DÜŞMANLA KİM İŞBİRLİĞİ YAPAR?
Geçenlerde Norveç’e dönen Prens Olaf, düşmanla
işbirliği yapanların bütün Norveç halkının yüzde ikisi olduğunu
ileri sürüyordu. Fransa’dakiler
de aşağı yukarı bu kadardı herhalde. Düşman eline geçmiş değişik memleketlerde
yapılacak bir araştırma çağdaş topluluklardaki «işbirlikçi»lerin ortalama bir
yüzdesini bulmaya yarayabilir. Çünkü, düşmanla işbirliği yapma, kendini öldürme
gibi, adam öldürme gibi olağan bir haldir. Yalnız, barış zamanında ya da büyük
bir yıkımla biten savaşlarda topluluğun düşmanla işbirliği yapan öğeleri durgun
halde de olsa vardır yine. Ortaya çıkaran etkiler olmadığı için, işbirlikçi ne
başkasına, ne de kendine açılır, işinde gücündedir, belki yurtseverdir. Çünkü
taşıdığı yaratılışı bilmez. Bu yaratılış elverişli ortamı bulunca, bir gün
kendini belli eder. Düşmanla iş birliği yapmanın bir hastalık
gibi ayırt edilmesine yol açan bu son savaş günlerinde İngilizlerin pek tuttuğu
bir toplantı oyunu varmış. İngiltere düşman eline geçerse, Londra’nın ünlü
kişilerinden hangileri düşmanla işbirliği yapabilir diye araştırırlarmış. Hiç
de budalaca bir oyun değilmiş bu. Düşmanla işbirliği yapmanın insanın içinde
bir eğilim olduğunu söylemeye varır bu. Aslına bakarsanız, bizde bu bakımdan pek şaşırtıcı şeyler
olmadı. Deat ve Bonnard’ın savaşı kazanan Almanlara yanaşmalarını doğal bulmak
için bu insanları savaştan önce tanımak yetiyordu. İnsanın durup dururken
düşmanla işbirliği yapmadığı, bunu toplumsal, ruhsal birtakım yasaların etkisi
altında yaptığı doğruysa, işbirlikçinin kim olduğunu tanımlamak yerinde olur.
…..
Gerçekte, işbirlikçilik, bir
bütünden ayrılma, bir çözülme olayı idi. Hemen her zaman işbirliği tek tek
insanların verdikleri kararlarla. Bir sınıf davranışı değildir bu. Aslında,
işbirlikçilik, yerli topluluklara iyice mal olmamış kimselerin yabancı parti
düzenlerine kayması şeklinde oluyordu. Bu bakımdan adam öldürme ve kendini
öldürme gibi benimsenmezlik olaylarına yaklaşıyor. Toplumsal yaşamın yoğun
kaldığı yerlerde din ya da politika ocaklarında bu olaylara yer yoktur.
…..
Ama, bir toplumda sadece tek tek
kopmalar olmaz. Dışardan gelen etkilerle bazı gruplar toplumdan sökülebilir.
Örneğin, yüksek rahipler arasındaki işbirlikçi davranış, Papacılık ile
açıklanabilir.
…..
Demek ki, hiçbir sınıfa, sınıf
olarak, düşmanla işbirliğinin sorumluluğu yüklenemez. Hatta bu işbirliği
sanıldığı gibi, demokratik ülkünün bir gevşemesinden doğmuş da değildir. Bu,
çağdaş topluluklar içindeki çözülmelerin yaratabileceği toplumsal güçlerin bir
oyunudur sadece. Barış zamanında, üzerinde durulmaya değmeyen toplum
döküntüleri, işgalle biten bir bozgunda büyük bir önem kazanıyor. Burjuvaziye
düşman yardımcısı bir sınıf demek haksızlık olur. Ama, düşman yardımcılarının
hemen hepsi kendi içinden çıktı diye burjuva sınıfı sorguya çekilebilir,
çekilmelidir de. Bu olay, burjuva sınıfının ideolojisini, gücünü ve iç
bütünlüğünü yitirdiğini göstermeye yeter.
Düşmanla işbirliğinin toplumsal
ortamını belirtmek yetmez. Bir işbirlikçi psikoloji var ki, bundan değerli
dersler alabiliriz. İlk bakışta ihanetler çıkar ve kazanç düşkünlüğüne
bağlanabilir. Ama, bu sınıflandırmaları ve cezaları kabaca kolaylaştıran bu
psikoloji gerçeği tıpatıp karşılamaz. Çıkarını düşünmeyen işbirlikçiler de
oldu. Bunlar duydukları yakınlıktan hiçbir kazanç elde etmeksizin dış devletin
zaferini sessizce dilediler. Gazetelerde yazanların, hükümete girenlerin çoğu
vicdansız, kazanç düşkünleriydi, orası doğru. Ama, kimi de var ki, savaştan
önce kazanmış oldukları yüksek mevkiler hiç de ihaneti gerektirecek gibi
değildi. Yükselme tutkusu olarak da garip bir şey bu: Buna insanlar üzerinde
tam bir egemenlik elde etmek kaygısı desek bile, işbirlikçinin bu isteğinde
bir tutmazlık var. Çünkü, sözde ülkedeki hükümetinin başına da geçse, ancak
başkasının egemenliğini kullanabilirdi. Kendisine egemenliği veren' onun
kişisel değeri değil, yurttaki düşman ordularının gücü olacaktı. Yabancı
ordulara dayandığı sürece ancak yabancıların buyruğunda bir adam olabilirdi.
…..
Yükselmeye tutkun işbirlikçi emir
kulu, rolü ile yetiniyordu. Çünkü, günün birinde, baş rolü oynamayı umuyordu.
…..
Gücü hakkın kaynağı ve efendinin
aslan payı olarak düşünen işbirlikçi kurnazlık yolunu yolunu tuttu. Böylece,
güçsüzlüğünü kabul etmiş oldu ve bu erkek gücünü, erkekçe değerleri tutan
adam, güçsüzün, kadının silahlarını benimsedi.
…..
Demokrasi her zaman bir faşist
yatağı oldu. Çünkü, özü gereği demokrasi bütün düşünüşler ri hoş görmüştür.
Artık, önleyici yasalar yapma zamanı geldi. Özgürlüğe karşı özgürlük olmamalı.
İşbirlikçi ile faşistlerinin gözde
tezleri «realizm» olduğuna göre, zaferimizden yararlanıp her çeşit realist
politikanın başarısızlığını ortaya koymalıyız. Olaylara uymak, olan
bitenlerden ders almak elbette gereklidir. Ama, bu kıvraklık, bu politika pozitivizmi,
olaylara boyun eğmeyen ve varlığını onlara borçlu olmayan bir amacı
gerçekleştirmek için birer araç olarak kullanılmalıdır. İlkeler üstüne kurulmuş
bir politika örneğini vermekle, sözde gerçekçiler «sürüsünün» ortadan
kalkmasına yardım etmiş oluruz. Onlara karşı, zaferi kazanmış olan karşı koyma
hareketi gösteriyor ki, insanın rolü, olaylara boyun eğme gerektiği sanıldığı
zaman bile, hayır demektir. Elbette, insan talihi değil, kendini yenmeyi
istemeli. Ama. İnsanın önce kendini yenmesi, sonunda, talihi daha iyi yenmesi
içindir.
Onu erenlere karıştı gitti
sanıyorlardı: öldü ve bir de baktık ki yaşıyormuş. Ona. istemeye istemeye
örülmüş ölüm çelenklerinde beliren çekingenlik, kızgınlık duyguları gösteriyor
ki, hoşa gitmiyordu, daha çok zaman da hoşa gitmeyecek. Sağın da, solun da iyi
düşünenleri, kendisine karşı birleşmesini bildi. Nice yaşayan ölüler, o ölünce:
«Tanrı'ya şükür, ben sağ kaldığıma göre,
demek haksız olan oymuş» dediler. Humanité gazetesinde
şöyle yazdılar: «Bu ölen, bir cesettir.» Bunlar, çoktan yazmaz olan bu
seksenlik adamın bugünün edebiyatında ne kadar ağır bastığını göstermeye yeter.
…
İnsan bir şeyler söyleyeceğim diye
yazar olmaz, o bir şeyleri belli bir biçimde söylemek için olur. Üslup elbette
yazının değerini yapan şeydir. Ama, göze batmamalıdır. Sözcükler saydam
olduklarına göre, bakışı geçirdiklerine göre, aralarına buzlu camlar koymak
saçma olur. Yazıda güzellik, okşayan, kendini belli etmeyen bir güçtür.
Güzellik bir resimde yekten göze çarpar, bir kitapta gizlenir, bir sesin, bir
yüzün büyüsü gibi inandıra inandıra kazanır insanı zorla değil, farkına vardırmadan kendine
çeker sizi. Görmediğiniz bir büyünün etkisine kapılarak ileri sürülen
düşüncelere katılırsınız. Dinin törenleri, dinin kendisi değildir, ona destek
olurlar; sözcük düzeni, güzelliği, sözcüklerin dengesi, okurun duygularını
farkına vardırmadan hazırlar, din törenleri gibi, müzik gibi, dans gibi
onları düzene sokar; okuyucu yalnız onlara dalarsa anlamı yitirir, sıkıntılı
uyumlar içinde kalır. Yazıda güzelliğin tadı hesapta olmadan gelirse, katıksız,
temizdir. Bu kadar basit gerçekleri hatırlatmaya utanıyor insan, ama bugün
bunlar unutulmuşa benziyor. Yoksa, gelir bize, niyetiniz edebiyatı öldürmektir,
ya da bir düşünceye bağlılık, yazma sanatına zarar verir derler miydi? Şiirle
karışık bir çeşit yazı eleştirmecilerin düşüncelerini bulandırmamış olsaydı,
biz yalnız özden bahsederken kalkıp da bize biçim adına çatarlar mıydı? Biçim
üzerine önceden hiçbir şey söylenemez, biz de bir şey demedik: Herkes
biçimini kendi bulur ve sonradan yargılanır. Gerçi, konular bir üsluba
götürür: ama, onu buyrukları altına alamazlar; hiçbir konu önceden edebiyat
sanatının dışında sayılamaz. Cizvitlere çatmaktan daha bağımlı, daha sıkıcı
bir şey olur mu? Oysa, Pascal bu konudan Provinciales’i çıkardı. Kısacası,
bütün sorun, insanın neyi yazacağını bilmesinde: kelebeklerden mi, yoksa Yahudilerin
durumundan mı söz edecek? Bunu bildikten sonra, iş, nasıl yazacağına kalır.
Çok kere, iki iş bir araya gelir, ama iyi yazarlarda hiçbir zaman üslup
konudan önce gelmez. Biliyorum, Giraudoux demiş ki: Bütün sorun üslubu bulmakta, düşünce
sonradan gelir.» Ama, aldanıyordu Giraudoux: Düşünce
gelmedi. Tersine, konuları, her zaman kapıları açık sorunlar, çağrılar,
bekleyişler diye görürsek, sanatın, bir düşünceye bağlanmaktan hiçbir şey
yitirmeyeceği, kazanacağı anlaşılır. Nasıl ki, fizik matematikçilere yeni
sorunlar getirir ve onları yeni bir sembolizm bulmaya götürürse, toplumsal ya
da fizikdışı gerçeklerin durmadan yenileşen isterleri, sanatçıyı yeni bir dil
ve yeni teknikler bulmaya zorlar. Biz bugün XVII. yüzyıldaki gibi yazmıyorsak,
Racine'in ve Saint Evremont’un dili lokomotiflerden ve işçi sınıfından söz
etmeye elverişli değil de ondan. Ama, biçimciler tutup bize lokomotiflerden
söz etmeyi yasak edeceklermiş, etsinler. Sanat hiçbir zaman biçimcilerden yana
olmadı.
Madem ki, bizim için yazmak bir işe
girişmektir, madem ki, yazarlar birer ölü olmazdan önce yaşayan kimselerdir,
madem ki, kitaplarımızda haklı olmayı denemek gerekir diyoruz, madem ki, çağlar
bizi sonradan haksız da görse, önceden kendimizi haksız görmek zorunda
değiliz, madem ki, yazarın eserlerinde bütün varlığı ile bağımlı olmasını,
kötülüklerini, dertlerini, güçsüzlüklerini öne sürerek iğrenç bir
nemegerekçilik içinde kalmasını değil, her birimizin yaşarken vardığımız bir
kararı isteme, bir seçmeye, bir toptan yaşamaya bağlanmasını istiyoruz, sorunu
en başından ele almamız ve kendi kendimize şunu sormamız gerekir:
İnsan niçin yazar?
Yazmak bir sipariş işidir.
Doğruyu söylemek: Bu her yaşlanan
yazarın can attığı şeydir. Henüz doğruyu söylememiş sayar kendini, oysa şimdiye
kadar yaptığı yalnızca bu olmuş, soyunup çıplak kalmıştır. Diyelim ki. bütün
zoru kendi kendine «strip tease» yapmaktır. Tezgâhındaki kitaplar hep
siparişlerdir. Benim yaptığım hep günün edebiyatıdır. Her yaptığımı sipariş üzerine
yaptım. Tabii, işveren artık devlet olamaz. Ya herkes, ya her birimiz: bağlı
olduğum bir siyasal çevre, bir özel durum iş yüklüyor bize. Bu siparişlerin iyiliği,
yazarı, hiçbir zaman kendini seçmemeye zorlamasıdır. Üstelik, sipariş oldu mu,
okuyucularınız da belli olmuş demektir.
Ben bugün felsefeyi bir dram gibi
düşünüyorum. Bugün, artık sorun, neyse o olan özlerin durgun halini seyre
dalmak değil, bir olaylar zincirinin kurallarını bulmak da değil artık. Bugün
sorun, insandır, hem etken, hem bir aktör olan insan. Çünkü, o, dramını
hem yazıyor, hem oynuyor, durumunun çelişkilerini yaşıyor, kişiliğini
harcayasıya ya da düğümlerini çözesiye. Bir tiyatro oyunu (Brecht'inki gibi
destansı ya da dramsı) bugünün insanını sahnede göstermenin (yani,
düpedüz insanı göstermenin) en uygun yoludur. Felsefe de, bir başka bakımdan,
bu insanla uğraşma kaygısındadır. İşte, bunun için tiyatro felsefemsi ve
felsefe de dramsıdır bugün.
— Edebiyat her zaman bağımlı,
sorumlu mudur sorusuna Sartre şöyle yanıt veriyor:
Edebiyat her şey değilse,
üstünde bir saat bile durulmaya değmez. Ben, bağımlılıktan bunu anlıyorum.
Edebiyatı sadece sorumsuzluğa, türkülere indirirseniz, durduğu yerde kurur.
Yazılı her söz, insanın ve toplumun bütün ortamlarında yankılar uyandırmazsa,
hiçbir anlamı yoktur. Bir çağın edebiyatı, edebiyatın içine sindirdiği çağın
kendisidir.
Beni, edebiyatı küçümsemekle, onu
politikanın buyruğuna vermekle suçlandırıyorlar. Oysa edebiyatı büyümsemekle
suçlandırılmam daha mantıklı olur. Edebiyatın
güzelliği, her şey olmak isteğinden gelir, kısaca, güzellik aramaktan değil.
Yalnız her şey olan bir şey güzel olabilir. Beni anlamayanlar ne derlerse
desinler, sanat adına çatmadılar bana, kendi bağlı oldukları inanç adına çattılar.
İnsan, her şeyi istemeli ki, bir şey yapabilsin.
Susan yazarlar (günün sorunları
üstünde düşüncelerini açıkça ortaya koymayanlar) öteki yazarları tedirgin eden
bir çelişmeyi sürdürüyorlar. Bir yazarın elinde, cebinde saklısı olamaz.
Kumarda açık kâğıtla oynamak gibi bir şeydir onun işi, oynamak değil.
Yazarlığın büyülü bir dünyası olduğu sanısını veren bütün o kandırmacalardan
tiksiniyorum. Bu yolu tutan yazarlar edebiyata girenleri aldatıyorlar, onları
da kendileri gibi birer büyücü olmaya sürüklüyorlar. Yazarların ilk işi göz
boyayıcılıktan, kandırmadan vazgeçmek olmalıdır. Edebiyatta, kendini bir
büyücü, bir cambaz gibi göstermek bir bakıma, kendini çok büyük görme, bir
bakıma da, çok küçük görmedir. Ne istediklerini, ne yaptıklarını söylesinler.
Eleştirmeciler yazarlara, isteklerini ve
araçlarını, başkalarına —ve hele kendilerine— hiçbir zaman açmamayı
öğütlüyorlar. Eski romantik anlayışa saplanıp kalmışlar: En iyi yazar,
kuş öter gibi yazandır. Yazar bir kuş değildir.
Yedi sekiz yaşımda, dul anamla,
Katolik bir nine ve Protestan bir dede arasında yaşıyordum. Sofrada her biri
ötekinin dini ile alay ederdi. Kötülük olsun diye değil, bir aile geleneğiydi
bu. Ama, bir çocuk her şeyi ciddiye alır. Her iki dinin de değersiz olduğu
sonucunu çıkardım bu alaylardan. Bir Katolik olarak yetişmem için ne
yaptılarsa olmadı. İşte, o çağımda ölümden çok korkardım. Niçin? Çocukları
avutan öbür dünya efsanesinden yoksundum da onun için belki. Her çocuk gibi ben
de bir şeyler yazıyordum o zaman. Öldükten sonra yaşama isteğim yazı merakımla
birleşti. Ölüm ötesinde, yazılarımda yeniden yaşamayı kuruyordum. Sonradan
bıraktığım bu edebi ölüm-ötesi. başlangıçta çalışmalarımın temeli oldu,
kuşkusuz.
Hıristiyan, genel olarak, ölümden
korkmaz, çünkü, gerçek yaşama başlamak için ölmesi gerektir. Dünyadaki yaşam,
öbür güzel dünyayı hak etmek için bir sınav yeridir. Bu da birtakım belli ödevleri,
tapınmaları, duaları, dilekleri gerektirir. Uysal olma, şehvetten, maldan
mülkten kaçınma ister. Ben, bütün bunları alıp, edebiyat alanına çeviriyordum:
yaşadıkça değerim bilinemeyecekti ama, yazıda titizlik ve mesleğimde temizlik
ile sonsuz yaşamı hak edecektim. Yazarlık ünüm öldüğüm gün başlayacaktı.
Kendi kendimle önemli kavgalarım vardı.
Her şey üstüne yazmak için her şeyi bilmek mi gerekiyordu?
Bir papaz gibi yaşayıp bütün zamanımı
törpülemekle mi geçirmeliydim?
Her halde, sorun ölüm kalım
sorunuydu, her şeyi birden içine alıyordu. Kafamda yazı yaşamı, din yaşamı
kalıbına döküldü. Bütün düşüncem, ruhumu kurtarmaktı... Sonradan bütün
bunları bıraktım, kırk yaşına kadar da düşünmedim. Artık niçin yazıyorum diye
sormaz oldum kendime...
Yazarlık ünü beni ilgilendirmiyor
demiyorum, ama, bir andan sonra hiçbir anlamı kalmıyor bunun. Ölüm, gerçekten
ölüm olunca, ün bir kandırmaca oluyor. Geçenlerde biri söylüyordu, öldükten
sonra yazgısı bilinmekten daha iğrenç bir şey bilmiyorum diye. Aramızdan birini
alıyorlar, onu öfkesinden ya da kederinden öldürüyorlar, yirmi beş yıl sonra da
bir anıt dikiyorlar adına. Aynı adamlar, aynı çakallar hem öldürüyorlar, hem de
anıtı başında nutuk çekiyorlar, bir ölüyü şana şerefe boğuyorlar ki, bir başkasının
yaşamını zehir edebilsinler.
Bizde, ulusun edebiyat adamlarını da,
politika adamlarını da hep orta sınıf çıkarıyor. Epey yıldan beridir, ulus
biraz orta bayağılığına düştü. Onun için, birçok şeyler karşısında,
duraksayabiliyor insan. Sonucu ne oldu, biliyorsunuz: Politikacılarımızın da
düzeyi düştü, yazarlarımızın da: Kötü edebiyat politik bir özle kendini
kurtarmaya çalışıyor, politika ise kötü edebiyata dökülüyor. Fransızlaşma öyle bir duruma geldi
ki, yazarlara çatıyorlar, —bana da çattılar— ya savaşları kaybetti diye (bu,
sağın çatması), ya da halkı Bastille hapishanelerimizi yıkmaya kışkırtmadılar
diye (bu da solun çatması). Bir ara, devlet ya da dünya işleri karıştı mı,
gazetecinin biri bana gelir: «Birinin
bağırması gerek, siz bağırmaz mısınız, lütfen?» derdi. Zaman zaman bağırdığım da oldu. Bu bağırmanın gücü büyük
de oluyordu, küçük de. Bu güç başkalarının, benden önce bağırmaya karar vermiş
olanların azlığına, çokluğuna bağlıydı. İşte, bağırmalı yazının edebiyat gücü
de güçsüzlüğü de bundan geliyordu. Bu edebiyat hep başkalarına bağlı kalıyor.
Sözcükleri şişiren başkaları oluyor, belki de o sözcükleri okuyanlar. Bağlanan
yazarın asıl işi, dediğim gibi, göstermek, kanıtlamak, açıklamak, aldatmacaları
ortaya çıkarmak, masallar, putları küçük bir eleştiri banyosunda
çözündürmektir.
Ben, edebi kuruntularımı yitirdim.
Eskiden edebiyatın salt bir değeri olduğunu, bir insanı kurtarabileceğini, ya
da sadece insanları değiştirebileceğini (bu olabiliyor bazı koşullar altında)
sanırdım. Bütün bunlar bana eskimiş geliyor artık. Bu düşleri yitirdikten
sonra insan yine de yazmaya devam ediyor, çünkü, psikanalistlerin dediği gibi,
varını yoğunu yazıya yatırmıştır. Nasıl
ki, insan sevmediği insanlarla bir başka türlü bağlar kurup yaşamaya devam ediyor:
bir aile oluyorsunuz artık. Ama,
bir inancım kaldı, bir tek inancım. Ondan vazgeçmeyeceğim: Yazmak.
herkes için bir ihtiyaçtır. Yazmak, haberleşme ihtiyacının en üstün şeklidir.
Sekiz yaşımda, doğa bile iyi bir
kitabın çıkmasına duygusuz kalmaz sanırdım: bir yazar kitabının sonuna SON
sözcüğünü yazdığı zaman gökte bir yıldız ağar, derdim, içimden. Bugün
yazarlığı başkalarından farksız bir sanat olarak görüyorum. Ama, önemli olan bu
değil. Bütün insanların —bilerek bilmeyerek— istedikleri, çağlarının
tanıkları, yaşantılarının tanıkları olmak, herkesin önünde kendi kendilerinin
tanıkları olmak. Bir de şu var: duygular, davranışlar ikircikli, dumanlı;
birtakım tepkiler, takıntılar, çatışmalar oluyor. İnsan trajiği yaşarken
trajik olmuyor, hazzı yaşarken hazzı duymuyor. Yazarın yaptığı, trajiği de, hazzı da temizlemektir.
Yazmak, bir ayıklama çabasıdır.
Kaynak: Jean Paul Sartre,
DenemelerÇağımızın Gerçekleri, Sebahattin EYÜBOĞLU-Vedat GÜNYOL, Say Yay.
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar