Print Friendly and PDF

AYTUNÇ ALTINDAL ELVEDASIZ AYRILIK





AYTUNÇ ALTINDAL / ELVEDASIZ AYRILIK

Yayına Hazırlayan: Yörükhan Ünal

Her hakkı saklıdır. Bu eserin aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, yayınevinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz.

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ YERİNE        7

AYTUNÇ ALTINDAL TAKİPÇİLERİNDEN GELEN SORULARI YANITLIYOR        11

BU EVLADIN ADI “AYTUNÇ ALTINDAL’DI! OZAN BODUR        19

AYİŞE A. BIDERMANN        25

A. EMİNE ALTINDAL        36

AHMET MUSTAFA ALTINDAL        45

HASAN HULKİ ALTUĞ          51

MİNA SHIVA ALTINDAL        58

ŞİVEZAT KÖPRÜLÜOĞLU        61

M. SERENDİP ALTINDAL        65

ZEYNO ALTINDAL        69

GÜLİSTAN ÜNSALAN        73

EROL BALKAN        79

SAFTER ÇINAR        85

OKŞAN ELBİRLİK        91

NAMIK KEMAL ZEYBEK        95

HALİL ŞIVGIN        100

KÂMİL YÜCEORAL        104

LEVENT KON YAR        112

ZARELLA MARTINEZ        115

SEYYAL ÖZGÜN        119

HALİD ÖZKUL        125

MELİS ÖZOĞUZ & GÖKHAN ÖZOĞUZ        133

DENİZ SARAL        142

NECİBE UÇAR        152

BİBLİYOGRAFYA        161

FOTOĞRAFLAR        165

ÖNSÖZ YERİNE

Şiir tutkudur. Şiir içtenliktir Şiir coşkudur. Şiir kavgadır. Şiir direniştir. Şiir güldür. Şiir, karşıdaki caminin minaresine yumuşak iniş yapan martının kanatlarını toplarken çıkarttığı sessizliktir.

Şiir felsefedir. Şiir dindir. Şiir barıştır. Şiir peygamberlerin çağrısıdır. Şiir evliyaların dilidir. Şiir ayrılıktır. Şiir, karlı havada Dolmabahçede Beşiktaş’ın Galatasaray’ı 3-0 yenmesidir.

Şiir dalgalanan saçlardır. Şiir ay ışığıdır. Şiir bakıştır. Şiir anlamdır. Şiir aşktır. Şiir ihanettir. Şiir, utanarak sevdiğiniz Leyla’yı korumak için aşağı mahallenin kabadayı doğmuş oğlanlarıyla tek başınıza kavga edip, dayak yemektir.

Şiir onurdur.

Şiir yaşamdır.

Şiir serüvendir.

Benim şiir serüvenim çocukluğumda başladı. Annem ve babam şiire, sanata ve sanatçıya saygı duyan insanlardı. Annem Fatma Melahat (d. 1907, İst.) güfteler yazardı. “Fağfur bir kadehten dökülen mey gibi raks et...” Ömer Hayyam okumayı severdi. Bir de, Fikret. Güfteleri bestelenmişti. O zamanların (1940) ünlü bestekârları radyoda çalarlar, söylerlerdi. Jübilesi de yapılmıştı. İstanbul Radyosundan, her zaman hüzünlü ve Çerkez güzeli annemin güftelerini dinlemek, şiirdi.

Babam Ahmet Cavit (d. 1903, İst.) sofu bir Cumhuriyet Halk Partiliydi. İttihat ve Terakkici olarak yetişmiş, sonra Milli- ci (Kuvayı Milliye) olmuştu. Çok yakışıklı, sportmen bir adamdı. Kadınları severdi. Kadınlar da babamı pek rahat bırakmazlardı. Doğruya doğru! Miltiadi gazinosundaki daimi masasında her zaman bir ya da birkaç “hanımefendi” bulunurdu. Babam uzun yıllar Beşiktaş’ta futbol oynamıştı. Sonra da BJK’da yönetici olmuştu. Beni de spor yapmaya çok teşvik etti ama ben Halk Partili olmamaya çoktan karar vermiştim. Eniştelerimden biri subay, diğeri solcuydu. Spordaki beceriksizliğimi eniştelerime borçluyum. Babam kendisini tam bir Halk Partili sansa da bence tam bir Osmanlıydı. Her akşam yemeğinde “Benim evime bezirgan giremez” diyerek övünürdü. Babam ve kendisi gibi İttihatçı bozması Halk Partili arkadaşlarının jargonunda “bezirgân” tüccar anlamına gelirdi ve onlara göre bütün kötülüklerin başı “paraydı. Babam, ne mutlu ki, günümüzde Türkiye’ye egemen olan köşe dönücüleri, üçkâğıtçıları, liboş- ları ve sevgili Ece Ayhan’ın bir şiirinde dile getirdiği “sayıları çoktan kırkı aşmış olan haramileri” göremeden öldü. Annem de onu izledi. Onlardan kalan sevgili Attilâ İlhanın o unutulmaz şiirindeki katı gerçektir: “Elde var hüzün.” Bu önsözün başında söylemiştim: Şiir hüzündür.

Dev çitlembik ağacının tepesine tırmanan tek çocuk olabilmenin gururu ve mutluluğu da şiirdir. Varsın babam ve arkadaşları Halk Partili olsunlardı, bizim geniş arazilerimizle komşu Arnavutların bağları arasında sınır kabul edilen dev çitlembik ağacının en tepesine tırmanabilen tek çocuk bendim, ne haberi Ağacın tepesinde saatlerce oturur o zamanlar (1950) binasız ve “bakir” Kartaltepe’yi kuşbakışı seyrederdim. Hayaller kurar kendi kendime gülümserdim. Ortadan kaybolduğumu fark ettikleri zaman beni nerede bulacaklarını bilirlerdi. Bana bakmakla görevlendirilmiş olan Şerife Hanım veya Muhsin Efendi

koca ağacın dibine gelirler en sevdiğim yemeklerin (soğansız yemekler) yapıldığını söyleyip aşağıya inmeye ikna ederlerdi beni. Gelip çağırdıkları ve istediğim yemekleri yaptıkları için beni “çok” sevdiklerini sanırdım. İşte ilk kez itiraf ediyorum: Şiir varsayımdır. Sanki öyle “imiş” gibi düşünüp kendinizi aldatmaktır!

Yazları Çiftehavuzlarda, şimdi Celal Bayar’ın evinin bulunduğu sokaktaki sayfiye evine giderdik. Kışları Bakırköy Kartal- tepedeki “Kuleli Köşk”e dönerdik. Kulenin tepesinde yıldırıma karşı paratoner vardı. Telsiz direği gibi bir nesneydi bu paratoner denilen alet. Hiç sevmezdim. Gelip geçenler eve değil bu acayip direğe bakarlar, “Paratoner, paratoner” diye zar zor öğrenilmiş “gâvurca” bir kelimeyi söyleyebilmenin keyfiyle karılarını ve çocuklarını bilgilendirirlerdi. Sonra birdenbire büyük bir fay kırılması oldu. Bir gece yarısı uyandırıldım. Köşkün ağır, büyük demir kapılarına zincir sarıldı, çifte kilit asıldı. Ve gittik. Gidiş o gidiş. Yıllar sonra bir gazetede Kuleli Köşkün adının “Perili Köşk’e çıktığını bir resim altı haberinde okudum. Kuleli ve paratonerli köşkün Perili Köşke dönüşmesi bir sırdır. Ve şiir bazen bir sırdır, anlatılamayanı gizler...’

* Aytunç Altındal’ın Elvedasız adlı şiir kitabından alınmıştır

AYTUNÇ ALTINDAL TAKİPÇİLERİNDEN GELEN
SORULARI YANITLIYOR
[1]

“Tam 45 yıldır sadece memleketini, milletini düşünerek
yazmış, çalışmış ve çabalamış bir yazar olarak, “aydın" olmak
sorumluluğunu yerine getirebilmişsem ne mutlu bana..."

Havas ilmi dinen caiz midir? Caiz ise nasd öğrenilir bunu sormak istiyorum.

Havas ilmi dinen caizdir ama iki “s” ile yazılır. Ehl-i Havass olursa dinen caiz değildir. Teşekkürler.

Aytunç Hocamda bir sorum var: Enigma dönemlerinin 108 yd olduğunu söyledi. Buradaki yd 360 gün mü yoksa 365 gün mü?

360 günlü takvim kullanılır. Bu soruyu çok beğendim, teşekkür ederim.

Aytunç Hocam merhaba. Ortadoğu’daki gelişmeler doğrultusunda bakıldığında, federal bir Kürt devleti mi kurulmaya çalışılıyor? Ve sizce Türkiye bunun gerçekleşmemesi için mi çalışıyor yoksa zaten Kürt devleti kurulacak, bari kamuoyunu bu olaya mı hazırlamalıyım düşüncesini taşıyor? Teşekkürler.

Ortadoğu’da asıl olan İsrail’in güvenliğidir. Dolayısıyla da Arap Baharı adı altında yürütülen ve benim Arap Karnabaharı diye bahsettiğim istikrarsızlaştırma projesinde Kürtlerin bir istikrarsızlaş- tırma aracı olarak kullanılıp, daha sonra İsrail-Amerika tarafından ortada bırakılacaklarını söyleyebiliriz. Teşekkür ederim.

Hocam iyi geceler... Sorum şu: Tapınak Şövalyeleri’nin Siyonizm dışında Türkiye için bir politikası var mı? Siz bu konuda Da Vinci Şifresi’ne alternatif bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Teşekkürler.

Dan Brownun yazdıklarını 15 sene önce yazmıştım ben Fatih Bey, ancak adım Aytunç Brown olmadığı için dünyada tanınmadı. Şimdi yeniden bir kitap yazdım, henüz adını açıklamıyorum, bu sene sonunda Kanada’da yayımlanacak. Teşekkür ederim.

Atatürk'ün mason olduğunu, elinizde belgelerin olduğunu söylediniz ve Atatürk’ü ben Mustafa Kemal olarak anıyorum, Atatürk'ü bir kenara koyalım dediniz. Niçin böyle söylediğinizi açıklar mısınız?

Atatürk zabitken, İttihat ve Terakki kadrosunda yer alabilmek için bir mason locasına kaydını yaptırmıştı, fakat 1935’te

Türkiye Cumhuriyetinde mason localarını kapattı. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bey kendisinin ilerde Atatürk yapılacağını bilmiyordu. Dolayısıyla 19 Mayısta Atatürk Samsun’a çıktı demek yanlıştır. Saygılarımla.

Aytunç Ağabey sizi gerek internetten, gerekse kitaplarınızdan takip ediyorum. Birçok gizli örgütün olduğunu iddia ediyorsunuz. Peki bunların hepsini idare eden kim?

Bunların hepsini bir konsey yönetir. Teşekkür ederim.

Aytunç Bey benim size bir konuda sitemim olacak. Ben Dağıstanlı bir Acar ailenin mensubuyum. Şahsınızın da Çerkez olduğunu biliyorum. Neden zamanınızın bir kısmını da Kuzey Kafkasya'yla ilgili konulara ayırmadığınızı şahsen anlamış değilim. Saygılarında.

İlk Kafkas dernekleri 1952de bizim evimizde kuruldu. Benim Sovyetler Birliği döneminde Kafkasya’da bulunduğumdan herhalde haberiniz yok. Teşekkür ederim.

Gelecek kehanetleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Kehanetler prognoz anlamında ise bir değeri vardır, yoksa zırvalıktır. Teşekkürler.

İsa diye biri yaşamamışsa, Kuran hangi Isa’dan bahsediyor?

Yaşadığı varsayılan İsa Mesih’ten 400 yıl önce Arabia Felix’te yaşamış olan Al Issa (Dhu Khuash) adlı kişi, gerçek İsa olarak Hıristiyan Araplar tarafından kabul edilmektedir. Teşekkür ederim.

Dinler arası diyalog hakkındaki görüşlerinizi merak ediyorum.

Dinler arası diyalog diye bir şeyi kabul etmedim hiçbir zaman. Kültürler ve dindarlar arası diyalog olur ama dinler arası diyalog yoktur. Bu Vatikan’ın uydurduğu siyasi bir projedir.

Illuminati’nin deşifre oluşu sonrasında dünyada dengeler değişecek mi? IHümanistlerin yeni planları ne olabilir? Planlanmış ve yürürlülüğü devam eden olayları gözlemleyebiliyor musunuz?

Okült örgütlerinin belirli amaçları bulunur. Bunların başında “yeni tip insan” yaratmak düşüncesi vardır. En gizli örgütlerden biri olan Gül ve Haç Teşkilatı dünyada her 108 yılda değişimler olabilmesi için 36’şar yıllık 3 periyod saptamıştır. Bunlardan bu dönemdeki ilki 1989’da başladı. Bu çağa Enigma- hk Çağ diyoruz. Bu 36 yıl içinde doğru bildiğiniz her bilginin yanlış olduğunu göreceksiniz. Bu konuyu 1988’de Gül ve Haç Kardeşliği adlı kitabımda yazdım. Ayrıntılarını orada okuyabilirsiniz.

Benim Sayın Altındal’a sorum şu: İsrail'in neden bu kadar güçlü bir istihbarat servisi var ve MOSSAD nasıl bu kadar güçlü bir örgüt olabildi?

MOSSAD ve diğer Siyonist istihbarat örgütleri daima gerçek güçlerinden daha fazla oldukları izlenimini verirler. Gerçekte sanıldıkları kadar büyük ve güçlü değillerdir. Ancak dünyanın her yerinde yaşayan Yahudilerin tam desteğine sahiptirler. Bu da onları çok güçlüymüş gibi gösterir.

Aytunç bey Sümerler ilgili bildiğiniz bir şey varsa lütfen bizimle paylaşın.

Sümerlerle ilgili pek çok bilgi var fakat hepsini yazmak ciltler tutar. Şu kadarını söyleyeyim ki Sümer tabletleri günümüzde en çok CIA’in koruması altındadır. Sümer efsanesi özellikle de Tufan olayı Tevrat’ta da Nuh Tufanı adıyla geçer ve daha birçok yerde de Sümer efsanesinden yararlanılmıştır.

Tavistock maddesi devlet yöneten kişilerde fikirleri değiştirmek amacıyla kullanılıyor mu? Ayrıca bu maddeler bazen ünlü yiyecek içecek ve fastfood firmaları tarafından halkı etkilemeye yönelik kullanılabilir mi?

Doğrudur. Tavistock aynı zamanda bir kimyasal maddenin adıdır ve insanlarda çeşitli davranış değişikliklerine yol açar. Her türlü gıdaya ve içeceğe katılabilir.

Türkiye’nin istihbarat alanında MIT’ten başka gizli servisi var mı? Türkiye’de iyi yöndeki derin yapının gücü nedir? Masonlara ve diğer gizli örgütlere karşı bizim yapımız var mı?

Türkiye’deki tek istihbarat örgütü MİT değildir. Başka yasal kuruluşlar da vardır. Ama adları anılmaz. Nitekim Amerika’nın da gerçekte 15 gizli servisi vardır ve en çok FBI ve CIA olarak bilinir, diğerlerinin adı anılmaz.

Azerbaycan ve Türkiye için çalışan Bozkurt gizli örgütü hakkında birkaç bilgi edindim. Hrant Dink katliamı, hiçbir örgütün bulunamaması; Turgut Ozal’a silahlı saldırı ve İran’ın ünlü fizikçisinin öldürülmesi. Bu saldırılan yapan ve ceza almayan bir örgüt. Öylesine gizli ki bize sadece derin devlet diyorlar. Aynı şekilde Ergene- kon örgütü gibi örgütlenmiş ve çalışanlannı çocuk yaşta yetiştiriyorlarmış. Ne kadannı daha önce duymuştunuz?

Belirli konularda Cumhurbaşkanlığı tarafından oluşturulan Turgut Özal komisyonuna davet edilerek bazı bilgileri paylaştım. İleride açıklanırsa okursunuz.

Sayın Altındal, Suriye’deki olaylarda Beşer Esad mı, halk mı haklıdır? ikinci sorum, Beşer Esad’ın Nusayri olduğu ve Sünni halka zulüm yaptığı söyleniyor, sizce bu doğru mu?

Esad BAAS partisinin rehin tuttuğu bir liderdir. Halkın istekleri gerçektir ama emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda olmadığı takdirde BAAS rejimi çökmeden Suriye’deki diktatörlük yok olmaz.

Türkiye’de içinde parmak izi/damar izi/dijital sertifika içeren çipli nüfus cüzdanı çıkartılacak. Bu cüzdan içişleri BakanTnın dediğine göre seyahat ederken, ilaç alırken, otobüse binerken vs. her alanda kullanılacak. Daha Kişisel Bilgilerin Korunması YasasTnı meclisten geçirememiş, en mahrem makamlardakilerin en mahrem konuşmalarının Youtube’a düştüğü bir ülkede çipli nüfus cüzdanı hangi olaylara yol açacak?

Çipli nüfus kâğıdı uygulaması uzun yıllar öncesinden planlanmış bir projedir. Tavistock bu projenin geliştirilmesinde ve dünya çapında uygulamaya sokulmasında en etkili kuruluş olmuştur. Daha önce de Türkiyede kan örneklerinin toplanması olayı yaşanmıştır. Ondan sonra da dikkat ederseniz Türkiyede bölücülük faaliyetleri hızlandırılmıştır. Günümüzde Çin ve Hindistan hariç diğer ülkelerde, özellikle halkı Müslüman olan ülkelerde çipli nüfus kâğıdı çalışmaları yapılarak ülkelerin toplumsal gen haritaları çıkarılacak ve ona göre siyasetler belirlenecektir. Bu çalışmalara “Holistik Araştırmalar” denir.

Televizyonda kendinize ait bir program fikriniz var nu?

Televizyon kanalları programlarına çıkmamı bile sakıncalı bulurken, benim kendi programımı yapmama pek olumlu bakmadıkları gibi, gelen üç tane teklif de daha sonradan belirli yerlerden bu TV kanallarına yapılan çeşitli baskılar sonucu gerçekleşememiştir.

Son durumlar ile ilgili yorumlarınız nedir?

Ortadoğu’da Filistin-îsrail sorunu “bittiği” için, Türki- ye-İran-Suriye-Irak-Azerbaycan ve Rusya eksenine yeni bir problem konulması gerekiyor. Bu proje çerçevesinde İsrail’in güvenliğinin sağlanacağı hesaplanıyor. Bu nedenle özellikle Türkiye-tran-Suriye-Irak dörtgeninde bir terör problemi sürdürülecektir. Türkiye’ye bakıldığında tarih Türkiye’yi sırtından iterek Ortadoğu’da çok büyük rol oynamaya sevk ediyor, dolayısıyla Türkiye önümüzdeki yıllarda bölgedeki en önemli ülke olmaya adaydır.

Tanrı Terörist mi? adlı kitabınız ne zaman çıkıyor?

Benim Why Did God Change His Mind adlı bir kitabım var. Bu kitapta yer alan tezlerim başta Amerika olmak üzere birçok kilisenin 157 yöneticisiyle tartışıldı ve ben de buna istinaden “Tanrı Terörist mi?” adı altında bir tartışma başlattım. Amacım Incil’in İngilizceye çevirilerinde yapılmış olan hatalar ve eklemeleri göstermektir. Incil’in Cronicles 14:14 bölümünde “Tanrının Terörü” diye bir bölüm var, oysaki “terör” kelimesi ilk kez 1788’de kullanılmıştır.

BU EVLADIN ADI
“AYTUNÇ ALTINDAL”DI!

OZAN BODUR

(Yazarın izniyle, Operasyon 1915 adlı kitaptan alınmıştır.

Eşik Yayınları, 2017, İstanbul)

Futbol, Türkler ve istihbarat deyince atlamamamız gereken meseleler var. Önemle belirtmek isterim ki İngiliz, Fransız, Rum ve Siyonistler Türkiye içinde istihbarat toplamak, toplumsal olayları tasarımlamak için birçok spor kulübü kurmuştu.

Sadece bir örnekle geçecek olursak, Yunan ligi takımlarından AEK, Rum faaliyetleri için İstanbul’da kurulmuştu.

Tüm bu casus faaliyetlerinin içinde Abdülhamit Han’ın Türkiye’de yapılacak operasyonlar için kurdurduğu bir kulüp vardı ki gerçek tarihi bizde pek anlatılmaz. Bu kulübün adı Be- reketiko Jimnastik Kulübüdür (BJK). Şimdiki adıyla yazacak olursak Beşiktaş Jimnastik Kulübü.

Şimdi yaslanın geriye ve tane tane okuyun. Ben size futbolun yeşil sahalarda oynanmadığını anlatacağım.

Türkiye’nin üç büyük kulübü açısından düşündüğümüzde; Galatasaray Kulübünün kurucularını bir araya getiren etken her birinin Galatasaray Lisesi öğrencisi olmasıydı.

Fenerbahçe Kulübünün kurucularını bir araya getiren etken her birinin Kadıköylü ve ağırlıklı olarak Saint Joseph Lisesi çıkışlı olmalarıydı.

Türkiye’nin ilk spor kulübü olan Beşiktaş’ın kurucularını bir araya getiren etken ise tümüne yakınının Çerkes-Abhaz-Çeçen asıllı ve savaşçı ruhlu gençler olmasıydı. Bir önemli etken daha var ki diğer kulüplerde bunu pek göremiyoruz; Beşiktaş’ı kuran bu gençlerin birçoğu birbirleriyle akrabaydı. Şimdilerde herkes ünlü komitacı Fuat Balkan’ın Beşiktaş Kulübünün 1 numaralı üyesi olmasından dolayı BJK Kulübünün kurucusu olduğunu zannediyor. Halbuki yanlıştır. Beşiktaş’ı kuran kişi kulübün 4 numaralı üyesi olan Mehmet Şamil Şhaplı’ydı. Beşiktaş Jimnastik Kulübünün ilk kurulduğu gündeki ismi Bereketiko Jimnastik Kulübüydü.

Peki kimdir bu Bereketiko? Bereketiko Kafkasya’nın en büyük savaşçılarından biri kabul edilen Şhaplı Kubilayko Muhammed’in torunu ve Mehmet Şamil’in de baba tarafından dedesiydi. Tam adı Bereketiko Hasan’dı ki o da namlı bir savaşçıydı. Kulübü kuran Çerkeş gençlerden her biri kurdukları spor teşkilatına onun Kafkasya’da nam salan ismini vermekten onur duyarak Bereketiko Jimnastik Kulübü demişlerdi. Daha sonra isim Bereketiko Jimnastik Kulübü, Osmanlı Beşiktaş Terbiye-i Bedeniye Mektebi ve en son Beşiktaş Jimnastik Kulübü olarak değişecekti.

Avrupah büyük güçlerin ve İstanbul’da yaşayan azınlıkların kurdukları spor kulüplerini bir istihbarat merkezi olarak kullanmalarına cevap niteliğinde olan Beşiktaş’ın kurucuları arasında Abdülhamit Han’ın özel muhafızı olan namı diğer Boksör Kenan da vardı.

Şimdi gelelim bam teline: Bugün Beşiktaş tutkunu olduğunu söyleyen bazı gençlerin bile ismini bilmediği Mehmet Şamil Şhaplı, Osman Ferit Paşanın oğluydu. Osman Paşa Osmanlı’nın

gözü gibi baktığı mübarek Medine’nin Osmanlı tarafından atanan muhafızıydı. Sultan Abdülhamit tarafından bu göreve layık görülmüştü. Medine’de bulunduğu sıralarda Kafkasya’nın en büyük savaşçısı olan Şeyh Şamil’in oğlu Gazi Muhammed Paşa ve ailesiyle sık sık görüşme fırsatı bulmuştu. Bu görüşmeler nihayetinde oluşan yakınlıkla Gazi Muhammed Paşanın tek kızı olan Emire Nefiset Hanım ile evlenmişti. Bu evlilikten doğan 11 çocuktan Hüseyin Bereket, Hamza Osman Erkan ve Mehmet Şamil Şhaplı Beşiktaş’ın gerçek kurucularıydı.

Yani Beşiktaş’ı kuran gençler, Kafkas dağlarının en büyük iki savaşçısı olan Kubilay Muhammed ve Şeyh Şamil’in ortak torunuydu. Bu iki müthiş savaşçıya Kafkas halkları tarafından verilen unvan ise “Kafkas Kartalı” idi. Bu bağlamda kurucularının hepsi KafkasyalI Çerkes-Abhaz-Çeçen kökenli olan Beşiktaş’a sembol olarak Kartal’ın seçilmesi asla tesadüf değildi. Beşiktaş’ın kuruluşuna hâkim olan güçlü Çerkeş damarı hâlâ yaşıyor mu diye merak edenleriniz olabilir. Beşiktaş’ın onursal başkanı olan eski MÎT mensubu rahmetli Süleyman Seba Ab- haz kökenlidir dememiz en anlamlı cevap olacaktır.

Gelelim diğerlerine... Bugün pek anlatılmasa da bağımsızlıkçı bir ideal üzerine kurulan Beşiktaş’ın gençleri çok büyük hizmetlerde bulunmuştu. Mesela Beşiktaş Kulübü’nün bir numaralı üyesi olan Fuat Balkan, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından İngilizlere karşı Hindistan Müslümanlarını örgütlemek için bölgeye gönderilmişti. Fuat Balkan’ın sıkı ilişkiler içinde bulunduğu ve aynı hücrede görev yaptığı Muhammed Ali Cinnah yıllar sonra Hindistan’dan ayrılarak Pakistan İslam Cumhuriyetini kuracaktı. Cinnah’ın hücredeki kod adı ise Bozkurt’tu. Tam teferruata girmiyorum ama Pakistan İslam Cumhuriyeti bayrağında yer alan ay yıldız bir Teşkilat-1 Mahsusa yadigârıydı. Fuat Balkan’ın bölgede yaptığı faaliyetler Hint Hilafet Komitesi ve Müslüman Hintliler arasında müthiş bir sempati doğurmuştu.

Öyle ki Osmanlı Devleti zor durumda kaldığında İngiliz propagandasının kandıramadığı birçok Hintli Müslüman maddi ve manevi desteklerini esirgememişti. Bu gençlerden biri olan Abdullah Paşaveri ceketini satarak Türk ordusuna gönüllü yazılan bir büyük kahramandı ki mezarı bugün Beşiktaş Maçka Kabristanında bulunmaktadır.

Balkan Savaşları demişken Beşiktaş Kulübünün renkleri kırmızı-beyazken Balkanların kaybedilmesinden sonra alınan kararla matem amaçlı siyah rengin kabul edildiğini belirtmek gerekir.

Kaldı ki aynı kaygıların Trablusgarp için de duyulması birçok Beşiktaşlı genci harekete geçirmişti. Mesela Abdülkadir Cami Baykurt Beşiktaş’ın 21 numaralı kurucu üyesiydi. Asker kökenliydi. Sürgün süsü verilen gizli görevle yıllar sonra meydana getirecekleri Trablusgarp direnişinin altyapısını hazırladı. Bütün sahayı didik didik etti. Çölün en bakir yerlerine gitti. İsmi bile duyulmamış kabileleri ziyaret etti. Çölün en savaşçı aşiretleri ile temasa geçti. Onlarla sıkı ilişkiler kurdu. Toplum nezdinde büyük ağırlığı bulunan din adamlarına halkı İtalyan emellerine karşı uyarması için telkinlerde bulundu. Buraları İtalyanlara dar ettiler. Bu arada Kuşçubaşı Eşref, Süleyman Askeri, Ömer Naci ve Ömer Seyfettin gibi gençler Trablusgarp direnişi için gizli toplantılar tertip etti. Toplandıkları yer ise Beşiktaşlılara yabancı bir yer değildi. Beşiktaş’ın başkanı olan Mehmet Şamil Şhaplı’nın Beşiktaş’ın ilk kulüp binası olan Se- rencebey Konağı... Yani anlayacağınız Trablusgarp direnişinin örgütlendiği semt ve yer (bina) Beşiktaş’a ait idi. Zaten bu direnişin başında bulunan Enver bir Beşiktaşlı idi.

Bir de Çanakkale ve Beşiktaş meselesi var tabii. Beşiktaş futbol takımı o dönemde en önemli ismi olan santrfor Asım’ı Çanakkale’de kaybetmiş mesela.

Bir de Şair Kâzım vardır ki mutlaka bilmek gerek. Şair Kâzım Beşiktaş’ın 1915 yılındaki orta saha oyuncularından biri ve takım kaptanıydı. Arıburnu’nda şehit düştüğünde koynun- dan kana bulanmış bir şiir çıktı. Son kıtalarında “Biz 11 arkadaşız lâkin arkamız daha var/ Bu zevk âlemi dar zannedip de aldanalım/ Vakarlı hak gibi sakin nezih ve saf olalım/ Fakat bu hal ile kuvvet gibi cesur olalım” der. Evet yanlış okumadınız... Bugün bizim Beşiktaş Marşı olarak bildiğimiz şiir. Şehit Kaptan Kâzım tarafından Çanakkale’nin kanlı siperlerinde yazılmıştı.

Tabii bu kısıtlı alanda Beşiktaş’ın tüm gizemli tarihini anlatmak mümkün değildir ama son olarak size Beşiktaş’ta top koşturan gizemli bir isme dair sır vereyim. Sen hiç 10 yıl takımda görev yapmasına rağmen 2 defa forma giyen bir futbolcu duydun mu? O ilginç orta saha oyuncusunun adı Cavit idi. Beşiktaş Kulübünde hem top oynamış hem de senelerce hizmet etmişti. 1927’de bir de şampiyonluk gördü. Ama onun daha farklı özellikleri vardı. Cavit Altındal, sporculuğunun dışında bir Teşkilat-ı Mahsusa ajanıydı. Kafkasya cephesinde İslam Orduları Sancağı altında Nuri Paşanın yanında savaşmıştı. En yakın dostları ve takım arkadaşları olan Doktor Mehmet ile Bek Rıdvan’ı bu cephede kaybetmişti. Bundan ayrı Milli Mücadele döneminde Kuşçubaşı Eşref Bey’in önderliğinde Anadolu’ya silah kaçıran Beşiktaş Kulübünün en faal üyesiydi.

Anlayacağınız vatan kurtarmaktan top oynayacak vakti olmamıştı. Hiç gol attı mı derseniz evet attı. Hayatı istihbarat sahalarında, İngiliz ve Ruslara karşı mücadeleyle geçen bir baba olarak hiç unutulmayacak bir gol attı. Öyle bir evlat yetiştirdi ki üstümüze kaotik planlar yapan Batı Medeniyetinin kale direklerini sarstı.

Bu evladın adı Aytunç Altındal’dı...

AYİŞE A. BIDERMANN

Aytunç Altındal’ın ikinci eşi

Ayşe Hanım merhaba. Bize Aytunç Bey’le nasıl tanıştığınızı ve birlikteliğinizin nasıl başladığını anlatabilir misiniz?

Aytunç benim mahalleden arkadaşımdır. Müşterek bir arkadaşımız tanıştırmıştı bizi ve arada sırada karşılaşıyorduk. Bir gün vapurda canımın sıkkın olduğunu görüp yanıma geldi. Kitaplardan konuşmaya başladık. Almanca bildiğimi öğrenince, “Bizim için Marx ve Engels’in Kutsal Ailesini çevirir misin?” dedi. Şaşırdım tabii. O kitabı çevirmek herkesin yapabileceği bir iş değil çünkü. Bu iş için yetersiz olduğumu söyleyip Aytunç’u başka bir arkadaşıma yönlendireceğimi söyledim. Bu kitap vesilesiyle biz Aytunç’la daha fazla görüşmeye ve vakit geçirmeye başladık. Aytunç o sıralar eşi Caroldan ayrılmak üzereydi. Carol kızları Zeyno’yla birlikte İsviçre’ye gitmişti. Bizim aramızda da çok fazla romans yoktu, ama birlikte çok eğleniyorduk. Ankara Sanat Tiyatrosunun oyunlarına gidiyor, sergileri, konserleri, sanat etkinliklerini izliyorduk. O zaman sol görüşlü insanların bir araya gelip fikirlerini tartıştıkları ortamlar olurdu. Biz de bu tartışmalara katılırdık. Zamanla Aytunç’a âşık olduğumu fark ettim ve çok geçmeden de ondan hamile kaldım. Fakat Aytunç’un çok netameli zamanlarıydı. Davalar yüzünden bir süre sonra yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Hamile olduğunuzu biliyor muydu?

Evet söylemiştim. Şok oldu tabii. Bana verdiği ilk tepki “Çıldırdın mı sen? Benim ne olacağım bile belli değil, nasıl böyle bir şey yaparsın?’ şeklindeydi. Ben de ondan hiçbir beklentimin olmadığını, çok önemli bir gerekçe sunmadığı sürece bu çocuğu doğuracağımı söyledim. Sirkeci Garında onu yolcu ettikten sonra çok ağladığımı hatırlıyorum. Hatta o kadar çok ağlamışım ki, sokaklarda yatıp kalkan bir adam bile beni görünce dayanamayıp, “Yenge ya üzme kendini boş ver, bak hayat çok güzel, değmez ağlamaya” diye beni teselli etmeye çalışmıştı.

Sonra nasd gelişti olaylar?

Aytunç Finlandiya’ya yerleşti. Oulu şehrindeyken öğretim üyeliği teklifi aldı fakat kendi deyişine göre iklimi çok soğuk olduğu için oradan vazgeçip Paris’e geçti. Bu arada eşinden ayrılmıştı ve gittiği her şehirden bana mektuplar atıyordu. Doğumdan üç ay sonra Emine’yi anneme emanet edip Aytunç’u ziyarete gittim. Biraz düşünüp taşındıktan sonra, Paris’te birlikte yaşamaya karar verdik. Emine altı aylıkken bu kez onu da yanıma alıp tekrar Paris’e uçtum. Bir yandan Emine’ye bakarken, bir yandan da Aytunç’un elle yazdığı kitapları daktilo ediyordum. Banu Avar, Sibel Özbudun ve Levent Konyar da aynı dönemde Paris’te bizimle birliktelerdi. Orada ekonomik zorluklar yaşayınca, Aytunç’a İsviçre’ye taşınmayı önerdim. İsviçre vatandaşı olduğum için orada yaşama hakkım vardı. Böylece Fransa ile başlayan yurtdışı macerası, İsviçre ile devam etti.

Aytunç Beyle birlikte Havass Yayınlanan kurduğunuzu biliyoruz. O süreç nasıl gerçekleşti?

İsviçre’de geçirdiğimiz birkaç ayın ardından, Aytunç Türkiye’ye dönüp Havass Yayınlarını kurmamı istedi. Çünkü kendisi davalar yüzünden Türkiye’ye giremiyordu. Sibel Özbu- dun ve Banu Avar’la birlikte işe koyulduk. Daha yirmili yaşlarda olan üç genç kız, Cağaloğlu yayın piyasasına girip toptan kâğıt satın almaya, Havass Yayınevi adına mukaveleler imzalamaya başladık. Yayınevinin sahipliğini ben üstlenmiştim. Kitapların hazırlıklarını tamamladıkça, prova baskıları Aytunç’a gönderiyorduk. Sonra imkânlar elverdiğinde Aytunç Türkiye’ye gelip yayınevinin başına geçti. O dönemin en iyi yayınevlerinden biri oldu Havass. Uğur Mumcunun Sakıncasız Piyade oyununu da biz koyduk sahneye. Çok civcivli zamanlardı. Bazı bürokratlar vardı temsilde. Temsil bitince hatırlıyorum Aytunç sağ yumruğunu havaya kaldırmıştı. Bir süre sonra bastığımız her kitap toplatılmaya başlandı. Daha basım aşamasındayken polisin kapıda beklediği oluyordu. Kitaplar kesilip, ciltlenip, paketleniyor; fakat tam dağıtıma çıkacakken polis tarafından el konuluyordu. Gücümüz yetmedi tabii bu durumu sürdürmeye. Sonunda Havass’ı kapatmak zorunda kaldık. Sonrasında Süreç Yayınlarını kurmuştuk ama çok geçmeden İsviçre’ye dönmek zorunda kaldığımız için Aytunç Süreç Yayınlarını arkadaşlarına bıraktı.

İsviçre’de bir “kültür merkezi” açtınız daha sonra. Bize o süreci anlatır mısınız?

Evet İsviçre’de Modus Vivendi adlı bir kültür merkezi açtık birlikte. Aytunç başarılı işler çıkardı orada. Glasnost ve Perest- royka sürecinde Moskova’ya gitti mesela. Hükümetle anlaşarak

Rus sanatçıların resimlerini Modus Vivendi’de sergiledi. Daha sonra aynı ressamların eserleri Türkiye’ye de geldi ve Cemal Reşit Reyde sergilendi. Modus Vivendi döneminin en önemli işlerinden biri de Newtonun Kutsal Kitap’ın Yorumu adlı hiçbir yerde bulunmayan bir eserini bulup yayımlamamızdı. O zamanlar hiç kimsenin Newtonun böyle bir kitap yazdığından haberi yoktu. Paris’te tesadüfen bir sahafta bulmuştuk kitabı. Elde çekilmiş çok özel bir kâğıt kullanarak, tıpkıbasımını yaptık. Çok ses getirdi tabii.

Peki Aytunç Bey nasıl bir solcuydu?

Aytunç ülkesine ve halkına âşık biriydi. Yazdığı yazılarda ve kitaplarda görebilirsiniz bunu. Ayrıca çok iyi bir araştırmacıydı. Kadıköy’ün Sesi gazetesinde ilk kez gazeteciliğe başladığında, maviküf hastalığıyla ilgili çok önemli bir keşfi olmuştu mesela. Türk tütününde bu hastalığın daha izi bile yokken, yurtdışın- dan çok yüklü miktarda ilaç ithal edilmeye başlanmıştı. Yani önce ilaç geldi, sonra hastalık patlatıldı. Bazı profesörlerle birlikte yazdığı Haşhaş ve Emperyalizmde de benzer konulara el attı. O kitapta emperyalizmin çıkarları yüzünden Türkiye’nin nasıl bir cendereye alındığı anlatılıyordu. Sultanahmet’te yurt- dışından gelen hippilerin toplanma noktası olan Yener’in Kahvesi diye bir yer vardı. Uyuşturucuları araştırdığı için Aytunç sık sık oraya gidip gelirdi. Türkiye’de çok iyi cinste bir haşhaşın yetiştiğini fakat emperyalist ülkelerin haşhaşı Türkiye’de yasak- latmaya çalışarak kendi çıkarlarını dayattıklarını savunuyordu. Hatta yabancılar bizde yasaklatmaya çalıştıkları haşhaşı kendi ülkelerinde yetiştirmeye başlarlarsa hiç şaşmayalım diyordu.

Yurtdışında da yabancılara karşı Türkiye’yi savunurdu. Bir keresinde arkadaşlarıyla birlikte yemeğe çıkıp, gece eve çok

sinirli dönmüştü. Ne olduğunu sordum. Yemekte bir Fransız entelektüel ağzında piposuyla “Sizin kaç karınız var?” gibisinden Aytunç’a sataşmaya başlamış. Aytunç da anlamış tabii bunun niyetini ve hiç bozuntuya vermeden “Dört karım var, bir Türk, bir İsviçreli, iki de Fransız” diye cevap vermiş. Bu kez adam “İyi de Mustafa Kemal çokeşliliği yasaklamadı mı?” diye sorunca Aytunç “Madem biliyorsun, o zaman neden soruyorsun?” diye terslemiş adamı. Adam “Ama bu sizin kültürünüzde var” falan diye lafı gevelemeye başlayınca da, bizimki açmış ağzını yummuş gözünü: “Sizin bu Paris Paris diye gerindiğiniz yerde daha rengeyikleri otlarken, Anadoluda askeriyesin- den vergi düzenine kadar devlet düzeni vardı, o yüzden kültür konularına girmeni hiç önermem” demiş. Karşısındaki adam mosmor olmuş tabii.

Fakat çok sevdiği ülkesi, mahkemeler, işkenceler ve zorunlu göçler yaşattı ona.

Evet ne yazık ki öyle oldu. Başına ne geldiyse şiir kitaplarından geldi. O kitaplara yazdığı önsözler ve bazı şiirleri yüzünden 141,142 ve 163. maddelerden yargılandı. Hangisiydi hatırlamıyorum, hâkim kitabı kaldırıp, “Şu kitabın şu şiirinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmaya yönelik propaganda yaptığın söyleniyor, bu konuda ne diyorsun?” diye sormuştu. Bunun üzerine Aytunç “Hâkim bey, eğer koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti benim bir şiirimle yıkılıyorsa yıkılsın gitsin zaten” deyince hâkim de kendini tutamayıp gülmüştü. “Kızım yaz... Beraatına... Değil mi arkadaşlar?” diyerek yanındakilere döndü, adamlar ses çıkaramadı tabii. Sonra da çok ilginçtir, herkesin duyamayacağı kadar kısık bir sesle “Herkes mason olmak zorunda değil bu memlekette” demişti.

Aytunç, 12 Mart’ta içeri alındığı zaman işkence gördüğünü de anlatırdı. Böbreklerine zarar gelmesin diye sürekli karnına vurmuşlar, ama bilmiyorlar ki Aytunç’un böbreklerinde anomali var zaten. Olması gereken yerde değil, ön taraftalar. Bu yüzden böbrekleri iflas etmiş. Çok zor bir ameliyat geçirdikten sonra o kadar zayıf düşmüş ki, Cağaloğlu’nda yürürken düşüp bayılıvermiş. Öldü diye morga atmışlar. Resimlerini görmüştüm o dönemden kalan. 48 kiloya kadar indiği için ceketi üzerinden düşüyordu. Ameliyat yüzünden bir kolu da hasarlı kaldı zaten. Bazen yemek yerken pat diye çatalı düşürdüğü olurdu.

Peki Aytunç Bey’i bu kadar yakından tanıyan biri olarak, bize biraz onun karakter özelliklerinden bahseder misiniz?

Her şeyden önce şunu söylemeliyim, Aytunç bağımsızlığına âşık bir adamdı. Özgür olmayı çok seviyordu. Peşine birilerini takarak ya da kalabalık bir grup halinde iş yapmayı istemiyordu. Hep tek başına, tek tabanca ilerlerdi. Yalnızlık onun karakteriydi. Özellikle çalışırken yalnız kalmayı çok önemserdi. Gece gündüz kitap okurdu. İnanılmaz bir hafızası vardı. Toplantılarda Marx’tan bir alıntı yaparsa eğer, “İkinci cildin 86. sayfasının üçüncü bendi” derdi mesela ve siz o sayfayı açtığınızda o alıntıyı orada görürdünüz.

Aytunç’un çok takdir ettiğim özelliklerinden biri de, yakınlarını ve arkadaşlarını korumak için gösterdiği çabadır. Hiçbir zaman yanına birilerini alıp başlarını belaya sokmamıştır mesela. Eğer birinin başı belaya girecekse, o kişi sadece kendisi olmuştur. Devletin verdiği korumalar için bile endişelenirdi Aytunç. Bazen onları yanına çağırıp, “Evladım sizler daha gençsiniz, çoluk çocuğunuz var, benim yüzümden hayatınızı

riske atmayın” diye nasihat ettiği olurdu. Aynı şekilde bizleri de sürekli uyarırdı. “Birisi beni sorarsa, pek görmüyorum, arada sırada arar, sonra kaybolur ortadan” dememizi isterdi. Kendisi yüzünden zarar görmemizden çekinirdi.

Aytunç Bey’le ilgili olarak çokça anlatılan bir başka anekdot da. siyasal ve toplumsal olaylar hakkında çok isabetli öngörülerde bulunabilmesi. Bu konuda hatırladığınız bir detay var mı?

Aytunç’un prognozları gerçekten çok isabetliydi Demirel’in sıkıyönetim mahkemeleri tarafından tutuklandığı bir dönemde, “Görürsünüz, bu adam ileride cumhurbaşkanı olacak” demişti. Tabii ortamdakilerin tepkisi “Hadi canım sen de” şeklinde olmuştu. O zamanlar böyle bir şeyin hayalini bile kuramazdınız çünkü. Ama gerçekten de on yıl sonra Demirel cumhurbaşkanı oldu. Aytunç’un buna benzer çok öngörüsü var gerçekleşen.

Peki Aytunç Beycin Marksizm’den sonra, karşılaştırmalı dinler tarihi ve ezoterizm konusuna yönelmesi nasıl oldu?

Aytunç’un bu konulara olan ilgisi çocukluğundan başlıyor aslında. Diyarbakır’da İngilizler tarafından yönetilen özel bir koleje gönderiyorlar Aytunç’u. Özellikle Diyarbakır’ın ileri gelen ailelerinin çocukları için yaptırılan bir okul bu. O sırada bölgenin hurafelerle dolu ağır dinsel kültürünü de yaşıyor tabii. Bunun etkisi devam ediyor sonra. Marksist olduğu dönemde bile simya ilmine karşı merakı vardı vardı mesela. Paracelsus’a çok hayrandı ve yazdığı bütün kitapları okudu. Yayınevine verdiği isim bile (Havass) bu konulara çok önceden meraklı

olduğunu gösteriyor aslında. Ama asıl büyük dönüm noktası üç İsa kitabıdır. Aytunç Almanyada çok büyük bir Hıristiyan Sinodu’na katılmıştı. Hıristiyan olmayan tek katılımcı olduğu için Aytunç’u ilgiyle karşılamışlar orada. Bir Hıristiyan’ın tncil’i okumasına oranla Hıristiyan olmayan birinin satır aralarını görmesi bambaşka oluyor tabii. Orada öne sürdüğü fikirler o kadar beğenildi ki Edinburgh Üniversitesinde fahri doktora verdiler ve ekibiyle beraber bir kürsü açmayı teklif ettiler. Teklifi reddetti ama o olaydan itibaren din konusuna daha fazla ilgi duymaya başladı. Hemen ardından da Üç İsa'yı yazdı zaten. Dinler tarihiyle ilgili derin bilgisi daha sonra Türkiye’deki İslamcılarla daha fazla yakınlaşmasına yol açtı.

Aytunç Beyle ilişkinize dönersek... Boşandıktan sonra da iletişiminiz devam etti mi? Hastalığı döneminde de görüşüyor muydunuz?

Elbette. Aytunç her şeyden önce çok değer verdiğim bir dostumdu benim. Onunla o kadar çok zorluğu birlikte yaşayıp, birlikte aştık ki... Beraber olduğumuzda çok gençtik bir defa. Birlikte büyüdük diyebilirim. Sürekli seyahat etmek zorunda kaldık, hayatımız yollarda geçti. O yıllarda birbirimizi çok daha iyi tanıma fırsatımız oldu. Zayıf yanlarımızı bildiğimiz için, eksik kaldığımız noktalarda birbirimizi tamamlardık. Önümüze çıkan birçok problemi birlikte çözdük. Evliliğimiz sona erince, karıkoca rollerinin dışına çıktığımız için dostluğumuz daha da derinleşti. Defalarca bir araya geldik, pek çok özel anı birlikte paylaştık. Yüz yüze görüşemediğimiz zamanlarda telefonla görüşüyorduk. Hayatımızın her aşamasında birbirimizin durumundan haberdar olduk. Hastalığını ilk paylaştığı kişilerden biri de ben oldum zaten.

2012 sonbaharında Türkiye’ye gelmişti. Bütün aile öğle yemeğinde bir araya gelip, muhteşem bir zaman geçirmiştik. Keyfi çok yerindeydi. Bu yemekten üç dört gün sonra beni telefonla aradı. Sesinden bir şeylerin ters gittiği belliydi. “Ayşe, işler iyi değil, bende bir gariplik var” dedi. Sonra da dördüncü derece kanser olduğunu söyledi. Şok oldum tabii. Paris’te bir kanser araştırma merkezinde tedavi olacağını ve oradan da İsviçre’ye gideceğini söyledi. Çocuklara bir şey açıklamamamı tembihledi. Çok arada kaldım... Çocuklara söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü. Çünkü biliyorum ki Emine beni böyle bir durumda asla affetmez, aynı durumda olsam ben de affetmem. Dolayısıyla dayanamadım ve Emine’ye açıkladım durumu. O da çok üzüldü tabii.

Sonra İsviçre’deki evinde ziyarete gittim Aytunç’u. Morali yüksekti ve sağlığı iyi durumdaydı. Kemoterapinin iyi geldiğini, tümörlerin küçülmeye başladığını anlattı. “Bu işi başıma ören birileri var Ayşe. Bunu kimin yaptığını bulacağım ve onları fena yapacağım” dedi bana. Sonra tuhaf bir şekilde Aytunç’la iletişimimiz kesilmeye başladı ve en sonunda kendisine ulaşamaz olduk. Sanıyorum birileri ailesiyle görüşmesini istemedi ve engelledi. Sonra da çocukları ve ailesinin onunla ilgilenmediği söylentilerini yaymaya başladılar. Biz o dönem bu iletişim kopukluğunu daha çok hastalığına yormuştuk ama sonradan öyle olmadığı ortaya çıktı. Kardeşleri de dahil olmak üzere ailesinden hiç kimseye haber vermediler biliyor musunuz? Cenazeyi kim teslim aldı o bile belli değil. Apar topar defnettiler. Bu yüzden ölümü çok sarstı beni. Yer ayağımın altından çekildi sanki. Çocukların çok üzüleceğini bildiğim için dik durmaya çalıştım ama sonra çok ağır geldi bana da.

Acınızı anlıyorum. Aytunç Beyin vefatı tüm ülkeyi yasa boğmuş olsa da, bu acıyı en derinden hissedenler sizler oldunuz, isterseniz bu üzüntülü havayı biraz dağıtmak için Aytunç Beyle ilgili neşeli anekdotları hatırlayalım. Anımsadığınız bazı hatıraları bizimle paylaşır mısınız?

Tabii ki. Aytunç’un kendi anlattığı hatıralar mesela. Aytunç daha çok küçük. Bakırköy Taşmektep’te ilkokulu okuyor. Yazın Kuleli Köşk’te yaşıyorlar. Köşkün bahçesi bol ağaçlı bir yer. Oğlan çocuğu tabii sapanı var. Bir bakıyor ki, bir dala beş tane serçe konmuş. Hemen sapanını çıkarıp taşı fırlatıyor. Taş dala çarpınca kuşlardan üçü uçuyor, ama iki tanesi hiçbir şey olmamış gibi dalda durmaya devam ediyorlar. Tesadüf bu ya, birkaç gün sonra okula müfettiş geliyor. Aytunç da başarılı bir öğrenci. Oğlum kalk diyor öğretmeni, müfettiş soru soracak. Adam ' Bir dalda beş serçe var, bir taş atıp hepsini korkutursak geriye kaç tane kalır?” diye soruyor. Bizimki kendinden çok emin bir şekilde “İki tane efendim” diye cevap veriyor. Adam şaşırıyor tabii. “Oğlum...” diyor. “Taş atıyorsun kuşlar korkuyor, kaç kuş kalır?” Aytunç inatla “İki!” demeye devam ediyor. Müfettiş kıpkırmızı oluyor sinirinden, ama yapacak bir şey yok tabii. Çünkü Aytunç birkaç gün önce kendisi yaşamış o olayı. Ne gördüyse onu söylüyor.

Bir başka hikâye daha var. Aytunç bir gün dadısıyla vapura biniyor, vapurda bir ayakkabı boyacısı var. Bizimki büyük bir merakla adamı izlemeye başlıyor. Adam alıyor boyayı sürüyor falan, sonra da yağı çıkarıp bir güzel parlatıyor ayakkabıyı. Bizimkinin çok hoşuna gidiyor tabii Adamın yanına gidip “Bu ne? diye sorunca, adam da Yağ! diye yanıt veriyor. Aytunç’a da yeni bayramlık ayakkabılar alınmış o sıralar. Aytunç eve gidiyor, Vita kutusunu alıp yatağın altına giriyor. Kutudan aldığı

bir avuç yağı eliyle ayakkabısına sürmeye başlıyor. “Sürüyorum sürüyorum bitmiyor” diyordu, her taraf vıcık vıcık olmuş. Bu sefer de kalanı ayakkabıların içine sürmeye başlamış. Ayakkabılar gitmiş tabii. Sonra da ellerini bir güzel yatak örtüsüne silmiş. Annesi Aytunç’u bu halde görünce fena azarlamış.

Bir de eski eşi Carol’un başından geçen çok eğlenceli bir anıyı hatırlıyorum. Carol kızı Zeyno ile tramvaya biniyor İsviçrede. Zeyno ufacık daha. O dönemde Baader Meinhof çetesiyle ilgili olayların zirvede olduğu bir dönem. Adamlar her yerde köşe bucak aranıyorlar. Ortam çok gergin. Tramvayda bir adam gazete okuyor ve gazetenin ön yüzünde aranmakta olan solcu bıyıklı, esmer bir gangsterin resmi var. Minik Zeyno adamın resmini görünce bizim Aytunç’a benzetiyor. Annesine dönüp, herkesin ortasında bağıra bağıra “Anne bak babam!” deyiveriyor. Carol’un başından aşağı kaynar sular inmiş tabii. Bütün tramvay bir anda dönüp tuhaf tuhaf bunlara bakmaya başlıyor. Bir sonraki durakta zor atmışlar kendilerini dışarı.

Ayşe Hanım paylaştığınız hatıralar çok değerliydi bizim için. Eklemek istediğiniz başka bir konu var mı acaba?

Sadece, Aytunç’un eksikliğini çok hissettiğimi ve onu çok özlediğimi söylemek istiyorum.

Peki, katkılarınız için size çok teşekkür ediyorum.

Ben de size teşekkür ederim.

A. EMİNE ALTINDAL

Aytunç Altındal’ın kızı

Emine Hanım merhaba. Türkiye’nin yakından tanıdığı ve sevdiği Aytunç Altındal sizin babanızdı. Babanızla nasıl bir ilişkiniz olduğundan kısaca bahsedebilir misiniz?

Ben önce Aytunç Altındal ile sonra babamla tanıştım diyebilirim. Başlangıçta benim için babam, eve geldiği zaman ortadan kaybolmam gereken biriydi. Evde arkadaşlarıyla bir araya geldiklerinde yüksek sesli devrimci marşlar çalıp, gürültülü toplantılar yaparlardı. Önce masanın altına, oradan da odama kaçardım. Babam aşırı ciddi göründüğü için ondan çekinirdim açıkçası. Çevreye yayılan çok güçlü bir aurası vardı. Keyfi yerinde olduğu zaman etrafına mutluluk ve neşe saçardı. Müthiş fıkralar anlatır, çevresindeki herkesi eğlendirirdi. Ama eğer si- nirliyse evin içine öyle ağır bir hava çökerdi ki, nefes alsam mı almasam mı bilemezdiniz. O yüzden babamla iletişim kurmak başlangıçta çok zordu benim için. Ama ilerleyen yıllarda babamı daha iyi tanıdıkça bu durum değişti.

Daha sonraki yıllarda anne ve babanız ayrılmaya karar verdiler. Bu durum babanızla ilişkinizi nasıl etkiledi?

Ayrılıktan sonra babamla biraz daha uzaklaştık. Daha az görüşür olduk. Aslında hiç ilgilenmiyormuş gibi görünsem de, onu gizliden gizliye takip ediyordum. Bir yandan neler yapıp ettiğini araştırırken, bir yandan da anneme sorular soruyor, babamın geçmişini öğrenmeye çalışıyordum. Sonra Refah Partisi dönemi geldi. Ben Türkiye’nin gidişatından aşırı rahatsız olmaya başlamıştım. O zamanlar babamın Necmettin Erbakan’ın danışmanlığını yapıyor olması bana çok aykırı gelmişti. Babama o kadar kızmıştım ki, dayanamayıp zehir zemberek bir mektup yazdım. Aslında bugün baktığımda, keşke hiç yazmasaydım dediğim bir mektuptu bu. Çünkü zaman içinde benim de değerlerim çok değişti ve geçmişe baktığımda babamın Erbakan’a danışmanlık yapması gurur duyduğum bir olay haline geldi.

Aytunç Bey nasıl tepki verdi bu mektuba? Öfkelendi mi?

Hayır. Tam tersine, beni defalarca aradı. “Eminecim, bu konuda bana da söz hakkı tanımalısın” dedi. Eşim babasız büyüdüğü için bir babanın ne kadar önemli olduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Kızımızın kendisine olan düşkünlüğünü örnek göstererek, babama doğru bir adım atmam için beni hep teşvik ediyordu. “Yarın öbür gün çok üzülürsün, git babanla görüş” diye çok ısrar etti. Ama kabul etmedim. Belki de o zaman babamla konuşsaydım görüşlerim değişebilirdi.

Peki bahanızla yeniden yakınlaşmanız nasıl oldu?

Aramızdaki buzların erimesini sağlayan ilk olay Mina Shiva’nın doğumu oldu. Doğum yapmak için Amerika’ya gittiğimde babamla sürekli mektuplaştık. Dönüşte bizi havalimanında karşıladı. Mina Shiva’yı kucağımda görünce çok etkilenmişti. Sonradan duyduk ki, gittiği her yerde torununu anlatıyormuş insanlara. Paket paket hediyeler almaya başladı torunu Mina’sına. Ama ilişkimizdeki asıl dönüm noktası, çok daha sonraki bir olaya dayanıyor.

Nasıl bir olaydı bu?

Yine yaşadığımız bir fikir ayrılığı nedeniyle gergin olduğumuz bir dönemin ardından babam konuşmak için beni üst üste aramaya başlamıştı. Sonunda telefonu açtım ve babama onunla buluşmak istediğimi söyledim. Ona geçmişten beri söylemek isteyip de söyleyemediğim her şeyi açık açık söylemeye karar vermiştim. Her zaman gittiği Nişantaşı’ndaki Aşşk Kahvede bir araya geldik. Babamla bu şekilde konuşmak o kadar zordu ki benim için, tir tir titrediğimi hatırlıyorum. Ama sözümü hiç sakınmadım. Gözlerinin içine baka baka öyle bir konuşma yaptım ki, babam birkaç saniye hiçbir şey söyleyemedi. Nasıl tepki vereceği konusunda gerçekten hiçbir fikrim yoktu. Sonra yavaşça yerinden kalktı ve elimi tutup öptü. “Çok teşekkür ederim benimle böyle konuştuğun için. Seninle gurur duyuyorum” dedi ve bana sarıldı. O an nasıl duygulandığımı size gerçekten anlatamam. İkimizin de gözleri doldu. Hayatımda ilk kez babamla bu kadar net konuşma cesaretini göstermiştim ve bu da her şeyin değişmesini sağladı. Kalbimi ilk defa ona bu kadar açmış ve kendimi ilk defa ona bu kadar yakın hissetmiştim.

O olaydan sonra babamı gerçek anlamda tanımaya başladım diyebilirim. Her geçen gün daha da yakınlaşıyorduk. Babamın kendi bilgisi dahilinde kurulmuş olan bir tane Facebook sayfası vardır ve onu da babamın belirlediği bir yönetici idare eder. Ben Facebook’tan “Şu gün Aytunç Altındal’la bir röportaj geçekleşti- receğiz, sormak istediğiniz sorular varsa lütfen bizimle paylaşın” şeklinde duyurular yapılmasını talep ederdim. Sonra bu sorulardan eleme yapıp babama götürürdüm ve babamın cevaplarını ertesi gün Facebook’ta yayınlamalarını sağlardım. Bu onun da çok hoşuna gidiyordu. Birçok insanla tanıştırmaya başladı beni; bir sürü özel bilgi veriyordu bana. Ben de çok tanışmak isteyen arkadaşlarımla bir araya getiriyordum onu. Benim dünyama girdikçe bundan daha fazla keyif almaya başlamıştı.

Son buluşmamız ise inanılmaz güzeldi. O kadar samimi bir havada geçti ki her şey... Müthiş bir aile toplantısıydı, o anların bitmesini hiçbirimiz istememiştik. Baş başa verip uzun uzun konuşmuştuk. Ona bir sürü şey anlattım özel hayatımla ilgili ve ne acayiptir ki o her şeyi biliyormuş gibiydi. Hem de her şeyi... Ve bana öyle güzel şeyler söyledi ki o akşam, gerçekten çok derinden etkilendim. “Vay be...” dedim. “Beni bu kadar hisseden bir babam varmış...” Ve ne acayiptir ki o akşam, aslında onu son görüşümmüş ve ben bunu bilmiyordum. Şimdi dönüp baktığımda iyi ki öyle bir gece yaşamışız, iyi ki anılarımda öyle kalmış diyorum.

Aytunç Beyle tanışmak isteyen arkadaşlarınızı onunla bir araya getirdiğinizi söylediniz. Bu denli tanınan ve sevilen bir babanın kızı olmak nasıl bir duyguydu peki?

Eskiden hiçbir arkadaşım Aytunç Altındal’ın babam olduğunu bilmezdi. Babam çok fazla konuşmayın diye uyarmıştı

zaten bizi. Bunu bizi korumak adına yapardı. Hiç durmadan tehdit alıyordu çünkü. Bazen bir arkadaşımın ailesiyle birlikte yemek yerken, bir anda konu babama gelirdi ve çevremdekiler benim onun kızı olduğumu bilmeden Aytunç Altındal hakkında konuşmaya başlarlardı. Ben o tür durumlarda bile, hiçbir şey söylemeden dinlemeyi tercih ederdim. Babamla ilgili çok ilginç konuşmalara tanık oldum bu sayede. Ama dediğim gibi, belli bir noktadan sonra kırıldı bende bu. Babamı onu çok görmek isteyen arkadaşlarımla tanıştırmaya başladım. Babam karşısındaki insanın da aynı konulara ilgi duyduğunu gördüğünde çok heyecanlanır ve keyifle anlatmaya başlardı. İnsanları bilgilendirmeyi çok severdi çünkü. O yüzden çok keyifli sohbetler yaşandı.

Babanızın çok tehdit aldığını söylediniz, bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Babamın çok tehdit aldığı doğru. Birçok kez evi yağmalandı, bir keresinde tüm belgeleri küvetin içinde yakıldı. Ona değişik yöntemlerle gözdağı vermeye çalıştılar. Sadece babamın anlayabileceği tarz sembollerle mesajlar iletildi. Kumun içine ters olarak gömülmüş muhabbet kuşu mesela. Muhabbetini kes anlamında... Defalarca koruma verildi kendisine. Ama o korumalarına “Koskoca Kennedy’yi bile koruyamadılar, isterlerse beni zaten öldürürler. Ama sizlerden birine bir şey olursa bu ben bu vicdan azabıyla yaşayamam” derdi. Aynı şekilde ailesine ve yakın çevresine de zarar gelmesinden çok çekinirdi. O yüzden bizi hep uyarır ve kendisinden uzak tutmaya çalışırdı. Bir de babamın hep tek başına hareket etme huyu vardı. Bağımsızlığına çok önem verirdi. Hiçbir parti ya da örgütle ilişkisinin olmamasının sebebi de budur. Bakın bir röportajında ona ne

sormuşlar: “Siz bu kadar bilgi sayesinde birçok örgütten teklif almışsınızdır. Herhangi bir örgütle bağlantınız oldu mu?” Cevabı şu olmuş: “Çok aldım ama kabul etmedim. Babamın kulübü olan Beşiktaş’a bile üye değilim. Öyle olmazsanız benim gibi olamazsınız. Ben bağımsızım.”

Peki çalışmalarını sizin devam ettirmenizle ilgili babanızın bir isteği ya da vasiyeti oldu mu?

Her ne kadar zamanında çok istemiş ve defalarca bunu ondan talep etmiş olsam da, her seferinde “Bir yıl sonra, iki yıl sonra” diyerek beni geçiştirirdi. Evlenip bir aile kurduktan sonra zaten bu işlerden uzak durmaya karar vermiştim. Babamın beni korumaya çalışmasının önemini onun vefatından sonra daha iyi anladım. Hiç tanımadığım etmediğim insanlar babamın onlara el verdiğini iddia ederek medya yoluyla olsun, başka yollarla olsun çıkıp benden destek istiyorlar. Sanıyorum gerek kendi ilgi alanlarımla ilgili yazdıklarım, gerekse babamın paylaşımlarıyla ilgili yaptığım yorumlar insanlarda böyle bir izlenim uyandırdı. Ben ne babam kadar engin bir bilgiye sahibim bu konularda, ne de onun çalışmalarına bir nokta ya da virgül eklemek gibi bir istek var içimde. O yüzden bana bu şekilde yaklaşılmasını ve rahatsızlık verilmesini istemiyorum.

Peki babanızın kitaplarındaki derin bilgilere nasıl ulaşabildiğini sormak istiyorum. Bu konuda neler söyleyebilir s in iz?

Babam hazırladığı bir kitabı daha çıkmadan önce belli kişilere gönderirdi. Yanlış hatırlamıyorsam Bilinmeyen Hitler

kitabında da aynı şeyi yaptı. Kitaptaki bazı isimler çok rahatsız olup Türkiye’ye babamı ziyarete gelmişlerdi. Çırağan Sarayında bir buluşma oldu. İki yaşlı SS subayı babama “Kitaptan bu bilgileri çıkar, yoksa bu bilgiler bizim başımızı yakar. Onun yerine sana çok özel bilgiler verelim” demişler. Takas gibi düşünün yani. Bunlar babamın çok daha fazla işine yarayacak bilgilerdi ve babam kabul etmişti. Yani araştırmalarındaki bilgiler birile- rinin hop oturup hop kalkmasına neden olduğunda, o insanlar babama farklı bilgiler vermek zorunda kalırlardı. Yani ipuçları verilirdi şuraya bak buraya bak gibi... Babam da o kanala girdiği zaman, gereken belgelere ulaşım sağlayabilirdi. Bu şekilde sürekli bir bilgi ve belge akışı başlıyor zaten.

Parmağınızdaki yüzük onun hediyesi sanırım değil mi? Bir anlamı var mı?

Evet, bir Melami mührü bu. Koruma özelliği var. Aslında bir kolyeydi; babam boynuma takmam için yaptırmış. Sağlam bir şey olmasına rağmen bir gün boynumda parçalanıp dağılıverdi. Ben de onu yüzük yaptırdım. “Ne zaman bana ihtiyacın olursa bu mühür sayesinde seninle irtibatta olacağız” demişti bana. Çok şaşırmıştım ve ne demek istediğini sormuştum. O da, “Zamanı gelince sana bunu kendiliğinden söyler zaten” demişti.

Bu kadar gizem dolu bir babadan, bu tür gizemli hediyeler gelmesi normal herhalde!

Hediye vermek onun için çok önemliydi. Çocukluğumdan itibaren bana sayısız hediye almışlığı vardır. Vefatından sonra

da aynı şey oldu. Ortak bir tanıdığımız gelip, babanız öldükten sonra size verilmesi için bazı emanetler bıraktı dedi. Sonra babamın bana, kızıma, kardeşlerime ve birkaç özel dostuna verilmek üzere hazırladığı paketler çıktı ortaya. İçinde sembolik nesneler bulunan özel hediyelerdi bunlar.

Babanızla ilgili anımsadığınız keyifli hatıralarınız var mı? Varsa bizimle paylaşır mısınız?

Tabii ki. 16 yaşındaydım sanırım. Artık kendimi genç kız olarak görmeye başlamıştım ve hayatla ilgili her şeyi bildiğimi düşünüyordum. Tam öyle bir dönemdeyken, bir gün babam beni yanına çağırdı ve konuşmamız gerektiğini söyledi. Ben de babam çok ciddi bir şey anlatacak bana herhalde diye heyecanlandım. Havadan sudan bahsederken konuyu bir anda çiçeklere böceklere, oradan da kadın ve erkek ilişkilerine getiriverdi. îlk başta neyi ima ettiğini anlayamadığım için saf saf dinliyordum tabii. Babamın bana cinselliği anlatmaya çalıştığını anlayınca yerin dibine geçtim utancımdan. Konunun bir anda oraya gelmesi çok komikti zaten ama daha komik olanı babamın her şeyi sanki 9 yaşında bir çocukmuşum gibi, başlangıç seviyesinden anlatmasıydı. Çok iyi bildiğimi düşündüğüm bir konuyu bana bu şekilde anlatması, ona belli etmesem de beni çok kızdırmıştı.

Hatırladığım bir başka komik olay daha var. Benim saçlarım rastaydı o zamanlar. Hatta bu yüzden babamla çok tezat bir görüntü çizerdik. Bir gün evde otururken aniden yanıma geldi ve çok güzel bir üslupla, “Ya Eminecim bir şey rica edeceğim senden” dedi. “Tabii ki, nedir?” diye sordum ben de. “Benim için bir kerecik şu kafandakini çıkarsan da o güzel saçlarını görsem” dedi. Şaşırdım kaldım. “Baba bunlar benim gerçek saçım

zaten” deyince bu sefer o inanamadı. Elledi saçlarımı. Belki on yıldır saçlarım rasta şeklindeydi ama babam onları peruk ya da kafama taktığım başka bir şey sanıyormuş meğer.

Emine Hanım verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.

Ben de size teşekkür ederim.

AHMET MUSTAFA ALTINDAL

Aytunç Altındal’ın oğlu

Sayın Altındal uzan süredir yurtdışında yaşıyorsunuz. Babanızın yaptığı çalışmaları uzaktan da olsa takip edebiliyor muydunuz?

Yazdığı her şeyi okuduğumu söyleyemem ama büyük ölçüde takip ediyordum. Özellikle din ve politika arasındaki ilişkiler, Katolik Kilisesinin etkileri, Amerika’nın Ortadoğu’daki projeleri hakkındaki düşünceleriyle ilgilendim. Dinin kendi yapısıyla ilgili kitapları vardı, kısmen de onları okuma fırsatım oldu.

Peki babanız Aytunç Altındalı “yazar kimliğiyle” değerlendirmenizi istesek, neler söyleyebilirsiniz?

Resmi olarak akademisyen olmasa da aslında akademik birisiydi. Bilgiye yönelik hiç bitmeyen bir tutkusu vardı. Sürekli araştırıp öğrenmeye çalışıyordu. Tanıdığım en entelektüel insanlardan biriydi diyebilirim. Ayrıca bildiği konularda anlatmaya ve bilgi vermeye çok istekliydi. Ama bilmediği konularda da bilmediğini hemen söylerdi. O alanın uzmanı değilse, bunu saklamazdı. Özellikle Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumunu,

Amerikan projelerindeki yerini ve Avrupa ile ilişkilerini araştırıyordu. Öte yandan, “Eskiden ne güzeldi” gibi duygusal bir bakış açısı yoktu. Tarihi olaylara saygı duyuyordu ama modern Türkiye’nin de nesinin iyi nesinin kötü olduğunu çok iyi algılayabiliyordu. Yani çok nostaljik bir görüşü yoktu; zaten öyle bir görüşünün olmamasının nedeni de büyük ihtimalle o tarihi çok iyi bilmesiydi.

ilgi duyduğunuz konular açısından babanızla aranızda benzerlikler var mı?

Aynı alanlarda iş yapmasak da, ikimiz de benzer konularla ilgilendik. Benim de politikaya, dinler ve sembollere yönelik ilgim var. Bu konularda okumayı ve bu konular üzerine çalışmayı seviyorum. Zaten yaşım ilerledikçe ve akademik alanda geliştikçe, babamla ilişkimiz de çok daha iyi bir noktaya geldi. Çünkü aramızda bir dil uyumu ortaya çıkmaya başlamıştı.

Akademik çalışmalarınızda babanızdan yardım aldığınız oldu mu?

Her zaman buluşmak, görüşmek mümkün olmadığı için çok sık olmuyordu. Birkaç kez uzun uzun konuşmuştuk üniversitede yaptığım araştırmalarla ilgili. Şu anda Ortadoğu üzerine çalışıyorum. Ona sorular sormayı, görüşlerini öğrenmeyi çok isterdim ama ne yazık ki artık bu konularda konuşamayacağız. Onun modern Ortadoğu ile ilgili bazı yorumlarını duymak çok ilginç olabilirdi.

Birlikte Malta’ya yolculuk yapmışsınız sanırım. Bu seyahat hakkında neler hatırlıyorsunuz?

Evet, Malta’ya birlikte gittik. Zaten o senelerden beri Malta'dan bahsederdi bize. Malta’ya ve Malta Şövalyeleri’ne yönelik bir ilgisi vardı. Oradaki kilise ve diğer organizasyonları anlatırdı. Bir ara tavsiye etti beraber Malta’ya gidelim diye. Ben de kabul ettim. Orada bazı kiliseleri ve tarihi yerleri ziyaret ettik. O yerlerdeki semboller üzerine konuştuk. Bir yandan ziyarette bulunurken, bir yandan da beni tarihi mekânlar ve sembollerle ilgili bilgilendiriyordu. Dana önce de birlikte Mısır’a gitmiştik. Benim en iyi tatillerimden biriydi o. Birlikte kalıntıları ve tarihi yerleri gezmiştik.

Bahanızın Türkiye'de popüler bir sima haline gelmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet insanlar ona çok hürmet ediyorlar ve saygı duyuyorlardı. Anladığım kadarıyla bilge biri olarak görülüyordu. Din ve politika konusundaki bazı soruların cevapları için ona başvuruluyordu. Birkaç kez ona hayran olan insanlarla karşılaştım. Mesela bir keresinde havaalanındayken, insanların babamı tanıyarak yanına geldiklerine ve “Şu röportajınızı gördüm geçen akşam” gibisinden konuştuklarına tanık oldum. Babam gayet dost canlısıydı bu insanlara karşı. Sordukları sorulara nazikçe cevaplar verirdi.

Ayrıca konuşması ve üslubuyla insanları etkileyen bir tarzı vardı sanırım!

Evet, vücut dilini kullanmayı iyi biliyordu. Birisiyle konuşurken, onu aktif bir şekilde angaje etmesini bilirdi. Bütün o

göz kontağı, el hareketleri vesaire ile o kişinin ilgisini üzerinde toplamayı başarırdı. Zaten inanılmaz akıllı birisiydi ve bunu karşısındakine yansıtmayı biliyordu. Karizma sözcüğünü genelde politikacılar için ya da şık, etkileyici insanlar için kullanırız. Bu şekildeki bir karizmadan söz etmiyorum ama babamın özellikle insanlarla bire bir iletişime girerken kendisine özel bir karizması olduğunu söyleyebilirim.

Babanızın popülerliği biraz da gizemli bir karakter olmasından kaynaklanıyor olabilir mi?

Gizemli demek doğru mu bilmiyorum, çünkü birisi hakkında “Çok gizemli birisiydi” dediğinizde bu kelime fantastik bir izlenim veriyor. Gizem o manada değildi de, benim anladığım kadarıyla daha çok babamın bilgiyi paylaşma biçimiyle ilişkiliydi. Çünkü babamın kafasında herkesin neyi ne kadar bilmesi gerektiğiyle ilgili bir düşüncesi vardı ve bilmesi gerekmeyen birine o bilgiyi vermeye yanaşmıyordu. Herkese alması gerektiği kadarını verme huyu vardı yani.

Babanızın en gizli belgelere ve en derindeki bağlantılara ulaşabilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

İlgimi çekiyor benim de, ama ne tür ilişkileri vardı ve bu bilgilere nasıl ulaşabiliyordu açıkçası bilmiyorum. Bu biraz da babamın hayatını kompartımanlara ayırmasıyla ilgili bir şey. Araştırma hayatını, arkadaş hayatını, aile hayatını, bunların hepsini birbirinden ayrı tutardı. Söylediğiniz konuları o yüzden ben de bilmiyorum, fakat bunu ondan öğrenmeyi çok isterdim.

Aytunç Bey’le vefatından önce en son ne zaman görüşmüştünüz?

Babamı en son hastalığı sırasında, ölümünden yaklaşık beş ay önce gördüm. Montrödeki evine ziyarete gitmiştim. Halsiz olduğunu fark ettim, ama morali yerindeydi. Sabah her zamanki gibi erken saatlerde kalkıyordu. Birlikte her zamankinden daha kişisel bir zaman geçirdik. Hatta babamla birlikte geçirdiğim en yakın, en samimi zamanlardan biriydi diyebilirim. Ertesi sabah babam bana omlet yapmayı teklif etti; hatta “Çok iyi omlet yaparım” bile dedi. Ben babamın o tarafını hiç görmemiştim. O omlet bana kendi eliyle yaptığı tek yemektir. Ayrılırken tekrar gelip gelemeyeceğimi sordu ama sanırım ikimiz de bunun son görüşmemiz olabileceğinin farkındaydık.

Babanızın ölümünden nasıl haberdar oldunuz?

Babamızın öldüğünü bir aile yakınımızın aramasının ardından haberlerden öğrenmek zorunda kaldık ne yazık ki. Biz o sırada babamın İsviçre’den Türkiye’ye getirildiğini bile bilmiyorduk. Bize bir telefon bile edilmedi. Annem ve ablam o sırada İngiltere’ye beni ziyarete gelmişlerdi. Tuhaf bir şekilde tam da böyle bir aralığa denk getirilmiş babamın Türkiye’ye getirilmesi. Ablam haberi öğrendikten sonra bütün günü son dakika biletlerine bakarak ve uçak bulmaya çalışarak geçirdi. Eğer o da cenazeye gidememiş olsaydı, çekirdek ailesinden hiç kimse olmadan cenazeyi kaldırmış olacaklardı. Hiçbir akrabalığı olmayan insanlara teslim edildi babamın cenazesi. Bu arada benimle ve ablamla ilgili çok çirkin ve yalan şeyler söylendi. Cenazede çocukları hiç aramadı, hiç sormadı diye demeç verenler oldu. Bunlar bizi hem üzdü, hem de kalbimizi kırdı. Babamızın üzüntüsünü yaşarken bir de bunlarla uğraşmak zorunda kaldık.

Bir de bahanıza ait olan ve bulamadığınız bir yüzük var sanırını.

Evet. Babamın Malta ziyareti sonrasında takmaya başladığı bir yüzüktü o. Bana birkaç kez “Bu yüzüğü ileride sana vereceğim, ona çok iyi sahip çık” demişti. Sahip olduğu anlamı ve değeri yüzük bana geçtikten sonra açıklayacaktı. Fakat o yüzük babamın vefatı sırasında en yakınında bulunan kişiler tarafından alındı ve sonrasında hiç tanımadığımız insanların parmağında görüldü. Şimdi de yüzüğün kaybolduğu söyleniyor. Bu çok ters bir durum tabii. Aynı zamanda benim için çok üzücü.

Ablanızın medyadaki açıklamalarından hatırladığım kadarıyla kaybolan sadece yüzük değildi doğru mu?

Evet, ablam cenaze günü babamın yaşadığı eve gittiğinde çok değerli tablolarla birlikte çok önemli antika kitapların ve çok sayıda özel eşyanın da kaybolduğunu fark etti.

Sayın Altındal, babanızdan kalan hatıralara ve aile yadigârlarına bir an önce kavuşmanızı diliyorum. Kitaba sunduğunuz katkıdan dolayı çok teşekkür ederim.

Rica ederim.

HASAN HULKİ ALTUĞ

Aytunç Altındal’in damadı

Hulki Bey merhaba. Uzun yıllar kendisini yakından tanıma fırsatı bulmuş biri olarak, bize Aytunç Bey’in karakteri ve dünya görüşüyle ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Her şeyden önce, yaptığı işte müthiş başarılı bir adamdı. Anarşist bir karakterdi bir defa. Sadece milletini ve ülkesini düşünen, zümrelerin şemsiyeleri ve bayrakları altına girmekten hoşlanmayan bir insandı. Onunla tanıştığınız zaman insanda bağımlılık yaratan bir gücü olduğunu fark ederdiniz. Sohbet ettiğinizde, beyninin ve bilgilerinin size güç katacağını anlardınız. O yüzden farklı zümreler onu kendi yanlarına çekmeye çalıştılar ama kabul etmedi... Birlikte olduğumuz 20 yıl boyunca pek çok partiden milletvekilliği teklifi geldi, ama hepsini reddetti. İtalya Parlamentosunda milletvekillerine konuşma yapmaktan tutun da İsviçre’de dünyanın en büyük diplomatlarına diplomasi dersi vermeye kadar büyük işler başardı. Zekâ, bilgi ve duruş olarak gerçek bir dehaydı. 1 doların üzerindeki piramit ve göz sembolünün ne anlama geldiğini, neden onların oraya konulduğunu, dünya üzerinde hâkim olunması istenen enerjiyle ilgili nasıl bir etkiye sahip olduklarını bize anlatır, sonra bunu dünya düzenine ve dünyanın hâkim güçlerine bağlar,

bu şekilde birbirinden inanılmaz uzak gibi görünen fakat tamamen aynı olan konuları gözler önüne sererek bizi şok ederdi. Amerikan Federal Bankasının sahipleri olan ailelerin akıllıca bir sistem kurarak dünyada doğan her çocuğu nasıl yaklaşık 3 bin euro borçlandırdıklarını, nasıl daha doğmadan köleleştirilmiş bir hayata hazırladıklarını ve bunu yaparken çok derin matematikler ve okült ilimlerden nasıl faydalandıklarını anlatırdı. Bunun yanı sıra hayatlarımızın organize bir şekilde nasıl elimizden alındığını ve dizayn edildiğini, sadece faturalarımızı ödeyebilmek ve yılda bir iki hafta nefes alabilmek için nasıl sistemin kölesi haline getirildiğimizden bahseder, burnumuzun önünde duran fakat hiç görmediğimiz gerçekliklerle ilgili eşsiz perspektifler sunardı. Sanki onlarca insanın zekâsı tek bir beyinde buluşmuş gibiydi.

Görüştüğünüz zamanlarda hep bu tür sohbetler mi ediyordunuz?

Evet, özellikle biz rica ederdik. O bizim dünya görüşümüz, zekâmız ve hayat duruşumuzla ilgili sorular sorar, neyi ne kadar bildiğimizi anlamaya çalışırdı. Biz de ona sorular soruyorduk. Özellikle din gibi insanın uhrevi yönünü parlatan, içsel güzellikler katan bir duruşun, bir disiplinin bugünün dünyasında nasıl bu kadar çirkin bir kargaşaya yol açabildiğin! konuşuyorduk son zamanlarda. Bazen de “keyword”lar verirdi bize. Mesela bir sohbetimizin “keyword”u “marifet” idi. Marifetten sonraki ikinci basamak ise diğer sohbetin anafikri oluyordu. Ve bu kelimeyi de bizim bilmemiz gerekiyordu, o bize söylemiyordu.

Size sorular sormasının sebebi sizi daha iyi tanımak mıydı?

Aslında daha çok bizim düşünce sistemimizi, bakış açımızı anlamak için soruyordu. Bizim tamamen ayrı bir yaşam tarzımız ve dünya görüşümüz olduğu için, duygusal ve fikri olarak hangi enlemlerde olduğumuzu, ülkemizle, milletimizle, dünya milletleriyle ilgili, insanlıkla ilgili ne düşündüğümüzü anlamak için soruyordu. Ne kadar farkındayız bunu görmek istiyordu aslında. Yani bir yandan bir babanın çocuklarına sorduğu gibi, ama bir yandan da bir öğretmenin, bir akademisyenin öğrencilerine sorduğu gibi soruyordu.

Bağımlılık yaratan bir gücü olduğunu söylediniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?

Enerjisi çok güçlüydü. İkinci ya da üçüncü görüşmemiz- deydi sanırım, arabayla hep beraber bir yere gidiyorduk. Trafikte yol kenarında bir karmaşa oldu ve ben birisini yüksek sesle uyardım. Normal trafik diyalogları yani. O an zaman durdu sanki arabanın içinde. Ben de dondum kaldım nasıl böyle bir tepki gösterdim diye. Sanki Atatürk gibi güçlü bir enerjinin yanındaymışım gibi kalakaldım. Rahmetlinin öyle yüksek bir enerjisi vardı ki, bildiğiniz normal insanlarla ve zekâlarla kıyaslayamazdınız. Diğer akademisyenlerle karşılaştırıldığında, duruşu ve enerjisi ile ön plana çıkan, hemen fark edilen, güçlü bir karakterdi. Herkese kafa tutardı. Anarşist kelimesini özellikle kullandım. Gerçi bizim ülkemizde bazı kelimeler her zaman tam karşılığında değil, bambaşka anlamlarda anlaşılıyor. Ben anarşist kelimesini otoriteye ve

iktidar sahiplerine karşı duran, duygusal ve zihinsel bir gerilla gibi yaşayan anlamında kullanıyorum. Sistem karşıtı, hiçbir zaman kendi işine geldiği gibi davranmayan, egemen düşüncelere ve zümrelere kafa tutan ve hiçbir zümrenin adamı olmayan yalnız karakter anlamında... Milleti ve ülkesi adına beğenmediği bir şey varsa hiç çekinmeden uluorta söylerdi. İnsanlar genelde medya ve televizyon önünde el pençe divan dururken Aytunç Bey tam tersi şekilde dik durur, Türk halkına bilmeleri gereken her şeyi anlatır, karanlığın içinde çakan bir şimşek gibi, bir cümle veya bir duruşla bir anda bulunduğu ortamı aydınlatırdı. Bizim çevremizde de onun hayranları çok fazlaydı. Ona ulaşmak için çoğu zaman yoğun bir atakla karşı karşıya kalıyorduk. Bazen rahatsız olacağımız kadar çok telefon geliyordu arkadaşlarımızdan. Çok fazla tanışmak, görüşmek isteyeni vardı.

Aytunç Bey derin konularda, derin malumatlara sahip biriydi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Bunu aslında benzer kutupların birbirini çekmesi olarak yorumluyorum. Zekânızı neye fokuslarsanız, ne yolda ilerlerseniz, yüce evren sizin karşınıza o olasılıkları çıkartır. O da bu konularda çok büyük bir zekâya ve araştırmacı bir karaktere sahip olduğu için, A noktasından B noktasına geçtikten sonra C noktası kendiliğinden geliyordu. Bir de onun yazdıklarından ve duruşundan etkilenen insanların bildikleri birtakım gizli bilgileri başkasına değil de Aytunç Beye getirmek gibi bir eğilimleri vardı. Aytunç Bey bu tür bir çekim gücüne sahipti.

Bildiğimiz kadarıyla bu durum kendisi için hayati riskler de yaratıyordu?

Elbette. Çok tehdit alıyordu. En sonunda evine girip, sadece okült ilimleri bilen insanların anlayabileceği işaretler bırakmaya başladılar. Evin salonuna ölü muhabbet kuşu, girişe bir tane gül, boy aynasına siyah bir kurdele ya da yastığının kenarına Kuran-ı Kerim koymak gibi tamamen onun anlayabileceği işaretlerdi bunlar. Evinden bir çöp dahi çalınmadı bunlar olurken. Evraklarının büyük bir kısmı evinin küvetinde yakıldı. Hatta yanlış bilmiyorsam tanınmış bir siyasetçi “Hablemitoğlu’ndan sonra Aytunç Altındal hedeftir” diye İçişleri Bakanlığına ifade vermişti yakın zamanda.

Peki bu tehditler ailesini nasıl etkiliyordu?

Aytunç Bey ailesine ve çocuklarına zarar gelmemesi için onları hep uzak tutmaya çalıştı. “Bana sizin aracılığınızla, size benim aracılığımla zarar verirler” gibi onun daha düzgün Türk- çeyle ifade ettiği bir söz vardı. Zaten çok fazla Türkiyede duran birisi değildi. Son on yılda hiç durmadan ölüm tehditleri alıp, defalarca yurtdışına gitti, hatta bir defasında bir yıl kadar haber alamadık kendisinden. Bir yıl sonra bizi aradığında Rusya’nın bir bölgesinde olduğunu, bu sefer kendi arzusunun dışında resmi ve zorunlu bir kararla Türkiye’den çıkarıldığını söyledi. Devlet koruma verdi defalarca, ama o korumaları atlatıp kaçıyordu. Bir seferinde korumalarından birisini yanına çağırıp “Evladım aslan gibi, dalyan gibi çocuksun, sen beni nasıl koruyacaksın be çocuğum? Kennedy’nin etrafında koruma ordusu vardı, onu bile koruyamadılar. Benim yerime size bir şey olursa ben ömür boyu bunu üzerimde taşır, vicdan azabını yaşarım” demişti. Bu

da bağımsızlığın ve anarşistliğin bir türüydü zaten. Aynı şekilde İsviçre’deki hanımını ve çocuğunu da kendisinden uzak tutar, onlarla da sadece yılın bazı günleri görüşürdü. Onun hayata karşı duruşu böyleydi. Bu yüzden, bazı insanların bizi Aytunç Bey’le ilgilenmemekle suçlaması tamamen hayal ürünü ve safsatadır. Biz Aytunç Bey’in izin verdiği kadar onunla görüşebilir, Aytunç Bey’in izin verdiği kadar onu arayabilirdik. Bazen yılda iki üç kez, bazen yılda sadece bir kez görüşebildiğimiz oluyordu. Bunun sebebi onun hayat duruşuydu. Kızımız Mina Shiva dedesini özlediğinde tek yapabildiğimiz ona telefon etmekti. Aytunç Bey yoğunluğu nedeniyle bazen telefona bile çıkamıyor, ancak çok sonra dönüş yapabiliyordu.

Cenaze sırasında ailesiyle ilgili söylenen bazı cümleler sizi çok incitmiş sanırım.

Aile üyelerinin bu kadar acımasızca eleştiri bombardımanına tutulması kabul edilemez bir durum. Bakın, Aytunç Bey vefat ettiğinde bizler o sırada dünyanın öbür uçundaydık. Ben Hindistan’dayım, eşim, kardeşi ve annesi İngiltere’de, Aytunç Bey’in eski eşi ve kızı ise İsviçre’de... Ne naaşım teslim alabildik, ne de yüzünü görebildik. Hastane naaşı birinci dereceden akrabalarına teslim etmediği gibi, anlamadığımız bir şekilde cenaze işlemlerini hızlandırmak için elini geleni yaptı. Tekrar ediyorum, kendi canından kanından olan hiç kimse Aytunç Altındal’ın cenazesini görmedi. Gördüğü söylenen insanlar tamamen üçüncü dereceden insanlar. Bir cenazenin kanunen yakınlarına teslim edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat cenaze işlemleri çok hızlı bir şekilde oldubittiye getirildi. İnternete girin bakın isterseniz. Silinmemiş bir görüntüye ulaşabilecek kadar şanslıysanız, bütün sevenleri tarafından elden ele taşınmak yerine bir grup

tarafından caminin arka tarafından hızlıca kaçırıldığını görebilirsiniz. Bugün sizin ya da benim, Allah korusun aile üyelerimizden birinin başına bir şey gelse ve ona otopsi yaptırmak istesek, bu anayasal hakkımızdır. Otopsi yapılmasını talep etme hakkınız vardır. Ama buyurun bakın, bize Aytunç Altındal için izin vermiyorlar. Otopsi yapılmasına izin vermiyorlar, mezarın açılmasına izin vermiyorlar. Anayasal hakkımızı her türlü şekilde, her yoldan engelliyorlar. Ölümün arkasındaki sır perdesi aralanmasın diye belki de... Ailesine bu şekilde saldırılar yapılmasının, çocuklarının ve ailesinin bu şekilde küstahça yıpratılmasının nedeni de bizim susmamızı sağlamak aslında. Bu olayın üstüne gidemeyelim diye. Sonuçta bizler uğraştığımız güçler kadar kudretli insanlar olmadığımızın farkındayız. Biz elbette kanunun bize izin verdiği kadar ya da o perde arkasındaki güçlerin istediği kadar hareket edebiliyoruz. O yüzden beyefendinin ölümünden sonra bile, bu sırrın çözülmesi için bir eylemde bulunamıyoruz. Son dönemde görevden alınan savcılar arasında haklı dava nedenlerimize “Kovuşturmaya gerek yoktur” cevabı veren bazı savcıların da bulunması şüphelerimizi daha da artırıyor. Aytunç Bey’in ölüm nedeni biyolojik bir ataksa eğer, herhalde bunu yapan insanlar biliyorlar ki belli bir süre sonra naaşında bu maddeler çıkmayacak; o yüzden yeterli zamanın geçmesini beklediklerini düşünüyorum.

Aytunç Bey’in ölümüyle ilgili soru işaretlerinin en kısa samanda cevap bulmasını umut ediyorus. Sorularımıza yanıt verdiğiniz ve kitabımıza katkıda bulunduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim.

MİNA SHIVA ALTINDAL

Aytunç Altındalin torunu

Mina Hanım merhabalar. Dedenizi nasıl biri olarak hatırlıyorsunuz?

Meşgul, ama çok sevgi dolu. Hasta olduğunda bile bana hediye gönderen, az görüşsek de beni her zaman çok ama çok seven birisiydi.

Onunla ilişkiniz nasıldı?

Bence çok güzeldi... Sadece onu daha çok görmek isterdim. Onu yeterince görememişim gibi geliyor. Beni çok üzen bir şey bu aslında...

Böyle çok tanınan ve sevilen bir dedeye sahip olmak nasıl bir duygu?

Garip bir duygu. Tanımadığım insanların onun ailesi olduklarını söylemeleri, kızıymış gibi davranıp benim aileme daha çok yaklaşmaya çalışıyor olmaları beni gerçekten çok sinir ediyor; ama aynı zamanda bu kadar sevilmesi hoşuma da gidiyor.

Size çok hediye ahr mıydı?

Alırdı. Çok görüşmezdik ama alırdı. Bir paket yollamıştı bir keresinde bana, içinde kıyafetler ve başka türlü küçük hediyeler vardı. Her evimize geldiğinde de bol bol hediye getirirdi. Benim için en büyük hediye onun gelmesiydi aslında...

Dedenizin sizi en çok etkileyen özelliği neydi?

Bu kadar çok kişiyi bu kadar büyük bir şekilde etkileyebilmesi beni çok etkiliyordu. Ve çok ama çok akıllıydı.

Hatırlamaktan mutlu olduğunuz ve bize anlatmak isteyeceğiniz anılarınız var mı?

Çok yok maalesef. Çok sık görüşmüyorduk çünkü. Ama görüştüğümüzde elinden geldiği kadar benimle ilgileniyordu. Evinde çok eski bir asansör vardı, her asansörden indiğimizde kolları açık bizi bekliyor olurdu. Bütün ailemde bana tek Mina diyebilen kişiydi aynı zamanda.

Hayatınıza devam ederken, onu örnek aldığınız durumlar oluyor mu?

Bazen insanlar seni önemli biri olmadığına ikna etmeye çalışırlar. Öyle durumlarda kendime Aytunç Altındal, Ayşe Anna Bidermann ve Havva Tülay Altug un torunu, Hasan Hulki Altuğ ve Emine Altındal’ın kızı, en önemlisi de (herkesin bana söylediği gibi) ailemin küçük cadısı olduğumu hatırlatıp, kendimi o

insanların yerlerine koyuyorum. Dedemin bazı durumları nasıl çözeceğini düşünüp kendi hayatıma yansıtmaya çalışıyorum.

Mina Hanım dedenizle ilgili paylaşımlarınız için size teşekkür ediyorum.

Ben de size teşekkür ederim.

ŞİVEZAT KÖPRÜLÜOĞLU

Aytunç Altındal’ın kızkardeşi

Şivezat Hanım merhaba. Bir an için ağabeyinizin karşınızda olduğunu düşünseydiniz, ona neler söylemek isterdiniz?

Zor, duygusal ama bir o kadar da huzurla şunları söyleyebilirim...

Ağabeyciğim; senden ve paylaştıklarımızdan konuşabilmek o kadar zor ki. Çünkü senin gibi kalemi güçlü, duyguları yoğun, kendini ve yaşantısını yıllardır sadece memleketini, milletini düşünerek bu kutsal sorumluluğu layığıyla yerine getirmiş birini hangi kelimelerle ifade edeceğim bilemedim. Kaldı ki şiir kitabının adı gibi elvedasız ayrılışımız daha da zorlaştırıyor bazı şeyleri.

18 Kasım 2013 tarihinde göğsümüze iliştirilen miras şiirin:

Sana sözlerimi bırakıyorum

Sevdiğim şarkıları da...

“Kal gitme bu akşam"la

Başlayan seni sana bırakıyorum

Yerini ve yerimi değiştiriyorum

Dilediğin öyküyü yaz ben gittikten sonra...

Sana Mısırı ve tapmakları bırakıyorum

Adımı, sanımı, onurumu, soyumu, sopumu, yurdumu

Şifrelerimi ve kodlarımı bırakıyorum

Ve bin yıllık şeceremi de...

Dilediğin senaryoyu yaz ben gittikten sonra

Unutma, her şiirin vardır bir sırrı...

15 Ağustos 2009, Territet Montreux

Aytunç Altrndal

Elvedasız ve zamansız gittin. Öyle bir gidişti ki acımızı bile yaşayamadık. İyi ki kısa bir zaman önce seninle telefonla konuşmuştuk.

Bizler için Aytunç Beycin gençlik dönemleri ve sizin bu döneme ait aralarınız çok değerli... Bica etsek, bu anılardan bazılarını okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Çok teşekkür ederiz. Çocukluk yıllarımız kış aylarında Bakırköy Kuleli Köşk, yazları ise Kadıköy Çiftehavuzlar’da geçti. Bazı yazları da Burgazada’da geçirirdik. Her zaman misafirleri olan bir evimiz vardı. Büyük sofralar kurulurdu, uzun sohbetlerin yapıldığı... Evimizde hayat sabahın ilk saatlerinde seher vakti başlardı. Annemiz Fatma Melahat Hanım sanata, şiire, tasavvufa, sohbetlere ilgi duyan çok sevgi dolu, yardımsever, hassas, asil bir Çerkez kadınıydı. Kendi güfteleri vardı. Müzeyyen Senar, Tülin Korman gibi Türk Sanat Müziği icra eden o devrin birtakım üstatlarıyla özel geceler yaşanırdı. İlerleyen yıllarda ağabeyimi daha çok odasında müzik dinleyip, bir şeyler yazarken anımsıyorum. Odasında bazen hiç konuşmadan oturur, müzik dinleyip, onu izlerdim. Bu çok hoşuma giderdi. Zaman zaman

elindeki kitaptan bir şeyler okur, yorumlamamı isterdi. Farkına varmadan gerek müzik zevkim, gerekse fikirlerim böylece yoğrulmaya başladı. Otoriter ve hislerini pek fazla belli etmeyen bir duruşun yanında sevgi dolu, koruyucu ve kollayıcıydı. Sohbet ederken dikkatli dinlememi ve doğru sorular sormamı isterdi. Ezkaza bazen soru ya da yorum yerine oturmadığında gülüp bir kez daha anlatır ve beklerdi... Konuşmadan önce düşünmeyi öğrendim sanırım bu sayede. Onunla bir arada olmak bilgi açısından büyük bir zenginlikti. Ne konuda olursa olsun hayatın emek gerektirdiğini vurgulardı. Ufak hatırlanmaların büyük mutluluklar getirdiğini, kısa paylaşımların uzun paragraflar oluşturabileceğini ağabeyimden öğrendim. Kendini ifade etmenin sadece konuşmakla olmadığını, mesafelerin unutmak, unutulmak ve unutturmakla bir ilgisinin olmadığını da... Çocukluğumuzda bir yıl kadar kaldığımız Uludağda Dombay Çukuruna pikniğe giderken ayaklarıma batan dikenlerden beni korumak için sırtına alıp ağabeylerin kardeşlerinin kahramanı olabileceğini kanıtladığında, güvenmenin huzurunu... Büyüdüğümde bazı yanlışlar yaptığımda, onu kandırmanın kolay olmadığım hatta barışmanın çok zor olduğunu, bunu benim için yaptığını... Kendini, değer verdiklerini, vatanını sevmenin önemini... Erdemli bir insan olabilmenin niteliklerini... Sabrın, yaşantımız içindeki gerekliliğini, paylaştığımız aynı evde 20 yılın içinde birlikte özümsemiştik. 40 yıl hatırı olan kahvenin çok kısık ateşte pişmesi gerektiğini, kahve içilen kişinin ve zamanın ne kadar özel olduğunu... Hüznün, acının ve mutluluğun yaşamın bütününü oluşturduğunu “Hayat geçmişe ve geleceğe direnmektir” sözünle özetlendiğini... Bu direnmenin içindeki duruşun, senin insan olarak varoluşun olduğunu benimsetti bana...

“Tevazu sahibi olmak çok önemlidir. Ama hoşgörü her zaman doğru değildir. Bilgin, düşüncelerin ve duruşunla örtüşür, çok oku dikkatli yaşa” derdi.

Bizleri geçmişte kısa bir yolculuğa çıkardığınız için teşekkür ederiz. Bitirmeden önce eklemek istediğiniz başka bir husus var mı?

Biz ağabeyimin ardından duruşumuzla devam ediyoruz yaşama... Bedeni belki yok artık aramızda ancak bıraktığı birikimleri yolumuzu aydınlatmaya devam edecek her zaman. Kardeşi olduğum için çok şanslıyım ve o hâlâ bizimle, bunu hissediyorum. Sadece farklı ama ışıklı bir yolda artık biliyorum...

Melami

Melami meşrep bir Mevlevi

her sabah çıkar kendinden her gece

geri döner yüreğine

Yetişir gizlediği...

Melami meşrep bir Mevlevi

her duada birini anar

her cumada terk eder viraneleri

Hüzündür tesellisi...

Aytunç Altındal

Nurlar içinde uyu cesur adam!

M. SERENDİP ALTINDAL

Aytunç Altındal,’™. ağabeyi

Serendip Bey merhaba. Bizi konuk ettiğiniz için teşekkür ederim. Önce kardeşiniz Aytunç Beyle aranızda kaç yaş olduğunu öğrenebilir miyiz?

Üç buçuk aslında ama üç diyelim. 1945’lidir Aytunç. Ben de 1942 doğumluyum.

Nasd bir ailede büyüdünüz?

Annemiz düşünen ve araştıran bir kadındı. Babamız da çok dürüst ve seviyeli bir insandı. Kendisi ilk Kuvayı Milliyeciler- dendir aynı zamanda. Şapka Devrimi yapıldığında Beyoğlu’na fötr şapkayla çıkan ilk delikanlıdır. Beyoğlu’nda çekilen fotoğraf, babaannemizin salonundaki duvarda dururdu. Ailemizde “ileri bakışlılık” olduğunu söyleyebilirim. Bizim de anneden babadan aldığımız birtakım hususlar vardı. Örneğin duygusal yanımız kuvvetlidir, çabuk sezeriz, kafamızı işletiriz, araştırmak isteriz ve bize sunulan hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmek istemeyiz. Bir aile geleneğidir bu. Ayrıca Kemalist perspektifle büyümüşüzdür. Zaten Aytunç kendi konuşmalarında da defalarca belirtmiştir bunu. Öte yandan, tabiri caizse sapına kadar vatanseverizdir. Bu yola baş koyan adamlarızdır yani.

Peki henüz ufakken kardeşinizle nasıl bir ilişkiniz vardı?

Aytunç’la kendimi bildim bileli yakın bir ilişkimiz oldu. Küçük yaşlardan itibaren çok şey konuşup paylaştık. Tartışmadığımız, konuşmadığımız bir konu kalmamıştır neredeyse. Sekiz yaşındayken ayrılmak zorunda kaldık. Ben babamla gittim, o annemizle kaldı. Küçüktü çok. Daha sonra babama “Keşke Aytunç’u da alsaydık” demiştim. O da “Oğlum öyle olmak zorundaydı, yoksa annen çok yalnız kalırdı” diye cevap vermişti. Sonra Aytunç’la bir araya geldiğimiz her fırsatta sohbetlerimize devam ettik. Biz oturup konuşurken üçüncü şahıslar bizi dinliyorsa inanın hiç kimse bir şey anlamazdı. O benim ne dediğimi, ne demek isteyeceğimi, nereye varacağımı tahmin edebilirdi, ben de onunkileri harfiyen bilirdim. Yani daha söylemeden bilirdim ne söyleyeceğini. Bu şekilde bir iletişim vardı aramızda. Zaten bu genel yapı itibariyle ruhsal olarak birbirine bağlı, aynı çizgilerden geçmiş insanların vazgeçilmez ortak kaderidir.

Bir anma toplantısında Aytunç Bey için ^ezoterik dünyanın çilingiri'’'’ ifadesini kullanmıştınız. Bunu biraz daha açar mısınız?

Çilingirdi tabii. Ezoterik dünyanın yeraltındaki labirentlerinden Tapınak Şövalyelerine kadar gizemleri bir anahtar gibi çözdü. Ezoterik dünya ile ilgili bugüne kadar bilinmeyen birçok noktaya parmak bastı. O noktaların çoğunu biz daha evvelden kendi aramızda konuşuyorduk zaten. Sonra Aytunç onları yazmaya başladı. Ben kendi adıma pek prim vermem ama o bu konuları çok iyi araştırdı ve üzerine düşündü. İyi ki de yaptı.

Serendip Bey siz de bir yazarsınız. Şiirleriniz ve makaleleriniz var. Bir ağabey olarak, kardeşinizin yazar olmasında etkiniz oldu mu?

Bunu kesinlikle kabul edebilirsiniz. Ben de serbest yazar olarak yazılar, makaleler yazıyorum. Şiirlerim de serbesttir zaten; kural kaide tanımam. Aytunç da öyledir bakın. Kuralsızdır. Kuralını kendi koyar. Delikanlılık dönemimde şiirler yazarken Aytunç henüz uzaktı bu konulardan. Bir yandan okulunu okurken, bir yandan da gazetecilik dünyasına girmek için uğraşıyordu. Babıâlide mesleğe yeni başlayanlara “bavul taşıyıcı” derler bilirsiniz. O da gazeteciliğe getir götür işleri ve küçük röportajlar yaparak başladı. Ben ciddiye almıyordum açık söyleyeyim, heves yapıyor, oyalanıyor herhalde diye düşünüyordum. Aytunç benim yazdığım şiirleri çok severdi, hayranıydı. Bir gün yanıma geldi, “Abi ben yazamıyorum, sen nasıl yazıyorsun bunları?” diye sordu. “Ne demek yazamıyorum?” dedim. “Ben nasıl yazıyorsam sen de yazabilirsin. Hiç denedin mi ki? Önce kalemi eline al bir dene bakalım!” Sonra kalemi aldı eline ve bir daha da bırakmadı zaten. Meslek edindi kendine.

Aytunç Bey nasıl bir yazardı sizce?

Bizler peşin yargılara ve önyargılara asla mahkûm olmadan, kararını kendisi oluşturmak isteyen insanlarız. Bilgin yoksa fikrin de olmaz çünkü. Bir yazı yazıyorsanız ne yaparsınız? Önce konuyu irdelersiniz değil mi? Nasıl irdelersiniz? Kaynaklarınızın çok sağlıklı olması gerektiği için, önce bunların doğruluklarını araştırırsınız. Aytunç da bunu çok iyi yapardı. Zaten bu yüzden de dünya genelinde büyük arşivlere girme hakkı oluştu onda. Kendini kabul ettirdiği için. O arşivlere de herkes giremez yani.

Son olarak, okuyucularımızla paylaşabileceğimiz bir hatıranız var mı?

Kendisinin anlattığı komik bir olay hatırlıyorum. Aytunç bir zamanlar Üç İsa diye bir kitap yazmıştı. Avrupa’da kardinallerin, patriklerin katıldığı bir toplantıda başrahip Aytunç’un yanına gelip kızgın kızgın konuşmaya başlamış. Sen şöyle yapıyorsun, böyle yapıyorsun, işi rayından çıkarıyorsun hesabı. Adam böyle kızgın kızgın konuşup kafasını sallarken Aytunç da önünde oturuyormuş. Adamın kafası hareket ettiği için serpuşu Aytunç’un kucağına düşüvermiş. Aytunç da İngilizce olarak “Bak!” demiş. “İşte takdiri ilahi!” Çok hoşuma gitmişti bu olay.

Serendip Bey çok keyifli bir sohbet oldu. Sorularımızı yanıtladığınız ve görüşlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum.

Ben de size teşekkür ederim.

ZEYNO ALTINDAL

Aytunç Altındal'ın ilk eşinden olan kızı

Aytunç Altındal'ın en yakınındaki kişilerden biri olarak, bize babanızı tarif edebilir misiniz?

Babam, tarih, siyaset, felsefe ve din konusundaki engin birikiminin yanı sıra, oldukça etkileyici bir kişiliğe de sahipti. Aynı zamanda kolayca baş edemeyeceğiniz karmaşık bir kişiliği vardı; özellikle de huzursuz olduğu zamanlarda. Fakat keyfi yerin- deyken son derece esprili ve sevgi dolu bir insan olurdu. Böyle zamanlarda onunla geçinmek çok daha kolaydı. Aynı zamanda çevresindekileri koruyup kollayan bir kişiliği vardı. Bu özelliği nedeniyle, ergenlik dönemimde ufak tefek sorunlar yaşamak zorunda kalmıştık. İlk erkek arkadaşımı gördüğünde tam da bir babadan beklenebileceği gibi tepki vermişti: “Hiçbir erkek sana layık olacak kadar iyi değil.”

İlgi duyduğu alanlarla ilgili herhangi bir tartışma açıldığında çok iyi konuşurdu; karşısındakiler bu konularda bilgi sahibi olmayan genç insanlar olsa bile... Ama kendi İsviçreli kızının güçlü ergen enerjisiyle baş etmekte zorlanırdı...

Türkiye’de ve Avrupa’da tanınmış bir yazarın kızı olmak hayatınızı nasıl etkiledi?

Ben İsviçre’de büyüdüm, o yüzden babamın ünlü bir yazar olması benim hayatımı etkilemedi. Ama elbette onun Türkiye’de tanınmış biri olduğunu biliyordum. Bazen İsviçre’de insanlar bana onunla ilgili sorular soruyorlar ve onun ne kadar muhteşem bir insan olduğundan bahsediyorlardı. Bazen de çalışmalarıyla ilgili oldukça eleştirel yaklaşımları olan kişilerle karşılaşıyordum.

Sizin de bildiğiniz gibi, Aytunç Bey sıradan bir araştırmacı değildi. Herkesin bilgi sahibi olmadığı konulara ilgi duyar ve bu konularla ilgili derin bilgilere ulaşabilirdi. Sizce bunu nasıl yapabiliyordu?

Babam oldukça zeki birisiydi. Mistik konulara eğilmekten ve bu uğurda kendi hayatını tehlikeye atmaktan korkmazdı.

Sizce babanız karizmatik biri miydi?

Evet, bu kesinlikle doğru. Karşısındakini etkileyen bir kişiliği vardı. Özellikle keyfi yerindeyse, çok neşeli ve büyüleyici bir insan haline gelirdi. İnsanlar onunla birlikte olduklarında mutlu ve huzurlu hissederlerdi. Bir keresinde kız arkadaşıyla birlikte İsviçre’ye gelmişti. Babamı ilk kez bu kadar mutlu ve huzurlu görüyordum. O gün insanların neden onu büyüleyici bulduklarını gerçekten anlamıştım.

Babanızın ülkesiyle ilgili görüş ve düşüncelerini biliyor muydunuz?

Hayır bu konuda bilgi sahibi değilim. Çok az Türkçem olduğu için Türkçe kitaplarını okumam mümkün değildi zaten. İngilizce yazılmış kitapları ise entelektüel birikim gerektiren, anlaması zor kitaplardı. O yüzden, babamın yaptığı çalışmalar hakkında çok fazla bilgi sahibi değilim. Zaten babam da beni yaptığı işten ve siyasi konulardan uzak tuttu hep. Türkiyede bir yıl kalarak Türk dilini ve kültürünü öğrenmek istediğimi söylediğimde çok sıcak yaklaşmamıştı bu fikre. Onu ikna edemesem de Türkiye’ye geldim ve bir yıl kadar üvey annemin yanında kaldım. Bu süreç boyunca erkek kardeşim ve kız kardeşimle yakınlaşma fırsatı buldum. Türkiyedeyken babamla sürekli görüşme fırsatım olsa da, beni mesleki hayatından hep uzak tutuyordu. Böyle yaparak aslında beni Türkiye’nin hassas politik koşullarından korumuş oldu. Sonuçta İsviçreli bir kızın Türkiye’deki güvenliğini sağlamaya çalışıyordu ve ülkeme döndüğümde biraz olsun rahatlamıştı.

Sayın Altındal, eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Evet. Babamı çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Ayrıca babam Türkiye’ye âşık olan bir insandı. İstanbulda ona yakın bir yerde yaşamayı, Türkiyede birlikte daha çok vakit geçirmeyi ve bu aşkı onunla daha fazla paylaşmayı çok isterdim.

Babanızla ilgili olan bu kitaba İsviçre'den katkıda bulunduğunuz ve görüşlerinizle değer kattığınız için çok teşekkür ederim.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben de size çok teşekkür ederim.

GÜLİSTAN ÜNSALAN

Aytunç Altındal’ın kızkardeşi

Gülistan Hanını, Aytunç Bey in çocukluğunu bilen az sayıdaki insandan birisiniz. Neler hatırlıyorsunuz o dönemle ilgili?

Kalabalık bir ailenin bireyleri olarak çok güzel bir çocukluk geçirdiğimizi söyleyebilirim. Bakırköy Kuleli Köşk’te yaşıyorduk o zamanlar. Ağabeyimin geçmeyen bir saman nezlesi vardı. Zannediyorum doktoru Sefa Karataydı. Ameliyat yaptıktan sonra daha kuru bir iklimde yaşaması gerektiğini söyledi. O zaman araştırıldı ve Diyarbakır'da bir Amerikan koleji olduğu öğrenildi. Okulla irtibat kuruldu ve ortaokula orada başladı. Yani saman nezlesi onun Diyarbakırdaki koleje gitmesine vesile oldu. Bana göre araştırmacı yazarlık özelliği de Diyarbakırda ortaya çıkmıştır. Çünkü Kürt kökenli arkadaşlarından Kürtçe ve Arapça öğrenip, bunun karşılığında İngilizce derslerinde onlara yardımcı oluyordu. Zaten farklı lisanlara karşı her zaman bir merakı olmuştu. Bakırköy’e döndüğünde bizimle Kürtçe bir şeyler konuşurdu ve Kuranı daha o zamandan Arapça okumaya çalışırdı. Ev halkı şaşardı bu duruma. Kardeşleri olarak dört gözle beklerdik okulunun bitmesini. Tatil olacak da ağabeyimiz gelip bize Arapça, Kürtçe, İngilizce konuşacak diye...

Peki gençlik döneminden hatırınızda kalan olaylar var mı?

Evet bir olay yaşadık, belki de yine onun araştırmacı kimliğine ışık tutacak bir olaydır bu. Şivezat, Annem ve ben bir düğüne katılmak için Sapancadaki akrabalarımızın yanına gitmiştik. Birkaç gün sonra döndüğümüzde, komşularımız “Vallahi siz yokken çok acayip insanlar girip çıktı evinize” dediler. Eyvah ne olmuş olabilir ki diye çok meraklandık tabii biz de. Çünkü ağabeyim de o zamanlar daha lise talebesi. Akşam Aytunç ağabeyim gelince annem hemen ne olup bittiğini sordu. Biz Sapancadayken, Sultanahmet’ten hippileri toplayıp eve getirmiş, dört beş gün boyunca bizim evde kalmışlar hep beraber. Sonra onların hayatlarını kaleme aldı ve hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama o dönem bir gazetede yayımlandı bunlar. Biz de tabii bütün evi badana etmeye mecbur kaldık. Her tarafı bitler sardı diye çok telaş etmişti annem.

Aytunç Altındal nasıl bir ağabeydi peki?

Otoriter bir ağabeydi ama her şeyi konuşabilirdiniz onunla. Biz çok iyi anlaşırdık. Ayrıca ağabeyim bana meslek hayatımı kazandıran ve öğretmen olmamı sağlayan kişidir.

Nasıl oldu bu?

Ben öğretmen olmak istiyordum ama ailedeki herkes karşıydı. Ailede hiç uzağa gitmiş kız evlat yoktu çünkü. Öğretmen olursam, beni uzağa gönderirler diye korkuyorlardı. Biz gizlice anlaştık ağabeyimle. Beni evden kaçak olarak çıkardı ve öğretmen okulu sınavlarına soktu. Ben çok heyecanlandım

tabii, dönüşte herkese anlatmak istiyorum. “Güllü” derdi bana. “Güllü biraz sus, önce bir netice alalım, ondan sonra patlatırız” dedi ve biz sırrımızı biraz daha saklamaya karar verdik. Eylül sonu gibi sonuçları almaya da yine beraber gittik gizlice. Listeye bakarken ilk başta ismimi göremedik, o yüzden kazanamadım sandık. Ama sonra bir baktık ki üçüncü sıradayım. Mutluluktan havalara uçtuk tabii. Ortaköy Öğretmen Okulu önünde birbirimize bir sarılışımız vardı ki anlatamam. Ben de sınavda bize verilen başvuru kâğıtlarında yazan “leyli meccani” lafını çok beğenip yanına çarpı işareti koymuştum. Meğer o yatılı demekmiş. Onu işaretlediğim için İstanbulda yaşamama rağmen, İstanbulda yatılı olarak okumak zorunda kaldım. Okulu bitirdikten sonra Adapazarı Uzuncaorman Köyü ne tayinim çıktı. Beni ilk ziyaret eden de yine ağabeyim oldu orada. Annem ve ağabeyimle çekilmiş çok güzel bir fotoğrafımız vardır bahçede.

Aytunç Altındal aynı zamanda kitaplara olan ilgisi ve merakıyla tanınıyor. Ağabeyinizin bu konuda bir etkisi oldu mu üzerinizde?

Kitap okumamızı çok isterdi. “Okuyan insanlar olun lütfen” derdi. Fakat bize siyasi görüşünü hiçbir zaman empoze etmedi. Her görüşten kitaplar getirirdi okumamız için. Sosyalizmin Alfabesi, Leo Huberman (sanırım ilk baskısı idi), Dokuz Işık gibi kitaplar da vardı bunlar arasında. Bazen de makaleler keser getirirdi. “Güllü bunları okuyacaksın ve kendin karar vereceksin. Bu işler baskıyla olmaz. Önce arzu edeceksin, inanacaksın, ondan sonra o fikrin peşinden gideceksin” derdi. Sonra siyasi olaylar yüzünden yurtdışına gitmek (kaçmak) zorunda kaldı biliyorsunuz. Hatta aynı sebeple böbreğini de kaybetti. O böbrek ameliyatı sonrasında gelip benim evimde kalmıştı.

Aytunç Bey’e zor zamanlarında hep kucak açmışsınız.

Yıllar sonra bir kez daha yanıma geldi. Teşvikiyedeki evinin önünde bir saldırıya uğramıştı. 2004-2005 seneleriydi sanırım. îstanbuldan yok olması icap etmiş ve Datça’ya gelmişti. Benimle birlikte bir hafta kaldı burada. O zaman çok güzel bir olay yaşamıştık. Gece bir kuyumcuyu dolaşırken genç bir çocuk dikkatli bakışlarla ağabeyimi izlemeye başladı. Önce uzun uzun baktıktan sonra yanımıza gelip “Siz osunuz değil mi?” diye sordu. Ağabeyim de “Kimim ben?” deyince çocuk “Siz Aytunç Altındal’sınız” diye yanıt verdi. Düşünün belki daha lisede bile değil. Ağabeyim kendisini nereden tanıdığını sorunca “Ailem sizi çok takip eder, ben de sizi Reha Muhtar’ın programında gördüm, siz laikliği savunan kişisiniz” diye yanıt vermez mi? O zaman kendi kendime dedim ki: “Ağabeyimin mücadelesi karşılık buluyor.” İstanbul’daki olayın basına yansımasını istemediğinden tanınmayacağını düşünerek Datça’ya sessizce geldiği halde, buralarda bile onu tanıyanlar çıktı hem de ilki çocuk yaşta... Sonra çıktığımız her ortamda önümüzü kesmeye başladılar. Hatta orta yaştaki bir bey ellerine sarılıp öpmeye çalıştı ve “Lütfen kendinize bizler için, ülkemiz için daha dikkat edin” dedi. Ağabeyim “Ben evden hiç çıkmasam daha mı iyiydi acaba?” demişti ve gülüşmüştük.

Aytunç Beyin sıkıntılarla geçen bir dönemin ardından halk tarafindan bu kadar çok sevilmesini nasıl yorumluyorsunuz peki?

Yani hak ettiği yeri birçok gönülde buldu diyorum ama hak ettiği sonu bulamadı ne yazık ki. Çok şaibeler bıraktı arkasında. Biz hâlâ sanki bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibi bir his içindeyiz. Yani böyle gitmemeliydi.

Peki yaşadığı bunca olaylar sırasında hiç endişe ettiğini ya da korktuğunu hissettiğiniz oldu mu?

Hayır hiç korkmadı. Birçok kişi gibi ben de çok üzülüyordum. “Abiciğinı, niçin koruma almıyorsun?” diyordum. “Yavrucuğum sonuçta koruması olanlar da gitmedi mi? Beni korumaya çalışan garibin günahı ne? Varsa kaderde olacak, ben bu işe baş koydum” diye geçiştiriyordu. Fikirlerini yayma inancı vardı. Ve bana göre de o uğurda gitti.

Ağabeyinizi vefatından önce en son ne zaman görmüştünüz?

Onunla son görüşmemiz, vefatından önceki mart ayında Aşşk Kafede oldu. İstanbul’a geldiğim zamanlarda o kafeye gidip onu bulurdum ve birlikte bir süre sohbet ederdik. Son gördüğümde yanında rahmetli Arda Uskan da vardı. Çok güzel konuşmalar yaptık birlikte. O gün son görüşmemiz ve vedamız- mış... Bir sürü şeyden ümitliydi ama kendisinin bu kadar çabuk gideceğini hiç düşünemedi. Bir şeyleri yapacaklarına inanıyorlardı ama olmadı. Arda Uskan da peşinden vefat etti zaten.

İJmitli olduklarını söylediniz. O masada neler konuşulmuştu?

Zannediyorum ağabeyime Ankara’dan bir davet gelmişti. Bazı görüşlerini orada açıklamak gibi bir durumu vardı. Ama kime, onu bilmiyorum. Hastalığıyla ilgili yurtdışına kontrollere gitmeden önce olan bu olay onu mutlu etmişti.

Son olarak eklemek istediğiniz farklı bir husus var nu?

Eşimin ağabeyime ayrı bir hayranlığı vardır. Onun için şöyle der: “Aytunç Altındal çok güçlü hafızası olan, bütün programlarda verdiği bilgileri hiçbir notuna bakmadan, ancak kaynak göstererek konuşan bir kişiydi. Hayatı boyunca şey’ kelimesini hiç kullanmamıştır. Türkçeyi bu kadar düzgün ve şeysiz’ kullanan çok az insandan biridir.” Bitirmeden bu detayı eklemek isterim.

Gülistan Hanım hem bu güzel saptaması için eşinize, hem de güzel paylaşımlarınız için zatıâlinize teşekkürlerimi sunuyorum.

Aynı şekilde ben de size teşekkür ederim.

EROL BALKAN

Aytunç Altındarın yakın arkadaşı

Erol Bey görüşme teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Her şeyden önce okuyucularımıza Aytunç Bey’le yakınlık derecenizi ve detaylarını anlatır mısınız?

Benim çocukluğum Bakırköy’de geçti. Aytunç Abi de Bakırköy’de oturuyordu o sırada. Annemin Bakırköy’den çocukluk arkadaşı Aytunç Ahi’nin teyzesi olur. Dolayısıyla bütün çocukluğumuz birlikte geçti. Herhalde 10 yaşındaydım ilk tanıştığımızda. O tarihte Aytunç Abi de 20 yaşında falandır herhalde. Aramızda on yaş var çünkü. Bana hep kitaplar tavsiye etti okumam için. Hatta hiç unutmuyorum ben orta üçüncü sınıftayken 50 kitaplık bir liste çıkarmıştı bunları mutlaka okuman lazım diye. İngilizce eğitim yapan okullarda bile okutulmayan kitaplardı bunlar.

Hangi kitaplar vardı hatırlıyor musunuz?

Tabii. Bunlardan bir tanesi mesela Jack Kerouac’ın On the Road kitabıydı. Ailen Ginsberg, Beat Kuşağı, Norman Mailer, George Orwell... Yani bildiğimiz bütün Amerikan klasikleri. Ben o sırada Kadıköy Maarif Kolejinde okuyordum. Aytunç

Abi ise Tanzimat Sokak’ta bir müştemilatta yaşıyordu. Çarşamba günleri bizim okul yarım gündü; genellikle okuldan sonra Aytunç Abi’ye giderdik. Bize kitaplar ve müzik konusunda epey katkısı olmuştu. Daha kendimizi yeni tanımaya başlamışken Rus klasikleri, Maksim Gorki’ler, Panait İstrati’ler, ne kadar önemli yazar varsa, o zaman onun sayesinde tanımaya başlamıştık. Batıda 6O’lı yılların getirdiği değişim, edebiyatta ve müzikte bir dizi yeni akım oluşturmuştu. Onları çok iyi izliyordu ve bize de aktarıyordu. Ellilerin sonuyla altmışların başındaki kuşağın kendisini edebi olarak ifade ediş biçimi eski kuşaklara göre çok farklıdır. İşte biz o değişimi Aytunç Abi sayesinde görebildik.

Bu anlattıklarınızdan, Aytunç Beyin daha yirmili yaşlarda bile dünyayı çok yakından takip ettiğini ve iyi bir entelektüel olduğunu anlıyorum.

Tabii ki, o kesin. Bizim entelektüel oluşumumuza da inkâr edilemeyecek kadar çok katkıda bulunduğu yadsınamaz. Bize araştırma arzusunu veren de odur. “Çocuklar bir konuyu böyle lalettayin okumayın. Kerouac’ın On the Roadhnu okuduğunuz zaman bu adamların kim olduklarını, ne istediklerini, neye karşı olduklarını araştırın” derdi. Bu tabii o yaşlardaki bir insanın gelişimi için çok önemli bir yönlendirmedir.

Peki müziğe gelirsek?

Müzik de aynı şekilde çok önemliydi. Yani Türkiye’de kimsenin dinlemediği, bilmediği birçok insanı biz Aytunç Abi’den öğrendik. Yani herkes Bob Dylan’ı falan bilirdi ama Leonard Cohen’i bilmezdi. Biz orada dinledik ilk kez onu.

Siz yıırtdışına gidince bir kopukluk oluştu mu?

Her zaman yüz yüze görüşemesek de kopukluk olmadı. Türkiye’ye geldiğim zamanlar bir araya geliyorduk zaten. Benden istediği kitaplar, albümler oluyordu, onları getirirdim. Ondan sonra 1978 yılında Paris’te daha sık görüşme fırsatımız oldu. Sonra zaten Türkiye’ye dönüp Havass Yayınları ile Süreç dergisini kurduk birlikte.

Marksizm'le tanışmanızı sağlayan da Aytunç Alt itidal oldu sanırım.

Kesinlikle. Mesela çok basit bir örnek vereyim: 1970’ler- de Türkiye’de çok popüler olan iki tane kitap vardı. Bir tanesi Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri, öteki de Nikitin’in Ekonomi Politik kitabı. Bu iki kitap da diyalektiği çok yanlış anlatan iki kitaptır. Çok mekanistiktir, deterministiktir. Fakat maalesef o kuşak diyalektik düşünceyi bunlardan öğrenmiştir. İşte biz Aytunç Abi sayesinde onların dışında kalabildik. Aytunç Abi’nin çok önemli bir katkısı da, bizi belirli bir yöne doğru kanalize edip anlamadığımız birçok olaya girmememizi sağlamasıydı. 12 Mart’ı ve yaşanan bir dizi hadiseyi biliyorsunuz. Benim kuşağımda çok insan, maalesef bilerek ya da bilmeyerek ama inanarak tabii ki, çok büyük bedeller ödediler. Aytunç Abi bizi farklı bir noktaya taşıyarak birçok olaydan da korumuş oldu. Yani farklı bir yerdeydik biz, hem kafaca hem de fiziki olarak. Bu korumayı sadece işin politik boyutuyla sınırlı olarak da düşünmeyin. 1960’h yıllarda Sultanahmet’i biliyorsunuz mesela. Birçok hippi ve uyuşturucu madde vardı. Herkes merak ediyor tabii nedir bu talan şeklinde. Aytunç Abi o yıllarda Haşhaş ve Emperyalizm"} hazırlıyordu ve biz lise

ikideydik sanırım. O kitapla ilgili olarak da oturup tartışırdık. O yüzden koruma derken daha geniş kapsamlı bir korumadan söz ediyorum.

Aytunç Bey’in inandığı Marksizm nasıl bir Marksizm’di? Çünkü birden fazla Marksizm var sizin de takdir edeceğiniz gibi.

Bir kere kesinlikle mekanistik ya da deterministik bir yaklaşım değildi. “Çağının çok ötesindeydi” diye bir söz vardır ya, onu kullanmak istemiyorum, ama felsefi açıdan kesinlikle zamanına göre çok daha derindi.

Peki Süreç Yayınları?

Süreç sekiz sayı çıktı biliyorsunuz, dokuzuncu sayı toplatıldı ve dergi kapandı. Çok çeşitli konu işlendi dergide, masonluktan tutun, simyacı Paracelsus’un hayatına kadar. Dolayısıyla çok ilginçti yayın politikası... Belli bir politik çizgisi yoktu. Ben sinema eleştirileriyle, arada bir Kerouac türü yazılar yazıyordum. Tabii hep beraber, gece gündüz matbaada geçiriyorduk zamanı. O yıllar öyleydi. Sonra dergi kapandı ve 1982 gibi yurtdışına çıktım ben.

Yurtdışına çıktıktan sonra da görüşme fırsatınız oldu mu Aytunç Bey’le?

O dönem internet yoktu tabii, o yüzden sürekli mektupla haberleşiyorduk. Halil Cibran’ın Ermişini çevirmişti o sıralar. Hepimizin hayatında etkisi olan bir kitaptır bu ve bence Türkçeye

kazandırılmış en güzel çeviridir. Bir yaz Türkiye’ye geldiğimde, “Halil Cibran’ın Sözler kitabını çıkarıyorum, ünsüzünü yazar mısın?” dedi. Güzel bir önsöz yazdım. Eğer kitabı bulursanız okuyabilirsiniz önsözü. Cibran da mesela 1968 kuşağı için çok önemli bir figürdür. Aytunç Abi onu da kazandırmış oldu Türkçeye. Tanımıyoruz tabii biz bu insanları, yoksa nereden bileceğiz?

Paracelsus, Halil Cibran, Kerouac... Birbirinden çok farklı isimler. Bu çeşitlilik, Aytunç Beycin ne kadar çok sayıda kaynaktan beslenen biri olduğunu gösteriyor bize.

Newton mesela başka bir olay. Yani yok yok. Auguste Blan- qui mesela. Bir ara Blanquinin lafı geçmişti konuşmamızda. Ben hemen gittim Blanquinin hayati ile ilgili bir kitabı aldım kim bu adam diye. Adam muhteşem bir adam çıktı. İnanılmaz bir devrimci. Ondan sonra mesela Parvus Efendi. Bir bakıyorsunuz adam bir umman. Lenin’i İsviçre’den Rusya’ya kaçıran adam. Sonra gelip burada Türk Yurdu diye bir dergi çıkarıyor. Osmanlı’da devrim olacak diye... Bu isimler geçince hemen not ediyordum bir kenara, sonra da gidip okuyordum. Böyle çok ilginç tipler var tarihte. Bunları herkes bilmiyor ki. Ama biz onları Aytunç Abiden duyuyorduk.

Peki vefatını duyduğunuzda neler hissetiniz?

Ben de büyük bir tesadüf sonucu Türkiye’deydim. Cenazesine katılma imkânım oldu. Şok oldum açıkçası. Ölümü benim için çok sürpriz oldu. Gençti çünkü. Daha çok şey yapacaktı. Son yıllarda ne olduğunu bilmediğim için cenazede de çok şaşırdım. Kim kimdir, nedir ne değildir anlayamadım. Birçok

Avtun: Miv.ıM,'/ Fwdwz fililik

insan vardı orada. Kadir Topbaş, Abdurrahman Dilipak, Alpe- renler falan derken, oldukça kaotikti. Karambolde gitti işte.

Erol Bey Aytunç Altındal ile ilgili değerli hatıralarınızı paylaştığınız ve kitabımıza katkıda bulunduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

Ben de size teşekkür ederim.

..«i-

SAFTER ÇINAR

Aytunç Altındarın yakın arkadaşı

Sayın Çınar, rahmetli Aytunç Altındarın en eski dostlarından birisiniz. Bu dostluğun başlangıcı hangi yıllara uzanıyor bize biraz bahseder misiniz?

Aytunç’la dostluğumuz 1961yılındabaşladı. 15-16 yaşındaydık yanlış hatırlamıyorsam, yaz aylarından birinde Caddebostanda tanışmıştık. O zaman malum İstanbul’un Caddebostan’ı yazlıktı. Sonra zaman içinde beş kişiden oluşan bir arkadaş grubumuz oldu ve arkadaşlığımız giderek ilerledi. Ben 1967 senesinde okumak için Almanya’ya gelip kaldım burada. Sonra tabii telefonlaşmaya devam ettik. Yazları tatile geldiğimizde yine buluşuyorduk. Sonra Aytunç Avrupa’ya çıktı ve hem Paris, hem de İsviçre’de birçok kez görüştük. Dostluğumuz 50 yıl sürdü bu şekilde.

Peki Aytunç Beyin gençlik döneminden neler hatırlıyorsunuz? Hatırladıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?

Kabataş Lisesine gidiyordu ilk tanıştığımızda, sonra galiba Haydarpaşa Lisesine geçmişti. Sanatsal konulara daha o zamandan bile merakı vardı. Kendisine göre ufak şiirler yazıp bize okurdu, biz de tabii genç olduğumuz için onunla dalga geçerdik biraz. Kitap okumaya çok meraklıydı. İngilizce de bildiği için yabancı dilde kitaplar okuyabiliyordu. O zamanlar Türkiye’de

İngilizce kitaplara ulaşmak bu kadar kolay değildi ama o bir şekilde buluyordu bir yerlerden. Müziği çok severdi, birlikte müzik dinlerdik. Pek spor yapmazdı ama... Biz futbol oynarken o izlemeyi tercih ederdi.

Aytunç Beyin gençliğinde kafasına koyduğunu yapan^ dik başlı bir karakteri olduğu söyleniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

O anlamdaysa tabii. Fakat hiçbir yerde hiçbir uzlaşma aramayan dik başlılar vardır biliyorsunuz, o tür bir dik başlılık değildi onunkisi. Ama kafasına bir şey koydu mu gerçekten sonuna kadar götürürdü.

Aytunç Beyin dünyaya sol perspektiften baktığı bir döneni var. Siz bu döneme tanık oldunuz mu?

Tabii tabii. Havass Yayınları ve Süreç dergisi dönemi. O sıralarda ben Almanya’daydım ama gelişmeleri takip ederdim. Dergileri gönderiyordu zaten bana. Yayınevinde çalışan bütün arkadaşlarını tanırdım. 12 Mart’tan sonra içeri alındı ve böbreklerinden birisi hasar gördü orada. Çıktıktan sonra bir araya gelip konuşmuştuk. Fakat ilginçtir, o durumda bile gülünecek şeyler bulabiliyorduk. Mesela komik bir olay hatırlıyorum. Aytunç sıkıyönetim mahkemesine ilk kez çıktığında, önce avukat çıkıp bir şeyler söylemiş. Sonra sıra savcıya gelmiş. Savcı da çıkıp konuyla ilgili görüşlerini açıklamış. Savcının konuşması bitince bu sefer Aytunç elini kaldırmış. Yargıç “Ne var?” diye sormuş sert bir şekilde. Aytunç “Ben de bir şey söyleyeceğim” deyince, yargıç, “Ben senin ne söyleyeceğini biliyorum, otur yerine” deyip oturtmuş Aytunç’u.

Olaylara eğlenceli tarafından bakabilmek Aytunç Beycin bir karakter özelliğiydi sanırım.

Tabii, öyleydi. Zaten günün yarısını gülmekle geçirirdik öyle söyleyeyim. Fıkra anlatmayı çok severdi mesela. Çok espritüel bir insandı ve eğlendirirdi herkesi.

Çevresinde çok sevilen bir insan olmasında bunun da payı var mı?

Elbette... O rahatlığıyla etkilerdi insanı. Aytunç bir kere nasıl söyleyeyim, Türkçesi aklıma gelmedi, çok komünikatif bir insandı. İnsanlarla kolayca iletişim kurabilen, karşısındakini dinleyen biriydi. Ne yazık ki bizim kültürümüzde şöyle bir şey vardır: İnsanlar belirli bir statüye geldi mi ötekilere çok önem vermezler. Aytunç’ta hiç öyle bir şey yoktu, çok mütevazıydı bu anlamda. O da tabii insanlara sempatik geliyordu.

Aytunç Altındal için cana yakın bir insandı diyebilir miyiz öyleyse?

Evet ama bir şartla! Onu kızdırmayacaksınız!

Kızdırmayacaksınız derken? Biraz daha açabilir misiniz?

Kızdığı zaman da iyi kızardı onu söylemek istiyorum. Eğer çok iyi arkadaşı değilseniz o anda ortada gözükmemenizde fayda vardı.

Peki yakın dostu olmanızın dışında, Aytunç Altındal’ı bir yazar olarak da takip eder miydiniz?

Tabii tabii, kitaplarını çıkar çıkmaz gönderirdi zaten bana. Hem İngilizce hem Türkçe kitaplarını... Tümünü okudum. Aytunç çok iyi bir araştırmacıydı her şeyden önce. Görüşlerine katılın ya da katılmayın ama bir görüşü savunduğu zaman temellendirerek anlatırdı. Yani niye böyle düşünüyorum, hangi verilere dayanarak böyle düşünüyorum tüm bunları açıklardı. “Ahmet ona dedi ki” diye değil, “Ahmet, şu gazetede, şu tarihte, şunu yazmıştı” şeklinde ifade ederdi. Yazdıklarında hiçbir açık bırakmazdı yani. Sadece kitaplarında değil, genelde konuşurken de öyleydi. Bilinmeyen Hitler kitabı için Berlin’e gelip bir hafta bende kalmıştı. Berlin’deki Devlet Kütüphanesinden Hitler dönemine ait bir sürü belge buldu. Tabii onun tercümesi de bana yüklendi ayrı konu! Ben de memnuniyetle yaptım tabii, şaka söylüyorum. Orada da ne kadar iyi bir araştırmacı olduğunu ve ne kadar yoğun çalıştığını kendi gözlerimle görme olanağım oldu.

Aytunç Altındal yurtdışında bu tür önemli belcelere ulaşmak için nasıl bir yöntem izliyordu?

Yurtdışında uzun süre yaşadığı için tabii bir sürü insan ve kurum tanımıştı, onlara soruyordu. Eline beş altı tane doküman geçince de oradaki göndermelerden yola çıkarak yeni verilere ulaşıyordu. Eğer adı geçen olayla ilgili yaşayan insanlar varsa onlara ulaşmaya çalışırdı. Bu yöntem hem daha sonraki çalışmaları için büyük bir birikim meydana getirirdi, hem de yazdığı eserlerde ciddi kaynaklar gösterebilmesini sağlardı.

İnsanlarla olduğu kadar kuramlarla da nasıl ilişki kurulabileceğini iyi bildiğini düşünüyorum. Sizce de öyle mi?

Tabii ama sonuçta kurumlarda da insanlar vardır karşınızda. O kurumdaki insan sizin ciddi bir araştırmacı olduğunuz izlenimini aldığı zaman size tabii ona göre farklı yaklaşıyor. Aytunç da herhalde o ciddi yaklaşımıyla insanları bir şekilde ikna ediyordu.

Peki hastalığı esnasında görüştünüz mü Aytunç Beyle?

Tabii, sık sık görüşüyorduk. 18 Kasım’da vefat etmişti biliyorsunuz, en son o yaz konuşmuştuk telefonla. Çok kötüyüm demişti. Öldüğü gece saat iki gibi haber verdiler bana. Durumunu bildiğim için bekliyordum haberini. Ama her ne kadar bekliyor olsanız da, o olay gerçekleşince yine çok kötü oluyorsunuz. Kız arkadaşımla ayrı evlerde oturuyorduk o dönem. Onu telefonla uyandırdım hemen, o da “Neden ağlıyorsun, ne oluyor?” diye sormaya başladı tabii. Ona durumu açıkladım. Bereket internet çağındayız, uçak biletini alıp cenazeye yetiştim.

Peki Aytunç Beyle ilgili eklemek istediğiniz bir hatıranız var mı acaba?

Biz ona “Osmanlı Çağı” derdik, daha önceki röportajlarınızda konusu geçti mi bunun?

Bayır, ilk defa duyuyorum. Ne anlama geliyor?

Size ben anlatayım o zaman. Bir gün Beyoğlu’nda birlikte yürüyoruz, “Vay, Osmancığım nasılsın?” diye birisi geldi yanımıza

ve Aytunç’la konuşmaya başladı. Ben de Allah Allah, bu Osman da nereden çıktı şimdi?” dedim. O zaman bana anlatmaya başladı. Aytunç’un babası bir ara Diyarbakır’da görevliymiş. Aytunç da 11-12 yaşlarındayken Diyarbakır Kolejine gidiyor o dönem. “Diyarbakır’da Adım Aytunç’ deyince kötü kötü bakıyorlar adama” demişti. O yüzden ne yapsam ne etsem diye düşünüp, sonunda kendine “Osman” diye bir isim koymaya karar vermiş. Tesadüfen öğrendiğim bu olayla ilgili sonra çok gırgır geçmiştik.

Bir başka anekdot daha var eskilerden kalan. Beş arkadaşız demiştim ya size hatırlarsanız, işte bu beşli grup hep beraber oturur poker oynardık. Ama üç kuruşuna tabii, eğlence olsun diye. Bizim Aytunç’un bir özelliği vardı. Poker oynarken çok fazla blöf yapar, fakat her seferinde blöf yaptığı yüzünden akardı. O yüzden ne zaman blöf yapsa, herkes elinde kötü kâğıt bile olsa dalardı. Aytunç da “Yahu ben ne zaman blöf yapsam aynı şey oluyor” diye şaşırırdı. Biz de “Oğlum senin blöf yaptığın yüzünden akıyor” der, kızdırırdık onu.

Safter Bey keyifli paylaşımlarınız için teşekkür ederim. Kitabımıza değer kattınız.

Ben size teşekkür ederim. Çok güzel bir çalışma olacağına eminim.

OKŞAN ELBİRLİK

Aytunç Altındal’ın yeğeni

Okşan Hanını, amcanız Aytunç Altındal ile ne sıklıkta görüşebiliyordunuz?

Amcam genelde yurtdışında olduğu için çok sık görüşme fırsatımız olmuyordu. Daha çok özel günlerde, bayramlarda ya da doğum günlerinde telefonla konuşabiliyorduk. Bir resim buldum onu size de vereceğim. Sanıyorum 1974 ya da 1975 senesinden kalma. Ben o zaman 3-4 yaşlarındayım. Almanya’ya ziyaretimize gelmişti amcam. Türkiye’de karışık olaylar yaşadığı zamanlardı. Bizde kalmıştı. Çok güzel günler geçirmiştik amcamla birlikte. Zaten o resimden de anlayacaksınız, ailenin uzun zaman sonra bir araya gelmesinin verdiği güzel bir ortam vardı. Sonra yıllarca bir araya gelemedik ve hep telefonla görüşmek zorunda kaldık. Ta ki arkadaşı Zarella ile birlikte Bursa’da bizi ziyaret edene kadar. O zaman birlikte uzunca zaman geçirdik hatta Zarella restoranı olduğu için otantik eşyalara çok meraklıydı. Zarella’yla birlikte Bursa’nın Kapahçarşı’sındaki antikacıları gezdik. Yani yirmi yıl sonra tekrar bir araya gelmiş olduk.

Amcanızı nasıl hatırlıyorsunuz peki?

O hep neşe dolu biriydi. Etrafına da neşe saçardı. Ayrıca görünüşüne çok dikkat eder, giyimine özen gösterirdi. Hep düzenli ve

temizdi yani, onu bakımsız görme şansınız hiç yoktu. Sivil zamanlarında, spor kıyafetleriyle bile şıktı öyle söyleyeyim. Oturması, kalkması ve konuşmasına hep dikkat ederdi. Ayrıca çok etkileyici bir ses tonu vardı. Zaten insanı büyüleyen de oydu. Çocukluğumda hep ses tonuyla ön plana çıkmıştır. Hani böyle insana huzur veren, anlattıkça keşke daha çok anlatsa dediğiniz türden... Televizyondaki söyleşi programlarına denk geldiğimde de “Aman kimse araya girmesin, onun konuşmasını bölmesin, sırf o konuşsun” diyerek izliyordum.

Aytunç Bey muzipliğiyle de ünlüydü sanırım.

Evet çok muzip ve espriliydi. Şakalaşmayı, şakalar yapmayı severdi. İnsanları hep neşelendirmek için uğraşan bir yapısı vardı. Dolu dolu bir kahkahası vardı mesela unutamadığım.

Hatırladığınız bir hatıra var mı geçmişten kalan?

Şöyle bir hatıra var... Yıllar sonra Bursada karşılaştığımızda kızım yeni doğmuştu. “Benden ona küçük bir hatıra olsun” diyerek çok eski bir sikke hediye etmişti bize. Bu hediye benim için çok çok önemlidir.

Amcanızın katıldığı TV programlarını yakından takip eder miydiniz?

Evet, mümkün olduğunca TV programlarını kaçırmamaya çalışıyorduk. Değindiği konular çok günceldi ve bu güncel konular hakkında bilgi verirdi. Konuşulması zor olan konuları engin bilgisiyle donatıp çok güzel bir şekilde izah ediyordu.

İnsanın aklında hiç soru işareti kalmazdı yani. Zaten onu muhteşem yapan da bu bilgi birikimiydi.

Türkiye'de bu denli sevilmesinin bir nedeni de buydu herhalde?

Kesinlikle. Bakın size şöyle söyleyeyim, bizim İzmir’de küçük bir lokantamız var, ev yemekleri üzerine. Amcamın vefatını öğrendikten sonra cenazeye gitmemiz gerekiyordu. Nasıl yapacağız nasıl edeceğiz diye düşünmeye başladık. En sonunda dükkânı kapatmaya karar verdik ve camına “Amcamızın vefatı nedeniyle iki gün kapalıyız” yazdık. Döndüğüm zaman inanamadım biliyor musunuz... Meğer amcamı tanıyan, seven, programını takip eden ne kadar çok insan varmış... İzmir’de bu kadar çok izleyeni ve seveni olduğunu ben ölümünden sonra anladım. Gelip bizimle tanışmak isteyen insanlar oldu mesela. Çok ilginçti. Yani o kadar geniş kitlelere hitap etmiş ve ulaşmış. Bu çok güzel bir şey.

Aytunç Altındal farklı toplumsal kesim ve siyasal görüşlerden insanları bir araya toplamayı başarmış anlaşılan.

Tabii tabii, kesinlikle öyle. Türkiye mal olmuş Aytunç amcam. O görüş bu görüş hiç önemli değil. Onu her şeyiyle evinin insanı gibi gören insanlar var. “Yeni bir hazırlık yok mu, bir şey yapmayacak mısınız, kitapları basılmayacak mı?” diye soranlar oluyor bize. En basitinden eşimin ailesinden insanlar mesela; kuzenleri, “Kitaplarını bulamıyoruz, nereden bulabiliriz?” diye soruyorlar. Halen takibini yapan insanlar var yani. Üstelik farklı

kesimlerden insanlar bunlar... Lise arkadaşlarım, üniversite arkadaşlarım, çalıştığım ortamdaki arkadaşlarım... Aytunç Hoca gibisi gelmedi şeklinde geri dönüşler oluyor sürekli. Çok özel bir durum bu.

Size katılıyorum Okşan Hanım. Ayrıca Aytunç Altın- dal hakkında verdiğiniz bilgiler için de teşekkür ederim. Kitabımıza çok değerli katkılarda bulundunuz.

Ben de size teşekkür ederim.

NAMIK KEMAL ZEYBEK

Eski Kültür Bakanı.

Aytunç Altındal’ın yakın arkadaşı

Sayın Zeybek, Aytunç Altındal ile ilk olarak ne zaman ve hangi vesileyle tanıştığınızı öğrenebilir miyiz?

Aytunç Bey’le tanışmadan önce onu tanıyordum zaten. Kitaplarını okumuştum. Tam yılını hatırlamıyorum ama otuz yıl oldu zannediyorum. Ahmet Yesevi Vakfının o zamanlar Yeni Avrasya Yayınları vardı. Aytunç Bey kitaplarının yayın hakkını bize vermek istemişti, o vesileyle bir araya geldik ve sevinçle kabul ettik tabii. Üstat böyle bir şey düşündükten sonra, bizim arayıp da bulamadığımız bir şeydi zaten. Tabii itiraf edeyim, onun kitapları sayesinde o dönem şirketimiz bir miktar para da kazanmış oldu.

Aytunç Altındal’ın kitapları çok sattığı için mi?

Evet, çünkü onun kitapları hem isimleri ve hem de ilginç konuları nedeniyle ilgi görüyordu. O dönem çok kitap basmıştık ama en iyi satan kitaplar Aytunç Bey’in yazdığı kitaplar olmuştu.

Kâmil Yüceoral Beyefendi bu buluşmanın o dönem her iki taraf için de cesaret gerektirdiğini, fakat sonrasında çok olundu sonuçlandığını söylemişti. Aytunç Altındarm sol gelenekten gelmesi sizin için bir sorun teşkil ediyor muydu?

Kâmil Bey’in değerlendirmesine tabii ki saygı duyuyorum. O çok zeki ve çok bilgili bir insandır. Bir şey yakalamış ve söylemiş, doğru da söylemiş. Aytunç Bey çok ilginç ve derin meseleleri kavrayabilen, ele aldığı konuların derinliklerine inebilen ve düşüncelerini, görüşlerini cesaretle söyleyebilen bir insandı. Ama ben sizin söylediğiniz gibi Aytunç Bey’i bir kategoriye so- kamam. Sağcı, solcu, ortacı, milliyetçi, enternasyonalist, sosyalist, kapitalist gibi öyle kategorik kalıplara girebilecek bir insan değildi. Aytunç Bey’in kendisi başlı başına bir ekol, başlı başlına bir kategoriydi ve doğrusu türünün tek örneğiydi. Şu da Aytunç Bey gibi yazıyor, çok şey biliyor, bunları da televizyona çıkıp rahatça söylüyor, kitaplarında da yazabiliyor diye gösterebileceğimiz, onun alanında ikinci bir kişiyi ben bilmiyorum.

Sayın Zeybek siz bir siyaset adamı olmanın yanı sıra, aynı zamanda bir düşünce adamısınız. O yüzden bir konu nasıl araştırılır^ incelenir bunları çok iyi biliyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında, Aytunç Altındarm kendi alanında çok iyi bir araştırmacı olduğu görüşüne siz de katılıyor musunuz?

İyi olmayı da aşan bir araştırmacıydı; iyi araştırmacı demek çok hafif kalır onun için. Derin araştırmacı desek daha doğru olur. Bir de tabii lisan biliyordu ve Batıda eğitim almıştı. Ben Batıcı falan değilim ama o Batı kafasıyla, Batı bilim zihniyeti ve

yöntemleriyle meselelere baktığı için, yani kafası o tür işlemeye şartlandığı için aldığı her konuyu sanki bir doktora tezi hazır- lıyormuş gibi derinlemesine inceleyip ortaya koyardı. Aytunç Bey’in beni en çok etkileyen yönü, bildiklerini gerçekten bil- mesiydi. Yani bir şey söylüyorsa, onu gerçekten biliyordu. Öyle yarım yamalak, sığ, dışarıdan, sathi, sloganik bilgiler değildi onunkisi; derindi... Laikliği yazıyorsa, laikliği köküne kadar incelemiş demekti. Bu yüzden de laiklik konusundaki en ciddi kitap hâlâ onun kitabıdır. Mesela Ali Fuat Başgil’in Din ve Laiklik kitabı vardır. Ali Fuat Başgil anayasa profesörüdür, ama bence Aytunç Bey kadar iyi anlamamıştır laikliği.

Aytunç Beyin çok iyi bir Batı uzmanı olduğu ve bu tür uzmanlara çok ihtiyacımız olduğu söyleniyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Efendim şimdi Batıda biliyorsunuz Oryantalist diye bir kavram var, Aytunç Bey de bizim Batı uzmanımızdı. Doğu uzmanları çok defa Doğuyu Doğululardan daha iyi bilirler. Biz de hâlâ Türklükle ilgili konulara girdiğimiz zaman Jean-Paul Rouxya bakıyoruz. Ahmet Yesevi konusunda bile Türkiye’de hiçbir ciddi araştırma yoktur, asıl araştırmaları Amerikalılar, Batılılar filan yapıyor yani. Gerçek bu. İşte Aytunç Bey de Batının yöntemiyle ve zihniyetiyle Batıyı inceleyen bir insandı. Yani o söylediğinizi kim söylüyorsa doğru söylüyor, ben de aynı görüşteyim.

Peki Türkiye Aytunç Altındal’ın uzmanlığından yeterince yararlanabildi mi?

Türkiye ondan yararlanamadı, hayır. Kendisi de bundan dertliydi onu söyleyeyim. Bu kadar bilgi birikmiş, söylüyor,

HALİL ŞIVGIN

Eski Sağlık Bakanı.

Aytunç Altındal’ın yakın arkadaşı

Sayın Şıvgın, Aytunç Altındal ile çok yakın dostluğunuz olduğunu biliyoruz. Bize ilk kez nerede ve nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız?

Bir grup arkadaşla sohbet etmek üzere Nişantaşı’nda bir kahveye gitmiştim. Aytunç da oradaymış. Tanışmamız oradaki bir sohbet esnasında oldu. Zaten birbirimizi gıyaben gayet iyi tanıyorduk, orada yüz yüze tanışmış olduk. Ondan sonra sık sık görüşmeye başladık. O hep aynı kafeye gelirdi ve orada görüşürdük. Giderek sohbetlerimiz koyulaşmaya başladı, birbirimizi görüşme noktasında özlemeye başladık. Bana, “Benim çok sayıda politikacı arkadaşım var ama seninle frekanslarımız çok daha uyuştu” demişti. Ben de ona benzer şeyler söylemiştim ve arkadaşlığımız giderek bir dostluğa dönüştü.

Peki bir araştırmacı olarak Aytunç Bey hakkındaki fikrinizi öğrenebilir miyim?

Şöyle söyleyeyim size, Aytunç hangi konuyu ele alırsa alsın o konuda derinlemesine araştırma yapan ve çok enteresan

bilgilerle karşınıza gelen biriydi. Objektif düşünebilen, bilimsel düşünebilen ve bağlantı kurabilen çok değerli bir arkada- şımızdı. Bilgi sahibi olabilirsiniz ama bağlantı kuramazsanız gerekli ve yeterli yorumu yapamazsınız. Onda o kabiliyet vardı. Bir olay zuhur ediyorsa, o olayı çözerken önce şuna bakacaksınız: Bu olaydan en çok kim faydalanır, kim zarar görür? Kim faydalanıyorsa, kim de zarar görüyorsa, zaten zarar gören aleyhine faydalanan bu işin içerisindedir demektir. Aytunç bunu tespit etmesini çok iyi bilirdi ve becerirdi. Niye? Çünkü bağlantı kurmak kabiliyet işidir ve bağlantı kurabilmek için yeterli bilgilere ulaşmalısınız, ulaşırsanız kurarsınız. Ulaşamazsanız bu bağlantıyı kuramazsınız. Mesela Türkiye bugün terörden zarar görüyor. Peki kim faydalanıyor? Soru soracaksınız ya da kimler faydalanıyor diye bakacaksınız doğru analiz için. Tabii bunu bilebilmek için de doneleriniz, bilgileriniz yeterli olacak. Kim PKK’ya maddi destek veriyor, moral destek veriyor, lobi yapıyor, medyada yer veriyor, yurtiçi yurtdışı hepsine bakacaksınız. O bence bu konularda Türkiye’nin en usta kalemiydi ve maalesef aramızdan gitti.

Rahmetli Necmettin Erbakan’a danışmanlık yaptığı dönemde, Aytunç Bey Türk siyasetine katkıda bulunma imkânı elde etmişti. Fakat bu çok uzun sürmedi. Sizce Türk siyaseti Aytunç Altındasın araştırma ve birikimlerinden yeterince faydalanabildi mi?

Sanmıyorum. Keşke faydalanabilseydi. Daha derin bir ufuk sahibi olabilirlerdi. Erbakan’la çalışmasını biliyorum, zaman zaman konuşurduk. O konuda malumat sahibiyim. Biliyorsunuz devletimiz bazen özel çalışmalar yaptırır. Bu çalışmalardan birisi de Ermeniler üzerineydi. Ermenilerle ilgili

KÂMİL YÜCEORAL

Müsteşar. Aytunç Altındarm yakın arkadaşı

Sayın Yüceoral, Aytunç Altındal ile tanışmanızdan başlayalım isterseniz. Kendisiyle ilk kez ne zaman karşılaştınız?

Aslında Aytunç Altındal ile iki tür tanışmamız var. Birincisi eserleriyle olan tanışmadır. Bir düşünce adamı, yazar ve mütercim olarak Aytunç Altındal’ı ilk olarak 1970’li yıllarda Halil Cibran’ın Ermiş tercümesiyle tanıdım. Böyle bir eserin Türkçeye bu kadar güzel çevrilmesi beni çok etkilemişti. Daha sonra Laiklik, Türkiye’de Kadın, Haşhaş ve Emperyalizm geldi. Bunlar da beni çok etkileyen, okurken bir yazar olarak Aytunç Altındal’ın kişiliğini ve düşünce yapısını merak etmeme sebep olan kitaplardı. Havass Yayınlarını takip ederken bu ilgi daha farklı bir boyuta taşındı çünkü o dönem Türkiye’de, özellikle biçimsel açıdan söylüyorum, o kalitede kitap basımı ilk defa gerçekleşiyordu. İçerikleri ise tamamen alışılmadık konulardan oluşuyordu. Daha sonra rahmetli Adnan Menderes’in torunu Işık Menderes bana Aytunç Altındal’ın kim olduğundan ve kişiliğinden bahsederek muhakkak yüz yüze gelmemiz gerektiğini ifade etti. Bu vesilelerle, 1990’h yılların başında Aytunç Bey’le müşterek bir dost toplantısında karşılaştık ve tanışmış olduk. Ben Başbakanlık baş müşaviriydim o dönemde.

Bu süreç içinde Aytunç Bey ile çok sık görüşmeye başladık. Bu görüşmeler ya Teşvikiye’deki evinde ya da Ankara’ya geldiğinde ortak mekânlardaki sohbetlerimizle oluyor idi.

O yıllar Aytunç Bey’in çok fazla tanınmadığı ve sınırlı bir çevreye hitap ettiği bir dönemdi sanırım. Öyle değil mi?

Doksanlı yıllar, Aytunç Altındal’ın yalnızlık dönemiydi biraz da. Aytunç Bey’in dönüşümü çok fazla algılanamamıştı kamuoyunda. Eski eserleri ve tavırları nedeniyle o dönemin liberal ekonomiye ait siyasal yapısı içinde yalnız kalıyor idi. Hatta o dönem Bilinmeyen Hitler kitabının yayımlanmasını çok istiyordu fakat yayınevleri tarafından reddediliyordu. 2000’li yılların başından itibaren Ahmet Yesevi Üniversitesi Yayın Kuruluna fahri olarak başkanlık ediyordum. O dönemde üniversite adına dergi çıkarıyor ve kitaplar basıyorduk. Milliyetçi düşüncenin hâkim olduğu bir dönemdi. Namık Kemal Zeybek bakanımız da o mütevelli heyetinin başkanlığını yapıyordu. Onun da müsaadeleriyle Aytunç Bey bizim yazarımız oldu ve ilk kez Bilinmeyen Hitler kitabıyla başlayan yayın süreci, yaklaşık on kitabının daha yayımlanmasıyla devam etti. Bu iki taraf için de bir cesaretti. Hem Aytunç Bey ilk defa milliyetçi-muhafazakâr çevrenin yazarı olmayı kabullenmişti, hem de böyle bir çevre onu kendi içine severek, benimseyerek kabul etmişti. Kaldı ki bu beraberlik her iki tarafı da mutlu etti. Çünkü sonrasında Aytunç Bey’in yaşamındaki ikinci safha diyebileceğim dönem başlamış oldu. Diğer yayıncılar da süratle benimseyerek ve bizim de ilerimize geçerek Aytunç Bey’in kitaplarını yayımlamaya başladılar.

Cumhurbaşkanının temsilcisidir ve bir memur yaşantısına ihtiyaç duymaz, devletin isteğiyle yapılmış atamalardan oluşur. Yani bir kariyeri olan bir kişiyi büyükelçi tayin edebilirsiniz.

Bu şekilde Aytunç Bey’in bilgi birikiminden daha fazla yararlanabileceğimizi düşündünüz anladığım kadarıyla.

Kesinlikle. Çok disiplinli olarak Vatikan resmi gazetesini takip eder, senede iki defa Maltaya gidip görüşmelerde bulunur, Katolik dünyasının her aktivitesini hem tarihsel hem de güncel olarak izler ve rapor ederdi. Üstelik aktif olarak güncel tutardı bu bilgilerini. Ben Papalık’ı bu kadar derinden tanıyan başka bir insan görmedim.

Peki sizce Aytunç Altındal, uzmanı olduğu BatPnın aynı zamanda düşmanı mıydı?

Hayır, Aytunç Altındal hiçbir zaman Batı düşmanı olmadı. İşte eşi, işte çocukları, işte yaşam biçimi... Batıda yaşadı, ama “Batılı” olmadı. Batı yaşam biçimini tanıdı, hepimizden daha iyi tanıdı, fakat Doğuya, Doğunun zengin kültürüne sahip çıktı, Doğunun ezilmesine karşı mücadele etti. Aytunç Bey’in Batı uzmanlığı, bizim Oksidentalizm diye adlandırdığımız, Batının oluş kökenlerini, kültürel kaynaklarını bilmek anlamında bir uzmanlıktı. Oksidentalizm eğitim açısından, akademik çalışmalar açısından bizde yayılmadığı için Batının davranış nedenlerini, karar verme kaynaklarını hiçbir zaman doğru dürüst analiz edemedik. İçine kapanık, sadece Türkiyede olan bitenle ilgilenen bir topluma dönüştük. Yani bir İtalyan, bir Fransız, bir Amerikalı neden böyle davranır, neden böyle

düşünür, neden böyle hareket eder ve ben bunu kendi milli değerlerim için nasıl faydalı bir yöne dönüştürebilirim; bu anlamda bir Batıyı tanımak ve Batıcılıktan söz ediyorum. Batıcılık derken ‘ Batıyı bilmek” anlamında... Aytunç Bey’in peşinde olduğu nokta buydu ve topluma sürekli olarak bunu vermek istiyordu. Benim de onunla ilgili en çok arzu ettiğim konulardan biri bir Oksidentalizm Kürsüsü kurup başına geçmesiydi. O da çok arzu ediyordu bunu ama ne yazık ki hayatı boyunca gerçekleşmedi.

Aytunç Bey’in de istekli olduğunu söylediniz, doğru mu?

Evet, bunu çok konuşmuştuk beraber. “Aytunç Bey çok önemli şeyler söylüyorsunuz ama bu önemli şeyler uygulamaya geçmiyor. Bunun için akademik çalışmalar yapmak lazım” diyorduk. Bunu tarif eden kelime de Oksidentalizm zaten. Aytunç Altındal 1970 yılından beri kitaplarıyla, eserleriyle, televizyon programlarıyla Oksidentalizm’in ne olduğunu, kelimeyi kullanmasa da anlatmaya çalışan, “Ey Doğu, ey Müslüman dünyası, ey Türk toplumu, lütfen Batıyı iyi tanıyın, Batının bu siyasetini, Doğu’yu aşağılamasını iyi bilin. Özellikle Batının bize yaymaya çalıştığı bu kötümserlikle mücadele edin, çünkü ne zaman ki Batı bizim kendimize olan güvenimizi kaybettirir, işte o zaman elimizdeki bütün değerleri ucuzlatarak elimizde alır” diyen biriydi. Vefatından sonra Medeniyet Üniversitesi bu konuyla ilgili bir birim kurmaya çalıştı, Aytunç Bey’in eserleri, yazıları, notları oraya götürülüp bırakıldı, fakat orada da aktif bir çalışmaya maalesef hâlâ geçilemedi.

LEVENT KONYAR

Aytunç Altındal’ın yakın arkadaşı

Sayın Konyar, Aytunç Altındal ile ilk ne zaman tanıştınız? Aklınızda kalan detayları okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?

İlk herhalde lise yıllarıydı. Erol’la birlikte Çiftehavuzlar’daki evlerine uğramıştık. Anlattıklarını dikkatle dinlediğimi hatırlıyorum. En sonunda Türkiye’nin durumu hakkında ne düşündüğümü sormuştu. Ayrılmak için kalktığımızda Aytunç Abi de hazırlandı. Bir çantası vardı. İçinde yayınevine, belki de gazeteye teslim etmek üzere yerleştirdiği yazılarının bulunduğunu düşünmüştüm. Sonra neredeyse tüm yüzünü kaplayan kahverengi bir güneş gözlüğü taktı. Öylece ayrıldık.

Birlikteliğiniz sonraki yıllarda nasıl bir doğrultuda ilerledi? Bu konuda bizi bilgilendirir misiniz?

Erol uğradığında ara ara gördüğüm oldu. İlk kez Leonard Cohen’in o zamanlar pek bilinmeyen bir şarkısını, “Suzanne”ı bize dinletmişti. Sonrasında üniversite yıllarında daha sık gördüm. Uzun uzun belirli konuları anlatırdı, Caroll’ın ikram ettiği çayı içerdik.

Sizin de yakından tanık olduğunuz o yıllar, Aytunç Bey'in dünyaya Marksizm'in penceresinden baktığı yıllardı. Kendisinin o dönemki düşünce yapısını yorumlayabilir misiniz?

Aytunç Ahi’nin Marksist düşünceyi iyi bildiği söylenebilir. Bilimsel sosyalizme inandığını söylerdi. Kapitalizmi eleştirmiştir, kapitalizme karşı çıkmakla birlikte onun içinin bilinip eleştirilmesine ihtiyaç olduğunu anlatmıştır. O dönem çevirdiği, E Yayınlarından çıkan Lundberg’in Para Babaları adlı kitabı bu konuda anılabilir.

Levent Bey, Aytunç Altındal'ın sanata, kültüre ve tarihe olan tutkusuyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Sanat, kültür ve tarihle her zaman iç içe bir yaşamı olmuştu. Herhalde Havass Yayınlarından çıkan kitaplar bunun en güzel örnekleridir.

Aytunç Bey’in çevresindeki olayları derinlemesine kavramasını sağlayan keskin bir dikkati olduğu söyleniyor. Sizin bu konudaki görüşünüzü öğrenebilir miyiz?

Belki insanları dikkate aldığını söylemek daha doğru olur. Kimseyi ayırmaz, söylediğiniz her şeyi, yaptığınız her hareketi değerlendirirdi.

Birçoğumuz Aytunç Bey'i televizyon programlarındaki ciddi görünüşüyle hatırlıyoruz. Gündelik hayatında da böyle biri miydi peki?

Aşırı ciddiyetten daha çok insanı tedirgin eden kendisinin de karşı koyamadığı bir gerginlik vardı. Bunun yanında konuşmaya

vardı. Bazen küçük kelime oyunları oynardık ve Aytunç en ufak nüansları bile kaçırmazdı. Entelektüel olarak müthiş bir uyum içindeydik ve onun pırıltılı zekâsından geri kalmıyor oluşum, ikimizin de hoşuna giderdi. Keşke pratik yönü biraz daha güçlü olsaydı.

Aytunç aşırı ilgi bekleyen fakat bunun karşılığını veren biriydi. Son derece cömert olmasının yanı sıra, espri yeteneği, sonsuz bilgi birikimi ve güzel diksiyonuyla etrafındakilere keyif veren bir insandı.

Kesinlikle para kavramı olmadığı gibi, tüccar sınıfı için icat edildiğini düşündüğü kredi kartından da uzak dururdu. Âşık olduğu varlıklı bir karısı ve etrafa dağıtacak yüklü miktarda nakit parası vardı. Onu gittiği her restoranda, mönüdeki fiyatını bile kontrol etmeden 1969 Chateau Talbot ısmarlama alışkanlığından vazgeçirmek zaman aldı!

Müthiş jestleri vardı: Bir akşam beni telefonla arayarak İsviçre’deki sevdiği bir restoranda hep ısmarladığı şaraptan almamı ve ertesi gece onu birlikte içmemizi istedi. Telefon üzerinden yaptığımız güzel sohbetler eşliğinde şaraplarımızı yudumladık.

Aytunç detaycı ve özenli bir insandı. Bir keresinde bana etrafı deve kuşu tüyleriyle işlenmiş kadife bir çanta getirmişti. İsviçre’de Modus Vivendi adlı bir sergi salonu açmıştı ve en beğendiğim tablolardan bazılarını bana hediye etti.

Aşk ilişkimiz onun İstanbul’da, benimse New York’ta yaşamamdan dolayı biraz karmaşıktı. Altı haftalığına ziyaretime geldiğinde, hayatıma aynı zamanda hem olağanüstü bir zenginlik, hem de karmaşa getirmeyi başarırdı. Kendine özgü yöntemlerle hayatımı altüst etmeyi becerirdi. Her saat başı ofisimde CNN izlemeyi ihmal etmezken, tam da yalnız kalıp çalışmam gereken saatlerde ofisimde şekerleme yapardı. Her sabah gün doğumunda bir saatlik meditasyon için uyanır, bir yandan (üzerinde siyah bir kafatası resmi ve “sigara öldürür”

yazısı bulunan) bir paket filtresiz Camel’i içip bitirirken, bir yandan da egzersizlerini tamamlardı. Bu sigara tiryakiliği ilişkimize az da olsa gölge düşürdü, fakat ondan aldığım engin bilgiler gittiğim çeşitli şaşaalı okullarda aldığım eğitimden katbekat üstündü.

Sonuçta ben dünya tarihi ve dinlerin diplomasideki yeri gibi, Aytunç’un uzmanı olduğu konularda onun sayesinde eğitimli biri haline geldim. (Kendisi, Başbakan Erbakan’ın sekülarizm konusundaki danışmanıydı.) Ondan illuminati, masonluk, gizli örgütler ve üç tek tanrılı din hakkında çok değerli şeyler öğrendim. Onunla birlikte olmaktan her zaman gurur duydum. Arkadaşım Diana bana takılarak, “Yani sen onu sosyal olarak seviyorsun” dedi. Ben de, “Evet ve gastronomik olarak da. Ve onun kokusunu seviyorum” diye cevap verdim.

Eğer o gece pahalı bir Fransız ya da İtalyan restoranına gitmemişsek, Aytunç bize lezzetli Türk yemekleri pişirirdi. Onun sayesinde Çerkeztavuğu hâlâ akşam yemeği mönümün ayrılmaz bir parçasıdır. Aytunç yemek pişirirken mutfağı altüst ederdi. Fakat yaptığı işle o kadar gurur duyuyordu ki, ona öf- kelenemezdim.

Birbirimizin arkadaşlarını çok sevdik; aynı zamanda sahip olduğumuz çocukları da... İlişkilerle ilgili olarak “5 yıl” limitine inanırım. Bizimki de bundan biraz daha az sürdü, fakat muhteşemdi. Üstelik ilişkimiz bittikten sonra bile, sonuna kadar arkadaş kalabilmeyi başardık. Onu arayabilmeyi, Ortadoğuda neler olup bittiğini sorabilmeyi ve öğrendiğim son fıkrayı anlatabilmeyi çok özledim. Ne yazık ki Trump eğlencesini kaçırdı mesela! Halbuki ne büyük eğlence çıkardı ikimiz için. Ama son zamanlarında onu aradığımda bana “Lütfen artık fıkra anlatma. Gülmek çok canımı yakıyor” demişti.

Aytunç’un eski eşi Ayşe benim de yakın arkadaşım oldu. Geçtiğimiz günlerde sohbet ederken çok güzel bir şey söyledi.

vakit yine açıp danışayım istiyorum. Çünkü beni hemen motive edip her şeyi yoluna sokardı. Felaket güçlü bir zekâsı vardı. Gerçekten inanamıyorduk buna ve “Dayı senin beyninin içine Google Amcayı yerleştirmişler herhalde” diyorduk. O kadar unutmuyordu ki hiçbir şeyi, bu beni çok hayrete düşürüyordu. “Ben daha evvelki günkü olayları aklımda tutamazken sen nasıl yapıyorsun bunu, lütfen bana da öğret” diyordum. Tabii öğretilecek bi r şey değildi bu.

Bu kadar sevilen ve değer verilen bir yazar olmasını neye bağlıyorsunuz?

Söylediği her şey oluyordu çünkü. Olacak olan şeyleri insanlara önceden söylüyordu. Komplo teorisyeni diyenler oldu ona, bu yüzden çok eleştiriler de aldı ama söylediği her şey doğruydu ve sonunda çıkıyordu. Kehanet gibi bir şeydi yani. Mesela bana bundan on sene önce anlattığı şeyler şu an Türkiye’de oluyor. Ortadoğu’da şu an olup biten olaylar mesela... Onlar da aynen gerçekleşiyor Bu çok enteresan.

Ortadoğu’daki güncel gelişmelerden mi söz ediyorsunuz? IŞID’in ortaya çıkması gibi mesela!

Evet, evet. IŞİD ismini vermeyerek, “İleride Ortadoğu’da bir örgüt çıkacak, göreceksin” demişti ve bana bunları bir bir anlatmıştı. Ben ürkmüştüm hatta anlattıklarından, “Dayı biraz abartıyor olabilir misin?” demiştim, ama o “Görürsün bak, zaman içinde hepsi olacak” demişti. Gerçekten de oldu. Sanırım bundan dolayı insanlar onu seviyorlar, ilgi ve merakla izliyorlardı. Çünkü bilmediğimiz şeyleri, bilinmeyen yönleriyle anlatıyordu.

Aytunç Bey'in çalışma odasına girebilen az sayıdaki insandan birisiniz. Bize Aytunç Bey’in çalışma alışkanlıklarından bahsedebilir misiniz?

Karmakarışık kocaman bir masada çalışırdı. Tabii o kendine göre istiflemiş olurdu her şeyi, ama bana karışık gelirdi. O kadar çok doküman olurdu ki masada... Hatta pek çok kez “Bak Seyyal bu evrak yeni geçti elime” diye bu dokümanları bana gösterdiğini hatırlıyorum. Bilgisayardan hiç hoşlanmazdı. Elektronik aletleri hiç sevmezdi. Hatta telefonu dahi sevmezdi diyebilirim. “Dayı her şeyi elle yazıyorsun parmakların ağrımıyor mu?” diye sorduğumda, “Ben böyle yazıyorum çocuklar düzeltiyor işte” diye geçiştirirdi. Çalışması bölününce de sinirlenirdi. Dikkati dağıldığı için kızardı, ama sonra da “Neyse canım, kırk yılda bir sen gelmişsin hadi bir çayla sigara içelim” diyerek masadan kalkardı. Çok severdi çay ile sigarayı. Dışarıda buluştuğumuzda da mutlaka elinde notlar ya da belgeler olurdu. Ve mutlaka yanımıza birileri gelirdi. Ya programa çıkacağı akşam birlikte konuşacağı insanlar ya da ona bir şeyler sormaya gelen insanlar olurdu bunlar. Tek başımıza çok az kalabilirdik, hep gelen giden olurdu.

Aytunç Bey’in gündeminin hep çok yoğun olduğunu anlıyorum anlattıklarınızdan.

Öyleydi. Zaten telefonu hiç susmazdı, hiç durmadan çalardı. Telefon hep bölerdi konuşmalarımızı.

Aytunç Bey’in kitaplarını okuyor muydunuz peki?

Elbette. Bende bütün kitapları var zaten, hepsini imzalayıp verirdi bana. Önüne komik şeyler yazardı benimle ilgili. Tabii

O zamanlar cep telefonu yok biliyorsunuz. “Uzanıyor” deyince, “Kalk çabuk aynaya bak” dedi. Sonra da aynaya bakarak “Ben Seyyal’im ve kendimi çok seviyorum” diye tekrar etmemi istedi. Bana resmen telefonda meditasyon yaptırdı dayım. Ve o konuşmadan sonra o kadar rahatladım ki anlatamam size. Kuş gibi oldum diyebilirim. Zaten dayımın ses tonu çok güzeldir. Çok da güzel konuştuğu için etkiledi beni. Sıkıntılar uçtu gitti...

Özel anılarınızı paylaştığınız için teşekkür ederim. Tüm bu anlattıklarınızdan, dayınızla çok özel ve yakın bir ilişkiniz olduğunu anlıyorum.

Gerçekten de öyleydi. Bana ve kızlarıma gerçekten manevi anlamda çok destek verdiği için ölümü bende inanılmaz bir boşluk bıraktı. Elim ayağım gitti diyeyim size. İşte o kadar yakın bir ilişkimiz vardı.

Tekrar başınız sağ olsun Seyyal Hanım. Güzel hatıralarınızla kitabımıza renk kattığınız için teşekkür ediyorum.

Ben de size teşekkür ediyorum.

HALİD ÖZKUL

Aytunç Altındal'ın yakın arkadaşı

Halid Bey, Aytunç Altındal ile ilk olarak nerede ve ne zaman tanıştınız? Kendisiyle ilgili ilk izlenimlerinizi hatırlıyor musunuz?

Aytunç’la iş ararken onun tanıdığı olan bir bayan avukat arkadaşım aracılığıyla tanıştım. O zaman Süreç Yayınlarını yeni açıyordu. Kitap ve periyodik dergi çıkarma amacıyla arşivini yapılandırmaya çalışıyordu. 1983 yılı sonbaharında Süreç Yayınlarının arşivini inşa etmek amacı ile verdiğim taslağa olumlu cevap vererek beni işe aldı. Eski bir İstanbullu aileden geldiği için ilk gözlemim olumlu oldu. Ayrıca siyasal görüşlerimizin paralelliği de bu durumu perçinlemişti. Ayrıca o günün koşullarında epey yüksek sayılacak bir ücret de teklif etmişti. Bedavaya adam çalıştırmakta, yalan-dolanda bir numara olan Cağaloğlu solcu yayın “camiası’na göre bir tezattı. Zaten Aytunç onlar için hep “tezat” olmuştu... Solcu yayıncıların kitaplarını basmak istemediği eski komünistlerin çalışmalarını basar, basım gerçekleştiğinde hemen telif ücretlerini öderdi. Bunu mücadele uğruna yoksulluğu kabullenmiş bu insanlara karşı “görev” olarak kabul eden bir etik saygısı olarak görürdü. Bu, Cağaloğlu’nun yayıncı solcu kurtlarına uygun değildi. Hatırladığım bir olay daha var: Sovyetler Birliğinde İslam kitabı

maddi olanaklarını harcamıştır. Birçok entelektüel maskeli kişinin “vurguncu” zihniyetini bilerek yapmıştır bunu... Don Kişot gibi yel değirmenlerine saldırmadı, kurulu düzenin gizli savunucusu, parlatılmış sembollere saldırdı...

Aytunç Bey, herkesin ulaşamayacağı bilgilere ulaşabilmesiyle tanınıyordu. Sizce bu nasıl mümkün olabiliyordu?

Bunlar “şehir efsanesi’dir. Bunlarla dalga geçmek için “komple teorisi” yapalım diye ti geçerdi. Çünkü bu adamlar “komplo” demeye dili dönmeyen çarıklı “min-el garaip” entelektüel müsveddeleriydi. Aytunç’un çok sevdiği bir deyim vardı, ben de benimserim onu: “Nevi şahsına münhasır” yani Latince ile “sui generis”. Aytunç yayınlarında Türkiye entelektüellerine, intelijansın ne olduğunu anlatmaya çalışmıştır, Süreç dergileri bu amaçla yayımlanmıştır. İlginçtir 35 yıldır, Süreç dergileri kalitesinde bir dergi yayımlayamadı Türkiye aydınları. Fakat mason mahfelinin isteği, İzrael lobisinin uzantısı olan bir holding-solcu yayım şebekesinin ihbarları ile İstanbul Sıkıyönetim Savcılığınca matbaadan toplanarak yayımına son verilmişti. Bakın Aytunç İngilizce ve Almancayı çok iyi bildiği için Latinceye yabancı değildi; tabii İsviçre’de yaşadığı için de Fransızcadan uzak değildi. Ayrıca ABD ve Avrupa’da entelektüel çevreler ile yakın bağlar kurduğu için bilgi havuzlarına ulaşması da zor değildi Her şeyden önce çok okuyan bir insandı ve okuduğunu analiz etme yetkinliği kendisinin bağımsız kişiliğinden geliyor. Çevresinde yetişen insanların kendisini geçmesini isterdi. Ne kadar çok bizim solcu gurulara benziyor değil mi? Hiçbir zaman “şeyh”, “şıh” olmak gibi bir

tasavvuru olmamıştır. Bir yanlışını adını vermeden doğru bilgi ile kitabımda yazmıştım. Bana gülerek ve mutlu bir tonla “Ya Ebu Halid (ben Filistin’e gittiğim için bana böyle hitap etmeyi çok severdi) sonradan uzayan boynuz kulağı geçer derler. Artık sen kulağı geçtin” dedi. Yalnız kaldıkça düşmanlarınca çembere alındı ve hakkında her çeşit dezenformasyon utanmadan yapıldı.

Aytunç Bey aynı zamanda keskin dikkati ve hafızasıyla da biliniyor. Bu konuda sizin hatırladığınız detaylar var mı?

Evet, benim 1983 yılında tanıdığım Aytunç bu vasıflardaydı. Fakat bir zehirlenme olduğundan şüphelendiğimiz hastalığının ilerleme sürecinde beyinde yapmış olduğu tahribat unutulmamalıdır. Ayrıca biz Süreç Yayınlarında tıpkı Süreç dergisi-Havass Yayınlarında olduğu gibi kaliteli bir ekiple çalışıyorduk. Aytunç’un uzun yıllar yardımcısı olmuş Sibel Özbu- dun bugün Türkiye’nin sayılı Doç. Dr. titri taşıyan çok önemli bilimsel kitaplar üretmiş bir bilim insanıdır. Ben de ona büyük saygı duyarım...

Aytunç Bey ’i genel karakter özellikleriyle tarif edin desek nasıl bir tablo çizerdiniz?

O intelijans kadrolar yaratma derdinde olan bir insandı. Bu vasıfta olmayıp haddini bilmeyenlerle kentli etiği içinde dalga geçmeyi çok severdi. TV programlarında bu taktiğini kullanmıştır. İzlerken gülmekten kendimi alamazdım. Bu köklü İstanbulluların genel ince mizah anlayışıdır ve karakterlerini

belli eder. Bilgelikten doğan bir nüktedanlıktır bu... Bektaşi babası gibi...

Aytunç Beyin çalışmaları arasında özellikle önemsediğiniz ve diğerlerinden ayrı bir yere koyduğunuz eserler var mı? Varsa neden?

Zannedersem bu sorunun kökünün cevabı yukarıda. Ayrıca onun spekülatif sayılabilecek eserlerinin ne kadar gerçekliği sorguladığı zaman ayracına bağlıdır. Vatikan’ı sorgulayan kitaplarına bakarsanız yeni Papanın gelişinin kavgasının ne kadar doğru tahmin edildiğini göreceksinizdir. İstihbarat bir “akıl oyunu’dur. Zekâsı kıt olanların bundan pay çıkarmasına imkan yoktur...

Sizce Aytunç Beyin erken ölümü Türkiye’ye neler kaybettirdi?

ABD ve Avrupa’nın olacakları tahmin etmekle yükümlü örgütleri ve entelektüelleri vardır. Bunlar 1990 sonrası hızlıca think-tank denen enstitüler haline dönüşürken devlet bütçelerinden epey yüklüce destek görmüşlerdir. Ama geri bıraktırıl- mışlığı gelişmekte olduğu için kendini aldatmakla tatmin olan bizim gibi ülkelerde Aytunç Altındal gibi “nevi şahsına münhasır” kişilikler büyük bir tehlikedir. Büyük güçler örgütsüz bıraktıkları bu insanları yok etmekte çok hassas davranırlar. 1967’den beri yapılan operasyonlarla “Altındal”lar imha edilmiştir bu ülkede, Türkiye’nin ne kaybettiği günümüzde bu bakımdan gayet net ve açık değil mi?

Eğer vefat etmeseydi, gelecekte neler yapmayı planlıyordu? Bu konuda herhangi bir bilgi sahibi misiniz?

Aytunç genellikle planladıklarını gerçekleştirirken çok güvendiği dostlarına açılırdı. Son zamanlarda hastalığından dolayı sadece sağlık sorununa eğilebilmişti. Havass ve Süreç Yayınları, tiyatro, kısa metrajlı film, TV gibi kültürel faaliyetler onun ufku olmuştu... Zaten gençlik yıllarında Britanya’da bu yönde eğitim almıştı...

Son olarak, Aytunç Beycin vefat haberini ne zaman ve nasıl aldınız? O an neler hissettiğinizi öğrenebilir miyiz?

Ben İstanbul’u “mega köy” olduğu için 1993’te terk ettim. Epey uzakta yaşadığım için maalesef haberim olmadı, Aytunç’la yakınlığımı bilen bir dostum haber verdi. Yirmi gün önce telefonla konuştuğumda ilk defa ondan ümitsiz bir öfkeli ses tonu duyduğum için önsezilerim beni germişti. Sanki “ölüm haberi”ne hazırlıklı olmanın acayip bir duygusu, kabullenişti bu. “Rahle-i tedrisat’Tndan geçtiğiniz; bilgeliğe doğru sizi koyuvermiş bir Çerkez yabani at yetiştiricisinin; sizi yularlarınızdan kurtarıp, dörtnala kutsal dağların doruklarına doğru salıverdiği; hakiki ve gerçek bir yoldaşı kaybettiğinizin kara kaplı ulağı ulaştığında ne yapardınız? Kütüphanenizde imzaladığı kitaplarında ve sizin kitaplarınız için düştüğü notlara bakarak artık bu Kızıl Çerkez’in görevinin bittiğini kabul edersiniz... İstihbarat bir “akıl oyunu” sürecidir, ustaları sadece selamlanır... O dünyayı bizim dünyamız içinde olmayanlar kavrayamazlar, üstelik genetik bir birikimdir bu. Kıssadan hisse, bu dünyadan bir Aytunç Altındal geçti...

Ağzında Kırınızı Karanfil Olan

Kadını Seven Kırmızı Eşarplı Adam

Aytunçd...

sokakta

kırmızı eşarplı

bir adam!

Geçiyor...

yürürken eşarbı rüzgârda dalgalanıyor...

'Ağzında

kırmızı karanfil

gülüşü olan kadın”

penceresinden

seyrederken

o adam

sokakta

insanlar!

1984, Firenze

{Havassın Sözleri, Halid Özkul. İnsancıl Yay. İst. Tem.

1995)

MELİS ÖZOĞUZ & GÖKHAN ÖZOĞUZ

Aytunç Altındal’ın yeğeni ve eşi

ilkönce Melis Hanım la başlamak istiyorum izninizle. Melis Hanım, halanızın eşi Aytunç Altındal ile çocukluk yıllarınıza ait hatıralarınız var mı? Bazılarını bizimle paylaşır mısınız?

Aytunç Abi uzun yıllar İsviçre’de yaşadı biliyorsunuz, o yüzden çok sık görüşme imkânımız olmuyordu. Türkiye’ye gelince görebiliyordum sadece. 1990 yazı itibariyle İsviçre’ye gitmiştim ve orada biraz daha fazla vakit geçirme fırsatımız oldu. Genel olarak çocuklara karşı uzak mizaçlı biriydi. Bu yüzden benim için her zaman mesafeli olunması gereken, çekinilecek bir karakter olmuştu. Belki de bir çocuğun bakış açısından o mesafe daha büyük görünmüştü benim gözüme ve hafızamda öyle yer etmişti. O yüzden bir çocuk olarak aklımda kalmış çok fazla anı yoktur onunla ilgili. Bir tek İsviçre’deyken bana bir tart alıp getirdiğini hatırlıyorum ve çok enteresan bir şekilde o tartın tadı hâlâ damağımdadır.

Peki bir düşünce adamı olarak Aytunç Altındal’la ilişkiniz nasıldı? Yazılarını, kitaplarını ve söyleşilerini takip ediyor muydunuz?

Doğrusunu söylemek gerekirse birkaç kitabını okumaya çalıştım ama benim için çok verimli olmadı. Aytunç Abi’nin kitapları o kadar dolu dolu ve ansiklopedik bilgi kaynağı niteliğinde ki, o kitapları anlayabilmek için sizin de bir araştırma- cı-yazar kişiliğine sahip olmanız gerekiyor. Sürekli tarihe atıfta bulunarak yazıyor çünkü. Dolayısıyla evet, kitaplarının çoğu vardır elimde, çoğunu da incelemişimdir ama ne zaman detaylı okumaya kalksam kitaplarının beni aştığını hissetmişimdir. Gökhan için öyle olmadı ama. Bir ara Aytunç Altındal’ın televizyon programlarıyla uyuyordu. Bir geliyorsun eve, bakıyorsun bilgisayarda Youtube açık, Gökhan koltukta sızmış ama fonda Aytunç Abi konuşmaya devam ediyor. O denli yani... Ben de Gökhan sayesinde çoğu konuşmasını dinlemişimdir. Ayrıca ne zaman televizyonda karşıma çıksa her daim takip ettim.

Sonraki yıllarda da, çocukluğunuzda olduğu gibi hep mesafeli mi kaldınız peki?

Hayır tam tersine. Esasında benim Aytunç Abi’yi gerçek anlamda keşfetmem Gökhan sayesinde oldu. Gökhan onunla görüşmeyi hep çok istemişti. Kahvaltılar, yemekler ve sohbet ortamları başlayınca açıkçası ben de biraz şaşırdım. Size az önce anlattığım çocukluğumdaki mesafeli Aytunç Altındal gitmiş yerine bambaşka bir Aytunç Altındal gelmişti. Ya o değişmişti ya da aramızdaki komünikasyon başka bir aşamaya geldiği için sohbetimizin tadı değişmişti.

Bu da ilişkinizi bambaşka bir noktaya mı taşıdı?

Aynen öyle oldu. Buluştuğumuz her seferinde inanılmaz keyifli zamanlar geçirmeye başlamıştık. O mesafeli adamdan farklı olarak daha espritüel daha sıcacık bir adam vardı karşımda. Belki de onun bilgi hâzinesine girme ya da tadına bakma şansı bulduğum için çok kıymetli gelmeye başlamıştı sohbetler. Kendisine karşı çok büyük sevgi hissetmeye başladım o dönemde. O yüzden vefatı da günlerce hatta aylarca içimi sızlata sızlata üzdü beni.

Paylaşımlarınız için çok teşekkür ederim Melis Hanım. Şimdi Gökhan Bey'e ilk sorumu yöneltmek istiyorum. Gökhan Bey Aytunç Altındal ile tanışmadan önce kendisini tanıyor muydunuz?

Ben Bilinmeyen Hitler kitabıyla tanımıştım Aytunç Abi’yi. O kitaptan sonra ilgimi çeken, incelemeye başladığım bir kişi haline geldi. Sonra diğer kitaplarını da okumaya başladım. “Çatal Yürek” şiiri beni çok etkileyen noktalardan bir tanesi olmuştu mesela. “Çatal Yürek” adını verdiğimiz bir şarkı yapmıştık, o şarkıda Aytunç Ahi’nin şiirinden izler vardır. Bir gün Emine’nin de bulunduğu bir ortamda Aytunç Altındal’dan bahsederken Emine “O benim babam” deyince bir anda gözlerim parladı tabii. Ama Aytunç Abi o dönem Türkiye’de değildi. Ben çok sonra Ayşe Hanıma gidip yalvar yakar “Ne olur geldiğinde bir kere haberimiz olsun” demeye başladım. Onun sayesinde karşılaştık ve birlikte yemek yedik. Daha sonra kendi kendimize buluşup sohbet etmeye başladık.

Peki nasıl gelişiyordu sohbetleriniz?

Yakaladığınız anda sormak istediğiniz bir sürü soruyu arka arkaya sormaya başlıyorsunuz tabii. Sanki o yokken kafanızda biriktirmişsiniz, biriktirmişsiniz, onu yakalayınca arka arkaya soruyormuşsunuz gibi oluyor. Zaten dikkat ederseniz kitaplarında bahsettiği konular hep insanların kafalarında soru işareti olan konular. Bambaşka konulara kimsenin yaklaşmadığı taraflardan yaklaşıp, içindeki özü aktarabilen nadir insanlardan biriydi Aytunç Abi. Ayaklı bir ansiklopedi gibiydi. Kendisiyle değişik zamanlarda çok enteresan ve farklı konuşmalarımız oldu.

Ayaklı ansiklopedi derken güçlü hafızasından bahsediyorsunuz sanırım?

Korkunç bir hafızası vardı canım. Acayip... Normalde herhangi bir konuyla ilgili konuşurken onun evvelinden başlayıp, günümüze gelirken nasıl evrildiğine dair nokta atışı şeklinde öyle çok bilgi veriyordu ki, konuşurken ders alıyormuş gibi oluyordunuz bazen.

Peki sohbetlerinizin konusu neydi genel olarak?

Benim Aytunç Abide gördüğüm ikimizin dünya görüşleri arasında pek çok ortak nokta olduğuydu, o yüzden her konuda konuşuyorduk. Tasavvufla alakalı birkaç kez sohbet etme şansımız olmuştu. Melamilik ile ilgili konuşmuştuk. Hani bazı sorular vardır insanın hayatında kendi kendine sormuş olduğu, o soruları sormuş ve hiç beklemediğim şekilde cevaplar almıştım. Herkesten alamayacağınız çok hususi cevaplardı bunlar ve benim böyle bir şansım olmuştu.

Din konulu konuşmalarınızda nasıl bir yaklaşım tarzı ortaya çıkıyordu?

Aslında asıl olanın insan olduğuna dair konuşmalardı bunlar... Sonunda da şöyle bir yere varıyordu: Aslında baktığınız zaman bütün dinler şu zamana kadar tek bir çizgi olarak ilerlemişlerdir ve sonunda Müslümanlıkta o din tamamlanmıştır. Bu noktayı çok konuşmuştuk.

Yani birbirini aşma gibi değil tamamlama anlamında mı?

Aynen. Yani tek bir çizgi üzerinden çıkmış olan din Allah’ın dinidir ve bunların hepsi de hak dindir. Zaten Müslüman olmak için hepsini kabul etmek gereği vardır. Aytunç Abi maddenin, insanın ve bütün varoluşun birliğinden, yani tevhitten bahsederdi. Beni en fazla etkilediği nokta budur mesela.

Biraz da Aytunç Beycin öngörülerinden söz edelim. Pek çok insan Aytunç Altındarm kehanet sayılabilecek nitelikte öngörüleri olduğunu ve bunların zamanla doğru çıktığını söylüyor. Sizin bu yönde bir gözleminiz oldu mu?

Evet oldu. Hatta onun verdiği birçok bilgiyi anlayabilecek seviyede bile olmadığımızı düşünüyorum. Eminim onun anlattığı bazı kişiler vardır orada ve o kişiler alması gerektiğini alıyordun

Bu söylediklerinizi biraz daha açabilir misiniz?

Hayatı sırlı olduğu için şifreli olarak konuşurdu. Şifreyi çözebilene konuşurdu. O şifrenin ehli var çünkü ve Aytunç Abi de o kişiye hitap ederdi. Melis’in de az önce söylediği gibi bazen aynı anda o kadar çok bilgi verir ki, siz o bilgi yığını içinde kaybolduğunuzu hissedersiniz. Halbuki onu alacak bir kişi vardır o anda ve aslında ona anlatıyordur o.

Altındarın görünen ve görünenin altındaki olmak üzere iki katmanlı olarak mı konuştuğunu söylüyorsunuz?

Evet, umuma ve hususa gibi. Dışarıdan bakıldığında ilk algıda algılanabilecek olan birtakım şeyler ve onun derunundaki bilgiye ulaşabilecek, o kategorideki insanlara da başka birtakım şeyler anlatırdı. Evet, iki katmanlı denilebilir. Televizyon programlarına dikkat ederseniz konuyu hem hususi hem de umumi olarak anlattığını görürsünüz. Ben konuşmalarımız sırasında bunu hep hissediyordum zaten.

Bir tür yöntem diyebilir miyiz buna?

Zaten çok enteresan yöntemleri vardı Aytunç Ahi’nin. Türkiye’de böyle bir kişinin var olduğunu bilmek çok ilginç gerçekten, çünkü aslında fazla ulaşamazsınız böyle insanlara. Belirli bir hücre vardır ve siz oradaki insanlarla bırakın konuşmayı karşılaşamazsınız bile. Aytunç Abi de bunlardan farklı bir tanesiydi ve benim için çok değerliydi. Eminim hepimizin seveni sevmeyeni vardır, ama benim sevdiğim tarafı varlığı, ilmi,

bilgisi ve kesinlikle ve kesinlikle kavgacı olmamasıydı. Çünkü hakikat denilen o noktada kavga yok. Yunus Emre’nin dediği gibi: “Biz gelmedik kavga için, bizim işimiz sevgi için.”

Agresif tartışmalara girmezdi Aytunç Bey.

Evet, hiçbir şeyi tartışmazdı. Bir bildiği vardır, söyler ve gider; ondan sonra karşısındaki insan ne kadar farklı ve ters düşünse de o konuyla alakalı tartışmaya girmez.

Peki. Şimdi biraz önce konusu geçen “Çatal Yürek” şarkısına dönmek istiyorum. Bu esinlenme konusunu biraz daha detaylandırahilir misiniz?

Şiirde geçen çatal yürek imgesi beni çok etkilemişti ve henüz Aytunç Altındal’ın kim olduğunu bilmeden o şarkıya yansıtmıştım hislerimi. O şarkıyı yazdıktan sonra Aytunç Ahi’yle tanışınca neden “Çatal Yürek” diye bir şiir yazdığını anladım. Şarkının sağdan mı gitmeli, yoksa soldan mı gitmeli gibi sözleri var ama baktığınız zaman aslında hepsinin bir olduğu, o tevhit noktası denilen yerde olduğunu görüyorsunuz.

Aytunç Altındal bu esinlenmeyi öğrenince nasıl bir tepki verdi?

Aytunç Abi’ye bu tür şeyleri söylediğiniz zaman fazla tepki vermezdi. “Ne güzel” deyip geçer ve üzerine konuşmazdı. Çünkü birtakım insanlar yaptıklarını kendilerinden bilmezler ve bilmedikleri için de onun üzerinde çok fazla durmazlar. Bir varlığın, bir yüce kudretin olduğunu bildiği için kendi üstüne

alınıp onun egosunu hiçbir zaman yaşamayacak bir insandı. Onun için de zaten bu kadar büyük oluyor bu tip insanlar.

Bu yaklaşım, Aytunç Bey’in mütevazı duruşunu da açıklıyor o halde?

Evet, hatta mütevazılığının bile kendinden olmadığını bilen biriydi. Çünkü hakikat ilmine vasıl olmuş kişiler, yaptıkları herhangi bir işi kendilerinden bilmezler. Yani “Ne güzel bir şey yaptın” diyenlere “Ben yapmadım, benden yapan var” derler.

Peki Aytunç Bey’in vefatı sırasında neredeydiniz? Cenazesine katılabildiniz mi?

Cenazeye katılma fırsatım oldu hatta çok enteresandır, ben nedense Aytunç Ahi’nin ölmediğini hissettim orada. Ya yaşamış olduğumuz diyaloglardan ya da başka bir nedenden dolayı bilmiyorum, Aytunç Abi ölmüş gibi gelmiyordu bana. Ama ne olursa olsun, ölüm zaten hayatın bir gerçeği ve aslında âşığın maşuka varışı. Bunu bilmek, o hüznü insanın üzerinden alıp götürüyor zaten.

Gökhan Bey, bitirmeden önce Aytunç Beyte ilgili olarak eklemek isteyeceğiniz, hatırınızda kalan bir anı var mı?

Evet, komik bir olay yaşamıştık birlikte. Yoğun bir sohbetin ardından kalktık. Ben arabamla karşıya geçecektim, o da Nişantaşı’na gidecekmiş. Geçerken onu da bırakmayı teklif ettim. Bu arada ilk defa Aytunç Ahi’yle arabada seyahat ediyorum.

Benim için çok enteresandı çünkü yolculuk yaparken çok farklı bir modu var onun. Hiç konuşmuyor. Böyle oturuyor, gözlüğünü falan takıyor. Sonra yol boyunca çıt yok. Ben de bir yandan araba kullanmaya çalışırken, bir yandan da yan gözle Aytunç Abiye bakmaya çalışıyorum ne oluyor diye. “Allah Allah?” diyorum içimden. “Evde demin akıyordu ama şimdi hiç ses yok. Neden acaba?” Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken arabayı nasıl kullandıysam artık, Aytunç Abi birden bana dönüp, “Önüne baksana oğlum” demez mi. Çok komik bir durum oldu tabii.

Hem güzel hatıralarınız, hem de derin sohbetiniz için her ikinize de çok teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz.

DENİZ SARAL

Aytunç Altındal’ın yakın arkadaşı

Deniz Bey, Aytunç Beycin en eski dostlarından birisiniz. Bize bu dostluğun nasd başladığını anlatabilir misiniz?

Darüşşafaka’nın orta birinci sınıfında okurken, annem Taksim artık oturulmaz bir yer oldu diye bizi Caddebostan’a taşıdı. Hafta sonu dışarıya çıktığımda baktım çocuklar toplanmış top oynuyorlar. Hemen yanlarına gittim. İlkönce Ali Bars’la tanıştım. Çok zeki biri olsa da, sağduyusu eksik olduğu için biz ona “Kaz” derdik. Sonra Aytunç’la tanıştım. Meğer Aytunç’la da aynı sokakta oturuyormuşuz. Onların evi bizimkinin birkaç ev ötesindeydi. Aytunç, Ali ve ben kısa zamanda o kadar yakın arkadaş olduk ki adımız “Üç Silahşorlara çıktı. Sonra Ali’nin Alman Lisesinden arkadaşı olan Safter Çınar da katıldı aramıza. O da Dartanyan oldu. İçtikleri su ayrı gitmez derler ya, biz de öyle olduk. Kardeş olsaydık, belki aramızda bu kadar uyum olamazdı.

Aytunç Bey nasıl bir delikanlıydı o yıllarda?

Aytunç sisteme başkaldıran, uymayan, huysuz denebilecek bir adamdı. Okullarda akademik durumu hiçbir zaman iyi olmadı. İlkönce Kabataş Lisesinden ayrıldı. Ders çalışmazdı çünkü. İşi gücü politik yazılar okumak ve mitinglere gitmekti... O zamanlar Türkiye İşçi Partisi vardı. Gitti oraya yazıldı. Mitinglerine katıldı. Adapazarı’nda köylülerin patateslerinin çok ucuza kapatıldığını ve İstanbul’a fahiş fiyatlarla satıldığını iddia ediyordu. Oraya gidip köylülerle irtibat kurdu ve onlara bu durumu izah etti. Tabii Aytunç’un anlattığına göre köylüler ilkönce pek inanmamışlar Aytunç’a. Sonra jandarmalar basmış orayı. Aytunç’u ikaz edip bırakmışlar bir daha gelme buralara diye. O da “Bizi yıldıramazsınız” demiş tabii. En sonunda bir karakola götürüp çok fena dövmüşler Aytunç’u.

Peki Kabataş Lisesi^ni kundaklama olayı?

Evet o olayı hatırlıyorum. Aytunç’un bir sınıf arkadaşı vardı, yüzü şimdi gözümün önünde ama ismini anımsamıyorum. Çok zeki bir adamdı ama tam bir zırdeliydi. Zırdeli dememin nedeni de gitmiş bir yerlerden “akli dengesi yerinde değildir” raporu almış nasıl almışsa... Aytunç demişti bu adam yaptı diye. Ama deli diye üstüne atamamışlar. Bakmışlar en yakın arkadaşı kim diye: Aytunç! Demek ki o yaptı demişler. Yoksa Aytunç’un bir yere gidip de ateşe vermesi, özellikle Kabataş Lisesi gibi bir yeri ateşe vermesi olacak iş değil. “Üstüme kaldı” demişti Aytunç. Mahkemeye bile çıkarmadan okuldan attılar onu ve iş kapandı. Seneler sonra Pendik Lisesinden mezun olabildi.

Aktif bir siyaset hayatı olduğunu söylediniz. Peki bu durum arkadaş grubunuza nasıl yansırdı?

Bizi korumaya çalışırdı. “Oğlum benim arkamda kim bilir kimler var, çok sık buluşmayalım sonra sizin üstünüze bir şeyler çıkar” derdi, işkence günlerinden birinde, feci bir tekme atıp böbreğini patlattılar. Hatırlıyorum, İşçi Partisi onu Esnaf Hastanesinde ameliyat ettirmişti. Böbreklerinden birini aldılar, tek böbrekle kaldı. Sonra biz de aklımızca Aytunç’a “Bak yapma! Yarın öbür gün ikinci böbreğin de giderse hayatın biter” falan gibisinden uyarılarda bulunmaya başladık. Ama Aytunç bu... Çok inatçıdır. Kafasına bir şey koydu mu vazge- çiremezsiniz.

Peki arkadaş grubunuzun birlikteliği ne kadar sürdü?

Ben 1968 yılında Amerika’ya yerleştim. Ali de Almanya’ya gitti Safter’le birlikte. Aytunç’la dört beş sene boyunca iletişimimiz koptu. 1975 senesinde Aytunç ve Ali’yle Bostancı Deniz Kulübünde yeniden bir araya geldik. Baktım Aytunç, “Ben araştırmacı gazeteci oldum” diyor. Çok hoşuma gitti bu. Liseyi çok büyük zorluklarla bitirip, inancı yolunda böbreğini kaybetmiş bir adamın hayata küsmeyip daha da sarılması... Bu onun karakteriydi işte.

Havass ve Süreç Yayınları, Aytunç Bey’in araştırmacı kimliğini ortaya koyması için elverişli bir zemin sunmuştu sanırım. O döneme tanık oldunuz mu?

Teşvikiye’deki ofisinde birkaç kez ziyaret etmiştim Aytunç’u. Bir keresinde “Masonluk üzerine çok gizli vesikalar buldum, yakında patlayacak” demişti. Sonrasında anlattığına göre kelli felli adamlar, lüks bir Mercedes’le ziyaretine gelmişler. “Aytunç Bey biz sizin masonluk üzerine yazmanıza karşı değiliz. Ama sanki biz Türkiye devletini, devlet büyüklerini kendi çıkarımız için kullanıyormuşuz gibi şeyler yazmayın” demişler. Aytunç “Siz benim bunları yazacağımı nereden biliyorsunuz? Daha ben bir şey yazmadım ki” diye sorunca, adamlar “Biz her şeyi anlarız, biliriz. Yazacaklarınızı bize önceden gösterirseniz, biz de size bu doğru bu yanlış diye bilgi veririz” demişler. Tabii Aytunç kabul etmemiş. “Bu dediğiniz sansüre girer. Yazı dergide çıkınca okursunuz” demiş. Dergi çıktıktan bir hafta sonra polis geldi ve ofiste yazılı yazısız ne kadar doküman varsa aldı götürdü. Sonra da Süreç m o sayısını piyasadan topladılar.

Süreç dergisi bir süre daha devam ettikten sonra kapanmış, Aytunç Bey de İsviçre'ye göç etmek zorunda kalmıştı. Siz de o yıllarda İsviçre'deydiniz sanırım. O yıllardan neler kaldı aklınızda?

Arabistan’daki görevimi bitirip 1984’te Lozan’a geldim. Aytunç da o sırada Ayşe’yle birlikte Winterthura taşınmıştı. Zürih’te bir sanat galerisi açtılar. Orada pek çok sergi açılışına gittim. Aytunç çok para harcamak zorunda kaldı o galeri için. Daha sonra sanıyorum Cambridge Üniversitesinin halka açık

olmayan bir kütüphanesinde Isaac Newtonun orijinal bir kitabını buldu. Nasıl yaptıysa ikna etti adamları ve kitabın fotoğraflarını çekti sayfa sayfa. Sonra da büyük bir yatırım yaparak o kitabı bastı. Çok ses getirdi tabii.

Sonra bir gün Aytunç’u Zürih Radyosundaki bir açıkoturuma çağırdılar. O yıllarda Almanca konuşulan kantonlarda epey Kürt milliyetçisi vardı. PKK çok faaldi o dönemde. Sokaklarda sürekli nümayişler yapılıyordu. Aytunç o açık oturumda çıkıp, ‘Abdullah Öcalan aptalın tekidir, kendinize başkan seçecek başka birini bulamadınız mı?” demiş. Tabii salon bir anda karışmış, sandalyeler havada uçuşmaya başlamış. PKK’hlar sonra gidip Aytunç’un sanat galerisinin camlarını paramparça ettiler. Kürtler ikinci defa saldırıya geçince, sigorta şirketi gelip “Artık sizi sigorta edemeyiz” demişti. Sigortacının işi para kaybetmek değil sonuçta. Aytunç da galeriyi kapatmak zorunda kaldı. O sırada Üç İsa adlı kitabını çıkarmıştı. Tezi de “İsa dünyanın ilk laik adamı” şeklindeydi. Hıristiyanlık, îsa öldüğünden dört asır sonra çıkmış ortaya. Bunları yazınca Katolik Kilisesi çok rahatsız oldu. Papalık bunları unutturmuş tabii kaç asırdır. Polonya’ya çağırıp önce konuşma yaptılar, sonra da “Aforoz ederiz seni” dediler. O da, “Etseniz ne olur, etmeseniz ne olur” diye cevap verdi tabii.

Sonra gitti, İsviçrelilerin milli kahramanı olan Wilhelm Tell’in aslında hiç yaşamadığına dair bir yazı yazdı. Bu sefer İsviçreliler çok bozuldular, “Sen kimsin ya?” dediler Aytunç’a. Ama Basel Üniversitesinden bir tarih profesörü çıkıp, “Adam haklı. Ben de araştırdım, Wilhelm Teli diye birinin gerçek olduğuna dair kanıt yoktur” dedi. Aytunç sonra, “İsviçre’nin bilinmeyen bir kahramanı var. Siz Wilhelm Teli diyerek onu ıskalamışsınız deyince herkes o kişinin kim olduğunu merak etti tabii. O da “Winterthurun eski graff’ı” dedi. O zaman belediye

başkanlanna “Graff” deniyordu Almancada. Sanıyorum 10. yüzyılda, Strasburg’daki kardinal “Bütün Yahudileri öldürün, çünkü bunlar içme suyumuzu zehirleyerek Katolikleri yok etmeyi planlıyorlar” diye emir vermiş. Aytunç bu Latince yazıyı bulup çıkardı. Winterthur’un graff’ı da bir karşı yazı yazmış, “Affedersiniz ama ben bu insanlarla iç içe yaşıyorum, hiçbir kuyuya zehir attıklarını da görmedim. O yüzden hiç kimseyi öldürmeyeceğim” demiş. Papanın emrine karşı geldiği için yer yerinden oynamış tabii, ama adam hiçbir şekilde tutumunu değiştirmemiş. Bu arada İsviçre’nin diğer bölümleri ile Güney Almanya ve Avusturya’da büyük bir kıyam olmuş ve Yahudileri kılıçtan geçirmişler. Ama Winterthur’daki Yahudi- ler kurtulmuş. Aytunç bu hikâyeyi yazıp, “Kahraman dediğin böyle olur” demişti. Bu da İsviçrelilerin hiç hoşuna gitmedi tabii. Düşünsenize Türk’ün biri gelmiş, size kendi tarihinizi öğretiyor.

Siz de bir akademisyensiniz. Bu açıdan, Aytunç Beycin araştırma yöntemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanlar bazı şeylere kafayı takar ve sonra kendi düşüncelerini ispat etmek için veriler arar. Akademisyenlerin en zayıf tarafı budur. Bir hipotezle yola çıkarlar ve o hipotezi ispat edebilmek için didik didik kanıt ararlar. Aytunç öyle bir adam değildi. Bulduğu bir doneyle ilgili “Bu benim tezime uygun değil, o yüzden ben bunu en iyisi yok edeyim” demezdi. “Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna dair gerçekten bir kâğıt bulsam, vallahi ortaya ilk ben koyacağım” dediğini hatırlıyorum. Sonra da “Öyle bir şey olsa hepimiz Hıristiyan oluruz herhalde”

diye esprisini yapmıştı. Ayrıca Aytunç, çok gizli bilgi ve belgelere ulaşabilen bir araştırmacıydı. Babası, Mustafa Kemal’in en güvendiği adamlardan biriymiş Cumhuriyet döneminde. Aytunç’un söylediğine göre, MÎT’in kuruluşunda çok büyük görevleri olmuş. Herhalde, babasının yüzü suyu hürmetine, “Ben şu donelerin Vatikan’ın on dokuzuncu kutusunda olduğunu öğrendim, bana bir ön yazı yazsanız da gidip o kutuyu açsam” diyordu. Ben böyle düşünüyorum. Yoksa şimdi mesela ben ister profesör doktor olayım, ister başka bir şey, Vatikan’a gidip de bir Türk vatandaşı olarak “Efendim ben sizin halka açık olmayan on dokuzuncu kutunuzdaki dokümanları okumak ve onlar hakkında yazı yazmak istiyorum” diyemem. Çok büyük bir kuşkuyla bakarlar bana. Ama Aytunç öyle değildi, oralara girebiliyordu.

Aytunç Bey’in ilgi alanının dinler tarihine kayması nasıl oldu peki? Bu konuda neler biliyorsunuz?

Bakın Aytunç ve Ali’yle uzun süren arkadaşlığımız boyunca, hayatımızda bir gün bile camiye gittiğimizi hatırlamıyorum. Sonra yaşlandık, birimizin ağabeyi, öbürümüzün annesi öldü, o zaman cenaze namazında sıra tutmaya başladık ama sembolik olarak tabii. Fakat Aytunç hepsini bilirdi o duaların. Ben ona sormuştum sen bunları nereden öğrendin diye. “Beni ailem Diyarbakır’daki özel bir okula yolladı. Babam benim özel eğitimimden sorumluydu. Bakma sen, ben aslında onun dediklerine pek uymadım, asi bir çocuktum, oradan kırdım çıktım. Ama dini dersler aklımda kaldı, yani formati öğrendim” demişti. Sonra bir gün “Denizcim ben mukayeseli din konularını araştıracağım” diye geldi bana.

Sonra da oturdu karşılaştırmalı dinler tarihi ile ilgili kitaplar yazmaya başladı.

Peki Aytunç Bey’in yazılnrı ve kitapları nedeniyle aldığı pek çok tehdit var. Bu tehditler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bakın, araştırmacı gazetecilik Amerikada ve îngilterede çok yaygındır. Nixonun başkanlıktan indirilmesine neden olanlar gazetecilerdir. Katolik Kilisesinin çocukları taciz etmesiyle ilgili olayları da yine gazeteciler ortaya çıkarmıştır. Ben Aytunç’a “Senin yaptığın iş Türkiyede kimsenin yapmadığı bir iş. Bu yüzden hem çok zor, hem de çok kutsal. Devlet müessesesinin yapmadığı, din müesseselerinin katiyetle yapmak istemediği şeyleri sen yapıyor ve gerçekleri gün yüzüne çıkarıyorsun. Bu yüzden de kendine çok düşman ediniyorsun” demiştim. Fakat taktığı yoktu, “Vururlarsa vursunlar” diyordu. Bir gün Safter anlatmıştı. Berlinden Türkiye’ye geleceği zaman Aytunç’u arayarak evinde kalıp kalamayacağını sormuş. “Safter sen bana kardeşimden de yakınsın ama kalma burada” demiş Aytunç. “Çünkü buraya giren çıkan herkesin fotoğrafı çekiliyor. Allah bilir bir gün gelirler beni öldürmeye, seni de vururlar.”

Tehditlerin nereden geldiğini biliyor musunuz peki?

Aytunç kendisini vurmaya teşebbüs edenlerin yüzde 99,9’unun PKK’hlar olduğunu söylerdi. Örgütün parası nereden geliyor, nasıl kaçırılıyor falan diye o kadar detaylı yazılar

yazdı ki... Bu yüzden dikkatleri üzerine çekti. “Denizcim eve giriyorlar, gece yatağın kenarına bıraktığım çoraplarımı alıp masanın üzerine koyuyorlar. Yani bak biz geldik, senin çoraplarınla bile oynadık, burada her numarayı yapabiliyoruz, sakın emniyette olduğunu zannetme mesajı veriyorlar” diyordu. Bunu bana şahsen söyledi. Devlet ona bir zamanlar polis koruması vermişti. Genç çocuklardı bunlar. Gelip polisleri vuruyorlardı. O da en sonunda “Ya günahtır ben artık istemiyorum bu çocukları, vuracaklarsa gelip beni vursunlar” demeye başlamıştı.

Aytunç Bey’in hastalığına gelmek gerekirse... Hastalığı sırasında görüşüyor muydunuz?

Evet. Bir gün telefon etti bana, “Ben Cenevre’ye geliyorum Denizcim. Şu saatte de iniyorum” dedi. Anladım ki gel beni gör demeye getiriyor. Gittim, havaalanında buluştuk. “Çok hastayım” dedi. Acıbademde sağlık taramasına girmiş, bütün organlarına bakmışlar ama hiçbir şey çıkmamış. Ama on gün sonra bayılmalar başlamış. İsviçre’deki başka bir hastanede “dördüncü evre akciğer kanseri” teşhisi konulmuş. Yani ölümden bir önceki evre. “Denizcim hâlâ inanamıyorum, on günde nasıl oldu ki bu iş?” dedi. Sonra çok zor günler geçirdi, her gün radyoterapi, kemoterapi aldı. Ölümünden önce Sağlık Bakanlığının uçağıyla Bakırköy International Hospitale getirilmişti. Ziyaretine gittim. Beni görünce gözleri ışıldadı. Biz beraberken aramızda çok fazla espri yapardık. Ne kadar hikâye varsa birbirimize anlatır, gülmekten katılırdık. Aytunç’u o halde görünce hemen bir hikâye anlattım. Ama gülmeye başlayınca acısı arttığı için “Gülemiyorum, yapma yeter” dedi. Sonra 48 saat geçmeden vefat etti zaten.

Cenazesine gittik, orada da tuhaf bir hadise oldu. Bir yazar çıktı, Aytunç’un Allahü ekber nidalarıyla gömülmek istediğini söyledi. Sonra kendisine benzeyen birtakım adamlar gelip tabutu aldılar ve tekbir getirerek mezara götürdüler. Ben mezara gitmedim bu durumda. Gerçi insanın ölürken neler diyeceği hiç belli olmaz... Belki de içinden gelmiştir öyle bir şey.

Deniz Bey bizimle paylaştığınız birbirinden değerli hatıralar ve bilgiler için çok teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim.

NECİBE UÇAR

Aytunç Altındalın yakın arkadaşı

Necibe Hanım Aytunç Altındal ile yollarınız ilk olarak ne zaman kesişti?

İlk karşılaşmamız, 2010 yılının Ocak ayında oldu. O tarihten dört beş ay kadar önce bir arkadaşım kendisinden bahsedip, “Keşke tanışsan” demişti. Ben de Aytunç Bey’i hem kitaplarından, hem de televizyon programlarından takip etmeye başlamıştım. Bir gün Mecidiyeköye gitmek için bir otobüs durağında beklerken baktım Aytunç Bey caddenin karşısında yürüyor. Acaba yanına gidip konuşsam mı konuşmasam mı diye düşünürken geçti gitti tabii. Birkaç saat sonra evde bir şey dürttü beni ve tekrar çıktım sokağa. Hüsrev Gerededen yukarıya çıkmaya başladım. Tam köşeyi dönmüştüm ki, Aytunç Bey’le burun buruna geldik. Çok enteresan bir şekilde ben “Hocam” demişim. Durdu bir süre bana baktı, sonra, “Nereden öğren- cimsin?” diye sordu. “Şu andan itibaren öğrencinizim” dedim. Kendimi tanıttım. Uzun süredir kendisiyle tanışmak istediğimi, o ana nasip olduğunu söyledim. Çok iyi hatırlıyorum o da “İşte buna tevafuk derler, bak bir şey öğrendin hemen” demişti. Ertesi gün Reasürans’ta buluşup uzun uzun sohbet ettik. Vefatına kadar geçen üç buçuk «dört yıl boyunca, elimden geldiğince tekrar görüşmeye ve sohbetlerine katılmaya çalıştım.

Aytunç Bey’le buluşmanızın ve görüşmenizin aslında bir tesadüf olmadığını düşünüyorsunuz sanırım.

Evet, o yüzden tevafuk demişti zaten bunun adına. “Tesadüf yoktur, tevafuk vardır, olması gerekiyordur ve olmuştur. Sen çağırdın, ben de geldim” demişti

Peki ilk görüşmenizin konusu neydi?

Dünyanın genel durumu ve dinler tarihi üzerine konuşmuştuk. Çünkü benim dinler tarihine karşı çok büyük merakım vardır. Ayrıca ikimiz de Çerkez olduğumuz için ailelerimizden bahsettik genel olarak. Sonra bana bir soru sordu ve ben de cevap verdim. Sonraki yıllarda bana hep “O soruya verdiğin cevap sayesinde görüşmemiz devam etti” demişti.

Çok özel değilse o soruyu bizimle de paylaşabilir misiniz?

“Sana bir şekil çiz desem, ne çizersin?” demişti ve önüme bir kâğıt kalem koymuştu. Ben de ona bir şekil çizdim. Sonra çizime bakıp “Bunu nerede görüyorsun?” diye sordu, ben de gökyüzüne baktığım zaman gördüğümü söyledim. Zaten ondan sonra dinler ve inanışlar konusunda konuşmaya başladık.

Daha ilk buluşmanızda. iki tarafın birbirini “hoca ve öğrenci” olarak kabul etmesiyle sonuçlanan bir sözleşme yapmışsınız sanki...

Evet, öyle oldu. Bir tür anlaşma gibi.

Nasıl ilerledi peki sonrasında bu “hoca-öğrenci” ilişkisi?

Evimiz aynı semtte olduğu için Reasüransın oradaki Aşşk Kahveye geldiği zamanlar görüyordum onu. Ayrıca çok enteresan bir şekilde hep Reasüransın oradaki İş Bankasının önünde karşılaşırdık. Beni görünce “Hah geldin mi?” derdi, hemen oturur derin sohbetlere dalardık. Ben onun kitaplarını okuyup sorular çıkarmış olurdum. Bazen bu soruların cevaplarını verir, bazen de “Daha erken” diyerek sabretmemi söylerdi. Çünkü önceki bilgiler hazmedilmeden yeni sorulara geçilmemesi gerektiğini düşünüyordu.

Aytunç Altındal’ın kitaplarını onun rehberliğinde okuyabilmek gibi az kişiye nasip olacak bir imkânınız olmuş. Hangi kitaplar üzerinde çalışma fırsatı elde ettiniz?

İlk aldığım kitap Why did God Change his Mind? idi. Benim İngilizcem teknik olarak çok iyi olmadığı için bire bir oturup kitabı çalışmıştık. Daha sonra Devlet ve Kimlik kitabını aldım. Ardından sıra Üç İsa, Bilinmeyen Hitler ve Türkiyede Kadına geldi. Farklı yazarların yazdığı kitapları da tartıştığımız oluyordu. Bazen de sinema filmleri üzerine konuşurduk.

Aytunç Bey’in filmler hakkında da bilgi sahibi olduğunu bilmiyordum.

Evet öyleydi. Matrix 1 üzerine çok uzun süre sohbet etmiştik. Avatarh daha Türkiye’ye gelmeden önce izlemişti ve böyle bir filmin çekildiğinden bahsedip benim de izlememi önerdi. Türkiye’ye gelir gelmez filme gittim ve sonrasında oturup tartıştık.

Peki, bir insan olarak Aytun Bey’de en çok beğendiğiniz ve değer verdiğiniz özellikler nelerdi?

Aytunç Hoca çok fazla bilgi sahibi olmasına rağmen, aynı zamanda çok tevazu sahibi bir insandı. Benim ona saygı duymamdaki en büyük neden budur. Bir de Aytunç Bey’in şu yönü çok hoşuma giderdi: Diyelim ki biz bir şeye siyah diyoruz, onun için bu beyaz olabilir, kırmızı olabilir ya da mavi, o farklı görüyor ve inanıyor olabilir ama o düşünceyi sonuna kadar dinlerdi. Çünkü farklı düşüncelere saygı duyuyordu. Emek varsa işin içinde, çalışılmışsa, bu onun için çok önemliydi. Hep, “Boş durmayın, boş duranı Allah sevmez. Çalışın üretin, bir şeyler yapın” derdi. Ülkesi için hizmette bulunmayı en önemli değer olarak kabul ederdi. Ona göre vatan sevgisi, vatana hizmet demekti. Zaten kendisi de bütün hayatını buna adamıştı.

Peki başka neler öğrendiniz Aytunç Altındal’dan?

“Her şeyin birkaç penceresi vardır” derdi. Bir olaya tek bir pencereden baktığımızda yanılma ihtimalimizin çok yüksek olduğunu söylerdi. Ayrıca doğruyu bulabilmek için kendimizi o olayın içindeki insanların yerine koymamızı isterdi. Tekdüze bakış açılarına hapsolmak yerine, farklı düşünmeye çalışmamızı öğütlerdi. Bir keresinde, bazı şeyleri başarmak için hedef koyup çok çalışmak gerektiğini, hatta gerekirse bunun için yalnız kalınabileceğini söylemişti. Hatta bununla ilgili olarak

Devlet ve Kimlik kitabına Azize Katerina’nın bir sözünü yazmıştı: “Eğer yalnızsan, kendi kendinin sahibisindir!” Aramızda böyle bir gelenek oluşmuştu zaten. Kitaplarını imzalarken ya o günle ya da benimle ilgili bir not yazardı.

Aytunç AltindaDin düşünce yapısını daha iyi anlamamız açısından bu notlardan bazılarını bizimle paylaşabilir misiniz?

Hemen bakıyorum. Mesela Üç İsa'ya “Doğru bildiğini yap” yazmış. O günkü konuşmamızda “Hiçbir zaman doğru bildiğinden şaşma” demişti. Papa 16. Benedikt kitabına “Hayattaki tüm isteklerini gerçekleştirmesi dileğiyle” yazmış. “İsteyin gerçekleşsin, istemezseniz gerçekleşmez” derdi ve bunun çok önemli olduğunu söylerdi. Tanrı Neden Fikir Değiştirdi? kitabına “En içten başarı dileklerimle” yazmış. O günkü konumuz başarıydı. Ben ona “Hocam kaç yaşına gelmişsiniz, sürekli kitap yazıyorsunuz, sürekli seyahat halindesiniz, şurada otururken bile bir sürü insan geliyor hepsine dert anlatıyorsunuz, nasıl başarıyorsunuz bunu?” diye sormuştum. “İçimden geliyor, böyle olsun istiyorum. Başarı içten gelir” demişti. Sonra bakın 4 Mart 2012 tarihinde Laiklik kitabına “Sakın unutma, aslolan sensin” yazmış. “Önce kendinize değer verin, kendinize değer vermeyi öğrenin, siz kendinize değer verirseniz başkaları size değer verir” demişti o gün de. Ve o kitabın başında “Beni yeniden hayata bağlayan ve yaşama sevinci veren evlatlarım Zeyno, Emine ve Ahmet Mustafa’ya armağanımdır” yazıyor. O gün “İnsanın kendisi de en çok çocukları ve ailesidir” demişti. Ona göre çocukları insanın yansımasıydı. Kitapların dan birine de sadece imza atıp, altına hiçbir şey yazmamıştı. “Bugün hiçbir şey yazmayacağım, çünkü bazen her şey sadece

bir hiçten ibarettir” demişti. O günkü konuşmamızı çok iyi hatırlıyorum. “Bazı şeylere çok takılır, çok önemseriz ve onun için üzülürüz. Ama aslında o sadece bir hiçtir” diye açıklama yapmıştı.

Ben burada sadece objektif bilgilerini paylaşan bir hoca değil., aynı zamanda sizin dönüşümünüze aracı olan bir rehber görüyorum. Siz ne dersiniz?

Çok güzel söylediniz, gerçekten iyi bir rehber oldu bana. Onun sayesinde birçok konuda bakış açım çok değişti. Bakın 24 Mart 2012 tarihinde Bir Türk Casusun Mektupları kitabına “Bir an dur ve ben de yaşıyorum de” yazmış. Artık bunu yapabiliyorum mesela. Geçmişe takılmamaya ve yaşadığım anın değerini bilmeye başladım. En bariz örneklerinden birisi bu. Olaylara bakış açım ve kendime verdiğim değer Aytunç Bey’le tanıştıktan sonra değişti. Bakın Türkiye ve Ortodokslar kitabına Dante’nin bir sözünü yazmış: “Doğru bildiğin yolda ilerle, bırak ötekiler ne derlerse desinler!” Çevremdeki olaylara çok takıldığımı düşünürdü ve o yüzden bunu yazmaya gerek duymuştu. Ama ben artık öyle biri değilim. Bakın Bilinmeyen Hitler kita binin başına yazdığı sözü okuyacağım. Çok gülmüştüm o gün çünkü. Kitabı almıştım ve hiç okumamıştım, getirdim koydum önüne, “Hocam yazmışsınız ama ne diyorsunuz bu adam için?” dedim. Kitabı aldı ve ilk sayfasına “Al sana ruh hastası denilen bir stratejist” yazdı. O günün konusu da buydu. Bendeki son kitap var şimdi elimde. 10 Mart 2013’te “Kendine malik olan, başkasına ait olmaz” yazmış. Paracelsus’un bir sözü bu. “Kendinize sahip olun, kendinize değer verin, ilkönce insanın kendisi gelir” derdi... Hep bunları vurgulardı.

Aytunç Altındal artık aramızda bulunmuyor. Bazı zamanlar “Keşke şunu da Aytunç Hoca’ya sorabilmeydim” diye düşündüğünüz ve eksikliğini hissettiğiniz olmuyor mu?

Olmaz mı? Çok büyük eksiklik hem de. Bugün bile Reasüransın içinden geçtim, oturduğu masaya gözüm takıldı, öyle bir baktım. Orada gördüğüm zaman muhakkak yanına giderdim çünkü. Müsait olmasa bile muhakkak bir merhaba der, hatır sorardı. Çok özlüyorum onu, çünkü hem birlikte zaman geçirdiğim hem de bilgi paylaştığım bir insandı. Ben ona hem hocam derdim, hem de bir baba gibi görürdüm.

Hastalandığını biliyor muydunuz? O süreçte görüşmeleriniz devam etti mi?

Sonuçlarını aldığında ilk karşılaştığı kişi bendim. O gün morali çok bozuktu. Sonrasında hastalığı hızlı bir şekilde ilerledi zaten. Bir arkadaşımdan vefat etmeden önce îstanbul’a nakledildiğini öğrendim ve hemen ertesi gün ziyaretine gittim. Çok kısa bir konuşma geçti aramızda ve sonrasında helalleştik. Benim için çok önemliydi helalleşmek, Allah nasip etti. Nur içinde yatsın.

Peki bitirmeden önce, sizden Aytunç Altındal’ı gülümseyerek hatırlayacağımız bir anekdot anlatmanızı istesek? Böyle bir olay var mı hatırladığınız?

Evet, çok güldüğümüz bir olay olmuştu. Bir gün oturduk üç kişi, masada sohbet ediyoruz. Üçümüzün de önünde kitaplar var. Ben “Hocam, hocam” diye sesleniyorum tabii durmadan.

Yan masada da iki hanımefendi oturuyor. Sonunda biri dayanamayıp, “Pardon size sürekli hocam hocam diyorlar, siz ne hocasısınız acaba?” diye sorunca Aytunç Bey de dönüp “Ben Teşvikiye Camii’nin imamıyım da, iki ezan arasında geldim çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışıyorum” diye cevap vermişti. Kadın bayağı ciddiye almıştı söylediğini ama biz çok gülmüştük. Bunu hiç unutamıyorum.

Hem katılımınız hem de güzel sohbetiniz için teşekkür ederim.

Ben de size teşekkür ederim.

BİBLİYOGRAFYA

Kitaplar

Laiklik, Süreç Yayınları, İstanbul, 1986.

Ötelerde, Süreç Yayınları, İstanbul, 1986.

İhanet Şiirleri, Süreç Yayınları, İstanbul, 1984.

Dinmeyen, Havass Yayınları, İstanbul, 1978.

Türkiye’de Kadın, Birlik Yayınları, İstanbul, 1975.

Anılan, Havass Yayınları, İstanbul, 1982.

Siyasal Kültür ve Yöntem, Havass Yayınları, İstanbul, 1982.

Three Faces ofjesus, Sussex: Book Guild, 1992.

Partizan, Yücel Yayınları, İstanbul, 1975.

Haşhaş ve Emperyalizm, Havass Yayınları, İstanbul, 1979.

Niçin Eşit İşe Eşit Ücret Değil, Süreç Yayınları, İstanbul, 1984.

Türkiye ve Ortodokslar, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1995.

Elvedasız, Sarmal Yayınevi, 1996.

Bilinmeyen Hitler, Yeni Avrasya Yayınları, Ankara, 2000.

Laiklik, Yeni Avrasya Yayınları, Ankara, 1986.

Gül ve Haç Kardeşliği, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004.

Üç İsa, Yeni Avrasya Yayınları, İstanbul, 2002.

Yoksul Tanrı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2005.

* Aytunç Altındal, sayısız denecek kadar çok sayıda makale yazmıştır, buraya sadece seçilmiş bazı örnekleri koyuyoruz.

Bir Türk Casusunun Mektupları, Alfa Yayınları, İstanbul, 2010.

Papa 16. Benedikt, Destek Yayınları, Ankara, 2006.

Hangi İsa, Destek Yayınları, Ankara, 2006.

Vatikan ve Papanın Gizli Türkiye Senaryosu, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2006.

Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, Yeni Avrasya Yayınları, Ankara, 2002.

Türkiye'de ve Dünyada Casuslar, Truva Yayınları, İstanbul, 2008.

Tanrı Neden Fikir Değiştirdi, Postiga Yayınları, İstanbul, 2012.

Yoksul Tanrı Tyanalı Apollonius, Alfa Yayınları, İstanbul, 2005.

Meryem ve Hilal, Subrosa, 2005.

Devlet ve Kimlik, Destek Yayınları, İstanbul, 2010.

Türk İmparatorluğunun Yıkılışına Dair Kehanetler Kitabı (Laonicus Chalcondyles), Destek Yayınları, İstanbul, 2007.

Dünün Belgeleri Yarının Tarihi, Destek Yayınları, İstanbul, 2008.

Kültür Kiloyla Satılmaz, Destek Yayınları, İstanbul.

Kültür Savaşları-1, Birharf Yayınları, İstanbul, 2005.

Kültür Savaşları-II, Birharf Yayınları, İstanbul, 2005.

Why Did God Change His Mind?, JePublie, 2008.

Makaleler

“Üç İsa”, Varlık dergisi, Kitap Eki, 1993.

“Kilisede Ne Oluyor?”, Varlık dergisi, Sayı 941, 1986.

“Laiklik ve İrtica”, Varlık dergisi, Sayı 956, 1987.

“Diyanet mi Hilafet mi?” Kemalizm, Sayı 376, 1993.

“Türkler ve Ortodokslar”, Yeni Türkiye, Sayı 3, 1995.

“Niçin Feminizm Değil”, Bilim ve Sanat, Sayı 15, 1982.

“Eşit îşe Eşit Ücret Üzerine”, İktisat Dergisi, Sayı 224-225, 1983.

“Batı Demokrasisi ve Ekümenizm”, Yeni Türkiye, Sayı 17, 1997.

“Almati-Bakü Hattı ve İrredentizm”, Yeni Türkiye, Sayı 15, 1997.

“Yeni Bir Religio: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”, Yeni Türkiye, Sayı 21, 1998.

“Siyaset Belirleyicidir”, Yeni Türkiye, Sayı 15, 1997.

“Take Tea And See/Take LSD And Be”, Uyuşturucu Maddeler Sorunu, Hastürk Yayınları, İstanbul, 1972.

“Ermeni Terörü ve Soykırım Kavramı”, Yeni Türkiye, Sayı 37, 2001.

“Ecumenism ve İslam”, Yeni Türkiye, Sayı 17, 1997.

“Siyasal Kültür, Siyasal Din ve Siyasal İslam”, Yeni Türkiye, Sayı 23-24, 1998.

Çeviriler

Halil Cibran, Ermiş, E Yayınları, İstanbul, 1974.

Halil Cibran, Sözler, Süreç Yayınları, İstanbul, 1984.

Kurt Vonnegut, Gece Ana, E Yayınları, İstanbul, 1975.

Morris West, Kertenkele, E Yayınları, İstanbul, 1974.

Vladimir Lenin, Savaş ve İşçiler, Yücel Yayınları, İstanbul, 1976.

Erle Stanley Gardner, Çinli Papağan, Akba Yayınları, İstanbul, 1972.

Ferdi nand Lundberg, Para Babaları, E Yayınları, İstanbul, 1973.

Paul Sweezy-Charles Bettelheim, Sosyalizme Geçiş Süreci Üzerine, May Yayınları, İstanbul, 1974.

Isaac Newton, Kutsal Kitap’ın Yorumu, Mahya Yayıncılık, İstanbul 2012.

Norman Mailer, Barbarlık Kıyısında, Havass Yayınları, İstanbul, 1980.

Aytunç Altındal henüz küçük bir çocuk iken

Aytunç Altındal Kuleli Köşk’ün merdivenlerinde

Aytunç Altındal ablasının düğününde

Aytunç Altındal çocukluk çağlarında

Aytunç Altındal annesi ve kız kardeşiyle

Annesi, Fatma Melahat Altındal

Ağabeyi Serendip Altındarm sünnetinde annesi ve Yıldız ablasıyla

(Gülistan Ünsalan Arşivi)

Aytunç Altındal'ın sünneti (Gülistan Ünsalan Arşivi)

Aytunç- Altındal ilkokulda (oturanlar arasında soldan üçüncü)

Babası, Ahmet Cavit Altındal

Ahmet Cavit Altındal,
Beşiktaş Spor Kuliibü'nde oynarken

Aytunç Altındal ablaları Sema ve Yıldız Hanımlarla.

Aytunç Altındal’ın ağabeyi Serendip-Altındal

Aytunç Altındal gençlik yıllarında

Aytunç Altındal gençlik yıllarında

Aytunç Altındal gençlik yıllarında

Kız kardeşi Gülistan Ünsalan ı ziyareti (Gülistan ünsalan Arşivi)

Yurtdışında kaçak olarak bulunurken, hamile olan eşi Ayşe'ye gönderdiği ilk fotoğraf

Ay tunç Altındal. arkadaşları Ali Hars re Deniz Saral de birlikte.

Avtıınç \ltindal. Haşhaş re Emperyalizm'! yazdığı dönemde
Hippilerin gözde mekânı Yener in Yeri nde

Artıınç Altındal mekân sahibi Yener'le aynı masada

Aytunç Altındal yeğeni Okşan Elbirlik ile birlikte
(Okşan Elbirlik Arşivi)

İlk eşi Carole ve kızları Zeyno ile birlikte

Aytunç Altındal, Safter Çınar ve arkadaşlarıyla

Aytunç Altındal ve Safter Çınar

Bunu Avar ve Sibel Özbııdun ile birlikte

Altındal. Erenköy’deki evinde

Yeğeni Seyyal Hanım ın düğününde eşi re damat bey ile birlikte

Modus Vivendi döneminde eşi Ayşe Hanınıla birlikte İsviçre'de

Modus Vivendıhin galeri bölümünde otururken

Modus Vivendi’de bir sergi açılışı

Aytunç Altındal Erenköy’de

Portre

Portre

Portre

Amerika'da Elia Kazan’la birlikte bir arkadaş davetinde

1984 Temmuz unda Halid Özkul ve ekip arkadaşlarıyla Sakıncasız afişinin önünde (Halid Özkul Arşivi)

Halid Özkul ve Erdinç Özköylü ile birlikte Sakıncasız afişinin önünde (Halid Özkul Arşivi)

Sakıncasız oyununun biliminde Ugur Mumcu de sahnede

Ugur Mumcu. Güldal Mumcu re eşi ly^ Bidermann ile birlikte
Sakıncasız oyununda

Altındal yakın arkadaşı Kurt Vonnegut ile birlikte

Aytunç Altındal kız arkadaşı Zarella Martınez ile birlikte

Kız arkadaşı Orkide Hanım, kızı Emine re torunu Shira ile birlikte

Altındal Zürih’te

Yakın dostları Deniz Saral ile Safter Çınar ile birlikte

(Safter Çınar Arşivi)

Kızı Zevno Altındal re arkadaşı Safter Çınar ile birlikte
(Safter Çınar Arşivi)

Aytunç Altındal keyifli bir akşam yemeğinde

Yeğeni Seyyal Özgün ile birlikte (Seyyal Özgün Arşivi)

Yeğeni Seyyal Özgün ile birlikte (Seyyal Özgün Arşivi)

Malta’da Sir Montaldo ile birlikte

İsviçre'de ölümünden hemen önce ikamet ettiği ev

AYTUNÇ ALTINDAL

BİLİNMEYEN MİTLER

Deniz SaraPa imzaladığı kitabı (Deniz Saral Arşivi)

AYTUN ALTINDAL

WHY DID GOD

CHANGE HIS MIND?

Necibe hçar a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA

CASUSLAR

Necibe Uçara imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

AYTUNÇ ALTINDAL

DEVLET VE KİMLİK

 

Necibe Uçar’a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

TÜRKİYE VE ORTODOKSLAR

Necibe Uçara imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

TANRI NEDEN
FİKİR DEĞİŞTİRDİ?

Aytunç Altındal

İngilizce Aslından Çeviren: Güldehan Aysan

Necibe Uçar"a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

LAİKLİK

Enigma'ya Dönüşen Paradigma

Aytunç Altındal

Necibe Uçara imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

HAŞHAŞ VE EMPERYALİZM

Aytunç Altındal

Necibe Uçar’a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

ÜÇ İSA

Aytunç Altındal

Necibe Uçara imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

AYTUNÇ ALTINDAL

Bir Türk
Casusunun
Mektupları

Batı da Seküler Düşüncenin Gelişimine Katkı

Necibe Uçar’a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

KUTSAL KİTABÎN BORUMU

Damerm Kehanetleri vc Aziz John’un Mahiri
Üzerine Gözlemler

Necibe Uçar’a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

VATİKAN VE TAPINAK
ŞÖVALYELERİ

Aytunç Altındal

Necibe Uçar'a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİ

Avrupa Birliği’nin Gizli Masonik Kimliği

Necibe Uçar’a imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

BİLİNMEYEN HİTLER

Aytunç Altındal

Necibe Uçara imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

PAPA 16. BENEDIKT

GİZLİ TÜRKİYE GÜNDEMİ

Necibe Uçara imzaladığı kitabı (Necibe Uçar Arşivi)

MİRAS

Sana sözlerimi bırakıyorum
Sevdiğim şarkıları da
"kal gitme bu akşam"\a başlayan
Seni, sana bırakıyorum
Yerini ve yerimi değiştiriyorum
Dilediğin öyküyü yaz
Ben gittikten sonra.

Adımı, sanımı, onurumu
soyumu, sopumu, yurdumu
şifrelerimi ve kodlarımı bırakıyorum
ve bin yıllık şeceremi de
dilediğin senaryoyu yaz
ben gittikten sonra.

Unutma, her şiirin vardır bir sırrı.

Ağustos 2009/Territet - Montreux

" Miras " adlı şiiri

Cavit Altındal, sporculuğunun dışında bir Teşkilat-ı Mahsusa ajanıydı. Kafkasya cephesinde İslam Orduları Sancağı altında Nuri Paşa’nın yanında savaşmıştı.

En yakın dostları ve takım arkadaşları olan Doktor Mehmet ile bek Rıdvan’ı bu cephede kaybetmişti. Bundan ayrı Milli Mücadele döneminde Kuşçubaşı Eşref Bey’in önderliğinde Anadolu’ya silah kaçıran Beşiktaş Kulübü’nün en faal üyesiydi.

Anlayacağınız vatan kurtarmaktan top oynayacak vakti olmamıştı. Hiç gol attı mı derseniz evet attı. Hayatı istihbarat sahalarında, İngiliz ve Ruslara karşı mücadeleyle geçen bir baba olarak hiç unutulmayacak bir gol attı. Öyle bir evlat yetiştirdi ki üstümüze kaotik planlar yapan Batı Medeniyeti’nin kale direklerini yıktı.

Bu evladın adı Aytunç Altındal
(Ozan Bodur, Operasyon 1915, Eşik Yayınları)


[1] Aytunç Altındal ile farklı zamanlarda yapılmış sosyal medya röportajlarından derlenmiştir. Bu röportajlar, yazarı sevenleriyle buluşturmak amacıyla Sayın Emine Altındal Al- tuğ tarafından organize edilmiştir. Soru ve cevaplar ilk kez bir kitapta yayımlanmaktadır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar