PEYGAMBERİMİZE NEDEN İNANMADILAR?
AHMET LÜTF İ KAZANCI
Takdim 7
Giriş 11
Araplarda Aklî Durum 13
Dini ve İçtimai Durum 31
Birinci Bölüm
Muhtemel İtirazlar 75
Peygamberliğin İspat Edilmesi Mucize 77
Nübüvvet Vazifesine Bağlılık
Derecesi 89
Söz-İş Uygunluğu 97
Haysiyet ve İtibar 109
Servet - Saltanat - İhtişam 117
Efendimizin Akrabası 133
Servet Düşmanlığı 141
Güç Yetmeyen Amellerin Teklifi 157
İslâm Dinini Kabul Edenlerde
Pişmanlık Var mıydı? 173
İkinci Bölüm
Peygamberlerin İnsan Oluşu 185
Kur’ân-ı Kerim Kimin Eseri? 189
Kur’ân’ı Başkasının Yazdırması 215
Kur’ân’a ve Peygambermiz’e İtirazlar 217
Âhîret İnancı 227
Üçüncü Bölüm
Sebepler 231
Hakkın ve Hakikatin Talibi Olmamak
233
Saltanatın Elden Çıkması Korkusu 243
Kibir ve Gurur 251
Köklü İnançlara Bağlılık 257
Utanç Duygusu 265
Ticarete Zarar Gelmesi Korkusu 271
Hased 275
Netice 289
Bibliyografya 295
Bütün Peygamberler insanları karanlıklardan aydınlığa, hidayete
davet etmişler, Allah’a giden nurlu yolun rehberleri olmuşlardır.
Bu yola kendiliklerinden değil, Yüce Mevla tarafından va-
zifelendirildikleri için atılmışlar, insanları; insanlığın kemaline
ulaştıracak, fazilet yolunda yürütecek bir ahkâmı tebliğ etmişlerdir.
Peygamberler bu yolda hizmet verirken, şahısları için menfaat
gözetmemiş, ücret beklememişlerdir. İstenilen vazifeler de sadece insanların
hayrına, saadetine vesile olacaktır. Peygamberler, davet ettikleri ahkâma
herkesten önce bizzat kendileri riayet etmişler, güç yetmeyen tekliflerde
insanların karşılarına çıkmamışlardır.
Ellerinde kendilerinin, Allah, tarafından Peygamber olarak
görevlendirildiklerine dair kesin belgeler, mucizeler vardır.
***
Bununla beraber Peygamberlerin getirdiği bu en haklı dava, bir
takım insanlar tarafından durdurulma çabasıyla karşılaşmıştır. Peygamberler
büyük bir samimiyetle vazifelerini yürütürken, insanları Allah’a kul olmaktan
uzak tutmaya
çalışan bir grup daima bulunmuştur. Nerede bir Musa varsa,
karşısında bir Firavun türemiş, var gücüyle hakkı susturmak, batılı desteklemek
için çalışmıştır.
Neydi bu adamların dertleri?.. Neden inanmamışlar, neden
Peygamberlerin karşılarında cephe almışlardı?...
Elinizdeki bu kitap bu sualin cevabını bulmaya çalışmaktadır.
***
Kitap, bir giriş ve üç bölümden meydana gelmektedir.
Giriş kısmında: Arapların aklî, dinî ve içtimai durumları üzerinde
durulmuştur. Peygamberlerin getirdiği ve kendileri için maddi yahut manevi
yönden zararlı olmayan, faydalı olan bir ahkâmı reddederken, aklî durumları ne
idi? Faydasını zararından ayıramayan, aptal, ahmak kişiler miydi? Bu sebeple
mi içinde bulundukları duruma razı olmuşlar, daha iyiyi, daha faziletli olanı
reddetmişlerdi?... Aklî dengeleri yerinde ise iyiyi ve doğruyu ne diye
reddetmişlerdi?.. Ne gibi hesapların peşindeydiler?
Ayrıca İslâm dinini kabul ettikleri takdirde ne kaybederler, ne
kazanırlardı. İyi ve fena manada ne gibi değerlere maliktiler. Bu konular
üzerinde bilgi vermeye çalıştık.
Birinci bölümde: Muhtemel itirazlar ortaya konulmuş, cevapları
üzerinde durulmuştur. Peygamberlerde ve getirdikleri dinde hoşa gitmeyen
cihetler neler olabilir, neden reddedilebilir?.. Peygamberler itibarsız
kişiler miydi?... Davet ettikleri ahkama kendileri riayet etmiyor muydu?...
Servet, saltanat meraklısı mı idiler?... Güç yetmeyen amelleri mi teklif etmişlerdi?...
gibi.
İkinci bölümde: Müşriklerin yaptıkları itirazlara yer verilmiştir.
Peygamberimizin bir insan oluşuna, Kur’ân’ın Allah kelamı oluşuna itirazları
gibi. Bu arada bir başka Kur’ân getir-
Takdim
mesini, Kur’ân’ın hep birden topluca indirilmesini istemeleri
gibi...
Üçüncü bölümde: Onları inanmamaya sevk eden asıl sebepler üzerinde
duruldu. Köklü inançlara bağlılık, kibir ve gurur, haset ve benzeri sebepler.
***
Okuyanlara faydalar vermesini Yüce Mevla’dan niyaz ederim.
Ahmet Lütfi Kazancı
ARAPLARDA AKLÎ, DİNİ VE
İÇTİMAİ DURUM
“Şayet biz söz dinleseydik, yahut aklımızı kullansaydık bu
çılgın alevli cehennemin ashabından olmazdık,
dediler. Böylece suçlarını itiraf ettiler...”
(Mülk, 67/10, 11)
“Onlardan birine kızının doğduğu
müjdesi verildiği zaman öfkelenerek yüzü
kapkara kesiliyor. Verilen müjdenin bıraktığı tesirle utanıp
kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa kat-
lanarak saklayacak mı?...
Yoksa toprağa mı gömecek...
Bak ne kötü hüküm veriyorlar.”
(Nahl, 16/58,
59)
Rasulallah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları huzur
ve saadete götürecek, insana gerçek insan hayatını yaşatacak bir ahkâm
getirmiş; fakat Kureyşliler bu ahkâmın karşısına durmuş, reddetmişlerdi.
Acaba bu adamlar kârını zararını bilmez, iyiyi kötüden ayırt edemez
kişiler miydi ki, İslâm Dini hakkında «zararlıdır» damgasını vurdular, içinde
yaşadıkları ve «cahiliye» adına gerçekten layık olan bir hayata razı oldular?
Durumu bu yönüyle ele almakta fayda vardır. Şayet onlar iyi ile
kötü arasında fark görmeyen, ak ile karayı birbirine denk sayan kişiler
iseler, o zaman söylenecek söz kalmaz. Çünkü tarihin her devrinde aklı
olmayandan teklif kaldırılmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizden de «Kişinin dini, aklının varlığına bağlıdır. Aklı olmayanın dini
olmaz»[33]
mealinde bir hadis nakledilir.
Cansız taşın karşısında eğilen, ibadet eden ve -şaka değil- ciddi
olarak onu mabud kabul eden, hatta bu yolda kanlı savaşlar veren insanın,
aklının başında olup olmadığı tartışılabilir.
Ancak görülen odur ki imanla akıl her zaman birbirini yüzde yüz
destekler durumda olmaz. Sahaları birbirinden ayrıdır. Çoğu yerde akıl, kendi
Ölçülerine zıt olanın kabul edildi-
ği yerde sesini çıkarmaz yahut kendine göre bir izah tarzı bulma
mecburiyetini hisseder. Nitekim onlar da, taşları, ağaçları birer ilah olarak
düşünürken, gerçek mabudun Allah Taalâ olduğunu, fakat bu putların da
kendilerini Allah’a yaklaştıran birer şefaatçi olduklarını belirtmişlerdir.[34]
Ne var ki gerçek ma’bud dedikleri Allah Tealâ’yı başları
sıkışmayınca hiç arayıp sormamışlar, daima onu “zihinlerin unutulan köşesinde”
saklamışlar, her şeyi putlardan bilmişler, bütün gücü putlara ait olarak kabul
etmişlerdir. Başları sıkıştığı zaman samimiyetle «Allah’ım...» diye dua
edenler, sıkıntıyı atlattıktan sonra yine kendi bildikleri havaya
dönmüşlerdir.” (Ankebut, 29/65) Hatta Ebu Süfyan gibi, kavminin reisi durumunda
olan bir kişi, Uhud harbinde kazandığı zaferin sarhoşluğuyla, Rasulullah
Efendimize ve arkadaşlarına karşı, putlara inanışını bir iftihar vesilesi
sayarak «Bizim Uzzâ isimli putumuz var, ama sizin Uzzanız yok» demekten kendini
alamamıştı.[35]
***
İnançları batıl olmakla birlikte, Kureyşlileri, «anormal bir akla
sahiptiler» diyerek suçlamak doğru değildir. Yıllar boyu Rasulullah Efendimizle
olan münasebetleri göz önünde bulundurulursa onlarda normal bir aklın, yeterli
bir zekânın varlığını kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur. Bu hükmü verirken
elimizde bulunan pek çok delil, bu delillerin çıkarıldığı pek çok malzeme
vardır.
O halde Kureyşliler, İslam Dinini reddederken «söz olsun» diye
değil, bile bile, şuurlu bir karşı koyuşla reddetmişlerdir.
Böyle olmasaydı, onları yaptıkları çirkin hareketlerden dolayı
ayıplamaya, sorumlu tutmaya lüzum kalmazdı.
***
1
– Dikkatimizi çeken ilk husus, Peygamberimizin de mensubu bulunduğu
Kureyş kabilesinin, diğer kabileler arasında «sayılan, hürmet edilen,
itibarlı» bir kabile olduğudur. Bu konu, üzerinde tartışma yapılamayacak kadar
kesindir.
Şu da bilinen bir gerçektir ki, aklı olmayanlara acınır, merhamet
edilir, fakat hürmet edilmez. Aklî dengesi bozuk olanlara bir mevki ve makam
verilmez, bir mevkiin kendisine teslim edildiği şahıs, zaman gelir aklî
dengesini kaybederse, mevkiini de kaybetmiş olur.
Buna göre, Kureyşliler «ne yaptığını bilmez, aklî dengeden mahrum»
kişiler değillerdi.
2
- Şiir, insandaki ince duyguların bir meyvesidir. Önüne gelen
herkesin şiir söyleyemeyeceği muhakkaktır. Herkesin göremediğini görebilmek,
gördüklerini edebi bir ölçü içinde verebilmek lazımdır. Bu bakımdan şair; aklı,
muhakemesi, duygusu ve kabiliyeti itibariyle içinde bulunduğu cemiyet seviyesini
aşmış bir insan sayılabilir.
Biz, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin nübüvvet
vazifesini aldığı zamanda yetişen birçok şair ve hatibi isimleriyle, mensubu
bulundukları kabileleriyle biliyoruz.
Arap edebiyatını tetkik edenler yüksek bir şiir duygusunun tesir
sahasına girdiklerini hissederler. Çölün sıcak havasından, önüne katıp
otlattığı develerinden, kabile çadırlarından ve nihayet aralarında bir ömür
tükettiği kabile insanlarından başka bir şey tanımayan bu insanlarda, bu
derece ince bir duygunun bulunması, yirminci asırda yaşayanlara bile hayret ve
dehşet verir. Sevgilisini anlatırken duyduğu heyecanı, ifadelerindeki
coşkunluğu, buluşlarındaki inceliği duyan ve anlatabilen şairlerin sayısı,
yirminci asırda bile pek fazla olmasa gerektir.
Bu şiirler, uzun uzadıya tahsil görmüş, edebi eserleri incelemiş,
ömrünü kütüphanelerde tüketmiş, edebiyat tarihîni
bilen kimselerin kaleminden çıkmış değildi. Bununla beraber bu
şiirler; ölçülü, vezinli, kafiyeli, manalı idi.
Kabile çadırları arasından uğurlanan bir âşık şair, sevgilisinin
sadece bir bakışından çıkardığı manayı şöyle dile getiriyor: «Sevgilim ev
halkından çekindi, konuşamadı, sadece göz ucuyla işaretle yetindi. Ama ben
anladım ki o bakış bana; merhaba, hoş geldin, sefalar getirdin ey bağrı yanık
sevgili diyordu.»l[36]
Bir gözün bakışlarından bunları anlayan, bu duyguları gerçekten iki
güzel beyit ile dile getiren kişinin akıl durumu hakkında ne söylenebilir?...
Meşhur. Arap ediplerinden Rebiatür Rey, bir gün uzun süren bir
konuşma yapmış ve kendi de bu konuşmayı beğenmişti. Yanında bulunan bir
bedeviye sordu:
– Size göre belagat nedir?
-
Az ve doğru sözdür.
– Belagattan aciz olmak nedir?
-
Sabahtan beri içinde bulunduğun haldir.[37]
Biz bu konuşmayı tahlil ettiğimiz zaman şu iki neticeyi çıkarırız:
a) Hitabet sahasında şöhret bulmuş bir edibin, bir bedeviden fikir
sorması, onun edebî görüş ve zevkine değer verme- sindendir.
b) Bedevinin cevabı, kendilerinde bulunan anlayış ve kabiliyet
hakkında açık bir fikir vermektedir. «Az ve doğru söz konuşmak» bir meziyettir.
Fakat böyle bir konuşmayı dinlemekten zevk almak, geveze hatiplere yüz
vermemek de böyle- dir. Bir cemiyette bu anlayışın yer almış olması, onlarda
akıl ve muhakeme kabiliyetinin mükemmel derecede olduğunu gösterir.
Az ve doğru sözü yeterli bulan bir insanın, anlayışsız olduğunu
söyleyebilmek için anlayışsız olmak lazımdır.
Şu cümleler, meşhur şair Züheyr’e aittir: «Gurbete çıkan, düşmanı
dostu zanneder. Kendi vakarını ayaklar altına alana hürmet edilmez, ikram
yapılmaz. İnsanın bir huyu varsa, onu ne derece gizlerse gizlesin çaresiz fark
edilir... Sessiz duran nice insan görürsün. Zannettiğinden daha üstün veya daha
değersiz olduğu, konuştuğu zaman ortaya çıkar.»
Bunlar gelişigüzel söylenmiş sözler değildir. İnceden inceye yapılan
tahlillerin, gözlemlerin neticesidir. Bugün bile cemiyette örneklerinin rahatça
bulunabileceği, tatbik edilebileceği değerli ifadelerdir.
Ukâz Hatibi diye şöhret bulmuş olan Kuss b. Sâıde’nin, ölümü
anlatan şu şiirine bakın: “Geçen asırlar bizim için bir sürü ibretle dolu...
Ben:
Ölümün giriş kapılarını gördüm fakat çıkış yerlerinin bulunmadığını
fark ettim, küçük büyük herkesin ölüm yolculuğuna koyulduğunu, gidenin geri
dönmediğini, kalanın ebedi olmadığını sezdiğim zaman... Anladım ki herkese olan
bana da olacaktır.”
* * *
3 - Utbe b. Rebia’nın, Peygamber Efendimize yaptığı teklifler,
onun makul bir düşünceye sahip olduğunu gösteriyordu:
Peygamberliğin gelişinin altıncı yılında idi. Utbe arkadaşlarına:
- Ne dersiniz, Muhammed’e kadar gideyim, konuşayım, teklifler
götüreyim diyorum. Olur ki bunlardan birini kabul eder, mesele böylece
halledilmiş olur, dedi.
Arkadaşlarının kabul etmesi üzerine geldi, Rasulullah Efendimiz’e
selam verdi ve şunları söyledi:
- Ey kardeşimin oğlu, sen bize göre şerefli bir aileye men-
supsun. Soy cihetiyle inkâr edilmeyecek bir üstünlüğün var. Fakat
sen kavminin başına büyük bir iş getirdin. Topluluklarını dağıttın, akıl
sahiplerinin fena yolda bulunduğunu söyledin. Tanrılarını ve dinlerini
ayıpladın. Geçmiş babalarının küfür üzere olduklarını iddia ettin. Şimdi beni
iyi dinle, sana bir takım teklifler getireceğim. Umulur ki kabul edersin.
– Söyle ey Ebul Velid, seni dinliyorum.
- Ey kardeşimin oğlu, bu getirdiğin dava ile mal ve servet sahibi
olma düşüncesinde isen, sana aramızda mal toplayalım, en zenginimiz ol.
Bu dava ile şan ve şeref peşinde isen, seni başkan seçelim, sana
danışmadan bir iş yapmayalım.
Saltanat sevdasına kapıldıysan, taç giydirelim, seni kendimize
sultan yapalım.
Yok, eğer gözüne görünen cin ve peri var da kendini kur-
taramıyorsan bütün servetimizi harcayarak tedavi yolunu arayalım. Çünkü bazen
insana tedavi edilmedikçe kurtulamayacağı bir hastalık musallat oluverir.
Peygamber Efendimiz, Utbe’yi sonuna kadar böylece dinledikten
sonra:
– Sözlerin bitti mi ey Ebul Velid? diye sordu.
– Evet bitti.
– O halde sen de beni dinle.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) besmele çekerek «Fussüet»
suresinden okumaya başladı. Secde âyetine gelince okumayı kesti ve kalkıp
secde etti. Tekrar okumaya başlayacağı zaman Utbe:
-
Aramızdaki akrabalık hürmetine artık yeter, dedi.
-
Peki, ey Ebul Velid, sen de beni dinlemiş oldun, işte sen, işte
dinlediklerin, dedi.
Utbe yerinden kalktı ve sendeleyerek oradan ayrıldı. Arkadaşlarının
yanına gelirken:
- Yemin olsun ki, Utbe, gittiği yüzden bir başka yüzle dönüyor,
diyenler oldu.
– Neler oldu ey Ebul Velid!
- Yemin ederim ki ömrümde benzerini duymadığım bir söz dinledim ki
o sihir değil, şiir değil, kehanet değil. Ey Kureyşliler, sözümü dinleyin ve
tutun. Bu adam ile davasının arasına girmeyin. Kendi haline bırakın. Vallahi
dinlediğim bu söz, büyük bir hadise meydana getirecektir. Eğer Araplar ona
galip gelirlerse, sizin adınıza işini bitirmiş olurlar. Eğer o Araplara galip
gelirse şunu iyi bilin ki onun zaferi sizin zaferiniz, onun şerefi sizin
şerefiniz olur. O takdirde insanların en şereflisi siz olursunuz. [38]
Bu hadise üzerinde durup düşündüğümüz zaman şu hususlar akla
geliyor:
a) Utbe’nin, Peygamber Efendimize yaptığı tekliflerde, büyük bir
dava ile ortaya atılan bir insanın, neler isteyebileceği, hangi maksatlar için
böyle bir davayı ortaya atabileceği inceden inceye düşünülmüştür. Bu
tekliflere deli saçması demek mümkün değildir. Utbe’nin hesaba katmadığı cihet
Peygamberimizin gerçek olarak Allah Taalâ tarafından vazifelendirilmiş
olmasıdır. Peygamber olan zatın ise, bu gibi maksatlar taşımayacağı ayrı bir
konudur.
a) Utbe’nin, dinlediği sözler hakkında, arkadaşlarına verdiği
bilgi enteresandır. Yüksek bir edebî zevke, edebi malumata sahip, şairleri,
kâhinleri, sihirbazları tanıyan ve bu sözlerle onların sözleri arasında bir
benzerlik bulunmadığını fark eden bir insanın ifadeleri. Bu sözlerin dünya
tarihinde büyük bir inkılâp vücuda getireceğini sezen bir kişinin sözleri.
c) Utbe’nin gelirken yüzüne bakınca, gittiği gibi dönmediğini,
kendine güvenini yitirdiğini anlayan insanlara nasıl «aklı başında insanlar
değildi» denebilir?
* * *
4 – Gerek daha önceki peygamberlerden ve gerekse Peygamber
Efendimizden, peygamber olduklarını ispat etmeleri, mucize göstermeleri istenmiştir.
- «Eğer gerçekten Peygamber isen...»
Bu şekilde sıralanan istekler, gelişi güzel istekler değildir. Her
biri insan gücünün haricinde kalan, bir peygamberden başkasının göstermesinin
mümkün olmadığına inanılan isteklerdir.
- «Şu kaya yarılsın, içinden bir dişi deve çıksın. Ağzında bir
tutam yeşil ot bulunsun. Görünüşte diğer develerden ayrı tarafı bulunmasın.
Fakat bir günde, kabilenin bütün develerinin içtiği suyu içsin ve onların
verdiği kadar süt versin. O gün bizim develerimiz su içmesin. İkinci gün de bu
deve içmesin, bizim develer içsin ve süt versinler...»
Böyle bir istekte bulunmak, «imkân dahilinde olanla olmayanı
birbirinden ayırt edecek bir düşünce ve muhakemeye sahip olmak» değil midir?
Hazreti Salih (aleyhisselam)’den istenen bu mucize, müşriklerin
istediği gibi gerçekleşmişti. Salih (aleyhisselam) Efendimiz, onlara şöyle
dedi:
- Ey kavmim, işte bu gördüğünüz, Allah’ın mucize olarak ihsan
buyurduğu bir dişi devedir. Onu kendi haline bırakın. Allah’ın arzında
yayılsın, otlasın. Ona fena bir maksatla el sürmeyin. Sonra sizi peşinden,
yakın zamanda gelecek bir azap yakalayıverir. (Hud, 11/64)
Bu bir dişi devedir ki, su içme işi bir gün onun hakkıdır, size de
belli bir gün su içme hakkı vardır. Sakın ona fenalıkla dokunmayın. Sonra sizi büyük
bir günün azabı alıverir. (Şuarâ, 26/55, 156)
Adamlar arzularının tamamen gerçekleştiğini gördükleri ve fenalıkla
dokunmayın denildiğini bildikleri halde «Devenin
ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine Salih şöyle dedi:
Memleketinizde üç gün daha yaşayadurun. İşte bu yalan çıkması mümkün olmayan
bir va’ddir.
Azap emrimizin vakti gelince, Salih’i ve beraberinde iman etmiş
olanları tarafımızdan bir merhamet ile kurtardık.,.» (Hud, 11/ 65, 66)
5 - Peygamber Nuh (aleyhisselam)’ı görenler, onun gemi yapmasını
istihza ile karşıladılar. Çünkü gölün, denizin bulunmadığı yerde geminin
lüzumsuz olduğunu bilecek kadar akıl ve mantığın sahibiydiler. Düşünemedikleri
yahut düşünmek istemedikleri taraf, o güne kadar uzun yıllar boyunca Hazreti
Nuh (aleyhisselam) tarafından kendilerine anlatılanların hak ve hakikat olup
olmadığıydı.[39]
Gölün yahut denizin bulunmadığı yerde gemi yapmanın akla ve mantığa
uymadığını bilen insanlar, acaba Hazreti Nuh (aleyhisselam) tarafından söylenen
hak sözlerin iyi veya kötü olduğunu anlayamazlar mıydı?
6 - Kureyş müşriklerinin Peygamberimizden istedikleri mucizeler de
hep bu çeşittendir.
- Ay ikiye bölünsün. Bir parçası Ebu Kubeys tepesinin üzerine,
diğeri Kuaykıan dağının üzerine gelsin. Bunu açıkça biz görelim. Daha sonra
parçalar tekrar birleşsin...
Onlar bu tekliflerinin «olamaz, yapılamaz» çeşitten olduğunu
biliyorlardı. İstiyorlardı ki Peygamber (sallallahu aleyhi ve sel- lem)
Efendimiz, «bu dediklerinizi yapmaya benim gücüm yetmez» desin ve Peygamberlik
davası da böylece sona ersin.
Olmazların en olmazını arayıp bulan akıl, acaba karşılarında
Kur’ân âyetleri okuyanın kendilerini hayra ve iyiliğe davet ettiğini anlayamaz
mıydı?
***
7 – Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz miraç gecesinin
sabahında, kendisinin o gece içinde Kudüs’e gittiğini, Mescid-i Aksa’ya
vardığını ve döndüğünü anlattığı zaman Kureyşliler çılgınlar gibi
sevinmişlerdi. Çünkü artık Rasulullah Efendimizi yüzde yüz mağlup edeceklerine
inanmış bulunuyorlardı. Bu inanç onların ileri derecede işleyen akıllarından
geliyordu. Çünkü:
a)
Rasulullah’ın ömrü boyunca Kudüs’e kadar gitmediğini biliyorlardı.
b)
Gitmeyen kişi de Mescid-i Aksa hakkında doğru bilgiye sahip
olamazdı.
c)
Kudüs ile Mekke arası deve kervanlarınca bir ayda ulaşılan uzun
bir mesafeydi. Normal olarak gidip gelmek için iki aylık bir zaman gerekliydi.
Hâlbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın daha dün akşama kadar
Mekke’de bulunduğu ve günlerdir ayrılmadığı bilinen bir gerçekti.
Aklın kabul ettiği bütün hakikatler Kureyşlileri destekliyordu. Bu
durumda Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz için «pes» demekten
başka çıkar yol görünmüyordu. Kureyşi neşelendiren, zaferi kazandıklarına yüzde
yüz inandıran bu idi.
d)
Haydi bize Mescid-i Aksa’dan bahset. Çünkü biz oraları biliyoruz,
dediler.
Bu arada Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin de,
Yüce Mevla’dan gelen davet üzerine yaptığı bu yolculukta, Mescid-i Aksa’yı
incelemediği, sağını solunu seyretmediği muhakkaktı. Çünkü oraya gidiş maksadı,
mescidin büyüklüğünü, tezyinatını, kapılarının şeklini görmek değildi.
Fakat Yüce Mevla, müşrikler karşısında Peygamberini yalnız
bırakacak değildi. Hemen bugünkü manasıyla mükemmel bir televizyon nakliyle
Mescid-i Aksa, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin karşısına
getirildi. Artık karşısında
bulunan duvarda gördüğü Mescid’in bütün inceliklerini onlara
anlatıyordu. Bütün sorular, istediklerinden daha güzel anlatılınca:
– Vallahi, bütün bunlarda tamamen isabet ettin ey Emin, dediler.8
Mağlup olmuştu Kureyşliler. Ancak hakikati bir türlü kabul etmek
istemiyorlardı.
e)
Bizim Şam taraflarında yolcularımız vardı. Ne zaman geleceklerini
bize bildirmelisin dediler.
f)
Yarın sabah gün doğarken, önlerinde boz bir deve, üzerinde siyah
ve beyaz birer yük olduğu halde geleceklerdir.
Hiçbir kimse bu kadar kesin bir söz söyleyemezdi. Akıl nasıl kabul
ederdi bunu?... Bir insan görmediği bir kervanın, tam gün doğarken geleceğini
bu derece tafsilat vererek nasıl söyleyebilirdi? Günün doğmasıyla, onların
gelişi arasında az çok bir zaman farkının olması pek tabii idi.
Yeni bir müjde almışçasına sevindiler. İkinci bir ümit doğmuştu.
Kudüs’e bir gecede gidip gelmesi ne derece aklın kabul etmeyeceği bir şey ise,
bu da inanılır gibi değildi.
Sabahın erken saatlerinde Ten’im denilen cihetten gelecek yolcular
beklenmeye başladı. Müminler ve müşrikler heyecan içinde güneşin doğacağı
zamanı bekliyordu.
Yüksekçe yerlere çıkarılan iki adamdan biri Ten’im yoluna, diğeri
güneşin doğacağı tarafa bakıyordu. Her birine, görür görmez seslenmesi tembih
edilmiş bulunuyordu.
Sonunda iki ses aynı anda yükseldi. Ne dedikleri anlaşılmadı.
Tekrar dinlediler biri güneş doğdu derken, diğeri de kervan göründü diyordu.
Arada saniye farkı bile yoktu. Ama kervan henüz yanlarına gelmiş
değildi. Önde boz bir deve bulunacak, üzerinde
bulunan yüklerden biri beyaz, diğeri siyah renkli olacaktı. Bir
müddet beklediler. O da aynen haber verildiği gibi tecelli ettiği zaman
kimsenin diyeceği kalmamıştı.
- İnandık senin hak ve gerçek Peygamber olduğuna ey Emin! denilmesi
lazım geliyordu. Ancak söylenen başkaydı:
– Bir sihir... Mükemmel bir sihir... Hiç kimse bundan daha büyük
sihir gösterisi yapamaz...
Hadisenin burasına akıl ile gelinmişti. Yüksek yerlere adam
çıkarmalara varıncaya kadar alman bütün tedbirler, Rasulullah’ı yalancı
çıkarabilmek için aklın gösterdiği yoldan yürümeye dayanıyordu. Ama bütün
haber verilenler aynen meydana çıkınca, aklın yapacağı şey, bu hakikatleri
tasdik etmekti.
Bunlar, Kureyş halkının, canlarının istediği zaman aklın
hükümlerine dayandıklarını, canlarının istemediğinde de aklı bir tarafa
itiverdiklerini gösteriyordu.
* * *
8 - Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin davasını
durdurabilmek için alınan tedbirler arasında, Darün Nedve denilen meşhur
toplantı yerinde şöyle bir görüşmenin yapıldığını biliyoruz.
Velid b. Muğire’nin başkanlığı altında yapılan bu toplantıda
Velid:
-
Hac mevsimi yaklaşıyor. Her taraftan pek çok insan gelecek.
Muhammed Emin hakkında birbirini tutmayan sözler söylersek, neticede zararlı
biz çıkarız. Gelenlerin şüphelenmeleri ve bir de onu görüp durumu tahkik
etmeleri pek a’la mümkün olur. Bir defa da onun tuzağına düştü mü kurtulamaz.
Bu sebeple onu, gelenlere hepimiz aynı şekilde tanıtalım. Olur ki başarıya
ulaşırız, dedi.
Velid’in bu teklifi yerinde bulundu.
-
Ne söylememiz lazım geldiğini de sen söyle, dediler.
– Önce sizi dinlemeliyim. Olur ki içinizden biri daha iyi bir
tedbir söyler. Ben fikrimi en sonunda söyleyeceğim.
-
Falcı diyelim.
-
Vallahi o falcı değil. Biz birçok falcılar gördük. Onun sözleri
kâhinlerden duyulan saçma sapan sözlere benzemiyor.
-
Deli deriz.
-
Adam deli değil ki... Deli görmedik kimse değiliz. Onda delilerde
görülen boğulma, çırpınma, samrama gibi haller yok ki...
Velid daha sonra şair, sihirbaz diyelim diyenlere de haklı cevaplar
vererek, böyle yakıştırmaların faydalı olamayacağını, inanılacak bir yolun
tutulması lazım geldiğini hatırlattı. Fakat kendi de bir çıkış yolu bulamadı.
Gerçeklere uygun bir kusur bulma imkânı yoktu. Neticede sihirbaz demenin daha
uygun bir yol olacağını belirtti.
-
Görmez misiniz, babayı oğuldan ayırıyor, karıyı kocadan ediyor,
akrabayı akrabaya düşman ediyor dedi çıktı.
* * *
Bu hadiseyi tahlil ederken:
a) Gelen insanlara Rasulullah Efendimiz hakkında birbirini tutmaz
sözler söylendiği takdirde bunun aksi tesir yapacağını, insanların
kendilerinden şüphelenecekleri neticesini çıkarmak için, hadiseleri iyi
değerlendiren bir akıl ve muhakemenin bulunması lazımdır.
b) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz hakkında,
şair, deli, sihirbaz, kâhin gibi uydurmaların tutmayacağını, yıllar yılı
tecrübelerine dayanarak, şair, kâhin... gibi kimselerle Rasulullah Efendimiz
arasında bir benzerliğin bulunmayacağını anlayan bir zekânın varlığını
kendileri dile getirmiş oluyorlardı.
Bunları düşünebilen akıl, dinledikleri kelamın, tebliğ edilen
ahkâmın insanlığa huzur ve saadet getireceğini bilemez miydi? İçinde
bulundukları hayatın kanunlarından daha mükemmel bir hayatı vaat ettiğini fark
edemez miydi?
9 - Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin davasını
durdurabilmek için, Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebî Muayt’ı Medine’ye
göndermişler, orada bulunan Yahudi bilginlerinden yardım istemişlerdi.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize sorulmak üzere, altından
kalkması mümkün olmayan sualler istemişlerdi.
Yahudi bilginleri onlara üç sual verdiler. Cevaplarını yarım
yamalak öğrettiler.
- Bilesiniz ki, bu suallerden ikisini güzelce cevaplandırır,
birine de kısaca cevap verirse o adam bir peygamberdir. Çünkü Peygamber olmayan
bir insanın bu sorulara cevap vermesi mümkün olmaz, dediler.
Bunlar Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn ve ruh hakkında sual sorulmasını
istemişlerdi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz bu soruları
dinledi, yarın cevap veririm, dedi.
Fakat vahiy on beş gün gecikti. Daha sonra gelen âyetlerde sorular
istenildiğinden daha mükemmel şekilde cevaplandırıldı, bu arada da Efendimize,
«Allah dilerse» manasına gelen «inşaallah» demedikçe yarın şöyle yaparım
dememesi tembih edildi.
- Ey Kureyş, size Muhammed ile aranızda hükmü verecek açık bir
beyanla döndük... diyenler,
beklenen cevabı aldıkları zaman, soranlar kendileri değilmiş gibi
davrandılar.9
İstenilen cevap verilmediği takdirde kıyametleri koparacak
olanlar, bu defa pişkince davranma yolunu tutmuşlar, bize iman etmek gerekiyor,
«eğer bu sorular böyle cevaplandırılırsa o bir peygamberdir» denildiydi
dememişlerdi.
Onları, kimselerin bilemeyecekleri sualler almak üzere Medine’ye
gönderen akıl, geldiklerinde ve istediklerinden daha mükemmel cevap
aldıklarında da «O halde bu adam bir Peygamberdir» demeye de yeterli olmalıydı.
10
- Mekke devrinin son acı hatırası, Rasulullah’a kurulan ölüm
tuzağıdır.
Ancak Efendimizi, tek kişi öldürdüğü takdirde, kan davasının
başlayacağını ve pek çok insanın ölümüne sebep olacağını bilen müşrikler, her
kabileden bir kişinin, kılıç çalmasını ve böylece Haşimoğullarının bütün
kabilelere karşı savaş açamayacağını düşündüler. Geceleyin Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin evinin etrafını çevirdiler. Fakat
Yüce Mevla’nın yardımıyla Efendimiz oradan ayrıldı ve hicret yolculuğuna
çıktı.
Bu hadisenin tertibinde iş gören parlak bir zekâ değilse ne idi?
* * *
11
- Efendimiz Medine’ye hicret ettikten sonra da boş durmayan, orada
da rahat vermek istemeyen müşrikler, mükemmel bir ordu toplayıp Medine’ye
yürüme niyetindeydiler. İlk iş olarak büyük bir kervan düzenlediler. Şam
tarafına gönderdiler. Elde edilecek kâr ile ordunun masrafı karşılanacaktı.
Bunu haber alan Efendimiz, kervanı teftiş etmeleri için iki kişiyi
vazifelendirdi. Kendi de arkalarından yola çıktı.
İki arkadaş Bedir suyuna kadar geldiler. Orada develerini
çöktürerek bir müddet dinlendiler. Daha sonra orada kırbalarını suyla doldurup
ayrıldılar. Biraz sonra Ebu Süfyan, kervanla geldi ve konakladı. Bu arada, orada
bulunan birine,
Yesrib (Medine) taraflarından gelen giden var mı diye sordu. Adam:
12
Bilmiyorum kim olduklarını, ama biraz evvel iki kişi geldi, şuraya
develerini çöktürüp bir müddet dinlendiler, sonra sularını doldurup gittiler,
dedi.
Ebu Süfyan develerin çöktürüldüğü yere geldi. Deve pisliklerini
muayene etti. Eliyle ezdi. “Vallahi bu Yesrib yemidir” diye mırıldandı.
Telaşla kervanın yanına geldi. Yüklerini henüz indirmekte olanlara
emir verdi. Acele yüklendi develer ve beklemeden yürüyüş emrini verdi, sahil
yolunu tuttu ve Mekke’ye ulaştı.10
Deve pisliğini kontrol edince Yesrib yemiyle beslendiğini ve
görmediği yolcuların Medineli oldukları neticesini çıkarabilen Ebu Süfyan
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından tebliğ edilen Kur’ân’ın
Allah kelamı olduğunu fark edecek kadar akıl ve muhakemeye sahip değil miydi?
* * *
13
- Bedir muharebesi yapılmış, zafer müslümanlar tarafından
kazanılmıştır. Müşriklerin pek çok ileri geleni de dahil olmak üzere yetmiş
kişi öldürülmüştür.
Bu durumda Mekke geniş bir matem havasına bürünmüş durumdadır.
Bununla beraber Ebu Süfyan halka şöyle seslenmiştir:
- «Ey Kureyş cemaati! Siz ölenlerinize ağlamayınız. Onlar için ne
bir ağıt yakıcı kadın ağıtı ile feryat etsin, ne de bir şair onlar için mersiye
söylesin. Bu hususta sabır ve metanet gösteriniz. Çünkü siz onlar için feryat
ve figan ettiğiniz, mersiye söyleyip ağladığınız zaman, bununla öfkenizi
giderir, Muhammed’e ve ashabına olan düşmanlığınızı yiyip bitirirsiniz. Bir de
sizin bu ağıtlarınız Muhammed’e ve ashabına ula-
şırsa sevinirler. Onların size karşı sevinmeleri de musibetlerin en
büyüğü olur.
Muhammed’le karşılaşıp, çarpışıncaya ve öcünüzü alıncaya kadar
size koku sürünmek ve kadınlarınızla yatmak haram olmalıdır.»[40]
Bu sözler, aklî muhakemesi olmayan insanların sözleri midir?
* * *
14
- Hicretin altıncı senesinde Hudeybiye anlaşması yapıldı.
Müslümanlar adına Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, müşrikler
adına Süheyl b. Amr imzalayacaktı anlaşmayı. Kâtip Hazreti Ali idi.
Anlaşma metninin başına: «Bu anlaşma, Muhammed Rasulullah ile
Süheyl b. Amr arasında yapılmıştır» ibaresi yazıldığı zaman Süheyl hemen
itiraz etti:
15
Eğer seni Allah’ın Rasulü olarak kabul etseydik, seninle savaşır
mıydık? dedi.[41]
İşte meselenin aslı ve esası bu cümlede gizliydi. «Biz deli değiliz.
Ne yaptığını bilen insanlarız. Hem senin Peygamberliğine inanacak, hem de
seninle savaşacak kadar bizi aptal mı sanıyorsun?» demek istiyordu.
16
- Yukarıdan beri verdiğimiz misaller ve bu misaller üzerinde
yaptığımız tahliller neticesi olarak diyebiliriz ki Kureyşliler aklı başında,
ne yaptığını bilen, işin sonunun nereye varacağını hesap edebilen insanlardı.
17
Neden Allah’ın Rasulüne karşı geldiniz? Neden bu haklı davayı
durdurma derdine düştünüz?... şeklinde bir muhakeme yapılırken verecekleri
cevap:
18
Ne yaptığını bilen kimseler değildik. Aklımız onun iyi
yahut kötü olduğunu bilmeye yeter derecede değildi... gibi sudan
bir mazeret uydurmaları mümkün değildir. Nitekim onların cehennem azabını
karşılarında gördükleri zaman söyleyecekleri sözler, Kur’ân’da şöyle
anlatılır:
- Şayet biz söz dinleyen yahut aklını iyi kullanan insanlar
olsaydık bu çılgın alevli cehennemin ashabından olmazdık.
Böylece, günahlarını itiraf edecek, başlarına belayı bile bile,
akılları ere ere satın aldıklarını açıkça söyleyeceklerdir. (Mülk,
67/10,11)
DİNİ VE İÇTİMAİ DURUM
1
- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin İslâm
Dini’ni tebliğe memur edildiği sıralarda Arapların dini ve içtimai durumları
ne idi?
İslâm Dini’ne davet edilirken neleri terk etmeleri ve neleri kabul
edip yapmaları teklif ediliyordu? Müslüman oldukları takdirde kaybedecekleri
veya kazanacakları ne idi?
İyinin bırakılıp kötünün alınmasını teklif etmek akıl kârı
değildir. Böyle bir teklifin kabul edilmediğinden dolayı kabul etmeyeni
suçlamak da doğru olmaz. Saraylarda yaşayanı kulübeye davet etmek, hürriyet
havası içinde yetişen bir insanı esareti kabul etmeye zorlamak olumsuz bir
netice almaktan başka bir işe yaramaz.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin karşısında,
onun davasını durdurma çabasıyla duranların durumu ne idi? « Bizim gül gibi,
huzur ve saadet dolu hayatımıza karışmaya senin ne hakkın var? Bizi şerre,
fesada sürüklemek, iyimizi kötü, hayrımızı şer yapmak mı istiyorsun?... Hangi
halimizi beğenmiyorsun bakalım?...» demeye hakları var mıydı? Yoksa «biz bu
halimize razıyız, bize cennet hayatı vaat etsen de, çok daha iyi şartlar ve
imkânlar hazırlasan da halimiz üzere kalmak istiyoruz» demek mi istiyorlardı.
Eski hallerinde kalmalarında ne gibi mahzurlar vardı,
yeni daveti kabul etseler netice ne olacaktı? Bu konu üzerinde
duralım.
***
2
- Genel görünümüyle Arapların içtimai durumu, son derece harap
kalmış, dikenlerle ısırganlarla dolmuş fakat bu arada tek tük (ötede beride)
ufak tefek güller açmış bir bahçeyi andırır. Genel görünümü «Cahiliye devri»
denmeye layık ise de, iyilikten tamamen uzak kalmış, faziletten külliyen
mahrum olmuş, insani meziyetlerle ilgisini kökten kesmiş bir cemiyet demek de
doğru değildir.
Ancak, bir insana iyi diyebilmek için iyiliklerinin kötülüklerini
bastıracak derecede olması lâzım geldiği gibi, bir şehrin, bir milletin
hakkında hüküm verirken de bu ölçüyü elden bırakmamak lâzımdır. Ferdî sahada
kalan kötülükler, bir şehir halkının tamamına yüklenmemelidir. Tıpkı bunun gibi
genel manasıyla çirkin bir görünüm arz eden cemiyet içinde, bir elin
parmaklarını geçmeyecek sayıda iyi insanın bulunması da o şehri «faziletli
insanlar şehri» yapamaz.
Araplar arasında, bu çeşitten bir kısım fazilet sahiplerinin
bulunduğunu da inkâr etmek, hakikatleri inkâr etmek demek olur.
Önce Araplarda gördüğümüz, hoşa giden durumları ve İslâm’ın bu
durumlar karşısında görüşünü özetlemeye çalışalım.
A – Araplarda Fazilet Örnekleri:
1
- Araplar kendilerine sığınan insanları himaye altına alır, «Aman dileyene
kılıç çekilmez» prensibini yürütür, kabile arasında bir kişinin himayesine
giren şahıs, emniyet ve garanti altında bulunurdu. Hakkında himaye altına
alındığı ilan edilen kişi, kendi isteğiyle bu himayeyi reddetmedikçe tanınmış
olan himaye devam ederdi. Bu, himaye eden için büyük
bir şeref sayılır, bu himayenin bozulması ise çirkin bir hareket
olarak değerlendirilirdi. Bu sebeple, himayeyi reddedenin, herkesin gözü
önünde, kendi isteğiyle himayeyi reddettiğini açıkça ilân etmesi lâzımdı. Can
düşmanı olan insanlar hakkında bile bu hükümler yürürlükte idi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin devrinde, bu
konuya açıklık getirecek canlı misaller görüyoruz.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e iman ettikten
sonra Kureyşli müşriklerin eziyetlerine, işkencelerine dayanamayan
müslümanlardan bir kısmı, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin
tavsiyesine uyarak Habeşistan’a göç ettiler. Ama Kureyşliler onları orada da
rahat bırakma düşüncesinde değildiler. Nitekim Habeş Necaşisine ve oranın
ileri gelenlerine değerli hediyeler göndererek müslümanları kendilerine teslim
etmesini istediler.
Bu istek Necaşi tarafından kabul edilmedi. Gidenler bir iş
yapamadan geri döndüler.
İstekleri kabul edilseydi, Habeşistan’a göçmelerinden evvel yapılan
işkenceleri daha da artıracaklarında hiç şüphe yoktu. Kendilerinden özür
dilemek için peşlerine düşmüş değillerdi.
Aradan fazla zaman geçmedi. Mekkelilerin İslâm Dini’ni kabul
ettiklerine dair bir haber geldi. Aslında vatandan ayrı kalmanın acısına
dayanamayan, Rasulullah Efendimize hasret kalmanın ızdırabına tahammül
edemeyen bir kısım müs- lümanlar, bu haberi bir gerçek olarak kabul ettiler.
Yapılan hatırlatmalara, «onların bu kadarcık zamanda Müslüman olacaklarına
inanmayın. Bu haber, yalan yahut yanlış bir haberdir» şeklinde uyarmalara
rağmen yola çıktılar. Fakat Mekke’ye yaklaştıkları zaman durumun değişmediğini
ve her şeyin eskiden olduğu gibi devam ettiğini öğrendiler.
Bu durumda ya Habeşistan’a geri dönmek, ya Mekke’ye
girip tertip edilecek ceza ve işkenceleri çekmek, yahut da hatırı
sayılır bir müşrikin himayesini istemekten başka yapılacak şey yoktu.
Pek çoğu bu yolu tuttu. Mekke’ye haber salındı. İstekler kabul
edildi. Öldürülmek veya hiç olmazsa işkence edilmek üzere dişlerin bilendiği
insanlar, tanınan bu himayeyle, ellerini kollarını sallaya sallaya Mekke’ye
girdiler. Emniyet içinde dolaşır oldular.
Böylece bir zaman geçti. Mekke’de bulunan ve hiç bir yere gitmemiş
olan müminler hakkında eski hesap yürüyor, işkenceler birbirini takip ediyor,
hakaretler peş peşe geliyordu. Bu durumu gören Osman b. Maz’un, Velid b.
Muğire’ye gitti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-
Bana tanıdığın himayeni geri almanı istiyorum.
-
Neden yeğenim? Memnun değil misin himayemden? Seni rahatsız eden mi
oluyor?...
-
Hayır, kimse rahatsız etmiyor. Her yerde serbestçe dolaşıyorum.
– Peki o halde nedir himayemi reddetmene sebep?..
-
Diğer arkadaşlarım rahatsız ediliyor, hakaret görüyor. Ben ise
rahat bir hayat yaşıyorum. Emniyet içinde dolaşıyorum. Bu da beni rahatsız
ediyor. Vicdanım razı olmuyor. Ben de onlar gibi olmak istiyorum.
-
İyi düşün yeğenim.
- İyi düşündüm, isteğimde ısrarlıyım.
-
O halde kendi isteğinle himayemi geri verdiğini açıkça ilân
etmelisin. Çünkü ben, «Velid b. Muğire, verdiği himayeyi geri alıyor» diye
konuşulmasını istemem.
Beraberce Harem-i Şerife geldiler, Osman, kendi isteğiyle
himayeden vazgeçtiğini, Velid’in bir kusuru bulunmadığını ilân etti. Böylece
himaye sona ermiş oldu.
Aradan bir saat geçmemişti ki Osman’ın gözü, yediği bir yumrukla
şişmişti. Onu bu halde gören Velid, tekrar himayesine almayı teklif etti ise
de Osman kabul etmedi.[42]
Peygamber Efendimizin Taif seferinden dönüşü sırasında da Mut’ın b.
Adiyy’in himayesiyle tekrar Mekke’ye girdiğini[43]
Hazreti Ebu Bekir’in de Habeşistan’a giderken, Malik b. Dağınne
tarafından tanınan himayeyle geri döndüğünü biliyoruz.[44]
Bunlar güzel davranışlardı. Bir garib, hatta bir düşman himaye
isteğiyle başvurduğu zaman ona emniyet tanımak faziletli bir hareket değildir
diyebilmek için faziletin ne olduğunu bilmemek lâzımdır.
Şu kadar ki, bu himayeler insanlara emniyet tanıyarak onları huzura
kavuşturma niyetinden çok, şan ve şeref maksatlarına dayalıydı.
İslâm Dini bu gibi güzel davranışları kabul eder, ancak bunların
şan ve şeref uğrunda değil, Allah rızası için yapılmasını isterdi.
Nitekim bu konuda Yüce Allah’ın, Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimize verdiği emir şudur: «Şayet müşriklerden biri senden aman
diler, himaye isterse ona aman ver. Ta ki Allah’ın kelamını dinlesin. Sonra onu
emniyet duyacağı yere kadar ulaştır. İşte bu, onların hakikati bilmeyen bir kavim
oluşu sebebiyledir.»(Tevbe, 9/6)
Mekke’nin fethedildiği günlerde Hazret-i Ali’nin ablası Ümmü Hânî,
iki müşrike emniyet hakkı tanımış, Hazret-i Ali ise bu emniyeti tanımayacağını
ve o adamları bulursa öldüreceğini söylemişti. Ümmü Hânî Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimize geldi, durumu anlattı. Efendimiz ona şu cevabı
verdi:
- Senin emniyet verdiğin kimseye biz de emniyet hakkı tanıdık ey
Ümmü Hânî..[45]
Mekke’nin fethinden sonra canını kurtarma maksadıyla kaçan Safvan
b. Ümeyye ve benzeri kişiler hakkında müracaat edilmiş, Rasulullah Efendimizden
himaye etmesi istenmişti. Kabul edildi. Müslüman olup olmaması konusunda düşünmek
için iki ay mühlet istediğinde, Efendimiz ona dört ay mühlet tanıdı.[46]
Aman dileyene kılıç İslâm’da da çekilmemiş, fakat bu daha vakarlı,
daha şerefli bir hale dönüştürülmüş, himaye edilen kişi himaye eden şahsa
minnetli olmaktan çıkarılmış, kurtarılmıştı. Bu durumda müşriklerin, «bizim
böyle güzel âdetlerimizi bırakmamız mümkün olmaz...» demelerine lüzum yoktu.
***
2 – Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, hicret
emrini aldığı zaman, en yakın arkadaşı olan Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu
anh)’e gelerek durumu bildirmiş, beraberce hicret planını hazırlamışlardı.
Hazret-i Ebu Bekir, bu plan gereğince, iyi bir kılavuz olan Abdullah b.
Üreykıt ile görüşmüş, belli bir ücret karşılığında Yesrib (Medine) şehrine
gidinceye kadar kılavuzluk yapması için anlaşmıştı. Abdullah b. Üreykıt,
kendisine teslim edilen iki deveyle birlikte üç gün sonra Sevr dağındaki
mağaraya gelecek, orada hicret yolcularıyla buluşacak ve yolculuk
başlayacaktı.
Bu arada aynı günde, Kureyşliler arasında bir toplantı yapılmış ve
Peygamber Efendimiz’i öldürme kararı alınmıştı. Her kabileden eli kılıç tutan,
gözü pek birer adam gelecek, yapılan baskınla Efendimiz öldürülecek, fakat kim
tarafından öldürüldüğü de bilinmeyecekti. Böylece Haşimî ailesi, bütün
Giriş
/ Dini ve İçtimai Durum kabilelere karşı savaş açamayacağından diyet almaya
mecbur kalacak ve iş kolayca halledilmiş olacaktı.
Gece evin etrafı sarıldı. Fakat Efendimiz, Allah Taalâ yardımıyla
oradan selametle ayrıldı, Hazret-i Ebu Bekir’i buldu ve birlikte Sevr dağındaki
mağaraya girdiler.
Sabahleyin Peygamber Efendimizin evde olmadığını anlayan, yola
çıkmış olabileceğini düşünen Kureyşliler, ölü veya diri olarak Efendimizi
getiren veya bulana yüz deve vereceklerini ilân ettiler.
Her taraf didik didik arandı. Fakat elleri boş kaldı.
Abdullah b. Üreykıt’a gelince o, Peygamber Efendimizin nerede
bulunduğunu adı gibi biliyordu. Bu bilgisini Kureyşli- lere yüz deve
karşılığında satabilirdi. Bu ise, o zamanda pek çok insanın, rüyasında bile
ulaşamayacağı yüksek rakamlı bir servet demekti.
Verdiği sözde durur, kılavuzluk yaparsa, alacağı ücret yüz devenin
onda biri bile olmayabilirdi. (Yapılan pazarlıkta ne verileceği konusunu
bilemiyoruz) Ayrıca bu kılavuzluk işi oldukça tehlikeli bir durum arz ediyordu.
Yolda yakalandıkları takdirde, Peygamberimize bu yolculuğunda yardımcı olması
sebebiyle suçlanır -Bizim yüz deve bahşiş koyarak ele geçirmek istediğimizi sen
kurtarma çabasındasın- denilerek işkenceye tabi tutulur hatta öldürülebilirdi.
Bu durumda hem alacağı ücret suya düşer, hem hayatı tehlikeye girerdi.
Ama bir defa pazarlık yapılmış ve söz verilmişti. Hayatı pahasına
da olsa bu işi sonuna kadar yürütecekti. Nitekim öyle yaptı, mertçe davrandı,
Peygamberimiz ve Hazret-i Ebu Bekir’le başlayan yolculuk, Kubâ köyünde
noktalanıncaya kadar vazifesini başarıyla sürdürdü, ihanet etmeyi düşünmedi.
Yiğit öldürülse bile hakkı katledilmez. Açıkça itiraz etmek
lâzımdır ki -müşrik olmasına rağmen- Abdullah b. Üreykıt’ın gösterdiği bu
davranış, mert insanlara yakışan fazilet dolu bir
davranıştır. İnsanlığın pek çok tecrübelerle ulaştığı, ilim medeniyet
ve kültür asrı olan yirminci asrın insanlarına taş çıkartacak bir derece ve
seviyededir.
Şunu da ilave etmekte fayda var: Cahiliye devrinde her insanda bu
derece verdiği sözde durma, ahde vefa gösterme fazileti bulmak imkânsız.
Ahdinde vefalı olanları takdir ediyorlardı. Ahdine bağlı kimseler hakkında
takdirlerini anlatırken «Semev’elden bile vefalı» sözü darb-ı mesel haline gelmişti.
Semev’el ise, aldığı emaneti sahibine teslim edebilmek için gözünün önünde
oğlunun öldürüleceği tehdidini bile hiçe saymış, gerçekten de çocuk öldürülmüş
fakat Semev’el emanete bağlı kalmakta ısrar etmiş bir kişiydi. Araplar
arasında bu yönüyle ün salmış bulunuyordu.
Araplar ahde vefayı, verdiği sözde durmayı takdir etmelerine, bir
şeref saymalarına rağmen -yukarıda arz edildiği gibi- her biri aynı ahlâka
bağlı kalmış değildi. Mesela Efendimizin yaşadığı devirde halk arasında büyük
bir mevki sahibi olan As b. Vâil, müslümanlardan Habbab b. Erett isimli şahsa
olan borcunu ödeyeceğini ikrar etmesine, Habbab da defalarca müracaat etmesine
rağmen bir türlü bu söz yerini bulmamış, borç ödenmemişti.
Nihayet bir gün Habbab son defa müracaat etti. Aralarında şu mealde
bir konuşma geçti:
-
Habbab, eğer sen Muhammed’i inkâr eder, Peygamber olmadığını
söylersen borcun hemen ödenecektir.
-
Böyle bir şeyi insanların tekrar dirilecekleri güne kadar
bekleyeceğimi bilsem bile yapamam.
-
Sen cidden insanların tekrar diriltileceğine inanıyor musun?
– Elbet.
-
O halde bana mühlet ver ey Habbab, o dediğin günde diriltileceğim
zaman elbet bana mal ve evlat verilecektir. Ben
de sana olan borcumu geniş elden ödeyeceğime söz veriyorum.
Aşağıda meali verilen âyetler bu hadisenin sonucu olarak indirildi:
«Gördün mü âyetlerimizi inkâr eden ve bana mal verilecek, evlat verilecek
diyeni?... O gayb hakkında bilgiye mi sahip oldu, yoksa Rahman’ın yanında
verilmiş bir söz mü elde etti?... Hayır öyle değil, biz onun dediği her şeyi
yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız. Söylediği mal ve evlat gibi
şeyleri de elinden alacağız da o bizim yanımıza tek başına gelecektir.»
(Meryem, 19/77-80)
***
İslâm Dini bu konularda ne diyordu?
As. b. Vail gibileri hakkındaki hüküm yukarıda meali verilen
âyette beyan edilmiş bulunuyor. Genel olarak sözde durma ve sözden dönmenin
İslâm dinindeki yerine gelince:
İslâm Dini, verilen sözden dönmeyi münafıklık olarak
değerlendirmişti.[47]
Yaptığı anlaşmadan dönen kişi için kıyamet gününde bir bayrak açılacağını ve
«bu, sözünden dönen filan kişiye aittir» diye ilân edileceğini, bütün
insanların karşısında rezil rüsva olacağını Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz bildirmişti.[48]
Kur’ân-ı Kerim, verilen sözlere riayet edilmesi hususuna pek önem
verir. Allah Taalâ’nın şöyle buyurduğunu biliyoruz: «Ey iman edenler, Allah ve
insanlar arasında verdiğiniz sözü ve yaptığınız bağlantıları yerine getirin.”
(Maide, 5/1)
İnsanlar doğru sözlü olmaya, mertçe davranmaya davet edilmiştir:
«Ey iman edenler, yapmayacağınız bir işi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi
söylemeniz, Allah yanında büyük bir azabı gerektirir.” (Sâffât, 37/2, 3)
«Sözleşme yaptığınız zaman Allah’ın ahdine vefa gösterin, yerine
getirin. Yeminleri sağlama bağladıktan -bile bile yemin ettikten- sonra onları
bozmayın. Allah Taalâ’yı kendinize ve yeminlerinize şahit tuttuktan sonra nasıl
olur da bozarsınız? Şüphe yok ki Allah yaptığınız her şeyi bilir» (Nahl, 16/91)
«Müminlerden öyle adamlar vardır ki Allah’a karşı verdikleri sözde
durdular, sebat ettiler. Kimi şehit oluncaya kadar dövüşeceğine dair olan
adağını yerine getirdi. Kimi de bu adağını yerine getireceği zamanı bekliyor.
Onlar asla verdikleri sözü değiştirmediler.» (Azhâb, 33/23)
«Fakat Allah’ın ahdini ve yeminlerini birkaç para, az bir değer
karşılığında satan ve değiştiren kimseler var ya, işte onların ahirette hiçbir
nasibi yoktur. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onlara merhamet
nazarıyla bakmayacak ve kendilerini temize çıkarmayacaktır. Onlar için acıklı
bir azap vardır.» (Al-i İmran, 3/77)
Bu ve daha benzeri âyetler, İslâm dininde verilen sözde durmanın
lüzumunu ve önemini, ahdi bozmanın, verilen sözden dönmenin tehlikesini, fena
sonucunu anlatır.
Bu arada Bedir harbinin başlayacağı sıralara ait bir hatıra bu
konuda zikredilmeye değer mahiyettedir:
Huzeyfetül Yeman, babasıyla birlikte Peygamber Efendimize yardım
maksadıyla Bedir mevkiine doğru gidiyordu. Bu sırada Ebu Cehil; ev arkadaşları
onların önünü kestiler.
– Nereye gidiyorsunuz?
– Medine’ye gidiyoruz.
-
Hayır siz Muhammed’in yanına gidiyorsunuz. Maksadınız da onun
yanında yer almak ve yardımcı olmaktır.
-
Bizim böyle bir maksadımız yok.
-
Yemin edin Yesrib’e gideceğinize, Muhammed’in yanı-
na gidip ona yardımcı olmayacağınıza ve bize karşı savaşmayacağınıza...
Her ikisi de yemin ettiler. Başka türlü canlarının kurtarılması
söz konusu değildi. Oradan ayrıldılar ve doğruca Efendimizin yanına geldiler.
Başlarından geçenleri olduğu gibi anlattılar.
-
Hâlbuki bizim maksadımız sana yardımcı olmaktır ya Rasulallah,
dediler.
Efendimiz bu teklifi kabul etmedi.
-
Medine’ye dönün, verdiğiniz sözü yerine getirin. Biz de müşriklere
karşı Allah’ın yardımını dileriz, buyurdu.[49]
Bu hadiseyi düşünürken şartların son derece ağır olduğunu hatırdan
çıkarmamak lâzımdır. Çünkü Rasulullah, Efendimizin ordusu, Medine’den
ayrılırken mutlaka bir savaş yapma azmi ve düşüncesiyle çıkmış değildi.
Mekke’ye giden büyük bir kervanın önünü kesmek ve böylece Kureyşlilere iyi bir
ders vermek istiyorlardı. Çünkü bu kervanın sağlayacağı kâr, müslümanlara karşı
yapılacak bir savaşta harcanacaktı.
Ayrıca sayı itibariyle müşriklerin üçte biri kadardılar. Hâlbuki
müşrikler Mekke’den, yüzde yüz bir savaşın yapılacağı düşüncesiyle çıkmış
bulunuyorlardı. Böyle bir durumda Huzeyfe ve babası, hiç olmazsa sayıyı artırma
manasında faydalı olurlardı.
Durum çok nazikti. Nitekim Peygamber Efendimiz, savaş başlarken
yaptığı duada kıbleye yönelmiş ve şöyle yalvarmıştı: «Allah’ım bana yaptığın
vadi yerine getir. Allah’ım bana vaat ettiğini ver, Allah’ım müslümanlardan
meydana gelen bu topluluk mahvolursa artık bir daha yeryüzünde sana ibadet
edilmez.»[50]
Bedir harbi gibi, müslümanlar için bir ölüm kalım savaşının
başlamak üzere olduğu bir sırada, Huzeyfe’yi ve babasını Efendimizin geri
çevirmesi, verilen sözde durmanın dinimizdeki önemini gösterir.
Bu durumda müşriklerin, «biz verdiğimiz sözlere, yaptığımız
anlaşmalara bağlı kalmayı şeref biliriz. Mert insanlarız. İslâm Dini’ni kabul
ederek bu özelliğimize zarar gelmesine razı olamayız...» gibi bir itirazda
bulunmaları mümkün değildi.
Kaldı ki herkes, yukarıda örneğini verdiğimiz Abdullah b. Üreykıt
gibi faziletli davranışlarda bulunan kimseler değildi. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimizden istedikleri mucizeler karşısında «bu mucizeyi
gördüğünüz takdirde iman eder misiniz?» denildiği zaman «elbet iman edeceğiz»
diyenler, mesela ayın ikiye bölünmesi hadisesinden sonra hemen sözlerinden
dönmüş ve «bu bir sihirdir...» (Kamer, 54/1, 2) demekten başka bir şey
yapmamışlardı.
Peygamber Efendimizin de genç yaşta iken içinde bulunduğu ve İslâm
Dini’nin gelmesinden sonra da takdirle yad ettiği «Hılfül füdûl» derneği,
verdiği sözde durmayan, borcunu vermemekte ısrar eden kimselere karşı, hakkı
çiğnenen insanları koruma maksadıyla kurulmuştu.
***
Müminlerden Ebu Seleme, hanımı Ümmü Seleme ve küçük oğlu Ömer’le
birlikte Medine’ye hicret etmek üzere yola çıkmıştı. Ne var ki hanımının
kabilesinden birkaç kişi, «kızımızı bir yere bırakmayız» diyerek önünü
çevirmişler, Ümmü Seleme’yi bırakmamışlar, Ebu Seleme ise canını zor kurtarıp
Medine yolunu tutmuştu.
Bu arada Ebu Seleme’nin kabilesinden bir kısım kimseler de biz
oğlumuzu vermeyiz demişler ve küçük Ömer’i zorla almışlardı. Böylece baba
Medine’de, ana Mekke’nin bir kabilesinde, çocuk bir başka kabilesinde kalmış
bulunuyordu.
Aradan bir yıl geçti. Nihayet Ümmü Seleme’ye izin verdiler. Ümmü
Seleme çocuğunu kucağına aldı, bir deveye bindi ve Medine yolunu tuttu.
Mekke’den henüz ayrılmış bulunuyordu. Osman b. Ebu Talha ile
karşılaştı.
– Nereye böyle ey Ümmü Seleme?..
– Medine’ye gidiyorum.
-
Hani kimse yok yanında!..
-
Evet, Allah’tan başka kimsem yok.
-
Seni böyle yalnız başına bırakamam.
Bunu dedikten sonra Osman devenin yularına yapıştı ve yolculuk
başladı. Mola verilecek kadar gidildi. O zaman Osman deveyi durdurdu, çöktürdü,
- İn ve istirahat et ey Ümmü Seleme, dedi. Kendi oradan uzakça bir
yere gitti ve yattı. Dinlenme müddeti bitince geldi, Ümmü Seleme deveye bindi.
Tekrar başladı yolculuk ve hep böyle devam etti.
Osman, yabancı bir erkeğin düşünebileceği her çeşit nezaket ve
edep kaidelerini yerine getirerek Medine’nin Küba köyüne kadar getirdi onları.
Köy uzaktan göründüğü zaman ona:
-
İşte kocan şu köydedir ey Ümmü Seleme, haydi selametle git, dedi.
Devenin yularını eline verdi ve yaya geldiği yüzlerce kilometrelik
yolu yine yaya yürüyüp geçmek üzere Mekke’ye yöneldi.
***
Osman b. Ebu Talha Müslüman olmamıştı. Ama yaptığı bu asil
davranışı hor ve hakir görmek için insanın, faziletten nasibinin olmaması
gerekir. Nitekim Ümmü Seleme (radıyal-
lahu anh) bu mertçe davranıştan son derece memnun kalmış, ömrü
boyunca bunu aziz bir hatıra olarak saklamış ve anlatmıştır.[51]
***
İtiraf etmek gerekir ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz devrinde böyle güzel hareketler, herkesin her yerde görebileceği
kadar bol değildi. Bunun tam zıddı örnekler ise daha bol ve mebzuldü. Mesela,
Mekke’ye ticaret yahut Umre maksadıyla gelen Has’am kabilesinden bir adam,
Katûl adındaki kızının, Nübeyh b. Haccac tarafından zorla alınıp götürüldüğü
iddiasıyla «Hılfül füdûl» üyelerine başvurmuştu.
Nübeyh pazarda gezerken, kızı görmüş, beğenmiş, yanında bulunan
babasına bile danışma ihtiyacı duymadan kızı aldığı gibi evine götürmüş, adamın
feryatlarına kulak bile asmamıştı.
Hılfül füdûl üyeleri kapısına gelip dayandığı zaman da, hakka ve
adalete boyun eğdiğinden değil, onlara güç yetireme- yeceğine inandığından kızı
teslim etmeye mecbur kalmıştı.[52]
Hiç kimse, bir başkasının kendine tecavüz etmesinden hoşlanmaz.
Yukarıda sırf beğendiği için kız kaçırmaya kendini haklı gören Nübeyh b. Haccac
bile, aynı hareketin kendi kızı hakkında yapılmasını hoş karşılamaz, düşünmek
bile istemez.
İşte İslâm Dini, ırz ve namusa riayet konusunda, her insanın kendi
ailesi hakkında isteyebileceği en tabii ahkâmı getirmiş bulunuyordu. Osman b.
Ebu Talha’da görülen fazilet dolu davranışın, bütün cemiyete yayılmasını,
herkesin bir başkasının namusu karşısında hürmet duymasını istiyordu.
Abdullah b. Mes’ud diyor ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimize sordum:
-
Ya Rasulallah, günahların en büyüğü hangisidir, dedim.
-
Allah Taalâ’ya bir eş tanımandır. Halbuki seni yaratan odur, dedi.
– Bu gerçekten büyük bir cürüm. Peki ondan sonra hangisi?
-
Seninle birlikte yemek yiyeceği korkusuyla çocuğunu öldürmendir.
– Sonra hangi günah büyüktür?
-
Komşunun hanımıyla zina etmendir.[53]
Zinayı hoş görmeyen, zina karşılığında ağır cezaî tedbirler alan İslâm Dini,
onun bunun, önüne gelene «zina etti» diyerek iftira atmasını da önlemek için,
iftirayı yapan, bu iddiasını ispatlayamadığı takdirde şiddetli cezalar koymuş
ve hatta neticede «bir daha şahitliğinin kabul edilmemesi» gibi bir damgayla
onu cemiyetin bünyesinden silmiştir.
Hangi maksatla olursa olsun, birbirine mahrem olmayan (yani nikâhı
düşen) erkek ve kadının, üçüncü bir şahıs olmadıkça bir arada bulunmaları
-ilerde fena neticeler verir düşüncesiyle- yasak edilmiştir.
Bunun ötesinde, genel olarak müminlere verilen emir şudur: «Mümin
erkeklere söyle, gözlerini harama bakmaktan korusunlar ve namuslarını muhafaza
etsinler.» (Nur, 24/30)
Aynı emir, bu âyetten bir sonrakinde kadınlara da tekrarlanmıştır.
Bunlar, insanın kendi hanımı, kızı, kardeşi ve annesi için
rahatlıkla kabul edeceği, en tabii hükümlerdir. Bunun dışında rahat ve huzur
arayan, başkasının namusuna göz dikenler, sadece şahıslarını göz önünde
bulundururlar. Hükmü sırf kendi nefisleri için geçerli sayarlar. Neticesi
insanlığın huzuruna ve
saadetine vesile olan bu hükümleri getiren din kabul edilmediyse,
bu durumda kusuru dinde değil, onu kabul etmeyenlerde aramalıdır.
***
Araplar arasında iyilik ve ikram, misafire hürmet ve hizmet hoş
görülmüş, takdirle karşılanmıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Cibril-i
Emin’le ilk defa karşılaştığı zaman korkmuş ve eve gelerek «beni örtün, beni
örtün» diyerek yatmış, bir müddet dinlendikten sonra «kendimden korktum»
(başıma bir felaketin geleceğini sandım) demişti. Hazret-i Hatice,
Peygamberimize şu cevabı verdi:
- Hayır, Allah seni hiçbir zaman perişan etmeyecektir. Çünkü sen
akrabalık bağlarını devam ettiren, misafire ikramı olan, güçsüzlerin ağır
işlerini üzerine alan, fakiri giydiren ve kazandıran, felakete uğrayanların
yardımına koşan büyük insansın.25
Bu sözler, o devirde fazilet olarak kabul edilen davranışlar
hakkında bize fikir verir. O günün insanları bu özellikleri hoş görmüş,
hoşlandıkları insanları böyle methetmiştir.
Nitekim müşriklerin eziyetlerine tahammül edemeyen Hazret-i Ebu
Bekir’in Habeşistan’a hicret yolculuğunda da onu yoldan çeviren Malik b.
Dağınne, Kureyşlileri, yaptıkları edepsizlik dolayısıyla azarlarken «Ebu Bekir
gibi bir insan yurdundan çıkmamalı, çıkarılmamalıdır. Çünkü o akrabalığı devam
ettiren... bir adamdır» diyerek, Hazret-i Hatice’nin, Peygamberimize söylediği
sözlere benzer sözler söylemişti.[54]
***
Misafir ettikleri adama üç güne kadar «kimsin, nereden geliyorsun,
ne maksatla geldin, nereye gideceksin?...» gibi
suallerin bile sorulmasını misafirperverliğe uygun bulmamışlardı.
Misafir gelmeyince rahat edemeyen, elindeki ekmeğini misafiriyle bölüşmeyi
şeref bilen kişiler vardı.
Araplar arasında cömertliğiyle ün salmış olan Hatem Tâî hakkında
verilen şu bilgiye bakın:
Soğuk şiddetlendiği, kış mevsimi bastırdığı zaman Hatem, geceleri
kölesine, tepeye çıkıp ateş yakmasını emrederdi ki yolunu şaşıran biri olursa
ateşi görüp ısınmak üzere gelsin ve Hatem’in konuğu olsun. Bu konuda Hatem’in
şu şiiri söylediği riayet edilir: «Ateş yak. Çünkü gece çok soğuk,
rüzgâr ise, yerden çakıl taşlarını fırlatacak derecede kuvvetli. Olur ki geçip
giden biri, senin yaktığın ateşi görür ve gelip konuğum olur. Eğer bana bir
misafir getirebilirsen, hürriyetini elde etmiş olacaksın.»[55]
Araplar hoşlanmadıkları kimseleri cimri, misafirden hoşlanmayan
kişiler olarak değerlendirmişlerdir. Edebiyat kitaplarında bu konuyla ilgili
bol malzeme mevcuttur.
4 - Müslümanların Ebu Talib mahallesinde ablukaya alındığı, her
türlü münasebetin kesildiği bir devre vardır. Peygamberliğin gelişinin yedinci
senesinde onlarla alışveriş etmemiş ve onları tarifi çok müşkül bir durumda
bırakmışlardır.
Bu müddet içinde müslümanlarla birlikte Haşim ve Mut- talib
soyundan gelen ve Peygamberimize yakın akraba durumunda bulunanlar da Ebu
Talib mahallesinde kalmışlardır. Sadece Ebu Leheb, müşriklerle işbirliği
yapmış, onların safında yer almıştır.
Başvurulan bu gayr-i insani hareketin hedefi, müminleri ve
Peygamberimizin akrabalarını yardımsız ve çaresiz bırakmak ve neticede
Efendimizin etrafından dağılmalarını sağlamaktı. Bir gün gelecek, açlık ve
mahrumiyet son haddine ulaşacak, «artık yeter» diyerek dağılacaklardı. O zaman
tek
başına ve yardımsız kalan Peygamberimizle rahat rahat uğraşabileceklerdi.
Üç yıla yakın bir zaman süren bu acı devrede duygulanan, harekete
gelen, vicdanının sesini dinleyen ve oradaki insanlara gizlice yardımda
bulunmayı kendine vazife sayan insanlar bulunmuştur.
Deveye götürebildiği kadar yük vurduktan sonra onu gece yarısı Ebu
Talib mahallesinin ağzına getirip salıveren insanda mürüvvet yoktur demek için
mürüvvetsiz olmak lâzımdır.
Devenin kim tarafından alınacağı meçhuldür. Kim rastlarsa o
alacaktır. Üzerindeki erzak ya bir eve yığılacak, sadece o evin ihtiyacı
giderilecek yahut komşularla bölüşülecektir.
Ama kim alırsa alsın, onu salıveren adam, insanî bir vazifeyi
yaptığı ve birkaç kişiyi açlıktan kurtarabildiği için memnundur.
Bir başka yönden düşünüldüğü zaman yapılan bu yardım dosta değil,
düşmana yapılmaktadır. Yıllardır atadan, dededen gelen dinlerinin yetersiz ve
manasız olduğu iddiasıyla hareket eden insanlara yapılan bir iyiliktir bu.
Kendi dinini yıkmaya azmetmiş olanlara destek olmak, bindiği dalı kesmek
demekti.
***
İslâm Dini bu çeşitten hareketlere ne derdi? Hayvanlara yapılan bir
iyiliğin bile karşılıksız kalmayacağı inancını getiren bir dinde, insanlara
yapılan iyiliğin elbette daha başka bir yeri olmalıydı. «İnsanların en
hayırlısı insanlara faydalı olanıdır» buyurmuştu Efendimiz.[56]
***
Üç sene süren bu boykotu müslümanlarla birlikte Haşim ve Muttalib
oğullarından müslüman olmayanlar da beraberce göğüslediler. Bu arada yiyecek
sıkıntısı son haddine kadar
Giriş
/ Dini ve İçtimai Durum ulaşmış, insanlar ağaç kabuklarını, hayvan derilerini
kemirmeye mecbur kalmış, çocukların feryadı diğer sokak ve mahallelerden
işitilir olmuştur.
Buna rağmen Muttalib ve Haşim oğullarından bir müşrikin, Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize gelip,
- Bunları senin yüzünden çekiyoruz!., dediğini bilmiyoruz,
Aslında bunu demeye lüzum kalmadan Ebu Leheb gibi hiç abluka altına
girmemek mümkündü. Dilediği zaman çıkmalarına hiçbir engel yoktu. Hatta bütün
bunlar, onları Ebu Talib mahallesinden çıkarıp Peygamber Efendimizi yalnız
bırakma gayesiyle yapılıyordu. Peygamberimizin yanından ayrılıp çıktıklarında
müşrikler memnun olacaklardı.
Rasulullah Efendimizin dinini kabul etmedikleri halde sırf akraba
olmaları sebebiyle yapmışlardı bunu. Bunun ötesinde daha ne yapabilirlerdi?
Bütün bunlar, «Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardımcı ol»
şeklinde yerleşmiş olan bir anlayışa dayanıyordu.
***
Müşrikler bu durumda, «biz akrabasına bağlı insanlarız böyle güzel
bir geleneğimizi terk etmemiz mümkün değildir» diyebilirlerdi.
Ama İslâm Dini de akrabaya sıkı sıkıya bağlı olma emriyle gelmiş
bulunuyordu. Akraba ile -gerçek bir mazeret, bulunmadığı müddetçe- alâkayı
kesmek haram kılınmış «sıla-i rahim» vazgeçilmesi caiz olmayan bir vazife
sayılmıştı. «Allah Taalâ adaleti, ihsanı ve özellikle akrabaya iyilikte
bulunmayı emreder, fuhşiyattan, çirkin olan her şeyden ve taşkınlıktan
nehyeder. Size böylece öğüt verir, olur ki düşünür tutarsınız» (Nahl, 16/90)
âyetinde, akrabaya sadece bağlılık değil, maddi ve manevi yardım da
emrediliyordu.
Zekât ve sadaka gibi mali ibadetler icra edilirken ilk defa göz
önünde bulundurulması lüzumlu olanlar yakın akrabalar-
dır. Yardıma muhtaç olan akraba çoksa en yakını en öne alınmak
üzere, bir sıraya riayet edilmesi dini bakımdan en uygun olan davranış olur.
Nitekim hadis kitaplarında yer alan şu hadise, bu konuda bize ışık
tutmaktadır:
Bir gün Medineli müslümanlardan Ebu Talha, Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimize geldi.
- Ya Nebiyallah dedi, Allah Taalâ «siz sevdiğiniz malları Allah
yolunda harcamadıkça gerçek ve üstün hayra ulaşamazsınız. Siz hayır olarak ne
yaparsanız şüphesiz ki Allah onu bilir» (Al-i İmran, 3/ 92) âyetini indirdi.
Benim en sevgili malım «Beyrahâ bahçesi»dir ve o artık Allah rızası için bir
sadakadır. Onun hayrını ve Allah Taalâ’nın yanında şahsım için bir hazırlık
olmasını arzu ediyorum. Al onu ve Allah yolunda nasıl harcedilmesi uygun olursa
öyle harcet.
«Beyrahâ» Peygamberimiz’in mescidine yakın bir yerde, içinde tatlı
suyu bulunan güzel bir bahçeydi. Peygamber Efendimiz ara sıra oraya gelir,
dinlenir, tatlı suyundan içerdi. Ebu Talha’nın yaptığı bu güzel davranış ve bu
güzel bağış karşısında Peygamberimiz memnuniyetle:
«- Pek güzel, pek kârlı bir mal bu. Ben onu en yakın akrabana
vermeni uygun buluyorum, buyurdu.
Ebu Talha da, Efendimizin tavsiyesine uyarak, bahçeyi, yakın
akrabalarına ve amca oğullarına bölüştürdü.[57]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, akrabalığın
önemini şu şekilde anlatmıştı: «Allah Taalâ mahlukatı yarattığı zaman
akrabalık bağı Allah’ın huzurunda durdu:
-
Ya Rab, benim şu duruşum, kesilmekten, alâkasızlıktan korkan ve
sana sığınan bir varlığın duruşudur. İnsanların beni tanımamalarından sana
sığınırım, dedi.
Allah Taalâ da cevap olarak şöyle buyurdu:
-
Seni tanıyan ve devam ettirene rahmet nazarımı devam ettirmeme,
seni tanımayıp da akrabalık bağını koparandan da rahmet nazarımı kesmeme razı
olmaz mısın?
-
Evet, razı olurum ya Rab.
- İşte bu, sana tanınmış olan bir haktır.»[58]
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, maneviyat âleminde meydana
gelen bu hadiseye ilave olarak der ki, «Akrabalık bağı Arş’a asılı durur ve
şöyle der:
– Kim beni devam ettirirse Allah da ona rahmetini devam ettirsin.
Beni tanımayan ve devam ettirmeyenden de rahmet nazarını kessin.»[59]
***
Akrabasına körü körüne bağlı olan insanlara, «akrabasına şuurlu bir
şekilde bağlı» olma prensibi getirilmişti.
Evet müminler, Mekke hayatında çektikleri işkence neticesi
evlerini ocaklarını terk etmişlerdi. Ama bu gerçek manasıyla bir «anayı babayı
ve akrabayı terk etme» değildi. Mecbur bırakılmışlardı. Kendisini aç susuz
bırakan, boğucu dumanlar içinde bırakarak eski dinine çevirmek isteyenlere
karşı «Peki hatırınız için ayağımın altındaki taşlara secde edeceğim.
İnanıyorum ki beni bu cansız taş yarattı» diyemezlerdi ki...
Ananın, babanın, akrabanın bu hak dini kabul etmelerine engel olan
ne idi? Bu dinin neyi ve neresi beğenilmiyordu?
***
Birgün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de
herkesin bildiği kısacık bir cümleyi arkadaşlarına bir tavsiye olarak söyledi:
- Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardımcı ol...
Efendimiz’in huzurunda bulunanlar, bu sözden Peygamberimizin
kastettiği manayı anlayamadılar. Bu söz aslında her bakımdan dünkü terk edilen
hayatın ifadesiydi. Yıllar var ki o hayata veda edilmiş, hakkın yardımcısı,
doğrunun yardımcısı olma yolu tutulmuştu, kendi zararına bile olsa doğruyu
söyleme prensibi üzere yürünmüştü. Zulüm şiddetle yasaklanmış, «Allah zalimi
sevmez» inancı kalplere yerleşmişti. Nihayet as- habdan biri dayanamadı ve:
- Ya Rasulallah, kardeşimiz zulme uğradığı zaman yardım edelim.
Ama zulmettiği zaman ona yardım nasıl mümkün olur? (Bu bir zulüm olmaz mı?)
dedi.
Peygamberimiz, bu sözü, İslâm Dini’nin getirdiği anlayış içinde
değerlendirdi:
– Zulmün önüne geçer, engel olursun. Bu da zulmeden kardeşine
yardım demektir. (Çünkü yapacağı zulmün cezasından senin yaptığın bu
engellemeyle kurtulmuş olur.)[60]
İşte İslâm Dini’nin, cahiliye devri karşısında aldığı tavır bu idi.
Körü körüne, şuursuz bir yaşayış şeklinin önüne geçmek, ne yaptığını, ne
yapacağını bilen insanlar yetiştirmek.
Dün zulmeden kardeşinin yanında yer alan, ezilenin başına bir
yumruk da kendi indiren insan, bugün zulüm için kalkan kolu, kardeşine ait de
olsa bileğinden yakalayacak, hakkı ve adaleti hatırlatacak, Allah’ın azabından
bahsedecek, zulme engel olacaktı.
Ortada bir anlaşmazlık varsa, kime nasıl yardımcı olacağını Allah
Taalâ’ya şöyle açıklamıştı: «Eğer müminlerden iki grup birbiriyle kapışır,
kavgaya tutuşursa aralarını ıslah edin. Şayet biri diğerinin hakkına tecavüz
etmeye kalkarsa, taşkınlık yapana karşı Allah’ın emir ve hükmüne dönmesine
kadar
mücadele edin. Eğer dönerse, aralarını adaletle ıslaha çalışın,
adalet üzere hareket edin. Hiç şüphe yok ki Allah adalet sahibi olanları
sever.(Hucurat, 49/9)
İslâm’ın getirdiği bu şuurlu akrabalık ve adalete riayet daha güzel
değil miydi?
***
5 - Hac mevsimlerinde Mekke’ye her taraftan akın akın ziyaretçi
geliyordu. İçlerinde zengini de, fakiri de vardı. Ayrıca Mekke, fazla suyu
olmayan bir şehirdi. Gelenlerden birçoğunun yiyecek ve su sıkıntısı çekmemesi mümkün
değildi.
Araplar yurtlarına gelen bu adamlara karşı nasıl davranmalıydı?
Onların ihtiyaç içinde bulundukları bu zamanı iyi değerlendirip
fiyatları yükseltmek, içecekleri suyun her bardağını paraya çevirmek vardı. Bu
mevsimde yeterince çalışan bir Mekkeli’nin, yıl boyunca geçimini sağlayacak
geliri elde etmesi zor değildi.
Ama onlar, Araplarda pek makbul bir gelenek olarak devam eden
misafirperverliğe bunu yakıştıramadılar. Gelen hacılar, şehrin zenginleri
tarafından misafir edildi, ihtiyaçları yerine getirildi, açlar doyuruldu.
Daha sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin
dördüncü dedesi olan Kusayy, Mekke halkını topladı, onlara bir konuşma yaptı:
- Ey Kureyş topluluğu, siz Allah’ın komşuları ve Beyt’inin
sahiplerisiniz. Bu mevsimde size, Allah’ı ve onun Beyt’ini ziyaret edecek olan
hacılar gelecektir. Onlar Allah’ın misafirleridir. Misafirlerin ikrama en
lâyık olanları da onlardır. Onların Mekke’de kalmaları lazım gelen günlerde
yapacağınız yemeklerin malzemesini toplayıp getirin. Yemin ederim ki eğer benim
malım bunu karşılayacak derecede olsaydı, böyle bir şeyi size teklif etmez,
tamamını kendim yapardım, dedi.
Bu teklif herkes tarafından olumlu karşılandı. İçlerinden:
– Mecbur muyuz?... Yiyecek bulamayacak derecede fakir olanlar da
gelmeyiversin... Biz kazandığımızı onlara yedirme derdinde değiliz... diyen
olmadı.
Herkes bunu bir vazife olarak kabul etti. Verebileceği kadarını
Kusayy’a getirdi. Hac mevsiminde kazanlar kaynadı, dileyen herkes geldi, bedava
karnını doyurdu.[61]
Bu arada sıcak güneş altında kavrulan insanlara, sırta yüklenilen
kırba (deriden yapılmış su tulumu) ile, parasız su dağıtımı yapıldı. Araplar
arasında «Sikâye» adıyla bilinen bu vazife, parayla satın alınmaya değer bir
şerefli mevki idi.
Nitekim, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib’den oğlu Ebu Talib’e
geçmiş bulunuyordu. Ebu Talib fakirdi. Hacıları doyurabilmek için kardeşi
Abbas’dan ödünç para aldı. Fakat ödeme imkânı bulamadı. Bunun üzerine Abbas,
sikâya vazifesini kendine devretmek şartıyla alacağından vazgeçeceğini bildirdi.
Ebu Talib, mecburi olarak bu teklifi kabul etti.
***
İnsanları iyiliğe ve hayra davet için gelen İslâm Dini’nde de
hacılara hizmet manasını taşıyan vazifeler olduğu gibi bırakıldı. Su dağıtma
vazifesi Hazret-i Abbas’da ve onun soyundan gelenlerde yüzyıllar boyu kaldı.
Kâbe hizmetçiliği Osman b. Ebi Talha ailesine verildi. Ebediyen onun soyundan
gelenlerde kalmak üzere anahtar, bizzat Peygamber Efendimiz tara-
fından Osman’a teslim edildi. Veda haccında da Sidane (Kâbe hizmetleri)
ve sikâye (hacılara su dağıtma) vazifesinin olduğu gibi bırakıldığı, geri kalan
cahiliye âdetlerinin hükümsüz sayıldığı Efendimiz tarafından ilân edildi.
Müminlere, kıldıkları namazın her rekatında «Allah’ım bizi doğru
yola hidayet et» niyazıyla yüce divana durmalarını emreden bir din, insanları,
iyilik yapmaktan alıkoyar mıydı?
Değil insana, susamış bir köpeğe su verdiği için bir insanın
bağışlandığını, bir kediyi bağlayıp yiyecek vermeyip ölümüne sebep olanın da
cehennemlik olduğunu[62]
Peygamber Efendimiz anlatmıştı.
«Bir müslümandan, dünya işlerine ait bir sıkıntıyı gideren
kişiden, Allah Taalâ da âhiret sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderir. Dünyada
darda kalan kişiye kolaylık tanıyan, onu rahata kavuşturan insana da Allah
Taalâ dünyada ve âhirette kolaylık verir, rahata kavuşturur. Dünyada bir
müslümanın ayıbını örten, kusurunu gizleyen kişinin ayıp ve kusurunu da,
dünyada ve âhirette Allah Taalâ örter. İnsan kardeşinin yardımında olduğu
müddetçe Allah Taalâ da onun yardımında- dır.»[63]
buyurmuştu.
İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez buyuran
Peygamberimiz,[64]
nasıl bu gibi insanî davranışların karşısında bulunurdu?...
«Onlar ki mallarını gece gündüz, gizli ve açık olmak üzere Allah
yolunda harcıyorlar... İşte onların ecr ve mükâfatı Rabb’lerinin yanındadır.
Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar» (Bakara, 2/274)
âyeti ve benzeri âyetler, mecbur olmadıkları iyilikleri yapanları, büyük
neticelerin beklediğini ifade eder.
Buraya kadar cahiliye devrinde görülen iyi, faziletli davranışlardan
örnekler gördük. Bunlar İslâm Dini’nin de kabul ve teşvik ettiği, daha güzel,
daha mükemmel hale getirdiği hareketlerdi.
Şu kadar ki bunlar şahsın şan ve şerefi düşüncesine değil, Allah
rızasını elde etme niyetine dayanacaktı. Mükâfat insanlardan değil, Allah
Taalâ’dan beklenecekti. Aklı başında olanların bunlara ne gibi bir itirazı
olabilirdi?...
B - Cahiliye devrinde bir takım âdet ve ibadet tarzları vardı.
İslâm Dini bunları kökten reddetmedi, bunlardan zararı olmayanları aldı, zararı
olan ve insan tabiatına uygun olmayanları kaldırıp attı. Çünkü bunlar insan
haysiyetine uymayan, insanın değerini düşüren, küçülten çeşitten âdet ve
davranışlardı.
Şimdi bu konudaki misaller üzerinde duralım:
1 - Hac ibadeti, Büyük Peygamber İbrahim’den beri, aksatılmadan
devam edip gelmişti. Kâbe’yi tavaf etmek, Arafat’ta vakfe, Mina’da kurban,
ihramdan sonra tıraş... gibi.
Ancak bu ibadet, İbrahim Peygamber’in öğrettiği ve gösterdiği
şekliyle devam edememişti. Mesela Kureyş kabilesi kendini diğer kabilelerin
üstünde görüyor, ibadette bir imtiyaz sahibi olmak istiyordu. Diğer insanlar
Arafat’a çıkarken, kendilerinin de Arafat’a onlarla birlikte çıkmasını küçüklük
olarak kabul ediyorlardı. Müzdelife’ye kadar gittikten sonra oradan geri
dönüyorlardı.[65]
Kâbe’yi tavaf kıyafeti de enteresandı.
Her gün Allah’a çok defa isyanda bulundukları elbiseyle Kâbe’yi
tavaf etmek, Allah’ın Beyt’ine saygısızlık manası taşır düşüncesi yerleşmişti.
Bu sebeple, Kureyş kabilesinden başkaları, Kâbe’yi:
a)
Ya Kureyşten birinin elbisesini giyerek,
b)
Ya da çırılçıplak halde tavaf etme mecburiyetindey- di.[66]
Genel ahlâka da, insan tabiatına da uygun olmayan bu durum, hangi
yönden düşünülürse düşünülsün çirkindi. Beğenilecek, takdir edilecek bir yönü
olamazdı. Bu sebeple, yerleşmiş olan inanç hududunu aşamayan fakat içindeki
utanç duygusunu da atamayan insanlar, utana sıkıla böyle bir tavafı yapmaya
mecbur kalıyorlardı. Hatta bu tavaf esnasında, eliyle mahrem yerlerini
kapatmaya çalışan ve tavaf ederken «Bugün vücudumun bir kısmı, hatta hepsi
açıkta kalıyor. Ama ben açıkta kalan kısımlara bakanlara hakkımı helal
etmiyorum» mealinde bir beyit okuyan bir kadından bahsedilir.[67]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin Mekke’yi
fethetmesine kadar bu şekilde devam eden hacca ait fena âdetler, Hazret-i Ebu
Bekir’in hac emiri olarak gönderilmesiyle sona erdi. Fetihten sonraki ilk hac
mevsiminde Hazret-i Ebu Bekir hac emiri tayin edildi. Onun denetimi altında hac
vazifesi icra edildi. Ardından Hazret-i Ali vazifeyle gönderildi ve insanlar
Arafat’ta iken, Allah’ın şu dört emri bütün halka ilân edildi:
a)
Kâfir olan cennete gidemeyecektir.
b)
Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac edemeyecek ve Kâbe’yi tavaf
edemeyecektir.
c)
Kâbe çıplak halde tavaf edilmeyecektir.
d)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizle sözleşmesi
olan herkes için, sözleşme müddetinin sonuna kadar anlaşma şartlan
geçerlidir.40
***
İnsanlardan çok hayvanlara yakışan çırılçıplak gezip dolaşma
âdetinin kaldırılması herkesi memnun etmeliydi. Kaldı ki bu durum, herkes tarafından
da hoş karşılanmıyordu. Nitekim yukarıda utandığını ifade eden kadın,
böylelerinin bulunduğu kanaatini verir.
***
e)
– Nikâh meselesi de bu konuda ibret dolu misaller ihtiva
etmektedir.
Hazret-i Aişe’nin anlattığına göre Araplar arasında dört çeşit
nikâh vardı. Bunlardan biri İslâm Dini tarafından aynen alınmıştır. Bu gün,
karşılıklı rızaya, mehir, şahid, veli gibi lüzumlu şartlara riayet edilerek
yapılan meşru nikâh, o zaman da geçerli idi.
Bununla beraber, bugün cahil müslümanlar arasında da sık sık
görüldüğü gibi, kızının fikrini hiç sormadan, istesin istemesin babası veya
diğer bir yakını tarafından zorla kadınların evlendirildiği de oluyordu.
Peygamberimiz bu çeşit bir evlendirilme mecburiyetinde kaldığını şikâyet için
gelen kadına hür ve serbest olduğunu, isterse bu evliliği kabul edeceğini,
isterse etmeyeceğini beyan etmişti.41
Hazret-i Aişe’nin anlattığı diğer nikâh şekilleri şunlardır:
a)
Evli bir hanımın, aybaşı olup temizlendikten yani hamile olmadığı
anlaşıldıktan sonra kocası tarafından, beğenilen soylu bir kişiye gönderildiği
olurdu. Maksat o adamdan soylu bir evlad sahibi olma hevesine dayanıyordu.
Kadın, hamile kaldığı belli oluncaya kadar o adama gider gelir, böylece aile
şerefli, soylu bir evlat sahibi olmuş olurdu. Elbet kendilerine bu ikramı
yapan kişiye de teşekkür edilir, ailesine şeref bahşettiği için bu iyilik
unutulmazdı.
b)
Sayısı en çok on olan birkaç erkek, söz birliği eder ve
bir kadınla anlaşırlar, onunla ilişki kurarlardı. Bir başka şahıs
bunların arasına giremezdi. Neticede kadın hamile kalır. Çocuk doğduğu zaman
hepsine haber salınır, gelirler ve kadın onlardan birine:
- Bu çocuğun babası sensin, der.
Bu guruptan hiç biri bu davete gelmemezlik edemez, kadının bu
tayini karşısında da itiraz hakkına sahip değildir.
c)
Bir kadın kapısının üzerine bir bayrak asar. Bunun manası
kapısının her erkeğe açık olduğudur. Sayısı belli olmayan pek çok erkek bu
kadının yanına gider. Neticede hamile kalır ve çocuk doğar. Doğan çocuğun
yanına o kadınla ilişki kuran bütün erkekler toplanır. «Kâif» adı verilen ve iz
değerlendirmede maharet sahibi olan bir adam getirilir. Adam çocuğu inceler,
sonra oradakilere bakar ve içlerinden birine:
-
Bu çocuğun babası sensin, der.
Verilen bu hüküm de geçerlidir. Kimsenin itiraz hakkı yoktur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, sözü geçen bu
üç çeşit nikâhı kaldırmış, yasak etmiştir.42
Hiç bir dine bağlı olmayan bir insanın bile insan haysiyetine
yakıştıramayacağı bu çeşit nikâhlar ve ilişkiler kaldırılmak istendiyse fena mı
olurdu? Kusur insanın değerini düşüren bu çeşit fenalıkları kaldıranda mı,
yoksa biz bu hayatımıza razıyız diye tutturan, bir başka hayata razı olamayanda
mı?
İslâm Dini gelmeden evvel Araplar arasında mevcut nikâhlar
bunlardan ibaret değildi. Hazret-i Ömer’in anlattığına göre: Nikâh için mehir
almaksızın karşılıklı kızları değiştirme manasına gelen ve «şiğâr» adı verilen
bir çeşit nikâh da haram kılınmıştır.
Bu çeşit nikâhta adam bir başka adama:
-
Kızını bana nikâhlaman şartıyla ben de sana kızımı nikâhladım...
diyor ve böylece evlilik meydana geliyordu.[68]
Bu arada, haysiyetsiz, iffetsiz bazı aile reislerinin «gizli
yapılan zinalarda bir mahzur yoktur, açığa çıkanı ise kınamaya değmez» diyerek
hem kendileri bu çeşit zinaya meyilli oluyor, hem kapılarının başkalarına açık
kalmasında bir mahzur görmüyorlardı. Buna «Haden» adı veriliyordu,
Bir de «bedel» denilen evlenme çeşidi vardı ki bu da bir kişinin,
bir başkasına:
-
Hanımını bana ver, benimkini sana vereyim, üste de şu kadar para
demesiyle, karşılıklı anlaşmaya bağlı olan bir evlenme oluyordu. Bunlar da
İslâm Dini tarafından yasak kılınan nikâh çeşitleridir.[69]
Kocası ölen bir kadının üzerine, cenaze kaldırılmadan, kocasının yakın
akrabası tarafından bir örtü örtülmesi yoluyla da bir çeşit evlenme vardı.
Bu kadının güzelliğine veya malına göz diken bir akrabası, cenaze
kaldırılmadan bir çarşafı veya benzeri bir şeyi, kadının üzerine örtmeye
muvaffak olabilirse kadın artık kendinin olurdu. Dilerse onunla mehir vermeden
evlenir, dilerse başkasına satardı.
Kocasının ölümüyle müteessir olan, gözyaşı döken kadın, bu arada
uyanık bulunacak, kendini kollayacak, bir anlık gaflete düşerek bir başkasının
malı ve mülkü olmaktan kendini kurtarmaya bakacaktı.
Bu yolla ölen kardeşlerinin kanlarına, hatta üvey annelerine sahip
olan ve onlarla evlenenler vardı. Bazen böyle bir tuzağın kurbanı olan kadının
sahibi kendi evlenmiyor, bir başkasına nikahlamıyor, sıkıntı içinde bırakıyor
ve neticede kadına, sahip olduğu malları verdiği takdirde serbest bırakacağını
söylüyor ve malını aldıktan sonra bir başkasıyla nikâhlanmasına razı olu-
yordu. Aşağıda meali alınan âyet bu konuyu aydınlatmak üzere
indirilmiş bulunuyordu:[70]
«Ey iman edenler, kadınlara zorla varis ve sahip çıkmanız ve kendilerine
verdiğiniz mehrin bir kısmını kurtarasınız diye onları tazyik etmeniz, mal
karşılığında onunla boşamak istemeniz de size helal olmaz» (Nisâ, 4/19)
Evlenmede bir sınır yoktu. Bir adam dilediği kadar kadınla
evlenebiliyordu. İslâm Dini tek kadınla evlenmeyi ideal bir evlilik kabul
etmekle birlikte, bazı hallerde dörde kadar evlenmeye izin verdi.
Bu arada bir kadının kız kardeşiyle, halasıyla, teyzesiyle, süt
kardeşiyle ve benzeri yakın akrabasıyla bir nikâh altında tutulmasını
yasakladı. Hadis kitaplarında verilen bilgiye göre, evli bulunduğu kadının
halası, teyzesi, kız kardeşi gibi yakınlarıyla evli bulunan kimseler yok
değildi.
Deylemi lakabıyla tanınan bir sahabî anlatıyor: Rasu- lullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin yanına geldim. Cahi- liye devrinde
iki kız kardeşi beraberce nikâh etmiş durumdaydım. Dedim ki:
-
Ya Rasulallah, ben müslüman oldum. İki kız kardeşle evli
bulunuyorum. Ne buyurursun?
-
Döndüğün zaman dilediğin birini boşa, buyurdu.[71]
Yine sahabeden Kays b. Haris diyor ki: Müslüman olduğumda sekiz
tane karım vardı. Peygamber Efendimize geldim ve durumumu anlattım.
-
Onlardan dört tanesini seç (kalanını boşa) buyurdu.[72]
Peygamberimizin hanımlarından Ümmü Habibe (radıyalla- hu anh) Peygamber
Efendimize:
-
Kız kardeşimi nikâhla alsaydın ya Rasulallah, demişti.
Peygamber Efendimiz beklenmedik bu istek karşısında sordu:
- Sen böyle bir şeyden hoşlanır mıydın?
- Nasıl olsa seninle tek başıma kalmam mümkün değil. Böyle olunca
da bana böyle hayırlı bir konuda ortak çıkacaksa o başkası değil, kız kardeşim
olsun isterim.
– Ama bu bana helal olmaz.
- Peki Ebu Seleme’nin kızını alacağın söyleniyor?..
- Yani Ümmü Seleme’nin kızın mı?!!
– Evet.
- O benim üvey kızım olmasa bile bana helal olmaz. Çünkü onun
babası Ebu Seleme’yi de, beni de Süveybe emzirmiştir. Sakın bir daha bana
kızlarınızı, kız kardeşlerinizi nikâh etmek üzere arz etmiş olmayasınız.48
***
Buraya kadar verdiğimiz misallerden anlaşılmış oluyor ki, cahiliye
devrinde, çığırından çıkarılmış bir evlilik hayatı mevcuttu. Belki halkın
çoğunluğu evliliğini normal yolla yapmıştı. Bununla beraber, meşrulaştırılma
durumunda bulunan, meşru bir hüküm gibi riayet edilen bu çeşit ahlâksız ve
iffetsiz hareketler gitgide artıyor, cemiyeti sardıkça sarıyordu.
Tertemiz bir aile düzeninin gelmesi kimi, neden rahatsız ederdi?...
Bir insan üvey annesiyle, üvey kızıyla nasıl evlenebilir, insan
haysiyeti böyle bir evliliğe nasıl tahammül ederdi?...
***
C - Bir kısım âdet ve ibadet tarzı vardı ki İslâm Dini bunları
kökünden kaldırıp atmıştır.
1 - Puta tapma: Hazret-i İbrahim tarafından anlatılan
Allah’ın birliği inancı zamanla, değiştirilmiş, perişan bir hale
getirilmişti.
Kâbe’nin etrafında üç yüz altmışa varan put yerleştirilmiş
bulunuyordu. Kimi taştan, kimi ağaçtan, fakat her biri ilah kabul edilen
cansız varlıklar...
Aklı başında olduğu kesin olarak bilinen insanlar bu varlıkların
karşısında eğiliyor, ibadet ediyor, sonsuz bir kudretin sahibi olduklarına
inanıyorlardı.
Elleriyle yaptıkları bir tahtayı yahut ötede beride buldukları bir
taş parçasını ya da yontup şekil verdikleri bir heykeli ilah kabul etmek
insanlığa ne gibi bir fazilet temin ederdi? İnsan haysiyeti bu derece düşer
miydi?
Mesele bu kadarla kalmıyordu. Yolculuğa çıkarken bu putlardan biri
alınıyor, götürülüyor ve yolda ibadet ediliyor.
Bazen herhangi bir sebeple put götürülemiyor. O takdirde de çeşitli
yollara başvuruluyor, yolda rastlanılan güzel şekilli bir taş alınıp ilah
sayılıyor, hatta içip sarhoş olanlar bazen deveyi kuma sağıyor, sütü kumla
karıştırıp meydana getirdikleri çamuru put şekline koyuyor ve ona tapıyorlar,
daha sonra oradan ayrılırken, put-ilah orada bırakılıp gidiliyor.
İnsan aklının normal bulamayacağı bu durum, Araplar için terk
edilmesi hiç mümkün olmayan, atadan oğula devredilmesi lâzım gelen bir dinin
esasını teşkil ediyordu.
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre, daha önceki Peygamberler de
putperestlikle uzun uzadıya mücadele etmişler, insanlara onların cansız birer
varlık olduklarını anlatmaya çalışmışlardır.
«Onların yürüyecek ayakları mı, yoksa tutacak elleri mi, yoksa
görecek gözleri mi yoksa işitecek kulakları mı var? (cansız varlıklar değil mi
onlar?)” (A’raf, 7/195)
«Ey insanlar putların halini beyan için size bir misal geti-
rildi, şimdi onu iyi dinleyin! Sizin Allah’ı bırakıp da taptığınız
putlar bir sineği bile yaratamazlar. Hatta hep bir araya gelse, birbirine kol
kanat olsalar bile bunu yapamazlar. Eğer sinek onlardan (üzerlerine sürülen bir
yiyeceği) kapmış olsa onu sinekten kurtaramazlar. Kapılanı geri isteyecek put
da, kapıp kaçan sinek de zayıf ve aciz.» (Hacc, 22/73)
Hazret-i İbrahim kavmine hitaben putlar hakkında şöyle demişti:
«Siz kendilerine yalvarıp dua ettiğiniz zaman sizi işitiyorlar mı? Yahut size
fayda veya zarar verebiliyorlar mı?» (Şuara, 26/72, 73)
Bu ve benzeri hatırlatmalar onlar tarafından ikna edici bir cevapla
karşılanamadı. Karşılanması da mümkün değildi. Hazret-i İbrahim’in sorduğu bu
suale cevap olarak «Biz babalarımızı böyle yapar (putlara ilah payesi vererek
tapar) halde bulduk dediler» (Şuarâ, 26/74)
Aradan yüzyıllar geçti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz geldi Mekke’nin müşriklerine bu çeşitten hatırlatmalar yapıldı.
Verdikleri cevaplar yine aynıydı: «Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve biz
onların izleri üzere giderek hidayet buluruz» (Zührüf, 43/22)
Genellikle Allah Taalâ’yı inkâr etmemekle beraber, putlara da bir
ilah payesi vermiş durumdaydılar.
«Bu putlar Allah’ın yanında bizim şefaatçilerimizdir» (Yunus,
10/18) «Biz onlara başka şey için değil, ancak bizi Allah’a yaklaştırmaları
için tapıyoruz» (Zümer, 39/3) diyorlardı.
Kendine faydası olmayan, üzerine konan sineği kovalamaktan aciz
bulunan bir varlık nasıl Allah’ın huzurunda insanlara şefaatçi olabilir?
Nitekim Hazret’i İbrahim kendi şehrindeki putları birer birer kırmış ve
baltayı en büyüklerinin boynuna asmışti. Onun yaptığını tahmin ettiler ve bunu
sen mi yaptın ey İbrahim, dediler.
-
Onu en büyükleri yapmış olmalı, eğer konuşurlarsa bir soruverin,
cevabıyla mukabele etti.
-
Sen biliyorsun ki bunlar konuşmazlar, dediler. (Enbiya, 21/58-66)
Kendini kırmaya çalışan bir insana «dur bakalım, ne yapıyorsun?»
demekten aciz olduklarını, konuşma kabiliyeti bulunmadığını bilip durdukları
varlıklar nasıl ilah olurdu?
İnsanları düştükleri bu felaket durumundan kurtarmak, onlara doğru
yolları göstermek bir kabahat miydi?
***
-
- Kız çocukları hor görülüyor, diri diri topraklara gömüldüğü
oluyordu.
Bu yolda birçok cana kıyılmıştı. Büyüyünce aile şerefine söz
getirir düşüncesi yol açıyordu buna. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin huzuruna gelen ve cahiliye devrinde yaptıklarını anlatan biri şöyle
demişti:
- Bir kızım vardı. Çok seviyordum. İsmini söylediğim zaman koşup
geliyor, kucağıma atılıyordu. Nihayet beş altı yaşlarına geldiği zaman onu
elinden tuttum, evimizden pek uzak olmayan kör bir kuyunun yanından geçerken
birden itiverdim. Ondan son işittiğim sözler «babacığım, babacığım» demesi
oldu.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz bu anlatılanı
gözlerinden yaşlar dökerek dinlemişti. Ashabdan biri ona:
– Be adam, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi
üzdün dedi.
Fakat Efendimiz adama hadiseyi bir daha anlattırdı, ağlayarak bir
daha dinledi.[73]
Cahiliye devrini anlatan âyetlerden birinde, şöyle buyrul-
maktadır:
«Onlardan birine kızının doğduğu müjdesi verildiği zaman
öfkelenerek yüzü kapkara oluyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp
kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak
mı? Yoksa toprağa mı gömecek?... Bak ki ne kötü hüküm veriyorlar...» (Nahl,
16/58, 59)
Kızların diri diri gömülmesi işini, normal düşünen insan aklı nasıl
kabul edebilir? İnsan hayatının devamı kadınsız nasıl mümkün olur? Kadını
içinde bulunduğu bu hor görülme halinden kurtarıp cemiyet içindeki şerefli
mevkiine getirmeye çalışmak bir suç mudur? Bunu yapmak isteyen, cinayetlerin
önünü alma çabasıyla, onların da Allah’ın birer kulu olduklarını anlatmaya
çıkan insana «hayır» diyenler nasıl haklı olabilirler?
***
-
- Araplar arasında yerleşen, iyilikle mürüvvet duygusuyla hiç
ilgisi olmayan bir âdet de soygunculuk, yol kesici- likti. Bir kabileden diğerine
gidebilmek, rahatça seyahat edebilmek mümkün değildi. İnsanlar arasında
karşılıklı emniyet duygusunun varlığına şiddetle ihtiyaç vardı. Bu olmadıkça
insanlar, sadece kendi kabileleri çerçevesinde kalmaya mahkûm olurlardı.
Bu mahrumiyeti giderebilmek için bazen bir kabile başka bir
kabileyle anlaşma yapıyor, birbirlerine gidip gelme imkânı buluyordu. Bazen bir
kişi, bir başka kabilenin fahri hemşerili- ğini elde ediyor, yahut o kabileden
bir iki kişiyle anlaşıyor, bir bakıma kendi kabilesinden ayrıldığı zaman
onların himayesine girmiş oluyor, o kabileye rahatça gidip geliyordu.
Yılın on iki ayından dördü, savaşın, vurgunculuğun haram olduğu,
seyri seferin rahatça yapılabileceği aylar olarak kabul edilmişti. Bunlar
Zilka’de, Zilhicce, Muharrem, Receb
Giriş
/ Dini ve İçtimai Durum aylarıydı. Bu aylarda Arap yarımadasında rahatça
seyahat edebilme imkânı oluyordu.
Ancak tabiatlarında yer tutmuş olan soygunculuk ve yağmacılık bazı
kabileleri yerinde duramaz ediyordu. Neticede bunun da kolayını buldular. Haram
aydır diyerek sefere çıkan kervanları soydular. Biçare adamlar:
-
Haram ayda bulunuyoruz... diye hatırlattılar. Fakat cevap hazırdı;
-
Bu ayın haram hükmü falan aya alındı.
Bir iki yıl sonra tekrar bir değişme yapılıyor, haramlık hükmü bir
diğerine aktarılıyor, insanlar şaşkına çevriliyordu. Bütün bunları önleyebilmek
için en iyi çare, ticaret kervanlarının başına, gözünü budaktan esirgemeyen,
yiğitliği ve şirretliğiyle ün salmış kişiler koymak, emrine yeteri kadar
silahlı adam vermekten ibaretti. Tutulacak bir başka yol kalmamıştı.
Araplar arasında cömertliğiyle ün salmış bulunan emirlerden Hîre
valisi Numan b. Münzir gibi bir adam bile, Arapların Ukâz, Mecenne... gibi
panayırlarına göndereceği ticaret kervanı için, Arap kabileleri arasında
selametle geçirebilecek hatırı sayılır bir adam arama mecburiyetini
hissetmişti.
Peygamber Efendimizin on yedi yaşlarına geldiği sıralarda yapılan
ve haram aylara tesadüf ettiği için «harbül ficar» adı verilen savaş, işte bu
emirin ticaret kervanı reisinin öldürülmesi sebebine dayanıyordu.
Allah Taalâ Arapların bu çirkin âdetini Kur’ân-ı Kerim’de
anlatmıştır: «Haram olan bir ayı geciktirmek (haramlık hükmünü bir başka aya
almak) âdeti, ancak küfürde yapılan bir fazlalıktır ki onunla kâfirler şaşkına
çevrilir. Onlar haram olan ayı, bir yıl helal, bir yıl haram sayıyorlar. Bunu
da hem Allah’ın haram kıldıklarının sayısına denk getirmek, hem de Allah’ın
haram kıldığını helal saymak için yapıyorlar... » (Tevbe, 9/39)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, yanına gelen
ve çektikleri eziyeti dile getiren Habbab ve arkadaşlarına, eski milletlerde
müminlere yapılan eziyetlerden bahsetmiş ve daha sonra şöyle devam etmişti:
-
Yemin ederim ki Allah Taalâ bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki bir
yolcu San’a şehrinden kalkıp Hadramevt’e kadar yürüyecek ve bu yolculuk anında
sadece Allah’tan ve bir de koyunlarına saldırmasından çekindiği kurttan
korkacaktır. Ama siz acele ediyorsunuz.»[74]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize, Medine
hayatının son yıllarında gelen elçi heyetlerinden Rebia kabilesinin Abdülkays
kolu, Efendimize hâlâ sürüp giden bu anarşiden şikayet etmişti: «Ya Rasulallah,
aramızda kâfir olan Mudar kabileleri var. Bu sebeple sana ancak haram aylarda
gelme imkânı bulabiliyoruz. Bize, geride kalanlara anlatabileceğimiz bir
şeyler emret».[75]
***
Bütün bunlar, bunca genişliğine rağmen Arap yarımadasında
insanların çember içine alınmışçasına bunaldığını gösteriyordu. Sulh ve
selamet dini olan İslâmiyet; hakkına razı, vazifesine bağlı, adalete saygılı,
sulhsever bir cemiyet yetiştirerek bu anarşiye son vermek istiyordu. Böyle bir
neticeye ancak anarşistler razı olmazlardı.
***
-
- Kan davaları almış yürümüştü. Bir kabileden herhangi bir adam
öldürüldüğü zaman bütün kabile halkı, intikam sevdasına kapılıyor, ya öldüreni
yahut öldürenin akrabasından birini ya da o kabile halkından herhangi bir şahsı
öldürmeyince durmuyorlardı. Bu defa karşı taraf harekete geçiyor, onlar
da aynı yola başvuruyorlardı. Böylece yıllar yılı devam eden, her
iki tarafı da perişan halde bırakan savaşlar yapılmıştı.
Kabilelere yapılan baskınların uyurken, ansızın yapılması,
yakalananların kılıçtan geçirilmesi veya ellerini, ayaklarını keserek,
gözlerini oyarak ölünceye kadar kızgın güneşin altında terk edildiği veya
öldükten sonra burnunu, kulağını keserek ayrı bir işkence yapıldığı da olurdu.
Uhud muharebesinin sonunda Ebu Süfyan’ın karısı Hind b. Utbe başta olmak üzere
diğer kadınlar, Peygamber Efendimizin amcası Hamza’nın ve diğer şehitlerin
cesetlerinden kestikleri parçaları ipe dizerek gerdanlık gibi takınmışlardı.
Ayrıca Hind, Hazreti Hamza’nın ciğerini yemeye çıkmış, bir müddet çiğnedikten
sonra yuta- mayacağını anlayınca tükürmüştü.52
Esir alınan kadınlara yapılan utanç verici muameleler, esir
çocukları canlı hedef olarak dikip onlara karşı ok talimi yapmak görülmemiş bir
şey değildi. Yapılan talim neticesi çocuklardan bir kısmı ölür, geri kalan ve
bir kısmı yaralı olan çocuklar ertesi güne kadar hapsedilir, tekrar ok
talimleri başlar, bütün çocuklar ölünceye kadar bu iş devam ederdi. Bu atışların
halk tarafından da izlendiği olurdu.[76]
Düşmanını ele geçirdiği takdirde kafatası ile şarap içmeye yemin
edenler ve bu yemini yerine getirdiği zaman gurur duyanlar olurdu. Nitekim
Uhud muharebesinde Asım b. Sabit, Sülâfe adında bir kadının, Müsâfi ve Kilâb
adında iki oğlunu öldürmüştü. Sülâfe oğullarını böyle görünce Asım’ı ele geçirebilirse
onun kafatasıyla şarap içmeye yemin etmişti.[77]
İnsanların diri diri yakıldığı olurdu. Arab emirlerinden Amr b.
Hind’in kardeşi, Temim oğulları tarafından öldürüldüğü zaman Amr, kendi
tarafından öldürülen her adam kar-
şılığında yüz kişiyi kılıçtan geçireceğine dair yemin etmişti.
Fakat Temim oğulları kaçıp kurtulmaya muvaffak olduğundan Amr’ın eline ancak o
kabileden bir kadın düşmüştü. Harrâ adındaki bu kadın diri diri yakıldı. Bu
sıralarda Ammar adında bir adam buraya uğradı.
-
Ne arıyorsun burada? dedi Amr.
-
Birkaç günden beri aç kalmış vaziyetteyim. Duman yükseldiğini
gördüm, yiyecek bulabilirim diyerek geldim.
Amr adamlarına döndü, atın bunu da ateşe dedi ve adam yakıldı.
Hamile kadınların rahimlerini parçalarlar ve bununla gurur
duyarlardı. Arap kahramanlarından sayılan Hevazin reisi Âmir b. Tufeyl, bir
seferinde, hamile kadınların karınlarını deştiklerini, mızraklarıyla
rahimlerini parçaladıklarını anlatır.55
İslâm Dini işlenen cinayetler karşısında adil ve iki tarafın da
itiraz edemeyeceği hükümler koymak suretiyle anarşiye son verecek, bütün
insanları sulha, selamete ve saadete götürecek bir olgunlukla gelmiş
bulunuyordu. Haklıyı haksızdan ayırt eden, mazlumun hakkını zalimden alan,
haddi aşanları doğru yola getiren bir din olacaktı.
***
Habeşistan’a hicret eden muhacirlerden Cafer b. Ebi Talib, Habeş
Necaşisi’nin isteği üzerine, İslâmı kabul etmeden evvelki hallerini şöyle
anlatmıştı:
Ey melik, biz cahil bir kavim idik. Putlara tapar, laşeler yer,
ahlâksızlıklar yapar, komşularımıza kötülüklerde bulunurduk. İçimizden
kuvvetli olan zayıfı yerdi. Allah Taalâ’nın, içimizden, soyunu, doğruluğunu,
iffet ve namusunu, emanete bağlılığını bildiğimiz bir Peygamber göndermesine
kadar biz bu durumda idik. O Peygamber bizi Allah’a ve onu bir
bilmeye, ona ibadet etmeye, atalarımızın ve bizim tapmakta
olduğumuz taşları ve putları gönlümüzden söküp atmaya davet etti. Doğru sözlü
olmayı, emaneti sahibine teslim etmeyi, akrabalık bağlarına saygılı olmayı,
komşularımıza hoş davranmayı, haramlardan ve kan dökmekten el çekmeyi emretti.
Ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara
iftira atmaktan nehyetti. Bir tek Allah’a ibadet etmeyi, ona ortak tanımamayı,
namazı, sadaka vererek malımızı temizlemeyi, orucu emir ve tavsiye buyurdu.
Biz de onu tasdik ettik, ona iman ettik, Allah'tan getirdiği her
hükmü kabul etmek üzere ona tabi olduk. Sadece Allah’a ibadet ettik, ona hiçbir
şeyi ortak tanımadık. Bize haram olarak bildirdiğini haram saydık, helal
dediğini helal olarak kabul ettik.»56
***
Ahlâk ve inanç durumlarının ana hatları yukarıda anlatılan bir
topluluk, bu yaşayışı terk etmekle hiçbir şeyi kaybetmiş olmazdı. Bu kadarını
anlamak için üstün bir zekâya veya uzun uzun düşünmeye ihtiyaç yoktur. Kaldı ki
iman eden ve nübüvvet terbiyesi altına giren bir insan için «evvelce daha
temiz, daha dürüst, daha terbiyeli idi...» denilmemiştir. Deme imkânı yoktur.
Çünkü Peygamber; dün kaba kuvvetten başka hiçbir kanun
tanımayanları hak ve adaletin müdafii yapmak, emeline kavuşabilme yolunda her
çeşit ahlâk dışı davranışı mubah sayanlara, feragat ve fedakârlığın unutulmaz
örneklerini verdirmek için gelmişti. Bu gaye gerçekleşmiş ve insanlık
tarihinin «Saadet Asrı» olarak tanıdığı tek asır olmuştur.
Bu saadet asrında; Gökleri fethetme davasıyla ortaya atılanların
hayallerinden geçiremedikleri üstün insanlık örnekleri, toplumun, hatta bir
tek ferdin menfaati için yapılan şahsi
fedakârlıklar birbirini takip eder durur. Allah’tan başkasının
görmediği, bilmediği bir kusurdan dolayı Rasulullah’a gelen ve «bana lâyık
olduğum cezayı ver» dedirten yüce duygular, büyük Peygamberin terbiyesine giren
insanların kalplerinde yeşermişti. Allah rızasından başka hiçbir niyet ve
düşüncenin katılmadığı bir enerjiyle iyilik yapanlar da Efendimizin terbiyesiyle
bu asırda yetişmiş ve yaşamıştır. Din kardeşini kendi öz canından üstün tutan
ve «ey Rabbimiz, iman ile bizden önce geçmiş olan kardeşlerimizi mağfiret
buyur. İman edenler için kalplerimizde hiçbir kin bırakma.» niyazını can ve
gönülden yapanlar, saadet asrının emsalsiz terbiyesini ruhlarına sindiren
büyüklerdir.
Bu ve benzeri pek çok fazilet örneklerini ard arda sıralayan bu
insanlar gökten inen melekler değildi. Dün pek çok yönüyle utanç verici bir
manzara arzeden cahiliye devrinin birer ferdi idiler. Sorumsuz bir hayatın akla
hayale gelmez fenalıklarını, korkunç cinayetlerini işleyenler, sonu gelmez kan
davalarını yürütenler bunlardı. Kin duyduğu hasmının kafatasını şarap kadehi
olarak kullanacağına yemin eden ve bu yeminini yerine getirirken gurur duyan,
zaferi elde etmenin sarhoşluğuyla mest olanlardı bunlar.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin huzuruna gelen
ve onu dinlerken kalkıp mescidin içine, ayakta abdest bozmaya çıkan kimseler
olmuştur.[78]
Fakat sadece insanlığa değil, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin
geniş müsamahası, böylelerinin ruhunu bile, pırlantalar gibi değerli, güller
gibi saf ve temiz hale getirmesini bilmiştir.
Bu insanların vücutları aynı vücuttur. Kalıpları aynı kalıptır.
Fakat ruhlar eritilmiş, yeniden dökülmüş... yüzler nur-u Muhammedi ile
parlamış, kalpler Allah korkusunun mesken ve merkezi halini almıştı. Bir
zamanlar «babacığım, beni gö-
Giriş / Dini ve İçtimai Durum mersen senin sakalını kim tarayacak»
diye yalvaran kızının gözyaşlarını görmeyen, çığlıklar içinde kumlara diri diri
gömen Ömer b. Hattab ile, Basra’daki bir keçinin, köprüden geçerken ayağının
deliğe takılarak kırılma ihtimalini yüzlerce kilometre öteden düşünen, bunun
sorumluluğunu duyan ve ağlayan Hazret-i Ömer (radıyallahu anh) aynı insandı.
Her biri insanlığın kemaline delalet eden sayısız güzel ahlâk
örnekleri... Bunların her biri şan ve şeref uğrunda değil, Allah rızasını
kazanabilme ümidiyle yapılmış, gösterişin, iki yüzlülüğün adı bile anılmamış,
mevki ve makam düşüncesi, zihinleri meşgul etmemiştir. Çünkü onların
hayatlarını düzene koyan Allah’ın kitabında ve Rasulünün sünnetinde bu gibi
mefhumların yeri yoktur. Program Allah tarafından çizilmiş, tatbikat Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından yapılmış, insanlığın alçalabileceği en
aşağı seviyeden, yükselebileceği en üstün mertebeye ulaşılmıştır.
Efendimizin yaşadığı asır, insanlığın altın devridir. Huzur ve
sükûnet devri, saadet ve fazilet devridir. İnsanların tarak dişleri gibi müsavi
sayıldığı, Peygamber kızı bile olsa ayrı muamelenin yapılmadığı, her işin
mutlaka ehline ve en lâyık şekilde yapanına teslim edildiği faziletler ve
meziyetler asrıdır. Bu devir, Hazret-i Ebu Bekir gibi büyük bir halifenin, azad
ettiği siyah kölesi Bilal Habeşi’ye «Efendimdir» diyebildiği, koca bir ordunun
başkomutanlığının yine bir siyahi köle olan Zeyd b. Harise’ye teslim edildiği
insanlık asrıdır.
Tarihin en sahih senetlerle naklettiği o fazilet dolu asrı,
yirminci asrın insanı; romanlarda anlatmaktan, tiyatrolarda sahneleştirmekten
bile acizdir.
«Hiçbir Peygamber yoktur ki,
insanlığın iman etmesine yetecek delil ve
mucize verilmiş olmasın.
Bana verilen de Allah’ın bana vahyettiği
Kur’ân’dır.»
(Buhârî,
Zezailü'l-Kur’ân, 1)
«Ben sizi nehyettiğim şeyleri yaparak size
muhalefet etmek istemiyorum.
Ben ancak gücüm yettiği kadarıyla
islahı murad ediyorum.
Benim muvafakiyetim de sadece
Allah Taalâ’nın yardımıyladır.»
(Hud, 11/88
PEYGAMBERLİĞİN
İSPAT EDİLMESİ
(MUCİZE)
1
- Allah Tâalâ insana, bilmediği, doğruluğuna inanmadığı bir yola
gitmeyi yasak etmiştir.58 İnsanın şerefine uygun olanı da budur.
Varlıkların en şereflisi olarak yaratılan, yeryüzünde var olan her
şey kendi istifadesine sunulan insan,[79]
önüne gelen ve peygamber olduğunu iddia eden herkesin peşine takılıp gidecek
bir sürü olarak kabul edilmemelidir. Kendisine iyiyi kötüden ayırt etme
kabiliyetini veren, düşünme ve en doğruyu seçme imkânını bahşeden Allah, dünya
ve âhiret saadetini kazanacağı veya kaybedeceği bir yola gelişi güzel atılan
insanı asla mazur görmez. Devamlı olarak içinde yaşadığı âlem üzerinde
düşünmeye davet edilen insan, yarın hesabını verirken «Peygamber olduğunu
söyleyen bir insan geldi, ben de ona uydum» demekle sorumluluğu üzerinden
atamaz.
Ortaya atılan iddianın doğruluğunu kesin olarak tespit etmeden,
karşısında bulunan dağların, ağaçların varlığını kabul ettiği kadar kesin bir
inançla inanmadıktan sonra «evet sen Peygambersin» dememek insanın hakkıdır.
Çünkü insan Peygambere inanacak, onun gösterdiği yolu, her yolun üstün-
de tutacak, onun gösterdiği yoldan başka hak yol bulunmadığına
inanacak, ona itaat ettiği takdirde cennete ve ebedi saadete, itaat etmediği
takdirde ebedi felakete gideceğini bilecektir. O halde bu derece mühim olan bir
kararı verirken düşünmek, gönlünü razı edecek olan her delili istemek,
inandırıcı deliller talep etmek insanın hem hakkı ve hem de vazifesidir.
Karşısında kendini hak yola davet eden insan, gerçekten Peygamber
olsa bile, inanıncaya kadar delil isteyen insan tamamen mazurdur.
***
2
- Allah Taalâ yüce hikmeti icabı olarak insanı «başıboş» olmaktan
uzak yaratırken, gönderdiği Peygamberini de, gerçekten Peygamber olduklarını
ispatlayacak güç ve kabiliyet ile teçhiz etmiştir. Böylece insanları her
istenilen tarafa sürüklenebilecek bir topluluk olmaktan muhafaza ederken,
Peygamberlerini de kendilerinden delil istendiği zaman mahcup duruma düşmekten
korumuştur. Bir insanı hem Peygamber olarak vazifelendirmek, hem de bu vazifeyi
Allah’tan aldığını ispatlayamayacak duruma düşürmekten Allah Taalâ münezzehtir.
Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Hiçbir Peygamber yoktur ki, insanlığın iman etmesine yetecek delil ve mucize
verilmiş olmasın. Bana verilen de, Allah’ın bana vahyettiği Kur’ân’dır»[80]
Allah Taalâ’nın verdiği bu deliller ve mucizelerle, karşısına
çıkan ve delil isteyenlerin karşısında mahcup duruma düşen, peygamberliğini
ispatlayamayan hiçbir Peygamber yoktur. Çünkü onlar kendiliklerinden böyle bir
dava ile ortaya çıkmış değildir. Kendilerine insanlığın tanıdığı en ciddi
vazife verilmiş bulunmaktadır. Bu vazifenin yüz akıyla yerine getirilebilmesi
için Yüce Mevla’nın onları desteklemesi şarttır.
Bu destek olmadığı takdirde, nübüvvet vazifesi yürütülemez, dava
olduğu yerde durmaya mahkûm olur.
Peygamberin, peygamber olduğunu ispat etmesiyle insanların onlara
iman etmelerini birbirine karıştırmamak lâzımdır. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir.
Gerçekten Peygamber isen şunu yap diye, hiç olmayacak işleri teklif edenler,
tekliflerinin tam istenilen şekilde olduğunu gördükleri halde yine de iman
etmemişlerdir.
3
- Modern âlemde, her müessese, kendi mensuplarına, tanıtıcı
mahiyette kimlik kartları verir. O kartı taşıyanın, o müesseseye ait olduğu
anlaşılır. Allah Taalâ da, gönderdiği Peygamberlerin, gerçekten Peygamber
olduklarını tasdik için onlara mucizeler vermiştir. Bu mucizeler, aynı şartlar
altında Peygamberden başkası tarafından gerçekleştirilemez.
Bugün kendini doktor, müfettiş, elçi... olarak tanıtan kimsenin
elinde böyle bir belgenin bulunmadığını düşünelim, o zaman ortaya çözümü
imkânsız pek çok problem çıkacaktır. İşler karışacak, içinden çıkılmaz hal
alacaktır. Peygamberin elinde de böyle bir mucize bulunmadığı, mucizeye lüzum
olmadığı takdirde, Peygamberliğini iddia eden yalancılardan baş almak mümkün
olmaz. Meydan bir sürü yalancı, hilebaz, ne idiği belirsiz kişilerle dolar,
kargaşalıklar birbirini takip eder durur.
O halde, Peygamber olarak gönderilen kişide, kendisinin gerçekten
Allah adına söz söylemeye yetkili olduğunu ispatlayacak mucizelerin bulunması
mecburiyeti vardır.
4
- Allah Taalâ Peygamberlerine verdiği mucizelerde de, en adil,
hikmete en uygun olan yolu tercih etmiştir. Şöyle ki, Peygamberin geldiği
insanlar arasında o günlerde en çok rağbet edilen mevzu ne ise, Peygamberlerin
mucizeleri de o mevzu ile ilgili olmuştur. Hazret-i İsa devrinde, tıp ilerlemiş
durumda idi. Bu sebeple Hazret-i İsa’nın mucizeleri genellikle bu yönde
olmuştur. Nitekim Hazret-i İsa, kavmine şöyle de-
mişti: «Ben size Rabbinizden peygamber olduğuma dair açık bir delil
getirmiş bulunuyorum. Ben size çamurdan kuşa benzer bir şekil yaparım ve ona
üfürürüm, o da hemen Allah’ın izniyle bir kuş oluverir. Anadan doğma kör
olanı, derisinde alaca renkler bulunan abraşı hastalığından kurtarırım.
Ölülere Allah’ın izniyle hayat verir diriltirim. Size evlerinizde neleri
yediğinizi, neleri yemeyip biriktirdiğinizi haber veririm. Eğer inanırsanız
benim gösterdiğim bu mucizelerde, peygamber olduğuma kesin bir delil vardır.»
(Al-i İmran, 3/49)
Kur’ân-ı Kerim, Hazret-i Musa’ya verilen mucizelerden ayrı ayrı
yerlerde tafsilatlı bir şekilde bahseder. Soğuk bir gecede, hanımıyla birlikte
yolculuk yaparken yolu bulamaz, ilerde bir ateş görür. Ya bir ateş getirmek
veya yolu öğrenmek mümkün olur diyerek ateşe doğru ilerler. Orada Rabbinin
vahyine mazhar olur. Kendisine mucizeler orada verilir. «Ey Musa, her şeye
galip ve hikmet sahibi Allah benim, bırak âsânı...» emri verilir. Asayı
bıraktığı zaman onu çevik bir yılan gibi hareket eder halde görünce dönüp kaçan
Hazret-i Musa’ya Cenab-ı Hak’tan hitap gelir:
– «Ey Musa, korkma!... Benim huzurumda Peygamber olanlar korkmaz»
buyurulur. Daha sonra:
5
«Elini koynuna sok da, lekesiz, bembeyaz halde çıksın. Dokuz
mucizeyle birlikte Firavuna ve onun kavmine git. Çünkü onlar kâfirler
topluluğudur» (Neml, 27/10-12) emri verilir.
Kur’ân’da Hazret-i Musa’ya verildiği bildirilen dokuz mucizenin en
mühim olan ilk ikisi bunlardır.
***
6
- Mucizelerin, peygamberin gönderildiği devirde rağbet edilen
konuda olmasının türlü hikmetleri vardır. Bunlardan iki tanesi üzerinde
duralım:
a)
İnsanların rağbet ettiği bir konuda getirilen mucizeler, onların
dikkatlerini daha çok çekebilir. Kimsenin alâkadar ol-
madığı bir konuda getirilen mucizeler maksadı temin etmeyebilirdi.
Aç bir insanın karşısında mükemmel bir kumaş vitrininin fazla bir değeri
yoktur. Hastasına ilaç aramak üzere koşan insanı, doktordan ve eczaneden
başkası pek alâkadar etmez. Soğuk bir ayranın değeri, ancak sıcaktan bunalan
kimselerin yanında takdir edilir. Uzun tecrübeler sonucu dile getirilmiş olan
bir hakikat de şudur: Körler çarşısında ayna satılmaz.
Mucizeleri, insanların rağbet ettiği konularda gönderen Yüce Mevla,
her zaman geçerli olan bu prensibe de riayet etmiş bulunmaktadır.
b)
Diğer ve daha mühim taraf şudur: Peygamber, büyük bir iddia ile
ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kendisinin, Allah Taalâ tarafından gönderildiğini
söylemekte ve buna delil olarak da, Allah’tan başka hiç kimsenin güç
yetiremeyeceği bir mucizeyi, yine Allah’ın izniyle göstereceğini iddia
etmektedir.
Adalete ve hikmete uygun olan, bu mucizenin, o zamanın insanlarının
alâkadar olduğu ve maharet kazandığı bir konuda olmasıdır. Bir marangozun
karşısına çıkıp:
-
Benim gibi mükemmel elbise dikebilirsen ne ala, değilse benim sana
olan üstünlüğümü kabul etmek zorundasın... demenin manası yoktur.
Bir çiftçiyi saat tamirciliği konusunda yarışa davet etmek
boşunadır. Yeni emeklemeğe başlamış çocuğun karşısında yapılan koşu müsabakası
teklifi gülünç olur. Bu sebeple ortaya atılan davanın bir değeri ve ciddiyeti
olması için mesleklerin aynı olması mecburiyeti vardır.
Peygamber öyle bir mucize göstermelidir ki o zamanda yaşayan,
mesleklerinde hüner ve maharet kazanmış kişiler, bu mucizenin insan gücü
dışında olduğunu, o sahadaki bilgilerine dayanarak itirafa mecbur olsunlar,
değerini takdir etsinler, «Allah’ın yardımına mazhar olmayan bir insanın bu
mucizeyi göstermesi mümkün değildir» desinler.
Nitekim Hazret-i Musa (aleyhisselam), Mısır’da yaşayan ve Firavun
taraftarı olan sihirbazlarla bir bayram günü, geniş bir meydanda, binlerce
insanın gözleri önünde -Firavun’un isteği üzerine- karşılaşmıştır. Kur’ân-ı
Kerim bu hadiseyi tafsilatlı olarak anlatır.
«Sihirbazlar dediler ki:
-
Ey Musa, ilkin ya sen atmalısın hünerini ortaya, yahut da ilk defa
bırakan biz olalım.
-
Siz atın, dedi Musa.
Sihirbazlar iplerini meydana bıraktılar. Yaptıkları sihir neticesi,
onların ipleri ve değnekleri koşuyormuş gibi görünüyordu. Durum endişe verici
idi. Hazret-i Musa’nın bu hali gördüğü zaman içinde bir korku hissettiği,
Kur’ân-ı Kerim’de zikredilir. Fakat derhal gelen vahiyle bu korku giderildi.
-
Korkma, en üstün ve galip gelen mutlaka sen olacaksın. Elindeki
asanı bırak!.. denildi.
Hazret-i Musa, asasını bıraktığı zaman küçük bir yılan kadar çevik,
fakat gözlerin görmeye alışmadığı derecede büyük bir ejderha oluverdi. Başladı
sihirbazların bıraktıkları ip ve değnekleri birer birer yutmaya.. Ortada
bulunan sihirlen- miş değnek ve ip kalmayınca Musa, ejderhayı sarılıp yakaladı,
o da hemen eski haline döndü ve bir değnek oluverdi.
Sihirbazlar, mesleklerinde gerçekten maharet sahibi insanlardı.
Hazret-i Musa tarafından gösterilen mucizenin sihir olmadığını derhal
anladılar. Kalpleri iman ile doldu ve hemen secdeye kapandılar, Musa ve
Harun’un Rabbine iman ettik dediler. (tâhâ, 20/57, 73)
Eğer Hazret-i Musa’nın gösterdiği de sihir olsa, karşı tarafın
sihirlerinin iptal edilmesinden öteye geçemezdi. Sihir çözülür, sihirbazların
kullandıkları aletler, yine eski hallerine dönerdi. Hâlbuki ejderha onların
hepsini yutmuştu. Yakalanıp
ele alındığında ise, diğer değnek ve ipler tamamen kaybolmuş
bulunuyordu.
***
6
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin devrinde
güzel söze, güzel konuşmaya pek önem verilir olmuştu. Şiire ve hitabete son
derece rağbet ediliyordu. Her kabile en azından bir şair ve bir hatip
yetiştirmeyi bir ihtiyaç olarak görüyordu. Panayırlarda veya başka sebeplerle
bir araya gelen Araplar, bu toplantılarda hitabet ve şiire bol bol yer verirlerdi.
Her kabilenin hatibi veya şairi çıkar kendi kabilesinin güzel sıfatlarından,
ahlâk ve âdetlerinden, kabileler arasındaki yerinden ve meziyetinden,
gösterdiği başarılardan bahseder. Bu hitabeler ve şiirler dikkatle takip
edilirdi. Şairi veya hatibi olmayan kabile dilsiz bir insana benzetilirdi. Bu
sebepledir ki «Araplar, aralarında bir şairin yetişmesini, bir kumandan yetişmesinden
üstün tutarlardı. İbnü Reşik diyor ki: Araplardan bir kabilede bir şair
yetişirse, diğer kabileler gelip tebrik ederlerdi. O kabile ziyafet verir,
kadınlar toplanır, düğün merasimlerinde olduğu gibi çalgı çalar, oynarlardı»[81]
Kur’ân-ı Kerim işte böyle bir zamanda indi. Bütün Arap ediplerini
durduran, bütün Arap şairlerini hayretlere düşüren bir fesahat ve belagat vardı
onda. Duyanların meftun oldukları, benzerini hiçbir kimsenin duymadığı bir
edebî üstünlüğe sahipti. Edebî ve ebedî bir mucizeydi. Karşısına çıkan her engeli
yıkıp aşacak bir kudretle doluydu.
O günün Arapları bu kelamın, insan sözü olmadığını anlayacak
kabiliyette idi. Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sel- lem) Efendimizi
dinleyen Utbe b. Rabia, arkadaşlarının yanına döndüğü zaman şöyle demişti: «Bir
söz dinledim... Vallahi benzerini işitmiş değilim. Yemin ederim ki dinlediğim
söz şiir değil, kâhinlerin sözü değil Vallahi ey Kureyşliler, sözümü
dinleyin, bu adamı getirdiği din ile baş başa bırakın. Yemin olsun
ki getirdiği bu kelam, ufuklara yayılan bir ün kazanacaktır.»[82]
Bununla beraber, fark ettikleri bu hakikati, Efendimize karşı
itiraf etmekten daima kaçındılar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin, onu Allah kelamı diye tanıtmaya çıktığını, aslında uydurma,
eskilerin masallarından ibaret bir söz olduğunu söylediler.[83]
Böyle diyenlere verilmesi en lüzumlu cevap Kur’ân’da verilmiş oldu.
«Eğer bu söylediklerinde samimi iseler, bunun benzeri olan bir söz getirsinler»
(Necm, 53/34) buyuruldu.
- İşittik söylediğini dediler, dilesek onun gibi sözü biz de
söyleriz.[84]
Buna cevap olarak İsra suresinde şöyle buyuruldu: «De ki insanlar
ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini meydana getirmek üzere bir araya
gelseler, üstelik birbirlerine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini meydana
getiremezler.» (İsrâ, 17/88)
Bu büyük bir iddia idi. Şayet Kur’ân’a denk olan bir sözü
söyleyebilir, edebi yönüyle ona eşdeğerde olan bir hitabeyi ortaya koyarlarsa
mesele kökünden halledilmiş olur, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin meydandan çekilmesi lâzım gelirdi. Fakat diller tutulmuş gibiydi.
Dilersek biz de bunun benzeri bir sözü söyleyebiliriz diyenlerden cevap
gelmedi. Sanki edebi sahada bu derece bol malzemeye sahip olanlar, ünü Arap
yarımadasının dışına taşan şair ve hatiplere malik bulunanlar onlar değildi.
Sanki dillere kilit vurulmuştu.
Teklif yenilendi. Çerçeve daraltıldı. «Yoksa Kur’an’ı uydurdu mu
diyorlar?... De ki eğer sözünüzde sadık kişiler iseniz,
onun dengi olan on tane uydurulmuş sûre getirin. Allah’tan başka
gücünüzün yettiği herkesi de yardıma çağırın.» (Hud, 11/13)
Müşrikler bu kolaylıktan istifade ederek Rasulullah (sal- lallahu
aleyhi ve sellem)’ın karşısına çıkıp «işte istediğin on adet sûre...»
diyemediler.
Teklif tekrar yenilendi, çerçeve tekrar daraltıldı. «Eğer kulumuza
indirdiğimiz Kur’ân hakkında şüphe ediyorsanız onun dengi olan bir sûre
getirin, (dilesek benzerini mutlaka söyleriz...) derken samimi iseniz bunu
yapın, Allah’tan başka yardımcılarınızı da çağırın. Şayet bunu yapamazsanız
-ki asla yapamayacaksınız- o halde yakacağı insanlar ve taşlar olan cehennemden
sakınınız, ki o kafirler için hazırlanmıştır» (Bakara, 2/23, 24)
Müşrikler bu teklifi de cevapsız bırakmayı tercih ettiler. Hâlbuki
kısa veya uzun bir sûresinin benzerini ortaya koydukları takdirde dava
duracak, mesele kökünden halledilmiş olacaktı.
7
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin büyük
mucizesi Kur’ân-ı Kerim’dir. Bununla beraber Efendimiz’den daha birçok
mucizeler istenmiştir. Ay’ın yarılması bu istenilen mucizelerden biridir. Tam
istedikleri şekilde, mümin ve kâfir pek çok insanın gözleri önünde bu mucize
gerçekleşmiştir. Mucizenin istenilmesi anında Rasulullah Efendimizin:
8
Şayet Allah Taalâ bu mucizeyi size gösterirse benim Peygamber
olduğuma iman eder misiniz? şeklinde sorduğu soruyu «elbet iman ederiz» diye
cevaplayan müşrikler, bu mucize karşısında sanki o sözü söyleyenler kendileri
değilmiş gibi davranmış, seslerini çıkarmaz olmuşlardır.
Bundan ayrı olarak daha birçok mucize istenilmiştir. Ancak bu
isteklerinde samimi olmamaları, sırf eğlence olsun diye istedikleri için bu
isteklere müspet cevap verilmemiştir.
Bunlardan ayrı olarak Peygamberimizin miraç hadisesi de onlar için
ayrı bir mucize teşkil etmişti. Gerek Beyt-i Makdis hakkında ve gerekse yolda
bulunan kervanları hakkında sordukları sorular, kusursuz şekilde
cevaplandırılmış bulunuyordu. Bunlar, herkesin gözleri önünde meydana gelen
mucizelerden birkaçı idi. Kimsenin bu mucizelere kusur bulması mümkün
olmamıştı. Ayrıca Ebu Cehil gibi, Nadr b. Haris, Rükâne gibi şahısların da
teker teker gördükleri mucizeler olmuştu.
Yemeğin bereketlenmesi, ağaçların yürümesi, kimselerin bilmediği
gizlilikteki haberlerin Peygamberimizce bilinmesi... gibi mucizeler bu konuda
zikredilebilir. Bu mucizeler müminlerin imanlarını artırmış, fakat kâfirlerden
pek çoğuna bir fayda temin etmemiştir.
Şu kadarını söylemekte fayda var: Kureyşten veya ehli kitap olan
Yahudi ve Hıristiyanlardan bir kişinin çıkıp da «hani peygamberdin, neden
mucizen yok, neden şu mucizeyi gösteremedin?..» diyebilen kimse bulunmamış,
Yüce Allah buna müsaade etmemiştir.
***
9
– Peygamberler, kendilerinden istenilen mucizeler gerçekleşince bu
mucizelerden kendileri için bir pay çıkarmayı düşünmemiş, bunu bir gurur ve
kibir vesilesi yapmamışlardır. Ancak, kendilerini destekleyen Yüce Mevla’ya
karşı hamd ve şükür duygularını arz etmişlerdir. Çünkü kendilerini Peygamber
olarak görevlendiren de, mucizenin asıl sahibi de odur.
***
10
- Peygamber olan zat, mucizenin gösterilmesi anında hiçbir ön
hazırlık yapmaz. Sadece kendini desteklemesi ve istenilen mucizeyi göstermesi
için Rabbül âlemine iltica eder. Onun yardımını, inayetini diler. Allah Taalâ
da, kendi adına
dini tebliğ edecek olan Peygamberini desteklemek üzere bu niyazı
yerine getirir. Küfür ve inkâr içinde olanların akıllarına sığmayan, «olması
mümkün değildir» dedikleri hadiseler oluverir.
***
Tekrar edelim ki, Allah Taalâ, hem bir kulunu peygamber olarak
insanlara gönderip hem de onu, davasını ispat edemez durumda bırakmaz,
bırakmamıştır. Ama onlara iman etmeyenler, iman etmemek için kendilerince
sebepler bulmuşlar, aklın mantığın kabul etmeyeceği mazeretler ve itirazlar yöneltmişlerdir.
Onların iman etmemeleri, Peygamberlerin Peygamberliklerini ispat
edemez duruma düşmelerinden olmamıştır.
NÜBÜVVET
VAZİFESİNE BAĞLILIK
DERECESİ
1 - Allah’ın gönderdiği dini insanlara tebliğ ederken Peygamberler
bu görevlerine ne derece sadık kalmışlardır?... Ciddi bir tebliğ yapılmış
mıdır?.. Yoksa yürütülen şahsi işlerin yanında bir ek görev olarak
değerlendirilip kendi işi bittikten sonra tebliğ görevi için vakit mi
ayrılmıştır?...
Bu derece ciddi bir görev, eğer gereği gibi değerlendirilmedi ve
Nübüvvet görevinin şanına yakışır şekilde yerine getirilmedi ise, insanlar bu
dini kabul etmemekte mazurdur. «Peygamber olduğunu iddia eden insan, evvela
kendisi işin ciddiyetine inansın, sıra daha sonra bize gelsin» deme hakları
vardır.
Konunun bu yönüyle incelenmesinde fayda vardır. «Ken-
dilerinepeygamber gönderilenümmetleresualaçacağız.Gönder- diğimiz Peygamberleri
hesaba çekeceğiz» (A’raf, 7/6) âyeti, tebliğ vazifesi görenin de, dinin tebliğ
edildiği insanların da ağır bir sorumluluk altında bulunduklarını
göstermektedir.
***
«Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Şayet bunu
yapmazsan onun verdiği risalet vazifesini tebliğ etmiş olmazsın» (Mâide, 5/67)
emri ve «Ey örtüsüne bürünüp sarınan Peygamber, kalk, Rabbinin azabını haber
ver» (Müddessir, 74/1- 2) fermanı, Nebiy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin
yüce bir vazifeyle mükellef bulunduğunu hatırlatıyordu. Kırk yaşına
geldiği günlerde başlayan ve son nefesini verdiği güne kadar devam eden
mükemmel bir tebliğ hayatıyla Efendimiz bu emri yerine getirmiş oldu.
Nübüvvet vazifesi verildikten sonra mal, evlat, aile, ticaret ve
benzeri olan hiçbir şey, Peygamber Efendimizi ve diğer Peygamberleri bu
vazifeyi yapmaktan alıkoymamıştır. Gecesi gündüze katılan, günün her saatinde,
haftanın her gününde, yılın her mevsiminde bu vazife devam ettirilmiştir.
Hiçbir Peygamberin, emeklilik devresi olmadığı gibi, «benim vazifem burada
biter» diyerek bir köşeye çekildiği vaki değildir. Bu vazife sırf Allah rızası
için yapılmış, maddi hiç bir gelir, hiç bir ücret bahis konusu edilmemiştir.
Bu vazife için hususi bir mekân tayini olmamıştır. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) evinde, mescidinde, çarşıda pazarda, yolculuk
anında, hatta hasta yatarken, son nefeslerini vermek üzere olduğu anda hep bu
vazifeyle meşgul olmuştur.
Evinde içecek sudan başka bir şeyin bulunmadığı zamanlarda,
açlıktan kıvrandığı günlerde, muharebe saflarını düzenlerken hep bu vazife
yürütülmüş, bütün hayatına nübüvvet vazifesinin sorumluluğu yön vermiştir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi bazen tek kişiyle
sohbet ederken görürüz. Ona İslâm Dini’nin ahkâmını, inceliklerini öğretebilmek
için mümkün olan her imkândan istifade yolunu tutmaktadır. Öyle ki, oldukça
geniş bir kalabalık karşısında bir meseleyi anlatırken Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimizin gösterdiği gayretin, tek kişiye anlatırken sarf
ettiği gayretten fazla olduğu söylenemez.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin, yanına gelen
ve neticesi hayırlı, faydalı olan bir meseleyi soran kişiye, «şimdi sırası
değil, başka zaman sor» diyerek başından sav-
dığına yahut meseleyi yarım yamalak anlatıp geçtiğine dair
verilecek tek misal yoktur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, iddialı bir
hatip olmamakla birlikte, modern hitabet anlayışının da çok ötelerine ulaşan
mükemmel bir hitabetle karşısındakilere hitap etmiş ve İslâm Dini’nin
ahkâmını, güzel sözden hoşlanan insanlara, hitabetin en güzel örnekleriyle
takdim etmiştir. Öyle ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin
davasını durdurabilmek için akla hayale gelmedik yollara başvuran adamlar,
kendileri hitabetten anlayan, şiirin her çeşidine vakıf olan insanlar olarak
«Hitabette kusuru var. Şöyle hitap etmesi gerekirdi» gibi bir kusur bulma
yolunu tutamamışlardır.
***
3
- Tertemiz bir kıyafet, her an güller gibi kokan bir vücut,
bakanların kalplerine hürmet ve sevgi duyguları ulaştıran bir çehre,
duyanların meftun olacakları derecede tatlı bir ses Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimizin hitabetini süslemiştir. Ses, dinleyici sayısına
göre ayarlanmış, yerine göre sözler, o sözü zihinlere perçinleyen hareketlerle
desteklenmiştir. Öyle ki Rasulullah Efendimizin vefatından yıllarca sonra bu
hatıralar anlatılırken, aynı hareketler yapılmış, mesela: «Cennet kapısının
halkasını ilk defa tutan ve çalan ben olacağım»[85]
derken, bir kapıyı çalar gibi eliyle yaptığı işaret bile hatırlarda aynıyla yer
etmiş, hadis öylece nakledilmiştir.
***
4
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vazifesini yaparken
gerçeklere mutlak şekilde bağlı kalmıştır. Muhatabına anlattığı konuda güdülen
maksat, onun hayranlığını kazanmak, takdirine mazhar olmak değil, hakikati
olduğu gibi zihinlere yerleştirebilmektir. O derecede ki, bazen şaka ettiği
olur.
5
Ya Rasulallah, sen de bizim gibi şaka ediyorsun... dediklerinde,
6
Ben şaka da olsa, sadece hak olan sözü söylerim, buyu- rur.[86]
***
5
- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, konuşurken,
kelimeleri sayılabilecek şekilde tane tane konuşmuş, söylediği sözün mutlaka
anlaşılması yolunu tercih etmiştir. Öyle ki, Efendimizi dinleyen herhangi bir
kişinin, «bir şeyler söylemeye çalıştı ama ne dediği pek anlaşılmadı»
çeşidinden bir söz söylediği bilinmiyor.[87]
Ancak onun sözlerindeki zarafeti, ince manayı bir daha dinlemek için sözlerini
tekrarlamasını isteyenler olmuştur.[88]
***
6
- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, İslâm Dini’ni
tebliğ ederken mükemmel bir üslup kullanmıştır. Bu üslubun esası, muhatabın
bahsedilecek konuya kendiliğinden ilgi duyması, yahut Efendimizin konuyu ilgi
duyulan hale getirdikten sonra takdim etmesi şeklindedir. Bu sebepledir ki
Efendimiz, öğrenmek maksadıyla gelen ve evinde, mescidinde, çarşı ve pazarda,
seferde, hasta iken, hatta kendi çocuğunu mezara gömerken sorulan suallere
daima memnuniyetle cevap vermiştir. Çünkü bu durumda soran kişi öğrenmeye
hazır durumdadır.
Ayrıca Efendimiz, pek çok çeşitli yol deneyerek muhatabının
dikkatini çekmiş, meseleyi öğrenmeye hazırlamış, daha sonra anlatmak istediğini
anlatmıştır.
-
Size göre başpehlivan kime derler?
-
Sırtını kimsenin yere getiremediği kişidir.
-
Öyle değildir. Asıl başpehlivan, kızgın halinde nefsine hâkim
olandır,[89]
buyurması gibi.
Takip ettiği bu metot ve usul sayesindedir ki Efendimizin hadisleri,
yıllarca sonra bile aynı tazeliğiyle zihinlerde kalmıştır. Hâlbuki bu
konuşmalar teybe alınmamış, deftere kaydedilmemiş, kitaplardan takip
edilmemiştir.
***
-
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, muhataplarıyla
zaman zaman münazara yapma mecburiyetinde kalmıştır. Fakat bu münazaralarda hak
olan sözden başkasına müracaat etmemiş, muhatabının bilmediği konular ortaya
konmamış, mugalâta yoluna asla gidilmemiştir. Hileli yollara sapılmamış, aklın
ve mantığın kabul etmediği batıl görüşler, hakikat kılığına sokularak muhataba
sunulmamıştır. Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz,
Necrandan gelen Hıristiyanlarla Hazret-i İsa (aleyhisselam) hakkında konuşmuştur
(Hıristiyanların en iyi bilecekleri konunun Hazret-i İsa meselesi olduğunu
söylemeye lüzum yoktur.) Yapılan münazarada Efendimizin ortaya koyduğu
hakikatlere hiç itiraz etme imkânı bulamamışlardır.
***
-
- Efendimiz vazifesine son derece bağlı kalmıştır. Son derece ağır
şartlar altında vazife görmüş olmasına rağmen dost düşman hiç kimsenin «şu da
yapılmalıydı» diyeceği bir kusur bırakmadan tebliğ vazifesini yürütmüştür.
Yirmi üç seneyi bulan tebliğ hayatında acı tatlı pek çok hatıralar yer alır.
Bazen Efendimize, bu tebliğ vazifesinden vazgeçtiği takdirde dünyada bir
insanın isteyebileceği her şey teklif edilir. Efendimiz kabul etmez. Bazen ağır
tehditler savurulur, canına kastedildiği olur, namaz kılarken üzerine deve
işkembesi atılır, boğazı sıkılarak boğulmak istenir, amcası Ebu Talib
takatinin tükenmek üzere olduğundan bahseder fakat bütün bunlar
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz için tebliğin
durdurulmasını gerektiren sebepler olarak kabul edilmez. «Güneşi sağıma, ay’ı
soluma koysalar (beni cihan padişahı yapsalar) yine bu vazifeyi yapmaktan vazgeçmem»
demesini bilir.
Peygamber Hazret-i Nuh (aleyhisselam)’un, Allah Taalâ’ya yaptığı şu
iltica vazifesine bağlılığı konusunda da bir fikir verir: «Ey Rabbim, ben
kavmimi gece gündüz senin yoluna davet ettim. Fakat benim davetim onlara,
imandan kaçmalarından başka bir şeyi artırmadı. Ben onları ne zaman bağışlaman
için davet ettimse parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerime sarınıp
büründüler, küfürlerinde ısrar ettiler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra
onları açıktan davet ettim, sonra bu daveti onlara ilân ettim, kendilerine
gizliden gizliye davetimi anlattım ve dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin,
çünkü o günahları bağışlayandır.» (Nuh, 71/5-10)
***
-
- Kur’ân âyetlerinde, Peygamber Efendimizi sabır göstermeye davet
eden âyetler vardır. Daha evvel geçen Peygamberlere de aynı muamelelerin
yapıldığı hatırlatılır, onların cahilce davranışları ve istihzaları karşısında
Allah Taalâ’ya güvenmesi, vazifesine bağlı kalması emredilir. «Büyük azim
sahibi Peygamberler nasıl sabretti ise sen de öyle sabret. Müşrikler için acele
etme, onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün, sanki günün ancak bir
saati kadar bir zaman kaldıklarını zannedeceklerdir...» (Ahkaf, 46/35)
«Sabret. Senin sabrın başka türlü değil, Allah Taalâ’nın yardımı
ve inayetiyledir. O müşriklerin üzerine de mahzun olma. Onların kurdukları
tuzak ve hilelerden dolayı da sıkıntıya düşme, daralma. Hiç şüphe olmasın ki
Allah, zat-ı pakine korku ve saygısı olan, iyilik yapanlarla beraberdir»(Nahl,
16/127)
Şüphesiz Allah Taalâ’nın yardımıyla yürütülen mükemmel tebliğ
vazifesinin ötesinde «biz, bizden nelerin istenildiğini hâlâ anlamış değiliz»
demeye hakları yoktu müşriklerin. Çünkü Peygamberler, karşılarında bulunan
insanlara «anlayana sivrisinek saz» deyip geçmek için gelmiş değillerdi.
Hiçbir ilahi hüküm tebliğ edilirken laf olsun gibi bir tutum ve davranış içine
girilmemiş, maksat, muhatabın en iyi anlayacağı şekilde anlatılmıştır.
Buna rağmen müşrikler İslâm Dini’ni kabul etmedilerse, Peygamberlik
vazifesinin gereği gibi ciddiyetle yerine getirilmemesinden olamazdı. Sebebin
başka konularda aranması gerekir.
Müşrikleri haklı gösterebilecek konulardan biri de şudur: Acaba
Peygamberler, insanlara tebliğ ettikleri ahkâma kendileri riayet etmiyorlar
mıydı? Yahut kendileri bu ahkâma ne derece riayet ediyorlardı?
Bu konu son derece mühimdir. Meselenin ciddiyet ölçüsünü en önce
bu yönüyle değerlendirmek icap eder.
Eğer böyle bir durum varsa inanmayan, inkâr eden kişileri mazur
gösterecek bir sebep var demektir. Çünkü: «Doğru yol budur.» diyen fakat o
yoldan gitmeyen insan, muhatabının zihnine şüphe tohumlarını bizzat kendisi
ekmiş demektir. Sözlerinin ciddiyetine gölge düşürmüştür.
- Söylediklerimi ciddiye almayın. Görüyorsunuz bu söylediklerime
ilk defa uymayan benim... demekle, söylediğinin aksini yapmak aynı şeydir.
Karşısında bulunanların: Sözlerinde samimi olsa, tavsiye ettiği iyi
ve hayırlı bir şey olsa önce kendi o yoldan giderdi, demeye hakları vardır.
***
İnsanları dalaletten hidayete davet etmek gibi vazifelerin en
şerefli ve sorumluluğu en büyük olanını üstlenmiş olan Peygamberlerin bu konuda
durumları ne idi?
İnanmayanlar tarafından Peygamberlere karşı birçok iti-
razlar yükseltilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu itirazlar hakkında
oldukça geniş bilgi vardır. Ancak bu itirazlar içinde hiç bir kavim tarafından
hiçbir Peygambere, «Neden bize teklif ettiğini kendin yapmıyorsun? İyi ise sen
de yapmalısın. Fena ise neden kendini kenara çekip bize yapın diyorsun?»
şeklinde bir söz yoktur. Bu arada Şuayb (aleyhisselam) Efendimizin, kavmine
karşı şöyle söylediği anlatılır;
- Ben size nehyettiğim şeyleri yaparak size muhalefet etmek
istemiyorum (bilakis, hayırlı ve doğru olduğuna inandığım için tebliğ ettiğim
ahkâma uyuyorum.) Ben ancak gücüm yettiği kadarıyla murad ediyorum (fakat fesat
ve fitneyi murad etmiyorum.) (Hud, 11/88)
***
Hazret-i Aişe (radıyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimizin, geceleri uzun uzadıya namaz kıldığım, ayakta dura dura
ayaklarının şiştiğini anlatır. Bu kadar ibadet ile Efendimizin durumu arasında
bağlantı kuramadığı için sorar:
- Ya Rasulallah, geçmiş gelecek günahların bağışlanmışken bu kadar
ibadet etmene sebep nedir? Efendimiz cevap verir:
- Çok şükreden bir kul olmayayım mı ey Aişe?...[90]
Bu namaz sadece Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize
farz kılınmıştır.[91]
Ümmeti, bu namazı kılmakla mükellef değildir.
Efendimiz, Rabbül Alemin tarafından, yalnız kendine farz kılınan bu
namazı kılmak üzere, insanların tatlı uykulara daldığı vakitlerde kalkar ve
Yüce divana durur, uzun uzadıya ibadet ve taatla meşgul olur. Bazen beraberce
yattığı hanımından:
– Bu gece Rabbime ibadet etmek üzere bana izin verir
misin?... diyerek daha erken davrandığı olur. Daha sonra tek odadan
ibaret olan bu mütevazı evde, namaz kılan ve arasıra göz yaşı döken Efendimizin
bu hali, sabaha kadar devam eder. Öyle ki sabah namazı vaktini haber vermek
üzere gelen Bilal, Efendisini ağlar vaziyette bulur. Hayretler içinde kalır.
– Ya Rasulallah, nedir bu üzüntü?... Hâlbuki senin geçmiş ve
gelecek günahların bağışlanmıştır, der.
Bilal’e verilen cevap da aynıdır:
-
Ey Bilal, çok şükreden bir kul olmayı arzu etmez miyim?...
Efendimiz daha sonra sözlerine şöyle devam etmiştir:
- Ne yapayım da ağlamayayım?... Bu gece bana şu âyetler indirildi:
«Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardında
gelişinde, akıl sahipleri için ibretle düşünmeye değer âyetler vardır. O akıl
sahipleri ki, ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken Allah’ı zikrederler,
göklerin, yerlerin yaratılışı üzerinde düşünceye dalarlar ve derler ki: Ey
Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. -Seni boş ve manasız şeyler
yaratmaktan- tenzih eder, uzak biliriz. Bizi cehennemin azabından koru.» (Al-i
İmran, 3/190, 191 )
Bu âyetleri okuyan Efendimiz, daha sonra şöyle devam etmiştir:
-
Yazıklar olsun bu âyetleri okuyan, fakat manası üzerinde düşünceye
dalmayanlara...[92]
***
Peygamber Efendimiz, bu sözleri söylerken, etrafında kendini
dinleyen kalabalık bir gruba demeç veren, koltuğuna gömülü bir siyaset adamı
değildi. Bu sözleri söylerken kimseden bir takdir ve alkış beklemiyordu. Onun
karanlık gecede gözyaşları döktüğünü gören, sadece azatlı bir köle idi.
Ama o, bu âyetlerin ilk muhatabının kendisi olduğunu sorumluluğunu
duyan, bu sorumluluğu duymayan ümmetinin ilerde düşeceği acı halleri düşünen
bir Peygamber olarak söylüyordu bunları.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, herkesle birlikte
kendine de farz kılınmış olan beş vakit namaza, hayatı boyunca, hem de imamlık
yaparak devam etmiştir. Seferde olduğu günlerde bile bu imamlık görevini
bıraktığı olmamıştır.
Namaz kılmak bir mümin için zor değildir. Ama imam olarak namaza
devam etmek -tecrübesini yapanların bileceği üzere– cidden zordur. Bununla
beraber Efendimiz, bir sefer dönüşü attan düşüp kaburga kemikleri zedelendiği
ve ayakta duramaz olduğu halde, namazı oturarak kılmış, müminlere yine de
imamet vazifesini yapmaktan vazgeçmemiştir.
Bu durumda iken:
– Görüyorsunuz ki ayakta duramaz haldeyim, Haydi siz kılıverin...
dediği takdirde, içlerinden hiç kimse,
-
Nasıl olur, sen kılmazsan biz de kılmayız?... diye bir itirazda
bulunmaz, «hastalığını bahane ediyor..» gibi bir dedikodu yapmaya çıkmazdı.
Çünkü bu düşüşü görenler vardı.[93]
Hayatının son iki üç günü içinde, hastalığının pek artması üzerine,
ayağa kalkabilmek için başından soğuk su döktürmüş, yıkanmış fakat kalkmak
istediği zaman bayılmıştı. Kendine geldiği zaman yine su dökülmesini emretmiş,
kalkayım deyince bayılmış, bu hal üçüncü defa da aynı şekilde neticelenince o
zaman halka imamet yapma görevini Hazret-i Ebu Bekir’e havale etmişti.[94]
Hazret-i Ebu Bekir namaz kıldırırken bir miktar hafiflik hisseden
Efendimizin, amcası Abbas’a ve amcasının oğlu Ali’ye dayanarak mescide çıktığı
görüldü. Bu çıkışta Efendimizin,
adım atamayacak derecede halsiz olduğu müşahede edilmiştir. Çünkü
hadisi nakleden Aişe (radıyallahu anh) diyor ki: Ben hâlâ, Rasulullah’ın
(sallallahu aleyhi ve sellem), toprağı çizer gibi sürüklenip giden ayaklarına
bakar gibiyim.[95]
Bu şartlar altında gelen Efendimiz oturduğu yerde namaz kılmıştır.
***
Ashab-ı Kiram’dan Huzeyfe (radıyallahu anh) der ki: Bir gece
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizle birlikte namaz kıldım. (Bu
namaz, beş vakit namazın haricinde kalan nafile namazlardan biridir) Bakara
suresini okumaya başladı. Ben içimden, «Yüz âyet ile namazı tamamlar»
diyordum. O devam etti. Bu defa kendi kendime, «yüz âyet ile ilk rekatı
tamamlar» dedim. O yine devam etti. Ben, «namazda Bakara suresini bitirecek»
dedim. Ama O Nisâ suresine başladı. Onu bitirdi. Al-i İmran suresine başladı,
onu da bitirdi. Devamlı okuyordu. Teşbih bulunan bir âyete gelince teşbih
okuyor, istek bulunan bir âyete gelince dua ve niyaz ediyordu. Sığınmayla
ilgili âyetlerde Allah Taalâ’ya sığınıyordu. Sonra rüku etti. «Sübhane Rabbiyel
azîm» demeye başladı. Rükuda kıyamı kadar uzun olmuştu. Sonra «Semiallahü limen
hamideh» dedi ve kalktı. Rükuna yakın diyecek kadar ayakta durdu. Sonra secde
etti. «Sübhane Rabbiyel a’lâ» dedi secdeleri de kıyamı kadar uzun idi.76
Efendimizin bu namazın bir rekâtında okuduğu, Kur’ân sahifesiyle
106 sahife tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in altıda birine eşittir. Bu kadar
âyetin Efendimiz tarafından iki saatten daha kısa bir zamanda okunacağı iddia
edilemez.
Bu konuda bir başka rivayet, İbnü Mes’ud’dan gelir. O da Rasulullah
Efendimizin bir gece namazını uzun uzadıya kıldığını anlattıktan sonra şöyle
demiştir:
-
Öyle ki, fena bir iş yapayım diye düşündüğüm oldu.
– Ne yapmak istedin?
-
Oturmayı ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi
ayakta bırakmayı düşünmüştüm.[96]
***
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine, her yılın Ramazan
ayında olmak üzere bir ay oruç tutmalarını Allah’ın bir emri olarak tebliğ
etmiştir. Bu emri tebliğ eden Peygamberimizin, Ramazanda olduğu gibi Ramazan
ayının haricinde de pek çok oruç tuttuğuna dair rivayetler vardır.
Hazret-i Aişe, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin, Ramazan ayı haricinde olmak üzere bir oruca başladı mı, «artık
iyisinden devam edecek, oruçsuz günü geçmeyecek» dedirecek şekilde devam
ettiğini, bazen de «artık bu ay içinde oruç tutmayacak» dedirecek kadar
oruçsuz günler geçirdiğini, Ramazan’ın dışında en çok Şaban ayında oruç
tuttuğunu anlatır.[97]
Ashaptan Ebu Derdâ anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimizle birlikte bir seferdeydik. O derece sıcaktı ki insan elini
başına koyma ihtiyacını duyuyordu. Bu seferde oruçlu olan sadece Peygamber
Efendimiz ve Abdullah b. Revada idi.[98]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bazen oruçlu
günlerini de birbirine ekleyerek birkaç günde bir iftar etme yolunu da tuttuğu
olurdu. Bu çeşit oruca «Vasl orucu» deniyordu. Arkadaşlarından da böyle oruç
tutmak isteyenler oldu fakat Efendimiz müsaade etmedi:
-
Ama sen vasl orucu tutuyorsun?... denildi.[99]
-
Ben sizin gibi değilim. Rabbim tarafından yedirilip içi- riliyorum,
diye karşılık verdi.
***
Bütün bunlar, Efendimizin, başkalarına emrettiğinden daha fazlasını
bizzat kendinin yaptığını gösteren açık delillerdir. Ayrıca: Şayet emrettiğini
yapmamış bir insan olsaydı, müşriklere bile hacet kalmadan müslümanların bile
müdahale edeceklerini, hiç olmazsa bu ayrıcalığın sebebini sorup öğreneceklerini
bu ve benzeri hadiselerden öğreniyoruz.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Bedir mevkiine
doğru giderken «Harretül Vebere» denilen yere geldiği zaman, yiğitliği ve
cesaretiyle ün yapmış bir adam gelmişti. Rasulullah’ın ashabı adamı görünce
içlerine bir sevinç dolmuştu. Adam Rasulullah Efendimize:
-
Seninle birlikte olmak ve bir şeyler elde etmek üzere gelmiş
bulunuyorum, dedi.
– Allah’a ve Rasulüne iman ettin mi, dedi Efendimiz.
-
Hayır.
-
Dön o halde. Ben asla bir müşrikten yardım bekleye- mem.
Adam gitti. Sonra «Şecere» denilen yerde tekrar yetişti. Yine aynı
sözü söyledi. Aynı sual soruldu, hayır cevabını alınca adamı yine geri
çevirdi.
Adam döndü, gitti. Tekrar dönüp geldiği zaman «Beydâ»ya gelinmişti.
İlk söylediği sözü söyledi. Efendimiz yine sordu:
-
Allah’a ve Rasulüne inanıyor musun?
-
Evet.
-
Yürü o halde.[100]
***
Bu hadise, Rasulullah’ın ve ashabının yardıma şiddetle muhtaç
olduğu bir zamana aittir. Adamın alelade bir kişi olmadığı, gelişinden dolayı
ashabın sevinmesinden bellidir.
Fakat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin maksadı,
ne pahasına olursa olsun bir harbi mutlaka kazanmak değil, iman ve İslâm davasını
şerefle yürütmektir. Böyle bir anında bile adamı defalarca geri çevirmesi,
davasına olan sadakatine delildir, tebliğ ettiği ahkâma bağlılığının şahididir.
***
Bedir muharebesinde, düşmanın tam karşısında bulunuyoruz.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, sesleri duyulacak kadar
yakın bulunan ve saf düzenine geçmiş olan müşriklerin karşısında ashabını da
muharebe düzenine koymaya çalışmaktadır. Bu arada saftan dışarıda bulunan
Sevâd b. Gâziyye isimli kişinin karnına da, elindeki okla dokunarak:
-
Ey Sevâd hizaya gel, demiştir.
Sevâd hizaya gelirken Efendimize hitaben:
-
Ya Rasulallah, canımı acıttın. Allah Taalâ seni hak ile, adaletle
göndermiştir. Hakkımı isterim, dedi.
Nihayet beş on dakika sonra savaş başlayacaktı. Böyle bir durumda,
üstelik fazla değer taşımayan bu kadarcık bir dokunuş bahis konusu
edilmemeliydi. Büyük fedakârlıkların yapılması lâzım geldiği, hatta can
pazarının açıldığı bir zamandı. Bir komutan olarak ona, «Hadi oradan...» demek,
hatta acımamış olan canını bu defa gerçekten acıtmak da vardı. Fakat
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz elbisesini kaldırdı,
karnını açtı:
-
Haydi hakkını al, dedi.
Sevâd atıldı, yüzünü Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
karnına sürdü, öptü. Efendimiz:
-
Neden böyle yaptın ey Sevâd?.. Nedir sebep?.. diye sordu.
– Ya Rasulallah, görüyorsun ki durum bu derece ciddiyet
kazanmıştır. Muharebe gelip çatmıştır. İstedim ki dünyadan ayrılırken vücudum
son defa senin vücuduna dokunmuş olsun.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ona hayır dua
etti.82
***
Peygamber Efendimiz, İslâm Dini’ni tebliğ ederken: «Şarap içmeyin,
zina etmeyin, hırsızlık yapmayın...» gibi yasaklanan ahkâmı anlattıktan sonra:
-
Bakın artık ben de bunları yapmayacağım, terk ediyorum...
dememiştir.
Çünkü, Efendimizin, İslâm Dini’ni tebliğe memur olmadan evvel
yahut sonra bu çeşitten bir iş yaptığına dair nakledilen bir rivayet yoktur.
Olsaydı, müşriklerin Peygamberimize karşı:
-
Daha dün bunları kendin yaparken bizi yapmamaya davet nereden
icabetti?... demelerine engel olan ne idi?
Olmayan vasıfları yakıştırmaya, iftira etmeye kalkan kişiler,
böyle bir fırsatı değerlendirmeden dururlar mıydı?
***
Peygamber Efendimiz, Veda Haccında, faizin haram olduğunu
bildirmiş ve «kaldırdığım, hükümsüz saydığım ilk faiz, amcam Abbas’ın
faizleridir» demişti. Kan davasının da kaldırıldığını söylerken ilk
vazgeçilenin yine amcalarından Haris’in torununun kanı olduğunu ilân etti.83
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, orada bulunan
cemaate karşı;
-
Artık ben de faiz almayacağım... diyemezdi. Çünkü o güne kadar,
uzaktan yakından faizle ilgili hiçbir muamelesi olmamıştı. Kan davası
gütmemişti. Bunun ötesinde, şahsına ve yakınlarına karşı işlenen fena
muameleleri affettiği biliniyordu.
***
Rasulullah Efendimiz işin söze uymaması halinden hoş- lanmazdı.
Nitekim İmam Buhârî ve Müslim, Üsame b. Zeyd yoluyla Efendimizin şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
- Kıyamet gününde bir kişi getirilip cehenneme atılır. Adamın
bağırsakları dışarı fırlar, sonra o kişi, bağırsaklarının etrafında, arsana
beygiri gibi dönmeye başlar. Bunun üzerine cehennem halkı -kendi derdini
bırakır- adamın başına yığılırlar:
-
Ey filan, nedir bu hal?... Bize dünyada iyiliği emreden,
kötülükleri terk etmemizi söyleyen sen değil miydin? derler. Adam cevap verir:
-
Evet, dediğiniz gibiydim. Ben size iyiliği yapmanızı emrederdim,
hâlbuki kendim yapmazdım. Kötülükleri yapmayın derdim, lakin kendim yapardım.[101]
***
Kur’ân-ı Kerim’de, «Ey iman edenler, yapmayacağınız işi neden
söylersiniz?» (Saff, 61/2) buyurulur. Bir başka âyette: Siz hayrı ve iyiliği
emreder ve kendinizi unutur musunuz?... Halbuki siz kitabı okuyor
(yaptıklarınızın ne feci bir akıbet getireceğini biliyorsunuz) Düşünmüyor
musunuz?... (Bakara, 2/44) sualini sorar.
***
Mekke fethi günlerinde hırsızlık yapan bir kadın hakkında takdir
edilen ceza, elinin kesilmesidir. Manzum kabilesinin şerefli bir ailesine
mensup olan bu kadını cezadan kurtarabilmek için çareler aranmış, Rasulullah
Efendimizin pek sevdiği bir genç olan Üsame b. Zeyd, ricacı olarak
gönderilmişti. Efendimiz bu duruma sinirlenmiş:
-
Sizden evvelkileri mahveden âdet; şerefli sayılan biri çaldığı
zaman ona dokunmamaları, zavallı, biçare biri çaldığı zaman onun hakkında
cezayı tatbik etmeleri olmuştur. Allah’a
yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma çalmış da olsa mutlaka
elini keserdim, buyurmuştur.[102]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin bu ifadelerinde
şu iki hususu tespit ediyoruz:
a)
Dinin bütün emirleri, yasakları, cezaları, mükâfatları herkese
müsavi şekilde tatbik edilmelidir. Şayet ahkâmın tatbikinde eşitlik
gözetilmez, halkın bir kısmı diğer kısmından ayırt edilir, mükâfat alan ve ceza
görmeyen bir sınıf meydana gelirse, yürütülmesi istenen dava benimsenmez,
neticede felaket kapıyı çalar.
b)
Bir takım bozguncu kişilerin, yeni müslüman olanlara «acaba bunu
bir yakını çalsaydı, aynı ciddiyet ve aynı adalet işletebilir miydi?» gibi
sorular yönelterek zihinlerini bozmaları önlenmişti.
***
Bu misalleri gördükten sonra müşriklerin:
c)
Ne yapalım, bizi davet ettiği yola evvela kendi gitmeli değil
miydi? şeklinde itirazda bulunmalarına imkân kalmadığı anlaşılmış olacaktır.
1
- Üzerinde durulması gerekli bir konu da, Peygamberlerin; sözü
tutulacak, ardından emniyetle gidilecek değerde insanlar olup olmadıklarıdır.
Acaba onlar, ahlâk yönüyle itibar edilmeyecek, cemiyetin her
gördüğü, değer vermediği, nefret ettiği kimseler mi idiler?...
Şayet Peygamberlikten evvelki ve sonraki hayatlarıyla onlar;
yalancı, hilekâr, şahsiyete önem vermeyen, vakarına sahip olamayan... kimseler
olarak tanındılarsa mesele kendiliğinden halledilmiş demektir. Çünkü akıl ve
mantık; dürüst ahlâk sahibi olmayan, kendi nefsine bile söz dinletemeyen
itibarsız bir kimsenin ardından gitmeyi hoş görmez.
***
2
- Dün iyi hal sahibi olarak tanınan kimsenin zamanla değişmesi,
cemiyetin hoş görmediği bir hayat tarzı seçmesi mümkündür. Ağır başlılığıyla,
vakar ve şahsiyetiyle tanınmış bir kimsenin zamanla hafif meşrep, vakarsız,
şahsiyetsiz... bir kişi haline geldiği görülmemiş şey değildir. Pek çok insan,
bir zamanlar başkalarında görünce şiddetle karşı çıktığı fena bir huya, türlü
sebepler altında yakalanmış, daha fazlasını yapmaktan kendini alamamıştır. Kıt
kanaat geçinirken melek
huylu olarak bilinen nice kimseler, ellerine geçen servetle şımarmış,
haklarında beslenen kanaatleri altüst etmişlerdir.
Tam bunun zıddı olarak fena bir hayat tarzı yaşayan, ahlâksızca
hareketleri içi sızlamadan yapabilen niceleri, insanları şaşırtacak, hayret
ettirecek derecede temiz, dürüst bir hayatın sahibi olmuşlardır. Fitne ve fesat
ehli diye bilinen, kimseden iyi not alamamış olan pek çok kişi, gıpta edilecek,
insanlara örnek diye gösterilecek hale gelmişlerdir. Ahsab-ı kiram arasında
müslüman olmadan evvelki ve sonraki hayatıyla bu konuya örnek olabilecek birçok
insan tanıyoruz. Hazret-i Ömer gibi...
***
3
- Başkalarını doğru yola davet eden insanın, bir zamanlar fena bir
geçmişe sahip olması kusur değildir. Kusur onun, iyiliğe ve fazilete davet
ettiği zaman fena halde bulunmasındadır.
Tövbe eden, eski ve fena olan yaşayışını samimiyetle terk eden,
fenalığını bildiği bu hayattan insanları doğru yola çekebilmek için gayret
gösteren insana «Sen bir zamanlar bunları kendin yapmıyor muydun?... gibi bir
itiraz yükseltmek çirkin bir harekettir. Ama kendisi aynı fenalığı yapa yapa
başkalarına «bunu siz yapmayın» demeye çıkanlara «iyi ise sen neden
yapmıyorsun? Fena ise bana neden tavsiye ediyorsun?» diyen kişiye hak
verilebilir.
***
4
- Peygamberlerde bu yönden yapılacak bir araştırma, daha müspet
sonuçlara götürecektir bizi.
Çünkü insan tabiatını herkesten iyi bilen Yüce Allah, gönderdiği
Peygamberlere bu manada bir itiraz yapılmasını önlemek için lüzumlu tedbirleri
almış, onları kendi hallerine bırakmamıştır. Çünkü dün aynı hayatı yaşayan
insan, bugün o hayatın terk edilmesini tavsiye edecekse, bu tavsiye hoş karşılanmayacak,
«sen de dün bizim gibi idin...» diyenler bulunacaktır.
Genellikle bütün Peygamberler, kendi kavimlerinden seçilmişlerdir.
Bu çeşitten bir seçimin sebebi, ilerde yükselecek olan «ne idiğini, kim
olduğunu bilmediğimiz bir insanın peşinden gidemeyiz» şeklinde yapılacak bir
itirazı, peşinen ortadan kaldırmaktır.
Gerçekten de Peygamberler, ilerde Peygamber olarak hak yola davet
edecekleri kavimlerinin içinde, onların gözlerinin önünde yetişmişler,
Peygamberlikten önceki hayatları yönüyle mükemmel şekilde tanınmışlardır. Hiç
bir Peygamberin, peygamberliğinden önceki hayatında puta taptığı, şarap içtiği,
hırsızlık yaptığı, utanç verici hareketler yaptığı veya bu çeşitten sözler sarf
ettiği görülmüş değildir. Bu konuda verilebilecek tek misal yoktur. Özellikle
son Peygamber olarak görevlendirilen Peygamber Efendimizin, nübüvvetten önceki
hayatı da «tertemiz» kelimesiyle ifade edilebilecek bir durum arz eder. Bu
temizlik, onları ilerde Hak yolun davetçisi yapmayı murad eden Yüce Allah’ın
tatbik ettiği ilahi bir terbiyenin neticesidir.
Bu ilahî terbiye, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize,
daha süt emen bir çocuk olduğu günlerde, süt annenin bir memesini aldırır,
diğerini süt kardeşine bıraktırır. Daha küçük yaşlardan itibaren putlara karşı
bir nefret hissi verir, yarın karşısına en azılı düşman olarak çıkacak adamlara
bile el-Emin ismini verdirecek bir insanlık numunesi yapar.
Kâbe’nin tamir edilmesi hadisesi bu konuda güzel bir misaldir:
Nebiy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin otuz altı
yaşlarına geldiği zamanlarda bir yangın felaketi gören, ardından sel baskınına
uğrayan Kâbe, yıkılacak hale gelmiş, Kureyş kabilesi tarafından tamir edilmesi
kararlaştırılmıştı. Kabileler arasında tam bir birlikle işe başlanmış olmasına
rağmen, sıra «Hacerül esved» isimli mübarek taşın konmasına geldiği zaman her
kabile bu taşı yerine koymaya sadece kendi hakkının
bulunduğu iddiasıyla ortaya atılıverdi. Günlerce süren müzakereler
ve münakaşalar, kaçınılmaz bir savaşın başlayacağını gösteriyordu. Neticede
güngörmüş bir ihtiyar olan Ebu Ümeyye Huzeyfe b. Muğire, Beni Şeybe kapısından
ilk defa girecek olan insanı hakem yapmayı ve onun vereceği kararı uygulamayı
teklif etti. Bu teklif kabul edildi, böylece beklemeye başladılar. Bu sırada
da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o kapıdan girmişti.
Yüzlerde bir memnuniyet, bir gülümseme belirdi.
-
el-Emin, el-Emin... Biz el-Emin’in vereceği hükme razıyız,
dediler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize durum anlatıldı.
O da hemen bir örtü istedi, Hacerül Esved’i içine koydu, her kabileden birer
kişinin uçlarından tutmasını söyledi, beraberce tutup kaldırdılar, götürdüler.
Efendimiz bizzat kendisi taşı aldı ve yerine koydu.
Bu hüküm orada bulunan herkesi memnun etmişti. Daha önce kendisine
güvenilir bir insan manasına gelen «el-Emin» diyenler, verdikleri bu hükümde
aldanmadıklarını, onun gerçekten aklına, hükmüne, adaletine güvenilebileceğini
bir daha görmüş, inanmışlardı.
Beni Şeybe kapısından girdiğinde, bir tek ferdin bile dudak
büktüğüne, aklı başında birisi gelseydi gibi bir söz söylediğine dair tek
rivayet yoktur.
Bu hadise, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize,
Peygamberliğin gelmesinden evvel, kavmi tarafından ne derece itibar edildiği
hakkında açık bir fikir verebilir.
Bu konuda bir başka misal, Efendimizin İslâm Dini’ne daveti
başlattığı günde, Kureyşe karşı yaptığı konuşmada yer alır. İlk davet
konuşması, Kâbe’ye pek yakın bir yerde bulunan «Safa» tepesinde olmuştur. Oraya
toplanan halka Efendimiz şu suali sormuştur:
-
Şayet size, şu dağın eteklerinden gelip saldırmak üzere bulunan
bir süvari birliği bulunduğunu haber versem beni tasdik eder misiniz?
Bu soruya kırk yılın verdiği tecrübeye dayanarak cevap verdiler:
-
Evet inanırız.. Çünkü senin yalan söylediğini duymadık.
İşte Efendimizin itibarı konusunda iki canlı misal.
Diğer Peygamberler hakkında da durum böyledir. Kur’ân-ı Kerim’de,
Salih Peygambere kavmi tarafından şöyle denildiği anlatılır: «Dediler ey Salih,
sen bundan evvel aramızda ümit beslenen, güvenilen bir insan idin...» (Hud,
11/62)
Akıl ve mantık da, Allah Taalâ’nın, gönderdiği Peygamberleri
dürüst, temiz, saygıdeğer insanlardan seçeceği hakikatini kabul eder. Kendi
namına insanlara söz söyleyecek, dünya ve âhiret saadetinin rehberi olacak,
insanlığa fazilet ve kemal yollarını öğretecek olan Peygamberin itibarsız ve
şahsiyetsiz bir kişi olması nasıl düşünülebilir?
***
-
- Peygamberliğin gelmesinden sonra Peygamberin yaşayışında bir
değişiklik olmuş mudur?
Evet, iyiden daha iyiye, dürüstten daha dürüste doğru bir
değişiklik olmuştur. Onlar tertemiz insanlar olarak tanınmışlardı. Peygamber
olduktan sonra, temiz olmayı murad eden insanlara örnek ve rehber olacaklar,
fazilet yolunu bizzat yaşayarak göstereceklerdi.
Bu yönden yapılacak bir araştırmada Peygamberlerin; insanlığın
zirvesine kadar tırmandıkları görülecektir. Daha ötesi düşünülemeyecek bir
faziletin mümessili oldukları müşahede edilecektir.
Mülk ve saltanat hırsı onları fazilet hududunu aşmaya mecbur
edememiş, dar ve sıkıntılı günler onların sabırlarını
tüketmemiştir. En sıhhatli oldukları günlerde şükretmenin en güzel
örneklerini vermişlerdir. Düşmandan görülecek her çeşit acı ve ağır muameleyi
gördükten sonra, canına kastetmek üzere saldıran grup için «Allahım, kavmimi
hidayete ulaştır. Onlar ne yaptıklarını bilmiyor» dedirten yüce ahlâk, onların
ruhunda hiçbir fena huyun bulunmadığına açık delildir.
Hiç kimse çıkıp da onlardan daha faziletli bir davranışta
bulunduğunu veya böyle vasıfları taşıyan bir başka insanın varlığını iddia
edemezdi. Onların bütün hayatları, peygamber olmadan evvelki ve sonraki
durumuyla tamamen edep ve hayâ ile müzeyyendi. İnsanların nefretini icap
ettiren bir tek hareket hiçbir Peygamberde görülmüş değildi. Onları Allah Taalâ
terbiye etmiş, insanlar için en güzel örnek olarak ortaya çıkarmıştır.
***
-
- Allah Taalâ, en son Peygamberini insanlara şöyle takdim
etmiştir: «Yemin olsun ki sizin için -Allah’a kavuşmayı ve âhireti kabul edip
inanan sizler için- Allah’ın Rasulünde güzel bir örnek vardır.» (Ahzab, 33/21)
Sözlerin en doğrusu Allah kelamıdır. Bununla beraber Yüce Mevla,
Rasulünü insanlara örnek olarak gösterirken ayrıca yemin ederek, bu konuda
şüphe edilmemesini tembih etmiş oluyor.
Hayatının her safhası, hatta yatak odası ahvali inceden inceye
tespit edilmiş olan Büyük Peygamberin hayatı hangi yönden bakılsa, insanlara
örnek olma yolunda en güzel misallerle doludur. Fakat bilhassa dikkat edilecek
cihet şurasıdır ki, Allah’ın Peygamberi olma şerefine eren bu büyük insanlarda
görülen iyi ahlak örnekleri, bir güldeki kadar tabii, suyun akıcılığı kadar
normal, gösteriş ve yapmacık olmaktan alabildiğine uzak davranışlardır. Onlar
can düşmanlarını bağışlarken, vadi dolusu deve sürüsünü hediye ederken uzun
süren bir
nefis mücadelesi yapmadıkları gibi, halkın gözünde bir mevki ve
makam elde etmek gibi ucuz hesaplara dalmak onları hiç alâkadar etmemiştir.
Düşmanlarının meftun oldukları bir dürüstlük, her türlü takdirin
üzerinde bir ahde vefa, insanlık tarihi boyunca görülmemiş bir samimiyet
onların şahsiyetlerini çerçevelemiş- ti. Peygamber Efendimizin hicret edeceği
gece onu öldürmek üzere evinin etrafını sarmaya yeltenen bedbahtların bu çirkin
emellerine rağmen, Efendimizin evi hâlâ bir emanet sandığı olarak
değerlendirilmiş bulunuyordu. Onun davetine katılmayan birçok kişi, yine de
saklanmasını istediği kıymetli eşyasını getirip ona emanet etmeyi en ihtiyatlı
bir hareket olarak kabul etmekteydi.
1 - Servet biriktirmek, saltanat sahibi olmak, şahane bir hayat
sürmek... Evet bunlar bir çok insanın hayallerini süsleyen, olması arzu
edilen, kolay kolayına reddedilmeyen mefhumlardır.
Ama bunlar pek çok insanı insanlık hududunun ötelerine çıkmaya
mecbur etmiş, yüz kızartıcı işler yapmaya başkalarının haklarına bile bile
tecavüz etmeye zorlamış, hatta cinayet işletmiştir. Temellerinde servet ve
saltanat hırsının yattığı, normal düşünce hudutları içinde «insana yakışmaz»
damgasının vurulabileceği pek çok fenalık, tarihin tespit ettiği hakikatler
arasındadır.
İnsanları köle gibi çalıştırıp onların omuzları üzerinde yükselme
yolunu tutmak, onların alın terlerinden meydana gelen servetin üzerinde taht
kurmak... Pek çok saltanat heveslisi ve servet meraklısı için pek meşru
yoldur. Ama bu durum bir de ezilen, sömürülen insanların bulunduğu taraftan
incelenirse böyle bir hayat arzu edilmez, böyle bir servetten nefret edilir,
böyle bir saltanata lanetler yağdırılır.
Acaba peygamberlerde ve özellikle sevgili peygamberimizde böyle
bir arzu var mıydı? Böyle bir hissin var olduğunu gösterecek davranış ve ifade
ile mi insanların karşılarına çıktılar da teklifleri kabul edilmedi, davet
ettikleri dinden yüz çevirildi?...
Şayet varsa ona karşı duran ve davasını durdurmak isteyenlerin:
1
Biz kimselere kul köle olamayız. Din perdesi altında onun bunun
bizi sömürmesine, servet biriktirmesine, hayal ettiği ihtişamlı hayat için bizi
merdiven gibi kullanıp yükselmesine tahammül edemeyiz... demeleri mümkün
olurdu.
Onları bu bakımdan haklı çıkaracak bir durumun bulunup
bulunmadığını Efendimizin hayatı üzerinde yapılacak bir incelemenin sonuna
bırakmak gerekiyor.
***
2
- Allah’ın gönderdiği dini tebliğ eden Peygamberler hep bu nokta
üzerinde durmuş, karşılarında muhalefet duvarı örme çabasına düşen insanlara,
yaptıkları vazifenin değil servet yığmak gibi bir gayeye dayanması, ücret bile
beklenmediğini anlatmışlardır.
- «Ey kavmim, bu tebliğ vazifesi karşılığında sizden bir mal
istemiş değilim. Benim ücretim beni yaratan Allah’a aittir. Siz de sonunda ona
döndürülüp götürüleceksiniz.» (Hud, 11/51) demişlerdir.
Bu açık tebliğ karşısında kimse itiraz etmemiş, bu tebliğden daha
evvel veya daha sonra Peygamberlerde «ücret istememe garantisi» ni bozacak bir
söz ve davranış müşahede edilmemiştir.
***
Rasulullah Efendimizin evi, yüce Peygamberimizin böyle bir maksada
sahip olduğu veya olmadığı konusunda yeter derecede bilgi verecek
niteliktedir.
Hazret-i Aişe der ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz evde namaz kılarken ben de ayaklarımı önüne uzatmış halde yatıp
uyurdum. Secde etmek üzere başını yere koyduğu zaman dürterdi, ayaklarımı
çekerdim, o başını kaldırınca da ayağımı uzatırdım.
O zamanlar evlerde ışık yoktu.[103]
Efendimiz namaz kılarken Hazret-i Aişe neden evin bir başka
odasında veya odanın bir başka tarafında yatmıyordu?..
Çünkü bir başka oda yoktu. Yatak odası, mutfağı, salonu, banyosu,
misafir odası... hep aynı oda...
Ayrıca, henüz bulûğ çağına ulaşmış olan bir çocuğun uzanınca
dokunacağı kadar alçak ve basık bir tavan... Bu tavan hurma dallarıyla, hurma
lifleriyle örtülüdür.
Efendimiz vefat ettiği zaman, hayatının son on yılını içinde
geçirdiği bu odaya defnedilmiştir. Daha sonra iki sevgili arkadaşı Hazret-i Ebu
Bekir ve Hazret-i Ömer (radıyallahu anh) de, Efendimizin yanında yer
almışlardır.
Yan yana kazılmış bulunan üç kabirden sonra odada ayak basacak yer
bile kalmamıştır.
Kuru ağaçlar hurma lifleriyle bağlanarak bir sedir yapılmış, yine
hurma lifiyle doldurulan deriden bir yatak konulmuş ve kapı olmak üzere kıldan
örülen bir sergi asılmış... Bir su kırbası, topraktan yapılmış çanak.. İşte
Efendimizin evinde görülen tezyinat.[104]
***
3
- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin sofrası
hiçbir zaman servet ve saltanat sofrası olmamıştır.
-
) Medine hayatı boyunca en yakın hayat arkadaşı olan Hazret-i Aişe
(radıyallahu anh) bir gün şöyle demişti:
-
Ne zaman doyasıya bir yemek yesem, içimde bir ağlama hissinin
kaynadığını duyarım.
– Neden ey müminlerin annesi?..
-
Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın dünyadan
ayrıldığı günleri hatırlarım. Yemin ederim ki o bir günde, ekmek
ve et ile iki kere olsun karnını doyurmuş değildi.
Bir başka zaman da şöyle demişti: «Rasulullah Efendimiz vefat
edinceye kadar arpa ekmeğiyle iki gün üst üste karnını doyurmadı»[105]
-
) Yine Hazret-i Aişe, kız kardeşimin oğlu Urve b. Zü- beyr’e,
Peygamber Efendimizin zamanındaki geçimlerinden bahsederek şöyle demişti:
-
Sevgili yeğenim, biz bir hilal görürdük, sonra bir hilal daha, bir
hilal daha görürdük (yani tam iki aylık bir zaman geçerdi) hâlbuki bu müddet
içinde Nebiy-i Ekrem Efendimizin evlerinde yemek pişirmek için ocak yanmamış
olurdu.
Urve bu söz karşısında şu soruyu sorma mecburiyetini hissetti:
-
Peki teyzeciğim, ya karnınızı neyle doyuruyordunuz? Hayatınızı
nasıl devam ettiriyordunuz?
-
İki kara var ya, işte onlarla. Yani su ve hurma... Hazret-i Aişe
bunları söyledikten sonra ilave etti:
-
Ancak Rasulullah Efendimizin Ensar’dan komşuları vardı. Onların
sağılan develeri oluyordu. O hayvanların sütlerinden Peygamberimize
gönderiyorlardı, biz de içiyorduk.[106]
Hazret-i Aişe’den gelen bir başka rivayet şöyledir: Muham- med
(sallallahu aleyhi ve sellem) ailesi, üç günden fazla buğday ekmeği yemiş
değildir.[107]
c)
Genel manasıyla sofrası bu olan Peygamberimizin Yüce Mevla’ya bu
konuda yaptığı dua şu idi: «Allahım, Muhammed
ailesinin rızkını belimizi doğrultacak kadar, karnımızı doyuracak
kadar yap»[108]
d)
Bu arada Peygamberimize gelen ve aç olduğunu söyleyen bir adam
görüyoruz. Bu adamı doyurmak için Efendimiz ilk defa kendi hanımlarına haber
göndermiş, fakat «yiyecek ne var?» sorusuna cevap olarak «sudan başka bir şey
yok» denilmiştir.[109]
e)
Bazen Peygamber Efendimizin yüzüne bakınca yahut sesini duyunca aç
olduğunu fark eden ve yemek gönderen sa- habiler olmuştur.[110]
Efendimizin yanına gelen ve açlığını daha rahat anlatabilmek için
karnına bağladığı taşı çıkarıp gösteren arkadaşına Efendimiz, daha çok aç
olduğunu, daha çok ıstırap çektiğini göstermek üzere kemerini gevşetmiş ve
orada, karnını sıkıştırmak üzere yerleştirmiş olduğu iki taşı işaret etmiştir.[111]
Yıllar ilerledikçe kazanılan zaferler sonucu ganimetler gelmeye
başlamıştır. Ama Efendimiz kendine düşen hisseyi üç günden fazla bekletmeme
yolunu tercih etmektedir. Nitekim bir gün ashabına ikindi namazını kıldırdıktan
sonra, aceleyle evine girmişti.
Cemaati çiğnercesine bir sürat ve telaşla gidişi ashabı endişeye
sevk etmiş, neticeyi merakla bekler olmuşlardı. Biraz sonra gelen Efendimiz,
ganimet malından hissesine düşen ve henüz dağıtılmayan bir iki altın
kırıntısının kaldığını hatırlayıp, hemen dağıtmalarını tembih etmek üzere
gittiğini haber vermişti.[112]
Ganimetlerin çoğaldığı bu devrede Efendimizin bir bay-
ram hutbesinde şöyle bir ilân yaptığını biliyoruz. «Mümin olan
kişinin dünyada ve âhirette en yakını benim. Canınız isterse Peygamber
müminlere kendi nefislerinden daha yakındır» (Ahzab, 33/6) âyetini okuyun.
Artık herhangi bir mümin ölür de geride mal bırakırsa, onu akrabasından mirasçı
olanlar alsınlar. Kim de bir borç veya ödemesi lâzım gelen bir yitiği
ödeyemeden ölürse mirasçısı olanlar bana gelsin. Onun velisi benim, ben
ödeyeyim.[113]
Başkalarının borçlarını ödeme imkânlarını bulduğu bu zamanlarda
bile Efendimizin hayatı aynı sadelikte devam etmiştir.
***
f)
- Hazret-i Aişe demiştir ki: Bizim, yani Peygamber hanımlarının
sadece birer tane elbisesi vardı.
Öyle ki aybaşı olduğumuz zaman, kan ve benzeri pisliğin bulaştığı
olurdu. Temizlendiğimiz zaman o kısmı yıkar, etrafına su serper, o elbiseyle
namazımızı kılardık.[114]
Bazen bu kan ufak bir leke halinde ise onu tükürükle ıslatıp
tırnakla kazıdıkları da olurdu.[115]
Durumları bu olan Peygamber hanımları da, imkânların genişlediğini
görünce, geniş bir nefes alabilme arzusuyla, birden fazla elbise ve diğer
kadınlar gibi az çok ziynet eşyası istediler.
Efendimiz, hanımlarının ziynet içinde olmalarını arzu etmiyordu.
Onlar bu arzularında ısrar ettiler. Neticede Efendimiz, hanımlarından bir ay
müddetle ayrı kalmaya yemin etti ve bir çardakta günlerini geçirmeye başladı.
Ashab telaşa düştü. Hazret-i Ömer (radıyallahu anh), o gün Peygamberimizi
ziyaret ettiği zaman, Efendimizin vücudunda, üzerinde yattığı hasırın izlerini
gördü, ağladı ve:
-
Ya Rasulallah, sana yumuşakça bir döşek olsun hazırla- saydık...
dediği zaman aldığı cevap şu oldu:
-
Benim dünya ile alâkam ne ki?... Nihayet bir ağaç altında
dinlenen, gölgelenen, sonra yoluna devam edecek olan bir yolcu gibiyim ben.
Bir aylık müddet bitip hanımlarının yanına döndüğü zaman onlara,
Allah Taalâ’nın, özel olarak gönderdiği şu âyetleri okudu:
-
«Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: Eğer siz dünya hayatını ve dünya
ziynetini istiyorsanız, gelin size boşanma bedelini vereyim ve sizi güzellikle
salıvereyim. Eğer siz Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorsanız iyi
bilin ki Allah, sizden iyilik yapan ve iyi hareket edenler için büyük bir mükâfat
hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29)
Bu âyetler, Peygamber Efendimiz tarafından, hanımlarının her
birine okundu. Düşünmeleri ve kesin bir karar vermeleri istendi. Herbiri
Allah’ı ve Rasulünü tercih ettiklerini bildirdiler, eski hayat tarzı yine devam
etmeye başladı.
Onlar Peygamber Efendimiz’den gücünün yetmeyeceği bir şeyi istemiş
değillerdi. Başkalarının borçlarını ödemeyi taahhüd ederken Efendimiz, kupkuru,
geçersiz bir vaadde bulunmuyordu.
***
-
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, hicret emrini
aldığı zaman dostu Hazret-i Ebu Bekir’in yanına geldi. Beraberce Medine’ye
hicret edeceklerini bildirdi. Hadis kitapları, bu haberi bir müjde kabul eden
Hazret-i Ebu Bekir’in, sevincinden ağladığını nakleder.
Daha sonra Hazret-i Ebu Bekir, beraberce gidileceği ümidiyle satın
alıp özel olarak beslediği iki deveyi Rasulullah Efendimiz’e arzetti ve canının
istediğini almasını söyledi.
Fakat Efendimiz, bütün ısrarlara rağmen parasını ödemeden kabul
edemeyeceğini bildirdi. Dörtyüz dirhem ödeyerek birini aldı. Hayatı boyunca pek
hoşlandığı ve «Kasvâ» adını verdiği devesi budur.
Bu hadise üzerinde düşünürken şu hususlara dikkat edilmelidir:
a)
Hazret-i Ebu Bekir, Rasulullah Efendimizi canından çok seven,
oldukça zengin bir arkadaşıdır. Hiçbir kimse, Peygamber sevgisi yönüyle onunla
aynı seviyede bulunamaz. Efendimiz’in bu deveyi bir hediye olarak kabul etmesi
halinde ilerde başa kakılma, minnet altında bırakılma gibi bir durumun
olmayacağı kesindir. Ayrıca kabul ettiği takdirde Hazret-i Ebu Bekir’in son
derece memnun olacağı da Peygamberimiz tarafından bilinmektedir.
b)
Durum, son derece naziktir. Bir ölüm kalım durumu vardır ortada. En
büyük mesele, selametle oradan ayrılmak ve Medine’ye ulaşmaktır.
Böyle olmasına rağmen Efendimiz, en sevgili dostunun bu candan
ikramını bile kabul etmemiş, parasını ödeme yolunu tutmuştu.
***
6
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Medine’yi
şereflendirdiği zaman ilk olarak bir mescid yapmayı kararlaştırmıştı. Mescid
için tayin edilen yerin sahibi iki kardeş geldiler, bu arsayı Allah rızası
için bağışlayacaklarını bildirdiler. Bu samimi teklif kabul edilmedi. Daha
sonra Medineliler, arsanın parasını kendilerinin ödemeleri için izin
istediler, buna da hayır denildi. Ücret bizzat Peygamberimiz Efendimiz tarafından
ödendi.
Bu mescid Rasulullah Efendimiz’in şahsı için değil, bütün
mü’minlerin ibadeti için yapılacaktı. Efendimiz yerini yurdunu terkederek
aralarına henüz katılmış durumdaydı. Medineliler
ise küfür ve dalalet dolu bir hayatı sevgili Peygamberlerinin
rehberliğiyle terketmiş, ebedi saadet yolunu bulmuşlardı. Kendi yurtlarında
yapılacak bir mescidin yerini seve seve vermeye razı idiler. Ama
Peygamberimiz, Medineliler için son derece tabii olan bu arsa bağışını kabul
etmemiş, şahsı için satın aldıktan sonra mescid yapılmak üzere bağışlamıştı.
***
7
- Abdullah b. Ömer bir hatırasını şöyle anlatır:
Bir seferde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizle
beraberdik. Ben babama ait olan yiğit bir deveye binmiştim. Deve hızlı yürüyor,
herkesi geçiyordu. Babam bir defa geldi, deveyi çevirdi. Bıraktığı zaman deve
yine en ön sırayı aldı. Babam yine geldi ve durdurdu. O zaman Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz babama:
– Bu deveyi bana sat ya Ömer, dedi.
8
Deve senindir ya Rasulallah, lütfen kabul buyur.
-
Bana parasıyla sat ya Ömer!
Bunun üzerine babam deveyi parasıyla Efendimiz’e sattı. Para
ödendikten sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bana döndü:
-
Deveyi sana hediye ediyorum ey Abdullah, artık onu canının
istediği gibi kullan, dedi.[116]
Peygamber Efendimiz’in böyle, sahibinden parayla satın aldığı,
parasını ödedikten sonra yine tekrar hediye ettiği hadiselerin sayısı da az
değildir. Nitekim bir başka seferinde Cabir b. Abdullah’ın devesi hakkında da
bu çeşitten bir işlem yapılmıştır.[117]
Huneyn gazasından dönerken vadi dolusu deveye hayran hayran bakan
Safvan b. Ümeyye’ye hepsini birden bağışladığı da, hatırlarda yer alan mühim
hadiselerdendir.
Bu gibi cömertçe davranışları gönül rahatlığıyla da defalarca
yapan Peygamberimiz’in, «Uhud dağının benim için altın olmasını arzu etmem.
Şayet olsa bile öldüğüm günde yanımda bir dinar, yahut yarım dinardan başka
para bulunmaz. Ancak borcum varsa bu ayrı şey»[118]
buyuran Efendimiz’e:
-
Hayır, sen böyle bir düşünceye sahip olamazsın. Çünkü hareketlerin
bu sözlerini yalanlıyor diyebilmek hiç mümkün değildi.
***
-
- Hudeybiye’de, kurbanlık olarak getirilen ve eskiden Ebu Cehil’e
ait olan bir deve kaçmış ve Mekke’ye kadar varmıştı. Arkasından yetişenler onu
alıp getirdiler. Fakat müşrikler, Ebu Cehil’in hatırası ve devenin asil oluşu
gibi sebeplerle geldiler ve Peygamber Efendimiz’e şöyle bir teklifte
bulundular:
-
Amr b. Hişam’ın (Ebu Cehil’in) devesi karşılığında yüz deve vermeye
razıyız. Onu bize vermeni rica ediyoruz.
Efendimiz bu teklifi kabul etmedi. Şayet kurbanlık olmak üzere
evelce nişanlanmış olmasaydı arzunuzu yerine getirirdik buyurdu.[119]
Hendek muharebesinde öldürülen Amr b. Abdivedd’in ve Nevfel b.
Abdullah’ın cesetlerini onar bin dirhem vermek suretiyle almaya gelen
müşriklere, bu cesetleri alıp götürmeleri söylenmiş, fakat paraları kabul
edilmemişti.[120]
Halbuki bu parayla o günkü hesaba göre kırkar adet deve almak mümkündü.
***
-
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, gelin
ettiği kızlarına verdiği çeyiz de üzerinde durulmaya değmeyecek derecede ufak
tefek şeylerdir. «Üç adet minder, saçaklı bir halı, içi hurma lifiyle
doldurulmuş bir yüz yastığı, iki el
değirmeni, bir su kırbası, bir desti, meşinden yapılmış bir su
bardağı, bir elek, bir havlu, tabaklanmış bir koç postu, eski, tüyü dökülmüş
bir kilim, hurma yaprağıyla örülmüş bir sedir, yemen işi alacalı bir elbise ve
bir kadife yorgan.»[121]
İşte âlemlerin sultanı, Peygamberler İmamı Efendimiz’in, sevgili
kızı Fatıma için yapılan düğün çeyizi...
Bu çeyiz ile evlenen Hazret-i Fatıma’nın, evde yiyecek ekmek yapmak
üzere, değirmende arpa öğüte öğüte ellerinin kabardığını ve hayatı boyunca da
hep aynı şartlar altında yaşadığını biliyoruz.
***
-
0 - Medine mescidi yapılırken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz’in bizzat taş ve kerpiç taşıdığını, hatta bu arada «Allahım,
değer verilmesi gereken hayat âhiret hayatıdır. Ensarı da muhaciri de bağışla»
anlamına gelen beyitler okuduğunu biliyoruz. Efendimiz’i bu haliyle toz toprak
içinde, ter döke döke çalıştığını görenler olmuştur.
Bu çalışma, orada çalışanları gayrete getirmek için, «bakın ben de
çalışıyorum» manasına gelen ve birkaç taş taşıdıktan sonra bir köşeye çekilip
seyretmekle devam edecek olan bir gösteri değildir. Allah rızasını kazanma
ameline dayanan ve mescidin yapımı boyunca devam eden bir çalışmadır.
Tarihler bize, Peygamber Efendimiz’in Bedir harbine giderken,
nöbetleşe deveye bindiklerini anlatıyor. Biri Efendimiz, diğerleri de Hazret-i
Ali ve Ebu Mersed isimli bir sahabi. Bu yolculuk, bu günün ölçüsüne göre
yüzelli kilometre kadar sürecektir. Yürüme sırası Peygamber Efendimiz’e geldiği
zaman her iki arkadaşı da Efendimiz’e:
-
Ya Nebiyyallah, senin yerine biz yürüyelim. Bin ve yoluna devam
et... dediler.
Bu davet içtendi, samimi idi. Hatta Efendimiz onların bu arzularını
yerine getirmiş olsa, bu yürüyüşü bir ibadet neş’esi içinde devam
ettireceklerinde şüphe edilmezdi. Fakat Efendimiz’in cevabı şu oldu:
- Siz yürümeye benden daha dayanıklı değilsiniz. Benim Rabbimden
gelecek ecir ve mükafata olan ihtiyacım ise sizin ihtiyacınızdan az değil.[122]
Efendimiz’in, Hendek kazılırken ashabının kıramadıkları kayaları,
eline aldığı külünkle parçaladığını, hatta hendeğin en dar ve tehlikeli yerinde
bizzat nöbet tuttuğunu da, Hendek muharebesine ait birer aziz hatıra olarak
muhafaza etmekteyiz.[123]
***
11 - Ashab-ı Kiram’dan hastalanan kimseler, Peygamber Efendimiz
tarafından ziyaret edilmişlerdir. Bu ziyaret müslüman olmayanlara, münafık
oldukları bilinen şahıslara bile yapılmıştır. Münafıkların reisi Abdullah b.
Übeyy b. Selul’e yapılan ziyaret gibi.
Efendimiz’in hasta olan bir Yahudi çocuğunu ziyaret ettiğini de
biliyoruz. Yüce Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o çocuğa müslüman
olmasını teklif etmiş, çocuk da ne diyeceğini öğrenmek üzere babasının yüzüne
bakmıştır. Babası:
- Oğlum Ebül Kasım’a itaat et!.. deyince çocuk şehadet getirerek
müslüman olmuştur.[124]
Efendimiz, mescid-i şerifi temizleme vazifesini üzerine alan bir
hanımı bir iki gün göremeyince ne olduğunu sormuş, onlar da vefat ettiğini
söylemişlerdi. Kabrine kadar gitti, ashabı, arkasında saf tutmuş olduğu halde
namazını kıldı. Bir rivayete göre de şöyle dedi:
– Bir daha böyle haber vermemezlik etmeyiniz. Ben siz-
den kimin öldüğünü bilemem, ancak bana haber verdiğiniz takdirde
bilirim. Benim kılacağım namaz onun için sadece rahmettir.[125]
***
12 - Hazret-i Aişe (radıyallahu anh) diyor ki, bir gün Üsa- me
kapının yanında ayağı takıldı ve düştü. Yüzü kanamıştı. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimiz:
– Onun yüzünü temizle dedi.
Temizledim. Bu arada Efendimiz de kanayan yeri soruyor ve ağzına
gelen kanı tükürüyordu. Sonra dedi ki:
- Üsame kız olsaydı ona zinet eşyası alırdım, güzelce giydirirdim
hatta harçlık verirdim.[126]
***
13 - Ebu Mes’ud Ensari anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz’e bir adam geldi.
Efendimiz onunla konuştu. Fakat adam, Efendimiz’e karşı duyduğu
hürmet hissinden ve Efendimiz’in vakarlı duruşundan titriyordu. Ona dedi ki:
- Rahat tut kendini. Ben bir padişah değilim. Ben kurutulmuş et
yiyen bir kadının oğluyum.[127]
14 – Bu ve daha eklenmesi mümkün olan pek çok misal bize gösteriyor
ki Efendimiz hiç bir zaman servet ve saltanat meraklısı olmamış, böyle bir arzu
hiçbir zaman Efendimiz’in gönlüne uğramamıştır. Bir kölenin çocuğunun yüzünden
kan emmek, bir mescid hizmetçisinin kabrine kadar gidip namaz kılmak, bir
Yahudi çocuğunu hastalığında ziyaret etmek... gibi hususlar, melik olma,
saltanat yürütme davasına kapılanların yapacakları işlerden değildir.
Eğer Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz servet
biriktirme arzusunda olsaydı ganimet mallarının beşte birini «Allah’ın ve
Rasulü’nün hakkıdır» (Enfal, 8/41) diyerek ayıran Kur’ân âyetine dayanır ve
onlarla, hatırı sayılır bir servet yığmasına da kimse engel olamazdı.
Evet, Efendimiz ganimet mallarını taksim etmezden evvel bu âyetin
hükmünü yerine getirmek üzere beşte bir hisseyi ayırıp almıştır. Ama bu beşte
bir, hiçbir zaman şahsı için harcanmamıştır. Bu hisseyi Peygamber Efendimiz,
ailelerine kıt kanaat yetecek kadarını ayırdıktan sonra dörde bölmüş bu dörtten
her birini de:
a)
Zekât alması haram kılınan akrabasına,
b)
Yetimlere,
c)
Fakirlere,
d)
Yolculara dağıtmıştır. Bu da aynı âyetin bir gereği olan, taksim
edilmesi Peygamberimiz’e bırakılmış bir uygulamadır.
***
e)
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in son
günlerine geliyoruz. Hayatı tamamen yukarıda tafsilatıyla anlatıldığı şekilde
geçmiş olan Efendimiz’in vefatında durum nasıldı?
Ebu Bürde diyor ki; Mü’minlerin annesi Hazret-i Aişe’nin yanına
girdim. Bize, Yemen’de yapılmış kalın bir izar ve mü- lebbede ismi verilen bir
kisâ (yani altlı üstlü bir takım elbise) çıkardı, gösterdi.
– Vallahi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu iki elbiseyi
giyinmiş olduğu halde vefat etti dedi.[128]
Bu elbiseler, hemen herkesin giydiği çeşitten elbisedir. Ancak
zenginlerin, ihtişam düşkünü kişilerin, saltanat sahiplerinin bulabileceği
pahalı çeşitten elbise değildir.
İmam Nesai’nin rivayet ettiği bir haberde, Efendimiz’in bıraktığı
mirasın; bir katır, bir silah ve Fedek’te bulunan bir araziden ibaret olduğu
anlatılır.[129]
Zırhının ise, ödünç alınan bir kaç sa’ arpa karşılığı olarak bir Yahudide rehin
bırakılmış olduğu daha önce geçmiş bulunuyor.
Ancak bırakılan bu mirastan hayatta olan kızı Fatıma’ya hiçbir şey
düşmemiştir. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh), Peygamberimizin, «Biz
Peygamberlere mirasçı olma durumu yoktur. Geride bıraktıklarımız sadakadır»
buyurduğunu rivayet etmiş ve böylece Hazret-i Fatıma’ya, miras olarak maddi
değeri olan hiçbir şey düşmemiştir.[130]
***
Yeter derecede misallerle hayat tarzı hakkında bilgi verdiğimiz
Peygamberimiz hakkında herhangi bir kişinin:
f)
Bizi köle yapmak, malımıza mülkümüze el koymak, topladığı servetin
üzerine taht kurarak saltanat sürmek istiyordu. Bu sebeple iman etmedik, demesi
mümkün değildi.
-
- Bu konuya eklenmesi lüzumlu olan bir diğer bahis, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin yakınlarının durumudur.
Efendimiz zahidane bir hayat yaşamakla beraber, akraba çevresine
iyi imkânlar sağlamış olamaz mıydı? Bir kısım ağır mükellefiyet taşıyan
işlerden onları uzak tutmak, «az emek, çok gelir» prensibini onlara tatbik
etmek gibi...
Bu konuda bize kadar ulaşan canlı örnekler üzerinde durmakta fayda
vardır. Çünkü Efendimizin karşısında duranların:
-
Akrabasına ve yakınlarına tanınan haklar bizim için de tanınması
gerekmez miydi? Külfet bize, nimet onlara düşecekse, kazanan biz, yiyen onlar
olacaksa biz bu işte yokuz... demeleri mümkündü.
-
- Bedir muharebesinin başlangıcındayız.
Araplardaki savaş âdeti üzere evvela meydana birer ikişer kişi
çıkacak, dövüşecek ve muharebeyi kızıştıracak, daha sonra iki taraf birbirine
saldıracaktır.
Kureyş ordusunun Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia ve Utbe’nin oğlu
Velid çıkarak Müslümanlardan çarpışmak üzere meydana çıkmalarını istediler.
Onların karşısına Medinelilerden üç kişi çıktı. Yine mu-
harebe âdeti üzere kim oldukları soruldu. Medineli oldukları
anlaşılınca kendileriyle dövüşmek istemediklerini söylediler ve Efendimize;
- Ey Muhammed, bizim karşımıza, kendi kavmimizden, dengimiz olan
insanları çıkart, diye seslendiler.
Efendimiz o zaman muhacir müslümanlardan üç kişinin ismini
söyleyerek:
– Kalk ya Hamza, kalk ey Ali, kalk ey Ubeyde!.. dedi.
Bu üç kişi kalktı, Peygamber emri olarak savaş meydanına doğru
yürüdü.
Mekke’den Medine’ye hicret eden müminler arasında Peygamber
Efendimize bu üç kişiden daha yakın bir tek ferd yoktu.
Hamza amcasıydı. Ali, amcası Ebu Talib’in oğlu, Ubeyde ise diğer
amcası Haris’in oğlu idi. Bedir harbinde ilk defa topun ağzına sürülenler
bunlardı. Nitekim Ubeyde bu muharebede şehit edilmiştir.
***
-
– Bedir muharebesini zaferle sona erdiren Efendimiz, orduyla
beraber dönmek üzeredir. Gece esir edilen amcası Abbas’ın inlemesi, Efendimizi
uyutmamış, neden uyumadığı sorulduğu zaman Efendimiz:
-
Abbas’ın inlemesini duyuyorum, cevabıyla mukabele etmişti.
Aradan bir müddet geçti. Bu defa Efendimiz sordu:
-
Abbas’ın inlemesini neden duymuyorum?
-
Onun bağını çözdük ya Rasulallah!
-
Diğer esirlerinkini de çözün.
Böylece amcaya, ayrı muamele yapılmamış, ona tanınan hak herkese
tanınmıştır.
***
-
- Bu esirlere ne yapılacaktı?
Peygamberimiz bu konuyu ashabıyla müşavere etti. Hazret-i Ömer ve
Sa’d b. Muaz onların öldürülmelerini teklif ettiler. Diğer ashap kurtuluş
akçesi alınması tarafını tuttular. Çoğunluğun görüşü kabul edildi. Her birinden
hayatlarını kurtarabilmeleri için fidye ödemeleri istendi.
Abbas zengin bir adamdı. Peygamberimizle amcası Abbas arasında
böyle bir konuşma geçti.
-
Kendinle birlikte yeğenlerin Akil ve Nevfel’in ve müttefikin olan
Utbe’nin kurtuluş akçesini ödeyeceksin!
Abbas, bu kadar adamın kurtuluş akçesini ödemek bir tarafa, kendi
şahsı için bile bir kuruş verme niyetinde değildi. Ömrü boyunca ticarete ve
faize işleyen zekâsı burada kendini gösterecekti:
-
Ben müslümandım, dedi. Muharebeye gelecek değildim. Kureyş beni
zorla getirdi.
Peygamberimiz bu mazereti kabul etmedi:
-
Senin müslüman olduğunu yahut olmadığını Allah Taalâ bilir. Bu
sözün doğru ise mükâfatını da o verecektir. Ancak biz seni muharebede esir
almış durumdayız. Sen de bizim karşımızda, bize karşı savaşanlarla beraberdin.
Şu anda kurtuluş akçesi ödemekle mükellefsin.
-
Beni yakaladığınızda yanımda bu kadar altın vardı, aldınız. Onları
kurtuluş akçesi sayarsınız.
-
Olamaz. Onları biz harp ganimeti olarak elde ettik.
-
Ama benim ondan başka malım yok. Beni Mekke sokaklarında dilenmeye
mecbur mu edeceksin?
-
Peki ama şu altınlardan ne haber? Onlar ne oldu?
-
Hangi altınlar?
- Ümmül Fadl’a teslim ettiklerin... Hani onunla vedalaşırken «Bu
sefer de başımıza neyin geleceğini bilmiyoruz. Şayet dönemezsem şunlar senin
içindir. Şunlar da Fadl, Abdullah, Ubeydullah ve Kusem için... demiştin ya!...
– Peki bunu sana kim haber verdi? Yemin ederim ki bunları verirken
ve söylerken benimle Ümmül Fadl’dan başka kimse yoktu!..
– Allah haber verdi.
-
Ben şahadet ederim ki sen Allah’ın Rasulüsün. Böylece Abbas,
müslüman olmuştu. Ama yine de kurtuluş akçesini vermekten kurtulamamıştı. Hem
kendisiyle üç kişininkini de ödemekten kurtulamadı.
***
Bu konuşmalar, Peygamber Efendimizin ashabı tarafından da
izlenmekteydi. Âlemlerin Efendisi’nin özbe öz amcası olmak, sonra diğer
esirlerle birlikte elleri, kolları bağlı olarak getirilmek, daha sonra
diğerlerinden alınandan daha fazla ödemeye mecbur edilmek...
Bu duruma şahit olanlardan bir kısmı;
-
Ya Rasulallah, izin ver de amcan Abbas’tan kurtuluş akçesi
alınmasın dedi.
Efendimiz kabul etmedi:
– Bir dirheminden bile geçmeyiz, buyurdu.[131]
Bu sahneyi gören bir insanın, «akrabası kayırılıyor, yük
başkalarının sırtına biniyor» demesi mümkün değildi.
***
-
-Hazret-i Fatıma evde, arpa öğütüp yemek yapmak üzere değirmen
çevirmektedir. Ellerinin ne hale geldiğini göstermek ve Rasulullah'a
(sallallahu aleyhi ve sellem) geldiğini duyduğu
esirlerden bir tanesini yardımcı olarak vermesini rica etmek üzere
geldi.
Efendimiz evde yoktu. Durumu Hazret-i Aişe’ye anlattı, ellerinin ne
hale geldiğini gösterdi ve döndü.
Hazret-i Ali bundan sonrasını anlatarak diyor ki:
Biz henüz yatağımıza girmiş durumdaydık ki Peygamber Efendimiz
geliverdi. Hemen kalkmak üzere davrandık.
-
Olduğunuz yerde durun dedi.
Geldi ve aramıza oturdu. Öyle ki ayağının serinliğini göğsümde
duyuyordum.
-
Size istediğiniz hizmetçinin yapacağı yardımdan daha faydalı olacak
bir şey öğreteyim mi, dedi. Ve sözlerine şöyle devam etti:
-
Yatağınıza girdiğiniz zaman otuz dört defa «Allahü Ekber», otuz üç
defa «Elhamdülillah» ve yine otuz üç defa «sübhanellah» deyin. İyi bilin ki bu
zikri devam ettirmek, sizin hakkınızda, istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı
olacak- tır.»[132]
***
Aynı hadisede, veya bir başka defasında Efendimizin Hazret-i
Fatıma’ya, şu sözleri söylediği de rivayet edilir:
-
Bedir yetimleri sizden evvel sırayı almış bulunuyor.[133]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz tarafından
Hazret-i Fatıma’ya söylenen bu sözün manası ister «Bedir’de şehit olanların
bıraktıkları yetimler senden daha önce davrandılar ve müracaat ettiler, onlara
verilen bir söz vardır» demek olsun, isterse «Bedir şehitlerinin yetimlerini
senden evvel düşünmem gerekiyor» manasına olsun, her iki durumda da, Hazret-i
Fatıma’nın bu isteği yerine getirilmemiştir.
Bunlar, üstün bir adalet ve fazilet anlayışının meyveleridir. Bu
hadiseyi gören bir insanın, «Peygamber akrabası olmalıymış, sultanlar gibi
yaşardık» demesi mümkün müdür?
***
6 - Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Hurmaların olgunlaştığı bir mevsimdi. Herkes hurmalarından bir
miktar sadaka olarak getiriyordu. Öyle ki Peygamberimizin yanında büyük bir
hurma öbeği meydana gelmişti. Bu arada Hasan ve Hüseyin Peygamber Efendimizin
yanına gelmiş bulunuyordu. Beraberce koşup oynuyorlardı. Çocuklardan biri bir
hurma aldı ve ağızına götürdü. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz onu görünce derhal müdahale etti, hurmayı ağzından çıkardı, bu arada
ona,
-
Bilmez misin Muhammed ailesinin sadaka yemediğini, diyordu.[134]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin bir tek hurma
için bile bu derece titiz davranmasındaki sebebi şu iki maddede özetleme imkânı
var:
a)
Veren el alan elden üstündür[135]
kaidesine göre, zekât alarak aile şerefine toz kondurmak istemiyordu. Zekâtı
alan kişinin, verenin karşısında az çok manevi bir baskı altında kalmayacağı,
bir eziklik hissi duymayacağı söylenemez.
b)
Efendimizin yakın akrabasına zekât alma hakkı tanınmış olsa, en
azından Rasulullah’a yakınlık hâsıl edebilmek için zenginlerin birbirleriyle
yarış edercesine zekâtlarını Ehl-i Beyt olanlara tahsis etmeleri mümkündü. O
zaman sağda solda kendileriyle ilgilenilmeyen pek çok fakirin kendi hallerine
terk edilmiş halde kalmaları yahut zekât için ayrılmış olan
malın en iyisinin, en işe yarar olanının Efendimizin akrabasına
ayrılması önlenemezdi.
Böyle bir yolun kapatılması için Efendimizin akrabasına -çok fakir
bile olsalar- zekât alma hakkı tanınmamıştı. Verilirse malın zekâtı verilmiş
olmayacaktı. Ayrıca ilerde:
- Muhammed, akrabasının karnını doyurmak, keselerini doldurmak için
zekât diye bir vergi koymaya teşebbüs etti... diyebilecek ve iman etmemesine
bir sebep olarak gösterebilecek düşüncesiz bedbahtların da ağızları kapatılmış
oluyordu.
7 – Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin öz
amcası Ebu Leheb hakkında Kur’ân’da başlı başına bir sûre vardır. Onun
cehenneme gireceğinden bahsetmektedir.
Mekke hayatı boyunca Peygamberimize, müslümanla- ra eziyet yapan
sadece Ebu Leheb olmadığı gibi, ondan daha fazla ileri gidenleri bile mevcuttu.
Hâlbuki adı zikredilen tek düşman Ebu Leheb’den ibarettir.
Efendimizi veda haccında gören ve Arafat’taki veda hutbesini
dinleyenler, faizin haram kılındığını, kan davalarının batıl bir dava olup
hükümsüz olduğunu duymuşlardır. Daha sonra Peygamberimiz sözlerine şöyle devam
etmiştir: Kaldırdığım ilk faiz, amcam Abbas’ın faizleridir. Kaldırdığım ilk kan
davası da, amcam Haris’in torununa ait olan kan davasıdır.119
Bütün bunlar, Efendimizin akrabasına özel muamele etmediğini,
hatta koyduğu ilk hükmü mümkünse ilk defa kendi yaparak, değilse onu
akrabasında tatbik ederek icra ettiğini gösteren delillerdir.
1
- Bu bölümde üzerinde durulması lüzumlu olan bir başka konu da
şudur: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, servet ve saltanat
meraklısı olmayan bir Peygamber olunca acaba diğer insanlara da, servet düşmanı
olmalarını; ellerinde avuçlarında bulunan mal ve mülkü dağıtmalarını, «bir
lokma bir hırka» çerçevesinde yaşamalarını mı öğütleyecek, böyle yapmayanlara
cephe alacak, lanetleyecek, dünya ve âhirette hüsran ve ziyan içinde kalacaklarını
mı söyleyecekti?...
«Mal canın yongasıdır» şeklinde ifade edilen hakikat, tarihin her
devrinde geçerli olan bir hayat prensibidir. Kazanılan mal ile insan ruhu
arasında kopması pek müşkül, vazgeçilmesi çok zor bir bağlantı vardır. Bu
bağlantı o derece kuvvetlidir ki, bir baba, yarın evladına bırakacağı
malı yüzünden evladıyla olan ilgisini dünyada keser. Arkadaş, can ciğer
diyebildiği, samimiyetinden şüphe etmediği arkadaşından geçer, yeri gelir para
anayı kızından ayırır. Paranın açmadığı kapı, yıkmadığı set, aşamadığı engel
yok diyecek kadar azdır.
Milletler arasında yapılan savaşların pek çoğu iktisadi sahada
meydana gelen gerilimlere dayanır. İktisadi sahada belini doğrultamayan
milletlerin söz hakları da kısıtlıdır. Eninde sonunda ya bu yüzden varlığını
ispatlayacak yahut kendinden daha güçlü bir milletin boyunduruğunu ensesinde
hissede-
cektir. Napolyon bir muharebenin kazanılmasında üç şeyin bulunması
lüzumunu ifade etmiştir: Para... Para... Para.
2
- Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), insanları
Allah yoluna çağırırken, Allah’a ibadette bulunmayı, putları terk etmeyi
emrederken, hayat boyu kazandıkları mallarına el koymaya, çıkar, çalışıp birkaç
kuruş dünyalık biriktirmeye de engel oluverirse?...
Dünya hayatı sizin neyinize, siz âhiretin yolcularısınız. Karnınızı
doyurduktan sonrası size lâzım değildir diyerek çalışmayı engellemek yahut
çalışılıp biriktirilen servetin pek az kısmından sonrasını ellerinden almak
suretiyle ellerini boşa çıkarmak...
Neticede böyle bir durumla karşılaşmak var mıydı?... Varsa
insanların böyle bir neticeyi gönül hoşluğuyla kabul etmeleri mümkün olur
muydu? Her toplulukta, tabiatı buna müsait olan, gerçekten dünyaya gönül
vermeyen, bir lokma bir hırkayla yaşamayı tercih eden insanlar bulunabilir. Fakat
bu meyli taşıyanlar hiç bir zaman bir toplumun ekseriyetini teşkil edecek
dereceye ulaşmamıştır. Birkaç kişinin meyli bu- dur diyerek, büyük çoğunluğu da
onlar gibi fakirliğe mahkûm etmek, belini doğrultabilecek kadarından sonrasına
el koymak doğru olamaz. Böyle bir teklifle gelen din reddedilirse, kabahat
insanlarda değildir. Çünkü insanın yaratılışında var olan arzu ve ihtiyaçlara,
bu çeşitten bir dinin cevap vermesi, bu arzuları tatmin etmesi düşünülemez.
Mekkeli insanların bütün geçim kaynağı ticarete dayanıyordu.
Verimsiz bir vadide, ziraatla hayatı devam ettirebilmek çok güçtü. Bu sebeple
Mekkeli insanlardan bir çoğu, kışın Yemen’e, yazın Şam’a yapılan seferlere
katılıyor ve ticaretle meşgul oluyorlardı.
3
- Kur’ân-ı Kerim sadece dünya hayatına meyledenleri hoş görmez.
Onlar için âhiret hayatında bir nasibin bulunmayacağını bildirir. Allah’ın
takdir ettiği insan «Ey Rabbimiz, bize dünyada iyi olanı ver, âhirette de iyi
olanı ver, bizi ateş azabından koru» (Bakara, 2/192, 193) diye dua edenlerdir.
Bu sebepledir ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin hayatı
boyunca en çok yaptığı dua budur.[136]
İnsanın dünyaya ve âhirete beraberce sarılmasını, bir başka âyet
şöyle açıklar: «Allah’ın sana verdiği nimetlerle âhiret yurdunu elde etmeye
çalış. Yeryüzünde fesat çıkartmaya kalkma. Hiç şüphe yok ki Allah fesat
çıkaranları sevmez.» (Kasas, 28/77 )
Bu âyet insana Allah’ın nimetlerini hatırlatıyor ve âhiret
hayatının kazanılması yolunda sarf edilmesini istiyor. Çünkü akıllı insanın
yapacağı budur. Mutlaka varacağı ve ebediyetler boyunca duracağı bir âleme eli
boş gitmek, imkân varken hazırlığını yapmamak dürüst düşünen akıl için
kusurların en büyüğüdür.
Hiç bir insan için dünyada ebedi kalma hakkı tanınmamıştır.
Herkesin döne dolaşa ölümle karşılaşacağı, fakat işin ölümle sona ermeyeceği
belli bir şey. Hayvanlardan ayrı olarak akıl ve irade verilen, iyiyi kötüden
ayırdetme kabiliyeti bahşedilen insan nasıl başıboş bırakılır, nasıl
yaptıklarının hesabını vermeden bırakılacağını kabul edebilir? Kaldı ki insan
bizzat kendisi dünyada mahkemeler kurarak yapılan hareketleri adaletle
değerlendirmenin lüzumuna inandığını ortaya koymuş durumdadır. O halde insan
Allah’ın verdiği nimetleri bu ebedi hayatı kazanma yolunda sarf etmeyi
bilmelidir.
Dünyadan da nasibin unutulmaması gereklidir. Çünkü dünya, bizzat
içinde yaşanılan âlemdir. İnsan, içinde yaşadığı, bir ömür süreceği âlemi nasıl
ihmal eder? İhmal etmesi nasıl
istenilir? Dünyanın ihmal edilmesi istenilirse insanın bu isteği
kabul etmesi ne dereceye kadar mümkün olabilir?
Genel olarak bir insan dünyada elli, altmış yıl yaşar. Fakat
dünyaya sadece kendi şahsi hayatı itibariyle değil, arasında yaşadığı
insanları, yüzyıllar boyu yaşayacak olan milletinin gelecek fertleri, hatta
bütün insanlık âlemi göz önüne alınarak değer verilmelidir. «Hiç ölmeyecekmiş
gibi dünyaya ve yarın ölecekmiş gibi âhirete çalış» şeklinde anlatılan ve
Peygamberimize ait olduğu söylenen söz, hadis olmasa bile bir gerçeğin
ifadesidir. Dünyaya değer vermeyen bir milletin, âhiretinin de mahvolacağını
daima göz önünde bulundurmak lâzımdır.
«Allah sana nasıl ihsan etti ise sen de öyle ihsan et» demenin
içinde insanı çalışıp kazanmaya, meşru yollardan yürüteceği bir çalışmayla
zengin olmaya teşvik vardır. Zengin olmayan insan nasıl bol bol ihsan edebilir?
Âyette, üzerinde ısrarla durulan cihet, elde edilen servetin fitne
ve fesat uğrunda sarf edilmemesi ve servet biriktirme uğrunda gayr-ı meşru
davranışlarla genel ahlâkın bozulmasına sebep olunmamasıdır.
Bu konuda Hatip Bağdadi’nin, sahih senetle naklettiği bir hadiste
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Sizin en hayırlınız
dünyası için âhiretini terk etmeyen, âhi- reti için de dünyasını terk etmeyen
ve insanlara yük olmayan kimsedir.»[137]
4
- Cuma namazı hakkındaki âyet şu mealdedir: «Ey iman edenler!..
Cuma gününde namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı zikretmeye koşun ve
alışverişi terk edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz
kılındığı zaman yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından, kereminden nasibinizi
arayın...” (Cum’a, 62/9, 10)
Bu âyette cuma ezanı okununcaya kadar yapılması lâzım
gelen alışverişten bahsedilmiş, namaz kılmak için mescide gidilmesi
ve namazdan sonra hemen dağılıp Allah’ın takdir ettiği rızkın aranması
istenmiştir. Namaz kılacak kadar bir zaman hariç tutulursa günün geri kalan
kısmı çalışmakla, alışverişle, ticaretle geçirilecektir. Cuma günü için durum
böyledir. Haftanın geri kalan günlerinde çalışmanın, ticaret yapmanın yasak
olduğuna dair hiçbir emir yahut tavsiye yoktur.
Nasıl olur ki, «insan için sadece çalıştığının neticesi vardır.
Onun çalışmasının neticesi de ilerde görülecektir.» (Necm, 53/39, 40)
buyurulmuştur. Çalışmanın neticesinin ilerde görülecek olmasını ifade eden
âyet, insana ileriye dönük, yüzyıllar ötesinde bile semeresi görülecek,
insanlığa faydası olacak çalışmalar yapmanın lüzumunu da hatırlatmış olur.
5
- Peygamberimizin en yakın arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu
anh), halife olduğu güne kadar ticaretle uğraşan bir insandı. Seçimden bir gün
sonra onu pazar yolunda gören Ömer (radıyallahu anh) nereye gittiğini sormuş,
6
Pazara gidiyorum. Çocuklarımın rızkını temin için alışveriş yapmam
lâzım, cevabını almıştı. O zaman Hazret-i Ömer:
7
Dön vazifene. Senin çocuklarının rızkını biz Beytül- mal’dan vereceğiz,
diyerek ona, vazifesinin başında bulunmasını hatırlatmış, maaş tayin
edilmesini temin etmişti.
Peygamberimizin iki kızını da birer birer nikahladığı Hazret-i
Osman, devamlı ticaretle uğraşıyordu. Dünyada cennetlik olduğu müjdelenen
insanlardan Hazret-i Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas... gibi, İslâmın
emirlerini harfiyen yerine getirme çabasında olanlar, büyük ticaret sahibi
kimselerdi. Bunlardan hiç birine, ticaretten uzak durmalarına dair bir emir
yahut tavsiye yoktur. Olsaydı, bu büyük insanların, Efendimize karşı gelmeleri,
Efendimize karşı gelenlere de daha hayatta iken cennet müjdesinin verilmesi
mümkün olmazdı.
6
- Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin şu ha- dis-i
şerifleri bu konuda yeter derecede bilgi veriyor:
a- İnsanın yediği yiyeceğin en hoş olanı; alın teriyle, elinin
emeğiyle yediği yemektir. İnsanın evladı da kazandığı nimetlerden biridir.[138]
b- Hiçbir insan, alnının teriyle kazandığından daha hoş bir kazanç
elde etmemiştir.[139]
c- Kendisine güvenilen, itimat edilen dürüst tacir, kıyamette
şehitlerle aynı safta yer alacak, hesabı beraber görüle- cektir.[140]
d- Kötülüklerden sakınan kişi için zengin olmakta bir mahzur
yoktur. Allah korkusunu hisseden insan için sıhhat, zenginlikten daha
hayırlıdır. Gönül hoşluğu da nimetlerden biridir.[141]
7
- Dinimizin temelini teşkil eden dört ibadet vardır: Namaz, oruç,
zekât ve hac...
Bunlardan namaz ve oruç, zengin ve fakir olan herkese farzdır.
Fakat zekât ve hacc zenginlere farz edilmiştir. Dinin emirlerini yerine
getirmenin bir fazilet olduğu ise, üzerinde münakaşa edilmeye lüzum olmayan bir
gerçektir.
Çalışıp evvela başkasına yük olmaktan kurtulan, daha sonra dininin
bir emrini yerine getirecek derecede zengin olan insan şerefinden kaybetmez,
aksine ayrı bir şeref daha elde etmiş olur.
8
- İslâm Dini insanlara altından kalkamayacakları bir mali vazife
yüklemiş değildir? Zengin olan bir insan şayet elindeki servetinden, sahip
olduğu mülkünden olacaksa, bu altından kalkılamayacak bir teklif olmuş olur.
Zekât vazifesi, genel manasıyla zengin olan insanın malının kırkta
birini, yılda bir defa olmak üzere dinin verilmesini lüzumlu gördüğü kimselere
vermesidir. Bu ise bir zengin için büyük bir külfet değildir. Normal düşünen
akıl, bir malın kırkta birinin çıkarılması sebebiyle o malda büyük bir
noksanlığın meydana gelmesini kabul edemez. Kırk tane koyundan bir tanesi
alındığı zaman, o koyunun alındığını görmeyen bir insan, bu sürüden bir
tanesinin çıkarıldığını ilk bakışta fark edemez, saymadıkça anlayamaz. Ama
onlardan alınan bu kırkta birlerle, yiyeceği ekmeği bulmaktan aciz olan nice
insanın karnı doyar, gönlü edilir, dertlerine çare bulunur. Onlarla zenginler
arasında bulunması her zaman mümkün olan soğukluk giderilmiş, gönüller
arasında bir yakınlaşma, bir ısınma hasıl olmuş olur. Malının sayısını
bilmeyen zenginle, akşama yiyeceği bulunmayan fakir arasındaki uçurum arasında
iyi manada bir köprü kurulmuş olur.
Böylece zekâtı verilen mal, bir bakıma korunmuş, garanti altına
alınmış demektir.
***
9
- İnsanların mal varlığı bakımından eşit olması düşünülemez. Hiç
bir devirde, hiç bir ülkede böylesine bir hayat yaşanmamıştır. Pek tabii olarak
çeşitli sebepler altında zengin ve yoksul insanlar bulunacaktır. Ama bu iki
sınıf insan arasında az çok iyi manada bir bağlantı bulunmalıdır. Zengin fakire
şefkat ve merhamet nazarıyla bakmalıdır. Bu olmadığı takdirde, karşısında
açlıktan kıvranan insanların haset duygularını engelleyemez. Onlardan sevgi ve
saygı bekleyemez, kendisi hakkında kardeşçe düşünceler taşımalarını isteyemez.
Bu insanî bağlar bulunmadığı takdirde bugün değilse yarın, değilse öbür gün
sabır taşının çatlaması beklenebilir.
İslâm Dini’nin zenginlerden vermelerini istediği zekât ve sadaka,
işte bu mahzurları gelmeden evvel karşılamak için konulmuş olan birer mali
ibadettir. Zekât ve sadaka görünüşte malın
eksilmesi demektir. Fakat neticesi itibariyle yoksul için hayırlı
bir gelir, fakat zengin için daha hayırlı bir yatırımdır. Kaldı ki bu malı
insana veren Allah Taalâ, samimi duygularla yapılan bu gibi mali yardımlar
karşılığı olarak en azından on misli vermiş- çesine muamele yapacağını, bunu
yerine göre yedi yüz misline çıkaracağını, hatta bu yedi yüzü bile kat kat
artıracağını bildirmiş, bunu Kur’ân âyetleriyle teminat altına almıştır.
***
10
- Dinimiz çalışıp kazanmayı teşvik ettiği gibi, kazanılan malı
koruma hususunda da gerekli tedbirleri almış bulunmaktadır.
Hiçbir kimsenin malı, kendi rızası olmadığı takdirde bir başkası
için helal sayılmamıştır.
Bütün semavi dinlerde olduğu gibi özellikle İslâm Dini’nde beş
büyük maksat daima göz önünde bulundurulmuştur. Konulan bütün hükümler, bütün
emirler ve bütün yasaklar mutlaka bu beş maksattan biriyle veya bir kaçıyla
ilgilidir. Bu maksatlar:
1
- Aklı muhafaza
2
– Nesli muhafaza
3
- Canı muhafaza
4
- Malı muhafaza
5
- Dini muhafaza esaslarıdır.
Hırsızlık eden bir insanın elinin kesilmesini emreden hüküm,[142]
insanların mallarını koruma yolunda alınmış olan kesin tedbirlerden biridir.
Malını korumak üzere çarpışırken öldürülen insanın şehit sayılması da, mala
dinimizce verilen değeri anlatır.[143]
Bir başka hadiste malı uğrunda öldürülmüş olanın cennetlik olduğu
bildirilmiştir.[144]
Efendimiz, ashab-ı kiramdan Muaz b. Cebel’i Yemen taraflarına
vazifeyle gönderirken, ona orada yapması lâzım gelen vazifeleri, İslâm dinini
tebliğ ederken takip etmesi gereken yolu anlatmıştır. Bu arada zekât
toplarken, «insanların mallarının en iyilerini almaktan sakın» buyurmuştu.[145]
1 - İslâm Dini’nde emanetlere riayet etmek ve tekrar, olduğu gibi
sahiplerine teslim etmek, ihmal edilmemesi gerekli bir vazifedir. Kur’ân-ı
Kerim’de «Allah Taalâ emanetleri sahiplerine teslim etmenizi emreder» (Nisâ,
4/58) «Ey iman edenler Allah’a ve Rasule ihanet etmeyin. Bile bile emanetlerinize
ihanet etmeyin» (Enfal, 8/27) buyurur. Umduğuna nail ve korktuğundan emin
olacak insanların özelliklerini sayarken de «onlar emanetlerine ve yaptıkları
anlaşmalara riayet eden insanlardır» (Mü’minun, 23/8) der.
Peygamber Efendimiz, mescidde ashabıyla sohbet ederken yanına
gelip kıyametin zamanını soran adama «emanet elden çıktığı, riayet edilmediği
zaman artık kıyameti bekle»[146]
demiştir. Bir defasında da münafık olanın özelliklerini sayan Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) «konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiği zaman
sözünde durmaz, emanet verildiği zaman ihanet eder»[147]
buyurmuştur.
***
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin, ölen fakat
üzerinde ödenmemiş borç kalan kimsenin cenaze namazını kılmadığını anlatan
rivayetler vardır.
Namazı kılınmak üzere cenaze getirildiği zaman Efendimiz:
- Üzerinde ödemesi lâzım gelen borcu var mıdır? diye sorardı.
Borcu yoksa namazını kılardı. Borcu bulunduğu takdirde,
karşılayacak kadar mal bırakıp bırakmadığını sorar, şayet geride, borcunu
ödeyecek kadar mal bırakmamışsa kendisi çekilir, «arkadaşınızın namazını
kılın» derdi.
Bir defasında yine borcu olan ve ödeyecek kadar mal bırakmayan
birinin cenaze namazını kılmaktan çekindiği ve arkadaşlarına siz kılın dediği
zaman bu onlara ağır gelmişti. Ashab-ı Kiram’dan Ebu Katâde:
- Ya Rasulallah, bu arkadaşın namazını kıl. Borcunu ödemeyi ben
üzerime alıyorum, dedi.
– Söz veriyor musun ey Ebu Katâde?...
– Sözüm sözdür ya Rasulallah!..
Bunun üzerine Efendimiz o adamın namazını kıldı.132
Daha sonra fetihler başlayıp da ganimet malları gelince, Efendimiz,
kendisine de pek ağır gelen bu duruma son verdi. «Sizden ölen ve geride mal
bırakan olursa bıraktığı mal varislerine aittir. Borç bırakanın borcunu da ben
ödeyeceğim» buyurarak, meseleyi kökünden halletmiş oldu.[148]
Borçlu olanın cenaze namazını kılmaması, hukukun ve özellikle malın
korunması hususunda Efendimizin verdiği önemi gösterir. Halbuki Efendimiz,
müminlerin cenaze namazlarını kılmaya büyük bir önem vermiştir. Aşağıda
zikredeceğimiz iki hâdise, bu konuda yeter derecede ehemmiyet arz eder:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz bir gün ashabının
yanına çıkmış ve onlara şöyle demiştir:
- Bugün kendi yurdunuzda bulunmayan bir kardeşiniz, Allah’ın salih
kullarından bir insan vefat etmiştir. Haydi, onun cenaze namazını kılın. Onun
için mağfiret niyazında bulunun.
– Kimdir o ya Rasulallah?
- Necaşidir.
Daha sonra Efendimiz, ashabını saf haline getirdikten sonra dört
tekbir ile cenaze namazı kılmıştır.[149]
Zeyd bin Sabit’in anlattığına göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) Efendimiz, ashabıyla dolaşırken yolu Baki kabristanına uğramış, orada
yeni bir mezar görmüş ve kime ait olduğunu sormuştur. Cevap olarak filan kadına
aittir, dediler. Rasulullah Efendimiz, mescidin temizliğine hizmet etmesi sebebiyle
o kadını tanımıştı.
-
Vefat ettiğini bana haber vermeli değil miydiniz? dedi.
-
Ya Rasulallah, sen oruçlu idin, öğle sonu uykusunday- dın. Rahatsız
etmeyi istemedik, dediler.
-
Bir daha böyle yapmayın. Ben sizin aranızda kimin vefat ettiğini
bilemem. Aranızda bulunduğum müddetçe mutlaka bana haber verin. Çünkü ölen
kişiye benim kılacağım namaz, başlı başına bir rahmettir, dedi.
Sonra kabrinin başında durdu, biz ardında saf bağladık, dört tekbir
alarak namazını kıldı.[150]
Naklettiğimiz bu iki hadise, Habeşistan’da ölmüş olan ve ashabına
büyük iyilikleri dokunan Necaşiye, bu yaptıklarının bir karşılığı olmak üzere,
ayrı bir rahmet olması temennisiyle cenaze namazı kılarken ve diğer hadisede de
önemini anlamaları için «Ölen kişiye benim kılacağım namaz başlı başına bir
rahmettir» buyururken, namazı kılınmak üzere önüne getirilen kişinin, borcu
vardır diyerek namazını kılmaması, mal emniyeti konusunda verilen önemi açıkça
ortaya kor.
***
-
3 - İnsanın rızası olmadan malının bir başkasına helal olmaması
yanında, yetimlerin malları konusu da ayrı bir ehemmiyet arz eder.
Yetim kalan yavru, malına bekçi olamayacağı ve idare edemeyeceği
için bir başka şahıs bu malın idaresine tayin edilecektir. Bu adam «veli-vasi»
adıyla onun adına iş görecektir.
Bağrı yanık bir yavruya söylenecek bir iki tatlı sözle, alınan ufak
tefek hediyelerle gönlü edilir ve bir kısım malının gönül rızasıyla elinden
çıkmasına kim ne der? Bir çocuğun ilerde yapılacak vadlerle kandırılması o
kadar zor bir mesele değildir.
Dinimiz, yetimlerin mallarını garantiye almak için bu konuda
şiddetli yasaklar koymuştur: «Yetimlerin mallarını zulmederek yemeye çıkanlar
ancak karınlarını ateşle dolduran bir yemeği yiyorlar. Onlar bu zulmün bir
neticesi olarak çılgın bir ateşe gireceklerdir» (Nisa, 4/10) âyeti bu konuda
yeter derecede şiddet ifade eder.
Bir başkasının arsasından bir karışlık yer almanın getireceği
vebal ve sorumluluk, Efendimizin şu hadislerinde yer almış bulunmaktadır: «Kim
bir karışlık yerde haksızlık yaparda, başkasının mülkünü kendi üzerine
geçirirse o toprak, yetmiş katı olarak o adamın boynuna geçirilir.»[151]
Alış veriş yaparken terazinin doğru tutulmaması da, üzerinde
ciddiyetle durulması lüzumlu olan bir konudur. «Ölçüde, tartıda hileye
sapanların vay haline ki onlar insanlardan ölçekle aldıkları zaman haklarını
tamamen alırlar, doldura doldura ölçerler. Onlara ölçekle veya tartarak
sattıkları zaman da eksiltirler. Onlar, tehlikesi ve azabı büyük bir günde
hesap görülmek üzere diriltileceklerini bilmiyorlar mı? O bir gündür ki,
insanlar âlemlerin Rabbinin huzurunda dururlar...» (Mutaffifin, 83/1-6)
-
4 - Buraya kadar getirdiğimiz delillerin birleştiği şu iki noktayı
kısaca özetlemiş olalım:
a)
İslâm Dini insanları çalışıp kazanmaya teşvik etmiş, sadece dünyayı
veya sadece âhireti tercih etmeyi doğru bulmamıştır.
b)
Meşru yoldan sahip olunan mal her türlü haksızlıklardan korunmalıdır.
Hiçbir kimseye, bir başkasının malını, gayri meşru yollardan elde etme hakkı
tanınmamıştır.
***
c)
- İslâm Dini, insanların kendi malını bile harcarken belli bir
ölçüye riayet etmeleri esasını getirir. Kendi malında bile sorumsuzca
davranışlara düşmesini hoş karşılamaz. Pintilik derecesine varan bir kısıntı
da, savurganlık derecesine ulaşan harcamalar da yasaklanmış bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in verdiği emir şudur: «Elini bağlı halde boynuna asma (cimri
olma). Onu büsbütün açıp savurganlığa çıkma. Sonra kınanmış olarak pişmanlıkla
oturup kalırsın.» (İsra, 17/29)
Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz insanları
cimrilikten, paranın pulun kulu ve kölesi olmaktan uzaklaştırma yolunda, gerek
davranışlarıyla ve gerekse değerli hadisleriyle en güzel örnek olmuştur. Şu
hadisi şerifleri dikkatle okumakta fayda vardır:
1
– Olgun bir müminde iki huy bir arada bulunmaz: Bunlar cimrilik ve
kötü ahlaktır.[152]
2
- Hilekar olan, yaptığı iyiliği başa kakan ve cimri olan kişi -bu
huylardan dolayı kazandığı günahlar üzerinde buluna buluna– cennete giremez.[153]
3
- Cömert olan Allah’a yakındır, cennete yakındır, insanlara
yakındır. Cimri olan Allah’tan uzaktır, cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır,
cehenneme yakındır.[154]
Bu arada israf da dinimizin hoş görmediği bir huydur. Kur’ân-ı
Kerim’de şu âyetler, konumuzla ilgilidir, «Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa
hakkını ver. Bununla beraber (cömert davranıyorum diye) malını büsbütün saçıp
savurma. Çünkü
israf edenler şeytanın kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok
nankör bir melundur» (İsra, 17/26, 27)
Yapılan ikazlara kulak vermeyen ve savurganlığına devam eden kişiye
hakim tarafından müdahale edileceğini, kendisinin yapacağı harcamaların
geçersiz olacağını da hatırlattıktan sonra Abdullah b. Amr tarafından rivayet
edilen bir hadiseyi anlatalım:
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Sa’d b. Ebî Vakkas’ı ab-
dest alırken görmüş ve ona:
-
Bu ne israf ey Sa’d demiştir.
– Ya Rasulallah, abdestte de mi israf olur? deyince Efendimiz:
-
Evet akan bir nehrin kenarında olsan bile... cevabını vermiştir.[155]
***
-
6 - İnsan hayatında mala en az değer verildiği zaman, ölümün gözle
görülür hale geldiği zamanlardır. Ölmekte olanın düşündüğü şey, malı değil,
kendisidir.
Uzun bir ömür, mal toplamak, biriktirmek uğrunda harcanmıştır.
Fakat artık malın değil, hayatın her şeyden aziz olduğu hakikati gün gibi
ortaya çıkmış demektir. Can elden gitmek üzeredir. Can gittikten sonra da malın
vereceği faydadan söz edilemez.
İnsanı böyle bir anında yakalamak, ardından sevap getirmesi için
büyük meblağlar tutan vasiyetler yaptırmak mümkündür. Ama dinimiz bu duruma da
müdahale etmiş, bu durumda olanın bile ölçülü hareket etmesi lüzumunu hatırlatmıştır.
Bu durumda olan insan, geniş ölçüde vasiyet yapmış olsa bile üzerinde bulunan
borçlarının ödenmesinden sonraya kalmak üzere bırakılan malın ancak üçte birini
aşmayan vasi-
yetlerin geçerli olabileceği hükmünü getirmiştir. Bunlar insanın
malına verilen değeri ifade eden hükümlerdir.
Şu hadise, bu konuda ibretle takip edilmeye değer:
Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden Sa’d b. Ebi Vakkas bir hatırasını
şöyle anlatır: Veda haccı günlerinde hastalandım. Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) Efendimiz beni ziyarete geliyordu. Hastalığım artınca dedim ki:
-
Ya Rasulallah, gördüğün gibi ağır hastayım. Mal ve mülk sahibi bir
kişiyim. Bir kızımdan başka bana mirasçı olacak kimsem yoktur. Hal böyle olunca
malımın üçte ikisini sadaka olmak üzere vasiyet etmek istiyorum. Ne
buyurursunuz?
Efendimiz bu teklifi kabul etmedi.
-
Peki yarısına ne dersin ya Nebiyallah? dedim.
– O da olmaz.
– Üçte biri?
- Üçte bir... evet üçte bir de çoktur. Senin mirasçılarını zengin
halde bırakman, ihtiyaç içinde, insanlara avuç açan fakir insanlar olarak
bırakmandan daha hayırlıdır. Sen, Allah rızasını gözeterek yaptığın her
harcamadan dolayı sevap alacaksın. Hatta hanımının ağzına koyduğun lokmaya
varıncaya kadar hep böyledir hüküm.141
Sa’d b. Ebî Vakkas (radıyallahu anh) Peygamber Efendimize ciddi
şekilde bağlı, gönülden seven bir insandı. Daha hayatta iken, ölümünden elli
yıl evvel cennetlik olduğunu Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizden duymuş bulunuyordu. Öleceğini tahmin ettiği bu anında, Efendimiz
tarafından söylenecek tek cümleyle üçte ikiden çoğunu da bağışlaması söz
konusu değildi. Bu para en azından alınır, Beytülmal’da saklanır, muhtaçlara
dağıtma yolu tutulabilirdi. Fakat bu yol tutulmamış, Efendimiz ona bu
hastalıktan kalkacağını, daha uzun
yıllar yaşayacağını, bir kısım kimselerin kendisinden fayda
göreceğini, bir kısmının da ona takınacağı çirkin tavırlar sebebiyle zarara
uğrayacağını bildirmişti.
Bu hadise de ayrıca hem Efendimizin, insanların mallarını muhafaza
konusuna, hem de hangi şartlar altında bulunursa bulunsun doğru olanı tavsiye
ettiğine, fırsatları değerlendirip mal biriktirme yolu tutmadığına bir
delildir.
***
Bu durumda iman etmeyenlerin, «mallarımıza el konacak, bunca
zahmetle biriktirdiğimiz servet elden çıkacak...» gibi bir itirazları olamazdı.
GÜÇ YETMEYEN
AMELLERİN
TEKLİFİ
l - Teklif edilen işin yapılabilir olması lâzımdır. İnsan gücünün
dışında kalan veya büyük fedakârlıklar sonucu yapılabilen işleri teklif etmek,
«suyu yokuşa tutmak», başarısızlığı peşinen kabul etmek demektir.
«Kırk kiloluk yükü rahatlıkla kaldıran insan, yüzkırk kiloluk
yükün altında ezilir. Su içinde on saniyelik bir müddeti sıkıntı çekmeden
geçirme imkânı vardır. Fakat suyun altında yüz on saniye durmaya mecbur edilen
adam boğularak ölmeye mahkûm edilmiş demektir. Bir sportmen, yüz metrelik mesafeyi
on saniyede koşabilir. Fakat aynı sportmen bin metreyi, on bin metreyi aynı
süratle koşmaya çıkması, çatlamasına sebep olabilir.
Yapılması istenilen emirlerin, kaçınılması istenilen yasakların
bir ölçüsü ve hududu olmalıdır. Bir saatte rahatça yapılacak iş, bir dakikaya
sığdırılamaz. İnsan bir gün süren bir açlığa ve susuzluğa dayanabilir. Fakat bu
müddet uzatılır, üç-beş güne çıkarılırsa sonu felaketle bitecek hastalıklar baş
gösterebilir. Günde beş vakit namaz kılmak zor değildir. Ama yirmibeş vakit
namaz kılma teklifi karşısında insan derin derin düşünme mecburiyetini
hisseder.
2
- Peygamberler insanlara bu çeşitten teklifler mi getirmişti?...
Yapılması istenilen ameller, riayet edilmesi istenilen yasaklar, insan gücünün
dışında bir fedakârlığı mı gerektiriyordu?...
Bu konuda yapılacak bir araştırma için elde yeter derecede malzeme
mevcuttur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin tebliğ ettiği
gündeki tazeliğini aynen muhafaza eden Kur’ân-ı Kerim ve mükemmel bir dikkatle
toplanan ha- dis-i şerifler, araştırma yapacak herkese açıktır. İnsanlardan
istenilen ahkâmın tatbik edilebilir olması veya olmaması bu çeşitten bir
araştırma neticesinde gün gibi açığa çıkacaktır.
3
- Allah Taalâ Kur’ân-ı Kerim’de: «Allah, hiç bir nefse gücünün
yettiğinden başkasını teklif etmez» (Bakara, 2/286) buyurmuştur. Bir başka
âyet meali şöyledir, «Allah sizin hakkınızda kolay olanı murad eder, güç olanı
murad etmez.» (Bakare, 2/185) Bir başka âyette: «Allah sizin için dinde bir
güçlük ve zorluk koymamıştır» (Hacc, 22/78) buyurulmuştur.
İslâm Dini’nin güçlük veya kolaylık getirdiği konusunda genel
prensipler bu âyetlerde ifade edilmiştir. Bununla beraber, misaller vererek,
konuya açıklık getirmekte fayda vardır.
***
4
- İslâm Dini insanlara toplu halde, birdenbire değil yavaş yavaş,
alıştıra alıştıra tebliğ edilmiştir. Dinin bütün emir ve yasaklarını birden ve
toptan isteme yolu tutulmamıştır.
Yüzlerce emir ve yasağın birden istenilmesinin insanda meydana
getireceği çekingenlik böylece önlenmiştir. Bu konuda bize açık fikirler
verecek misaller vardır:
a)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin Peygamberlik
vazifesini Mekke halkına ilk defa ilân ettiği Safa tepesindeki hutbeyle,
hayatının son senesindeki Veda hutbesi arasında büyük fark vardır. İlkinde
Efendimiz, sadece kendisinin Peygamber olduğundan ve iman etmeyenler için
âhiretteki azaptan bahsetmiş, diğerinde ise, İslâm Dini’ne ait birçok hü-
kümler sıralanmış, dikkat edilmesi lâzım gelen birçok dini ve
ahlâkî hükümlere yer verilmiştir.
Bu iki hutbeden ilki çekirdeği, diğeri ise o çekirdekten yetişmiş
olan meyveli bir ağacı hatırlatır.
Bu iki hutbe arasında yirmi sene gibi bir zaman farkı vardır.
Efendimizin tebliğ ettiği ahkâm, bu yirmi seneye sığdırılmıştır. Evvela iman
emredilmiş imanın kuvvet bulmasına önem verilmiştir. On üç senelik Mekke devri
gözden geçirilirse ibadet olarak müminlerden istenen sadece; gün doğmadan ve
batmadan evvel olmak üzere ikişer rekât namaz kılmalarıdır. Nübüvvetin
gelişinden itibaren, on bir buçuk sene bu namaz kılınmış, Miraç hadisesinden
sonra namaz vakitleri beş olarak tespit edilmiştir.
***
b)
Abdullah b. Mes’ud yoluyla gelen bir rivayet, ilk zamanlardaki
kılınan namaz hakkında bilgi ihtiva ediyor: Diyor ki: «Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimiz namaz kılarken selam verirdik, o da verdiğimiz
selama karşılık verirdi. Necaşi’nin yanından döndüğümüzde (namaz kılar
haldeydi) selam verdik, mukabele etmedi. Namaz bitince bize, «namazda Allah
Taalâ ile baş başa kalma meşguliyeti var» dedi.142
Yine o günlerdeki namazla ilgili olarak Zeyd b. Erkam der ki:
Bizden biri namaz kılarken yanındakiyle konuşurdu. Daha sonra «Allah’a itaat
eden kimseler olduğunuz halde namaz kılın»(Bakara, 2/238) âyeti geldiği zaman
bize, sükut etme emri verildi ve namazda konuşmaktan nehyedildik.[156]
İhtimal ki namazın ilk zamanlarda bu şekilde kılınması ruhsatı, o
güne kadar tertip ve düzenden haberi olmayan ve her taraftan düşmanla çevrili
bulunan insanları, birdenbire zor durumda bırakmama maksadına dayanıyordu.
***
c)
Toplu halde kılınan Cuma namazının farz kılınması Medine
devrindedir. Çünkü bu namazı Mekke'de kılmaya başladıkları takdirde takdirde
müşriklerin saldırısına uğramaları kuvvetle muhtemeldi. Kendilerine, dinleri
hususunda serbestlik tanıyacak ve «canları nasıl istiyorsa öyle ibadet etsinler»
diyecek bir anlayışı Mekkelilerde aramak boşunadır.
Cihada izin verilmesi de Medine’de olmuştur. Şayet üç beş kişilik
bir guruba, iman eder etmez «ilk vazifeniz cihattır» denilse ve kılıca
sarılmaları emredilseydi, İslâm Dini daha doğarken ölür, Müslümanlar kılıçtan
geçirilirdi.
Oruç, zekât ve hac ibadetleri de hep Medine devrinde meşru
kılınmıştır.
Hac ibadetinin hicretten altı veya sekiz sene sonra farz edildiği
görüşü vardır. Şayet altı yıl sonra farz kılındı ise, bu emir Mekke
fethedilinceye kadar tatbik edilmemiş, kimseden haccetmesi istenmemiştir. Çünkü
şartlar ve imkânlar müsait değildir. Bu sebeple yapılması mümkün olmayan bir
ibadet teklif edilerek, insanlar zor durumda bırakılmamıştır.
Sekizinci yılda farz kılındığı görüşü daha kuvvetlidir. Bu takdirde
de hac ibadetinin, ancak imkân ve şartların müsait olduğu bir zamanda
emredildiği ortaya çıkar. Her iki durumda da insanlara, güçlerinin
yetmediğinin emredilmediği anlaşılır.
Bu arada, ibadetlerin hep birden değil, arada zaman farkı bulunarak
emredilmiş olduğu da açığa çıkmış oluyor.
d)
İçkinin haram kılınması, hicretten dört beş sene sonrasına
rastlar. Hatta Hazret-î Ali’nin, Hazret-i Fatıma’yla evlenme hazırlıklarını
yaptığı bir sırada da, sahip olduğu iki deveyi, amcası Hazret-i Hamza sarhoş
haliyle hörgüçlerini keserek öldürmüştü. Durum Rasulullah Efendimiz’e
bildirilmiş, Efendimiz amcasının yanına gelmiş ama Hazret-i Hamza, çakırkeyif
haliyle Rasulullah Efendimizi uzun uzadıya süzdükten sonra
«Siz benim babamın köleleri değil misiniz?» demeye çıkmış,
Peygamberimiz de, arka arka çekilerek uzaklaşmıştı.[157]
Bu ise, en azından şarabın, Uhud harbine kadar içildiğini gösterir.
Zaman zaman sarhoşluğun meydana çıkardığı nahoş hadiseler sonucu
olarak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize müracaat edildi,
şarabın hükmü soruldu. Bu soru gelen bir âyet ile cevaplandırıldı: «Sana şarabı
ve kumarı soruyorlar. De ki, ikisinde de büyük günah ve insanlar için bir
takım faydalar vardır. Günahları ise, faydalarından büyüktür.» (Bakara, 2/219)
buyuruldu. Ashab-ı Kiram’ın bir kısmı zaten şaraptan uzaktı. Aklı işlemez hale
getiriyor, insana utanacağı işler yaptırıyor, bayağı sözler söyletiyor diyerek,
müslüman olmadan evvel bile içkiden uzak kalmışlardı. Bu âyet gelince, ara sıra
içen ve pek müptela olmayanlar, tamamen bıraktılar.
Bir gece içkili bir toplantı yapıldı. Daha sonra namaz cemaatle
kılındı, imam namazda «Kâfirun» sûresini okumaya çıktı fakat doğru okuma
imkânını bulamadı. Durum Peygamberimize de arz edildi. Ayrıca bu hadise, şu
âyetin inmesine sebep oldu. «Ey iman edenler, içkili olduğunuz zaman, -ne
söyleyeceğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayın.» (Nisâ, 4/43)
Bu defa içenlerden bir kısmı daha «Demek Allah Taalâ, sarhoş olanı
huzuruna kabul etmiyor» diyerek içkiye son verdi. Bu âyetlerin gelmesi anında
Hazret-i Ömer, âyeti dinliyor ve «Allah’ım, bize apaçık bir hüküm beyan et»
demekten kendini alamıyordu. Çünkü bu âyetlerde içki, kökten ve tamamen haram
edilmiş değildi. Ama içkinin bir defa da haram edilmemesinde mutlaka hikmet
vardı.
Artık çember daralmış, her zaman içme imkânı kalmamıştı. Vakti
birbirine yakın olan iki namaz arasında içenin ya namazı kılmaması yahut
içkiden uzak durması gerekiyordu. Bununla beraber yatsıdan sonra bir iki kadeh
içip sabaha ka-
dar içkinin tesirinden kurtulmayı yahut sabah namazından sonra içip
öğleyi geciktirmeyi deneyenler yok değildi.
Bir gece muhacirlerin ve ensarın beraberce katıldığı bir toplantıda
yine içildi, yine sarhoş olundu. Çakırkeyif olan kafalar, eskiden bildikleri
şiirleri okuyarak öğünme yolunu tuttular. Fakat iş bu kadarla kalmadı, kavga
çıktı, neticede bir devenin çene kemiği ile ashaptan birinin başı yarıldı,
burnu kırıldı. Bu hadise üzerine, içki konusunda son âyet, kesin emirle geldi.
«Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytana ait pis ve
murdar işlerdir. Ondan çekinin ki felah bulasınız. Şeytan şarap ve kumar
yoluyla ancak sizin aranıza düşmanlığı ve kini yerleştirmeyi, sizi Allah’ı
zikretmek ve namaz kılmaktan alıkoymayı murad etmektedir. Artık siz bunlara son
vermiyor musunuz?» (Maide, 5/90. 91)
Âyeti dinleyen Hazret-i Ömer «Son verdik ya Rabbi, son verdik...»
dedi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, içki konusundaki
yasağın müminlere hemen ulaştırılmasını emretti. Enes b. Malik, o güne ait
hatırasını anlatırken der ki: Ebu Talha, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Übeyy b.
Ka’b’dan meydana gelen üç arkadaşa hurma şarabı dağıtıyordum. Biri geldi ve
«Şarap haram kılındı.» dedi. O zaman babam Ebu Talha bana:
- Kalk Enes, şu testileri kır, dedi.
Hemen kalktım. Taştan yapılmış olan dibeğin dövecini aldım ve
testilerin diplerine vurarak kırdım.[158]
Hazret-i Enes o gün, içki içenlerin şaraplarını sokaklara
döktüklerini ve şarabın sokaklarda akıp gittiğini söyler ve der ki: Bir daha
babam içki içmedi ve bir başkasına da «Gerçekten içki haram kılındı mı?» diye
sormadı.[159]
Bir zamanlar su yerine içki içenlere işte böyle bir yoldan
yaklaşıldı. Kesin ve zorlayıcı hükümlerle karşılarına çıkılsay- dı isyan
etmeleri muhtemeldi. Nitekim, Hazret-i Aişe’nin bu konuda görüşü şudur:
İnsanlara ilk defasında «Şarap içmeyin!..» denilseydi, bu emre karşı onlar:
«Şarabı bırakmamız hiç mümkün değil» derlerdi. «Zina etmeyin!..» emri ilk defasında
gelmiş olsaydı «Biz zinadan vazgeçemeyiz» cevabıyla mukabele ederlerdi.[160]
***
-
- İslâm Dini’ni tebliğ eden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz, kolaylığı seven bir tabiatın sahibiydi. Onu kolaylık dini
olan İslâmiyeti tebliğ için görevlendiren Yüce Mevla, bu tabiat üzere yaratmış
ve terbiye etmişti. Hazret- i Aişe der ki: «Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz biri zor, diğeri kolay olan iki iş arasında muhayyer bırakılırsa,
günah olmadığı takdirde mutlaka kolay olanını tercih ederdi. Ama o bir günah
ise, o işten en uzak olan Rasulullah Efendimiz olurdu, Efendimiz şahsı için
intikam alma yolunu da tutmamıştı. Ancak Allah’ın haram kıldığı bir hudut
çiğnendiği takdirde o suça Allah için ceza verirdi.»[161]
Tabiatında kolaylık, geçimlilik ve yumuşaklık bulunan Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin, gerek ev içinde, gerekse diğer
insanlara karşı huzursuzluk çıkaracak bir davranışta bulunduğu yahut böyle
neticelere sebep olan bir söz söylediği rivayet edilmemiştir. O daima
başkalarına kolaylık vermekten hoşlanmıştır.[162]
«Allah’ım, ümmetime yumuşak davranan ve kolaylık gösterene sen de
yumuşak davran ve kolaylık göster» diye dua ederdi.[163]
Kendisine yumuşak tabiat verilmiş olan insana, ha-
yır olan bir nasip verilmiştir. Yumuşak tabiattan mahrum kalan
hayırdan da mahrum kalmış demektir, buyururdu.[164]
Hazret-i Aişe bir hatırasını şöyle anlatır: Yahudilerden bir gurup
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin yanına geldi, (esselamü
aleyküm der gibi a harfini uzatarak: es-sâmü aleyküm (üzerine belalar, lanetler
yağsın) dediler.
Ben, onların bu terbiyesizliklerini hemen anladım, «sâm da, lanet
de sizin üzerinize olsun, diye karşılık verdim. Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) Efendimiz:
-
Yavaş ol ey Aişe, Allah Taalâ her işte yumuşak davranmayı sever,
buyurdu.
-
Ya Rasulallah, ne dediklerini duymadın mı? dedim.
-
Ben de «ve aleyküm» (sizin üzerinize de aynısı olsun) demiştim ya,
dedi.[165]
Sonra ilave etti: Benim onlar hakkında yaptığım dua kabul edilir. Ama onların
benim hakkımdaki duası kabul edilmez.[166]
***
-
- Tabiatı bu olan Efendimiz, Yemen’e vazifeli olarak gönderdiği
Muaz b. Cebel ve Ebu Musa el-Eş’ari’ye şöyle demişti; Kolaylık gösterin,
zorluk çıkarmayın. Müjde verin fakat nefret ettirmeyin. Birbirinize karşı
muhalefet etmekten sakının, uygun hareket edin.[167]
Enes b. Malik diyor ki: Biz Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sel-
lem) Efendimizle mescidde oturuyorduk. Bir bedevinin mescide girdiğini gördük.
Adam bir müddet oturduktan sonra kalktı, mescidin bir köşesine işemeye
başladı. Orada bulunanlar:
-
Aman, sakın!... diye müdahale ettiler. Rasulullah (sallal- lahu
aleyhi ve sellem) Efendimiz ise:
-
Sıkıştırmayın adamı, dedi.
Bıraktılar. İşini bitirdiği zaman Efendimiz adamı çağırdı ve:
-
Bu mescitlere sidik veya diğer pislikler yakışmaz. Burası ancak
Allah’ı zikretmek, namaz kılmak ve Kur’ân okumak için yapılmıştır, dedi.
Orada bulunanlardan birine emretti, o da bir kova su getirip oraya
döktü. Peygamberimiz ashabına döndü:
-
Siz ancak kolaylık gösterme vazifesi verilen insanlarsınız. Size
güçlük çıkarma vazifesi verilmemiştir, buyurdu.[168]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin kolaylık
göstermesi için daha nasıl davranması gerekirdi?... Kolaylığın bundan ötesi ne
olabilir?...
***
-
- İslâm ahlâkının esaslarını açıklarken şöyle buyurmuştu: «Kim bir
müminin sıkıntılarından birini giderir de rahata kavuşturursa Allah da onun
ahiret gününe ait sıkıntılarından birini giderir, rahata kavuşturur. Bir
müslümanın ayıbını ve kusurunu örteni, Allah Taalâ dünyada ve âhirette
utandırmaz. Darda kalan birine kolaylık gösterene Allah Taalâ dünya ve âhirette
kolaylık verir. İnsan kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah Taalâ da o
insanın yardımındadır.»[169]
Âhirette vaki olacak bir hesabı şöyle anlatır:
-
Sen dünyada iken ne yapardın?
-
Alışverişle meşguldüm. Zengine mühlet tanır, fakire kolaylık
gösterirdim.
Adam, gerçeğe uygun olan bu ifadesi sebebiyle bağışla- nacaktır.[170]
Allah Taalâ, insanlara kolaylığı murad ettiği içindir ki, bir
insanı rahata kavuşturmak, sıkıntısını gidermek maksadıyla borç
para vereni, kendi zatına borç vermiş gibi kabul etmiş ve şöyle buyurmuştur:
«Kimdir Allah’a güzel bir borç verme faziletini gösterecek olan?... ki Allah
onu kat kat hale getirsin de âhirette bol bol karşılığını versin...» (Bakara,
2/245)
***
-
- Müminlere pek şefkatli ve merhametli olduğu, müminlerin
sıkıntıya düşmesinden üzüntü duyduğu Kur’ân’da anlatılan Efendimiz,[171]
bazı amellerin getireceği faydayı ve sevabı bilir, fakat onların yapılmasındaki
zorluğu ve yapamadıkları takdirde kazanacakları günahı bilir ve mübarek dudaklarından
şu mealde sözler duyulur:
a)
Ümmetime zorluk verme endişesi olmasa, gazaya çıkan her bölükle
birlikte çıkardım, geri kalmayı istemezdim. (Fakat bu, vazgeçilmesi caiz
olmayan bir vazife olur. Bunun sorumluluğunu da kaldıramaz ve günaha girerler.
Oysa ki ben) Allah yolunda öldürülmemi, sonra diriltilip yine o yolda öldürülmemi,
yine diriltilip yine öldürülmemi ne kadar isterdim.[172]
b)
Ümmetime zorluk vereceğimden endişe etmesem, yatsı namazını işte
böyle geç vakitte kılmalarını emrederdim, (fakat buna güç
yetiremiyeceklerinden korkuyorum.)[173]
c)
Ümmetime sıkıntı vereceğimden endişe etmesem onlara her namaz vaktinde
misvak kullanmalarını emrederdim.[174]
Efendimizin bu ifadeleri, bir taraftan bunların devamlı şekilde
yapılmalarının zorluğunu anlatırken, diğer taraftan da gücü yetenlerin
yapmaları için güzel bir teşvik ifadesi yerine geçmiştir.
***
d)
- Bu zorluğa düşmemeleri içindir ki Rasulullah (sallalla-
hu aleyhi ve sellem) Efendimiz, haddinden fazla ibadet yapmaya
çıkanları uyarmış, doğru bir iş yapmadıklarını çeşitli çeşitli yollarla
anlatmıştır.
a)
Enes b. Malik rivayet ediyor:
Üç kişi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin evine
geldi, Efendimiz evde yoktu. Hanımlarından, Peygamberimizin evdeki ibadet
tarzını öğrenmek istiyorlardı. Kendilerine anlatıldığı zaman bu ibadeti
azımsadılar.
– Biz kimiz, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kim? Onun geçmiş
ve gelecek günahları bağışlanmış durumda. Hâlbuki bizim durumumuz öyle değil,
dediler. Netice olarak:
Biri: Ben geceleri sabahlara kadar uyumam, namaz kılarım. Her gece
âdetim bu olacaktır, dedi.
Diğeri: Devamlı oruç tutmalıyım. Hiçbir günüm oruçsuz geçmemelidir,
dedi.
Üçüncüsü ise: Ben de kadınlardan uzak kalacağım. Hiç evlenmeyeceğim,
dedi. Bu karar üzerine ayrıldılar. (Ancak bu yolu tutarlarsa kendilerini
kurtarabileceklerini zannediyorlardı.)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz geldiği zaman
durum anlatıldı. Efendimiz derhal geldi, onları buldu ve şöyle dedi:
- Siz şöyle ve şöyle söylemişsiniz. Fakat yemin ederim ki sizin
Allah’tan en çok korkan, Allah’a en çok saygısı olanınız benim. Ama ben hem
oruç tutarım, hem de oruçsuz günler geçiririm. Geceleyin namaz kıldığım da
olur, uyuduğum da. Kadınlarla da evlenirim, beraber olurum, işte benim yolum ve
sünnetim budur. Benim sünnetimden yüz çeviren de benden değildir.[175]
b)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, yeni evlenen
fakat sabahlara kadar ibadet eden, Kur’ân okuyan ama
hanımından daima uzak kalan, bu arada her gününü de oruçlu geçiren
Abdullah b. Amr’ı çağırmış ve ona şöyle demişti:
-
Ey Abdullah, senin devamlı şekilde her gün oruç tuttuğunu ve her
gece Kur’ân’ı (baştan sona) okumaya çıktığını haber almadım mı ben?..
-
Evet ya Rasulallah, senin dediğin gibiyim. Bu yaptığımla da ancak
hayır ve sevap olanı murad ediyorum.
– Her aydan üç günü oruçlu geçirmek sana yeter...
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bu görüşmede
Abdullah’a, ayda bir defa hatim yapmasını, zevcesinin, ziyaretçilerinin ve
bedenin de hakları olduğunu ve bu haklara riayet etmesini emretmiştir.[176]
c)
Hazret-i Aişe (radıyallahu anh) der ki:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sene içinde Ramazan ayı
hariç olmak üzere en çok Şaban ayında oruç tutardı. Şöyle derdi: Siz gücünüzün
yettiği amele sarılın. Çünkü Allah Taalâ, yaptıklarınızın sevabını vermekten
usanmaz, ama siz usanırsınız.
Bazen da şöyle derdi: Amellerin Allah Taalâ’ya, en sevimli olanı,
az da olsa, sahibinin devam ettiği ameldir.[177]
***
10 - Normal şartlar altında yapılması emredilen ibadetler,
imkânlar daraldıkça ruhsatlarla takviye edilir. Bu konuda müşahhas misaller
vermede fayda vardır:
a)
Sefer halinde olanlara dört rekatlı olan farz namazları ikişer
rekat olarak kılma müsadesi verilmiştir.[178]
Ayrıca sefer hali devam ettiği müddetçe oruç tutmama izni de vardır.[179]
Hasta olanların namazlarını oturarak, güçleri yettiğince kıl-
malarına müsaade edilmiştir[180]
ve yine hastalığının artmasından endişe edilen, yahut oruç tutamayacağına
kanaat getiren hastalara da aynı şekilde oruç tutmama izni ve ruhsatı verilmiştir.[181]
b)
Namaz kılan insanın abdestli olması, cünüpse gusletmesi gerekir.
Fakat bunları yapabilmek için suyu bulamayan yahut bulduğu halde kullanma
imkânından mahrum olan yahut kullandığı takdirde hastalığının artmasından
korkulan kimse temiz toprakla teyemmüm eder ve ibadetlerini yerine getirir.[182]
c)
Kıbleye dönmek namazı eda etmenin bir şartıdır. Bununla beraber
kıblenin ne tarafta bulunduğu nu bilmeyen, soracak kimse bulamayan insan, ne
tarafa dönünce kalbi kıbleye döndüğüne kanaat getiriyorsa o tarafa dönerek
namazını kılar.[183]
Bunlar, insanlar için ibadetler konusunda tanınmış olan kolaylık
manası taşıyan ruhsatlardır.
d)
- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Ben bazen uzun sûreler okuma niyetiyle namaza durmuş olurum. Sonra namazda iken
bir çocuğun ağıtını duyarım. Annesini sıkıntıda bırakmamak için, kısa sûreler
okuyarak namazı tamamlarım.[184]
Abdullah b. Mes’ud diyor ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimize bir adam geldi ve ey Allah’ın Peygamberi dedi, Muaz b.
Cebel’in uzun uzadıya namaz kıldırması sebebiyle ben sabah namazlarına
katılamıyorum. Bu sebeple de benim hakkımda ileri geri sözler söylemiş
durumdadır.
Efendimiz bu sözleri duyunca sinirlendi.
-
Ey Muaz sen fitne mi çıkarmak istiyorsun?.. Ey Muaz sen fitne mi
çıkarmak istiyorsun?.. Ey Muaz sen fitne mi çıkarmak istiyorsun?... diye
tekdir etti.
Abdullah b. Mes’ud der ki: Ben Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimizi o güne kadar bu derece sinirli halde görmemiştim. Daha
sonra Efendimiz şöyle buyurdu:
– Ey insanlar, içinizde nefret ettirenler var. Siz den insanlara
imam olan kişi, namazı kısa zamanda kılıp tamamlasın. Çünkü onun ardında
zayıf, hasta ve ihtiyaç sahibi insanlar vardır.172
-
1 – Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, hac vazifesinin
farz kılındığı zaman minberden müminlere hitap etti.
-
Ey müminler, Allah Taalâ üzerinize haccı farz kılmıştır. O halde bu
vazifenizi yerine getiriniz, dedi.
Akra’ b. Hâbis sordu:
-
Her sene mi haccedeceğiz ya Rasulallah?...
Efendimiz cevap vermedi. İkinci defa sordu, Efendimiz yine sükût
etti. Üçüncü defa sorunca şu cevabı verdi:
– Evet desem, her sene haccetmeniz farz olurdu, siz de buna güç
yetiremezdiniz. Ben sizi kendi halinize bıraktığım müddetçe siz de beni kendi
halime bırakın ve soru sormayın. Size bir şeyi yapmanızı emredersem onu
gücünüzün yettiği kadarıyla yerine getirin. Bir şeyi yapmamanızı söylersem ona
son verin ve yapmayın.[185]
Bu hadise üzerine şu âyetler indi:
«Ey iman edenler, bir takım şeyleri sormayın. Şayet o konuda
açıklayıcı bir hüküm gelirse sizin hoşunuza gitmez. Eğer Kur’ân indirilirken
onları sorup araştırmaya kalkarsanız o zaman hüküm size açıklanır. Bunları
Allah unuttuğu için değil,
affettiği için açıklamamıştır. Allah ziyadesiyle mağfiret sahibidir,
merhametlidir. Sizden evvel bir kavim böyle açıklanmayan konuları sormuş,
açıklanınca da hoşlarına gitmediğinden inkâr yolunu tutmuştu...» (Maide, 5/101,
102)
Bunlar tamamen, ümmete zorluk çıkarmama düşünce ve prensibine
dayanıyordu.
Konuya açıklık getirmesi bakımından şu iki hadiseyi de nakledelim:
a) Abdullah b. Amr diyor ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) veda haccında iken, sual soracak insanlara cevap vermek üzere Mina’da
durdu. Bir adam geldi dedi ki:
- Bilemedim, kurban kesmeden önce tıraş olmuşum.
- O halde kurbanını da kes. Zorluk ve meşakkat yok.
Sonra bir adam daha geldi ve ya Rasulallah, bilemedim ve taşları
atmadan kurbanı kestim, dedi. Efendimiz ona da taşını at, bu dinde zorluk ve
meşakkat yok, buyurdu.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize o gün daha önce
veya daha sonra yapılan ve yapılma sırası bozulan ne so- rulduysa hepsine «yap,
bu dinde zorluk ve meşakkat yoktur» diye cevap verdi.[186]
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) naklediyor: Bir adam Rasulul- lah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize geldi ve ya Rasulallah, mahvoldum,
(yandım) dedi.
– Nedir seni mahveden?
- Ramazan gününde oruçlu iken hanımımın üzerine düştüm.
– Bir köleyi azat edecek güce sahip misin?
-
Hayır.
- İki ay devamlı oruç tutabilir misin?
-
Hayır.
-
Altmış fakiri doyuracak yiyeceği bulabilir misin?
-
Hayır.
Bu konuşmadan sonra adam oturdu. Bu arada Efendimize bir zembil
hurma getirildi.
– Nerede o yanan? dedi Efendimiz. Adam yerinden kalktı. Efendimiz
ona:
-
Bunu sadaka olarak dağıt, dedi.
– Bizden daha fakirine mi ya Rasulallah?.. Yemin ederim ki
Medine’nin şu iki yakası arasında biz den daha muhtaç aile yoktur.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, azı dişleri
görünecek derecede güldü ve:
– Götür ve ailenle birlikte ye, buyurdu.[187]
***
Buraya kadar verilen misallerden anlaşılmıştır ki İslâm Dini
insanları güçlerinin yetmediği tekliflerle baş başa bırakmak üzere gelmiş
değildi. Ayrıca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin karşısında
duranlardan da, «biz bu kadar ibadetin, bu derece ağır tekliflerin altından
kalkamayız» şeklinde bir itiraz gelmiş değildi. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan
Yüce Mevla, düşmanları hakkında bile hudutsuz bir merhamet hissiyle dolu olan
Peygamberini, kolaylıklar dini olan İslâm Dini’yle göndermiş, saadet yollarını,
nefse ağır gelmesi düşünülemeyecek bir ibadet düzeniyle takdim etmişti. Ancak
onlar bu nimeti kabul etmemiş, bütün güçleriyle karşı koymuşlardı. İslâm
Dini’ni kabul etmemek için harcadıkları gücün pek azı, bu dinin ahkâmını yerine
getirmeye kâfi gelecekti.
O halde, Kureyşlilerin ve daha önce iman etmeyenlerin «biz
altından kalkılamayacak teklifler karşısında kaldıkça kusurun bizde aranmaması
lâzım gelir» şeklinde bir mazeretleri olamazdı.
İSLÂM DİNİNİ
KABUL EDENLERDE
PİŞMANLIK VAR MIYDI?
1-
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye
anlaşmasının yapılmasından sonra etrafta bulunan ve halk üzerinde sözü geçen
emirlere, meliklere mektuplar yazarak onları İslâm Dini’ne davet etmişti.
Bu meliklerden Rum imparatoru Herakliyus, mektubu alınca Mekke
halkından birkaç kişinin bulunmasını emretti. Ticaret maksadıyla Şam
taraflarında bulunan Ebu Süfyan ve daha bir kaç kişi, Herakliyus’un huzuruna
getirildi. Durum anlatıldı. Herakliyus, tercüman aracılığıyla:
- İçinizde bu zata en yakın olan kimdir, dedi.
– Benim dedi Ebu Süfyan.
– O halde sen öne geç. Siz de arkada durun. Bu adam yalan söz
konuşursa bana işaretle yalan söylediğini bildirin.
Daha sonra Ebu Süfyan’a birçok soru sordu. Bunlardan biri:
1
Ona iman edenler artıyor mu, eksiliyor mu? Dinini kabul edenlerden
pişmanlık duyup dönen bulunuyor mu?... sorusu idi.
Bu soruya Ebu Süfyan «Hayır» diye cevap verdi.176
***
176 Buhârî, Bed’ül-Vahy; 6
2
- Herakliyus’un bu sorusu yerli yerince sorulmuş olan mantıklı bir
soruydu. Elinde yeni dinin neleri emrettiği ve neleri yasakladığı, ne gibi bir
hayat düzeni getirdiği hakkında fikir verebilecek kadar malzeme bulunmayan
insan başka hangi yolu tutabilirdi.?
Bir insan yeni dine davet edilirken ona dinin güzel tarafları
anlatılır beğenilecek ve hoşa gidecek ahkâmından bahsedilir. Fakat din kabul
edildikten sonra durum değişir ve hiç hesapta bulunmayan ağır tekliflerle
kuşatıldığını gören insan şaşırır kalırdı. Bu durumda bir kısım insanlar, «bu
belayı başıma kendi elimle sardım. Dayanmam gerekir» diyerek sebat ederken,
bir kısmı da «zararın neresinden dönülürse kârdır» düşüncesinden hareket eder
ve eski hayatına avdet eder.
Bazen bir macera hevesi, yeni bir hayat tarzı deneme fikri, bir
dini kabul etmeye sebep olur. Fakat daha sonra o dinin insanı tatmin eden bir
hayat tarzı getirip getirmediği meselesi ortaya çıkar. İnsan o dinde ruhunu
tatmin eden güzel bir ahkâm demeti bulur ve bağlı kalır yahut şahsına veya
çevresine yapılan baskılar, onu bir an evvel bu dinden kurtulma yoluna sevk
eder.
***
3
– Kabul edilen bir dinin hangi sebeple olursa olsun terk edilmesi,
o dine henüz girmemiş olanlara çoğu defa aksi manada tesir eder. O dini kabule
meyli olanlara biraz daha tedbirli davranmalarını, acele etmemelerini
hatırlatır. Menfi düşüncede olanlar da bu konuda isabetli davrandıklarını bir
daha kabul eder ve inanırlar.
***
Herakliyus işte bu bakımdan yeni dine girenlerin durumunu
öğrenmek, onların davranışlarına göre yeni din hakkında bir fikir ve kanaate
varmak istiyordu.
***
4
- Medine’de bulunan Yahudilerin, İslâm Dini’ne karşı yürüttükleri
siyaset programında şöyle bir madde vardı: Önce iman etmek, müslüman olduğunu
etrafa duyurmak, daha sonra da bu dini kabul ettiğine pişman olan bir kişi
tavrıyla dönüp inkâr yolunu tutmak ...
Bu davranışın, başkalarına tesir edeceğini, atılmak üzere bulunan
adımların geri çekileceğini umuyorlardı. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, onların bu
çirkin maksatlarından bahsetmiştir: «Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi:
Müminlere indirilmiş olan kitaba ve dine sabahleyin iman edin, akşam olunca
inkâr yolunu tutun. Umulur ki -bu davranış başkalarına tesir eder de-
dönerler.» (Âl-iİmran, 3/72)
5
- Durum nasıldı?...
İman edenler arasında bu dini kabul ettiğine pişman olan ve dönen
var mıydı?
Şimdi bu konuya açıklık getirecek birkaç canlı örnek üzerinde
duralım:
***
a)
Mekke devrinin, müminler için tam bir işkence manası taşıdığı
kesindir. Rasulullan (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de dahil olmak
üzere hiçbir mümin, Mekke hayatında yüz güldürücü bir hafta geçirdiğini
söyleyemez.
İman edenleri dinlerinden döndürebilmek için, insan aklının
ulaşabildiği her çare denenmiş, her mel’anete başvurulmuştur. Dayak atmak, aç
ve susuz bırakmak, boğucu dumanlar altında ölüme terk etmek, sokaklarda
sürümek, kızgın kumlara, hatta ateşin üzerine yatırmak, ocakta kızdırılmış demirlerle
dağlamak, iki deve arasına bağlayıp gerdirerek vücudunu ayırıp koparmak,
başını suya sokup nefesini kesmek... gibi.
Bütün bunlar müminlere, kabul ettikleri İslâm Dini’ni
bıraktırabilme maksadıyla yapılmıştır. Ama bu konuda mağ-
lubiyet müşriklerde kalmış, hiçbir müslüman dinini terk etmemiştir.
Hatta müminler, imanlarını koruyabilmek için biri Habeşistan’a, diğeri
Medine’ye olmak üzere iki defa yurtlarını terk etmeye mecbur kalmışlardır. Bu
arada zengin ailelere mensup olan ve eski dinine döndüğü takdirde ellerine geçecek
olan mirası ve şahane hayatı düşünmeden reddedenler olmuştur.
Bunlardan Mus’ab b. Ümeyr, varlıklı bir aileye mensuptu. O zamana
göre her çeşit konfora sahip bir yaşayışın içindeydi. Fakat iman ettikten sonra
ailesi –onu döndürebilme maksadıyla- evlerine almamışlar, o da tam bir zahid
hayatı yaşamaya başlamış, «bir lokma, bir hırka» ile iktifa etmişti. Mus’ab,
bu hayata yıllarca seve seve katlandı. Uhud harbinde şehit olduğu zaman,
üzerini örtecek elbisesi bile yoktu. Başını örtse- ler ayakları açıkta
kalıyordu, ayakları örtülse başı açılıyordu.
Efendimiz onun başının örtülmesini, ayaklarına da iz- hır otu konulmasını
emretti. Mus’ab bu şekilde defnedilmiş oldu.[188]
***
b)
Uhud harbinden sonra Rasulullah Efendimize birkaç kişi geldi.
Bunlar Adal ve Kâre kabilesine mensup kişilerdi. İslâm Dini’ni kendilerine
öğretecek muallimler istediler. Bu istek yerine getirildi. Yedi veya on kişilik
bir muallim grubu vazifelendirildi. Ama bu müslümanlar, yolda giderken o
adamların ihanetine uğradılar. Etrafları çevrilmişti. Neticede ikisi esir
edildi, geri kalanı da şehit düştü.
Esir düşenlerden biri Hubeyb b. Adiyy, diğeri Zeyd b. Desinne idi.
Her ikisi de Mekke müşriklerine satıldılar. Mekkeliler onları öldürmek üzere
satın almışlardı.
Nihayet bir gün, Ten’im denilen yerde önce Hubeyb, sonra Zeyd
birer birer şehit edildiler.
Hubeyb, asılacağı ağacın, dibine getirildiğinde izin istedi, iki
rekat namaz kıldı. Müslümanlar arasında, idam edilecek şahsın, infazdan önce
iki rekat namaz kılması âdeti, Hubeyb tarafından kılınan bu namazdan sonra
yerleşmiştir.
Hubeyb namazdan sonra sımsıkı bağlandı. Bu arada şöyle bir konuşma
oldu:
-
Ey Hubeyb, dininden dön, hayatını bağışlayalım.
– Dinimden hiçbir zaman dönemem. Dünyada var olan her şeye sahip
olacağımı bilsem bile dinimi terk etmem mümkün değildir.
-
Peki şu anda sen evinde rahat rahat oturup dinlensen, senin yerine
de Muhammed asılıverse istemez miydin?...
-
Hayır, vallahi istemem. Benim kurtulmamın karşılığında onun
ayağına bir dikenin batmasına bile tahammül edemem.
Bunun üzerine, Bedir’de babası öldürülen çocukları topladılar.
Ellerine birer kargı verdiler «İşte babanızı öldüren bu adamdır, intikamınızı
alın» dediler. Çocuklar ellerindeki kargıları Hubeyb’e dürtüyor. Hubeyb ise
ölümün eşiğinde iken «Allahım, Rasulüne selam gönderebileceğim bir fert yok.
Benim selamımı ona sen ulaştır» diye niyaz ediyordu...[189]
Hubeyb’in bu durumu, İslâm Dini’ni kabul edenlerin, sonradan pişman
olup olmadıkları konusunda yeterli açıklamayı yapacak mahiyettedir.
***
-
- Avf b. Malik Eşcaî diyor ki:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi, bir cenaze
başında -onun namazını kıldırdıktan sonra- dua ederken dinledim. Şöyle diyordu:
«Allahım onu bağışla, ona rahmetinle muamele buyur. Affet ve onu belalardan
emin kıl. Ona
ikramını ve ihsanını bol yap. Yerine yurduna genişlik ver, buz gibi
soğuk sularla yıka, beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi onu hatalardan
temizle. Dünyadaki yurdundan daha hayırlı bir yurt, dostlarından daha hayırlı
dost, eşinden daha hayırlı eş nasip et. Onu cennete girdir, kabrin fitnesinden
ve cehennem azabından muhafaza buyur.»
Avf b. Malik der ki: Rasulullah Efendimizin bu duasını dinlediğim
zaman, «bu ölenin yerine ben ölmüş olsam ne iyi olurdu» diye temenni ettim.179
***
Hadise oldukça ilgi çekicidir. Bu dine girdiği için pişman olmak
bir tarafa, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin bir duasını
alabilmek için, ölenin yerinde olmayı candan arzu edecek bir sevgi duygusu
kaplamıştır onu.
Bu derece sevgi ve hürmet duygularıyla dolu insanların müslüman
olduklarına pişman olmalarından söz edilebilir mi?
Kaldı ki Avf b. Malik Eşcaî, ashap arasında şöhret bulmuş kimselerden
bile değildir.
***
-
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin huzuruna,
zina yaptım, cezamı ver» diye kadın ve erkeklerden gelen ve lâyık olduğu cezayı
görünceye kadar rahat edemeyen insanlar vardır.
Yirminci asrın münevver insanı bütün imkânlarını seferber ederek,
daha çok cürüm ve cinayet işleyebilmek ve işlediği su götürmez cinayetlerden
cezasız kurtulabilmek için akla hayale gelmedik oyunlara, tedbirlere
başvururken, cahiliye devrinden daha dün sıyrılan bu insanların yaptıkları bu
asil davranışların karşısında gözler yaşarır. Can pazarına adım
adım ilerlerken, şahidi bulunmayan bir cürmün cezasını görebilmek
ve Allah’ın azabından kurtulmak düşünce ve inancı hâkimdir. Şimdi bu konuda,
sahih senetlerle nakledilen bir hadiseyi anlatalım:
Ashab-ı Kiram’dan Bureyde (radıyallahu anh) naklediyor:
Gamid kabilesinden bir kadın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimize geldi:
-
Ya Rasulallah, ben zina ettim, beni temize çıkar, beni günahtan
kurtaracak olan cezayı ver, dedi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
-
Yazık sana, dön Rabbinden bağışlamasını dile ona tev- be et, dedi.
Kadın bir gün sonra tekrar geldi:
-
Ya Rasulallah, neden beni geri çeviriyorsun? İhtimal ki beni de
Mâız’i geri çevirdiğin gibi çevireceksin. Ben ise bu zinadan dolayı gebeyim.
Zina ettiğimin en belirgin şahidi bu- dur, dedi. Bu defa Efendimiz ona:
-
Mademki geri çevirmemle gitmiyor (cezanın âhirete kalmasına razı
olmuyorsun) o halde git ve çocuğu doğurunca gel, dedi.
Kadın gitti, doğurduktan sonra bir hırkaya sardığı çocukla geldi.
-
İşte doğurdum, dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz:
– Git, bunu sütten kesinceye kadar, (iki sene müddetle) emzir,
dedi.
Kadın gitti, emzirdi. Neticede çocuğu alıp geldi. Çocuk, elinde
tuttuğu bir ekmeği yemekte idi.
-
İşte ya Rasulallah, onu sütten kestim. Yemeğini de yemektedir,
dedi.
Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efen-
dimiz, çocuğu ensardan birine emanet etti. Emretti, bir çukur
kazıldı, göğsüne kadar gömüldü. Daha sonra taşlanmasını emretti. Taşladılar.
Halid b. Velid, getirdiği bir taşı kafasına indirince kan Halid’in yüzüne
sıçradı. Halid söğdü. Peygamber Efendimiz bunu duyunca:
- Yavaş ol ey Halid, Ruhumu elinde bulunduran Allah’a yemin ederek
söylüyorum ki bu kadının yaptığı tövbeyi, halktan zorla vergi toplayan bir
zorba yapmış olsaydı mağfirete nail olurdu. Bu tövbe, Medine halkından yetmiş
kişiye bölüş- türülse mağfiretine kâfi gelirdi. Sen bu kadın gibi, canını seve
seve vermeye bile razı edecek derecede içten ve samimi bir tövbenin yapıldığını
gördün mü?..[190]
Hadise üzerinde durup düşünecek olursak, ortada kadının zina
ettiğine dair bir şahidin bulunmadığını görürüz. Bizzat kendisi, üst üste gelip
suçunu itiraf etmek suretiyle, suçlu olduğunu ispat etmiş, adeta ceza vermesi
için Rasulü Ekrem Efendimizi zorlamıştır.
Kadın bu suçun cezasının recm (taşlanarak öldürülme) olduğunu
bilmektedir. Çünkü bu konuda, Mâız isminde bir başkasının cezası infaz edilmiş
bulunmaktadır. Mâız de, Rasulullah Efendimize dört defa müracaat ederek zina
ettiğini ispatlayan ve bu yolda ölüm cezası tatbik edilen bir kişiydi. «Beni de
Mâız gibi geri mi çevireceksin?» şeklindeki ifadesi, ceza vermede tereddüt
edilmemesini istediğine delildir.
Kadın daha sonra bu suçu itiraf ettiğine pişman olmamıştır. Çünkü
evvela çocuğu doğurunca, daha sonra da çocuk sütten kesilince gelmiş, yine
kendiliğinden teslim olmuştur. Bu müddet içinde idamını bekleyen bir suçludaki
haleti ruhiye- nin aksine o, içini kemirmekte olan âhiret azabı korkusundan bir
an evvel kurtulacağı günleri iple çekmiştir. Rasulullah (sal-
lallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin onu metheden ve hele küfre-
dilmesine hiç razı olmayan ifadeleri buna delildir.
***
8 - Efendimizin vefatından hemen sonra, bedeviler tarafından,
kitleler halinde bir irtidad (dinden dönme) hareketi başlatılmıştır. Ancak bu,
İslâmı güzelce anlamış insanların dönmesi değildir. Etrafta bulunan bütün
kabilelerin heyetler göndererek müslüman olmalarını gören ve kendileri de müslüman
olan, fakat kısa zaman sonra Peygamberimizin vefat etmesiyle ayaklanan, «biz
zekât vermeyiz» diyen bedevilerdir bunlar.
Kureyş kabilesinin İslâmı kabul etmediği günlerde böyle bir hadise
olmamıştır. Bedevilerin isyan ettiği günlerde ise Kureyş müslüman olmuştu.
Hatta onlardan da, bu hareketleri görünce Îslâm Dini’ni terk etme hevesine
kapılan, isyan bayrağını açmak isteyen kişiler bulunmuş, fakat Hudeybiye
anlaşmasına imza koyan meşhur Süheyl b. Amr, «Ey Kuryş cemaati, bu dine en son
giren siz oldunuz. Şimdi de ilk defa terk eden yine siz olmayınız...» diye
başlayan ciddi ve mües- seri bir konuşma yaparak bu isyanı önlemiştir.
İKİNCİ BÖLÜM
İTİRAZLAR
«İçimizden bir insana mı Peygamber diye
inanıp uyacağız?... O takdirde biz sapıklık içinde
kalır ateşlere düşeriz.»
(Kamer, 54/24)
«Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman
şöyle dediler: Dinledik, dilersek bunun benzerini
biz de söyleriz. Bu eskilerin
masallarından başka bir şey değildir.»
(Enfal, 8/31)
1
- Müşriklerin, inanmayış nedenleri arasında -onlara göre-
Peygamberlerin insan olması da vardır. Onlara göre bu normal bir yol değildir.
Hazret-i Musa ve Harun hakkında Mısırlıların ileri sürdükleri
itiraz şu idi: «Bizim gibi iki insana Peygamber diye iman mı edeceğiz?...
Hâlbuki onların kavmi olan İsrailoğulları bizim kölelerimizdir» (Mü’minun,
23/47 )
Bu itiraz yerinde yapılmış bir itiraz değildi. Çünkü Mısırlılar
yine kendileri gibi bir insan olan Firavun’a «ilah- dır» diyerek tapmakta
idiler. Firavun onlara karşı «Ben sizin en yüce Rabbinizim» (Nazihat, 79/24)
dediği zaman ses çıkarmayan:
2
Sen de bizim gibi bir insansın... demeyen kişilerin, Hazret-i Musa
ve Harun’a, insan olduklarından dolayı itiraz etmeleri doğru değildi.
Semud kavminin, Hazret-i Salih (sallallahu aleyhi ve sellem)’e olan
itirazları da aynıdır. «İçimizden bir adama mı Peygamber diye inanıp
uyacağız?... O takdirde biz sapıklık içinde kalır, ateşlere düşeriz.» (Kamer,
54/24)
3
- Bu itiraz genellikle bütün Peygamberlere yapılmış- tır.[191]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize de bu yolda
itirazlar yükseltmişlerdi: «Bu Peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda
gezip dolaşıyor... (böyle Peygamber mi olur?) Ona bir melek indirilse de
beraberinde bir davetçi olarak bulunsa olmaz mı?.. » (Furkan, 25/7)
Bu söze cevap olarak gelen âyette şöyle buyuruldu: «Biz senden
evvel de Peygamberleri başka bir halde göndermedik. Onlar da yemek yiyor,
çarşılarda geziyorlardı.» (Furkan, 25/20)
İnsanlara Peygamber olarak gönderilen zatın insan olmasından daha
tabii bir şey olamazdı. Çünkü: Peygamber olarak gönderilen zat bir ahkâm tebliğ
edecekti. Bu ahkâmın nasıl yapılacağını bizzat kendinin göstermesi icap ederdi.
Namaz kılın, oruç tutun demekle iş bitmiyordu. Bunların iyice anlaşılması ve
insanlar tarafından da yapılabilmesi için Peygamberin insan olması mecburiyeti
vardı.
***
4
- Aynı şartları taşımayan, birbirlerine uzak yakın ilgileri
bulunmayan varlıklardan birinin amir, diğerinin memur olması türlü
anlaşmazlıkların doğmasına sebep olabilir. Uzun yıllar tahsil görmüş mesleğinde
maharet sahibi olmuş bir fen adamının, ilk okul seviyesinde bilgisi
olmayanlara «Siz de benim yaptığımı yapmakla mükellefsiniz» deyip ortaya
çıkması, yapamayanların türlü cezalara çarptırılması adalet anlayışına uymaz.
Dünya çapında şöhret kazanmış bir sportmenin yaptıklarını
herkesten istemek, yapamayanlara «işte sizin gibi bir insan yapıyor ya!..»
demek bile normal bir tavır sayılamaz. Kaldı ki:
Melekler yemeyen, içmeyen, şehvet duygularından uzak bulunan, son
derece kuvvete malik, pek çok değişik şekillere girebilen, kısa zamanda büyük
mesafelere ulaşabilen... varlıklardır. Bunlar bizim melekler hakkında
bildiklerimizden bir kısmıdır. Durumu bu olan bir melek insanlara gelse:
– Allah’a ibadet edeceksiniz, hiç isyan etmeyeceksiniz. Senenin bir
ayında oruç tutacaksınız. Zina etmek yok, kadınları gördüğünüz zaman
gözlerinizi indireceksiniz... dese ne olurdu?...
5
Emir vermek, ahkâm tebliğ etmek kolay... ama bu hükümler nasıl
yapılacak demezler miydi?...
6
Görüyorsunuz ki bunların hepsini ben seve seve yapıyorum. Benden
örnek alın!.. dese,
7
Sen bizim içinde bulunduğumuz şartları bilmiyorsun. Şehevi
arzuların yok. İstesen bile Allah’a isyan edecek halde değilsin. Yeme içme
derdi seni hiç ilgilendirmiyor. Bu sözleri bizim gibi bir insan olsan da
söylesen güzel olurdu... demezler miydi?...
O halde insanlara Allah’ın emirleriyle, yasaklarıyla gelen bir
Peygamberin, yine onlar gibi -aynı şartları taşıyan- birer insan olması pek
tabii hatta mecburidir.
Netice şudur: Peygamberlere insan oldukları için itiraz edenler ya
bu itirazlarında samimi değildi yahut bilmezlikle manasız, hikmetsiz bir
itiraz yapmış oluyorlardı. Nitekim bu konu îsra suresinde dile getirilmiş ve
şöyle buyrulmuştur: «Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları iman etmekten
alıkoyan şey, Allah Tealâ bir insanı mı Peygamber olarak görevlendirdi?
demeleri olmuştur. De ki, şayet yeryüzünde, gezip dolaşan, mekân tutmuş olan
melekler bulunsaydı onlara mutlaka bir meleği Peygamber olarak indirirdik» (
İsra, 17/94-95)
Müşrikler, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin
tebliğ ettiği Kur’ân-ı Kerimi Allah Taalâ’nın kelamı olarak kabul etmemişler,
Efendimizin onu Allah kelamı diye tanıtmaya çıktığını ve Mevlayı Zülcelale
iftira ettiğini ileri sürmüşlerdi.
Bu sözlerinde samimi ve gerçeklere bağlı mı idiler?.. Yoksa aslında
kendileri, bile bile iftira ve inkâr mı ediyorlardı?...
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin hayatını ve
Kur’ân-ı Kerim’i inceden inceye gözden geçirenler için bu konuda yeterli
bilgileri elde etmek güç değildir. Biz bu konuda bazı gerçekleri dile getirecek
ve meselenin gerçekle ilgisi olmadığını, müşriklerin, itiraz etmiş olmak için
böyle bir yaygara koparmaya çıktıklarını anlatmaya çalışacağız.
***
1
- Kur’ân-ı Kerim Peygamber Efendimize yirmi üç seneye yakın bir
zaman içinde; aralıklı olarak indirilmiştir. Bazen bir âyet, bazen âyetler
grubu halinde, bazen bütün bir sûre olarak.
Âyetlerin gelişi bazen konuyla ilgili bir hadisenin meydana
gelmesinden sonraya rastlar. Bazen gözle görülür bir sebep yokken indirildiği
olur. Vahyin geliş zamanları daha önceden hiç kimse tarafından bilinmez. Bazen
bir günde birden fazla vahyin geldiği olur, bazen iki vahiy arasında günler,
hatta haftalar geçer.
Muhakkak olan cihet, Kur’ân’ın her yönüyle Allah Taalâ’ya ait bir
kitap olmasıdır. Âyetleriyle, indirilişiyle, indirilme zamanının tayinine
varıncaya kadar her yönüyle Allah’a ait bir kitap. Vahyin başlamasında, devam
etmesinde, kesilmesinde emir ve irade hep Allah Taalâ’ya aittir.
Bu konuda önemli bir iki misal verilebilir: a) Peygamberliğin ilk
yıllarında bir ara vahiy kesilmişti. Günlerce, hatta haftalarca vahiy gelmedi.
Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiram üzgündü. Bu arada vahyin gelmediği
müşrikler tarafından bile duyulmuş, Peygamber Efendimizin üzüntüsünü bir kat
daha artıran alaylı, hakaret dolu sözler sarf etmeye başlamışlardı. Kapı
komşusu olan Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil’in dili durmuyor, «Artık şeytanın
seni terk etti» şeklinde çirkin ifadelerle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’ı üzmeye çalışıyordu. Müşrikler durumdan memnundular, onlar da
Peygamber Efendimizi gördükçe birbirinden geri kalmayan sözler söylüyorlardı.
«Muhammed Rabbini darılttı» sözü artık her tarafta söylenir olmuştu.
Nihayet Duha sûresi indirildi. Müşriklerin sevinci yarıda kaldı,
Nebiyyi Ekrem Efendimiz geniş bir nefes aldı, müminlere ferahlık çöktü. Bu
sûrede müşriklerin dedikodularından endişeye düşmemesi ifade ediliyordu.
«Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı. Netice senin için başlangıçtan daha
hayırlı olacaktır.
Rabbin sana verecek, verecek, o derecede ki sen razı olacaksın...»
(Duha, 93/24) buyuruldu.
Bu hadisenin vukuu, Nübüvvetin ilan edilmesinden hemen sonraki
zamana rastlamaktadır. Büyük bir mücadelenin henüz eşiğinde iken Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz böyle sıkıntılı bir duruma düşmeyi
ister miydi? İnsanlığın tanıdığı en büyük dava başlamış bulunuyordu. Böyle bir
zamanda davasına dil uzatılmasına kim razı olabilirdi? Bir takım ayak
takımının istihzalarına karşı tahammül
göstermektense, Kur’ân’dır diyerek birkaç cümle söyleyivermek
olamaz mıydı? Şayet o güne kadar Kur’ân diye takdim ettiklerini kendiliğinden
söylemiş olsaydı, üzerine birkaç cümle ilave etmesi mi zor gelecekti?
b) Yine Mekke hayatında bir başka hadise: Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimizin «şakk-ı kamer» yani ay’ı ikiye bölme mucizesinden
sonra mağlubiyetin eşiğinde olan Mekkeliler, işi ilmi yönden halletmek
istemişler, Medine’ye iki kişi göndererek Yahudi bilginlerinden, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize sorulmak üzere sorular istemişlerdi.
Bu sorular:
-
Zülkarneyn hakkında bilgi,
-
Ashab-ı Kehf hakında bilgi,
-
Ruh hakkında bilgi verilmesi idi. Efendimizle görüşüldü. Gerçek
Peygamber isen şu soruların cevaplarını bize vermelisin, denildi. Peygamber
Efendimiz:
-
Peki, bunun cevabını yarın vereyim, dedi.
Cibril-i Emin’in hemen cevap getirmesi ümidindeydi. Fakat o gece
Cibril gelmedi, o gün gelmedi. Müşrikler galibiyet çığlıkları koparıyor, gerek
Peygamberimiz’i ve gerekse müminleri rahatsız edici söz ve hareketlere
başvuruyorlardı.
Üzüntünün gittikçe katlandığı on beş gün birer birer geçti. Nihayet
İlahi vahiy geldi, istenen cevaplar müşriklere verildi. Ancak müşrikler
cevapların, vadedildiği üzere bir gün sonra verilmediği konusunda
ısrarlıydılar.
Kur’ân-ı Kerim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin
kendi eseri olsaydı, müşriklerin karşısında bu derece zor duruma düşmeyi arzu
eder miydi?.. Nitekim bu derece sıkıntılı günlerden sonra karşısında gördüğü
Cibril-i Emin’e:
-
Neden bizi daha sık ziyaret etmiyorsun? dediği zaman, Cibril hemen
ayrılmış ve yine cevap olarak Kur’ân’daki şu âyetle geri dönmüştü: «Biz ancak
senin Rabbinin emri ile ine-
riz. Bizim daha önceden yaptıklarımız, daha sonra yapacaklarımız
ve bu ikisi arasındakiler hep ona aittir. Senin Rabbin asla UnutUCU değildir.»
(Meryem, 19/64 192)
-
) Medine hayatında, Hazret-i Aişe’ye yapılan iftira konusUnda da
dUrUm böyle olmUştUr.
Benî Mustalik gazasından bir evvelki seferden dönerken konak
yerinde, ihtiyacı için ordudan biraz uzaklaşan Hazret-i Aişe, dönüp geldiğinde
ordunun hareket ettiğini görmüş, «yokluğumu hissedince gelir beni bulurlar»
diyerek olduğu yerde beklemiş, yatıp uyumuştur.
Orduyu arkadan takip eden Safvan b. Muattal isimli bir sahabinin
vazifesi, yolda unutulan eşya varsa bulup getirmektir. Safvan, yerde yatan,
üzeri örtülü bir insan görünce, yüksek sesle «innâ lillah ve innâ ileyhi
râciûn» âyetini okumuş, Hazret-i Aişe uyanmıştır. Safvan yatanın kim olduğunu
görünce hemen devesini çöktürmüş, Hazret-i Aişe’yi bindirmiş, deveyi yedeğine
alan Safvanla Hazret-i Aişe arasında tek kelimelik konuşma geçmeden yolculuk
devam etmiş, ordu Medine’ye girmeden yetişilmiştir. Çünkü onlar da Hazret-i
Aişe’nin yokluğunu hissettikleri zaman durmuşlardır.
Hadise bundan ibarettir. Fakat münafıkların reisi Abdullah b.
Übeyy b. Selul, bu hadiseyi başka manada değerlendirmiş, yolculuk anında bir
zinanın meydana geldiğini gizliden gizliye yaymağa çalışmış ve neticede bu
iftiraya, gerçek bir haber gibi inanan, hatta ötede beride söylenen müminler
bile bulunmuştur. Şair Hassan b. Sabit bu konuda bir hicviye bile söylemeye
çıkmıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin üzüntüsü pek
fazladır. Başkalarına iffet ve namusun manasını anlatma görevi kendine verilen
bir peygamber olarak hadiseden ne derece üzüntü duyacağını, iffet ve namus
sahibi insanlar pekiyi takdir ederler.
Hadisenin Hazret-i Aişe ve Safvan b. Muattal dışında tek şahidi
Allah Taalâ’dır. Durumun, ondan gelen bir vahiyle açıklığa kavuşturulması
imkânı, hatta lüzumu vardır. Bununla beraber, iftiranın ortaya atılması
üzerinden peş peşe günler, haftalar sıralanmasına rağmen, konuyla ilgili bir
haber henüz gelmemiş, Efendimizin üzüntüsü tahammül edilmez bir hal almıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, konuyla ilgili
araştırma yapmış, en yakın olanların bilgilerine başvurarak bilgi almıştır.
Nihayet hak ve batıl arasında muazzam bir duvar olduğunu her zaman ispat eden
büyük Ömer (radıyallahu anh) kendi fikir ve kanaatini şu şekilde dile getirdi:
-
Ya Rasulallah, Aişe’yi sana münasip gören ve nikâh eden kimdir?
-
Allah Taalâ’dır.
-
Allah Taalâ’nın, seni aldatacak bir kadını sana münasip görüp nikâh
etmesi mümkün müdür?
İşte bir müminin sahip olması lâzım gelen düşünce ve kanaat...
Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz,
bir başkasına soru sorma lüzumunu hissetmedi. Mescidde yaptığı bir konuşmayla,
bu çirkin iftirayı ortaya atıp namusuna leke sürmeye çıkanın hakkından
gelinmesini, gerekli dersin verilmesini istedi. Fakat o anda iki kabile
arasında çıkan münakaşa birden alevlendi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz, çıkan münakaşayı yatıştırmaya mecbur kaldı, asıl mesele
unutuldu.
Oradan ayrılan Efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir’in evinde istirahat
etmekte olan Hazret-i Aişe’ye geldi.
-
Bir hata ettinse Allah’a tövbe et. Allah Taalâ günahları
bağışlayandır, dedi.
Hazret-i Aişe cevaben:
-
Suçsuz olduğumu söylesem inanmayacaksınız. Suçluyum desem hemen
tasdik edeceksiniz. Ben Rabbime güveniyorum, o beni temize çıkaracaktır,
şeklinde karşılık verdi.
İşte o sırada Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi
vahiy hali bürüyüverdi. Nur sûresinin 11-21. âyetleri indirildi. Hazret-i
Aişe’nin bu konuda çirkin bir iftiraya kurban gittiği açıkça anlatıldı.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin yüzü güldü, Hazret-i Aişe,
Allah Taalâ’nın şahitliğiyle tertemiz olduğunu ispatlamış oldu.
Bu iftirayı ilk defa ortaya atan Abdullah b. Übeyy b. Selul ile
müminlerden Hassan b. Sabit, Mistah b. Esase ve kadınlardan Hamme b. Cahş’a,
iftira cezası olarak seksen değnek vuruldu.
İftiranın ortaya atılmasıyla bu âyetlerin inmesi arasında bir ay
geçmişti. Bu bir ay içinde gerek Hazret-i Aişe’nin, gerekse Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin ne derece sıkıntı çektiğini dillerin
ifade edebilmesi zordur.
Kur’ân-ı Kerim, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin
kendi eseri olsaydı, meseleyi kökünden halledecek olan birkaç cümlelik sözü
söylemekten kaçınır ve bir ay bekleme ihtiyacını duyar mıydı? Kaldı ki bu hadisenin
vuku bulduğu günlerde Efendimiz Medine’ye göçeli yıllar geçmişti. Söyleyeceği
sözü, hayır diyerek reddedecek, bunları sen uyduruyorsun diyecek kimse
kalmamıştı.
-
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, sadece Allah
Taalâ’dan geleni tebliğ etmekle memurdu. «Ey Peygamber, Rabbimden sana
indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Rabbinin verdiği risalet vazifesini
tebliğ etmiş olmazsın» (Maide, 5/67) buyrulmuştu. Daha sonra Kitab-ı Kerim’in
ahkâmını açıklamak, tatbik ve icra etmek geliyordu.
Bununla beraber Allah Taalâ Kur’ân-ı Kerim’in muhafazasını kendi
üzerine almış bulunuyordu. Bu muhafaza duru-
mu Rasulullah (sallallahu aleyhi ve seiiem)’in kalbine
yerleştirmekle başlıyordu, kıyamete kadar devam edecekti.
Nitekim vahyin ilk başladığı zamanlarda Peygamber Efendimiz,
Cibril-i Emin’in okuduğu vahyi ezberleyebilmek için onun ardından okumaya
çalışıyordu. Cenab-ı Hak buna müsaade etmedi. Gönderdiği bir emirle sadece
Cibril-i Emin’i dinlemesini, vahyi kalbinde tesbit etmenin kendine ait olduğunu
bildirdi.
Gönderilen vahiy olduğu gibi tebliğ edilecekti. Bir tek kelimenin
ilave edilmesine veya çıkarılmasına izin yoktu. Bu konuda şu âyetler gelmişti.
«Eğer Peygamber, söylemediğimiz bazı söyleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş
olsaydı elbette onu sağ elimizle yakalar, kuvvet ve kudretini alıverirdik.
Sonra da hiç şüphesiz onun kalp damarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz
buna engel olamazdınız.» (Hakka, 69/44-47)
«Akıllarınca onlar sana vahyettiğimizden başkasını uydurup bize iftira
edesin diye seni bile fitneye düşürecekler... o takdirde seni candan dost
edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık sen mutlaka onlara biraz
meyledecektin ve o takdirde ise biz, hayatın da, ölümün de katmerli acısını
sana tattıracaktık. Sonra bize karşı sen, kendin için hiç bir yardımcı
bulamayacaktın» (İsrâ, 17/73-75)
Bu âyetler, önüne durulmaz bir kudretin sahibi Yüce Mevla
tarafından Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a yapılan hitaplardı.
Peygamber Efendimiz Kur’ân-ı Kerim’i kendiliğinden ortaya koymuş
olsa bu gibi ifadelere lüzum olur muydu?...
-
- Kur’ân-ı Kerim’de bazen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin içtihadında yanıldığını hatırlatan, yaptığı bir hareketi doğru
bulmayan ifadeler yer almıştır. Bu konuda bir iki misal üzerinde duralım.
a)
Nebiyy-i Ekrem, (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, azat-
lı kölesi ve evlatlığı Zeyd b. Harise’yle. halası Ümeyne’nin kızı
Zeyneb b. Cahş’ı evlendirmiş bulunuyordu.
Zeyd azatlı bir köle, Zeyneb ise Kureyş kabilesinin ileri gelen bir
ailesinin kızıydı. Büyük ihtimalle aradaki bu farkın neticesi olarak
geçimsizlik alametleri başlamış, gittikçe şiddetlenmiş ve neticede Zeyd,
boşanmasının doğru olup olmayacağını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimize sormuştu.
Efendimiz, kurulmuş olan bu yuvanın bozulmaması için bütün
imkânların denenmesini ve gerçek manada boşanmayı mecburi kılacak hale gelmeden
boşanmaya çıkmaktan çekinmesini ve Allah’tan korkmasını tavsiye buyurdu.
Fakat durum düzelmedi, gittikçe gergin bir hal aldı ve nihayet bir
gün Zeyd geldi ve Zeyneb’i boşadığını bildirdi. Bunun üzerine bir zaman geçti,
Zeyneb’in boşanma iddeti için lüzumlu vakit geçtikten sonra şu âyet indi:
«Hatırla o zamanı ki Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de lütuf ve ihsanda
bulunduğun zata (Zeyd b. Harise’ye), sen zevceni nikâhında tut ve Allah’tan
kork diyordun. Allah’ın açığa çıkaracağı şeyi içinde gizliyor ve insanlardan
çekiniyordun. Halbuki Allah Taalâ, kendisinden korkmana daha lâyıktır. Zeyd o
kadından (Zeyneb’den) ilgisini kesince biz onu sana zevce yaptık. Ta ki
oğullukların boşadıkları zevceleri alma hususunda müminler üzerine bir vebal
olmadığı belli olsun. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.» (Ahzab, 33/37)
Bu âyet-i kerime hakkında Ahmed b. el-Mübarek şu bilgiyi veriyor.
«Ümmî mürşidim Abdül Aziz ed-Debbağ’dan: Allah Taalâ, ariflerin seyyidi,
peygamberlerin imamı olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a neden
böyle hitab ve itab ediyor? diye sordum. Dedi ki Zeyd (radıyallahu anh) zevcesi
olan Zeyneb (radıyallahu anhâ)’yı boşama hususunda Rasulullah (sal- lallahu
aleyhi ve sellem) le müşavere ettiği zaman o, nikâhında tutmasını,
boşamamasını, onunla muaşerette Allah korkusu ile hareket etmesini emretmişti.
Hâlbuki Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) biliyordu ki o kadın kendisine zevce olacaktır.
Bunu gizledi, açıklamadı. Bundan dolayı nefsine itab etmeye başladı.
İnsanlardan korkuyorsun ama kendinden korkulmaya daha lâyık olan Allah’dır,
diyordu, işte Cenab-ı Hak onun batınındaki bu hatırayı açıkladı ve bu vahyi
inzal buyurdu (el- İbriz).[192]
Hazret-i Aişe (radıyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimizin, Kur’ân-ı Kerim’den hiçbir şeyi gizlemediğini ve Allah
Taalâ’nın indirdiği her âyeti olduğu gibi tebliğ ettiğini söyler. Kim Muhammed
Kur’ân’dan bir şey gizledi derse yalan söylemiş olur. Şayet o gizlemiş olsa,
işte bu âyeti gizlerdi diyerek, yukarıda meali verilen Ahzab sûresinin 37.
âyetini okumuştur.[193]
b)
Hicretin dokuzuncu yılında yapılan büyük Tebuk seferine bir takım
kimseler katılmamışlardı.
Bunlardan bir kısmının gerçekten şer’i mazeretleri vardı.
Hastaydılar. Bir ay sürecek yolculuğa ve pek muhtemel olan muharebeye tahammül
edebilmeleri düşünülemezdi. Onlar hakkında Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştu: «Medine’de birtakım insanlar kaldı.
Yürüdüğünüz her yolda, geçtiğiniz her vadide onlar da sizin beraberinizde imiş
gibi ecr ve sevap aldılar.
-
Hem de Medine’de kaldıkları halde mi Rasulallah?
-
Hem de başka Medine’de. Onları sizinle yola çıkmaktan özür
alıkoymuştur.[194]
Bir başka grup vardı. Onların hiçbir mazereti yoktu. Bunlardan üç
tanesi, hiçbir mazereti olmadığı halde sırf tembellik ederek katılmadıklarını,
ancak pişman olduklarını, kendileri için mağfiret niyazında bulunmalarını
istediler. Bunlar
için ayrı bir muamele yapıldı. Yeteri kadar ceza gördükten sonra
tövbelerinin kabul edildiği hakkında vahiy geldi.
Bir kısmı ise yalan söylediler. Ortaya bir sürü mazeret döktüler.
Kendileri için istiğfar etmesini Rasulullah Efendimizden dilediler. O da onlar
için mağfiret niyazında bulundu. Ancak bu grubun yakasını hemen bırakıverdiği
için Rasulullah (sallal- lahu aleyhi ve sellem) Efendimiz tekdir edildi: «Allah
seni affetsin. Doğrusu söyleyenler sana açıkça belli oluncaya ve yalancıları
bilinceye kadar araştırmadan neden onlara izin verdin?» (Tevbe, 9/43)
c) Bedir muharebesinde alınan esirlere ne yapılacaktı?
Bu konuda indirilen bir âyet olmadığından Peygamber Efendimiz
ashabıyla müşavere etti.
Hazret-i Ömer ve Sa’d b. Muaz, esirlerin öldürülmesini, Hazret-i
Ebu Bekir ve diğer ashap, fidye alınarak salıverilmesini teklif ettiler.
Çoğunluğun görüşü benimsendi. Fidye alınarak serbest bırakıldılar. Fakat bu
konuda indirilen âyette şöyle buyuruldu: «Eğer bedir mücahitlerinin affı
konusunda Allah’ın geçmiş bir yazısı bulunmasaydı, aldığınız fidye sebebiyle
büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş olarak
yiyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah Taalâ bağışlayandır, merhamet
sahibidir.» (Enfal, 868. 69)
Bu âyet geldiği zaman Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin Hazret-i Ebu Bekir’le birlikte, «âyette bildirilen azap gelseydi,
Ömer ve Sa’d’den başka kurtulan olmadı» diyerek gözyaşı döktükleri rivayet
edilir.
Kur’ân-ı Kerim Peygamber Efendimizin bir eseri olsaydı, bu gibi
ifadeler yer alır mıydı?
c) Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz
müşriklerin ileri gelenleriyle görüşüyordu. Onların iman etmelerini pek
istiyordu. Çünkü onlar, halkın önünde, aşılması
çok zor bir duvar gibi duruyorlardı. Onlar iman edince halkın pek
çoğunun da iman edeceğini umuyordu.
Konuşma devam ederken iki gözü de kör olan Amr b. Ümmi Mektum içeri
girdi. Konuşulanın ne olduğuna ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin neyle meşgul olduğuna dikkat etmeden:
- Ya Rasulallah, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret, diye
bağırdı.
Peygamber Efendimiz ona cevap vermedi. Sözlerine devam etti. Amr
teklifini aynen tekrarladı, Efendimiz yine cevap vermedi, istiyordu ki
konuşmakta olduğunu fark etsin ve susup dinlesin. Hiç olmazsa orada
bulunanlardan biri durumu ona anlatsın da beklesin.
Aslında Amr susup kulak vermesini bilse, istediklerinin
anlatılmakta olduğunu anlayacaktı. Ama bu olmadı. Üçüncü defa ve yüksek sesle
isteğini tekrarladı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin canı
sıkıldı, yüzünde bu sıkıntıyı ifade eden çizgiler belirdi ve başını bir tarafa
çevirdi.
Fakat mesele orada kapanmadı. Cibril-i Emin, ilahi vahyi tebliğ
etmek üzere geldi. Efendimizin bu hareketinin Rabbül âlemin tarafından hoş
karşılanmadığı anlatılmaktaydı: «Kendisine kör adam geldi diye yüzünü ekşitip
çevirdi. Ne bilirsin, olabilir ki senden öğrenecekleriyle temizlenir, yahut
nasihat dinler de, o nasihat kendine fayda verir.
Senden müstağni olan kimseye gelince, sen onun üzerine düşer,
sözlerine kulak verirsin. Onların iman ile pak olmamalarından sana ne?
Öğrenmek hevesiyle sana koşarak gelen, Allah’tan korkan kimseyi
ise bırakıp başkalarıyla meşgul olursun. Sakın bir daha böyle yapma ey Rasulüm,
bu Kur’ân bir öğüttür. Kim dilerse onu hatırında tutar, öğüt alır.» (Abese,
80/1-11)
Bu ifadeler, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi
kontrolü altında tutan, her şeyi gören ve bilen yüce bir kudretin sahibine
aittir. Efendimiz Kur’ân’ı hem kendi hazırlayıp, hem de yaptığı hareketi bu
şekilde karşılamazdı.
***
4 – Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Kur’ân
âyetleri geldikçe onu yazı yazmasını bilen müminlere yazdırır, tekrar okutarak
bir yanlışlığın olmamasına gayret eder, ayrıca namazlarda ve namaz haricinde
bol bol okuyarak onun zihinlere yerleşmesine çalışırdı. Böylece Allah
Taalâ’nın korumayı taahhüt ettiği Kur’ân-ı Kerim, tek kelimesi zayi olmadan tespit
edilmiş oldu.
Efendimiz, «Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir»[195]
gibi hadisleriyle, Kur’ân’ı en çok bilenlere en büyük rağbeti göstermekle bu
mübarek kelama üstün bir değer verdiğini göstermiştir. Bir hadisi şerif şu
mealdedir: «Benim ağzımdan Kur’ân’dan başka bir şey yazmayınız. Kur’ân’dan
başka bir şey yazmış olan varsa silsin. Ancak yazmaksızın, benden dilediğiniz
gibi rivayet edebilirsiniz. Bunda bir mahzur yoktur. Fakat bile bile benim
ağzımdan kim yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın»[196]
Kur’ân-ı Kerim’in, üstün bir belagat örneği olduğunda hiç kimsenin
şüphe ve tereddüdü olamaz. O derecede ki, zamanın en üstün şair ve hatipleri,
onun kısa bir sûresinin olsun benzerini getirmeye güç yetirememişlerdir.
Hal böyle olunca, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz,
şayet Kur’ân kendi eseri olsaydı kendi eserlerinin en iyisini bir başkasına
ait olarak göstermeyi düşünür, edebi yönden o derecede olmayanlarını kendi
kelamı olarak takdim eder
miydi? En güzel eserlerini bir başkasının ismi altında çıkaran ve
edebi yönden o dereceye ulaşması düşünülmeyenleri kendi eseri olarak takdim
eden bir edebiyatçı dünyanın hangi devresinde ve nerede görülmüştür?...
Bir insan, başkasınındır diyerek takdim ettiği kelama son derece
itina edecek, onun okunmasını bile bir ibadet sayacak, namazın içinde ve
dışında devamlı okuyacak, fakat kendi kelamına bu değeri vermeyecek, hayatında
yazılmasına bile razı olmayacak... Bunlar insan tabiatına uygun olmayan
şeylerdir.
Not: Fikrî eserlerin bir başkasına mal edilmesini önlemek için
insanlar gayret göstermektedir. Bu yolda çıkacak fikir hırsızlıklarını önlemek
için kanunlar çıkarılmaktadır. Peygamber Efendimiz de bu yolda gerekli olan
gayreti göstermiş, kendi sözlerinin Allah kelamıyla karışmasını önlemek için
hayatı boyunca lüzumlu tedbirleri kusursuz şekilde almıştır. Bu arada Efendimiz,
kendi hadislerinin de bir başkasına mal edilmesini yahut bir başka insanın
sözlerini hadismiş gibi gösterme çabalarını önlemek için lüzumlu tedbirlere
başvurmuştur. Bu konuda şu iki hadisi iyice düşünerek okumak yeterli kanaate
sahip olmaya yardım edecektir:
a) Benim sözümü duyan, ezberleyen ve işittiği gibi (yani ilavesiz,
noksansız) kendinden sonrakilere nakleden kimseyi Allah nura gark etsin.[197]
b) Kim benim adıma yalan uydurursa cehennemdeki yerine
hazırlansın.[198]
Tarih boyunca bunun aksi pek çok olmuştur ve olmaktadır. Bir
edebiyatçı kendi eserlerini iki gruba ayırabilir. İçinden beğendiklerini,
sanatına söz getirmeyecek derecede olgun gördüklerini ayırır, ama onları kendi
ismiyle bastırır, diğerlerini
de kimsenin tanımadığı, bilmediği müstear bir isimle. Pek çok kişi,
o iki çeşit eserin, aynı şahsa ait olduğunu bilemez.
***
5 - Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bütün hayatı, baştan sona, misli
görülmemiş bir dürüstlük ve samimiyet içinde geçmiştir. Onun
samimiyetsizliğinden, dürüst olmayışından bahsedebilen bir düşmanı bile yoktur.
Onun emniyetine, sadâkatine, hakka bağlılığına itiraz eden yoktur.
Kırk yıl beraberce yaşadığı kavmini, nübüvvetini tasdik etmeye
davet ettiği gün, sözlerine şöyle başlamıştı:
- Şu tepenin eteklerinden size hücum etmek üzere gelen bir süvari
birliğinin bulunduğunu haber versem beni tasdik eder misiniz?
- Evet. Çünkü senin yalan söylediğini bilmiyoruz.
O güne kadar kavmi arasında böyle tanınan insan, o günden sonra
hayatının sonuna kadar hiç yüzü kızarmadan nasıl yalan söyleyebilirdi? Yirmi üç
yıl boyunca, altı binden fazla olan Kur’ân âyetlerini üçer beşer gün arayla
insanlara «Allah kelamıdır» diye tanıtırken hiç mi falso yapmaz, hiç mi içinden
«insanları aldattığın yeter» diyen bir ses duymazdı?
Yalan söylemeye ilk başlayan insanın yüzü kızarır, birbirini
tutmayan ifadeler bulunur. Davranışları tutarsız olur. Yalanı sanat haline
getirenler ise arsız, utanma duygusunu yitirmiş bir yaşayışın dalgaları
arasında çırpınır durur. Bilinen bir gerçektir: Yalancının mumu yatsıya kadar
yanar.
Hâlbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, son
derece mutedil bir davranışa malikti. Hiç yalan söylememiş, hiçbir zaman yalanı
hoş görmemişti. Yalan şahitliğinden nefret eden bir tabiata malikti. Onun
sözlerini ve hareketlerini büyük bir titizlikle takip eden ashabı, aptal ve
ahmak kimseler değildi. Bir ömür boyu aldanma hevesinde de değillerdi.
Rahatça itiraz eder, gerçeğe ve hadiselere uymayan konuları bahis
konusu yaparlardı.
Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hu-
deybiye seferine çıkarken gördüğü bir rüyasını anlatarak, tıraş olmuş halde,
Mescid-i Haram’a girdiklerini bildirmişti.
Müşrikler Efendimize karşı koyup da Mekke’ye girmesine izin
vermeyince, Hudeybiye mevkiinde bir anlaşma yapılarak geri dönmüşlerdi. Yolda
Ömer (radıyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi
buldu ve aralarında şu konuşma geçti:
-
Sen Allah’ın Rasulü değil misin?
-
Evet Allah’ın Rasulüyüm.
-
Peki bizim Mescidi Haram’a gireceğimizi söylemiştin?...
-
Bu sene gireceğiz dedim mi?..
-
Hayır.
-
O halde ey Ömer, ben Allah’ın Rasulüyüm ve tekrar ediyorum ki siz
başlarınız tıraş edilmiş halde Mescid-i Haram’a gireceksiniz.[199]
Bir tek hadise karşısında bu itirazı yapan büyük Ömer (ra-
dıyallahu anh), hayatı boyunca aldatılmaya razı olur muydu? Bu kadar insanın,
yıllar yılı süren yalanları fark etmemesi mümkün müdür?
Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin
nübüvvetini ilân ve tebliğ etmesinden on dokuz yıl sonra Şam’a ticaret
maksadıyla giden Ebu Süfyan, Rum imparatoru Herakliyus’un huzurunda, onun
suallerine cevap verirken, yalan söyler mi? Ahdine ihanet eder mi, gibi
sorulara –arka- sında bekleyen ve Herakliyus’a gerçeğe aykırı beyanat verdiği
takdirde işaret çekecek olan arkadaşlarından çekindiği için- Hayır
diye cevap vermiştir.
Davasını durdurabilmek için bir ömür tüketmiş olan Ebu Süfyan’ın
bile onun doğruluğu hakkındaki ifadesi bu iken, nasıl olur da Peygamberimiz
yalan söyleyebilir, kendi sözlerini Allah kelamıdır diye takdim edebilir ve
yirmi üç sene boyunca bütün halkı aldatabilirdi?
***
6
- Hatemül Enbiya Efendimiz tevazu sahibi bir insandı. Hayatı
boyunca, gerek nübüvvetten önce gerek sonra kibirli davrandığına dair tek
rivayet yoktur. İnsanlık tarihinde eşi görülmemiş bir hürmeti ashabından gören
fakat bu hürmet karşısında asla büyüklenme yolunu tutmayan, daima Allah’ın kulu
ve Peygamberi olduğunu ispat eder şekilde hareket eden Peygamberimiz, kendi
şahsıyla ilgili hiç bir şeyle öğünme yolunu tutmamış, başkasından üstün
olduğunu gösterecek hareketlere girişmemiştir. Nübüvvetinin son yıllarında
Medine’ye gelen ve güzel konuşma yolunda bir müsabaka teklif eden Temim
kabilesinin bu teklifine katılmamıştır.[200]
Daha önce veya daha sonra güzel konuşma yolunda herhangi bir müsabakaya
katıldığını anlatan bir rivayet yoktur. Buna rağmen:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, tebliğ ettiği
Kur’ân-ı Kerim’in bir benzerini hiç bir insanın meydana getiremeyeceğini, o
derece müessir ve belagatli sözü hiç kimsenin söyleyemeyeceğini defalarca ilân
etmiş durumdadır. Bu da yine tebliğ ettiği Kur’ân’da yer alan âyetlerin
ifadesiyle olmuştur. Edebiyat sahasında gerçek bir ün sahibi olan Mekke
halkına karşı, «De ki, şayet insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini
meydana getirmek üzere bir araya gelseler hatta birbirlerine yardımcı olsalar,
yemin olsun ki onun benzerini
meydana koyamazlar» (İsrâ, 17/88) diyerek büyük bir iddia ile
meydan okunmuştur. Daha sonra bu meydan okuyuş devam etmiş fakat Kur’ân-ı
Kerim’in tamamının değil on sûresinin benzeri istenmiş, bu da olmayınca bir tek
sûreye denk olan bir güzel söz istenmiştir. Fakat bütün bu teklifler Kureyş
kabilesi tarafından karşılıksız, cevapsız bırakılmıştır.
Kendi sözleri hakkında hiçbir iddia sahibi olmayan, fakat Allah
kelamı diye tanıttığı sözler için kıyamete kadar devam edecek olan geniş bir
zamanda ve bir tek sûresi gibi dar bir konuda büyük bir iddia ile ortaya
çıkmak...
Şayet Kur’ân Rasulullah’ın kendi eseri olsaydı, tarihin en büyük ve
zaferle sona eren iddiasını kendi şahsı için yapmasına ne gibi bir engel
bulunabilirdi?
7
- Peygamber Efendimiz, macera peşinde koşan, şan ve şeref davasıyla
ortaya atılan bir insan değildi. Böyle bir arzuya kapılmış olsaydı, Kureyş
bunu seve seve kabullenecekti. Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimize gelen Utbe b. Rebia; arzu ettiği takdirde Efendimizi sözünden çıkılmayan
bir kabile başkanı olarak kabulleneceklerini, servet, ihtişam... gibi akla
gelebilecek her çeşit maddi imkânları temin edebileceklerini anlatmıştı.
Efendimiz bu teklifler üzerinde hiç durmamış, sadece Allah’ın Rasulü olarak
vazifesini yapacağını ifade etmişti.
Aynı konuda amcasına söylediği söz şu idi: Vallahi amcacığım,
güneşi sağıma, ay’ı soluma koysalar (beni cihan padişahı yapsalar) bu işten
yine vazgeçemem...
Hâlbuki o günlerde Efendimizin ve ashabının durumu iç açıcı
olmaktan çok çok uzaktı. Ashab-ı kirama dayanılmaz işkenceler tatbik ediliyor
ve bu yolda ölenler oluyordu. Yurdunu terk etme mecburiyetinde kalanlar vardı.
En azından normal bir vatandaşın sahip olması gereken her türlü haktan mah-
rum şekilde yaşıyorlardı. Bu yaşayışta şan ve şeref düşüncesi
olamazdı.
Nübüvvetini ilân ettiği günlerde kırk yaşını doldurmuş bulunuyordu.
Bu yaş ise, macera hevesinin çoktan terk edildiği zamanları ifade eder. Efendimiz
olgunluk çağına ulaşmış bulunuyordu. Kaldı ki onun gençlik yılları bile, olgun
insanların gıpta edeceği bir olgunluk içinde geçmişti. Nübüvvetin gelişinden
sonra da bu olgunluk en mükemmel manasıyla devam etmiştir.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, nübüvvet davasını ve Kur’ân- ı Kerim’i
böyle bir heves uğruna meydana koymuş olsaydı, daha önce böyle bir arzunun
peşinde olduğunu gösteren hadiseler bulunurdu. Fakat Efendimiz Nübüvvet
davasını Yüce Mevla’nın emri, Kur’ân-ı Kerim’i de onun vahyi ile tebliğ ve ilân
etmiş bulunuyordu. Bu vazifeyi kabul etmemesi mümkün değildi. Kabul ettikten
sonra insanlar hoşlanmıyor diyerek bırakamazdı.
8
- Efendimizin Mekke’deki hayatı ve müslümanların uğradığı büyük
işkenceler herkesin bildiği hakikatlerdir. Bir taraftan müslümanlar dinlerini,
imanlarını koruyabilmek için etrafa hicret ediyor, diğer taraftan Efendimizle
onun etrafında çevrelenen bir grup insan, her türlü münasebetin kesilmesi
manasında bir boykotla karşılaşıyor, müslümanım diyen hiç kimse rahat bir nefes
alamıyor.
Böyle bir durumda, gelen vahiy, Kitab-ı Kerim’in ilelebet daim
kalacağını ilân ediyor. «Kur’ân’ı biz indirdik, onun koruyucuları da şüphesiz
ki yine biz olacağız» (Hicr, 15/ 9) diyordu.
Şayet bu âyetin masdar ve menbaı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) olsaydı, içinde bulunduğu durum ve ebediyete kadar devam edeceğini
vadettiği muhafaza meselesi nasıl beraberce düşünülebilirdi? Hiç bir
kelimesine noksanlık gelmeden, tebliğ edildiği kadar tazelik ve canlılığıyla
muhafaza etmenin
güçlüğü iyice düşünülmesi gereken bir husustur. Çünkü matbaanın
bulunmadığı, yazı malzemesinin son derece kıt olduğu bir devir. Etrafındaki
bütün salahiyet sahiplerinin hepsinin de kendine cephe aldığı, davasını
durdurma çabasına düştüğü bir insan. On üç senelik Mekke hayatı boyunca şartlar
gittikçe ağırlaşmış, düşmanca hareketler gittikçe artmıştır. Davasına hakikaten
görülmemiş bir samimiyetle sarılan bir insan bu şartlar altında ölünceye kadar
tebliğ ettiği kitabın muhafazasını temin edebilir diyelim. Ama kendi vefatından
sonra bu muhafaza meselesini neyle garanti edebilirdi?
Ortada tahrif edilmiş kitaplar, yıkılmış medeniyetler, isimleri
bile unutulmuş saltanatlar var... Hâlbuki bu kitabı tebliğ eden zat, tebliğ
ettiği kitabın hiçbir zarara uğramadan muhafaza edileceğini, bunu bizzat kitabı
gönderen Allah’ın yapacağını ifade eden âyeti çekinmeden ilân ediyor.
Tarih ve zaman, ortaya konulan bu iddianın doğruluğunu hiç şüpheye
yer bırakmayacak şekilde ispat etmiştir. Çeşitli milletlerde dine ve ahlâka
dayanmayan ve türlü davranışlar altında kendini gösteren düşmanca hareketler
rahatlıkla püskürtülmüş, ona uzanan eller netice itibariyle pişman
edilmişlerdir.
En güç şartlar altında bulunduğu zamanlarda bu kitabın layıkıyla
muhafaza edileceğinin ilân edilmesi ve aradan bin dört yüz senenin bu iddiayı
doğrulayacak şekilde geçmesi ne ile izah edilecektir?...
Bu sorunun doğru cevabını verebilmek için ya Peygamber Efendimizin
gaybı bildiğini ve gelecekte neler olacağını buna dayanarak haber verdiğini
kabul etmek ya da onu kendine Allah Taalâ’nın vahyettiğine inanmak gerekir.
Bunun üçüncü bir yolu yoktur.
Şimdi Hazret-i Peygamberin, gaybı bilip bilmediği meselesi
üzerinde duralım: Bu konuda bize bilgi verecek olan bizzat tebliğini yaptığı
kitap ve kendi yaşayışıyla sözleri olmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetleri ve Peygamberimiz’in hadisleri,
zat-ı Risaletin gaybı bilmediğini ittifak halinde bildirmektedir. Bu konuda
aşağıya meallerini aldığımız âyetler en açık bilgiyi verecek delillerdir:
a)
«De ki, size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben
gaybı bilmem, size bir melek olduğumu da söylemem. Ben, bana vahyolunan
Kur’ân’dan başkasına uya- mam. De ki görmeyenle gören bir olur mu?... Hiç
düşünmüyor musunuz?» (En’am, 6/50)
b)
«De ki, ben Peygamberler içinde ilk defa gelmiş biri değilim. Bana
ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben bana vahyedilenden başkasına uymuyorum.
Ben Allah’ın azabıyla korkutan bir peygamberden başkası da değilim.» (Ahkaf,
49/9)
c)
«De ki göklerde ve yerde Allah’tan başka gaybı kimse bilmez. Onlar
ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.» (Neml, 27/65)
d)
«De ki, ben ancak sizin gibi bir insanım. Şu kadar ki bana
ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit
ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir kimseyi ortak tutmasın.»
(Kehf, 18/110)
Bu âyetlere ilave olarak şu iki hadiseyi zikretmekte fayda vardır:
a)
Tebuk seferi esnasında Efendimizin devesi kaybolmuş, bulunamamıştı.
Bu durumu münafıklar hemen değerlendirdiler. Gökten haber vermeye çıkıyor.
Rabbinden gelen âyetleri tebliğ ettiğinden bahsediyor, halbuki bindiği
devesinin nerede olduğundan habersiz. Bu nasıl iştir anlaşılmaz... gibi yakışıksız
sözler söylediler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin ashabı, bu
sözleri duyunca üzüldü. Gelip Efendimize durumu anlattılar. Efendimiz onları
teselli etti. Ben ancak bir insanım, gaybı
bilmem. Allah Taalâ neyi bildirirse onu bilirim. Evet şu anda
Cibril-i Emin geldi ve devenin bulunduğu yeri haber verdi, buyurduktan sonra
tarif etti, yuları bir ağaca takılmış kalmıştır, diyerek ashabını gönderdi.
Tarif ettiği yerde, anlattığı şekilde buldular.
b)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Medine’ye
hicret ettikten sonra, Kureyş tarafından Şam taraflarına gönderilen ticaret
kervanlarını ele geçirmek için defalarca Medine’den ayrılmış ve yola
çıkmıştır. Bunların hiçbirinde kervanla karşılaşmak bile mümkün olmamıştır.
Şayet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz gaybı
bilseydi bu kervanlara ulaşamayacağını bile bile, sırf yorgunluğunu çekmek
için yanında bu kadar ashabıyla birlikte yerini yurdunu terk eder miydi? Yahut
gaybı bilseydi, tam onların geçeceği yere, geçecekleri saatte varma yollarını
olsun aramaz mıydı?
Ashab-ı Kiram’ın Kur’ân’ı öğrenenlerinden birçoğu, Bi’r-i Meûne
denilen yerde, bir baskın sonucu şehit edilmişlerdi. Bunlar, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize gelerek dinlerini öğrenmek üzere,
muallim gönderilmesini arzu eden bir kabileye, İslâmı anlatmak üzere gönderilen
seçkin bir sahabe topluluğu idi. Onların yolda böyle bir tecavüze uğrayacaklarını
Efendimiz bilse gönderir miydi?... gönderse, en azından filan yerde baskına
uğrayacaklarını olsun haber vermez miydi?.. Yahut ashabını böyle bir tuzağa
düşürme hevesiyle gelenleri daha Medinede’yken yakalatıp gerekli cezayı verme
yolunu tutmaz mıydı?...
Daha bu konuda sayılabilecek pek çok misal Efendimizin gaybı
bilmediğini, ancak Allah Taalâ’nın bildirdiği kadarını bildiğini ifade
etmektedir.
***
c)
- Meselenin bir de geçmişe ait tarafı vardır. Maziye ait olan bu
kısım, istikbale ait olandan daha az önemli değildir. Şöyle ki:
Efendimizin bütün hayatı, Mekke ehlinin gözleri önünde geçmiş
bulunmaktadır. Okumadığı, yazmadığı herkesçe bilinmektedir. Zaten Mekke’deki
kültür seviyesi fazla bir bilgi elde etmeye müsait değildir. Okuma isteğinde
olana da, okumayandan fazla bir şey kazandıracak bir ilim ve irfan mevcut değildir.
Bundan dolayıdır ki, Nebiyy-i Ekrem Efendimizi susturabilmek için ilmi yoldan
bir iki sual sorma hevesine kapıldıklarından, Medine’ye adam göndererek
oradaki Yahudilerden yardım alma mecburiyetini hissetmişlerdi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin kırk yaşına
kadar okumadığı, yazmadığı, ilim adamlarının sohbetlerinde bulunmadığı kesin
olmakla beraber, Kur’ân’da geçmişe dair pek çok bilgi mevcuttu. Bu bilgiler,
Efendimizin doğduğu yılda meydana gelen Fil hadisesinden başlıyor, yüzyıllar
öncesi yaşamış Peygamberlere ve onun kavimlerine uzanıyordu. Hatta insanlığın
ilk yaratılışına, ilk insan olan Hazret-i Âdem’e dair bilgi veriyordu.
Bu bilgiler doğruydu, gerçeklere uygundu. Böyle olmasaydı,
Hazret-i Musa’ya ve İsrail oğullarına dair verilen geniş bilgiler karşısında,
Yahudilerin sessiz sedasız durmaları, itiraz etmemeleri beklenebilir miydi?..
Kaldı ki onlar, bile bile İslâm Dini’nde kusur aramaya kalkan, Efendimize ve
müslümanlara karşı derin bir haset ve kin duygusuyla dolu olan kişilerdi. Bu
bilgilerde gerçeklere uygun olmayan en küçük cihet değerlendirilir, dillere
destan edilir, yanlış bilgi verildiği âleme yayılırdı.
Hıristiyanlar için Hazret-i Meryem ve Hazret-i İsa (aley- hisselam)
hakkında verilen bilgiler de aynı. Onlar da bu konuda verilen bilgilere karşı
çıkamamış, itiraz etme imkânını bulamamıştı.
Daha önceki Peygamberlerin ibret dolu yaşayışları, onlarla kavimleri
arasında geçen hadiseler bu arada söylenen sözlere varıncaya kadar ince
teferruat Kur’ân’da yer almış bulunuyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in, bu teferruat bir tarafa, o peygamberlerin isimlerini
bilmesi bile söz konusu değildi. Nitekim bu konuda Kur’ân-ı Kerim’in şu
âyetlerini okumakta fayda vardır:
a)
«... Sen kitap nedir, iman nedir bilir değildin.» (Şura, 42/52)
b)
«Sen bundan önce hiçbir kitabı okur değildin, onu sağ elinle yazmış
da değildin. Şayet böyle olsaydı, davanı iptal etmeye kalkışanlar şüpheye
düşerlerdi» (Ankebut, 29/48)
c)
«Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerin- dendir. Hâlbuki
Meryem’i hangisi himayesine alacak diye onlar kalemlerini atarlarken sen
onların yanında değildin. Bu hususta çekişirlerken de sen yanlarında yoktun»
(Âl-i İmran, 3/44)
d)
«Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberle- rindendir. Onları
daha evvel sen de bilimiyordun, kavmin de. O halde ey Rasulüm sabret. İyi sonuç
şüphesiz Allah’a saygı ve hürmet besleyenlere aittir» (Hud, 11/49)
***
e)
- Kur’ân-ı Kerim, cehaletin en son raddesine kadar inmiş, ilim
irfan adına hiçbir hususiyeti olmayan bir kavme hitap ederek gelmiş, onların
hiç yadırgamayacağı «ne dediğini anlamıyoruz» diyemeyeceği bir kitap olarak
baş tacı edilmiş, kendisiyle amel edenleri insanlık örneği yapmış, fazilet
rehberleri haline getirmiştir. Bununla beraber bu şerefli kitap, ilmin ve
tekniğin zirvesine tırmanmakta olan, gökleri yırtar- casına yükselmek için
uğraşan milletlere de aynı canlılık ve tazelikle hitap etmektedir. Her milletin
bünyesine uygun, her zaman ve mekânda tatbik imkânı olan fazilet dolu hükümler
ihtiva ediyor.
Hicretin on dört asrını geride bıraktığımız bu günlere kadar
durmadan terakki eden, her gün yeni yeni keşiflerde bulunan ilim âleminde, bu
kitabın ahkâmıyla, zıddiyet teşkil eden bir netice alınmış değildir. Aksine
varılan neticeler, onun ilahi kitap olduğunu, daha açık, daha kuvvetli bir
şekilde ortaya koymaktadır. Onun karşısında hayranlığını ifade eden ilim
adamlarının sayısı artmaktadır.
İlmin aslı ve kökü olan kanunları eşyaya ve kâinata koyan Allah
Taalâ’dır. Bu Kitabı Kerim’i gönderen de yine O... Biri madde âleminin kanunu,
diğeri mana âleminin nizamı... Madde âleminde yükselmek için Allah’ın eşyaya ve
kâinata koyduğu kanunların bilinmesi ve uyulması lâzım. Mana âleminde
ilerlemek de, bu kitabın ahkâmını rehber kılmaya bağlı.
Her iki kanunun membaı ve kaynağı aynı, sahibi aynı. Öyle ise kabul
etmek gerekir ki madde âlemine kudret ve hikmetinin eseri olarak bu kanunları
koyan Yüce Mevla, mana âleminin kanununu onların zıddına göndermez. Bu kanunlar
ruh ile beden gibi birbirine sarılmış, birbirini sarmış durumdadır. Etin
tırnağa bağlılığından daha sıkı bir münasebet vardır arada. Bakan göz, düşünen
akıl her iki tarafta da ilahî imzayı daima görür; her birinin Yüce Mevlâ’ya
götüren, onun kudret ve azametini anlatan birer âyet olduğunda şüphe etmez. Her
Kur’ân âyeti ve her madde kanunu, netice olarak Allah’ın şanı noksan
sıfatlarından münezzehtir diye haykıran birer mucize. «Sen dağları görür ve onları
yerinde durur sanırsın. Hâlbuki onlar bulut gibi geçip gider» (Neml, 27/88)
âyetinde yeryüzünün hareketini ve devrini, «Biz parmak uçlarını bile tesviye
etmeye kadiriz» (Kıyame, 75/4) âyetinde, parmak izlerinin önemini, «Biz
aşılayıcı rüzgârlar gönderdik» (Hicr, 15/22) âyetinde nebatların da insanlar
gibi erkek ve dişi olmak üzere çift yaratıldığını... anlattığı günlerde
insanlığın bu gibi hakikatlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.
Bu gibi hakikatleri Allah Taalâ bildirmedikçe, ömrü boyunca okuyup
yazmamış, çevresinde hiçbir ilmî hareket bulunmayan bir insanın bilmesi söz
konusu değildi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, şayet kendi
sözlerini Allah kelamıdır diye takdim etse ve belli bir zamana kadar insanları
kandırmış olsaydı, yüzyıllar boyu insanların devamlı kandırılması neyle izah
edilebilir?
Kaldı ki, aslında müslüman olmayan, fakat tarafsız bir gözle, sırf
ilmî bir düşünce altında Kur’ân-ı Kerim'i inceleyen ilim adamları, onun insan
üstü bir hususiyet arz ettiğini itiraf etmeyi bir vicdan borcu bilmektedirler.
«Kur’ân’ın İngilizce mütercimi Rodwil diyor ki:
Kur’ân’ı okudukça onun bizi meshur ettiğini ve hayretlere
düşürdüğünü, nihayet bize, üstünlüğünü teslim ettirdiğini ve huzurunda bizi
secdeye kapandırdığını görürüz. Kur’ân’ın temas ettiği mevzular ve güttüğü
maksatlar itibariyle üslubu temiz, yüksek ve haşyet vericidir. Belagat
bakımından bu eser, en yüksek şahikadadır»
«1926 senesinde Fransız Eğitim ve Dışişleri bakanlarının emriyle
yapılan Fransızca Kur’ân tercümesinin mukaddimesinde deniliyor ki:
Kur’ân’ın üslubuna gelince o şüphesiz ki yüce ve ulu Hâlik’in
üslubudur. Zira kendisinden böyle bir üslup sâdır olacak varlık, ancak kâinatın
sırlarına vâkıf bulunan Cenab-ı Allah olabilir. Vâki olan hakikat şudur ki: onda
şek ve şüphe üzere olan muharrirler bile onun beyanının tesir i sultasına boyun
eğmişlerdir. Yeryüzüne yayılmış olan üç yüz milyon müslüman üzerinde onun nüfuz
ve sultası o derecededir ki, bütün misyonerler, şimdiye kadar bir müslümanın
onu beğenmeyerek dininden döndüğünü ispat edecek bir hadise gösterememişlerdir.»
İnsanlığın hidayeti için Hazret-i Muhammed’e vah- yolunan Kur’ân,
hikmetle dolu, parlak bir eserdir. Muham- med’in hakiki Peygamber olduğunda şek
ve şüphe yoktur. Bundan başka Muhammed, öyle yüksek ilâhi Peygamberdir ki,
Allah’ın iradesine tevfikan, müslümanlık gibi dünya çapında bir dini tesis
etmiş ve onun tesisinde Allah’ın inayetine nail olmuştur. Neticede onun dinini
kabul edenlerin sayısı üç yüz milyonu aşmış ve müslümanlar, atlarının
nallarıyla Roma imparatorluğunu çiğnedikten sonra, mızraklarının ucu ile de,
dalaleti kökünden kazımışlar, nihayet şark ve garbın en azametli devletleri
bile onun karşısında titremişti.
Yeni ilimlerin keşifleri veyahut yeni ilimlerin yardımıyla hallolunan
veyahut hallolunmalarına uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki
İslamiyet’in esaslarıyla tearuz etsin. Bizim Hıristiyanların Hıristiyanlığı
tabiat kanunlarıyla telif etmek için sarfettikleri gayrete mukabil, Kur’ân-ı
Kerim ve onun talimatı ile tabiat kanunları arasında tam bir ahenk
görülmektedir.»[201]
Buraya kadar saydığımız deliller karşısında müşriklerin «Kur’ân’ı
uydurup Allah’a iftira etti» gibi sözlerinin sadece bir iftira olduğu yeteri
kadar açığa çıkmış durumdadır. Kur’ân-ı Kerim, lafzıyla, manasıyla, her şeyiyle
Allah kitabıdır.
KUR’ÂN'I
BAŞKASININ YAZDIRMASI
Müşriklerin ortaya attıkları bir iddia da, Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’ın, Kur’ân-ı Kerim’i, Cebr ismindeki Arap asıllı olmayan bir
Rum’dan öğrendiği, onun yanına gide gele yazdırdığı oldu.
Bu iddia, kendilerinin gülünç hale düşmesinden ötede bir mana ifade
edemezdi. Çünkü bu iftiranın cevabı Kur’ân’da şöyle veriliyordu: «Yemin olsun
ki biz onların, bunu ona bir insan öğretiyor, diyeceklerini biliyoruz. Hak’tan
sapıp yöneldikleri, Kur’ân’ı öğretiyor dedikleri kişinin dili yabancıdır. Bu
Kur’ân ise açıkça Arapça bir dildir» (Nahl, 16/103)
Cebr, Mekke’de demircilikle meşgul olan bir Hıristiyan’dı. Sonradan
gelip yerleştiği Mekke’de, güzel konuşabilmek bir tarafa, ancak çat pat derdini
anlatabilecek kadar konuşabilmekteydi. Bu akılsızca iftirayı, hakkında Kur’ân
âyeti inecek kadar yaygınlaştıran müşrikler, aslında kendi şaşkınlıklarını
ortaya koymuş oluyorlardı.
1
- Bu adam Hıristiyan’dı. Hıristiyanların da aleyhine olmak üzere
âyetler ihtiva eden bir kitabı yazdırır mı? diye dü- şünemiyorlardı.
2
- Bu adam kendi derdini anlatacak kadar Arapçayı bilmiyor, nasıl
olur da edebiyatçıları dize getirecek bir eser bu adamın dilinden dökülebilir,
diyemiyorlardı.
3
- Şayet Kur’ân’ı gerçekten o yazdırdıysa, para mukabilinde yahut
baskı yaparak birkaç âyeti yazdrıvermek ve meseleyi hemen oracıkta bitirmek
zor olmazdı. O da olmadı mı, o Hıristiyan’ı ortadan kaldırıverince kaynak
kurutulmuş olur, iş biterdi. Ebu Talib gibi arkası olan bir insanla
uğraşmaktansa, kimsesiz bir köleyi bertaraf etmek söz bile değildi.
4
- Bu mütevazı köle, ortalığı birbirine katan bunca hadise sürüp
giderken, bir defa bile ortaya çıkıp, «işte bunları ona yazdıran benim. O benim
eserimdir» dememişti. Kim böyle büyük bir eseri başkasına kaptırmayı ister de
hiç ses çıkarmadan dururdu.
Kısacası, müşrikler bu iddialarında samimi değildiler. Düşünen
insanları tatmin edebilecek bir iddia ile ortaya çıkmış sayılmazlardı.
PEYGAMBERMİZ’E İTİRAZLAR
1
- «Bize bundan başka bir Kur’ân getir ya da o getirdiğin Kur’ân’ı
değiştir...» (Yunus, 10/15) demişlerdi.
Putlara toz kondurmayan ve onların -cansız varlıklar olması bir
tarafa- ilah olduklarından bahseden, âhiret hayatını, ceza ve hesabı mevzuu
bahis etmeyen bir kitap istiyorlardı. Bu kitap müşriklerin her yaptıklarını
güzel bulan, onlara alkış tutan bir kitap olmalıydı. O zaman gönülden inanacak
tasdik edeceklerdi.
Ama bu nasıl mümkün olurdu?.. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) onun bir tek kelimesini değiştirmek hakkına sahip değildi.
Nitekim bu isteğin cevabı âyet-i kerimede verildi: «De ki onu
kendiliğimden değiştirmek benim için mümkün değil. Ben ancak bana vahyedilene
tabi olurum. Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım. De
ki eğer Allah dileseydi ben onu size okumazdım, onu size bildirmezdim. Ben
daha önce sizin aranızda bir ömür boyu durdum, hâlâ düşünmüyor musunuz?»
(Yunus, 10/15, 16)
2
- Bir başka itiraz da Kur’ân’ın kime ineceğiydi.
«Bu Kur’ân iki şehrin büyük adamlarına indirilmiş olsaydı,
dediler.» (Zuhrûf,43/31 )
İki şehrin büyüğünden maksat Mekke’de Velid b. Muğire
yahut Utbe b. Rebia, Taifte ise Urve b. Mes’ud Sakafî yahut Kinane
b. Abdi Yalil idi.
Böyle olsa yakışırdı, peygamber olarak seçilmeye, sözü tutulmaya
lâyık bir adam bulunmuş olurdu, biz de iman ederdik... demek istiyorlardı.
Bu sözlerinde haklı değildiler. Onlar Kur’ân’ın insanları nelere
davet ettiğini düşünmek bile istemiyorlar, sadece mal ve mülk sahibi, kabile
reisi olmasıyla temayüz etmiş kişilerle hakkı ölçmeye çıkıyorlardı. Allah’a ve
kitabına, Allah için değil, hak olduğu için değil, filan kişinin hatırı için
iman edeceklerini söylemek istiyorlardı.
Halbuki Mekke’de büyük olarak gördükleri Velid b. Muğire hakkında
indirilen âyetlerde, onun birçok fena hususiyetleri sayılıp dökülmüş, bunlara
kimsenin itirazı olmamıştı. Şu âyetler onun hakkında inmişti; «Onlar temenni
ederler ki sen kendilerine yumuşaklık gösteresin de onlar da sana yumuşak
davransınlar. Yemin eden, Allah yanında değersiz, ayıp araştıran, koğuculuk
yapıp söz gezdiren, insanları hayırdan alıkoyan, hukuka tecavüz eden, günaha
dadanan, bununla beraber kaba ve soysuz olan herhangi bir kimseye, mal ve
evlat sahibi olması sebebiyle itaat etme» (Kalem, 68/10-15)
Bu âyetlerin Velid b. Muğire, Ebu Cehil, Esved b. Abdi Yeğûs, Ahnes
b. Şerik gibi müşrikler hakkında indirildiği nakledilmiştir. Bu adamlar
zamanlarının ileri gelen ve sözü tutulur diye bilinen şahıslarıydı. İçlerinden,
«Ben bu sıfatları taşımıyorum, bana iftira ediliyor...» gibi bir itirazı
yükselten bulunmamıştı. Her birinin bu âyetlerde bahsedilen huylardan yeteri
kadar nasibi olduğu meydandaydı.
3
- «İnkâr edenler dediler ki, şu Kur’ân bir indirilişte indirilmeli
değil miydi?..» (Fürkan, 25/32)
Dedikleri gibi indirilmiş olsa iman mı edeceklerdi? Hiç böyle bir
düşüncenin sahibi değildiler. Bir indirilişte toptan
Kur'ân'a ve Peygamberimiz'e İtirazlar indirilmiş olmanın getireceği
ne gibi faydalar olabilirdi ki, iman etmelerine sebep olsun? Hâlbuki Kur’ân’ın
âyet âyet, sure sure indirilmesinin pek çok fayda ve hikmeti vardı:
Çoğu zaman Kur’ân âyetleri, belli bir hadisenin hükmünü beyan etmek
üzere indiriliyordu. Hal böyle olunca o hadise hakkında daha açık, daha belirli
bir hükme varma imkânı olduğu gibi, Kur’ân âyetlerinin daha iyi anlaşılması,
manasının daha güzel kavranılması mümkün oluyordu. İnsan hayatında durum daima
böyledir. Söylenen bir söz hatırlanmadığı zaman «Bu sözü söylerken şöyle bir
hadise olmuştu» denildiği zaman insan çoğu defa o sözü de hatırlar. Borcunu
ödemiş olan bir kişi, alacaklının parayı almadığını iddia etmesi üzerine, o
anda ne gibi hadisenin olduğunu hatırlatır, «o anda babandan mektup gelmişti...
Telefonda şöyle bir mesele konuşuyordun... Tam o anda kapının önünde şöyle bir
kavga olmuştu...» gibi bir hatıranın sıralanması, geçmişin daha rahatlıkla
hatırlanmasını sağlar.
Kur’ân, yüzyıllar boyu koyu bir cehalete dalmış, Peygamber sesi
duymamış bir topluma indiriliyordu. Alışageldikleri pek çok batıl âdetler,
an’aneler vardı.
İbadet diye değer verdikleri bir sürü manasız hareketler onların
gönüllerine yerleşmişti.
Kur’ân bütünüyle bir anda gelmiş olsaydı, eski hayatı hemen, her
şeyiyle birlikte bırakmaları ve İslamın getirdiği her emri kusursuz icra
etmeleri istenseydi asıl o zaman itirazlar yükselir, biz bütün bunları nasıl
yaparız?... Bizden gücümüzün yetmeyeceği şeyler isteniliyor... gibi makul
itirazları yapmaları mümkün olurdu.
Nitekim Yüce Mevla da, insanları güçlerinin yetmeyeceği veya pek
zorlukla katlanacakları bir durumla karşı karşıya getirmemek için Kur’ân
ahkâmını yirmi seneden daha geniş bir süre içinde, alıştıra alıştıra, yavaş
yavaş göndermiş bulunu-
yordu. Gerek yasak edilenler, gerekse yapılması istenilenler belli
bir düzen ve intizamda takdim edilmiş, iman edenlerin «Artık bunu yapmaya bizim
tahammülümüz yok...» diyecekleri bir hüküm getirilmediği gibi zaman ayarlaması
da mükemmel olmuştur.
Bu konu daha evvel «Güç yetmeyen amellerin teklifi» başlığı altında
daha geniş şekilde işlenmişti. Kur’ân’da bir takım hadiselere dair izahlar
bulunuyordu. Hazret-i Aişe’ye yapılan iftiraya karşı mü’minlerin takınmaları
gerekli tavır, Peygamberimize şarap, kumar, haram aylar, kıyamet, kelale...
gibi konularda sorulan sorular ve cevaplar, yine Peygamber Efendimizi yapılan
iftiralardan dolayı teselli eden âyetler ve benzeri birçok şeyler.
Kur’ân bir defada indirilmiş olsaydı o zaman bu gibi meseleler
kolaylıkla anlaşılamayacağı gibi, müşrikler devamlı surette itiraz eder, alaya
alırlardı. Ortada vaki olmamış birçok hadise ve bunlara verilen cevaplar…
Bu arada Kur’ân-ı Kerim’in üstün belagati karşısında ezilen, bir
benzerini getirme teklifi karşısında aczini anlayan müşriklerin, gelen her
âyetin kendilerine ayrı bir darbe daha vurduğunu bilmiyor değillerdi. Aslında
onlar, «Kur’ân ona bir indirilişte indirilmeli değil miydi...» gibi bir itirazı
ortaya sürerken, bir indirilişte geldiği takdirde iman edeceklerinden değil,
böylece her gün ayrı bir yenilginin acısını tatmaktansa, bir defa mağlubiyeti
tatmaya çoktan razı olduklarını anlatmak istiyorlar, bu arzularını bir başka
biçimde ortaya sürüyorlar, âyet âyet gelmesini bir kusur imiş gibi göstermeye
çalışıyorlardı.
4
– «Rahman olan Allah dileseydi biz o putlara ibadet etmezdik...»
(Zuhruf, 43/20) demeye çıkmışlardı.
Kabahat Allah Taalâ’ya yüklenmek isteniyordu. Allah bizim o
putlara ibadet etmemizi murad etti. Şayet dilese onları ibadetten alıkordu
manası kasdediliyordu. Allah Taalâ, yarat-
tığı kulunun kendinden başkasına ibadet etmesine nasıl razı olurdu?
Razı olursa bu kadar Peygamber göndererek onları kendine ibadet etmeye davet
eder miydi? Gerçek şu idi ki Allah insanı, dilediğine ibadet edecek derecede
hür ve serbest yaratmış, Peygamberleri vasıtasıyla doğru yolu göstermiş, fakat
seçimi kuluna bırakmıştı. İnsan hür bir iradeyle diğer bütün varlıkları
bırakıp Mevla’sına yönelmezse, bunun ne gibi bir değeri olurdu?
Allah bütün insanları kendinden başkasını tanımayan kullar olarak
yaratabilirdi. Herkes ona ibadet eder, başını secdeden kaldırmazdı. Ama bu,
kulun iradesiyle değil, Allah’ın iradesiyle olmuş olurdu.
Allah Taalâ da, kullarından bir kısmını zorla iyiliğe, diğerlerini
de fenalığa yöneltmezdi ki...
Nitekim onların bu sözlerinin nakledildiği Zuhruf sûresinin bu
âyetinde Yüce Mevla şöyle buyuruyordu: «Onların bu konuda bir bilgileri yok.
Onlar ancak zan ve tahmine dayalı yalan söz uyduruyorlar. Yoksa biz onlara
Kur’ân’dan evvel bir başka kitap mı verdik ki ona sarılıp böyle
konuşuyorlar?... Daha doğrusu onlar, babalarımızı bu yolda bulduk. Biz de onların
izlerince gideriz, demişlerdir.» (Zuhruf, 43/ 20-22)
Onların hakka bağlı kalma yerine, suyu yokuşa tutma derdinde
oldukları şu âyette pek güzel açıklanmaktadır: «Onlara bir âyet geldiği zaman
Allah’ın peygamberine verilen vahiy bize de verilmedikçe asla inanmayız
dediler. Allah Peygamberliği koyacağı yeri daha iyi bilir. Bu cürmü işleyenlere,
Allah yanında bir horluk ve değersizlik, bir de şiddetli bir azap isabet
edecektir» (En’âm, 6/124)
Bu konuyu şu âyet daha açık şekilde anlatmaktadır: « Şayet biz sana
kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirsek ve onlar da bu kitabı elleriyle
tutmuş olsalar, yine de inkâr edenler bu başka değil, apaçık bir sihirdir,
derlerdi» (En’âm, 6/7)
Nitekim bu mealde bir söz, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sel-
lem) Efendimize Abdullah b. Ebî Ümeyye tarafından söylenmişti. Hadise şöyle
cereyan etti:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizden bir mucize
istemişlerdi. Bu mucize onların teklifi üzerine gökte ayın ikiye ayrılması ve
daha sonra tekrar birleşmesi şeklinde cereyan etmiş, daha önce iman edeceklerine
söz vermiş olanlar, bu sözü hiç söylememiş gibi kendilerini bir tarafa
çekivermişlerdi. Aradan birkaç gün geçip de, ay yarılma hadisesinin dışardan
gelenler tarafından da görüldüğünü öğrenmiş, mağlubiyeti acı şekilde
tattıklarını anlamışlardı. Artık Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizi, olmayacak tekliflerle oyalamaktan başka yapacak işleri kalmamıştı.
Görüşmek istediklerini bildirdiler. Efendimiz geldiği zaman içlerinden biri
söz aldı, yine Efendimizi suçlayan bir dille, ilahlara dil uzattığı, akıllı
kişileri düşüncesizlikle suçladığı, toplulukları dağıttığı gibi konuları
sıraladı. Daha önce Utbe b. Rebia tarafından söylenildiği gibi, mal, servet,
saltanat... istiyorsan diyerek teklifler sıraladı.
Efendimiz cevap olarak şöyle buyurdu: Sizin söylediklerinizin
hiçbiri bende yok. Mallarınızı ele geçirmek, şeref sahibi olmak, saltanat
kurmak gibi bir dileğim yok benim. Fakat Allah Taalâ beni size Peygamber olarak
gönderdi, kitap indirdi. Sizin için nimet ve mağfiret müjdecisi, azap habercisi
olmamı emretti. Ben size Rabbimin risaletini tebliğ etmiş, hakkınızda
samimiyetle hayır dilemiş bulunuyorum. Eğer size getirdiğim bu dini kabul
ederseniz, dünya ve âhirette elde edeceğiniz en büyük nasibiniz odur. Eğer
kabul etmezseniz sizinle benim aramda Allah Taalâ hükmünü verinceye kadar
sabrederim.
İçlerinden biri şöyle dedi:
Ya Muhammed, bu senin dediklerini kabul etmemiz mümkün değil. Sen
de biliyorsun ki yurdumuz pek dar. Geçimimiz
kıt. Rabbinden iste şu dağları biraz yürütsün, yurdumuzu genişletsin,
Şam ve Irak’taki gibi ırmakları akıtsın bolluğa, berekete kavuşalım. Geçmiş
babalarımızı diriltsin, bu arada Kusayy b. Kilâb’ı da isteriz. Dürüst bir
ihtiyardı o. Senin bu kitabını ona soralım hak mıdır, batıl mıdır diyelim.
Eğer senden istediklerimizi yaparsan ve Kusayy da senin dinine hak
dindir derse seni tasdik edelim, batıldır derse seni yalanlayalım.
Daha buna benzer bir çok teklifler sıraladılar. Peygamber Efendimiz
bu istekler karşısında şu cevabı vermişti:
Benim vazifem bu değil. Benim vazifem tebliğ etmektir. Kabul
ederseniz dünyada ve âhirette elde edebileceğiniz gerçek nasibiniz işte odur.
Kabul etmezseniz sizinle benim aramda Allah Taalâ hükmünü verinceye kadar
sabreder, onun şerefli emrini yerine getirmeye gayret ederim.
Bundan sonra yapılan teklifler yine hep aynı mealde devam etti:
-
Peki bunu kabul etmediğine göre kendine ait bir şeylerin olsun.
Rabbinden iste, gelip senin peygamberliğini tasdik edecek bir melek göndersin.
Bize karşı seni korusun. Bu melek bize altından, gümüşten saraylar, bahçeler
yapsın. Biz de sana istediğin hususlarda yardımcı olalım...
-
Göğü üzerimize parça parça indir. Eğer bunu yapmazsan senin
peygamber olduğuna asla inanacak değilim.
-
Allah’ı ve melekleri karşımıza getir.
-
Gökyüzüne çıkmalısın.
-
Yaldızlı bir evin olmalı...
Bu gibi manasız ve neticesiz teklifler karşısında Efendimiz oradan
kalktı, gitti. Ardından gelen Abdullah b. Ebi Ümeyye, Efendimize şunları
söyledi:
-
Ya Muhammed, kavmin sana bu kadar şey teklif etti,
kabul etmedin. Sonra kendileri için bir şeyler istediler ki senin
Allah yanında dereceni bilmiş olsunlar, onu da yapmadın. Vadettiğin azabı hemen
getirmeni istediler, olmadı. Yemin ederim ki sana asla inanmayacağım. Ta ki
gökyüzüne bir merdiven dayayasın, oraya benim gözlerimin önünde çıkasın ve yazılı
bir sahifeyi alıp getiresin. Yanında dört tane melek de senin Peygamber
olduğuna şahitlik yapmak üzere insinler... Evet tekrar yemin ederim ki, bunları
yaptığın takdirde yine sana inanacağımı, seni tasdik edeceğimi sanmıyorum.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz onlarla ilk defa
tanışmış, peygamberliğini ilk defa anlatmış değildi. Şayet böyle olsa «haklı
olarak inanabilmek için bir mucize istiyorlar» denilebilirdi. Ama gördükleri
mucizeler yeter, hatta artar derece idi. Onların hiçbirini saymayan, yeniden
mucize istemeye kalkanların maksadı da «şayet bu istediğimiz mucizeyi
gerçekleştirirse ona iman edelim» şeklinde değildi. Sadece eğlenmek, sadece
suyu yokuşa tutmaktan ibaretti. Aklını kullanan için, hakikate boyun eğen için
yeteri kadar mucize gösterilmiş bulunuyordu. Abdullah b. Ebî Ümeyye’nin
yaptığı hareket ve söylediği söz, inkarcılığın, ahlâksızca davranışın tam bir
numunesiydi. Çünkü o da bu şehre yeni gelmiş, bu toplantıyı ilk defa izlemiş
değildi. Nübüvvet davası başladı başlayalı meseleyi ta başından itibaren adım
adım izlemiş olanlardan biri de kendisiydi.
***
Bu konuda samimi ve hakka itaatkâr olmadıklarını gösteren daha pek
çok misal bulma imkânı vardır. Ancak maksadın anlaşılması için bu bölümde
verilenler ile diğer konularda bahsedilenler yeterlidir.
Onların kıyametteki halini anlatan Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
«Onları toplu halde bir araya getireceğim ve sonra da kendilerine; nerede o
inandığınız ortak tanrılarınız diyeceğim gün... Evet sonra onların bulabilecekleri
çare
Rabbimiz Allah’a yemin ederiz ki biz müşrikler değildik... demekten
başka bir şey olmayacaktır. Bak onlar kendilerini nasıl yalanladılar ve uydurup
iftira ettikleri tanrılar onlardan nasıl ayrılıp uzak kalıverdi?...» (En’âm,
6/22-24)
Bir başka âyette onların şu hali anlatılır: «Onları cehenneme
karşı durdurulmuş haldeyken bir görseydin... Şöyle diyecekler: Ne olurdu, bir
daha dünyaya döndürüleydik ve Rabbimizin âyetlerini yalan saymayaydık ve
müminlerden olaydık... Doğrusu şu ki onların öteden beri gizlemeye, üzerini
örtmeye çalıştıkları hakikatler gözlerinin önüne gelmiştir. Fakat şayet onlar
tekrar dünyaya döndürülseler nehyedildik- leri şeylere mutlaka döneceklerdir.
Onlar yalancılardır. Onlar gerçek olan sadece dünya hayatımızdır, biz tekrar
diriltilecek değiliz, dediler.» (En’âm, 6/27-29)
***
Bütün bunların karşısında Nebiyyi Ekrem (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz teselli ediliyordu; «Biliyoruz ki onların söyleyecekleri
sözler seni mahzun ediyor. Onlar seni yalancı saymıyorlar. Fakat zalimler
Allan’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Yemin olsun ki senden önce de Peygamberler
tekzip edilmişlerdir. Onlar yalancı sayıldıkları ve eziyet edildikleri
hususlarda sabretmişlerdir. Sonunda onlara bizim yardımımız gelip yetişmiştir.
Allah’ın kelimelerini değiştirecek hiç bir kuvvet yoktur. Sana da
Peygamberlerin haberlerinden bir kısmı gelmiş bulunmaktadır. (En’âm, 6/33-34)
«Öldükten sonra tekrar dirilip hesaba çekilmek...»
Bu düşünce ve inanç onların akıllarına sığmıyor, işlerine de
gelmiyordu. «Hakikat olan sadece dünya hayatıdır. Kimimiz ölür, kimimiz hayat
bulur. Biz öldükten sonra tekrar dirilecek değiliz» diyorlardı. (Mü’minun,
23/37) «Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı tekrar dünyaya çıkarılacağız?...
Bu tehdit bize yapıldı, daha önce de atalarımıza yapılmıştı. Bu evvelkilerin
masallarından başka bir şey değil.» diyorlardı. (Mü’minun, 23/82, 83)
Bir gün müşriklerden Übeyy b. Halef, elinde çürümüş bir kemik
parçasıyla geldi. Rasulullah’ın karşısında onu ufaladı, toz haline getirdi ve
savurdu.
- Söyle bakalım bu çürümüş kemiklere kim hayat verecek?... dedi.
***
İnsan öldükten sonra aradan bir zaman geçince etleri çürüyüp
toprak oluyor, kemikleri dağılıyordu. Ara sıra bir çukur yahut bir mezar kazmak
üzere çakşırken bu hakikati gözleriyle görüyorlardı. Yüzlerce, binlerce yıldan
beri insanlar ölüp gidiyor, kemikleri dağılıyor, çürüyor, toprak oluyordu.
Allah bilir bu topraklar kaç defa mezar olmuş, kaç defa toprak olan kemiklerin
tozları rüzgârlarla etrafa savrulmuştu. Bunların bir
araya gelmesi nasıl mümkün olur, bir araya gelse, eski canlı ve
taze halini alması nasıl düşünülebilirdi?
Bütün bunlar, insan gücünün, insan aklının içinden çıkamayacağı
şeylerdi. Kudreti hakkında fazla düşünmek istemedikleri putların da böyle
akılları durduran işleri yapabileceklerinden söz edilemezdi.
Sorumsuz bir hayat yaşanılmıştı, yaşanmaktaydı. Bu hayatın bir
hesabı yapılırsa ne olurdu? İçinden çıkılmayan, kurtuluşu mümkün olmayan bir
neticeyle karşılaşıvermek de vardı. Orada hesaba çekeceği bildirilen kudretin
sahibi, herkesi cennete sokma niyetinde değildi ya...
Bundan dolayı, hem aklın kabul etmediği, hem de gönüllerin arzu
etmediği bir âlemi durup dururken başlarına bela etmenin manası yoktu.
***
Allah Taalâ’nın kudretinin sonsuz olduğu kabul edilse, bir de
âhiretin varlığı yahut yokluğu insanın istemesine bağlı olmadığı düşünülse
mesele halledilmiş olurdu. Ayrıca dünyada çiğnenen hakların geri verilmesi,
zalimin zulmünün yanına kalmaması da vardı. Kim çiğnenen hakkının geri
alınmasını isterdi, kim hakkının çiğnenmesine razı olurdu?... İyiyle kötü
arasında bir hüküm verilmeyecekse, haklıyla haksız birbirinden ayırt edilip
hak sahibini bulmayacaksa o zaman dünya sadece kuvvetlinin ve zalimin cenneti
olarak kalır, daima zayıflar ve biçareler ezilir giderdi.
***
Nitekim Yüce Mevla gönderdiği âyetlerle kıyamet ve âhiret hakkında
pek çok tafsilat vermiş bulunuyordu. İnanmayanlar istemese de bunlar olacaktı
«De ki, o kemiklere, ilk defa yaratan Allah hayat verecektir. O her yaratılanı
bilendir.» (Yâsîn, 36/79) «İnsan zanneder mi ki biz onun kemiklerini bir araya
getiremeyeceğiz?... Evet, biz onun parmak uçlarını bile tesvi-
Âhîret İnancı
yeye kadiriz.» (Kıyame, 75/3, 4) «Bak Allah’ın rahmetinin eserlerine...
Yeryüzüne ölümünden sonra nasıl hayat veriyor?... Şu muhakkak ki, Allah ölülere
hayat verecektir. O her şeye kadirdir.» (Rum, 30/50)
Son söz şu: Allah’ın kudreti, insan aklının ve hayalinin
ulaşamadığı çok şeyi gözler önüne getirecek, Rasulullah’ın karşısında cephe
alanlar, eninde sonunda pişman olacaklardır.
SEBEPLER
«Sana bayağı ve değersiz kişiler iman etmişken
biz sana iman eder miyiz?..»
(Şuarâ, 26/11)
«Ey İbrahim!.. Sen benim ilahlarımdan
yüz mü çeviriyorsun?... Yemin olsun ki eğer onlara
dil uzatmaktan vazgeçmezsen seni taşlar öldürürüm.
Şimdi artık benden uzun bir müddet ayrı kal,
gözüme görünme.»
(Meryem, 19/46)
«Kitab ehlinden birçok kimseler,
sizi iman etmenizden sonra tekrar küfre çevirmek
istediler. Bu arzu, kendilerine hakikat açıkça belli
olduktan sonra, içlerinde bulunan bir hasetten
dolayı meydana gelmiştir.»
(Bakara, 2/109)
HAKKIN VE
HAKİKATİN
TALİBİ OLMAMAK
Rasulullah’ın karşısında cephe alanların, hak ve hakikate boyun
eğme arzuları yoktu. Bu hükmü verirken bir takım deliller bize yardımcı olmaktadır:
a)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Kur’ân’ı açıktan
okurken, onu başkalarına duyurmamak için etrafında gürültü çıkarma gayretine
kapılmışlardı. Bu hareket medeni ölçüler içinde izah edilemezdi. Ne
denildiğini anlamak ve gerekirse ona lüzumlu cevapları vermek varken dinlememek
ve başkalarının dinlemelerine de engel olmak doğru bir hareket olarak
değerlendirilemezdi. Bu durum Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılıyordu: «İnkâr
edenler şöyle dediler: Bu Kur’ân’ı dinlemeyin ve okunduğu zaman gürültü
çıkarın, olur ki galip gelirsiniz» (Fussilet, 41/26)
Efendimiz’i susturabilmek için böyle bir yolu denemeye kalkanlar,
okunulan Kur’ân’ın manası üzerinde düşünceye dalamazlar ve kendilerini nelere
davet ettiğini düşünemezler miydi? Kaldı ki onlar bu kadarla da yetinmemişler,
Rasulullah Efendimiz okumaya başladığı zaman «Kur’ân’a da, Kur’ân’ı indirene
de, onu getirip tebliğ edene de...» diyerek sövmeye başlamışlar, bunun üzerine
İsra sûresinin 110. âyeti inmişti: «Namazında Kur’ân’ı pek açıktan okuma, onu
kimse duymayacak şekilde gizleme de. Bunun ikisi arasında bir yol
tut»192
b)
Bedir muharebesine çıktıkları zaman Ebu Cehil şu sözleri
söylemişti: «Allah’ım, eğer bu senin tarafından gelen bir hak ise, bizim
üzerimize gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azap getir.» (Enfal, 8/32)
Gerçekten inanmayan bir insanın bunları mı söylemesi gerekirdi?...
Doğruyu ve hakikati isteyen bir kişinin, şayet bir karar veremediyse «Allah’ım,
bu senin tarafından gelen bir hak ise, gönüllerimizi ona meylettir,
kalplerimize genişlik ver...» şeklinde yalvaramaz mıydı?
c)
Biz babalarımızı bu yol üzere bulduk ve biz, onların izlerince
gideceğiz» (Zuhrüf, 43/23) diyenler, babalarının cahil, okuma ve yazmadan
mahrum, ilim ve irfandan bihaber kişiler olduklarını biliyorlardı.
Hâlbuki hak ve hakikati görünce tanıyacak, akı karadan ayıracak
derecede akıl ve zekâ sahibi olduklarında şüphe yoktu.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den, «şayet peygamber
isen...» diyerek, olmazların en olmazı diye kabul ettikleri bir mucize
istemişler, gökteki ay’ı ikiye bölmesini, iki ayrı parça halinde birini bir
dağın, diğerini diğer budağın üzerine getirmesini, daha sonra parçaları tekrar
birleştirmesini teklif etmişler, mucize istenildiği gibi gerçekleştiği zaman
«bu bir sihirdir.» demesini bilmişler, bizim gözlerimizi boyadın, fakat burada
olmayanları da sihirlemiş olamazsın, onlar gelince hakikat meydana çıkacak
demişler, ama gelenler hadisenin gerçekten vaki olduğunu doğrulayınca onların
da sihre tutulduğunu söyleyivermişlerdi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin davasını durdurabilme
yolunda her şeyi arayıp bulmaya, her yolu denemeye
razı olanlar, biraz da durup düşünmeli değil miydiler? Bu güçlerini
hakkı ve hakikati arama yolunda harcayamazlar mıydı?
Bu konuda, aşağıya alacağımız misal, hakkı kabul edenleri
anlatması itibariyle güzel bir örnek olacaktır:
Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, hicretin
altıncı yılında İran şahı Kisra Ebreviz b. Hürmüz’e bir mektup göndererek onu
İslâm Dinine davet etmişti. Kisra, nihayet Medine gibi bir şehre hâkim olan bir
zattan böyle bir teklifin gelişine sinirlenmiş, mektubu parçalamış, Yemen’deki
valisi Bâzân’a emir göndererek «Hicaz’da Peygamberlik davasıyla ortaya çıkan
adama iki yiğit kişi gönder, onu alıp bana getirsinler» demişti.
Bâzân, güçlü kuvvetli iki adam seçip gönderdi. Adamlar geldiler,
Efendimizi buldular, maksatlarını anlattılar. Efendimiz o gece adamları misafir
etti, sabah olunca onları yanına çağırdı ve şöyle dedi: «Bu gece Allah Taalâ,
Kisra’nın oğlunu, kendisine bela etmiş ve Kisra, oğlu tarafından öldürülmüştür.
Gidin valinize haber verin ve deyin ki: Benim dinim ve hükmüm, Kisra’nın
mülkünün ve saltanatının ulaştığı her yere ulaşacaktır. Şayet sen Müslüman
olursan elinin altında bulunan yerleri yine sana vereceğim ve seni yine
kavminin emiri yapacağım...»
Adamlar bu haberi Bâzân’a ulaştırdılar. Bâzân bu durumda aklını
kullanmasını bilen insanın yaptığını yaptı. Gözleyelim bakalım, netice ne
olacak. Şayet getirdiğiniz haber doğru ise o adam gerçekten bir peygamberdir.
Dediği çıkmazsa ne yapacağımıza o zaman karar veririz, dedi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin haber verdiği
gün ve gecenin tarihi tutuldu. Kaç gün geçtiği hesap edildi ve beklemeye
başladı. Aradan fazla zaman geçmedi, İran şahının gönderdiği mektup ulaştı.
Babasını halka zulmettiği için öldürdüğünü, artık kendine itaat etmesi lâzım
geldiğini
yazıyor ve Hicaz’daki adamı kendi haline bırakmasını bildiriyordu.
Bâzân, İran şahının ne zaman öldürüldüğünü sordu öğrendi. Hesap
edildi, tam Rasulullah Efendimizin haber verdiği geceye denk geliyordu. Hemen
yanında bulunan İranlılarla birlikte müslüman oldu.[202]
Bu konuda bir başka misal verelim:
Benî Mustalik gazasında bir miktar esir alınmıştı. Cüvey- riye isminde
pek güzel bir kadın da esirler arasında bulunuyordu. Çekilen kura sonucu Sabit
b. Kays b. Şemmas’ın hissesine düşmüştü. Aslında Benî Mustalik kabilesi reisi
olan Haris b. Ebî Dırar’ın kızıydı.
Cüveyriye, yeni sahibi Sabit’e müracaat ederek, kendisini hür ve
serbest bırakması için belli bir para ödemeyi teklif etmiş, daha sonra da
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize gelerek, kendisinin kabile
reisi Haris’in kızı olduğunu ve yardımda bulunmasını istemişti.
Öte taraftan Haris de, kızını kurtarabilme amacıyla yanına bir
miktar deve almış ve Medine yolunu tutmuştu. Akik vadisine geldiği zaman
develeri bir daha gözden geçirdi, içlerinden ikisine kıyamadı, onları kimsenin
uğramayacağı bir kuytu yere gizledikten sonra diğerlerini önüne katıp Medine’ye
ulaştı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi buldu, kendini
tanıttı:
-
Kızım Cüveyriye’yi esaretten kurtarmak üzere geldim ve bu develeri
de kurtuluş akçesi olarak getirdim, dedi. Efendimiz:
-
Akik vadisinde, şöyle ve şöyle bir kuytuya gizlediğin develerden
ne haber?.. Onları neden getirmedin, dedi.
Haris bu soru karşısında:
-
Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Sen de
Muhammed’sin ve Allah’ın Rasulüsün. Yemin ederim ki bu hadiseyi Allah’tan başka
gören olmadı, demekten başka çare bulamamıştı.194
İşte hakka saygısı bulunan insanların durumu.
Üçüncü bir misali Medine ehlinden vereceğiz: Rasu- lullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz henüz Mekke’de iken, Medine’den birkaç
kişiyle görüşmüş ve onlar müslüman olmuşlar, bir sene sonra geldiklerinde
yanlarına yeni müslüman olanları katmışlardı. Efendimiz’den kendilerine bir
Kur’ân muallimi tayin etmesini istediler. Mus’ab b. Ümeyr gönderildi.
Mus’ab, Medine’de müslüman olması ümit edilen insanlarla görüşüyor
ve onlara İslâm Dini’ni anlatıyordu. Bu arada Medine’nin Evs kabilesinin iki
büyüğü Sa’d b. Muaz ve Üseyd b. Hudayr, onun gizliden gizliye İslâmiyeti yayma
faaliyetlerini fark etmiş, derhal gerekli tedbiri almak üzere harekete geçmişlerdi.
Bir bahçede oturup sohbet etmek üzere iken uzaktan Üseyd b. Hudayr’ın geldiği
görüldü. Medine müslümanların- dan Es’ad b. Zürare, Mus’ab’a:
-
Bak Mus’ab, şu gelen adam, Abdül Eşhel oğullarının büyüklerinden
biridir. Eğer onu, Allah’ın birliğine inandırabilirsek büyük bir iş başarmış
oluruz dedi.
Başlar, gelen adama, kalpler onu yaratan Yüce Mevla’ya çevrildi.
Mus’ab ve arkadaşları: «Allah’ım bu adama hidayetini nasip et» diye
niyazlarını ulu dergaha sunmaya başladılar.
Üseyd’in suratı asıktı. Can sıkıntısı içinde olduğu belliydi.
Kulakları tırmalayan birkaç küfür savurduktan sonra onların tepelerine dikildi:
-
Nedir sizin derdiniz? diye başladı söze. Nedir istediğiniz bu
gençlerden?... Bir takım saf delikanlıları bulup azdırmak-
tan ötede nedir yaptığınız?... Eğer canınıza ihtiyacınız varsa
buradan defolup gidersiniz!..
Sıkı sıkıya kavramıştı mızrağını. Gözleri, mızrağının ucu kadar
keskin, sesi, bakışlarıyla yarış edercesine sert bir adam...
Mus’ab bir anda gönlünü Rasulullah’ın yanında buldu. Onun yumuşak
tabiatı, onun güler yüzlü, tatlı sözlü davranışı geldi gözlerinin önüne. Sert
ve kaba davranan bu adama, onun kadar sert davranmanın faydası ne
olabilirdi?...
- Bir miktar otursan konuşsak olmaz mı? Bizi dinlemiş olursun,
hoşlanırsan kabul edersin, hoşlanmazsan biz de sizi rahatsız etmek istemeyiz,
dedi.
Bu ses, âlemlerin sultanının yanındaymışçasına yumuşaktı. Nezaket,
edep ve terbiye vardı bu seste. Bu sözü söyleyen adamın yüzünde ve
bakışlarında şer ve fesat izleri görünmüyordu.
Alabildiğine sert olan bakışlarda bir yumuşama belirdi. Yüz
hatlarındaki gerginlik gevşedi.
- Haklı bir söz söyledin, dedi.
- Elindeki mızrağı toprağa sapladı, bağdaş kurup oturdu. Mus’ab
konuşmaya başladı. Eski durumlarını anlattı. Rasulullah Efendimiz’den ve
insanlara getirdiği dinin ahkâmından, Allah Taalâ’nın indirdiği kitaptan
bahsetti.
- Peki bana o kitaptan okuyacağın neler var?.. Mus’ab besmele
çekerek okumaya başladı. Üseyd b. Hudayr, gönüllerin en derin noktalarına
kadar ulaşan, hiçbir edip ve şairin hayalinden geçmeyen bu belagat dolu
ifadelerle ruhunun yıkanmakta olduğunu hissetti. Okunan bu ilahî kelamı
dinlerken görünmez fakat karşı konulmaz kuvvetlerce yakalandığını, eski
hayatının tersine nurlu bir yola çevrildiğini zannetti.
- Bu ne tatlı, ne güzel bir kelam... diye mırıldandı.
Mus’ab’a dönerek:
-
Siz bu dine girmek için ne yapıyorsunuz, nasıl yapıyorsunuz?...
dedi.
-
Gusleder temizlenirsin, elbiseni temizlersin, sonra şe- hadet
getirir ve namaz kılarsın...195
Üseyd hemen orada müslüman oluverdi. Aslında müslüman olmak için
değil, onları oradan kovmak, gençlerin zihinlerini bozup ifsad etmelerine
engel olmak için gelmişti. Onların gerçekten de Medinelileri şuursuzca şer ve
fesada sürüklemekte olduklarını zannediyordu.
Biraz sonra arkadaşı da aynı şekilde gelmiş, fakat o da oradan iman
ederek kalkmıştı.
Hak ve hakikate boyun eğmesini bilen, doğruya ve iyiye saygısı olan
insanların yapması lâzım gelen hareket bu olmalıydı.
Daha evvel naklettiğimiz gibi, devenin pisliğini karıştırıp
içindeki yemlere bakınca, onların Medine yemi olduğuna varıncaya kadar anlayan
Ebu Süfyan, nasıl olur da Allah’ın kelamını dinlediği zaman onun hiç olmazsa
şerre ve fesada sürüklemeyeceğini takdir edemezdi?...
-
) Müslümanlara karşı takındıkları tavır, hiçbir zaman insanî
ölçüler içinde cereyan etmemiştir. Onları dinlemek, ne gibi bir yola
girdiklerini ve bu yolun faydalarını, zararlarını hesab etmek yerine zorla
güzellik aramayı, vicdanlara baskı yaparak insanları istedikleri gibi inandırma
yolunu benimsemişlerdir.
Gençlerin, zayıf ve aciz kişilerin inançlarının, itikadlar- rının
bozulmasına taraftar değillerdi. Bu sebeple yeni dinin ve yeni din ile ilgili
olan herkesin önüne geçmeyi vazgeçilmez bir vazife bildiler. Nasihat etmek,
sövmek, tehdid etmek, döğ-
mek, işkence etmek, alaya alıp eğlenmek ve öldürmek... Bütün bunlar
müslümanlara karşı bol bol tatbik edilmişti.
Hergün Rasulullah’ın evinin önüne, ayağına batması dileğiyle
serilen dikenler, dökülen pislikler, namaz kılarken üzerine deve işkembesi
koymalar insanlık ölçüleriyle, medenî davranışla izah edilemezdi.
Şairdir, sihirbazdır, delidir... gibi yapılan iftiralar, «Allah
senden başka Peygamber olarak vazife verecek kimse bulamadı mı?...» gibi
alaylı ifadeler, kendini bilen insanlara yakışan davranış olarak
değerlendirilemezdi. Hakkı kabul edecek olan insan, karşısında Peygamber
olduğunu söyleyen zata, «sende şöyle bir kusur görüyorum ve bu sebeble
reddediyorum» derken ciddi sebepler üzerinde durabilmeliydi.
Müslümanlara yapılan eziyetler ise tahammül edilebilecek derecenin
bile üzerindedir. Aç ve susuz bırakıp bulunduğu odayı dumanla doldurup boğmaya
teşebbüs etmek, başını suya sokup nefesi kesilinceye kadar bekletmek, kızgın
demirlerle vücudunu dağlamak, kızgın kumların üzerine yatırıp üzerine ağır
taşlar koymak ve güneşin altında öyle saatlerce bekletmek, yanan ateşlerin
üzerine yatırıp ateş sönünceye kadar kaldırmamak, iki devenin arasına vücudunu
gererek iki parçaya ayırmak... gibi, insan aklına gelmeyecek işkenceler
bunlardan örneklerdir.
Bütün bunları yıllar boyu yapacak derecede müslümanlarla
uğraşanlar, yaptıklarını şöyle bir durup hesap etseler, bu yolda harcadıkları
enerjinin pek azını, Kur’ân’ın üzerinde düşünmeye harcasalar mesele
kendiliğinden halledilmiş olacak, haksız olduklarını anlayacaklardı.
Bunlar hakka bağlı, hakkın karşısında boyun eğmeye hazır
insanların yapacakları işler değildi.
Karşılarında «O putların yürüyecekleri ayakları mı var?... yahut
onların tutup yakalayacakları elleri mi var?... Yahut
onların görecek gözleri mi var?... yoksa onların duyacak kulakları
mı var?...» (A’raf, 195) denildiği zaman durup düşünmek yerine, saldırmak,
aklın ve mantığın gereği olan cevabı alaya almak ve iftira etmeye çıkmak hakka
bağlı insanların yapacakları hareketler olamazdı.
SALTANATIN
ELDEN ÇIKMASI
KORKUSU
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize «hayır» diyenlerin
bir kısmı, ellerinde bulunan riyaset ve saltanatın gidivermesi endişesiyle red
cevabı vermişlerdir.
Bu konuda aşağıdaki misalleri görmekte fayda vardır:
-
) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudey-
biye’de, Mekkelilerle anlaşma yaptıktan sonra, hicretin altıncı yılında,
etraftaki meliklere, valilere birer mektup göndererek onları İslâm Dini’ne
davet etmişti. Bunlardan biri de Rum kralı Herakliyus idi. Mektubu götüren zat,
ashab-ı kiramdan Dihyetü’l-Kelbî’dir. Herakliyus mektubu aldıktan sonra Mekke
taraflarından birkaç kişinin bulunmasını istemiş, o günlerde ticaret maksadıyla
Şam taraflarında bulunan Ebu Süfyan, birkaç arkadaşıyla birlikte onun huzuruna
götürülmüştür.
Herakliyus, tercüman aracılığıyla sordu:
-
Peygamberlik davasında ortaya çıkan bu adama, soy bakımından en
yakın olanınız hanginizdir?..
– Benim.
Bu sözü söyleyen Ebu Süfyan’dı. Herakliyus onun ön tarafa
geçirilmesini ve arkadaşlarının, onun ardında yer almasını emrettikten sonra
onlara:
-
Ben bu adama bazı sorular soracağım. Şayet bana yalan- yanlış cevap
verirse, yalan söylediğini işaret edersiniz, dedi.
Ebu Süfyan der ki: Vallahi, yalan söylediğimi ortaya çıkarmalarından
utanmış olmasaydım, mutlaka yalan söyleyecektim.
Bundan sonra Herakliyus ile Ebu Süfyan arasında şu konuşma geçti:
- Aranızda onun soyu ve nesebi nasıldır?
– Asil bir soya sahiptir.
- İçinizde böyle bir peygamberlik iddiasıyla daha önce ortaya çıkan
olmuş mudur?
-
Hayır!
-
Baba ve dedeleri arasında melik - sultan olmuş bir kimse midir?
-
Hayır.
- İnsanların şerefli ve zenginleri mi ona tabi oluyor, yoksa aciz
ve zayıfları mı?
-
Daha çok zayıf ve acizleri.
-
Artıyorlar mı yoksa eksiliyorlar mı?
-
Artıyorlar.
-
Onun dinini kabul ettikten sonra, beğenmeyip kızarak o dini terk eden
olmuş mudur?
-
Hayır.
-
Peygamberlik davasını ortaya atmadan evvel onu yalancılıkla
suçladığınız olur muydu?
-
Hayır.
-
Ahde vefası nasıldır? Sözünde durur mu?
-
Ahdine vefalıdır. Ancak şu anda biz kendisiyle belli bir müddet
için anlaşma yapmış durumdayız. Bu müddet içinde ne yapacağını bilemiyorum.
Bunları daha sonra arkadaşlarına anlatan Ebu Süfyan, şunları
söylemiştir: Verdiğim ifadeye sadece bu kelimeyi sı- kıştırabildim. Başka bir
şey söyleme imkânım olmadı.
- Onunla hiç savaştınız mı?
– Evet.
-
Savaşların neticesi ne olmuştur?
-
Aramızda savaş nöbetleşe olmuştur. Bazen o bizi mağlup etmiştir,
bazen da biz galip geldik.
-
Size yapmanızı teklif ettiği emirler nelerdir?
-
Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın.
Babalarınızın din ve putlar hakkında söylediklerini terk edin, diyor ve bize
namaz kılmayı, doğru ve iffetli insanlar olmayı, akrabalık hukukuna riayetkar
olmayı emrediyor.
Sorular burada bitti. Herakliyus tercümana, şu sözlerini Ebu
Süfyan’a tercüme etmesini emretti:
– Sana nesebini ve soyunu sordum, asil bir aileden olduğunu
söyledin. Peygamberler böyledir, kavmi arasında şerefli bir aileye mensup
olurlar. Daha önce sizden böyle bir dava ile ortaya atılan olmuş mudur? diye
sordum, hayır dedin. Kendi kendime şu hükme vardım: Şayet daha evvel bu iddia
ile ortaya çıkan olsaydı, bu da, önceden ortaya atılan bir iddianın peşinden
gidiyor, mukallid bir adamdır derdim. Babaları arasında melik ve sultan olan
var mıdır dedim, hayır dedin. Şayet ataları içinde sultan olan biri bulunsaydı,
onlardan kendine miras kalmasını ümit ettiği bir mülk ve saltanatı istiyor derdim.
Bu iddiayı ortaya atmadan evvel yalancılıkla suçladığınız olur muydu, diye
sordum, hayır dedin. Ben biliyorum ki insanlara karşı yalan söylemeyi terk
eden bir kişi Allah’a karşı yalan söylemeye çıkmaz. İnsanların zengin ve eşrafı
mı, yoksa zayıf ve aciz olanları mı ona tabi oluyor dedim, aciz ve zayıfları
diye cevap verdin. Peygamberlerin davasını kabul eden ve destekleyenler de
onlardır. Artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı diye sordum. Artıyorlar dedin.
İman işi tamamlanıncaya kadar böyle devam eder. İman ettikten sonra dinini
beğenmeyerek terk eden oluyor mu? diye sordum, hayır dedin. İmanın tadı ve
lezzeti kalbe girdiği zaman durumu işte böyledir.
Hıyanet eder mi diye sordum, hayır dedin. Peygamberler de
öyledirler, hıyanet nedir bilmezler.
Neleri emrettiğini sordum. Allah’a ibadet edin, hiçbir şeyi ortak
koşmayın, dediğini, putlara ibadetten nehyettiğini, namazı, doğruluğu, iffetli
olmayı emrettiğini söyledin. Eğer söylediklerin doğru ise, benim şu iki
ayağımı bastığım yerlere o malik ve sahip olacaktır. Ben o peygamberin
çıkacağını biliyordum. Ancak sizin aranızdan çıkacağını zannetmiyordum. Onun
yanına varabileceğimi bilsem, birçok zahmetlere katlanmayı göze alırdım. Şayet
yanında olsaydım, hürmetimden dolayı onun ayaklarını ellerimle yıkardım.
Daha sonra Herakliyus emretti, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimizin mektubu okundu: Allah’ın kulu ve Rasulü Muhemmed’den Rum’un
büyüğü Hirakl’e: Hidayete tabi olanlara selam olsun. Bundan sonra, seni İslâm
davetine çağırıyorum. Müslüman ol, selamette kalırsın. Allah Taalâ da sana
ecrini, sevabını iki kat verir. Şayet yüz çevirirsen, fakir çiftçilerin günahı
ve sorumluluğu senin üzerinedir. Ey kitap ehli, gelin sizinle bizim aramızda
müsavi olan bir kelime üzerinde birleşelim, Allah’tan başkasına ibadet etmemek
ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, bir kısmımız bir kısmımızı Allah’tan ayrı
olarak Rabb kabul etmemek üzere anlaşalım. Şayet onlar yüz çevirirlerse ey
müminler siz şöyle deyin: Şahit olun ki biz müslümanlarız.
Ebu Süfyan der ki, mektubun okunması bittiği zaman Hirakl’in
(Herakliyus’un) yanında bir kargaşa oldu, bağırıp çağırmalar duyuldu, biz
oradan çıkarıldık. Çıktığımız zaman arkadaşlarıma şöyle dedim: Vallahi İbnü
Ebî Kebşe’nin (Peygamber Efendimizin) işi gerçekten de büyük bir iş halini
aldı. Rumların meliki bile kendisinden korkar oldu.
O günden sonra, Allah İslâmı bana nasip edinceye kadar hep O’nun
galip geleceği kanaatini taşıdım.
Buhârî’nin bu rivayetinin sonunda Herakliyus’un, ilmi yönden takdir
ettiği bir arkadaşıyla mektuplaştığı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin beklenen peygamber olduğu kanaatini kuvvetlendirdiği ve daha sonra
din adamlarını çağırarak onlara, bu yeni dine girmek istediğini açıkladığı kaydedilir.
Fakat onların bu haberi nefretle karşılayıp, protesto etmek üzere hemen geri
döndüklerini ama kapatılmış kapılarla karşılaştıklarını, daha sonra da
Herakliyus’un onlara, «Ben sizi denemek için böyle söyledim. Dininize bağlılık
derecenizi öğrenmek istiyordum» diyerek geçiştirdiği kaydedilir. 196
İslâm Dinî’ni kabul edebilmek büyük fedakârlıklar gerektiriyordu.
Herakliyus işte bu fedakârlığı yapamamıştır. İslâm Dinî’ni tercih ederek koca
bir devletin başkanlığını bırakmak zorunda kalacaktı. Ancak o, «şayet bu
söylediklediklerin doğruysa, o benim şu iki ayağımı bastığım yerlere malik ve
sahip olacaktır» sözünü samimiyetle söylemiştir. Çünkü daha sonraları,
hicretin on beşinci senesinde Kınnesrin’in fethedilmesi üzerine Suriye’yi terk
edip çekilirken bir tepe üzerine çıkmış ve Şam taraflarına dönerek şöyle
demişti: Selam sana Suriye. Bir daha birleşmemek, buluşmamak üzere elveda.
Artık bir daha hiçbir Rumlu buralara korkmadan giremeyecek ta ki o uğursuz
çocuk doğuncaya kadar. Keşke o da doğmaz olaydı.[203]
Şayet zamanının din adamları da bu yeni dini kabul etseydi, bir
başka ifadeyle Herakliyus, iman ettiği takdirde hoş karşılanacağını ve yine
tahtında kalacağını bilseydi, iman edeceğinde şüphe yoktu. Fakat o, dinini
değiştirdiği takdirde, halkın kendinden yüz çevireceğini ve büyük bir ihtimalle
yapılacak bir ihtilal sonucu tahtını kaybedeceğini hesaba katmış, Efendimize
hediyeler göndermiş fakat iman ediyorum diyememişti.
b) İskenderiye’de bulunan Mukavkıs da Efendimizin gerçekten
Peygamber olduğunu anlamış durumdaydı. Peygamberimizin mektubunu ona götüren
Hatıb b. Ebî Beltea ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
- Sana bazı şeyler soracağım, bana bunun hakikatini anlat.
– Buyur sor.
- O bir peygamber değil midir?
– Elbet Peygamberdir.
- Peki, kavmi onu kendi yurdundan sürüp çıkardığı zaman, şayet
gerçekten Peygamberse neden onlara beddua etmedi?
- İsa b. Meryem’in gerçekten Peygamber olduğuna inanıyor musun?
– Elbet.
-
Kavmi onu asmak üzere yakaladığı ve Allah tarafından göğe
çıkarıldığı zaman neden kavmine beddua etmemiştir, açıklar mısın?
-
Anlaşıldı, sen hikmet sahibi birinin yanından gelen hikmet sahibi
bir kişisin.
Mukavkıs daha sonra Hatıb’a izzet ve ikramda bulunmuş, türlü
hediyeler vererek Efendimize göndermiş, fakat iman et- memiştir.198
c) Medine’de yaşayan Abdullah b. Übeyy b. Selul, kavmi arasında
hürmet ve itibar gören bir kişiydi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizin hicret ettiği günlerde o da, kavminin reisliğini elde etmek ve taç
giymek üzere hazırlanıyordu. Fakat Efendimizin gelişiyle insanların gönlü
ondan dönüvermişti.
198 İbn Kesir, Siyer, 3/514
Riyasetin elden gitmesi, adamı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’e karşı haset duygularıyla doldurdu. İman eder gibi göründüğü oldu. Fakat
Hicretin dokuzuncu yılında ölmesine kadar hep müslümanlar arasında fitne ve
haset çıkarma derdiyle yandı durdu.
Tebuk seferine o da katılmıştı. Yolda çıkan ufak bir anlaşmazlık
sonucu çıkan bir kavgada, bütün kinini açığa vurmuş, « Medine’ye döndüğümüz
zaman, en aziz olan, en zelil olanı sürüp çıkaracaktır» demekten çekinmemişti.
En aziz dediği kendisi, en zelil dediği de kendine göre Peygamberimizdi. Fakat
bu durum, Efendimize vahiy yoluyla bildirilmiş, müminler arasında tamamen
itibarsız hale düşmüştü.
Ona yıllarca sonra bu sözü söyleten, daha evvel kaybettiği
riyasetin bıraktığı acı hatıralardı.[204]
İnsanın kendini beğenmesi, olduğundan fazla görmesi, başkalarından
üstün sayması; hakikatleri olduğu gibi kabul etmesine engel olabilir. Davranışlarını
normal seviyeden uzaklaştırır.
Kendini daima faziletli görmek, başkalarında aynı fazileti
görememek, kendinde kusur bulamamak fakat başkalarını kusurlu bulmak kibir ve
gururun neticeleridir.
Hazret-i Âdem’e secde etme emri karşısında şeytan’ın, «Ben ondan
hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise topraktan yarattın» (A’raf, 7/12)
diyerek Allah’ın emrini yersiz, manasız, hikmetsiz... buluşu işte bu kibir ve
gururun neticesiydi.
***
Müşriklerden mal ve servet sahibi olanlar, kendilerini diğer
insanlardan üstün görüyor, onlarla aynı safta yer almaya, aynı muameleye tabi
olmaya hiç razı olamıyorlardı. Halk arasında bir mevki sahibiydiler. Bu
mevkiden düşmeye, emirlerinin altında çalıştırdıkları, hakaret ettikleri,
canları istedikçe kırbaçladıkları, hayvan gibi alıp sattıkları... kimselerle
aynı seviyede olmaya, onlarla birlikte aynı ahkâmın altında bulunmaya hiç razı
olamıyorlardı. Yarına yiyecek bulamayan fakirlerle, hürriyetini kaybetmiş
kölelerle şeref ve haysiyet sahibi bir zengin nasıl bir olabilir diyorlardı.
***
Bu sebepledir ki, Peygamber olan zat kendilerini Allah’ın
hükümlerini kabul etmeye davet ettiği zaman Peygamberle görüşebilmek “için,
yanında bulunan fakirleri dağıtmasını, onlarla birlikte oturamayacaklarını
bildirmişlerdi.
Mal ve servet sahibi olmayı gerçek bir fazilet ölçüsü olarak kabul
ediyorlardı. Onlara göre doğru yol, huzur ve saadet yolu, sadece kendi
düşündükleri ve üzerinde bulundukları yoldu. Bir fakirin, bir kölenin
kendilerinden daha iyi ve doğru düşünebileceğine, hakkı ve hakikati
bulabileceğine ihtimal bile vermiyorlardı. Köleler ve fakirler karşılaştıkları
mühim bir konuyu, en azından bir de kendilerinden sormalı ve akıl
danışmalıydılar. Onların izin ve müsaadesini almadan bir dini kabul etmeye
çıkarlarsa, mutlaka hata ederlerdi.
***
Hazret-i Nuh (aleyhisselam) kavmini Allah’ın dinine davet ettiği
zaman, kavminin ileri gelenleri şöyle itiraz etmişlerdi: «Sana bayağı ve
değersiz kişiler iman etmişken biz sana iman mı ederiz?» (Şuarâ, 26/111)
Bayağı ve değersiz kişiler dedikleri insanlar, fakirlerdi.
Ahlâksız, rezil, pespaye kişiler demek değildi. Ama madem ki fakir idiler, o
halde, bayağı, değersiz insanlar denilmeye hak kazanmışlardı!
Kaldı ki, bir zamanlar ahlâktan uzak, utanç verici bir hayat
yaşamış olanların da, eski yaşayışlarını bırakıp yepyeni bir hayat tarzı
seçmeleri, Allah’ın davetini kabul etmeleri kusur sayılmamalıydı. Allah Taalâ
Peygamberlerini, sadece iyi insanları fazilet sahibi yapsın, fenaları
oldukları halde terk etsin diye göndermiş değildi. Davet herkese yapılacak,
dileyenler bu daveti kabul edecek ve fazilet yoluna girecekti.
Hazret-i Nuh’un kavminin ileri gelenleri, bu daveti reddederken,
«reziller» dedikleri insanlarla birlikte aynı dinde bulunmaya razı
olamayacaklarını beyan etmiş oluyorlardı.
Mekke hayatında da, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimize, yanındaki fakirleri kovması teklif edilmişti. «Seninle görüşme
yapmaya razıyız. Ama yanında fakirler olmayacak. Onlarla aynı mecliste, aynı
şartlar altında oturmaya razı değiliz» demişlerdi.
Bu teklif, bizzat Cenab-ı Hak tarafından reddedildi: «Sabah akşam
Rab’lerinin rızasını dileyerek dua ve niyaz edenleri -sırf fakir olmaları
sebebiyle- huzurundan kovma. Kâfirlerin hesabından hiçbir şey sana ait
değildir. Senin hesabından hiçbir şey de onlara ait değildir ki fakirleri
kovup da zalimlerden olasın» (En’âm, 6/52 )
Her şeyin dünyada ve içinde yaşadıkları şartlar altındaki şekliyle
devam etmesi lâzım geldiği düşüncesi, onların zihninden bir türlü çıkmıyor,
fakirlikle Allah’ın rızasına nail olmayı bir türlü bir arada düşünemiyorlardı.
Allah’ın ikramı ve ihsanı şayet insanlara vaki olacaksa bu neden kabile reislerine,
zenginlere, şöhret sahibine değil de onlara idi?... Zayıf, biçare müminleri
gördükçe alay ediyor, «bunlar mı içimizden Allah’ın ikrama lâyık görüp seçtiği
kişiler...» (En’âm, 6/53) demekten kendilerini alamıyorlardı. Ama başkalarını
fakir olduğundan dolayı ayıplamanın ciddiyetle, faziletle ne gibi bir ilgisi
olabilirdi?
Medine’de de, münafıklar tarafından aynı çeşitten itirazlar, kendi
aralarında yapılmış bulunuyordu. «Onlara, diğer insanlar gibi siz de iman edin
denildiği zaman -kendi aralarında- şöyle dediler: Bir takım beyinsiz, kendini
bilmez kişiler gibi biz de mi iman ederiz?... Dikkat et, asıl beyinsiz kendini
bilmez olanlar onlardır. Fakat onlar bunu bilmiyorlar» (Bakara, 2/13)
Kendilerinin beyinsiz olduklarını bilmek istemiyorlardı. Beyinsiz
ve kendini bilmez dedikleri adamlarda gördükleri kusur fakirlikten ibaretti.
Ama kendileri sorumsuz bir hayatın içinde çalkalanıyorlardı. İman edenlerin
yanına gelince mümin olduklarını söyleyip, kendileri gibi münafık olan şeytan
siret kişilerle beraber olunca «biz ancak eğleniyoruz.» (Bakara,
2/14) diyen, fesat çıkarmaya çalışan fakat ıslah için uğraştığını söyleyebilen[205]
iki yüzlü kişiler beyinsiz değilse, Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve
günden güne fazilet yolunda ilerlemeye gayret sarf eden insan neden beyinsiz
olsun?..
Ama kendileri iman etseler eski ihtişamı istedikleri gibi,
keyiflerine göre yürütemeyecekler, sorumsuz bir hayatın tadını
çıkaramayacaklar, cezayı gerektiren bir suç işledikleri zaman onlar da diğer
insanlar gibi ceza göreceklerdi.
Nitekim Mekke’nin fethiyle birlikte müslüman olan fakat hırsızlık
yapan bir kadının elinin, hırsızlığının cezası olarak kesilmesi gerektiği zaman
zengin ve şerefli bir aileden olması sebebiyle ona bir cezanın verilmesini
akılları almamış, Rasulullah’ın bu cezayı tatbik etmekten vazgeçmesi için aracılar
bulma derdine düşmüşlerdi. Peygamber Efendimiz böyle bir isteği kendisine
ulaştıran Üsame b. Zeyd’e hiddetlenerek:
- Allah’ın koyduğu cezalardan biri hakkında şefaat mi istiyorsun?..
Şunu iyi bilesiniz ki, sizden evvelkileri mahveden şey, onlardan mevki ve
şöhret sahibi biri çaldığı zaman cezayı tatbik etmedikleri halde, biçare
insanlar çaldığı zaman ceza vermeleri olmuştur. Allah’a yemin ederim ki
Muhammed’in kızı Fatıma bile çalmış olsa mutlaka elini keserdim cevabıyla
mukabele etmişti.[206]
Hazret-i Ömer devrinde hac mevsimi anında Gassan hükümdarı Cebele
b. Eyhem, ayağına yanlışlıkla basan Ferâze oğullarından birine şiddetli bir
yumruk indirmiş ve burnunu kırmıştı. Adam Hazret-i Ömer’e şikâyet etti.
Hazret-i Ömer Cebele’yi çağırdı:
-
Davacını memnun edeceksin, yoksa kısas yapar, sana da aynı yumruğu
vurdururum, dedi.
-
Ben bir hükümdarım. O ise halktan bir kişi. Beni onunla nasıl bir
tutar ve kısas yaparsın?
- İslâm Dini hukuk bakımından aranızda bir fark gözetmiyor.
-
Ben müslüman olunca şerefimin daha da artacağını umuyordum.
-
Şerefin gerçekten artmıştır. Fakat hukuk önünde ikiniz de aynı
hükme tabisiniz.
-
Peki, Hıristiyan olursam ne olur?
– O zaman (dinden dönme hükmü olarak) boynunu vururum.
-
Bana yarına kadar izin verebilir misin?
– Olur.
Cebele bir günlük izni aldıktan sonra geceleyin adamlarıyla
birlikte çıktı gitti. Bizans taraflarında Hıristiyan dinini kabul etti. O din
üzere -pişmanlığını dile getiren şiirler söy- leyerek– öldü.
Cebele’yi bu hükme itiraz ettiren, hükmün adaletsiz oluşu değildi.
Adama birkaç kuruş verdiği takdirde onu razı edeceği muhakkaktı. Ama burnu
bulutları çizen bir vali olarak avam tabakasından birinin karşısında ondan özür
dilemeyi bir zillet olarak kabul ediyor, gururuna yediremiyordu.
***
İşte müşrikleri imandan alıkoyan mühim sebeplerden biri... Servetin
temin ettiği ihtişam içinde, fakirler sınıfıyla aynı hükümlere tabi oluverme
korkusu onları iman sınırının dışında bırakmıştı.
1
- Öteden beri devam edip gelen, alışılmış ve kalplerde yerleşmiş
inançları terk etmek kolay değildir.
Onlar, atadan dededen gelen bir dine bağlıydılar. Bu dinin verdiği
inanca göre taş veya ağaçtan yapılmış putların manevi birer değeri vardı.
Artık onlar her yerde görülen, bulunan çeşitten varlıklar değildiler. Üzerine
basılıp geçilen bir taş veya yakılıp ısınılan bir ağaç değildi onlar. Ayrı ve
mukaddes bir değeri temsil ediyorlardı. Nitekim bu putların, kendilerini Yüce
Mevla’ya yaklaştıracaklarına[207]
ve Allah Taalâ’nın yanında kendileri için şefaatçi olacaklarına[208]
inanıyorlardı.
***
Genellikle iman konularında akıl, bir kenarda sessiz ve hareketsiz
(pasif durumda) kalmayı tercih eder. Çünkü insanın manevi ciheti sadece aklı
değildir. Bunun yanında bir de kalbi, gönlü vardır. Çoğu zaman aklın ve gönlün
yolları, me- todları ayrı ayrıdır. Nice mesele vardır ki o meselede gönül, aklı
düşünemez etmiş, susturmuş, ağzını kapatmış ve bir köşeye hapsetmiştir.
Her insanın hayatında şahsıyla ilgili olan, sadece gönlünün
arzularına göre ayarlanan nice hatıra yer alır ki, akıl konuş-
turulsa hiçbiri doğru bulunmayacak, hepsi de insan hayatından reddedilecektir.
Ayrıca cemiyet olarak da kabul edilegel- miş bir nice âdet ve gelenek vardır
ki, bunlarda aklın hiç bir tesiri yoktur. Düşünüldüğü zaman saçma sapan şeyler
oldukları anlaşılır, ama yine de uygulanır.
Bunların her biri, ya gönlün ferman dinlemez oluşu yahut yerleşmiş
âdet ve gelenekleri akıl süzgecinden geçirmeyiş ya da bunlara karşı durmanın
cemiyetten gelecek baskıya daya- namayışı gibi sebeplere dayanır.
***
2
- Arapların durumu da böyleydi. Lat ve Uzza gibi putların birer
taş veya ağaç parçası oldukları onların hatırlarına bile gelmiyor, körü körüne
onlara ibadet ediyor, kurbanlar kesiyorlardı.
Putları samimiyetle birer ilah kabul ettikleri muhakkaktı. Yani
sırf laf olsun, eş dost iş başında görsün diyerek onlara ilahlık payesi vermiş
değillerdi. Onlara takdim ettikleri yiyeceklerle, kestikleri kurbanlarla
memnun ettikleri kanaat ve inancına sahip idiler.
Putlar, önlerine konulan yiyecekleri, kurban etlerini yemiyorlardı.
Hatta gece veya gündüz gelip bu etleri, yiyecekleri yiyip bitiren köpek ve
kedileri yanlarından uzaklaştırmıyorlardı. Bunlar Araplar tarafından
görünüyor, biliniyor, fakat üzerinde düşünülmüyor, fikir yürütülmüyordu.
Bunların her birinin nice hikmet altında cereyan ettiği şeklinde bir izahla bu
iş bitiriliyordu.
İnançlarında bu derece samimi, bu putların her birinin birer ilah
olduklarına kesin bir inanç sahibi oldukları içindir ki, Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimiz tarafından bir tek Allah’ın var olduğu söylenince
«bu kadar ilahı bir tek ilah mı yapmış?... Bu pek tuhaf şey...» (Sâd, 38/5)
demişlerdi. Kendilerine göre her biri ayrı bir kudretin temsilcisi olan bu
putlardan herhangi birini ilahlık payesinden mahrum etmek,
düşünülmesi bile caiz olmayan bir konuydu. Nitekim Hazret-i Nuh (aleyhisselam)
aynı dava ile ortaya çıktığı zaman, kavminin ileri gelenleri, halka şu şekilde
telkinde bulunmuştu: «Sakın ilahlarınızı bırakmayın. Vedd, Süvâ’, Yeğus, Yeûk
ve Nesr putlarını terk etmekten sakının» (Nuh, 71/23)
Yine bu inanca bağlılık sebebiyledir ki Azer, sevgili oğlu
Peygamber İbrahim (aleyhisselam)’i, evlatlıktan reddetmeye kalkmış, «Ey
İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun?.. Şayet onlara dil
uzatmaktan vazgeçmezsen yemin ederim ki seni taşlarım. (öldürürüm) Şimdi artık
benden uzun bir müddet ayrı kal ve gözüme görünme» (Meryem, 19/46) diyerek
kovmuştu.
Hazret-i İbrahim (aleyhisselam)’i diri diri yakmaya çıkanları
kızdıran şey, onun bir puthanedeki putları kırmasıydı.204
Diğer peygamberlere karşı çıkanların her biri de, yine putların
alelade varlıklar olduklarını kabul edemeyen kişilerdi.
Putlara -laf olsun diye değil- samimiyetle ve gönülden bağlı
olmasalar, uğurlarına bunca kan döker, sayısız can verirler miydi?...
***
3
- Bu inanç o dereceye ulaşmıştı ki, asıl mabud diye bilinen Yüce
Mevla’ya ait düşünceler gerilerde kalmış, şefaatçi diye bilinen putlar ön
sıraya geçirilmişti. İbadetler doğrudan doğruya bunlara yapılmış, kurbanlar
bunlara takdim edilir olmuş, şefaatçi dedikleri bu putlara karşı dualar
edilirken Yüce Mevla hatıra bile getirilmemiştir. Daha açık bir ifadeyle Allah
Taalâ «adı var, kendi yok» denilecek bir durumda kabul edilmiştir. Ancak pek
darda kaldıkları zamanlarda yine «Allah’ım...» diye niyaz ediyorlar, tehlike
geçtikten sonra ise, yine eski durum devam ediyordu. Nitekim Allah Taalâ
bu durumu izah için şöyle buyurmuştur: «Sizdeki her nimet
Allah’tandır. Üstelik size bir zarar ve keder dokunduğu zaman -putları bırakır
hep- ona yalvarır yakarırsınız. Sonra da Allah bu kederi sizden kaldırdığı
zaman bir de bakarsınız ki içinizden bir topluluk Rab’lerine ortak koşuyorlar»
(Nahl, 16/53, 54)
Şu âyetler de onların bu inançlarını açıklar mahiyettedir: «Mekke
müşriklerine: Gökten yağmuru indirip de yeryüzüne ölümünden sonra hayat veren
kimdir?... diye sorarsan, elbette şu cevabı vereceklerdir: Allah’tır. De ki
Hamdolsun Allah’a. Fakat onların çoğu (hem bütün kudretin Allah’ta olduğunu
itiraf ettiklerini, hem de buna muhalif inanç üzere olduklarını) bilmiyorlar.
Onları aldatmakta olan bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve bir oyundan ibarettir.
Ahiret yurdu ise; ölmez, gerçek hayat işte odur. Keşke bilmiş
olsalardı. Onlar gemiye bindikleri zaman, denizde boğulma korkusuyla, dini
sadece Allah’a tahsis ederek (sanki putları hiç tanımıyorlarmış gibi
samimiyetle) dua ederler. Fakat onları karaya çıkarıp kurtardık mı bir de
bakarsın ki onlar yine şirk koşmaktalar.» (Ankebut, 29/33-65)
***
Normal yaşayış düzeninde, Allah için putları terk etmeyi
düşünmemişler, fakat putların hatırı için Allah Taalâ’yı unutmuş, yok gibi
farz etmişlerdir.
***
4
- Peygamberlerin karşısında duranlar, bu inançlarında ne derece
samimi, inançları ne derece kuvvetli olursa olsun, hatalı idiler. Batıl bir
inanç üzere bulunuyorlardı. Putları ilah olarak kabul etmekte hiçbir kimse,
hiçbir zaman mazur görülemezdi. İnsan haysiyeti bu derece ayaklar altına
alınmamalıydı. Bu sebeple onlar bir durum değerlendirmesi yapmaya, ilah
dedikleri varlıkların gerçekten birer ilah olup olmadıkları konusunda bir daha
ve ciddiyetle düşünmeye davet edildiler.
Böylece onların ilah olup olmadıkları, kudretlerinin nerelere kadar
uzanabileceğinin hesabı yapılmış olacaktı.
Yapılacak bu değerlendirme sonucu, ya «biz gerçekten hak üzere
imişiz. Görüyorsunuz ki hesaplar hep doğru çıktı» denilir yahut da yanlış hesap
Bağdat’tan bile olsa döndürülürdü. Ama onlar bu hesabın yapılmasına tahammül
edecek bir geniş görüşün, hoşgörünün sahibi değildiler.
***
5 - Peygamber Hazret-i İbrahim (aleyhisselam), halkın seyre çıktığı
ve şehri tamamen boşalttığı bir günde eline baltayı almış, puthaneye girmiş,
bütün putları parçalamıştı. Kırmadığı sadece en büyük put idi. Baltayı da onun
boynuna astı, çıkıp gitti.
Halk dönüp geldiğinde beklenmedik bir durumla karşılaşıverdi.
Böyle bir neticenin meydana geleceği kimsenin hatırından hatta hayalinden
geçmiş değildi. Büyük bir ciddiyetle meselenin üzerine düşüldü, Peygamber
İbrahim (aleyhisselam) bulundu.
- Bunu bizim ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?... denildi.
İbrahim (aleyhisselam) Efendimiz, ciddiyetle cevap verdi: Doğrusu
bu işi şu en büyükleri yaptı, diyerek en büyük putu gösterdi. Ve ilave etti:
Şayet konuşurlarsa onlara bir soruverin.
Kısa bir müddet vicdanlarıyla baş başa kaldılar. Haksızlığı
kendilerinde buldular. Başları aşağı düştü ve Hazret-i İbrahim’e:
- Sen de bilirsin ki ey İbrahim, bunlar konuşmazlar, dediler.
Peygamber Hazret-i İbrahim (aleyhisselam) de bu sözü söylemelerini bekliyordu.
Cevap verdi:
- Peki siz, Allah’ı bırakıp da ellerinizle yontup şekil verdiğiniz,
konuşmaktan bile aciz olan, size hiç bir fayda veremeyen, zarar ulaştıramayan
varlıklara mı tapıyorsunuz?.. Yazık size de, Allah’tan başka taptığınız putlara
da... Siz aklınızı kullanıp düşünmüyor musunuz? dedi.
Ama düşünme fırsatı yoktu. Çünkü sağdan soldan haykıranlar buna
imkân tanımıyordu. «Yakın onu... ve ilahlarınıza böylece yardımcı olun. Bir iş
yapacaksanız, yapılacak iş bu- dur...» diyorlardı.
Neticede durup bir durum değerlendirmesi yapamadılar. Yakılan büyük
ateşte Hazret-i İbrahim’i yakmaya çıkmak bile, düşünceye dalmaktan hafif ve
kolay geldi. Çünkü düşünseler putlar birer taş parçası, birer ağaç parçası
olarak gerçek mahiyetleriyle tecelli edecekti.
Hazret-i İbrahim, ilahlara yaptığı hakaretin cezasını çekmek
mecburiyetindeydi. Büyük bir ateş yakıldı. Yanına yaklaşılması bile mümkün
olmayan bu ateşe Hazret-i İbrahim, bir tepe üzerine kurulan mancınığa konulup
fırlatıldı. Ama her şeyin malik ve sahibi Yüce Mevla’nın «ey ateş, İbrahim’e
serin ve selamet ol» emri gelmiş, mesele kökünden halledil- mişti.205
***
6
– Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin karşısında
bulunanlara da, çeşitli vesilelerle inançlarını gözden geçirmeleri
hatırlatıldı. Peygamber Efendimiz onlara, ilah dedikleri putlar hakkında
çeşitli yoldan düşünceye davet eden âyetlerle hitab etti: «Hiçbir şeyi
yaratamayan, üstelik kendileri yaratılan varlıkları Allah’a eş ve denk mi
tutuyorlar?...
Hem o putlar, onlara yardım etmeye güç yetiremezler, hatta kendi
varlıklarına bile yardımcı olamazlar.
Şayet o putları doğru olan yola çağırsanız sizin bu davetinize
uymazlar. İster onları çağırın, ister çağırmayın netice birdir, hep oldukları
yerde kalırlar.
Sizin Allah’ı bırakıp da dua ve niyaz ettiğiniz varlıklar, sizin
gibi yaratılmış kullardır. Eğer onların ilah oldukları da-
vanızda samimi ve sadık iseniz onları çağırın da size cevap
versinler.
Onların yürüyecek ayakları mı var?...
Yoksa onların tutacak elleri mi var?...
Yoksa onların görecek gözleri mi var?...
Yoksa onların duyacak kulakları mı var?...
De ki haydi çağırın ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz hileyi
kurun da, elinizden gelirse bana göz açtırmayın...» (A’raf, 7/191-195)
***
Bu ve benzeri âyetler onları düşünmeye davet ediyordu. Düşünseler,
gerçeklerin dile getirildiğini anlayacak, yanlış yolda olduklarını kabul
edeceklerdi. Ama kalplerine yerleşen inanç, onların düşünce kapılarını kapatmış
bulunuyordu. Düşündükleri takdirde çıkmaz sokaklara saptıklarının meydana
çıkacağı korkusu içlerini sarmıştı. Bu sebeple, yapılan bunca teklif karşısında
mert bir insan davranışıyla:
– Evet, halimizi yeniden gözden geçirmekte fayda var, diyemediler.
Aksine, hakikate tıpatıp uygun olan bu hatırlatmaları, ilahlarına
yapılmış birer hakaret olarak değerlendirdiler. Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) Efendimizden bahsederken «ilahlarımıza dil uzattı, aklı başında olan
insanlarımızı düşüncesizlikle suçladı...» dediler.
***
7
- Aklı başında insanlardı. Hatta içlerinde yüksek zekâya sahip
kimseler vardı. Bu akıllar, gönüllerin, duyguların emirlerine verilmese ve
normal bir yolda çalıştırılsa, putların görmediğini, işitmediğini hatta
kıpırdamadığını söylemenin «hakikati ifade etmek» olduğunu «hakaret etmek»
olmadığını anlayacaklardı. Ama yıllar yılı bu kalpler, bu inançla kalay-
lanmış, sırlanmıştı. Onların ilah olduklarını tartışmasız kabul
etmenin ötesinde düşünme yasağı bir ömür boyu sürecekti. Bu sebeple Nebiyy-i
Ekrem Efendimiz onları hak yoluna davet ederken, putlar üzerinde az çok
düşünmeleri gerektiğini hatırlatırken onlar da cevap olarak şöyle diyorlardı:
«Senin bizi davet ettiğin Kur’ân’a ve dine karşı kalplerimiz örtüler içindedir.
Kulaklarımızda da bir ağırlık var, bizimle senin aranda bir perde mevcut...
(Senin söylediklerini işitmiyoruz, işitsek anlamıyoruz, üstelik anlamak bile
istemiyoruz) O halde sen kendi davanı yürütmeğe çalış, biz de durdurmağa
çalışacağız.» demişlerdi. (Fussilet, 41/5)
Peygamber Hud (aleyhisselam)’a da söylenen sözler bu mealde idi.
«Ey Hud, bize karşı öğüt vermişsin yahut vermemişsin hepsi birdir, (sana
inanacak değiliz) Bize getirdiğin bu haberler başka değil sadece evvelkilerin
masalı. Hem biz azaba uğratılacak da değiliz.» (Şuarâ, 26/136-138)
***
Peygamberlere karşı bir defa cephe aldıktan sonra artık
iftiraların ardı arası kesilmemiştir. Gerek o peygambere, gerekse tebliğ ettiği
ahkâma karşı ağza gelen her şey bol bol söylenmiştir. Bu konuda açtıkları mücadele
yolunda onların medeni insan ölçüsü içinde kaldıklarını söyleme imkânına sahip
değiliz.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize iman etmeme
sebepleri arasında, utanç duygusunun da yeri vardır. Bir kısım kimseler «Demek
şimdiye kadar batıl yolda olduğunu anlayamamış, fark edememiş, Ebu Talib’in
yetimi vasıtasıyla ancak doğru yolu bulabilmiş...» denilmesinin vereceği aşağılık
duygusuna kapılmış ve iman etmemeye razı olmuşlardır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin amcası Ebu
Talib’in, iman etmemesinde böyle bir sebep göze çarpmaktadır. Kendini İslâm
Dini’ne davet eden Efendimize karşı söylediği şu tek cümle, onun iman etmeyiş
sebeplerini topluca ifade etmektedir. «Ey kardeşimin oğlu, vallahi şayet senin
ve çocuklarının başına belalar yağdırıp kötülük yapmaları korkusu olmasa ve
Kureyş’in, ölüm korkusuyla söylediğim zannına kapılmalarından endişe etmesem,
elbette bu sözü söylerdim. Hem başka değil, sırf seni sevindirmek için
söylerdim.»
Ebu Talib, Peygamber Efendimizi, aşk derecesine varan, babanın
duyabileceği derecede üstün ve samimi bir sevgiyle sevmiştir. Yedi yaşlarında
küçük bir çocukken yanına almış, kendi çocuklarına yapmadığı iyiliği ona
yapmış, Efendimizi çocuklarından daha üstün tutmuş, daha çok sevmiştir.
Peygamber olduğunu Kureyş’e ilân edip de onlardan şiddetli bir
mukabele gördüğü zaman Ebu Talib Efendimizi himayesine aldığını ilân etmiş,
kimsenin ona karşı kötülük
yapamayacağını, yaparsa karşısında kendini bulacağını ifade
etmişti.
İman etse, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi himaye
etmesi bahis konusu olamazdı. Kureyşliler müminlerin bir başkasını himaye
etmesi hakkını tanımıyorlardı. Öyle olsa Hazret-i Ebu Bekir gibi kavmi arasında
üstün bir şerefe sahip olan ve Peygamberimizin uğrunda seve seve can vermeye
her zaman hazır olan bir insanın himayesi ne güne duruyordu?.. Kaldı ki
Hazret-i Ebu Bekir bile gün gelmiş, Mekke’de Malik b. Dağınne’nin himayesiyle
kalabilme durumuna düşmüştü.
Hal böyle olunca yiğit Ebu Talib, Peygamberimizin davasını rahatça
yürütebilmesi, çocuklarına, aile efradına bir zarar gelmemesi için iman
etmemeyi ve himayesini devam ettirmeyi doğru bulmuş, bir bakıma kendini feda
etmiştir.
Hayatının sonlarına doğru, ölüm döşeğine yattığı zaman,
Peygamberimizin bu davetini yerine getirmesine de, «Ebu Talib ölümden korktu,
bu sebeple inandı...» diyecekler endişesi engel olmuştu.
İşte îman etmeyenler içinde, kendisi için acınılacak, üzüntü
duyulacak kişi bu... Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi seven
insanların kalbinde daima acı bir hatıra olarak kalacak, «vah Ebu Talib...»
dedirecektir.
Efendimiz, sevgili, vefakâr amcası için gözyaşları dökmüş, «Rabbim
tarafından yasak edilmediği müddetçe senin için istiğfar edecek, mağfiretini
dileyeceğim.» demişti. Efendimize bunları dedirten, gördüğü hudutsuz sevgi,
bitip tükenmek bilmeyen şefkat ve yıllar yılı müşriklere karşı, aşılmaz bir
duvar gibi dimdik durmasıydı.
Nitekim Ebu Talib’in vefatı, müşrikler için gerçek bir müjde olmuş,
hemen harekete geçmiş, Peygamberimize yapmadıklarını bırakmamışlardı. Bu
hakaretler, bu terbiyesizce davranışlar o dereceyi bulmuştu ki, Peygamberimize
sonsuz
bir düşmanlık besleyen Ebu Leheb bile utanmış, Peygamber Efendimizi
himayesine aldığını ilân etmiş, kardeşimin hayatta bulunduğu günlerde ne
yapıyorsan yine aynını yap. Vallahi kimse sana dokunamayacaktır, demişti.
Yine, Ebu Talib’in vefatı günlerinde, bir köşede bekleyip
Efendimizin yüzüne, başına savurduğu toz ve toprakla çirkin emellerine hizmet
eden bir bedbaht, sevinç ve gururla oradan uzaklaşırken, Efendimiz de bu
haliyle evine girmiş, «Ebu Talib hayatta iken Kureyş bunu bana yapamamıştı»
diye üzüntüsünü dile getirmişti.
***
Araplarda utanç duygusu, içtimai hayatta belirli bir yer tutuyordu.
Aşağıda nakledeceğimiz hadise buna güzel bir örnektir:
Bedir muharebesi zaferle neticelendirilmişti. Müşriklerden Ebul
Buhtüri, yanında Cünade b. Müleyha olduğu halde Mekke yolunu tutmuştu. Fakat
müslümanlardan Mücezzer b. Ziyad, onların önünü kesti. Ebül Buhtüri’ye:
– Rasulullah, (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Seni öldürmemizi
yasak etti, dedi.
-
Peki arkadaşım ne olacak?... dedi Ebul Buhtüri.
-
Yasak sadece senin için. Onu öldürürüm.
-
O halde ikimiz birlikte ölürüz. Ben Mekke kadınlarına «Dünya hayatı
için arkadaşını terk etmiş» dedirtemem.
Daha sonra savaş başladı ve Mücezzer, ikisini de öldür- dü.206
***
Arap şairlerinden meşhur Ümeyye b. Ebu Salt ile Ebu Süfyan arasında
şöyle bir konuşma geçtiği nakledilir,
206Tarih-i Din-i İslâm, M. Es’ad, (sadeleştirilmiş
baskı.) s. 603
Ebu Süfyan, arkadaşı Ümeyye’ye, Haşimoğullarından Muhammed b.
Abdullah’ın Peygamberliğini iddia ettiğini söylemişti. Ümeyye:
– O gerçekten Peygamberdir. Ona tabi ol, dedi.
-
Peki seni ona tabi olmaktan alıkoyan nedir?
-
Sakif kabilesi kadınları, «Ümeyye gitti, Abdimenaf oğullarından
bir gence tabi oldu...» derler diye utanıyorum.207
Bununla beraber, Ümeyye b. Ebu Salt’ın, Rasulullah (sal- lallahu
aleyhi ve sellem) Efendimize iman etmemesinde, haset duyguları da geniş bir
yer tutmaktadır. Şöyle ki:
Ümeyye, öteden beri ehli kitap olan Yahudi ve Hıristiyan- larla
görüşmüş, onlardan, son defa olmak üzere bir Peygamberin geleceğini ve geliş
zamanının pek yaklaştığını öğrenmişti.
Kendisi dini duyguları kuvvetli, edebi yönüyle yüksek ve ince
duygulu bir kişiydi. Bu peygamberin kendisi olabileceği düşüncesi zihnine
yerleşti ve günden güne bu düşünce kuvvet buldu. Artık vahyin geleceği günleri
beklemeye başladı.
Bir şiirinde duygularını şöyle dile getiriyordu:
«Sağ olduğum müddetçe Cenab-ı Hakk’a hamd ve sena etmekten, şükür
ve tazimde bulunmaktan ayrılmam. O Allah ki Ahkemül hâkimindir. Ne onun üstünde
bir ilah vardır, ne ona yaklaşabilecek bir ma’bud. Ey insan, fenalıktan uzak
dur. Cenab-ı Hak’dan bir şey gizleyemezsin. Allah Taalâ’ya ortak tanımaktan
sakın. Doğru yol açıktır. Onlar cinlere itimat ederler. Ey Allah’ım, sen benim
malikimsin. Ümidim sende- dir. Senden başka bir mabud tanımam. Lütuf ve keremin
ile Musa’yı. Harun ile birlikte, Firavun’u hak yola davet için elçi gönderen
sensin...
Ya Rab, Yunus’u bir balığın karnında birkaç gece geçtikten sonra
lütuf ve kereminle kurtaran sensin. Senin adını mu-
207Hazret-i Muhammed ve İslâmiyet, Mekke, s. 119
kaddes bildiğim gibi, günahlarımın bağışlanmasını da temenni
ederim. Ey kulların Rabbi, beni ihsanına ve rahmetine nail kıl. Bana ve
evlatlarıma saadet ver.»[209]
Bunlar, samimi dindar bir insanın, hatta bilgili bir müslü- manın
ifadeleri diyecek derecede güzel ifadelerdi.
Bir gün görüştüğü bir din adamından, gelecek olan Peygamberin,
Arap olmakla birlikte, Harem halkından olacağını öğrendiği zaman, başından
kaynar su dökülmüş gibi oldu. Günlerce konuşmadı, keder içinde kaldı.
Sonra Efendimize Peygamberliğin gelişini duyunca, haset duyguları
içinde kendini yiyip bitirir oldu. Çocuklarıyla birlikte Yemen taraflarına
gitti. Orada yerleşti. Bedir harbinin henüz bittiği günlerde bir yolculuktan
dönüyordu. Bedir’de, müşriklerin ölülerinin gömüldüğü Kalib’in (çukurun) yanında
durdu. Dayısının oğlu Utbe b. Rebia’nın ve diğerlerinin oraya gömüldüğünü
duyduğu zaman «Eğer Muhammed hak Peygamber olsaydı, akrabasını öldürmezdi»
dedi.
Çok geçmeden öldü. Efendimiz onun hakkında, «Ümey- ye’nin şiirleri
iman etti, fakat kalbi iman etmedi» buyurmuştu.
270
TİCARETE ZARAR
GELMESİ KORKUSU
Mekke şehri, ziraata elverişsiz bir vadide bulunuyordu. Bu sebeple
bütün hayat ticarete bağlıydı. Bunun ötesinde bir geçim kaynağı yok gibiydi.
Kışın Yemen taraflarına, yazın Şam cihetine yapılan seferlerle
alış veriş yapılıyor, geçim yolu bulunuyordu. Kureyşliler, Şam’dan Yemen’e
kadar süren uzun yol boyunca birtakım kabilelerle anlaşmalar yapmışlar, yol
emniyetini sağlamışlardı.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Nübüvvetini ilân
ettiği sıralarda Kureyşlileri düşünceye sevk eden bir sebep de,
Peygamberimizin ortaya attığı bu dava sonucu olarak diğer Arap kabileleriyle
aralarının açılması, onların dostluklarını kaybetme korkusuydu. Şayet böyle
bir netice meydana geliverirse, o zaman yol emniyeti kalmaz, ticaret kervanları
yürümez olur, felaket günleri başlardı.
Rasulullah Efendimizi görmeğe gelen ve müslüman olan Ebu Zerr
el-Gıfârî, Mescid-i Haram’da yüksek sesle şehadet kelimelerini söylediği zaman
üzerine hücum etmiş ve şiddetle dövmeğe başlamışlardı. Durumu gören Abbas b.
Abdülmuttalib, koşup Ebu Zerr’in üzerine kapanmış ve «Yazık size, Gıfar
kabilesinden bir adamı öldürüyorsunuz. Onların ticaret kervanlarınızın yolu
üzerinde olduğunu bilmiyor musunuz» diye haykırmış ve onu kurtarmıştı.
İkinci gün Ebu Zerr aynı yerde, aynı şekilde kelime-i şe- hadeti
tekrarlamış, yine doğrulmuş, yine Abbas tarafından aynı şekilde kurtarılmıştır.209
Bu hadise üzerinde durup düşündüğümüz zaman şu hususları
hatırlamamak mümkün değildir:
a)
Abbas’ın bu kadarcık bir hatırlatması, her iki defasında da,
kıyasıya dövdükleri adamı derhal bırakmalarına kâfi gelmiştir.
b)
Abbas bu iyiliği, Peygamberimize iman eden bir adamı kurtarma
maksadıyla yapmamıştır. Çünkü bu yolda dayak yiyen pek çok insan olmuştur.
Mesela aynı yerde, Abdullah b. Mes’ud, Rahman sûresini okumaya çıkmış, feci
şekilde dövülmüştü. Ebu Bekir (radıyallahu anh) Utbe b. Rebia ve benzerleri
tarafından, dövüle dövüle komaya sokulmuş, yüzü burnundan ayırdedilmez hale
getirilmişti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin üzerine aynı
yerde namaz kılarken deve işkembesi bırakılmıştı. Ashab-ı Kiram’dan pek çoğu on
yıl müddetle işkenceye uğratılmıştı. Bütün bunlar olup dururken hiç ses
çıkarmayan Abbas’ı, Ebu Zerr’i kurtarmaya koşturan, ticaret derdinden başkası
değildi.
Bu konuda bir başka hatıra da, Sa’d b. Muaz’ın, Mekke’ye umre için
gitmesi anına rastlar. Sa’d, Mekke’deki arkadaşı Ümeyye b. Halefin, (yahut onun
kardeşi Übeyy b. Halefin) yanına inmiş, onun misafiri olmuştu. Kâ’be’nin tenha
bir zamanını gözleyen Sa’d, tavaf üzere iken Ebu Cehil’le karşılaşmış ve Ebu
Cehil ona şöyle demişti:
c)
Şu anda sen, Kâ’be’yi emniyet içinde tavaf etmektesin. Hâlbuki siz,
ortaya yeni bir din çıkarmış olan Muhammed’i ve ashabını barındırmaya çıktınız.
Şayet Ümeyye’nin himayesinde ve yanında olmayaydım, seni buradan
sağ salim göndermezdim.
209Buhârî, Menakıb, 11 C. 4/158 274
Ticarete Zarar
Gelmesi Korkusu
Ebu Cehil’in bu sözlerini duyan Sa’d, ona şöyle cevap verdi:
- Eğer sen beni tavaftan men etmeye çıkarsan, ben sana daha ağır
şekilde karşılık verir, Şam ticaret yolunuzu kapatırım.
Bu, gerçek manasıyla bir tehdit idi. Ebu Cehil’e de, adamlarına
da, attıkları adımı geri çektirecek, işin sonucu düşünmeye mecbur edecek bir
tehdit...
Müşrikler işte bu mühim mesele sebebiyledir ki, samimiyetle şöyle
demişlerdi: «Şayet biz hidayete tabi olursak yurdumuzdan kapılır,
çıkarılırız.» (Kasas, 28/57)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin büyük dedelerinden
Haşim ve onun ikiz kardeşi olan Abdüşşems arasında başlayan ve yüzyıllar boyu
devam eden bir rekabet vardı. Bu iki kardeşin doğarken parmaklarının birbirine
yapışık olması ve ancak keserek birbirinden ayırt edilmesi sonucu kan akmış,
orada bulunanlar bu iki kardeş arasında iyi bir geçim olmayacağı kanaatine
varmışlardı. Netice gerçekten de böyle olmuş ve İslâm Tarihi’nin en acı sahnelerini
teşkil eden Haşimî-Emevi çatışmaları bu iki kardeşin soyundan gelen aileler
arasında meydana gelmiştir.
Zaman zaman pek acımasız, pek insafsız davranışlara da sebep olan
Emevi-Haşimî rekabeti, bu iki aile arasında kapanması, mümkün olmayan bir uçurum
açmış, haset duyguları kalplerin en derin köşelerine yerleşmiştir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Haşimî soyundandı.
Nübüvvet vazifesinin verildiği sıralarda bu rekabet devam halindeydi. Bu
sebeple Efendimizi, «Allah’ın Rasulü» olarak değil, Haşimî soyunun peygamberi
olarak değerlendiriyorlardı. Kendilerine Allah’ın âyetleri okundukça içlerinde
bulunan fena duygular daha da körüklendi.
***
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin tebliğ ettiği
Kur’an’ın son derece müessir bir kelam olduğunu duyuyorlardı. Nitekim Utbe b.
Rebia, Peygamber Efendimize müşrikler adına nasihat etmek üzere gitmiş, fakat
Efendimizden dinlediği Kur’ân karşısında adeta sarsılmış, dili tutulmuştu.
Onun uğradığı akıbete uğramayı istemeyen ve birbirinden tamamen
habersiz hareket eden üç kişi bir gece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimizi gizlice dinledi. Bunlar Âhnes b. Şerik, Ebu Süfyan ve Ebu Cehil idi.
Gün ağarırken bulundukları yeri terk edince birbirlerini gördüler,
yaptığımız doğru değil, bir daha gelmeyelim... diyerek ayrıldılar. Fakat takip
eden günlerde yine buluştular. Üçüncü günün sabahı, bir daha gelmemek üzere
kesin karar vererek ayrıldılar.
Üçüncü günün sabahında Ahnes b. Şerik Ebu Cehil’e vardı:
-
Dinlediğin kelam hakkında neler düşünüyorsun? dedi.
Ebu Cehil birden alevlenmiş, şunları söylemişti:
- Ne diyecek mişim?.. Biz Abdilmenaflarla bir şeref yarışma girmiş
bulunuyoruz. Yemek yedirdiler biz de yedirdik. Fakirlerin yüklerini taşıdılar
biz de taşıdık. Onlar ihsan ettiler biz de ettik. Tam dengeyi sağlamış, at başı
olmuştuk, bizim peygamberimiz var, ona gökten vahiy geliyor, dediler. İşte biz
buna ulaşamayız. Yemin ederim ki onu ne dinleriz, ne de tasdik ederiz. Hem hiç
bir zaman.
Bu konuda Muğire b. Şu’be bir hatırasını şöyle anlatır:
Amr b. Hişam’la birlikte Mekke sokaklarında yürüyorduk. Ben
Rasulullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) tanımıyordum ve o günlerde iman
etmemiştim. Bu sırada nur yüzlü bir insanla karşılaştık. O adam, Amr’a:
– Ey Ebulhakem, seni Allah’a ve Rasulüne davet ediyorum. Gel bu
daveti kabul et, dedi.
Artır b. Hişam’ın suratı asıldı:
-
Ya Muhammed, sen bizim ilahlarımıza dil uzatmaktan vazgeçecek
misin?... Sen bu vazifeni tebliğ ettiğine şahit mi arıyorsun? İşte buna biz
şahidiz. Artık yeter. Yemin ederim ki senin söylediklerinin hak ve gerçek
olduğunu bilsem, hiç durmaz sana uyar, davetini kabul ederim, dedi.
Ondan ayrıldık. Amr b. Hişam bana döndü:
-
Yemin ederim ki onun sözlerinin hak ve gerçek olduğunu biliyorum.
Fakat benim önüme geçen bir engel var, dedi.
-
Nedir o engel ey Ebulhakem, dedim.
Kusay oğulları, Kâ’be’nin «hicabet» vazifesi bize aittir, dediler,
peki dedik. «Sikaaye» vazifesi bize aittir, dediler ses çıkarmadık. «Nedve»
bizim idaremizde olacak dediler, kabul ettik. «Liva» bizimdir, dediler, olsun dedik.
Onlar yemek yedirdiler biz de yedirdik. En sonunda kervan atbaşı yürümeye
kalkınca «bizim bir de Peygamberimiz var» dediler. Vallahi artık buna gelemem.[210]
***
Yahudiler gelecek olan en son Peygamberi, bütün vasıflarıyla
biliyorlardı. Hatta gelmesini beklemekteydiler. Bu konuda elimizde yeter
derecede bilgi var.
Kur’ân-ı Kerim’de onların bu bilgileri şu âyetle anlatılmaktadır:
«Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler Peygamberi, kendi çocuklarını
bildikleri kadar kesinlikle bilirler. Bununla beraber onlardan bir grup, bile
bile hakikati gizliyor» (Bakara, 2/146)
Hazret-i Musa’ya indirilen Tevrat’ta, Hazret-i İsa’ya indirilen
İncil’de Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin pek çok
vasfı anlatılmış, inceden inceye bir portresi çizilmişti. Anlatılanlar o derece
incelikleri ihtiva ediyordu ki, Tevrat’ı okuyan, İncil’i mütalaa eden bir ilim
adamının,
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi gördüğü
takdirde «Hayır bu o değil» demesi mümkün değildi. İnsan kendi evladını görünce
«acaba benim çocuk mu ki?...» demediği müddetçe, Efendimiz hakkında da böyle
bir şüpheye düşmelerine yer yoktu. Yüce Allah, son Peygamberini göndermeden
evvel, onun hiç şüpheye düşülmeden tanınması ve lâyıkı vechile karşılanması
için her türlü tedbiri almış, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlardan ilim
sahibi bir kişinin:
– Kesin karar veremedim... gibi bir mazeret ileri sürmesi kesin
olarak önlenmişti.
Medine’deki Yahudilerin, Peygamberimize karşı takındıkları tavır
da tamamen haset duygusuna dayanıyordu. Efendimizin gerçekten Peygamber
olduğunu bilmez değillerdi. Ancak bu bilgilerini dile getirmeyişlerine, bu
çirkin duygular engel oluyordu.
Allah’ın son Peygamberinin Arabistan’ın Hicaz bölgesinde çıkacağı
biliniyordu. Çıkacağı zaman belliydi. Bazı Yahudi ve Hıristiyan âlimlerinin,
«beklenen Peygamberin geliş zamanı yaklaştı, gölgesi başının üzerinde sayılır»
gibi ifadeleri, bu zamanı, üç-beş sene aralıklarla bildiklerini göstermektedir.
Bu Peygamberin doğmadan babadan yetim kalacağı, annesinin küçük yaşta vefat
edeceği, dede ve amcaları tarafından himaye edileceği, Yesrib adıyla bilinen
«iki kara taşlık arasında» bulunan bir şehre hicret edeceği, gözlerinde devamlı
ve hafif bir kızartının bulunacağı, sadakayı kabul etmeyeceği, hediyeyi kabul
edeceği, sırtında iki kürek kemiği arasında «nübüvvet mührü» nün bulunacağı,
neleri emredip neleri yasaklayacağı... gibi pek çok hususları bu ilim
adamlarınca daha evvelden bilinen şeylerdendi.
Nitekim, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin,
amcasıyla Şam taraflarına yaptığı yolculukta görüştüğü «Bahîrâ» ismindeki
rahip, Peygamberimiz hakkında Ebu Talib’e bir takım sualler sormuş
bulunuyordu.
– Bu çocuk senin neyindir?
-
Oğlumdur.
-
Hayır olamaz.
– Neden?
-
Çünkü kitaplarımız, bu çocuğun babasının, daha doğmadan evvel
vefat etmesi gerektiğini bildiriyor... Peki, söyleyin bana bu çocuğun
gözlerindeki kızartı gelip geçici midir? Yoksa devamlı bulunan bir şey midir?
-
Her zaman onun gözleri böyledir.
Bahîrâ o günlerde on iki yaşlarında bulunan Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Efendimize döndü:
-
Sana bazı şeyler soracağım. Lat ve Uzza hakkı için bana doğru cevap
ver.
-
En çok nefret ettiğim varlıklar onlardır. Bana onların adını
söyleyerek yemin verme.
-
Peki, sana soracağım sorulara Allah için doğru cevap ver.
– Ne istersen sor!
- Nasıl uyursun?
– Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz.
- Bana sırtını gösterebilir misin?
Bahîrâ daha sonra Peygamber Efendimizin sırtını açıp baktı.
Nübüvvet mührünü orada gördü. Artık hiç şüphesi kalmamıştı. Aslında onun, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize, «sana soracaklarıma Lat ve Uzza hakkı
için doğru cevap ver» demesi de, sadece bir imtihan idi. Çünkü gelecek
Peygamberin bu putlardan son derece nefret edeceği de belliydi.
Bütün bunlardan sonra Bahîrâ Ebu Talib’e döndü ve şunları söyledi:
-
Benim anladığıma göre bu çocuk, Allah’ın göndereceği son
Peygamberdir. Eğer Şam taraflarına gidersen orada kitap ehli olan âlimlerin onu
tanıması ve bir zarar vermeleri mümkündür. Tavsiye ederim, malını buralarda
sat ve geri dön.
Şam taraflarında oturan, bilgi ve ihlâs sahibi bir Yahudi vardı.
İsmi Heyyiban idi. Birgün Allah yolunda olma ve o yolda ölme azmi onu yurdundan
ayrılmaya mecbur etti. Her şeyini topladı ve Hicaz taraflarına yöneldi. Hayber
Yahudilerinin ısrarlarına rağmen oralarda durmadı, geldi ve Yesrib (Medine)
şehrine yerleşti. Kurayza adı verilen kabile arasında mekân tuttu. Orada
ibadetine ve mütalaalarına devam etti.
Kısa zamanda Heyyiban, Kurayzahların üzerinde büyük tesir yapmış,
hürmet edilen, sözü tutulan bir insan olmuştu. Birkaç defa kıtlık tehlikesiyle
karşılaşmışlar, her birinde Heyyiban’ı yağmur duasına çıkarmışlar, Allah Taalâ
da yapılan dualara icabet etmiş ve yağmurlar gelmişti.
Bir gün Heyyiban çok hastalandı. O zaman Kurayza Yahudilerine haber
saldı, yanında toplandılar.
-
Ey Yahudi milleti, ben Şam gibi bolluk ve bereketin fışkırdığı
toprakları bırakıp sizin bu kıtlık kokan yurdunuza neden geldim biliyor
musunuz? dedi.
-
Bilmiyoruz, elbet senin bir maksadın olmalıdır.
- Buraya, zamanı pek yaklaşmış olan bir Peygamberi gözlemek
maksadıyla gelmiştim. Zira Yesrib, onun hicret edip yerleşeceği vatanıdır. «Bu
zamana kadar, ona peygamberlik verilir, ben de bu dine girer ve saadet bulurum»
diye umuyordum. Fakat ömrümün sona erdiğini görüyorum. Ona yetişmek bana
nasip olmayacak. İyi bilin ki onun Peygamber olarak vazifelendirileceği günler
pek yaklaşmış, gölgesi başınızın üzerine düşmüş durumdadır. Ona inanıp dinini
kabul etme hususunda, hiç kimse sizden daha önce davranmış olmamalıdır. Çünkü
o kendine tabi olmayanlara karşı kılıç kullanma ve
çocuklarını esir etme vazifesini de alacaktır. Sakın sizi onun
dininden engelleyen bulunmaya.
***
Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden olan Selman Farisi, çocukluğundan
beri dine düşkün olarak büyümüş, fakat babasının dini olan mecusilik onu
tatmin etmemişti. Bu sebeple tanıştığı Hıristiyanlardan bu dini en güzel
şekliyle kimlerden öğreneceğini sormuş, onlar da Şam taraflarına gitmesini, orada
büyük ilim sahibi kişilerin bulunacağını bildirmişlerdi.
Selman oralara gitti. Orada kilisede vazife gören rahiplerle
tanıştı hizmetine girdi. Uzun yıllar o rahibe, ondan sonra gelene hizmet etti.
O rahip ölürken kendisine kimi tavsiye edeceğini sordu. Tavsiye ettiği rahibi
bularak onun hizmetine girdi. Selman böylece birkaç rahip değiştirmiş oldu.
Hizmetini gördüğü son rahip ölürken kime gideceğini sorduğu zaman pek yakında,
Hicaz’ın Yesrib adı verilen şehrine bir Peygamberin gelip yerleşeceğini ondan
başka hiçbir kimseye inanmamasını söyledi.
-
Bu peygamber sadakayı kabul etmez, hediyeyi kabul eder, iki kürek
kemiğinin arasında nübüvvet mührü vardır... dedi.
Selman o rahipten ayrıldıktan sonra uzun maceralarla Yesrib şehrine
bir esir olarak geldi. Fakat Allah’ın büyük Peygamberi de birkaç sene sonra
Medine’ye göçmüş bulunuyordu. Kuba’da iken sadakadır diyerek bir miktar hurma
takdim etti, kabul edilmedi. Medine’de iken hediye olarak götürdüğü hurmalar
kabul edildi. Bir gün arkadaşlarından birinin cenazesinde iken Efendimizin
etrafında dolaşmaya başladı. Belki sırtı açılır, nübüvvet mührünün gerçekten
var olduğunu yahut olmadığını görürüm, diye düşünüyordu. Bu arada Peygamber
Efendimiz onu yanına çağırdı, sırtını açtı ve gösterdi. Artık Selman’ın bir
şüphesi kalmamıştı. Bir daha hiç şüpheye düşmemek, bir daha başka din aramamak
üzere şehadet getirdi ve İslâm Dini’ni kabul etti.
Medine’deki Yahudilerin en büyük alimlerinden olan Abdullah b.
Selam, küçüklüğüne dair olan bir hatırasını şöyle anlatır:
«Ben Tevrat’ı ve tefsirini babamdan öğrenmiştim. Bir gün âhir
zamanda gelecek Peygamberin sıfatı, alameti ve yapacağı işler hakkındaki âyeti
bana anlattı ve «eğer o Harun evladından gelecek olursa ona tabi olurum. Yoksa
tabi olmam» dedi. Peygamber Aleyhisselâm’ın Medine’ye gelişinden evvel öldü.»
Birgün hurma ağacına çıkmış, yaş hurma topluyordum. Ağacın altında
da halam Halide b. Haris oturuyordu. Bu arada Nadir oğulları kabilesinden bir
Yahudi geldi ve «Bugün Arapların peygamberi olan adam geldi» dedi. Bu sözü
duyduğum zaman içimi bir titreme aldı, yüksek sesle: Allahu ekber, diye
bağırdım. İyisinden ihtiyar bir kadın olan halam benim bu heyecanıma fena halde
sinirlenmişti. Bana doğru yönelerek:
-
Bre ahlâksız adam, Musa Peygamber’in geleceğini duysan bile bu
derece sevinmezdin. Allah senin elini boşa çıkarsın, umduğuna erdirmesin,
dedi.
-
Halacığım bu gelen Musa Peygamber’in kardeşidir. O da Musa’nın
dinindendir. Musa Peygamber hangi din ile geldiyse, bu da o dini getirmiştir,
dedim.
-
Bu bahsettiğin, kıyamete yakın zamanda gönderileceği haber verilen
Peygamber mi yoksa?
– Evet.
-
Öyleyse bu sevincinde haklısın.
Daha sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye
gelince halkın arasına karışarak ben de yanına sokuldum ve dikkatle baktım.
Anladım ki onun yüzü, yalancı bir insanın yüzü değildir.
Daha sonra Abdullah b. Selam, Peygamber Efendimizi tenha bir
zamanda ziyaret ederek kendine göre, Peygamberden başkasının bilemeyeceğini
zannettiği üç sual sordu.
Aldığı cevaplarla gönlü rahat olmuş, karşısındaki insanın gerçekten
Allah’ın Peygamberi olduğunu anlamıştı. Derhal şeha- det getirdi ve müslüman
oldu.[211]
***
Enes b. Malik (radıyallahu anh) naklediyor.
Arasıra Peygamberimize hizmet eden bir Yahudi çocuğu vardı.
Hastalandı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz onu ziyaret
etmeye gitti, başucuna oturdu. Ona müslüman olmasını teklif etti. Çocuk
babasına döndü.
-
Bu teklifi nasıl karşılayayım, der gibi bakıyordu. Babası:
-
Oğlum, Ebulkasım’a itaat et, dedi.
Çocuk müslümanlığı kabul etti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimiz oradan çıkarken «Onu cehennemden kurtaran Allah’a hamdolsun»
diyordu.[212]
***
Peygamber Efendimizin hicret yurdu olan Medine’de üç tane Yahudi
kabilesi yerleşmiş bulunuyordu. Bunlar Nadir, Kurayza ve Kaynuka oğullarıdır.
Her üç kabile de, Medine’nin asıl sakinleri olan Evs ve Hazrec
kabileleriyle öteden beri geçinemez durumda idiler. Ara sıra birbirleriyle
kavga ediyor, bazan mağlup düşüyorlar, o zaman da Evs ve Hazrec kabilesine:
-
Pek yakında bir Peygamber çıkacak. Onu her haliyle tanıyoruz.
Geldiği zaman ona iman edecek ve kuvvet kazanacağız. Artık zafer bizim olacak,
sizin hakkınızdan geleceğiz... diyorlardı.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Medine’ye şeref
verdiği zaman, Yahudiler evvelce bu sözleri söylememiş- çesine geri
duruverdiler. Efendimiz onlara Kur’ân okuduğu ve
İslâm Dini’ne davet ettiği zaman «Kalplerimiz örtülü ve kapalıdır»
(Bakara, 2/88) demekle iktifa ettiler. Senin söylediklerinden bir şey
anlamıyoruz, kalbimizde bu yaptığın davet için yer yok demek istiyorlardı.
Yahudilerin bu hali anlatılırken şöyle buyurulmuştur: «Onlara,
kendilerinde bulunan Tevrat’ı tasdik eden bir kitap geldiği zaman reddettiler.
Halbuki daha önce küfredenlere karşı, o peygamberi hatırlatarak fetih
beklediklerini söylüyorlardı. Fakat tanıdıkları peygamber kendilerine geldiği
zaman onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti ise, bile bile hakkı inkâr edenler
üzerinedir.» (Bakara, 2/89)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i inkâr etmelerinin
sebebi aradıkları sıfatları Efendimiz’de bulamamaları değildi. Bunun tek
sebebi, kendi milletlerinden gelen bir peygamber olmayışıydı. Nitekim daha
önce Abdullah b. Sehnan’ın babasının, «şayet gelecek Peygamber Harun Peygamber
neslinden olursa iman edeceğini, böyle olmadığı takdirde karşı koyacağını»
nakletmiştik. Diğer Yahudilerin durumu da hep böyle idi. Allah’ın, dilediği
kulunu peygamber olarak görevlendirmesini protesto mahiyeti taşıyordu.
Hazret-i İbrahim (aleyhisselam) devrinden beri gelen peygamberlerin İsrail oğullarından
olması, peygamberlik müessesinin Yahudiler için değişmez bir hak olduğu
kanaatini vermişti onlara. Bu defa Araplardan bir Peygamberin seçilmesine
tahammül edememişler, baş kaldırmışlardı. Halbuki «Allah risalet vazifesini
kime vereceğini pek iyi bilirdi.» (En’âm, 2/124) İsrail oğulları hoş görmeyecek
diyerek «son Peygamber» olması takdir edilen büyük Peygambere ait hüküm
değiştirilemezdi.
***
Medine Yahudilerinden Nadir oğulları, Rasulullah (sallal- lahu
aleyhi ve sellem) Efendimize verdikleri sözü bozmuşlar, aralarındaki anlaşmayı
çiğnemişler ve mahallelerine gelen ve bir duvar dibinde dinlenmekte olan
Peygamberimizin tepesine
taş bırakmak istemişlerdi. Durum kendisine Cibril-i Emin tarafından
bildirilen Efendimiz oradan kalkıp gitmiş, bu da Yahudileri telaşa düşürmüştü.
Aralarında bir toplantı yaptılar. İçlerinden Kinane b. Suriya söz
aldı:
-
Siz Muhammed’in neden dolayı kalkıp gittiğini biliyor musunuz?
dedi.
-
Hayır, vallahi bilmiyoruz. Sen biliyor musun? dediler.
– Evet dedi Suriya, Tevrat’a yemin ederim ki, sizin yapmak
istediğiniz bu suikast ona mutlaka haber verilmiştir. Hiç kendinizi aldatmaya
çıkmayın, o bir peygamberdir, peygamberlerin sonuncusudur. Siz ona Harun
oğullarından olmadığı için inanmadınız. Ama Peygamber seçmek Allah Taalâ’ya ait
bir haktır. Biz Tevrat’ta, son Peygamberin Mekke’den çıkacağını, Yesrib’e
hicret edeceğini görmüş ve öyle yazmış durumdayız. Bu peygamberin sıfatlarıyla
kitabımız arasında hiçbir uyuşmazlık yoktur, birbirine tamamen uygundur.
***
Hendek muharebesi sonucu ihanet eden Kurayza Yahu- dileri muhasara
edilmiş bulunuyordu. Kabilenin ileri gelenlerinden Ka’b b. Esed, halka şöyle
hitap etmişti: «Vallahi onun Allah tarafından gönderilmiş, kitabınızda vasfını
yazılı bulduğunuz Peygamber olduğu sizce de belli olmuş bulunmaktadır. Ona
iman edecek olursanız kanlarınız, mallarınız, çocuklarınız ve kadınlarınız
eman ve selamet bulur. Bizi ona tabi olmaktan alıkoyan, ancak, Araplara karşı
duyduğumuz kıskançlıktandır. Ve onun İsrail oğullarından gelen bir peygamber
olmayışıdır. Hâlbuki bu Allah’a ait bir iştir.»[213]
Onlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize iman
etmeme hududunda durmaya da razı değildiler. Elden gelen her çeşit engellemeyi
yaparak bu dinin yayılmasını önlemek
ve dine girenleri tekrar geri döndürmek üzere çalışmaya başladılar.
Nitekim onların bu maksatları Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: «Kitap
ehlinden birçok kimseler sizi iman etmenizden sonra tekrar küfre çevirmek
istediler. Bu arzu, kendilerine hakikat açıkça belli olduktan sonra içlerinde
bulunan bir hasetten dolayı meydana gelmiştir.» (Bakara, 2/109 )
Bir başka âyet meali şöyledir: «Ehli Kitap’tan bir grup, sizi
şaşırtıp dininizden döndürmek istediler. Onlar ancak kendilerini şaşkın hale
getiriyorlar, dalalette bırakıyorlar. Fakat bunun farkında değiller.» (Âl-i
İmran, 3/69)
Bu konuda düşündükleri şu idi:
Kendileri öteden beri ilim sahibi kimseler olarak tanınmıştı. Evs
ve Hazrec kabilesine karşı, gelecek peygamberi bütün vasıflarıyla
tanıdıklarını ve o görevlendirildiği zaman hemen ona iman edeceklerini
defalarca söylemişlerdi. Onların zihinleri bu çeşitten propagandalarla
doldurulmuş bulunuyordu. Evvelce yaptıkları bu propagandadan istifade etmenin
tam zamanı gelmişti. Önce gelip iman edecekler, daha sonra bu dinin hak din
olmadığını anlayan ve kabul ettiğine pişman olan bir insan gibi İslâm Dini’ni
terk edeceklerdi. Böylece cahil müslümanlar, ilim ehli olanların bu dini
beğenmeyişlerinde mutlaka bir hikmet olmalı diyecek ve İslâm Dini’ni terk
edecek yahut, hiç olmazsa müslüman olma hevesi taşıyanların bu isteklerini bir
daha gözden geçirmeleri temin edilecek, hatta önlenecekti.
Yüce Allah, indirdiği âyetinde onların bu kötü düşüncelerini
Peygamber Efendimize bildirdi. «Ey kitap ehli, neden hakkı batıla karıştırıyor
ve hakkı gizlemeye çalışıyorsunuz? Halbuki onun gerçek peygamber olduğunu siz
bilip duruyorsunuz?... Kitap ehlinden bir grup dedi ki günün evvelinde,
sabahleyin, müminlere indirilen Kur’ân’a iman edin, günün sonunda da onu inkâr
edin (hak din ve hak kitap değilmiş deyin) umulur ki onlar da dinlerinden
dönerler. Siz ancak kendi
dininize tabi olun (bir başka milletten olan Peygambere sakın
inanmayın.)» (Âl-iİmran, 3/71-73)
Yahudilerin İslâm’a karşı sönmeyen kini, bitip tükenmek bilmeyen
hasedi, her geçen gün bir başka şekilde tecelli ediyordu. Bu sebeple onlar
hakkında gelen âyetler, gerek Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimize ve gerekse diğer müminlere takınmaları gerekli olan tavrı inceden
inceye anlattı.
«Ya Muhammed, Yahudiler de, Hıristiyanlar da sen onların dinlerine
tabi olmadıkça asla senden razı ve hoşnut olmayacaklar. Onlara de ki, hidayet
sadece Allah’ın gösterdiği hidayettir. Ve ey Rasulüm, yemin olsun ki eğer sana
nübüvvet ilmi geldikten sonra onların arzularına tabi olursan senin için hiçbir
dost, hiçbir yardımcı yoktur.» (Bakara, 2/120)
Bu arada Yahudilerin bir başka taktiği daha ortaya çıktı. İslâm’ı
kabul edenlere yanlış bilgiler vererek onları şaşkına çevirmek...
Sizin peygamberinize inen Kur’ân ile bizim kitabımız arasında
esasen fazla bir fark yoktur... gibi ifadelerle onları kendilerine ısındırıp
Tevrat’ı okumaya ve Arapça olarak onu müs- lümanlara anlatmaya çıktılar. Bu
arada maksatları onların zihinlerini yanlış fikirlerle doldurmak, şaşkına
çevirmekti.
İslâm Dini henüz yerleşme durumundaydı. Bilhassa Peygamberimizin
Medine’ye hicretinden sonra müslüman olan müminlerin dini bilgileri pek fazla
değildi. Dinini öğrenme hevesinde olan bu insanları Tevrat’tan nakiller
yapıyorum diyerek kandırmak ve zihinlerini bulandırmak mümkündü.
Ancak durum Peygamber Efendimize anlatıldığında, Efendimiz bu
konuda takip etmeleri gereken yolu onlara çizdi: «Kitap ehli olanları tasdik
etmeyin. Yalan söylüyorsun da demeyin. Sadece «Allah’a ve Allah’tan bize
indirilene inandık» deyin, buyurdu.[214]
Yüce Allah da bu konuda açıklama getirdi:
«Ey iman edenler, şayet ehli kitaptan herhangi bir gruba uyar,
onların peşinden giderseniz, sizi iman etmenizden sonra küfre çeviri
verirler.» (Âl-i İmran, 3/100) buyurdu.
Medine’de yeni bir grup daha türemişti. Onlar da küfürlerinde
ısrar etme maksadını taşıyan, fakat müslümanlara karşı bir kuvvet
olamayacakları düşüncesiyle müslüman gibi görünmekte fayda uman, böylece
İslâm’ı içinden yıkabilmenin mümkün olacağı kanaatini taşıyan kişilerdi. Zaman
zaman onların da su yüzüne çıktığı, bulunan fırsatları değerlendirdikleri
olmuş, fakat Allah Taalâ’nın yardım inayetiyle haklarından gelinmiştir.
Bunların başı durumunda olan Abdullah b. Übeyy, Evs ve Hazrec
arasında en çok sözü geçen kişiydi. Peygamberimizin Medine’ye hicreti
sıralarında o da Medine’de taç giyme merasimine hazırlanır vaziyetteydi. Fakat
onun hiç haberi olmadan işler başka yönde gelişmiş, Mekke’de ortaya çıkan
Peygambere gizlice iman edilmiş, her emrini dinleyip itaat etmek üzere söz
verilerek Medine’ye gelmesi teklif edilmişti. Efendimizin hicretiyle birlikte,
yüzde yüz elde eder durumda olduğu Medine emirliği elden çıkmış, kendisi bir
kenara çekilme mecburiyetinde kalmıştı. Müminlerden hiç kimsenin artık kendine
itibar ettiği yoktu. Bu durum onu şiddetli bir kıskançlığa ve haset duygusuna
itiverdi. O günden itibaren ölünceye kadar devam eden ve mezara bile kendisiyle
birlikte giren haset, yer yer onu müslümanlar arasına fitne ve fesat tohumu
ekmeğe zorladı. Onu gerçekten değerli bir adam bilen bazı kişilerin de kendine
yardımcı olmaları üzerine, «münafıklar» adı altında ayrı bir zümre gelişmiş
oldu.
a)
Mekkeliler cahil bir milletti. Fakat kırk sene süren bir tecrübeyle
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin «en dürüst insan» olduğunu
kendileri sayısız tecrübe yaparak anlamışlar, ona «el-Emin» adını vermişlerdi.
Her yönüyle güvenilir insan manasına geliyordu bu lakap.
Daha sonra Efendimiz, Peygamberliğini ilân ettiği zaman, bu
davasını ispat etmesini istemişler, Efendimiz de onların «olmazların en olmazı»
kabul ettikleri ay’ı ikiye bölme mucizesini göstermiş, bunun yanında daha pek
çok mucizeleri gerek toplu, gerekse ferdi halde müşahede etmişlerdi. «Senin
Peygamber olduğuna inanabilmemiz için şunların da mevcudiyeti lâzım...»
diyebilecekleri, gerçekten noksanlık kabul edebilecek bir eksik mevcut değildi.
Bununla beraber onların birçoğu, halk arasında muteber kişilerdi.
Bu itibarın elden gideceği korkusu ve ayak takımı diye tanımladıkları
insanlarla aynı seviyede görülüver- me endişesi onların gören gözlerini
perdelemiş bulunuyordu. Öteden beri devam edip gelen haset hisleri bu duyguları
daha da artırmıştı. Putlara olan ve şuursuzca atadan dededen gelen inanç,
onları daha ilerisini düşünemez etmişti. Bu gibi sebepler altında Rasulullaha
karşı amansız bir savaş açtılar, bir taraftan iman edenlere şiddetli işkenceler
tatbik ederken, diğer taraftan da iman etmeyenleri eski dinlerinde durdura-
bilme faaliyetine giriştiler. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Efendimize türlü iftiralar atarak, olmayanları mutlaka varmış gibi
göstererek gerek Mekke içinde ve gerekse dışarıdan gelenler arasında geniş
ölçüde propaganda yaptılar.
Bu çalışmalar meyvesini verdi. Peygamber Efendimizin yıllar boyu
bitip tükenme bilmeyen bir azimle çalışması, vazifesini mükemmel bir metodla
yürütmesi sonucu olarak meydana çıkan netice, sayısı birkaç yüzü bile bulmayan
bir müslüman gurubunun yetişmesi oldu. Halbuki davası davaların en haklı
olanı, kendisi her türlü insani faziletin canlı bir misali idi. Yüzüne bakınca
«bundan hayır gelmez» denilecek bir insan olması bir yana, geçtiği yollarda
bile gül kokusu hissedilecek, elini dokunduğu insanda saatlerce mübarek kokusu
kalacak derecede, yüzüne bakanların kendisinden daha güzelini görmediklerine
yemin edecekleri derecede güzel, vakarlı bir şahsiyete sahipti.
Böyle bir Peygamberin, bu derece haklı bir davayı, en mükemmel
eğitim metodlarıyla yürütmesi karşısında, normal şartlar altında pek büyük
neticelerin alınması lâzımdı. Ama haset duyguları, itibarların elden gitmesi
korkusu ve alışılagelmiş olan batıl ve köklü inançlar bu çalışmaların önüne
yalçın kayalar gibi gerilmiş, her çeşit vasıtayı kullanmayı mübah görerek aç
kurtlar gibi saldırmışlardı.
Olan aradaki «müstad’afin» denilen, zavallı biçare insanlara oldu.
Onlardan kimi, efendilerinin baskısı altında sesini çıkaramadı, onların her
şeyi daha iyi düşünüp karar vereceği inancı ile hareket etti. Yahut efendileri
tarafından yürütülen propagandanın gerçekleri ifade ettiği inancıyla Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) hakikaten «deli-sihirbaz-kâhin-şair..» olduğu zannına
kapıldı. Meseleye fazla ehemmiyet vermediği için gidip Rasulullah Efendimizin
söylenilen vasıfları taşıdığını veya taşımadığını kontrol etmedi. Böylece iman
dairesinden uzakta kaldılar.
b)
Yahudilerin durumu daha başkaydı. Mekkeliler onu tecrübeyle tanımış,
her halinden emin olmuşlardı. Bunlar ise, en azından Mekkeliler kadar onu
tanıyorlardı. Bu bilgileri, Tevrat ve İncil’e dayanıyordu. Fakat içlerinde bir
başka milletten gelecek peygambere itaat duygusu yoktu. Aslında bu iddia
geçerli bir mazeret de sayılmazdı. Çünkü bizzat kendilerinden olan ve
Firavun’un kahredici zulmünden kurtaran Hazreti Musa’ya olan bağlılıkları
meydandaydı. Akla hayale gelmedik rezaletler çıkarmış, Hazreti Musa’dan olmadık
isteklerde bulunmuşlardı. Onları Rasulullah Efendimizin davetini kabul
etmekten alıkoyan haset idi, hak olan davayı kendi arzularına göre yürütememe
endişesiydi.
Olan yine Yahudilerin avam tabakasına olmuştur. Sözlerini
dinledikleri âlimlerin, kendi aralarında çevirdikleri dolaplardan, hakkı batıl
gibi göstermeye çıkmalarından yeteri kadar haberdar değillerdi. İlim ehlidir
diye bildikleri kişilerin her şeyi doğru dürüst düşünüp taşındıklarını, kararın
en iyisini verdiklerini zannediyorlardı. Bu sebepledir ki Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz «Yahudi âlimlerinden on kişi bana uymuş
olsaydı, diğer Yahudiler iman ederlerdi» buyur- muştu.[215]
Nitekim kıyamet günü, elebaşı durumunda olanların yaptıkları
propagandalara kanan, onların sözüne inanarak iman şerefinden mahrum kalanlar,
pek fena şekilde aldatıldıklarını anlayacaklar ve Cenab-ı Hakka şöyle hitap
edeceklerdir: «Ey Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi dalalette bırakanları
bize bir göster, onları ayaklarımızın altına alalım, taki en aşağıda kalanlar
onlar olsun.» (Fussilet,41/29)
***
c)
Hıristiyanlarla Peygamber Efendimizin münasebetleri, Yahudilere
nispetle daha az olmuştur. Habeş diyarından
gelen ve bir takım sualler sorduktan sonra iman ederek dönüp giden
bir grup insan vardır. Bunlar aslında Hıristiyan olan ve hak dini bulma arzusuyla
yurtlarından yola çıkan, kârlı bir ticaretle tekrar yurtlarına dönen
insanlardır. Bunlar hakkında şöyle buyrulmuştu: «Peygambere indirilen Kur’ân’ı
dinledikleri vakit, hakkı ve hakikati bildiklerinden dolayı «ey Rabbimiz, iman
ettik, bizi şahitlerle birlikte yaz. Biz ne diye Allaha ve bize gelen hak dine
iman etmeyelim, Rabbimizin bizi salihlerle birlikte rızasına girdirmesini neden
arzu etmeyelim» derken, gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün.» (Mâide,
5/83, 84)
Bununla beraber Necrandan gelen Hıristiyanlar, Nebiyy-i Ekrem
Efendimizin karşısında ayak diremiş, onun gerçekten peygamber olduğunu
anlamalarına rağmen, yine de Hıristiyan olarak kalmayı tercih etmişlerdir.
Mescid-i Nebevi’de Peygamberimizin bu adamlarla uzun bir münazarası
olmuştur. Bu münazara Hazreti İsa’nın ilah olup olmadığı konusundadır.
Peygamberimizin kendilerine sorduğu makul sorular karşısında ne diyeceklerini
bilemeyen, Hazreti İsa’nın ilah değil, insan olan bir Peygamber olduğu
hakikatini dilleriyle söyleyememişler, inat ettikçe etmişler, dayattıkça
dayatmışlar neticede Yüce Mevla, Peygamberimize şu âyetleri göndermiş ve onlara
şu âyetleri tebliğ etmesini emretmiştir: «Muhakkak ki İsa’nın durumu Allah
indinde Âdem’in durumu gibidir. Allah Taâlâ onu topraktan yaratmış, sonra da
ona ol demiştir. Allah Taâlâ her neye ol derse o da hemen oluverir. Hak ve
hakikati beyan Rabbinden vaki olmuştur. O halde asla şüphe edenlerden olma.
Artık sana bu ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de ki,
gelin, oğullarımızı ve sizin oğullarınızı, bizim kadınlarımızı ve sizin
kadınlarınızı, bir de kendilerimizi çağıralım, bir araya gelelim, dua ve niyaz
edelim, Allah’ın lanetini yalancıların üzerine dileyelim.» (Âl-i İmran, 3/59,
61)
Bu âyetleri onlara tebliğ eden Peygamberimiz, o gece onları yine
mescitte misafir etmiş, düşünmeleri için bir gece müsaade etmiş, daha sonra
sabahleyin bu hükmü icra için Hazreti Fatıma, Ali, Hasan, Hüseyin yanında
olduğu halde mescide çıktığı zaman adamların kimseye haber vermeden çekip
gittiklerini görmüştü.
Adamların «mülâane» adı verilen bu davet karşısında duramayıp
gitmeleri, Efendimizin gerçek Peygamber olduğu kanaatine varmaları ve şayet bu
lanet dileme hükmü icra edilirse Peygamberimize hiçbir zararın gelmeyeceğini,
buna karşılık kendilerinin mahvolacağını kesin olarak anlamış olmaların- dandı.
İman ederlerse ebedi saadet bulacaklardı. Etmezlerse eski halleri
üzere kalacaklardı. Kendileri hakkında son ve kesin hükmü vermek yine
kendilerine aitti. İhtimal ki dünyaya ait arzular ağır bastı, İslâm dinini
kabul ettikleri takdirde elde edilecek menfaatlerin elden çıkacağı korkusu
gönülleri bürüdü, sessizce çekilip gittiler. Bu gidiş onları her adımda
Allah’ın rahmetinden bir misli daha uzaklaştırıyordu.
***
Allah’ın en büyük ve en son Rasulunün karşısına duranların her
biri hesabını vermek ve cezasını çekmek üzere huzuru ilahiye varmış bulunuyor.
Hesabı yapmak ve layık olan cezayı vermek, bu dinin sahibi olan, Nebiyy-i
Ekremin'i bu dini tebliğ etmek üzere gönderen yüce Mevlâya ait.
«Neden inanmadılar?...» sorusunun cevabını ararken yaptığımız bu
araştırmayla son sözü söylemiş olamayız. Daha açık, daha doğru niteceler elde
etmek için daha geniş araştırma yapanların bulunmasını arzu ederiz. Fakat bu
konuda son söz, kalplerin esrarına vakıf olan Allah Taâlâ’ya aittir. O «Ahkemül
Hakimin»dir. Kusursuz ve mükemmel hükmü O
verecek, kimin ne derece haklı veya haksız olduğu onun huzurunda
ortaya çıkacaktır.
Yüce Rabbimizden, kemal-i iman üzere yaşama ve o iman üzere
huzuruna varma saadeti bahşetmesini niyaz ederiz.
Kur’ân-ı
Kerim.
Buhârî,
Muhammed b. İsmail el-Buhârî, 1-8, İst. 1979
Müslim,
Müslim b. Haccac el-Kuseyrî, en-Nisâbürt, 1-5, Mısır, 1956
Ebu
Davud, Süleyman b. Es’as es-Sicistânî, 1-4, Mısır, 1950 Tirmizî, Muhammed
b. İsâ et-Tirmirf, 1-5, Kahire, 1937 Nesaî, Ahmed b. Şuayb en-Nesâî
(Süyutî şerhi ile) 1-8, Beyrut, 1930
İbn
Mace, Muhammed b. Yezid el-Kazvîni, 1-2, Mısır, 1962
es-Siret’ün-Nebeviyye, Abdülmelik b. Hişâm, 1-4, Beyrut, 1936
es-Siret’ün-Nebeviyye, İsmail b. Kesir, 1-4, Beyrut, 1976
Tefsirûl-Kur’ûn'il-Azim, İsmail b. Kesir, 1-4, Kahire, 1956 el-Kamil
fi’t-Tarih, AH b. Muhammed (İbnü Esir) Beyrut, 1965 Hazret-i Muhammed ve
islâmiyet, M. Asım Koksal
25 Buhârî, 1/3
40 İbn Hişam, 4/190
52 el-Kâmil, 2/159
58 Bkz. İsra Sûresi, 17/36
76 Müslim, Salat'ül-Müsâfirin, 203
132 Tirmizi, Cenaiz, 69
142 Ebu Davud, Reddü's-Selam Fi's-Salat, 1/335
172 Buhârî, Ezan, 63
196 Buhârî, Keyfe Kane Bed’ül-Vahy, 6
[33] Feyzu'l-Kadir, 3/531
[34] bak, Yunus Sûresi, 10/18;
Zümer Sûresi, 39/3
[35] Buhârî,
Megazi, 17
[36] Câhız, el-Beyan ve't-Tebyin
[37] Câhız,
el-Beyan ve't-Tebyin
[38] İbn Hişam, 1/313
[39] bak. Hud Sûresi, 11/38
[40] Hazreti Muhammed ve
İslâmiyet, Medine, 2/153
[41] Buhârî,
Sulh, 6
[42] İbn Kesir, Siyer, 2/58-61
[43] a.e. 2/154
[44] Buhârî,
Menakıb-ı Ensar, 45
[45] İbn Kesir, Siyer, 3/569
[46] İbn Hşam,
4/...
[47] Buhârî, İman, 24
[48] Buhârî,
Cizye, 22
[49] Hazret-i Muhammed ve
İslâmiyet, Medine, 2/97
[50] Müslim,
Cihad, 58
[51] İbn Kesir, Siyer, 2/215,
216
[52] İbn Kesir,
Siyer, 1/260
[53] Müslim, İman, 141
[54] İbni Kesir,
2/65
[55] Ikd'ül-Ferid, 1/287
[56] Hasen senetle rivayet
edilmiştir. Feyz'ul-Kadir, 3/481 40
[57] Buhârî, Zekât, 44
[58] Müslim, Birr, 16
[59] Müslim,
Birr, 19
[60] Buhârî, ikrah, 7
[61] İbn Hişam,
1/143
Not, Yirminci asrın bitmek üzere bulunduğu bu yıllarda hacca giden
müminler, oralarda, cahiliye Arapları hakkında anlatılan bu gibi asil
davranışları görmekten mahrumdurlar. «Hac mevsimimin başladığı ilân edildikten
sonra günden güne ekmeğinde fiyatının bile değiştiğini, ele geçen her fırsatın
bol bol değerlendirildiğini üzülerek müşahede ederler. Yapılan en küçük
hizmetlerin bile paraya dönüştürüldüğü kanaatiyle oradan ayrılar. Hâlbuki İslâm
Dini getirdiği yüce ahlâk ile, cahiliye devrinde başlatılan bu fazilet dolu
davranışları daha iyi, daha olgun hale getirmişti.
[62] Buhârî, Müsâkât, 9
[63] Tirmizi,
Birr, 19
[64] Tirmizi,
Birr, 16
[65] Müslim. Hacc, 151
[66] Buhârî, Hacc, 91
[67] İbn Kesir,
Siyer, 1/285
[68] Buhârî, Nikâh, 28
[69] Fikhus
sünne (Darekutniden rivayet etmiştir), 2/6
[70] Bak, İbn Kesir, Tefsir,
1/465
[71] İbn Mace,
Nikâh, 39
[72] İbn Mace,
Nikâh, 40
[73] Darimi, 1/2
[74] Buhârî, Menafcıb, 25
[75] Buhârî,
İman, 40
[76] Asr-ı
Saadet, 1/513-515
[77] el-Kâmil,
2/156
[78] Buhârî, Vüdû’, 58
[79] Bkz. Bakara
Sûresi, 2/29
[80] Buhârî, Fezailü'l-Kur’ân, 1
[81] Tarih-i Din-i İslâm,
sadeleştirilmiş baskı, s. 202
[82] İbn Kesir, Siyer, 1/504
[83] Bkz. Enfal
Sûresi, 8/31
[84] Bkz. Enfal
Sûresi, 8/31
[85] Dairi, Sünen, 1/27
[86] Tirmizi, Birr, 57
[87] Buhârî,
Menakıb, 23
[88] Müslim,
Cümüa, 46
[89] Müslim, Birr, 106
[90] Buhârî, Teheccüd, 6
[91] Bkz. İra
Sûresi, 17/79
[92] İbn Kesir, Tefsiri, 1/440
[93] Buhârî, Ezan, 82
[94] Buhârî,
Ezan, 51; Müslim, Salat, 90
[95] Buhârî, Ezan, 67
[96] Buhârî, Teheccüd, 9;
Müslim, Salat'ül-Müsâfirin, 204
[97] Buhârî,
Savm, 52
[98] Buhârî,
Savm, 35; Müslim, Sıyam, 109
[99] Buhârî,
Savm, 48; Müslim, Sıyam, 55
[100] Müslim, Cihad, 150
[101] Buhârî, Fiten, 17; Müslim,
Zühd, 51
[102] Buhârî, Enbiya, 54; Müslim,
Hudud, 8
[103] Buhârî, Salat, 8
[104] Hz.
Muhammed ve İslâmiyet, Medine, 1/104 ve devamına bak.
[105] Tirmizi, Zühd, 38
[106] Müslim, Zühd, 28
[107] Müslim,
Zühd, 23
[108] Tirmizi, Zühd, 38
[109] Buhârî,
Menakıb-ı Ensar, 10
[110] Buhârî,
Menakıb, 25
[111] Tirmizi,
Zühd, 39
[112] Buhârî,
Ezan, 158
[113] Buhârî, İstikraz, 11
[114] Buhârî,
Hayz, 9
[115] Buhârî,
Hayz, 11
[116] Buhârî, Büyü’, 47
[117] Buhârî,
Vekale, 8
[118] Darimî, 1/315
[119] Hz.
Muhamzned ve İslâmiyet, Medine, 6/183
[120] Hz.
Muhammed ve İslâmiyet, Medine, 5/260
[121] bak. Hz. Muhammed ve
İslâmiyet, Medine, 2/216
[122] İbn Sa’d, Tabakât, 2/21
[123] Hz.
Muhammed ve İslâmiyet, Medine, 5/243
[124] Buhârî,
Cenaiz, 80
[125] İbn Mace, Cenaiz, 32
[126] İbn Mace,
Nikâh, 49
[127] İbn Mace,
Et’ıme, 30
[128] Buhârî, Libas, 19
[129] Nesâi, Ahbas, 1
[130] Müslim,
Cihad, 56
[131] İbnti Sa’d, Tabakat, 4/13-15
[132] Buhârî, Farz'ul-Humus, 6
[133] Ebu Davud,
Haraç ve İmare, 2987 (4 ); Buhârî, Zekât, 57
[134] Buhârî, Zekât, 57
[135] Buhârî,
Vesâyâ, 9
[136] Buhârî, Daavat, 55
[137] Feyz'ul-Kadir, 3/499
[138] İbn Mace, Ticaret, 1
[139] Aynı eser,
aynı sah.
[140] İbn Mace,
Ticaret, 2/724
[141] Aynı eser,
aynı sah.
[142] Bkz. Maide Sûresi, 5/38
[143] Nesâi,
Tahrim'üd-Dem; 22,
[144] a.e., 7/115
[145] Buhârî, Zekât, 41
[146] Buhârî,
İlim, 2
[147] Buhârî,
İman, 24
[148] Tirmizi,
Cenaiz, 69
[149] Müslim, Cenaiz, 22; İbn
Mace, Cenaiz, 33
[150] İbn Mace,
Cenaiz, 32
[151] Buhârî, Mezalim, 13
[152] Tirmizi, Birr, 41
[153] A.e. aynı
sah.
[154] Tilmizi,
Birr, 40
[155] İbn Mace, Taharet, 48
[156] Ebu Davud,
Nehy'ün-Anil Kelami Fi's-salat, 1/344
[157] Müslim, Eşribe, 3/1569
[158] Buhârî, Ahbar'ül-Âhâd, 1
[159] Müslim,
Eşribe, 3, 4
[160] Buhârî, Fezail'ül-Kur’ân, 6
[161] Buhârî,
Edeb, 80
[162] Buhârî,
Edeb, 80
[163] Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/62
[164] Ttrznizi, Birr, 67
[165] Buhârî,
İsti’zan, 22
[166] Buhârî,
Daavat, 62
[167] Buhârî,
Edeb, 80
[168] Buhârî, Vüdû’, 58; Müslim,
Tahare, 100
[169] İbn Mace,
Mukaddime; 17
[170] Buhârî,
İstikraz, 5
[171] Bkz. Tevbe, 9/128
[172] Buhârî,
İman, 26
[173]Buhârî. Mevakit, 24
[174] Buhârî,
Cümüa, 8
[175] Buhârî, Nikâh, 1
[176] Müslim, Siyam, 182
[177] Bkz.
Müslim, Siyam, 177
[178] Bkz. Nisâ
Sûresi, 4/101
[179] Bkz. Bakara
Sûresi, 2/185
[180] Buhârî, Taksir-i Salat, 17
[181] Bkz. Bakare
Sûresi, 2/185
[182] Bkz. Nisa
Sûresi, 4/43
[183] Bkz. Bakara
Sûresi, 2/115
[184] Buhârî,
Ezan, 65
[185] Müslim,
Hacc, 412
[186] Müslim, Hacc, 327, 328
[187] Müslim, Sıyam, 81, 87
[188] bak, Müslim, Cenaiz, 44
[189] Bak, Feth'ul-Bârî, 7/294
[190]Müslim, Hudud, 23.
[191] Bkz. Teğabûn, 64/6
[192] Kur’ân-ı Hakim ve Meal-i
Kerim, 2/716 (Ahzab, 37’nin notu)
[193] İbn Kesir
tefsiri, 2/77
[194] Buhârî,
Meğazi, 81
[195] Buhârî, Fezailu’l-Kur’ân,
21
[196] Müslim,
Zühd, 72
[197] Tirmizi, İlim, 7
[198]Tirmizi, İlim, 8
[199] İbn Kesir, Tefsir, 4/201
[200] İbn Hişam, Siyer, 206, 207
[201] Osman Keskioğlu, Kur’ân
Tarihi, s. 347
[202] bk. el-Kâmil fi't-Tarih,
2/213 240
[203] el-Kâmil
fi't-Tarih, 2/494
[204] bk. Müslim, 3/1423 ve
Münâfikûn Sûresi tefsiri
[205]Bkz. Bakara Sûresi, 2/11
[206] Buhârî,
Megazi, 53
[207]Bkz. Zümer Sûresi, 39/3
[208]Bkz. Yunus Sûresi, 10/18
[209]bk. Tarih-i Din-i İslâm, sadeleştirilmiş baskı, 306
[210] İbn Kesir, Siyer, 1/505,
278
[211] Hz. Muhammed ve İslâmiyet,
Medine, 1/63
[212] Buhârî,
Cenaiz, 80
[213] Hazret-i Muhammed ve
İslâmiyet, Medine, 5/331
[214] İbn Kesir, Tefsir, 1/187
[215] Müslim, Sıfat'ul-Münâfikûn,
31
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar