir. Çünkü, bunların hiçbiri böyle bir duygunun etkisine dayanamamışlardır. Bununla birlikte, zafer
hayallerinin peşinden
koşmaktan ve bütün varlığını yitirmektense, boşluk duygusuna kapılmak daha
iyidir.
Ancak
tarihte görülmektedir
ki, barışsever milletler de
tehlikelerle
oynamaya eğimlidirler,
çünkü bunlar bir kere ateşlenince, yırtıcı uluslara kıyasla daha
aşırı
davranışlara girişmeye dah:ı yatkındırlar. Yırtıcı milletler, savaşı bir
kazanç
vasıtası saydıkları için, düşmanlarını kolayca
yenemeyecek kadar güçlü bulurlarsa, genellikle savaşı bırakmaya daha istekli davranırlar. İsteksiz savaşçı ise, hesap yerine heyecana sürüklenerek, çarpışmaları acı sonucuna kadar zorlamak eğilimindedir. Böylece, çok defa kendi maksadını kendisi
bozguna uğratır; doğrudan yapmasa bile, kötü sonucu
kendisi hazırlar.
Tahrip
ve imha duygusu ancak çarpışmalar durduğu zaman zayıflayabilir.
Savaş ise,
alevler üzerine benzin dökülmüşçesine, içgüdüsel barbarlığı kuvvetlendirir.
Savaşta daima
iyi sonuçların
alınabileceği temel
prensipler vardır. Bu
prensipler silahların
çeşitlerine, zamana
ve yere bağlı olarak değişmez.
Buna
rağmen,
savaş sanatının zirveye
çıktığı ve bundan sonra da daha üst düzeyde hiçbir adım atılamayacağını sanmak yanlıştır. Tarihteki en ünlü savaş önderleri başkanlığında bir komite kurulsa ve en
yetenekli general ve mühendisleri de bu komitede toplansa, böylesi bir
komite bile savaş ve özellikle
de taktikler üzerinde
en mükemmel ve
kesin bir teori ortaya çıkarmayı başaramaz.
Devletler
Ne Yapmak İster?
B
ir devlet ve ulus şu sebeplerle savaşa girer:
Belirli hakları iddia etmek veya bunları savunmak için,
devletin ticari,
sanayi, endüstriyel veya tarımsal
haklarını, çıkarlarını korumak ve kollamak için, güç dengesini muhafaza etmek için, politik ve dini
teoriler ileri sürerek bunları
savunmak veya yok etmek için, devletin gücünü
çoğaltmak amacıyla toprak kazanmak için, fetih arzusunu tatmin etmek için.
Herhangi bir devlet diğeri üzerinde hak iddia ettiğinde, bu devletin hemen silaha sarılması uygun bir yol değildir. Harekete geçmeden önce kamuoyuna başvurulmalıdır.
En meşru savaşlar; temelini kesin haklılığın
oluşturduğu, devlete verdiği kayıplarla ve karşılaşacağı tehlikelerle orantılı
olarak kazançlar sağlayan savaşlardır.
Atılacak en iyi adım, bu tartışmalı
bölgeyi işgal etmektir: Sonra
durumlara ve tarafların güçlerine
bağlı olarak saldırıya dayalı bir harekat
planlanabilir. Şüphesiz bundaki amaç, düşman tarafınd_an terk edilen bölgeyi
emniyet altına almaktır. Saldırı harekatında titizlikle dikkat edilmesi gereken nokta, başka bir devletin veya devletlerin, kıskançlık hislerini engellemek
ve dolayısıyla
düşmana yardım etmelerinin önünü kesmektir. Bu durumda bir devlet adamına düşen en önemli görev, ileriyi görmek ve diğer devletlere gerekli açıklamalarda bulunup garantiler vermek, düşmana yardım etmelerini önlemektir.
Bütün savaşlarda diğer durumlar sabit kalmak koşuluyla
bir müttefik edinmek gerekir.
Küçük devletlerin
ittifak halinde olması
güçlü büyük bir
devlete karşı
yalnız olmalarından daha
iyidir. Tarih; bir devletin ne kadar büyük olursa
olsun, düşmanı
küçük görmesinin ve
ona aldırmamasının
yanlış olduğunu göstermiştir.
İstila savaşlarının avantajları yanında,
düşmanın saldırısını da
onun kendi topraklarında
karşılaşmanın büyük yararları vardır. Birinci
usulde ülke tahrip edilmekten korunur, savaşın maddi
yükü
düşmanın üzerinde kalır, saldıranın askerlerinin morali yükselirken, karşı tarafın askerlerinin psikolojisi zayıflar.
Bununla
birlikte şu kesindir ki, kendi toprağında harekat yapan bir ordu harekat alanının doğal ve yapay özelliklerini çok iyi bildiğinden, bütün manevralarını bu bilgiye dayanak yaptığından, halka dost olduğundan ve kendi halkının yardımını gördüğünden büyük avantajlara sahiptir.
Başlamış bir
savaşa
müdahale etmek bir devlete, diğer durumlarda
savaşa
girmekteı^ daha büyük avantajlar
sağlar. Bunun nedeni basittir. Müdahale eden
taraf, ağırlığını
bütün gücüyle tam
zamanında
ortaya koyarak, sallantıda olan durumu düşmanın aleyhine
bozar. İki
çeşit müdahale vardır:
° Komşu devletlerin
içişlerine
müdahale.
e Uluslararası ilişkilere müdahale.
Ahlaki
yapısı kabul edilemez olmakla beraber,
birinci çeşit
müdahalelerin örnekleri çoktur. Bu
tip müdahalelerin
başarı şansı büyük çoğunlukla düşük olmuştur. Silah geri tepmiş, müdahale girişimi sonucu kendileri yıkılma durumuna
düşmüş devletler vardır.
Devletlerin
dışişlerine
müdahale ise daha hukuksal ve belki de
daha avantajlıdır.
Bir ulusun, diğerinin içişlerine müdahale hakkı hukuken yoktur, fakat. bu ulusun içindeki huzursuzluk
diğer uluslara da yayılırsa müd?hale hakkının doğması kaçınılmaz
olacaktır.
Bir
devlet, düşmanının
aşırı büyümesine izin
verdiği
sürece gücünü yitirmeye
başlar.
Ayrı bir güç, uygun
zamanda teraziye· ağırlığını
koyar ve denetimi eline geçirirse, savaşan taraflar da hakemlik yapmak
isteyecektir ve bu hakemlik, devreye girecek olan devletin de ulusal çıkarlarına uygun olarak yürütüleceği kesindir.
İki. devlet
arasındaki
fikir savaşları daha
çok ideolojik mücadeleden kaynaklanır. Bir ulusun komşuları aleyhine
genişleme
veya bu ulusun dogmalarını yıkmasına ilişkin doktrinlerden oluşur. Politik
ve dini nedenlerle oluşmalarına
karşın fikir savaşları en
acımasız
ve en rezil olanlardır. Çünkü, bu savaşlar, aynı içsavaşlar gibi en kötü ihtiraslardan
doğar;
korkunç ve acımasız sonuçlara yol açar. Bu
savaşlarda
din, politik gücü elde
etmede bir maske olarak kullanılır. Geçmişteki "Haçlı Seferleri ", "Otuz Yıl Savaşları ", "Kutsal Birlik" aynı özellikleri gösterir. Bazen dogma, sadece bir maske olmayıp aynı zamanda güçlü bir
müttefiktir.
Çünkü ulusal bütünlüğü güçlendirdiği gibi halkın ulusçuluk duygularını da kamçılar.
Birbirinden
ayrı
özellikler gösteren iki
çeşit istila vardır. Birincisi
komşu memleketi istila; ikincisi ise, halkı tarafsız, şüpheli veya düşman olan
bir memleketten geçerek uzak ülkelere yapılan istila.
Önemli bir
sebep olmadan yapılan istilalar insanlığa karşı bir cinayettir. İstilalar ancak
sağlam temellere dayandığı zaman
bir dereceye kadar hoş
görülebilir.
Bir
ülkenin
istilasının sonucunun
tespitinde denizlerin kontrolünün büyük önemi vardır. Eğer bir ulus kıyılara sahip
ve denizlere hakimse veya bu durumda olan başka bir
ulusla ittifak halindeyse bu ulusun direniş gücü birkaç misli artar, kat kat yükselir.
Bu
yükseliş,
sadece düşmanı işgal ettiği yerlerde taciz etme bakımından değil, aynı zamanda denizden gelen ikmal yollarının kesilmesi bakımından da geçerlidir. Kıyılar, doğal
yapıları itibariyle de savunmayı kolaylaştırır. Dağlık ve ormanlık
bölgelerde yaşayan insanlar, dünyanın her yerinde çok
savaşçı bir karaktere sahip olurlar.
Napolyon'un en ünlü generallerinin komuta ettiği Fransız ordusu İspanya'da, Amerikan ordusu Vietnam'da; birinci dağlık bölgelerde, ikincisi ormanlık alanlarda perişan olarak yenilmişlerdir.
İstila edilen ülkenin halkı, eğer disiplinli çekirdek birliklerle destekleniyorsa, güçlükler bu defa daha da artacaktır.
İstilacının sadece bir ordusu vardır; ancak işgal edilen memleketin hem ordusu hem de halkı vardır. Bu halk direniş için azami olanaklarını
kullanır ve her birey düşmana gizliden bir darbe indirmek için hazırlık içindedir.
Düşman için güçlükler arttıkça, engellerin aşılması da zorlaşır. Her silahlı birey, en küçük patikaya ve bunların
bağlantılarına kadar her yeri bilir,
kendisine daima yardımcı
olacak ya bir akrabası ya da bir dostu vardır. Komutanlar da memleketlerini iyi tanır. İstilacının yapacağı en ufak bir hareketi öğrenerek onun planını
başarısız kılmak için en iyi önlemleri alır.
Onların hareketlerinden
habersiz ve keşif olanağı
zayıf olan düşman gerekli kaynaklardan
yoksun olmasıyla,
silahları ve yığınaktaki birlikleriyle kör bir adama benzer. Birliklerinin bir araya gelip toplanması başarısızlıkla
sonuçlanır. Planlanmış hareketlerle,
intikallerle ve yaptığı
hızlı ve yorucu yürüyüşlerle heclefini elde edip yok edeceğini sanır; fakat ulaştığı yerde söndürülmüş ateşlerden
başka bir şey bulamaz. Donkişot gibi yel değirmenlerine
hücum ederken düşmanı, onun muhabere bağlantılarını yok eder, depo ve konvoylarına baskınlar yapar ve savaşı istilacı
için dayanılmaz bir hale getirir.
Eğer bir istila savaşında başarı mümkünse, bu ancak birliklerin tümü, karşılaşılması olası engellere ve direniş gücüne göre düzenlenmeli, toplumun öfkesini
yatıştırmak için her yola başvurulmalıdır. Sabır ve zamanla gücü
azaltılmalı,
nezaket ve sertlik
yerinde gösterilmeli,
özellikle herkese eşit davranılmalıdır.
Yok ·erme savaşlarını ulusların kafalarından silmek için iyiliksever veya profesyonel bir asker olmaya gerek yoktur. Disiplinli
ordularla ve sağlam politik ittifaklarla yapılacak bir ülke savunması, bağımsızlığı güvende
tutmak için yeterlidir.
Politik stratejinin
hareket tarzları,
orduların diplomasi, strateji ve taktiğe ait olmayan politik düşüncelerini kapsar.
Politik strateji adı altında savaşacak halkın
arzuları, askeri sistemleri, acil ihtiyaçları, mali kaynakları,
hükümetleriyle olan bağlantıları, yürütme organlarının
yapıları, generallerinin karakter ve
yetenekleri, orduların
harekatına güvenlik konseylerinin
etkileri, devletin silahlandırılması,
işgal edilecek ülkenin askeri coğrafya istatistikleri ve nihayet karşılaşılması ve aşılması olası ihtiyaçları ve engelleri incelenebilir.
Askeri istatistikler
denilince, savaşılacak
düşmanın askeri gücü ve kaynakları
hakkındaki muhtemel bilgilerin tümü akla gelir. Askeri coğrafya ise harekat alanının coğrafik ve stratejik tanımı
ile karşılaşılacak yapay ve doğal engeller ve bütün
cephe veya ülke içinde bulunabilecek nihai
hedefleri içerir.
Halkın en kötü düşmanı kendi öfkesi ve nefreti olduğundan, başkomutan ve hükümet bu öfkeyi
yatıştırmak için her türlü gayreti göstermelidir.
Diğer taraftan, komutan
askerlerinin savaşma arzu ve cesaretlerini yükseltmek için her türlü önlemi almalı ve aynı şekilde
düşmanın savaşma arzusunu baskı altında tutup çökertmeye çalışmalıdır.
Bütün orduların ruhsal durumu hemen
hemen aynı şeylerden etkilenir. Sadece ulusal karaktere göre yollar ve araçlar değişir. Bunlardan birisi askeri konuşma yapma sanatıdır. Bu konuşma basit ve özlü sözlerden
oluşan kısa bir nutuk olmalıdır. Kutsal olarak bilinen herhangi bir sebep veya daha önceden kazandığı başarılarla askerin güvenini kazanmış bir general, bir ordunun moralini yükselterek zafere götürecek en güçlü
araçlardır. Bazı generaller bu moral
yükselten konuşmalara çok fazla güvenmezler, sessizlik ve soğukkanlılığı
tercih ederler. ■
Her iki türden davranışın da bazı olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Coşkunluk, insanları büyük başarılar kazanmaya iten bir güçtür. Ancak önemli olan nokta, onu devamlı
ayakta tutmaktır. Aksi halde arkasından başarısızlıkların geldiği
bir coşkunluk, ordunun çok çabuk bozulmasına yol açar.
Az veya çok ·canlılık ve generallerin cesareti, başarı ve başarısızlığı kesin kurallara indirgeyemeyecek faktörlerdir. Komutan birliklerinin düzenini değerlendirmeli ve bu düzeni düşman birlikleriyle karşılaştırarak
bir sonuca varmalıdır. Düzenli bir birliğe komuta eden general, ne kadar cesur olurlarsa olsunlar, düşmanının disiplinsiz ve düzensiz
ordusuna karşı girişeceği harekattan çekinmesi için hiçbir neden yoktur.
Birlikten kuvvet doğar. Bu birliği düzen
sağlar. Disiplin de düzeni geliştirir. Disiplinsiz ve düzensiz
bir başarı mümkün değildir. Meclisin orduyla eşgüdümlü faaliyetleri, ordunun harekat gücünü-etkiler. Diğer durumlar sabit kalmak koşuluyla, eli ayağı beş yüz mil ötedeki bir meclis tarafından
bağlanmış bir komutan, ne kadar yetenekli
olursa olsun, kendi inisiyatifiyle hareket eden bir komutanla boy ölçüşemez. Yine diğer dürumlar sabit kalmak koşuluyla,
beceri üstünlüğü zaferin en sağlam teminatıdır. Büyük
komutanların daha değersiz olanlar tarafından
mağlup edildikleri doğrudur; ama istisnalar kaideyi
bozmaz. Yanlış
anlaşılan bir emir veya rastlantı sonucu yetenekli bir komutan, uygulamalarla başarı şansını düşürebilir ve bu şansı düşmanın eline bırakabilir. Fakat bunlar önceden
tahmin edilemeyen kaçınılmaz tehlikelerdir. Bütün bunlar, bilimsel doğruları inkar etmeye değerli nedenler değildir. Becerinin bir komutanı
zafere götürecek en önemli meziyetlerden biri olduğu kabul edilecek olursa,
konularının
özenle seçilmesi idari bilimlerin ve bir memleketin askeri politikasının en önemli noktasını oluşturur. Dünya
savaş tarihinde, maalesef generallerin seçimi konusunda basit çıkarların
o kadar büyük etkisi olmuştur ki
şans, rütbe, yaş, adam kayırma, partizanlık ve kıskançlık, bu konuda, en azından hak
etme rol oynamıştır.
Bir
devletin askeri politikasının
en önemli noktalarından biri de o devletin askeri kurumlarının yapısıdır. Yeteneği normalin üstünde olmayan
bir general tarafından
komuta edilen iyi bir ordu büyük başarılara ulaşabilir. İyi bir generalin komuta ettiği kötü bir ordu da aynı şekilde başarılı olabilir. Eğer generalle
ordunun üstünlüğü
bir araya gelirse, eşi bulunmaz
başarılar
elde edilebilir.
İyi bir
askere alma sistemi, iyi bir teşkilat, iyi
teşkilatlandırılmış
bir ulusal ihtiyat sistemi, iyi
bir muhabere ve karargah eğitimi, sert
fakat aşağılık
duygusu yaratmayan disiplin, rekabeti özendiren bir
ödül sistemi, hem saldırı hem
savunma bakımından
düşmandan daha üstün silahlanma,
iyi düzenlenmiş
kolaylık tesisleri, halkın savaşma ruhunu yükseltmek ve ayakta tutmak. Bu konuların hiçbiri ihmal edilmemelidir.
Hükümetlerin ordu için her
şeyi feda etmeleri gerekmez, ama hükümetlerin orduyu devamlı zinde
ve ayakta tutması
şarttır.
Devletlerin
ellerini daima kılıçlarına
atmış ve çizmelerini ayaklarına geçirmiş halde bekleyip savaşmak için fırsat kollamaları herkesi yorar. Böyle bir
şey insanlara eziyetten başka bir
şey
değildir.
Ancak,
devletler savaşa daima en kısa zamanda
girecek şekilde
hazır olmak ve böylece hazırlıksız yakalanmaktan kurtulmalıdır.
Uzun
barış
dönemlerinde orduların eğitimi ve
zinde tutulması
üzerinde özellikle durulmalıdır, çünkü bu
gibi devrelerde ordular gevşemeye ve
yozlaşmaya
daha fazla elverişlidir. Askeri ruhun ordularda daima
zinde tutulması,
sık sık uygulama
ve manevralar yapması da ayrıca önem taşır. Manevra ve uygulamaların gerçek savaşla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, birlikleri hareket halinde tutmak
ve dikkatlerini bir hedefe toplamak yönünden faydaları vardır.
Ödül ve
terfilerde hizmet süresine
önem verilmeli ve yükselme yolları hak
edenlere açık
olmalıdır. Terfi kadrolarında savaşta başarı gösterenlerin yer almaları, ordunun
geri kalanını
teşvik ve iddialı hale
getirmekte en büyük itici güç olacaktır.
Ulusun
bütçesi,
savaşma olasılığının azlığına veya
çokluğuna
göre ayarlanmalıdır. Devamlı savaş bütçesine ağırlık vermek, halkın refahının aleyhine olacaktır. Parayla ordu kurma meselesi, Fransız devrimi
ile son buldu. Fransa bunu "halk ordusu" biçimine sokarak
bu işi "vatan sevgisi ve şeref" olarak uyguladı. Görüldü ki paralı ordular
kadar verimli sonuçlar
elde edilebiliniyormuş. Para ve savaş birbirinden
ayrılamaz
gibi görünse de,
herhangi bir güç,
altın içinde yüzse bile,
yine de kendisini savunmakta büyük hatalar
yapabilir.
Yine
tarih göstermiştir
ki, en zengin uluslar ne en güçlü ne
de en mutlu uluslardır.
Askeri gücün terazisinde
demirin de altının da ağırlığı aynıdır.
Şunu da
kabul etmeliyiz ki, iyi teşkilatlanmış askeri kurumların, vatan sevgisinin, iyi düzenlenmiş bir bütçenin, ulusal
zenginliğin,
uluslararası etkinliğin bir
ulusı.;ın
gücü olmasında ve
uzun süreli bir savaşın yükünü sırtında taşıyabilmesinde büyük rolü vardır.
Eskiden
hükümdar,
kendisi general olduğu için ordulara komuta etmek de
kendisine aitti. Bu konuda karar ne olursa olsun; Sezar, İskender, Büyük Petro, Cengizhan, Napolyon,
Friedrich, Bismark gibi dehalara sahipse, büyük işleri generallerine bırakmazlardı.
Hükümdar komuta
etmek amacıyla
ordusunun başına geçtiği zaman kendisine sevk ve idare konularında güven duymadığı zaman, kendisine yetenekli iki
general seçerdi.
Bu generallerderi biri uygulama
yetenekli bir general, diğeri de
iyi eğitilmiş
bir kurmay subay olurdu. Ama bu
her zaman böyle
yapılamamıştır.
Ancak,
özellikle
uygulama alanında iyi
olan bir genera-
lin
seçiminde
güçlükler ne zaman ortaya çıkar? İlk hamlede, yetenekli bir general seçmek için bunu seçecek kişinin de zeki ve ye_tenekli bir askeri kişiliğe sahip
olması gerekir. Eğer seçim yapacak kişi başkalarının etkisi altında kalan
bir kişiliğe
sahipse, olumlu bir netice de çıkmayabilir. Hükümetin emrinde böyle bir
asker bulunmadığı
takdirde, mevcutlarla savaşa girilmek
zorunda kalınır.
Geriye ise deneme yanılma yoluyla,
esas generalin ortaya çıkarılması kalır; bunu da en iyi şekilde muharebelerin
sonuçları
belirler.
Bir
generalde aranan temel nitelikler: Yüksek bir
moral gücü ve azim; cesaret ve hiçbir tehlikeden
yılmamaktır.
Onun
bilgi düzeyi ve diğer askeri
konular ikinci derecede gelir. Çok derin
bilgi sahibi bir kişi
olması gerekli değildir. Sınırlı fakat mükemmel bilgilerle
donatılmış
ve savaş sanatının temel ilkeleriyle yoğrulmuş olmalıdır. Bundan sonra önemli olan
onun kişiliğidir.
Kıskanç olmak yerine, diğerleri arasında başarılı, dürüst, sağlam ve yiğit olan
ve bunları
şerefiyle bütünleyen bir
asker daima iyi bir general, hatta yüksek bir
önder olabilir. Ne var ki tarih iyi incelendiğinde maalesef yetenekli kişileri diğerleri arasından bulup ortaya çıkarmak işi adil yürümemektedir. Kafası az çalışanlar daima kıskanç olup
kendi çevrelerinde
yetenekleri az olan kişileri toplama
eğilimindedirler. Çünkü, zeki
ve yetenekli insanları
yönetemeye- ceklerinden
korkarlar.
Yüksek komuta
yeteneği
ne ordunun sınıflarından, ne rütbelerin ve hizmet süresinin uzunluğundan gelir. Bµ doğuştan
gelen deha ve karaktere bağlıdır.
Komuta;
cesareti denenmiş,
savaştan korkmayan ve tehlike
durumunda soğukkanlılığını
koruyan generale verilmeli^ dir.
Bunun tersi, devlet için de
ulus için de, sonuçları itibariyle
tam bir hayal kırıklığı
ve kaçınılmaz yenilgi olacaktır.
Disiplin
askerlerin sadece dış
görünüşlerinde değil, ruh
ve inançlarında
da var olmalıdır.
Subaylar
cesaretin ve göreve
bağlılığın erdemine inanma-
lıdır. Bunlar
olmadaıi
şeref olmaz ve hiçbir orduya
saygınlık
gösterilmez. Dayanıklılık (m^tanet),
inanılan
ve biiinenin aksine, başarıda coşkunluk ve arzudan daha büyük rol
oynar.
Disiplin
ve düzenin
kontrolü, güvenliğin ilk
koşuludur.
Stratejik
Karar Noktası
S
trateji,
bir bakıma
coğrafya üzerinde savaşma sanatıdır ve
bütün harekat alanını içine alır. Taktik ise, arazi durumundan harekete, muharebenin yapıldığı yere,
genel planlamaya göre birliklerin
muharebe alanında
sevk ve idaresidir.
Lojistik,
strateji ve taktiğin
uygulanması için gerekli
araç ve düzenlemeleri içerir.
Strateji
nerede hareket edileceğine
karar verir. Lojistik, birlikleri
bu noktaya getirir ve taktik birliklerin sevk ve idare şekillerini ortaya koyar. Bütün savaşlara stratejik hareketler sonunda
karar verildiği
bir gerçektir. Sadece seri halinde cereyan
eden savaşlarda
böyle karar verilmez. Bu durum ise sadece dağılmış ordularda
meydana gelir.
Strateji:
Harekat
alanının
seçimi ve bu alanın izin
verdiği
ölçüde muhtelif hareket tarzlarının tartışılmasını, hedeflerin bu hareket tarzları çerçevesinde tespiti ve önceliğinin tayini, sabit üs ve
harekat bölgelerinin
seçimi, taarruza dayalı ya
da savunmaya dönük nihai
bir hedefin seçimi, stratejik cephe, savunma hattı ve
harekat cephesinin kesinleştirilmesi,
son hedefe veya stratejik cepheye
giden ilerleme istikametlerinin belirlenmesi, harekatta en iyi stratejik hat
ve olası
durumları kapsayan çeşitli manevralar,
harekat için hesaplanan stratejik ihtiyat,
ordunun manevra amacıyla
intikali, lojistik merkezlere
olan bağlantılar,
yapılacak taktik örtü ve
aldatmaları
kapsar.
Bütün savaşların temelinde tek bir büyük prensip
yatar.
Bu
prensip, bütün
düzenlemelerde uygulanarak
şu
maddelerde özetlenebilir:
Stratejik
hareketlerle bir ordunun tüm.ünü seri
olarak harekat alanının
sonuç noktalarına toplamak.
Aynı
şekilde kendi haberleşme sistemini koruyarak, düşmanın haberleşme sistemi üzerine yoğunlaşmak.
Eldeki
güçlerin
büyük bir bölümüyle düşman ordusunun küçük bölümlerini kontrol altına almak
için manevra yapmak.
Muharebe
alanında
kuvvetlerin büyük bölümünü hedeflere ve yok edilmesi öncelikle gereken
düşman mevzilerine sevk etmek,
kuvvetlerin büyük bir bölümünü hedefe
yoğunlaştırmakla
birlikte, bunların zamanında ve yeterli güçle savaşmalarını sağlamak.
Kuvvetleri
hedefe yoğunlaştırmasının
kolaylığı yanında bu
hedefleri belirlemenin güçlüğü de
vardır. Harekat alanı genellikle üç bölgeden oluşur. Bunlar sağ, sol
ve orta (merkez) bölgelerdir.
Her bölge, harekat
cephesi stratejik mevzileri ve savunma hattı bölümlerinden meydana gelir. Her muharebe hattı da
sağ, sol ve orta olmak üzere üç bölümden oluşur. Her üçünden birine
indirilecek bir darbe, istenilen neticeye ulaşılması için yeterli olacaktır.
Orduları uygun
yerlere göndermek,
savaş sanatının tümünü içine almasa
da, doğal olarak stratejinin temelidir.
Uygulayabilme yeteneği,
beceri, enerji ve olayları çabuk kavrama, önceden planlanan
düzenlenmelerin
uygulanmasında gereklidir.
Üzerinde karar
verilecek en önemli nokta, savaşın taarruza mu yoksa savunmaya mı dayalı olacağıdır.
Taarruzda
inisiyatif saldıranın
tekelindedir ve stratejik bakımdan daima
avantaj sağlar.
Aslında, eğer savaş sanatı kuvvetlerin
karar noktasında
yoğunlaştırılmasından oluşuyorsa,
inisiyatifi ele almak şarttır. Saldıran taraf yaptığı işi ve ne istediğini bilir. O güçlerini darbe
indireceği
noktalara sevk eder. Saldırıyı bekleyen
ise bunu her taraftan umut eder.
Taarruz eden savunanın bir kesimine bütün
kuvvetleriyle yüklenir. Savunma durumunda olan
ise saldıranın
kuvvetlerinin nereden geleceğini ve nasıl hücum
edeceğini bilemez. Saldıran taktik olarak avantajlı,
savunan ise bundan yoksundur. Harekatın da bir sınırı olduğundan,
saldıranın düzenleri ortaya çıksa bile, savunanın buna hızla tepki vermesi kolay değildir ve bu arada taarruz
eden taraf, ihtiyatlarını da muharebeye sokarak savunanın karar mekanizmalarının
doğru çalışmasını engelleyebilir.
İyi sevk ve idare edilirse,
savunma savaşları da avantajlı duruma sokulabilir. Zamanında, savunma mevzilerinden çıkarak saldırana karşı hücuma
geçilmesi ve karşı darbeler yapılması
savunmayı başarılı hale getirebilir.
Savunma bu nedenle pozitif ve aktif savunma olarak ikiye ayrılır. Pasif bir savunma
daima zararlıdır. Ancak aktif savunma başarı sağlar. Savunma savaşının amacı, ülkeyi düşmandan korumaya çalışmak,
düşmanın ilerlemesini durdurmak, engelleri
çoğaltarak onun hızını kesip taciz etmek ve bunu kendi ordusuna kayıp verdirmeden yaptırmaktır.
İşgalci daima bir üstünlük kompleksi içerisindedir. Bu nedenle bu işi bir an önce halletmeye çalışacaktır. Bunun aksine, savunan taraf düşman zayıflayana kadar çeşitli tertiplerle düşmanı
bitkin duruma düşürerek bu işi ertelemeye çalışır.
Bir ordu geri çekildiğinde veya moral çöküntüsüne
kapıldığında savunma durumuna geçer. Bir saldırı savunma taktiği
kullanırsa bunun stratejik olduğu kadar taktik avantajları
da vardır. Böylece her iki sistemin avantajlarını da bünyesinde toplar. Tahkim edilmiş
bir alanda, kaynakları kendı kontrolü altında olan, kendi topraklarında
olma avantajını da taşıyan bir ordu başarı umuduyla inisiyatifi ele alabilir.
Bir generalin en büyük yeteneği tarihte de görüldüğü üzere, hem taarruz hem de savunma sistemlerinin kullanışını bilmektir. Belki de bir savunma savaşında inisiyatifi ele almanın diğer bir yolu da budur.
Harekat
alanı ister kendilerine, isterse müttefiklerine ya da korku ve ilgiden dolayı savaşa itilen daha zayıf-devletlere ait olsun, tarafların birbirlerine saldırma olasılığı olan kara ve deniz bölgeleridir. Deniz savaşlarında harekat alanı her
iki yarımküreyi
de içine alabilir.
Topografik
özellikler
göz önüne alınmazsa, bir
veya daha fazla ordunun harekat yaptığı her
harekat alanı, iki taraf için de
aşağıdaki
bölümlerden oluşur:
G
Sabit bir harekat üssü,
0
Bir nihai hedef,
0
Harekat cepheleri, stratejik
cepheler ve savunma hatları,
0
Harekat bölge ve
hatları,
0
Geçici stratejik
hatlar ve haberleşme
hatları,
0
Düşmana karşı doğal ve yapay engeller,
0
Hem saldırı hem
de savunma için elde tutulması önemli olan coğrafi stratejik
noktalar, nihai hedef ile sabit üsler arasında geçici harekat üsleri,
0
Geri çekilme halinde
dayanma noktaları.
Nehirlerin
çok iyi harekat hatları olduğu bilinir. Böyle bir
hattın orduyu harekat menzili içinde hareket
ettirmek için iki veya üç yolu
olduğundan
ve en azından bir
geri çekilme
hattı olması gerektiğinden nehirlere
geri çekilme ve hatta manevra hattı da
denir. Harekat hatlarının
düzenlenmesinde nehirler
çok iyi birer ikmal hattı olmakla
beraber, kendileri hiçbir
şekilde harekat hattı olamazlar;
yani bir nehri boydan boya akış istikametinde
katederek kıyılardan
birindeki savunma
mevzisine saldırılmaz.
Dağlık bölgelerde stratejik mevzilerin çok olduğu, dağ silsilelerinin en büyük engel
olduğu
doğrudur, ama bunlara güvenilerek geçilemez denilmesi yanlıştır. Hatta geçilmez değerlendirilmesi ve tedbir alınamaması bir savaşın kaybedilmesine sebep bile olabilir. Harekat alanında bulunan
en
önemli doğal ve yapay arazi arızaları stratejik
değerlerine
göre incelenmelidir. Bu değerlendirme generalin zeka ve be- cerisin^ bağlıdır.
Harekat
üssü demek, bir ordunun ikmalini yaptığı, saldırıya geçerken başlangıç noktası olarak kullandığı, gerektiğinde geri çekildiğinde veya savunmaya geçtiğinde desteklendiği yer demektir.
Bir
ordunun birbirini izleyen birçok üssü olabilir. Geride, müttefiklerin veya savunma hatlarının bulunduğu her yerde başka üsleri de olabilir. Yön değiştirme durumuna göre de
üsler
sıra sıra olabileceği gibi,
dağınık bir şekilde de
düzenlenebilir. Üs ne
kadar geniş olursa onu gizlemek de o kadar güçleşir; ancak orduyla bağlantısının kolay kolay kesilmemesi de geniş üslerin önemli bir avantajıdır.
Harekat
alanının
askeri bakımdan önemli olan her noktası, gerek
ulaştırma
merkezi olsun gerekse askeri
tesis ve tahkimat olsun, birer coğrafi stratejik
noktadır.
Bütün başkentler birer stratejik noktadır, çünkü onlar sadece ulaştırma merkezi
değil,
aynı zamanda hükümetin ve
ordunun da merkezidir. Dağlık ülkelerde geçitler ordu için en
kolay çıkış
yolları olduğundan, önemli karar
noktalarıdır.
Diğerleri, düşman ordularının durumu
ve onlara karşı
alınabilecek muharebe düzenleri bakımından değerlendirilirler. Böyle yerlere, stratejik
manevra noktaları
denir. Bir kısmının önemi devamlı ve büyük, diğerlerininki küçük olan noktalar vardır. Değeri büyük ve devamlı olan
noktalara stratejik karar noktaları denir.
"Stratejik
karar noktası"
terimi savaşın veya
müharebe-
nin sonucuna önemli ölçüde etki eden noktalar için kullanılmalıdır.
Manevranın, karar noktalarının; düşmanın üssüyle ilişkisinin kolayca kesilebileceği kanadında bulunması genel bir ilke olarak kabul
edilmelidir. Deniz veya nehir yakındaysa; düşmanı denize veya nehre doğru sürmek için kullanılacak kara parçası, stratejik
karar noktası olarak seçilmelidir.
Eğer düşman kuvvetleri müfrezeler halinde veya dağınıksa, hedef onun merkezidir.
Çünkü bu durum^a, düşman kuvvetlerinin içine nüfuz edilerek daha fazla bölünmeleri sağlanır. Bölünen kuvvetler zayıf olacağından ayrı ayrı yok edilebilirler.
Bir muharebede karar noktası şu hususlar göz
önüne alınarak saptanır:
0
Arazinin özellikleri
° Bölgesel
özelliklerin stratejik hedefle olan
bağlantısı
° Kuvvetler tarafından elde tutulan mevziler
İki türlü hedef noktası vardır:
°
Manevi hedef noktaları
° Coğrafi hedef noktaları
Coğrafi hedef noktası, önemli bir kent, bir nehir hattı, iyi savunma hattı oluşturabilecek veya daha geniş çaplı bir harekat için uygun destek sağlayacak noktalar olabilir.
Manevra noktalarının önemi, buna bağlı
olan düşman mevzilerinin
konumundan kaynaklanır.
Stratejide, savaşın hedefi karar noktasını belirler. Eğer karar taarruz ise, hedef noktası düşmanın başkentinin ele geçirilmesi veya düşmanı
barışa zorlayacak bir bölge olacaktır. Bir istila savaşında hedef noktası doğal olarak düşmanın
başkentidir. Savunmada ise hedef noktası savunulan bölgedir.
Komutanın büyük yeteneği ve başarı umudu bu noktaların
seçiminin temelinde yatar. Bir
veya iki önemsiz
noktanın alınması çok önemli sonuçlar elde etmez; büyük sonuçları elde etmenin en iyi yolu düşman ordusunu parçalayıp yok etmektir. Çünkü, şehir ve bölgeler kendilerini koruyamayacak, düzenli bir kuvvet kalmayınca kendiliğinden
düşeceklerdir. Bunun için:
• Çeşitli harekat bölgelerinin avantaj ve dezavantajlarını bir bakışta anlamak
• Bunlardan en önemliler üzerinde kuvvetleri yoğunlaştırmak
• Düşman imkan ve kabiliyetlerini
belirleme yeteneğine
sahip olmak
• Düşman cephesi dağınıksa merkeze,
değilse
kanatlardan
birine taarruz etmek
•
Düşman hatlarını kesmek
•
Sonuna
kadar takip etmek
Bu
harekat şekilleri,
bu tarz uygulamanın en iyi sistem olduğunu geçmiş savaşlarda göstermiştir.
Bir
ordu, bir harekat bölgesine
yerleştiğinde, genellikle
stratejik mevzileri elde bulundurur. Düşmana doğru tutulan cephenin genişliğine, stratejik cephe denir. Düşmanın harekat
alanının
bir bölümünden iki veya üç hamlede
ulaşabileceği
cepheye de harekat cephesi denir.
Bir
sefer başlamak
üzereyken genellikle ordulardan biri diğerinin yapacağı saldırıyı beklemeye karar verir ve bir savunma hattı oluşturur. Bu savunma hattı ya
stratejik cephede ya da daha gerilerde olabilir. Bundan dolayı stratejik
cephe ile savunma hattı bazen çakışabilir. Bir ordunun kesin bir savunma hattı, yani
"savunma sadece bu hatta yapılır" gibi bir saplantısı olamaz, Örneğin bir
ordu bir yeri işgal
ettiğinde, kuvvetleri tek bir mevziye topladığında, stratejik cephesi yoktur;
ancak bu asla cephesiz bir harekat yapıldığı anlamına gelmez. Üzerinde savaşma ihtimali olan ve iki orduyu birbirinden ayıran bölge olan harekat cephesi, genellikle
harekat üslerine
uyumludur.
Harekat
cephesinin asıl harekat hattına dikey
olması ve cephenin her iki kanadının da
bu hattı yeterli derecede kapsaması gerekir. Bununla beraber
istikamet, yapılacak
planlara veya düşmana yapılacak saldırılara göre değişebilir.
Strate-
jik cephede oluşabilecek değişiklikler büyük
manevranın en büyük bölümünü oluşturur. Çünkü,
böyle yapmakla stratejik arazinin her iki yönü de kontrol altına alınmış ahir ve orduya iki yönlü bir üs kazandırma imkanı ortaya çıkar.
Savunma hatları, stratejik ve taktik olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi de iki çeşittir. Devamlı savunma hattı ve zorunlu savunma hattı.
Devamlı savunma hattı, tahkim edilmiş bir cephe hattı gibi ülkenin savunma sisteminin bir parçası olabilir.
Zorunlu savunma hattı, ordunun geçici olarak, belli bir zamana bağlı savunma yaptığı hattır. Yeterli genişlikteki her nehir, her dağ silsilesi ve her çeşit zayıf noktanın sağlamlaştırılması da zorunlu savunma hatları olarak kabul
edilebilir. Çünkü bu hatlar, düşmanın ilerlemesini bir süre için durdurup, daha zayıf bir nokta aramak için yön değiştirmesini sağlar. Bu durumda üstünlük tamamen stratejiktir. Eğer düşman önden saldırırsa, bu hatlar önemli ölçüde taktik avantaj sağlar. Çünkü, bir orduyu nehrin ilerisine veya tahkim edilmiş bir noktaya hücum
ettirmek, açık bir araziye saldırtmaktan daha zordur. Bu avantajların
çoğaltılması düşünülmelidir, aksi takdirde ordunun çözülmesine yol açan durumlara düşülebilir. Savunmadaki avantajlar ne olursa olsun, pasif kalan ve bütün saldırıları karşılamak zorunda olan tarafın
sonunda yenilmesi ve teslim olmak zorunda kalması kaçınılmazdır.
Stratejik mevziler,
bir süre için elde tutulan ve muharebelerdeki cepheden daha büyük
bir alanı kapsayan mevzilerdir.
Cepheler, savunma hatları
ve stratejik mevziler genellikle birçok değişikliğe neden olan durumlara bağlıdır. Fakat her durumda en iyi kural, harekat hattının bütün noktaları arasında muhabere bağlantılarının
kurulmasıdır.
Savunmada stratejik
cepheler ve savunma hatlarının
gerek ön gerekse yanlarının sağlam ve aşılması zor engellerle güçlendirilmesi
gerekir. Bu engeller destek noktalarını oluş-
turur. Stratejik
cephedeki bu destek noktalarına
harekat mihveri denir.
En iyi· sa\'unma hattı, savunma zorlandığı zaman hemen birliklerce kapatılabilecek ölçüde kısa olandır. Stratejik cephenin, kuvvetler önemli bir noktaya yoğunlaştırılması
gerektiğinde, buna engel olacak
kadar geniş
olmamasına dikkat edilmelidir. Bir ülkeye geçici veya devamlı işgal etmek amacıyla giren bir ordu, geçmişteki
savunma hattı deneyimleri ne kadar
iyi olursa olsun, gerekli önlemleri daima en iyi şekilde almalıdır.
Harekat bölgesi, gerek bağımsız gerekse diğer ordularla birlikte harekata giren bir ordunun, hedefine ulaşmak amacıyla harekat alanının belirli bir bölgesine
mevzilenmesidir.
Harekat bölgesi terimi harekat alanının
büyük bir bölümünü ifade etmekte kullanılır. Harekat hattı terimi ise, bu bölgenin
muharebenin cereyan ettiği kısmıdır.
Stratejik hat, gerek
tek yönde gerekse çeşitli
yönlerde harekat alanının karar noktalarını birbirleriyle veya harekat cephesiyle birleştirmesi nedeniyle önemlidir. Muharebe hatları harekat bölgesinin
tamamında çeşitli mevzileri elde tutan
ordunun muhtelif birlikleri arasındaki bağlantı yollarıdır.
Harekatbölgeleri, düşman mevzilerine verilen öneme, stratejik arazideki muhabere imkanlarına ve komutanın harekat planına göre
çeşitli bölümlere ayrıldıklarından, harekat hatlarından kısmen farklı
görünümdedir. Basit harekat hatları, bir cepheden harekata başlayan ordunun, kendi arasında bağımsız birliklere bölünmeden takip ettiği
hatlardır.
Savaş sanatı, bütün kuvvetlerin harekat alanının hedefinde toplanması
olduğu için ve bu temele dayandığı müddetçe, harekat hatlarının
seçilmesi harekat plamnın esasını oluşturur.
Eğer düşman kuvvetlerini geniş bir cepheye dağıtmışsa,
eniyi manevra hattı, onun merkezidir.
Ancak, mümkün olduğu kadar yanları ve geri bölgesi de hedef alınmalıdır.
Bazen bir ordu savaş sırasında harekat hattını
değiştirmek zorunda kalabilir. Bu, çok kritik bir durum olup, büyük
başarılara neden olduğu gibi, iyi uygulanmadığı takdirde büyük felaketlere de yol açabilir. Hatlar sadece dost
kuvvetler çok zor durumda kaldığında
değiştirilmelidir. Harekat hattının iki yanından düşman
temizlenmemiş ise, sıkıntı çıkar ve düşman çekilme
hattını tehdit edebilir.
Savaşlardan alınan sonuçlara bakıldığında, ülkenin doğal yapısı, nehirler ve dağlar;
orduların morali; halkın duygusal yapısı;
komutanların yetenekleri ve
enerjileri haritalardaki diyagramlarla değerlendirilemez. Geri çekilme hattının yanlarına düşman
güçlerinin yaklaşmasına fırsat verilmemelidir, fakat
bu kurala katı bir şekilde bağlı kalmak, düşman bir ülkede bir ordunun atacağı
her adımı önler.
Savaş metodik ve ölçüler isteyen bir kavram gibi görülmesine rağmen, onun canlı, cesur, kendinden emin, coşkun atılgan bir kavram olduğu da akıldan
çıkarılmamalıdır. Tersi, kalıp ve şekillere fazla bağlanmak olur, ki bu da yaratıcılığı
öldürür. Prensipler hiçbir zaman kısmen veya tamamen ihmale gelmez. Savaşı geometrik kurallara indirgemek, büyük generallerin dehalarını zincire vurmak ve abartılmış bilgiçliğin boyunduruğunu kabul etmek demektir.
Savaşlarda ihtiyat büyük rol oynar. Ordu komutanından takım
komutanına kadar her komutanın ihtiyata ihtiyacı
vardır. İki çeşit ihtiyat vardır. Muharebe ihtiyatı ve eğitim
ihtiyatı. İhtiyatsız ne taarruz ne de
savunma yapılabilir. Saldıran bir ordu, ileride düşman tarafından savunmaya geçmeye zorlanacağını hesaplayarak, harekat üssü ile cephesi arasına
ihtiyatlarını mevzilendirerek, onları muharebe alanında her an göreve hazır
tutmalıdır. Bu kuvvetler tehdit edilen noktaları desteklemek amacıyla
çok çabuk mevzi de- ğiştirebilmelidir.
Ana depoları, gerekli donanımı ve mühimmatı
hazırlayabilecek durumda olan ve
cepheye gidip gelen ihtiyat, çekirdek · personelle de
desteklenecek olursa, önemli görevleri yerine getiren yedek
bir güç kazanılmış olur. İhtiyatın arazinin duru-
. muna göre en uygun yere konuşlandırılması
ile ihtiyatın kul-
lanılma zamanının tayini, doğrudan komutanın yeteneğidir.
Dağlık bir ülkenin tamamı veya bir kısmı harekat alanı olabilir. Ülke tamamen dağlarla kaplı veya bir ordunun üzerinden açmak suretiyle, ovalara inebileceği dağ silsilesine sahip olabilir. En önemli nokta, açılması güç olan geçitlerdir. Bu geçider birer engel olup, bir defa ele geçirildikten sonra ise kuvvetlere çok üstünlük sağlar.
Aslına bakılırsa, dağ sırası bir defa ulaşılıp da muharebeler ovalara kaydırılırsa
dağlar nihai birer üs olarak büyük avantaj sağlar. Ordular geri çekilme
durumunda kaldıklarında ise geçici olarak sığınma imkanı
bahşederler. Burada dikkat edilecek önemli nokta, düşmana, kuvvetlerin zorda kaldığında böyle bir hatta geri çekilebileceklerini tahmin etme fırsatının
verilmemesidir.
Eğer çok dağlık bir ülke harekatın sadece bir bölgesini kapsayacaksa, dağların
önemi ikinci derecede kalır. O zaman bu dağları bir kale veya kuvvetli bir tahkimli bölge gibi düşünmek lazımdır. O zaman, ordu vadilerde savaşmalıdır. Vadi savaşlarının en kritik tarafı, vadinin doğal yapısını
oluşturan iki yandaki yükseltilerin, hakim tepelerin mutlaka taarruz edenin kontrolünde olması zorunluluğudur. Aksi takdirde vadinin bir kapandan farkı kalmaz.
Her tarafı dağlık olan bir ülke esas harekat alanını
oluşturuyorsa, yapılacak stratejik planlamaların esası, düz ülkelerdeki ilkelere dayandırılamaz.
Düşman harekat cephesine paralel olan manevralar, her
zaman çok zor ve bazen de olanaksızdır.
Böyle bir ülkede büyük bir ordu çok zor ve bazen de çok
sınırlı manevralar yapabilir. Düşman ise bu vadilere gözetleyiciler
ve ileri karakolları çıkararak, saldıranın manevralarını geciktirip, onu yenmek için gerekli zamanı ve malzemeyi elde edecektir. Vadileri ayıran sırtlar bir ordunun geçemeyeceği genişlikte patikalarla birbirine bağlı olduğundan, hafif birliklerle yapılacak çapraz yürüyüşler daha etkili olur.
Önemli doğal noktalar stratejik önem taşır, ancak büyük vadilerle bunlardan gelen akarsuların kesiştiği yerlerde sayıca az bulunurlar.
Kesin olan şudur: Aşılması güç bir veya iki geçidin
ele geçirilmesi, bütün bir ordunun yenilip
yok edilmesine sebep olabilir.
Eğer saldıran taraf güçlüklerle karşılaşırsa bu, savunmanın iyi yapıldığı,
dağların gücünü iyi kullandığı anlamına gelir. Bundan dolayı
saldıran taraf belirlediği hedeflere giden çıkış
noktalarını gizlemelidir. Diğer taraftan, savunma durumunda olan komutan,
kuvvetlerinin büyük bir kısmını düz bir bölgeye
yığabilir. Çünkü, düşman savunan tarafın bütün geri çekilme
yollarını tıkarsa, ki bunu ancak ovaya
inerek yapabilir, o zaman ovadaki kuvvetler onun gerisine savaşa girebilirler.
Dağlardaki stratejik savunma hakkında önerilerde bulunmak ve bu konuda birtakım
ilkeler ortaya koymak çok karışık bir iştir. Eğer
genişliği az olan tek bir cephe söz konusu ise ve bu cephe dört veya beş vadinin birleştiği bir yerden oluşuyorsa ve sırtını dağlara
dayıyorsa, çözüm basitleşir. O zaman yapılacak iş, vadilerin en dar yerleri olan dönemeç noktalarında tahkimat yapıp beklemek gerekir. Buralara birkaç piyade tugayı yerleştirip, ordunun geri kalan kısmı vadilerin kavşaklarında yedek güç olarak tutulmalıdır. Bu ihtiyat kuvvetleri, herhangi bir tehlike durumunda ilerideki kuvvetlere yardım
edebileceği gibi, beklenilmeyen bir düşman hareketine karşı da koyabilirler.
Yüksek dağlarla kaplı bir ülke taktik bakımdan savunmaya elverişliyse, bu stratejik yönden
de geçerlidir denilemez,
olmayabilir. Çünkü, dağlık
bölgeler birliklerin dağılmasına yol açar. Buna karşı alınacak
önlem, bölük seviyesindeki birliklerin hareket kabiliyetini artırmak; onları, taarruzu daha bağımsız olarak yürütebilecekleri
hale getirmektir.
Dağlık ülkelerdeki harekatla cesaret ve kahramanlık fak-
törleri her
türlü kuraldan çok daha
önde gelmektedir. Eğer savaş insanların kutsal bir nedenden dolayı kendilerini
inatla savunduğu
bir ulusal savaş niteliği taşıyorsa, dağlık ülkeler bu amaçla savunmaya
en elverişli
yerlerdir. O zaman her türlü ilerleme
düşmana
pahalıya mal olur. Ancak bunda başarılı olmak
için en iyi yol halkın desteği; halkın da düzenli bir
ordu tarafından
desteklenmesidir. Düzenli bir
ordu olmadan halk daima yenilmeye mahkumdur.
Dağlık bir
ülkeyi
işgal etmek düz bir
ülkeyi
işgal etmekten
daha zordur, çünkü
dağlık memleketlerde büyük orduların yayılması için gerekli muharebe alanları az
bulunur ve savaş birbirini takip eden küçük muharebelerden
oluşur. Bu durumda çıkışları düşman tarafından kapatılmış dar ve derin bir vadi içinden geçerek bir noktayı ele
geçirmek
tedbirsizliği bir
ordunun tehlikeye atılmasına
neden olabilir. Düşmanın vadileri
ayıran
bütün sırtlardan atılması gerekir.
Dağlarda
halk da yardım ederse,
disiplinli bir kuvvet kendisinden üç kat
fazla kuvvete karşı
ülkesini savunabilir.
Bir
generalin her zaman stratejik noktalardan birini diğerine
tercih etme olanağı
olmadığından, kuvvetlerini
devamlı ve esnek bir şekilde düşmanın tecrit edilmiş kuvvetleri
üzerine yığarak ve
onları yenerek savaşın hedefinin
bir bölümünü
ele geçirmesi en
yerinde harekettir. Ordusunu iyi yönlendiren ve onların hareket
yeteneğini
sürekli kılan ve
çevik tutan bir komutan, hem kazanacağı zaferler hem de bunlardan çıkaracağı büyük sonuç ve tecrübelerle kendisini daha güvende hissedebilir.
Stratejinin
Yumruğu
Muharebeler
M
uharebeler, orduların ulusal politika ve stratejik sorunlar üzerine verdikleri mücadeleden
doğan gerçek çalışmalardır. Strateji, orduları harekat bölgelerinin karar noktalarında
yöneltir ve sonuçları önceden etkiler.
Taktik ise cesaret,
yetenek ve malzemeyle desteklenen ordulara zafer kazandırır.
Büyük taktik, savaşın başlangıcında ve devamında gerekli düzenlemeleri planlama sanatıdır. Strateji gibi taktik düzenlemelerde de önde gelen ilke; eldeki güçlerin, düşman kuvvetlerinin önemli bir bölümünden
sonuç alınabilecek gibi yığılması ve tertiplenmesidir.
Muharebeler savaşın
sonucunu belirleyen eylemlerdir. Bazen önceden düşünülemeyen olaylar nedeniyle de düşman stratejik bir
harekatla da saf dışı
edilebilir. Tam tersine, büyük stratejik düzenlemeler olmadan muharebeler sayesinde kesin ve tam bir zafer elde edilebilir. Ancak
her şeyden önce ulusunki kadar, ordunun moralinin de zaferlerin ve kesin sonuçların alınmasında büyük rolü
vardır. Çok önemli olan diğer bir konu ise, manevraları
zamanında ve büyük bir beceriyle yapmasını bilmektir. .
Üç çeşit muharebe vardır:
1.
Savunma: Bu durumdaki
ordu gerekli düzeni alarak düşman
saldırısını bekler.
2.
Taarruz (saldırı): Bir ordunun, mevzilenmiş
olan diğerine hücumudur.
3.
Tesadüf muharebesi: Yürüyüş halindeki iki ordunun aniden karşılaşması sonucunda yapılan muharebelerdir.
Savunma Muharebeleri
Bir ordu düşman saldırısını beklerken, mevzilenerek birsa- vunma hattı oluşturur. Bir ordu muharebede,
mevzilenme olarak adlandırılan
düzene tam manasıyla bağlı kalmadan da düşmanı kritik bir noktada beklemeyi uygun görebilir. Bu daha önceden savunma amacıyla
seçilmiş kuvvetli bir nokta olabilir. Böyle bir tertiplenmeyi, kuşatmayı gizlemek amacıyla da alabilir.
İki tür mevzilenme vardır:
1.
Stratejik mevzilenme
2.
Taktik mevzilenme
Taktik mevzilenme de çeşitli bölümlere ayrılır. Öncelik, az veya çok gizlenmeyle ilgili; düşmanı beklemek için yapılan siperlerdir. Bundan sonra, ordunun zaman kazanmak amacıyla toplandıkları güçlü doğal mevziler gelir. Son olarak da savunmayı derinliğine sürdürebilmek için birbiri gerisindeki yedek ve değiştirme mevzileri yer alır.
Mevzilerde aranan özellikler, düşmanın imkan ve kabiliyeti ile arazinin özelliklerine
göre değişebilir. Her zaman hakim olan
sarp ve ulaşılması zor yerlere mevzilenme düşüncesi geçerli olmayabilir. Mevzilerin güçlü olması için tek çare, sarp ve ulaşılması güç mevziler değildir. Mevziler elde tutma amaçlarına göre değişikliğe uğrayabilıneli, ordunun gücünü
oluşturan çeşitli birliklere birçok avantaj sağlamalı ve düşman taarruzlarını aksatacak engellere sahip olmalıdır.
Savunma durumunda,
yanlarla birlikte cephenin bazı bölümleri de sağlamlaştırılmalı ve düşman merkezden saldırıya
geçmeye zorlanmalıdır. Her şeye rağmen savunmadaki ordu, koşullar elverir vermez, zamanı geldiğinde saldırmasını bil- melidi_r ve en çıkar yol da budur.
Stratejide inisiyatifi
elde bulunduran ordu, kuvvetlerini sevk ve idarede üstünlük sağlar ve düşmana
istediği yerde ve zamanda darbe
indirebilir. Savunmadaki ordu ise her yönden saldırı olasılığını bekler ve
hareketlerini olası düşman
saldırılarına göre düzenler. Taktik düzeyde harekat daha küçük
bir arazi parçasını içine alır ve inisiyatifi ele
alan taraf hareketlerini düşmandan gizleyemez. Bu nedenle de karşı taraf ihtiyatlarını kullanarak karşı saldırıya
geçebilir. Düşmana doğru ilerleyen taraf onun
savunma mevzilerine gelmeden önce çeşitli arazi arızalarını, engelleri aşması gerekir: Küçük bir dere, çalılık, çit,
çiftlik evleri ve köyler ister devamlı isterse geçici olarak ele geçirilsin,
saldıran tarafın ilerlemesini sınırlar ve zaman kaybına neden olur. Düşman
topçusunun devamlı ateşi ve bu ateş altında ilerleyen askerlerin bir derecedeki zihinsel huzursuzlukları da buna eklenecek olursa, güçlükler büsbütün artar. B_ütün bunlar, taktik harekattaki inisiyatifi elde bulundurma üstünlüğünü olumsuz biçimde etkiler.
Ne kadar sağlam bir savunma sistemine sahip olursa olsun, bir orduya taarruz edildiğinde er geç, onun mevzilerinden sökülüp
atılması kaçınılmazdır. Ancak savunan ordu, fırsat yakaladığında bir karşı saldırıya
geçebilirse, iyi sonuçlar alabilir.
Saldırı Muharebeleri
Bir ordunun mevzilenmiş olan diğerinin
üstüne yürümesine saldırı denir. Hücum eden taraf genellikle savunana karşı moral üstünlüğüne sahip olup, daha zekice davranır.
Taarruz kararı verilir verilmez bunun bir düzene göre yapılması planlanır. Buna, muharebe düzeni
denir. Ekseriya, harekat sırasında plansız hücum durumu ortaya çıkabi-
lir, çünkü düşmanın durumu tam bilinmez. Her muharebede savaşın temel ilkelerinin uygulanmasına özen gösterilmelidir. Her hareket, son darbeyi hedefe indirecek şekilde yapılmalıdır.
Saldıran, düşmandan sayıca üstünse, savunmanın iki kanadına birden saldırmalı,
sayıca denk veya azsa bir kanadına yüklenmelidir. İki veya bir kanada da saldırılsa, sıklet merkeziyle saldırılmayan taraf veya taraflarda da düşman cephesine baskı sürdürülmelidir.
Taarruza dayalı bir muharebenin hedefi; düşman ordusunu imha etmek değilse, onu bulunduğu yerden çıkartmak veya hatlarını kesmektir. Düşman ya hattındaki herhangi bir noktadan veya kanadından atılarak arkasına geçilir veya her iki yöntem
de aynı anda kullanılır. Muharebe düzeni, hangi hedefler ele geçirilmeyi düşünülüyorsa ona göre seçilir. On bir çeşit muharebe düzeni vardır:
1.
Basit ve paralel duzen
2.
Savunma ve saldırıyla kullanılan kancalı paralel düzen
3.
Bir veya iki kanatta sağlamlaştırılmış düzen
4.
Merkezden sağlamlaştırılmış düzen
5.
Basit eğri düzen veya yana yapılan
saldırılarda kullanılan eğri düzen
6.
Bir veya iki kanada
birden uygulanan dikey düzen
7.
İçedönük düzen
8.
Dışadön.ük düzen
9.
9. Bir veya iki kanada
uygulanabilen kademeli düzen
10.
Merkeze uygulanabilen
kademeli düzen
11.
Hem merkeze hem de
yana uygulanan düzen
Bu düzenlerin her biri ya tek başına
veya düşman hattını yaracak olan güçlü bir kolun yapacağı manevra ile birlikte kullanılır. Hangi düzenin daha iyi olduğu ve doğru
seçildiği, temel prensipleri ne kadar karşıladığıyla ilgilidir.
Şu bilinmelidir
ki, bu düzenler
hiçbir zaman kalıplaşmış geometrik şekiller olarak
anlaşılmamalıdır.
Muharebe düzenini, kağ1da çizilen birtakım düzgün şekiller veya talimgah düzeni olarak
ele alan bir komutan büyük hataya
düşer ve yenilgisi kaçınılmaz olur. Bu hatalar özellikle şimdiki savaşlarda sık sık tekrarlanmaktadır.
Muharebe
taktiğinde
esas güçlük, birçok birliğin aynı anda harekata katılarak gayretlerinin
birleşmesi
sonunda ortaya çıkacak saldırının, zaferin koşullarını hazırlamalarıdır. Yani esas zorluk, birçok birliği en son yapılacak manevra
için bir araya getirmek ve bir mızrak gibi
hedefe yöneltmektir.
Verilen
emirlerin tam anlaşılmaması,
astlar tarafından _yerine getirilme şekli, bazılarının uygulanmasında aşırıya
kaçma, bazılarında ise
eksik uygulama ve bunları takip etmedeki aksaklıklar muhtelif birliklerin koordineli çalışmalarına engel olur ve hesaplanamayan rastlantılarla da kararlaştırılan yerde tam zamanında bulunmayı önler. Buradan iki şey ortaya çıkar:
0
.
Bir son (nihai) manevra ne kadar basit olursa o kadar başarılı olur.
0
.
Harekat sırasında
değişen durumlara göre yapılan ani manevralar önceden planlananlara
kıyasla daha başarılı olabilir.
İster önceden isterse muharebe sırasında planlanmış olsun, bir komutanın muharebenin
en kritik noktası
üzerinde iyi bir sonuca varmak için düzen alırken bir çaba sarf
etmelidir. Bu da ancak düşman muharebe
hattının
yönünü iyi incelemesi ve bunu önceden kestirebilmesiyle
başarılabilir.
Bundan
dolayı, general dikkatini gözetleme ve
istihbarat üzerine
toplamalı, kuvvetlerinin üçte birini
düşman
hareketlerini
izlemeye ayırmalı,
diğer üçte ikisini de ele geçirilmesi halinde kendisini zafere götürecek hedefe
yoğunlaştırmalıdır.
Bilimsel
esaslara göre muharebe etmek ıçın aşağıdaki noktalar göz önünde bulundurulmalıdır:
0
Saldırıya dayalı bir muharebe düzeni her
türlü
aracı kullanarak düşman mevzilerini
zorlamalıdır.
0
Manevralar
kanatlardan birine, her ikisine veya merkeze yöneltilmelidir. Düşmanın yanlarına yapılan manevralar onu, yerini ve
mevzisini değiştirmeye
zorlar.
0
Yapılan planlamalar
saldırı
anına kadar düşmandan gizlenirse,
başarı ihtimali artar.
e Merkeze ve kanatlara aynı anda
yapılacak
bir saldırı, eldeki
kuvvetler sayıca
üstün değilse savaşın temel
prensiplerine ters düşer.
0
Manevra
ordunun yarısıyla
düşmanın kanatlarından birine
yapılacaksa,
diğer yarısı hücum kademesinin
hemen gerisinde tertiplenmelidir.
0
Muharebe
düzenlerini
koşullara göre yeniden
düzenlemek; tek bir hat veya bir nokta üzerinde toplanılabilir.
0
Savunmanın maksadı; saldıranın planlarını aksatmak, yaklaşmasını önlemek, güçlü bir ihtiyat bulundurmak, düşmanın hiç beklemediği bir zaman ve yerde karşı saldırıya geçmektir.
Kuşatma ve Çevirme Muharebeleri
Her
ikisi için de temel prensip, düşmanın savunma
için
tertiplendiği hat
veya mevzileri, bütün cephe boyunca muharebe
etmeye zorlayarak onun bir veya iki kanadından birini seçerek gerisine
sarkmaktır.
Kuşatma ve
çevirme
arasındaki fark şudur:
Kuşatma düşmanın ateş ve manevrası altında cereyan edecektir, çünkü onun
bir veya iki kanadına
doğrudan yapıldığı için karşılıklı çarpışma devam etmektedir. Saldıran tüm gücünü aynı noktaya topladığından ve her zaman kanat veya
0
kanatlar savunmanın merkezine nazaran zayıf olacağından, bu noktadan mevzilerin
yarılması büyük
ihtimalle mümkün olacaktır:
Çevirme ise, düşmanın savunma hat ve mevzilerine hiç çarpmadan, geniş bir kavis atılarak onun savunma hattının
arkasına geçmektir.
Kuşatma ve çevirme, zeki ve atak bir general komutasında, tecrübeli ve yorgun olmayan kıtalarla, savaşın temel ilkelerine sadık olunarak yapıldığı takdirde, savaşı da muharebeleri de en erken zamanda bitirecektir. Sürat ve daha çok sürat, kuşatma ve çevirme
harekatının özüdür.
Tesadüf Muharebeleri
Yürüyüş halindeki veya yaklaşmakta olan iki ordunun karşılaşması neticesinde cereyan
eden muharebelerdir. Her iki ordunun da beklemediği ani bir çatışma olur. Çünkü, her ikisi de birbiriyle karşılaşmayı ummadıkları bir yerde rastlaşırlar. Böyle bir durum, bir komutanın
olağanüstü hallerde duruma hakim olma yeteneğini ortaya çıkartır. Bu komutanın yetenek ve kapasitesi fazla olmasa bile cesur, disiplinli ve eğitimli birliklerle muharebeyi kazanmak her zaman mümkündür. Rastlantı sonucu yapılan muharebelerde şans
o kadar büyük rol oynar ki, bu tip muharebelere kurallar koymak çok da uygun değildir. Bununla birlikte, savaşın temel ilkelerine
dayanarak hareket edilebilecek birçok
durum ve uygulama metotları vardır.
Baskın, sadece uyuyan veya güvenliği zayıf olan düşmana karşı
yapılan bir hareket değildir. Bir kanadın
kuşatılması da baskındır, düşmanı hazırlıksız yakalayarak bir hedefe saldırmak da baskındır. Ne yapılacaksa, esas olan, düşmanı tepki veremeyeceği ve karşı
koyamayacağı biçimde yakalamak; bir şey yapacaksa da geç
kalmasını sağlayan her şey baskındır.
Hile yapılmadan, taktik örtü ve aldatma olmadan baskın yapılamaz.
Sinir Savaşı Stratejisi
B
ir savaşın enzor harekatı geri çekilmelerdir. "Bir ordunun geri çekilmeyi nasıl başardığını hayal bile
edemiyorum" sözü
her şeyi anlatmaya yeter. Kaybedilmiş bir muharebeden sonra bir ordunun fizik ve moral durumunu, düzenini korumadaki gücü,
bozulmanın neden olacağı felaketler düşünülecek olursa, en deneyimli komutanların bile neden böyle bir harekata girişmeyi
göze alamadıkları çok iyi anlaşılır.
Nasıl bir çekilme uygulanacaktır? Muharebe bütün tehlikeler göze alınarak
karanlığa kadar devam edecek ve birlikler karanlık basınca mı çekilecektir? Yoksa son ana kadar bekleyip de düşman kuvvetlerine güçlü bir şekilde karşı koyarak mı çekilmek gerekir? Bütün gece yürüyüş
yaptıktan sonra mı düşmana karşı koymalı, yoksa biraz yürüyüşten
sonra muharebeye devam mı etmeli? Bunlardan her biri bazı durumlarda etkili olabilmesine rağmen, bir ordunun yok edilmesine de neden olabilir. Karanlık basana kadar bütün
gücünüzle muharebe etmeye kararlıysanız, bunun sonucu acı bir yenilgi olabilir. Karanlık bastıktan ve hiçbir şey tam olarak görünmez olduktan sonra çekilmeye
karar verirseniz, ordunun disiplin ve düzenini nasıl sağlarsınız? Muharebe alanını öğleyin
terk ederseniz, düşmanın tam da muharebeden vazgeçeceği bir sırada siz de aynı şeyi
yaparsınız. Eğer birlikleriniz bunun farkına varırlarsa, onların güvenini
kaybedersiniz. Saldıran düşman karşısında gün ortasında geri çekilirken, bunun bir bozgun olmadığını da söyleyebilirsiniz.
Nedenlerine göre çekilme çeşitleri vardır. Bir komutan
kendi
birliklerini kendi kararıyla,
düşmanı mevzilenmeye zorlamak için geri
çekebilir.
Bu, kendi inisiyatifiyle çekilme, çekilmeden ziyade tedbirli bir manevradır.
Bir
komutan savunmada düşman
tarafından tehdit edilen
bir noktanın
takviyesi için çekilebilir. Bu nokta yanlarda ve geride daha önceden hazırlanmış yedek mevzilere olabilir. İkmal yerlerine
yaklaşmak
için geri çekilebilir. Muharebeyi kaybeden bir ordu çekilmek zorunda
kalır.
Çekilmeye etkili olan faktörler sadece
bunlar da değildir.
Onların özellikleri ülkeye, katedilecek
mesafeye ve aşılacak
engellere bağlıdır. Çekilmeler özellikle düşman ülkesinde
çok tehlikeli olur, çünkü orduların kendi ülkelerine ve harekat üslerine olan
uzaklıkları
çekilmeyi çok zor
ve ıstıraplı
bir duruma sokar.
Çekilme beş düzenden biriyle yapılır:
1.
Tek
yoldan bir bütün halinde yürümek (intikal
etmek),
2.
Orduyu
iki veya üçe
bölerek yürümek,
3.
Tek
cephe halinde birkaç yoldan yürümek,
4.
Bir
noktada birleşen
yollardan yürümek,
5.
Muhtelif
yönlere
dağılan yollardan yürümektir.
Çekilen bir
ordu gerek fiziksel gerekse moral bakımından çöküntü içerisindedir, çünkü çekilme
sayıca azlığın yanında, geriye
doğru bir manevradır. Böyle bir ordu çekilme için asla kuvvetlerini bölmemeli ve
eğer birbirlerini destekleyemeye-
cel<lerse, birkaç kola ayrılmamalıdır. Diğer çekilme düzenleri, hiç hesapta olmayan koşullar için uygulanabilir, ama ilke şu olmalıdır: "Yolda birlik, kuvvette
birlik."
Harekatın tipi
ne olursa olsun ve genel seyir ne gösterirse göstersin, bir ordu geri çekiliyorsa kesinlikle takip edilmelidir. Takip edilen, en iyi çekilmelerde bile üstünlüğü düşmana kaptırmıştır. Çekilenin ikmal ve takviyeye olan mesafesi çok uzaksa,
çekilmenin
zorlukları daha da artar ve bu da takip eden
düşmanın
üstünlüğünü kaçınılmaz hale
getirir.
Takip
harekatının
çevikliği generallerin karakterine ve orduların fizik
ve moral güçlerine
bağlıdır. Takip harekatına kesin kurallar koymak esnekliği ortadan
kaldırır,
ama bazı noktalar
dikkatten uzak tutulmamalıdır:
Takip
harekatını
çekilen düşmanın yanlarına yöneltmek daha
yerinde olur. Düşmanın
harekat hatlarına dikey
ve çapraz girilirse etki artar. Düşmanın etrafından dolaşırken çok geniş kavis çizilirse, onu tamamen gözden kaybetme
ihtimali vardır.
Takip
harekatı
mümkün olduğu kadar
çevik
yapılmalıdır. Bu,
özellikle
kazanılan bir muharebenin ardından büyük önem taşır. Morali bozulmuş bir
ordu iyi takip edilirse, tamamen
bozguna uğratılabilir.
Başarılı bir
çekilme
harekatının en
iyi yollarından
biri subay
ve askerleri, önden
olduğu kadar geriden gelen düşmana da
aynı azim ve güçle direnilebileceğine inandırmaktır. Birlikleri kurtarmanın en iyi yolu da çekilme sırasında disiplin ve düzenin bozulmamasıdır. Her zaman olduğu gibi
sıkı disiplin, düzenin korunması için en iyi yoldur. Özellikle de
geri çekilmelerde bunun özel bir
yeri vardır.
Savaş bir
bütün olarak ele alındığında, bilim mi yoksa sanat mı tezi
de, sanat ağırlıklıdır.
Kendi başına strateji,
pozitif bilimlerdeki gibi kesin kurallara indirgenebilir. Ancak savaş bir
bütün olarak ele alındığında, bunu yapmak çok doğru olmayabilir. Diğerleri arasında, muharebeler bilimsel kuralların dışına çıkarlar. Çünkü muharebe, insanların kaliteleri, davranış ve
düşünceleri
gibi pek çok şeyden etkilenir. Toplumları tahrik eden ihtiraslar, bu
kitlelerin savaşma yetenekleri, komutanların enerji ve becerileri, ulusların askeri
ruhu, kısacası
savaşın şiiri ve
metafiziği
denilebilecek her şeyin onun
üzerinde kalıcı etkileri
vardır.
Acaba
tarihteki büyük zaferlerin nedeni savaş önderlerinin bir önsezi veya
ilhamı
mı, yoksa birliklerin sahip olduğu üstün cesaret ve disiplin mi? Temel kuralların kaçınılmazlığı
kadar,
insandan insana değişen,
morali yüksekken farklı, morali bozukken farklı hal
ve tavırlar
gösteren askerlerin ruh halleri de duruma
ve şartlara
göre değişmektedir.
Bir
ordunun, özellikle
de subaylarının morali, savaşın kaderinin
belirlenmesinde büyük etkisi vardır. Bilhassa
da bölük ve batarya gibi kendi kadro ve kuruluşuyla, bağımsız görevler yapabilecek olan teşkillerin başındaki "Yüzbaşılar" . ve onların savaşma azmi, değil muharebelerin,
savaşların
bile sonucunu belirleyebilir.
Evrensel savaş tarihine ait bir veciz söz vardır: "Yüzbaşıları savaşma ve kazanma isteğinde olmayan ordu zafer kazanamaz. "
Moral,
ruhsal nedenlerden meydana gelen fiziksel etkilerle
ortaya çıkar.
Örneğin, düşman hatlarına yirmi
bin gönüllü
ve cesur asker tarafından yapılacak şiddetli bir saldırı, altmış bin morali bozuk ve şaşkın asker
tarafından
yapılacak saldırıdan çok daha
güçlü ve etkili olur.
Strateji,
daha önce de açıklandığı gibi, bir ordunun kuvvetlerinin büyük bir
bölümünü
harekat alanında veya
bir bölümünün
önemli bir noktasında toplama sanatıdır.
Taktik,
orduların
iyi planlanmış intikallerle (yürüyüşler) önemli noktalara sevk edilmesi, yani onların muharebe
alanında
uygun zamanda uygun yerde bulundurulmasını sağlama sanatıdır.
Savaşın teorilerini
çok iyi bilen ancak durumu bir bakışta değerlendiremeyen, soğukkanlı ve becerikli olmayan bir komutan çok iyi
bir stratejik planlama yapsa da düşman karşısında taktik kuralları uygulayamaz.
Planları
başarıyla uygulanamadığı gibi,
yenilgiye uğraması
da kuvvetle muhtemeldir. Eğer soğukkanlı davranabilirse, başarısızlığın kötü sonuçlarını hafifletebilip
davranamazsa ordusunun tamamını kaybeder.
Diğer taraftan aynı komutan, iyi bir stratejist
ve taktikçi olabilir ve elindeki araçları en iyi şekilde kullanarak zaferin
kazanılması için bütün planları yapabilir. Bu durumda, onun astları ve
birlikleri de iyi olursa zaferi kazanma ihtimali daha
da
kesinleşir.
Fakat birlikleri disiplin ve
cesaretten yoksun olur, astları da
ona ihanet eder ve aldatırsa,
zafer rüyaları uçup gider ve onun üstün nitelikleri
kaçınıln1az
bir yenilginin getireceği felaketin etkisini azaltmaya
ancak yeterli olur.
Bir
ordunun morali bozuk olduğunda, zafere ulaşmak için uygulanabilecek hiçbir taktik
düzen
işe yaramaz. Birliklerin şu veya
bu şekilde
düzenlenmesiyle veya
kurallara bağlı
kalıp kalmamakla zaferin kesin olarak kazanılacağına ve kaybedileceğine de inanılmamalıdır.
Tabii
bütün bunlar, savaşın sağlıklı kurallarının olmadığı ve uygulandıklarında başarı olasılığının
artmayacağı sonucuna
da götürmemelidir.
Anlatılmak istenen, esneklik ve belirsizliklerin her zaman her yerde ortaya çıkabileceğidir.
Teoriler,
insanlara ortaya çıkabilecek
her durumda nasıl hareket
edeceklerini matematiksel olarak bir açıklıkla öğretilmesidir. Ancak, insanlar da kaçınılması gereken hataları çok iyi bilmek zorundadırlar. Burası, üzerinde düşünülmesi
gereken çok önemli bir noktadır, çünkü cesur ve disiplinli birlikleri sevk ve idare eden yetenekli komutanların elinde bu prensip
ve kurallar, orduları
büyük olasılıkla kesin
zafere götürür.
Geriye
sadece iyi ve kötü
kuralların birbirinden ayırt edilmesi
kalır.
Kötü kural meselesi bazen iyi sonuç, bazen
de hüsran yaratma ihtimali olan, uygulayıcının meziyetlerine göre değişebilen kurallardır. Kabahat kuralda mı yoksa
beceriksizce uygulayanda mı meselesi
ortaya gelir. Komutanların
ve birliklerin savaşabilme yetenekleri iyi kuralları kötülerden ayırt edebilme derecesine göre artar.
Yeteneğin
kazanılabil- mesi
için de birtakım prensiplerin
bilinmesine ihtiyaç
vardır. Vasıtaların büyük bir
bölümü uygun yer ve zamanda kullanılırsa, savaşla ilgili her prensip iyidir.
Eğer bir
general savaşın
dramı içinde başarılı bir
aktör olmak istiyorsa, onun ilk görevi harekat
alanını dikkatli olarak
incelemek olmalıdır.
Böylece, harekat alanının kendisine
ve düşmana
sağladığı üstünlük ve
sınırlamaları
açıkça görür.
Bundan sonra yapılacak iş, harekat üslerini
hazırlamak, en uygun harekat bölgesini seçmek ve bunları yaparken de savaş
sanatının temel ilkelerini göz önünden ayırmadan harekat hat ve cephelerini oluşturmaktır.
Taarruz eden bir ordu
genellikle manevra hedeflerini iyi seçmeye çalışarak düşmanı bozguna uğratmaya
çalışır. Sonra müteakip harekatın hedefini seçerek, ilk harekatın başarı durumuna ve coğrafi
hedefleri önem derecesine göre sıralar. Diğer taraftan, savunan ordu düşmanın
ilk ilerleme hareketini durdurmaya çalışır. Bunu yaparken, düşman
hareketlerini savaşın sonucunu tehlikeye
aunadan geciktirir, düşmanı
yorup çeşitli bölgeleri elde tutmak için dağılıncaya kadar son darbeyi indirmez, tahkimatları gizler, kuşatmaları örter ve harekat hatlarını korur.
Biri çıkıp da savaşın kural ve ilkeleri olmadığını iddia ederse, ona acımak ve dünya savaş tarihine özlü sözlerden biri olarak yer almış
olan, Büyük Friedrich'in ünlü sözünü hatırlatmak gerekir: "Prens Eugen'in emir ve komutası altında yirmi sefere katılan bir katırın,
başlangıçtaki taktik bilgisi ne ise
sonuncusunda da aynıdır."
Temelini uygun prensiplerden alan doğru teoriler, savaşlarda edinilen deneyimler ve savaş tarihinden alınan derslerle geliştirildiğinde,
geleceğin komutanlarının yetişeceği en gerçekçi okulları oluştururlar. Bu okullardan yetişecek
olanlar ulu birer önder olmasalar bile, bunların
yanında ikinci dereceden yer alabilirler.
Savaş silah ve araçları gelişmelerini hızla
sürdürerek savaşı daha kanlı ve daha karanlık bir safhaya götürmektedir.
Bunu engellemeye çalışanlar ise, silahlanma faktörü
karşısında, zayıf mevzileri zayıf kuvvetlerle elde tutmaya çalışanlardan farksız bir durumdadırlar.
Uluslar bu korkunç silahlanmaya sınırlandırmalar
koyacak yasaları benimsemedikleri sürece de bu yarış devam edip gidecektir. Yapılacak tek şey, en azından, komşu ve çevre ülkelerle güç dengesini eşit düzeyde tutmaktan başka çare yoktur.
Jomini
A
ntoine Henri Jomini
1776 yılında,
İsviçre'nin Fransa kesiminde bulunan Vaud kantonunda doğmuş; orta halli olan
ailesiburayaJomini dünyaya
gelmeden birkaç nesil önce göç etmiştir. İleride tüccar veya bankacı olacak şekilde klasik bir burjuva öğretimine tabi tutulmuştur. Fransız ordusunda ücretsiz, hemen hemen gayriresmi bir görev almayı başardığı zaman Paris'te bir
bankada çalışıyordu. General Bonapart'ın
İtalya zaferi dünyada yankılanırken, o 17 yaşındaydı. Maceradan ziyade, belki yükselme
hırsı ve kesinlikle meraktan dolayı, bu genç İsviçreli de asker olması
gerektiğine karar verdi. Gerçek bir yönetim kabiliyetine sahip olması sayesinde Fransız ordusu ikmal hizmetleri kısmına girmeyi başardı. Amiens barışı
sırasında ticaret hayatına döndüyse de, savaşın yeniden patlaması
üzerine Napolyon'un ünlü generallerinin en önünde gelen Mareşal Ney'in kurmay başkanı
oldu ve Austerlitz'de doruğa erişen büyük sefere katıldı.
Askerlerle geçen altı yıl içerisinde Jomini savaş sanatı
hakkında epey konuşmuş ve düşünmüştür. Onun askeri ko- _nuları
süratle kavrayışı ve çok yönlü düşünüşü Ney'i etkilemiştir. Amiens barışından sonraki savaşsız geçen
sürede Büyük Friedrich'in zaferleri
ile ilgili yazılarının ilk ciltlerinin basılmasında
ona Ney yardımcı oldu. Bu yazılarında Jomini askeri düşüncelerle
ilgili bazı genellemeler yapmış ve Fried- rich ile Napolyon'un generallerini mukayese etmiştir. Jomini Napolyon'a kitabından bir nüsha ulaştırmayı başarmış ve imparator da Austerlitz'den sonraki durgunluk süresinde kitabın
bir kısmının kendisine okunması için vakit ayırmıştı. Yazarın Napolyon kavramını
anlamadaki içgüdüsel gücü- imparatoru
etkileyince, albay rütbesi ile Fransız ordusunda yer aldı.
Jena seferi
Napolyon'un zihnini kurcalamaktaydı. İmparatorun bu konuyla ilgili generalleriyle yaptığı genel bir toplantıdan dört gün sonra Jomini imparatoru görebilmek için izin istedi. Jomini, 1806 Eylülü'nde İmparator tarafından kabul edildi.
Napolyon, Jomini'ye kızgınlıkla sordu: "Bamberg'e gideceğimi kim söyledi sana?" Jomini cevapladı: "Almanya haritası Haşmetmeap ve Marengo ile Ulm seferleriniz." O, Napolyon'un politik ve askeri
stratejik düşünce
tarzını fevkalade bir şekilde, sanki onun zihninin içerisinde yaşıyormuşça- sına anlayabiliyordu.
Fransız orduswıda tuğgeneralliğe yükselmesine; Prusya, İspanya ve Moskova seferlerine katılmasına; Rusya seferi sırasında Vilna ve Smolensk valiliği yapmasına rağmen Jomini hiçbir zaman bağımsız
bir komutanW< yapmamıştır. Terfi ettirilmemesi ve komutanlık sorumluluğu verilmediğinden istifa eden Jomini 1813'te Rusların hizmetine girmiştir. Bu tavrı Fransız
tarihçilerinin ona karşı olan ilgilerini azaltmamış, aksine Fransız öğretmenler tarafından
kitabı, ders kitabı olarak okutulmaya devam etmiştir. Rusların hizmetindeyken ölene kadar general rütbesi taşımıştır. Danışmanlık yapmış ve Rus Askeri Akademisi'nin kuruluşunda büyük rol oynamıştır. Kırım Savaşı sırasında Rus imparatoru sık sık ondan fikirler almış, III. Napolyon İtalya macerasına atılmadan önce onunla 1859'da tanışmıştır. 1869'da Paris'te öldüğü zaman Jomini'nin kitapları dünyanın her tarafında askeri öğretimde
kullanılıyordu ve o bir kahin gibi
kabul edilmiş olmanın
hazzım ölümünden çok önce yaşamıştır.
Jomini'nin savaşla ilgili eserleri iki gruba ayrılabilir: Tarihi eserler ve
teorik eserler veya incelemeler. Bu kesin bir ayrım değildir, çünkü Jomini savaşı
etkileyen prensipleri sürekli olarak tüm eserlerinde incelemiştir. Jomini genellikle hakkında yapılan eleştirilere cevap teşkil
eden birkaç kısa kitap da yazmıştır. İlk önce
27 cilt halinde basılan tarihi eserleri Büyük
Friedrich'in savaşlarını ve 1792'den 1815'e
kadar olan Fransız ihtilali ve Napolyon savaşlaniıı kapsar. Yedi Yıl Savaşları ve ihtilal savaşları
ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Napolyon'un askeri hayatı ise daha kısa olarak 4 ciltte toplanmıştır.
Bu eser 1827'de Napolyon'ım Siyasi ve Askeri Hayatı adı altında yayımla:ıimıştır.
Jomini'nin askeri
tarihi sürükleyici bir üslupta olmamak- la· beraber, türünde yazılanlardan farklıdır. Anlaşılır bir dille ve ayrıntılar
içinde boğulmaksızın yazılmıştır. Jomini yazmadan önce geniş
çapta araştırma yapmıştır ve ilkin Fransız, sonra da Rus ordularındaki
görevleri sayesinde o zaman bir yabancının eline geçemeyecek kaynaklar elde etmiştir.
Jomini'nin teorik yazıları geçerliliğini korumuş ve askeri öğretimde bir yüzyıldan fazla kullanılmıştır.
Onun ilk askeri teori denemesi, Yedi Yıl
Savaşları'nın tarihidir. Jomini'nin
en büyük teorik eseri ise 1838'de yayımlanan, iki ciltlik Savaş Sanatının Ana Hatları'dır. Daha sonra, zaman zaman yeniden basılmış ve belli başlı dillere çevrilmiştiı: Bu eserinde İsviçreli
düşünür, askeri bilim ve stratejinin geçerliliği sorunu üzerinde durur.
Jomini'nin anlattığına göre savaş konusunu incelemeye başlamasının sebebi, bunun insanlığın dünya üzerindeki
faaliyetlerinden biri olmasından dolayıdır. Mareşal Saxe şöyle demiştir:
"Savaş karanlıkla örtülü bir bilimdir... İnsanın emin adımlarla yürüyemediği bir bilim. Tüm bilimlerde prensipler vardır, fakat savaş biliminde henüz yoktur." Bu ve buna benzer cümlelere duyduğu tepki, Jomini'nin incelemelere başlamasına yol açmıştır. Jomini insan zekasının
savaşta başarıya ulaştırabilecek veya ulaştıramayacak yöntemleri saptamaya ve sistematik bir biçimde belirtmeye muktedir olduğunu her zaman savunmuştur.
Savaş Sanatında şöyle yazmıştır: "Savaşta iyi neticelerin dayandığı
temel ilkeler her devirde mevcut olmuştuı: .. Bu prensipler değişken değildir; silah cinsine, zamana
ve yere bağlı
değildir." Kitapta Jomini, eserin
esas gayesinin "her savaş harekatında temel bir prensip bulunduğunu göstermektedir."
Savaş araştır-
macısı Bülow'u eleştirirken Jomini, askeri teşkilatın her türlü faaliyetinde katı
kuralların sembolü olan ve tüm muhtemel durumlar için yemek kitaplarındaki gibi reçeteler ihtiva eden "savaş
sistemleri"ne karşı olduğunu göstermiştir. İnsan
zekasının böyle bir sistemi yaratacak güçte olmadığını ve ayrıca savaşın asla matematiksel bir harekat olmadığını söylemiştir. Jomini'ye göre savaşta zekanın rolü
sınırlıdır. Askerlerin eğitimi ve disiplini büyük
ölçüde zekaya dayanmadığı gibi, sadece doğru düşünmek de muharebe kazanmak için yeterlidir. Cesaret ve
inisiyatif gibi diğer
nitelikler daha önemlidir. Fakat zekanın egemen olduğu bir alan vardır, o da stratejidir. Strateji alanında insan zekasının anlayabileceği ve formül haline getirebileceği daima geçerli genel kurallar ve prensipler vardır. Askeri bilimin esas
sorunu bu genel prensipleri yerleştirmektir. Kitabın başında Jomini tutumunu belirtir: "Bir general, bunları bilınelidir."
"Fakat hemen
itiraf edeyim ki, 20 yıllık tecrübe aşağıdaki inançlarımın kuvvetlenmesine sebep olmuştur."
"Az sayıda temel prensip vardır.
Bunların hemen hemen her uygulanışında başarıya ulaşılmıştır.
Bu prensipler ancak büyük tehlikeler yarattıkları takdirde göz önüne
alınmayabilirler."
"Bu prensiplerden
doğan pratik uygulamaların
sayısı da azdır. Bazen olaylar değişikliğe uğratırsa da, bunlar bir general için genellikle pusula vazifesi görür."
Jomini daha sonra savaş bilimindeki temel ilkelerin neler olduğuna geçmiştir. Bu işin fevkalade geniş çaplı
olması onu biraz endişelendirmiştir. "Belki de başarmak için gerekli yeteneğe sahip olmadan böyle
zor bir işi üstlenmek cüretini gösterdim. Fakat bunun temelini atmanın önemli olduğunu hissettim." Gerçekten de Jomini'nin yaptığı
iş, bilimsel bir keşifti. Diğer formülleri de denedikten sonra
Jomini, stratejinin temel prensibinin şunlardan meydana geldiğinde karar kıldı:
Kuvvetlerin bir
noktada toplanması ile sıklet merkezinin kurulması,
büyük kuvvetlerle düşmanın küçük unsurlarına
manevra yapmak,
harekat ve ulaştırma
hatlarında muharebeleri sürdürmek, birlikte ve süratte
hareket etmek.
Jomıni, askeri tarihten çeşitli örnekler vererek, genel ve soyut formüllerini daha belirgin bir hale
sokmuş ve büyük zaferlerle büyük yenilgilerin bu temel prensibe bağlı kalınmasından ve kalınmamasından doğduğunu
belirtmiştir.
Şayet savaş sanatı mümkün olduğu kadar çok kuvveti, harekat alanının kesin sonuç noktasında harekete geçirmekse, bunu gerçekleştirmenin
yolu doğru hareket hattının seçilmesidir. Jomini bunun iyi bir sefer planının esas temeli olarak düşünülmesi gerektiğini ve bu nedenle de harekat hattının bütün askeri teorilerin can alıcı noktası olduğunu söylemiştir.
Jamini harekat ha darı teorisini ilk olarak bu eserinde ele almış ve bunu geçmişteki savaşlardaki örneklerle
desteklemiştir. Tek ve çift harekat hatlarının yarar ve zararlarını
incelemiş: "Muharebe kazandıran, kağıt üzerindeki birlikler değil, faal olan birliklerdir. Bölünmüş kuvvetler süratle birleştirilerek tek bir hat meydana getiremiyorsa, çift harekat hattı savaş alanındaki kuvvetleri birbirinden ayırdığı için fevkalade
tehlikelidir. Çift hat uygulandığı zaman bile bu sebepten dolayı bütün birliklerin tek komuta altında toplanması gereklidir."
Jomini'ye göre, iç hatlarda olan ve birbirine düşmanın- kilere nazaran daha yakın bulunan bir ordu, stratejik bir harekette düşman kuvvetlerini birer birer yenebilir. Jomini eserinin başından sonuna kadar iç durumda bulunmaya büyük önem verir. Çift harekat hattı uygulayan bir ordu sayıca çok üstün değilse, mutlaka iç hatta (yani tek mihverde) olmalıdır.
Jomini bu konudaki
teorilerini özetlemiştir.
Diğer her şey eşitse, bir cephede tek
harekat hattı çift harekat hattına göre daha avantajlıdır.
Savaş alanının tabii durumu gerektirdiğinde veya düşman çift hat uyguladığı zaman, "düşmanın meydana getirdiği büyük
yığınlara ordunun bir kısmıyla karşı koymak için" çift
hat uygulamak bir mecburiyet haline gelebilir.
Bu faktörlerin ışığı altında, seferin kaderini tayin edebilece-
ğinden dolayı harekat hattı (ilerleme
ana güzergahı
veya mihverleri) seçimi önem kazanmaktadır. Kitabın bir bölümünde Jomini.
bu seçimi etkileyen faktörleri sayar ve bütün bu
faktörlerden
daha ön planda
harekat bölgesinin
tabii şartlarından ve mevcut yollarla belirli
stratejik noktalardan doğan faktörleri sıralar.
Bu,
Jomini askeri teorisinde çok önemli bir konsepte yol açmıştır. Her
askeri harekat belirli bir harekat bölgesinde olacaktır. Jomini harekat bölgesini dört kenarlı bir alan olarak düşünür. Bu
kenarlardan ikisinde karşıt kuvvetler
bulunur. Komuta eden generalin görevi ise
bulunulan mıntıkanın
doğal niteliklerini tümüyle dikkate
almak ve dörtgenin
üç kenarına hakimiyet
sağlayacak
en etkili harekat hattını seçmektir. Şayet bunu başarabilirse, düşman perişan olacak veya harekat bölgesini
terk etmek zorunda kalacaktır.
Bütün 18. yüzyıl teorisyen-
leri gibi Jomini de savaşı toprak
kazanmak olarak görmüştür.
Jomini'ye
göre
savaşı sevk ve idare eden generalin vazifesi
her şeyden
önce akla dayanan bir vazifedir. "Büyük bir komutan, büyük bir
kişilik ve akıllıca yapılmış teorilerin birleşimidir. Savaşma kabiliyeti, birlikleri etkileme yeteneği bunlardan
önemlidir;
ancak general başarılı olmak
istiyorsa, savaşın temel ilkelerini bilmelidir.
"
Jomini
için
savaşmak, öğrenilebilinecek ve
her türlü duruma uygulanabilecek bir seri genel kurallardı. Kitabında bu kuralları formüller haline getirmeye çalışır. Burada
diğer
hususların yanında "Stratejik
inisiyatif", düşman
hatlarında birkaç zayıf nokta
yerine bir zayıf noktaya odaklanmak, yenilgiye uğrayan düşmanı takip etmek ve baskının fevkalade
üstün
değeri üzerinde durur.
Jomini
baskının
büyük önem taşıdığını söylemenin bir
abartı
olmadığını söyler. Şayet düşman belirli
bir noktaya, belirli bir zamanda taarruz edileceğinden eminse, oraya sayısal üstünlüğe sahip olarak taarruz etmek çoğunlukla yeterli değildir. Düşman yardım alacak, hazırlanacak, kendini kuvvetlendirecek ve siz
Jomini'nin prensibini tatbik etmemiş
olacaksmız. Düşman mümkün mertebe baskma uğratılmalı- dır. Tabii ki Friedrich'in ve Napolyon'un seferleri Jomini'ye bu konud::ı yeterli örnekler
vermiştir. Jomini için en çarpıcı örnek, Napolyon'un 1800 yılmdaki seferidir. Bu seferde
Na- polyon dev bir orduyu fevkalade kısa bir sürede, çok kötü bir araziden (Büyük
St. Bernard Geçidi) geçirerek, Avusturyalılara sadece taktik değil,
stratejik de bir baskm sağlamıştır.
Jomini, Clausewitz'in savaşm hedefinin düşman silahlı
kuvvetleri olduğu yolundaki ünlü doktrinine birçok noktada çok yaklaşır. Napolyon'un en büyük
meziyetinin doğrudan doğruya esasa yönelişi olduğunu söyler: "Bir iki yerin ele geçirilmesi veya küçük bir sınır eyaletinin işgal edilmesi gibi alışılagelmiş
eski düzeni bir kenara itmiş olması, büyük sonuçlar elde etmek için ilk şartın düşman ordusunu parçalamak ve imha etmek olduğuna
inandığını gösterir ve devletlerin teşkilatlı kuvvetleri kalmadığı zaman kendiliklerinden düşecekleri" kanısındadır.
Bununla beraber
Jomini, Clausewitz'den farklıdır. Jomi- ni'ye göre savaşta esas sorun, doğru
hareket tarzının (hattının) seçilmesi, komuta eden generalin
en önemli hedefi de çarpışmaların
yapıldığı harekat bölgesinde hakimiyet kurmaktır.
Düşman kuvveti yok edilmedikçe böyle bir hakimiyet imkansızdır. Fakat general harekat hattını yanlış seçtiği zaman, düşmana iki seçenek verdiği de unutulmamalıdır.
Bu seçenekler; kötü şartlarda muharebe etmek veya
harekat bölgesinden geri çekilmektir. Bürün
bunlar Jomini'nin öncelikle düşmanın imha edilmesi değil
de, toprakların ele geçirilmesini düşündüğünü gösterir.
Bu nedenle Jomini
kesinlikle taarruzu tercih etmiştir. Bir general politik
veya başka nedenlerle savunma yapmaya mecbur olduğu zaman bile, Jomini'nin deyimi ile taarruz savunma yapmalı, düşmana karşı akınlar,
yanıltma hareketleri; zihin ve moral bozukluğuna karşı da kendi birliklerinin psikolojisini korumalıdır. "Majino hattı
psikoloji"nin zayıf noktaları üzerinde o dönemin hiçbir
yazarı ondan daha fazla durmamıştır. Kuvvetli bir savunma mevzisinde, burayı tutmaktan
başka bir amaç olmadan taarruzu beklemek, Jomini'ye göre tertiplerin en kötüsüdür. "Bozuk bir teptiplenme"nin orduların başına neler getirdiği, geçmiş örnekleriyle tarihte yer almaktadır.
Savaşın tabiatı ve esas ruhu üzerinde eğilmiş olan Clau- sewitz'in aksine, ]amini askeri düşünce tarihinde stratejinin teorisyeni olarak yer alır. Savaşın ruhu gibi konseptlerden doğan felsefi sorunlarla ilgilenmemiş; kendi fikrince savaşın
pratik yönleri olarak tan1mladığı konulara eğilmiştir. Onun teorisinde sefer esastır ve sonuca tesir eden
bir nitelik taşır. Savaşın
amacı, düşman topraklarının tümünün veya bir kısmının işgal edilmesidir. Böyle bir işgal harekat bölgelerinde tedrici hakimiyet kurulması ile gerçekleştirilebilir ve bu hakimiyetin kurulması da ancak savaşın başlangıcından önce, seferin dikkatle planlanması ile mümkün olur. Savaşlar, ancak harekat hatları
önceden belirlendiği ve mevcut askeri vasıtalar, seçilen harekat bölgesinin
coğrafi ve stratejik gerçeklerine uydurulduğu zaman başarılı olabilir. Stratejinin görevi
bu ön planları yapmaktır.
]amini, stratejinin savaştaki yerini tarif etmek suretiyle strateji ile taktik ve
lojistik gibi askeri faaliyetler arasındaki farkı açıkça belirtmiştir. Modern askeri bilimin belli başlı bölümlerini saptamakta onun eseri
herhangi bir kitaptan çok daha etkili olmuştur. Ele aldığı taktik ve lojistik konusunda ise ]amini kesin ve sistematiktir. Bu konuda
da çok kere olduğu gibi, tamamen özgün
değildir ve fazla derinlere inmemiştir; fakat bu kitabın 19. yüzyıl askeri eğitimindeki
büyük başarısınm nedeni, temel
pedagojiyi ele almış
olmasıdır. Ancak o, savaşın diğer kollarıyla pek o kadar ilgilenmemiş;
seçtiği alan strateji olmuştur ve 19. yüzyılın yeni stratejik düşünce
öncülerindendir.
Jomini'nin askeri düşünceleri, 19. yüzyıldaki parlak yerine rağmen, onun fikirlerini 18. yüzyıl konseptlerinden tamamen arındırmadığı
açıktır. Bülow'u aşırı akılcı olmakla eleştirmiş, fakat kendi düşünce
tarzı bir önceki devrin akılcılığını taşımıştır. Her zaman geçerli ilkeleri ararken, savaşta
tüm hesapların üstünde olan diğer faktörleri önemsememiştir.
Kitabın başında askeri olmayan konuları ele almak için "savaş
politikası'' ve akılcılık dışındaki faktörleri ele almak için de "savaş felsefesi " bölümlerini eklemiştir. Bununla beraber, düşüncelerinin sadece askeri ve akılcı olanla yoğrulduğunu gösteren de bu bölümdür.
Bu bölümlerin ilkinde, ]amini çeşitli
savaş tiplerinin bir gruplandırılmasını yapar, politik amaçlarına göre de savaşları
sınıflandırır. Haklı olarak, savaşın politik amacının
savaşın niteliğini belirlemesinde rol oynadığını savunur. Fakat, savaşın
dinamik bir niteliğe sahip olduğunu ve bu niteliğin
savaşı başlangıçtaki sınırlarından ve amaçlarından daha ötelere
götürdüğünü düşünmez. Jomini'nin Fransız ihtilal savaşları
döneminden askeri ders almamış olduğuna dair belirtiler vardır.
O, hiçbir zaman milli savaşın sona erdiğinden emin olmamış, moral faktörünün
savaştaki önemine inanmamıştır. Toplaç bombalar mermiler gereklidir bunlar
ihtiyaç olan yerlere yüklenerek ulaştırılmalı ve bütün bunların stratejik
planlardaki önemi büyüktür.
]amini, aklını ve muhakeme gücünü çoğunlukla Na- polyon ve onun
ihtilalci öncülerinin hareketlerini anlatmak için kullanmıştır. Daha sonraki
nesiller onu, Napolyon hakkında yorum yapan ilk büyük askeri düşünür olarak
tanımıştır. Napolyon'un kendisi de birçok yönden tam bir 18. yüzyıl çocuğu
olduğu için, Jomini'nin görevi kendisine çok uygun düşmüştür. Napolyon;
Friedrich'den, Guibert'den, Bourcet'den ve Gribeaval'den çok şeyler öğrenmiş,
]amini de sadece Napolyon'un ihtişam ve yeniliklerinin etkisinde kalmayarak,
onun öncülerini de ek almıştır. Bonapart'ın açık ve matematiksel düşünce tarzı,
alışılagelmişi kesin ve korkusuzca delip geçmiştir ve ]amini bütün bunlardan
çok etkilenmiştir. Napolyon'un, sadece stratejist ve taktisyen değil, askeri
bir teknisyen olarak neleri gerçekleştirdiğini de fevkalade iyi anlamıştır.
Gerçekten de sık sık işaret ettiği gibi Jomini'ye ait stratejik prensipler;
başta 1 796-1797 İtalya, Marengo, Aus-
terlitz ve Jena
seferleri olmak üzere,
Napolyon'un yaptığı seferlerin sadece
genel bir tanımlaması ile Napolyon'un icat edip uyguladığı stratejilerdir.
AncakJomini
Napolyon'un bir yönünü
gözden kaçırmış; daha doğrusu, onun askeri hayatının
romantik, insanüstü; zaman zaman ütopik ve de acımasız
yönlerini tümüyle seve- memiştir. İmparatorluğunu tüm Avrupa'ya kabul ettirmeye kalkışmasıyla, Moskova'ya yüruyen vatandaş ordusunu, vatandaş devletini de sevememiştir.
İşte Jomini'yi mantık sahibi bir kişi olarak düşünmeye ve anlamaya sevk eden bu Napolyon'du. Geleneksel saçma kuralları dinlemeyerek, doğa
ve mantığın akılcı kurallarına uyarak başarı kazanmıştı Napolyon. Ancak o, doğa ve mantık kurallarının bazılarını da dinlememiş, sonunda hiç beklenilmeyen bir hezimetle her şey son bulmuştu.
Jomini'nin Napolyon'un
düşüşü
hakkındaki düşünceleri ilginçtir. Napolyon'un askeri bilimle iyice yoğurulduğunu söyler, "ancak insanları küçük görmesi kendisine askeri bilimi uygulamayı unutturmuştur. Yaptığı ters hareketlerin nedeni, eskilerin kaderinden
haberdar olmamak, geçmişteki
yenilgileri bilmemek veya Haçlı Seferlerinin sonucunu unutmuş olmak değildi. Neden, dehasının kendisine düşmanlarına karşı
sonsuz bir üstünlük sağladığı fikrine saplanmış olmasıydı. İnsan zekasının
ve gücünün sınırlı olduğunu ve harekete geçirilen kitleler büyüdükçe, daha fazla deha gücünün
doğanın değişmeyen yasalarına tabi bulunduğunu ve bu gücün olayları
daha az yönetme imkanına sahip olduğunu unutarak, şan ve şöhretin
doruğundan düşüverdi. "
Napolyon ile aynı devirde yaşayanlar için
onun Avrupa'da yaptığı bitip tükenmez yürüyüşler plansız ve sistemsizmiş gibi geliyor; vurucu gücünü merkezi bir noktaya
toplayarak kazandığı
savaşlar gereksizce kanlı bulunuyordu. Napolyon'un sefer ve muharebelerinin her zaman geçerli temel prensiplere dayandığını ille ortaya atan
Jomini oldu. Napolyon'un akılcı yönü-
nü o
ortaya çıkardı.
Ancak, Clausewitz'in Napolyon'u "Savaş Tanrısı, kanun yapıcı, kuralları koyan dahi" olarak görmesine karşın; Jomini düzene verdiği önemden dolayı her şeyin üstünde kuralların bulunduğunu ve Napolyon'un bunları harekete
geçiren bir vasıtadan ibaret
olduğu
görüşündeydi.
Jomini'nin
askeri düşünce
alanındaki büyük hizmeti,
temel kavramların
açıklanmasında ve
savaş stratejisinin ta- nımlanmasındadır. Harekat planlaması üzerinde durmakla, istihbaratın savaşta oynadığı önemli rolü
belirtmiş ve bütün Avrupa'da
genelkurmay ve askeri akademilerin kurulmasıyla etkisini hissettirmeye devam edeceğini göstermiştir.
Clausewitz
C
arl
von ^lausewitz'in (Clauzeviç)
askeri eserleri, özellikle
Savaş U.
zerine adındaki
kitabı askeri düşünce tarihinde
önemli bir yer tutar. Bu kitap haklı olarak
"bir klasik" niteliğini almıştır. Özellikle taktik konusunda, zamanla değeri azalmış kısımlar olduğu halde savaş esaslarını gerçekten ele alan ilk incelemedir ve
askeri tarih ile faaliyetlerin her merhalesine uyabilecek düşünce tarzı ilk defa eserle gelişmiştir. Ancak Clausewitz'in eseri bitmediğinden (yazarın 1831 yılındaki zamansız ölümü kitabın son düzeltmelerinin yarım kalmasına sebep olmuştur) bazı çelişkiler çözülememiştir.
"Metafiziğe" yaklaşan bazı felsefi
terimlerden dolayı yorumlamada epey zorluklarla karşılaşılır. Clausewitz ile aynı devirde
yaşayan
İsviçreli Jomini, rakibinin kalemini "mübalağalı ve mağrur" bulmuştur. 19. yüzyıl sonları Fransız askeri teorisi geniş çapta Clauşewitz'den etkilenmiş, General Kont Schieffen gibi bir ünlü stratejist
de Clausewitz'in "Prusyalı
subaylarda gerçek savaş kavramını yaşatmıştır" sözünü
kanıtlamıştır. O,
19. yüzyıl
"Prusyacılığın" ve
"Savaş
taraftarlığının en
ileri temsilcilerinden biri olarak görülmektedir.
Clausewitz'in
askeri konularda ve savaş yönetimiyle ilgili eserleri ölümünden sonra
10 cilt halinde basılmıştır.
Clause- witz'i üne kavuşturan eseri Savaş Üzerine adını taşıyandır. Bu eser 8 kitap halindedir.
Bunlardan ilki "savaşın
tabiatı" ikincisi "Savaş teorisi" ile ilgilidir. Üçüncü kitapta
"Strateji"yi ve dördüncü kitapta
da "muharebe"yi ele alır. Beşinci ve altıncı
kitaplar
"askeri kuvvetler"e ve "savunma"ya, son iki kitap da
"taarruz" ve "savaş planı"na ayrılmıştır. Savaş
Üzerine adlı eseri
ile Clausewitz ne yapmak istemiştir? Prusya askeri akademisi veya bir
sonraki nesil için
bazı yazılar bırakmaktan öteye bir
şeyler yapmak istemiştir. O zamanlar Alman felsefesine
hakim olan "mutlak" olanı arama
ruhu onu da etkisi altına almıştır. Clausewitz buna uygun olarak bir
yandan ihtisaslaşırken
öte yandan da bilgi metotları, teorik bilgilerin geçerliliği ve bunların yanı sıra diğer "pratik sanatlara" uygulanışı gibi daha geniş incelemelere
girişmiştir.
Clausewitz'in
yapmış
olduğu savaş tahlilinin
en önemli ve belirgin niteliği felsefe
ile tecrübenin
yakın koordinasyonudur.
Clausewitz iki devir arasında bulunmaktaydı. Bir taraftan
hala 18. yüzyılın
koyu Alman dünyasına ait
iken, diğer taraftan tarih ve tecrübe ile
yoğrulmuş
faal bir kişiydi. Onun
meslek yaşamındaki
pek çok olay
bu entelektüel
durumun oluşmasını kolaylaştırdı. 1780'de doğan Clausewitz,
ilk askeri hizmetini 1793-1794 Ren Seferi arasında yaptı. Takip eden barış yıllarında, zor1u bir çalışmadan sonra 18Ol'de Berlin Askeri
Akademisi'ne kabul edildi. Burada Prusya Ordusu'nu yeniden kuracak olan General
Schamhost'un özel ilgisini çekti. Aynı yıllarda Clausewitz Kant felsefesi ile de meşgul olmaya başladı ve
bundan önemli
şekilde etkilendi.
1806
seferine, yüzbaşı
rütbesiyle Prusya prensinin emir subayı olarak
katıldı.
Savaşta esir düşerek bir
yıldan fazla Fransa ve İsviçre'de kalmaya mecbur oldu. Döndükten sonra tekrar Berlin Akademisi'ne katıldı. Prusya
Devleti'nin ve Prusya ordusunun reformunda ve moral gelişmesinde faal bir görev aldı. 1811 yılında Prusya
Napolyon ile askeri işbirliği yapmak
zorunda kalınca,
Rusya'ya geçen Clausewitz'e
şöyle bir unvan verildi, "Hür Prusyalılardan" birisi. Rusların onu
tanımlaması
böyl^ oldu. Rusların hizmetinde
1813'te albay oldu. 1815'te iki muharebede bir kolordunun kurmay başkanı olarak
görev
yaptı. İki muharebede taktik anlamda yenilgi
olmasına rağmen, stratejik anlamda sonuç zaferdi. Bu seferde Clausewitz'in bir payı yoktur, ancak bu da
askeri hayatının bir parças·ını meydana getirmektedir. On yıllık süre boyunca çok önemli ve çok değişik faaliyetlere tanık
olmuş, müthiş bir mücadelenin ortasında bile, zihnini şaşırtıcı
bir şekilde tutabilmiştir. Barış yapıldığında, eleştirici ve sentezci bir tutum belirlemiş ve bunu zaman içerisinde artırmıştır. 1818'den 1830'a kadar Bedin Askeri Akademisi'nin müdürlüğünü yapmıştır.
Fransız İhtilali ve Napolyon devri öyle bir devirdi ki, Clausewitz'in deyişiyle "Savaş, sanki kendi özelliklerini kendi öğretiyordu."
Savaş feci bir "şiddet olayı" olarak yeniden ortaya çıkmış,
Avrupa'nın sosyal ve topraksal düzenini altüst etmiştir. Bu devirdeki savaşlar
milletlerin kaderini belirliyor ve 16. yüzyıldaki dini savaşlar gibi karşıt prensipleri, karşıt
hayat felsefelerini kapsıyordu. Bu yeni gerginlikler, Avrupa'nın politik ve sosyal yapısında temel değişiklikler yaptı. Eski rejim orduları fevkalade eğitimli, belirli sayıdaki profesyonel askerlerden meydana gelirdi. Her askere devlet hazinesinin bir kısmı harcanıyordu ve onun için de her askerin büyük
bir dikkatle kullanılması gerekiyordu.
Ayrıca bu profesyonel
askerlerin büyük bir kısmı yabancıydı
veya halkın alt tabakalarından geliyordu. Bunlar çok sıkı bir disiplin sayesinde
bir arada tutuluyor, belirli düzenlerde yürümeleri ve savaşmaları
öğretiliyor; subaylar eğitimi yakından denetliyorlardı. Firar tehdidi düşman
tehlikesinden daha fazla olduğu için küçük birlikler veya müfrezeler
yolla- namıyordu.
Bundan dolayı ordular cephaneliklere büyük çapta bağlıydı. Süratli yürüyüşler, uzak mesafelere hamleler, ·sonuca tesir eden takipler yapmak imkansız veya en azından tehlikeliydi. 18. yüzyıl savaşlarının
genel görünümü manevralar, yürüyüşler ve karşı
yürüyüşlerden meydana geliyordu. Cephanelerin muhafaza edilebileceği kaleler ölçülemeyecek ka-
dar
önem
taşıyordu. Kuşatmalar, muharebelerden
daha sık
yapılıyordu. Çoğunlukla ordular
birbirleriyle tahkim edilmiş mevzilerde
karşılaşırlar
ve uzun süre hareketsiz
beklerlerdi. Tabii ki anlatılan bu
genel görünümde
bazı istisnalar vardı. Yetenekli
bir önder veya hayati çıkarlarla ilgili bir anlaşmazlık, savaşı kızıştırabiliyordu. Ancak bir dahi bile zamanın sosyal
ve teknik şartlarının
önüne geçemiyordu. Aynı zamanda, savaşta ölçülemeyecek faktörlerin bulunduğu ve ordunun mekanikten öteye, bir
ruhu olduğu da yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştı. Hareket kabiliyetini artıracak yeni
teşkilat
yapıları, yeni taktik ve stratejik yöntemler ortaya
atılmıştı.
Yolu
açan
Fransız İhtilali'ydi. İhtilal orduları, klasik
sınırlamalara
bağımlı değildi; sıkıntılara katlanabiliyor
ve avantajlı
görünen her yerde savaşabiliyordu; ulusal kaynakların tümüne başvurulduğundan, maliyeti göz önüne almaksızın taarruz edebiliyordu. Sosyal şartlardaki bu değişiklik yüksek hareket kabiliyeti olan bir
stratejiyi mümkün
kıldı. Tümen sistemi
gelişti,
ikmal çoğunlukla talep doğrultusunda sağlanmaya başladı. Muharebelerde bireye güvenilebiliyor- du; yavaş ateşin yerini yaylım ateş aldı, toplu taarruz hazırlayabilmek için ayrı ayrı kollardan gidilse bile, tek
noktada birleşme
stratejisi uygulanmaya başladı.
Napolyon
bu faktörlere
kendi önderlik dehasını da ekledi. İlk önce, doğru dürüst kıyafetleri bile olmayan yarı aç bir
orduyla neler yapılabilineceğini
gösterdi; İtalya'yı boydan
boya, savaşa
savaşa teslim aldı. Napolyon'la
aynı zamanda yaşayanlar İtalya seferini (1796-1797) ana
kuvvetlerin bir patlaması
olarak gördüler. Bu
sefer "nezaket kuralları"nın öngördüğü yerleri değil de
hiç beklenilmeyen yerlerin vurul- masıydı. Gerçekten de Napolyon tüm klasik
kurallara karşı
gelmiş, kendi ulaştırma hatlarını önemsemeksizin ordusunu Sardinyalılarla, Avusturyahların arasındaki
"iç hatlara" yerleştirmiş; toprak istilasını düşünmeden; doğrudan karşıt orduların
imhasını hedef alarak muharebeleri yönetmiştir.
Clausewitz'e
göre Napolyon'un "düşmanını hemen ilk muharebede ienmeyi düşünmeden girdiği bir savaş yok
gi- biydi,ı.
-"Bu nezaket dışı" haşin bir hareketti. Ancak ilkel görünen bu
cüret, teknik ayrıntılara gösterilen özel bir dikkat, etkili bir mantık ve
hesap gücü ile bütünleşmişti. Napolyon seyrek gruplaşmalar meydana getiren tümenlerini süratte toplayıp, düşman cephesindeki en zayıf noktaya
şimşek gibi inse de; ordusunun büyük bir
kısmı ile bir kanadı çevirip ordusunu düşmanının kaçma ihtimali olan iki tarafa yerleştirse de; en büyük rolü baskın faktörü oynuyordu. Muharebe alanında kazanılan zaferden sonra başarı, her
zaman amansız bir takiple devam ediyordu.
Fransız ordularının büyümesi ve bunları idare
etme yeteneğinin
artması, Napolyon'un yıldırım savaşı doktrini bütün Avrupa
devletlerinde şaşkınlık
yarattı. Öte yandan
bazı dersler de aldılar. Özellikle karar stratejisi olmak üzere, yeni
metotlardan ve amaçlardan
çoğunu benimsediler. Daha da önemlisi Avrupa
kıtasının,
Napolyon savaşlarının yerleştirdiği sosyal ve moral şartlara şöyle veya böyle uyma
çabalarının
oluşmasıdır. Fransız hakimiyetine
karşı koymak daha ilkel ve daha modern biçimde de
olsa, bir yandan İspanya'daki
ve Rusya'daki halkların, öte yandan da Avusturya ve Prusya'daki halkların meselesi
haline gelmişti.
Prusyalı reformu Gnei- senau 1806
felaketinden sonra şöyle
yazmıştı:
"Fransa'yı şan ve şöhretin doruğuna tek bir şey yükseltmiştir: İhtilal, Fransa'nın tüm
güçlerini uyandırmış ve
her ferde kendisine uygun bir faaliyet sağlamıştır. Bir milletin bağrında nice
kabiliyetler gelişmeden
uyuklamaktadır. "
Uyuklamakta olan bu kuvvetlerin uyanması Avrupa'nın her yerinde orduları millileştirdi ve o zamana kadar görülmemiş bir gayret sarf edilmesine neden
oldu. 1813 ve 1814 seferlerinde yarım milyon
kadar Rus ve Prusyalı
silah altındaydı ve 8 ay içerisinde savaş alanı Almanya'nın doğusundan
Fransa'nın ortasına geçti. Stratejik
kavramlar üzerindeki
te-
reddütlerle çözüme varılamaz ve bu Fransız ordularının tam bozguna uğratılmasına sebebiyet verir.
Tabii
ki Clausewitz "savaşın
kendi özelliklerini öğretmesinden" pek çok ve
sürekli
biçimde etkilenmişti. Savaş bir
kere "gerçek
tabiatını" ortaya
koyunca "azami atılımın" bir daha kaybolmayacağını öngörmüştü.
Daha
sonra şöyle
demişti: "Sadece bilinç altında bir dereceye
kadar var olan atılımların,
tahrip edildiklerinde yeniden
kolayca tamir edilmedikleri konusunda ve en azından büyük çıkarların çekişme halinde olduğu zaman
karşılıklı
düşmanlık bizim zamanımızdaki gibi neticeleneceği konusunda herkes bizim fikrimizi paylaşacaktır."
Clausewitz,
savaşın Bonapart zamanından beri "tüm milletin
meselesi" olduğu ve yeni sosyal güçlerin kaynaşmasının "gerçek
mükemmelliğe" yaklaşan savaşla neticeleneceği gerçeği ile bu azami atılımı birbirine
bağlamakta
haklıydı. Bu dersin kendi ülkesinde unutulmaması üzerinde özellikle duruyordu. Yazılarında Napolyon devrinden tekrar tekrar örnekler verir.
19. yüzyılın
sonunda, savaş konusunda
meydana gelen değişiklik bugün bile en iyi şekilde Clausewitz'in
kelimeleriyle anlatılabilir.
Yeri geldiği zaman
Clausewitz Napolyon'dan "Savaş Tanrısı" diye bahsedecek kadar ileri gitmiştir ve
onun Napolyon tarzı
savaşları kodlandırmış olduğu yaygın bir
kanaattir.
Clausewitz
savaşın
esasları üzerine eğilmiştir ve
son olaylara dayanarak dogmalar yaratma eğilimi içine girmemiştir. 18. yüzyıl savaşlarının genel durumu, iyimser ve akılcı bir
devrin düşünce
tarzına tam uyuyordu. Eski rejimler ölüm saçan düşmanlıktan veya koyu kinden doğan mantıkdışı ortamı tanımamıştı. Devletler arası gerginlikler
genellikle savaşı
klasik sınırlarından. uzaklaştıracak kadar güçlü değildi: "Kuvvet dengesi" muhafazakar bir eğilim olduğunu gösteriyordu. Diplomasi kuralları olduğu gibi, savaş kuralları da vardı ve
bunlar, çiçekli
süslemelerden meydana
gelen o zamanın stili,
rokoko
sanatına
benziyordu. Çobanlık yapan
kadın ve erkeklerle ilgili sahneler ve duygusal
oyunlar hayat mücadelesini
doğaya dönük, saf
ve sevimli bir hale sokarken toplum da birtakım süslü şekillere bağlı hareket ediyordu. Cepheye veya
askeri kampa yakın bir mesafedeki köylüler toprak
sürebildiği
ve sivil hayat devam edebildiği için doğaya dönük bu niteliğinden dolayı savaş bile övülür olmuştu. Eski gaddar kılıcın yerini
zarif, dar ve uzun rokoko kılıcı almıştı.
Eski
rejimler zamanındaki
savaşçılık da o devrin bilimsel ruhuna
uyuyordu. Bu ilim ve sanat devrinde tabii ki savaşa gerçek bir karşı koyma
vardı ve bu karşı koyma
hem insancıl
hem de ekonomik düşüncelere dayanıyordu. Fakat aynı zamanda
birçok askeri düşünür, orduların kapsamından ve diğer teknik
frenlemelerden doğan
sınırlamaların o zamanın savaşlarını yücelttiği kanısındaydılar.
Nihayet savaş bilimsel
olmuştu.
İlerleme konusunda bundan daha güzel ne
olabilirdi? Ve buna uygun olarak karışık hareketlerin,
geometrik ilişkilerin,
harekat açısının, belli
coğrafi
noktaların, örneğin nehirler
üzerinde
önemle duruldu. Buraların işgal edilmesi, zaferi otomatik olarak
getirecekti. Savaş
önderini matematik
ve topografya yönetirdi.
Bir İngiliz teorisyenin
sözleri ile: "Bunları bilen bir general savaş denen
bilinmezliği
geometrik bir kesinlikle yönetebilir ve muharebe kaybetme riskine girmeden savaşın sürekliliğini sağlayabilir. " Başka bir
yazar, savaşın
bilimsel olması nedeniyle
milletlerarası
askeri akademi kurulmasının çok doğal olduğunu ileri sürmüştü.
Clausewitz,
18. yüzyıl teorisindeki iyimserlik ve dogmatik yönlerini kabul
etmedi. Ona göre
savaş ne bilimsel bir oyun ne de milletlerarası bir spordu, savaş bir
şiddet
hareketiydi. Savaşın tabiatında ılımlılık ve insan sevgisi yoktu.
Savaş Üzerine adlı kitabından sık sık alınan bir cümlede şöyle der:
"Kan dökmeden
zafer kazanan generalden söz edilmemelidir.
Şayet
kanlı muharebe feci bir manzaraysa, bu
manzara sadece savaşı daha fazla anlamak için ve
insancıl
bir tutumla kılıçlarımızın yavaş yavaş
körlenmesine meydan vermemek için bir sebep teşkil etmelidir, ki bir gün ortaya elinde keskin
bir kılıçla biri çıkıp da kollanmızı vücudumuzdan ayırmasın."
Bu cümle tabii ki yine acı tecrübelerden kaynaklanmıştır, ancak anlatmak istediği
belirli noktalar gözden kaçmamalıdır. Diğer
hususların yanı sıra bu cümle ilmin ne savaşı
yumuşatacağını ne de "yücelteceğini" belirtmektedir ve bu fikrin ne kadar doğru olduğu beklenmeyen tarzda ispatlanmıştır. Clausewitz'e göre
savaşın bilimsel yönü, yani ölçülebilen ve mantıki yönü sadece ikinci derecede önemlidir. Clausewitz lojistik
hizmetlerini veya savaş
alanının coğrafi niteliklerini görmemezlikten gelmemiştir. Matematik ve to- poğrafyanın taktikteki önemini kabul etmiş, ancak stratejide bunların önemlerinin daha az olduğunu belirtmiştir. "Bundan dolayı,
stratejide zaferle sonuçlanan muharebelerin sayısının
ve büyüklüğünün daha önemli olduğunu kabul edilmiş bir gerçek olarak görmekte
tereddüt etmiyoruz," demiştir. Clau- sewitz, "komuta alanı", "barınma mevzisi" gibi
terimleri komik buluyordu, ona göre
"bunlar günlük askeri faaliyetlere
bir çeşni katmak içindir. .. Esasla, ayrıntılar, el ile alet birbirine karıştırılmıştır... Bir mevzinin tutulması... özü olmayan bir artı
veya eksi işaretinden ibarettir... Öz, zaferle sonuçlanan bir savaştır."
Clausewitz'in bu yola yönelmesi 18 05'te yazdığı bir eserle olmuştur.
Savaşı bilimselleştirmeye çalışanlardan birini eleştirirken, manevi ve moral faktörlerinin önemi üzerinde ısrarla durmuştur. Geometrik ilişkilerden insana ve savaşın kendine özgü unsurları olan bilinmezlerin arasındaki insan hareketlerine yönelmiştir. Bir bakıma bu, bir Kopernik Devrimi ve aynı zamanda Kant tarzı eleştirmelerle dolu bir dönüştü.
Ona göre, "Teori, gelecekteki savaş önderinin fikirlerini eğitmeli, fakat muharebe meydanında
ona refakat etmemelidir; tıpkı makul bir öğretmenin, bir gencin açılmakta olan fikirlerini şekillendirip, aydınlattığı ancak bütün hayatı bo-
yunca
o gencin iplerini elinde tutmadığı gibi."
Böylece,
gerçek teori, yaratıcı uygulama
ile ters düşmez veya onu engelleyemez.
1805
Antlaşması'nda,
Savaş Üzerine adlı kitapta
tekrarlanacak olan fikrin açıkça ifade
edildiği
görülmektedir. "Dehanın yaptığı, kuralların en iyisi olmalıdır ve
teori onun nasıl ve niçin olduğunu göstermekten öteye gidemez. "
Bu
fikir Clausewitz ile Napolyon savaşları arasındaki gerçek bağı
göstermektedir. Olaylar
tahlilin boyutlarını
genişletmiş ve
savaş konseptini meydana getiren yapısal unsurun daha açık seçik ortaya çıkmasına yol
açmıştır.
Clausewitz şöyle diyordu:
"Gerçek
savaşı görmemiş olsaydık, mutlak
savaş konseptinin gerçeğe dayandığı hakkında şüphelerimiz olabilirdi... Bu öldürücü kuvvetin
uyarıcı
örnekleri olmasaydı (teori)
hiçbir anlam taşımazdı; şimdi tanık olduklarımıza hiç kimse inanmazdı. " Clausewitz'in savaşta "deha"ya
ilişkin
görüşü ve felsefi tutumu, en son
edinilen tecrübelerin
veya Napolyon'un kullandığı stratejiyle taktikleri dogmalaştırmasını önlemiştir.
Daha
önceki teorisyenlerin ve çağdaşı Jomini'nin
aksine Clausewitz'in çalışmaları; savaşın yapısal unsurlarını, dogmatik olmayan bir elastikiyeti ve büyük bir
ayrım yapma gücünü bir
araya getirmiş
olmakla göze çarpar. Tecrübe ve felsefi düşünüş onu
"mutlaka savaş"
veya "mükemmel savaş" olarak adlandırdığı bir kavrama yöneltmiştir. Bu, bilinmezlik taşıyan bir
terimdir ve biraz açıklaması
gerekir. Gündelik
hayatta kısmen
kaynaşmış olmalarına rağmen, bu
terim "topyekun savaş" ile aynı değildir. Clausewitz'ye göre mutlak
savaş
kavramı savaşın kendi
tabiatından
doğar. Savaşın tarifi
şudur: "Kendi emellerimizi gerçekleştirmek için düşmanımıza boyun eğdirtmeyi amaçlayan şiddet hareketi. " Clausewitz, başka bir
yerde de savaşı: "Sosyal hayatın taşrasına " ait olarak tanımlar. "Savaş, büyük çıkarlar
arasındaki çekişmenin kan
dökülerek
çözümlenmesidir ve
diğerlerinden
sadece bu
yönde farklıdır. Demek ki fiziki güç savaşın öz vasıtasıdır ve savaş felsefesine
bir "itidal prensibi" sokmak saçma olacaktır. Düşmanımız
"silahsızlandırılmışsa veya
silahsızlandırılma
tehdidi ile karşı karşıya bırakılırsa" bizim emellerimize boyun eğer. Bundan
da "düşmanın
silahsızlandırılması veya
bozulması... her zaman savaşın amacı olmalıdır" anlamı çıkar. Her iki taraf da aynı amaca
sahip olduğu
için, karşılıklı muharebe
had safhada olur. "Savaş
had safhadaki şiddet hareketidir.
"
Biraz
sadeleştirilmiş
olmakla beraber, bunun Clause-
witz'in "mutlak savaş" kavramı olduğu söylenebilir. Clau- sewitz, bunun teorik önemini vurgulamayı hiçbir zaman ihmal
etmez. "Savaşın
mutlak şekline en
önemli yeri vermek ve bu şekli yön işareti olarak kullanmak" teorinin görevidir. Yine şöyle der:
"Büyük
kararlara yönelmiş bir
savaş
sadece çok daha
kolay değil,
aynı zamanda tabiatla da çok daha
uyumludur. Tutarsızlıktan
daha uzaktır ve
daha objektiftir... " Ve yine "sadece bu görüş, (savaşın mutlak şekli ile
ele alınması)
sayesinde savaş bütünlük kazanır. Sadece bununla bütün savaşları bir türe ait
görürüz ve sadece bunun vasıtasıyla muhakeme gücü, büyük planların ortaya çıkarılmasına ve saptanmasına sebebiyet veren doğru ve
mükemmel
temele ve görüşe ulaşabilir. "
Clausewitz'in
mutlak savaşı; felsefi anlamda bir
"ideal", çok
değişken bir olaya "bütünlük" ve "objektiflik" kazandıran "düzenleyici bir fikir" olarak vurguladığı ve kabul ettiği kesin görünmektedir. Bu fikir sanatta
her zaman amaçlanan ama hiçbir zaman ulaşılamayan mükemmel güzellik fikri gibidir.
Clausewitz, askerin meslek aşkı ve sorumluluk duygusu sayesinde "gayretin
son hadde ulaşmasını", "savaşın mükemmel" hali olarak görür.
Fakat o, mutlak savaşın soyut bir savaş olduğunu kabul eder, onun deyimi ile
mutlak savaş kağıt üzerindeki savaştır.
Böylece Clausewitz savaşın akılcı tanımlamasına
geçer; "soyuttan somuta geçtiğimizde her şey değişik bir görünüm
alır". Kitabın en felsefi bölümünde savaşı "ideal" bir olay değil de,
mantık
kurallarından ziyade
ihtimaliyet kurallarının
yönettiği· ''somut bir olay
haline getiren değişikleri"
sıralar. Savaş tek
başına bir hareket olmadığı gibi,
tek bir hareket de değildir.
Pek çok faktör; örneğin yeni birlikler, muharebe alanının genişlemesi, ittifakların büyümesi
savaşı etkiler. "Muharip
taraflardan birinin zayıflık sebebiyle
vazgeçtiği
her şey diğer tarafın kendi gayretlerini sınırlaması için gerçek bir hedef haline gelir ve böylece had
safhadaki eğilimler
sınırlı bir gayret haline dönüşür.
Clausewitz,
bu değişikliklerin
önemli bir kısmını, gerçekçi yaklaşımın tipik örneği olan
savaşta
görev almış bulunan
herkes tarafından
bugün dahi takdir edilen bölümlerde ele almıştır. Bu
bölümler
"tehlike", "bedeni
gayret", "savaşta
bilgi " ve "kavram ile
eylemi" birbirinden ayıran, kesin
olarak bilinmeyen ve şansa dayanan
diğer
birçok faktörle ilgilidir.
Clausewitz
bu faktörleri,
"ihtilaf" başlığı altında toplamış ve bu kelime askeri dilin önemli bir
parçası haline gelmiştir. "İhtilaf" sadece mekanik bir işlev olmanın çok ötesindedir. Her şeye rağmen askeri makine insanlardan oluşmuştur. Clausewitz'in deyişiyle "ihtilaf"
gerçek
savaşla kağıt üzerindeki savaşın farkını genel olarak anlatan tek kavramdır. Sayılamayacak kadar çok olan
ufak tefek olaylar planın
amacına ulaşmasına engel
olabilir. Bununla ilgili olarak Clausewitz, askeri talimlerde çok kullanılacak bir cümleyi ortaya
çıkartır:
"Savaşta her
şey çok basittir, ancak en basit şey çok zordur.
" Savaş beklenmeyen faaliyetlere karşı bir
ortamda hareket etmektir. Tıpkı denize
girmiş birinin en tabii ve basit bir hareket
olan yüzme becerisinden yoksun olması gibi,
savaşta da normal güçlerle alelade
bir çizgide bile kalınamaz.
En
önemli
değişikliğe savaş ve
politika arasındaki
bağ yol açar. Bu
ana noktayı ele almadan önce, savaşın en önemli vasıtası olan "meydan
muharebesi" hakkında
birkaç söz söylenmelidir. Vasıta ile
amaç
arasındaki ilişkinin Clausewitz'in
düşüncesinde çok önemli yeri olduğu anlaşılır. Bunun en iyi örneği Clausewitz'in
strateji ve taktikle ilgili tanımlamasıdır: _
"Taktik,
muharebede askeri kuvvetlerin kullanılmasına ilişkin teoridir; strateji savaşın hedefi
doğrultusunda
muharebelerin kullanılmasına ilişkin teoridir. " Clausewitz bu tanımlamayı ilk olarak, sadece düşmanın görüş sahası içindeki ile görüş sahası dışındaki hareketlerin sevk ve idareleri arasındaki farkı ortaya koyan görüşe karşı 1805'te yapmıştır. Bu tanımlamanın teknik değeri ne
olursa olsun, tanımlamada
yapısal unsurun, vasıta ile
amaç
arasındaki kuvvetli bağın önemi görülür. Savaş Üzerine adlı
kitabında yazdığı gibi:
"Birliklerin kurulduğu
yerde, muharebe fikri her zaman bulunmalıdır. Savaşta her faaliyet dolaylı veya
dolaysız
mutlaka muharebe ile ilgilidir. Asker toplanır, giydirilir,
silahlandırılır,
eğitilir, uyur, yer, içer ve
yürür,
bütün bunların hepsi
sadece uygun zamanda ve yerde savaşmak içindir. " Bu bağ daha
yüksek bir seviyede yinelenir.
Muharebeler tek başlarına
birliklerden daha önemli bir
vasıta
değildir. Birliklerin savaşmak için kullanılması gerektiği gibi, muharebelerin de savaşın hedefi
için
kullanılması gerekir.
Düşmanın
amacının bozulması olan
bu hedef, etkili bir muharebe ile karşı tarafın silahsızlandırılmasını savaşın en önemli vasıtası olarak ortaya çıkarır. Birçok cümlesiyle Clausewitz bu fikri işler: "Düşman silahlı kuvvetlerinin imhası her
zaman diğer
vasıtaların en
üstünü ve en etkilisi olarak görünür, krizin
kanlı
çözümü, düşman kuvvetlerinin
imhası
için gösterilen gayret
savaşın ilk erkek evladıdır. "
Yine
de Clausewitz, vasıta ve amaç arasındaki bu kuvvetli bağı tarih
boyunca sadece birkaç
savaşın gösterdiğini görmemezlikten gelmez.
Gerçek
savaş nadiren bu görüş muharebesiyle doruğa erişmiştir. Birçok savaşta dikkat çekecek· hiçbir muharebe
bile olmamıştır.
Soyut
ve somut savaş
arasındaki farkı çözümlemek için Clausewitz
mutlak savaşı daha da açığa kavuşturan çok il- gınç bir
görüş ileri sürer. Ona
göre "muharebe ihtimali"
yapılmayacak savaşlar için bile mevcuttur. Bir ordu, düşmanın silaha
sarılmayacağından
veya düşmana yenileceğinden eminse sa\raştan kaçınır. Clausewitz'in düşüncesindeki meydan muharebesi, İngiliz donanmasının meydana çıkmadan varlığı ile olayları etkilemesi
gibidir. Bu konuda Clausewitz şöyle bir
benzetme yapar: "Ticarette nakit ödeme ne
ise savaşta
da büyük küçük her hareket için silahla
çözüm odur. " Bu cümle Alman
sosyalist Engels'i çok
etkilemiştir. Nakit
ödeme de muharebe de pek olağan olmadığı halde, her şey onlara
yöneliktir.
Vasıta ile
amaç
arasındaki ilişki, Clausewitz'in
savaşa
ilişkin politik yorumunun da esasını teşkil eder. Muharebelerin, savaşların ve siyasi ilişkilerin bir bütün meydana
getirdiğini;
kısımların bütünün hakimiyeti
altında ve vasıtaların, amacın hakimiyeti altında olduğunu ileri sürer. Bazen
bu düzenin tersine işlediği görülebilir. Clausewitz mutlak savaşı incelerken,
düşmanın
yenilmesi olan askeri amacın "nihaı hedefmiş" gibi politik amacın yerini
aldığını
da işaret eder.
Clausewitz'in askerlerin üstünlüğünü ve kendi kendilerine yeterli olduklarını savunduğu, bu görüşünden ötürü ileri sürülmüştür. Bir dereceye kadar bu doğrudur, çünkü Clausewitz, bir generalin politik
kararlara bağlı
olmamasını, aslında bu,
tür
kararları etkileyebilecek durumda olmasını savunmuştur. "Politik amaç...
despotik bir yasama organı değildir. Politik amaç, vasıtanın tabiatına uydurulmalıdır ve sonuçta, çoğunlukla tamamen değişik bir
politik amaç ortaya çıkabilir...
Genel olarak strateji ve özellikle başkomutan, politik eğilimlerin ve amaçların askeri
vasıtaların
kendine özgü tabiatı ile çelişki yaratmamasını isteyebilir ve bu küçümsenmemesi gereken bir istektir, " demiştir.
Clausewitz
bu sözleri
söylerken 18. yüzyılda askeri
harekata sık sık
müdahale etmiş olan
saray mensuplarını
veya karar organlarının politik kaprislerini düşünmüş olabilir. Ayrıca, savaş sırasında politikanın dikte ettiremeyece-
ği ve
insanları
son derece etkileyen askeri kararların hayati önemini de
düşünmüş
olduğu kesindir. Bu açıdan Clause-
. witz her türlü
hükümet şeklinde geçerli olduğu kanıtlanmış olan temel bir gerçeğe değinmiştir. Demokrasiler bile askeri
isteklerin politik düşüncelere
üstün geldiğini ve
geleceğini
göstermiştir.
"Politik
amaçlar
sonuçtur ve savaş vasıtadır; vasıtalar ise amaçlar göz önüne alınmaksızın asla düşünülemez. " Savaş Ü zerine
adlı
kitabın en iyi bilinen cümlelerinden birinin esasını teşkil eden fikir işte budur:
"Savaş,
devlet politikasının başka bir vasıta ile
devamından
başka bir şey değildir. Prensip olarak politik amaçların üstünlüğü bundan daha açık bir
şekilde ifade edilemezdi. Başka bölümlerde de Clausewitz bu noktayı ele
alır; en ayrıntılı ve
olgun ifadesi şöyledir:
"Savaş, politik ilişkilerin değişik vasıtalarla örülmüş devamından
başka bir şey değildir. Uygulanan vasıta ne
olursa olsun, bu politik ilişkilerin savaşı durduramadığını, tamamen değiştirmediğini, ilişkilerin özüne uygun devam ettiğini de
ifade edebilmek için
değişik vasıtalarla örülmüş diyebiliriz...
Başka
türlü nasıl olabilir?
Değişik toplumlar ve hükümetler arasında diplomatik nota teatisi durduğu zaman
politik ilişkiler de durur mu? Savaş, değişik bir yazı, değişik bir dil kullanarak fikirlerin sadece değişik bir
yöntemle
ifade edilmesi değil midir?
Savaşın kendine ait grameri olduğu, fakat
kendine ait mantığı olmadığı bilinmektedir. "
Savaşın nasıl kazanılacağı incelenirken, Clausewitz'in barışın nasıl kazanılacağını incelememiş olması
bazı çevrelerde üzüntü yaratmıştır! Onun görüşünde politikanın, hükümetlerin görevi olması şüphesiz onu bu konuyu ele almaktan alıkoymuştur. Ancak savaşı, "değişik vasıtalarla örülmüş"
politik ilişkilerin devamı olarak tanımladığında, bağların tamamen kesilmediğini vurgular. Politikanın askeri harekatın ortaya
çıkardığı
sonuçları beklemesi gerektiği hakkında Almanya'da son savaş sırasında yaygın olan fikri Clausewitz 204
pek kolay kabul
edemezdi. Onun görüşlerinde "askeri tecrit politikası" diye bir şey yoktu.
Temel kavram mutlak savaş ile gerçek savaşı birbirine yaklaştırır.
İlk önce devlet politikası gelir, "savaş bunun içinde
oluşur". Bu nedenle savaşın sınırlarını politika saptar. Politikanın savaşın tabiatına aykırı taleplerde bulunmaması
şartıyla;. doğru yol budur.
Generallerin soyut şartlar
altında bir harekat planı hazırlayabileceklerini
düşünmek gerçekten saçma olur. "Daha saçması da teorisyenlerin, generalin önüne mevcut savaş vasıtalarını sererek tamamen askeri bir plan yapmasını istemektir. Sadece
askeri nitelikte hiçbir
plan olmadığı açıktır. Her savaş, olayların ayrı bir gelişimidir."
Şayet politik gerginliğin niteliği çok güçlü ise, düşmanın
silahsızlandırılması olan askeri amacın arkasında politik amaç kaybolabilir veya askeri amaçla birleşebilir. Böyle bir durumda gerçek savaş mutlak savaşa
yaklaşır. Daha önce de belirtildiği gibi, Clausewitz bu tip savaşın milliyetçilik devrinde tekrar tekrar görüleceğine kesinlikle inanmıştı.
"Savaş nedenleri ne kadar büyük ve kuvvetli ise, ilgili milletleri o kadar etkiler; savaş soyut haline ne kadar yaklaşırsa, o derecede de askeri niteliğine yaklaşır ve politik olmaktan uzaklaşır."
Savaşın temel eğilimi "tüm ümitlerin ve korkuların
doğal ölçüsüdür", teorinin başlıca görevi de bunu vurgulamaktır. Ancak teori, daha hafif gerginliklerde savaşın daha politik hale girdiğini de göz önüne
almalıdır. Savaşın boyutları bir yanda düşmanın bozguna uğratılmasından
öte yanda gösteri taarruzuna kadar .derece derece değişir. Böylece, savaş
"gerçekten bukalemun gibidir, çünkü her ayrı durumda renk değiştirir."
Clausewitz'in tüm askeri tarihi bu eleştirinin ışığında inceler. Hiçbir olay onu hazırlayan sosyo-politik şartlardan
ve gerginliğin yarattığı atmosferden tecrit
edilemez. Kraliyet Kuvvetleri 1792'de Fransa'yı işgal ettiğinde, Valmy'deki topçu ateşi Yedi Yıl
Savaşları'ndaki kanlı muharebeden çok daha etkili olmuştu,
Buna benzer daha pek çok olay vardır.
Örneğin Clausewitz,
"koalisyon savaşları"nın
yarattığı sorunların üzerinde özellikle durur.
Bir ittifaka karşı
savaşa girmiş bir
devletin, müttefiklerden
zayıfının mı kuvvetlisinin
mi ilk önce bozguna uğratılması gerektiği sorunu ile karşı karşıya olduğunu belirtir. Düşmanın bozguna
uğratılmasıni
gözeten ilk amaç, başka olayların etkisi ile değişikliğe uğrayabilir. Örneğin toprak
istilası,
düşmanın yeniden ordu kurma yeteneğini ortadan kaldırdığından etkili bir silahtır. Toprak
kaybı askeri yenilgi ile birleşince, düşmanın emellerini bertaraf
etmek için etkili olacaktır. Böylece, düşmanın zaferin imkansız olduğunu veya çok pahalıya mal olacağını anladığında meydana gelen psikolojik silahsızlandırma, düşmanın silahsızlandırılması
amacının önüne geçebilir.
Bu
nedenle strateji ile uğraşanların karşılaştığı ana sorun askeri gücün yöneltileceği "Sıklet merkezini" tayin etmektir. "Sıklet merkezi" birtakım olaylara
göre yer değiştirebilir. Çoğu durumda sıklet mekezi
düşman
silahlı kuvvetleridir. Bu sadece Napolyon
savaşlarında
değil, İskender, XII.
Şarl ve Büyük Friedrich
savaşlarında
da görülmüştür. Düşman ülkesi bölünmüşse "sıklet merkezi" başkent olabilir.
Koalisyon savaşlarında
kamuoyu önemli bir
sıklet merkezi, hayati bir hedeftir. Bu
son noktayı ele aldığında Clausewitz,
18. yüzyılın
"kansız" savaş kavramını hemen
hemen canlandırıyor
gibidir. Onun psikolojik savaşın en
modern kavramına
değindiğini söylemek daha
doğru olur.
Savaşın bu
çok
önemli elastikli tahlili Clausewitz'i inceleyenleri aydınlatmak yerine karışıklığa sürükleyebilir. Burada iki nokta üzerinde durmak
gerekir. Birinci nokta, Clausewitz'in yaptığı analizin
belirli bir zaman için
geçerli olmaması ve
bugün dahi önemini korumasıdır. Onun teorisi devlet adamlarının, generallerin muhakeme gücüne, kabiliyetine dayanır. İmkan dahilindeki çözüm yollarının zenginliğine sahip olanlar, sadece korkusuz
bir yüzücü gibi nehre adayacaklardır. İkinci olarak, imkanların bu zenginliği bir
düzensizlik, kargaşa değildir. Onun omurgası olan nitelikler, düzenleyici mutlak savaştır. Clausewitz'in deyişiyle,
sağlam temellere dayanmak şartıyla, temkinli metotları beceriyle deneyen bir komutanın kusuru bulunamaz.
Ancak "Savaş Tanrısının" bazı
sürprizler ile de karşılaşabileceği bilinmelidir. Düşmanın
bozguna uğratılması ilahi bir kanun değildir; sadece genel bir yön işaretidir. General bu gerçeği kavrayıp, "En iyi stratejinin her zaman güçlü bulunmak" olduğunu anlamalıdır. Clausewitz "açık sistemini" daha öğretici kılabilmek amacıyla birtakım başka ayrımlar da yapmıştır. 1827'de Savaş Üzerine
adlı kitabını iki fikir çerçevesinde ele almaktan söz
etmiştir. İlk önce, "iki tür savaş" arasındaki farkı ortaya çıkarmak istemiştir.
Bu savaşların bir türünde hedef "düşmanın bozguna uğratılması",
diğerinde ise "ya sürekli sahip olmak ya da barış müzakereleri sırasında bir değiş tokuş aracı olarak kullanmak amacıyla toprak ele geçirmektir". Clausewitz, ikinci olarak da savaşın politikanın bir devamı olduğunu vurgulamıştır ve bu görüşü savaş
kavramının tümüne "daha fazla büyüklük" kazandırmak amacını
taşımıştır. Clausewitz, kitabı bu şekilde yeniden ele almanın
"devlet adamları ile stratejistlerin
zihinlerindeki pürüzleri ortadan kaldıracağını"
düşünmüştür.
Clausewitz, en önemli eserinin bazı
kısımlarını işte bu çerçeve içinde yeniden ele almıştır.
Savaş planını konu alan bölümde "iki tür savaş"
arasındaki farkı dikkatle ortaya çıkartır, düşmanı bozguna uğratmak için
savaş ve mevzi savaşı. Stratejik harekatın bir savaş türüne
uygulandığı zamanki anlamının, diğer savaş türüne
uygulandığı zamanki anlamından çok farklı olduğunu belirtir. Birinde sadece son netice önemlidir, diğerinde ise kısmi neticeler birleşerek önem
kazanır ve düşmanın amaçlarının yıpranmasında zaman faktörü rol oynar. Birinde düşman kuvvetleri imha edilmedikçe
toprakların ele geçirilmesi fayda sağlamaz,
diğerinde fayda sağlayabilir. Daha önce de görüldüğü gibi bu ayrım, tarihi bir gelişme
olarak öngörülmemişti. Clausewitz, eski rejim savaşçılığı ile 19. yüzyıl savaşçılığını "zayiat stratejisi" ve "imha stratejisi" olarak
mukayese etmeye kalkışmamıştı.
O, bu terimi kullanmamıştır ve tarihi şartlara ilişkin yorumu da böyle bir ikilik göstermemektedir.
Mevzi savaşı iki durumda ortaya çıkmıştır ve çıkacaktır; birinci durum büyük
politik amaçlar ve politik gerginlikler olmadığında;
ikinci durum ise askeri vasıtalar düşmanın bozguna uğratılmasına yetmeyecek veya sadece dolaylı bir biçimde yetecek nitelikte bulunduğunda.
Geçmişte de tanımlanamamış olmasına rağmen "iki tür savaş"
birbirinden farklı olmaya devam etmiştir. Askeri veya politik yönetimlerden hangisinin üstün olduğu, I. Dünya
Savaşı'nda Almanya'da olduğu gibi İngiltere'de de fikir ayrılığına sebep olan, doğu
ve batı stratejisi müzakerelerinde etkin olmuştur.
Düşmanın bozguna veya zayiata uğratılması konusunda büyük fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Ancak modern savaşçılığın
muazzam boyutları ve karşıt prensiplerin baskısı
kaynaşarak, bu iki türü "had derecede" hamle haline getirmiştir. Dolaylı savaş ve kısmi başarıların birleşerek etkin olmasına veya zaman faktörünün rolü
ve zayiat verdirmek, esas amacı etkilemeyen, incelik isteyen bir konudur. Zayiat verdirmek bir anlamda imha
demektir. Clausewitz'in ayrımlarından biri de savunma ve
taarruzdur. Politik stratejik ve taktik açılardan bu, doğal ki pek bilinen bir ayrımdır. Ancak, Clausewitz bunu
savaşın tabiatı
ile ilgili analize sokmuş ve bir anlam kazandırmıştır.
Savunma üzerinde çok durur, bu ise 19. yüzyılın askeri yazarları
tarafından "kara bir leke" olarak görülmüştür. Savaşın kurallarını her zaman taarruz eden koymaz mı? İnisiyatif elde tutmanın bütün
avantajlarından taarruz eden
faydalanmaz mı? Bu avantajlar ve
taarruz etmenin "moral üstünlüğü" konularında, Clausewitz'i biraz
karamsar bulmuşlardır.
Özellikle taktikte baskın çok önemli bir faktördür, Clau- sewitz'in görüşüne
göre stratejide daha az önemlidir. (Ger- 208
çekleştirilebilse, stratejide de çok önemlidir, ama geniş bir
coğrafyada
büyük birlikler ve lojistik üslere yapılacak yığınaklardan düşmanın habersiz
olması,
görmeniesi, duymaması mümkün değildir. "Böyle bir düşmana da
rastlanmamıştır!")
Taarruz
eden ilk hareketi yaparken savunan da "son sözü" söylemenin bütün avantajlarına sahiptir. Ayrıca savaşı ilk meydana getiren bir bakıma savunmadır. Clausewitz, politik saldırganın "her zaman barış gönüllüsü" olduğunu, yani teşkilatlı bir karşı koyma
ile karşılaşmadığı
sürece komşularını barışçı biçimde(!) İşgal edeceğini belirtir. Aslında Clause-
witz bunu Napolyon ile ilgili olarak söylemiştir, ancak genelleştirmek mümkündür.
Clausewitz'e
ait teorinin büyük bir bölümü, daha
güçlü bir düşman karşısında zayıf tarafın en azından biraz
karşı koyma şansına sahip
olduğunu
kanıtlamaya çalışır. Savunma
"savaşın
daha güçlü bir
tipi" olduğu
için bunu kanıtlar da.
Süratli
ateş eden silahların gelişmesi sonucunda tezinin ne kadar destekleneceğini o da öngörememişti ve öngöremezdi. Savunma lehinde ileri sürdüğü fikirler
strateji ve politika ile olduğu kadar,
taktikle de ilgilidir. Taarruz eden taraf siyasi sempati görür ve
kendi ülkesini
savunmanın yarattığı moral
avantajına
sahiptir. Zamandan, beklenmeyen durumların ortaya çıkmasından, düşmanın yıpranmasından
faydalanır. Kısaca tabiatı nedeniyle
savunma daha güçlüdür:
"Korunmak, ele geçirmeden daha kolaydır. "
Özellikle
1942'de elde edilen tecrübelerle son derece etkinlik kazanan bu cümleyle Clause-
witz, meydana gelen her şeyin savunma
yapan tarafın lehine olduğunu ileri
sürmüştür.
"Ekmediğin yerden,
biçmek"
gibi.
Bununla
beraber savunmanın
sağladığı avantajlar taarruz
ile savunma arasındaki
"diyalektik" ilişki ile
dengelenir. Savunma, savaşın daha
güçlü
biçimidir, olumsuz hedefe sahiptir;
taarruz savaşın daha güçsüz biçimidir, olumlu hedefe sahiptir. Bu olumlu
hedefe ulaşırken
karar vermesi gereken taraf
taarruz edendir. Şayet hedef önemli ise,
mutlak savaş
çerçevesinde karar vermek
mecburiyetinde kalacaktır.
Taarruzun kendi içinde yer alan savunma hareketi _sadece "geciktirici bir yük", daha doğrusu "boşluktur",
buna karşılık savunma taarruzu
harekete geçişi mutlaka kapsar. Mutlak savunma savaşın tabiatına aykırı olacaktır. Günümüzün ünlü cümlesi:
"Savaşlar başarılı geri çekilmeler ve tahliyelerle kazanılmaz"dır.
Böylece Clausewitz'in vardığı sonuç "Süratli ve güçlü taarruz ve intikamın
şimşek gibi inen kılıcı, savunmanın en parlak noktasıdır" olmuştur.
Taarruz ile savunma arasındaki diyalektik ilişki Clau- sewitz'in en öğretici kavramlarından biri olan "en yüksek nokta (doruk noktası)
kavramında ele alınır. Stratejik taarruz bir karara ulaşmazsa, ileri hamlenin kendi
kendini yok etmesi kaçınılmazdır.
İlerledikçe taarruz edenin moral ve maddi kaynaklarının bazıları artar, fakat genellikle ve pek çok sebepten dolayı taarruz eden kendi kendini zayıflatmaya mahkumdur. I. ve II. Dünya Savaşlarında meydana gelen pek çok olayın şöyle bir hatırlanması "ilerlemekte olan bir orduya hangi faktörlerin yeni yükler
getirdiğini" saymaya gerek bırakmaz. Clausewitz bunları tabii ki 1812 Moskova seferinden edinilen tecrübeler ışığında düşünüyordu. Ancak Clausewitz'in yorumu çok önemli bir soruna temas eder: "Doruk noktasının ötesinde bir iniş vardır... Ve inişin şiddeti,
ileri hamleninkin- den çok fazladır. " Bu noktada generallik gerçek bir sınavdan geçer. Clausewitz'in belirttiği
gibi "her şey güçlü bir muhake-
me.kabiliyeti sayesinde doruk noktasını saptamaya dayanır". Hareketin ilerleyişi devam ettiği sürece, taarruz eden taraf "denge sınırımn dışına doğru kayar gider". Yokuş yukarı yük çeken bir at gibi, ilerlemeyi durmaktan daha kolay bulabilir. Düşmanın amaçlarının
"şahlandığı" bir sırada o, hala düşmanın
amaçlarının yıkılacağını ümit ediyor olabilir.
Clausewitz'in
"arta kalmış ufak tefek üstünlükler"le
hedefe ulaşmaya çalışan generale mesleki bir
sempati beslediği şüphesizdir. Clausewitz, tereddüdün
faydasının tedbir değil, cüret
olduğunu söyler. Ancak bir general
fazla tedbirden dolayı
şansını yitirir, diğeri ise cüretkarlıktan
dolayı felakete sürüklenir. Faydasız masraf, yıkıcı masraftır. "Çoğunlukla her şey hayal gücünün ipek ipliğine
asılıdır." İşte savunmacının "Şimşek gibi inen intikam kılıcını" eline alacağı ve generallikteki yeteneğini kanıtlayacağı an budur. (Clausewitz'üı Napolyon'un Rusya seferinde, Moskova önlerinden başlayan ve bir felaketle sonuçlanan savaştan ne kadar etkilendiği ortaya çıkmaktadır.}
Uzak mesafelere varan
bir ilerleme sonunda, taarruz eden taraf savunma yapmak zorunda kalırsa, "güçlü biçimin" pek çok avantajını yitirir. Moral ve psikolojik faktörler aleyhine döner. Her şeye rağmen
savunmanın avantajlarından birini hala elinde
bulundurur: Sahip olmak! İkinci tür savaş işte burada ortaya çıkar. Düşmanın bozguna uğratılması
artık mümkün değilse de, karşı tarafın da bu amaca ulaşmasının
mümkün olmadığını gösterme şansı kalmıştır. Yedi Yıl
Savaşları'nın ikinci yarısında Büyük Friedrich'in karşılaştığı
ve çözemediği mesele böyleydi. Aynı sorun ile her iki dünya savaşında en çarpıcı şekilde karşılaşıldığını
kanıtlamak da zor değildir. Gerçekten de Clausewitz'in "doruk noktası" ile ilgili kavramı ve yorumu, bütün benzer durumlara hala ışık tutmaktadır.
Bununla ilgili olarak
son bir nokta üzerinde
durulmalıdır. Doruk noktasının incelenmesi sırasında
ve yazılarında moral ve psikolojik faktörlere önem vermiş olması, Clausewitz'in askeri düşünceye yaptığı sürekli katkıların en önemlisi olarak göze
çarpmaktadır: Bir taraftan başkomutanın, diğer taraftan normal bir generalin sahip olması gereken nitelikleri
Clause- witz dikkatle tahlil eder. Cesaret ve askerliğin tabiatındaki diğer kuvvetli nitelikler gibi, sübjektif nitelikler ile istikrarlı karakter, soğukkanlılık ve zeka gibi objektif özelliklerin ahenkli bir karışımını en üst sıraya
koyması dikkat çekicidir. Clausewitz, Prusya veliahdına "mantığa dayalı kahramanca kararlar" vermesini tavsiye etmiştir. Savaş Üzerine kitabında
şöyle der: "Savaşta kardeşlerimizin ve çocuklarımızın çıkar-
!arını 'heyecanlı kişilerden ziyade soğukkanlı kişilere' teslim etmeyi tercih etmeliyiz.
" Ve şöyle
demiştir: "Akı:Uı olmak
sa- . dece çok fazla algılama yeteneğine sahip olmak değil, en
güçlü
duyguların karşısında dengeyi
koruyabilmektir, ki algılama ve
muhakeme, fırtınaya
tutulmuş bir geminin pusula ibresi gibi
tam bir bağımsızlık
içinde fırtınaya göğüs gerebilsin.
Doğal
sürtüşmelerin, tereddütlerin, paniğin ve
basitliğin
üstesinden en iyi şekilde kişiliğin güçlü olması ile gelinir. "
Bir
ordunun meziyeti sadece kahramanlık değildir. Önemli olan onun ruhudur. Sadece kalabalık olmak
ise hiç
önemli değildir. Clausewitz,
sayıca
üstünlüğü vurgulamışsa her
şeyin sadece sayısal güce bağlı olduğu gibi bir yanlış anlaşılma ile de mücadele etmiştir. Bu nokta kesinlikle yanlış anlaşılmamalıdır. Ayrıca düşmanın bozguna uğratılması da fiziki anlamda öldürmek olarak
anlaşılmamalıdır.
Meydan muharebesi, düşmanın askerlerinden
ziyade düşmanın
cesaretinin yok edilmesidir. İşte bu,
komutanın
veya ordunun "ruhu" mağlup edilmedikçe asla muharebenin kaybedilmediğine dair pek yaygın bir
askeri sözün Clausewitz tarafından ifade ediliş şeklidir.
Son
tahlilde, iradenin savaş
sanatının ortasında "bir
şehrin bütün yollarının birleştiği bir dikilitaş" gibi hakim bir şekilde yükseldiği görülür.
Ordunun
morali konusunda Clausewitz'in vardığı bazı sonuçlar "romantik" görünebilir. Bununla beraber savaşın en
haşin ve maddi gerçeklerin arasında manevi gerçeklerin devamlılığını vurgulayan Clausewitz'in temel görüşü zamanımızda da geçerliliğini kaybetmiş değildir. 19. yüzyıl başlarındaki yaya ve atlı askerler
için ne kadar geçerliyse, bugünkü zırhlı, mekanize ve motorlu birlikler için de
o kadar geçer- lidir. Clausewitz'in özdeyişi zamanımızda her gün kanıtlanmaktadır:
"Fiziki
güçler
kılıcın tahta sapı, moral
güçler keskin ağzıdır. "
Savaşta İnsan ve Psikoloji
S
trateji
mükemmel,
taktikler çok sağlam olsa da, iş sonunda gelir, insan ve onun doğasına kalır. Jomini ve Clause- witz 19. yüzyılın ilk
yarısında
yaşamışlardır. Tecrübelidirler, eserleri
bugün bile bazı bölümleri hariç hala stratejinin baş kitapları konumundadır. Almanya da Rusya da savaş akademilerinin gelişiminde görev yapmışlardır. Prusya, Rusya, Fransa orduları ve
birçok
ülkenin askeri programlarının konu ve kapsamları, onların kitaplarından alınarak
eğitim ve öğretime sokulmuştur. Özellikle de Alman orduları, Clausewitz'in
öğretisiyle
savaş eğitimi yapmıştır.
I.
Dünya
Savaşı da bu stratejistlerin yaşadığı dönemden hemen hemen yüzyıl sonra
çıkmıştır.
Clausewitz doktrini
ile yetiştirilen
Alınanların, 1914-1918
yıllarında
cereyan eden I. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da, Rusya'da, Galiçya'da, Romanya'da, Ukrayna, Kırım ve
Kafkaslar'da açılan
cephelerde nelerle karşılaştıkları; tesadüf muharebeleri, öncü/artçı muharebeleri, gece taarruzları, gerilla savaşları, dağ muharebeleri, geri çekilmeler, takip harekatı, tahkimli
bölgelere
taarruz, kış koşullarında taarruz ve savunma muharebeleri; bütün bu
cephelerde görev
yapmış olan Alman Yüzbaşı Adolf
von Schell tarafından
bu bölümde bütün samimiyetiyle, çıplak
ve açık
açık anlatılacaktır.
Yüksek strateji
ve iyi manevraları
içeren taktikler olmaksızın elbette zaferler kazanılmaz, ama iş gide
gide insana, onun özüne, ruhsal ve fiziksel gücünün dayanıklılığında biter.
İnsanları farklıtoplumlara ayıran şey, coğrafi
koşullar ve kültürlerdir. Tek ve kaçınılmaz birleşen ise içgüdüleridir ve bu değiştirilemez. Ya bir şeyin üzerine gidecekler veya ondan kaçınacaklardır. Bu da savaşın ta
kendisidir. Ya haz duyarlar ya da acı çekerler. Bu iki duygu da savaşın göbeğinde her gün, her
dakika, her saniye yaşanır.
Bunu yaşarken hangi
ülkeye
mensupmuş, hangi ulusun ferdiymiş hiç mi hiç fark
etmez.
Yüzbaşı Adolf
von Schell'in günlüklerinden:
"Psikoloji
ruh bilgisi demektir, kendimizinkini bilmediğimiz bir durumda, başkalarının ruhları hakkında nasıl konuşabiliriz?
Karşılaşacağı bir
olaya nasıl tepki göstereceğini önceden kesin bir ifadeyle söyleyebilecek birisi var mı? Bununla
beraber, küçük birlik önderleri olarak,
askerlerimizin ruhları
hakkında bazı bilgilere
sahip olmak zorundayız.
Çünkü askerler,
yani canlı insanlar savaşta birlikte
çalışmak
zorunda olduğumuz varlıklardır.
Bütün zamanların büyük komutanları askerlerin ruhları hakkında gerçek bir bilgiye sahipti. Daha kolay
bir deyim kullanalım
ve ruh bilgisine 'insan bilgisi'
diyelim. Bütün savaşlarda,
insan bilgisi önderler için önemli bir etken olduğunu kanıtlamıştır. Muhtemelen gelecek savaşlarda bu daha da geçerli olacaktır.
Dünya savaşından önceki savaşlarda, bütün ordular nispeten
daha kapalı
düzenlerle savaştılar. Tek
bir askerin psikolojik tepkisi fazlaca belirleyici değildi, çünkü savaş tek er savaşı değil, bir kitle savaşı idi
ve kitle, talim ve disiplinle bir arada tutuluyordu. Bunun yanında, muharebenin
psikolojik baskısı daha basitti. Muharebenin idaresi
top ve tüfeğe
bağlı idi ve düşman görülebiliyordu.
Modern
savaşta psikolojik baskılar çok daha kuvvetlidir. Artık büyük kitleler halinde değil, küçük gruplar halinde ve çoğu kez
tek er olarak savaşırız.
Bu nedenle, bireyin psikolojik tepkisi artan bir şekilde önem kazanmıştır. Biz, bireyin
muhtemel
tepkisini ve bu tepkiyi etkileyebilecek yöntemleri bilmeliyiz.
İns:m bilgisi
özellikle
iki nedenden dolayı zordur:
Birincisi, kitapldrdan öğrenilemediği için, ikincisi ise bireyin barış zamanındaki karakter yapısının savaş zamanında tamamen değiştiği için. İnsanlar savaşta, barışta
olduğundan daha farklı tepki
gösterirler.
Dolayısıyla, savaşta değişik bir
yönetim
tarzı gerekir. Bu nedenle, barış zamanında savaş psikolojisini öğrenemeyiz. Benim inancım o
dur ki; savaşta psikolojik ilkelerin doğru bir
şekilde uygulanabilmesi için hiç kimse
bir reçete veremez. Bizim emin olduğumuz tek
şey şudur:
Askerin psikolojisi daima önemlidir. Askerlerin içdünyasını bilmeyen, anlamayan hiçbir komutan
büyük
işler başaramaz.
Orduların küçük ve muharebe alanının dar
olduğu
zamanlarda,
bir lider, ordusunun üzerinde şahsen örnek olarak psikolojik bir etki uygulayabilirdi.
Fakat, çağdaş
savaşlarda yüksek rütbeli komutanlar,
zorunlu olarak cepheden geride bulunurlar ve askerlerin büyük bir
çoğunluğu
onları hiçbir zaman
göremez.
Sonuç olarak, asker psikolojisini
anlamak ve askeri etkilemek görevi, geniş anlamda ast komutanlara düşmektedir.
Barışta, askerlerimizi
muharebenin gerginliğine
beyinsel olarak hazırlamak için mümkün olan her şeyi yapmalıyız. Onları, savaşın beraberinde şaşkınlık getireceği ve fevkalade derin etkileri olaçağı hakkında tekrar tekrar uyarmalıyız.
Muharebenin
her dakikasının,
beraberinde sinir sistemleri üzerine yeni
bir saldırı
getireceği gerçeğine karşı onları hazırlamalıyız. Geleceğin askerleri olarak, savaşta birçok yeni ve zor baskılar ve
tehlikelerle yüz yüze
gelebileceğimizi önceden görebilmeleri ile
bunların
yarı yarıya üstesinden gelinmiş olacağını anlamaya çaba göstermeliyiz.
Tannenberg
Muharebesi sırasında
(Tannenberg Muharebesi, dünya askeri
tarihinde "iç
hatlar" muharebesi adıyla ünlü, bütün dünya akademilerinin örnek gösterdiği bir
harekattır. Özelliği, düşmana göre iç hatta bulunan 6 Alman tugayı, Rusların 1'inci ve 3'üncü ordularını yenmiştir. Strateji şudur: Bu 6 tugay Rusların önce bir ordus^na taarruz edip yenmiş, daha sonra hızla öbür Rus ordusunun cephesine trenlerle kaydırılarak onu da mağlup etmiştir.} Hindenburg, Ludendorff (iç hatlar harekatını planlayıp uygulayan Alman generaller) ve kurmayları bir tepe üzerinden muharebe sahasının bir kısmını
gözetliyorlardı. Bu esnada kurmay albay
Hofmann, genç bir yüzbaşının yanına
gelerek düşük bir ses tonuyla dedi
ki:
'Arkadaşım, yapacak bir şey yokmuş gibi görünüyorsun.
Şimdi dikkatle beni dinle; X köyünde Londasturm taburu var. Onun komutanını ara ve bir Rus süvari tugayının, X köyüne doğru derin bir girme yaptığını
ve Londasturm taburunun karşı saldırıya geçerek Rusları geri püskürteceğini
söyle.'
Bunu duyan genç subay şaşırdı ve dedi ki: 'Komutanım,
o gördüğünüz taburda sadece 45 yaşın üzerinde ip.sanlar var. Bir Rus süvari tugayını onlar yenemez.'
Albay cevapladı: 'Sen sadece o emri ver, eğer tabur komutanı emre uymayı reddederse, ismini sor. Verilen emri derhal yapacağını göreceksin.'
Yüzbaşı telefonla emri iletti
ve tabur komutanı yarbay müthiş bir şaşkınlıkla
cevapladı: 'Bu yaşlı insanlarla bir tugay Rus süvarisine nasıl saldırabilirim? Bu mümkün değil.'
Bunun üzerine yüzbaşı: 'Böyle bir durumda derhal isminizi almam için emir verildi.' Tabur komutanı, 'Benim ismimi mi?'
dedikten sonra, 'Öyle
demek istemedim, elbette taarruz edeceğiz. İlk önce kendi birimimi hemen göndereceğim ve beş dakika içinde yürüyüşe
geçeceğiz. Emir derhal uygulanacaktır,' dedi ve emir uygulandı.
Kendisi için rahatsızlık verecek bir neticeden korktuğu için tabur komutanının saldırı korkusu ortadan kalkmıştı.
Bir görevle ilgili olan insanı
tanıdığımız sürece, doğru tahmin yapmak nispeten
kolaydır, ancak iyi tanımanıza rağ-
men yine de çoğu zaman zordur. Çünkü,
insan her zaman aynı kal^az, değişebilir. O bir makine değildir;
bugün bir şekilde, yarın başka bir şekilde davranabilir. Askerler bir gün cesur, diğer bir gün korkak olabilirler. Onlar makine değil, savaşta yönetilmesi gereken insanlardır. Her biri farklı bir şekilde tepki gösterir, bu nedenle her birine ayrı şekilde yakla- şılmalıdır. Daha da önemlisi, her biri farklı zamanlarda farklı bir şekilde tepki gösterir ve her birine, her olaydaki değişik tepkisine göre farklı davranılmalıdır.
Savaşta bulunmuş olan bizler biliriz
ki, yapmak zorunda olduğumuz
en zor şey, düşman ateşi altında sessizce yatmak ve bu saldırıya beklemektir. Niçin?
Düşman ateşi altında yatan ve bekleyen bir
asker, kendisini koruyamayacağı hissine kapılır.
Düşünmeye zamanı vardır. O sadece kendisine
isabet edeceği mermiyi bekler. Kendini yalnız ve terk edilmiş hisseder.
Rusya'da 1916 yılında bir günü
hatırlarım. Gece vakti, Avusturyalıları değiştirmiştik. Ertesi sabah Ruslar yoğun bir topçu hazırlık ateşine başladılar. (Taarruz kalkmadan önce düşman mevzilerini yumuşatmak için yapılan şiddetli ve keşif topçu
ateşi, saatlerce sürebilir.) Savaş alanına yabancıydık; sağımızda ve solumuzda hangi birliklerin bulunduğunu ve ne kadar topçuya sahip olduğumuz
hakkında bir fikrimiz yoktu. Bir Avusturya
taburunun ortasında, kendi bölüğümle
yalnızdım. Komutanlarının kimler olduğunu bilmiyordum. Ruslar saatlerdir ateş ediyordu, fakat bizim topçular karşılık vermedi. Siperden sipere geçerek askerlerimi görmeye ve onlarla konuşmaya gittim. Onlar en azından yalnız olmadıklarını göreceklerdi. Ardı ardına sordular: 'Gerçekten burada tamamen yalnız
mıyız? Hiç topçumuz yok mu?' Bu durum saatlerce
sürdü. Telefon kablolarımız
parçalanmıştı. Sonunda arkamızdan müthiş bir ses duyuldu. Bizim topçular ateş ediyorlardı. Yüksek moral hemen geri geldi. Askerler artık kendilerini terk edilmiş hissetmiyorlardı. Bizimkilerin bir şey-
ler
yaptığını
görüyor ve duyuyorlardı. Her biri desteğin geldiğini anladı ve hepsi saldırıya karşı koymaya hazırdı. Büyük savunma muharebelerinde, düşman topçusu ateş ediyorken, şu soru
her zaman duyulacaktır:
'Bizim topçular nerede?'
Durum havacılar
için de aynıdır. Eğer bir düşman uçağı on dakika süre ile
üzerimizde
ise, askerler şu soruyu
sormaya başlayacaklardır:
'Hiç uçağımız yok
mu?', 'Uçaklarımız
nerede?' Eğer uçaksavarlarımız düşman uçağına ateş etmeye başlarsa, askerler
derhal tatmin olur, bir şeylerin yapıldığını anlar.
Taarruzda
durum farklıdır.
Burada askerlerin kendi hareket
halindedir. Yapacağı
bir şeyler vardır, ileri doğru hareket eder, ateş eder,
hücum eder ve düşmanı istediği şekilde harekete zorlar. Saldırı anında 'Topçular nerede?' diye asla sormaz. Taarruzun
başından
itibaren, kendisini galip olarak görür, fırtına gibi ilerler. Kendi başına her
şeyi
yapabileceğine inanır, hiçbir desteğe ihtiyaç duymaz. Saldırı yavaşlar yavaşlamaz 'Topçu nerede?'
sızlanmaları
yeniden duyulur.
1917
Şubatı'nda,
Karpat Dağları'nda bölüğüm, savaş alanına bütün cephelerden hakim yüksekçe bir
yerdeydi. Romanyalılar
bazı yerlerde bizden 20 metre uzaktaydılar. Bir gün ani
bir düşman
saldırısı sonucu dağın zirvesine
kadar püskürtüldük.
Süngü ve el bombaları ile
sıkı bir göğüs göğse muharebe başladı. Bir
saatlik çarpışmadan
sonra, Romanyalıları dağdan aşağıya doğru püskürtmeyi
başardık. Çatışmaların başlangıcında, siperde
benim yanımda bulunan topçu ileri
gözetleyicisinin
vurularak düştüğünü görmüştüm. O andan itibaren topçu desteği olmaksızın savaşmamız gerektiğini
hissettim. Çatışma bittiğinde alayı arayarak bize destek vermediğinden şikayetçi oldum. Bundan hemen sonra ilgili
batarya komutanı
bana geldi ve çalışma boyunca
bataryasının
beni desteklemek için 300
mermi attığını
söyledi, yani dakikada beş atış. Bir
atış sesi dahi duymamıştım. Çatışma telaşıyla, topçularımızın
ateş edip etmediklerinin farkına bile
varamamıştım.
Askerlerin
istekli olarak devriye görevine gitmelerinin
sebebi, hareket halinde olma arzusundan kaynaklanmaktadır. Tekrar etmek gerekirse, düşman ateşi altında yatmak ve beklemek fevkalade
zordur, çünkü bu durumda insan kendisini kör talihe
teslim olmuş hisseder. Devriye gezerken durum farklıdır. Asker, kaderinin kendi ellerinde olduğunu hisseder.
Kör talihe bağımlı olmadığını bilir, hangi yolu seçeceğini kimse söylemez, aksine
ne yapacağına
kendisi karar verir. Durumu
kendisinin kontrol ettiğini
hisseder. Örneğin şöyle düşünebilir: 'Tepe üzerindeki şu patika tehlikeli görünüyor, niçin olduğunu bilmiyorum, ama kesinlikle öyle hissediyorum,
dolayısıyla
vadinin içinden gitmeyi
tercih ederim.' Hareketlerinin kendi iradesine bağlı olduğunu hisseder ve sonuç olarak
bu iradeye uygun hareket edebilir. Bu emniyet duygusunun belirleyici bir faktör olduğunu gösteren şu iki örneğe bakalım. Emniyetin gerçekte olup
olmadığı
önemli değildir.
Eylül 1914'te
Chemin des Dames civarında
bir tepe üze- rindeydik.
Hemen sağ
yanımızda bir yol ve Fransızlar tarafından işgal edilmiş olan Berry-au-Bac'a kadar uzanan
bir kanal vardı. Yol üzerinde taş duvarlı bir ev bulunuyordu. Bu evin içerisine, yolu gözaltında bulundurmaları için 5 veya 6 adam bırakmıştım. Bir gün Fransızlar ağır toplarla eve ateş açtıklarında ben de orada bulunuyordum. Her
dakika bir top mermisi düşüyordu. Herkes bilir ki, tek tek atılan mermiler
bir baraj ateşinden
daha fazla rahatsız edicidir,
çünkü
ateş aralarında beklemek
-ve düşünmek
için zaman vardır. İlk top mermisi yaklaşık 50
metre kısa
düştü, ikincisi yaklaşık 100
metre uzun, üçüncü yine kısa, ondan
sonraki evin yakınına
düştü. Dikkat ettiğim husus
şuydu, askerlerim sıkıntılıydılar, evin ortasına düşecek top mermisini bekliyorlardı. Bulunmam gereken yer orası olmamasına rağmen, böyle bir zamanda askerlerimi yalnız bırakamazdım. Birlikte beklemeye başladık. Bu
bekleme ve belirsizlik bizi oldukça sinirlendiriyordu.
Evin içinde oturduk ve her top mermisinin
sesini dinledik. Tam
olarak çok uzağa mı, yoksa çok yakına mı veya sağımıza mı yoksa solumuza mı
düştüğünü söyleyebilirdik. So_nuçta şöyle bir düşünce geldi aklıma: 'Bu evin duvarı çok
kalın. Gerçekten de bir metre kadar
var. Biz içindeyken, evin dışında bir top mermisi patlasa, hiçbirimize zarar veremez. Fakat
top mermisi evin üstüne
düşecek olsa, evin dışında olmak daha emniyetli olur. Bu nedenle, yapılacak en iyi şey kapıya yakın oturmak ve top mermilerini gözetlemektir. Böylelikle, top mermisinin nereye gittiğini söyleyebilir ve evin dışına mı yoksa içine mi gideceğimize karar verebiliriz.'
Böylece, kapının yanında bir iskemleye oturdum
ve çok geçmeden tamamen rahatlamıştım,
öyle bir rahatlama ki uykuya dalmışım. Bu hareket askerlerimi de sakinleştirdi, öyle ki kağıt oynamaya başladılar.
Birkaç saat sonra top ateşi kesildi.
Bu durumda benim yaptığıma gülebilirsiniz. Ben de gülmeye hazırım. Öyle bir anda düşüncem çok
saçmaydı. Bir top mermisinin 3-4 metre sola
mı yoksa sağa mı
düşeceğini kimse kestiremez. Ben sadece şu noktaya dikkat çekmek
istiyorum; gerçekten emniyette olup olmamak
önemli değil,
önemli olan emniyette olduğumuzu hissetmektir.
1916 Ağustosu'ydu, General Brusilov komutasındaki büyük Rus saldırısında Avusturyalılar oldukça geriye püskürtüldü. Tren yoluyla gelerek hızlı bir şekilde Avusturyalılara yardım için cepheye doğru yürüyüşe
geçtik. Topçularımızın arka tarafındaki bir orman içinde, birkaç
günlüğüne ordugah kurarak yerleştik. Sonra bir gece, ihtiyat kuvveti olarak cephe yakınına doğru harekete geçtik ve birliklerimiz araziye yayıldı. Bölgenin yabancısı olduğumuz için Avusturyalı bir astsubay cepheye ilerlemede bizim bölüğe rehberlik yaptı. Geniş bir sundurmanın
altında durdurulduk. Sabaha kadarrahatça uyuyabileceğimiz üstü
kapalı bir yer bulduğumuz için mutluyduk. Sabah etraf aydınlandığında gördüm ki bu baraka hem açıkta bir yerdeydi hem de Avusturya
bataryasına 200 metrelik mesafedeydi. Öyle bir
yerde duruyorduk ki Ruslar bu bataryaya ateş açsalar biz ateş toplamasının ortasında kalacaktık. Tam bunları düşünürken, bir Rus balonu gördüm. Bu
nedenle sundurmadan dışarı da
çıkamadık.
Korktuğumuz başımıza geliyordu.
Ruslar, Avusturya bataryasına ağır topçu atışlarıyla ateşe
başladılar. Her
üç veya dört atışın biri, kaldığımız sundurmanın yakınlarına düşüyordu. Gece oluncaya kadar veya Rus
balonu yere ininceye kadar hiçbir yere
hareket edemezdik. Top mermileri bulı,ınduğumuz yerin çevresine düşmeye devam etti. Hiç kimseden
tek bir kelime dahi çıkmadı. Askerlerim
çok
sinirliydiler. Birkaçı yanıma gelerek havadan sudan bahanelerle
dışarı
çıkmak için izin
istedi. Hiçbirine
izin vermedim, zira belliydi ki
daha emniyetli bir yere gitmek istiyorlardı. Sinirsel gerginlik iyice artmıştı. Aniden
bir top mermisi bölüğün tam ortasına düştü, fakat patlamadı. Sinirler kopma noktasına kadar gelmişti. Kaynamaya
hazır bir çaydanlık gibiydik.
Emniyet hissini kazanmak için birilerinin
bir şeyler
yapması gerekiyordu. Aklıma güzel bir fikir geldi. Bölük berberini
çağırdım,
arkam cepheye dönük olarak
önüne oturdum ve saçlarımı kesmesini
söyledim.
Hayatımın en rahatsız saç tıraşı olduğunu söylemeliyim.
Başımızın üzerinden her
top mermisi geçişinde
başımı yere eğiyordum ve
bu arada berber saçımdan
birkaç kılı kesmek
yerine, kopartıyordu.
Fakat bu davranışımın etkisi mükemmeldi; askerler, eğer bölük komutanı sakince oturuyor ve saçlarını kestirebiliyorsa,
durum o kadar kötü
değildir diye düşünmeye ve
kendilerini de muhtemelen zannettiklerinden daha emniyette hissetmeye başlamışlardı. Aralarında sohbet etmeye başladılar, birkaç fıkra anlatıldı, bazıları
kağıt oynamaya koyuldu, birisi şarkı söylemeye başladı. Birkaç dakika sonra yakınımıza düşen bir top mermisiyle iki askerimiz yaralandı. Buna rağmen artık hiç kimse top mermilerine aldırış etmiyordu.
Bu
olayda iki nokta dikkat çekicidir:
Askerlerinize
emniyet duygusu aşılayın,
böylece onların korkularını yenmelerine
yardım
etmiş olursunuz.
Onlarda
bir hareketlilik başlatmak
için bir şeyler yapın. Uzun bir süre savunmada
bekledilerse, devriye çıkarmak için özel bir neden olmasa bile, onlara
devriye görevi verin. Devriye görevi onlara
özgüven ve üstünlük duygusu
kazandırır.
Her gece, her bölükten bir
devriye çıkmasını
isteyen bir alay komutanının emrinde uzun süre hizmette
bulundum. Devri- yelerin her birinden, görevi yaptığının kanıtı olarak ya bir esir ya da düşmana ait
dikenli tel parçası gibi şeyler getirmeleri
istenirdi. Çok
geçmeden bölükler arasında düzenli bir
şekilde
yarışmalar başladı. Herkes
devriye görevine
gitmek istiyordu.
Alman
ordusunda 'görev taktikleri' terimini kullanırız, emirler en ince ayrıntısına kadar yazılmaz, komutana
sadece görevi söylenir. Görevi nasıl başaracağı onun sorunudur. Böyle yapılır, çünkü mevcut durumu doğru olarak
değerlendirebilecek ve durumda bir değişiklik olduğunda uygun hareket tarzını seçebilecek tek insan, birlik komutanıdır. Bu uygulamanın ayrıca kuvvetli bir psikolojik sebebi de
vardır.
Görevinin sınırları dahilinde
kendi kararlarını
verebilen komutan, yaptıklarından kendisinin sorumlu olduğunu bilir.
Sonuç olarak, kendi bireysel
psikolojisi ile uyumlu hareket edeceğinden dolayı, daha fazlasını başaracaktır. Aynı hareket özgürlüğü takım ve manga komutanlarında da olmalıdır. Barış zamanı yapılan eğitimlerdeki deneyimler göstermiştir ki, bir ast komutana eğitimde ne
kadar inisiyatif verilirse, sonuç daha
iyi olacaktır.
Niçin? Çünkü yaptıkları işlerin sonuçlarından kendileri sorumlu tutulmakta ve başarmaları için kendi yöntemlerini kullanmalarına izin verilmektedir.
1914
Ağustosu'nda
Belçika'da Liege'ye doğru ilerliyorduk. Çok güzel bir
sabahtı.
Askerler şarkı söylüyorlardı. Genç ve sağlıklıydık. Kendimizi güçlü ve
dirençli
hissediyorduk. Yol üzerinde ilk
ölüleri
gördük. Şarkılar kesildi.
Askerler ölü
arkadaşlarına baktı. Savaşın ciddiyeti
birdenbire gözlerinin
önünde belirmişti. Belki, yakında onlar
da yolun kenarında
bir ölü olarak
yatacaklardı.
Bölük tam bir sessizlik içerisinde yürümeye· devam etti. Bir ara
aniden birisi ölülerden
birine seslendi: 'Uyumak işine geliyor,
haydi kalk, kahvaltı
zamanı.' Herkes gülmeye başladı. Az önceki anın ciddiyeti bir şakayla ortadan
kalkmış,
moral geri gelmişti.
Bir
gün sonra ilk defa yaralı bir
asker görüldü.
Acılar içerisinde kıvranmaktaydı. Birkaç arkadaş yanına gitti. Askerlerin psikolojik baskı altında olduğu belliydi. Bu, gördükleri ilk yaralı askerdi.
Bir sonraki kim olacak? 'Yazık ölmemişsin, ölmüş olsaydın o güzel botların varisi ben olurdum,' dedi birisi. Yaralı adam
inlemeyi bıraktı.
Hala yaşıyor olmanın mükemmelliğini ilk defa fark etmiş olmalıydı.
1916
yılının
sonbaharıdır. Tümen müthiş bir
muharebeye tutulmuştur. Kayıplar ağırdır. Tümen
karargahında sadece
kaygılı
yüzler vardır. Muharebenin
sonu ne olacak? Heyecanlı
ve panik içinde bir
tabur komutanı
emir eriyle birlikte karargaha
gelir ve der ki: 'Taburumda hayatta kalan tek kişi kaldığımı rapor etmek isterim.' Bir anlık suskunluğu takiben tümen komutanı general: 'Yanlışınız var binbaşı, emir
eriniz hala sizinle,' der. Anında büyük bir rahatlama yaşanır. Bu
küçük
örnekler, doğru zamanda
seçilen uygun kelimelerin nasıl mucizeler
yaratabileceğini
göstermektedir. Bunu
izah etmek için
kullanılabilecek ifade
sadece 'psikolojik reaksiyon'dur.
1914
yılının
sonbaharıdır. Muharebeye
henüz giriyoruz. Bir askerin tıraş olduğunu görüyorum. Dün muharebeye girmeden önce yine
aynı askerin tıraş olduğunu görmüştüm. Ona sordum: 'Niçin tıraş oluyorsun?' Cevabı kısaydı: Liege'den bu yana her çarpışmadan önce tıraş oldum ve şimdiye kadar
yaralanmadım.
Bana şans getiriyor.
Yıl, 1917
Cambrai'deki muharebedeyiz. Bir teğmen yirmi
askeri ile birlikte küçük bir
ağaçlık
alanı savunuyor. Birçok saldırıyı geri püskürtür. Diğer bir saldırı başlar. Sadece birkaç Alman
ateşe devam edebilmektedir. Cephaneleri
bitmiştir. Ne yapılacaktır? Teğmen emir verir: 'Süngülerinizi takın. Hücum!' 20 asker saldırıya geçer. 80 İngiliz askeri
esir alınır.
İngilizler niçin teslim
olurlar? Saldırıya
geçen 20 Alma0 na niçin sadece
gülmezler?
Şubat 1917.
Romanya'da Karpat Dağları'nda,
gene göğüs göğse çarpışma. Çarpışma bir saat sürmüştü. Romanyalıları geri püskürtememiştik. Bir yerde yaklaşık altı asker çarpışıyordu. Çavuşları aniden vurularak ortalarına düştü. Askerlerden biri yerinden fırlayarak: 'Romanyalılar çavuşumuzu öldürdü!'
diye bağırdı ve
düşmanın
içine daldı. Bu
arada, birkaç
düşman askerini saf dışı bıraktı. Romanyalılar geriye kaçtılar, Almanlar
da onların
arkasından ilerlediler. Beş dakika
içerisinde
kaybettiğimiz dağın zirvesini
yeniden ele geçirdik.
Bu
son iki örnek,
yarattıkları baskın etkisi
ile başarı
getiren, beklenmeyen ve hiç umulmayan
hareketlerdir. Bu gibi şeyler barış zamanı öğretilemez.
Muharebe
esnasında
psikolojinin çok büyük öneme sahip olduğunu biliyoruz.
Ancak boyutları
_sınırsız bir alandır. Fakat,
matematik öğretir gibi öğretilemez. Hissedilmesi gerekir.
Maalesef, birtakım
psikolojik halleri bir kural ve formül haline
getiremeyiz. İnsan tepkileri, belirli bir bilimin sınırları içine asla indirgenemez. Savaşa, bilinmeyenler
ve belirsizlikler hakimdir ve hepsinin içinde en
az bilinen, insan unsurudur.
Dünya savaşından önce, subaylara ve askerlere fiili savaşta karşılaşacakları etkiler ve gerçek bir
savaşta
harekatın başlangıcında katlanmak
zorunda kalacakları
şaşkınlık ve zihinsel
zorluklar hakkında
tanıtıcı bilgiler verilmesi ya çok az
düşünüldü
ya da hiç düşünülmedi.
Dünya Savaşı patlak verdiği zaman
Alman birlikleri üstün seviyede eğitimli, mükemmel derecede disiplinli ve oldukça yüksek bir morale sahiptiler. Bütün önderler, subay veya astsubaylar, görevlerini tam anlam1yla biliyorlardı. Bölüklerdeki askerler genç ve
mükemmel
fiziki yapıya sahiptiler.
Fakat
hiçbirinin
muharebe alanında karşılaşacakları etkiler hakkında bilgisi
yoktu, bu etkilere insanın muhtemel tepkisinin ne ok.bileceğini bilmiyorlardı ve hiçbiri gerçek bir savaşta kendisinin
nasıl
davranacağını söyleyemez.
Subaylar
ve askerler birbirlerini iyi tanımış olsalardı ve uzun müddet beraber
çalışsalardı,
bunun bu şanlar altında birliğe ö_nemli ölçüde yardımı
olacaktı. Fakat durum böyle değildi. O gün için geçerli olan nedenlerle, hemen hemen bütün subayların seferberlikle görev yerleri
değişti.
Çoğu aynı alayda kalmalarına rağmen, değişik birliklerde görev aldığı için, emrindeki askerler subayları, subaylar da askerleri tanımıyordu.
Bugün, subayların bu şekilde yer
değiştirilmesinin
hatalı olduğu görülüyor. Subaylar
ve askerler arasındaki,
uzun süre beraber
görev
yapmanın sağlayacağı karşılıklı anlayış ve
birlik ruhu mevcut olsa idi, savaşın neden
olduğu yeni ruhsal baskıların oluşturduğu ağır yük hafifletilmiş
olacaktı.
İnsan savaşta çabuk öğreniyor. Ne kadar önemli ve
önemsiz olsa da ilk etkiler, sürekli oluyor,
akıldan
çıkmıyor. Bu nedenle, 16 yıl geçmesine rağmen, o ilk günlerin olayları ve etkileri silinmez bir şekilde hala
benim zihnimdedir.
Bölüğümüz, Almanya-Belçika arasındaki sınırı 7 Ağustos
1914'te geçti.
Sınırı geçtikten sonra
kısa bir yürüyüş bizi
küçük bir köye getirdi.
Güneş batmak üzereyken yürüyüş kolunun üzerinde bir
uçak belirdi. Daha önce düşman bir ülkede yürüyüş yapmamış ve bir düşmanla hiç karşılaşmamıştık. Herkes, kesinlikle, yaşayacaklarına inandıkları olaylar karşısında sinirli ve heyecanlıydı. Bundan dolayı düşman bir ülkedeki uçağın mutlaka düşmana ait
olacağını
düşünüyordu. Aniden bir patlama
sesi duyuldu, ardından birkaç tane daha ve bir iki dakika sonra
bütün birlik ateş ediyordu. Ardından uzaktan
bir yerden makineli tüfek sesi
işitildi.
Hemen sonra havada paralanan topçu mermileri
görüldü.
Şimdi bütün şüpheler ortadan
kalkmıştı.
Eğer topçu ateş
ediyorsa,
uçak
düşmana ait demekti. Sahra mutfağı şoförü bile tabancasıyla zavallı pilota ateş etmeye
başlamıştı.
Uçak birkaç kez
üzerimizden
geçti ve ardından yere
çakıldığı
görüldü. Vahşice açılan bu
ateşle psikolojik galeyan tatmin edilmişti. Askerler gürültülü bir
sevinç
narası attılar, çünkü uçağı kendilerinin
vurduğuna
inanıyorlardı ve
bütün
bölük, uçağın pilotunu
tutsak almak için
koşuyordu. Az sonra askerler, ümitsizce bir
tavşanı
kovalamış genç bir
av köpeği gibi, suratlarında aptalca bir ifadeyle birer birer
geri dönmeye başladılar. Ertesi gün tümenden bir emir alındı, şöyle başlıyordu: 'Birliklerin çok kötü atışları nedeniyle, iki Alman havacı hala
yaşıyor...'
Artık hava
kararmıştı
ve askerlerin nerede uyuyacağı sorusu
gündeme
gelmişti. Köyde 30-40
ev bu maksat için uygundu. Bunların çoğunu kullanmamız doğal ve doğru olacaktı. Fakat o sırada mevcut
olan zihinsel şartları
hatırlamak gerekir. Hiçbir düşman askeri görülmemiş ve duyulmamış olduğu bir gerçekti. Ancak,
düşman
ülkesinde olduğunuz için, askerler
her an düşmanın
ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Gece ilerledikçe, askerlerde eski insani güdülerden arkadaşlık ve bir arada olmanın verdiği güvenlik hissi ortaya çıkmaya başladı. Sonuçta bütün bölük tek ve büyük bir
evde konakladı
ve doğal olarak
hiç kimse fazla dinlenemedi.
Gelelim
güvenlik
meselesine. Barış zamanı bize, savaş esnasında düşmanın bilinmeyen bir arazide sadece
yollardan ilerleyerek yaklaşabileceği öğretilmişti. Bundan dolayı, bizimkine
benzer şartlarda
sadece anacaddeye nöbetçi çıkarmamız gerekirdi. Fakat bütün bunlar
unutuldu. 80 kişiden
oluşan bir takım güvenliği sağlamakla görevlendirildi.
Genç takım komutanı herkes
gibi heyecanlıydı.
Takımın bütün personelini
nöbete koydu. Bu şu anlama
geliyordu, takımın
üçte biri, yani 30 kişi nöbette olacak, diğerleri de
bunları
değiştirmek için kullanılacaktı. Evin
her tarafına
nöbetçi postaları yerleştirildi. Nöbetçiler yerleştikten sonra genç subay
binaya döndü ve istirahate çekildi.
Aniden
bir ateş sesi duyuldu, ardından bir
tane daha ve takiben birkaç tane
daha. Az sonra bir haber geldi. 'Belçikalılar geliyor.' Takım komutanı dışardaki bir nöbet postasına koştu ve sordu: 'Mesele nedir?' Nöbetçi ateşe devam ederken, 'Şu çalılığın arkasındalar' dedi. Hiçbir şey kımıldamadı. Şimdi de bir başka yerden
ve arkasından
diğer bir yerden ateş edildi.
Hiçbir
şey görünmüyordu. Subay,
bir nöbetçi
postasından diğerine koşarak onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir müddet için ortalık sakinleşiyor, ama biraz sonra tekrar ateş sesleri
başlıyordu.
Bir nöbetçi ateş edince, diğer birkaçı da aynı şeyleri yapıyordu.
Böyle panik
halinde atışlara
savaşın sonraki safhalarında da sık sık şahit oldum. Genelde bunun hiçbir sebebi
yoktu. Bir örnek de Eylül 1916'da
meydana geldi. General Brusilov komutasındaki büyük Rus taarruzu esnasında bir
Avusturya bölüğünü
kendi bölüğümle değiştirdim. Avusturyalı bölük komutanı
bana her gece Ruslar tarafından yoğun bir ateş açıldığını söyledi. Bu doğruydu. Gece
başlamak
üzere iken Ruslar ateşe başladı. Bölüğüm, daha önce birçok muharebelerde bulunmuş tecrübeli askerlerden oluşuyordu. Askerlerimden hiçbiri ateşe karşılık vermedi, çünkü ateş edecek hiçbir şey göremiyorlardı. Sabırla Rusların
hücuma geçmesini beklediler.
Hiçbir hareket yoktu. Ertesi gece aynı şey tekrar
etti. Üçüncü gece ateş biraz
hafifledi ve birkaç
gün sonra da gece hiç ateş edilmedi.
Boş yere ateş etmenin
sebebi hep aynıdır;
askerlerin psikolojik şaşkınlıkları, ateş ederek tatmin olmaktır. Sonuç olarak askerler sinirsel dayanma güçlerini sonuna
kadar kullanmakta ve gerginliklerini atabilmek için cephane
tüketmektedirler.
Evet,
Belçika'da
ilk gecemiz böyle geçmişti. Sonunda gece bitti, güneş doğmaya başladı. Takım komutanı, gece yapılan atışlarda yüzlerce mermi kullanıldığını tespit etti. Askerler hemen yakın çevreye baktılar, çünkü bu kadar ateş mutlaka
düşmana
kayıp verdirmeliydi. Araştırdılar, araştırdılar ve sonunda
buldular... Ölü bir inek! ■
ArJatılan olay
fevkalade iyi eğitilmiş
birliklerde meydana geldi. Sebep,
psikolojik nedenlerde aranmalı. Düşman ülke topraklarına ilk girişimizdi ve askerler için yeni
bir tecrübeydi. Bu onları sadece
asker olarak değil,
aynı zamanda insan olarak da etkilemişti.
Ertesi
gün
yürüyüş devam etti. Önceki gün düşmanla karşılaşılmamıştı. Askerler, kendi mantıklarına göre bugün karşılaşacaklarını
düşünüyorlardı. Psikolojik
şaşkınlık,
heyecan ilk muharebe tecrübesini yaşadıktan sonra geçer. Bölük, taburun önünde yürüyordu. Genç bir subaya birkaç adam
alması,
bir devriye oluşturması ve cepheye 5 km mesafedeki bir köye doğru ilerlemesi emredildi. Düşman hakkında hiçbir bilgi alamamıştı, çünkü bölük komutanı da bir şey bilmiyordu.
Köye yaklaştıkları sırada köyde hiçbir hayat işareti yoktu. Köy ölü ve
terk edilmiş gibi görünüyordu. Sıcak güneş mavi gökyüzünden yeryüzüne ışıklar saçıyor, bir nefes rüzgar bile
esmiyordu. Her şey sessizdi, esrarengiz bir
sessizlik vardı.
Köyde ne olabilir? Düşman gizlenmiş, Almanların yaklaşmasını bekliyor ve aniden ateşe başlayacakmış gibi geliyordu. Genç subay
bu düşünceden
dolayı yolu terk etti ve bu gizemli yere
yan taraftan ulaşmak
için bir dereden yaklaşmayı tercih etti. Sık sık duruyor
ve dürbünle
köye bakıyordu. Bir
ara bir kıpırtı
gördüğünü zannetti, fakat sonra her şey tekrar
hare- ketsizleşti.
Şimdi köyün arkasındaki bahçeye gelmişlerdi. Her an düşmanla karşılaşmayı bekliyordu. Az sonra anacaddeyi görebileceklerdi. Düşmanı gözetleme isteğiyle emeklemeye ve sürünmeye başladı. Dikkatli ve yavaş bir
şekilde
bahçeden geçerek yola
çıktı.
Köyde karşısına, kendi tugayına bağlı bir Alman alayına ait
bir tabur çıktı. Bu tabur geceyi köyde geçirmişti. Sonradan, kendi taburunun tümenin kol
sonundaki en son birliği
olduğunu ve Alman birliklerinin her yerde
ilerlediğini
öğrendi.
Bu
çeşit
tecrübelerle insan
çok
çabuk öğreniyor. Bölüğün askerleri
kısa zamanda kendilerinin deneyimli
bir asker, hatta
uzman
olduğuna
inandılar. Gerçekte ise
bu gelişmeyi
sağlamak için yıllar geçmesi gerekiyor. Bu bakımdan savaşta, öğrenmenin sonu olmadığını söylemek daha isabetli olur.
Ertesi
gün, Liege'ye doğru uzun
ve yorucu bir yürüyüşü
de beraberinde getirdi. Bölük durduğunda havd kararmaya başlamıştı. Askerler bir şatoya yerleştirildi. Birkaç saatlik bir dinlenm('!den sonra uyandılar. Hala karanlıktı. Bölük kalktı, taburdaki diğer bölüklerle birleşti ve hepsi birlikte hızlı bir
şekilde ileri doğru yürüyüşe başladı. Askerlere bugün Liege'nin
kalelerinden birine hücum edileceği söylendi. Aniden müthiş bir
ses işitildi,
ardından başlarının üstünden geçen gürültülü bir ıslık sesi.
Hemen sonra ıslık sesi yaklaştı, Üzerlerine düşecek gibiydi. Birçoğu bunu
'ağır
topçu ateşi' diye
düşünmüş
olmalıydı. Zira bölüğün büyük bir kısmı kendini
yere atmıştı,
fakat hiçbir şey olmadı. Bu, kendi topçularının açtığı bir ateşti ve
aynı zamanda askerlerin savaşta duydukları ilk ve gerçek ağır topçu mermisi sesiydi. Bu olay onlara müthiş bir
korku vermiş
olmasına rağmen, askerleri
biraz sonra gülmeye
başladı. Kendini yere atmış olanlar
ise bu davranışlarından
utandıklarını belli
ediyorlardı.
Bu
askerler henüz topçu
ateşinin kendi topçularınınki mi yoksa düşmanın ki
mi olduğunu,
önden mi yoksa arkadan mı geldiğini ayırt edecek tecrübeyi kazanmamışlardı. Sonra topçu mermileri
hakkında
her şeyi öğrendiler. Bırakın ateşin kendi topçusuna. mı düşmana mı ait olduğunu, mermilerin
çapını ve ateş eden
obüs veya topun cinsini bile ayırt edebilir
hale geldiler. Kısa
süre sonra mevzi almaları gerektiğini öğrendiler. Uzun tecrübelerden sonra, gaz mermilerinin infilak şeklini söyleyebilecek duruma geldiler. Cephenin çeşitli yerlerinde savaşanlar, mermilerin sesinden ve atış fasılalarından, hangisinin İngiliz, hangisinin
Fransız veya Rus topçusunun ateşi olduğu hakkında karar verebiliyorlardı.
Bu
günün
akşamına doğru kaleye
hücum edildi.
Temas
edilen bütün meseleler muhtemelen önemsiz gibi
görünüyor. Fakat uzun tecrübeler bize öğretti ki, savaşın ve özellikle
çatışmaların başlangıcındaki ilk muharebenin küçük ayrıntıları hakkında çok az şey biliyoruz. Kitaplardan ve haritalardan, nasıl savaşılacağını, muharebenin nasıl
kazanılacağını öğreniriz, fakat en öndeki hatta ve cephedeki askerin hafızasında oluşacak düşünceler, umutlar ve beyinlerde kargaşa yaratan korkular hakkında bilgilendirilmeliyiz. Zihinsel savaşlarında askerlere nasıl yardım edeceğimiz söylenmez.
Bu meseleleri ancak tecrübe ederek veya askeri tarihi inceleyip, mantıksal sonuçlar çıkararak
öğrenebiliriz. Savaşta askerin sinir
sistemini geren ve moralini bozan bu hayati psikolojik sorunlara karşı askerleri hazırlamak için
bazı yöntemleri ve vasıtaları sürekli biçimde
araştırmak zorluğu vardır.
Savaşın başında her rütbedeki askerler korkunç bir sinir gerginliğine maruz kalır. Her tarafta tehlike görürler. Korkunç şeyler hayal ederler.
Rapor alma ve göndermede çok dikkatli olunmalıdır. Savaşın
başlarında raporların %90'ı ya yanlıştır ya da abartılıdır.
Daha önce belirttiğim günün öğleden
sonrasında, kalenin keşfine gönderildim. Bir tepeye çıktım ve daha sonra iyi görebilmek için bir ağaca
tırmandım. Adamlarım aşağıda kaldı. Aniden, büyük bir gürültüyle bir topçu mermisi hemen önümüzde
veya bulunduğum ağacın dalları arasında patladı. Duyduğum ilk düşman topçu ateşiydi.
Sonuçta kendimi yerde buldum. İlk önce 'öldüm' diye düşündüm. Fakat yere çarptığımda kemiklerim bana yaşadığımı
söyledi. Adamlarım kaçmıştı. Sonra öğrendim ki alaya kadar kaçmışlar ve bir subayı terk etmiş
olmalarının izahı için benim öldüğümü bildirmişler. Bu rapora tabii ki inanılmış.
Durumla ilgili hiçbir bilgi olmadan düşman
topraklarında nelerle karşılaştığımızı gördünüz; savaşta yeterli bilgiye sahip olmayınca aptal bir teğmeni keşfe görevlendirirsiniz, saatlerce bütün araziyi dolaşır, sonunda kendi birliklerinizin yerini tespit ederek döner.
Belçika ve Kuzey Fransa'yı hızla geçtikten sonra, Al-
man orduları 1914 Eylülü'nün
başlarında Paris'ten Verdun'a kadar uzun bir
yay halinde dağılmıştı. Son günler çok zor yürüyüşlere sahne oldu. Alman askerleri hala sabahtan gece karanlığa kadar yürüyorlardı. Malzemeleri çok
ağır, botları yara yapıyordu. Fakat herkes 'savaşı
kazandıracak olan bacaklardır' prensibini biliyordu. Cephedekiler büyük ve zor muharebenin yakın olduğunu hissediyorlardı.
Başkomutan, Paris civarındaki dev tahkimden, ona karşı emniyet tedbiri alınmadan geçilmesinin imkansız
olduğunu biliyordu. Böylece, 1 ve 2'nci ordulara diğer orduların güvenliğini sağlamak üzere, Paris'e karşı sağa
doğru dönmelerini emretti. Bu emir verildiğinde; 1 ve 2'nci orduların bu emir gereği başlayan
hareketi ve aynı zamanda Fransızların geri çekilmeyi durdurup Alman sağ
kanadına hücum etmesi Mar- ne Savaşı'nı başlattı.
5 Eylül'de, 2'nci ordunun sağ
kanadındaki 14'üncü Tümen Montmirail'in doğusuna geçerek uzun bir yürüyüş yaptı. Bu birliğin askerleri Petit Morin Irmağı'nı geçtiler ve geceyi nehrin güneyindeki bir köyde
geçirdiler. 6 Eylül günü, güneyde gürültülü bir topçu ateşi
başladı. Tümen, top seslerinin geldiği yönün aksine, kuzeye doğru
yürüdü. Askerler, neden geriye doğru yürümek zorunda olduklarını
öğrenememiş olmaktan rahatsızdı. Şimdiye kadar hep ileri doğru
yürümüşlerdi. Onlar henüz bir aydır
savaştaydılar ve henüz savaşın iniş ve çıkışlarını
öğrenememişlerdi.
Öğle sıralarında, tümenin ordu ihtiyatı olacağı öğrenildi. Biraz sonra anayolun iki yanında mola verildi. Molada
askerlerin ruh hali biraz düzeldi. Askerler bütün öğleden sonra orada kalmaktan memnundular, çünkü onlar, ihtiyatların dinlenmesine izin verilmesinin, muharebenin iyi gittiği anlamına geldiğini bilecek kadar savaşı
öğrenmişlerdi. Geceye doğru topçu ateş sesleri son buldu.
Eylül'ün 7'si, sabah erken
saatlerde tümen, Artpones'in güneyindeki
ormana doğru kısa bir yürüyüş yaptı. Burada as-
kerler, kendilerine güven vermekten uzak manzaralarla karşılaştılar; telaşla cepheden geriye giden çok sayıda hasara uğramış ikmal araçlarıyla
karşılaştılar. Şoförler, bir Alman geri çekilmesinden, ağır zayiatları ve yenilgiden bahsetti. Görmedikleri, fakat duydukları bu çatışma
hakkında askerlerin ümitsizliği artmaktaydı.
Sabah saat 8.00 sıralarında, genç bir subayın mensup olduğu tabur, Villemoyenne'in güneybatısında bir mevkie intikal etti ve mevzi kazmaya başladı. Askerler durumu anlayamamıştı. Şimdiye kadar Fransızları
güneye sürmekteydiler. Dün, kuzeye doğru yürümüşlerdi. Bu sabah ise birliklerinin geri çekilmeye zorlandığı söylentisi duyulmuştu. Şimdi cepheleri batıya dönük, yani dış kanada doğru mevzi kazıyorlardı. 1'inci Ordu nerede olabilirdi? Her şey Fransızların 2'nci Ordu'nun sağ kanadına taarruz edeceğini
gösteriyordu. Subaylar, askerler arasındaki bu endişeli durumu fark ettiler, fakat bu durum hakkında düşünmeye fazla zaman olmadı, çünkü saat 11.00'de, mevzi kazmayı bırakıp doğuya doğru cebrı bir yürüyüşe
başlanması için emir alındı.
Gidilecek yer 2'nci
Ordu'nun arkasındaydı.
Yürüyüş zor, hava sıcak ve tozluydu. Taburun çok uzun cephane ve ikmal araç konvoylarının arasından geçmek zorunda kalması işi daha da zorlaştırıyordu.
Öğleden sonra saat 1.00 sıralarında gidilecek yere henüz
ulaşılamamış olmasına rağmen yürüyüş durduruldu. Hemen
sonra geri dönüldü ve tekrar Artgonges civarına doğru yüründü.
Saat 5.00'te tabur
tekrar Artgonges yakınlarına
geldi. Akşam saat 8.00'de, subaylar
hala olayları
tartışıp, olayların arkasındaki gerçekleri bulmaya çalışırken, yeni bir şoka uğradılar.
Tabur komutanı, Fransız ordusunun sol kanadına girme yaptıklarını ve hemen sol kanada yardım için dinlenmeden ve yürüyüş zayiatına bakılmaksızın
yürüyüşe geçmelerinin gerektiğini bildirdi.
Tabur doğuya doğru bir cebrı yürüyüşe
başladığı zaman
hava
zifiri karanlıktı.
Zaman zaman yürüyüş araziden
yapılıyor,
her 30 dakikada bir 5 dakika koşuluyordu. Savaşlarda, yürüyüş -^ayiatları gece yürüyüşlerinde ve geri çekilmelerde hiçbir zaman ağır olmaz.
Sebebi basit: Kimse nerede olduğunu bilmediği bir zamanda veya düşmana yakalanmaktan
korktuğu
durumda birliğinden ayrılmak istemez.
Cha_mpaubert'te
askerler bitkin bir şekilde yere
yığıldılar
ve hemen uykuya daldılar. 3
saatlik kısa dinlenmeden sonra kaldırıldılar. Gün ağarırken taarruz edeceklerini düşünüyorlardı, fakat tekrar doğuya yürümeye başladılar. Hiç kimse sebebini
bilmiyordu.
Sebep
şuydu:
5 Eylül'de
1 'inci Ordu'nun sol kanadı, 2'nci
Ordu'nun oldukça
güneyinde kalmıştı. Şayet başkomutanın emrettiği dönüş hareketi yapılsaydı, o zaman 7'nci Kolordu'nun, 13 ve 14'üncü tümenleriyle cephede kalması gereksiz
olacaktı.
Bundan dolayı ihtiyat
olarak görevlendirilmiş
ve ordunun ilerleme mihverini açık tutmak
için Montmirail'in kuzeyine hareket ettirilmişti. Aynı zamanda diğer kolordu,
sağa
doğru geniş bir
çember
üzerinde hareket etmek zorunda kalmıştı.
6 Eylül'de
güneye ilerleyen bütün kolordular
sıkı
şekilde muharebeye tutuştular ve 13'üncü Tümen şiddetli bir çatışmaya
giren 9'uncu Kolordu'ya yardıma mecbur
oldu. Böylece ordu ihtiyatı olarak
sadece 14'üncü
Tümen kaldı. Aynı gün, 4'üncü İhtiyat Kolordusu'nun,
ordu kanadını
yalnız başına koruyamayacağı anlaşıldı. Bu
nedenle, 1 'inci Ordu, birbiri ardından kolordularını ve hatta son olarak 3 ve 9'uncu kolorduları güneyden Ourep Nehri'ne sevk etmeye zorlandı. Bu
yüzden de bizim 14'üncü Tümen'de geriye kaçış (ricat)
söylentileri yayılmaya başladı.
Bu
hareketlerden dolayı meydana gelen boşluk, birkaç süvari tümeni tarafından emniyete alındı. Bu
durum 2'nci Ordu'nun sağ kanadının geride kalmasını ve
taarruzun sol kanat tarafından tek başına sürdürülmesini zorunlu hale getir-
n nn
di.
Bunun sonucu olarak da ordunun sağ kanadını emniyete almak sorumluluğu, sağ kanadın gerisinde bulu1ıan 14'üncü Tümen'in bahtına düştü. Bu, tümene niçin cephesi batıya dönük olarak mevzilenme emri verildiğini açıklamaktadır. Bu sırada ordunun
bütün cephesi boyunca kanlı bir
çarpışma
başladı. Doğal olarak,
ordu komutanı
ihtiyatlarının, gerekecek
yerde kullanabilmek için cephe
merkezinin gerisinde bulunmasını istiyordu. Raporlar 1 ve 2'nci
ordu arasındaki
boşluk bölgesinde durumun
kritik olmadığını
gösterdiğinden,
ordu komutanı
bu hareketi, yani Fromentieres'e
intikali emretti. Ancak, sağ kanadın hemen emniyete alınmasını gerektiren yeni bilgiler alınması üzerine, bu hareket tam manasıyla gerçekleşemedi. Bunun sonucu olarak, 14'üncü Tümen ordunun sağ kanadının arkasına geri intikal emri aldı. Daha
sonra, 7 Eylül
akşamı, ordu karargahına yeni bir haber daha geldi. Fransızlar, lO'uncu Kolordu ile muhafız kolordusu
arasına
girmeye muvaffak olmuşlardı. Elde bulunan tek ihtiyat 14'üncü Tümen, zor bir gece yürüyüşü yapmak
zorundaydı.
Bu
andaki durum (7 Eylül
akşamı) şöyleydi: 2'nci
Ordu'nun sağ kanadı geri çekilmiş, fakat
Fransız ve İngiliz kuvvetleri yavaş bir
hızla takip etmişlerdi. Buna karşın düşman cephesinin sol kanadında zayıf bir nokta görülüyordu. Bu noktadan Fransız hatlarına girme yapmak mümkün olabilirdi. Fakat bu yapılacaksa çok çabuk yapılmalıydı, çünkü sağ kanatta durum çok çabuk değişiyordu. Bu esnada, 14'üncü Tümen'in halen bulunduğu yerde
olmasına
acilen ihtiyaç duyulmadığı anlaşılıyordu. Bu nedenle; tek ihtiyat kuvveti
olarak, savaşın
kazanılmasına yardımcı olmak
üzere 8 Eylül sabahı erkenden harekete geçildi.
5 Eylül'de
Alman önderler, devamlı geri çekilen bir
düşmanla karşı karşıya olduklarına inanmışlar ve kararlarını bu varsayım üzerine oluşturmuşlardı. Ancak 6 Eylül günü, Fransızların artık geri çekilmediklerini, hatta karşı hücuma geçtiğini görünce şaşkınlığa
uğradılar. Savaşta düşmanın ni-
·
yeti ve hareketleri hakkında bilgi
noksanlığının
bulunması her zaman beklenebilir. Açık savaşta biz, düşmanın nerede
olduğunu,
kuvvetinin ne kadar ve niyetinin
ne olduğunu
hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Savaş, harita
meselesi kadar kolay değildir. Önderler, hemen hemen her zaman, tam bilgiye
sahip olmadan emirler vermek zorunda kalırlar. Çoğu zaman belirsizlik olmayan tek şey görevimiz ve amacımızdır. Bunlar çoğunlukla, bizim emirlerimizin temelini oluştururlar. Eğer bir önder emir
vermek için tüm
bilgileri beklerse, asla emir
veremeyecektir.
2'nci
Ordu'nun, 5 Eylül'de
Paris'e karşı emniyet
oluşturma emri aldığını gördük. Genel karargahta yeterli bilgi olmamasına rağmen, bu emrin derhal verilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Bu
kararın
doğru olduğu sonradan
kanıtlandı.
2 gün sonra
14'üncü
Tümen'e, sağ kanattan
sol kanada güç bir gece yürüyüşü emri
verildi. Bu olayda ordunun kararı yanlış bilgi üzerine kurulmuş, 14'üncü Tümen gereksiz bir hareket icra etmişti. Savaşta bilgilerin çoğu yanlış ve yanıltıcıdır; bu nedenle, bütün raporlar
kabul edilmeden önce dikkatle değerlendirilmelidir.
Savaşın belirsizliği ve düşman hakkındaki bilgi eksikliğinden dolayıdır ki,
bir önderin ihtiyat kuvvetleri bulundurması zorunludur. Fakat ihtiyatlar da kullanılmak içindir. Muharebede, sadece savaşa asker
avantaj sağlar.
Önderler, düşman hakkındaki bilgiler
değiştikçe,
o andaki durum değerlendirmelerine bağlı olarak
ihtiyatlarını
hareket ettirme eğilimindedirler. Verilen örnekte, ordu
ihtiyatı
olan 14'üncü Tümen, bu şekilde hareket
ettirilmişti.
Onun bazıları zorunlu,
bazıları
gereksiz olan farklı hareketleri
göstermektedir
ki, savaşta çok sayıda ileri geri hareketler olacağı ve
bunların
sebebinin birliklerle anlaşılamayacağı bir gerçektir. Şüphesiz her önder, gereksiz
yürüyüşlerin
sadece birliğin fiziki
gücünü azaltmakla kalmayıp, aynı zamanda morallerini de ciddi şekilde etkileyeceğini dikkate almak zorundadır. Öte yandan askerlerin de
savaşın değişen şartlarından dolayı sonradan gereksiz olduğu anlaşılacak yürüyüşlerin sık sık
yapılabileceği konusunda•
uyarılmaları
gerekir. Bu tür durumlarda
soğukkanlılık
ve metanetle tahammül etmeleri
onlara öğretilmelidir.
14'üncü Tümen'in bu taarruzda, muharebenin sonucunu
belirleyecek bir görevi
vardı ve çok zordu.
Joches köyünün
güneyindeki Petit
Morin Nehri'nin geniş
bataklığını ateş altında geçmek zorundaydı. Arazi olabildiğince elverişsizdi. Piyadelerce geçilmesi dahi
imkansız
olan bu bataklıkta, tek yollu bir köprü vardı. Bataklığın güneyine yerleşmiş olan Fransızlar, top ve makineli tüfekle Joches
köyüne ve yola ateş edebiliyorlardı. Nehrin ötesinde uzun
bir sıra
oluşturan yüksek ağaçlar, Alman
topçusunun
154 rakımlı tepeyi
gözetlemelerini önlüyordu. Tabur 8 Eylül günü sabahı saat 8.00'de kuzeyden yürüyerek Coizard
köyünün
kenarına ulaştı ve
bu . köyün
bahçelerinde harekat
için
hazırlandı. Çok sıcak bir
gündü. Mavi gökyüzünde parlayan güneş gözleri kamaştırıyordu. 2'nci bölüğe komuta
eden genç subay, kendi cephesindeki araziyi keşfetmek için köyün güney tarafına hareket etti. Buradan Joches köyünü, korkunç bataklığı ve bataklığın ötesinde biçilmiş tarla çitlerinin bulunduğu 154 rakımlı tepeyi görebiliyordu. Sabah güneşinde açıkça görünen kırmızı
pantolonlarından, 154
rakımlı tepedeki Fransız askerleri
fark edilebiliyordu. Hiç atış yapılmıyordu. Hemen arkasına baktığında mevzilerine girmekte olan Alman topçu bataryalarını gördü ve askerlerin memleket şarkıları söylediğini duydu.
Saat
9.00 civarında
ilk keşif kolları Joches'den ayrılıp bataklığı geçmek için hızla ileri hareket ettiler. Fransızlar hemen yola ve köye toplar,
makineli ve diğer
tüfeklerle ateş açtılar. Hala
gözetleme
yapan genç subay,
keşif kolu personelinin yolun doğusundaki hendeğe acele ile kendilerini attıklarını gördü. Bu noktada, birliğe geri
çağrıldı
ve tabur komutanından şu emri aldı: 'Diğer alayın bir taburu Petit Morin Nehri'ni geçmeye başladı. Bizim alayımız onu,
2'nci bölük önde
olmak 236
üzere takip
edecek. Hedef Broussy-le-Petit köyüdür. Hepsi
bu kadar...'
Böluk subayları ve askerler, ne düşmanın yerini
ne de gücünü
biliyorlardı. Topçu tarafından desteklenip
desteklenmeyecekleri de söylenmemişti. Sağ ve sollarında kimin bulunduğundan haberleri yoktu. Bildikleri tek şey hücum etmek
zorunda oldukları
ve bataklığın ötesinde Fransızlarla karşılaşacak
olmalarıydı. Biz
savaşta bu tecrübeyi, Doğu cephesinde, Batı cephesinde,
Romanya'da Kafkaslar'da her zaman yaşadık; bir
taarruzun başlangıcında
düşman hakkında hiçbir zaman
yeterli bilgimiz olmadı.
Taarruz
başlamadan
önce, bölük komutanı askerlerine;
ateş ederken sakin olmalarını ve doğru nişangah ile ateş etmelerini tembih etti. Bu ikazda bulundu, çünkü daha
önceki
çarpışmalarda heyecanlı çok sayıda askerin
nişangahlarını
doğru olarak ayarlamayı unuttuklarını gözlemlemişti. Daha sonra hareket eden bölük, biraz
sonra Joches köyüne
ulaştı.
Fransız topçusu köye ateş ediyordu, fakat bölük bu
bölgeyi koşarak zayiat
vermeden geçti. Köyün
güney hududuna ulaştıklarında, öndeki taburun son elemanının bataklığı henüz geçmediği görüldü. Bu nedenle bölük komutanı bölüğü yoldan çıkarıp, sağladığı örtüden yaralanmak için yakındaki bir binanın arkasına aldı. Buradan, öndeki taburun
en gerisindeki mangaların, yolun kenarındaki hendeğe doğru koştuklarını gördü.
Köprüyü geçerken birçok asker
vurulmuştu.
Fransız topçusu, Joches
köyüne ve yola çılgın gibi
ateş
ediyordu. Biraz sonra köy yanmaya
başladı.
Bölük, küçük gruplar
halinde komutanlarının
arkasında yere yatmıştı. Kimse
konuşmuyor,
herkes komutana bakıyordu. Aniden büyük bir
gürültüyle
bir top mermisi bölüğün ortasına düştü. 1 O asker yaralandı veya
öldü.
Bütün askerler ayağa fırladı. Büyük bir kargaşa yaşanıyordu. Birden bölüğün ortasında, atın üstünde general, tugay komutanı belirdi.
Sanki bir şey
olmamış gibi soğukkanlı bir şekilde purosunu
içiyordu.
Şöyle emretti:
'İkinci bölük sıray-a gir! Umarım bir
daha böyle bir manzarayla karşılaşmam. Eğer karşılaşırsam, garnizona dönüldüğünde bazılarınızı hapse atacağım.'
Bu
akıl almaz soğukkanlılık, birlikler üzerinde harika
bir etki yaptı.
Bölük hemen sıraya girdi,
takımları
oluşturdu ve hızla yolun
kenarındaki
hendeğe ilerlemeye başladı. Saat
lO'da sadece 3 ilave kayıpla bataklığı ve köprüyü geçtiler.
Bataklığın diğer tarafında bölük komutanı, her takımı ayrı ayrı topladı. Diğer birliklerin yaralı ve
ölüleri,
sıralı uzun ağaç dizisinin
yanında
gelişi güzel dağılmışlardı. Bölük komutanı hala düşmanın ve
kendisini destekleyen birliklerin nerede olduğuna dair
bir bilgiye sahip değildi.
Sadece ağaçların arkasından gelen ateş seslerini
duyuyordu. Topçu mermileri, makineli tüfek ve
tüfek mermileri Üzerlerinden devamlı vızıldıyordu.
Bölüğün 3'üncü takımı ağaçlar arasında örtülü mevzi işgal
ederken, iki takımı ile ilerlemeye başladı. Öndeki takımlar ağaçlık bölgeyi terk eder etmez ağır bir
ateşe maruz kaldı. 100
metre kadar önünde
ateş eden askerleri gören bölük komutanı, kendi takımını bunların 50 metre ötesine sıçratarak ateş açtırdı. Burada ilerleme 'La Verrerie
Ferme'den açılan makineli tüfek ateşi nedeniyle durdu. Bu ateş ağır kayıplara sebep olduğundan, komutan 3'üncü takıma bir haberci koşturarak çiftliğe hücum etmelerini emretti. Yarım saat
sonra bu rahatsız
edici ateş kesildi.
Ertesi gün 3 'üncü takımın çiftliği sadece hafif zayiatla ele geçirmiş olduğu anlaşıldı.
Bu
sırada
bölük bir ateş muharebesine
girmişti,
fakat Fransız hatlarında, tahıl demetleri ve çitlerden yükselen küçük bir duman haricinde bir şey gözükmüyordu. Hücum eden iki takımın ortasında bulunan bölük komutanı, diğer bölükten askerlerin kendi takımları içine karıştığını fark etti. Bu sıralarda ateş hattı arkadan gönderilenlerle desteklenmiş ve bu yüzden bahsettiğimiz bölüğün askerleri diğer iki
alayın askerleriyle karışmıştı. Hepsi bir hat üzerinde yatıyorlardı. Biraz gerideki 238
ağaç dizileri, bataklığı geçen birlikler için toplanma yeri gibiydi. Yarım saat sonunda bütün
birlikler ümitsizce birbirine girmiş durumdaydı. Komuta eden yoktu! Bütün subaylar cephe hattındaydı, sağda ve solda sadece az bir mesafeyi görebiliyorlardı. Bölük ve daha üst komutanlarının yerinin, birinci hat olmadığını bilecek kadar tecrübeli değillerdi.
Böylece, 700 m'lik cephede,
birbirine karışmış üç tabur muharebeye tutuşmuşlardı. Tam anlamıyla gözetleme yapamayan topçular, etkisiz bir destek verebiliyorlardı. İlerlemek için devamlı harcanan çabalara
rağmen, cephe 100 m'den fazla
ilerleyemedi. Öğleden sonra saat 1.00 sularında
alayın son taburu yolun sağından ilerledi, fakat bu da Fransız topçu ateşi ve tüfek ateşleriyle durduruldu.
Askerler sakin ateş ediyorlardı, fakat ilerleyemedikleri için belli bir gerginlikte hissediyorlardı kendilerini.
Öğleden sonra saat 2.30'da bir
Alman obüs bataryası
aniden yanmakta olan Joches köyünden dörtnala çıktı ve köprüye
yaklaştı. Fransız topçusu cehennem gibi ateş ediyordu, fakat batarya köprüyü
kazasız geçti ve piyadelerin 300 m
gerisinde mevziye girdi. Bu mevziden çabuk ve etkili atışlar yapmaya başladı. Aynı anda diğer piyade alayından bazı
bölükler ve cepheye ulaştı. Karar vermek için
tam zamanı olduğunu düşünen bir subay, yanında uzanan borazancıya
bağırdı: 'Hücum borusunu çal!' Borazancı sakince yerinden kalktı ve askerlerin çok iyi bildiği ve tanıdığı
işareti verdi. Diğer borazancılar bunu taklit etti. Bütün hat boyunca askerler kalktı, süngü taktı ve ileri fırladılar. Fakat Fransızlar cesur insanlardı ve yerlerinden kıpırdamadılar.
Hala ağır bir şekilde ateş ediyorlardı, fakat Almanlar kritik süreyi atlatmışlardı. Şimdi saldırıyorlardı, coşku dolu ve durdurulmamak konusunda kararlıydılar. Saldırı başarılı oldu, Fransızların
bazıları cephe düşmeden kaçmıştı, kalanları cesurca savaştı, öldü veya esir düştü.
Almanlar zapt
ettikleri 154 rakımlı tepenin zirvesinden
Fransızların çekilmekte olduğu Broussy-le-Petit köyüne doğru baktılar. Herkes şöyle düşünüyordu: 'Çarpışmalar bitti, biz kazandık, şimdi kaçmaya devam etmeleri için Fransızları takip edebiliriz.' Emir
bekletmeden tepeden aşağı inip,
Broussy-le- Petit köyünü zapt etmek için ilerlemeyi
sürdürdüler.
Aniden
önlerindeki
vadiden korkunç bir
makineli tüfek
ateşi yediler ve aynı anda
Fransız
topçusu da bütün gücüyle Üzerlerine ateş etmeye başladı. Birkaç dakika içinde Almanlar
büyük
kayıplar vererek durmak ve yere yatmak
zorunda kaldılar.
Korunacak sütre bulmaya
çalıştılar,
fakat tepenin düşman tarafındaki yamacında olduklarından bu imkansızdı. Sağanak gibi yağan bir
ateşe
yakalanmışlardı. Kendi
topçuları,
piyadenin önündeki vadiyi
gözetleyemedikleri
için yardımcı olamıyordu.
Bu
arada genç subayımız
bir düzine değişik bölükten gelmiş askerlerin arasında kaldı. Bunların hiçbiri kendi bölüğünden değildi. Bu kritik durumun zorlukları yetmezmiş gibi, Alman orta topçusu da
aniden kendi birliklerinin üzerine ateş etmeye başladı. Artık bu çok fazlaydı. Önce birkaç tanesi, sonra da giderek artan sayıda asker
kendilerini korumak için tepenin
arka tarafına
koşmaya başladı. Subaylar
ve astsubaylar askerleri engellemeye çalıştılar, fakat geriye kaçışı durdurmada sadece kısmen başarılı olabildiler.
Bu
geri kaçmanın
sebebi psikolojik durumdan kaynaklanmaktaydı. Aske:rler, gece zor bir yürüyüş yapmış, sabahtan öğleye kadar
da ağır bir çatışmaya girmişlerdi. Yapılan başarılı taarruzdan sonra 'çarpışma sona
erdi, şimdi
artık sadece düşmanı takip
etmek kaldı,
görevimiz başarılmıştır' diye
düşünüyorlardı.
Fakat hemen ardından bu
yoğun
ateş ve kayıplar geldi.
En son olarak da kendi topçuları tarafından bombalandılar. Art arda gelen ters ve
beklenmedik olaylar, halen savaşta çok yeni olan ve muharebe tecrübesi konusunda eğitilmemiş bu askerler için zor
bir sınav
olmuştu.
Şimdi birbiri
arkasından
daha fazla asker tepenin arkası-
·
na çekildi.
Sanki bütün hat
parçalanacakmış
gibi görünmeye başladı. Derken altı adet
atla çekilen
topların sırttan aşıp süratle
ve doğruca cephe hattına girerek
atışa
başladığı görüldü. Bu
askerlere yeni bir cesaret verdi. Aynı zamanda
yeni bölükler
de ileri yanaştı ve
borazancı
tekrar hücum borusu
çaldı. Bu, tam zamanında yapılmıştı. Herkes kalkn ve sadece 400 metı:e ilerideki
düşmana doğru
hücuma baş!ddı. Bir
süre
göğüs göğse çarpışmadan sonra,
Fransızlar
bataklık araziden geçerek Broussy-le-Petit
köyüne
doğru çekilmeye başladılar. Fakat
bu arada gece çökmüş ve köy ele
geçirilememişti.
Almanlar geceyi ulaştıkları hatlarda geçirdiler, fakat çok az
dinlendiler. Gece boyunca birlikler yeniden teşkilatlandılar, sahra mutfağı sıcak yemek getirdi ve yaralılar geriye
gönderildi.
9 Eylül sabahı saat 4.00'te hala karanlık iken,
keşif
birlikleri,
Broussy-le-Petit köyünde
Fransızların bulunmadığı haberini
gönderdiler.
Bölük komutanımız bölüğünü derhal
kaldırdı,
mesajı tabur komutanlarına yolladı ve köye doğru ilerlemeye başladı. Hiçbir mukavemetle karşılaşmadan köye girdi ve köyün ötesindeki tepeye ilerledi. Bu tepenin doruğundan baktığında dahi düşmandan hiçbir işaret göremedi. Fakat bu sırada, tabur
komutanından
ilerlemeyi durdurması ve müteakip talimatları beklemesi emrini aldı. Öğleden sonra saat l.00'de bataklık arkasına çekilme emri geldi. Bir gün önce muharebeyi
kazanmış
olduklarını düşündüklerinden, ne
komutan ne de askerler buna bir anlam veremediler. Herhangi
bir düşman
ateşine maruz kalmadan geri çekildiler, bataklığı geçtiler ve bunun gerisinde
:mevzilendiler. Takip eden gecede
geri çekilmeye
başladılar. Marne
Muharebesi sona ermişti.
8 Eylül'deki
kayıplar çok ağırdı. Genç subayımızın bölüğü, muharebe başlarken sahip
olduğu 120 askerden 62'sini, yani
%50'den fazlasını
kaybetti.
Bu
bölük yetersiz bir taarruz emri almıştı. Gün boyunca aldıkları tek
emir buydu. Düşman
hakkında bilgi yoktu, böyle olunca
da düşmanın
önemli bir gücü olmadığını dü-
şünmüşlerdi. Taarruz başında bütün birlikler birbirine karışmıştı, sebep: Bataklığı geçer geçmez hızla ilerled_iler, dar bir cephede
istemeden bir karışıklık
ve şaşkınlık meydana
geldi. Taarruz hazırlığı
da aceleye getirilmiş, mevcut köprüyü geçtikten sonra, mevzi alınmalı, koordinasyondan
sonra geniş cepheyle taarruza başlanmalıydı.
Yüksek moral
ve eğitime sahip olmalarına rağmen savaş tecrübeleri yoktu. Psikolojik olarak hazır değillerdi. Barışta askerlere, savaşta onları nelerin beklediğini öğretmek oldukça zordur. Askeri tarih ve ondan çıkarılacak derslerle hiç değilse bazı gelişmeler elde edilebilir.
9
Eylül günü harekatla sağlanan başarının gerçek sahibi, subaylarca yönetilen ve
korkusuzca ileri atılıp mevziye giren topçu bataryasıdır. Bu örnek harekat
ruhları
heyecanlandırmış, ölümü göze almayı korkusuz
hale sokmuştur.
Savaşın başlamasından hemen sonra Almanya'da yeni birkaç kolordu
oluşturulup
eğitildi ve bunlar sonbaharda düşman saflarına girmeler yapmak için Flanders'e
gönderildi. Bu kolordular çoğunluğu üniversite öğrencisi olan gönüllülerden oluşuyordu. Bütün sınıflar,
profesörleriyle birlikte
ordu saflarına
katılmışlardı. Onların istek
ve moralleri, sık rastlanacak bir şey değildi. Fakat eğitimleri yetersizdi. Bu askerlerin eğitimleri, yıllardır emekli listesinde bulunan ve
muharip alaylarda savaşmak
için çok yaşlı ihtiyat
subaylarınca
yaptırılmıştı. 1914'ün Ekim
ve Kasım
aylarında, yeni kolordular bu yaşlı subayların komutasında, Flanders'te muharebeye sokuldu. Burada, birkaç aylık savaş tecrübesine sahip, hareketli bir düşmanla karşı karşıya geldiler. Yeni Alman birlikleri müthiş bir
istekle saldırıyor
ve kahramanlar gibi dövüşüyorlardı, fakat onların her
çabası
inanılmaz yüksek kayıplarla son
buluyordu.
Şimdi ortaya
çıkan soru, başka kolorduların aynı şekilde mümkün olan en kısa zamanda
muharebe sahasına
gönderilmesine
devam edip edilemeyeceği
idi. Ekim kolordusu ile yapıl-
mış olan hata bu yeni
birliklerle tekrar edilmemeliydi. Sonuçta, 1915 Ocak ayının başlarında, bu yeni birliklere savaş tecrübesi olan su-hay, astsubay
ve askerler görevlendirildi.
Genel bir kural olarak bu askerler, yaralanmış olup hastanelerden cepheye henüz dönmüş olanlardan seçiliyordu. Bu yeni birliklerdeki her subay, bir miktar savaş tecrübesine sahipti. Astsubay ve askerlerin çoğu da aynı ölçüde tecrübeliydiler. Bu düzenleme sonunda, yeni birliklerin subaylarının tamamı, astsubayların üçte biri ve erlerin beşte
biri tecrübelilerden meydana gelmekteydi. Bu askerler, birlik halinde sadece üç hafta eğitildiler. Daha sonra tümenler halinde tertiplendiler ve Mazuria Gölü Kış Savaşı'na katılmak için Doğu Prusya'ya gönderildiler.
Takriben 10 Şubat'ta, bu yeni alaylardan biri trene bindirilip Hindenburg'un bulunduğu bölgenin kuzeyine gönderildi ve buradan da küçük
bir köye doğru yürüyüşe geçti. Burada iki gün kaldılar ve bu sürede askerlerin dinlenmesine izin verildi. Müthiş bir soğuk vardı. Kar kalınlığı hemen hemen 1 metre idi. Her mangada, önceden cephede bulunmuş bir veya iki asker vardı. Diğerleri 20-22 yaşlarında genç askerlerdi. Her evde bu deneyimli askerlerden birkaç tane bulunuyordu. Genç askerler devamlı
etrafında toplanıp merakla onların hikayelerini dinliyordu. Doğal olarak bu hikayeler savaşla ilgiliydi, savaşın nasıl bir şey olduğu ve eski askerlerin savaştan ne öğrendikleri hakkındaydı. Onlar, tecrübeli
olduklarından ve savaş hakkında hiçbir şey bilmeyen bu acemi çaylaklara bir şeyler öğrettiklerinden dolayı
gururlanıyorlardı.
Şöyle konuşuyorlardı: "Size gerçek savaşı anlatmak istiyoruz. Bizi dinleyin. Biz buradakilerden çok değişik şeyler gördük' ve ardından yeni bir hikaye geliyordu. Yahut da 'Bizler, Rusları defalarca yenmiş ve yenilgiye uğratmış
olan Hindenburg'un emri altında savaşıyoruz. Eğer Hindenburg bize komuta ediyorsa, emin olun ki bu savaşı kesinlikle kazanırız. Bekleyin ve görün,
yüzlerce Rusu esir alacağız.'
Komutanları hakkındaki bu güven duygusu subaylar ta-
rafından da
paylaşılıyordu.
Herkes Hindenburg'un emrinde savaşmaktan ilham alıyordu. O şimdi artık yeterlj üne sahipti. Tannenberg (Modern Cannae) Savaşı'nı kazanmış, Rusları Mazuria göllerinde yenmiş ve Güney Polonya'da
Lodz ki başarılı
iki savaşı yönetmişti. Subaylar geleceğe büyük bir güvenle bakıyorlardı.
Yeterli
bir dinlenmeden sonra cepheye doğru yürüyüş başladı. Yürüyüş; soğuk, uzun ve derin karda çok zor
geçiyordu. Yürüyüş kolları sık sık duruyor ve çok kısa bir
kontrolden sonra devam ediyordu. Her yeni duruşta şu ses yükseliyordu: 'Hindenburg bizim önderimiz, gerekli olan tek şey de
bu.' Alay geceleyin cephenin hemen gerisine ulaştı. Burada,
telli irtibatı
olmayan ve bir avuç dolusu
piyade askerinin işgal ettiği birkaç irtibat hendeği vardı. Ruslar 400 metre kadar
ilerideki bir ormanın
kenarındaydı. Bütün cephe
sessizlik içindeydi.
Cephede gece boyunca sadece birkaç tane
topçu mermisi patlaması duyuldu.
Almanlar
siperlere girdiğinde
hala karanlıktı. Şaşırtacak kadar kısa bir
zamanda bölükler
taarruz için tertiplendi
ve her er taarruz düzenindeki
yerini aldı. Hiçbir soru sorulmadı ve
hiç
karışıklık olmadı. Her
yerde tecrübeli
askerlerin genç arkadaşlarına, ne yapmaları ve
nasıl
davranmaları gerektiği söylüyordu. Onlar
tam olarak ne olacağını
biliyorlardı. Arada
bir içlerinden
birisi şöyle diyordu:
'Beni dinlerseniz, başınız derde girmez.' Bu sözler genç ve tecrübesiz askerleri sakinleştirmişti. Artık gelecek ile ilgili hiçbir endişeleri yoktu!
Gün ağarırken Almanlar taarruza başladı. Ruslar
tamamıyla
baskına uğramıştı. Piyade
ateşleri
zayıftı, topçuları da
seyrek olarak ateş ediyordu. Birkaç dakika
içerisinde
Almanlar, Rus siperlerine girmişti. Genç askerlerin nasıl taarruz ettiklerini görmek çok zevkliydi. Tecrübeli arkadaşlarını dikkatle izliyor ve söylediklerini yapıyorlardı. Bu kısa bir
harekattı
ve Almanlar kazanmıştı. Hemen takip başladı. Şimdi genç askerler, tecrübeli arkadaşlarına daha çok güveni- 244
yorlardı. Buna
karşılık
onlar da genç arkadaşlarına güveniyorlardı. Sonunda herkes: 'Evet, biz
Hindenburg'un emrinde savaşıy6ruz,· diyordu.
Cephede,
dağınık
müfrezeler haricinde hiç düşman kalmamıştı. Arada bir birkaç Rus
askeriyle karşılaşılıyor,
fakat bunların mukavemeti
çabukça
kırılıyordu. Yürüyüş sık ormanlık arazide
gün boyu sürdü. Şiddetli bir soğuk vardı. Yürüyüş iyi bir yolda yapılmasına karşılık, kar o kadar kalındı ki,
yürüyüş kolunun başındaki askerler
her 30 dakikada bir değiştiriliyordu. Gece ve gündüz yürümeye devam ettiler, fakat doğuya değil, güneye doğru. Ağır sırt çantaları
ve zor yürüyüş şartlarına rağmen, zafer kazanmış olduklarından askerlerin morali iyiydi. Bu uzun
ve zor yürüyüşün,
Rusları kuşatabilmesi için emredilmiş olduğuna inanıyorlardı. Hindenburg'da, Tannenberg'de düşmana aynı şeyi yapmamış mıydı?
Sabah
oldu, fakat yürüyüş hala devam ediyordu. Her yeri ağır bir
sis kaplamıştı.
Her yönden en
fazla 1 O O metre ilerisi görülebiliyordu. Yürüyüş kolu aniden durdu. Taburlardan birinin bölük komutanları toplandı ve tabur komutanı onlara
şu emri verdi: 'İki kilometre
önümüzde
Rusya'ya giden anayol var. Doğuya kaçmaya çalışan düşmana bu yol üzerinde rastlayabiliriz.
Tabur tertiplenerek ilerleyecek ve bu yolun kontrolünü ele geçirecektir. Önde bulunacak olan 3 ve 4'üncü bölükler, şu anda bulunduğumuz yolun iki tarafından ilerleyecek, 1 ve 2'nci bölükler onların 500 metre gerisinden, bu yol üzerinde hareket
edecek. Ben 1 'inci bölüğün başında bulunacağım.'
Emir
düşmanla
ilgili hiçbir bilgi
içermiyordu,
çünkü bilgi yoktu. Buna rağmen bir
karar verilmek zorundaydı.
Genel durum bunu gerektiriyordu.
Bir emir verilmeliydi.
Baştaki bölükler birer takımları ileride
diğer ikisi ihtiyatta
ilerlemeye başladılar.
Bana göre bir
takımın ileri çıkarılması doğru bir hareket olmuştu, çünkü kimse birkaç dakika
içe-
risinde
nelerin olabileceğini
bilmiyordu. Her takımdan ikişer kişilik iki keşif kolu
ileriye gönderildi.
Her keşif kolundaki
iki askerden biri tecrübeli,
diğeri acemiydi.
Bu
şekilde,
bölükler karayoluna yaklaştılar. Birdenbire karayolunu önlerinde gördüler. Aniden bir acemi er koşarak geri
geldi ve rapor verdi: '300 metre önümüzde Ruslar
doğuya doğru yürüyorlar.' Aynı anda tabur komutanı atının üstünde ileriye geldi. Sadece şu emri
verdi: 'Derhal hücum edin.'
Bölükler ileri
hareketlerine devam etti. Karayolu doğuya doğru ilerleyen
araçlar ve topçu birlikleriyle
doluydu. Bir çığlık,
arkasından birkaç el
ateş sesi duyuldu ve Almanlar hücuma geçtiler. Hemen
sonra kendilerini Rus ikmal araçları ve
topçuların
arasında buldular. Müthiş bir
kargaşa
vardı. Rus- lar öylesine şaşırmıştı ki, akıllarına hiç karşı koyma düşüncesi gelmedi.
Birkaç at öldürüldü ve
bir iki Rus kaçmayı
başardı. Geri kalanların tümü silahlarıyla birlikte esir alındı.
Ertesi
gün
tümen, güneye yürüyüşe geçmeye teşebbüs etti
ama başarılı
olamadı, çünkü derin
kar ve bozuk yol şartları
topların ve ikmal araçlarının hareketine imkan vermiyordu. İkinci bir
teşebbüs
de başarısız oldu.
Bunun üzerine,
ikişer tim ile çekilen birkaç topla birlikte piyadelerin güneye ilerlemesine karar verildi.
Topçuların büyük kısmının geride bırakılması tehlikeli görülebilir, fakat karar doğruydu. Almanlar
takipteydi ve yenilmiş
bir düşmana karşı her şeye cesaret
edilebilirdi. Eğer Ruslar bozguna uğratılacaksa, hızlı olmak için her
fedakarlığa
katlanılmak zorundaydı. Bu
durumda önemli olan bacaklardı, toplar değil.
Takip
eden günler zorlu yürüyüşlerle geçti. Bugünler özellikle yorucuydu, çünkü alay
bir hafta süre ile sahra mutfağından mahrumdu. Sonunda Juvalki'nin
kuzeyinde bir alana gelindi. Burada Rus yancı unsurlar
ile kısa bir çarpışmadan sonra alay doğuya yöneldi ve sık sık gece
yürüyüşleri
ile ilerlemeye devam etti. En
sonunda, her taraftan Alman birlik-
!eriyle
kuşatılmış
bulunan Rusların geri
bölgesine
ulaştı. Birkaç gün içinde alayın birlikleri,
kendilerini özel bir durumla karşıkarşıya buldular. Kuşatılmış bulunan Ruslar, August6w ormanlarından doğuya doğru kuşatmayı yarmak için devamlı çabalarken, bir yandan da Gradno Kalesi'nden
onlara yardım
için batı istikametinden taarruzlar yapılıyordu. Arada kalan Almanlar iki cephede
birden savaşmak
durumunda kaldı. Topçu ile takviye edilen alay, cephesi doğuya dönük olarak Gradno'ya karşı savaşırken, tümenin geriye kalan birliklerinin cephesi batıya dönüktü. Günlerce arkasındaki düşman
topçusunun gürültüsünü dinlerken,
cephesinde de düşmanla
karşı karşıyaydı. Bu
hiç de hoş bir
durum değildi.
Bununla birlikte, bir süre içinde sahra mutfağı geri
dönmüş ve moralleri
biraz olsun yükseltmede
önemli katkı sağlamıştı.
Güneşli bir
günde,
öğleden sonra, Ruslar Gradno yönünden saldırdı. Yerler
karla kaplıydı
ve Almanlar 1000 metre mesafeden
her askeri görebiliyorlardı.
Ruslar için korunacak
bir örtü bulmak imkansızdı. Yaptıkları her hareket görülüyordu. Hücumları ağır kayıp verdirerek püskürtülüyordu. Ertesi sabah tekrar, fakat bu
defa kesif bir kar fırtınası
içinde saldırdılar. Bu
sefer görüldüklerinde
Almanların hemen önüne
kadar gelmişlerdi.
Baskın avantajı Ruslardan
yana idi ve bu nedenle, ancak ciddi çarpışmalardan sonra yenilgiye uğ- ratılabildiler.
Aynı zamanda
ormandaki Ruslar da teslim olmaya mecbur bırakıldı. 90 bin esir ve 200 top ele geçirildi. Rus lO'uncu Ordusu imha edilmişti.
Bu
harekatın
değişen koşullarında genç askerlerin
tepkileri incelenirse şu sonuçlar ortaya çıkar:
Öncelikle, onlar sadece ismi bile güven duygusu
veren bir komutana sahiptir. Savaşın başlarında böyle kendisini kanıtlamış bir komutana çok ender
rastlanır,
fakat birliklerin güvenini kazanacak
birine mutlaka sahip olunmalıdır. Tam istirahat edeceklerini sandıkları sırada, birden farklı
bir
yöne
doğru yeniden yürüyüşe başlandığında, bazı acemi askerler şikayet ve
sızlanmalarda
bulununca, yaşlı askerler
hemen homurdanarak onları
azarladılar: 'Pis
acemiler, siz Hindenburg'dan daha mı zekisiniz?
Savaş
hakkında ne biliyorsunuz ki? Eğer biz
ikna olduysak siz de ikna olmalısınız. Siz evinizde annenizin kucağındayken, biz yürüyüş yapıyorduk.'
Kıdemli askerler
kendilerini genç ve acemilerin öğretmeni
olarak görüyor ve onların üzerinde bir sorumluluk hissediyorlardı. Askerlerin sadece dörtte biri
tecrübeli
olmasına rağmen,
etkileri tüm
birliğe tecrübeli asker
niteliği
kazandırmaya yeterliydi.
Bu etkinin işe
yaradığı savaşın daha
sonraki safhalarında
da görüldü. Bizim
taburun bölük mevcudu 120 kişiden
20'ye düştüğünde,
her bölüğe 40-45
bütünleme
personeli verildi ve birkaç gün sonra 20 kişi daha
geldi. Birkaç
gün yürüyüşten sonra,
tekrar çatışmaya
girdik. Taburun bölük mevcudunun
100 asker birden kaybetmesi 1915 Eylülü'nde büyük Rus taarruzundan sonra olmuştu. Her
bölükten
geriye kalmış olan
20'şer askerin acemilerin savaş ruhuna
sokulmasında
büyük faydaları olmuştur. Eski
askerlerle yenilerini ayırt etmek
hemen hemen imkansızdı.
Bölükteki birlik ruhu otomatik olarak
acemilerin içine
işlemişti. Yeniler, tecrübeli arkadaşlarına güveniyor, onların hikaye ve tecrübelerinden çabucak bir şeyler öğreniyorlardı.
Yoğun sis
olduğu sabah tabur aniden durduğunda, komutan kısa fakat
düşman
hakkında bilgi olmamasına rağmen yeterli bir emir verebilmişti. Bu tabur komutanı, yakın geçmişteki savaş
tecrübelerinden ders
almıştı.
Düşman hakkında bilgi
noksanlığının
normal bir şey olduğunu biliyordu. Bir emir vermesi
gerekirken bunu geciktirmeyi, düşman hakkında bilgi noksanlığının mazeret göstermeyeceğini öğrenmişti. Sonuçta, birlikler yerlerini almış ve
düşmanla
karşılaştıklarında savaşmaya hazır haldeydiler.
İlk Alman
taarruzu ile kar fırtınasında
icra edilen Rus
· taarruzu çok etkili olmuştu. Her ikisinde de 'baskın'
faktörü vardı. Alman taarruzundaki başarı, ağır kayıp vermeden sağlannnştı, Rus taarruzu başarısız
ağır kayıp vermeden sağlanmıştı; Rus taarruzu başarısız
oldu, ancak çok zorlukla de- fedilebilmişti.
Savaşta baskın hayati bir konudur ve
bunu sağlamak için
hiçbir gayret esirgenmemelidir.
Takriben 1915 Eylülü'nün 20'nci günüydü. Bir Alman taburu günlerdir kötü' hava şartlarında Rusya'nın içlerine doğru
yürüyordu. Eylül ortalarında bu tabur, Rus kuvvetleriyle Vilna yakınlarında
ağır çarpışmalara girmişti. Daha sonra doğuya doğru tekrar yürüyüşe
başladı. Birkaç gün hiçbir teşkilatlı düşman birliğiyle karşılaşmadı. Tabur bataklıklar,
ağaçlıklar ve kumsallarla kaplı bir araziye girdiğinden,
yürüyüş gittikçe daha yorucu hale
gelmeye başladı.
Askerler, tümenin mi alayının mı bir parçası olarak yürüdüklerini
bilmiyorlardı ve bu umurlarında da değildi.
Barışta, askerlere en kıdemsiz askerin dahi durum hakkında bilgilendirilmesi gerektiği öğretilir; savaşta ise kimse durum hakkında bir şey bilmez ve bilmek de istemez. Bu ilgisizlik, ast kademelerin durum hakkında çok az şey bildiği veya bildikleri gerçeğinin
temel nedenlerinden biridir. Asker, kendisiyle
ilgili işler yolunda gidiyorsa, bununla tatmin olur. Kendi kendisine göz kulak olmak için
yapacağı yeteri kadar işi vardır. Yürü- meli, uyumalı, yemeli ve düşmanla
karşılaştığında da savaş- malıdır. Bütün tümenin mi yoksa sadece taburun mu taarruz ettiği onlar için hiç fark etmez. Burada da durum böyleydi. Askerler yürüyor, yiyor ve uyuyorlardı. Nereye yürüdükleri veya ne yapmaları
gerektiği onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Üst komutanları
istedikleri planları, stratejik hesapları yapabilirdi, askerler ise sadece yürürdü. Onların sık sık birbirlerine görevlerinin ne olduğunu
sordukları doğrudur. Sonra biri cevap
verir: 'Moskova'ya yürüyoruz.'
Bunu gülüşmeler takip edecek ve
herkes bu cevapla tatmin olacaktır.
Bu sonbahar günlerinin birinde, sabah saat 10.00'da tabur aniden önceki istikametinden saparak güneye yöneldi. Yürüyüş dar orman patikalarında devam ediyor, arada bir açık araziden. geçiyordu. Aniden iki haberci dörtnala geldi, tabur komutanıyla kısa bir konuşma yaptı ve fırlayıp gitti. Bir şeyler yanlış gidiyor olmalıydı. Tabur komutanı atını ileri doğru sürdü. Sonra aniden döndü
ve şunları söyledi: 'Rus- lar üstün kuvvetlerle süvarilerimize
saldırmışlar ve onlar geri püskürtmüşler. Süvarilerin yardımına
gidiyoruz. 2 kilometre önümüzde bir nehir var. Biz nehir hattını savunacağız.'
Biraz sonra nehre ulaşıldı. Nehir, 40 metre kadar genişliğinde ve çok derindi. Uzak kıyısında
bir köy vardı. Bizim tarafta ağaçlar ve tarlalar gelişigüzel
sıralanıyordu. Hiçbir ateş sesi duyulmuyor, hiçbir Rus görülmüyordu. Alman süvarileri de görünürde yoktu.
Mevcut tek harita
tabur komutanındaydı.
Birkaç dakika haritayı inceledi ve bölük komutanlarına döndü: 'Sağda 500 metre kadar ileride bir çiftlik var. l0'uncu alayın bir taburu orada olacak. Biz, ormanın bu kenarından sola doğru uzanan hattı savunacağız.
9, 10 ve ll'inci bölükler, her biri 300 metre genişliğinde bir bölgede, soldan sağa doğru emredilen sıra ile cephe hattını tutacak. 12'nci bölük
ihtiyat olarak tabur cephesinin merkezi gerisinde
bulunacak. Süvariler bizim solumuzda harekata katılmaktadır.
Şu an için topçumuz yoktur. Nehrin karşı kıyısına keşif kolları
gönderin. Ben süvarilerle temas kuracağım.'
Şimdi 9'uncu bölüğü takip edelim. Genç
bölük komutanı bölüğünü nehirden 200 metre
uzakta olan bir ağaçlık
içindeki toplanma bölgesine götürdü ve daha sonra, bölükten
birkaç askerle beraber, durumu ve arazinin gerçek yapısını görmek için nehre doğru hareket etti. Bölüğü
terk etmeden önce çiftlikteki taburla temas kurmak için sağ tarafa bir keşif kolu gönderdi.
Nehirde her şey sakindi. Arazi pek fazla müsait olma-
masına rağmen durum, tabur komutanının anlattığı kadar vahim görünmüyordu. Bölge o kadar sık ve
kalın
ağaçlarla kaplıydı -ki,
her yönden
görüş mesafesi en fazla 100 metre civarındaydı.
Bölüğün mevcudu
80-90 kişi
kadardı. Bölük komutanı iki
takımını
nehir hattı boyunca
cephede kullanmayı,
üçüncü takımını da
ihtiyatta tutmayı
kararlaştırdı ve
emirlerini buna göre verdi.
Onun
takım
komutanları, çavuş olmalarına rağmen güvenebileceği adamlardı. Bölük komutanı
karşı kıyıya geçebileceği bir
bot bulmak amacıyla
nehir boyunca ilerleme yaparken, takım komutanları takımlarına döndüler. Komutan her ne kadar karşı tarafın nasıl gözüktüğüne bakmak istediyse de, itiraf
etmeliyiz ki esas nedeni, nehrin karşısındaki köyden yiyecek bir şeyler bulmak
ümidiydi.
Sonunda aradığı botu
buldu. Bu sırada
arkasına baktığında takımlarının ormandan
çıkıp ileri doğru gelmekte
olduğunu
gördü. Her şey düzgün bir şekilde gidiyordu.
Birden
sağ
tarafında bir tüfek patladı. Kendi kendine çiftlikteki taburdan birinin mutfak için bir
domuz vurduğunu
düşündü. Ardından bir
tüfek sesi daha işitildi.
Kendi
kendine, 'Kötü bir atış. İlk atışta domuzu mutlaka öldürmesi gerekirdi'
diye söylendi.
Peşinden atışlar giderek
çoğaldı;
iki, dört, yedi
atış.
'Bir
çatışma olabilir mi orada?'
Şimdi tüfek sesleri daha da sıklaşmıştı. Bundan sonraki çok kısa bir
süre
içerisinde şöyle düşündü: 'Muhtemelen
komşu tabur bir Rus keşif kolunu
tespit etti ve onu geri püskürttü.' Fakat bu atışlar sadece
bir keşif kolu çatışmasından çok fazlaydı.
Bu
sırada bottan indi ve 'Benim keşif kolum
bana bilgi getirecektir' diye düşündü.
Aniden
sağ arka tarafından gelen birkaç tüfek mermisi başının üstünden geçti. Mermilerin sesinden bunların Rus
tüfeklerine ait olduğunu anladı. Durum onun için şimdi ber^ raklaşıyordu.
Komşu tabur çiftlikte değildi. Aksi takdirde kurşunlar bu istikametten gelemezdi. Ruslar nehri geçmiş ve şu anda çiftlikteydiler!
Ne yapmalıydı? Tabur komutanı orada değildi. Kendi kararını vermek zorundaydı. Hemen harekete geçmeliydi.
Görev, nehir hattında savunmaktı, ama şimdi durum değişmişti.
Yapılacak iş, hızla ve olabildiği kadar fazla kuvvetle nehrin bu tarafına geçmiş olan Ruslara saldırmaktı.
Habercileriyle
birlikte geriye, ihtiyat takımının yanına koştu. Yolda en çok güvendiği haberciye şu emri verdi: 'Soldaki takım hemen ormanlığa
çekilecek ve sonra da çiftliğe yapılacak taarruzda beni takip edecek. Sağdaki takım bölük bölgesinin tamamını savunacak. Bu emirleri takım komutanlarına bildir ve kararımı tabura rapor et.'
Şimdi, cephesi çiftliğe dönük mevzilenmiş bulunan ihtiyat takımı ile beraberdi. Buna rağmen askerler hiçbir şey görmüyorlardı. Ateş hala devam ediyordu. Genç komutan bir dakika
durmadan bağırdı: 'Bütün
takım çiftliğe doğru hızlı bir yürüyüşle saldıracak.'
Bütün teçhizat çabucak ağaçlığa bırakıldı. Büyük sayıda Rus askeri nehrin bu tarafına geçmeden saldırıya geçmek gerekiyordu. Keşif
kolundan bir haberci koşarak geldi. Güçlükle nefes alıyordu: 'Ruslar nehrin bu tarafında, çiftliğin ya- kınındalar. Keşif kolu, çiftlikten kuzeye giden yol boyunca mevzide. Ruslar bizi kuşatmaya çalışıyor.'
Şimdi yeni bir durum ortaya çıkmıştı. İlk karardan henüz 10 dakika geçmişti. Hemen şunları
düşündü: 'Durum tamamen değişti mi? Yeni bir karar vermek zorunda mıyım? Taarruza devam etmek mümkün mü? Ruslar büyük kısmıyla nehrin bu tarafina geçtiler mi?'
Bölük komutanının yanında sadece 30 adamı vardı. Saldırmaya karar verdi. Bunun doğru olup olmadığı söylenemezdi, fakat karar buydu.
İlerleme devam etti. Ağaçların altındaki ince çalılıklar,
ormanın kenarına yaklaşıldığını işaret ediyordu. Taarruz eden
birliklerin hemen önünde
başka bir ormanlık ve ondan sonra da
kuzeye giden bir yol vardı. Ruslar bu yoldaydı.
'Yat, mesafe 400
metre, ateş!'
Verilen tek emir
buydu. Yoğun bir ateş başladı. Bir süre düşmandan
ateşe karşılık gelmedi, fakat biraz
sonra Almanların
üzerine kurşun yağmaya başladı. Açıkça görünüyordu ki, kalabalık bir Rus grubu orada gizlenmişti. Bu sırada 2'nci takımdan bir haberci geldi.
'İkinci takım 200 metre arkamızda.'
Bölük komutanı tekrar bir karar
vermek zorundaydı.
Hücuma devam mı edecekti? Düşünmek için fazla zamanı yoktu. Bağırdı:
'İkinci takımla sağdan saldırıyorum. Bu takım ateşe devam edecek ve sonra taarruza katılacak.'
Koşarak arkadaki takımın yanına geldi, bu takımı ormanın
içinden sağa doğru hareket ettirdi.. Ormanın içinde koşarken şu emri verdi:
'Çiftliğin yakınlarında Ruslar var. Biz onlara
saldırıyoruz.'
Birkaç dakika içinde 2'nci takım ormanın
kenarına ulaşmıştı. Ormandan çıkar çıkmaz ağır bir ateşe maruz kaldılar ve mevzilenmeye zorlandılar.
Ruslar nehrin, bölük komutanının düşündüğünden çok daha ilerisine gelmişlerdi.
Durum tekrar değişmişti. Ne yapmalıydı? Yeni bir karar vermek zorunda mı kalacaktı. Bu sırada taburdan bir haberci geldi.
'Ruslar süvarilerimizin hatlarını yardı. Tabur komutanı
yaralandı.'
Asker bir kelime daha söyleyemedi, başına isabet eden bir kurşunla
öldü ve yere yığıldı. Durum tekrar değişmişti. Ne yapmalıydı? Yeni bir karar mı vermek zorundaydı?
Tabiatıyla durum, anlatıldığı kadar açık değildi.
Bölük komutanının haritası yoktu. Çarpışmanın tam ortasında kal-
mıştı. Fakat bir şey açıktı; 5O veya 6 O askerle taarruz etmek demek, kuşkusuz başarısızlıkla
sonuçlanacaktı. Fakat ne yap^ malıydı? Sadece iki ihtimal vardı. Oldukları yerde tutunmak veya çekilmek.
Savunma ancak Rusları karşıya püskürtecek taze Alman kuvvetlerinin varlığı halinde mümkün olabilirdi. 12'nci bölük hala ihtiyatta idi,
fakat bu çatışmaya
katılan hiç kimse onları ne görmüş ne de onlardan bir haber almıştı. Bundan dolayı bölük komutanı 12'nci bölüğün,
süvarilerin geri çekildiği yerde, yani taburun sol kanadında kullanıldığı kanaatine vardı. Hala yardıma gelebilecek bir birlik vardı; çiftlikte olduğu sanılan tabur! Fakat şu anda orada değildi. Hemen yardım alabilseler, Almanlar bulundukları yerde tutunabilirdi. Yardım gelmeyecekse, geri çekilmenin tam zamanı demekti. Derhal yardım
alma ihtimali olmadan bulundukları yerde savaşmak, yok olmakla aynı
anlama geliyordu. Bu şartlar altında geri çekilmeye karar verdi.
Bu kararın doğru olup olmadığını
tartışmak gereksizdir. Burada önemli olan nokta, bu kararın
mantıki olarak düşünerek değil, hissedilerek verilmek zorunda olduğudur. Eğer uzun süredir beklenmekte olan tabur karardan sonraki beş dakika içinde gelmiş
olsaydı, o zaman bu karar ciddi bir hata olacaktı. Öncelikle önemli olan mesele, artık
nehri savunmak değil, düşmanı durdurmaktı. Eğer nehirde durduramazsa başka bir yerde durdurulması lazımdı. Geri çekilme yavaş
yapıldı. O anda Rus topçusu ateş açtı. Öğleden sonra bölük, daha önce
süvarilerle buluşma sağlamış olan taburu ile tekrar
temas kurdu. Daha sonra başka bir tabur ulaştı ve birkaç hafif topçu bataryası
geldi. Kriz sona ermişti. Orman ve bataklığın
arasında bir sırtta savunma mevzisi tesis edildi ve ertesi gün Rus saldırıları ağır kayıplar verdirilerek püskürtüldü.
Bu çarpışmalar esnasında, savaşın çoğu zaman kendine özgü metotlar istediğini
gösteren ilginç bir tesadüfi olay meydana geldi. Bu savunma mevzisinde derinlik çok azdı ve 254
askerler
geniş bir cepheye yayılmıştı. Taburun ihtiyatı 30
kişiden
oluşuyordu ve bunlar her Rus hücumunda savunmaya
katılıyorlardı.
Bölükler bataklıkta siper
çukurları
ve tel engeli olmaksızın mevzilenmişti. Arazi öyle kapalıydı ki, önlerinde sadece
kısa bir mesafeyi görebiliyorlardı. Her yerde küçük çalılıklar, küçük ağaç toplulukları
vardı ve bunlar görüş mesafesini azaltıyordu. Çok az asker olduğu için güçlü muharebe ileri karakolu çıkarılamıyordu. Bunlardan dolayı çoğu zaman Rusların ne
zaman saldıracaklarını
bilmek çok güç oluyordu.
Genellikle, ancak savunma hattına yaklaştıklarında görülebi- liyorlardı.
Bu
durumu düzeltmek
için ne yapılabilirdi? Diğer bölükten bir onbaşı basit
fakat mükemmel
bir çözüm ortaya
attı.
Hattın 500 metre gerisinde çok sayıda ineğin bulunduğu bir köy vardı. Onbaşı köye gitti ve bütün inekleri
savunma hattının
önüne sürdü. İnekler sessizce
otlamaya başladı.
Ruslar hücum için hareketlendiğinde, inekler rahatsız oluyor
ve Alman hattına doğru hareket ediyorlardı. Böylece, yeni bir Rus taarruzunun kesin olduğu anlaşılıyordu. Bu inekler, bulunabilecek en etkili ileri karakol
vazifesini yapıyorlardı.
Bu
olaylardan çıkarılacak
sonuçlara gelince: Çarpışmadan önce düşman hakkında hiçbir bilgi olmadığını ve durum hakkındaki bilginin noksan olduğu görüldü. Alman süvarisinin düşmanla temas
halinde ve düşman
hakkında bilgi verebilecek konumda olmasına rağmen yine de hiçbir bilgi
temin edilemedi. Ruslar bir anda nehrin bu kıyısında belirdi. O sırada Rusların kuvvetinin ne olduğu da
bilinmiyordu. Gelecek savaşlarda belki uçaklar kullanılarak düşman keşfe- dilebilecektir. Fakat hava keşiflerinden çok şey beklememeliyiz. Her iki taraf da hava
kuvvetlerine sahip olacaktır.
Bir tarafın iyi
keşif yapabilmesi için, karşı tarafın hava gücünü daha
önceden etkisiz hale getirmesi
gerekecektir. Havada üstünlük sağlar ve bu devam ettirilebilinirse, önemli miktarda bilgi elde edilebilir. Diğer yandan
düşman
üstünlük sağ-
larsa, hava keşfinden çok şey beklenemez. Ayrıca,
genel bir savaşta hava kuvvetleri
muharebeden önce düşmanın
büyük birlik toplulukları, yürüyüş kolları ve yönleri hakkında bilgi toplayacaktır. Bu bilgiler gerideki büyük karargahlara ulaştırılacaktır. Fakat cephede olanların
bilmek istedikleri şeyler, düşman makineli tüfeklerinin, kuvvet çoğunluğunun nerede olduğu gibi bilgilerdir. Mesaj ve yazılarla bize nadiren ulaşan bilgiler, ulaştığı zamanda genellikle bir işe yaraması için çok geçtir.
Üstelik piyadeler devamlı kendilerini uçaklara
karşı gizlemek için ciddi çaba gösterirler, geceleri yürüyerek ve küçük gruplara ayrılarak.
Taktiğimiz bu olunca, düşman da benzer yöntemlerle kendi hareketlerini gizlemeye çalışacaktır.
Gerçek şu ki, geleceğin savaşlarında da yine düşman hakkında
yeterli bilgi olmaksızın kararlar vermek
zorunda kalınacaktır.
Zor durumlardan ancak
basit kararlar ve basit emirlerle çıkılabilir. Durum ne kadar zorsa, detaylı emir vermek ve askerlerin bunu anlaması için zaman o kadar az olacaktır. Ayrıca askerler de sinirli
ve gergin olacaktır.
Böyle şartlar altında sadece en basit emir
uygulanabilir.
Anlattığımız muharebede durum ilk önceleri yavaş gelişti, fakat sonra aniden zorluklar hızlı ve yoğun bir şekilde ortaya çıktı. Çarpışma
için ilk emir genelde acele edilmeden verilir. Bu emirde
gerekli olan her şey mevcuttur. Fakat bir çarpışma başladıktan sonra yazılı veya sözlü emirler verilebileceği
beklenmemelidir. Her ne emir verilecekse, mutlaka kısa ve açık olmalıdır.
Barışta pratiği yoksa savaşta yapılamaz.
Harita meselelerinde 'şimdi şu saatteyiz' denir ve karar istenir. Her bilgi tamdır, karar vermek kolaylaşır,
üstelik savaşın stresi de yoktur. Savaşta yapılması gereken en zor iş
karar vermektir ve bunu en doğru zamanda yapmaktır. Bilgiler aşamalı olarak gelir, hiçbir
zaman bir sonraki dakikanın bize
- taze ve önemli ilave bilgiler getirip getirmeyeceği bilinemez. Karar şimdi mi verilecek yoksa biraz daha beklenecek mi? Karar verıne :rnını tayin etmek, genelde kararı oluşturmaktan daha zordur.
General von Seeckt'in
bir sözü:
'Bilgiye sahip olmak gereklidiı; fakat bu bir çırağın
işidir. Kalfanın_ görevi öğrendiklerini kullanmaktır. Fakat her durumda bütün meseleleri halletmeyi sadece usta bilir.'
Genelde cephedeki
askerler, içinde
bulundukları anı düşünürler, günlük yaşarlar. Şayet bir çarpışma
başarılı ise sevinirler. Muharebenin büyük taktik ve stratejik sonuçları ile ilgilenmezler, düşünceleri sadece kendisi ve yakın çevresi etrafında döner.
1915 Ekimi'nin başlarında, Almanlar Rusya'nın içle-
rindeydi. Bir aydır çok sayıda çarpışma ve yürüyüş olmuştu. Sonra yeniden sık
ağaçlar ve bataklıklarla dolu bir hafta geçirildi. Birçok
çatışmaya girmenin tecrübesiyle askerler savaşa ve sürprizlere
alışmışlardı. Artık herkes ve her
konumdaki kişiler birbirlerini çok iyi tanıyorlardı.
Ağır çatışmalarla geçen birkaç günden sonra, beklenmedik bir emir geldi: 'Kuzeye çekilin!' Kimse daha fazlasını bilmiyordu.
Geceleyin düşmanla temas kesildi. Bunu kuzeye 30 saatlik bir yürüyüş izledi. Ertesi sabah tümen karargahından bir subay geldi ve
tabur komutanına şu
sözlü emri iletti:
'Tümen, yürüyüş yolu üzerinde bir gün dinlenecek. Geri unsurları şu ve şu köylerde olacak. Sizin taburunuz artçı olacak, X köyünün civarında tümenin emniyetini sağlayacak.
Yarın geceye kadar yürüyüşe devam edilmeyecek.
Halen arkamızda bulunan bir süvari
birliği sizin emrinize verilmiştir. 1 'inci taburdan iki bölük, batıya giden yolun kavşağında emniyet sağlayacak.
Yazılı emir bilahare verilecektir.'
Tabur komutanı: 'Pekala arkadaşım, fakat söyler misin X köyü nerede? Bizde harita yok,' dedi. Karargah subayı ken-
di
haritasından
yolu gösterdi ve
bir harita göndereceğine
söz verdi.
Bir
saatlik yürüyüşten
sonra tabur belirtilen köye ulaştı. Bu tabur dört piyade
bölüğü ile bir makineli tüfek bölüğünden oluşuyordu. Fakat her bölükte sadece
30 asker vardı.
(Bölüklerin savaş kadrosu
normalde 120 askerdir.) Makineli tüfek bölüğünde de sadece iki makineli tüfek kalmıştı. Bu iki makineli tüfek, iki
küçük Rus atı tarafından çekilen bir köy arabasında taşınıyordu. Tabur komutanı, gurur
duyduğu
taburunda mevcut olan tek subaydı; başka subay yoktu. Komutanın karargahı, bir çavuş, iki
bindirilmiş
haberci ve bir postadan ibaretti.
Çavuşu emir subayı olarak
görevlendirdi,
çünkü her şeyden önce bir yardımcısı olsun istiyordu. İki haberciden
biri tümen
karargahından haber
almak için görevlendirildi,
diğeri tabur komutanının yanında kaldı. Bölüklerden üçüne
çavuşlar, birine ise bir onbaşı komuta
ediyordu! Fakat tabur hala önemli bir
güç
kaynağına sahipti. Bu, sanki her bölük hala
120 kişiye
sahipmiş gibi kullanılmakta olan dört sahra
mutfağıydı!
Askerler,
huzur ve sessizlik arama alışkanlıklarından vazgeçirilememiş tecrübeli askerlerdi. Günlerce yürümüşlerdi. Çok aç ve
feci şekilde
yorgunlardı. Düşman hakkında bir
şey bilinmiyordu. Genç tabur
komutanı
bölük komutanlarını topladı ve
şu emri verdi:
'Tümenimiz oradaki ağaçların arkasında en azından bu
geceye kadar konaklayacak. Biz onları koruyacağız. Eğer Ruslar gelirse kendimizi bu sırtta savunacağız. 9'uncu bölük ortada,
1 0'uncu bölük
sağda, 11'inci bölük solda,
makineli tüfek bölüğü de sağ kanatta
olacak. 12'nci bölük
ihtiyatta olarak bu tepenin gerisinde
mevzilenecek. Ben ihtiyatla beraber olacağım. Ben
atla araziyi keşfe
çıkıyorum. Tabur şimdilik toplanma
bölgesine
gidecek. 9'uncu bölük bu
eve, lü'uncu
bölük şu eve ve diğerleri sıra ile kalan evlere girecek. Biraz
uyuyun ve yiyecek bir şeyler bulmaya
çalışın.
9'uncu bölük, geldiğimiz yönde 2 km kadar gerideki ağaçlığa bir
ke-
şif kolu gönderecek. Ruslar gelirse bu keşif kolu ateş edecek. Ben yarım
saate kadar döneceğim.'
Dalın sonra keşfine başladı. Askerler tecrübeliydi, ama aç ve yorgundular. Rusların
nerede olduğu bilinmiyordu ve hiçbir bilgi kırıntısı yoktu. Bilinen tek şey, batıya doğru 250 mil uzakta Almanya'nın bulunduğu ve tümenlerinin kuzeye doğru
çekilmekte olduğu idi.
Bununla beraber
taburunu tanıyor, gelecek birkaç saat içinde neler olacağını bilmemek onu gelecek hakkında endişelendirmiyordu. Askerleri birçok zorlukları aşmıştı ve özellikle şu anda, görünürde herhangi bir zorluğun
olmadığı gerçeğinin rahatlığı içinde, bunu da atlatacaklarına
güveniyordu.
Tabur komutanı yarım saat sonra geri döndü.
Tüm köy ölüm sessizliğindeydi ve hiçbir şey hareket etmiyordu. Posta eri bir evin kapısının önünde uyuyordu. Bölükler evlerin içerisinde horluyorlardı.
İki kişilik bir nöbetçi postası, gizlenmiş olarak, köyün güney
tarafından ormanı gözetliyordu. Posta eri yiyecek bir şeyler hazırladı. Saat öğleden sonra 2.00 civarındaydı.
İlginç bir durumdu! Bir tümen geri çekilme
sırasında dinleniyor ve mevcudu 130 kişiden ibaret olan bir taburu güvenliğini sağlaması için görevlendiriyor. Bu tabur da bir devriye yolluyor, köyün kenarına bir nöbetçi postası dikip, yatıp uyuyor. Savaşın ilk günlerinde ise 80 heyecanlı adam 160 kişiyi uyurken koruyordu!
Tabur komutanı uyandırıldığında saat öğleden sonra 3.00 civarındaydı. 'Ruslar geliyoı; devriye ateş ediyor.' Bölükler hemen uyandırıldı ve birkaç dakika içinde sırttaki
mevzilerini aldılar. Aniden, ormandan bir
Alman süvari birliği
çıktı. Üzerlerinde birkaç şarapnel mermisi patladı. Devriye hala ateş
ediyor, fakat Rus tarafından hiçbir şey gözükmüyordu. Alman süvarileri, piyade mevzilerinin üzerinden dörtnala geçtiler ve arkadan kayboldular. Tabur bir şeyler olmasını bekledi. Önlerindeki ormanda ateş hala devam ediyordu.
Tabur komutanı atına bindi ve 1 'inci taburun bölükleriyle irtibat sağlamak için sağa doğru sürdü. Oraya ulaştığında hiç hareket göremedi. Biraz daha ilerledi. Çevrede Alman yoktu. Birden ormanın kenarında birkaç Rus süvarisi gördü.
Şimdi saat 4'tü. Saat 6'da hava kararacaktı.
Zaman dardı; habercisine döndü: 'Sen burada kal ve ormanın kenarında kıpırdayan ne görürse ateş et. Ben tabura dönüp
piyadeleri göndereceğim.' Sonra dörtnala uzaklaştı.
Dönerken düşündü: 'Ruslar her an saldırabilir. 1 'inci taburun bölükleri ortada gözükmüyor,
kısa bir süre önce ora- dalardı. Herhalde emirle çekilmiş
olmalılar. Bana çekilme emri ulaşmadı. Bir karar vermeli. Çekilmeli ama nereye?' Ne haritası vardı ne de pusulası. Sadece kuzeyin ne tarafta olduğunu biliyordu. 'Önce çekilelim, daha sonra, biraz şansımız olması gerekecek' diyerek
tabura döndü ve hemen emrini verdi: 'Bölükler hemen sırtın gerisinde toplansınlar.
İhtiyat bölüğü ve makineli tüfekler çekilmeyi koruyacaklar.'
Haberciler bu emirle
tam ayrılmak
üzereyken, cephedeki keşif kolu, ormandan ölümcül
bir koşuyla çıkageldi. Hemen arkasından ilk Ruslar göründü ve ateş açtılar. Ruslar geri püskürtülmeden
bir geri çekilme uygulanamazdı. Tabur komutanı sağ tarafı korumak için
ihtiyatının yarısını hemen yardıma gönderdi. Rus ilerlemesi çok yavaştı.
Hafif silah ateşleri giderek kuvvetlendi ve birkaç top mermisi düştü,
fakat sadece ufak bir hasar meydana geldi. Almanlar
sadece iyi bir hedef tespit edildiğinde süratle ateş ediyorlardı. Gece bastırmaya
başlamıştı. Tabur komutanı, kanat emniyet grubunun yanına atla iki defa gitti.
Bunlar, cephelerine yönelik
düşmanca hareketin yegane belirtisinin,
zaman zaman ortaya çıkan
birkaç Rus süvarisi olduğunu rapor ettiler.
Nihayet karanlık tamamen çöktüğünde tabur geri çekildi. Geri çekilme
başlamadan önce tabur komutanı askerlerine, tümenin nerede olduğunu
bilmediğini ve öncelikli işin, tümeni tekrar buluncaya kadar yürümek olduğunu söyledi.
Tabur, karanlıkta yurumeye başladı. Ay ışığı yoktu, fakat yıldızlar
parlıyoi: ve kuzeyin hangi tarafta olduğunu gösteriyordu. Şimdi tekrar bir yol kavşağına
gelmişlerdi. Tabur komutanı sağa mı sola mı
yürüyeceklerini bilmiyordu ve buna
karar vermeyi atına bıraktı.
Atı sola giderse sola, sağa giderse sağa
yürüyeceklerdi. Ormanın, kumsalın ve bataklığın içinden yürüdüler. Ara sıra karanlık ormanda ve zifiri karanlık gecede, hayat emaresi
olmayan, ölü ve simsiyah köylerden
geçtiler.
Tabur komutanı huzursuzdu. Atını
bir ileri sürüyor ve tekrar yürüyüş kolunun arkasına
dönüyordu. Bazen atını karanlık yol boyunca hızla
ve gölge gibi yürüyen sessiz askerlerinin yanında
sürüyordu. Sık sık duyulan tek ses, köy arabasında taşınan dört yaralı askerin inlemeleriydi. Arada bir de karanlıkta düşen bir askerin küfürleri duyuluyordu. Ara sıra kısa bir mola verildi. 'Doğru yol üzerinde miydik? Tümenle
buluşabilecek miydik? Tümenle buluşamazsak ne yapacaktık?' Tabur komutanının
kafasındaki sorular bunlardı. Gecenin. karanlığında aniden bir askerin sesi duyuldu: 'Tümeni bulamazsak ne yapacağız?' Komutan cevap verdi: 'Gençler, o zaman kendi savaşımızı kendimiz yapacağız. Almanları
tekrar bulana kadar batıya doğru yürüyeceğiz. Kimse bizi esir alamayacak.' Küçük bir gülüşme duyuldu, sonra her yeri sessizlik kapladı.
Sabaha karşı saat 3'te, 9 saat yürüyüşten sonra tabur, bir gölün üzerinde bulunan uzun bir köprüden geçti. Öbür tarafta büyük bir köy vardı.
Burası mola için güzel bir yerdi ve komutan
dinlenme emri verdi. 5 dakika içinde bütün tabur geniş bir eve yerleşti ve 5 dakika sonra da herkes uykuya daldı. Bir makineli tüfek ve mürettebatı
köprüye nöbetçi olarak bırakıldı. Tabur komutanı,
yürüyüşünün saat 6'da başlayacağı emrini verdi ve sonra kendisi de uykuya daldı.
Tabur komutanı aniden uyandı. Güneş
yükselmişti. Saat sabahın 8.30'uydu. Evden dışarı fırladı ve köprüye koştu.
Oradaki makineli tüfek mürettebatırrın tümü uyuyordu. Aynı anda köprünün uzak tarafında, 300-400 metre 'uzaklıkta
bir Rus süvari birliği gördü. Makineli tüfek mürettebatını hışımla uyandırdı ve ilk düşman süvarisi
köprüyü geçmeye başladığında makineli tüfek ateşe başladı. Birkaç Rus vurulup düştü.
Sağ kalanlar geri kaçtı.
Bu ateş, tabur için bulunabilecek en iyi çalar saatti. Birkaç dakika içinde birlikler tekrar kuzeye doğru yürüyüşe geçmişti. Akşama doğru mola vermiş olan tümenlerini buldular. Tabur komutanı
burada ilk defa nerede olduklarını öğrendi. 1812'de Napolyon'un mağrur ordusunun bozguna uğradığı Berezina Nehri'nin doğusundaydılar. Kendilerine çekilme emrini getirecek olan askerin yolunu kaybettiğini, atının bataklığa saplandığını ve mesajı ulaştıramadan
geri döndüğünü de orada öğrendi.
Barıştaki çalışmalarda her şey tamdır. Kadrolar dolgundur; herkesin haritası,
pusulası vardır; uzun, şık emirler hazırdır.
Savaşta ise tam tersidir.
Hayal edemeyeceğimiz durumlar ortaya çıkar.
Barışta ilkokul taktikleri uygularız. Savaşta ise liseden daha ileri bir seviyededir. Sürprizler ve psikolojik nedenler, savaşa yön veren en önde gelen faktörlerdir.
Her asker bilmelidir
ki savaş, sürekli
değişen, beklenmedik, şaşırtıcı durumlarla doludur. Savaştaki problemler, matematik formülleri ve önceden
belirlenmiş kurallarla çözülemez.
Barışta basmakalıp durumlar ve çözümler ve de eğitim vardır.
Oysa savaşta, 'durum şudur ve öğrendiğim kurallara göre taarruz etmeliyim veya savunmalıyım' diyemezsiniz. Savaşta karşılaşılan durumlar genellikle karmaşık ve hayli çarpık olup, asla belli kalıplara uymazlar. Onların üstesinden ancak, önceden
belirlenmiş formalar ve sabit fikirlerle
hareket serbestisi kısıtlanmamış,
uyanık zeka ile gelinebilir.
Basmakalıp ne varsa öldürülmelidir. Aksi halde savaşta, onlar bizi öldürecektir.
Şimdiye kadar belirsizlikler
ve sürprizleriyle birlikte, yüz yüze
yapılan tesadüf muharebesi şeklindeki açık savaşlardan örnekler
verdik. Her iki rakip hareket halindeydi. Siperler
ve hazırlanmış mevziler yoktu. Düşman
mevzilerinin ayrıntılı keşfi mümkün değildi, düşman makineli tüfek
yuvalarının, topçusunun ve kuvvet çoğunluğu bölgesinin yeri bilinmezdi.
Bu kez, savaşın yeni bir safhasındayız. Bu safha, yenilmiş
düşmanın kendisini toparlamak -ve tesadüf muharebesi şeklindeki açık
alan çatışmasından, birbiri gerisindeki
mevzi- lerden oluşan bir bölgedeki siper muharebesine geçmek mücadelesini kapsamaktadır.
Amaca ulaşmak için her gayret gösterilir, taze kuvvetler getirilir, savunma tertipleri alınır ve toprağa, derine, daha da derine gömülünür. Yavaş yavaş hareketsizleşen cepheye bir daha hareketlilik getirip getirilmeyeceği hiç bilinmeden, kaçınılmaz görünen siper savaşına mukavemet etmeye çabalanarak; tekrar tekrar darbe
vurmak için geçirilen o hüzünlü günler,
her ordunun başına gelebilir.
Savaşın açık savaş diye tabir ettiğimiz bu safhasının son bölümü, belirli mevzilerin ve arazi kesimlerinin ele geçirilmesi için yapılan
şiddetli çarpışmalarla karakterize edilir. Dünya savaşı bize, açık savaşın her safhasının tehlikeli durgunluk devreleri ile geçici süreler için kesintiye uğrayacağını
öğretmiştir. Bu tehlike taarruz
eden ileri hareketini daha da ileriye devam ettirmek için uğraşırken, yenilen düşmanın yeni mevziler hazırlayıp,
bu mevzileri elde tutmaya çalıştığında ortaya çıkar. Taarruz eden başarılı olursa, hareketli savaş tekrar başlar. Başarılı olamazsa muharebe, mevzilerle hareketsiz hale gelir.
Piyade için bu tür muharebeleri iyi incelemek, bunların ağır yükünü kendileri sırtladıklarından, hayati derecede önemlidir.
Gerçekte, bu çeşit meselelerde sorunlar hakkında karar sadece piyade tarafından verilir.
Açık savaş, bir ordunun gücünün inanılmayacak boyutlarda tükenmesine neden olur. Yığınla
zayiat verilir. Seferin süresiyle doğru orantılı olarak hastalık artar. Hayvanlardaki ölüm, insan kaybından daha fazladır. İkmal
hatları daha uzun ve daha zor hale gelir.
Ağır topçu oldukça geride kalır. Silahların, havan toplarının ve makineli tüfeklerin
kaybedilmesi, yerine yenilerinin konması ihtimali azaldıkça, ciddi sorunlar ortaya çıkar.
Günden güne, halen elde kalan
toplar için cephane temin etme zorluğu da vahim hale geliı: Giderek insan, yani elinde tüfeği ile piyade daha da
belirleyici hale gelirken, askeri makinenin, bir makine olarak
daha az önemli hale geldiğini
görürüz.
Her gün sayıları azalmasına ve fiziki gücü yok olmasına
rağmen, muharebenin yükünü artan bir ölçüde taşımak
zorunda olan piyadedir.
Askerlerin geçmiş örneklerden ders alması ve bugünden ise bir şeyler
öğrenmesi gerektiği gerçeğinde felaket vardır. Gerçekten de şayet askeri tarihten önderliğin
değişmez prensipleri, moral, psikolojik
etkiler ve muharebenin tabiatında var olan zorluk ve karışıklıktan daha fazlasını elde etmeye kalkışırsak,
askeri tarihin araştırmasında belirli bir tehlike
ortaya çıkar. Sadece geçmişte
yapılan savaşları inceleyerek gelecekteki savaşları tasavvur edemeyiz. Öyle olsaydı, en iyi tarih profesörü en iyi general olurdu. Muhakkak ki gelecekteki savaşlar, hayal bile edilememiş, tamamen yeni sorunlarla karşımıza çıkacaktır. Son savaşta karşılaştığımız ve bugün hala yüz yüze
olduğunuz zorlukları, bizden sonraki nesil
belki de yaşamak zorunda kalmayacaktır. Fakat, şundan eminiz ki bunların yerine üstesinden gelmek zorunda kalacakları
başka sorunlar olacaktır.
Ruslar 1915'te birbiri
ardına
yenilmişler ve Almanlar onları aylarca kovalamışlardır.
Günler, yağmurda veya güneşin altında, geniş Rus bozkırlarında, engebeli arazide, büyük ormanlarda ve çoğunlukla kötü yollarda, uzun ve yoru-
cu yürüyüşlerle geçmekteydi. Hemen hemen her gün
büyük çarpışmalar ve küçük çatışmalar oluyordu. Bütün bunlar askere, atlara Ye malzemelere zayiat verdiriyordu. Bölükler ve taburlar gittikçe
küçülmekteydi. Fakat geride kalan
askerler, önderlerinin kendilerine tereddütsüzce
güvenebileceği, çelik bedenli ve çelik sinirlere sahip, savaş deneyimi obn kişilerdi.
Son birkaç gün boyunca, Ruslar gittikçe
qaha sık ve daha güçlü mukavemet gösteriyorlardı.
Topçuları daha etkili hale gelmişti ve hatta küçük karşı taarruzlar bile yapabiliyorlardı.
Beraberinde bulunduğumuz tabur, kendi birliğinin
büyük kısmı içinde yürüyordu. Aniden, ön taraftan bir yaylım
ateşi başladı. Tabur bulunduğu yerde durdu. Birkaç
dakikalık kısa bir duraksamadan sonra
birkaç kilometre daha ilerledi. Yaylım ateşi yeniden başladı, tabur tekrar durdu. Askerler, 'Bugün büyük kısım içinde olduğumuz için şanslıyız,' diye düşündüler. 'Herhalde yine küçük
bir Rus artçı birliğine rastladık, fakat bizim öncüler çabucak her şeyi düzene
koyacaktır.'
Sonbahar gelmiş olmasına rağmen, hava hala güneşli ve ılıktı. Askerler kendilerini yere atıp uyuyacak duruma gelene
kadar 'Dur' emri verilmedi. İlerideki ateş kimin umurunday- dı? Şimdi uyumak için bir fırsat vardı ve onlar da uyudular. Yürüyüş tekrar başladığında, tabur sıçramalarla ilerledi. Saat 10 civarında, cephemize açılan ateş şiddetini artırdı. Tabur hemen yürüyüş
kolundan ayrıldı ve çukurları, küçük ağaçlıkları kullanarak ilerlemeye devam etti. Çok geçmeden ağır top ve makineli tüfek sesleri duyduk. Sonunda küçük bir ormanın içinde durduk, bu arada bölük komutanı tabur komutanına katılmak için atını ileri sürdü.
Tabur komutanı, haritasından da işaret ederek, şu emri verdi: 'Ruslar yaklaşık dört kilometre önümüzdeki bir mevzi- deler. Şu geniş bataklığın gerisinde görünen tepelerde çok iyi bir şekilde
mevzilenmişler. Mevzilerinin önünde geniş bir dikenli tel engeli var. Tümenimiz öğleden sonra saat 2'de taarruz edecek. Bu taburun taarruz bölgesi şuradan şuraya kadar.
10 , 10 ve ll'inci bölükler taarruz kademesinde bulunacaklar. Bölükler arasındaki ara hattı, şurası ve şurası. -12'nci bölük merkezin arkasında, taburun ihtiyatı
olacaktır.' Netice olarak taarruz emri böyleydi.
Tabur yaklaşma yürüyüşüne başladı. İlk
önce bölükler hızla ileri hareket etti.
Fakat çok geçmeden
düşman onların yerini tespit ederek topçu ateşine başladı. Bu nedenle açılıp yayılmak
zorunda kaldılar. Tüfek mermileri, tepeleri sıyırıp ağaçlara saplanmasına
rağmen, hala görünürlerde hiçbir şey yoktu. Yakın tepelerin birinden, 9'uncu bölük komutanı Rusların yerini öğrenmek için girişimde bulundu, fakat uzun bir sürede bile başarılı olamadı. Aniden onun bölüğünden
bir asker acıyla bağırdı. Birkaç saniye sonra bunu bir diğer askerin çığlığı takip etti. Piyade mermisi ile vurulmuşlardı, fakat düşman mevzisi hala belirsizdi.
Sonunda bölük komutanı Rusların yerlerini keşfetmeyi
başardı. Oldukça ileride bulunan
tepelerde idiler ve mükemmel bir şekilde
gizlenmişlerdi. Bu, uzun zaman önce inşa edilmiş şu meşhur Rus mevzilerinden biri olmalıydı. Zira, Rusların 1915 başlarında
hazırladığı mevziler gibi taze toprak veya
toprak ve dallarla kaplanmış
derin siper çukurlarına benzer emareler yoktu.
Buna rağmen bölük
komutanı, 10-15 metre genişliğinde bir tel engeli ve bunun önünde takriben 200 metre genişliğinde otlarla kaplı bir bataklık
görmüştü. Bataklığın Almanlara yakın tarafında açık bir sırt
uzanıyordu. Bu kuvvetli mevziye en iyi nasıl
yaklaşılabilirdi?
Alman topçuları arada bir ateş ediyor ve bu birkaç
mermi bile Rusların geri bölgesinden oldukça uzağa düşüyordu.
Belki, onlar da düşman topçusunun yerini tespit etmeye çalışıyorlardı. Rus mevzileri kendini ifşa edecek hiçbir hayat belirtisi göstermiyordu.
Bölük komutanı, uzanmakta olduğu tepenin ötesine geçmek
için ayağa kalktı, fakat Rus siperlerinin
canlanması ile birlikte başlayan
ateşten kendini zor kurtardı. Tüfekler patlıyor, makineli tüfekler kurşun
yağdırıyordu.
Taarruzu bu tepeden başlatmak uygun değildi. Tepe bir hayli de uzaktı. Rusların çok yakınına sokulmak zorunluydu. Bataklığın, Almanlara doğru uzanan, küçük bayır kısmını
ele geçirmek ilk yapılması gerekendi. Bölük komutanı,
mevzilendiği tepenin yanında derin bir çukur olduğunu tespit etti. Bu çukur
boyunca, mangalar halinde ilerlemeye karar verdi. İlerleme yavaş ve yorucu oluyordu. Ruslar gördükleri Alınana ateş ediyorlardı. Yine de bölük sadece sekiz zayiatla ilerlemeyi başardı.
Fakat bataklığın kenarına ulaşıldığında saat öğleden sonra 13.30 olmuştu.
Saldırıya geçmek için sadece otuz dakika vardı. Bölük, hemen taarruz düzenine
geçti. Fakat komşu bölükler nerede kalmıştı? Onları aramak için yeterli zaman yoktu. Yine de onlarla temas kurmak için sağa sola devriyeler gönderildi.
Bu arada Ruslar kendisini gösteren herkese ateş açmayı
sürdürüyordu. Bizim topçular sadece arada sırada
ateş ediyorlardı.
Saat 2 olmadan hemen önce telefon irtibatı tesis edildi. Bölük
komutanı, tabur komutanını arayarak rapor verdi ve kendisine topçu desteğini sordu. Tabur komutanı: 'Hiçbir şey bilmiyorum' diye cevap verdi.
Taarruz zamanı yaklaşıyordu. Almanların
önlerinde birkaç Rus siperi belirlemişti, fakat düşman makineli tüfeklerinin nerede olduğunu
bilmiyorlardı. Makineli tüfekleri yoktu ve onları destekleyecek olan topçuların var olup olmadığı hakkında da bilgi yoktu. Buna rağmen bu birlikler geçmiş aylarda birçok kere taarruz etmiş
ve hepsinde galip gelmişlerdi. Şimdi de Ruslara karşı kayıtsız
şartsız üstün olduklarına inanıyorlardı. Tek ere kadar hepsi, düşmanın kısa bir süre için direnme gösterip sonra: geri çekileceği
inancındaydı. Bugün tekrar galip geleceklerine
imanları kadar emindiler.
Saat 2'de taarruz başladı. Almanlar sırt üzerinde zorunlu olarak kendilerini gösterir göstermez, Rus hatlarından cehennem gibi ateş başladı. Mevzilerinin her yerinden hayat dolu bir kaynaşma görülüyordu. Piyadenin, topçuların ve makineli
tüfeklerin ateşi, saldıranların üzerine bir kasırga gibi esiyordu. Bir anda büyük kayıplar verdik ve derhaLpıevzi almak zorunda kaldık.
Almanlar büyük kayıplar vermeye daha fazla tahammül edemezdi. Bölüklerin muharip kuvvetleri o kadar azalmıştı ki, 9'uncu bölük artık ihtiyat unsuru ayıramıyordu.
Taarruz neredeyse başlamadan geri püskürtülmüştü.
Kayıplar ciddi seviyedeydi ve hiçbir kazanç sağlanamamıştı. Düşmana yaklaşmak
imkansızdı.
Çarpışma bütün cephe boyunca başlamıştı. Almanlar sağdan ve soldan denedi, fakat hiçbiri bataklığı geçmeyi başaramadı. Öğleden sonra bu şekilde geçti ve karanlık çöktü.
9'uncu bölük komutanı, karanlığın
örtüsünden yararlanarak, Ruslarla yakın temas tesis etmeyi planladı. 20 askerle birlikte sürünerek bataklığa girdi. Rus tel engelinin sınırına kadar gitmeyi başardı, fakat tel örgüyü kesmeye başladığında yeniden yaylım ateşi
başladı. Bu küçük Alman grubunun hemen hemen 5O metre önünde, bir makineli tüfek ateş ediyordu. Tanrı'ya dua etme zamanıydı. Makineli tüfek öyle bir yerdeydi ki, bu kadar kısa mesafeden ona ateş etmek mümkün
değildi. Siperlerden bir mermi seli akıyordu. Almanlar kendilerini yere yapıştırmalarına rağmen, mermiler başlarının üzerinden sıyırıp geçiyo½ küçük çarpma sesleri çıkararak arkadaki bataklığa
saplanıyordu. İlerlemek de geri çekilmek de imkansızdı.
Başını hafifçe, hatta 3-5 santim kaldıracak bir asker kendini ölü sayabilirdi. Bu küçük gruptan birkaç asker maalesef başlarını
kaldırdılar. Diğerleri ümitsizce toprağı kazmaktaydı. Kendilerine bir ölçüde
örtü sağlayıncaya kadar elleriyle,
dizleriyle, hatta ağızlarıyla
toprağı eşeliyorlardı. Şimdi Rus ateşine bataklığın diğer tarafındaki
Alman hatlarından aynı biçimde cevap verilmeye başlanıldı. Böylece, bizim küçük grubumuz düşman ateşi ile kendi arkadaşlarının
ateşi arasında kalmıştı.
Geceyi Rus makineli tüfeklerinin hemen dibinde, sessiz, hareketsiz ve gün ışığı ile birlikte geleceği muhakkak görünen
ölümü bekleyerek geçirdiler. Bu bir avuç askerin yaşamak zorunda olduğu böyle bir gecenin ne kadar müthiş bir sinir testi olduğuniı ancak böyle bir tehlikeyle uzun süre karşı karşıya kalmış ve elinden hiçbir şey gelmemiş biri anlayabilir.
Yıldızlar kaybolmuş, Rusların ateş etmeleri yavaşlamadan önce, gökyüzü
doğudan yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. . Almanlar daha öncesinden
ateş etmeyi kesmişlerdi. Sağ kalan birkaç asker, bataklığın
diğer tarafındaki bölüklerine sürünerek geri dönmüşlerdi.
Diğerleri, dikenli tellerin önünde soğuk ve katı bir şekilde uzanıp
kalmışlardı. Taburun taarruzu başarısız olmuştu.
Yeni gün, siper kazılması ve kanatlarla irtibatın
tesis edilmesi için kullanıldı. Hatta birkaç sığınak bile inşa edildi. Bir kere daha siper savaşı başlayacak gibi görünüyordu. Fakat iki gün sonra sağ tarafta, bir hayli uzaktan büyük bir muharebe gürültüsü duyuldu. Bu çarpışma
bütün gün sürdü. Ertesi sabah Alman keşif kolları, Rus mevzilerini terk edilmiş buldu. Almanlar tekrar
başarılı bir şekilde açık
savaşa geri döndüler ve tekrar tepelerde,
vadiler içinde ve sonsuz gibi görünen
ormanlarda yürümeye başladılar.
Bir muharebeden alınan küçük bir kesit, açık savaş ve siper savaşı
arasındaki ayrımla ilgilidir. Taarruz
eden taraf, yeni bir direnişe hazırlanan düşmanla karşılaşır. Bunun bir artçı unsuru ile yeni bir çalışma olup olmadığını veya düşmanın nihayet durmuş olup olmadığını bilemez. Şayet bu bir artçı ise, düşman sadece zaman kazanmaya çalışmaktadır. Bu durumda taarruz
edenin süratle
saldırıp, ona dilediği zamanı elde etmesine meydan vermemelidir. Öte yandan düşman faz- • la geri çekilmeyi arzu etmiyorsa, hazırlıksız
bir taarruzla onu geri atmak mümkün olmayacaktır.
Muharebelerden çıkarılacak ilk ders, savaşın
belirsizliğidir. Düşmanın belli bir yeri savunduğu biliniyor, ama kuvveti ve niyeti bilinmiyorsa, keşif yok veya yetersizse her zaman sorun çıkacaktır.
En iyi keşif dai:ma taarruz olacaktır.
Taarruz, çoğu zaman düşmanın kuvvetini, mevkiini ve niyetini ortaya çıkarabilecek yegane vasıtadır. Gözle keşif ve keşif kolları, kendi başlarına bu bilgiyi elde etmeye hiçbir zaman muvaffak olamamıştır ve muhtemelen gelecekte de asla olamayacaktır.
Bu harekatta, Rusların daha geriye çekilmemeye
karar verdikleri ancak taarruzla ortaya çıkarılabilmiştir. Bu nedenle taarruz başarısız değildi. Birkaç saat içinde, üst komutanlık için durum tamamen açığa
çıkarılmıştı. Başka bir yöntemle bu kadar kısa sürede
böylesine bilgi elde edilemezdi. Belki diğer metotlarda başarılı olabilirdi^ fakat bu, sadece pahalıya mal olabilecek bazı gecikmelerle sağlanabilirdi.
Şimdi Almanlar cepheyi yarmak, Rusları bulundukları araziden geri atmak ve açık savaş
safhasını tekrar geri getirmek üzere bütün kuvvetlerini bir noktada toplayacak durumdaydılar.
Birkaç gün sonra, tabur kendisini
böyle bir hazırlıklı taarruzun içinde buldu. Almanlar, tekrar bir Rus mevzi ile yüz yüze gelmiş ve buna karşı yine acele bir taarruz başlatmışlardı. Ruslar, sayısız göllerin arasında
serpiştirilmiş bir mevzi seçmişlerdi ve taarruz edenin hareketine şiddetle karşı koymaktaydılar.
Bizim tabur, iki göl arasındaki dar bir geçidi kapatmak ve Rusları
baskı altında tutmak için görevlendirilmişti.
Düşman bir tepenin üzerine mevzilenmişti. Önlerinde 200 metre kadar uzanan bir ateş sahası vardı. Bunun da önünde bataklık ve ağaçlık bir alan vardı. Tabu½ bu sulak ağaçlık
bölgeden yavaşça ilerledi, fakat hiçbir asker ağaçlığın öbür
kenarından ileri çıkmadı. Sıkı bir çalışmayla
ağaçlığın kenarında derin olmayan birkaç siper inşa edildi ve dikkatle gizlendi.
İlerimizdeki tepede bulunan Rus
mevzileri açıkça görülebiliyor ve önündeki engeller güneşte
parlıyordu. Öğleden sonra sağımız, solumuz yoğun düşman
ateşi altındaydı. Bize verilen görev gereği saldırıya geçmeksizin
ateş ettik. Bizim aç-
tığımız ateşe öyle bir karşılık veriyorlardı ki, düşman mevzilerinin güçlü olarak
işgal
edildiği kesindi. Bu sırada düşman topçusu- bizim gizlenmekte olduğumuz ormanı ateş altına aldı, ancak bize önemli bir
kayıp verdiremedi.
Akşama doğru muharebe sesleri ve bütün gün devam
etmiş olan top gürlemeleri kesildi. Rusların siperlerini
terk edip etmediğini
anlamak için hemen
keşif
kolları gönderildi, fakat
her denemede ateşle
karşılaştılar ve
geriye atıldılar.
Düşmanın mevzilerini savunmada hala kararlı olduğu meydandaydı. Bir kere daha ilk Alman saldırısı başarısız olmuştu.
Üst komutanlığın durum hakkındaki bilgisi, bir Rus mevzisine çatmış olduklarıydı. Bunun bir düşman artçı birliği mi yoksa asıl kuvvetleri
mi bilinmiyordu. Bu bir oyalama harekatı olabileceği gibi Alman takip kuvvetlerini
durdurmak amacıyla
kararlı bir direniş de
olabilirdi. Durum sadece taarruzla açığa kavuşturulabilinecekti ve bu taarruz süratle başlatılmalıydı.
Şayet Alman
ilerlemesine karşı koyan kuvvet bir artçı birliği ise, düşmanın yeniden
tertiplenmek üzere zaman kazanmasına imkan vermemek için bu
kuvvet süratle bertaraf edilmeliydi. Zira başarılı bir
artçı
harekatı ile kazanacağı her gün kendisi
için çok
büyük bir avantaj, takip eden kuvvet içinse dezavantaj
olacaktı.
Bunun gibi, şayet ileri
harekat iyi hazırlanmış
bir mukavemet hattı tarafından durdurulmuş ise, kaybedilen her gün bu
savunma hattının
daha da güçlü hale
gelmesine imkan sağlayacaktı.
Rusların göstermeye niyetlendikleri
mukavemetin gerçek
şeklinin mümkün olan
en erken zamanda belirlenmesi gerekiyordu.
Bu,
yalnız
düşman mevzilerinin karşısında tertiplenerek ve keşif kolları ile keşif faaliyeti
icra edilerek yapılamazdı.
Kazıp gömülmüş bir
düşmana
karşı keşif kolları, savunma
bölgesinin
ileri sınırının şurası veya burası olduğu gerçeğinin ötesinde çok az şey belirleyebilir.
Savunma mevzisinin gerçekte ne kadar güçlü olduğunu hiçbir zaman ortaya çıkaramaz-
lar. Düşmanın direnme azmini de ölçemezler. Hayır! Savaşın Gordion düğümünü kesmenin (savaşın
zorluklarını alt etmenin) en çabuk ve en kestirme yolu taarruzdur. Ve sınırlı hayal gücümüzün geleceğe doğru
uzanabildiği kadarı ile tereddütte kalındığı zaman uygulanacak en makul hareket tarzı da bu- dur ve asla değişmeyecektir.
Çapraşık bir durumun taarruzla açığa kavuşturulmasına en çarpıcı
örneklerden biri, 1914 Eylül başlarındaki Marne Muharebesi arasında General von Gronau komutasındaki ihtiyat 4. Kolordu'nun taarruz harekatıdır. Alman l'inci Ordusu, sağ kanadı Paris'in doğusunda
olduğu halde güneye doğru ilerliyordu. Bu geniş kanadı korumak üzere 4'üncü
İhtiyat Kolordusu geride Oureq civarında bırakıldı. Bu kolordunun keşif
unsurları, kolordu cephesinin önünde şüpheli hareketler olduğunu rapor ettiler. Alman keşif unsurları ne tarafa dönerlerse geçilmesi
imkansız olan bir düşman örtme kuvvetiyle karşılaştılar. Sonunda General von Gronau, durumu aydın^ latmak için bütün kolordusu ile Oureq'i geçerek taarruza karar verdi. Nehir geçişini
müteakip derhal taarruza başladı.
Düşman örtme kuvvetlerini yaran
kolordu, Alman sağ kanadına taarruza başlamak üzere olan Fransız 6'ıncı Ordu- su'nu açığa
çıkardı. Bir tek gün içerisinde, 4'üncü İhtiyat Ko- lordusu'nun taarruzu, Fransa'nın bütün planını keşfetmişti. Küçük bir gecikme, Alman kanadına yönelik tehdidin gerçekleşmesi felaketiyle sonuçlanabilirdi.
Rusya cephesine dönersek; başarısız taarruz, düşmanın mevzisini korumakta kararlı olduğunu göstermişti. Taarruz edenin
meselesi, karşı karşıya
kaldığı sorun, Rus mevzilerini parçalamanın en iyi yolunun ne olduğuna karar vermekti. Sonuçta bir girme yapılmasında
mutabık kalındı ve doğrudan cepheye taarruzla düşman hatlarını parçalayacak esas taarruzu icra etmek üzere
görevlendirilen birliklerden biri de
bizim taburdu. Elbette kararı etkileyen bazı faktörler vardı, ama bunların
dışında, takviyelerin süratle hareketine imkan veren
birinci sınıf bir yolun olması ve topçuların mevzilerinin ileride bulunması,
şüphesiz üst komutanlığın kararında başlıca rolü oynayan etkenlerdi.
Harekat için emirler gece elimize ulaştı. Saldırının ertesi gün saat 4'te başlaması
planlanmıştı. Taarruzda görev alacak diğer birkaç tabur, gecenin karanlığından
yararlanarak ileri yanaştılar. Ertesi sabah gün
ışımasıyla birlikte birkaç topçu subayı geldi ve gözetleme yerlerini tesis ettiler. Bunların destekleyeceği piyade birliğinin subayları, düşman mevzilerinin bilinen detaylarını anlatarak topçu subaylarını oryante ettiler. En önemlisi, onlara düşman makineli tüfeklerinin nerelerde olduğunu
söylediler. Ayrıca, piyadenin taarruz planı, özellikle topçunun ateş
altına alması istenen noktalar ve düşman cephesinde bilhassa tehlikeli olarak değerlendirilen mevziler hakkında tamamen bilgilendirildiler.
Bütün her şeyden sonra, artık taarruzu icra edecek olan ya zafer ya da yenilgi kararını verecek olan piyadedir. Savaşın en ağır yükünü taşıyan onun sırtı, en büyük zorluklara katlanan onun vücudu ve en ince iplikle bağlı olan onun hayatıdır. Bu nedenle düşmanla,
düşman mevzileriyle, üzerinde harekat yapacağı araziyle, üstesinden gelmek zorunda kalacağı
suni engellerle ve taarruzun icrası için düşünülmesi gereken bin bir çeşit
planla hayati derecede ilgili olan da yine piyadedir.
O, karşılaşacağı muhtemel düşman mukavemetini ve bunun tedbirlerini zihninde şekillendirmek için uğraşır. Aklından geçenler şuna benzer şeylerdir:
'Şayet topçumuz, üzerinde birkaç makineli tüfeğin yerleştiği düşman mevzilerini yoğun
bir şekilde ateş altına alırsa, düşman bu silahları
kullanamayacaktır. Düşman tel engellerini şu noktada, bizim arasından
geçip düşman mevzilerine girmemize
imkan verecek şekilde
parçalayacak olursa, inanıyorum ki taarruzumuz başarılı
olacaktır.'
Bundan sonra kritik
olan mesele, taarruz eden piyadenin kafasına, kesinlikle başarılı
olacağı inancını sokmaktır.
Bu
gerçekleştirildiği
takdirde, zafer yarı yarıya kazanılmış sayılır. O taarruzun ayrıntıları konusundaki kendi ^örüşlerinin dikkate alındığı hissine
daima sahip olmalıdır.
Çünkü her insan,
herhangi bir hareket onun düşüncesine göre icra edildiği takdirde
bu hareketin başarılı
olacağına kuvvetle inanır.
Bölük komutanı gelen topçu subayını eski muharebelerden tanıyordu ve
karşılıklı
güvenleri vardı. Topçu irtibat
subayı ona, taarruzu desteklemek üzere az
sayıda
bataryanın tahsis edildiğini söylediğinde bölük komutanı dehşete
düştü. Fakat arkadaşı şu sözlerle ona tekrar güven vermeye
çalıştı:
'Eminim ki bizim ne kadar iyi ateş ettiğimizi ve şu ana
kadar icra ettiğimiz her
taarruzun başarılı
olduğunu biliyorsun. Ateşlerimizi üzerine toplamamızı istediğin
şuradaki Rus mevzileri
benim bataryalarını
için o kadar elverişli mevkilerdeler
ki, onları
dümdüz edeceğimizden hiç kuşkun olmasın.'
İrtibat subayları ile birlikte planlarını tamamlayan bölük komutanı, planı takım komutanlarına, onlar da erlere anlattılar. Taarruz planını son
bir kez daha şekillendiren
bölük komutanı emrini
verdi: 'l'inci takım şu
çukurluktan ilerleyecek
ve oradaki küçük tepeyi ele geçirerek daha
sonra şu
yüksek ağaç istikametinde
taarruz edecek. Ayağa
kalkarsanız o yüksek ağacı tepenin ilerisinde görebilirsiniz. 2'nci takım, 1
'inci takımın solunda şu tepeye
ilerleyecek ve tepedeki birbiri gerisindeki iki düşman mevzisini
ele geçirecek.
Daha sonra da tepenin hemen
gerisindeki şu evleri ele geçirecek. 3'üncü takım taarruz başladıktan sonra taarruz çıkış hattına ilerleyecek ve 2'nci takım şu mevzileri
ele geçirdiğinde
derhal bu takımı takip
edecek. Bizi desteklemekle görevlendirilen iki makineli tüfek, hücum kademesindeki takımlar düşman siperlerine girinceye kadar ormanın bu
köşesinden
ateş edecek, daha sonra şu tepeye
mevzi değiştirecek,
ben 3'üncü takımla beraber olacağım.'
Sonra,
bölük
komutanı, gerekli işbirliği ve
koordinasyon için
sağındaki ve solundaki bölük komutanları ile görüştü. Takım komutanları ile araziyi ileri doğru keşfettiler. Tabur
komutanı bölük komutanları ile planı son bir defa gözden
geçirdi. İki m::ıkineli tüfek bölgeye geldi; herkese ilave cephane dağıtıldı. Sahra mutfaklarından
sıcak yemek getirildi. Bu yapılan hazırlıkların en önemlisiydi.
Çünkü, bundan sonra sıcak yemeğin ne zaman verilebilineceğini kimse bilmiyordu. Üstelik bir asker dolu bir
mideyle her zaman daha iyi savaşır.
Şimdi saat öğleden sonra, 3.40'ta Alman topçusunun hazırlık ateşinin gürültüsü ortalığı kaplamıştı. Bu hazırlık ateşi sadece 20 dakika sürdü. Mermilerin Rus
mevzilerinin kritik olarak değerlendirilen noktalarda parçalanması, piyadeler ta^ rafından
keyifle izlendi. Bu arada düşman aynı yoğunlukla karşılık verdi. Top ve makineli tüfek mermileri bataklık kaplı ormanı taramaktaydı.
Saat tam 4'te Alman
piyadeleri taarruz mevzilerinden ileri hareket etti. Başlangıçta sadece Rusların hafif bir ateşi ile karşılaştılar. Her şey iyi gidiyor gibiydi. Fakat aniden cephenin sağından bir düşman makineli tüfeği seri ateşe başladı.
Bulunduğu mevkide bir makineli tüfek yuvası olabileceği hiç akla gelmezdi. Ayrıca
bu mevzi, topçu ileri gözetleyicisinin bulunduğu yerden görülemiyordu.
Çok kısa bir sürede yirmi asker yere düştü; hepsi de başlarına isabet eden mermilerle vurulup ölmüşlerdi. l 'inci takımın, daha doğrusu 1 'inci takımdan geriye kalanların ilerlemesi derhal durdu.
1'inci takımın taarruz imkanının sona erdiğini gören
bölük komutanı, ihtiyat takımını bu safhada muharebeye sokup sokmamak konusunda da biraz düşündü ve sokmamaya karar verdi. O makineli tüfek mevzisinde olduğu sürece bunun hiçbir yararı
olmayacaktı; üstelik bu takım da imha edilirdi. Ağaçlığın köşesinde mevzilenmiş olan kendi makineli tüfeklerinin yanına koştu ve onlara, l 'inci takımın hedefi olan sağ ilerideki tepeleri ateş altına almaları emrini verdi.
Bu arada 2'nci takım, arazideki hafif kabartıların
sağladığı örtüden yararlanarak, süratle ve zayiat vermeden ilerliyordu. Nitekim, birkaç dakika içerisinde Rus mevzilerine gir-
meyi başardı. Kısa bir göğüs göğse muharebe sonunda birkaç Rus ellerini kaldırıp teslim oldular ve Alman askerleri süratle tepenin zirvesini aşarak gözden kayboldular.
Bölük komutanı: '3'üncü takım şu çukurluktan aşarak 2'nci takımı takip edecek,' diye bağırdı. Daha sonra da makineli tüfeklere
bağırdı: 'Mümkün olduğunca çabuk takip edin.'
Beraberinde daha önce
birçok muharebede beraber olduğu postası ile üç habercisi vardı. Bunlarla beraber 2'nci takımın henüz ele geçirdiği tepeye vardığında nefes nefese indi. Burada onu bir dehşet manzarası karşıladı. Mermilerin altüst ettiği siper çukurları,
ölmüş ve ölmek üzere olan Almanlar ve
Ruslarla doluydu. 2'nci takım neredeydi? Verilen
emre göre doğruca cephesi istikametinde taarruz etmesi gerekirdi, fakat kendi taarruz bölgesinde yoktu. Birden bu takımın, cephenin sol tarafında çarpışmakta olduğunu fark etti. 5'inci bölüğün hareketine uyarak
taarruz istikametinden sapmış ve 1'inci takımın taarruzu da durmuş
olduğundan, Alman cephesinde can sıkıcı bir boşluk meydana gelmişti.
Bir anda yoğun bir ateş sesi geldi. Bölük
komutanı dikkatini sağ gerideki bölgeye
çevirdi. 1 'inci takımın hedefi olan tepedeki Rusların, iki Alman makineli tüf eğinin mevzilerinde kendilerini kıpırdayamaz hale getirmesi daha
fazla mümkün olmamış ve Ruslar karşı taarruza başlamışlardı.
3'üncü takım sağa kayarak mecburen o bölgedeki çarpışmaya katılmıştı.
Bu esnada
habercilerden birinin, 'Ruslar bizim tepeye saldırıyorlar,' diye bağırdığı duyuldu. Alman cephesinde boşluğu tespit eden düşman, bu defa cepheden, bölük komutanı ve dört askerinin üzerinde
bulunduğu tepeye doğru, diğer bir karşı taarruzu başlatmıştı.
Yoğun bir makineli tüfek ateşinin tepeyi taraması aynı zamana denk geldi. İki haberci ilk anda
vuruldu; biri derhal öldü, ağır yaralanan diğeri ise aynı gün akşama
doğru can verdi. Sağ kalan haberci 3'üncü takımdan takviye getirmek üzere geriye giderken bölük komutanı ve posta eri saldıran
Ruslara ateş açtılar.
Durum çok kritikti. Bu tepe, kilit bir mevki konumundaydı. Şayet Ruslar burayı ele geçirmeyi
başarırlarsa, sadece bu bölgedeki Alman taarruzu bozguna uğramayacak, sol tarafta taarruz
eden birlikler de muhtemelen imha olacaktı. Çünkü bu tepe, göle kadar uzanan muharebe sahasının tamamına h^kimdi. 3'üncü takımın bir kısmının
zamanında yetişeceğini ümit etmekten başka yapacak bir şey
kalmamıştı.
Her zamanki gibi
cesurca saldıran Ruslar, 80 metreye, sonra 70 metreye, daha sonra da 50 metreye yaklaştılar. İki Alman, hayatlarını
pahalıya mal etmek niyetiyle süngü taktılar. Birdenbire 9'uncu bölüğün iki makineli tüfeğinden biri (diğeri topçu
atışı sonucu tahrip olmuştu) ateş etmeye başladı. Bu makineli tüfek
nihayet ileri yanaşmaya muvaffak olmuştu. Rusların üzerine öyle bir mermi yağdırmaya
başladı ki; görünmez bir orak gibi askerleri biçiyordu. Karşı taarruz hemen bozguna dönüştü. Sağ kalanlardan kaçmaya çalışan birkaç Rus askeri isabetli atışlarla vuruldu. Diğer birkaçı ise kalan son cesaretlerini toplayıp taarruzu sürdürmeyi denediler, ancak onlar da öldürüldü. Sağ kalan 8 O kişi cesaretlerini kaybetmiş
olarak teslim oldular. Bunlar artık savaş esiriydi.
Bu başarıya rağmen kriz henüz
geçmemişti. 3 'üncü takım geride hala çarpışmaya
devam ediyordu. Makineli tüfek şimdi geriye dönmüş ve sağ gerideki Rusların yanına
ateş etmeye devam ediyordu. Serbest kalan 3'üncü takım ileri gelerek bölük
komutanına katıldı. Bu esnada 1'inci takımın savaşmış olduğu tepedeki düşman da o bölgeyi kaybetti.
Bölük komutanı taarruza 3'üncü ve l'inci takımdan arta kalanlarla devam etti. Bir sonraki tepede bulunan ve zayıf bir şekilde savunulan evler ele geçirildi. Tepenin hemen gerisinde dört Rus topunun geri çekilmekte olduğunu tespit ettiler.
Vefakar makineli tüfek
yine işe koyuldu. Vurulan atlar
yere yığıldı ve batarya ganimet olarak Almanların eline geçti. Topçularından kolay kolay vazgeçmeye
gönüllü olmayan Ruslar
karşı taarruzla bataryayı tekrar ele geçirdilerse de bu sırada 5'inci bölük ve 9'uncu bölüğün 2'nci takımının
çatışmaya katılmasıyla topları tekrar Almanlara terk
etmek zorunda kaldılar.
Ortalık yavaş yavaş kararıyordu, fakat Almanlar yarma harekatıyla elde ettikleri başarıyı genişletmek üzere birkaç kilometre daha taarruzu sürdürdüler.
Rus mevzileri yarılmış, açık savaş durumuna yeniden dönülmüştü.
Alman zayiatı ağır olmuştu. Mesela, harekata katılan 1 subay ve 90
askerinden; 9'uncu bölük,
harekat sonunda 1 subay 40 askere düşmüştü. Bir tek çatışmada yüzde
elliden fazla zayiat vermişlerdi.
Gece vakti yaralılar geriye tahliye edildi ve sahra mutfakları ileri getirildi. Şans eseri, memleketten gelen posta da bu akşam ulaşmıştı. Fakat, 9'uncu bölüğe gelen birçok mektup ve selamın artık sahiplerine iletilmesi mümkün değildi.
Anlatılanların tamamı, L Dünya Savaşı'nın, Güneydoğu kanadı, yani Osmanlı İmparatorluğu
toprakları dışında, açılmış olan tüm cephelerde cereyan eden muharebelerde askerlerin nelerle karşılaştığına ait olaylardır.
Bu savaşta, İngilizler, Fransızlar ve Ruslar bir tarafta, Almanya, Avusturya-Macaristan
ve Osmanlı
İmparatorlukları diğer taraftaydı. Çanakkale ve Kut'ülamere gibi, kahramanlıklar
ve destanlar yaratılan muharebeler de savaşın sonucunu değiştiremedi. Neticede, Alman İmparatorluğu,
Avus- turya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı
İmparatorlukları yıkıldı. Almanya'da içsavaş çıktı, Avusturya ve Macaristan birbirinden ayrıldı ve ülke içinde karışıklıklar çıktı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde sadece Anadolu topraklarının bir bölümü kaldı.
İngiliz, Fransız ve İtalyanlar kıymetli bölgeleri
aralarında paylaşarak işgal etmeye başladılar ve başkent işgal edildi.
Sonuç: "Niye böyle oldu?" Cevabı
net ve kesin; kötü bir politik strateji
ve kötü bir askeri strateji! Kötü bir politik
. strateji, çünkü neyi nereye kadar götürülebilineceği hesapla- namadığı için.
Kötü bir askeri strateji, çünkü insan kaynağı ile ekonomik gücünü hesaba katmadan, geniş coğrafyalara dağılmış, asıl hedefin ne ve neresi olması gerektiğini ortaya koymadan savaşmaya sürülmüş ordular olduğu için ...
Jeopolitik
Yaşam
Sahası
Haushofer
A
dından da anlaşılacağı gibi jeopolitik, coğrafya ve siyasi bilimden
ortaya çıkmıştır ve daha ziyade coğrafyacılar tarafından geliştirilmiştir.
Jeopolitik ortaya çıkmadan çok önce coğrafya,
özellikle Almanlar olmak üzere Orta Avrupalıların
hayatında önemli bir yer tutuyordu.
Modern bir bilim olarak Almanya'da gelişti. Kant'a kadar inen
felsefi ve bilimsel düşünce tarzının bir parçasını oluşturuyordu.
19.
yüzyılın ilk yarısında Almanya büyük
siyasi ve askeri değişikliğe uğrayarak güçlü bir milliyetçi devlet niteliğine
büründü. 19. yüzyılın ikinci yarısında
coğrafyanın bugünkü dalları kuruldu. O yıllarda Almanya sanayileşmiş
ve siyasi bakımdan birleşerek büyük bir güç olmuştu. Yeni Alman imparatorluğunun gücü: Siyasi otoriteden ve
madenler ile denizaşırı
ticarete dayanan ekonomik güçten kaynaklanıyordu.
Coğrafya belki de her şeyden daha fazla çevreyi etkilemektedir. Bu nedenle Alman coğrafyacılarının Alman siyasi birliğinin kurulması ve ayrılması sırasındaki siyasi coğrafyaya büyük ilgi duymuş
olmaları doğaldır. Almanlar, bunu coğrafyanın yeni dalları
arasında süratle gelişen bir disiplin haline sokmuşlardır.
20.
yüzyılın sonlarına doğru Almanlar deniz gücüne de kara gücü
kadar büyük önem vermeye başladılar. Siyasi
coğrafyanın ilk bilimsel etüdünü Friedrich Ratzel yaptı. Po-
litische Geographie'de (Politik Coğrafya) bu konuya ilişkin başlıca temaları
ele aldı. Bunlar arasında savaşı, hem siyasetin hem de coğrafyanın önemli bir
yönü olarak düşündü. Bu husus, kitabının çeşitli yerlerinde karşımıza
çıkmaktadır. Gerek bu konu, gerekse diğer konular bilimsel çalışmalara uygun
olarak tarafsız bir biçimde sunulmuştur. Ratzel'in bilimsel tutumu, siyasi
olayları belli bir milletten söz etmeden genel coğrafi konum içinde ele
almasına yol açmıştır.
Hayatının sonuna doğru Ratzel Alman deniz kuvvetlerinin ülke
çapında yarattığı heyecana kapılarak, bilimsel yoldan ayrılmıştır. Fakat bu
ayrılış geçici olmuştur.
Ratzel bir jeopolitikçi değildi. Fakat jeopolitiği yaratanlar onun
bazı görüşlerini sistemlerinin temeli olarak almış oldukları için, yine de
bunlar arasında belki de en önemli görüş, devletin bir anlamda bir organizma
olduğuna ilişkin görüştür. Aynı görüşe, bilimin bazı dallarında da yer vermiştir
ve muhtemelen Darvinizm'den ve 19. yüzyılda biyoloji alanında meydana gelen
diğer ilerlemelerden kaynaklanmaktadır.
Ratzel coğrafi ve siyasi yapıları biyolojik organizmalara
benzetmiş, fakat bu benzerliğin bazı sınırları olduğunu fark etmiştir. Sonra da
jeopolitikçiler siyasi ve biyolojik dünyalar arasındaki farkı
kavrayamadıklarından, kendi sistemlerini devletin bir organizma olduğu
faraziyesi üzerine kurmuşlardır. Ratzel'in tahlillerindeki temel görüşlerden
biri de siyasi grupların işgal ettiği "saha"dır. Jeopolitikçiler bu
görüşe de yer vererek "yaşama sahası" olarak adlandırmışlardır.
Ancak onlar bir devletin yaşama sahasına hakkı olduğu üzerinde durmuşlar,
Ratzel ise daha ziyade devletlerin saha ilişkileri üzerinde durmuştur.
Ratzel sadece Orta Avrupa'nın değil, dilleri İngilizce olan
ülkelerin, Fransa'nın ve daha uzakta olan ülkelerin de coğrafyaya ilişkin
düşüncelerini fevkalade etkilemiştir. Siyasi 282
coğrafyanın kurucusu olduğu dünyaca kabul edilmiştir. O, jeopolitiğin kurucusu olmamakla beraber, ecdadıdır.
Siy;1si coğrafya ile jeopolitik arasında
sınır çizmek her zaman pek kolay değildir. Politik Coğrafya'nın
yayımlanmasından II. Dünya Savaşı'na kadar olan geçiş döneminde
yapılan etütleri, kesin olarak bu iki
kategoriden birine sokmak mümkün olmamaktadır.
Ratzel'in kitabını yeniden gözden
geçirerek bastırdığı sırada İngiliz coğrafyacı Halford J. Mackinder de çağdaş devletlerin gücüne ilişkin çalışmalar yapıyordu.
Ratzel, dünya okyanuslarında İngiliz hakimiyetini tehdit eden bazı rakiplerin ortaya çıktığına dikkat çekerek, Amiral Mahan'ın o zamanlar çok tutulan görüşlerine muhalefet etti.
"Tarihin Avrupa safhası kapanmaktadır, " dedikten sonra, keşifler devrinin son bulduğunu
dünya yüzünde "kapalı bir siyasi
sistemin" kurulacağını ve mekanize ulaşımın
kara ve deniz kuvvetlerinin gücünde değişikliğe yol açmakta olduğunu
ilk kez ortaya atmıştır. Kuvvet dengesinin
mihver devletin (Almanya ve müttefikleri) lehine değişebileceğini belirtmiştir. Avrupa-Asya kara gücü konseptine ve bunun
deniz gücü üzerindeki
potansiyel tehtidine değinmiştir.
On beş yıl sonra Democratic Ideals and Reality (Demokratik İdealler ve Gerçek) adlı eserinde bu fikirlerini ve tezini daha da geliştirmiştir.
Savaş, siyasi coğrafyasının bulgularını günlük siyasetin bir parçası
yaptı. İşte bu, jeopolitiğin tariflerinden biridir. 1904 yılında Mackinder'in ileri sürdürdüğü kara gücü kon- septini Alman jeopolitikçiler Almanya'nın çıkarları doğrultusunda uyarladılar. Bu uyarlama önerdikleri
dünya organizasyonunun başlıca sistemlerinden biri oldu.
I. Dünya Savaşı çıkmadan önce, İngiliz
coğrafyacı James Fairgrieve Geography and
World Power (Coğrafya ve Dünya Gücü)
adlı bir kitap yazdı. Bu kitapta daha ziyade
önceki ve o zamanki başlıca
siyasi bölgeler ele alınıyordu.
Son bölümde yazar, ne gibi değişiklikler
olabileceğini öngörüyordu. İsveçli olan Rudolf Kjellen de
aynı sıralarda
büyük çağdaş kuvvetlerden sekizini
inceleyen bir etüt hazırlamıştır.
1914 yılı sona ermeden bu etüt Almancaya çevrilmiştir.
Bütün bu kitapların büyük kuvvetler savaşa girmeden yazılmış olması
tesadüf değildi. Bu kitaplar yeni başlamış olan "kapalı siyasi sistem" devrinde milli gücün temeli olarak doğal çevreye duyulan ilginin ürünüydü.
İki yıl sonra Kjellen "Statü ve Organizma" ile siyasi sistemini yarattı. Yazar siyaseti beş
bölüme ayırdı ve bu bölümlerden birine jeopolitik adını verdi. Jeopolitiğin tarifi, bu terimin siyasi coğrafya ile eşanlamda kullanılmış olduğunu
göstermektedir. Kjellen, Ratzel'in
benzetmesini temel bir prensip veya bir tabiat kanunuymuş gibi almış, eserlerinde devleti bir organizma olarak düşünmüştür. Bir grup Alman coğrafyacı,
Kjellen'in terimlerini ve fikirlerini benimseyerek dünya hakkında topladıkları bilgileri Almanya'yı
büyük güçler arasına sokmak için kullanmışlardır.
Askeri konulara
Almanya'da eskiden beri büyük bir ilgi duyulurdu.
Muhafazakar bir siyaset ve krallığa bağlılık, tarımla uğraşan toplumların bir özelliğidir. Bu özellik
ortaçağda bütün Avrupa toplumlarında görülmüştür. Batı
Avrupa'nın ekonomik ve siyasal yapısını değiştiren ekonomi, sanayi ve tarım devrimleri Elbe'nin ötesindeki Prusya topraklarını ve Bavyera'yı hiç
etkilememişti. Bu bölgelerde büyük çapta madencilik ve imalat için gerekli madenler bulunmuyordu. Silezya'da maden bulunmasına rağmen çok sonraları çıkarılmaya başlandı. Bu nedenle Doğu Alman devletleri okyanus ticaretinin etkilerini sadece dolaylı olarak hissettiler. Tarım, ekonominin temeli
olmaya devam etti, siyasi durumda ve kişilerde bir değişiklik meydana gelmedi. Halk ortaçağ ideallerine bağlı kaldı.
Batı Almanya'da ise bunun
tam aksi bir durum vardı.
19. yüzyılda imalat, ulaşım ve çiftçilik bilimsel olarak yapıl-
284
maya başlandı. Kuzeybatıda bol maden vardı ve bu bölgenin deniz kenarında
olması okyanus ticaretini teşvik ediyordu. Napolyon'un düşüşünden sonraki elli yıl boyunca Prusya'nın Almariya'ya yönelmiş
olması büyük önem taşımaktadır. Feodal toprak sahiplerinin kontrolü altındaki askeri Prusya devleti böyle süratle
sanayileşen ve toplumsal değişimlere uğrayan bölgelere sahip olmuştur.
Sonuçta batıya ve doğuya bazı farklı haklar tanınmıştır.
Batı, büyük bir deniz kuvvetine sahip olmuş, ziraat teşvik edilmiş,
büyük toprak sahipleri milli hükümet içinde etkili olmaya devam etmişlerdir.
18.
71 'den I. Dünya Savaşı'na kadar Almanya iki ayrı devir yaşamıştır. İlkin, 20 yıl süreyle bir önceki dönemde
alınan siyasi ve ekonomik tedbirlerin yerleştirilmesine çalışılmıştır. Daha sonraki 25 yıl içinde, doğuya doğru yayılma, deniz gücü ve sömürgeler
vasıtasıyla Atlantik ve diğer yerlerde toprak elde etme amacıyla
saldırgan bir tutum içine girilmiştir.
Almanya'nın bir deniz gücü haline gelmesi Avrupa Devletleri arasında dengeyi bozmuştur.
Ayrıca Doğu ve Batı Almanya arasındaki ekonomik ve toplumsal yapının farklı oluşu da Avrupa'nın geleceği için kritik bir faktör
olmuştur. Bunlara ilaveten askeri ruh Almanya'nın her kesiminde yaygınlaşmıştır.
Bu üç temel unsur I. Dünya Savaşı'ndan sonra yeniden orta ya çıkmıştır.
Bir süre için Almanya yeni çizilen
sınırları değiştirecek güce sahip olamamıştır. 1925 yılında Hindenburg'un devlet başkanı olarak seçilmesiyle Doğu Prusya'daki büyük
toprak ■ sahipleri milli hükümetin yönetimini tamamen ele geçirmişlerdir. Eski bir general olan Hindenburg'la birlikte Almanya'daki askeri ruh canlanmıştır.
1935'te genelkurmay resmen ve açıkça kurulmuştur. Nazi partisinin silahlanmak için yaptığı her girişim sadece Prusya'da değil, bütün Almanya'da
memnuniyetle karşılanmıştır.
Bu arada Almanya'yı yeniden Avrupa'nın en büyük gücü haline getirmek amacıyla milli ekonomi orduya teçhizat sağlayacak şekilde
düzenlenmiştir.
Siyasi stratejinin değerini ve bunun coğrafya ile ilişkisini ilk anlayan ülke
Almanya olmuştur. Almanya'da coğrafi ke-. şifler ve incelemeler devletçe
destekleniyordu. Siyasi stratejinin coğrafi bulgularla desteklenmesi hiç de güç değildi.
Jeopolitiğin görevi, coğrafi bilgileri toplamak, bu
bilgileri hükümetin amaçları
doğrultusunda kullanmak ve bazı bilgileri propaganda şeklinde halka aktarmaktır.
Kari Haushofer Bavyera'nın başkenti Münih'te doğdu.
Büyük toprak sahibi eski bir aileden geliyordu. 1914-1918
Savaşı'nda önce
Bavyera ayrılıkçı, Katolik ve genelde liberaldi. Prusya'nın Berlin'de yönetimi elinde tutan sınıfları
ise milliyetçi, Protestan ve
reaksiyonerdi. Fakat 1918 yenilgisinden sonra Bavyera Hitler'in Milli Sosyalist
hareketinin ve diğer aşırı
milliyetçi gruplarının merkezi oldu.
Haushofer bu atmosfer içinde üne
kavuştu ve Nazi hareketini etkilemek fırsatını buldu. Öğrencilik
sırasında ve askerlik mesleğine ilk girdiği
yıllarda coğrafyaya karşı büyük bir ilgi duydu. Avrupa'yı gezerek tanımak için her fırsatı
kullandı. Meslek hayatının başlangıcından itibaren sürekli olarak Bavyera genelkurmay başkanlığında ve harp akademisinde görev yaptı, kırk yaşına geldiğinde
savaş, coğrafya ve akademik öğretim konusunda ne kadar yetenekli olduğunu kanıtladı.
1909 yılının başında doğuya gitti. "Japon ordusunu iki yıl süreyle incelemek için" emir aldı. Hindistan'a ve başka
yerlere uğrayarak Uzakdoğu'ya vardı. Tokyo'ya ulaştığı zaman sadece genelkurmayın
vermiş olduğu görevleri yerine getirmekle kalmadı, fakat Japonca öğrenmeyi
de kendine görev edindi. Görev süresinin bir kısmını Doğu Asya'da seyahat ederek geçirdi. Orta ve Güney Japonya'da, Kore'de, Mançurya'da ve Kuzey Çin'de arazi etütleri yaptı.
1910 yazında Sibirya üzerinden Almanya'ya döndü.
Dönüşünden sonra harp
akademisinde, dış ülkelerde
edindiği tecrübelerle ilgili dersler vermeye
başladı. Tabur komutanlığı
yaptıktan sonra, dış görevde ciddi bir hastalığa ya-
kalandı ve
1912 yılından
savaş başlayıncaya kadar
istirahatli kaldı.
1912:1914
yılları
arasında Japonya ile ilgili iki kitap yayımladı. İlk kitabına "Büyük Japonya" adını verdi.
Bu kitap Haushofer'in Japonya'nın gelişmesi ve Japon emelleri konusunda yazmış olduğu bir seri kitabın ilkidir.
İkinci
kitabını Münih Üniversitesi'ne doktora
tezi olarak sundu. Doktor unvanını 1914
yılında
coğrafi, jeoloji ve tarih dallarında "Üstün başarı" ile elde etti.
Bu
kitapları
değişik okuyucu kitlelerine hitap etmek için yazmıştı. Bir tane de "halk" için yazdı. Bu kitaplarda coğrafyaya çok az
yer verdi.
Bir
gezgin ve asker olan Haushofer coğrafya ile
ilgili etütlerini her zaman askeri bir yaklaşımla yaptı.
Askeri
coğrafya
Haushofer'in bir icadı değildir. Muhtemelen askeri coğrafya ordular
kadar eskidir. Gerek taktik gerekse strateji her zaman doğal çevreye bağlıdır. Bu tür askeri coğrafya her
zaman askeri okullarda okutulmuştur. Haus- hofer'den çok önce Alman
subayları
coğrafyayı dünyaya açılan
bir pencere olarak değerlendirmişlerdir.
Mütareke ve
barış
antlaşması uyarınca 1 Dünya Sava-
şı'nın sonunda Alman ordusu hemen hemen
bir polis kuvveti haline gelmiş ve
genelkurmay başkanlığı
kaldırılmıştı. Diğer pek
çok subay gibi, Haushofer de cepheden
döndükten
sonra fiili görevden ayrıldı. Şimdi daha iyi bilindiği gibi,
genelkurmay her şeye rağmen General von Seeckt'in emrinde görev yapmaya
devam ediyordu.
1919'dan
sonra, dünya
çapında coğrafi etütler yapmaya
her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardı. Savaşın anavatanının üretim kapasitesine daha bağımlı ve
mekanize hale gelmiş
olması, coğrafyanın uzun
vadeli lojistik ve dünyanın
dört bir tarafındaki kaynaklardan yapılan teçhizatın ülke çapında üretimi için de kullanılmasına yol açtı.
Bilinen
sebeplerden dolayı
hiçbir genelkurmay faaliyetle-
rini açıklamaz. Elde edilen bazı ufak
tefek bilgiler Alman gec nelkurmayının, silahlı kuvvetler için bütün pota11siyeli ikmal kaynaklarına ve akla gelebilecek bütün savaş bölgelerine ilişkin etraflı coğrafi etütlere büyük önem verdiğini
gösteriyor. Alman
emellerinin boyutlarının
büyümesi sonunda yapıları etütler bütün dünyayı içerecek bir nitelik almışlardı.
Alman ordusunu canlandırmak için çaba sarf edenler arasında Karl
Houshofer'in özel bir yeri vardı. 1919
yılında
coğrafya dersi vermek için Münih Üniversitesi'ne atanmıştır. Coğrafya
ile ilgili dernek ve teşkilatlarda görev almıştır. Bütün bunlar öğretim ve
bilimle ilgili faaliyetlerdiı;
fakat genelkurmayın kullanmış olduğu yöntemlerdir.
Haushofer'in doğduğu şehre ve okuduğu üniversiteye dönmüş olması doğaldı. Fakat Münih'in aynı zamanda Nazi partisinin merkezi olması bir
tesadüf
değildi, ama Berlin'den de uzaktı. Bütün bunlar ve faktörler, gizli faaliyetler için Bavyera'yı şüphe çekmeyecek bir yer haline getiriyordu. Bavyera'nın kendi genelkurmay başkanlığının bulunması, I. Dünya Savaşı'na kadar Bavyera ordusunu coğrafi faaliyetlerin lideri durumuna sokmuştu. Diğer unsurlar da jeopolitiğin Münih'te gelişmesi için elverişli bir zemin hazırlamıştı. Rat- zel de burada coğrafya dersleri
vermişti.
Dünyanın değişik bölgelerinin kaderi
konusunda felsefi görüşleri
olan Oswald Spengler hala burada yaşıyor ve
çalışıyordu.
Ludendorff da Münih'e yerleşmişti.
Haushofer savaştan döndükten sonra jeopolitiğin temellerini birçok coğrafyacı, bazı siyasal bilimciler ve yayıncılarla birlikte attı. Fakat
on yıl
içinde bunlardan çoğu ayrıldı. Yerlerini Haushofer'in öğrencileri aldı. Haushofer'e bağlı olanlar
onun fikirlerini benimsediler ve onu aynen tekrar ettiler. Jeopolitiğe ilgili bütün Alman
kitapları
Haushofer'in kalıbından çıkmış olduğu için başka yazardan, ayrıca bahsetmeye
gerek yoktur.
Bu
kitaplar bir yığın kelimeyle doludur fakat içlerinde
berrak
fikirler yoktur. Jeolojiden psikolojiye kadar çeşitli bilimlerden bilgileri içerirler. Bu karışım içindeki en önemli fikir
"saha"dır:
Çünkü, devlete yol gösteren jeopolitik,
coğrafya
üzerine kurulmuştur.
Jeopolitikçilerin bugüne kadar ele geçirilen saha
konseptine ilişkin tamamen tarafsız araştırmalarının sayısı sadece beştir.
Ekonomik
yeterlilik: Jeopolitikçiler
bunu ekonomik alanda ülkenin kendi
kendine yeterli olması
anlamında kullanırlar. Her
siyasi varlık
ihtiyaç duyduğu her
şeyi
üretmek zorundadır. Böylece devlet
ekonomik bir denge içinde olacak ve dünyanın başka yerlerinden gelen ürünlerle bağımlı olmayacaktır.
Bir
ülkede insana faydalı olan
ürünlerin
hepsini bir arada bulmak tabii ki
mümkün
değildir. Almanya ve diğer sanayileşmiş ülkeler ekonomik bakımdan kendi
kendilerine yeterli görülmemektedir. Üretimleri hammadde ithalatına ve stoklarına dayanmaktadır.
Alman
hükümeti
büyük miktarda stoklar olmadan ekonomik yeterliliğe ulaşamazdı, fakat propaganda sayesinde birçok Alman
ulaşılacağına
inandırılmıştı. Halkın ekonomik
yeterlilik için
çaba sarf etmesi sağlanırsa, halk devletin ihtiyaç duyduğu birçok maddeden feragat ederdi. Bu, savaş hazırlığı idi, 1930'ların sloganı "Tereyağı yerine silah" da bunu açıkça göstermektedir.
Bu
yolu seçen bir devlet hazırlıklarını tamamlayarak, askeri gücü doruk
noktasına
eriştiğinde, diğer ülkeleri savaşla tehdit
eder ve gerekirse çarpışır.
Biraz da şansı varsa,
fetihler yapabilir, ele geçirdiği topraklardaki
doğal
kaynaklar artık saldırgan devleti daha fazla kendi kendine
yeterli kılacaktır.
Bir
savaş
planı ve fetih vaatleri olmadan
ekonomik yeterlilik için bazı fedakarlıkları öngören bir programa halkın desteğini sağlamak mümkün değildir. Bir devletin mevcut sınırları içinde tam bir ekonomik yeterlilik sağlaması hayat
seviyesinin
düşürülmesiyle
mümkün olabilir. Nazi Almanyası buna
Alman silahlı kuvvetlerini diriltmek için katlanmıştır.
Şayet diğer devletler de Almanya'nın izinden yürümüş olsalardı ve ekonomik yeterliliği ideal olarak benimseseydi, hiçbiri bu
emele ulaşamazdı.
Ya sonsuza dek savaşmaları gerekirdi ya da kendilerini tecrit etmeye
ve hayat standardını
iç üretim seviyesine indirmeye mecbur olurlardı. Bugün uygulanmakta olan, ülkeler arasındaki karşılıklı ekonomik ilişkiler, ekonomik yeterlilikten çok daha
yararlıdır.
Yaşama Sahası: {Lebensrnum) jeopolilikçilere göre bir ülke nüfusunun yeterince sahaya sahip olma hakkıdır. Ayrıca yaşama sahası içindeki tüm
doğal ve insan yapısı kaynaklar
da göz
önüne alınır. Bu
"hak" bir gerçeğe ve
bir teoriye dayanılarak
talep edilmektedir. Gerçek: Milletler
arasındaki
farklı nüfus artışıdır. Teori:
Devlet biyolojik yasalara bağlı olan
bir organizmadır.
Bunun anlamı şudur: Nüfusu artan, büyüyen bir
millet genişlemelidir.
Alman
jeopolitikçilere
göre (ki jeopolitiği var eden kendileridir) sadece büyük güçlerin büyüdüğü kabul edilir, küçük devletler
yok olmaya mahkumdur. Ayrıca diğer büyük güçler de bir gün yok
olabilirler, fakat Almanya'nın
yok olabileceği hiç düşünülmez!
Almanların düşündüğü şekilde "yaşam
sahası" teorisi
hatalarla doludur, önce, devlet biyolojik bir organizma değildir. Bu nedenle, bir devletin büyümesi ve
yok olması diye bir "tabiat
kanunu" yoktur. İkinci olarak,
Almanya'nın
kendi yaşam sahası ilan ettiği yer,
Almanya'nın
doğusundaki topraklardır, burada
halkın
çoğu Slav'dır. Slavlar
ve diğerleri
arasındaki doğum oranı eskiden
beri Almanya'dakinden fazladır. Demek ki bu teoriye göre1Almanya'dan ziyade onların topraklarını genişletmeye ihtiyacı
vardır. Öte yandan
savaş
Fransa'yı Almanya'ya karşı harekete
zorlamadan önce Alman jeopolitikçiler Fransa-Almanya dil sınırının batısında "yaşam sahası" talebinde bulunmamışlardır. Halbuki Fransa
.
Almanya ile sınırları
bulunan bir ülkedir ve
çok uzun yıllar Fransa'da
doğum
oranı Almanya'dakinden büyük olmuştur. Bu da "yaşam sahası" teorisinin; Almanya'nın geleneksel yayılma siyasetine,
batıdan ziyade doğuya doğru uyacak şekilde yapılmış olduğunu gösterir.
1938'den
beri meydana gelen olayların
kanıtiamış olduğu gibi
"yaşam
sahası"nı ele
geçirme
girişimleri ya
savaşı ya da savaş tehdidini
içerir.
Lebensraum
(yaşam
sahası) coğrafi bir
nitelik taşımakta
ise de uygulamada siyasi-askeri
bir yöntemdir.
Birçok devlette var olan fetih arzusuna
bilimsel bir destek sağlamaktadır.
Pan
bölgeler:
Aşırı Alman milliyetçileri arasındaki coğrafyacılar ve jeopolitikçiler Almanya'nın ele geçirmek istedikleri veya geçirmeyi umduğu yerlerle ilgili bazı iddialar
öne
sürmüşlerdir.
Almanca
konuşan
toplumların bir
devlet altında
toplanması fikri
Almanya'da uzun zamandan beri moda olmuştu. Bazen
Hollanda ve Felemenk dilleri bile Almanca olarak kabul
ediliyordu. Birer Alman "kültür bölgesi" haritası çizmişlerdi.
' Alman
jeopolitikçileri
dünya topraklarının üç, bazen
dört siyasi bölgeye ayrılmasını ileri sürmüşlerdir. Böylece değişik iklimlerde yetişen çeşitli tarım ve orman ürünlerine sahip olunacaktır. Öngörülen bölgeler çok büyük
toprakları kapsadığından madenler
de çok
olacaktır. Ancak bu madenler
ve kaynaklar her yerde eşit olarak
bulunmadığı
için bazı yerlerde az, bazı yerlerde
ise bazı kaynaklar olmayacaktır. Fakat bu bölgelerin her birinin okyanus kıyısı bulunduğundan, ihtiyaç duyulacak bir iki madde ithal
edilebilecektir.
Pan
fikri; süratli
ulaşım ve iletişimin hemen hemen bütün küçük devletlerin ve bazı büyükçe devletlerin bağımsız hareket
etme imkanını
yok etmiş olmasından kaynaklanır. En büyük ülkelerden bile daha büyük alanların ekonomik bakımdan birleştirilebileceği düşünülmüştür. Demek ki bunlar
siyasi bakımdan da birleşebilirler
sonucuna varılır. Fakat bu konsept deniz
ulaşımının
çoğunlukla okyanusun;iki yakasın^ daki topraklar arasında
daha etkin ve kolay olduğunu göz önüne almaz.
Önerilen her siyasi bölgenin başında büyük kuvvetlerden biri olacaktır.
1. Pan-Amerika: Sınırları en kesin olan bölgedir, çünkü diğer topraklardan okyanuslarla ayrılmıştır. Kontrol ABD'nin elinde
olacaktır.
Jeopolikçiler en eski Pan
fikirlerinden biri olan "Monroe Doktrini"ne hayrandırlar ve ABD bunu bir asırdan
beri başarıyla uygulamıştır. Jeopolitikçiler "Pan Amerika" sözcülerinin ifade ettiği kültürel
unsurları dikkate almayarak sadece siyasal yönleri
üzerinde durmaktadırlar.
2. Pan-Asya: Doğu Asya topraklarını, Avustralya ve Doğu
Asya ile Avustralya arasındaki adaları içerir. Bu bölgenin kontrolü Japonya'da olacaktır.
Almanya'nın dışında jeopolitiğe en fazla ilgi duyan ülke Japonya olmuştur.
3. Pan-Avrupa ve Afrika: Almanya hakimiyeti altındaki bölgelerden
oluşur. Burada sadece Avrupa'nın küçük devletleri değil, Fransa ve İtalya gibi büyük güçler de vardır.
İngiltere'nin ada oluşunun ve Sovyetler Birliği'nin
büyük topraklarının bazı zorluklar yaratacağı düşünülmüştür.
Sovyetler Birliği (Rusya) için öngörülen
çözüm Hindistan'ı da içeren dördüncü bir pan-bölge kurulmasıdır. Bu bölge Ekvator'a kadar uzanmadığı için diğer bölgelerdeki bazı iklimlerden yoksundur. Başka bir öneri de Rusya'nın Almanya, Hindistan'ın da Japonya'nın
kontrolüne girmesidir.
Siyasi bölge sayısının üç veya dört olması pek önemli değildir.
Önemli olan, halen bazı pan-bölgelerinin var oluşudur. Jeopolitikçiler bunları bilmekte fakat kabul etmemektedirler. Bu bölgeler İngiliz imparatorluğu ve diğer
denizaşırı imparatorluklardır. Ve öngörülen pan bölgelerinin
içinde kaldıklarından, bunları bilmemezlikten gelmek jeopolitikçiler için en uygun tutumdur.
Düşünülen pan-bölgelerinin savaşa başvurmadan
kurulmasının mümkün olmadığı açıktır. Orta
enlemde bulunan devletlerd^n bazıları büyük güçlerdir ve mücadele etmeden
teslim olmayacaklardır.
Aşağı enlemde
bulunan bölgelerin
askeri hakimiyet altına alınması daha kolaydır fakat
siyasi bakımdan
mümkün değildir. Çünkü, buralar
orta enlemdeki devletlerin sömürgeleridir. Bu devletler kendi anavatanlarına taarruz edilmişçesi- ne karşı koyacaklardır.
Pan-bölgelerinin kurulmasını engelleyen başka unsurlar
da vardır. Her pan-bölgede orta enlem bölgesi ile
aşağı enlem bölgesi arasında büyük bir doğal engel
bulunmaktadır.
Sadece iki Amerika arasında denizden
ve havadan kolayca temas sağlamak mümkündür. Şayet fetih yoluyla pan-bölge kurulursa,
sadece Rusya-Hindistan bütünleşmesinin güçlü bir deniz kuvvetine ihtiyacı olmayacaktır. Böylece önerilen pan- bölgeler siyasi
bakımdan
şimdiki siyasi güçlerden daha
istikrarlı
olmayacaktır.
Tüm bu
zorluklara rağmen, pan fikri tamamen hayali değildir. Japonya
ve Almanya'nın
toprak ele geçirmedeki hareketleri bu yolda atılan ilk
adımdır.
Kara
ve Deniz Gücü: Devletlerin birleştirilmesine ilişkin bir başka yaklaşımı jeopolitikçiler Mackinder'den etkilenerek ortaya atmışlardır..Buna göre Avrupa-Asya-Afrika
kara parça-
sıen büyük, en
kalabalık
ve en zengin birleşimdir. Büyüklüğünden dolayı, insan
hayatının
sıklet merkezidir. Dünya okyanusundaki başlıca ada
olarak görülebilir.
Diğer kıtalar bu
"dünya
adası"nın etrafında daha
küçük adalar olarak bulunmaktadır.
Dünya adası'nın merkezi okyanuslarla bağlantısı olmayan büyük bir
alandır.
Bu bölgedeki nehirler
ya buzlu Arktik Okyanusu'na ya da iç denizlere
akmaktadır.
"Kara" bölgesi dünyanın en büyük kara
gücü
için uygun bir üstür.
"Kara"
bölgesinin
batı, güney ve
doğu
kenarlarında hilal
şeklinde
okyanusa açılan topraklar
bulunmaktadır.
Bu top-
raklar
dağlar,
çöller ve denizlerle birbirinden ayrılmıştır. İngiliz Adaları ve
Japon Takımadaları
başlıca deniz güçleridir. Bunların da dışında ikinci
bir hilal şeklinde
kıtaların oluşturduğu adalar
arasında
Amerika-Zenci Afrika ve
Avustralya vardır.
Buraya
kadar olan fikirler tamamen Mackinder'den alınmıştır. Jeopolitikçiler bu fikirleri Almanya'nın siyasal yayılmasına şöyle uygulamaya çalışmışlardır: Kara bölgesi Rusya'ya
hemen hemen bitişiktir.
Almanya Rusya ile Avrupa ve Asya'yı paylaşmaktadır. Ve o da önemli bir
kara gücüdür.
Ancak Almanya denize açılan topraklara
sahip olduğu
için bir deniz gücü olma
kapasitesine de sahiptir. Almanya Rusya
ile ortaklık
kurarak hakimiyet ararsa, önce kara
bölgesini
sonra da İngiliz ve
Japon deniz güçleri de dahil olmak üzere çevresindeki hilal şeklindeki arazi çıkıntılarını kontrol altına alabilir.
Bu
formül
uyarınca Alman yayılmasını gerçekleştirmenin tek akla gelen yolu savaştır. Jeopolitikçiler Almanya ile Rusya'nın işbirliği yapacağını ve sonra da Almanya'nın hakimiyeti ele geçireceğini ummuşlardır.
Beş kıtanın katıldığı II. Dünya Savaşı ile dünya siyasetinin bu tür teorilere
henüz
hazır olmadığını kanıtlamaktadır. Gerçekte devletler hemen yanlarındaki komşularıyla değil, daha uzaktaki devletlerle ittifak
kurmaya çalışmaktadırlar.
Bunun sonucu da Almanya ve Rusya karşıt kamplarda
yer almışlardır.
Çoğunlukla deniz gücü ile
kara gücü
birleşmektedir.
Avrupa dışında
çıkarları olan devletler Almanya'nın veya Rusya'nın dışındaki devletlerle denge yaratmaya çalışmaktadırlar. Kara gücü önerisi hiç düşünmeden reddedilebilecek niteliktedir.
Ancak Almanlar emellerini gerçekleştirmek için bunu uygulanabilir bir yöntem olarak
görmüşlerdir.
Sınırlar: Dünya yüzeyinde yeni bir düzen kurmak
için önerilen
bölgeler ve fetihleri haklı çıkarmak için ileri sürülen felsefi
görüşler
ne olursa olsun, hedefe yaklaşmak için pratik 294
·bir yöntem de olmalıdır. Bu yöntem
jeopolitikçilerin siyasi sınırlara ilişkin yorumuyla ortaya çıkar. Almanlar için sınır, dünya hakimiyetine doğru
ilerlerken bir ülkenin geçici olarak durdurduğu yerdir. Sınırın siyasi yöntemler
arasında savaşa en kolay yer açan yöntem olduğunu tarih kanıtlamıştır.
Kasten veya tesadüfen meydana gelen sınır olayları birçok savaşa neden olmuştur.
Jeopolitikçiler daha da ileri
giderler. Ülkenin
"doğal sınırlara" sahip olmasını iddia ederler. Böylece
saldırganlığa davetiye çıkartırlar. "Doğal" olarak tanımlanan
sınırların çoğu bugün doğal bir engel niteliğinde değildir. Demek ki buralara ulaşıldığında "suni" sınır oldukları bahanesiyle istila savaşları açılabilir. Birbirinden çok farklı güç potansiyeline sahip ülkeleri ayıran
sınır çok büyük doğal engel oluştursa dahi kalıcı
değildir.
"Yaşam sahası" ve ekonomik yeterlilik
hevesi, özellikle zengin kaynaklara sahip ve stratejik bakımdan önemli olan zayıf komşuları, büyük güç için son derece çekici yapar.
En fazla sayıda en uzun sınırlara sahip Avrupa'nın klasik istilalar kıtası olması tesadüf değildir. Avrupa'daki sınırlar
bu olaylar zincirinin sonuçlarıdır.
Jeopolitikçiler saha konseptinin
bilimsel olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat bu konsept hatalarla doludur. Muhakeme bakımından bilimsel olsa bile, bu konsepti programına dahil eden bir hükümet mutlaka savaşa
sürüklenir. Jeopolitik askeri bir ülkede doğmuş, bir asker tarafından
geliştirilmiştir.
Demek ki askeri düşünce tarzının bir ürünüdür. Bu ürün, askeri düşünce tarzını
ne derece etkilemiştir?
Jeopolitik savaşa hazırlıklı olmaya Almanya da iki şekilde hizmet etmiştir. Dünyanın dört bir yanına ilişkin bilgilerin metotlu bir şekilde toplanmasını ve düzenlenmesini yoğunlaştırmıştır.
Bulguları doğrudan askeri kurumlar
kanalize etmiş ve propaganda vasıtası
olarak kullanmıştır.
Askeri kurum
genelkurmay vasıtasıyla eskiden beri dünyaya ilişkin bilgileri toplama ve değerlendirme alışkanlığında
idi.
Siyasi stratejirıin
saptanmasında ve
bu bilgileri ilk kuh !ananlar jeopolitikçiler oldu. Topyekun savaşın bilincine
varılması
coğrafyanın ön plana
geçmesine
yol açtı. Savaşı öngören ve arzu eden jeopolitikçiler coğrafi bilgiler toplayan kurumların kurulması talebinde bulundular ve bu konuda
destek sağladılar.
Haushofer ile Alman genelkurmay başkanlığı arasındaki ilişkiler hiçbir zaman belgelerle kanıtlanama- mıştır. Özellikle Almanya'da oturanlar olmak üzere, yabancı gözlemciler, böyle bir ilişkinin var
olduğu
inancındadırlar. Gerek
askeri ateşeler,
gerekse işadamları onların bu inancını kuvvetlendirmişlerdir. Jeopolitikçiler
saha konseptini Alman hükümetinin hedefi olarak ileri sürmüşlerdir. Fakat bu hedefe ulaşmak ancak
savaşla
mümkündür. Jeopolitikçiler bunu
bilmektedirler. İnsanın normal halinin savaş olduğunu belirterek önerilerini haklı göstermek isterler. Millete savaşa hazır olmanın yararlarını anlatırlar.
Coğrafi vasıtalarla savaş yapmanın reçetesini sunarlar.
Bütün bunlar,
II. Dünya
Savaşı'ndan önce Alman
milletine "üstün bir ırk" olduğu ve kaderinin fethetmek ve dünyayı idare
etmek olduğu
inancını yerleştirdi. Jeopolitik
formüller
sadece halkı etkilemekle
kalmadı,
idarecileri de etkiledi. Jeopolitiğin Nazi Partisi üzerinde büyük etkisi oldu.
iL
Dünya
Savaşı'nın başında Nazi
hükümetinin
3 numaralı adamı olan Rudolf Hess, Haushofer'in
emir subaylığını
yapmıştı ve jeopolitiğe inançla bağlıydı. Hitler Kavgam adlı kitabını yazarken ona yardım etmişti. Kavgam'ın bazı bölümleri jeopolitik konseptinin Hitler'i
fevkalade etkilemiş
olduğunu kanıtlar. Hitler
"Yaşam
sahası" ile
ülkenin askeri potansiyeli arasındaki ilişki konusunda şöyle der:
"Halkın yaşam sahasının büyüklüğü dış
güvenlik için vazgeçilmez bir
faktördür.
Halkın yaşadığı alan
genişledikçe
doğal koruma da kolaylaşır, çünkü küçük topraklarda yaşayan kalabalık milletlere
karşı askeri zafer daha çabuk ve
daha kolay kazanılır.
Böyle devletin sahip olduğu topraklar
büyük
olursa,
ufak tefek taarruzlara karşı bir
oranda korunmuş
olur, çünkü saldırgan ancak uzun ve çetin çarpışmalardan sonra haşan elde
edebilir, (bu söylediği
kendi başına geldd)
demek ki olağanüstü
bir sebep bulunmadıkça baskın tarzında taarruz tehlikesi olmayacaktır. Devlet topraklarının büyük oluşu özgürlüğün ve bağımsızlığın daha kolay korunmasına yol açar, aksi
takdirde toprakların
küçüklüğü taarruzu davet eder. "
Aşağıdaki bölümde jeopolotiğin Hitler'i ne derece etkilemiş olduğunu göstermektedir:
"1914
sınırlarına
dönmeyi talep etmek öylesine bir
saçmalıktır
ki, bir cinayet gibi görünmektedir. Reich'ın 1914 sınırları mantıki olmaktan çok uzaktı, çünkü bu sınırlar ne
Alman milletinin tümünü
içine alıyordu ne
de geo-askeri şartlara uyuyordu ... hiç nihayetlenmemiş bir siyasi mücadelenin, kısmen de şansın, ortaya
çıkarmış
olduğu sınırlardı. Aynı şekilde
Alman tarihinin başka bir safhasındaki sınırlara dönülmesi de talep edilebilir. "
"Fakat
Milli Sosyalistler daha ileri gitmelidir: Büyük bir
millettopraklarını
genişletmediği takdirde
yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalırsa, toprağa sahip olma hakkı bir
görev haline gelebilir. Söz konusu
millet küçük bir zenci halk veya benzeri bir
toplum değil de çağdaş dünya kültürünü kurmuş olan tüm hayatın anası Alman milleti olursa, bu görev daha
da önem
kazanır. Almanya bir dünya gücü olacak ya da hiçbir şey olmayacaktır. Ancak dünya gücü olmak için günümüzde böyle bir güce önem kazandıran ve halkına hayat
veren büyüklükte
topraklara sahip olmak gerekir.
"
Sonuçta tarih,
Nazi yayılma
politikası ile Haushofer ve diğer jeopolitikçilerin fikirleri arasında bir
bağ
olduğunu göstermiştir. Ayrıca, özellikle 1933'ten
sonra olmak üzere Haus- hofer ve diğer jeopolitikçilerin Nazi dünyasında ortaya çıkmış olmaları sadece bir tesadüf değildir. ■
Ordunun
böyle bir akımın etkisinde
kalmaması
mümkün
değildi. Demek ki jeopolitik
Alman kültürünün resmi askeri ve kamu kesimlerinin vazgeçilmez bir parçası olmuştur.
Bunun diğer ülkelerde de benimsenmesi yolunda yapılan girişimler Japonya dışında başarıya ulaşamamıştır. Japonya, jeopolitik ortaya çıkmadan önce de askeri bir ülkeydi. Fakat Haushofer'in Japoncaya duyduğu ilgi bunu
kuvvetlendirdi. Haushofer'in kitapları Japoncaya çevrildi ve devletçe desteklenen üniversitelerde
coğrafya büyük bir önem kazandı.. Japonlar jeopolitiği
benimserken kendi fetih planlarına göre uyarladılar.
11. Dünya Savaşı'na
kadar diğer ülkeler jeopolitiğe önem vermediler. Ama, artık jeopolitik dünyanın
bildiği bir kelime oldu, üzerinde düşünülmeye başlandı. Almanya'daki bu hareketin tarihine ve anlamına
ilişkin birçok kitap ve makale yazıldı.
Gerek savaş gerekse barış zamanında
izlenecek akılcı bir milli siyaset
temeli, dünya
coğrafyasını bilmektir. Çünkü gerçekçi bir milli programda göz önüne alınması gereken maddi gerçekleri ortaya koyar. Haushofer'inki gibi dar anlamlı jeopolitik, hangi millet
benimserse benimsesin, sadece savaşa yol açar ve II. Dünya Savaşı sonunda olduğu gibi Almanya ve Japonya'nın
perişan olmasıyla biter. Ne denli
gizlemeye çalışılırsa
çalışılsın, Haushofer'in jeopolitiği sadece güç politikası ve saldırganlık
için hazırlanmış bir reçetedir.
Mahan
H
içbir düşünür, deniz gücü ve
deniz stratejisini tek başına
Alfred Thayer Mahan kadar etkileyememiştir. Amerika'nın deniz siyasetinde devrim yaratmış, İngiltere'nin hakim bir deniz gücü olarak
kalma kararlılığına
dayanak sağlamış, II.
William ve Amiral Tirpitz döneminde Alman
deniz kuvvetlerinin gelişme çabalarına güç katmıştır. Yazıları Fransa, İtalya, Rusya,
Japonya ve diğer
ülkelerin deniz gücüne ilişkin fikirlerine
yansımıştır.
Mahan, dönemin Amerikan
başkanlannı
etkileyerek 20. yüzyıl başında ABD'nin denizaşırı yerlerde daha büyük bir
rol almasını
sağlamıştır.
Mahan'ın Deniz
Gücünün Tarihe Etkisi adlı kitabı 1890'da basılmış, sonraki
10 yıl içinde
denizcilik tarihi bakımından pek çok önemli olay meydana gelmiştir:
Almanya'nın modern bir donanma kurma kararı, Japon
deniz kuvvetlerinin güçlenmesi, İspanyol-Amerikan Savaşı ve sonucunda ABD'nin dünya gücü olarak ortaya çıkması yanında; gemi mimarisi ve deniz
teknolojisinde o yıllarda
devrim geçirmesi birbiri
ardına
gelmiştir.
Yelkenin
yerini buhar almış,
ahşap zırha dönüşmüş, silahlar geliştirilmiştir. Fakat özellikle ABD'de,
denize ilişkin
düşünceler ve deniz teknolojisi geri kalmış durumdaydı. 1880'lerde Amerikan deniz
doktrini çok az gelişme kaydetmişti. Hala kıyı savunması ve ticaret gemilerine saldırıları ön-
leıneye önem veriliyordu. 1776 ve 1812'de olduğu gibi
çok
üstün deniz kuvvetleriyle karşı karşıya kalındığında savunma stratejisi uygulamak en akıllıca ve
en temkinli yoldu.
İspanya Savaşı sırasında hala deniz kuvvetlerinin Amerika kıyılarını savunmak için kurulmuş olduğu düşüncesi hakimdi.
Kıyı savunması ve ticaret gemilerine yapılacak saldırıları önleme kavramına bağlı kalma, Amerikan deniz stratejisini ve deniz teknolojisini engellemişti. Fakat bu konulardaki muhafazakarlık uzun süreli olmadı ve 1880'lerden itibaren bir deniz
gücünün
kurulmasına başlandı. Zaman
içinde deniz gücünün milli
siyasetin önemli bir vasıtası olduğu bilincine varıldı. Mahan'ın yazıları ve öğretileri yeni bir deniz stratejisinin temelini attı.
Newport'da yeni kurulmuş olan
Deniz Harp Akade- misi'nin Komutanı Amiral
Stephen B. Luce 18 84 'te Albay Mahan'ı tarih
ve taktik dersi vermek üzere davet
etti, Mahan böylece kendisini dünyaca üne kavuşturacak olan bir ortama girmiş oldu.
Mahan, Harp Okulu profesörlerinden Dennis Hart Mahan'ın oğluydu. Mahan'ın babası savaş
sanatına büyük ilgi
duymuş ve bu konuda birçok kitap
yazmıştı.
Mahan askeri
bir ortamda ve aydın bir çevre içinde yetişti. Deniz Harp Okulu'ndan 1859'da iki
yıl
süreyle Asya denizlerine yollandı. Bu görevi sırasında tarihe ilgi duymaya başladı. Dönüşte Avrupa'dan geçti. Avrupa'ya
sadece bir turist gözüyle
değil, bir deniz subayı gözüyle baktı. 1872 Kasımı'ndan itibaren de Güney Atlantik'te
görev
yaptı.
Mahan'ın ilk
yayımlanan
denemesi 1878'de yarışma üçüncüsü oldu. Sürekli askeri
eserler okuyordu. Önceleri
bu eserlerin etkileri üzerinde görülür ve emperyalizme de karşıdır. Peru ihtilali sırasında Amerikan
çıkarlarını
korumak amacıyla karaya
asker çıkarmak
zorunda kalmadığı için şük- retmiştir. 1884'te Harp Akademisi'nde ders
vermesi teklif edilince önünde yepyeni
bir hayat başladı.
İki yıl boyunca
Mahan yeni görevine
hazırlandı, özellikle tarih
üzerinde
durdu. Anibal'in İtalya'ya denizden
değil de karadan gitmiş olmasının nedenlerini okurken, Anibal bunun
aksini yapmış
olsaydı neler olurdu diye düşündü; denizleri
kontrol altına
almanın tarih boyunca önemsenmediği sonucuna vardı. Böylece 17. ve 18. yüzyıl deniz
ve askeri tarihini sistemli bir şekilde incelemeye
koyuldu. Bu incelemeleri sayesinde
deniz ve kara savaşlarını
karşılaştırarak deniz
taktiğine
ilişkin bir teori geliştirmeye çalıştı. Harp Akademisi'nde verdiği derslerde
"Avrupa ve Amerikan tarihine, deniz gücünün etkileri"
konusunu işledi. Mahan bu çalışma temposu
içerisinde üç eser
hazırladı
ve yazdı. Bu
eserleri, 1890-1905 yılları arasında yayımladı. Tarihi olaylar dizisi olan bu
kitaplarda deniz siyaseti, stratejisi ve taktiği konularına yer verdi. Bu üç büyük eserin
yanı
sıra Mahan deniz stratejisi ve uluslararası olaylarla ilgili pek çok makale
ve kitap yazmıştır.
Mahan'ın belli başlı kitapları ve denemeleri deniz gücünün önemini vurgulayan tarihi eserlerdir. Bu nedenle
milli siyaset, deniz siyaseti,
deniz stratejisi ve taktik ayrı ayrı değil, bir bütün halinde
ele alınmıştır.
Mahan'ın modern stratejiye yapmış olduğu en büyük katkılar şunlardır: Dünyanın her tarafında sadece
askeri çevrelere değil, hükümetlerce kabul edilen ve benimsenen bir
deniz gücü felsefesi yaratmıştır. Deniz stratejisine ilişkin yeni
bir teori geliştirmiştir.
Deniz taktiğini eleştirmiştir.
Ona
göre deniz stratejisi ve deniz gücü bazı doğa şartlarına (ülkenin kıta veya ada ülkesi olması) ve deniz kuvvetleri ile ilgili
milli siyasetlere, deniz ticaretine ve denizaşırı üslere bağlıydı. Öte yandan deniz taktiği muharebe
başladıktan
sonraki harekatla ilgiliydi.
Taktik, silah kullanma sanatı olduğu için, silahlar değiştiğinde taktik de değişebilirdi. Fakat deniz stratejisinin prensipleri değişmez ve
hem barış
zamanında hem de savaş zamanında etkin olurdu.
Strateji
ile taktik arasındaki
bu kesin fark Mahan'ı önceki yazarlardan üstün kıldı. Mahan yapmış olduğu incelemeler
sonunda
ABD'nin gücünü ve prestijini yükseltmede deniz gücünün yararlı bir vasıta olacağı kanısına vardı. ■
Deniz
gücünün etkilerini inceleyen bu üç kitabın ana fikri
deniz gücünün
ülke kaderinde büyük rol
oynadığıdır.
Mahan
deniz gücünün,
milli kalkınma, refah
ve güven^ lik bakımından hayati olduğunu ileri
sürer. Ona göre deniz
gücünün
altı temel faktörü vardır: Coğrafi konum, fiziksel biçim, ülke topraklarının büyüklüğü, nüfus, milli karakter ve devlet şekli.
Deniz
gücü
için coğrafi konumun
ne kadar büyük bir önem taşıdığını göstermenin en güzel yolu
1 7. ve 18. yüzyıllarda
İngiltere'yi o
zamanki en büyük rakipleri Fransa ve Hollanda ile karşılaştırmaktır. İngiltere'nin ada üzerinde bulunması büyük bir kara ordusunu
gerektirmemekteydi. İngiliz Adaları istila tehlikesinden uzak
bulunuyordu. İngiltere'nin
donanmasını hem
savunma amacıyla
hem de kıtadaki limanları abluka etmek amacıyla kullanması mümkündü. Halbuki Fransa, deniz
kuvvetlerini Atlantik ve Akdeniz kıyıları olmak
üzere iki ayrı yerde
kullanmak zorundaydı.
Ayrıca İngiliz Adalarının coğrafi konumu, kuzey Avrupa'ya
uzanan deniz yollarının
da kontrol altında tutulmasını mümkün kılıyordu. Önemli adalar ve Cebelitarık gibi stratejik üsler sayesinde
İngiltere
Akdeniz'in kontrolünü de büyük ölçüde elinde tutuyordu. Akdeniz dünya tarihinde
gerek askeri gerekse ticari bakımdan, aynı büyüklükteki diğer denizlerden çok daha
büyük bir rol oynamıştır.
Milli
toprakların
fiziksel biçimi halkın denize ilgi duymasına yol açabilir. Kıyıların gösterdiği nitelikler halkı denize
çekebilir. Elverişli limanlar
potansiyel bir güç
yaratır; toprağın niteliği halkı toprağa bağlar veya topraktan uzaklaştırabilir. Hollandalılar denize açılmışlardı. Fakat denize tamamen bağlanmış olmaları onlarda bir zafiyet yaratmıştı. Fransız top- raklarınınverimli oluşu Fransızlar arzu etmedikleri sürece denize açılmalarını gerektirmiyordu. İngiltere, İspanya ve İtalya
gibi
ada veya yarımada
ülkeleri güçlü olabilmek
için denizde söz sahibi
olmaya mecburdular. Kıyıları olan
her ülke
için deniz sınır oluşturur ve bu sınır milli
gücü
büyük ölçüde etkiler.
Toprakların büyüklüğü ve nüfus, kaynaklar
ve diğer
güç faktörleri arasında bir
denge yoksa, geniş alanlar bir zafiyet
yaratabilir. Büyük topraklar, nehirler ve uzun körfezlerle kesilmişse bu daha da büyük zafiyet
yaratır.
Mahan içsavaş sırasında güneyi, nüfusa ve kaynaklara oranla çok fazla
topraklara ve mevcut güce oranla
çok uzun kıyılara ve
nehirlere sahip olarak nitelemiştir.
Deniz
gücünün
diğer bir faktörü nüfus ve halkın mesleğidir. İngiltere gibi denize açılan bir
milletin nüfusu hem çok olmalı hem de bu nüfusun büyük bir bölümü dolaylı veya dolaysız olarak
denizciliği
bir meslek olarak seçmelidir. Bir milletin barış zamanı ticareti, onun bir deniz savaşında ne
kadar dayanabileceğini
gösterir. Gerek barış 'zamanında, gerekse savaş zamanında gemiciler için gerekli
yeteneklere sahip çok
sayıda kişiye ihtiyaç vardır. Örneğin İngiltere sadece denize açılan bir
ülke
değil, aynı zamanda
gemi inşa eden ve ticaret yapan bir ülkeydi, demek
ki deniz savaşında
başarı elde edebilmek için şart olan
insan gücüne ve teknik kaynaklara sahipti.
Milli
karakter ve yetenekler denize açılan ülkeler için çok önemli bir faktördür. Ticaret yapma arzusu ve bu konuda
yetenekli olmak "deniz gücünün gelişmesi için en önemli milli
karakteristiği"
oluşturur. "Denizin tehlikeleri halkı okyanuslarda ticaret yaparak zenginliği aramaktan alıkoymayacak- tır. " Halk ticareti seviyorsa ve
bu konuda yetenekliyse barış zamanı ticaret gelişir. Gelişmiş bir barış zamanı ticareti deniz gücünün en
önde gelen şartlarından biridir. İngiltere'yi hakim bir deniz gücü haline
getiren, büyük bir deniz kuvvetidir. Bir ülke deniz
ticareti yapıyorsa
sömürgeler edinmelidir. Bu sömürgeler anavatan için pazar
oluşturur.
İngiltere bu nedenle en büyük ticari
güç ve en büyük deniz
gücü
olmuştur.
Devlet
şekli deniz gücü için hayati
bir önem
taşımaktadır.
I.
James zamanından
beri İngiliz siyaseti
sömürgecilik,
ticaret ve denizlerde hakimiyet üzerine kurulmuş ve bunların gerektirdiği her türlü tedbir
alınmıştır.
Mahan'a göre İngiltere'nin hep aynı siyasete
bağlı
kalabilmiş olması İngiltere'de idarenin
tek bir sınıfın,
aristokrasinin elinde bulunmasından dolayi olmuştur. Demokrasilerde
bunun daha zor olduğunu,
çünkü demokrasilerin sürekli deniz
gücüne harcama yapmak istemediğini ve savaşa hazırlıklı olma konusunda yeterince ileriyi göremediğini belirtir.
Hükümetin etkinliği, akıllılığı ve kararlılığı deniz gücünü etkileyen
faktörlerdir.
Hükümet deniz kuvvetlerin büyüklüğünü, niteliğini, teşkilatını, askerlerin moralini, muharebe etkinliğini kontrol eder. Ayrıca hükümetin benimsediği stratejik doktrinler deniz
kuvvetleri için
büyük önem taşır.
Mahan
deniz gücü ile ilgili faktörleri inceledikçe emperyalizm konusundaki görüşü değişti. Eskiden emperyalizme karşıydı. Fakat
artık deniz gücü ile
sömürgeler
arasındaki bağın önemini kavramıştı. Sömürgeler sayesinde ülke "yabancı bir diyarda toprak sahibi olur,
satmak istediği
mallar için yeni
iş
sahaları ve devlet için daha
büyük bir refah ve zenginlik arar.
"
"Fakat...
yolculuk uzun ve tehlikelidir ve denizler çoğunlukla düşmanlarla doludur. Ümit Burnu,
Cebelitarık,
Malta ticaret gayesi için değil, savunma ve savaş gayesi
ile ele geçirildi. Bunlar stratejik değeri olan
sömürgelerdir.
Sömürgeler bazen ticari, bazen askeri niteliğe sahiptir"
ve gerçekleri
göz önüne almadan toprak ele geçirmek mümkün değildir. Hükümetin deniz üsleri için seçtiği yerler ülkenin deniz
gücünü fevkalade etkiler. ABD gibi bir ülkenin gemileri
yeterli sayıda
denizaşırı üslere sahip
değildi,
bu gemiler kendi kıyılarından uzaklara uçamayan karakuşlarına benziyordu.
Mahan
yaptığı inceleme sonunda İngiliz hakimiyetinin
şu nedenlere dayandığını belirtti: Maddi üstünlük, stratejik
doktrinlerin üstün nitelikte olması, İngiliz deniz kuvvetle-
rinin
"dar denizleri" de kontrol altında tutması. Modern deniz tarihinde çok büyük rol
oynayan bu dar denizler; İngiliz Kanalı, Cebelitarık Boğazı, Çanakkale ve İstanbul Boğazı gibi her iki kıyıdan da
kolaylıkla
kontrol edilebilecek su parçaları olarak
tanımlanabilir.
İngiltere, donanması ve
ele geçirdiği
deniz üsleri sayesinde
doğu Atlantik ile Akdeniz'i kesin
ol_arak kontrolü
altına almıştı. 1890
yılında Mahan ilk kitabını yayımladığı zaman Avrupa dışında büyük deniz güçleri bulunmadığı için, Avrupa denizlerinin kontrolü dünya okyanuslarının kontrolü demekti. İngiltere'nin dünya denizlerinde kurmuş olduğu hakimiyet ancak Avrupalı olmayan güçlerin ortaya
çıkışı ile sarsıldı. Yine
de 19. yüzyıl boyunca İngilizler başlıca deniz yollarını kontrol
etmeye devam ettiler.
Mahan,
İngiltere'nin
dünyanın en büyük deniz
gücü olarak kalmasını pek
mümkün
görmüyordu. Bu
gücün
"büyük bir
ticarete, makine sanayine ve geniş bir
sömürge
sistemine" dayandığını yazıyordu. Ancak "demokratik bir hükümetin
harbe hazırlıklı
olmak için barış zamanında yeterince para harcayacak kadar
ileri görüşlü,
duyarlı olup olmadığı henüz belli değildir" diyordu. Gerçekten de
20. yüzyılda
deniz gücü dengesinde
meydana gelen değişiklikler
İngiltere'nin pek
kontrol edememiş
olduğu gelişmelerin sonucudur.
Bu gelişmeler:
Yeni deniz güçlerinin doğması, Avrupa'da deniz gücüne nazaran
kara gücünün fevkalade güç kazanması ve deniz ablukasının etkinliğini azaltan teknolojik yeniliklerdir.
Mahan'ın
bütün bu gelişmeleri öngörmüş olduğunu kesinlikle söylemek mümkün değildir. Japonya'nın bir deniz gücü olarak
ortaya çıkması,
İngiltere'nin Avrupa
ve Uzakdoğu'daki stratejik hakimiyetini azalttı. Ne
tuhaftır
ki bu gelişmelere İngiltere yardımcı oldu. 1880'lerde ve 1890'larda İngiliz tersaneleri Japonya'ya ardı ardına savaş gemisi inşa etmiş, İngiliz deniz subayları Japonlara
deniz bilimini öğretmişlerdir.
Nihayet Japon donanması Asya
sularında
stratejik durumu
İngiltere'nin aleyhine çevrilmiş, Uzakdoğu'ya giden denizyolları İngiltere'nin tartışmasız hakimiyetinden çıkmıştır.
Bu
sırada
Batı dünyasında da
benzeri gelişmeler
oluyordu. İçsavaştan önce de ABD'nin deniz kuvvetleri ve
buna ilişkin bir siyaseti vardı. Fakat
hiçbiri
dünya siyasetinin akışını büyü^ ölçüde ve sürekli etkilememişti. Batı dünyasında bile hakim deniz gücü ABD'nin
değil
İngiltere'nindi: İçsavaş sırasında kısa süreli bir büyüme gösterdikten sonra Amerikan
deniz kuvvetlerinin sesi soluğu duyulmaz
olmuştu.
1880'lerde deniz kuvvetlerine
yeniden önem verilmeye başlandı ve
1890'larda deniz kuvvetleri belirli bir noktaya ulaştı. Mahan'ın yazıları bu gelişmeleri hızlandırdı ve Amerikan deniz kuvvetlerinin gelişmesine yeni bir yön verdi.
1898'e varıldığında
ABD Deniz Kuvvetleri birinci sınıf savaş gemilerinden meydana gelen ve hızla· büyüyen bir
donanma olmuştu.
Avrupa'daki dar denizleri kontrol
altında tutmak Yeni Dünya'da denizlere
hakim olmayı
mümkün kılmıyordu.
Avrupa'da
deniz kuvvetlerinin güçlenmesi, İngiltere'nin Avrupa denizlerindeki
hakimiyetini tehdit etmeye başladı. Bu
nedenle İngiltere
denizaşırı kuvvetlerini güçlendirmek yerine, dar denizlerde ve Doğu Atlantik'te
üstünlüğünü
korumak amacıyla . buralardaki kuvvetlerini artırdı.
Bütün bu
gelişmelerin
doğuracağı sonuçları öngörebilmek
tabii ki kolay değildi.
İngiliz hükümeti Avrupa'ya
ulaşan
denizyolları üzerindeki üstünlüğünü belli
ölçülerde
koruyabildi. İngiltere'nin hala kıtadaki düşmanlarını, sömürgelerinden, Batı dünyasından ve Uzakdoğu'dan gelecek yiyeceklerden ve hammaddelerden mahrum edebileceğine inanıyordu. Fakat böyle bir
abluka sadece İngiltere'nin,
sadece Avrupa denizlerindeki
hakimiyetine bağlı
değildi; Japonya'nın ve
ABD'nin tutumlarına
ve siyasetine de bağlıydı. İngiltere'nin dünya denizlerindeki hakimiyeti kaybedilmiş ve beraberinde dünya ekonomik
toplumunun yarattığı
dengeyi ve siyasi düzeni de götürmüştü.
Bu
gelişmeleri
Mahan'ın hızlandırmış olması mümkündür. Yapmış olduğu tarihi yorumlar, deniz gücü ve
güçlülük,
emperyalizm ile deniz gücü arasında bağ kurması, Avrupa, Uzakdoğu ve
Amerika'da zaten var olan yayılma arzusunu
kızıştırmıştır.
Diğer ülkelerin deniz
kuvvetleri büyüdükçe
İngiltere'nin üstünlüğü azalmıştır.
Bunun
yanı
sıra deniz gücünün önemini azaltan birtakım bilimsel
ve mekanik gelişmeler
de olmuştur. Bu
gelişmelerden biri, Avrupa'da demiryolu ve
karayolu ulaşımında
kaydedilen ilerlemelerdir. Diğer bir
gelişme de Avrupa'ya diğer kıtalardan getirilen stratejik hammaddelerin
sentetiklerinin yapılması
olmuştur.
Avrupa'da
hava ulaşımının
kötü olması İngiliz hakimiyetini
doruk noktasına
ulaştırmıştı. Avrupa
ticaretinin büyük bir kısmı, nehirlerden,
kanallardan veya denizden yapılıyordu. Örneğin Kuzeybatı Almanya'dan Güney Almanya'ya
yollanan mallar gemi ile kuzeydeki
limanlardan alınıp;
İngiliz kanalından, Cebelitarık'tan, Çanakkale'den Tuna Nehri'ne ulaşıyordu. Demir ve karayollarının yapılması hem stratejik hem de ticari
etkiler yaptı. Mahan bu gelişmeler için şöyle diyordu: "Uzun mesafelere büyük miktarda
mal taşımak
için deniz daha kolay ve elverişlidir. " Bu nedenle denizlere hakim
olmanın
önemi büyüktür. Denizyollarının askeri
bakımdan
avantaj sağladığını ısrarla belirtiyordu. 1907 yılında yazdığı bir makalede ise ''Deniz taşımacılığının önemi azalabilir, fakat
hava taşımacılığında
başarıya ulaşılmadığı sürece deniz,
taşımacılık
için en elverişli yoldur"
diye yazıyordu.
1907
yılında motorlu ulaşımın henüz daha başlangıcında olduğu halde, ileriyi görmek mümkündü. Diğer teknik konularda olduğu gibi
bu konuda da Mahan muhafazakar bir tutum takındı. Kava
kuvvetlerinin II. Dünya
Savaşı'nda ulaştığı hareket
kabiliyetini öngörmesi
tabii ki mümkün değildi. Kara kuvvetinin hareket
kabiliyeti karadaki üslerin güvenliğine yönelik bir tehdit yaratıyordu. Ve karadaki üsler olmadan
var
olması mümkün olmayan deniz
kuvvetini etkiliyordu. Ayrıca bir gün hava taşımacılığının
başlamasıyla deniz-_taşımacılığı önemini daha da kaybedecek, değeri de büsbütün
azalacaktı. Mahan'ın teorilerinin temelini oluşturan 17. ve 18. yüzyıllar hiç
kuşkusuz deniz gücünün en önemli olduğu
yıllardır.
Amerikalı bir deniz subayı olan Mahan deniz gücünün Amerika için çok önemli olduğunu
belirtmişti. Ancak, kitabını yazdığı tarihlerde topraksal yayılmaya karşı olduğundan Amerikan deniz
kuvvetlerine ilişkin
görüşleri ılımlıdır.
Ablukayı yarmak veya limanların abluka altına alınmasını
önlemek için ABD'nin güçlü bir deniz kuvvetlerine ihtiyacı vardı. İçsavaş, Amerika kıyılarının abluka altına
alınabileceğini göstermişti. Düşman sadece "limanlarımızdan değil kıyılarımızdan
da uzak tutulmalıdır. "
Mahan, deniz gücüne ilişkin temel faktörlerin ABD'de İngiltere'dekinden
daha az nispette bulunduğunu biliyordu. Coğrafi konumu bakımından ABD sadece ada durumunda bulunması yönünden İngiltere ile benzerlik gösteriyordu. Mahan, Panama'da bir kanal açıldığı takdirde ABD'nin Ka-
rayipler ile olan bağlantısının,
İngiltere'nin kanal ile veya
Akdeniz'le olan bağlantısına
benzeyeceği kanısındaydı. Yeterli bir hazırlıktan sonra, askeri olarak ABD bu bölgede hakim bir deniz gücü haline gelebilirdi. Ancak, Mahan önemli bir farkı göz önüne almıyordu. Karayipler'de başka
büyük bir güç yoktu. Halbuki İngiltere, kanalı veya Akdeniz'i kontrol altında tutarak diğer büyük
güçlere baskı yapabiliyordu. Amerika'nın büyük güçlerin
bulunmadığı Karayipler'i kontrol altında tutması
aynı sonucu doğurmazdı.
Fiziksel olarak ABD'de
hem güçlü hem de zayıf kılacak
bazı unsurlar vardı. İyi savunulamadığı takdirde limanların çok sayıda ve derin olmaları tehlike yaratabilirdi. ABD sadece Atlantik kıyısında bir kısım topraklara sahipken durum değişikti. Şimdi ABD'nin sıklet merkezi iç kısımdaydı. Mahan, ABD'nin üç
kıyısında oturanların sadece askeri bakımdan
değil, gemicilik bakımından da zayıf
olduklarını fark edip, topluca çaba gösterdikleri takdirde deniz gücünün
temellerini yenidciı atmanın mümkün olacağına inanıyordu. Bu olana kadar deniz gücünün önemini anlayanlar "yas tutacaklardı ".
İç kısımlardan nehir veya deniz
yoluyla Alaska dışındaki ABD kıyılarına kolayca ulaşmak
mümkündü. Ülke varlığını koruyabilmek için uzak sömürgelere
muhtaç değildi. Demek ki
"sonsuz" kaynaklarımızla
"sonsuza kadar kendi başımıza" yaşayabilirdik. "Panama Kanalı'nın
açılması" Karayipler'de daha elverişli ticari ve askeri duruma ulaştırırdı. Kanal "hayati önemi olan stratejik bir merkez olacaktı" ve kanala ulaşan deniz yollarını kontrol eden ülke,
kanalı da kontrol edecekti. Mahan, ABD'nin 1890'da sahip olduğu askeri güç ve deniz gücü
artırılmadığı takdirde, kanalın açılmasının ABD'ye "felaketten başka bir şey"
getirmeyeceği endişesi içindeydi.
Ticaret ve taşımacılık bakımından ABD çok avantajlı bir durumdaydı. "Eski dünyanın doğusu
ve batısı ile karşı karşıya olan" kıyılarımızı
"yıkayan okyanuslar" bir
taraftan doğuya bir taraftan da batıya
ulaşıyordu. Bu sadece ABD'ye özgü bir durumdu. Ayrıca,
büyük askeri deniz güçlerin kıyılarımızdan uzak olması bize karşı deniz harekatı yapılmasını
zorlaştırıcı bir faktördü. "Avrupalı devletler arasındaki kıskançlıklar"
da Avrupalı güçlerin kıyılarımıza kuvvetler yollamasını zorlaştırıyordu.
Mahan büyük topraklara sahip olmanın, halkın denizciliğe ilgi duymamasının ve korunması gereken kıyıların
uzunluğuna nispeten nüfusun az olmasının,
güçlü bir düşman karşısında zafiyet yaratan
unsurlar olduğunu
söylüyordu. ABD'nin sadece bir değil, iki sahilde birden güçlü olmasını gerektiriyordu.
Halkın tehlike ile karşı karşıya kalmadıkça savunma için para harcamayacağını
belirten Mahan, bu bakımdan ABD'yi Hollanda'ya benzetiyordu. Deniz gücünün temelini büyük bir deniz ticaretinin atacağı inancındaydı. Mahan'a göre va-
tandaşların ticari yetenekleri ve
kendi kendilerini idare etme bakımından İngilizlerden aşağı kalır tarafı yoknı. O, "yasal engeller" kaldırılabildiği ve "daha fazla kazanç sağlayan işler kalmadığı takdirde, deniz gücünün
kısa sürede gelişeceğini" düşünüyordu.
ABD'nin demokratik bir
ülke olması Mahan'a göre olumsuz bir faktördü.
Demokrasiyle idare edilen ülkeler ileriyi yeterince göremiyorlar ve askeri işlere
gereğince harcama yapmıyorlardı. 1890'da ABD'nin ne sömürgeleri ne de başka topraklarda deniz üsleri vardı. Mahan'a göre deniz gücünün üç
büyük unsuru olan kalkınma; üretim, gemicilik ve sömürgelerden ABD'de sadece ilk unsuru mevcuttu. Mahan, ABD deniz kuvvetlerinin o günkü durumu karşısında
düşman kuvvetlerinin ABD limanlarını abluka altına almak için pek büyük bir gayret sarf etmesi gerekmeyeceği görüşündeydi. "ABD halkı aç kalmayacaktır, fakat acı
çekebilir" diyordu. Bu nedenle düşmanı ABD sahillerine yaklaştırmamak
için büyük bir deniz kuvvetine ihtiyaç vardı.
ABD deniz
kuvvetlerinin zayıf olmasına ve deniz gücünün
başlıca unsurlarından bazılarının bulunmasına rağmen, Mahan ABD'nin büyük
bir deniz gücü haline gelebileceğine inanıyordu. Deniz kuvvetinin sürekli büyütüldüğü ve güçlendirildiği, denizaşırı
sömürgeler ve deniz üsleri ele geçirildiği, deniz ticaretine önem verildiği takdirde ABD
denizlerde söz sahibi olabilirdi. Zaman ve teknoloji dünya politikasının bir vasıtası olarak deniz gücünün
önemini bir yandan artırıyor, öte yandan da deniz gücünün
temel faktörlerinden bazılarının önemini azaltıyordu. Mahan, buhar sayesinde gemilerin rüzgara bağımlı olmaktan kurtulduğunu ve böylece ada üze:- rinde bulunan ülkelerin
doğal korunmasını bir ölçüde azalttığını görüyordu.
Ayrıca buhar deniz üslerinin önemini de artırıyordu. Daha sonra denizaltılar ve uçaklar adanın
sağladığı doğal korumanın değerini gittikçe azalttı. Mahan 1917 yılında Alman denizaltılarının
İngiltere'yi abluka altına aldığını
görmeden öldü. İngiliz deniz kuvvetlerinin can damarı olan
limanlar ve sanayi üzerine
yapılan 1940 hava taarruzlarını da göremedi. Büyük bir su üstü donanması ile İngiliz Adalarının güvenliği artık garanti altına alınamıyordu.
Ayrıca yeni
silahlar karşısında
donanma hassaslaşmıştı. Düşman denizaltılarına karşı
donanmayı korumak için birtakım tedbirler alınması gerekiyordu.
Karada üslenmiş
düşman uçaklarının hakimiyeti
altında olan dar denizler ve sahiller savaş gemileri
için fevkalade tehlikeli olmuştu.
Mahan,
güvence
içinde bulunan deniz üslerinin, deniz gücünün temeli
olduğunu
pek çok kere
belirtmişti.
Fakat özellikle uçakların bu
üslere taarruz ederek deniz gücünü tehdit
edeceğini
öngörememişti. Toprakların büyüklüğü Mahan'ın düşündüğünden çok daha büyük bir
önem
kazandı. Derinlik,
mekanize kara ve hava savaşına karşı savunma için kullanılabilirdi. Deniz gücü derinlik
ve kaynakların
bulunmadığı Singapur
ve Hong-Kong gibi karadan yapılan mekanize
bir taarruza karşı
koruyamadı. 1941'den
sonra teknolojiler savaşmaya
başladı. Yeni silahlar için ülkenin sadece kaynaklara sahip olması yeterli
değildi,
halkın da teknik yeteneklere sahip olması gerekiyordu.
Deniz
gücünü etkileyen değişikliklerin çoğu ABD'nin lehine
oldu. Mahan'ın
deniz gücüne ilişkin altı faktörü bazı değişikliklere
uğradı, fakat onun temel fikirleri hala doğrudur. Coğrafi konum, fiziksel biçim, halkın karakteri, devletin şekli hala
deniz gücünün
başlıca şartlarıdır.
Mahan'ın birinci
hedefi, deniz gücünün milletlerin kaderinde oynadığı rolü saptamaktı. İkinci hedefi ise deniz stratejisinin temel prensiplerini ortaya koymaktı.
Mahan
Jomini'yi incelemeye başladığı zaman
bir buçuk
yıldan beri Avrupa, özellikle Fransa
tarihini okuyordu.
Jomini
kara savaşının
prensiplerini ortaya koymuştu, Mahan
da deniz taktiği ve stratejisine ilişkin benzeri
ilkeleri bulmaya çalıştı ve Jomini'nin fikirlerinden pek çoğunun de-
niz
savaşı
içinde geçerli olduğunu anladı. Mahan'ın böyle- ce bulmuş olduğu prensipler, belli başlı deniz-kuvvetlerinin
planlarını
ve siyasetlerini etkileyecek olan
deniz stratejisinin temellerini oluşturdu.
Mahan,
merkezi konumun karada sağladığı avantajların aynını denizde de sağladığını gördü. Böyle bir konum taarruz etmek için daha
kısa iç hatlar ortaya çıkarıyordu. Gerçekte iç hat
"Merkezi konumun uzantısıydı" veya "birbiri ile ilişkili bir
seri merkezi konum idi." Böyle bir
durumda olan taraf kuvvetlerini cephelerden birinde düşmandan daha
çabuk toplayabilecek ve daha etkin kullanacaktı. Örneğin Ümit Burnu'na nazaran Süveyş; Macellan
Boğazı'na
nazaran Panama Kanalı bir
iç
hattı.
Mahan'a
göre
coğrafi konumun stratejik değeri sadece
stratejik hatlarla ilgili olmasından değil, orada ve çevrede bulunan
kaynaklardan da geliyordu. Dover veya Cebelitarık gibi denizyollarına veya bu yolların kesişme noktalarına yakın olan yerler merkezi bir konum
idi. Bu stratejik konumların
değeri buralarda denizyollarının daralmasıyla çok sayıda geminin geçmesi sonucunda
artıyordu.
Tahkimatla bir yeri askeri bakımdan güçlendirmek mümkündü, fakat her şeyi uzaktan
getirmek gerektiği
zaman yine de burası "Çevresi zengin, gelişmiş ve
dost bir bölgenin"
bulunduğu başka bir
yerden zayıf durumda olurdu. Bu bakımdan Cebelitarık avantajsız bir durumdaydı.
Mahan'ın sistemine
göre
"ulaştırma kuvvet
ve ikmal merkezleri arasındaki hareket hatlarıdır. " Ulaştırma, "gerek siyasi gerekse askeri
stratejinin en önemli unsurudur. " Deniz gücü bunun
kontrol altında
tutulmasıyla etkin
olabilir. Bu nedenle ulaştırmayı garanti altına alma
ve düşman
ulaştırma gücünü önleme, ülkenin gücünü etkiler,
ulaştırma
ne kadar uzun süreli olursa,
deniz gücü de o kadar yararlı olur.
Ulaştırma
için en ideal konum merkezi olanıdır. İngiltere'nin Fransa'ya karşı konumu
böyleydi.
İngiliz deniz kuvvetleri hem Fransız 312
sahillerini
abluka altına alabiliyor hem de "Baltık'tan Mısır'a kadar" uzanan İngiliz çıkarlarını koruyabiliyordu.
Mahan
gerek deniz gerekse kara savaşının temel
ilkelerinden birinin kuvvetlerin toplanması olduğunu vurguluyordu. Merkezi konumun yararlarından biri de kuvvetlerin toplanmasını kolaylaştırmasıydı. Donanma iki düşmanla karşı karşıya kaldığında en doğru tutum
düşmanlardan
birini imha ettikten sonra mümkün olursa,
diğerinin
üzerine yürümekti.
Başkan Theodore
Roosevelt, halefine bu prensibe dayanarak
Amerikan donanmasını
şartlar ne olursa olsun asla Pasifik ve
Atlantik okyanusları
arasında bölmemesini öğütle- mişti. Mahan
yapmış
olduğu tarihi incelemelere dayanarak geçmişte olan
muharebelerin savaş prensiplerine uygun yapıldığı takdirde başarıya ulaştığını gördü.
İngiliz deniz
kuvvetlerinin üstün
olması büyük ölçüde İngiliz
deniz stratejisinin üstün nitelikte
olmasına
dayanıyordu. İngilizler edindikleri
tecrübelerle
bazı tür deniz harekatının daha başarılı olduğunu saptamışlardı. il. İngiltere-Hollan- da Savaşı'nda, İngiliz donanması Hollandalılarla ve onların müttefiki Fransızlarla aynı anda başa çıkmak istediği için yenilgiye uğramıştı.
Mahan,
denizlerde söz sahibi olmak için Fransızların 1689-16 98 arasında İngilizlere karşı büyük donanmalar yolladığını ve İngilizlerin büyük kayıplara uğradığını
hatırlatır. İspanya Veraset
savaşları
sırasında ( 1702-1712) Fransız donanması okyanusları terk etmiş, Fransız korsan gemilerinin sayısı ise
büyük miktarda artmıştır. Yüzlerce kayıp vermesine rağmen İngiliz ticareti gelişmiş, Fransız deniz ticareti ise silinmiştir.
Yedi
Yıl
Savaşları sırasında (1756-1763)
İngiltere'nin
Fransa'ya karşı giriştiği her deniz harekatı İngiliz stratejisinin sürekli olarak
geliştiğini
kanıtlar. Mahan, bu savaşta İngiliz deniz kuvvetlerinin Brest'i
abluka altına alarak gerek büyük donanmaların gerekse küçük filoların savaştan kaçmalarını
engellemek istediğini gördü. Bu abluka düşmanın tek taarruz silahı
olan muhriplerini tesirsiz hale sokmuştu. İngiliz deniz kuvvetleri Fransız sahillerine küçük filolarla taarruz ederek Fransız kara kuvvetlerini bölmek istemişti. Fransa'nın Tou- lon donanmasının Atlantik'e geçerek diğer
Fransız kuvvetleri ile birleşmesini önlemek için İngilizler
Akdeniz'de Cebelitarık yakınlarında bir donanma
bulunduruyordu. Fransız
gemilerini bu şekilde sıkıştıran İngiltere,
Fransız sömürgelerini ele geçirmek için de Batı Hint Adalarına kuvvet yollamıştı.
Fransa'nın ticareti yok olmuş, İngiltere'nin ticareti ise gelişmişti.
Mahan, refah ve başarının sırrının denizlerin kontrol altında tutulması olduğunu, İngiltere'nin bu savaşın sonunda anladığını belirtir. Denizlerin kontrolü sayesinde "Büyük Britanya Krallığı, Britanya İmparatorluğu haline gelmişti".
Öte yandan, denizlerde kontrolü kaybetmenin ne denli tehlikeli olduğunu kavrayamayan Fransızlar, donanmalarını mümkün
olduğunca limanlarda tutmuşlardı. Olaylar donanmanın denize açılmasını
gerektirdiği zaman da hedefleri gemileri elden çıkarmamak ve savaşmaktan
kaçınmak olmuştu. Fransızlar, İngiliz gemilerini ele geçirmeyi, imha etmekten daha önemli görmüşlerdi. İngilizlerin siyaseti ise "denize açılarak, düşmanı imha etmek" olmuştu.
Mahan, İngiliz deniz stratejisi ile Fransız deniz stratejisi arasındaki farkın "amaçların"
farklı olmasından kaynaklandığını ileri sürüyordu. Deniz savaşının amacı
"kıyıda bir veya birkaç yer ele geçirmek olduğu
zaman deniz kuvvetleri, kara kuvvetlerinin bir
kolu" haline girer ve harekatı kara kuvvetlerine bağlı olur. Fransız görüşü genellikle buydu. Halbuki, zamanın en önemli Fransız taktik uzmanı Bigot de Morogues "Denizde tutulabilecek bir muharebe alanı yoktur, kazanılacak bir yer de yoktur, " diyordu. İngilizlere göre deniz kuvvetlerinin amacı, düşman kuvvetlerini hakimiyet altına alarak denizleri
kontrol etmekti.
Bu amaç doğrultusunda, düşman gemileri ve donanma-
·
lan "her fırsatta
hücum edilecek hedeflerdi. İngilizler ulaştırmasını keserek, ticaretini bozarak, limanlarını kapatarak düşmami.lenizde yeniyordu ". Fransızların deniz savaşını kara
savaşının
bir parçası olarak
kabul etmeleri ise kıtada
pahalıya mal olan savaşlara girişmeleri Fransızların korsanlığa
niçin önem verdiğini açığa kavuşturmuştur. Yolcu ve ticaret gemilerine saldırı hem
ucuza mal oluyordu hem de İngiltere'nin en önemli güç ve zenginlik kaynağı olan
deniz ticaretini yok etmek için elverişli bir taarruz yöntemiydi. Ancak Fransızlar düşmanı ezmek için ticaret
gemilerine saldırının
yetersiz bir yöntem olduğunu anlayamamışlardı.
Mahan'ın incelemiş olduğu Fransa-İngiltere
savaşları bu iki ülkenin farklı deniz stratejisine ve taktiğine sahip
olduklarını
gösteren örneklerle doludur.
Zamanla İngilizler
denizleri daha fazla kontrol eder
olmuş, Fransa limanlarına ulaşmak ise gittikçe zorlaşmıştır. Fransa'da hayat pahalılaşmış ve sıkıntıya düşülmüştür. Bütün bunlar sayesinde İngiltere'nin ticareti gelişmiş ve
deniz gücü
artmıştır.
Mahan,
İngiltere
Fransız donanmasını Brest'te
abluka altında tutmaktan
vazgeçerek,
çeşitli yerlerdeki sömürgelerini korumak amacıyla kuvvetlerini
böldüğü bir anda Amerika'nın bağımsızlığını kazandığını belirtir. Fransa ve müttefikleri Manş Denizi'ni kontrol altına alma
fırsatını
kaçırmışlardır. Fakat,
geçici olarak Amerikan denizlerini
kontrol altında
tutmuşlar, Fransızlar ve
Amerikalılar
York Town'daki Cornwallis'i ele geçirmişlerdir.
Mahan'ın öngördüğü, stratejik doktrinin özü, denizlerin
kontrolüydü
ve bunun, düşmanın deniz
kuvvetleri ile ticaret gemilerini denizlerden uzaklaştırabilecek bir kuvvetin bulunmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyordu.
Mahan şöyle diyordu:
"Bir ülkenin para gücüne darbe
indirmek gemileri ve konvoyları almak değildir; düşmanın yaklaşmasını önleyen, denizde üstün bir
güce sahip olmaktır...
Bu üstün
güç ise sadece büyük deniz
kuvvetleriyle var olabilir." Mahan bu
ilkenin denizde
karadakinden daha geçerli
olduğu kanısındaydı. Çünkü karada muharebe alanının akıllıca·_seçimi, ateş gücünün eksikliğini dengeleyebilirdi;
denizde ise bu mümkün değildi.
Sürat yararlıydı fakat ateş gücü pahasına olmamalıydı.
Muharebe gemileri veya
ana muharebe gemisi donanmanın
bel kemiğini oluşturuyordu.
Bir ülke üstün bir donanmaya sahip değilse, Mahan donanmanın ele geçirilemeyecek
bir limana sokulmasını öneriyordu. Böylece düşman, donanmanın kaçmasına
engel olmak için sürekli olarak tetikte
beklemek zorunda bırakılacaktı.
Almanya'nın 1. Dünya Savaşı'nda, İtalya'nın ise II. Dünya
Savaşı'nda izlemiş oldukları yol buydu.
Bu doktrinin ışığında ABD deniz kuvvetlerinin rolü neydi? Mahan'a göre Amerikan deniz kuvvetlerinin "sadece savunma" için var olduğu yolundaki görüş bir yanlış değerlendirmeden ortaya çıkmıştı.
Amerikalılar siyasi anlamdaki
"savunma" ile askeri anlamdaki "savunmayı" iyi ayırt edememişlerdi. Mahan şöyle diyordu: "Siyasi anlamda savunma için var olan deniz
kuvvetleri sadece savaşa
girmeye mecbur olduğumuz takdirde kullanılacak demektir; askeri anlamda savunma için var olan deniz
kuvvetleri taarruza uğramayı
bekleyen ve kendini savunabilen, düşmana çıkarları doğrultusunda istediği
savaşma özgürlüğünü tanıyan deniz kuvvetleridir. "
Amerikalılar, 1890'da hala deniz
kuvvetlerinin limanların ve sahillerin savunması
için var olduğu görüşündeydiler. Ma- han deniz
kuvvetlerinin "sahil savunma" görevi yapmak için var olmadığını
söylüyordu. Kıyılarımızın "pasif savunması" kara kuvvetlerine düşen bir görevdir. Şayet deniz kuvvetleri böyle bir savunmayı üstlenirse, başka yerlerde kullanabileceği
eğitimli denizcileri garnizonda
kullanmaktan başka bir şey yapmıyor demektir. Ayrıca
"çok sayıdaki limanları savunmak deniz
kuvvetlerinin görevi olduğu takdirde, deniz kuvvetleri
bölünecek ve
gücünü kaybedecektir. Deniz kuvvetinin savunma gücü tahkimata
dayanmalıdır.
Çünkü güvenceii üsler deniz
kuvvetlerinin temelidir. "
"Sadece
savunma görevi olan deniz kuvvetleri yerine, çok büyük deniz
kuvvetleri olursa, düşman Atlantik'in ötesinden çok sayıda gemi yollamak zorunda kalır. "
"Yirmi muharebe gemimiz olsaydı; İngiltere dışında hiçbir Avrupa ülkesi buraya yirmi beş muharebe
gemisi yollayamazdı... "
İngiltere de
"yirmi muharebe gemisi olan bir ülke ile
savaşa giremez. " Böyle bir
deniz kuvvetlerinin varlığı denizlerde hakimiyet kurarak ülkeyi istiladan
koruduğu
için savunma niteliğindedir.
Mahan
daha kitaplarını
yazarken bazı kişiler teknolojik gelişmelerin onun teorisi üzerindeki etkilerini araştırmaya başlamışlardı. 1895 yılında Royal
United Servise Mahan'a buhar, çelik ve
torpidolar devrinde de yakın abluka
yönteminin uygulanıp uygulanamayacağını sormuştu. Mahan'ın
cevabı "evet"ti. Rüzgar nasıl yelkenli gemilerin hareketini kısıtlıyor ise, modern donanmaları da kısıtlayan bazı unsurlar vardı. Abluka
kuvvetleri için torpidolar tehlikeli olabilirdi,
fakat torpidolar kaçmaya
çalışan gemilere karşı da
kullanılabilirdi. Bu yeni şartlar "sorunun
niteliğini
değiştirmemiş sadece
büyütmüştü".
On
altı yıl
sonra aynı soru
denizaltılar,
yeni model torpidolar ve telsizler için de
soruldu. Mahan'ın
cevabı yine "evet" oldu. Denizaltılar ve yeni torpidolar "abluka
kuvvetleri daha zor durumda bırakacaktır, daha uzaktan abluka altına almalarına neden olacaktır. " Fakat stratejinin ilkeleri
değişmeyecektir.
1. Dünya
Savaşı'nda ablukanın etkinliği denendi.
İngiltere; kömürleri, liman tesislerini kontrol altına alarak
yeni bir baskı sistemi yarattı. Tarafsız ülke gemilerinin İngiltere'ye başvurarak serbest geçiş belgesi
almaları
gerekiyordu. Sadece
bu belgeyi alan gemiler saldırıya maruz
kalmıyor,
kömür
alıyor ve liman tesislerinden
yararlanabiliyordu. Aynı
sistem II. Dünya Savaşı'nda da uygulandı. Ancak, abluka o kadar uzak mesafeden uygulandı ki, yakın abluka ve sahil ablukası
niteliğini kaybetmişti. Ana muharebe gemisi
teorisine yönelik en büyük tehdit denizaltılardan
ve uçaklardan geldi. 1. Dünya Savaşı'ndan sonra teslim olan bazı Alman gemileri deneme
mahiyetinde bombalandı ve muharebe gemileriyle uçaklar konusunda şimdiye dek uzayan tartışma çıktı.
En azından iki husus hakkında kesin konuşmak
mümkündür. Karada üslenmiş düşman uçaklarının menzili içinde olan "dar denizler"in ana muharebe gemileri tarafından uzun süreli ve güçlü bir hava desteği olmadan savunulması
imkansız hale gelmiştir. Açık denizlerde muharebe yapacak donanmalar hem denizaltı hem de hava savunma silahlarına sahip olmalıdır. Henüz muharebe gemi ve kruvazörlerinin tamamen yerini
alabilecek bir askeri güç veya deniz gücü ortaya çıkmamıştır.
Pek az kimse dünya olayları üzerine Mahan kadar büyük
izler bırakmış ve çalışmalarının gerçekleştiğini
görebilmiştir. Mahan Aralık 1914'te öldüğü zaman fikirleri dünyanın
hemen hemen her tarafını etkilemişti.
Mahan'ın Amerikan deniz
siyaseti üzerindeki etkisi daha, Deniz Gücünün Tarihe Etkisi'nin 1890
yılında yayımlanmasından
önce görülmeye başlanmıştır. Deniz Harp Aka-
demisi'nde verdiği dersler, birçok deniz subayı ile T. Roosevelt de dahil olmaküzere, birçok devlet adamının onun fikirlerini öğrenmesine yol açmıştı.
8. Tracy'nin deniz kuvvetlerine ilişkin Aralık 1889 raporunda Mahan'ın fikirlerinin izleri vardır. Başka bir raporda da Amerika'nın sömürgelerinin
olmadığının, denizaşırı ticaretin daha ziyade yabancı gemilerle yapıldığının,
imalatçıların ancak birkaç pazarda yabancılarla rekabet yaptığının,
İngiltere'nin Amerika'nın tek potansiyel düşmanı olduğunun ifade edilmesi ve iki yüzden fazla her sınıftan savaş gemisi inşa edilmesi tavsiye edilmiştir. Bu raporu hazırlayan kurul
Amerika'nın ticaret ve büyüme devrine
girmekte olduğunu
belirtmiştir. Kurul,
sahil savunması
için kısa seyir yarıçapı olan
muharebe gemileri inşa edilmesini, taarnizı harekat
için ise uzun seyir yarıçapı olan
gemilerden oluşan bir donanma kurulmasını önermiştir.
Bu
rapor kongrede ve kongre dışında fırtınalar kopmasına yol açmıştır. Fakat
yine de üç sahil muharebe gemisi inşa edilmiştir: 1890'da kabul edilen yasa ile
kongre Mahan'ın
izinden yürümeye başlamıştır. 1897'de Kuzey Atlantik Filosu bir
muharebe gücü haline getirilerek yeni savunma
stratejisi uygulanmaya başlanmıştır.
Kongre
yeni muharebe gemileri inşa edilmesine
izin vermiştir.
1893 'te deniz savunması ana
muharebe gemisi ile teori kabul edilmiştir. Deniz kuvvetlerinin dış ülkelerde Amerikan çıkarlarının tanınması için güçlü bir vasıta olduğu barış zamanında bile genellikle diplomasiyi etkilediği görüşü benimsenmiştir. Çin-Japon
Savaşı'ndaki (1894-1895)
deniz savaşları
ana muharebe gemilerinin değerini kanıtlamıştır. 1897'ye varıldığında hala sayısı bazı Avrupalı güçlerden az olmasına rağmen Amerikan deniz kuvvetleri ABD'ye ulaşan bütün denizyollarını hakimiyeti altına alacak
bir seviyeye ulaşmıştı.
İspanya savaşı Amerikan deniz kuvvetleri için bir
dönüm
noktası olmuştur. Bu
savaş,
Mahan'ın ileri sürmüş olduğu strateji prensiplerinin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamıştır. Karayip Denizi'nde stratejik
durum doğrudan
doğruya denizin kontrol altında tutulmasına dayanıyordu. Küba'nın
İspanyol idaresinden kurtarılması için bütün İspanyol Kuvvetlerinin Küba'dan ve
Küba sularından
uzaklaştırılması gerekiyordu.
Adayı denizden abluka altına almak
askeri kuvvetlerin aç
kalmasına yol açabilirdi; askeri bir müdahale adanın düşmesini hızlandıracaktı. Amerikan askeri yetkilileri
Karayip Denizi'ni ve çevre denizleri
kontrol altına
aldıktan sonra askeri müdahaleye başvurmak istiyorlardı. Denizleri kontrol altına almak
İspanyol
deniz kuvvetlerini imha etmek-
le veya hareketsiz bırakmakla mümkün olabilirdi. Tabii ki İspanyollar da Küba ile olan bağlantılarını
muhafaza etmeye çalışacaklardı.
Geriye bakıldığında, savaşın doğurduğu en
yararh so- , nuçlardan biri halkın
deniz stratejisinin prensiplerini hiç bilmediğinin ortaya çıkması olmuştur.
Amerika'nın denizden taarruza uğrayacağı yolundaki söylentiler karşısında sivil
halk ve basın paniğe kapılmış, her kıyı şehrini korumak için savaş gemileri
yollanması talep edilmiştir. Kuvvetlerin bu şekilde bölünmesine Mahan şiddetle
karşı çıkmış, bunun ciddi ve kötü olaylara yol açacağını Avrupa'dan telgrafla
bildirmiştir. Askeri yetkililer halkın isteklerine karşı koymuş ve Donanma
Karayip Denizi'ne açılmıştır. İspanya deniz kuvvetlerini önce abluka altına
almış sonra da imha etmiştir. ABD kıyılarından uzakta görev yapan deniz
kuvvetlerinin kazandığı başarı, sahil savunma projesine büyük bir darbe
indirmiştir.
İspanya Savaşı Mahan'ın ileri sürdüğü
stratejinin doğruluğunu kanıtladığı gibi; ABD'nin yayılma siyasetini benimsemesine
de yol açmıştır. İspanya Savaşı'ndan çok önce Amerika'nın hedefi Karayip
Denizi'nde hakimiyet kurmaktı. Bu nedenle Porto Riko'nun ilhakı ile Küba'nın
işgali Amerika'nın bu bölgeye ilişkin yayılma ve savunma siyasetlerini pek az
etkilemişti. Fakat savaş ve arkasından ilhaklar, Panama Kanalı'na duyulan
ihtiyacı artırdı ve bu kanala ulaşan yolların kontrol altında tutulmasının
önemini daha da artırdı.
ABD'nin Pasifik'te yeni adalara sahip olması
ülkenin stratejik durumunu büyük ölçüde değiştirdi. Mahan Pasifik kıyılarının
güvenliği açısından Hawaii Adalarının ilhak edilmesini eskiden beri gerekli
görmüştü. Filipinler'in alınması, Hawaii'nin ilhakını daha da gerekli kılmıştı
ve 1898'de Ha- waii, ABD'ye bağlandı. Böylece deniz kuvvetleri yeni üslere
sahip olmuştu. Fakat buraları da savunmak gerekiyordu.
· Buraların savunulmasına ilişkin bazı
stratejik sorunlar bulunmakla beraber bu sorunlar çözülemeyecek cinsten değildi. Fakat deıliz kuvvetlerinin hazırladığı
askeri ' planların harfi harfine uygulanmasını engelleyen bazı önemli ve duygusal faktörler
mevcuttu. ABD Mahan'ın önerdiği gibi bir deniz gücü olmaya kararlıydı ancak halk, programın
geri kalan kısmının bedelini ödemeye hazır değildi.
ABD büyük bir güvenlik duygusu içindeydi. Bu ta Aralık 1941'e kadar böyle
devam etti ve sonra bir pazar sabahı Pearl Harbour'da tepelerine yağan bombalarla ayıldılar ve ABD Pasifik'te savaşa girdi. ABD Mahan'ın deniz stratejisi doktrinini ve büyük bir deniz kuvvetine
sahip olmanın gerektiği
yolundaki görüşünü, bu olayla çok iyi anladı ve onun görüşüne
sarıldı. Ancak Mahan'ın felsefesi yine de tümüyle benimsenmemişti.
Bu arada, T. Roosevelt
ile Mahan yakın arkadaş
olmuşlardı. Eylül 1901'de McKinley'in öldürülmesiyle Roosevelt devlet başkanı olunca Mahan'ın deniz kuvvetleriyle ilgili felsefesi tümüyle Beyaz Saray'a girdi.
T. Roosevelt, ülkenin hem deniz hem de dış siyasetini idare etti.
Panama Kanalı'nı
açtırdı ve Mahan'ın tavsiyelerine uyarak deniz kuvvetlerinin bu kanalın gerektirdiği seviyeye ulaşması için
çalıştı. Sürekli büyüyen Alman deniz kuvvetleri
Avrupa sularından
çıkmıyordu, ancak Roosevelt Almanların bir gün yeni dünyada karışıklık
çıkaracağına kuvvetle inanıyordu. Sadece çok büyük bir deniz kuvvetleri Almanya'ya karşı koyabilir ve Panama Kanalı'nın güvenliğini garanti altına alabilirdi.
Ayrıca Roosevelt Japonya ile
ABD arasında çıkan bir anlaşmazlıktan yararlanarak Pasifik'te daha büyük ve güçlü kuvvetlere ihtiyaç
olduğunu savundu. Roosevelt yıllarca ABD deniz kuvvetlerinin büyümesi için çalıştı, 1905'e gelindiğinde on adet birinci sınıf
muharebe gemisi, dört adet zırhlı kruvazör
ve on yedi adet değişik sınıftan gemi kongrenin onayın-
dan
geçmişti.
Başkanlığının daha
sonraki yıllarında
dört ana muharebe gemisi ve yirmi
destroyer daha yapılmıştı.
Mahan'ın stratejik
doktrinine göre sadece çok sayıda gemi sahibi olmak yeterli değildi. Bu
gemiler ve içindeki
subaylar da mürettebat da iyi teşkilatlandırılmalı ve eğitilmeliydi. Bu husus, gemi inşa etmekten
daha da önemliydi.
Roosevelt
Beyaz Saray'dan ayrıldıktan
sonra deniz kuvvetleri beş yıl süreyle yavaş ve düzensiz bir
büyüme
gösterdi. Fakat I. Dünya Savaşı'nın başında Amerikan deniz kuvvetleri yeniden
yükseldi.
Mahan bir yıl daha
yaşamış
olsaydı, Aralık 1915'te
Başkan Wilson'un kongreden dünyanın "en
güçlü"
deniz kuvvetlerini istediğini duyacaktı. 1916 yılında çıkan yasa ABD'nin "eşi bulunmayan"
bir deniz kuvvetine sahip olmasını öngörüyordu.
Mahan'ın fikirleri
İngiltere'de
Amerika'dan daha çabuk ve
daha fazla benimsenmişti.
Kitap İngiltere'de yayımlandığı zaman psikolojik ortamda büyük bir
ilgi uyandırmıştı.
Avrupa
ülkeleri
arasındaki pazarlar ve hammaddeler için sürdürülen rekabet yeni bir emperyalizmin doğmasına yol
açmıştı.
Bu rekabet deniz kuvvetlerinin hızla silahlandırılmasına yol açmıştı. İngiltere bir ada devleti olduğu için kendi donanmalarını da "hayati bir ihtiyaç"; ada devleti olmayanların donanmalarını da "bir lüks "
olarak görüyordu.
İngiliz- lere göre başka ülkelerin donanmalarını sadece kendilerine (İngiltere'ye) saldırmak amacıyla
geliştiriliyordu.
1889'da
hükümet parlamentoya bir plan sunarak, İngiliz
deniz kuvvetlerinin herhangi iki Avrupa ülkesinin deniz
kuvvetlerinin gücüne
eşit bir seviyeye çıkartılmasını önerdi. Mahan'ın kitabı öneri
için yararlı bir
destekti.
Daha
önceki
yıllarda İngiliz halkında deniz
kuvvetlerine karşı yakın bir ilgi uyanmaya başlamıştı, fakat Mahan'ın 1890
ve 1892'de yayımlanan
iki kitabı bütün halkı etkisi altına aldı. İngiliz halkının bu kadar büyük ilgi
duyması
doğaldı, çünkü Mahan
deniz stratejisinin temel ilkelerini İngiliz tari-
hinden ve siyasetinden
yararlanarak ortaya koymuştu
ve bu prensipleri herkesin anlayabileceği şekilde yazmıştı.
Mah.:ın İngiltere'yi birçok kere ziyaret etmiş ve büyük bir ilgiyle karşılanmıştı.
O "kraliçeyle, başbakanla yemek yemiş, The Royal Navy Club'ın
ünlü misafiri, Oxford ve Cambridge'in fahri üyesi olmuştu".
Basın, fikirlerine geniş yer vermişti. Mahan, İngiltere ve Amerika arasındaki
işbirliğinin gelişmesine de katkıda bulunmuştu.
1890'da dünyanın ikinci büyük deniz gücü Fransa idi. Mahan'ın
kitabı Fransızcaya çevrilerek Fransız subaylarına dağıtılmıştı. Mahan'ın
Fransa'nın deniz siyasetine ilişkin eleştirileri Deniz Harp Akademisi'nin eski öğretim üyelerinden olan Albay Darrieus'u
son derece etkilemişti.
Amiral Raoul Castex de
Mahan'ın yazı stilini beğenmemekle beraber "bunun Mahan'ın eşsiz eserinin değerini azaltmadığını"
söylüyordu.
Fakat yine de Mahan'ın fikirleri Fransa'da; İngiltere'de, Amerika'da ve
Almanya'daki kadar büyük
bir ilgi görmemiştir. Fransa'nın tarih boyunca izlemiş
olduğu siyasetten çok farklı olan bir felsefeye
muazzam bir ilgi duymamış
olması pek yadırganmamalıdır. İngiltere ve Amerika'dan sonra Mahan'ın fikirlerinin en fazla etki yaptığı ülke Almanya'dır. Mahan'ın kitabı Almanya'da çok kritik bir zamanda yayımlanmıştı. İmparator II. William, artık çok yaşlanmış olan Bismarck'ı
henüz azletmişti. Bunun başlıca sebebi Bismarck'ın
Almanya'nın bir kara gücü olarak kalması yolundaki ısrarlı tutumuydu. Genç Kayzer ise, denizaşırı
yayılma siyasetini benimsemişti. Yeni kurulmuş olan Alman deniz kuvvetleri bu siyasetin vazgeçilmez bir unsuruydu. İmparatorluğun
deniz kuvvetleri küçüktü, fakat sürekli olarak büyüyor ve gelişiyordu.
Almanya'da deniz gücünün ortaya çıkışı
İngiltere'deki gibi doğal olmamıştı. Almanya'da deniz kuvvetlerine karşı bir ilgi uyandırılması gerekmiştir. İki büyük
kampanya ile
on o
deniz kuvvetlerini popüler hale getirme çalışmaları başladı.;/
Mahan'ın kitaplarının bu kampanya için yararlıolacağı fark. edilmiş ve kitaplar
Almancaya çevrilmişti. Bu kampanyanın önderlerinden biri Ernst von Halle idi,
Mahan'ın doktrinlerini Alman tarihinden aldığı olaylara uygulayarak Ernst von
Halle de bir kitap yazdı. Alman halkına karlı ekonomik çıkarları korumak için
deniz gücüne sahip olmak yolunda sürekli propaganda yapıldı.
Fransa ve İngiltere'nin aksine Almanya'nın deniz tarihi yoktu. Bu
nedenle Alman subayları Mahan'ın stratejilerini hemen kabul ettiler. Mahan'ın
sömürgeler, denizaşırı ticaret ve deniz kuvvetlerinin birleşiminden doğan bir
deniz gücü önermiş olması sömürgeciliğe yeni ilgi duymaya başlamış olan bu
milleti fevkalade etkiledi. 1894 Mayısı'nda Kayzer bir arkadaşına yolladığı
mesajda şöyle diyordu:
"Albay Mahan'ın kitabını sadece okumuyorum... Ezberlemeye
çalışıyorum. Birinci sınıf bir eser ve her yönden bir klasik, kitaptan bütün
gemilerimde var..."
Alman deniz siyasetinin başlıca kişisi Alfred von Tir- pitz'di.
1897 yılından 1 Dünya Savaşı'na kadar Alman deniz kuvvetlerinin maddi, idari
ve ideolojik organizasyonundan Tirpitz sorumlu olmuştu. Mahan'ın yazılarını
okumuş ve benimsemişti. Mahan'ın Tirpitz'in programı ve siyaseti üzerindeki
etkisi açıktır. Tirpitz'e göre sadece dünyanın her kesiminde çıkarları olan bir
dünya gücü "Büyük Güç" olarak kabul edilebilirdi. Demek ki bir kara
gücü "Büyük Güç" olamazdı; deniz gücüne sahip olmak gerekliydi.
Düşman ticaretine karşı kullanılacak kruvazörlerden oluşan bir donanmaya
sahip olmanın bir anlamı yoktu. Muharebe gemilerinden oluşan bir donanma
gerekliydi. Tirpitz'in ilk yaptığı iş selefinin, kruvazörlerin sayısını
artırmayı öngören programını bir kenara iterek, muharebe gemilerinden oluşan
bir donanma kurulmasını önermek oldu.
Tirpitz için deniz gücü, muharebe gemisi demekti. Tirpitz
·
"deniz kuvvetlerinin politik önemi" üzerinde de duruyordu. Deniz kuvvetlerinin
devletin bir müttefik
olarak değerini artıracağına inanıyordu. Taraftar kazanmaya ve etkili olmaya
yarayacaktı.
(Goben ve Breslau isimli Alman zırhlılarının önce Marmara'ya girişi, sonra
da Osmanlı bahriyesi kıyafetleri giyerek, gidip Sivastopol'u topa
tutmaları
sonucu, bizim de Almanların yanında 1. Dünya Savaşı'na girmemiz gibi!) Hatıralarında, "Diğer Büyük Güçler için
değerli bir müttefiki
temsil eden deniz kuvvetleri, başka bir
deyişle
yetenekli bir muharebe donanması, iyi amaçla kullanıldığı takdirde diplomatlarımızın elinde kıtada gücümüzü pekiştirecek bir imkandır, "
diyordu. Değerli
müttefik fikri Tirpitz'in ünlü "tehlike"
teorisinin temelini oluşturur. Bu teorinin özü şöy- ledir:
"Alman
deniz kuvvetleri her düşman karşısında zafer kazanacak güçlü bir
hale getirilemeyeceğine
göre, en büyük deniz
gücü bile Alman deniz kuvvetlerini
imha edebilmek için
öyle büyük kayıplara uğramalıdır ki,
başka deniz kuvvetleri karşısında tehlikeye düşmelidir. Böyle bir tehlikeyi düşünmek bile
taarruza karşı
caydırıcı rol oynayacaktır. Tirpitz, İngiliz donanmasının, Alman donanması ile
savaşarak
denizlerdeki
hakimiyetini tehlikeye düşüreceğine, Almanlarla uzlaşma yoluna
gideceği
kanısındaydı. Fakat
1. Dünya
Savaşı'ndaki olaylar
Tirpitz'in teorisinin gerçekleşmesini engelledi. İngiliz- ler
Almanlarla uzlaşma yoluna gitmediği gibi,
Alman donanmasına
taarruz etmekten de çekinmediler.
Mahan'ın Almanya'yı büyük ölçüde etkilemiş olduğu
kesindir, ancak Almanlar Mahan'ı yanlış anlamışlardır. Mahan'ın
yazılarında coğrafi bakımdan Almanya'nın İngiltere'ye nazaran elverişsiz bir durumda olduğu belirtilmiştir. Almanlar Deniz gücünün özünü doğru olarak anlamış olsalardı, ancak İngiliz donanmasını yenecek büyüklükteki deniz kuvvetlerinin Almanya'yı Mahan'ın kastettiği anlamda bir deniz gücü haline
getirebileceğini
fark ederlerdi. Tirpitz'in
Almanya'nın konumu durumuyla karşı karşıya bulunduğu coğrafi
sorunları anlamış olduğu görülür. Ayrıca Tirpitz'in Mahan'ın bir ülkenin hem büyük bir deniz gücü hem de büyük bir kara gücü olma ümidine
kapılmaması gerektiğine ilişkin uyarısına da dikkat etmemiştir.
Savaştan sonraki yıllarda Alman deniz teorisyenleri deniz kuvvetlerinin savaşta daha etkin bir rol oynayamamasına yanlış deniz stratejisinin sebep olduğunu anlamışlardır. Ancak Tirpitz büyük bir prestij sahibi olduğundan hiç kimse onu açıktan eleştirme cesaretini gösterememiştir.
Fakat, Almanya'nın coğrafi konumuna daha uygun
olan yeni bir deniz teorisi doğrultusunda bir eğilim ortaya çıkmıştır. Son yıllarda Almanlar, denizaltılarla,
uçaklarla ve su üstü gemileriyle Fransız strateji uzmanlarının
geçmişteki uyguladığı "korsanvari
hareketler" tarzında
bir tutum benimsemişlerdir. Mahan'ın askeri düşünce üzerindeki etkisini tam anlayabilmek için, onun teorilerinin Alman jeopolitiğinin gelişmesinde oynadığı role de değinmek gerekir. Robert Strausz Hupe'ye göre Haushofer'in öğretilerinde Mahan'ın etkisi açıkça görülmektedir.
Jeopolitik eserlerin büyük bir bölümü kara ve deniz güçleri arasındaki
mücadele ile ilgilidir. Kara gücünü savunanlar, "İngiltere'nin
stratejik durumundan kaynaklanan zafiyetini"
ortaya çıkartmak
çabasındadırlar. Bundan dolayı İngiliz coğrafyacı Sir Halford Mackinder'in eserlerine eğilmişlerdir.
Mackinder
"Avrupa-Asya Kara Gücü" teorisini geliştirirken Mahan'ın deniz gücü teorisini eleştirmiştir.
Mahan'ın belirttiği ama onu izleyenlerin unutmuş olduğu deniz gücü için gerekli bazı niteliklere dikkat çekmiştir. İngiliz donanmasını güçlü kılan İngiltere'nin olduğu
kadaı; İngiltere'nin düşmanlarının da konumları olmuştur. Sadece ada olmak "deniz hakimiyetini" mümkün kılmaz. Mackinder ayrıca deniz üsleri ile kara gücü arasındaki
bağlantılar konusunu da ele almıştır.
Strausz Hupe, Alman jeopolitikçilerinin deniz tarihini
"ada
imparatorlukları
devrinin kesin olarak kapanmakta olduğunu, gelecekte kara gücünün önem kazanacağını" göstermek için incciemiş olduklarını öne sürer. Haushofer ve onu izleyenler,
demiryolunun ve mekanize kara savaşının stratejik
coğrafyada
meydana getirdiği değişiklikleri deniz gücünü savunanlardan daha çabuk anlamışlardır. Savaş kanıtlamadan çok
önce Hong-Kong ve Singapur'un dünyanın zayıf noktaları olduğunu
belirtmişlerdir. Kara
gücünün
süratle artan potansiyeli karşısında deniz gücünün dünya siyasetindeki etkinliğini kaybetmekte olduğunu ilk
denizaltı
dalmadan, ilk uçak havalanmadan
çok önce
anlamışlardır.
Alman
jeopolitikçileri
Mahan'a hayranlık duyduklarını sık sık
tekrarlamışlardır. Haushofer,
Mahan'ı
büyük bir dü- _şünür ve ABD'yi yücelten bir
"ulu kişi"
olarak nitelemiştir.
Doktrinleri
dünyanın
başlıca deniz güçlerine ışık tutmuş olan bir deniz subayının, kara gücüne ilham
kaynağı
teşkil etmiş olması tarihin
bir cilvesidir. Haushofer'in ve Hitler'in büyük stratejisi
başarıya
ulaşmış olsaydı, Mahan'ın düşündüğü deniz
gücü tarihten silinecekti.
Hava
Stratejisi
Douhet,
Mitchell
H
ava
gücü ile ilgili her tartışma doğal olarak uçuştan söz eder. Fakat şimdiye kadar
yapılmış
olan tartışmalar sadece uçakların varlığını ortaya koymakla kalmamış, belirli
nitelikleri bulunan, belirli nitelikteki uçakların varlığını da ortaya koymuştu.
Ulaşılan sonuçlar hep malzemenin niteliklerine dayanmıştır. Douhet ve diğerleri hava
gücünün
kullanılmasına ilişkin
teorilere önemli
katkılarda bulunmuşlardır. Fakat
Dou- het ve Mitchell'in adlarını işittiren en önemli tartışma, temel, doktrinin ne olup olmadığını ve kabul edilip edilmemesi konusunda yapılmıştır.
Temel
doktrin; sürat ve yükselme imkanı sayesinde uçağın kara
veya deniz sathındaki
her şeyi tahrip
etme gücüne sahip olduğunu ve
yerden gelecek etkin bir misillemeye karşı da
oldukça emniyet içinde bulunduğunu ileri sürer.
Bu
doktrinin doğru
olduğu kabul edilirse, askeri-teşkilat içinde hava kuvvetlerinin birinci
derecede rol oynadığını
kabul etmek ve bütün savaş planlarını hava kuvvetleri için en
elverişli,
düşman hava kuvvetleri için de
en elverişsiz
şartları hazırlayacak gibi
yapmak gerekir. Hava kuvvetlerinin yerdeki
kuvvetlere nazaran askeri teşkilat içindeki rolüne ilişkin anlaşmazlık,
uçağın kapasitesi hakkında bir
anlaşmazlığa
yol açmıştır. Hava
gücünden
yana olanlarla hava gücüne karşı
olanlar arasındaki görüş farkı, uçağın Stratejik ve taktik kullanımında değil, uçağın sahip olduğu temel güçten kaynaklanmıştır.
Hava gücünün üstünlüğünü savunanlar 1914-1918 Sa- vaşı'ndan kısa bir süre sonra bu konuda eserler vermeye başa lamışlardır. 1921 yılının Temmuz ayında ABD hava kuvvetleri eskiden Almanya'ya ait olan "Ostfriesland" adlı muharebe gemisini bombalayarak serbest düşmeli bombaların zırhlı gemileri batırabileceğini
kanıtlamıştır.
Fakat daha
Ostfriesland deneyi yapılmadan
önce de uçağın ne gibi sonuçlar yaratacağı anlaşılmıştı.
Romancılar ve bilimkurgu yazarları denizaltı konusunda olduğu gibi, uçak konusunda çok ciddi askeri düşünürlerden
önce eserler vermişlerdi. Onların eserleri askeri bilime
büyük bir katkıda
bulunmamıştır, ama onlar Douhet ve
Mitchell'den önce hava üstünlüğünün
yaratacağı sonuçları öngörmüşlerdir. H. G. Wells The War
In the Air (Hava Savaşları)
adlı eserinde, bugünkü savaşlarda tanık olunan çok daha sistematik ve tahripkar bir hava istilasını hayal etmişti. Bir tek hava gemisi Brooklyn Köprüsü'nü yıkıyordu: "Düşmanın ilk hava ziyaretinin sonra belediye sarayı, adliye binası ve postahane kapkara bir harabe yığını haline gelmişti."
Büyük güçlerin yeni yeni uçak sahibi olduğu 1909 yıllarında bu konuda eser veren askeri düşünürlerin de romancılardan pek farkı yoktu. "Savaşın
ilanından sonra büyük bir başkentte meydana gelecek heyecanı
gözünüzün öne getiriniz ve bütün bu heyecan ve telaş
arasında gökyüzünde aniden garip
cisimlerin görüldüğünü hayal ediniz. Hava gemileri ..."
"Savaşın ilanından önceki kritik durumda, bir
hava filosunu kıyılarımızdan 40-50 mil uzaklıkta
bulundurmaları mümkündür ve bir telsiz mesajı ile savaşın
ilanından itibaren iki saat içinde bu filo darbe indirebilir... Sheerness, Portsmo- uth ve Rosyth, hepsi hava hücumundan sonra kara ve deniz taarruzlarına karşı zayıf ve hassas olacaktır; hava filosunun
bir bölümü Londra, Midlands... ve diğer büyük ticari limanlara hücum edebilir... Alman hava filosu, Sheerness ve Port- smouth iibi iki yerde
deniz kuvvetlerimizi sakatlarsa, Alman deniz kuvvetlerinin hücumuna zemin hazırlarlar... ve deniz hücumu
savaşın son sahnesi olur."
Bu sözler 1. Dünya
Savaşı'ndan beş yıl önce yazılmıştı. O zamanki uçakların durumuna göre ileriye yönelik büyük bir kehanetti.
Bu konuda daha sonraları yazılmış başka bir eser de aynı
derecede korku vericidir:
Ün yapmış bir askerin uzman,
Thames Vadisi ile Ham- mersmith veya Gravesend arasına düşman filosunun yapacağı bir taarruzun yol açabileceği tahribatı şöyle anlatmıştı:
"İmparatorluğun kaderi, önceden tespit edilmiş noktalara bir düzine yangın
bombası atabilecek bir uçağa bağlıdır." "Bu sözlerden sadece bir gün sonra ünlü bir yapımcı düşmanın
Londra üzerine birkaç tonluk patlayıcı maddeyi nasıl
atabileceğini gösterdi... Savaşın başında Londra'nın böyle bir taarruza uğradığını
düşününüz: Sonuç ne olur? Borsayı, belli başlı
bankaları, büyük tren istasyonlarını ve ulaştırma vasıtalarımızın
tahrip edildiğini tasavvur ediniz. İmparatorluğun can damarına böyle bir darbe indirilmesi güçlü bir insana uyuşturucu verilmesine benzer; kasları güçlü, fakat beyni aciz bir
insan. "
Savaş tecrübesi geçirmiş kişilerin uçağı savunmaları hava gücüne daha fazla önem
kazandırdı. 1914-1918 Savaşı uçağın üstünlüğünü savunan ve yazılarıyla hava gücü doktrinine büyük
katkılarda bulunan iki kişiyi ön plana çıkardı.
Giulio Douhet ile
William Mitchell'in hayatları
insanı hayrete düşürecek kadar birbirine
benzemektedir. Her ikisi de Wright Kardeşler'in ilk uçuşundan çok önce, gençliklerinde orduya girmişlerdi.
Havacılığa yönelmeden önce her ikisi de mekanik
yeniliklerin askeri alanda nasıl kullanılabileceğini araştırmışlardı. Her ikisi de o zamanki askeri önderleri şid-
dede eleştirmişler ve bu yüzden askeri mahkemece cezalan^ dırılmışlardı. Her ikisinin de akıcı ve ilgi çeken bir yazı tarzı
vardı. Mitchell yazılarında daha ziyade halkı ikna etmeye çalışıyor,
Douhet ise profesyonel askeri okurlar için yazıyordu.
Giulio Dauhet 1869'da doğdu ve 1930'da öldü.
Orduya topçu subayı olarak katıldı. Motorlu araçların orduda kullanılmasını savundu. Düşük ısılarda gazlar konusunda bir araştırma yaptı
ve hava gücünün önemine ilişkin ilk yazısını 1909'da yazdı. 1915'te topyekun savaşı ve hava taarruzunun
sivil halkın moralini çökerteceğini
tahayyül ediyordu. Hükümet üyelerinden birine İtalyan
genelkurmayının siyasetini sert bir
dille eleştiren bir muhtıra
gönderdiği için 1916'da askeri
mahkemece yargılanarak bir yıl süreyle hapis cezasına
çarptırıldı. Fakat askeri
mahkemenin kararı 1918'de resmen bozuldu. Şubat 1920' de yeniden göreve çağrıldı ve merkezi havacılık
bürosunun başına geçti. 1921'de general rütbesine yükseldi. Hava gücü konusundaki ilk ciddi yazılarını o yıl yazdı. Faşistlerin Roma üzerine
yaptıkları yürüyüşten hemen sonra havacılık bakanı seçildi. Fakat yazı yazmak amacıyla
bakanlıktan ayrıldı.
William Mitchell,
Douhet'ten on yıl sonra doğdu ve altı yıl fazla yaşadı; 1898'de piyade subayı
oldu ve çok kısa bir süre sonra muhabere sınıfına
geçti. Genç bir subay olarak Alaska'da görev yaptı, burada Alaska telgraf hattının büyük bir bölümünü yaptırdı. Alaska'nın stratejik önemini fark etti. Telsizin ve motorlu ulaştırma araçlarının orduda kullanılmaya başlanmasında faal rol oynadı. ABD'nin 191?'de I. Dünya Savaşı'na girmesi üzerine bilimin daha yeni bir uygulaması olan hava kuvvetlerine
geçti. 1916'da uçmayı öğrenmiş
ve ABD savaşa girmeden önce Avrupa'ya gözlemci olarak yollamıştır. ABD Hava Kuvvetleri'nde sürekli olarak yükseldi. Savaştan sonra müttefik ve düşman
ülkelerinin havacılık durumunu araştırmak amacıyla Avrupa'nın
başlıca ülkelerini dolaştı. Tuğgeneral rütbesi ile hava hizmetleri başkan yardım- o o n 332
cılığına atandı ve 1921'den 1925'e
kadar bu görevde kaldı. Kara ve deniz kuvvetlerinden ayrı, birleşik bir hava kuvvetleri kurulmasını ısrarla savundu.
Savaş ve bahriye bakanlıklarınca (II. Dünya Savaşı'ndan
sonra bütün ülkeler "Savaş Bakanlığı" adını "Savunma Bakanlığı"
olarak değiştirerek, akıllarınca savaşı yumuşattılar!) izlenen . siyaseti eleştirerek bu bakanlıkları beceriksizlik, ihmalkarlık
ve milli güvenliği kötü yönetmekle suçladı. Savaş ve bahriye bakanlıklarınca
kongreye yollanan subayların ve temsilcilerin hemen hemen her zaman havacılık konusunda eksik, yanıltıcı ve yalan bilgiler verdiklerini söyledi. 1925 sonbaharında askeri mahkemece yargılandı ve suçlu bulunarak beş yıl süreyle
rütbesi iptal edildi. 1 Şubat 1926'da ordudan ayrıldı. Bundan sonra hayatının
geri kalan on yılını konferanslar vererek,
yazarak ve birleşik bir hava kuvveti kurulması için girişimlerde bulunarak geçirdi.
General Mitchell, istifasından önceki altı yıl boyunca Amerikan askeri teşkilatında hava gücünün daha büyük ölçüde benimsenmesi için
açılmış olan bir kampanyanın önderi olmuştur.
İstifasından sonra onun adı bu kampanyanın
sembolü haline geldi ve hala da sembolü olmaya devam etmektedir.
Hava gücü Douhet'in dikkatini 1909'da çekmişti. Daha o zaman Douhet,
hava gücünün askeri stratejide devrim yaratacak kadar önemli olduğunu anlamıştı. Fakat bu konudaki fikirlerini ayrıntılı olarak 1921'de yayımlanan ilk kitabında ortaya koymuştur. Altı
yıl sonra aynı eseri tekrar gözden geçirerek daha anlaşılır hale getirdi. Douhet çeşitli askeri ve havacılık dergilerinde seri halinde uzun makaleler yazdı. Bunlar arasında en tanınmış ve sık sık
yayımlanmış olanı Almanya ile Fransa arasında meydana gelecek hayali bir savaşla ilgili olanıdır.
"Douhet'in
teorisi"nden sık
sık bahsedilmeye başlanmıştı; fakat eserinin tümü ancak ölümünden sonra diğer dillere
çevrildi ve
İtalya
dışındaki okuyuculara ulaşabildi. Kitabının büyük bir kısmı Fransa'da
1939 yılında
yayımlandı. 1933'te
İngilizceye
çevrilerek ABD kara ve hava kuvvetlerine mensup
subaylara verildi. Bir İngiliz askeri
dergisinde de pasajlar halinde yayımlandı. Almancaya 1935'te çevrildi. 1942
sonlarında
Douhet'in askeri yazılarının tam çevirisi yapılarak tüm ilgililere dağıtıldı. Douhet'in kendi eserlerinin yanı sıra gözlemleri ve muhaliflerin eleştirileriyle ilgili fikirlerini kapsayan yazıları da
vardır.
Douhet'in
teorisinin ana hatları
şunlardır:
Uçak büyük potansiyeli olan bir taarruz vasıtasıdır. Uçağa karşı etkin bir savunma yapmak mümkün değildir.
Kalabalık merkezlerin
bombalanması
sivil halkın moralini çökertir.
Savaşta iyi
bir savunmayapabilmek için hava
hakimiyetini ele geçirmek
gerekli ve yeterlidir.
Savaşta hava
taarruzunun ilk hedefleri askeri tesisler değil, yerdeki
kuvvetlerden uzakta bulunan sanayi ve endüstri merkezleri
ile kalabalık
merkezler olmalıdır.
Özellikle düşmanla havada savaşılmamalı, öncelikle yerdeki tesisleri ve ikmal maddesi sağlayan fabrikaları tahrip edilmelidir.
Yerdeki
kuvvetlerin rolü savunma olmalıdır; bu kuvvetler
bir cepheyi tutmak, düşmanın yerde
ilerlemesini önlemek;
ulaştırmanın, fabrikaların, hava
kuvvetleri tesislerinin düşmanın eline
geçmesine
mani olmak için gayret
sarf etmeli; bu arada hava kuvvetleri düşmanın ordu
ikame ettirme kapasitesini ve düşman halkının dayanma gücünü felce
uğratmak
için taarruzı hava
harekatında
bulunmalıdır.
Bombardıman yapan ve aynı zamanda
kendini savuna- bilen veya muharebenin amacına göre bombardıman ile savunmada kullanılabilen muharebe uçağı hava
kuvvetlerinin temel teçhizatı olmalıdır.
Douhet'in
"hava hakimiyetine" ilişkin görüşünün doğru
olduğu günümüzde kesinlik kazanmıştır. Bir devlet düşmanına
istediği zaman havadan taarruz edebilirse
ve böyle bir taarruzla -karşı
savunma yok edilmişse, hava gücü bulunmayan ve hava gücüne,
taarruzlarına karşı savunma yapamayan devlet karşısında, hava gücünü rahatça kullanan devletin zafer kazanması kaçınılmazdır. Fakat bu seviyede bir
hava hakimiyeti kurabilmek Douhet'in öngörmüş olduğundan çok daha zordur. Düşmanın gerek hava savunması, gerekse uçaksavarları, en azından taarruz kuvvetinin rahatça hareket etmesini
engelleyecek kadar etkin olmaya devam edecektir.
Douhet'in en isabetli görüşü onun askeri hedeflerden ziyade siyasi hedefler üzerindeki ısrarıdır. Ancak, bu onun ortaya attığı yeni bir fikir değildir.
1914 yılından önce yayımlanmış olan kitaplarda
sanayinin havadan yok edilmesine ilişkin fikirler vardı, fakat sınai hedefler üzerine hava taarruzu yapılmasını
askeri doktrinin esası haline ilk kez getiren Douhet'ti.
Sınai hedeflere ve düşmanın hava üslerine taarruz edilmesi fikri zamanla kuvvet kazandı; fakat sivil halkın moralinin çökertilmesi fikri uzun yıllar benimsenmedi.
Tabii ki insan ancak
bir noktaya kadar dayanır,
fakat olaylar insanların Douthet'in sandığı kadar çabuk çabuk yılmadıklarını
göstermiştir. Douhet'in görüşleri:
"Bu noktada bir
hususu vurgulamak isterim ki, bu tür hava taarruzlarının moral üzerindeki etkisi maddi olmaktan ziyade savaşın sevk ve idaresi üzerinde görülür. Örneğin büyük bir şehrin merkezine bir tek bombardıman uçağının taarruz ettiğini ve sivil halk arasında
neler olacağını tasavvur ediniz. Şahsen, bunun feci sonuçlar
doğuracağından şüphem yok."
"Bir gün içinde, bir şehrin başına gelen; on, yirmi, elli şehrin başına gelebilir. Telgraf,
telefon, telsiz olmadan da haberler çabuk yayılır. Size soruyorum, hava taarruzuna uğramamış fakat uğraması mümkün olan diğer
şehirlerde yaşayan sivil halkın üzerinde ne etki yapacaktır.
Böyle bir tehdit
altında hangi sivil kamu
hizmetinin ve üretiminin
devamını sağlayabilecek ve düzeni muhafaza edebilecektir? Düzen muhafaza edilmiş ve işler yapılıyor
gibi görünse bile, bir tek düşman uçağının görülmesi halkın
paniğe kapılmasına yetmeyecek midir? Kısacası, sürekli bir ölüm ve felaket kabusu içinde normal hayatın devam etmesi mümkün
olmayacaktır. Ve ikinci gün de başka on, yirmi veya elli şehre bombardıman olursa bu şaşkın, paniğe kapılmış insanların... böylece kaçmalarını
kim önleyebilecektir?"
"Havadan böylesine amansızca darbelere maruz kalan bir ülkenin sosyal yapısı tamamen çöker. Kısa bir süre sonra halk, bu korku ve ıstıraptan kurtulmak için savaşa son verilmesini isteyecektir. Bütün
bunlar daha kara ve deniz kuvvetleri seferberlik yapmak için zaman bulamadan olup
bitecektir."
Douhet şehirlerin ve sınai merkezlerinin havadan uğrayacağı tahribatı matematiksel bir yaklaşımla hesaplamıştı. Yirmi ton bomba "çapı
500 m olan bir dairenin içindeki her şeyi tamamen tahrip etmek" için yeterliydi. Douhet şöyle bir soru soruyordu:
"Londra gibi büyük bir şehrin merkezinde 500 m çapında bir, iki veya dört alan tahrip edilmişse
ne olur?"
Douhet, 100 bombardıman uçağı ile her gün bu tür 50 alanın tahrip edileceğini
hesaplıyordu. Douhet'in hesaplarıyla 1940-1941 'in uygulamaları
arasındaki önemli fark, Douhet'in sağlam inşa edilmiş büyük binalar üzerinde bombanın
yapacağı tahribatı iyi hesaplayamamış olmasından
kaynaklanır. Bombanın küçük evler gibi hafif
binalar üzerindeki etkisi Douhet'in hesaplarına aşağı yukarı uymuştur. Fakat tuğla, beton ve çelik karkasla inşa edilmiş olan dayanıklı binalar üzerine atılan
bombaların etkisi az olmuştur. Hafif binalar üzerine
atılan bombaların da Douhet'in hesabına uyması için bir dama tahtası üzerine
tamamen eşit mesafelerle atılması gerekirdi.
Douhet, yangın bombasının bir rol oynayacağını
düşünmekte haklıydı. Uygulamalar henüz gaz bombalarıyla ilgili
. görüşünü doğrulamamıştır. Yeri gelmişken, Douhet'in bu silahların
sınırlandırılmasına ilişkin müzakerelere pek önem vermemiş olduğunu belirtmek gerekir. Douhet'in kitabında yaratn:uş olduğu karakterlerden biri şöyle der: "İnsanın
kendisini ve milletini koruma içgüdüsü karşısında, bir anlaşma
değerini yitirir, her insani duygu
kaybolur. Düşünülecek tek şey, ölmemek
için öldürmektir." Douhet yerdeki
kuvvetlerin savunma ile yükümlü olduğunu belirtmiştir, ancak hava kuvvetleri daha etkin kullanılabildiği
takdirde, olaylar o kadar çabuk gelişecektir ki düşmanın yerdeki kuvvetleriyle oyalanmak için pek fazla mukavemete gerek kalmayacaktır. Dou- het gelecekteki savaşı anlatırken Fransa'nın dört
şehrinin bir saat süren bombardımandan sonra "alev yığınına dönmüş" olduğunu ve ilk düşman taarruzundan 36 saat geçtikten sonra da ortalığın barış çığlıklarıyla
çınlayacağını yazıyordu. Süratle zafere ulaşma fikrini ilk ortaya atan Douhet olmuştu, sonradan yazarlar bu
fikre çok rağbet ettiler. Ve bu yazarlar 1939'da başlayan savaşın sonucunun çarpışmalar başladıktan birkaç gün sonra belli olacağını
yazdılar!..
Douhet bir teknisyen
ve bilimadamıydı, fakat uçak mühendisliği
konusunda pek bilgi sahibi değildi. Bu konuyu işleyen diğer pek çok yazar gibi o da uçağın
çok daha ucuz ve basit bir alet olduğunu sanıyordu. Uçağın teçhizatı
üzerinde kolayca yapılacak birkaç değişiklikle uçağın
görevlerinin değişebileceğini düşjinüyordu. Daha önce sözü edilen ve onun teorisinin bir parçasını oluşturan "muharebe uçağı" için şöyle düşünmüştü:
Uçak o şekilde yapılmalıdır ki, taarruz ve savunma görevlerinden biri için bomba veya yakıt birbirinin yerini almalıdır. Böylece bir şeyi gerçekleştirmek onun zamanında
olduğu kadar, şimdi de mümkün değildir. Douhet av uçağına karşı
değildi; fakat bu uçakların da bombardıman
uçaklarının nite-liklerine sahip olması gerektiğini ileri sürüyordu. Savaşmaktan
başka işe yaramayacak makineler yapmak ekonomik olmayacaktı.
-> ->-7
Havacılık tecrübesi olan bazı subaylar da 1939'dan ön^ ceki yıllarda av uçaklarının
önemini gitgide kaybedeceği görüşünü
paylaşıyorlardı, ancak onlar başka nedenleiden ötürü
bu görüşü benimsiyorlardı ve tek kişilik avcı uçakları üç yıllık
savaş tecrübesinde hala birinci derecede önemli olduğunu · göstermişti. 1942 ve 1943'te Amerikan bombardıman uçaklarının Batı Avrupa'daki av uçaklarının yoğun taarruzundan büyük
kayıplar vermeden kurtulmaları Douhet'in düşüncelerini bir dereceye kadar haklı çıkarabilir, fakat o zamandan bu konuların yazıldığı zamana kadar geçen
sürede elde edilen tecrübeler bu konuda henüz kesin bir sonuca varılmasını mümkün kılmamıştır. Douhet daha da ileri giderek uçakların hem askeri hem de sivil
işlerde
kullanılmasını öngörüyordu. "Askeri ve sivil havacılar arasında anlaşma
sağlanırsa, sivil uçaklar ihtiyaç halinde askeri uçak
haline getirilebilirdi." "Bu tür uçağın ne askeri amaçlar ne de sivil amaçlar
için ideal nitelikte olmayacağını kabul ediyor fakat şöyle diyordu: "İki uçak arasında bir orta yol bulmak her zaman gerekecektir. Savaş kitlelerle yapılır ve kitleler vasat kişilerden oluşur. Hava kuvvetlerinin 4
sivil uçaklara
benzeyen, vasat nitelikteki uçaklara ihtiyacı vardır."
1927'den sonra Douhet bu konudaki görüşlerini değiştirdi ve daha
sonraki yazılarında bu uçakların tali görevler için ihtiyatta bulundurulması
fikrini savundu.
Douhet'in savaşın kitlelerle yapıldığı ve sivil uçakların da
ihtiyaç duyulduğunda askeri uçak haline getirilmesi yolundaki görüşleri onun
hava harekatının fazla sayıda insanı ve teçhizatı gerektirmeyeceği yolundaki
genel görüşü ile çelişkili görünmektedir. Douhet genel olarak şunları
savunuyordu:
"Yüzlerce ve yüzlerce ton bomba atabilecek bir hava filosu inşa etmek kolaydır. Bombaları
imal etmek için ne özel madenlere ihtiyaç vardır ne de çok teferruatlı bir
çalışmaya."
"Özellikle savaşın ilk safhasında, hava hakimiyetini ele
geçirecek kadar bir hava kuvveti sadece belirli sayıda sila-
hı, personeli ve az miktarda
mali imkanı gerektirir. Böyle
bir kuvvet muhtemelen muhaliflerin dikkatini çekmeden teşkilat- landırıbbilir. " Douhet gelecekteki savaşı anlatırken Almanların sadece 1500 bombardıman uçağına sahip olduğunu hayal etmiştir. Bu uçakların 100 adedi ağır
bombardıman uçağıdır. Hayali savaşın ilk gününde verilen zayiat miktarı
tüm filonun üçte biridir, fakat
Almanlar yine de Fransız
av uçaklarını yok etmişlerdir. Sonradan meydana gelen olaylar da Almanların inisiyatifindedir.
Muzaffer hava filosunun ilk günde üçte bir kayıp vermesi ilginçtir. Douhet ihtiyat kuvvetlerini hiçbir zaman önemsememiştir.
Bazı kuvvetleri ihtiyat
olarak bulundurmak ona göre savunma siyasetinin bir
belirtisidir. Douhet, hem daha masraflı hem de düşman üslerini ve kaynaklarını hemen tahrip etmede taarruzdan daha etkisiz olduğu için savunmaya şiddetle karşıydı.
Taarruzun değerini savunurken, savunma tedbirlerinde de birtakım teknik gelişmeler yapılabileceği üzerinde
hiç durmadı. Özellikle, telsiz kestirmelerinin
büyük önemini
öngörmedi ve av uçaklarının düşman bombardıman
uçaklarını önlemelerinin bir şans işi olduğunu düşündü. Uçaksavar
için de şöyle diyordu: "Uçaklara karşı top kullanılması
boşu boşuna enerji ve kaynak kaybıdır." Hava savunmasına
ilişkin görüşü de pek farklı değildi: "1915-1918'de etkin olarak yürütülen her hava taarruzu
hedefine ulaştı."
Teknik gelişmeler konusunda Douhet'in en fazla yanılmış olduğu husus, askeri uçaklarda süratin önemini küçümsemiş
olmasıdır. Süratten arzu edilebilecek bir
nitelik olarak söz etmiş, fakat sık sık bunun pek önemli
olmadığını tekrarlamıştır.
"Bombardıman uçağı olsun, muharebe uçağı olsun, bunlar için orta derecede bir sürat yeterlidir. Sürat üzerinde durul- mamalıdır, teknik gelişmeler sonunda saatte 10-20 mil daha süratli giden uçaklar üretilmesinin pek önemi
olmayacaktır.
Douhet bazen de teknik
gerçekleri
yanlış değerlendirmiştir. Örneğin yükseliş arttıkça, uçuş için
gerekli asgari gücün azalacağını; çok büyük bir uçağın ancak yüzeylerde iniş
ve kalkış yapabileceğini söylemiştir.
Hava kuvvetlerinin büyük gücünden yararlanmak için
harekatı nasıl sevk ve idare edileceğinden başka, Douhet'in askeri teşkilata ve genel siyasete ilişkin fikirleri de vardır.
Kara, deniz ve hava teşkilatlarının birleştirilmesini
savunmuştur. 1918'den birkaç yıl sonra "topyekun savaştan" söz etmeye başladı. 1921'de şöyle
yazıyordu: "Toplumun yapısı, savaşı topyekun hale sokmuştur;
şöyle ki, bütün halk ve kaynaklar savaş çarkı
içine girmiştir."
"Kara savaşı, deniz savaşı ve hava savaşı için teoriler var... fakat bir savaş teorisi pek
bilinmiyor." D ouhet milli savunmanın bir bakanlık tarafından yürütülmesini talep ediyordu. 1927 yılında Roma'da böyle bir bakanlığın
kurulduğunu görmek mutluluğuna erişti.
Douhet'in yazıları fevkalade etkili olmuştu. Tecrübeler onun fikirlerinin pek çoğunun doğru olduğunu gösterdi. Fakat bazı fikirlerinin de çok iyimser ve hatalı olduğu ortaya çıktı. Son savaş, bazı
görüşlerinin doğru olmadığını kanıtladı; yine de şimdiye kadar meydana gelen gelişmeler onun uçak dizaynı haricindeki görüşlerine
uygun oldu. Gelecek savaşlarda kullanılacak
uçakların niteliklerinde yanıldı; fakat kullanış
şekillerinde yanılmadı. Küçük bir alanı yoğun biçimde bombalamak, sınai
hedefleri seçmek ve kendini savunabilecek büyük
bombardıman uçakları inşa etmek (av uçaklarını terk edecek derecede Douhet'in önerilerine uymasa da) artık olağandır, fakat o zamanların, 1920'lerin ve 1930'ların
denemelerine en büyük katkı onun fikirleri yapmıştır.
Albay P. Va- uthier gibi çok büyük hava savaşlarına katılmış
bir subayın, onun eserlerini ayrıntılı bir şekilde tahlil ettiğinde;
yazısının önsözünde şu ifadeler vardı:
"Douhet'in eseri
bitmez tükenmez bir düşünce
kaynağı-
dır... Yaratmış olduğu önemli doktrin geleceğin
olaylarını son derece etkileyebilir. "
Bu sôzler, herhangi
birine değil, Mareşal Petain'e aitti. Bombardıman
uçakları yerden veya havadan gelecek misillemelerden tamamen korunmuş
değildir, fakat 20 yıl öncesine nazaran daha az hassastır. Dollhet'in zamanında milli savunmayı planlayanlar o zamanki silahları göz önüne almak zorundaydılar. Bu bakımdan Douhet'in teorileri geleceğe dönüktü, bu teorilerin o
zamanki vasıtalarla
uygulanması şimdi olduğundan daha zordu. Bazı kimseler onun bombanın
tahripkar etkisinin halkın moralini çökerteceği
yolundaki fikirlerini mübalağalı bulmuştu. 1939'dan sonra edinilen tecrübeler bu konuda Douhet'i eleştirenleri haklı çıkarmıştır. Yine de genel olarak zaman Douhet'in lehine işlemektedir.
Douhet'in teorileri İtalyan siyasetinin temel taşı oldu. Bu teoriler Avrupa'nın diğer hiçbir ülkesinde bu derece benimsenmedi. Hava kuvvetleriyle 1938'den itibaren Avrupa'yı titretmiş olan Almanya, yerdeki düşmana hava kuvvetlerini ve üslerini tahrip ederek
Douhet'in izinden yürüdü,
fakat bir noktada onun teorisinden ayrıldı, ağır bombardıman uçakları yerine hafif uçaklar
kullandı; yerdeki ve havadaki kuvvetler sürekli
işbirliği yaptılar. Alman hava kuvvetleri
Douhet'in teorisine en fazla 1940'da İngiltere üzerinde yaklaştı, fakat başarıya ulaşamadı. Almanlar bu harekatı
daha büyük çaplı ve daha uzun süreli yapmış olsalardı taarruz şüphesiz başarıya
ulaşırdı.
Uçaklar ve silahlar evrim geçirdi. Eğer Almanlar Dou- het'in doktrinini tam uygulayıp; tanklara, toplara,
denizal- tılara ve gemilere, tahsis ettikleri malzeme ve insan gücünü büyük bir uçak sanayi kurmak ve daha büyük hava kuvvetine sahip
olmak için tahsis etselerdi, onlar için daha mı iyi olurdu acaba?
General Mitchell'in
faaliyetleri hemen hemen Douhet'in faaliyetleriyle aynı zamana rastlar, pek çok ortak yanla-
rı vardır; onların ortak görüşlerinin daha ziyade Douhet'in görüşleri olarak tanımlanmasının sebebi biraz şans,
biraz da Douhet'in daha anlaşılır bir dilde yazmış olması ve ABD'ye nazaran Avrupa'da askeri etütlere daha büyük ilgi duyulma- sındandır.
Fakat kişilik bakımdan ikisi birbirinden çok farklıydı. Mitchell hem yazılarıyla hem de konuşmalarıyla hava kuvvetlerini şiddetle savunuyor, muhaliflere sabır göstermiyor, onları aptalca
reaksiyonerler, körü
körüne bencil ve namussuz olmakla suçluyordu. Muhalifler de kendisine aynı şekilde cevap verince anlaşmazlık büyüyordu. Douhet ise sakin bir araştırmacı ve gerçeği arayan kişi olarak hareket ediyor ve şöyle diyordu: "Savaşta hangi kuvvetlerin birinci derecede rol oynayacağım saptamak ne bana, ne
General Basitico'ya ne de başkasına düşer, şayet bir kuvvet diğerinden üstünse bu kişiler böyle istediği
için değil, gerçekler böyle gösterdiği içindir. Gelecekte savaşın kaderini hava kuvvetleri tayin ederse, bu benim yaptığım bir iş
olmayacaktır. Bundan dolayı ne övünmeyi hak edeceğim ne de suçlanmayı."
Douhet kadar kuvvetle
olmasa da, Mitchell de düşmanın ekonomik ve sanayi
merkezlerine taarruz etmenin önemine inanıyor. Pek fazla bombardımana gerek kalmadan sivil ve sınai faaliyetlerin felce uğratılabileceği kanısındaydı. ABD'nin büyük şehirleri
üzerine yapılabilecek bir düşman taarruzundan söz ederken şöyle diyordu: "Bu şehirlerdeki her evi yerle bir
etmek gereksizdir. Sivil halkı normal görevlerini yerine getiremeyecek şekilde uzaklaştırmak yeterlidir. Birkaç gaz bombası bunu yapar."
1940 ve 1941'de
Londra'ya binlerce ton bomba atıldı, fakat şehirde hayat devam etti ve binalardan çok azı kullanılmayacak hale geldi.
"Gelecekte, bir şehrin hava kuvvetlerince bombalanma tehdidi bile o şehrin boşaltılmasına ve fabrikaların
durmasına yol açacaktır. Devamlı bir zafer kazanmak için düşman
milletin savaşma gücü yok edilmelidir. Bu fabrikaların, ulaştırma vasıtalarının, yiyecek üreticilerinin,
hatta çiftliklerin, yakıt stoklarının, insanların yaşadığı yerlerin ve çalıştıkları
mekanların yok edilmesi demektir. Düşman ülkenin can damarına
yönelik faaliyet gösterecek bir uçak bunu inanılmayacak kadar kısa bir süre içinde
gerçekleştirecektir."
"Hayati
merkezlere ulaşabilen ve buraları etkisiz hale ge- . tirebilen veya tahrip edebilen bir hava gücünün ortaya çıkması, eski savaşma sistemlerine yepyeni bir çehre kazandırmıştır. Savaş alanında düşman ordusunun yanlış hedef olduğu ve esas hedeflerin hayati merkezleri olduğu artık anlaşılmıştır... Havadan yapılan savaş süratle sonuca ulaştıracaktır.
Üstün hava gücü, karşıt ülkede öylesine bir tahribata yol açacaktır ki... uzun süre savaşmak
mümkün olmayacaktır."
Mitchell, 1918'den
sonra yazdığı
yazılarında hava ve yer kuvvetleri arasında işbirliği yapılması
üzerinde durmuştur. Fakat zamanla yer
kuvvetlerini ikinci plana atmış ve uçağın teknik kapasitesine daha fazla önem vermiştir. Yerdeki düşman kuvvetlerinin imha edilmesi için hava gücü kullanılmasını her zaman savunmuştur.
Ülkeyi ve kaynakları tahrip ederken yer
kuvvetlerini hiç önemsemeyen
Hauhet'ten bu yönden ayrılır. Bu görüş farkının nedeni bu iki düşünürün
uyruklarının farklı olması ve değişik coğrafi görüşlere sahip bulunmalarındandır.
Uçağın su üstü gemilerini görev yapamaz hale getirmesi, Mitchell'in en güvendiği hususlardan biriydi.
"Bu bomba geminin
birkaç yüz fit yakınına
düştüğü takdirde, su altındaki etkisi o kadar büyük
olacaktır ki geminin altında bir oyuk açılmasına ve geminin batmasına yol açacaktır."
II. Dünya Savaşı'nda birçok gemi hava taarruzlarıyla batırılmıştır, fakat bu Mitchell'in söylediği gibi çok kolay olmamıştır.
"Ortaçağda zırh giymiş şövalyelerin savaşı sevk ve idare etmiş
olduğu gibi gelecekte de savaşları özel bir sınıf, hava
kuvvetleri idare
edecektir. Olağanüstü hal ilan edildiği zaman bütün halkın
değil, sadece milli savunmanın en güçlji silahına yetecek kadar kişiyi
göreve çağırmak yeterlidir. "
Tecrübeli bir askeri pilot olması nedeniyle General Mitc- hell taktik sorunları Douhet'ten daha iyi
biliyordu.
Mitchell mevcut taktik
yöntemlere kendi buhışlarını da ekledi. Düşmanın geri hatlarına
paraşüt birlikleri indirilmesine ilişkin önerisi
1918'de plan haline geldi. (Bu fikir, taktik alanda
icat edilmiş çok
doğru bir stratejidir.)
Mitchell, Douhet'in hatasına düşmedi ve çok maksatlı
uçağı savunmadı. Düşman hava kuvvetleriyle
havada karşılaşıldığında
av uçaklarının onun savaş planında önemli bir yeri vardı. "Hava taarruzuna karşın tek etkin savunmanın düşman hava kuvvetlerini hava muharebesinde yok etmek olduğu Avrupa savaşında
kanıtlandı" diye yazıyordu.
Harekatın ayrıntıları ve teknik konular bakımından Mitchell, Douhet'ten daha fazla bilgi sahibi idi. Fakat yakın gelecekte kaydedilecek ilerlemeler konusunda çok iyimser davranmış, hatta o zamanki imkanlar hakkında da mübalağalı görüşleri olmuştu.
Örneğin şöyle yazıyordu: "Artık bir depo yakıtla dünya çevresini kısa süre
içinde dolaşabileceğimizi kesinlikle söyleyebilirim." Bu sözleri yıllar
önce söylemişti, ama görüşü hala gerçekleşmekten
uzaktır.
Bu iki düşünür arasındaki fark coğrafi görüşlerinden
kaynaklanıyordu. .
Douhet bir İtalyan olarak yazıyordu ve teorilerini İtalya'da uygulayarak deniyordu. İtalya'nın başlıca potansiyel düşmanları havadan çok çabuk
ulaşılabilecek bir mesafede bulunuyorlardı. Kara sınırlarında
dağların bulunması ise taarruzun süratle
gelişmesini engelliyordu.
"Tabii ben ilk önce bizim durumumuzu ve İtalya ile muhtemel düşmanları arasında çıkabilecek bir savaş ihtimalini düşünürüm. Teorilerimin özünde
bu düşüncelerin yattığını kabul ediyorum ve bu
nedenle teorilerinin bütün ülkeler için
geçerli olduğu düşünülmemelidir. Japonya ile ABD arasındaki
bir savaşı düşünüyor olsaydım, aynı sonuçlara varamazdım. Bütün ülkeler
için geçerli genel bir zafer reçetesi hazırlamak benim için mümkün
değildir. Benim amacım, ülkemizin gelecekteki muhtemel bir savaşa
hazırlanması için en iyi ve etkin yolu göstermektir."
Hava - gücünü savunan Amerikalıların pek çoğu ABD'nin kıta
savunmasına ilişkin yazılar yazıyorlardı, fakat Mitchell bu tür kısıtlı görüşleri hiçbir zaman benimsemedi. Hava gücünü dünya çevresinde düşünen ilk o oldu. Kıtalararası
ulaşımda artık hava yollarının kullanılmasını sürekli savundu. Grönland ve İzlanda
üzerinden geçen transatlantik yolunun değerini ısrarla anlatmaya çalıştı, bu yolun askeri amaçla
kullanılabileceğini, ABD ile Asya arasında Alaska ve Sibirya üzerinden veya Güneybatı Alaska ve Doğu Asya'daki adalar üzerinden ulaşım sağlanabileceğini ileri sürdü. Askeri hayatının daha başlangıcında
Alaska'yı Pasifik'te askeri üstünlük kurmanın anahtarı olarak gördü ve uçağın icat edilmesi ve kazanması onun bu inancını daha da güçlendirdi. General Mitchell, hava birliği başkan yardımcısı iken üç uçaktan oluşan bir filo ile dünyanın
çevresinde uçtu. Düşünmüş olduğu gibi adalar üzerinden Pasifik ve Atlantik'i geçti. Grönland ve İzlanda üzerinden ulaşım zamanımızın
güncel bir uygulaması haline geldi.
Mitchell'in öngördüğü pek çok şey
gerçekleşti. Diğerleri de ilerideki yıllarda gerçekleşecek. Fakat onun ufukta görmüş olduğu veya hemen gerçekleşebileceğini ümit ettiği teknik gelişmelerden pek çoğu, aradan uzun yıllar
geçmesine ve aralıksız olarak yoğun
çalışmalar yapılmasına rağmen gerçekleşememiştir. General Michell hem teknik hem de taktik konularda büyük bir hayal yeteneğine sahipti. Hayallerinin gerçekleşmesine
mani olan engeller karşısında sabırsızdı. Douhet'ten daha ileri görüşlüydü denilebilir, fakat kaydedilecek ilerlemelerin zamanı
hakkında çoğu kez fazla aceleciydi.
Bu yüzden bazı tara.ftarlarını kendinden uzaklaştırdı ve kendini de zor duruma düşürdü.
Alexander de Seversky
Rustu. 1. Dünya Savaşı
sırasında askeri pilottu ve mucitti. Uçak tasarımcısıydı ve kendi uçaklarını
büyük bir maharetle kullanıyordu. Hava gücü konusundaki fikirlerini Hava Kuvveti ile Zafer adlı bir kitapta topladı. Görüşleri Mitchell'in görüşlerine
çok benzer. Kitabının başında Mitchell'in izinden yürüdüğünü belirtir. Seversky'i bu konuda diğer düşünürlerden üstün kılan husus, onun uzun harekat yarıçapının hayati önemi üzerinde durması ve yarıçapı uzatma imkanlarını
göstermiş olmasıdır. O, hava gücünü Douhet'in öngörmüş olduğu
geniş yer teşkilatından; Mitchell'in öngörmüş olduğu Atlantik ve Pasifik'teki Arktik yollar üzerindeki adalardan kurtarmıştır.
Dünya çevresinde durmadan yapılacak uçuşlarla ilgili olarak şöyle
der: "Beş yıl içinde dünya çevresinde 25.000 mil yapmak kaçınılmaz olacaktır."
Seversky'nin haklı çıkabilmesi için alınması gereken bazı yollar vardır. Bir uçağın dünyanın
çevresinde hiç durmadan kendi imkanlarıyla
dolaşabilmesi ve tur atabilmesi için ağırlığının %75'inin yakıta, geri kalan %25'inin de motor ve askeri teçhizat ve taşınması gereken diğer unsurlara ayırması gerekmektedir.
Seversky gelecekte
menzilin hızla
uzayacağından şüphe etmiyordu; mevcut uçakların sınırlı menzillerinin yol açacağı sonuçları kabul etmenin çılgınlık olduğu kanısındaydı, bu önemli faktörü ihmal edecek olanların
başına bazı askeri felaketlerin geleceğine
inanıyordu.
Hitler'in hava
kuvvetleri yetersiz menzilin sıkıntısını çekmiştir.
"Bütün hava potansiyelini
direkt olarak düşmanın üzerine yöneltmek yerine ileri üslere
sahip olmak savurganlıktan başka bir şey değildir. Hava savaşının
mantığı göklerdeki savaşın anavatan topraklarından sevk ve idare edileceğini
keskinleştirmektedir..."
Kıyılardaki üslerden çok uzak mesafelerde
faaliyet gösterebilme imkanı uçak gemilerine duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracaktı. İleri üsler ve ara üsler kurmak ve idame ettirmek zahmetine katlanmadan "anavatan topraklarından" faaliyet göstermek fikrinin bedeli büyük
olmasaydı, her hava subayı bunu memnuniyetle kabul ederdi. Son 40 yıl içinde uçaklarda meydana gelen gelişmeler, böyle bir harekat yönteminin
çok pahalıya mal olacağını göstermektedir. Uçaklar, 6000 veya 8000 mil uzaktan bombardıman yapabilecek
kapasitedeyken bile yakın
üslerden taarruz etmek çok ekonomik olacaktır.
Tutucular, hava gücünü savunanların hep hayali silahlarla kazanmayı
önerdiklerini söylemişlerdir.
Bu suçlama Douhet için çok az geçerlidir, Mitchell için daha da az ve Seversky için Mitchell'den de azdır. Seversky'nin yazdığı
kitabın büyük bir bölümü geleceğe dönüktür. Geleceğin
savaşını şöyle anlatır:
"Pusulanın her yönünden, iki okyanusun üzerinden
ve iki kutuptan her biri ölüm saçan av uçaklarından
oluşan konvoylarla korunan dev bombardıman uçakları Amerika Birleşik Devletleri üzerine geliyor. Bu gökte
dretnotlarından binlerce var. Her biri
en azından 50 ton patlayıcı madde ve bir yığın
yangın bombası taşıyor... Mükemmel bir planlamaya uygun olarak istilacı
hava devleri büyük bir ülkenin can damarına
saldırıyor. Hata yapmadan hedeflerini
buluyorlar... Yaptıkları
tahribatı kelimelerle ifade etmek mümkün değil. New York, Detroit, Chicago ve San Francisco ilk 24 saatte birer moloz yığını haline geliyor. Hükümet
en kıymetli belgelerini bile kurtarmaya vakit
bulamadan Washington haritadan siliniyor."
Seversky'nin bu görüşleri henüz gerçekleşecek seviyeye gelmedi, fakat bu tür kehanetlerin hiç gerçekleşmeyeceğini düşünerek teselli bulmak da akıllıca bir davranış değildir. Bugün onun düşüncelerinin
gerçekleşme ihtimali eskisine nazaran daha da artmıştır. Silahlanma yarışı ve insanlık tarihi
ortada dururken ve
devam ederken bu tip kehanetlerin gerçekleşme ihtimali vardır. Askerler, kendi devirlerinin silahları ile savaşmaya her zaman haztr olmalıdırlar;
fakat teknik gelişmelerin yaratacağı sonuçlara hazır olacak gibi planları
da yapmalıdırlar.
Hava gücünü savunanların ve özellikle Douhet'in kitapları
şimdi ilk basıldıkları günden daha yararlıdır.
Savaş Sanatında Rönesans
Machiavelli
, , irçok kişi sivil ve askeri hayat kadar birbirine aykırı ve ters düşen başka bir şey olmadığı
kanısındadır. Ancak hükümetin tabiatını göz önüne
alırsak, bu ikisi arasında gayet sıkı ve yakın bir ilişki olduğunu
ve bunların birbiriyle sadece uyum
ve istikrar halinde değil,
mutlaka birbirine bağlı ve birleşmiş durumda olduklarını
görürüz." Machiavelli'nin Savaş Sanatı adlı kitabının
girişinde yer alan bu cümleler, onun askeri sorunlara olan ilgisini anlamak açısından bir ipucu verir. O, bu konulara bir askeri teknisyen olarak yaklaşmamıştır; askeri gücün politikada etkin rolünü gözlemiş ve bir devletin varlığının ve büyüklüğünün ancak askeri gücün
siyasi düzen içinde uygun yerini alması yoluyla sağlanacağı sonucuna varmıştır.
Niccolo Machiavelli:
(1469-1527) İtalyan
tarihçi, politika ve askerlik kuramcısı, oyun yazarı ve diplomat. Hukukçu
bir babanın oğlu olarak Floransa'da dünyaya geldi. Çok iyi bir eğitim aldı.
Bütün adayları geride bırakarak 1498 yılında Floransa Cumhuriyeti'nin sekreteri oldu. Söylevler-Ti- tus Livius'ım İlk On Kitabı Üzerine,
Prens, Adamotu, Savaş Sanatı, Castruccio Castrani'nin Yaşamı, Altın Eşek, Öykü ünlü yapıtlarıdır. Sayısız mektup ve makaleleri
de büyük önem
taşır.
Prens'te şöyle yazmıştır:
"İyi bir askeri kuvvetin olmadığı yerde iyi kanunlar olmaz ve iyi bir askeri kuvvetin olduğu yerde mutlaka iyi_ kanunlar vardır." Buna uygun olarak
Prens'te hükümdara,
iktidarı korumanın askeri kuvvete dayandığını aklından çıkarmamasını
öğütler: "Böylece, bir prensin savaş ve onun örgütlenmesi ve - disiplini dışında başka
hiçbir amacı ve düşüncesi veya üzerinde çalışacağı bir konu olmamalıdır."
Romalı tarihçi Titus Livius'un on
ciltlik eseri de aynı
sorunla ilgilidir. Bu eserin konusu Roma
askeri teşkilatı, siyasal yapısı ve Roma'nın dünya
gücü haline gelmesi arasındaki karşılıklı ilişkilerdir ve Roma tarihinden aldığı bu dersten Machiavelli
şu sonucu çıkarır: "Devletin temeli iyi bir askeri teşkilattır." Machiavelli'nin askeri
düşünür olarak ün kazandığı
büyük askeri ders kitabı Savaş Sanatı, askeri teşkilata ve taktiklere ilişkin
ayrıntılar üzerinde durmakla birlikte, bunların ötesine gider ve iyi bir askeri teşkilatın siyasal koşullarını ve sonuçlarını
tartışır. Askeri gücün siyasi hayattaki rolünü araştırmak Machiavelli'yi bir mıknatıs gibi çekmiştir.
Nasıl oldu da Machiavelli
askeri ve siyasi teşkilatlar
arasındaki ilişkilere yöneldi? Hayatı boyunca edindiği tecrübeler ona, askeri unsurun siyasi hayat üzerindeki etkilerinin gözlenmesi yolunda bir ders vermişti. Askeri mekanizmanın başarısızlığından
dolayı doğduğu şehrin özgürlüğünü kaybetmesine tanık olmuş;
İtalya'nın düşman ordularının egemenliği altına girdiğini görmüştür. Her şeye rağmen Machiavelli'nin bu konuya olan ilgisi, temelde onun üstün siyasi sezgilerinin bir ürünü; zamanının siyasi kaderini tayin
eden siyasi güçleri çok iyi anladığının bir belirtisidir. Çünkü, siyasi ve askeri teşkilatlar arasındaki ilişki, 14. ve 15. yüzyıllardaki devrimci hareketlerin temelinde yatmaktadır.
Askeri teşkilatta meydana gelen değişiklikler
ile siyasi kesimde ve toplumda
meydana gelen devrimci gelişmeler arasındaki bağı sadece zeki biri fark
edebilirdi. Alelade bir gözlemci için, askeri gelişmelerdeki sebep ve sonuç ilişkile-
350
ri olağandı. Barutun keşfinden ve ateşli
silahların ve topun icadından ötii.rü zırh önemini
yitirmiş görünüyor, şövalyelerin etkin rol oynadıkları ortaçağ askeri teşkilatının
yıkılması kaçınılmaz bir sonuç sayılıyordu. Eğer ateşli silahlar icat olunmasaydı,
şövalyelerin dünyası sürüp gidecekti. Askeri kuruluşların tarihi, bir devrin genel tarihinden soyutlanamaz. Ortaçağların askeri teşkilatı,
ortaçağ dünyasının ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiş ve ortaçağın sosyal yapısı
parçalandığı zaman çökmüştür. Gerek ekonomik ve gerekse manevi açıdan şövalye, ortaçağın bir kurumuydu. Tanrının günlük hiyerarşik düzenin bir parçası ve başı olarak görüldüğü bu toplumda, her makamın dini bir görevi yerine getirdiği
düşünülmekte ve dünyevi bütün işlere de dini bir kisve verilmekteydi. Şövalyelik müessesinin başlıca görevi ülke halkını korumak ve savunmaktı;
savaşmak suretiyle şövalye Tanrı'ya hizmet ediyordu. Şövalyeler derebeylerinin
emrindeydi; derebeyleri ise kilise tarafından dünyevi işleri yönetmek için görevlendirilmişlerdi. Ancak manevi-dini yönden ayrı olarak kul ve efendi arasındaki askeri ilişkinin hukuki-ekonomik bir yönü de bulunuyordu. Şövalyenin toprağı, yani tımarı, kendisinin efendisi olan derebeyi tarafından veriliyor ve bunu
kabul etmekle savaş zamanında
efendisine askeri hizmette bulunmayı da peşinen kabul etmiş oluyordu. Ortaçağların
tarıma dayalı yapısına ve derebeylik
sistemine uygun olarak bu, bir mala karşı hizmet takasıydı.
Savaşın, adaletin yerine
getirilmesi olduğunu ileri. süren dini kavram; askerlik hizmetinin sadece toprak sahibi şövalyelere verilmiş olması
ve orduyu bir arada turası bir ahlak- hukuk adabının varlığı: Ortaçağların askeri teşkilatını ve savaş usullerini tayin eden öğelerdi. Ortaçağ ordusu sadece savaş çıktığı zaman toplanabiliyor, kesin bir sefer amacıyla kurulan bu ordu sadece
sefer sürdüğü sürece bir arada tu- tulabiliyordu. Askerlik hizmetinin tamamen geçici nitelikte olması ve savaşçıların birbiriyle eşit rütbede
bulunması sıkı
bir disiplinin sağlanmasını zorlaştırıyordu. Muharebeler çoğu
zaman şövalyeler arasında teke tek mücadelelere "dönüşüyordu ve önderleri
arasında yapılan böyle teke tek mücadelenin sonucu da çoğunlukla muharebe sonucu üzerinde
etkin bir rol oynuyordu. Savaşlar dini ve ahlaki bir görevin yerine getirilmesini simgelediğinden,
savaş ve muharebelerin sabit kurallar ve belli bir adap içinde yapılması için kuvvetli bir eğilim mevcuttu.
Bu tür askeri teşkilat
ortaçağ sosyal sisteminin bir kurumu olduğundan bu sistemin temellerinde meydana gelen her değişiklik askeri sahaya da kaçınılmaz bir şekilde yansıyordu. Para ekonomisinin hızla yayılması ortaçağ toplumunun tarımsal bünyesini sarsınca, bu gelişme askeri müesseseler
üzerine de etkisini derhal göstermiştir. Bu yeni ekonomik gelişmeye önayak olanlara, ki onlar şehirler ve derebeyleriydi, askeri saha, yeni fırsatlardan yararlanmak için en uygun olandı.
Örneğin, hizmet yerine para kabul etmek
veya hizmetleri para ile mükafatlandırmak veya maaşa bağlamak gibi. Derebeyi askeri yükümlülüklerini
yerine getirmek arzusunda bulunmayanlardan karşılığında para kabul edilebilir ve öte yandan da muntazam maaş ödeme vaadiyle, ordusunda kalan şövalyeleri savaş dışında ve daha uzun süreli kendisine bağlı tutabilirdi. Böylece
kendisini tımarlı kullarına bağlı kalmaktan kurtararak devamlı
ve profesyonel bir ordunun temelini atabiliyordu.
Bu süreç, derebeyi ordusundan profesyonel orduya ve derebeylik yönetiminden bürokratik ve mutlakıyet
yönetimine geçen gayet yavaş bir süreçti. Doruğa
ancak 18. yüzyılda ulaşabildi. Bu değişikliği dile getiren ve Burgonyalı
Charles'in ordusundaki hayatı a_nlatan 15. yüzyıldan
bir şarkı bulunmaktadır. Charles, özellikle eski gelenekleri ve adetleri devam ettirerek yönetimini meşru kılmaya gayret gösteriyordu ve sonuç olarak da şövalyeliğin romantik bir şekilde
doğuşuna önayak olmuştu. Bu yüzden şarkıda "Şövalye, silahlar, asker ve kulun" tek düşüncesinin "maaşlarımız ne zaman ge-
lecek?"
olması daha da anlamlıdır. Burada şövalyeliğin parlak kisvesi arkasında, maddi menfaatler gerçeği yatmaktadır.
Fran5a,
Aragon veya İngiltere
gibi daha büyük kuvvetlerin ordularında, eski ve yeni unsurlar, derebeylik
kurumu ile profesyonellik karışmış durumda
idi. O devrin büyük para güçleri olan
İtalyan
şehirleri tamamen profesyonel askerlerine güveniyorlardı. 14. yüzyıldan beri
İtalya,
savaşı tamamen bir kazanç vasıtası olarak gören şövalyeler için "vaat edilmiş ülke" idi. Ücretli askerler,
ücretlerini
ödeyebilecek herkese
hizmet sunuyorlardı
ve çetedekilerin; maaş, iaşe ve iskanı başkanları tarafından (kim kiraladıysa) karşılanıyordu. Böy- lece İtalya'da askerlik
diğer sivil faaliyetlerden ayrılmış olarak kendi başına bir
meslek haline geldi.
Kapitalizm
ve para ekonomisinin tesiriyle orduların asker alma gücü de
oldukça
artmıştır. Paranın cazibesiyle
askeri geleneklerden yoksun yeni sınıflar da
askerlik hizmeti yapmaya koştular. Bu
yeni askerlerin orduya katılmasıyla yeni silahlar ve yeni savaş yöntemleri bulunup geliştirildi. Okçular ve piyade, Fransız ve
İngiliz
ordularında Yüzyıl Savaşları'nda ortaya
çıktı. Yeni askeri yöntemlerin denenmesine olan eğilim,
Prens Charles'ın
ordularının 15.
yüzyılın
sonlarında İsviçrelilere yenilmesiyle
daha da hız
kazandı. 1476'da iki savaşta İsviçreli piyadelerin kare düzenini bozamayan
ve bunların
oluşturduğu mızrak ormanını geçemeyen Charles'ın şövalyeleri tamamen bozguna uğradılar. Bu Avrupa çapında büyük hadise oldu. Devrin askeri örgütlenmesi içinde piyade böylece yerini
kazandı.
Barutun
icadının
taşıdığı önem şu genel
gelişmeler
dikkate alınarak değerlendirilmelidir: Birincisi, para ekonomisinin doğuşu; ikincisi,
derebeylerinin kendilerini kullarına bağlı olmaktan kurtararak güvenilir bir
kuvvet kurma gayretleri ve üçüncüsü de
derebeyliğin
yıkılışıyla askeri
teşkilatların
yeni deneyimlere girişme çabalarıdır.
Ateşli silahlar
ve top bu gelişmelerin
sebebi olmamakla
o e o 353
beraber bu evrimin
temposunu hızlandırmıştır.
Seferde top kullanmak oldukça ağır bir işti; ağır topun ve teçhizatının
taşınması için birçok araba gerekti, özel bir istihkam birliğine
ihtiyaç vardı ve bütün bunlar çok pahalıya mal oluyordu. O devre ait harcama kayıtları gösteriyor ki, toplar için yapılan harcamalar, toplam harcamalar içinde çok büyük yer tutmaktadır. Sadece çok zenginler topa sahip olabilirlerdi. Öte yandan topun icadının askeri sahada etkisi büyük kuvvetlerin lehinde, küçük devletler ile bağımsız
mahalli merkezlerin aleyhindeydi. Ortaçağda şövalye kalesinin içindeydi ve herhangi bir hücuma karşı gayet iyi korunabiliyordu. Kale inşaatları o devirde çok ileri gitmişti. Küçük
devletler kendilerini sınır boylarında bir dizi kaleler tesis ederek koruyorlardı ve bunlar sayesinde
kendilerinden kat kat üstün kuvvetlere bile karşı koyabiliyorlardı. Ancak bu kaleler top ateşine karşı zayıftı. Böylece askeri denge, taarruzun lehine bozuldu.
Orduların terkibinde ve askeri
teknikte meydana gelen bu değişiklikler askeri teşkilatın ruhunu da değiştirdi.
Derebeyliğin geliştirmiş olduğu ahlak adabı, adet ve gelenekler, orduları meydana getiren yeni
askerler üzerinde eskisi kadar etkili değildi. Orduların büyük kısmı servet ve talan arzusuyla gelen maceraperest ve haydutlardan, kaybedecek bir şeyi olmayan ve her şeyini
savaştan kazanmayı ümit eden adamlardan meydana geliyordu. Savaş artık dini bir görev olmaktan çıkmış, askerlik hizmetinin amacı parasal kazanç haline gelmişti. 15. yüzyılın
başlarında, Christine de Pisan, yazmış olduğu askeri eserin bir bölümünü askerlik hizmetine karşı para alınmasının kabul edilip edilmeyeceği
sorununa ayırmış ve bundan yüzyıl sonra Martin Luther bir askerin Hıristiyan sayılıp sayılmayacağı sorusuna cevap vermek zorunda kalmıştı. Avrupa'nın İtalya gibi en medeni yerlerinde
halk profesyonel askerlerle ilişki
kurmaktan kaçınır olmuştu.
Devlet adamları arasında bile askerliğin faziletlerine artık
itibar edilmiyordu. 1494'te, bir elçi Floransa'dan şöyle
yazmıştı: "Artık durgunluk öyle arttı ki, şayet
olağanüstü bir şey olmazsa, gelecekte ordular arasında savaşlardan çok kuşlara Ye köpeklere karşı
yapılan savaşlardan bahsedeceğiz ve İtalya'yı barış içinde yönetenler
şan ve şöhret bakımından onu savaşa sokmuş olanlardan aşağı
kalmayacaklardır, çünkü savaşın gerçek sonu barıştır. " Daha hayalci kafalar ise savaş belası ve askerliği tamamen ortadan kaldırma
ihtimali üzerinde tartışıyorlardı. Askeri teşkilatın yapısı ve niteliği, sosyal düzen içindeki yeri ve önemi yeniden gözden geçirilmesi gereken bir mesele haline gelmişti. Eski sınıflandırmalar artık geçerli
değildi. Yeni bir devir başlıyordu.
Ancak, yeni tarihi güçlerin yükseldiğini ve yeni bir siyasi düzenin geliştiğini kavrayabilmek için keskin bir zekaya sahip olmayı ve politikayla çok
yakından ilgilenmeyi gerektiriyordu. Mevcut siyasi kavramların
yetersizliği, büyük bir siyasi olay sonucu eskiden beri süregelen önyargılar ve fikirler yıkıldığı zaman ortaya çıkar
ve siyasi durumun tamamen yeni bir şekilde değerlendirilmesi ve ele alınması için
fırsat doğmuş olur. Buna benzer bir
durum 1494'te Charles VIII. komutasındaki Fransız ordusu, kuvvetli
toplar ve İsviçreli piyadelerle İtalya'yı
istila edip siyasi sistemini tamamen ortadan kaldırdığı zaman meydana gelmiştir.
Machiavelli'nin arkadaşı ve devrin en büyük
tarihçisi Guicciardini bu konuda şöyle der: "1494 İtalya
için üzücü bir yıldı, bundan sonra gelen sefalet yıllarının başlangıcı oldu, çünkü bir yığın felakete yol açtı."
Sonra Fransız istilasının çok derinlere ulaşan devrimci sonuçlarını
anlatır.
"İstilanın etkileri İtalya üzerine bir ateş veya bir illet gibi yayıldı. Sadece iktidardakileri
düşürmekle
kalmadı, hükümet yöntemlerini ve savaş yöntemlerini de değiştirdi.
Önceden İtalya'da ileri gelen beş devlet vardı. Kilise, Napoli, Venedik, Milano ve Floransa ve bu devletlerin en büyük uğraşı durumlarını muhafaza etmekti. Her biri, diğerlerini sınırlarını genişletmekten ve tehlike arz edecek şekilde kuvvetlenmekten men
etmeye çalışıyordu. Siyasi satranç
tahtasındaki her hamleyi yakından izliyorlar ve en ufak bir kale bile el değiştirdiği zaman büyük yaygara koparıyorlardı.
Savaş çıktığı zaman kuvvetler
birbirine denk, askeri teşkilat yavaş ve toplar çok ağırdı.
Dolayısıyla bir kalenin alınması için genellikle bütün bir yaz uğraşılıyordu.
Savaşlar çok uzun sürüyor ve muharebeler ya kayıpsız ya da pek az bir kayıpla sona eriyordu.
Fransızların istilasıyla sanki ani bir kasırga olmuş gibi her şey tersine döndü;
İtalya'nın hükümdarlarını bir arada tutan bağlar koptu ve ülke refahı ile ilgilenmez oldular. Şehirlerin, dukalıkların ve krallıkların birbiri ardına
yıkıldığını gördükçe devletler korku içinde sadece kendi güvenliğini
düşünür oldular. Ve komşunun evinde çıkan yangının
kolaylıkla kendisine de sıçrayabileceğini unuttu. Şimdi savaşlar daha çabuk ve daha şiddetli
yapılıyor, bir krallığın yıkılması ve ele geçirilmesi çok
kısa sürüyor ve bir şehrin alınması aylar yerine birkaç gün veya saatte tamamlanabiliyor; muharebeler kızgın ve kanlı geçiyor. Devletlerin kaderini artık incelikle hazırlanmış anlaşmalar ve diplomatların
kurnazlığı değil, askeri seferler ve
askerin yumruğu tayin ediyor."
Guicciardini'nin sözleri, İtalyanların 15. yüzyıl ile 16. yüzyıl şartları
arasındaki farklılıklardan ne denli etkilendiklerini göstermektedir.
15. yüzyılda İtalyanlar zenginliklerinin
bilinci, icatları, ilim ve sanat dallarındaki
ilerlemeleri ile yarattıkları yeni hayatların gururu içinde sosyal sistemleri ve kafa yapıları hala batıl itikatların ve önyargıların
kıskaçlarından kurtulamamış, diğer Avrupa toplumlarına tepeden bakmaya alışmışlardı.
Şimdi 16. yüzyılda İtalya'nın kaderi, hor görmekte haklı olduklarını zannettikleri bu devletlerin elindeydi. Guicciardini'nin sözleri aynı zamanda İtalyanların bu yenilgiyi nasıl
açıkladıklarını da dile getirmektedir.
İtalyan medeniyetinin ekonomi ve bilim alanlarındaki üstünlüğü sabit olduğundan, kendilerini modern savaş tekniklerini ihmal etmiş olmakla suçladılar.
Her İtalyan devletinin, topraklarına
giren yolları kontrol ve korumak için çepeçevre diktiği kaleler ve şatolar VIII. Charles'iı:ı
topları karşısında çabucak düşmüş; İtalyanların paralı süvarileri Charles'ın
İsviçreli piyadelerine ve top ateşine karşı koyamamışlardır. Modern askeri teknik köhnemiş askeri tekniğe galip gelmişti. Machiavelli'nin dediği
gibi bu bir, bugünkü dille "yıldırım savaşı"
olmuştur. Muharebeleri düşman elini kolunu sallayarak kazanmıştı. Yani Fransızlar, zayıf İtalyan kuvvetlerini hiç
karşı koyma kaygısı duymaksızın, askerlerini konaklatacakları evleri tebeşirle
işaretlemek suretiyle tespit edebilmişlerdi. Bundan sonra da Fransızların
bu kolay zaferinden ve İtalyan ordusunun güçsüzlüğünden cesaret alan İspanyollar
ve Almanlar da bu galibiyetten hisselerini alabilmek için teşebbüse
geçmişlerdi. Yeis içindeydi İtalyanlar, ülkeleri Avrupa için bir savaş alanı ve askeri şöhret peşinde
koşan yabancıları çeken bir merkez haline
gelince, sadece seyirci durumuna düşmüşlerdi. Bütün İtalya, Napoli seferlerinde
lakayt İspanyol paralı
askerlerini sıkı disiplinli bir piyade kuvveti
haline sokma mucizesini başaran Gran Capitano'yu,
Gaetano di Gonsalio'yu; kıtalarını süratle intikal ettirerek ve gece
intikallerinin öncülüğünü yaparak kendisinden sayıca üstün
düşmanlarını bertaraf eden Gaston
de Foix'i; Alman paralı
askerlerinin kurucusu ve Roma'da bunların başına geçen Frundsberg'i hayranlık
ve korkuyla anıyordu. İtalya'nın kaderi üzerinde fikir yürütenler mecburen şu sonuca vardılar: Eğer
İtalyanlar yabancı barbarlarla eşit güce erişmek ve tekrar ülkelerinin hakimi olmak istiyorlarsa, askeri kurumlarını muhakkak yenilemek zorundadırlar.
Bu devrimci dönemin ve İtalya'nın
başına gelen felaketin sonucu olarak askeri konulara karşı duyulan genel ilgi; Mac- hiavelli için Floransa'da edindiği siyasi tecrübelerden
ötürü daha yoğundu. O, Floransa'da iken
askeri teşkilat ve bunun siyasi sonuçlarından
iyi bir ders almıştır. 1482-1512 yılları arasında, Piero-Sonderini en büyük mülki amir olarak Flo-
ransa şehir devletini yönetirken Machiavelli'nin de kısa bir süre de olsa faal olarak siyasi bir görev alması hayatındaki en büyük trajedi olmuştur. Machiavelli'nin siyasi faaliyetinin Soderini'nin yönetimine rastlaması bir tesadüf
değildir. Me- dicilerin kovulmasından ve bunu izleyen kısa
süreli bir kargaşalık ve düzensizlik devrinden sonra, Floransa'nın iki rakip grubunu oluşturan demokratlar ile aristokratlar Soderini'nin seçilmesi üzerine uzlaşmaya
varmışlardır. Bu iki muhalif grubun ikisine de tam olarak itimat edemeyen veya etmek istemeyen Soderini, rejimin esas dayanağının köklü bürokratlar almasına karar verdi. Fakir düşmüş asil bir aileden gelen
Machiavelli iki gruba da dahil değildi. Floransa'nın her iki partisinde de yükselme şansı yoktu. Ancak yüksek
mahkeme sekreteri olarak, Soderini'nin tuttuğu bir gruba mensuptu; burada yeteneğini kanıtlama fırsatı bulmuştu. Soderini bu hırslı
genç adamın kabiliyetlerini kısa zamanda keşfetti, onu yakın çevresine
aldı, önemli diplomatik ve idari görevler verdi. Dolayısıyla Machiavelli, Soderini'nin bütün yönetimine gölge düşüren büyük bir askeri sorun olan Pisa'nın yeniden fethi ile yakından ilgilenmek zorunda kaldı.
Arno'nun ağzındaki büyük liman şehri Pisa, Fransız istilasının
yarattığı karışıklıkları faydalanarak Floransa'nın egemenliğinden
kurtulmuştu. Soderini rejiminin
yerine oturabilmesi Pisa'nın yeniden fethedilmesine bağlıydı. Ardı ardına her yıl İtalya'nın en iyi "savaşçıları"
Floransa'da hizmet etmeye çağrılıyorlardı.
Arno Nehri'nin akışını değiştirerek Pisa'yı susuz bırakmak gibi akla gelen her yol deneniyordu. Ancak her yıl kışın gelmesiyle askeri harekat durduğundan, Pisa hala fethedilmemiş olarak kalıyordu.
Başarısızlık Soderini rejimine karşı sürekli bir memnuniyetsizlik yaratıyordu. Bu durum Floransa'nın prestijini yitirmesine yol açmıştı. Bundan da öteye, yıldan yıla devamlı olarak bir kıta paralı asker bulundurma zorunluluğu, hazineye ve vergi ödeyenlere yük oluyor.
Soderini ile arkadaşları Pisa kuşatmasına son verecek ve mali baskıları ortadan kaldıracak yeni bir yöntem
aradılar. İleri sürülen .fikirlerden biri,
halktan oluşacak milis kuvveti kurmak için Toskana'nın
insan gücünden faydalanmayı öneriyordu. Bu planı ilk önerenin Machiavelli olup olmadığı bilinmiyor, ama şu biliniyor ki, 1506'da ilan edilen "18-30 yaşları arasındaki her erkek için mecburi askerlik hizmeti getiren" kanunu o hazırlamıştır.
Bu kanun (Ordinanza)
askere alma işlemi için
katı ve geniş kapsamlı bir sistem getirmemişti; daha çok bu yolda atılan bir ilk adım olma niteliğindeydi.
Mecburi askerlik hizmeti, Floransa vatandaşları için geçerli değildi. Sadece Floransa'nın idaresindeki Toskana'nın
tarım bölgelerinde yaşayan halka yönelikti. Bunların arasından bile sadece ufak bir kısmı seçiliyor ve sivil hayatın faaliyetlerini aksatmamak için özel itina gösteriliyordu. Barış zamanında askere alınanlar için
eğitim fazla bir yük olmuyordu. Pazar ve
bayram günlerinde
köylüler yürüyüş esaslarını ve mızrak kullanmasını öğreniyorlardı.
Yılda iki kere değişik köylerden erkekler bölgedeki kasaba merkezinde yürüyorlar ve orada iki gün kalarak daha büyük
gruplar halinde eğitim görüyorlardı. Floransalı
politikacılar daha kuvvetli bir eğitim uygulamaya cesaret edememişlerdi, çünkü Toskanalı köylülerin silahlandıktan sonra, Floransa'nın
egemenliğine başkaldıracaklarından veya kuvvetli bir askeri teşkilat
sayesinde Soderini'nin kendisini mutlak hakim ilan edeceğinden
korkuyorlardı.
Floransa'nın insan gücünü seferber etmek için
yapılan bu gönülsüz girişimin herhangi bir sonuç
ve 1507'den sonra Pisa Kuşatması'nda 2000 milisin görev
alması büyük ölçüde Machiavelli'nin çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. Askere alma işi onun dairesince yürütülüyordu.
Askerlik hizmetine alınacakları seçmek için köy köy
dolaşmıştı ve bunların eğitimine o nezaret ediyordu. Aynı zamanda subayların seçiminden de o sorumluydu. Milis kuvvetleri sadece paralı kıtaları takvi-
ye etmekte görevli olduğu halde, kuşatmaya olan katkıları
Floransa'nın başarıya ulaşmasında gayet önemli yer tutar. Milis kuvvetleri kuşatmayı kışın da sürdürerek Pisalıların ikmal almasını
önlemiş, onları aç bırakarak, 15O9 yılında, teslim olmak zorunda bırakmıştır.
Milis kuvvetlerinin
Pisa önlerinde bu şekilde
değerini kanıtlaması Floransalıların bu müesseseye olan güvenlerini
artırdı. İki yıl sonra imparatorun
ordusu Medicileri tekrar yönetimin başına getirmek için Floransa üzerine
yürüdüğü zamanda büyük çapta bu ordularına
güveniyorlardı. Ancak imparatorluk
ordusunun tecrübeli askerleri karşısında Milis kuvvetleri feci şekilde yenildi. Milisler
Floransa'ya giden yolu korumak için küçük bir kasaba olan
Prato'da yığınak
yapmışlardı. Fakat imparatorun
kuvvetleri daha ilk hücumda
Prato duvarlarını yıktılar. Paniğe kapılan milisler ciddi bir direniş bile gösteremeden kaçtılar. İmparatorluk kuvvetlerinin bunları
kovalaması sonucu çoğu milis olmak üzere
4000'in üzerinde insan öldürüldü. Vahşet ve zulme alışılmış o devirde bile bu, büyük bir kıyım olarak ün salmıştır. Floransa'ya giden yol açıldı ve kovulan Mediciler
yeniden şehirlerine muzaffer olarak döndüler.
Medicilerin yeniden yönetime geçmeleri ile Machia- velli'nin siyasi yaşamı son buldu. Tekrar makamına dönmek için yaptığı bütün
çabalar boşuna oldu. Mecburen
emekliye ayrıldığı bu dönemde eylemden düşünceye, siyasi faaliyetten siyaset teorisine döndü. Muhakkak ki siyasi tecrübelerini hatırladığında savaş ve askeri teşkilat
sorunları acı anılar oluşturmuştur. Cumhuriyetçi rejimin düşmesine ve dolayısıyla
hayatının şanssız bir şekilde yön değiştirmesine neden olan faktörlerden biri de belli bir dereceye kadar kendi tasarısı ve eseri olan milis
kuvvetleriydi. Ancak bu durum onun kendi hareketlerini haklı çıkarmak için mütevazı bir tavır takınmaya veya diğerlerinin
hatalarını bulmaya itmemiştir. Onun zekasının
üstünlüğü tek tek siyasi olguların ardındaki tüm
rnrihi gerçekleri görebilmesi ve tek olayları izah eden genel kaideleri bulmadan tatmin olmayışıdır. Dolayısıyla Machia- velli'nin · hareketlerini haklı çıkartma arzusu, onu olumlu genellemeler yapmaya itmiş ve bunun sonucu olarak
da İtalya'nın kaderi ve zamanın önemli
gelişmeleri üzerine askeri unsurların tesirlerini görebilmiştir;
askeri ve siyasi güçler arasındaki ilişkileri derinlemesine araştırmıştır.
Şahsen edindiği tecrübeler onu zamanın askeri buhran konusunu objektif bir açıdan incelemeye yöneltmiştir. Böylece Machiavelli modern Avrupa'nın ilk askeri düşünürü olmuştur.
Machiavelli askeri
sorunlarla ilgilenmiştir,
çünkü edindiği tecrübelerle bu sorunların siyasi olayların genel gelişmesi
üzerindeki tesirlerini hissetmişti. Dolayısıyla Machiavelli'nin askeri teorilerinin incelenmesi, sadece askeri konulara vakfettiği eseri Savaş Sanatı'na
bağlı kalamaz. Siyasi ve tarihi eserlerinde de savaş ve askeri teşkilat önemli
yer tutar. Örneğin Prens'te, Discorsi'de,
Floransa Tarihi'nde Savaş Sanatı'ndaki askeri fikirlerle
Machiavelli'nin diğer
tarihi ve siyasi eserlerinde yer alan fikirlerin arasındaki farklılıklar, bu eserlerin yazılış amaçlarının farklı
olmasından doğmaktadır. Savaş Sanatı'nda Machiavelli'nin askeri
düşünceleri sistematik ve daha çok teknik bir şekilde yer almaktadır.
Diğer eserlerinde bu fikirleri birer öneri olarak, vecize şeklinde
sunmaktadır. Savaş Sanatı olumlu bir askeri
reform programı ile ilgilidir. Prens'te askeri konular üzerindeki gözlemleri daha çok olumsuz bir yapıda olup, zamanın askeri kurumları ile ilgili eleştirileri içermektedir.
Machiavelli'nin eleştirileri İtalya'da Fransız
istilasından önce ortaya çıkan askeri sisteme yöneliktir.
Özellikle Condot- tieri ve onların paralı süvarileri nefretini çekmiştir. "Bunlar birlikten yoksun, haris, disiplinsiz, imansızdırlar; arkadaşları arasında
iken cesur, düşman içinde korkaktırlar; ne Allah korkuları vardır ne de sadakat hisleri." Floransa Tarihi'nde 15. yüzyılda Condottieri'nin (Prensliklerin) yaptıkları muha-
rebeleri anlatırken bunları ne kadar hor gördüğünü
alaylı bir. ifade ile anlatmaktadır. Zagorana
Muharebesi'nde "Bütün
İtalya'ya ün salan bu muharebede
Lodovica degli Obizzi dışında kimse ölmedi, o da iki adamıyla birlikte atından düşüp
çamurda boğulmuştu." "Anghiari
Muharebesi'nde, yirminci saatten yirmi dördüncü saate kadar geçen süre içinde sadece bir kişi öldü; o da ne yaralandığından
ne de yiğitliğinden, sadece üzerinden düştüğü atın ayakları
altında can verdi."
Yarım gün süren Molinella
Muharebesi'nde "kimse ölmedi; sadece birkaç at yaralandı ve bir de karşılıklı
birkaç esir alındı ".
Machiavelli'nin açıkladığına
göre, Condottieri ve askerlerinin bu kadar kötü savaşmalarının sebebi savaşma
amaçlarının tamamen parasal olmasından ileri gelmektedir. "Cüzi bir yövmiyeden başka bunları savaş
alanında tutacak hiçbir sevgi veya başka bir sebep yoktur; aldıkları yövmiye de sizin için canlarını feda etmelerine yeterli değildir." Machia- velli'ye göre 15. yüzyıl
İtalyası'nda askeri teşkilat ile birlikte savaş
tarzı da parasal menfaatlerin ön planda tutulmasından
etkilenmiştir. Askerler,
Condottieri'nin sermayesini teşkil ettiğinden bunları harcamak istememiştir. Ancak, muharebe etmek kaçınılmaz olduğu zaman da kayıpları asgaride tutmaya çalışmıştır. Bu, bir kansız muharebeler dönemiydi.
Öte yandan kısa süren savaşlar işlerine gelmiyordu, çünkü işini kaybetmek istemiyordu; zaferin kesinleştiği zamanlarda bile, savaşları birkaç sefer düzenleyerek
uzatıyorlardı. Machia- velli, İtalya'da piyadenin ihmal edilişinin
sebeplerini de parasal menfaatlerde aramak lazım geldiğinde ısrarcıydı. Yaya askerlerin teçhiz
edilmesi atlı birliklerden çok daha ucuza mal oluyordu; ancak atlı birlikler
Condottieri'nin sermayesini teşkil ediyordu. Süvari olmadığı
zaman bütün devletler komşu ordulara sayısal
üstünlük sağlamak için en ucuz yola, mecburi askerliğe başvuracaklardı. Piyadenin görev alması da Condottieri'yi gereksiz kılacaktı. Ve Machiavelli'nin dediğine göre bu şartlar altında
fazla bir gelişme olması mümkün
değildi. Bütün Condottieri'ler aynı bencil sebeplerle hareket ettiklerinden ve savaşı tamamen ticari bir teşebbüs olarak gördüklei-inden bu ticaretin kurallarına
uymak ve aynı oyunu oynamak hepsinin
ortak menfaatiydi.
Machiavelli'nin 15. yüzyıl İtalyan savaş yöntemleri ile ilgili tarifi, tarihi bir gerçek olarak tam değildir. 15. yüzyıl Condottieri'leri canlandırırken, Machiavelli de zamanın usta ressamları gibi birkaç egemen öğe üzerinde
durmuş ve bu çizgilerin dışına taşan ve canlandırdığı tipin istikrarlılığını
bozan diğer hiçbir şeye yer vermemiştir.
Halbuki 15. yüzyılın ikinci yarısında Condottieri askeri yeniliklere ilgi göstermeye başlamış ve küçük ölçüde de olsa, piyade ve topçu birliklerini bünyelerine almıştır. Condottieri'ler arasında
da
kuvvetli rekabetler olduğunu unutmamak lazımdır. Bunun sonucu olarak da şahsi hırs ve prestijleri için de olsa, düşmanlarını yenme gayreti göstermişlerdir. Şayet sık sık uzun süren manevra savaşlarına
girdilerse de bu bilinçli bir kasıt veya gerçekten kötü niyetlerinden ötürü
de sayılamaz. Benimsedikleri
stratejiyi 15. yüzyılın
İtalyası'nın siyasi durumu zorunlu kılıyordu. Küçük devletlerin sınırlı
imkanları ve kuvvetlerin aşağı yukarı birbirine denk oluşu
büyük çapta askeri reformların yapılabilmesini mümkün
kılacak bir kuvvet biçimini aşılmaz bir engel teşkil ediyordu.
Machiavelli de İtalya'nın siyasi sistemi ile askeri mekanizmasının köhneliği arasındaki ilişkinin farkında idi. İtalya'nın
diğer Avrupalı güçlerin saldırılarına karşı başarılı bir direniş
gösterilmesi için askeri teknik
tedbirlerden ve paralı
asker sisteminin lağvedilerek piyadenin kurulmasından daha öte tedbirler alınması gerektiğini
anlıyordu. İtalyanların savaşma ruhunda temelden bir
bozukluk vardı.
"İnsanların birbirini öldürmediği, şehirlerin yağma
edilmediği veya ülkenin mahvedilmediği
savaşa savaş denmez." Düşman devletin tamamen imha edilmesi savaşın ana hedefi olmalıdır; gerçek
savaş hayatta kalma mücadelesidir ve bu mücadele mübah-
tır. Ülkenin güvenliği alınacak bir karara bağlı ise, adalet ve adaletsizlik, insanlık veya zulüm, şeref veya utanç düşünülmemelidir. Savaş usulleri tamamen sağlayacakları yarara göre değerlendirilmelidir. Machiavelli, Castruccio Castracani'den: takdirle bahseder. "Hile ile kazanabileceği durumda hiçbir zaman zor kullanmaya teşebbüs etmedi, çünkü söylemiş olduğu gibi, galiba şeref
getiren, zaferin nasıl kazanıldığı değil, zaferin kendisidir." Dolayısıyla Machiavelli'nin düşüncesine göre generaller sadece askeri faaliyetlerle ilgilenmekle kalmamalılar; aynı zamanda düşmanın cesaretini kırmak için onu aldatacak etkin yöntemler icat etmeli ve hileden
yararlanmalıdır.
Machiavelli savaş hileleri üzerine yazılmış stratejiler kitabının
yazarı Frontinus'un hayranlarındandı. Onun pek çok buluşunu da tavsiye etmiştir. Machiavelli'nin modern psikolojik savaşın öncüsü olduğunu kabul etmek biraz mübalağalı olur, ancak onun yaklaşımından yeni ve radikal bir savaş kavramı ortaya çıkmaktadır. Çünkü, Machiavelli'nin zamanında
taraflar saldırıya geçmeden önce birbirlerine nezaket
dairesi içerisinde meydan okurlar ve karşılıklı iltifatlarda bulunurlardı; teoride bile olsa savaşların açıkça belirlenmiş usullerle ve belli
kurallar çerçevesinde
yapılacağı görüşü devam ediyordu. Savaşı
kişilerin eşit ve adil şartlar altında karşılaştığı ve muharebe etmek suretiyle denendikleri bir sınav olarak gören ortaçağ
geleneğinin izleri hala hakimdi.
Machiavelli'nin savaşta
mümkün olan her türlü yönteme başvurulmasına ilişkin devrimci görüşü böyle bir ortamda ortaya çıkmıştı.
O, ülkenin tümünü, savaş zamanında
bütün kaynaklarının, gücünün, zekasının ve cesaretinin sınandığı canlı bir varlık olarak görüyordu.
Topun icadının önemi hakkında yanlış hüküm
verdiği zannıyla ve savaşta paranın rolünü
mühimsediğinden ötürü Machiavelli sık sık eleştirilere uğramıştır. Ancak onun radikal savaş kavramının ışığı altında bu hususlarla ilgili görüşleri
son derece mantıki ve anlaşılabilir gelmektedir. Savaş Sana- tı'ndaki
meşhur bölüm, "Topun modern ordular için değeri ve buna itibar eden görüş
doğru mudur?" Topun icadının savaş yöntemlerinin gelişmesi üzerindeki
etkileri üzerine yazılmış kararsız bir bölüm olmayıp, daha ziyade konunun bir
tek yönüyle ilgilidir; bu yeni savaş aracına ilişkin olarak cesaret ve
inisiyatifin önemiyle ilgilidir. Machiavelli birçok kimsenin "Savaşlar
bundan sonra tamamen toplarla yapılacak," dediklerini duymuştu.
Bu konu üzerindeki bütün tartışmaları, bu görüşün yanlışlığını
kanıtlamak içindi. Topun vurucu gücü arttırdığını inkar etmiyor, fakat topun
tek başına savaşın kaderini tayin edeceği fikrini kesinlikle reddediyordu.
Topun icadı sonucu savaşın artık teknisyenlerin, mühendislerin ve istihkamcıla-
rın eline kalacağı değildi; bir ülkenin bütün güçlerinin askeri ve manevi
birleşmesi hala gerekliydi; savaşların kaderinde en kati faktörler, her zaman
için komutanın yeteneği ile askerin cesaretiydi.
Paranın savaştaki rolünü tartışırken de Machiavelli aynı noktayı
belirtmiştir: "Genellikle öyle görünmesine rağmen, para savaş için her şey
demek değildir" diye başlayan bir bölümü şöyle bitirmektedir:
"Savaşta başarıyı sağlayan altın değil, askerdir... Çünkü altın sayesinde
iyi asker bulmak imkansızdır, ama iyi askerler sayesinde altın bulmak hiç de
imkansız değildir." Machiavelli'nin çağdaşları, Machiavelli'nin bu
ifadelerinden onun fiili hayattan haberi olmayan, sadece bir kuramcı olduğu
sonucunu çıkarmışlardır. Ancak Machiavelli'nin mektuplarından bazı bölümler
onun siyasi bir buhranın meydana gelme şansı üzerinde dururken, mali unsurları
da itibara aldığını göstermektedir. Machiavelli, savaşların yürütülmesi için
mali kaynakların önemsiz olduğunu ima etmemiş, fakat Floransa ve Milano gibi
İtalya'nın büyük şehirlerinin bütün zenginliklerine rağmen nasıl yabancılara
yenildikleri üzerinde durmuştur. İddiası daha ziyade siyasi gücün temelinde
askeri
gücün bulunduğu ve paranın ancak askeri güce
dönüştürüldüğü zaman siyasi güç oluşturacağıydı.
Bununla beraber, Machiavelli'nin
mali ve askeri güçler
arasındaki ilişki üzerinde kullandığı ifadelerin daha geniş bir anlamı vardır. O, savaş için gerekli olan meziyetlerin ticari tutumla bağdaşmadığı kanısındaydı.
İtalyanların 15. yüzyıldaki barışçı eğilimlerinin
gerçek anlamda bir askeri ruhun gelişmesine engel olduğuna
inanıyor ve bu barışçı havanın yayılmasıyla ticari konulara duyulan ilginin artması arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu düşünüyordu. Bu konuda yazdığı mektuplardan birinde şöyle demiştir: "Talih, benim ipekçilik, yün imalatı, karlar, zararlar gibi konularda tartışmayacağuna göre, siyaset konularında tartışmam gerektiğine karar verdi. Ya hiç
konuşmayacağım ya da bu konuda konuşacağım." Aslında,
Floransa'yı yöneten yün ve ipek tacirler
toplumun- da kendisine yer olmadığını hissetmesinden ötürü fazla bir kaygı
duymamıştır. Onun görüşüne göre Floransalıların mali konuları her şeyin üstünde
tutması, siyasetin çökmesine yol açmıştır.
Paralı askerlere yönelttiği ithamlar, İtalyanların mütereddit ve etkisiz savaş
yöntemleri ile ilgili eleştirileri, onun yeni bir askeri kahramanlık ruhu yaratılması arzusunu yansıtmıştır.
Düşüncesine göre savaşma ruhunun eksikliği ve yumuşaklık refaha düşkünlükten ileri geliyordu ki, bu mali ve ticari çıkarların egemen olduğu bir toplumun kaçınılmaz
bir niteliğiydi. Ancak kişisel geleceği yerine memleketin yücelmesini üstün tutan ve siyasal inançları için her şeyi feda etmekten kaçınmayacak
ve bu uğurda ölümü göze alabilecek bir
milletin askerleri yenilmez bir ordu meydana getirebilirdi.
Machiavelli'nin askeri
reforma ilişkin fikirlerinin ana prensipleri, eski sisteme yöneltmiş olduğu eleştirilerden kolayca çıkarılabilir. O, genel mecburi askerlik zorunluluğu konulması suretiyle toplanacak
askerlerden oluşturacak bir piyade ordusu öneriyordu. Ancak böyle bir askeri örgütlenme siyasi reformlar gerektirecekti. Başarı, yeni bir ruh oluştu-
rulmasına bağlıydı ve bu da siyasi değerlerin her şeyin üstünde tutulmasına
bağlıydı. Bunun yanı sıra kendi kendini idare eden bir wplum kendisi için savaşmaya daha hevesli olacaktı;
demokrasi ile muvazzaf bir piyade ordusu fikri arasında yakın bir bağ vardı.
Ancak, Machiavelli'nin
askeri konular üzerinde
yazdığı ana eseri olan Savaş Sanatı'nda bu fikirlerin 16. yüzyıl şartlarına nasıl tatbik edileceği yolunda teferruatlı bir münakaşa ve bu devirde yapılan
savaşların gerçekçi bir tasvirini bulacağını uman okuyucu hayal kırıklığına uğrayacaktır. Machiavelli de dönemin bir Rönesans çocuğu
idi; fikirlerinin geçerliliğini ispat etmek için başvurduğu
yöntem bunların eski zamanlarda da geçerli olduğunu göstermekten ibaretti. Kitabın içeriği
ve kullanılan anlatım yöntemi, bu yaklaşımın etkisi altındadır. Roma ordusunun da muvazzaf piyadelerden kurulmuş olmasının kendi kuramları lehindeki en önemli
kanıt olduğuna inanıyordu.
Machiavelli'nin kitabı dolayısıyla büyük ölçüde Romalıların
askeri müesseseleri hakkındaki izahatlardan oluşmuştur. Kullandığı
örnekler daha çok Livy ve Polybius gibi eski tarihçilerden alınmış; eski ustaları izlemiştir. Gerçekten de eseri, eski askeri kuramların kendi zamanına uyarlanmasından ibarettir. En çok
esinlendiği kaynak Vegetius'un kitabıdır. Kendi kitabı da aynı konularla ilgilidir. Askerlerin seçilmesi, teçhizat ve eğitim, muharebenin karakteri ve askeri harekat esnasında ortaya çıkabilecek olaylar, yürüyüşler ve konak- iama düzenleri
ve tahkimat sanatı. Bu konuların düzenlenmesinde de Machiavelli yine Vegetius'un kullandığı tertibe sağdık kalmıştır. Machiavelli'nin Savaş
Sanatı'na fazla itibar edilmesinin sebebi, çoğu kimsenin bu eseri İtalyanlaştırılmış ve bir parça modernleştirilmiş bir Vegetius olarak görmesidir; ama Prens kitabı el üstünde
tutulmuştur.
Klasik ( eski)
modellerden saptığı zamanlar da olmuştur.
Machiavelli, esas görevinin eski askeri bilimi yeniden canlan-
dırmak olduğuna inanmıştır. Bu nedenle sapmalar
muhakkaa ki onun için
gayet önemliydi ve bu yüzden de bunların üzerinde özellikle
durulması gerekiyordu. Vegetius'tan ayrıldığı en önemli nokta, Machiavelli'nin muharebenin savaş içindeki önemine büyük yer vermiş olmasıdır. Bu konuyu gayet kısa
olarak geçen Vegetius'a karşın, muharebe Machiavelli'nin Savaş Sanatı'nda
bir kitaplık yer işgal eder. Hayali bir muharebenin tasvirini yapan bu kitap,
eserin tamamı içinde özel bir yere sahip olup, eserin kalbini teşkil
etmektedir. Askerlerin seçilmesi ve eğitimi ile ilgili olan ve askeri harekata
hazır bir ordunun, muharebe alanına nasıl yerleştirilebileceğini anlatan
birinci ve ikinci kitaplar, üçüncü kitaptaki muharebe için zemin teşkil
etmektedir. Muharebenin doruğuna erişildikten sonra gerilim gevşemekte ve takip
eden kitapların konuları (yürüyüş düzeni, konaklama, tahkimat) birbiriyle
bağlantılı olmadan ve birbiri arkasına kısa kısa ele alınmaktadır. Bu kısmın
düzeni evvelki kısma nispetle daha dağınıktır. Böylece, kitabın düzenlenme
şeklinden dolayı, dolaylı olarak da olsa, muharebe, eserin ana bölümü olarak
göze çarpmaktadır. Bunun yanı sıra muharebenin önemi kitap içinde çeşitli
yerlerde karşımıza çıkan direkt ifadelerle de vurgulanmaktadır. "Şayet
(bir general) bir muharebeyi kazanıyorsa bu, yapılan diğer bütün hataları ve
kusurları siler." Muharebe "Ordunun yetiştirildiği ana gayedir ve
onları disipline sokmak için çekilen bütün cefa ve gösterilen büyük itina hep
bu gayeye hizmet eder." İyi bir düzen ve disiplin tesis etmek için
gösterilen bütün çaba ve çekilen cefalar bir orduyu düşmana karşı gerektiği
şekilde hazırlamak ve yetiştirmek amacı içindir ve bu amaca hizmet etmek için
planlanmıştır. Çünkü, tam kazanılmış bir zafer hemen her zaman savaşın sonunu
getirir. Ayrıca muharebeden kaçınmak diye bir şey söz konusu değildir. Eğer
düşman muharebeye karar vermişse, her zaman için sizi öyle bir pozisyona zorlar
ki, muharebeyi kabullenmek zorunda kalırsınız. Eğer düşman bütün tehlikeleri
göze alarak muha-
rebe etmeye karar vermişse, hiçbir general bundan kaçamaz.
Dahası, topun icadından beri düşmanın ilerlemesini önlemek
için artık·ne kalelerin ne de şatoların hiçbir değeri kalmamıştır.
Muharebe muhakkak surette her savaşın doruğunu teşkil eder."
En son olarak da üçüncü kitapta muharebenin anlatım şekli Machiavelli'nin bu kısma verdiği önemi vurgulamaktadır.
Bu kısım bütün dramatik unsurlardan
istifade edilmiş uzun ve itinayla hazırlanmış bir anlatımdır.
Burada teferruatlı olarak şimdi daha çok tarih meraklılarının
ilgisini çekecek bir konuyu, bir
ordunun nasıl savaş
düzenine sokulması gerektiğini anlatır: Piyade, yani esas kuvvetler ortadadır.
Süvari ve hafif piyade birlikleri yanları korumak için kanatlarda yer alırlar.
Topçu ateşini müteakip süvari ve hafif piyade
birliklerinin hücumlarından sonra savaş alanı esas kuvvetlerin çatışması için temizlendiğinde esas muharebe başlayacaktır.
Mızrak taşıyanlar ilk safı oluşturacaklar ve düşmanı
zorlayacaklardır; iki düşman arasında mesafe azaldığında
mızraklılar yerlerini kılıç taşıyan piyadelere bırakacaklardır.
Bu en kritik andır. Sonucu tayin edecek
olan bu manevranın ne kadar maharetle başarıldığıdır. "Ne katliam! Ne
kadar çok yaralı var! Kaçmaya
başladılar. Bakın, sağ ve sol kanatlar dağıldı. Muharebe bitmiştir. Parlak bir zafer kazandık!" Bu coşku dolu sözlerle Machiavelli anlattığı
muharebeyi bitirmektedir. Bu, yapılabilecek manevraların tahlilinden ziyade iyi bir yerde mevzilenmiş bir gözlemcinin anlatımı; sözlerle tasvir edilen bir muharebe tablosudur. "Muharebe bitmiştir. Parlak bir zafer kazandık!" Bu coşku dolu sözlerle Machiavelli anlattığı
muharebeyi bitirmektedir. Bu, yapılabilecek manevraların tahlilinden ziyade iyi bir yerde mev- zilenmiş bir gözlemcinin anlatımı; sözlerle tasvir edilen bir muharebe tablosudur. Muharebeye dışarıdan bakıldığı için de muharebedeki olaylar önceden tespit edilmiştir. Sanki önceden hazırlanmış plan neyse, muharebede de aynısı olmuştur
ve bir buhran hali, tereddüde düşme ve karar verme gibi unsurlar eksiktir. Askeri hadiselerin edebi biçimde ,incelenme- si sanatı henüz başlangıç
safhasındaydı. Bunu, ^uharebeyi anlatımındaki sözcüklerin seçiminde de görmek
mümkündür.
Ancak, Machiavelli muharebeyi yağlanmış bir mekaniz- · manın işlemesi şeklinde görüyordu, bunun da sebebi bu görüşün gerçek muharebe şartları içinde geçerli olmasıydı. Bu dönemde bir muharebe başladığı
vakit, komutanların kendi inisiyatiflerini kullanmaları için fazla bir olanak yoktu. Kare düzeninde piyadeler karşılıklı birbirlerine dayandıkları
zaman, bu yoğun kalabalığa manevra yaptırmak tamamen imkansızdı. Bu durumda baskısı daha dayanıklı olan, daha kuvvetli "iten" taraf kazanıyordu. Dolayısıyla askerlerin muharebeden önce gördükleri
eğitim gayet önemli idi: Muharebenin sonucu safların birlik ve beraberlik içinde olmasına ve düşmanı düzenli bir ritim ile itmelerine bağlıydı. Örneğin, o dönemde Frundsberg bir eğitim
uzmanıydı ve bütün askeri şöhretini
dünyaya nam salmış askerlerinin eğitilmesinde
gösterdiği disipline borçluydu.
Machiavelli'nin muharebe üzerinde bu derece önemle durmasından askeri disiplin konusuna ne kadar önem verdiği görülebilir. Denilebilir ki
muharebeden sonra Savaş
Sanatı'nın ana temasını bu konu teşkil etmektedir. İyi bir disiplinin önemini her fırsatta
vurgulamıştır. İyi bir ordunun temelinde
iyi bir disiplin
yatmaktadır. "İyi bir düzen askerleri yiğitleştirip bozuk düzense
korkaklığa iter." Disiplin cesaretten daha etkilidir ve fiziki kuvvete de
galip gelir. "Pek az kimse doğuştan cesurdur, ama iyi bir düzen ve
disiplin birçok kimseyi cesur kılabilir. Bir orduda cesaretten daha fazla, iyi
bir düzen ve disipline güvenilmelidir."
Ordu disiplini sorununun Machiavelli
için iki değişik yönü vardır. Birinci olarak, askerlere tek tek silah kullanmanın
temellerini öğretmek ve birlik düzeninde hareket etmeye alıştırma gereği
vardır. "Hizalarını koruması, emirlere itaat
· etmesini, davul veya
boruyla verilen işaretlere
uyulmasını ve dursalar da, ilerleseler de, düşman karşısında olsalar da iyi bir düzeni muhafaza etmesini öğrenmelidirler." Disiplinin ikinci ve daha önemli olan yönü ( sonraki iki yüzyıl
boyunca askeri tartışmalarda önemli bir yer tutmu§tur) ise
bir ordunun küçük taktik birliklere bölünmesi sorunudur. Harekat esnasında disiplini muhafaza edebilmek için piyadelerin oluşturduğu kalabalığın küçük gruplara bölünmesi ve bunların belli bir esneklik ve manevra kabiliyeti sağlayacak şekilde düzenlenmeleri gerekiyordu. Muharebe hattı üç grupluk bir düzen öneriyordu, ki böylece ilk baskı başarıya
ulaşamadığında dahi muharebeye devam
etme imkanı bulunabilecekti. Bunun için Romalıların lejyonunu model olarak
önermiştir. En büyük birlik tabur olacak ve Lejyon da olduğu gibi 6000 ila 8000
askerden oluşacaktı. Gene Lejyonda olduğu
gibi, tabur da on birliğe bölünecek ve her birliğin·başında kendi komutanı bulunacaktı. Bu şekilde bile kurulsa, Machiavelli büyük bir orduyu idare
etmenin güç olduğu
görüşündeydi; onun tavsiyesine göre bir ordu azami 50 bin askerden oluşmalıydı, "Çünkü daha fazlası ihtilaf ve kargaşalık
yaratır, idare edilemeyeceği gibi, disiplinli olan birlikleri de bozarlar." Bu örnek, Machiavelli'nin kafasında
her memleketin askeri örgütünün gerçekleştirmeye
çalışacağı tek ve belli bir düzen olduğunu göstermesi açısından gayet önemlidir. Bu, onun bütün askeri düşüncelerinin temelini teşkil eden bir savdır. Sık sık
özel durumların ve şartların da ele alınması
gerektiğini söylemesine rağmen gerçekte sadece genel anlamda geçerli olacak hüküm ve kuralları tesis edilmesiyle ilgilenmiştir. Genel prensiplerin bu şekilde daha hakim olması,
gerçekçi noktaların eksikliği, Machiavelli'nin askeri
fikirlerinin tecrübeyle ne kadar bağdaştığı konusunda şüpheler
uyandırmı§tır.
Eserinin fiili hayatta
ne kadar kullanışlı
olduğu hakkın- daki bu tür şüpheler, fikirlerini sunuş
tarzından ötürü daha da artmıştır. Savaş Sanatı Floransa'nın
aristokrat ailelerine
mensup üç kişiyle Condottiere Fabrizio Colonna arasında, felsefi toplantılara ve tartışmalara yer olan ünlü bir bahçelerde geçen bir diyalog olarak yazılmıştır. Bu diyaloğun geçtiği ortam, Eflatuncu bir havayı simgelemekte ve bütün eser boyunca hissedildiği
gibi eski Roma'ya karşı duyulan özlemi dile getirmektedir. Ancak bunun böyle olmasından ötürü de çağdaş okuyucu askıda
kalmaktadır. Machiavelli'nin kahramanlarının Rönesans mı, yoksa eski çağlara mı ait oldukları ileri sürdükleri fikirlerin eskiyle mi, yoksa bugünle mi ilgili olduğu okuyanlarının kavrayışına
kalmıştır.
Kısacası Savaş Sanatı'nda ileriye sürülen fikirler eserin anahtarlarını
belirsiz kılan bir sis tabakası altındadır. Bu fikirler iyice açığa
çıkarılmadan, Savaş Sanatı'nın askeri düşüncenin gelişmesi yolunda atılmış önemli bir adım olduğunu ve halen inşaası devam eden bir yapının
temelini teşkil edip etmediği tereddütlere sebep olmuştur.
Savaş Sanatı döneminde askeri bir klasik
haline gelmiştir. 16. yüzyılda en az yedi kez basılmış
ve çoğu Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Montaigne askeri sahada bir otorite olarak Machiavelli'yi Sezar,
Polybius ve Corumynes'le bir tutmuştur. 1 7. yüzyılda değişen askeri metotlarla birlikte ortaya yeni yazarlar çıkmasına rağmen Machiavelli'nin adı gene en üsteydi. 18. yüzyılda
Mareşal De Saxe Savaş Sanatı Üzerine Hayallerim'i yazarken büyük ölçüde ona bağlı kalmış ve Algarotti (pek bir nedeni olmadan) Machiavelli'yi Büyük Friedrich'e Avrupa'yı
şaşırtan taktikleri öğreten usta olarak görmüştür.
Askeri konularda ilgilenen pek çok kişi gibi Jeffer- son da Machiavelli'nin Savaş Sanatı'nı kütüphanesine almış ve 1812 Savaşı ile birlikte Amerikalıların
savaş sorunlarına ilgileri arttığı vakit Savaş Sanatı
özeİ bir Amerikan baskısıyla piyasaya sürülmüştür. Ancak 19. yüzyılda siyasal bir düşünür
olarak Machiavelli'nin ünü yeni bir doruğa
ulaştığında, askeri otorite olarak
etkisi azalmaya başlamıştır.
Birçokları tarafından Fransız ihtilalinin getirdiği büyük yeniliği, yani
· mecburi askerliği önceden görmüş modern savaşın büyük mucidi olarak benimseniyordu. Fakat diğerleri onun topu önemse111.emesini vurguluyor ve Romalıların
askeri müesse- selerini metheden
ifadelerinde, askeri konularda gerçekçi bir bilgiden yoksun olduğunun delilini sunmaya çalışıyorlardı. (Her devirde olduğu gibi, çarpıcı bir fikirle biri çıktığında, zaten hafif olan
beyinleri böyle bir ağırlığı
kaldıramaz!)
Bu görüş ayrılığında doğru veya yanlışın tek bir tarafta toplandığını
söylemek mümkün değildir. Örneğin Machia- velli'nin
mecburi askerliği
önermesi, ki yakın tarihteki gelişmelerin ışığında
oldukça şaşırtıcıdır; Machiavelli'nin kendi yaşadığı zamanın genel şartlarına
vakıf olmadığını ileri süren görüşü çürütmektedir.
Çünkü o zamanın siyasal güçleri derinlemesine incelenirse; para gücünün yükselmesi, prenslik şekilde mutlakıyetin büyümesi, o günlerde
sürekli bir profesyonel ordunun geçerli olduğu ve Romalılarınki gibi halktan kurulmuş
bir ordunun tamamen romantik bir hayal olduğu görülecektir.
Öte yandan topun etkinliği ile ilgiliolarak Machiavelli'nin gösterdiği şüpheciliğin, teknik icatların etkilerine rağmen savaşın temel unsurlarının
aynı şekilde kalacağı mantıki ve sağlam bir teze dayandığı
görülmüş bulunuyor. Dahası Machiavelli'nin Romalıları
örnek olarak göstermesinin, tavsiye etmesinin, bugün görüldüğü kadar ütopik ve kullanışsız
olmadığı da akıldan çıkarılmamalıdır. 16. yüzyıldaki askeri reformlar Romalıların lejyon düzeninden etkilenmişti. Önce Fransız
Kralı I. François ve sonra diğer ülkeler Romalıların askeri tekniklerini inceleyerek temel piyade birliği olarak taburu kabul etmişler ve piyadelerin kuruluş
düzeni ve eğitimiyle ilgili metotları kısa sürede bütün Avrupa'da taklit edilmeye başlanmıştı. Romalıların askeri metotları modern gelişmeleri direkt olarak ve önemli bir şekilde etkilemiştir. Dolayısıyla Machiavelli'nin askeri fikirlerinin ne kadar gerçekçi olduğu şeklindeki
tartışmalar sonsuza kadar sürebilir. Ne var ki bu
fikirler üzerine hala herkes kafa yoruyorsa, sonuç bellidir: Machiavelli kazanmış demektir!
Machiavelli'nin askeri
kurumlarını o günlerde
kullanılabilirlik açısından değerlendirmek hatadır. Buradaki değer kıstası bu kurumların
savaş meselesiyle ilgili yeni ve orijinal olup olmadığı, savaşın ve askeri örgütlenmenin
şartları ve gereklerinin daha belirgin bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak yeni bir yol açıp
açmadığı olmalıdır. Askeri düşünce tarihinde Machiavelli'nin yerini belirlemek için kullanılacak ölçü, önerdiği tedbirlerin kullanışlığı
değil, onun genel kavramlarının ve metotlarının verimliliğidir.
Machiavelli ilk çağdaş askeri düşünür olarak adlandırılmıştır.
Muhakkak ki askeri konularla ilgili ilk kişi değildi; ondan önce ve onun zamanında bu konularla ilgilenmiş
çok kimse vardı. Ama Machiavelli askeri
tartışmaları yeni bir seviyeye yükseltmiş, savaş ve askeri konuların teorik olarak incelenmesine ve anlaşılmasına ilişkin ilkeleri saptamıştır. Onun yaklaşımının
özellikleri ve gerçek niteliğini, ondan önceki ve çağdaşı askeri yazarlarla karşılaştırılarak anlaşılabilir.
Klasik edebiyatı ortaçağ şartlarına uyarlanan ve Hıristiyanlığın
ahlak kurallarına tabi tutan ortaçağın büyük din- bilimcilerinin sosyal felsefelerinde askeri konular, insanın sosyal faaliyetlerinden biri olarak yer almıştır. Geleneksel olarak askeri konular siyasi teorinin bir parçası olarak ele alınıyordu. Daha sonra hümanistler siyasal yaşamın askeri yönleri
üzerinde özellikle durdular. Roma ve Roma
tarihine karşı
duydukları büyük ilgiden dolayı askeri olaylar ve askeri tarih, siyasal güçlülüğün ve tarihin özü olarak görünüyordu. Nihayet tabiat bilimlerinin ve teknolojinin ortaya çıkışı teknik konuların
işlendiği yeni bir edebiyata yol açtı; askerlik sanatının teknolojik yönleri birçok esere konu oldu.
Şüphesiz bu akımların üçü de Machiavelli'nin askeri fikirlerinin gelişimini etkilemiştir. Vegetius'un resmen bir otorite olarak tanınması ortaçağlarda gerçekleşmişti; asker-
lik sanatı üzerine yazılmış ortaçağın en iyi iki eseri aslında Vegetius'un uyarlanmasından ibarettir.
Vegetius'u kendi zamanının ihtiyaçlarına göre
şekillendirerek Machiavelli de onların yolundan yürümüştür.
Silahların kullanışını etraflı biçimde anlattığı kısımlarda ve tahkimat sanatı
ile ilgili bölümde Machiavelli'nin askeri
konulara aşina olduğu belli olmaktadır.
Ancak hümanistlerin etkisi en belirgin olanıdır. 1468 yılında Platina şöyle
yazmıştır: "İtalya'nın etkisini ve gücünü en çok zayıflatan,
İtalyanların silah kullanmayı unutmuş olmalarıdır."
Machiavelli'den önce de Floransalı devlet adamları paralı
askerleri eleştirmişler ve vatandaşların silahlandırılmasını
savunmuşlardı. Particius ( 1412-1475)
gibi hümanistler
bütün genç erkeklerin mecburi askeri eğitime tutulmalarını önermişlerdi. Zamanlarındaki
yumuşaklık ve askeri kahramanlığın eksikliği konusunda feryat figan eden hümanistler ticari ruhu siyasal duygusuzluğun nedeni olarak görüyorlardı.
Daha 14. yüzyılın sonunda Salutati'nin
(1331-1406) gözlemlerine
göre, Floransa'nın politikasında "soyluluğun özelliğine hırs değil, ticari menfaatler hakimdir; tüccar ve sanatkarlar için savaşın doğuracağı kargaşalık ve huzursuzluktan daha zararlı bir şey olmadığına göre, tabii ki bizi idare eden tüccar ve sanatkarlar barışı severler ve savaşın
israfından nefret ederler."
Machiavelli'nin düşünceleri ile kendisinden evvelki askeri yazarların düşünceleri arasındaki bu belirgin bağdan
ötürü onun askeri teorinin özünü teşkil eden fikirlerinde bu yazarlara bağlı kalmaması daha da anlamlıdır. Ne piyade kuvvetini tavsiye eden görüşleri, ne muharebelerin önemini vurgulayan ifadeleri ve ne de genel olarak savaş kavramı kendisinden evvelki askeri edebiyatta yer almamıştır. Aksine, Machiavelli bu
hususlarda geleneksel askeri düşüncenin tamamen karşısına çıkmıştır. Ondan önce süvarinin hakim rolünden şüphe edilmiyordu. Yazdıkları
eserler de: "Modern çağ, atlılardan (süvarilerden)
başlamaktadır. Savaş esnasında bunlar gayet
kullanışlıdır." Subaylara muharebeden kaçınmaları öğütleniyordu. Çünkü bir muharebenin sonucunu tahı11in etmek hemen hemen imkansızdı. Patricius: "Zeka, cesaret ve askeri bilgi yardım etse de, son sözün
sahibi Tanrıça Fortuna'dır," diyordu.
Dahası, bütün edebiyat hala, savaşı daha yüksek bir amaca hizmet eden bir araç olarak görüyordu. Savaş yöntemleri ve ilkeleri ahlak standartlarına tabi tutuluyor ve
kurallarla sınırlandırılıyordu.
Ancak önemli olan Machiavelli'nin bu noktalardan, eskiden ayrılması ve daha gerçekçi bir görüşü sergilemesi değil,
bütün görüşlerinin birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan lüzumlu
parçalar olmasıdır. Hepsi Machiavelli'nin savaş kavramına dayanır. Ona göre siyasal yaşam, büyüyen ve yayılan ülkeler
arasında bir hayatta kalma mücadelesiydi. Savaş doğal ve gerekliydi. Hangi ülkenin hayatta kalacağını belirleyen ve yok olma veya büyüme arasında karar veren unsur, savaştı.
Dolayısıyla savaş bir sonuca ulaşmadır ve sonuca ulaşmanın en çabuk yolu da yenilen ülkeyi yenen ülkenin merhametine bıraktığı için muharebedir. Muharebenin bu büyük öneminden ötürü bu konu hiçbir zaman şansa
bırakılmamalı zaferi garantilemek için mümkün olduğunca iyi hazırlanma-
lıdır.
Muharebe için etkin şekilde
hazırlanmak bir ordunun yapısıyla doğrudan ilgili tek kıstastır. Bu da geleneksel askeri teşkilatın yeniden ele alınmasını gerektiriyordu. Dahası,
siyasal kurumlar, şeklen ve manevi açıdan askeri ihtiyaca uygun olarak şekillendirilmeliydi. Hümanistler kendi çağdaşlarını askeri kahramanlıktan yoksun olmakla itham etmişlerse de bu eksikliğin sonuçları üzerinde fazla durmamışlardır.
Onlarınki tamamen değişik ve birbirinden kopuk bir düşünce yapısına bağlı manevi bir çağrıydı. Ama Machiavelli'nin askeri kavramlardaki bütün fikirleri, birbirini tamamlayan, onun si-
yaset ve savaş hakkındaki genel felsefesinin parçalarını oluşturan birer unsurdur.
Machiavelli'nin yaklaşımının gücü ve yenilgi onun görüş
açısının genişliğinden doğmaktadır; o askeri sorunları bir bütün olarak incelemiş ve teknik detaylarla, savaşın genel amacı ile askeri müesseselerle siyasal örgütlenme
arasında yakın bir bağ olduğunun farkına varmıştır. Bu yeni görüşün
oluşmasında muhakkak ki Machiavelli'nin içinde yaşadığı tarihi ortam ve edindiği
tecrübeler büyük rol oynamıştır. Rönesans'ın getirdiği
gelişmeler ve o zamanın siyasal olaylarının
sergilediği yeni manzara olmasaydı, Machiavelli'nin bu görüşlere sahip olması mümkün olmayacaktı.
O devirdeki askeri
yenilikler, yeni silahların
bulunması ve piyadenin ortaya çıkması, bir yankı
uyandıracaktı. Sosyal bir dengenin hüküm sürdüğü ve siyasal değerlerin
kayıtsız şartsız kabul edildiği bir devirde askeri düşünce büyük bir ihtimalle teknik öneriler çerçevesinde kalacak, bir teferruat tartışmasından öteye geçemeyecekti. Ortaçağın sonunu simgeleyen, siyasal müesseselerin ve değerlerin
geçirdiği buhran, bunların ifade ettikleri şeylerin
radikal bir şekilde yeniden incelenmesi için bir fırsat
yaratmıştır. Bütün siyaset dünyası bir akıntıya
kapılmış gibi göründüğünden, bu müesseseleri yeni ilkelere göre
şekillendirmek mümkün olabilirdi. Ancak, bu
o devirdeki bütün
düşünürler arasında böylesine radikal bir yaklaşımın yaygın olduğu anlamına gelmemelidir. Bu devirdeki buhranın yarattığı imkanlardan faydalanmak için bir Machiavelli'ye ihtiyaç vardı. Machiavelli'nin siyasal sorunlara devrimci bir şekilde yaklaşmasının mümkün ve verimli olabilmesi için de bir buhran gerekliydi.
Siyasal olayların yeni prensipler açısından
incelenmesi için Rönesans'ın yarattığı ruh biçilmiş kaftandı. Rönesans düşünürlerinin
felsefe ve bilim alanında kaydettikleri başarı
ve yaklaşımların altında yatan varsayım sosyal yaşam ve insan faaliyetleri olaylarının ardında akıl yoluyla
bulunabilinecek
ve bu sayede olayları kontrol altına alabilecek bazı kanunların
mevcut olduğu inancı idi. Bazı kanunların askeri olayları da idare ettiği ve bu olayların istikametini tayin ettiği fikri Machiavelli'nin
askeri konulara yaklaşımındaki
temel varsayım olmuştur; bütün ilgisini bu yasaların bulunması üzerine
toplamıştır. Dolayısıyla Rönesans'ın insan aklına olan güveni ve akıl yoluyla insanın hayattaki şans ve talihi yenebileceği yolundaki iyimser görüşe o da katılıyordu.
Bu boş bir iyimserlik değildi.
Rönesans düşünürleri Fortuna'nın (talih tanrıçası) kuvvetini pek yabana atmıyorlar ve hayatı insan aklıyla bu dönek Tanrıça
arasında tehlikeli bir mücadele olarak görüyorlardı. Ancak, sonunda insan aklının galip geleceğine şüpheleri yoktu. Machiavelli muharebeyi askeri kurumların göbeğine yerleştirmişti,
çünkü kendisinden evvelki yazarları korkutan belirsizlik; muharebenin sonunun önceden kestirilemeyişi, onu korkutmuyordu. Akıl yoluyla bulunan
kanunlara uygun şekilde
bir askeri örgüt kurularak şansın etkisini azaltmak ve başarıyı garanti altına almak mümkün olabilirdi.
Aklın üstünlüğüne olan bu inanç, Machiavelli'nin Romalıların
askeri müesseselerine hayran olmasının da gerçek nedenidir. Onun, bütün diğerleri arasında bir tek bu tarihi örneği tercih etmesi, ne eskiye karşı duyulan merak ve ne de
şahsi
önyargıdan ötürüdür. Roma ordusunun yenilmezliği ve Roma İmparatorluğu'nun
büyüme doğrultusu, Romalıların aklın bulabileceği en iyi örgüte sahip olduklarının deliliydi. Onların askeri müesseseleri evrensel bir kaideyi gerçekleştirmişti ve her ülke kendi askeri müesseselerini
bu kaideye göre düzenlemeliydi.
Düşmanı tamamıyla hakimiyet altına almayı savaşın ana hedefi olarak ortaya koyarak, askeri düşünceye, kendi mantığı ve yöntemleri olan bağımsız bir alan getirmişti; askeri konuların bilimsel bir düzeyde
tartışılması mümkün kılınmıştı. Başka bir deyişle bütün askeri önlemlerin tek ve üstün bir
• amaca yönelik ilişkileri açısından
değerlendirilmesi ve bunlar için rasyonel bir kıstas
konulması mümkündü. Kısacası, Machiavdli'ye göre savaşta başarı, zihni bir sorunun çözümlenmesine dayanıyordu. O zaman strateji terimi henüz tam kullanılmamasına rağmen bu, Avrupa'da stratejik düşüncenin başlangıcıydı.
Machiavelli'nin attığı temeller üzerinde askeri düşünce o günden bu yana devamlı bir gelişme
göstermiştir. Bu Machiavelli'nin önerilerinin somut bir gerçek olarak kabul edildiği
anlamına gelmez. Ancak daha sonraları yapılan tartışmalar onun görüşüne karşıt
olarak değil, onun fikirleri doğrultusunda bu fikirleri zenginleştiren
bir biçimde gelişmiştir. Örneğin, muharebenin kesin
sonucu tayin edeceği konusunda Machiavelli'nin fikrine verilen önem bir yana, muharebenin sonuçları üzerinde çok daha derinlemesine bir
inceleme yapılması
gereği ortaya çıkmıştır. Askeri kurumlar sadece en doğru muharebe düzeninin
kuruluşuyla ilgili kuralları koymakla kalamazdı. Muharebe anındaki
olayların akışının da araştırılması gerekiyordu. Öte yandan, eğer savaşın
doruğunu muharebe teşkil ediyorsa, o zaman bütün harekatın bu kati sonucu tayin
edecek muharebeye göre
planlanmalı ve incelenmelidir. Bu tip düşünceler, teorik hazırlığın ve önceden
planlanmış askeri harekatın modern savaşta
oynadığı rolün, Machiavelli'nin düşündüğünden kat kat fazla olduğunu
göstermektedir. Machiavelli, bir generalin oynadığı rolün
önemi üzerinde pek durmamış, bir generalin tarih ve coğrafya bilgisine sahip olması
gerektiğinden öte bir şey söylememiştir.
Daha sonraları askeri önderliğin
planlanması ve generallerin entelektüel bir eğitime tabi tutulması
konuları askeri düşüncenin ana sorunları haline gelmiştir. Bu sorunları geliştirirken, askeri düşünce Machiavelli'den çok
öteye ilerlemiştir. Ancak bu çağdaş sonuçlar onun başlattığı
araşnrmanın mantıki devamıdır.
Yine
de modern askeri düşüncenin
bir yanı vardır ki, Machiavelli'nin düşüncesiyle hiçbir ilgisi olmadığı gibi,
tamamen ona karşıdır. Machiavelli
esas olarak her devletin askeri müesseseleri için her zaman geçerli olacak
genel bir prensip ile ilgileniyordu. Modern askeri düşünce ise
değişik
tarihi şartlar altında, değişik şekilde hareket edileceğini ve askeri müesseselerin başarılı olabilmesi için her
devletin kendi anayasasına
ve şartlarına uygun bir şekilde kurulmuş olmaları gerektiğini vurgulamıştır.
Machiavelli'nin askeri kurumların tesis edilmesinin ve savaşın idaresinin
rasyonel ve genel olarak geçerli kurallara
göre
yapılması üzerinde durması ile
askeri konularda akılcılık
unsuru ağırlık kazanmıştır. Machiavelli 15. yüzyılda satranç oyununa benzer savaşları şiddetle tenkit etmişse de,
18. yüzyılda
generaller kısmen de
olsa manevra savaşlarına
dönmüşlerdir. Bu
gelişme
Machiavelli'nin askeri bilimlerde
başlatmış
olduğu felsefeye fazla ters düşmemektedir. Savaşlara rasyonel kuralların hakim olduğu farz
edildiğinde,
düşmanın rasyonel olarak savaş kaybedeceği bir pozisyona düşürüldüğü zaman kendiliğinden pes edeceğini beklemek
gayet doğaldır.
Savaşı sadece bir bilim olarak görürsek ya
da en azından askeri konularda rasyonellik (akılcılık) unsuruna fazla değer verirsek, bunun sonucu olarak ortaya çıkacak görüş, savaşın savaş alanında olduğu kadar kağıt üzerinde de kazanılabileceği görüşüdür. .
Artık anlaşılmıştır ki, savaş sadece
bir bilim değil,
aynı zamanda bir sanattır. Genel
nitelikler yetmemektedir, olayın özel ve kendine has olan, somut
olmayan, ölçülemeyen
unsurları da vardır. Bu
yeni entelektüel
akımların, kişilik ve
özellikle
niteliklerin öneminin farkına varılması Clausewitz sayesinde olmuştur. Clausewitz,
Machiavelli için "askeri konularda sağlam bir
yargıya sahiptir" demişür. Diğer askeri yazarları devamlı eleştiren ve hor gören Clausewitz;
ilk ve son kez böyle bir ifade kullanmıştır.
Clausewitz'in
bütün doktrinlerinin kaynağında savaşın genel mahiyetinin incelenmesi
yatar. 19. yüzyılın
askeri yazarlarının en-büyük devrimcisi bile Machiavelli'nin
temel savına
karşı çıkmamış, aksine
kendi eserlerinde bu savı işlemiştir.
İngiltere ve
Fransa'nın
Topyekun
Savaş Konsepti
Churchill,
Lloyd George, Clemenceau
D
emokratik
hükümet
şekli ve hayat felsefesi, krallıklarda pek rastlanmayan askeri
sorumluluk, teşkilat
ve kontrol sorunlarına yol açar. Çünkü, demokratik devletlerde çok kafalı ve müteşebbis kişiler için askerlik pek çekici değildir. Ayrıca baskıya meydan vermemek için kuvvetlerin
ayrılmış
olması, savaşın başarıyla sevk
ve idare edilmesinde bazı aksaklıklara yol açmıştır. Böylece demokratik devletlerdeki sivil
unsurlar çoğunlukla
askeri hayattan kaçarken ve
askeri sorunlara isteksizlik gösterirken, katıldıkları her büyük savaş beraberinde büyük zorluklar
getirmiş
ve sivil unsurların savaşta büyük hatalar yaptıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle
genellikle her büyük
savaş sırasında veya
savaştan
sonra reformlar yapılmıştır.
Demokrasilerde
sivil unsurun askeri konulardaki en büyük sorumluluğu, hükümetin devleti korumasıdır. Askeri işlerin
sivil kesim tarafından
kontrolü şarttır, aksi
halde halkın
hükümranlığı tehlikeye
girer.
Askeri
siyaseti, sivil unsurlar kontrol ettiği takdirde,
onların
maddi destek ve yasama sorumluluklarından çok daha büyük sorumluluklar
üstlenerek
askeri harekata direkt katılmaları veya harekatı kontrol
etmeleri kaçınılmaz
olur. İşte, bu
noktada
sivil unsurlar profesyonel askerin geleneksel alanına el
uzatarak sivil-asker ihtilafına ve sürtüşmesine zemin hazırlamıştır. Siyasi nedenler sivillerin askeri
işlere
karışmasına yol
açacak kadar etkili olmadığı zamanlarda,
teknolojik nedenler etkili olmuştur. Oswald
Spengler, barut ile kitap basımının hemen
hemen aynı zamanda kullanılmaya başlanmış olması arasında yakın bir ilişki olduğunu belirtir.
Endüstri devriminden
sonra ortaya çıkan teknik ilerlemelerle savaş arasında daha da yakın bir
ilişki
vardır. Bu ilerlemeler sayesinde Fransız İhtilali'nin yaratmış olduğu büyük
orduları giydirmek, silahsızlandırmak ve bu ordulara ikmal yapmak mümkün hale
gelmiştir.
Makinelerin üretilmesi, bu orduların var
olmasını
mümkün kıldı; demiryolları o zamana
kadar tahayyül
edilememiş ölçüde bir
çeviklik
kazandırdı. Bu
devrim ilkin 1859 İtalyan
Savaşı'nda kendini hissettirdi; 1862'de
Haupt'un bir haftada iki kolorduyu demiryolundan Nashville'e taşımasıyla iyice kendini gösterdi.
19. ve 20. yüzyıllarda askeri işler sanayi
ile gitgide bağımlı
hale geldi ve toplumun sivil unsurları savaş hazırlıklarına ve savaşın sevk
ve idaresine daha fazla katkıda bulunmaya
başladılar.
Engels'in "Fransız İhtilali zaferlerini orduya kazandıran kimdir?" sorusunu sormasına bu
gelişmeler
neden oldu.
Profesör Wright
savaş tarihini aşağıdaki devrelere
bölmüştür:
(a}
Ateşli
silahların kullanılması (1450-1648);
(b} Profesyonel ordular ve
saltanat savaşları
devri (1648-1789);
(c}
Savaşın
büyüme devri (1789-1914);
(d}
Savaşın
totaliterleştirilmesi (1914-1942).
Son
iki devirde savaşın mekanize hale getirilmesine, orduların büyütülmesine, halkın
militaristleştirilmesine, savaş çabalarının millileştirilmesine ve askeri harekatın yoğunlaştırılmasına doğru bir tutum görülür.
Önceki devirlerde
savaşın sevk ve idaresi daha ziyade
generallerin ve amirallerin sorumluluğunda iken, bir milletin tüm Kaynaklarının belli bir hedefe yöneltilmesi bir sınıfın önderlerinin altından kalkamayacağı kadar zor bir iştir. Bu
nedenle savaş,
halkının tümünün ve
hükümetin
sorumluluğu haline
gelmiştir.
Ancak
sivil önderlerin
askeri konulara karşı ilgisizlikleri
ve toplumun sürekli ve normal halinin barış olduğuna ilişkin yaygın faraziye, teknik ve endüstriyel ilerlemenin kaçınılmaz hale soktuğu sivillerin
savaşta daha aktif rol almaları sivil
unsurların
benimsenmemesine yol açmıştır.
Savaş kapasitesi
kesin olarak hükümetin
niteliğine bağlı olduğundan, kontrol
metotları
gevşek ve merkezi teşkilatı zayıf olan demokratik ülkeler kuvvetli
bir teşkilata
sahip az demokratik devletler karşısında bazı dezavantajlara sahiptirler. Barış felsefesi,
bazı demokrasilerin ilerleyen
teknolojilerinin ve modern şartların gerektirdiği askeri çabaları göstermelerini önler. Bu
nedenle Avrupa devletlerinin birçoğu askeri
işlerin yönetimi için Prusya-Alman genelkurmayını örnek alarak merkezi bir daire
kurarken, İngiltere
ve Amerika böyle bir
askeri planlama ve kontrol sistemi kurmayı 20.
yüzyıla kadar geciktirmiştir. Genelkurmay sistemine geçmenin savaş hazırlığı intibamı uyandıracağı
endişesi bu sisteme geçilmesini önlemiştir.
Bu
bakımdan
Amerikan İçsavaşı, 1914-1918
Savaşı'nın
öncüsü olmuştur. Bu
savaş büyük
orduları, demiryollarını, telgrafı, zırhlı gemileri, demiryolu topçusunu, balonları, siperleri ve tel engelleri içermiştir. Bir bakıma içsavaş ilk modern savaş olmuştur. Kuzeyin sanayisi, güneyin askeri
niteliklerini ve cesaretini geçersiz kılmıştır. Modern silahların süratle gelişen ateş gücü bütün askerleri siperlere çekmiştir. Yine de Avrupa genelkurmaylarının 1914 askeri planları geleneksel
bir hareket harbini içermiştir. Lord Kitchener dışındaki başlıca profesyoneller Avrupa'daki savaşın birkaç ayda sona ere-
ceğine inanmışlardı. Bu görüş Marne
Muharebesi'ne kadar devam etmiş, bu
muharebeden sonra batıda siper savaşına geçilmiştir. 1915 başlarında sipeder denizden İsviçre'ye kadar uzanıyordu. Bu durumda klasik metodu
uygulamak için kanat yoktu ve hareket harbi
yapmak imkansızdı.
Makineli tüfeklerle ve topçu ile
korunan siperler kısa
süre sonra uzun süreli topçu ateşini gerektiren ve böylece baskın etkisinin yok olmasına sebep
olan dikenli tellerle korunmaya başlandı.
Batı cephesinde
hareket ve baskın
imkansız hale geldikten
sonra mevzi savaşı
başladı. Mevzi savaşının seçenekleri sadece zayiat ve cephe
taarruzuydu.
1915'e
ulaşıldığında
malzeme savaşın en
önemli
faktörü haline geldi. Siper savaşının her
türlü
teçhizat ve ikmal ihtiyaçları tahminlerin üstüne çıkmıştı. Bu durumda askeri önderlerin milli kaynakları etkin ve yeterli biçimde düzenleye- meyecekleri kısa sürede belli olmuştu. Askeri
ve sivil önderler
arasında o zamana kadar görülmemiş derecede bir koordinasyon gereği doğdu. Bu savaş büyük muharebe alanlarında yapılan koalisyonlar savaşı olduğu için sivillerin katkısını da
gerektiriyordu. Biraz basite indirgeyerek; 1914-1918 Sava- şı'ndaki iki
zor meselenin çözüme
ulaştırılması gerekiyordu.
Sorunlardan biri, malzeme savaşına etkin
biçimde
nasıl hazırlanacağı, diğeri ise,
modern koalisyon savaşında
askeri gayretlerin nasıl koordine
edileceğiydi.
Devletin sivil kanadı bu
sorunların
her ikisini de askeri kanattan
daha etkin ve süratli halledebilirdi.
Krallık rejimine
dayanan Almanya bile 1914-1918 Sava- şı'nı önemli sivil unsurların yardımı olmadan sürdüremeyeceğini anlamıştı. Siper savaşının ve
malzeme mücadelesinin
yaratacağı etkileri ilk fark edenlerden
birisi Dr. Walter Rathe- nau olmuştu. Birçok firmanın müdürü olan Dr. Rathenau'nun üretim bilgisi
ve pek çok
ülkeyi ve halklarını tanımış olması onun normal bir karargah subayından daha geniş bir
açıya sahip olmasına yol
açmıştır.
O, savaşın özünü çok sayıdaki
askerin
taşınması,
beslenmesi, bakılması ve
onlara ikmal yapılması
olarak görmüştü. Modern
savaşlar
malzemeyi eski savaşlara- na2aran çok daha
süratli
tüketiyordu. Marne
Muharebesi Almanya'nın batıda zafer kazanma ümitlerini yok ettiği zaman,
Rathenau uzun sürecek olan mücadele için Almanya'nın hammaddelerini muhafaza ve
organize etmesi gerektiğini
savunmuştu. O,
bu gerçeği
gören tek sanayici veya iktisatçı olmadı.
Arthur
Dix'in Moltke'ye muhtıra yollayarak iktisadi alanda bir
genelkurmay kurulması
gerektiğini belirttiğinde Moltke'nin
cevabının
ise: "Beni iktisatla meşgul etmeyin,
ben savaşı sevk ve idare etmekle meşgulüm," dediği söylenir.
Rathenau,
1914'te savaş
bakanı olan ve Marne yenilgisinden sonra da Moltke'nin yerine geçen General
Falken- hayn'a karşı daha başarılı oldu.
Yoğun bir seferberliğin ve Almanya'nın hammaddelerinin sistemli olarak kullanılmasının savaşın başarıyla sürdürülmesi
için gerekli olduğuna Generali
ikna etti. 1914 sonlarında
üç kişiden oluşan bir
teşkilat kurdurdu. Daha sonra 1918'de bu teşkilat savaş bakanlığının en büyük ünitesi oldu. Rathenau'nun çalışmaları, Dr. Fritz Haber'in kimya ve mühendislik alanındaki çalışmaları ile birlikte, Almanya'nın kaynak ve insan gücü bakımından çok üstün olan koalisyona karşı 4 yıl süreyle mukavemet edebilmesinde çok önemli faktörlerdir. Yine de 1914'ten 1918'e kadar
Alman endüstrisinin
gerçekleştirdikleri Rathenau'nun
umduğu gibi olmadı ve
Almanya'nın
düşmesini engelleyemedi.
Bundan alınacak
ders, gelecek bir savaşla insan
gücü de dahil olmak üzere, tüm kaynakların ve sanayinin çok iyi
kontrol edilmesiydi. Savaştan sonra
Almanya'da savaş
ekonomisi büyük bir
dikkatle ele alındı. I. Dünya Savaşı'ndan alınan dersler Goering'in ünlü Dört Yıllık Planı'nın temelindeki ilkeleri oluşturdu.
İngiltere'de David Lloyd George ve Winston
Churchill gibi kişiler 1914-1918 koalisyon savaşının askeri,
sınai ve
siyasi
sorunlarını
çözmek için gayret
göstermişlerdir.
Faaliyetlerini
demokrasinin savaş
yöntemine getirdiği bsıtlama- lar
ve zorluklar altında
yürütmüş oldukları için savaşın sevk
ve idaresine onların
yapmış oldukları katkılar Rathenau'nun
katkılarından
daha etraflı bir
anlatımı
gerektirir.
Lloyd
George'un savaş konusunda bir öğrenimi ve
tecrübesi
yoktu, hayatını toplumsal,
yasal ve siyasi sorunların
çözümüne adamıştı. Churchill
ise Landhurst'da kısa bir askeri eğitimi müteakip Hindistan'da görev yapmıştı. Fakat bu görev onun
savaş muhabiri, tarihçi ve
siyaset adamı
olmasına yol açmıştı. Boer
Savaşı
sırasında Lloyd George, emperyalizmini eleştirdi ve
bu savaştan
sonra da sosyal içerikli
yasalara olan tutkusu şişkin askeri
bütçelere
karşı çıkmasına yol
açtı. Churchill ise tam aksine,
1911'den sonra deniz konuları ile
direkt ilgiliydi ve Agadir Krizi sırasında Fransa'ya
karşı muhtemel bir Alman istilasının nasıl yapılabileceğini hükümete bir muhtıra ile
sunmuştu.
Resmi görevleri
nedeniyle her ikisi de, 1914-1918 olayların içindeydiler. 1914'te Lloyd George maliye bakanı, Churchill
ise bahriye (denizcilik) bakanıydı.
1914'te
savaş
başladığı zaman Churchill'in sorumluluk üstlenmeye hazır olması, ileri görüşü ve
konuşma
tarzının mükemmelliği onun,
parlamento üyeleri
arasında ön plana
çıkmasına
yol açtı. Görevi dolayısıyla savaşın her safhası ile
yakından
temas halindeydi. Sadece
denizlerin kontrolü
ile ilgilenmeyle yetinmeyip
askeri stratejiye de eğildi. 5 Eylül 1914'te
Lord Kitchener'e bir muhtıra yollayarak
Alman ulaştırma
hatlarına darbe indirmek amacıyla, Archangel'den
Ostend'a iki Rus kolordosunun yollanmasını teklif etti. Bal- kanlar'da müttefik kazanmak
için plan yapılmasını ileri sürdü. Böylece hükümetin sivil bakanlarından biri, bir bakıma gönüllü bir genelkurmay haline geldi!
Gerek
Churchill gerekse Lloyd George sürüncemede kalmış olan Fransa'daki 1915 siper savaşının önemini kav-
ramışlar, ancak bu konuda
birbirinden biraz farklı
sonuçlara varmışlardır.
Chu{chill'e göre sorun manevra ile çözümlenebilirdi. Makineli tüfekler karşısında mevcut askeri doktrinler yetersizdi. Churchill şöyle yazıyordu:
"Muharebeler kan dökerek ve manevra ile kazanılır.
General ne kadar yetenekliyse, o
nispetle manevraya başvurur
ve o nispette de kan dökmekten kaçınır. Yıpratma muharebesini ön plana çıkartan teori tarihte çelişki
içerisindedir ve geçmişteki büyük askerler olsaydı bunu reddederlerdi. Büyük devletler ve ünlü komutanları yaratmış olan ve askeri sanatın
şaheserleri olarak kabul edilen muharebelerin
hemen hemen hepsi manevra muharebeleridir. Bu tür muharebelerin çoğunda muzaffer tarafın
kayıpları az olmuştur. Büyük komutanın hamurunda sadece aklıselim, muhakeme ve hayal gücü değil düşmanı yenilgiye olduğu kadar, bilinmezliğe
düşürecek şeytani bir nitelik olmalıdır. Zafer kazanılmasını
sağlayan ve kan dökülmesini mümkün kılan bu tür yeteneklere sahip oldukları için askeri önderlerin mesleği bu denli şereflidir.
Şayet onların sanatı hayat değiş tokuşundan ve ölenleri saymaktan ibaret olsaydı, insanlığın gözünde çok daha aşağı sıralarda
olurlardı...
Mekanik tehlike
(torpido ve makineli tüfekler) mekanik bir önlemle giderilmelidir. Bu yapılır yapılamaz, daha güçlü donanma ve daha güçlü
ordular taarruz durumuna geçebileceklerdir. Bu yapılana kadar herkes boşuna
uğraşacak ve herkes zarar görecektir."
Churchill sorunun,
gemi ile torpido arasında
ve askerin göğsü ile makineli tüfek mermisi arasına ince bir tabaka çelik
yerleştirmekle çözümlenebileceği sonucuna vardı. Fransa'daki çıkmazdan kurtulmak için de Ortadoğu'da ve Balkanlar'da yeni savaş alanları açılamasını öngördü.
Lloyd George, barıştan savaşa geçişin gerektirdiği
mali önlemleri tamamlayıncaya kadar savaşın askeri yönleri ile
ilgilenmedi.
Ancak ondan sonra bakanlığının
finanse ettiği askeri
teşkilatı
ve programları incelemeye başladı. Bulguları onun savaş hazırlıklarında ve nihayet savaşın yönetiminde daha direkt bir rol almasına yol
açtı.
Ona
göre
savaş bir malzeme muharebesiydi ve savaş bakanlığının tedarik siyaseti geleneksel
metotlarla köstekleniyordu. İngiltere'nin askeri önderlerine karşın karamsarlık duymaya başladı ve
bu karamsarlığı
savaş süresince artarak
devam etti. Savaşın
başlangıcında savaş bakanlığının İngiliz ordusuna
yeterli ikmali yapmadığını
gördü. Lord French, sormadan
French'in yerine gelen Haig ve Kitchener gibi generallerin siper savaşının ikmal
ihtiyaçlarını
bilmedikleri kanısına vardı.
Bu
generaller silahlarda ve metotlarda meydana gelen değişiklikleri yavaş fark ediyorlardı. İlkin şarapneli tercih ederek tahrip danesini
reddettiler. Lloyd George kuvvetlere yeterli cephane ve teçhizat sağlanamamasından dolayı savaş
bakanlığını suçlamadı, fakat
onları
savaş malzemesi ve savaş malzemesi
üretimindeki
gelişmelere ayak
uyduramamış
olmakla itham etti. Onları 20.
yüzyıl
savaşının büyük ölçüde kimyagerlerle
üreticiler
arasındaki bir savaş olduğunu göstermiş oldukları için sorumlu tuttu. 1914 Ekimi'nde
Lloyd George mevcut silah firmalarının büyütülmesini talep ettiği zaman
ordu donatım,
firmaların yardım talep
etmemiş
olduğunu ileri sürerek tahsis
edilmiş olan parayı kullanmadı. Savaş bakanlığı sadece Arsenallerin ve birkaç tecrübeli firmanın güvenilir askeri teçhizat üretebileceği yolundaki savaş öncesi inancını korumaya devam etti.
22
Şubat 1915'teki muhtırasında Lloyd George, müttefiklerin amacına sınai kaynaklarının üstünlüğü sayesinde ulaşabileceklerini belirtti. Bu kaynaklar zaman
kaybetmeden ve tam kullanıldığı,
müttefiklerin askeri
gayretleri koordine edildiği takdirde
zafer kazanmak mümkün
olacaktır. Lloyd Ge- orge savaşa yönelik üretim için sınai kaynaklarının seferber
edilmesini tekrar
tekrar vurguladı.
Savaş malzemesi durumunu iyileştirmek için yaptığı bütün teklifler, itirazlar, engellerle karşılaştı. Bütün bunlar 1915 Çanakkale yenilgisine kadar sürdü. Bu yenilgi siyasi
alanda bir silkinmeye yol açtı ve savaş malzemesi bakanlığı kurularak başına Lloyd George getirildi. Churchill'ın siper savaşının
sürüncemede kalmasına ve müttefikler arasındaki
koordinasyonsuzluğa ilişkin görüşleri 24 Aralık 1914'te başbakana
yolladığı muhtırada şöyle dile getirilmişti: " ... Sanırım
batıdaki savaş alanında taraflardan hiçbiri diğerinin hatlarına giremeyecektir... Nihai bir görüş benimsemeksizin, her
iki ordunun da durumunda büyük bir değişiklik olmayacağı kanısındayım;
şüphesiz yine de birkaç yüz bin insan harcanacaktır. "
Bu görüşlerin doğru olduğunu farz edersek, şöyle
bir soru ortaya çıkar: Artan askeri gücümüzü
nasıl kullanmalıyız? Ordularımızı Belçika kıyılarında dikenli tel çiğnemeleri
için yollamaktan başka seçenekler yok mudur? Ayrıca deniz kuvvetlerinin gücü daha direkt biçimde
düşmana yöneltilemez mi? Mevcut cephelerde
Alman hatlarını
geçmek imkansızsa veya pahalıya mal olacaksa, yeni kuvvetler geldikçe bu kuvvetleri yeni cephelerde kullanmamız ve bunu Rusların yapmasını sağlamamız gerekmez mi?
... Müttefikler savaşı hemen hemen bağımsız
olarak yapmaktadırlar. Savaşı karada ve denizde
kesin sonuç safhasına ulaştıracak planlar nisan ve mayıs ayları için şu sıralarda yapılabilir. Kararsızlık içinde sürüklenmemeliyiz.
Düşünmeliyiz ... Sürdürdüğümüz savaşı
müttefiklerimizle ve özellikle Rusya ile koordine etmeliyiz. Sürekli bir taarruz için plan yapmalıyız ve Fransa'daki Alman hatları ve Belçika üzerine yöneltilen direkt cephe taarruzları
başarısızlığa uğrarsa, bu yeni seçeneğe hazır olmalıyız, çünkü bu taarruzlar başarısızlığa
uğrayacaktır... "
Başka seçenek kalmayınca Churchill deniz
kuvvetlerini Çanakkale
üzerine yolladı. 18 Mart 1915'teki bu
taarruz pa-
halıya mal
olan bir deniz faciasıyla
neticelendi ve kara kuvvetlerinin Gelibolu Yarımadası'nı alma girişimleri kanlı ve başarısız oldu.
Bu başarısızlık
Bahriye bakanı ve
profesyonel danışmanı
arasındaki ilişki konusunda
büyük bir tartışmaya yol açtı. Churchill,
Deniz Kuvvetleri Komutanı
Amiral Lord John Fisher'ın tavsiyelerini
dinlememekle suçlandı.
Askeri alanda sivil düşüncenin ne şekilde uygulanacağı sorunu hükümetin sivil üyeleri ile
onların profesyonel asker olan danışmanları arasındaki ilişkiye dayanıyordu. Askeri işlerde sivillerin
sorumluluğuna
ve harekatın tamamen
askerlerin kontrolüne
dayandığı sistem, askeri danışmanlar teknik bakımdan uzman
ve zamana ayak uyduran kimseler olduğu takdirde
işliyordu.
Bu kimseler profesyonel bir
inatla bilim ve sanayi potaasiyellerinin farkına varmak
istemediklerinde ve politikacılara karşı savunmasını yapmadıkları bir stratejiye bağlı kaldıklarında da bu sistem yürümüyor ve
büyük
tartışmalar doğuyordu.
Çanakkale felaketi
Churchill'in bahri bakanlığından
uzaklaştırılmasına yol
açtı. Ancak o bakanlıktan ayrılmadan önce savaşın en büyük taktik
yeniliğini
yaratacak olan projeyi
sundu: Tankın
geliştirilmesi. Arızalı bir
arazide gidebilecek, zırhlı ve
üzerinde
makineli tüfekleri olan
bir tank yapılmasını
emretmişti. İlk tankta
yeni bir buluşun
tüm aksaklıkları vardı; fakat
zamanla bu tank taktikte bir devrim yarattı. Böylece tank ve ondan sonra gelişen her
şey Churchill'in, askeri tarihin o
dönemine
yapmış olduğu en
büyük
katkıdır. Tankın gelişmesine birçok kişinin katkısı oldu fakat bunu muharebe sahasının arızalarını aşmak için kullanmak fikri bir sivilden çıktı. Savaş yıllarında Churchill İngiltere'nin askeri ve siyasi önderlerine çok sayıda muhtıra yazmıştır. Bu muhtıralar onun stratejik sorunları çok iyi kavradığını ve olağanüstü bir ileriyi görme kabiliyetine
sahip olduğunu
göstermiştir. (Bu
yeteneğini
II. Dünya Savaşı sırasında da İngiltere başbakanı olarak sürdürmüştür.) 1915'te Çanakkale'ye taarruz kararı
verildiği zaman
Lloyd George bu kararı
tüm gücüyle desteklemişti. Batı cephesi
taarruzlarına
müttefiklerin yeterince
güçlü
olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştı. Müttefiklerin 1915'te Sırbistan'ı kurtaramamaları onda, Lord Kitchener'in stratejik
yeteneğine
ilişkin kuşkular yaratmıştır. Savaş malzemeleri
bakanı olarak 1915 yılında savaş bakanlığının yeni tümenler için öngördüğü teşkilatın ve silahların yetersiz olduğu kanısına varmıştı. Savaş bakanlığının öngördüğü 70 tümen yerine
100 tümenlik,
%25 daha fazla silah sağlamıştı.
Lord
Kitchener, her tabur için gerekli
makineli tüfek sayısını
iki olarak saptadığı zaman
Lloyd George, Geddes'e "O sayının karesini
bulun, onu iki ile çarpın ve elde edeceğiniz rakamı da iki misline çıkartın," demiştir. (Karşılarında çarpışan
Alman taburlarının her birinde makineli tüfek bölüğü vardır. Hal böyleyken savaş bakanlığı yapan bir generalin İngiliz taburları için iki makineli tüfek hesaplaması anlaşılır şey değildir.)
Lloyd
George müttefiklerin
koordinasyon yapmasını sürekli olarak vurguluyordu. Savaştan sonra
şöyle
yazıyordu: "Müttefik stratejisinin
gerçek zafiyeti stratejinin hiç bulunmayışıydı. Birleşik cepheli büyük bir
savaş yerine, her birinin ayrı, değişik ve münferit stratejisi
olan en azından
altı savaş vardı. ..
Gerçek bir düşünce birliği, gayretlerde koordinasyon veya düşmanın en
zayıf
noktasına darbe indirecek şekilde kaynakların bir araya getirilmesi diye bir şey yoktu.
Kendi stratejisi olan ve bu stratejiyi kendi kaynakları ile uygulayan birçok milli
ordu vardı.
Bütün olarak ittifakın mevcut
kaynakları
çerçevesinde; askerleri,
silahları
ve cephaneyi en verimli sonuçlar alabilecek
şekilde
dağıtmak diye bir kavram yoktu. Muazzam savaş alanını bir bütün olarak
mütalaa
ederek en etkin darbelerin düşmanın neresine
indirilmesi gerektiği
konusunda karar verilmesi amacıyla beyinlerin
bir araya getirilmesi için ciddi
bir gayret sarf edilmedi. 1917'den önce Doğulu (Rus} bir general ile Batılı bir
askeri önder asla karşı
karşıya gelmedi.
Her sonbahar yapılan generallerin iki günlük toplantısı el sıkışma toplantısından başka bir şey değildi. Hepsi toplantıya planları ceplerinde olarak gelirdi. Müzakere edilecek
bir şey yoktu. Ortak bir düşünce tarzı benimsemek için bir
kurulun kurulması
şarttı. .." Bir bileşik komutanlık kurulması veya İngiliz komutanlarını belirli harekatlarda Fransızların kontrolü altında bulundurmak gayretleri İngiliz- lerin
muhalefetiyle karşılaşmıştır.
Generaller birleşik komutanlık kurulmasını, kendi otoritelerinin kısıtlanması için sarf edilen gizli bir gayret
olarak görmüşlerdi.
Milli duygulara ve yasalara başvurarak böyle bir komutanlığın kurulmasını önlemişlerdir. Nihayet Mart 1918 felaketi
Fransa'da bir birleşik
komutanlık kurulmasını zorunlu
kıldı.
Profesyonel
askeri önderler
Lloyd George'un tekliflerine,
teknik bakımdan
imkansız olduğunu söyleyerek, basmakalıp gerekçelerle karşı çıkmışlardır.
Savaş sürdükçe askeri önderler işbirliği yapmaları gereken sivilleri dikkate almamaya,
hatta bir bakıma kendilerini milletin de üstünde görmeye başlayarak askeri diktatörlüğe doğru bir eğilim göstermişlerdir. Bu konuda Peter Wright şöyle yazmıştır:
"Bu,
en sonunda bütün
genelkurmayları her
türlü
kontrolden uzaklaştırmaktadır. Onlar artık millet
için
yaşamamaktadırlar; millet
onlar için
yaşamakta, daha doğrusu ölmektedir... Onlar için önemli olan sevgili Willie'nin mi yoksa zavallı Harry'nin
mi başlarına
geleceğiı;ıin kıymeti yoktur...
Aynı kadronun iki dalı karşı karşıya olduğunda düşmandan daha saldırgan hale
gelebilirler... "
191
?'de müttefiklerin
durumunu özetlerken Lloyd Ge- orge şöyle demiştir: "Şimdiye kadar müttefik stratejisinin
en büyük
hatası Avrupa savaş alanın, tek ve bölünmez olduğunu kabul etmemiş olmaktır. En
güçlü cephelerde, en güçlü orduların toplanarak zayıf cephelerin iyi teçhiz
edilmemiş ordulara bırakılması bu hataya tuz biber ekmiştir. "
1916-1918
arasında
İngiltere genelkurmay başkanı olan
Sir William Robertson askeri düşünce tarihinde
Batı cephesi ekolünü temsil
etmektedir. O ve onunla aynı düşüncede olan Haig, Lloyd George'a karşı yaptıkları mücadelede Fransız ge- nelkurmayınca desteklenmişlerdir. Fransız genelkurmay mensupları deniz gücünün önemi üzerinde durmamışlar, başka bir yerde cephe açılması yolunda
yapılan tekliflere de basmakalıp hep: "Soru da cevap da
gereksiz" diyerek reddetmişlerdir.
Robertson
ve Lloyd George'den başka, fikirleri
birbirine bu kadar zıt olan iki kişiyi hayal
etmek bile zordur. İriyarı,
sert ve düzenli bir
adam olan Robertson azmi ve liyakati sayesinde yükselmişti. Uzun meslek hayatında karşılaştığı her sorunu, endirekt yoldan, tüm enerjisini
ortaya koyarak çözümleyen
bir karaktere sahipti.
Fransa'da
Alman siperleriyle karşı
karşıya kaldığı zaman
göstermiş
olduğu tutum çok tipiktir.
İngiliz askeri gayretlerini Fransa'da yoğunlaştırmak istemiştir. Bunu, Fransa'daki Alman ordusu
imha edildiği
takdirde savaşın kazanılacağına inandığı için böyle
düşünmüştür. Harekat
alanını
saptadıktan sonra,
İngiliz kuvvetlerinin başka taraflarda
kullanılması
için yapılan bütün girişimlere akıllıca ve
inatla karşı
koymuştur. Lloyd George bütün gayretlerine
rağmen onu ikna edememiştir. Ağır ağır konuşan Robertson, keskin bir zekaya, katı bir
düşünce
tarzına sahipti. "Zaman zaman çok öfkelenir, o zaman kıpkırmızı kesilir, gözleri yuvarlaşırdı. " Astlarını korkudan titretebilirdi fakat başbakanı, savaşı kazanmanın tek yolunun, her erkeği, her
erkek çocuğunu
silahlandırarak Batı cephesinde
"Almanları
öldürmek" olduğuna ikna
edemedi. Fransa'daki meslektaşı Sir Douglas Haig de "Mesleğinin ehli, belli bir alanda görüş sahibiydi,
o da ne istediğini
bilen, hedefini gören, fakat
ikna etme yeteneğine
sahip olmadığının bilincinde olan kimselerin sıkıntısı içindeydi. Kağıt üzerinde
düşüncelerini açık ve
güçlü olarak ifade ederdi. Tereddütlü bir konuşma, suskunluk,
aklın
emrettiğinden ziyade
inat iz-
lenimini veren
hareketleri, bakanlarla olan konuşmalarında onu zayıf duruma düşürüyordu.
Her ikisi de Lloyd
George'un kişiliğine ve düşünce tarzına karşıydı ve savaşı sevk ve idare etme metotlarının milleti tehlikeye attığı kanısındaydı. Lloyd George'un enerjisini ve kararlılığını inkar edemezlerdi, gerçekten de kimse inkar etmiyordu.
1916-1918 arasında İngiltere'de sivil ve asker kesimleri arasındaki mücadelenin başlıca kişileri bunlardı. Gerek Lloyd George gerekse generallerin tüm güçlerini zafer için harcadıkları
ve çaba gösterdikleri meydandaydı; fakat her iki taraf da diğerinin hatalı olduğuna inanmıştı ve yeterince hatip olmayan askerler davalarını gerektiği gibi savunamamışlardır.
Lloyd George ve
Robertson-Haig anlaşmazlığının
esas sebebi başbakanın isteklerini
generallere kabul ettirememesinden doğuyordu. Bazı
bakımlardan siyasi nedenleri vardı, fakat o dönemde aynı durumlar diğer
ülkelerde, özellikle Fransa'da da görüldüğü için asıl hatalı olan sistemdi. Lloyd George 191 ?'de Passchendaele üzerine yapılan İngiliz taarruzuna şiddetle muhalefet etti. Fakat ne bu taarruzu durdurabildi ne de Haig ve
Robertson'u görevlerinden alabilecek kadar halkın gözünde yücelttikleri için Haig ve Robertson görevlerinden uzaklaştırılmayacak derecede halkın
desteğine sahiptiler. Böylece Lloyd George, başarısızlıkla
sonuçlanacağını önceden bildiği bir plana taraf olmak mecburiyetinde kaldı. Yenilgi, müttefikleri koordineli bir koalisyon savaşı yapmaya mecbur edene
kadar İngiltere'de ve Fransa'da devlet adamları siyasetlerini askeri alanda tümüyle uygulamak imkanı bulamadılar.
1917'de Fransa'da
Nivelle Taarruzu demokratik devlet savaşının ne gibi baskılarla karşılaştığını gösteren en çarpıcı
örnektir. Sivil ve askeri yetkililer arasında bu taarruzla ilgili bütün
mücadeleleri General Spears şöyle yazmıştır: "Compiegne Konferansı
demokrasinin savaşta ne kadar sa- 396
kıncalı olduğunu, bakanların teknisyenler karşısındaki ça- resizlikle^ine ve profesyoneller arasında karar vermekten tamamen yoksun olduklarını
gösteren bir anıt gibidir... Savaş
Bakanlığı, başbakanın ve Painleve'nin kontrolü altındaydı. Painleve orduyu idare ediyordu. Onlar planına güvenmedikleri başkomutanın üstünde bir güce sahiptiler, fakat bu planın başarısızlıklarını göremiyorlar veya başka
seçenekler ileri sü- remiyorlardı, dur bile diyemiyorlardı.
Bakanlık sadece şeklen üstündü. 6 Nisan 1917 demokrasilerin kendi varlıkları için savaşırken bile zaaflardan kurtulamadıklarını göstermektedir. 1918'de uğranılan felaketler müttefikleri nihayet Foch'un komutası
altında birleşmeye mecbur etti.
Robertson'un yerine Lloyd George'un fikirlerine daha yatkın olan General Wil- son
getirildi. Savaşın sevk ve idaresi için
Versailles'da çalışmalara başlandı. Fakat bu çalışmalar askeri karar mercilerine yansıyana kadar savaş sona erdi.
1918'de müttefiklerin kazandığı zafer, bu çalışmaların
başarısızlığını unutturdu. 1916-1918 arasında Lloyd George'un İngiliz
yüksek komuta heyetiyle arasını açan temel sorunlar çözümsüz kaldı.
Hükümet başkanı hangi zamanlarda ve hangi şartlar altında
profesyonel askeri önderlere hükmünü
geçirecekti? İzlenecek yol konusunda sivil ve
askeri önderler tamamen farklı
görüşlerde olduğu zaman ne yapılacaktı? Lloyd George'un bu sorunları savaştan sonra da düşünmeye devam ettiği War Menıoirs of David Llayd Ge- orge (David Lloyd George'un Savaş Anıları) adlı eserinin son cildinde görülmektedir:
"Stratejiye müdahale etmemiz gerekir miydi? Bu, savaşta olan ülke hükümetini en fazla kaygılandıran
sorunların biridir. Sivillerin savaş prensipleri konusunda öğrenimi, eğitimi ve tecrübesi yoktur ve bu nedenle savaşma metotları konusunda tamamen amatördürler. Ancak yıllarca kendini bu göreve adamış olan zeki kişilerin
savaşın getirdiği zorluklarla her gün temas ederek savaş
konusunda hiçbir şey yap-
madıkları ve
bunların
nasıl aşılabileceğini öğrenmediklerini ileri
sürmek yersizdir... Fakat strateji tümüyle askeri
bir sorun değildir.
Stratejide önemli ölçüde politik unsur vardır.
Genel
olarak ifade etmek gerekirse, savaşta yüksek komuta kademelerinin askeri siyaseti
sadece kendilerinin değerlendirebileceklerine ilişkin iddiası, onlar ve yandaşları tarafından fazlaca göklere çıkartılmıştır.
Savaş kimya
veya matematik gibi kesin bir bilim değildir...
Savaş
sanattır, öğrenimden ziyade
tecrübeye
ve muhakemeye dayanan bir maharettir...
Perişan etmiş olan bu savaşa baktığımda ve onun gidişatında devlet adamlarının ve askerlerin oynamış olduğu rolü incelediğimde, devlet adamlarının asker üzerinde otoritelerini kullanmakta fazla ihtiyatlı davranmış oldukları sonucuna vardım."
Savaşta Fransız hükümeti ordusunu İngiliz hükümetine nazaran daha fazla kontrol altında tutmuştur. Gerek mecliste gerekse senatoda
ordu komisyonları
vardı ve 1916'da bunlardan bazıları orduyu
denetlemekle görevlendirilmişlerdi.
Sivil ve askeri unsurlar arasındaki ilişkiler 28 Ekim 1913 Yasası ile
belirlenmişti:
"Ülkenin hayati çıkarlarından sorumlu olan hükümet, savaşın siyasi amaçlarını saptayacak ehliyetli tek
otoritedir. Harekat birden fazla cepheye yayıldığı takdirde,
milli gücün
büyük kısmının yöneltileceği esas
düşmanı belirler. Her türlü savaş vasıta ve kaynaklarının dağıtımını gereğince yapar ve bunları çeşitli savaş alanlarındaki
başkomutanların tam
kontrolüne
sokar. " Bu yasa savaş bakanını bütün Fransız kuvvetlerinin başkomutanı yapıyordu, fakat uygulamada bu formül yürümedi. Meclis ve senato komisyonlarının yanı sıra 1906'da; savaş, bahriye,
sömürgeler,
dışişleri ve maliye bakanlarından oluşan Milli Savunma Yüksek Konseyi
kuruldu. Bu konseyin yetkileri 28 Temmuz 1911 Yasası ile
genişletildi.
Savaşın başlangıcından itibaren ordunun ve sivil hükü-
metin yetki alanları anlaşmazlık konusu oldu. Savaş
bakanının seferberliğe, sınırdan 10 kın'lik geri çekilişe ve Dijon ile Paris'in savunmasına ilişkin yetkisi tartışmalara yol açtı. Savaş
Bakanı Messimy, 27 Ağustos 1914'te istifa etti.
Yerine gelen Millerand, General Joffre'u kendi haline bıraktı, ona ara sıra tavsiyelerde bulundu, fakat hiçbir zaman emir vermedi.
29 Ekim 1915'te
General Gallieni savaş
bakanı olunca, savaş bakanı ile başkomutan arasındaki ilişkilerde
büyük değişiklikler meydana geldi. Asker
olan bir savaş bakanı, asker olan bir başkomutan
ile karşı karşıyaydı. Başbakan Briand, Joffer'un diktatörlüğünden hoşnut olmamasına
rağmen, akıllıca bir tutumla, orduyu da
Gallieni ya da Joffre'undan birinin idare etmesi gerektiğini belirtti. Gallieni'nin geçmiş ve gelecek tüm harekat hakkında meclise bilgi vermek zorunda olduğu için aynı zamanda orduyu da
idare etmesi mümkün değildi.
2 Aralık 1915 Yasası ile Joffre gücünü
artırmıştı. Bu yasa Fransa'daki tüm orduların kontrolünü ona vermişti. Gallieni, Joffre'un Verdun Muharebesi'ne karşı çıktığı zaman, meclis tarafından
desteklenmedi ve istifa etti. Yerine gelen General
Roques, uysal ve kibar bir kişiliğe sahipti ve hükmünü kimseye geçiremedi.
Böylece 26 Aralık 1916'da görevinden
alınana kadar Joffre'ya kimse karışmadı.
15 Mart 191?'ye kadar savaş bakanı olan General Lyautey'in güçlü idaresi altında, savaş bakanlığı ve parlamento "parlamenter diktatörlük" kurdu. General
Nivelle'nin ilkbahar taarruzu bu devreye rastlar. Meclis ile arasının açılması sonucunda Lyautey'in 15 Mart 191?'de istifa etmesi askeri durumu kargaşaya soktu ve Lyautey'in yerine gelen Painleve, planlarını tasvip etmediği bir generali desteklemek zorunda kaldı. 191?'de Nivelle'in yaptığı taarruzun başarısızlıkla
sonuçlanması birçok Fransız tümeninde isyan çıkmasına yol açtı. General Petain morali ve disiplini yeniden sağladı ve siyasi çevrelerde baş
gösteren bozguncu hareketi Clemenceau bastırdı. Clemencaau hem başbakanlığı
hem de savaş bakan-
lığını üstlenerek, savaşın en karanlık günlerinde ülkenin iç durumunu güçlendirdiği gibi ordu kademeleri arasında daha etkin bir çalışma düzeni kurdu.
Bir politikacı, hatip, gazeteci ve filozof olan Clemenceau Fransa'nın kurtarılması için sosyalistler dışında
meclisin her ke- simjnin desteğini sağladı. Askeri yardımcısı General Mordacq başka
savaşlardaki sivil-asker ilişkilerini incelemiş birisiydi. Clemenceau onun önerilerinden yararlandı. Askeri işleri kendi denetimi altına
alarak parlamentonun diktatörlüğünü yıktı.
Fransız eleştirmenlerin hepsi Clemeneau'nun
askeri harekatı direkt olarak denetimine almış olmasının her zaman yararlı olduğu
kanısında değillerdi. Bir Fransız subayı Clemeneau'nun ileri sürdüğü pek çok şeyin zararlı olduğunu ve Petain'in yanlış
olduğunu bildiği direktiflerini uyguladığını yazmıştır.
1918'deki büyük taarruzları Fransa'daki orduların
koordinasyonunda müttefiklerin ne gibi zafiyetleri olduğunu ortaya koydu. İngiliz 5'inci Ordusu yenilgiye uğradığında, Petain kuzeydeki İngilizlerden ayrılıp Paris'i savunmaya hazırlandı. Foch'un komutasında birleşik bir komutanlık
kurulmasında Clemeneau büyük rol oynadı. Savaşın
sadece generallere bırakılmayacak kadar önemli olduğuna
uzun süre inanmış olan Clemenceau, şimdi Petain ve Haig diledikleri gibi hareket ettikleri takdirde, müttefik devletlerin yenileceğini
düşünüyordu. Clemenceau'nun gerek
askeri harekatı gerekse sivil işleri
ustaca yönetmesi İngilizlerin güvenini kazanmasına yol açmış, 25 Mart 1918'de Lord Milner, Clemenceau'nuii başkomutan tayin edilmesini teklif etmiştir. Bu mümkün değildi, çünkü Clemenceau, her ikisi de Fransız olan Petain ile
Foch'un arasında
kalacaktı. Clemenceau yüksek ko^utanlı- ğa Foch'u seçti ve Chemin des Dames felaketi sırasında onu destekledi.
Muharebe, Almanların aleyhine döndüğünde Clemence- au ve Haig, müttefik taarruzunun stratejik
bir plan dahilinde
koordine edilmesinin yararlı olacağı kanısına vardılar. Cle- menceau düşmanı
cephe boyunca geriye püskürtmek yerine Alman ulaştırma
hatlarını hedef almayı tercih etti.
Clemenceau ile Foch arasındaki iyi ilişkiler bu devrede bozuldu ve aralarında büyük bir tartışma başladı. Bu anlaşmazlıklar
yine askeri-sivil üstünlüğü etrafında yoğunlaştı. Durumu daha da karmaşık
hale sokan faktör Cumhurbaşkanı Poincare'in normal
olarak sivil unsurların
üstünlüğünü savunması gerekirken, başbakana karşı Foch'un tarafını tutması
oldu.
Clemenceau,
Pershing'in bağımsız bir Amerikan ordusu konusundaki planına muhalefet etti.
Clemenceau, St. Mi- hiel ve Argonne taarruzları sırasında Amerikan tümenlerinin siperlere çok yavaş
ilerlediği kanısına vararak 21 Ekim
1918'de Foch'a, birliklerini harekete geçirmesi için Pershing'e emir
vermesi yolunda bir direktif yolladı. Foch böyle bir emir vermeyi reddetti ve bu konuda Cumhurbaşkanı Poincare, Foch'u
destekledi.
Birçok ufak anlaşmazlıklardan sonra 17 Nisan 1919'da Foch ile Clemenceau arasındaki ilişkiler daha da gerginleşti. Foch, Alman barış
heyetine, Versailles'da kabul edileceklerini resmen bildiren bir telgraf yollamayı reddetti. Buna sebep
olarak da kendisine barış
konusunda görüşlerini bakanlar konseyine
sunmak için fırsat
verilmemiş olduğunu gösterdi. Bunun üzerine Wilson, Amerikan ordusunu kendi hükümetine itaat etmeyen bir
generalin kontrolüne
veremeyeceğini açıkladı.
Clemenceau'nun 1918
zaferine yaptığı katkı o kadar açıktır ki, Fransa'da "Zaferin Sahibi" olarak tanımlanmıştır. Yakın iş arkadaşı General Mordacq'a göre askeri alanda Cle-
menceau şunları
gerçekleştirmiştir:
"Savaş bakanlığının reorganizasyonu, birçok fuzuli askeri kadronun ve komisyonun kaldırılması, yeni ve enerjik önderlerin seçilmesi, genelkurmayın reorganizasyonu, Fran-
sız ordusu için öngörülen tank ve zırhlı araç
planlamalarının genişletilmesi, İtalya ve Selanik'teki Fransız yüksek komutanlıklarının reorganizasyonu ve 18 Temmuz-11 Kasım 1918'deki stratejik
taarruz için yaptığı
katkılar.
1916-1918 Lloyd George
ve 1940-1943'te Churchill gibi Clemenceau da modern savaşın hükümet başkanlarına yüklediği
rolü üstlenmiş olan sivil yöneticileri temsil eder. Savaşın
karmaşık ve her alanı kapsadığı bu devirde, savaşın
başarıyla sevk ve idare edilmesi için gerekli bilgilere, görüş açısına, tarafsızlığa ve güce sadece sivil yöneticiler
sahiptir. Askeri önderlerle sağlam temellere dayanan bir işbirliği içine girebilirlerse, işleri büyük
ölçüde kolaylaşır. Bunu yapamazlarsa sürtüşmeye, başarısızlığa ve hatta felakete yol açarlar.
Almanya'nın Topyekun
Savaş Konsepti
Ludendorff
E
rich
Ludendorff'un askeri düşünceye yaptığı katkı savaşı kaybeden bir generalin katkısıdır. Kitaplarını 1918'de Alman ordularının yenilgiye uğramasından hemen sonra yazmaya başlamıştır. Kitapları, Almanya'nın 1. Dünya Savaşı'nı kaybetmemiş olduğunu
kanıtlamaya çalışmaktadır ve
tabii ki tarafsız
nitelikte değildir. Cumhuriyet
Almanyası'nda
onun sağlamış olduğu edebi başarı, eserlerinin
niteliğinden
ziyade büyük bir
general olarak yaptığı
ünden kaynaklanır.
Ludendorff
üç konu üzerinde durmuştur. Burada işlenecek
olan ise bunlardan bir tanesidir. Topyekun savaş.
Ludendorff'un
topyekun savaşa
ilişkin teorisi, iki dünya savaşı arasındaki askeri gelişmeleri incelemesi ile ortaya çıkmış bir
teori değildir.
Politika, savaş, teknoloji,
ekonomi ve halkın morali arasındaki ilişkilerin incelenmesini de içermez. Friedrich
Schlegel'in "Tarih geriye dönük kehanettir"
sözü Ludendorff'un eserlerini tanımlamaktadır.
Ludendorff,
Clausewitz'in düşüncelerini
eleştirmiştir. Gelişi güzel yapılmış bu
eleştiri,
Ludendorff'un entelektüel bakımdan Clausewitz'den ne kadar geride olduğunu kolayca
anlamayı
sağlar. Ancak, ilginç olan
eleştirinin
kapsamından ziyade
taşıdığı
politik amaçtır.
Ludeiıdorff bir askeri bilimadamı ve tarihçi olarak
değil, bir politikacı olarak Clausewitz'e karşı çıkmıştır.
O,
en yüksek kademedeki askeri öndere, politik
konular da olmak üzere, tam
bir yetki verilmesini ister ve şunları ekler:
"Bu konuda politikacıların
ne denli telaşlanacağını biliyorum... Bırakın politikacılar telaşlansınlar ve benim fikirlerimi iflah olmaz bir
"Militarist"in fikirleri olarak nitelendirsinler. Bu gerçekler değişmez, savaşın sevk ve idaresinde ve dolayısıyla halkın hayatının korunmasında
gerçekler benim taleplerimi
gerektirmektedir. " Ludendorff kitabında 19.
yüzyılın
ikinci yarısındaki Prusya devlet ve askeri
prensiplerini bir yana atıyor ve
Büyük Friedrich'in zamanına dönmeyi öneriyordu.
Hitler
gibi Luderdorff da Alman Cumhuriyeti'ne ve II. Wilhelm'in idaresindeki Reich'in
politik yapısına
karşıydı. Ancak Hitler ile Ludendorff arasındaki benzerlik bundan öteye gitmemektedir.
Ludendorff Hıristiyanlık
aleyhtarıydı. Modern
politikada merkezi gücün
yararlarını anlıyordu fakat
bu yararları
sadece bürokratik çerçevede düşünüyordu. Modern toplumdaki kitlelere ilişkin görüşü ve demagog olarak tecrübesi kısıtlıydı. Onun aksine Hitler, modern kitle hareketinin önderiydi. Politikada yükseldi, iktidarı ele geçirdi ve
onu iktidara getiren toplumu değiştirdi.
Demagog
olması ve dolayısıyla Alman kitlelerini etkilemesi iktidara gelmesinde ve II. Dünya Savaşı'nı sevk ve idare edişinde önemli rol oynadı. Hitler
rejimi tüm toplum kurumları ve
grupları
üzerinde askeri alanlar da dahil tam bir diktatörlüktü. Halbuki Ludendorff topyekun savaş uğruna politikayı saf dışı bırakacak bir diktatörlükten yanaydı. Kitle hareketleri bu diktatörlük tarafından bastırılacaktı. Ludendoff'un gelecek savaşla politikayı kontrol altına alacağını tahayyül ettiği general, şüphesiz Hitler
değildi.
Ludendorff
kitle savaşının
sevk ve idaresi için teknik
bir diktatörlükten
yana olan askeri bir bürokrat, Hitler
ise 404
-
modern toplumdaki
gerginliklerden kuvvet alan siyasi bir diktatördü.
Ludendorff'un topyekun
savaşa ilişkin fikirlerini anlamak için, I. Dünya
Savaşı'ndan önce Almanya'daki askeri yapıyı bilmek gerekir.
Bu, yarı feodal temele dayanan sınıfsal bir yapıydı. Krallığın askeri gelenekleri ile endüstriyel orta sınıf arasındaki anlaşmazlıklar
çözümlenmemiş, kurumsallaştırılmıştı. Askeri güç ile toplumsal itibar asillere ve toprak sahiplerine aitti, ekonomik güç ise siyasi tecrübesi bulunmayan sanayicilerin, tüccarların ve maliyecilerin
elindeydi.
Alman askeri geleneği 18. yüzyıl
Prusyası'nın toplumsal yapısına dayanıyordu. Bu yapıda silahlı kuvvetler üretimden uzaktı. Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısında sanayinin yaygınlaşması
değişikliklere yol açtı. Liberal anayasa sanayileşmeden
önceki siyasi kurumlarda ve krallıkta değişiklikler meydana geldi. Prusya "Parlamenter bir hükümete ve parlamenter bir orduya" sahip oldu. Schmitt'e göre "Vatandaş, askere karşı zafer kazanmıştı."
Ancak gerçekte bu doğru değildi, çünkü siyasi liderler, kendi çıkarları doğrultusunda devleti şekillendirmekte,
iç ve dış politikayı toplamakta başarılı olamamışlardı.
Almanya'da uluslararası konularda ileri görüşlü
ve tecrübeli siyasi önderler yetiştirecek bir sınıf yoktu.
11. Wilhelm bir taraftan ekonominin seçkin kişilerinden temsilcileri çevresinde
toplarken öte taraftan da siyasal özgürlükler ile askerler üzerinde
kontrol kurmaya çalışıyordu. Askeri kabine yüksek
mevkilere ve genelkurmaya askeri personel seçimi sayesinde, askeri siyasetini 1914'e kadar kontrol altında tuttu. Deniz kuvvetlerinin silahlandırılması, Alman Deniz Kuvvetleri
Birliği'nin
propagandasının yardımıyla gerçekleştirildi. Deniz Kuvvetleri Birliği 1898'de kurulmuştu ve silahlanma konusunda propaganda faaliyetleri Milli Sosyalist
Parti'nin 1933'ten sonraki faaliyetlerini
anımsatan ilk
toplumsal teşkilattı.
Birlik ağır sanayi
tarafından destekleniyordu.
12. Wilhelm Reichstag'a karşı sorumlu
olan bakanların
değil, zorunlu olmayan danışmanların tavsiyelerine kulak veriyordu.
Ancak savaş
bakanı, Kayzer'in bu uygulamasında istisna teşkil eder.
Bu durum genelkurmayın
ve savaş kabinesinin tepkisine yol açtı. II.
Wilhelm zaman içinde
savaş bakanlığının yetkileriıii gitgide
kısıtladı.
Reichstag
içindeki
muhalefet savaş bakanlığının durumunu güçlendirmek ve askeri kabineninkini azaltmak için gayret
sarf etti. Ancak savaş
bakanları bu yardımı kabul
etmediler ve emirleri imparatordan alan generaller olarak gördüler.
13. Wilhelm zamanında askeri
yetkililer sivil yetkililerden daha fazla nüfus sahibi
oldular.
1872'de
dört
kişiden oluşan askeri
kabine 1900'den sonra on yedi kişiye çıktı. Askeri kabinenin gücü Kayzer
ile olan yakın temaslar ve ordudaki personel politikasını kontrol altında bulundurmasından kaynaklanıyordu.
Subayların terfisinde, istifalarında ve atamasında hükümet söz sahibi değildi. Birkaçı dışında savaş bakanlarının
hiçbiri üstün nitelikteki
generaller değildi.
En faal, en zeki subaylar kurmay
olmaya ve genelkurmaya girmeyi amaçlardı. Savaş bakanlığına sadece ikinci sınıf subaylar
verilirdi.
Askerler
arasındaki
elit tabaka öncelikle toplum
içindeki
statüsünü korumayı ve
sivil kontrole karşı siyasal özgürlüğünü savunmayı düşünüyordu. Alman toplumunun sanayileşmesi sonucunda ekonomik bakımdan güçlü başka bir elit tabaka
ile şehirli kitleler doğdu. Bu
durum askerlerin statüsünü
ve gücünü tehlikeye
düşürdüğü
gibi, sanayileşmeden önceki duruma da uymuyordu.
İmparatorluk devrindeki askeri elit tabaka bütün gücünü imtiyazlı durumunu korumak için sarf
ederken, ekonomik bakımdan
güçlü olan elit tabaka ile orta sınıf aydınlarının
oluşturduğu Alman Deniz Kuvvetleri
Birliği gibi teşkilatlar
sömürgelere ilişkin konularla meşgul oluyorlardı.
İmp-di·atorluk
devrinde var olan askeri sınıfın yapısı, tam manasıyla savaşa hazırlıklı olmayı ve teknolojide ilerlemelerin mümkün kıldığı etkin bir sevk ve idareyi engelliyordu. Bu aksaklıklar özellikle askeri hayatın dört kesiminde görülüyordu. Ordunun toplumsal yapısında, savaş ekonomisinde,
askerlerin teknolojiye ilişkin tutumlarında ve propagandanın savaşta taşıdığı önem konusunda.
Orduya gerek asillerden
gerekse orta sınıftan olanlar alınıyordu.
Öğretim sistemi askeri elit tabakanın yararına olacak şekilde
uygulanıyordu. Daha kısa olan bir yıl süreli askerlik belli bir lise öğrenimine, yani ekonomik statüye bağlıydı. Ekonomik bakımdan iyi olanlara orduda büyük imtiyazlar tanınıyordu. Özellikle yedek subaylar arasındaki
orta sınıf çocukları asillerden oluşan askeri elit tabakanın
standartlarına uymaya mecbur kalıyorlardı. Savaş öncesi yıllarda Almanya'da her yıl
yaklaşık 15 bin subay adayı bulunuyordu. 1914'te ise yedek subayların toplam sayısı sadece 29 bin idi. Subay adaylarının toplumun hangi
kesiminden geldiği ve siyasi görüşleri inceleniyor, liberaller kabul ediliyordu.
14. Wilhelm zamanında asil olmayan subay sayısının artması başlı başına bir sorun yarattı.
Ordunun muhafazakar niteliğinin kaybolacağı korkusu ve orduyu şehirlilerle büyütmenin Reich'ın siyasi istikrarını
bozacağı düşüncesi, mevcut insan gücünden tam olarak faydalanılmasını
engelledi. Statü ve güç, etkinlikten daha ön planda tutuldu ... Örneğin 1904'te Savaş Bakanı Von Einem, Genelkurmay Başkanı Schlieffen'e şartlar hafiflediği takdirde daha fazla subay bulunabileceğini yazmış ve şöyle eklemiştir: "Bu tavsiyeye şayan değildir, çünkü o zaman mesleğe uygun olmayan demokratik ve diğer unsurları da kabul etmeye mecbur oluruz."
1914'ten önce Almanya'da savaşın ekonomik yönlerinin
pek
bilincine varamamıştır.
Askeri ve mali çevrelerin çoğu gelecek bir savaşın uzun
sürmeyeceği
ve süremeyeceği tahminine göre yapılmıştı. Ordunun savaştaki yiyecek
ihmal planları
1884, 1906 ve 1911'de savaş bakanlığında savaşın 9 aydan fazla sürmeyeceği tahminlerine göre yapılmıştı. Bu tahmin sadece birkaç hafta
sürmüş olan 19. yüzyıl savaşlarından edinilen tecrübelere dayanıyordu. Sanayileşmiş ülkelerin
uzun süre savaşamayacağı hesaplanmıştı...
Askeri
elit tabakanın
savaşın kısa sürmesinde mesleki
bakımdan
çıkarları vardı. Genelkurmay
uzun bir savaşa
hazırlanmanın askeri
tekeli zayıflatacağından
veya en azından savaşta ekonomik ve toplumsal faktörlerin önemini artıracağından korkuyordu. Uzun bir savaş için yapılacak ekonomik seferberlik yeni bir bütçe ve
yeni bir toplum siyaseti gerektirecekti. Halbuki genelkurmay askeri gücü sayesinde
askeri kararları
süratle kabul ettirebileceğini ümit ediyordu. Genelkurmayın planları darbe stratejisine göre yapılmıştı. Tüm ticari ve sınai faaliyetlerin
bozulmasına
sebebiyet vererek ülkenin varlığını tehlikeye düşüreceği gerekçesi ile Schlieffen'in imha
stratejisine karşı
çıkmıştı. Moltke'nin öğrencisi olan
General Van Blume'de 1912'de strateji konusunda yazmış olduğu kitapta benzer fikirleri ileri sürdü.
Savaştan önce askeri kesimin teknolojiye ilişkin olumsuz tutumu hava kuvvetlerinin başlangıçtaki gelişmelerine yansımıştır. 1909'dan 1912'ye kadar Fransa
askeri uçaklar
için 30.610.000 Frank, Almanya ise
sadece 6.486.000 Mark harcamıştır. 1912'de Frans^z ordusunda 390 uçak, 234
pilot, Alman ordusunda 100 uçak, 90
pilot vardı.
Savaş başlamadan kısa bir
süre
önce Alman genelkurmayı uçakların, hafif araçlardan daha üstün olduğu konusuna vardı. Ancak
savaş
bakanlığı ve özellikle hazine,
uçaklara
fazla para harcanmasına karşıydı ve gerekli eğitimin bazı zorluklar yarattığını ileri sürüyordu...
Ayrıca havadan hafif araçlar komutanlığı da uçakların savaşta kullanılamayacağı
görüşündeydi.
Özellikle muhabere
ve istihkam sınıflarında
olmak üzere,
ordun^n teknik sınıflarının
güçlenmesi ve modernizasyonu konusunda da benzeri bir gerçeklik vardı. General Von der Goltz 1900 yılında Alman
ordusundaki istihkam sınıfı ile
ilgili bazı
önemli teklifler yapmıştı. Her
kolorduda üç istihkam bölüğü bulundurulmalı, subayların teknik eğitimleri artırılmalı, subay değiş tokuşu sayesinde ve her sınıftan teknik eğitim görmüş subayların oluşturduğu özel bir istihkam karargahı kurularak,
piyade ve teknik birlikler arasında daha
yakın taktik bağ tesis
edilmeliydi. Mali zorlukları
ileri sürerek savaş bakanlığı ve genelkurmay bu teklifleri
kabul etmedi.
Bütün bunların yanı sıra askeri kesim propagandanın önemini de kavrayamamıştı. Savaş başladığı zaman askeri yetkililer bu konuda
tamamen hazırlıksızdı.
Savaşın işsizliğe ve
huzursuzluğa
yol açabileceğinden korkmalarına rağmen halkın moralini yükseltmeyi düşünemediler. Modern iş metotlarına ilgi duymadıkları ve bu konudan pek anlamadıkları için ticari reklamcılıktan da bir şeyler yapamamışlardı. Ayrıca propaganda da teknoloji gibi orta
sınıf
uygarlığından doğmuştu ve
askeri elit tabaka orta sınıfı küçümsüyordu. Gelecek savaşları kalem
değil,
kılıç şekillendirecekti.
1. Dünya
Savaşı'nın başlangıcından kısa bir
süre sonra Alman askeri sınıfının bütün aksayan yönleri su
üstüne
çıktı. Teorik olarak Kayzer başkomutan, genelkurmay başkanı onun
strateji, başbakan
ise siyasi danışmanlarıydı. Uygulamada Von Falkenhayn'ın yerine, Hindenburg ve Ludendorff getirildiği andan itibaren savaş sırasında Almanya'da askeri bir diktatörlük hüküm sürmeye başladı.
Askeri
ve siyasi yetkiler arasındaki
anlaşmazlıkta Luden-
dorff devlet adamlarına
karşı generallerin üstünlüğünü savundu. Karşısına anayasa
çıktığı zaman onu nazarı itibare
almadı.
Savaşın etkisiyle
askeri kabinenin nüfusu
azaldı. Reichstag'ın almak
istediği
bazı önlemleri Hindenburg
ve Ludendorff istifa tehdidiyle engellediler. Siyaset adamları ile
generaller
arasındaki
her önemli anlaşmazlıkta son sözü Lu-
dendorff söylüyordu,
çünkü bunu yapmak isteyen başka bir
kimse çıkmıyordu.
Ludendorff
asil değildi.
O, tanınmamış bir aileden geliyordu
ve çoğunlukla
asillere ait olan bir mevkie yükselmişti. Başbakandan ve Kayzer'den daha azimliydi.
Ludendorff bir devlet adamı ve
iktisatçı
olarak yetersizliğini, azim gücüyle dengeliyordu.
Savaşta devlet
adamları
ve generaller arasında kolayca
anlaşmazlıklar
çıkar, en alelade devlet adamı bile
gücün
askeri kesimin eline geçeceğini fark edince generallere cephe alabilir. Güçlü bir
kişiliğe
sahip olanlar kendi sözlerini geçirirler.
2. Dünya
Savaşı sırasında Almanya'da
önemli, tek devlet adamı vardı, o da Bethmann Hollweg idi.
Fakat
sözünü askerlere geçirmek için ne güçlü bir
kişiliğe
sahipti ne de bunu yapmak arzusundaydı. Tuhaftır, ama amirallerin bağımsızlığını kontrol etmekte tereddüt göstermedi. Dünya Savaşının en önemli deniz
kararında
Hollweg sorumluluğu genel karargaha verdi ve askeri
zafer kazanarak barışa
ulaşmak isteyen Ludendorff'un denizaltı savaşının başlamasında büyük rolü oldu. Diğer tüm sorunlarda
Hollweg, generallere boyun eğdi ve
onların siyasi gücünü azaltmak
için
girişimde bulunmadı.
Bu
tutum, sonuçta Ludendorff'un askeri diktatör olmasına yol açtı. Ludendorff,
Bethmann Hollweg'i görevden
aldı ve Michaelis'i başbakan yaptı; Von Kühlmann'ı dışişleri bakanlığından uzaklaştırdı. Sivil kabine başkanı olan
Von Valentini'yi de görevden aldı. Ayrıca, savaş sırasında Alman ekonomisini ve toplumunu büyük ölçüde etkiledi.
Ludendorff'a
göre topyekun savaşın beş temel unsuru vardı:
1. Savaş
alanı savaşa giren
ülkenin
topraklarının tümünü kapsar.
2.
Halkın tümü savaşa fiilen katılır. Bundan
dolayı et-
kin
bir topyekun savaş yapmak için ekonomik
sistemin savaşın
amaçlarına hizmet edecek şekilde uyarlanması gerekir.
3. -Büyük kitlelerin savaşa katılması, içte halkın moralini yükseltmek ve dışta düşmanı zayıflatmak için propagandayı gerekli kılar.
4. Topyekun savaş hazırlıklarina çarpışmalardan önce
başlanmalıdır.
5. Etkin ve uyum içinde savaşabilmek için topyekun bir kişinin, başkomutanın idaresi altında olmalıdır.
Ludendorff
topyekun savaşla ilgili olarak bazı ilginç ayrıntılara da girer. Savaş alanlarının coğrafi bakımdan genişlemesi, silahlarda yapılan teknik
ilerlemelerin ve günümüz
ülkelerinin birbirlerine
daha bağımlı hale gelmesinin sonucudur. Her türlü uzun
menzilli silah da kaydedilen teknik sadece savaş mıntıkalarının genişlemesine yol açmamış, bu
mıntıkaların
gerisindeki bölgeleri de
"aç
bırakma ve propaganda" yoluyla
etkisi altına
almıştır.
Savaşa girmiş bir millet, kuşatılmış bir kale halkına ben-
ziletebilir. Kale halkını teslim almaya zorlamak için kuşatma- cılar sadece savunma yapan askerler,
askeri yoldan mücadele
etmezler, kalenin içindeki sivilleri
de aç
bırakarak teslim olmaya
zorlarlar, topyekun savaş da
bir milletin silahlı
kuvvetlerine
askeri taarruz gerçekleştirirken
sivil halka da askeri olmayan
yollardan taarruz eder. Böylece siviller
(savaşma-
yanlar) ve askerler (savaşanlar) arasında fark kalmaz, kuşatılmış bir milletin ihtiyacı olan
yiyecekleri ve askeri ikmal maddelerini temin etmek için, Ludendorff
ekonomik bakımdan
kendi kendine yeterli olmayı önerir.
Ancak
savaş ekonomisine ilişkin fikirleri
bir ders kitabının
verdiği genel bilgilerden pek farklı değildir. Savaştaki bir ülkenin hammadde,
yiyecek ve iş gücü ikmalinin ne şekilde iyileştirilebilineceğine değinmemiştir.
General Ludendorff'un topyekun savaş teorisine
yaptığı en büyük katkı askeri savaş
alanında değil psikolojik savaş alanında olmuştur. Luden- dorff halkın
"birlik" içinde olmasına fevkalade önem vermiştir.
Milli sosyalist yazarlardan bu noktada ayrılır. Zorla ve talimle birlik sağlanamayacağı kanısındadır. Bu metotları "mekanik" ve "yüzeysel" olarak nitelendirmiştir. Faşistlerin ve Milli Sosyalistlerin gençliği askerlik öncesi eğitime tabi tutmalarına da karşı
çıkmıştır. Bu eğitimi köpeklerin eğitimine
benzetmiş ve bunun, gençleri askerlik hizmetine hazırladığı konusu. nda tereddütleri olduğunu belirtmiştir.
Demek ki, ne eski
Prusya ne de Hitler'in yeni Almanyası onun düşündüğü birlik içindeki bir toplum değildi. Luden- dorff birlik ve beraberlikten bahsederken Japonya'yı düşünüyordu. "Japon halkının
birliği, mekanik birlikten tamamen farklıdır. Onların birliği Şinto dinine dayanan ruhi bir birliktir... Japonlar için imparatora ve dolayısıyla
devlete hizmet etmek Tanrı emridir. Şinto dini halkın ve devletin ihtiyaçlarına
cevap verir... Japon halkının gücü aynı ırktan, aynı dinden olmalarından ve aynı hayat felsefesini paylaşmalarından gelir."
Ludendorff Alman halkına Şinto'ya benzeyen ırkçı bir din öneriyordu. Bu öneri ne kadar garip gelirse gelsin, Ludendorff'un topyekun savaşının zorluklarına karşı sanayileşmiş
toplumların birlik içinde olması için yalın bir propagandanın
yetmediğine inanıyordu. Ernst Jünger gibi Lu- dendorff da şöyle düşünüyordu. "Seferberlik, kişinin ruhuna işlemez, sadece onun teknik kabiliyetlerini düzenleyebilir." Ludendorff birliğin köklü geleneklerden kaynaklandığını
fark etmişti.
Genel olarak
Ludendorff'un propagandanın
rolüne ilişkin fikirleri Hitler'in
fikirlerinden daha doğrudur.
Propaganda teknikleri konusunda da Ludendorff'un düşüncelerinin şaşırtıcı derecede doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Marne yenilgisini hükümetin gizli tutmasına
şiddetle karşı çıkarak, dedikoduculara ve bozgunculara fırsat verilmemesi için
açık bir
siyaset
izlenmesini istedi. Ludendorff anılarında: "Her gün her
Alman kadınına
ve erkeğine kaybedilen
savaşın anavatan için neye
inal olduğu
anlatılmalıdır," diye
yazıyordu.
Bununla ilgili filmler ve fotoğraflar gösterilmeliydi. Tehlikelerin açığa vurulması, kazançları düşünmekten veya müzakere yoluyla barış konusunda
yazmak ve konuşmaktan
daha başka bir
etki yapa,caktı.
Ludendorff dedikodunun düşmana karşı "en iyi propaganda vasıtası" olduğuna inanıyordu.
Ludendorff'un
topyekun savaş teorisinde başkomutanın rolü çok büyüktür.
Başkomutan askeri harekatı sevk
ve idare eder, ülkenin
dış siyasetini, ekonomik siyasetini
ve propaganda siyasetini yönetir. "Askeri
karargah yetenekli kişilerden
oluşmaktadır. Kara,
hava, deniz savaşları,
propaganda, savaş teknolojisi,
ekonomi, siyaset ve toplum konularında en bilgili kişileri içermelidir. Bu kişiler kurmay
başkanına
ve talep edilirse başkomutana kendi konularına ilişkin bilgi vermelidir. Siyaset saptamak
bu kişilerin
görevi değildir. "
Böylece Ludendorff'un topyekun savaşında sivil
devlet adamlarına
yer yoktur. Ve Ludendorff şöyle der:
"Clausewitz'in bütün teorileri
bir tarafa bırakılmalıdır. Savaş ve politika insanların varlığına sürdürmesine hizmet eder, fakat savaş bir
ırkın
yaşama azminin en etkin ifade şeklidir."
Ludendorff'a
göre topyekun savaş, demografik
ve teknolojik gelişmeler.in sonuncusuydu. Nüfusun artması ve silahların gelişmesi savaşı kaçınılmaz olarak topyekun hale sokuyordu.
Ludendorff'un
yazılarında
onun manevi ve metafizik nedenlerle topyekun savaşı mevzi
savaşına
tercih ettiğine dair
en ufak bir belirti dahi yoktur. Emperyalizm doktrini çerçevesinde topyekun savaşı haklı çıkarma girişiminde; kahramanlık ve fedakarlık tutkusuyla savaş çağrısında da bulunmaz. Bütün bunların yerine Ludendorff topyekun savaşın esasen
savunma niteliğinde
olduğunu söyler. Halk,
kendi varlığının
korunması için savaşıldığını öğrenene kadar bu savaşa katılmayacaktır. O, milli sosyalist aydınların; kitlelerin, iktidarı elinde
tutanların
çıkarları doğrultusunda psikolojik
bakımdan yönlendirilebileceği ve yönlendirilmesi gerektiği yolundaki fikirlerine karşıdır.
Milli
sosyalistler Alman toplumunu sadece topyekun savaşa hazırlamamışlar, aynı zamanda bununla ilgili pek çok da
yazı
yazmışlardır.
Topyekun
savaş teorisi Clausewitz'in ve
Ludendorff'un modern savaşta ülkenin tüm maddi ve manevi kaynaklarının seferber hale getirilmesi
yolundaki temel düşünceleri
üzerine inşa edilmiştir. Milli
sosyalistlerle Ludendorff arasındaki en büyük fark
milli sosyalistlerin modern savaşa ideolojik
bir nitelik vermeye çalışmalarıdır. Ayrıca bazı milli sosyalist yazarlar barışın mevcudiyetini
tümüyle reddedecek kadar ileri gitmişlerdir. Onlar savaşı, devletler
arasındaki
karşılıklı ilişkilerin, öncesinde ve
sonrasında
barışın hüküm sürdüğü bir
safhası
değil, "halkların yaşantısında yeni
bir siyasi ve toplumsal gelişmenin ifadesi" olarak görmüşlerdir. Aynı zamanda jeopolitikçiler de savaşın zaman
zaman barış olarak nitelendirilen bir şekle büründüğü yolunda kitaplar yazmışlardır. Savaşlar arasındaki barıştan söz etmek yerine "Savaşlar arasındaki savaşlardan"
söz etmişlerdir.
Savaşın geçirdiği en önemli değişikliklerden biri yeni subayların teknolojik değişikliklere karşı koymamasıdır. Karl Justrow II. Dünya Savaşı başlamadan kısa bir süre önce şöyle yazmıştır: "Bir zamanlar bütün teşkilatların üvey evladı olan teknoloji, bugün savaşın sevk ve idaresine ilişkin olarak
gitgide artan bir ilgi görmektedir."
Teknolojiye
karşı
çıkılmaması, toplumda
daha büyük bir eşitlik meydana
getirdi. Askerlerin statüsüne değil, silahları kullanma yeteneğine önem verilmeye başlandı. Böylece topyekun savaş teknolojisi
Hitler Almanyası'nda
"eşitliğe dayanan"
bir askerliği
ortaya çıkarttı. Hitler
genel askerlik 414
sorumluluğunu getirdiği zaman Kayzer zamanında lise öğrenimi görmüş
olanların faydalandığı kısa süreli askerliği kaldırdı. Bu rakımdan ve terfi sistemi yönünden, bu modern despotun getirdiği sistem, İmparatorluk
Almanyası'nın benimsemiş olduğu sistemden daha fazla eşitlik yanlısıydı.
Savaşta, Alman ekonomisinin yapısını büyük ölçüde değiştiren il^i gelişme
savaştan önce, etraflıca ele alınmamıştı. 1943'e varıldığında ele geçirilen topraklardan yaklaşık
12 milyon yabancı işçi Almanya'ya göçe zorlanmıştı. Bu konu 1939'dan önce öngörülememişti. Ayrıca hiçbir Alman iktisatçısı gelecek savaşta Alman orta sınıfının yok olabileceği ihtimalinden söz etmek cesaretini gösterememişti.
Alman aydınlarının "psikolojik savaş" literatürüne yaptığı katkılar büyütülmüştür. Alman psikologlarının
bu konuda yazmış olduğu eserler sanıldığı kadar çok değildir. Siyasi propaganda konusundaki Nazi literatürü yüzyıllardan beri bilinenlere pek
az şey ilave etmiştir. Demokratik ülke aydınlarının
Alman "beşinci kolundan" ve propagandasından bu kadar çok söz etmiş
olmaları, bu savaşın başında askeri bakımdan zayıf
olan demokrasilere iyi bir mazeret teşkil etmiş olduğu içindir. Propaganda askeri başarı veya başarısızlık nispetinde etkin olur veya etkinliğini kaybeder. Şüphesiz Nazi önderleri propagandanın önemini imparatorluk dönemindeki
önderlerden daha iyi anlamışlardı. Nazi önderleri propaganda için
daha fazla para harcamışlar, daha fazla gayret göstermişler ve propagandayı daha etkin planlamışlardı.
Onlar yeni bir "teori" getirmemişlerdir.
Propagandayı uygulayış biçimleri ise çoğu kez aşağı-
lanmıştır. Bazı bakımlardan İmparatorluk Almanyası Nazi Almanyası'ndan daha iyi durumdaydı.
Örneğin düşman koalisyonu içinde anlaşmazlık çıkartmak için
yapılan girişimin, mutlaka bir Alman propagandasının işi olduğu fark edilirdi, çünkü dünya Alman propagandasının
merkezden planlandığını bilirdi. Almanya'nın Bolşevikler'e karşı
yürüttüğü
kampanya hemen Dr.
Goebbels'in kampanyası olarak adlandırılırdı.
Halbuki 1. Dünya Savaşı'nda Ludendorffdaha özgürdü. 1918 Haziran ayında
Ludendorff'a Bolşevikler'e karşı bir kampanya planı sunulmuştu. İngiltere'de bulunan Lans- downe Barış Heyeti'nin durumunu
kuvvetlendirmek için
bazı etkili Almanlar, hükümetten tamamıyla bağımsız
oldukları görüntüsü altında halka yaptıkları konuşmalarda Avrupa'nın
Bolşevikler'e karşı birleşmesi gerektiğini savunmuşlardı. Alman propagandasının
o zaman pek merkezi olmaması siyasi savaşla manevralara imkan veriyordu. Milli sosyalist propaganda ise kendini açığa vurmadan faaliyet gösteremiyordu.
Ludendorff'un topyekun
savaşta generallerin üstünlüğüne
ilişkin fikirleri onunla birlikte gömüldü. Bundan sonra Alman generalleri, 1. Dünya Savaşı'nın Onbaşısı Hitler'in önderliğini yaptığı Milli Sosyalist Parti'nin tam hakimiyeti altına gireceklerdir.
Savaş Gücünün
Ekonomik
Temelleri
Adam
Smith, Alexander Hamilton,
Friedrich
List
E
konomik
ve askeri gücü birbirinden ayırmak, olsa
olsa, ancak ilkel toplumlarda mümkündür. Günümüzde milli devletin oluşmasını, Avrupa uygarlığının dünyaya yayılması, Sanayi Devrimi ve askeri
teknolojinin devamlı
gelişimi sonucunda
bir yandan ticari, mali ve sanai gücün, öte yandan da politik ve askeri gücün birbirleriyle
karşılıklı
ilişkileri mevcuttur.
Bu karşılıklı
ilişkiler devlet adamlığı kavramının en kritik ve uğraştırıcı sorunları olarak milletin güvenliğini ilgilendiriyor ve daha da ileri giderek,
bireylerin yaşam,
özgürlük, mülkiyet ve
mutluluğa
hangi oranda sahip olacaklarını belirliyor.
Devlet
yönetiminin
ana ilkesi
"merkantalizm" veya "totaliter devlet" olduğunda, devletin gücü erişilecek tek sondur. Milli ekonomi ve
bireylerin refahı,
Almanların "savaşa hazır olma
veya savaşma potansiyelini geliştirmek" gayesi yanında çok az
önem
taşır. Colbart, yaklaşık üç yüzyıl önce, yükselmekte olan XIV. Louis Monarşisi'nin politikasını "ticaret para kaynağı ve
para da savaşın can damarıdır," diye özetlemiştir. Goering ise, Nazi siyasal
ekonomisinin amacı
için
"tereyağı değil silah" üretimidir diyordu. "Sütsüz sosyalizm, sosyalizmsiz sütten iyidir"
sloganı Sovyetler'in topyekun savaş hazırlıklarını haklı göstermek için
kullandıkları slogandı.
Öte yandan
demokratik toplumları
ise savaş hazırlıklarına yönelik ekonominin
getirdiği
sıkıntılardan hoşnut değildir;
"Savaşa hazır olma ve savaş potansiyelini
geliştirme
demokratik toplumların yaşam tarzlarına yabancı gelen ve kişisel güvenlik ve refahlarının gerektirdiğinden çok fazlasına
ihtiyaç gösteren bir
durumdur. Devletin aşırı
güçlenmesi yerine
bireysel refahın
artırılmasına yönelik bir
ekonomik sistemi benimserler. Ve koordineli bir
askeri ve ekonomik gücün uzun zamandan beri var olan özgürlüklerine tehdit teşkil edeceği konusunda köklü bir
şüphe beslerler.
Fakat,
ulusun siyasal ve ekonomik felsefesi ne olursa olsun, hükümetin bütün diğer sorunların temeli olan milli güvenliğe ve askeri güce duyulan
ihtiyacı,
ancak kendini büyük bir
tehlikeye atarak görmemezlikten
gelebilir.
Alexander
Hamilton: "Dış
tehlikelere karşı güvenlik içinde olma arzusu ulusal davranışlara yön verici en önemli etkendir. Gerektiğinde özgürlükler bile güvenliğin emirlerine baş eğmelidir, zira insanlar daha fazla emniyet içinde olmak
için daha az özgür olmak
tehlikesine katlanmaya hazırdırlar," derken devlet yönetiminin temel taşlarından birini koyuyordu.
Bir
ulusun maddi refahını,
hükümetin bireysel özgürlüklere mümkün olduğu kadar az müdahale etmesi
"savunma refahtan önemlidir" diyerek milli güvenlik söz konusu olduğunda, bu genel ilkeden vazgeçilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Birçok konuda
Adam Smith'le anlaşamayan
Friedrich List de bu konuda aynı görüşü savunuyor ve: "Kuvvet refahtan
daha önemlidir... Çünkü kuvvetin
karşıtı olan güçsüzlük sahip
olduğunuz
her şeyin, sadece
refahın
değil, aynı zamanda üretim güçlerinin, uygarlığımızın,
özgürlüğümüzün, hatta
ulusal bağımsızlığımızın
yitirilerek bizlerden kuvvetli olanların eline geçmesine yol
açar."
Adam
Smith'in Ulusların
Zenginliği isimli eserının yayımlanmasından iki yüzyıl önce Batı Avrupa'da totaliter olarak adlandırılan görüşler ve uygulamalar hüküm sürüyordu. Totaliter (merkantalist) sistem
kuvvet politikasına
dayalı bir sistemdi, iç işlerde Ortaçağ kalıntısı feodal kurumlara karşı devletin
gücünü
arttırmayı, dış işlerde ise
diğer
ulusların güçlerine. karşı ulusun
gücünü
arttırmayı amaçlıyordu. Kısaca
merkantalizmin amacı ulusal devletin bir birlik olarak
oluşması
ve onun sınai, ticari,
mali ve askeri kaynaklarının
gelişmesiydi. Bu
amaca ulaşmak
için devlet ekonomik işlere müdahale ederek
halkın
uğraşılarını siyaset
ve askeri gücü
artırıcı biçimde yönlendiriyordu. Merkantalist
devlet de, her totaliter devlet gibi koruyucu, ekonomik alanda kendi kendine
yeterli, yayılmayı
amaçlayan bir askeri devletti.
Merkantalist
kuralların
en belirgin amacının askeri
potansiyeli veya savaş gücünü geliştirmek olduğunu belirtmek lazımdır. Bunun
için ithalat ve ihracat çok sıkı kontrol
ediliyor, değerli madenler
stok edip saklanıyor,
ordu ve deniz kuvvetlerine ait
mallar prim sistemiyle üretiliyor, gemicilik ve balıkçılık bir deniz gücü kaynağı olarak teşvik ediliyor,
anavatanın
zenginliğine ve
kendi kendisine yeterliliğine
ilaveten koloniler oluşturuluyor, korunuyor ve denetleniyor, asker sayısının artırılması için nüfus artışı teşvik ediliyordu. Bu ve buna benzer
tedbirler, ulusun birlik ve kuvvetine katkıda bulunmak amacıyla alınıyordu.
Ekonomik
hayatın
öncelikle siyasal amaçlar doğrultusunda hareket ettiği ve
gücün nihai gaye olduğu bütün sistemler gibi, merkantalist sistemin
ruhunda da savaş
yatıyordu. Güç politikasının temsilcileri
gayelerine ekonomik güçlerini artırmakla ulaşabilecekleri kadar, belki de daha kolayca, diğer ülkelerin ekonomik .güçlerini zayıflatmakla ulaşabileceklerine inanıyorlardı.
Zenginliğin hedef olarak gösterilmesi saçmalık olabilir, ama siyasal güç açısından gayet mantıklıdır. Bir ülkede
halkın kendi gayretiyle ekonomik
anlamda ilerleme girişimi,
diğer ülkelerin varlıklarının bir kısmını çalmadıkça,başarısız kalmaya mahkumdur. Merkantalist felsefenin pek az unsuru ekonomik siyasetin veya dış siyasetin şekillendirilmesine bundan daha fazla katkıda bulunmuştur. "Merkantalistlerin
bu mantığı 17. yüzyılın
ortalarından başlayıp 19. yüzyıl başlarına kadar Avrupa'da süregelen
gizli veya açık savaşların sebebini açıklıyordu. Napolyon'un Kıta
Sistemi ve ona karşı İngilizlerin "Britanya Kuralları" bu türden alınan tedbirlerdi.
Merkantalist savaşlardan sadece İngilizler zaferle çıktı. Ulusal birliğini Avrupa'daki diğer
güçlerden daha önce gerçekleştirdi. Ada üzerine verdiği
güvenceyle İngiliz donanmasının büyüklüğü, gümrük ve seyrüsefer
kanunları sistemini ulusun ve devletin
ekonomik çıkarlarının hizmetine daha çabuk,
daha korkusuzca ve belli bir gayeyle koyabildi. Ticari ve siyasi hegomonya mücadelesinde önderliği ele geçirdi. İngiltere 1763 yılında önce
İspanya, Hollanda ve Fransa'nın ticaret, sömürge kurma ve denizlere hakim olma konusundaki arzularını yok etmişti. Napolyon ve ihtilal sonrası Fransa Waterloo'da büyük bir yenilgiye uğradı.
Amerika'daki sömürgelerini kaybetmesine rağmen 1815'te Büyük Britanya eski çağlardaki
büyük imparatorlukları andıran büyüklükte ve seviyede bir dünya kuvveti haline geldi: "Her çağda sanayi, ticaret ve
denizcilikte diğerlerini
aşan ülkeler ve kentler olmuştur, Fakat Britanya'nın
üstünlüğü gibi bir üstünlüğe yeryüzü ilk defa tanık oluyor. Her çağda
uluslar dünya hakimiyetini ele geçirmek için mücadele ettiler, fakat bugüne
değin hiçbiri gücünü böylesine muazzam temellere oturtamadı. Topraklarının her yanını tek bir üretim, ticaret ve liman kentine dönüştüren, tüm sanayi, bilim ve sanat
dallarını,
büyük ticaret ve zenginlikleri, deniz ulaşımını, deniz gücünü
bünyesinde toplayarak dünya metropolisi haline getiren İngiltere'nin gayretiyle karşılaştırıldığında
dünya hakimiyetine askeri güçle ulaşmayı amaçlayanların gayretleri
ne
kadar da boş geliyor... " Alman milliyetçisi List 1841 yılında hayranlık ve
gıpta ile bunları yazıyordu.
Muzaffer
bir İngiltere
ve merkantalist bir zemine karşı İngiliz Smith, Amerikalı Hamilton
ve Alman List kendi ülkelerinin ekonomik, askeri ve politik
siyasetlerinin ana hatlarını
belirliyordu. Askeri gücün ekonomik
temelleri konusunda söyledikleri, yaşadıkları devir ve ülkenin o
anda içinde
bulunduğu ruh hali ve şartlar çerçevesinde anlaşılabilir.
Ulusların Zenginliği 1776'da yayımlandığı zaman, İngiltere'de totaliter teori ve uygulamaların eleştirisi için uygun bir ortam vardı. Amerika'daki
sömürgelerin
başkaldırması dikkatleri
Britanya'nın
sömürge politikası kapsamındaki ticaret yönetmeliği sistemi üzerinde toplanmıştı. Bir yüzyılı aşan zamandan beri süregelen savaşlar ve artan savaş borçlarının yükü hoşnutsuzluk yaratmıştı.
Bundan başka İngiltere'nin Yedi Yıl Savaşları'nda (1756-1763) Fransa'ya karşı kazandığı zafer ticarette ve deniz gücünde rakipsiz
kalmasın?-
yol açmıştı. Dolayısıyla ülkelerin menfaatlerinin komşularını zayıflatmaktan ibaret olduğu öğretisini veren politik ve ekonomik
felsefeye karşı giderek artan bir şüphe oluşmuştu. İngiltere'nin bir dünya gücü olarak yeri kesinleşmiş olduğuna göre, daha
liberal bir politikanın
başlatılabileceği ve
bir "komşu
ülke zenginliğinin, savaşla ve
ziyaretle tehlikeli olmasına karşın, ticaretle yararlı olduğu" konusunda görüşler gelişmeye başlamıştı. Yaygın bir görüşle, imtiyazlı kişilerin mevcut sistemi istismar ederek
kendilerine ulusun çıkarlarıyla olan ilişkilerinden doğan bir menfaat sağladıkları idi. İşte, Smith
tekelci uygulamaları,
devlet otoritesinin kötüye kullanılması ve savaş kışkırtıcılığından dolayı genelde tüccar sınıfı ve özellikle imtiyazlı şirketleri eleştirirken, bu yolsuzluklara hücum ediyordu.
"Bu
ve bundan önceki
yüzyılda, kral ve bakanların keyfi ihtirasları, Avrupa'nın huzuru için tüccar ve imalatçıların arsızca kıskançlıklarından daha fazla zararlı olmamıştır. Hü-
kümdarların şiddet ve adaletsizlikleri eskiden beri
var olan bir
kötülüktür. .. Fakat insan soyuna hükümdar olmayan ve olmaması gereken tüccar
ve imalatçıların tekelci tabiatları ve tamahkarlarının başkalarını rahatsız
etmesi kolaylıkla önlenebilir."
Smith'in merkantalizm konusundaki en şiddetli
eleştirisi devletin savaş olarak değerli maden külçeleri stok etmesini de
içeren para politikasına yönelikti. "Çalışkan ve dolayısıyla zengin olan
bir ulus, bütün uluslar içinde en çok saldırıya uğrayacak olanıdır"
diyerek İngiltere'nin savaşa hazırlıklı olmasını kabul ediyordu. İngiltere'nin
sömürgelere ve ticarete ilişkin taahhütlerinin büyük bir askeri güç ile deniz
gücü gerektirdiğinin farkındaydı. Fakat savaş kasalarının gerekli ve hatta
ulusun fiili savunmasında yararlı olduğunu reddediyordu. Çünkü,
"donanmalar ve ordular altın ve gümüşle değil, fakat tüketim maddeleriyle
idame ettirilir. İç sanayinin yıllık üretimi, topraklarının yıllık geliri, iş
gücü ve tüketim maddeleri sayesinde uzak ülkelerden tüketim maddeleri satın
alabilen bir ulus savaşı o ülkelerde sürdürülebilir" diyordu. Yedi Yıl
Savaşları'nın yarattığı büyük masrafları İngiltere'nin gelişen üretimi ve artan
dış ticaretiyle karşılaması bu fikrin doğruluğunu kanıtlamıştır. Başka bir
deyimle, Smith bir ulusun savaş yeteneğinin en iyi şekilde, üretim hacmiyle
ölçülebileceğine inanıyordu, ki bu tema sonradan Friedrich List tarafından çok
etkin bir biçimde işlenmiştir.
Bunun da ötesinde, savaş sermayesi olarak
kullanılan araçlardan savaş kasalarına olduğu kadar, savaş borçlanmalarına da
karşıydı ve onun yerine ağır vergiler öngörüyordu. Cari olarak ödenecek
vergiler, savaşları genellikle daha çabuk sona erdirecek ve hükümetler
"savaşı pek kolay başlata- mayacaktır; savaşın ağır ve kaçınılmaz yükü,
gerçek ve somut bir sebep olmaksızın, sorumsuzca savaş yapılmasını önleyecektir".
Ulusların Zenginliği'nin 19. yüzyıl iktisat
kuramcılarının
kutsal
kitabı ve Adam Smith'in de onun entelektüel babası olmasına rağmen, gerçek şu ki: Adam Smith merkantalist
doktrinin bazı temel prensiplerini gerçekten ı'eddetmemiştir. Onun bazı araçlarına karşı çıkmış, fakat hiç değilse gayelerinden birini, ulusun askeri gücü için elzem
olduğunda
devletin ekonomik işlere müdahale etmesi gerektiğini kabul etmiştir. Takipçileri Smith'ten daha fazla serbest
ticaret yanlısı ve daha ateşli savaş aleyhtarıydılar. "Egemen olanın ilk
görevi olan toplumu başka toplumların şiddet ve istilasından korumak, ancak askeri güç sayesinde
yerine getirilebilir." Fakat bu gücü barışta hazırlamak ve savaşta kullanmak
devletlere göre
değişir. Toplumlar mekanik sanatlarda ilerledikçe, savaşlar daha karışık ve
pahalı bir hal alıyor, dolayısıyla bir ticaret ve sanayi devletinde
askeri kurumlar daha ilkel bir toplumdaki- lerden farklı olacaktır. Bu nedenle, askeri gücün ekonomik
temeller üzerine
inşa edilmesi kaçınılmaz olacaktır.
Merkantalist
sistemin İngiltere
için en önemli yanı seyrüsefer kanunlarıydı. Merkantalizmin (totaliter) bazı yönleri İngiltere'nin kalkındığı ilk dönemlerde belki gerekliydi, fakat 18. yüzyıl sonuna
doğru
İngiltere sanayide o kadar ileri gitmişti ki,
Fransa ve Almanya'ya oranla yerli mallarının korunması İngiltere'de pek az önem taşıyordu. İç ve dış pazarlarda
ciddi bir rekabetle karşılaşmadığı için gerektiğinde birçok ürünü
gümrük ve vergiden muaf tutabilirdi. Gerçekten daha
sonraları
kendi çıkarları için önceki kısıtlayıcı
politikasından vazgeçmiştir. Çünkü Bismarck'ın deyimiyle, serbest ticaretin en
kuvvetlinin silahı
olduğunu öğrenmişti. Ama
deniz gücü
değişik bir konuydu ve onunla ilgili her şey bir
başka
yargıyla değerlendirilmeliydi. Anavatanın ve
imparatorluğun
güvenliği İngiltere'nin okyanus
yollarını
kimsenin meydan okuyamayacağı bir şekilde elinde
tutmasını
gerektiriyordu; bunun aksini düşünen bir
gücün
amansız bir düşmanla karşılaşacağı şüphesizdi.
Bundan
başka
İngiliz sanayisinin, maliyesinin ve
ticareti-
nin
o muazzam yapısı
denizaşırı pazarlar ve ikmal kaynakları üzerinde kurulmuştu. Böylece ticaret filosu hem bir ekonomik varlık hem
de ticaret gemilerinin kolaylıkla savaş gemilerine dönüştürülebildiği bir çağda askeri
güvenliğin
vazgeçilmez
bir unsuruydu. Lord Haversham Lordlar Kamarası'nda şöyle diyordu: "Filolarınız ve ticaretiniz birbirleriyle yakın ilişkilidir ve birbiri üzerinde karşılıklı etkileri vardır, birbirlerinden ayrılmazlar; ticaretiniz, denizcilerin anası ve
dadısı; denizcileriniz, filolarınızın canı; filolarınız ticaretin güvenliği ve
koruyucusu ve ikisi birlikte İngiltere'nin zenginliği, kuvveti, güvenliği ve
şanıdır."
Ayrıca, Smith
askeri güvenliğin
gerektirdiği yerli
mallarını
koruyan gümrük vergilerine
de karşı
değildi. "İç sanayinin teşviki için bazen, yabancı mallara
bazı
yükler bindirmek avantajlı olabilir."
Böyle bir
koruma, gemicilik için
seyrüsefer kanunları ile
sağlanabiliyordu.
"Savunması için gerekli malzemeler konusunda krallığın komşularına mümkün mertebede az bağımlı olması gerekir ve eğer bunlar
ülke
içinde temin edilmezse, alımlarının desteklenmesi için diğer sanayi dallarının vergilendirilmesi normaldir." Smith bu amaçla ve
başka sanayi dalları yararına gümrük vergileri kurulmasına ve prim ödenmesine taraftardı. Sonraları "gümrük vergisi savaşı" olarak tanımlanan misilleme niteliğindeki vergileri de biraz gönülsüzce de olsa kabul etmiştir.
Adam
Smith serbest ticarete içten inanmıştı. Merkanta- lizmin temelinde bazı kurumları tamamen yıktı. O günkü Britanya İmparatorluğu'nda var olan totaliter uygulamalar
ona çirkin geliyordu. Özel girişime devlet müdahalesini şüpheyle karşılıyordu. Devlet gücüne sırf devlet gücü olduğu için tapıl- masına karşı çıkıyordu.
Fakat onun merkantalist ekolle ilişkisini belirleyen en kritik sorun, bu
sistemin bütçe ve ticaret kuramlarının doğru olup olmadığı değil, gerektiğinde ulusun
ekonomik
gücünün devletin bir aracı olarak
kullanıp
kullan- mamasıydı. Adain Smith'in bu soruya cevabı açıkça "evet" olacaktı, yani
ekonomik güç bu şekilde kullamlabilmeliydi.
Bu
husus iyice anlaşılamamıştır.
Smith'in izinde yürüyenler özellikle 19.
yüzyıl
İngilteresi'nde, onun
katı bir serbest ticaret yanlısı olarak
tanıtılmasından
sorumludurlar. Smith'i eleştirenlerden bazıları, özellikle Alman Schmoller ve List;
"Serbest ticaret" naraları atarak
Smith'in diğer
öğretilerine gölge düşürmüşlerdir. Böylece, bazı çevreler Smith'i merkan- talist strateji
ve taktiklerle ülkesinin
meydan okunamayacak bir güç haline
geldikten sonra; aynı strateji ve taktiklerin başka uluslara
kullanılmasını
öğütleyen ikiyüzlü bir
İngiliz vatanseveri olarak görmüşlerdir. Smith'in bir vatansever olduğu inkar
edilemezse de, ikiyüzlü
olduğu kesinlikle yanlıştır. Smith, kendi taraftarlarının "ekol"üne kendisinden daha çok aşina olan
List'in aşağıdaki
utanç verici suçlamasını hiç hak etmez:
"Büyüklüğün zirvesine vardıktan sonra,
tırmandığı
merdiveni başkalarının tırmanmasını önlemek için tekmeleyerek devirmek akıllıca bir
harekettir. İşte Adam Smith'in kozmopolit doktrininin; çağdaşı William
Pitt'in kozmopolit eğilimlerinin ve İngiliz hükümet yönetimindeki bütün haleflerin sırrı burada
yatar. "
"Koruyucu
vergiler ve deniz ulaştırılmasındaki
kısıtlamalarla üretici gücünü ve denizciliğini, başka ulusların kendisiyle rekabeti serbestçe sürdüremeyecekleri bir düzeye getiren
bir ulus için bu büyüklüğe ulaştıran merdivenleri fırlatmak, diğer uluslara serbest ticaretin yararlarını vaaz etmek ve tövbekar bir
eda ile şimdiye kadar yanlış yolda
olduğunu
ve ilk defa şimdi doğruyu bulmayı başardığını ilan etmek kadar akıllıca bir
şey yoktur. "
Üç yüzyıl kadar
önce, Francis Bacan bir ulusun kendini
savunabilmesinin maddi varlıktan ziyade
halkın ruhuna, altın stoklarından ziyade halkın ruhuna,
altın
stoklarından ziyade
politik
yapıdaki
çelik kararlılığa bağlı olduğunu belirtiyordu.
Ahlak profesörü
olan Smith'in, Bacon'ın eserlerine
aşina olması
gerekir. O, şuna inanıyordu: "Her toplumun güvenliği az
veya çok
halkın yapısındaki askeri
ruha bağlıdır.
.. Askec ri ruh tam disiplinli
mevcut bir ordu tarafından
desteklenmedikçe hiçbir toplumun
güvenliği
ve savunması için yeterli değildir. Fakat
her vatandaşın
askeri bir ruha sahip olduğu yerde
ufak bir ordu mutlaka yeterlidir" ve Smith "Halktaki askeri ruh
toplumun savunmasında
faydalı da, korkaklığın içinde var olan ruhi sakatlık, çarpıklık ve kötülüğün halk
arasında
yayılmasını önlemek için...
(askeri ruh) devletin en çok üzerinde düşünmesi gereken bir husustur,"
demekle daha da ileri gidiyordu. Ancak hükümetin desteklediği bir "askeri eğitimle" askeri ruhun yükseltilmesi mümkündür. 19. yüzyılda Smith'in
taraflarının
çoğu koyu bir serbest ticaret ve barış yanlısıydılar ve yukarıda belirtilen
fikirleri hiçbir zaman benimsemediler.
İngiliz ve
Amerikalılarda
daimi ordulara karşı eskiden
beri köklü bir önyargı vardı. İngiltere'nin adasal konumu Parlamentonun milli savunma meselelerinden her
şeye
rağmen başarıyla sıyrılmasını mümkün kılıyordu ve parlamento ile taht arasındaki mücadele profesyonel bir ordunun insan hakları için tehlikeli olduğu fikrini
yaratmıştı.
Kıta Avrupası'nda Büyük Britanya'nın rakiplerinin
kuvvetlerini artırmak
için "daima silah altında. bulundurulan
ordulara başvurmuşlar
ve profesyonel askerler sayesinde
askeri teşkilatta
ve savaş sanatında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. " Buna rağmen İngiliz parlamentosu barış zamanında orduyu asgari seviyede tutmaya
devam etti.
17.
yüzyıl sonlarında, Macaulu şöyle yazıyordu: "Aklı başında olanların hemen hemen hepsi bizim politikamız ile daimi bir ordunun bağdaşmayacağı konusunda olduklarını belirtmişti. Liberal Parti daimi orduların komşu ülkelerdeki özgür kurumları yok ettiğini sürekli olarak tekrarlıyordu.
Muhafazakar Parti de aynı şekilde Cromwell emrindeki daimi ordunun kendi adamızda kiliseyi saptırdığını, asilleri baskı altında
cuttuğu ve kralı katlettiğini söylüyordu. Dolayısıyla
her iki partinin başkanları, tutarsızlıkla suçlanmayı
göze almadan, böyle bir ordunun krallığın daimi kurumlarından biri olması
gerektiğini savunamazdı. "
Bu durum Smith'in,
Glasgow'da (1752-1763) ahlak profesörü olarak adalet, polis,
vergiler ve askerlik konularındaki ünlü derslerini verdiği sıralarda da devam ediyordu. Bu derslerde Smith, daimi ordu kavramına karşı çıkan ünlü hocası Francis Hutcheson'dan ayrılıyordu.
Francis'e göre "Askerlik sanatı
ve meziyetleri bütün şerefli vatandaşlara özgü uğraşlardı ve dolayısıyla
savaş hiç kimsenin daimi mesleği olmamalı, fakat herkes bu hizmeti sırasıyla yerine
getirmeliydi." Smith'e göre ise bunun uygulanması son derece zordu, o profesyonel ordudan yana bir tutum benimsedi.
Smith daimi ordunun özgürlüğü tehdit teşkil edebileceğini
kabul ediyordu. Cromwell parlamentoyu kapı dışarı etmemiş miydi? Fakat o, gerekli önlemler alındığı takdirde ordunun anayasayı umursamayacağını değil,
destekleyeceğine inanıyordu. Ne olursa olsun güvenlik,
iyi eğitimli ve iyi disiplinli bir
orduyu gerektiriyordu, ancak bundan sonra millet kaderini savaş tanrısının eline teslim edebilirdi. Ne kadar eğitimli ve disiplinli olursa
olsun, milisler profesyonel askerlerin yerini dolduramazlardı, özellikle ateşli
silahların kahramanlık ve cesaretten ziyade teşkilat ve düzeni ön plana çıkardığı bir devirde. Demek ki askeri önlemlerin ilki, milislere olan
tarihi bağımlılıktan ve profesyonel orduya karşı duyulan geleneksel şüpheden vazgeçmeyi ve zamana uymayı gerektiriyordu. Ayrıca iş
bölümü konusundaki ekonomi ilkesi ve savaşın amatörce değil profesyonelce yapılmasını
emrediyordu.
Smith şöyle yazıyordu: "Şüphesiz
sanatların en asili olan savaş sanatı, daha iyiye ulaşma bahis konusu olduğunda
sa-
narların en
zoru haline gelir. Bağlı
bulunduğu diğer bazı sanatların durumu
ve mekanik durum, savaşın belli bir anda mükemmele ne
derece ulaşabileceğini
saptar. Savaşı mükemmele ulaştırmak için onu belli bir sınıfın tek
ve en önemli
uğraşı haline getirmek gerekir. Her
sanatta olduğu gibi daha iyi savaşmak için de iş bölümü şarttır. Diğer sanatlarda iş bölümü, birçok iş yerine tek bir iş yaptıklarında kişilerin daha fazla kişisel çıkar sağladıklarını fark etmeleri sonucunda doğal olarak
ortaya çıkar. Fakat askerliği diğerlerinden farklı ve ayrı bir
uğraşı haline getirmek sadece devletin
elindedir. Barış
zamanında halktan belli bir teşvik görmeden zamanının büyük bir kısmını askeri
tatbikatlarda geçiren bir vatandaş şüphesiz bu alanda kendini geliştirecektir. Bundan zevk alacaktır, fakat kişisel çıkar sağlayamayacaklar. Zamanının
çoğunu bu uğraşa ayırmasının onun çıkarına olduğu ortamı hazırlamak devlete düşer; ancak
devletler her zaman böyle davranmamışlardır, varlıklarının devamı
söz konusu olduğu zaman
bile."
İngilizce konuşan toplumlar için 1776
önemli bir tarihti. Ulusların Zenginliği ve ABD Bağımsızlık Bildirisi o yıl yayınlanmıştı. Smith kitabında Büyük Britanya'nın Amerika'daki sömürgeleri ile ilişkilerini uzun uzun ele almıştıve söyledikleri Amerikan ve İngiliz tarihi
ile ilgilenen herkes için önemliydi.
Smith'in
emperyalizme karşı tutumu netti. O, İngiltere'nin koyduğu kısıtlamalardan
Amerikalıların sıkıntı çektiğini düşünüyordu, ancak yi11e de bu tür kısıtlamalar ne de olsa "en kutsal insan haklarının açıkça ihlali" idi. Ona göre imparatorluk sisteminde sömürgelerin değeri, imparatorluk savunmasına bağladıkları askeri kuvvetler ve imparatorluğa sağladıkları gelirle ölçülmeliydi. Bu açıdan değerlendirildiklerinde, Amerika'daki sömürgeden Büyük Britanya için birer
varlık
değil sorumluluktu; sömürgeler hem imparatorluk savunmasına katkıda bulunuyor hem de Britanya
Kuvvetleri'nin Amerika'ya yollanmasını gerektiriyordu ve pek yakın bir
geçmişle
İngiltere'nin Fransa
ile pahalı bir savaşa girmesine
yol
açmışlardı. Amerikan sömürgelerinin olmaması ticari ve mali denge açısından İngiltere için çok daha yararlıydı.
Fa.kat
Smith, Amerika'nın
bağımsızlık talebine
İngiltere'nin boyun eğmesini önermiyordu. Böyle bir şey "dünyanın diğer hiçbir milletinin şimdiye kadar
kabul etmediği
ve etmeyeceği bir önerinin ileri
sürülmesi
olurdu."
İdare edilmesi
ne kadar güç olursa olsun, geliri masrafından ne kadar az olursa olsun, hiçbir millet
şimdiye kadar hiçbir sömürgesinden vazgeçmeye istekli olmamıştır. Bu tür fedakarlıklar çoğunlukla çıkarlar için
yararlı olsa da, milletin gururu her
zaman zedelenmiştir.
Smith
Amerikan içsavaşının
uzun süreceğini ve pahalıya mal
olacağını
öngörmüştür. Sömürgelerde yaşayanların zafere ulaşma ihtimallerini
bile tahmin etmiş ve şöyle demiştir: "Dükkan sahiplerinden, tüccarlardan, avukatlardan, devlet adamları ve
idareciler çıkacak,
bunlar büyük bir
imparatorluk için, yani
bir hükümet
şekli üzerinde şimdiye kadar
kurulmuş
olanların en büyüğü ve
heybetlisi olacağını
söyleyerek övünecekler, söyledikleri de
gerçekleşecektir."
Smith haklıydı ve
devlet adamı olanlar arasında Alexander
Hamilton vardı. Hamilton Amerikan Birleşik Devletleri'ni
kuran devlet adamları
içerisinde, en
dev insan olarak öne
çıktı.
Kıta Avrupası'nda seyahat ettiği iki
yıl (1764-1766) hariç, Adam
Smith Glasgow ve Oxford'da öğrenciydi. Edin- burgh'da ders verdi ve
Glasgow'da önceleri
mantık profesörlüğü ardından da
ahlak profesörlüğü
yaptı. Hayatını tamamen
akademik gayeye adamıştı.
Ölümünden on dört yıl önce yayımlanan büyük eseri Ulusların Zenginliği'ni yazdı.
Alexander
Hamilton ilk gençlik
yıllarından itibaren
bir eylem adamıydı.
Hayatı, gelecek için pek
ümit vermeyen, Ne- vis isimli küçük bir
Batı Hint adasında başladı. Babası beş parasız olan Hamilton, 1768 yılında, da^a
on bir yaşındayken annesini kaybedince kendi hayatına yön vermeye mecbur kaldı. Önceleri bakkal çırağı olarak
çalıştıktan
sonra New
York'a
gitti ve 1773'te Kings College'a (şimdiki Columbia)
girdi.
Bir
sene içinde, daha sonra Amerikan Devrimi'ne
yol açacak savaşa karıştı. Böylece daha delikanlılık çağına yeni girdiği yaşlarda neslinin en çetin yazarlarından biri olarak ün yaptı. 1776'da
askere gitti ve Washington komutasında Long Island, White Plains,
Trenton ve Priceton'da savaştı. 1777
Martı'nda,
20 yaşındayken yarbay rütbesiyle başkomutanın askeri sekreteri
oldu. Bu sayede, hem Washington'un müşaviri ve
sırdaşı hem de ordu teşkilatı ve
yönetimi
konularında bir
seri başarılı
raporlar yazdı. Daha
sonra General Lafayette'in kolordusunda bir piyade alayına komuta
ederek Yorktown'daki çarpışmalarda kahramanlığı ile dikkatleri üzerine topladı. Askerlik mesleğine devrim sona erdikten çok sonralara
kadar devam etti. 1798'de Tümgeneralliğe ve ordu genel müfettişliğine terfi etti ve Fransa ile çıkması muhtemel
bir savaşa
hazırlanmak amacıyla General
Washington'un yardımcısı
oldu.
Hamilton'un
Annapolis ve Philadelphia antlaşmalarının gerçekleşmesindeki rolü ve her şeyden önce anayasanın kabu- lününsağlanmasındaki hizmetleri tartışmagötürmez niteliktedir. Kaleme aldığı devletle
ilgili birçok
ya^ı yanında federalis-
tin yarısından
fazlasını yazmış olması, onu
en önemli politika yazarları arasında yer almasını sağladı. Washington'un kabinesinde, maliye bakanı olarak
kendi görevlerinden
çok daha zor görevleri başarıyla üstlendi. 1789-1797 yılları arasında ilk ABD milli politikasının saptanmasında, kabinedeki bütün üyelerin hepsinden daha fazla etkili oldu.
1804 yılında
kırk yedi yaşındayken öldü.
Askeri
bilimler öğrencisi
için Hamilton, Adam Smith'le Friedrich
List arasında
bir bağ teşkil eder. Hamilton'un Ulusların Zenginliği'ne aşina idi. Üretim Raporları isimli kitabı hep
önünde duruyordu. Profesyonel adamların gerekliliği, faydaları ve milli savunma ile ilgili bazı konularda
Smith de aynı fikirdeydi.
Friedrich
List'in yazılarında
Hamilton'un etkileri açıkça görülür ve List'in, yerli malların korunmasından yana olan ABD'deh grupla ve
bilhassa Mathew Garey ile olan ilişkilerinin ışığı altında "siyasi ekonomi konusunda büyük bir
ders kitabı olarak gördüğü kesindir.
Gerçekten
de List'in zaman
zaman Hamilton'dan destek gördüğü, onun
fikirlerinin önemli bir yeri olduğunu yazıları kanıtlamaktadır.
Ateşli bir
serbest ticaret yanlısı olan William Graham Sumner'a göre Hamilton'un
milli politikası
"ABD şartlarına uyarlanmış eski İngiliz merkantalist
sistemden başka bir şey değildi. " Bu eleştirinin haklı yönleri vardı, ancak Hamilton hiçbir zaman
totaliter doktrinlerin körü körüne bir takipçisi ve
hayranı
olmamıştır.
Avrupalı merkantalistler
birbirleriyle yakından
alakalı iki ayrı şeye ilgi
duyuyorlardı,
milli birlik ve askeri potansiyele bağlı olarak
milli kaynakların
geliştirilmesi. Hamilton
gerçek bir milliyetçiydi ve ekonomik politikayı hem milli birlik
hem de milli güç için
bir alet olarak kullanma taraftarıydı. Söylediği ve inandığı hemen
her şey bu tema etrafında toplanabilir.
İmalat sanayisini içeren merkezi
bir ekonomiyi, bir merkez bankasını gerekli
görmesi,
dış politika ve güvenlik kavramları, federal hükümetin "farklı kuvvetleri" şeklindeki kendi doktrini, savaş mühimmatı üretiminin teşviki ve gerekirse
millet tarafından
kontrolüne olan inancı, askeri
politika konusundaki raporları, donanmayı ateşli şekilde desteklemesi, hatta demokratik hükümete karşı tutumu hep bütün bunlar, önce milli
birliğe olan tutkusu ve sonra da milli politik
ve ekonomik gücüne olan sınırsız saygısıydı.
5 Aralık 1791'de
Hamilton'un kongreye sunduğu Üretim Raporları öylesine doğru ve etraflı yazılmıştı ki, Adam Smith'in bile serbest
ticaret konusunu bu kadar güzel özetleyebileceği şüphelidir. Bundan başka, Hamilton'a
göre
eğer sınai ve ticari özgürlük sistemi
daha yaygın
olsaydı, milletler refaha ve büyük devlet
olma niteliğine
daha çabuk ulaşabi-
lirlerdi.
Böylece herkesin yararına uluslararası bir iş bölümü doğabilirdi. Fa^at ticaret ve alışveriş özgürlüğü yaygınlaşmamış olduğundan,
özellikle Avrupa ulusları arasındaki imalat sanayi gelişmiş olanlar
"karşılıklı
ilişkilerde doğacak menfaatleri
her şeyi satmak ve hiçbir şey almamak gibi faydasız projeler
uğruna feda ediyorlar". Sonuç olarak
"Amerika Birleşik
Devletleri, bir dereceye kadar dış ticaretten
men edilmiş
bir ülke durumundadır" ve Avrupa ile eşit şartlar altında ticaret yapamamaktadır. Bu gerçeklerin belirlenmesi bir şikayet havası içinde yapılmamaktadır. Çok fazla elde etmeyi amaçlayan söz konusu milletler kazançtan çok kayıpları olup olmadığını kendilerine sormamışlardır. " Amerika Birleşik Devletleri,
başka devletlerin "doğru veya yanlış, dış politika tertiplerinden mümkün olduğu kadar bağımsız kılacak vasıtaları
düşünmelidir."
Üretim Raporları'nda belirlenen program Hamilton'un
milli ekonomi yanlısı
olduğunu kanıtlamaktadır. Hamilton'un
gayesinin "ABD'yi askeri ve diğer önemli ikmal maddeleri bakımından yabancı milletlerden bağımsız kılacak" üretim dallarının desteklenmesi olduğunu söylemektedir.
"Sadece
bir ülkenin
refahı değil, aynı zamanda
bağımsızlığı
ve güvenliği üretilen mallara bağlıdır. Her
millet, bu büyük gayenin ışığı altında, kendi içinde gerekli
bütün ulusal ihmal maddelerini sağlamak zorundadır. Bunlar varlığı devam
ettirebilme, ikamet, giyim kuşam ve
savunma araçlarını
içerir."
Hamilton
"Bunlara sahip olunması politik
yapının
mükemmelleşmesi için olduğu kadar
toplumun güvenliği
ve refahı için de gereklidir. Her biri politik yaşam ve
faaliyetler için
önemli birer organdır ve
bir devleti bekleyen çeşitli krizlerde bu tür eksiklerin
etkisi çok
şiddetli hissedilir. Amerika Birleşik Devletleri'nin
son savaşta
çektiği ve kendi kendisine yeterli
olamamaktan doğan
aşırı güçlükler hala
hafızalarda
yaşamaktadır; yetersizlikler
zamanında
ve erken tedbirlerle giderilmediği takdirde, gelecek bir savaşla ne
denli kötü ve
tehlikeli
olduğunu
gösterecektir. Bu
değişikliklerin
yapılabilmesi bütün halk
konseylerinin dikkat ve gayretlerini gerektirmektedir. Bu gerçekleştirilmesi gereken en büyük iştir. "
"Dış ticaretimiz
devam ettiği sürece, korunması için donanmaya gerek duyulması, önemli malların ikmalini donanmaya bağımlı kılmaktadır; bu durum imalat sanayisinin lehindeki
fikirlerin desteklenmesine yardım etmelidir.
"
Hamilton,
Amerika Birleşik
Devletleri gibi genç bir
ülkenin, imalat sanayisini çok önceden kurmuş olan Büyük Britanya
gibi devletlerle boy ölçüşebileceğine inanmıyordu. "Bir ülkenin yeni
kurumları
ile başka bir
ülkenin eskiden beri var olan kurumlarıyla eşit şartlar altında bir rekabet... birçok hallerde
mümkün
değildir. Bu nedenle genç bir
ülkenin sanayisi hükümet tarafından büyük ölçüde desteklenmeli ve korunmalıdır." Bu destek ve koruma ( bazı hallerde
ithal yasağına
kadar varan) gümrük resmi,
hammadde ihracatına
konacak kısıtlamalar, primler, hayati değeri olan
bazı hammaddelerden ithal vergisinin kaldırılması şeklinde olmalıdır. Bu görüş, "emekleme
dönemi sanayisi" savı olmakla birlikte, merkantalizmin kendi
kendine yeterlilik ilkesine uymaktadır.
"Yerli
sanayiyi desteklemek gayesiyle hangi mallara, ne kadar gümrük resmi
konacağı
belirlenirken, milli savunmaya önem verilmeli
ve_belki de milli savunma ön plana
alınmalıydı.
O halde:
Ateşli silahlar
ve diğer askeri silahlar hiçbir sakınca olmaksızın yüzde on beşlik mallar
sınıfına
konabilir. Zira hali hazırda bunları üreten fabrikalar vardır ve
bütün Amerika Birleşik Devletleri'ne
yetecek kadar üretim
yapmaları için belirli
bir taleple desteklenmelidir. "
"Yerli
üretimden
her yıl belli
bir miktar silah satın
alınırsa bu hem kamu güvenliğine yarar hem de söz konusu
imalatçılara
da maddi bir yardım teşkil eder. Cephanelikler kurularak
zaman zaman kullanılan
cephaneler tamamlanma-
lı ve
böylece stokta her zaman için yetecek
miktarda cephane ve silah bulunmalıdır."
"Fakat
savaş
için gerekli tüm silahların gelecekte hükümet tarafından üretilip üretilmemesi yasal yönden incelenmeyi gerektirebilir. "
"Söz konusu
mallar basit ve dayanaksız
tüketim malları olmadıkları için milli
savunmanın
bu önemli araçlarının çok az güvenilir bir
kaynak olan kişisel
maceranın rastgele spekülasyonuna bırakılması, geleceği iyi görememektir. Genel bir kaide olarak fabrikaların hükümet kontrolünde olmaması gerekir. Fakat, bu kaidenin müsaade ettiği birkaç istisnadan biri de çok özel sebeplerden
dolayı,
ihtiyaç olan üretim dalıdır.
Üretim Raporları daha sonra Friedrich List tarafından genişletilerek şu fikri vurgulamıştır: "ziraati, imalat sanayisini ve ticareti içeren yaygın ekonomi sayesinde bir ülke içte birleşecek ve dış güçlerle ilişkilerinde daha kuvvetli olacaktır." Fakat Hamilton bu tezi en iyi şekilde 1796
yazında
kaleme aldığı Washington'un
Veda Nutku'nun ilk müsveddesinde savundu. Hamilton, değişik ekonomi
dallarının
bir ağ oluşturacağını ve böylece milletin
ortak bir milli ekonomi ve çıkar etrafında birleşeceğini düşünüyordu.
Güneyin ;ıiraatçi- liği sadece
ulusal refaha katkı
sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda
kuzeyin endüstriyel
gücünün yararlarından da
faydalanacaktı.
Batı, özellikle ulaşım yollarının yeterli
hale gelmesinden sonra, doğunun ürettiği mallar için bir
pazar teşkil edecek ve karşılığında "Atlas Okyanusu kıyılarındaki eyaletlerin ağırlık, etki
ve deniz kaynaklarından
yararlanacaktır. "
Ortak ekonomik çıkarlar
etrafında birleşmiş bir
milletin toplam gücü her
alanda artmış
olacaktır. "Amerika Birleşik Devletleri yaygın bir
ekonomi geliştirerek"
yabancı tehlikelere karşı daha
iyi korunacak, yabancı entrikalarla körüklenecek kavga ve savaşlardan uzak olacaktır.
Sonuçta millet
"özgürlüğü
tehdit eden büyük çaptaki askeri kurumlara ihtiyaç duymaktan
kurtulacaktır.
" Hamilton,
ekonomik
sistemle ulusal güvenliği
bu şekilde bağdaştırıyordu.
Haniilton'un
Amerikan donanması
ve ticaret filosuna ilişkin fikirleri
de buna benzer bir politika ve ekonomi bileşimiydi. Amerika Birleşik Devletleri'nin
büyük bir deniz gücü haline
geleceğine
inanıyordu. Amerikalıların dünyanın dört bucağında yaptığı maceraperest seyahatler "tükenmez bir milli
servet olan bu benzersiz teşebbüs ruhu"
Avrupalıları
rahatsız etmeye başlamış ve
"öteden
beri deniz güçlerinin temelini teşkil eden
t::ışımacılık
sanatına bizim el atacağımızdan kuşku duymaya başlamışlardır. " Bazı Avrupa
devletleri kısıtlayıcı
kanunlar çıkararak "tehlikeli
yüksekliklere
ulaşmamamıza yarayacak
kanatlarımızı
kesmeye karar verdiler. "
Fakat sıkı bir birlik, gelişen bir
ticaret filosu, iyi iş yapan
balıkhaneler,
misilleme niteliğindeki denizcilik kanunları ve
bir donanma ile "tabiatın
karşı konulmaz ve değiştirilemez akışını kontrol etmek isteyen küçük politikacıların küçük sanatlarına karşı
çıkabiliriz." Amerika
Birleşik
Devletleri donanması "büyük deniz güçleriyle başa çıkamayabilir" ama bilhassa Batı Hint
Adaları'nda
"iki büyük gücün yanında saygı değer bir ağırlığa sahip
olacaktır".
Bizim "konumumuz" birkaç gemimizle dahi bize ticari "imtiyazla
avantajlar sağlayabilecektir".
Bundan başka, yabancı güçler arasında çıkacak bir savaşta "bizim
tarafsızlığımızın
ve dostluğumuzun bir fiyatı olacaktır." Dolayısıyla ''birliğe
sıkı sıkıya sarılarak, çok geçmeden, Amerika'dan
Avrupa'yı
kontrol altına alabiliriz
ve dünyanın
bir kısmında kuvvet
dengesini kendi çıkarımıza
yönlendirebiliriz.
"Bu gerçekten
de bir real politiktir ve Amerika'nın dünya politikasına ilişkin stratejisini cumhuriyetinin babalarının yaratmış olduğunu göstermektedir.
Hamilton
Amerika Birleşik
Devletleri'nin milli ekonomiye
sahip olması
gerektiğini söylüyordu. Donanma
bu büyük gayeye katkıda bulunacağı gibi politik ve ekonomik birlikte
donanmanın
büyümesine katkıda bulunacaktı.
"Amerika
Birleşik
Devletleri'nin donanması bütün kaynakları kucaklayacağı için tek bir eyalet veya kısmi bir
federasyon donanmasından daha kolay gerçekleştirilebilir. Amerikan Konfederasyonu'nun her
kesimi bu teşkilatın
belli bölümlerini temin edebilecek durumdadır. En güneyde bulunan eyaletler donanma için bazı malları; katran, terebentin, bol miktarda
temin edebilirler. Gemi inşaatı bir
yapıya
sahiptir. Eğer güneydeki ağaçlardan inşa edilirse, donanmayı oluşturacak gemilerin dayanıklılığı, gerek donanmanın gücü gerekse ulusal ekonomi açısından çok büyük önem taşıyacaktır.
Amerika'nın bazı güney ve
merkezi eyaletleri bol ve kaliteli
demir cevheri çıkarmaktadır.
Denizciler bilhassa kuzey bölgelerden sağlanmalıdır. Dış ticaretin ve deniz ticaretinin
donanma tarafından
korunması gereği, ticaretin
donanmanın
gelişmesine katkıda bulunduğundan öyle bir
açıklama
gerektirmemektedir.
"
Hamilton'un
bütçeye
ilişkin görüşleri de
politik izler taşıyordu.
Kamu borçları için para temin ederek, devlet borçlarını üstlenerek ve bir milli banka kurarak "devletin
menfaati ile zengin kişilerin menfaatleri
arasında
bağ kurmayı ve
her ikisinin de servet ve nüfusunu karşılıklı yarar amacıyla ticari
kanata aktarmayı
umuyordu. Dolayısıyla ulusal borç, birliğimiz için kuvvetli bir harç teşkil edeceğinden milli bir lütuf olabilir."
Hamilton tüccar ve varlık sahibi
sınıfların
desteğini istedi, çünkü İngiltere'de merkantalist kanunların çıkartılma^ sında hükümeti nasıl etkilediklerini biliyordu ve politikanın ekonomik dürtüsünün her milletin içinde yattığına inanıyordu.
Bundan
başka, "milletler savaşta kaynak
olarak kullanmaya devam ettikleri sürece" milli kredilerin sağlam temeller üzerine oturtulması şarttı. "Bir ülke için, bu önemli kaynaktan
eşit
şekilde yararlanmaksızın, başka ülkelerle eşit şartlar altında mücadele etmek veya onların girişimlerine karşı güvenlik içinde olmak mümkün değildir. Ve kredi, orta 436
derecede
bir sermayeye ve çeşitlenmemiş
bir sanayiye sahip genç bir
ülkeye, her iki dalda da ilerlemiş ülkelerden daha gereklidir. İnsan, "kredisiz
savaş
büyük bir felaketten daha da ötede mahvolmaktır diye hüküm vermekten
başka bir şey yapamaz".
"Savaş
sırasında şahsi varlıklara el
konulmasının
yasal olduğunu kabul
etmekle birlikte, yabancı sermayenin Amerikan hisse senedi
ve tahvillerine yatırımını
caydıracağı düşüncesiyle böyle bir
uygulamaya karşı
çıktı. Kısacası, "krediyi
bir güç ve güvenlik vasıtası olarak" önermiştir.
Milli
güvenlik
Hamilton için çok ilginç bir konuydu ve bu konuda gerçekçi bir
görüşe sahipti. ABD'nin Avrupa'dan uzak
ve topraklarının
çok geniş oluşunun ABD
için son derece değerli olduğunu anlamıştı, çünkü bunlar yabancı bir
kuvvetin istilasını imkansız kılmasa bile zorlaştırılabilirdi. Ancak o, ABD'nin durumunu sağlamlaştırmak için zamana ihtiyacı olan
genç,
gelişmemiş ve politik bakımdan olgunlaşmamış bir ülke olduğunu da biliyordu. Milli birlik üzerinde önemle durması, bölücülüğe karşı cephe alması, diğer milletlere "körü körüne bağlanmaya" veya aşırı "önyargılı" olmaya karşı oluşu bu yüzdendi. Ancak
güvenlik
"kuvvetsiz mümkün değildir," sadece güçlü olduğumuz zaman "barışı veya savaşı çıkarlarımız doğrultusunda seçme
imkanına sahip olabiliriz. " Fakat güçlü olmak,
birlik içinde bulunmaya "hükümete, silahlara ve ülkenin kaynaklarına bağlıdır."
Hamilton,
Avrupalı
güçlerin bu kıtada toprakları bulunduğu sürece ABD'nin asla tam bir güvenlik içinde olamayacağını da anlamıştı. Amerika topraklarının Amerikalı olmayan bir güçten diğerine geçmesine karşıydı. Böylece muhalifi Jefferson tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile Luizana'nın satın alınmasından yana olmuştur. Monroe
Doktrini olarak bilinen siyaseti dahi ortaya o atmıştır. Sadece
ihtilalci Fransa'nın
radikal prensiplerinden nefret ettiği için değil, fakat aynı zamanda
İngiltere
ile olan ticari ilişkilere ABD'nin fazlaca bağımlı bulunmasından dolayı da Hamilton anaya-
sanın ruhunda
bulunan daha mükemmel
birlik halinin, ortak savunmanın ve özgürlüğün korunmasının birbir.ip.e bağlı olduğunu kabul etmişti. Federalist'in
8'inci sayısında
askeri güç ile
temel siyasi özgürlüklerin
yaklaştırılması konusunda
uzun ve gerçekçi
bir yazı yazmıştı. Bu yazı Adam
Smith'in aynı konudaki fikirlerine şaşırtıcı bir
biçimde benzemektedir. Aynı zamanda
o, savaş
zamanında ordu kurmak için hükümetin yetki sahibi olmasının yeterli
olmadığını
da yazmıştı; hükümet barış zamanında yeterli kuvvetler bulundurmalıydı. Yoksa, "malımızı ve özgürlüğümüzü yabancı istilacıların merhametine terk ederiz... Çünkü bizim
seçtiğimiz
ve bizim arzularımıza bağlı olan idarecilerin özgürlüğünü korumak için gerekli
vasıtaları
iyi kullanamayarak özgürlüğü tehlikeye
düşürebileceklerinden
korkarız."
Ayrıca savaş zamanında "ortak gücün yönlendirilmesi için" yöneticilerin yeterince yetki sahibi olmaları gerekir,
Amerikalıların
merkezi otoriteye duydukları geleneksel korkuya rağmen.
Adam
Smith gibi Hamilton da mili savunmanın temelinin profesyonel ordu olduğuna inanmıştı. Federalist'te şöyle yazmıştı: "Daimi ve disiplinli bir
orduya karşı
yapılan bir savaş ancak
aynı tür
bir kuvvetle başarılı bir
şekilde
yürütülür. İstikrar ve
gayretin yanı
sıra, ekonomi de bu durumu teyit eder.
Son savaş
sırasında Amerikalı milisler
çeşitli
durumlarda gösterdikleri kahramanlıklarda adlarına ölümsüz
anıtlar dikmişlerdir, ancak
en cesur olanları
ülkenin özgürlüğünün ne
kadar büyük ve değerli olursa
olsun sadece onların
gayretleriyle sağlamayacağını ve mümkün olmadığını bilmektedir. Savaş da
daha birçok
şey gibi, ihtimam, sebat, zaman ve uygulama
ile öğrenilecek
ve mükemmelleştirilecek bir bilimdir."
18.
yüzyılın ikinci
yarısında,
özellikle tüccar sınıfının hakimiyetindeki
parlamenter hükümetlerin,
krallıklara nazaran
daha az savaş
yapacaklarına ilişkin yaygın bir
inanç
vardı. Hamilton böyle bir
düşünceyi
sağduyuya ve tarihin bi-
!inen
gerçeklerine
ters buluyordu. Halk
meclislerinin "öfke,
infial, kıskançlık, hırs ve benzeri duygulara "diğer hükümet tipleri ka&ır" (belki de daha fazla) yatkın olduğuna inanmıştı. Montesquieu'nun dediği gibi
"ticaretin doğal sonucunun, barışı korumak
olduğu"
fikrini de kabul etmiyordu.
Aksine, ona göre ticaretin yeni savaşlara sebep
olması daha fazla ihtimal
dahilindeydi. "Ticaret şimdiye kadar
savaşın hedeflerini değiştirmekten öte bir şey yaptı mı? Zenginlik tutkusu; güçlülük ve
şan tutkusu kadar hakim ve harekete geçirici değil mi? Ticaret milletlerin hakim sistemi
haline geldiğinden
bu yana, daha önceleri toprak
ve sömürge tutkusunun yol açtığı kadar
çok
savaşa yol açmadı mı?" O, bu soruların cevabının kesinlikle doğru olduğunu düşünüyordu. Şeklen değişikliğe
uğrasa bile savaş toplumun
iliklerine işlemişti.
T homas
Jefferson da ticaretin savaş için potansiyel bir sebep teşkil ettiği konusunda Hamilton ile aynı görüşteydi. 1785 Ağustosu'nda şöyle yazmıştı: "Halkımız okyanusun işgaline katılmamız konusunda kararlıdır ve köklü alışkanlıkları denizlerin kendilerine açık tutulması talebinde bulunmalarına yol açmaktadır.
Ve
de bundan mümkün
olduğunca fazla yararlanmalarını sağlayacak bir siyasetin izlenmesini
istemektedirler. İdarecilerin onların kararlı isteklerine uymalarının bir görev olduğuna inanıyorum. Bu nedenle onlara taşımacılık, balıkçılık ve denizlerin başkaca kullanımına ilişkin eşit hakları her zaman; kesin savaş pahasına bile sağlamalıyız." Jefferson, barışçı inançlarının aksine başkan olarak
Berberistanlı
korsanlara karşı savaş açtığında bu inancını uygulamış oldu.
Gerçekten de
Hamilton'un önemi, en sert muhalifi olan
Jefferson'un, onun ekonomiye ve milli savunmaya ilişkin fikirlerini
zamanla ne denli kabul etmiş olduğunu görmek mümkündür. Jefferson serbest ticaret yanlısı ve
imalatçıların
can düşmanıydı. Hamilton'un ithal mallara gümrük koyarak
yerli sanayiyi koruma programından nefret ediyordu. Ancak,
ambargodan edindiği tecrübeler ve İngilizlerle 1812-1815 yıllarında
yapılan savaşın sonuçları onun görüşlet:i_nin değişmesine yol açtı. Fransız
iktisatçısı ve aynı zamanda serbest ticaret yapan Jean-Baptiste Say'a Mart 1815'te şöyle yazmıştı:
" ... Avrupa'nın çekişmelerinden uzak, başka güçlere
kötülük etmekten kaçınan, onlardan bir kötülük
gördüğünde soğukkanlılığını kaybetmeyen, herkese
adil davranan, tarafsızlık vecibelerini sadakatle uygulayan, kardeşçe davranışın gereklerini yerine
getiren, ticaretimizin sağladığı yararlarla onların çıkarlarına yardım eden, bizim gibi bir milletin barış içinde yaşayacağını ve kendini büyük insanlık ailesinin fertlerinden biri olarak göreceğimi
düşünürdüm. Böyle bir ortamda milletin kendini en verimli işlere verebileceğini, üretim fazlasını diğer milletlerin kendilerine daha avantajlı biçimde sağlayacakları ürünlerle değiş tokuş
yapacaklarını beklerdim. Tıpkı Fransa'nın bir ülkesi ile diğer bir ülkesi
(sömürgesi) arasında olduğu gibi. Ancak tecrübeler, sürekli barışın sadece temkinli ve adil olmamıza dayanmadığını, diğerlerininkine de dayandığını
gösterdi. Uçsuz bucaksız okyanusun bir ucundan öbür ucuna yapılan ticaret, okyanusta hakimiyet kurmuş olan bir düşmanın elinde güçlü bir silah haline geliyor ve savaşın diğer sıkıntılarına, onlardan temin etmek
zorunda olduğunuz
birçok ihtiyacı, silah ve giyecekleri
bile etkiliyor. Demek ki bu gerçek, devletin en önde gelen çıkarının kar mı, yoksa korumak mı olduğu sorusunu ortaya çıkarıyor.
Sonuçta öylesine üretici olduk ki, bunu görmeyenlerin inanamayacağı bir seviyeye ulaştık. Her türlü yabancı mala koyduğumuz vergiler her iyi vatandaşın fiyat farkı gözetmeksizin, ülkemizde yapılabilen hiçbir yabancı
malı kullanmamakta gösterdiği yurtsever kararlılık bizi yabancılara
bağımlı olmaktan kurtarıyor.
Jefferson, Hamilton'un
daimi orduya ilişkin fikirlerini asla tamamen kabul etmemekle birlikte, mecburi askerliğe dayanan askeri bir kurum konusu üzerinde daha fazla durulması gerektiğine de inanıyordu.
Savaş başkanının bir yazısını
yorumlarken,
1813'te şöyle
yazmışlar: "Zamanımızın daimi
ordularını
meydana getiren tehlikeli kişilerden bizde pek az bulunması sevindirici
bir durumdur. Ancak bu da, her vatandaşın asker olması gerektiğini daha kuvvetle kanıtlamaktadır; Yunanlılarda, Romalılarda
böyleydi, her özgür devlet
için de böyle olmalıdır. .. Erkek vatandaşlarımızın tümünü eğitmeli ve sınıflandırmalıyız; askeri öğretimi kolej
öğretiminin
bir parçası haline
getirmeliyiz. Bu gerçekleşene
kadar güvenlik içinde olamayız."
Bir
yönü
dışında Alexander Hamilton'un büyük bir
iktisatçı
olduğu söylenemez. Bu
yönü de imalatçıların korunmasına ilişkin "emekleme dönemindeki endüstriler" e olan gerçekçi yaklaşımıdır. Bu konuda söylenebilecek her şeyi en
iyi biçimde
söylemiştir. Kendisine
raporunun bir kısmında
yardımcısı ve yerli malları koruma
akımının
mensuplarından ve
onu bu konuda çok
etkilemiş olan Tench Coxe yardım etmiştir. Amerikan endüstrisinin geliştirilmesi için yaptığı çağrının
tarihi önemi, özünün öneminden daha büyüktür, çünkü Amerikan ekonomik politikasının yapısı onun yazdıklarının üzerine oluşturulmuştur. Ekonomiyi, politika ve devlet işleri ile
kaynaştırmış
bir kişi olarak
Hamilton zamanın
büyük devlet adamlarından biri olarak kabul edilmektedir. Amerika'nın Bismarck'ı olduğuna inanılmaktadır.
Fikirleri kendisinden sonraki
nesilleri büyük
ölçüde etkilemiş olduğundan, hükümet
ve sanayi alanlarındaki
etkisiJefferson hariç, çağdaşları- nınkinden çok daha belirgindir.
Tarihin
öyle bir cilvesidir ki, Hamilton'un
yerli malların
korunmasına ilişkin milliyetçi görüşleri kendisinden
ziyade siyasi muhalifleri olan Jefferson ve Madison tarafından uygulanmıştır. Jefferson'un Aralık 1807'de
başlattığı
ambargo, İlişkilerin Kesilmesi Yasası ve
ardından
gelen İngiltere savaşı, dış ticaretin tüm yollarını kapatmış ve ABD'nin üretim ile
savaş malzemesi bakımından kendi kaynaklarına dönmesine yol açmıştır. 1808-1815'in
sıkıntılarından
ve ihtiyaçlarından
doğan endüstriler, 1806'daki ve daha sonraki birtakım vergi
kanunları
ile milletin kanatlan altına aldığı bebekler olmuştur.
Napolyon Fransası
ile İngiltere'nin kötü · tutumundan Amerikalılar sıkıntı çektiği sırada, sanayiyi devlet güvencesi altına almak konusunda önemli bir
görüş
birliği doğmuştur. Bir
taraftan Madison ve Jefferson, öte taraftan
1812'nin "savaş
kartalları" Clay
ve Calhom aynı safta yer aldılar. Jeffer-
son, serbest ticarete ilişin önceki görüşlerini "bizi sonsuza dek yabancı ve
dost olmayan insanlara (İngilizler) kulluk ettirecek, kendi hain emellerini gizleme için bir
maske olarak kullananlara " karşı Ocak
1816'da çok sert bir yazı yazdı. Bütün Amerikalılara çağrıda bulunarak, "Fiyatı ne olursa olsun yerlisi bulunduğu takdirde
yabancı
hiçbir mal satın almamakta bana ayak uydurun, çünkü tecrübe bana sanayinin, rahatımız için olduğu kadar bağımsızlığımız için de gerekli olduğunu öğretti," dedi. Bağımsızlığımızı kurtarmak için "artık sanayiciyi çiftçi ile
yan yana koymalıyız."
Hamilton da daha fazlasını söyleyemezdi...
Fakat,
zamanla eski çekişmeler
yeniden baş gösterdi ve yerli malların korunmasına ilişkin mücadele 1846 yılına kadar sürdü. Friedrich
List'in Amerika'da ortaya çıkması ve
tartışmalara
katılmasıyla oldu.
Ortaya koyduğu ekonomik teoriler
Almanya'da, ABD'den daha fazla ilgi gördü. List,
1789'da Württemberg'de
doğdu. Tübingen Üniversitesi'nde okudu,
burada kısa bir süre de
profesörlük
yaptı ve Zollverein'in ateşli bir
temsilcisi oldu. Liberal ve milliyetçi, fikirleri reaksi- yoner hükümetle arasının sürekli açık olmasına yol açtı ve
nihayet 1835'te Almanya'dan sürülerek Amerika'ya
geldi. Rea- ding'deki Pensilvanya Almanları arasına yerleşti. Pensilvanya ile ilgili işlerde güçlü bir sese sahip olan, bir Alman-Ameri-
kan dergisi Adler'in yazı işleri müdürü oldu. Ticari siyasete duyduğu ilgi
kısa zamanda Mekanik Sanatları ve
İmalatı Destekleme Derneği ile
kısa zamanda temas kurmasına sebep
oldu. Bu derneğin
başında yetenekli insanlar vardı.
List
ekonomi ve siyaset alanındaki
geniş tecrübelerine dayanarak
yazdığı
yazılarla, Amerika'da kaldığı süre içinde yerli ma Itırın korunmasına ilişkin görüşün en önde gelen
yazarı ve propagandacısı oldu. Pensilvanyalı sanayiciler onu bir kahraman yaptı, zamanın en belli başlı devlet
adamlarıyla
tanıştı ve Andrew J ackson'ın emriyle
ABD konsolosu olarak 1832'de Almanya'ya döndü. 1834'e
kadar Baden Baden'de, 1834-1837'de Leigzig'de ve 1837-1845'te Stuttgart'ta konsolosluk yaptı. Ölümü ise, bir hastalık sonucunda
kamu hizmetinden ayrıldıktan sonra, 1846'da kendi elinden
oldu.
List'in
entelektüel
gelişmesini takip
etmek oldukça
kolaydır. Gençliğinde Almanya'nın ne
kadar kötü duruma düşmüş olduğunu görerek siyasi ekonomi okumaya ve "Almanya'yı yükseltebilecek" yolları
yurttaşlarına milli
siyaset çerçevesi
içinde öğretmeye karar
verdi. Almanya'nın
sorunlarını çözebilecek anahtarın milliyetçilik ilkesi olduğu sonucuna
vardı.
"İleri bir
uygarlığa
erişmiş iki millet arasındaki serbest rekabetin
ancak her ikisi de hemen hemen eşit bir
sanayi gelişme
içinde ise, yararlı olacağını anladım. Birtakım talihsizlikler nedeniyle
sanayide, ticarette ve denizcilikte diğerlerinden geri kalmış olan
millet daha ilerlemiş
milletlerle serbest rekabete ayak
uydurabilmek için her şeyden önce kendi güçlerini kuv-
vetlendirmelidir. "
"Kozmopolitik
ve politik ekonomi arasındaki
farkı anladım. Almanya'nın ülke içinde uygulanan
tarifleri kaldırarak
yabancılara karşı ortak
bir ticaret siyaseti kabul etmesi; başka
milletlerin ortak ticaret siyaseti ile ulaştıkları ticari ve sınai gelişme seviyesine ulaşması için çalışması gerektiği kanısına
vardım. "
Yukarıdaki fikirler ile merkantalizmin ana temaları; milli
birlik ve ekonomik politika ile milli gücün geliştirilmesi, arasındaki benzerlik açıktır.
List
şöyle devam ediyordu: "Daha sonra Amerika'yı ziyaret ettiğim zaman
bütün
kitapları bir tarafa bıraktım. Ki-
taplar
beni sadece aldatacaktı.
Bu modern topraklarda siyasi
ekonomi konusunda okunabilecek en iyi kitap gerçek hayattır. Burada insan varlıklı ve
güçlü devletlerin nasıl doğduğunu görüyor ve
Avrupa'da yüzyıllar
gerektiren gelişme orada
insanın
gözleri önünde oluyor...
Gerçek hayat
kitabını
içten ve dikkatle inceledim, onu önceki
incelemelerim, tecrübelerim
ve düşüncelerim ile mukayese ettim. Ve sonuçta eşyanın tabiatına, tarihten alınan derslere
ve milletlerin ihtiyaçlarına
dayanan bir sistem ortaya çıktı."
List'in
siyasete ve ekonomiye ilişkin fikirleri
onun söylediği
gibi Almanya'da iken değil, ABD'ye
geldikten sonra oluşturduğu
anlaşılmaktadır. Amerikan
Politik İktisadının
Ana Hatları on
dört yıl
sonra basılan Politik
Ekonominin Milli Sistemi'ndeki başlıca fikirlerinin
tümünü
kapsamaktadır. İlk kitaptaki
fikirlerinde Hamilton ve Mathew Carey'in etkisi öylesine yansımıştır ki, List'in ekonomi teorilerinin oluşmasında Amerika şartlarının rolü olduğu açıktır.
Ne
olursa olsun List her zaman ve her şeyden önce Al- mandı. Amerika'da
iken hep mutsuz bir sürgün oldu
ve Amerikan uyruğuna da
öz yurdunda uğradığı kötü muameleye uğramamak için geçti. Amerika'nın u^suz bucaksız işlenmemiş kaynaklarına, ülkenin dinamizmine, siyasi birliği gerçekleştirmesindeki başarısına, Hamilton'un "Politika Gerçeği"ne, Jackson'un güçlü milliyetçiliğine, demiryolları ve kanallar için gösterilen çabaya ve ABD'nin bir dünya gücü olarak sınırsız imkanlar
vaat eden geleceğine
hayranlık ve kıskançlık duyuyordu.
Bütün bunlar
kendi ülkesiyle
ilgili umut ve emellerini
besledi. O günkü Almanya, verdiği karardan
dönmeyen
bir kişi olan
Colbert'i bile caydırabilecek
bir durumdaydı. Kuzey Alman devletlerinden biri
olan Prusya'nın,
kendi toprakları içinde, ortalama 3000 çeşitli eşya için 67'den fazla gümrük resmi
uygulanıyor
ve bunların çok sayıda gümrükçü tarafından toplanması gerekiyordu. Prusya'nın Almanya içindeki sı-
nırları hemen hemen 1000 mil kadardı ve 28 ayrı devletle sınırı vardı.
Aşılmaz görünen bu büyük güçlüklere rağmen, List serbest iç ticaret, yerli malların
korunması, milli bir posta ve demiryolları sistemi konularında birlik kurmuş ve büyük bir Avrupa gücü haline gelmiş yeni ve daha güçlü
bir Almanya'yı hayal ediyor ve bunun rüyasını görüyordu. Yaşadığı süre
içinde, düşlediği programın sadece bir kısmının gerçekleştirildiğini
gördü. Amerikan ve Fransız ihtilallerinin estirdiği siyasi fırtınaların silip süpürdüğü iç ticaret ve siyasi birlik engellerinden daha fazlasını ortadan kaldıran kararlar, kısmen onun yorulmak bilmeyen gayretlerinin sonucudur. Demiryolları için yaptığı bitip tükenmez propaganda, o bitap düşmeden ve ölümünü hızlandırmadan önce, bazı somut sonuçlar verdi. 1848 ihtilallerini, Bismarck'ın başarılarını ve Alman İmparatorluğu'nun son kuruluşunu
görecek kadar yaşamadı. Fakat onun modern Almanya'nın yaratıcılarından birisi olduğu her geçen gün daha iyi anlaşıldı. Ne yazık ki o, uygar dünyanın
kabusu haline gelen daha Büyük Almanya'nın da ilk temsilcilerinden birisiydi. Yayılmadan yana olanlar, Pan-
Almanlar ve Naziler, List'i örnek almışlardır.
Kuvvet, List'in
politika ve ekonomiye ilişkin siyasetlerinin ilgi alanı idi. Kendisi hiç kabul etmemekle beraber bu konuda merkantalizme dönüş yapıyordu. "Bir millet, ortak hükümeti; ortak kanunları, hakları, çıkarları; ortak tarihi ve zaferlerin, haklarının, zenginliklerinin ve hayatlarının ortak savunması ve güvenliği olan bireylerin meydana getirdiği ayrı bir toplumdur. Bu
toplum özgür,
bağımsız, tek bir vücut oluşturur; diğer bağımsız toplumlar karşısında kendi çıkarları
doğrultusunda hareket eder ve içte azami refah ve diğer
milletlere karşı azami güvenlik sağlamak amacıyla toplumu meydana getiren bireylerin çıkarlarını düzenlemek için kuvvete sahiptir."
"Bu toplumun
ekonomik hedefi bireysel ve kozmopolitik ekonomide olduğu gibi sadece varlık
değil, kuvvet ve varlık-
tır. Çünkü milli varlık, milli
kuvvetle artar ve güvence
altına alınır, milli
kuvvetin milli varlıkla
arttığı ve güven_ı::e altına alındığı gibi. Demek ki toplumun başlıca ilkeleri
sadece ekonomik olmayıp, politiktir
de. Bireyler çok
varlıklı olabilirler, fakat onları korumak
için millet kuvvete sahip değilse, millet
ve bireyler uzun zamanda elde etmiş oldukları hakları, özgürlüğü ve bağımsızlığı da bir gün kaybedebilirler"
diye yazıyor ve şöyle devam
ediyordu:
"Kuvvetin
varlığı
güvence altına aldığı ve
varlığın
kuvveti arttırdığı gibi, varlık ve
kuvvet, tarım, ticaret ve sanayi arasında bir
uyum gerektirir. Bu uyum olmazsa bir millet asla kuvvetli ve varlıklı olamaz."
Demek ki, üretici kuvvet milli egemenliğin analıtandır.
"Şayet bireyler tarafından gerçekleştirilemiyorsa, milletin kuvvetini ve varlığını artırmak için her çabayı göstermek hükümetin sadece hakkı değil, görevidir de; çünkü tüccarlar kendi kendilerini koruyamazlar.
Deniz taşımacılığını
yasalarla korumak da hükümete ait
bir sorumluluktur. Deniz kuvveti
deniz taşımacılığını
desteklediği gibi,
deniz taşımacılığı
da deniz kuvvetini destekler;
demek ki denizcilik ve ticaret dalga kıranlarla; tarım ve endüstriler, köprüler, kanallar, demiryolları ile; yeni buluşlar patent
yasaları
ile desteklenmeli; yabancı kapital
ve yetenek bireyleri sanayiye yönelmekten alıkoyuyorsa, sanayiyi koruyucu vergilerle güçlendirilmelidir. "
Varlık, "millet
birlik içinde ve kuvvetli değilse" yararsızdır. Siyasi birliği veya
"etkin ve birleşik
bir ticari politikası" bulunmayan modern Almanya, uygarlığın layık olduğu devletler arasındaki yerini bu yüzden nesiller
boyunca alamamıştır.
"Almanya" yabancılarla serbest rekabet yüzünden birçok kere uçurumun kenarına getirilmiştir. Bu, ona mevcut dünya şartlarında her büyük milletin
refah ve özgürlüğünü,
her şeyden Önce kendi kuvvetlerinin ve kaynaklarının özgür ve uyum içinde gelişmesini garanti altına almaya
çalışması
gereğini öğretmiştir.
Bu kuvvetleri ve kaynakları geliştirmek için koyulan tarifeler ve kısıtlamalar
savaş sisteminin icatları değildir. "Savaş veya savaş tehlikesi, birinci sırada yer alan her millet için sanayiyi kaçınılmaz bir ihtiyaç haline getirir. " Modern dünyada bir ülkenin "ordularını dağıtması,
donanmasını imha etmesi ve kalelerini yıkması" nasıl bir çılgınlıksa, bir milletin ekonomik siyasetini S?dece serbest ticaret ekolünün hayalinde var olan bir dünya federasyonu ve sürekli barış gibi hiç garantisi bulunmayan bir varsayım
üzerine kurması da o kadar yıkıcıdır. Bir milletin savaş
kabiliyeti varlık üretme gücü ile ölçülür. Milletçe birleşmenin ve yerli malları
korumanın amacı da üretim gücünü en yüksek seviyeye ulaştırmaktır. Tarifeler fiyatların
artmasına sebep olduğu için yerli malları koruma siyaseti sadece ve sadece bir süre için yaşam standardını düşürebilir. Fakat dış ticaretin sağladığı
yararları değerlendirirken üzerinde durulması gereken esas noktanın
tüketim mallarının ucuzluğu olduğunu ileri sürenler, "milletin gücünü,
şan ve şerefini düşünmek zahmetine katlanmamaktadırlar". Korunan endüstrilerin Alman halkının
yaşayan bir parçası, bir organı olduğunu
anlamalıdırlar. "Ve kolunu yitirmiş ama yine de gömleklerini
%40 ucuza satın almış bir adamı kim teselli edebilir."
Üretim gücü ne kadar büyük olursa, milletin dış ilişkilerdeki gücü de o kadar büyük olur ve savaş zamanında
da o kadar özgürdür. Demek ki, ekonomik ilkeler siyasi sonuçlardan soyutlanamazlar:
"Teknik ve mekanik bilimin savaş metotlarını böylesine etkilediği; tüm harekatın milli gelir durumuna bağlı olduğu veya milletin zeki
veya aptal; canlı veya uyuşuk olmasına
dayandığı; vatanına veya yabancı ülkelere duyduğu sempatiye bağlı bulunduğu
bir devirde endüstrilerin siyasi açıdan değerlendirilmesi her zamankinden daha gereklidir."
List askeri
potansiyele giren faktörleri
iyi biliyordu. "Milletlerin şimdiki durumu, bizden önce
yaşamış olan tüm nesillerin keşiflerinin,
icatlarının, gelişmelerinin ve çabalarının birikimidir. Ve her millet kendisinden önceki nesillerin
bıraktıklarını kendine mal etmesini bildiği ve
bunları kendi katkıları ile
çoğalttığı
nispette üretken olur.
Arazi11in doğal nitelikleri, büyüklüğü, coğrafi konumu, ülkenin nüfusu ve siyasi gücü ülke sınırları içinde bulunan tüm zenginlikleri
mümkün
olduğunca ve simetrik biçimde geliştirebilmiş ve daha az ilerlemiş milletler
üzerinde
ve özellikle dünya olaylarında manevi, zihni, ticari ve siyasi
etki yapabilmiştir.
"
Bu
tür
görüşlerden; diğer kıtalarda sömürgeler edinme
ve Avrupa kırasında
yayılma siyasetine doğru yönelmek kolay bir adımdı ve
List bu adımı atmakta tereddüt etmedi. Ren'den Vistüle, Balkanlar'dan
Baltık'a
kadar uzanan birleşmiş bir
Almanya'yı
arzuladı. O, "Yoğun nüfusun ve çeşitli doğal kaynaklarla dolu geniş toprakların şart olduğuna" inandı. "Bunlar halkın manevi
yapısının
ve maddi gelişmesi ile
siyasi gücünün temelleridir... Sınırlı bir
nüfusa ve topraklara sahip olan bir
millet, özellikle
dil farklılıkları varsa sadece sakat bir edebiyata,
sanat ve bilim kurumlarına
sahip olabilir. Küçük bir
devlet çeşitli
üretim kaynaklarını hiçbir zaman
tam anlamıyla
geliştiremez...
" Böylece
küçük milletler bağımsızlıklarını, büyük zorluklarla sürdüreceklerdir ve sadece daha büyük devletlerin
hoşgörüsü
ile, milli hükümranlıktan büyük bir fedakarlık gerektiren ittifaklarla var
olabilirler.
List,
Birleşmiş
Almanya'ya, Danimarka, Hollanda, İsviçre ve
Belçika'nın
da dahil edilmesini ileri sürdü; ilk
üç devleti istemesi; ırk, dil,
ekonomi ve strateji bakımındandı. Danimarka, Belçika ve
Hollanda, Alman nehirlerinin ağızlarını ve aynca Ren'den Doğu Prusya'ya
kadar olan kıyı
şeridini Almanya'nın kontrol altında tutabilmesi
için gerekliydi. Böylece Almanya'nın "ihtiyacı olan deniz gücü, deniz
ticareti ve sömürgeler"
sağlanıyordu. Bu
üç
ülkenin ve İsviçre'nin alınması, Almanya'yı ekonomik ve askeri bakımdan gerekli
olan doğal
sınırlara da kavuşturacaktı. Aynı şekilde Almanya barışçı yoldan
Tuna etrafındaki
topraklara ve Türkiye'nin
Avrupa
kesimine de sızmalıydı.
Bir güvenlik ve
düzen
kurulmasında Almanya'nın büyük çıkarları vardı.
Bir
millet "daha az gelişmiş milletlerin
uygarlıklarını
yararlı bir biçimde etkileyecek
güce sahip olmalı ve
kendi nüfus
fazlası, zihni ve maddi kapitali ile sömürgeler kurarak yeni milletler doğurmalıdır. Bir millet sömürge kuramadığı zaman, tüm fazla
nüfusu
başka ülkelere çıkar; bu
edebiyatı,
uygarlığı ve endüstrisi için kayıptır ve bu durumdan diğer milletler
yararlanır,
ABD'ye olan Alman göçü bakımından bu görüş çok doğrudur. " Kuzey Amerika'ya göç edenlerin
bu kadar zenginleşmelerinin
faydası nedir? Kişisel ilişkilerinde Alman milletinden ilelebet kopmuşlardır ve maddi üretimlerinden Almanya sadece önemsiz şeyler umabilir. ABD'de yaşayan Almanların Almanya'yı devam ettireceği veya bir süre sonra
orada Alman devletleri kuracağını düşünmek hayaldir. "Böy- lece ortaya çıkan kaçınılmaz sonuç Almanya'nın Güneydoğu Avrupa'dan Orta ile Güney Amerika'da
kendi sömürgelerini
kurmasıdır. Ve
bu sömürgeler,
etkin bir Alman konsolosluk ve
diplomatik sistemi de dahil olmak üzere milletin
tüm kaynaklarıyla
desteklenmelidir. "
List
kıtasal
yayılma ve denizaşırı ülkelerde sömürgeler kurma yolundaki programın savaşmadan gerçekleşemeyeceğini biliyordu. Londra'da yayımlanan The
Times'a yazdığı sert
bir yazıda Almanya için milli
bir sistem isteyenlerin gelecekte milli savaşlar çıkarabileceğinin farkında olduklarını,
fakat milli ekonomiyi desteklemek
için Alman milletinin tüm maddi
ve manevi kaynaklarını
seferber hale getirmeye bu yüzden daha
da kararlı
bulunduğunu yazdı.
Almanya'nın emellerine set çeken tabii
ki İngiltere
idi. İngiltere kuvvet
dengesine ilişkin siyasetin baş temsilcisiydi.
Endüstrinin
geliştirilmesi ile
ulaşmış
olduğu imparatorluk gücü sapasağlamdı. Demek ki: "Diğer Avrupa milletleri de baş topraklarda
bir şeyler
yetiştirmek, barbar
milletleri veya bir zamanlar uygar olup da barbarlaşmış milletleri uygarlaş-
tırmak gibi
karlı bir işe girişmek istiyorlarsa, önce kendi
iç
üretim güçlerini, kendi
deniz ticaretlerini ve deniz· kuvvetlerini güçlendirmelidir. Şayet bunları yaparken İngiltere'nin, endüstriyel ticarete ve deniz kuvvetlerine ilişkin üstünlüğü onları engellerse, bu tip mantıksız gösterileri mantıklı hale sokmanın tek
yolu kendi kuvvetlerinin birleşmesidir. "
Dünya denizyolları üzerinde de azametli bir heykel gibi yükselen İngiltere idi ve başka milletlerin
kendi kaderi için gerekli deniz gücüne sahip
olmasını
zorlaştırıyordu. İngiliz- lerin
denizleri kontrol etmesine ilişkin olarak
List şöyle
yazmıştı: "İngiltere her
denizin anahtarını
ele geçirmiştir ve her millete karşı nöbete dikilmiştir. Almanlara, Fransızlara, Kuzey Amerika, Bermuda Adaları, Orta
Amerika ve Jamaika'da oturanlara, Akdeniz kıyısındaki tüm ülkelere; Cebelitarık'a, Malta'ya, Yunan Adaları'na, Hindistan'a giden yolların üzerindeki en önemli stratejik
mevkilere sahiptir. Cebelitarık vasıtasıyla Akdeniz'de, Aden vasıtasıyla Kızıldeniz'de ve Karaçi vasıtasıyla Basra Körfezi'nde hakimiyet kurmuştur. (Akdeniz'in kontrolü demek;
Cebelitarık,
Malta ve Kıbrıs demektir.
Bugün halen, bu üç yerde
İngilizlerin
askeri üsleri vardır!} Her denizi ve denizyolunu
keyfince açıp
kapatabilmek için artık sadece Çanakkale Boğazı'nı, Süveyş ve Panama kanallarını eline geçirmeye ihtiyacı vardır. "
"Büyük Britanya'daki kuvvetlerinin,
ticaretinin ve sömürgeciliğinin
büyüklüğü karşısında hiçbir millet
diğer milletlerin yardıniı olmaksızın tek başına onunla
başa
çıkamaz. Denizde daha güçsüz olan
milletler ancak kendi deniz kuvvetlerini birleştirerek İngiltere ile aynı seviyeye
gelebilirler. Bu durumda olan her milletin bütün diğer milletlere ait deniz
kuvvetlerinin iyi durumda tutulmasında yarar vardır. Ve
dünya
denizyollarını, özellikle Akdeniz'dekileri
Büyük
Britanya'nın tek
başına kontrol etmesini önlemek için bu milletler birleşik bir
deniz kuvvetleri kurmalıdırlar.
Britanya'nın gücünü kontrol
etmek için
kıta milletlerinin bir Avrupa bloku
oluşturmasındaki ortak çıkarlarının ne kadar muazzam olduğunu düşünürsek, milletler için birleşmeden başka hiçbir şeyin bu kadar gerekli ve kıta savaşlarından başka hiçbir şeyin daha yıkıcı olamayacağı kanısına varırız. Geçen
yüzyılın tarihi
bize, kıtadaki
güçlerin birbirlerine karşı çıkmış oldukları savaşların Britanya sanayisini, varlığını, denizciliğini, sömürgelerini ve üstünlüğünü arttırmaktan başka bir sonuca hizmet etmemiş olduğunu gösterir. "
Ancak
List'in sınırsız
bir stratejik düşüncesi vardı. Geleceğe baktığında denizlerde İngiliz değil, Amerikan bayrağının dalgalandığı günleri görüyordu:
"Büyük Britanya'yı bugünkü durumuna getiren sebepler;
muhtemelen gelecek yüzyıl
içinde ABD'yi, İngiltere'yi geçecek bir endüstri, varlık ve güç seviyesine
ulaştıracaktır.
ABD bu sürede nüfusunu yüzlerce milyona çıkaracaktır ve nüfusunu, kurumlarını, uygarlığını ve ruhunu Orta ve Güney Amerika'nın tümüne yayacaktır; tıpkı son zamanlarda komşusu Meksika'ya
yaydığı gibi. Federal Birlik bütün bu
uçsuz
bucaksız topraklarda oluşacak, yüzlerce milyonu bulan halk büyüklük ve
doğal zenginlik bakımdan Avrupa'yı kat kat geçen bir
kıranın
kaynaklarını geliştirecektir. Batı dünyasının deniz gücü Büyük Britanya'nınkini geride bırakacaktır; tıpkı kıyıları ve nehirleri gibi. " Bu
nedenle pek de uzak olmayan bir gelecekte şimdi Fransa'nın ve Almanya'nın İngiliz üstünlüğüne karşı kurmak zorunda olduğu kıtasal ittifak ihtiyacı, ABD'nin
üstünlüğüne
karşı bir Avrupa koalisyonu ihtiyacını İngilizlerin karşısına
çıkaracaklardır. O
zaman Büyük
Britanya Amerika'ya kaptırmış olduğu üstünlüğü ve güvenceyi Avrupa
birleşik
kuvvetlerinin önderliğinde bulacak ve arayacaklardır."
"Onun
için
İngiltere Avrupalı kuvvetlerle
şimdiden
dostluklar kurmaya çalışmalıdır ve kendisini eşitleri arasında sadece birincisi olduğu fikrine
alıştırmalıdır.
"
List
İngiltere'ye
ilişkin fikirleri psikoloji, özelikle Alman
psikolojisi bakımından ilginçtir. List bir taraftan Britanya'ya ve Britanya'nın liberal kurumlarına hayranlık dıiyuyor ve kıskanıyor, bir taraftan da Britanya'dan korkuyor ve hatta nefret ediyordu. Britanya'nın Alman birliğini engellediğine
inanıyordu. Öte yandan hayatının son zamanında
İngiltere- Almanya ittifakını hazırlamak gibi boş bir ümide kapılarak
İngiltere'ye gitti. Bu konuda hazırladığı ayrıntılı bir muhtırayı Prens Albert'e, Sir Robert Peel'e (başbakan), Lord Clare'e (dışişleri bakanı) ve Prusya kralına sundu. Prusya'nın Londra Büyükelçisi Bunsen'den ve İngiliz
kaynaklarından cesaret gördü. Ancak Peel kabul etmiyordu ve List sonbaharda sağlığını kaybetmiş ve ruhen çökmüş bir halde Almanya'ya döndü; 30 Kasım 1846'da ise intihar etti.
List'in muhtırasında İngiltere-Almanya
ittifakının değerine ve şartlarına ilişkin bazı olmayacak noktalar vardı; fakat yine de 19. yüzyıl ortasında iki ülkenin karşı
karşıya bulunduğu stratejik gerçeklerin doğru bir değerlendirmesini
yapmıştı. List, Sir Halford'un yarım yüzyıl sonra ortaya atacağı
İngiliz deniz üstünlüğünü sonsuza dek süremeyeceğini
önceden gördü. Buharlı trenlerin ve gemilerin
kıtasal güçlere
İngiliz Adaları'na nazaran birtakım avantajlar sağlayabileceğini
düşündü. Diğer milletlerin, öncelikle ABD'nin gücünün artması
denizlerin kontrolünü tehdit edebilirdi;
denizlerin kontrolü olmadan adada olmanın
Britanya'ya sağladığı yararlar ciddi külfetler haline gelebilirdi. Bir Fransız-Rus ittifakı ile Latin ve Slav ırklarının birleşebileceğini öngördü
ve böyle bir durumda İngiltere ile Almanya'nın
birleşerek denge kurması gerektiğine inandı.
Fransız-Rus ittifakının sadece İngiltere'nin Avrupa'daki ve doğudaki
çıkarlarını tehdit etmeyeceğini, aynı zamanda Almanya'yı da yok edeceği kanaatindeydi. Britanya bir kıta gücünün, Almanya ise bir deniz gücünün yardımından faydalanabilirdi. Almanya'nın Britanya'dan tek isteği birleşik bir Almanya içinde
uygulanacak ılımlı bir gümrük tarifesini anlayışla
karşılaması ve desteklemesiydi. List bunu
Alman
dostluğu
karşısında Britanya için küçük bir bedel olarak görüyordu. İngiliz endüstrisinin yasal çıkarları böyle bir şeye tabii.
ki karşı
çıkacaktı, fakat buna karşın Britanya
bir dünya
gücü olarak kuvvetleneceği ve hatta büyüyeceği gerçeğini ileri sürmeliydi.
Pek
çok kişi
gibi List de İngiltere-Almanya dayanışmasına yol açacak bir
formül
bulamadı. Bunu başaramadı, çünkü iki millet arasında gerçek bir çıkar toplumunu
neyin oluşturduğu
konusunda iyi veya kötü, hiçbir görüş birliğine hiçbir zaman varılamamıştır, çünkü pek çok manevi
ve psikolojik faktör birbirlerini anlayabilmelerini
engelliyordu. Başaramadı,
çünkü yıllar boyunca
yapmış
olduğu İngiliz aleyhtarlığının sert
propagandanın
açtığı yaraları birkaç ay
içinde
sarması mümkün değildi.
List'in
modern stratejiye yaptığı en büyük katkı demiryollarının askeri güç dengesi
üzerindeki
etkisiydi. Demiryollarına ilkin Amerika'da kaldığı süre içinde ilgi duydu. Demir yolları hayatının en büyük tutkusuydu.
Bu konudaki yazıları
tam iki cilt tutar. 1835 ve 1836 yılları arasında bir dergi çıkardı. Dergi
Almanya'da demiryolları
yapımını destekliyordu. Başka hiçbir amaca bu kadar bağlanmadı ve bu kadar çaba sarf
etmedi. Çünkü,
gerçek bir sisteme bağlı demiryolu
ağının Alman birliğini geliştirecek kuvvetlerden biri olduğunu anlamıştı. -
Çağdaşlarının birçoğundan çok daha uzak görüş sahibi
olmasına
rağmen, demiryollarının ekonomik
etkilerine duyduğu
ilgi pek olgunlaşmamıştı. Fakat buharlı ulaştırmanın Almanya üzerindeki etkisini çok iyi
kavramıştı.
Demiryollarından önce Avrupa'da stratejik durumu zayıf olan
Almanya'ydı,
bunun sonucunda da tüm kıranın geleneksel savaş alanı haline gelmişti. List,
Almanya'nın
coğrafi durumunu, demiryollarının büyük bir kuvvet kaynağı haline
dönüştüreceğini
herkesten önce gördü. Ülke çapında demiryolu bağlantılarıyla güçlendirilen siyasi birlik ile Al-
manya, Avrupa'nın tam ortasında bir kale haline gelebilirdi. Seferberlik hızı, birliklerin ülkenin
iç kısmından dış 0}<'.ısmına taşınabilme hızı ve demiryolu ulaşımının
sağladığı diğer yararlar başka Avrupa ülkelerine nazaran Almanya için
daha büyük yararlar getirecekti.
List'e göre kısaca,
mükemmel bir demiryolu sistemi ülke topraklarının tümünü; ülke
ekonomisini çok az etkileyerek, asgari
masrafla, tüm muharip gücü, savunulan büyük bir kale haline getirebilirdi. Ve savaş bittikten sonra da birliklerin
yerlerine dönmeleri aynı
kolaylıkla ve hızla sağlanabilirdi. Bütün bu ve diğer sebeplerden dolayı
List 1833 yılında Almanya için öngördüğü demiryolu ağının Birleşik
Almanya ordusuna, bir istila halinde, savunma potansiyelini artırmak ve böylece iki yüz yıldan beri süre gelen istilaların
tekrarını önlemek için, birliklerini ülkenin herhangi bir yerinden sınırlara nakletme imkanı verecekti. Savunmada on kat daha güçlü Almanya, taarruzı bir savaşa
giriştiği takdirde on kat daha güçlü olacaktı.
List'in Almanya'da
demiryolu yapımına
ilişkin çağrılarında bir acillik
seziliyordu. "Komşu
ülkelerin bizden önce bitirdiği demiryolunun her mili, sahip olduğu demiryolunun her fazla
mili, bizden daha avantajlı
olmasını sağlar" diye yazıyordu. Demek ki "atalarımızın
yay ve ok yerine tüfek mi taşıyacaklarına
karar vermek durumunda kaldıkları gibi, biz de ilerlemenin bize sunduğu yeni silahları kullanıp kullanmac yacağımıza karar vermek durumundayız."
Bütün bunların, demiryollarının askeri değerini ilk kez kanıtlayan Amerikan içsavaşından
önce yazıldığını düşündüğümüzde ne kadar gerçekçi ve olağanüstü bir görüş olduğu ortaya çıkar.
List, demiryollarının Avrupa devletlerine ordularını küçültme imkanı vereceğini düşünmekle hata etmişti. Aksine Fransa-Almanya Savaşı'nın sonradan göstermiş olduğu gibi demiryolu lojistik sorunları azalttı ve astronomik miktarda
savaş malzemesi ve ikmal maddelerini de beraberinde götüren büyük orduların
taşınmasını mümkün kıldı. List, demir-
yollarının taarruzu çok masraflı hale getirerek savaş tehlikesini azaltacağıni düşünmekle de hata etti.
Daha
Almanya demiryolu sistemine sahip olmadan, List'in hayalleri Almanya sınırlarını açarak Avrupa'nın diğer yörelerine
ve Asya'ya ulaştı. Gerçekten de Berlin-Bağdat demiryolu fikri ondan kaynaklanmış gibi görünmektedir. İngiliz-Alman ittifakına ilişkin
projesinde İngiltere'nin Hindistan ve Uzakdoğu ile
olan ulaşımının
ingiltere'den Hint Okyanusu'na
kadar uzanan bir demiryolu ile geliştirilmesini teklif etmişti. Napolyon'un
zamanında
Ren ile Elbe'nin olduğu gibi,
Nil Nehri ile Kızıldeniz'in
İngiliz Adaları'na mümkün olduğunca yaklaştırılmasını; Bombay ve Kalküta'nın Lizkon ve Kardiz'e kadar ulaşılabilir hale getirilmesini yazdı. Bu,
Bel- çika-Almanya
demiryolunun Venedik ve oradan
Balkanlar'a ve Anadolu üzerinden Fırat Vadisi'ne, Basra Körfezi'ne ve nihayet Bombay'a kadar uzatılmasıyla gerçekleştirilebilirdi. Suriye'den bir hat, Kahire ile
Sudan arasındaki
bir hatla birleştirilebilirdi. Demiryollarına paralel bir de telgraf hattı olmalıydı. List, Moskova'dan Çin'e kadar
kıtayı kat eden bir demiryolunu hayal
etti. Ona göre bu projelerin hiçbiri o
zaman Amerika'da tartışılan
Atlantik-Pasifik demiryolundan
daha zor veya cesaret gerektiren bir iş değildi.
Öngörülen demiryollarının geçeceği topraklarda siyasi güvenliği sağlamak amacıyla Almanya ile Büyük Britanya
arasında,
her birinin çıkarlarının neler olduğunu belirleyen
bir ittifaka gidilmeliydi. Alman idaresinin Türkiye'nin Avrupa kesiminin tümüne yayılması Britanya İmparatoduğu'na düşman olan herhangi bir kuvvetinin müdahalesini önleyecekti. Çoğunlukla mübalağalı konuşan List, 70-80 milyon Almanın gereken
garantiyi sağlayacağını
söylüyordu. Öte yandan Büyük Britanya
Küçük
Asya'nın, Mısır'ın, Orta
Asya'nın
ve Hindistan'ın tümünü kontrol etmeliydi.
List'in
Türkiye'nin
Avrupa kesimini Almanya'nın kontrol etmesine ilişkin önerisi tabii ki, Tuna bölgesi ve
Balkanlar'a büyük çapta göç yolundaki arzusuyla yakından ilişkiliydi. Gerçekten de demiryolu yapımı
konusundaki bütün planlar birleşmiş ve daha büyük bir Almanya için
duyduğu arzuya şu veya bu şekilde
bağlıydı. Şöyle yazıyordu: "Bir Alman demiryolları sistemi ve Zollverein Siyamlı ikizlerdir. Aynı zamanda doğmuş, fiziken birbirine bağlı, tek ruha sahip,
birbirlerini destekler ve aynı amaç için çaba gösterirler. Alman soylarının
büyük, yetişmiş, varlıklı, güç- 1ü ve dokunulmaz tek bir
Alman milleti halinde birleşmesi, (Zollverein) olmadan,
Alman demiryollarının
değil yapımı, tartışması bile olamaz. Alman
sosyal ekonomisinin milli seviyeye ulaşması sadece Alman demiryolu sisteminin yardımı ile mümkündür ve demiryolları sadece bir milli seviye sayesinde tam potansiyelle çalışır."
List 1846 yılında öldüğü zaman tüm hayatını adadığı
amaçlardan sadece birkaçı için ümit ışığı vardı. 1846'da Britanya ve ABD bazı
yaptırımları kaldırdı ve yumuşattı; bunlar serbest ticarete doğru atılmış adımlardı. Sanayi Almanya'da yavaş yavaş bir gelişme
göstermiş ve Alman demiryolu sistemi sadece kağıt üzerinde
kalmıştı. Ren'in doğusunda muhafazakarlık ve bölücülük hüküm
sürmeye devam etmiş, sonuçta milli birliğe
ulaşılamamıştı. List, milli birliğin ne büyük bir önem
taşıdığının bilincine varmış ise de, daha sonradan Alman İmparatorluğu'nun
kuruluşu arkadan gelenlere düşmüştür.
Her şeye rağmen List'in ruhu çöküp
gitti. Kötü akıbetinden iki yıl sonra Almanya'nın bir ucundan öbür
ucuna ihtilalci hareketler oldu. Bu
hareketler Alman halkının,
milli bir devlet haline geleceği ümidini doğurdu; böyle bir hareketi List bütün kalbiyle desteklerdi, çünkü o bireylerin özgürlüğünü yeteri derecede garanti altına alan liberal, anayasal
bir orta sınıf
hükümetinin en ateşli taraftarındandı. Ancak 1848'in liberal ihtilalleri başarısız oldu, bir kan ve ateş siyasetine yol açtı. Hayes şöyle demişti: "Muhafazakar ve gelenek-
!ere
bağlı Alman milliyetçileri List'in liberal ve kişisel haklara
ilişkin politik önerilerini bir tarafa iterek, ekonomi alanındaki öğretilerini kabul edebilirlerdi. Ve sayılan her
geçen
gün artan Alman sanayicileri List'in
milli programının
İngiliz rekabetine karşı rahatlatıcı yönler gördüler. Liberalizmden ziyade milliyetçiliğin desteğiyle büyüyen daha sonraki neslin liberal milliyetçileri dahi zamanla List'in iddialarını kabul ettiler. 1880'lere varıldığında Alman milli devlet görünüşte Bismarck'ın rehberliğinde, ama gerçekte Friedrich
List'in açtığı ekonomi yolunda
ilerliyordu."
Gerçekten de,
Bismarck ve onu izleyenler ekonomide milliyetçilik konusunda List'den de daha ileri
gittiler. List yiyecek maddelerine ilişkin ithal
vergisine her zaman karşı çıkmıştı. Fakat imparatorluk zamanında gelişen Alman vergi sistemi hem aristokratları, hem sanayicileri koruyan her şeye şamil bir plandı. Böylece aristokratlar ile sanayiciler milliyetçi ekonominin, askerliğin, denizciliğin ve sömürgeciliğin desteklenmesinde bir araya getirilmişlerdi. List tahıl vergileri
konusunda ne düşünmüş
olursa olsun, 10 Aralık 1891
yılında Şansölye Cagrivi'nin
yaptığı
konuşmanın ruhuna ve amaçlarına itiraz etmezdi. ■
"Devlet
kendi ikmal kaynaklarına
dayanmayan bir durumda
ise varlığı tehlikededir. Acil bir durumda...
savaşta... artmakta olan nüfusumuzun beslenmesine yetecek miktarda tahılı gözden çıkarmamızın mümkün olamayacağı
inancındayım. Bir
savaş halinde Almanya'nın başkasının meçhul yardımından ziyade kendi tarımına güvenmesini daha iyi bir siyaset
olarak görürüm.
Sarsılmaz inancım odur
ki, gelecek bir savaşta ordunun ve ülkenin beslenmesi,
sonucu etkileyecek bir rol oynayacaktır."
İkinci Reich'in
ekonomik politikasının
büyük bir kısmı, topraklarını savunmak için ve
herkesçe
kabul edilen yüksek ve
şerefli bir yer yapmak için, Almanya'nın er geç bir
savaşa
gireceği görüşüne dayanıyordu. Buna
ilişkin olarak Alman
devlet adamları, ülke kaderinin komşuların iyi niyetinden ziyade Almanya'nın mevcut gücüne dayanması gerektiğine
inanıyor!ardı.
Kayzer'in devlet adamları List'in fikirlerini biraz çarpıtmış olabilirlerdi, fakat
List yaşamış olsaydı
onları çok iyi anlardı. Hitler'in ırkçı fikirlerini ve Himmler'in kişisel haklara saygı göstermemesini hiç tasvip etmese de List, Nazilerin koyu milliyetçi ekonomilerini de anlardı.
List, denizlerde ve sömürgelerde yayılma, devamlılığı olmayan sınırlar, anavatana sürekli sadakat ve İngiliz-Ame- rikan gücüne karşı
kıtasal bir blok oluşturma arzusu gibi Pan-Alman ile milli sosyalizmin bazı ana kavramlarının da temellerini attı.
Hamilton gibi, List
de, merkantalizmin modern dünyada yeniden canlanmasına yol açan kişilerin
başlıcalarındandır. Merkantalizmin
(totaliter) 17. ve 18. yüzyıllardaki yararları, ilerleyen zaman içerisinde her an patlamaya hazır birer kıvılcıma bakan baruta dönüşmüştür.
Yeni merkantalizm daha tehlikelidir, çünkü toplum fevkalade teşkilatlanmış ve grift bir hale gelmiştir. Merkantalizm savaşla
dokunmuş bir kumaş gibidir. Devlet, gücünü artırmak için devletin gücünü eski merkantalistleri utandıracak bir seviyeye çıkarmıştır. Eski ve bilinen unsurların
tümü; kota, boykot, vesikaya bağlamak, yedek stok, tahsisat gibi bir yığın unsurlarla takviye edilmişti. 1870'ten itibaren 50 yıllık milliyetçi ekonomiden totaliter
ekonomi, totaliter devlet, totaliter savaş ortaya çıktı. Bunlar birbiriyle öylesine iç içeydi ki, hangisinin sebep hangisinin sonuç olduğunu
söylemek imkansız hale gelmişti. Milli · güvenlik uğruna
siyasal otorite insan faaliyetlerinin her alanına el atmıştı.
Bütün bunların kaçınılmaz sonucu 1914 ve 1939 patlamaları oldu (L ve II. Dünya
Savaşları). Bunları 19. yüzyıl Avrupası'nın kuvvet kavramları ile anlamak mümkündür.
Adam Smith, Alexander Hamilton ve Friedrich List'in
fikir-
leri İngiliz, Amerikalı ve Alman olmalarıyla
şartlanmıştır. Fakat görüşleri şaşırtıcı derecede birbirine benziyordu. Her biri askeri gücün ekonomik temellere dayandığım anlamış ve her biri ülkenin ihtiyaçlarını en iyi şekilde
karşılayacak milli bir ekonomi istemişti.
Neo-Merkantalizmin
sonucunda dünyanın kedere boğulması, bunda mutlaka onların
suçu olduğunu göstermez. Milletler sınırsız milliyetçiliğe ve egemenliğe
inandıkları sürece, kendilerince bağımsızlığı ve güvenliği garanti altına alacak, her tedbire başvurmaya
devam edeceklerdir.
Kaynakça
AKAD, Mehmet Tanju,
Strateji Üzerine,
Kastaş, 2003.
ALTINAY, A hmet Refik, Osmanlılar ve Büyük Friedrich, Kanaat Kütüphanesi, 1931.
Askeri Klasikler,
Stratejinin Temeli, K. H. O., 1997.
BRODIE, Bernard, Deniz Stratejisi Rehberi, Princeton Üniversitesi, 1944.
CARELL, Paul,
Stalingrad Sonrası,
Kastaş, 1989.
CHALIAND, Gerard, Göçebe İmparatorluklar, Doğan Kitap, 2001.
CLAUSEWITZ, Carl von, Savaş Üzerine, Harp Akademileri,
1980.
CLEARY, Thomas,
Liderlik Sanatı,
Anahtar Kitaplar, 1993.
CLEARY, Thomas, Savaş Sanatında Ustalaşmak, Anahtar Kitaplar, 1997.
CULBER TSON, W. S., Alexander Hami/ton, New Hav en, 1911.
DAVIES, Narman, Avrupa
Tarihi, İmge Kitabevi, 2006.
DEMİRCİOĞLU, Halil, Roma Tarihi, Türk Tarih Kurumu, 1953.
DENNIS, George T., Strategikon, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011.
DIAMOND, Jared, Tüfek, Mikrop, Çelik,
TÜBİTAK, 2001.
EARLE, Edward Mead, Bağdat Demiryolu Savaşı, Milliyet Yayınları,
1972.
EARLE, Edward Mead, Modern Stratejilerin Yaratıcıları, Harp Akademileri, 1971.
Fransız Klasikleri, Napolyon'dan Ölmez Sayfalar, MEB, 1964.
FUKUYAMA, Francis, Güven, İş Bankası Yayınları, 1998.
GÜRÜN, Kamuran, Savaşan
Dünya ve Türkiye, Bilgi Yayınevi, 1986.
Harp Akademileri,
Stratejik Öngörü,
1994.
HART, Liddell,
Napolyon'un Seferleri, Londra, 1933.
HART, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Doruk Yayımcılık, 2003.
JOMINI, Antoine Henri, Savaş Sanatının Ana Hatları, Doruk Yayımcılık, 2002.
KEEGA N, J ohn, Savaş Sanatı Tarihi, Yeni Yüzyıl, 19 9 5.
LIVEZEY, William E., Mahan'a Göre Deniz Gücii, Deniz Harp Akademisi, 1979.
LUDWIG, Emil,
Napoleon, Eskin Matbaası, 1972.
MACHIAVELLI, Niccolo,
Prens, Oğlak Klasikleri, 1999.
MANSTEIN, Erich, Kaybedilen Zaferler, K. K. K. Basımevi, 1962.
MARSHALL, Robert, Moğollar, Sabah Kitapları,
1995.
MCNEİLL, William H., Dünya Tarihi, İmge
Kitabevi, 1994.
NEKRASOV, Viktor,
Stalingrad Siperlerinde, Kastaş, 1987.
ÖZDAĞ, Muzaffer, Yeni Alman Jeopolitiği, Avrasya Dosyası, 1999.
PAMUKOĞLU, Osman, Önder, İnkılap Kitabevi, 2016.
PAMUKOĞLU, Osman, Savaş
Sanatı-Sun Tzu, İnkılap Kita- bevi, 2014.
PARET, IJeter, Machiavelli'den Nükleer Çağa Modern Strateji, Princeton Üniversitesi, 1986.
SCHELL, Adolf Von, Muharebede Liderlik, ABD Deniz Piyade Vakfı, 19 33.
SHEPHARD, Ben, Sinir Savaşı, Literatür, 2006.
SMITH, Adam, Milletlerin Zenginliği, Evermans Library,
1991.
ŞÜKRÜ, Kemalettin, Napoleon Bonaparte, Kanaat Kitabevi, 1991.
TAYLOR, Charles W., Stratejik Görüş Yaratma, ABD Milli Güvenlik Akademisi, 1990.
VAGTS, Albert,
Militarizmin Tarihi, The Free Press, 1959.
WAVELL, Archibald, Savaş Önderi, Kazım Taşkent, 1987.
YAN, Vasili, Cengiz
Han, Ay köprüsü
Yayınları, 2004.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar