YORGUN SAVAŞÇI KEMAL TAHİR
KEMAL TAHİR (1910-1973)
BİRİNCİ BÖLÜM
VON KRES PAŞA’NIN DÜRBÜNÜ
1
Filistin cephesindeki subay
arkadaşlarının “Cehennem Topçu” dedikleri, Yüzbaşı Cemil, dürbünü indirmeden
kısa kısa gülünce, teyzesinin kızı Neriman gözlerini örgüsünden kaldırıp
pencereden baktı:
— Neye güldünüz?
— Hiç...
— Kuzum neye güldünüz?
— “Bataryateeş” diye
bağırsaydım, korkar mıydın?
— Ödüm kopardı.
— Dalmışım. Cemil dürbünü
indirdi. Bizim bölükler karşı tepeye saldıracaklarmış da koruma ateşi
açacakmışım, gibi geldi.
— Nedir koruma ateşi?
— Düşman siperlerine gülle yağdırırsın,
başlarını çıkarıp ateş edemezler!
Neriman bir an daldı:
— 31 Mart’ta toplarınızı
oraya koymuştunuz aklınızda mı? Duvardaki genç subay fotoğrafına bakıp
gözlerini hemen indirdi. Nazmi’ye sormuştum, “Üstümüzden aşar mıydı
mermileriniz?” diye...
— Aşardı! El yordamıyla
cigara paketini arayan Cemil de gözlerini fotoğraftan kaçırdı. Nazmi’nin
topları soldaydı, benimkiler sağda... “Abdülhamit’in muhafız tümeni
çarpışmazsa... ” diye kıvranıyordu Nazmicik...
— Çarpışsın mı istiyordu?
— Çarpışsın ki, birkaç mermi
savurup herifin sarayını başına yıksın...
— Yıkabilir miydi?
— Sanmıyorum! Hiç mermi
yakmadan topçu olduk biz... Manevra bile görmemiştik. Acemi topçu palavracıdır.
Cigarayı derin derin çekti. On yıl geçti 31 Mart’tan bu yana... Nazmi rahmetli
yirmi ikisindeydi 31 Mart’ta... Demek ben de yirmi üçümdeymişim...
— Ya ben?
— Sen mi? Cemil dürbünü
bıraktı. Saçlarından tutup Neriman’ın başını yavaş yavaş büktü. Dur bakayım! On
altına yeni girmiştin güzelim...
— Çekme... Ay saçlarım...
Neriman biraz direndi, sonra gözlerini kapayarak kendisini bıraktı, öpüş uzayıp
soluğu kesilince inleyerek ağzını kurtardı. Delirdiniz mi Cemil ahi?..
— Abi demeyecektin ya!..
— Bırakın... Biri girse
içeri?.. Annem anladı valla... “Bu soğukta, her gün yıkanmak neyin nesi... ”
dedi geçende...
— “Temizlik imandan”
diyemedin mi? “Evleniyoruz” deseydin!
— Bırak saçlarımı... Örgü
şişiyle Cemil’in eline yalancıktan vurdu. Dün konuşuyorlardı Saraylanımla...
Baytar Salih Bey’in damadı geldi ya esirlikten... Evde kıyamet kopuyormuş...
Giderken kundakta bıraktığı oğlan beşini bitirecek... “İstemem bunu. Gitsin
evimizden” diye paralıyormuş kendini... “Alıştırmak gerekti çocuğu... İçlenir,
günah... ” diye laf dokundurdu annem...
Enver, ne demiş, bilin
bakayım! “Annanne, Cemil dayımın yanında, başını niçin örtmüyor annem, nikâh
düşmez de ondan mı?” demiş...
— Vay bacaksız vay!..
— Benimle yatmaya alışık...
Korkuyor yerini alırsın diye...
— Yedi yaşında nikâha aklı
eren oğlan, eğleniyordur bizimle... Elini Neriman’ın yanağından boynuna, boynundan
göğsüne, göğsünden oyluğuna indirdi. Benim korktuğum başka...
— Neymiş?
— Gelecek arkadaşı
düşünüyorum. Kalacak birkaç gece...
— Evet?
— Evetmiş... N’aparız?
— Uslu dur... Neriman
bacaklarını istekle sıktı, gerindi. Çek... Çek elini... Asıl düşünecek şeyi
düşünmüyorsun da...
— Neymiş?..
— Ödüm kopuyor gebe kalırım
diye... Uykularım kaçıyor.
— İyi ya... İster istemez
söylersin teyzeme... “Biz hemen evleniyoruz, ” dersin... “Nerden çıktı,
sipsivri bu?.. Neden bu kadar acele?” derse, “Tanrı buyruğu... ” dersin...
— Alay edeceğine düşünsene
biraz beni...
— Sen niçin düşünmüyorsun?
— Ben düşünebilir miyim?
Erkeksin sen... Güçlüsün... Düşünmek sana düşer... Çek elini... Bak ne
diyeceğim... Subay mı beklediğiniz arkadaş?
— Değil...
— Nerede kaldı?.. “Dokuzda”
dememiş miydiniz? Duvardaki saate baktı. Dokuz buçuk... Kızarım gelmezse...
Mutfakta canım çıktı... İçki içmeyin olur mu öğleüstü...
Aşağıda bir kapı açılıp
örtülünce Cemil elini çekti, Neriman hemen dürbünü aldı:
— Gelir değil mi yüzde
yüz?.. Pencereye döndü. Dürbünle bakmak hoşuma gidiyor. Siz yokken alıp
oturuyorum buraya... Görmediğim yerleri gösteriyormuş gibi avutuyor beni...
İnsanların yüzlerini iyice seçiyorum karşı düzlükte... Bütün dürbünler güçlü
müdür bu kadar?
— Eh...
— Savaşa giderken mi almıştınız
bunu?
— Hayır... Von Kres Paşa’nın
armağanı...
— Kimin?
— Von Kres... Bir Alman
paşası... Topçu atış okulunda komutanımızdı. Kanal’a da beraber gittik.
— Niçin armağan etti?
— Bizim batarya, Süveyş
Kanalı’nda bir gemi yakmıştı da...
— Çok pintiymiş... Öyle bir
işe bu armağan az... Karşı tepeden mi gelecek beklediğiniz arkadaş?
— Bilmem...
— Nasıl adam?
Cemil az kalsın bu soruya da
“bilmem” diyecekti.
Bıyıklarını çiğneyerek
gülümsemesini sakladı. “Arkadaş”ın yüzünü hiç görmemişti. İttihatçıların kodamanlarından,
eski Diyarbakır Valisi Doktor Çerkez Reşit Bey’i bekliyordu. Reşit Bey,
Ermenileri öldürme işinin belli başlı suçlularındandı. Kapatıldığı Bekirağa
Bölüğü’nden kaçırılmıştı on iki gün kadar önce...
— A... A... Nedir o? Birini
kovalıyorlar Cemil abi... Silah çekmiş polis...
— Silah mı? Ver bakayım?
Cemil dürbünü aldı. Nerede hani? Birden davranıp çömelime gelmişti. Tabanca mı
herifin elinde parlayan?
— Tabanca... İyi gördüm.
Hırsız mı kovalıyor? Hırsızı vururlar mı kaçarsa?
Kaçan adam kara paltoluydu.
Cemil suratını seçmeye çalıştı. Gözlüklüydü. Düzlüğün bitimindeki ağaçlardan
birinin gövdesine tutunup bir an duralamış, sonra kaygan yokuşu inmeye
başlamıştı.
Kovalayan polis, kaçanı
gözden kaybedince durup döndü, konağın köşesinden koşarak çıkan arkadaşına,
Bulgar mandırasını dolaşması işaretini verdi. Sonra düzlüğün bitiminde iki
büklüm yaklaştı. Kara paltolunun kaçmaktan başka bir şey düşünmediğini
anlayınca doğruldu, bacaklarını açtı, sol koluyla silahı destekleyerek nişan
aldı.
— Vuracak Cemil abi...
Vuracak göz göre... Eyvah vurdu!
Kaçan adam kurşun sesiyle
sendelemiş, dengesini bulmak için kollarını havada çevirerek topukları üstüne
biraz kaymıştı.
— Vuruldu. Vurdular değil mi
zavallıyı?
Cemil, savaşa ilk giren genç
arkadaşların telaşına karşı kullandığı kalın sesiyle Neriman’ı payladı:
— Sus bakalım... Yok bir
şey!..
Adam düze inmişti. Karla
örtülü tarlada bata çıka koşarken mandırayı dolaşan polis, kırk adımda ateşe
başlayınca eğilerek elini beline attı:
— Vurulmuş değil mi Cemil
abi?.. Kamından vurulmuş...
— Sanmam... “Silah çekiyor”
diyecekti, vazgeçti. Vurulmadı, hayır...
Adam doğrulup döndü;
tabancasını yukarıdan aşağı indirerek, poligondaymış gibi rahat, iki kurşun
attı. Tarlanın ortasındaki ağaca kadar gerileyip eski hasırların arkasına
siperlendi.
— Gözlüklü, gördünüz mü
Cemil abi, serseri değil...
Tepenin düzünde, üniformalı
polisler meçlerini tutarak koşuyorlardı.
Mahallede kadın çığlıkları,
çocuk bağırtıları başlamıştı.
Cemil dürbünü atıp sıçradı:
— Kapıya Neriman... Koş
kapıya...
— Kapıya mı?
— Koş diyorum... Aç
kapıyı... Hayır, açma büsbütün... Aralık dursun... Sedirden atlayıp yüklüğe
yetişmişti. Dur kız... Teyzem farkına varırsa korkar. Büyük çaplı mavzer
tabancasını kılıfından çekerken sordu. Komşu bahçeye geçebilir miyiz arkadan?
Karşılık beklemeden kapıya
atılınca Neriman yetişip koluna sarıldı:
— Hayır Cemil abi... Hayır
olmaz...
— Delirdin mi? Çekil...
Bırak diyorum!.. Neriman’ı iki kere silkeledi, vurup düşürmezse
kurtulamayacağını anlayarak duraladı. Bırak...
Aşağıdan Selimanım’ın sesi
duyuldu:
— Ne var Neriman? Sen mi
bağırdın?
— Kapıyı kapatın anne... .
Kol demirini vurun... Olmaz, hayır...
— Bırak saçmalıyorsun... Üst
üste kurşun sesleri gelince, pek de farkında olmadan, Cemil, tabancayı vurmak
için kaldırdı. Bırak diyorum, bırak. .
Neriman tabancanın neden
kaldırıldığını anlamadığı halde, Cemil’in gözlerindeki parıltıdan ürkerek bir
an geriledi, sonra yeniden atılıp bağırdı:
— Dur Cemil abi... Silah
boş...
— Hay Allah kahretsin...
Cemil tabancanın sürgüsünü
çekti. Neriman’ın oğlu Enver kurcalar diye eve gelince şarjörü kilitliyordu.
Boş silahı karyolanın üstüne atıp dolaba koştu.
Selime teyze basamakları
gıcırdatarak çıkarken söyleniyordu:
— Buraları dağ başına döndü
yavrum... Sofa pencerelerinden birini sürdü. Dur bakalım, gene kimler vuruşuyor
gündüz ortası...
Cemil, bavuldan şarjörü alıp
doğrulduğu zaman, baytar emeklisi Salih Bey’in umursamaz sesi sokaktan duyuldu:
— Kendini vurdu herif...
Cemil şarjörü sürerek
pencereye gitti.
Kara paltolu adam, ağacın
beş adım berisinde yüzükoyun yatıyordu.
Baytar penceredeki kadınlara
anlattı:
— Üç kurşun attı arka
arkaya... Sonra doğruldu, elini kaldırdı. Teslim olacak sandım. Tabancayı
ağzına sokup tetiğe bastı.
— Kimmiş?. Neden
kovalıyorlarmış?..
— İlahi Selimanım... Bu
zamanda, sorduğun şeye bak...
— Koşsanıza Salih Bey...
Belki daha ölmemiştir.
Polisler parmakları tetikte
yaklaşmışlardı. Birisi potinin burnuyla dokundu. Selime teyze bağırmaya
başladı:
— Ölüyü tekmeliyor bu
edepsiz... Şuna bir şamar indirecek yiğit yok mu?
Şubat güneşini yavaş yavaş
bulut kaplıyor, ince bir esinti, tarlanın ortasında yatan ölüyü sise benzeyen
boz bir dumanla örtüyordu.
Neriman inledi. Cemil şaşkın
döndü. Koparacak gibi sıktığını anlayınca kızın kolunu hemen bıraktı, özür
dilemeye benzeyen bir gülümsemeyle sedire oturdu. Tabancayı boşalttı. Ömründe
ilk defa görüyormuş gibi, şarjörü bir zaman evirip çevirdi. İçi titriyordu.
Gerilen bir sinir, sol omzundaki eski şarapnel yarasını, belli belirsiz
sızlatmaya başlamıştı. Mangalı önüne çekti, ateşi açıp bir cigara yaktı. İçini
çeker gibi içti.
— Kim olabilir bu adam Cemil
abi?
— Bilmem.
— Sorup geleyim mi? il
Neriman karşılık beklemeden
çıkınca, Cemil elini yüzünden geçirerek pencereye döndü.
Ölünün üstüne çekilen yırtık
hasın savrulan karlar yavaş yavaş kapatıyor, küçük tümseği, daha şimdiden, bir
taze mezara benzetiyordu. “Deli bunlar... Gündüz gözü çıkarılır mı adam,
saklandığı yerden?.. Kendilerini hükümette mi sanıyorlar? Yok canım! İşini
bilir Patriyot... Hayır, Doktor Reşit Bey değildir bu... ”
Cigarayı ağzında unutmuş,
fişeği şarjöre sokup çıkararak dalmıştı.
Neriman’ın oğlu Enver soluk
soluğa içeri girdi:
— Dayı... Dayıcığım! Öldü
adam... Kendini vurdu. Gördünüz mü siz?
— Yok...
— Ben gördüm... Dudakları
soğuktan morarmıştı. Kara gözleri parlıyordu. İttihatçıymış...
Cemil önce bir şey
anlayamadı, sonra irkildi:
— İttihatçı ne demek?
— İttihatçı mı? Savaşta
bunlar yendirmiş bizi... Vatan hainiymiş bunlar... Bildiğin, gâvur...
— İttihatçıların gâvur
olduğunu kim söyledi sana?
— Hacı Bakkal...
Hacı Bakkal, Abdülhamit’in
aşçılarındandı. 31 Mart’ta, başına ak sarık sarıp çok oyunlar göstermiş,
ortalık yatıştıktan sonra “Kâbe’den geliyorum” diyerek köşe başına bakkal
dükkânı açmıştı. Savaş yıllarında, İaşe Nezareti’ndeki bazı kodamanlarla
toptancı Rumlara aracılık edip para yaptığı söyleniyordu.
— Sevindi mi Hacı Bakkal,
adamın kendini vurmasına?..
— Çok sevindi, “oh olsun”
bile dedi. İmansız gidermiş kendini vuran, öyle mi Cemil dayı, cehennemi
boylarmış... Enver şarjörü görüp atıldı. Nedir o? Ver bakayım, ver azcık
n’olur?
— Yaramaz işine...
— Ben biliyorum, kurşun
bunlar... Tabanca kurşunu... Sen bunlardan hiç attın mı savaşta gâvurlara Cemil
dayı?.. Hiç İttihatçı öldürdün mü sen?
— Haydi yavrum, annen
çoraplarını değiştirsin... . Islatmışsın bak, üşüyeceksin...
Enver, gönülsüz, çıkınca
Cemil duvardaki fotoğrafa baktı.
Kendisini İttihat Terakki
Cemiyeti’ne Patriyot Ömer sokmuştu. Yıl 1906... Manastır’da, yağmurlu bir gece,
yola çıkmışlardı. Bir köşebaşında, Patriyot özür dileyerek gözlerini bağladı,
elinden tutup çamurlu sokaklardan geçirdi, bir kapıyı üç kere çaldı. İçerden üç
kere “Muin”, üç kere “Hilâl” dediler. Patriyot üç kere “Hilâl”, bir kere “Muin”
diye karşılık verdi. Gözlerindeki bağ alındığı zaman, karşısında kızıl cüppeli,
kara maskeli üç kişi, ortada bir masa, masada bir tabancayla bir kitap vardı.
Tanıdık bir sesin -Eyüp Sabri’nin sesi “Cemiyete girmek için iyice düşündünüz
mü? Hâlâ kararlı mısınız?” sorusuna, “Evet” demiş; “Yasaları tutmayan idam
olur, ” sözüne, “Peki” diye karşılık vermişti. Yemin etti. Böylece ölüme söz
vermiş, karşılığında 9-2 numarayı almış oldu.
Bu yolun ucu, kötüsü
gelirse, belki de ölene kadar sürece Fizan, Taif, Yemen sürgünlerine bağlıydı.
O zaman bu yola girenler padişah damatlıklarım, en büyük başkentlerdeki ataşe
militerlikleri, müşir paşalıkları peşin peşin tepmiş sayılıyordu. Kazanırlarsa
hürriyete kavuşacaklardı. Neydi bu hürriyet? Herkesin dilediğini yapması...
Nasıl uyuşur askerliğin sıkı düzeniyle, peki?.. Bunu bile düşünmeye vakit
kalmadan, akıl almayacak kadar kısa zamanda, iki yıl sonra, akıl almayacak
kadar kolaylıkla, birkaç telgraf çekilerek, kazanıldı hürriyet... Cemil
duvardaki resme daldı bir zaman... Tuna’dan Basra’ya, Sinop’tan Trablus’a
uzanan koca İmparatorluğun uzanan koca imparatorluğun gerçekten sahibi
oluverdiklerini anlayamadan öldü Nazmi, yirmi altı yaşında, çevrilmiş Edirne
şehrini savunurken... Aç, hasta, umutsuz...
Fotoğraftaki Nazmi hep öyle
kederle gülümsüyordu, oğlunun kendisine “İttihatçı gâvuru” dediğini duymuş
gibi...
Neriman, suratı kül gibi,
çıktı yukarı:
— Doktormuş... Adı, Reşit
Bey... Valiymiş... Geçenlerde cezaevinden kaçmış... Yaklaştı, sesini alçalttı.
Bu muydu beklediğiniz arkadaş?
— Arkadaş mı? Yok canım...
— Tanıyor musunuz Vali Reşit
Bey’i?
— Hayır, tanımıyorum...
— Tanımıyorsunuz da, niçin
“kapıyı aç” dediniz? Komşuların bahçesine geçilip geçilemeyeceğini sordunuz?
Korku, boğazından yukarıya, seğirme halinde, gözle görülür gibi çıkarak
dudaklarını titretmeye başlamış, bakışlarındaki dargınlığı birden sıyırmıştı,
izini sürüp buraya girdiğin görseydiler. . Evi çevirseydiler... Vuruşacaktınız
değil mi? Cemil gözlerine bakmak için eğildi, dizlerinin üstüne çökerek
yumruğunu ağzına götürdü. Vuruşacaktınız Cemil abi... Ölecektiniz siz de...
— Daha neler?.. Cemil
gülmeye çalıştı. Saçmalıyorsun... Yok öyle şey... Elini uzattı ama, Neriman’ın
sarsılan omzuna koyamadı. Neyin nesi bu ağlamak?.. Nerden çıkarıyorsun
bunları?..
— Ben çocuk muyum Cemil
abi?.. Başını kaldırdı. Anlamaz mıyım ben? Arıyorlarmış kaç gündür. Ölü diri
tutamasaymışlar, kaçarken yanında bulunan subayı asacaklarmış bunun yerine...
Gözlerinin ucunda iri yaş damlaları göründü. Niçin bize acımıyorsun hiç?
Yolunuzu bekledik bunca yıl...
— E peki... Geldik ya
işte... Parmağıyla kızın burnuna dokundu. Ağlanır mı vara yoga?.. Yok öyle şey
diyorum... Kes artık...
— Geldiniz ama alışamadınız
bize... Yerleşemediniz bir türlü... Kulağınız hep kirişte... Gece yarısı,
sokaktan adınızı çağırsalar, silahı kapıp koşacaksınız...
— Koşacak mıyım? Cemil bu
soruyu, sanki kendisini sormuştu. Gözlerini kırpıştırarak karşılığını aradı.
Yanılıyorsun... Beni yerimden, Alman vinçleri kaldıramaz artık...
— Ben anlamaz mıyım?..
Yapmayın... Bırakın boğuşmayı... Başkaları gibi muhtaç değilsiniz aylığa...
Bize yetecek paramız var Allah’a şükür... Yanağını Cemil’in eline sürerek
yalvardı. Acıyın bize... Acıyın n’olur! Biraz düşündü. Dün gece gelen subay,
“Kaçan adamı saklar mısın?” dedi, “Saklanın” dediniz, değil mi?
— Allah Allah... Sapıttın
sen iyice... Yok öyle şey... Yok, inan olsun.
— Siz bu adamı bekliyordunuz...
Şarjöre bakarak sayıklar gibi konuştu. Vuruşacaktınız... Yüzünüz nasıl değişti
birden... Bu kadar alıştınız mı boğuşmaya?.. Duramaz mı oldunuz dövüşmeden?
Daha ne kadar sürecek bu ölüp öldürmeler?.. Hesapladım geçenlerde... Hapse
girdiğinizden bu yana, on yedi yıl geçmiş... O zamandan beri, Makedonya’da
vuruştunuz... Trablus’ta vuruştunuz... Balkan Savaşı’nda vuruştunuz... Dört yıl
da seferberlik sürdü... Bu dört yılda bizi dört saat düşündünüz mü?
— Haksızlık ediyorsun... Bak
bana... Neriman’ın yüzünü avuçlarının içine aldı, öpmek için eğildi. Kimim var
benim senden başka?.. Kaç kere söyledim... Seni düşünürdüm her zaman, en
sıkışık sıralarda... Sen aklıma gelince, ödüm kopardı ölümden... Seni nasıl
özlediğimi...
— Özlerdiniz de niçin
dönmediniz savaş biter bitmez?.. Neden geciktiniz, aylarca?
— Anlattım ya...
— Üstünüze vazife değilmiş
ki o silahları oraya getirmek...
— Yol üstü, bırakıverelim,
dedik...
Neriman kendini öptürmemek
için bir ses duymuş gibi kalkıp kapıya döndü:
— Yemeklere bakayım...
— Dur kız... Şurda biraz
konyak vardı galiba... Ver de öyle git...
Neriman kapıda durdu:
— Gündüz içilir mi?
Araştıran bakışlarla
sıkıntılı baktı biraz... Gözlerine, önce bağışlayan, sonra beğenen bir
gülümseme geldi. Bu gülümsemede, küçük çocukların sevimli haşarılıklarını hoş
gören genç annelerin övüncü vardı. Başını iki yana sallayarak dolaba gitti,
konyak şişesini aramak için eğildi. Entarisi gerilmiş, belinin inceliğini,
kalçalarının tıkız yuvarlaklığını meydana çıkarmıştı.
Cemil dilini dudaklarından
geçirdi. Cephedeymiş de sıçrayarak yer değiştirecekmiş gibi toplandı.
— Nereye koydunuzdu?..
Bulamıyorum...
Neriman’ın sesinde, dişi bir
çağırış, istekli bir kışkırtma vardı.
Cemil, elinin tersiyle
ağzını silerek, gürültüsüz yaklaştı, arkadan sarılıp diri göğüsleri kocaman
elleriyle kavradı.
— Bırakın Cemil abi...
Sapıttınız mı gündüz ortası?..
Neriman hızla doğrulmuş, sağ
omzunu ileri atarak gerinir gibi, nazla dönmüştü. Kurtulmak için gövdesini
arkaya atınca bel kemiği çatırdadı.
Cemil bu sesle ürpererek
kırmızı dudaklı yarı açık ağza, menekşeye benzeyen kadın kokusuna eğildi.
— Bırakın, hayır...
— Dur, bak ne diyeceğim...
Belli etmemeye çalışarak yatağa doğru itiyordu. Yok bir şey. .
— İstemem... Neriman
karyolaya dayanınca, bir an, gerçekten direndi. Hayır istemiyorum Arka üstü
düşerken korkudan gözleri büyümüştü. Burada olmaz, hayır...
Nazmi’nin resmi asılı bu
odada, şimdiye kadar hep ışıksız yatmışlar, Enver’le Selime teyzeye duyurmamak
için, hırsızlar gibi ürkek, dilsizler gibi konuşmadan, büyük bir günah
işliyorlarmış gibi tutuk, sevişmişlerdi. Cemil erkeklik onurunu yaralayan bu
pısırıklığı üstünden atmak için, çamaşırları, sabırsız, hoyrat, sıyırmaya
çalışırken, Neriman’ın, utançsız, iştahlı kendisini sevişmeye çoktan bırakmış
olduğunu sezemiyor, biricik tutkusuna karşı geliniyormuş gibi kızdığını,
böylece de, gerçekten günahsız bir sevişmeyi, düşmanca bir boğuşmaya
çevirdiğini anlayamıyordu.
Neriman kollarıyla yüzünü
kapatmış, Cemil de, birine meydan okumak duygusuyla aydınlığı istediği halde,
gergin kamın çıplaklığını görünce suratına vurulmuş gibi, gözlerini yummuştu.
Belli etmemeye çalıştılar
ama, ilk defa suç ortaklığının alçaltılmışlığın, kirlenmişliğini,
tedirginliğini duydular.
Neriman gözleri yerde, hızla
çıktı.
Cemil, ne yapacağını kestiremeden,
odanın ortasında durup uzaklaşan ayak seslerini dinledi. Artık canı içki
istemiyordu. Gene de dolaba gidip şişeyi aldı. Duvardaki fotoğrafa bakmamaya
çalışarak pencereye geldi.
Doktor Çerkez Reşit Bey,
İttihatçıların astığı astık, kestiği kestik valisi eski hasırın altında uslu
uslu yatıyordu. Şubatın dondurucu soğuğunu sanki duyabilirmiş gibi, onun yerine
Cemil’in içi ürperdi. Reşit Bey giderayak, bir av hayvanı gibi kovalanmanın,
bir çıkmazda kıstırılmanın ne demek olduğunu iyice öğrenmiş, başkalarına bol
bol verdiği ölüm korkusundan kendisi de payını almıştı.
Cemil, şişenin mantarını
dişleriyle çekerken, yaşama denilen didinmeyi, umutları umutsuzlukları,
güvenleri güvensizlikleri, övünmeleri utançlarıyla, bir anda bitiren mini mini
bir kurşunun akıl almaz gücüne, ömründe belki ellinci defa gerçekten şaşıyordu.
Gözleri, tarlanın ortasında
yatan ölüde, şişeyi kaldırdı. Az kalsın boş bulunup, her savaştan sonra, ilk
kadehi içerken, yeni ölmüş arkadaşlara yaptıkları gibi, hazırola gelip
“Şerefine!” diyecekti.
Tanımadığı bir başıbozuk
için, bunu saçma bularak sedire oturdu. Şişeyi kafasına dikip soluğu kesilene
kadar içti.
Sertleşen rüzgâr karları
savurmaya, camın ötesindeki görüntüleri, lastikle siler gibi donuklaştırmaya
başlamıştı.
Kanına yayılan rahatlandırıcı
sıcaklık, damarlarından geçerek yüreğini kaplıyordu.
Cigara ararken konyağın
kekremsi tadını üst üste yutkundu.
— Nedir bu öttürdüğün?..
— Bu mu? Bir bedevi havası,
teyzecigim!..
— Hep böyle mi gider, yoksa
yalnız bir yerini mi öğrendin sen?
— Size göre hep böyle gider
ama bedeviler için farklıdır.
— Sakın maval olmasın,
Arap’ın yalellisi?
— Eh... Yalelli de
sayılabilir... Hediye adlı bir kadın söylerdi bunu... Şam’a gittikçe dinlerdik!
Dışarıya kulak verdi. Bir gürültü geldi de... Rüzgârmış... Coşardı Araplar,
kendilerini yerden yere atarlardı. Yakalarını yırtıp göğüslerini tırnaklarıyla
yolanlar olurdu, şanoya koşup kafalarını tahtalara vuranlar...
Selime teyze suratını astı:
— Belki coşturucuymuştur
sözleri...
— Sanmam! Herif sevdiği
kadını, doğuramamış körpe deveye benzetiyor. Bildiğimiz deveye değil, ak
deveye... Gözleri sürmeliymiş... Ayak bilekleri ince... Karnı gergin
yuvarlakmış da...
— Yeter, anladım!
— Hem sorarsınız, hem de
anlatmaya meydan vermezsiniz.
— Selime teyze gazeteye
döndü, Cemil, damarına basmak için sordu:
— Önemli haberler var mı?
— Yok! Hep bildiğimiz
şeyler... Yangın yerlerinde, karmanyolacılık sürüp gidiyor. Kalpazanlar
yakalanmış gene para basarken... Nuriye Hanım adında bir utanmazı polisler
tutmuş, reaya kadınları gibi açık saçık gezerken Şehzadebaşı’nda... Başka bir
şıllık, asker elbisesi giymiş, oynaştığı herifle sinemaya gitmiş... Foyası
meydana çıkınca, ahali az kalsın paralayacakmış... Başımıza taş yağmadığına
şükür... Bunca savaş oldu, kan gövdeyi götürdü, Allah bize niçin acımaz?
Neremize acısın? Köprüden Kadıköy’e giden vapurda Türk hanımlarına yabancı
askerler, sarkıntılığa kalkışmışlar. Biz bir yandan birbirimizi öldürüyoruz
sokak ortasında, bir yandan da, Harp Divanlarımız asacak Müslüman arıyor.
Selimanım, sanki
arananlardan biri de Cemil’miş gibi, ürkek bir sesle sordu:
— Bugün sokağa çıkacak
mısın?
— Yok. Hayır!
— İyi, bu havada kovulan
çıkmaz. Otur sıcacık... Sırtüstü uzan da kemiklerin dinlensin!..
Selime teyze gözlüklerinin
üstünden yeğenine dargın dargın bakarak cigara yaktı.
Ak saçlı, pembe yanaklıydı.
Etine dolgundu. Kışın romatizmaları azdığı için, köşe minderinden pek
kalkmıyor, yaz gelene kadar, bu alt odada kalıyordu. Gittikçe sertleşen
rüzgâra, bir zaman kulak verdi. Cemil, “Şimdi denizde olanlara Allah’tan destek
isteyecek” diye bekledi.
— Öldürdükleri adamı tanıyor
musun?
— Yoook... Mahpustan
kaçmış... Bekirağa Bölüğü’nden...
— Kaçmadı, kaçırdılar.
Yanına kattıkları subayı, kaçıran vuracaklarmış da, “Olmaz” demiş... Bugün de
polislere, kıyasıya atmamış.
— Kim söyledi?
— Polisler... Şaşılacak
şey... “Merhametli” desem, Ermeni sürgününde binlerce insan öldürtmüş, çoluk
çocuk...
— Belki öldürtmemiştir.
— Öldürtmese yargılanmaktan
niçin korksun da, canına kıysın? Neriman çok üzüldü. Azarlarsın diye sana
göstermedi ama ağladı bir zaman, “Saklandığı yerden çıkmasaydı ölmezdi,
yaşamakta olurdu, şimdi bizim gibi... ” diye avundu. Susup rüzgârı dinledi.
Oğlanı çağırmaya çıktıydı... Oturup ağlamasın! Gelse de bize birer kahve
pişirse. .
— Sesleneyim mi?
— Bırak! Vara yoğa ağlaması
hiç hoşuma gitmiyor. Kıyametleri koparacağım, ama sokak ortasında, güpegündüz,
takır takır adam öldürülen bir yerde, hadi sen ol da ağlama bakalım! Ne kötü
günlere kaldık! Adam bir yolunu bulup savuşmuş... Canını kurtarmaya uğraşıyor.
Hükümetin kolu uzundur. Bırak yakalasın! Bırakmaz namussuz!..
— Kime söylüyorsunuz,
polislere mi?
— Polislere neden
söyleyecekmişim? Hiç üstüme vazife değilken haber verene söylüyorum. Doktormuş
o herif de... Saraylanım polise sormuş... “Bahşiş mahşiş, nişan mişan verirler
mi namussuzluğuna karşılık, yoksa, şanı şerefi için mi yaptı bu işi?” demiş...
“Nişan mı kaldı bugünlerde hanım? Verseler verseler, beş on lira rakı parası
verirler, ” demiş polis! Sağ yakalasaydılar asarlar mıydı yüzde yüz?
— Bilmem. Sanmıyorum.
Valiler de emir kulu sayılır. Böyle işler için, bence hükümette olanları
asarlar asarlarsa...
— Ortalıkta bir asıp kesmek
lafıdır gidiyor. Hoca Yahya Efendi, Fulya tarlasında vuruşulduğunu duyunca,
önden bir iki kopuk salmış... Sonra cüppesini toplayıp geldi, “Cemil oğlumu
merak ettim, ” dedi. Ayaküstü konuştuk biraz... “Askerlikte mi kalacak, yoksa
çekilip başka bir iş mi tutacak?” diye sordu. “Bizi görmeden kestirip atmasın,
” dedi. Başka bir şey daha söyledi ama...
— Neymiş? Aklıma gelen mi?..
— Bunda gülecek ne var?..
“Aklıma gelen mi?” dediğini biri duysa, akim var sanır... Şu dünyada girmediğin
savaş kalmadı da ne oldu? İngiliz’e yenildiniz, bunca düşmanı memlekete
doldurdunuz!.. Çanakkale’de bu kadar insan öldü, o gün sokmadığınız gemiler, şimdi
Beşiktaş önünde yatıyor. Aklını başına devşir! Dedelerimiz ne demiş?
“Yuvarlanan taş yosun tutmaz, ” demiş... Benim hesabımca, sen otuz ikini
bitirdin, otuz üçüne girdin!.. Balkan’dan sonra, beni dinleyip evlenseydin,
şimdi boyunca oğlun olurdu.
— Yeniden mi başlayacağız
teyzeciğim? Kaç kere söyledim, biz Yeniçeri takımıyız! Bizim yasamızda, emekli
olmadan, sakal koyvermek de yoktur, evlenmek de...
— Bir de utanmadan eğleniyor
benimle... Gençlik her zaman böyle kalmaz. “Eyvah” dersin ama iş işten geçmiş
olur. Peki, peki uzatma!.. Hoca Yahya Efendi’ye ne diyelim?
— “Bunlar Yeniçeri
takımıymış... ”
— Maskaralık istemez!
— “Maskaralık istemez”
diyorsunuz... Önümüze düşen oldu da “Hayır” mı dedik?
Selimanım gözlerini
kırpıştırarak şüpheli şüpheli baktı:
— Önüne düşen olsa...
— Düşen olsa... Bizi isteyen
uygunca bir hanım da bulunsa bende evet hazır ki, oynaya oynaya...
— Bak, böyle söyleyeceğim
Yahya Efendi’ye... Caymak yok!.. Askerliği bırakmak işi n’olacak, peki?
— Durun bakalım... Hiçbir
şey düşünmedim daha... Bize şimdilik, yarım aylık veriyorlar... Sürdüğü kadar
sürmez bu böyle... Gün olur, düzelir. Bakın ne dersiniz! “Cemil çok duygulandı,
'Sağ olsun!’ dedi. ” dersiniz...
— Saraylanım teyzenin de bir
isteği var senden...
— Emretsin! Baş üstüne, . .
— Diyor ki... “Yetmiş iki
buçuk millet ayakta... Her gün gazetelerde türlü türlü uygunsuzluklar okuyoruz,
subaylara sataşıyorlar” diyor.
— Peki?..
— Rica ediyor, “Bizi
severse, sivil giysin, Yanına silah almasın. ” dedi.
— Anlıyorum ama... İçeri
giren Neriman’a güldü. Boş yere üzülüyorsunuz! Herkes kime sataşacağını bilir.
Neriman meraklandı:
— Neymiş anne?.. Cemil abim
ne diyor?
— Ne diyecek? “Bu kız nerede
kaldı? Hani bizim kahvemiz?” diyor.
Neriman kahve takımını
getirip mangalın önüne çömelince, Selimanım Enver’i sordu.
— İçeri girmiyor. Sinirleri
bozulacak diye korkuyorum. Aklı fikri öldürülen adamda... Gitmiş bakmış, kan
görmüş... Aslında bir şey gördüğü yok ama, görmüş gibi anlatıyor. “Cemil dayım,
askerde çok adam öldürdü mü?” diye sormasın mı? Sahi... Siz hiç adam öldürdünüz
mü kendi elinizle, göz göre, Cemil abi?
— Yok... Topçular göz göre
adam öldüremezler, isteseler de...
Neriman, Cemil’in alay
ettiğini anlayınca somurttu:
— Öyleyse daha kıyıcı olur
topçular... Gözüyle gören, ne de olsa, biraz acır! Siz gülüyorsunuz ama, ben
üzülüyorum. Adamın hali gözümün önünden hiç gitmiyor. Nasıl bunalttılar
güpegündüz? Bir aralık iki Yanına bakmış... Ayaklarını yere vurup tepelerin
arkasına sıçramak geçmiştir içinden, eminim. Savaşlarda da böyle mi olur? İnsan
savaş medyalarından uzaklarda bulunmayı ister mi bunalırsa?..
— Bilmem... Unutmuşum!
Savaşa ilk girdiği gün, insan, evet, biraz sarsılır. Bütün kurşunlar döne
dolaşa gelip beni bulacak sanır! Tam tamına böyle değilse de buna yakın bir
şey...
Neriman kahveyi fincanlara
boşaltırken Cemil’in yüzüne dargın dargın baktı. Cemil, topçuların yufka
yürekli olduklarını ileri sürdü. Bir de hikâye anlattı ama kadınları
gütdüremedi.
Neriman mutfağa gidip Selime
teyze de gazeteyi eline alınca, kalktı, ayaklarını sürüyerek yukarı çıktı.
Kemiklerini kütürdeterek
gerindi. İstanbul’a geldi geleli üstünden bir türlü atamadığı yorgunluk, sanki
dinlendikçe artıyordu.
Sedire oturdu, gözlerini
kırpıştırarak Doktor Reşit Bey’in siperlendiği ağaca daldı.
Karlar, kurşun renkli gökte,
kömürleşmiş kağıt parçaları gibi savruluyor, üstüne kara karlar yağan bir
dünya, doğup büyüdüğü bu mahalleyle beraber yavaş yavaş yabancılaşıyordu.
Aslında bu yabancılık on yedi yaşında Harp Okulu ögrencisiyken, apansız
Taşkışla’ya götürülüp yeraltında penceresiz bir hücreye, tek başına kapatıldığı
gece başlamış, bir daha da yakasını hiç bırakmamıştı. Hücrenin havası,
günlerdir değiştirilmemiş bulaşık suları kadar iğrençti. Yerde insan pislikleri
vardı. Yatacağı tahta sedirin üstünde kedi kadar fareler telaşsız
dolaşıyorlardı. Ancak iki hafta sonra ışık vermişler, beş hafta sonra yukardaki
odalardan birine çıkarmışlardı. Yakalanan jöntürk takımıyla ilgisi olmadığı
anlaşılıp salıverildigi zaman, annesini yatakta buldu. Arama yapmak için ev
basılınca “Oğlum asılacak” korkusuyla sağ yanına inme inmiş, dili tutulmuştu.
Gözleri tanımadan bakıyordu. Oğul acısı, yüreğinde, bir daha çözülmemek üzere
donup kalmıştı. Cemil’i tanıyamadan öldü.
Cemil üstüne çöken sürekli
tedirginliği zorlayarak eski yaşayışını sürdürmek istemişti ama, sorguda,
geceyi beraber geçirdiğini söylememek için her şeyi göze aldığı sevgilisi de
artık eski sevgili olmaktan sanki çıkmıştı. Meyhanelerde, balozlarda,
hovardalık arkadaşlarında bile artık tat tuz yoktu. O zamana kadar hiç
ilgilenmediği Jöntürk gazetelerine merak sardı, gizli derneğin Süleyman Paşa
koluna yazıldı. İhtilalci yasak yayınları, Yeni Cami’deki Arap şemsiyeciden,
Eminönü’ndeki Berber Bektaşi Babası Hacı Haşim Efendi’den, Halıcıoğlu’ndaki
Meyhaneci Dimitri’den alıp Harbiye’deki arkadaşlarına dağıtıyordu. Subay
çıkınca Rumeli’ye gönderilmeyi, topçuluğu bir yana bırakıp Makedonya’da çete
boğuşmalarına katılmayı sağladı. Karanlıkta patlayan silahların mavzer mi,
Manliher mi, Gıra mı, Keller mi olduğunu, ete değip değmediğin, günlük raporlardaki
“Üç yerinde... bir vuruk” gibi sözlerin “Üç ölü, bir yaralı” anlamına geldiğini
kolayca öğrendi. Ün almak için değil, dost düşman, hiç kimseden geri kalmamak
için Rodop dağlarında Sosyalist Sandanski’yi, Paniçe’yi, Lubniça balkanlarında,
Nasyonalist Sarafofu, Garvanofu aradı. Pusulara girip çıktı, bombalı baskınlar
düzenledi, Vardar Yenicesi gölünün ortasındaki sazlıklarda, Yovan çetesinin
sığınağını dağıttı. Ulah köylerinde, atıcılıktaki ustalığıyla, gümüş kakmalı
Karadağ tabancaları, antika Venedik tüfekleri kazandı. O sıralar, Makedonya,
cephe gerisi olmayan bir savaş meydanıydı. Milleder yalnız başka milletleri
değil, kendi kendilerini de vuruyorlardı. Bir an dalgınlık, ölümdü. Her
dönemeç, her ev, her ağaç, her cami, her kilise, hatta sevgili yatakları bile
pusu yeriydi. Her yanda soygun, yangın, ölüm kol geziyordu. İş durmuş, ekip
biçme, alışveriş, okuma yazma durmuştu. Her şey selin önünde sürükleniyor
gibiydi. Bu durdurulmaz sürüklenişte Osmanlı ordusunun lime lime üniforması
büsbütün paralanıyor, yamalar uçuşup erlerin, subayların ederi, edep yerlerine
kadar açılıyordu. Her şey değişmenin, ya da batmanın kaçınılmazlığını
ispatlamaktaydı.
Cemil, bir yudum konyak
içti. Atıf, cemiyetten, Abdülhamit’in son dayanağı, Müşir Şemsi Paşa’yı vurma
ödevi aldığını, sıcak bir temmuz gecesi apansız söylemişti. Şakalaşır gibiydi.
Lacivert gökyüzünden bir yıldız aktı. Patriyot Ömer, Nazmi, kendisi, sırtüstü
yattıkları hasırdan dirseklerine dayanıp hemen doğrulmuşlardı. Bitişik evde
Patriyot’un Ulah sevgilisi Nina, iştahlı sesiyle, konyak gibi acı bir çingene
şarkısı söylüyor, Atıf, dünyayı, yaşamayı, kucaklamak istiyor gibi, kolları iki
yana açık sırtüstü yatmış, zevkle dinliyordu. Gözleri yıldızlarda, vasiyet
etti: “Korvet Kaptanı İsmail Hakkı’ya yazarsınız, kızı nikahlasın... ‘Şimdiye
kadar şakaydı bu eniştelik... Şimdi ciddi... ’ dersiniz... 'Hürriyeti
kazanmadan olmaz’ diye halt etmesin... ” Atıf yatar yatmaz uyudu. Üç arkadaş
karanlıkta cigara içtiler bir zaman. . Atıf m çaldığı keyifli ıslıkla uyandılar.
Tabanca seçiyordu. İlk sevgilisiyle buluşmaya giden, şıklığa meraklı bir
asteğmen gibi tertemiz, pırıl pırıldı. Manastır postanesinden çıkan Şemsi
Paşa’yı, her zamanki serinkanlılığıyla vurup düşürdü. Bu sırada üç arkadaş
meydana bakan evlerden birinin penceresinden, filintalarla gelişigüzel ateş
ederek Atıf’ın kaçmasını kolaylaştırmaya çalışıyorlardı.
Üç gün sonra, bir perşembe
sabahı, Manastır Harp Okulu ders nazırı Yanyalı Binbaşı Vehip Bey, bir top
arabasının üstüne çıktı. Hürriyetin ilk konuşmasını şöyle bitirdi: “Yaşasın
Manastır kahramanları... Yaşasın Ohri fedaileri... Yaşasın İzmir tümeni
arslanları... Yaşasın vatan... Yaşasın millet... Yaşasın Cemiyet... Yaşasın
Ordu... Vatandaşlar ya anayasa, ya ölüm!.. ” Sonra?. , yemen, Haran, Arnavutluk
isyanları... Sonra Trablus yenilgisi... Balkan rezilliği... Sonra Sarıkamış...
Kanal... Çanakkale... Galiçya... Sonra Irak-Filistin cepheleri... Sonra
bozgun... “Bozgun bile değil... Batmaz bu... ”
Cıvık bir şeyi silmek
istiyor gibi, Cemil elini yüzünden geçirip konyak şişesini aradı. “Sonra bu
bitmez tükenmez yorgunluk... Dinledikçe artan bu pelteleşme... Otuz üç
yaşındayken yüz yaşındaymışsın gibi yaşamaktan bu usanmışlık... Sevdiğin kadını
bile adam gibi özlemeye üşendiren bu... ”
Karşı tepeye baktı. “Bir filinta
olsaydı. . Tanıdık bir filinta... Tabancalı herifi düşürebilir miydik
buradan?.. ” Bir yudum konyak içti: “Düşürürdüm. Çekilmesini sağlardım. Kapıyı
tutardı. ” Gözlerini kıstı: “Tutardı da n’olurdu? Keşke tutsaydı da ne
olacağını o zaman düşünseydik... ”
Bir gürültü duyarak aşağıya
kulak verdi. “Alışamadınız bize, yerleşemediniz bir türlü... Adınızı çağırsalar
silahınızı kapıp koşacaksınız... ” Neriman’ın umutsuz, korkulu sesini omuz
başında sanki duyuyordu.
— Cemil... Cemil abi...
— Ne var? Kapı mı çalındı?
Polis mi?
— Susun, yavaş... Neriman
biraz önce duyar gibi olduğu fısıltıyla koşuyordu. Polis değil... Dün akşamki
teğmen... Sizi sordu. “Bilmiyorum evde mi?” dedim... “Çıkmış” diyeyim mi?
— Saçmalama... Zorla kalktı.
Şişeyi sedirin arka minderine dayadı. Eşele şu mangalı sen... Kolunu Neriman’ın
beline doladı. Ürkek oldun... Boynunu öptü. Boşuna... Vallaha boşuna... Kahveyi
çabuk getir de savalım hemen...
Neriman, annesinin odasına
girince kapıyı açtı:
— Oooo... Sen misin
teğmen?.. Buyur... Hayrola!..
— Rahatsız oldunuz
yüzbaşım... Teğmen Faruk topuklarını vurup selam verdi. Maksut Bey yolladı,
beni... Rica ediyor...
— Geç, geç hadi... Cemil
terlikleri gösterip kapıyı örttü. Giy şunları ayağına...
— Hiç girmesem... Nasıl olup
da ayakta durabildiğine şaşılacak kadar yorgun görünüyordu. İşim acele
yüzbaşım!
— Uzattın... Çıkar kaputu...
— Maksut Bey, selam söyledi.
Mümkünse uğrayacaksınız bugün karakola... Daha doğrusu uğrayacaksınız
mutlaka... “Sivil giyinsin mümkünse... ” dedi. Oda kapısına bakarak sesini
alçalttı. Tabancanızı da alacaksınız yanınıza...
— Tabanca mı? Bir şey mi
oldu Patriyot’a sakın?..
— Patriyot Ömer Bey’e mi?..
Yok, hayır...
— İyi öyleyse... Hadi gir.
Kahve içmeden olmaz bu havada...
Teğmen Faruk kaputu çıkardı.
Göğsü daracık, omuzları, dirsekleri, dizkapakları sipsivriydi. Yenilmiş Osmanlı
ordusunun üniforması içinde, incecik boynuyla büsbütün çelimsiz görünüyor,
herkesten, fazla üşürmüş gibi insana acıma veriyordu.
Cemil sedirde yer gösterip
mangalı önüne sürdü:
— Duydunuz değil mi Reşit
Bey işini?..
— Evet... Harp divanına
telefon etti polis, müjdeyi verdi, hemen... Faruk pencereden baktı. Şurada mı
vurmuş kendini?.. Çocuklar öyle konuşuyorlardı?
— Ağacın dibinde...
— Çok üzüldü Maksut Bey...
“Az kalsın başına derde sokuyorduk Cemil’in... ” dedi. Sizi karıştırmak
istemediydi hiç...
— Bak sen!..
Patriyot Ömer Bey bir türlü
inanamadı, koca İstanbul’da adamı saklayacak güvenilir bir yer
bulunamadığına... “Beni dinle teğmen... ” dedi. “Git şimdi, al Reşit Bey’i...
Söyleyeceğim adrese teslim et... Gerisine karışmayın... Yaz bakalım aklına
adresi, ” dedi. Ona kalsa, hiç size sormadan getirecektik rahmetliyi buraya...
Cemil bir an düşündü:
— Doğru... Çıkarı da buydu
bunun... Neden dinlemediniz Patriyot’u? Hiç de gerekli değildi sormak... “Olmaz”
diyebileceğimi nasıl düşündünüz? Hayır, seni suçlamıyorum... Bu kadar kılı
kırka yarmazdı benim bildiğim Maksut Arap... Aklınızda bulunsun, böyle
durumlarda eski komitacıları dinleyeceksiniz. Vah vah, Patriyot’un dediği
yapılsaydı, ölmezdi adamcağız...
— İnanır mısınız, bir ara
Patriyot Ömer Bey’in saklandığı eve götürmeyi bile düşündük...
— Akıl alır şey değil...
Reşit Bey İttihatçıların ileri gelenlerinden... Nerde bunca İttihatçı?.. Devlet
daireleri bile ellerinde daha... Bunca kabadayı, bunca fedai n’oldu? Arap oğlu,
beni düşüneceğine, güpegündüz yer değiştirilmeyeceğim akü etseydi ya!
Faruk’un, sapsarı yüzü, mavi
gözleriyle yarım kalmış, yağlıboya bir portreye benziyordu.
Cemil, ellerini ısıtan
delikanlıya bakarken daldı. Şimdi burada Teğmen Faruk’un yerinde, Doktor Çerkez
Reşit Bey oturmakta olacaktı, bir meslektaşı tarafından ele verilmeseydi,
“Nedir bu rastlantı denilen rezillik?.. İkisinden biri, bir an, bir camekana
baksaydı... ikisinden birine, saati sorsaydı, bir çocuk... Bir sürçme... Bir an
durup bir şey tasarlama... Bir mendil, bir kağıt unutup almak için geri
dönme... İnsanların kaderinde ne korkunç değişmeler yapabiliyor?.. ” Daldığı
için özür diler gibi gülümsedi:
Bak arkanda konyak var... İç
bi yudum...
— Konyak mı? Teğmen Faruk
dönüp baktı. Ne güzel!.. Şişeyi aldı. Sağ olun yüzbaşım!.. Kaçırma işine
katılanların, Patriyot Ömer Bey’den başka hepsi yakalandı. İşkence ederler de,
Reşit Bey’in saklandığı evi söyletirler diye korktuk...
Şişeyi ağzına götürürken
kapı vurulunca, sanki dünyada, kendilerinden başka canlı kimse kalmamış gibi
şaşarak irkildi.
Cemil kapı aralığından kahve
tepsisini aldı.
— Rahatsız ettim yüzbaşım...
Konyak yeterdi!
Cemil cigara paketini
uzattı, dalgın. . “Başının derde sokulması” meselesine takılmıştı. Polisler
Doktor Reşit Bey’i, hemen yakalamaya kalkmasaydılar da, izini sürseydiler.
Buraya girdiğini görüp evi çevirseydiler. . Şimdi, kendi ölüsü de, morgdaki
mermer masalardan birinde yatıyor olacaktı belki çırılçıplak... “Atlat bunca
savaşı... Gel, doğduğun mahallede, kendi polislerinin kurşunlarıyla geber...
Hem de silahları bırakıp pes ettikten sonra... ” Nazmi’nin fotoğrafına batı.
Vurulduğu saniyeye kadar, vurulduğu anda bile belki hiç ölümü kondurmamıştı
Nazmi de... Savaş meydanlarında ölümü kondurmamak nasıl yaşamanın kanunuysa, en
umulmadık yerde, yaşamayı alt etmesi de, ölümün kanunu...
— Sizin mi fotoğraf
yüzbaşım?
— Bu mu? Hayır... Rahmetli
eniştemin... Teyzemin kızının kocası...
— Savaş, insanı o kadar
değiştiriyor ki... Sizin sandım. Nerde şimdi?
— Balkan Savaşı’nda
kaybettik. Edirne’de... Teğmen Nazmi Ortaköy... Kolağası Niyazi Bey’le dağa
çıkanlardan... Fotoğrafa bakarak anlatıyordu. Birden şaşırarak durdu. Sahi bana
benziyor bir çalım... Hiç fark etmemiştim şimdiye kadar... Neriman’ın farkında
olup olmadığım düşündü bir an, yüreği sıkıştı. Oğlu var... Yedi yaşında... Ne
dese beğenirsin demin bana?.. “Kendini vuran adam İttihatçıymış... İttihatçılar
da gâvurmuş... ” dedi. Yaşıtlarından birçoğu kuşdillerinde, Fenerbahçelerde
bıyık büküp boy gösterirken, Balkanlarda komitacı kovala sen, dağlarda hürriyet
ara... Yetmiyormuş gibi yirmi altı yaşındayken, kaybedilmiş bir savaşta
alnından vurul. . On sekizinde gebe karını dul koy... Sonra oğlun sana
“İttihatçı gâvuru” desin.
— Zor yüzbaşım... İşimiz
adamakıllı zora saptı bizim...
— Zor evet...
Cemil, omzundaki şarapnel
yarasının uzaktan uzağa başlayan sızısına, bir meydan saatinin vurmasını dinler
gibi, kulak verdi:
— Ben yorgunum çok,
teğmen... Bunu, hiç hazır değilken istemeyerek söylemişti. Dinlenemedim geldim
geleli... Yatıyorum oysa hep sırtüstü... Yaşlandık mı dersin, farkına
varmadan?..
— Yaşlılıkla ilgisi yok
yüzbaşım... Bende yaş yirmi iki. Yamyassıyım yorgunluktan... Atamıyorum
üstümden yorgunluğu, ne kadar dinlensem... Bizim yorgunluğumuz gövdemizde
değil, ruhumuzda olsa gerek... İki satır okuyamıyorum. Arkadaşlar bilir, Harp
Okulu’nda aralıksız okurdum ben... Elime ne geçerse... Abur cubur... Birbirini
tutsun tutmasın! Okumazsam geberirim sanırdım. İlk zamanlar cephede bile
okumaya çabaladım. Işıksızlık, bir de kitapsızlık bunaltırdı ilk zamanlar beni,
soğuktan sıcaktan, bitten açlıktan çok... “Bir bitse şu rezillik... Bir atlasam
kurmay okuluna... Gece gündüz okuyacağım” derdim. Şimdi günler, geceler
bomboş... Kitaplar yığınla... Birini uzanıp alamıyorum. Alsam açamıyorum. Açsam
yarım sayfada bunalıyorum. Dışarıya kulak verip dalıyorum. Sessizlik
damarlarımı donduruyor. Pusu yerine girdiğimi birden sezmişim gibi irkiliyorum.
Sokakta, kahvede, tramvayda, üniformalıya nasıl baktıklarına dikkat ettiniz mi?
Omuzlarımızın üstünde artık apolet değil, yenilginin suçunu taşıyoruz. Daha
doğrusu hâlâ yaşamakta oluşun suçunu... Yakın bir arkadaş düştüğü zaman gelir
insanın içine bu duygu cephede... Biraz daldı. Nasıl yorgun olmayalım? Her
ayıplayan bakış, aşağılayan söz, dayanma gücümüzden birazım alıp götürüyor.
Oysa “bizi anlasınlar!” diye bakıyoruz gözlerine... “Anlarlarsa, üstümüzden
atarız bu yorgunluğu, güven gelir içimize belki... ” diyoruz. Dostça, hatta
acıyarak da olsa, bir gülümsemeden başka hiçbir şey beklemediğimiz, sizden bir
kalabalık düşününüz ki... Düşmanca bakmak bile değil, çoğu zaman, hayır, çok
daha korkuncu, görmezden geliyor sizi. . Sanki hiç yoksunuz, soluk
almıyorsunuz, kımıldamıyorsunuz aralarında... Oysa onlara sokulmak için koşup
geldinizdi buraya. Su baskınlarında, depremlerde, afatın yaklaştığım sezen
koyunlar insanlara nasıl koşarsa... Biletçiler tartaklıyor, garsonlar horluyor.
Yüzlerine bakıyorsunuz şaşkın... Suçlu, sessiz... Alt dudağını kemirerek biraz
düşündü. Ama gene de bunların gelinebilir üstesinden... Bir küçücük umut ışığı
görebilsek... Bizi asıl bitiren ne kadar süreceği bellisiz, bu aylaklık... Ordu
dağıldı. Ha deyince kurulamayacağı meydanda... Ordu olmayınca, nasıl atarız bu
utancı üstümüzden? Nasıl dinlenebiliriz? Arandı, bir cigara yaktı. Ortaokuldan
beri askersiniz değil mi?
— Evet...
— Siz de benim gibi on bir
yaşında giydiniz üniformayı... On bir yaşında asker olmak öteki insanlardan
ayrılmaktır. Evet, bizi ordunun dağılmışlığı yoruyor. Başıbozukluğu onurumuza
yediremiyoruz. Bize imkânsız gibi geliyor bu değişme... Düşünün, bir bakkal
dükkânı açmışsınız...
Cemil birden elini kaldırdı.
Önce eline, şaşkın baktı, sonra, gözlerini kırpıştırarak gülümsemeye çalıştı.
— Seni dinlerken... Dinleyip
dururken... Sanki bir ışıldak çatı beynimde... Bu zamana kadar nasıl
anlayamadığıma şaştım!
— Neyi?
— Babam da topçuydu.
Söylemiştim değil mi dün gece?.. Enver Paşa orduda temizlik yaptığı zaman
emekliye ayrılmıştı. Umursamadımdı hiç... Bana, çok yaşlı geliyor olmalıydı ki
“Dinlensin artık... ” dedim. Aslında dargındım da biraz... Abdülhamit’i
severdi. Tevkif edildiğim zaman “Girmesin başından büyük işlere... ” demiş...
Eve başıbozuk döndüğü gece, “Biz savdık sıramızı... ” diye gülüyordu. Şimdi sen
konuşurken yüzü apansız geldi gözümün önüne... Meğer gülmemiş, suratının
derisini acıtarak gülmeye çabalamış. Demek hiç tanıyamamışız birbirimizi
baba-oğul... Gözleri daldı. Evet, başıbozukluğa alışabilmek için, sudan çıkmış
balık gibi, çırpınıyormuş meğer tek başına... Bize sezdirmemek için zorluyormuş
kendini... Evet, birkaç ayda çöktü. Her şeyi değişti. Gülmesi, öksürmesi, elini
cebine sokması, “merhaba” demesi, yürümesi, konuşması... Suçüstü yakalanmış
gibi insanlardan utanıyordu. Yoğurt alırken yoğurtçudan, sadaka verirken
dilenciden bile utandığına eminim. Çevresine yük olduğunu sanan, bunu örtbas
etmeye çabalayan bir çapaçul özür dileme halini üstünden atamadı ölene kadar...
Bir gün ikindi üstü, acele çağırdılar beni... Kalp krizi geçirmiş, sokakta
düşmüş. Kapıdan girip selam verdim. Baktı bir zaman, acır gibi gülümsedi, “Yok
bir şey” dedi, “Başım döndü meraklanma... ‘Çağırmayın’ dedim, dinletemedim. ”
dedi. Yanına oturttu. Agnlar yokluyordu aralık aralık... Konuşmaması
lazımmış... Bilinmiyordu o zamanlar... Yıllardan beri ilk defa, “Topçuluk nasıl?”
diye sordu. İlle topçu olmamı istemişti. İnat olsun diye, yanıp yakıldım
yoruculuğundan... Dinlerken gülümsemeye çalışıyor, arada sırada, acıyı yenmek
için alt dudağını ısırıyordu. Sözümü bitirdim. Elimi tuttu: “Topçuluk ağırdır,
banşta olsun, savaşta olsun zordur. ” dedi. “Çünkü ordunun namusudur top... ”
dedi, “İnsan asker oldu mu topçu olmalı... Topçuluk ederken de ölmeli... ”
dedi. “Ben aklıma emekliliği hiç getirmemiştim, emekli olana kadar, inanır
mısın?” diye elimi okşadı, “Yaşını doldurup emekli olanları ölmüş sayarmışım
meğerse... ‘Asker yaşadım, asker elbisesiyle öleceğim!’ derdim olmadı. Suç
benim değil!.. Bunu hiç unutma... ” dedi. “Ölene kadar asker ocağında kalasın
diye topçu yaptım seni ben: . . ” dedi, “Yaya subayı, başıbozukluğunda bir
tüfek uydurur, avcılık eder, avunur... Atlı olsan, at beslersin... Topçunun
başıbozuğu kendisini hiç avutamaz. Çünkü kışladan başka yerde top yoktur. 93
Savaşı’nda ben toplarımı, Ahmet Muhtar Paşa’nın yanısıra Kars’tan Erzurum’a
kadar katır gibi çekerek getirdim. Biz yenildik ama, düşmana top kaptırmadık.
Onurlu bir ordu düşmana top kaptırmaz. Göğsümdeki bu sancıyı doktor bilemedi.
Ben biliyorum. Gerçek topçu topundan ayrıldı mı çok yaşamaz. Kışlaya gitmese,
‘Gelme’ demezlerdi. İçeri sokmamazlık etmezlerdi belki ama, insan kapı dışarı
edildiği yere bir daha gidemiyor. Her gün gidip toplarımı görseydim, bu göğüs
sancısıyla sokakta yıkılmazdım. Tutardı üniforma beni... Topçu ol, iyi topçu
olmaya çalış... Von Kres Bey denilen kefere ustadır. Topçuluğu iyi öğren!..
Napolyon toplarını tabanca gibi kullanırmış... Sen de öyle yap... Bizim pirimiz
Sultan Mahmut’un Cehennem Topçusu’dur. “Cehennem Topçu” diye nam sal orduya...
” dediydi babam o gün... Saçma gelmişti bana bu laflar... Şimdi, seni dinlerken
anladım ancak neler çektiğini... Gözlerini bir an yumdu. İyi olmuş vaktiyle
ölüp bu günleri görmediği... Topların, kendi oğlunun elinde bulunduğunu bilmek
az mutluluk değilmiş... Hani, nerde benim toplarım?..
Faruk gözlerini kaçırmak
için yere bakarak baktı:
— Nereye teğmen?.. Otur,
yemek yiyelim!..
— Geç kaldım çok, yüzbaşım,
daha Kasımpaşa’ya gideceğim...
— Kalaydın... Hazırdı
yemek...
— Sağ olun gitmeliyim...
Aklınızda değil mi? Sivil geleceksiniz... Silahlı...
— Tamam...
Faruk bir an durdu.
Pencereden baktılar. Dışarda tipi bastırdıkça bastırıyor, göz gözü görmüyordu.
Gök alçalıp kararmış, öğle vaktinde sanki akşam olmuştu.
Cemil, Teğmen Faruk’u
selametleyip yukarı çıktı, sivil elbisesiyle gömleğini dolaptan aldı.
Bunları, Şam’da, Cemal
Paşa’dan ödleri kopan inzibat subayı arkadaşlarının zoruyla, çalgılı
gazinolara, gizli birleşme evlerine giderken gitmek için uydurmuş, dört beş
kereden fazla da kullanmamıştı.
Gömleği geçirdi. Kravatı
umduğundan çok daha kolay bağlayınca, nasıl olup da unutmadığına şaştı.
Kendisini bugüne kadar hiç sivil görmemiş olan Neriman’ı şaşırtmak için,
gürültü etmemeye çalışıyordu.
Tabancasını kemerine
geçirirken aşağıda bir kapı açılıp kapandı. Silahı yanına aldığını Neriman’a
göstermek istemiyordu. Ceketini hemen giydi. “Alıştıramadık gitti şu kızı... ”
diye gülümsedi. Şam Hastanesi’nde Alman Hastabakıcı Marta’yı hatırlamıştı.
Marta, usta bir süvari gibi ata biner, mavzerle yüz adımdan yumurtayı vururdu.
Alman kızının bu marifetlerini, bütün subay arkadaşları gibi, kendisi de, o
zamanlar çok beğenmişti. “Oysa hayvana erkek gibi binen, silahı erkek gibi
kullanan kadının kadınlığı nasırlaşır biraz... Kendini sevişmenin yeline kapıp
koyuveremez. ” Bunu, Marta’yı denediğinden Neriman’la da kıyasladığından
biliyordu.
Komodinin gözünden
ağızlığını, bozuk para kesesini, kâğıtlarını, tırnak çakısını, mendilleri aldı.
Fesi başına geçirip
ayaklarının ucuna basarak sofaya çıktı.
Dolabın boy aynasındaki
herifi görünce irkildi.
Asteğmenliğinde bile, şık
subay olmaya özenmemişti ama yakası yağlı, önü lekeli, düğmeleri paslı da
gezmemişti. Üniformayla yüzde yüz savaş subayına benzediğinden şüphesi yoktu.
Ya bu lacivert elbise, kalıpsız fesle neye benziyordu? Düğüne süslenmiş
esnafa... Bayrama giyinmiş odacıya... “Hadi biraz daha çıkalım! Taşradan gelmiş
öğretmene... Öğretmen kısmı dış cebinde gazete gezdirir. Hava iyi olsaydı, bir
tane uydurup sokardık... ” Pencereye baktı. Sulusepken kar yağıyordu, içi
ürperdi. “Sivil giyinmeyi de nereden çıkardı böyle günde Arapoğlu?”
Fesini başında evirip
çevirdi. Sağ kaşına eğiyor, sol kaşına indiriyor, arkaya atıyor, hiçbiri
olmuyordu. Kendine ne kadar çekidüzen verse, gebeşlikten kurtulamayacaktı.
“Suratımız değişti yahu! Gerçekten bir kara cehennem olup çıktık... Allah’ından
bul e mi Maksut Arap... ” Bıyıklarını büktü biraz, çatık kaşlarından
parmaklarını geçirdi.
Kravatla boynu biraz daha
kalın, sivil ceketle omuzları adamakıllı dar görünüyordu. Pazılarını şişirerek
dirseklerini geri çekti. Ceketin dikişleri çatırdayınca “Yırtmaksın ki ben sana
sormalıyım, gebeş Cehennem!” diye aynadaki başıbozuğa çıkıştı. Üniforma, bir
yandan insanın kişiliğini ortadan kaldırıyordu ama, öte yandan onu silahlı bir
topluluğun güvenilir parçası haline getiriyordu. “Asker üşümez, asker acıkmaz,
asker yorulmaz” martavalına herkesin inanması da galiba bundandı.
— Aaaa... Bu ne kılık Cemil
abi?
Cemil merdivene döndü:
— Neymiş? Beğendiniz mi
küçük hanım?
Neriman gözlerini
kırpıştırarak önce tepeden tırnağa, sonra inceden inceye baktı:
— Beğendim... Çok
beğendim... Yaraştı size inanır mısınız? Dönün şöyle bakayım!.. Fesiniz
kalıpsız biraz... Gönderip kalıplatayım hava açınca...
— Giderken kalıplatacağım.
— Giderken mi? Çıkıyor
musunuz bu havada? Nereye, niçin?
Cemil bir yalan ararken
Neriman gözlerini açtı:
— Paltonuz da yok sizin...
Hayır, vallaha bırakmam bu karda kıyamette paltosuz...
— Kim demiş... Kaputu
giyeceğim.
— Asker kaputu olur mu sivil
elbisenin üstüne...
— Olurmuş... Düğmeleri
değişecek o kadar... Harbiye Nezareti izin vermiş...
— Kim söyledi?
— Teğmen Faruk...
— Uygun düğme bulamayız ha
deyince... Bugün çıkmasanız olmaz mı?
— Olmaz.
— Neden?
— “Bugün yetişebilirse,
biriken aylıkları belki alabilir. ” demişler.
— Böyle giyinmeyince
vermezler miymiş?
— Bana gizliden verecekler.
Yattı mı aklın?
— Hayır! Yalan
söylüyorsunuz!
— Höst terbiyesiz! Yüzüme
karşı...
— Dönün biraz... Aylığa
gidiyorsanız tabancanızı neden aldınız?.. Hayır, siz Harbiye Nezareti’ne
gitmiyorsunuz... O teğmen
$ize bir başka haber
getirdi, tehlikeli bir haber...
— Tehlikeli bir haber
getirdiği metirdiği yok... Sivil giyindim ki orada aylık kovalayanlar beni
başıbozuk sanmasınlar...
— Aylık almaya silahla
gidilmez. Çıkarın! Vallaha belli oluyor. Kalçanız o kadar kabarmış ki, hiç
gizlisi kapaklısı kalmamış. İngilizler şüphelendiklerini çevirip silah
arıyorlar... Cezası ağır silah taşımanın... Annem çok üzülür Cemil abi...
Meraktan ölürüz.
—Yavaş kız... Bağırma... Hem
“üzülür annem” diyorsun, hem de bas bas bagınyorsun... O yasak, başıbozluklar
için... Biz alışık olduğumuzdan silahsız yapamayız. Bunu bilmez mi İngiliz? Sen
bırak bunları şimdi, bak bakalım, nasıl bağlamışım kravatı?..
— Nereye gidiyorsunuz? Hadi
söyleyin... Aylık almaya degjl... Gözlerini kırpıştırdınız bir... Bir de
“getirdiği metirdiği” dediniz. Siz yalan söylerken böyle duraklarsınız...
— Halt etmişsin. Ben hiç
yalan söylemem! Bak bana... Bak diyorum! Teyzeme dersin ki, “Palto almaya
gitti” dersin... “Şimdi gelecek” dersin, “Sivil giyin demişsiniz, sözünüzü
tutmak için... ” dersin... Evet, en iyisi, şuradan Yahya Efendi’ye uğrar bir
palto uydururum...
— Donarsınız çarşıya inene
kadar. Hastalanırsınız!
— Bir şeycik olmaz. Fesi de
kalıplatırım. Ne kadarcık yer... Koşar adım gidersem terlerim bile...
— Durun öyleyse, bir boyun
atkısı bulayım size...
— İstemez!
— Durun diyorum... Söylerim
anneme yoksa... “Tehlikeli işlere girecek... ” derim, bırakmaz vallaha...
Odasına koştu, biraz sonra
kırmızı bir boyun atkısıyla döndü:
— Alın şunu... Sıkıca
sarın... Paltoyu ne renk düşündünüz?
— Elbisemiz lacivert
olduğuna göre, lacivert...
— Siz çok yaşayın e mi?
Lacivert elbiseye lacivert palto olur mu hiç?
— Neden olmazmış?
— Olmaz efendim! Ya kurşun!
alacaksınız, ya kahverengi...
— Kendinizi üşütün de ben
size sorarım! N’olur Cemil abi bırakın tabancanızı...
— Bu kız bugün tabancayla
bozdu. Bak yavrum, ben silahsız yapamam, sokağa pantolonsuz çıkmışım gibi
tedirgin olurum. Meselenin aslı bu... İşte emrinizi tuttuk, boyun atkısını
sıkıca sardık! Elini alışkanlıkla palaskasından geçirdi, güldü. Ne yakıştı
değil mi? Hanımlar dönüp dönüp bakarlarsa yürümemi şaşıracağım!
— işiniz gücünüz alay...
Atkıyı düzeltirken göğsünü Cemil’in koluna sürüyordu. Para aldınız mı
yanınıza...
— Dur yahu, iyi ki söyledin!
Palto için para ister. Getir şu benim hazineyi...
Cemil’in hazinesi Neriman’ın
dolabında duruyordu. Neriman küçük meşin torbayı getirip verdi. Cemil, avcunda
şöyle bir tarttı. Üç yüz altın epeyce ağırdı. İki yüzünü, Alman yüzbaşıyı dövüp
binbaşılığa yükselmesi geri kalınca Falkenhaym Paşa’dan gizli, Cemal Paşa
vermiş, geri kalanını çöllerde harcayamadığı için aylığından biriktirmişti.
Altının tanesi kağıt parayla
altı yüz kuruştu. Paltoyu kaça alacağını bilemediğinden kesesine yirmi altın
koydu.
Neriman torba elinde aşağıya
indi. Kapıda kolunu sıkıp fısıldadı:
— Üşütme kendini... Paltoyu
kalınca al... Geç kalma, olur mu?
Dışarısı gerçekten çok
soğuktu, rüzgârın savurduğu karlar keskin cam parçaları gibi insanın yüzünü
dağlıyordu.
Cemil ellerini pantolonunun
ceplerine soktu, “Kız, boyun atkısını vermeseydi, halimiz dumandı arkadaş. ”
diye güldü.
Hoca Yahya Efendi gündüzleri
pazar içinde, kendi malı olan hamamda bulunuyordu. Orada yoksa, yüzde yüz,
Muradiye’deki evindeydi.
Hamam kapısında
karşılaştılar. Cemil eline davrandı.
— Estağfurullah oğlum!
Kimsiniz? Tanıyamadım. Başım biraz yana eğmişti. Gür kaşlarını çatarak biliş
çıkarmaya çalışıyordu. Durun hele... Siz misiniz Cemil Bey?
— Benim Hoca Efendi!
— Bu kılıkta, birden
çıkaramadım! Buyrun! Haber bırakmasak geleceğiniz yoktu hiç...
— Özür dilerim. Sürüncemede
kalmış bazı işler var. Onları kovalıyorum.
— Burada mı oturalım,
kahvede mi?
— Siz bilirsiniz! İşiniz
varsa, rahatsız olmayın.
— Hiçbir işim yok! Biraz
görüşsek iyi olur! Cemil’i hamama soktu. Çekmecenin başına geçti, Yanına
oturtup çay söyledi. Gözleri yerde, kederle gülümseyerek konuştu. Ben, dil
alışkanlığıyla “Nasılsınız?” diyeceğim, siz de, “İyilik sağlık” diyeceksiniz.
Tam da “iyilik sağlık” denecek zamandayız. İlk görüşmemiz kısa sürdü. Dikkat
edemedim. Bakın bakayım! Arslan gibisiniz maşallah!.. Pembe yanaklı yüzünde
kısa kesilmiş çember sakalını okşuyordu. Çok boğuştunuz... Çok yoruldunuz.
Amansız bir çağa yetişmişiz. Çileler bir türlü dolmak bilmiyor. Yaralandığınızı
haber aldık, üzüldük. Tehlikeli olmadığını öğrenip sevindik. Bence kadınlar
ateş boylarındaki erkeklerden daha çok çile çektiler. Erkeksiz bir evi çekip
çevirmek zor... Bir çocukla iki kadın... Geçim derdini saymıyorum. Allaha şükür
Selimanım, kimsenin eline bakmıyor. Ama gene de kolay değil... Hiç kolay değil!
Çırağın uzattığı çay fincanını alıp Cemil’in önüne koydu. Selimanım’a sormuştum
geçen gün... Bir şeyler tasarladınız mı? Askerliği bırakanlar çok... Birkaç
parça arsa, bir iki dükkân kalmıştı, değil mi, rahmetli annenizden?.. Ne
düşünüyorsunuz?
— Bilmem ki efendim...
Şimdilik, ne yapmalı, bilmem ki?
— Düşünmek gerek... İşler
düzeleceğe benzemez. Düşünmeli, ne yapacağını kestirip hemen bir baltaya sap
olmalı...
— Doğru ama bizim rütbemiz
küçük... Ayrılmamız keyfimize bırakılmamıştır. Hadi ayrıldık diyelim, ne iş
tutabiliriz? Ben top atmaktan başka bir şey bilmem! Güldü. Bakın, bunu
herkesten iyi becerebileceğime inanabilirsiniz!
— Anlaşılıyor, şimdilik
ordudan ayrılmayacaksınız... Gelelim öteki meseleye... Hanımlar düşünmüş...
Şimdiki gençler kendi göbeklerini kendileri kesiyorlar ama, sizi bunlardan
saymamışlar.
— Sağ olsunlar... Buyrun!
Nedir?
— Demek istediğim... Neriman
Hanım kızımız, bunca yıldır evlenmedi. İsteyenler çok oldu ama, nedense,
hepsini geri çevirdi. Şimdi siz, çok şükür sağ esen geldiniz, Neriman Hanım
yabancınız değil...
Yahya Hoca çayını
karıştırmaya dalmış gibi görünerek Cemil’in düşünmesine meydan bırakmak istedi.
Cemil, “Böyle sıralarda, güvey adayları, utanmışlığa vurmak zorundadır” diye
geçirdi içinden, utangaç utangaç gülümsemeye çalıştı.
— Bence evlenme, yıldız
barışıklığı işidir. Zora hiç gelmez. İnsanlar birbirlerini kardeş gibi severler
de, bakarsınız evliliği yürütemezler. Biz karı koca, sizin yürüteceğinize
güveniyoruz! Böyle dike dik konuşmamı baba dostluğuna verin! Hemen karşılık
istemiyorum. Düşünürsünüz...
— Sağ olun efendim...
Hayriye Hanım teyzeme çok teşekkür ederim. Çok duygulandım. Bence düşünecek bir
şey yok... Bana
kalsa, çok sevinirim...
Demek istiyorum ki... Neriman bilmem ki ne der?
— Siz “evet” diyorsanız,
Neriman’ın ne dediğini anlamak kolay... Kızımızı size övecek değilim. Ben bugün
söylerim. Bizimki, Selimanım’la görüşür. Hazırlanırlar.
— Enver’i düşünmeli...
İçlenmesin...
— Orası sizin tutumunuza
bağlı... Çocuklar çabuk avunur. Yabancısı değilsiniz... Kaldı ki, yedi yaşında
bir çocuğu düşünerek bu kadar hayırlı bir işi geciktirmek, akla uymaz.
Hoca evlenme sözünü değiştirir
değiştirmez Cemil palto işini açtı. Yahya Hoca, hazır elbise satan bir ahbabını
çağırmak için yolladığı çırakla fesi de kalıpçıya gönderdi.
2
Kanun erleri, çarşaflı bir
kadını sorguya çekmek için kalem odasına toplandıklarından, Koska’daki Hasanpaşa
Karakolu, Yüzbaşı Arap Maksut’un her zaman dediği gibi, “Dingonun ahırına”
dönmüş, “kime baktın” diyen olmadığından, Cemil, makam odasına dayanmıştı.
içerden sesler geliyordu. Açıp girmeyi uygun bulmadı. Önce edeple tıklattı,
duyuramayınca daha kuvvetle vurdu.
— Dur Apostol can... Herif
sıkışmış... Kapıyı kıracak... İyi ya, buranın kenef olduğunu nasıl bildi?
GeeelllL Gel dedim, kulağından başlarım haaaa!..
Cemil, “Şu Arapoğlu’na oyun
oynayayım” diye boyun atkısıyla yüzünün yarısını iyice kapatarak girdi. Yüzbaşı
Arap Maksut, karşısında bir başıbozuk görünce kükredi:
— Kimsin? Necisin? Buraya
nasıl girdin?.. Nöbetçi yok mu dışarda?.. Buyur bakalım kirye Apostol... Al
bakalım... Allah göstermesin, ırzına geçmekte olsaydım, basılsındı yavrum...
Yerde sen, gökte Meryem anamız tanık, “Kimseyi bırakmayın” dediğime... Ben
buraya boşuna mı Dingonun ahırı demekteyim? Burası karakol değil, Sidikli’nin
kerhanesi... Ben şimdi alsam elime öküz sinirini, çalsam şu ayılara... Yan
gözle Cemil’e bakıp gene Apostol’a döndü. Madem girdin... Derdin ne? Gevezelik
istemem. Kısa... Kısadan da kısa... Cemil’in dönüp askılara doğru yürüdüğünü,
orada, üstündeki karları silkeleyerek soyunmaya hazırlandığını görünce, bir an
şaştı, sonra top gibi gürledi. Dur herif soyunma!.. Babam çıksa mezardan bugün
laf dinlemem... Soyunma... Hay Allah belasını versin, soyunuyor yahu!.. Soyundu
bile... Tamam! Sağıra çattık Apostol can... Yetişsene pezevenk... Şunun
kabasına iki baston yapıştırsana... Paltosunu asıp dönen adamın Cehennem Topçu
olduğunu görünce gerçekten şaşa. Vay!.. Vay yahu!.. Vay bu bizim bacanak...
Vallah billah tanıyamadım! Kırk yılık başıbozuk halt etsin! Seni bu kılıkta Von
Kres Paşa tanıyamaz, topçu atış okulunda bin kişiyi aklına yazıp beş yıl sonra,
adlı adınca çağıran Von Kres keferesi bile apışır. Doğrusunu ister misin?
Gebeşe dönmüşsün Cehennem!.. Cehennemlikten çıkmışsın da, düpepedüz cennetlik
olmuşsun, yazık!.. Geç şöyle... Otur!.. Tuh, Allah belanı versin kahpe felek,
ettin mi bize edeceğini!.. Ulan kamburuna tükürdüğümün feleği... Kayserili’nin
eşeğine çevirdin hepimizi namussuz. Bu böyle olursa ben kimbilir nasıl olurum?
Otur geç... Karşımda sallanma sırıtarak, kızıyorum! İşte sana geçenlerde lafını
ettiğim Apostol bey... Sen de gözünü iyi aç kirye Apostol, karşısındaki, adıyla
sanıyla Cehhenem yüzbaşı Topçu Cemil’dir. On buçukluk Bofors’la pireyi gözünden
vurur ki, kafasını az biraz zedelerse para almaz! Ne fayda! Gazze’de pireyi
gözünden vurmaya çabalarken, İngiliz sağ kanattan sıyrılıp şaşırtma baskınıyla
Kudüs’ü aldı. Bunların başlarındaki Alman paşası gecelik entarisini savurarak
savuşabildi de büsbütün maskara olmaktan kurtuldu, güç ile...
Cemil elini kaldırdı:
— Yetti mi Arapoğlu!
İstanbul’da serseri kovalaya kovalaya Meddah Sururi kesilmişsin, aferin!.. Sen
bu kadar patırtıyı, çay ısmarlamamak için yapıyorsun ama, boşuna...
— Çay kolay!..
Masada duran kubbe biçimi
zile birkaç kere vurdu:
— Geeelll! Biraz bekledi,
vurdu. Geeelll!. Üst üste vurdu. Gel dedim, namussuzlar! Ulan “gel” diye
bağırmaktan boğazımda tükürük kalmadı. Telaşla içeri giren kanun erine gürledi.
Nerdesiniz teresler? İngiliz’e esir mi gittiniz? Nerdesiniz ha? Sabahtan beri
zil dövüyorum Büyük Şamran gibi... Yoksa Fındık Cevriye’nin sorgusunu
derinletirdiniz mi, güpegündüz, kalem odasında?.. Topla suratını! Ödev üstüne
sırıtanı n’aparım ben? Çay! Çay dedim, daha duruyor! Çık, bitiyorsun! Dur ulan
nereye?
Apostol kalktı:
— Ben gideyim Maksut Bey...
— Nereye? Çay söyledik ya...
Hele çayı iç... Simit yemeden gitmek yoktur burada...
Pencereyi açıp karşıdaki Hasan
Paşa fırınına seslendi:
— Oğlum Dursun... Dursun
dedim kulağına dürttüğüm...
— Buyur yüzbaşım!
— Simit gönder.
— Kaç tane?
— On...
— Kaçı susamlı?
— Altısı...
— Başka?..
— Ne başkası ayı!
— Lokma...
— Geberirsin de, senin
lokmanı yerim inşallah...
— İnşallah yüzbaşım...
Kurturulurm... Ne demişler?.. Ne Şam’ın şekeri...
— Höst pezevenk, Allah
belanı versin! Seni vaktiyken asker kaçağı diye tutmadık da halt ettik...
Sakalı kazıtıp seni ben çöle sürmeliydim ki, Şam’da başına gelecekleri
görmeliydin!.. Penceyi kapatıp oturdu. Bu Apostol’u görmedindi değil mi
Cehennem? Yazık... Bunu görmeyen “yaşadım” diyemez bu kavanoz dipli dünyada...
Bunun gibi pezevengi Fehim Paşa bulaydı, tombul gövdesini Bursalılara
parçalatmazdı. Ayrıca Sultan Hamit’ten aldığı pezevenklik bahşişiyle karun
kesilirdi.
—Etme Maksut Bey... Yüzbaşım
gerçek sanır...
— Vay gerçek değil mi?.. Ne
var? Kodoşluğu bıraktın da Atina’ya belediye reisi mi oldun?
— Apostol, küçük bir çocuk
gibi utangaç gülümsedi. Çok uzun boylu, kıranta bir adamdı. Sırtı kambur
denecek kadar bükülmüştü. Üstü başı tertemizdi. Eski Babıali efendilerinin uzun
setresini giymiş, boynuna mika yakalık, lastikle tutturulur kravat takmıştı.
İki eliyle gümüş tepelikli abanoz bastonuna dayanıp otururken Osmanlıların
Tanzimat’tan sonra yetiştirdikleri Hıristiyan büyükelçilere benziyordu. Çayı
karıştırması, simidi kırıp ağzına götürmesi gerçekten kibardı.
Arap Maksut ağzı simit dolu
konuştu:
— Bu bizim Kara Cehennem’in
ömrü dağda bayırda, çölde ormanda geçmiştir, kirye Apostol... Bunu biz, adama
alıştıralım ağır ağır... Bunun damarları su çimentosu gibi katılaşmıştır.
Yumuşatalım biz bunu azıcık... Bir gece iki piliç salalım şunun üstüne...
Alsınlar beriye, didiklesinler az biraz, ovalayaraktan yumuşatsınlar bunu...
Cehennemdir herif, ateşini indirsinler ufacıktan ufacıktan... Nasırlarını
kazısınlar... .
— Arapoğlu edepsizlendi ki,
vurdun utanmazlığa iyice...
— Neden yavrum? Körpecik
kızları, senin gibi cehenneme attığından, bu Apostol yanıp yakılmıyor da...
Apostol kalkınca canı sıkılmış gibi suratını astı. Nereye yahu?.. Bu simitler
ne olacak peki?
— Gideyim Maksut Bey... Daha
çok simit yeriz Allah ömür verirse... Gideyim, vakittir.
— Sen bilirsin... Karıyı
bul... “Şakası yok bu işin, dedi. ” dersin... “Göreyim onu, dedi” dersin! Öyle
çarşaflanmak ki... Bunca yıllık maması Katina, bunca yıllık pezevengi Apostol
kirye, bunca yıllık dostu Çakır Yani tanıyamamak... Damat Ferit görünce, “Bizim
yalının kaltaklarından ama, hangisi?” diye apışmalı... Hadi göreyim seni...
Hadi dedim kavat... Karşımda neden kasılmaktasın, patrikhane kavasları gibi...
Yıkıl!..
Apostol, Cemil’i, olgun
Osmanlı temennasıyla selamlayıp çıktı.
Adam çıkar çıkmaz, Yüzbaşı
Arap Maksut, yüzünde bir maske varmış da, onu çekip almış gibi değişti.
— Bir çuval inciri berbat
ettik Cehennem... Berbat ettik ki yüzümüze gözümüze bulaştırmacasına...
Cemil kapıya bakıp sesini
alçalttı:
— N’oldu? Yakalandı mı,
sakın Patriyot?..
— Tamam! Bir o eksikti.
Cigara yaktı. Hayır, tehlike yok Patriyot için, daha...
— Daha ne demek?
— Yok bir şey... Yok daha...
Ben, Reşit Bey meselesini söylüyorum...
Cemil, Arapoğlu’nun lafı
değiştirdiğini, asıl söylemek istediğini söylemediğini anladı. Nasıl olsa
dayanamayıp açılacağını bildiğinden üstelemedi.
— Durduğun yerde başın
belaya girecekti. Vuruşmak zorunda kalacaktın! Sen bizdeki hesapsızlığın
sınırsızlığına bak... Reşit Bey ölene kadar, vallah, biz bu kapışmayı oyun
saydık! İşin bu kadar çetin dönemece dayandığını ancak bugün anlayabildik,
herif cavlağı çekince...
Enini boyunu iyice
düşünmediniz mi adamı kaçırma?.. Benim bildiğim Patriyot... Kılı kırk yarar.
Ustasıdır da bu işlerin...
— Ustalık araçla olur
Cehennem... Yamandı Patriyot’un planı… Milim aksamadı. Bekirağa Bölüğünde
yıkanma yerleri yok...
. ‘Vezneciler Hamamı’na
gönderiyorlar tutukluları... Reşit Bey o '' gün, öğleden sonra çıkacaktı.
Otomobil, Harbiye Nezareti’nin Vezneciler kapısının biraz ilerisinde
bekliyordu. Muhafızları baskınla şaşırtıp adamı arabaya atacaklardı. Saklanacak
ev Kadırga’da... Reşit Bey’i otomobile alınca, Vefa’dan dolaşıp Kumkapı’ya inen
yokuşun başında bıraktılar... Beş gün kaldı orada...
— Neden değiştirdiniz?
— Saklayan herif bozuldu
yavaş yavaş. Korktu, durup dururken... Evet, bakarsan, görünürde hiçbir sebep
yok... Beşinci gün, başlamış of çekmeye... Belki kadınlar korkmuşlardır da
sıkıştırmaya girişmişlerdir kılıbık pezevengi... Bir sabah evden çıkıyor, biraz
sonra bitik dönüyor... “Bakkal yolumu çevirdi ‘Sizde bir misafir mi var?’ diye
sordu. ” demiş... Yalan ama, bakkal gerçekten sorsa ancak o kadar korkabilirmiş
yüreksiz... Arap Maksut çaresizlikle omuzlarını silkti. Tükeniyor insanlar bir
yerde, bacanak... Elini simit parçasına uzattı, ayıp bir şey yapmış gibi hemen
çekti. Teres dedim ama... İlk günü gerçekten sevinmiş fukara... Çünkü Reşit
Bey’in çok iyiliğini görmüş vaktiyle... “Ömrünün en büyük mutluluğunu verdiniz,
buraya gelmekle bana velinimet. ” diye elini öpermiş ikide bir... Kim bilir ne
kadar zorluk çekmiştir bakkal, yalanını söylerken...
— Sanmam... Gerçekten
korktuysa niçin zor gelsin...
— Evet... Gerçekten korkması
da haklı... On iki güne varmadan kaçıranların üçü yakalandı, kaçan da kendini
öldürtmek zorunda kaldı. Poliste mi marifet? Hayır! Herkes birbirini ele
veriyor. Kaçırırken yakalanacaklardı az kalsın... Herkes tanıklığa koştu. Çoğu da
sarıklı... Çünkü Medresetülkuzat’ın önünde oldu kaçırma... Çırpınmalarını
görseydin, namussuzların, kaçan babalarını öldürmüş sanırdın!.. Hele bir Laz
Hoca vardı, sıska, tıknefes, gözleri çipil... Ağzından salyalar saçarak
yırtınıyordu hergele. “Boz tomofıiiil... Biri şapkalı dört İttihatçı gâvuru...
” diye tepiniyor ki, nerdeyse tıkanıp geberecek... Patriyot anlattı, sen, ben o
kadar doğru canlandıranlayız gözlerde... Biri Neyir Bey’in kolundaki pardesüyü,
astarının söküğüne kadar söyledi. Hatta, pardesünün altında büyük bir tabanca
olabileceğini bile ileri sürdü. Ne kadar düşmanımız varmış bacanak... Burada
bir iki saat otursan aklın durur... Her sokağında insan avı var bu temeline
tükürdüğüm İstanbul şehrinin, bugün... Her pencerede, bir insan avcısı pusuya
yatmış. . Kedilerin kuşa sokulurken çeneleri atar ya... Hepsi öyle... Ne büyük
suçmuş hürriyet getirmek... Başından beri bize düşman olanlara kızmıyorum. Dost
bildiklerimiz onları geçti çoktan. . Babam rahmetli, bir beyit okurdu: “Dostlar
yağmaya koyulmakta düşmanlara parmak ısırtır / Tanrı bir yerde çöküş belirtisi
göstermesin... " İşte o hesap... Bunların çoğu, ağzı köpüklü İttihatçıydı.
Cemiyet adına rezillik bırakmaz yaparlardı, dur, otur bilmezlerdi. Şimdi çoğu
şantajla geçiniyor... Bekirağa Bölüğü’nde yalnız politika tutukluları yok...
Yetmiş iki buçuk millet yığılmış... Bir kapıdan atıyorlar içeri, biraz sızdırıp
ötekinden salıveriyorlar. İftiranın, şantajın sökmesi bundan...
— Ne kadar politika zanlısı
var Bekirağa’da?
— Ay başında getirilenlerle
doksan üçü buldu, kodamanların sayısı... Ermeni kırımı işinden Harp Divanı’nda
ayrıca yüz otuz kişi var. Bugün ilk dava başlıyor. Boğazlayan kaymakamı
Kemal’le iki arkadaşı yargılanacak... Asarlar, diye korkuyorum.
— Yok canım!..
Bu gidişle hiç belli olmaz.
Dedim ya, bugüne kadar, ben alaya alıyordum. İçerdekiler de pek
umursamıyorlardı. Muhafız Bölüğündeki teğmen arkadaş anlattı, Reşit Bey’in
kendini vurduğu duyulunca ayakları suya ermiş hepsinin...
— Reşit Bey gerçekten suçlu
muydu? “Asarlar nasıl olsa” di' ye mi öldürdü kendini?
— Bilmem... Bunu pek
kondurmadıysa bile, kendisini, kardışındakilerin yerine koymuştur. “Böyle bir
ilmek elime geçse, ben asardım herifleri... ” diye düşünmüştür belki... “Kişiyi
nasıl şiirsin, kendin gibi” hesabı...
Telefon çaldı. Arap Maksut
açtı:
— Alo... Alo dedim... Yüksek
söyle herif, duyamıyorum... Kim? Hangi Apostol... Ulan kodoş Apostol desene...
Yiğit namıyla anılmaz mı teres... Yola çıkardın mı karıyı? Neee! Ulan ne demek,
olmaz... Ya ben... Ya ben o kahpeyi... Ağlıyor mu?.. Faydasız... Nasıl
barınacakmış buralarda, peki? Kim alabilirmiş elimden?.. Bırak ağlamayı,
sızlamayı, kim alacak diyorum pezevenk?.. Çarşaflanıp kendini Fransız
subaylarına saraylı kalfa diye nasıl yutturacak bundan böyle?.. Vay Margarit
vay!.. Koynumda dişi yılan beslemişim... Alacağı olsun!.. O kadar... Ellerimi
değil ya ayaklarımı öpse boş... Kes... Ulan ne geveze herif... Bana çarşaflı
bir karı lazım, yarım saate kadar... Afro mu? Tamam... At arabaya... Sal
gelsin... O da mı olmazlandı? Korkuyorlar mı bunlar?.. İngiliz’den, Fransız’dan
korkuyorlar da... Ya... ben?.. Ulan, ben öldüm mü diyorum?.. Tü Allah belanızı
versin!.. Yıkıl... Ulan ben seni ne yapacağım ki, gelmeye kalkıyorsun... Gözüme
görünme sakın, görünme hiç... Bak bakalım, boynuzlarını kırıp orana sokmuyor
muyum! Tü Allah belanı versin! Pezevenkliği de yüzüne gözüne bulaştırdın. Pis
ettin canım zanaatı... Yıkıl!
Telefonu hırsla kapattı,
Cemil’e döndü. Gerçekten şaşırmıştı:
— Karı gelmezlenmiş...
Gebereceğime inanırdım da...
— Karıyı ne yapacaktın bu
ana baba gününde, rezil Arap?
Yüzbaşı Arap Maksut döndü,
sanki söz anlarmış gibi telefon makinasına dert yandı:
— Gelmedi Margarit karı...
Evet, ölmüşüz çoktan biz... Ölmüşüz de farkında değiliz. . Aferin orospu! Kara
suratıma vur ki, aklım başıma gele!..
Arap Maksut, Cemil’e
dönerken telefon gene çaldı. Maksut elini uzatırken bir şeyden ürkmüş gibiydi,
tuttuğu dinleyici hemen kaldırmadı. Kara suratındaki asıklık yavaş yavaş
dağılıyor, yerini kanun subayı kasıntısı alıyordu. Keyifle gülerek Cemil’e göz
kırptı:
— Karı düşündü bacanak...
Öfkemin karşısında taban tutturamadı, ayakta pes etti. Vay kahpe vay!.. Ulan
biz kimiz... Dinleyici büsbütün kasılarak kaldırdı. Alo... Ben Arapoğlu... Kim?
Sesini alamıyorum namussuz! Çingene Feyzi mi? Adın batsın teres! Suratı asıldı.
Ne toplantısı... Bu gece?.. Olmaz yavrum! Başlarım Arap Mehmet’in
zurnasından... Olmaz... Olmaz, dedim. Evet, işim var! Körpe... Ev pilici... Gün
görmemiş... Ballandırdın ki... Lafa yekun çek... Olmaz! Neden geçmezmiş ele?..
Bulunmaz Hint kumaşı değil ya!.. İmkansız... Höst, yırtarım kara ağzını senin
cartadak... Avradın olacak kahpeye sormadan bizim bel gücümüze dil uzatma!..
Yarın geceye biralım biz bu işi Feyzi can... Yarın gece... Telefonu kapattı.
Cemil’e bakmadan konuştu. Karı sandım da umutlandım. Vay canına!.. Tuuu... Kan
arıyoruz sabahtan beri... Çingene Feyzi telefon ediyor. Akıl edip kan
istemiyorum! Hayır, şu dünyada benden alık herif kalmamıştır bacanak...
— Karıyı ne yapacaksın?
Niçin “sivil gelsin” diye bana haber din? Niçin “sivil gelsin” diye bana haber
yolladın? Neden anı alsın yanına” dedin?..
Evet... Hele bir cigara yak
ki...
— Bırak cigarayı... Neden
diyorum? Ne var?
— Bacanak, bana kalsa... Ben
seni bu işe hiç karıştırmazdım ya...
Cemil gözlerini kıstı:
— “Korkar” diye mi? Sesi
birden değişmişti. Yoksa, “Yüzüne gözüne bulaştırır” diye mi?
— Halt etmişsin...
Karıştırmazdım. Çünkü, herifi kaçırırken sana danışmadık...
— Delirdin mi alık Arap?..
— Danışmadık, evet... Arap
Maksut denilen hayvanla Patriyot denilen eşek, kendilerine güvendiler. Kuş
kadar akıllarıyla için üstesinden geliriz sandılar. Sen bana alık dersin
eskiden beri... Ben, avanağın biriyim ama, bu işlerin yasasını bilirim.
Tehlikeyi isteyerek göğüslemek başkadır, habersizden durup dururken belaya
girmek başka... Sabahtan beri aklım başımda yok benim... “Ya eve girinceye
kadar bekleselerdi” diyorum kendi kendime... “Vermezdi adamı, bizim Cehennem,
dövüşürdü geberene kadar... ” diyorum. Bir kere dövüşe girdin mi, geri basmayı
beceremezsin... Suç Patriyot rezilinde hep... Biraz düşünüp içini çekti.
Doğrusun bacanak, biz, şehir oğlanı, kaldırım kabadayısı olmuşuz da farkında
değiliz, itle kopukla elleşirken şaşırmışız iyicene...
— Kızıyorum ama. .
Başlayacak mısın şunun aslını söylemeye adam gibi, yoksa başlayayım mı
gelmişinden geçmişinden...
Arap Maksut gülmeye
çalışarak başını salladı:
— Patriyot’un saklandığı
yeri bastılar bu sabah... Ne haber?
— Hay Allah kahretsin!
Yakalandı mı?..
— Hayır!
— Haberi yok muydu bana
gönderdiğin teğmenin?..
— Vardı ama, “söyleme”
dedim. Canın sıkılmasın, diye...
— Söylemeyecektin de beni
buraya neden çağırdın? “Silahı alsın ütüne” deyince ben sezinlemez miyim işin
sarpa sardığını?..
— Daha umudum vardı, bir
şeyler yapacağıma... “Bir karı bulurum kolayca” dedimdi.
— Karı ne olacak?
— Herifi karı olmadan
çıkaramıyoruz!
— Anlamadım.
— Bir karı girecek içeri...
Evin alt katında kadın terzisi oturuyor. Bir kadın girecek çarşaflı... Peçesi
örtük... Patriyot kocakarı kılığında çıkacak, beraber... Gözcü varsa yüzlerine
bakmak isteyecek... Beraber giden arkadaş: “Vay benim karının peçesine el atmak
haa... ” diye yavuzlanınca kocakarı savuşacak...
— Senin mi bu akıl?
— Benim... N’olmuş?
— Hiç... Parlak da çok...
Hadi karı bulundu diyelim, arkadaş kim?
— Arkadaş kolay... Pek
tanınmamış birini bulup salacağım!
— Sonra?..
— Ne sonrası?
— Oradan çıkacak da nereye
gidecek?
— Kasımpaşa’ya haber
gönderdim. Bir yer bulur elbette bizim hapçıbaşı?
— Kim?
— Kasımpaşa’da Turan
Eczanesi sahibi Vasıf... Tulumbacı reisinden de araba istedim.
— Hâlâ mı tulumbacı
reisleri?.. Allah belanızı versin!
— Bildiğin tulumbacı
reislerinden değil canım... Ben şaka etmek için öyle diyorum. Deniz itfaiye
taburunda Yüzbaşı İsmail Hakkı... Tanırsın!
— Hayır, tanımam...
— İyidir İsmail Hakkı
Ayvansaray? İstesem bir araba değil, burun bütün arabalarını verir! Arap
Maksut, korkulu düş gören küçük çocuk gibi ürpererek içini çekti. Böyle diyorum
a, babama güvenim kalmadı bacanak!.. Açıkçası, ben bunaltı arkadaş...
Tramvay birden fren yapıp
rayları tenekeyle cam çizer gibi öttürdü. Arap Maksut bu sesten faydalanarak
pencereye dönüp gözlerini kaçırdı.
Patriyot’un saklandığı yeri
değiştirmekte işe yarar bir arkadaş bulamadığı için iyice bunaldığı belliydi.
Geleli on beş günü buladan Cemil’in başını belaya sokmak istemiyor, bu yüzden
bir türlü açılamıyordu.
Cemil anlamazdan gelmeyi
biraz daha uzatmaya karar verdi. Bir şeyler tasarlayarak daldı.
Oda soğumuştu, sırtından bir
titreme geçti. Arap Maksut da üşümüş olmalı ki zili çaldı. Sac sobaya odun
atılmasını emretti.
Cemil, sanki aradığını bulmaya yardımcı
olabilirmiş gibi, saatine baktı.
— Şart mı bugün çıkarmak?..
— Bugün şart değil ama...
Bak, ne düşündüm: Cephede hücuma kalkınca gülle çukurundan gülle çukuruna
atlanır ya, “Aynı çukura çokluk gülle düşmez” diye... Ev bugün basıldı.
Patriyot bitişik eve geçip kurtardı yakayı..
— Neden şüphelenmişler?
— Bana kalsa, ya oraya
saklandığını bilen biri haber verdi, ya da, biri evdekilere kötülük etmek için
uydurdu. Boş atıp dolu tuttu. Bastılar, bulamadılar... Başka yerleri
arıyorlardır şimdi...
“Bulamazlarsa burayı yeniden
göz hapsine alırlar” diyorum. Elimizi tez tutup aşıralım herifi” diyorum.
— Doğru...
Cemil, eskiden tanıdığı
kadınların arasında bu işi becerebilecek birini arayarak daldı. Kapının
vurulduğunu duymadı, Teğmen Faruk’un sesiyle döndü:
— Merhaba teğmen...
— Sağ olun yüzbaşım...
Arap Maksut atıldı:
— Bırakın şimdi selamı
sabahı... Oldu mu?
— Araba hazır... Patriyot
Ömer Bey sağ, esen çıkarılırsa, İsmail Hakkı Bey’in evinde kıyafet
değiştirebilecek...
— Yer?
— Yok.
— İki günlüğüne... Bir
günlüğüne?..
— Yok... Eczacı Bey, çok
uğraştı, bulamadı. Kasımpaşa’yı biliyorsunuz. Evler burun buruna... Hepsi de
küçük... . Tahta... Öksürsen duyulur. Her evde, beş altı çocuk var. Çocukların
ağzını arıyorlar. Daha kötüsü, baskın maskın olursa atlayıp savuşmak zor...
Hele çarpışmak imkansız...
Cemil, bir teğmene, bir Arap
Maksut’a baktı. Şaşkınlıkla, utançla, kederle gülümsüyorlardı.
Pencereye döndü. Simitçi
fırınından bir çarşaflı kadın çıkıyordu. “Teyzemi, bir yalan uydurup yanıma
alsam... Herifler bizi çevirseler... Peçesine el atsalar... Şemsiyeyi
kafalarına vurmaya başlasa... ”
— Neye güldün bacanak?..
Rezilliğimize mi?
— Yok... Düşünüyorum. Sadık
Eyüpsultan vardı bizim... Nerelerde?
— Burada... N’olmuş
Sadık’a?..
— Onun evi bostanların arasındadır,
aklımda yanlış kalmadıysa...
— Reşit Bey için başvurdum.
Olmuyor.
—Osman Kadırga...
— Olmuyor.
— Zekeriya Aksaray...
— Olmuyor.
— Başvurdun... Olmaz mı
dediler?
— Demediler ama... Dediler
sayılır... Kimi kaynanasının gevezeliğinden yandı yakıldı, kimi baldızının
kendisini sevmediğinden... tCemil, bir cigara yaktı. Yavaş yavaş döndü.
— Dur... Bulacağım galiba
bizimkini saklayacak birini...
— Sanmam... Aklına
gelenlerin hepsinden, Allahın izniyle,
boyumuzun ölçüsünü almışızdır bacanak...
— Doktor Münir Bey vardı,
hatırladın mı? Manastır’da... , Harp Okulu’na gelmişti.
— Kısa boylu... Zayıf...
— Çıkaramadım... Nerdeydi
savaş sırası?..
— Dolaştı epeyce...
Sarıkamış’ı gördü. Irak’ta bulundu galiba bir aralık... Yedinci Ordu’ya geldi
918’de Şam’da, Deniz Hastanesi’nde ben yatarken...
— Bilemedim. N’olmuş?
— Bileceksin! İlk
İttihatçılardan... 31 Mart’tan önce bıraktı cemiyeti... .
— Bıraktı mı? Bıraktı da
neden lafını edersin pisin...
— Pis mi? Daha hiçbir şey kaybolmamışken, “Siz bu
memleketi batıracaksınız bu gidişle... ” dediği için mi pis?.
— O kadarına aklım ermez...
N’olacak bu herif?..
— Saklar Patriyot’u...
— Cemiyeti bırakıp
muhalefete geçen kerata... Bugün fırıl fırıl aranan Patriyot gibi herifi
sakalayak! Sen bana alık diyorsun ama, çölde dolaşa dolaşa akim kurumuş senin,
bacanak...
— Saklar, eğer evinin durumu
uygunsa hiç bakmaz. Fazladan İttihatçı düşmanı sayıldığı için, hiç kimse de
şüphelenmez...
— Bre bacanak!.. Deminden
beri saydığın adlara bak...
— Ad işi değil bu Maksut
Arap, akıl işi... Münir Bey buradaysa... Evi uygunsa... Saklanma yerini bulduk
say... Gerisine karışma...
— Nerde oturur bu senin
doktor beyin?..
— Erenköy taraflarında...
— Cehennemin dibi olmasa,
giderdim seninle... Kapıyı suratına nasıl çarpacağını görürdüm de gülerdim...
— Cehennemin dibi mibi
geleceksin benimle Maksut Bey... Hemen yola çıkacağız ki, Patriyot’u
çıkarabilelim bugün...
— Doktor, “Evet” diyecek
de...
— Evet...
— Dedi, diyelim... Hani
karı?
— Hele doktor peki desin...
Kan kolay... Bunca savaştan sonra, kan kıtlığı var, diyorsan, o başka... Hadi
uzatma, Arapoğlu, şurdan bir araba çağırt da vakit geçirmeden gidelim!
Arap Maksut zili çalmak için
yumruğunu kaldırmışken öylece durdu:
— Benim gitmemi geç bir
kalem... Bir koyundan iki post çıkmaz, bu bir... İkincisi, işim başımdan
aşkın... Kağıtlar yığıldı ki...
— Başlarım defterinden
kağıdından... Sen gelmeyince olur mu? Ya ben Patriyot’tan ayrılmak zorunda
kalırsam... Evi öğreneceksin ki kötüsü gelirse herifi alıp götüresin!.. Adresi
bilmiyorum ki yazayım! Bi kere gittim iki yıl önce... Bakalım bulabilecek
miyim!
Arap Maksut gözleriyle
ağzını alabildiğine açtı:
„ — Gerçek! Öyle ya... Ulan
kahpe felek, Allah belanı versin! tin mi bize edeceğini!.. Zili yumruklamaya
başladı. Gelll! “gel” dedim heyyy!.. Faruk’la Cemil’e şaşkın şaşkın baktı.
Buyur bakalım, ara ki bulasın bu eşşoğlu eşşekleri... Zili yumrukladı. Ula
dedim... İçeri giren kanun erine parmağını salladı. Nerdesiniz haaa?.. Yumruğum
koptu, kafası kopasıca teres!.. Daha duruyor!.. Bir araba... Atları güçlü olmamalı
ki, bak bakalım, birini çözüp seni koşmuyor muyum! Çık yıkıl... Çııık! Neye
gülüyorsun Cehennem Yüzbaşı? Bu ayıları çekip çevirmek kamasız topla ateş
etmekten daha çetin, arkadaş!..
— Ona gülmedim.
— Ya?
— “Tarih tekrarlanır” diye
bir laf ederler ya... Doğruymuş.
— Nereden bildin?
— Bir arkadaşı karı
kılığında bu benim ikinci kaçırışım.
— Yok canım! Kimi kaçırdın
bundan önce?
Arap Maksut, bunu hiç merak
etmeden, dalgın sormuştu.
Cemil de gönülsüz karşıladı:
— Şemsi Paşa’yı vuran
Atıf’ı... Sinirli sinirli güldü. Biri çıksaydı da, “Hürriyet’ten sonra sen bu
işi bir daha yapacaksın” deseydin, terslerdim herifi...
Teğmen Faruk yüzüne merakla
bakıyor, lafın sonunu bekliyordu.
Cemil bir cigara yaktı.
İçinde bulundukları durumda hikâyeyi uzatmak eski bir işle övünmek gibi ayıp
gelmişti birden...
Arapoğlu alt dudağını
dişleyerek bıyıklarını çekiştiriyordu.
Teğmen Faruk çekinerek
sordu:
— Atıf Bey’i, kadın
kılığında mı çıkarmıştınız Manastır’dan yüzbaşım?
— Evet!
— Gece mi?
— Hayır!
— Gece daha iyi değil miydi?
— Gece vakti, Manastır’da,
kadınlar sokağa çıkmazlardı o zamanlar hemen hemen hiç...
Faruk merakla gözlerini
kırpıştırarak bekledi, sessizlik uzayınca gülümsemeye çalıştı:
— Duyduğumuza göre
yaralanmış Atıf Bey, öyle mi?
— Evet!
— Nasıl yaralandı? Yaralanmışken
nasıl oldu da yakalanmadı demek istiyorum!
Cemil önce isteksiz, sonra
hikâyeye kendisini gittikçe kaptırarak anlattı:
— Atıf silahını
ateşleyince... Her yandan silahlar atılmaya başladı. Şemsi Paşa yıkıldı. Atıf
bir an katıldı kaldı. Ben bulunduğum pencerede, “Hadisene... Atla be herif!”
diye dokuz doğuruyorum. Aklı başına gelince kendisini bir yoklamış... Bakmış
ki, yaralı maralı değil... Birden sıçramış... Araba atlarının karnı altından
geçip şaşırtma vererek yan sokaklardan birine daldı. İki büklüm koşuyordu.
Baktım, paşanın koruyucularından biri filintayı doğrultmuş ateş etmek üzere...
Bir an, “Kafasına bir kurşun salayım” dedim, sonra vazgeçip kabasından
zımbaladım. Sopayla vurulmuş gibi dizi üstüne çökerken tetiğe basabildi.
Baktım, Atıf koşuyor. Soluğum genişledi. Meğer yaralandığım daha fark etmemiş
bizimki... O kargaşalıkta, kaçan bir adamı vurmak ne demek? Hele kurşunu kıçına
yedikten sonra... Şemsi Paşa’nın Arnavut koruyucularındaki keskin atıcılığa bak
da, Atıf’ın başardığı işin çetinliğini anla! Kurşun baldırını delip geçmiş,
damara filan değmemiş... Ama kan izini sürerek yakalayabilirlerdi. Allah'ın
işine bak! Birden yağmur başladı. Nasıl yağmur, bardak değil, fıçılardan
boşalıyor!.. Bu yağmur hem meydandaki parlaklığı arttırdı, hem kan izlerini
sildi süpürdü. Eve gittik, haber bekliyoruz kıvranarak... “Yakaladıkları yerde
vururlar” diye korkuyoruz. Vurmazlar da “Harp divanı... ” falan diyerek
cezaevine götürürlerse kolay!.. Oturmuşuz kulağımız kirişte, bekliyoruz. Kapı
çalındı. Açtım, bir herif... “Teğmen Ömer Bey” dedi. “Ne yapacaksın?"
dedim. İki Yanına bakıp içeri giriverdi. Kunduracıymış. Silahlar patlayınca,
“Dükkânı kapatayım” demiş. Kepengi indirip kapıyı çekeceği sırada içeriye biri
girmiş... Tabancasını uzatmış... “Ses yok! Bitiririm!” demiş... Bir iskemle
çekip ‘burmuş... Bakmışlar bacağından kan akıyor, iyi kötü sarmışlar... Herif,
“Öyle yiğidi biz hiç ele mi veririz?” dedi. Patriyot atıldı, “Uzatma, bizim,
böyle işlere aklımız ermez! Kim yolladıysa yanlış yolladı seni bize, ” dedi.
Kunduracı, “Paşayı vuran delikanlı yolladı. ‘Bunu ver, gerisine karışma’ edi,
nah buyur!” diye avucunu açtı. Baktık, Ulah kızının Patriyot’a ördüğü, kaza
bela önleyici tılsım... “Nerde şimdi kendisi?” dedi Patriyot... “Dükkânda... ”
dedi herif... “Yanında kim var?” dedik, “Oğlum var” deyince, işi anladık. Bak,
arka arkaya kaç tane iyi rastlama!.. Şemsi Paşa’yı tabancayla vurup öldürüyor.
Oysa tabanca her zaman attığını vurmaz. Vursa da her zaman öldürmez! Sonra
kaçacak soluk buluyor. Sonra önemsiz yara alıyor. Sonra yağmur boşanıp izleri
siliyor, daha sonra da, oğluyla beraber çalışan bir kunduracının dükkânına
giriyor. Kunduracının yanındaki öz oğlu olmasa da çırak olsa, herifi yürek
ferahlığıyla yollayamaz. Dükkânın yerini sorduk, Telgrafhanenin arkasındaymış...
Kalktık gittik, Atıf sırıtarak oturuyor. Ertesi sabah, ben Arnavut beyi
kılığına girdim. Atıf çarşaflandı. Yaylı arabaya kurulduk, Manastır’dan çıktık!
Kanun eri arabanın geldiğini
haber verince, Maksut paltoları istedi. Çıkarken Faruk’a telefonun başından
ayrılmamasını tembihledi.
Rüzgâr dinmiş, kar, Mütareke
İstanbul’unun eskiliğini, paramparça karışıklığını, pisliğini geçici olarak
örtmüştü.
Araba hiç sarsılmadan hızla
gidiyordu. Arap Maksut iyice somurtmuş, alt dudağını dargın dargın şarkıtmıştı.
Arada bir yan gözle Cemil’in
yüzüne bakıp kafasını sallıyordu.
— Cehennem...
— Buyur...
— Oğlum yola çıktık ama,
tıngır mıngır...
— Ee?
— Benim ayaklarım geri geri
gidiyor Allah seni inandırsın...
— Neden?
— Herif Cemiyet’i amansız
yerde bırakmış... Yahu, delirdik mi biz?.. Ya olur molur der de, bir kahpelik
ederse... İyice düşündün mü, sen bu işin enini boyunu?.. Maskara oluruz
millete... Bu bir... bir de Patriyot’u yakarız ki... Âşık Kerem’in arpa tarlası
yanında halt etmiştir.
— Korkma! Güvenmesem gider
miyim?
— Demek biz böyle bir günde,
düşman kapısı çalacağız... Vay ulan kahpe dünya... Bizi namerde muhtaç ettin mi
sonunda?.. Evet, şimdi inandım iyicene... Biz sapıtmışız da, iyicene
tozutmuşuz. Zati aklımız yokmuş... Yenilgi, olanı da almış götürmüş... Bizim
paşaların savuştuklarını duyduğum zaman, canım sıkıldı benim... “Kalmalıydılar
da yaptıklarının hesabını erkekçe vermeliydiler!” diyorum da başka bir şey
demiyorum! Meğerse iş işten geçmiş çoktan... “Kime hesap veriyorsun?” desene...
Hesap isteyen kim? Herifler resmen kelle istiyorlar! Ellerini yanaklarına
kapatıp biraz sustu. Nasıl yenildik karılar gibi yahu? Bu savaşta bize yenilmek
var mıydı? Hayır, yoktu bacanak... Geberecekmişiz de yenilmeyecekmişiz! Berbat
ettik bi çuval inciri... diyorlar? “Dağdan inen ayıların politikacılığı bu
kadar olur!” diyorlar, “Altı yüz yıllık imparatorluğu on yılda batırdılar, bu
eşya bozuntuları... ” diyorlar. “Balkan bozgunu ortada leş gibi yatarken dünya
savaşma tepesi üstü atılmak nasıl bir kudurgan-!.. ” diyorlar. “Her biri arslan
postuna bürünmüştü. Önündeki yordu, ardındakini tepiyordu. Yetiştiğine
yetişiyordu da yenemediğine pabucunu atıyordu, bu orospu çocukları... ”
diyorlar. “Yiğitliği kimseye vermezlerdi. Meğerse çakallardan yüreksizmiş bu
hanım evladan... ” diyorlar... Bizim ağaları hiç kimse bilmezse senle ben
biliriz! Eski çağların odunculuktan, hamallıktan, zurnacılıktan, şıkırdımlıktan
gelme, elifi görse mertek sanır vezirlerinden daha mı kaltabandılar?
Yüreksizliklerinden mi savuştular? Sarıkamış’ta bulunanlardan kime rastladımsa
sordum! Enver’i, avcı hatlarının kurşun yağmurundan geri çekmek için, koca
orduda, ölümü göze alacak bir tek yiğit bulunamamış... Arslanları dişleriyle
paralayan kabadayıların paçavralar gibi opağa yapıştıkları yerde, herif, ayakta
dolaşıyormuş... Şarapnellerin kümelendiği topçu siperleri önünden indirmek
için, batarya kumandanı, “Yerimi düşmana belli ediyorsunuz?” demek zorunda
kalmış... Cemal’i, sen hepimizden iyi tanırsın! Talat’ı, Babıali baskınında,
gözünle gördün... Yürekse, Azrail’e el ense çektiler bunlar; akılsa, bu
dünyada, Lord Corc’dan daha avanağı olmaz! Neden yendirdi bizi kahpe felek,
öyleyse?
— Savaş, yalnız yürek işi
değil de ondan galiba... Biz, Kanal’a Şüyu tulumlarla develerin sırtında
götürdük! Topları, elli adımda bir, geriden alıp ileriye koyduğumuz kalasların
üstünde sürükledik. Onlar Gazze önüne kadar su boruları döşediler belim
kalınlığında... Toplarını trenlere koyup getirdi. Gazze’de bizi, ne topu yendi,
ne atlı birlikler, ne sayı üstünlüğü... bizim cepheyi, su orusuyla tren yolu
çöketti, boğa yılanları gibi kafalarını vura vura... Geçmişe yanmayı bırakalım
da, bundan sonrasını düşünelim!
— Nesini düşüneceğiz
bacanak?.. Bundan sonra işimiz ayna, bizim...
— Oğlum, karakol komutanlığı
ede ede yüreğin yufkalaşmış senin...
— Ben ilerisini gayet
bulanık görüyorum Cehennem... Düşündükçe, aklım karışıyor benim...
Bir cigara yaktı, gülümsedi,
daldı. Cemiyeti boşlayan birisine muhtaç olmayı kavrayamadığı, belliydi.
Araba, Mercan Yokuşu’ndan
hızla inip Sultan Hamamı’nı geçti. Köprü üstü yabancı üniformayla, deniz
yabancı savaş gemileriyle doluydu.
Haydarpaşa vapuruna zar zor
yetiştiler. Yolcuların çoğu yabancı deniz askeriydi. Bu havada, hemen hiçbiri
palto giymemişti. Savaş görmemiş gibi keyifliydiler. Suratları soğuktan
kızarmıştı. İçlerinde bir iki zenci de vardı.
— Senin kabileden mi bu
yavrular Arapoğlu?..
— Onlar benim kabiledense,
ötekiler de senin kabileden... Bu herifleri ne zaman, böyle pancar gibi görsem,
süngü saldırılarında bizim fukara Memetçiğin, bunları önüne nasıl kattığına
şaşarım! Bir de merak ettiğim, biz acaba nasıl görünüyoruz bu keferelere?..
— Biz mi? İngilizlere
Hintli, İtalyanlara Habeş, Fransızlara Cezayirli, Japonlara Çinli gibi
görünürmüşüz... Bir Alman subayı arkadaş söylemişti.
— Ya Amerikalılara,
Almanlara...
— Amerikalılara Kızılderili
gibi geliyorsak hiç şaşmam! Almanlara Yahudi gibi görünüyoruzdur.
Birer çay içtiler. Yandan
çarklı vapur, dirsekleriyle sürünen 'bir sakat gibi, ağır aksak mendireği
dolaştı.
Tren çok tenhaydı. Yeniden azınlık
memurlarının eline ge(mış, heriflerin savaş yıllarındaki alçak gönüllülüğü
yeniden kasılmalara dönmüştü.
Arap Maksut, Cemil’in
biletini, çiftlik bağışlar gibi gerinerek zımbalayan Rum biletçinin ardından
bir zaman baktı, burnundan soluyarak konuştu:
— Evet bacanak, bize bu
savaşı kaybetmek hiç yoktu...
Göztepe İstasyonu’na
yaklaşırken tipi, gene apansız bastırmıştı.
Yüzlerini iyice sarıp
paltolarının yakalarını kaldırarak indiler. Dikkati çekmemek için arabaya
binmemeyi kararlaştırmışlardı. Hızlı hızlı yürümeye başladılar.
Arap Maksut’un somurtkanlığı
her adımda biraz daha artıyor, somurttukça yürümeyi hızlandırıyordu. Çizmelerin
içinde ayakları, askeri kaputunun içinde gövdesi hiç üşümüyor gibiydi. Cemil
birdenbire üniformayı kendisini şaşırtan bir şiddetle özledi. Sanki artık bir
daha giyemeyecekmiş gibi de ürktü. Somurtkan arkadaşına imrendi. Yeni sivil
paltosu artık kendisini ısıtmaz olmuştu. Soğuktan yüreği katılıyordu. Yaz
günleri çöl güneşiyle kavrulurken İstanbul kışlarını nasıl aradığı, “Doyasıya
bir titresem... Karda kalsam don gömlek” dediği aklına geldi.
Bağdat Caddesi’ne doğru
indikçe, tipiye rağmen, hava, sanki ılıklaşıyordu. Bu yumuşaklıkta, rüzgârın
arkadan esmesinin de etkisi vardı.
Caddeyi karşıya geçerken iki
kere bileklerine kadar çamura girdiler.
Burası, İmparatorluğun
anavatanını boydan boya geçip Bağdat’ ulaşan ünlü Bağdat Caddesi’ydi. Yavuz
Selim, Çaldıran’a bu yoldan gitmiş, Mısır’dan halifelik avadanlıklarım bu
yoldan getirmişti. Dayı Maksut’un söylediğine bakılırsa buraları çoktan beri
korkulu bölge sayılıyordu. Yalnız soyulup soğana çevrilmekten yana değil,
caddenin üstünde çukurlara tekerlenip bacağı kırmak bakımından da...
— Evi biliyorsun değil mi?
— Neden sordun?
— İnşallah çıkaramazsın...
Döner gideriz de, başka kapıda ararız derdimizin dermanını...
— Umutlanma boş yere...
Elimle koymuş gibi bulacağım!
— Elinle koymuş gibiyse...
Çok dolaşacağa benzeriz...
Bağdat Caddesi’nden
Caddebostan İskelesi’ne saptılar.
Doktor Münir, deniz
kıyısındaki bir köşkte kiracı oturuyordu. Cemil dış kapının zilini çekti.
Bekledi, bir daha çekti. Köşk kapıya uzak olmalı ki, çıngırak sesi
duyulmuyordu.
— Galiba kimse yok evde
bacanak!..
— Var var... Kimse yoksa
Gülnihal kalfa vardır.
Biraz ötedeki Ragıp Paşa
Korusu, rüzgârla, derin bir orman gibi uğulduyordu.
Cemil çıngırağın halkasını
üçüncü defa çekti.
İçerden bu sefer ses
verdiler:
— Geliyoruz! Geldik!..
Ayak sesleri yaklaşırken bir
kadının Çerkez ağzıyla bağırdığı duyuldu:
— Kimdir o, Doktorum
beyim... Kimdir onlar?
Doktor Münir, 31 Mart’tan sonra
yayılan Hareket Ordusu türküsünün nakaratını yüksek sesle okudu:
— “Hareket Ordusu... Bereket
ordusuuu... ”
— Allah’ım cezalarını versin
efendim... Hareket ordusuna belalarım versin!
— Korkma kadın, şaka ettim.
Ne alık Çerkez yahu! Şaka edeceksin! Yetmez, “şaka ettim” diyeceksin, yetmez!
“Şurasında gülmek lazım” diyeceksin! On dakka sonra, gülecek... “Tamam mı?”
diyeceksin! “Hiçbir şey anlamadım efem, ” diyecek.
Kol demirinin kaldırıldığı,
sürgünün çekildiği duyuldu. Kanat ağır ağır açıldı.
Doktor Münir, sırtına bir
balıkçı muşambası almış, kukuletasını başına geçirmişti. Kısa boylu,
çelimsizdi. Ama, görünürde hiçbir özelliği olmadığı halde, çevik, güçlü, zeki
bir adam etkisi yapıyordu.
Önce sakin bakışlarla Arap
Maksut’a baktı. Arap’ın, şaşkınlıktan telaşa, telaştan kuşkuya düştüğünü
sezmemiş görünerek Cemil’e döndü:
— Merhaba, Cemil Topçu...
Hoş geldin! Hangi rüzgâr attı bu güzel havada?
— Yaz günü herkes gelir.
Marifet böyle günlerde gelmek... Tanıştırayım sizi... Maksut Bey... Tanırsınız
belki... Mutlaka duymuşsunuzdur adını... “Dayı” derler, “Sipahi” derler.
Münir bıyık altından gülerek
yol verdi. Köşke doğru yürürlerken Maksut’a yan gözle baktı:
— Evet, gözüm ısırıyor
gibi... Nerelerde bulundunuz yüzbaşı? Hangi cephelerde?..
— Cephelerde... Bulunmadık...
Yani, çokluk bulunmadık...
Cemil başından beri
Teşkilatı Mahsusa’da çalışan Maksut’un cephelerde bulunmak meselesine evvel
eski değinmek istemediğini biliyordu. Araya girdi:
— inzibat subayıdır. Şimdi Hasan
Paşa Karakolu’nda...
— Öyle mi? Görmüşlüğüm var
gibime geliyor ama... Tanıştık mı bir yerde?
Maksut kekeledi:
— Yok... Sanmam!..
Bahçe büyüktü. O kadar
bakımsızdı ki bunu, epeyce kalınlaşmış kar bile saklayamıyordu. iki yandaki
taflanlar, yolu kapayacak kadar azmanlaşmıştı.
Doktor Münir köşkün kapısında
gene yol verdi:
— Buyrun... Geçin...
Münir kol demirini yerine
koyup sürgüyü çekerken Maksut dirseğiyle Cemil’in böğrünü dürterek fısıldadı:
— Aman meseleyi açma... Bir
şey uydur. Savuşalım. Yolda anlatırım...
Münir döndü:
— Soyunmadınız mı daha... Hadi
çabuk! Geçenlerde aklıma geldi, “Nerede kaldı bizim Cehennem Topçu?” dedim
kendi kendime... “Uğrardı gelmiş olsa... ” dedim. Düşünüp dururken de kızdım,
inanır mısın, Cemil Topçu...
— Neye?
— Senin Cehennem lakabına...
İstanbul’un alınmasında biz top kullanmışız. O tarihlerde, en iri topu
döktürdüğümüz halde, Cehennem Topçu lafı yok kitaplarda... Sonra gâvurlar
topçuluğu ilerletmiş. Biz onlardan alır olmuşuz topları... Alta düşmüşüz
yani... Sarılmışız palavraya... Saatte bir mermi atan, onu da 50 adım öteye
düşürebilen top, çok güçlü görünmüş bize... Top atanlara “Cehennem” demişiz.
Bunu düşünürken bir mesele daha çıktı önüme... Cehennem anlayışımızdaki hayal
etme cüceliğimiz...
Gülnihal kalfa taşlığa
açılan mutfak kapısında duruyordu.
Gelenler, sanki gerçekten
Hareket Ordusu’nun kendisiymiş gibi düşman düşman bakarak söylendi:
— Hareketin ordusuymuş...
Bet bereket mi bıraktılar kahrolasılar... Muhammet’in ümmetini açlıktan
öldürdüler. Rumeli çingeneleri...
Doktor Münir, muşambayı
astı. Kazak gömleği giymiş, beline gümüşlü bir Çerkez kayışı bağlamıştı. Bu
giyim boyunu daha da kısaltıyordu. Solda, pencereleri bahçeye bakan, bir odanın
kapısını açtı.
Köşede, bir çini soba
yanıyordu. Ortadaki büyük bakır mangalda sobadan alınmış odun ateşi vardı.
— Geçin şöyle... İyi...
Sıcakmış burası... Bir şey hatırlatmış gibi durdu, gülümsedi. Kışı özlerdik
değil mi çölde?..
— Demin benim de aklıma
geldi doktor... Güldüm kendi kendime...
— Hâlâ duruyor mu bu
özlem?..
Doktor çok rahattı. Arap
Maksut’u, yok sayıyordu sanki...
Buna karşılık Maksut’un
suratı asıldıkça asılmış, umutsuzluğa kapıldığı zamanlarda yaptığı gibi, alt
dudağını iyiden iyiye sarkıtmıştı.
Doktor Münir Bey bir cigara
iskemlesi getirdi, üstündeki gümüş kutuyu açtı:
— Yakın birer cigara... Ben
geliyorum!
Kapı örtülünce Maksut elini
iki kere dizine vurdu:
— Hay Allah belanı versin
Cehennem!.. Ettin mi bize edeceğini?..
— N’olmuş deli Arap?
— Bir de sorar... Sakın
açayım deme Patriyot işini... At bi yalan... Savuşalım... Bildiğin gibi değil
bu iş... Yolda anlatırım...
— Burada anlat!..
— Höst... Bak, bunun hiç
şakası yok...
— Doktorla mı ilgili?..
— Evet...
— Tanıyor musunuz?
— Hem de nasıl...
— Nerede tanıştınız?
— Sonra anlatırım...
“Geçiyorduk da uğradık” diyeceksin! Vallah bozuşuruz! Koska Karakolu’nda olduğumu
söylemek bile gereksizdi. Pot kırdın ki, kocaman çamı devirdin. Ayrıca baltayı
da kaldırıp taşa vurdun. Bende aptallık, sana uydum da... Bir ses duyarak
irkildi. Parmağını ağzına götürerek “sus” işareti verdi. Kurnazlıkla laf
değiştirmek için çevresine baktı. Amma da kitap bolluğu haaa... Bunların
hepsini okuyabilir mi adam, yüz yıl yaşasa?..
Duvarları tavana kadar örten
kitap raflarına küçümseyerek bakıyordu.
Dışarda ses kesilince
fısıldadı:
— Herifin ne mal olduğu bu
kitaplardan belli... Şuna bak... Tuuu... Oldum olası, kitaba düşkün heriflere
güvenmem. Neden mi? Okumaya dalar, kendi adını unutur! Böyleleri işe yaramaz
vesselam...
— Demek şimdi, Doktor
Münir’de iş yok mu hiç?
— Yahu, bu nasıl soru?..
Tanımasaydım bile, bu kadar kitabı görmemle anlardım... Oğlum Cehennem, alığız
dedikse, senin kadanz demedik. Biz serseri kovaladık ama, bir yandan da adam
sarrafı kesildik...
— Siz... Adam sarrafı?
— Ne sandın? Bir adam bunca
kitabı okudu mu çekiver kuyruğunu... Neden? Çünkü, şundan bir akıl, bundan bir
akıl alayım derken aklı cıvıklaşır. Bir lafı bir lafını tutmaz. Dinim gibi
biliyorum, bunun doktorluğu da fasa fisodur. Yerden bacak heriften!
ürkeceksin... Kıçı yere yakın adam, fitnedir fitne... Aman sır vermeden
savuşmaya bakalım bacanak... Ben gelmeseydim, yandıktı boylu boyunca...
Dışarıya kulak verdi. Susss... Aman haaaa...
Kapı açıldı:
— Vay Arapoğlu!..
— Aman... Aman Paşam!..
Eşikte, sırtına atılmış paşa
kaputu, her zamanki babayani gülümseyişle Enver Paşa’nın dayısı Halil Paşa
duruyordu.
Yüzbaşılar sıçrayıp hazır
ola geldiler.
— Merhaba Cehennem!..
— Sağ olun Paşam!..
Halil Paşa girip kapıyı
kapattı:
— Ne alışverişin var senin
bu Arap Üzengiyle Topçu Cemil?.. Hayır beğenmedim!.. Adamı baştan çıkarır bu
melun!..
Arap Maksut, üst üste
yutkunarak şaşkınlıktan kurtulmaya çalışıyordu. Haftalardır, İstanbul kazan,
yerli yabancı polis kepçe, bu Halil Paşa aranmaktaydı. Yirmi kişi gelseydi de,
Doktor Münir’in evinde saklı deseydi, Arap Maksut inanmaz, “Haydi işinize!..
Bir yalan uydurun ki binde biri doğru olsun teresler!” diye hepsini kovalardı.
Halil Paşa kendi evindeymiş
gibi sediri gösterdi:
— Oturun bakalım!.. Ne
haber? Hayır mı, şer mi?
Cemil sözü Maksut’a bırakmak
istediğinden karşılık vermedi. Maksut durmadan yutkunuyor, dilini dudaklarından
geçiriyordu:
— Paşam... Biz... Geçiyorduk
da... Yani... Diyeceğim şu... Bu Doktor Münir...
Paşa, Cemil’e göz kırptı:
— Oturun... Oturun dedim.
Evet... Bu Doktor Münir?
— Aman Paşam... Maksut
kapıya bakarak sesini alçalttı. Bu Doktor Münir... Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinde
Sinop’a sürülenlerden...
— Bak sen... Gerçek mi aman
Maksut Arap?..
— Gerçeği yok Paşam!
Sürgünleri biz götürdük Sinop’a Patriyot’la...
— Sahi... Öyle ya, siz
götürdünüzdü... Eee?
— E’si... Bir şey uyduralım
da, yol yakınken savuşalım... Ben sizi, hayır burada bırakamam... Herif yalnız
Sinop sürgünü değil...
— Ya?..
— Bizim can
düşmanlarımızdandır Paşacığım... Murat Bey’in Mizan gazetesinde Cemiyet için
yazdıkları var kiii... Patriyot bilir. Biz, az kalsın...
— Nedir? Sakın... Parmağıyla
tetiğe basma işareti yaptı. Tak tak tak mı?
— Tamam... Dayanalım
kapısına bir gece... “Hasta var” diye çıkaralım... Hesabını görüverelim,
dedikti.
— Bizim Farmason doktorun?..
— Farmason mu? Aman evet...
Öyle yaaaa... . bu herifin lakabı Farmasondu, sahi... Cemil’e döndü, bir zaman
kasılarak baktı. Nasılmış?.. Demedim mi, bacanak?.. Birden toparlandı, utançla
gözlerini yere indirdi. Özür dilerim... Aklım başımdan gitti herifi görünce
Paşam...
— Aklın var da öyle mi, alık
Arap?..
Doktor Münir elinde çay
tepsisiyle içeri girdi:
— Konyak isteyen parmağını
kaldırsın! Yardıma kalkan Cemil’e gülümsedi. Ben parmak dedim, bizim Cehennem
boylu boyunca kalktı!
Doktor tepsiyi masaya koyup
dolaptan bir şişe çıkardı:
— Paşa Dayı?
— Hastaya çorba soran doktor
gördünüz mü çocuklar! Doktor, Paşa’nın fincanına konyak koydu:
— Sen elbette istersin
Cehennem... Ya siz Maksut Bey... Maksut’un fincanına konyak koyarken Paşa’ya
anlattı. Beni tanıyamadı Maksut Bey oğlumuz ama, dostluğumuz vardır... Epeyce
de eskidir. Bizi Sinop’a götürdüydü bu arslan!.. Üç gün sonra İstanbul’da
görünce aklı başından gittiydi. Takıldı arkama... değil mi Maksut Bey?..
Maksut yutkundu:
— Hayır... Hatırlamıyorum...
Yok öyle şey...
— Hatırlamıyorum, dolaşık
doğrulamadır hukukta... . Bir ara düşündüm... “Eve döneyim, gelsin oralara
kadar... Karakola istetir nasıl olsa, rezil ederim şunu... ” dedim. Sonra
baktım, gönül eğlendirmenin sırası değil... Doğruca İstanbul Muhafızlığı’na
gittim. Ben kapıdan girerken bunun suratını görmeliydiniz Paşa Dayı...
— Apıştı mı? Oh olsun!
— Apıştı, demin kapıda
görünce nasıl apıştıysa... “Eyvah yanlış geldik!” diye irkildi. Neler
söylüyordu sana fısıl fısıl Cehennem?..
— Hiç... Başka mesele...
— “Aman dönelim” demiştir,
“Bu cüce herif, tepeden tırnağa dinamit olsa, kaç para eder! Bizim can
düşmanımızdır bu, senin haberin yok!” demiştir. Hey gibi cemiyetin ünlü
Maksut’u... Sipahi lakabını almak yiğitlik değil, sonunda böyle yaya kalmamak
yiğitlik. Osmanlı yediden yetmişe sipahi geçinir ama, yüzyıllardır dağı, taşı
yayan yapıldak gezmekten tabanları aşınmıştır. Neden? Çünkü “Ata dost gibi
bakacaksın, düşman gibi bineceksin. ” Biz değiştirmişiz bu lafı... Düşman gibi
baktık atımıza, dost gibi binmeye kalkıştık, Sipahi Ağa... Ben buna, iznin
olursa “İttihatçı aklı” diyorum!..
Halil Paşa elini kaldırdı:
— Höst bre! İttihatçılığa
laf istemem!.. Gerisini kendin düşün bücür hekim! Maksut’a döndü. Şimdi inandım
Arapoğlum! Aklınızdan geçeni vaktiyle yapsanız iyi imiş!
— Ne geçirmişler
akıllarından bunlar?.. Kiminle geçirmişler? Sakın Patriyot’la olmasın?
— Allah bunların yüreklerine
acıma damlatmasaydı...
— Bunları bilmem ama, siz
Paşa Dayı, düpedüz alıklık ettiniz! “Bize değmiyor şimdilik bu yılan. ”
dediniz; “Varsın yaşasın biraz. ” dediniz...
— Ya Şemsi Paşa’nın
öldürüldüğü haberi geldiği zaman?..
— Ne olmuş geldiği zaman?..
Avanaklık edip şıkır şıkır oynamışım, fıkır fıkır göbek atmışım, bu mu?
— Değil... Bir de yemin
ettindi. Düşün bakalım!
— Ettik. “Subay takımına
bundan böyle ölene kadar, hiç söylemeyeceğim!” dedik! Epeyce de söylemedik. Sonunda
baktık ki, bazısının paldum kayışlarından başlamasak patlayacağız, biraz sadaka
verip yemini bozduk!
— Cemal Paşa, seni Sinop’tan
apar topar geri isteyince böyle demiyordun ama... Luid kumpanyasının Tiryeste
vapurunda, sana çamaşır yetiştirememişler de, İskoçyalı kocakarının kilotunu
getirmişler.
— Doğrudur!.. O sıralar,
suikastçılardan Kavaklı Mehmet’i, polis müdür Azmi Bey, Rus vapurundan çekip
almamıştı. Herif daha kaçak geziyordu. Bunca adamın içinden bana gelip “Haydi
İstanbul’a gidiyorsun. ” dedikleri zaman, “Tamam!” dedim, Cemal Paşa, Allah
iyilik versin, biraz tez canlıdır. Baktı ki, Mustafa kaçmış... Ismarladığı üç
ayaklardan biri boş kalmış... ‘Hazır ' bunca masraf edilmişken, Doktor Münir’i
getirip asayım, kendisi de kurtulsun biz de kurtulalım’ demiştir. ” dedim.
Yüzde elli ' hak vermez misin?..
— Yüzde elli ne demek!..
Yüzde yüz... Aslında, olmaması gereken buydu ama, sonunda Cemal Paşa’nın neden
caydığını ben anlayamadım!.. Bizim Cemal, idam edeceklerini seçmiş, üç
direkleri ona göre ısmarlamış, eline de Doktor Münir’i geçirmiş... Eh... Geriye
ne kalıyor? “Alın bunu götürün!” demek mi? Bu kadar lafı, bu bizim Cemal,
esirgemeyecekti ama... Bilmem ne oldu? “Kararda Kavaklı Mustafa yazılı efendim.
” demişlerdir herhalde... “Berikinin adı tutmuyor. ” demişlerdir. Evet, böyle
dediler yüzde yüz... Dediler de halt ettiler...
Doktor Münir bu söze çok
şaşmış gibi gözlerini açtı:
— İçinizde okuma yazma bilen
vardır da öyle mi? Mustafa’yı Münir’den ayırt edebilecek kadar okuma bilen...
Halil Paşa artık Doktor
Münir’e karşılık vermedi. Cemil’den günlük haberleri sordu. Reşit Bey’in
kendisini öldürmek zorunda kaldığını öğrenince çok üzüldü. Bunu pek umursamayan
Doktor Münir’se, Patriyot’un tehlikede oluşuna telaşlanmıştı. Cemil’in sözünü
yarıda kesti:
— Uzatma Cemil... Anladım,
hemen alıp gelin Patriyot’u... Halil Paşa’ya döndü, yaptığı olup bittinin
farkında değilmiş gibi, sakin sordu. Bir sakınca yok sizce değil mi?
— Yok hayır... Yalnız bir
şey soracağım... Neden Reşit Bey’i kabul etmedin? Katır gibi direnmeseydin,
belki ölmezdi zavallı Reşit...
— Yaptığı işlerle doktorluğu
bağdaştıramadım başından beri Paşa Dayı... Hangi sebeple olursa olsun
kıyıcılığı sevmemişimdir, çocukluğumdan bu yana...
— Maşallah... Patriyot
kıyıcı değil mi?
— Patriyot gibiler başkadır
cancazım... Reşit Bey gibilere nasıl acınmazsa, Patriyot gibilere de acımamak
olmaz.
Cemil’le Maksut istasyona
kadar pek az konuştular.
Maksut insan sarraflığının
rezil olmasını kabullenemiyor, somurtkanlığını üstünden bir türlü atamıyordu.
Tren kalkınca bir iki kere
içini çekti, çıkışır gibi sordu:
— Patriyot’a saklanacak yer
bulduk diyelim... Karı n’olacak?
— Karısız olsa?.. Gidip
alsam, arabaya atıp getirsem?..
— Dinle oğlum! Biz bunun
enini boyunu, girdisini, çıktısını çok düşündük. Kadınsız olmuyor. Şundan
olmuyor ki, peçesini açıp bakmaya kalkarlarsa altından hanım çıkması şart...
Peşe açılıp Patriyot’un bıyıkları görülürse, namusuna saldırmış gibi sen atılıp
ortalığı nasıl gürültüye vereceksin? Ortalığı gürültüye vermezsen Patriyot
karışıklıktan faydalanarak yüz geri edip eve girmeyi nerden vakit bulabilecek?
Evi gözetleyen varsa herifin seni tanımaması şart... Hanımla beraber
görünmeyeceksin. Gözcü bir kişiyse, seni tanımıyorsa, hanımla beraber de
görmezse, belki yardımcı çağırmaya kalkmaz! Herifi tepeler yürürsünüz... Yanına
katacağım karının akıllı olması da şart değil! Gürültü koparsa düşüp bayılmasın
yeter! Bir de, pek tanınmış mallardan olmamalı ki gözcü tarafından bilinip
yakalanmasın!
— Aferin Arapoğlu... Yahu
bunlar, ne planlar?.. Halisinden Napolyon Bonapart planları...
— Sen alay et bakalım...
Uygun karı bulamıyorum! Deli olmak işten değil... Temeline tükürdüğüm İstanbul
şehrinde, bunca yıl hovardalık et... Bunca kahpenin nazını çek...
— Kahpe diyorsun ya...
— Diyorsam...
— Kahpe demek aranınca
bulunmaz demek... Güvenemezsin, hesaba koyamazsın... Sıkı işe gelmez kötü
kan... Hoş, herifin kahpesi de, başka türlü değildir ya...
— Ne halt edeceğiz?
— Meraklanma buluruz!
— Buluruz, derken... Yahu,
bende umut yok diyorum!
— Sende yoksa...
— “Bende var” demelisin
ki...
— Eee?
— Kendimi pencereden yallah
etmeliyim. Neye güldün pis Cehennem... Gülecek sıra mıdır?
— Ben hanımı buldum
çoktan...
— Buldun mu? Yalana bak!
— Buldum, ferah ol!
— Kim?
— Bizim Neriman...
— Sizin Neriman mı? Hay
aklına tüküreyim Cehennem!..
— Neden?
— Olmaz Cemil... Şundan
olmaz. Sırıtma boşu boşuna... Sen gelmeden Neriman’ı ben de düşündüm ama...
— Aması?
— Bir haftadan beri bizim
polis, İngiliz Fransız polisiyle beraber çalışıyor. Kötüsü gelir, sizi Arapyan
Hanı’na götürürler. Kız korkar! Korkmasa bile karanlık basmadan kurtarıp eve
yetiştiremezsek, Selimanım teyzem bizi bitirir!
— Sanmam! Bugünden sonra
Neriman’a Selimanım teyzen pek karışmasa gerek...
— Saçmalama... Bugün kıyamet
mi koptu ki...
— Eh kıyamet sayılır! Senin haberin
yok sahi... Biz bugün Neriman’la nişanladık gibi...
— “Nişanladık gibi” ne
demek?
— “Nişanlandık” demek... Bir
herif nişanlandığı gün, bir iş için, yanına bir hanım almak zorundaysa en
uygunu nişanlısıdır. Neriman’ı alır giderim! Ömer abisine nişanlanma müjdesini
vermeye gitmenin suç sayılabileceğini aklı almayacağından başımıza ne gelirse
gelsin Neriman korkmaz. Belki biraz şaşırır! Teyzeme de, “Ne yapalım? Ömer
oğlunu görmeye gittikti. Nişanlandığımızın müjdesini verecektik!
Yakalayacakları sıraya rastlamışız!” Evet! En uygunu Neriman’dır Arapoğlu!
— Kötüsü gelirse... Kötüsü
gelirse diyorum... Selimanım teyze...
Haydarpaşa’ya kadar
çekiştiler.
Haydarpaşa’da Maksut son
umutla karakola telefon edip Faruk’la görüştü. Bekleme yerine suratından düşen
bin parça geldi. Dünyadaki bütün pezevenklere, orospulara sövüyordu:
Cemil, Arapoğlu’nun boş
böğrünü dirseğiyle dürttü:
— Boşuna debelenme...
Arabayı bir saate kadar çeksinler yan sokağa... Gerisine karışmasınlar. Ver
bakayım Patriyot’un adresini... Ben Üsküdar’dan geçeceğim karşıya...
— Tamam, Üsküdar’dan geçmek
daha iyi... Birden kendini topladı, sevindiğine utandı. Olur mu bacanak?..
Böyle bir iş, bizim kıza mı düşmeliydi yahu?
— Haydi uzatma... Ver
adresi... Al benden Patriyot’u sağ esen...
— Öyleyse... Hay Allah...
Biz maskara olduk ki, sorma gitsin bacanak... Dinle, yaz... Adresi verirken
üstünden sıkıntıyı atmış, her zamanki umursamaz, İyimser Dayı Maksut
oluvermişti. Tamam mı? Saat kaç şimdi? Üçe geliyor! Tam dörtte... Araba
nöbette... . Atları doru... Fayton... Kupa bulamamışlar teresler... “Müşterin
var mı?” diyeceksin. “Doktor bekliyorum” derse anlayacaksın ki araba senin...
— Aferin Arapoğlu... Hayır,
aferini geri aldım, bunlar Arap ı olamaz.
— Başlarım haaa...
— Sen başlayadur... Ben
gidiyorum.
— Dur herif!.. Hay Allah
müstahakını versin! Dediklerimi inlemeden nereye? Önce Neriman dışarı çıkacak
evden... Dosdoğru yürüyecek... Biraz telaşlı davransın, iki yanına baksın...
(Gözcü varsa karşı evlerden birindedir. Patriyot kocakarı yeldirmesi giyecek...
Dur yahu!.. Bugün benim “dur” demekten anam ağladı, dur da bir kucaklaşalım
ağız tadıyla Cehennem Yüzbaşı! 'Kıza selam söyle! “Sevindi Arap Abin” deyiver!.
Cemil eve döndüğü zaman saat
dörde geliyordu. f Yolda düşünmüş, Patriyot işini bitirinceye kadar, Hoca Yahya
Efendi’yle konuştuklarını teyzesine söylememeyi uygun bulmuştu.
Kapıyı açınca Selimanım
“Ooo! Buyrun damat bey!” deyince neye uğradığını şaşırdı:
— Damat bey mi? Kim o?
— Vay beyim... Bir de
soruyor; Hoca Yahya Efendi biraz önce gitti. Kız tarafı suratını kızdırıp,
beyefendiye “Bizi al” demese... “Bu iş daha yıllar yılı...
— Aman teyzeciğim...
Cemil, sevinçle Selimanım’ın
boynuna sarıldı: ı — Beni utandırmayın!.. Ne avanak olduğumu bilmez misi niz?
Ben kendimi Neriman’a...
— Denk görmedin değil mi?
Bak burası doğru, ama kime anlatırsın? Ben kızımı akıllı bilirdim, meğerse
benden de alıkmış... Yahya Efendi’nin getirdiği müjdeyi duyunca tutturduğu
ağlamayı görmeliydiniz!.. Bırak diyorum! Ben böyle sulusepken teşekkürlerden
bir şey anlamam!.. Bırak sırnaşıklığı... “Sevinç ağlaması!.. Sevinç ağlaması”
derlerdi de “Nasıl şey?” derdim. Pek cıvıkmış... Al da hayrını gör!..
— Sağ ol teyzeciğim!..
Nerde?
— Bilmem! Kapı çalınınca
fırladı kaçtı. Böyle kaçmalar, daha kolay yakalanmak içinmiş... Bir yerde
okumuştum. Dene bakalım! Bu da doğruysa, ben artık bütün saçma sözlere
inanacağım!..
Cemil mutfağa baktı, gürültü
etmemeye çalışarak yukarı çıktı.
Neriman’ın kapısı aralıktı.
İtti. Yavaşça seslendi:
— Neredesin?..
Neriman boynuna atıldı:
— Bir utandım ki... Yahya
Efendi, “peki” dedirtmeden bırakmadı yakamı... “İlle bugün öğrenin niyetini. ”
diye tutturmuşsun! Nereden esti aklına?..
— Esti... Baktım, sana
kalsa, daha çok sürüneceğiz...
— Annem sevindi inanır
mısın? Çok sevindi.
— Enver?
— Daha söylemedik... Annem konuşacak...
Utanıyorum ben... Saraylanım’ın yüzüne nasıl bakacağım?.. Çok yaşa... İyi ettin
de uzatmadın... Elleri Cemil’in omuzlarında, çekilip baktı. Çok yaşa Cehennem
Yüzbaşı... Arslanım...
— Ağlamışsın ama... “Böyle
bir herife düşecek kadın mıydım ben” diye saçlarını yolmuşsun!
— Sevincimden... Şaştım da
biraz... Ne değişti sanki?.. Ne değişecek?..
Cemil gözlerini
kırpıştırarak bir an düşündü:
— Bilmem... Kendisine çekti.
Gel bakalım, şimdi anlarız. Öptü. Ooooh... Çok şey değişmiş... Bal gibisin...
— Bırak... Soyun hadi...
Çıkar paltonu da in aşağı... Vallaha ayıp annemden... Paltoyu gözden geçirdi.
Kötü bir şey alırsın diye korkmuştum... İyi... Kalın... Hadi çıkar...
— Çıkarmam... Sokağa
gidiyoruz!
— Sokağa mı? Niçin?
— Ömer ağabeyin istemiş...
Hastaymış biraz... “Neriman’ı al, sın da gelsin. ” demiş.
— Bu havada nasıl gidilir?
Aksaray’da oturuyordu değil mi?
— Hayır! Şimdi Osmanbey’de
oturuyor. Bir arabayla gider, bir arabayla geliriz. Hemen çarşafları ki geç
kalmayalım.
— Ben gitmesem olmaz mı
Cemil abi? Ben gitmeyeyim bu gün... Vallah çok yorgunum... Neymiş hastalığı?..
— Bilmem... Olmaz
gitmemek... Kırk yılda bir çağırmış... Biliyorsun, dünya yüzünde hiç kimsesi
yok... Giyin hadi... Çabuk ol da geç kalmayalım!..
— Çabuk olamam ki. Saçım
başım karmakarışık...
— Aldırma! Kim görecek?
Yabancı yer mi? “İki eli kanda olsa kızı alıp gelsin. ” demiş... Üsteler miydim
yoksa? Hadi!..
— Anneme söylediniz mi?
— Hayır! Giderken söyleriz.
— Peki... Çıkın da
giyineyim!
— Çıkmasam...
— Olmaz, hayır! Çıkın
hadi... Vallah annem bizi tefe koyar!
Cemil çıktı. Sofa
peceresinin önünde durup bir cigara yaktı.
Dışarda uçuşan karların
ötesinde, karmakarışık, bir tahta evler yığını, köklerinden sökülüp savrulmamak
için sanki, tırnaklarını yere geçirmiş, direnmeye çalışıyordu.
Bu umutsuz direnmeye bakıp
dururken, dağ toplarının atış kursu için iki ay kaldığı Almanya’nın bir küçük
kasabasını hatırladı.
Tepedeki şatoya sırtını
veren kasabanın sivri damlı, taş evleri ortaçağlarda pazaryeri olan küçük
meydanı sımsıkı çevirmişti.
Evlerin yüzlerinde, içeriye
doğru oyulmuşken, gene de mermer direklere oturtulmuş küçük küçük balkonlar,
ışık almak için değil, dıştan demir kepenkler, içten kalın perdelerle örtülmek
için açılmışa benzeyen dar-uzun, mazgalımsı, sıra pencereler vardı.
Bu evler, bütün
kazandıklarının torunlarından torunlarına kalacağını yüzde yüz uman, bu güvenle
övündüklerini saklamayan güçlü insanların, temelleri hiçbir fırtınayla
sökülemez saydıkları sığmaklardı.
Bunlardan birinde bir akşam
yemeği yemişti. Zaman sanki buradan eskitip yıpratarak ölüme doğru geçmiyor,
eşyaların renklerini, çizgilerini, her gün birbirine biraz daha alıştırıp
ömürleriyle beraber değerlerini de arttırmak için, üstlerine sinip
yerleştiriyordu. Yaldızları tunca dönmüş duvar kağıtlarında, yüz yıllık piyanoda,
yerdeki eski halıyla duvardaki kalın çerçeveli resimde, meşeden oyma yemek
masasıyla boyaları çatlamış İslav ikonunda, bırakıp gidenlerden ölüm acısı
değil, kazanıp getirmenin yaşama sevinci kalmıştı.
Bir sağnak, karları
karmakarışık savurdu, karşıda görünenleri tuz buz edecek gibi salladı. Tepede
lise olarak kullanılan eski konak, nerdeyse yığılıp pelte gibi yayılacaktı. Bu
duygu ahşap gövdesinin hantal gevşekliğinden geliyordu. Yokuşun ortasında,
dereye kaymamak için, penceresiz duvarlarını çamura var gücüyle gömmüş
mandıra... Çukurda, yapraksız ağaçlar... Islak taş yığınları... Derisi yüzülmüş
kadar çıplak fulya tarlası... Evet, bu dünyada her şey, sanki çok korkunç birer
suç işliyorlarmış gibi, birbirlerinden gizleyerek, baharı tutmaya, bahara kadar
ufalanıp dağılmamaya, çabalıyordu.
Cemil, ömründe ilk defa,
doğar doğmaz ölmemek için araçsız boğuşmanın sersemleştirici güvensizliğiyle
güvenli yaşamayı hak etmiş olmanın onurlu rahatlığı arasındaki farkı sezdi.
İçerde Neriman, biraz sonra
belki de çok büyük bir tehlikeye atılacağından habersiz gülümseyerek
çarşaflanıyor, Patriyot abisine nişanlılık müjdesi götüreceği için seviniyordu.
Dün denecek kadar yakın bir
zamanın en ünlü hürriyet kahramanlarından Patriyot Abi de, kaç gündür
kıstırılmış bir adamdı. Çıplak tabancası önünde, sokaktaki en küçük seslere
kulak vererek yardım bekliyordu.
Baskında bitişik Rum evine
sığınmıştı. Nasıl sıkılmıştır, kim ' bilir? Böyle işlerden ne kadar iğrenirdi!
Nasıl söz bulamamıştır. Nasıl gülümsemeye çalışmıştır şaşkın şaşkın... Dövüşken
erkek onuru, nasıl kırılmıştır?
Önce yan odayı, sonra
aşağıyı dinledi. “Niçin Neriman’ı götürmek, bizi Arapoğlu kadar ürkütmedi?” Bir
zaman karmakarışık _ düşündü. Acaba gözlerinin önünde sallanan şu bulanık
dünyaya karşı, bütün güvenini kaybettiğinden mi? Burada kızı tek başına
bırakmaktansa, Yanına alıp tehlikeye atılmak bile daha mı sağlam?
— Oldu mu baksanıza?.. Elime
ilk geçenleri giydim. Şemsiyemi arıyorum deminden beri... Aylardır çıktığım
yok... Neyi nereye koyduğumu unutmuşum!
Neriman, yakınıyordu,
somurtmaya çalışıyordu ama, gözlerinde sevinç pırıltısı, ağzının ucunda kız
çocuklarının çok bilmiş gülümsemesi vardı. Şemsiyesini duvara dayadı, aynaya
bakarak eldivenini giymeye başladı.
Cemil yaklaşıp arkasında
durdu:
— Kız bu ne güzellik! Sesini
boğukluğunu yadırgayarak bir an sustu. Soluğum kesildi.
Neriman bir şeyler daha
söylemesini biraz bekledi. Sonra birden dönüp boynuna sarıldı. Gözlerini
hafifçe yumarak ağzını ağzına yaklaştırdı. Yıllardır kocasının yolunu gözlemiş
istekli bir kadının iştahıyla Cemil’i, soluğu kesilinceye kadar öptü.
* * *
Yokuşu, şemsiyenin altında,
birbirlerinin sıcaklığına sokularak indiler.
Cemil, nişanlısıyla çıktığı
ilk gezmenin nasıl bir gezme olduğunu düşünerek gülümsemeye çalışıyordu.
— Annem, şaşırdı, ben
“Sokak” deyince... Hakkı varmış. Botlarım çamur içinde kaldı. Bu havada kovulan
çıkmaz... Çok mu hasta acaba.
— Sanmam...
— Neden tutturdu öyleyse?
— Bilmem!..
— Hiçbir şey açmayın olur
mu? Bizimle eğlenir!
— Hayır! Sevinir çok...
— Sevinir evet... Ömer Abim
eğlenmez ama, Maksut Abi eğlenir mutlaka...
— Biz de onunla eğleniriz!
“Yiğitsen hadi nişanlan da görelim. ” deriz...
Tramvay caddesindeki araba
durağında, saçağın altına çekilmiş bir tek araba vardı. Cemil iki Yanına
bakınırken, arabacı kahveden çıktı.
— Osmanbey’e gideceğiz!
— Buyrun!
Böyle yağışlı günlerde
yolcuları savruntulardan koruyan muşamba örtünün altına girip birbirlerine
iyice sokuldular:
— Açsana peçeni...
— İyi böyle...
Cemil, “Nereye, niçin
gidildiğini söylemenin sırasıdır” diye düşünmüş, peçeyi açmasını, sözlerinin
etkisini gözlerinde görmek için istemişti. Üstelemedi.
Arabacı, kaygan yokuşu,
duraklamadan çıkabilmek için, kır bacını şaklatarak hayvanları apansız
haydayınca, Neriman ürkek Cemil’in koluna girdi.
Hayvanlar, sırtlarını
yassılandırarak zorlatıyorlar, nallarım, çarpışan kılıç sesleriyle kaldıranda
şakırdatıyorlardı.
Cemil, sağ dirseğiyle
belindeki tabancanın katılığını aradı. Elini, Neriman’ın eli üstüne koydu.
Arabadan Osmanbey’de
indiler. Cemil ikinci defa saatine baktı.
— Neden kapıya kadar
gitmedik Cemil abi?.. Sokağa araba girmiyor mu?
— Simdi beni dinle ruhum...
Önce şu kağıdı al!
— Nedir? Ne olacak?
— Gideceğin evin numarasıyla
içinde oturanın adı yazılı...
— Gideceğim ev mi? Siz
gelmiyor musunuz?
— Duraklama! Hem yürü, hem
dinle!
— Siz benimle beraber
gelmeyecek misiniz? Ömer Abi yok mu orada?..
— Orada... Yok olur mu? Ben
de beraber geleceğim ama, içeri girmeyeceğim!
— Neden?
— Çünkü... Biz aslında,
içeri girip oturmayacağız! Ömer ağabeyini alıp gideceğiz!
— Ne demek?.. Hani hastaydı
Ömer abi... Durun anladım!
— Anladınsa... Tamam! Şimdi
dinle beni... Al şu kağıdı... Evin numarasıyla soracağın ad yazılı...
Neriman kağıdı aldı,
dikkatle baktıktan sonra geri verdi:
— Peki! Kağıt istemez!
Unutmam! 8 numarada Avusturyalı kadın terzisi Madam Lili... Bildim. Gazetelerde
ilanları basılırdı eskiden...
— Hay çok yaşa! Evet, o
Madam Lili...
— Ömer abim Madam Lili’nin
yanında mı?
— Hayır! Madam Lili
mütarekeden biraz önce memleketine gitmiş... Sen kapıyı çalacaksın! Yaşlı bir Rum
kadını açacak! “Kimi istiyorsunuz?” diye soracak. “Terzi Madam Lili’yi... ”
diyeceksin! “Yok burada... Memleketine gitti... ” diyecek, “Vah vah! Ben taaa
cehennemin dibinden geldim!” diyeceksin! “Buyrun biraz dinlenin!” diyecek!
Gireceksin! Buraya kadarı hiç önemli değil... Biraz sonra dışarıya çıkacaksın
ya...
— Evet!
— Sorulursa, “Madam Lili’ye
gelinlik diktirmek için geldim!” diyeceksin!
— Kim soracak?..
— Kimsenin soracağı yok!..
Olur ki, biri sorar, diye söyledim.
— Evet!
— Evden çıkınca arabaya doğru
yürü...
— Hangi arabaya?
— Birazdan göreceksin!
— Siz beni arabada mı
bekleyeceksiniz?
— Hayır sokağın başında...
— Neden?..
— İşte böyle...
— Ömer abime bir şey mi
söyleyeceğim?
— Hayır! O da senin arkandan
çıkacak... Daha doğrusu, beraber çıkacak ama kadın kılığında...
— Anladım!
— Ne anladın bakalım!
— Ömer abimi kaçıracağız!
— Kaçırmak da neymiş? Bir
evden alıp başka bir eve götüreceğiz! Korkmazsın ya?..
— Hayır!
— Korkma! Korkacak bir şey
yok! Ben senin on adım arkanda olacağım! Bekleyen arabanın sürücüsü yabancı
değil... Biner oturursun! Sürer giderse telaşlanma sakın!
— Siz?
— Biz de beraber... “Biz
yetişemezsek, telaşlanma!” demek istedim!
— Siz yetişemezseniz olmaz!
Neriman birden duraklamıştı.
Sesi titriyordu.
— Hani korkmayacaktın? Biz
de geleceğiz. Aslında biz de seninle beraberiz. Ama olur ki bizim bir başka
arabaya binmemiz gerekir.
— Bu havada başka araba
nerde bulacaksınız?
— Aşağı sokakta ikinci araba
bekliyor! Bizde araba çok... Araba kıyamet gibi... “Kötüsü gelirse... ”
diyorum, “Araba bizi beklemeden yürüyüverirse korkarsın belki... ” diye...
Senden istediğim... Korkmayacaksın! Korkacak hiçbir şey yok! Şimdi bak,
sapacağımız sokağa yaklaşıyoruz! İlerde bir araba duruyorsa sokağa gireceksin!
— Araba yoksa?..
— Yoksa Ömer abinin çıkması
başka güne kaldı demektir. Eve döneceğiz.
— 8 numaralı ev arabanın
durduğu sokakta mı?
— Hayır! Arabanın durduğu
köşeden aşağı sapacaksın! İlerleyeceksin! Sağdaki ilk sokağa gireceksin! 8
numara, solda dördüncü kapı... Üç basamak merdivenle çıkılıyor... Dur biraz...
Giderken de evden çıktıktan sonra da becerebildiğin kadar telaşlı davran!
— Anlayamadım! Neden?
— İşte öyle... Dört Yanına
kuşkulu kuşkulu bak! Erkek gibi dik yürü!.. Gücün yettiği kadar geniş adım at!
Çarşafının eteğini böyle toplamasan daha iyi olur.
Neriman durup peçesinin
altından yüzüne baktı, titreyen bir sesle sordu:
— Sizi tanıdığımı saklayacak
mıyım? Sizi... Ömer abimi?
— Yok canım! Benim hem
yeğenimsin, hem nişanlım! Ömer de Ömer abin... Asıl önemlisi evden çıkınca
peçeni hiç açmayacaksın! “Rüzgâr savurdu”, “unuttum” olmaz! Peçen biraz
aralandı mı... “Bütün plan altüst olur” diyecekti, hemen değiştirdi. Oyun
bozulur. Peçen sımsıkı kapalı olacak bu bir... Bir de korkmayacaksın!.. Aptal
gibi korkarsan, küserim bak! Korkmayacaksın! Korkacak hiçbir şey yok... Korkma
e mi? Rica ederim korkma!
— Peki...
— Soracağın bir şey!
— Yok!
— Korkmadığına emin misin?
— Evet!
— Korkarsan boşuna korkmuş
olursun! Ömer abini alıp gideceğiz! Hepsi bu!.. Kendini bir yolda bakalım!
Dizlerin titriyor mu? Yüreğin nasıl?
— İyi...
— Sokağa yaklaşıyoruz!
İlerdeki köşede araba duruyorsa saparsın! Sanki bu sözün karşılığı varmış gibi
bekledi. Evde söyleseydim, gelmemezlik eder miydin?..
— Gelmemezlik mi?.. Nasıl
olur? Başka çare yoksa...
— Sağ ol Neriman! Haydi
bakalım, haydi, arş ileri!..
Neriman şemsiyesini tutan
eliyle çarşafının eteğini yiğitçe kavrayıp yürüdü. Sokağın ağzına gelince hiç
duraklamadan saptı.
Cemil, “Araba bekliyor!”
diye yutkundu. Erlerini süngü saldınsı için ilk defa korunaklardan çıkaran bir
asteğmenin kapıl dıgı pişmanlıkla acıma karışığı sorumluluk korkusunu yüreğin
de duyarak hızlandı.
3
On adım önünde yürüyen
Neriman, yere sağlam basıyor, kara çarşafının içinde, biçimli vücudunun
imrendirici canlılığıyla, büyüklüğünü ölçüp biçemedigi bellisiz bir tehlikeye
doğru, kahramanca yürüyordu. “Bu tehlikenin Reşit Bey’in sıkıştınlıp kendini
öldürmeye zorlanmasına benzer bir şey olduğunu acaba sezdi mi? Bu iki işi
birbirine bağlayabildi mi? Sezdi de bagladıysa korkar. Korkmamazlık edemez!
Şimdi kimbilir nasıl vuruyordur yüreği... Eğer kendisi için değil de bizim için
korkuyorsa daha dehşetli... ”
Savaşın en kızgın sırasında,
cephanesini tutumla kullanmak zorunda olduğunu aklına getirdiği zamanların
kızgınlığı kapladığı yüreğini birden... “Kıza elini sürenin vay haline!”
diyerek sağ yumruğunu sol avcuna iki kere sürdü.
Arabaya yaklaşınca kendisini
de şaşırtan bir sakinlikle sordu:
— Boş musun arkadaş?
— Yok!.. Doktor
bekliyorum!..
Bu karşılıkla yüreğindeki
sıkışma biraz gevşedi.
Aşağıdaki köşenin ağzına
yetiştiği zaman, Neriman, kapıların üstündeki numaralara bakarak gireceği evi
arıyordu.
Cemil elini cigara paketine
götürdü, ortada hiç kimse yoktu ama, gene de yüzünü göstermemek için vazgeçti.
Rüzgâr, bomboş sokakta
karları sağnak sağnak savuruyor, tek başına, duraklayarak yürüyen kara çarşaflı
kadına, şaşırtma vere vere, kancıklığının var gücüyle saldırıyordu.
Neriman dördüncü evin üç
ayak merdivenini çıkıp zili çaldı. Kapı açılınca, bir şeyler mırıldanıp içeri
girdi.
Sokağın ilerisi görünmüyor,
koyu kül rengi oynak bir perdeye dayanıp kalıyordu.
Cemil yüzünü göstermemek
için cigara içmekten vazgeçmesine dalmıştı. Neriman’ın ardından sokağa sapınca
yüreğini kavrayan kızgınlık, yavaş yavaş azgınlaştı, kıldan örülmüş bir çile
gömleği gibi derisini sardı.
Omuzundaki eski şarapnel
yarası uzaktan uzağa sızlıyor, eskiden beri içine zaman zaman düştüğü dünyayı
yadırgama bunaltısı başlıyordu.
Bataryasının erleri, düşman
mermileri tepelerine kümelenirken Cehennem Yüzbaşı’nın kafasını bile kısmadan,
dimdik durmasıyla övünürlerdi. Şimdi, görünürlerde kimseler yokken cigara
içmeye korkuyordu. “Birisi gitse dese ki... ‘Hey! dese. Cigara içmekten korkar
olmuş sizin Cehennem!’ dese... İnanmaz benim ayıcıklar... Çok bilmiş çok bilmiş
sırıtırlar da, karşılık bile vermezler!”
Tipinin içinde sendeler gibi
yürüyen Neriman’ı görüyormuş gibi gözlerini kıstı. Tipi yavaş yavaş değişiyor,
çölü gündüz ortası, portakal renkli bir imansız geceyle örten, kum fırtınasına
dönüyordu.
Kum fırtınasında baskın
kolay olur. Bunu bildiklerinden iki taraf da tetiktedir. En küçük savruntuya
makinalı tüfeklerle birkaç şerit yakılır.
Neriman’ı, sanki öyle
makinalıları tetikte bekleyen siperlere sürmüştü, arkasına gizlenerek... Demek,
Neriman’ı burada böyle kullanacağını sezmiş olduğu için parayla yatan bir kadınla
gelmeği göze alamamıştı. “Büsbütün cıvık bir şey olurdu!” diye homurdandı.
Soluğunu tutarak iki yanına
baktı. “Peki ne zaman değiştik böyle biz? Yavaş yavaş mı kancıklaştık?..
Baskına uğramış gibi birdenbire mi? Neden değiştik? Kadınları yem olarak
kullanmak neyin nesi? Kendi yurdumuzda Rum evlerine sığınmak... Sırtımızda
kadın çarşafları, kaçacak delik aramak... Bunca ölmek, bunca öldürmek boşa mı
gitti, bu kadar?”
Öfkesi gene damarlarında
uyuşuyor, kemiklerini yumuşatan, karşı durulmaz yorgunluğa dönüyordu.
Ayaklarını yere vurdu.
Üşüme dışardaki soğuktan
değil, içindeki boşluktan gelmişti. “Kim suçlu bu olanlardan?.. Biz mi üstümüze
düşeni yapamadık? Başımızdakiler mi iyi hesaplayamadılar? İyi
hesaplayamadılarsa... Nasıl fark etmediler yanıldıklarını?.. Ettilerse, ne
zaman ettiler? Artık dönülemez miydi oradan?.. Ne zamandan beri bilerek bizi
buraya sürüyorlardı?” Bunları, bir bilenden mutlaka sorup öğrenmeye birden
karar verdi. Birdenbire şimdiye kadar hiç üstünde durmadığı şeyleri, hep bir
arada karmakarışık merak etmeye başlamıştı: “Ne zamandan beri, bilerek, bizi
buraya doğru sürdüler! Olur mu böyle iş?.. Milletin kendilerine körü körüne
güvenmesinden böyle faydalanmak... Bu kadar acımadan... Bu kadar kolayca... ”
Duraladı. “Biz de kızı... Bize güvenmesinden faydalanarak sürmedik mi, bu
işe?.. ”
Yüzünü göstermemek
istediğini unutarak cigara yaktı.
Demin arabadan inince
meseleyi açarken o kadar sıkılması demek, hergelelik ettiği içindi. “Küçük bir
çocuğun elindeki altını nikel kuruşla değiştirmek bu... Düpedüz
dolandırıcılık...
Neden hiç acımadım
Neriman’a... Maksut kadar olsun... Çünkü, ‘Sonunda polisten nasıl olsa
kurtarırız!’ diye düşündüm sadece... Alışık olmadığını hesaba katmadım!
Korkacağını hiç umursamadım! Kimbilir nasıl korkmuştur! Ödü kopmuştur! Silaha
el süremeyecek kadar korkak olduğunu nasıl da aklıma getirmedim? Peçesinin
altında ağlamaya başladı mı acaba? Dişleri birbirine vurdu mu? Bana belli
etmemek için çenelerini sıkmıştır. Benden iğrenmiştir!”
Neriman apansız çıkınca
sanki bu, pek şaşılacak bir şeymiş gibi, birden toplanıp atılmaya hazırlandı.
Kız eteğinin çamurlanmasına
aldırmadan başı yukarda, geniş erkek adımlarıyla kendisine doğru geliyordu.
“Vallah billah korkmamış... Hay çok yasa aslanım! Sen çok yaşa e mi?’’
Patriyot Ömer, yaşlı kadın
yeldirmesiyle kalın bastonuna dayanarak basamakları iniyordu.
Cemil, “Oldu bitti bu iş!”
diye ellerini sevinçle ovuşturdu. “Şuna bakın yahu! Şu Ömer olacak oyuncuya
bakın!.. ” Neriman’ın koluna girmek için tam yürüyecekti ki, kız soluna dönüp durdu.
Cemil köşeden ayrılmadığı
için küçük bakkal dükkânını görmemişti.
Dükkândan çıkan çarpık
çurpuk herif, bir eli arka cebinde yolun ortasına dikildi:
— Şu peçeyi biraz arala
bakalım abla!
Neriman önce gerileyip
“Cemil abi!” diye bağırdı, sonra kendisini toplayarak çıkıştı:
— A... A... Terbiyesiz! Çek
elini!
— Davranma, bozuşuruz! Aç
şunu...
Peçeye dokunmasına meydan
kalmadan Cehennem Yüzbaşı, cehennem gibi yetişti. Elinin keskinliğiyle herifin
boyun köküne vurdu. Kemik kütürdemişti ama, iki büklüm olan ufak tefek adam,
yere serilmemişti. Cemil herifin göründüğünden çok daha güçlü, çok daha atik
olduğunu anlayınca toparlanmasına meydan bırakmadı. Tabanca çekmeye uğraşan
kolunu bir eliyle bileğinden, öteki eliyle dirseğinden kaptı, küçük gövdeyi,
iki kere silkeledikten sonra duvarla kaldırımın birleştiği yere var gücüyle
çarptı.
Kaptığı kol, ilk silkelemede
ya kırılmış, ya da omuz başından çıkmış olmalı ki herif can acısıyla kıvranmaya
başlamıştı.
Cemil, buna çok şaşmış gibi
bir an baktı. “Vay namussuz vay!” diyerek, bütün gücüyle topa vurur gibi
böğrüne gebertesiye bir tekme attı. Herif önce uludu, sonra yan üstü düşüp
katıldı kaldı.
Neriman’la Ömer, hiç
durmadan geçmişler, köşeyi dönmüşlerdi.
Cemil, fesini yerden
alırken, dükkânın kapısına çıkmış bakkalla çırağını gördü. Üstlerine yürüyecek
gibi yaptı. Bunlar, bazı çalar saatlerde, saat başı, boy gösteren bebekler
gibi, bütün gövdeleriyle dönerek dükkâna giriverdiler. Cemil, “Gidi
hergeleler!” diye başını sallayıp yürüdü. Dönemeci kıvrılırken omzunun üstünden
baktı. Herif tipinin altında tostoparlak yatıyordu. Kendisini dinledi. Bu
kadarcık bir elleşme, yüreğindeki sıkıntıyla omuzunun ağrısını silip
süpürmüştü. Mermileri istediği yere düşürdüğü zamanların mutlu çocuk gülüşüyle
güldü.
Neriman’la Patriyot arabaya
binmişlerdi. Arabacı ayaktaydı. Kaldırımları döverek huysuzlanan hayvanları
güçlükle tutuyordu.
Cemil, iki adım kala elini
salladı:
— Sür bakalım reis!.. Araba
hızlanırken atladı. Merhaba Ömer hanım teyze!.. Daha kısmet çıkmadı mı sana,
emekliden, bir yüzbaşı?..
— Nerdeee... Kapısını it
köpek çevirmiş kadının kısmeti mi çıkarmış? Herifi gebertmedin ya, büsbütün?..
— Sanmam!..
— O savurmayla yere
çaldınsa, çoktan cavlağı çekmiştir!
Patriyot Ömer, Neriman’ a
döndü:
—Üşüyor musun?
— Hayır Ömer abi...
— Hayırmış... Titremesini
bilmesen donacaksın!.. Korktun mu çok?..
— Korkmadım!..
— İçeri girdiğin zaman
suratın kül gibiydi.
— Korkmadım. Soğuktandır.
Baksanıza havaya...
— Korkmadın da, “Cemil abi”
diye niçin bağırdın?
— Adam elini peçeme uzatınca
boş bulundum!.. Korkmadım inan olsun!..
— Doğru! Dizleri kesilip
yere yıkılmamışsa, insan korktu sayılmaz!
Cemil, dişlerini
gıcırdatarak sordu:
— O ne pis herifti öyle...
Kimin nesi? Polis mi?
— Sanmam! Buraların
kopuklarından olsa gerek... Gönüllü polis... Evi bastıktan sonra, burada
olmadığıma inandılar demiştim ama, büsbütün boşlamamışlar, göz kulak olmayı
bakkala bırakmışlar. O da, “Ne olur ne olmaz” diye bu zibidiyi peylemiş
galiba... Fukaranın bahtına bak ki, hışmına uğradı Cehennem’in... Elini
Cemil’in kamına vurdu. Yerden bacak herifi gebertmediğine emin misin?
— Yerden bacaklığına
bakma!.. Sıkı oğlanmış... Acıdım bir yandan... Senin kim olduğunu
söyleseydiler, elini beline atıp, tek başına yolu kesemezdi. “Hiç korkma...
Kavga adamı değildir. Eli kalemlinin biri... ” demişlerdir ürkmesin, diye...
Dur yahu... Tuh... Orası hiç aklıma gelmedi.
— Nedir aklına gelmeyen?
— Silahını çekip almak...
— Evet... Alsan fena
olmazdı, ama bana kalırsa, kötek asıl, Karamanlı bakkala atılmalıydı. Bir uygun
sırada, Dayı Maksut, kopuklarından birini yollasın da, dükkânın camını
çerçevesini yoluyla onartsın!.. Dikkat et, “Kopuklardan biri” dedim, sakın
Neriman’ı göndermeye kalkmayın!..
— Neriman’ı mı? Ne demek?
— Bilir miyim? Kosa
İstanbul’da, başka bir yemlik bulamadığınıza baktım da...
— Yemlik çoktu ama...
— Aması?
— Dayı Maksut, yanıma başka
bir hanım katmayı uygun bulmadı.
— Anlamadım!
— Bu sabah nişanlandığımız
için yakışık almazmış...
— Dur, aklımı karıştırma!
“Nişanlandığımız” nasıl söz?
— Sahi, senin haberin yok!..
Biz bu sabah nişanlandık bununla... Aslında, buraya gelmemiz, sana müjde vermek
içindi.
Patriyot Ömer, sahici bir
kocakarı gibi, gözlerini devirerek Neriman’ baktı:
— Doğru mu kız? Karşılık
bekledi. Neriman başını önüne eğince inandı. Demek doğru! Hay Allah sizin müstahakınızı
versin!.. Haydi bunlar sapıtmış... Sana ne oluyor a yavrum!.. Bu havada, insan
nişan toplantısını yüzüstü bırakıp bunun ardına düşer de, buralara gelir mi?
— Siz, “İlle gelsin”
demişsiniz!..
— “İlle gelsin” dedimse,
“Nişanlandığı gün, nişanlı hanımı salla sırt etsin de gelsin” demedim! Cemil’e
çıkıştı. Bir de utanmadan gülüyorsun! Senden başka işe yarar adam kalmadı mı
ortada?
— Kalmadı, ne sandın?
Baktım, ünlü Doksan Dokuzuncu Bölüğün en zorluları, kocakan yeldirmesiyle
geziyor, “İş başa düştü" dedim, sıvandım. Cigara paketini uzattı. Hele yak
bir cigara...
— Olmaz! Bir cigaraya
başörtümü açamam! Bıyıklı kadın seyri, biletledir. Başıbozuk yüz para, asker
çocuk bir kuruş...
— Bu tipide kim kime yahu...
Yak hadi...
Patriyot cigarayı yaktı.
Uçları aşağı düşük kaşlarının altından, her zaman kederli bakışlarıyla
Neriman’a baktı:
— Ne zaman gördümdü seni
ben, en son?.. Biraz bekledi:
1917 başında Gümüşsuyu
Hastanesi’nde... Değil mi kız? Omzundan yaralanmıştı da bu avanak...
— Değil Ömer abi... Almanya
dönüşü size geldikti ya!..
— Tamam... Herif Avrupa
gördüydü de, kasılmalarından Yanına varılamadıydı. Nereye gidiyoruz, böyle
tıngır mıngır? Yol uzaksa, bu kız donar!
— Uzak değil...
Kasımpaşa’ya...
— Orda mı kalacağız?
— Hayır! Araba
değiştireceğiz!..
— Çay may hazırlattın mı
bari?
— Yok... Hiç akıl etmedim!
— Kız hastalansın da ben
sana gösteririm!
Kasımpaşa Deniz Söndürme
Taburu’nun uçarı sürücüsü, Dolapdere yokuşunu bir solukta inmişti. Bostanları
geçmeden dizginleri kasıp yavaşladı.
— Bayram yerine sapacağız
abi... Pazar içine girmeden duracağız. Hakkı Beybaba sizi evde bekliyor. Ben,
hayvanlarla arabayı değiştirip geleceğim!
— Olur!
Ömer, arabacıdan çok,
Neriman’a işittirmemek için Cemil’in kulağına uzandı:
— Herif karakola haber
verdiyse, her yana telefon etmişlerdir. En iyisi, kız ayrılsın! Vapurla
Köprü’ye gitsin. Evlerden sorup arabanın biçimini, numarasını, hayvanların
rengini belki öğrenmişlerdir.
— Meraklanma!.. Buranın
komiseri yabancı değilmiş... Öğrenip bildirseler bile, biz savuşmadan, soruşturmaya
başlamazmış...
— Reşit’in başını yedikten
sonra, toparlandılar, maşallah...
— Araba durdu. İki katlı,
tahta bir evin aralık kapısından geniş bir taşlığa girdiler.
Kıranta bir deniz yüzbaşısı
kapıyı örttü:
— Buyursunlar... Hoş
geldiniz! Siz böyle geçin beyler, hemşiranım yukarı çıksın!.. Merdivenden
seslendi. Baksanıza!.. Misafir geldi! Eliyle yol gösterdi. Şöyle buyrun
efendim!.. Neriman’ın neden durakladığını anladı. Zarar yok zarar yok... Şu
çuvala silin de çıkın!.. Öteberi hazırlayacaklardı. Göndersinler bohçayı,
söyleyiverin lütfen...
Cemil’le Ömer’in girdikleri
oda sıcaktı. Sobanın üstünde çay demleniyordu.
Ev sahibi, Patriyot’u
kucakladı:
— Korktum vuruşmak zorunda
kalırsın diye... Hay Allah kahretsin... Cemil’e gülümsedi. Ben, Yüzbaşı İsmail
Hakkı... Deniz Söndürme Taburu bölük komutanlarından... Siz de, bunun dilinden
düşürmediği Cehennem Topçusunuz, Maksut’un telefonda söylediğine göre... Buyrun
oturun. Patriyot’a döndü. Başınızı açmaz mısınız teyzanım? Başörtüsüyle
yeldirmeyi aldı. Can sıkıcı bir şey olmadı ya, inşallah!
— Eh olmadı sayılır!..
— Baskında ne yaptın?
Duyunca, ödümüz koptu. Bereket tetikteymişsin!
— Ne olur ne olmaz diye çok
erken kalkıp giyiniyordum. Kapı çalındı. Madam kapıyı açıncaya kadar, taraçadan
yandaki eve geçiverdim. Yabancı polisler karşılarında bir Ermeni madam görünce
edepsizlik edememişler, üstünkörü aramışlar. Sağda solda Rumlar, Ermeniler
oturduğundan bir İttihatçıyı saklayacakları akıllarına gelmedi, besbelli...
Niçin şüphelendiklerini anlayabildiniz mi?
— Hayır... Bu akşam, en geç
yarın polis müdüriyetindeki arkadaşlar haber getirir... Kapı vuruldu. İsmail
Hakkı Bey aralıktan bir bohça aldı. Tamam! İşte yeni giyimleriniz!.. Yeldirmeyi
burda bırakacaksınız! Sana, bir taşralı çarşafı uydurduk! Biraz babayani ama, aldırmazsın!
Bana kalsa, son moda tango çarşafı uygundu ama, “Arkasına takılan olur”
dediler. Cemil Bey de kaputun üstüne şu kara yağmurluğu alacak... Fesi,
kalpakla değiştirecek... Sizce bir engel yoksa, hemşiranım şuradan aynisin!..
Nerde oturuyorlar? Arabayla evlerine bırakırız!
Patriyot Ömer, Cemil’e
döndü:
— Ne dersin? Fena olmaz!..
Bugün yeteri kadar korktu kız...
İsmail Hakkı Bey kesip attı:
— Doğrusu ayrı gitmektir.
Araba, atları değiştirilip
geldiği zaman ikinci bardak çayları içiyorlardı.
İsmail Hakkı Bey yukarıya
seslendi:
Neriman hazırdı. İnip
Cemil’i paltosuz görünce biraz şaşırdı.
— Haydisenize... Nerde Ömer
abim?
— Bak Neriman... Araba seni,
Kasımpaşa vapur iskelesine bırakacak. Köprü’den tramvaya binersin! Daha
doğrusu, bir arabaya atla! Ben biraz geç geleceğim. Teyzeme, “İşi çıktı”
dersin. Bu gece, dönmeye çalışırım. Dönemezsem, merak etmeyin! Yarın öğleye
doğru yüzde yüz evdeyim.
— Olur.
— Gidebilirsin değil mi,
buradan oraya tek başına?..
— Elbette... Niçin
gidemeyecekmişim?
— Para var mı yanında?
— Var!
— Bak bakalım! Belki
yetişmez!..
Ömer Bey içerden seslendi:
<
— Güle güle gelin hanım!..
Selimanım teyzeye çok çok selam... “Ömer abi, ebemkuşağının altından geçmiş de
başına n< işler gelmiş” dersin. “Bundan böyle artık o benim Ömer abim değil,
Ömer ablam” dersin...
Patriyot Ömer, pantolonunun
paçalarını uzun konçlu kara çorapların içine sokmuş, kollarına, yazıcıların
kullandıkları kara kollukları takmıştı.
Cemil içeri girdiği zaman
çarşafın eteğini giyiyordu.
Arabacıya ne yapacağını
söyleyip dönen İsmail Hakkı Bey! çayları tazeledi:
— Böylesi daha sağlam...
“Yanında iki kadınla bir adam” dedilerse... Değil mi?
— Evet... İyi düşündün!..
— Unutmadan sorayım: Silah
ister misiniz?
— Benim var. Cemil de
herhalde silahlıdır.
— Evet...
— Bizden sorması...
— Teşekkür ederiz.
Kasımpaşa’da durum nasıl?
— Millet ilk sersemlikten
daha kurtulamadı. Takım haline gelemiyor bir türlü... Konuşuyorlar,
dertleşiyorlar. Herkes aklınca, bir çıkar yol arıyor. Biz galiba öteki
semtlerden daha önce toparlanacağız. İyi kötü bir komita kurmak üzereyiz.
Silahlı gruplar düzenlemeye çalışacağız! Küçük çapta askerlik öğretimine
girişmeyi düşünüyoruz. Yüksek duvarlı bahçelerde, askerlik çağına yeni
gelmişler eğitilebilir.
— Silah?
— Kasımpaşa’da silah bol...
Herkes cephelerden birer ikişer hatıra almış gelmiş... Geçenki Yeniçeşme
yangını olmasaydı, başka yerlere silah yardımı da yapabilirdik. Yangında, en
azdan, yedi sekiz yüz tüfek, bir o kadar tabanca yüzlerce el bombası, on
binlerce mermi yandı. Sırasız bir kayıp... Çok sırasız... Dışarıya kulak verdi,
dinleyin beni şimdi... Beşiktaş’ta iskeleyi geçince, büyük tütün deposu var ya!
— Evet!
— Deponun yanındaki
aralıktan denize doğru sapacaksınız Hamal kahvesi... Kahvenin önü, kum
kayıklarının iskelesidir. Orada bir sandal göreceksiniz! Tekne maviye boyalı...
Küpeşteye yakın iki sarı çizgisi var. Gidip yanında durun! Kahveden biri
çıkacak... “Nerede bunun kayıkçısı?” diye soracaksınız! “Benim” diyecek. “Bizi
kaça geçirirsin karşıya?” diyeceksiniz. “Yüz altına” diyecek... “Tamam!” deyip
atlayın. Hemen suyu geçin!.. Kürek çekmeyi bilir misiniz Cemil Bey?
— Biraz...
— Birazsa elverir. Ben sizin
yerinizde olsam, yedekleri taktırıp küreğe otururum sırayla... Hem Üsküdar’a
çabuk geçersiniz, hem de üşümemiş olursunuz!..
Araba gelince, Patriyot Ömer
acele çarşaflandı.
Cemil kalpağı giymiş, kara
muşambadan denizci yağmurluğunu sırtına geçirmişti. İsmail Hakkı Bey’le öpüşüp
çıktılar.
Kasımpaşa, sulusepken karın
altında, suya düşmüş köpek yavrusu gibi ıslaktı. Yan beline kadar çamura
gömülmüş, sanki titriyordu. Denizi bile denizlikten çıkmış, çamur dolu bir
çukura dönmüştü. Bu cıvık çamurun üstündeki bütün tekneler karaya oturmuşa
benziyorlardı. Karşı kıyı, çalımlı kubbelerine, dimdik minarelerine rağmen
büyük depremlerin yıkıntı kümeleri; gibiydi. “Üç milyon ölü, İmparatorluğu beş
yıl kemikleri üstünde tuttu. Deprem öyle derinden geldi ki, aylardır üst üste
yığılan bu kemikler, hâlâ aynı hızla çöküyor. ” Cemil bunu bir yer-; de
okumuştu. Düşündü. Bulamadı. Şu anda, iskeletlerin meydana getirdiği kemik
yığınlarının altından sanki çıkmaya uğraşıyorlar; soludukça hava yerine kemik
tozu yutuyorlardı.
— Girmemezlik edemez miydik
bu savaşa?!
— Savaşa mı? Anlamadım?
— Bu savaşa girmemenin yolu
yok muydu diyorum? (
Patriyot Ömer bir başka
dille konuşulmuş gibi bakakalmıştı. ’
Neden sonra kelimeleri
arayarak karşılık verdi:
— Evet... Girmemek olur
muydu? Bunu, belki şu anda Talat Paşa da soruyordur Berlin’de kendine...
Moskova’daki Enver Paşa, Kabil’deki Cemal Paşa da soruyordur. Biraz daldı.
Kolay değil bu sorunun karşılığı... Boş ver! Girenler düşünsün bunu. . Biz
şimdi, bataktan nasıl çıkacağımıza bakalım!
— Panikledik, diyor
Arapoğlu... Kızıyor senin Teşkilatı Mahsusa’ya...
— Haksız...
— Haksız mı?
— Elbette... Arapoğlu’nu
şaşırtan, senin paniklemediğin yerde, bizimkilerin çil yavrusu gibi
dağılması... Önce ben de kızdım biraz... Sövüp saydım.
— Sonra, düşündün...
— Düşündüm, teşkilattakiler,
teşkilatçı olduklarından panikledi. Düşündükçe hak verdim kayınça... Neden mi?
Teşkilattakilerin bir kısmı karşı tarafa geçti de ondan... Orman ne demiş?
“Şuncacık balta, benim hakkımdan gelemez ama, neyleyim ki sapı benden” demiş...
Bir gizli örgüt ikiye bölündü mü, gizlisi kalmaz. Düşman karşısında omuz omuza
savaşmanın güvenini kaybetti arkadaşlar, apansız! “Filanca benim evi bilir,
Reşit Bey’i ararken en önce aklına ben gelirim! Öyleyse, evi nerdeyse basarlar”
diye kendi kendilerini korkuttular. İşte bunu hesap etmedik biz...
Cemil de kelimeleri teker
teker seçerek doğruladı:
— Evet çoğu bu kadar açık
düşünmemiştir bile... Yüreğini alışmadığı bir tedirginlik sarar sarmaz,
yelkenleri suya indirmiştir.
— Hak veriyorum ama gene de
çok gücüme gidiyor Cemil Aka! Bir arkadaşın, bir başka arkadaşa, evine
sığındığı günün gecesi, “Ben seni saklayamam, korkuyorum!” diyecek duruma
düşmesi çok yaman... Hele yiğitlikte sivrilmiş olursa... Üşümüş, ya da sahiden
korkmuş gibi içini çekti. İyi ya, “Bu çukurdan artık çıkamayız” duygusu nerden
geldi bize? Yenilmek hesapta hiç mi yoktu? Biz buna benzer vartaları hiç mi
atlatmadık? Koca bir İmparatorluk, göçer gider mi, bir tek savaş
kaybedilince?.. Göçer giderken biz kaltabanlığa vurabilir miyiz? Olmaz böyle
şey... Gözlerini kısarak Cemil’in gözlerine baktı. Doğru söyle Cehennem,
içinden, “Bu iş burada bitti” dedin mi, bozgundan bu yana hiç?
Cemil içini merakla yokladı,
sonra rahatça karşılık verdi:
— Bugüne kadar hiç aklıma
gelmedi. Ben de “Olmaz öyle şey. ” Dedim senin gibi... “Biz ölmeden hiçbir şey
bitmez” dedim.
— Tamam... Boğuşmalar
çeşitli cilveler göstermeyince ben onlara boğuşma bile demem!.. İlerleyeceksin,
gerileyeceksin... Sen onun arkadaşını vuracaksın, öfkesinden kurşun yemiş
hınzıra dönecek, o senin arkadaşını haklayacak, sen kızgınlıktan kudurmuş
kaplan kesileceksin! “Arkadaşlar ikiye bölündü” dedim ya, ben buna da pek inanamıyorum
daha... Bölünme gibi görünen şey, bozgunun ilk günü, her yerde olur. Bir de
bakarsın dün panik yapanlar, bugün senden iyi dayanıyor. Biz dünkü çocuk muyuz?
Getir bakalım aklına, Makedonya’yı... Hiçbir umut var mıydı görünürde?.. “Şemsi
Paşa’yı tepeledikten uç gün sonra hürriyet tamam!” deseydi biri, inanır mıydık?
İnanmazdık... Balkan rezilliğinden sonra... “Bundan yüz kat çetin bir savaşta
dört yıl dayanacaksınız!” deseydi biri inanır mıydık?.. İnanmazdık. Benim pek
derine aklım ermez, ama, Sarıkamış’tan sonra “Battık” diyenlerin karşısına
dikildim. “Yok öyle şey” dedim. Yetmiş iki buçuk millet Çanakkale’ye yüklendi.
Rus yürüdü geldi, Suşehri’ne dayandı. Aklı erenler, “Bu iş burda biter!”
dediler. “Yok öyle şey!” dedim. Hesapla mı dedim, hayır, yürekle dedim. Çar
domuzuna, bir Bolşeviklik belası verdi, kurban olduğum Allah, biz “Aman Sivas’ı
kaptırmasak” derken, kendimizi Kafkasya’da bulduk. Biraz geçti aklı erenler,
Alman’ın tutumuna baktılar, “Eyvah! Bu herif buralara iyice yerleşiyor ki, hiç çıkmamacasına...
” dediler. Palabıyık Vilhelm yıkıldı teker meker, o belayı da öyle savuşturduk.
Elbet, bugünleri de geçiştireceğiz! Bir ucu çözülürken, bir ucu bağlanıyor bu
işin kayınça. . Yok bölünmüşüz de, yok sap bizdenmiş de... Oluversin sapı bizden...
Onlar bizi biliyorlarsa, biz de o kahpe avratlıları biliyoruz! Ferah ol! Böyle
karışıklıklarda, molozlar gider, yiğitler kalır. Birine meydan okur gibi
dikilmişti. Ne demiş Köroğlu, “Mert dayanır, namert kaçar” demiş... Sırtımızı
devlete dayayıp kabadayılanmak kolaydı. Şimdi, ak koyun, kara koyun belli
olacak... İçini çekti derin derin. Aslına bakarsan, bu Reşit işinde suçun
büyüğü benim... Kara Vasıf o kadar söyledi: “Bu iş senin bildiğin kerteden
çıktı, Patriyot, bozulalım da yeniden düzelelim, yanılıyorsun!” dedi. Ben
“Teşkilatı Mahsusa varken, başka şey istemez diye dayattım. “Olmaz Patriyot,
gel katırlanma! Senin aklın ermiyor! Bozulacağız da düzeleceğiz ki, herkes eski
bildiklerini kaybedecek, ” dedi. “Bir örgüt, uzun zaman hükümete sırtını dayayarak
çalışmaya alıştıysa, çetin zamanda ondan büyük başarılar beklemeyeceksin!”
dedi. Ben, “Ne biçim teresler olmalıyız ki, kötüsü gelir gelmez, işe
yararlıktan çıkalım! Olmaz, ayıptır, ölsek daha iyi!” dedim... Güldü kara herif
bir zaman, “Anladım, sen iyice şaşırmışsın domuz!” diye kamıma vurdu. “Şu
dakikadan sonra, Karakol oldun çıktın, bunu böyle bil!” dedi. Bereket versin,
herifler bizim gibi avanak değil... Çekirdekten yetişme komitacı...
— Karakol ne demek?
— Kara, Kara Kemal’le Kara
Vasıfın KARA’sı, Kol da bildiğimiz kol!..
— Karaların kolu...
— Tamam! Gerçekten de iki
kolu olacak... Biri, cezaevlerinden adam kaçırmakla, kaçırılanları gizlemekle,
düşmana geçenleri tepelemekle uğraşacak... İkincisi Gizli Ordu...
— Anlamadım!
— “İstanbul’da vuruşma olur,
Müslümanları öldürmeye kalkarlar” diye düşünmüşler. Her mahallede silahlı milis
birlikleri kurulacak... Demin İsmail Hakkı’nın söylediği...
— Silah?
— Sorduğu şeye bak!.. Biri
duysa, “Salihli’ye altı araba silah getiren bu mu?” diye şaşar! Silah var,
“Kötüsü gelirse çete savaşları yapılır” diye savaşın sonuna doğru, biz epeyce
silah gizledik! Karakol derneğinin tüzüğünü, genel yönetmelik taslağını vereyim
de oku!
— Hazır mı?
— Tam hazır değil... Bizim
küçük efendi, Kara Kemal Bey tevkif edilmeseydi, çoktan tamamlanacaktı da
basılmış bile olacaktı. Merkezin kimlerden kurulduğu, kaç kişi olduğu, nerede,
ne zaman toplandığı, kimlerce, nasıl seçildiği hep gizli... Birisi nin
gizliliği bozacağından kuşkulanıldı mı, tak... Yallah... Lamı cimi yok...
Milisler ordu düzeniyle yönetilecek... Başkomutan, Genelkurmay... Bunlar da
birbirini tanımayacak... Sırası gelip “Haydi!” emri verildi mi, herkes ödevinin
başında işe girişecek!
— Aklım pek ermedi buna...
Birbirini tanımayan koca bir ordu, sırası gelince nasıl vuruşur, bir komuta
altında?
— Koca orduyu kuranlar,
elbet burasını da düşünmüşlerdir. Sen hiç meraklanma!.. Her yönü kılı kırk
yarararak hesaplandı bu kez...
— Sence başkomutan kim?
Enver Paşa mı?
— Kesinkes bilmiyorum ama,
Enver Paşa’dan uygunu yoktur. Geçenlerde bir laf çıktıydı ya... “Talat Paşa,
İstanbul’a gelmiş, bir yerde saklanıyormuş” diye... Bana kalırsa, gelen Talat
değil Enver’dir.
Araba, Kuledibi’nde bir
kocaman Yahudi bayrağının altında durmuştu. Boğazkesen’e inen yokuşun başında,
nokta polisinin kulübesi çevresinde bir şeyler oluyor, olanı görmek için
toplananlar kahkalarla gülerek birbirlerinin omuzuna abanıyordu.
Kulübenin içinde gözlerini
sımsıkı kapamış sakallı bir polis vardı.
Cemil arabacıya ne olduğunu
sordu:
— Hiç... Allah belalarını
versin!.. Dört beş yabancı deniz en...
— Ee?
— Kulübeyi çevirmiş küçük
abdest ediyor!..
— Ona mı gülüyorlar bu
herifler?..
— Ona!
— Sür de sıyrılmaya bakalım!
Cemil, sarhoş deniz
erlerinin çarşafı fark edip edepsizlik edebileceklerini düşünerek, elini
tabancasına attı, güven tetiğini açarken araba dikkati çekmeden kalabalığı
sıyırdı.
Boğaz’ın burdan görünen
parçası düşman tekneleriyle doluydu. Tipi dinmiş, bulutlar yükselmişti. Denizin
kat kat kurşuniliklerine ıslak şubat akşamı iniyordu.
Patriyot, dalgın, sordu:
— Nereye gidiyoruz?
— Erenköy’üne...
— Kimin evi?
— Doktor Münir’in...
— Münir’in mi? Ne münasebet?
— Ahbabımdır.
— Gördün mü son zamanlarda?
— Bugün...
— Nerde gördün?
— Evine gittik Maksutla...
— “Patriyot’u getireceğim”
dedin... “Olur" mu dedi?
— Evet...
— Şaşılacak şey...
Duraklamadı mı? Bir şey söylemedi mi hiç?
— Ne gibi?
— Bilmem... Evde başka kim
var?
— Halil Paşa...
— Gördünüz demek... Ben
götürdümdü, oraya...
— Yok canım!..
— Ne yaptı, bizim Deli Arap
“Patriyot’u Münir’in evinde saklayalım” deyince?
— Kıyametleri kopardı.
Sonuna kadar direndi. Şimdi bile, Halil Paşa’yı gördüğü halde, yüreği
kuşkudadır, eminim!
— Ben de az direnmedim...
Paşa sonunda, tersledi bizi...
— Paşa “Git görüş” mü
dediydi?
— Tamam! Bir akşam, evdeyim,
kapı çalındı. Baktım, şapkalı, kolu çantalı bir gâvur... İnip açtım, “Kimi
aradın çorbacı?” de’ meye kalmadı, herif beni göğüsleyip içeri daldı. “Höst”
diye davranırken baktım, bizim Paşa Dayı... O gece beni Doktor Münir’e yolladı.
O sıralar ben daha bizim takıma güveniyorum. “Etme, ' eyleme Paşam... İt sürüsü
kadar adamımız var. Biz, düşmanımızın kapısına nasıl gideriz?” dedimse de
dinletemedim. Doktor' Münir beni tepeden tırnağa süzdü: “Merhaba Patriyot!”
dedi, “Oğlum suya düşmüş sıpaya dönmüşsün! Patriyotluk zor geldi galiba... ”
dedi. Paşa meselesini açtım. Doğrusunu istersen, “Başka kapıya yallah!” diye
kanadı suratıma çarpmasını bekliyordum. Beni içeri aldı, kahve söyledi, “Sizin
Paşa Dayı, son gördüğümde, Kafkasya fatihi idi. Çalımından geçilmiyordu ve de
burnundan kıl alınamıyordu. O zamandan bu zamana durum vazıyetlerimiz az biraz
değişti gibimedir” dedi, “Vatan dediğimiz şu baba çiftliğini har vurup harman
savurdular, kumara bastılar: hayvanıyla adamıyla... ” dedi, “Gelsin bir
hesaplaşalım. Alacaklı mıyız, verecekli miyiz bilelim. Hey Patriyot oğlu!”
dedi. Ben sersemlemişim! O sersemlikle eve döndüm. Dediklerini Paşa’ya bir' bir
söyledim. “Haklı bücür herif... N’aparsın!.. ” dedi. “Yenilginin. hesabım, o
patavatsız geveze soracaksa işimiz iş Paşa Dayı!” dedim. “Keşke bütün soranlar
bücür gibi yiğit olsalar” diye başını i salladı. Maksut’u görünce ne yaptı
bücür herif...
— Sorma... Eşekten düşmüşe
çevirdi.
— Oh olsun!..
Araba düze inmiş,
Fındıklı’nın darlığından Dolmabahçe’nin genişliğine çıkınca hızlanmıştı.
İskele yolunun ağzına
indiler.
Ortalık kararmak üzereydi.
Tütün deposunun önündeki
teknelerden san çizgili kayığı bulmaya çalışırken kahveden iki kişi çıktı.
— Allah Allah... Bu senin
Arapoğlu değil mi Cehennem? “İti an sopayı hazırla!” sözü doğru... Kasıntıya
bak kasıntıya... Habeş İmparatoru Menelik, halt etsin! Evet, huyunu bozdu
inzibat subaylığı bu bizim alık Arap’ın...
Arap Maksut telaşlıydı.
Yanındakini tekneye yollayıp sokuldu:
— Gelebildiniz çok şükür...
Nerde kaldınız bu zamana kadar?.. Merak ettim.
— Neden?
— Bir de sorar!.. Herifi
tepelemek var mıydı? Haydi bulaştırdın elini, hiç değil, gebert de
kurtulalım... Yazıklar olsun Cehennem!
— N’olmuş?
— Ne olacak? Cemil adı
duyuldu. Herifler Patriyot’tan yola çıkıp Cehennem Topçu’yu bulurlarsa... Hele
Fulya tarlasında oturduğunu öğrenirlerse... Reşit Bey’in nereye doğru koştuğunu
şıp diye çıkarırlar. Batırdın bir çuval inciri ki Cehennem, büsbütün cılk
ettin!..
Cemil’in yüreği apansız
mengenedeymiş gibi sıkıştı:
— Neriman yakalanırsa?..
— Haber yolladım. Yahya
Hoca’ya gidecek birkaç gün, Enver’i alıp... Hadi suratıma bel bel bakacağınıza
atlayın sandala da savuşun! Bana bak Patriyot, salıverme bunu, benden haber
gelene kadar...
Patriyot sakin sakin sordu:
— Dur Arapoğlu, ortalığı
patırtıya verme... N’olmuş anlayalım?.. Cehennem’in adam tepelediğini sana kim
söyledi?..
— Kasımpaşa’dan telefon etti
İsmail Hakkı... Arabanın izini sürmüşler. Şimdi fayton ahırlarını
arıyorlarmış... İsmail Hakkı “önemi yok” dedi ama, bugünlerde çok tutuluyorum,
ben bu “ önemi yok” lafına...
Kayıkçı seslenince Patriyot,
Maksut’un kolunu çekti:
— Hadi sen de gel, sandalda
konuşuruz.
— Herifin yanında konuşmak
olmaz. Karakola yetişeyim de Serezli Niyazi’yi aratayım... Kızın “Cemil abi”
diye bağırması kötü oldu. Eğer rahmetli Reşit Bey’in Fulya tarlasında ne
aradığı üstünde durdular da, oralardaki İttihatçı subayların listesini
çıkardılarsa durum karışmıştır ağa... Dediğim gibi, bunu bırakmayın sakın...
Benden haber gelene kadar bunu salıvermeyin Cemil’e döndü. Evdekileri merak
etme! Paşa amcanın ellerini öperim. Bir an durakladı. Cüce doktora da selam
söyleyin! Herifin kesimi ufak ama yüreği mangal kadar...
Patriyot Ömer’le Cemil,
atıştırmaya başlayan karın altında sandala doğru yürüdüler.
— Demek dürbünle bakıyordun
pencereden?..
— Ben bakmıyordum. Neriman
bakıyordu.
— Birini kovalıyorlar
deyince kaptın...
— Evet...
— Dürbün hep o dürbün mü?
— Hangi?
— Von Kres Paşa’nın
armağanı?
— Evet...
— Ona “dürbünle bakıyorduk”
demezler, “Von Kres Paşa’nın dürbünüyle bakıyorduk. ” derler.
Halil Paşa gülerek sordu:
— Farkı ne bücür efendi?
— Onlar öyle dürbünlerdir ki
Paşa Amca, Von Kres Paşalar, önceden neleri hazırlamışlarsa ancak onu
gösterirler! İstersen Kabe’de ol!.. Von Kres Paşa’nın dürbünü, kan, ölüm,
çöküntü,Türkçesi hep rezillik gösterir, yüzde elli de aptalllık... Büyük Cemal
Paşa’mız da, bir kum tepesinden, Kanal’a öyle bir dürbünle baktı. Onun ki Kres
Paşa’nın değil, palabıyık Vilhelm’in armağanıydı!
— Sanmıyorum. Vilhelm’in
Cemal’e dürbün hediye ettiğini duymadım hiç...
— Olsun... Markası
Alman’dır.
— Dürbünün markasıyla
sahihinin kimliğini nasıl karıştırırsın birbirine?..
— Bakın şöyle karıştırırım.
Batı’dan tekniği alacağız ama üstüne sere serpe yatıp uyumak için değil...
Paçaları sıvayıp kendimiz de yapmak için... Biz birinci yolu tuttuk baştan beri...
Bir zamanlar “Parayı gâvur kazanır, Müslüman yer” dermişiz. Çoktandır,
“Araçları gâvur yapar, biz hazıra konarız kekâ!” diyoruz!..
Doktor Münir çok keyifli bir
söz söylemiş gibi kıs kıs gülerek bir cigara yaktı. Yedi numaralı gaz
lambasının san ışığı yüzünün yarısını aydınlatıyordu.
— Baktın ki birini
kovalıyorlar... Baktın ki vuruşma başladı... Tabancayı kaptın...
— Evet...
— Kız bıraksaydı,
koşacaktın...
— Kız bıraksa değil, tabanca
boş olmasa...
— Hele bir filinta geçseydi
eline pencereden girişecektin?..
— Evet...
— Reşit Bey’i ömründe bir
kere bile görmedin oysa?
— Görmek gerekli mi?
— Değil... Mangalda elini
ısıtan Patriyot’a baktı. Suç ortağı olmak için görmek neden gerekli olsun...
Doğru söyle, Reşit kendini öldürünce acıdın mı çok?
Cemil bir an durakladı:
— Acıdım ama, çok değil...
Galiba ölüme kanıksadık biz... ,
— Ben çok acıdım...
Halil Paşa, Doktor Münir’in
bu sözüne gerçekten şaştı:
— Acıdın mı? Neden acıdın,
saklamaya yanaşmadığın adamın ölümüne?
— Ölümüne acımadım...
Bahtına acıdım... Reşit Bey gibi adamlar, ne zaman, nerde, nasıl öleceklerini
olsun bilmelidirler. Patriyot’un mangalda ısıttığı uzun parmaklı piyanist
ellerine daldı. Reşit Bey’in aştığı bir sınır çizgisi var, orayı aşmak kolay
değil... İnsanlığı bırakıp canavarlığa geçiyorsun. Vardır elbette ileri sürecek
özürleri... Bunların en başında kişisel çıkar aramadığı gelir. Vatan için yaptı
yaptıklarını... Oturup uzun boylu düşündü, sorumluluğu bilinçle yüklenip
çizgiyi geçti. Kollarını sıyırıp baltayı aldı eline, çoluk çocuk, genç yaşlı,
kadın erkek ayrıntı gözetmeden kesmeye girişti.
Halil Paşa su isteminin
kolaylığıyla karşılık verdi:
— Girişir!
Doktor Münir birden irkildi:
— Girişir mi?
— Vatan tehlikedeyse hiç
bakmaz. -
— Vatanseverlik mi
diyorsunuz buna siz?
— Hem de nasıl... Çünkü adam
keserken, kendi kesilmesini: ; de kabulleniyorsun! Yani canını koyuyorsun
karşılığında... Vatanı tehlikede gördü. “Binlerce insanı kesecek kadar tehlike
yoktu” dersen, bak bu tartışılır!
Doktor Münir gözlerini
kısarak bir zaman düşündü:
— Hadi ters yönden haklısın
diyelim... Böyle bir iş Doktor Reşit Bey’e niçin düştü? Biliyorum, büyük alt
üstlüklerde cellatlara gün doğar. Tıbbiyeden arkadaşımdı Reşit benim... Cellat
soyundan görünmedi bana... Kıl kadar kuşkulanmadım yıllarca... O sıralar, sonunun
buraya dayanacağını kendisi de bilmediği için, “Ruhundaki canavarlığı sakladı
köpoğluca... ” diyemem! 1889’da, Tıbbiye’de, İttihat Terakki Cemiyeti’ni kuran
beş öğrencinin yaşça en küçüğüydü Reşit... Bir gün, bir ilkbahar günü, okulun
bahçesinde Diyarbakırlı İshak Sükûti ile Erzurumlu İbrahim Temo, vatanı
kurtarmak için ne yapmak gerektiğini tartışıyorlarmış. Yanlarına Bakülü
Hüseyinzade Ali gelmiş, bir zaman dinlemiş, demek kurmaktan başka yol
olmadığını söylemiş. İbrahim Temo sormuş: “Nasıl kurulur böyle bir dernek?”
Hüseyinzade Ali, çevresine bakmış... Abdullah Cevdet, bir sıraya oturmuş, kitap
okumaktaymış... “Şu Arapkirli ile sen konuş” demiş... Sonra tek başına dalgın
dolaşan Kafkasyalı Reşit’i göstermiş... “Ben de Çerkezoğlu’nu razı ederim,
demek kurulmuş olur. ” Hem de kurulmuş, dediği gibi... 1919’da, hürriyeti
göremeden... İbrahim Temo, Romanya’da, İttihat Terakki sürgünü... Bakülü
Hüseyinzade Ali Bey şimdi Bekirağa Bölüğü’nde vatan hainliğinden mahpus...
Doktor Reşit Bey’in sonunu, bizim Cehennem Yüzbaşı, Von Kres Paşa’nın
dürbünüyle seyretti bu sabah... Hürriyet yoluna on yedi yaşında girip şeref
kurbanlarına katılarak yıllarca Trablus çöllerinde sürünen bir doktor insanın
hedefine vardıktan sonra böyle tükenmesine acıyorum ben... Gerçek hürriyetçilikte,
toptan insan öldürmenin ilintisi olabilir mi hiç? Rastlaşma dediğimiz
maskaralığın sefil oyunlarından biri değil de nedir bu? Saklasaydım onunla suç
ortaklığını kabullenmiş olurdum. Birine acımak başka şeydir, suçuna ortak olmak
başka... Ne dersiniz, haksız mıyım? Susup karşılık bekledi. Kimse bir şey
söylemeyince acı acı güldü. Ben, Paşa amca, sizin yerinizde olsaydım,
“Haksızsın!” derdim.
—' Ne biliyorsun demediği mi
Bücür Ağa?
— Dersiniz... Sizin kara
kaplı kitabın başında: “Gözlerimi kaparım / Ödevimi yaparım” yazılıdır. Sizin
Baba Yasanız böyle başlar. İri bilgiciniz Gökalp Ziya mollayı kötülüyorum
sanma!, . Onun da suçu yok... Bu lafı, başkalarını aldatmak için uydurmadı. Çok
büyük, çok çıkarlı bir gerçek bulduğuna inanmaktadır bugün bile... Kendisi de
çünkü ödevini her zaman gözünü kapayarak yapmıştır. Meseleleri birbirine
karıştırması, sonra da işin içinden çıkamaması bundan.
Bu sırada aşağıdan Gülnihal
Kalfa’nın gümbür gümbür trabzanı dövmeye başladığı duyuldu.
Münir Bey, sol eliyle
kürkünün sağ kanadını toplayıp iki büklüm eğildi:
— Yemek hazır efendiler!
Buyrun sofra başına...
Gülnihal Kalfa, yemek
odasına çifte lamba yakmış, kristal rakı takımlarıyla pırıl pırıl bir sofra
donatıp rakıyı herkesin önüne karafakilerle koymuştu.
Halil Paşa ellerini
uğuşturdu:
— Sağ ol Gülnihal Kalfa!..
Hani bir de inadı bırakıp İttihatçı olsan yok mu?
Gülnihal kalfa, “sağ ol”a
gülümserken birden somurttu
— Yapmayınız arslanım!.. Yel
götürsün ağzınızdan efem... biz hamt olsun Müslümanız efem... Gâvurluktur efem
İttihatçılık... Dinsizliğim, imansızlığımdır... Gülmeye başlayan doktora dargın
dargın baktı. Gülmeyiniz efem!.. Allahımız göstermesin! Ölüyorum deseler, su
vermem İttihatçı gâvurlarına bendeniz efem... Evimizi basmadılar mı? Sizi
sürgüne götürmediler mı?
— Canım kalfa, Abdülhamit’in
hafıyeleri de bastı bizim evi, , onlar da götürdü bizi sürgüne... ’
— Onlarla bir mi İttihatçı
gâvurları? Nur içinde yatsın Sultan Hamit efendimize, “Contürk” dediler sizin
için, kahrolası hafiyeıı4 ler... Aldattılar efendimizi...
— Tamam, o zaman Jöntürk
diye gittik, İttihatçılar zamanında karttürk diye... Ne farkı var alık
Çerkez?..
Patriyot içki içmiyordu.
Arkadaşlarından ayrılmamak için bardağına biraz bira koymuştu.
Doktor Münir kadehini
kaldırdı:
— Haydi efendiler! İyi günlere...
Halil Paşa, Cemil’e sordu:
— Mustafa Kemal’le beraber
mi gittindi sen? Yedinci Ordu’ya?
— Hayır, ben başından beri
Filistin’deydim. Bir ara, Çanakkale’ye geldi bizim batarya... Seddülbahir’e...
İkinci Kirte savaşları yeni bitmişti. Biz 10 Mayıs’ta vardık! 20 Aralık’ta
çekildi düşman...
Uzunca bir sessizlik oldu.
Halil Paşa’yla Patriyot
Ömer, düşmanın Çanakkale’den apar topar geri döndüğü gün ne kadar
sevindiklerini aynı zamanda hatırlayıp bakışmışlar, sonra bunu hatırlamak
suçmuş gibi gözlerini önlerine indirmişlerdi.
Doktor Münir içini çekti:
— Ne garip!
— Nedir garip olan?
— On on beş kelimeyle
anlattı Cemil, Çanakkale’yi... Oysa 55127 ölü verdik biz bu savaşlarda... 130
bini aşkın da yaralı...
Lodos azmış, deniz
Caddebostan İskelesi’ni dövmeye başlamıştı. Rüzgâr ahşap köşkü enikonu
sallıyordu. Halil Paşa, sözü değiştirmek istediğini saklamaya çalışmadan sordu:
— Ordan nereye gittin?
— Temmuz başında Von Kres
Paşa istemiş... İkinci kanal saldırısı için... Kalktık gittik, ikinci defa
saldırdık kanala... Bu kez düşman hazırlıklıydı, kolayca püskürttü bizi...
Elariş’e kadar kovaladı.
— Birinci kanal seferinde de
bulundu mu?
— Evet! Cemil kıs kıs gülen
doktora döndü. Bir şey mi dediniz?
— Kanal seferi lafını ne
zaman duysam Ali Fuat’ın anlattıklarını hatırlarım!
— Hangi Ali Fuat?
— Cemal Paşa’nın kurmay
başkanı...
Halil Paşa laf olsun diye
sordu:
— Nedir anlattıkları?
— Yıl 1915... Ocak ayının
15’i... Bir mübarek cuma günü. . S Bilir misiniz bu tarihi.
Gözlerini kırpıştırarak
hatırlamaya çalıştılar. Patriyot “Hayır derken Halil Paşa’yla Cemil aynı
zamanda karşılık verdi:
— Kanal seferinin başladığı
gün...
— Yalnız kanal seferinin
başladığı gün değil... Acıklı bir rastlantıyla Sarıkamış felaketinin de bittiği
gündür bu gün... Karce henneminde 100 bin ölünün üstüne, dünyanın en kanlı
perdesi inerken ateş cehenneminde yalnız dokuz tanesi Alman, 25 bin Türk
delikanlısının önünde bir başka perde açılıyor! Kır atın üstünde Dördüncü Ordu
Kumandanı Bahriye Nazın Büyük (!) Cemal Paşa... Bu kır atı, Osmanlıların padişahı,
İslamların halifesi Beşinci Sultan Mehmet, Mısır’ı almak kavliyle armağan etmiş
Cemal Paşa’ya... Ordu karargâhı Birüssebü’den kalkıp 300 kilo metrelik kuş
uçmaz kervan geçmez Tih çölüne girecek... Güneş batmak üzere... Yarısı kumlara
gömülmüş bile... Geri kalan yarısı kubbeli bir zafer takı gibi... Yüz adım
ileride, mavzer filintaları kucaklarında iki atlı, bu altın zafer takının iki
yanında iki nöbetçi gölgesi gibi... Kumandanın iki adım solu gerisinde... 1'
kurmay başkanı... Altı adım aralıkla iki yaver... Yirmi adım sonra, karargâh
subayları... Bunların içinde bir doktorla bir de veteriner var. İşin zoru...
Komutan hep aynı hızla gitmiyor, aklından geçirdiklerine uygun olarak eşkinden
apansız hızlıya kalkıyor. Geridekiler saygı aralıklanın korumak için mahmuz
dokundurup gem kısarak uğraşıyorlar. Bu çalkantılı takımın on adım gerisinde
ordu karargah filaması... Artık ona filama demeyeceğiz! Kızıl Elma yolunun
ışığı... Oğuz Han’ın kurt kuyruğundan kutsal tuğu... En arkadaş, şimdilik,
savaş mavaş olmadığı için, atlı takımı...
Halil Paşa elini kaldırdı:
— Atıyorsun domuz
farmason... Uyduruyorsun! Cemil’e döndü. Uyduruyor değil mi?
— Bilmem paşam!.. Biz,
kolorduyla iki konak ilerdeydik.
— Neydi toplarınız?
— İkisi dağ, beşi sahra,
yedi batarya... Bir de 15’lik ağır obüs...
— Nasıl geçirdiniz, çölden
bunları?..
— Obüslere sekizer manda
koştuk!..
— İşe yaradılar mı bari?
— Eh... Doktorun eğlendiği
dürbünü kazandırdı bize obüsler... Von Kres Paşa’nın dürbününü...
— Gemi batmp kanalı mı
tıkadın?
— Hayır!.. Cemil gönülsüz
gönülsüz anlattı. Kanalı Tasum’dan geçecektik. Timsah gölünde iki zırhlı vardı.
Biri İngiliz Hardinç, öteki Fransız Röken, 2 Şubat’ı 3 Şubat’a bağlayan gece
yarısı yapılacaktı saldın. . Öğleden sonra kum fırtınası çıktı, planı bozdu.
Baskın yapmak niyetinde olduğumuzdan nakliye gemilerine ateş açmadık. Birlikler
kanala 400 metre sokuldukları zaman saat gecenin üçünü geçiyordu. Karşıdan
köpek ulumaları duyuldu. Işıldaklar kum yığınlarını aralıksız tarıyor. Saat 3.
20’de ilk düşman ateşini Sağ kanattan aldı birlikler... Tombazlar suya ateş
altında sürüldü. Saclar inceydi. Ağır makinalı mermilerine dayanamadı. 71’inci
Alaydan iki tombaz, 73’üncü Alay dan da ancak bir tombaz karşı kıyıyı
tutabildi. Geri kalan tombazlar, bizim kıyıda, ya da kanalın ortasında
batırıldı. Biz kıvranıyorduk. Ağır obüs bataryasına ateş emri ancak sabahleyin
saat sekizi on gece verildi. Hardinç’i vurduk. İkinci atışta bacası koptu.
Sonra bir sarı duman yükseldi. İngiliz demirini bırak savuştu. Bu kez topları
Fransız’a çevirdik! Aramız sekiz kilometreydi. Batarya eski olduğu için
Fransız’a yetişemiyorduk. Röken hesapta olmadığı halde, ağır toplarıyla ateşe
başlamıştı.
— Neden hesapta yok?
— Almanlar demişler ki,
“Donanmanın ağır toplarım kulla-: namaz düşman... Çünkü sarsıntıdan iki yandaki
kumlar göçer kanalı tıkar” demişler. Oysa bal gibi ateş açtı 28’likler, kumlar
da yıkılmadı. Röken uçaklarının yardımıyla ateşini düzeltip bizi buldu. Sekiz
mermi önümüzden arkamıza doğru kum tepesini taramaya başladı. Gündüz ortası yer
değiştirmek imkansızdı. Bereket versin mermilerin çoğu kuma saplanıp kalıyordu.
Saat den kuzda sustuk.
— Siz mi sustunuz, düşman mı
susturdu?
— Biz sustuk!..
Cemil, gözlerim
kırpıştırarak duvardaki eğri Dağıstan kılıcına dalmış, Fransız zırhlısı
tepesine gülle yağdırıyormuş gibi kafasını kısmıştı.
Sıkıntılı sessizliği
Halil Paşa bozdu:
— Görüştünüz mü Yedinci
Ordu’dan ayrılırken Mustafa Kemal’le?.. Ne diyordu olup bitenlere? Nasıl
görüyordu geleceği? Bize atıp tuttu mu?
— Hayır? Yola çıkacağı günün
gecesi topladı güvendiği arkadaşları... “Yenildik” dedi, “Vuruşmayı bıraktık.
Vuruşmayı bırakmak, onurlu insanlar olarak yaşamayı hâlâ umut etmektir” dedi,
“Eğer bu umudu kaybedersek bir daha davranacağız, ölüme kadar çabalamak için...
İlk iş, silahların hepsini kaptırmamak... Çünkü milletler için hiçbir yenilgi
son yenilgi değildir. Taşıyabildiğimiz silahı, memleketin içerilerine götürüp
saklayacağız!” dedi.
— Sen ne yaptın?
— Bir yedeksubay arkadaşla
altı araba uydurduk, doldurduğumuz silahları getirip bir çiftliğe yerleştirdik.
— Nerde bu çiftlik?
— Salihli’de...
— Sakın Kuşçubaşı Çiftliği
olmasın!
— Tamam! Kuşçubaşı Eşref
Bey’in Çiftliği... Eşref Bey Malta’da esirmiş, kardeşi Hacı Sami de Enver
Paşa’yla berabermiş galiba... Çiftlikte en küçük kardeşleri var, on altı yaşında
bir çocuk... Önce gözüm tutmadı, sonra baktım, çekirdekten yetişme çeteci...
Silahları, cephaneyi hiç telaşsız teslim aldı, “Paslanmaz, kayıp da olmaz,
meraklanmayın!” dedi.
— Öyledir bu Kuşçubaşı’nın
oğulları... Halil Paşa biraz daldı. Hicaz’da Ali Sait Paşa’ya örtülü ödenekten
180. 000 altın gönderdik. Patriyot’a döndü. Kayserili Cemal’i tanırsın,
onunla... Ali Sait 150 bin altım almış, 30 binini teşkilat şeflerinden bir
şeyhe yollamış... Tam bu sırada cephe bozuluyor. Kayserili Cemal İngilizlerden
hem kendisini kurtardı, hem de 30 bin altını... Getirdi Kuşçubaşı’ya teslim
etti. Eşref bunu ölen fakir ittihatçıların Çocuklarına yardım fonu olarak
ayırmayı düşünmüş, “Ne dersin?” dedi, “İyi olur” dedim. . Sonra Kuşçubaşı
Trakya’da birinin 16 bin koyununu yağmadan kurtarmış... Adam da “İstediğiniz
hayırlı işlerde kullanın. ” diye 4000 koyun vermiş bizimkine. Eşref bunları
sattı, karşılığını 30 bin altına ekledi. “Çiftlikteki kasada kırk bin liradan
fazla para var” deyip duruyordu. Ayrı Teşkilatı Mahsusa hesabına binek atları
beslediğini de söylemiş, ti. Şimdiye kadar, 150’yi bulmuştur sanırım. Birkaç
yüz mavzeri le bir iki hafif makineli de olacak orada... Sen neler götürdün:
Cehennem?
— Önemli değil paşam! 400
mavzer, iki ağır makineli, yeterince mermi...
— İş bilen için çok
önemli... 150’si atlı, beş altı yüz dövüşçü, sırasında ordular bozar! Silahı
neden severim bilir misin doktor?
— Adam öldürdüğü için
herhalde...
— Hayır! Silah kısmı,
kullanmasını bilenin elinde çoğaldıkça çoğalır. Yani silah, silah yaratır
sana... Paşa amca, içinde eriyecek bir şey varmış gibi kadehini bir zaman
çalkaladı. Aklında mı Patriyot?.. Bu Mustafa Kemal... Bir gece... Kazaya
uğrayacaktı az kalsın!
— Evet!
— Son saniyede kıyamadık.
Hatırladın mı? Elini cebine atıp duvara sırtım dayadı da, “Ne istiyorsunuz?”
diye sorduydu.
— Evet!
Halil Paşa dikkatle yüzüne
bakan Münir’den gözlerini kaçırdı:
— Bileğini tuttum bunun
doktor... “Sen misin Kemal Bey?" dedim. “Benim” dedi. “Başkasına
benzettik!” dedim. “Olur öyle yanlışlıklar, gece karanlığında... ” diye güldü;
savdım Patriyot’u, gittik içtik! iyi komutandır! Kıyıcıdır, taktikte olsun,
straratejide olsun taarruzdan yanadır!
— Neden vurmak istemiştiniz?
— Enver Paşa’yla anlaşamadı
baştan beri... “Orduyu siyasetten çekin” diye tutturdu. Sanki kışlalarına dönse
de ordu siyasetin içinde değilmiş gibi...
Cemil bu söze çok şaştı:
— Kışlalarına çekilen ordu,
gene siyasette mi sayılır?
— Kışlalarına çekilmesi
kimin işine yarıyorsa ondan yana olmuş olmaz mı Cehennem? Hele, partilerin halk
içine iyice yayılıp kökleşerek güçlenmediği memleketlerde...
— Silahlı küvetlerin
politika yapması doğru mu?
— Memleket yararınaysa neden
doğru olmasın? Tersine, yapmaması felaket olur, sırasında...
— Bundan sonra ne yapacağız
paşam? Geleceği nasıl görüyorsunuz? Çıkış yolunu?..
— Bir şeyler yapacağız
Cehennem! Bir şeyler yapmak zorundayız! Açtı mı Patriyot sana Karakol işini?..
— Evet, anlattı kısaca...
Aklım ermedi pek...
Doktor Münir, Patriyot’tan
Halil Paşa’ya, Halil Paşa’dan Patriyot’a araştırıcı gözlerle baktı. Bir ara,
fısıl fısıl bir şeyler konuştuklarım hatırlamıştı.
— Neymiş Karakol işi? Bizden
gizli değilse anlayabilir miyiz paşa emmi?
— Senden gizli olur mu Bücür
Ağa?.. Patriyot, “Girer mi?” dedi demin, ben de, “Vızır vızır... Girdi bile
sayılır. ” dedim.
Halil Paşa, Karakol
Cemiyetinin kuruluş amacını kısaca anlatınca doktor Münir keyifli bir ıslık
öttürdü:
—Yamandır sizin Küçük
Efendi... Yılgınlığa düşmeyen adam gördüm ama, Kara Kemal gibisine hiç
rastlamadım!.. Ömürsün Paşa emmi, vallaha ömürsün!.. Biraz önce bizim
Cehennem’in Salihli’ye getirdiği 400 mavzer üzerinde konuşurken yüzüne baktım!
— Ne gördün?..
— İmrenilecek bir şey...
Direnme gücü gördüm paşa emmi! Hani bi sözü vardı ya Namık Kemal’in:
“Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten... ”
— Evet!
— Senin de içinden geçti bir
an... “Dört yüz zeybekle sıvanıp bataktan çıkarım!” diye düşündün!
— Çıkamaz mıyız? Denemeye
değmez mi?
— Çıkar mısınız bilmem ama,
deneyeceğinize kalıbımı basarım! Sen denemesen başkaları yüzde yüz deneyecek...
Anadolu. Osmanlı devletine askerle memur yetiştiren ana kaynaktır. Tuna’dan
Basra’ya, Trablus’tan Sinop’a kadar uzanan kırk milyonluk imparatorluğu idare
eden memur kadrosuyla iç dış güvenliğini koruyan asker kadrosu, sürüle atıla,
boğuşa dövüşe gelip: Anadolu’ya yığıldı. Milleti hiç saymasak bile, biz
kapıkulları, ' davranmak zorundayız! Biz davranırsak Anadolu milleti bize
koşulacak... Eski deyimle “Eğer gönlüyle, eğer gönülsüz”... Böylece ya eski
devleti kurtaracağız ya da bir yenisini kuracağız!
— Yenisini kurmak neden
gereksin! Şimdilik devlete dokunan yok!
— Ben senin kadar emin
değilim paşa emmi? Kuşkuluyum!
— Neden?
— 1917’de Cemal Paşa’ya İngilizlerin bir teklifi olmuş...
— Hangisi?..
— “Hükümeti devir, padişahlığını ilan et! Seni bir şartla
destekleriz!” demişler. İleri sürdükleri tek şart... Halifeliği bırakması...
— Saçma!
— Değil!.. Savaşı
kazanacaklarına iyice inandıkları sırada ileri sürüyorlar bunu... Neden? Çünkü,
İngilizlerde, Fransızlar da geniş İslam topraklarını ele geçirmişler. Savaş
sırasında İslam memleketlerine verdikleri sözleri hemen tutmak niyetinde
değiller. Birinci Dünya Savaşı’nda halifenin kutsal savaş çağrısı yürüyemedi
ama, kafirler verdikleri sözü tutmazlarsa çeşitli İslam memleketlerindeki
şefler, Halifeliği birleştirici bir sembol olarak kullanmaya kalkabilirler.
Halil Paşa, sözün burasına
kadar, Doktor Münir’i pek de ciddiye almadan “Bizimle alay ediyor bu herif’
diye dinlemişti. Birden ilgilendi, kadehini ağzına götürürken durup sordu:
— Nasıl bir sonuç
çıkarıyorsun sen bundan?
— Eğer kestirdiğim doğruysa
paşa emmi, bu herifler, halifeye yardım etmezler! Halife, bütün isteklerine
evet dese, hatta, onların istemediğini vermeye kalksa, gene de pürüz
çıkarırlar. El altından Cumhuriyet fikrini bile yaymaya girişler, desem keramet
olmaz!
— Ben de nereye bağlayacak
diyordum! Patriyot’a döndü. Bizimle eğleniyormuş meğerse...
Doktor Münir başını salladı:
— Eğlenmiyorum paşa emmi,
yüzde yüz inandığımı söylüyorum.
— Mahvoluruz Halifeliği
kaybedersek. Hiçbir dayanağımız kalmaz!
— İmparatorluğu yeniden
toplamayı düşünüyorsanız doğrudur bu söz... Anadolu’da yeni bir Türk devleti
kurmakla yetinirseniz...
— Anadolu’yu
parçalamayacaklar da öyle mi?
Kaf bul Bol
— Parçalamaları bir tek
şarta bağlı bence paşam!.. İngilizler, Bolşeviklerle batı arasına sokmak
istedikleri tampon bölgeyi, Kafkasya’da kurabilirlerse, bunu Bolşeviklere
geçici de olsa kabul ettirebilirlerse, belki Anadolu da parçalanır, bölüşülür!
Yok Bolşevikler böyle bir durumu, geçici olarak bile kabullenmezlerse,
Türkçesi, direnecek gücü bulurlarsa, o zaman, Bolşevik! kl Batı dünyası
arasında, tampon mıntıka Anadolu’ya kayar. Şartla! ne kadar ağır olursa olsun,
biz bir Türk devleti çıkarabiliriz bu kıyametten... Bütün mesele, büyük
şeflerinizin bu gerçeği kavrayabilip kavrayabilmemesinde... .
Halil Paşa cigarasını
paketin üstüne sinirli sinirli vuruyordu. Gözleri dalmıştı. Neden sonra yüksek
sesle düşünür gibi konuştu
— Yaşayabilir miyiz yalnız
Anadolu’yla? Devleti yaşatabilir miyiz, demek istiyorum, Allah göstermesin
halifesiz malifesiz?..
— Bana kalsa yaşatırız!
— Sana kalsa yaşatıyoruz da,
bize gelince?
— Siz, paşa emmi, az biraz,
halife damatlığı düşkünlerisiniz!.. Devleti ele geçirince, Sultan hanımlardan
aşağısı idare edemiyor sizi... Bilmem padişah damadı olmamaya katlanabilir n)
sizin karakol ordusu arslanları?..
— Allah belanı versin Bücür!
Ben de ne söyleyecek diye...
Cemil’le Patriyot
yatacakları odaya girdikleri zaman gece epey ilerlemişti.
Patriyot lambayı konsolun
üstüne koydu.
Oda çok büyük, tavanı da çok
yüksekti. Bu yüzden beş nu maralı gaz lambası köşeleri pek aydınlatamıyordu.
Gülnihal Kalfa’nın odun ateşiyle doldurduğu bakır mangal havadaki nemliliği
bile azaltamamıştı.
Cemil, kollarını kavuşturup
ellerini koltuk altlarına sokarak pencereye yaklaştı.
Dışarda rüzgâr esiyor,
çamların kara dallarını sallıyordu. Ağır ağır sallanan bu dalları, leş yiyen
iri kuşların kanatlarına benzet ti. Bunlar bir devin, dağ gibi leşini
parçalamaya hazırlanan yırtıcı kuşların kanatlarıydı. Ürperdi. “Bu kuşların
paralamaya hazırlandıkları leş, imparatorluğun leşi... ” Doktor Münir Bey’in
sofrada söylediklerini parça parça hatırlayıp kaşlarını çattı. “Ne inatçı bizim
doktor!.. ” Buna karşılık Halil Paşa ne kadar babacan... ” İçini çekti. “Bu
dünyada hiçbir şeye güven olmaz, lafı doğru... Memlekete yıllarca padişah gibi
söz geçirmiş bir adamın amcası ol... Yıllarca ordu komutanlıktan yap... Sonra
gel bu eski köşke sığın! Her lafı zehirden acı farmason doktorun minneti akında
yaşamaya katlan!.. Zor mesele!.. Çok zor mesele... Durakladı. Daha beteri: Sonu
yok bu rezilliğin... Bakarsın uzamış gitmiş... Hem de uzar... Bu gidişle,
uzayacak da... Çünkü bunlara uçan kuşlar düşman... Yabancılar geçip gitse...
Hürriyet İtilafçılar yakalarını bırakmaz! Büyük paşalar boşuna mı savuştu?
Barınamayacaklarını anladıklarında sınır dışına atladılar! Bunlar bu açmazdan
nasıl kurtulacaklar peki?”
Birden “bunlar” dediklerinin
arasında Patriyot’un bulunduğunu da hatırlayarak omzu üzerinden arkadaşına
ürkek ürkek baktı.
Patriyot ceketini
çıkarmıştı. Tabancasını yastığı altına koyuyordu.
Uzun boylu, biraz kamburca
sırtı, kemikleri çıkmış sıska omuzlarıyla çok güçsüz göründü birdenbire...
Cemil, gene birdenbire, bu
Patriyot’un ömründe hiçbir iş tutamayacağını kesinlikle anlayarak enikonu
dehşete kapıldı. On beş yıldır süren arkadaşlıklarında Patriyot’u, ne bir iş
yaparken, söz gelimi, yumurta pişirirken, ne de bir iş konuşurken hiç
görmemişti. “Yaptığı iş... nedir bunun peki? Çekirdekten yetişme asker bu...
Asker ama, başka çeşit bir asker... Hayır, asker denmez Patriyot’a... Asker
olsa Teşkilatı Mahsusa’ya girmek için askerliğini bırakırken hiç duraklamaz mı?
Şuna buna akıl danışıp biraz direnmez mi? Nedir peki?.. Nedir bunun bu
dünyadaki işi?.. ” Gözlerini korkuyla kıstı, “Adam öldürmek... Böyle bir zanaat
varmış da bunca yıl arkadaşlık ettiğimiz halde, farkına varamamışım!” Doktor
Münir’in Diyarbakır Valisi Reşit Bey içi söyledikleri aklına geldi: “Okulda,
tembel miydi acaba Bey?.. Asıl zanaatında tembel olduğundan mı kendine
yaraşmayacak işlere atıldı?” Patriyot’un tembel mi, çalışkan mı olduğunu
bulmaya çalıştı. Evet, hiçbir şey yaparken görmemişti Patriyot’u... Tespih
çekerken bile... Oyunlardan bir satrancı severdi. Satranç oynarken nasıl
davrandığını gözünün önüne getirmeyi çalıştı. “Gövdesini her zamanki gibi
gevşek mi bırakır?” Patriyot’un yalnız kollarında, ellerinde değil, bütün
gövdesinde in m şaşırtacak bir gevşeklik vardı, kemikleri yumuşak lastiklermiş
gibi, bir gevşeklikti bu... “Sadece silah çekerken bütün vücudu birden çelik
yay gibi gerilir. Silahı yerine koyar koyma gene gevşer?”
— Yatmıyor musun Cehennem?
Daldın!
— Daldım sahi...
Patriyot’un sesinde o zamana
kadar fark etmediği bir başkalık buldu apansız... Sesi de gevşekti.
Konuşmasında, akla duyguya da bağlanmayan bir kişisizlik vardı. “Yatmıyor musun
derken arkadaşının üşüyeceğini, yorgunluğunu düşünmediği belliydi. Bir arkadaşı
koruma istediğinden, ona acıdığından gelmemişti sanki bu soru... Patriyot
hiçbir şeyi insan gibi merak t etmemişti ömründe... Bunca yıllık dosttular,
hiçbir önemli işte hiçbir soru sorduğuna rastlamamıştı.
Cemil omzu üstünden gözetler
gibi baktı.
Patriyot yatağa girmiş,
yorganı çenesine kadar çekmişti.
kolu dışardaydı. Gözleri tavanda, cigara
içiyordu. Cemil, arkadaşının kibrit çaktığını nasıl olup da duymadığına şaştı.
Cigarayı nefeslerken, kolunu kaldırıp indirirken hiçbir hışırtı çıkarmıyordu.
Patriyot’un yıllardır pusuda gibi yaşadığını birdenbire anladı. Ya pusuda
birini bekliyor, ya da korkunç bir pusuya, parmağı tetikte, yaklaşıyor gibi...
Cemil bir an ürktü, sonra
büyük bir acıma duydu.
Patriyot yıllardır, hiçbir
normal insanın dayanamayacağı kadar tek başınaydı. Bunun farkında olup
olmadığını, farkındaysa neler duyduğunu ilk defa merak etti.
Yatağa yaklaştı. Ceketini
çıkardı. Tabancasını yastığın altına sokarken sordu:
— Mustafa Kemal’i
öldürecek miydin Halil Paşa elini tutmasaydı?
Soruyu bitirdiği anda pişman
olmuş, “Hay Allah belamı versin!” diye irkilmişti. Soluğunu keserek: “Karşılık
vermese... ‘Ya uyu! İşin mi yok gece vakti!’ dese... terslese... ” diye geçirdi
içinden...
— Evet!
Cemil, hep öyle, soluğunu
tutarak bekledi. Patriyot’un böyle bir soruyu, bir tek kelimeyle
karşılayacağını ummamıştı. Evetin arkası gelmeyince çok şaşırdı. Sanki
arkadaşına büyük kötülük etmeyi aklından geçirmiş de bunun için kendisini
cezalandırıyormuş gibi hiç istemediği halde konuştu.
— Hep düşünüyorum!.. Atıfın
yerine bana çıksaydı Şemsi Paşayı vurma ödevi...
Sustu, içinin içinden bir
derin uçuruma kaymaktaymış gibi debeleniyordu.
— Evet!..
— N’apardım diye düşünürüm
hep...
— Gider vururdun...
— Vururdum değil mi?
— Tabii...
— Ya sonra?
— Ne demek sonra?
— Bilmem? Atıf a sordum bir
kere... “Öldürmeyi aklında geçirmediğin birini vurdun! Kurtuldun
yakalanmadan... Kendi kendine kalınca neler düşündün?” dedim!
— Evet!..
— Duymazdan geldi. Yanlış
sordum belki... Ödev aldığını bize söylediği gece, neler düşündüğünü
sorsaydım...
— Gene bir şey söylemezdi.
Bilmez misin, sevmez konuşmayı Atıf... Patriyot kıs kıs güldü. Bu gülüş, daha
çok öksürmeye benziyordu. İlk ödevi aldığım günün gecesi... Uyumadım ben. . O
gece tek başıma hep düşündüm. Sonunda ölümden korktuğumu anladı. Ama,
başkalarının beni öldüreceklerinden değil... Kendi kendimi öldürmeye karar
vermişim gibi...
Cemil yatağa girdi, tavanın
arabesk nakışlarına bakarak, esi köşkün pervazlarında inleyen rüzgârı dinledi.
Sofadaki yaşlı saat hınkıyla ikiyi vurdu.
— Sevindin mi başarınca?..
“Ne kadar kolaymış... ” diye şaştın mı? Kaçıncıda iyice alıştığına inandın?
— Sevinmedim hayır...
Kibirlendim. Her insanın beceremeyeceği bir işi, yüz akıyla başarmanın kibri...
Bir çeşit rekor kırma... Rekor kırmadan sonraki...
— Yorgunluk mu?
— Evet yorgunluk... Patriyot
bir zaman sustu. Yorgunluğu şimdi fark ettim inanır mısın? Burnundan güldü.
Şimdi bir şeyin daha sebebini anladım... Askerlikten niçin ayrıldığımın... O
zamana kadar tabancayı çok severdim. O günden sonra sevmiyorum artık, diyemem,
eski dostluğumuz kalmadı. Bugün zor taşıyorum istemeden... Demin Reşit Bey
için, “bir sının aştı” dedi doktor!.. Şimdi anlıyorum ki, ben o gün, bir sının
aşıp herkesten ayrılmışım. Oysa benim yaradılışım, herkesten başka türlü
değildi. Zor iş, herkesten başka türlü değilken, başka türlü olmak...
Patriyot sözlerindeki
acılığın pişmanlık anlamına geleceğini aklına hiç getirmemiş olmalı ki,
cigarasını rahatça bastırıp kolunu yorganın altına almış, iyice örtünmüştü.
Dünyada hiçbir başka şey, bu yorgana sarılış kadar, bir insanın kendi
yalnızlığına sığmışım bu kesinlikte anlatamazdı.
Cemil, yutkundu üst üste:
— N’apalım bilir misin
Patriyot... Ben alayım Neriman’ı... Basıp gidelim!
— Gidelim mi? Nereye?
— Buluruz bir yer
barınacak... Debelendik yeterince... Sıramızı savdık!.. Dileyen bahtını
denesin! Devleti kurtarsın! Geçsin başına kurulsun!.. Nasıl?
Patriyot öksürür gibi güldü.
Cemil bunun sorduğu soruya beklediği karşılık olduğunu anlayamamıştı.
Uzaktan uzağa bir köpek
uludu.
— Köy yakın!..
Patriyot şaştı:
— Köy yakın mı? Ne demek?
— Bizde bir yedeksubay
vardı. Davavekili Cevdet Bey! Çorumlu!.. İttihatçıymış... Memleketinde
kalabilirken cepheyi istemiş gelmiş... Dost olduk kısa zamanda. Geceleyin böyle
köpek sesi duydu mu, “köy yakın” derdi. Dediğim silahları beraber getirdikti
Salihli’ye... Ayrılırken dediydi ki, “Baktın İstanbul’da işler tatsız...
Yapamayacaksın... Atla gel, gerisine karışma... ” dediydi.
— Çorumlu mu dedin?
— Çorumlu... Biraz toprağı
varmış galiba... Oralarda toprak Ucuzmuş... “Bizim Çorum’da Allah’ın kerimliği
bir başka türlüdür Cehennem!” derdi... Satalım, savalım, basıp gidelim!..
— N’aparız oralarda?..
— Sürdürür ektiririz!. Birer
de at peydahlarız altımıza. , “Ömer Ağa”, “Cemil Ağa” olur çıkarız!.. Toprağın
üstesinden lirsek sürülerimiz yayılır. İneklerimiz, koymalarımız sağılır.
Görmeyi çok istiyordu seni... “Al işte, Patriyot bu. ” derim görünce bi sevinir
ki...
— Neriman yapabilir mi köy
yerinde? Enver’i okutmak n’olcak? Selimanım teyze ayrılmak ister mi biricik
kızından?.
— Teyzemi bırakacak değiliz.
Enver’i veririz Rüştiye’ye. . Sultaniyi vilayetlerden birinde yatılı okur!..
— Sen bulundun mu Çorum
taraflarında hiç?
— Bulunmadım!
— Bulunmadığından kolay geliyor
sana bu işler... Neden Cenabettir oraların toprağı... Kıraçtır. Çoğu yıllar
tohum vermez. Yaylası, merası yoktur. Hayvanlar yarı yarıya toprak yer!..
İneklerin en iyisinden alacak süt günde bir okkayı geçme: Kolay gelir
İstanbullulara köyde yaşamak... Ben köylüyüm! Bilirim köy yerindeki
zorlukları... Hiç ummadığın sırada, takışırsın komşularla, vuruşmak zorunda
bile kalırsın!..
— Tam buldun vuruşmaktan
gözü yılacak adamları...
— Ama niyetimiz gidip
vuruşmak değil ki cancağzım, kafa dinlemek... Etliye sütlüye karışmadan
yaşamak... İlle bir yere dilecekse neden Salihli’deki Kuşçubaşı çiftliğini
düşünmüyorsun
Cemil birden davranıp
dirseğine dayandı. Hiç beklemedi] bir büyük sevinç duymuştu:
— Gerçek... Hay Allah senden
razı olsun! Cevdet Bey’i düşünüp “Çorum” demiştim! Salihli’deki çiftlik
cennet... Göz alabildiğine yeşillik... Yalnız bizi değil, bir alay askeri
besler!.. Hay set çok yaşa Patriyot... Yarın erkenden iniyorum İstanbul’a,
teyzeni le, Neriman’la konuşuyorum. Yahya Hoca hemen arsaları, dükkânları satma
işine girişsin!.. Üstünden ağır bir yük kalkmış gibi ferahlamıştı. Bir taka
uydururum, gelir seni buradan alırım! Atlarız karşıya... Tutarız Bandırma’yı...
Trene kuruluruz, ver elini Salihli... “Yok şu şöyle olmuş da, bu böyle olmuş
da... Yok Abdülhamit inmiş, Talat Paşa binmiş... Yok halife duracak mı, gidecek
mi? Yok Karakol Cemiyeti, yok İttihat Terakki Fırkası... Nemize lazım bizim...
Varsın bunları aklı erenler, çıkarı olanlar düşünsün! Eğer bize bir iş düşerse,
doğruluğuna aklımız yatarsa Salihli’den de gelir tutarız! Ben eskiden beri
siyasetle uğraşan arkadaşlara böyle derdim de, 179’uncu Alay Komutanı Vekili
Binbaşı Arif Bey, “Oğlum Cehennem! Sen bu laflarla ‘Ben kafasızım’ demektesin
farkında olmadan” diye kızardı. Ben mi kafasızmışım, başından büyük işlere
girip maskara olanlar mı?.. Biraz susup karşılık bekledi. Bir yandan da
Patriyot’un yüzünü seçmeye çalışıyordu. Ne dersin, haklı değil miyim?
— Haklısın kendi hesabına
Cehennem!
— Senin hesabına?
— Benim hesap seninkine
uymaz! Sen başından beri savaş subayı kaldın! Bizim girdiğimiz işlere
bulaşmadın! Hiçbir değişmeden, hiçbir olağanüstü çıkar beklemedin kendin
için...
— Sen bekledin mi ki,
hesabın başka oluyor?
— Ben de beklemedim ama,
battım gırtlağıma kadar bu işlere... Sen bırakıp gidebilirsin! Ben gidemem!..
— Bırakıp gitmek... Cemil’in
sesi hemen pürüzlenmişti. Senin yiğitliğine dokunur da, benim yiğitliğime
dokunmaz mı?
— Ben yiğitlik mi taslıyorum
sana? Patriyot’un da sesi değişmiş, ilk defa gerçekten acılamıştı. Bu zamana
kadar yaptığım işin yiğitlikle hiçbir ilintisi olmadığını bilmiyor muyum?
Bağlıyım ben Cemil... Hem de başkaları değil, ben beni bağlamışım! İşi bu
dönemeçte, yüzüstü bırakıp savuşamam! Olmaz da ondan... Gücüm yetmez buna...
Savaş bitince üniformalı savaşçıların asıl i biter! Gerisi, talim, malim...
Fasa fiso... Savaşın bittiği yerde başlıyor bizim işimiz... Birinci Gazze ile
İkinci Gazze savaşları arasında gelseydim, “Hadi savuşalım da Salihli’deki
çiftliğe yeri eşelim” deseydim, bataryayı bırakıp yürüyebilir miydin? '!
Cemil, yüzüne kırbaçla
vurmuşlar gibi irkildi.
— Ne ilintisi var?.. O
başka, bu başka...
— Değil Cehennem! Hiç farkı
yok! Biraz düşündü. Reşit Bey işi böyle sonuçlamasaydı... Belki birkaç ay
dinlenmeye gelirdim seninle...
— Anladım! İlgisi ne?
— Benim yüzümden kendini
vurmak zorunda kaldı adam... Kendime güvendim, “Hüner göstereyim!” dedim.
Arkadaşlar, “Dur bakalım! Şimdilik bir tehlike görünmüyor, yatsın biraz
dediler. Dinlemedim. Sırtlar götürürüm, kıyamete kadar da saklayabilirim
sandım. Dünyanın değiştiğine akıl erdiremedim.
— Öç mü alacaksın, tek
başına... İngiliz’den, Fransız’dan, yetmiş iki buçuk milletten?..
— Bilmem... Kısacık güldü.
Belli olmaz bu işler kayınça, bakmışsın, bir fırsat elvermiş, ben de onların
canını yakmışım! Ge ne biraz sustu. Evet, iyi düşündün Salihli işini... Kızı al
git! Selimanım teyze gelmezse de kulak asma! Çok sıkıntı çekti Neriman!
Dinlenmeyi hak etti. Sen bundan böyle, yalnız kendini değil, onu da düşünmek
zorundasın!.. Hadi söndürüyorum ışığı. Allah rahatlık versin!
Patriyot Ömer ışığı
söndürdü.
Odayı birdenbire dolduran
karanlıkta “Allah rahatlık versin sözü, sanki derin bir boğazın kayalarına
çarparak yankılanıyordu. Bu sözde, rahat yaşamayı seçen bir arkadaşa, ölüme
giden bir arkadaşın son selamı, biraz da, ayıplaması vardı. ;
Cemil, üzücü bir yanlış
anlamayı düzeltmek için bir şeyler söylemek istedi. Uygununu ararken bir horoz
öttü. “Sabah oluyor. İyi!” diye geçirdi aklında... Yarının yakın olmasına,
Neriman’ı göreceği için sevinmişti. “Çorum’a ya da Salihli’ye yerleşip
çiftçiliğe başlayacağımıza ne der acaba? Ne diyecek? Aklı varsa sevinir!”
Nefesini keserek Patriyot’a
kulak verdi. Solukları düzenliydi. “Uyudu mu hemencecik?.. Uyur, yatar yatmaz
eskiden beri... Hayır, keyfine bırakmamalı bunu... Başını belaya sokacak boş
yere... İki yandan üstüne yürürüz Neriman’la... Gerekirse zorla takaya atar
götürürüz!” Aklında geçirdiğini başarmış gibi rahatladı.
Neriman’ın, gergin karnına
yanağını sürüyormuş gibi yastığa sokuldu. Dudaklarını iştahla yalarken uyudu.
Paşa amcayla Patriyot, öğle
yemeğinden sonra gene satranca^ oturmuşlar, saatlerdir, hiç kımıldamadan,
kendilerini düşünmeye bırakmışlardı. Paşa’nın çenesindeki eli arada sırada alt
dudağım aşağıya çekiyor, Patriyot, yumrukları dizlerinde bıyığını kemiriyordu.
4
Cemil, her zaman olduğu
gibi, hiç umursamadan izlemeye başladığı oyuna, giderek, en az oynayanlar kadar
kapılmıştı.
Kağıt hışırtısıyla Doktor
Münir’e baktı. Doktor okumaya dalmıştı. “İyi... Şaşardı bize yoksa... Başımızın
üstünde alıcı kuş gibi dönen bunca belayı, geçici de olsa, böyle gerçekten
unutabilmemizdeki aptallığı ayıplardı. ”
Doktor insanların satranç
taşları karşısında derin derin düşünceye dalmalarını sevmiyor, buna “Tıkanık
düşünme” diyordu. “Satrançta insan düşünme idmanı bile yapamaz. En büyük İ silahımız
olan düşünme gücünün asıl işi, gerçeği bulmak, anlamak, değiştirmektir.
Satrançta düşünmenin bu çeşidinden kaçarız. Onu boşa çalıştırarak, kısa bir
zaman için olsa da iyice yorar, asıl ödevinden uzakta tutarız. Kaytarmanın en
korkuncu, bir' kuvveti, asıl işinin üstünde gibi göstererek, onu boşa
çalıştırmaktır. Bunun en açık örneği de satranç. ”
Cemil, bir cigara yaktı.
Doktor, sedirde, bir bacağım
altına alıp ötekini dikerek oturuyor, gene dikkatle Naima Tarihi’ni okuyordu.
Eski kürkü omuzlarında, gözlüğü burnunun uçundaydı. Başkalarını olduğundan daha
yaşlı gösteren bu gözlük takış ona çocuksu bir hal veriyordu. Gözlerini
kitaptan ayırıp bir zaman pencereden baktı, dışarda gördüklerini beğenmemiş
gibi suratım astı.
Cemil, Şam Hastanesi’nde
tanıdığı doktoru orada kitap okurken hiç görmemişti. “Acaba kitap mı yoktu
yanında o sıralar?.. Ya da insanlar ölümle pençeleşirken okumayı ayıp mı
saymaktaydı?.. ”
Patriyot, bir paytak sürdü.
Bu işi gördükten sonra gene, tıkanmış düşüncenin içinde katıldı. Paşa amca,
karşısındaki daha oynamamış gibi, hiçbir değişme göstermemişti.
Gülnihal Kalfa, kedi
sessizliğiyle girdi, gazeteleri doktorun Yanına bırakıp çıktı.
Cemil zor altında yapıyormuş
gibi, birini aldı. Büyük başlıkları gözden geçirdi. Elinin tersiyle ağzını
kapatarak esnedi, arkadaşlarına belli etmeden gerindi.
Diyarakır Valisi Doktor
Çerkez Reşit’in öldüğü 6 Şubat gününden beri -iki buçuk aydır Patriyot’u
kapıdan bırakıp dönmek üzere geldiği bu köşkte mahpustu. Dayı Maksut’un
korktuğu şeyler başlarına gelmiş, Cemil hakkında, bir suçluyu kaçırmaya
çalışırken vazife halindeki polisi ağır yaralamaktan yakalama kağıdı
kesilmişti.
Daha beteri, kaburgalarını
kırdığı herifin ağabeyisi Beyoğlu’nda başkomiserdi. Arnavut’tu. Meseleyi kan
davası haline getirmiş, Cemil’in ardına düşmüştü. Yakalanıp hapse girmek bile
söz konusu değildi artık... Belki de kıyasıya vuruşmak, ölmek öldürmek
gerekecekti. Herif evi, mahalleyi, hatta semti göz hapsin de tutuyor. Hacı
bakkal vasıtasıyla “Dayın evde mi?” diye her gün küçük Enver’in ağzını
aratıyordu. Eve, “Bohçacıyız, dilenciyiz, kira evi arıyoruz” diye çeşitli
kadınlar gelip gitmeye başlamış, Selime teyze birkaç kere alt kat
pencerelerinin dinlenildiğini, arkadaki bahçe duvarından üst katların
gözetlendiğini görmüştü.
Değil kendisi gibi aranan
bir suçlu, hiçbir suç işlememiş İttihatçılar bile iyice bunalmışlardı. İtilafçı
subayların kurduğu Nigehban Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf, İttihadı Muhammediye
fırkalarının bir kısım üyeleri pir aşkına hafiyelik ediyorlar, İttihatçı
kovalıyorlardı.
Ali Fevzi Paşa başkanlığında
kurulan özel bir Harp Divanı 1888’den bu yana Jöntürk işlerini incelemekte,
Nâzım Paşa;
Harp Divanı savaş sırasında işlenen
suçlarda İttihatçıların sorumluluğunu aramaktaydı. Boğazlıyan kaymakamı
Kemal’le Urfa Mutasarrıfı Nusret’in asılmaları durumun şakaya gelmezliğini,
artık ortaya koymuştu.
Memleketin hali de günden
güne kötüleşmekte, işler büsbütün sarpa sarmaktaydı.
Şarkta Ermenistan’ın kurulma
hazırlıkları ilerliyor. Kürt Taali Cemiyeti büyük bir mıntıkanın imparatorluktan
ayrılması için yabancılardan destek istiyordu. İngilizlerin Maraş’ı, Samsun’u,
Urfa’yı, Afyon’u, Konya’yı; Fransızların Adana’yı İtalyanların, Çatalca’ya
kadar Trakya’yı da Yunanlıların alacağı söylenip yordu. Bütün demiryollarına,
limanlara işgal ordularınca el konulmuş, İstanbul’da uzun zaman gizlenmek
imkânı gibi Anadolu’da sığınacak yer de pek kalmamıştı.
Doktor Münir kitabı bırakıp
gazeteleri aldığı zaman Halil Paşa’nın şahı gitgide sıkışıyordu.
— Kiş Paşam...
— Bak sen...
— Vay canına! İşte bu
kötü...
Doktorun sesine döndüler.
— Nedir?
— Kötü... Doktor Münir
gazeteyi indirerek gözlüğünün üstünden baktı. Amerika Birleşik Devletleri
Başkanı Wilson İzmir’le dolaylarının Yunanlılara verilmesini onaylamış...
— Yok canım!
— Evet... Kötü bu haber... Manda
işini bile yürütemedi Halife efendimiz... “Biriniz alın bizi toptan... ” dedik,
“Olmaz, paralayacağız” dediler. Cemil’e döndü. Kuşçubaşı çiftliğine gidip yan
gelme işin suya düşüyor, Cehennem. Çiftçiliği bırakıp zeybekliğe soyunacaksan,
bilmem!.. Biraz düşündü. Gözlerinden kurnaz bir ışıltı geçti. Dün gece, “Yolu
yok muydu, bu savaşa girmemenin?” diye sormuştun. Paşa amcamız kem küm etmişti.
Ne buyurur, bu yeni durumda acaba?
— Yolu yoktu doktor! Ben bu
meseleyi çok düşündüm! Sen de düşünmüşsündür, var mıydı?
— Vardı paşa emmi!
— Nerede?
— Abdülhamit’te...
— İndirmekle suç mu işledik?
— Galiba...
— Anlamadım! “Hürriyeti
almak da suç” diyeceksin, neredeyse!
— Hayır! “Kim istediydi,
bizden bu hürriyeti?” diyeceğim!
— Halil Paşa birden
ciddileşti.
— Kim mi istedi?
— “Millet” diyeceksiniz
ister istemez!
— Evet!
— Bu evet biraz yavaş çıktı
paşa emmi! Biz bir avuç asker memur takımıydık! Koca imparatorluğa yaygın,
gizli açık hiçbir politika örgütü yokken, milletin hürriyet istediğini nereden
anladık?
Halil Paşa hemen karşılık
verecekmiş gibi davrandığı halde gülmeye çalışarak durakladı:
— Domuz farmason! Diyelim ki
haklısın! Diyelim ki millet bizden hürriyet istemedi. Diyelim ki hürriyet
denilen cenabetin ne olduğunu, biz de pek bilmiyorduk.
— Pek değil!
— Hadi diyelim ki hiç
bilmiyorduk, Allah belanı versin, diyelim ki devlet batıyor, diye istedik!
— Nereden belliydi
hürriyetle kurtulacağı?
— Uzattın ki, tadını
kaçırdın! Baktık; bir hürriyet lafı, dönüyor ortada... Yakaladık kuyruğundan,
çaldık Abdülhamit’in kafasına...
— Teker meker yıkılınca da
apıştık?
— Evet!
— Başladık, “Niye yarar ki
ola bu hürriyet?” diye arpacı kumrusu gibi düşünmeye... Ben tası tarağı
toplayıp savuştum, cemiyetten! Siz paçaları sıvayıp kadro aramaya giriştiniz,
“istim arkadan gelsin” hesabı...
Halil Paşa biraz düşünüp başını salladı:
— Aslına bakarsan, iktidara geçinceye kadar “Kadro” diye
bir şeyin gerekliliğinden değil, dünyada var olduğundan bile haberimiz yoktu
bizim... Anayasa geri getirilirse, bütün Osmanlılar memleketin kalkınması için
el ele verecekler, her şey birden düzelecek sanmıştık. Otuz iki yıl süren
despotluğa, bu süre içinde, kimler başkaldırdıysa hepsini kendimizden
sayıyorduk. Bunlar bizce, memleketin en namuslu, en vicdanlı, en işe yarar
insanlarıydı. Var güçleriyle işe sarılacaklar, vatanı bir yıla varmadan cennete
çevireceklerdi. Hele Avrupa’da bunca yıl, Abdülhamit despotluğuyla boğuşanların
hepsi her zorluğun altından akılla kalkacak derin bilgili adamlardı. Meğer,
kiminin bilgisi hiç yokmuş, kiminin tecrübesi... Kimi iyi niyetle saçma yollar
gösterdi, işleri büsbütün karıştırdı, kimi kendi çıkarı için, büsbütün yokuşa
sürmeye kalktı bizi... Altı aya varmadan anladık, içine düştüğümüz çıkmazı...
Bu anlayış, avanak olmadığımızı gösterir. İyi niyetimizin ispatı da, Anayasayı
kurtarır kurtarmaz, hemen hükümeti kurup birer koltuğa yerleşmeyişimiz... Eski
gidişin soygunundan pay almayı düşünmediğimizi de sen herkesten iyi bilirsin.
Halil Paşa karşılık bekler
gibi biraz sustu, sonra içini çekerek konuşmasını sürdürdü:
— Kadronun gerekli olduğuna
kısa zamanda inandık ama yetiştirmeye vakit bulamadık. Ben bu kadro meselesini
de çok düşündüm doktor! İnkılapların ilk kadroları, inkılaptan çok önce
hazırlanıyor. Biz bunu yapamadık. Belki inkılaptan sonra da hazırlanır, ama biz
buna da zaman bulamadık. Dünyanın en amansız fırtınası içinde gemi her an
kaynamak üzereydi. Direğinin ucundan sintinesine kadar dağılma çatırtıları
veriyordu. Vehip Paşa’nın Diyarbakır’dan nasıl umutla, heyecanla döndüğünü
gözlerinle gördün! “Kurtulduk arkadaşlar... Bize yol gösterecek ışığı bulduk”
diye çırpınıyordu. Bulduğu ışık Ziya Gökalp adında o zamana kadar hiç
tanınmamış bir adamdı. “Kalp herif’ dediğin Ziya Bey’i nasıl kaptığımızı, önüne
ne imkanlar açtığımızı aklına getir. Ağzının içine bakıyorduk. Her sözüne Kuran
emri gibi inanıyorduk. Memleketin biricik umudu olan gençliği, gözü kapalı
bıraktık eline... İnsanları seçmekte, yetiştirmekte devlet kadar güçlüydü.
“bunu kötüye kullandı” dersen haksızlık edersin! Gücü o kadardı. Böyle bir iş
için hazırlanmamıştı. Az konuşup çok dinlemesi, arada bir dalıp dalıp gitmesi,
senin demenle, “uyuyakalması” bilgisinin yalınkanlığındandı. Delikanlıları
yetiştirirken, kendisini de yetiştirmeye çabalıyordu. Onu da, bizim gibi çöken
imparatorluk, uçurama sürükledi. İslamcılıktan, Batıcılıktan, Türkçülükten,
uyuşmasına imkan olmayan bu üç ayrı şeyden bağlayıcı bir düşünce sistemi
çıkarmaya uğraştı. Bu yola sapmak, ilk adımda yenilgiyi kabullenmekti.
Yenildik. Bizi kadrodan kaçmakla suçlamak doğru değil...
Halil Paşa bir şey siler
gibi, elini yüzünden sert sert geçirdi:
— Topu topu 9 yıl, 8 ay, 12
gün iktidarda kalabildik! Bu kadarcık bir zaman içinde, bu kadar bahtsız
savaşlar arasında İttihatçılık, memleketin en işe yarar insanlarını birbirine
bağladı. Bugün, bu dağılmış imparatorlukta her kim bir iş yapmaya Kalkarsa, ilk
ağızda ancak, İttihatçılara rastlayacaktır. “Bunlardan faydalanamam” dedi mi
hiçbir halt edemez!
— Bur da haklısın paşa emmi!
— Burda haklıyım da, orda
haklı değil miyim? “Savaşa girmeyebilirdiniz” diyorlar! Bırak böyle bir işi,
bir ilkokul açmak için zaman kollamak hürriyeti elimize geçti mi bizim? Üçüncü
ordu subaylarının neden Cemiyete sürü sürü girdiğini sen benden iyi bilirsin.
Birkaç yılda, neden Anayasa hürriyetçisi kesildik hepimiz?.. Rumeli göz göre
gidiyordu. Balkan yenilgisine bakarsak çoktan gitmiş de haberimiz yokmuş...
Yalnız Rumeli mi? Reval anlaşmasından sonra imparatorluktan ne kalıyordu?..
Dize gelip ölümü beklemek vardı. Bir de, sonunu düşünmeden atılmak... Biz, umut
olmasa da, vuruşmayı seçtik. Almanya’nın Anadolu’ya yerleşmesini istemeyen
İngiliz biraz arkaladı bizi... Hürriyeti bu yüzden o kadar kolay ele
geçirdiğimizi anlayamadık. Kendi gücümüzle kurtardığımızı sandık Anayasayı...
Sonra Alman politikasına dönünce gök tepemize yıkıldı. Gerisi bir kaygan
yokuşta, uçuruma doğru yuvarlanmaktan başka bir şey değil-. . En güvendiğimiz
dayanak İslamlık, karşımıza çıktı. Getirdiğimiz hürriyetten biz sürekli olarak
zarar görürken, ayrılık isteyenler faydalanıyorlardı. Gittikçe daha akılsız, daha
kıyıcı olmamız bundandır. Bir Anadolu Türkü kalmıştı yanımızda... Onun da ne
halde olduğunu görüyorduk. İmparatorluğa yeni bir dayanak lazımdı. Almanlar tam
bu sırada Turancılık masalını dayadılar. Biz de bu masala, denize düşenin
usturaya sarıldığı gibi sarıldık. Türk’e doğru atılmaktan başka çıkar yol
kalmamıştı önümüzde... Oradaki Türklerin Anadolu Türküne hiç benzemediğini
anladığımız zaman da iş işten geçmişti. Alt dudağını ısırarak gülümsedi.
Sarıkamış yolunu sökebilseydik... Umduğumuz gibi, Kafkasya dağlarında çiçekler
açsaydı, düşman önümüzden kaçsaydı bile biz, 95 bin kişi ile Turan’a
ulaşamazdık. Ulaşabilseydik, elimizde tutamazdık. Tutabilseydik Alınanlardan
kurtaramazdık. Bakü önünde vuruşuyorduk heriflerle az kalsın! “Senin benim”
diye... Savaşı çoktan kaybetmişken... Geçenlerde Kanal seferiyle alay ettin!
Cemal Paşa bilmez miydi, 25 bin kişiyle Mısır’ı alamayacağını, alsa bile
tutamayacağını?.. Mısır’ı, Turan’ı bırak, Almanları Anadolu’dan
çıkarabileceğinizi şüpheye düşmüştü. Bugün bebeklere saçma gelen hesapların
arkasında ne vardır bilir misin? Ayakta duruyor görünen koca bir İmparatorluğun
dağıldığını kabullenmenin imkansızlığı... Her şey zamanına göre doğrudur.
Dahası, senin baktığı açıya göre... Kendini kendi hesaplarınla bağlıyorsun!..
Öylesine bağlıyorsun ki, dünyada hiç başka bir hesap kalmıyor. Getirip önüne
yığdığın, dayanaklar, tutamaklar, yüzde bin çıkarlı gösteriyor en berbat
çıkmazı... Hele, gerçeklere çoğu zaman boş veren, işin bir ucunu Allah’a
bırakmaya yatkın, gündelik yaşayışında bile mucizeler beklemeye alışık bizim
gibi insanları bir düşün! Ne kadar kolay aldatırız kendimizi! Dünyanın en güçlü
devleti Almanya, sana en yeni savaş gemileri bağışlıyor, milyonlarca altın
veriyor. Yemen imamı seni devletten saymazken, dünyayı paylaşmak için seni
Yanına ortak alıyor. “Eh, artık bundan kârlısı can sağlığı” diyorsun, “Böyle
bir fırsat, bu memleketin eline geçmemiştir, geçemez de... ” diyorsun! Hele
bütün bu akıl almaz kazançların birazını da kendi değerine bağlarsan, artık kim
söz anlatabilir sana? Farkına varmadan laf dinlemez olursun! “Biraz
düşünelim" diyen dehanı küçümsemiş kendini bilmez!.. “Kötüsü gelirse...
" diyen düşmana satılmış bozguncu... Vatan haini...
— Peki Paşa Amca, sonu belli
olunca savaştan sıyrılmaz mıydık? Hiç mi fırsat düşmedi küçük büyük?..
Sarıkamış niçin gözümüzü açmadı? Fransız cephesindeki ilk Alman saldırısının
başarısızlığı savaşın uzayacağını meydana koymadı mı? Çanakkale’de kazandığımız
başarı, apansız patlayan Bolşevik İhtilali, savaşı bırakma imkanı sağlayamaz
mıydı bize?
Halil Paşa doğruldu. Her
zamanki umursamazlığını üstünden atmak istediği, kendisini savunma zorunluğunu
ilk defa gerçekten duyduğu anlaşılıyordu. Uzaklardan bir şey seçmek istiyor
gibi gözlerini kıstı:
— Tek başımıza savaştan
sıyrılıp barış yapmak meselesi birkaç defa ortaya atılmıştır. Aslında, barış
aramak değil, Enver-Talat çekişmesi olduğunu bilirsin bunun... Arada sırada
“Acaba bu kıyametten sıyrılıp çıkabilir miyiz” diye ben de düşünmüşümdür.
Düşündüm dedimse, bir yol bulurum da bizimkilere dert, anlatabilirim umuduyla
değil... Önündeki oyun tahtasını gösterdi. Böyle satrançta düşünür gibi...
Savaşın başında, “Kafkasya’yı alayım” derken kaybettiğin doksan bin kişiyi bir
türlü yerine getirememişken, Galiçya’ya, Romanya’ya, Makedonya’ya yüz yirmi bin
seçme insan yollamışsın!.. Düşman Irak’ta, karşısına taze tümenler yığarken,
İran’a, serseri dolaşsınlar diye birlikler salmışsın!.. Filistin’de kuvvet
dengesi, senin zararına bire on artarken, eline geçeni, Batum üstünden Bakü’ye
göndermişsin!.. Bunları yaparken, zarar yalnız navlun parası değil...
Milyonlarca insan ölmüş, sakat kalmış... Şehirler, kasabalar haritadan
silinmiş... Kıtalar büyüklüğünde vatan parçalarını tehlikeye atmışsın! Apansız
kendini yıkıntıların ortasında, suçlu buluyorsun! Sorumluluk yükü altında iki
büklüm... Hadi dön bakalım dönebilirsen... Başlarken, iyi kötü akla dayanır
görünen tutamakların, dayanakların, bakıyorsun ki, durdukları yerde, hiç sana
acımadan değişiyor. Hepsi, öldürttüğün insan yığınları haline gelip karşına
dikiliyor, parmaklarım uzatıp yumruklarını sallayarak seni suçlamaya başlıyor.
Söylediğin her söz, saydığın her haklı özür, her haklı savunma, yalnız
acımazlıktan gelen aptallığını, bilgisizliğinin sıfır altı küçüklüğünü meydana
koymaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Yoluna bunca küçüklü büyüklü cinayetler
işlediğimiz İttihat Terakki Partisi’ni, daha doğrusu, kısaca, “Cemiyet”
dediğimiz, kutsal varlığı, kendi oylarımızla tarihin önünde tek başına
bırakıvermek için yaptığımız son toplantıyı görmeliydin!.. Talât, Enver, Cemal
Bahattin Şakir, Doktor Nâzım, biz hepimiz... On iki kişi... On iki zavallı
insan yıkıntısı oluvermiştik. Bundan sonra başımıza neler gelecek bilmem! Ama,
o gün çekmeye başladığımız cezadan daha ağırını hiç kimse bize artık ne verebiliyor,
ne de çektirebilir.
Enver Paşa’nın amcası Halil
Paşa elini, dünya yüzünde biricik sahici dostu Patriyot Ömer’in iri yumruğu
üstüne koyarak bir an sustu.
— Evet, doktor, çapımızdan
çok büyük bir belanın altına girmiştik. Öyle bir yere gelmiştik ki, durmak da,
ilerlemek de hatta pes etmek de elimizde değildi. Savaşı kazansak bile
kazancını taşımaya gücümüz yetmeyecekti. Ben buna “Tam çıkmaz” diyorum!
— Bu tam çıkmaza nereden,
nasıl, niçin gelindi, peki? Bana kalırsa, paşa amca, kumarbaz yatkınlığımızdan...
— Anlamadım?
— “Girmemenin yolu yok”
inancına varılmadan hiçbir savaşa girilmez. Hatta yüzde yüz kazanılacağı
önceden bilinse bile... O zaman “girmemenin yolu yok” kesinliğine nerden
varıldığını araştırmak lazım gelir. Abdülhamit olsaydı girmezdi. Çünkü
Abdülhamit de, “Girmek olmaz” yatkınlığındaydı. Bu bizim işimiz taa başından
beri, kazanması hiç olmayan batakçı kumandır. Tek zarda aldığımızı tek zarda
verdik!.. Gözleri daldı, suratı asıldı. Dört milyona yakın adam öldü bizden...
Bir zarda neyi aldık da neyi verdik? Gazeteyi hışımla salladı. Hayır, biz bu
kumara hesapla oturmadık, kumarcı olduğumuzdan oturduk. O sıralarda, Osmanlı
ülkesinin ruh haline bu kumarcılığımız yüzde yüz uygun düşmeseydi, memleketin
dümeni elimize geçebilir miydi? İlk İttihat Terakki Cemiyeti, 1888’de
kurulmuştur. İkinci Meşrutiyet’ten 20 yıl önce... Selanik’te Osmanlı Hürriyet
Derneği’nin kurulma tarihiyse, 1906 Eylül ayındadır. Yirmi yıldır çalışanlar,
bir buçuk yıl önce ortaya çıkanlara, memleketin dümenini neden kaptırdılar?
Çünkü o çağ, batak kumarcılara çok yatkın bir çağdı. Dünya paldır küldür kumara
gidiyordu. En akıllı milletler, neleri var, neleri yoksa fişlere yatırmışlardı.
Kumara hazırlanıyorlardı. Rumeli’nde üç dört tabanca patladı. Resne’de dört beş
yüz kişi dağa çıktı. Birkaç telgraf çekildi. Baktık hürriyeti kazanıvermişiz!
31 Mart’ta birkaç avcı taburu ayaklandı. Baktık silinip süpürülmüşüz. Hareket
Ordusu yürüdü. Baktık bütün fişler gene önümüze yığılmış... Bosna Hersek’le
Bulgaristan gitti. “Kumardır böyle olur. Zarar kârın kardeşidir” dedik.
Trablusgarp’a sıvanmamız kumarcı sıvanmasıydı. Balkan’da yenilmemiz kumarcı
yenilmesi... Düşman Çatalca’dayken, Babıâli’yi basmak, sonra gidip Edirne’yi
geri almak batak kumarcı işi değil de nedir? Memleketin bütün aklı erenleri,
okumuşları, sahici vatanseverleri bizden yanaydılar. Aslında bütün Osmanlı
toplumu kendini kumarın hızına kaptırmıştı. Bu Dünya Savaşı’na neden
“Seferberlik” adını taktı bizim Anadolu milleti? Seferberlik bekliyordu da
ondan... Davullar çalınınca yediden yetmişe herkes askerlik şubelerine koştu.
Ali Fuat, Mısır’ı almaya giderlerken istasyonlara toplananların geçirdiği
histeri nöbetlerini anlatırken dehşete kapıldım. Size karşı çıkan bizler de,
kumara karşı değildik. Biraz da biz oynamak istiyorduk. Kızgınlığımız zarları
vermediğinizdendi. Aslında bunlar benim düşüncelerim bile değil, 1914’te
İstanbul’a gelen bir İngiliz yazan yazmış... Bak bizi nasıl görüyor herif!
Önündeki kâğıtlardan birini alıp okumaya başladı. “1914’te İstanbul, bana çok
büyük çapta kumar oynanan bir batakhane gibi geldi. Hem de kapanma saatine
yakın... Para destelerinin taşıdıkları rakamlar bütün değerlerini
kaybetmişlerdi.
Oyun kağıtları, zarlar da
öyle... Kupa kızı, maça dokuzlusu yerine kullanılıyor. Dört atıp altı oynanıyordu.
Buna hile yapmak bile denmez. Oyunda kural kalmamıştı. Yalnız Osmanlılarda bu
böyle, demiyorum. Buradaki bütün elçiler, bütün ataşeler de merkezlerinin
kontrollerinden çıkmışlardı. Dilediklerini yapmak sorumsuzluğunu akıl almaz bir
umursamazlıkla kullanıyorlardı.
Hiç kimse, para destelerini
saymıyor, banknotların sahte olup olmadığını araştırmıyor, çeklerin karşılığı
var mı yok mu, sormuyordu. Oysa, bu kadar usta diplomatın bir araya geldiği bir
başka başkent görmedim. İngiliz, Fransız, Rus, Alman elçileri biraz kibirliler,
biraz eski okula bağlılar ama, hepsi de kendi Dışişleri Bakanlıkları’nın en
gözde, en bilgili kişileri... Onlar da bu batakçı kumara kapılmışlar. Genç
Türkleri hem bilgisiz, hem tecrübesiz buluyorlar, yakında, yıkılıp
gideceklerine inanıyorlar. Onların gözünde Enver Paşa boğuntuya getirilmiş bir
körpe mirasyedi... Yakışıklı delikanlıların çoğunluğu gibi kendini beğenmiş...
En umulmaz sıralarda birkaç iyi zar atıp kazandığı için, bahtına çok güveniyor.
Utangaçlığı, alçakgönüllülüğü arkasına kolayca saklayabildiği sınırsız kibrini,
bu güven artırıyor. Korkmazlığı, gerçekten eşsiz... Daha tehlikelisi, bu
korkmazlığı da, kibri gibi, sarsılmaz bir soğukkanlılığın, bir çeşit yarı
uykulu dalgınlığın ardında saklı... Bu tipleri hiçbir yanlış hesap şaşırtmaz.
Böyleleri en korkunç kararları, hiç duraklamadan verirler. Hiçbir yükseklik
başlarını döndürmez. Duyduğum doğruysa, önceleri pek ön saflarda
bulunmuyormuş... Bilmem ki arkasından itenler, bunu şimdiden sonra, nasıl
frenleyecekler? Osmanlı İmparatorluğu için en büyük bahtsızlık, dünyanın çok
büyük bir savaşa hazırlandığı çağda, böyle bir adamın eline düşmek... Savaş
patlarsa, Enver Almanlarla beraber olacak. Çünkü onlara yatkın... Daha doğrusu
Enver Paşa’nın büyüklük kuruntusuyla ruhundaki yırtıcılık, Alman elçisinin
kişiliğine tıpatıp uyuyor. Alman da kibirlidir. Her çeşit güçsüzlükten, her
çeşit duraklamadan iğrenir. Enver’e benzemeyen yönü, birkaç dil bilmesi, çok
bilgili olmasıdır. Ama, bilgisini, alay ederek insanlara alçaltmakta kullanır.
Prusyalı değildir ama, iki metreye yakın boyu, eski topların taş güllelerine
benzeyen dazlak kafasıyla, karikatürlerin Prusyalı subaylarına, Prusyalı
subaylardan daha çok benzer. Osmanlı arabasına bunlar koşulu... Savaşa bunların
götürdüğü yoldan girecek bu İmparatorluk doludizgin... Türkler istemese de
Almanlar onları uçuruma itiverecekler apansız... Oysa, yaklaşan fırtına,
Osmanlı İmparatorluğu gibi durduğu yerde sallanan, kağşamış toplumların
üstesinden geleceği cinsten değil... Bu kıyamette, Osmanlıların, Balkan’da
yenilmiş küçücük, çırılçıplak ordusuyla becerecek hiçbir işi yok... Birtakım
hesaplar yapacak Türkler de elbet... Ya da başkaları onların yerine hesaplar
yapmış görünecek de Osmanlı bunları kabullenecek kendinden geliyor sanarak...
Bedavadan en büyük kâra konabileceğini umup sevinecek... İnsanlar, faydası
olmasa da, kurnazlıklarını kullanmamazlık edemezler. İslamlıkla Hindistan’a,
Turancılıkla Sibirya’ya, Osmanlılıkla, hadi Viyana önüne demeyeyim, hiç olmazsa
Balkan Savaşı’ndan önceki Rumeli’ne doğru yola çıkacak Osmanlılar... İki taraf,
bunlarla ancak savaş patlayıncaya kadar ilgilenecek... Beraber olduğu tarafı
bilmem ama, karşısına geçtikleri taraf Osmanlıları çoktan unutmuş bulunacak
savaş patlar patlamaz... Savaşa girdiklerini fark bile etmeyecek... ” diyor
herif... Başını kederle salladı. Nasıl görünüyormuşuz yabancılara 1914’lerde...
Farmason doktorun
okuduklarını dinlerken önce şaşıran, sonra enikonu kederlenen Patriyot’un
yüzüne öfkeli zamanlarının korkunç donukluğu gelmişti. Yalnız silah çekerken
canlanan uzun parmaklı ellerini dizlerinden ölü gibi sarkıttı. Bu duruşa hiç
uymayan sert bir sesle konuştu:
— Halt etmiş gâvur... Bizim
işimizin batak kumarla ilgisi yok... Biz yağlı ipin altında debelendik bunca
yıl... İngiliz keferesi bulmuş rahatı, şaka sanıyor ölümle çelik çomak
oynamayı... Enver Paşa kumarcı değildi. Ömründe eline zar almamış adama kumarcı
demek ayıptır. Kağıdın papazını fantisinden ayıramazdı. Arkadaşlar ne
yaptılarsa iyi olsun diye yaptılar. “Hasta adam” diyorlardı bize... Iskatımızı
bölüşmek için, tepemize dikilmişler, gebermemizi bekliyorlardı. Sürünerek mi
gebereydik it gibi?.. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” dedik. Bir adam ne biçim
yüreksiz olmalı ki, eli silah tutarken yılmalı da pes etmeli... Vuruşmakta uzun
hesap yoktur. Ne denilmiş, “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” denilmiş...
Durduğumuz yerde çürüsek miydi? Kül gibi dağılıp yele mi gitseydik? Yazılacaksa
da, “dövüşe dövüşe yenildiler, güçlerinin son boğumuna kadar direndiler!”
yazılsın... Hem, ne olmuş Allah’ıma şükür! Bir sürçen atın başı kesilmez. Borç
yiğidin kırbacı... Yendiler bizi... Say ki borçlandık... Alacakları olsun...
Benim bildiğim İttihatçı milleti bire kadar kırılmadıkça gayreti koyvermez. Bak
bakalım bizde yılgın herif suratı var mı? Bugünkü batakta yeniden sıvanmak için
yürek isterim, doktor, yürek... Her şeyi yüzümüze gözümüze bulaştırdık ama en
işe yarar adamları çevremize toplamayı başardık. Bu koca İmparatorluk bir
yenilmeyle haritadan silinmez. Osmanlılık gitse Halife gidemez. Halife gitse İslamlık
yaşar. Balkanı da sayarsan bu bizim ikinci yenilmemiz... Hak oyunu üçtür.
Göreceksiniz, umduğumuzdan daha çabuk toparlanacağız. İttihatçı takımı sıkı
tutarsa, bunu da atlatırız yüzde yüz...
Doktor Münir. Patriyot’u,
gülümseyerek dinlemişti. Patriyot son günlerde, böyle sık sık umutsuzlukların
karşısına dikiliyordu. Nusret Bey’le Boğazlayan kaymakamı Kemal asıldıktan bu
yana, Reşit Bey’in ölümüne sebep olmaktan gelen suçluluğu üstünden atmıştı.
Doktor Münir bunu anladı
anlayalı Patriyot’un böyle çıkışlarına sinirlenmiyordu. Ağzındaki acı
gülümseme, yavaş yavaş değişti:
— Umarım Patriyot Ağa...
Sonuna kadar çabalayacağınıza da eminim!.. Ama çok önemli bir nokta var!
— Neymiş?
— Kara Vasıf geldi ya geçen
gün, Karakol derneği meselesi için... Gene “Vatanı kurtarmak gerek” diye
başladı. Sen dışarı çıkmıştın, bunlar duydu, “Sonra?” dedim. Senin Kara Vasıf
Bey, “Sonrası kolay” dedi. “Hele şu kolayı anlayalım” dedim, duraladı. Baktım,
bunca rezaletten bir cimcik ders alamamışız! Evet, bu kolayın sonrası gene karanlık,
en azdan 1908’deki kadar...
Düpedüz kaytarmadır bu,
Patriyot Ağa, düpedüz kalleşliktir.
Patriyot’un karşılık
vermesine vakit kalmadı. Kapının çıngırağı çalınmaya başlayınca irkilerek kulak
verdiler.
Çıngırak darmadağın sesiyle
üç kere öttü. Biraz sustu. Sonra üç kere daha öttü.
Doktor Münir tuttuğu
soluğunu bıraktı:
— Yabancı değilmiş...
Cemil ayağa kalktı:
— Ben bakayım!
Münir sıçrayıp yolunu kesti:
— Bırakın siz!.. Unutmayın!
Bahçeden “Kalfa!.. Hey kalfa, başını ört!” diye bağırırsam, savuşursunuz!
Kapıda durup döndü, Patriyot’a parmağını salladı. Silah oyunu istemez!..
Çevrildikse yarıp geçemeyiz! Çünkü bu dünyada gidecek bir tek yerimiz
kalmıştır: Bekirağa Bölüğü...
Çıktı.
Odadakiler, dışarıya kulak
vererek telaşsız hazırlanmaya başladılar. Halil Paşa, potinlerini bağlarken,
Cemil’le Patriyot yattıkları odaya geçtiler, paltolarını giyip tabancalarını
ceplerine soktular.
Doktor Münir, bitişik
bahçeye geçilebilmesi için, kömürlük pencerelerinden birini büyütmüştü.
Baskında, köşkü iyi sarmazlarsa burdan atlayıp savuşmak belki de mümkün
olabilecekti.
Merdivende yalnız doktorun
ayak sesleri duyulunca birbirlerine baktılar.
Doktor kurnaz bir
gülümsemeyle içeri girdi:
— Teğmen Faruk Efendi
gelmiş...
— Neden yukarı çıkmadı?
— İşi aceleymiş... Haydi
Cemil, hazırlanın! Gidiyorsunuz...
— Gidiyor muyum? Neden?
Nereye?
— Bilmem!.. Dayı Maksut
istemiş... Araba bekliyor.
— Dönecek miymişim?
— Evet!
Cemil birden telaşlandı:
— Evdekilere bir şey mi
olmuş?
— Hayır... Faruk Efendi,
“Meraklanmasın” dedi, “Hepsi iyiler” dedi. Kötü bir şey olsaydı yüzünden
anlardım.
Cemil, doktorun bitirmesini
beklemeden yürüdü, merdivenleri ikişer üçer indi.
Teğmen Faruk taşlıkta cigara
içiyordu. Sivil giyinmiş olduğu halde topuklarını birleştirip cigarasını
sakladı
— Merhaba teğmen! Bir şey mi
var evde?
— Merhaba yüzbaşım! Hayır!
Herkes iyi... Buyrun... Kapıda yol verdi: Merak edecek hiçbir şey yok...
— Nereye gideceğiz? Niçin?
— Neriman Hanım görüşmek
istemiş...
— Neriman mı Allah Allah...
Nerede şimdi?
— Bir arkadaşın evine
bıraktım. Tanırsınız. Binbaşı Şükrü Bey... Şükrü Kazasker...
— Biliyorum... Ne istiyor,
ne olmuş?
— “Merak edecek bir şey yok”
dedi, Maksut Bey!
Cemil paltosunun yakasını
kaldırıp yüzünü sakladı. Hızlı hızlı yürürken Faruk anlatıyordu:
— Telefon etmiş Maksut Bey’e
Neriman Hanım... Beşiktaş’ta buluştuk...
— Teyzem mi hasta yoksa?
— Hayır!
— Neymiş peki!.. Size
söylenemez miymiş?
— Bilmem...
Ethem Efendi sokağının
ağzında bekleyen arabaya bindiler.
Faruk uzayan mahpusluğun
sıkıntılarını sordu.
— Ben pek sıkılmıyorum! Doktora
yük oluyoruz. Gülnihal Kalfa’yı yoruyoruz! Üç kişiyi böyle tenha bir yerde
beslemek meğerse ne kadar zormuş... İki kişi görünüp beş kişi yaşamak, kolay
gibi gelir. Sütü, haftada iki kere alıyoruz. Her seferinde kalfa sütçüye,
sütlaç, muhallebi falan yapacağını söylüyor. İçkiyle cigara Kadıköy’den
getiriliyor. Ekmek hepsinden zor... Buralarda herkes birbirini tanıdığı için
yemekte, içmekte, günlük yaşayışta en küçük değişmeler dikkati çekiyor. Gezgin
satıcıların, dükkâncıların başları kalabalık değil. Düşünecek vakitleri var.
Bir yandan da Gülnihal Kalfa’nın öfkelerinden, gevezeliğinden, ağzından çıkanı
kulağının işitmemesinden ürküyoruz!.. İyi yemek pişirmesi de ayrı bir
tehlike...
— Evet... Paşa perhize
başladı bile... Doktora sıkıntı vermesek ben mahpusluktan memnunum. Çok
yararlandım! Paşa amca, yüksek politikanın en gizli noktalarını anlatıyor.
Doktorla çekişiyorlar tatlı tatlı... Onları dinlerken ne kadar bilgisiz
olduğumu tekrar tekrar anlayıp utanıyorum. Bizdeki durum bu... Sizde ne var ne
yok?
— Duyduğumuz doğruysa...
İttihatçı şeflerini yargılamaktan vazgeçmiş İngilizler...
— Ne yapacaklarmış?
— Galiba, Malta adasına
sürecekler hepsini...
— Daha mı iyi?
— Elbet... Ceza yemeden
sürülürlerse kurtulmaları kolaylaşır! Eğer böyle bir iş olursa yolda gemiyi
basıp kaçırmayı düşünüyorlar bazı arkadaşlar...
— Unutmadan sorayım: Nedir
bu İzmir meselesi kuzum?
— İzmir meselesi çok kötü
yüzbaşım... Yunan’a veriyorlar İzmir’i... Önceleri kimse inanmıyordu.
Duyduğumuz doğruysa çoktan kararlaştırılmış... İtalyanlar direnmişler biraz...
İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar “İlle verilsin!” demiş...
— Ne karışık işler... Bizim
hükümet ne yapıyor buna karşı?..
— Hiç, debeleniyor. Damat
Ferit’i tanıyanlar, “Bu kez batmayacak bile olsaydık bu herif ne yapar yapar batırırdı”
diyorlar. Bereket versin ilk sersemlikten kurtuluyoruz galiba... Şurada burada
toplanmalar başladı. Bilmem gazetelerde okuyor musunuz? Batı Trakya’da Paşaili
heyeti kuruldu. Kilikya’da Kilikyalılar Derneği, İstanbul’da Şark Vilayetleri
Müdafai Hukuk Cemiyeti, İzmir’de, Trabzon’da, Tarsus’ta, Rize’de, Adana’da
başkaca savunma dernekleri meydana getirildi. Önemli fırkalar da doğdu, Sulh ve
Selameti Umumiye Fırkası, Osmanlı Mesai Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası...
— Ne demek sosyalist?..
— Vallaha aslını ben de
bilmiyorum. Sosyalist, diyorlar... işçilerle uğraşırmış bunlar aslında...
— Bolşevik mi?
— Yok... “Biz Bolşevik
değiliz” diyorlar.
— Millet giriyor mu bu
fırkalara?
— Hayır...
— Ne çıkar öyleyse...
— Hiç yoktan iyidir gene...
Bizim asıl güvenimiz... Faruk sesini alçalttı. Yeni bir grup kuruluyor
yüzbaşım.
— Karakol mu?
— Karakol başka... M. M.
grubu... Yani Milli Müdafaa... Kurucuları subaylar... Güvenilir başıbozukları
da çalıştıracaklarmış.
— Genelkurmayın haberi var
mı bundan?
— Var ama, kötüsü gelirse
yok diyecek...
Faruk arabacıya gidilecek
yeri söylememişti. Bu sebeple Ziverbey’e çıkınca, herif adres sordu. Faruk
Kazasker’e çekmesini söyledi.
Bakkalbaşı’nda arabayı
bıraktılar, bahçe duvarları arasında uzayan dar bir yola saptılar.
— Geldik yüzbaşım!
Şuracıkta...
Faruk dişlerinin arasından
“Allah kahretsin” diye homurdandı. Cemil dalgın sordu:
— Bir şey mi dedin?
— Yok... Ne diyeceğim...
Başınızı belaya soktuk! Neriman Hanım’dan utanıyorum! Bunca yalnızlıktan
sonra... Ne garip bir nişanlılık...
— Aldırma... Asker
karısıydı, asker karısı olacak... Alışık değilse alışsın!
Kısa kısa güldü. Doktor
Münir “Rezilliğe ahşan insan, insan değil!” diyordu ikide bir...
— Şükrü Bey evde midir
acaba?
— Sanmam!
— Evli değil mi? Umutla
ekledi. Boş mu ev?..
— Hayır... Hanımı var,
çocukları var... İşte geldik!..
Faruk kapının zilini çaldı.
Bir emir eri açtı. Bahçe bakımlıydı. Soldaki duvarın dibinde kitaba bakılarak
yapıldığı anlaşılan tavuk kümesleri görünüyordu.
Emir eri, misafirleri alt
kattaki odalardan birine aldı. Biraz sonra temiz giyimli bir küçük kız kahve
getirdi. Kahveleri henüz bitirmişlerdi ki kapı aralandı, yaşlı bir hanım
yavaşça seslendi:
— Buyrun Cemil Bey oğlum!..
Cemil kalktı. Başı önünde
sofaya çıktı.
— Böyle buyrun efendim!
Cemil “Sağ olun” diye
mırıldandı, karşısındaki kapıya yaklaştı. Çekinerek durdu.
— Girin yavrum! Neriman
Hanım’dan başka kimse yok...
— Sağ olun...
Hiç tanımadıkları bu evde
buluşup konuşmanın Neriman için ne kadar zor olacağını ancak şimdi anlamıştı.
Utandı, üzüldü. Suçluymuş gibi gözleri yerde, çekinerek odaya girdi.
Neriman yeşil yünden
hırkasıyla ayakta duruyordu.
Cemil gülmeye çalıştı:
— Ne var? Nedir bu kadar
önemli şey? Kendisini topladı. Ne iyi ettin de geldin!
Neriman’ın yüzü hastalık
geçirmiş gibi solgundu. Gülümsemeye çalışıyordu. Cemil koşup kucakladı:
— Ne olursa olsun, iyi ettin
geldiğine... Öptü. Çok özledim seni... Anlatamam... Öptü. Ne var?
— Yok bir şey... Neriman
kapıya korkuyla baktı. Önemli değil... Cemil tekrar öpmek için eğilince önledi.
Oturun... Hemen gideceğim... Geç kalırsam olmaz...
— Ne var?
— Bilmem... Korkuyorum...
Birden atılıp yüzünü Cemil’in göğsüne sakladı. Gebeyim galiba... Uyuyamıyorum
kaç zamandır... Deli olacağım... Ne deriz anneme... Ağlamaya başladı. Ölürüm
utancımdan...
— Ne biliyorsun... Değildir
belki... Ağlama. . Çocuk gibisin... Ağlama diyorum! Saçlarını okşadı, yüzünü
öptü. Nerden belli? Baktırdın mı birine?.. Sevinip sevinmediğini araştırarak,
sedire oturttu. Baktırdın mı?
— Baktırabilir miyim!.. Şey
olmadım iki aydır.
— Anladım...
— İştahım yok... Midem
bulanıyor. Olmadık şeyler istiyor canım...
— İlacı yok mudur bunun?..
Bir şeyler yaparlar, duyduğuma göre... Konyakla kinini karıştırıp içerler...
— Düşündüm hepsini... Sakat
doğarmış düşmezse... Kanı kesemem diye de korkuyorum... Bayırılım belki...
Annem anlar...
— Doğru! İyi düşünmüşsün...
Bir cigara yaktı. Derin derin soluklandı. N’apalım peki?.. Doktora mı gitmeli?
— Olmaz!.. Hiç olmaz.
Yapamam... Nasıl söylerim yabancı adama... Erkek doktorlar hiç olmaz...
— Olmaz evet... N’apalım?
Neriman’ın elini tuttu, avcunun içini saygıyla öptü. Hep suç bende...
Karmakarışık ettim işleri... Seni üzdüm... “Beni karıştırmayın!” demek lazımdı.
— Hayır canım!.. Nasıl
gitmemezlik edebilirdin Ömer abi çağrınca...
— N’apacağız peki?.. İki
aylık mı dedin?
— Daha fazla belki de. İki
aydır... Bilmem ki... Çok düşündüm, Maksut abiye başvurmadan önce... “Sokağa
çıkar da yakalanırsa... ” dedim. Tehlike var mı buraya gelmende?
— Aldırma... Hiçbir tehlike
yok...
Cemil, Neriman’ı kucakladı.
Yoğurtçunun sesiyle hemen
ayrılıp, utangaç gülümsediler. Neriman kalktı:
— Gideyim ben artık...
Karanlığa kalırsam annem merak eder... Sen düşün, bir çıkar yol ara...
— Bunun çıkarı... Hemen
nikahlanmak...
— Ben de öyle dedim ama...
Ayıp olmaz mı çok? “Adam saklanmış, hükümet arıyor. Kudurdu mu kadın?” demezler
mi?
— Sen istemiş olmayacaksın
ki, ben tutturacağım... Evet, kestirmesi budur bunun... Meraklanma! Bitti bu
iş... Faruk’la haber yollarım Maksut’a... Maksut gider Yahya Hoca’yı bulur...
Bir gece kıyıverirler nikahı... Olur biter.
— Anlamazlar mı?
— Boş ver!..
— Nerde kıyılır nikah?
— Evde...
— Olmaz... Neriman’ın
gözlerine korku doluverdi. Evi kolluyorlar. Her gün Enver’in ağzım arıyormuş
Hacı Bakkal, “Bu gece evdeydi dayın değil mi?” diye boş atıp dolu tutmaya çalışıyormuş...
Ne alçak adam... Ne istiyor bizden?..
— Aldırma... Dikkatli
davranırım. Oraları düşünme sen...
— Ölürüm yakalanırsan...
Şeytan Adası’na yolluyorlarmış tuttuklarını...
— Neresiymiş bu Şeytan
Adası?
— Bilmem! Uzaklardaymış...
Denizaşırı... Şeytan Adası’ndan kurtuluş yokmuş...
— Boş ver! Ne yakalanırım,
ne de yakalansam Şeytan Adası’na gönderirler. Düzelecek bu işler yakında...
Bütün düşmanlar def olup gidecek... Dur nereye? Otur biraz... Bak ne
diyeceğim...
— Olmaz Cemil abi... Ev
sahiplerinden ayıp... Yalandan somurttu, kendisini nazlanarak öptürdü. Kendine
iyi bak... Hastalanına!..
— Dur kız...
Cemil tutmak için atıldı.
Neriman sıyrıldı:
— Allahaısmarladık... Anneme
söylemeyeceğim görüştüğümüzü... Aklında bulunsun!
Cemil birden usanarak
okuduğu kitabı, -Jul Vern’in Dünyanın Ucundaki Fener adlı romanını kapattı.
Pencereye döndü. Üç günden beri azalıp çoğalmadan, aralıksız yağan yağmur
kesilmişti ama, dışarda her şey, su, toprak, ağaç, gökyüzü iliklerine kadar
sırılsıklamdı, umutsuzdu. Denizin kurşunisi, bulutların koyu grisine iyice
karışmış, arada incecik bir çizgi bile kalmamıştı. Kıyıdan ötesi, su değildi
de, sanki dünyanın ucundaki uçurumdu.
Mayısın 14’ü olduğu halde,
1919 yazı gelmek bilmiyordu.
Patriyot Ömer’le Halil Paşa
gene satranca dalmışlardı.
Doktor Münir, Naima
Tarihi’nden notlar çıkarıyordu.
Sofadaki saat vurmaya
başlayınca Cemil saydı, oysa üç vuracağını biliyordu. Üstüne çöken uyuşukluğu
dağıtmak istemiş gibi, elini yüzünden geçirdi.
Kalkıp tıraş olması,
giyinmesi gerekti. Bu gece teyzesinin Fulya tarlasındaki evinde Neriman’la
nikahları kıyılacaktı. Gülümsedi.
Doktor Münir sokaktaki nal
sesleriyle başını kaldırmış, Cemil’in gülümsemesini yakalamıştı:
— Gülüyorsun bıyık altından
bakıyorum damat bey... Neye güldüğünü söyleyeyim mi?
— Yanılıyorsun... Atları
gördüm de...
— “Yiğit atlar besledim kara
gün için / Binip ılgar edemedim ne fayda” mı dedin?
Uşaklar, vapurla gelecek
beylerin bineklerini bu saatlerde iskeleye götürüyorlardı.
— Buyrun!.. Kazasker Nefi
Efendi hazretlerinin yumuşak başlı Kula kısrağı. Ne demişler?.. “Besle kırı...
Bin doruya, sat kulayı” demişler. Çünkü kula uğursuz sayılır, ama kazaskerler
için değil... Geçti mi Sadi Beyefendi’nin çatanası?..
— Yok...
— Öyleyse vapur daha gelmez.
“Paraçollar nerde kaldı?” diyordum. Eğer bugünkü vapur Neveser’se, on beş
dakika gecikmesi vardır. İhsan daha yollu...
— Yollu evet...
Doktor Münir, gözlüklerinin
üstünden denize baktı:
— Deniz ne kadar renksiz...
Bulut gibi... Böyle havalarda denize hiç benzemiyor da, yandan çarklı vapurlar,
bulutların üstünde yüzüyorlarmış gibi insanı şaşırtıyor. Kendi sözünü kendisi
küçümsüyormuş gibi yüzünü buruşturdu. Ne o? Tıraş bile olmamışsın daha sen...
— Olurum yavaş yavaş...
Vakit var...
Halil Paşa, Patriyot’un
şahını sıkıştırmıştı. Üç el sonra mat edeceğini kesinlikle anlayınca oyunu
bıraktı:
— Anladın ya Patriyot!..
İşin bitik... Gönder delegelerini Mondoros’a...
— Fili kaptırmasaydım
dalgınlıkla...
— Dalgınlıkla öyle mi?..
Bize geldi mi dalgınlık, sana geldi mi ustalık!..
Doktor Münir kısa kısa güldü:
— İttihatçı yasası öyledir
Paşa Emmi... Kendin bilmez değilsin ya...
Halil Paşa bakışlarını
doktordan ayırmaksızın konuştu:
— Memleketi yeniden ele
geçirsek Patriyot can... Bu kez acımayı macımayı bir yana bırakalım! Şunun
sıska ensesine yapıştıralım kurşunu... İttihatçı yasası ne demektir anlasın
giderayak Farmason!..
— Memleketi yeniden ele
geçireceksiniz de...
Patriyot, doktorun sözünü
kesti. İnsanı şaşırtacak kadar rahattı, güvenliydi:
— Ne sandın!.. Elbet
geçireceğiz... Bana sorarsan geçirdik bile...
— Bile demek!.. Bu kez nasıl
geçirildi? Gene Arnavutlara telgraf çektirerekten mi?
— Görürsün... Ne demiş
Nuradunkyan domuzu, kefere elçilerine?..
— Ne zaman?
— Bulgar Çatalca’ya
gelince... .
— Ne demiş?
— Günlerdir yalvarırmış,
“Araya girin de mayna edin bu işi... ” diye... Herifler mırın kırın edip
savsaklarmış... Bir sabah bakmışlar, bizim gâvur keyifle kahve içiyor.
Beklemişler... “Araya girin” lafı yok! “Ne oldu ahbar?” demişler. Ahbar da:
“Türk dayanmaya başladı mı kimseler sökemez. Şimdi siz yalvarın da, biz
bırakalım yakasını Bulgar’ın... ” demiş...
— Memleketi ele geçirmekle
ilintisi nedir bunun?
— Var!.. Her yanda savunma
dernekleri kuruluyor. M. M. çok önemli arkadaş... Karakol da geliyor, Allah’ın
izniyle, arkadan... Biz toparlandık doktor bey... Bundan sonrası kolay ki çocuk
oyuncağı... Ciddileşti. Kâzım Karabekir’in XV’inci Kolordu Komutanlığı’yla
Erzurum’a gitmesi ne demek?.. Mustafa Kemal de ordu müfettişi olup atladı mı
Anadolu’ya... Enver Paşa’yla buluştu mu...
— Hem de Enver Paşa’yla...
— Ne sandın? Bu sıra,
çekişme sırası değil... Birleşecekler ister istemez...
— İngilizler Mustafa Kemal’i
Enver’le birleşsin diye mi yolluyorlar sakın?..
— Allah heriflerin gözlerine
kara perdeyi çekti. Ne demişler? “Deme olmaz olmaz / Olmaz olmaz bu dünyada”
demişler... İngiliz de olsa gâvur kısmının tutar bir yerde avanaklığı... Çünkü
Allah bizimle beraberdir. Öyle değil mi paşam?
Halil Paşa cigarasını kiraz
çubuğuna takıyordu. Gülümsedi:
— Mustafa Kemal’in
bizimkiyle anlaşabileceğini sanmıyorum Patriyot...
— Anlaşmayıp da ne yapacak?
Nuri Paşa Kafkasya’da yeni birlikler meydana getirmiş demedi mi geçen gece
bizim Maksut... “Çerkez’inden, Lazki’sinden, Gürcü’sünden, Azeri’sinden alaylar
kurmuş... Bolşevikler silahı yağdırıyormuş” demedi mi?
— Bu sözleri Maksut duymuş
da İngilizler duymamış mı? Rahip Frau şeytana pabucu ters giydirir. Bana
kalırsa, Mustafa Kemal İngilizleri inandırdı. Enver’in yolunu keseceğine...
Yunan İzmir’e çıktı çıkacak deniyor. Durum böyleyken, Mustafa Kemal’in
Samsun’da işi ne? İngilizler iyice güvenmeseler Karabekir’i Erzurum’a
yollatmazlardı. Bir şeyler dönüyor! Rauf durduğu yerde Bahriye Nazırlığı’ndan
çekilmez. Bugünlerde neden Anadolu’ya gidecekmiş... Eskiden beri İngilizler
güvenir bizim Rauf a... Ne dersin doktor?
Doktor Münir soruyu
anlamamış gibi gözlüklerinin üstünden, dalgın, baktı.
— Raufun Anadolu’ya geçmesi,
diyorum. “Batı’yla Bolşeviklik arasında, tampon bölge Anadolu’ya kayarsa”
dedindi geçende... Kaydı gibime...
— İnşallah... Eğer böyle bir
anlaşmaya vardılarsa Bolşeviklerle İngilizler, kurtulma umudumuz artar. Çok
artar, paşam, adamakıllı artar. İmparatorluğun dağılması korkusu aklımızı
başımızdan alıyordu. Dağıldı. Bu yükü attık. Bugünkü durumda Turancılık
hastalığından kurtulmuşuzdur inşallah! Kutsal savaş çağrısı sökmediği için,
belki, halifeliğin kuyruğuna yapışmaktan da vazgeçeriz...
— Halt ettin şimdi...
— Geçeriz de, büsbütün
ferahlarız paşa emmi, o zaman Anadolu Türk devletini kurarız yüzde yüz... Belki
de yaşatırız.
— Nereden çıkarıyorsun
bunları?
— Ben çıkarmıyorum, gâvur
çıkarıyor.
— Hangi gâvur?
— Bir Alman gâvuru...
Irak’ta tanıdım. Abdülhamit zamanında gelip Bağdat’a yerleşmiş... Bileceksiniz,
kazılar yapıyordu Mezopotamya’nın geçmiş uygarlıkları üstüne...
— Deli gâvur olmasın?
Çubuklu gâvur?..
— Tamam... Doktor Karlos...
Benim hastanede yattı bir ara... Takılırdım gelip geçerken... “Karlos Çorbacı
boşuna kurcalamaktasın yerin altını sen, üç günlük ömründe... Sık dişini,
cavlağı çekince toplarsın bu testi kırıklarını, bakır parçalarını... ” derdim!
Karlos Çorbacı da bana, “Siz benim geçmişi aradığımı sanıyorsunuz ama
yanılıyorsunuz, ben sizin geleceğinizi aramaktayım, yerin altında” derdi. İlk
günler durmadım bu sözün üstünde... Arkeolojiyi bilimden saymıyordum o sıra...
“Casus bu keratalar!.. Adam ne kadar avanak olmalı ki, yutmalı!” diyordum.
Geçende siz Reşit Bey için bir şey dedinizdi. “Vatanı kurtarmak için
yapmayacağı yoktur” dediniz. Ben bunun üstünde düşünürken apansız, meseleyi
anlayıverdim. “Vatan” kelimesini, “Devlet” kelimesiyle değiştirir değiştirmez
Karlos Çorbacı’nın ne demek istediğini anladım! Hemen arayıp buldum
notlarımı...
— Ne dediydi deli gâvur?
— Bir gün, okuyorum,
dalmışım. Meğer Karlos Çorbacı epeydir beni seyredermiş... Okuduğum kitabı
sordu, “Naima Tarihi” dedim. Niçin güldüğümü sordu. “Yok bir şey” dedim.
Üsteledi. Anlattım. “Canpolat Deli Hasan Ağa ki, Benli Hasan Paşa derlerdi,
Bolu sancağı voyvodalığını, şu kadar rüşvetle zor güç ele geçirip yol
hazırlığını tamamladığı kertede, adamlarından birtakımı Fukara Benli Paşa’nın
paşalık tuğlarını da aşırıp Celâli Türkmen ağası yanına kaçarlar, Bahtsız Deli Hasan
Paşa, sancağını ele geçirecek adamı kalmayıp Üsküdar kırlarına kurduğu çadırda
serseri oturur, yeniden adam biriktireyim derken, Katırcıoğlu’na serdarlık emri
götüren Sadrazam Melek Ahmet Paşa ağalarından Şahin Ağa, Benli Hasan Paşa’nın
ordusuna bilmezden uğrayıp, çayırda yayılan Arap atlarını görüp, kendi altında,
işe yaramaz kötü posta beygirleri olmakla, en iyilerinden birkaçını çekip
bineyim demekle... Benli Paşa’nın at oğlanları “Bre nedir?” diye seğirtip “Biz
Benli Hasan Paşalıyız. Atlarımızı ne yüzden alırsınız. Olmaz” diyerek
vermezlendiklerinde, Şahin Ağa, akılsız bir kölemen olmakla, “Ben vezir
ağasıyım! Elbette alının” diye elini kılıca atıp, at oglanları da vuruşurlar. Aralıkta
Şahin Ağa'nın kafası ikiye bölünüp yanındaki Tatar ağasının da kolu düşer.
Bunlar dönüp İstanbul’a gelirler. Şahin Ağa kurtulamayıp ölüp, Tatar’la
hizmetçiler vezire koşup, “Ağamızı, Benli Hasan Paşa’nın Emrahoru Hacı Osman
tepeledi” diye davacı olurlar. Emrahhor Hacı Osman Ağa, vuruşulduğu saat,
çayırdan beş altı fersahlık yerde Benli Paşa’nın çadırında bulunmakla. Vezirden
haberci gelince hiç ürkmeyip Yanına yer tanıklarını alıp Melek Ahmet Paşa
konağına varır. Tatar ağası ile hizmetçiler, “Buydu”, “Yok bu değildi”, “Bir
çalım benzemekte ama... ”, “At üstünde olmakla Emrahor olsa gerektir”, “Emrahor
vurmayınca, vezir ağasını kim vurabilir?” diye akla, şeriata uymaz, birbirini
tutmaz laf etmekle, üç kere hacca gitmiş, akıllı, edepli, kırk yaşlarında bir
yiğit olan Hacı Osman Ağa, vezirin öfkeye bindiğini sezip, yakasını yırtıp,
sesi çıktığı kadar bağırıp, “Allah göstermesin sultanım! Benim bundan haberim
yoktur! Vuruşma olduğu yerden iki saat ırakta, Hasan Paşa kulunun
çadırındaydım. İşte tanıklarım... Emir şeriatındır” dediyse de vezir öfkeyle
hoplayıp kudurup “Bre Cellat!” diye haykırıp tanıklara bir söz bile ettirmeyip
dışarı uğrar. Çünkü vezirlere kendi saraylarında adam boğazlatmak kanun
olmadığından, askere “Getirin şunu arkamcek” deyip, sırtında kürkü, başında
kallavisi olmakla, padişah sarayı kapısına kadar iç donu, iç entarisiyle şallak
mallak seğirtip, “Tez boğun” diye tepinmeye başlayınca, Fukara Hacı Osman Ağa,
oraya gelene kadar hiç aralıksız, “Bak Efendim! Boş yere kanıma girmektesin! Acele
etme! Beni hapse koy!.. Bir güzelce sor soruştur. Bu suçun sahibi isem aman
vermeden öldür. Kızgınlıkla günaha gireceksin! Kıyamet günü, iki elim
yakandadır” dediyse de, vezirin durmadan “Cellat” dediğini görüp iş işten
geçtiğini anlayıp yalvarmayı boşlayıp okuyup üflemeye girişir. Bu haldeyken
cellat yetişip hemen boynunu vurur. ” diye bitirdim hikâyeyi... Biraz düşündü,
“Siz bu olaydan nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz?” diye sordu.
— Bu tarihsel olay, Osmanlı
toplumundaki TALAN sistemini, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla meydana
koyuyor, dedim. Osmanlılığın temel düzeninde varlığın tek ellerde birikimi
yasaktır. Osmanlılığın, tarih içinde, üstüne aldığı ödev bence, toprağı
sahipsiz kılarak çağının derebeylik düzenini küçük işletmelere bölmek, bu küçük
işletmelerin zamanla belli ellerde toplanmasını şiddetle önlemektir.
Osmanlılıkta hemen bütün toprakları reayasına kiracı gibi vermiştir. Buna
karşılık yetiştirdiklerinin vergisini çoğunlukla mal olarak alır. Bu düzeni
sipahiler gözetir. Sipahi tımarları gibi, vezir haslarının da temelinde küçük
işletmeler vardır. Osmanlı toprak yasaları, bu küçük işletmelerin büyümemesi
gibi miras yoluyla küçük işletmelerin küçülmemesini de kollar. Sözgelimi, 20
evlik bir köyde çeşitli sebeplerle beş ev boşalsa, sipahi bunlardan kalan
toprakları kendi toprağına bile katamayacağı gibi, geri kalan on beş eve de
bölüştüremez! Boşalan beş küçük işletmeyi beş yeni aileyle yeniden şenlendirmek
zorundadır. Bizde senyörün yerini, bir çeşit memur sayılabilecek olan AĞA’nın alması
bundandır. “Ağalık vermekle” atasözü Osmanlının sömürme anlayışının Batı’yla
nasıl çelişme içinde bulunduğunu da gösterir.
Bitirip bekledim. Ya
şaşacak, ya “Doğru evet” diyecek sanmıştım. Neden sonra, “Eee... Peki?” dedi.
Ben şaştım:
— Pekisi bu...
— Nasıl olur. Anlattığınız
hikâye de, ardından söyledikleriniz de, olayları belirliyor, nedenleri değil...
En küçük topluluklar bile, sürgit talanla yaşayamazlar! Çünkü hiçbir toplum
“Gelip talan etsinler” diye sürgit üretim yapmaz. Osmanlı İmparatorluğu gibi
kocaman bir kuruluş, yedi yüzyıl, nasıl yaşamış?.. Talan için bir araya gelen
bütün topluluklar, talan az olsa da dağılır, çok olsa da... . Bu bir...
İkincisi, talan temeline dayanan bir otorite, özel mülkiyetin tekellerde
toplanmasını önlemeye sürgit nasıl güç yetirebilmiş?
Biraz düşündüm: “Peki,
Karlos Çorbacı, ” dedim. “Bolu paşasının başına gelen TALAN değil de nedir?”
“-Talan ama, Osmanlı
ölçüleriyle değil, Batı ölçüsüyle... ”
— Bu sözle paşa emmi...
Aklım dağıldı ki, toplayasını geçti. Ben debelenirken, Karlos Çorbacı piposunu
temizleyip doldurdu, “Bak n’apacağız her doktor, dedi, eski bildiklerini bir
yana bırakacağız, Dekart hesabı, dedi, yeniden aramaya başlayacağız önyargıları
atıp... Bakalım bu davranış bizi nerelere götürecek? Başlıyoruz! Anadolu
toprakları nasıl topraklardır sence?
— Nasıl mı? Yamandır
Anadolu’muzun toprağı, dedim. Dünyanın ekin ambarı olacak topraklardır. Biz
tembelliğe vurduğumuzdan bu cennet vatanın üstünde sürünmekteyiz. İş bilir
ellere geçse bak neler olur...
— Bunları nerden
çıkarıyorsun? Kendin çiftçilik edip denemedin. Babanın çiftçi olduğunu da
sanmam. Sizde böyle kitapların daha yazılmadığını da biliyorum! Bunlar gerçeği
aranmamış palavralar... Salt Anadolu toprağı değil, Akdeniz’i, Ege Denizi’ni
çevreleyen bütün topraklar, cenabet topraklardır. Çünkü, bu bölge toprakları
dünyanın yüzünde, gayet ince, pek yalınkat bir kaput gibidir. Tarım derin derin
aktarılmaz, kara sapanın ucuyla az biraz karıştırılır. Bu bölgenin hava durumu
da tarıma uygun değildir doktor, ya kurak gelir, ya taşkın... Kurakta sizin
toprak, hiç saban görmemiş gibi taş kesilir. Taşkınlar, tarlaların yarısını
alır denize götürür, yarısını dar vadilere indirip bataklık yapar.
Bataklıklarda insan barınamaz. Bu yüzden, Adana, Küçük, Büyük Menderes ovaları
gibi verimli ovalarınız ancak on dokuzuncu yüzyıl ortalarında tarıma
açılabilmiştir. Daha önceleri buralarda göçebeler hayvan otlatıyorlardı. Bu
özellikteki topraklarda, Batı’da olduğu gibi, özel mülkiyet yerleşip gelişemez,
zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz. Sizde Batı anlamında FEODALİTE’nin
bulunmaması bundandır. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir FEODAL, böyle
topraklarda serflerini doyurup kendisini zengin edecek tarımı, yalnız kendi
gücüyle sürdüremez! Türkçesi, toprakları tarımda tutmak için gerekli
bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten, sizin
topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir. Gene bu sebepten Batı’da
devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı araç haline
geldiği halde, sizin devlet, ana ödeviyle toplumu İHYA EDİCİ’dir. Yani, Batı’da
devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuşlardır ama, Doğu’da devletsiz
toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma, yok olma şartıdır. Siz,
farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla
olduğu halde, sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi TALANCILIK’la
suçlarken, Batı kültürünüzle, Batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz. Batıda,
ilkçağların kölelik sisteminden bu yana özel mülkiyet kutsal olduğu halde,
sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey
yoktur. Bu açıdan bakınca, Melek Ahmet Paşa’nın ağası devlet işine giderken
Bolu paşasının atını çekip alırsa bu talan sayılmaz. Çünkü sizde her iş devlete
yararlılığıyla değerlendirilir. Sizde devlet tehlikeye düştüğü zaman devletten
sorumlu olanlar, bir dakika önce, en korkunç suçlamalarla geri ittikleri en
akıl almaz sistemi kabullenmekte bir an duraklamazlar. Batı’da bütün monarklar
geriliği tuttukları halde, sizin padişahların apansız ilerici kesilmeleri
bundandır. Burdaki ilericilik, bilinçle, imanla kazanılmış bir şey değildir,
beyin ameliyatı gibi ister istemez katlanılan, bir çaresiz durumdur. Sizde
padişahlar, baba, kardeş, evlat demeyip öldürmüşlerdir. Bir gecede on dokuz
kardeşini, sona da öz oğlunu öldüren Üçüncü Mehmet’in, para denilen bakır,
gümüş, altın parçalarını bulduğu yerde almasına yalnızca talan deyip geçemeyiz.
Kaldı ki, ikinci padişah Sultan Orhan’dan bu yana, modem anlamıyla devletçidir
de sizin devlet... Tersanelerini, baruthanelerini, dökümhanelerini, madenlerini
işleten, tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, bayındırlık işlerini,
yol şebekesini, postayı, kervansaraylar sistemini, okulları, üniversiteleri,
merkezden idare edilen bütün imparatorluğa yaygın yargılama örgütlerini,
loncaları, hatta dini bile devletleştirip devletçilikle yürüten, ana tüketim
maddeleriyle besin maddelerini tekele alan, iç ticareti, dış ticareti aralıksız
denetleyen, pazarda fiyatları belli bir çizgide tutan bir ekonomik sosyal
örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenmez. Bütün bu işleri başarabilmek,
kısacası toplumun var olabilmesini savunmak için sizin devletiniz, sırasında,
despot da olmak zorundadır. Sizin devlet merkezcilikten, bürokratlıktan, hatta
despotluktan vazgeçtim dese, siz bunalınca ayaklanır, bunları geri getirmesini
ister, hatta bunun için onu zorlarsınız... ” dedi, Karlos Çorbacı o gün bana,
paşa emmi, aşağı yukarı...
Doktor Münir, içini çekerek
sustu.
Cemil, dinlediklerini
toparlamaya çalışıyor, Patriyot pek bir şey anlamadığı halde, anlatılanların
önemini sezmiş, açıklama bekler gibi Halil Paşa’ya bakıyordu.
Halil Paşa el yordamıyla
paketi bulup bir cigara çıkardı:
— Çok önemli! Hürriyet
naralarıyla gelip hemen despotluğa başlamamızın nedenini açıklamış olmuyor mu
gâvur?
— Ben de üstünde çok durdum
bu despotluk işinin... Orta Asya’da, büyük şölenlerden sonra, çadır sahibinin
karısını bileğinden tutarak uzaklaşıp her şeyini misafirlerine yağmalattığı bir
gerçek... Orhon Yazıtları’nda, hakanın, “seni aç buldum doyurmadım mı, çıplak
buldum giydirmedim mi?” dediğini de biliyoruz. Demek ki, bizde devlet, böyle
sorumluluklar yükleniyor. Bunları başardığı sürece de, halkları, hadi,
despotluğa katlansınlar diyelim. Ya halkları yedirip giydirmekte, iç karışıklıklara,
dış tehlikelere karşı korumada devlet ödevini yapamaz olunca, despotluğa
insanlar niçin boyun eğsin? Bak paşa emmi, ben bizdeki bu anayasa, hürriyet
çabalamalarını, zengin yetiştirme debelenmelerini nereye bağlıyorum?..
Osmanlılar, görmüşler ki, devlet fakirleşip güçsüz düştüğünden eski ödevlerini,
halklara karşı, artık başaramayacak... Sorumluluğu, devletin üstünden atıp
Batı’da olduğu gibi, sınıfların omuzuna yüklemek istemişler. Oysa Doğulu zengin
başka, Batı’nın burjuvası başka... Bizim zengin burjuvalaşamaz mı? Hayır!
Devletin zenginleştirdiği, ister istemez devletin emir eri kalır. Batılaşmak
bunun için kurtaramadı bizi... Devleti güçleştirmeye kullanacak yerde zengin
yetiştirmede kullandık Batılaşmayı... Devleti eskisi gibi her şeyden sorumlu
hale getirmeye çabalasak, bunu başarabilmek için, sırasında despotluğa
kalkacak... Oysa, her şey kolayca tabu olur Doğu’da... Bir şeyin tabu olması
için anlaşılması değil anlaşılmaması şarttır. Biz yüz elli yıldır hürriyet
türküsü çagırıyoruz. Yerleşti bu türkü memlekete... Kaldı ki verdiği sözü
tutamayan, sorumluluklarını yerine getiremeyen despotluklar halka zulmetme
hakkını da, gücünü de nerden alacak? Bu sebeple paşa emmi,
Anadolu’da kuracağımız yeni
Türk devletinin yaşamasını “Belki”ye bağladım. Hem insanları çalıştırmak için
zorlayacağız, hem de bunu aşırı despotluğa kendimizi kaptırmadan yapacağız.
Anladın mı, iş ne kadar çetin!
Doktor Münir, yüzüne
dikkatle bakan Cemil’e gülümsedi:
— Gevezeliğe daldık, lafa
tuttuk seni damat bey... Hopla koş! İyice süslen... Dayı Maksut denilen imansız
Arap’ın gerdek yumruğundan kolla kendini... Sevinç tutuğu olmamaya bak!.. Bir
de, gözünü aç, gelirken pek önemi yok ama, giderken enselenme!..
5
Dayı Maksut Neriman’ın,
Teğmen Faruk Cemil’in tanığı oldu. Yahya Hoca kısa bir dua ile nikahı kıydı.
Bunlar “Mutlu yıllara...
Allah bir yastıkta kocatsın!” deyip gidince, gelin güvey Selime teyzenin elini,
mindere uyuma taklidi yapan Enver’in yanağını öperek hemen yukarı çıktılar.
Cemil’in yattığı odada
perdeler, sedir örtüleri yenilenmiş, tek kişilik karyola, Neriman’ın ilk
gelinlik karyolasıyla değiştirilmişti. Rahmetli Nazmi’nin büyütülmüş
fotoğrafının yerinde, İngilizlere ısmarlayıp da savaş başladığı için
alamadığımız Reşadiye diretnotunun, taşbasma resmi vardı.
Cemil kapıyı sürmeleyip
döndü. Fesini kabadayıca sedire fırlattı, odanın ortasında, elleriyle yüzünü
kapamış duran Neriman’a yaklaşıp bileklerini tuttu.
— Yoruldun mu?
— Çok... Enver’e acıdım.
Üzüldü. Belli etmemeye çalıştı ama, bitti.
— Geçer çabucak... Hadi...
Söndürüyorum lambayı...
— Durun, hayır!..
— Hayır mı? Cemil çapkın
çapkın gülümsedi. Sahi öyle ya... Yüz görümlüğü ister... Hemen gevezelik
etmeseydin, konuşturmalık da alırdın!
— Annem ant verdi... İki
rekat namaz kılacakmışsın...
— Tamam! Bir bu eksik...
— Vallaha olmaz. Yarın bana
yemin ettirecek... Uğursuz gelirmiş, Cemil abi... “Abi” sözünden utanarak
Cemil’in boynuna atıldı. Ne ayıp!.. Aptalın biriyim ben...
— Aptal kadın, akıllısından
iyidir, dermiş Napolyon... Boynunu öptü. Hadi gel...
— Namaz kılmadan yok...
— Kim diyor
kılmayacağımızı!.. Teyzemin istediği namaz olsun... İki rekat mı, dedi, üç
rekat kılanın, dört rekat... Karyolaya doğru çekti. Gel bak...
Neriman yavaşça iterek
kurtuldu. Seccadeyi serdi.
— Hadi...
— Hanımlar neden
kılmazlarmış gerdek namazı? Sordun mu?
— Sordum. Akılları
başlarında olmazmış... Duaları toplayamazlarmış da sevap işleyelim derken
günaha girerlermiş...
— Sahi... Dua da ister. .
Mesele... Bir kere daha yaptığı gibi, Neriman’ı karyolaya dayayıp arkaüstü
düşürdü, üstüne eğildi. Dur... Debelenme... Boşuna yorulacaksın... Gerdek
namazı da olsa aptestsiz kılınmaz! Uzun iş aptest almak... Sonra kılarım...
Vallaha kılanın...
— Dur Cemil abi... Hay
Allah... Yırtacaksın, dur... Dur, lambayı söndürelim... Olmaz, utanının ben...
Neriman kurtulamayacağını
anlayınca, düğmelerin kopmasını önlemek için yardım etti. Son çamaşır,
dizlerine kadar inmişti ki, birden irkilip elinin tersiyle ağzını örterek
dışarıya kulak verdi. Biri yukarı çıkıyordu. Neriman dehşetle inledi:
— Enver...
Ayak sesleri gelip, kapı
önünde durmuştu. Selimanım teyzenin korkulu sesini tanıdılar:
— Neriman... Neriman
diyorum...
— Efendim anne...
— Bak ne diyeceğim!..
Neriman elleriyle
göğüslerini örterek kalakalmıştı. Cemil parmağını ağzına götürüp kapıya
yaklaştı:
— Bir şey mi söyleyecektiniz
teyze?
— Başımıza gelenler... O
kadar da tembih ettim...
— Ne var?
— Enver senin burada
olduğunu söylemiş, Hacı Bakkal denilen edepsize...
— Ne zaman?
— Sen geldikten sonra...
Cigara almaya gidince...
— Peki?
— Pekisi var mı? Herif, hemen
külahını kafasına geçirip dışarı uğramış... Bereket versin, “Yarın kimseye
söyleme” dedim de biraz önce... “Ben söyledim” dedi... N’apıcaz?
Neriman yatak örtüsüne
sarınıp kapıya gelmişti. Karda çıplak kalmış gibi titriyordu.
Cemil, hem teyzesini, hem karısını
yatıştırmak için kızgınlığını zorla yendi:
— Hiç önemi yok...
Meraklanmayın... Camiye gitmiştir yatsı namazına... işi yok da, gecenin bir
vakti...
— Öyle deme!.. Ne imansız
olduğunu ben bilirim... Nerde benim alık kızım?
— Buradayım anneciğim... Neriman’ın
dişleri birbirine vuruyordu. Evi basarlarsa vuruşur Cemil abim... Mahvolduk!..
Cemil’in kolunu sımsıkı tutmuş sarsıyordu, öldürürler Cemil’i...
— Saçmalama...
— Hapse götürürler... Şeytan
Adası’na sürerler... Bekçi sopasının taşlardaki sesi duyulunca sustu. Başını
kaldırıp sokağı dinledi. Gözleri dehşetle açılmıştı. Geliyorlar... Mahvolduk!
Selime teyze fısıldadı:
— Bilmem...
Neriman sanki bu işi hemen
yapacaklarmış gibi atıldı...
— Olmaz!.. Komşuları da
ararlarmış... Mahalleyi çevirirlermiş...
— Yahya Hoca’ya gidin
öyleyse...
Cemil, kolunu Neriman’ın
beline doladı, kucaklayıp öptü, fısıldadı...
— Giyin çabucak... Fesini
sedirden aldı, tabancasını yokladı. Giyin... korkma!
Selime teyzenin gittikçe
daha çok korktuğunu sesinden anladılar:
— Söylesenize kuzum,
n’apıcaz? Öldünüz mü ikiniz de?..
Bu sırada aşağıdan Enver’in
“Anneanne!” diye bağırdığı duyuldu. Bu bağırma Selime teyzenin korkusunu birden
on kat arttırmıştı.
— Sus... Sus diyorum
edepsiz... Yazık benim emeklerime... Bu kadar tembihledim... Yemin ettirdim...
Neriman ağlamaya başladı.
Cemil, pek de farkında
olmadan dolaba gitmiş, bavuldan yedek şarjörü alıp cebine atmıştı.
Neriman bunu görünce göğsüne
vurulmuş gibi inledi.
— Korkma!.. Yok bir şey...
Bak ne yapacağız?.. Herif haber vermediyse... Vermemiştir ya... Çocuğun lafıyla
hiç gider de ortalığı gürültüye boğar mı? Korkar başından... Sorumlu düşer
çünkü... Dinle... Dinle diyorum! Bırak ağlamayı da beni dinle... Dışardan “Ne
yapacağız” diye üst üste soran teyzesini tersledi. Delirdiniz mi hepiniz?..
Kesin diyorum... Kıyamet kopmuş gibi... Uzattınız ama... Canımı sıkıyorsunuz
Neriman...
Aşağıda Enver de ağlamayı
tutturmuştu. Selimanım teyze beddua ederek merdivenleri indi.
Cemil, teyzesinin gitmesiyle
biraz rahatlayarak Neriman’ı sedire götürdü:
— Yok bi şey... Göreceksin
bi şey yok... Boşuna üzülüyorsun!.. Bak ne yapacağız? Sen giyin çabuk... Ben
çıkacağım...
— Yakalanırsan... Vururlar
seni...
— Bırak saçmalamayı... Neden
vuracaklarmış... Dinle beni... Ben Bulgar mandırasına gideceğim. Herifin haber
verip vermediği yarım saate kadar, bilemedin bir saate kadar anlaşılır.
Gelirlerse hiç korkma... Muhtarı iste... “Muhtar olmayınca aratmam evi”
dersin... Beni sorarlarsa, “Bilmiyorum, Almanya’ya gitmiş galiba... ” dersin.
Hemen bu odada lamba yak... Perdeleri aç... Ben basıldığımızı anlanın...
Saatine baktı. Bir saate kadar kimse gelmezse yok bir şey demektir. Ama biz
gene sabahı bekleyelim bu gece... Yarın erkenden gideriz beraber...
— Nereye? Hayır! Hiçbir yere
gidemem ben... Enver’e kim bakar?..
— Canım ölmeye gitmiyoruz...
Birkaç günlüğüne...
— Olsun! Annem bakamaz
çocuğa... Ben gidemem!
— Peki peki... Düşünürüz.
Dinle beni şimdi... Korkmayacaksın... Yanağım öptü. Saçım okşadı. Bittin! Nedir
bu çektiğin benden...
Neriman acıyla gülümsedi.
Çıplaklığıyla büsbütün güçsüz oluvermişti.
Cemil, karısına, yüreği
parçalanarak, bir an baktı. Eğilip çıplak omzunu öpecekken vazgeçti.
Selime teyzenin odasından
anlaşılmaz konuşma sesleri geliyordu. Paşa amcanın iğreti verdiği yağmurluğu
alırken içerde Enver’in anneannesine şımardığım anlayınca birden kızdı,
“bacaklarından tutsam şunu, çarpsam duvara... Çarpsam... ” Aklından geçirdiğini
sanki gerçekten yapacakmış gibi dehşete kapılarak kendisini hemen sokağa attı.
Kapıyı yavaşça kapattı. Sırtını kanada dayayıp soluk soluğa yolun iki yanını
dinledi.
Gece yağmur bulutlarıyla
sıkıntılıydı, karanlıktı. İnsanı kuşkulandıracak garip bir sessizliği vardı.
Bir ara, hiç beklemeden iskeleye inmeyi, köşke dönmeyi tasarladı. Selime
teyzenin evhamıyla gerdek gecesi gelini yüzüstü bırakıp savuşmayı göze alamadı.
Gölgeden gölgeye geçerek
yokuşu inerken yan yerde durup döndü. Mahallenin üst üste yığılmış tahta
evlerinde, Selime teyzenin odasındakinden başka ışık yoktu.
Neriman’ın diri çıplaklığını
anlatılmaz bir açlıkla özledi. Başı dönmüş gibi gözlerini bir an yumdu. Aşağıda
bostanların arasında durakladı. Bulgar mandırasının kapısını çalmanın evde
düşündüğü kadar kolay olmadığını anlamıştı. Köpekler hep birden ürümeye
başlayacaklardı. Bu gürültü bekçilerin, polislerin, mahalledeki Hacı Bakkal
gibilerin dikkatini çekebilirdi. Topağacı'na çıkan yolun yarısındaki susuz
çeşmenin yalağına oturdu. Ceplerini dalgın dalgın aradı. Cigara paketini evde
bırakmıştı. Buna şaştı, sonra kendisini ayıpladı. Makedonya’dan bu yana, en
sıkışık durumlarda bile tütünüyle ateşi üstünden eksik etmemişti. “Gerdek
gecesinin şaşkınlığı hepsinden baskın demek!.. ” diye kızgın kızgın sırıttı.
Savaş meydanlarında tütünle ilgili bazı anılarını hatırladı arka arkaya... Bir
aralık, cebinde ne kadar para bulunduğunu düşündü. Odadan çıkarken hatırlamamış
değil ama, kızın perişanlığı karşısında istemeyi göze almamıştı. Yanılmıyorsa,
iki altınla yedi kağıt lira, biraz da bozuk para olmalıydı üstünde... Bir an
telaşlandı, sonra, çok parayla görecek hiçbir işi olmadığını düşünerek
rahatladı. Bu kopuk kopuk düşüncelerin birinden ötekine geçerken, tütün isteği
hep araya giriyor, can sıkıntısı arttırıyordu.
Karşı tepedeki evlerden
birinde, bir penecere apansız aydınlanınca irkilerek kendine geldi. Neriman’la
kararlaştırdıkları işaretti bu...
Ev basılmıştı.
Soluklarını keserek çocuk,
kadın bağırtıları bekledi. Yan doğrulmuş, gözlerini karşıya dikmişti. Hiçbir
şey görülmüyor, ses duyulmuyordu. Üst üste devrilen resimler gibi, nalçalı
kunduraların ezdiği çocuk başları, kadın çıplaklıkları, evin mahremliğini
kirleterek şuraya buraya atılan iç çamaşırları görür gibi oldu... Yaşlı bir
gemi gövdesini acımasızlıkla döven iri dalgalar gibi, kızgınlık yüreğine
vuruyor, şakak damarlarında zonkluyordu. Neriman’ın sarıldığı örtüyü birisi çekiyormuş,
bunu kendi gözleri önünde erkekli onurunu kırmak için inadına yapıyormuş gibi
geldi, atılmak için davrandı.
Bir yandan, el yordamıyla
yere düşürdüğü yağmurluğu arıyor, bir yandan, iki şarjörle neler yapabileceğini
kestirmeye çalışıyordu.
Birden, sıcak bir odada
sevdiği kadının dizi dibinde, dürbünle çevresine bakan adamın sorumsuz
rahatlığından Reşit Bey’in kıstırılmışlığına geçtiğini anladı. “Kaç kişidir evi
basanlar?.. Beş, on, on beş... Hadi diyelim yirmi... Nazmi olsa, Patriyot,
Atıf, Maksut olsa, ya da savaşlarda denediğim bir çavuşla üç dört Memetçik...
Sezdirmeden yanaşır, basardık herifleri... Bitirirdik... ”
Makedonya’da böyle küçük
baskınları kazandıktan sonra duyulan kibirli sevinci birkaç kere tatmıştı.
“Basılıp tepelenenlerin yerinde olabileceği neden aklına hiç gelmez adamın?
Yirmi yaşın iyimserliğinden mi?” Elini yüzünden geçirdi: Nazmi olsaydı.
Bırakır mıydı karısını
düşmana?.. Tek başına dalıp dağıtıp, kızı bileğinden tutarak çekip çıkarmaz
mıydı?
Nazmi’nin çok körpeyken
ölmesinde güçlü bir ölümsüzlük vardı. Bunun nasıl bir ölümsüzlük olduğunu
araştırdı. Böyle bir şey, Nazmi’yi bu kadar iyi tanıyan Topçu Cemil yaşarsa,
söz konusu edilebilirdi. Yağmurluğu almak için çömeldiğini, sonra da öylece
kaldığını fark edince bunun ne kadar sürdüğünü, yılgınlığın sınır çizgisinde
bocalayıp bocalamadığını şiddetle araştırdı. Evden bir bağırtı gelirse
tabancasını çekip naralanarak saldıracak mı? “İyi ama, düpedüz aptallık bu... ”
Arada bir soluklarını tutup eve kulak vererek, her geçen dakikayla erkeklik
onuru biraz daha yaralanarak bekledi.
Neden sonra, sesler
duyulmaya başlayınca, ne davrandı, ne de daha çok üzüldü. Sanki rüyada gibiydi.
Sessiz gelenler gürültüyle
def olup gittikleri halde ciğerlerini sıkıştıran ağırlık göğsünden kalkmamıştı.
Bir an eve gitmeyi geçirdi aklından, sonra, düşman karşısında yüzüstü bıraktığı
Neriman’la karşılaşmayı göze alamadı.
Yokuşu soluk soluğa çıktı.
Bu çıkışta, Reşit Bey’in tanındığını, ya da, polise haber verildiğini anladığı
anda düştüğü çaresizliğin tıpkısı vardı. Neriman buna, “Ayaklarını yere vurup
tepeleri aşmak, çok uzaklarda bulunmak isteği” demişti.
Yokuşun üstündeki düzlükte
kendisini büsbütün tek başına, büsbütün güçsüz, büsbütün onuru kırılmış buldu.
Büyük konağı kıvrılıp
caddeye çıkınca yalnızlık duygusu birkaç kat artmıştı. Avuçlarının terini
yağmurluğa sert sert sildi, durup ceplerinde cigara aradı. Dişlerinin arasından
sövdü.
Bir cigara yaksa,
sinirlerinin yatışacağına emindi yüzde yüz... Ancak o zaman, nereye, için
gitmekte olduğunu da düşünüp bulabilecekti.
Rum bakkal çekmecede bozuk
para arıyordu. Cemil paketi açıp cigara yakmayı akıl etmemişti. Ancak çıkarken
ateşi olmadığını hatırladı. Kibrit istedi. Çöpü kızgınlıkla kutuya vurup kırdı.
Bakkala dişlerini göstererek düşmanca sırıttı.
Tütünün ilk nefesi,
damarlarında keskin içki etkisi yapmış, başını hafifçe döndürmüştü.
Harp Okulu’nu görünce ölçülü
adımlarla yürüdüğünü, ellerinin ceplerinde olduğunu, ıslıkla Harbiye Marşı’nı
çaldığını fark etti.
Köprüde, tanınma tehlikesini
aklına getirmeden, vapur tarifelerine baktı. Tramvayla Beşiktaş’a gidip
sandalla karşıya geçti.
Saat ona geliyordu.
“Çek bakalım Erenköy’e... ”
diyerek bir arabaya bindi. Şu anda eski köşkteki yatağına uzanmaktan başka
hiçbir şey istemiyordu. Hem ruhuyla, hem de etiyle kemiğiyle yorgundu.
Kıza kötü davrandıysa,
dövdüğü adamın başkomiser olan ağabeyisi Mustafa... Herifi öldürecekti. Bunu
nerde, ne zaman kararlaştırdığını bilemiyordu ama, dünyanın öbür ucuna gitse...
Aradan yüz yıl da geçse... Öldürecekti, o kadar...
Selamiçeşme’den sonra sokak
feneri bulunmadığı için yaşlı faytoncunun kambur sırtı, arada bir aydınlanmaz
olmuştu. Atların tırısla götürdükleri arabadan nemli geceye, boğuk çıngırak
sesleriyle ıslak meşin kokusu yayılıyordu. “Basıldık, ” diyeceğim, ‘Bunu da mı
yüzüne gözüne bulaştırdın Cehennem, Allah belanı versin!’ diyecek Doktor...
Paşa amca umursamaz... Patriyot öfkeden delirir ama belli etmez! Kız yarın
Enver’i alıp köşke gelsin!.. Yahya Hoca pürüzlü işleri düzeltir yavaş yavaş...
Patriyot’u da alır, atlarız Salihli’deki Kuşçubaşı çiftliğine... ”
Bir cigara yaktı. “Ben
‘basıldık’ diyeceğim... Doktor, ‘Vay namussuzlar vay!” diyecek... Paşa amca,
nerelere kadar çıkıp nerelere düştüğümüzü düşünerek kahrolacak ama belli
etmemeye de çalışacak... Patriyot gülecek bir zaman... ‘Meraklanma, düzelecek
bunlar yakında cancazım... ” diye dirseğiyle kamıma dokunacak... ”
— Erenköy’ün neresine
efendi?
— Şaşkınbakkal’da bırak!..
Atlar hep tınsla
gidiyorlardı. Araba sarsılıyordu ikide bir... Çıngırak sesleri gecenin içinde,
taşa düşen iri su damlaları gibi dağılıyordu.
Şaşkınbakkal’da inip
arabanın biraz uzaklaşmasını bekledi. Sonra uygun adımlarla Caddebostan’a doğru
yürümeye başladı. Yorgun değildi hiç...
Bir köpek uludu uzaktan, bir
horoz öttü.
“Köy yakın” diye gülümsedi.
Etemefendi sokağının ağzına yaklaştığı zaman ileride, sapacağı iskele yolunun
köşesinde, iki büyük karaltı görerek durdu, savaşçı içgüdüsüyle cigarayı atıp
üstüne bastı, gerileyip bir ağacın gölgesine girdi.
Hiç rüzgâr yoktu. Köpek
ulumaları kesilmişti. Sessizlik uzadı bir zaman... “Yüklü manda arabaları mı
bunlar? Nedir yükleri?.. ” diye düşünürken bir yabancı kelime kırbaç gibi
şakladı. “Nedir? Basıldı mı bizimkiler?.. ” Farkına varmadan elini tabancasına
atmış, yağmurluğun önünü, koşacak gibi toplamıştı. “Tam sırasında yetiştin!
Aferin Cehennem!” Tabancayı kılıfından çıkardı, güven tetiğini indirip yan
cebine soktu. Altında durduğu ağacın gölgesinden öteki ağacın gölgesine hiç
gürültüsüz geçti; kafası, sinirleri, usta savaşçı alışkanlıklarında dengelerini
bulmuşlardı. “Dövüşürlerse... En uygun sırada geriden saldırırım... Yarar
çıkarlar... ” Soluğunu keserek kulak verdi. “Saklandılar mı zamanında acaba?”
Kalfa kapıda oyalanırken arkadan çıkıp savuştular mı?” Böyle bir iş olursa, gün
doğmadan Binbaşı Şükrü Bey’in Kazasker’deki evinde toplanmaya çalışacaklardı.
Sessizlik uzuyordu.
Etemefendi’den girip arkadan dolaşarak karşı kaldırıma geçmeyi, caminin
avlusundan denize bir yol bulup köşke yanaşmayı tasarladı.
Köpek ulumaları, horoz
sesleri yeniden başlamıştı. Bundan hemen yararlanıp yürüyecekti ki,
karaltıların bulunduğu yerde bir elektrik el feneri çakıp sönmüş, köşkün
sokağında gürültü başlamıştı.
Yolun ağzındaki karaltılar,
-asker kamyonları güçlü farlarını birden yaktılar. Köşe gündüz gibi aydınlandı.
Cemil, yabancı üniformaların arasında Doktor Münir’i, Patriyot’u, Paşa amcayı
tanıyınca, bataryasının İskilipli Kürt çavuşu gibi elini iki kere dizine vurdu.
Üç mahpusun çevresinde yirmiye yakın İngiliz silahlı, dört beş tane de
üniformalı Türk polisi vardı. Cemil bir an ne yapabileceğini düşündü. Bu gece
ikinci defadır ki çaresizlikle karşılaşıyordu. Cebindeki tabancanın sapını
sıkan eli titremeye başlamıştı. Mahpuslarla yakalayanları alan kamyonlar büyük
bir gürültüyle yola çıktılar, Kadıköy’e doğru uzaklaştılar.
Cemil, on yedi yaşındayken
kapatıldığı Taşkışla’nın yeraltı hücresinde bile, bu kadar umutsuz bir
yalnızlık duymamıştı. Şu anda gidecek hiçbir yeri, yapacak hiçbir işi yoktu. Ne
önü denizdi, ne ardı tren yolu... Burada, dilini bildiği insanlar da
oturmuyordu sanki... Çevresini düşmanlar bile çevirmiş değildi artık...
Üst üste bıyıklarını
sıvazladı. Uzaklaşan kamyonların bıraktığı ölü sessizliğin ötesinden köpek
seslerini, horozları duyarak kendisine geldi. Tam cigara yakarken iskele
yolundan bir gölgenin çıktığını gördü. “Gülnihal Kalfa’dır... Tamam!.. Ne olup
bittiğini öğreniriz!” diye düşünerek yürüyeceği zaman bekçi sopasının taşta
çıkardığı sesle durakladı. Ne yapacağını araştırarak kibrit kutusuyla çenesini
kaşıdı. En iyisi bekçiye görünmeden istasyonu tutmaktı. Bir gün lazım olacağını
düşünüp son trenin saatini öğrenmediği için kendi kendine kızarak geriledi.
Bekçi yaklaşıyordu.
İstasyona gitmeye karar verdiği halde, bir cigara yakarak, sakin adımlarla
caddeye çıktı:
— Merhaba bekçi! Tamam mı
iş?
Bekçi iyice sokuldu. Cemil’i
tepeden tırnağa süzdü:
— Bilemedim ben seni...
Hangi işi sordun? Kimsin?
— Siyasi kısım Taharri
Başkomiserlerinden İbrahim... Dördüncü suçluyu buldular mı?
— Aaah... Bekçi hep öyle
şüpheli bakıyordu. Sen de kamyonla mı geldindi?
— Kamyonla...
— Neden gitmedin?
— Kaç yıllık bekçisin sen...
— Biz mi? Bekçi biraz
durakladı. Çok değil... Dört aylık... Askerdim baruthanede... Amcamın gediğidir
burası...
— Acemi olduğun belli...
Heriflerin dördüncü arkadaşları kimin evinde saklanabilir?
— Bilmem... Burası kibar
yatağıdır Komiserim, öylesini saklayacak it takımı oturmaz burda...
— Yok canım! Oturmaz da
doktor necilik?
— İttihatçı saklamaz benim
bildiğim Münir Bey... Laf mı şu! Bir yalan söylemeli ama, enini boyuna
uydurmalı... İttihatçılardan çok çekmiş bu Münir Bey... Polis Murtaza Efendi’ye
sor anlatsın! İçini çekti. Kaç gündür buralarda, İngilizler dolaşmaktaydı da
“Neyin nesi?.. ” demekteydim. Sezeydim... Kendisini topladı. Sezemedik ne
fayda? Herifler doktora muayeneye gelmişler... Bizim Doktor Münir Bey’in,
gelenleri çay içirmeden salıvermediğini nerden bilsin, İngiliz gâvuru?..
Söyledim, yanlarında bizden bir komiser daha vardı senin gibi “Etme beyim! İş
bunların bildiği gibi değil... ” dedim. Tersledi bizi... “Uyuyun bakalım! He] ı
nizi ipe çeksinler de görün gününüzü” diye bağırdı... Yahu! Sen mi bilirsin,
biz mi biliriz?.. “Nerde bunların öbür arkadaşı?” diye sıkıladı bizi, “Yok!”
dedim.
— Araba bulabilir iniyim
biraz beklersem?
— Baht işi... Rastlarsan ne
güzel...
— Son tren kaçta?
— Tren mi kaldı komiser
bey... Son tren gitti çoktaaan...
Cemil, bekçiye cigara verip
yürüdü.
Gerdek gecesinde uğradığı
uğursuzluk, yarı yarıya iyi şansa dönüyordu. Nikah bu gece kıyılmasaydı, şimdi
kendisi de İngiliz kamyonunda olacaktı. “Arap Maksut’un kara suratını
görmeli... Kızar ki... Babaları tutup dinden imandan çıkmacasına... ”
Arap Maksut’u hatırlamak,
içinde debelendiği şaşkınlığı birden dindirmiş, yüreğini sakinleştirmişti.
Adımlarını açtı. Dengeli
yürüyüşünü hiç bozmadan tam iki saatte Üsküdar’ı tuttu. Yolda bir iki devriyeye
rastlamıştı, ama, kimse nereden gelip nereye gittiğini sormamıştı. Sorsaydılar,
karakola götürmeye kalksaydılar, ne yapacaktı? Bunu düşünmek istemedi,
düşünmemeyi de pek güzel becerdi.
Bu iki saatte hemen hemen
bütün hayatını gözden geçirmiş, şimdiye kadar bir kere bile aklına gelmeyen en
eski çocukluk anıları sanki bir başkasının yaşayışından bilmediği parçalarmış
gibi, kendisini şaşırtarak gözlerinin önünden geçmişti.
Üsküdar iskelesinde açık bir
kahve bulamayınca bekleme yerine girdi. Sıralarda birkaç kişi uyuyordu.
Üst üste iki salep içti.
Sıcak salep iyi gelmiş, yorgunlukla bastıran uyku biraz dağılmıştı. İlk vapura
iki saat vardı. Bir zaman dolaştı. Neriman’ı da, yakalanan arkadaşları da uzun
boylu düşünemiyor, araya, hiç ilgisi yokmuş gibi görünen başka anılar,
fikirler, duygular karışıyordu. Arada bir, hım hım sesiyle, sayıklar gibi,
tenhalığa seslenen Arnavut salepçinin rahatlığına imrendi.
Hava gittikçe soğuyordu.
Bekleme salonuna girip oturdu, sırtını katı tahtaya inatla bastırdı, uykuyla
boğuşmaya başladı. Dalıyordu ki, gözleri uykusuzluktan kızarmış bir polis
bekleme salonunun kapısından baktı. Cemil’e uyuyanları göstererek “Ne sefalet”
anlamına başını sallayıp çekildi. Birini aradığından şüphelendirecek hiçbir şey
yapmadığı halde, Cemil kuşkulanmıştı. Hemen kalktı, gezinir gibi dışarıyı
gözetledi. Polisi göremeyince enikonu telaşlandı. “Karakola mı gitti? Gelsinler
de ister misin, ‘Davranma!’ diye... ” Daha fazla düşünmeden Çengelköyü’ne doğru
hızlı hızlı yürüdü.
Boğaz’ın Anadolu kıyısını,
Kuleli’de okuduğu için avcunun içi gibi biliyordu. Nadire’yle geçirdiği gecenin
ertesi günü öğleye doğru yakalanmıştı. Nadire Kuzguncuk’ta oturan Devlet Şûrası
üyesinden Nazif Paşa’nın kızıydı. Kuleli son sınıftan beri üç yıldır sevişiyorlardı.
Nadire, korku bilmez bir kadındı. Cemil i yüzerken görüp beğenmiş, enikonu
baştan çıkarmıştı. Tanıştıktan zaman bir yıllık evliydi. Çok zengin, çok da
yakışıklı olan kocasıyla sevişerek evlenmişti. Öyleyken adamın mabeyinde
nöbetçi kaldığı geceleri, Nadire yakalanıp rezil olmayı göze alarak Cemil’le
beraber geçiriyordu. Koruların en gizli yerlerini, harap yalıların tekin
sayılmayan kayıkhanelerini Cemil’e Nadire öğretmişti. Makedonya’ya gitmeden
önce ayrıldılar. İkinci çocuğunu doğurduktan sonra birden değiştiğini,
güzelliğini hızla kaybederek otuz yaşına varmadan yaşlandığını, kendisini dine
vererek bir tekkeye dayandığını duymuş, bir daha da hiç görmemişti.
İlk gençliğinin geçtiği
yerlere yaklaştıkça, kişiliğinden sanki çıkıyor, 889 Cemil Beşiktaş bir
başkasıymış da kendisine fısıl fısıl gençliğini anlatarak yanı sıra yürüyormuş
gibi ürkütücü bir parçalarına duygusuna kapılıyordu.
Sanki çıkışı olmayan bir
yola sapmış, gibi görünmek daracık bir merdivenden eski yıllara doğru inmeye
başlamıştı. Zamanı geriye doğru yaşamak gibi bir şeydi bu... Birazdan sık bir
korunun duvar yıkığı önünde, Nadire her zamanki gibi birden ayağa kalkacak,
Harp Okulu öğrencisi Cemil’in adını fısıldayacaktı.
“Ne yapmıştır Paşa amca?
Patriyot’un silaha davranmasını önlemek için? Gene bileğini mi tutmuştu?
Sınıfın en güleç, en şakacı öğrencisiydi Patriyot... İki ayrı yaşayışı bir
arada sürdürmenin verdiği ağırlık, sürekli olarak, kendi kendinden bile korkunç
şeyler saklamanın bu ürpertici karanlığı ne zaman çöktü Patriyot’un üstüne?
Patriyot ne zaman Patriyot olmuş, gerçek yaşamının dışına çıkıp olanlara böyle
dalgın bakmaya başlamıştı acaba? Külhanbeyliği, kavgacılığı, içkiyi ne zaman
bıraktı? Korkunç pazı gücünü neden saklar oldu? Yalnız silah çekerken şimşek
keskinliğiyle kullandığı çelik sinirlerine, dış görünüşteki gevşekliği nasıl
verebildi?”
Bildirilerin dağıtıldığı
gece nerede olduğunu ispatlayamadığı için yakalanınca, yalnız Patriyot
ilgilenmiş, en sıkışık sırada, Taşkışla’ya haberler ulaştırmayı becermişti.
Asker okulları Nazırı İsmail Paşa’ya çıkıp Cemil’in bu işlerle ilgisi
olmadığını, bir kadının namusunu kurtarmak için kendisini feda ettiğini
anlatmasaydı, Taşkışla’dan üç ay altı günde zor kurtulur, ceza yemese bile
okuldan yüzde yüz kovulurdu. Her zaman olduğu gibi “Okuldan kovulma” sözlerini
aklından geçirirken Cemil’in gene sırtı ürpermişti.
Yalıları korulara bağlayan
kapalı köprülerden birinin altından geçerken ayak seslerinin eskisi gibi
kocaman kocaman öttüğünü fark edince, gene, geçmiş zaman içinde yaşamakta oluşun
şaşkınlığına kapıldı. Bunda, ölüme meydan okumaya benzer kibirli bir şey vardı.
Arkasını, hem dostlarına, hem karısına dönmüş yürüyor, yüzünü çevirdiği yönde,
ne dost ne düşman hiç kimsenin bulunmadığını biliyordu.
Okuduğu okul, ordusu
yıkılmış bir memlekette artık bir anı olmak değerini bile yitirmişti.
İnsan bağlarının, anıların,
duyguların, her çeşit vuruşma gücünün paramparça olduğu böyle yıldırıcı bir
gecede, okuluyla karşılaşmayı göze alamadı. Birisinden saklanır gibi yavaşça
döndü.
Telefon santralındaki kız, Hasan
Paşa Karakolu’nun numarasını tekrarlatıncaya kadar Arap Maksut’u bulmanın
zorluğunu hiç düşünmemişti.
Son rakamı soran kıza “Evet
3” der demez irkildi. İttihatçılığı göz önüne alınarak Maksut’un yanına
Nigehban Dernegi’nden bir teğmen vermişlerdi.
Karşıdan kaba bir ses “Allo”
diye bağırıyor, Cemil ne diyeceğini düşünerek susuyordu.
— Allo!.. Allo!..
— Maksut Bey’i istemiştim...
— Ne yapacaksın Maksut
Bey’i? Kimsin?
— Yok mu?
— Kimsin diyorum! Biz eşek
başı mıyız, be...
Cemil, telefonu yavaşça
kapattı. Biraz öncesine kadar, Maksut’un karakoldaki yatağında güvenle yatıp
uyuyacağını, ya da, Arapoğlu’nun, tanıdığı bir otele, kendisini kolayca
yerleştirebileceğini umuyordu
Eczaneden ayaklarını
sürüyerek çıktı. Galata rıhtımında önce iki yanına, sonra denize baktı. Saat
sabahın dokuzuydu.
1919 yılının 15 Mayısı’nda,
güneşli bir perşembe günü, dünya üstünde, gidecek hiçbir yeri, başvuracak hiç
kimsesi, yapacak hiçbir işi olmamanın ölüme benzeyen yalnızlığını bir daha
duydu.
Bu yalnızlığın karşısında
yakalanıp hapse girmenin, hatta Şeytan Adası’na gönderilmenin bile hiçbir önemi
kalmamıştı. Kaşlarını çattı, yumruklarını yağmurluğunun ceplerine sıkıca
bastırdı. Dimdik ileri bakarak Köprüye doğru yürüdü.
Cemil suratına yapışkan bir
şey sürülüyormuş gibi tiksinerek uyanmış, nerede olduğunu birdenbire
kestirememişti. Çevresine şaşkın şaşkın baktı. Gülhane Parkı’na girdiğini, bir
sıraya oturduğunu, güneş vurunca kalkmaya üşendiğini hatırladı.
Karşısında biri yedi sekiz,
öteki on bir on iki yaşında iki çocuk duruyordu. Duyduğu tiksinti, gördüğü
bulanık düş gibi, bunların ekşi ter kokusundan gelmiş olmalıydı.
Büyük oğlan öküzü çökertmiş
arslan heykeline doğru uzaklaşan bir çocuğu omuzuyla kabadayıca gösterdi:
— Ceplerini yoklayacaktı.
Bırakmadık!
— Nasıl?
— Bizim adamımız dedik.
Subay mısın sen de?..
— Yok! Nerem benziyor
subaya?..
— Bilmem!.. Çoğu subaylar
gelir bu saatte buraya... Paran var mı?
— Ne kadar?
— Ne kadar olursa... Var mı?
— N’olacak?..
— Göster bakalım!.. “Dünya
çok bozuldu!” anlamına başını sallayarak içini çekti. Var diyorlar, ceplerini
şıkırdatıyorlar. İşlerini gördükten sonra mızıklanıyorlar...
Cemil çocuklara bu sefer bir
başka türlü baktı. Konuşan sarışındı. Mavi gözlerinde, yenilmiş onurlu
adamların dokunulmazlığı vardı. Küçüğü kara kuruydu. Arada bir, sırtına
vurulmuş gibi sarsılarak öksürüyordu. Ceketi yırtık pırtıktı. Etekleri yere
sürünecek kadar uzundu. Omuzları dirseklerine sarkmış, sol yakası aşağıya kadar
yırtılmıştı. Cepleri boyuna göre o kadar aşağıdaydı ki, ancak parmaklarının uçlarını
örtebiliyordu.
— Tanıyor musun Arap
binbaşıyı sen?..
— Hangi Arap binbaşıyı?
— “Hacı Fışfış” diyor
Çiroz... Giritli “Gebeşaki” diyor...
— N’apacaksın?
— Geçen sefer bozuğu
çıkmadı, eksik verdi dört kuruş... Cigaran var mı?
— İçer misin?
— Sorduğun şeye bak abi...
Cemil ceplerini yokladı.
Cigara paketini açıp uzattı. Büyük oğlan seçip aldı. Dirseğiyle küçüğü dürttü:
— Alsana Ali!.. Cilve mi bu?
Küçük de aldı. Büyük kibrit
çaktı, arkadaşına da ateş verdi. Eski tiryakiler gibi, içlerine çekerek içmeye
başladılar.
Güneş doğruca yüzlerine
vuruyor, küçüğün gözlerini kamaştırıyordu.
— Adın ne senin?
— Tayyar!
— Bunun...
— Ali...
— Kardeş misiniz?
— Aanh!
— Gitmiyor musunuz okula?
— Bu gitmiyor.
— Sen?..
— Boş ver! Gidiyoruz sanıyor
kocakarı... Çanta, Boşnak oğlunun kulübesinde...
— Kim Boşnak oğlu?..
— Burda bahçıvan...
— Baban yok mu?
— Şehit benim babam...
Çanakkale’de şehit olmuş... Top götürmüş belinden aşağısını...
— Top mu? Cemil ürperdi. Ne
biliyorsun?
— Necmi Bey söyledi.
Omuzuyla küçüğü gösterdi, bu enayi de “Babam şehit” diyor ama kıtır... Bununki
İspanyol’dan ölmüş...
— Yalan amca... Benimki de
şehit... Vallaha şehit... Anneme sor da bak...
— Hoşt ulan... Çarparım
haaa...
Cemil gözlerini kısarak
çocukların omuzları üstünden ileriye baktı. Yüksek ağaçları, tıraşlı çimenleri,
tertemiz yollarıyla Gülhane Parkı, mayıs ortasında gerçekten dinlendiriciydi.
Yaprakların hışırtısı, kuş cıvıltıları parkın geçmişten kalan sessizliğine
sanki dokunmuyor, tersine, bir garip derinlik veriyordu.
— Başından mı yaralandın sen
de?..
Cemil, çocuğun sorusuyla
ellerini gözlerinden çekti, anlamadan baktı.
— Gözlerini kapadın da...
Arap binbaşı, arada gözlerini kapar böyle elleriyle... Başı dönermiş...
Kafasında kurşun varmış çünkü... Çocuğa “Şocuk” diyor. Adları aklında tutamıyor.
Kurşundanmış... Doğru mu?
— Bilmem... Doğrudur
belki...
Tayyar, arayan bakışlarla
gözlerine bakıyordu.
— Birini mi bekliyorsun?
— Yok...
— Parlak Hasan, “Karayağız
biri gelecek” dediydi de...
— Kim Parlak Hasan?..
— Şıkırdımm biri... Efelik
taslıyor ama söker mi bize?.. Kodese girdi arakçılıktan... Adam vurmuş gibi
kasılıyor. İki Yanına ürkek baktı. Benden duymuş olma, gâvur askerleriyle de
gidiyor, şerefsizim ki... “Yok” diyor ama, kara Araplarla bile gidiyor...
Sıkıntılı sıkıntılı bir zaman sustu, gözlerini kaçırarak sorduk. Niyetin var
mı?
— Neye?
— Neye mi?.. Şaştı,
somurttu. Karıcı mısın yoksa?..
— Anlamadım...
— Anlamadın da neden cigara
verdin?.. Hadi uzatma... Niyetlisen bastır yirmi beşliği... Yüz para da buna
vereceksin... Gözcülük parası... Niyetlisen hadi çabuk... Öğle vakti kalabalık
olur. Ayağın kolun sakat makat değil ya?..
— Neden sordun?
— Sarnıca ineceğiz...
Geçende sormadık. İndi güzelce... İşini bitirdikten sonra çıkamadı bir türlü...
Boşnak oğlu yirmi beşliği peşin almadan çıkarmadı avali... Sarnıca inemezsen...
Kayyuma gideriz. Yirmi beşi verdin mi, basılmak korkusu da yok...
— Nasıl kayyum?..
— Ayasofya’nın kayyumu...
Çolak baba... Odası var... .
— Nasıl razı ettiniz koskoca
kayyumu bu işe?..
— Biz mi razı ettik? Çolak
kayyumun tezgahından geçmedir burdaki çocukların hepsi... Pintidir kayyum... Hasan,
“Elli kuruş verdi ilkinde bana” diyor ama, kıtır... On kuruş vermiş... On kuruş
verir, bir de minareye çıkarır!..
— Ne var minarede?..
— Ne mi var?.. Bakarsın döne
döne... Köprüye... Üsküdar’a... Yangın kulesine bakarsın...
Cemil’in omzundaki eski
şarapnel yarası sızlamaya başlamıştı. Midesini bir kramp yokladı. Acıyla yüzünü
buruşturdu.
Çocuklar, araştıran gözlerle
biraz da ürkek bakıyorlardı. Bakışlarında, yeni bir şey daha öğreneceklerini
umdukları zamanların sevimli merakı vardı.
Küçüğün bebek yüzünü okşamak
geldi Cemil’in içinden... Bunu yapacakken dehşete yakın bir korkuyla irkildi.
Elini cebine sokup kalktı. Çocuklar korkuyla gerilediler. Bozuk paralarını
çıkardı. Onar kuruş verdi.
— Olmaz amca... Yirmi beşten
aşağı olmaz...
Cemil hızla yürüdü,
yanakları yanmaya, sol pazısı seğirmeye başlamıştı.
— Bakayım... On kuruş mu
verdi sana da?.. Yaşadık oğlum!..
Günlerden cuma olduğu için
Ayasofya Camisi’nin avlusundaki kahve kalabalıktı. Cemil, arka taraftaki
çadırlara doğru yürüdü.
Parktaki çocuk Ayasofya
kayyumunu anlatırken Ödemişli Teğmen Recep’i hatırlamıştı. Teğmen Recep,
rumların herhangi bir taşkınlığına karşı Ayasofya’yı korumakla görevlendirilmiş
küçük bir birliğin komutanıydı. Bir gün laf arası bunu Arap Maksut’tan
öğrenmişti. Çadırlara yaklaşırken “Tam yerine düşmüş eğri dinli... ” diye
gülümsedi. Recep, cephelerde dine sığınma yolunu tutturmuştu. İlk gittiği
yerlerde koyu Müslüman geçinir, üç aylarda oruca sarılıp namaz kılmadan yapamaz
görünerek zor işlerin hemen hepsinden sıyrılmayı becerirdi. Ama, yaradılışı
tembel, unutkan, dağınık olduğu için, her yerde çabuk foyası meydana çıkmış,
gizlice oruç yediği, namazı aptessiz kıldığı, hatta çoğu zaman cenabet gezdiği,
ileri geri sallanıp mırıldanarak Kuran okurken sayfaları çevirmeye bile
üşendiği anlaşılmıştı.
Recep’in birliği her zamanki
gibi gene başıbozuktu. Cadde tarafındaki demir parmaklıklı duvarın dibinde,
birkaç asker uydurma bir ocakta bir şey kaynatmaya uğraşıyordu.
Uzun boylu şişman bir
başçavuş, yuvarlak bir cep aynasını minarenin çıkıntısına yerleştirmiş,
usturayla tıraş olmaktaydı. Omuz başında duran Cemil’in merhabasını duymazdan
geldi.
— Teğmen nerde çavuş?
— Hangi teğmen?
— Kaç teğmen var sizde?
— Bir tane ama belli mi
olur?
— Recep Efendi’yi arıyorum!
Çavuş dönüp Cemil’i tepeden
tırnağa süzdü. Beğenmemiş gibi suratını buruşturdu:
— Çadırda yok mu?
— Hangi çadırda?..
—* Yuvarlak çadır...
— Bilmem!..
— Bilmeli... Döndü, usturayı
yanağına sürdü. Önce bakacaksın... Bir daha sürdü. Arayacaksın... Sürdü. Sonra
soracaksın...
Cemil “Çattık” anlamına
kafasını sallayarak yürüdü.
Çadırın kapısı açıktı.
Teğmen Molla Recep, bir türkü mırıldanarak bir şey dikiyordu. Ceketsizdi.
Ayakları çıplaktı. Tıraşı en az dört günlüktü. “Aman dooktor... Canım cicim
doktooor... Derdime bir çareeee... ” İğneyi batırmış olmalı ki parmağını biraz
emdi. Hoşt... İğne gibi yapana... satana... alana... sövdürme!.. “Bir çareee...
”
Kapıda durana iyice
kasılarak baktı. Cemil’i tanıyamadı. Gözünün birini kırpıp başını iki yana
sallayarak “derdin ne?” demek istedi.
Cemil tıpkı onun gibi
yapınca Teğmen Recep Ödemiş gözlerini açabildiği kadar açtı:
— Anlamadım!..
— Müslümanlığı bıraktın da
terziliğe mi giriştin Recep oğlum? Askerlikte esnaflık var mı?
— Vay yüzbaşım... Vay Cemil
abi... dinim Rabbena hakkıyçin demincek aklıma geldin... Demincek, top gibi bir
şey patladı da İkinci Gazze’yi hatırladım. “Nerde acaba bizim Cehennem abi?”
demedimse nâmerdim... Birden telaşla kalktı. Buyur! Geç buyur... Arkalıksız hasır
iskemlenin üstündeki ceketini kapıp açılır kapanır karyolaya fırlattı. Buyur
şöyle... Aliço!.. Ulan Aliço... Ulan köpek nedesin haa...
Aliço, inadına esmer,
inadına kuruydu. Patayı alay eder gibi gevşek çakmış, topuklarını bile
birleştirmemişti:
— Buyur teğmenim! Belli
belirsiz sırıtıyordu. Emret!..
— Nerdesin? Böyle mi olur?
Gökten düşüp yerden bitmemek nedir? Yüzbaşım... dönüp sordu. Kahve mi, çay mı?
İstemez yok... Kahve mi, çay mı?.. Tamam! Koş iki çay... Kendin kap gel!..
Bardakları kendin yıka... Demini kendin koy... Bakıyorum burdan... Gözüm
üstünde...
Cemil girdi. Çadırın
direğinde asılı Kuran torbasını görünce gülümsedi:
— Maksut Yüzbaşı söyledi
burada olduğunu... Geçiyordum bir bakayım dedim... “Git gör... Yerini buldu
bizim molla... Bu kez uçmazsa, kazıtırım bıyıkları... ” dedi...
— Şakacıdır Maksut abi, sağ
olsun... Görmedim çoktan beri... Nasıl? Severim ben Maksut abiyi... Ne fayda ki
o bizi sevmez...
— Yok canım...
— Sevmez... Şuncacık
sevse... Bir iki kınalı keklik de bizim yöne uçurur! O kadar yalvardım... “Etme
eyleme” dedim, “Biz de ana baba kuzusuyuz” dedim. Yüreği domuz yüreği olmasa,
suratı o kadar kara olur mu? Neymiş oğlum, sen Arapsan, biz de resmen zeybeğiz!
Cemil oturdu.
Recep diktiği şeyi eline
alacak gibi yaptı, vazgeçti.
— Bak işine... Daha
evlenmedin değil mi? Bu kadar uğraşırsın, bulamadın söküğünü diktirecek bir
eksik etek...
— Nerde?.. Bu seferberlik,
çok bozdu karıları yüzbaşım... Evde oturup sökük dikeceklerine, kendilerini
güzelce besleteceklerine...
— Eee?
— Ekmeği yataraktan
kazanmanın tadını aldı kahpeler... Geçenden birine “Kız şunu dikiver” dedim. Ne
dese iyi? “Ayol ben de birini arıyorum. Baksana... Hırkada düğme kalmış mı?”
dedi. Evli miydin abi sen?
— Yok...
— Tamam!.. Balkanların,
seferberliklerin bize bir iyiliği dokundu, yuvarlandık da yosun bağlamadık.
Bakıyorum evli barklı arkadaşlara... Durumları kötüüüü...
Aliço’nun getirdiği
çaylardan birini kaldırıp ışığa tuttu:
— Tamam! Nur ol çingen
oğlu... Ulan aferin! Bu savaşta yenilmeseydik sana şu dakka onbaşı nişanlarını
elimle taktım gittiydi! Çık... Çık diyorum! İğneyi yallah ettim mi kabana...
Dur! Nerde çavuş?.. Yahu bu herif benim gözüme görünmeye tövbeli mi? Bul
şunu... Gönder gelsin! Cemil’e döndü, düzen kalmadı orduda yüzbaşım... Çivisi
çıktı Osmanlı ordusunun... Yahu, nerdeyiz? Barut fıçısının üstündeyiz! Caddede
bir patırtı olmuyor mu, yüreğim hopluyor! “Palikaryalar bastı” diyerek aklım
sıçrıyor.
— Basar mı dersin?
— Belli mi olur?
Basarlarsa... Koca Ayasofya’yı elimden çekip alırlarsa... Git kendini at denize...
Biz burada neyi bekliyoruz yahu! Taşı, toprağı mı bekliyoruz? Hayır! Say ki
peygamberin türbesini bekliyoruz! Girip selam veren çavuşa, “Neden geldin”
anlamına bir an şaşırarak baktı. Nedir? Haa... Şu mesele... Kardeşim Rıza
Çavuş... Seni niçin istedimdi ben? Aklım başımda yok bugünlerde yüzbaşım...
Tamam!.. Ne pişiriyor çocuklar bugün? Bak konuğumuz var Allah eksikliğini
göstermesin! Sen Filistin cephesinde bulundun muydu?
— Hayır teğmenim!
— Halt ettin!.. Tanımazsın
öyleyse Cemil abimizi... Cemil abiyi de tanımayınca topçu görmedin sayılır.
Boşuna çabaladın demektir bunca yıl ateş boylarında... Cemil abimiz
konuğumuzdur. Göster kendini, beni yere baktırma...
— Sıkıştırma çocukları...
Yemeğe kalacak değilim...
— Ne demek! Senden gelmesi,
bizden göndermesi... Akşama da buradasın Cemil abi... Vallah billah koyuvermem.
İşte yemin çıktı ağzımdan... Hayır, akşama hazırlıklıyız!.. Göz kırptı.
Hazırlık ki... Olursa o kadar olsun... Parmaklarını bir araya getirip ağzına
götürdü. Naha... Kaymak... Hem de ballı kaymak... Akşama cici mamamız var ki
Sultan Hamit’in düşüne girmemiştir. Çavuşa döndü. Sahi bugün cuma... Et var,
pilav var, helva var... Taze soğan da buluruz. Bol sirkeli salata doğrat...
Salata parası benden... Ayran aldır... Apansız minarelerde cuma selası
başlayınca hopladı. Yahu nedir? Saat geçmiş gitmiş... Cumayı kaçıracaktık az
kalsın!.. Çavuşa elini salladı. Hadi... Anladın ya... Göreyim seni...
Çavuşun arkasından yüzünü
asarak baktı. Nedense okkalı bir küfür savurdu.
Cemil, yemekten sonra, cuma namazını
seyre gelen, bereleri kırmızı ponponlu Fransız deniz erlerinin arkasına
takıldı.
Fransızlar binaya girer
girmez, avludaki gürültücü şakacılıklarını bırakmışlar, edeplenmişlerdi. Teğmen
Recep’in yüzüne karşı “Çocukçu” dediği, kısa boylu tıkız Kayyum Çolak Abdi’nin
besmeleyle açtığı daracık bir demir kapıdan duvarın içindeki yola geçtiler.
Çocukçu kayyum, gâvurların,
İslam dinine gösterdikleri saygıyı övmeye başladı:
— Gâvur olmakla... Bunlar da
kitap sahibi... Heriflerdeki edebi gördün mü efendi? Edep diye ben buna derim
ve de çok dikkat isterim! Bunların papazları da başka türlü değil!.. Neden?
Çünkü burası Ayasofya... Mübareğin eşiğini atlayınca İslam’ın din gücü
yüreklerini kavramakta hırpadak... Ben bu gâvur takımının din saygısını bizden
zorlu gördüm.
Cemil, çocuk Tayyar’ın
söylediklerini hatırladığından herifi iğrenerek dinliyordu. Abdi’nin çipil
gözleri cıva gibi oynak, dirseğinden kurumuş sol kolu kütük gibi kaskatıydı.
Fransızlar, yolu bitirip
kubbenin tam altındaki balkona çıkınca, derin bir uçurumla karşılaşmışlar gibi
irkilmişlerdi.
Cemil, bu kubbenin altında
fısıldanan yabancı dili birden yadırgayarak Fransızlardan uzaklaştı.
Ayasofya’nın ruha yüklenen
eskiliği yukarda çok daha ağır basıyor, bu ağırlığı, kayyumun fısıltılı sesi,
büsbütün arttırıyordu:
— Sonunda İslam eline
geçeceğini bilse, bunu, gâvur, bu kadar dayanıklı yapar mıydı? Yapmazdı. Geçen
yıl, kadir gecesi, İki Alman papazı geldi. Kulak verdim. Biri ne dese iyi?
“Dinimizin Kâbesinde Müslüman Kuran’ı dinlemek yüreğimi testereyle bölüm bölüm
bölmekte... ” demez mi? Hele kara domuuuuzz... Almana “İslam dostu” derler.
Yalaaan... Gâvurun hepsi bir... Müslümanın şuncacık umduğunu istemez! Ooooh!
Nur içinde yatsın da Cennet bahçesinde yan gelsin Fatih efendimiz... Nasıl da
çekmiş almış, keferenin elinden şunu... Kostantin yetmiş bin işçiyle, 70 yılda
yapmış bunu böylece... Ak mermerleri Marmara Adası’ndan, yeşil somakileri
Eğriboz’dan, pembe kayaları Afyonkarahisar’dan, sarı taşları Cezayir’den,
Tunus’tan getirtmiş... Temelleri, gövde dayanakları, döşemesi taştandır
bunun... Arası tuğladır. Küherçileyle dondurulmuştur. Mihrap kapıya kadar 148
adım çeker... Kubbenin yüksekliği 100 arşındır. Duvarları silme gâvur
melekleridir ama kireçle köreltilmiştir. Allah’a şükür. Şu Allah-Muhammet yazıları
Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattıdır. Her birinin boyu 10-15 arşın...
Aşağısı, gittikçe
kalabalıklaşıyor, ak sarık, kırmızı fes, boz kabalak, birbirine karışıyordu.
Duvarlara sürünerek çıkıp
kubbede uğuldayan anlaşılmaz bir homurtu, arada bir öfkeli bir soluk gibi ıslak
ıslak hışırdıyor, arada bir kızgın bir devin iç çekmesi gibi derinlere
iniyordu.
— Kadir geceleri 7. 000
kandil yakılır burada... Cennet bahçesine girdim sanırsın, yüreğin hoplar,
okuyacağını şaşırırsın, aklın dolanır... Girerken rastladığımız Hindiye
askerleri bu cuma gene az... Havanın yağışlı zamanında gel de gör... Ben
diyeyim bir alay, sen de bir tümen... Hepsini sınadım bir bir... En kötüsü
Kuran’ı ezberine almış... “Falan sûre” dedin mi, gürpedek çöker okumaklığa...
“Yok, o değil, öteki” deyiver, çevirsin hırpadak, ona sıvansın! Ben Hindiye’nin
Müslümanlarını bizden dini bütün gördüm.
Müezzinler yanık sesleriyle
kubbeyi çınlatmaya başlayınca Fransızlar büsbütün dikkat kesilmişlerdi.
Cemil’in üstüne, arada
sırada duyduğu ruh yorgunluğu, dayanılmaz bir uyku istediği halinde çöktü.
Çömelse, hayır, sırtını duvara dayasa hemen oracıkta uykuya dalacaktı. Alt
dudağını ısırıp gözlerini kırpıştırarak kendisini toplamaya çalıştı.
Sesler duvarlardan duvarlara
çarparak yükseldikçe inceliklerini kaybederek korkunç bir sel uğultusuna
dönüyordu. Tabanda, insan denizi kaynaşıp dalgalanmakta, saflar iri boğa
yılanları gibi kımıldamaktaydı.
Gözleri kapanan Cemil, daha
fazla duramayacağını anladı, duvara sürünerek Fransızların yanından sıyrıldı,
rampalı yoldan hızla inerek avluya çıktı. Aliço’ya Recep’i sordu. Çingen oğlu
bu soruya gerçekten şaştı.
— Nerde olur? Namazda...
Cemil çadıra girdi, kendini
elbiseyle portatif karyolaya attı.
Uyandığı zaman ortalık
kararmıştı. Ağzının içi zehir gibiydi, bir cigara yaktı. Okunan akşam ezanını
dinledi. Bu Arapça ses, yüreğinin sıkıntısını birkaç kat arttırıyordu. Birkaç
gün kimin evinde saklanabileceğini araştırdı. “Haydi birkaç günü geçirdik
diyelim... Sonrası?.. ” Sansaryan Hanı’nda İttihatçılara işkence ettiklerini
işitmişti. Patriyot, otellerin, aralıksız yoklandığını söylediği için birinden
birine gitmenin imkanı yoktu. Yarın sabah, Recep’i Maksut’a yollamayı
kararlaştırdı ama Molla’nın işi yüzüne gözüne bulaştıracağını düşünerek
vazgeçti. “Sakın yardımcısı duymasın!” dersek belki ürker, ürkünce de ne halt
edeceği belli olmaz!.. Bu geceyi burda geçirelim hayırlısıyla... Yarın
düşünürüz yarını... ”
Çadırdan çıktı. Şadırvanda
yüzünü yıkadı. Traşı hızla uzuyordu. Bıyıklarını biraz daha kısaltsa iyi
olacaktı. Berbere gitmek için avlu kapısından çıkarken Recep’le karşılaştı:
— Duydun mu Cemil abi
başımıza gelenleri?..
— N’olmuş?
— Yunan İzmir’e asker
çıkarmış...
— Yok canım...
— Vuruşmuşlar... Bizden ölü
çok diyorlar.
— Yunan’dan?..
— Yunan’dan da çökmüştür.
Duyar duymaz, “Haber alayım” diye Genelkurmay’a gittim... Kimi “yok öyle şey”
dedi, kimi, “kan gövdeyi götürdü” dedi. Akşam gazeteleri şehrin yandığını
yazmış... Bulamadım ki işi anlayayım...
— Sahi... Sen Ödemişlisin...
İzmirli sayılırsın...
— Sayılırsını fazla...
Bereket İngilizler Yunan’ı şehrin dışına bırakmıyorlarmış... Yahu nedir bu
bizim başımıza gelenler? Geçenlerde bir arkadaş söyledi de inanmadımdı.
Nigehbandan bir yüzbaşı... Tanırsın, Kerim Konya...
— Evet... Nigehbanda mı o
şimdi? Sordun mu ne işi varmış?
— Sordum! Bilirsin ya, Harp
Divanı’na verdilerdi bir çamaşır yolsuzluğundan... O gün bu gündür
İttihatçılara düşman...
— Ne dedi?
— Damat Ferit’in yaverinden
duymuş... “İngilizler Yunan’a İzmir’i verdiler arkadaş... ” dediydi, “Hayır, bu
İttihatçıları yediden yetmişe kazıklamadıkça biz bu milletin öcünü alamayız!”
dediydi.
— Sen İttihatçı değil misin?
— Beni İttihatçıdan
saymıyor!
— Neden?
— Bir gün uğramıştı, “kal
akşama” dedim. Kaldı. İki de karı bulduk... O gün beni silmiş İttihatçı
defterinden...
— Anladım!.. Nereden haber
alabiliriz?
— Bak ne yapalım? Atlayalım
Beyazıt’a... Genelkurmay telgrafhanesine. .
Cemil irkildi. İzmir’e Yunan
askerinin çıkmasına pek üzülmediğini anlayınca biraz şaşırdı.
Recep konuşuyordu:
— Telgrafhaneden haberin
sağlamını alırız...
— Yok canım... Değer mi?
Sevinilecek bir şey olsa neyse...
Recep biraz düşündü:
— Öyle ya... Deh demiş
dünyayı, çüş deyip biz mi durduracağız abi?.. itin leşini kime sürütürler?
Gebertene sürütürler... Bi günlük beylik beyliktir... Çekelim kafaları, bakalım
keyfimize...
Sesini alçalttı. Hadi
söyleyelim... Aslında apansız gösterip yüreğini hoplatacaktım ya... Baktım
uyumaktasın, aklıma geldi, “Şunun koynuna bir ev pilici sokalım da, mübarek
Ayasofya’nın avlusunda sevaba girelim boylu boyunca... ” dedim. Ne gitmesi?
Yoook... Ağız istemem! Sütte leke var karının madeninde leke yok... Bıngıl
bıngıl ki... Tuzsuz tereyağı...
Cemil Neriman’ı hatırlayarak
ürktü. Gülmeye çalıştı:
— Tam sırasını buldun Molla
Recep... Dünyayı ateş sarmış...
— Sarmayla?.. Yoksa biz
tulumbacı reisi miyiz? Sakın tapusu bizde mi bu kahpe avratlı dünyanın?.. Boş
ver... Koluna girip çadırlara doğru götürdü. Boş ver dedim. Bu geceyi
kurtaralım, yarına Allah büyük...
Çadırın kapısında durup üst
üste iki ıslık öttürdü. Çingen oğlu koşarak geldi:
— Nerdesin be? Yak şu
feneri... Dur istemez... Geldi mi çömlek fırından?
— Geldi teğmenim!
— Binlik!
— Tamam!..
— Ufak tefek?
— Tamam!..
— Ne dedi çocukçu?
— Tamam!..
— Yaşadık! Ellerini
birbirine sürterek sevindi. Çeribaşı ne demiş? “Bi gecelik beylik beylik”
demiş... Hadi yürü Cemil abi... Kemeri perkit... Meydan savaşı vereceğiz, hanım
göbeği yaylasında... Hadi sen traşını ol karşı berberde... Ben noksanımız var
mı bakayım!
Ayasofya’nın kayyumlarından
Çocukçu Abdi, caminin arkasında iki odalı meşrutelerden birinde oturuyordu.
Dimdik, daracık bir taş
merdiven küçücük bir sofaya çıktılar, kemerli bir kapıdan eğilerek girdiler.
Sağda ufacık bir ocak vardı. Mazgala benzeyen demirli iki pencere Topkapı
Sarayı’nın Gülhane’yi çeviren duvarına bakıyordu.
Kayyum burasını birkaç
kilimle gerçekten şirin döşemişti. Titiz bir kadın gibi tertemiz tuttuğu
belliydi.
Cemil duvardaki çerçeveli
yazıları gözden geçirdi: “Gariki bahri isyanım Dahilek ya resulallah”, “Bu da
geçer yahu”, “Ah minelaşk”, “Genç hüsün sevmekte ben piranı tayip eylemem /
Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider”, “Aklında mı doğduğun zamanlar /
Sen ağlar idin gülerdi âlem / Bir öyle ömür geçir ki olsun / Mevtin sana hande
halka matem... " Cemil bunları okurken Çocukçu kayyum, eserleriyle övünen
bir zanaatkar gibi boynu biraz bükük, elleri göbeğinde utangaç sırıtıyordu.
Kafasına kara bir takke
geçirmiş, yakasız bir mintan giymişti. Mestli ayaklarının burunlarını birbirine
yapıştırdığı için bacakları büsbütün çarpık görünüyordu.
Cemil bu temiz odada,
birdenbire kendisini şaşırtan garip bir güven duydu. Böyle bir odası olaydı,
Neriman’la ölene kadar kaygusuz yaşasaydı. Ne Enver oğlan, ne Selime teyze...
Ne Von Kres Paşa’nın dürbünü, ne de mavzer tabancası... Hiç kimse ardına düşmüş
olmasın... Ne ekmek parası derdi, ne düşmanın memleketi basması...
— Buyur yüzbaşım... Bırak şu
boş lafları...
— Aman Recep Efendi oğlum...
Aman günaaah...
Cemil, Çocukçu kayyumun
ağlamaklı sesiyle dalgınlıktan kurtulup Recep’e gülümsedi. Recep, kayyuma
takılıyordu:
— Günahmış... Bunlar
duaysa... Önlerinde oğlancılık etmek günah...
— Töbe! Yok öyle şey...
Vallah billah yok... Günahımı almaktasın Recep Efendi oğlum! Bizimkisi Cemal
âşıklığı... Bizim yüreğimizde kötülük yoook...
— Ben var mı dedim
pezevenk... Başkasını bilmem, bana yaptığın iyiliğin sevabıyla cennetliksin...
Burada da söylerim öte dünyada da...
Recep çingen oğlunun kurduğu
sofrayı “teftiş” etti; yiyecekleri, içecekleri gözden geçirdi, cigara yedeğine
baktı. Her şeyi kendi ölçüsüne göre yeterli görünce, bir lirayı avcunda iyice
buruşturup çingen oğlunun suratına çarptı:
— Kap... Yıkıl... Kara
deyyus... Günlük emrini dinlemeden nereye? Nöbetçilere göz kulak olsun çavuş...
Deftere yazılmıştır. Bu gece çift nöbetçi... Bu geceyi başka gecelere
benzetmeyin!.. Gâvurlar gelir, kubbeye çıkar, ayı söker, yerine haçı mıhlar!
Minareye çanı asar, gümbür gümbür dövmeye başlar. Sizi kurşuna dizerim!..
Kayyum gerçekten bunlar
olabilirmiş gibi, gözlerini korkuyla açıp yakasını çekiştiriyordu:
— Allah göstermesin!.. Ölelim
daha iyi... Hep ölelim...
— Ölmek eline geçecek de
öyle mi teres?.. İki buçukluk bir bankınotu da onun suratına çarptı. Tabanı
yanmış maymun gibi ayağının birini indirip birini kaldırma! Kap gel karıyı...
Daha duruyor! Biz bu gece buralıyız!.. Gözüme görüneyim deme! Sabaha karşı ben
de Şengül’deyim... Seni kötü durumda basarsam, muayeneye yollarım...
— Aman Recep Efendi oğlum...
Töbeee!..
— Bu sefer vesikayı cebinde
bil!.. Kurtuluş yoktur!
Kayyum suratını ağlar gibi
buruşturup boynunu bükerek çıktı.
Recep Ödemiş, Cemil’e göz
kırptı:
— Bir adam oğlancı oldu mu,
körpeliğinde azdan çoktan bir iş gelmiştir, başına...
— Nereden getirecek kadını?
— Uzak değil... Caminin
vakıf evleri var ya caddede... Oradan... Herkese çıkan karılardan sanma...
Haftada biriki... Kocası yedeksubay mış... Çanakkale’de ölmüş... Bir oğlu var,
on birinde, on ikisinde... Arada sırada karanavadan öteberi yolluyoruz!.. Adı
Hüsniye... Okuması yazması tamam... Sesi eh... Tütünde çalışıyor. Kendisine
sorarsan geçim zorluğundan yapıyorum diyor ama, boş ver, anadan oynak...
Kocasının zamanında da otlamış azıcık... Bizim çocukçunun dediği doğruysa
rahmetli bi kez nikah tazelemek zorunda bile kalmış, çocuğunu düşünüp... İçini
çekti. Ben neden evlenmiyorum yüzbaşım?.. Başıma gelecekten korkuyorum! Böylesi
bizden ırak, komşu başına... Aşağıya kulak verdi. Geldi sandım... Değilmiş...
Nazife’yle geçen sefer kavga etmeseydiler, işimiz işti.
— Nazife?
— Arkadaşı...
— Neden kavga ettiler?
— Beni kıskandı
Nazife’den... Kıskandı dedimse, kendisi getirdi oysa Nazife’yi... Benim
tanıdığım değil, bildiğim değil Nazife... “İstemez” demesem canım yanmaz... “Üç
başlısı tatlı olur, dene de bak!” dedi. Ben safımdır, kandım. Kızdı durduğu
yerde... Evet, oynak karının nerde katırlaşacağı belli olmuyor yüzbaşım!
— Hastalık çok diyorlar!..
— Hastalık mı?.. Evet...
Gırla!
— Korkmuyor musun?
— Osmanlı korku bilir mi?
Gerçekten kasıldı. Biz artık yüz göz olduk... Bizde bu hastalıklar nezleden
önemsiz...
Kapı açılıp kapandı. Ayak
sesleri duyuldu.
Cemil, böyle işlerin ustası
değildi. “Tanıdığı bir tek erkek yerine, birini tanımadığı iki erkekle
karşılaşınca kim bilir ne kadar utanacak!” diye düşündü. Sıkıntıyla bekledi.
— Hoş geldiniz beyler...
Aaa... Ben Kerim Bey sanmıştım! Affedersiniz!
Cemil ayağa kalkmıştı. Recep
kadını tepeden tırnağa süzdü. Beğendi. Övünür gibi Cemil’e döndü:
— Otur yahu!.. Yabancı değil
Hüsniye Hanım... Kadına göz kırptı. Kerim Yüzbaşı’dan on kat zorludur bu benim
Cemil abim... On kat... Ona göre...
Hüsniye yeldirmesini sedire
koyup başörtüsünü yanına atıp elini uzattı. Yüzüne birden ışık vurmuştu, Cemil
bu yüzü bir yerden tanıyormuş duygusuna kapıldı.
— Oturun yüzbaşı bey...
Recep’in yanağını makasladı. “Ona göre” ne demek şekerim?.. Gözlerini süzerek
başını iki yana salladı. Ne demek haaa... Ballandırma, canım çekiverir!
— Artık bilmem... Çakır
gözleri süzmeli değil, küçük baskına dayanmalı...
— Adaam sende... Ne diyordu
Kerim Bey?.. “Doğuran kısrak utansın... ”
— Benden bi kez demesi,
Hüsniye Hanım...
Hüsniye’nin sırtındaki kara
ipekten daracık rop belinin inceliğini, kalçalarının dolgunluğunu, göğüslerinin
diriliğini iyice meydana çıkarıyordu. Serbestliği Cemil’in utangaçlığını çabuk
dağıtmış, bu rahatlık biraz da, en küçük alışveriş ihtimalinin imkansızlığından
gelmişti.
Hüsniye kadehleri
doldururken aralıksız kımıldıyor, bu kımıldayış ipek elbisesinin meydana
vurduğu diri kabarıklarda kara kara ışıldıyordu.
— Bu ne güzellik yavrum?..
Bu gece sen...
— N’olmuş?
— Can alırsın can!.. Senin
gibi kan, Nazife gibi sümüklüyü kıskanır mı gülüm?..
— Kim kıskarımış?..
Affetmişsin onu sen... Kıskanmadım, terbiyesizliğine kızdım...
— Karalama şimdi...
Terbiyesizliğini görmedim ben.
— Nerden göreceksin? Sana
yapmadı ki...
— Anlamadım...
— Ablacıymış karı...
Dedilerdi de inanmadımdı. İçini çekti. Seferberliğin gözü kör olsun... Erkeksiz
kaldı karılar... Çoğu sapıttı... Yeşillendi bana düpedüz... “Şunu uyutalım da
beraber yatalım!” dedi.
— Bak sen! Peki, bize
çıtlatmak yok mu? Vay başıma... Yahu kan bizi boynuzlatacaktı az kalsın,
desene... İçini çekti. Dünya çok bozuldu Cemil abi... Taş yağmadığına şükür!
Hüsniye boşalan kadehleri
doldurdu. Açık saçık konuştuğu halde, cıvık değildi. Dış görünüşünde hiçbir
benzerlik yokken bir ara Neriman’ı andırır gibi geldi Cemil’e... Belki de
Hüsniye’nin bir türlü çıkaramadığı birisine benzemesi bu duyguyu veriyordu.
— Nasıl Tayyar?
— İyi...
Cemil, benzerliği bulmak
için kendisini zorlarken Recep’in sorduğu soruyla, irkildi. Boş bulundu:
— Kim Tayyar?
— Hüsniye’nin oğlu... Okula
gidiyor değil mi?
Kadın, Tayyar’ın okula
severek gittiğini, çok da iyi okuduğunu anlatmaya başlamıştı.
Cemil kadını dinlerken
parkta yırtıklığıyla övünmeye çalışan Tayyar gözünün önüne geldi. Hüsniye’nin
kime benzediğini anlayarak somurttu.
Kadın anlatıyordu. Çok
akıllıymış oğlu... Ödü kopuyormuş bir şey sezecek diye... Bereket, gerçekten
depoda gece işine kaldığı da oluyormuş... Bir keresinde alıp gitmiş ki, gözüyle
görsün de, aksilik çıkarsa kandırması kolay olsun...
Recep, çocuk lafından
sıkılmıştı. Bunu saklamadı da...
— Boş ver çocuğa mocuğa
sultan!.. Keyfimize bakalım! türkü söyle kız... Hadi!
Hüsniye biraz direndi.
Boğazı ağrıyormuş... Abdi Efendi tembihlemiş sıkı sıkı... Şüpheleniyormuş
komşular...
— Boş ver gülüm!.. Komşuları
bana kırdıracaksınız bu gidişle siz! Geçende yemin etmedim mi orospu! “Yakarım
bu mahalleyi gazlayıp” demedim mi?
— Ayol mahalleyi yakarsan
bizim evi de yakarsın! Deli bu... Zırdeli vallaha...
— Türkü gelsin!.. Recep
kadehi dikti. Peynir aldı. Türkü gelmedi mi, ben başlarım San Zeybek’ten...
Keyfine... Sabaha kadar susturamazsınız!
Hüsniye Hanım, Recep’in
yanağını okşadı:
— Söyleyebilsem söylemez
miyim? Peki, peki... Tayyar’ın babası da içti mi tutturdu böyle... Cemil’e
döndü. Ut çalardı rahmetli... Çanakkale’de şehit düştü. Ağladım, saçımı başımı
yoldum! Arada bir hafakanlar basıyor, o gün bu gündür.
— Boş ver!.. Boş ver Hüsniye
Sultan! Ölenle ölünmez! Biz ölmedik de halt ettik! Ne demiş Köroğlu’nun
babası?.. “Biz kör olduksa, dünyanın da bakılacak suratı kalmadı ya!” demiş...
Boş ver! Gelsin “Telgrafın tellerine kuşlar mı konar” türküsü... Koyuver
gelsin!
Hüsniye bir kadeh içti.
Saçlarını arkaya attı, sofra örtüsünün ucunu bükerek yavaştan başladı.
Sesi biraz pürüzlüydü ama
dolgundu. Güzelleşen yüzüne dünyadaki kötülüklerden habersiz bir çocuk saflığı
gelmişti. Şimdi, oğlu Tayyar’a daha çok benziyor, bu benzerlik Cemil’in
yüreğini sıkıştırıyordu. “Savaşlar insanların üstünden silindir gibi geçmiş...
Evleri ezmiş, karı koca, ana oğul bağlarını çekip koparmış... Tu Allah
kahretsin!”
Hüsniye bir yandan içiyor,
bir yandan içirip türküleri, şarkıları art arda söylüyordu. Bir ara çok
neşelenmişti. Sarhoşluğu artıkça büsbütün çoşacağına yavaş yavaş durgunlaştı.
Bir ara daldı. Elini kaldırıp bir şarkı mırıldanan Recep’i susturdu:
— Rahmetlinin en sevdiği
şarkıyı söyleyeyim size...
Cemil, şarkıyı ilk defa
duyuyordu: “Bozmadım ettiğim büyük yemini / Kalbimin içine çizdim resmini /
Dudağın anıyor hâlâ ismini / Ben seni bir türlü unutamadım. ” Ut çalan kocanın
nasıl bir adam olabileceğini bulmaya çalıştı: “Tayyar’a benzetmiştir
herhalde... Eğer hanım kaçıntı yapmadıysa... ” Birden Hüsniye’nin ağladığını
görerek aklından geçirdiği kötü düşünceden utandı.
Kadın bir yandan türkü
çagırıyor, bir yandan rahatça ağlıyordu. Türkü bitince yüzüne bakan Cemil’e
gülümsedi. Bu umutsuz gülümsemede özür dilemeye benzer bir şey vardı.
— Hani ağlamak yoktu
pazarlığımızda Hüsniye Sultan!.. Sil gözünün yaşını bakalım!.. Hay Allah
kahretsin! Ben de ağlamışım yüzbaşım! Doldur şunları Hüsniye Hanım!.. Doldur
şunları... Ver şurdan, Abdi dümbüğünün tefini... Yahu, Karadeniz’de gemilerimiz
mi battı? dünya yıkıldı da, altında mı kaldık! Ver tefi... Çık ortaya...
— Delirdin mi sen!..
Basılırız inan olsun! Köşedeki eve polis taşınmış... Sertmiş ki, barutmuş...
— Ulan polis bize ne karışır
kahpe?.. Ulan biz kimiz? Cemil abi ne demek? Resmen Cehennem Topçu... Yakar
İstanbul’u şart olsun! Hem kalkacaksın, hem de soyunup oynayacaksın! Bozuşuruz
ki bak neler olur!..
Hüsniye gönülsüz gönülsüz
esnedi. Kadehleri doldurdu:
— Geç oldu Recep!.. Hadi iç
de yatalım... Yorgunum çok...
— Oynamadan olmaaaz! Yemin
ettim de yaptıramadım mı, benim başım agrır! Sıçra, hadi! Döktür de Cemil abim
oyun görsün!
— Canım istese nazlanır
mıyım? -Peltek peltek yalvarıyordu. Sıkıldım, diye soyunmaz mıyım, kimse
üstelemeden?.. Canım istemiyor şimdi... Parmağıyla Cemil’i gösterdi. Bundan
utanıyorum!
Recep elbisesini yırtmaya
kalkınca Hüsniye birden şirretleşti.
Cemil kendisini toplayıp
orduda iyi bilinen “Nedir Oo?” sorusunu sormasaydı, iş belki iyiden iyiye
tatsızlaşacaktı.
Molla recep hemen toplanıp
dışarı çıkmıştı. Hüsniye, şımarık teğmeni bu kadar kolaylıkla nasıl yola
getirebildiğini anlamaya çalışarak Cemil’i bir zaman süzdü, sonra birden
boynuna sarılıp ağzından öptü.
Recep, seslenince, “Ohhh...
Cehennem bu kadar ballıysa yaşadık!” diye dilini dudaklarından geçirip
kalçalarını sallayarak çıktı.
Recep döndüğü zaman Cemil,
arkasına dayanıp gözlerini yummuştu.
— Cemil abi...
— Evet... Nedir?
— Sen tadına bakıver
önden...
Cemil bir şey anlamadan
doğruldu. Gözlerini kırpıştırdı:
— Tadına mı?.. Haaa... Yok
arslanım!..
— Korkma! Değil hasta
falan...
— Olmaz... Beceremem...
— Öyleyse kusura bakma
yüzbaşım... Biz ödeve sıvanacağız... Öteki odaya serdi yatağını... Burada
kalırsın artık sen de bu gece...
Cemil, ezan sesiyle uyandığı
zaman düşünde Neriman’la uğraşıyor, kalabalıkta kızın çıplaklığını, elleriyle
örtmeye çalışıyordu. Tere batmıştı. Ağzının acılığını yutkundu. Ortalık
aydınlanmak üzereydi. Nerde olduğunu hatırlamıştı ki kapı yavaş yavaş açıldı.
Cemil bir an, Enver’i uyandırmamak için çıplak ayaklarının ucuna basarak
Neriman’ın geldiğini sandı. Üşümüş gibi içi ürpererek koynuna giren Hüsniye’ye
hırsla sarıldı.
— Yüzbaşım... Cemil abi...
— Kim o? Ne var?..
— Benim ben... Recep...
— Ne var? Cemil sıçrayıp
dirseğine dayandı. Saat kaç?..
— Ona geliyor yüzbaşım...
Cemil çevresine telaşla
baktı. Yatağın ayak ucundaki havlu parçasını görünce sabaha karşı başına
gelenin şeytan aldatması olmadığını anlayarak utançla gülümsedi.
— Neden uyandırmadın? Cigara
paketini aldı. Çok kaçırmışız... Cigara yaktı. Gazete okudun mu? N’olmuş
İzmir’de?
— Bırak İzmir’i yüzbaşım!
Kerim geldi, Kerim Konya... Laf açıldı senden... Boş bulundum, “O da
buradaydı?” dedim. “Nerede şimdi, adresini biliyor musun?” dedi. Kuşkulandım,
arıyorlarmış seni, doğru mu? Polis yaralamışsın...
— Yok canım... Edepsizlik
etti biri... Sivildi... Okşadım biraz...
— “Patriyot’u kaçırma işine
karıştı. Arıyor İngilizler... ” dedi. Nigehban’da demiştim ya... Pirelendim.
“Uğradı geçti” dedim ama, yutmadı sanırım... Hemen giyin... . Bunlar rezilliği
ele aldılar iyice... Belki erlerin, çavuşun ağzını arar, ben asıl, Kayyum
Abdi’den korkarım...
— Meraklanma, giyinir
savuşurum hemen...
—Bana vız gelir!
Süründürürler seni boşu boşuna... İyisi mi, ben Maksut abiyi bulayım! Durumu
anlatayım... Burada beklemek olmaz. Düşündüm, en iyisi Askeri Müze... Hemen
giyin, arka yoldan Sarayiçi’ne geç, beşliği toka et, gir müzeye... Ben Maksut’u
görüp gelirim. Durumu anlar o... Gerçekten arıyorlarsa eve gitmek olmaz!
— Yok canım! Ama sen
bilirsin gene...
— Ben gelene kadar bekle,
birbirimizi kaybetmeyelim! Olmadık hakareti ediyorlarmış yakaladıklarına... .
Allah belalarıın versin!
Cemil acele giyindi. Arka
sokaktan Sarayiçi’ne geçti. Bilet alıp müzeye girdi. Buraya ilk defa geliyordu.
Eski kilisenin serin loşluğunda, sıra sıra duran çeşitli eski silahlarla ilk
dakikalarda pek ilgilenemedi. Örme zırhlar, kalkanlar, tulgalar, ayrım saatte
bir atan battal tüfenkler, şimdinin topları, ağır mitralyözleri karşısında ne
kadar güçsüz kalmıştı. Topuzları, gürzleri, uzun mızrakları, kargıları, savaş baltalarını
dalgın dalgın gözden geçiriyor, arada bir, içine düştüğü çıkmazdan nasıl
sıyrılacağım düşünerek dalıyordu.
Çaldıran’da Yavuz’u gösteren
yağlıboya tablonun karşısına, yüreği kuşkulu, tedirgin, öfklenmeye hazır
gelmişti.
Dörtnala giden ak atının üstünde
Yavuz, hemen hemen tek başına gibiydi. Kılıcını biraz arkaya alıp yere doğru
eğmişti. Padişahların savaşlarda, özel koruyucu birliklerinden ayrılarak,
boğuşmanın en kızgın noktasına atılıp atılmadıklarını hatırlamaya çalıştı.
Düşünmeye cam sıkkın başlamıştı. Bir yerinden sıkıntının dağılıp gitmiş
olduğunu, dinlendirici, keyifli bir rahatlığın yüreğini sardığını şaşırarak
anladı. Deminden beri kendisini çoban sopaları kadar ilgilendirmeyen eski
silahlar, birden değerlenmişlerdi... Artık kılıçların kabzalarını, namlularını
daha dikkatle gözden geçiriyor, tüfenklerin çakmak taşlarını, gümüş kakmalarını
daha yakından inceliyordu. Kimindi bunlar? İlk aldıkları zaman, sahipleri, kim
bilir ne kadar hoşlanmışlardı? Ne kadar taşıyabildiler? Kaç kişi öldürdüler?
Dövüşürken mi düştüler? Çeliğine ayetler işlenmiş şu eğri kılıcı, şehir
çelebilerinden biri süs olsun diye mi taşımıştı? Sahibi savaşçıysa, şövalye
zırhlarının aralıklarına daldırmak için özel bir ustalığı var mıydı?
Piştovların, kuburların, iki
elle zor kaldırılır altı patlarların karşısında, gülmesi tuttu. Sahipleri
bunları, o zamanlar kim bilir ne kadar önemli saymışlardı. Uzun şeşhaneleri,
arkebozları da önce gülünç bulurken şimdi giderek seviyordu. Köroğlu, bunlardan
birinin karşısında “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diye hayıflanmıştı. Çağını
çoktan geçirmiş, sıra sıra uslu uslu yatan bu silah ölüleri, tüfengin yüz
yıllardan beri ne kadar az değiştiğini de gösteriyordu.
Eğerler, başlıklar,
üzengiler Osmanlıların başından beri savaşta bile rahatlarına ne kadar düşkün olduklarını
gösteriyordu. Askeri Rüştiye’den beri Osmanlıların kılıklarını yadırgamış,
yüzyıllarca dünyayı titreten savaşçılara karı giyimlerini yaraştırmamıştı.
Bunun da biraz lâpacılıktan, biraz da, giyimli yatmak zorunluğundan ileri
geldiğini şimdi anlıyordu. Gâvur giyimi pantolon karşısında yeniçerinin
irkilmesi, içinde rahat edemeyeceğine inandığından olmalıydı.
Ağları yerlere sürünür
şalvarlar giyen Malatya, Urfa, Mardin, Maraş, Antep erkeklerinin askerde
pantolona ne kadar zor alıştıklarını, nasıl acemilik çektiklerini biliyordu.
Evet, bütün değişmeler, değiştirmeler zordu. Hele insanların kendi
yaşayışlarından gelmiyor, kendisini yavaş yavaş kabul ettirmiyorsa...
Müzenin sineması olduğunu
görünce şaştı. Burası orta büyüklükte bir ev sofası gibiydi. Perdesi, öteki
sinemaların yarısı kadardı, ama bir küçük piyanosu da vardı. Afişe göre saat
ikide başlayacaktı. Giriş beş kuruştu. “Şarlo Asker” oynuyordu. Resimlerdeki
Şarlo’ya daldı, askerlik Şarlo’yu, her zamanki kılığından daha acıklı yapmıştı.
Süngü takılı, tüfeği boyundan uzundu. Kocaman pabuçlarının burunları, gene
dışarı doğruydu. Belindeki bez kemere, koca bir torba, çaydanlık, turp rendesi,
yumurta çarpacağı, kaşık, çatal, matra, kundura çekeceği, izci ipi, bir de
fırfırsız düdük asmış, gövdesine çok büyük gelen üniformasının omuzlarını,
dirseklerine kadar düşmemesi için birbirine bağlayıp sicimi omzuna atmıştı.
Başında çelik miğfer vardı. Yüzü yorgun, alabildiğine kederli, gözleri
kuşkuluydu.
Cemil, dünyanın en büyük
zaferlerinden birini kazanmış ordularını, Amerikalıların, böyle maskara etmeye
nasıl razı olduklarını düşündü. Anlayamadı.
Dalgındı ama içi rahattı.
Camekanlardaki öteberiye, artık hiçbirini ötekinden ayıramadığı kılıçlara,
palalara, tabancalara, tüfenklere bakarak, arada bir, Neriman’ı, Enver’i,
Hüsniye’yle oğlu Tayyar’ı, yakalanan Patriyot’un şimdi nerede, ne yaptığını
düşünerek dolaşıyordu. Mağara gibi karanlık kapının önüne gelince, gördüğü
yerleri bir daha geçtiğini anladı. Burası için müze bekçilerinden biri,
“yeraltı geçididir, Ayasofya’ya bağlı ama ortası çöktüğü için artık
gidilemiyor. ” demişti.
Çevresine baktı. Ta karşıda,
merdiveni gördü. Başını kaldırdı. Üst kat balkon gibi parmaklıklıydı, kubbeyi
çepeçevre dolaşıyordu. Ayaklarını sürüyerek gönülsüz yürüdü. Recep gecikmiş, canı
sıkılmaya başlamıştı.
Merdivenden yavaş yavaş
çıktı. Kendisini apansız, Osmanlı memurlarını, askerlerini, ulemasını
canlandıran giyimli mankenlerin arasında buldu. Mankenler alçıdan yapılmıştı.
Boyalı suratları gibi gövde kalıpları da hep birbirine benziyordu. Burada,
Osmanlılar, cin mısırı patlatan yeniçeri neferinden cellada kadar pehlivan
yapılı, burma bıyıklı, pembe yanaklıydılar.
Giyimleri düz renk
bezlerdendi. Cemil, sanatla hiç ilgisi olmayan bu korkunç derecede cansız
kalıpların arasında, bir zaman yabancı yabancı dolaştı. Bunları yapan her
kimse, eski Osmanlılardan korkmuş, ya da, iğrenmiş olmalıydı. Mankenlerin
gözleri alabildiğine açıktı. Ürkütücü olsun diye inadına kalın tutulmuş kara
bıyıklar suratlarını ortasından ikiye bölüyor, bunlara güçlülük yerine, bir
garip sakatlık veriyordu.
Cemil silahlara bakarken
farkına varmadan bulduğu iç rahatlığını, burada, gene farkına varmadan
kaybettiğini anlayınca duraladı. Saatine baktı. On ikiyi on geçiyordu. Karnı
acıkmıştı. “Nerde kaldı Molla Recep?” diye düşünerek, parmaklığa yaklaştı,
aşağıya baktı. Aşağısı, camekanların, masaların arasındaki daracık yollarla
kabartma savaş oyunu haritalarına benziyordu. Buraya girdi gireli, dördüncü
defa elini cigara paketine götürdü, içerde cigara içmenin yasaklığını
hatırlayarak bütün yasaklara, geciken Recep’e, şu pis mankenleri marifetmiş
gibi yaptıranlara, yapana, bunların arasında aptal aptal dolaşan kendisine
kızdı.
Hızlı hızlı yürüyerek dışarı
çıktı. Avlu çırılçıplaktı. Sert mayıs güneşi bu çıplaklığı, sanki toprağın
derisini yüzmüş gibi arttırıyordu. Betonla desteklenmiş çınar gövdesine doğru
yürüdü. Gövdenin içi büsbütün çürümüş, yalnız kabuğu kalmıştı. Bu çınarın bütün
değeri, dallarına, kafasız insan gövdelerinin bacaklarından gövdesiz insan
kafalarının saçlarından asılmasıydı. Cemil buna neden bu kadar önem
verildiğini, bu kanlı rezilliğin nasıl bir anlayışla bizde korunması lazım
gelen antika sayıldığını bir türlü anlayamadı. Ancak müzelerden çıkınca duyulan
gerçek yorgunlukla, kanlı çınarı çeviren betona oturdu. Cigara tatsızdı. Boş
bir hayvan pazarına benzeyen bu saray avlusunda güneşin de, baharın da hiçbir
anlamı kalmamıştı.
Cemil, ardına düşülmüş adam
olmanın tedirginliğini değil, ömründe hiç başına gelmediği kadar bağımsız
olmanın dayanılmaz usancını duyuyordu. Maksut’la Recep belki şu anda, kendisini
çoktan unutmuşlar, açık saçık zamparalık hikâyelerine dalmışlardı. Şimdi nerde,
kimin yanında bulunsa rahatlayacağını araştırdı. Aklına, önce Neriman’ın değil,
Caddebostan’ında mahpus kaldığı eski köşkün gelmesine şaştı. “Kızı sevmiyor
muyuz yoksa biz?.. Hiç mi sevmedik bunca yıl?.. ”
Sultanahmet Çeşmesi
kapısından giren subayın Recep olduğunu tanıyınca hiç sevinmedi. Gönülsüz
kalktı.
— Geç kaldım ama Cemil
abi... Suç bizim değil... İtoğlu it yakamızı bırakmadı bir türlü...
— Kim?
— Maksut Bey’in yeni
yardımcısı... “Şunun karnına bir kurşun sık diyor deli gönül” diye dert yandı
Maksut abi...
— Patriyot’tan haber var mı?
— Var... Fazla
tartaklamamışlar... Halil Paşa’ya çok saygı göstermiş İngilizler... Bekirağa
Bölüğü’ndeler şimdi... Rahatlar...
— Doktor Münir Bey?
— Münir Bey’i de almışlar
ama, bırakacaklarmış... Patriyot Abi’yle Halil Paşa “Biz muayeneye geldik”
demişler.
— Neden basılmış köşk?
— Bitişikteki Rum bahçıvan
haber vermiş...
— Bizim ev için bir şey
söyledi mi Arapoğlu?
— Söyledi! Muhtarı
istemişler evden... Bir Yahya Hoca varmış... Koşup yetişmiş... Evde seni
bulamayınca bozulmuş herifler... Hoca da çıkışmış biraz... “El kadar çocuğun,
Hacı Bakkal denilen namussuzun lafıyla, namuslu bir ev basılır mı?” diye
bağırmış... “Evdekiler iyi dersin” dedi Maksut abi. . “Merak etmesin hiç” dedi.
Bunları söylerken ceplerini arıyordu. Para çıkardı. Maksut abi gönderdi, on
lira... Lazım olursa gene yollayacak... Nah, bu da kağıt...
— Ne kağıdı?
— Düşündük, en güvenilir
yer, Subay Barındırma Evi...
— Nerde bu?
— Teşvikiye’deymiş... “Şeref
Paşa Konağı” diye soracaksın... İstanbul Muhafızlığı Kurmayı birinci şubesinden
belge aldırdı Maksut abi... Yüzbaşı Tosun adına...
— Anlamadım...
— Cemil adıyla olur mu?
Artık sen topçu da değilsin... Atlı subayısın... Seni 25 kuruşluk kısma
yazdırdı Maksut abi...
— Ne 25 kuruşu?
— Binbaşıya kadar geceliği
15 kuruş, binbaşıdan yukarısı için 25...
— Yemek de içindeyse
yaşadık... Ben yerleşirim, bir daha hiç çıkmam, ölene kadar...
— Yemek yok... Ya orda
pişireceksin, ya dışarda yiyeceksin... “Dikkatli olsun!” dedi Maksut abi. .
Müdüre ayrıca telefon edecek... Arama filan olursa size önceden haber verecek
müdür... “Sıksın dişini” dedi, Maksut abi... “Canı sıkılcak ama ne yapalım?” dedi.
Birkaç gün içinde daha uygun bir yer bulacak... “Gündüzleri pek çıkmasın” dedi,
“Eve gideceği zamanı ben söylerim” dedi. Bana kalırsa, parkın kapısından çıkın,
hemen tramvaya atlayıp Teşvikiye’ye gidin... Hay Allah belasını versin! Deli
olmak işten değil... Maksut abiyi hiç görme... Bu yakınlar Erenköy taraflarında
kurşunla vurulmuş bir Rum bahçıvan leşi bulunursa anla ki...
— Orda beni tanıyan yok
mudur? “Bunca yılın Cehennemi, neden Tosun olmuş?” demezler mi?
— Meraklanma! Çoğu medreseli
yedeksubay ... Gerisi de ele vermez seni...
Recep gözünü kırptı ama, hiç
de keyifli değildi.
Teşvikiye’de ilk sorduğu
adam, Subay Barınma Evini hiç duraklamadan salık verdi.
Konak, temiz, sakin bir
sokakta, büyük bir bahçenin içindeydi. Kapıda nöbetçi yoktu.
Cemil, bahçenin sağma
kurulmuş büyücek Kızılay çadırına yaklaştı.
Bir sıhhiye erine müdürü
sordu:
Müdür, kısa boylu şişman,
palabıyık bir levazım binbaşısıydı. Cemil’e önce dalgın, sonra ilgili, daha
sonra nereden tanıdığını hatırlamaya çalışarak baktı. Cemil de bir yerde
görmüştü binbaşıyı ama, araştırmadı.
— Tosun?..
— Tosun Adapazarı...
— Nasıl Maksut Bey...
Görüşmedim çoktan beri...
— İyidir binbaşım...
Selamları var...
— Yatağınız yok değil mi?..
Portatif karyola?
— Yok...
— İyi... Eşyanız... Değerli
şeyleri soruyorum... Altın... Pahalı öteberi, halı, gümüş takımı?..
— Yok...
— Aralıksız bakım isteyen
herhangi bir hastalık?..
— Ne gibi?
Bu sırada ara kapı hızla
açıldı. İçeriye ak önlüğünün kollarını sıvamış, sıska bir adam girdi. Elinde
enjektör vardı:
— İğne yaptırmıyor gene
Yarbay Hurşit Bey, komutanım... Her seferinde böyle... Canımdan usandım...
Yarbay Hurşit Bey
pijamalarıyla göründü. Yüzü şaşılacak kadar sakindi. Bu sakinlikte,
ayaktakımıyla dalaşmak zorunda kalmış bir büyük adam donukluğu vardı.
— Ne yapıyorsunuz
yarbayım?.. Bu kadar yalvardım... “Zorluk çıkarmayın lütfen” dedim.
Üniformanızın şerefi üstüne söz verdiniz...
Yarbay Hurşit, müdürün
sözlerini yarıya kadar dinlemiş, Cemil’e dönmüştü. Tepeden tırnağa süzmesinden,
ölçüp biçtiği, dost mu, düşman mı, seçmeye çalıştığı belliydi. Kollarını
bacaklarını bir bakıma çok zor, bir bakıma çok kolay oynatıyordu. Daha doğrusu,
kesin hareketleri de, tutuk hareketleri de kontrollü değildi.
— Zorluk çıkarmak yok
binbaşı... “Neosalvarsan mı bu?” dedim. “Hayır, kinin iğnesi” dedi. “Yemin et
askerlik şerefin üstüne” dedim, etti. Bu hayvan Türk, hayvan Türklüğüyle beni
aldatacak... “Binbaşıyla görüşürüm ben... O salvarsanla git, başka zavallıyı
gebert!” dedim. Sırıttı. Burası barınma evi... . Biliyorum, burada silah taşınmaz.
Ama silahımızı alanlar, bize bu hayvanların hakaret etmesine meydan
vermemelidir. Uğradığım hakareti sana aktarıyorum binbaşı... Resmen de
“Yazıklar olsun” diyorum! Cemil’e döndü. Dört yıl kaldım, Seydibeşer esir
kampının ümera kısmında... İngilizlerde böyle davranış görmedim... Tanıksınız!
“Yazıklar olsun” diyorum! Rütbeniz?..
Cemil boş bulundu:
— Yüzbaşı...
— Yüzbaşı?..
— Yüzbaşı Tosun!..
— Tosun... Tavana bakarak
düşündü. Bilemedim. Bulunduk mu aynı birlikte?.. Karşılık beklemedi. Irak’ta?
— Hayır yarbayım...
— Süleyman Askeri’yle
beraberdik. Süleyman öldü, ben esir gittim. Elim kolum tutarken, aklım başımda
gittim sanma!.. Kafamdan yaralıydım... Yedi ay on dokuz gün, adımı, doğumumu,
doğum yerimi, Arnavut olduğumu hatırlayamadım. Tamam mı? Müdüre döndü.
Bakınız... Gazeteden kesilmiş bir yazı çıkardı. Neosalvarsancılar duysun
istemedim binbaşı... Neosalvarsan, evet, frengiyi durduruyor ama, başka
zararlar yapıyor! Başlıcası... İkinci parmağıyla şakağına dokundu. Beyinde...
Seziyordum çoktan beri... İğne yapıldığı günler uyuyamıyorum... Korkulu düşler
görüyorum... Anlatmıştım size... Belki inanmadınız...
— İnanmaz olur muyum
yarbayım...
— Belki diyorum...
İnanmasanız da haklı... Çünkü sizde yok böyle kan davaları... Düşlerde, kendimi
zehirlenmiş görüyorum. Bunlar işaret... O sarı hademeyi lütfen uzaklaştırın
demiştim... Savsakladınız!
— Bir uygununu arıyorum
yarbayım... Hemen def edeceğim... Biliyorsunuz durumu...
— Biliyorum! Ama ben de
haklıyım! Neden sakladı Arnavut olduğunu... Neden kabilesini sakladı? Siz de
biliyorsunuz ki Anadolu’da hiç sarışın adam yoktur. Çünkü Türkler,
biliyorsunuz, Aryen değildir... Sarı ırktır... Biz Arnavutlar, hamt olsun
Aryeniz! Bunu bilim kitapları böyle yazıyor!..
— Biliyorum yarbayım...
Elbette... Doğru...
— Soyumuzun düşmanı Mehmet
İskender Bey Katku... Meşrutiyet’ten beri beni zehirlemek istiyor. Dört kere
kurtuldum zehirlenmekten... İkisi cephede, ikisi esir kampında... Değiştirin bu
adamı... Bu bir... İkincisi, Neosalvarsan istemem binbaşı... Benim aklım,
lazım... Gazete parçasını masaya koydu. Okuyun bunu, anlarsınız!.. Yürüdü.
Kapıda durup döndü. Daha gelmedi değil mi albaylığımız?.. Hayır, hayır!
Kayıtlara bakmak istemez! Hiç önemi yok! Gelir nasıl olsa, gelir!
Yarbay çıkınca hastabakıcı
çaresizlikle sordu:
— Ne yapacağız komutanım?..
— Aldırma çavuş...
Tımarhanede yer açılmasını bekliyoruz. Bugün gene telefon ederim!.. Orada ne
yaparlarsa yapsınlar!..
Sıhhiye çıkınca içini çeker
Cemil’e döndü, yorgun, acılı gülümsedi.
Cemil, “Sürekli bakım
isteyen hastalığınız var mı?” sorusunun ne anlama geldiğini anlayıp
sersemlemişti.
— Nereye verelim sizi?..
Rahatsız olur musunuz kitaplardan?..
— Kitaplardan mı? Hayır!
Sanmam!..
— İyi... Sıkılırsanız
değiştiririz... Zile bastı. Temiz giyimli bir er girdi. Yüzbaşı Tosun Bey’i kaydetsinler!
Ümera kısmına verelim... Naci Bey’in odasına...
Barınma evi komutanı,
Cemil’e elini uzattı. Bu el uzatmada, özür dilemeye benzeyen bir utangaçlık
vardı.
Üstünde “Eczane”, “Revir”,
“Depo” yazılı kapıların önünden geçtiler.
Bu kısmı asıl konaktan bir
camlı bölme ayırıyordu.
Bölmenin ötesinde sağdaki
oda “kalem”di. Kapısı açıktı. İçerde kimse yoktu. Cemil’i getiren sarışın er
suratını astı:
— Ne cehennemde bu adam?..
Hiç yerinde oturmaz... Cemil’e gülümsedi. Bir dakika bekle bey... Bulup
geleyim!
Burası çok geniş bir
sofaydı, iki yanda dörder kapı, karşıda iki taraftan çıkılır geniş bir merdiven
görünüyordu.
Cemil cigara yakarken yukarı
kattan patırtılı ayak sesleri duyuldu. Belinden yukarısı çıplak bir adam,
tırabzanları tutup basamakları üçer dörder atlayarak sofaya indi, merdivenden
üç adım geride durup döndü, güreşe hazırlanır gibi, biraz öne eğilip kollarını
iki yana açarak bekledi.
Kovalayanlar beş kişiydi.
Onların da bellerinden yukarısı çıplaktı. Çırpınarak bağırdılar:
— Hoyda bre!..
— Geldim pehlivan, iman
tazele!
Ayakları çıplaktı
hepsinin... Dikişleri kırmızı zırhlı subay pantolonları giymişlerdi.
Birbirlerine göğüs
çaprazlarıyla daldılar. Kimi bacağını ötekinin bacağına sarmış, kimi tek
ayağını karşısındakinin iki bacağı arasına uzatmış, gerçekten var güçleriyle
itişiyorlardı.
Açık kapılardan birkaç kişi
seyre çıkmış, sofa birdenbire gürültü ile dolmuştu.
— Kündele Hafız!..
— Kanır şu domuzu!.. Kanır
dedim... Kır belini...
— Burda olmaz yahu...
Bahçeye... Bahçeye çıkın be adamlar... Ağız tadıyla seyir olsun!..
Seyre çıkanlardan biri
gözlüklüydü. Sapsarı suratının sarı ayva tüyleriyle olduğundan çok daha körpe
görünüyordu. Elindeki kitabı Kuran’ı kırılacak bir şeymiş gibi sımsıkı, göğsüne
bastırmıştı. Başında kara takke, çıplak ayağında takunyalar, bacağında uzun don
vardı. Boğuşanlara bir zaman ayıplamış gibi, gözlerini kısarak bakmış, sonra
ağzı yan açık kendisini güreşin hızına kaptırmıştı. Ne kadar imrendiği üst üste
yutkunmasından anlaşılıyordu.
Sarışın erin önünde yürüyen
gözlüklü kara sakallı adam, güreşenleri görmezden gelerek kaleme girmiş, asker,
Cemil’i unutup seyre koşmuştu.
Cemil, masanın önüne geldi
zaman kara sakallı söyleniyordu:
— İt ahırına çevirdiler
buraları... Utanma olur adamda... Subay olacak bunlar...
Kağıtları oradan oraya
itiyor, bırakıyor, yeniden önüne çekiyordu. Sırtında rütbe işaretleri sökülmüş
bir Avusturya subayı ceketi, üstten ikinci delikte, Alman demir haç nişanının
kordelası vardı.
Cemil’in yüzüne bakmadan,
enikonu çıkıştı:
— Verin efendim
kağıtlarınızı... Hadisenize...
— Kağıtlarım yok... Akşama
göndereceklermiş...
— Yok mu? Gümüş çerçeveli
gözlüklerinin üstünden akıl almaz bir olayla karşılaşmış gibi şaşkın baktı. Yok
da sizi bana niçin yolladılar? Olmaz!.. Kağıtlarınızla beraber geleceksiniz...
— Komutan beyle görüştük...
— Görüştünüz mü?
“Kagıtlarıın sonra gelecek” dediniz, “Peki” mi dedi?
— Evet!..
Almanca küfretti. Suratı
birden kıpkırmızı olmuştu.
— Temiz raporunuzda mı yok?
— Hayır!..
— Oldu mu ya?.. Hayır
olmadı!.. İmkansız!.. Bir dakika...
Ellerini, olmayan
palaskasından geçirerek çıktı.
Masada çok külüstür bir
hokka, berbat bir kalem, açık bir ıstampa, bunun üstünde bir mühür vardı.
Duvarlarda, renkli kartonlara birtakım çizgiler çizilmiş, rakamlar yazılmıştı.
Portmantoda bir kabalak, Avusturya subaylarının giydiği yeşil çuhadan kaput
asılıydı.
. Kara sakallı adam,
büsbütün öfkeli döndü. Cemil’in söylediklerini bir deftere geçirdi. Çok büyük
bir fedakarlığı hiç istemeden yapıyor gibi sıkıntılıydı.
— Yüzbaşısınız... Ümera
kısmına veriyoruz! Naci Bey size, barınma evinin iç tüzüğünü anlatır. Tüzüğe
uyarsanız rahat edersiniz!.. Değerli bir şeyiniz varsa senet karşılığı
bırakmanız yararınıza olur. Yatağınız yok... Karyolanız da yok... Havlu, sabun,
diş fırçası, takunya aldırırız ki rahat edesiniz. Yemeklerinizi burada
pişireceksiniz, mutfakta sıraya giriniz!.. Sofalarda, odalarda pişiriyorlar.
Emir dinlemiyorlar, onlara uymayınız! Duman, marsık kokusu, yanmış yağ sıhhate
çok zararlıdır. Ama gene de siz bilirsiniz! Başımıza bunca felaket geldi. Hiç
olmazsa Alınanlardan insan gibi yaşamasını öğrenebilseydik... Durunuz!..
Bazıları erkek kılığında kadın getirmeye kalkıyorlar... Akrabamız diye çocuk
getiriyorlar!
— Rica ederim!..
— Hayır! Sizin için
söylemedim. Naci Bey’in de o taraklarda bezi yoktur. Kavgalar oluyor... Ayıp...
Öteberi kayboluyor, daha ayıp... Komutan beyin tanıdığıymışsınız!.. Personelden
sayılırsınız! Yüzbaşı olduğunuz halde, ümera kısmına alındınız! Özel bir
işlemdir. Tüzük dışı olaylar görür, duyar, sezerseniz hemen bize bildirin
gizlice...
— Anlamadım...
— Neden? Bildirin ki rahat
edesiniz!.. Bir siz bileceksiniz, bir ben, bir de komutan bey... Meraklanmayın,
nereden öğrendiğimizi söylemeyiz!..
Kara sakallı adam, Cemil’in
suratındaki değişmeyi neden sonra fark etti. Hiç bozulmadı:
— Ne demek istediğimi ilerde
anlayacaksınız yüzbaşı... Biz bu savaşı neden kaybettik? Medreselilerden
yedeksubay yapmaya kalktığımızdan... Buradakilerin yüzde doksanı fodlacı... Ne
demek istediğimi ilerde anlarsınız! Şimdilik bu kadar... Tanıştığımıza
sevindim. Elini uzattı. Ben Binbaşı Mahmut Nedim... Kurmay Başkanlığı Haber
Toplama Dairesi Birleşik Büro eski şeflerinden...
Cemil, uzatılan eli sıktı.
Çıkıyordu. Eski şef durdurttu. Zile bastı. Gelen ere emretti:
— Yüzbaşıyı Naci Bey’in
odasına götürün! Yatağı yoktur. Öteberi aldırmak isteyecektir!
Cemil, askerin arkasından
çıktı.
Sofada kimsecikler
kalmamıştı.
Sarışın er merdiveni
gösterdi:
— Siz buyrun! Ben depo
çavuşunu bulayım, yetişirim!
Cemil açık kapılardan içeri
bakarak yavaş yavaş yürüdü.
Deminki sarışın delikanlı,
iki dizi üstünde, ileri geri sallanarak, yüksek sesle Kuran okuyordu. Üç kişi
kağıt oynamakta, birisi sırtüstü yatmış cigara içmekteydi. Yatakların çoğu
seriliydi. Birazı, duvar diplerinde toplanmıştı. Arada portatif karyolalar da
vardı.
Bir başka odada, birisi
yemek yiyor, birisi soğan doğruyordu. İki kişi damaya dalmıştı.
Cemil, kalemdeki Alman
kırması binbaşının sözlerini hatırlayarak burasını Makedonya’da gördüğü vakfı
tükenmiş fakir medreselere benzetti.
Merdiveni çıkarken sarışın
er yetişmişti. Soluk soluğa anlattı:
— Kitlemiş gitmiş Rıza
Çavuş... Gelir ama... Bulsak iyiydi... Yataklar çatıda... Ortalık karardı mı
çıkarması zor... Adam bulunmaz çünkü... Ümera kısmında yatacağınıza göre size
bir karyola uydursun Rıza Çavuş... Sesini alçalttı. Birkaç kuruş verirseniz
olur biter! Aldıracaklarınızı ben alırım... Siz listesini yazın! Okumam var
benim...
Üst kat sofası camekanla
ikiye bölünmüştü. Ara kapının üstünde “Ümera” yazılıydı. Beride kalan kısım
aşağıdan farksızdı. Başına mendil sarıp ucunu omuzuna sallandırmış, kirli
fanilalı biri bir küçük leğende çamaşır yıkıyor, bir başkası tenekeden yapılmış
bir maltızda ateş yelliyordu. Kapısı açık odalardan birinde teğmen ceketinin
sol kolu boş, bir savaş sakatı, yağlıboya ile bir kartpostal büyütmekteydi.
Bölmeyi geçtiler.
Burada karşılıklı dört kapı
vardı. Ortaya, eski bir yol halısı serilmişti. Soldaki kapıların arasında,
bacakları yaldızdı, lüikenz bir mermer masa, üstünde, oyma çerçeveli bir büyük
ayna duruyordu.
Asker, dipteki odanın
kapısında durdu:
— Naci Bey yarbaydır
yüzbaşım... Yardımcısı da yedek teğmen Selim Efendi... Bir de Binbaşı Halil Bey
var ama dışarıya çıktı sanırım...
Kapıyı vurdu. Gel
denilmesini bekledi. Açıp Cemil’e yol verdi:
Odada üç portatif karyola,
bir portatif masa, üç sandık, iki dolap dolusu kitap vardı. Genç teğmen masada
oturuyor, önünde, kağıtlar, kalemler duruyordu. Sırtüstü yatmış, gözlerini
tavana dikmiş olan da herhalde Yarbay Naci Bey’di.
Cemil içeri girince
topuklarını birleştirip yarbayı selamladı:
— Rahatsız ettim yarbayım!
Ben yüzbaşı Tosun Adapazarı...
Yarbay çok önemli bir haber
beklemekteymiş gibi hemen doğruldu:
— İzin verirseniz... Burada
kalacağım...
Yarbay Naci’nin dikkat
kesilmiş vücudu gevşedi:
— Buyrun!.. Bir garip
bakıyor, sanki kulaklarıyla değil, bütün gövdesiyle dinliyordu. Benim iznime
bağlı değil!.. Elini uzattı. Buyrun!.. Ben Yarbay Naci...
Cemil hızlanıp önce
yarbayın, sonra, ayağa kalkmış olan teğmenin ellerini sıktı.
— Oturun yüzbaşı... Selim
Efendi, yüzbaşıya cigara verelim!..
Emireri, depo çavuşunu yollayacağını
söyleyerek çıktı.
Naci Bey yanına bıraktığı
ciltli kitabı el yordamıyla aramaya başlayınca Cemil, genç yarbayın kör
olduğunu dehşetle anladı.
— Eğer kitaplardan canınız
sıkılıyorsa Tosun Bey, sizi rahat bir yere yollamadılar demektir.
— Sıkılmaz efendim...
— Acele etmeyin... Meraklı
değilseniz dayanacağınızı sanmam... Kaç arkadaş kaçırdık Selim Efendi biz
şimdiye kadar?..
Teğmen Selim gene gülümsedi.
Cemil içeri girdi gireli hiç gülümsememişti. Ama somurtkan değil de galiba
dalgındı.
— Dört yarbayım!..
— İsmail Bey’i neden
saymıyorsunuz? Savuşacak... Eli kulağında... Savuştu bile sayılır...
Baksanıza... Önceleri hiç çıkmıyordu. Ancak bir hafta dayanabildi. Sabah gidip
akşam geliyor artık... Biz yatmadan da girmiyor odaya...
Teğmen nasıl hiç gülümsemiyorsa,
Naci Bey de hep gülümsüyordu. İnce uzun vücudu, imrenilecek kadar biçimliydi.
Yüzü Yunan heykellerine benziyor, bu heykel benzerliğini, hiç sakatlıkları
yokmuş gibi duran, fakat gene de görmedikleri kısa zamanda anlaşılan elâ
gözlerinin acıklı boşluğu büsbütün artırıyordu.
Naci Bey, Cemil’e, hangi
cephelerde bulunduğunu sordu. Cemil, başka bir adla geldiği için, Filistin
cephesinden hiç söz açmamayı kendi kendine kararlaştırmıştı. Soru karşısında
bir an durdu, “En iyisi Filistin cephesinde bulunduğumu söylemek... ” diye
düşündü.
— Kanala gittiniz mi?
— Evet!..
— Von Kres Paşa’yı
tanırsınız yakından, öyleyse?
— Evet...
— Çok iyi. Yüzbaşıdan bu
hususta yararlanacağız Selim Efendi...
— Evet yarbayım!..
— Bazı notlar çıkarıyoruz!
Hiç önemli değil ama... Boş oturmaktan iyi... Selim Efendi yorulmadığını
söylüyor! İnanamıyorum! Usandığını sezerseniz bana bildirirsiniz değil mi
yüzbaşı?..
— Neden usansınlar?
Sanmam!..
Cemil, Teğmen Selim’den
doğrulamasını bekledi. Teğmen duymamış gibiydi.
Naci Bey buna alışmış olmalı
ki aldırmadı.
— Dil bilir misiniz yüzbaşı?
Almanca?.. Fransızca?..
— Hayır!..
— Okuyamaz mısınız?
Anlamanız şart değil... Düzgün... Aralıksız...
— Maalesef... N’olacak?
— Hiç... Hiçbir şey... Önemi
yok...
Cemil camlı dolaplardaki,
ciltli ciltsiz, ince kalın kitaplara baktı. Çoğu gâvurcaydı.
— İzin verir misiniz
yemekten önce şunu bitirelim?
— Hay hay! Rica ederim!..
Çıkalım, rahatsız olursanız!..
— Yok efendim!.. Oturun şu
koltuğa... Dinleyin sıkılana kadar... Nerede kaldıktı Selim Efendi?
Cemil oturdu. Teğmen Selim,
kâğıtları önüne çekti. Dümdüz, dupdurgun bir sesle okumaya başladı:
— Özel numara 147... 15’inci
Fırka Kumandanlığı... Şube 1.
— Fırka emri mi? Gümrü’den
yazılmış... birinci Kafkas Kolordusu... Kazım Karabekir Paşa imzalı?
— Evet yarbayım...
— Geçelim... 4 numaralı
zarfa koyalım lütfen...
— Özel numara, 148...
Gümrü’de toplanan Osmanlı Hükümeti’yle Ermeni Cumhuriyeti Hükümeti müzakere
heyetlerinin kararlaştırdıkları...
— Mütareke hattı
anlaşması... Lütfen, siyasi vesikalar zarfına teğmen...
Teğmen Selim otomat gibi
çalışıyordu. Sesinin hiç dalgalanmaması Cemil’in yorgunluğunu arttırmaya
başlamıştı.
— Özel numara 149... İslam
Ordusu Komutanlığı’nın taarruz emri... 15’inci Yaya Tümen’e... Kısaltılmıştır.
— Evet... Okuyalım lütfen...
— 10/11-9-1918 yarı geceden
sonra alınmıştır. “Beşinci ve on beşinci tümenlerle güney grubundan meydana
gelen ordunun komutasını ele aldım. Bu ordu Bakû’ya taarruz edecektir. Taarruz
zamanını ayrıca bildireceğim...
— Anlaşıldı. Nuri Paşa’nın
emri... Nuri Paşa dosyasına koyun lütfen... 150 özel numarada 15’nci Tümen
Komutanı Süleyman İzzet’in 9 numaralı tümen emri olacak, teğmen... Bulalım
onu... Ordu emrine iliştirelim... Görebilirmiş gibi Cemil’i aradı. Birer kahve
içer miydik, Tosun Bey?..
Teğmen Selim hiç davranmadı.
Cemil sıkıldı.
— Bilmem... Siz içerseniz...
— İçelim... Çaya vakit var
daha... Nasıl olsun? Benimki orta...
— Tamam...
Teğmen Selim kalktı. Köşede
duran sandığın üstündeki küçük ispirto ocağını yaktı.
Dışarda, bulutlar birden
güneşi örtmüş, ortalığı sanki akşam loşluğu sarmıştı.
Cemil dayanılmaz bir
bıkkınlık duydu. Doğduğu şehirde yersiz yurtsuz serserilere dönmüştü. “Serseri
bile değil... Kovalanan suçlu... N’olacak peki sonu bunun?.. Kızı alıp
Salihli’ye... Salihli olmaz artık... Çorum’a... ”
— Ne diyorsunuz siz bu İzmir
işine Yüzbaşı?
— İzmir işine mi? Cemil
kendini toparlamaya çalıştı. Bilmem ki yarbayım... Yunanla teke tek kalsak...
— Teke tek... Hiç bırakırlar
mı? Yok artık teke tek kalmak dünyada... Filistin’de bulunmuştunuz değil mi?
— Evet...
— Binbaşı Arif Bey’i
tanıdınız mı?
— 176’ncı Alay komutanı...
Arif İçerenköy...
— Tamam...
Teğmen Selim kahveleri
getirdi. Yarbay Naci Bey’in elini tutup fincanı verdi.
— Kendinize de yaptınız mı
teğmen...
Teğmen Selim biraz
durakladı. Cemil olmasaydı belli ki yalan söyleyecekti.
— Hayır yarbayım... Canım
istemiyor.
— Söz vermiştiniz ama...
Alışmaya çalışacaktınız. Cigara, kahve, rakı... Bunları doktor yasaklayıncaya
kadar içmeli insan...
Teğmen Selim, cigarayı
Yarbay Naci Bey’in ağzına koyup yaktı.
Kahve Cemil’e iyi gelmişti.
Naci Bey’in gözlerini nerede kaybettiğini merak etti.
— Kafkasya’da mı
yaralandınız yarbayım?
— Evet... Mütarekeden bir
gün önce... Daha doğrusu, Mütareke imzalanmış da bizim haberimiz olmamış
daha... Romanya’daki 15’nci Tümen’le gittik Kafkasya’ya...
— 15’nci Tümen mi?
Çanakkale’de Kirte savaşlarını yapan?..
— Bulundunuz mu
Çanakkale’de?
— Kirte savaşlarının sonuna
yetişebildi, bizim batarya...
— Ben o sıra, 55’nci
Tümen’deydim, Anafartalar’da... Komutanımız...
Teğmen Selim fincanları alıp
masaya oturmuştu. Penceredeki loşluğu fark edince biraz şaşırdı. Tedirgin
gözlerini kırpıştırdı. Parmaklarını çatırdatmasından, kağıtların yerlerini
değiştirmesinden sinirlendiği anlaşılıyordu.
Naci Bey yarıda bıraktığı
sözü bitirmedi:
— Hazır mıyız teğmen?
— Hazırız yarbayım... Özel
numara 151... İslam Ordusu Komutanı Nuri Paşa’dan telefonla alman ordu emri...
— Hangisi?..
— “... Düşman siperlerini
topçu ateşi istemeden baskınla zapteden alay komutanı... ”
— Bırakın...
— “Binbaşı Naci Bey’e ayrıca
teşekkür ederim... ”
— Bırakın dedim, anlaşıldı.
Teğmen Selim gerçekten
dalmıştı:
— “Yarbaylığa yükseltilmesi
için Nezareti Celileye yazılmıştır. ”
— Yeter diyorum teğmen...
Selim uykudan uyanır gibi
ürpererek baktı:
— Evet yarbayım...
— Koyun onu benim için
açtığınız dosyaya... Daldınız gene... Bırakalım yoruldunuzsa?..
— Yok... Hayır yarbayım...
“Özel numara 152... Özel şifre: No. 417. (Not). “Şark Orduları grup komutanı
Halil Paşa hazretleri geldi gitti. Karakilise’deki alay yoldadır. Şark Orduları
grubunun mürettep atlı alayı İslam Ordusu’na bırakılmıştır. Zorda kalınırsa
Almanlarla savaşa girmekten çekinilmeyecektir... ”
— Tamam!..
Cemil, merakla sordu:
— Gerçekten bu kadar karıştı
mıydı efendim, Kafkasya’daki durum son zamanlarda?
Naci Bey gülümsedi.
Dizlerinde duran kitabı, bir çocuk başı gibi okşayarak karşılık verdi:
— İşte bunu aydınlatmaya
çalışıyoruz! Almanlar Kafkasya’da bütün milletleri bize karşı kışkırtmışlardı.
Petrolü kendileri için ele geçirmek istiyorlardı. Çatışma bir aralık öyle bir noktaya
vardı ki Batum-Gence demiryolundan Osmanlı birliklerini, araçlarını, yiyeceği,
cephaneyi, hatta izinden dönen subayları, erleri geçirmemeye kalkıştılar... Öte
yandan yerli halk da bize yardım etmedi hiç... Orda bir not olacak Selim
Efendi... Sanırım 239 özel numara... Okuyalım onu...
Teğmen Selim aradı, buldu:
— “Özel numara 239...
Takviyeli Onuncu Kafkas Alayı’nın hareketi ve sonucu... İki dağ topuyla
desteklenen 28’inci tabur, düşmana baskın vermek isterken pusuya düşürülmüştür.
İki top kaybedilmiştir. 28’inci taburun yardımına koşan 39’uncu tabur da ağır
kayıplar vererek gerilemek zorunda kaldı. Bunları kurtarmak için taarruza geçen
29’ncu tabur çevrilme tehlikesini zorlukla atlattı. Bu harekette subay ve er
olarak 243 kişi, 2 top, 41 atım cephane, 116 tüfek, 155 kasatura
kaybedilmiştir. 18-61918 tarihinde İslam Ordusu Komutanı Nuri Paşa yanında
Azerbaycanlı General Ali Paşa Şeyhlinski olduğu halde Gökçay kasabası halkını
meydana toplayıp şunları söyledi: “Azerbaycan’ı ve Azerbaycanlıları kurtarmak
için Osmanlı ordusu memleketimize geldi. Bu orduya canla başla yardım etmeniz
lazımdır. Silahla yardım edilemiyorsa, hiç olmazsa askere yiyecek ve sularınızı
taşıyınız. Muharebe eden zabit ve askerlerden birçokları susuzluktan
ölmüşlerdir bu şiddetli sıcakta... ”
Teğmen Selim birden ayağa
kalktı. Tepeden tırnağa titriyordu. Cemil ne olduğunu anlayamadan, boğuk bir
sesle bağırdı:
— Kafkasya’da sıcaktan mı
ölmüşler? Olmaz yarbayım, olmaz böyle şey... Yalan bu... Hayır...
Yumruklarını sıkmış,
gözlerini alabildiğine açmıştı. Dişleri kinle gıcırdıyor, solukları gittikçe
sıklaşıyordu.
Yarbay Naci Bey doğrulmuş,
Cemil şaşırmıştı.
Selim iki kere hıçkırdı,
kendisini ağlamaya kaptırmamak için alt dudağım dişleyerek koşar gibi dışarı
çıktı. Kapıyı çarparak kapattı.
Naci Bey, belki de kapı
böyle çarpıldığı için elleri bağlıyken tokat yemiş onurlu bir erkek gibi
sarsılmıştı:
— Çıktı mı?
— Kim?.. Evet... Teğmeni
sordunuz değil mi?
— Teğmeni...
— N’oldu? Anlayamadım...
— Bu konuda çalışamayacağını
düşünmeliydim! Sarıkamış’ta bulunmuş... Bozuk sinirleri...
Dışarda bir görüldü oldu.
Naci Bey irkilip dikildi.
Bir zaman kulak verip
ciğerlerinde tuttuğu havayı boşalttı. Bir yandan da, bir şey aranıyor,
bulamadıkça sinirleniyordu.
— Bir şey mi istediniz
yarbayım?
— Yok... Hayır... Eli
büsbütün titremeye başlamıştı. Yok bir şey...
Titreyen eliyle komodinin
üstündekileri yere düşürünce, bir an kalakaldı. Birden yorulmuştu. Boğuşmaktan
vazgeçen yenilmişlerin çaresizliğiyle başını kaldırdı:
— Cigarayı... Düşürdüm değil
mi?
Cemil, yerden hemen aldığı
paketi açıp cigara verdi:
— Hayır! Burada...
— Sağ olun! Birkaç nefes
çekti. Tiryaki misiniz?
— Evet!..
— Dikkat ettiniz mi?
Geceleri karanlıkta içilen cigaralar gerçek tiryakileri doyurmaz!
— Hayır! Bilmiyorum! Oysa
bunu cephede çok denemişti. Hiç durmadım üstünde...
— Doyurmaz! Bu sefer,
birisiyle şakalaşan küçük bir çocuk gibi gülümsedi. İnsanın en güçlü yönü
alışması... En güçsüz yönü de bu... Elini yüzünden geçirdi. Bazı geceler... Çok
sık değil, merak etmeyin... Uyandıracağım sizi... Peşin peşin özür dilerim...
Bazı geceler bağırıyorum... Meraklanmayın sakın... Bir yerim ağrıdığından
değil. . Düşümde gözlerimi açılmış görüyorum!.. Gülümsedi. Önceleri daha sık
olurdu. Gittikçe azalıyor!.. Her defasında aldanıyorum! Sevinçle bağırıyorum! İsmail
Bey’i sıkıştırdım. “Kamından vurulmuş gibi... ” dedi. Ne ilgisi var! Birkaç
keresinde uyanınca düş gördüğümü kabul etmedim. Fırladım yataktan... Öteyi
beriyi yere düşürerek kibrit çaktım... Yağmuru dinledi. Rica etsem... Bakar
mısınız teğmene?.. Yatıştırmaya çalışın!
Cemil hemen çıktı.
Selim Efendi pencereden
avluya bakıyordu.
Cemil, hiçbir şey
tasarlamadan yaklaştı.
Yağmur yağıyordu, bardaktan
boşanırcasına... Sağnaklar sağnakları kovalamakta, sanki gri tülden kat kat
perdeler savrulmaktaydı. Ağaçlar silinmiş, demir parmaklıklı kapı bile görünmez
olmuştu. Yağmur öyle yükleniyordu ki bu gidişle ahşap konağı eritip
çökertecekti.
Teğmen Selim sakinleşmişti.
Bu dünyada değilmiş de, bir başka yıldızdakilere esir düşmüş, onları çevreleyen
şeylere bakıyormuş gibi, tedirgin, yabancı, şaşkın bakıyor, bir asker şarkısı
mırıldanıyordu. Cemil bu şarkıyı tanıdığı için Teğmen Selim’in mırıltılarını
aklında kelimelere çevirdi: “Aksın kanım kefenime renk olsun-Al kefenim
bayrağıma denk olsun!”... Selim, şarkısının bu iki satırını hiç değiştirmeden
aralıksız tekrarlıyordu...
Cemil’in uzattığı cigaraya
bir an ürkerek baktı. Cigaranın, cigara olduğunu anlamak için, kendisini var
gücüyle zorladığı belliydi. Gene hiç gülümsemeden aldı. Çok gizli, duyulması
çok tehlikeli bir şey söylüyor gibi fısıltıyla konuştu:
— Kafkasya’da insanın
sıcaktan ölmesi yalan... Hayır, yanlış anlaşılmasın! Yarbayım yalan söylüyor
demek istemiyorum!.. Omzu üstünden kapıya baktı. Gözleri görmediği için
aldatmışlar yarbayı... Parmağıyla göğsüne yavaşça vurdu. Çünkü ben bulundum
Sarıkamış’ta... Gördüm... 6 Kasım 1914’te başladı Köprüköy savaşı... Altı gün
sürdü. Günlerden cumaydı!.. Namaz kılmadık biz o cuma... Dövüştük... Dövüş daha
sevaptır namazdan... Düşmanı geri attık... Direndi. 14 Kasım’da yeniden
tutuştuk. Cumartesinden çarşambaya kadar dört gün dört gece vuruştuk. Azapköy
savaşıdır bu... Bozduk düşmanı... Üçüncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa,
düşmanın bozulduğunu anlayamadı. Anlasaydı, Turan’ı kurtarmıştık. Başkomutan
vekili yüce başbuğumuz Enver Paşa, 14 Aralık’ta Köprüköy’e geldi. Bizi gözden
geçirdi. Ben üst üste iki yün fanila, kalın subay ceketi, kalın subay ceketi,
kalın kaput giymiştim. Soğuktan titriyordum. Başbuğun sırtında ceketten başka
bir şey yoktu. Üşümüyordu. İnanıyorum. Çünkü insanüstüydü. Bize işleyen güçler
ona işlemiyordu. “Üşüyorsunuz” dedi, “yan açsınız!” dedi. “Sizi giydiremem,
doyuramam!” dedi, “Ama giyinmenizin, doymanızın yolunu gösterebilirim” dedi.
“Ne lazımsa düşmanda var” dedi. “Gideceksiniz, alacaksınız!” dedi, “Yalnız
giyim kuşam, yeme içme değil, Niğbolu’dan, Çaldıran’dan, Mohaç’tan daha büyük
şanlar şerefler de sizi orada bekliyor” dedi. Yüksek bir yerde durmuştu. Sakin
konuşuyordu. Ben aşağıdan yukarıya bakıyordum. Ömrümde o kadar yakışıklı, o
kadar güçlü, o kadar bilgiç erkek görmedim!.. Ona, orada inanmamak için kancık,
kahpe, vatan haini olmak lazımdı.
İçimizden başbuğa yalnız
kaltaban Hasan İzzet Paşa inanmadı. Başbuğ, komutayı aldı eline... 21 Aralık
Pazartesi günü Aras’ı geçtik. Sarıkamış Savaşı, aslında 22 Aralık Salı günü
başlamış, 25 gün sürmüştür. Başkumandan vekili bizim kolordunun başındaydı.
Onun için 22 Aralık Salı günü 2. ’inci Kolordu’yu düşman geri attı, 9’uncu
Kolordu’yu çevirdi. Biz yürüdük... Sarıkamış’a varamadık diyorlar. Yalan! 25
Aralık Cuma’yı 26 Aralık Cumartesi’ye bağlayan gece girdik biz Sarıkamış’a...
2’inci Kolordu’yla 9’uncu Kolordu başbuğun emrini yerine getirebilseydi,
Sarıkamış’ı vermezdik... Ben Sarıkamış’a son defa saldıranların arasındaydım!
33 bin kişilik 10’uncu Kolordu’dan... Otuz üç kişi kalmıştık. Olsun! 33 Türk az
değil!.. Parmaklarını, yolar gibi yanaklarından geçirdi. Yumruğunu kaldırdı.
Şuracıktaydı başbuğun bizden istediği Sarıkamış... Sarıkamış’ı bizden sağlam
istemeseydi de ezmemizi emretseydi, bir yumrukta ezerdim... İçinden bir keskin
sancı geçmiş gibi, yumruklarını kamına bastırdı. Suratını buruşturdu. İki kere
girdik Sarıkamış’a biz... Birincide sürdü çıkardı bizi düşman... Yetmiş kişi
girdik, otuz dört kişi çıktık. Yedeksubay Kazım İskilip, ben, üç teğmen daha...
Baktık er kalmamış... Biri “Zorlamak boşuna, ” dedi. Kazım, “olmaz, bir daha
zorlayacağız, Başbuğun emri bu!.. ” dedi. Kar kesilmişti. Yerler cam gibi buz
tutmuştu. Gece, yıldız alacasında, gündüz gibiydi. Kazım önümüze dikilip bizi
çevirdi. Bahtımızı bir daha denemek için toplandık. Kazım dört adım
önümüzdeydi. “Haydi arkadaşlar!” derken fundalıkta bir kımıldama oldu. Kazım
“Kim o?” diye atıldı. Kaputlu komutan çıktı önüne, “Kimsin?” diye sordu
Kazım’a... Kazım künyesini söyledi hazır ola gelip... Herif, “Nereye
koşuyordun?” diye sordu. Kazım, “Kaçakları çevirmeye!” dedi. Herif çevresine
baktı. Bizi gördü. Elini sallayıp çağırdı. Gittik. “Ben komutanım! Şunu kurşuna
dizin!” dedi. Donduk, put kesildik!.. Yanındakilerden biri bir şey söyledi.
Duymadık. Kızdı kaputlu komutan... “Kurşuna!” diye uludu. Bir başkası çıktı
sıradan, şaşırmış Kazım’ı ensesinden tutup sürüdü. Bir ağaca çarptı. Aldı
elinden tüfeğini... Bize çevirdi. Korktuk. Dediklerini yaptık, namussuza...
Dizildik bizim Kazım’ın karşısına... Kaputlu herif, “Ateş!” dedi. Kurşuna
dizdik Kazım’ı... Selim ellerini yüzüne kapattı. Aklıma gelmedi mi Kazım’a
atacağına dönüp kaputlu herife atmak?.. Kim demiş?.. Ellerini indirerek ağzının
iki yanını avuçladı. Sen mi? Halt etmişsin! Geldi. Toparlanamadım! Üste karşı
gelmek yok Türklükte... Kâzım çöktü dizlerinin üstüne... Sonra yüzükoyun
kapandı kara... Biz otuz üç kişi, kaputlu herifin emrinde yeniden atıldık
Sarıkamış’a... Sarıkamış’ın taşı toprağı kurşun kusuyordu. Girdik de nasıl
vurulmadık, nereye kadar ilerledik? Ne zaman nasıl çıktık. Allah bilir!.. Kazım
aklıma geldi. Tüfeği attım! Kaputsuz başkomutan vekilini bulmak için yola
düştüm!.. Parmağını havaya kaldırdı. Kaçtı diyorlar! Yalan! Kaçmaz bizim
başbuğumuz! Turan’a çıkan geçidin başında bekliyor bizi... Yarbayım izin versin
gidip bulacağım! “Kahpece vurdular senin Kazım mı” diyeceğim! “Senin önünde
çarpışmaktan başka bir şey istemiyordu Kazım!” diyeceğim!.. Kaputlu komutanı,
kaputunun yakasından tutup süreyeceğim!..
Yağmur aralıksız yağıyordu.
Subay barınma evine
sığınanlar birer ikişer gelmeye başlamışlardı.
Bunlar, yenilmiş Osmanlı
İmparatorluğu ordusunun en korkunç döküntüleriydi. Ceketlerinin boş kollarını
ceplerine sokmuş çolaklar... Koltuk değneklerinin arasında tahta bacaklarını
sürükleyen topallar... İki gözü görmeyenleri yeden tek gözlüler... Sarsaklar,
gülenler, ağlayanlar, saldırı komutları verenler...
Cemil üstüne çöken
karakoncolos akınından nereye kaçabileceğini bir an aradı. Rumeli çoktan yoktu.
Suadiye’den ötesi, Anadolu, dünyanın ucundaki uçurum gibi kapkaranlıktı.
Üniformayı giydi giyeli, -on bir yaşından beri ilk defa korktu.
Barınma evinde gürültü
birdenbire artmıştı.
Cemil, Selim’e bir cigara
daha uzattı. Delikanlı, şaşırarak bir pakete, bir Cemil’e baktı.
Tahtalara vuran kalın sopa
seslerinin merdiveni çıktığını, ara kapıyı geçtiğini ikisi de duymamıştı.
Kalın, dik, buraya hiç yaraşmayacak kadar güvenli bir ses sofayı doldurdu:
— Islanmış sıçana döndüm ama
Selim oğlum... Selleri söktüm geldim!
Cemil sese döndü.
— Dur bakayım!.. Kim o? Vayyy...
Kara Cehennem! Bre seni hangi yağmur attı?
— Vay İsmail Aka...
Cemil sınıf arkadaşı Atlı
Binbaşı İsmail Üsküp’ü kucaklamak için atıldı. İsmail iri gövdesini koltuk
değneklerine bırakarak kollarını açmıştı.
Cemil iki adım kala durdu.
İsmail’in sol bacağı, diz kapağından kesilmiş, yerine ucu lastikli bir sopa
takılmıştı.
— Hadi hadi... Apışma... İki
ayakla bir buçuk ayağın farkı yok... Görmeye mi geldin beni? Nasıl haberin
oldu? Kimden işittin? Maksut Arap’tan mı?
Cemil, arkadaşını
omuzlarından tuttu:
— Kardeşim... Geçmiş
olsun... Duymadım hiç... Geçmiş olsun... Nerde oldu? Ne zaman?
— Boş ver! dur bakayım!..
Tamam! Turp gibisin Cehennem!.. Postu deldirmeden kurtulmuşsun, aferin!..
Elindeki çıkını Selim’e uzattı. Tut Selim Aka! Nasıl Naci Bey?.. Buldu mu
meselelerin gizlisini?.. Sen ne yaptın?.. Bak, bu Cehennem Yüzbaşı’yı ele iyi
geçirmişsin... İşte bu herif bilir, Kazım’ı kurşuna dizen kaputlu komutanı...
Selim başım hızla kaldırdı.
Sesi heyecanla titreyerek yavaşça sordu:
— Gerçek mi yüzbaşım?.. Tanıyor
musunuz? Adı ne?
Cemil gözlerini Selim’den
kaçırarak İsmail Üsküp’e sıkıntıyla baktı. İsmail parmağını Selim’in göğsüne
uzattı:
— Ortada bir tek komutan
olduğunu söyle şuna Cehennem... Kaputlu da bizim sidikli Enver’di, kaputsuz
da... Söyle... Yemin et... Yemin et de rahatlasın!..
İKİNCİ BÖLÜM
KARANLIĞIN DİBİNDE
1
Bandırma rıhtımına yarım mil
kala, rüzgâr birden düşmüş, iri taneli mayıs yağmuru başlamıştı.
Kapıdağlı Temel Reis’in
seksen tonluk odun kayığı birden yavaşlayıp durdu.
Tayfalar, boşalıp sarkan
eski yelkeni acele indirip sardılar, hantal botu, arkadan öne alarak küreğe
oturdular.
Bunları, kumanda beklemeden,
kendi başlarına yapmışlardı.
Temel Reis, tekne yedi mil
giderken nasılsa gene öyle idi. Gagaburnu’nun üstünde sarı kaşları çatık...
Kırçıl bıyıklarının altında morumsu dudakları sımsıkı... Çıplak ayağıyla
tuttuğu dümen yekesini sulara göre oynatarak dimdik karşıya bakıyor, başına
sardığı kırmızı mendille, düşman kalyonuna rampa edecek bir korsan reisine
benziyordu.
Yüzbaşı Cemil, güldüğünü
göstermemek için elini ağzına kapattı:
— “Bandırma Yunan
bayrağından görünmüyor” dedindi Reis... Hani bayraklar?
— Yağış fazla olmuştur da,
toplanmışlardır ıslanmasın diyerekten... Uyyy akıllarına tükürdüklerim...
Bir yük treni, düdüğünü
öttürerek, tünele doğru gidip geliyordu.
Rıhtım boyunda doldurulup
boşaltılan kayıklar vardı.
Tepelere sıralanmış yel
değirmenleri, tüten bacaları, ak minareleriyle Bandırma, hiçbir kuşkusu yokmuş
gibi, herhangi bir bahar gününün akşamını yaşıyordu.
Cemil kalpağını düzeltti.
Avcı biçimi ceketinin önünü ilikleyip külot pantolonunun içine, tam göbeğinin
üstüne bağladığı kocaman parabellum tabancasının belli olup olmadığına baktı.
Teğmen Recep’in uydurduğu tüccar kâğıdının yerinde durup durmadığını anlamak
için göğüs cebini yokladı.
— Burada asker emeklileri
derneği varmış...
— Varmıştır. Ben bilmem...
Bandırmak bilir.
— Gidiş geliş kâğıtlarına
bizim polis mi bakıyor?
— Bizim...
— Tanır mısın polisleri?..
— Tanının. Dursun polis
hemşeridir. Ali polis hemşeridir. Hüsnü Efendi hemşerimiz sayılır,
Karadenizlidir. Amasralı...
— Bakalım İzmir’den ne
haber?
— Bakalım...
Yağmur, denizin üstünden
kaymış, kasabanın kuzeyine kümelenmişti. Rıhtıma varmak yarım saat sürmedi.
Cemil, küçük bavulu alıp
karaya atladı:
— Teşekkür ederim Temel Reis...
Dönüşte Recep Efendi’yi göreceksin değil mi?
— Elbette...
— “Sağ esen çıktı” dersin.
Eve haber yollayacaktı!
— Yollar...
— Kim bakacak kâğıtlara?..
— Bakaydılar burada
bakarlardı. Geç git! Koca İzmir’i Yunan almış... Yere batsın kâğıtları...
Cemil, karşı dükkânlardan,
evlerden hep kendisini gözetliyorlarmış gibi, tedirgin yürüdü. İki üç köşe
dönerse, Anadolu toprağına dalıp Anadolu milletine karışacakmış gibi, gittikçe
hızlanıyordu. Yanından geçtiği insanların kendisiyle ilgilenip
ilgilenmediklerini gözetledi. Herkeste bir canından bezmişlik, bir uyurgezerlik
vardı. Bir dükkânın önünde durup lazım olmadığı halde bir paket Ahali Cigarası
istedi. Tütüncü, parayı bozarken, Asker Emeklileri Derneği’ni sorup sormamayı
düşündü.
Adam bir yandan paraları
önüne koyuyor, bir yandan kendisini süzüyordu:
— Sen de Bekir Sami Bey’in
yanında mısın efendi?
— Ben mi?.. Tezgâhın
üstünden paraları almakla uğraşıyor gibi yaparak hemen karşılık vermedi.
Evet...
— Allah sizden razı olsun...
Allah tuttuğunuz altın etsin!. , toprağımıza ayak basmanızla bize taze can
geldi. Ben olura olmaza ağlar herif değilim, geçen hafta Yunan İzmir’e çıkıp
buradaki gâvurlar kasabayı Yunan bayrağına boğunca ağladım, bir de siz gelip
gâvur bayraklarını indirtince ağladım. Salt bizim evdeki kanların duası ölene
kadar hepinize yeter. Allah razı olsun! Allah ömrünüzü... Allah kazadan
beladan...
Gözlerini kuruladı. Ak
sakallı yüzüne yaşlı kadınların umutsuz acılığı gelmişti. Dilinden Rumeli
göçmeni olduğu anlaşılıyordu.
Cemil, kurnazlık edip,
“Evet” demesinin tadını çıkaramadan, birini dolandırmanın utancını duymuştu.
Adamın omzunu okşadı:
— Sen de sağ ol arkadaş...
İki adım atıp döndü. Burada asker emeklilerin derneği varmış...
— Var evet... Hasan
Efendi’nin kahvesi... Hasan Efendi de sizden... Deniz subaylığından emeklidir. Hasan
Efendi... Cemil dükkândan telaşla çıktı. Nah şu ilerdeki çeşmeyi kıvrıl... İn
baş aşağı... Camında yazısını görürsün... Allah yolunuzu açık etsin beyim...
Bulamazsan ben de geleyim... En iyisi bu...
— istemez. Teşekkür ederim.
Ben bulurum. Siz işinize bakın!
— İş de neymiş... Ver şu
bavulu...
Cemil, bavulu hemen arkasına
sakladı:
— Olmaz! Hayır... Ben
taşırım! Hiç gelmeyin siz... Küserim sonra... Bırakın rica ederim!.. Bavulu
biraz çekiştirdiler. Bırakın! Bekir Sami Bey kızar böyle şeylere... Bize söz
gelir.
Adam elini çekiverdi. Yeşil
gözlerine birden umutsuzluk dolmuştu. Kekeledi:
— Götürseydim... Nerden
bilecek Bekir Sami Bey... Kaç para eder, şuncacık yardımımız dokunamayınca...
Cemil, olayın önemini beş on
adım gittikten sonra anlayabilmişti. Üst üste yutkunuyor, gözlerini
kırpıştırıyordu. “Tutuyor millet bizi... Millet bizi seviyor!.. ” Birden
canlanmış, başının içini, sarhoşluğa benzer bir tatlı duman kaplamıştı. “Ne
hayvanım ben... Ne kadar avanağım!.. ”
Temel Reis’in kayığından,
mor bulut kümelerine benzeyen sıra dağlara bakıp ne kadar boşuna kuşkulanmıştı.
“Bizi İstanbul’un karmakarışık umutsuzluğu sersem etti. Dünya battı sandık... ”
Ahırkapı odun iskelesinden
Temel Reis’in odun kayığına bindiği zaman, karısı Neriman’ı bile hatırlamayacak
kadar şaşkındı. Adaların ışıklarından kurtulup karanlık denize yönelince bu
yolculuğun sonunda, hiçbir kara parçasına ayak basmayacakmış duygusuna
kapılmıştı. Yaşamaktan ölüme geçmek de ancak böyle bir şey olmalıydı. Bu
gidişin yalnız sonu yok değil, dönüşü de yoktu. “Gittiğin yerde insan
bulamayacağın gibi, döndüğün zaman da, hiç kimseyi bulamayacaksın!”
Kristof Kolomb da
Hindistan’a varmaktan umut kestiği sıralarda buna benzer şeyler düşünmüş
olmalıydı.
Dönemeçteki çeşmeyi
kıvrılırken ayağı bir yere takılıp sendeledi. Gülerek kendisine geldi. “Çok
yaşa İsmail Aka... Çok yaşa e mi Üsküplü... ” diyerek subay barınma evinde
rastladığı savaş sakatı, Binbaşı İsmail Üsküp karşısındaymış gibi sevgiyle
gülümsedi. Bandırma’ya atlayıp Çerkez Reşit kardeşleri bulmayı İsmail akıl
etmiş, sırtındaki avcı biçimi elbiseyi, çizmeleri, kalpağı İsmail vermişti.
Mavzer tabancasını
parabellumla değiştiren, Teğmen Recep’in aracılığıyla odun kayığını bulmayı
düşünen de İsmail’di. “Atla Anadolu’ya... ” demişti. “Yanla Kuşçubaşı’nın
çiftliğine... Baktın canın sıkıldı, bir at çek altına, sarın fişekliği... Bul
bizim deli Çerkez Reşit’i... Namussuz Çakırcalı’nın on beş yıl sürdürdüğü dağ
padişahlığını, benim bildiğim Çerkez Reşit kardeşlerle sen yüz yıl sürdürürsünüz!
Kötülere çal kurşunu... Gâvur-Müslüman ayırma... Bakalım bunun sonu n’olur? Bu
bacak bizi koyup gitmeseydi ben on dakika durmazdım, akılsız Cehennem!”
Cigara aldığı dükkâncının
davranışından, İsmail Aka’nın ne kadar doğru düşündüğü belliydi.
Camında “Asker Emeklileri
Derneği” yazılı kahveye duraklamadan girdi:
— Merhaba!.. Hasan Efendi’ye
baktım!
— Buyrun... Hasan Efendi
benim...
Karşı köşede üç kişi kâğıt
oynuyordu.
Duvarda, taşbasması iki
resim vardı: Ele geçiremediğimiz Reşadiye dretnotumuzla Sultan Osman
dretnotumuz...
— Buyrun!.. Ne istiyorsunuz?
Cemil, az kalsın, Bekir
Sami’den laf açacaktı. Kendisini hemen topladı:
— İstanbul’dan geliyorum.
Sizi salık verdiler. Niyetim, buğday, arpa toplamak... Soğan... Fasulye,
nohut...
Hasan Efendi çekmecenin
yanını gösterdi. Sözleriyle pek ilgilenmediği belliydi. Başka şeyler
düşünüyordu:
— Oturun... Kahve mi, çay
mı?
— Bir kahve... Şekeri az...
Hasan Efendi, kahveyi
pişirip getirdi. Fincanı önüne bırakınca hemen doğrulup çekilmedi:
— “İstanbul’dan geldim. ” dediniz.
Bugün vapur günü değil...
— Değil evet... Bir şey
buldum, bir ahbabın yelkenlisi... “buradan tut götür” dediler. Ha, deyince
bulunmuyormuş...
— Doğru... Hasan Efendi
biraz düşündü. Burda, tüccardan, komisyonculardan hiç kimse tanımıyor musunuz?
— Hayır!..
— Kim verdi size benim
adresimi?
— Bir ahbap... Kahveden iki
yudum aldı. Vaktiyle burada askeriyenin ambarlarında bulunmuş... Belli belirsiz
durakladı. İsmail Bey!.. Binbaşı...
— Binbaşı İsmail Bey mi? Hasan
Efendi çenesini kaşıyarak yere baktı. Sarı yağız... Kalıplı... Sesi dik...
Gözlerindeki tedirginlik
gitmiş, yerini dostluk almıştı.
— Tamam...
— Nerde şimdi? İstanbul’da
mı?
— Evet!
— İyi... Hasan Efendi cigara
verdi. Yarın, birkaç yere bakarız. Bence hazırda olanı alıp hemen dönmelisiniz.
Ucuzuna pahalısına bakmayın!..
— Bakmayım mı? Neden?..
Köylerden, çiftliklerden toplanırsa çok kazançlı olur, demişlerdi.
— Doğru ama, sırasız... Sesi
birden değişmiş, biraz önceki dargın çekingenliği gene üstüne gelmişti. Ortalık
karışıkça... Ama gene siz bilirsiniz!..
Boş fincanı alıp gitti. Bir
zaman kahve ocağında şunu bunu kurcaladı.
Kâğıt oynayanlar Cemil’e
baktılar, göz göze gelince hemen başlarını çevirdiler.
Hasan Efendi’yle
müşterilerinin Yunan bayraklarını Bekir Sami Bey’in kaldırtmasına tütüncü kadar
sevinmedikleri anlaşılıyordu. “Yaratılıştan kuşkulu bir adam olmalı...
Tedirgin... Böyleleri cennete gitseler sevinmezler!.. ”
Hasan Efendi gelip
çekmecesinin arkasına oturmuştu.
— Yatacak yer?
— Daha bakmadım.
Düşünüyorum... Eğer uyarını bulursam, hemen yola çıkarım...
— Nereye?
— Emre köyü varmış...
Bandırma’yla Mihaliççik arasında, dediler.
— Çerkez köyü... Ali
Bey’in...
— Öyle mi?
— Kime gideceksiniz Emre
köyünde?
— Reşit Bey’e...
Hasan Efendi gene birden
ilgilendi:
— Çerkez Reşit Bey’e?..
Ethem Bey’in abisi?..
— Ethem Bey’i bilmiyorum.
Tevfik adlı bir kardeşi var.
— Tamam... Ali Bey’in
oğulları... İyi tanır mısınız Reşit Bey’i?
— Tanırım.
— Nerden?
— Askerlik arkadaşımdır.
— Subay mısınız?
— Subaydım.
— Yedek mi?
— Hayır!
— Hutbe?
— Yüzbaşı...
— Atlı?.. Topçu?..
Cemil güldü:
— Neden yaya değil?
— Değil çünkü...
— İyi bildiniz topçuydum!..
Hasan Efendi’nin yüzünden
saklamaya çalışmadığı bir acıma gülüşü geçti:
— Ordudan ayrıldınız,
başladınız alışverişe... İyi... Herkes alışveriş yaparken dövüşün, tam dövüşülecek
sıra, atılın alışverişe... Son cümleyi, kendi kendine konuşur gibi biraz daha
yavaş söylemişti. Reşit Bey’i çiftliğinde bulacağınızı sanmıyorum.
Bulabilseydiniz işinize yarardı.
— Neden bulunmaz? Bir yere
mi gitti?
— Bir yere... Güldü. Ateş
kesildikten bu yana köye inmiyorlar. Üç kardeşin üçü de dağda... Biraz bekledi.
Reşit Bey’i yakından tanıyorsanız sebebini bilirsiniz!.. Hürriyet’ten bu yana,
bunların girmedikleri bulaşık iş kalmamıştır. Şimdiki hükümetle başları
dertte... Harp divanlarında yüzlerce dosya bunları bekliyormuş... Ethem Beyin
en son marifetini duymadınız mı?
— Ben Ethem Bey’i
tanımıyorum. O da subay mıdır?
— Hayır!.. Ali Bey’in en
küçük oğlu... Çok sevdiği için yanından hiç ayırmazdı. “Çakır oğlanı bir saat
görmesem yüreğime sıkıntı basıyor” derdi.
— Çakır dediğine göre, sarı
yağız olmalı...
— Evet, sarı yağızdır. İnce
uzun... Tığ gibi... Gözüpek... Askerliğini Serasker kapısında bölük emini
olarak yapıyordu. Kusçubaşı’nın Eşref Bey, seferberlikte Süleyman Askeri Beyle
tanıştırmış... Teşkilâtı Mahsusa’da çalıştı bi zaman... Başından büyük işlere
girdi. Yakup Cemil’i bilir misiniz?
— Bilirim şöyle biraz...
— Ethem Bey, Yakup Cemil’le
birlikte Batum’a saldıranlardan... Savaşın sonuna doğru, geldi. Gelir gelmez,
yanına iki üç zeybek peydahlayıp İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu dağa
kaldırdı.
— Yok canım!.. Nasıl olur?..
Hem Teşkilâtı Mahsusa’da çalışsın, hem de Rahmi Bey’in oğlunu...
— Çerkez Ethem Bey’in bütün
işleri böyledir. Akıl ermez!
— Neden kızmış Rahmi
Bey’e?.. İttihatçılıkta böylesi hiç görülmemiştir. Şaştım!
— Evet, Rahmi Bey’in oğlunu
dağa kaldırdı. Kızdığından değil... Para koparmak için...
— Daha kötü...
— Tam elli bin altın istedi.
— Verdi mi Rahmi Bey?
— Rahmi Bey’in yerine
İzmir’in gâvur tüccarları aralarında elli bin altını toplayıp oğlanı
kurtardılar.
Cemil, bir zaman güldü:
— Öyle desenize... Bunlar
Rahmi Bey’le birlik olup İzmir tüccarlarından Osmanlı zagonunca vergi almışlar.
— Orasını bilmem!.. Şimdi
ortalık biraz karışık... Ele geçip harp divanlarını boylamaktansa, yaylalarda
dolaşmayı daha uygun buldular. Çenesini tuttu. Miralay Bekir Sami Bey’le bir
cephede bulundunuz mu hiç?
Cemil biraz duraladı:
— Bulunduk ama, sürekli
değil... Niçin sordunuz?
— Bekir Sami Bey de Reşit
Bey’i arıyor. Bu sabah Emre köyüne bir atlı gönderdi. Eğer tanışıyorsanız,
gidin bakın! Reşit Bey gelirse görüşürsünüz... Geleceğini ummam ya gelirse...
Belki Sami Bey de Çerkez olduğundan belki, diyorum!
— Nerde Bekir Sami Bey
şimdi?
— Yemekten sonra askerlik
dairesindedir.
— Buraya yeni geldi sanırım!..
— İki gün oluyor! On Yedinci
Kolordu komutanı vekilliğine atanmış... Bir görün kendisini... Kederle güldü.
Sevinir! Sanırım ki sevinir...
— Neye sevinsin?.. Hiç
tanımaz beni...
— Görürsünüz! Sevinir!
Sevinir de sizi alışverişten caydırır, diye korkuyorum.
— Amma yaptınız ha...
Hasan Efendi birden
somurttu:
— İstanbul’dakilerin
dünyadan haberi yok galiba... Yunan’ın İzmir’e asker çıkardığını duymadınız mı,
siz?
— Duyduk!..
— Başka?
— Başka o kadar...
— O kadar ne demek...
— İzmir şehrine asker çıkarmış...
Yalnız... “Geçici bir şey” dediler.
— Kordon boyunda, hükümet
önünde, kışlada vuruşulduğunu duymadınız demek... Bizden şu kadar kişinin
öldüğünü işitmediniz... Nadir Paşa’nın kolordusuyla birlikte esir edildiğinden
de mi haberiniz olmadı?..
— İşittik ama, hükümet işe
el koymuş... Esirleri salıvereceklermiş...
— Yunan yürüyüşünü de
durdurtmuş mu, bizim arslan hükümetimiz?
— Nasıl yürüyüş?.. Yürüme
yok...
— Yok evet... 16 Mayıs’ta
Urla’yı aldı, 17 Mayıs’ta Söke’yi... Gene o gün, İtalyanlar Çeşme’ye girdiler.
20 Mayıs’ta Yunan kuvvetleri Torbalı’yı işgal etti. Dün akşam Menemen düşmüş...
Yarın, öbür gün Manisa...
— Yok canım!.. Cemil
Dikilmişti. Gerçek mi?
— Gerçeği bu... Köşede kâğıt
oynayanlara bir garip baktı. Siz bizim burada kâğıt oynadığımıza mı aldandınız?
Tüccarlığa başlamak için uygun bir zaman seçtiğinizi ileri süremezsiniz
yüzbaşım... Gidin Bekir Sami Bey’i görün! Eğer, kestirdiğim gibi, sizi yeni
zanaatınızdan vazgeçirirse, yarın, tuttuğunuz yelkenliyi kârıyla başkasına
devrederiz. İzmir vilâyetinin kadını erkeği, çoluğu çocuğu yollara döküldü.
Trenler adam almıyor, millet birbirini eziyor, İstanbul’da ne yapacaklarını
bilmem ama, teknelerle bakla taşıyacak sıramız değil...
Cemil, utanarak başını eğdi,
yavaşça sordu:
— Hiç direnmiyor muyuz Yunan
ilerleyişine karşı?.. Az çok?..
— Direnmek için... Nasıl
demeli... Hiç değil, direnmeye karar vermek lazım... Saydığım yerleri, bir tek
mermi atmadan bıraktık yüzbaşım... Bir tek çifte tüfeği patlatmadan...
Çenesiyle yerdeki bavulu gösterdi. Eğer içi para dolu değilse, burda kalsın...
Siz bir gidip bakın... Benim gördüğüm, On Yedinci Kolordu bir tek vekil
komutanla yüzbaşı yaverinden, bir de Harp Okulu’ndan yeni çıktığı belli çocuk
teğmenden ibaret... Komutan bey, olmayan topçu alayına, bir alay komutanı, bulduğu
için, görün nasıl sevinecek...
Cemil hemen ayağa kalktı.
Rütbesinin ne olduğunu bilmediği emekli deniz subayını saygıyla selamlayıp
çıktı.
Askerlik Dairesi’nin nerede
olduğunu sormak, kahveden çıktıktan sonra aklına gelmişti. Dönmeyi göze
alamadı.
Harp Okulu’nu bitirdi
bitireli yeni geldiği bir kasabada, ilk defa garnizona değil, emekliler gibi
askerlik şubesine gidiyordu. Gene ilk defa, yola çıkarken gideceği bir birlikte
tanıdığı subay arkadaşı olup olmadığını sormamıştı. Bir okul arkadaşı tarafından
karşılanmanın ne büyük rahatlık olduğunu şimdi anlıyor, hiç tanımadığı Albay
Bekir Sami Bey’e ne diyeceğini kestiremediği için her adımda sıkıntısı
artıyordu.
On Yedinci Kolordu Komutan
Vekili Albay Bekir Sami Bey’in yaveri Yüzbaşı Selahattin, Cemil’i ilk bakışta
tanıyamamıştı. “Kimsin? Derdin ne?” diye sorarken durakladı. “Bre Cehennem!”
diye kollarını açarak atıldı. Harp Okulu’nda sınıf arkadaşıydılar. Ama
Selahattin, belli ki, en sevdiği arkadaşına rastlamasından başka türlü
sevinmişti. Cemil’i üst üste kucaklarken söyleniyordu:
— Nereden çıktın bre!..
Gökte ararken... Hay Allah senden razı olsun!..
Arkalarında bir kapı
açılınca döndüler.
Cemil, Teğmen Faruk’u eşikte
görünce gözlerine inanamadı. Hasan Efendi’nin “Okuldan yeni çıkmış bir çocuk”
dediği teğmen Faruk’tu. Faruk şaşkınlıktan daha önce kurtulup koştu:
— Nereden çıktınız yüzbaşım?
Maksut Bey mi yolladı sizi?..
— Tam buldum...
“Tanışıyorsunuz demek?” diye soran Yüzbaşı Selahattin’e döndü. Arapoğlu’na
kalsa beni çürütecekti İstanbul’da... Baktım...
— Selahattin arkadaşının
sözünü bitirmesine meydan vermedi. Elinden tutup Faruk’un çıktığı kapıdan içeri
soktu. Sesi sevinçle titreyerek tanıştırdı:
— Bakın komutanım kimi
buldum Bandırma’da.. Bu Cemil... Buna orduda “Kara Cehennem” derler
komutanım... Bizim Cemil Beşiktaş...
Miralay Bekir Sami Bey önce
şaşırmış, sonra gülümsemiş, daha sonra suratını belli belirsiz asmıştı.
Babacandı ama, sırasında çok
sert, çok sinirliydi. Nerde, hangi şartlar içinde bulunulursa bulunulsun,
talimnamenin kılı kılma uygulanmasını isterdi.
Selahattin kendini toplayıp
hazır ola geldi.
— Cemil mi, dediniz? Komutan
gözlerini kısarak biraz düşündü. Ben bu adı nereden duydum? Durun... Tamam! Von
Kres Bey’den... Kara Cehennem’in Almancasını söylemişti. Siz, bir ara, kurs
için Almanya’ya da gittiniz!
— Evet efendim...
— En son bulunduğunuz cephe?
— Filistin efendim. En
sonunda Yedinci Ordu...
— Mustafa Kemal Paşa’yla?..
— Evet...
Bekir Sami Bey, Cemil’i
tepeden tırnağa süzdü:
— Ayrıldınız mı ordudan?
— Hayır efendim...
— Ya nedir?
Cemil başından geçenleri
anlatmaya başladı:
— Geçin şöyle... Oturun...
Oturun da anlatın... Yoksa rahat dinleyemem. !
Cemil sözlerini şöyle
bitirdi:
— Barınma evinde, İsmail
Bey’le konuştuk. “Belki bir işe yararız, ” dedik...
Bekir Sami Bey, gerisini
bekledi. Cemil’in sözü bitirdiğini anlayınca güldü:
— İyi demişsiniz... Tam
sırasında demişsiniz... Burada tanıdıklarınız var mı? İşe yarar yaramaz diye
ayırmadan düşüneceksiniz!.. Bu sıra odundan adam aradığımız sıradır. Çavuş,
onbaşı, topçu, atlı, yedek, gedikli... Ne olursa olsun... Patriyot’la İsmail
Aka’nın dostu olduğunuzdan belki Teşkilâtı Mahsusacıları da bilirsiniz...
— Evet efendim. Eğer size
rastlamasaydım, Çerkez Reşit Bey’in köyüne kadar gidecektim.
— Tamam... Biz Reşit Bey’e
birini yolladık. Neredeyse, ya kendisi gelir, ya da bir haber gönderir. Eğer,
kendisi gelmez de bizden birinin gitmesi gerekirse bir koşu...
— Emredersiniz...
— Gider görür, arkamızdan
hemen Balıkesir’e yetişirsiniz. Şimdilik Selahattin Beyle aranızda bir iş
bölümü yapın!.. Önümüzde, çok vaktimiz olacak konuşmaya... Yorgun yorgun
gülümsedi. Ölümden aman bulursak...
Albay Bekir Sami Bey’in
üstün değerli, büyük bir komutan olmadığı ilk görüşmede anlaşılıyordu. Ama,
belli ki, mertti, cesurdu. Meşrutiyet’ten beri birçoklarının kendilerini
kaptırdıkları “Ne pahasına olursa olsun rütbe almak” hırsını yenmiş insandı.
Saçsız kafası, dik bıyıkları, tıknaz gövdesiyle erlerin görür görmez “Baba
adam” dedikleri savaş subaylarındandı. Irak’ta, Kafkasya’da bulunmuş, aldığı
ödevleri, üstlerini de, astlarını da memnun ederek başarmıştı.
Cemil, Selahattin’in
çalıştığı bitişik odaya geçti. Arkasını dönerek göbeğine bağlı tabancasını
çıkardı.
— Ne yapıyorsun Cemil?..
— Hiç... Tabancamı belime
bağlıyorum.
— Göster bakayım nasıl
şey!.. Selahattin kocaman parabellumu görünce, uzun bir ıslık öttürdü.
Parabellum ha... Dağ topu gibi maşallah... Dur yahu nedir o?
— Belime bağlıyorum. Neden
şaştın?
— Böyle bir silah ceketin
altına saklanır mı?
— Ya ne halt edeyim?
Kılığıma baksana...
— Kılığında ne var? Yan asker,
yarı başıbozuk... Tam bu zamanın üniforması... Palaskan yok mu senin?
— Yok...
— Dur öyleyse...
Selahattin hemen dışarı
çıktı. Biraz sonra, az kullanılmış bir palaskayla geri döndü:
— Bağla şunu... Dün gözüme
ilişti. Duvarda asılı kalmış... Bu zamanda böyle bir silahı, adam hiç ceketinin
altına saklar mı? Belimize takacağız ki düşmanların dudakları çatlasın!..
Cemil, kılıfı taktıktan
sonra, palaskayı beline bağladı. Silahını, el alışkanlığıyla öne doğru çekti.
Aylardan beri ilk defa
rahatlamış, başıbozukluğun bir türlü alışamadığı çapaçulluğundan kurtulmuştu.
Bitişikteki Bekir Sami Bey,
bir şeyler yazdırıyordu.
Cemil, biraz dinlendi.
Selahattin’e göz kırparak, duyulacağına aldırmadan dikedik sordu:
— Söyle bakalım Salah oğlum,
ne alıp satıyor, senin Albay buralarda?
Selahattin, Cehennem
Yüzbaşı’nın gerçek değerlerine inanmadığı üstlere metelik vermediğini
biliyordu. Telaşla elini salladı:
— Hay Allah belanı versin!..
Yavaş...
— Yavaş neymiş? Ne kötülük
var bu soruda?
— Başlarım çenenden...
İyidir albayım... Yamandır... Bunca paşanın içinde kolorduya neden bunu
seçtiler?
— Neden?
— İçine düştüğümüz
rezilliğin hakkından belki gelir, diye... Durum bildiğin gibi değil arkadaş...
Dağıldık ki, kül ufak olduk!.. “Sil, yeniden başla” derler ya... Bizim başımıza
gelen daha çapraşık... Ne silgi kalmış, ne silinecek kara tahta... Yoktan
başlayacağız! İstanbul’u gözlerinle gördün! Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun
başkentinde Çingen çalıyor, Kürt oynuyor. Bence ortada iki ümit kıvılcımı var:
Biri, kötü Yunan’ın, İzmir’e çıkarak başından büyük işe sıvanması... İkincisi,
ordu müfettişliğiyle Samsun’a giden Mustafa Kemal...
— Ortada ordu olmayınca,
Mustafa Kemal ne yapabilir?
— Orasını bilmem ama, bir
şey yapılabilirse, bunu başka hiç kimse Mustafa Kemal’den daha iyi yapamaz.
— İstanbul’da da birçokları
böyle diyor ama, ben hiç ummuyorum!
— Neden?
— İzmir’i kurtarmak için
Samsun’a çıkmak bana biraz sapa geliyor. Mustafa Kemal, “Kestirmesi bu”
demişse, bence yanılmış... Hüner gösterecek adam, ya İstanbul’da kalırdı, ya da
senin albayın yerine, buraya gelirdi. Şaka eden bir çocuk gibi yürekten güldü.
Ben konuşuyorum, sen de avanak avanak dinliyorsun!.. Bizim o kadarına aklımız
mı erer? Belki, İzmir’e giden en kestirme yol, Samsun’dan geçiyordur. Şimdi
bunu bırakalım da, burada ne yapacağız onu anlayalım!..
— Genel durum şu: Millet
savaştan yılgın... “Vuruşalım” demiyor musun, anasına sövmüşsün gibi
sırtarıyor!.. Yedeksubaylardan yarısı evlerine kapanmış, yansı ekmek parası
derdine düşmüş... Bizimkilerin çoğu hasta, sakat... Sağlamları daha yenilginin
şaşkınlığından kurtulamadı. Kala kala... Bir avuç senin gibi “Bizim aklımız
ermez” diyen subayla gözünü budaktan sakınmaz deli aydın kaldı. Gerisi, asker
kaçağı, çapulcu, kısacası, eşkıya dediğimiz rezil sürüsü...
— İttihatçılar?
— Haaa... O başka...
İttihatçıların dönemeyenleri bu yenilgiden sorumlu sayıyorlar kendilerini...
Onlar elde bir... Buraya gelir gelmez sen de, biz de neden Çerkez Reşit Bey’i
aradık? İster istemez, bizdendir diye... Ama bunun bir çürük yönü var, milletin
önüne İttihatçı olarak çıkamıyorsun!.. Senin anlayacağın, bu sıra, cambazlık
sırası... Biraz kaypak olacaksın, biraz gözbağcı, biraz da kıyıcı... Çünkü bir
işe sıvanabileceksen hergele takımıyla sıvanacaksın, hiç değil şimdilik... Seni
görünce neden o kadar sevindiğimi, anladın mı?
— Höst edepsiz! Bu nasıl
laf! Hergele mayasıyla yoğurt tutturacak düzenbaz ben miyim?
— Keşke olsan!.. Sen
nerdeee... Düzenbazlık nerde? Kendini övüyorsan, bana sökmez Cehennem...
Başımıza toplayacağımız serserileri, bakalım nasıl çekip çevireceğiz!
Cehennem’in toprağı yırtıp yeryüzüne sıçrayacağı zamandır. Bir zaman Yakup
Cemil’in yaptığı işi yapacağız ama, onun gibi avanakça değil... Rahmetli,
subaylıktan çok, külhanbeyliğe yakındı. Mayasında kopukluk vardı. Kabadayılığı
geçici yapmıyordu. Külhanbeylik ederken rahatlıyordu. Sen subay
doğmuşlardansın. Arada bir üstleri küçümsemen, astlarla içlidışlı olman, sende,
sahici savaş subaylığının belirtisidir. Evet, sana iyi kötü bir filinta
uyduralım! Şimdilik omuzla... İlerde daha işe yararlısıyla değiştiririz. Bir de
at ister!
— Topun lafı hiç mi yok?
— Top sonraki mesele...
Şimdiki işimiz, bildiğin, eşkıyalık... Boşuna somurtma!.. Beni kandıramazsın!..
Kaç aydan beri, can sıkıntısında kim bilir nasıl bunaldın! Sinirlerin
paslanmıştır. Hoplayıp sıçramaya can attığının farkındayım! Çetecilik tam
arayıp da bulamadığın oyun... İşte meydan, işte şeytan... Beğendiğin gibi fink
at... Bir şey hatırlamış gibi gülümseyerek daldı. Aklında mı? Edirne’de...
İkinci Ordu manevralarında... Tabancayla, tüfekle atış numaraları yaptındı?
— Geç yahu!.. Çocukluk...
Aklıma geldikçe utanıyorum! Ne demişti Mahmut Şevket Paşa?.. “Oğlum, aferin
sana, orduya yanlış gelmişsin... Senin yerin cambazhane... ” demedi miydi? Az
mı güldünüzdü alçaklar, beni ortaya çıkarıp rezil ettikten sonra?..
Selahattin arkadaşının
omzunu okşadı:
— İşte bu cambazlıkların tam
yeri geldi Kara Cehennem!..
— Ben o cambazlıkları çoktan
unuttum! “Top” desen belki belki... Demek biz bundan böyle... Baldırı çıplak
zeybek takımına, tabancayla maskaralık edeceğiz!..
— Pek de maskaralık
sayılmaz! 48. 000 piyade tüfeği... Bir milyondan artık mavzer mermisi... Sekizi
kamalı, yetmiş ikisi kamasız top... Dört tane makineli tüfek...
— N’olmuş bunlara?..
— Bunlar şu anda Manisa
ambarında bizi bekliyor! Yol boyunca adam toplayarak Yunan’dan önce yetişip
kaldıracağız! Nasıl bu yarış?
— Biz buradan yarışa
girinceye kadar Manisa’dakiler bunları salla sırt edip güvenilir bir yere
taşıyamıyorlar mı?
— Taşıyamıyorlar! Aldığımız
haber doğruysa, Manisa’daki alay büsbütün dağılmış... Halk canının kaygısına
düşmüş... Kendi malına bakmıyorlarmış ki, senin silahını, cephaneni düşünsün...
Adam toplayıp yetişeceğiz de, bunları kurtarmaya çabalayacağız. Hem de, en geç
öbür güne kadar...
— Öbür güne kadar bunca
adamı nerden buluruz?
— Buluruz arkadaş, seni
nasıl bulduk? Asıl senin gibisini bulmak zordu. Evet Cehennem, şimdilik
umudumuz eşkıyalarda... Eşkıyaya geldin mi, bugün maşallah, mübarek vatanımızın
dağı taşı eşkıya...
Ortalık kararınca On Yedinci
Kolordu Komutan Vekili Albay Bekir Sami Bey’in tedirginliği düpedüz öfkeye
döndü.
Selahattin’le Teğmen Faruk
telgrafhaneye yerleşmişlerdi. Bir yandan çevredeki birliklere, noktalara,
askerlik şubelerine Bekir Sami Bey’in Kolordu Komutan Vekilligi’ne atandığını
bildiriyorlar, bir yandan Manisa’yı bulup Mevki Komutanı Ahmet Zeki Bey’i
makine başına getirmeye çabalıyorlardı.
Telgrafçılar, gece gündüz
var güçleriyle uğraştıkları halde, haberleşme, bir türlü düzene girmemişti.
Konuşmalar sık sık kesiliyor, seslenilse duyulacak kadar yakın bir yeri bulmak
için yüzlerce kilometre dolaşmak, akla gelmez merkezlerin yardımını istemek
gerekiyordu.
Oysa bu saate kadar,
memleketin hiçbir köşesinde hiçbir çarpışma olmamış, düzeni bozacak hiçbir
karışıklık baş göstermemişti. Düşman, İzmir’den sonra girdiği köylerde,
kasabalarda, halka çok yumuşak, çok kibar davranıyor, rütbesine göre subayları
selamlayıp bayrağa saygı göstererek Yunan ordusunun korkulacak bir kuvvet
olmadığını yaymaya çalışıyordu.
Millet, İzmir’in işgali
haberiyle içine düştüğü şaşkınlığı üstünden atamamış, donup kalma halinden
henüz kurtulamamıştı. Bu sebeple yollarda göç karışıklığı, istasyonlarda
birbirini ezen panik kıyameti yoktu. Daha hiç kimse yerini yurdunu, evini
ocağını bırakıp eline geçeni, varsa atma arabasına, öküzüne eşeğine, yoksa
sırtına yükleyerek yollara düşmemişti.
Telgrafçılar Manisa’yı bir
türlü bulamıyorlardı; ama, bazı önemli haberler veriyorlardı:
“Seferihisar-Gülbahçe-Çeşme’de bulunan küçük birlikler, İzmir’e Yunan’ın
çıktığını duyar duymaz dağılmışlar. Silahını atan savuşmuş... ”, “Menemen
dünden beri karşılık vermiyor”, “21 Mayıs’ta iki koldan Menemen’e yürüyen
düşmana yerli Rum çetelerinin öncülük ettiği anlaşılmıştır. Yunan kuvvetlerine
Çakalos adında bir binbaşının komuta ettiğini şimdi öğrendim, efendim”,
“Menemen’de hiçbir çarpışma olmadığı bildiriliyor. Yerli Rumlarla kasabanın
bazı ileri gelen Türkleri, önlerinde gayet büyük bir Yunan bayrağı olduğu
halde, düşman kuvvetlerini kasabanın dışında karşılamışlar, ” “On Yedinci
Kolordu’nun Menemen’de bulunan beşinci silah deposu, düşmana sapasağlam teslim
edilmiş, düşmanın eline pek çok silah cephane geçmiştir”, “Şimdi haber aldım:
Ayvalık’ı Kuşadası’na kadar, İngilizler Yunan’a vermiş... 50-60 kilometre
toprağın Yunan’a verildiğini halk söylemekte... Bir başka söylenti: Bütün Aydın
ili Yunan’ın olacakmış... Allah yardımcımız olsun!”, “Şimdi İzmir’den gelen bir
subay söyledi. Yunan İzmir’e bir haftadan beri aralıksız asker döküyormuş...
Bunu söyleyen subayın kestirimine göre Yunan askerinin tutarı yüz bini aşkın...
Ayrıca bir tümen de jandarma getireceğini duymuş efendim... Bunları bilgi için
telledim. Aslını öğrenmek mümkün olamadı”, “Şimdi Kuşadası’nda İtalyan işgal
mıntıkasındaki bir arkadaş yazdırdı. 20 Mayıs’ta Yunan Komutanlığı İzmir’deki
bütün subaylarımızı aileleriyle yollara dökmüşler. Çetelerin soygunundan, Allah
göstermesin, daha kötü işlerden korkuluyor. ”
Selahattin bir yandan bu
haberleri Bekir Sami Bey’e ulaştınrken, bir yandan Manisa’yı arıyor,
telgrafçılar, “Daha bulamadık. Merak etmeyin bulacağız. ” dedikçe, Kolordu
Komutan vekilinin bildirisini, ele geçirdikleri bütün merkezlere
ulaştırmalarını rica ediyordu. Bildiri şuydu: “Yunanlılar girdikleri yerde,
silah cephane depolarını olduğu gibi bulduklarıyla övünüyorlar. Bu hal
milletimiz için bir lekedir. Devletimizin düşmana kaptıracak ne bir tek silahı,
ne de bir tek mermisi yoktur. Binaenaleyh bu gibi tehlikeye açık yerlerdeki
bütün savaş araçlarının arasında düşmana çevrilmek üzere memleketin içlerine
çekilmesi her subayın, her memurun, her vatandaşın, vatan borcudur. Hiçbir
subayın, hiçbir erin silahını düşmana teslim etmemesi, kendisini esir
vermemesi, lazımdır. Böyle davranınız, bu emri çevrenizdeki küçük büyük bütün
birliklere ulaştırınız!”
Koskoca kolordu öylesine
dağılmıştı ki ikindiden bu yana hiçbir telgrafhane, yüzbaşıdan yukarı rütbede
hiçbir subayı ele geçirip makine başına getirememişti.
Bir çeşit yaverlik ödevi
gören Cemil, dışarı çıkıp içeri girdikçe, Bekir Sami Bey, yüzüne bir şeyler
araştırır gibi bakarak soruyordu:
— Ahmet Zeki Bey’den
haber?.. Manisa’dan...
— Yeni bir şey yok
efendim...
— Arasınlar... Arkasını
kesmesinler... Her konuşmada “Savsaklayan asılır” diyorlar mı?
— Diyorlar efendim...
— Desinler!.. Unutmasınlar!
Geç bırakanı, vallah billah, asarım! Çerkez Reşit Bey’den haber?
— Daha gelmedi efendim...
— Nerde kaldı bu adam?..
Gönderdiğimiz ulak mı bulamadı, buldu da beriki mi ayak sürüdü? Sen ne dersin?
— Bilmem ki albayım...
Bekir Sami Bey yazdığı
kâğıdı uzattı:
— Şundan beş kopya çıkartın
lütfen... Birini bulun! Yarın kasabanın uygun yerlerine asılsın!
Cemil kâğıdı alırken
gülümsüyordu. Harbiye Nâzırı Şevket Turgut Paşa’nın verdiği emri öğrendi
öğreneli yüreği rahattı. Emir şuydu: “Hemen Manisa’ya yetişirsiniz! İzmir’den
çekilebilen erlerle subayları toplar, yeniden birlikler düzenlersiniz! Son
kerteye gelmeden Yunanlılarla çarpışmamaya bakarsınız!”... Bu emir Cehennem
Topçu için açıktı: “iyice bunalmadan çarpışmak yok demek, bunalırsanız çarpışın
demektir. ” Hele Şevket Paşa’nın son sözü meseleyi büsbütün açıklıyor: “Ben de,
Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa da sizden bunu bekliyoruz”... Paşaların
bekledikleri, çarpışmamak değil, ancak çarpışmak olabilirdi. Daha doğrusu bunu
böyle anlamak, içinde bulundukları durumun kargaşalığında Cemil’in hoşuna
gidiyordu.
Bekir Sami Bey’in, astırmak
istediği bildiri, bugün Haydar Çavuş camisinde öğle namazından sonra
Bandırmalılara söyledikleriydi. Cemil, hemen yazmaya girişti:
“Bandırmaklar,
Dinimizde gâvurla vuruşmak
Tanrı buyruğudur. Peygamberimiz efendimiz, mübarek bellerine mübarek
kılıçlarını kuşanıp savaşa girdiler. Bedir’de, mübarek dişleri düştü. Çünkü ok
değdi. Yurdu düşman bastı mı, Müslüman olanlar birleşip karşı çıkacak...
Aramızdaki geçimsizlikleri unutacağız. Kardeş olmanın zamanıdır. Sinmekte
hiçbir fayda yok. Dini bir uğruna yapışırsak, bize Yunan değil, yedi kral
dayanamaz. Bu zamana kadar ne olduysa oldu. Evet, eski hükümet, diyelim ki,
Dünya Savaşı’na girmekten suçludur. Ama Yunan’ın İzmir’e çıkmasında suç kimin?
Biz bugün durduğumuz yerde saldırıya uğradık. Ya boyun eğip ırzı, namusu, canı,
malı düşman ayağı altına bırakacağız, ya da davranıp dikileceğiz. Ben Bandırma
milletini yiğit bilirim. Bandırmakların erliğine güvenmesem, böyle karışık bir
sırada Kolordu Komutanlıgı’nı hiç üstüme alır mıydım? Bugün camiden birisi,
ayağa kalktı, “Silah yok, asker yok... Neyle karşı duracağız?.. Duyduğumuz
doğruysa, Yunan İzmir şehrinden dışarı çıkmayacakmış. ” dedi. Bu ne demek? Ya
bozguncu, ya da, bilgisiz demek... İşte aldığım son telgraf... Yunan
yürümektedir arkadaşlar... Yunan şu anda Menemen’imizi almaktadır. İki saatten
beri Manisa’yı bulamıyoruz. Düşman doğrulttu geliyor. Ben yarın Kolordu’nun
başına gideceğim. Askerime, silahıma son derecede güvenim var. Ama, ordu, tek
başına dövüşemez. Millet tutmayınca, ordu ne yapsın? Hep kalkacaksınız. Yediden
yetmişe silaha sarılacağız. Ateş boylarında çarpışanların sevabı ne kadarsa
onlara cephane, yiyecek yetiştirenlerin sevabı belki daha da çoktur. Aldığım
telgraflarda, yerli düşmanların çeteler kurdukları, köyleri basıp kadınlarımıza
saldırdıkları, saçı bitmemiş yavruları süngüledikleri bildiriliyor. Biz
karşımızdaki Yunan ordusuyla mı boğuşacağız, gerimizdeki köyleri mi
savunacağız. Bu iş sizlere düşer arkadaşlar... Sevgili Bandırma’mızın düşman
ayağı altında kalmasını istemiyorsak, düşmanı uzaklarda karşılamalıyız. Herkes
birbirini güçlendirsin. Kimse kimseye umut kırıcı laf etmesin! insan bilmeden
bozguncu olur ki, Allah göstermesin, ossaat dinden çıkar. ”
Cemil yazıyı yazarken bu
bildirilerin astırılması işi için Asker Emeklileri Derneği’ndeki Hasan
Efendi’yi düşünmüştü.
Hasan Efendi kahvehaneyi
kapatmak üzereydi. Cemil’in belindeki tabancayı görünce yüzü sevinçle parladı:
— Bekir Sami Bey, sizi
alışverişten caydırdı galiba... Çok iyi... Dönüp gelmediğinizden anlamıştım.
İyi evet... Zararın neresinden dönülürse, kârdır. Tüccarlığa başlamanın sırası
değildi. Bavulu birazdan getirecektim. Yarın bir ara uğrayın, kiraladığınız
yelkenliyi birine devredelim!
Cemil gülümsedi:
— Yelkenli melkenli yok
efendim... Size... şey için öyle söylemiştim...
— Hay siz çok yaşayın e
mi... Hadi gelin birer kahve içelim...
— Teşekkür ederim.
— Bir şey yemediniz mi daha?
— Komutanla birlikte
yiyeceğiz. Bir yere davetliymişiz!
— Evet, Emin Bey’e... Biraz
önce Hayrettin Bey’le buradan geçtiler. Bekir Sami Bey’e geliyorlardı.
— Yanındalar.
— İyi öyleyse... Biz buradan
doğru, Emin Beylere gideriz. Hele kahveleri içelim...
— Senden bir ricası var
komutan beyin...
— Neymiş?.. Baş üstüne...
Cemil kâğıtları çıkardı:
— Şunları yarın kasabanın
uygun yerlerine astırmak istiyor. Birini bulalım! Gerekirse biraz para da
veririz!
— Para da neyin nesi! Ben
yaptırırım...
Hasan Efendi kâğıtları alıp
cebine soktu. Ne yazılı olduğuna bakmamıştı bile... Cezveyi sürerken sordu:
— Reşit Bey’den haber var
mı?
— Daha yok...
— Nerdeyse gelir. Eğer
haberciye bir şey olmadıysa.
— Bir şey olmak da yazılı mı
hartada?
— Yazılı evet... Bereket
versin, eski kulağı kesiklerdendir, keçesini sudan belki çıkarır.
— “Reşit Bey gelmez”
diyorlar.
— Kendisi gelmese de
güvendiği birini gönderir yüzde yüz... Böyle sıralarda saklanacak adamlardan
değildir.
— Başka kimler var, Bandırma
dolaylarında, işe yarar?
— Ne gibi?
— Eli silah tutan... Gözü
pek?..
— Namuslu adamları mı
sordunuz, eşkıya takımını mı?
— Namuslu nasıl olsa
bizden...
— Anladım! Başta, Ahmet
Anzavur var. Anzavur’un adamlarından Şah İsmail var. Darıcalı Çerkez Hasan var.
Çerkez Şevket var. Bunlar, eskiden beri, Reşit kardeşlerle geçinemediklerinden
onun bulunduğu yere gelmezler de, gelemezler de... Biga çevrelerinde Kara Hasan
adında biri dolaşıyor. Avanak bir herif... Yanında Suphi adında İstanbullu biri
varmış... Akıl hocası...
— Çetesi büyüyecek mi?
— “İki yüz kişi” diyorlar.
— Atlı, yaya?
— Eşkıyanın atlısı, yayası
mı olur? Bakarsınız atlanmış, bakarsınız yaya kalmış... Çetenin adı, Kara Hasan
çetesi ama, asıl iş, Kürt Mehmet Çavuş denilen rezilde... Bu Mehmet Çavuş’un
kıyıcılığını çok kötü söylüyorlar. Akıllıymış az biraz... Eşkıyanın akıllısı
olmaz ya. “Biraz adamlık bulaşmış” diyelim! Kendisi arkada duruyor da, Kara
Hasan’ı ileri sürüyor. Sizin anlayacağınız, davul, alık Hasan’ın boynunda,
çomak, bu Kürt Mehmet Çavuş’un elinde... Bir gözü yeşil, bir gözü karaymış...
Böyleleri uğursuz sayılır. Durun bakalım, daha kimler var? Karacabey yönlerinde
Cambaz Hakkı... Anzavur, Adapazarı’nın Kayalar köyünden Kel Tahir diye birini
getirmiş... Biga’da Çerkez Sefer Bey... Balıkesir’de Dramalı Rıza Bey... Daha
yukarı çıkarsanız, “Zeybek” denilen baldırı çıplakların sürüsüne berekettir.
Hepsi, asker kaçağı... Soyguncu... Rezil... Başını salladı, işimiz bunlara
kaldıysa...
— Ne yapalım? Namuslu
adamlar yılgınlıktan kurtuluncaya kadar oluruyla yetineceğiz.
— Doğru... Kahveyi
fincanlara koydu. Doğru evet... Namuslu adamlar şaşkınlıktan sıyrılana kadar...
Bir cigara verdi. Ayaktakımıyla iş tuttunuz mu hiç?
Cemil biraz düşündü:
— Yok... Sanmam!..
Askerlerin arasında kopuk zibidi bulunur ama, kalabalıkta pek oyun gösteremez.
— Bahriyeliyim ben...
Güverte yüzbaşısı... İstibdat yıllarında deniz askerliği tulumbacılıktan
farksız olduğu için bilirim. Bunlar bilek gücünden, usta nişancılıktan, gözü
karalılıktan anlar.
Söz geçirmek isterseniz,
yırtıcı hayvan terbiyecisi gibi davranacaksınız. En rezilini bir kere
tepelediniz mi, sonra artık kırbacı şaklatmak yeter.
Çerkez Reşit Bey’den
beklenen haber yatsıdan sonra geldi. Reşit Bey hasta olduğu için, eniştesi
Hafız Hasan Bey’i yollamıştı.
Bekir Sami Bey, bu haberi
alınca, yemeği yanda bırakıp hemen askerlik şubesine koştu.
Hafız Hasan Bey, ağır başlı,
sözü tartılı bir adamdı. Çatık kaşları, kısa sakalıyla ilk bakışta insana güven
veriyordu.
Reşit Bey, gelemediğine çok
üzülmüş... Komutan beyin bağışlamasını rica etmiş...
— Rauf Bey’in mektubunu
okudu mu?
— Okudu komutan bey...
Çerkez Reşit Bey’i, Tevfik Bey’i, Ethem Bey’i, Emre köyünü... Çevremizdeki
bütün köyleri emrinizde sayabilirsiniz!.. İsteklerinizi bana söyleyeceksiniz.
Eğer birkaç gün daha buradaysanız, Reşit Bey de gelmeye çalışacak...
— Bekleyemeyiz. Yarın sabah
Balıkesir’e gideceğiz. Ben Jandarma Yüzbaşısı Abdullah Bey’le, Kaymakam
Seyfettin Bey’le konuştum. Askerlik şubesi ambarından, size işe yarar silah
verilecek... İlk ağızda kaç atlı çıkarabilirsiniz?
— Orasını Reşit Bey bilir!
— Reşit Bey bilir ama, siz
de kestirirsiniz.
— İlk ağızda... İki yüz, üç
yüz arası... Üç yüzü aşamazsak da, iki yüzden aşağı da düşmeyiz. İki yüz, iki
yüz elli...
— Ne kadar zamanda
toplarsınız bu adamları?
— Reşit Bey bilir.
— Reşit Bey, şimdi burada
yok... Siz kestirdiğinizi söyleyin! Kaç günde?..
— Bilmem. Belli olmaz.
— Belli olmalı... Önemlisi
bu... Zaman çok önemli... İki günde?
— Günü belli olmaz! En iyisi
her gün 30-40 atlı gelse... Toplananlar takım takım...
— Evet! Hepsi birden
olmazsa, ne yapalım! Sizden ricam, hemen geri döneceksiniz. Evet, fazla adam
toplamak için vakit kaybedemeyiz. Ama bakın aklıma ne geldi: Bandırma dolaylarında
gezen silahlı topluluklardan faydalanmak mümkün değil mi? “Bekir Sami, dedi ki
dersin, böyle ardımızda tehlikeli kuvvetler bırakmamış oluruz” dedi dersin,
anladınız mı?
— Olmaz!
— Biliyorum! “Söz
dinlemezler bir yandan... Bir de Reşit Bey’e güvenmezler!” diyeceksiniz! Bu
sıra eski geçimsizlikleri unutacağız. Önce hazır kuvvetleri toplamaya
çalışalım! En geç öbür gün, en azdan 200 atlı Balıkesir’e yetişmeli... Bunları
böyle anlatır mısınız, yoksa, ben yazayım mı?
— Anlatırım.
— Öbür gün 200 atlı
gelecek... Kıyamet kopsa gelecek... Bekliyorum, hesabımı da ona göre yapıyorum.
“Durum çok sıkışık” dedi dersiniz, “Her geçen saatin değil, dakikanın değeri
var” dedi deyin!.. Bu gece dönebilir misiniz?
— Dönerim.
— Hayvanınız yorgun değil
mi?
— Değiştiririm.
— Öyleyse... Selahattin’e
emretti. Bir kâğıt yazdırınız. Çerkez Reşit Bey’e, ya da güvendiği bir adama,
Bandırma Askerlik Şubesi deposundaki silahlardan istediği kadar verilecek...
Arıyor mu Faruk Efendi Manisa’yı?
— Arıyor efendim!..
— Sabaha kadar nöbetle
ararsınız. Bulunca, saat kaç olursa olsun beni uyandırırsınız. Ayağa kalkıp
Çerkez Reşit Bey’in eniştesi Hafız Hasan Bey’e elini uzattı. Teşekkür ederim
efendim. Reşit Bey’in, Tevfik Bey’in, Ethem Bey’in ayrı ayrı gözlerinden
öperim. İstanbul’a yazacağım. Rauf Beyefendi de çok sevinecek... Yolunuz açık
olsun!
Bekir Sami Bey, çok geç
yattığı halde gün doğarken uyandı. Yüzbaşı Selahattin’le Teğmen Faruk'un sabaha
kadar aradıkları halde Manisa’yı bulamadıklarını öğrenince daha fazla beklemeyi
uygun görmedi. Hemen yola çıkmak için istasyona haber yolladı.
Dakikalar geçtikçe üzüntüsü
artıyor, yüzü asılıyordu.
Hiçbir şey yemedi.
İstasyondan gelecek “Tren hazır” haberi gecikince beklemeden yola çıktı.
İstasyonda trenin ne zaman
kalkacağını, Balıkesir’e ne zaman varacağım kimse bilmiyordu.
Bekir Sami Bey kaşlarını
çatarak şefin odasına girdi.
Şef İtalyan’dı. Anlayışlı
bir adamdı. İşin savsaklanmaya gelmeyeceğini sezer sezmez, bir lokomotife bir
servis vagonu bağlattı.
Böylece, On Yedinci Kolordu
Komutan Vekili, 23 Mayıs 1919 tarihinde, günlerden beri yitirdiği Manisa
şehrini bulmak için Balıkesir’e doğru yola çıktı. Bir tek servis vagonu, bir
albay, iki yüzbaşı, bir teğmeni değil, aslında bütün On Yedinci Kolordu’yu
götürüyordu.
Trenler hâlâ odunla
işlediğinden, Balıkesir’e ancak akşamüstü varabildiler.
Çoğunluğu Rum olan tren
memurları, daha şimdiden Yunan üniformaları giymişler, istasyonu irili ufaklı
Yunan bayraklarıyla donatmışlardı.
Tren durunca, kara sakallı,
kara kalpaklı, uzunca boylu, tıknaz bir adam, telaşla pencereye yaklaştı:
— Bekir Sami Bey içerde mi?
— On Yedinci Kolordu Komutan
Vekili... Ben “İzmir’e doğru” gazetesinden geliyorum. Adım Hacim Muhittin...
Çok önemli haberlerim var.
— Manisa’yı buldunuz mu?
— Haberler Manisa’yı
ilgilendiriyor.
— Buyrun!
Hacim Muhittin Bey’in
getirdiği haber beterin beteriydi. Sabahleyin Bandırma’dan aldıkları telgraf
üzerine Manisa’yı aramaya başlamışlar, şu dakikaya kadar da bulamamışlardı.
Asıl kötüsü, iki saatten beri Manisa’ya Yunan kuvvetlerinin girdiği söyleniyordu.
Albay Bekir Sami Bey
bıyıklarını çekiştirerek biraz düşündü. Manisa’yı dünden beri bulamamışlardı.
İzmir’le Manisa’nın arası elli altmış kilometre olduğuna göre, trenle üç
saatlik yol demekti.
— İzmir dolaylarından hiçbir
çarpışma haberi aldınız mı?
— Hayır albayım!.. Ne
çarpışma haberi var, ne de halkın büyük çapta göç ettiği haberi...
— Önümüzdeki istasyonlarda
durum nasıl?
— Neyin durumunu
soruyorsunuz?
— Gerek bizim halkın,
gerekse Rumların... Bandırma’dan buraya kadar bütün istasyonlar düşman bayraklarıyla
donanmıştı ama, büyük bir taşkınlık görmedik. Rumlarla Türkler arasında hiçbir
patırtı olmamış...
— Burası da öyle... Sebebi,
bazı ileri gelenlerimiz, Rumlarla Yahudilere sığındılar. Geri kalanları da
iyice sindi.
— Hiçbir direnme hazırlığı?
— Yok şimdilik... Yunan
İzmir’e girmeden önce, bir telgraf almıştık. Bu telgrafta Yunanlıların İzmir’e
asker çıkaracağının söylendiği, böyle bir iş olursa, yurdun her yanından
protesto telgrafları çekilmesi, yer yer açık hava toplantıları yapılması rica
olunuyordu. İzmir’e Yunan ordusunun çıktığını duyunca, Balıkesir’in ileri
gelenlerini okuma yurdunda topladık. Aramızdan yedi kişilik bir kurul seçtik.
Bu ilk toplantıda Hıristiyanlar protestoya katılmayacaklarını söylediler. Biz
de düşman ordusu içeri yürürse silaha sarılma sözünü hiç açmadık. Ertesi gün
Alaca Mescit’te mevlüt okutmak bahanesiyle ikinci defa toplandık. Bu sefer kırk
kişilik bir kurul seçildi. Bu kırk kişinin her biri on, on beş kişiyi ardınca
getirip silahlamayı üstüne aldı. Bu hesapça, 400-500 kişi toplanacaktı.
— Evet?..
Hacim Muhittin Bey,
gözlerini yere eğdi:
— Dört kişi bile
toplanamadı. Bir yandan yılgınlık, bir yandan İstanbul hükümetinin
bozgunculuğu, işleri karıştırdı. Kırk kişiden bile bugün ancak 10-12 kişi
kaldık.
— Hiç mi toplanmaya girişilmedi,
yoksa başvuruldu da, kimse mi gelmedi?
— Daha başlamadık.
Düşünüyoruz. “Hemen işe girişelim” diyenler var, “Biraz duralım bakalım”
diyenler var.
— Beklemeyecektiniz. Rum
köylerinin silahlandığını duymadınız mı?
— Duyduk. İçimizden
bazıları, “Başımıza silahlı adamlar toplasak herifleri büsbütün kışkırtmış
olmaz mıyız?” diye kuşkudalar. Bu arada İstanbul’a durumu anlatmak, ne yapmak
lazım geldiğini öğrenmek için üç arkadaş gönderdik.
— Dönüp geldiler mi?
— Geldiler.
— Ne demişler İstanbul’da?
— Ne diyecekler...
İstanbul’u siz benden iyi bilirsiniz. Herkes bir çeşit savsaklamış... Yalnız,
İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey, “Biz, ayaklanmayın diye emirler göndersek de siz
sakın aldırmayın! Hükümet burada baskı altındadır. Kendini savunmaksa, bir
milletin en kutsal hakkı... Kötüsü gelirse, bize de başkaldırmış olursunuz!”
demiş... Buna karşı Hürriyet İtilafçılarımız, “Yalandır. Olmaz böyle şey...
Padişahımız vuruşulmasını istemiyor. ” diyorlar.
— Manisa’da güvendiğiniz
arkadaşlar var mı? Bize adlar verebilir misiniz?
— Bu sıra Manisa’ya
gitmenizi doğru bulmam efendim.
— Ya?
— Bence, bu gece Akhisar’dan
ileriye geçmeyin! Akhisar şimdilik tehlikede değil gibi... Daha demincek Halit
Paşa’yla makine başında görüştük...
— Kim Halit Paşa?..
— “Paşa” derler. Başıbozuk
paşası... Karaosmanoğlularından... Gözüpek bir arkadaştır. Çevresine sözünü
dinletir. Yılgınlığa kolay kapılmaz. Biz şimdi kendisini gene makine başına
çağırır, sizi bulmasını söyleriz.
— Başka?
— Başka... Akhisar’da Topçu
Yüzbaşı Rasim Bey var.
Bekir Sami Bey, “Tanıyor
musun?” der gibi Cemil’in yüzüne baktı.
Cemil gözlerini kısarak,
“Topçu Rasim... Topçu Rasim... ” diye düşündü:
— Şimdi birden
hatırlayamadım, efendim, görsem herhalde tanının.
— Evet... Topçu Yüzbaşı
Rasim... Başka?
— Başka... Halit Paşa’yla
Rasim Bey’i bulursanız, onlar güvenilecek arkadaşları size tanıtırlar!
— Buradaki 18’nci Alay’ın
durumu? “500-600 tüfek” dediler.
— Sanmam beyefendi...
Duyduğum doğruysa, erlerin çoğu savuşmuş... Kaçmayı göze alamayacak kadar işe
yaramazlar kalmış... Subay kadroları eskiden beri eksikti. Arkalılar derseniz,
ateş kesildiği gün, kapağı İstanbul’a attılar.
— Silah?
— Silahların çoğu Lapseki’ye
götürülüp İngilizlerle Fransızlara teslim edildi. Kullanılabilir dört makineli
tüfekle bir iki top varsa vardır.
— Peki... Teşekkür ederim
Muhittin Bey... Lazım olursa sizi nerede bulabilirim?
— Gecenin hangi saatinde
olursa olsun, “İzmir’e Doğru” gazetesinde... Ben yoksam, bir arkadaş yüzde yüz
nöbettedir.
— Biz hemen yola çıkacağız.
Siz bir yandan Manisa’yı bulmaya çalışın, bir yandan Rasim Bey’le Halit
Paşa’nın Akhisar’da bizi karşılamalarını sağlayın!
Bekir Sami Bey, bir şey
unutup unutmadığını düşündü:
— Çerkez Reşit Bey’i tanır
mısınız? Eski yüzbaşılardan?.. İttihatçı?
— Tanırım efendim!
— Kendisiyle görüştük.
Kardeşi Ethem Bey’le bize atlılar yollayacaktı. Yirmişer otuzar kişilik küçük
birlikler... Buradaki arkadaşlardan rica ederim, bunları karşılasınlar, vakit
geçirtmeden Akhisar’a yetişmelerini sağlasınlar.
— Hiç merak etmeyin efendim!
Hemen, gerekli yerlere gerekli gözcüler koyarız!
Bekir Sami Bey, Hacim
Muhittin Bey’e elini uzattı.
— Size güveneceğim Muhittin
Bey!.. Allah sizi vatana bağışlasın!
Bu söz, Bekir Sami Bey
kuşağına Süleyman Askeri’den kalmıştı.
Cemil, peronda topukları
birbirine yapışık, elleri pantolonunun yan dikişlerinde dimdik duran Hacim
Muhittin Bey’e bakarak gülümsedi: “Bir geçit geçiyoruz ki Allah sonunu iyiye
çıkarsın!.. Askerler başıbozuğa dönmüş, başıbozuklar askere. . '. ’’
Hacim Muhittim Bey’in
arkasında, koca koca istavrozlarıyla Yunan bayrakları dalgalanıyordu.
Balıkesir’den çıkıp, nasıl
bir yarına bağlı olduğu hiç kimse kestirilemeyecek bir bulanık geceye girdiler.
Yorgun hırıltılarla rampaya
saran lokomotif, ocağında yanan odunları kıvılcımlarını, uzun bir sorguç gibi
savurmaya başlamıştı.
Servis vagonunun yapışkan
sıcağı, yolcuların yüreklerindeki sıkıntıyı arttırıyor, hiçbirinde konuşma gücü
bırakmıyordu.
Gittikleri yönde gökyüzü,
kara bulutlarla kaplıydı. Uzaktan uzağa gök gürültüleri duyulmakta, daha sık
çakan şimşekler birbirlerini kovalamaktaydı.
Teğmen Faruk, komutanın
önüne temiz bir mendil serdi. Üstüne tulum peyniriyle kirazdan ibaret akşam
yemeğini koydu.
Bekir Sami Bey’in yüzünde,
ölü bekleyenlerin kapalı yorgunluğu vardı. Pantolonu ütüsüz, potinleri
boyasızdı. Sabahleyin kullanılmış bir jileti bardakta bileyerek tıraş olduğu
halde, Enver Paşa’nın orduyu gençleştirmesinden sonra kurmayların ateş
boylarında bile korudukları kılık düzgünlüğünü yavaş yavaş yitiriyordu.
Birkaç lokmadan sonra
tıkanmış olmalı ki Bekir Sami Bey, mataranın kupasıyla su içip çekildi.
Cemil’den bir cigara istedi:
— Filintanız yok mu sizin?
— Yok efendim! Bir uygununu
bulamadık Bandırma’da...
— Evet! Akhisar’da ilk
işimiz birer filinta uydurmak olsun! Birer de hayvan ister. Dışarıya,
kıvılcımlar uçuşan karanlığa baktı. Bu gidiş çeteci olma gidişi galiba Cemil
Bey...
— Başka çare bulamazsak
oluruz efendim!..
— Teşkilâtı Mahsusa’da
çalıştınız mı hiç?
— Hayır...
— Son günlerde Halil Paşa
hazretleriyle beraber bulunmuşsunuz... Bekirağa Bölüğü’ne gidip gördünüz mü
kendilerini?
— Görmedim ama, haber
alıyordum.
— Neyle suçluyorlar?
— Pek anlaşılmadı. Savaş
suçlusu galiba. .
— Şaşırttık iyice... Bir şey
yapılamaz mı Bekirağa Bölüğü’ndekiler için?..
— Yapılabilir elbette...
Cemil, “Yapılacakmış...
Hazırlanıyormuş... Çünkü muhafız bölüğünün hemen bütün subayları bizdenmiş”
diyecekti, gerekli görmedi.
— Yapılabilir.
— Yapılsa da ne faydası var?
Doktor Reşit Bey kaçırıldı da ne oldu? Tepesi sırma dilimli kıvırcık kalpağını
birlikleri gözden geçirmeye çağırmışlar gibi düzeltti. Ne kadar şaşılacak bir
bahtı oldu bizim kuşağın! Tanıdınız mı Doktor Reşit Bey’i?
— Hayır...
— Yakışıklı adamdı. Akıllı
Çerkezlerden... Gülümsedi. Çerkezlerden pek akıllı çıkmaz.
— Estağfurullah komutanım.
Bekir Sami Bey bir şey
söyleyecekti. Trenin durduğunu fark edince vazgeçti:
— Bakar mısınız bakalım, bu
istasyonda da, yabancı bayraklar var mı?
Cemil pencereden baktı.
Başını içeri almadan konuştu:
— Var efendim...
— Kaçta varırmışız
Akhisar’a... Sorar mısınız?
— Sorayım efendim!..
Elinde küçük bir fenerle
yaklaşan adama sordu.
— Belli olmazmış efendim...
İki saat... Üç saat... Belki dört saat...
— Gece yansı desenize
şuna... Epeyce vaktimiz var. Faruk Efendi lokomotifte mi?
— Evet...
— Sıcaktan bunalmıştır. Ya
Selahattin Bey, ya da siz, bir ara değiştirin! Sırayla dinlenin ki...
Akhisar’da neyle karşılaşacağımız belli değil. Kederle gülümsedi. Kötü oldu
Manisa’nın düşmesi Cemil Bey... Çok kötü oldu. Bandırma’da boşuna ayak sürüdük.
Eğer, Mevki Komutanı Ahmet Zeki Bey, kamalı topları, makineli tüfekleri,
cephaneleriyle birlikte geriye taşıtamadıysa, kötü oldu demek bile azdır.
— Taşımıştır yüzde yüz...
Bunun için emir beklenmez. Aklımıza gelmeyen bir şey oldu da, taşıtamadıysa,
merak etmeyin efendim, silah buluruz!
Bekir Sami Bey, bıyıklarını
çekiştirerek Cehennem Yüzbaşı’nın yüzüne baktı. Sonra vagona atlayan
Selahattin’ e döndü.
Selahattin Bey, buranın,
Soma’dan bir önceki Beyce istasyonu olduğunu söyledi. Trencilerin makinesiyle
Manisa’yı bulmak mümkün olmamış. Rum istasyon şefi Manisa’nın düştüğünü
duymamıştı. Ya da, söylemek istemiyordu. Yol kapalı olduğundan en az on dakika
bekleyeceklerdi.
— Neden kapalıymış?
— İşçi drezini geliyormuş
komutanım!
— Doğru mu?
— Doğru... Yalan söylerse
başına neler geleceğini herife anlattım.
— İyi...
Cemil, Teğmen Faruk’u
değiştirmek için lokomotife gitti. Makinist yabancı olduğundan, başında nöbet
tutmayı uygun görmüşlerdi.
Lokomotifin içi vagondan on
kat sıcaktı. Odun isi, yanmış makine yağı, istim kokuyordu. Makinist, konuşmayı
pek sevmeyen, asık suratlı bir adamdı. Selamı bile baştan savma almıştı.
İşçi drezini gelip makastan
geçince yola çıktılar.
Sırasıyla, Soma’yı,
Kırkagaç’ı, Harta’yı, Süleymanlı’yı beşer dakika durarak geçtiler, hiçbirinde
Manisa’nın durumunu öğrenemediler. Kimi “Düştü” diyordu, kimi, Manisa’nın adını
ilk defa duyuyor gibi bel bel bakıyordu. Öyle ki bu İkinciler, neredeyse,
“Düşmek de ne demek?” diye soracaklar.
2
Lokomotif, Akhisar
İstasyonu’nda durduğu zaman, saat on ikiyi çeyrek geçiyordu.
Burası da Yunan
bayraklarıyla doluydu ama, ortada, iyice sarhoş olduğu ağzının leş gibi
kokmasından, dilinin peltekliğinden belli, terbiyesiz Rum istasyon şefinden
başka kimse yoktu.
Ya Hacim Muhittin Bey,
aradığı arkadaşları telgrafla bulup haber verememişti, ya da, haber alanlar,
gecenin bu ilerlemiş saatine kadar beklemeyi uygun bulmayıp evlerine
gitmişlerdi.
İstasyon şefi, bekçinin
polisin nerde olduğunu bilmiyordu ama, otelde yatacak yer bulunmadığını
biliyordu.
Subayları ayrı ayrı tepeden
tırnağa süzmüş, kılıklarını hiç beğenmemiş gibi suratını buruşturmuştu.
— Manisa’dan ne haber?
— Manisa müftüsü İzmir’deki
Yunan komutanından, kasabada kötülük çıkmasın diye asker istemiş...
— Gelmiş mi istediği asker?
— Dün gece... Şimdiye kadar
buraya da gelmeleri lazımdı ama bilmem ki nerde kaldılar? Karşıcı çıkardık. Yol
boyunca köyler salıvermiyormuş Yunan askerlerini... “İlle yemek yedireceğiz”
diyorlarmış... Rum köyleri değil haaa... Türk köyleri, Türk...
Herif bunları anlatırken
arada bir susuyor, kasabadan gelen anlaşılmaz bağırtıları sözlerine sanki tanık
tutuyordu.
Duyulan gürültü, karnaval
gecelerinin sarhoş patırtısından farksızdı. Arada bir, birkaç kişi,
gırtlaklarını yırtarak “Hayyt” diye naralanıyor, arada bir isterik kadın
çığlıkları “Zitooo” diye bağırıyordu.
On Yedinci Kolordu’nun dört
kişilik yüksek komuta kadrosu, Albay Bekir Sami Bey’in ardı sıra, dört küçük
bavuldan ibaret ağırlıklarını taşıyarak yürüdüler, üstünde bir kale yıkıntısı
bulunan alçak tepenin çevresine, ışıklarını karartarak sinmiş kasabaya
girdiler.
Her adımda gürültünün
kaynağı olan ışığa yaklaşıyorlardı.
Bu yürüyüş, Cemil’e,
Afrika’da, yamyam davullarına doğru gidiş gibi geldi. Yüreğinden geçenlerin
korkuyla hiçbir ilintisi yoktu. Ayıplanacak bir işi yaparken duyulan
tedirginlik yavaş yavaş yorgunluğa dönüyor, aylardan beri yüreğini daha sık
yoklayan bu yorgunluğun, gene dizlerinden yukarıya doğru, bir sıtma nöbeti
kesikliği halinde çıktığım duyuyordu. Bir an, önünde yürüyen Albay Bekir Sami
Bey’in bir şeyden ürkerek irkildiğini sandı. Komutanın dik başı, bir an, çok
yaşlı bir ninenin başı gibi sallanmıştı. İçini dayanılmaz bir acıma kapladı.
Utanca benzeyen bu acıma, Bekir Sami Bey’e değil kendisine karşıydı. Parabellumunu
kalçasının üstünden biraz öne çekti.
Bağırtıların geldiği yerde
ağaç dallarına asılmış fenerlerin ışığı yeşil yaprakları parlatıyordu. Gittikçe
daha sıklaşan “Zito” çığlıklarına, “Venizelos” adı da karışmaya başlamıştı.
— Bakar mısınız biraz efendim!..
Bekir Sami Bey, elini beline
atarak sese döndü.
İki adım arkasında yürüyen
üç subay, birden atılıp Yanına yetiştiler.
— Kimsin? Ne istiyorsun?
— Bendeniz... Yüzbaşı
Rasim... Topçu Rasim...
— Topçu Yüzbaşısı Rasim Bey,
başını kaldırdı, yüzüne mayıs gecesinin yıldız alacası vurdu. Tıraşı bir
haftalıktı. Avurtları adamakıllı çökmüştü. Düşük bıyıklarıyla bir çalım Cemil’e
benziyor, bu benzerlik, topçu yüzbaşısı olduğunda hiç şüphe bırakmıyordu.
— Hacim Muhittin Bey’den
telgraf aldım efendim, istasyonda beklemeyi uygun bulmadım.
— Neden?
— Bulamadım. Akhisar’da
durum... Biraz... Karışık...
— Neden? Manisa düştüğü için
mi?
— Manisa mı? Manisa daha
düşmedi. Manisa’nın düştüğünü nerden haber aldınız?
— Balıkesir’de duyduk...
Sizin istasyon şefi de...
— Hayır! Manisa henüz
düşmedi.
— Emin misiniz? Nerden
biliyorsunuz?
Bekir Sami Bey’in sesi
birden değişmiş, en zor sıralarda kullanmaya alıştığı emir keskinliğini
almıştı.
— Biliyorum. Eğer, Manisa
düşseydi, benim yüzde yüz haberim olurdu. Oraya birini gönderdim. Düşman
girerken, gönderdiğim haberci beriden doludizgin yola çıkıp buraya yetişecek...
— Manisa’yla görüştünüz mü
bugün?
— Hayır! Dünden beri
konuşamıyoruz.
— Düşmemiş olsa, neden
konuşamayasınız?
— Bilinmez ki efendim...
Telleri Rum çeteleri belki kesmiştir. Bunu düşünerek yolladım bendeniz
haberciyi...
— Mevki Komutanı Ahmet Zeki
Bey’le en son neler konuştunuz?
— En son... On Yedinci
Kolordu’yu aramış bulamamış... İstanbul’a Harbiye Nazırlığı’na telgraf
çekmiş... Kolorduyu bulamadığını, İzmir’e er ya da subay postalarım
yollayamadığını, Manisa’nın Allah’a şükür daha düşmediğini, şimdiye kadar
hiçbir patırtı çıkmadığını, ama, kadroları yarıdan aşağıya inmiş bir yaya
taburu ile iki topçu taburunun herhangi bir uygunsuzluğu önleyemeyeceğini, hele
düşman kuvvetlerine karşı durmanın hiç akla getirilemeyeceğini, sırasında
başvurmak için kendisine bir üst makam gösterilmesini...
— Topların, cephanelerin
geriye alınması?
— Buna dair hiçbir şey
öğrenemedik şu ana kadar...
— Kaç kilometre, buradan
Manisa?
— Trenle elli iki
kilometre... Keseden daha kısa...
— Kırk, kırk beş kilometre
diyelim... Birini daha yollamalıydınız!
— Her an telgrafla konuşmayı
umduk. Bir de, topları geri çekmeye başlasaydı, haberimiz olurdu.
— Şimdi bir haberci
çıkaramaz mıyız Rasim Bey?.. Bu nokta çok önemli... Hem Manisa’nın durumunu
bilmeliyiz, hem de, oradaki bütün silahları kurtarmalıyız! Ne pahasına olursa
olsun!..
Uzaktan uzağa top atışlarını
andıran gök gürlemeleri duyuluyor, bu öfkeli homurtuların ardında, cıvık bir
yabancı şarkı, Akhisar’ın üstünde yankılanıyordu.
— Düne kadar... Türküye
kulak verdi. Burası düne kadar böyle değildi. Dün apansız, değişti. Hiç
beklemiyorduk. Akıl almaz bir şey... Telgrafçılardan eminiz. Bütün önemli
haberleri herkesten önce nokta komutanlığına bildiriyorlar. Bir şey oldu da
müjdesini bunlara istasyondan istasyona bildirdilerse başka... Bayraklar birden
asıldı, hora tepmeler, nârâ atmalar, sarhoş olmalar birden başladı.
— Hemen birisini bulmak
mümkün mü? Atının navlununu, kendisinin gündeliğini iki kat, üç kat versek...
Peşin...
— Para meselesi değil
efendim... “İttihatçılar milleti birbirine kırdıracak” dedikodusu aldı yürüdü.
Dün öğleden beri tepedeki kale yıkıntısında Rumlar nöbet tutuyor. Her saat
başı, “Yunan kuvvetleri göründü” balonu uçuruluyor. Dün öğleden beri, bazı
kasaba eşrafı harıl harıl Yunan bayrakları diktiriyor. Bütün terziler bu işe
girişti. İzmir yoluna taklar bile kuruldu. Menemen’de ele geçirdikleri
silahlarla silahlandırılmış Rum çeteleri Yunan birliklerinin önünde
yürüyormuş... İttihatçıları, subayları bunlar yakalatıyormuş... İtilafçılar:
“İttihatçı gâvurlarına kanar da, iş çevirmeye kalkarsanız, Müslümanı bire kadar
kırdırmış olursunuz. Bize haber vermeden hiçbir şey yapmayın! Uyuyan yılanı
kışkırtmayalım, ” diyorlar. Durumun ne kadar sıkışık olduğunu anlayın ki, biz
sizi istasyonda karşılayamadık. Bizim komutan buraya gelmemi bile doğru
bulmadı. Bu sebeple size otelde yer filan ayırtamadık!
— Bunun değeri yok ama,
birkaç kendini bilmezin gevezeliğiyle, eliniz kolunuz bağlı teslim mi olacaksınız?
— Hayır komutanım!.. Biz
emrinizdeyiz!..
Komutan sesini yumuşatmaya
çalıştı:
— Teşekkür ederim!
Emrimizdeyseniz, bize kirasıyla birkaç hayvan bulun lütfen!.. Adamdan
vazgeçtik! Kese yolu da söyleyin biz kendi gücümüzle sabaha kadar Manisa’dan haber
almaya çalışacağız!
Sözlerini bitirirken sesini
yumuşatmıştı ama, küskünlüğünü, ayıpladığını saklamayı gerekli görmemişti.
— Siz kendi gücünüzle bu işi
gece vakti yapamazsınız komutanım Ahmet Zeki Bey’e emirleriniz nedir?
— Siz mi gideceksiniz?
— Evet...
— Yanınıza bir arkadaş
katalım mı?
— Hayır... Tek kişi iyi
sıyrılır!
— Ne zaman dönebilirsiniz?
— Yolda bir aksilik çıkmazsa
kuşluğa kalmam!
— Sağ ol yüzbaşı... Ahmet
Zeki’ye dersiniz ki... Hiçbir şey demeye lüzum yok... Hemen kamalı topları
koşun... Kasabadan çıkarın... Bulabildiğiniz arabaya kaldırabildikleri kadar
cephane yükletin! Birlikler de koruyucu olarak çekilmeye hazırlansınlar. Ne bir
tek er, ne de bir tek mavzer mermisi kaptırmamaya çalışırsınız. Elini uzattı.
Haydi bahtınız açık olsun! Aileniz burada mı? Biz kendilerine icabında yardım
edebilir miyiz?
— Burada kimsem yok efendim!
— Sizin kahraman
komutanınız, oteli bize göstermenizi de yasakladı mı yoksa?..
— Otel ilerde... Gürültü
edilen bahçenin bitişiğinde... Ben yarın erkenden yetişemezsem, Manisa’yı
bulmaya çalışırsınız’ Ben de oradan burayı aralıksız arayacağım. Yarın bizden
biri gelmeden dışarı çıkmayın!.. Komutanı size galiba biraz yanlış anlattım.
Binbaşı Hüsnü Bey yüreklidir. Durumu iyice anlamadan faydasız yer kuvvet
kaptırmak istemiyor. Ben kendisiyle şimdi görüşeceğim. Size yarın birini
yollar. Yollayacağı adamın adı, ya Kâmil’dir, ya Reşat...
— Subay mı bunlar?
— Hayır. Kasaba ileri
gelenlerinden... İkisine de güvenebilirsiniz.
— Kasabada oturmaz!..
İttihatçı diye kovuşturulduğu için pek ortada görünmek istemiyor. Lazımsa haber
yollayalım!
— Evet. Haber yollayın! Ne
yapsın yapsın, gelip beni bulsun!
— Başka bir emriniz efendim?
— En kısa zamanda gidip
dönmeniz! Ne pahasına olursa olsun, sağ dönmeniz!
Topçu Yüzbaşısı Rasim Bey
komutanı selamladı. Keskin bir hareketle topukları üstünde dönüp karanlık
sokağa daldı.
Akhisar’ın handan bozma
otelini işleten herif, karşısında üniformalı adamlar görünce, kapıyı açtığına
pişman olduğunu saklamamıştı.
Örtüleri mörtüleri
yıkatamamıştı kaç gündür. Otelde akarsu yoktu. Efendiden müşteriler pireden,
tahta bitinden yaka silkiyorlardı. İzmir karışıklığı yüzünden ayaktakımı
yollara düştüğü için, yatakları bit sarmışsa, sorumluluk yüklenemezdi.
İsterlerse başka yere...
— Var mı burda başka bir
otel?..
— Yok ama. Belediye başkanı,
ileri gelenlerin konaklarında size yatacak yer bulur!
— Belki bulur ama, biz gece
vakti belediye başkanım bulamayız!
Yağmurun birden başlaması,
bu faydasız çekişmeyi, bereket versin, sırasında kesmişti de, suratsız herifi
Cemil’in şamarından kurtarmıştı.
Bekir Sami’yle Yüzbaşı
Selahattin, İstanbul’a yollanacak raporu hazırlamak için mum ışığında yazıya
oturdular.
Cemil, bitişik odada,
soyunmadan karyolaya uzandı.
Teğmen Faruk, basma perdeyi
aralamış, yağmurlu geceye dalmıştı. Topukları aşınmış tozlu potinleri,
getirlerini yarı yarıya boş bırakan ince bacakları, oluk gibi oyuk ensesiyle
Teğmen Faruk, şu anda subaydan çok, okulda oynayacak bir oyun için üniforma
giymiş bir ortaokul öğrencisine benziyordu.
“Ne işi var, bu çetin boğuşmada
bu çocuğun?.. Koca Osmanlı ordusu ufalana ufalana bu kadar mı kalacaktı?.. ”
Asık suratlı hancı gözünün önüne geldi.
Herif iri kıyımdı.
Böylelerine, Çerkez Osman Çavuş “Meşebüken” derdi. Osman Çavuş’un dilinde
meşebüken demek, kendi canından başkasını düşünmez, her çeşit iyiliğe yeminli,
bütün kötülüklere doğumdan yatkın adam karalaması demekti. Bir zaman, Çerkez
Osman Çavuş’u birdenbire nerden hatırladığını düşündü. Çerkeş Reşit Bey’den
olmalı... Osman Çavuş da buralıydı galiba... Evet... Mihaliççik
dolaylarındandı. Çerkez Reşit Bey’in babası Ali Bey’den laf açıp açmadığını
bulmaya çalıştı. “Demek ki buralarda tanıdığım kimseleri hiç farkında olmadan
arar dururmuşum şuuraltında!.. ” Bıyıklarını çekiştirerek bir zaman, güldü.
Osman, topçu çavuşuydu. Balkan’da, Çanakkale’de, Filistin’de beraber
bulunmuşlardı. Osman, üvey babası Enapali Çerkez Yüzbaşı İbrahim Ağa’yla
Yemen’de bulunduğu için dogma büyüme askerdi. Topçuluğu çok severdi, topçulukla
övündüğü, iyi topçu olmak için çabaladığı, çavuşluğu da kazandığı halde,
başından beri topa akıl erdirememişti. İlk Kanal akınında hastalanan bir yaya
çavuşuyla değiştirilmesi bundandı. Böylece Çerkez Osman Çavuş, Kanalı
geçenlerle birlikte lombozlara binmiş, bir daha da geri dönmemişti. “Gitti
gider deli Çerkez... İlk ağızda vurulduysa suç benim... Dirensem
vermeyebilirdim. ” İçini çekti gizlice... “Gitmeyi istedi miydi, istemedi
miydi? Topçuluğunu değerli bulamadığım için vermeye razı olduğumu anlayıp bana
kırılmış mıdır acaba?”
— Eğer bu çukurdan
kurtulursan yüzbaşım...
Cemil, kendini Osman
Çavuş’tan kurtarıp Teğmen Faruk’a döndü.
Faruk pencereden dışarıya
bakıyor, söze başladığına pişman olmuş gibi susuyordu.
— Evet... Kurtulursak?..
— Kurtulursak, silip yeniden
başlamış olacağız!..
— Ne demeye getiriyorsun bu lafı?
— Bundan sonra hiç kimseye
hiçbir şey borçlu olmayacağız, demeye... Bu gidişe bakarsak... Adamları tek tek
bulacağız yüzbaşım, tüfekleri, kasaturaları, sargı bezlerini tek tek... O kadar
ki, mavzer mermilerini bile teker teker bulacağız. Zor iş ama çok değerli...
Herifin suratına şaman az kalsın vuracaktınız değil mi, aşağıda?..
— Hangi herifin? Cemil
gönülsüz gönülsüz güldü. Hancının mı? Evet, aklımdan geçti. Nerden bildin?
— Beni ittiniz. Soluklarınız
değişti.
— Vursa mıydım?
— Vursanız da hiçbir şey
anlamazdı. Bizim yerimize Yunan subayları geleydi nasıl karşılardı, diye
düşündüm... Ya da dağdaki efelerden birinin zülüflü kızanı gelseydi. Ben
bunları tanırım. Böyleleri aslında ölümden bile korkmazlar. Çünkü hiçbir
adamcıl duyguları yoktur. Bunlar, ancak başkalarının korkularıyla korkarlar,
daha doğrusu korktuklarını sanırlar. O zaman bir şey yaptırabilirseniz
yaptırırsınız. Bunlar kendilerinde insan gibi korkma yeteneği olmadığını
sezdiler mi... Korkunçtur.
Teğmen Faruk sustu. Sözleri
Cemil’e biraz karışık gelmişti. Birliklerde tanıdığı çeşitli meşebükenleri
hatırlamaya çalıştı. Korkuyu başkasından iğreti alıp kullanmak tuhafına
gitmişti.
Yüzbaşı Selahattin içeri
girdi:
— Uyumasınız mı daha? Neden
yatmadın Faruk Efendi?
— Yatacağım yüzbaşım...
— Yatın da biraz dinlenin!..
Sabahleyin sizi uyandırmayalım diye komutanın bavulunu almaya geldim. Yağmur
yağıyor mu hep?
— Hızı geçti ama yağıyor.
Rasim Bey’i neden lokomotifle göndermedik Manisa’ya?.. Islanmadan gidip
gelirdi. Gelirken de boş gelmezdi.
— Komutan düşünmüş... Bir
ara “Trenle gidin” diyecekmiş, ne olur ne olmaz diye caymış... “Heriflere bir
de lokomotif bağışlamayalım, ” demiş... Yatın hadi! Biraz uyumaya çalışın.
Yarınki işlerimiz çetine benzer bu Akhisar kasabasında...
Bavulu alıp çıktı.
Teğmen Faruk, Cemil’den izin
isteyerek mumu üfledi, karyolaya uzandı.
Cemil uyandığı zaman ortalık
yeni ağarıyordu. Gürültü etmeden kalktı, pencereye gidip bir cigara yaktı.
Akhisar kasabası yansına
kadar ıslanmış kerpiç duvarları, çamurlu kaldırımlarıyla yeni çıkmış yaşlı bir
mandaya benziyordu.
İzmir yoluna kurulmuş derme
çatma karşılama takının boyalı kâğıtları paçavraya dönmüş, mavili aklı yabancı
bayraklar, bütün dalgalanma güçleri yağmurla akıp gitmiş gibi sarkmıştı.
Sokak, gittiği yere kadar,
bu bayraklarla süslüydü. Hangi evlerin Türk, hangi evlerin Rum olduğunu bir
şeylerden seçip ayırmaya çalıştı. Rumların artık Türklerden korkmadıkları için,
bu alacalı bezleri asmaları ne kadar iğrençse, Türklerin de korktukları için
aynı işi yapmaları, o kadar iğrençti.
Yunan ordusu, bu
yılışıklıkla, bu yüreksizliğin içine nasıl gelip yerleşecek, yerleşince ne
kazanacaktı? Düşman daha görünmeden kendini yenik sayanla, bunu gerçekten
boğuşup yenme sayan arasında ne fark vardı?
Bacaların dumanları ıslak
havaya güç yetiremediklerinden damların üstüne yayılıyor, sağılıp sokağa
bırakılmış inekler, burasını ilk defa görüyorlarmış gibi, iki adımda bir
durarak, şaşkın ürkek, arkalarına bakıp böğürüyorlardı.
Cemil’in canı, sıcak sütle
susamlı simit istedi. “Hayır simit değil... Bayat ama, pişkin ekmek... Bol
şekerli sıcak süte, bayat ekmek içini ufalamak... ” Bunu aklından geçirmemiş de
bir başkası söylemiş gibi, Faruk’un yattığı karyolaya döndü.
Teğmen Faruk, ekşi bir şey
yemiş gibi suratını buruşturarak sayıklamıştı. “Ekşi bir şey yemiş gibi değil,
sayıkladığı sözlerin acılığını yutkunur gibi... ”
Cemil, elini yüzünden
geçirdi. “Tıraş olmalı... Komutandan ayıp... ” Gömleğinin yakasındaki
kirlenmişliği ensesinde gezdirilen fırça kılları gibi duyarak ürperdi. “Sıcak
su olsa bol bol... Kokulu sabun olsa... Yüzünü buruşturdu. Kokulu olmaz.
Bildiğimiz, sabun... Hamam temiz olsa... Ama çok temiz... Parıl parıl... ”
Gerçek anlamıyla kendine geldi. Kendi, dolaşmaya çıkmış da, şimdi, dönüp
gövdesine girmiş gibi... “Savaşa tutuşmuşuz da haberimiz yok... Çoktan savaşın
içinde yatıp yuvarlanır olmuşuz!.. ” Bol sıcak suyla ak sabun isteğini her
zaman, savaşın, en kızgın sıralarında duymuştu. “Barışta adam, istediği zaman
yıkandığı için yıkarımayı özlemez. Gömlek yakasının kirlendiğini de düşünmez!”
Evet, gene savaşın ortasındaydılar. Tabancasını çözmeden yatmış, arkaüstü
uyumuş, uykusu arasında ancak sol yanına dönmüştü. Tabancasına döneydi, yüzde
yüz uyanırdı. Bunlar savaş alışkanlıklarıydı.
Kapı açıldı. Suratsız
otelcinin çay satmaya geldiğine emin olduğu için aldırmadı.
— Başımız belaya girmeden
bir çıksak hayırlısıyla, buradan...
Cemil, Yüzbaşı Selahattin’in
sesine şaşırarak döndü:
— Ne var?
— “Çay, ” dedim, “Şimdi ocak
yanmaz. ” dedi. “Komutan için biraz sıcak su uydursak, tıraş suyu... ” dedim.
Karşılık bile vermedi. Homurdanarak kenefe girdi. Yarım saat oluyor.
— Tekmeyle çıkarsak...
— Bunu istediğinden
şüphelendim de, yapmadım. Bizden yediği dayakla düşmanın karşısına tertemiz
çıkacak... Komutan dün gece senin kızdığını anladı. Sıkı tembihi var. Ne
yaparlarsa yapsınlar, sonuna kadar ses çıkarmadan dayanacağız. Rezil takımının
bir oyunu da, korkulu saydığı bir durumu, kendisine dayak attırıp savuşmaktır.
Komutan güldü. Soğuk suyla tıraş olmaya başladı.
— Haber yok mu Manisa’dan?
Selahattin arkadaşının
yüzüne bir zaman baktı:
— Aklına gelen benim de
aklıma geldi ama, sanmam!.. Senin topçu “Manisa’ya gidiyorum” diye, ata atlayıp
Uşak’a doğru savuşacak bir adama benzemiyordu. Tanıdın mı, okuldan filân?
— Yok...
— Faruk uyanırsa, burada
ileri geri şeyler konuşmayın yüksek sesle...
— Neden?
— Hancı dinliyor.
Sezinledim. Kapıyı birden açtım. Kerata iki büklümdü. “Nedir o? Bir şey mi
düşürdün?” diye sordum. “Yok. ” dedi, savuştu.
— Düşman içinde gibiyiz!
Sana da öyle gelmiyor mu?
— Hayır! Bana daha iğrenç
geliyor. Faruk’a acıyarak baktı. Ne kadar yorulmuş olmalı ki, bunca gürültüye
uyanmadı. Bir şeyler yapsak?
— Ne gibi?
— Düşündüm... Yanında üç
kişiyle koca bir kolordu komutanı... Bir han odasına sığınmış... Olmaz.
Yılgınlığı büsbütün cıvıklaştıracağız. Adımıza yaraşır bir yer bulalım. Aklıma
Askerlik Şubesi geldi. Birimiz gidip baksak nerdedir? Başkan yerinde mi? Kaç
tane er var?
— Doğru... Ben şimdi gider
gelirim. Başka bir şey?
— Eger yerleşebileceğimiz
gibiyse başka bir şey istemez. Çayı mayı orda buluruz. Kapısı kilidiyse...
Sanırım ki öyle bulacaksın! Jandarmaya uğra... Bir şeyler yap... Say ki,
burasını küçük bir birlikle ele geçirdin!..
Cemil, askerlik dairesini,
kimseye sormak zorunda kalmadan kolayca buldu. Kapı kapalıydı ama, çok şükür,
üstüne, asma kilit filan takılmamıştı.
Çaldı bekledi, bekledi
çaldı. “Burada kapı açmayı pek sevmiyorlar galiba” derken pencereden bir kafa
uzandı.
— Kimse yok! dedi, çekildi.
— Aç oğlum!.. Hey, sana
dedim rezil... Aç şunu... Sen kimse değil misin?
— Reis bey İstanbul’a gitti.
“Ben gelmeden kimseye kapı açma!” dedi.
— Sen o zamandan bu zamana
hiç dışarı çıkmadın mı?
— Çıktım. Çıkılmaz mı?
— Kapıyı açmadan nasıl
çıktın eşşoğlu?..
Kara sakallı bir gözü kör
asker, bu söze çok şaşmış, ağzını bir karış açarak apışmıştı.
Cemil, bu şaşkınlığın
geçmesine meydan bırakmadı:
— Açtınsa yandın!
Sorumlusun... Meşe odunu... Aç... Aç dedim. Yukarı çıkarsam, ben senin
kemiklerini kırmaz mıyım?
— Sen kimsin efendi?
— Ulan ben, İstanbul’dan
yeni gelen Şube Başkanı değil miyim? Aç şunu...
— Ayak sesleri merdivenden
telaşsız, hatta duraklayarak iniyordu. Kara sakallı şube erinin böylece bir
şeyler hesapladığını Cemil anladı.
Karasakallı, kapıyı açtı ama
ardına dayamadı. Aklınca sorup soruşturacaktı.
— Yeni başkan mısın sen?
Bizim eski başkana n’oldu? Hani senin binbaşı urbaların...
Cemil, göğüsleyip girdi.
— Senin binbaşının öküz
sinirinden kırbacı varmış... “Benim kara sakala ayağının tozuyla bir kötek
atmazsan laf anlatamazsın” dediydi. Doğruymuş... Getir şu kırbacı... Getir,
dedim, bitiyorsun!
— Tövbe binbaşım... Seni
bilemedim! Bilsem... Tövbe!
— “Daha dört beş kişi
olacak” dediydi sizin binbaşı... Nerde o eşşoğları?..
— Binbaşının ardından
savuştular alçaklar... Bizi burada koyup... Gecenin birinde geçip gittiler!
— Tamam!.. Bana Vali
Paşa’nın yazdığı yalan değilmiş... Tüfekleri de alıp savuştular değil mi? Peki,
ben seni, Kuyulu Kahve’nin önündeki dut dalma asmaz mıyım?
— Aman tövbe!.. Aman
binbaşım, tüfekler burda... Tüfekleri götüren olmadı! Defterine bakmadan beni
asma oh kumandan bey... Defterde sayısı noksan çıkarsa, Kör Şaban’ın kanı sana
helal olsun!
— Oğlum Kör Şaban...
Tüfekleri eksik bulmalıyım ki... Tüfekleri...
Elleri belinde çevresine,
tavana bakarak alt katı dolaştı. Alt kat da, üst kat da haftalardır silinip
süpürülmemişti. Tavandan örümcek ağları sarkıyor, camlardan dışarısı tozlardan
görünmüyordu.
— Tüfekleri dedim,
tüfekleri... Tüfekler tamam değilse... Oğlum Kör Şaban... Seni ben asmam, ağır
ateşte pişirip, kebabını itlere dökerim.
— Binbaşım gelmeyecek mi
gerisin geri?.. Nasıl bildim gelmeyeceğini gidişinden... Bezdi benim
binbaşım... Kör beslemekten bezdi, usandı... Canı üzüldü. Hava değişimlisi
gelir bu kapıya, acemi eri, sakatı, kaçağı gelir bu kapıya... Baktı ki,
olmayacak, geçti gitti. Vay başıma!.. “Aman beni burada koyup gitme binbaşım”
diye yalvardım, “Amanı bilir misin?” dedim. Canı bezdi de gitti. Başını iki
kere yumrukladı. Sen nerelisin binbaşım, sen de İstanbullu musun?
— Yok! Sizin ordanım!
— Deme, gerçek mi? İçinden
misin Çankırı’nın?..
— İçinden...
— Yolun düştü müydü hiç
bizim Kurşunlu’ya oh beyim?
— Çok... Benim anamın anası
Kurşunlulu...
— Deme, gerçek mi?
— Hele tüfekler eksik çıksın
da, ben sana gerçek mi, değil mi sorarım! Nerde ambarın anahtarı?..
— Nerde olur? Üstümde... Nah
buyur!..
Cemil, Kör Şaban’ın uzattığı
anahtarı elinin tersiyle itti:
— Ulan Körağa, sen, “Hazır
ol” bilmez misin? Toplan! Düş önüme!
Şubenin silahları, yukarda,
yıllardır süpürülmemiş bir odada duruyordu. Ahşap bina kav gibi kuru olduğu
için, en eski silahlar bile karıncalanınamıştı.
Cemil, kırk elli tüfeğin
içinden iki tane atlı filintasıyla, iki tane Alman mavzeri seçti:
— Nerde bunların
mermileri?.. Sayısı noksan çıkmalı ki... Satıp matmalısm ki, ben sana... Kes
oğlum Kör Şaban... Dayağa kaşınma... Bu sandıklarda mı? Aç!.. Aç, dedim, şaplak
geliyor!.. İyi... Fişeklik yok mu, bu temeline tükürdüğüm ambarda? Fişeklik
dedim. Ayı, kütüklük demedim! Tamam!.. Bak bana... Ben şimdi defterleri
yoklayacağım. Beş dakkaya kadar, fişeklikleri doldurup tüfekleri ayna gibi
parlatmadın mı, gerisini kendin düşün! Şart olsun... Daha duruyor! Ulan, sizi
binbaşınız ne kötü alıştırmış! Beni, olur olmaz binbaşılara benzetme... Benim,
Osmanlı ordusunda, Sopalı Binbaşı diye ünüm vardır. Beş Dakka! Altı dakkaya
kaldın mı, hiç kıymeti yok... Gözüme görünme! Bırak savuş ki, sağlam gözünü de
ben söndürmeyeyim!..
Sube reisinin odasında bir
küçük masayla iki tahta iskemleden başka eşya yoktu. Duvarların sıvası yer yer
dökülmüş, döşeme tahtalarının arası ikişer parmak açılmıştı. Masanın üstü toz
içindeydi. Cigara tablası, binbaşının bıraktığı gibi izmaritlerle dolu
duruyordu. “Belki son gece... Burada cigara içerek, her şeyi yüzüstü bırakıp
gitmenin doğru olup olmadığını düşündü. Başına gelebilecekleri enine boyuna
hesaplamıştır. Kim bilir ne kadar kıvrandı fukara!.. ”
— Tamam binbaşım...
— Tamam mı? Hani bakayım?
Neresi tamam bunun?.. Dort yüz mermiyi ne kadar kolay saydın!..
— Saydık Allahın izniyle...
Her bir bağı beşer mermi... Yirmi bağ yüz mermi...
— Ulan aferin Kör Şaban!..
Ulan, binbaşın dediydi de inanmadımdı. Oğlum, senin insan gibi fikrin varmış...
İyi... Sar şunları bir şeye güzelce... Bir ip bul, sar adamakıllı... Dur,
herif, nereye? Yağlı mıymış namlular? Karıncalanınışlarsa ben senin sağlam
gözünü!..
— Yağlı ki, binbaşım
halisinden, fabrikasının yağı... Benim gördüğüm, bunlarla hiç mermi
yakılmamış... 56’ncı Tümen’e geldiydi bunlar, savaşın sonuna yakın... Deniz
kıyısını koruyan birliklere geldiydi... Kurnaz kurnaz gülümsedi. Binbaşım,
sandığın birini açtı da, ikisini üçünü çekip aldı, yerine yivi mivi kalmamış
muaddel sokuverdi. Filintaları sorarsan, halis, eşkıya silahı... Bunlar iki
karış namlularla iki bin metreden pireyi vururmuş kendi başlarına... Bunlara
gezgözarpacık istemezmiş...
— Sana ben, ne dedim... Ulan
ben sana...
— Sar, dedin binbaşım...
. Kucağındakilere,
karmakarışık dışarı çıktı. Biraz sonra düzgün bir paketle döndü.
— Nah buyur binbaşım!..
Sardık güzelce!..
— Evet, iyi sarmışsın! Şimdi
lafıma kulak ver! Birini unutursan keyfine... Unutursan bir, bir de,
karıştınrsan... Dediklerimi aklına yazacaksın!.. Soran oldu mu, arasına, hiçbir
şey katmayacaksın!.. Yunan yürüdü geliyor baş aşağı... Silahları bir tamam
istiyor. Zagonu: Her noksana bir adam asmak... Biz ambardan dört tüfek... Şu
kadar cephane aldık. Yunan bunu duyarsa n’olur?
— Bizi asar domuz... Asar,
hiç bakmaz öyle ya...
— Tamam... Tüfeklerin
gittiğini bir sen bileceksin, bir ben, bir de Allah...
— Allah elbette...
— İyi... Al paket koluna,
gel arkamdan... Biri dönüşte, “Kimdi o herif?” diye sorarsa, “Yeni binbaşı”
demeyeceksin, “Kurmay Başkanı” diyeceksin! Bildin mi, “Kurmay Başkan”ı lafını?
— Bilinmez mi? Kurmay
başkanı...
— Tamam... Hadi...
Otele kadar rastladığı tek
tük insanlar, nedense göz göze gelmek istememişler, başlarını çevirmişlerdi. Bu
sebeple, Kör Şaban’ın kolundaki paketle hiç kimse ilgilenmedi.
Otelci de ortada yoktu.
Üst kat sofasına çıktığı
zaman, Selahattin, komutanın yanına girmek üzereydi. Kör Şaban’la körün
kolundaki paketi görünce durdu:
— Nerde kaldın yahu? Nedir?
— Hiç... Gelen giden oldu
mu?
— Reşat Bey içerde... Nasıl
Askerlik Şubesi?
— İş yok... Kör Şabana
yattığı odanın kapısını gösterdi. Koy onları oraya... Hemen şubeye yetiş...
Kapıyı çekmedin!.. Biri bir şey aşırmalı ki...
Şaban’ın bir gözü kördü ama,
canı tezdi. Odaya girmesiyle çıkması bir olmuştu. Selam verdi:
— Koydum komutanım!
Gitmekteyim!
— Dur bre... Ulan bu nasıl
gidiş!.. Al şu elli kuruşu...
— Tütün mü lazım?
— Tütün ama, bana değil,
kendine... Al diyorum! Bir daha “İstemez” demelisin ki... Merdivenden inen
Şaban’ın arkasından seslendi. Aradığım zaman seni şubede bulamamalıyım ki...
Göndereceğim adam, “Yok” diye geri gelmeli ki... Ah ne fayda, gelmeli ki...
— Gelebilemez binbaşım...
Bizi Allah’ın izniyle gece gündüz şubedeyizdir.
— Yıkıl... Daha söylüyor!..
Odaya girdiğinde, Teğmen
Faruk paketi yokluyordu:
— Nedir bunlar? Durun...
Tüfek değil mi? Tüfek mi sahi?.. Hay siz çok yaşayın yüzbaşım... Hay Allah
sizden razı olsun... Bir an kucaklayacak gibi davrandı. Sonra, topuklarını
bitiştirerek dimdik durdu. Yanılmıyorum ya?
— Tüfek evet... Her birimize
birer tüfek, yüzer de mermi...
— Açıp bakabilir miyim?
— Durduğun kabahat...
Teğmen Faruk, bayram çocuğu
sevinciyle ipleri biraz çekiştirdi. Koparamayacağını anlayınca, çakısını
çıkarıp kesti:
— Çok yaşayın siz... Nerden
buldunuz? Ömrünüze bereket... Kız gibi tüfekler...
— Filintaları seninle
komutan için aldım. Ağır olmaz!
Cemil, aslında filintanın
birini kendisi için seçmişti. Faruk duraklayınca şaştı:
— Sevmedin mi?
— Ben Alman mavzerine
alışığım...
— Öyle mi? Al benim
mavzeri...
— Olur mu hiç... Hayır,
kalsın!.. Biraz mermi yakar, buna da alışırım!
— Yok yahu... Taşıması sana
zor olur, diye düşünmüştüm. Beğen birini...
Faruk mavzerlerden birini
aldı. Namluya baktı, mekanizmayı açıp kapadı:
— Yepyeni... Kız gibi... Çok
yaşayın e mi... izin verirseniz, yağını alıp doldurayım... Olur mu?..
— Yalnız kendininkini olmaz!
Dördünü de doldur. Ne diyor Reşat Bey?
Faruk bir yandan tüfeklerle
uğraşırken bir yandan anlattı: Kolordu Komutanı’nın özel bir trenle geldiği dün
gece duyulmuş... Rumların keyfi kaçmış çok...
— Rumları anlıyorum ama,
Hürriyet Itilafçılara ne oluyor? Onlar da pek telaşlanmışlar. Bu sabah yer yer
toplantılar yapılıyormuş... Reşat Bey’in arkadaşı Kâmil Bey, kasaba ileri
gelenlerini toplayıp birazdan buraya getirecek...
— Manisa’dan haber?
— Yok... “Telgrafçılar
arıyorlar, aralıksız... ” dedi. Reşat Bey... Komutanın istediği başıbozuk
paşasına da adam gönderdiler.
— Manisa’dan haber yoksa,
düşman daha girmedi demektir.
— Evet... Komutan da öyle
dedi... Yağını aldığı mavzerlerden birini yukarı kaldırdı. Fabrikadan yeni
çıkmış, şuna bakın... İçeri giren Selahattin Bey’e uzattı. Buyrun silahınızı
yüzbaşım...
Dikkat! Doludur!..
— Nerden bulmuş bunları?
— Bilmem... O kadar sevindim
ki, sormadım bile...
— Askerlik şubesinden aldım.
— Daha var mı?
— Kırk elli tane var ama,
işe yararı kaçta kaçtır, bana karanlık!
— Komutana söyledim. Güldü.
Manisa’dan haber gelmemesini daha düşmediğine veriyor. Çok keyifli... “Getirin
şunları bir göreyim. ” dedi.
On Yedinci Kolordu Komutan
Vekili Albay Bekir Sami Bey, Selahattin’in uzattığı filintayı, tıpkı, Teğmen
Faruk’un sevinciyle kavradı. Onun gibi tutmuş, onun gibi, namluyu tavana
çevirerek mekanizmayı oynatmıştı.
— Nerde bunun fişekleri?
— İçerde efendim!
— Getirin de dolduralım!
Epeyce var mı?
— Şimdilik yüzer tane
almış... Dört tüfek, dört yüz mermi...
— Karşılığında bir imzalı
kâğıt bırakaydı.
— Hiç sanmam. Aklına
gelmemiştir.
— Aldı, yürüdü, demek...
Peki...
— iyisinden fişeklikler de
bulmuş efendim!..
— Gerçek mi? Durun
öyleyse... Eveeet... Bakın ne yapacağız Selahattin Bey... Hepimiz, fişeklikleri
takacağız. Silahları yanımızda duvara dayayacağız!.. Anladınız mı?
— Evet efendim!.. Bize bu
gidişle birer Çerkez kamasıyla ikişer de bomba ister!..
— Siz şaka ediyorsunuz ama,
ben bunların mutlaka bulunup takılmasını emrediyorum.
— Emriniz Cehennem
Yüzbaşı’ya söyleyeceğim efendim.
^jorgan Savaşçı
Cemil, Kolordu Komutanı’nın
el bombası şakasına pek kulak asmadı. Selahattin’in sözlerini yanda keserek
sordu:
— Nerde konuşacak, kasaba
ileri gelenleriyle bizim albay?
— “Askerlik şubesi uygun
değil” dedin ya... Burda...
— Burda, dediğin nere?
Yattığı odada mı?
— Alay mı ediyorsun
Cehennem?.. Akhisar Oteli’nin Viyana otelleri gibi dayalı döşeli salonları mı
var?
— Demek bizim komutan,
külüstür karyolaya bağdaş kuracak... Göğsünde çapraz fişeklikler... Kucağında
atlı filintası... Olmaz gözüm... Hiç olmaz!
— Ya?
— Bir başka düzen bulacağız.
Büyük Cemal Paşa, böyle işlere çok önem verirdi. Enver Paşa geldiği zaman
saklıdaki özel koltuğa çıkarırlarmış...
— Nasıl özel koltuk?
— Bilirsin, Enver Paşa’nın
boyu kısaydı biraz... Bu kısalık fark edilmesin diye, Cemal Paşa özel bir
koltuk yaptırmış. Bir masanın ayakları belli belirsiz yükseltiliyor, ardına
özel koltuk koyuluyor. Birlikleri gözden geçirirken de, başkomutan vekilini otomobilden
hiç indirmezdi. Bana kalsa, bir kolordu komutanı, acemi erler gibi tüfek elde,
halka hiç görülmemeli...
— Haklısın belki ama,
şimdilik albaya bunu anlatamayız. Filintayı sevdi. Teğmen Faruk’tan daha çok
sevdiğine kalıbımı basarım.
— Anlıyorum!.. Biz subay
milleti iki bölüğüz... Çoğunluğumuzun paşa da olsak, aslında teğmenlikten
yukarı çıkmamış sayılırız. Komutan olmak başka şey... Enver Paşa’nın
Sarıkamış’ta gözcü kollarının başına geçmeye kalktığını söylerler. Bunu
korkmazlıgma tanık gösterirler. Aslında, teğmen kaldığını ispatlar. Başkomutan
vekili olmuş ama, komutan olamamış...
Alt dudağım tutarak sustu.
Doktor Münir Bey’in Kurmay Başkanı Ali Fuat Bey’i alaya alışı aklınla gelmişti.
Doktor haksız, dı. O yürüyüş kolunun öyle olması, komutanlığın baş yasaların-'
dandı.
— Neye sustun?
— Hiç... Aklıma bir şey
geldi de... Evet, olmaz cancazım... Ali' bayın karyolaya bağdaş kurması yakışık
almaz. Bak ne yapanz! Odanın kapısına bir masa koyalım. Albay iç tarafta
otursun! Seninle ben, dışarıda, masanın iki yanında ya ayakta dururuz, ya da '
birer iskemleye otururuz. Sizde haritaya benzer bir şey var mı? '
— Var ama, kurmay haritası
değil... 1
— Olsun. Onları da masanın
üstüne yayalım! Birkaç not defteri, bir iki kalem koyalım.
— Evet... Masayı kapıya koymak
iyi... Filintayı Yanına dayasın! Hadi öyleyse, herifler gelmeden iskemleleri
taşıyalım!
— Kaç kişi gelecek biliyor
musun?
— Hayır...
— O zaman, iskemleleri
önceden getirmek doğru değil... Başka bir şey düşünerek gülümsedi. Böyle
karışık sıralarda, boş iskemle yılgınlığı arttırırmış...
— Kim dedi?
— Doktor Münir Bey...
— Kim Doktor Münir Bey?..
Nerden aklına geldi şimdi?
— Geldi apansız... . Doktor
Münir Bey, KafkasyalIlara milli hükümet kurdurmaya çalışırken bizimkilerin
nasıl sıkıntı çektiklerini, her şeyi ince eleyip sık dokumak zorunda
kaldıklarını anlatıp Halil Paşa’ya takılırdı. Doktor Münir Bey bunlara “Osmanlı
numarası” der. Herifler zati buraya gönülsüz geliyorlar. Bir de boş iskemle
görürlerse, “Çağırılanların hiçbiri gelmemiş... Allah’ın bir avanağı biz
miyiz?” diye pirelenirler.
—Doğru yahu... Vay canına...
“Doktor milletinin akıllısı olmaz” derdin, meğer olurmuş! Evet, doğru...
iskemleler azar azar getirilecek...
— Evet azar azar...
Gelenlerden bazıları biraz ayakta beklesin! Kaymakamı, masanın sağ Yanına
oturtmayı unutmayalım!
— Kaymakam gelemiyor. Çok
hastaymış...
— Nasıl hasta?.. İşte bu
olmadı. Hiç olmadı. Bana kalsa, sürüyüp getirmeli.
— Getirilecek gibi değil...
Karnı bozulmuş herifin...
— Kötü... Çok kötü...
Geleydi de, komutanın sağ Yanına oturaydı, en amansız sırada, istesin
istemesin, yardımcı olurdu. Doktor Münir Bey dedi ki, “En büyüklerini Yanına
oturtsun. Söz kızıştı mı, karşı gelene kızacağı tutar, sen de fırsatı kaçırmaz
keçeni sudan alırsın. ” dedi.
— Dedi ama, kaymakam beyin
karnı bozulduysa ne yapalım?
— Evet... Kaymakam beyin
yerine başka birini bulalım. Müftü gelsin!
— Müftü direnmeye
karşıymış...
— Binbaşı Hüsnü Bey?
— Arattık. Gün dogmadan atma
binmiş, Manisa’ya doğru gitmiş... Rasim Bey’e bakacak...
— En iyisi... Biz dün gece,
trenden hiç inmeyecektik. Herifleri vagona çağıracaktık. Daha doğrusunu ister
misin?
— Neymiş?
— Gece, Rasim Bey’den
Manisa’nın düşmediğini öğrendik ya...
— Evet...
— Hemen askerlik şubesine
gidecektik. Tüfekleri alıp trene dönecektik. Sürecektik Manisa’ya... Manisa’ya
gitmekte çok iş vardı arkadaş... “Kolordu Komutanı bu gece özel treniyle
Manisa’ya geçmiş” lafının burada yapacağı etkiyi düşün...
— Doğru... Nasıl akıl
edemedik dün gece bunu?..
— Edemedik. Çünkü bunu
komutan akıl eder. Manisa’ya gideydik, döküntü erlerden iyi kötü bir birlik
meydana getirirdik... Getirdik mi, topları koşardık. Koştuk mu, milletin atını
arabasını, önce güzellikle isterdik, olmazsa zor döker alırdık. Gözünün önüne
getir: Koşulu toplar yol boyuna dizilmiş... Ardında, elli altmış araba, birkaç
yüz hayvan... Bunların çevresinde bütün savaş donanımıyla iki yüz üç yüz er...
Yol boyundaki köylere böyle giriyoruz. Meydanda birkaç söz söyle, tüfek cephane
vereceğini bildir, atına binen sana katılsın...
— Hay Allah senin belanı versin
Kara Cehennem!.. Bunları dün gece söylemek yok mu?
— Yok... Çünkü dün gece,
yeteri kadar sıkışmadık... Bandırma’da sana bir şey dedim, aklında mı?
— Ne gibi?
— Mustafa Kemal Paşa
için...
— Evet, bir şeyler
dedindi ama, şimdi toparlayamıyorum.
— “İzmir’in yolu
Samsun’dan mı geçer?” dedim. “Kestirme yolu bu mudur?” diye alay ettim.
Düşünüyorum da, akıldan yana biz nerdeyiz, Mustafa Kemal nerde? İstanbul’dan 16
Mayıs’ta yola çıktı: Yani, İzmir’e Yunan’ın girmesinden bir gün sonra... Neden
Samsun’a gideceğine, Bandırmaya gelmedi? Çünkü gerçek komutanlar durumun
özelliğine göre burda yıldırım olup yakmaktansa; ordan gürlemenin daha etkili
olduğunu bilirler!
— O kadarına aklım ermez
ama, Manisa’ya gitmek en doğrusuydu arkadaş! Buranın direnme gücünü kıran, hep
Manisa’daki mutasarrıf beymiş... Kaymakam Bey’in karın agnmasına uğraması da,
Manisa mutasamfının namussuzluğundan... Bizim bunca zamandır Manisa’yı
bulamamamız da o herifin işi... Evet, buralarda hiç eğlenmeden Manisa’yı
tutacaktık... Biraz düşündü. Ama komutan beyin “Bir de lokomotif
kaptırmayalım!” sözü de doğru...
— Lokomotifler bizim mi ki
kaptırmaktan korkuyoruz? Düşmanın gözünü yıldıramazsak, toptan vatanı
kaptıracağız! Aslını ararsan, burada da gereğini yaptık sayılmaz. Gece, hırsız
gibi geldik, bu pis hana sığındık. Sabahleyin, hancıya ocağı yakaramadık. Oysa,
gece, dosdoğru... Kaymakam yatağından kaldırılacak, gönlüyle gelmezse,
sürütülecekti. Doktor Münir Bey der ki, “Hangi durumda olursa olsun insanlar
için yapılacak bir çıkarlı iş vardır. Şurdan burdan yoklarsın, şurasını
burasını zorlarsın, azıcık kımıldattın mı, durum sana döndü demektir. O zaman
meydana getirdiğin kendi yeni durumun için de başarı umudu belirir!” derdi.
Burda kalıp hükümet konağını ele geçirseydik; ya da Manisa’ya gidip döküntü
birliklerle topları kımıldatsaydık, genel durumun içinde, onu pek
değiştirmeden, kendimize bir başka durum meydana getirmiş olurduk. Komutan
çağırıyor. Koş bakalım! “En kısa zamanda el bombalarını bulacak. ” dersin!
Aklım kesti, bu gidişle, biz kemerlerimize el bombaları takınmadan bir lokma
ekmek bile bulamayacağız!
Selahattin çıkınca bir
cigara yaktı. Filintası karyolaya dayalı duruyordu. “Bombasız olmaz. Çünkü
Çakırcalı Mehmet Efelerin durumuna düştük... O pis heriflerin pis durumuna... ”
Masa odanın kapısına
konulmuş, sofaya, şimdilik, yedi sekiz iskemle getirilmişti ki Reşat Bey
koşarak yukarı çıktı:
— Geliyorlar beyim... Bunlar
Hürriyet İtilafçı... Kaymakamı da önlerine katmışlar. Elebaşıları, eski
müderrislerden Hacı Nizamettin Efendi... Koca sarıklı, gaga burunlu, köse
herif...
Kaymakam, kara çember
sakallı, kamburca, kırklık bir adamdı. Yüzü, karın bozukluğundan değilse bile,
korkudan sararmıştı. Sırtında, havı dökülmüş bir eski setre, bacağında namaz
kılmaktan dizleri dışarı fırlayıp paçaları baldırına çıkmış, ince ak çizgili
bir kara pantolon vardı.
Teğmen Faruk’un nöbete
girdigi merdiven başında, yerden alıp üçe böldüğü bir kandilli selamla albayı
selamlamış, sonra Müderris Hacı Nizamettin Hoca’ya yol vermişti.
Hacı Nizamettin Efendi’nin
suratı asıktı. Gaga burnu bu aşıklığı birkaç kat arttırıyor, ince dudakları
inatçı olduğunu, bu inatçılığın kincilikten geldiğini gösteriyordu.
Çapraz fişeklikleri, nagant
tabancası, uzun mavzeriyle Sabahlıkta dimdik duran çelimsiz delikanlıya düşman
gibi bakmış, önündeki masaya yumruklarını dayayarak ayakta duran Kolordu
Komutanı’ın enikonu görmezden gelerek kasıla kasıla gidip en baştaki iskemleye
oturmuştu.
Selahattin Bey, cigara
gezdirdi, kahve sordu. İstemediler.
Kâmil Bey’in ardı sıra
direnmeden yana oldukları söylenen dokuz kişi geldi. Bunlardan sonra da, başta
polis komiseri olmak üzere, tarafsız geçinen Belediye Başkanı, tahrirat kâtibi,
aynı zamanda hukuk mahkemesi başkanı olan kadı, ceza reisi, üyeler, savcı
yardımcısı, sorgu yargıcı, hükümet doktoru, malmüdürü, vergi kâtibi, tapu
memuru, nüfus memuru, tarım memurları, sofayı doldurdular.
Kaymakam, arada bir
kekeleyip kelimeleri çiğneye çigneye söze başladı. Hasta yatağından kalkıp
gelmişti. Müderris Hacı Nizamettin Hoca Efendi’nin hatırını kıramamış... Emir
kuluymuş... İstanbul’dan aldığı emirlere boynu kıldan inceymiş...
— Metropolit Efendi
hazretleriyle Rum çorbacı efendilerden bazıları da geleceklerdi ama, “Hele biz
bir kere komutan beyi görelim de, sonra sizi de çağırtırız icap ederse” dedik.
Müderris Hacı Nizamettin Hoca Efendi hazretleri böyle uygun gördüler komutan
beyefendi...
— İyi etmişler! Uygunu
budur. Evet, gerekirse onlarla da ayrıca görüşeceğim.
Bekir Sami Bey oturmamıştı.
Tüfeği masaya dayalıydı.
Yumruklarına basarak karşısındakileri ayrı ayrı gözden geçirdi. Bu işi bitince
önündeki kâğıtları ileri geri karıştırdı:
— Toplanıp geldiğiniz için
hepinize teşekkür ederim efendiler! Durumu biliyorsunuz. Karşımızdakiler
imzalarını tanımadılar. İmzaladığımız ateşkes anlaşmasında Yunan’ın İzmir’e çıkacağı
yazılı değildi. Yalnız Yunan’ı İzmir’e çıkarmakla yetinmediler. Silahsız halka
ateş ettiler. Teslim olan erleri, subayları öldürdüler. Daha beteri, memleketin
içine doğru yürümeye başladılar. Öyle görünüyor ki, eğer biz, davranıp
vatanımızı korumaya başlamazsak, hiç durmadan yürüyecekler. Bir düşman bir
memlekete girdi mi, orada milli varlığı, dini, ırzı yok eder. Bunu biz
Balkan’da gördük, İstanbul, aylardan beri, düşman baskısı altındadır. Ateşkes
anlaşmasında yazılı olmadığı halde düşmanlarımız, İslam halifesinin başkentine
zırhlıları soktular. İstanbul hükümeti bu zırhlıların topları altındadır. Ben
üç gün önce İstanbul’daydım. Harbiye Nâzırı Paşa ile görüştükten sonra buraya
geldim. Bize düşen namus borcu, din borcu, kan borcu, düşmana karşı koymaktır.
Balıkesir’den İstanbul’a giden üç kişilik bir heyete Dahiliye vekili bey, “Siz
bize bakmayın! Davranın. Bizden teslim olma emri de alsanız kulak
asmayacaksınız. Bize de başkaldırmış olacaksınız!” dedi. Aslında, Yunan’ın
İzmir sınırından bir adım ileriye atmasına, büyük devletlerin de razılıgı
yoktur. Eğer biz davranır da, yolunu kesersek, vatanımızı düşman çizmeleriyle
çiğnenmekten kurtarırız arkadaşlar!.. Aldığım raporlar düşmanın çok küçük
birliklerle ilerlediğini gösteriyor. Korkarak geliyor. Biz karşı durmadığımız
için yürüyor. Aslına bakarsanız teslim olmanın hiçbir faydası yoktur. İşte,
İzmir’de karşı koymadık ne oldu? Gene insanlar öldü, gene kadınlara saldırıldı.
!
Reşat Beyle Kâmil Bey’in
yanında oturanlar Bekir Sami Bey’i can kulağıyla dinliyorlar, arada bir “Doğru”
der gibi başlarını sallıyorlardı.
Müderris Hacı Nizamettin
Efendi Hoca, oturdu oturalı gözlerini yerden kaldırmamış, hiçbir kımıldama
göstermemişti. Dinleyip dinlemediği bile belli değildi.
Bekir Sami Bey, karşılık
bekler gibi susunca başını kaldırdı:
— Sizce Akhisar ne yapmalı
kumandan bey?
— Tutulacak iki yol var!
Biri teslim olmak... “Biz teslim olacağız” derseniz, söz orada biter.
— Öteki yol neymiş?
— Davranıp kalkmak...
Düşmanı durdurmaya çalışmak... Aldığım telgraflara göre Antalya’dan Bandırma’ya
kadar her yerde, köyler, kasabalar, şehirler ayaklanıyor. Alaşehir’den bu sabah
haber geldi: Alaşehir milleti çoktan davranmış... Haklarını korumak için
dernekler kurmuş... İzmir’in Yunan’a verilmesini kabul etmediklerini her yana bildirmişler.
Hüseyin Paşaoğlu Mustafa Bey adında bir kahraman öne düşmüş... Eli silah
tutanları başına toplamış... Daha şimdiden üç yüz silahlısı var.
— Üç yüz silahla cephaneyi
nerden bulmuş bu Mustafa Bey?
— Alaşehir kaymakamı,
jandarma deposundan çıkarıp vermiş...
Müderrisle kaymakam
birbirlerine baktılar. Kaymakam, boynunu bükmüş, ellerini ovuşturmaya
başlamıştı.
Müderris Hacı Nizamettin
Hoca Efendi gaga burnunu yere eğerek öğrenci azarlar gibi kılçıklı bir sesle
konuştu:
— Alaşehir’de neler olduğunu
biz bilemeyiz!.. Öyle diyorsunuz... Belki onlar öyle yaptılar. Akhisar’a
gelince... Akhisar, Manisa’nın burnu dibi... Dün Manisa düştü dedilerdi. Bu
saate kadar başka haber çıkmadı. Düşman, Alaşehir’e kadar belki gitmez ama,
buraya geleceğinden hiç şüpheniz olmasın? Düşmandan uzakta yiğitlenmek
kolaydır. Biz her yanını düşündük. Gücümüz yetmezken efelenip çolugu çocuğu,
ırzı namusu ayak altına bırakmayı göze alamadık. Başımıza ne gelirse, razıyız.
Tek, biz kışkırtmış olmayalım! Reşat Bey takımına baktı. Öyle değil mi? Dün
akşam böyle kesişmedik miydi?
— Düşünelim dedik, Hacı
Efendi, kestirip atmadık.
— Sen düşünelim dedin ama,
yanındakileri çoğu, sonunda bizim dediğimize geldi. Doğru konuşulacaksa, herkes
kendi adına konuşmalı...
Reşat Bey’in yüzü sapsarı
oldu:
— Ben kendi adıma
konuşuyorum. Arkadaşlar, dün “Düşünelim” dedilerdi. Buraya enini boyunu
konuşmaya gelmedik mi?
— Konuşmak önceden gerekti
Reşat Bey... Taa önceden... Balkan Savaşı’ndan, seferberlikten önce... Aslını
ararsan, Sultan Hamit gibi gölgeli bir padişahı indirmeden önce gerekti.
— Şimdi eski defterleri
yoklamak ne işe yarar Nizamettin emmi? Sırası mı şunun?
— Sırası... Ne güzel
sırası... Başımıza gelenlerin suçu kimin? Yunan’ın değil, haşaaââ... Yunan
ortada, kurban olduğum Allah’ın el ulağı... Suçlar, İttihatçı kudurganların...
“Hürriyet” diye kara yılan gibi ıslıklanarak kopasıca kafalarını kaldırdılar.
Yedi kralı parmağında oynatan peygamber halifesini it leşi gibi gâvur içlerine
sürdüler. Yanımıza mı kalacaktı? Orduya sen ben davası bulaştırdılar. Balkanın
üç buçuk zibidi hükümetine bizi yendirdiler. Yanımıza mı kalacaktı? Durdukları
yerde, yetmiş iki buçuk millete savaş açtılar. Yanımıza mı kalacaktı? Yenildik.
Kafkas’ın karında, çölün ateşinde, gâvur içlerinde, Çanakkale
Boğazları’nda milletin
erkeklerini bire kadar kırdırdılar. Yanımıza mı kalacaktı? İşte gâvur yürüdü
geldi, İslam ülkesine doldu. Yanımıza mı kalacaktı yoksa?.. Neye sustun Reşat
Bey... Karşılık gelsin! Eskilerde siz böyle susan takımından değildiniz? Nerde
sizin başınız olacak o sarhoş herif? Bekir Sami Bey’e döndü. Bunların burda bir
başkanı vardı kumandan bey, gece gündüz içerdi de, kasabanın ortasına dikilip
Müslüman’ın anasına avradına söverdi!
— Sövmezdi Nizamettin
Hoca!.. Hüseyin Bey’in nerede olduğunu neden bilmezlenirsin? Bağdat önünde
şehit düştüğünden haberin yok mu?
— Hâşâââ... Sarhoştan şehit
olmaz, şehit din uğruna vuruşandan olur. Halife buyrultusuyla vuruşmayana
şehitlik yoktur yok... Sizin savaşınız, gâvur parası savaşı...
Bekir Sami Bey araya girmeye
çalıştı:
— Eski meseleleri açmayalım
Hoca Efendi. Eski meseleleri açmanın ne faydası var! Biz şimdi kapıya dayanmış
düşmana bakalım!..
Müderris Hacı Nizamettin
Efendi, gözlerini iğrenmiş gibi kısarak Bekir Sami Bey’e döndü:
— “Davranalım” diyorsunuz
kumandan bey, Akhisar’ın adamıyla davranmak neye yarar? Haydi biz davranalım!
Senin askerin ne kadar?
— Benim askerim mi? Benim
askerim... On Yedinci Kolordu...
— Nerde On Yedinci Kolordu?
— İzmir’den çekiliyor. Bütün
ağırlıklarıyla çekiliyor. Siz Osmanlı Devleti’ni yalnız Akhisar gönüllülerine
mi kaldı sandınız? Benim sizi buraya toplamamın sebebi şu... Direneceksiniz,
cepheyi ona göre kuracağım. Ardımı direnmeyi göze alamayanlara veremem.
— Doğrusu, biz direnmek
niyetinde değiliz. Reaya komşularımızın ileri gelenleriyle konuştuk... Türk
gelse, biz onları koruyacağız, Yunan gelse, onlar bizi koruyacak...
— Yanılıyorsunuz Hoca
Efendi! Menemenliler de böyle sanmışlar ama düşman gelince iş değişmiş...
Sarhoşlayan yerli palikaryalar en önden, komşularının kızlarına saldırmışlar.
— Bunlar hep İttihatçı
yalanı... Bizim hepsinden haberimiz var. Menemen’de, kurtla kuzu bir arada
geziniyor. Sen buranın yabancısı olduğundan işin içyüzünü bilemezsin kumandan
bey... Davranılacaksa da, ileri geçmek, Akhisar’a düşmez. Önümüzde kocaman Manisa
var. Manisa alay konağı... Hem de bir alay değil, orda birkaç alay eğleşir.
Atlısı, yayası... Topçusu, makinelisi... Hele Manisa vuruşmaya başlasın, o
zaman Akhisarlı düşünür, üstüne düşeni yapar. Sen meraklanma, biz başka yerin
adamından geri kalır değiliz.
Bekir Sami Bey’in yüzü
gittikçe kızarıyor, deminden beri, ordulara ün salmış öfkesini tutmaya, top
gibi patlamamaya çalışıyordu:
— Geri kalmazsınız...
Biliyorum. Ama vakit bulursanız... Bu savaş işleri sizin kara kaplı kitaplarda
yazılanlara benzemez Hoca Efendi... Bunun düzeni başkadır. Komşunun evi
yanarken sizin ev sağlam kalmaz. Olmaya ki, başından yardıma koşasınız. Benim
burda boşuna kaybedecek zamanım yok... Ben, çolugunuza, çocuğunuza acıyorum.
Malınıza mülkünüze... Ama, siz acımazsanız ben hiç acımam! Oturup bekleyin! İş
işten geçince, “Eyvah” demek, bakalım fayda verir mi? Akhisarlılar istemeseler
de, burada biz cephe kuracağız. Vuruşacağız. Araya kan girdi mi, kimse kimseyi
koruyamaz. Ben istedim ki, Akhisar, düşman içinde kalmasın!
— Kalırsa günah kimin? Günah
İttihatçıların... İttihatçılar
?OS vaktiyle ne derlerdi?
“Millet kandır. Hükümet onun eridir. Erine karşı gelen karının cezası şeriatta
yazılı. ” derlerdi. Memurdan, zaptiyeden yanıp yakılsak, erine karşı gelmiş
karı gibi bizi terslerdiniz. Bunca yıl karı gibi kullanılmış milletten sen
buğun ne hayır beklemektesin? Kendi zaptiyesinden, bunca yıl, ödü yarılan
millet, toplu tüfekli düşmanın karşısına, ordusuz, silahsız nasıl çıkabilir
bakalım?
Herif birden dikilmiş, gaga
burnuyla, leş didikleyen yaşlı bir akbabaya dönmüştü. Elini kaldırıp Bekir Sami
Bey’i susturdu:
— Lafı neden uzatmalı
kumandan bey... Sana bir sorum var! Ver karşılığını, al Akhisar’ın askerini...
Bekir Sami Bey birden
umutlanmıştı. Yumruklarına abanarak boğuk bir sesle sordu:
— Neymiş? Sorun bakalım!
— Kolordunun
dağılmadığına... Elinizde bizi savunacak kadar asker, silah olduğuna yemin eder
misin, Allah’ına, namusuna?..
Bekir Sami, böyle bir isteği
aklına hiç getirmemiş olmalı ki, suratı birden karıştı. Bunaldığını bütün orda
olanlar anladılar. İki kere elini kaldırdı, iki kere yutkundu.
Eski müderris Hacı
Nizamettin Hoca’nın buraya çok hazırlıklı geldiği anlaşılıyordu. Kötü çürük
medrese mantığıyla adam kandırmanın ustası olduğu belliydi. Sesine dost
yakınlığından bir şeyler katarak yavaşça konuştu:
— Bizi sonuna kadar
savunabileceğine yemin et, demiyoruz! Kötüsü gelince çolugumuzla çocuğumuzla,
yükte hafif pahada ağır malımızla, yürür hayvanlarımızla geriye çekilmemizi
sağlayabilir misin? Buna yemin edin... Namusunuza... Askerlik şerefinize...
Bekir Sami Bey yapacağına
yüzde yüz güvenmediği işler için namus yemini edebilecek adamlardan değildi.
Yüzünü ilk görenler, Nizamettin Hoca kadar kurnaz olmasalar da, bunu hemen
anlarlardı. Nizamettin hoca yeteri kadar bekledi.
, — Haklı mı Akhisarlı,
kumandan bey?
. — Değil Nizamettin Hoca!..
Çünkü sen namus sözünü ağzına alacak herif değilsin!
Reşat Bey ayağa kalkmıştı.
Bekir Sami Bey’e elini uzatarak yalvardı:
— Dur sen beyim!.. Dur da
iki laf edeyim şu sakallı papaza, şu sangından asılası kodoşa... Ulan gaga
burun pezevenk, sen ne zamandan beri namus lafını ağzına alır oldun? Ulan seni,
Manisa Medresesi, parlak mollalara sulandığından deflemedi mi? Ulan, sana namus
sözünü versem neyinle tutacaksın rezil?.. Namus sözü, seni çalıklamaz mı? Senin
ağzını yüzünü büküp seni... Haaa... Ulan sizden gelecek iyilik... Ulan bugün
nasıl bir gün ki... Hay Allah belanızı vere!..
Nizamettin Hoca’yla adamları
sanki bu haykırışı bekliyorlarmış gibi hep birden kalkmışlar, hep birden
yürümüşlerdi. Bu kadar ucuz sıyrıldıklarına sevindikleri gözlerindeki kurnaz
ışıltılardan anlaşılıyordu.
Reşat Bey, arkalarından üç
kere yere tükürdü. Eli ayağı titriyor, dişleri birbirine vuruyordu. Gülmeye
çalıştı. Subayların yüzlerine suç kendisininmiş de, bağışlanmasını
yalvarıyormuş gibi acıyla baktı:
— Özür dilerim kumandan
bey... İşinize karıştım. Karışmasam iyiydi ama, dayanamadım. Namussuz papaz!..
Bunlardan gelecek iyilik hiç gelmesin! Nerden incelirse ordan kopsun! Bakın
görürsünüz komşular, “Dediydi” dersiniz! Buraya Yunan girerse, biz Yunan’dan
çok kendi domuzlarımızdan çekeceğiz!.. Başımıza ne gelirse bunlardan gelecek...
Yunan’a niçin karşı çıksm? Yunan bunun öz kardeşi... Bunları Yunan’dan
peydahlamış kahpe anaları... Bunları kesmedik de, fırsatları elimizdeyken...
Bunlar bizim Hürriyet Itilafçılanmız kumandan bey... Bunlar bizim “Allah bir”
dediğimize inanmazlar. Bunlar gâvur tohumu gâvur...
Arkada oturan, kırmızı fesli
kravatlı adam Reşat Bey’in sözünü kesti:
— Oldu mu ya, Reşat Bey...
Onlar size gâvur diyor, siz onlara gâvur diyorsunuz! Ne çıktı bundan?..
— Gâvurlukla birlik olana
gâvur denilmeyecek mi, doktor bey? Sen, ne bizdensin, ne onlardan... Dinin gibi
doğru söyle... Suç bizim mi hep?..
Reşat Bey’in “Doktor Bey”
dediği ortaya yaşlı kırpık bıyıklı adam kendisini tanıttı:
— Doktor Yedeksubay,
Necati... Bana sorarsanız efendim... Bahtı karalık bizim milletimizde... Bu
milleti idare edenlerden birbirlerinin canına susamış iki ayrı parti gibi
görünüyorlar ya, görünüşe hiç aldanmamak... Bunların ikisi de bir elmanın
yarısı... Ama, biri sertliğe başlasa, öteki yumuşaklığı tutuyor. Milletin
bahtsızlığı bence burada... Balkan Savaşı’nda olsun, seferberlikte olsun, dümen
İtilâfçıların elinde bulunsaydı, belki bu savaşlara hiç girmezdik. Doğrusu da
buydu, İttihatçılar bizi uğursuz savaşlara aptalca soktular. Yendirdiler.
Şimdiyse, dövüşmekten başka çaremiz kalmadı. Bu sefer de memleketin dümeni
Hürriyet İtilâfçıların elinde... Dövüşmezler. Dövüşmeyi akıllarına getirmezler.
Oysa banş isteyen çağlarda, Hürriyet ltilâfçılar başta olacaktı. Dövüş isteyen
çağda İttihatçılar... Özür dilerim. Bunlar sizin işinizi kolaylaştıracak sözler
değil... İzin verin gidelim de, Nizamettin Hoca takımının kasabaya salacağı
paniği gücümüz yettiği kadar, önlemeye çalışalım! Kapıya baktı. Sesini
alçalttı. Reşat
Bey’le Kâmil Bey
kardeşlerimiz nasıl düşünürler bilmem ama, benim şu sıralar Akhisar’dan pek
umudum yok... Siz hesabınızı ona göre yapın efendim, Türkçesi, şimdilik bizi
adamdan saymayın!
Cemil, soluklarını tutarak
doktorun “Bizi adamdan saymayın” sözüne karşı ötekilerden bir tepki bekledi.
Hiçbiri, hiçbir şey
söylemedi. Hepsi de, can çekişen bir hastanın yanından çıkar gibi, başları
önlerinde, ayaklarının ucuna basarak merdivene doğru yürüdüler. Vatan millet
anlayışı bir bakıma doğdukları yerle sınırlı olduğundan, bu insanlar için “Biz
düşmana karşı çıkamayız” diyebilmek, gerçekten korkunçtu.
Gidenler, handan bozma
otelin sofasında, karmakarışık iskemle kalabalığının elle tutulur hale
getirdiği iki ayrı boşluk bırakmışlardı. Nizamettin Hoca takımının bıraktığı
boşluk üstesinden gelinir soydandı. Ötekiler güçsüzlükleriyle utançlarını da
bırakmışlardı ki, Cemil’in savaşçı erkekliğine dokunan da buydu.
Bekir Sami Bey, yumruklarına
dayanan duruşunu hâlâ bozmamış, gözleri kısık, boş duvara dalmıştı.
Selahattin yere bakıyor, alt
dudağını dişliyordu.
Teğmen Faruk, merdiven
başındaki nöbeti daha bozmamıştı.
— Bu iskemleleri aşağı
götürsünler Selahattin Bey!
— İskemleleri mi?.. Evet
komutanım!
— Sonra gelin, bir şey
yazacağız!
Bahtsız On Yedinci
Kolordu’nun, bahtsız komutan vekili filintasını namlusundan tutup dipçiğini
yerde sürükleyerek içeri çekildi.
Teğmen Faruk, emri
duymamıştı, iri taneli yaşlar, çocuk suratının, daha usturaya alışmamış
tüylerinden duraklayarak akıyordu. Ağladığının bile farkında olmadığı belliydi.
3
Sabahtan beri görünmeyen
hancı, on ikiye doğru bir ara, yukarı çıkmış, Teğmen Faruk’un “Ne yiyeceğiz
arkadaş?” sorusuna “Gidip bakayım, aşçı dükkânında ne var, ne yok” diyerek gene
ortadan kaybolmuştu.
Teğmen Faruk, Cemil’e belli
etmemeye çalışarak üçüncü defadır, saatine bakıyordu.
— Kaç?
— İkiyi geçiyor.
— Acıktık iyice... Bitişik
odaya kulak verdi. Kendini işe kaptırdı bizim komutan... Selahattin acından
ölmüştür.
— Nerde kaldı bu herif?
— Hancı mı? Kuru fasulye
getirmeyi konukseverliğine yaraştırmamıştır da, oğlak kebabı yaptırmaya
durmuştur! Suratını astı. Köpeklemesinden anladım gelmeyeceğini, orospu gibi
eğilip bükülmesinden...
Teğmen Faruk aç aç yutkundu:
— Oğlak kebabı da hani,
yenir mi yenir, yüzbaşım! Şimdi oğlak kebabı olmalı bir... Bir de, tereyağlı
levrek...
— Nerden aklına geldi?
— Tereyağlı levrek mi? Dün
gece düşümde yedim bol bol...
Yanına buzlu birayı da
koymuşum...
— “Aç tavuk kendini buğday
ambarında sanır” hesabı desene...
— Evet... Etsiz, sarı yüzünü
buruşturarak üst üste yutkundu. Hem yiyorum, hem de, “Düş görüyorsun oğlum
Faruk. ” diyorum. Daldı. Bizim Beykoz’da Meyhaneci Niko yapar. Balık yiyecek
misiniz, bizim Niko’nun gazinosuna gideceksiniz!.. Ya da Yeniköy’deki Barba...
Bilir misiniz oraları?..
— Şöyle böyle...
— Tadına doyulmaz...
Pencereden puslu havaya baktı. Bugün mayısın kaçı? Bekledi. Yirmi dördü...
Deniz başladı çoktan... Bizde, meraklılar tekneleri nisan sonuna doğru elden
geçirirler. Kalafatı malafatı, boyası moyası... Oltalar, çapariler, tekir
ağları, tertiplenir. Karpit lambasını yakar lüfere çıkarsın! Çaparide, salkım
salkım izmaritler...
— Depreşti gene balık avı
tutkusu...
— Evet! Gülümsedi. Evde
herkes meraklıdır. Hele bizim dayı bey... Birinci Ordu’nun ünlü
müteahhitlerinden... Vurmuş parayı imanına... Denizde muş... Tek çifteden dört
çifteye kadar boy boy kayık... Hamlacıların giyimlerini görseniz. Hidivin
takımı sanırsını! Arabalarla arabacılar da ona göre. Koruda düzinelerle av
köpeği... Selamlıkta livreli uşaklar... Avın her çeşidine meraklıdır bizim
dayı... Keklikleri bakarsınız çifteyle avlamış, bakarsınız pırlanta yüzükle...
Beni severdi çocukluğumdan beri avcılığa yatkın olduğum için... Yanından
ayırmazdı. Attığımı vurur olduğum zaman on birime yeni basmışım. Şimdi
tanıdığım altın saat, o zamanlar atıp vurmamın armağanıdır. Gözlerini yumdu.
Demin, Nizamettin Hoca denilen rezil konuşuyordu. “Şunun ensesine iki kurşun
yapıştırsam” dedim. Biraz daldı. Kurşunları en olmaz yere yapıştırdığımı
gördükçe “Allah Allah”
Jİİ diye şaşardı dayım, “Bu
oğlan avanaklıkta rahmetli babasına çekti desem, bu keskin atıcılık neyin
nesi?” diye çenesini kaşırdı. Babamın aptallığı güzelim İstanbul’da, padişah
yaverliğini bırakıp Yemen’e gönüllü gitmesi... Benim avanaklığım Galatasaray’ı
istemeyip “İlle Kuleli” diye tutturmam!.. Utanmış gibi yere bakarak güldü.
Bizim dayının tutkularında biri de, padişah ya-* verligidir. Kuleli’den çıktım,
bu laf... Seferberliği bitirip döndüm gene bu laf... Bu sefer Bekir Sami Bey’in
yanına takılıp On Yedinci Kolordu’ya gideceğimi duyunca, artık kızmadı. Beni
tepeden tırnağa süzdü, “Serseri olduğuna hiç şüphem kalmadı oğlum. ” dedi,
“padişah yaverliğini istemeyişin önemli değil, bizim fakiranede rahatsız olman
da haydi olağan, diyelim, ya şu İstanbul’un bunca güzel kadınını bırakıp nereye
gidiyorsun avanak?” dedi, “Sakın bir yerlerde ağzından kaçırma, seni doktora
gönderirler. Foyan meydana çıkar. Kütüğüne ‘Delidir, daha yüksek rütbeye
çıkamaz’ diye yazarlar da, boşuna çabalamış olursun” dedi. Yüzbaşım, arada bir,
balığı özlüyorum. Denizin kokusu burnumda tütüyor. Kışın lüfere çıkarsınız!..
Kar yağar, bir yandan... Siz canlı lüferleri sandaldaki tavaya atarsınız bir
yandan... El ayak donmuş ama, içiniz sımsıcak... Hiç balık tuttunuz mu?
Cemil, soruyu duymadı.
Dalmıştı. Kızgın kızgın soluyordu. “Gözlerinde köpek yavrusu açlığı ışıldayan
şu çocuğa bak bir... Bir de, ‘Biz karıyız’ demeye utanmayan heriflere bak!..
Akhisar’ı düşmandan kurtarmak neden düşsün bu Teğmen Faruk’a?.. Itı bu mu
öldürdü ki, buna sürütüyoruz?”
— Bir şey mi sordunuz?
— Hayır yüzbaşım...
Dışarıda telaşlı ayak
sesleri duyarak ikisi birden dikildiler.
— “Herif savuştu” dedinizdi
ama...
— Yemek mi?
— Yemek değilse bile aşçının
çırağıdır.
Selahattin kapıyı hızla
açtı:
— Telgrafhaneye... Manisa
istemiş... Çabuk... Tüfekleri de alın! Haydi...
Bekir Sami Bey, ceketinin
düğmelerini merdiven başında ilikledi, palaskasını yarısında kuşandı. Kalpağını
kapı önünde düzeltti.
Dışarı çıktığı zaman,
kolordu komutan vekilliğine uygun ağırbaşlılığında hiçbir noksan yoktu. Ölçülü
adımlarla haber getiren çocuğun arkasından yürüdü.
“On Yedinci Kolordu Komutanı
Bekir Sami Beyefendi’yle mi görüşüyorum efendim? Bendeniz Topçu Yüzbaşısı
Rasim... On Yedinci Kolordu Komutanı Bekir Sami Beyefendi makine başında
mıdır?”
“Evet Yüzbaşı Rasim Bey...
Ben, On Yedinci Kolordu Komutan Vekili Bekir Sami... Mevki komutanı Ahmet Zeki
Bey yanınızda mı?”
“Ahmet Zeki Bey, yerinde
efendim. Ben buraya türlü oyunlarla gelebildim efendim. Telgrafhaneyi Manisa
mutasarrıfı göz altına aldırdığından, şimdiye kadar konuşmak mümkün olamamış...
Ora telgrafhanesi de Akhisar kaymakamlığınca tutulmuş... ”
“Manisa’da durum nasıldır
Rasim Bey?.. ”
“Durum burada çok karışık
efendim. Halk ikiye bölünmüştür. Bir kısmı önceleri “Direnelim” demişler.
Bunlar demişler ki efendim, Topçu alayıyla yaya taburu Menemen sırtlarını
tutsun, biz de gönüllü yazılıp onları destekleyelim’ demişler. ”
“Çokluk bunlarda mıymış
Rasim Bey, çokluk?.. ”
“Çokluk evet... Önceleri
çoklukmuşlar. Burada vaktiyle bir İslam derneği kurulmuş efendim, Müftü
Efendi’nin başkanlığında kurulmuş bu demek... ”
“Müftü Efendi, direnmekten
yana mı? Aman bu çok önemlidir Rasim Bey!”
“Evet efendim. Direnmeden
yana Müftü Efendi. Burada İzmirli Vasıf Bey var. Halkı coşturmuş bir aralık...
Ama, sonradan iş değişti. Bahri Bey’i kaçırdılar. "
“Anlamadım. Kimi kaçırdılar?
Kim kaçırıldı? Topları mı? Bahri Bey, Topçu mu?
“Hayır efendim. Bahri Bey,
Manisa’nın ileri gelenlerinden biri... Gayet ateşliymiş... Bendeniz göremedim.
‘Bire kalıncaya kadar kırılmadıkça Manisa düşmana bırakılmaz’ diye çok
bağırmış, bu Bahri Bey... Sonunda teslimden yana olanlar, Bahri Bey’i az kalmış
paralayacaklarmış... Kaçıp kurtulmuş efendim. ” “Kimler teslimden yana
olanlar?”
“Başta Mutasarrıf Hüsnü
Bey... Belediye üyelerinden Hafız... ” “Adı yok mu?”
“Yok efendim. Varsa da
bendeniz öğrenemedim. ‘Hafız’, diyorlar. ”
“Başka?”
“Başka, ileri gelenlerden
birkaç kişi... ”
“Peki... Bunların hesabı
sonra sorulur. Topları ne yaptınız? Yola çıkardınız mı? Kaç top çıkardınız?
Cephanesi ne kadar?.. Yaya taburu da yolda mıdır? Tutarı kaç kişi... ”
“Efendim... Toplar
meselesi... Topları... Mevki Komutanı Ahmet Zeki Bey, Bandırma’dan çektiğiniz
telgrafı almış... Hemen emirleriniz yerine getirmek için davranmış... Ama,
topçu alayının erleri de, yaya taburunun erleri de, çeşit çeşit bozguncu
haberlerle paniğe tutulup savuşmuşlar. Ahmet Zeki Bey, kalan askerlerle... ”
“Kaç kişi bunlar? Tutarını
verin Rasim Bey?"
“Topçu alayında 45-50 er...
Yaya taburunda 50-60 er efendim... ”
“Bu kadar adam, sekiz tane
topu koşup yola çıkaramamış mı? Yazıklar olsun! Bandırma’dan bildirmiştim, ’10,
5’luk dağ obüs koşulu topları ne pahasına olursa olsun, isterim’ demiştim!”
“Emriniz üzerine Ahmet Zeki
Bey, topları koşmuşlar efendim... ”
“Hay Allah müstahakını
versin! Söylesenize efendim, bunu daha önce söylesenize... ”
“Emredersiniz efendim...
Söylüyorum efendim... Şimdi, Ahmet Zeki Bey’in raporunu yazdıracağım efendim:
Akhisar’da On Yedinci Kolordu Komutanı Albay Bekir Sami Bey’e: Manisa’da
bulunan birliklerle ellerindeki silahların, cephanelerin başka yere taşınması
için Rasim Bey’le gönderdiğimiz emri 24-51919 saat 5 öncede aldım. Bandırma’dan
gönderilen emir üzerine makineli tüfeklerle toplar, kaldırtabildigim kadar
cephane, elde bulunan erlerin, vatansever ManisalIların yardımıyla kasabanın
dışarısına çıkarılmış idi. Yerli Rumların, onlarla birlik olan Türklerin
kışkırtmasıyla buradaki İngiliz siyasi temsilcisi Üsteğmen Elkanhayım,
arkamızdan yetişti. Hükümetimizin imzaladığı ateşkes anlaşması gereğince,
silahlarla birliklerin yer değiştirmeyeceğini bildirdi. Sözü dinlenmezse,
kuvvet kullanacağını, subayları yakalayarak Malta Adası’na süreceğini
söyleyerek, “Toplar ambara, birlikler kışlaya dönecek” diye yazılı emir
vermiştir. Bu yazılı emir kolorduya ulaştınlmak üzere Topçu Yüzbaşısı Rasim
Bey’e imzası karşılığı teslim edilmiştir. Ayrıca, istasyonda bulunan Fransız
birliğinin komutanı yüzbaşı da, İngiliz üsteğmeninin bu emrini hükümeti adına
tekrarlamıştır. Buna karşı biz, geri getirdiğimiz topları, makineli tüfekleri,
cephaneyi gece vakti, el ayak çekildikten sonra, karanlıktan yararlanarak
yeniden yola çıkarmayı tasarlamıştık. Bu iş için, bize yardım sözü verenler,
arabalarını, hayvanlarım, belli saatte ambarın yakınına getireceklerdi. Bunlar,
bize bu yardımı ancak, üç saatlik bir yere kadar yapabileceklerini, daha
ileriye gidemeyeceklerini söyledikleri halde, gece sözleştiğimiz saatte,
buluşma yerine pek az hayvanla birkaç araba ancak gelmiş, diğerleri, aralıksız
yapılan bozguncu propagandalarla korkup caymışlardır. Makineli tüfeklerle toplardan
başka, binlerce mavzer, milyonlarca mermi, ayfica 200 yataklı bir hastanenin
bütün araçlarıyla avadanlıkları, götürülemeyeceğinden bunların düşmana
bırakılması zorunluluğu karşısında kalınmıştır. Rasim Bey gece sizden emir
getirir getirmez yeniden davranılmış, her ne pahasına olursa olsun, yaya taburu
ile, topsuz olarak, 59’uncu sahra topçu alayının birinci taburu elde bulunan
taşıtlarla Salihli kasabasına doğru yol çıkarılmış, 57’nci alay dağ obüs taburu
da, halktan bazılarının yardımıyla gene kasaba dışansına çıkarılmış ise de,
teslim olmaya karar veren kasabalılar yetişip halkı ürkütüp dağıttığından
memleket içinde güvenliğin bozulması, belki de kan dökülmesi umulur olmakla,
Yüzbaşı Rasim Bey, her ne kadar sorumluluğu yükleneceğini söylemişse de elinde
ve elimde hiçbir yazılı emir bulunmadığı için, emri kumanda kendilerine
bırakılmamıştır. Rasim Bey, kasaba ileri gelenleriyle görüşmüş, gündelikle adam
bulup topları koşulu bir halde bekletmiş, bu arada vuruşmadan yana olanlara,
ambarda bulunan piyade tüfeklerinin yeteri cephanesiyle dağıtılması bendenize
söylenmiş ise de, ne idügü belirsiz, kimliği bilinmez adamlara silah dağıtmanın
sorumluluğu emirsiz yüklenilememiş, düşmana karşı kullanmak üzere verilecek bu
silahların, Allah göstermesin, memleketin yağmasında kullanılması kuşkusu, bazı
kasaba ileri gelenlerince ileri sürüldüğünden bu istek de yerine
getirilememiştir. Bunu duyan top başındakiler, ‘ille silah’ diye
dayatmalarıyla, kendilerine her ne kadar ‘silah verilecek ama, şehirden çıkınca
verilecek’ denilmiş ise de dinlemeyip dağılmışlardır. Bu yüzden emrinize
uyularak toplar yola çıkarılamamıştır. Çıkarılması için gerekli adam, taşıt,
hayvan da yoktur. Kalmamıştır. Rasim Bey’in dönüşte bildireceği üzere, erat
saatten saate savuşmaktadır. Elimizde, sekiz subay bulunmaktadır. Gerek
alaylar, gerekse asker besleme komisyonu ambarları, 200 yataklı hastanenin
bütün eşyası, silahlarla cephaneler, düşman geldiği takdirde, bırakılıp eldeki
eratla subayların geri çektirilip çektirilmeyeceginin acele bildirilmesi
lazımdır. Emirlerinizi yalvararak beklediğimi bildiririm efendim. Manisa Mevki
Komutanı Ahmet Zeki. İşte Ahmet Zeki Bey’in yazısını yazdırdım efendim!”
“Hay Allah kahretsin! Deli
mi bu herif?.. Rasim Bey, İngiliz teğmeninin yanında kaç kişilik kuvvet var?”
“Hiç kuvvet yoktur efendim!”
“Hiç kuvvet yok mu? Allah
belanızı versin herifler... ‘Gâvur bizi aldattı’ desenize... Kuvvet olmayınca,
yazılı emrin ne değeri vardı da, siz topları... Siz topları, diyorum... ”
“Efendim... Bendeniz
gelmeden önce, durum biraz daha iyiceymiş... Manisa ileri gelenlerinde
dövüşmeyi göze alanlar, ‘İlk ağızda toplar da, makineliler de, yeteri kadar
cephaneyle çıkabilirdi, Ahmet Zeki Bey kaltabanlık etti’ dediler. Sonra durum
bozulmuş... Yerli Rumlar, ‘Bu işe her kim yardım ederse, Yunan komutanlığına
bildirir astırırız’ demişler. Bunun üstüne, o zamana kadar canla başla yardıma
koşanlar, çil yavrusu gibi dağılmış... Bakın efendim! Burada iki telgraf var
efendim. Akhisar’a ya çekilmiş de bize verilmemiş, ya da mutasarrıf beyin
emriyle hiç çekilmemiş... ”
“Nasıl telgraflar? Kimden
geliyor? Ne diyor?”
“Efendim birisi 56’ncı tümen
komutanının... Hürrem Bey’in... Ayvalık çevresi komutanlığına soruyor. 172’nci
Alay
Komutam Yarbay Ali Bey’e...
”
“Uzatmayın! Ne soruyor?”
“Tıpkısını veriyorum
efendim: ‘Ayvalık çevresi komutanlığına: İzmir 20 Mayıs -Şu anda birliğinizin
durumunu çok acele olarak bildiriniz. ’ Ali Bey hemen şu karşılığı vermiş.
‘Ayvalık 20-21 Mayıs 1919 İzmir’de Tümen 56 Komutanlıgı’na: Alayın her bir eri,
demirden birer kale gibi yerinde duruyor. Her çeşit kancıklığa karşılık vermeye
hazır. Alayımın ve çevremde bulunan bütün milletin vatan uğruna canını vermek
isteğiyle her çeşit zorluğu göze aldığını bildiririm. ’ Efendim, bu
telgrafından, Ali Bey’in herhangi bir asker çıkarmaya silahla karşı duracağı
anlaşılıyor. ”
“Kendisini tanırım. Silahla
karşı koyacaktır. ”
“ikinci telgraf, Bergama
silahlar-cephaneler komisyonu reisinden... Nuri Efendi... Teğmen Nuri... ”
“Anlayamadım. Komisyon
başkanının rütbesi teğmen mi?” “Evet efendim. Üsteğmen Nuri Efendi. Telgrafı
size çekmiş. Veriyorum: ‘On Yedinci Kolordu Komutanlıgı’na: Manisa’nın
Yunanlılarca alındığı haberi burada ağızdan ağza söylenmeye başlamıştır. 200
kişilik bir başıbozuk birliği meydana getirildi. Manisa düşerse, geri kalan
silahları hemen halka dağıtacağım. Manisa’nın düşüp düşmediğinin davranışımın
doğru görülüp görülmediğinin acele bildirilmesi, makine başında, saygıyla rica
olunur. ” “Bitti mi?”
“Bitti efendim, bu kadar. ”
“Ayvalık’ta Ali Bey’e bir
telgraf çektirin!.. Gözlerini öptüğümü söyleyin! ‘Kardeşim’ kelimesini
unutmayın! Bergama’da Teğmen Nuri Bey’e telgraf çekin. Manisa’nın daha
düşmediğini, ama, bu gidişle düşeceğini, burada kendisi gibi bir babayiğit
bulunmadığı için düşeceğini söyleyin... Anladınız mı?”
“Anladım efendim!”
“Deyin ki, ‘Gözlerini öperim
arslan oğlum... ’ deyin... ‘Bergama’da dilediğin gibi davranabilirsin. Yolunu
bulursan, sonuçlan On Yedinci Kolordu Komutam Vekilliği’ne bildir’ deyin...
Durun! Size gelince: Hemen Ahmet Zeki olacak kaltabanı bulunuz! Parayla adam
tutarak, zor kullanarak, topları, makinelileri, bütün cephaneyi Salihli’ye
doğru yola çıkarınız! Erlerin dağılmasına meydan vermeyiniz! Bütün subayları
bir anda isterim. ” “Mümkün olamazsa efendim?.. Gücümüz yetmezse?”
“Neye yetmiyor? Toplara mı?
10, 5’luk dağ obüslerini isterim. Zorda kalırsanız vuruşarak çıkacaksınız!.. ”
“Olmazsa, kasabanın içinde
mi vuruşalım, yoksa erleri silahlarıyla alıp çıkayım mı efendim?”
Bekir Sami Bey, bıyıklarını
çekiştirerek biraz düşündü. Topçu Yüzbaşısı Rasim Bey, durumda bir çapraşıklık
görmese topların bırakılması üstünde bu kadar durmazdı.
“Topları kurtarmaya çalışın.
Sonuna kadar çalışın... Gücünüzün yetmeyeceğini kesinkes anlarsanız, son
kertede erleri silahlarıyla alıp çıkabilirsiniz. Taburlar, Salihli üstüne
çekilsin! Ahmet Zeki denen kaltabanı Manisa’nın ortasında asar da çıkarsanız,
vatana çok büyük bir iyilik edersiniz. Allah yardımcınız olsun! Gözlerinizi
öperim!”
“Efendim, Akhisar kaymakamı,
bizi bekliyor bir daha görüştürmez. Eğer sizce bir zararı yoksa, biraz
telgrafhanede kalır mısınız? Belki çok acele bir durum olur. Görüşmemiz lazım
gelir. ” “Doğru... Haklısınız! Burada bekleyeceğiz. Sizden ikinci bir haber
gelene kadar buradayız! Kendiniz koruyun! Eğer görüşemezsek, sizi burada
bekliyoruz! Manisa’yı boşaltacak birliği nerede bulabileceğimizi subaylarla
kararlaştırıp hemen buraya yetişin!”
Yemeği filan unutmuşlar,
dördü de, gözlerini telgraf makinesine dikprek, hiç konuşmadan, beklemeye
başlamışlardı.
Bir haftalık kırçıl
tıraşıyla şişman telgrafçı, bir yandan birikmiş telgrafları çeker, karşıdan
verilenleri alırken, zanaatının birdenbire bu kadar önem kazanmasıyla
övündüğünü saklamıyor, elinin, seyredenlere hiç de güven vermeyen gevşek
titremeleriy-'* le makinesini, dalgın, yarı uyur, tıkırdatıyordu.
Subaylar somurtkan fakat
dikkatliydiler. Manisa’nın daha düşmemiş olmasına, Ahmet Zeki adlı
meslektaşlarının kaltabanlığı yüzünden hiç sevinememişlerdi. Bir subay
arkadaşın bu kadar tabansız olabileceğini akılları almıyordu. Bununla yaşlı
telgrafçının kasıntısı arasında bir ilinti görerek, utanç duyuyorlardı.
Bekir Sami Bey, içlerinde
yeni bir şeyler bulacakmış gibi Manisa’dan aldıkları telgrafları incelemeye
dalmıştı.
Cemil, “Savsaklayan asılır”
sözünün Bandırma’da kalmış olmasını birden fark etti. Komutan bu kalıbı, ya hiç
aklına getirmemişti, ya da güçsüzlüğü karşısında gülünç olacağını sezmişti.
“Rasim Bey’in yerine biz gideydik bir şey yapabilir miydik acaba?” diye
düşündü, “Topları kasabanın dışarısına kadar götürdükten sonra, alır gelirdim yüzde
yüz... Alır gelirdim sanırım. Koşulu topları insan nasıl olsa, sürer çıkarır!
Bunalınca, çekersin tabancayı... Dayarsın İngiliz’in göğsüne... ‘Geri bas! Def
ol!’ diye gülersin... ”
Selahattin üçüncü defa
esnedi, belli belirsiz gerindi. Bir sıkıntısı varmış gibi kıvranıyordu. Yüzü
adamakıllı çökmüş, derisini yeşile yakın bir sarılık kaplamıştı. Gözleri
kıpkırmızıydı. “Çok kızdı bizimki... Nizamettin Hoca konuşurken az kalsın, çene
kemiğini kıracaktı, dişlerini sıkmaktan... ”
— Tüccar telgrafı efendim...
— İstanbul’dan Manifaturacı
Hafızgillere komisyoncusundan...
— Birini hastaneye
yatırmışlar da, onu haber veriyorlar.
Telgrafçı, aldığı
telgrafları böylece özetliyor, her yeni takırtıda dikkat kedilen subayları
rahatlandırmaya çalışıyordu.
Bekir Sami Bey bir cigara
yaktı, iki çekip, dalgın, bastırdı:
— Ayvalık’ı bulabilir miyiz
acaba? Yarbay Ali Bey’i?..
— İsterseniz bir deneyelim!
— İyi olur. Orasını
bulamazsak, Bergama’yı çıkarmaya çalışın! Ya da Balıkesir’i...
Telgrafçı, ağır bir işe
sıvanıyormuş gibi toparlandı.
— Önce Bergama’dan Komisyon
Başkanı Teğmen Nuri Efendi’yi çağıralım makine başına...
— Olur!
Maniple, hamarat hamarat
takırdamaya başladı. Takırtılar bir ara duruyor, sonra yeniden duyuluyordu.
Telgrafçı bilgiçti, sabırlıydı:
— Kınık karşılık vermiyor,
komutan bey... Kınık epeyden beri uyuyor. Bir de Manisa üstünden bakalım!..
Selahattin gene avcunun
içine esnedi, dirsekleriyle gövdesini sıktı.
Cemil, gözleriyle “Ne var?”
diye soracaktı ki, merdivenlerde ayak sesi duyarak kapıya baktı.
— Yusuf Bey nerde, Yusuf
Bey?..
— N’apacaksm Yusuf Bey’i
Gâvur Efe?
— Lazım...
— Neye lazım?.. Yoksa
habersizden senin eve gider oldu da...
— Kaymakam bey gönderdi
oğlum... Biz bugüne bugün, kaymakam ulağıyız...
— Hastir ordan sarhoş
kerata...
— Yusuf Bey!.. Ula Yusuf
Bey!..
Yusuf Bey, eli maniplenin
üstünde, dışarıdaki konuşmayı J2I dinliyordu. Şaştığı yüzünden belliydi. Kalkıp
çıktı.
Cemil, kapıya yakın oturan
Teğmen Faruk’a gözüyle “Bak bakalım” dedi. %
— Kaymakam beyin emri...
Sarhoşun sesi birden
kesilmiş, fısıltı haline gelmişti.
Faruk kapıdan kulak verdi.
', §
— Sen diyemez misin? Nasıl
diyemez mişsin?.. Kaymakam beyin emri olunca... Ulan siz, Akhisar’ımızı
yaktıracak mısınız göz göre göre?.. Çoluk çocuk?.. İki yabanın yüzünden koca
bir kasaba ateşe mi verilsin?.. Susmam! Bizim saklı gizli işimiz yok...
“Çıksınlar” dedi kaymakam bey... Telgrafhaneden çıkmazlarsa ortalık karışacak
ki, gör neler olacak... Sen diyemez misin? Demeyiver!.. Sen demeyince diyen mi
bulunmaz! Ben derim!
Faruk eşikten sordu:
— Kimsin? Ne istiyorsun? ı
— Kimsem kimim... Beni
Akhisarlı yediden yetmişe tanır! Nerde sizin komutanınız! Kaymakam beyden ulak
geldim!
— Yanaş öyleyse... Komutan
bey burada...
Gişedeki postacının “Gâvur
Efe” dediği herif göründü. Ellilik bir adamdı. Yüzü güneşten yanmış, kara
meşine dönmüştü. Boyalı pos bıyıklar iki yandan çenesine doğru iniyor,
çenesinden sonra, koç boynuzları gibi bükülüyordu.
Kılığı zeybekle esnaf
arasıydı. Şalvanmsı pantolonunu kara kaytanla, cepkenimsi yeleğini sırmayla
işletmişti. Belinde şal kuşak, bunun üstünde meşinden gayret kemeri vardı. Bu
kemere, bir kara kulak pala bıçağı sokmuştu. Kısa boyluydu. Bacakları sıska,
boynu pehlivan enseleri gibi kalındı. Kara suratı ter içindeydi. Ağzının şarap
kokusu, odayı birden doldurmuştu.
On Yedinci Kolordu Komutan
Vekili Albay Bekir Sami Bey, suratını asarak sordu:
Ne diyor kaymakam bey?
— Sen misin komutanları
bunların?..
— Kaymakam bey, ne diyor
dedim!
_ Ne diyecek... Çıkacaksınız
telgrafhanemizden...
— Neden çıkacakmışız?
— Kaymakam beyin yanında çorbacılar
var. Hocalar var. Fransız yüzbaşısı var. Millet, kaymakam beyin yanında...
Çıkacaksınız bizim telgrafhanemizden...
— Çıkmazsak?..
— Çıkmazsanız, gâvurlar
telgrafhanemizi yakacaklar. Habersizden yakacaklardı ya, kaymakam beyin
hatırını saydılar. “Bizden bir kez demesi... ” dediler.
— Kaymakam bey, senden
başkasını bulamadı mı, buraya gönderecek?..
— Beni beğenemedin mi,
komutan bey?.. Allahın yarattığı bir adamı kötü gördün mü cehennemliksin...
Selahattin ayağa kalktı.
Gözleri kan içindeydi. Dudaklarını yalayarak yutkunuyordu.
Bekir Sami Bey, “Siz
bırakın” anlamına elini salladı:
— Çıkmazsak nasıl
yakacaklarmış burayı?
— Bildiğin gibi... Gazyağı
dökerekten... Gazyağı tenekelerini çoktan biriktirdiler. Tapu dairesinin
önüne... Delikanlıları Yorgi Kaptan güç ile tutmakta... “İyilikle çıkmazlarsa,
kendileri bilir. Kasabamıza ateş düşürenleri bakın bakalım sağ bırakır mıyız”
dediler. Yemin içmiş kefere takımı... Kefere takımının yemini bizim
İslam’ımızın kaypak yeminine benzemez ha... Kaymakam Bey dedi ki... “Hem
telgrafhanemizden çıksınlar, hem de kasabamızdan çıkıp gitsinler. ” dedi.
Tepeden gözcüler bayrakla işaret vermişler. Yunan askerlerinin ucu ovada
görünmüş... Dürbünle görünme değil haaa. . -. Çıplak gözle... Yunan komutanı
demiş ki... “İçerde komutan momutan olduğunu duydum. Çıkarsa çıkar, çıkmazsa,
kasabayı topa tutanın da... Yakarım. " demiş... Çıkacaksınız
kasabamızdan... Kaymakam beyin başına toplananlar “Ulan Gâvur Efe! Git söyle!
Bizim kendi sılasında savaşsın. ” dediler.
— Peki... Sen git! Biz
birazdan Kaymakam beyin Yanına geliriz. Oradakiler de dağılmasınlar. “Komutanın
iki çift sözü var. ” dersin!
— Olmaz!.. “Ne biz gideriz,
ne onlar gelsin” dediler. Size izin otele kadar... Otelin düz yolundan saptınız
mı, kaymakam beyden günah gider.
— Günah giderse n’olurmuş?
— Berbatlık olacak ki, tarih
kitaplarının yazmadığı berbatlık... Üstünüze pencerelerden kurşun atılması bile
yazılı... Benden sana öğüt, komutan bey, otelden ötenizi beriniz alın da, tren
istasyonunu tutmaya bakın!
— Tren var mı?
— Kaymakam bey dedi ki,
“Trenin olup olmadığına bakmasınlar” dedi. Fransız komutanı, “İstasyona
gelsinler, ben onları savunurum. Sağ esen trene bindiririm” demiş... Haydi,
gidin güle güle... Dur aman lafa tutuldum da, geç kaldım. Bizi buraya saat
tutmacasma gönderdiler komutan bey, senin haberin yok! “Bu günleri başka
günlere benzetme Gâvur Efe” dediler, “Boşboğazlığın depreşir de, lafa
koşulursan, gerisini kendin düşün” dediler, “Girmenle çıkman bir olacak...
Seninkisi iki laf... ” dediler, “Hiç korkma! Elçisin! Başına bir iş
gelebilemez” dediler.
Önce alışkanlıkla ellerini
göbeğinin altına bağlayarak boynunu büktü. Sonra aklına ne geldiyse geldi,
gerdanını şişirerek elini bıyığına atıp kasıldı:
— Bizden size, bilirseniz,
bu elçilik, Hızır Peygamber arkalaması... Yoksa yandığınız gündü haaa... Bir
yeyin de, Gâvur Efe’ye ölene kadar bin dua edin!
İnce bacakları üstünde,
yüklü eşek gibi burularak çıktı.
Telgraf odasında, çürümüş
insan eti kokusuna benzer, pis bir şey bırakmıştı.
Bekir Sami Bey, pencereden
bakan Faruk’a sordu:
— Ne var dışarıda Faruk
Efendi?
— Hiç komutanım... Sokak
bomboş...
— Çoluk çocuk?.. Kadın
madın?..
— Yok komutanım...
— Bunlar
edepsizlenecekler... Direnmek olmaz. Cemil Bey, lütfen telgrafçı efendiyi
çagırm! Durumu Rasim Bey’e bildirelim. Sonra ne yapacağımızı otelde konuşuruz.
— Kasabadan çıkamayız
sanırım efendim.
— Neden?
— Başıbozuk paşası gelecek
ya, bu akşam...
— Evet... Ne yapalım peki?
Cemil, Selahattin’e baktı.
Selahattin iskemlenin arkalığını tutmuştu, konuşulanları duymamışa benziyordu.
Yüzünün derisi, büsbütün kemiklerine sarılmış, birkaç saat içinde, sanki bir
deri bir kemik denecek kadar zayıflamıştı.
— Hele siz telgrafçı
efendiyi çağırın da...
Cemil dışarı çıktı. Yusuf
Efendi’yi göremedi. Gişe boştu, iki kere seslendi, karşılık alamayınca, kapalı
odaların kapılarını birer birer açıp baktı.
— Kime baktın efendi?
Bunu merdiven başından yaşlı
bir adam soruyordu.
— Telgrafçı efendi gitti.
Hep gittiler memurlar...
— Sen kimsin?
— Kaymakamın odacısıyım.
— Ne arıyorsun burada?
— Kapıyı kilitlemeye geldim.
Kaymakam bey, “Git kitle, anahtarı bana getir. ” dedi.
— Peki...
Bekir Sami Bey, durumu
öğrenince, bir zaman, telgraf makinesine daldı. Makine kıvrılıp sarkmış kâğıt
bandıyla karnı açi#mış bir garip hayvana benziyordu.
— Gaz tenekelerini karşı
kaldırıma taşıyorlar komutan bey... Niyetleri gerçekten bozuk bunların...
Bekir Sami Bey’in yüzünden
acı bir gülümseme geçti:
— Gidelim arkadaşlar. Reşat
Bey, belki otele birini yollar. Ona göre ne yapacağımızı düşünürüz. Bu durumda,
Halit Paşa’nın buraya gelip bizimle görüşebileceğini sanmıyorum artık...
Yunan’da silahlı adamlar getirirse o başka...
Kalktı. Çıkıyordu.
Cemil yolunu kesti:
— Durun efendim!.. Sarhoş
herif, pencerelerden kurşun sıkma lafı etti.
— Yok canım!.. Böyle bir
şeyi kimse göze alamaz.
— Alamaz ama, biz
alabilirlermiş gibi davranalım.
— Ne yapacaksınız?
— Şöyle düşündüm. Faruk
Efendi önden çıksın. Yavaş yavaş yürüyerek hükümet konağına sapılacak köşeyi
tutsun. Bize doğru dönüp bu yandaki evlerin pencerelerini kollasın. Karşıda iki
tane kapalı dükkânla, caminin duvan var. Demek ki, tehlike bizim bulunduğumuz
yönde... Faruk Efendi köşeyi tutunca siz, Selahattin’le birlikte çıkar evlerin
saçak altından gidersiniz. Ben, üç dört adım arkanızdan karşı kaldırımda
yürürüm. Ateş edilirse, siz hiç çıkmayın. Biz, Faruk Efendi’yle sizin otele
gitmenizi sağlamaya çalışırız!
— Olur.
Teğmen Faruk, namluya fişek
sürdü. Telaşsız adımlarla çıktı.
Pencerede beklediler.
Koyu kül rengi bulutlar
büsbütün alçalmış, yağlı bir duman halinde, evlerin bacalarına sürünmeye
başlamıştı. Islak bandıralar, Afrika bitkilerinin dikenli geniş yaprakları gibi
sallanıyor, bu düşman sokağa bir Afrika ormanının kuşkulu kımıldanışını
veriyordu.
Cemil, bir adım arkasında
duran Selahattin’in kesik kesik soluduğunu duydu. Hasta mı, kızgın mı,
anlayamadı.
Teğmen Faruk’u gördüler.
Sağ elinde tuttuğu
mavzeriyle, sokağın tam ortasında insanı sıkıştıracak bir rahatlıkla yürüyordu.
Cemil, olmakta olan bir şeye
bakıyor gibi değil, çok eskiden geçmiş bir olayı gözünün önüne getiriyor gibi,
karışık bir duyguya kapıldı.
Faruk, yukardan bakıldığı
için, büsbütün çelimsiz görünüyor, bu çelimsiz görünüşü yiğitliğini yüz kat
artmyordu. Duvarın köşesinde yetişti. Nöbetteymiş gibi, birden dikilip döndü,
beklemeye başladı.
— Haydi Selahattin Bey...
— Buyrun komutanım!..
Cemil de arkalarından
yürüdü.
Dış kapının önünde, kocaman
bir anahtarla odacı bekliyordu. Mavi gözlerinde suçluların kaypak bakışları
vardı. Bir eli göbeğinde, komutan beyi selamladı. Kısık bir sesle konuştu:
— Reşat Bey dedi ki...
“Beklesinler, ortalık karannca Halit Paşa gelip onları bulacak” dedi. Reşat
Bey, bize hısım olur, beyim! Biz hep sizdeniz!
— Peki... Sağ ol baba...
Cemil, belki de yaşlı
odacının sözlerinden duyduğu mutlulukla sokağa gayet kuşkusuz çıkmıştı.
Filintasını sol eline alarak
tabancasının kılıfını telaşsız açtı.
Sokağın genişliği yedi sekiz
metreden artık değildi. Bu kadar açıklıkta, Parabellum’un filintadan daha iyi
iş göreceğini düşünmüştü.
Sağ elini tabancasının
kabzasına yakın tutuyor, şakaya aldığı, kabaydı bir kasıntıyla yürüyordu.
“Hazır sokağa çıkmışken, bir açık dükkân bulsak da biraz ekmek peynir
uydursak!”
Aralarında yirmi adım
kalınca, Faruk’a “Yürü” işaretini verdi.
Böylece, kalın yağmur
bulutlarının alacakaranlığı içinde, bomboş sokağın son köşesine kadar gittiler.
Dönemeci kıvrılınca Faruk
duralamıştı.
— Azıttılar bunlar işi
komutanım...
Bavullar otelin kapısı önüne
çıkarılmış, Bekir Sami Bey’in filintası bunların yanında duvara dayatılmıştı.
— Ne olursa olsun, ben bu
hanemin bir kulağını keseceğim...
— Bulursan kesmemezlik
etme!..
— Çoktaaan... .
Bekir Sami Bey, öfkesini
belli etmemeye çalışarak emretti:
— Kapıyı kırınız!
Cemil enikonu keyifli bir
sesle karşılık verdi:
— Hiç istemez komutanım!
Herifin pis suratım görmektense... Emrederseniz, askerlik şubesine gidelim!..
— Evet... İyi düşündünüz!
Alın bavulları...
— Bavullar da, filintanız da
dursun olduğu gibi... Şaban’ı gönderir aldırırız!
— Kim Şaban?
— Şubenin bekçi eri...
Bırakın, gelsin alsın!
Cemil, dönüp arkasına baktı.
Akhisar’ın ana caddesi hep
bomboştu. Akhisar korkuya kapılmıştı. Korkuya kapılmış bütün canlılar gibi
insafsızdı. Bu kadar korkması, bir hesapça belki doğruydu ama, haklı değildi.
Yere tükürecekken vazgeçti. Başını, birine meydan okur gibi dikti. Artık
pencereleri kollamayı alçalma sayarak sert adımlarla yürüdü, arkadaşlarını
geçti. Askerlik şubesinin kapısına yetişip iki kere yumrukladı.
— Kimsin?
— Aç Kör Şaban!.. Komutan
paşa geliyor.
— Komutan Paşa mı? Amanın
vardım! Eğlen aman...
Kör Şaban, merdivenleri
paldır küldür inmiş, hemen kapıyı açmıştı. Arkadan vurduğu bir tokatla
kabalığını sola yatırıp kör gözünü gölgeye aldıktan sonra hazır ola geçip selam
durdu. Omuzları geniş, bilekleri kalındı. Bacaklarında, çocuklarından beri ata
binenlerin çarpıklığı vardı. Palaskasını kuşanmaya vakit bulamamıştı.
Bekir Sami Bey, Kör Şaban’ın
selamını almadan geçti.
Selahattin’le Faruk da
yukarı çıkınca Cemil sordu:
— Yok mu senin palaskan?
— Var binbaşım!..
— Ödevdeyken insan
palaskasını kuşanmaz mı? Bir daha görmeyeyim! Dur ulan nereye?
— Palaskamı kuşanmaya
binbaşım...
— Bırak şimdi... Beni
dinle... Kumandan paşanın bavullarını hanın önüne bıraktık! Bir de filinta var.
Haydi kap gel!.. Dur daha bitirmedim!.. Bavullarla filintayı getirince, çarşıya
koşarsın! Ekmek, peynir, zeytin alırsın! Bir lira verdi. Tütün mütün de ister!
Birkaç paket Ahali Cigarası... Unutmazsın ya?..
-— Unutmayız Binbaşım!..
Ahali Cigarası... Ahali... Bildiğin millet...
Kör Şaban’ın yabancı
bayraklarla donanmış sokakta, çarpık bacaklarıyla harmanlayarak gitmesini bir
zaman seyretti. Kanadı gülerek itti.
Bir sokağı, pencerelerden
ateş bekleyerek geçip askerlik dairesini sağ esen tutmak, sanki bütün
zorlukları alt etmiş gibi, Cehennem Yüzbaşı’yı birden keyiflendirmişti. Islıkla
“Telgrafın tellerine kuşlar mı konar” türküsünü tutturduğunu merdivenin
yansında fark ederek hemen sustu.
Bekir Sami Bey, askerlik
şubesi başkanının masasında telgrafhaneden aldığı kâğıtlara bakarak Teğmen
Farukla rapor yazdınyordu.
Cemil girmedi. Üstünde
“Kalem” yazılı bitişik kapıyı açtı.
Selahattin, masalardan
birine kollarını çaprazlayıp abanmıştı. Uyuyor gibiydi. Biraz dikkat edince
omuzlarının sarsıldığını şaşırarak gördü. Ünce ağlıyor sandı. Ne diyeceğini
bilemeden yaklaştı.
— Hasta mısın Selahattin?
— Yok bir şey... Selahattin
başını kaldırmamıştı. Dişlerim birbirine vuruyordu. Bir şey yok, geçer şimdi.
— Bak bakayım bana... Sıtma
mı tutuyor?
— Sıtma evet... Şimdi
geçer!.. Dişlerinin takırdamasından sözleri anlaşılamıyordu. Tutar arada
sırada... Yorulursam... Soğuklarsam... Bir şeye kızarsam... Komutan duymasın!..
— Sulfato yok mu?
— Bitti. Almayı unutmuşum!
Balıkesir’de “Alayım” dedim, unutmuşum.
— Yatıralım seni...
— Boş ver!
— Olur mu? Ben bir bakayım,
yatak matak var mı burada... Kör Şaban gelince eczaneye salanın. Kötüdür
namussuz! En amansız yerde, pusudan atlar insanın üstüne...
Bulundukları katta, yatağa
benzer bir şey yoktu. Aşağıya indi. Kör Şaban, arka avluya bakan küçük bir
odada yatıyordu. Selahattin’i buraya indirmektense, yatağı yukarıya götürmeyi
daha uygun buldu. Yüklendi. “Kalem” odasında iki masayı uç uca getirdi. Yastık
kılıfıyla battaniyeye kaplanmış velense tertemizdi. “Aferin Kör oğlu... İlk
başta adama benzetemedik ama, sende iş var galiba” diye gülümsedi.
— Kalk, soyun!..
— İstemez... Geçer. Böyle
daha iyi... Üstüme bir şey bulsan elverir.
— Kalk diyorum. Yatağı
serdim bile...
Selahattin başını kaldırdı.
Yüzünün bütün çizgileri çekilmiş, gözleri çakmaklaşmıştı. Kupkuru dudaklarını
üst üste yalıyor, dişlerinin takırdısını kesebilmek için, çenesini var gücüyle
sıkıyordu. Ellerini koltuk altlarına sokmuş, koca gövdesiyle bir küçük çocuk
gibi büzülmüştü.
Cemil yanına gidip bileğini
tuttu. Ateş gibiydi. “En azdan kırk derece” diye ürktü. Çaresizlikten
pencereden dışarıya baktı. Yağmur bulutlarının bastırdığı ıslak hava, sanki sıtmayı
büsbütün azgınlaştırmış da bunu yatak önleyebilirmiş gibi arkadaşını yatağa
doğru çekti.
— Yat güzelce... Bir şeyler
daha örterim. Birazdan sulfato gelir. Bir şeyin kalmaz! İnsan bu cenabetle
beraber dolaşır da hazırlıklı bulunmaz mı? Önce palaskasını çözdü, tabancayla
beraber bir iskemlenin arkalığına astı. Sonra eğilip getirleri, kunduraları
çıkardı. Yat... Soyunmak istemez. Terleyince çamaşır değiştiriniz!
Selahattin, elbisesiyle
incecik şiltenin üstünde dertop olmuştu. Gövdesi dermeme uğramış gibi
titriyordu.
— Kızdım heriflere... Kızdım
da bir halt edemedim mi... Kızdım... Ulan ödlek sürüsü... Ulan sakalına,
sangına... Ulan hergeleler... İtoğlu itler...
Gittikçe sözleri anlaşılmaz
oldu. İç çekişleri, diş gıcırtıları arasında sayıklamaya başladı.
Cemil, elleri belinde
çevresini umutsuz umutsuz araştırıyordu. Bir an, bavulundan yatak çarşafını
örtmeyi düşünerek pencereye gidecek oldu. Faydasızlığını kestirerek vazgeçti.
Ceketini aklından geçirdi. Ağır tabancasını taşıyan palaskasını çözmeye üşendi.
Odadaki dolaplara baktı. Defterden, eski dosyalardan başka bir şey göremeyince,
dişlerinin arasından sövdü.
Merdivenden inerken Kör
Şaban bavullarla içeri girmişti.
— Hepsini aldım geldim
binbaşım... Geç kalışıma sebep...
— Bırak şimdi gevezeliği...
Bırak onları oraya... At yere... Örtü var mı, fazla örtü?..
— Ne örtüsü?
— Bildiğin örtü, hayvan!..
Bildiğin battaniye?..
— Var n’olmuş?
— Daha soruyor. Getir
çabuk... Kaç tane varsa kap gel... Beş tane, on tane...
— O kadar battaniyemiz
yoktur binbaşım! Bir benim örtündüğüm, iki de...
— Getir diyorum! Ulan
hadisene...
Kör Şaban iki battaniye
koşturdu.
Cemil kapıp yukarı çıktı.
Selahattin’i sıkıca örttü. Bu imansız üşümeye örtmenin hiç faydası olmayacağını
biliyordu ama, askerlik şubesinde on tane, yirmi tane battaniye olmamasına
sövmemezlik de edemiyordu.
Sulfato aldırmak için aşağı
inince Kör Şaban telaşla sordu:
— Hastamız mı var Binbaşım?
Kim marazlandı? Paşa baba mı?
W 'fyrgutı Savaşçı
— Değil... Yüzbaşı
Selahattin Bey...
Hastalananın paşa değil de,
yüzbaşı olduğunu öğrenmesiyle Kör Şaban’ın telaşı birden yatışmıştı:
— Ekmek de bulamadık katık
da... Bulamadığımızdan geciktik.
— Dükkânlar mı kapalı?
— Dükkânlar evet... Kapalı
olmaya... Kapalı değil ama...
— Aması ne?
— Töbe... Hurşit bakkal
kapalı... Hüseyin Efendi kapalı... Bu Akhisarlı bu kadar ters millet
olmayacaktı ya, benim aklım ermedi Binbaşım...
Cemil, Kör Şaban’ın
duraklayarak konuşmasından pirelendi:
— Ekmek vermediler mi yoksa?
— Yok... Dedi ki gâvur
bakkal... Fırınlar, ekmeği kıtça pişirmiş bugün... Gülmeye çabaladı. Varsın
olmayıversin! Benim tayınlar yeter bugüne... Az biraz bayat ama, yeter.
Yetiversin değil mi binbaşım?.. Bende, iyisinden, zeytin var ki, her biri
yumruğum kadar...
Cemil, kendilerine ekmek
vermeyen insanlara karşı, Selahattin’in sıtmasını depreştiren korkunç
kızgınlığa benzer bir öfkeye kapılmış, bir an, tüfeği kapıp çarşıya yürümeyi
aklında geçirmişti. Kendisini zorla tuttu. Üst üste yutkunarak elini yanağından
geçirdi:
— Bırak şimdi ekmeği
oğlum... Eczaneye koş... Sulfato alacaksın! Sendeki lira duruyor değil mi? Bir
liralık sulfato al... Kaç tane verirlerse... Dur... Cüzdanından beş lira
çıkardı. Bir liralık olmaz... Beş liralık sulfato... Unutur musun sulfatoyu?
— Unutulur mu? Bildiğimiz
sulfato... Sıtma sulfatosu...
— Tamam... Çabuk
geleceksin... Hiçbir yerde eğlenme! Dur bakayım konyak vardır değil mi burda?
Konyağı bildin mi?
— Bildim, rakı konyağı...
Rengi ala çalar.
— Aferin... Bekle para
vereyim...
— Bende para var binbaşım...
Yetmezse üstünü ben denkleştiririm. Sulfato bir, rakı konyağı iki... Rakı
konyağını iyi düşündün. Sıtmayı kese ossaat... Sıtmanın Azrail Peygamberi’dir
bu rakı konyağı... Giden binbaşımdan bilirim. Başka?
— Başka... Biraz çay, biraz
şeker bulsak...
— Bulması kolay ama bilmem
ki, imansız bakkallar... Bunlara bugün ne oldu? Şaştım hey Allah... Bunlara
bugün...
— Git bak!.. Almaya çalış...
Sulfatoyla konyağı bulup almazsan.
— Bulunmaz mı? Bulurum ki...
Ne güzel bulurum!
Kabalığını tokatlayıp sol
kaşına eğerek fırladı.
Cemil, pencereden sokağa
bakarak cigara içiyor, dakikaları sayıyordu. Kör Şaban gideli iki dakika
olmuştu. “Hele eczacı sulfatoyu vermezlemeli ki... Filintayı alır çıkarım!
Önüme kim rastlarsa... Önüme kim... ” Selahattin kısa iniltiler arasında
sayıklıyordu: “Düşmemiş Manisa... 10, 5’luk dağ obüsünü koşun... Olmaz bu...
Ulan... Ulan hergeleler... Ulan... ”
Cemil, düşmana teslim olmak
taraflısı Hoca Nizamettin takımından çok, vuruşmayı göze almış Reşat Bey
takımına kızdığını şaşarak fark etti. “Haydi ötekiler yıldı diyelim, ya
berikilerin savuşması n’oluyor? Nasılsa bir kere soyunup ortaya çıktılar. Şimdi
saklanmak neyi kurtarır?”
Saatine baktı. Köroğlu
gideli on beş dakikaya yaklaşıyordu. Ağzından cigaradan kalmış acılığı
yutkundu. Midesine saplanan sızıyı yumruğuyla bastırdı. “Bizi acımızdan gebertecek
bu yüreksiz herifler... ” Bitişik odaya kulak verdi. Komutan durmadan
yazdırıyordu. “Neyi, nereye yazar bu adam? Yazdıklarını İstanbul’da kim okur,
kim dinler!”
Selahattin’in hastalığını
bildirince Bekir Sami Bey gelip nabzını tutmuş, alnına elini koyup ateşi
yoklamış, sülfat oya adam gönderdiğini öğrenince hiçbir şey demeden çıkmıştı.
Üçüncü defa: “Nerde kaldı bu
ayı?” derken Kör Şaban köşeyi kıvrıldı. Kıvrıldı ama, adam gibi geleceğine arka
arka yürüyordu. Üstünde bir salaklık vardı. Arka arka yürüdüğü için arada bir
sendeliyor, sağa sola bükülüp, daha garibi arada bir eğilip arada bir
ayaklarını toplayarak havaya hopluyordu.
Cemil işi anlayınca:
“Taşlıyorlar bunu... Taşa tutuyorlar... ” diye elini parabellumuna götürdü.
Kör Şaban, dönemeçten yararlanarak
kucağındaki paketlerle biraz koşmuştu.
Arkasından, taş atarak
çocuklar geliyor, bunların iki adım gerisinde, fesindeki oyalı yemenisinin
uçlarını savurarak Kaymakam Bey’in ulağı Gâvur Efe bulunuyordu.
Kör Şaban, paketlerden
birini düşürdü, almak için eğildi. Taşlar yakınından geçmeye başlayınca
emekleyerek yer değiştirdi. Kalktı, iki büklüm birkaç adım attı. Enikonu
topallıyordu.
Taşlardan biri kabasına
değince döndü, elini gövdesine siper etmek için uzattı.
Büyücek bir taştan kafasını
keserek kurtuldu, ikisini, iki kere hoplayarak güçle savuşturdu.
Çocuklar ellerine
geçirdikleri taşları gelişigüzel fırlatıyordu ama, Gâvur Efe, hem olur olmaz
taşı beğenmiyor, hem de, boşa atmamak için iyiçe nişan alıyordu. Sol avcu taş
doluydu. Birkaç adım koştu. Taşlardan birini seçti. Sol ayağını ileri basarak
hazırlandı. Tam istediği yere yapıştıracağına aklı kesince savurdu.
— Uy anam... Ulan Gâvur
Efe... Ulan gâvur, bacağım gittiii... Dur ulan... Atmayın oh yavrulanın... Ulan
ben sizin top kâküllü gelinlerinizi mi sürüdüm gâvur dölleri?..
— Gâvur dölü babandır
baban... Ulan size, “Buraları bırakın çıkın” denilmedi mi? Ulan siz
hükümetimizin emrine karşı mı gelmektesiniz?.. Ulan sakalına tükürdüğümün
garibi... Al bakalım!.. Ooooh... Beline değdi kırılası beline... Ooooh nasıl
buruldu ip gibi!.. Nasıl haaa?.. Ulan, basın kayaları kopiller... Basın
yavrularım!.. Basın kızanlar... Aman girip kurtuluyor kahpe döil lü... Aman
zeybeklerim yetiştirin kafasına... Kopası kafasına...
— Sakın haaa Cemil Bey...
İşleri karıştırırsınız... İçinden çıkamayız! Koyun şunu yerine...
Cemil, söylenenlerden hiçbir
şey anlamadan döndü.
Bekir Sami Bey, tabancayı
tutan eline iki kere hafif hafif vurdu.
— Olmaz! Bu pisi öldürmekten
hiçbir şey çıkmaz! Belki de böyle bir şey bekliyorlar. Sabredin! Akşamı
tutalım, Halit Paşa’yla görüşelim...
Yüzbaşının omzunu arkadaşça
okşadı.
Gâvur Efe, kapıya on beş
adım kala durmuştu. Bağırıyordu:
— Çıkın kasabamızdan
İttihatçı gâvurlar... Çıkın toprağımızdan... Ulan sizi, diri diri yakınca ne
lazım gelir Conlar! Sizi yakmayınca olur mu? Yemin verdim Nizamettin Hoca’ya,
üçten dokuza yemin... Birkaç farmason gebertmeyince bana dur durak yok... Gidi
boz düşmanlar... Gidi gâvur askerleri...
Bekir Sami Bey, görünmemek
için çekilip öteki odaya gitmişti.
Selahattin hiçbir şeyin
farkında değildi. Kesik kesik soluyor, aralık aralık inleyip sayıklıyordu.
Cemil, tabancasını kılıfına
sokarak sofadaki ayak sesine döndü.
Kör Şaban, çok eğlenceli bir
iş olmuş gibi, sakalıyla bıyığı arasından gülüyordu:
— Delirmiş kavat gündüz
gözüne... Şarabı çokça kaçırmış da, büsbütün delenmiş...
— Bir yerin acıdı mı?
— Yok binbaşım... Kabamıza,
baldırımıza bir iki değdi ama, kulak asma!
— Sulfato buldun mu?
— Bulduk sayende...
— Çay, şeker?
— Bulduk. Bize kalsa,
hiçbirini alamayacaktık ya, Badembıyık Doktora Allah ömür versin!..
— Sulfatoyu eczaneden
almadın mı?
— Eczaneye gittim. “Sulfato”
dedim, kekeç eczacı, vereceği sıra, Gâvur Efe olacak deli kavat kapıya dikildi.
“Bunlara şuncacık bir şey verirsen, sonunu kendin düşün, kekeç eczacı. ” diye
başladı bağırmaklığa... Ne dersin binbaşım, yüreksiz eczacı yılıp elini
sulfatodan geri çekmez mi?.. “Ulan kurudun mu gâvur dölü?.. Senin ne üstüne!”
diyecek oldum. Böğürtüyü yükseltti ki, camları zıngırdatmacasına... Kaymakam
beyin sıkı emri varmış. Millet yediden yetmişe ayaklanmış... Bizi, bire kadar
kıracakmış... “Şaşırttın mı, oğlum Gâvur Efe, millet neyi alıp verememekte,
koca Osmanlı paşasından?” dedim ama, kime anlatırdın? Kükremekte ki namussuz,
göklere çıkmacasına... Bereket, Badembıyık doktor bilmezden uğradı üstümüze...
“Nedir?” dedi. “Durum şöyle şöyle... ” dedim. “Binbaşım bizi sülfat oya saldı.
Başkaca çay alınacak, şeker alınacak... ” dedim. Eczacıya “Versene ne
duruyorsun?” diye çıkıştı. Eczacı, bize duyurmadan kulağına bir şeyler fısıldayacak
oldu. Biraz çabaladım ama, ne dediğini duyamadım. Badembıyık doktor kızdı. “Ver
şurdan sulfatoyu... Kötüsü gelirse beni söylersin... ” dedi. Bu sıra, kapıdaki
kuduz köpek bizi boşlayıp Badembıyık Doktor’a bulaşmaz mı? “Bu da farmason...
Bu da Contürk gâvuru... Şunda iki paralık din iman olsa, bıyığını kırpar mı?”
derken... Doktor önceleri, bu lafların kendine denildiğini bilemedi besbelli,
bana sordu? “Kime kızmış bu it?” dedi. “Sana demekte bunları doktor bey?”
dememle, doktorun kan başına sıçradı. “Neee... Bana haaa... Bu herif... Bu kötü
pezevenk... ”
— Böyle işleri de var mı?
— Var mı ne demek binbaşım,
işi bu... Burda, bunun evinden başka kötü ev yoktur. Vaktiyle ekmek sahibi bir
ağanın bir tek oğluymuş... Kopukluğa vurmuş güzelce... Babasının sağlığında,
bulaşmadığı pislik bırakmamış... “Herifi bunun derdi vakitsiz gebertti” derler
Akhisarlılar... Baba ölünce, büsbütün çiziden çıkmış... Yanında, üç dört kahpe
gezdirir olmuş... Sonunda paralar bitince, bulaşmış kavatlıga... Bizim oralarda
“Kavatlık” derler. Bildiğin, avrat çerçisi... Evinde üç kahpe var. Biri, az
biraz kötü ama, ikisi körpenin hası... Bu Gâvur Efe, haftada bir kötek yemese,
rezilliği basılmaz. Bu herif, teğmen meğmen şurda kalsın, onbaşıyı ağzına
alamazdı ya, bugün bunun gözüne bilmem ki, ne göründü?
Cemil, kılıfı arkaya iterek
tabancasını farkında olmadan sakladı.
— Çayı koy Körağa... Şimdi
aklım erdi. Evet, Gâvur Efe, seni taşa tutar! Çünkü gün öylelerinin... Önce bir
bardak su getir de, yüzbaşıya sulfato yutturalım. Çay pişince, komutan paşaya
biraz peynir ekmek çıkar. Dur savuşma! Bir eski heybe var mı, ya da sağlamından
yem torbası?..
— Heybemiz yoktur ama, giden
binbaşımın yem torbası... Tövbe! Bineğinin yem torbası...
— Tamam... Bul onu... İçine
götürebileceğin kadar mavzer mermisi doldur.
— Olur binbaşım...
— Daha söyleniyor! Hani
çay?.. Hani su?.. Ulan ben senin kulağını...
Sulfatoyu Selahattin’e yan
baygınken yutturdular.
Kör Şaban birkaç kere aşağı
inip yukarı çıkmış, sonunda Cemil’e çayı bırakıp bulgur çorbası pişirmenin daha
uygun olup olmadığını sormuştu.
— Bulgur çorbası mı? Ne
bulguru?..
— Bildiğin yarma çorbası
binbaşım...
— Yağsız olur mu?
— Yağımız var, sayende...
Nane otumuz bile var, iyisinden, süzme yoğurdumuz var ki...
— Deme Köroğlu! Ulan aferin
Şaban Efendi!.. Seni yanıma emireri aldım! Şu dakikadan sonra benim
emirerimsin!.. Çorba zamanında gelmemeli, tadı Çapanoğlu’nun aptes suyuna
benzemeli ki... Ben sana, sırıtmaları göstermeliyim...
Kör Şaban fırlayıp çıkınca,
Cemil, bir zaman, kasabaya inen akşam alacasına bakarak daldı, sonra
matarasının kupasına biraz konyak koydu. Bir dikişte yuvarladı. Bardak elinde
öylece şaşkın, yatağa baktı.
Bardağı kafasına dikinceye
kadar, aklına konyak içmek gelmemişti. Konyağı Selahattin’e verecekti. “Canımız
çekmiş besbelli... ” diye gülümseyerek kupaya yeniden üç parmak içki koyup
yatağa yaklaştı.
Hasta hep öyle dalgın
yatıyor, arada bir yüzünü buruşturarak kabuk bağlamışa benzeyen dudaklarını
yalıyordu. Dili inadına paslı, suratı inadına bitikti.
— Selahattin... Bana bak!..
Selahattin inledi. Davran biraz arkadaş... Bak sana ne getirdi bizim Körağa...
Görür görmez bir şeyin kalmayacak...
Elini alnına koydu. Kuru
ateş bütün kızgınlığıyla sürüp gidiyordu.
— Bak bana... Biraz
davran... Şunu içersen bir şeyin kalmaz!.. Yuvarla hadi!.. Birazdan ter başlar.
Açılırsın!
Selahattin gözlerini
araladı, gülümsemeye çalıştı:
— Komutan mı istiyor?
— Bırak komutanı şimdi...
Dik şunu...
— Nedir? Kupaya yüzünü
buruşturarak baktı. Nedir o?
— En keskininden Yunan
konyağı. Yuvarla da bak...
Selahattin doğrulmak istedi.
Cemil, koluyla başını destekleyerek yardım etti.
— Diki ver bir solukta...
Yudum yudum olmaz be herif... Neyse... İç de yudum yudum iç...
Selahattin acı konyağı
şerbet gibi yudum yudum içmiş, damağını şaklatarak başını yastığa bırakmıştı.
Cemil bir cigara yakarak
pencereye gitti. Yağmur iri tanelerle serpelemeye başlamış, caminin fersiz
ışıkları yanmıştı. Kör Şaban, çorbaya çağırdığı zaman, karısı Neriman’ı
düşündüğünü fark ederek şaştı.
Şaban’ın ayran çorbası her
kaşıkta, insana iyimserlik verecek kadar güzeldi.
Komutan paşa da “aferin”
dediği için Kör Şaban kapı dibinde sırıtıp duruyordu.
Cemil, kör herife üçüncü
defa alıcı gözüyle bakıp sordu:
— Bana bak Şaban Ağa,
hayvana bindin mi sen hiç?..
— Bindik binbaşım...
— Köyünde atınız mı vardı?
— Kendimizin yoktu ama, ben
şuncacıktan Esef Ağa’nın yarış atma bakardım binbaşım... Bu sebepten bizi
askerde atlıya ayırdılar. Biz aslında, mızrak taşır atlılardanız.
— Nerde bulundun savaşta?
— Sina’da bulunduk. Gazze’de
İngiliz mızraklılarıyla çok elleştik biz...
— Deme Kör Şaban...
Berabermişiz de haberimiz yok... Buraya nasıl düştün öyleyse. ?
-— Gâvur bizi bastı gecenin
birinde... Alamanın paşası, anadan çıplak uğradı. Biz atlara don gömlek
yetiştik. Gecenin bir vakti... Gâvur bellisiz, Müslüman bellisiz! İngiliz
mızrağı o karışıklıkta değdi bizim gözümüze... San sakal gâvur, bizim sol gözü
çekti aldı, biz de, Allah’ın izniye, domuzun kellesini aldık! Gözümüzün
sakatlığından, bizi hastane dönüşü, geri işlere verdiler!
— Kaçlısın sen?
— Doğum biraz eskice ama,
kütüğe küçük yazıldığımızdan üç yüz on ikilerle çıktı bizim kâğıdımız...
— Sakalı burda mı
salıverdin?
— Burada binbaşım.
— Senin gibi cenk görmüş,
düşman kellesi almış yiğide sakal istemez. Birazdan görmeyeceğim. Bıyık
yeter!..
— Duasını ettiriverdiydik
hocaya... Günahı varmış ki, duadan sonra sakal kestirmenin... Adam gider,
cehenneme direk olurmuş...
— Evli misin?
Kör Şaban’ın tek gözü
utançla kısıldı.
— Evli misin dedim rezil?..
— Evliyiz sayende
binbaşım...
— Kandan izin aldın mı sakal
koyuvermek için...
— Gurbet yerde olduğumuzdan
alamadık. Hoca dedi ki...
— Höst... Hoca, şeriat dışı
bir meseleye ne diyebilirmiş avanak! Müslümanlıkta karıdan izin çıkmayınca,
sakal bırakmak yoktu. Bak, koskoca komutan bile sakalsız? Karısı “olmaz” dediğinden...
Kazıt pisi...
— Baş üstüne... Kazıtalım
binbaşım...
— Gelince tüfeğine
bakacağım... Temiz değilse, yandın Kör Şaban... Tüfek iyi tutulmamışsa...
— Bizim tüfeğimiz hiç yok
binbaşım...
— Yok mu? Ne demek?
— Biz silahsıza
ayrıldığımızdan, elimizi silaha sürebilemeyiz!
— Ulan sen ne biçim
askersin? Askerin silahsızı da silahlıdır.
— Doktor silahsız yazınca...
Hastanenin büyük doktoru...
— Gene dayağa kaşık
tutuyorsun! Doktor mu bilir, ben mı bilirim?
— Sen bilirsin binbaşım!
Yabanın doktoru ne bilecek?..
— Gâvurun mızrağını
gelemeyip gözünü verdiğinden mızraktaki hünerini anladık!.. Nişancılıkta da,
böyle yalınkatsan, benden çok kötek yersin Kör Şaban! Nasılsın, dedim, eşek?
— Eh... Sayende, az buçuk...
— “Az buçuk” ne demek?
Attığını vurur musun, yoksa, tümü karavana mı gider?
— Vururuz az biraz Binbaşım!
Arkadaşlar arasında yere bakmayız pek... Allah sol gözümüzü neden aldı bizim,
sağ gözümüze değmedi de?.. Keskin atıcıya sağ gözünün gerekliğini bildi kurban
olduğum...
— Attın şimdi köpoğlusu...
Meydanı boş buldun da, savurdun palavrayı! Görürüz bakalım! İşini bitirince,
yukardan kendine iyi bir tüfek seç... Temizle! Göreceğim! Beğenmezsem,
kemiklerini kıranın. Hadi şimdi, marş!
Şaban temizlediği tüfeği
getirip binbaşısından aferini alınca, gerçekten sevindi.
Mavzeri hınçla kavrayarak
söylendi:
— Sağ ol binbaşım! Bu
Akhisarlı bizi silahsız gördüğünden adam hesabına almadı. Bizi o kavat efe
olacak rezil, taşa tutabilemezdi, silahlı olsak... Ama ben suçu elin pis
kavatına bulmam, bizim avanak milletimize bulurum. Bize ne demedeymiş buranın
adamı?
— Ne?
— “Bunlar evlerinden
azanlar... Ana baba kaçkınları... Karıdan usanmış takımı... ” demedeymişler...
“Boğuşmaktan bezginlik getirmemeleri bundan... ” demedeymiş bu Akhisarlı...
“Bunca yıldır evini ocağını, çoluğunu, çocuğunu görmemiş heriflerin bizim
toprağımızda işleri nedir?” demekteler... “Bunların sılası imlası, vatanı
matanı yok besbelli... ” diyerek bizi adam hesabına hiç almamakta bunlar!
Cemil, hınçla içini çeken
Kör Şaban’ın yüzüne gizlice baktı. Dudaklarını üst üste yalıyor, sesindeki
pürüzü gidermek istiyor gibi zorlaya zorlaya yutkunuyordu. Dimdik ileriye bakan
tek gözünde bir orduya yetecek kadar acı vardı.
Kör Şaban, aslında,
kendilerini yabansıyanların sözlerindeki yalanlara değil, boş atıp dolu
tutturmalarına kızıyordu. Dört yıl, sınırdan sınıra koşup ateş boylarında
ölümle aralıksız boğuşarak, neyin nesi olduğunu bilmeden bir şeyler savunurken,
arkasında evini ocağını, avradını, kardeşini kaybedenlerdendi.
Herkes savuşurken, Kör Şaban
gibi açıkgöz birinin şimdiye kadar köyünü tutmamış olması bundandı.
Yaralanmış, hava değişimi
ile memleketine gitmişti. Buraya kadarını açık açık anlatıyordu da, sonra, köyü
neden bırakıp çıktığını, Akhisar’da neden takılıp kaldığını bir türlü
açıklamıyordu.
Kör Şaban tüfeğinin
arpacığındaki küçük bir pası tırnağıyla kazımaya dalmıştı. Başını kaldırıp
Cemil’in yüzüne acıyarak baktığını görünce utangaç, ürkek, telaşlı gülümsedi:
— Aslına bakarsan
binbaşım... Akhisarlı da haklı...
— Halt ettin şimdicik
Körağa...
— Haklı bir bakıma... Bu
seferberlik belası, nasıl bir bela...
Burda bir onbaşı vardı...
Uzaktan bize hemşeri olur. Tosyalı... Kördü bizim gibi... Herif hastanedeyken
köye kâğıt salmış, binbaşım, karşılığını alamamış... Hava değişimine gidince,
kasabanın hancısı, bunun yolunu kesip hana kondurur. Emmisine gizliden haber
salar. “Karıya pırtı mı alsam, örtü mü alsam?” diye dolanırken emmisi karşısına
dikilmiş. “Vay sen nerden çıktın beğenim... Vay vay... Senin şehit kâğıdın
geldiydi, bu nasıl iş?.. ” diye çırpınmaya başlamış... Bir zaman, ağlamış hökür
hökür... Bizim hemşeri, “Köyde ne var ne yok?.. Ölen kalan?” dedikçe, emmisi
kıvranırmış... “İyilik sağlık... Sen geldin ya... Seni dünya gözüyle gördüm
ya... Ölsem de gam değil” dermiş... Sonunda bizim hemşeri utanmayı aradan
kaldırıp sorar: “Evden ne haber? Avradı sordum emmi... Eteğini pisleyip adımıza
kara çalmadı ya?. ” “Töbeee! O nasıl söz yeğen!.. Ya biz öldük mü, gâvur
niyetine?” diyesi ama, bunca yıllık emmisinin lafı nerde, ne biçim ettiğini
bilmez mi herif? Köyde yaramaz bir iş olamasa, neden kıvransın sancılı hayvan
gibi. Hancının dünden beri önünü kesip köye salmamasından da pirelenmiş...
Sonunda bunlar döndürüp dolandırıp meseleyi anlatmışlar, binbaşım, meğerse
herifin ölü kâğıdı gelince karıyı küçük kardeşine vermişler mi? Karı ikinci
çocuğa yüklü... Fukara herif, az kalmış ki aklını sıçrata... “Aman emmi bu
nasıl iş!.. Oğlan şuncacıktı biz koyup giderken. El kadar oğlana karı
nikâhlamak nasıl bir rezillik!.. Şuncacık oğlana?.. ” diye dolanırmış... Emmisi
ne desin? “Allah’ın yazdığı böyle. Ölüm gelip yakaya sarılmayınca, adamın ufağı
büyür, büyüğü kocar. ” dermiş. Bizim hemşeri, “Peki şimdi n’olacak bu?” diye
sormuş... Ummakta ki, “Bunlar herkesin başındaki bir mesele. ” diyecekler,
“Hocaya danıştık, oğlan boşayacak, sana nikâh tazeleyeceğiz!” diyecekler...
Deminden beri karşılığını aklınca hesaplarmış da, “Karının suçu yok!.. Ölü
kâğıdını kendi yazdırmadı ya... Oğlan köyden aralanır bir zaman... Rezillik
unutulur!” dermiş. Yalayıp yutacak senin anlayacağın binbaşım. Meğerse karı...
“Ben kör herifi istemem. Erkek gibi erkekse köye hiç gelmez! Geçer gider
geldiği yere, ” dememiş mi?.. Ne halt etsin, şimdicik... Vurup öldürsün mü?
Almış başını fukara, geçmiş gitmiş...
Kör Şaban derin derin içini
çekerek biraz sustu:
— Yaban yerin adamı, yaban
yerin adamına neden hâyindir binbaşım?..
Sözü, damdan düşer gibi
değiştirmek istediği belliydi.
— Neyin üstüne sordun bunu?
— Milletin üstüne...
Arap’ın, Kürt’ün, Akhisarlının üstüne...
— Garipleri yabansıyorlar
diye mi?
— Yabansamaktalar, evet...
Hele asker milletine neden domuz gibi bakar başıbozuk takımı?.. “Oğlum, sen hiç
asker olmadın mı?” desem... “Oldunsa, ne tez unuttun? Olmadınsa, er geç
olacaksın... Bu askerlikten kurtuluş yok... ” desem... Cepheye giderken gene neyse
ne, “Asker ağa” diyerek merhaba derler. Ekmek istesen veren bulunur. Bir de
düşman seni önüne kattı da kovalamaya başladı mı, suratına bakan bulunmaz!
“Aman bir yudum su” dersin, kapıyı çarpar da evine giriverir. Bre imansız,
düşmana yenilmeyi kim ister bakalım? Ayı ayıyken yenik düşmemeye bakar. Gücüm
yetse kaçar mıyım karı gibi?.. Bu seferberlikte, millet, askeri neden sevmedi
binbaşım? Peygambere soy sop olmaktan yana, Arap bize bakarak, daha zorlu
Müslüman olsa gerek... Biz, bu seferberlikte Araplara da yaranamadık. “Aman şu
Arap’ın, susuz gölgesiz çölüne İngiliz gâvuru girmesin” diye bunca boğuştuk.
Arap bize “Sağ ol” demedi. Sağ oldan geçtim, dönüşte bitireyazdı bizi... Neden
kızdı peki? Diyelim ki, Arap Arap aklıyla bilemedi de, kızdı avanaklığından...
Akhisarlı, ya neden kızdı bize?
4
Kör Şaban’ın yakıp getirdiği
beş numaralı gaz lâmbasının şişesi kırıktı. Fitili is salıverdiğinden ışık
gittikçe azalıyordu.
Naneli ayran çorbasının
iyimserliği yavaş yavaş dağılmış, yerini dakikadan dakikaya artan bekleme
sıkıntısı almıştır.
Yağmur saatlerden beri
aralıksız yağıyor, bu havada, beklenilenin gelmeyeceği inancını insafsızca
arttırıyordu.
Başıbozuk Paşası Halit Bey,
nerden yola çıkmıştı? Buraya ne kadar zamanda gelebilecekti? Yanında kaç kişi
vardı? Hükümetçe kovuşturulduğuna göre, kasabaya nasıl girecek, kendilerini
nasıl bulacaktı?
Dördü de bunu düşünüyor,
arada bir, yağmur şakırtısının ötelerinde başka sesler arayarak, dışarıya kulak
veriyordu.
Selahattin, sırsıklam
mendiliyle terini sildi, iki defa çamaşır değiştirmişti. Açılmıştı ama, iyice
güçsüzdü. Sık sık kuruyan ağzını, konyak damlatılmış suyla ıslatıyor,
sulfatonun sürekli acılığım yutkunurken, arkadaşlarına sezdirmemeye çalışarak
suratını buruşturuyordu.
Ateşten sonra yürüyen ter,
Kör Şaban’ın paçavralardan yapılmış incecik şiltesini suya düşmüş gibi
ıslatmıştı. Kör Şaban bir saatten beri aşağıdaki ocakta kurutmaya uğraşıyordu.
Bekir Sami Bey, saatine
baktı. Yorulmuştu. Bir zamana kadar belli etmemeye çalıştığı umutsuzluğu,
direnme gücünü yavaş yavaş yenerek gözlerine vuruyor, yüzünün çizgilerini
aşağıya doğru çekiyordu.
Akşamüstü, Nizamettin Efendi
takımından haberci gelmiş, gece vakti dışarı çıkmanın kötü sonuçlar
verebileceğinden açarak, treni, istasyonda, Fransız yüzbaşısının yanında
beklemelerinin daha doğru olacağını anlatmaya çalışmıştı.
Zora düşmedikçe, çatışmak
istemediklerinden alttan almışlar, Selahattin’in hastalığını ileri sürerek
treni burada bekleyeceklerini söylemişlerdi.
Kör Şaban’ın “Belim koptu,
ellerin döküle Gâvuuur!” diye bağırarak kara sakalı, çarpık bacaklarıyla
zıplaması, Cemil’in gözleri önünden hiç gitmiyordu.
Akhisar’da dün geceden beri
olup bitenler, komutanla astlar arasındaki saygılı aralığı, gitgide daraltmış,
askerlik dairesinde ikindiden beri mahpus kalmaları, bunu hemen hemen ortadan
kaldırmıştı.
Bekir Sami Bey’in üzüntüsünü
bu hal birkaç kat artırıyor, Teğmen Faruk’un karşısında oturmasını, elinde
olmadan yadırgıyordu.
Her şeyi göze alarak dün
gece Manisa’yı tutacak yerde, burada kalmanın yanlışlığını anlamış, bekleyişin
bunaltısı ağır basmaya başladı başlayalı üst üste “Rasim Bey’den haber çıkmadı”
demeye başlamıştı.
Cemil’e göre, büyük
yanlışlığı dün gece değil, asıl bugün yapmışlardı. “Rasim Bey, makine başında
ele geçirilir geçirilmez, kesin emir verilecekti: “Topları hemen koştur. Savaş
yasalarını kullanarak halktan ele geçirebildiğin kadar hayvan, araba al,
silahları cephaneleri yüklet, atlı yaya bütün askerlerle yola çık!.. Gerekirse
vuruşarak Salihli üstüne çekil!” denecekti. “Koca bir günü burda, Kavat Gâvur
Efe’yle Kopil çetesi tarafından taşa tutularak boşa geçirmemiş olurduk! Halit
Bey denilen başıbozuk paşasıyla, kuvvetlerin başında daha rahat buluşulur, daha
güvenle konuşulurdu. Bunu neden yapmadı, bizim komutan? Aklına geldi de mi göze
alamadı, aklına hiç mi gelmedi?.. ” Alt dudağını dişleyen komutana belli
etmeden bakarken, komutanlığın ne kadar zor bir zanaat olduğunu, yıllardır
subaylık ettiği halde ancak şimdi, gerçekten anlayabiliyordu.
Eğer ortada bir şaşkınlık
varsa, komutanı hangi beklenmedik olayın bu kadar şaşırttığını bulmaya çalıştı.
“Milletin yılgınlığı mı acaba? Yılgınlığın bu cıvık çeşidi mi? İnsanoğlu
tehlike karşısında, kurtulamayacağını bilse de, önce kaçmayı dener. Bunlar
inmeli gibi yere çökmüşler. Eğer, çoluk çocuk, at araba, sığır davar, yola
düşseydiler bildiğimiz panik olurdu. Önlemenin belki çaresini bulurduk. Bunlar
oturakalmışlar. Bizi şaşırtan bu galiba... ” Biraz düşündü. “Peki ama, erler
bazı bazı, düşmanın sindirim ateşinden yılarlar da, saldın emrini dinlemezler,
korunaklardan çıkmazlar! Buna alışık olmamız lazım gelmez mi? Neden şaşırdık?”
Gözlerini kısarak köşeye dayalı tüfeklere baktı. “Hayır, buradaki yılgınlık,
siperde baş kaldırtmayan yılgınlığa benzemiyor. Orda birlikler, süngü
saldırısına kalkmasalar bile, düşmanı beklemektedirler. Düşman gelirse, sağ
kalanlar sonuna kadar vuruşacaklar. Burda, karşı durmak yok... Düşmanı düşman
bayraklarıyla bekliyorlar. Bizi aptallaştıran bu... Bekir Sami Bey’i, bu ölü
duygusuzluk şaşırttı. Paniklemiş askeri tabanca gücüyle geri çevirmeyi bilir
ama, silahı cephanesiyle geri çekilme imkânı varken, birbirine sokulup düşmanın
esir almasını bekleyen direnme gücü tükenmiş bir kalabalığı canlandırmayı
bilemez! Boşuna kıvranmayı bıraksak da işe bir başka ucundan yapışmaya
baksak... ”
Gerek Müderris Hacı
Nizamettin Efendi takımının, gerekse Reşat Bey takımıyla memurların yüzlerini
birer birer gözünün önüne getirdi. Gaga burun Hoca Nizamettin başta olmak
üzere, hepsi de tanıdık insanlardı. Elinden binlerce acemi er geçmiş, bunları,
ateş boylarının şakaya gelmez ölüm tehlikeleri içinde izlemiş bir subay olarak
iyi tanıyordu. Gençlerini, ölüm korkusuyla yapıştıkları topraktan koparıp
düşmanın üstüne atmış, yaşlılarından, en çetin zamanlarda çeşitli yardımlar
isteyip almıştı. “Öyleyse, içinde bulunduğumuz şartları hesaplayamadık, ruh
hallerini sezemedik. Bunların, bugün de tutulacak yönleri vardır elbette...
Arayıp bulamadık. Bulamadığımız şurdan belli, bildikleri şeyleri söyledik, iyi
bildikleri için kendilerini yıldıran durumu bir daha anlatmaktan ne çıkar?
Akıllarının hiç almayacağı karmakarışık, uydurma şeyler mi söylemeliydik? Ya,
korkularını yüreklerinden sıyırıp atacak ya da yüreklerine, daha yaman bir
korku salacak şeyler!.. ”
Selahattin dirseklerini
masaya dayayıp elleriyle yüzünü örttü. Beklemek, onu iki kat yormuştu.
Yağmur şırıltılarının
ötesinde başlayan köpek ulumaları avludan avluya yaklaşınca hep birden
dikilerek kulak verdiler, nal seslerini seçince de hemen ayağa kalktılar.
— İki atlı...
— Hayır komutanım... Üç...
— Üç evet... Bakar mısınız
Faruk Efendi!..
Atlılar hiçbir şeyden
çekinmiyor olmalıdır ki, kasabanın içinden İngiliz süratlisiyle geliyorlardı.
Cemil’le Faruk kapıya
yetiştikleri zaman, üç atlı da gemleri kasarak durmuşlardı.
Karaosmanoğulları’ndan
Başıbozuk Paşası Halit Bey, otuz beş
W yaşlarında, buğday
benizli, ortadan daha uzun gösteren yakışıklı bir adamdı.
Biçimli bacaklarında iyi
kesilmiş İngiliz fitili çuhasından kurşun, külot, körüklü çizmeler, başında
sırmalı başlık, belinde gümüş kınlı Çerkez kamasıyla, iri bir tabanca vardı.
Sesi toktu, güven vericiydi.
Bekir Sami Bey’i selamladı,
geç kaldığı için özür diledi.
Başıbozuk paşasını komutanın
gözü tutmuştu. Karşısında yer gösterdi:
— Gecikmenizin önemi yok...
Biz de, buradaki işlerimizi ancak ikindiye doğru bitirebildik. Sizi neden
çağırdığımı anlatmadan önce bir sorum var: İttihatçısınız değil mi?
— İttihatçıyım, evet...
— İtilâfçı hükümetçe
aranıyormuşsunuz?
— Evet...
— Beni buraya Mili! Savunma
Bakanlığı geniş yetkilerle gönderdi. Ödevim, On Yedinci Kolordu’yu toplamak,
sizin gibi vatanseverlerin de desteğiyle düşmanı önce durdurmak, sonra denize
dökmek... Bu işte bizi desteklerseniz, hükümetten çekinecek hiçbir şeyiniz
kalmaz. Şunu da söyleyeyim ki, ben de, arkadaşlarım da, dogma büyüme
İttihatçıyız. İstanbul’daki hükümet değişiklikleri, ateşkes anlaşmasının
zorladığı bir durumdur. Bugün de memleketin işe yarar bütün silahlı kuvvetleri
bizim elimizde bulunuyor. Yunan’ın İzmir’e çıkmasından bu yana, İttihatçılık
İtilafçılık ayrıntısı zati kalmadı. Kendini bilmez birkaç yüreksizi hesaba
katmazsanız, hepimiz vatanı kurtarma için birliğiz!.. Bu durumda siz, kaç kişi
toplayabilirsiniz? Bence, şimdilik önemli olan çoğunluk değildir. Bir ay
sonranın beş yüz kişisinden bu gecenin yüz kişisi daha yararlı... Bilmem
anlatabildim mi?
— Anlıyorum komutan bey...
Buraya gelmeden önce, Reşat Bey’le de görüştük. Ben size birkaç güne kadar bin
atlıyla bin yaya bulurum. Hepsi de, silahlarıyla yeteri kadar cephanelerini
birlikte getirecek...
— Bin atlı, bin yaya... Emin
misiniz? Çok büyük bir kuvvet bu... Çok büyük...
— Evet... Bu sayıları
gelişigüzel söylemiyorum! Akhisar, Manisa, Kasaba üçgeninde hiçbir köy sözümden
çıkamaz
— Hay Allah sizden razı
olsun paşam!.. Ne zamana kadar toplayabiliriz bu kadar kuvveti?
— Size en geç ne zamana
kadar lazım?
— Bana mı? Bana kalsa, hemen
şimdi... Dakka geçirmem! Saatine baktı. Parmağıyla üstüne vurdu. Bana yarına
kadar kaç atlı bulabilirsiniz? Üç yüz... İki yüz... Belki yüz de yeter! Durum
şu: Hemen Manisa’ya yetişeceğiz! Oradaki topları, makineli tüfekleri,
silahlarla cephaneleri gerilere çekmek lazım. Bunun için, Manisa’ya bir heyet
yolladık. Bu sabah telgrafla emirleri verdik. Şu anda, Manisa’dakiler var
güçleriyle çalışıyorlar. Biz ne kadar çabuk yetişirsek, düşmana haddini o kadar
çabuk bildirmiş oluruz. Manisa’da 8 top, 25 makineli tüfek, 50 bin mavzer, 1
milyon mavzer fişeğiyle, binlerce top mermisi, yüz bine yakın makineli tüfek
kurşunu bulunuyor! Şu anda kuvvetiniz ne kadar?
— Şu anda kuvvetlerim
dağınık... Toplanmaları için, haber göndermeliyim!
— Hemen gönderebilir misiniz
burdan?..
— Hayır! Halit Paşa
gözlerini kısarak bir şeyler tasarladı. Köylere haberci salacağız! Yollar
güvenli değil... Hele gece vakti büsbütün tehlike... Sabaha karşı Kumkuyucağı
tutarız. Çevreye adamlar çıkarttım. Çağrımı duyanlar, en geç öğleüstü,
Belenyenice’ye gelirler. Belenyenice, Manisa’ya, ayakla beş altı saattir. Bu
hesapça, yarın ikindiüstü Manisa’dayız! Nasıl, işinize gelir mi?
— Gelir... Çok iyi... Çok
teşekkür ederim paşam... Vatan bu değerli hizmetinizi unutmayacaktır! Komutanın
çok duygulandığı sesinin titremesinden belliydi. Vatanlarında vatansız
kalanlar, yeniden bir vatan kazanmak için ayaklanıyor. Yaşadığımız günler
acıdır ama, kutsaldır. Vatan adına size bir daha teşekkür ederim, paşam!
Başıbozuk Paşası Halit
Karaosmanoğlu, utanarak gözlerini yere eğdi.
Bu duruşuyla, insana
güvenden çok saygı veriyordu.
Cemil, yağız delikanlıyı,
zati görür görmez sevmişti. “İşte bizim gerçekten soylu insanımız... Münir Bey,
‘Bizde senyör yok’ diyordu. Bilmeden konuştuğu belli... İşte bizin
senyörümüz... Bu adam, dogma büyüme şövalye... ”
— Hayvanlarınız var mı
komutan bey?
— Havyan mı? Bekir Sami
Bey’in, keyfi birden kaçtı. Hayvanları... Biz... Balıkesir’de bıraktık. Burada
nasıl bir durum bulacağımızı...
— Değeri yok!.. Yollar
çamur, yürümek zor, diye düşündüm. Bizim çocuklardan birinin atını size
veririz. Arkadaşlar da, Kumkuyucak’a kadar, yürümeyi göze alırlar. Biraz
düşündü. Uygunsa, hemen yola çıkalım mı efendim? Sabahı burda bekleyeceğimize
Kumkuyucak’ta bekleriz!
Komutandan önce Selahattin
atıldı:
— Olur, evet... Hemen yok
çıkalım!..
Halit Paşa, Yüzbaşı
Selahattin’in, hastalığını bilmediği için bu sözü hiç önemsememişti.
Bekir Sami Bey, yaverine
bakarak elini bıyığına attı:
— Olmaz! Siz
yürüyemezsiniz!.. Halit Paşa’ya anlattı. Sıtma tutuyor! Yataktan yeni kalktı.
Yürüyemez!
— Yürürüm komutanım!.. Bu
sıtma bizim yabancımız değil... Tutadursun, biz yürürüz!
Halit Paşa, fazla düşünmeden
kesip attı:
— Başka bir şey yapalım!
Sizin az çok, öteberiniz de vardır. Ben şimdi, bir öküz arabası koştururum.
Arkadaşlar binerler. Eşyaları yükleriz. Sabaha kadar gideriz ağır ağır...
Selahattin direndi:
— Olmaz! Ben yürürüm
efendim! Öküz arabasıyla geç kalırız belki...
— Geç kalmayız. Geç kalsak,
yaylı koştururdum. Daha rahat edersiniz. Faruk’a döndü. Şuradan seslenir
misiniz? “Ali!” deyin...
Ali, koşarak yukarı çıktı.
İçeri girip elleri göbeğinde durdu:
— Hayvana atla!.. Göçmen
Rüstem Ağa’ya git... Bir araba iyisinden iki öküz koşsun, yanına sürücüsünü
katsın, hemen yollasın! “Halit Paşa’nın selamı var” de...
Ali odadan arka arka çıktı.
Merdivenleri üçer dörder atlayarak indi.
Halit Paşa uzaklaşan nal
seslerini biraz dinledikten sonra güvenle gülümsedi:
— Araba hemen gelir! Siz
şimdiden götüreceklerinizi hazırlayın!
Kör Şaban, ocağın önünde
evire çevire şilteyi kurutuyordu.
— Bitmedi mi bu iş?
— Bitti çoktan, binbaşım...
Bitti tamam...
— Dur! Yukarı
çıkarılmayacak. Hani senin tüfeğin?
— Hazır...
— Kaç sandık mermi var
bizde?
— Var dört beş sandık...
— İyi... Hepsini kapının
Yanına indir. İşe yarar tüfekleri de ayır!
— Tüfekler de mi inecek?
— İnecek... Öteni berini
çıkınla... Kaputunu al! Gidiyoruz!
— Gidiyor muyuz? İyi...
İyi... Kumanyamız hep mi kalacak?..
— Neden kalıyor? Çenesini
kaşıdı. Çadır madır, çadır bezi, muşamba, yağmurluk filan bulunur mu, eski
yeni?
— Çadırımız olacaktı ya,
nerdeydi?..
— Nerdeydi ne demek? Beş
dakikaya kadar bulunmadı mı, kulak gider! Yağmurluk?
— Nöbetçi yağmurluğu mu?
— Yağmurluk diyorum!
— Olacaktı ya, nerdeydi?
— Oğlum Şaban, sen bu
“Nerdeydi”lerle... Bırak o şilteyi de, koş ara... Beş dakikaya hepsi kapı
dibine gelmezse...
Cemil yukarı çıktığı zaman,
Halit Paşa, Bekir Sami Bey’e, çevredeki genel durumu anlatıyordu:
—Jandarmaların çoğu savuştu.
Memleketlerine gitti. Dağdaki asker kaçaklarına gün doğdu. Arayan yok, soran
yok... “Ödemiş’e doğru, zeybekliğin düzeni de çok bozuldu” diyorlar.
— Ne gibi?
— Bir namlı efe, başına
biraz zeybek toplayıp dağa çıktı mı, yalnız kendisiyle adamlarını zaptiyeden
korumaz, gezdiği çevreyi de korumak zorundadır. Hem öteki ünlü efelerden
koruyacak, hem de ününü kullanıp adam soymaya kalkan, zibidileri tepeleyecek.
Efe kısmı eskiden beri, zaptiyeden çok, öteki efelerden korkar. Sözgelimi Yörük
Ali Efe’nin en büyük korkusu jandarma alayından değil, Demirci Mehmet
Efe’dendir. Ayrıca, Ege’nin efeleriyle buraların Çerkezleri arasına, Çakıcı
Efe’nin öldürülmesinden beri, kan girmiştir. Bundan başka, Rumeli göçmenleri
ayrı baş çeker, Arnavutlar ayrı... Şimdi bir de Rum kaptanlar türedi, karşı
adalardan kayıklarla gelip köy basıyorlar, gündüz ortasında adam soyuyorlar!
— Bizimkileri bir araya
toplayamaz mıyız?
— Bazısını belki bir araya
getirebilirsiniz ama, bazıları birbirlerine hiç güvenemez.
— Kim bunlar?
— Birbirlerine düşman
olanları mı sordunuz?
— Hayır genel olarak,
arkasında birkaç kişiyle dağda gezenleri?..
— Buralarda, Kınık’a doğru,
Parti Pelvan var... Yörük Ali Efe, Demirci Memet Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe,
Mestan Efe, Girit göçmenlerinden Cafeaki, Dokuzun Memet Efe, Duacılı Molla
İbrahim Çetesi, Ortakçık Memet Efe...
— Bu kadar çok mu?
— Epeycedirler.
— Yanlarında ne kadar
kızanları vardır, kestirmece?..
— En kalabalık gezen
Demirci’yle Yörük Ali... Sırasına göre on, on beş, arada bir yirmi, yirmi beş
kişi... Ama isterlerse kızanları birkaç kat çoğaltabilirler.
— Sizce bunlarla bir iş
görülebilir mi paşam?
Halit Paşa biraz düşündü:
— Görülür desem de yalan,
görülmez desem de... Bakarsınız yiğitlenip ölüme saldırmışlar, bakarsınız
esintiden hiylelenip yılmışlar. Savaşın sonuna doğru büsbütün azdılardı.
Önceleri köy möy basarken, giderek nahiyelere, kaza merkezlerine iner oldular.
Çerkez Ethem’in İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu kaçırdığını elbette duydunuz,
bu hüneri başkaları da yaptı. Köylerde ağalar, kasabalarda ileri gelen
zenginler, çevredeki serserilerin en dişlilerine haraç verir oldular. Bugünün
hızıyla belki bir iki düşman karakolu basarlar, birkaç yerde pusu kurup az çok
zarar verirler. Ama hiçbirini sürgit, ordu düzeni içinde tutamazsınız. Hemen
hepsi subay düşmanıdır. Türkçesi düşman da sayılmaz bu herifler... Hemen hepsi
asker kaçağı oldukları için subaylardan çekinir. Daha doğrusu korkar.
Korktukları için de denk getirseler, arkadan vurmaya bile yeltenirler. Bunların
en kabadayıları köy kopukluğundan geldikleri için bildiğiniz ayaktakımıdır.
— Anlaşıldı. Asker birliklerinin
bu çevredeki durumu?
— İzmir’deki birlikler
dağıldı. Kaçanlar buralardakileri de yıldırdı. Memleketlerini tutabileceklerine
akılları yatanlar silahlı, silahsız savuştu. Bunda bazı subayların da suçu var.
Eskiden beri İttihatçıları sevmeyen bu subaylar, önce şöyle bir laf yaydılar:
“İzmir’de birkaç serseri Yunanlılara karşı silah çekmeseydi, herkes işiyle
gücüyle, tarlasıyla, dükkânıyla uğraşacaktı. Başımıza gelenler hep
İttihatçıların belası... ” Bu kadarla kalsa gene iyi... İçlerinde büsbütün
rezillenenler çıktı. Tire’de olanı duydunuz mu?
— Hayır!
— İzmir’den çekilen beş on
subayla yirmi otuz er, Tire’ye gelmişler. Askerlik Şubesi Başkanı, bunların
Tire’de bulunmasını nedense uygun görmüyorlar. Şube Başkanı, Yüzbaşı Memet
adında biri, Aydın’daki tümen komutanına bir telgraf çekiyor. Kasabada düzeni
koruyabilmişlerse de, son günlerde İzmir’den kaçan bazı subaylarla erler,
Tire’yi ihtilale vermeye yeltenmekteymişler. Halk bunların hemen buradan
aldırılmasını istiyormuş. Yoksa ortalık karışacakmış... Ertesi gün de, belediye
başkanı geçiyor telgraf başına... “İzmir’den kaçan Binbaşı Aziz Bey
komutasındaki yirmi beş kadar subayla elli kadar asker, kasabamızı ihtilale
vermek için burdan gitmek istemiyorlar. Müslüman, Hıristiyan bütün ahali
ayaklanmak üzeredir. Kan dökülecektir. Yapılacak işlemin acele bildirilmesi. ”
diyor. Bu durum karşısında, birliklerin tutarı büsbütün azaldı. Alayların en
kabarığının er sayısı, üç yüzü, dört yüzü geçmiyor. Duyduğum doğruysa,
Söke’deki 135’inci Alay’ın tutan 46 ere kadar düşmüş...
— Evet, kırk altı tüfek...
175’inci Alayın 2’nci Taburu 85 tüfek... Sarayköy’deki altı bölüğün tutarıysa,
yirmi kişi...
— Buralarda halkın neden bu
kadar yılgın olduğu anlaşılıyor.
— Evet... Yunan’ın İzmir’e
çıkması, buraları apansız savaş boyu haline getirdi. Balkan’dan beri savaştan
herkes bıkmış usanmıştı. Hayvanı gitmiş, ekini gitmiş. Canı tehlikede... Eşkıya
gelir soyar, zaptiye gelir soyar! Bahçeler bostansız bakımsız... Karılarla
çocukların toprağa güçleri yetmez. Alışveriş yok... Bana sorarsanız haklılar
komutan bey, yılgınlığa düşülmeyecek gibi değil...
— Haksız değiller belki ama,
düşman bu hakkı tamsa...
— Rezil takımı, “Biz
delilenmesek tanır” diyor. Bu lafa, adam, güvenir mi? Şuncacık aklı olsa
güvenmez. “Peki neden güvenmekteler öyleyse?” diyeceksiniz!.. “Ya bize
değmezse... ” umuduyla avunuyorlar. Aylardan mayıs... Arpalar nerdeyse
biçilecek. Bunca savaş yılından sonra, ilk harman... “incir, üzüm, tütün,
palamut, meyan kökü tüccarları bu yol, dışarısı için mal toplayacak” deniyor.
Köylünün eline para girdi mi, kasaba dükkâncılarının da yüzleri gülecek! Şeker
yoktu, kahve yoktu. Az biraz gelmeye başladı. Şehirlisi, köylüsü, hiçbir
karışıklık istemiyor. İstanbul hükümeti de, “Aman gürültü çıkarılmasın!”
dedikçe, zorlu İttihatçılardan başka direnecek kalmadı. Onlarınki de,
korkudan... Eski yaptıklarını düşünüyorlar.
— Ne yaptılar? Burdaki
Hıristiyanlara, Vali Rahmi Bey iyi bakmış...
— İyi bakmaya iyi baktı ama,
bizimkiler, “Fırsattır” diye Hıristiyanların ellerindeki ticareti almaya
kalktılar. Heriflerin dededen kalma işlerine epeyce zorluk çıkarıldı. “Şimdi
bunun öcünü ararlar” diye korkuyorlar, İtilafçılar, İttihatçı düşmanı
olduklarından savaş içinde Hıristiyanlarla birlikteler. Şimdi daha çok
kaynaştılar.
— Durum böyleyse, dediğiniz
kadar adamı, siz nasıl toplayacaksınız?
— Karaosmanoğulları bu kadar
adamı her zaman toplamışlardır komutan bey... Hem de düşmana karşı değil,
Osmanlıya karşı... Karaosmanoğlu Halit Paşa, “Hadi” dedi mi, iş başka olur.
Cemil, Halit Paşa’nın başına
toplayacağı bin yaya ile bin atlıya dalmıştı. Arkasında, beslenme düzeni
kurulmadıkça, iki bin savaşçı, yedi yıldır sınırlarda aralıksız dövüşen bir
memleket için batım demekti. “İnsanları, hayvanları kim doyuracak? Bu kadar
başıbozuğu, düzen içinde nasıl tutacağız? Şunun bunun malına, ırzına
sarkıntılık edeni hangi yasayla yargılayıp cezalandıracak bu Halit Paşa?..
Bunların arasında komutanın durumu ne olacak?”
Halit Paşa, Cemil’in bu
sorusuna karşılık veriyormuş gibi, hemen davranıp çaktığı kibritle komutanın
cigarasını yakmıştı. Bunu yaparken çok saygılıydı. Cemil, umutlanarak
Selahattin’in gözlerini aradı.
Yüzbaşı Selahattin de başka
şeyler düşünüyordu. Aklının uzaklarda olduğu belliydi.
Teğmen Faruk, sevincini
saklayamıyor, kabına sığamadığından meydana vuran bir tezcanlılıkla
iskemlesinde kımıldanıp duruyordu.
— Kumkuyucak köyünü kaç
saatte tutarız paşam?
— Arabayla dört beş
saatte... Bilemediniz altı saat...
— Kaç evdir Kumkuyucak?
— Altmış, yetmiş...
— Kaç atlı çıkarır?
— Önemli olan Kumkuyucak’ın
çıkaracağı atlı değil... Bizim buralarda köyler sıktır. Dört yana adam saldık
mı, birkaç saatte dört beş yüz atlı toplanır.
— Demek ki, yarın en geç
akşamüstü, Manisa’dayız!..
— Evet... Ölümden aman
olursa...
Dört subay, aynı zamanda,
“Ölümden aman olursa” sözü üstüne durdular.
Dışarıda yağmur siyim siyim
yağıyor, aşağıda, Kör Şaban, bir şeyler sürüklüyordu.
Teğmen Faruk kalkıp
pencereye gitti. Elini yüzüne siperleyerek dışarıya baktı. Işıksız sokak, derin
bir dere yatağı gibi karanlıktı.
Halit Paşa’nın iki adamıyla
Kör Şaban, kırk kadar tüfekle altı sandık mermiyi arabanın önüne
yerleştirmişler, arkada kalan yere, şilteyi sermişlerdi. Hasır tentenin üstüne
sağlam bir çadır çekip sıkıca bağladılar.
Cemil, “Emrediyorum” dediği
halde, çelimsiz Teğmen Faruk arabaya binmeyi kabul etmemişti. Atını komutana
veren Ali gibi, araba sürücüsü sakallı göçmenle beraber yürüyecekti. Mavzerini
bile arabaya vermek istememiş, namlusu aşağıda, omuzuna asmıştı.
İkisi arabada, dördü yayan,
üçü atlı, dokuz kişi, ay biçimi boynuzlu yüksek göçmen öküzlerinin ayağıyla,
karanlık kasabadan çıktıkları zaman Selahattin’in fosforlu saati, on ikiyi
gösteriyordu.
Kasabadan sonra,
kaldırımların kaskatı sarsıntısının yerini, ıslak şosenin rahat kayganlığı
almıştı.
Arabanın tentesi, çadırla
sımsıkı örtüldügü için Cemil’le Selahattin karanlık gecenin içinde, daha koyu,
bir ikinci karanlığa yerleşmiş gibiydiler. Göz gözü görmüyordu.
Cemil bir cigara yaktı, bir
tane de Selahattin’e uzattı. Sonra kibriti kaldırarak arkadaşının yüzüne baktı:
— Nasılsın?
— Geçti galiba... Biraz
yorgunum... Seni hiç sıtma tuttu mu?
— Çoook...
— Öyleyse bilirsin! Bunun
bir ilacı da, yer değiştirmektir. Hele çukurdan yükseğe doğru çıkarsan hemen
kesilir. Dışarıya kulak verdi. Yağıyor boyuna... Komutanın yağmurluğu iyi bir
şey olsa da bari, çok ıslanmasa...
— İyiceye benzer!
Kukuletesini de başına geçirdi.
— Bereket versin Çerkez...
Yoksa bu havada, dağ yollarını at sırtında aşmak kolay değildir.
— Ben Faruk’a acıyorum. Çok
çelimsiz... Ayakları su alır da, hastalanırsa...
— Buraya sığışamaz mıydık?
— Dedim ama dinletemedim.
— Yürüsün bakalım! Güçten
düşerse biner. Çelimsizliğine bakma! Yırtıcıdır sırasında... Keskin atıcıdır.
En seçme atıcılarla yarışmaya girdi de, Halil Paşa’dan belindeki nagantı
kazandı.
— Hangi Halil Paşa?.. Amca
Paşa mı?
— Evet...
— Siz Halil Paşa’yla
Kafkasya’da mı beraber bulundunuz, Irak’ta mı?
— Ben başından beri
beraberdim. Faruk, sonradan Beşinci Kafkas tümenine geldi. Tümene o aralık,
İslam Ordusu Kurmay Başkanı Binbaşı Nâzım komuta ediyordu. Bildin mi Nâzım’ı?
— Hangi Nâzım bu?
— Osmanlı Rumeli Birliği
Komutanı Çakır Nâzım... Binbaşı...
— Bilirim. Nâzım Kayseri...
— Tamam. İlk görüşte Faruk’u
gözü hiç tutmamıştı... Hatırladıkça utanır, “Ben kendimi, insan sarrafı
sanırdım, meğer daha kırk fırın ekmek istermişim” diye elini dizine vurur!
Faruk’u Onuncu Kafkas Alayı’nın Yirmi Sekizinci Taburu’na vermiş... Tabur,
ertesi sabah bir deneme saldırısı yapacak... Adam boyu otla örtülü bir tepede,
güvenlik düzeniyle giderlerken, hem önden, hem yandan ateş baskınına uğramışlar.
Tabur önce dağılır gibi olmuş. Yamaçta yola dökülmüş... Bakmışlar, takımlardan
birinin birkaç mangası dayanıyor. Kendilerini toplamaya çalışmışlar. Taburun
gerisini koruyan takım, vuruşarak basamak basamak çekilmiş... Bu işler, kırk
beş derece sıcakta oluyor arkadaş. Say ki, yanan fırının içinde oluyor! Bir
yandan güneş, bir yandan kurşun yağmuru, bir yandan susuzluk... Bunlar bir
bakıma şaka...
— Bunlar şakaysa, ciddisi
ne?
— Ciddisi... Düşman esir
almıyor. Ele geçtin mi, gitti gidersin. Taburun dağıldığını unutma... Bu ana
baba gününde, dağ topçu takımı bütün toplarını düşmana kaptırmış... “Bütün
topları” demek, iki top... 19 er yitik... Katır matır da arama...
— Tabur?
— Taburdan iki subay şehit,
ikisi ağır yaralı... Otuzuncu Tabur yetiştiği zaman, Asteğmen Faruk Efendi
hâlâ, bir avuç erle sıçraya hoplaya dayanıyor. Sonradan, bunca savaş görmüş
erler demişler ki, “Baktık sakalı bıyığı bitmemiş şuncacık bebe kükreyerek
dayanıyor, bırakıp savuşamadık. ” demişler.
Cigaranın ateşi, Yüzbaşı
Selahattin Bey’in yüzünü bir an aydınlattı.
— Oteldeki konuşmadan beri
düşünüyorum. Bu dediğim çarpışma, Kafkasya’da Gökçay denilen yerde olmuş...
Gökçay, Bakü ile Gence arasında bir ilçe... Belki ilçe bile değil, bir buçuk...
Faruk orda ölesiye dövüşüyor da, burada bazı insanlar niçin bu kadar yılgınlık
gösteriyor? Faruk onlardan daha mı yiğit?.. Deli mi? Apansız, sporcu inadına mı
kapılmış?.. Bizimki vatansever de, bunlar doğdukları yeri hiç mi sevmezler?
Cemil duraklayarak karşılık
verdi:
— Bu işin, doğduğu yeri
sevmekle bir ilişiği yok sanırım. Eğer mesele doğduğu yeri sevmek olsaydı,
Faruk’un İstanbul’da kalıp dövüşmesi lazım gelirdi.
— Evet, orası da var ya...
Selahattin cigaranın
izmaritini atmak için, çadır bezini araladı.
Yağmur kesilmişti, içeriye
ıslak fakat serin bir hava doldu. Atlılar gibi yayalar da önden gidiyor
olmalılar ki, arkada kimse görünmüyor, öküzlerin ayakları çamurda, sakız
çiğneme sesi çıkarıyordu.
Selahattin, derin derin
nefes alarak temiz havayı ciğerlerine doldurdu:
— Peki nedir bu öyleyse?..
İnsanoğlunun bir yerde, kellesini koltuğuna alarak direnmesi, kızmasına mı
bağlı?.. Tutarağının tutmasına mı?
— Bu meseleyi Halil Paşa’yla
Doktor Münir Bey uzun uzadıya tartışmışlardı. Önemini o zaman pek
anlayamamıştım.
— Ne dediydi Halil Paşa?
— Doktor Münir Bey,
İttihatçıları inkılapçı kadrolar meydana getirmeye çalışmamakla suçladı. 31
Mart olaylarını örnek gösterdi.
— Neye örnek?
— 31 Mart’tan önce, avcı
taburlarıyla beraber bazı birliklerin İstanbul’dan uzaklaştırılmaları istenmiş
de, Tanin’de, Hüseyin Cahit, “Onlar hürriyetin biricik dayanağıdır. Başkentten
bir adım ayrılmazlar” demiş... Hem de 31 Mart’tan on beş, yirmi gün önce...
Doktor Münir Bey dedi ki, “Biz bu avcı taburlarını, kendimiz, hürriyeti
koruyacak şekilde eğitmedik de, Abdülhamit’in ordusundan gelişigüzel aldık. ”
Manastır’a bunlar gelmeseydiler de, başka yerin taburları gelseydi, onları
kullanacaktık. Hürriyetten sonra da bunlara yeni ödevleri hakkında hiçbir şey
öğretmek zorunluluğunu duymadık. Öyleyken, gelişigüzel ele geçmiş birliklerin
hürriyet bekçiliğini Hüseyin Cahit nerden çıkardı? Ya, “İnkılâbın yeni
kadroları diye bir şeyin var olduğundan haberi yoktu. Ya da bundan habersiz
görünmek işine geliyordu. Aslını ararsanız, 31 Mart bazı şeflerimizin işine
geliyordu galiba...
— Halt etmiş senin doktor!..
Az kalsın hepimizi temizleyecekti 31 Mart... Kimin işine gelebilirmiş bizden?
— Artık bilmem! Doktor böyle
dedi. Üstelik bazı olaylar ileri sürerek ispatlamaya bile çalıştı.
— Neymiş onlar?
— Hasan Fehmi’yi öldürmüşüz
de, Volkancı Derviş Vahdettin’in ölümü önünü alabildiğine açık komuşuz!.. Yobaz
takımının asker arasında propaganda yapmasına uzunboylu seyirci kalmışız!
Heriflerin “İttihadı Muhammediye” derneğinde toplanıp teşkilâtlanmalarına göz
yummuşuz! Daha beteri neymiş bilir misin? Hürriyeti aldıktan sonra, idareyi
Abdülhamit’in adamlarına bırakmak... Bütün bunlar, ilerilik istemediğimizin,
ilerilikten korktuğumuzun ya da hiçbir ileri görüşümüz olmadığının
işaretleriymiş... Böylece, genel durumumuz, farkında olsak da olmasak da, eski
gidişteki soygundan kendimize pay çıkarmak anlamına gelirmiş...
— Buna karşı Halil Paşa ne
dedi?
— Güldü bıyığının
altından... O kadar...
— Yok canım! Benim
bildiğim...
Selahattin sözün arkasını
getirmeden çadır bezi aralandı:
— Nasıl Selahattin Bey?
— iyiyim Faruk Efendi...
Yoruldun mu?
— Yok... Tutuyor mu hâlâ?
— Geçti. Yoruldunsa, yer
var! Şuraya iliş... Islanmışsındır...
— Yağmur dindi. Daha
yorulmadım.
— Cemil’in emir eri
savuşmadı ya?
— Şaban mı? Ben onda
savuşacak göz göremiyorum. Bizi kırdı geçirdi. Her olaya bir laf, her lafa bir
umulmaz karşılık buluyor.
Bu sırada arabacı göçmenin
sesi duyuldu:
— Abe Molla Nasrettin midir
bu kapçık ağızlı!
Şaban yalancıktan içini
çekti:
— Molla Nasrettin kaç para?
Sizin oralarda belki yokturdur ama bizim buralarda ünlü sözdür, canı yanan
eşek, atı geçer hırpadak... Biz canı yanmış eşeğiz ki Köroğlu’nun kıratı bizim
tozumuza dumanımıza yetişemez göçmen ağa, sen öyle mi belledin! Bak, biz
silahsızdan silahlıya geçtik ki, bize Allah’ın izniyle, Çakırcalı eşkıyasının güç
yetireceği kalmamıştır. Ayaklarım az biraz ıslanmaya başladı. Eğer, büsbütün
ıslandıktan sonra da, bu yiğitlik bizi koyup gitmezse, bak bakalım Kör Şaban’ın
oyunlarını bu dağlar hiç görmüş mü?
— Oy bre oğlum! Ne mutlu
sana bu yiğitlik ile...
— Ne sandın göçmen ağa...
Beni binbaşım gelip buldu ki, yitirmezse çok yaman buldu! Çok işe yararım ben
göçmen ağa! Birinciye, etim yenir, gönüm giyilir.
Halit Paşanın zeybeği Ali
lafa karıştı:
— Bu yağmur neyin nesi
Şaban? Sakın aptal ıslatan olmasın!
Şaban hiç duraklamadan
karşılık verdi:
— Tam üstüne vurdun
arslanım! Ahmak ıslatanın kendisi... Nerden mi bildim? Yunan’a yağdığından...
Çünkü Yunan göründü müydü Osmanlıya zafer göründü demektir yüzde yüz! Çünkü,
kurban olduğum Allah, bu Yunan’ın kralını Osmanlıyı sevindirmek için
getirmiştir, bu dünyaya...
— Girit’i aldı ya bu Yunan,
Osmanlıdan...
— Girit’e boş ver. Mesele
benim dediğim gibidir!
— Ya Balkanı n’apalım?
— Balkan başka... Balkan
olmasaydı, fukara Yunan sürer gelir miydi ayağıyla yürüyerekten?.. Sürüp gelmesi,
biz seferberliğin acısını bunun sırtından çıkaracağız! Dinim gibi bilmekteyim!
Yalnız benim aklımın ermediği... Sizin buraların baldırı çıplak efeleri bu
Yunan’ı İzmir’in Kordonboyu’nda bitireceklerdi ya, neden canları çekmedi? Bir
zaman karşılık bekledi, gelmeyince içini çekti. Suç Osmanlının... Dağ başlarına
telefon teli döşemeyince fukara efeler, Yunan’ın İzmir’i bastığını nereden
bilecekler? Doğru değil miyim yiğit? Gene biraz bekledi. Ama benim lafım
Akhisar’ın Gâvur Efe’sine değil haaa... Bak o herifin kulağı delik... Onun
yüreği telefon... Gâvurun bastığı keramet gücüyle bilmiş, bilmesiyle çeteyi
toplayıp çıkmış... Şimdilerde cephanesi çakıl taşı... Taşlarını gâvura mı
attığını, Müslüman’a mı attığını pek kestirememekte ama, hiç kıymeti yok... ‘Aman
ırz namus ayak altında kalmasın!’ diyerek davranmış ya, biz ona bakarız...
Araba epeydir yokuşa sarmış,
çamurda yürümek zorlaşmıştı.
Cemil, Teğmen Faruk’a yer
açtı. Delikanlı ilişince, matrayı çıkardı. Kupaya konyak koydu.
Birer yudum içtiler,
ağızlarına biraz çekirdeksiz üzüm attılar.
Sabaha karşı başlayan
meltem, yağmur bulutlarını önüne katıp Salihli’ye doğru sürmüş, arkasında,
ıslak bir serinlik bırakmıştı.
Araba, Kara Dağ’ın doruğuna
vardığı zaman, güneş Azim Dağı’nın ardından doğmak üzereydi. Aşağıda, derenin
ikiye böldügü Kumkuyucak köyünün bacalarından incecik dumanlar tütüyor, sağılan
büyük mallar sürüye katılmak için avlulardan dışarı çıkarılıyordu.
Biraz daha inince cami
önündeki yaşlılar seçildi.
Halit Paşa’nın geldiğini
haber vermek için atlılardan biri hızlandığından muhtar odasını hazırlanmış
buldular.
Bunlarda paşanın ne kadar
sayıldığı, Kumkuyucaklıların, yaşlı genç sırayla gelip el etek öpmesinden
anlaşılıyordu.
Çevredeki bütün köyler gibi
Kumkuyucak da tepeden tırnağa silahlıydı.
Subaylar, Halit Paşa’nın,
“Bin atlı, bin yaya” sözünün palavra olmadığına inanıp sevindiler.
Halit Paşa, adlı adınca
tanıdığı köylüleri yapmacıksız bir büyüklükle karşılıyor, herkesi değerine göre
selamlıyordu.
Oda, tıka basa dolunca,
sanki buraya, konuklarıyla ava gelmiş gibi, ekin durumunu, askerden gelenlerin
öküzden, araçtan eksiklerini sordu. Yalnız muhtarla konuşuyor, sorularına da
yalnız muhtar karşılık veriyordu. Noksanların çiftlikten tamamlanmasını kapı
dibinde duran hizmetkârı Ali’ye emretti. Sonra, lafı değiştirdi. Çevredeki Rum
köylerine neler olup bittiğini öğrenmek istedi.
Muhtara bakılırsa, Rumlar
hepten silahlanmışlar ama, şimdiye kadar yaramaz bir iş yapmamışlar... İki
taraf da harmanlar kalkmadıkça birbirlerine bulaşmayacağa benziyormuş...
Köylerinin şurasına burasına
siper kazmışlar. Gece gündüz nöbetçi gezdirmektelermiş...
— Siz?..
— Biz de, tetikteyiz paşa
efendi...
— Siper miper?
— Kazdık şuraya buraya...
Gizli nöbet yerlerimiz var! Gelişinizi sabah ezanından önce bildirdi
gözcülerimiz... “Bir arabayla şu kadar adam geliyor. Şu kadar atlı, şu kadar
yaya... Atlılar da, yayalar da silahlı... Arabanın içinde ne olduğunu
göremedik!” dediler. Seni de karanlıkta bilememiş bizim avanak
nöbetçilerimiz...
— Vaktinde haber
ulaştırmışlar ya, sen ona bak!.. Yunan’dan yana, ne var, ne yok?
— Yunan şimdilik Menemen’den
beriye geçmemiş... Menemen’de, askeriyenin silah deposunu yerli Rumlar
yağmalamış. “Papaslı Rumları silahı o yağmadan aldı. ” demekte aklı erenler.
Duyduğumuz doğruysa Yunan komutanı Papaslılara makineli tüfek bile vermiş...
— Komutan vermiş ya,
bakalım, bunlar makinelinin dilinden anlar mıymış?
— O kadarına bizim aklımız
ermez, oralarını sen bilirsin!
Halit Paşa, Bekir Sami Bey’e
sordu:
— Bu makineli tüfek haberi
çok kötü değil mi komutan bey?.. Makineliyi veren, makineli çavuşunu da
verdiyse?..
— Kötü evet...
— Çünkü makinelinin önüne
mavzerle hiç çıkılmaz. Muhtara döndü. Papaslının Rumları makineli tüfek
uydurdularsa, bir makineli tüfek de size bulmalı... Askerliğini makineli tüfek
bölüğünde yapmış adamınız var mı sizin?
Muhtar soruya karşılık
vermeyi oradakilere bıraktı. Herkes, ocağın sağ yanına diz çökmüş san yağız
adama baktı. Adam birden şaşırmıştı. Kalkacakmış gibi yekiniyor, üst üste
yutkunuyordu.
Halit Paşa başını salladı:
— Sen askerde çavuştun değil
mi Sazcının Süleyman?..
— Çavuştuk sayende, paşa
efendi...
— Makineli tüfeğin dilinden
anlayan var mı Kumkuyucak’ta?..
— Kumkuyucak’ta yok... Kara
Ali’nin Haydar sağ olaydı, vardı.
— Komşu köylerde?
— Bulunur iyi kötü...
Bulunur evet...
— Öyleyse, hiç vakit geçirme
muhtar, Araplı’ya, Egri’ye, Yukarıaraplı’ya, Kaletepe’ye, Burunören’e,
Heybeli’ye, bir boy Alibeyli’ye, bir boy Tirkeş’e, Kuyucuali’ye atlı
çıkaralım... Önce bineği en Yörük her kimse, doğru, Belenyenice’ye insin!
Belenliler de, kendi çevrelerinde haberciler salsınlar. “Halit Paşa ünledi”
desinler. “Atı olan atlanıp gelsin! Dizlerinin üstünde durabilenler yaya
yetişecek, dedi. ” desinler. Herkes birbirini beklemeden burayı tutmaya baksın!
“Önce gelenleri Halit Paşa deftere yazacak. ” denilmeli... Martini olan
martiniyle gelsin, çiftesi olan çiftesiyle... Uzun silahı olmayan kuşağında
kubur getirsin... Lüver, döner, altı patlar sökünsün da gelsin! Atlı gelen, atı
pahasına yazılacak... Yayaları ilerde, komutan bey, atlıya geçirecek... İkindiye
kalmadan gelenlere padişah beratı çıkacak ki, ilerde öşürü, haracı, vergisi,
rüsumu ölene kadar bağışlansa gerektir. Haydi ağalar!.. Atlılar atlarına...
Ayağına güvenenler, keselerden... Haydi Halit Paşa’nın ulakları, göreyim
sizi...
Odadakiler, önce birer
ikişer, sonra dörder beşer dışarı uğradılar.
İçerde muhtarla birkaç
yaşlıdan başka kimse kalmadı.
Halit Paşa, muhtara emretti:
— Biz gece uyumadık!
Karnımız aç... Sıcak çorba isteriz. Etli pilâv salsınlar. Sıcak su gelsin...
Biz yıkanıp rahatlayana kadar sofrayı kurdur, yatakları serdir. Ekmeği yer
yatarız. Yakın köylerden gelenler patırdı etmesinler ki, öğleden sonra işimiz
zorlu... Köyün çevresine nöbetçi dikmeyi unutma... Manisa’dan kötü bir haber
gelirse, beni uyandır.
Uzaktan uzağa atılan silah
sesleriyle uyanıp hep birden sıçradılar.
Vakit öğleyi çoktan geçmişti
Soyunmadan yattıkları için
saniyesinde tüfeklerini kapıp dışarıya çıktılar. Kör Şaban koşa koşa geliyordu.
— Basıldık mı, Körağa?
— Basılma yok! Kör Şaban’ın
solukları ciğerlerine sığmıyordu. Çete geliyormuş binbaşım...
— Ulan kimin çetesi?
— Bizim çetemizmiş...
“Başında ünlü Kız Efe’yle gelmektedir bu çete... ” dediler.
—Oğlum senin aklın fikrin
kızda kanda... Kız Efe ne demek?
— Ben de bura adamının
yalancısıyım binbaşım “Kız Efe” dediler.
Silah sesleri gittikçe
yaklaşıyordu. Gelenler arada bir, kurşun sıkmayı bırakıp uğultulu bir sesle
tekbir getiriyorlardı.
Halit Paşa, köyün üst
başındaki harman yerine bakarak anlatı:
— Belenyeniceli gelmekte
komutan bey!.. Yalan değil! Önlerine Kız Efe’yi almışlar.
— Gerçekten mi kız? Yoksa
erkek de, lâkabı mı öyle?
— Gerçekten... “Kız” dedimse
kızoğlan kız sanmayın!.. Kocası askerde ölünce, dul kaldı da bayramlarda
düğünlerde ata binip alayın başına geçer oldu. Kocasının ardından aklının
çatladığı anlaşıldığından millet efelenmesinin kusuruna bakmamakta... Evet!
Öndeki omuzu bayraklı, Belenyenice’nin Kız Efe’si...
Kız Efe’nin omzunda taşıdığı
bayrağın, yarısı ak, yarısı kırmızıydı. Üstüne sırmayla Arapça yazılar
işlenmişti. Sopasının ucunda sandan ay yıldız, bu ay yıldıza bağlanmış yeşil
kurdeleler vardı. Kız Efe, belindeki meşin silahlığa sokulmuş kocaman pala
bıçağıyla, başındaki fese sarıp sol omzuna sallandırdığı oyasıyla, sırmalı
cepkeni, dizlerini dışarıda bırakan efe çakşırıyla bayraktarlığı kendisine
yakıştırmıştı.
Arkasındaki atlıların
silahları yeni, çapraz fişeklileri mermilerle doluydu. Çeşitli silahlarını
omuzlarında taşıyan yayalar da kabadayı, sağlam, çeviktiler.
Bayraktar, caminin önünde
durunca, ikişer üçer gelip şuraya buraya konanlar, tüfekleriyle koştular. Halit
Pâşa’nın çağrısıyla daha şimdiden iki yüze yakın silahlı toplanmıştı. Bu
başlangıç subayların umutlarını büsbütün arttırdı.
Bekir Sami Bey, gözlerini
kısarak bakıyor, başıbozuk kalabalığının savaş gücünü kestirmeye çalışıyordu.
Halit Paşa’nın kibirlendiği
kaşlarının çatılmasından belliydi.
— Atlımız bu kadar mı paşam?
— Bu kadar olur mu komutan
bey?.. Biz uyurken gelenlerin, en az, yarısı atlı... Baksanıza dere boyuna...
Dere boyundaki söğütlerin
gölgesinde başlarına torbalara takılmış otuz otuz beş hayvan duruyordu.
Cemil, Selahattin’in koluna
dirseğiyle dokundu:
— Elli, altmış altı şimdiden
bulduk. Ne dersin, bunları alıp Manisa’yı tutalım mı?
— Sahi! Ne duruyoruz!
Arkadan gelenler, parça parça yetişsinler. Dur, komutana söyleyeyim!
Bekir Sami Bey’in arkasına
geçti omzu üzerinden kulağına fısıldadı.
— Evet... Uygunu bu... Halit
Paşa’yla görüşeceğim! Faruk Efendi bunları alıp hemen yola çıksın!
Kalabalık, Kız Efe’nin el
sallamasıyla bir türkü tutturmuştu. Türkü, Sivastopol savaşından kalmaydı.
Türküdeki Ömer Paşa adı, Halit Paşa’yla değiştirilmişti. Halit Paşa’dan düşmana
saldırmak emri isteniyor, bu emri vermezse kendilerini denize dökmesi
yalvarılıyordu.
Kumkuyucak’ın kocakarıları
ağlaşmaya başlamışlardı bile.
Eldeki atlıların
mavzerlileri seçildi, seksen üç kişilik ilk müfreze Teğmen Faruk’un komutasında
Manisa’ya doğru hemen yola çıkarıldı. Teğmen Faruk yolda rastladığı mavzerli
atlıları da yanına alarak Manisa’ya gücü yettiği kadar çabuk yetişecek, arkadan
gelecekleri beklemeden silahlarla cephanelerin yükleme işine hemen girişecekti.
İlk müfrezenin yola
çıkarılmasındaki kolaylık Bekir Sami Bey’le arkadaşları kadar Halit Paşa’yı da
aldatmıştı.
Dört yandan gelen yayalara
atlılar, köyün meydanını iyice doldurup dere boyuna yayılınca, hiç
kestirilemeyen çeşitli zorluklar baş gösterdi. Kimse köylüsünden ayrılmak
istemiyor, Teğmen Faruk müfrezesinin arkasından yola koyulacak olan atlılar bir
türlü takımlara bölünemiyordu. Atlılarda başlayan köylüsünden ayrılmamakmadı,
biraz sonra yayalara da sıçramış, ortalığı büsbütün karıştırmıştı. Artık hiç
kimse söz dinlemiyor, herkes koyun sürüsü içgüdüsüyle burada toplanıp şurda çil
yavrusu gibi dağılıyordu. Her kafadan bir ses çıkmaya başlamış, telaşlı
çagrışlardan başka bir şey duyulmaz olmuştu. Hemen hepsi yıllarca süren
askerlikten yeni dönmüş oldukları halde şimdi ömürlerinde talim terbiye
görmemişe benziyorlardı.
Bağırmaktan sesi kısılıp
şurdan şuraya koşarak didinmekten gücü tükenen Selahattin ikindiye doğru, bolca
sulfato yutup yattı.
Cemil, Akhisar’dan
getirdikleri arabacının geceye kalmadan dönmek istemesi üzerine tüfekleri,
askerlik ettiklerini ispatlayanlara dağıtmak zorunda kalmış, bir sandığını
kendilerine bırakıp geri kalan mermileri bölüştürmüştü. Ağızdan dolma kuburla
gelenler bedavadan tüfeğe, cephaneye kavuşunca sevindiler ama, bu sevinçleri
çok sürmedi. Durumun özelliğinden umutlanmışlar, çok daha önemli kazançlar elde
edebileceklerini sanmışlardı. Komutan paşalardan, birer de binek istiyorlardı.
Açıkça ileri sürdükleri gerekçe hepsinin askerliklerini atlı yapmış
olmalarıydı. Kendilerinden yararlanmak düşünülüyorsa iyi kötü birer hayvan
şarttı. Muhtarın dediğine bakılırsa, bazı istemezler köylünün arasına
girmişler, “Atsız matsız nereye, hey şaşkınlar! Kötüsü gelip atlılar savuşunca
yaya yapıldak n’olur, bakalım?.. ” diye yüreklere korku düşürmüşlerdi. Biraz
önce, ellerine silah cephane geçirdiklerine sevinenlerden çoğu, “At olmayınca
bize silah hiç gerekmez! Alsınlar bunları gerisin geri” diyorlardı.
Bekir Sami Bey, kendilerine
Manisa’da at verileceğini resmen bildirdiği halde söz geçiremedi, Halit
Paşa’nın bağırıp çağırması da hiçbir işe yaramadı. Paşadan çekindikleri için o
görününce, hemen dağılıyorlar, gönderdiği yaşlılara “Atsız olur mu emmi? Atsız
haaa?” karşılığını veriyorlardı.
Biraz sonra atlılarının
üstünde bekleyenler de, birer ikişer yere indiler. Bunlar, seferberlikte atlı
askerlik etmiş hemşehrilerine binek vermedikçe, şurdan şuraya gitmemeyi
aralarında kararlaştırıvermişlerdi.
Cemil bir ara, eline bir
sopa alıp bu gürültücü kalabalığa girişmeyi düşündü. Böyle bir şey yapmak,
buraya toplanmış bu kadar silahlı adamı elden kaçırmak, daha ilk adımda
aptallık etmek olacaktı.
Askerlikte çavuşluk
etmişleri ayırmaya kalkınca hemen hepsi çavuşluğunu sakladı. Saklamayanlar da
hiç kimseye söz geçiremedikten başka, bağrışmaları itişmeler haline getirdiler.
Cemil, komutandan izin
alarak, caminin önündeki peykenin üstüne çıktı. Sağ elini havaya kaldırarak var
gücüyle “Arkadaşlar” diye bağırdı. Bir an herkes sustu.
— Arkadaşlar!.. Bura nere?
Bura efeler ülkesi... Siz hepiniz efe oğlu efelersiniz. Erkekleriniz erkek
arslan, kadınlarınız dişi arslan... Daha birkaç saat önce, Kız Efe’yi, tanrı
yoluna savaşmaktan güç ile çevirdik!.. Bazı arkadaşlar, bizden hayvan
istiyorlar. Askerin binek istemesi, düşmana salmak hırsından gelir. Halit
Paşa’yla komutan paşa, binek isteyenlerinizin gözlerinden öpüyorlar. Ama
arkadaşlar, size bugün düşmanla vuruşmak yok... Manisa’dan çıkarılacak
toplarımızı kollamaya gidiyorsunuz. Toplar belki de yolu yanladılar? Bana
sorarsanız, atlılar önden yürüsün! Yayalar keseden toplara kavuşmaya baksın!
Öğleüstü çıkan müfreze Manisa’ya emir götürdü. Yaya gidenlere, toplara kavuşma
sırasıyla hayvan verilecektir, arkadaşlar!.. Hepiniz askerlik ettiniz. Top
demek, ordunun namusu demektir. Topunu düşmana kaptıran askerin bu dünyada yeri
olmadığı gibi, öteki dünyada da hiç yeri yoktur. İşte siz, işte yol!.. Dileyen
gider, dilemeyen kalır. Şimdilik düşmanla vuruşmayacağımızdan kalmak isteyenler
hiç çekinmesinler! Anlaşıldı mı?
Biraz bekledi:
— Anlaşıldı mı, diyorum?
— Anlaşıldı.
— Anlaşıldıysa... Gidenlerin
yolu açık olsun... Kalanlarda artık patırdı etmesin!
Arkadan çekingen bir ses
sordu:
— Toplara yetişen yaya
askerine binek verileceği nerden belli?..
Cemil, kaşlarını çatarak
sesin sahibini seçmeye çabaladı:
— Sen gidicilerden değilsin
arslanım!.. Sesinden belli! Manisa Atlı Alayı’nın beş yüz seçme hayvanını
komutan paşa size vermeyecek de kiracılık mı yapacak?..
Ön sıradan birkaç kişi
yüksek sesle sinirli sinirli güldü.
Cemil, yumruklarını beline
koyarak ayaklarının burnunda yükseldi. Orduya nam salmış gür sesiyle komutayı
bastı:
— At bin!.. Manisa üstüne
ikişerle kol... Arrrşş...
Meydan bir anda, dalgalandı.
Alaca bulaca kalabalık çözüldü.
Atlılar hemen atlarına binip
çalımlı bir tırısla yola çıktılar.
Yayaların bir kısmı, bir
zaman atlrların çevresinde koştu, sonra yavaş yavaş geri kaldı.
Gitmeyi hiç göze
almayanlarla biraz ilerden geri dönenler, evlere, dere boyunun söğüt
gölgelerine girip gözden kayboldular.
İkindi güneşiyle bakır tepsi
gibi parlayan köy meydanında kimse kalmamış, her yana, ölü evi sessizliği
çökmüştü.
Cemil, peykeden atladı,
gözlerini kırpıştırarak yürüdü. Askeri başına toplayıp konuştuktan sonra,
eskiden beri hep böyle şaşırır, bir zaman, söylediği sözleri nerden bulup
çıkardığına dalar, bir sahtecilik yapmış gibi böyle tedirgin olurdu.
— Gitmeyen yüreksizlerin
içinde, tüfeklerimizi verdiklerimiz var! Gidip toplasak mı binbaşım?
— Tüfekleri mi? Neden
topluyoruz?
— Hem tüfeklerimizi
fişeklerimizi aldılar, hem de kahpe karı gibi...
— Bırak kalsın Şaban oğlum!
Bırak Allah belalarını versin! Sen bizim cephane sandığına göz kulak ol, yeter!
Selahattin’i sıtma nöbeti
yoklamamış, kmklık, hafif bir terle atlamıştı.
Kör Şaban’ın pişirdiği çaya
konyak koyan Cemil, arkadaşına sordu:
— Nasıldı benim söylev?
— Dinledim. Sende iş var
arkadaş... Sen bu gidişle milletvekili olursun ki, kürsülerin bülbülü
kesilmecesine...
— Alay et bakalım... Aslında
bunlara yapılacak işi ben biliyordum ama...
— Neymiş?
— Meydanı çevireceksin!
Künyesini yazdığın bu yana geçecek. Giydir elbiseyi... Bak hiç sesi soluğu
çıkar mı? Yanılıp hızlı soluyana bas kırbacı... Allah yarattı deme...
— Tuttu gene Yedi Sekiz Hacı
Hasan Paşalığın...
— Hacı Hasan Paşalık
değil... Bal gibi savaş zagonu... Silah ister verirsin, cephane ister verirsin!
At ister “Vereceğim” dersin! Nerdeyse, sözünde duracağına padişah fermanı
arayacak... Ben edeceğim duayı biliyorum ama, insanın dili varmıyor!
— Nedir?
— Düşmanın içinde kalmalılar
da, rezilliğin kaç bucak olduğunu anlamalılar!..
— Sen şimdi onu bırak...
Bizim Faruk’tan haber çıkmadı.
— Evet... Ben de pirelenmeye
başladım. “Zora düşse haberci salardı. ” diyorum!
Selahattin omzundaki asker
kaputunun düğmesini çekiştirerek daldı.
Akhisar’dan esen akşam
rüzgârı sertleşip serinlemişti. Tepeye gene kara bulutlar kümeleniyor,
oturdukları yüksekçe harman yerinden Manisa’ya giden toprak yolu alacakaranlığa
benzer bir kalın sis örtüyordu.
Cemil, çaydan bir yudum
aldı. Yüreğine bulutlu bahar akşamlarının garipliği çöküyordu.
Gidenler gittikten bu yana,
köyde hiçbir neşeli ses, neşeli değil, canlı bir ses duyulmamıştı. Çobandan
gelen mallar bile, avlulara keyifsiz giriyorlar, sinirli kadınlar tarafından
yok yere sopalanıyorlardı.
— Toplar, Manisa’dan
çıkartılabilecek mi dersin?
— Kestiremediğimiz bir
belaya uğramazsa, Faruk, yüzde yüz, sürer çıkarır. Buna eminim!
— Evet... Sıkı tembihledi
komutan... Ne gibi belaya çatar sence?
İkisi de susup Teğmen
Faruk’un gittiği yolun sise karıştığı yerde, bir şeyler seçmeye çalıştılar.
— Hava serinledi.
Üşüyeceksin! Hadi girelim...
— Ürperme üşümekten değil!..
Dalmışım... “Topları Faruk alıp geldi” diyelim. Topçular savuştularsa ne halt
ederiz?
— Toplar gelsin, gerisi
kolay...
— Sanmam! Bana sorarsan,
asıl gerisi zor...
— Yok canım... Geniş bir
cephe kurulursa, topçu kolay bulunur!
Ortalık kararıyor, köy
gittikçe karanlığa gömülüyordu. Yalnız camide, bir de komutanla Halit Paşa’nın
oturduğu muhtar odasında ışık yanmıştı.
— Havalar da sapıttı iyice,
farkında mısın? Şuna ilkbahar demeye kırk tanık ister! Oysa geçti bile... Bir
hafta sonra haziran...
Cemil lafa koşulmadı.
Harmanlara çıkan yola bakıyordu.
— Kimsin? Sen misin
Körağa?..
— Benim binbaşım... Eğlen
vardım!..
Cemil kısa kısa güldü:
— Alman subayını okşadığımız
için Büyük Cemal Paşa’nın bize veremediği binbaşılığı, Kör Şaban’ın vermesi
parlak değil mi?
— Yüksek politikayla ilgisi
olmadığından, hiç bakmaz verir. Ne var Körağa?
— Askerin ucu dönemeçten
söktü yüzbaşım...
— Hangi askerin ulan?
— Başıbozuk askerinin...
— Buradan gidenler mi? Yeni
gelenler mi?
— Alacakaranlıkta seçemedim.
Birine sordum, “Merhaba arkadaş! Nerden bu geliş! Hayır ola... ” dedim. “Sen
hangi köydensin? Kimlerdensin?” dedi. “Bizim köy ıraaak... ” dedim. “Buranın
muhtarı nerde? Çekil yolumdan... Bana muhtar lazım. ” dedi, yürüdü. Geriden
geleni tuttum. Ona da muhtar lazımmış... Bu gelen askerin tümüne muhtar gayet
lazımlı, binbaşım, ben şaştım.
Cemil’le Selahattin hemen
ayağa kalktılar.
— Sırtlarında torba morba,
yorgan morgan var mı bunların?
— Fark edemedim.
— Tüfek?..
— Tüfek mi?.. Biraz düşündü.
Kiminde var, kiminde yok binbaşım...
Subaylar yokuşu hızla
indiler. Köyün içine karanlık iyiden iyiye çökmüştü. Üç dört kişiyle fısıldaşan
muhtar gelenleri görüp sesini kesiverince Selahattin sordu:
— Manisa’dan gelen mi oldu?
— Gelen giden yok!.. Bunlar
komşu köyün adamı...
— Dertleri neymiş gece
vakti?
— Hiç! Adamlarından haber
almaya gelmişler...
Merdiveni çıkarlarken, nal
seslerini duyup durdular...
Atlılar dört beş kadardı.
Manisa yolundan hızla gelmişler, hiç duraklamadan köyü geçip karanlığa
dalmışlardı.
Yola kulak verdiler.
— Arkası geliyor! Hem de
çokluk bunlar. Nedir?
— Bilmem! Halit Paşa’ya
söyleyeyim de anlasın!.. Cemil bir basamak aşağıda duran Kör Şaban’a fısıldadı.
Dolaş şuraları...
Bak bakalım, bu telaş neyin
nesi?
Halit Paşa’yla Bekir Sami
Bey, sedirde oturuyorlar, dalgın dalgın cigara içiyorlardı.
— Gelenler var, komutanım!
Birkaç atlı dörtnala gelip hiç durmadan geçti. Yayalar da geliyor. Muhtara
sordum! Kem küm etti.
Halit Paşa, Bekir Sami
Bey’den önce davrandı:
— Nerde muhtar?
— Avluda...
Halit Paşa, duvara dayalı
tüfeğini bile almadan, belindeki tabancayla kamasını yoklayarak hemen dışarı
çıktı.
Bekir Sami Bey de kalkmış,
tabancasını önüne çekip kalpağını düzeltmişti.
Merdiven başında soluklarını
keserek gecenin rüzgârlı uzaklıklarında, silah sesi olup olmadığını dinlediler.
Köyde, bağırtıya benzemeyen anlaşılmaz sesler duyuluyor, bu sesler, iri
hayvanların kızgın homurtularını andırıyordu.
Bekir Sami Bey sıkıntıyla
konuştu:
— Çocuğa bir şey olmasaydı
da... Pusuya düşüp dağılmadılarsa, Faruk Efendi, kendini kurtarır değil mi
Selahattin Bey?
— Umarım efendim!.. Pusuya
düşmüş olsalardı, dağılıp geri dönseydiler, saklamazlardı. Kadınlar çığrışmaya
başlarlardı. Pusu değil bu...
— Ya nedir?
Karşılık almasına vakit
kalmadan Halit Paşa göründü.
Yüzü karmakarışıktı.
Aslında, yüzü değil, sanki bütünüyle gövdesi değişmiş, doğuştanmış gibi
taşıdığı silahşor heybeti gidip, yerini azarlanmış bir çocuk güçsüzlüğü
almıştı.
Sağ elini tırmalar gibi, iki
kere yanağından geçirdi:
— Mahvolduk Komutan Bey!..
— Hayrola! Nedir?
— Bittik... Manisa düşmüş...
— Düşmüş mü? Ne zaman?
— Bugün...
— Saat kaçta?
— Saatini sormadım.
Mahvolduk komutan bey... Artık bize yaşamak yok...
— Bu ne biçim söz...
Toplayın bakalım kendinizi... Çarpışmış mı, Manisa’daki birlikler?
— Bilmiyorum. Sormadım.
— Topları geri çekebilmişler
mi? Asker ne olmuş? Faruk’tan haber yok mu? Nerdeymiş buradan giden atlılar?
— Atlılar Manisa’ya varmadan
dağılmış...
— Faruk Efendi?
— Bilmiyorum. Her şey bitti
komutan bey... Kusura bakmayın... Gene yüzünü tırmaladı. Ben gidiyorum...
Tüfeğini almak için yürüdü. Siz başınızın çaresine bakın!..
— Durun yahu!.. Çıldırdınız
mı? Düşman geliyor muymuş buraya?
— Yok... Yok ama,
Papaslı’dan haber göndermişler...
— Kim göndermiş? Neresi bu
Papaslı?..
— Bizim çiftliğin sınırında
büyük bir Rum köyüdür...
— Ne haberi?
— Buraya niçin geldiğimizi
öğrenmişler. Sabahtan beri neler yaptığımızı hep gözlüyorlarmış meğerse...
Muhtara birini yollamış Papaslı’nın papazı... Demiş ki... “İttihatçı subaylarla
birlik olmuşsunuz Halit Paşa önünüze düşmüş... Yanılıyorsunuz! Manisa’yı Yunan
aldı çoktan... Bizim ordu geldi gelecek... Topladığınız silahları dağıtıp
İttihatçı subayları kovmazsanız köyünüzü yaktmrsınız!” demiş...
— Muhtara söyleseydiniz de
şimdilik bu sözleri köylüye duyurmasaydı!
— Köylü muhtardan önce
duymuş... Köy kaynıyor kara kazan gibi... Millet kızmış ki, önüne geçileceği
kalmamış... Odaya girdi, . tüfeğini alıp çıktı. Bana izin komutan bey.
— Durun canım... Dinlenin
biraz... Bu kadar yılgınlığı size hiç yaraştıramadım. İnsan bir köy papazının
palavrasıyla bu kadar telaşlanır mı? Bırakın o tüfeği de beni dinleyin!..
— Lafla görülecek işimiz
kalmadı komutan bey... Bunca topu tüfeğiyle... Alay alay askeriyle, Manisa tek
kurşun yakmadan teslim olunca, biz, derme çatma başıbozuk kalabalığıyla ne
yapabiliriz? Beni dinlerseniz, siz de hemen savuşun!.. Muhtar “Çıksın
gitsinler” dedi. “Köylü şuraya buraya birikti. Söz iyice ayağa düştü. Komutan
beye bir zarar erişirse... Benim köylüyü tutacağım kalmadı, oh paşam!.. Şunları
al götür!.. Elin yabanları yüzünden köyü gâvura yaktırmayalım! Senin yoluna
canımızı veririz! Köylü yemin içti, bundan böyle buralara subay ayağı
bastırmamaya... Oh paşam!” dedi. “Bu yabanlar bizden yol gösterici de
ummasınlar! Köylünün birazı niyeti iyice bozdu. ‘Bunları tutup kollarını
bağlayalım, Papaslı’ya teslim edelim ki, gâvurun öfkesinden karıyı kızı, çoluğu
çocuğu, malı mülkü kurtaralım’ diyen kıyamet gibi... Komutan paşanın ellerini
ayaklarını öperim. Muhtar dedi ki deyiver, ‘Gâvur, silahlı subayları yakaladığı
yerde asmaktaymış’ dedi deyiver! Yoluna canım kurban, paşa ağamız!” diye
ağladı.
— Peki... Biz gideriz,
isteseler de burada kalıcı değiliz. Sizin için tehlike olmadığı anlaşılıyor.
Acele etmeyin! Manisa’ya giden arkadaşımız nerdeyse gelir. Gece vakti, onu
bırakıp savuşamayız! “Hemen gidecekler” deyin, “Arkadaşları gelir gelmez, yola
çıkacaklar. ” dersiniz!
— Demeye derim, komutan
bey... Bir an sustu, kıvrandığı belliydi. Benim bunlarla çekişecek vaktim
yok... Hiç yok... Asıl ben tehlikedeyim!.. Ömrümde ilk defa, söz geçiremedim
köylüye... Papaz efendi komşuluk hatırı saymış, bana ayrı haber yollamış...
İzmir’in Rum çorbacıları, kafamı getirene binlerce altın vereceklermiş. Papaz
efendi demiş ki, “Bunca zaman komşuluk ettik. Aramızda acı tatlı işler geçti.
Biz acı işleri unuttuk. Hesabım arayacak değiliz! Halit Paşa’mız, savuşsun da
tatlı canını kurtarsın. ” demiş, “Sakın yanılıp çiftliğe uğramasın ha... Yollar
pusulanmıştır. ” demiş...
— Çiftliğe
gitmeyeceksiniz... Gelsenize bizimle beraber...
— Gelemem komutan bey...
— Belki biz sizinle beraber
geliriz! Niyetiniz nereye gitmek?
— Bilmem ki... Ben nereye
gidebilirim? Dudakları titremeye başlamıştı. Nereye?.. İstanbul’da akrabalarım
var! Evet, ben İstanbul’u tutmaya bakmalıyım!.. Kendi kendine konuşuyor
gibiydi. Başka çare yok! Ben buralarda hiç barınamam!.. Bizim başımız büyük!..
Dedilerdi aklı erenler... “Karışma böyle işlere, Allah vermiş bir variyet, ye
de keyfine bak. ” dedilerdi. Dinlemedim. İttihatçılık benim neyimeydi? Hükümet
kovuşturur bir yandan... İzmir’in çorbacıları başımıza binlerce lira paha
biçmiş... Köylü de tutmadı mı, biz kendi başımıza keçemizi sudan hiç
çıkaramayız. Buraların işi başkadır. Buralarda ağa oldun mu, ya köylü tutacak,
ya hükümet... Biriyle bozuşursanız, ötekine yaslanmış olacaksınız! Bize
yaslanacak dağ kalmadı komutan bey? Bizim yarına çıkacağımız şüpheli...
Merdivene doğru birkaç adım attı. Kusura bakmayın, vallah billah korkumdan
değil... Bizi yedi kral bilir. Biz bir can için feleğe boyun eğmeyiz!
— Elbette efendim!
Korkmadığınızı biliyorum. Bakın ne yaparız!.. Sizin hizmetkârlarınız da Faruk
Efendi’yle birlikte gittiler. Nerdeyse gelirler. Yanınızda iki silahlı olursa,
daha güvenle tutarsınız İstanbul’u... Biz de sizinle beraber çıkarız. Yol
ayrımına kadar birlikte gideriz. Birbirimize destek oluruz. Size bir kâğıt
veririm. İstanbul’da rahat edersiniz! Harbiye Nazırı paşaya derim ki...
— Olmaz!.. Kâğıt filân
istemem!.. Bundan böyle, hükümet işinde ben yokum, komutan bey, “Sadrazam olacaksın”
deseler yokum... Bana izin...
— Hizmetkârlarınız...
— Onlar artık gelmezler.
Uşak kısmının bağlılığı efendisi tekerleninceye kadardır. Gelseler de yanımsıra
götürmem!.. Korkarım!.. Şu belimdeki kamayı almak için beni arkamdan vururlar.
Baldırı çıplak takımının imansızlığını biz iyi biliriz.
Yürüyünce, Bekir Sami Bey
atıldı:
— Bir dakika paşa efendi!..
Bize parasıyla birini bulun! Salihli’ye giden doğru yola kadar... Her kaç kuruş
isterse...
— Olmaz komutan bey...
Arasam da bulamam!.. Beni burada muhtar dinlemeyince, başka hiç kimse dinlemez.
Para pazarında değiliz, can pazarındayız!
Tam iniyorduk ki, Cemil
kolunu tuttu:
— Hele dur bakalım paşa!..
Halit Paşa önce şaştı, sonra
kaşlarını çatarak bir an başıbozuk paşalığını üstüne almaya yeltendi, daha sonra,
içinde debelendiği yılgınlıkla geriledi.
— Buyrun Cemil Bey!..
— Geçin şuraya... Geçin
dedim! Kızarım ama... Birden kızarım! Kızdım mı, papaza mapaza, Yunan ordusuna
filan benzemem! Kaltabanlığın sırası değil!.. Ayna olsa da yüzüne baksan... Sen
bu yürekle, bu karanlık gecede, iki adım gidemezsin, korkudan geberirsin!
Parmağınla damağını kaldır.
Çekip tüfeği aldı, omzundan
hafifçe itti:
— Geçin içeri oturun! Size
su versinler! Birazdan beraber gideriz. Faruk gelsin!.. İstanbul’un yolu,
Akhisar’dan geçer. Bizi Akhisar’a ulaştırdıktan sonra nereye isterseniz
gidersiniz... Sesi gittikçe yumuşuyordu. İstanbul’a gidecek adam, komutan beyi
hiç küstürür mü? Nasıl barınırsınız orda? Hükümeti bırakın! Bizim arkadaşlar
size dirlik verir mi?
— Ben ne yapayım?.. Siz
durumu bilmiyorsunuz Cemil Bey... İzmir’in çorbacıları... Bizim kafamıza şu
kadar bin lira...
— Bakalım doğru mu? Muhtara
laf anlatamayınca, boş bulunup yıldınız. Birazdan geçer bu yılgınlık... Çocuk
gibi korkan, korkuyla dudaklarını yalayan yakışıklı erkeğe birden acıdı. Olur
böyle şeyler... Kaç kere başıma geldi, bilirim! Böyle bir işi hiç
beklemiyordunuz! Ürktünüz!
— Korkudan değil, Cemil
Bey... Vallah billah korkudan değil... İnanmazsanız çekip vurun beni... Bakın
bakalım, gözümü kırpar mıyım? Muhtar, “Çık git buradan” dedi, iki paralık
muhtar, bana bunu nasıl diyebilir? Köylü bizi saymadı mı, bize ölmekten başka
yol yoktur. Benim zanaatım ağalık... Ağalık, dede sürmesi değildir aslında...
Ağalığı kendin kazanacaksın, yedi göbeğin ağa olsa... Ağalık demek, köylü seni
sayacak demek... Saymadı mı, bitti. “Yiğitlik, atla silahla, toprakla olur”
lafı yalan... Yiğitlik, ya köylülerle olur, ya hükümetle... Köylüyü de bırak...
İlle hükümetle... Bizim gibilerin hükümete başkaldırması, sürgit değildir, ara
sıradır. Cilvedir. Köylü bizi neden tutar? Hükümetle çatışmamızın cilve
olduğunu bilir de ondan... Sonunda, ucuz pahalı, bir yolunu bulup
anlaşacağımızı bilir! Bizim işimiz sizin subaylık işinize benzemez... Dışarda
bir gürültü kopunca, zıplayıp kalktı, iki büklüm yalvardı. Yiğit adamsın Cemil
Bey!.. Yiğit, yiğidin yolunu kesmez. Yol ver bana savuşayım... Bak, köy
karıştı. Ben sizi kurtaramazsam, siz beni hiç kurtaramazsınız! Bunlar iki lira
için kollarımı bağlayıp beni düşmanlarıma teslim eder. Yol ver de, kanıma
girme!..
Ayak sesler merdiveni
çıkıyordu.
Subaylar tabancalarına
davranarak kapıya döndüler.
Teğmen Faruk içeri girip
komutanı selamladı.
— Geldiniz mi Faruk
Efendi?.. Çok şükür...
— Geldim komutanım!.. Boş
gittim, boş geldim. Beni bağışlayın! Manisa’ya yetişemedik. Düşman kasabaya
öğleyin girmiş...
— Rasim Bey’den haber
alabildiniz mi?
— Hayır!.. Akhisar’a
dönmüştür sanırım.
— Toplar? Birlikler?
— Bilmiyorum.
— Nerde haber aldınız
Manisa’nın düştüğünü?
— Yan yolda sanırım. Bir
çeşme başında mola verdik... Aslında, molaya benim niyetim yoktu. Hep birden
yere indiler. Ses çıkarmadım. Meğer, çeşmeye yakın, aralarına birtakım adamlar
katılmış... Müfreze üniformalı olmadığı için farkına varılamıyor. “At bin”
dedim, aldıran olmadı. Aklımca, birliği küçük takımlara ayırmıştım da,
başlarına birer çavuş koymuştum. Çavuşları da pek tanımıyorum ya... Baktım
çavuşları da dinleyen yok... “Nedir?” dedim. Kırçıl sakallı biri, “Manisa
düşmüş beyim... Daha ileri gitmek istememekte kızanlar. ” dedi. Sonra... Epey
çekiştik. Söz geçiremedim. Yavaş yavaş edepsizler ileri geçti, bağırmaya
başladı. Kandırmışız onları... “Savaş yok” diyerek ateşe sürüyormuşuz... Bir
ara, “Birkaçını tepeleyim” dedim. Baktım faydasız... Biz “Faydasız” derken
meğer, onlar bizi tepelemeye niyetlenmişler. Kırçıl sakallıyla birkaç arkadaşı
araya girdi de, yalvara yakara, canımızı bağışlattı.
— Yollarda göç filan var mı?
— Hayır! Şimdilik herkes
yerli yerinde... Bizim ordu gelse, bu kadar yürek ferahlığıyla beklemezler.
Delirmiş bunlar... Özür dilerim... Delirmişiz hepimiz... Şaşırmışız! Halit
Paşa’ya dönüp gülümsedi. Hizmetkârlarınızdan biri, bir yol ayrımında, atını
ötekinin yedeğine bırakıp gitti. Biz buraya üç hayvan iki atlı geldik. Ötekiler
bizi tartaklarken sizinkiler hiç karışmadı. Bunu yakınmak için söylemiyorum.
“Sırasında güvenmeyin pek” diye anlatıyorum.
Halit Paşa, can korkusuyla
bir şeye yapışır gibi atıldı:
— Gördünüz mü komutan bey,
haksız mıymışım? Ben bunları bilirim. Allah bunları neden yoksul düşürmüş?
Neden sürdürmekte?.. Neden el kapısında bunlar... İt gibi...
Bekir Sami Bey, Halit
Paşa’nın yılgınlığını dışarı vurduğundan beri, ilk defa, yüzünü buruşturarak
iğrendiğini belli etti. Elini kaldırıp başıbozuk paşasını tersler gibi,
susturdu:
— Artık yola çıkabiliriz!..
Demek, Rasim Bey’in Akhisar’a döndüğünü sanıyorsunuz? Evet, öyle konuşmuştuk.
Bizi Akhisar’da ya bekler ya da buraya doğru yola çıkar. Artık Akhisar’a inmek
zorundayız. Halit Paşa’yı yukarıdan aşağıya süzdü. Geliyorsunuz bizimle
Akhisar’a değil mi?
— Bana izin versen!.. “Olmaz”
derseniz, gelirim. Emrederseniz, gelirim ama... Ben, arkadan... Keselerden
gitsem... Bizi tanımayan yerlerden... Gördes üstünden gitmeliyim!
Bekir Sami Bey, bıyıklarını
çekiştirerek Cehennem Yüzbaşı’ya baktı, iyice usanmıştı.
Cemil kestirip attı:
— Akhisar’a kadar bizimle
gelin!.. Kasabaya girmeniz için sizi zorlamayız!.. Bu adamı ilk görüşünde,
“İşte bizim şövalyemiz” dediğini hatırladı. Suratını buruşturdu. Bu kadarcık
yardımı, soyluluğunuzdan bekleriz paşam!..
Halit Paşa, başını önüne
eğdi.
Cemil, deminden beri
düşünüyordu: Manisa’daki silahlara yetişmek söz konusu iken Kuşçubaşı
Çiftliği’ne 7’nci ordudan getirdiği silahları Bekir Sami Bey’e bir daha
açmamıştı. Şimdi Rasim Bey’i bulmak için Akhisar’a gitmeye karar verilince
albaya bu meseleyi tekrar açmanın sırasıydı. Bekir Sami Bey’i bir köşeye
çekerek silahların tutarını, cinsini tekrarladı. Bekir Sami Bey bir an çiftliğe
gidecek oldu ama, insansız silahla hiçbir iş yapılamayacağını düşünerek
Akhisar’a inmek fikrini değiştirmedi.
Teğmen Faruk durumda bir
çapraşıklık olduğunu yeni fark etmişti. “Nedir” diye gözleriyle sordu. Yüzbaşı
Selahattin omuzlarını silkti.
Dışarda, yanmış çıralarla
evden eve gidip gelenler çoğalmıştı.
Cemil, kapıdan seslendi:
— Oğlum Şaban!..
— Buyur binbaşım!..
— “Buyur” ne demek!.. Sıçra
gel...
— Gelemem binbaşım...
— Nee?..
— Gelebilemem!..
Hayvanlarımızı yağmalar bu alçaklar...
— Nasıl hayvan?
Faruk pencereden baktı.
Gülerek Halit Paşa’ya döndü:
— İkinci hizmetkârınız da
savuştu sanırım. Dizginleri Şaban’ın eline tutuşturup gitmiş olmalı...
Cemil sordu:
— Hayvanlarımızı verir mi
muhtar acaba? Yediğimiz yemeklerin parasına karşılık tutmasın!
Bekir Sami Bey kalktı:
— Haydi efendiler...
Selahattin Bey’le ben hayvana bineriz. Siz yürürsünüz! Durakladı. Bir sandık
cephane ayırmıştınız, değil mi Cemil Bey?..
— Evet...
— Götüremeyiz... Ya da birer
heybe uydurmaya bakın!.. Siz bunun yolunu hepimizden iyi biliyorsunuz.
Cemil “Beş dakikaya kadar,
sağlamından iki heybe gelmedi mi, köyü yakarım” gözdağıyla muhtara iki heybe
buldurup sandıktaki cephaneleri bunlara pay etti. Üstlerine de çamaşırları
koyup bavullarla araba sürücüsünün bıraktığı çadırları köye demirbaş bağışladı.
“Dönüşte hepsini bir tamam bulamazsam... Zimmetine geçirdiğini görürsem,
kulaklarını keserim haaa!” diye muhtara takıldı.
— Kendi yurtlarında, korumak
istedikleri topraklardan ikinci defa kovulanlar, ortalarına aldıkları başıbozuk
paşasından tutsaklarıyla köyden çıkıp harman yerine ancak varmışlardı ki,
arkalarından, acılı bir bağırtı duyarak hepsi birden dönüp baktılar.
Hoca, pis bir sesle “Allahü
Ekber” diye bağırarak milleti yatsı namazına çağırıyordu.
5
— Davranmayınız!.. Kimdir o?
Önde giden Cemil’le Faruk,
sesin geldiği yönü kestirmeye çalışmadan, savaşçı içgüdüsüyle hemen ikişer adım
yanlara sıçrayıp yere yatmışlar, mavzerlerin güven tetiklerini aynı zamanda
açmışlardı.
Arkalarında bir nal sesi
duydular.
Pusudaki bağırtı:
— Durunuz! Dur...
Yanıyorsunuz...
Cemil dönüp baktı, dörtnala
uzaklaşanın Halit Paşa olduğunu anlayınca arkasından kurşun sıkarlarsa,
namlunun yalazasına atıp kaçanı korumak için kafasını kaldırdı.
Bekir Sami Bey’le Selahattin
de kendilerini, yere atıp tüfeklerini hazırlamışlardı.
En arkadan gelen Kör
Şaban’ın “Az kaldı ki, bizi ayaklıya yüreksiz... Az kaldı ki... ” dediği
duyuluyordu.
— Kimdir o? Ses veriniz!..
Dört yanınız çevrilmiştir. Kimsiniz?
Dil, Çerkezceye çalıyordu.
Cemil, durumu hızla
hesapladı. Yer pusuya uygun değildi. İki yanları meşelik... Bir bölük asker
kolayca sıyrılır, panikle mezse, pusudakileri bile kolayca çevirir. Gülümsedi.
“Halit Paşa geçti gitti, herif hâlâ ‘çevrildiniz’ diyor. ” Hafifçe öksürüp
boğazını temizledi:
— Siz kimsiniz?
Bir zaman karşılık çıkmadı.
Bekir Sami Bey’le Selahattin
sürünerek yaklaşmışlardı.
Karşıdan bir başka ses
sordu:
— Kimsiniz?
— Yolcuyuz!.. Siz kimsiniz?
— Nerden gelip nereye
gidiyorsunuz? Kaç kişisiniz? Yolcuysanız, arkadaşınız niçin kaçtı?
Cemil, heriflerin yumuşak
almasından soyguncuya benzemediklerini, dövüşmeye de pek niyetli olmadıklarını
anlamıştı. Eğlendi:
— Köylerden yardım istemeye
gitti!
— Kimsiniz?
— Yolcuyuz dedik ya!..
— Nerden geliyorsunuz?
— Kumkuyucak’tan...
— Nereye gidiyorsunuz?
— Akhisar’a...
Rüzgâr heriflerin
fısıltılarını getiriyordu.
— Kumkuyucak’ta yabancılar
var mıydı?
— Kimi soruyorsunuz?
— On Yedinci Kolordu
Komutanı Bekir Sami Beyefendiyi...
— Ne yapacaksınız?
Birbirlerine danışıyor
olmalılar ki, karşılıkların arası uzuyordu:
— Biz Bekir Sami Bey’i
arıyoruz!..
— Niçin?
— Ben, komutan beyefendiye
Manisa’dan rapor getiriyorum!..
Bekir Sami Bey, başını
kaldırarak sordu:
— Siz misiniz Rasim Bey?
— Benim efendim! Siz komutan
beyefendi misiniz?
— Evet... Rasim Bey,
silahsız olarak buraya geliniz!
— Silahsız olarak yanınıza
geliyorum efendim!
Birisi kırk elli metre
ilerden yola atladı. Kollarını havaya kaldırıp ellerinde bir şey olmadığını
gösterdikten sonra çizmelerini gıcırdatarak yaklaştı. Yere iyice yapışmış
Cemil’le Faruk’u fark etmeden geçti. Ayağa kalkan komutanı selamladı:
— Manisa’yı kaybettik
komutanım...
— Topları?
— Özür dilerim. Çıkaramadık!
— Birlikler?
— Altmış kişi tutarında bir
yaya taburu, dört tüfekli mitralyöz bölüğü, bunlarla beraber kadro halindeki
59’uncu topçu alayının 40-50 eri mavzerleriyle Salihli üstüne çekildiler.
— Şimdi yanınızdakiler kim?
— Çerkez Ethem Bey’le
arkadaşları... Bir de...
— Çağırın gelsinler!..
— Baş üstüne komutanım!..
Rasim Bey, Çerkez Ethem
Bey’i Bekir Sami Bey’e tanıştırdı.
Ethem Bey, albayla fazla
ilgilenmedi. Yüzbaşı Cemil ilerleyince izin isteyip ağabeyleri Reşitle Tevfik
Bey adına kucakladı.
Cemil, uzun boylu, ince
adamın yüzünü seçmeye çalışıyordu.
Bekir Sami Bey Çerkez
Ethem’e sordu:
— Sizinle Kafkas cephesinde
hiç karşılaşmadık mı biz?
— Hayır efendim... Sanmam.
— Karşılaşmadık! Ağabeyiniz
sık sık anardı sizi... Nasıl Reşat Bey?
— İyicedir efendim...
Saygılarını yolladılar. Tevfik ağabeyimin de saygıları var. Adam toplamakla
uğraşıyorlar. Adam çok ama, silahları çeşitli... Hayvanları birbirine denk
değil... Bir de evini barkını yüzüstü bırakacaklara biraz para vermek lazım...
Toplayabileceklerini arkamızdan onar on beşer gönderecekler.
— Şimdi yanınızda kaç kişi
var?
— Yedi... Rauf Bey, acele
gelmemizi emrettikleri için, hemen yola çıktık!
— Rauf Bey kim?
— Eski Bahriye Nâzırı Rauf
Bey... Hamidiye’nin komutanı...
— Allah Allah... Nerde Rauf
Bey şimdi?
— Eşref Bey’in
çiftliğinde... Kuşçubaşı’nın Eşref Bey...
— Durun, Kuşçubaşıların
çiftliği Salihli dolaylarında olacak... Ne zaman geçti Rauf Bey oraya?
Bu soruya Topçu Yüzbaşı
Rasim Bey karşılık verdi:
— Dün gece geçmişler
efendim... İşte Teğmen Şevki Efendi’yi sizinle görüşmek üzere Akhisar’da
bırakmışlar!
Bekir Sami Bey, bir adım
ilerleyip selam veren Teğmen Şevki’ye sordu:
— Birlikte mi çıktınız
İstanbul’dan?
— Evet komutanım!..
Kendileri Balıkesir’de Hacım Muhiddin Bey’le görüştüler. Akhisar’da Reşat
Bey’le görüştüler. Sizin Halit Paşa’yla gittiğinizi öğrenince Eşref Bey’in
çiftliğine geçmeyi uygun gördüler. Biz doğruca çiftliğe gideceğiz. Siz
Manisa’dan çekilen birlikleri bulup Salihli-Alaşehir üstüne çekileceksiniz.
Rauf Beyefendi, sizi orada bulacaklar. Rauf Beyefendi, Yüzbaşı Cemil Bey’in de
bizimle beraber çiftliğe gelmesini istediler efendim. “Uygun görülürse”
dediler.
Bekir Sami Bey, Cemil’e
sordu:
— Tanışır mısınız Rauf
Bey’le?
— Hayır...
— Ne biliyor öyleyse sizin
burada olduğunuzu?
— Belki, Maksut Bey
söylemiştir, Dayı Maksut...
Teğmen Şevki doğruladı:
— Evet, Dayı Maksut Bey
söyledi efendim.
— Güzel... Hemen yola
çıkalım! Yaya var mı içinizde?
— Hayır efendim!
— Yedek hayvan?
— Yok...
— Öyleyse biz üç yayamızı,
yoruldukça nöbetleşe bindiririz! Haydi bakalım!
Kör Şaban, Bekir Sami Bey’le
Selahattin Bey’in hayvanlarını getirdi.
Çerkez Ethem Bey, Teğmen
Şevki’nin atını Cemil’e bırakmasını önledi, adamlarının ikisini indirip
subayları bindirdi.
Manisa’dan çekilen birlikler
Rasim Bey’i Salihli dolaylarında bekleyeceklerine göre önlerinde otuz otuz beş
kilometrelik yol var demekti. Çerkez Ethem Bey takımı, yayalarla beraber yarı
yolda çiftliğe sapacaklar. Bekir Sami Bey’le arkadaşları, birliğe en geç, dört
buçuk beş saat sonra kavuşmuş olacaklardı.
Ethem Bey, eniştesiyle iki
atlıyı beş yüz metre kadar ileriye öncü çıkarmış, kendisi iki atlıyla artçı
kalmıştı.
Teğmen Şevki efendi, Cemil’e
sokuldu:
— Evdekiler iyiler yüzbaşım.
Buyrun size mektup var!
— Mektup mu, hay Allah razı
olsun!
Cemil, Neriman’ın mektubunu
bir zaman elinde tuttu. Kâğıt sanki sıcaktı, canlıydı.
— Hay Allah razı olsun
sizden...
W
Bu ikinci duadan utandı.
Neriman’ın mektubuna çok sevinmişti. Bir an zarfı açmak için kaleme davrandı.
Açsa da okuyamayacağını düşünerek bir zaman şaşkın şaşkın koyacak yer aradı.
Sevinci yavaş yavaş dayanılmaz bir özleme dönmüş, mektubu belki saatlerce
okuyamayacağı için somurtmuştu.
Bekir Sami Bey seslenince
zarfı yan cebine sokuverdi.
— Rasim Bey... Cemil Bey...
Gelin buraya...
Atlarını mahmuzlayıp
yaklaştılar.
Albay, yüzbaşının birini
sağma, birini soluna aldı:
— Anlat bakalım, Rasim Bey,
neler oldu Manisa’da?
— Halkı ayaklandıramadık
efendim. Daha doğrusu, ayaklanabileceği zamandan faydalanamadık!
Beceriksizliğimiz sürüp gitti, ilk günler, millet o kadar yılgın değilmiş...
İzmir’e Yunan birliklerinin çıkarılmasını protesto etmişler. Padişaha,
sadrazama telgraf çekmişler. Ayan Meclisi’ne, İstanbul’daki işgal birlikleri
komutanlıklarına da, olup bittiyi kabul etmeyeceklerini bildirmişler.
Mutasarrıf Hüsnü’yle İngiliz temsilcisi bunları önlemek için ellerinden geleni
yapmışlar ama sökmemiş... “Telaşa lüzum yok... Yunan İzmir şehrinden dışarı
çıkmayacak. Manisa işgal planı dışındadır” diye yemin etmişler namusları
üstüne... Millet, önce kulak asmamış ama sonra yılgınlık ağır basmış... Halkın
çoğunluğu silaha sarılmayıp sonunu beklemek fikrine dönmüş... Bunu gören
Hürriyet ltilafçılar azmışlar. Karşı koymadan yana olan Manisa müftüsü
yılgınlığı bir türlü önleyememiş... Direnmeyi öğütlemek isteyen Bahri Bey
adında birini herifler az kalsın paralayacaklarmış... Mevki Komutanı Binbaşı
Ahmet Zeki Bey’in şaşkınlığı asıl bundan sonra başlıyor. Ben yetiştiğim zaman,
yapılacak hiçbir iş kalmamıştı. Daha doğrusu, eldeki yüz elli, iki yüz erin
büsbütün dağılmasıyla uğraşmaktan, silahları cephaneleri kurtarmaya bakamadık.
Bugün öğleye doğru, apansız, “Yunan geliyor” haberi şehre yayıldı. Bir yandan
ben, bir yandan İzmirli Vasıf Bey, “yok öyle şey... Gelemez!” diye yemin
ettikse de kaynaşmayı önleyemedik. Halkın birtakımı Hıristiyan komşularına
sığındı. Birtakımı, düşmanı karşılamaya hazırlandı, adam boyu bayraklarla...
Öğleüstü iki yönden iki ayrı haber aldık. Biri: “Kumkuyucak’tan Halit Paşa bin
atlı, bin beş yüz yaya askerle yürümüş, Manisa’ya bir saatlik yere kadar
gelmiş” haberi... Ötekisi: “Düşman Menemen’le Sabuncu Beli üstünden iki kol
halinde geliyor, nerdeyse görünecek” haberi... Müftü efendiyle görüştüm. Dört
yana adamlar saldık, direnmek taraflısı olanlara tetikte bulunmalarını
bildirdik. Halit Paşa düşmandan önce yetişirse, vuruşarak çekileceğiz! Dakikalar
geçtikçe Halit Paşa’dan haber gelmez oldu. Buna karşı düşmanın yaklaştığı
anlaşıldı. Düşmanı davul zurnayla karşılamaya hazırlananlar yola çıktıkları
zaman gelen birliklerin kaç kişi oldukları, sınıfları, hatta komutanın adı bile
öğrenilmişti.
— Ne kadarmış?
— Kostantinos Çakalos adında
bir yarbay komutasında Beşinci Yunan Alayı’ndan iki yaya taburu, bir ağır
makineli tüfek bölüğü, bir atlı bölüğü, bir batarya top... Düşman şehrin önüne
gelince biz çekildik. Hemen girmediler...
— Neden?
— Akhisar’da öğrendim. Halk
tarafından “Buyrun efendim!” denmesini istemişler.
— Anlaşıldı! Başka?..
Yüzbaşı Rasim Bey aksırarak
sert sert başını sallayan hayvanla uğraşıyormuş gibi yapıp soruyu duymazdan
geldi.
— Bergama’yla görüşebildiniz
mi?
— Evet... Görüştüm efendim.
Oradaki Teğmen Nuri Efendi, ambardaki bütün silahları, cephaneleri, öteberiyi
halka dagıtmış
kalanı da yakmış...
— Ayvalık’tan ne haber?
— Ayvalık’tan size üç
telgraf çekmiş Alay Komutanı Ali Bey...
— Nereye?
— Akhisar’a... Telgrafçı
Yusuf Efendi, Reşat Bey’e vermiş... Yanımda...
— Okudunuz mu?
— Evet...
— Ne diyor?
— Bir İngiliz torpidosuyla
asker dolu bir Yunan torpidosu Ayvalık’a gelmiş... İngiliz komutanı kaymakamı
çağırmış... “Herkes işiyle gücüyle uğraşsın, korkulacak bir şey yok. ” demiş...
Sonra Ali Bey’i istemiş... Ali Bey, gitmemiş... İngiliz direnince yerine
binbaşı yollamış. İlk telgrafta, “Binbaşı daha gelmedi. Heriflerin
davranışlarından vuruşma taraflısı olmadıklarını sezinledim. Durum bana
tehlikeli görünmüyor! Yeni olayları telgraflayacağım” diyor. İkinci telgrafa
göre, Yunan askeriyle dolu gemi limandan çıkıp gitmiş... Gönderdiği binbaşı
dönmüş... İngiliz komutanı, “Yunan gemisinin yanlışlıkla geldiğini, asker
çıkarması, ateşkes anlaşmasına uygun olmadığı için, kendisi tarafından geri çevrildiğini”
söylemiş... Ali Bey’le görüşmek istemesi, herkesten iyiliğini duyduğu
içinmiş... Görüşmeyi yarına bırakmış...
— Bunlar ne karışık
laflar!.. Ne aptal kandırmaca...
— Evet efendim... Ali Bey de
öyle söylüyor. “Oyuna getirmek istiyorlar ama, getiremezler. Bütün hazırlığımı
yaptım. ” diyor...
— Üçüncü telgraf?
— Vuruşmuşlar efendim...
— Vuruşmuşlar mı? Hay Allah
razı olsun!
— Evet efendim! Ertesi gün
Yunan birlikleri iki gemiyle gelmiş. Ayvalık’ı işgal için emir aldıklarım Alay
komutanına bildirmişler. Ali Bey, zorda kalırsa, Kozan’a doğru çekilmeyi
tasarlamış... Öğleye kadar, dövüşülmüş... Alayın subaylarıyla erleri sonuna
kadar dayanmışlar. Öğleüstü zeytinliklere çekilen alayın üstüne düşman
gelmemiş...
— Çok yaşasın Ali Bey!..
Manisa’da olsaydı bu işi gene böyle yapardı. Başka?
— Başka efendim...
Denizli’den Manisa’ya bir çavuş geldi. Anlattıkları doğruysa çok iyi...
— Nedir?
— Düşmanın İzmir’e çıktığı
Denizli’de duyulur duyulmaz, millet neye uğradığını şaşırmış, tabansızlar
göçlerini toplamaya başlamış. Müftü bakmış ki, durum kötü... Çoluk çocuk, ayak
altında kalacak. Hemen büyük caminin sancağını çıkartmış, tekbir getirerek
sokaklarda dolaşmış, sonra halkı belediyenin önüne toplamış... Çok yaman
konuşmuş... Çavuş dedi ki, “Hep ağlaştık yüzbaşım” dedi. “Gün bugündür
Müslümanlar!” diye başlamış, “Davranıp düşmanla boğuşmak zamanıdır.
Topraklarına düşman girmiş Müslümanlara savaşmak, Allah’ın emri... Bunlar
savaşmazlarsa dinden çıkarlar. Düşman girmemiş toprakların ahalisi de bunlara
yardım edecek... Yardım etmeyen gâvur olur, işte ben fetvasını veriyorum. Duyup
da tutmayan, duymayana ulaştırmayan cehennemliktir. ‘Silah yok, cephane yok’
sözü burda hiç sökmez! Silahı olmayan baltasıyla, baltası olmayan ekmek
bıçağıyla, bıçağı olmayan sopasıyla karşı duracak... Sopaya güç yetiremeyenler,
yerden üç taş alıp düşmana doğru atacaklar! Yılıp savuşan, kaçıp gizlenen,
kendini Müslüman bellemesin! Allah’tan hiçbir şey gizlenemeyeceğini düşünün,
ayağınızı sıkı basın! Düşmandan kurtulamazsınız kaçarak... Düşmandan kurtulmanın
yolu, karşı çıkıp erkekçe pençeleşmektir. ” diye bar bar bağırmış...
Müftüye bakın, bir de
Binbaşı Ahmet Zeki denilen herife bakın! Adı neymiş bu müftü efendinin?
— Ahmet Hulûsi...
Cemil’in yanı sıra giden
Teğmen Şevki sinirli sinirli güldü:
— Duydunuz mu yüzbaşım!..
Adam, kasaba müftüsü değil, Allah’ın çekilmiş kılıcı...
Gözlerini yılan gibi yerde
sürüyerek konuşan Akhisar’ın gaga burun müderrisini hatırlayan Cemil dişlerini
gıcırdattı:
— Hoca kısmından yiğit çıktı
mı yaman çıkar!
Ali Suavi de sarıklıymış...
Şevki’ye bir cigara verdi. Ne yapıyor bizim Dayı Maksut?
— Ne yapsın!.. Hep öyle...
Boğuşuyor!
— Patriyot’u Bekirağa
Bölüğü’nden kurtarmak için bir şey düşünmediniz mi?
— Düşündük... Yakında,
arkadaşlar alıp götürecekler!
— Hangi arkadaşlar?
— Bekirağa’nın muhafız
bölüğü subayları... İşe yarayan bütün İttihatçılar, Karakol Derneği’ne
toplandı. Asıl, Halil Paşa’yı kurtarmak istiyorlar. Yanı sıra Patriyot, Atıf,
daha birtakım arkadaşlar da kaçırılacak...
Sabaha iki saat kala, yol
ayrımına vardılar.
Bekir Sami Bey üç
arkadaşıyla geçip gidecek, ötekiler Kuşçubaşıların çiftliğine sapacaklardı.
Albay yolda fikrini değiştirmiş, Cemil’in Yanına Teğmen Şevki’yi değil Teğmen
Faruk’u vermeyi nedense daha uygun görmüştü.
Cemil, On Yedinci Kolordu
Komutan Vekili Bekir Sami Bey’in eline eğildi. Hiç âdeti olmadığı halde
komutanın bahtsızlığına karşı duyduğu saygılı acımayla yapmıştı bunu...
Selahattin’i, Rasim’i, Şevki’yi kucakladı.
Ethem Bey konuşkan değildi.
Çiftlik yolunda atbaşı giderlerken Cemil’in “Kaç kişi toplayabilirsiniz?”
sorusuna: “Yeteri kadar” demişti. Sesinde, hareketlerinde, kendisini hiç
zorlamadan kibardı.
Adamlarını, bağırıp
çağırmadan, kasıntısız, ellerinin, başının, gözlerinin küçücük işaretleriyle ya
da tek kelimelerle idare ediyor, sözünün hemen yerine getirileceğine, belli ki,
güveniyordu.
Nitekim Kuşçubaşı
çiftliğinin sının sayılan boğaza vardıkları zaman önde giden iki atlıdan biri
dönüp bakmış, Ethem Bey başını sallayınca arkadaşıyla beraber hızlanmıştı.
Ethem Bey mavzeri omzundan
dizlerine alıp güven tetiğini açtı. Arkasındaki adamları da, emir beklemeden
öyle yaptılar.
Teğmen Faruk fısıldadı:
— Müjde yüzbaşım, başladı
bizim eşkıyalık...
Boğaz gittikçe daralıyor,
iki yandaki kayalar, her dönemeçte biraz daha yükseliyordu.
Ethem Bey, bir şey bekliyor
gibi yavaşlamıştı. İlerden üç kısa iki uzun ıslık duyulunca gülümsedi:
— Boğaz açık yüzbaşım!
Çiftlik korucularından biri
yolun kıyısında duruyordu. Ethem Bey Türkçe sordu:
— Burada mı Rauf Bey?
— Evet!
Çiftliğe vardıkları zaman
güneş epeyce yükselmişti.
Gelinlik çağında üç kız,
başörtülerini savurarak koşup geldi. Çerkez töresince Ethem Bey’le yabancı
konukların dizginlerini tuttu.
Rauf Bey’le arkadaşları
büyük bir çınarın gölgesinde oturuyorlardı.
Bunlardan İzmit Mutasarrıfı
Süreyya Bey’i, Teğmen Faruk; Tufan Yüzbaşı denilen Osman’ı da, Cemil tanıdı.
Rauf Bey, elini öpen Ethem
Bey’e bir zaman, alıcı gözüyle baktı:
— Çok yaşa!. , iyi geldiniz.
Geç kalmadınız! Ününü duyduğu Cehennem Yüzbaşı’ya döndü. Yüzbaşı Cemil
Bey’siniz değil mi? Tanıştığımıza sevindim. Geçin şöyle... Yüzbaşı Osman Bey’le
tanışıyor musunuz?
Yüzbaşılar karşılıklı
gülümsediler:
— Evet efendim... Tufan
Yüzbaşı’yı orduda kim tanımaz?
Rauf Bey, üsteleyip Teğmen
Faruk’u da oturttu ama, ayakta kalmak için direnen Ethem Bey’i pek zorlamadı.
Anlatılacakları sabırla dinleyeceğine inandıran bir sesle Cemil’e sordu:
— Bekir Sami Bey, birtakım
zorluklarla karşılaşmış! Sizce bunun sebebi nedir?
Cemil, milletin bağbozumuna,
harman sonuna kadar karışıklık istemediğine dair Halit Paşa’dan dinlediklerini
tekrarladıktan sonra kendi düşüncesiniz ekledi:
— Bence efendim, işiyle
gücüyle uğraşanların, mal mülk sahiplerinin çoğunluğu, yeni duruma uymanın
yolunu arıyor, bundan umut kesmeyince kımıldamak istemiyor. Alın terleriyle
yaşayanlar, bilirsiniz, sonu karanlık işlere kolay atılmazlar. Ama bir kere
akılları yattı mı sonuna kadar dayanır bunlar. Savaş yorgunluğu da
hesaplarsak...
— Doğru!. , İnandırıp
davrandırmak için ne yapmalı?
— Önce eşkıya olmadığımızı
göstereceğiz! Sonra, eşkıyaya düşman olduğumuzu, ille dövüş aramadığımızı
ispatlamalıyız... Bozguncuları en kısa zamanda sindirmek de şart...
— Nasıl? Asıp keserek mi?
— Yerine göre... Adamına
göre... Daha kestirmesi, düşmana yakın yerlere eldeki birliklerden küçük de
olsa kuvvet yanaştırmak ama... Bunları mutlaka peşin parayla beslemek...
Milisleri olsun, ordu birliklerini olsun, köylere, kasabalara bedavadan
besletmeye kalkışırsak...
— Olmaz, evet...
Balıkesir’deki arkadaşlarla meseleyi enine boyuna konuştuk. İşi, daha başından
eşkıya yasasına dökersek, hiçbir şey yapamayız! Ethem Bey’e döndü. Sizde biraz
para olacak...
— Evet...
Rauf Bey, İzmir Valisi Rahmi
Bey’in kaçırılan çocuğuna karşı 50. 000 lirayı hatırlatmak istemiş, Çerkez
Ethem de hiç duraklamadan “Evet” demişti.
— Yorgunsunuz! Biraz dinlenin!
Akşama doğru yola çıkarsınız! Biraz daha para vereceğim size... İlk mektubumda
ağabeyinize yazmıştım. Toplayacağınız milislere aylık bağlayacaksın z Hepsi,
aylıklarıyla geçinecek. Ayrıca harmanlarını kaldırmak, üzümlerini, incirlerini
toplamak için gündelikçi tutmaya gücü yetmeyenlere de yeterince yardım
etmeliyiz! Düşman birbirlerinden uzak, küçük birliklerle ilerliyor. Çok
bunalırsanız, yokluğunu duyduğunuz şeyleri düşman içinde kalmış topraklardan
sağlamaya çalışırsınız! Silahı, cephaneyi, düşmandan, kapmaya bakmalı. Siz bu
işlerin acemisi değilsiniz. Burada epeyce silah, cephane var. Cemil Bey iki
tane de ağır makineli tüfek getirmiş... Makineliler, şimdilik işinize pek
yaramaz. Yakında kalabalıklaşacağınıza eminim. Faruk’a gülümsedi. Doğru hatırlıyorsam
teğmen mitralyözcü... Kuracağı makineli takımından çok yararlanacaksınız.
Balıkesir’deki 61’inci Tümen Komutanı Köprülülü Albay Kâzım Bey’le aralıksız
haberleşeceksiniz! Gerekli görürseniz Ankara’da 20’nci Kolordu komutanı Ali
Fuat Paşa’ya başvurun! O size ne yapmanız lazım geldiğini söyler. Aydın-Ödemiş
çevresinde, 57’nci Tümen Komutanı Şefik Bey, iyi kötü bir cephe kurmaya
çalışıyor. Aşağıda Balıkesir-Ayvalık çizgisini de Kâzım Bey tutmaya bakacak...
Şimdilik düşmana açık olan yer burası... Vakit geçirmeden Salihli cephesini
kurmamız gerek... Bunu başarmak için, ilk işimiz, çevredeki yılgınlığı, direnme
gücüne çevirmek olmalı. Burada on beş yirmi atlımız var. Hepsi işe yarar
delikanlılar... Uygunsa dayanak noktanız burası olsun! Bekir Sami Bey’in
başarısızlığı çevreye yabancılığından... Kim yürekli, kim yüreksiz, kim niçin
öyle düşünüyor, siz bilirsiniz! Arkanızda düzenli bir ordu bulunmadığını
unutmayın! Öfkeye kapılıp faydasız yere sertlik göstermeyin! Beraber
çalışacağınız Cemil Bey hepimizin saygı duyduğumuz ünlü bir savaşçıdır. İlk
vuruşma derslerini, Tevfik ağabeyiniz gibi Makedonya’da aldığı için, çete
savaşlarının da ustasıdır. Kendisinden düzenli vuruşmalarda ne kadar
yararlanacaksanız, çete çarpışmalarında da, o kadar yardım göreceksiniz.
Buradan birkaç arkadaş almak ister misiniz?
— Hayır efendim... Şimdilik
istemez. Buradaki arkadaşlar, biz gelinceye kadar, çiftlikteki silahları,
cephaneleri korusunlar, yeter.
— İyi... Cemil’e baktı.
Salihli cephesi için gözüm arkada kalmayacak değil mi Cemil Bey?
— Elimizden geleni yapacağız
efendim.
— Teşekkür ederim. Ethem
Bey’i koruyun. Gençtir. Teşkilatı Mahsusa’mızın atak düzeni içinde bulunmuştur.
Baskıncı birliklerin ancak arkalarında düzenli ordu varsa, faydalı işler
görebileceğini kendisine sık sık hatırlatmanızı isterim, inşallah pek yakında
sizi Salihli cephemizdeki topçu birlikleri komutanı olarak selamlayacağız.
Cemil, dalgın, teşekkür
etti. Hamidiye Kruvazörü’nün ünlü süvarisi, eski Bahriye Nâzırı Rauf Bey’in
“Teşkilatı Mahsusa’mız” sözüne dalmıştı. “Paşalar memleketten çıkıp gittikten
sonra, İttihat Terakki’nin büyük şefi bu mu acaba?” diye düşünüyordu.
* * *
İkindiye kadar uyudular,
akşam yemeğini erken yediler. Yola çıkmadan önce Rauf Bey, hepsini, büyücek bir
kasanın önüne götürdü. İngilizlerin elinde esir bulunan Kuşçubaşıoğlu Eşref
Bey’in küçük kardeşi on altı yaşındaki Ahmet Bey’den anahtarı istedi, kasayı
açtı, içindeki paralardan 30. 000 altını saydırıp aldı, yerine bir küçük makbuz
bırakarak torbaları Ethem Bey’e teslim ettikten sonra Ahmet Bey’in omzunu
gülümseyerek okşadı:
— Para tamam. Babanızın oğlu
olduğunuzu ispatladınız, teşekkür ederim! Eşref Bey’e, ilk fırsatta,
bildireceğim! Sağ olun!
Yola çıktıkları zaman on bir
atlının en keyiflisi Cemil’in emir eri Kör Şaban’dı. Çiftliğin berberine kara
sakalı kazıttığı için on beş yaş gençleşmiş, ata sıçrar sıçramaz üstüne bir
heybet gelmişti.
Çerkez delikanlılarıyla pek
kaynaşamamıştı ama Ethem Beylilerin “Bayraktar” dedikleri Hacı Ömer’le
şakalaşmaya başlamıştı bile...
Hacı Ömer Kayseriliydi,
irikıyımdı. Ablak suratını kara sargı gibi ikiye bölen pos bıyıklarıyla
gerçekten korkunçtu.
Başındaki Laz başlığı, avcı
biçimi ceketi, geniş külot pantolonu, mahmuzlu çizmeleri, giyime kuşama çok
meraklı olduğunu meydana koyuyordu. Beline, kocaman bir tabancayla kol kadar
bir Dağıstan kaması takmış, göbeğini büsbütün şişiren kat kat fişekliklerin
üstüne bir de kocaman dürbün sallandırmıştı.
Seferberlik askerliğini
nerde yaptığı belli değildi. Şaban kurcalamayı uzatınca somurtmuş, birtakım
cepheler sayıp, birtakım birlik numaraları sıralamıştı, ama savaşın sonunda
Balıkesir’e nerden gelip Ethem Bey’in Yanına nasıl kapılandığı gene de bulanık
kalmıştı. Yürekli mi, yüreksiz mi, kurnaz mı, aptal mı olduğu da bir türlü
sezilemiyordu.
Küçük kafile, öncülerden
dört beş yüz metre aralıkla boğaza girerken Kör Şaban, Bayraktar Hacı Ömer’e
sordu:
— Bu bayraktarlık, savaş
meydanında olay sancağı çektiğinden mi kaldı Hacı Ömer Ağa?
— Neye sordun kör domuz?
— Şu yüzden sordum ki...
Alay sancakları, ateş boylarına pek sokulmaz.
— Ne demeye çıkıyor bu laf,
oğlum Kör Şaban? Senin gibiler dövüşürken biz gölgelikte yanladık da...
— Vay, bu da mı var? Hiç
aklıma gelmediydi. Benim demem, bayraktar kısmı, az biraz geride kalırsa,
usanır! Başkaca... Bayraktar kısmı, önde gitmeye alışık olduğundan...
Alışıklığı bozulunca, yüreği üzülür. Savaş anlarında senin canın üzülmüştür
iyicene... Can üzüntüsünün birinci belirtisi, göbek sarkar. Boynun boğazın
kilise direğine döner. Seni her hayvan çekemez. Sıçranacak yerde sıçrayamazsın.
Esir gidersin... Benim bir gözüm savuşmakta olacaksa, senin iki gözün
savuşmakta olacak... Esen yelden kuşkulanıp düşman yetişmeden hoplayacaksın...
— Oğlum bu kadar aklın vardı
da, neden esintiyi bilip Akhisar’dan savuşmadın da, Gâvur Efe’nin Kopil çetesine
maskara oldun?
— Sen bize bakma kardaş...
Biz tekgöz milleti, sizin gibi açıkgözlere benzemeyiz. İşler bazı bazı bizim
kör yanımıza rastlar.
— Şeytan taşlar gibi, seni
taşladı mı Gâvur Efe, demek?
— İyi bildin! Şeytan taşlar
gibi...
— Neye taşa tuttu seni?
Borcun morcun vardı da vermedin miydi?
— Ne borcu?
— Olur ya... Evine gidersin
de, navlunu çeteleye yazdırırsın...
— Vay başıma!.. Sizin
Kayseri’de, bu aksatanın veresiyesi de mi var?
— Alıcısına göre oğlum...
Dini bütün Müslümansa... Borcunun kölesiyse...
— Demek o zaman?
— O zaman, zanaatının eri
satıcı, duvara bir çizgi çizer. Sen de adam gibi adamsan, elin bolalınca
borcunu götürür verirsin!
— Nerde bulsun fukara Gâvur
Efe, sizin gibi cennetlik müşteriyi? Bize kızması, evine konuk gitmediğimizden
besbelli...
— Değiiil... Bana sorarsan,
Gâvur Efe gibilerde, kancık it sezgisi olur Körağa... Bunlar dünyanın
kendilerine uyduğunu Osmanlı padişahından önce bilir. Ettiklerinin yanlarına
kalacağını anladılar mı, bunlara güç yetmez.
— Yok yahu!.. Gâvur Efe kavatında
sezgi ne arasın!.. Herif, bildiğimiz git gel akıllının biri.
— Git gel akıllı ne demek?
Aklı gidecek, dönüp gelince gövdeyi yerli yerinde bulacak, he mi? Bulamayınca
ne halt edecek bu git gel akıl?.. Biraz bekledi. Sana dedim Körağa! Gövdeyi
yerinde bulamayınca?.. Sende bu sorunun karşılığı yok mu? Peki! Dinle: Koynun
koltuğun öteberi dolu olduğundan sana yiğitlenmedi Gâvur Efe... Ellerindekini
bıraktıktan sonra, tüfeği kapıp kurşunları karnına doldurmayacağını bildi.
— Kim doldurmayacak?.. Biz
mi? Doldururduk ki, Allah’ın izniyle, hiç bakmazdık... Binbaşımız salaydı, gör
neler olurdu!
— Neden salmadı?
— Sırası değilmiş...
— Anladım! Tüfek oyunundan
bundan iyi sırası mı olur?.. Cemil’in güldüğünü anlayınca sözü değiştirdi,
belki o dakka sırası değilmiştir. Dakka dediğin, bir yerde kazık kakmaz, fırt
fırt geçer. Ortalık kararınca, tüfeği alıp çıkacaktın Körağa... Rastladığın
yerde atıp düşürecektin!.. Hesabını soracak hükümet olmayınca, adam Gâvur Efe
gibisini bitirmez mi? Böylesini bu sıra temizlemeyince ne zaman
temizleyeceksin? Bunların pisliği nasıl kalkacak ortadan?.. Tuh! Cennete gitme
fırsatını kaçırmışsın!
Cemil, “Bayraktar haklıya
benzer. ” diye başını salladı. “Bayraktar” sözüyle, köyde gördükleri Kız Efe’yi
hatırlamıştı. Sol cebini yoklayarak Neriman’ın mektubunu hışırdattı. Mektup
acele yazılmıştı. Doğacak kıza ad bulması isteniyordu. Oğlan olursa, Ömer
koyacaklarmış. -. . Çocuğun ne zaman doğacağını hesaplamaya çalıştı.
Mektuba sevinmişti ama, bu
sevinç öyle pek aşırı değildi. Karısını hatırladıkça özlüyor, bu özleyiş bazı
bazı, kendisini bulanık rüyalara atan cinsel istekler haline geliyordu. Çoğu
zaman rüyalarındaki kadınların Neriman’la bir ilgisi yoktu. Bunlar,
Neriman’ken, apansız Şam’da, Kudüs’te tanıdığı Arap kızları oluveriyorlar, ya
da, Avusturya’nın sarı saçlı, kalın sesli güleç kadınlarına benziyorlardı.
Makedonya’dan beri doludizgin sevmemeye, bırakıp gitme zorunluluğunu, her zaman
hatırlayıp kendisini gemlemeye alışıktı. Mektubun verdiği sevinç, galiba bunun
için, ağırbaşlı ağabey sevinciydi. Neriman da mektubu, evlenme lafı olmadan
önce yazdıkları gibi, “Ellerini öperim” diye bitirmişti. “Bir, Cemil abi sözü
eksik” diye gülümsedi. Neriman’ın ayrılıklara alışıklığı küçük rütbeli subay
kızı olmasından ileri geliyordu. Babasının ömrü de, ayaklanmaların ardı sıra,
Arnavutluk’tan Yemen’e, Yemen’den Arnavutluk’a koşmakla geçmişti. Sonra
kocasını bekledi. Şehit haberiyle canevinden vuruldu. “Daha sonra da, 1914’ten
bu yana bizim için ölmüş dirilmiştir. Elbirliğiyle pişirdik kızı... Fukaranın
yüreğini süngere döndürdük... ”
— Neye gülüyorsunuz
yüzbaşım? Kayserilinin dediklerine mi?
— Değil Faruk Efendi...
Kendime gülüyorum.
— Neyinize?
— İstanbul’da sürekli bir
yorgunluk duyuyordum ya... Söylemiştim. Kaç gündür serseri olduk dolaşıyoruz. Üç
gecedir uyumadım doyasıya... Gündüzleri birkaç saat kestiriyorum o kadar...
Öyleyken ne yorgunluk var, ne can sıkıntısı... Demek, biz sürünmeye alışmışız
iyice... Sürünmek olmazsa sudan çıkmış balığa dönüyoruz. Sürünme başladı mı,
keyifleniyorum anlaşılan, kendi kendime böyle sırıtıyorum.
Bu söze Ethem Bey de güldü,
yola çıktıklarından beri ilk defa kendiliğinden konuştu:
— Halit Paşa sürünmekten
korkmuş olmasın Cemil Bey?.. Gerçekten yürekli adamdı. Rauf Bey’e
anlattıklarınıza şaştım.
— Olabilir, evet...
Sürünmekten korkmuştur, iyi buldunuz, Halit Paşa, alıştığı güvenlik düzeninin
apansız bozulmasından yıldı. Kendisini kovuşturan hükümetin başkentine gitmek,
arslanın ağzına girmek... Rauf Bey’in efeler için söylediğini hatırladı. Size
bir şey soracağım: Rauf Bey, Aydın-Ödemiş cephesindeki efelerden söz etti.
Sizce, Demirci Efe, Yörük Ali Efe bir işe yarar mı bu karışıklıkta?
— Yarar... İki kere öksürdü.
Düşman birliklerle yükleninceye kadar... Duraklayarak konuşuyor, kelimeleri
ölçüp biçiyordu. Geçitleri, köprüleri boş bırakmış oluyorlar. Asıl faydaları,
çevredeki yılgınlığı önlemek... Bozgunluğun başıboş yayılmasına meydan
vermemek... Buralarda eskiden beri töredir, bir efe dağa çıktı mı, çevresinde
ayaktakımının şuna buna sataşmasını istemez. Çünkü o çevrede yapılan bütün
işler kendisinden bilinir.
Arada bir susup ileriyi
dinliyordu. Eşkıyalığın, çevresinde bir çeşit güven sağlamasındaki çelişmeye
dair bazı geçmiş olayları anlattı. Sesinde, az konuşan insanların, kendilerini
zorlamadan, sözlerine yükledikleri inandırıcılık vardı.
Boğazın çıkış yerinde,
öncüler kuşkulandırın bir şey sezinlememiş olmalılar ki, Ethem Bey’in ikide bir
durup kulak verdiği işaret gelmemişti.
— Hızlanalım mı biraz
efendiler!..
— Siz bilirsiniz!..
Ethem Bey hayvanı tırısa
kaldırdı.
Hızı kesip artırmadan bir
saat kadar böyle gittiler.
İlerdeki karaltılar
seçilince Ethem Bey, Çerkezce bir şeyler söyledi. İki delikanlı hemen
hayvanlarını sürdüler.
Cemil sordu:
— Ne oluyor Ethem Bey?
— Hiç... Hafız enişte bizi
yol kavşağında bekleyecekti. İlerdeki karaltı onlar değilse, boşuna vakit
kaybedeceğiz bekleyip... Akhisar’a gece girmek istemiyorum. Çünkü... Bir
değirmen vardır kasabaya iki saat beride... Orada geceleyeceğiz.
— Niçin doğruca Tevfik
Bey’in Yanına gitmiyoruz? Akhisar’a uğramak şart mı?
— Şart!
Sabahleyin, Rum değirmenci,
büyük havuzun yanındaki salkım söğütlerin altına hasırlar, şilteler, halı
yastıklar koşturmuş, delikanlılar, hayvanları eğerleyeceklerine Hafız eniştenin
emriyle büyük silah temizliğine girişmişlerdi. Ethem Bey, belli ki, hemen yola
çıkılmak niyetinde değildi, Rauf Bey’den aldığı paraları, gün doğmadan iki
atlıyla ağabeyi Tevfik Bey’e yollamıştı. Bu da tasarladığı işin tehlikeli
olduğunu meydana koyuyordu. Ununu öğütüp gitmek üzere olan bir müşterinin
atlarını arabasından çözdürmüş, hiç kimsenin habersiz ayrılmamasını
değirmenciye emretmişti.
Bol şekerli taze süte
değirmen çöreği doğrayıp yediler. Arkadan demli çaylar geldi.
Delikanlının silah
temizlemesine imrenen Teğmen Faruk da mavzerini sökmüştü.
Ethem Bey, Cemil’in
parabellumunu görmek istedi.
Cemil, tabancayı namlusundan
tutup uzattı. Ethem Bey, beğenerek evirip çevirdi:
— Çoktan beri mi
taşıyorsunuz bunu?
— Hayır, buraya gelirken bir
arkadaşla değiştik. Battal olduğu için şehir içinde zor oluyormuş gezdirmesi...
Benimki mavzerdi. Daha küçük çaplı...
— Hiç denediniz mi?
— Hayır!
— Mermisi?..
— Var, epeyce...
— Öyleyse hadi yakın birkaç
mermi... Ağabeyim Reşit Bey çok övdü atıcılığınızı...
— Yok canım... Eskiden
atardım biraz... Çoktandır denemedim!
— Olsun! El, hünerini
unutmaz!
Cemil, uygun bir hedef
aradı, pek özenmeden, gevşek attı, salkım söğüdün titreyen dallarından birine
konmuş küçük kuşu düşürdü.
— Unutmamışız pek... iki eli
kanda olsa “Binbaşısını” gözetleyen Kör Şaban, “İşe bak işe... Gördün mü
bayraktar!” diye dizlerini sevinçle dövmeye başlamıştı. Çerkez delikanlıları da
işlerini bırakıp yaklaştılar.
Cemil kırk adıma konulan iki
yumurtayı da vurup dağıtınca Kör Şaban dirseğiyle Bayraktar Hacı Ömer’in
göbeğini dürterek kasıldı:
— Nasılmış bu böylece Bayraktar
Ağa?.. Nasılmış benim binbaşımdaki bu atıcılık?.. Mavzeri de böyle atar benim
binbaşım, topu da böyle atar. Bilek gücüne dikkat isterim... Ve de yürek gücüne
dikkat isterim.
Çayı tazeleten Çerkez Ethem,
Cemil’e biraz daha ısınmış, eski olaylardan anlatmaya başlamıştı. Babası Ali
Bey “ekmeğinin hasmı” bir adamdı. Ağabeylerini subay yaptığı halde, kendisini
çok sevdiği için yanından ayırmak istememiş, bu yüzden okur yazarlığı ilerletme
fırsatını bulamamıştı.
— N’oldu ayırmak istemedi
de... Kısa kısa güldü. 1912’den beri dört defa görüştükse o kadar... Balkan
Savaşı’nda atlı başçavuştuk! Çürüksulu Mahmut Paşa, kolordusu karargâh muhafızı
iken Çongrı savaşına girdik. Yendi Bulgar bizi, Çatalca’ya çekildik. Rahmetli
Süleyman Askeri Bey, Eşref Bey, savaştan sonra bırakmadılar bizi... Teşkilâtı
Mahsusa’ya aldılar. Rauf Bey’le Dünya Savaşı’nın başlarında Afganistan’a gitmek
için yola düştük. Oralarda İngilizlere karşı isyanlar çıkartmayı düşünmüştü
Enver Paşa hazretleri... Torbalarla altın götürüyorduk, İngiliz’in kurduğu
ağları, pusuları söküp geçemedik. Rahmetli Yakup Cemil Bey’i tanırsınız değil
mi?
— Tanırım!
— Öyle ya, Patriyot Ömer
Bey’le yakın arkadaşsınız! Yakup Cemil Bey’le beraber, Batum’da bulunduk!..
Sonra Enver Paşa hazretleri bizi Yanına başçavuş aldılar... Biraz daldı. Evet,
sürüne sürüne gelip saplandık bu batağa...
Asker, silah temizliğinden
sonra, sökük dikmiş, noksan düğmeleri tamamlamıştı. Eğerlerin, dizginlerin,
gemlerin, kamçılarla kamaların bütün gümüşleri parlatıldı. Sonunda herkes
çizmesini boyadı. Böylece, küçük müfreze, başkomutanın gözden geçirmesine
hazırlanmış oldu.
Ethem Bey, saatine daha sık
bakmaya başlamıştı. Teğmen Faruk dayanamadı, sordu:
— Ne bekliyoruz?
— Akhisar’a girme saatini...
— Uygun saat hangisi?
— Millet tam Cuma namazı
kılarken...
— Öyleyse niçin bu kadar
erken yola çıktık çiftlikten?
— Akhisar kalesindeki
gözcülere görünmek istemedim.
— “Baskın basanın” mı
diyorsunuz?
— Evet!
— On beş, yirmi bin nüfuslu
bir kasabayı on kişiyle bassanız da, baskın basanın mı olur?
— Akhisarlılar, bizim gerçek
sayımızı bilirler Faruk Bey!
— Ne yapacaksınız
Akhisar’da?
— İşe başlayacağız!
— Hangi işe?
— Yılgınlığı önlemek
işine... Yılgınlığın hiçbir işe yaramadığını anlatacağız!.. Hiç kimsenin
yılgınlığa sığınamayacağım... Biz Akhisar için dövüşe çıkıyoruz! Akhisarlıların
yılmaya ne hakları var!
Cemil, konuşmayı başından
beri umursamadan dinliyordu. Ethem Bey’in bu sözüyle ilgilendi...
Kolordu Komutan Vekili Albay
Bekir Sami Bey’in beceremediği bir işi, orduda ancak inzibat çavuşluğuna kadar
yükselebilmiş yan cahil bir adamın on kişiyle başarmayı göze alması gerçekten
şaşılacak şeydi. Akhisar’da en azından beş bin Rum vardı. “Bunlar en azdan beş
yüz tüfekli çıkarırlar. On kişiyle bu kadar silahlı insanı basmaya kalkmak
delilik... Böyle bir baskını basana kim verir? Akhisar’ın Hıristiyanları
haftalardır tetik üstünde... Tetikteki insanları baskınla şaşırtacağına nasıl
inanıyor bu Ethem Bey?.. ”
Ethem Bey’in planına ne
kadar güvendiği, yüzündeki rahatlıktan belliydi. Bir akraba düğününde ağırlanan
saygılı bir konuğa benziyordu. Yüreğinde en küçük bir kuşku yoktu. Ne sesi
değişmişti, ne bakışları... Gözlerinin donuk çakırlığından, deminden beri
hiçbir tedirginlik geçmemişti. Sanki yapacağı işte, ne kendisi için tehlike
vardı, ne de, hiç kimseye bir şey danışmadığından, sorumluluklarını yüklendiği
yanındakiler için... “Korkmazlığı bilgisizliğinden geliyor desem, o zaman, hiç
değil, bir kerecik olsun danışması lazımdı. Nedir bu peki?.. ”
Ethem Bey, bu soruyu duymuş
gibi, belli belirsiz gülümsedi:
— Karşısındaki direnme
gücünü yenip düşman toprağına giren bir ordu kasabaları, köyleri, birer ikişer
manga askerle nasıl tutar? Arkalarındaki büyük kuvvetlere güvenerek değil mi?
“Hani bizim arkamızda güveneceğimiz büyük kuvvet” mi diyeceksiniz? Var. Çerkez
Reşit kardeşler... Reşit ağabeyimle Tevfik ağabeyim şimdilik buralarda birer
tümene bedeldir... Utanarak yere baktı. Neden kaçırdık, bozguna yakın Rahmi Bey
ağabeyimin oğlunu? İzmir çevresinde Ethem’e ün sağlamak için... Yoksa biz Rahmi
Bey abiye dokunacak adam mıyız? Saatine baktı, on beş adım ötede duran
Bayraktar Hacı Ömer’e eliyle işaret etti. Bombaları da taksınlar. Birazdan
teftiş edeceğim!..
Cemil’e göz kırptı. Bu göz
kırpmakta, hiç kurnazlık yoktu.
Beklediği saat gelince,
telaşsız ama çevik kalktı. Subaylara “Buyrun!” deyip yürüdü.
Hayvanların dizginlerini
tutarak dimdik duran yedi kişilik ordusunu dikkatle gözden geçirdi. Kör
Şaban’ın önünde biraz fazlaca durdu. Gözleri Cemil’in emir erinde, bayraktara
emretti:
— Şaban Ağa’ya, Akhisar’da
iyisinden bir çizme... Şimdi yedek bombalardan iki bomba... Tamam!.. Çekiniz
beylerin hayvanlarını.
Cemil’le Faruk’un
binmelerini bekledi. Sonra kendisi atladı.
Kasabanın ilk evlerine kadar
eşkinle gelmişlerdi. Ethem Bey, orada hızı kesti. Eniştesini çağırıp bir şeyler
söyledi.
Akhisar’ın ana caddesi gene
düşman bayraklarıyla doluydu. Rüzgâr bunları dalgalandırıyor, ortalığa aklı
mavili bir karışıklık veriyordu.
— Gösteriş yapıyorum
sanmayın Cemil Bey... Yunan girmeden önce buraya yetişmemiz lazımdı. Manisa’nın
düşmesi, işimize yarayacak...
— Anlamadım.
— Yılgınları utandıracağız.
İlerisi için çok işimize yarayacak bu geliş... Yunan girdikten sonra gelseydik
bu kadar etkileyemezdik! Çünkü, yılgınların çoğu bizden yana geçmiş olurdu.
— Ateşe tutulmak hiç mi
yazılı değil hartada?
— Hayır!.. Delinin biri,
belki böyle bir halt etmeye kalkar ama, binde bir... Akhisarlılar, kılımıza
dokunurlarsa, iki güne varmadan kasabanın dört yandan ateşe verileceğini
bilirler. Salihli’den Bandırma’ya, Çanakkale’den Adapazarı’na kadar bütün
Çerkezler koşar gelir. Bir dakka...
Bir dükkânın önünde duran
şişman bir adamı çağırdı:
— Sen de mi bayrak astın
Sarafım Çorbacı?..
— Gönlümle asmadım Ethem
Bey... Sen beni bilir misin!..
— Bilirim. Şimdi herkes
indirecek... Sen hepsinden önce indirmiş ol...
Gülümsedi, geçti:
— Metropolite haber
yolladım. Birazdan bayrakların hepsini indirecekler. Biz şimdi, doğruca Büyük
Cami’nin kapısını tutacağız. Kahveci nargilelerimizi getirene kadar, Müderris
Nizamettin Hoca Efendi de namazını bitirir çıkar.
— Tanıyor musunuz?
— Şimdiye kadar müderris
takımıyla hiç işim olmamıştı. Bu yüzden daha tanışmadık. Reşat Bey önceki gece,
başınızdan geçenleri anlattı. Bence tanıştık sayılır.
Büyük Cami’nin karşısındaki
havuzlu kahvede kimseler yoktu. Atlardan inip oturdular.
Kambur kahveci nargileleri
getirdiği zaman camidekiler birer ikişer çıkmaya başlamışlardı.
Hayvanlar duvarın gölgesine
çekildiğinden, nargile içen üç kişiyi, önce hiç kimse umursamadı. Fakat,
dükkânlarına gitmek için sokaklara sapmak isteyenleri silahlılar “Yasak” diye
durdurtup meydana sürünce telaş başladı.
Cemil oturduğu yerden, ana
caddenin iki yanını da görüyordu. Bayrakları hızla indirmeye başlamışlardı. Bu
işi kadınlar yapıyordu. “Sindi herifler sahiden... Aferin Ethem Bey!.. ”
Çerkez delikanlılardan biri
koşarak gelmiş, Beyin kulağına bir şeyler söylemişti. Ethem Bey, ne olup
bittiğini subaylara da bildirmiş olmak için Türkçe karşılık verdi:
— Silahlarını atmasınlar!
Arama yapmayacağız! Kaymakam bey camide miymiş?
— Evet!
— “Buyursun da çay içelim,
dedi. ” dersiniz! Müderris Nizamettin Hoca’yı da alıp gelsin... Enişte nerde?
— Öteki işe gitti.
— Peki... Koşarak uzaklaşan
delikanlıya baktı. Camideki millet silahlarını saklamaya kalkmış... Baskın
basanın, sözü her zaman doğrudur Cemil Bey... Nargilesinden birkaç nefes çekti.
Doğrudur evet... Belki ömrünüzde yalnız bir defa doğru çıkmaz. O zaman da siz,
hiç kimseye neden doğru çıkmadığını anlatamazsınız, çünkü, ölmüş bulunursunuz!
Camiden çıkanlar duvar
diplerine kümeleniyorlardı.
Yaşlı başlı birkaç kişiyle,
Çerkez olanlar yaklaşıp selam verdiler. Yaşlılar oturdu. Gençler ayakta kaldı.
Reşat Bey’le Kâmil Bey,
kendilerinden yana olanların ürküntüsünü dağıtmaya uğraşıyorlardı.
Kör Şaban’ın “Badembıyık”
dediği Doktor Necati Bey, gözlerinin içi gülerek geldi, önce Cemil’in, sonra
Ethem Bey’le Faruk’un ellerini sıktı:
— Buna tepeden inme derler
Ethem Bey... Caminin ortasına gülle düşseydi içerisi ancak bu kadar karışırdı?
Neden döndünüz siz? Rasim Bey nerde?
— Bekir Sami Bey’le
birliklerin başına gitti. Kaymakamla Hacı Nizamettin Hoca namazı bitirmediler
mi daha?
— Namaz mı kaldı efendim?..
Herifler altlarına pislediklerinden aptestleri de gitti tantuna... Tabanı
yanmış it gibi döneliyorlar caminin içinde... Tövbe eden hangisi, iman
tazeleyen hangisi... Herifleri yeniden Müslüman ettiniz Ethem Bey. Bu sevapla
cennetliksiniz!
Kaymakam arkasında
Nizamettin Hoca’yla yaklaşınca Ethem Bey edeple ayağa kalktı.
Kaymakam hızlanıp etekler
gibi selamladı:
— Aman efendim... Aman kerem
buyrun... Hoş geldiniz kasabamıza... Safalar getirdiniz!
— Şöyle geçin!.. Oturun siz
de hoca efendi!..
Kaymakamla Müderris Hacı
Nizamettin Hoca’dan sonra herkes camiden dışarı uğramış, meydanda üç yüz kişiye
yakın adam toplanmıştı. Nöbetçiler geleni bırakıyorlardı ama, gitmek isteyeni
koyuvermiyorlardı.
Çerkez Ethem Bey,
Metropolit’i de saygıyla karşılayıp oturtmuştu.
Hiç kimse konuşmadığı için
meydanda çıt yoktu. Ethem Bey, sesini herkese duyuracak kadar yükselterek söze
başladı:
— Dün gece buradan, Bahriye
Nâzırı Rauf Beyefendi’nin başkanlığında, bir heyet geçti. Akhisarlılara
padişahımızın selamını getirdi. Padişahımız hepimize selam etmiş... Müslüman,
Hıristiyan bütün kullarına...
Önce bir iki kişi, “Çok
yaşasın” diye seslendi, sonra, “Padişahım çok yaşa!” bağırtısı yansıyarak
caminin kubbesini güm güm gümletti.
— Padişahımız demiş ki...
“Metin olsunlar” demiş... “Bu kara günler geçicidir. ” demiş... “Olup bitenleri
Tanrı’nın sınavı saysınlar, ona göre davransınlar. ” demiş... “Kötüleri
içlerinden temizlesinler, birbirlerine destek olsunlar. ” demiş... “Hükümete
güvensinler. Yabancı ordular yurdumuzdan er geç gidecektir. Herkes hesabını ona
göre tutsun ki, sonra zarar etmesin. ” demiş... Duydunuz mu? İyi anladınız mı?
— Anladık! Çok yaşasın...
Dünya durdukça dursun! Selamı getiren gönderen de sağ olsun!..
— Siz de sağ olun...
İzmir’imize düşmanın çıkması, biliyorsunuz, geçicidir. İmzaladığımız ateşkes
anlaşmasında böyle bir şey yok... Hükümet bu meseleyi İngiliz, Fransız
hükümetleriyle konuşmaya başladı. Yakında her şey düzelecek... Akhisar Hıristiyanları,
istemezlerin sözüne kapılmasın!.. Osmanlı Devleti ölmez, ölmeyecektir. Yabancı
bayrak asanların kusurlarına bakmıyor padişahımız bu seferlik... Bundan sonra
taşkınlık edenler, salt kendilerine kötülük etmiş olmazlar, bütün dindaşlarını
belayla sokarlar. Doğru muyum Metropolit efendi?
Metropolit soruyu telaşla
karşıladı:
— Çok doğru Ethem Beyefendi!
Şişman Metropolitle gaga
burun müderrisin yüzleri kül gibiydi. Nizamettin Hoca’nın sivri gırtlağı inip
çıkıyor, ölüm korkusuyla hıçkırık tuttuğu için, sıska gövdesi depreme uğramış
gibi sarsılıyordu.
— Allah Kuran’ında, “Kötüsü
gelirse, savaşmak Müslüman’a farzdır” demiyor mu hoca efendi?
— Diyor Ethem Beyefendi
oğlum!..
— Dinimizde düşmandan yılmak
var mı?
— Yok hâşâ...
Bu sırada, uzaktan bir
gürültü koptu. Meydan soluğunu keserek kulak verdi. Birisi, aralık aralık
“Allah... Can kurtaran yok mu? Allah Allah!” diye bağırıyor, bu bağırtıların
arasından kadın çığlıkları duyuluyordu.
Köşeyi ikisi kadın olmak
üzere altı kişi döndü.
Kadınlar göğüslerini yırtarak,
saçlarını tutam tutam yolarak çırpınıyorlardı. Arada bir, “Allah” diye bağıran,
gitmemek istedikçe, Bayraktar Hacı Ömer’in vurduğu dipçikle yere yuvarlanan
herif, Akhisar’ın ünlü kavatı Gâvur Efe’ydi. Elleri bağlanmış olduğu için,
dipçiği yeyip yüzükoyun düştükten sonra omuzlarından tutup kaldırmak lazım
geliyordu. Kasabanın kıyısındaki evinden buraya kadar böyle düşe kalka
getirildiği için üstü başı toza bulanmış, burnu kanadığından çenesi cılk yere
yara gibi kızarmıştı.
Kalabalığı uzaktan görünce, dehşete
kapılmış olmalı ki, can korkusuyla sesini alabildiğine yükseltmek istedi.
“Allah” kelimesinin son hecesini uzatırken ses birden kısıldı. Boğazlanan
hayvan hırıltısına döndü. Buna herkesten çok kendisi şaşmış gibi susup durdu.
Bileklerinden bağlı ellerini iki kere çenesine vurdu. Yediği dipçikle
sendeledi. Doğrulunca bağlı ellerini kafasından yukarıya kaldırdı. Ne düşüdüyse
düşündü, birden koşmaya başladı. Elleri bağlı olduğundan koşarken besili ördek
gibi yalpalıyordu. Arada bir hızlanmak için hoplaması, Kör Şaban’ın taşlara
şaşırtma vermek için hoplamalarına benziyordu.
Gâvur Efe, koşa hoplaya
kahveyi tutmuştu. Durup dört yanına baktı. Gözleri yuvalarından uğramış,
solukları ağzına sığmadığı için suratı morarmıştı. Noksan dişleri, aralık duran
ağzına kuyu karanlığı veriyordu. Uzun bıyıklarına, çalımlı zeybek kılığına
rağmen, herifin üstüne, dayak yemiş bir kocakarı hali gelmişti.
Oturanların içinde Ethem
Bey’i seçince, iki hoplamada gelip önünde kendini yere attı:
— Bağışla pis canımı, aman
beyim!.. Çizmelerini öpmek istedi, Ethem Bey ayaklarını çekince, yüzünü yere
sürerek yalvardı. Pis canımı bağışla Efe Ağa... Ben bunlara aldandım... Bu
sarıklı papasa... Bu Nizamettin Hoca pezevengine aldandım! Tanıklarım var...
Ethem Bey, Müderris
Nizamettin’e döndü:
— Böylelerini, kasaba içinde
yaşatmak var mı bizim şeriatımızda hoca efendi?
Nizamettin Hoca, bir an
sallandı, sonra gözlerini kapayarak duyanları şaşırtan bir kolaylıkla fetvayı
bastı:
— Yoktur Ethem Beyefendi
oğlum!.. Böylesinin gebertilmesi helal...
Toprağa tilki ölümüyle
kapanmış olduğu anlaşılan Kavat Gâvur Efe’nin hem sözlere kulak verdiği, hem de
anlayacak halde olduğu meydana çıktı. Herif, bir yekinişte, iki dizi üstüne
gelmiş, hırıltılı sesiyle Müderris Hacı Nizamettin Hoca Efendi’nin gelmişine
geçmişine sövmeye başlamıştı.
Ethem Bey elini, “kaldırın”
anlamına salladı.
İki Çerkez delikanlısı
herifi kollarından tutup sürüdü.
Herkes gibi Cemil de, çınar
dalında sallanan ilmekli ipi o anda fark etmişti. Birden oraya girmek için
davranınca, Faruk kolunu tuttu.
İnsanla dolu meydan taş
kesilmişti.
Kavat Gâvur Efe, ilmekli ipi
görünce kuduz it gibi uluyup ileri geri zorlayarak kısık, çatlak sesiyle
bağırmaya başladı:
— Bırakın beni... Salıverin
oh yiğitler... Karı getireceğim Ethem Bey’ime... Canımı bağışlar o benim! Pis
canımı bağışlar. Gün görmemiş karılar var bende...
Bayraktar Hacı Ömer,
arkasından yanaşıp bir eliyle ağzını kapattı, dizini beline dayayarak gövdeyi
kanırtıp ilmeği boynuna geçirdi. Enseden çekip düğümü sıkıladıktan sonra,
“Hayda!” diye bağırdı.
İpin öteki ucu bir atın
eğerine bağlanmıştı. Ufak tefek bir Çerkez delikanlısı, atı, geminden tutarak
gelin götürür gibi çekince, Kavat Gâvur Efe’nin ayakları yavaş yavaş yerden
kesildi. İki kere sarsılan gövde yavaş yavaş uzamış, rüzgârla sağa sola dönmeye
başlamıştı.
Meydanı gerçek ölüm
sessizliği kapladı. Kadınlar, ya uzaklaştırılmış ya da bağırmanın
faydasızlığını kestirip susmuşlardı.
Cemil, bu kadar ince bir
ipin, bu kadar ağır bir gövdeyi nasıl çekebildiğine şaştı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÖNEMEÇ
1
Akşam oluyor, rüzgâr
gittikçe sertleşip soğuyordu.
Cemil, boynundaki tiftik
atkıyı sıkıladı, yamçıyı dizlerine sardı:
— Üşümüyorsun ya, Körağa?
Bir at başı sol gerisindeki
Kör Şaban, başını salladı:
— Yok binbaşım, üşümek de
neymiş!..
— Neymiş ama, dişlerin
takırdıyor.
— Takırdaması başka...
— Korkudan mı sakın? Üç
keredir, “Bursa’yı gece bastırmadan tutar mıyız ola?” dedin!..
— Dedik, evet... Gece
bastırmadan tutsak iyi...
Cemil yan gözle, Kör
Şaban’ın yüzüne baktı. Körağa'nın suratı asıktı. Dursunbey’den bu yana, her
nedense keyfi kaçmıştı. Keşfe ilk defa çıkmış acemi er gibi sesi tedirgin,
gözleri kuşkuluydu. Cemil’e bir şey belli etmemeye çalışarak, yürüyüşü kendi
aklınca düzenliyor, ilerdeki yolculara yetişmek, geridekilere tutulmak
istemiyordu. Pusuya elverişli yerlerde, hayvanı kendiliğinden hızlanmış gibi
öne geçmiş, köy kahvelerinde durulmaması için, sudan bahaneler bulmuştu.
Cemil, bazı emir
erlerindeki, yaşlı sütana davranışlarına alı şıktı. Bunlar subayların eli
açığını başka türlü korurlardı, cimrisini başka... Sofusuna, zamparasına,
içkicisine içmezine uymakta eşleri bulunmazdı. Açlıkları, susuzlukları,
dinlenmeleri, uykuları için çırpınırlar, suçlu düşmemeleri, ateş boylarında
yaralanıp esir gitmemeleri için üstlerine kanat gererlerdi.
Kör Şaban, Düvertepe’den
beri tüfeğini, atın eğerindeki meşin kılıfa sokmamış, omzuna da asmamıştı.
Kucağında taşıyor, pirelendiği yerlerde, şakırdatmamaya çalışarak güven
tetiğini açı veriyordu.
Cemil, emir erinin, esen
yelden hilelenmesini ilk sezinleyişte biraz yadırgamış, sebebini anladıktan
sonra Körağa'ya hak vermişti.
Salihli cephesinden
uzaklaştıkça, daha doğrusu, bu cephenin komutanı Ethem Bey’in yakın çevresinde
kurduğu, şaka götürmez baskı düzeni sınırını geçeli beri bir başka memlekete
girmiş gibiydiler. Dursunbey’den bu yana, insanlar gitgide daha donuk, daha
kapalı, düşman değilse bile, enikonu yabancı olmuşlardı. Yolda
rastladıklarından yaşlısı genci, yolcu selamını alışkanlıkla alıyorlar, sonra
pişmanlık duymuşlar gibi suratlarını asıyorlardı. Orhaneli’nde öğle yemeği
yerken, herkes başındaki kalpağa dik dik bakmış, bazıları daha ileri giderek,
“Ne ayıp şey” anlamına kafa sallamıştı. Bursa’ya doğru indikçe, kalpak
giyenlerin yerini feslilerle Çerkez başlıklar alıyordu. Kör Şaban, bir ara,
kendi kendine konuşur gibi, “Kafamıza birer başlık sarmadık da, bu mart
soğuğunda... Sımsıcak... ” diye homurdanmıştı.
Cemil, bunu hatırlayınca
şakalaşmak için laf attı:
— Başımıza birer Çerkez
başlığı dolamak varmış bu soğukta, Körağa!..
Kör Şaban, karşılık verecek
yerde, dimdik ileriye bakıyordu.
— Ulan, “Başlık” dedim.
Sağır mısın?
— Bana sorarsan binbaşım...
Bu sıra, biz, bu yolculuğa hiç çıkmayacaktık. Ethem Bey’in kâğıdını, Bekir Sami
Bey’e, vara bir başka ulak götüreydi.
Cemil, bıyık altından güldü.
Kör Şaban’a “Davran oğlum, Bursa’ya ulak gidiyoruz. ” diye yalan söylemişti.
— Sevmedin bu yolculuğu
nedense Körağa...
— Ethem Bey’in atlısı mı
yoktu?.. Zibidinin birini salacak yerde... Binbaşıdan ulak mı olurmuş?.. Hani
bunlar bize, halisinden dağ topları buluvereceklerdi?
— Sen bugünlerde... İyice
tozuttun Körağa... Başlıktan dağ topuna geçmek neyin nesi?
— Evet... Birer başlık
isterdi, binbaşım, sırmalısından birer başlık...
— Düne kadar sen başlık lafı
etmezdin Körağa... Düne kadar, sen kalpaktan yanaydın!.. Başındaki kuzu
kalpağı, uyurken de çıkarmıyordun!
— Doğru... Kalpak da iyidir.
Kalpağa benim sözüm yok... Ne fayda ki, her şey yerinde gerektir.
— Biz şimdi, Çerkez başlığı
yerine mi geldik?
— Geldik!..
— Nerden beri?..
Dursunbey’den mi, Orhaneli’nden mi?
— Bana sorarsan binbaşım,
Bursa’ya ulak gidenler, Çerkez başlığından şaşmayacak...
— Kim söyledi? Orhaneli’nde
konuştuğun jandarma onbaşısı mı?
— Hangi jandarma onbaşısı?
— Çeşme başında konuştuğun
onbaşı. “İşe bak işee... Aman bunlar nasıl işler” diye ellerini dizine vurarak
konuştuğun... Ne diyordu herif? “Canınıza susamadınızsa, birer Çerkez başlığı
uydurun” mu diyordu?
— Onbaşı bizim oralardanmış
komutanım... Ankara’nın ilerisinden de, Yozgat’ın berisinden... Köyü aklımda
kalmadı. Uzatmalı bir onbaşı.
— Evet... Neye sustun?
— Sustuğum şu... Millici ne
demek, oh binbaşım, bu Millici lafı, haa?
— Nerden çıkardın şimdi
bunu?
— Sen hele, şu Millici
lafının ne demeye geldiğini bildir ki... “Kuvayı Milliye” lafının ne demeye
geldiğini?..
— Milli kuvvetler demek...
Bu milletin kuvvetleri... Türk milletinin...
— Töbeee... Türk milletinin
kuvvetleriyse, neden gâvur farmason sayılmaktayız biz?
— Kim yedi bu naneyi?
Jandarma onbaşısı mı? Sana soruyorum rezil? Dedi de ayağının altına
almadınsa... Oğlum, buncacık laf için Ethem Bey, en azından beş kişi asar!
Onbaşı neden etti bu lafı? Durduğu yerde mi?
— Durduğu yerde... Önce
“Memleket neresi?” dedi. Çankırılı olduğumuzu duymasıyla, “Vah kardaş... Sılanı
yitirdin de, Millici içinde mi kaldın?” diye yakıldı. “Sakın senin binbaşın da
Millici mi?” diye sordu. “Biz hep Milliciyiz, Allah’ıma şükür... N’olmak
ihtimali var?” dedim. Dudağı yarılayazdı. “Aman bana dedin, başkasına hiç deme,
kardaş... Buranın adamı bizim oraların adamına benzemez. Sizi bitirir, ossaat
bu göçmen dölleri... ” dedi. “N’ağızlarına... Hiçbir halt edemezler. Millici
olmak kötü mü?” dedim. “Sus Allah belanı vere... ” diye elini ağzıma vurdu.
Meğerse beyim, bu bizim Millici lafımız, “İttihatçı gâvuru” demeye
gelmekteymiş... “Höst oğlum, yok öyle şey... Onbaşı nişanlarını takınmışsın
ama, boşuna takınmışsın, ” dedim. “İttihatçılıkta, Millici lafı yoktur. ”
dedim, “bu Millici lafını çıkaranı ben gördüm. Ödemiş’in Jandarma Yüzbaşısı
Tahir Bey’in bulması... Tahir Bey, şimdi başıbozuğa soyundu da, çeteciliğe
sıvandı” dedim. “Sus aman. Bunlar burada edilecek laflar değil... Buralarda
Ethem Bey’in Millici zagonu hiç yürümez” dedi.
— Ya kimin zagonu yürürmüş?
— Şimdilerde, Dursunbey’den
Bursa’ya, Bandırma’ya kadar buraları sahipsizmiş ama, Anzavur Paşa’nın gelmesi
eli kulağındaymış...
— Gidi yüreksiz!.. Anzavur
Paşa’nın adını duymanla, kalpağını yere çalıp, kopasıca kafana Çerkez başlığını
dolamaya kalktın öyle mi?
— Aman binbaşım!.. Herifin
dedikleri gerçekse... Herifin dedikleri gayetle korkunçlu meseleler... Rıza
Bey’i bildin ya, çetesiyle sürüp gelip Ethem Bey’le konuşan Rıza Bey’i...
Anzavur Paşa bu Rıza Bey’i basmış apansız, uyurken... Basmasıyla çetesini
metesini dağıtmış serçe kuşu gibi... Onbaşı dedi ki... .
— Ne zaman olmuş bu? Biz
neden duymamışız?
— Duyasıya kalmadı ki...
Bursa’ya ulak çıkmasaydık, elbet duyardık. Bu iş üç gün önce oluyor. Anzavur
Paşa, apansız Rıza Bey’i basmış köyünde, çetesini, dediğim gibi dağıtmış...
Rıza Bey’in köyünde gâvurdan alınmış şu kadar sandık cephane varmış... Bakıyor
ki, cephane mephane hep Anzavur Paşa’ya kalacak, veriyor beri yandan ateşi...
Topçu taburunun Bağdatlı Arap’tan bir teğmeni varmış... Bildin mi?
— Nerden bileyim? Adı ne?
— Adını onbaşı da
çıkaramadı. “Senin binbaşı da topçu olduğundan belki bilir. ” dedi, “Topçuda
Arap uşağı fazla değildir. ” dedi. 1
— Ne yapmış Arap teğmen?
— Topçu taburunun topçuları
tüm savuşmuşlar... Subayı şu yana gitmiş, çavuşu, eri şu yana... Fukara Arap
teğmen yolu izi bilmediğinden bir yere gidememiş... Otursa da edebiyle dursa
ya... Akılsız Arap teğmen, “Topların mermilerini kuruya doldurayım da, Anzavur
Paşa’ya kalmasın. ” demiş... İstemezin biri haber vermiş besbelli... Anzavur
Paşa, fukarayı askerine paralatmış...
— Paralatmış mı? Sanmam!
Onbaşının doğru söylediğine emin misin?
— Doğru evet... Anzavur
Paşa’nın üstüne binbaşılar, albaylar kalkmış... Hepsini bir zorlatmada bozmuş
Anzavur Paşa... Sürüp gelmekteymiş... Bir elinde tüfek... Bir elinde Kuran
kitabı... “İttihatçı domuzlarını, Millici gâvurlarını bitirsem gerektir.
Bitirmedikçe bana kılıcı kına koymak yoktur” diyerekten... Hayır, Ethem Bey’in
bu işi yolsuz...
— Hangi işi?
— Bizi Bursa’ya ulak salmalı
değildi. “Gündüz bir kuytu da yatsak da gecenin karanlığında gitsek!” desem...
Göze kestirememekteyim, gece karanlığını... “Gündüz gözüne gitsek” desem daha
kötü... Senin haberin yok, “Her Müslümana bir Millici gâvuru öldürmek Allah’ın
emri” lafı, Osmanlı ülkesine yayılmış ki, çok yaman yayılmış... Uzatmalı onbaşı
dedi ki, “Bu laf padişahımızın şeyhülislamından dağılan bir laf’ dedi. “Git işine
oğlum! Ya biz, Yunan gâvurunun tel örgülerine karşı, kimi beklemekteyiz, gece
gündüz, silahsız, cephanesiz, yarı aç, yarı tok?” dedim. “Vallah bizim aklımız
orasına pek ermez. Ben sana duyduğumu söylemekteyim. Kara kalpağı karşına
yıkmalı değil, tatlı canı, Anzavur Paşa’nın elinden kurtarmalı. ” dedi.
İstanbul’u neden basmış İngiliz geçen hafta? Uzatmalı onbaşı dedi ki...
— İngiliz’in İstanbul’u
neden bastığını da mı biliyor? Desene ki, bu senin uzatmalı onbaşı, İstanbul
sadrazamından bilgili... Neden basmış İngiliz, bakalım?
— Bizim yüzümüzden basmış
binbaşım... Bizim, Millici gâvuru olmamızdan...
— “Yunan’ın karşısına
çıktık” diye mi?
— Yunan’ın karşısına
çıkmak da var... Başka işler de var!..
— Neymiş başka işler?
— Mustafa Kemal Paşa,
padişaha başkaldırmış... Padişahımız, “ortalığı düzeltsin” diye salmış Kemal
Paşa’yı Türk’ün içine... Kemal Paşa, işleri yüzüne gözüne bulaştırmış ki,
büsbütün...
— Ne gibi?
— “Oldu yeter... Gel gerisin
geri yerine... ” demişler. Gelmezlenmiş... “Otur oturduğun yerde, hiçbir işe
burnunu sokma... Aybeay, al aylığını, padişaha dua et” demişler.
Dinlemezlenmiş... Padişah efendimiz paşalığını sıyırmış sırtından, acemi erliğe
indirmiş, ne güzel! Bu bizim Kemal Paşa’mız, hiç umursamamış... Şuna buna,
kâğıt yazmayı kesmemiş, paşalığı hiç alınmamış gibisine... Evet, kendin bilmez
değilsin ya, bu bizim Kemal Paşa’mız, oldum olası densizdir. Alaman’ın kralına
dediğini, Filistin cephesinde duydumdu da, inanmadımdı.
— Ne demiş?
— Ne diyecek... Dünyaya
velvele salan koca Alaman kralına: “Sen bu savaşta yeniksin hemşerim, boşuna
zorlatmaktasın! Yol yakınken pes et de, ne kendi gâvurunu kırdır, ne de bizim
Müslüman’ımızı” demiş...
— Yalan mı?
— Yalan değil ama, Kemal
Paşa, bunu herife adam gibi mi söylüyor? Hayır! Dikine söylüyor. Emir erini
tersler gibi... Alamanın kralı çok kızmış'. . “Mustafa Kemal Paşa’nın hak
ettiği ordu komutanlığını Alaman paşasının alması bundan. ” dediler. Komutayı
bundan aldı da karargâhtan donsuz kaçan Felkanhaym Paşa’ya verdi. Bana
sorarsan, bir iki tersleseydi de üstüne kendi paşasını komutan dikmeseydi.
Komutanlıkta, üstüne başkasının gelmesi kötüdür öyle ya binbaşım?..
— Kötüdür ama,
işbilmezliğinden geldiyse... Demek, şimdi bütün suç Mustafa Kemal Paşa’nın
mıymış?
— iyi bildin Mustafa
Kemal Paşa’nın... Paşa kısmı da, askerdir. Askerlikte emir dinlememek var mı?
— Mustafa Kemal Paşa
askerlikten kendi isteğiyle ayrıldı. Olur olmaz emirleri dinlememek için...
Aklın yattı mı buna çarıklı kurmay?..
— Kendi başına
ayrılmamış... Sırmasını, nişanlarını, padişahımız sıyırıp almış... Tövbe!..
Uzatmalı onbaşının yalancısıyım, ben... Doğrusu, elbet senin dediğin gibidir.
Bizim aklımız mı erer!.. Geceye kalmadan Bursa’yı tutaydık, hayırlısıyla... Şu
kalpaklara bir düzen bulaydık.
Gece bastırıyordu.
Tepesindeki karlarda el kadar güneş parlayan Uludağ’ın etekleri çoktan
kararmıştı.
Cemil cigarasını zorla
yaktı. Ethem Bey, Anzavur işini komutanların ciddiye almadıklarından sürekli
olarak yanıp yakılıyordu. Bekir Sami Bey’in Cemil’i apansız, gayet acele
Bursa’ya çağırmasından yararlanarak, bu Anzavur meselesine bir daha dikkati
çekmek istemişti. Son günlerde ele geçirdiği bir mektubu, okuduktan sonra
Ankara’ya ulaştırmasını Bekir Sami Bey’den rica ediyordu. Anzavur gerçekten
başkaldırdı da Rıza Bey müfrezesini basıp cephanelerin yıkılmasına sebep
olduysa, iş bu sefer, çok daha önemliydi. Hele subayları öldürmek Anzavur için
gemileri yakmak demekti. Anzavur’un ikinci ayaklanma tarihinin İstanbul’un
işgaline rastlaması da garipti. Son aylarda Yunanlıların saldın hazırlığı haberleri
de sıklamıştı. “Böyle bir sırada, beni cepheden neden uzaklaştırır bu Bekir
Sami Bey?.. Hayırdır inşallah!.. ”
Çamurlu yol, dümdüz ovada
bulanık bir dere yatağı gibi büküle büküle gidiyor, çok uzaklarda mor tepelerin
arasına girip kayboluyordu.
Görünürde ne araba vardı, ne
yaya, ne de atlı... Sürülmüş tarlalar da bomboştu. İnsanlar topraklarım yüzüstü
bırakıp hayvanlarını alarak yol boyunu sanki boşaltmışlar, uzak tepelerin
arkasına saklanmışlardı. Rüzgârın denizden sürüp getirdiği kalın bulutlar bu bırakılmış
ovaya, düşman ordusu gibi çöküyor, havayı sömürüp göğe çekerek, yer yer
boşluklar bırakıyormuş gibi, insanın ciğerlerini sıkıştırıyordu.
Cemil birdenbire atıyla bir
dev ölüsü çiğniyormuş duygusuna kapılarak ürperdi. İki gündür çoğu tırısla yol
kesen hayvan, sanki yürümüyor, başını iki yana yorgun yorgun sallayarak bu dev
ölüsünün üstünde dolap çeviriyordu. Ölen dev, Osmanlı İmparatorluğuydu. Çıplak
gövdesi, tepeden tırnağa yara içindeydi. Kolları bacakları iki yana açık, arka
üstü yere serilmişti. Samsun’daki Pontus çetelerinden, Kafkasya’da Antranik’in
Ermeni ordusuna, Musul’daki İngilizlerden, Adana’daki Fransızlara, Antalya’daki
İtalyanlardan, Manisa’daki Yunan’a kadar her yanını bir canavar didikliyordu.
Başına, demir tırnaklı kartallar çullanmıştı. Anzavur gibilerse kangren olmuş
yarasının kurtları... Hâlâ tek parça görünen gövde, içinin içinden dağılmaya
başlamıştı. Herkesin, kendi kasabasına, kasabasında mahallesine, mahallesinde
evine, evinde yatağına çekilmesi bu çürüyüp dağılmanın sonucuydu. Yüzde yüz
gerçek olan bu ölümü görmezden gelmeye çabalayarak kendilerini aldatanlar, yani
uzatmalı onbaşının milli gâvuru dediği herifler, bu bahtsız ölünün soğumuş
gövdesinden mini mini bir sıcaklık, belli belirsiz bir seğirme umuyorlardı.
Cemil cigarasını yere çaldı.
Çölde, ölüleri gömülmemiş
bir savaş alanından geçiyor gibi midesi bulanmıştı.
Elini alışık bir hareketle
göğüs cebinden geçirdi. Neriman geçen haftaki mektubuna oğlu Ömer’in çıplak
çekilmiş bir resmini koymuştu. “Biz de sevindik, oğlumuz olmuş diye... Ne
yapacak bu ölü memlekette, bu eli ayağı tutmaz mini mini hayvan... Yaşarsa leş
yemeğe alıştığı için yaşayacak... Geberirse kendi leşinin zehriyle geberecek...
” Beş gün önce bir daha işgal edilen İstanbul şehrinde iki aylık oğlu Ömer
için, yüreğini çatlatan garip bir acıma duydu.
Topuklarını hayvanın karnına
vurdu hırsla...
Kör Şaban, binbaşının geceye
kalmak istemediğini sanarak hızlandıklarına sevinmiş, düşük bıyıklarının
altından bilgiç bilgiç gülümsemişti.
Bursa’ya yatsı ezanı
okunurken girdiler. Sokaklarda kimseler yoktu. Sulusepken bir şey yağıyor,
insanları evlerine saklanmış şehri, sular altında kalmış bir eski zaman
kasabasının kalıntısına benzetiyordu.
Yaşlı bekçiden 56’ncı Tümen
karargâhını sordular.
Herif atlıları uzun uzadıya
süzdü. Türkçeyi anlamıyor, ya da tümen karargâhının yerini söylemek istemiyor
gibi bir zaman düşündü. Sonra, kolunu yorgun yorgun sallayarak baştan savma
salık verdi.
Cemil, karargâhın
kapısındaki nöbetçiye Bekir Sami Bey’in yukarıda olup olmadığını sorarken, Teğmen
Faruk merdivenleri koşarak inip yetişmişti:
— Geldiniz mi yüzbaşım?..
Biz sizi yarın bekliyorduk!
— Merhaba Faruk Efendi!..
Geldik işte... Niçin çağırmış komutan?..
— Durun, inmeyin!
Telgrafhaneye gideceğiz!
— Bekir Sami Bey orda mı?
— Hayır! Selahattin Bey’i
göreceksiniz önce...
— Neden komutanı görmüyoruz?
— Hele önce Selahattin
Bey’le görüşün de...
— Telgrafhane uzak mı?
Hayvanlar yorgun...
— Evet, en iyisi yürüyerek
gidelim! Eline davranan Kör Şaban’a takıldı. Vay sen misin Şaban? Çeteciliğe
soyunmuşsun da, bilmedim!
— Soyunduk, teğmenin
sayende...
Cemil yere inip yamçasını
eğerin üstüne attı:
— Nereye çekeceğiz bunları?
— Arkada tavla var. Şaban bu
işi becerir. Arpa, saman bol... Eğerlerle silahları benim odaya çıkar Körağa!
Nöbetçi çavuşu geleceğinizi biliyor. Haydi biz gidelim yüzbaşım. Selahattin
Bey, çok sevinecek... Az kalsın, çıkacaktım da, işleri karıştıracaktım.
— Nedir yahu? Komutandan
habersiz mi çektiniz telgrafı yoksa?
— Evet! Selahattin Bey
çağırdı sizi... Komutan geleceğinizi bilmiyor bile... Durum karışık biraz...
Anzavur işini duydunuz elbette...
— Yarım yırtık... Dramalı
Rıza Bey’e saldırmış...
— Saldırdı. Bu sefer iyi
hazırlanmış görünüyor! Hamdi Bey’in öldürülmesini biz çok yanlış yorumladık.
Hoş, doğru yorumlasaydık da, yapılacak bir şey yoktu ya...
— Neden?
— Tümeni bir türlü
canlandıramadık yüzbaşım... Artık bilmem, biz mi kaltabanız, Bursa toprağında
mı, bir kaypaklık var! Aylardan beri didiniyoruz, tümenin tutarını üç yüze
çıkaramadık! iki yüz kişi gelirse, yüz elli kişi o gece tüfekleriyle savuşuyor.
Müdafaayı Hukuk Derneği’nin çabalamaları da şimdiye kadar hiçbir işe yaramadı.
Asıl önemlisi... Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa’yla bir türlü anlaşamadık!
— Ne istiyor?
— Bana kalırsa, bilmiyor ne
istediğini... İstanbul’la Mustafa Kemal Paşa arasında sallanıyor. 18 Mart’ta
Kolordu komutanlığından çekildiydi, İstanbul’la konuşturmuyoruz, diye.
— Konuşturmuyor musunuz?
Burada mı kendisi?
— Bandırma’da, ama,
telgrafçılara sıkı emir var. Temsil heyetinin izni olmadan hiç kimse İstanbul’la
doğrudan doğruya konuşamaz.
— Çekildiyse, kurtuldunuz
demektir. Daha ne istiyorsunuz?
— Kurtulamadık. 19 Mart’ta
Bandırma’ya İngiliz torpidosuyla Harbiye Nazırı’ndan emir gelince çekilmekten
vazgeçti.
— İngiliz torpidosuyla...
Bizim Harbiye Nazırı’ndan... 14’üncü Kolordu komutanımıza... İstanbul’un
işgalinden üç gün sonra, ne emri bu?
— Saçma... İngilizler
İstanbul’u işgal edip Millet Meclisi’ni basarak bazı milletvekillerini
hapsedince Mustafa Kemal Paşa, Temsil Heyeti adına, bir bildiri yayınladı. Bütün
milletvekillerini Ankara’da toplantıya çağırdı.
— Evet...
— Bu çağrıyı, işgal
kuvvetleri Karadeniz Başkomutanı Amiral Galtrop, İstanbul hükümetini tanımamak
anlamına almış, Harbiye Nezareti’ne bir ültimatom vermiş... Harbiye Nazın
paşamız, bu ültimatomu bildiriyor. “İstanbul’un işgali, Mondros Ateşkes
anlaşmasına aykırı değildir. Anadolu’da bazı serserilerin davranışları
Osmanlılığın gerçek çıkarlarına karşıdır. Orada padişahımız tarafından
vazifelendirilmiş en kıdemli komutan sizsiniz. Harbiye Nazın olarak
emrediyorum, Anadolu’daki bütün birliklerin yalnız İstanbul hükümetini
tanımalarını sağlayın. ” diyor.
— Nasıl sağlayacakmış bunu
Yusuf İzzet Paşa?
— Telgraflaşabildigi bütün
komutanlara emri ulaştırarak... Kendi düşüncelerini de ekleyip...
— Nedir kendi düşüncesi?
— Şu: “Bugün İstanbul’dan
bir torpido ile gelen... ” Dikkat, İngiliz demiyor paşamız... “gelen emrin
tıpkısı yukarıdaki birinci maddededir. Bu emri hemen yerine getirin... Yerine
getirmeye gücü yetmeyecek komutan arkadaşların, yerlerine birer vekil
bırakarak, birliklerin başından hemen ayrılmalarını emir ve rica ederim!” İyi
mi?
— Bekir Sami Bey, ne dedi?
— Biz, şöyle karşıladık: “Bu
işin nasıl yapılacağını bilemediğim gibi komutanlığı bırakmak kararı almaya da
yetkili değilim. Temsil Heyeti’ni bulun, meseleyi onunla görüşüp düzenleyin...
” Biliyorsunuz, Temsil Heyeti’nin bir bildirisi var: Hiçbir komutan, yerini
hiçbir sebeple bir başka komutana bırakmayacak... Nitekim, 20’nci Kolordu
Komutanı Ali Fuat Paşa, İstanbul’dan gönderilen komutana kolordusunu vermedi,
adamı yarı yolda geri çevirdi.
— Ya iyi işte...
— İyi ama, Yusuf İzzet Paşa,
bizden bu karşılığı alınca, tümenden habersiz alaylara emir vermeye başladı.
Bizim 174’üncü Alay Anzavur’un üstüne göndermeye kalktı.
— Kim 174’üncü Alay komutanı?
— Yarbay Rahmi Bey... Gazze
savaşlarından tanırsınız!
— Tamam... Benim bildiğim
Rahmi Bey, her emre kulak asmaz.
— Evet, Rahmi Bey, her emre
kulak asmaz ama, “Düşmana saldır” emrine de uymamazlık edemez. Hem de edemedi.
Hemen davrandı. Söz geçiremedik. Alayı arkasına alıp yürüdü. Aslına bakarsanız,
ortada alay diye bir şey de yoktu. Derme çatma birkaç yüz kişi... Çoğunun gözü
savuşmakta...
— Böyle bir birliği,
düşmanın üstüne neden atıyor kolordu komutanı?
— Orasına hiçbirimiz akıl
erdiremedik?
Telgrafhanenin kapısındaki
nöbetçi selam verdi:
— Yukarda mı Selahattin Bey?
— Yukarda teğmenim!
— Buyrun yüzbaşım! Durumun
ne kadar karışık olduğunu şimdi anlayacaksınız!.. İstanbul’un emrine girmekte,
Yusuf İzzet Paşa yalnız değil...
— Ya?
— Konya’daki 12’nci Kolordu
Komutanı Albay Fahrettin de bu niyette...
— Allah Allah... Neden
sapıttılar bunlar, durup dururken?..
Faruk üst katta bir kapıyı
açıp Cemil’e yol verdi:
— İşte Cemil Bey’i getirdim
yüzbaşım!..
Selahattin’le Cemil
kucaklaştılar.
— Ne tez geldin! Çok yaşa...
Biz seni yarın bekliyorduk!..
— Keseden geldim. Biraz da
zorladım hayvanı... Ne var?
— Faruk Efendi söylemedi mi?
— Söyledi biraz... Aklım
karıştı.
— Sorma kardeşim... Tam
derlenip toparlanırken... Pürüz üstüne pürüz çıkıyor. Geç söyle otur. Ankara’yı
bekliyoruz, Mustafa Kemal Paşa’yı... Ne kadar oldu görmeyeli? Bir yıl... Hiç
değişmemişsin... Cephe yaramış... Kurban olayım cepheye...
Yüzbaşı Selahattin de hiç
değişmemişti.
— Sıtma tutuyor mu hâlâ?
— Şimdilik tuttuğu yok. Ne
yapıyor senin Ethem Bey?.. Yunan’dan ne haber?
Cemil maniple başındaki
adama baktı. Selahattin “Konuşabilirsin” anlamına başını salladı.
— Saldırıya hazırlanıyor
galiba...
— Tam sırası... Saldırmazsa,
aptallık eder. Biz daha cepheler arasında bağlantı kuramadık. Şu Anzavur’u elime
geçirsem... Ama elin kara cahil herifine neden kızmalı?.. Koca Harbiye Nazırı
tozutmuş...
— Kim şimdi Harbiye Nazırı?
— O kadar sık değişiyor ki
sormakta haklısın... Fevzi Paşa...
— Hangi Fevzi Paşa bu?
Selahattin cigara paketini
uzatırken acı acı güldü:
— Bu soru, adamın kimliğini
ne güzel ortaya koyuyor. 1897 Yunan savaşında kurmay yüzbaşıymış... Sekiz yıl
içinde, albay olmuş... 1908’de hem 35’inci Tümen komutanı, hem de Taşlıca
sancağı mutasarrıfı... 1912’de Vardar Ordusu kurmay başkanı... 1914’te General...
Çanakkale’de kolordu komutanlığı yapmış... Bir ara Suriye’de 7’nci Ordu
komutanı...
— Sakın Kavaklı Fevzi
olmasın. Derviş Fevzi...
— Tamam. Bildin ama, bu
kadar dolaştıktan sonra... Anla artık hazretin saldığı ünü... 1897’den 1920’ye
kadar ordunun başından geçenleri gözünün önüne getir. Ancak düşman işgalinde
harbiye nazırı olabilmiş... Galtrop’tan aldığı emri bize aktaracak da, buradaki
birlikleri çekip çevirerek vatanı kurtaracak... Fukaraya kalsa geçen yılın
kasım ayında, Sivas’ta, kestirmeden bitirecekmiş bu işi ama...
— Ne gibi?
— Bilmiyor musun? Mustafa
Kemal Paşa’yı yakalayıp eli kolu bağlı İstanbul’a götürmeye kalkan iri
vatanperver işte bu Fevzi... Bereket, Kâzım Karabekir Paşa’yla Ali Fuat Paşa
“Höst” demişler de rezillik gökyüzüne çıkmamış... Herif, bize resmen “Sergerde”
diyor. Başsergerde de Mustafa Kemal Paşa... Güler misin, ağlar mısın? Uykudaki
askerlerimizi öldürenlerin cinayetlerini anlaşmaya uygun bulan adam, “Elimde
işe yarar kuvvet yok” demeyi subaylık onuruna yediremeyecek belki de ölüme
giden Yarbay Rahmi Bey’e “Sergerde” diyor. Hem de, Anzavur sergerdesine paşalık
verdikten sonra...
Telgrafçı elini kaldırdı:
— Yol açık efendim...
Buyrun!
Yüzbaşı Selahattin cebinden
bir kâğıt çıkardı:
— Ben 56’ncı Tümen yaveri
Yüzbaşı Selahattin’im efendim!
— Ben de Mustafa Kemal
Paşayım! Nedir?
Selahattin, kâğıtlardan
birini Cemil’e uzattıktan sonra şifre numaralarını söylemeye başladı.
Cemil çekilen telgrafı,
gittikçe daha çok şaşırarak okudu: “Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşayı makine
başına çağıran Konya’daki 12’nci Kolordu Komutanı Albay Fahrettin Bey’in
söyledikleriyle aldığı karşılıkları bildiriyorum. ”
1 Fahrettin Bey:
“İstanbul’da Harbiye Nezareti ile haberleşemediğimden, Ankara’daki Temsil
Heyeti de, yürürlükte olan devlet kanunlarına uyulmasını bildirdiğinden, bağlı
olduğum Harbiye Nazırlığıyla haberleşemeyince benden büyük bir komutanın emri
altına girmek zorundayım. Padişahımız tarafından atanmış Korgeneral rütbesini
taşıyan en kıdemli kolordu komutanı olduğunuzdan haberleşme imkânı bulununcaya
kadar emrinize girdiğimi bildiririm. ”
2 4’üncü Kolordu Komutanı
Yusuf İzzet Paşa’nın karşılığı: “Askerliği seven, kanunları tanıyan değerli bir
komutan olarak davranışınızı çok beğendim. Son sözümü söyleyebilmem için, bütün
birlikleriyle kolordunuzun emirlerinizi sonuna kadar dinleyip dinlemediklerini
açık ve kesin olarak bildirmenizi rica ederim. ”
3 Buna Fahrettin Bey’in
karşılığı: “23 ve 57’nci Tümenler Yunanlılara karşı Kuvayı Milliye’nin emri
altında, Refet Bey’den aldıkları emirleri yerine getirmekteyseler de büsbütün
uzaklaşmamışlardır. 41’inci Tümenle atlı alaya, askerlik şubesiyle kolorduya
bağlı öteki birliklere yüzde yüz hâkim olduğumuzu arz ederim. ”
4 Yusuf İzzet Paşa’nın
karşılığı: “Emrime girme dileğinizi ana çizgileriyle kabul ediyorum. Vatan ve
hükümete karşı yükleneceğim ödevlerle sorumlulukların neler olabileceğini
hesaplamak, ona göre kesin karar vermek üzere, durumu kolordunuzun tümenlerine
telleyip karşılık isteyin. Emrinizde olduklarını bildirdiklerini bana bugün
ulaştırın. Alacağınız karşılıkları buraya tıpkı tıpkısına yazdırmanız rica
olunur. ”
5 Komutanlar bundan sonra
şifreyle görüşmeye başladılar. Telgraf memuru önce almayı faydasız buldu.
Dayattım. Sonunu alabildi. Bunda Yusuf İzzet Paşa, İstanbul’un işgalini,
ateşkes anlaşmasına uygun saydığını, böyle düşünmeyi, memleketin yüksek
çıkarları için daha yararlı gördüğünü, bunu da kolordusuna emir suretinde
bildirdiğini söylüyordu efendim.
— Çok iyi etmişsiniz! 56’ncı
Tümenin er noksanlarını ne yaptınız?
— Dolduramadık efendim...
Doldurulamıyor. Son günlerce bozguncu dedikodular büsbütün arttı.
Toplayabildiğimiz erleri elde tutamıyoruz, işe yarar subay da kıt... Kirmasti,
Gönen, Biga dolaylarında bütün eli silah tutanlar çeteye girmişler. Hoca
kılıklı adamlar köy köy gezerek Kuvayi Milliye’yi kötülüyorlar. İttihatçılıkla
suçluyorlar efendim.
— Bursa’nın içindeki durum
nasıl?
— Millet askerliğe karşı
soğuk... En güvenilenler bile vuruşmayı göze alamıyor. Müdafaayı Hukuk bir
türlü gelişemiyor efendim!
— Umutsuzluğa kapılmayınız.
Burda, birliklerin kadrolarım kolaylıkla dolduruyoruz. Tren yollarını
düşmanlardan temizledik. 24’üncü Tümen’in tam kadrolu alayları kendi
trenlerimizle Eskişehir’e doğru iniyorlar. Pek yakında Bursa’ya güçlü birlikler
ulaşacak... O zaman her şey düzelir...
Cemil kâğıdı katladı,
Selahattin’in aralıksız yazdırdığı şifre rakamlarını dinleyerek daldı.
Saldırıya hazırlandığı söylenen düşmanın karşısında üç komutandan birisi
Demirci Mehmet Efe’yle, Yörük Ali Efe eşkıya düpedüz... Demirci için, Yunan
taburu Nazilli’de silahsız insanları öldürürken Bozdoğan’da Ziraat Bankasını
kendi hesabına soyduğu söyleniyordu. Yörük Ali, İzmir’de askerken birliğinin
Kafkasya’ya gideceğini anlayınca savuşup dağa çıkmış bir asker kaçağıydı.
Ethem’se, Vali Rahmi Beyin oğlunu para sızdırmak için kaçıran adam...
Cemil bir cigara yaktı.
“Cepheler böyle serserilerin elindeyken, gerek İstanbul’daki, gerekse
Anadolu’daki bazı komutanlar nelerle uğraşıyorlar yahu!”
Şifrenin tellenmesi
tamamlanınca telgrafçı aldığı karşılığı her kelimeden sonra duraklayarak
söylemeye başladı:
— Yüzbaşı Selahattin Bey’e:
Şifre açılana kadar makine başından ayrılmayın!
— Baş üstüne efendim. .
— Çerkez Ethem Bey’in
yanındaki Yüzbaşı Cemil Bey daha gelmedi mi?
— Yüzbaşı Cemil Bey şimdi
geldiler efendim, yanımda...
— Yanınızda mı? Söylesenize
efendim! Verin Cehennem Yüzbaşı’yı...
Cemil, iskemlesini
yaklaştırıp toplandı:
— Buyrun komutanım... Cemil
karşınızda...
— Cemil Bey, Salihli
cephesinde önemli bir şey var mı?
— Biz ayrılırken yoktu
efendim. Düşmanın saldırıya hazırlandığı sıklaşmıştı o kadar... Siperler
kazıldı. Düşman gerilerine küçük baskınlar yapılıyor ara sıra... Tel örgüsü
için, dikenli tel lazım, efendim.
— Cephe gerisi sağlam mı?
— Günden güne
başıbozukluktan kurtulmaya çalışıyor. Balıkesir, Alaşehir kongrelerinden sonra,
durum az çok düzeldi. Müdafaayı Hukuk Dernekleri iyi çabalıyor. Gerek atlılar,
gerekse yaya birlikler eskisi gibi, köylere yük değiller.
— Balıkesir’deki 61’inci
Tümen çevresi nasıl?
— iyi olduğu söyleniyor. Ben
gelirken Balıkesir’e uğrayamadım efendim. Ethem Bey, Anzavur işine çok önem
veriyor. Ayrıca, Adapazarı, Hendek, Düzce dolaylarından da çok kuşkulu... Kamo
Bekir adında bir adam varmış efendim, ahlâksızlığı yüzünden ordudan kovulmuş
bir eski subay... Sait Molla’dan aldığı paralarla Adapazarı dolaylarında
dolaşıyormuş... Ethem Bey bu adamı tanıyor. Son günlerde Bandırma çevrelerinde
görülmüş... Ethem Bey, Demirci Memet Efe’ye de pek güvenemiyor efendim!
— Güvensizliğinin sebebi?
— Refet Bey’in aracılığıyla
buluştukları zaman, bir ara yalnız kalmışlar. Demirci, “Ethem Bey” demiş, “Biz
birbirimizle iyi geçinelim. Şimdi bu Osmanlı, bizim aramızı bulmaya çalışır
ama, yarın işleri yoluna girince ikimizi de temizler. ” demiş... Bundan başka
Demirci’nin yanında “Hafız” dediği bir adam var. Bu adamın kim olduğu, nerden
çıktığı belli değil. Doktorun verdiği ilacı içmeyecek kadar pireli olan
Demirci, bu adama gözü kapalı güveniyor. Kimseyi dinlemediği halde buna
sormadan hiçbir şey yapmıyor. Hafız’ın İtalyanlar hesabına çalıştığından
şüphelendik. Antalya’dan apansız gelmiş, birkaç gün içinde efenin güvenini
kazanmış... Bir ara, Antalya’daki İtalyan komutanının efeyle haberleştiği
duyuldu, İtalyanlar, Demirci’yi “Türk Prensi” sayıyorlarmış... Buna karşılık
Ethem’in durumu da pek sağlam değil efendim... Şifre meselesini bilmem ki
duydunuz mu?
— Hangi şifre?
— Reşet Bey’in tertiplediği
görüşmeden sonra, Demirci, Reşet Bey’e bir şifre göstermiş... “Şuna bakın
bakalım! Çerkez oğlan bunu gizliden elimize tutuşturdu. Darda kalırsak,
Osmanlıdan gizli bununla konuşacakmışız. ” demiş...
— Evet, biliyoruz. Uydurma
bir şifre...
— Asıl şifreyi saklamış da,
o gece yaptırdığı şifreyi göstermiş Refet Bey’e. . Ben, Ethem’in böyle bir
şifre verdiğine, Demirci’nin de asıl şifreyi Refet Paşa’dan gizlediğine eminim.
Tekrar edeyim efendim. Ethem Bey Anzavur’un üstünde çok duruyor. Hele Köprülülü
Hamdi Bey’in öldürülmesinden sonra, Yunan’dan çok Anzavur’u kollamaya başladı.
İstanbul’la da haberleşiyor sanırım!
— Hamdi Bey işinin içyüzünü
öğrenebildiniz mi? Halkı niçin kendi taraflarına çekememiş?
— Efendim, Hamdi Bey için,
“Çok sert adamdı. ” diyorlar. Herkesi kırarmış... Ağır sözlü. Patavatsız... Can
yakmaktan da çekinmediği için, çevresine dehşet salmış biraz... Dramalı Rıza
Bey’le kıyıcılıkta çok iyi anlaşıyorlarmış... Akbaş cephaneliği baskınından
sonra Biga dolaylarında asker toplamaya kalkışmışlar. Bu iş için zenginlerden,
çok ağır haraç istemişler.
— Sözgelimi ne kadar?
— Yalnız Biga’dan 140 bin
lira diye duyduk. Topladıkları askeri birkaç gün eğittikten sonra köylerine
yollamışlar. Zenginler yüz çevirince el altından bozgunculuk başlamış... Meğer
Anzavur, hazırlığını tamamlamak üzereymiş... Hamdi Bey müfrezesi ilk baskında
hemen bozulmuş... Dramalı Rıza Bey anlattı efendim, “Deppoyun önüne bir top
çıkarttı, Hamdi Bey, bir iki gülle attırdı. Sonunda yanındakiler kaçtılar.
Topçular da savuştu. ” dedi. Hamdi Bey o gece bir Pomak köyüne saklanmış...
Tanınınca köylüler tarafından öldürülüp kafası Anzavur’a yollanmış... Buraya
gelirken Dursunbey’de işittiklerimiz doğruysa, Anzavur, Dramalı Rıza Bey’in
çetesini de dağıtmış... Bir de Bağdatlı teğmen öldürmüşler. Ethem Bey
Anzavur’un bir mektubunu ele geçirdi. Bekir Sami Bey’e gösterdikten sonra size
yollanacak efendim!
— Mektup yanınızda mı?
— Evet!
— Şimdi kısaltarak bildirin.
Sonra postalarsınız aslını...
Cemil mektubu acele çıkarıp
önüne koydu:
— Mektubu yazdırıyorum
efendim... Bu mektup Biga dolaylarının ünlü eşkıyalarından Kara Hasan’a
yazılmış... Anzavur, önce selam edip gözlerini öpüyor. Sonra şunları
bildiriyor: “Millet ve devlet için en önemli vazife, karışıklığı önleyici kanun
düzeni olduğunu herkes bilir. Çünkü nerde kanun düzeni varsa, orda, İslam
adaleti vardır. Seninle Savaştepe’yi çevirdiğimiz zaman Cuma namazı kılmayan
Çerkezlerden birçoğunu gördük. Ne hal ile gezdiğimi bil... İşte Koca Süleyman
mahsulü, bugün ayaklanan Müslümanlar... ”
— Durunuz! Anlayamadım. Kim
bu Koca Süleyman?
— Efendim, biz de
anlayamadık... Böyle yazıyor. Karmakarışık olduğu için buraları tıpkı tıpkısına
veriyorum efendim!
— Peki...
— “Ayaklanan Müslümanlar
Muhammediye Partisi’nden başka, partilerin topuna lanet ederek sevgili
padişahımızın hilafeti başına toplanarak İttihatçı ve Farmason melunların on
yıldan beri bu azametli İslam hükümetini çetecilik ve haydutlukla ne hallere
getirdiklerini en adil, akıl sahibi anlar. Ve bunlara lanet eder. Hepimizi
eşkıya diyerek ne şiddetli hallere koydular. Hakkınızda kullanılan kuvveti
unutma... Şehit çocukları, kadınları ot, toprak yedikleri vakit, açlıkla şehit
ettikleri vakit, onların evlerinde hükümet memurları ve şube hainleri, helvalar
ve kuzu ziyafetleri ve ahali üç yüz kuruşa bir arşın basma aldıkları vakit,
kendilerinin evinde, Yahudi Nesim ve başkalarının rüşvet olarak aldıkları kumaş
denkleri haneleri için idi oğlum... Bunları, ulu Tanrıya hesap verecek olan beş
vakit namaz kılanların mahkemesiyle yargılamak isterim. Aman kimsenin aldatıcı
aklına kapılma... Bu adam öldürücü, hayın takımını hükümette olsun, dışarıda
olsun, ele geçirdiklerine hiç aman verme. Malları size helaldir. Müftüye başvur,
doğru fetvasını al... Rica ederim, Müslümanların gözbebeği olan Kabe’mizden
peygamberimizin yattığı Medine’den kutsal dinimizden bizi yoksun bırakan,
Çanakkale Boğazı’nda milletin İslam oğullarını denize döken ve Kafkas
dağlarında ve Arabistan çöllerinde ve Acemistan ve Yanya ve Romanya dağlarında
bitiren ve bugün İstanbul’da yüz bin İslam kadınlarını ve kızlarını vesika
verip kötü eden bu conlar, farmason değildir de kimdir? Allah peygamber
aşkına... Müslüman ve Muhammed dini kardeşimiz... Bizim partimizden başkasına
girmek gâvurluktur. Bu lanetlilerden İslam ülkesini halifemizin başına
toplanarak temizleyelim. Adil olan şeriatımızın yasalarına sığınarak kul ve
hükümet sahibi olalım. İşte bunlar olmak için, senin beş vakit namaz kılan
silahşor büyük Türklerin ve Müslümanların davranması şarttır. Bu hainler kırk
günden beri beni ve arkadaşlarım olan Müslümanları bitirmek için tam iki
kolordunun topları ve mitralyözleriyle kırk dört saattir vuruşuyorlar. Kaybımız
iki şehit iki yaralıdır. Bize daha çok zarar veremediler. Allah’ın izni,
peygamberin desteği, bayrağın duasıyla kendilerini bozdum. Ellerinden yedi yüz
kişi aldım. Bunları memleketlerine yolladım. Oralarda da bu lanetlilerin zorla
topladıkları askerileri ellerinden kurtarıp memleketlerine gönderiniz. Hükümeti
bu lanetlilere bırakmayın. Hele jandarma subaylarından kuyruğu kesik kazları
hemen gebertiniz. Burdaki Müslümanlar bizimle birlik olduklarını halifemize
bildirdiler. Gayretli Müslüman çocuklarını Allah destekleyecektir. Bunun
tersini sakın yapma oğlum, çünkü sonunda millete hesap vereceksin. Orada bazı
İttihatçı Çerkezler vardır. Bunların sözlerine de hiç kulak asmayın.
Gerçeklerden sonuna kadar ayrılmayacağınıza, din uğruna, devlet uğruna, padişah
uğruna can vereceğinize yemin edin. Ya başlarına sen geç ya da hacıdan
hocalardan birini geçir. Telgraflarınızı bundan böyle Kirmasti, Gönen,
Karacabey dolaylarından beklerim, oğlum. İmza: İzmit eski mutasarrıfı ve
Muhammediye Partisi Komutanı Ahmet Anzavur. ” Mektup bitti efendim. Anzavur’un
150 lira aylıkla atlı asker yazdığını haber aldık. Paranın İstanbul’dan
gönderildiği söyleniyor.
— Teşekkür ederim Cemil Bey,
şimdi size bir şifre yazdıracağım.
Şifre kısaydı. Cemil
karşılık istenip istenmediğini sordu, istenmediğini anlayınca kâğıdı Teğmen
Faruk’a uzattı:
— Açıverin şunu... Acelesi
yok... Telgrafçıya işaret etti. Başka bir emirleri var mı paşa hazretlerinin?..
— Yusuf izzet Paşa’nın
Anzavur üstüne gönderdiği Rahmi Bey’in 174’üncü alayından hiç haber alamadınız
mı?
Soruyu Selahattin karşıladı:
— Alamadık efendim.
— Haberleşmeyi nasıl
yapacaktınız?
— Burada gece gündüz nöbetçi
var.
— Şifre?
— Tümen şifresi efendim.
— Sizden destek isterse, az
çok bir şey yollayabilir misiniz?
— Bursa’dan yollayanlayız
sanırım. Yarın, öbür gün durum değişmezse, imkânsız efendim.
— Osman Bey’in 172’nci alayı
hâlâ Kirmasti’de değil mi?
— Osman Bey’in durumu da
sıkışık... Bulunduğu yerde kalırsa, belki kendini savunabilir!
— Yetmiş, seksen kişilik bir
milis kuvveti olsun toplayamaz mısınız?
— Bursa’da şimdilik imkân
göremiyorum efendim. Hacım Muhittin Bey vargücüyle uğraşıyor.
Ankara biraz sustu,
maniplenin tika takkaları yeniden başladı:
— Bursa... Cehennem
Yüzbaşı...
— Buyrunuz! Makine
başındayım.
— İlk şifre özeldir.
Açtıktan sonra uygun görürseniz, tümen komutanına gösterirsiniz! ikinci şifre
Bekir Sami Bey’e verilecek. Bu telgrafı 20’nci Kolordu Komutanı Fahrettin Bey’e
çekecektir. Tıpkısı bilgi edinmek üzere Bekir Sami Bey’e telleniyor.
Şifrelerin alınmasını üst
üste cigara içerek beklemeye başladılar.
Bir ara Teğmen Faruk çözdüğü
küçük şifreyi Cemil’e verdi. Cemil okuduktan sonra gülümseyerek Selahattin’e
uzattı.
Mustafa Kemal Paşa şöyle
diyordu: “Ali Fuat Paşa hazretleri yakında Bursa’ya gelecek, sana ve
arkadaşlarına teşekkürlerimizi bildirecektir. Bundan sonra seninle telgraf
başında konuşmak sorunda kalırsak, sana öteki adını soracağım. DEMİR
diyeceksin. Seni sanarak başkasıyla görüşmek gafletine düşmeyelim. Bir iş çıkar
da makine başına gelemezsen Selahattin Bey arkadaşımız mutlaka bulunsun. Ona da
öteki adını soracağım, GÖK diyecek...
Teğmen Faruk şifre rakamları
yazılı kâğıdı yırtmıştı. Cemil de, Selahattin’den aldığını yırtıp cigara
tablasına koydu, ateşledi, kâğıtlar kül oluncaya kadar karıştırdı.
— Senin eşkıyalar da,
Anzavur omuzdaşları gibi subay düşmanı mı hâlâ, Cehennem?
— Ethem Bey’i mi sordun?
— Ethem’i... Demirci’yi...
Öteki baldırı çıplakları?..
— Eh...
— “İnsan, düşmanını gözünden
tanır” demişler. Onlar aslında subayı değil, askerliği sevmiyorlar. Hepsinin
asker kaçağı olması rastlantı değil... Benim şaştığım, bazı subay arkadaşların
da, bu serserileri gerçekten yiğit saymaları... Maniplenin tika takkalarını
biraz dinledi. Bir memlekette halkın kahraman anlayışı, eşkıyadan yukarı
çıkmamışsa, o memlekette insanların çoğunluğu soyguna biraz yatkın demektir. Bergama
baskınında ne yaptı senin Ethem?
— Ethem Bey askerliğe
ötekilerden daha yakın... Gene öyleyken bir ara bocaladı. Baskın biraz çetin
oldu. Bombacılar gün doğarken düşmana sokulup bombaları fırlattılar. Ortalık
bir anda karıştı. Gücümüzü bilemedikleri için, önce direnmeyi hiç düşünmeden
kaçmaya başladılar. Atlılarımızın arkalarını çevirdiğini anlayınca başladılar
can korkusuyla direnmeye... Yunan askeri direnmede bizim askere benziyor. İş
uzayınca, baktım, Ethem’in gümüş kamalı yiğitlerinde suratlar asıldı. Şurdan
burdan, “Cephanemiz tükendi. Yaralımız var. ” haberleri daha sık gelir oldu.
Bir ara, bizim Teğmen Şevki’ye yaklaştım. Teğmen Şevki topçudur da, şimdilik
ağır makinelide kullanıyoruz. “Bunlar hoplamaz oldular yüzbaşım!” diye gülüyor.
Biz, seksen kişilik bölüğümüzle kasabayı ağır ağır temizliyoruz. Ethem Bey’den
biri geldi: “Çocuklar susuzluktan bunalmış, mermileri de tükenmek üzereymiş...
Bir sakatlık olmadan çekilmek daha iyi değil mi?” diye soruyor... “Çekilecek
bir şey yok... Düşman tepelendi.
Hadi yerine!” diye tersledim
haberciyi... Ama doğrusunu istersen, onların çete işine de bizim pek aklımız
ermiyor, çünkü okulda öğrenip düzenli savaşta uyguladıklarımıza hiç uymuyor.
Bize göre, vuruşmalardaki davranışları düpedüz yanlış... O davranışla, ilk
ağızda, bire kadar kırılmaları lazım... Çete çeteye dövüştükleri için
söktürüyorlar galiba...
— Senin Ethem de, Halit Paşa
gibi palavracı mı?
— Halit Paşa’yı ben artık
palavracı saymıyorum. Hele hiç korkak değilmiş zavallı... Halit Paşa, kaçacak
yer bulamayınca çiftliğinin kulesine kapandı, yiğitçe vuruştu, yiğitçe öldü.
Kafasını bir sırığın ucuna geçirip Akhisar sokaklarında gezdirdiler.
Görenlerden dinledim. Yüzünün yakışıklılığını ölüm bile bozamamış... “Ağzında,
ölüme meydan okuyan erkekçe bir gülümseme vardı adamın... ” dedi, Akhisarlının
biri.
Cemil, gülümseyerek sustu.
Teğmen Faruk gülümsemesini, anlattığı gülümsemeye benzeterek çok beğendi.
— Demirci’yle, Ethem’in
arasında sen bir fark gördün mü?
— Bana kalırsa... Ethem,
Demirci’den daha az kıyıcı...
— Neye güldün?
— “Daha az kıyıcı” sözüne...
Bir gün apansız Alaşehir’e gittik. Niçin gittiğimiz Ethem benden sakladı.
Meğerse, Alaşehir Kuvayı Milliye komutanı Mustafa Bey’le görülecek hesabı
varmış... Ben kaymakamla otururken, dışarıda bir cayırtı koptu. Sıçradık.
Sanki, kasabayı iki alay çevirmiş de, makineli ateşine tutmuş gibi bir
cayırtı... Çeteciler durumu tehlike görseler de, görmeseler de, keyif için
mermi yakar. “N’oldu gene?” derken biri soluk soluğa geldi. “Aman Kaymakam Bey,
Ethem Bey’in kuvvetleriyle Mustafa Bey’in müfrezesi çarpışmaya tutuştu!” diye
haber verdi. Ben hemen fırladım. Bizim karargâha yetiştiğim zaman, Mustafa
Beyliler çekilmeye başlamışlardı. Arkamdan kaymakam bey de geldi. Vuruşmanın
sebebini zor güç öğrendik. Ethem Bey cephe komutanı ya... Mustafa Bey,
emirlerine kulak asmıyormuş... Bir de, yedi sandık cephanesi varmış Ethem’in
istasyonda... Mustafa Bey’in adamları almış bunları... Apansız ateşe tutması,
yola getirmek için... Aslında, iki taraf da birbirinden “Beni pusuya düşürür de
temizler!” diye korkuyor. Patırdı durdu. El altından sorduk soruşturduk.
Binlerce mermi yakıldığı halde hiç kimsenin burnu kanamamış... Bizimki
düşmanını kaçırmış olmakla yetinse ya... Hayır!
— Ne istiyor?
— Birkaç kişi asmadan
olmazmış...
— Kaçanları kim tutup
getirecek?
— Kaçanları değil...
Alaşehir’den birkaç kişi... Kaymakam bey, çok yalvardı. Söz geçiremeyeceğini
anlayınca, cezaevinden üç kişi çıkarıp verdi. Bunlar asılmayı çoktan hak etmiş,
bulaşık herifler... Birkaç ay önce, bir Rum kızım zorla dağa kaldırıp ırzına
geçmişler de, az kalsın, kasabayı Rum çetelerine yaktıracaklarmış... Ethem Bey,
üç kişiyi biraz azımsadı, “Yetmez. İdare etmez, şanıma uygun değil!” diye biraz
mızıklandı ama, ben araya girince pek uzatmadı. Herifleri celladına verdi. Yol
boyundaki ağaçlara astırdı.
— Demek özel celladı bile
var?
— Olmaz mı? İlk günler,
“Cemil Bey, biz bu işi cellatsız yürütemeyecegiz. Herkes adam asamıyor. Eli
ayağı dolaşıyor, cıvıtıyor, tadını kaçırıyor. Bize zanaatının ustası bir cellat
ister. ” deyip durmuştu. Deneye deneye, İbrahim Çavuş’u buldu.
— Usta mı gerçekten?..
— Değme çingene, namussuz
herifin eline su dökemez... Anadan doğma cellat... “Adam asacaksın!” demiyorlar
mı, iki eli kanda olsa, yalanarak seğirtiyor. Geberesiye hasta yatarken, “Yetiş
İbrahim Çavuş... Siyaset var!” diye bağır. Hoplayıp kalkıyor dipdiri... Ethem
Bey’in cellat işinde bilgisi derin... “Bu cellat milleti, ya çok soylu
kişilerden çıkar, ya da büsbütün ayaktakımından... ” diyor.
— Sen nasıl dayandın bu
hergele sürüsünün arasında bunca zaman?
— Sayıyorlar biraz galiba...
Çünkü Rauf Bey’i sayıyorlar. Ayrıca Reşit de, Tevfik de beni Makedonya’dan
bilir. Birkaç da hüner gösterdik anlayacakları dilden...
— Ne gibi?
— Atıcılık üstüne...
Tabancayı çabuk çekmek... Attığını... Şıp vurmak!
— Yarışmalar da yapılıyor
demek, arada bir?
— Hayır... Bizimkisi, bir
çeşit, aba altından sopa göstermek... Karşısındakine gözdağı vermek... Aslına
bakarsan pek büyük bir faydası da yok bunun... Çünkü herifler hiçbir zaman
mertçe, yüz yüze vuruşmuyor, arkadan vuruyor. Ama hakçası Demirci’yle baldırı
çıplaklarına bakarak Çerkez kopukları çok daha edepli... Yüz kere daha
saygılı... Ötekiler, bildiğin hayvan... Demirci, koca albayları, “Bizim oğlan”
diye çağırıyor, zorla zeybek oyununa kaldırıyor. Gerisi nasıldır, sen artık
anla... Hele güvenmediği birkaç efe var ki, hayvanlıkları sınırsız... Önüne
cigara atıyorlarmış subayların, tam ağzına koyduğu zaman, “Dönder kafanı...
Kıpranma!” deyip tabanca kurşunuyla cigarayı ortasından koparıyorlarmış... En
küçük şakaları bu... Ethem Bey’le beraber Demirci’yle görüşmeye gittiğimiz
zaman herif beni tepeden tırnağa süzdü. Yılan gibiydi bakışları... Biraz baygın
gözlerinden kinli bir parıltı geçti. Sonra veremliye benzeyen renksiz suratını
buruşturarak sırıttı. Gözünün kuyruğuyla omzundan geriye bakıp “Hefiiiz” diye
nazlı nazlı seslendi. Eğilip kulağını ağzına uzatan Hafız’a bir şeyler söyledi.
Hafız hemen dışarı çıktı. Biraz sonra bir kutuyla döndü. Efe kutuyu açtı. Pembe
atlas kaplamanın üstünde kapkara bir brovning tabanca duruyordu. Uzattı: “Buyur
Cemil Bey... Silahşörlüğüne bizden armağan olsun! İyiliğe kullan!” dedi. Alıp
teşekkür ettim. Tabancanın üstüne Latince M. D. harfleri altınlar işlenmiş.
Bunların üstünde İtalyanların uydurduğu prenslik arması da var.
— Demirci örsü. mü, çingene
körüğü mü?
— Pek kestiremedim!
Maskaralık ama, çok kanlı bir maskaralık!.. Yüzbaşı Fahri’yi gördün mü yahu,
Eşme’de sen?
— Hayır! Kim bu Fahri? Hangi
sınıftan?
— Topçu... Bir ara, Tavaslı
Ömer Ağa müfrezesinde bulunurdu.
— Duydum evet... N’oldu
Fahri’ye?
— Bir ara Demirci’nin
güvendiği efelerden birinin Yanına verilmiş... Nazilli’yi düşman boşaltınca
görmüştüm. Çok umutsuzdu. “Bunlar çarık hırsızı bile değil” dediydi. Ölü soyucu
bunlar! Nazilli’yi boşalttık çekiliyoruz. Kasabayı bir daha dolaşayım dedim.
Bir de ne göreyim, efeler dükkânlara, evlere atları, arabaları, eşekleri,
develeri yanaştırmışlar, ellerine ne geçerse yüklüyorIar! Önce birine ikisine,
‘Bırakın ayıptır’ diyecek oldum. ‘Hastir ordan Sarıbacak!’ diye terslediler.
Biraz üstelesem, hiç bakmayacaklar, kurşunları karnıma dolduracaklar. Koştum
bizim efeyi buldum. “Aklın varsa yardım et kızanlara” diye sırıttı. Sonra
kaşlarını çattı: “Gâvura mı kalsın?” dedi. “Milleti neden dipçik gücüyle sürdük
çıkardık? Mekkâreyi millete vereydik ya!” dedim. Bir laf bellemişler, “Can
pazarındayız, mal pazarında değiliz. ” kasılıveriyorlar. Oturdum bir rapor
yazdım. 57’nci Tümen Komutanı Şefik Hüsnü Bey’e... O da gitmiş, Demirci’ye
söylemiş... Bizim efe, bana düşman oldu. Şimdi ikide bir yerli yersiz
takılıyor. “Oğlum Sanbacak! Sen neden topçu oldun askerlikte? Ölümü az diye
mi?” diye laf atıyor. Geçenlerde bir gece cura çalıyordu. “Oyuna kalk” diye
tutturdu. “Bilmem” dedim. “Kızanlara koşul! Sen okullu subaysın; çabuk
kaparsın!” dedi. Boş bulunup, “Bizde ayıptır. Erkek kısmı oynamaz. ”
deyiverdim. Suratı domuza döndü: “Albay Refet Bey erkek değil mi? Efe ‘Kalk!’
deyince bak ne güzel diz vurup dolanıyor. ” dedi. “Dur tamam!.. Siz erkek
değilsiniz ki... Sarılacaksınız!” deyip yere tükürdü. “Bu gidişle başım belaya
girecek bu hergelelerle. ” dediydi. Meğer içine doğmuş...
— Vuruştular mı sakın?
— Keşke vuruşsalar!
Demiryolunu atmak işini Fahri’nin müfrezesine vermişler. Dinamit tam zamanında
patlamış, lokomotif yoldan çıkmış ama tren yavaş gittiği için vagonlara bir şey
olmamış... İçindeki askerler hemen yere atlayıp ateşe başlamışlar. Böyle bir
şey beklenmiyor olmalı ki, müfreze dağılmış. Yiğitbaşı adamlarını bırakıp
karanlığa karışmış... Toplantı yerine gelenler bakmışlar ki efeyle birkaç kızan
yok... İki gün sonra herifin leşi bulunuyor. Sırtında iki kurşun yarasıyla...
Kızanlardan biri, “Ben bu Sarıbacagı o yana giderken gördümdü. Efemizi arkadan
vursa gerek... ” diyor. Fahri’yi Ödemiş’te bir ahıra hapsediyorlar. Şefik Bey,
çok uğraşıyor ama kurtaramıyor!
—• Kurtaramıyor ne demek?
İtin biri, “O yana giderken gördüm” deyince ne olur?
— Ne mi olur? Olayı
gözleriyle gören doktor anlattı. Bir ikindiüstü, Yüzbaşı Fahri’yi ahırdan
çıkarmışlar. Bir haftadır geceleri sopa çektikleri için, üstü parça
parçaymış... Açlıktan uykusuzluktan bitmiş, iki parmak sakalıyla adamlıktan
çıkmış. Gündüz ortası, herkesin gözü önünde, beş altı zeybek namlularla dürte
dürte getirip bir taş yığınının üstüne çıkarmışlar. Zeybek oyunu oynar gibi
kıçlarını çalkalayıp omuzlarını titreterek adım adım gerilemişler.
— Etme yahu!
— Evet gerilemişler... Önden
arkadan, domuza atar gibi atmışlar. Ellerini yüzünü kapatıp ileri geri
sallanmış, sonra yüzükoyun yıkılıp baş aşağı sarkmış, bizim Fahri...
— Vay hergeleler vay!..
Maniple durmadan işliyor,
telgrafçı anlatılanları hiç duymuyormuş gibi çalışıyordu.
Selahattin başını salladı:
— Çabuk kurtulmalıyız bu it
sürüsünden... En kısa zamanda...
Teğmen Faruk acı acı
gülümseyerek çaresizlikle dört yanına baktı, bir şey yapmış olmak için şifre
sayılarıyla dolu kâğıdı önüne çekti:
— Telgrafın ilk kısmı
sizdeydi yüzbaşım... Çözelim mi?
— Sahi, çözün bakalım...
Faruk köşedeki masaya gitti.
Selahattin, Cemil’in önüne
dikilip yavaşça sordu:
— Sana hiç bulaşmadılar mı
Çerkezler?..
— Hayır...
— Laf dokundurmak gibi...
Başka bir terbiyesizlik...
— Yok! Yalnız bir gün bak ne
oldu. Bir gün öğleden sonra biraz yatmıştım. Şu kadarını söyleyeyim ki, Ethem
kendi başına bırakılsa, adamakıllı terbiyelidir. Ağa oğlu olmaktan gelen
şımarıklıkları sırasında gemlense, ağabeyleri de aralıksız dürtüşlemeseler...
Demirci de, Ethem de hep o lafı ediyor. “Baltası kütükten çıkarsa bu Osmanlı
bizi temizler. ” Gerçekten çok acı bir laf bu... Öyle ya... Osmanlının baltası
kütükten çıkınca tepelenmekten başka ne işleri kalır, bu serserilerin?.. Galiba
bunu seziyorlar. Kendileri için hiçbir çıkar yol olmadığını anlıyorlar. Er geç
pisi pisine öleceklerini yüzde yüz biliyorlar. Bu inanış, heriflerde insanlık
bırakmıyor. Kudurmuş çakallara dönüyorlar.
Faruk kâğıdı uzattı.
Yüzbaşılar beraber okudular. “Komutanların İstanbul hükümetiyle anlaşmaya
kalkmalarındaki en büyük tehlike, hazırladığımız savunma planını bilmeleridir.
Bu sebeple kendilerinin İstanbul’a gitmelerini her çareye başvurarak önlemek
zorundayız!”
Subaylar önce birbirlerine,
sonra yere baktılar.
Selahattin kâğıdı yavaş
yavaş yırtarken sordu:
— Evet... Bir gün öğleden
sonra yatmıştın?..
— Bir gürültüyle uyandım.
Pencereden baktım. Avlunun ortasındaki dut ağacının dibinde bir kalabalık...
Birisi avaz avaz bagınyor. Bileklerini birbirine bağlayıp ağacın dalma
attıkları bir iple çekerek kollarım germişler. Belinden yukarısı çıplak...
Kırbaçlıyorlar. Hemen inip yetiştim. Kırbaçlayan Ethem Bey’in ağabeyisi
Tevfik... Allah yarattı demiyor. Seyredenler beni görünce açıldılar. “Nedir? Ne
yapmış?” diye sordum. Kırbacı indirip yüzüme baktı... Geçmiş gün... Kumar mı
oynamış, içki mi içmiş... Yoksa kötü bir kadına mı gitmiş... Böyle bir şey...
“Bağışlayın bana... Yeter bu kadar... ” dedim. “Yetmez, Cemil Bey, siz bunları
bilmezsiniz” dedi. Birden kızdım, uyku sersemi... “Sizin bildiğinizi ben neden
bilmezmişim?” diye sordum. Sordum ama, sesimi ben de beğenmedim. “Bilmezsiniz,
çünkü bu köpek oğlu, köle soyundandır. ” dedi...
Telgrafçı gene parmağını
havada sallayarak Cemil’i susturdu:
— Mustafa Kemal Paşa, “Cemil
Bey, orada mı?” diye soruyor!..
Cemil makinenin Yanına
gitti:
— Evet komutanım...
— Ali Fuat Paşa
hazretlerinin Fahrettin Bey’e çektiği telgrafı Bekir Sami Bey’e veriniz.
Dikkatli olun!.. Önemli bir şey çıkarsa, beni makine başına isteyin!
— Baş üstüne komutanım.
— 174’üncü Alay Komutanı
Yarbay Rahmi Bey’den haber bekliyorum. Rahmi’yi var gücünüzle destekleyin.
Başına bir felaket gelmesin!
— Var gücümüzle desteklemeye
çalışacağım komutanım!
— Dikkat Cehennem...
Bursa’yı birine kaptırdın mı bozuşuruz!
— Kaptırmayız Allah’ın
izniyle komutanım!
— Hepinizi gözlerinden
öperim, çocuklar!
— Sağ olun komutanım!..
Üstü rakamlarla dolu kâğıdı,
telgrafçıdan aldı:
— Teşekkür ederim!
Yoruldunuz!
Selahattin yorgun, usanmış
sordu:
— Sen ne dedin?
— Neye ne dedim?
— Tevfik Bey’in “köle
soyudur” sözüne?
— Ne diyeceğim? “Ama ben
köle soyundan değilim” dedim.
— Elin tabancadaydı...
— Evet...
— Kırbacı bıraktı, koluna
girdi...
— Aşağı yukarı...
Cemil, utangaç utangaç
gülümsedi.
2
— Anzavur bizim alayları
bozmuş binbaşım... Bizim alayları bitirmiş Anzavur imansızı...
Cemil yataktan doğruldu.
“Nerde, ne zaman, kim söyledi?” demeye kalmadan, Teğmen Faruk içeri girdi:
— Rahmi Bey’i öldürmüşler
yüzbaşım... Yarbay Rahmi Bey’i...
Cemil, bir Kör Şaban’a, bir
Teğmen Faruk’a bakarak kalakalmıştı.
Kör Şaban, iki adım geri
çekilip sözü Teğmen Faruk’a bıraktı. Bir iskemle alıp oturan Faruk’un dudakları
titriyordu.
Cemil sordu:
— Pusuya mı düşürmüşler?
— Hayır... 48 saat
vuruşmuş... 5000 kişiye karşı 200 kişi... Bire yirmi beş... Yarbay Rahmi Bey’le
çok şey kaybettik yüzbaşım... Emrindeki birliklere şaşılacak bir kolaylıkla
güven veren bir komutandı. 200 kişiden hemen hiç kimse kurtulmamış... Rahmi
Bey, düşene kadar, hiç kimse bir adım gerilememiş... Tanırdınız değil mi?
— Tanımaz olur muyum? Gazze
savaşlarında yan yana vuruşmuştuk. 5000 kişi miymiş Anzavur’un çapulcuları?
— “Belki daha da çok. ”
dediler.
— Kim dedi? Böyle sıralarda,
bilirsin ya, sayılan şişirirler.
— Haber getiren arkadaş,
sayılan şişirecek adam değil... Belki tanırsınız onu da Filistin cephesinde
bulunmuş... 4’üncü Ordu Kurmayı’nda... Kurmay Binbaşı Nuri Bey...
Cemil biraz düşündü:
— Sakallı bir Nuri Bey vardı
ama... Galiba kurmay değildi.
— Bu Nuri Bey, Galiçya’dan
gelmiş savaşın sonuna doğru, Alman-Avusturya birlikleriyle...
— Yıldrım Grubu’na
gelenlerdense tanımam! Rahmi Bey’in kurmayı mıydı?
— Hayır! Emekli... Son
savaşlarda esir düşenlerden... Başından yaralanmış... Emekliye ayırmışlar.
Gönen dolaylarında toprakları varmış... Dinlenmeye gelmiş... Rahmi Bey’le
tanışırlarmış... Alayın Anzavur üstüne gideceğini duyunca, dayanamamış,
filintasını da alıp koşmuş...
— Nerde şimdi? Komutanın
yanında mı?
— Hayır, aşağıda...
Bacağındaki yaranın sargısını değiştiriyorlar.
— Ağır mı yarası?
— Kurşun kemiğe değmemiş
ama, yara bakımsız kalmış...
— Ne anlatıyor Anzavur için?
— Derli toplu bir şey dediği
yok... Çok kan kaybettiğinden dermansız! Yatacak yer uydursak...
— Koş Körağa. Yarasının
tımarı bittiyse omuzla getir! Burada yatıralım!
Kör Şaban, sözü ikiletmeden
fırladı:
Teğmen Faruk bir cigara
yakarken Cemil sordu:
— Nasıl gelebilmiş buraya
kadar yaralı yaralı?
— Filistin’de bulunmuş
çavuşlardan biri, acımış... Rahmi Bey vurulunca, Sağ kalanlar karanlıktan
faydalanıp canlarını kurtarmak istemişler. Rahmi Bey vurulduğu zaman, 200
kişiden 12 kişi kalmışlarmış... Çavuş, ata bindirip yedeğinde getirmiş Binbaşı
Nuri Bey’i... “Anzavur subayları öldürdüğü için bırakıp savuşamadım!” dedi.
İyidir Rüstem Çavuş... Ağlıyor çocuk gibi... Rahmi Bey’i çok severdi. O kadar
üstelediği halde bırakıp gitmemişti memleketine...
Yüzbaşı Selahattin elinde
birkaç kâğıtla içeri girdi:
— Duydunuz mu olanları?
— Rahmi Bey işini mi?..
Evet!
— Çok yazık Rahmi Bey’e...
— Doğru mu acaba, Anzavur’un
başına binlerce kişinin toplandığı?
— Doğru sanırım!
— Komutan Bey, Bursa’nın
savunması için ne düşünüyor? Gönen’le Bursa arasında, kuvvet...
— Yok... Bereket versin,
Anzavur Bandırma’ya dönmüş... Eğer, aldığımız haber bizi şaşırtmak için
yayılmış değilse...
— Nedir o kâğıtlar?
— Rezillik... Yusuf İzzet
Paşa, Kirmasti’deki 172’nci Alayı da Anzavur’un üstüne sürmek istiyor! Telgraf,
Yarbay Kasap Osman’dan... Böyle bir emri dinlemeyeceğini bildiriyor. Üstüne
gelen olursa vuruşacak... Doğrusu da bu... Gücü ancak buna yetebilir.
— Komutan ne dedi?
— Komutan şimdilik
karışmıyor. Saldırı emrinin, tümenden geçirilmesine kızdı. Karşılık
vermeyecek... Bir saatten beri Balıkesir’i bulmaya çalışıyoruz! 61’inci Tümenle
görüşmeden bir şey yapmayacak sanırım. Elindeki kâğıtları bir zaman karıştırdı.
Bakın, 20’nci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa neler yazıyor?
“56’ncı ve 61’inci Tümen
komutanlarına: 14’üncü Kolordu Kumandanı Yusuf İzzet Paşa’dan aşağıdaki telgraf
alınmıştır: 20’nci Kolordu Komutanlığına: Harbiye Nezareti’nden gelen 25 Mart
1920 günlü telgrafnamede yazılı olaylar, kolordum bölgesinde meydana
gelmediğinden ve tersine sizin kolordunuzu ilgilendirdiğinden tıpkısı aşağıya
yazılmıştır. Lazım gelen işlemin yapılmasını, bu telgrafı aldığınızın
bildirilmesi rica olunur. Harbiye Nezareti’yle doğrudan doğruya konuşmaya
başlanılmıştır efendim. 14’üncü Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Harbiye Nezareti
telgrafının tıpkısı: Şifre 441 Harbiye: 25 Mart 1920. On Dördüncü Kolordu
Komutanlığı’na. İngiliz devletinin siyasal temsilcisi, hükümetimize verdiği
yeni bir notada, Lefke çevresindeki başıbozuk sergerdesinin 24 Mart 1920
tarihinde oradaki İngiliz komutanına, akşam saat dokuza kadar geri çekilmesini,
yoksa vuruşmaya başlayacağını bildirmek suretiyle gözdağı verdiğinden, ve o
gün, o saatten sonra ateşe de başladığından, Osmanlı hükümetiyle başvekilin
sorumlu tutulacağını bildirmiştir. Sürekli olarak yazıldığı üzere böyle bir
olayın millet ve memleketin başına açacağı bela ile bunu sonucunda doğacak
tehlikenin büyüklüğü sizce de bilindiği için, hemen ateşin kesilmesi,
saldırının hemen durdurulması, işgal kuvvetlerine, hele İngiliz birliklerine
karşı hangi şart içinde olursa olsun, hiç karşı gelinmemesi, sonucun
bildirilmesi beklenir. Vatanın yüksek çıkarlarının istediği barış ve uysallığın
korunmasıyla gerçek durumun yerinde incelenmesi için bir heyet hemen yola
çıkarılmıştır. Bu heyete bağlı Binbaşı Salih Bey, bir gün önce Haydarpaşa’dan
trene binmiştir.
Harbiye Nazın Orgeneral
Fevzi
56’ncı ve 61’inci Tümen
komutanlarına: Anadolu ve bütün milletin resmen ve zorla işgal edilmiş olan
başkentle her çeşit haberleşmenin kesilmesine Heyeti Temsiliyece karar
verildiği halde, bu karara uymayan Yusuf İzzet Paşa’ya tarafımızdan karşılık
verilmemiştir. Askeri birliklerimizin başarıdan başarıya ulaştıkları
bugünlerde, milletin birliğini ve kurtuluş gayretlerini önlemeye çalışan bu
gibi davranışlara meydan verilmemesini ve sonucun bildirilmesini rica ederim.
20’nci Kolordu Komutanı Ali Fuat İstanbul’dan yola çıkarıldığı bildirilen heyet
için, Lefke’deki 24’üncü Tümen Komutanı Yarbay Mahmut Bey verilen emrin
tıpkısı, bilgi edinilmek üzere eklenmiştir. Dakika geciktirilmeyecektir.
Lefke’deki Yirmi Dördüncü Tümen Komutanı Mahmut Bey’e: İngilizlerin işgali ve
esirliği altında bulunan Harbiye Nezareti’nce milletin istekleriyle başlayıp sürdürülen
başarılarımızı kösteklemek için bazı heyetlerin İstanbul’dan Anadolu’ya
gönderilmesinin kararlaştırıldığı anlaşılıyor. 23 Mart 1920 gününde
Haydarpaşa’dan İngilizlerin treniyle yola çıkan ve içlerinde Harbiye Nezareti
Başyaveri Salih Bey’in de bulunduğu ve aynı derecede hepimize belli ve
güvenilir kişiler, doğruca ve fakat açıkça ve resmen gözaltında olarak hemen
Ankara’ya gönderilmeli, kişilikleri bizce bilinmeyenlerinse, işleri ve
rütbeleri ne kadar yüksek olursa olsun, hemen orada kapatılarak haklarında
yapılacak işlemin öğrenilmesi için durumun bildirilmesi rica olunur. Bu emrimiz
üstüne 24’üncü Tümen Komutanı, Harbiye Nazırlığı Başyaveri Binbaşı Salih Bey’le
heyet üyelerinde Sinop Milletvekili Doktor Rıza Nur, Kastamonu Milletvekili
Yusuf Kemal, Eskişehir Milletvekili Abdullah Azmi ve Konya Milletvekili Hoca
Vehbi Efendileri göz hapsi altında Ankara’ya göndermiştir. ”
Selahattin kâğıtları indirip
başını salladı:
— Arapsaçına döndü bu
işler...
— Aldırma! Anzavur şaşırtma
veriyorsa, biz Bursa’yı nasıl savunacağız, ona bakalım!
Faruk atıldı:
— Bursalı davranmazsa,
savunamayız!
— Bursalının davranacağını
hiç ummuyorum.
— Kasap Osman Bey’in
tümenini buraya getirsek?
— Sen Kasap Osman Bey’i
tanıyor musun?
Cemil biraz düşündü:
— Şöyle bir gördüm! Yakından
tanımam!
— Az kalsın, Kirmasti’de
asmadık adam bırakmayacaktı. Bereket bizim kurmay başkanı gitti, görüştü de, o
zamandan beri iyi kötü yargılıyormuş... Kötülüyorum sanma!.. Kasap’a çok şeyler
borçluyuz. Önce 56’ncı Tümeni meydana getiren 200 er burda, Yarbay Kasap Osman
Bey’in sorumlu düşmeye metelik vermemesinden duruyor!
— Anlamadım.
— Padişahın çiftliğindeki on
binlerce koyuna resmen el koymasaydı, kaynattığımız kazanlardaki eti biz zor
bulurduk.
— Padişahın çiftliğini mi
yağmaladı?
— Kendisine bakarsan,
yasalardan dışarıya hiç çıkmamış... “İmzayı mühürü bastım, savaş vergisi aldım”
diyor. “Biz burada padişahın mülkünü savunmakta değil miyiz?” diyor,
“Ceremesini çekmek hepimizden önce, padişaha düşmez mi?” diye yumruğunu masaya
vuruyor gümbür gümbür... Önceleri 172’nci Alayı çeteye çeviriyordu az kalsın,
zor güç önledik. Şimdi yanında, özel koruyucu adıyla 35-40 kişilik bir
başıbozuk çetesi var. İpten kazıktan kurtulmuş serseriler... “İşler her zaman
ordu zagonuyla dönmez bacanak... Bunun gecesi olur, gündüzü olur. Daralırsın.
Emir yetişmez. O zaman vurursun başıbozukluğa... ” diye kasılıyor. Hayır,
Bursa’ya takım taklavat gelse, güç yetiremeyiz. Ortalığı karıştırır ki, Mustafa
Kemal Paşa gelse düzeltemez!
Ayağından yaralı binbaşı
kapıda göründü. Bir kolunu sağlık erinin, öbür kolunu Kör Şaban’ın omuzuna
atmıştı. Sıkılgan gülümsemesi bu halinden utandığını meydana koyuyor, yıpranmış
üniformasıyla bir kurmay binbaşından çok, işi gücü okumak olan bir yedeksubaya
benziyordu.
Cemil, “Şöyle getirin!” diye
boş karyolayı gösterdi.
— Rahatsız olmayın rica
ederim!. , iskemle iyi... Rahatsız olmayın!
— Uzanın binbaşım! Geçmiş
olsun!..
— Mersi efendim!
Esirlikten dönenlerde, ya
da, uzun zaman yattıkları cezaevinden yeni çıkanlarda görülen kof bir semizliği
vardı. Sol gözü durmadan seğiriyordu.
— Önemli değil... Hiç önemli
değil... Kemiğe değmemiş. Basabiliyorum! Garibi şu ki... Bunca yıl... Önemi
yok... Birden kendini topladı. Özür dilerim beyler! Başınız sağ olsun! Rahmi’yi
kaybettik! Tanıyorsunuz! Yiğitliğini bile övmek, hatırasına hakaret olur!
Affedersiniz! Ben Kurmay Binbaşı Nuri! 4’üncü Ordudan... Harbiye Nezareti’nde
Alman heyetiyle çalıştım uzun zaman... Biraz Çanakkale’de, biraz Galiçya’da
bulundum!
Cemil arkadaşlarını
tanıştırıp sordu:
— Rahmi Bey’le Filistin’de
mi beraberdiniz binbaşım?
— Evet, Filistin’de... Allah
rahmet etsin! Ölmeyebilirdi. Kendini öldürmek istiyor gibi davrandı. Ölümü
aradı enikonu... Üstüne gitti. Akşam bastırırken, söyledim. Düşmanla aramız, üç
yüz metre var yoktu. Herifler, sürünerek yaklaşıyorlardı. Alayın en önündeydi.
Gerilemek istemedi. Söylediklerimi duyduğuna emin değilim. Duyduysa da,
anlamamıştır. Başka şeyle düşünüyor gibiydi. Dikkatle bir yere bakıyordu. İki
kere “Deli bunlar” dediğini zannederim. “Hemen koş... Ata bin... Bursa’ya
yetiş... Durumu bildir” dedi. “Rica ederim... ” demeye kalmadı, aramızdan bir
kurşun geçti. Benim Sağ kulağımla, rahmetlinin sol kulağının iki parmak
açığından... “Emrediyorum” dedi. Filintasıyla ateş edip, herifi düşürdü. Sonra
iki kere, “Git” anlamına elini salladı. Gülüyordu. Birden çok neşelendiğine
eminim. Evet, birden neşelendi nedense...
Binbaşı Nuri Bey, yalvarır
gibi su istedi, iki yudum içti:
— Sağlık çavuşu, birkaç güne
kadar sargıyı ufaltacağını söyledi. Doğru mu?
— Doğrudur.
— Doğru olsun!.. Hiç
değilse, bastonla gezebilmeliyim!.. Böyle kımıldamadan yatmak insanı büsbütün
bunaltıyor. Anzavur’dan ne haber?
— Hiç...
— Bursa’ya saldırır mı
dersiniz?
— Belli olmaz!..
— Saldırırsa, ev ev, sokak
sokak çarpışmalıyız!.. Bana bir tüfek bulacaktı çavuş... Unuttu mu? O zamana
kadar, bunun üstüne basamazsam, beni pencerenin önüne koyup gideceksiniz! Söz
verdi çavuş...
Selahattin yere bakarak
konuştu:
— Çavuş söz vermiş ama,
tümen komutanı “Olmaz” diyor. İlk araba kervanıyla Eskişehir’e gönderecek
sizi...
— İstemiyorum... İnsanlar
orduda belli bir rütbeyi aştılar mı, yorulmak diye bir şeyin var olduğunu
unutuyorlar. Eskişehir bana, dünyanın öbür ucu kadar uzak geliyor! Burası
iyi... Burada bırakın beni...
Kurmay Binbaşı Nuri Bey,
seğiren gözünü eliyle kapattı, yarası sızlıyormuş gibi yüzünü buruşturdu:
— Çavuş, tüfeği getirsin
bugün... Elli mermi yeter. Otuz da yeter. Mermi bulunuyor mu? Bulunamıyorsa, on
on beş olsun... Boşa atmayana çok bile...
Faruk çekinerek sordu:
— iyi atar mısın binbaşım?
— Eskiden biraz atardım.
İnsan iyi bildiği şeyleri kolay unutmaz! Bu sefer çarpışırken baktım, pek
kaybetmemişim. Ellerim de, umduğum kadar titremedi. Ben pek savaş subayı
sayılmam ama, barut kokusu...
Subaylar ağır bir hastayı
dinlenmeye bırakır gibi ayaklarının ucuna basarak çıktılar.
Binbaşı Nuri Bey dalmış
gitmiş, yalnız kaldığını bile fark etmemişti.
— Haydi hazırlan Cemil!
Hemen Kirmasti’ye gidiyorsun!
— Kirmasti’ye mi, niçin?
— 172’nci Alay Komutanı
Kasap Osman Bey’i alıp getireceksin...
— Ne demek alıp getirmek?
Hatlar kesik mi?
— Değil ama yüz yüze
konuşmadan olmaz! Kolordu, bizden habersiz Osman Bey’i de Anzavur’a saldırtmak
istiyor!
— Yetişmiyor mu, 176’ncı
Alay’ın başım yedikleri? Deli mi bunlar?
— Artık bilmem... Rahmi
Bey’in ölüm haberi, Bandırma’yı anlaşılan allak bullak etti. Kasap Osman deliye
dönmüş... Tümene yazdığı telgrafı görsen, gülmekten katılırsın? Eskiden beri
dikbaşlıydı ama, bu sefer iyice kudurmuş... Bandırma’yı basmaktan filan laf
ediyor. Gidip görüşeceksin de, okşalayarak alıp geleceksin!
— Allah Allah... Ne karışık
işler... Anzavur, padişah adına yürüyor üstümüze... Yusuf izzet Paşa da
tanımıyor Ankara’yı... Sonra elindeki kuvvetlerle Anzavur’a saldırmak istiyor!
Sapıtmak olur ama... Biraz daldı. Ne zaman çıkacağım yola?
— Hemen... Şaban’a haber
verdim. Hayvanları hazırlıyor.
Komutan dedi ki, “Yarbay
Osman Bey, yalnız gelsin” dedi, yalnızdan maksat çetesini istemiyor. “Bize
buradaki serseriler elverir” dedi. Bazı bazı, ödlekliği tutar bizim Kasap Osman
Ağa’mızın... Ürkütmeden getireceksin. “Koruyucusuz gelemem” diye direnmeye
kalkarsa, ne yapacağını bilirsin!
— Kolay!..
— Söyle Kasap’a, işin şakası
yok... Yusuf İzzet Paşa, “Dinlemezse, ellerini bağlayıp gönderin. ” diyor. Hadi
tümene uğra da, Yanına biraz para al...
Cemil, tümenden para alıp
komutana, “Allahaısmarladık” dedikten sonra avluya indi. Kör Şaban’a atını
getirmesi için elini salladı.
Marmara Denizi’nin üstünde,
güneş bulutları parçalıyordu. Geceyi yarı yoldaki köylerden birinde geçirmeyi
düşündüğü için Cemil yamçısını almamış, içine kurt postu geçirilmiş kısa
gocuğunu, kısa konçlu çizmelerini giymişti. Belindeki fişeklik, Çerkez kaması,
boynundaki dürbünle subaydan çok çeteciye benziyordu.
Kör Şaban’ın güçlükle
getirdiği kara atına “Höst Karaoğlan” diye seslendi. Ethem Bey’in, ilk vurgundan
armağan ettiği yarım kan Arap atı, sahibinin sesini tanıyarak kulaklarını
dikti. Nazla kişneyip avlunun taşlarını döverek şımardı. İyi bakılmıştı.
Gençti. İnce uzun bacakları, ince uzun boynu, insan gibi akıllı akıllı bakan
gözleri vardı.
Kör Şaban, atın uzun
kuyruğunu örüp toplamış, başlığındaki gümüşleri iyice parlatmıştı. Filinta,
eğerin önündeki kılıfta asılıydı.
Cemil, hayvanın yelesini
sıvazladı, boynunu iki kere okşar gibi şamarladı, üzengiye basıp, “Haydi uğur
ola” diye üstüne sıçradı.
Geceyi, muhtarına güvenilen
bir göçmen köyünde geçireceklerdi.
Kör Şaban, nereye, niçin
gittiklerini anlamak için, çarıklı kurmaylık edip ağız aramadığına göre
yolculuğun sebebini öğrenmiş olmalıydı.
Cemil, erlerin, en gizli
haberleri ne kadar kolay öğrendiklerini, öğrenemediklerini de, duruma göre, ne
güzel yakıştırdıklarını biliyordu. Bir cigara yaktı:
— Yamçını almamışsın Körağa?
— Almadık.
— Neden?
— Sen almayınca...
— Hani kalpağı
değiştirecektin?
— Sen değiştirmeyince...
— Anzavur millete yemin
ettiriyormuş, Kurana el bastırıp... “Her biriniz, kalpaklı İttihatçı
geberteceksiniz, cennetlik olalım derseniz” demekteymiş...
— Demekteymiş ya, bizden
neyi alıp verememekte bu domuz?.. Biz bunun atlarını, davarını mı sürdük? Tövbe
hey Allah... Aklımın ermediği... Bu herif, padişah hainliğini bize neden
bulaştırmaya çabalar? Biz padişah hainiymişiz de, önceleri, Balıkesir
Millicilerine “Beni içinize alın, başınıza geçirin. ” demesi neyin nesiymiş
bakalım?
— Böyle bir şey mi demiş?
— Demiş ne güzel...
Balıkesir’in Millicileri, “Olmaz! Bizim eşkıya takımıyla işimiz yok. ” deyince,
öfkesinden kuduz ite dönmüş bu Anzavur. Kendisi başa geçeydi, Milliciler
padişah haini değildi, öyle ya?..
— Bursalılar mı söylüyor
bunu?
— Bursalılar söyler mi?
Bursalılar benim gördüğüm, çoğunlukla Anzavur’u tutmakta... Hoca takımı, tüm
Anzavurcu... Duyduğum doğruysa, bizim Bandırma’daki kolordu komutanımız da,
Anzavur’dan yanaymış...
— Yalana bak!.. Kim uydurmuş
bunu?
— Yalanlığı meydanda... Koca
bir kolordu komutanı, nasıl bir...
Kör Şaban “Avanak olmalı ki”
diyerek sözün ardını getirmeyince, Cemil, güldüğünü belli etmeden sordu:
— Evet... “Nasıl bir”
diyordun?
— Dediğim... Nasıl bir...
Komutan olmalı ki... Anzavur’u tutmalı!.. Bursalıya bakarsan, binbaşım, bu
Anzavur, padişahın Anzavur’uymuş... Bu Anzavur padişahın Anzavur’u da,
öldürdüğü bunca subay padişahın subayı değil mi? “Elimde ferman, dilimde Kuran,
göğsümde iman” diye gelmekteymiş bu Anzavur... Ferman, padişahın fermanı öyle
ya?.. Bizi kırsın diye mi vermiş fermanı, padişah, bu Anzavur’a?
— Yok canım... Uyduruyor
kerata!.. Milletin bilmezlerini kandıracak da soygunu gerine gerine yapacak...
— Kandıracak evet...
Diyesiymiş ki bu Anzavur: “Bu Milliciler, karıyı kızı anadan çıplak soyup
hamamlara dolduruyorlar da, gönül eğliyorlar” diyesiymiş... Karıdan kızdan
geçtik, bizim hamam yüzü gördüğümüz mü var, imansız yalancı?.. Bu Anzavur neden
kızdı? Bursalı neden kızmakta bize sipsivri?.. “Köylü milletinin aklı ermez”
diyelim... Ya hacıya, hocaya ne diyeceksin? Tümende bir bölüğü neden dolduramamakta
bakalım, bizim komutan bey?.. “Erlerin savuşması hocaların kışkırtmasından”
dediler. “Bu contürk subayların lafına bakmayın! Bunlar tüm farmason...
Hepsinin dini imanı para... Bunlar, ‘Cehenneme gider misin?’ denildikçe, “Aylık
kaç?” diyen gözü doymaz takımı... ” demektelermiş hocalar! Hadi onlar dedi,
diyelim... Ya bizim eşek eratımızın inanması neyin nesi? Geçenlerde tavlada,
biri bu lafı attı ortaya... Baktım, hepsi kafa sallamakta... Kızdım ki ne
kadar... “Durun hele kardaşlar” dedim, “Bu bizim subaylarımızın aylığı kaç
kuruş ki. ‘Aman kesilmesin’ diyerek dünyayı ateşe vereler?” dedim. “Teğmen ayda
6 pankanot almaz mı?” dedim. “He” dediler. “Yüzbaşının aylığı?” dedim. “Dokuz
buçuk pankanot” dediler, “Ya binbaşınınki?” dedim. “On yedi buçuk” dediler.
“Peki, bir Osmanlı altını kaç pankanot?” diye sordum, içlerinden biri
bilirmiş... “Geçenlerde bozdurdum Şaban Ağa, 6 pankanot” dedi. “Peki... Er
tayını almasalar, bu bizim subaylarımız her ay tüm açlıktan gebermezler mi?”
dedim. “Orası öyle... ” dediler. Dediler ama, ertesi gün baktım, beşi altısı
gene savuşmuş... “Bu contürk subayları, aydan aya, eşek yükleriyle para alacak
diye, biz burada at gübresi mi temizleyeceğiz? Padişahımızın “Askerlik paydos”
fermanı varken, kendimizi Anzavur Paşa’ya mı kırdıracağız” diyerekten geçip
gitmiş reziller... Ama doğrusunu ister misin Binbaşım?
— Neyin doğrusu Körağa?
— Bu bizim askerin
savuşmasının...
, — Nedir?
— Bu bizim asker savuşur
savuşmaya... “Beni tutup asarlar. ” demez. Ama, beylik silahı mermileriyle alıp
savuşmak yoktu şimdilere kadar... Ateşkesten bu yana, herkes silahı alıp
savuşur oldu. Çünkü bugün eşkıyalık günü... Burda kurtlu baklaya askerlik
edeceğine, gider çete yazılır, kemerini koynunu doldurur. Çete başları,
silahıyla gelene şu kadar aylık vermekteymiş. Hele altına bir de hayvan
uydurdun mu Anzavur’da aylığın yüz pankanot, yüz elli pankanotmuş... “Ya devlet
başa, ya kuzgun leşe... ” hesabı...
— Eşkıyalığa çıkmış da
devlete konmuş adam var mı?
— Yok ama, avanaklığı
n’apalım? Benim kızdığım, “Subaylar şu kadar aylık almakta” diye savuşanların,
kendilerine geldi mi, subay aylığından üstün aylık umması... Millet kısmı
avanak olmasa, Anzavur gibiler meydan mı alabilir böyle sırada? Dünyanın vidası
çıktı ki, yerine gireceği hiç kalmadı. Evet... Bizim komutanın bu Kasap Osman
Bey’i Bursa’ya istemesi doğru... Baktı ki, başka çıkan kalmadı, “Gelsin de şu
Bursalıya, dünyanın kaç bucak olduğunu göstersin az biraz... ” dedi.
— Böyle bir laf mı var
arada?
— Var... Tümendeki askerin
içine fısıltı düştü ki, hiç sorma... “Bursalının dili dişi kitlendi”
denilmekte... Göçünü bağlayan baglayanaymış... Çünkü Kasap Osman Bey’i gayet
yaman söylediler binbaşım... Kasap Osman Bey, düşüne gireni “Vay benim düşümde
senin ne işin var?” diye asar mıymış gerçekten?.. Uçanla kaçan kurtulmazmış
ipinden öyle mi?
Kör Şaban’ın “İpinden uçanla
kaçan kurtulmazmış” dediği 172’nci Yaya Alayı Komutanı Yarbay Kasap Osman Bey,
orta boylu, tıknazca, suratı asık, bakışları donuk -yorgun bir adamdı. Sol
eliyle sağ bıyığını aralıksız kurcalayarak konuşuyor, sanki karşısındakini
“Assam mı, asmasam mı?” diye bir zaman süzüyordu da, sonra asmaya karar verip
“Bugün mü sallandırsam, yarın mı?” diye dalıp gidiyordu.
Alay karargâhındaki koruma
düzeni çok sıkıydı. Avlu kapısında bir erle bir çeteci duruyor, bunlar içeriye
emirsiz kuş uçurmuyordu.
Kasap Osman Bey, Cemil’i çok
bekletmedi. Ayakta karşıladı, elini uzattı:
— Buyrun Cemil Bey...
Selahattin’den gece bir telgraf aldım. Siz, beni, belki unutmuşsunuzdur ama,
ben Cehennem Yüzbaşı’yı unutmadım. Yolculuk nasıl geçti? Uygunsuz bir şey
olmadı ya?..
— Olmadı yarbayım...
— Yanınıza yalnız emir
erinizi almışsınız... Yanlış... Kabadayılığın sırası değil. Rahmi de
kabadayılık etmeye kalkıştı ama... Çok severdim. Başka durumda öleydi, yüz kat
daha yanardım. Böyle karışık sıralarda, kendimizi kollayacağız. Palaskasına
bağlı tabancasının yerini aralıksız değiştiriyordu. Benim biraz işim var.
isterseniz burada bekleyin. İsterseniz siz de gelin!..
— Selahattin, buraya neden
gönderildiğimi de telgrafladı mı efendim?
— Hayır-... “Cemil Bey size
söyleyecek” dedi. Şu işi bitirelim de konuşuruz.
— İşiniz uzunsa... Şimdi
konuşsak...
— Uzun değil... Aslına
bakarsanız, bu işi tümen kurmay başkanı başıma doladı. Yargılamadan adam
asmayacakmışız. Pekâlâ! Yargılayalım bakalım!
— Şimdi birisini mi
yargılayacaksınız?
— Evet... Haydi gelin de,
Allah için tanık olun... Bir de bana “Yasa tanımaz” derler...
Kalpağını sağ kaşının üstüne
eğdi. İri mahmuzlu çizmelerini şakırdatıp döşemeyi gümbürdeterek yürüdü.
Sofaya çıktığı zaman, er,
erbaş, subay, kim varsa, kendilerini duvar diplerine atarak kaskatı kesildiler.
Kocaman sofada birden ses soluk kalmamış, sinek vızıldamaz olmuştu. Kasap Osman
Bey, çevresine saldığı dehşetten kasılarak, gıcırtılı, şakırtılı, gümbürtülü,
çatırtılı adımlarla yürüdü.
Önünde bir erle bir
çetecinin nöbet beklediği kapıya yaklaştı... Top gibi gürlerdi:
— Harp divanı üyeleri
geldiler mi?
Komutana karşılık vermeyi er
de göze alamadı, çeteci de...
— Söyleseniz herifler...
Ulan geberdiniz mi?
Ağzını açıp kapayan erin
korkudan sesi çıkmıyordu, Laz çetecinin dili büsbütün dolaşmış, büsbütün
anlaşılmaz olmuştu.
— Tüh Allah belanızı versin
ayılar! Ulan size adam diyenin...
Kanadı var gücüyle iterek
duvara çarptı.
İçerdekiler hemen ayağa
kalkıp dimdik hazır ola geçtiler.
— Burdasınız... İyi...
Cemil’e döndü, işte bizim yargı heyeti. Teğmen Selâmi’yi tanır mısın? Topçudur.
Beriki Gökgöz... Ahmet... Alay emir subayı... Efendiler, size ordumuzun ünlü
Cehennem Yüzbaşı’sını tanıtırım. Tümenden geldi. Yargı işlerinde, nasıl kılı
kırka yardığımızı görsün de, tümen kurmay başkanı beyefendiye anlatsın... Kaç
kişi var?
— Üç kişi komutanım...
— Sorguları morguları tamam
mı?
— Tamam komutanım...
— Neyin nesi?
— Eşkıya yataklığı... Hayvan
hırsızlığı... Bir de Mudanya’dan gelen İngiliz casusu...
— İyi, haydi iş başına...
Siz şuraya oturun Cemil Bey... Bir an düşündü. Üyelik etmek ister misiniz Alay
Harp Divanı’nda?
— Teşekkür ederim. Gerekmez!
— Sen bilirsin...
Masaya oturdu. Üyeleri de
iki yanına aldı. Tabancalı bir çavuş yazıcılık, bir başka çavuş da çağırıcılık
yapıyordu.
Kasap Osman’ın ünlü harp
divanına, önce bir hayvan hırsızı alındı. Yaşlı adamdı. Suratının buruşmamış
yeri kalmamıştı. Sıska göğsü hırıldıyor, odadakilere küçük çakır gözleriyle,
korkusuz, biraz da keyifli bakıyordu. Yanında getirdiği ekmek çıkınını
ayaklarının dibine bırakmış, ellerini namazda durur gibi edeple, göbeğine
bağlamıştı.
Yarbay Kasap Osman Bey,
heyecandan pürüzlenmiş bir sesle boğuk boğuk emretti:
— Oku bakalım şunun
kâğıdını!
Alay için satın alınmış iki
dana çalınmış, sürülen iz gidip çoban Recep’in sürü gezdirdiği yere dayanmıştı.
Çoban Recep danaların rengini, boyunlarına bağlanmış kuşakların cinsini
söylüyordu ama, çekip götürenleri tanımadığında direniyordu.
Kasap Osman Bey yargıya
girişti:
— Adın ne senin herif?
— Recep beyim... Köylü,
Yalak der. Yalak Recep...
— Neden sana yalak demiş
köylülerin?..
— Bilmem... İstemezin biri,
Yalak demiş vaktin birinde... Kalmış Yalak...
— Baban da Yalak mıydı?
— Babamız... Rahmetli...
Pelvandı Komutan bey... Ünlü pelvandı bizim babamız. İsmail Pelvan dedin mi?..
— Nerelisin?
— Göçmeniz... Doksan üçte
Tuna boyundan...
— Yaş kaç?..
— Kafa kâğıdımda ne yazar
bilmem. Elli beş varız allalem... dedi ki altmış...
— Ne iş yaparsın?
— Çobanız Karakaya
köyünde...
— Sen çalınan danaları
görmüşsün...
— Gördüm... Biri kara dana,
biri sarı ala... Biz düve deriz. Birinin boynuzları kütçe, nah parmağım gibi...
Baş parmağını gösterdi. Böyle...
— Danaların boyunlarındaki
kuşakları da görmüşsün...
— Gördük... Birini kırmızı
yün kuşakla çekerdi besmelesiz, öbürünü askeriyenin palaskasıyla...
— Kim bunlar?
— Seçemedim akşam
karanlığında... Töbeee... Sabah alacasında...
— Danaların rengini,
boynuzunu seçmişsin, boyunlarına bağlanan kuşağı seçmişsin... Çekip götüren
herifleri nasıl seçemezsin?
Çoban Recep edeple yere
baktı. Kırçıl bıyıklarıyla kırçıl sakalı arasında yumuşacık gülümsüyor,
danaları çalan zıpırlardan korktuğu için adların söyleyemediğini komutan beyin
bilip kendisini bağışlayacağına güveniyordu.
— Vay ulan Papas! Vay ulan
Rumeli çingenesi... Bir de gülersin ha... Ulan gülmek n’oluyor? Heriflerin
adlarını söyle... Söyle dedim, gidiyorsun, pezevenk...
Çoban Recep gözlerini şaşkın
kırpıştırdı.
— Seçemedim sabah alacasında
be komutan bey... Seçemezsin sen de olsan! Köy yerinde... Beni getirmeyecekti
buraya başçavuş... İz verdikse günaha mı girdik hükümatımıza?..
— Son defa soruyorum! Kimdi
danalarımızı çalanlar?
— Seçemedim inan olsun!
— Kes... Benden günah gitti.
Yazıcıya döndü. Yazdın mı? Yazmadın mı? Uyuyor musun be herif?.. Yaz... Alayın
beylik hayvanlarını çalanları koruduğundan, hırsızlıkla ilişiği olduğu
anlaşılmıştır. Gün ışıdıktan sonra, danaların renklerini, boyunlarına bağlı
olan kuşakların cinslerini görüp hırsızları seçememesi yalan söylediğini
meydana koyduğundan, askerlik ceza kanununun suçuna uyan maddesi gereğince
“salbine... ” Yaz... Onaylanmıştır. Yarın sabah, hükümet avlusuna getirilmek
üzere inzibat bölük komutanlığına... Götürün şunu...
— Bıraktın mı beni Komutan
bey?..
— Yıkıl... Daha konuşuyor.
Yarın görürsün...
— Yarın mı? Sağ ol... Allah
seni çoluğuna çocuğuna...
İki çavuş herifi kollarından
çekip arkasından iteleyerek dışarı çıkardı.
Cemil, dehşete bile
kapılmayacak kadar şaşırmıştı.
Yazıcının önüne koyduğu
kâğıdı Kasap Osman Bey, hınçla imzalarken söyleniyordu:
— Hayvan hırsızlarından
korkuyor da bizden korkmuyor kodoş... Onlar gebertir de biz gebertemeyiz
sanki...
Gözlerindeki donukluğun
yerini ışıltılar almıştı.
— Getirin öteki namussuzu...
İkinci suçlu, başına
geleceği kestirmiş olmalı ki, korkudan yan ölü gibiydi. Kollarına girmiş
çavuşların arasında sendeliyordu. Bıraksalar yığılacaktı. Otuz beş yaşlarında,
kara yağız, yakışıklı bir adamdı. İşlemeli poturu, sırmalı cepkeni, fesin
sardığı oya, vakitli olduğunu, iyi giyinmeye özendiğini gösteriyordu.
172’nci Yaya Alay Komutanı
Yarbay Kasap Osman Bey, böyle bitik insanları yargılamaya alışık olduğu için,
çavuşların adamı ayakta tutmalarıyla ilgilenmedi:
— Adın?..
Adam, anlaşılmaz bir şey
mırıldandı:
— Adın, dedim, bitiyorsun!
— Süleyman...
— Babanın adı?
— Canpolat...
— Yazdın mı çavuş?
— Yazıldı efendim...
— Çerkez misin?
— Çerkez’im...
— Eşkıya Şevket’e yemek
çıkarmışsın...
— Çıkardım efendim... Bizim
evde, cevizli tavuğu iyi pişirirler. Bilir Şevket Bey...
— Vay... Bir de bey diyor...
Ulan bey ne demek? Eşkıya... Bir eşkıya, nasıl bey olurmuş?
— Bey soyundandır, komutan
bey, Şevket Bey...
— Yemek gönderdiğin doğru
öyle mi?
— Gönderdim efendim.
Göndermesem beni vururlardı. Evimi yakarlardı. Can korkusundan gönderdim.
— Tamam... Korktun...
Ölümden korktun... Peki, benim burada olduğumu bilmiyor muydun? Ya ben adamı
gebertmez miyim? Yaz... Eşkıyaya yemek verdiğini açıkça söylemiş, bu suretle
suçu sabit olmuştur. Her ne kadar korkusundan yemek götürdüğünü söylüyorsa da
haber verenler, bu adamın gerici ruhlu ve Kuvayı Milliye düşmanı olduğunu da
bildirmekte olduğundan... Adam kendini dizlerinin üstüne bırakmış, hırıldayarak
yalvarmaya başlamıştı. Ve eşkıyaya yemek götürmesi de bunu meydana
koyduğundan...
— Etme komutan bey...
Kurbanın olayım... Köy yerini bilmez misin?
— Aman komutan bey... Kanıma
girme... Aman komutan bey, biz köle cinsi olduğumuzdan. Beylerin emirlerine
karşı gelemeyiz.
— Götürün şu pisi... Götürün
dedim!..
— Yarın mahşer meydanında...
İki elim yakandadır. Müslüman yok muuuu? Adam boğuyor bu imansız!
— Tepeleyin hınzırı...
Adamı, merdivenlerden tekme
tokat indirdiler.
Casusluktan, daha doğrusu,
bozgunculuktan yargılanacak suçlu, çok uzun boylu, iri göbekli bir hoca idi.
Sarkık yanakları, kat kat ensesi kıpkırmızı, gözlerinin akları kanlıydı. Kasap Osman
Bey’in, kim bilir nasıl bir yer olan, cezaevinde yattığı halde, sangı apak,
fesi kalıplı, sadakor mintanı tertemizdi. Sırtındaki lâcivert cüppe halis
İngiliz çuhasındandı. Bacaklarında çizgili kara pantolon, ayaklarında yepyeni
mest lastik vardı. Yargıçları telaşsız selamladı. Gözleri korkusuzdu. Ne
yalanıyor, ne de ellerini ovuşturuyordu.
Yarbay Osman Bey, herifi
tepeden tırnağa süzdü. İğrenmiş gibi suratını buruşturarak sorguya girişti:
— Adın?
— Ziyaüddin Hoca...
— Babanın adı?
— Salahüddin...
— Kaç yaşındasın?
— 51...
— Nerelisin?
— Aslımız Bursalı... Ben
Şam’da doğmuşum...
— Medresede mi okudun?
— Evet...
— Buralarda ne işin var?
— Memleketim olan Bursa’ya
gidiyordum.
— N erden gelip?
— İstanbul’dan...
— İstanbul’dan gelenin Bursa
yolu Kirmasti’den mi geçer?
— Burda bir baba dostu
vardı. Onu görecektim.
— Kim bu baba dostu?
— Söyleyemem.
— Korkulu bir işin yoksa
neden söylemiyorsun?
— Böyle yargılama olmaz. Siz
bu mahkemeyi keyfinizce kurmuşsunuz. Yargıtayı da yokmuş... Benim yüzümden bir
başkasının sürünmesini istemem.
— Hanın altındaki kahvede,
subaylar hakkında ne dediniz?
— Herkesin herkese
dediğini...
— Herkes “Kuvayı Milliye
vatan hainliğidir” mi diyor birbirine?
— Kuvayı Milliye
başıbozukluk... Subaylarla ilişiği olamaz! Halife efendimiz savaş istemiyorlar.
— Savaşı biz mi istedik, biz
mi aradık sakalına tükürdüğüm...
— Eli bağlı adama sövmek
erlik değil...
— Erlik değil de, sen neden
sövüyorsun?
— Ben kimseye sövmedim.
— Vatan haini demek
sövmekten beter değil mi?
Sarıklının üstündeki güven biraz
sarsılmıştı. Karşılık vermedi.
— Zoru görünce susarsın eğri
dinli... Yunanla vuruşmayı yasak eden halife, Müslüman’ın Müslüman’la
vuruşmasını neden yasak etmiyor?
— Anlayamadım komutan bey...
— Anlayamazsın elbette...
Biz burda, silahsız cephanesiz yedi kralla vuruşuyoruz. Bir de üstümüze Anzavur
rezilini saldırtıyorsunuz. Ona gidip halifenin emrini bildirseydin ya...
— Ona da giderim. Gideceğim.
Bildireceğim...
— Elimden kurulacaksın da
öyle mi? Yaz... Bozgunculuk ettiğini ağzıyla söylediğinden, böylece gerek
Anzavur alçağına, gerekse yurdu basan düşmanlara destek olup, vatanı kurtarmak
için yoksulluk içinde çarpışan milletin çarpışma gücünü kökünden yıkmaya
çabaladığından, Kirmasti’deki suç ortağını da sakladığından, askerlik ceza
kanununun suçuna uygun maddesi gereğince “salbine”...
— Hayır... Böyle adam
asamazsınız! Hakkınız yoktur. Avukat tutacağım... Harbiye Nezareti’ne telgraf
çekeceğim...
— Hüst... Seni kara papaz
seni... l76’ncı Alay komutanı rahmetli Yarbay Rahmi Bey için avukat mı
tutturdunuz? Harbiye Nâzırı olacak herife telgraf mı çektirdiniz? Götürün...
İnzibat bölüğüne!.. Yarın sabah hükümet meydanında sallandırılacak! Leşi itlere
doğranacak! Kemikleri pisliğe gömülecek... Söyletme... Kes... Sürü şunu... Yere
yık... Sürü...
Yazıcının uzattığı kâğıdı
imzaladı. Kalemi attıktan sonra, pis bir şeye dokunmuş gibi, ellerini
pantolonuna sert sert sildi.
— Başka?..
Yanında oturan üye yüzbaşı
sakin bir sesle karşılık verdi:
— Bugünlük bu kadar
komutanım... Üç asker kaçağı var ama...
— Evet. Onları da yarın
asarız! Kalktı. Bir cigara yaktı. Buyrun Cehennem Yüzbaşı... Şaşırdınız
görüyorum...
— Biraz...
— Birazsa iyi... Eğer Rahmi
Bey’i şehit etmeseydiler belki, eşkıyaya yemek veren herifi astırmazdım. Haydi
gelin bakalım... Kahveyi hak ettiniz. Şimdi, tümen bizden ne istiyor onu
anlayalım!
Tümenden gelen haberi
öğrenince daha doğrusu kolordunun yakalama emrini duyunca, Yarbay Kasap Osman
Bey’in üstündeki bütün kasılma, birden, ürkek bir çocuk çaresizliğine
dönüvermişti. İki kere üst üste, “Yaaa... Eli kolu bağlı mı demişler?..
Yakalayacaklar... Eli kolu bağlı... ” diye söylendi. Gözleri kırpışmaya, kahve
fincanını tutan eli titremeye başlamıştı.
Cemil, Kasap Osman Bey’de
gördüğü korkunç kıyıcılığın, tabansızlığını saklamak çabalamasından geldiğini
anladı. Acıdı.
Yarbay Osman Bey, Bursa’da
başına neler geleceğini bilmediği halde, hemen yola çıkmak için hazırlanmış,
yanına koruyucu alamayacağı sözüne, hiç direnmeden boyun eğmişti.
Alayı, yüzbaşıya usanmış bir
sesle, yarım ağız teslim etti. “Ne zaman döneceksiniz?” sorusuna karşılık
vermek için Cemil’e baktı.
Cemil hiç duraklamadı:
— En geç... Dört gün sonra.
Daha gecikirse komutan bey size yazar.
Yüzbaşı çıkınca Osman Bey
kalktı:
— Buyrun gidelim kardeşim...
— Yanınızda para var mı?
— Var biraz... Dönüş gecikir
mi? Biraz daha alayım! Hakkımızda kötü bir karar verilmedi değil mi? Benden
saklamayın! Saklamadığınıza inanabilir miyim?
— Elbette canım... Aslında
Bursa, kolorduya metelik vermiyor. Hadi buyrun hazırsanız...
— Yanımıza birkaç silahlı
alsak... Hayır, başıbozuklardan değil... Erlerden...
— istemez... Pusuya
düşmemeye çalışırız. Düşersek bahtımıza... Kalabalığa çatarsak bizi birkaç er,
nasıl olsa kurtaramaz...
— Haklısın kardeşim...
Hayvanlara binmek için
aşağıya inerlerken insanlar gene duvarlara çarparak dehşet içinde toparlanıp
korkunç komutanı selamlamışlardı. Cemil ölüme gittiğini sandığı halde, hiç
direnmeyen, eli ayağı kesilmiş adamın, çevresini hâlâ nasıl korkuttuğunu
düşünüyor, içinde debelendikleri karışıklığın, insanları ne acıklı çelişmelerle
yerden yere vurduğuna şaşıyordu.
Kör Şaban’ın önüne getirdiği
atına bineceği sırada bir teğmen koşarak bir telgraf getirdi. Bursa’dandı.
Selahattin yalnız ikisi arasında kararlaştırdıkları şifreyle yazmıştı. Osman
Bey’den izin isteterek yukarı çıktı. Şifreyi çözdü. “Ankara kesin kararı verdi.
Birkaç güne kadar, Refet Bey, Konya’daki 12’nci Kolordu Komutanı
Fahrettin Bey’in üstüne
yürüyor, Demirci Efe kuvvetleriyle... ” Cemil, kâğıdı alışık bir hareketle ağır
ağır yırttı. Evet, gülle gibi döne döne akıl almaz bir karışıklığın tam
ortasına gidiyorlardı. Bir kolorduya komuta eden bir kurmay albayı yola
getirmek için bir soyguncuyu kullanmak zorunda kaldıklarına göre, içinde
debelendikleri karışıklığı oturup enine boyuna yeni baştan incelemek lazım
geliyordu.
Yüzüne kuşkuyla bakıp “Ne
var?” diye soran Yarbay Kasap Osman Bey’e, “Yok bir şey... Selahattin
sağlığımızı soruyor” deyip hayvana atladı.
Bursa’ya kadar, cigaranın
birini söndürüp birini yakarak hep düşünmüş, düşündükçe de aklı büsbütün
karışmıştı.
3
Yüzbaşı Selahattin’le Teğmen
Faruk, açılır kapanır karyolalarında cigara içiyorlar, ovada uğultularla esen
rüzgârı, arada bir tepelerinde çatlayan gök gürültülerini dinliyorlardı.
Gene camlara sürünür gibi
akan bir şimşek odanın karanlığını açıp kapayınca Selahattin söylendi:
— Neden “Soyunmadan
bekleyin” dedi bu Cehennem bize?..
— Bilmem! ikindiye doğru
apansız telaşlandı.
— Anzavur’la ilgili bir
haber mi aldı acaba?
— Anzavur işi olsa söylerdi.
Yeni bir mesele bu...
— Saat kaç?
— Saat... Saat epey...
Geceyi yarıladık! Gök gürledi, şimşek çaktı. Allah vere de fırtına telleri
koparmaya...
— Allem ettiniz kalem
ettiniz, fukara Yusuf İzzet Paşa’yı Kâzım Karabekir Paşa’yla görüştürmediniz.
Şimdi bir de “Fırtına telleri kopardı” diyeceksiniz. 12’nci Kolordu Komutanı Fahrettin
Bey’in Ankara’ya gittiğini bildiren telgrafı götürdüm. Okuyunca “Yaa... ” dedi
bir kere... Alt dudağı sarktı. Refet Bey’in Demirci çetesiyle pusuya düşürüp
Ankara’ya zorla götürdüğünü nerden bilecek?..
— Aklımın ermediği, bu adam
Anzavur, Bandırma’ya yaklaşınca neden İstanbul’a kaçmadı da, kolordu karargâhım
toplayıp buraya geldi?
— Tümenlerine söz
geçiremeyen Kolordu komutanı oldu mu sen de şaşırırsın!.. Buraya geldikten
sonra yakından gördüm. Kötü insan değil... Anzavur’la anlaşmanın yollarını arardı
yoksa... Rahmetli Rahmi Bey’in alayını hazırlıksız ileri sürmesi de, amansız
kalmanın şaşkınlığından... Biraz sustu. İstanbul’a neden kaçmadı bilir misin?
Damat Ferit’e güvenemedi. Yeni kabineyi Damat Ferit kurmasaydı, İstanbul’a
giderdi yüzde yüz...
— Evet, olabilir. Damat
Paşa’ya güvenememiştir.
— Neden güvenemediğini
anlamıyorum. İnsan halifeye bu kadar bağlı olur da, damadına güvenmez mi? Bir
karışıklıktır gidiyor. Benim bütün umudum, 24’üncü Tümenin Bilecik’ten
göndereceği 3000 kişilik alayda... Alay buraya sağ esen yetişirse, Bursa’da,
Yusuf İzzet Paşa başta olmak üzere Millici olmayan kalmaz.
— Doğru mu acaba yüzbaşım,
gerilerde üçer bin kişilik adayların kurulabildiği?
— Doğru olup olmadığını
birkaç güne kadar gözlerimizle göreceğiz. Bugün 9 Nisan... Alay 6 Nisan’da,
Eskişehir’den Bilecik’e doğru yola çıkarılmış... Birinci tabur nerdeyse
yetişecek...
Selahattin cigarasını
bastırmak için kalkıp oturdu.
Gök gürültüleri uzaklaşıyor,
şimşekler gitgide seyrekleşiyordu.
— Kahve yapsa Şaban...
— Yapsa iyi olur ama...
— Aması?
— Nuri Bey uyanırsa
başımızdan savamayız. Hele biraz daha bekleyelim, gelir nerdeyse, Cemil Bey, ya
da bir haber yollar!..
Teğmen Faruk dışarıya kulak
vererek biraz daldı, sonra kuşkuyla içini çekti: .
— Hâlâ aklım almıyor
yüzbaşım... Kabadayılıkta bu kadar nam salmış Kasap Osman Bey’in, alayı başına
giderken, kolordu komutanına rastlayıp ellerini kollarını kuzu gibi
bağlatmasını...
— Dedim ya, böyle kıyıcı
adamlar çabuk yılıyor!
— Artık birbirimizin dilini
de anlamaz olduk iyice... Tümen komutanı “Alayın başına gitmezse Osman Bey,
172’nci Alay dağılır” diye resmen yazı yazıyor. Kolordu onur meselesi yapmış...
Alay komutanlarından birini Bursa’nın ortasında sallandıracak... Evet, bir
karşılık ki, şeytanın aklı ermez.
Yüzbaşı Selahattin pencereye
gitti.
Sert rüzgâr bulutları
dağıtmış, gökyüzünde yıldızlar parlamaya başlamıştı.
Ayak sesleriyle kapıya
döndüler.
Cemil odaya soluyarak girdi.
“Merhaba” demeden, lambayı yakmak için kibrit çaktı:
— Koştum telgrafhaneden
buraya kadar inanır mısınız? Yüzü yorgundu ama sevinçliydi. Tamam arkadaşlar!
Haydi hazırlanın!.. İşe başlıyoruz!
— Ne işi?
— Mustafa Kemal Paşa’yla
görüştüm. Anlaştık enine boyuna...
— Hangi meselede?
— Komutan paşa meselesi...
“Bursa’da dayanma gücümüzü kırıyor” dedim, “Müdafaayı Hukuk Derneği’nde, gene
bugün uygunsuz konuştu, ‘Siz adamları yüzer yüzer toplayamıyorsunuz, Anzavur
biner biner topluyor. Bu işin çıkarını göremiyorum. ’ dedi” dedim.
— Kızdı mı?
— Bilmem... "Başka”
dedi. “İlle tutturmuş, Kasap Osman Bey’i kurşuna dizecek” dedim, “Buradaki
subaylar böyle bir işe razı değiller. Çok uygunsuz şeyler olacak” dedim, “Bekir
Sami
Bey’in çalışmalarını da
köstekliyor” dedim. “Biraz bekleyin! Makine başından ayrılmayın” dedi. On
dakika sonra “İki telgraf yazdıracağım” diye başladı. “Bekir Sami Bey’e
gösterdikten sonra, Yusuf İzzet Paşa’nın telgrafını şifreli olarak kendisine
verin, işte telgraf: “Bursa’da Yusuf İzzet Paşa Hazretlerine: Tümeni gözden
geçirmek için Bursa’yı şereflendirdiğiniz öğrenildi. Siyaset ve askerlik
bakımlarından en önemli kararların verileceği günlerdeyiz. Sizin de
görüşmelerde bulunmanız faydalı olacaktır. Ankara’ya şeref vermenizi rica eder,
saygılarımı sunanın. Mustafa Kemal. ” İkinci telgraf, “Bursa’da 56’ncı Tümen
Komutanı Bekir Sami Beyefendi’ye: Yusuf İzzet Paşa’ya yazdığımız şifreyi
okuyunuz. Bir şey sezdirmeden, kırmadan Ankara’ya gelmesini sağlayınız!
Gelmemekte direnirse tutuklu olarak göndermenizi rica ederim. Mustafa Kemal. ”
Durun, dahası var: Asıl önemlisi, bize çektiği üçüncü telgraf da şu: “Yusuf
izzet Paşa’nın en kısa zamanda Ankara’ya doğru yola çıkarılması için Bekir Sami
Bey’e bütün gücünüzle baskı yapın! Bunu önlemek isterse, onu da tutuklu olarak
Ankara’ya gönderin! işin gürültüsüz ve çabuk yapılacağını umut ederim. Makine
başında bekliyorum. Sonucu hemen telgraflamanızı rica eder, gözlerinizi öperim.
” dedi. Yüzbaşı Selahattin’le Teğmen Faruk hızla yaklaşmışlardı. Kolorduyu
teslim almak anlamına gelmez mi, biraz? Selahattin ensesini kaşıyarak biraz
düşündü:
— Gelir arkadaş!.. Dünyanın
tepetaklak olduğuna, bundan iyi delil istemez! Ne yapacaksın şimdi? Adamları
çalyaka edip yola mı çıkacaksın?
— Bekir Sami Bey’e telgrafı
verdim. Bir zaman düşündü, bir zaman yüzüme baktı. “Ne yapacaksınız?” diye
sordu. “Telgrafı paşaya vermeden önce bazı tedbirler alacağım. ” dedim.
“Doğrudur. Başka çare yoktur. Beni karıştırmadan, başarmaya çalışın, gürültüye
de meydan vermeyin!” dedi. Direnmesi imkânlarının ortadan kaldırıldığını
anlayınca paşa boyun eğer, çağrıyı gönlüyle kabul etmiş olur. Telgrafı eline yarın
sabah veririz. Kuzu kuzu yola çıkar... Önce unutmadan şunu söyleyeyim... Boş
bulunur da Kasap Osman’ın kapısını açarsak, herif kolordu komutanını asmaya
kalkar. Uyandırmamaya çalışalım! Şimdi dinleyin bakalım benim baskın planımı...
Anlatırken sevinçten içi
içine sığmıyordu. Kendisini iyimserliğe iyice kaptırmıştı. Plan açıktı. Hedefe
en kestirme yoldan gidiyor, hiçbir yerde tökezlenmeden de kolayca
başarılıyordu. Kolordu karargâhında, Yusuf İzzet Paşa’nın tepesine dikilip
Ankara’dan istendiğini söyleyecekti.
— Baktım, kem küm ediyor...
Elini tabancasına götürüp göz kırptı. Dayayacağım göbeğine... Tamam mı?
Bunu baştan savma sorduğu,
alacağı karşılıkla hiç ilgilenmediği, söyleyecek sözün kalmadığına emin olduğu
belliydi.
Yüzbaşı Selahattin, “Hayır,
tamam değil... ” deyince, arkadaşının yüzüne şaşkın şaşkın baktı.
— Ne demek?
— Anlatacağım! Hele otur
şöyle... Sabaha kadar vaktimiz var. Eğer bu iş bu kadar kolaysa, gün ışırken
başlasak, on dakikada bitiririz. Şimdi beni iyi dinle. Her yönü enine boyuna
hesaplamadan böyle bir şeye başlanamaz.
— Nesi var bunun uzun boylu
hesaplanacak?.. Baskın basanın...
— Baskın basanın ama, eşkıya
için... Vurup savuşacaksın... Bizim savuşmaya niyetimiz yok... Biz burada
kalıcıyız. Kalıcı olduğumuz için bizimki baskın değil, pürüz temizlemek... Eğer
pürüzü temizleyeceğiz derken ortalığı büsbütün pürüzlere boğarsak, burada hiç
barınamayız.
— Ben kimsenin karşı
duracağını sanmıyorum.
— Kolordu karargâhında mı?
Yahu kolordu karargâhını düşünen kim? Elbette karşı duran çıkmayacak... Yusuf
İzzet Paşa çoktan teslim olmuş Bursa’ya gelmekle...
— Peki?
— Hele otur şöyle... Bir
cigara yak! Genel durumu gözden geçirelim: Padişah, bir generalini, “Ortalığı
yatıştırsın, ateşkes anlaşması gereğince düşmanlara teslim edilecek silahları
toplasın, iç vuruşmaları önlesin” diye Anadolu’nun belli bir çevresine ordu
müfettişi olarak yollamış... Sonra bundan caymış... Adam, askerlikten
çekilmiş... Kongreler toplamış... Şimdi, Temsil Heyeti reisi olarak Ankara’da
bulunuyor. Hepimiz biliyoruz ki, ortada Temsil Heyeti filan yok... Temsil
Heyeti, tek başına Mustafa Kemal Paşa demektir. Ben bu işleri son günlerde çok
düşündüm arkadaş, zor durumdayız çok... Eğer, kolay olmayan bir durumu, kolay
gibi görmeye kalkarsak aptallık ederiz! Daha kötüsü, Ankara’yı da yeni
zorluklara düşürürüz. Her davranışımızda kılı kırka yaracağız. Ödev nedir?
Bursa şehrinde, bir kolordu karargâhını basıp komutanı tutuklu olarak Ankara’ya
göndermek... Bugünün şartları içinde, bunu birkaç kişi kolayca başarabilir.
Hele bizim için böyle bir iş çocuk oyuncağı... Gelelim şimdi madalyonun öbür
yüzüne! Kaç gündür, Bursa’yı inceliyorum, Bursalıların ruh halini anlamaya
çalışıyorum. Burası ateş boyuna yakın bütün kasabalarımız gibi şaşırmış... Hiç
kimse, kimden yana olduğunu bilmiyor. Bu yüzden herkes kuşkulu, tedirgin...
Silahlanmayı göze alamayanlar korkuyor, silahlanmış olanlarsa daha çok
korkuyor. Zenginler, talana uğrama ihtimalinin gerçek dehşeti içindeler.
Gözlerine uyku girmiyor. Çapulcular, Bursa çapuluna geç kalacaklarını düşünerek
kıvranıyorlar. Birilerinin şehri dört yandan ateşe vereceği söyleniyor. Bu
fırsattan faydalanarak düşmanlarım temizlemeye hazırlananlar kıyamet gibi...
Anzavur gelirse, ben seni nasıl astıracağımı düşünüyorum, Milliciler kazanırsa,
sen beni hangi iftirayla bitirebileceğim tasarlıyorsun. Orduya kimsenin güveni
kalmamış... Subayları hiç sevmiyorlar. İstanbul’un saldığı sarıklı bozguncular
için biz conuz, farmasonuz. Çıkarımız için dünyayı ateşe veriyoruz. Kan
dökmekten bıkıp usanmıyoruz. Hepimiz İttihatçı gâvuruyuz. İttihatçı, yani, koca
memleketi, on yılda bu hale getirenler... Bu şehirde devlet otoritesi yok... Bu
otoritenin sorumluluğu vali konağıyla kışla arasında sahipsiz, yerde yatıyor.
Dış görünüşün sakinliğine hiç aldanmayalım. Herkes tetikte... Bu ne kadar
sürer? Anzavur’un çeteleri görününce neler olur? Bence, bugünlerde Bursa kurulu
bomba gibi... Hani, “Korku dağları bekler” diye bir laf vardır ya... Bursa’yı,
şimdilik, korku bekliyor. Biz, kolordu karargâhını basmaya kalkmakla, bu
durgunluğu dalgalandırabiliriz! işin kolay olmayan yönü, karargâhı bastıktan
sonrasıdır. Korkulu bir şeye bakıyor gibi gözlerini kıstı. Küçük bir
çarpışmanın, şehri nasıl bir boğazlaşmaya atacağını hiç kimse şimdiden
kestiremez. Yunanlıların büyük bir saldın hazırladıkları söyleniyor. Anzavur
Bandırma’da... Durup dururken Bursa’yı kaybetmek, kolay bağışlanır bir suç
değildir. Bu durumda hiçbir şeyi oluruna bırakamayız! Kötüsünü düşünelim de,
iyisi gelirse bahtımıza... Bir kere Faruk’un telgrafhanede bulunması gerekli değil!
Orayı kim olsa tutar. Biz işimizi bitirene kadar, Bursa’nın dünyayla ilişiğini
keseceğiz, o kadar... Bir çavuş gönderirim. Makine odasını kilitler, anahtarı
cebine atar. Yusuf İzzet Paşa’nın Bandırma’dan getirdiği 170-180 erden çoğu
savuştu, ama gene de gücü bizden artıktır, “şunu şuraya kapatırız, bunu
buraya... ” lafı dile kolay... Kolordu karargâhının alt kat pencerelerinden
bazılarında demir yoktur. Ya kapattığımız heriflerden birkaçı hoplar çıkarsa,
şehri birkaç el silahla ayağa kaldırırsa... “Kolordu atlı bölüğü bizden...
Hemen atlı devriyeler çıkarırız. ” dedin. Şakır şakır nal sesleri, ne oluyor
gecenin bir zamanı, herkes tetikteyken?.. Bunun doğrusu... Yanına bulabildiğin
kadara asker alıp karargâhı önceden sarmak... Saatine baktı. Ooo... İki otuz
beş... Tam vakti... Çağırın lütfen, şurdan nöbetçi subayını bana Faruk!..
Faruk biraz sonra Teğmen
Murat’la içeri girdi. Murat yüzbaşıları selamladı. Selahattin sordu:
— Kuvvetin?
— On yedi tüfek...
— Yedisi burada kalsın! On
kişi alacak Cemil Bey... Ali Çavuş burda mı?
— Evet!
— Silahlı iki erle
telgrafhaneye gidecek... Bu dakkadan sonra benden izin almadıkça telgraf çekmek
yasak... İsterse kolordu komutanı olsun
— Baş üstüne!
— Erler hazır olunca haber
verirsin! Gürültü istemez...
Sinirli sinirli cigara
içerek beklediler.
Beş dakika sonra Kör Saban
fişeklikleri kuşanmış, elde tüfek göründü:
— Erlerimiz hazırdır
binbaşım!
Selahattin, Cemil’le öpüştü:
— Kendini kolla!..
— Bu gece karargâhın
parolası?
— Bilmem! Nöbetçi katırlık
ederse, Rüstem Çavuş’u iste... Bizdendir. Ben telefon eder, anlatının durumu...
Hadi, CEHENNEM olsun, bu gece bizim parola. .
On üç kişilik müfreze sokağa
çıktığı zaman saat gecenin üçüydü.
Bursa karanlıktı, ıssızdı.
Ne bekçi, ne polis vardı, ne de bir küçücük fener ışığı... Hafif bir nisan
esintisi hiçbir şeyi hışırdatmadan yüzlerine sürünüyordu.
Cemil, bir adım arkasından
gelen Faruk’la Kör Şaban’ın konuştuklarına kulak verdi.
— Binbaşı sana parolayı
söyledi mi Körağa?
— Söyledi teğmenim...
— Aklından çıkmasın...
— Ferah ol! Çıkabilemez.
— Peki, neyin nesi, gecenin
bir saatinde, -bu iş?.. Bizi gene ardına taktı senin binbaşın... Boyalı şeker
gibi, ağzımıza birer parola verip... Bizi aldı gidiyor ya, nereye gidiyor?
— Bizim aklımız o kadarına
ermez!..
— Aklın ermedi mi
soracaksın! Meselenin önünü ardını öğrenmeye bakacaksın...
— Biz sorabilemeyiz!..
— Emir kuluyuz da ondan mı?
— Değil teğmenim, biz
Allah’ın izniyle binbaşımıza güveniriz!
— Var köpoğlusu vay!. ,
“çarıklı kurmay” diyeceğim...
— Biz çarıklı kurmaylığı
çoktan atladık teğmenim, biz çizmek kurmayız sayende...
Faruk’la Kör Şaban
mavzerlerini omuzlarına baş aşağı asmışlardı. Cemil’in parabellumundan başka
silahı yoktu.
Kolordu karargâhı mevcudu,
yirmi dördü atlı, doksan erle, yedi subaydı. Cemil, atlıları kendisinden
sayıyor, yalnız ağır makineli bölüğünden çekiniyordu.
Kolordu karargâhına
yaklaşınca Teğmen Faruk’u çağırdı:
— Faruk Efendi!.. Karargâhın
çevresini kapıdaki nöbetçilere görünmeden sar. Yalnız Şaban girecek içeriye
benimle... Körağa dönene kadar, nöbetçilere görünmeyin. Ne kadar sıkışırsanız
sıkışın, Körağa gelmeden silah atmak yok...
— Peki yüzbaşım...
— Hadi Körağa!..
Faruk Efendi’den birkaç adım
ayrılınca Kör Şaban dayanamadı:
— Aman binbaşım... Kolorduda
bir yaramaz iş mi oldu, gecenin bu vakti?
— Yok... Komutana telgraf
geldi de onu vereceğiz.
— Tatlı uykusundan uyarıp da
he mi?.. Vay başıma... Nerden bu telgraf? İstanbul’dan mı? Bizim paşamızı vezir
mi etti padişah, durduğu yerde?
— İyi bildin vezir etti ki,
başvezir etti.
— “İstemem” der diye mi
sardırmaktasın karargâhı?
— Hele köpoğlusu... Kes
bakayım... Parolayı unutmaksın ki... Faruk Efendi gece karanlığında seni
zımbalamak ki, domuz niyetine...
Kör Şaban, keyifli keyifli,
“Sayende zımbalayabilemez. ” diye bir şeyler mırıldandı.
Kolordu karargâhının
kapısındaki nöbetçi, duvara dayanmış, biraz dalmıştı. Ayak sesleri iyice
yaklaşınca ürpererek kendine geldi:
— Kimsin? Yanaşma!
— Ben Yüzbaşı Cemil...
Komutan Paşa’ya telgraf getirdim. Rüstem Çavuş’u çağır hemen...
Nöbetçi hafiften ıslık çalar
gibi düdüğünü öttürdü. Avludan ayaklarını sürüyerek gönülsüz yaklaşan postaya,
çavuşu çağırmasını söyledi.
Rüstem Çavuş, postanın
tersine, koşarak gelmişti. Selam verdi.
— Buyrun yüzbaşım!.. ;
— Selahattin Bey telefon
etti mi?
— Etti yüzbaşım!
Avluda yan yana yürüdüler.
— Kim nöbetçi subayı?
— Ağır Makineli Takım
Komutanı Teğmen Abdullah Efendi...
— Uykuda mı?
— Evet...
— Kolordu komutanının
yaveri?
— Uykuda...
— Nöbetçi subayın yattığı
odayı göster. Sen görünme... Takımı bana teslim etme kendisi versin...
— Baş üstüne!..
— Atlı bölük?
— Çavuş bizden...
— İyi... Karargâh
sarılmıştır. Birazdan Teğmen Murat da gelecek... Burayı saran birliğin başında
Faruk Efendi var. Abdullah Efendi, karargâhı emrine verince, Şaban’ı gönderir
Faruk Efendi’yi çağırtırsın. Paşayı da, yukardakileri de şimdilik uyandırmamaya
çalışalım. Parola: Cehennem.
— Emrettiğiniz zaman Faruk
Efendi’yi çağırtacağım. Paşayı uyandırmayacağız. Parola: Cehennem...
— İyi... Burası mı Teğmen
Abdullah Efendi’nin odası... Sen dışarda bekle! Silahın?
— Tabancam var yüzbaşım...
— Tamam! Şaban benimle içeri
girecek...
Kapıyı yavaşça açtı. Lamba
kısılmış olduğundan oda alacakaranlıktı. Köşedeki küçük karyolada Teğmen
Abdullah, hafif horultularla uyuyordu.
Şaban kapıyı çekip önünde
durmuştu.
Cemil gürültü etmeden masaya
yaklaştı, lambayı açtı. Sonra gelip uyuyan teğmenin başına dikildi:
— Abdullah Efendi!..
— Buyrun... Kimsin?
Teğmen Abdullah sıçrayıp
doğrulmuştu. Gözlerini ovuşturuyordu.
— Ben Yüzbaşı Cemil...
Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle kolorduyu teslim almaya geldim.
— Teslim almaya mı? Siz mi?
Anlayamadım, yüzbaşım... Mustafa Kemal...
— Ankara’dan Temsil
Heyeti’nin kararı var. Komutan paşa, yarın sabah erkenden Ankara’ya gidecek...
— Evet...
— Şimdi, biz, burdaki
birlikleri, Tümen Komutanı Bekir Sami Bey’in emrine veriyoruz. Bu işte bizimle
beraber misin? Komutan paşa, Ankara’ya gitmek istemezse, direnmeye kalkarsa...
Teğmen Abdullah’ın uyku
sersemliği kısa sürmüş, gözlerine anlayış gelmişti.
— Direnmeye mi kalkarsa?
Cemil, lafı uzatmadan
meseleye girdi:
— istersen, bize katıl,
istersen durum yatışıncaya kadar göz hapsine alınmış ol! Nasıl işine gelirse...
Hadi ver kararını...
— Şaşırdım birdenbire
yüzbaşım... Birdenbire... Yani beni karıştırmasanız şimdilik. .
Ben şimdilik...
— Tamam! Sen şimdilik benim
mahpusumsun! Kapıya nöbetçi dikeceğim. Yarım saat, en geç, bir saat sürer! Sen
şimdi çavuşa nöbeti bana devrettiğini söyle... Teğmenin düşünmesine vakit
bırakmadan Şaban’a emretti. Çağır bana çavuşu...
Rüstem Çavuş içeri girdi.
Selam verip çakı gibi dikildi.
Teğmen Abdullah Efendi bir
an durakladı. Galiba aklından, direnme için bir yol olup olmadığını
geçiriyordu.
Cemil, elini tabancasının
üstüne koyunca üst üste yutkundu:
— Bakın Rüstem Çavuş... Bu
dakikadan sonra, Yüzbaşı Cemil Bey’in emrindesiniz. Cemil Bey’in emrinde... Elini
yüzünden geçirdi. Komutan beni bir hafta oda hapsine koymuş...
— Evet teğmenim...
— Evet... Bu kadar...
Teğmen Abdullah başını önüne
eğmişti.
Cemil ilk emri verdi:
— Binanın dört köşesine dört
nöbetçi... İki kişilik devriye... Kapıdaki ağır makineli tüfek yerinde...
İkinci tüfek yola çıkmaya hazırlansın... Merdiven ayağına iki nöbetçi. Ben,
yukarda kolordu kurmay başkanının çalışma odasındayım. Teğmen Faruk Efendi,
beni orada bulsun. Şaban benimle çıkacak... Gürültü yok! Tüfek yola çıkmaya
hazırlanınca ne yapacağını sana söylerim.
— Baş üstüne komutanım...
— Telefon santralında kimse
var mı?
— Var komutanım...
— Emrim olmadan karargâh
konuşmayacak. Dışardan arayanları vakit geçirmeden bana bağlasınlar. Teğmen
Murat Efendi, birliğiyle gelince hemen yukarı çıksın!
Rüstem Çavuş koşarak gidince
Teğmen Abdullah merakla sordu:
— Ne oluyor yüzbaşım?.. İşin
içyüzü...
— İşin içyüzü... Lütfen
tabancanı...
Teğmen yastığın altına doğru
uzanmak istedi.
— Kımıldama teğmen!.. Uzanıp
silahı aldı, yan cebine soktu. Bunu bir saat kalmadan kuşanacağına eminim. Ben
senin yerinde olsam, uyumayı denerim.
— Sağ olun yüzbaşım...
Kendimi hapsettirişim korkaklıktan değil!
— Korkaklık gelmez benim
aklıma, hiçbir zaman...
— Sağ olun... Özür dilerim.
Size hemen katılmayı isterdim ama... Komutan bize yemin ettirdi.
Cemil kapıya doğru yürürken
döndü:
— Yemin mi? Ne yemini?
— Kendisinden gizli bir şey
yapmayacağımıza... O gün bunu çok saçma bulmuştum... Şimdi anlıyorum ki...
— Başka kimlere yemin
ettirdi?
— Adı adınca sayamam! Aşağı
yukarı, karargâhın bütün subaylarına...
— Aferin!
Rüstem Çavuş her gece ağır
makineli tüfek takımını giyimli yatırdığı için, dış nöbetçiler çoktan yerlerine
yetişmişler, devriyeler dolaşmaya başlamışlardı.
Cemil, merdiven ayağına
dikilen nöbetçilere, silahlarının dolu olup olmadığını sordu. Üst kat sofasının
iki nöbetçisiyle Kör Şaban’ı arkasına alıp yukarı çıktı. Kurmay başkanının
çalışma odasındaki masaya rahatça yerleştiği zaman ne kolordu komutanı paşa
uyanmıştı, ne de karargâh subayları...
On dakika sonra, Faruk’u
jandarma komutanına, Murat’ı Müdafaayı Hukuk Demeği başkanına gönderip,
herhangi bir olaya karşı, hazırlıklı bulunmalarını bildirdi. Jandarma komutanı
gerekli görürse polis müdürüne meseleyi haber verecekti.
Kolordu kurmay başkanıyla
paşanın yaverini ancak, Selahattin geldiği zaman uyandırdılar.
Güneş doğmak üzereydi. Daha
dükkânlar açılmaya başlamamış, camiye giden birkaç yaşlıdan başka kimse sokağa
çıkmamıştı.
Yusuf İzzet Paşa’yı
Ankara’ya götürecek otomobil hazırdı.
Teğmen Faruk, yanına iki
çavuşla iki onbaşı alacak, bunların mavzerlerinden başka bir de hafif makineli
tüfek götürecekti.
Selahattin kalpağını
düzeltti, elini manevra kayışıyla tabancasından geçirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın
telgrafını aldı. Komutan paşanın uyuduğu odanın kapısını vurdu, “Gel”
denilmesini beklemeden girdi.
Cemil, dışarıda kalmayı
uygun bulmuştu.
Arada bir, içeriye kulak
vererek bekledi.
Çıkmaları uzuyordu ama,
hiçbir ses duyulmuyordu. Kolordu komutan vekilliğine Bekir Sami Bey
bakacağından paşaya kurmay bakanını çağırmanın gerekli olmadığı da
bildirilecekti.
Kapı tam on üç dakika sonra
açıldı. Yusuf İzzet Paşa suratı asık çıktı. Cemil’in selamını almadı.
Cemil, “soğuk suyla traş
olmuş galiba!” diye gülümsedi. Paşa merdivenden inince, pencereye gitti.
Borazan selam aldı. Saygı
duruşu için sıralanmış erler, tüfeklerini kaldırdılar.
Otomobilin yanında duran
Teğmen Faruk selam verip kendisini tanıtmıştı. Paşa onun selamını da almadı.
Şoförün yanına oturdu.
Selahattin, komutanın
bavulunu, beraber gidecek yavere verip dönmüştü.
Eski otomobil hırıldayarak
yola çıktı.
Ova yer yer sisle örtülüydü.
Şehir daha uyanmamışa benziyordu.
Cemil, gelip yanında duran
Selahattin’in omzuna vurarak keyifle güldü:
— Başardık bu işi yüzümüzün
akıyla Salâhcım. Çok yaşa!
— Pek sanmıyorum reis...
— Uzattın ama... Sanmaması
kalmış mı?
— Kalmış... Biz ancak,
üstteki pürüzlerden birini temizledik. Bursa’nın pürüzü olduğu gibi duruyor.
Bursa, gerçekten bizden olsaydı, Yusuf İzzet Paşa da pürüz çıkarmazdı. Dur,
nereye?
— Telgrafhaneye gidiyorum.
Paketin yola çıktığını, Ankara’ya telleyeceğim. Sen, mahpus beyleri salıver.
Yarbay Osman Bey’i yanına al... Tümen karargâhında buluşalım. Burasını
şimdilik, Teğmen Murat çekip çevirir. İki adım atıp döndü. Ben gelen kadar çayı
demlet! İki adım sonra gene döndü, parmağını kaldırdı. İşlerin her yanım
düşünecek sırada değiliz, arkadaş... Elimizin yetişeceği ilk pürüzden başlamak
zorundayız!
İki gece üst üste yağmur
yağmış. Bursa Ovası yeşil denize dönmüştü. Bu yeşil denizin üstünde, çaylarla
toprak yollar, gemilerin bıraktığı izlere benziyordu.
Cemil kısa gocuğunu
sırtından alıp yanındaki iskemlenin arkalığına koydu. Yeşil’in set üstü
kahvesinde, vakit öğleye yaklaştığı halde, kendisinden başka müşteri yoktu.
“Bursa’da kaç gündür, hiçbir şeyin müşterisi yok... Arabalarla yük
hayvanlarından başka... ” diyerek can sıkıntısıyla güldü.
Buraya oturdu oturalı -bir
saattir-, İnegöl-Yenişehir şosesine bakıyor, giden arabaları, deve katarlarını,
at, eşek, katır kervanlarını, dalgın dalgın sayıyordu. Bir ara yolları kesip
göçü önlemeyi düşünmüş, sonra, bunun bardağı taşırmaya sebep olabileceğinden
çekinerek vazgeçmişti. “Evet... Tehlike yaklaştı mı, önce zenginler savuşuyor,
sonra, gittikçe hızlanıp kalabalıklaşarak orta halliler... Yurtlarını en önden
bırakan bunlar... ” Bursa bu işe alışık gibiydi. Hemşerileri tarafından yüzüstü
bırakıldığına sanki hiç kızmıyor, üzülmüyor, daha kötüsü galiba bunu onur
meselesi yapmıyordu, ipekçiler şu kadar bin kantar ipeği, kuru yemişçiler şu
kadar bin okka yemişi, zeytincilerle zeytinyağcılar şu kadar bin okka taneyle
yağı, dış görünüşlerindeki sakinliği hiç bozmadan gerilerde, güvenilir yerlere
aşırmışlar, Yusuf İzzet Paşa’nın Ankara’ya gittiği duyuldu duyulalı, ileri
gelenlerin çolukları, çocukları, halı, ipekli denkleriyle İstanbul’un yolunu tutmuşlardı.
Anzavur’un eline geçen
topraklardan kaçan erlerle milislerin Bursa’daki tutarını, Kasap Osman Bey’in,
Kirmasti’deki 172’nci Alay’ının dağılması, birkaç gün içinde dört beş kat
arttırmıştı.
Kolordu karargâhının
basıldığı gecenin sabahından beri, Cemil, bir bakıma valilik, bir bakıma örfi
idare komutanlığı yapıyordu. Hiç kimse karar vermediği halde, jandarmayla polis
emrine girmiş, şehrin düzeni, Cemil’den sorulur olmuştu. Bu yüzden geceleri sık
sık uyanıyor, düzeni bozanları yıldırmak için, serseri takımıyla boğuşuyordu.
Bu gece sabaha karşı, beş
tane sarhoş getirmişlerdi: Bunlar, yıllardır, eşrafla İttihat Terakki
tarafından iyice şımartılmış kabadayılardı. Polis defterlerine göre, eskiden
beri, erkekleri savaşta kalmış, kimsesiz kadınlarla uğraşıyorlar, kimini
parayla, kimini zorla baştan çıkarıp biraz kullandıktan sonra, genelev
patronlarına satıyorlardı.
Karargâha getirdikleri
zaman, körkütüktüler. Nerede olduklarının ya farkında değillerdi ya da artık
hiç kimseyi adam hesabına almıyorlardı. Kadın bağırtılarına koşan kola karşı
gelmişler, çavuşa silah çekmeye yeltenmişlerdi. Üstlerinde kamalar, tabancalar,
çifte çifte şarjörler, avuç avuç esrar, afyon çıkmıştı. Ünlü ipek tüccarı Hacı
Muhsingillerin yeğeni olan sarı yağız it, hepsinden edepsizdi. Cemil’e “Sen
Cehennem’sen, biz de cehennemin Meyil deresiyiz. Senin Cehennemliğin bize
sökmez!” diye kafa tutmaya kalkmıştı.
Herifler tavlada dayak
yerken bağırtılarına uyanan Yarbay Kasap Osman Bey’in, “Asalım gitsin
bacanak... Birini, ikisini salIandıralım gitsin” diye yalvarması aklına geldi,
isteksiz isteksiz gülümsedi.
Karargâhtan gün doğarken
çıkması, şehrin çevresinde bir başına dolaşması, sonra buraya oturması,
karargâhı doldurup, kopuklan bağışlatmaya çalışacak saçlı sakallı rezil
takımından kurtulmak içindi.
Bugün sokaklarda, dünden
daha az erkek görünüyordu. Bunların da başları büsbütün öne eğilmişti. Herkes
gizli bir iş yapıyormuş da, birisiyle göz göze gelirse, foyası meydana
çıkacakmış gibi tedirgindi.
Önündeki cigara paketinin
üstüne bir çizgi daha çekti. “Bir saatten beri, on üçüncü deve katarı... ”
Boş çay fincanının yerini
değiştirdi. Kahve ocağına baktı. Canı çay istediği halde deminden beri
seslenmeye enikonu çekiniyordu. Herif bunu bile nazla getirmiş, bir daha
uğramamıştı.
Uykusuzdu, yorgundu.
Kahvaltı etmediğinden içi eziliyordu. Ceketinin göğüs cebindeki fotoğrafı
yokladı. Canı çektiği halde çocuğunun resmine bakmaya bile üşeniyordu.
Sabahleyin ıssız sokaklarda
dolaşırken duymaya başladığı bu usancın, karısını, çocuğunu özlemekten değil,
birbirini aralıksız kovalayan yenilgilerden ileri geldiğini sezmişti.
Trablusgarp’tan beri arka arkaya yenilmiş bir ordunun subayı olmak zordu. İşe
hürriyet savaşçıları olarak başlamışlar, eşkıyalığa özenen baldırı çıplak
oğlanların ağzıyla “Sarıbacak”lığa kadar tekerlenmişler di. “Millet, bize artık
kızmıyor bile, subay takımını adamdan saymıyor! Sözlerimizin yarısında
başlarını çevirmelerinden belli... ” Batakçı kumarcılara, hileli iflâsla
piyasaları dolandıran tüccarlara dönmüşlerdi. Ne rahmetli Yarbay Rahmi Bey’in
yumuşak kahramanlığı söküyordu, ne de, Yarbay Kasap Osman’ın durmadan adam
asması... Birisinin alayı iki gün vuruşarak erimiş, ötekininki hemen hiç
vuruşmadan dağılmıştı. Tümen komutanı odasından çıkmıyor, binbaşıdan yukarı
subaylar, yolda yürürken gözlerini yerden kaldırmıyordu.
Sokaktan geçen, dört kişilik
kolun posta başısı selam verdi.
Cemil, başını salladı o
kadar... Kaç zamandır, ne selam veriyor, ne de selam alıyordu.
Güneş kızdırdığı' için,
toprak tütmeye başlamış, dumanlar ovayı bir savaş meydanına benzetmişti.
Deminden beri hatırlamaya
çalıştığı adı birden buldu. “Evet!.. Fransız Gruşi’ydi, Prusyalı da Blüher...
Napolyon Vaterlo’da, İngiliz Velington’u adım adım sıkıştırırken, bir yandan
da, Gruşi’nin atlılarını bekler! Karaltılar görünce, “Gruşi!” diye sevinir ama,
sevinci uzun sürmez. Gelen Blüher’dir. Gruşi, bir bakıma aptallığından, bir
bakıma satıldığından 40 bin atlısıyla, ne Blüher’in önünü kesebilmiş, ne de
imparatorunun imdadına gelebilmiş... Bu 40 bin atlı, Paris kapıları önünde, bir
kere bile çarpışmadan düşmana teslim oldu. ”
Cemil, bunları Kuleli’de
tarih öğretmenini dinler gibi aklından geçirmişti. Yarım saattir hiç sevmediği
Mareşal Gruşi’nin adını niçin aradığını anlayınca, gözlerini kısarak önce
batıya, sonra doğuya baktı.
Batıdan, Kirmasti’deki
172’nci Alayı dağıtan Anzavur gelecekti. Kuzeydoğudan 24’üncü Tümen’in 3000
kişilik 2’nci Yaya Alayı... “Anzavur’un yaya, atlı on bin kişisi var”
deniyordu. “Ağır makineli tüfekler, hatta birkaç tane top ele geçirmiş... Buna
karşı, 200 kişi kalan 56’ncı Tümen’le, tümenin emrine verildiği söylenen 2’nci
Yaya Alayı’nın tutarı 3200 kişi... “On bin değil, isterse yirmi bin olsun!..
Eskişehir’den buraya kadar dağılmadan gelen 3000 kişiyle biz bu çapulcu
sürüsünü tepeleriz. Tepeleyemezsek, yuf olsun bize... Geberelim daha iyi... ”
Dalgınlığı arasında, yokuşun
alt başındaki kaldırımları çatırdatan nal seslerine kulak verdi. Önce, “Bir
kişi mi, iki kişi mi?” diye seçmeye çalıştı. Sonra birden dikilip suratını
astı. “Beni çağırmaya posta çıkardılar galiba! Demin geçen kolbaşı haber
vermiştir. Keşke, tembihleseydim... ”
Durmadan nargile içen, beş
altı tokurtuda bir “Sallandırmak gitsin bacanak” diyen Yarbay Kasap Osman Bey’e
katlanmaktan, yarası kapandığı halde, bastonuna alışan, topallamayı gözünün
seğirmesi gibi, tik haline getiren yarı sarsak Kurmay Binbaşı Nuri Bey’le
uğraşmaktan usanmıştı. Birisi, öfkeden deliye döndürüyor, ötekisi sürekli bir
acımayla yüreğini parçalıyordu.
Yokuşu iki atlı çıkmıştı.
Hiç duraklamadan kahvenin kapısını doğruladılar. Öndeki inip dizgini hayvanın
boynuna attı. Geniş adımlarla içeri girdi.
— Sen misin Faruk Efendi!
Tanıyamadım birden... Ne çabuk geldin?
Teğmen Faruk, elini uzattı:
— Ankara’ya kadar gitmedim
yüzbaşım... Eskişehir’den döndüm.
— Eskişehir’den mi? Otur
hele... Geç...
— Karargâhta sordum. Kol
görmüş, Şaban’a söylemiş...
— Hangi yoldan geldin peki?
— İnegöl’den...
— Neden görmedim, otomobili?
— Otomobille gelmedim de
ondan... Kazancı bayırında bozuldu meret... Köylere asker alma kâğıdı
götürmekten dönen iki jandarmaya rastladım. Birinin atını aldım.
— Demek, Paşa’yı
Eskişehir’den öteye tren götürdü. Çok iyi düşünmüşsün... 24’üncü Tümen’in bize
verilen 2’nci Yaya Alayı’ndan ne haber?
— 2’nci Yaya Alayı... Teğmen
Faruk gözlerini Cemil’den kaçırarak geldiği yola baktı. Evet... Alay...
— Nedir? Ne oldu? Alay malay
laf mı yoksa?
— Bakarsınız laf değil...
Daha doğrusu, birkaç gün öncesine kadar değilmiş... 3’üncü taburunu gözümle
gördüm, Eskişehir’de... Dedikleri gibi tam bin kişilik yaman bir taburdu.
— Eee?
— İlk taburu Bilecik’e inmiş
sapasağlam... Bilecik’ten Bursa’ya doğrulmuş. Yan yolda, gecelemişler. Subaylar
ertesi gün uyanıyorlar ki, emir erleri bile meydanda yok!..
— Çok kötü... Berbat...
Duyulursa burası büsbütün yılar. Dağılmayı önleyemeyeceklerse, keşke göndermeye
kalkmasaydılar. Söyledin mi yaya taburun başına gelenleri komutana?
— Söyledim kısaca...
— Ne dedi?
— Hiç... “Olur böyle
şeyler... ” dedi.
Cemil çenesini kaşıyarak
Bursa Ovası’na dalmıştı.
Faruk yavaşça sordu:
— Ethem Bey nasıl adam?
— Nesi nasıl adam?
— Genel olarak...
— Neden sordun?
— Bilecik’te duyduğum
doğruysa... Anzavur’un üstüne gönderilen birlikler Ethem’in emrine verilmiş...
— Olmaz. Yanlıştır. Bir kere
Ethem’in kuvveti Anzavur’la başa çıkmaya yetmez.
— Yalnız kendi kuvveti değil...
Öteki çetelerden, ordu birliklerinden bir grup meydana getirilmiş...
— Öyleyse büsbütün saçma!
Albay Şefik Bey, 61’nci Tümen komutanı Kâzım Bey dururken... Böyle bir
sırada... Bu iş, bir çeteciye nasıl bırakılır?
— Bırakılmamalı ama,
bırakılmış, duyduğum doğruysa...
Cemil, alt dudağını iki
parmağıyla tutarak biraz düşündü:
— Evet, nasıl adam Çerkez
Ethem?.. Bilmem ki... Bana şimdi Cehennem Yüzbaşı’yı sorsan... Bundan başka bir
karşılık alabileceğini sanmıyorum!..
Bıyıklarını çekiştirerek
gene daldı. Yüzünün sertliği birden değişmiş, öksüz bir çocuk çaresizliğiyle
ağlamaklı bir hal almıştı. Farkında olmadan söylendi:
— Hay Allah... Neden dağılır
bin kişilik koca tabur gece vakti?
— Siz, hükümet bildirisiyle,
fetvayı görmediniz, galiba?
— Ne bildirisi? Hangi
hükümet?
— Damat Ferit hükümetinin
bildirisiyle, Şeyhülislamın fetvasını...
— Hayır görmedim... Biraz
düşündü. Kulağıma böyle bir şey çalındıydı dün akşam, ama üstünde durmadım.
“Anzavur’un uydurması” dedim. Ne varmış bunlarda?..
Teğmen Faruk yan cebinden
bir kâğıt çıkardı:
— Buyrun okuyun... Tümen
karargâhına getirmişler, birkaç tane... Komutan birini size yolladı.
Cemil, teğmenin verdiği
kâğıdı, kirli bir şeymiş gibi, parmaklarının ucuyla tutup açtı. Yazıların
tepesinde padişahın tuğrası vardı. Bunun altında: “Halifemiz efendimizin
fermanıdır. Bütün Müslümanların okuması farzdır. Okumak bilmeyenler, okuma
bilenlere okutacaklar. Okutmayan, okumayan, inanmayan kâfirdir. ”
denilmekteydi.
Padişah, yeni veziri Ferit
Paşa’ya, Salih Paşa’nın sadrazamlıktan çekildiğini, kendisini sadrazam,
Dürrüzade Abdullah Efendi’yi şeyhülislam yaptığını bildiriyordu. Buradan gerisi
anlaşılır gibi değildi. Yavaş yavaş iyiliğe dönen siyasi durum, MİLLİC1LİK adı
altında çıkarılan fitneyle korkulu hale geliyormuş. Bunlara gösterilen
yumuşaklık yararlı olmamış...
Cemil, “Vay canına! Delirmek
işten değil!” diye sinirli sinirli gülerek kaldığı yerden okuyacağı sıra,
Teğmen Faruk, “Allah Allah... Kim bunlar?” deyince başını çevirdi. Yarbay Kasap
Osman’ı tanımıştı ama, yanındaki ufak tefek adamı, biliş çıkaramamıştı.
Tanıyınca ayağa kalkarak bağırdı:
— Doktor bey geliyor
yüzbaşım... Doktor Münir Bey geliyor...
Cemil bir an elindekileri
saklayacak bir yer aradı. Orıaııgı gürültüye vermenin doğru olmayacağını
düşünmüştü. Kâğıtları cebine sokarak kalktı.
Doktor Münir de hızlanmıştı.
Yarı yolda kavuşup sarıldılar.
Yarbay Kasap Osman bar bar
bağırıyordu:
— Nerdesin bre Cehennem?..
Sabahtan beri seni aratıyoruz.
— Vay doktor! Nerden
çıktınız? Yüzünü görmediği oğlu Ömer’i getirmiş olsalardı bu kadar sevinemezdi.
Nerden çıktınız kuzum?.. Niçin daha önce haber vermediniz?
— Haber vermeye kalmadı
ki... Biraz önce geldim!
— İstanbul’dan ne haber?..
Patriyot’tan... Paşadan...
— Patriyot Malta adasına
sürüldü. Halil Paşa Bekirağa Bölüğü’nden kaçtı. Söylemedi mi Şevki Bey...
Yazmıştım!
— Hayır duymadım! Oturun
rica ederim! Bandırma üstünden mi geldiniz? Tanışır mıydınız Osman Bey’le?
Yarbay Kasap Osman kasıldı:
— Bizimki Yemen dostluğudur
Cehennem! Çifte kavrulmuştur. Ben Yemen kızlarıyla oynaşırken, bunlar, bizim
İsmet’le Fransız mühendisinden aldıkları fonografta gâvurca türküler çalardı.
— “Gâvurca türkü” değil,
eşek kasabı... Senfoniler, konçertolar... Betoven, Bah, Vagner...
— Adını gâvurcaya çevirmekle
türkü türkülükten çıkmaz. Biz Yemen kızlarıyla, güreş tutarken...
— İnanmayın Cemil Bey...
Güreş tuttuğu filan yoktu. Pis Yemen şeyhleriyle mahzenlere kapanır gat
çiğnerdi bu akılsız Kasap...
— Gat nedir?
— Bizim esrara benzer bir
ot... İğrenç bir tutku... Gevişlemeye başlarsın, salyalar çenenin iki yanından
başlar akmaya... Tükürür gevişlersin, gevişledikçe tükürürsün...
— Ne oluyor?
— Keyif verirmiş... Keyif
dedimse, bir çeşit şeytan aldatması... Bunun kasaplığı erkekliğinin
güçsüzlüğündendir.
— Halt ettin şimdi bücür!..
Bizim erkekliğimizin güçsüzlüğünü anlamalı ki, Yemen kızları ardımıza düştüler
de, yılan gibi sürünerek, buralara kadar geldiler. Kaç para eder!.. Yunanlı
kaptan... Bu herifi Bandırma’da yere çalıp tuz buz etmeliydi ki, pislik
temizlenmeliydi.
Cemil, erkeklik güçleri
üstüne yapılan şakaları eskiden beri sevmiyordu. Suratını asarak doktora sordu:
— N’oldu Yunanlı kaptanla?
— Hiç canım! Şaka...
Kasap Osman gülerek anlattı:
— Herif seni tuz kapağı gibi
patlatsaydı görürdün şakayı... Bacak kadar boyuna bakmadan, Bandırma’nın
hükümet doktorluğuna gelmek neyine! Aklın sıra, bu karışıklıkta biraz para
yapacaktın değil mi? Kasap Osman Bey, kahkahayı gene top gibi patlattı. Sen bir
garip doktorsun... Sen kim, Şeyhülislam fetvası toplamak kim?..
Cemil iki yanına ürkek ürkek
bakarak yavaşça sordu:
— Hangi fetva?
— Vay sen daha duymadın mı?
Üç gün önce çıkarmışlar... Kasap Osman Bey enikonu bağırıyordu. Üç günden beri
hepimizin kanı da helal, malı da... Vay canına... Daha duymamış... Ne fayda, bu
doktorun geberdi haberiyle birlikte duymalıydım ki, ben sana kebapları
yedirmeliydim... Ama, bu fetva yaman fetva arkadaş... Eğer bu cüce doktorun
getirdiği kâğıtlar uydurma değilse, hapı yuttuk!
Kasap Osman cebinden
çıkardığı kâğıtları, İskambilde koz kırar gibi, masanın mermerine vurdu:
— Oku da iman tazele
Cehennem, tazele ki, cehennemi mundar boylamayasın...
Cemil kâğıtları yeni
görüyormuş gibi açtı, kaldığı yeri buldu, biraz okudu. , bir Arapça kelimenin
anlamını düşünerek Yarbay Kasap Osman Bey’in dediklerine kulak verdi.
— Eveeet, ben onu bunu
bilmem Doktor... Çok değil, rahmetli Süleyman Askerinin Osmancık taburu yeter.
Dalarım bir sabah vakti İstanbul denilen kerhaneye... Çeviririm Babıâli denilen
dümbük yatağının kapısını... Bir yandan kurarım sehpaları... Öte yandan
çıkarının teker teker kodoşları... Sallandırırım... Başta Ferit Paşa
soytarısı... Arkada, Dürrüzade Abdullah papası...
— Oğlum Kasap, siz bu asıp
kesmeyle, getirdiniz bizi buralara...
— Boş ver yumuşaklığa
doktor... Her birimiz günde birer bölük adam asmayınca düzelir mi bu rezillik?
Cemil kederle gülümsedi.
Dalgın dinleyen Teğmen Faruk’la göz göze gelmemek için önündeki kâğıdı
gelişigüzel okudu.
Padişaha bakılırsa
Anadolu’daki başkaldırma, “Allah göstermesin” çok tehlikeli durumlar
doğuracaktı. Başkaldıranlarla kışkırtıcılara kanunun yazdığı en ağır cezalar
verilmeli, kandırılanlar bağışlanmalıydı. Padişah, bütün topraklarında düzen ve
güvenin geri getirilmesini, bir daha bozulmamacasına yerleştirilmesini, böylece
de bütün kullarının kendisine bağlı bulunduğunun dünyaya gösterilmesini istiyordu.
Cemil el yordamıyla cigara
paketini aradı.
— Oğlum bücür doktor, sen
neden, asılmalara karşısın? “Ekmeğimiz elden gidiyor” diye değil mi? Biz
asmayacağız, birkaç kuruş ceremesini alıp siz öldüreceksiniz, doktor töresince
Muhammet ümmetini... Yağma yok!.. Hem aşmalı... Hem de bir hafta indirmemeli...
Asmayınca rezilliği basılmaz bu dünyanın... Ne derdi Vehip Paşa? “Ulan kasap,
ben seni adam etine doyuramadım?” derdi. Kaçakları tespih tanesi gibi
asmayaydım, zor tutardık Bolşevikliğe kadar Doğu cephesini biz...
Cemil cigara yaktı.
Dirseğiyle boş böğrünü dürten Yarbay Kasap Osman Bey’e dalgın dalgın gülümsedi.
— Doğru muyum Cehennem?
— Hangi meselede yarbayım?
— Asmak meselesinde... Eline
geçirdiğini, hiç aman vermeden asacaksın ki, ele geçmeyen yılacak... Koca Ali
Osman padişahından iyisini mi bileceğiz!.. Nah işte, “Aşmalı” diyor, kurban
olduğum. .
Ferman, ayrıca, İtilaf
devletleriyle yürekten, güven verici dostlukların kurulmasını, böylelikle
şartları yumuşatılacak barışın hemen imzalanmasını emrediyor, lafı, “Allah
yardımcın olsun” diye bitiriyordu.
— Neye güldün Cehennem?
— Yok bir şey doktor... Kör
Şaban’ın bir sözünü hatırladım da...
— Kim Kör Şaban?
— Benim emir eri...
— Ne demişti?
— Benim Körağa, bir işe akıl
erdiremedi mi, “Nedir yahu!.. Kaçan da ’Allah’ demekte, kovalayan da... Ben
şaştım. ” diye dizlerini döverek çırpınır.
— Evet?
— Eveti... “Allah
yardımcınız olsun” demiş de padişah...
Doktor Münir Bey suratını
buruşturarak başını çevirdi:
Yarbay Kasap Osman bir nara
vurmuş, koşarak gelip karşısında titremeye başlayan kahveciye, “Nargile! İzmir
işi olmadı mı sallandırırım!” diye bağırmıştı.
Cemil de çayları söyledi.
Padişah fermanının altında
Damat Ferit hükümetinin bildiri-, si vardı. Bunda, Birinci Dünya Savaşı’na
nasıl girildiği, neden yenilgiye uğranıldıgı, mütarekeyi kimin imzaladığı
kısaca yazıldıktan sonra, vatan elden gitmek tehlikesindeyken birtakım
adamların kendi çıkarları için “Milli Teşkilât” adı altında bozgunculuğa
giriştikleri...
— Omuz verme, kulak ver
doktor, sen asmasan, herif gelip seni asacak... Bu geçitte, ya asacaksın, ya
asılacaksın...
— Usandım ben bu asma
lafından, Allah belanı versin...
— Fermanı n’apalım, koskoca
padişah fermanını? Şeyhülislam fetvasını n’apalım? Höst dedim, höst!.. Sen
şimdi fermanlısın resmen, edebini bil!.. Canım çekse, tabancayı göğsüne
boşaltsam, kanını arayan olmaz, derbeder!
— Ya sen?
— Ben de öyle... Sen atik
davranıp beni tepelesen, bir de, “Padişahım çok yaşa!” diye bağırsan, tamam!
Gitti gider, tantuna, fukara Kasap ki, mundar gitmesi de caba...
Kasap Osman gerçekten çok
değerli bir şeyi caba vermiş gibi kasılarak ovaya baktı.
Doktor Münir, Cemil’e sordu:
— Bitti mi?
— Yok... Deli bunlar...
Şaka, diyeceğim...
— Şaka, evet, eşek şakası...
Cemil bildiriye döndü. Damat
Ferit Paşa yanıp yakılıyordu: Barış şartlarının ağırlaştırılması, İstanbul’un
geçici olarak işgali, hep Kuvayi Milliyeci gâvurların yüzündendi. Yunan da
İzmir’e bu sebepten çıkmıştı. Milliciler vatanı kurtarmak bahanesiyle işlemedik
cinayet bırakmıyorlar, halktan zorla para toplayıp zorla asker alıyorlardı.
Karşı duranlara işkence edilmekte, köyler basılıp kasabalar vurulmaktaydı.
Gâvurluktu bu işler, gâvurluk olduğuna da fetva çıkmıştı. Millet, eşkıyalara
başkaldırmak, bunları bulduğu yerde tepelemeliydi.
— “Tepelemek bunları Talât
Bey. ” dedim 31 Mart’tan önce, şu ateşe kör bakayım... “Sen yalnız ‘Evet’ de,
gerisine karışma. ” dedim, “Nezle olmaz mısın be adam sen hiç... ‘Nevazil
olmuşum üstünüze şifalar’ diyerek gir yatağa, çek kafana yorganı. ” dedim,
“Akşama kadar ne Prens Sabahattin kalır, ne Hoca Sabri... Ne Abdülhamit kalır,
ne Derviş Vahdeti... Dünya tertemiz olur. Geçersin devlet dolabının başına,
çevirirsin türkü çağırarak. ” dedim. Dinlemedi. Muhalefet de neymiş yahu? Tek
vatan, tek millet, tek hürriyet... N’oluyor muhalefet... Resmen gâvurluk...
Tepelersin gider.
Cemil, Şeyhülislâm Dürrüzade
Esseyit Abdullah Efendi’nin fetvasına gelmişti: “Bazı şerir âdemler el ele
verüp birleşüp başlarına başkanlar seçüp... Kendilerine mal toplamak sevdasıyla
birtakım salgınlar salarak, kasabalarda taş taş üstünde bırakmayup İslam kanı
döküp ekserleri ve ülemayı kaldırıp yerlerine kendi omuzdaşlarını oturtup
kısacası isyancı olup dağılmaları için verilen emirleri dinlemezlerse...
Temizlenmeleri, zararlarından milletin kurtarılması Allah’ın emri midir?
Öldürülmeleri doğru olur mu? Bu savaştan kaçanlar dinden çıkar mı? Cehennemi
boylar mı? Bu eşkıyalarla savaşırken öldürenler gazi, ölenler şehit olur mu?..
Bunların hepsine “Hay hay” diyordu İstanbul şeyhülislâmı...
Cemil, kâğıtları masaya bıraktı.
Sersemlemişti. Yüzüne merakla bakan Teğmen Faruk’a yorgun yorgun gülümsemeye
çalışırken, gözlerini Doktor Münir’den kaçırarak söylendi:
— Delirmiş bu herifler...
Doktor Münir elini salladı:
— Aldırma Cehennem... Durum
o kadar kötü ki, böyle fermanlar, fetvalar vız gelir. Burda sarıklı kıtlığına
kıran girmedi ya... Biz de çıkarırız bir fetva!
Kasap Osman Bey gök
gürültüsü gibi gülünce, Yüzbaşı Cemil suratını astı:
— Olur mu öyle şey doktor?
— Neden olmasın! Fetva çok
önemliyse, çıkaracağız ister istemez...
— Bir tek meselede iki ayrı
fetva... Biri “ak” derken biri “kara” diyen...
— Tamam! Millet, üstünde
durur düşünürse, fetvanın maskaralığını anlar, yüzyıllardan beri anamızı
ağlatmış fetva belasından kurtuluruz!
Yarbay Kasap Osman,
nargilesini kızgın kızgın tokurdattı:
— Fetva bizi senden
kurtaracaktı ya!.. Yuf olsun Yunanlı kaptana...
Cemil, ikinci defa açılan bu
Yunanlı kaptan sözüyle bu sefer ilgilendi:
— Fetva yüzünden başınız
Yunanlılarla derde mi girdi, doktor?
— Eh...
Kasap Osman Bey, marpuçu vuracak
gibi kaldırdı:
— Eh mi? Tüh Allah belam
versin, ölü soyucu... Anlat şunu başından. Beni kırdı geçirdi hiç keyfim
yokken... Yazık... Çok yazık... Fetvanın Millici gebertme emri, ilk önce bu
herifte sınansaydı ne iyiydi, ne iyi...
Doktor cigara paketini
Cemil’e uzattı:
— Valla sınanmasına da çok
bir şey kalmadıydı hani... Dürzüoğlunun fetvası yüzünden geberseydim, yanardım
kıyamete kadar... “Bandırma’da hükümet doktorluğu açık” dediler. “Hele bir
girip bakalım, Balıkesir’den ötelerde bir şeyler oluyormuş neyin nesi?” dedim.
Biz Bandırma’ya ayak bastık, kıyamet koptu. Balıkesir trenini Anzavur kesti.
Susurluk’ta araştırma yapıyorlarmış da, adama benzeyenleri, “Vatansever” diye
tepeliyorlarmış...
— Adama benzeyenlerse...
Neden korktun sen?
— Oğlum Kasap... Bunlar adam
lafları yavrum. , . Sen bunların gerisini getiremezsin!.. İki daha söylesen
yüzüne gözüne bulaştırırsın! Çek nargileyi, bak keyfine... Bu işlere senin
aklın erse erse, mahşer günü erer. Eveeet... Dün sabah evden çıktım, baktım ki,
kopiller el ilanı dağıtıyor. Bir tane de bana tutuşturdular. Ne göreyim?
Dürzünün fetvası değil miymiş... Affedersiniz... Ben bu Dürrüoğlu’na, eskiden
beri, dil sürçmesiyle böyle diyorum! Önce biraz şaşırmışım... Yol ortasında
kalakaldım. Sonra aklım başıma geldi, baktım ki, dünyayı düzeltecek saygıdeğer
fetvalarımızı, Bandırma rıhtımına bir Yunan şilebi çuvallar dolusu götürüp
devirmiş... Düşündüm biraz... Şunlara bir oyun oynayayım, dedim. Bastonu çekip
kopillerin üzerine yürüdüm. Yetiştiğime çaldım bastonu... Ellerindeki fetvaları
aldım. Bir iki kişi çağırdım, “Yüklenin şu çuvalları. ” dedim, korkudan
yanaşamaz reziller... Bakarlar kart öküzün boyunduruğa baktığı gibi... Niyetim
hepsini toplayıp Bandırma Müftülüğü’ne götürmek... Ben, heriflerle uğraşırken,
meğerse oğlanlar koşup haber vermiş. Beni çalkaya ettiler. Şilepteki bir sıska
Yunan subayı üstüme yürüdü, biraz tartakladı. O, Rumcadan başka dil bilmiyor,
ben inadıma Rumca konuşmuyorum da, yetmiş iki buçuk milletin dilini
sıralıyorum. Bu arada papaz, zangoç, komisyoncu, tüccar, esnaf, çırak, ne kadar
Rum varsa rıhtıma yığıldı. Kalabalığı gören Yunan subayı, “Şunlara bir numara
yapayım da, biraz eğlensinler” dedi besbelli... Ben, İspanyolcadan Almancaya
geçerken birdenbire iki kişi kollarımı kavradı. Bir başkası belime bir şey
geçirdi. “N’oluyor?” demeye kalmadan ayaklarım yerden kesilmedi mi?
— Ne demek! Asıyorlar mı,
sakın?
Kasap Osman Bey, Cemil’in bu
sorusuna çok güldü:
— Hani o günler bacanak!..
Hani?.. Bakmışlar ki, bunu asmak bile ayıp. Bunu katır gibi havaya çekmişler...
— Evet... Bizi havaya
çektiler. Belimdeki sapandan vince takmışlar... Ayaklarımı yerden kesilince
asılıyorum, sandım. Sonra baktım, değil! Yokluyorum kendimi hayır, boğazımda
bir sıkılma, soluğumda bir daralma yok... Çıktıkça çıkıyoruz, ipe bağlayıp
denize bırakmış Istakoz gibi, kollarımı bacaklarımı oynatıyorum.
— Sahi mi doktor? Hey Allah
belalarını versin...
— Istakoz gibi
debeleniyorum. Başım dönüyor. Korku aldı beni... Sarhoş gemi vinççisi, makineyi
bir boşalttı mı, yirmi metreden nhtıma düşeceğim de, yamyassı olacağım... Can
korkusuyla ben yukarda “Allah” diye bağırmışım, aşağıdakiler bir yandan
gülüşürlermiş, bir yandan “Kato! Kato!” diye çağırırlarmış... Dillerince
“gebert” diyorlar. Hadi, onların katosuna kulak asmayalım, ya bizimkilerin
“Maynaa... Mayna palikarya” diye bağırması neyin nesi? Sarhoş vinççi,
naralanarak hüner gösteriyor. Beni kaldrıyor gökyüzüne, bir savuruyor, sonra
hızla bırakıp rıhtım taşlarına bir karış kala yeniden topluyor. Bu işin sonu
kötü bitecekti ya, bereket, rezilliği uzaktan İngiliz torpidosunun komutanı
görmüş. Bir çavuş göndermiş... Bizi, İngiliz çavuşunun önüne gökten indirip
bıraktılar. Korkudan dizlerim tutmazlanmıştı ki, bir türlü doğrulamıyorum.
Allah razı olsun, çavuş kolumdan tuttu kaldırdı da, dengemi bulabildim.
— Vay edepsizler vay!.. Vay
namussuzlar...
— Evet! İngiliz’le torpidoya
gittik. Yunan subayı ne dedi bilmem, ben önceden hazırladığım lafları soluksuz
sıraladım.
— Neydi hazırladığınız
laflar?
— Efendim... Bu fetva...
Bizim dinimizde... Gayetle saygı değer bir... Nasıl derler?.. Bir matahdır.
Bunun Rum gemisiyle gelmesi, çuvala doldurulması, hele Rum kopilleri eliyle
dağıtılması, hele hele, Allah göstermesin, bilmezlerin eline düşüp yere mere
atılması...
— Eee?
— E’si ne, Kasap?.. Bunlar
oldu mu, din elden gider ki, dünya yüzündeki Müslümanlar toptan kendilerini
öldürseler, gene pislik temizlenemez... İngiliz subayının dudağı yarılayazdı.
Bel bel bakan Yunan subayını bir terslesin... Bir haşlasın... Herif torpidonun
güvertesinden rıhtıma nasıl hopladığını bilemedi. Fesi basıp müftü efendiye
gittim. Birkaç ayet, birkaç hadis okudum. “Esteüzübillâh” diye açıklamalarına
giriştim. Müftü efendinin de aklı sıçradı. Uzatmayalım, çuvalları müftülüğe
getirdik. Bir odaya koyduk. Üstünden birkaç kere kilitledik. Sizin
anlayacağınız, millete dağıtılsın diye yollanan dürzü fetvaları, şimdi Bandırma
müftülüğünün mahzeninde tutuk... Bana kalsa, buraya geleceğim yoktu daha...
Arkadaşlar, “Olmaz” dediler, “Bu fetva hapsetmek sana iyilik getirmez. Sen,
İngiliz, Yunan, Türk, Çerkez milletlerinden bu kadar avanağı her zaman bir
arada bulamazsın.
Heriflerin aklı başlarına
gelmeden savuş. ” dediler. Düşündüm. “Yapağı çuvallı gibi vinçlerin uçlarında
sallanmış doktor görülmemiştir. Bandırmak maskaralığın zevkine varıp gülüşmeye
başlamadan savuşayım. ” dedim. Akşamüstü bir yelkenliyle Mudanya’ya geçtim. Gün
ışımadan yolu elime alıp burayı tuttum.
— Yazık... Çok yazık...
“Mayna!” demeleriyle vinççi gâvur, bunu tutan sapanı boşaltacaktı, değil mi,
bacanak?.. Bunu boş fıçı gibi yere çalıp patlatmak yok muydu, tez elden?..
Cemil, kıs kıs gülen Doktor
Münir Bey’e ağır bir sesle sordu:
— Sizce bu fetvanın hiç
önemi yok mu, gerçekten?
— Yerine göre, işine göre,
adamına göre... Şimdiki durumda, dostlar daha çok dost olur, düşmanlar daha çok
düşman...
— Ya tarafsızlar!..
— Tarafsızlar adamdan
sayılmaz öyle günlerde Cehennem, hiç sayılmaz!
Kasap Osman top gibi
parlattığı kahkahanın yarısında, birden durup kuşkuyla sordu:
— Yoldaki taburlardan ne
haber Cehennem!
Cemil gözlerini kırpıştırdı.
Yarbay Kasap Osman Bey, Yusuf İzzet Paşa’nın hapsinden kurtuldu kurtulalı,
kötüsü gelirse binip savuşmak için, atını gece gündüz eğerli bekletiyor, bunu
saklamayı bile gerekli görmüyordu.
Askerin dağıldığını söyleyip
söylememeyi tasarlarken bir posta geldi. Tümen komutanının çağırdığını
bildirdi. Cemil, bundan faydalanıp hemen kalktı, yatacağı yeri göstermek
bahanesiyle Doktor Münir’i de kaldırdı.
4
Gece yarısına kadar şimşek
çakmış, gök gürlemiş, iki saatten beri de ahmak ıslatan başlamıştı.
Cemil’le Doktor Münir bir
setin üstündeki iri bir ceviz ağacının altında oturuyorlardı. Kendilerini de,
filintalarını da yağmurdan korumak için yamçılarına sıkıca sarılmışlardı.
Yirmi adım arkada, yolun
kuytusuna bağlanmış hayvanlar aksırır gibi soluyarak başlarını sallıyor, yüz
adım önlerinde ağır makineli tüfek belli aralıklarla karanlığa ateş ediyordu.
Bilecik’ten gönderilen
ikinci tabur bazı tedbirler alındığı halde dört yüz kişi kaybederek Bursa’ya
öğleüstü 600 erle gelebilmiş, biraz dinlendikten sonra Anzavur’a karşı kurulan
Beşevler cephesine katılmak üzere akşama doğru yola çıkmıştı. Geceyi biraz
rahat geçireceğini uman tümen karargâhı, taburun, bu sefer subaylarına silah
çekerek dağıldığı haberini gün batarken aldı. Şehirden iki kilometre aşağıda
kadınlar, çağrışarak önlerine çıkmışlar... “Asker ağalar!.. Nereye
gidiyorsunuz? Din kardeşlerinize kurşun sıkmaya mı gidiyorsunuz?.. Bu gâvur
subaylar sizi Halifeye asi ediyorlar. Gâvur olursunuz!” diye saçlarını yolup
göğüslerini yırtarak bağırmışlar...
Şimdi burada, çoğu subayla
çavuş olan yirmi üç kişilik bir kuvvet, Mudanya’ya doğru giden dağılmış askerin
dönüp Bursa’yı talan etmemesi için sipere girmişti. Karargâhta kalan kuvvet de
bundan daha çok değildi. Şehrin mahalleleriyle köprülerini Müdafaayı Hukuk Derneği’yle
Bursa’nın namuslu erkekleri bekliyordu.
Ağır makineli tüfek
takırdayınca Cemil sinirli sinirli güldü.
— Faruk’un ateş aralıklarını
iyi hesaplamasına gülüyorum! Her beş dakikada, beş mermi yakıyor.
— Bunda şaşılacak ne var!
Karanlığa kubur sıkmanın ustasıyızdır. Sen asıl, 600 tüfeklinin kuru gürültüye
pabuç bırakıp akşamdan beri üstümüze neden yürümediğine şaş!..
— Anzavur’a kavuştularsa gün
doğarken ben sana sorarım...
— Sahi... Nerde kaldı bu
Anzavur kaç gündür? Bugün hiç haber alabildiniz mi?
— Hiç... Hep o dedikodu...
Geliyormuş... Yaklaşmış... Apansız yüklenecekmiş de, bitirecekmiş... Subayları
asa asa geliyormuş... Bursa’yı çoktan çevirmiş...
— İçerdeki talancılar bizden
kötü durumdalar... Herifler kaç gündür dokuz doğuruyor. Çerkez Ethem nerelerde
acaba?..
— İniyormuş Salihli’den
aşağıya doğru... Nerde olduğu belirsiz... Kimi “Göze alamadı, döndü ters
yüzüne, ” diyor, kimi “Anzavur’un delibaşısı Gâvur İmam’a çattı, vuruşmaktalar
kıyasıya... ” diyor.
Cemil’in atı yağmurdan
sinirlenmiş olmalıydı. Hırslı hırslı soluyarak toprağı eşelemeye başlamıştı.
“Höst! diye seslendiği halde durmayınca, Cemil sıçrayıp kalktı. Tüfeğini
hazırlayıp Bursa’ya giden yolun şarampolüne indi, iki büklüm yürüdü. Üç dört
adımda bir durup ileriye kulak veriyordu.
Çamurlu yolda ayak sesleri
vardı.
Şaban’ın tanıdığı ıslığı
öttürdü. Soluğunu keserek dinledi.
Gelenlerin kaç kişi olduğunu
kestiremeyince böğürtlenlerin gölgesine sinip tüfeği doğrulttu.
— Kimsin? Parola!..
Gelen her kimse karşılık
vermeden yaklaşıyordu.
— Parola! Yakarım!..
— Parolayı bilmiyorum
arkadaş... Cemil Bey’i arıyorum!
Son kelimeler Faruk’un
yaktığı mitralyöz kurşunlarının sesine karışmıştı.
— Kimsin! Yaklaşma!
— Yabancı değilim! Cemil
Bey’i arıyorum... Yüzbaşı Cemil Bey’i...
— Dur olduğun yerde... Nedir
adın?
— Nuri Gönen... Binbaşı
Nuri...
— Siz misiniz binbaşım? Ne
arıyorsunuz buralarda gece vakti? Cemil ne olur ne olmaz diye gölgeyi
bırakmamıştı. Bir şey mi oldu?
— Geliyorum Cemil Bey...
Yoruldum. Bir dakika...
Binbaşı Nuri Bey yolun tam
ortasından, çamurlara bata çıka yaklaştı. Filintasını acemi erler gibi omzunda
çarpık tutuyor, hışır hışır soluyordu.
— Hızlanmışım farkında
olmadan... Çocuk gülüşüyle güldü. Aslına bakarsanız hızlandım gibi geldi
bana... Yoruldum.
— Ne arıyorsunuz? İnsan tek
başına çıkar mı kasabadan?..
— “Mutlaka gitmeliyim” dedim
Cemil Bey... Sizi bulmalıyım...
— Şaban’ı alsaydınız...
— İstemedim!..
— Ne oldu?
— Pek önemli değil belki
ama...
— Neymiş?
— Uyandım bir aralık...
Baktım, Kasap Osman Bey’in yatağı boş... İçime bir vesvese düştü. Kalkıp
giyindim!
— 2’nci Tabur’un da
dağıldığı haberini duyunca, basıp gitmiş mi sakın?
— Nereden bildiniz? Gitmiş
evet... Tabur dediniz! N’olmuş tabura?
— Hiç... Gitmiş demek...
Nereye gittiğini söylememiş mi?
— Bilen yok! Atı hep eğerli
duruyordu ya... Binip gitmiş... Tavla çavuşuna “çeteyi toplayıp geleceğim”
demiş. Toplayıp gelir mi?
— Gelir ama... Herhalde,
Anzavur patırtısı savuşturulduktan sonra...
— Sanmam!.. İyi tanırım
Osman Bey’i... Korkak değildir.
Doktor Münir’in Yanına
yaklaşmışlardı. Doktor tüfeğini yamçının altına çekip sordu:
— Kim korkak olmayan
yiğit?..
— Kasap Osman Bey...
— N’olmuş Kasap herife?..
Cemil sinirli sinirli güldü:
— Gece yarısı uyku
tutmamış... Atını istemiş...
— Yok canım!..
— Evet...
— “Gidip şu Anzavur’u
basayım” mı demiş?
— Eh... Aşağı yukarı...
Çetesini toplayacakmış da gelecekmiş...
— Tamam! İyi bilmişim! Onun
çetesi epeyce karışıktı. Giritliler, Kavaklılar, Karslı dadaşlar vardı
sanırım!.. Eğer bir baş Kavala’ya, bir baş da Kars’a gidip gelecekse, savaş
büsbütün kızışmadan yetişir!.. Bunu haber vermeye mi yollamış binbaşıyı bize?
— Hayır Doktor Bey! Ben
kendim geldim!.. “Beraber bulunalım” diye... Karanlıkta bir silah bir silahtır.
— Hay siz çok yaşayın!..
Doktor Münir’in sesi titriyordu. Böyle yamçısız falan... Bu yağmurda... Nöbet
tutmağa geldiniz öyle mi?
— Ben üşümem!.. İçim
sıkıldı. Uykum da yok... Mitralyöz sesiyle bir an sustu. Vuruşuyorlar mı?
Sesini alçaltmıştı ama, bunun korkuyla hiçbir ilişiği olmadığı belliydi.
Vuruşuyorlar değil mi Cemil Bey?.. İyi... Bana da bir yer gösterir misiniz
lütfen...
Doktor Münir yamçısını açtı.
— işte yeriniz binbaşım!..
Sokulun iyice... Bereket ben yarım adam sayılırım... Yamçı ikimizi de korur!..
— Rahatsız olmayın... Ben
savaş yeri demek istemiştim!
— Tamam! Buradan iyi savaş yeri
olmaz! Yerleşin güzelce...
Nuri Bey yamçının altına
girdi.
— Rahatsız oldunuz!.. Bir
şey diyordum! Evet... Ben iyi tanırım Osman Bey’i... Korkmamıştır. Korktuğuna
inanamam!
— Haklısınız! Pek korku
denmez buna... Böyleleri yıldılar mı, sinirlerine güç yetiremezler. Bunların
işi korkuyla değil... Usanmakla... Cemil’e döndü. Demin içini çektin. Sonra,
duyup duymadığımı anlamak için baktın! Sanki bu karanlıkta yüzünü görebilmişsin
gibi...
— Uyduruyorsun doktor... Yok
öyle şey...
— Var... Demin öfkelendin çünkü...
Aklımdan ne geçti bilir misin? “Tam sırası, şuna sorayım bakayım” dedim.
— Neyi?
— Burada neyi beklediğini?..
Gece vakti ahmak ıslatanın altında?.. “Vatanımı” der miydin acaba?.. Apansız
soraydım?
— Neden demeyecekmişim?
— Çünkü sizin soy, numara yapmasını
beceremez... Yok!.. “Hiçbir subay numara yapmaz, ” demek istemiyorum. İçinizde
numaracılar çoktur. Hem de başıbozuklardan baskın... Çünkü numaracı subaylar,
numaracı başıbozuklardan daha bilgisiz olular. insan ne kadar bilgisizse o
kadar numaracıdır. Bizim fukara Kasap Osman Bey, işte o soydan... Ama gene de
suç bizde... Numara bilmeyenlerde...
— Niçin?
— Onlara bol bol numara
yapabilme hakkını sizler verirsiniz de ondan... Birer cigara yaksak mı?
— Yakalım...
— Ateş görünürse?..
— Görünsün...
Cemil kibriti çıkaracakken
makinelinin sesine dönerek durdu. Her mermi, karanlığı kırmızı bir parıltıya
sıyırıyordu.
Nuri Bey başını kaldırdı:
— Vuruşuyorlar değil mi?
— Hayır binbaşım... Doktorun
deyimiyle bizim Teğmen Faruk, karanlığa kubur sıkıyor.
Nuri Bey şakayı anlamamıştı.
Fısıldadı:
— Ağır makinalı bu... İyi
silahtır ama, sizin elinizde olacak... Biz subay arkadaşlar, aramızda Gor Bey’e
“ağır makinalı” derdik. Tanıdınız mı Gor Bey’i?
Cemil, “Hayır” diyecekti.
Nuri Bey vakit bırakmadı:
— Tanırsınız yüzde yüz...
Filistin’de Gor Bey’in tümen karargâhındaydım. 4’üncü Ordu, 3’üncü Kolordu,
l’inci Yaya Tümeni... Biraz, makine adama benzerdi ama, iyiydi. Kişiliğinin
özelliklerini tanımadan önce hiçbir şey düşünmüyor sanırdınız. Düşünürdü.
Kendisine göre bir düşünmeseydi bu... Lût Denizi’ni bilir misiniz Cemil Bey?
— Bilirim, binbaşım...
— Denizden 400 metre daha
alçakta olduğunu da bilirsiniz elbette...
— Bilirim...
— Evet, azizim... 400 metre
aşağıda... Bazı geceler, sırtüstü yatar, düşünürdüm. “Olmaz böyle şey... ”
derdim, “Dirseklerimin gömüldüğü bu cıvık kum, nasıl tutar koca Akdeniz’i?”
derdim. Koca Akdeniz, çölü emerek neden kendisine yol açmıyor, neden gelip bu
çukuru doldurmuyor?” derdim. Lût Denizi’ne Fransızlar, La mer Morte diyorlar.
Biz bunu da almışız. “Ölüdeniz... ” Binbaşı Nuri Bey biraz düşündü, sarılı
bacağının yerini değiştirdi. İngilizler bize iki kere saldırdılar. Meğer bunlar
şaşırtma saldınlarıymış... Doğrusu ben, o zaman kesin sonucu, bizim cephede
arıyorlar, sanmıştım. Eriha köprüsünden geçerek SaltAmman üstünden çevirme
yapacaklar gibi geldiydi bana... İki kere, var güçleriyle Gazze’ye saldırıp sağ
kanattan sonuç aradılardı çünkü... “Bir daha burayı denemezler” demiştim. Bazı
ordu komutanları, ordular grubu komutanlarının dikkatini çekmişler ama, Liman
Von Sanders Paşa aldırmamış... Aldırmış olsaydı da hiçbir şey yapamazdı. Çünkü
geride 24’üncü Yaya Tümeniyle 3’üncü Atlı Tümeninden başka yedek yoktu. 7’nci
ve 8’nci Ordularla bizim 4’üncü Ordu’nun bütün kuvveti 27-28 bin kişiyi
geçmiyordu. Biz solumuzu Gerek Dagları’na, ardımızı Harvan’a vermiştik. 7’nci
ve 8’inci Ordularla bizi Şeria ırmağı ayırıyordu. Bizim sol kanadımızın denize
açıklığı 60 kilometreydi. Bu altmış kilometreyi, aslında üç tümen gücünde olan,
üç ordu tutuyordu. Tutuyordu dedimse, siz anlarsınız... Nitekim ilk vuruşta
22’nci Kolordu’muzu ezdiler. Atlı bir tümeni de arkamıza düşürdüler. Az kalsın,
Nasıra’daki ordular grubu komutanını esir alacaklardı. Bu yüzden Filistin
cephesi bir iki gün başsız kaldı. 7’nci Orduyla 8’inci Ordu, Şeria Irmağı
üstüne gerilerken dağlara vurduk. Dara’ya doğru çekilmeye başladık.
Kurmay Binbaşı Nuri Bey,
makinelinin tak takları kesilene kadar karanlığa baktı. Bir subay kursuna ders
verir gibi konuşuyor, sanki kendi savaşını değil Anibal’ın savaşını anlatıyordu.
Cemil, nereye baktığını
anlamak için başını çevirdi. Karanlıkta, karanlıktan başka, hiçbir şey
görülmüyordu.
— Ne anlatıyordum? Evet geri
çekilmeye başlamıştık. Hakçası, 1918 yılı Eylül ayma kadar savaşlarda hiç
sıkıntı görmedim ben! Cigarasından derin derin çekti. “Zorluklardan kaçtım”
denemez. Sıkıntıları başkalarının sırtına da yüklemeyi düşünmedim. Arkadaşlar
korkak olmadığımı bilirler. Ölümden korkmaz değildim. Ölüm tehlikesiyle karşı
karşıyayken korkmak aklıma gelmez! Gülümsedi. Tehlike atladıktan sonra korkarım
adamakıllı...
Cemil, orduda böylelerini
çok görmüştü. Bunlar, tutacakları işi yanlış seçmiş dalgın adamlardı.
“Beceriksizlikleri insana acıma vermez. Çetin yerlerde bunları savunma zorluğu
da duymazsınız. Bunlar orduların içinde tek başlarına yaşayan insanlardır.
Sırasında, yorgunluğa, yoksullukların her çeşidine, en dayanıklı görünenlerden
daha iyi davranırlar. Bir şeye dayandıklarının farkında bile olmadan... Bunları
ölüm hiç şaşırtmaz. Dalgınlıkları içinde alır. Şaşırtmaları için, daha doğrusu
kendilerine acımaları için, öldükten sonra, daha birkaç dakika yaşamaları lazım
gelir!”
— Geri çekilmeye
başladınız?..
Cemil, bunu, Nuri Bey
gibilerin çekilme sırasında neler duyduklarını merak ederek sormuştu.
— Çekilme başladı. Bizim
cephemiz yarılmadığı için, yüreğimiz rahattı. Kendimizi suçlu bulmuyorduk.
Kendimizi, derken... Anlıyorsunuz, 4’üncü Ordu’da hemen hiç kimse kendisini
suçlu bulmuyordu. Mersinli Cemal Paşa’yı tanır mısınız?
— Tanırım!
— Nasıl ordu komutanı
olduğuna şaşılır. Hiç yükselme hırsı yok gibidir. Belki çok hırslıdır da belli
etmez. Bunu niçin söyledim şimdi?.. Çoktan beri söylemek istiyordum birine...
Oysa hiç önemli değil... Çünkü yüzde yüz gerçek olduğuna yemin edemem.
Çekiliyorduk. Düşmanın baskısı hemen de yok gibiydi. Düzen içinde çekiliyorduk.
Birlikler, sanki bir manevradan dönüyorlardı. Emirler zamanında çıkıyor hemen
yerini buluyordu. Hepimiz güvenliydik. Ne kadar gerilersek gerileyelim, bir
yerde düşmanı durduracağımız yüzde yüzdü. Sonraları çok düşündüm. Bu güven
bize, Ölüdeniz’in çukurundan kurtulduğumuz için mi gelmişti acaba? Evet, biraz
sola kayıp dağlara yönelmiştik. Dağlar uzaktan çoğu zaman koyu lâcivert
görünürdü. Şeria Irmağı yatağıyla Ölüdeniz çukuru, bilmem bilir misiniz, yazın
60-70 derece sıcak yapar. Bu sıcakta, 1000 metre yüksekliğindeki lâcivert
dağlar insana serin yaylaları düşündürüyor. Bunların eteklerine varıncaya kadar
işler inanılmayacak kadar yolundaydı. Tırmanmaya başladığımız anda, her şey
birdenbire karıştı. Hayır... Buna karıştı, denmez. Deprem bile değil... Kıyamet
koptu sanki... Son aldığım akıllı rapor, Hint atlı tugayının artçılarımıza
çattığını haber veriyordu. Bundan sonra da raporlar aldık, birliklere emirler
yazdık, ama, bunlar akılla ilgili şeyler değillerdi. Uzaktan yeşil yaylalar
gibi görünen dağlar, yalçın kayalardan, dik uçurumlardan, ustura
keskinliğindeki çakmak taşları yığınlarından ibaretmiş meğer... Toprağın
derinliği korkunç oluyor, Cemil Bey... Bendeki baş dönmesi, o günlerden
kalmadır. İki yüz metre aşağımızda bağrışan katırlara yüz metre üstümüzdeki
patikadan develerin homurtuları karşılık veriyordu. Uçurumlara yuvarlanan deve
katarları, kayalara çarpa çarpa derenin dibini buldukları zaman, karınca gibi
görünüyorlardı. Toplarımızı, cephane sandıklarımızı dağlara kaptırmış olarak
indik Harvan Ovası’na... Hayvanlarda nal, insanlarda ayakkabı kalmamıştı.
4’üncü Ordu yorgunluktan bitmişti. Ovaya inince, biraz soluk alırız sanmıştık.
Sevinmeye vakit kalmadı. Harvan Ovası cehennemden de başka bir şeydi. Sanki
düze inmemiş, ateşten bir taşın altına girmiştik. 7’nci Orduyla 8’inci Ordu da,
sola kaydıkları için, Yıldırım Orduları Grubu, birbirine karışmıştı. Binlerce
insan, hayvan, taşıt Şam’a doğru, sendeleye, düşe, çekiliyordu. Sağ yanımızda,
bizi kollayarak ilerleyen düşman atlı birlikleri, solumuzda, her çalı dibinden
üstümüze kurşun sıkan İngiliz Lavrens’le peygamber torunu Emir Faysal’ın
çeteleri, önümüzde, on binlerce silahlı çapulcu, ardımızda, General Allenbi’nin
bire kırk sayı, bire bin silah üstünlüğünde taze, çevik, yendikleri düşmanı
kovaladıkları için keyifli Filistin ordusu, tepemizde öldürücü güneşle uçak
filoları vardı. Kimin aklına geldi bilmem, bana bir yaya alay komutanlığı
verdiler. Yaralı bacağının dizkapağını ovuşturarak umutsuz umutsuz başını
salladı. Alay komutanı olacağı günü nasıl düşünür bir subay, bilirsiniz! Ben,
hep, eğitimi geri kalmış bir alaya gideceğimi hayal etmişimdir. Erlere ne
diyeceğim, subaylara neler söyleyeceğim hepsini teğmenliğimde kelimesi
kelimesine hazırlamıştım. “Ödevde demir disiplin, arkadaşlıkta dost
yumuşaklığı... ” Alay 200 kişiydi. Duraladı. Parmağını kaldırdı. Hayır, 150
kişi... Belki de 120... Bir su başında, yere serilmişlerdi. Zorla kalktılar.
Üniforma falan kalmamış... Çapulcu sürüsünden beter!.. Dehşete kapıldım.
“Oturun... Oturun” diye yalvarmıştım. Arkadaşlar, gözlerimden yaş boşandığını
söylediler. Yumruğunu gözlerinin altından geçirdi. Böyle işte... O zamandan
beri, farkında olmadan böyle gözlerim yaşarır. Ayıplıyor insanlar, bilir
misiniz? Subayları herkes taştan yapılmış sanıyor. Belki seçtiğimiz işin bazı
özel yasaları var. Subayın ağlaması ayıp... Evet, böyle düşünenler de haklı...
Cemil, dalgın sordu:
— Geri gelen erleri sipere
sokmak için...
Birden insafsızlık ettiğini
anlayarak sözünü yarıda kesti.
— Evet...
— Hiç...
— Bir şey söyleyecektiniz,
vazgeçtiniz. Kurmay Binbaşı Nuri Bey, bağışlar gibi gülümsedi. Ağlamak
üstüneydi değil mi?
Cemil, sözünü yanda kesmekle
büsbütün insafsızlık ettiğini anlamıştı:
— Değil binbaşım... “Erleri,
yeniden sipere sokmak için, hiç silah kullandınız mı?” diyecektim!
— Kullandım elbette... Nuri
Bey, bu karşılığı verirken hiç duraklamamıştı. Kullanılmaz mı? Çoğu zaman
budalalıklarından paniğe kapılırlar çünkü... Çanakkale’de birkaç kere geldi
başıma bu iş... Birden keyifle gülmeye başladı. Anladııım... “Pek yufka
yürekli... Bakalım, sırasında adam vurabilir mi?” dediniz. O başka bir iş...
Büsbütün başka, değil mi?
Cemil, burnunu çeker gibi
gülünce, Nuri Bey, üstelemedi, sözü kaldığı yerden aldı.
— “Arada bir durup kurt gibi
diş göstere göstere, sırıtarak geri çekiliyorduk. ” demiş miydim? Alayı teslim
almamla, kaybetmem bir oldu. 25 Eylül 1918’de kendimi, karmakarışık bir ağırlık
kolunun içinde bir at arabasının sol kazığını tutmuş yürürken buldum. Bundan
önce olup bitenler, sıtma nöbetleri sırasında, uyana, dala görünen korkunç
düşlere benziyordu. İki üç bin kişi kadardık... Belki de daha çok. Uçak
saldırılarından korunmak için, gece yürüyorduk. Tutarı sekizde bire inmiş, bir
atlı tümenin, mızrakları altına sığınmıştık.
— Hangi tümen?
— 3’üncü Tümen... Bozgundan
önce, bizim orduya bağlanmıştı. Yedekteydi. Alaylarından birini bir başka
birliğe verdikleri için iki alay kalmıştı. Bir alayı önümüzden, öteki
ardımızdan geliyordu. Ağırlıklarla biz ortadaydık. Dizleri kesilenler düşüp
kalıyorlardı. Çoğumuz yayaydık. Benim hayvanım bir serseri kurşunla vurulmuştu.
Mekkârelere binmiş yaralı subaylar vardı, arabalara üst üste doldurulmuş
yaralılar... Bataryalarını Şeria ırmağı önünde düşmana bırakmış topçu erleri
top çeker hayvanlara ikişer üçer binmişlerdi. Birliklerini kaybetmiş atlı
erler, açlıktan adım atamayan hayvanlarını mızraklarıyla dürterek yürütmeye
çalışıyorlardı.
— Atlı alaylar kaç kişi?
— Her birinde yüz elli atlı
var yok... Aclun ilçe merkezi İbrit’e, 26 Eylül sabahı vardık. Yıldırım Orduları
Grubu’nun 1brit’teki ambarlarında bir milyon kilodan fazla arpa, bir o kadar
buğday, yarım milyon kiloya yakın kuru sebze vardı. Bunların hepsi, birkaç
kurşun atımı aralıkla bizi çevirmiş, bizimle beraber yürüyen Arap çapulcuları
kalacaktı. İnsanlar da hayvanlar da tıka basa doydular. İnsanlara üçer günlük
yiyecek, hayvanlara üçer günlük yem alındı. Gece yola çıkılacaktı. Akşama
doğru, kasabaya bir kalabalık girdi. Beş yüze yakın insan, anadan doğma
çıplak... Hepsinin elleri apış aralarında... Bunları Araplar soymuş, donlarına
varıncaya kadar her şeylerini almış. Dört yüz kadarı er, yedi sekizi subay,
yedi tanesi de Alman... Herkes davrandı, yardıma koştu. Çıplaklar edep
yerlerini yarım yamalak örttüler. Akşamüstü, Müzeyrip’e doğru yola çıktık.
Harvanlılar, sağdan soldan, önden arkadan, arada sırada kurşun sıkıyorlardı.
Harvanlıların bu konukseverliğine bugün bile kızanlar vardır.
— Siz kızmadınız mı?
— Önceleri kızdım. Sonra
düşündüm. “Müslüman oldukları halde, halifeye silah çekiyorlar” diye kızıyorduk
bunlara... Oysa, Avrupa’da boğuşanlar da toptan İsa’nın ümmetiydiler. Hiçbiri,
ötekini, din kardeşine silah çektiği için suçlamıyordu ayrıca...
Bur da ayıplanacak bir yön
varsa, insanları, kızgın çöl güneşinin altında anadan dogma soymak, bir de,
düşe kalka çekilen yenilmiş insanlara, uzaktan ateş etmek... Esirlikte öğrendim
ki, o günlerden çapulcuların sayısı on beş binden artıkmış... O günlerde
4’üncü, 7’nci ve 8’inci Ordularımızın tutan, bu sayıdan azdı. 27 Eylül’de,
öndeki mızraklı alayın kolbaşısı, Tafas denilen kara taştan yapılmış büyücek
bir Arap köyünün batısına yanaşmıştı ki, apansız köyden ateşe tutuldu. Alay
attan inip avcıya yayıldı. Biz biraz gerileyerek yere çöktük. Gözümüzün önünde
bizimkiler vuruşuyordu. Hiçbirimizde, davranıp yardıma koşma isteği uyanmadı.
Sanki bizler, bir hafta öncenin savaşçıları değildik. Ömrümüzde ellerimize
silah almamış, harem kadınlarıydık. 3’ncü Atlı Tümen, topu topu 300 kişilik iki
alayını yere indirip çeşitli düzenlerle savaşa sürdü. Önden sıçrayarak düşmana
sokulmak istiyorlar, iki yanımızdan geçerek köyü çevirmeye uğraşıyorlardı. Biz,
savaş filmlerini hiç sevmeyen sinema seyircileri gibi, durgun, ilgisiz
bakıyorduk. Köylerdeki kalın duvarların, toprak yığınlarının ardındaydılar.
Avuç içi gibi çıplak bir düzlükte saldıranlara atıyorlardı. Bu denksizlik bile
bizi uyarmadı. İçimizden, ancak sekiz on kişi yardıma gitti. Onlar da galiba
atlı erlerdi. Meslek dayanışmasından gelen bir tepkiyle davranmamazlık
edememişlerdi. Ben asıl bunu söylemek istemiştim, başlarken... Sözü uzattım boş
yere... Uykum kaçınca o akşam Tafas köyü önündeki ilgisizliğimiz aklıma geldi
gene... Kaç gündür, milletin ilgisizliğinden yakınıyorsunuz da... Oluyor böyle
donakalmalar... Sizin yerinize başkalarının ölüme atıldıklarını gözlerinizle gördüğünüz
halde, ilgisizliğinizden utanç duymuyorsunuz. Bundan onuru yaralanmayanları
nasıl uyandıracaksınız? Dürtüşlemenin hiçbir çeşidi sökmez ki...
Binbaşı Nuri Bey, sargılı
ayağının yerini değiştirdi. Bağışlayan bir yumuşaklıkla kısa kısa güldü:
— Evet sökmez. Oturakaldık.
Seyrettik. Başımızın üstünden geçen, sağımıza solumuza düşen kurşunlara da
aldırmıyorduk. Öyleyse bizi davranmaktan alıkoyan şey, ölüm korkusu değildi,
sanırım!
Cemil başka şeyler
düşünüyordu. Farkında olmadan karşılık verdi:
— Doğru!
— Değildi, eminim. Tümen
komutanı baktı ki, yüz yüze sökmeyecek... Bir bölükle, bir ağır makineli
takımını uzaklardan dolaştırarak köyün arkasına geçirdi. Ben de oturduğum
yerde, bunu düşünüyordum. Çapulcular, sağdaki tepelere doğru vuruşarak
çekildiler. Köyde kırk elli kişi, artçı kalmıştı. En sonra, bunlar da,
atlarına, hecinlerine binip savuştu. Ölüleri üstünkörü gömdük. Atlılarımız
kendilerine çekidüzen verdiler. Unutmadan söyleyeyim, ben orada, ömrümde ilk
defa, çıplak ayağına mahmuz takmış atlı erler gördüm. Evet, çorapsız ayaklarda
mahmuz... Üzengileri bakır kazanlardan bozmaydı, üzengi kayışlarıysa ipten...
Çoğunun mızrağı kırılmıştı. Giyim kuşak dökülüyordu. Yalnız silahları çok
yeniydi. Cephaneleri boldu. Birlikler sayılarını kaybettikçe, bilirsiniz,
silahları yenileşip cephaneleri bollaşır. Komutan, ilk ateşi yiyen 6’ncı Alayı,
toparlanması için köyde bırakmış, 8’inci Alayı öne geçirmişti. Kuzeye doğru
yola çıktık. Ben, hep çırılçıplak ayağına mahmuz takmış, atlı eri düşünüyordum.
Sürünerek köye yaklaşmaya çabalıyordu. Tabanları kir içindeydi. Vurulduğu
zaman, bacaklarını iki kere toplayıp uzatmış, sonra kamının altına çekip öylece
dertop kalmıştı. Kumda ayak başparmaklarının bıraktığı iki derin iz, şimdi bile
gözümün önündedir. Tarihte, Patrona Halil denilen serserinin de, yeni padişahı,
kılıç kuşatmaya götürürken ata çıplak ayak bindiği yazılıdır. “Ne ilişiği var?”
diyeceksiniz... Doğru... Ben de “Ne ilişiği var?” diyordum ki, korkunç
bağrışmalar seni dalgınlığımdan uyarmaya kalmadan kafama ağır bir şeyle
vurdular.
— Kim?
— Köyden sürülüp
çıkarılanlar... Atlı alaylarımızın güçsüzlüğünü anlamışlardı. Ağırlıkları ele
geçirmek için 200 kadar atlı, 100 kadar hecinli, arabaların çevresinde yürüyen
bitik kalabalığa, çalakılıç daldı. Ben gözümü açtığım zaman, bir hastane
arabasında sırtüstü yatıyordum. Kafam zonkluyor, gözlerimin içinde şimşekler
çakıyordu. Başımın tam üstünde yumruk kadar bir şiş vardı. Sağ ayağımı biraz
zor kımıldatıyordum. O günden sonra, kendimi bir daha toplayamadım. Sol
gözümdeki seğirme geçmedi. Kabalağın altındaki mantar canımı kurtarmış. O
günden beri durup dururken içimi bir bunaltı kaplar, soluklanın daralır.
Yaşamaktan usanırım. Her şey bana saçma gelir, çoluk çocuk... Vatan millet...
Buralara düşmanların girmesi... Dostluk... Okuma yazma... Her şey...
“Hafakanlar boğuyor” derler ya kadınlar... İşte öyle... Günlerce kaskatı, külçe
gibi kalırım oturduğum yerde... Parmağımı kaldırmaya üşenirim. Bir tek söz
söylemek, bana Uludağ’ın tepesine koşarak çıkmak gibi, yorucu gelir. Konuşmam şurda
kalsın, birinin bana, karşılık beklemeden bir şey demesi bile beni yorar. Bu
yorgunluğu size anlatamam!.. “Gene susayacağım, su içmek lazım gelecek. ” diye
düşünerek dehşete kapıldığım çoktur. Hele başımdan geçenleri hatırlamak korkusu
hepsinden zor! Düşünüyorum, geçenlerde, Rahmi’yi vuruşur bıraktım da nasıl geri
çekildim? Nerden buldum bu gücü? Hayır! Bacağımdan yaralanmak özür değil!
Rahmi’yi dinlememeliydim! Beni ata bindiren çavuşu terslemeliydim.
Cemil, İstanbul’da ara sıra
duyduğu yorgunluğun ne kadar değersiz bir şey olduğunu birden anladı. Binbaşı
Nuri Bey’in duyduğu yorgunluğun yanında kendisininki, bir çeşit dinlenmeydi.
“Peki, Yarbay Rahmi Bey de mi, böyle bir yorgunluğa kapıldı acaba? Kendini
isteyerek mi öldürttü?”
— Atta nasıl durdum? Bursa’yı
nasıl tuttum? Anzavur’un subayları esir almadığı aklımda kalmış olmalı.
Utanılacak bir şey... Şuuraltında bir korku çalışmışsa, orada iyi
dövüşememişimdir. Dün gece uykum kaçtı. Utandım kendimden... Kendimden değil...
Bir başkasını ayıplar gibi ayıpladım kendimi... Esir olurken de, duyduğum
utanç, bir başkasının teslim oluşu karşısında duyulan yabancı bir utançtı.
Kurtuluş yollarının hepsini sonuna kadar denemeden kendini bırakıvermiş miskin,
tabansız bir insanı ayıplıyor gibiydim! Bazı arkadaşlar, başıbozuk çapulcuların
eline düşmektense, İngilizlere teslim olmanın tehlike farkını hesaplamışlar.
Ben bunu bile düşünmedim. Biz, teslim olmaya karar verenler, Eşrefiye adlı bir
çiftliğin ağaçları altına toplanmıştık. Birbirlerine sokulup burunlarını toprağa
sürerek soyulan koyun sürüsüne benziyorduk. Yüz, yüz elli metre açığımızdan bir
atlı bölük geçiyordu. Otuz, otuz beş kişi... Ancak on on ikisi mızraklıydı...
Bölük teslim olmayı onuruna yedirememişti. Vuruşarak kendine yol açmaya
gidiyordu. Görünüşünde, yırtıcı bir savaş birliği hali yoktu. Yalnız teslim
olanların üstünden aşırarak ateş eden düşman bataryasının yakınlarına düşen
mermilerini hiç umursamıyor, yorgun hayvanlarını zorlamadan, anavatana doğru
yürüyordu. Bağlı olduğu alayın, tümenin komutanları bizim içimizdeydi.
Esirliğin onlara biraz daha zor geldiğini sanırım. İstanbul’a döndükten sonra,
Harbiye Nezareti Zatişleri Dairesi’nin sorularına karşılık verirken kim bilir
ne kadar bunalmışlardır.
Tanyeri ağarıyor, ortalık
aydınlandıkça, Faruk’un makinelisi daha seyrek duyuluyordu.
Cemil konyak dolu matarasını
kancasından çıkarıp Nuri Bey’e uzatırken, duyduğu gürültüye kulak vererek
öylece durdu.
Nal sesleri hızla
yaklaşıyor, bir atlı, sanki kelle getiriyordu.
Tüfeklerine davrandılar.
Cemil, “Binbaşım...
Binbaşım... ” diye soluk soluğa bağıran Kör Şaban’ın sesini tanıyınca fırladı:
— Buraya... Ne var? Anzavur
mu?
— Anzavur, binbaşım... Kör
Şaban, dizginlere gaddarca asılıp hayvanı art ayakları üstüne kaldırdı.
Anzavur... Çerkez Ethem Bey Anzavur’u bozmuş, binbaşım... Tepelemiş ki... Tuz
gibi dağıtmış... Teğmen Şevki Efendi geldi. Haber Teğmen Şevki Efendi’den...
Cemil filintasını yere attı,
önce ellerini ağzına boru yaparak ileriye doğru: “Gel Faruk!.. Bırak gel!” diye
bağırdı. Sonra dönüp Doktor Münir Bey’in boynuna sarıldı.
Doktor Münir Bey, aralıksız
soruyor, Teğmen Şevki, bir ortaokul öğrencisinin coşkun heyecanıyla
anlatıyordu:
— Evet. Çarpışma, topu topu
beş saat sürdü. Gerçekte beş saatte sayılmaz. Asıl sıkı kapışma bir iki saat...
— Dalgalı topraklarda
yürüyüş koluyla gidiyorduk. Dereye indiğimiz zaman birinci takım hayvanları
sulamıştı. Karşıya geçti. Biz sulamaya başladık. Birden, çok sayıda silah sesi
duyuldu. At bindik. Tepeye yarılamadan, birinci takımın karmakarışık
gerilediğini gördük. Tepeye yetiştik. Düşman yaya savaşa inmişti. İki yüz
kadardı. Kuzeyde, kalabalık bir kol, susayı ateş altına almak için yer
değiştiriyordu. Kolumu kaldırıp indirerek arkadan gelen kuvvetlere hızlanma
işareti verdim. Soldaki tepeye iki makinalı çıkarabilirsek, herifleri
tepeleyecektik. Yetişen kuvvetlerden yarısını, düşmanın çevirmeye çalıştığı
ucun yardımına yolladım. Geri kalanlara tepeyi gösterdim. “Şu tepeyi dörtnal
tut...
Arkadan makinalılar
geliyor!” dedim. Onlar tepeye doğru at boynuna yatmış fırlarken, yetişen
makinalı takım komutanına emri bastım: “Halim, dayan tüfeklerle tepeye... ”
Baktım, bizimkiler tepeyi tuttu. Makineliler de tırmanıyor. “Eh, dedim,
birazdan önümüze katarız bunları... ” Birinci, ikinci takımların yedek atlarını
avcılara doğru yanaştırdım. “Düşman çözülürse, takımlar emir beklemeden atlı
saldırıya kalkacak. ” dedim. Bu sırada Anzavur, nesi var nesi yoksa, sol
kanadımıza sürdü. Atlı kuvvetler önceden kararlaştırıldığı gibi, iki yana
açılıp işi bizim Memetlere bıraktılar. Biz soldan yüklendik. Küçük bir tepeyi
dolaşarak, çok ilerdeki tahta köprüyü tuttuk. Bizim topçu attığını vuruyordu,
doktor!
Cemil, o zamana kadar
umursamadan dinliyordu. “Topçu” sözüyle birden ilgilendi:
— Bizim topçu mu?
— Bizim... Doğrusu, hiçbir
gülleyi boşa atmadılar yüzbaşım! Köprüyü tuttuk. Bilirsiniz, insan,
karşısındakinin sallanmakta olduğunu seziyor apansız... En güvendikleri
saldırılar, yaya birliklerimizin telaşsız, güvenli ateşiyle kırılıyordu.
— Demek iyi dövüştü bizim
Memetler?
— Arslan gibi... Arslan gibi
boş laf... Say ki her takım bir kale...
— Evet... Köprüyü tuttunuz?
— Köprüyü tuttuğumuzu
görünce, Anzavur, daha fazla direnemedi. Baktık yüz geri etmiş... Atına binen
ardına düştü çalakamçı...
Doktor Münir sordu:
— Ethem’in aklı eriyor mu
askerliğe az çok?
— Aklı eriyor mu bilmem ama,
bizim yaya asker olmasaydı katamazdık çapulcuları önümüze... Şu da var ki,
Ethem Bey, savaşta çok soğukkanlı... Hem soğukkanlı, hem gözüpek... Neyse
Anzavur’un Biga’da Hamdi
Bey’den aldığı topları ele geçirdik. Biz, toplara makineli tüfeklere
sevinirken, Ethem’in atlıları... Teğmen Şevki sesini alçalttı. Talana
giriştiler. Kimi atını değiştiriyor, kimi çizmesini... Beraber dövüşen
birliklerin bir kısmı çapul yaparken, ötekilerin, düzen içinde toplanmaları...
Tuhaf geliyor insana... Çok daha başka türlü sevdim Memetleri ben bu sefer...
“Ara sıra, onlar da edepsizlenir” diyeceksiniz! Doğru ama, gene de bu işin ara
sıra olmasının önemi çok büyük... Dikkat ettim, çoğu, beğenmeden bakıyordu,
imrenmeden... Hani, öyle durgun, çok bilmiş bir halleri vardır ya...
Cemil “durgun” sözüyle
Binbaşı Nuri Bey’i sabahtan beri hiçbir yerde görmediğini hatırladı.
— Nuri Bey’i gördünüz mü,
Doktor?
— Hangi Nuri Bey’i?
Binbaşıyı mı? Hayır, hiç görmedim.
— Allah Allah... Ben de
görmedim. Hastalanmış olmasın sakın?..
— Bilmem... bakıver.
Şevki, Anzavur’un Gönen’de
astığı adamları anlatmaya başlamıştı. Eline geçen bütün subayları astırmış...
Bir de jandarmaları...
— Eşkıya olduğu bundan belli
keratanın...
— Evet... Gönen’de müftüyü
astırmış... Müdafaayı Hukuk Derneği başkanını astırmış... Kasabayı baştan aşağı
talan etmiş...
— Şimdi nerede?
— Biga yakınlarında bir daha
direneyim demiş, bakmış ki sökmüyor, atlamış vapura, savuşmuş...
Cemil, kalkıp dışarı çıktı.
Emir subayına Selahattin’i sordu.
— Acele telgrafhaneye
çağırdılar, yüzbaşım!..
— Komutan nerde?
— Ethem Bey’le beraber...
— Nuri Bey’i gördünüz mü?
Binbaşı Nuri Bey’i?
Tümen emir subayı gözlerini
kırpıştırarak durakladı:
— Nuri Bey’i hapsettiler
yüzbaşım...
— Hapis mi? Kim? Niçin?
— Tevfik Bey hapsetti.
— Suçu?
— Selam vermemiş...
— Kime?
— Kuvvetlerinin başında
geçen Tevfik Bey’e...
— Ne diyorsun? Komutanın
haberi var mı?
— Var efendim...
— Selahattin’in?
— Var...
— Peki?..
— Ethem Bey’le görüşmek
mümkün olmadı. Selahattin Bey, Hafız Hüseyin Bey’le konuştu. Hafız enişte demiş
ki... “Kurcalarsanız, herifi kurşuna dizdirmiş olursunuz. Hele biraz geçsin...
Ben Tevfik Bey’in gönlünü eder, kurtarmaya çalışırım. ” demiş...
— Nerede Nuri Bey şimdi?
— Jandarma bölüğünde...
— Başka mahpuslar da var mı?
— Var! Anzavur
taraftarları...
— Kim bekliyor mahpusları?..
— Ethem Bey’in bayraktarı...
Hacı Ömer diyorlar... Çok sert bir adam... Siz Ethem Bey’i bir ara görseniz...
Anlatmalı değil mi, yüzbaşım... “aklı biraz... şey... ” demeli zavallının...
Cemil, bir an, komutanın oda
kapısına baktı, sonra merdivene doğru hızlı hızlı yürüdü.
Sokakta, terörü düşünüyordu.
“Yensek de terörü getiriyoruz, yenilsek de... Yıllarca terör altında
yaşamışlarımız da, terörden hoşlanıyor. Bayram sevinci nedir bilmiyoruz. Bunun
insanlıkla ne ilgisi var? Ömründe ilk defa Bursa gibi büyük bir şehre, yenmiş
komutan gibi giren bu herif, şurda dalgın dalgın oturan birine nasıl kızabilir?
Hapsetmeyi aklına nasıl getirir?.. ” Bursa’nın sabahtan beri sevinmeyi bile
akıl etmeden, kuşkuyla sindiğini şimdi, boş sokaklarda tek başına giderken
anlıyor, her adımda kızgınlığı bir kat daha artıyordu.
Jandarma dairesinin sokağına
sapınca, kapının önünde oturan Bayraktar Hacı Ömer’in koca gövdesini görüp
tanıdı. Herif, manda pisliği gibi yayılmış, nargile içiyordu. Bir ayağını bir
iskemleye, ötekini bir başka iskemleye atmış, kolunu üçüncü iskemleye
dayamıştı. Böyle bir kasıntı, halifelik avadanlıklarını eline geçirdiği zaman,
Yavuz Selim’de bile görülememiş olmalıydı.
Bayraktar Kayserili Hacı
Ömer, Cemil’i tanıyınca hemen edeple toplandı:
— Vay... Cemil Bey’im...
Şükür görüştürene... Sabahtan beri baktım... Göremedim... Buyur çay iç...
Nargile doldursunlar...
— Teşekkür ederim Ömer
Ağa... Hiç vaktim yok... Bir arkadaşı görmeye geldim.
— Kim?
— Mahpusmuş... Gelin
bakalım!
— Kim yahu?.. Allah Allah...
— Gel hadi...
Kapıdan girip jandarma
nezarethanesine doğru yürüdü.
— Kim bu arkadaş?.. Dur
bildim... Binbaşı... Tevfik Bey’in mahpusu...
Cemil kapıda nöbet bekleyen
çeteciye emretti:
— Aç kapıyı!
Çeteci, kilidi telaşla açtı.
Cemil içeri girdi. Oturan Anzavurcular korkuyla ayağa kalktılar.
Binbaşı Nuri Bey,
demirlerinden örümcek ağları sarkan pencereye dirseğini dayamış, dışarıya, iki
adımlık pis aralığa dalmıştı.
Bayraktar Hacı Ömer
seslendi:
— Hey binbaşı!.. Öldün mü be
herif... Bak kim geldi!
Nuri Bey, döndü. Gözlerini
kırpıştırdı:
— Aaa... Siz misiniz Cemil
Bey?.. Bana mı geldiniz?
Cemil, tanıştıklarından beri
ilk defa topuklarını birbirine şiddetle vurarak Binbaşı Nuri Bey’i selamladı:
— Size geldim binbaşım...
Özür dilemeye geldim.
— Yok canım... Kurmay
Binbaşı Nuri Bey, Cemil’in akranı olduğu halde, çok yaşlı bir dede gibi
gülümsedi. Olur böyle yanlışlıklar... Bizim aslanları görünce çok sevindim. Ama
ne kadar çok... Sevinçten yoruldum galiba... Kalakaldım. Suç bende... Ayağa
kalkmalıydım. Hiç kalkılmaz mı? Dalmışım. Hakları var. Sevinmedim sanmışlar
değil mi? insan, bu kadar sevinçli bir günde yanılabilir kolayca... Bilirim,
bizim milleti sevinç daha kolay yanıltır. Yoruldunuz buraya kadar... Sağ
olun...
— Rica ederim binbaşım...
Buyrun, hadi...
— Aman Cemil Bey’im...
Tevfik Bey bizi...
Cemil, eşkıya bayraktarına
baktı. Suratı öylesine cehennemleşti ki, herif yutkunarak susuverdi.
— Bastonunuz var mıydı
binbaşım?
— Vardı galiba... Vardı
evet... İşte şurada...
— Binbaşımın bastonunu Ömer
Ağa... Bastonunu diyorum...
Ömer Ağa, koca gövdesini
hoplatarak bastonunu getirip binbaşıya verirken Cemil aldı, Nuri Bey’e uzattı:
— Buyrun binbaşım... Yeniden
özür dilerim! Bayraktara döndü. Tevfik Bey’e söylersiniz, “Cemil geldi aldı”
deyin... Görüşmek isterse... Ben her zaman karargâhtayım.
— Nesi var bunun görüşecek
bre Cemil Bey?.. Kendin bilmez değilsin ya... Sağ olsun Tevfik Bey’im, çoktaaan
unutmuştur. Bir
S?? çayımızı...
Susup dışarıya kulak verdi.
Borazanlar uzaktan uzağa toplanma borusu çalmaya başlamışlardı.
Cemil, bir boş araba
çevirdi, Nuri Bey’i bindirdikten sonra, “Tümen karargâhına... çalakamçı!” deyip
atladı.
Borazanlar acı acı ötüyor,
ana caddede atlı postaların kaldırımları şakırdatarak koşuştukları duyuluyordu.
Karargâha vardıkları zaman,
herkesi ayaklanmış buldular. Kısa, kesin emirlerle, subaylar, çavuşlar, erler
sağa sola seğirtiyordu.
Cemil’i merdiven ayağında
Kör Saban önledi:
— Binbaşım bu kez haller
kötüüü...
— Ne var? İngiliz mi basmış?
— Daha kötü... Bizim oralar
karışmış bu kez... Bu kez bizim Türk’ümüz başkaldırmış...
— Kim sizin Türk’ünüz?
Söylesene herif!..
— Bizim oraların avanak
Türk’ü tam ayaklanmış ki, gayet zorlu ayaklanmış binbaşım... Vurmalarıyla bizim
tümen komutanını bitirmişler...
— Hangi tümen komutanını?
Bekir Sami Bey’i mi?
— Yok... Bizim 3’üncü Atlı
Tümen komutanımızı... Sina cephesindeki komutanımız...
— Aklım karıştı. Şunu doğru
anlat... Şamar geliyor.
— Telgraf aldı Ankara’dan
Selahattin Bey... “Ethem Bey, aman yola çıksın bir ayak önce... Bolu
dolaylarına vaktiyle yetişmeye baksın!” demiş Ankara...
— “Bizim oralar” dediğin
Bolu mu? Bolu, nerden sizin ora oluyor?
— Bolu, bizim sınır
komşumuz!.. Bolu Türk toprağı olduğundan bizim ora sayılır. Bolu ayaklanmış,
Gerede, Düzce, Hendek hep ayaklanmış... Kara kazanları pazar meydanına
götürdüler.
— Ne kazanı? Karavana mı?
— Karavana kaynatmaya soluk
yok!.. Kazanlarda yağlar kızıyor. Çarşıyı açtırdı Ethem Bey... Bursa’nın
kavurma tenekelerini, pastırmalarını, sucuğunu meydana taşımakta... Bunlar
yağda az biraz döndürülecek de...
— Yedirilecek mi?
— Yedirme yok... Ethem
Bey’in askeri, eline taze ekmeği alıp kazanların önünden geçecek... Ekmeğine
birer kepçe pastırmalı sucuklu kavurma payını alan, yallah...
— Bütün askere yeter miymiş
kavurma?
— Bütün askerin eline et
kavurması nerden geçebilsin? Bu kavurma, Ethem Bey’in atlı başıbozuk
askerine... Bizim askere bulgur çorbası yetişirse ne güzel... Yaya askeri
arkadan gidecek ağır aksak... Ambarlarda millet işe yumuldu ki binbaşım, çok
zorlu yumuldu. Ethem Bey diyesiymiş ki... “Hayvanlarıma verilecek saman ıslak
oldu mu, küflü oldu mu, arpalanın iyice elenmedi mi, yakaladığımı
sallandırırım. ” diyesiymiş. “Benden günah gitti... Millet bilmiş olsun. ”
diyesiymiş...
— Nerde kendisi?
— Ulu Cami’de... Bursa’nın
sangı büyüklerini camiye toplamış ki, “Gelmem” diyeni bacağından
sürümecesine...
— Sebep?..
— Kâğıda parmak basmasıymış
da, İstanbul’un Osmanlı Padişahına salasıymış... “Anzavur Paşa’nı tepeledim.
Bundan böyle kendine yarar paşa bulmaya bak... İti, köpeği, paşa edip üstüme
saldırma... Ben şimdi... Türk içine gitmekteyim, dönüşte bak bakalım nelere
olur?” diyesi...
Selahattin merdiven başından
seslenince Cemil, Kör Şaban’ı bırakıp yürüdü.
— Duydun mu felâketi?
— Neymiş?..
— Düzce önünde Yarbay Mahmut
Bey’i öldürmüşler isyancılar...
— Deme Nasıl olmuş bu iş?
Vuruşurken mi?
— Hayır. Mahmut Bey,
Çerkezliğine güvenmiş galiba... Oyuna gelmiş. Herifler konuşmacı yollamışlar.
Borazanla ateşkes emri vermiş Mahmut Bey... Kendisi çıkıp ilerlemiş...
Yanaşınca, heriflerin gözlerinden niyetlerinin kötülüğünü sezmiş olmalı ki,
emir subayının filintasını kapmış, ateş etmiş... Kurşunlar boşa gidince, bu
sefer onlar atıp vurmuşlar.
— Yazık... Vah vah... Çok
yiğit arkadaştı.
— Komutan bey çocuk gibi
ağladı. Daha kötüsü, başkaldırma Bolu’yu geçip Ankara’ya doğru yayılıyor! Ethem
Bey, var hızıyla yetişme emri aldı. Hemen yola çıkacak!
— Beni de bıraksın komutan
bey artık...
— Konuştuk. Olmuyor. Burası
büsbütün boş... Bu giden askerlerin cepheden alındığını biliyorsun. Anzavur
işinden sonra, asker toplamak, hiç değil toplayabildiğimizi elde tutmak belki
mümkün olur.
— Camiye hocaları neden
topladınız? Karşı fetva için mi?
— Evet...
— Verecekler mi acaba?
— Vızır vızır... Şimdi haber
geldi, herifler, “Ben daha önce imzalayacağım!” diye birbirlerini
eziyorlarmış... Sen bizim hoca takımını bilmez misin? Yüzde doksanı zora hiç
gelemez.
Selahattin emir subayının
getirdiği şifreli telgrafı açmak için koşunca, Cemil, yavaş yavaş meydana doğru
yürüdü.
Meydanda, Kuvayi Seyyare
Umum Komutanı Ethem Bey’in atlıları, ekmeklerinin ortasını açıp kazanların
önünden geçiyorlar, içine kavurma koydurup atlarının yanına gidiyorlardı.
Birkaç günden beri Bursa’nın otellerinde, hanlarında, kaplıcalarında iyice
dinlenmişler, kılıklarına çekidüzen vermişlerdi. Her fırsatta daha iyisiyle
değiştirdikleri binekleri de, göz alıcıydı.
Ethem Bey’le müfreze
komutanları, meydana geldikleri zaman bütün atlılar, yola çıkmaya hazırdılar.
Ethem Bey, komutanla valiye
“Allahaısmarladık” dedikten sonra Cemil’in elini sıktı. Yavaşça, “komutan
beyden koparamadım, Ankara’dan isteyeceğim sizi... ” dedi.
Atlılar Bayraktar Ömer
Ağa'nın ardında, ikişer kol, yola çıktılar. Tüfeklerini omuzlarına çapraz
asmışlardı. Eğerlerinin, kantarmalarının, kamalarının gümüşleri güneşte parlıyordu.
Cemil, Ethem’in ağabeysi
Yüzbaşı Tevfik’in selamını almamak için, gözlerini kısarak Teğmen Şevki’nin
ağır makineli bölüğüne çevirmişti.
Erlerin giyimleri yamalı,
postalları yırtıktı ama, yüzlerinde, dövüşü çapulculara bırakmamış gerçek
savaşçıların haklı güveni vardı. Cemil hemen toplanıp bu yırtık, pırtık,
yorgun, usanmış güvenin karşısında selama durdu. En arkadaki biraz aksayan saka
neferi geçene kadar da, elini kalpağından indirmedi.
Ağır makineli bölüğü,
apansız, seferberliğin ünlü türkülerinden birini tutturmuştu. “Ben bir Türk’üm,
dinim cinsim uludur” bağırtısı, önden arkaya, kopa dağıla geliyor, kaldırımsız
yolun toz bulutuyla sanki bir zaman sürünüp toprağa çöküyordu.
Doktor Münir homurdandı:
— Çerkez Anzavur’u ezen
Çerkez Ethem, kurtuluşa başkaldırmış Türkleri tepelemeye gidiyor! Meseleyi
anladın mı Körağa?
Kör Şaban, tek gözünü,
doktorun sıska ensesine dikmişti.
Kendini zorlayarak anlamaya
çabaladı:
— Anladık elbet...
Anlaşılmaz mı?
— Uuuuuyyy! Ne mutlu sana bu
yaman anlayış ile...
Bu söz, Rumeli’nin göçmen
ağzıyla söylendiği için, Kör Şaban şakalaşıldığını bilip rahatça sırıtmıştı.
Doktor Münir bu sefer gerçekten kızdı:
— Memlekette olaydın,
sırıtmayı görürdün, ayı!.. Dua et ki, burdasın!..
— Bu sıra, en iyisi, burada
olmak öyle ya, doktor bey?..
— Bir de sorar. Ethem Bey
n’apardı seni, oralarda eline geçirseydi?
Kör Şaban, hiç duraklamadan
karşılık verdi.
— Asardı bizi, sayende
Doktor bey, asardı ki ne güzel...
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar